3-PROLETER

Page 1

PROLETER KURTULMAK YOK TEK BAŞINA ! YA HEP BERABER YA DA HİÇ BİRİMİZ Cilt 1, Sayı :3

DEĞİŞMİŞ Mİ? DÖNEK Mİ? 20.YY son çeyreğinde yukarıdaki iki nitelendirme yada yargılama, burjuva toplumunun temel sınıfları burjuvazi ve proletaryanın saflarındaki politikalara damgasını vurdu. “Değiştim”, “hayır değişmedin döneksin”.. çekişmesi bu güne dek sürdü gitti. Sınıf mücadelesindeki keskin virajlarda böylesi değerlendirmelere sıkça raslarız. Marks’ın 11. tezi olarak bilinen “Değişmeyen tek şey değişimdir.” Önermesi toplumların gelişme diyalektiğine vurgu yapar. İşçi sınıfının mücadelesine yol gösteren bir çok sloganın başına gelen onun başına da geldi. Burjuvazi bunları kendi sınıf çıkarı için kullanmaya çalışıyor. Bunu iki temel alanda yaptı. 1- Kapitalist üretimi, yavaşta olsa “sürekli

NİSAN 2004

gelişim”, sürekli değişimin esas olan “toplam kalite” temelinde örgütlenme. 2Pratik mücadelede “merkez oluşturma” buna “sağın”, ve “sol”un merkeze (bunun diğer adıda neo-liberalizmdir) yönelmesi demekteler. Recep Tayyip Erdoğan bu çekişmenin içindekilerden biri olarak “değişimi gerçekleştiremeyen geri kalır, marjinal konumuna ititlir. Değişim sadece parti ismi yenilemesi değil, köklü bir yenilenmedir.” (Recep Tayyip Erdoğan Milliyet 01/04/2004) burjuvazinin tüm dünyada liberalizmi güçlü kılmaya çalıştığı günlerde Türkiye’de başkası olamazdı. Siyasi temsilcilerinin faşist, dinci, sosyaldemokrat, kesimleri “merkeze” yöneldiler. “Değişim” kavramı ağızlarda sakız olup dejenere oldu. 28 Mart seçimleri burjuvazinin bu politikasının ne demek olduğunu gösterdi. 1


Henüz yaptıkları değişime güvenilmeyen dünün “marjinal dinci”lerinin güven tazelemesi. Kendine “Kemalist Sol” diyenlerin başarısızlığı. Daha doğrusu “sol”un başarısızlığı, ortaya çıkmıştı. Epeydir, bazı burjuva kesimlerin dile getirdiği, “güçlü bir sol parti” eksikliği bu seçimlerde de kendini hissettirmişti. Avrupa Birliği’ne girebilmek için bu önemli şartta yerine getirilmeliydi. Siyasi iktidar AB’deki tipte burjuva “sağ ve sol” partiler arasında el değiştirip durmalıydı. Bu günün sınıfları arasındaki ilişkilerde düzenin temel normlarından ve de güvenlik subaplarındandı. “Soléun en büyük partisi CHP’nin devletçi ve statükocubyapısı değişmelidir. Diyen Kemal Derviş burjuvazinin bu amacını seçimlerin hemen arkasından “ideolojik eleştiri” olarak dile getirdi. Bu seçimlerin arkasından da genel olarak “sol” denilen kesimde suların bulanacağı görülüyor. Büyük burjuvazinin Avrupa kapitalizmi ile entegrasyon sürecinde siyasi hedefleri arasında. Avrupadaki tipte , 2

“ssyalist” yada sosyaldemokrat bir parti yer alıyor. Alman Sosyal Demokrat Parti ve İngiliz İşçi Partisi bu gün tekelci burjuvazinin partisi durumundadır. İngiliz İşçi Partisi, başlangıçta işçi aristokrasisinin temsilcisi bir parti, Alman-Sosyal Demokrat Parti ise işçi sınıfının partisi iken bu günkü durumuna geldi. Dünya burjuvazisi bu partilerin “sol” partiler olduğunu söylemekte. Bilindiği gibi “sol” eskiden beri (burjuva devrimleri dahil ) statüko karşıtı değişimden yana olarak bilinir. Çağımızda emperyalistburjuvazi değişimci statükocu olduğunu söylemekte. Statüko karşıtlığına örnek Yeni Dünya Düzenleri kurmak ,”Büyük Orta Doğu Projeleri” geliştirmeleridir. Savaşlar ortada. Bu aynı zamanda değişimciliktir, diktatörlerin devrilip “demokrasi” kurmaktır. İngiliz İşçi Partisi bunun aktörlerinden biridir. Yani “sol” bir parti emperyalist ve sömürgeci bir politika izlemektedir. Şimdi bu noktalarda “sol” kavramı üzerinde düşünmek gerekmektedir. Bu


kavram bu gün sınıfları ve sınıflar arasındaki ilişkileri yansıtmaktan uzaktır. Bunun çeşitli ayrıştırmaları – “kemalist sol”, “demokratik sol” ,”devrimci sol”, “liberal sol”, “reformist sol” , “Marksist sol” – vb. olanlarda buna cvap vermekteler. Bütün genellemeler gibi, “halk”, “emekçiler”, “çalışan”, “üretici” kavramları sınıflar arasındaki ilişkileri bulanıklaştırmaktadır. Bizdeki “solculuk” hareketi. Rus Devrimindeki “halkçılık” (Narodnizm), hareketinin rolünü oynamakta. Kapitalizmin gelişiminin görece geri olduğu toplumlarda bir dönem rol oynamakta , onun gelişmesi sonucu burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesinin öne çıkması ile “halk “ içindeki ayrışmanın gerçekleşmesi bu hareketleri (solculuk, halkçılık) sonuna getirmekte. Bununla ilgili olarak Engels, Marks’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri adlı eserine yazdığı girişte şunları söylemekte: “Bu demokrasi, ‘halkın’ ‘zorbalara’ karşı kesin ve artık sonuncu olacak yakın zaferine güveniyordu, biz ise,

‘zorbaların’ elenmesinden sonra tam bu aynı ‘halk’ içinde gizli bulunan uzlaşmaz karşıt ögeler arasındaki uzun bir savaşıma inanıyorduk...” (K.Marks Fransa da Sınıf Mücadeleleri Sayfa 12) Dikkat edilirse Engels “halk” kavramını tırnak içinde yazmış, ifadesindende anlaşıldığı gibi bu kavram ve kitlesi içinde uzlaşmaz karşıt ögeleribarındırmaktadır. “halkın” birliğinin şartları “zorbalara” karşı mücadele olarak görülmüş, kapitalizmin gelişimi bu şartları ortadan kaldırmakta, proletarya diktatörlüğü döneminde ise bu uzlaşmaz karşıtlıklar kendisini çok daha sert şekilde gösterecektir. 28 Mart seçimleri öncesinde bu konuda göze batan istemlerden biri şöyleydi: “Solu batıran Baykal’dan hesap sor” altındaki imza “Sol Birlik” ti. Bu CHP zaten “sol” bir parti değil diyerek geçiştirilemez. Bu tip dindarca istemlere başka kesimlerde de rastlamaktayız. Birlik çağrılarının ardı arkası kesilmez. Bir başka örneği de “Demokratik Güç Birliği” dir. “sol”un ve “halkın” birliğini 3


hemen her kez istemektedir. Ama görmekteyiz ki birlik değil bu ögeler arasında mücadele kaçınılmazdır. “sol” ortak “payda” görünümündedir. Ama bu bütünün parçaları farklı nitelikler sergilemektedir. Matemetiğin en basit kuralı elma ile armutların toplanamayacağıdır. Sınıflar arasında da aynı kural geçerlidir. Sınıf nitelikleri belirginleşen güçler arasında birlik çağrıları bu en basit kurala karşı hareket etme, olmayacak (kabul edilmeyecek) duaya amin demektir. Ne varki sınıf mücadelesi tanrısı bu duaları kabul etmemektedir. O kendi bildiğini yapmaya devam etmekte. Bütün bu umutsuz istek ve çağrılar karşılıksız kalmakta. Birlik büyük burjuvazinin ve küçük burjuvazinin tumturaklı isimlerinde mistik bir kıyafetli bay göstermekte. “Sol” ve “halk” kavramları bunda oldukça önemli rol oynamakta. Burjuva toplumundaki sınıf mücadelesinin gelişimi işçi sınıfının diktatörlüğüne götürür. Bu diktatörlüğün kurulması için çalışmak, 4

kurulduktan sonra savunmak Marksist olmanın “olmazsa olmaz” şartıdır.burjuva toplumunda birlik ya burjuvazi yada işçi sınıfı etrafında diğer sınıf ve tabakaların toparlanıp bu iki temel sınıfı önder ve egemen güç olarak kabul etmesi ile mümkündür. Burjuvazi eski kapitalizm döneminde bunu “yurt” “vatan” kavramı ve amacı ile yaptı. Emperyalizm döneminde “küreselleşme” kavramı ve amacı etrafında yapmakta. İşçi sınıfının birlik hedefi ise onun bağımsız bir sınıf olarak kendi sınıf çıkarlarını savunması ile gerçekleşecektir. Küçük burjuvazi bu iki sınıf arasında gider gelir. Kim güçlü ise ondan yana hareket eder . işçi sınıfının yanında yer alması tam olarak işçi sınıfı iktidarı altında mümkündür. Proletarya diktatörlüğü döneminde “halk” içindeki uzlaşmaz karşıtlıklar olanca şiddetiyle kendini gösterir. 1917 Ekim Devrimi sonrasında sınıf mücadelesi bunu gösterdi. Bu koşullarda burjuvazinin diktatörlüğünü getirdi. Şimdilerde de bizde burjuvazi “sol”da birlik ve “güçlü sol parti” istiyor. Bu ise


