4-PROLETER

Page 1

PROLETER KURTULMAK YOK TEK BAŞINA ! YA HEP BERABER YA DA HİÇ BİRİMİZ Cilt 1, Sayı : 4

YOKLUK – YOKSULLUK AÇLIK SINIRINDA ! Kapitalizm artı-değer üretimine dayanan, kapitalistin artı-değere karşılıksız el koyduğu bir sömürü sistemidir. Peki bu sistem nasıl çalışmaktadır? Gerçekte bu sistem bir alımsatım pazarlığı ile başlamaktadır. Burada satıcı olan işçiler veya onların temsilcileri sendikalardır, karşıda alıcı olan ‘işverenler’ veya onların temsilcileri yer alır. Her satıcı gibi işçiler mallarını değerlerinin altında satmaz istemezken, alıcılarda satınalacakları bu mala değerinden fazla ödeme yapmak istemez. Her iki tarafta kazıklanmak istemektedir. Her ikisi içinde malın değerini saptamak önemlidir. Öyleyse biz işçi ve ‘işveren’ arasında alımsatıma işçinin sattığı malın ne olduğunu bir tarafa

MAYIS 2004

bırakıp önce bir malın değeri nasıl belirlenir onu görelim. 1 çift ayakkanbı= 2 pantolon = 45. milyon TL olsun. Burada malların fiyatlarıyla değerlerinin eşit olduğunu kabul ediyoruz. Fiyat bir malın değerinin para adıdır. Yukarıdaki eşitliğe göre 1 çift ayakkabı ile 2 pantolon değiştirildiğinde kimse kimseyi kazıklamış olmayacaktır. 1 çift ayakkabı 2 pantolon demiştik ve bunların birbirleriyle değiştirildiğini düşünelim. Değiştirilen şeyler nedir? Ayakkabı ile pantolondur. Eşitlik olmadan değişim olmaz, ortak iki ölçü olmadan da eşitlik kurulamaz. Öyleyse önce ayakkabıyla pantolonun ortak tarafını bulmak gerekir. Her ikiside insanlar için faydalı şeylerdir. Fakat bu faydalı olma özelliği ile onlar farklı şeylerdir ve kullanım değerleri denilen bu faydalı oluşları ile aralarında eşitlik 1


kuramayız. Bu yönlerini yani kullanım –değerlerini bir tarafa bırakalım. Birisi ayakkabıcı birisi terzi tarafından üretilmiştir. Biz kullanım-değerlerini bir tarafa bıraktığımıza göre o malların özel kullanım-değerleri olmasını sağlayan üreticilerin terzilik ve ayakkabıcılıklarını da bir tarafa bırakmış oluruz. Geriye kalan nedir? Her ikisi de insan emeği ürünüdürler. Yani üreticilerden insan emeği harcanmıştır. Demekki ayakkabı ve pantolon genel insan emeği ürünü oldukları için aralarında değişim ilişkisi kurulabilmektedir. Ama değişimin gerçekleşmesi için eşitlik olmalıdır. Yani her birinin üretimi için harcanan insan emeği miktarı aynı büyüklükte olmalıdır. Emeğin miktarı ise zaman birimi ile (saat,gün vs.)ölçülür. Bütün mallar insan emeği ürünleridirler. İnsan emeğinin iki özellği vardır: 1-belli bir amaca yönelik faaliyet biçimi olarak (terzilik, ayakkabıcılık vs. ) özel emektir. Bu özelliği ile ürünlerin kullanım-değerlerini (pantolon, ayakkabı)oluşturur (insanlar doğayı yaşamak için doğayı kendi amaçlarına 2

uygun olarak değiştirmek zorundadırlar. Yani üretmek zorundadır. ) 2- genel (soyut) insan emeği olması ile de mallarının değerinin kaynağıdır. Özel emek ürünleri olarak mallar kullanım değerleridir ve birbirinden çok farklıdırlar ve soyut (genel) insan emeği ürünü olarak mallar değerlidirler (değişimdeğeri) ve aynı şeydirler , belli miktarlarda olmak şartıyla değiştirilebilirler. Kullanımdeğeri olmadan mallar değiştirilemez ama alım ve satımda dikkate alınan malların değişim-değerleridir. Ve buna kısaca değer denir. Bir malın değerinin büyüklüğü ise o malın üretimi için harcanan ortalama emek miktarıyla ölçülür. Emek malların değerlerinin özü ve ölçüsüdür. Fakat kendi değeri yoktur. İşte bu nedenle tesçilli işçi sınıfı düşmanları ile söde işçi dostlarının tekrarlayıp durdukları “Emek en yüce değerdir.” sloganı parlak ama boş bir lafdır. Değerin ne olduğunu gördükten sonra şimdi sözleşmenin taraflarından ‘işveren’ denen alıcıya yakından bakalım. ‘işveren’ alıcı olarak, cebinde parası olan veya olduğu kabul


edilen bir kişi yada kşişiler topluluğudur. Onun temel amacı kar etmektir. Yani elinde para şeklinde var olan değeri çoğaltmak ve bunu sürdürmektir. O işçinin karşısına çıkmadan önce iş araçları ve hammadde bina vs. şeklinde mallar almıştır. Biz burada malların değerleri üzerinden alınıp satıldığı fiyatlarının da değerlerine eşit olduğunu kabul edeceğiz. Burada kimse kimseyi kazıklamıyor., alıcı ve satıcılar hem çok uyanık hemde birbirlerinin eşit olan haklarına saygılı olmak zorundadırlar. Bu koşullarda ‘işveren’ yalnızca alım ve satımla kar edemez. Çünkü alıcı olarak mallara değerinden fazla ödememiştir, satmak için pazara geldiği zaman alıcılarda onun gibi davranacak ve malların değerinden fazla ödemiyeceklerdir. 1 mendil bir saatlik emek ürünü ve fiyatı 1 milyon TL ise ne alıcı ne satıcı 1 milyon dan fazla para vermiyeceklerdir. Kaldıki aynı mendil 1 milyona alınıp 1,5 milyona satılsa bile burada mendilin değeri değişmez., o yine bir saatlik emek ürünüdür. Bir taraf diğerini kazıklamıştır

ama çok geçmeden kazıklayan alıcı olarak piyasaya girince aynı şey onun başına gelecektir. Ayrıca ticaret (sadece alım-satım) ile tek tek kişiler zengin olabilir ama bu üretilen toplam değeri artırmaz. Dolayısıyla tüm sermaye sahiplerinin kar edebilmesi için ticaretten önce başka şeyler gereklidir. Alınıp satılacak mal olmadan ticarette olmaz. Daha önce iş aracı , hammadde, bina vs. almış olan ‘işveren’ bunları satarsa yalnızca başlangıçta elinde bulunan parayı geri çeker, oysa onun amacı kadır. Yani elindeki toplam değerin artmış olması gerekir. Değer artışı, ise ticaret alanının dışında olur. Üretim alanı ise malların kullanıldıkları yani kullanım değerlerinin etkin olduğu alandır. Oyleyse sorun şudur: ‘işveren’ öyle bir mal satınalmalıdır ki bu malın kullanılması ile aynı zamanda elindeki toplam değeri çoğaltabilsin. Böyle bir mal vardır ve bunun satıcısıda işçidir. Bu mal nedir? Yada işçinin ‘işveren’e sattığı mal nedir? Bunun değeri nasıl belirlenir? Fiyatı ne kadar 3


olmalıdır. Bu mal işçinin işgücü (emek-gücü) dür. Emek-gücü işçinin “kendisinde bulunan ve hangi türde olursa olsun bir kullanım-değeri üretirken harcadığı ussal ve fiziksel yeteneklerin bütünüdür.” (Karl Marks Kap.Cilt 1) emek-gücünün kullanımı işçinin çalıştırılması demektir. İşçi özel bir iş diyelim ayakkabıcılık yaparken aynı zamanda emek harcar. Ve bu değer üretmek demektir. İşçi de canlı halde bulunan emek üründe donmuş halde ortaya çıkar ve onun değerini oluşturur. İşgücünün değeri neyle ölçülür? O da bir meta olduğundan ve yeniden üretimi için gerekli emek miktarıyla ölçülür. İşgücünün fiyatı ücrettir. İşgücü işçinin kendi canlı varlığından ayrı olmadığı için ücreti: 1- işçinin kendi varlığını sürdürmesi için gerekli yiyecek, yakacak, barınacak ve günlük besin ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Fakat bu kadarı ancak onun kötürüm halde yaşamasına yeter. 2- ikinci olarak gerekli ek besin maddelerini almalıdır 4

ki ertesi gün yeterince güç toplamış olarak işbaşı yapabilsin. 3- üçüncü olarak işçinin yaşlanması, ölmesi, sakatlanmasıyla iş göremez hale geldiği zaman yerinin doldurulması gerkir. İşçi çocuklarının buna hazırlanması onların beslenme, eğitim gibi giderlerinin de ücretlerle sğlanması gerkir. 4- dördüncü olarak bunların dışında kalan diğer ihtiyaçlarının, gezme, eğlenme, kültürel ihtiyaçlarının da kaşılanması gerekir. İşte işçi ücreti bu sayılanları satın almaya yetecek kadar olmalıdır. Yeri gelmişken kısaca her yıl tartışılan bir konuya değinelim. Asgari ücret komisyonu denilen işçi-işveren-hükümet üyelerinden oluşan gerçekte tescilli işçi düşmanları ile onların bir parçası olan TÜRK-İŞ ağaları toplanır ve tartışırlar. Asgari ücret neye göre belirlenmelidir? İşverenler açıkça bir kişinin ihtiyaçlarına göre belirlenmeli derken TÜRK-İŞ ailesi de göz önünde bulundurulmalı der, ama başka bir şey yapmaz. Hükümet de temsilciliğini


yaptığı egemen sınıfları uygun gördüğü görüşleri resmileştirir ve bu arada iş tavsar gider. Bugün işçi anne ve babaların fabrikalardaki işleri onların çocukları ile doldurulmaktadır. Bu çocukların bakımı ise işçi ailelerin sırtına yüklenmiştir. Onları asgari olgunlaşmadan sonra çalıştıracak ve kullanacak olanlar ‘işverenler’dir. İşçi sınıfının kadınları da doğrudan fabrikada çalıştırılmıyor olsa bile evde çocuk bakımı, kocasına hizmet diyerek gerçekte kocası ve çocuklarını çalıştıranlara hizmet etmektedir. Ücret işçinin kendisi ve bakmakta olduğu diğer insanlara yukarıda sayılan diğer ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar olmalıdır. ‘işveren’ iş araçları, hammadde almıştı. Şimdi de kullanılması ile değer üretilen iş gücünü de değerini ödeme anlaşmasıyla işçiden satın aldıktan sonra hepsini üretim sürecinde kullanmaya başlayacaktır. Onu bu alan da ‘işveren’inimizin bir ayakkabı fabrikası olsun. Burada yüzlerce işçi çalışıyor olabilir. Ama biz bir işçiyi ele alacağız. Bir işçinin günlük ücreti 4

milyon olsun ve bunu da peşin alsın. Bir çift ayakkabının tüm hammaddeleri on beş milyon, makinanın amortismanı bir çift ayakkabı için iki milyon , bir çift ayakkabı başına düşen elektirik, su, ısıtma vs. 1.milyon 400 bin , ve dükkan kirası 100 bin TL olsun. Bir işçi günde 2 çift ayakkabı dikiyor olsun. Sabah saat sekizde işe başlıyan işçi saat 12.00 de 1 çift ayakkabıyı bitirir. Bu ayakkabının maliyetine bakalım: 4 milyon+15 milyon+ 2 milyon+1.4 milyon+ 100 bin TL=22 milyon 500 bin TL ücret dışında yatırılan paranın miktarı =18 milyon 500 bin TL’dir. İşçi 4 saat çalışmış 18 milyon 500 bin TL’lik hammadde, elektrik, su, makine kullanılmış ve bu değer 22 milyon 500 bin TL’e çıkarmış,yani 4 milyonluk yeni değer üretmiştir. Yeni ürettiği bu değer almış olduğu ücrete eşittir. Para olarak aldığını ödemiştir. ‘İşveren’e gider seninle ödeştik, ben gidiyorum dediği an onun önüne iş kanunu veya yapılan anlaşma uzatılacaktır. Orada günlük iş saati bölümü gösterilecektir. En iyi durumda bu süre 8 saattir. İşçi daha 4 saat daha 5


çalışacaktır. Ücret ona 8 saat çalışması koşuluyla ödenmiştir. İşçi işe koyulur ve akşaöma kadar bir çift ayakkabı daha bitirir. Şimdi ‘işveren’imiz hesap yapar: 4 milyon TL ücret+37 milyon TL (hammadde, amortisman, elektrik,su vs.) 41 milyon TL masraf etmiştir. Ama elindeki ayakkabının değeri 45 milyon TL’dir. Arada 4 milyon TL’lik fazlalık vardır. ‘İşveren’ kar amacına ulaşmıştır. İşçi çalışmış ve 8 saatte 8 milyon TL’lik değer üretmiştir. Kendi ücreti kadar değer üretmiş olduğu 4 saate gerekli-emek süreci denir. Diğer 4 saate ise değer üettiği halde beş para bile almamıştır. Ve bu süreye de artı-emek süresi denir. Artıemek süresinde üretilen değerin bilimsel adı artıdeğerdir. Belli büyüklükte olmak koşuluyla elindeki parasını örnekteki gibi işçi çalıştırarak artırma yolunu seçen kişi veya kişiler grubunun bütün dünyadaki adı kapitalisttir. O nedenle ‘işveren’ kavramı doğru değildir. Sanki kapitalist olmasa üretim yapılamazmış, işi onlar veriyorlar, isterlerse verir istemezse vermezmiş 6

gibi bir izlenim bırakmakta. Gördüğümüz gibi artı emek denen bölümde üretilenler için işçilere beş para ödemeden el koydukları işçileri sömürdükleri kadar onlara işveren denerek kendilerini sömüren bu sınıfı işçilerden şükretmesi istenmektedir. Bu gün birçok fabrika ve satış yerlerinde çalışan ücretliler kapitalistler olmasada bu işleri hemde bu günkünden çok daha başarılı olarak yürütürler. Biz burada kısaca anlatmaya çalıştığımız nedenlerle sözleşmede kapitalist deyimini kullandık. Artı-emeğin yarattığı artıdeğere ilk el koyan kapitalisttir. Ama bunun tamamı herzaman ona kalmaz. Yukarıdaki örnekte bir işçiden 4 milyon TL’lik artı-değer çıkarıldığını görmüştük. Bu 41 milyon TL’lik bir sermaye yatırılarak elde edilmişti. 45 milyon TL’lik iki çift ayakkabının maliyeti 41 milyon TL’dir. Kapitalistin bu parayı bankadan faizle aldığını ve günlük olarak 500 bin TL ödediğini kabul edelim. Bu banka bir Ameikan bankasıyla %50 ortak ise 250 bin TL onun bu payıdır. Yine kapitalist ayakkabıları bir toptancı tüccara devrediyor olsun, tüccarda kar isteyecektir.


Onun için 42 milyon 500 bin TL’ye devretsin. Tüccar bu malı 1 milyon 500 bin karla 44 milyon TL’ye perakendeciye satsın. Burada artı-değerin 1 milyon TL’si kapitalistle 500 bin TL’si bankaya –onunda yarısı ABD’deki bankaya – gitmiştir. 1 milyon 500 bin TL’si toptancı tüccara, 1 milyon TL’si perakendeci tüccara gitmiştir. Yani artıdeğer bunlar arasında pay edilmiştir. (Burada kayıt dışı bir durum sözkonusudur Maliye duymasın- KDV,ÖTV, bilimum vergi , fon ve kesintilerden söz edilmemiştir. Bunlar Kapitalistlerin kollektif olarak artı-değerden aldıkları payı oluşturmaktadırlar.) Burada sayılan banka ,kapitalist, toptancı ve perakendeci ayrı ayrı kişilerdir. Hepsi sermaye şekilleridir. Uzun dönemde sermaye sahipleri üretilen toplam artıdeğerden kendi sermayelerinin toplam sermaye içindeki payı kadar pay alırlar. Başka bir biçim şöyle olabilir. Banka,sanayi ve ticaretin aynı kuruluş içinde diyelim A holdinginde birleştiğini düşünürsek artıdeğerin tümü bu holdingde

kalacaktı. Ve sahipleri ortaklık payı oranında pay alacaklardı. Gerçekte sermaye sınıfı tıpkı bu holding gibidir. Aralarında işçilere karşı fiilen bir ortaklık vardır. Ama bu kendi aralarında işçilerden sızdırılan artı-değerden pay almak için boğuşmalarını engellemez. Aynı zamanda toplam artı-değerin artırılması için yani işçilerin daha fazla sömürülmesi için işbirliği yapmaktan geri kalmazlar. Burada uluslar arası ilişkiler ayrı bir yazının konusu olmasına rağmen uluslar arası iıişkiler (Global , Yeni Dünya Düzeni) gibi ilişkileri de irdelemek gerekir. İşçilerin kapitalistlerle yaptıkları toplu sözleşmelerde taraflar birkaç işyerinde çalışan işçiler ve onların sendikası ile o işyerlerinin sahipleri tek tek kapitalistler yada bir avuç kapitalist olarak görünür. Fakat gerçekte işçi sınıfı ile sermaye sınıfı (kapitalistler, tüccarlar, bankalar, uluslar arası kuruluş denilen IMF, Dünya Bankası, vs. gibi emperyalist tekeller) karşı karşıyadır. İşte bu nedenledirki, A işkolunda ücretlerin belirlenmesine diğer iş kolundaki ‘işverenler’ , 7


bankalar, uluslar arası kuruluşlar ya doğrudan yada onların baskı aracı olan devlet eliyle kanunlarını sokmaktan geri kalmazlar. İşçilerde ülke içinde ve ülke dışında aynı biçimde davranmayı A işyerindeki sorunda, B ülkesinde olanlarda bizi ilgilendirir, diyerek her olay hakkında kendi sınıf çıkarlarına uygun düşen tepkiyi göstermeyi öğrenmeleri gerekir. Petrol iş kolunda grev yasaklanıyorsa bu metal işçilerinin de sorunudur. Ve buna baş kaldırmalıdırlar. Bir ülkede işçi partileri kapatılıyorsa, kişi olarak hiç tanımadığım bir işçi önderi, haklarını savunan bir öğrenci, bir uluslar arası bir kurtuluş savaşçısı , bir köylü kurşunlanıyor, hapsediliyor ve işkence ediliyorsa buna sessiz kalınmamalı. Acısı ta yüreğimizde hissedilmelidir. Onlara destek olmasını bilmeden kendi haklarımızı elde edemeyeceğimizi ve eldekileri bile koruyamayacağımızı bilmeliyiz. İşte 12 Eylül işçiler dahil herkesin huzur ve özgürlüklerinin güveni için yapıldığı söylendi. Onbinlerce 8

devrimci zindanlara doldurulup işkenceden geçirildi. Ama gördükki huzura kavuşanlar emperyalistler ve onların ülkedeki bir avuç otağıdır. Güvenceye alınan şey onların işçileri azgınca sömürme özgürlüğüdür. Bu gün hükümet zamları ülkenin ve herkesin kalıkınması ve mutluluğu için zorunlu olan tedbirler diyerek savunuyor. Hayır! Hiç kimse ve kuruluş somüren ve sömürülenin olduğu, iki sınıfın karşıkarşıya olduğu bir yerde her ikisinin de çıkarlarını birden savunamaz. Hiçbir tedbir her ikisinin çıkarlarına aynı şekilde uygun olamaz. Bu sözleri kim söylüyorsa yalan söylüyordur. Ve o sömürenlerin doğrudan kendisi yada aşağılık uşağıdır. İşçiler böyle bilmek zorundadır. Aksini düşünenlerse okkanın altına girmekten kurtulamazlar, koyunu kesen bıçak hem koyuna hemde kasaba hizmet edemez. (“Toplusözleşme Taslağına Giriş” Adlı makaleden yararlanılarak düzenlenmiştir.) “Yoksulluk, insanların temel ihtiyaçlarını karşılayamama durumudur. Yoksulluğun ölçülmesinde, ülkelerin is-


tatistik kapasitesine göre farklı veri kaynakları ve hesaplama yöntemleri kullanılmaktadır.” (Devlet İstatistik Enstitüsü Yoksulluk Raporu. 13/04/2004) “ % 26,96'sı gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.” (ag.Rapor) “Gıda yoksulluğu, gıda harcaması maliyetinin gıda yoksulluk (açlık) sınırı olarak kabul edildiği durumda, hane halklarının toplam tüketim harcamasının bu sınırın altında olmasıdır. Gıda yoksulluğu oranı ise, bu sınırın altında yer alan hane halklarının oluşturduğu nüfusun, toplam nüfus içindeki payı olarak hesaplanmaktadır. Bu oran Türkiye geneli için % 1,35 iken, kırsal yerleşim yerlerinde % 2,01'e çıkmakta, kentsel yerleşim yerlerinde ise % 0,92'ye düşmektedir. 2002 yılında Türkiye'de 18,4 milyon kişi, gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altındadır.”“Gıda ve gıda dışı yoksulluk ise, gıda ve gıda dışı harcamaların maliyetinin hane halkının toplam tüketim harcamasından az olduğu durumdur. Gıda yoksullu-

ğuna benzer yapı burada da karşımıza çıkmaktadır. Kırsal yerleşim yerlerinde, kentsel yerlere göre daha yüksek oranda yoksul yaşamaktadır. Türkiye geneli için bu oran % 26,96 iken, kırsal yerleşim yerleri için % 34,48, kentsel yerleşim yerleri için ise % 21,95 olarak tahmin edilmiştir.”

“Yoksulluk, kırsal

yerlerde, kentsel yerlere göre daha fazladır.”

“2002 yılında Türkiye genelinde yevmiyeli çalışanların % 45,01'inin yoksul olduğu görülmektedir. Çalışan fertlerin işteki durumları itibariyle yoksulluk oranlarına bakıldığında; en yüksek risk taşıyan grubun yevmiyeli (geçici, mevsimlik) olarak çalışanlar olduğu gözlenmektedir. Türkiye geneli için bu grup % 45,01'lik yoksulluk oranına sahip iken, en düşük yoksulluk oranına sahip işverenlerde bu oran % 8,99 olarak gerçekleşmiştir. Özellikle kırsal yerlerde oldukça yüksek nüfus payına sahip ücretsiz aile işçileri de ikinci sırada yoksulluk riskine sahip grubu teşkil etmektedir. İşsizlerde yoksulluk riski, Türkiye genelinde % 9


32,44 iken, kentsel yerlerde % 22,99, kırsal yerlerde ise % 62,56 olarak gerçekleşmiştir (Tablo 5)”.