merkez etrafında birleşme olarak düşünülmekte. Burjuvazinin sözcüleri “marjinal” (faşist, “devrimci”, sosyal – demokrat) uçların buluştuğu odak olarak düşünmektele bu yönlendirmeyi Hasımları tarafından döneklik ile ödüllendirilen, kendilerini değişmiş olarak görenlerin buradaki en ünlü örnekleri, başta sözünü ettiğim Başbakan ile Mehmet Barlas ve Hasan Cemal’dir. Hikayelerini kendi ağızlarından dinleyelim: “Dönek. Dönek ne demek? Çok partili rejimi demokrasiyi yıkıp yerine tek parti diktasını getirme fikrinden dönmek mi? Dönek ne demek? Çoğulcu demokrasi yerine “işçi sınıfı” adına totaliter bir ideolojinin diktasını savunma fikrinden vazgeçmek mi? Dönek ne demek? Her şeyin mallarında, hizmetlerinde, fikirlerinde, ideolojilerinde yarışabildiği rekabetçi bir ekonomik ve siyasal düzen yerine torna tezgahından çıkmışcasına her şeyin tek tip olduğu, birbirine benzediği otariter bir

kışla düzeni anlayışından vazgeçmek mi? Dönek ne demek? Askerin süngüsüyle kendisine iktidar yolu aşmaya heveslenip bu kafayla devrimcilik, devrimcidemokratlık etmek mi? Döneklik bütün bunlardan vazgeçmekse ne denir, o zaman bende döneğim. Evet öyle döneğim. Demokrasiye döndüm.” (Hasan Cemal Milliyet 7/03/2004) Mehmet Barlas ise şu sözleri ile ne olduğunu anlatmış “mesela bankayı hortumladı diyorlar. Bankaları kim hortumladı? En fazla tasarruf sahibi hortumladı. Yüzde yüz otuzüç yüzde 160 faizleri ödedi bu zavallı dinç Bilgin. Zavallı Erol Aksoy. Halk soydu. Esas hortumlayan halk.” (Mehmet Barlas Milliyet 6/4/2004) Hiç kuşkusuz dün halkı kurtarmak istemişlerdi, Dinç Bilgin ve Erol Aksoy’lardan. Bu gün halkın bunları soyduğunu söylemekteler. Ve de “solcu” kesim bunlara dönek damgasını vurmakta. Bu gün Hasan Cemal demokrasiye döndüğünü söylüyor. Kendince 5


günahlarından arınıyor. Hasan Cemal nelerden döndüğünü özetlemiş: 1- Tek parti diktasını getirme fikrinden. 2- işçi sınıfı adına totaliter bir ideolojinin diktasını savunma fikrinden. 3- Rekabetin olmadığı kışla düzeni anlayışından. 4Askerin süngüsüyle kendine iktidar yolu açma hevesinden. Bütün bu fikir karmaşasından devrimcilik adına darbeciliğin, cuntalığın savunulduğu sonucu çıkmakta. Sosyalizmden anladıkları ise tek parti egemenliği ve tek tip bir kışla düzeni. Sıradan bir burjuvada aynı noktalardan sosyalizme karşı çıkar ve nefretini belirtir. Rekabet, çoğunluk yoktur, her şey birbirine benzemktedir. Hasan Cemal’in bu gerçeklerinde küçük burjuva sosyalizminin Türkiye versiyonu ile karşı karşıyayız. İşçi sınıfının sosyalizm mücadelesi karşısında ezilen ona boyun eğen bugün sınıflar arasındaki ilişkilerin değişmesi ile burjuva “merkezde” (siz karşı devrim okuyun) karar kılan bir küçük burjuvanın serüvenidir söz konusu olan. 12 Eylül 1980 6

karşı devrimi öncesinde küçük burjuva hareket dünya işçi sınıfının devrimci mücadelesinin etkisi altında , sosyalizm giysileri içinde kendini gösterdi. Bu onun, iki sınıfın burjuvazi ve işçi sınıfı arasında yalpalamasının kendini ortaya koyuşuydu. O günlerde işçi sınıfından yana eğilim gösteren küçük burjuvalar sınıfı bu hareketin ezilmesi sonrasında bu gün de burjuvadan yana eğilim gösteriyor.12 Eylül 1980 karşı devrim sonrasında kendiliğinden işçi sınıfı hareketinin ( bilinçli önderlik ve örgütlülük anlamında) ve emanet giysileri içindeki küçük burjuva hareketinin ezilmesinden sonra “dönek”lik suçlamalarını sıkça duyar olduk.1 Her 1

“ 70 lerin başında doğanların ümitsiz, inançsız, insanlar olması kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü biz okumayı öğrendiğimizde en çok “döneklerden söz ediyordu yazılar. Bütün “örgüt”lerin dağıldığı bir zamana denk geldik. Biz , anne ve babalarımız arkadaşlarının nasıl ‘döndüğünü’ hayatın ve insanların ne sahtekar bir şey olduğunu anlatırken büyüdük. Biz öbür iyi bölümü görmedik. Filmin sonuna denk geldik. Kötü sondan başladık yani izlemye. Derken bizi bile kaydı ‘döneklik’ meselesi ve insanlara bu sözcük üzerinden saldırılması, katogorilerin bu


çöküş dönemi sonrasında ortaya çıkan durum ve bunun sonuçları bunlar oldu. Birinin dönek olması için öncelikle kendisi için olmalıdır. İki sınıf arasında gidip gelen bir sınıfın üyelerinin dönekliği nasıl sözkonusu olur? Lenin Karl Kautsky’i döneklikle suçlamıştı. Ona yönelttiği suçların, proletarya devriminden, proletaryanın davasından dönmeye ilişkindir. Kautsy burjuvazinin safına geçmişti. Hasan Cemal ve Mehmet Barlas örneklerinde is böyle bir şey sözkonusu değil. Yada dünya işçi sınıfının devrimci hareketinin çekim alanından çıkmak, bu eğilimden dönmektir olan. Küçük burjuva unsur bu kez dünyada burjuvazinin egemenliğinin güçlenmesi ile ondan yana geçti. Bu geçiş siyasi ve ekonomik alanlarda olmak üzere çok yönlü oldu. Bazı küçük burjuvalar büyük burjuva olma düşleri görmeye başladılar. Hasan Cemal Gibi kapitalizmin üstünlüklerini yeniden keşfettiler, demokrasinin sözcük üzerinden zavallıca kurulması” (Ece Temelkuran Milliyet Pazar 11/04/2004)

erdemlerine methiyeler düzdüler. “Demokrasi” , “çoğulculuk” , “çok seslilik” , “çeşitlilik” ağızlarından düşmez oldu. Hasan Cemal demokrasiye döndüğüne söyliyerek dönekliği kabul etmekte . sorunun özünün bu olduğunu söylemekte. Aslında bu biçimdir, özde kendisini ortaya koymasıdır. Özde işe sınıflar ve sınıf mücadelesi vardır. “Demokrasi” de sınıf mücadelesinin burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadelenin ortaya çıkardığı bir yönetim biçimidir. Yani Hasan Cemal “demokrasi”ye döndüm derken sınıfların valığını ve devamını savunuyorum demektedir. Bu ise insanın insan tarafından sömürülmesi eşitsizliğin , baskının özgürlüksüzlüğün savunulmasıdır. Büyük tantana ve gürültü ile sunulan cila ve kremanın altındaki gerçek olgulardır bunlar. Kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlıktaki çelişkileridir, geri planda olanlar. Büyük bir pişkinlikle ve de hareretle savunulan “demokrasi” cilasının altında, işçilerin patronlar tarafından sömürülmesi, ücretli kölelik 7


koşullarında zorla tutulması vardır. Burjuvazinin sözcüleri “demokrasinin” aynı zamanda diktatörlük olduğunu kabul etmezler. Çünkü onlar sahip oldukları idealist burjuva dünya görüşünde karşıtları metafizik tarzda, birbirinden tamamen kopuk, birbirinden ayrı, birbirlerini içermeyenler olarak ele alırlar. Onlar için bir şey hem kendisi hemde başkası olamaz. Bunun için demokrasi sadece demokrasidir. Diktatörlük ise, faşizm , komünizm (şimdilerde de “ortadoğu diktatörlüklerinden” söz ediliyor.) gibi totaliter rejimlerdir. Derler. Aslında onlar için “çoğunluk” eşittir “demokrasi” dir. Bir çok değişik burjuva siyasi görüşteki partinin yarışmasııdr. İşçi sınıfı partilerinin kurulmasının yasak olması önemli değildir, hatta bir bakıma düzenin güvenliği için iyidirde. Çağın burjuva demokrat ve liberali için bundan dolayı o aynı kişilikte demokratlığı, liberalliği ve faşistliği birleştirmeyi başarmıştır. Bu kafanın sahibi büyük bir gayretl emperyalist 8

yardakçılığı ve savaş bezirganlığı yapmaktadır. Bütün döneklikle suçlanan kesimdekilerin hemen hepsi benzer düşünceleri savunmakta. Avrupa Birliği yanlılığı, ABD’nin Irak’ı işgaline destek, Irak’ın işgali savaşına katılma taraftarlığı , burjuvazinin gündelik çıkarlarının “medya” savunmacılığı buralarıdır. Sık sık Türkiye’nin çıkarlarının savunulmasından söz ettiklerini okuyoruz.. Aslında bununla Türk burjuvazisinin çıkarlarının savunulması demek istemektedirler. Aynı sınıfın çıkarlarını Annan Planına Kıbrıs Halklarının “evet” deyip Kıbrıs’ta “Birleşik Devlet” kurulmasında gördüğü için, onun politikasının sözcülüğünü yapmaktalar. Bu konuda başlıca kaygıları yapılacak referandumda “hayır” çıkması , özellikleKıbrıs Rum Halkının “hayır” demesinden korkmaktalar. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının, burjuvaların egemenliğinde ne durumda olduğunu nasıl kullanıldığını göreceğz, yaşadığımız tarihsel dönemde. Dünya burjuvazisi, kendi çıkarları doğrultusunda


uluslar arası baskı2 ve yönlendirme kampanyası ile tüm sorunu çözmek istemekte. Kıbrıs’ın iki kesimden burjuvazisi ile Türkiye ve Yunanistan burjuvazisi bunun parçası durumundalar. Bu gün olan kendi kaderini tayinden çok bunun başkalarının tayin etmesidir. Burjuvazinin ulusal sorunu nasıl çözdüğünü hep birlikte yaşayarak göreceğiz. Bizim döneklik nişanı ile ödüllendirilen “liboş”larımız ise bunun birer figuranıdırlar. Bu figuranlıkta büyük bir huzur duydukları ise belli olmakta- kendilerini ister değişmiş kabul etsinler ister dönek, sınıf mücadelesindeki

rolleri, ulusal sorun, emperyalist işgal savaşında ki politikaları ne olduklarını göstermekte. “Aynısı iştir kişinin söze bakılmaz.” Özlü sözü sanki onlar için söylenmiş. Burjuvazinin “radikal islamcı” kesiminin döneği Recep Tayyip Erdoğan ile küçük burjuva sosyalizminin döneği Hasan Cemal aynı ortak noktalarda – bir burjuvaziye hizmetbuluşmuşlar.