10


AÇIKLAMALAR

Araştırmanın Kapsamı, Örnekleme Planı, Tahmin ve Bilgi Derleme Yöntemi Yoksulluk ile ilgili çalışmaların en temel veri kaynağı, hane halklarının gelir, harcama ve sosyal durumlarıyla ilgili bilgilerin derlendiği, hane halkı gelir ve tüketim harcamaları araştırmalarıdır. Türkiye'de yoksulluk konusunda yapılan özel araştırmaların dışında, Devlet İstatistik Enstitüsü ve Dünya Bankası uzmanlarınca 1987 ve 1994 Hane halkı Gelir ve Tüketim Harcamaları Anketlerinden elde edilen verilerin esas alındığı bir çalışma yapılmış ve Dünya Bankası tarafından "Türkiye: Ekonomik Reformlar, Yaşam Standartları ve Sosyal Refah Araştırması" adıyla 1999 yılında yayımlanmıştır. Dünya Bankasından sağlanan kredi desteği ile 2001 yılından itibaren yürütülmekte olan Sosyal Riskin Azaltılması Projesi kapsamında, hane halkı bütçe anketlerinin uygulanması ve anketin sonuçlarına dayalı olarak yoksulluk analizlerinin yapılması da yer almaktadır. Bu bağlamda, 2002 yılında uygula-

nan Hane halkı Bütçe Anketi'nden elde edilen verilere dayalı olarak Türkiye'de yoksulluğun profili, nedenleri ve sonuçları üzerine Devlet İstatistik Enstitüsü ile Dünya Bankası'nın ortaklaşa hazırlayacağı rapor üzerinde çalışılmaktadır. Bu raporun, 2004 yılının son döneminde tamamlanması ve kamuoyuna açıklanması planlanmaktadır. Coğrafi kapsam:Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan tüm yerleşim yerleri anket kapsamına dahil edilmiştir. Bu yerleşim yerleri, Devlet Planlama Teşkilatı tarafından belirlenen ve Enstitünün diğer anket çalışmalarında da kullanılmakta olan kent-kır tanımı dikkate alınarak iki tabakaya ayrılmıştır. Buna göre; i. Kentsel Yerler: Nüfusu 20 001 ve daha fazla olan yerleşim yerleri, ii. Kırsal Yerler: Nüfusu 20 000 ve daha az olan yerleşim yerleri olarak tanımlanmıştır. Kapsanan kitle: Araştırmada, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan tüm hane halkı fertleri kapsama alınmıştır. Ancak, çalışmada kurumsal nüfus 11


olarak tanımlanan ve toplam nüfusun %2,2'sini oluşturan yaşlılar evi, huzur evleri, hapishane, askeri kışla, özel nitelikli hastane, otel, çocuk yuvalarında bulunan nüfus ile pratik nedenlerden dolayı göçer nüfus kapsam dışı tutulmuştur. Örnek hacmi ve uygulama dönemi: Anket, 1 Ocak-31 Aralık 2002 tarihleri arasında her ay değişen 800, yıl boyunca toplam 9600 hane halkı ile gerçekleştirilmiştir. Tüketim harcamaları ve gelirin kapsamı: Hane halklarının aylık tüketim harcaması kapsamında; anket ayı içinde yaptığı satın alışlar, kendi üretiminden tüketimi, stoktan tüketim, haneye gelen ayni gelir ve transfer şeklindeki tüketimler ile hane halkının hediye/yardım etmek amacıyla satın aldıkları; gelir kapsamında ise anket ayı içinde ve son bir yılda elde edilen gelir bilgileri alınmıştır. Bilgi derleme yöntemi: Her anketör, seçilen örnek hane halklarını anket ayı öncesi bir kez, birinci ve ikinci hafta ikişer kez, üçüncü ve dördüncü hafta bir kez ve anket ayı bitiminde de bir kez olmak üzere ortalama ayda 8 defa ziyaret ederek, 12

tüketim harcaması ve gelir bilgilerini kayıt etmektedir. Araştırmada kontrolör ve anketörün birlikte örnek hane halkına yaptığı ilk ziyarette, hane halkı ile tanışma sağlandıktan sonra hane halkının sosyo-ekonomik durumuna ait bilgiler alınmakta, harcama kayıt defterinin nasıl doldurulacağı açıklanmaktadır. Anket ayı içinde yapılan görüşmeler sırasında, hanenin anket ayında yaptığı gıda, giyim, sağlık, ulaştırma, haberleşme, eğitim, kültür, eğlence, konut, ev eşyası vb. gibi yoğun tüketim harcamaları hane halkına bırakılan kayıt defterinden kayıtlama ve sorgulama yöntemi ile alınmaktadır. Anket ayı bitiminde yapılan son görüşmede ise, hane halkı fertlerinin anket ayı içindeki istihdam durumu, iktisadi faaliyeti, mesleği, işteki durumu, anket ayı ve son bir yıl içerisinde elde ettiği gelir bilgileri derlenmektedir. Araştırmada Kullanılan Temel Tanım ve Kavramlar Hane halkı: Aralarında akrabalık bağı bulunsun ya da bulunmasın aynı konutta veya konutlarda, aynı konutun bir bölümünde yaşayan, kazanç ve masraflarını ayırmayan, hane halkı hizmet ve yönetimine katı-


lan bir veya birden fazla kişiden oluşan topluluk. Hane halkı ferdi: Hane halkını meydana getiren topluluğun her bir üyesidir. Bununla birlikte askerde, hapiste olanlar ve huzurevlerinde kalan yaşlılar ve yurtta kalan öğrenciler, hanede kalış süresi ne olursa olsun misafirler ve hane halkından evlenme, askere gitme, çalışmaya gitme gibi sebeplerle kesin olarak ayrılanlar hane halkı ferdi olarak kapsanmamaktadır. Tüketim: Mal ve hizmetlerin insan ihtiyaçlarını ve arzularını karşılamak üzere kullanılması. Harcama: Bir mal veya hizmet satın almak için yapılan parasal ödeme veya fedakarlıkların tümü. Tüketim harcaması: Hane halkının anket ayı içinde tüketim amacıyla (yatırım ve iş amaçlı harcamalar hariç) satın aldığı, kendi üretiminden tükettiği, çalışan hane halkı fertlerinin işyerinde üretilen ya da satışa sunulan maddelerden hane halkında tükettiği, hane halkının başka hane ya da kurumlara hediye vermek/yardımda bulunmak amacıyla satın aldığı mal ve hizmetlerin toplam değe-

ridir. Tüketim harcamaları; "Gıda ve Alkolsüz İçecekler", "Alkollü İçecekler, Sigara ve Tütün", "Giyim ve Ayakkabı", "Konut, Su, Elektrik, Gaz ve Diğer Yakıtlar", "Ev Eşyası", "Sağlık", "Ulaştırma", "Haberleşme", "Eğlence", "Eğitim Hizmetleri", "Lokanta ve Oteller" ile "Çeşitli Mal ve Hizmetler" olmak üzere 12 ana grupta sınıflandırılmaktadır. Satın alma gücü paritesi: Ülkeler arasındaki fiyat düzeyi farklılıklarını ortadan kaldırarak, ülkelerin yarattıkları Gayri safi Yurtiçi Hasılanın re el anlamda karşılaştırılmasına imkan sağlayan, farklı para birimlerini birbirine dönüştürme oranı. Çalışan fert: Ücretli ve maaşlı, yevmiyeli, kendi hesabına, işveren ya da ücretsiz aile işçisi olarak anket ayında bir iktisadi faaliyette bulunan veya iş ile ilişkisi devam eden 15 ve daha yukarı yaştaki fertler. Ücretli ve maaşlı: İşveren ile aralarında mevcut olan yazılı veya sözlü çalışma sözleşmesine göre; işletmenin satış veya karından tamamen bağımsız olarak belirlenen bir temel ücret karşılığında çalışanlar.

13


Yevmiyeli: Bir işverene bağlı olarak düzenli ve sürekli olmadan işine göre mevsimlik ya da geçici olarak, ya da iş buldukça çalışanlar. İşveren: Kendi işyerinde en az bir ücretli ya da yevmiyeli eleman çalıştıran kişi. Bir işyerinde işveren durumunda birden fazla ortak bulunabilir. Bu durumda her ortak bir işveren kabul edilmiştir. Kendi hesabına: İşinde, tarlasında, bağında, bahçesinde, dükkanında, yazıhanesinde, imalathanesinde, tamirhanesinde vb. yerlerde tek başına veya ücretsiz aile fertleri ile birlikte (yanında ücretli veya yevmiyeli kişi çalıştırmaksızın) ayni (mal) ya da nakdi (para) olarak gelir elde etmek için çalışanlar. Bir işyerinde ücretli kişi çalıştırmaksızın, birden fazla ortak var ise; bu ortaklardan her biri kendi hesabına çalışıyor kabul edilmiştir. Ücretsiz aile işçisi: Hane halkı fertlerinden biri ya da birkaçı tarafından yürütülen bir ekonomik faaliyete yardım etmek amacıyla ücret almaksızın işgücü olarak katkıda bulunan hane halkı ferdi. 14

İşsiz: Anketin yapıldığı ay içinde istihdam halinde olmayan (kar karşılığı, yevmiyeli, ücretli ya da ücretsiz olarak hiç bir işte çalışmamış ve böyle bir işle de bağlantısı olmayan) kişilerden iş aramaya yönelik olarak, iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 15 gün içinde işbaşı yapabilecek durumda olan, kurumsal olmayan 15 ve daha yukarı yaştaki tüm kişiler. Ayrıca, iş bulmuş ya da kendi işini kurmuş ancak işe başlamak ya da işbaşı yapmak için çeşitli eksiklerini tamamlamak amacıyla bekleyenlerden, 15 gün içinde işbaşı yapabilecek kişiler de işsiz nüfus kapsamına dahildirler. Ekonomik olarak aktif olmayanlar: Anketin yapıldığı ay içerisinde bir işte çalışmayan ve işsiz olmayan 15 ve daha yukarı yaştaki nüfustur. İş aramayıp işbaşı yapmaya hazır durumda olanlar, mevsimlik çalışanlar, ev kadını, öğrenci, emekli, irad sahibi, çalışamaz halde ve benzeri durumda olanlar, bu grupta kapsanmaktadır. Yoksullukla İlgili Temel Tanım ve Kavramlar Yoksulluk: İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılayamama durumu.


Yoksulluğu dar ve geniş anlamda olmak üzere iki türlü tanımlamak mümkündür. Dar anlamda yoksulluk, açlıktan ölme ve barınacak yeri olmama durumu iken, geniş anlamda yoksulluk, gıda, giyim ve barınma gibi olanakları yaşamlarını devam ettirmeye yettiği halde toplumun genel düzeyinin gerisinde kalmayı ifade eder. Mutlak yoksulluk: Mutlak yoksulluk, hane halkı veya bireyin yaşamını sürdürebilecek asgari refah düzeyini yakalayamaması durumudur. Bu nedenle, mutlak yoksulluğun ortaya çıkarılması, bireylerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan minimum tüketim ihtiyaçlarının belirlenmesini gerektirir. Mutlak yoksul oranı, bu asgari refah düzeyini yakalayamayanların sayısının toplam nüfusa oranıdır. Bu çalışmada, gerek gıda, gerekse gıda ve gıda dışı harcama bileşenlerini içeren mutlak yoksulluk sınırları hesaplanmıştır. Çalışmada, gıda yoksulluğunun temelini teşkil edecek olan gıda sepetinin belirlenmesinde 2002 Hane halkı Bütçe Anketi verileri kullanılmıştır. Gıda harcamasına göre sıralı 3. ve 4. %10'luk dilimler, referans grup olarak alınmış ve bu hanelerin

gıda tüketiminde en önemli paya sahip 80 madde gıda sepeti olarak tespit edilmiştir. Bir ferdin günlük asgari 2100 kalori almasını sağlayacak miktarlar, bu 80 maddeden oluşturulmuştur. Bu sepetin maliyeti gıda yoksulluk sınırı olarak alınmıştır. Gıda yoksulluk oranı, eşdeğer fert başına tüketim harcaması, gıda yoksulluk sınırının altında kalan hane halklarının oluşturduğu nüfusun, toplam nüfus içindeki payı olarak hesaplanmıştır. Fertlerin gıdanın yanı sıra gıda dışı ihtiyaçları da bulunmaktadır. Bu ihtiyaçları göz önüne almak için gıda yoksulluk sınırına, gıda dışı mal ve hizmet payının da eklenmesi gerekmektedir. Bu yoksulluk sınırının belirlenmesi amacıyla da toplam tüketimleri gıda yoksulluk sınırının hemen üstünde olan hanelerin toplam harcama içindeki gıda dışı harcama payı (%57) esas alınmıştır. Buna göre gıda ve gıda dışı mal ve hizmetleri kapsayacak şekilde yoksulluk sınırı belirlenmiştir. Gıda ve gıda dışı yoksulluk oranı ise, eşdeğer fert başına tüketim harcaması, gıda ve gıda dışı yoksulluk sınırının altında kalan hane halklarının oluşturduğu 15


nüfusun, toplam nüfus içindeki payı olarak alınmıştır. Çalışmada ayrıca özellikle uluslararası karşılaştırmalarda kullanılan çeşitli yoksulluk sınırları da hesaplanmıştır. Bu bağlamda, satın alma gücü paritesine göre günlük kişi başına 1 $, 2.15 $ ve 4.30 $ değerleri yoksulluk sınırları olarak tanımlanmıştır. Eşdeğer fert başına tüketim harcaması, satın alma gücü paritesine göre günlük kişi başına 1 $, 2,15 $ ve 4,30 $'ın altında kalanlar yoksul olarak belirlenmiştir. 2002 yılı itibariyle satın alma gücü paritesine göre 1 $= 618 281 TL'dir. Göreli yoksulluk: Bireylerin, toplumun ortalama refah düzeyinin belli bir oranının altında olması durumudur. Buna göre toplumun genel düzeyine göre belli bir sınırın altında gelir ve harcamaya sahip olan birey veya hane halkı göreli anlamda yoksul olarak tanımlanır. Refah ölçüsü olarak amaca göre tüketim veya gelir düzeyi seçilebilir. 2002 yoksulluk çalışmasında, eşdeğer kişi başına tüketim harcaması medyan değerinin %50'si göreli yoksulluk sınırı olarak tanımlanmıştır. Göreli yoksulluk oranı ise, eşdeğer fert 16

başına tüketim harcaması, göreli yoksulluk sınırının altında kalan hane halklarının oluşturduğu nüfusun, toplam nüfus içindeki payı olarak hesaplanmıştır. Eşdeğerlik ölçeği: Her ilave hane halkı üyesinin aileye getirdiği ek harcamanın öncekiler kadar olmadığı ve yaş-cinsiyet farklılıkları nedeniyle hanedeki fertlerin tüketimlerinin birbirinden farklı olduğu varsayımları altında her bir hane halkı büyüklüğünün kaç yetişkine denk olduğunu ortaya koyan katsayılardır. Bu katsayılar kullanılarak hane halklarının gerçek büyüklükleri hesaplanmış, hanelerin kaç eşdeğer fertten meydana geldiği belirlenmiştir. Ayrıca eşdeğerlik ölçeği, Türkiye genelindeki ortalama hane halkı büyüklüğü dikkate alınarak iki yetişkin ve iki çocuktan oluşan dört kişilik hanenin eşdeğer büyüklüğüne göre düzeltilmiştir. Böylece farklı büyüklük ve bileşimlerdeki (yetişkin ve çocuk sayısı itibariyle) hane halkları arasında karşılaştırmalar yapmak mümkün hale gelmiştir.” (Adı Geçen Rapor)


SONUÇ

Bir yanda yokluk ve yoksulluğun alabildiğine yaşandığı, sömürünün diz boyu gittiği bir yaşam sürerken kapitalistler zenginliklerine zenginlik katmakta, daha fazla sömürebilmek için oluk oluk kan akıtmaktan çekinmeyen, bütün dünya emekçilerini hegemonyası altına alarak sömürülerini katmerleştirmek isteyen emperyalizm ve yerli uşakları kendi sonlarını da giderek hazırlamaktadırlar. Varlık içinde yokluk çeken işçi ve emekçiler sömürünün olmadığı insanın insanca yaşayacağı bir dünyanın kuruluşunun da temellerini atmaktadırlar. Bu temel sosyalizmin temelidir.

TÜRKİYE DE SINIF SAVAŞIMLARI 28 ŞUBAT 99’DAN , 2004 MAYIS’ INA Düzenin iki temsilcisi hükümet ve ordu, bürokrasi ve parlamento çoğunluğunu elde ederek tek başına iktidar olan orta sınıfın muhafazakar partisi AKP, mevcut konumlarını sağlamlaştırmak, statükolarını korumak toplum üzerindeki gelirlerini güvence altına almak devamlılığını sağlayabilmek için iktidar kavgasına giriştiler. Yeni YÖK yasa tasarısı bu iki sermaye temsilcisi grubu karşı karşıya getirdi. Kılıçlar çekildi, her iki taraf hamleye hazır düşmanın açığını bekler vaziyette gardını aldı. Kamuoyunun bazı kesimlerine göre bu 28 Şubat 99’un rövanşıydı. O gün kazanan ordu ve bürokrasi olmuştu. Kaybeden refah partisi, Necmettin Erbakan dünün Refah’lı bugünün AKP’li millet vekilleri olmuştu. Cumhuriyetle birlikte büyük darbe almış, genç burjuvazinin karşısında yeraltına çekilmek zorunda kalmış iltica ve gericilik daha sonraki yıllarda Kemalist 17


burjuvazinin hızı geçer geçmez ideolojik olarak beslediği büyüttüğü burjuva iktidarlarının siyasal olarak dışında tutulmağa çalışılmıştı. Burjuvazi siyasal egemenliğini, işçi sınıfından elde ettiği artı-değeri güvence altına alabilmek için kendi demokrasisinin en temel kavramlarından bile taviz vermek zorunda kalmış bu gerici feodal artıklardan beslenmekten çekinmemişti. O çok övülen, demokrat burjuvazinin tapındığı, 60 anayasasıyla burjuvazi kendi ekonomik koşullarını yerleştirmek istediğinde iş işten geçmişti. Bu kez karşısında gelişen bir işçi sınıfı tüm dünyada emperyalizme karşı gelişen küçük burjuva sosyalizmi vardı. Burjuvazi müthiş bir korkuyla iktidar hakkını elinde tutarak hesaplaşması gereken gericilikten medet ummaya başladı. Tarikatlar yine yeraltındaydı. Ama ideolojileri devlet ideolojisi olarak işçi sınıfının ve küçük burjuva sosyalizminin önünü kesmesi için yeryüzüne çıkarıldı. Burjuvazi için doğrudan tehdit taşımadığı sürece tarikatların her türlü irticai gericiliğin, örgütlenme çalışmalarına göz 18

yumuldu. Gizliden gizliye teşvik edildi. Tüm düzen partileri ardarda dinsel gericiliğin beslendiği imam hatip okulları açmaya başladı. Kırların ve kentlerin küçük toprak sahipleri, yoksul esnaflarının çocuklarından oluşan büyük bir gericilik ordusu oluşturuldu. Küçük toprak sahibi köylülerin kentin orta ve küçük esnaflarının çocuklarından oluşan bu öğrenciler imam okullarını bitirdiklerinde çok azı din görevlisi olarak burjuva toplumunun sınırları içinde tutulabildi. Büyük çoğunluğu tarikatların beslemeleri olarak uygun zaman kollayan mollaların denetiminde düzen dışına itildi. Ne siyasal erki elinde tutan burjuvazinin nede dinsel maske ile kamufle edilmiş muhafazakar orta sınıfın bunlara vereceği bir geleceği yoktu. Ne var ki birisi iktidar diğeri muhalefetti. Dinsel gericilik Müslümanlara zulüm ediliyor diye her bağırdığında kırların bönlüğünden çıkıp gelmiş gericiliğin ideolojik taşıyıcısı gençler içinde bulundukları koşulları anladılar bundan. Gericilik düzene değil düzenin yöneticilerine muhalif dinsel tarikatlar iki yüzlüce bu gençlere geleceğin hayali


cennetini vaat ederek kendi siyasal çıkarları doğrultusunda seferber ettiler. AKP, kısa sürede kurulmuş, kapitalist ekonominin ardarda yaşadığı krizlerinin sonucu bütün düzen partilerinin itibar kaybetmesine neden olan ekonomik ve siyasal bunalımlardan, düzen partilerinin siyasal kadroların liderlerinin itibar kaybetmesi, yığınları eskisi gibi kolayca kandıramaz duruma gelmeleri sonucu sermayenin desteğini arkasına alarak toplumun önüne kurtarıcı olarak çıkarılmıştı. Yoksullaşan halk yığınları daha birkaç yıl öncesi Refah Partisinin yönetici kadrolarını oluşturan çeşitli düzen partilerinin en gerici kadrolarını içine alan dinci, tarikat sermayesinin kurduğu AKP’ni sermayenin öne itmesiyle kurtarıcı olarak önünde bulmuştu. AKP, siyasal gücünü meydana getiren çekirdek kadrolarını dinsel muhafazakar , tarikatçı ideolojiyle büyüyen orta sınıftan almıştı. Refah Partisi ve ondan çıkmış olan AKP mollaların beslemelerinin kurduğu bu parti programını koşulsuz emperyalist kapitalizme hizmet üzerine oluşturmuştu. Genel

seçimler öncesi ABD emperyalizmi AB emperyalistlerinden icazet almış, el öperek büyük burjuvazinin kuşkularını dağıtmıştı. Geçmişte kasabanın ve kentin dar sınırları içinde iç pazar için üreten ticaret yapan orta sınıfın milli burjuva programı sermayenin sermayesinin büyümesiyle bu ideolojilerin temsilcileri uluslar arası sermaye ile bütünleşmiş, ürettiği metanın ve ticaretinin iç pazarla birlikte dış pazara da yönelmesiyle diğer bir değişle kapitalizmin gelişmesinin zorunlu bir sonucu olarak dünya pazarına yönelmesiyle milli burjuva programının tutucu orta sınıfın programının yerini emperyalist kapitalizmin burjuva programı almıştır. İdeolojik olarak siyasal çalışmalarını yeraltına çeken ekonomik olarak gücünü kent ve kasabaların küçük ve orta sanayicileri ve tüccarlarından alan mollalar ekonomik ilişkileri, tanrı tüccarlığıyla gittikçe güçlenerek çeşitli büyük sermaye gruplarını oluşturdular. Artık o eski kasaba tüccarlarının kendinden geçip hu çeken zavallılığı değil olağan üstü sermaye birikimiyle burjuvalaşmış kendi içinde 19