“Bir daha böyle çaba böyle bir karşılıklı uzlaşma olmayacaktır. 1 mayısta adadaki taraflardan biri AB’ye girdiğinde birden bire (yeni bir çözüm planı) ortaya çıkmayacaktır. Şimdi adanın bir bütün olarak 1 mayısta AB’ye girme zamanıdır. İkinci bir şans olmayacaktır. ‘hayır’ oyunun ertesi günü Genel Sekreterin veya BM nin ne yapmasını bekleyebiliriz ki? Kıbrıslılar bir çok yıldır ilk kez ortaya çıkan bir uzlaşma ve çözüm fırsatını reddetmiş olacaklardır. Sanıyorum ve öngörüyorum ki bu kez reddedilirse böylesi bir fırsat onyıllarca daha gelmeyecektir.” (ABD Dış İşleri Bakanı Colin Powel ( Milliyet 17.04.2004)

G.S, Leeds United maçı bittiğinde parlamentonun anlı şanlı millet vekillerinden birisi milli futbol takımının teknik direktörü Mustafa Denizli’nin önünü keserek Hagi’yi milli takıma neden almadığının hesabını soruyordu. Ünlü salyangoz kıralı Hasbi Menteşeoğlu, namı diğer Hasbi Ağa, hayali ihracatla ününü pekiştirmeden önce elinden düşürmediği kocaman kehribar tespihini

2

18/04/2004 N. IŞIK

SERMAYENİN FUTBOL AŞKI

9


19 Mayıs stadyumunun şeref koltuklarında, Samsun Spor başkanı olarak şakırdatırken kendisine orta sahanın yetersiz olduğunu söyleyen antrenörüne gidin kaç dönüm gerekiyorsa Samsun’un neresini beğeniyorsanız oradan alalım diyordu. Hasbi Ağamız sonraları, antrenörünün orta sahada oyunu yönlendirecek, pas dağıtımı yapacak bir futbolcu istediğini anlayacaktı. Ne var ki daha o dönem de hiç anlamadığı bu top olayının, kendisinin kirli paralarını aklayacağını, hayali ihracatını maskeleyeceğini anlamıştı. Hasbi Ağamız o günlerde Türkiye’nin içerde hiç tüketmeden 10 yılda biriktirebileceği buğday üretimini bir yıl gibi kısa bir sürede nasıl başardıysa bir yıl gibi kısa bir sürede dışarıya satıvermişti! 12 Eylül darbesiyle yıldızı parlayan Turgut Özal, işçilerin “Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı” diye bağırdıkları, “Ben zenginleri severim” diyen bu cücenin, sinsi kibirli, tombul mağrur kenar mahallelerin görmüş geçirmiş bıçkın 10

delikanlılarının eski kulağı kesik diye tanımladığı kart fahişeyi andıran karısı Semra Özal, birden stadyumların şeref tribünlerinde boy göstermeye başladı. Bu gösteriş budalası eski kulağı kesik birden koyu bir futbol taraftarı kesildi. Daha önceleri kimse onu stadyumlarda görmemişti. Cüce yaşama veda etmeden önce, yıldızı sönmeye cilası aşınmaya başladığında oda yavaş yavaş esas yerine zevk ve sefasına dönmeye başladı. Cüce yaşama veda ettikten, burjuvazi tarafından evliya katına çıkarıldıktan sonra Semra Özal, içkinin su gibi aktığı, şen neşeli kahkahaların atıldığı barlarda, sosyete gece kulüplerinde, kendini genç parasız burjuva jigololarının kollarına attı. 90’ların ortalarında Türkiye siyaset tarihine Susurluk çetesi olarak geçecek, polis, Türkeş’in eski tosuncukları, mafya, parlamentonun saygıdeğer milletvekilleri ordunun yüksek rütbeli generallerinin oluşturduğu haydutlar çetesinin derin devleti, gerçek devlet, sermayenin kanlı yüzü olarak


yüzünü açığa vurunca ülkenin iktidarını eline geçiren faşist katiller, ülke dışındaki tüm eski suç ortaklarını uyuşturucu ticaretinden cinayete kadar, dönem dönem değişik ülkelerin gizli servisleri tarafından kullanılıp bir tarafa atılan, sayısız suçlardan aranan, yakalanan ceza evlerinde yatan dostlarını teker teker o ülkelerin cezaevlerinden Türkiye ye ithal etmeye başladılar. Abdi İpekçi cinayetinden aranan Oral Çelik, sürgünden dönen kral edalarıyla, mehter marşı eşliğinde köpek ulumalarıyla, önüne kırmızı halılar serilerek, kendisinden bin bir özürler dilenerek, ülkeye davet edildiğinden kısa bir süre sonra futbol topunun sihrini keşfetti ya da birileri tarafından kulağına fısıldandı. Eski katil Avrupa’da uzun yıllar ülküdaşı, kıçında eroinle Hollanda da yakalanan Abdullah Çatlı kadar meşhur değilse de, ulusal kahraman olamadıysa da, Malatya Spor a kapağı atacak kadar cinayetler işlemişti. Oral Çelik artık bir cani eroin kaçakçısı olarak değil Malatya Spor un

başkanı saygın bir işadamı olarak itibar görecekti. Siyasi hasımları tarafından ülke tarihinin en çok yolsuzluğa karışmış, en şaibeli başbakanı olarak tanımlanan Mesut Yılmaz, hakkında sayısız soruşturmanın parlamento komisyonlarında bekletildiği bu zat, bin bir manevrayla bunlardan sıyrılmaya çalışırken kendi parti taraftarlarınca bile kabul edilen suratsızlığını gülme dersleri alarak, gazetelerin spor sayfalarında boy göstererek sempatikleşmeye çalışıyordu. Basın onu artık koyu bir G.S ’ lı olarak tanıtıyordu. Akıllı adamdı Mesut Yılmaz oğlunun birisi G.S’lı diğeri F.B’li. Tansu Çiller siyasete girmeden önce, sıradan bir öğretim üyesi olarak üniversitede burjuva ekonomi dersleri verdiği dönemlerde ne camiyi nede stadyumu biliyordu. Politikaya girdiğinde önce ezanı camiyi, ardından baş örtüsü bağlamayı, sonra da futbolu öğrendi. Her gittiği ilin futbol takımını uzun bir besmeleden sonra birinci lige çıkarmayı vaade diyordu. 11


Bazen ilin futbol takımının birinci ligde oynadığını bilmeden. Uzun bir dönem içişleri bakanı ve adaletsizlik bakanlığı yapmış ünlü faşist, susurluk çetesinin koruyucusu, yargısız infazların, polis şiddetinin kirli ilişkilerin cinayetlerin adı, Mehmet Ağar, kan lekelerini ünlü bir futbol takımının soyunma odalarına kadar girerek temizlemeye çalışmıyor muydu? Mehmet Gül, 70’li 80’li yılların kiralık katili, parlamentoya kapağı atarak kendine saygınlık satın alamamıştı. Üniversite öğrencileri katıldığı bir açıkoturumda katilliğini bir şamar gibi yüzüne vurduğunda, itleriyle birlikte salonu terk etmek zorunda kalmıştı. Mehmet Gül ülkenin bir başka ünlü futbol takımının başkanlığına adaylığını koyarak katilliğini Beşiktaşlılıkla değiştirmeye çalışıyordu. Sloganları “Dünyada Mekan Ahrette İman” olan, bütün yoksullara sabırlı olmayı, tanrıya şükretmeyi öğütleyen, Tanrının yoksulları yeryüzünde acı çektirerek, aç bırakarak sınadığını vaaz 12

eden, nedense kendileri hiç bu sınavdan geçmeyen bizim dindarlarımız tanrı adına mark ve dolarları toplarken daha önceleri günah, haram, gavur işi, şeytan işi saydıkları çıplak adamların oynadığı futbolun, tanrının bile temizleyemediği düzenbazlıklarını futbolun kendi düzenbazlıklarını temizlediği kutsal bir oyun olduğunu keşfetmekte gecikmediler. Bu tanrı hırsızları, kendi gazete ve televizyonlarında sayfalarını ve ekranlarını futbola ardına kadar açtılar. Milyonlarca dolarlarla futbol takımları satın almaya başladılar. İrili ufaklı, ünlü ünsüz, tüm katiller, uyuşturucu kaçakçıları, mafya babaları,ipliği pazara çıkmış dolandırıcılar, sosyetenin gülleri, şöhretli orospular, homoseksüel şarkıcılar, kirli bedenlerini şişman göbeklerini, kanlı elbiselerini camilerde ve stadyumlarda temizlemeye çalışıyor. Eskiden dalavereciler düzenbazlar, kasabaların hilekar tüccarları, hacca giderek hilekarlıkla düzenbazlıkla anılan adlarının önüne hacı lakabını


alarak kendilerini halk önünde temizlemeye çalışıyorlardı. Günümüzde buna birde futbol eklendi. Portekiz’e 40’yıl kan kusturan faşist diktatör Salazar, 40 yıllık, baskıya, şiddete dayalı iktidarını fado..., fiesta..., futbol..., sayesinde sürdürebilmişti. Yani, fado (din), fiesta (Portekiz arabeski) ve futbol. Toprak sahiplerinin çıkarlarını onların yokluğunda gözeten, tarım işçileri arasında “O Menhelos” yani “Hilekar Adam” denilen Baba sadık köpek Salazar, oğlu faşist Salazar’a daha çocukluğunda toprak beylerine sadakatı onların çıkarlarını gözetmeyi öğretmişti. Faşist Salazar toprak beyleri ve kapitalistlerin çıkarları için Portekiz emekçilerine 40 yıl kan kusturmuştu. Salazar uşaklık ettiği sınıfın çıkarlarını üç “F” ile koruyabildiğini söylüyordu. Din, Arabesk, Futbol. _______________________ _