kapalı meta ekonomisinden uluslar arası sermaye gruplarıyla bağları olan, iş birliği yapan dev sermaye grupları haline gelip ayrışmışlardı. Bu haliyle artık büyük burjuvazinin karşısında cılız utangaç bir kasabalı değil bizzat kendi yaşam biçimini, felsefesini dayatan bir büyük burjuva sınıfı haline gelmişlerdi. Kendilerine islami sermaye deniliyordu. Toplam toplumsal artı değerden daha fazla pay, hüküm etmeyi istiyorlardı. Karşılarında eski hasımlarını buldular. Kemalist ordu. Ne var ki artık ne kendileri gizli gizli ayinler yapan dövünüp hu çeken küçük kasaba tüccarıydılar ne de hasımları cumhuriyeti kuran Kemalist burjuvaziyi oluşturan orduydu. Her ikisi de emperyalizmin sadık uşakları büyük sermaye gruplarının temsilcileriydi. Sıfatlar ve ideolojiler tüm bunları perdeleyen birer maskeydi. Burjuva düzeninin koruyucusu ve kollayıcısı ordu, kamuoyu önünde açıkça saygınlık ve itibar zedeleyici kirli işler olduğunda sesleri çıkmayan, kendisinden yol göstermesini isteyen burjuvazinin bir kesiminin çağrılarını 20

duymamazlıkdan gelen paşalar partisi ordu, sermayenin sıkıştığı yönetemez konuma geldiği her seferinde emrinde bulundurduğu silahlı güçle sermayenin egemenliğini korumanın mükafatı olarak, burjuvaziden burjuva toplumu adına saygınlık ve itibar gördü. Burjuva politikasının bütün kirli işlerinin sürekli içinde tutularak sermayenin ihtiyaç duyduğu an göreve çağıracağı bir hazır kıta olarak efendisi tarafından yasayla günlük politikanın içinde tutulduğu halde, burjuva politikalarının yığınların gözünde açığa çıkan iki yüzlülüğünden, yığınların aldatılma ve soyulması temeline dayalı burjuva politikasının yıpratıcı etkisine karşı bu hizmetkarlara orduya politika üstü paye verildi. Gırtlağına kadar burjuva politikasına gömülmüş ordu, satılmış burjuva kalemlerine göre güya sınıflar üstü politika dışı bir kurumdu. Sermayeye yaptığı sürekli koruyuculuk karşılığında iktidarda sürekliliğini sağlayacak bir güç elde etmişti. Ordu bağımlı olması gerektiği burjuva parlamentosunu kendine bağımlı haline getirmişti. Gizli iktidarlığının nimetlerini


yitirmemek için bir bütün olarak burjuva toplumunun çıkarlarını büyük burjuvazinin çıkarlarına teslim ederken emperyalistlerin burjuva toplumunu korumakla yükümlü olduğu devleti doğrudan tehdit eden saldırıları karşısında paşa paşa yerinde otururken kendi kişisel iktidarlarına mevcut statükolarına saldırı oldu mu kükrüyor. Sermayenin iki temsilcisi hükümet ve ordu toplum üzerinde ki gelirlerinin güvence altına alınması için iktidar savaşına giriştiler. Yeni YÖK yasa tasarısı bu iki sermaye temsilcisi grubu karşı karşıya getirdi. Emekçi yığınlar için kayıkçı kavgasından başka bir anlamı olmayan iktidar çekişmesinde iki tarafta birbirine doğrudan ve dolaylı olarak saldırıyor. Ama bu kez çok yıldızlı generallerin işi biraz daha zor hasmı onun kükreyen bir fare olduğunu çoktan sezinledi. Parlamento çoğunluğunu arkasına alan AKP sırtını ABD ve AB emperyalistlerine dayamış durumda ve en azından şimdilik yerini alacak yıpranmamış bir temsilci bulunması da zor görünüyor. Daha kısa bir süre önce yapılan ve tüm büyük

sermayenin sınırsız desteğini arkasına aldığı burjuva yerel seçimlerinden güçlenerek çıktı. Büyük sermaye yığınların gözünde yıpranmadığı istemlerini bin bir naza çekmeden yerine getirdiği sürece mevcut siyasal iktidardan desteğini çekmeyecektir. Belli bazı yönleri uçları törpülenip küçük rütuşlarla hizaya getirilmeye çalışılacaktır. Büyük sermaye için kendisini temsil edenin üzerinde ki üniformanın yada elbisenin hiçbir önemi yoktur. Yeter ki sermaye üretimi kesintisiz devam etsin, herhangi bir engelle karşılaşmasın. Siyasal iktidara oturan şu ya da bu parti için ise iktidar güç para ve egemenlik koşulları demektir. Bunu sürdürebilmenin aracı geniş yığınları aldatabilmek burjuvazinin çıkarlarının çeşitli kılıflar altında sürmesini sağlamaktır. İktidar çoğunlukla halk yığınlarını yatıştırabilmek oy tabanlarını koruyabilmek için burjuvazinin tümünü değil ama onun belirli kesimlerini dönem dönem karşısına alır. İşçi sınıfının burjuva sınıfı için doğrudan tehdit oluşturmadığı dönemlerde artı-değer in bu sınıf tarafından bölüşülmesi 21


çeşitli dalaşmalara neden olur. Rekabetin şiddeti dalaşmanın hırlaşmanın şiddetini belirler. YÖK yasa tasarısı adı etrafında koparılan yaygara burjuva sınıfı içinde ki iktidar savaşından ibarettir. Duygusal vb etmenler içerse de – AKP milletvekillerinin imam hatiplileri kendi ideolojik besin kaynakları olarak görmeleri duygusal davranmalarına neden olsa da- esas itibariyle yığınların ne istediğinin önemi yoktur. Asıl olan şu yada bu partinin şu yada bu sermaye grubunun hasımlarının daha avantajlı olmaları kapitalist rekabet koşullarında mevziler kazanmalarıdır. Burjuva sınıfının bütün siyasal partileri tüm sermaye grupları, her biri kendi adına iktidar olabilmek, işçi sınıfının yarattığı toplumsal zenginlikten kendi paylarını artırabilmek, diğer düzen partilerinin sermaye gruplarının ayağını kaydırmak onları iktidardan uzaklaştırmak prestij ve itibar kayıplarına uğratmak için olağanüstü çaba harcarlar. Burjuva demokrasisinin sınırları içindeki bu olgu emekçi sınıfların kafasını karıştırır. Düzen partilerinin işçi sınıfının sırtından artı-değerin sızdırılmasını güvenceye alan 22

programları bu rekabet çamuru içinde emekçi sınıfların gözünde kaybolup gider. Bir yıldan biraz fazla bir zaman önce ABD emperyalizmi Türkiye’nin bütün hava yollarını, karasularını, limanlarını doğudan batıya, güneyden kuzeye sınırsız bir zaman dilimi için kendisine teslim edilmesi istemiyle parlamentonun kapısına dayandığında, bu güne kadar üzerine vazife olmayan her konuda hatta milletvekillerinin boyun bağlarını nasıl bağlayacağına kadar askeri emir komuta zinciri içinde acemi askere komut verir gibi azarlayan generaller cuntası ABD emperyalizmin ülkeyi filli işgali ki aslında bu yasayla, güvence altına alınmasını istediği resmi işgale dönüştürme isteği karşısında süt dökmüş kedi gibi paşa paşa köşelerine çekilip topu parlamentoya atıyorlardı. ABD ve AB arasında git gel yaşayan burjuvazi teskereyi kıl payı meclisten çevirince artık çok da önemli olmayan namusunu kurtarmıştı. Paşalar partisi. Onlarca yıldır işgal ettiği Kıbrıs ta işgalci haklarından ABD, İngiltere adına feragat etmesi istendiğinde kuzu kuzu “taktir


hükümetindir” diyen paşalar zorluğu gördüğü her yerde ortadan kaybolan sahte sokak kabadayıları gibi her kaybettiği itibar sonrası sokakta dayak yiyip evde eşine gürleyen sahte kabadayı gibi YÖK yasa tasarısı gündeme geldiğinde hükümete, ayağını denk al diye tehditler savurmaya başladı. Ama bu kez hasmı onun zayıf tarafını gördü. Paşaların aslan gibi kükreyen fındık fareleri olduğu çoktan anlaşılmıştı. Zira ordu ve parlamento kendi başlarına bir güç değil ulusal ve uluslar arası emperyalist kapitalist sermayenin oyuncağıydılar ve kendi başlarına efendiden ayrı ve efendiye rağmen bir şeyler yapmaları çok güçtü. Henüz yığınların gözünde yeterince itibar kaybetmemiş hasımlarına göre oldukça genç emperyalistlere her türlü kolaylığı göstermede kendini hiç naza çekmeyen hırslı saldırgan eski imam hatipli, AKP nin şefi bir adım öndeydi. Recep Tayyip Erdoğan, düzen içindeki statükolarını korumaktan başka amaçları olamayan, dar kafalı profesörlere ortamı germeyin diye çıkışırken asıl olarak paşalar partisine oturun

oturduğunuz yerde ortamı germeyin diyordu. Büyük sermaye her iki temsilcisi arasındaki kayıkçı kavgasında kah birisinden, kah diğerinden yana tavır göstererek ne şiş yansın ne kebap politikasını uygulamaya koydu. Burjuvazi ve ordu için önemli olanın eğitimin dinselleştirilmesi yada sıkça ifade ettikleri gibi laikliğin elden gitmesi değildi. Dinsel eğitimin eğitim sisteminin tümüne egemen olması bir fiil ordunun siyasal iktidara doğrudan el koymasıyla, yasayla garanti altına alınmamışımıydı? 12 Eylül cuntasını oluşturan generaller, nitekim ellerinde kuran, ağızlarında besmeleyle camiye girer gibi meydanlara dalmamışlar mıydı? Burjuva sınıfı için önemli olan din yada dinsizlik değildir. Sermayenin tanıdığı tek din, tek tanrı altın , paradır. Dünyanın yeniden paylaşımı için gittikçe şiddetlenen emperyalistler arası rekabet savaşında, tüm şiddetiyle saldırıya geçen ABD emperyalizminin sinsice el altından yürütmeye koyduğu BOP (Büyük Orya Doğu Projesi) ABD emperyalizmi tarafından bazı ülkelerin 23


doğrudan işgalini Afganistan, Irak ve onları takip edeceği söylenen Suriye, İran vb. ülkelerin yanında bu proje kapsamında ABD emperyalizminin sömürge çıkarlarının bekçiliği görevi verilen Türkiye, İsrail, Gürcistan vb ülkelere verilen rol projenin anlatıldığı çeşitli zamanlarda üstü açıldıkça ortaya çıkıyor. ABD dış isleri bakını Collin Powel Türkiye den söz ederken güya ağzından kaçırmış havası vererek efendinin uşaktan ne istediğini dillendiriyordu. “Ilımlı İslam Cumhuriyeti”. Kasımpaşa’lı delikanlıya bu kadarı yetmişti. O leb demeden leblebiyi anlayanlardandı. Politikanın inceliklerinde nasiplerini almamış, kışlanın dört duvarları arkasında kendilerine tanrının bahşettiklerine inandıkları nimetleri atıştırmak, ellerini şaklattıklarında karşılarında hazır ola geçen askerleri gördükçe bu kudretin hikmetini kendilerinde sanan aptal generallere göre Kasımpaşalı Erdoğan orduyu lanetleyen dinsel gericiliğin okulunda yetişmiş, politikanın içinde pişmiş genç, dinamik, hırslı bir uşaktı. Görünürdeki en büyük 24

emperyalist ABD nin planlarını anlamakta gecikmemişti, üstelik bir taşla iki kuş vuracaktı. Bir dönemler çocuklarına ismini verecek kadar taptığı hocası Erbakan a göre şansı yaver gitmişti. ABD emperyalizminin Türk Burjuvazisine biçtiği Ilımlı İslam Cumhuriyeti ni ete kemiğe büründürebilmek , orta sınıfın küçük burjuva gericiliğinin muhafazakar dini duygularını tatmin etmek için sayıları gittikçe artırılan imam hatipler , ilahiyat mektepleri biçilmiş kaftandı. Ve işin duygusal yönü Kasımpaşalı delikanlı Erdoğan ın kendiside bir imam hatipliydi. Orduya gelince bu güne kadar parlamentoya çöken gölgesinin varlığını burjuva toplumunun çıkarlarının saf savunucusu olmasına bağlayarak kendi siyasal gücünü bazen temsil ettiği sınıfın üstünde görerek kendisini toplumun koruyucusu olarak görüyordu. Bunun ideolojik dayanağı tüm toplumu korkutup, kendi yarattığı korkudan toplumu kurtaracak tek gücün kendisi olduğuna inandırarak bu gücünü koruyabilmişti. Bu korku bazen komünizm bazen bölücülük, bazen laikliğin elden gitmesi olabiliyordu. Rahatına düşkün


ama bunu korumak için harekete geçmeyi sevmeyen tembel küçük burjuvaziyi dehşete düşürerek kendisini toplumun kurtarıcısı olarak pazarlıyordu. Böylece kendi yarattığı güçle kapitalist sınıfın işçi sınıfından elde ettiği artıdeğerden kendi payına vatan kurtarıcısı pozunda aslan payını cüzdanına indiriyordu. Burjuvazi adına iktidara soyunun hasmı diğer düzen partilerine olur olmaz hırlamasının nedeni buydu.

yakın bir gelecekte Türkiye de hiçbir mesleki beceriye sahip olmayan, hiçbir özelliği olmayan , geleceğe ilişkin hiçbir umudu olmayan milyonlarca genç yaşıyor olacak.

Düzen partilerinin, hükümetin, ordunun, bürokrasinin üzerinde tepindikleri yasa tasarısının işçi sınıfı ve diğer emekçiler için burjuvazinin iktidar çekişmesi dışında bir anlamı olamadığını sermayeler arasında “tarafsız” burjuva kalemşörleri tarafından şöyle ifade ediliyor:

Liberal burjuva yazarı Mehmet Y. Yılmaz sorunun artık bir devrim sorunu olduğunu yazar. Ne var ki sözünü ettiği devrim proletaryanın devrimi değildir elbette ki.

“Geçen yıl ki sınavda 26 bin lise öğrencisi sıfır puan aldı. Bir önceki yıl bu rakam 8 bin civarındaydı. Bu yıl üniversite sınavına girecek lise mezunlarının sayısı 1507250. Bu rakamın en iyisi, dörtte biri açık öğretimde dahil bir üniversite programına yerleştirilebilecek. Geriye bir buçuk milyon genç kalıyor. Gelecek yıllara yayın bu rakamı

Türkiye de ki lise öğrenimini ve mesleki eğitimi içine girdiği bu kısır döngüden kurtaracak bir büyük reforma ihtiyacımız var. Hatta belki de “devrim” diye niteleyebileceğimiz çok daha kökten bir çözüm aramak zorundayız...” 11 05 2004 Mehmet Y. Yılmaz Milliyet

____________ Generallerin hükümete uyarı niteliğindeki tehdine Kasımpaşalı Erdoğan “toplumsal mutabakat kurumlar arasında değil milletin verdiği vekaletle olur.” Sözleriyle yanıt verdi. AB komisyonu Türkiye temsilcisi Hans Jörg Kretschmer üstünü örtmeye bile gerek duymadığı bir dille, sömürge valisi gibi generalleri uyardı. “Bunu önceki gelişmelere göre geriye doğru bir adım olarak değerlendiriyorum. Geçen sene 25


Irak ve Kıbrıs konusunda ordu çok doğru bir tutum belirlemişti. Bu kez ordudan hükümet karar verir şeklindeki olumlu yaklaşımı görmüyoruz...Siyaset konuları ordunun görüşünü belirtmesi gereken konular değildir. Ordu YÖK tartışmalarında tavır almamalıydı, bu iyi değil.” Hürriyet 12 05 2004-05-22 14 Mayıs hükümet ordunun ve üniversite öğretim üyelerinin tehditlerine rağmen jet hızıyla yasa tasarısını parlamentoya götürdü. 19 saat süren bir oturumun arkasından dört ret oyuna karşı ikiyiz elli bir evet ile imam hatip ve diğer meslek liselerini üniversiteye girişini zorlaştıran hatta imkansız hale getiren kat sayı engelinin parlamentoda kaldırılması yönünde ilk hamle gerçekleşti. İlk raundu parlamento aldı. Bekleyelim görelim, bu savaşın nasıl sona ereceğini. Büyük sermayenin hükümeti teslim ettiği, ona siyasal temsilcilik eden partiyle, düzenin silahlı militarist bekçisi, kendisini düzenin yegane koruyucusu sayan ordu arasındaki kayıkçı kavgasında burjuvazinin duygularını sermayeye olan bağlılığını, burjuva demokrasisinin 26

erdemlerini her fırsatta dile getiren eski solcu Hasan Cemal Milliyet’e ki “fren yapın” adlı yazısında her iki tarafı itidalli olmaya halkın önünde açıkça birbirlerini yıpratmamalarını, düzenin korunması için tüm bu kavgaların kapalı kapılar ardında olması gerektiğini yazıyordu. Daha önceki yazılarında burjuva demokrasisini yere göğe sığdıramayan, faziletler ve açıklık rejimi olarak niteleyen bu eski solcu ; “anlı şanlı mevkii sahiplerinin kamuoyu önünde – halkın önünde demek istiyorbirbirleriyle atışmaları ayıp oluyor. Bunun yerine kapalı kapılar arkasına çekilip, karşı karşıya oturup, birbirinin yüzüne bakarak güzel güzel konuşsalar çok daha isabetli olacak... Türkiye yi kim yönetiyor? Hükümet mi başka güç odakları mı? Diye sorabilirsiniz. Bunların çoğunda doğruluk payları hiç kuşkusuz vardır. Ama bu gerçek değişmez.Türkiye gerilmiştir! ... Bu gerilim sivilde olsun , asker de olsun bir takım marjinal odaklarca demokratik rejimi kundaklamak için kullanılmak isteniyor.” 14 05 2004 Milliyet


Sermayenin uşağı, düzenin korunması için sermayenin temsilcilerine “iki aşık gibi göz göze gelip bakışın” diyor. Burjuva demokrasisinin açıklık rejimi olduğuna ilişkin sayısız kez yazdığı palavrasını iki yüzlüce tumturaklı ifadelerin arkasına saklayarak, halka karşı açık olunmamamsı gerektiğinin altını çiziyor. Efendilerine bunu unutmamalarını salık veriyor. 14

MAYIS 2004 MAHİR

KIBRIS’TA 24 NİSAN 2004 REFERANDUMU ÜZERİNE 24 Nisan öncesi ve sonrasında Kıbrıs’taki ulusal sorun ile ilgili olarak “evet” ve “hayır” en çok kullanılan kelime oldular. Kıbrıs’ta seçmenlere: “Kıbrıs’ın AB’ye birleşik olarak gireceği yeni düzeni hayata geçirecek kuruluş anlaşması ve tüm eklerini, Kıbrıs Türk Devleti’nin anayasasına ve ve yürürlükte olacak yasalara ilişkin hükümleri onaylıyor musunuz?” diye soruldu. Yukarıdaki Kıbrıslı Türklerin oy pusulalarında yazandır. Bu oylama , Annan Planı dedikleri uluslar arası burjuvazinin lideri

konumundaki ABD emperyalist burjuvazisinin “Büyük Ortadoğu Projesinin” bir parçası olan, 5 nolu planı dayattı Kıbrıs halklarına.1 “Evet” ve “Hayır” alınması istenen Kıbrısta halkların geleceğini belirlemesi , ulusal sorunun devrimin gelişimi ve ilerletilmesi için çözümü değil başında ABD burjuvazisinin bulunduğu Dünya kapitalizminin çıkarı idi. Ada halkları uzun yıllar sömürge ve bağımlılık koşullarında yaşadılar. 1878 yılında Çarlık Rusyası’nın ordusu Yeşilköy’e girince Osmanlı Padişahı II.Abdülhamit İngiliz Emperyalistlerinin himayesine sığınır. Bu koruma karşılığında bir günlük sadrazamı Saffet 1

“Bu bizim barış planımız değil. Bush ve Blair’in planı..” Reana ve Marine Kıbrıslı Rumlar ile Türklerin birlikte bir çözüm yaratabileceklerini düşünüyor. “ (Mehmet Y.Yılmaz Milliyet 23.04.2004) “Neden ‘hayır’ olduğunu soruyorum. Derin bir tahlil yapıyor! Amerika’nın Ortadoğu’yu ele geçirme projesinden , İngiltereye karşı verilen bağımsızlık mücadelesinden Türk Askerleri’nin adayı hiçbir zaman terk etmeyeceğinden söz ediyor. “Buran, Kıbrıs’a, Yunanistan da karışmasın Türkiye de karışmasın.” diyor. “Bizim Kıbrıslı Türklerle (sorunumuz) yok, onlarla birlikte yaşayabiliriz...” (Mehmet Y. Yılmaz Milliyet 23.04.2004) 27


Paşa ile birlikte Kıbrıs’ı İngilizlere Sözde geçici süre bırakan anlaşmayı imzalar. Bu geçicilik hala süren İngiltere’nin “garantörlüğünü” getirmiştir. 1950 yıllarda İngiliz sömürgelerine karşı mücadele ettiler. 1963 yılında kazanılan bağımsızlıktan sonra Rum burjuvazisinin Yunanistan ile birleşme (ENOSİS) , Kıbrıs Türk burjuvazisinin Türkiye ile birleşme çabaları ve iki kesim arasında çatışmalar arttı. Yunanistan da 23 nisan 1967 de “askeri darbe” olması ile Enosis’si gerçekleştirme çabaları artar. “Anavatan” burjuvazisi, “yavru vatan” burjuvazisini Rum ve Yunanistan burjuvazisinden kurtarmak için 1974 yazında “garantörlük” hakkınıda kullanarak “müdahale” eder. Bu savaş sonrasında bu gün Dış işleri Bakanı Abdullah Gül’ün “hayali egemenlikten bahsediyorsunuz. Bir kasa portakal ihraç edemiyorsunuz, kimse sizi tanımıyor. Hangi egemenlik bu?”2 dediği Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kurarlar. “Anavatan” Türk burjuvazisinden başka “tanıma” da olmadı, şimdi o da bunu geri almış bulunuyor. 24 nisan 2004 2

21.04.2004 Milliyet. 28

referandum sonrası ortaya çıkan durumdan faydalanmak istiyor şimdi. Türk

burjuvazisinin ,Avrupa Birliği’ne girme hesapları, Kıbrıs sorununda, emperyalist dünya burjuvazisinin planına kayıtsız şartsız tam destek oldu. 1 mayıs 2004 de Kıbrıs Rum Burjuvasinin AB üyeliği belli olduğu için, bu durumdan faydalanmak istemişti. Tamamı dokuzbin sayfa olduğu söylenen Annan Planının metninin ne olduğunu bilen yoktu. Rauf Denktaş’ın eline son anda geçmişti. Seçmenlerin bilgisi ise “evet” ve “hayır” cı lider ve “medya” yazarlarının önyargıları ile sınırlı idi. Çözüm diye iki halkın önüne sunulan seçenekler burjuvazinin mevcut durum için yarattığı kıskaçtı. Ya “evet” ya “hayır” denmesi isteniyordu. Bunlardan ikinci oldu 24 nisanda. 1 mayısta da Rum burjuvalar Avrupalı rüyalarına kavuştular. Burjuvazi politikalarında son yıllarda “evet” ve “hayır” ı çok kullanır oldu. Türkiye de “özelleştirme” sorununda da böyle yaptı. Aslında bu iki tavrın ortaya konuşu metafizikti.