18 Mayıs 2000’ de bir futbol takımının Avrupa’da şampiyon olması Türk halkının sıkıntılarını acılarını dindirdi mi? AB (Avrupa Birliği) ne kendilerinin kabul edilmesi için el pençe divan duran ABD’nin sadık bir köpeği olmayı onur sayan sermaye milyonlarca işsiz genci, milyonlarca yoksulu sefalet içinde yaşamaya iten, milyonlarca evsiz, işsiz yarından güveni olmayan milyonları bir futbol topunun içine doldurmaya, milyonlarca yoksul halkı bir futbol topu haline getirerek onlara istediği gibi vurmak için yoğun bir propaganda yürütüyor. Başka hiçbir dert sorun kalmamış gibi bize en gerekli olan şey diye beyin yıkıyor. Milyonları boş sahte hedeflerle sarhoş ediyor. Sermaye düzeninin, zenginlerin iktidarının yoksul Türk halkına, emekçiye, işsize, köylüye, esnafa vereceği hiçbir şeyi yok. 1789 Fransız devrimi öncesi lüks yaşamı içinde halkının ne yediğinden bile haberi olamayan kraliçe Marie Antoniette, açlıktan işsizlikten baskıdan isyan eden 13


“iş,ekmek,özgürlük,” diyen halkına “Ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin diyordu. Bu gün Türk sermayesi ve onların yöneticileri de yoksulluk, işsizlik, adaletsizlik içinde hiçbir güvencesi olmayan sokaklarında dilencilerin, fahişelerin, serserilerin cirit attığı, milyonlarca gencin, kadının, yaşlının, çocuğun sefil bir yaşama sokağa itildiği ülkemizde “iş, ekmek, adalet” bulamıyorsanız futbol yiyin, çocuklarınızı kadınlarınızı, kendinizi, yarınınızı değil futbolu düşünün topu yiyin diyor. Her maçta 65 milyon için oynuyoruz, ülkemize zafer kazandırmak için koşuşturuyoruz diyen şöhretli, kumarhanelerin ve gece kulüplerinin orospularını mankenlerini anne ve babalarından daha iyi tanıyan vatansever futbolcularımız milyonlarca doları, çok sevdikleri vatanlarının parasıyla değil, ABD dolarıyla, Alman markıyla anlaşmalar yapıyor kendilerine vaat edilen jeeplerin markalarını beğenmiyorlar. Vatansever futbolcularımız topa şehit 14

anneleri için vuruyor, Avrupa’yı dize getirmek için sahaya çıkıyor sıra eğlencelerine düğünlerine geldiğinde içtikleri suları Fransa’ dan getirtiyorlar. Utanmaz rezil bir yalanın içinde kendilerinin de nasiplendiği sermayenin düzeni için milyonları sarmalıyor bir top haline dönüştürüyorlar. Parlamentonun saygıdeğer milletvekilleri vatan sevgisiyle, İngiltere’ye, Kopenhag’a çıkartma yaptılar. Çoğunluğu erkek olan parlamentomuzun top(cu) milletvekilleri her ne hikmetse kendi maaşlarının artırılması dışında 50’si 60’şı parlamentoda bir araya toparlanamazken coşkuyla İngiltere, Danimarka yollarına düşmeleri nedendir acaba? On binlerce insanımız daha bir yıl bile olmadan önce yerle bir olan evlerinin altında kaldıklarında yanlarında bu kadar milletvekili bulamazken, naylon çadırlarında kar altında ısınmak için yaktıkları ateşlerden çıkan yangınlarda kundaktaki bebeleri vahşi bir biçimde ölürken seyreden, parlamentomuz bu ülke


insanı için neler yapacağını İngiltere’de, Danimarka’da göstermeye gitti. Sermayenin sömürü düzeni yarattığı milyonlarca yoksulu alıklaştırmak, yoksulluklarının nedenini unutturmak için emekçilerinin gözlerini devamlı başka şeylere çekmeye çalışıyor. Milyonları aptallığın ve cehaletin batağına sürüklüyor. Düzen milyonlarca genci, hiçbir şey vermediği milyonlarca emekçi genci sömürünün sürdürülmesi için sersemleştiriyor. Onları kontrol edemez duruma geldiğinde sanki bunları kendi yaratmamış gibi toplumun diğer kesimlerini bunlara karşı kışkırtmaya çalışıyor. Taksimde iki İngiliz serserisinin milliyetçi propagandalarla sersemleştirilen Türk serserileri tarafından öldürülmesine Kopenhag caddelerindeki sokak kavgalarına çanak tutuyor. İngiltere ve Avrupa’nın tepkisi ve gelecek turistlerin gelmekten vazgeçeceği kafalarına dank edince birden bire çark ederek bu olaylar serseriler arasında olmuş şiddet olayıdır diyor.

Geveze sulu basınımızın, medyamızın ağır başlı top(cu) yazarları, spikerleri toplumsal şiddet adına ahkam kesmeye başlıyor. Basınımız, parlamentomuz, polisimiz şiddete karşıymışlar, toplumsal şiddet birkaç serserinin holiganın, ruhsal dengesi bozuk manyakların işiymiş, tüm topluma mal edilemezmiş türünden gevezelik ediyorlar. Bunların deyişlerine göre şiddet ve saldırganlık toplumun dışladığı serserilerin işiymiş ve tüm dünya da bunun örnekleri varmış... Türkiye’nin sokaklarında hak arayan memurlar, işçiler, öğretmen isteyen ilkokul çocukları, eğitim hakkı isteyen öğrenciler, emekçi sınıfın tümü hak aramaya kalktıklarında sokaklarda acımasızca, alenen işkenceyle, polis şiddetiyle karşı karşıya kalırken kadınlar saçlarından sürüklenirken, öğretmenler coplanırken, şiddetin şe ‘sinden bahsetmeyen geveze basının tıop-(cu) yazarları şiddete baş vuranlar serserilerdir diyor. O halde hak arama yürüyüşlerinde 15


tepeden tırnağa üzerlerini aradıkları tırnak çakılarına bile el koydukları silahsız insanlara kafalarında miğfer, ellerinde cop, bellerinde tabancaları, kimyasal gazlarıyla, en acımasızca düşmana saldırır gibi, dört ayaklı kurt köpekleriyle saldıran polisin yaptığı nedir? ABD’nin, IMF’nin, AB’nin kucağına oturmuş, bir parlamentonun milliyetçi MHP’li Eskişehir milletvekili Leeds G.S. maçında, İngilterede türbünlerde Türk bayrağı açarak şov yapıyor. Sanki biz aptalız. Bunların vatanseverliği orospunun çalıştığı yerden mahallesine döndüğünde hiç kimseye bırakmadığı namusu gibidir. Orospu kendi mahallesinde ne kadar namusluysa sermaye ve onların temsilcileri de o kadar vatanseverdir. Eski köleci Roma İmparatorluğunda efendiler gladyatör dövüşleriyle halkı uyutuyor kendi şaşalı yaşantılarını sürdürüyorlardı. Günümüzde futbol on milyonlarca insanı uyutmanın bir aracı olarak afyon gibi verilerek bu lanet olası sömürü düzeninin, yalan düzeninin 16

sürdürülmesine alet ediliyor. Bütün yoksul insanları, emekçileri top haline dönüştürmeye ve nereye isterlerse oraya yuvarlayabilecekleri bir yığın haline getirmek için çaba gösteriyorlar, bunun için on milyonlarca dolarlar harcanıyor, reklamlar, yoğun bir propaganda, gazetelerde TV’ler de günlerce süren boş gevezeliklerle, on milyonlarca emekçinin her gün daha da kötüye giden yaşamlarını unutturmaya, kafalarını içi havayla doldurulmuş bir futbol topuna dönüştürmeye çalışıyorlar. Futbol basit bir eğlence spor aracıyken kapitalist sömürü düzeni tarafından halktan esirgenen, on milyonların trilyonların halkı uyutmak için harcandığı bir afyona dönüştürülüyor. Kapitalist sömürü düzeni emekçiler tarafından ortadan kaldırıldığında futbolda, bütün diğer spor ve eğlence araçları gibi bütün herkesin oynamak için zaman bulabildiği, insan bedeninin ruhunun gelişmesine hizmet eden insani bir araç haline dönüşecektir. MAYIS-2000


“TİMSAH GÖZYAŞLARI”

“Açlıktan ölen var mı?” bu sözler eskiden beri kapitalist düzeni küçük esnaf zekasıyla, küçük mülk sahibinin küflenmiş kafasıyla savunmaya çalışan düzen koruyucularının ilkel burjuva muhalefetine karşı ileri sürdükleri savunmaydı “siz hiç aç mezarı gördünüz mü?” Geçtiğimiz günlerde sayısız kez tanık olduğumuz ve çoğunlukla kanıksanmış gibi görünen yada öyle olması istenen bir haber çıktı, günlük burjuva medyasında, gazete okuma alışkanlığı olmayanlar için hiç de kayıp sayılmayacak haber aynı günlerde görsel medyada TV lerde de gösterildi. Yoksullukla ilgili sayısız habere tanık olduğumuz ve haberi sunuş biçimiyle burjuva yaklaşım tarzı yoksulluğun acıklı elim ve zorunlu bir olgu olduğu ve çaresizce boyun eğilmesi gereken bir gerçek olarak sunulduğu ve çoğumuzun özellikle küçük mülk sahiplerinin yüreğine korku salarak “haline şükret” diye öğüt verildiği bu tür haberlerden birisine daha tanık olduk. Nisan’ ın ilk haftasında (08 Nisan 04) mavi boncuklu

Sabah gazetesinin ilk sayfasında manşetten, Posta, Milliyet vb. gazetelerin iç sayfalarında, kafasının üstünde saçları tokayla tutturulmuş, mavi önlüğü, beyaz yakası, saf donuk yoksul çocuklara özgü o kederli gülümsemesiyle ilkokul öğrencisi adının Nedime Güçlüer olduğunu öğrendiğimiz küçük kız çocuğunun vesikalık fotoğrafının üstünde “bir kuru ekmek için” başlığıyla manşetten bir ölüm haberi geçiyordu. Çöp bidonlarını karıştırarak sabah kahvaltısını arayan 9 yaşındaki kız çocuğu okula geç kalmanın telaşı, korkusuyla çöp tenekesinden caddeye fırladığında elinde çöpten bulduğu ekmek parçasıyla bir aracın altında kalmıştı, haber böyleydi ve görünüşe bakılırsa haberi yazan mavi boncuklu gazete çok üzülmüş görünüyordu. “Bir kuru ekmek için...” diye yazıyordu. Sabah 8:40 sularında karnını doyuramadan yaşama veda etmişti küçük Nedime. Çeşitli basın ve televizyon muhabirlerinin yazdığına, söylediğine göre 9 yaşındaki küçük Nedime’ nin arkadaşları “o hep açtı” demişlerdi. Burjuva basını hayret içindeydi, bunca 17


zenginliğin debdebenin içinde bir kuru ekmek için küçük bir kız çocuğu nasıl ölürdü? Anlaşılan o ki her gün cadde ve sokaklarda binlercesini gördükleri halde görmemezlikten geldikleri yoksulluğun utanç verici bir açıklıkla göz önüne çıkması, saklanamaz bir gerçek olarak su yüzüne çıkmış olması sermaye medyasında ikiyüzlü bir acıma sahtekarlığıyla manşete taşınmıştı. Burjuva medyası yoksulluğun kendisine değil açığa çıkmasına kızarak kendilerinin utanmazca bir sefahat ve lüks içinde, akıl almaz bir debdebe içinde yaşarken milyonlarca insanın akıl almaz bir sefalete mahkum edilmesinden güya habersizlermiş gibi, yeni öğrenmişler gibi sahte acıma numaralarıyla sefaleti yoksulluğu yaratan burjuva düzeni kapitalizm dışında suçlular aramaya yöneliyor milyonlarca bilinçsiz insanı aldatıyor. Sermayenin hizmetkarlığını dalkavukluğunu yapan burjuva medyası, sözüm ona okumuz yazmış aydınlar, milyonlarca yoksulun en aşağılık koşullarda yaşama mahkum edilmesini, hizmet 18

ettikleri kapitalist sınıfın sofralarının kırıntılarından nasiplenmek uğruna bir köpek sadakatiyle kapitalist kar hırsının yol açtığı yıkımı gözlerden uzak tutmağa çalışarak, görmemezlikten gelerek , çarpıtarak bu hizmetlerinin karşılığında efendilerinin kırıntılarından kuyruk sallayarak nasipleniyorlar. “Açlıktan ölen mi var?” Kapitalist soygunun sürmesi için burjuvazi göstermelik olarak oluşturduğu hayır kurumlarıyla yoksul halkı dilenci yerine koyup onların onurlarını, haysiyetlerini, gururlarını kırarak yaptıkları yardım aldatmalarıyla sefaleti meşrulaştırıyor, sahtekarca umutlar vaat ederek bir gün onlarında güleceğini, sabırlı olmaları gerektiğini söyleyerek sefaleti gittikçe artıran düzenlerinin devamını sağlamaya çalışıyorlar. İlk gün caddenin ortasında elinde elinde çöpten bulduğu ekmek parçasıyla arabanın çarptığı cansız küçük beden için ah vah eden burjuva basını ikinci gün suçluyu bulmakta gecikmedi. Birinci günkü sahte timsah gözyaşları ikinci gün utanmaz rezil bir


yalana dönüştü. Nedime’nin ölümünün suçlusu bu merhametli baylara göre babasıydı. Çünkü işsiz, at arabasıyla hurda toplayan baba kumar oynuyormuş, bundan dolayı ailesi yoksulluk içindeymiş. Bak sen şu işe oysa Nedime’nin ölümünden bir hafta sonra aynı burjuva medyası Devlet İstatistik Enstitüsü ‘nün yayınladığı araştırmalarında şunları yazıyorlardı “Türkiye de 926 bin kişinin aylık 18 milyon 441 bin kişinin yoksulluk sınırında yaşadığı saptandı...” bu baylar yayınladıkları bu rapor sonuçlarından sonra her halde en azından ülkemizdeki kumarbazların asgari sayısını da böylece bizlere göstermiş bulunuyorlar. Açlığın nedeni kumar olduğu keşfedildiğine göre ortadan kumar aletleri, zarları, kağıtları topladığımızda, burjuva devletinin en büyük gelir kaynaklarından piyangoyu, at yarışlarını, totoyu, lotoyu, bir cümle şans oyunları yasaklandığında açlık sorununu ülkeden bertaraf edeceklerdir demektir. Doğrusu bunca zamandır bu basit gerçeği görememiş olmaları büyük ahmaklık olsa gerek. Bu ikiyüzlü burjuva kalemşörlerine birileri kalkarda

-iyi hoş da sizlerin TV lerinizde mavi boncuklu herşeyi toz pembe gösteren hür gazetelerinizin magazin sayfalarında burjuvalar kumar oynamak için Kıbrıs’a , Budapeşte’ye , Viyana’ya vb. yerlere uçtuğu halde üretimle hiçbir ilişkisi olmayan çocuklarının kumara, orospuya çuvalla para vermelerine karşın ailelerinin çöplerden ekmek toplamak zorunda kalmadıklarını hepimiz bilmez miyiz? Peki öyleyse binlerce Nedime’nin çöp tenekelerinden ekmek aramasının sorumlusu kumar oynayan baba nasıl oluyor? At arabasıyla sokaklarda çöplerden hurda toplayan işsiz baba kumar masasına topladığı konserve kutularını mı yatırıyor?

ALTINDAN SONRA MEYVA SALATASI ALIRMISINIZ? Geçtiğimiz ay Çırağan Kampinski Otelin de memleketimizin ensesi kalınları için düzenlenen damak zevkleri partisinin sürpriz mönüsünde 19


sözü edilenler için pek de sürpriz sayılmazdı ya neyse haberi veren böyle diyor- altınlı suşi ve altınlı çikolatanın bizim para babalarımızın işkembelerinin zevkine sunulduğundan pek çoğumuzun haberi oldu. Ölümünü duysalardı uğruna gözyaşı dökeceklerinden emin olduğumuz bu ensesi kalın para babalarının işkembelerinin zevkinden küçük Nedime nin haberi olup olmadığını doğrusu bilmiyoruz. Bize haberi veren basın, yaptığı derin araştırmaya göre altında protein ve vitamin bulunmadığını keşfettiğini bildirirken bu zeki beylerin altın yeme nedenini psikolojik olarak afrodizyak etkisi yaptığını belirtiyor. Doğrusu ne denebilir? Nedime isimli küçük kız çocuğunun elinde çöp tenekesinde bulduğu ekmekle, okuluna geç kalma korkusuyla hızla fırladığı caddede aracın altında kalarak ölmesinin sorumluluğunu utanç verici yoksulluğunu ellem edip kellem edip babasına yüklemeye çalışan burjuva kalemleri altın yiyen efendi söz konusu olduğunda ülkenin utanç verici yoksulluğundan hiç dem vurmadan bu durumu doğal bir 20

olguymuş gibi sırıtarak geçiştiriyorlar. Kapitalist sınıfın tüm üyelerinin dinlisi, dinsizi, müslümanı, hıristiyanı, uzunu, kısası, şişmanı, zayıfı,erkeği, kadınıyla altını biriktirmelerini ona tapınmalarını anlıyorduk ama doğrudan doğruya midelerine çatal kaşıkla indirmelerini doğrusu daha önce ne duyduk ne de gördük. Milyonlarca insanın durmadan çalıştıkları halde yoksulluk içinde yüzen işçilerin emekçilerin günlük ekmek alacak para bulamazken bunların altını büyük bir hırsla midelerine indirmek istemelerinin nedeni ne ola ki? Eceli gelen köpek cami duvarına işermiş. Durmadan yoksulluğun ve açlığın sayısı artarken, açlara ve yoksullara inat altını mideye indirmelerinin nedeni cami duvarına işeyen köpeğin ruhumudur?