Burjuva aklı sınıf çıkarı ve önyargıları gereği olguları birbirinin tam zıttı, metafizik zıtlık olarak kavrar. Halbuki bunlar mevcut ilişki ve süreçlerin iki yüzüdürler. Evet aynı zamanda hayırdır, hayır da aynı zamanda evet. Evlenen çiftlerin nikahlanmasında kullandıkları evet aynı zamanda hayır demektir. Evlenmeye olan evet, evlenmemeye, bekarlığa hayır demektir. Kıbrıs ta Rumların hayır, Türklerin evet demeside ortaya emperyalist burjuvazinin bu gün için istemediği bir durum ortaya çıkardı. Sonraki gelişmeler yeni planların ortaya konacağını gösteriyor. 1 mayıs 2004 de Kıbrıslı Rum burjuvazisinin AB üyesi olması ile bu kez burjuva çevrelerde bu üyeliğin Kıbrıslıların tamamını temsil etmediği, Rumların Türkleri eşit olarak görmediği, bir azınlık muamelesi yapıldığı şeklinde oldu.: “Kuzeyde yüzde 65, Güneyde ise 25 evet .. Türkler içtenlikle çözün yanlısı olduklarını hiçbir kuşkuya bırakmayacak biçiminde sergilediler. Rumlar ise yüzde 75 hayırla Türkleri eşit olarak görmediklerini, iki kesimliliği kabul etmediklerini,

helenizmden kurtulamadıklarını, Türkleri hala azınlık olarak görmek istediklerini kanıtladılar.” (Hasan Cemal Milliyet 25.04.2004) “Bizimkilerin onca tavize karşın Rumlar yinede anlaşmaya yanaşmadılar. İstedikleri şey iki halkın eşitliğine dayalı bir çözüm değil.. Türklere eşit haklar vermeden zaman içinde Kıbrıs’ın tamamını ele geçirmektir.” (Metin Aşık Milliyet 27.04.2004) Bu iki yazardan birincisi referandum öncesinde “evet”çi ikincisi ise “hayır”cıydılar. Nasıl aynı burjuva gazetede yazabiliyorlarsa referandum sonrası aynı anlayışta buluşmuşlar, “Türkleri eşit olarak görmüyorlar” düşüncesidir bu. Aslında bunların saç saça baş başa kavga etmelerinin nedeni, aynı olgunun farklı iki yanında burjuva düzenin devamı ve kalıcılığının savunulduğu iki yanda, iki kesimde yer almalarıdır. Kapitalizmin gelişimi eşitlik değil eşitsizlikler yaratır. Diğerlerinde olduğu gibi sınıflar arasında eşitlik yoksa, olamıyorsa uluslar arasında da 29


eşitlik yoktur. Ezen ve ezilen uluslar vardır. Halklar vardır. Kıbrısta ki dayatılan plan ezen, emperyalist uluslarındır. Kapitalizmin kendisidir bunu onlara dayatan. Emperyalistlerin karşısında hazırolda duranlar nasıl ulusların eşitliğini savunabilirler? Emperyalist ABD burjuvazisi, Türk burjuvazisine “eşit hak” mı tanıyorlar? Bunun böyle olmadığını görmekteyiz. Kıbrıs Rum burjuvazisinin Kıbrıs Türk burjuvazisine kıyasla daha gelişkin olduğunu, ekonomik verilerden görmekteyiz. Elbette bu gelişmişlik onlara üstünlük getirmektedir. AB’nin “tanıdığı” Kıbrıstaki devletin adı “Kıbrıs Cumhuriyeti”dir. Şimdi “evet” yanlısı çevrelerde başlıca kaygısı bu devleti Kıbrıs Türklerini temsil ediyor şeklinde yorumlanması . bunun olması hiç istemedikleri bir durum ortaya çıkacak. Eğer AB yolu böyle açılırsa buna da evet demeye hazırlar. Bunun için Başbakan :”Dünya tanımış zaten, yapabilecek bir şey yok. Tanımıyorum demekle ne yapabilirsiniz?” (Milliyet 04.05.2004 ) Sözleri ile , emperyalist dünya karşısındaki konumunuzu dile getirdi. Bu 30

güne kadar “tanımayan” KKTC ‘nin durumu onların deyimiyle egemen olma, emperyalist dünya tarafından “tanınmaya” bağlı. Şu “tanıma” ne demek oluyor? Kendileri için Pazar olan, sermaye ihraç edilen ve diğer bağımlılık ilişkileri içinde tutulan kapitalist devletleri “tanıma” zaten fiilen mevcuttur. Bunun sonucunda diğer uluslar arası ilişkiler konulur. 24 nisan sonrasında başta başbakan olmak üzere “evet”çiler ev ödevini yapmış öğrenci edasıyla dolaşmaya başladılar. Görevi yerine getirmiş olmanın iç huzuru içindeki hizmetkarlar, efendiden yeni işaretler beklemeye başladılar. ABD Dış İşleri Bakanı Colin Powell’in , Mehmet Ali Talat’a “ Bay Başbakan” diye hitap etmesi onlar için büyük mutluluk kaynağı oldu. Uşak efendisinin gölgesinde bir yerinin olduğunu görmeye başlamıştı. KKTC dedikleri şimdi kendilerininde “tanımadığı” “uluslar arası toplumun” planına “evet” diyen Kuzeyin “izolasyonuna sonvermek dünyayla bütünleşmek” için yeni görevleri yerine getirmek için hazırlığa başladılar. Pür dikkat efendilerin hareketleri izleniyor. “ambargonun” kaldırılması


kokusunu almaya başladılar. Bir yandan da bunlar için gerekli Kıbrısın Kuzeyinde yapılacak “iç düzenleme” – örneğin modernleştirilen Ercan Havaalanı trafiğe açıldı.- lerin hazırlığına başladılar. Türkiye’de AKP Hükümetinin refarandum sonrası devlet olarak tanınma yerine “ambargo”nun kaldırılmasını sağlama yönünde oldu. ABD’li emperyalistlerden gelen işaretler bunun sinyalleri olarak algılanmaya başladığı günlerde, ABD burjuvazisi bir başka ülkeye, Küba’ya yıllardır uy gulanan “ambargo”da yeni artışlar getirdiğini açıkladı. Kendini “uluslar arası toplum” diye adlandıran emperyalist dünya burjuvazisinin önderi dünya halklarının candarması ABD burjuvazisinin Kıbrıs planı şimdilik uygulamaya konulamadı. Yenilerini gündeme getirecekleri anlaşılıyor. Küba’ya ambargonun atırılması kararı “Büyük Ortadoğu Projesi” nin yanında Amerika Kıtasında da başka bir planın uygulanacağının işaretini verdi. Irakta direnişin giderek artması işkence belgeleri, ölen ABD askerlerinin tabutlarının TV kanallarında ve internet

sitelerinde onca çabalarına rağmen ABD halkları ve tüm dünya halkları tarafından izlenmesi bütün o “terörizmle mücadele, demokrasi götürme” martavallarının aldatma ve kandırma asıl hedeflerini gizleme kampanyasının araçları olduğunu gösterdi. İşgalin ilk günlerinde ABD askerlerini alkışlayan devrik Saddam Hüseyin heykelleri üzerinde tepinen Iraklıların yerine ABD askerlerininin cesetleri başında sevinç gösterileri yapan direnişçiler aldı. Yine işgalin ilk günlerinde Bağdat caddelerinde zırhlı araçlar içinde dolaşırken halka gülümsiyen işgalci askerlerin yerini Ebu Grey hapsanesinde çırılçıplak soyulmuş Iraklı esirlerin3, karşısında kendi sapık fantazilerini yaptıran askerler aldı. Görüntülerin ortaya çıktığı ilk günlerde bazı “kötü”lerin bunu yaptığı söylenmeye çalışıldı. Ama işkencenin yöneticilerin emriyle yapıldığı ortaya çıktı. ABD ve İngiltere de ki siyasi iktidarların temsilcileri 3

“Amerkan Savunma Bakanlığı (Pentegon) tarafından kongreye sunulan işkence dökümanları arasında yer alan bazı fooğraf ve filimlerde England’ın Iraklı mahkumların önünde Amerikalı askerlerle ilişkileri görüntüleniyor..” Milliyet 14.05.2004 31


özür dilemek ve suçlular cezalandırlacak demek zorunda kaldı. Her şeye rağmen Irak’a özgürlük ve demokrasi götürme görevlerini yerine gtirecekleri demecini yenileme yüzsüzlüğünü gösterdiler. Hemen her zaman burjuva toplumunun açıklığından, saydamlığından dem vuran burjuva kahramanların çabalarına rağmen, ölen ABD askerlerinin tabutları ve işkence görüntüleri gün ışığına çıkmıştı. İşgal savaşının karanlığında. Görüntülerin yayınlandığı ilk günlerde işkencenin her türlüsünün yapıldığı AB ğinden bununla ilgili ev ödevi alınması hiç olmamış gibi Türk burjuva medyası kendilerinde böyle şeylerin olmadığını kanıtlamaya çalıştı. Türk askerinin üstünlüğüne methiyeler düzüldü. Türkiyedeki ulusal sorunda savaş esirlerine insan dışkısı yedirildiği belgelerle ortada iken, işkence ile ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde yargılanmışken. Böyle bir pişkinliği ancak onlar gösterebilirdi. ABD emperyalistlerinin Iraktaki işbirlikçisi Talabani ise işkence ile ilgili şu dikkat çekici sözleri söyledi:”Talabani Washington da ABD Dış İşleri 32