YAĞ TENEKESİNDEN FIŞKIRAN ZEKA Onu çoğumuz tanırız. Televizyonların tartışma programlarının demirbaşlarındandır. Parlak fikirlerine sıkça baş vurulur. O’nun için -eskiden solcuydudeniliyor. Ne var ki çoğumuz kendisini Özallı yıllarla beraber tanıdık. Bu dönemde yıldızı parladı. Türk dili sayesinde yeni sözcüklerle tanıştı. Bunların başında Liboş gelir. Gerçi dönem dönem yağdanlık, yalaka vb. sıfatlarla anılsa da esas ona ait olanı Liboş tur. Onu kıskanan rakipleri ona bu ismi takmıştı. Sermayeye hizmet etmese de geriden gelipte kendisinden önceki gedikli kısmen ağırbaşlı, temkinli uşakları sollayınca eskiler ona bu ismi başına dönek ilave ederek ileri sürmüşlerdi. Bunların tümü 70 li yılların yükselen küçük burjuva demokrasisinin içinde, küçük burjuva sosyalizminin içinde yada dışardan ona destek olan solcu aydınlar olarak yer almışlardı. İçlerinden bazıları bunun için ceza evlerinde bile yatmıştı. Karşı devrim bunları küçük burjuvaziden büyük burjuvaziye savurduğunda

içlerinden tanrıya avaz avaz türkü yakarak küfredenleri daha sonraları “hoca efendi” nin ayaklarına kapanarak tanrıyla bizim hoca efendinin yakınlığından kendi adlarına arabuluculuk yapmasını af dilemesini istediler. Hepsi eski kimliklerine durmadan küfür ederek kraldan çok kralcı kesildiler. İş o boyuta vardı ki sermayenin ağır başlı temkinli uşakları çileden çıkarak bunların tümüne birden dönek, yağdanlık, yalaka vb. sıfatlarla taçlandırma, kendilerinden ayırt etme aralarına mesafe koyma gereği duydular. Her neyse. Henüz daha ismini özel adıyla anmadığımız bizim kahramanımızın diğer kardeşlerinden ayırt edilen özellikleri , bilgece ağır ağır rakibini sinir edercesine konuşması ve ne söylenire söylensin utanmamasıyla yani yüzsüzlüğüyle tanınır. Yüzüne tükürülse mendiliyle yüzünü silerken ağır ağır kendisine tükürene döner -allahın rahmetinin bereketine bak- der. Köpeğin kedi zeka sınırları içinde efendisinin ne istediğini anlaması gibi her zaman büyük sermayenin egemen gücün kendisinden ne istediğini hisseder. Örneğin yüz oğlu olsa 21


yüzünüde ABD nin çıkarları için Irak’a gönderecekmiş gibi hararetle savaşı savunur, sermayenin menfaatini ülke menfaatiymiş gibi en açık ve utanmaz bir şekilde yapar, bunun için olsa gerek tartışma programlarının her dönem iktidar safında yer alır. Dinle imanla ilgisi yoktur, işin ucunda para oldum mu müslüman, hıristiyan yada dinsiz olur. Sadece sağdan sola, soldan sağa dönmez , bir yere dönmese de antreman olarak bulunduğu yerde aşağı yukarı çalkalar. Bu güne kadar köşe yazısı yazmadığı burjuva basını hemen hemen kalmamıştır. Sabah ta yazdıysa Milliyet te, Milliyette yazdıysa diğer rakiplerine patronlarının çıkarları doğrultusunda salvo atışı yapar. Kalemi sahibinin sesi markasını taşır. Yeni Şafak gazetesinde yazmaya başladığı zaman bu gazetenin dinci çizgisine bağlı kalarak eski patronu Dinç Bilgin’i hırsızlıkla , Etibank’ın içini boşaltmakla suçlayıp, gazetenin tüm yöneticilerini savcılara jurnallayarak adaleti harekete geçmeye çağırıyordu. Kahramanımız Mehmet Barlas sakın yukarıda biyografisini çizerken onu 22

tanımadığınızı söylemeyin, kısmen bunlardan çok olduğu için haklısınız da bizim kahramanımız içlerinden sadece bir tanesi. Mehmet Barlas o üstün zekasıyla yeni bir keşifte bulundu. Gerçi bu keşif için epeyce bir zaman geçmesi gerekmişti. Her ilhamın bir hikmeti olacaktır. İnsan oğluna durduk yerde ilham gelir mi? Barlas’a bu ilhamın geç gelmesini başka yerlerde aramayın! Efendinin atacağı küçük bir kemik parçası uyuz itin canlanması için yeter de artar. Mehmet Barlas “Bankaları en fazla kim hortumladı?” diye soruyor. Dehanın zekası burada kendini açığa vuruyor. Bakın bizim yağ tenekesinden nasıl bir zeka fışkırıyor; “tasarruf sahibi hortumladı..” Gördünüz mü uyanık karşı komşunuz, evini tarlasını arabasını sattı, bankaya attı. “ %133 -%140 faizleri” ise “zavallı Dinç Bilgin, zavallı Erol Aksoy ödedi...” Barlas bu gerçeği açığa vurduktan bilinmeyeni bilinir duruma getirdikten sonra o müthiş uşak zekasıyla yumurtluyor: “asıl hortumlayan halk... halk soydu...” (08/04/04) aktaran Melih Aşık Milliyet


Halk soydu bankları diyen bu yağ tenekesi, küçük mülk sahibi tasarrufçuların, ikramiyesini, emekli maaşını yatıran işçilerin bırakın sözü edilen faizleri ana paralarını bile alamadıklarından kelimenin en açık ifadesiyle dolandırıldıklarından söz bile etmez. Sermaye birikim yasalarına, kapitalist mülksüzleştirme yasalarından hiç söz etmez. Kabul etmek gerekir ki ilkel birikim sürecinden sonraki burjuva hukukunda dolandırıcılık olarak geçmesi gereken bu yağmalamayı savunabilmek ancak bir yağ tenekesinden fışkıran bir zekanın işi olabilirdi. Şu da bir gerçek ki kapitalist üretim sürecini, sermaye birikim yasalarını inceleyen iktisatçı bu üretim biçiminin en ilkel biçimleriyle en gelişmiş biçimlerinin nasıl iç içe geçtiğini görecektir. MAHİR 1 MAYIS İŞÇİ SINIFININ MÜCADELE VE DAYANIŞMA GÜNÜ İnsanlık tarihi aynı zamanda sınıf savaşları tarihidir. İlkel toplum hariç diğer

toplumlar hep bir dönüşüme, kendini yeninin egemenliğine dönüştüğü, köle sahiplerinin kölelerin, prenslerin, kırallıkların, imparatorlukların yaşandığı feodalizmden sonra 17.yüzyılın sonlarına doğru kapitalizmin gelişip kökleştiği sermayenin uluslar arası boyutlarda büyüdüğü ve tekelleşmeye doğru tırmandığı bir çağ. İşçi sınıfı ve emekçilerr üzerindeki baskı talan ve sömürü dizginsiz bir boyutta ilerlerken, kadın çocuk genç demeden ağır çalışma koşulları altında 14-16 saat çalıştırılıyorlardı. Karşılığında aldıkları ise açlık, yoksulluk ve sefaletti. Ücretleri ertesi gün için işgücünün yeniden oluşturulmasına bile yetmiyordu. Amerikan işçi hareketi bunun önüne geçmek için örgütlü hazırlıklara girişti ve Amerika işçi sendikaları New York, Boston, Philadelphia, Chicago, Baltimore gibi belli başlı sanayi şehirlerinde ilk büyük eylemini yaptı. Ne var ki coşku ve inanç dalgaları halinde New York miting alanına yürüyen işçilere polis saldırır. Çok sayıda işçi yaralanır ve tutuklanır, yıl 1874. Bunun üzerine başını Avusturyalı işçilerin çektiği sekiz saatlik iş 23


günü hakkı sloganı ile uluslar arası platformda dayanışma olarak yankılanır. İşçi sınıfının tarihine yepyeni bir sayfa Enternasyonalizm sayfası açar. 1884 yılına gelindiğinde Uluslar arası İşçiler Birliği ve Amerika İşçi Federasyonu ortaklaşa eylem karara alırlar. Sekiz saatlik iş gününün tanınması için Amerikalı kapitalistlere 1 Mayıs 1886 tarihine kadar süre verirler. O gün çeşitli şehir ve kasabalardan irili ufaklı beş bin işyerinde işçiler genel greve çıktılar. Chicago sokaklarında yaşlı genç,kız erkek işçiler yürüyüşe geçtiler. Sel gibi çoğalarak miting alanına gelen işçilere ilk iki günkü gösteriden sonra polis üçüncü gün Mc. Cormic fabrikası önünde saldırdı. Ertesi gün işçiler polis saldırısını protesto etmek için bir miting düzenlediler. Mitingin sonu yaklaşmış kalabalık iyice azalmıştı, alana giren polislerin kalabalığı dağıtmaya çalıştığı görüldü. İşte o anda bir bomba atıldı. Bu bomba bir provokatör tarafından atılmıştı. Ortalık savaş alanına döndü. Chicago sokakları işçilerin kanlarıyla sulandı. İşçi önderleri tutuklanarak zindanlara, işkence hanelere götürüldü. Albert Parsons, August Spiers, 24

Michael Schwab, Sam Fieldem, Adolp Fischer, George Engel, Oscar Ncebe, Luis Limp cinayet işlemekle suçlanarak idama mahkum edildiler. 11 Kasım 1887 günü Albert Parsons, August Spiers, Adolp Fischer ve George Engel idam edildiler. Bu dört işçi önderi işlemedikleri suçtan dolayı burjuva mahkemelerince idam edildiler. Ölümü kararlılıkla karşılayan bu yiğit önderler sınıf mücadelesine olan inançları ve sadakatlerinden dolayı katledildiler. Bu olay tüm dünyada nefretle karşılandı ve büyük tepkilere yol açtı. Yalnız Amerikan işçileri değil bütün ülkelerin işçileri Chago kurbanlarını saygıyla anarlar. Daha sonra o sırada uluslar arası devrimci bir örgüt olan II. .Enternasyonal Brüksel de toplanarak 2. Kongresinde her yılın aynı gününde gösterilerin tekrarlanmasını karar alarak 1 Mayıs’ı Abd de, Almanya’da, Danimarka’da , Norveç’de , İsveç’de Macaristan’da , Belçika ve İtalya da gösteriler düzenledi. 1 Mayıs dünya işçilerinin Birlik Dayanışma ve Mücadele Günü kabul edildi. Türkiye de 1 Mayıs geleneği 1906 lara kadar


gitmektedir. 1906, 1909, 1910, 1911 de Üsküp de , Selanik de kutlamalar yapıldı. O yıllar da ülke işgal altında olduğu için işçiler 1 Mayıs 1921 de mavi gömleklerinin üzerine kırmızı atkı takarak yürüyüşe geçtiler. Bu ilk gösteri kitlesel bir katılımla işgale karşı İstanbul da anti-emperyalist bir nitelik taşıyordu. Daha sonraki yıllarda 1922-1923-1924 Türkiye Amele Birliği nin genel merkezi önünde 1925 Türkiye Amel teali Cemiyeti genel merkezi önünde yapılan toplantılarla 1 Mayıslar yaşatılmaya çalışıldı. Cumhuriyet hükümeti 1925 yılında çıkardığı bir yasa ile ( Takrir-i Sukun ) bütün sendikaları, İşçi örgütlerini yasakladı. Kurtuluş Savaşın dan hemen sonra g genç burjuvazi işçi sınıfı ve sosyalizme karşı gerçek yüzünü ortaya serdi. Bunlara rağmen 1 Mayıslar uzun yıllar süren dönemde büyük gizlilik içerisinde küçük toplantılarla, bildirilerle olsun 1 Mayısları yaşattılar. Burjuvazi 1 Mayıs geleneğini baskı altına aşılmaya çalışırken bir yanda onun içeriğini boşaltmaya çalışarak 1 Mayıs ı Bahar Bayramı olarak tatil günü ilan etti.

1975 ve 76 dan sonra 1977 1 Mayıs ı katliama dönüştü. Taksim de işçi sendikalarının düzenlediği miting C.İ.A ve Kontur Gerilla çetelerince provoke edilerek olaylar çıkarıldı. Polis işçilerin üzerine ateş açtı. Otuz beş işçi ve bir polisin öldüğü 77 1 Mayıs ı Türkiye işçi sınıfı tarihine kanlı 1 Mayıs olarak geçti. Daha sonraki yıllarda 1978-79 1 Mayısları kutlandı. 80 Eylül cuntasından sonra burjuvazi ve onun kolluk kuvvetleri , tüm ülke genelinde işçi önderlerine ve emekçilerine karşı büyük bir baskı , zulüm ve idamlarla sınıf mücadelesini bastırmaya yok etmeye çalıştı. Bu gün dünya da emperyalizmin egemenliğinde sermayenin dünyayı yeniden paylaşımı savaşı bütün çıplaklığıyla ortadadır. Emperyalizmin saldırganlığı Orta Doğuda, Afrika da, Latin Amerika ülkelerinde, Balkanlar da , Kafkaslar da , eski sosyalist yeni emperyalist Rusya da süren Pazar savaşımı ulusların sömürgeleştirilmesi yeni sömürgelerin yaratılmasının mücadelesi veriliyor. Dünyanın dört bir yanında emperyalist haydutlar halkları birbirine karşı kışkırtıp katlediyor. Bütün bu gelişmelerin özünde emperyalist 25


kapitalizmin dünya üzerindeki egemenliği iktisadi, siyasi ideolojik kokuşmuşluğunu çürümesini göstermektedir. Egemenlik koşulları mevcut üretim ilişkileri ile üretici güçlerin önünde engel durumdadır. Dünya, işçi sınıfının emekçilerin ellerinde yeni bir toplumsal dönüşüme gebedir. Lenin in dediği gibi çağımız emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır. Şimdi insanlığın önünde son bir savaş duruyor. Bu savaş insanlığın kurtuluşu sınıfların ortadan kalktığı, üretimin ve tüketimin toplumsal olarak bölüşüldüğü, sömürünün ve sömürülenin olmadığı bir dünyaya, sosyalizm mücadelesine dönüştüğü bir savaşım olacaktır. Nasıl eski toplumların köle sahibi efendilerinin kırallıkların , imparatorlukların tarihte baki olmadığı görüldüğü gibi kapitalist emperyalizm de baki değildir. Kendisinden önceki egemenler gibi tarihin çöplüğünde yer alacaktır. Ve bu sınıflı toplumların da sonu olacaktır. Bunun içindir ki sınıflı toplumlar tarihi sınıfların mücadelesinin sahnesidir. Amerika işçilerinin yüzyıl öncesi verdiği mücadele ışığında Türkiye işçi sınıfı da bu 1 Mayıs 26

da bu mücadelenin Türkiye coğrafyasında da sürdürüldüğünü, diğer bütün sınıf kardeşleriyle aynı coşku, inanç ve sadakatle bağlılıklarını bütün düşmanlarına göstermelidir. İşçi sınıfı emperyalist kapitalizme, baskı ve sömürüye karşı mücadele vermiş tüm önder ve kardeşlerinin anısına sahip çıkacak, onların mücadele geleneğinden faydalanacak sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya yaratacaktır. Çünkü onların zincirlerinden başka kaybedecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Kazanacakları bir dünya var. Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Sosyalizm! Ekin-Sel

28 MART BURJUVA SEÇİMLERİ VE SONUÇLARI 28 Martta burjuvazi bir beş yıl daha yerel yöneticilerini seçmek


için yığınları sandık başına çağırdı. Burjuvazinin bu çağrısı para cezası vb. tehditlerine rağmen ülke tarihinde katılımın en düşük olduğu seçim olarak resmi kayıtlara geçti. Kaybedeceği herkes tarafından bilinen hatta kendisinin kendisine oy atmayacağı belli olan adayların bile milyarlarca lira harcadığı rüşvetin vaadlein su gibi aktığı iktidar partilerinin daha önceki seçimlerde yaptığı gibi tehditle oy istediği 28 Mart seçimlerinden seçim öncesi belli olduğu gibi iktidardaki AKP galip çıktı. Sermayenin tam desteğini arkasına alan hükümet partisi AKP oy oaranını sermayenin dalkavuklarının söylediği rakamlara yükseltemesede 3 Kasım seçimlerine göre arttırdı. 28 Mat seçimlerini trajikomik yapan ise hiçbir burjuva partisinin yenilmediğini seçimlerden zaferle çıktıklarını söylemeleriydi. Bir dönem önce burjuvazi adına iktidar olan DSP-MHP-ANAP 3 Kasım Genel seçimlerinde parlemento dışında kalırken oy oranı resmen eriyen DSP %1 lerden % 2 lere oyunu yükseltince, çeşitli kereler Hükümet Başkanlığı etmiş Bülent Ecevit oylarımızı %100 artırdık diyerek zaferini anlatıyordu. AKP

dışındaki burjuva partileri ya yerinde sayıp yada % 1 gibi çok ufak artışlarla zafer ilan ederken seçimlerde başta bir dönem sermayenin en büyük partisi olan ANAP eriyerek çıktı. CHP ve Kürt ulusal burjuvazisinin partisi DEHAP küçük burjuva demokratı, burjuva sosyalist partileri ile sosyal demokrat SHP nin bir araya gelerek oluşturduğu Güç Birliği oy kaybederek çıktı. CHP ve DEHAP’ın çatısı altında birleşen Güç Birliği oy kaybetmekle kalmadılar sayısal anlamda birçok yerel yönetimi de kaybettiler. Tek tek burjuva partileri açısından rekabetin yol açtığı kayıp ve kazançlar bir bütün olarak burjuvazi için kayıp değildir. Burjuva partilerinin hangisinin kazanacağı bir sınıf olarak bakıladığında burjuvazi için hiç önemli değildir. Ancak tek tek sermayeler olarak yaa sermaye grupları olarak yani burjuvazinin toplam toplumsal artı-değerden kendi adına alacağı pay olarak hangi partinin kazanacağı bireysel sermaye grupları açısından önemlidir. Milyarlarca liranın seçimlerde akıtılması bunun ifadesidir. Toplam toplumsal artı-değerden kim, hangi grup, 27


hangi burjuva şirketleri yada şirketi hasımları karşısında kendini avantajlı duruma dönüştürecek koşullara sahip olacaktı. Burjuva seçimlerinin gerçek içeriği budur. İşçi sınıfı açısından seçimler yığınları ulaşabilme kendi sınıf politikalarını sınıf istemlerini açıklayabilme yığınlara kapitalist ikiyüzlülüğü gösterebilme açısından önem taşır. Ancak bu işçi sınıfının kendisi için bağımsız bir sınıf örgütlenmesine sahip olabildiğinde anlam taşır. Kendisi için sınıf olamayan işçi sınıfı burjuva siyasetiinin bir uzantısı politikalarının yedeği durumuna düşer. 28 Mart seçimlerinde 3 Kasımda tek başına iktidar olarak çıkan AKP, burjuva siyaset bilimcilerine göre tutucu orta sınıfın ayaküstü kurulmuş köksüz partisi birbuçuk yıl gibi kısa bir sürede sermayenin tam desteğini arkasına aldı. Burjuvazi üretim ilişkileri içinde şu yada bu parti, şu yada bu sınıfa daynan partiler bu üretim ilişkileri içinde üretim ilişkilerine devrimci bir tarzda dokunamadığı yada dokunmadığı sürece bizzatihi bu üretimin kendisinin temsilcisi yani sermayenin temsilcisi 28

konumuna gelir. Bunu ister iyi niyet ister zorla kabuletsin hiçbir önemi yoktur. Zoraki yada gönüllü olarak yapması sadece o sıra zarfında yıpranmadığı yığınların gözünde erimediği sürece yani sermaye adına yığınları aldattığı sürece sermayenin desteğini doğrudan almamması ile ilintilidir. Geçmişte sermayeye hizmet etmiş olmak ANAP’da olduğu gibi işi bittiğinde cami avlusuna terk edilmekten kurtulamaz. AKP geçmişinde islami radkalizmin savunucularının oluşturduğu bu parti siyasal evrimini adım adım tamamlayıp bir düzen partisi durumuna gelmekle kalmadı, emperyalist sermayenin önüde diz çökmesiyle elle tutulur hiçbir siyasal partinin olmamasından da faydalanarak ulusal ve uluslar arası sermayenin tam desteğini aldı. Sonuç olarak yerel seçimlerde akıttığı milyarlarca lira ile, tehdit ve şantajla oylarını artırdı. Belediyelerin büyük çoğunluğunu kazanarak çıktı. Çeşitli kereler hükümet olmuş sermayeye yaptıkları hizmetlerin haddi hesabı olmayan diğer düzen partilerinin en çok tanınanları DYP,ANAP,MHP,DSP


parlementoda muhalefet partisi olarak göründüğü halde sermayeyi ürkütmekten korktuğu için muhalefet yapmaktan gönüllü olarak vazgeçtiği söylenen CHP’nin seçimlerde ya oylarını korudukları yada devirlerini tamamladıkları görüldü. DSP seçimlerin komedisi oldu. %1 den %2’e çıkınca 80’nine merdiven dayamış kendi başına yürümeyen Bülent Ecevit yanındakilere hesap yaptırarak seçimlerden “100x100” oy artırarak çıktıklarını ilan etti. ANAP selasını verecek bir imam bile bulamadı. Cesedi kokmaya yüz tutan bir mefta olarak ortada kaldı. MHP ve DYP çok küçük bir oy artışına sahip olunca sermaye kısa bir süre sonra AKP’nin yıpranacağını hesap ederek bu eski orospuları süsleyip püsleyip eldeğmemiş bakire olarak yedeğine aldı. CHP’ye gelince o her dönem düzen kuran parti rolüne sadık kalarak düzenin en tutucu partisi olarak tarihin kendisine sağladığı olağanüstü şartlara rağmen ancak muhalefete gücü yeten parti olarak 3 Kasım seçimlerinden çıkınca 28 Marta kadar bunu koruyup koruyamayacağı şüpheliydi.

Oylarının bir kısmını kaybetti. Deniz Baykal aritmetik bilimini altüst ederek seçimlerde kaybettiği oyları kazanç hanesine kaydetti. 3 Kasım seçimlerinin en coşkulu mitinglerini gerçekleştirmiş Kürt Ulusal burjuvazisinin legal partisi DEHAP hiçbir ilkeden nasibini almamış küçük burjuva sosyalist partileri ile tabandan mahrum sosyal demokrat SHP’yi de yanına alarak seçimlere girdi. Kendi başına alacağı oyu bunlara ortak etti. Daha doğrusu kendi adını SHP’nin adının ardına koyarak hatta saklıyarak girdiği seçimlerde ne coşkusunu bulabildi ne de oy’unu. Kürt küçük burjuvazisinin 70’lerin sonlarında uyanan ulusal hareketi 80’lerin ikinci yarısında ve 90’ların başlarında en yüksek noktasına ulaşırken bu hareketin temsilcisi PKK Ulusal Demokratik Halk Devrimi talebinden Türk burjuvazisi ile toplam toplumsal artı-değerin eşit paylaşımı küçük burjuva demokratik devrimci sınıf karaterinden Kürt burjuvazisinin sözcülüğüne evrimleşirken hasmına uzattığı işbirliği elini Türk burjuvazi diz çökmüş bir rakibinin kendiisine ilişkin beklentilerini tamamen yok 29


etmeden itti. Ulusal Demokratik Devrim talebi ile ayaklanan kürt burjuvazisi lideri Abdullah Öcalan’nı Türk burjuvazısine teslim etmesiyle devrime ilişkin son kalıntılarıda Öcala’nın ağzından, kaleminden burjuva demokrasisi içinde işçi sınıfından sızdırılan artı-değerin kardeşçe paylaşılmasına işbirliği istemine terk etti. Hiçkimse DEHAP’ın oy kaybını şu yada bu bireysel ilişkilerde öznel niyetlerde aramasın. Kürt Ulusal hareketinin temsilcisi daha doğrusu kürt burjuvazisinin temsilcisi DEHAP utangaçca kendi Kürt kimliğini bile hiçbir oy tabanı olmayan yığınların gözünde Tansu Çiller’in yanında süklüm püklüm 4 Nisan Kararlarının yani emekçi sınıfa karşı IMF kararlarını açıklayan Karayalçın’ın SHP’ne teslim ederken küçük burjuvazinin evrimleşme hızını gösteriyordu. Ulus burjuvazi için paradan daha önemli değil. İşçi sınıfına gelince o henüz kendisi için bir sınıf olamamanın bütün özelliklerini gösteriyor. Bu sınıf için özel bir sayfa ancak kendi adına hareket ettiği zaman açılabilir bunun dışında tek tek işçiler ve bir bütün olarak işçi sınıfının 30

örgütlü güçleri sendikalar henüz burjuva sınıf karakteri taşığı sürece bu sınıfın çıkarlarını özelliklede demokrat burjuvazinin eklentisi durumuna düşer ve öylede oluyor. Elbetteki kendi sınıfsal çıkarlarını devrim düzeyine yükseltebilen işçi sınıfı burjuva yerel seçimlerinde kentlerde kendi yaşam koşullarının kapitalist egemenlik koşullarında düzeltebilecek kendisine savaşım yeteneği kazandırabilecek bir çok demokratik talepler ileri sürebilirdi. NİSAN 2004 İŞÇİ SINIFI ÖNDELERİNDEN SVERDLOV (URALLI DELİKANLI KİTABINDAN) İsset nehri barajından uzak olmayan bir yerde refakatçim dikkatimi sıradan görünümlü oldukça genç bir adamın bir delikanlının üzerine yöneltti. Dış görünüşü ilk bakışta göze batmıyordu:orta boylu ince ve dik durşluydu. Sık dalgalı siyah saçı hafifçe arkaya itilmiş şapkasının altından tiken gibi dışarı çıkıyordu. Cılız bir gödeyi sade siyah bir Rus mintanı sarmalıyordu. Ceket omuza atılmıştı. Sakin görünümlü gövdeden delikanlı bir coşkunluk fışkırıyordu. Giymiş olduğu heşey eski ama temiz ve tertipliydi. Genel izlenim iyiydi. Yoldaş Andrey MK görevlisi mükemmel bir örgütleyici, ajitatör ve propagandacı her tarafa girip çıkan, herkesle tanışan, ama ne kadar da gençti. Çokça konuşulan yoldaş Andrey bumuydu? Refakatçıma soru dolu gözlerle baktım. ... Eşi Klavdiya Sverdlova


BİR KİTAP

EMPERYALİZM KAPİTALİZMİN EN YÜKSEK AŞAMASI Kapitalizmin enyüksek tarihsel aşaması emperyalizme karakterize eden asalaklık ve çürümedir. Küçük patronun emeği üzerine kurulu özel mülkiyet, serbest rekabet, demokrasi – kapitalistlerin ellerindeki basının işçileri ve köylüleri aldatmak için kullandıkları bu sloganlar- geride kalmıştır. Kapitalizm, evrensel bir sömürgeci baskı sistemine bir avuç “ileri” [barbar P.] ülkenin dünya nüfüsunun büyük çoğunluüğunun mali yönden boğduğu bir sisteme dönüşmüştür. ... Bu kitapta kapitalizm bu gün basit bir kupon kırpma işlemi ile bütün dünyayı soyup soğana çeviren özellikle zengin ve güçlü bir avuç (dünya nüfusunun onda birinden azını barındıran ve yüzölçümleri en “geniş” ve en abartılmış ölçüye göre bile dünyanın beşte birinden daha az olan) devleti ileiye geçirmiş bulunmaktadır. Serbest rekabetçi kapitalizme göre emperyalizmin ayırdedici özelliği sermaye ihracıdır. Anlaşışlıyor ki sağlanan bu muaazzam aşırı karlarla (

çünkü bu karlar kapitalistlerin “kendi” ülkelerinin işçilerinden sızdırdıkları karların çok daha üzerindedir) yaşam tarzlarıyla, ücretleriyle, dünya görüşleriyle tamamen küçük burjuva niteliği taşıyan burjuvalaşmış işçi aristokrasisi oluştururlar. Emperyalizm kısaca kapitalizmin tekelci aşamasıdır. Özel niteliklerini Lenin şöyle belirler: 1Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek gelişme derecesine ulaşmıştırki ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır; 2- Banka sermayesi sınai sermaye ile kaynaşmış sonuç olarak mali sermaye temeli üzerinde mali oligarşi kurulmuştur. 3- Sermaye ihracı meta ihracından ayrı olarak özel bir önem kazanmıştır. 4- Dünyayı aralarında bölüşen tekelci birlikler kurulmuşur. [Günümüzde bunun en canlı örnekleri ABDKanada-Meksika (NAFTA) , Almanya-Fransa-vs. AB , ÇinRusya-Şhangay İşbirliği Örgütüvd.P.] 5- En büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır. Ne varki güçler arasındaki değişim bu paylaşımın yeniden düzenlenmesini zorlar ve zorunlu kılar. Bu durum emperyalist 31


haydutların çeşitli adlar adı altında değişik bahanelerle dünyayı kana bulamasına neden olur. Kaçınılmaz olarak yeni bir paylaşım savaşı emperyalistler arası dünya savaşını doğurur. Bu istek ve irade değil bu ekonomik ilişkilerin kaçınılmaz sonucudur. Emperyalizmle birlikte kapitalizm çürümeye başlar. Herşey insanların gözleri önünde olup bitmektedir. Artık sömürgelerin kurtuluşu ve proleter devrim için hazır bir ortan doğar. Lenin’in Emperyalizm Adlı Eserinden. AYIN TAKİYESİ Türban söz konusu olduğunda bundan elde edilecek oylar düşünülerek müslümanlara zulmediliyor diye ortalığı velveleye veren cami önlerinde çığırtkanlık yapan modern mollalar Fetullahçılar ve AKP kucağına oturdukları efendileri ABD emperyalizmi komşu müslüman Irak’ta camide namaz kılan müslümanların üzerine bilerek bomba yağdırırken üç maymunu oynuyorlar. Duymadık, görmedik, bilmiyoruz. Kıbrıs Mücahiti Başbakanlığı 32

Erbakan’ın döneminde

Başbakanlık konutuna davet edilen Nakşibendi şeyhi Kıbrıslı “tanrı” ile arasında başka türlü olması mümkün görünmeyen kırmızı hatlı telofon görüşmesini aktardı: Kıbrısta Annan Planına ‘hayır’ diyen şeytanın emrini yerine getirmiş olur. ‘Evet’diyen allahın emrini yerine getirmiş olur. Şeyh Kıbrıslının allahın emirlerini aktarabilmesi ya peygamber olması yada kırmızı telefon hattıyla mümkündür. Bize bu durum üç olasılığı aklımıza getiriyor: 1- Şeyh Kıbrıslı ile tanrı arasında doğrudan bir hat vardır. 2- Şeyh Kıbrıslı bir peygamberdir. 3- Şeyh Kıbrıslının Tanrısı ABD başkanı Bush’dur. ABD’nin kucağına oturan molla dünyayı nasıl görüyor? ABD emperyalizmine göre Irak ve Filistindeki direnişçiler teröristtir. Molla Fetullah Gülen’e göre Ataist ile Terörist aynıdır.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.