Müşteşarı Rreharel Armrdage ile buluştuktan sonra ‘kötü muamele dünyanın her ordusunda oluyor. Mesela Irak ordusunda Saddam zamanında benzer işkenceler yapıldı’ dedi. Talabani, ‘yapılanlar yüzünden ABD siyaseti değiştirmek zorunda değil ,ABD ülkemizi kurtardı demokrasi ve insan hakları için zemin hazırladı. İşkence yapanlar tabiki cezalandırılmalı ancak çok abartılmamalı. “ diye konuştu. Milliyet 05.05.2004 ABDli emperyalist yöneticiler özür dilerken uşak yine patavatsızlığını gösterip yağdanlık görevini yerine getirmye soyunmuş. “Kötü muamale dünyanın her ordusunda oluyor” incisini yumurtlamış. “ Yerel uşağın” başlarından Talabani işkenceyi ‘kötü muamele’ yapıp normalleştirmiş. Dünyanın önüne burjuvaziyi koyduğumuzda sözün sahibi gerçeğin savunucusu haline gelir. Burjuva dünyasında yani burjuva ordularında işkence yapılmaktadır . onlarda ordu içi yaşam zaten işkence üzerine kurulmuştur. Rütbesiz askerler komutanlar tarafından ezilip, her türlü baskı uygulanır, kişilikleri yok edilir. Bu duruma düşürülen biri kendinden aşağı birini (savaş esiri,mahkumu) bulunca kendine


uygulananın aynısını ona uygulamaya başlar zaten üstleride bunu emrederler. Kapiatlizmin gelişimi ezilen ve sömürülen sınıflar üzerinde fiziki ve ahlaki dejenerasyon (yozlaşma) yaratır. Amerikan kapitalizminin özgül koşulları fiziksel dejenerasyonu obezite olarak ortaya çıkardı. Ahlaki dejenerasyonu ise eşcinsellikte artış ve kar amacı haline gelen pornografi olarak kendini göstermekte. Bilindiği gibi ABD ordusunda “paralı askerlik” vardır. Askerler büyük çoğunlukla işsizler arasından, lümpen proletarya arasından gelmektedir. Bu kesim ise burjuva ahlakının en çok etkisinde kalanlardır. Yapılan işkencelerde uygulananlar onların yaşam tarzının bir tekrarını görmekteyiz. ABD burjva ordusunda kadın askerlere tecavüz sıradan bir olaydır. Burjuva ahlakı ezilen ve sömürülen yığınlarda çürümeyi artırdı. Burjuva kültüründen kurtulup kendisi için sınıf haline gelememiş işçi sınıfı bu dejernerasyonun tahrip edici etkisini gögüslemek zorunda. İşkence yaparken eğlendikleini kendileri söylemekte fiili uygulayıcıları. Bu durum karşısında “temiz sorgudan”

sözetmeye başladılar. Daha önce uygulanan “sorgu yöntemleri” (siz işkence yöntemi olarak okuyun) nin şunlar olduğunu itiraf etmek zorunda kaldılar: “Medyanın ve Kongrenin konuya ilgisi Pentagonun resmen uyguladığı sorgulama yöntenlerini gün ışıgına çıkardı. 72 saate kadar uykusuz bırakma, 45 dakikaya kadar zor pozisyonda bekletme, 30 güne kadar tecrit, vb uygulamaların meşru sorgu teknikleri olarak kullanıldığı anlaşıldı.” (Yasemin Çongar Milliyet 17.05.2004) Başı öne eğik süngüsü düşmüş ABD li emperyalistler ve İngiliz Kuyrukları bir taraftanda Irakta işimiz bitinceye kadar kalacağız4 demektende geri durmuyorlar. BOP ile uygulamaya koydukları düzenin ne olduğu, bunu gerçekleştirmek için kullandıkları en önemli araçlardan burjuva orduda nasıl bir düzen olduğundan anlaşılıyor. Proleter ordularda (Kızıl Ordularda) tarih böyle şeylere tanık olmadı. 4

“Irakta Koalisyon güçlerinin sözcüsü Korgeneral Mark Kimmit ‘demokrasiyi sağlamadan ‘ ayrılmayacaklarını söyledi” Milliyet 22.05.2004 33


BOP’un bir parçası olarak Kıbrısta uygulamaya koydyukları planda farklı şeyler ortaya koymayacaktı. Sınıf mücadeleleri olan tarih burjuvazi ile proleterya arasındaki mücadelede olduğu gibi bu farklı kategorilere burjuvalar arasındaki mücadelellerinde tarihidir. Kıbrısta ABD burjuvasının planı, AB burjuvazisinin çaktırmadan engellemeleri ile şimdilik devre dışı kaldı. ABD’li burjuvalar yeni bir planın hazırlığı içindeler. Ulusların kendi çıkarları doğrultusunda kullanma çabası içindeler . amaçları Kıbrısı karşıdevrimin üssü israil gibi bir ileri karakol olarak kullanmalı. Dayattıkları “evet” ve “hayır” kıskacı ile kendi burjuva poltikalarının sınırları içindeki çözümsüzlüktür. İşçi sınıfı ve temsilcileri komünistler bu durum karşısında çaresiz iki seçenekten birini tercihetmek onlara destk vermek zorunda değillerdir. İşçi sınıfı her konuda ulusların kendi kaderini savunur. Desteğini ise gerçekten devrimci ulusal kurtuluş hareketlerinden yana kullanır. Çünkü bunlar emperyalistlere darbe indiren proletarya devrimini yükselten, 34

güçveren hareketlerdir. Onun için Bolşevikler 1923 Türk Devrimi ile sonuçlanan ulusal kurtuluş hareketine destek verdiler 24 nisan 2004 de Kıbrıs halklarına dayatılan “evet” ve “hayır” ikilemi ise devrimin, işçi sınıfının önündeki hedefler arasında değil. Karşı devrimci ABD emperyalistlerinin BOP ‘nin bir parçasıdır. Tıpkı “stratejik” ortakları İsrail’in Filistin halkına karşı giriştiği saldırı gibi. 22.05.2004 N.IŞIK BİZİ CİDDİYE ALAN YOK MU ? ABD emperyalizminin modernlik ve özgürlük götürme, Saddamın zulmunden kurtarma propagandasıyla işgal ettiği ve bizim yalaka basının yemekte bizimde tuzumuz olsun bizde asker verelim insanlığın kurtuluşunu katkımız olsun diye kendini telef etttiği Türk halkını emperyalistlerin palavralarını inandırmak için yırtındığı günlerin üzerinden çok zaman geçmeden işgalci ABD ve İngiliz empeyalistleinin Irak halkına uyguladıkları işgenceler ceza evlerinde çekilmiş fotoğraflar birbiri ardına dünya kamuoyuna düşerken Ülkü Ocakları Konak Şubesine üye onbeş kişinin ABD askerlerinin


Irakta yaptıkları işkenceleri “protesto” etmek için Konak MHP İlçe Teşkilatı önünde yürüyüşe geçti. Bu sırada Ülkü Ocakları Ege bölge Başkanı Muzaffer Valu’nun kendi düzenlediği eylemi daha çık ses getirsin diye polise ihbar ettiği bir süre slogan atarak yürüyen onbeş kişilik grubun ilçe teşkilatı önünde polisin gelsini bekledikleri, polisin gelmememsi üzerine yolu kapatmak isteyen grubun bunuda başaramadığını (11.05.2004 Milliyet İnternet sayfası) yazıyordu. Daha sonra rica minnet davet edilen Güvenlik Şube Müdürünün “yahu çay-kahve içiyorduk, niye rahatımızı bozdunuz? “ demesi üzerine kös kös dağıldıkları olayı tesadüfen görenler tarafından ifade edilmiş. Kendi ülkelerinin işçileri, öğretmenleri, memurları, eğitim hakkı isteyen öğrencileri, iş isteyince “al sana iş “ diye coplanan işsizleri, caddelerde sokaklada alenen dövülüp, kadınların saçlarından tutulup sürüklenirken, polise işkencecileri yardım etmekle öğünen bu merhum Türkeş’in Tosuncukları bu olaydan sonra

oturup “bizi niye ciddiye almıyorlar” diye ağlaşmış olmalılar. Bu tosuncuklar illaki ciddiye alınmak istiyorlar ise ellerine iki kızılbayrak, kafalarına işçi takkesi yada koltuk altlarına birkaç kitap sıkıştırarak caddeye çıksalardı sayılarına bakmadan , davet etmeye kalmadan polis yanşlarında biter birlikte sık sık çay içtikleri resmi –sivil polis amcaları bunları tanıyana kadar kafalarına birkaç cop darbesi yerlerdi. Eh bunun sonucu tosuncuklar komik duruma düşmez, oturup “bizi niye ciddi almıyorlar” diye ağlaşmazlardı. YÜZÜMÜZ “AĞAR”DI Allah insanoğluna Mehmet Ağar’ın durumuna düşürmesin. Ya arkadaşları bu adam parti başkanı olunca kafayımı yedi diye yollara düşüp geçmiş olsun diye Ankara’ya doluşsaydı ne olurdu? Çete arkadaşları işkenceci dostları onu döneklikle davayı ihanet etmekle suçlasaydı ne olurdu? Bilirsiniz eskiden tosuncuklarına pek güvenmediği için davadan döneni vurun diye emir veren Başbuğlarının dileğini yerine getirmek için bir çok arkadaşlarını telef etmişlerdi bu tosuncuklar. 35


Doğrusu TV de Mehmet Ağar’ı haberlerde ağzına dayanmış mikrofon karşısında konuşurken ağzından çıkanları duymasak asparagas-yalan haber sanarak üzerinde durmazdık. Şunun şurasında cellatlıklıktan emekli olalı ne kadar oldu. Birkaç yıl öncesi zati muhteremin çetesinin yarattığı adam kaçırma, işkence, cinayetleri derin devlet terörünü açığa çıkarmak için tüm ülkede karanlığa sembolik olarak ışık yapılmıştı. Sayesinde dün gecelerimiz aydınlanan hümanist eski bakanımız bu gün işgalci conilerin Iraktaki işgencelerini kınadığını, işkencenin kötü bir şey olduğunu söyliyerek yüzümüzü ağarttı. Bu iş nasıl oluyor derseniz çevremize kısa bir gezintiye çıkalım. Bakalım bu değişimler nasıl oluyormuş. Gençliğinde köşe başında anason kokulu rakı sofralarında vücudunu yüzü kızarmadan satan eski orospuların yaşlandıklarında çekildikleri köşelerinde mahallenin gençlerini gözlerken gençlerin masum flörtleri, el ele tutuşmaları karşısında dehşete tutuşarak namus bekçisi 36

kesildiklerini, çoğunluğunun yüzünü gözünü kapatarak tanrının yolunu girdikleri, fanilere din dersi verdikleri, allah kelimesini ağızlarından düşürmedikleri çok ca görülen şeylerdir. Önüne gelene kabadayılı yapan korkak serseinin kendisine kafa tutan cesur biriyle karşılaştığında “ayağının altını öpem abi” diye sadete gelmesi, yanında birkaç işçi çalıştıran küfürbaz patron angarya bir şey isteyeceği zaman sevecenleşmesi, partonundan aferin almak için işçi kardeşlerini satan işçi kardeşin yaltaklanmaları bilinen sık olgulardır. Bu kısa gezintiden sonra biz tekrar Mehmet Ağamıza dönelim. Susurluk çetesinin hani şu – unutanlar için hatırlatalımFransa’da kıçında eroinle yakalanan daha sonra Türkiye’de Tansu Çillerin Başbakanlığında Mehmet Ağar’ın emrinde sayısız işkence ve cinayet olaylarında kullanılan Reis lakabıyla “onurlandırılan” Abdullah Çatlı’nın koruyucusu sayısız faşist katilin işkencecilerin hamisi, devlet için işkence yapanın, adam


kaçırmanın, hak olduğunu savunan sayısız davadan yargılanan eski polis şefi, 12 Eylül Cuntasının işkencecilerinden Ağar bakanlık yaptığı dönemde sorumlusu olduğu, Adaletsizlik bakanlığının ceza evlerinde uygulanan yaygın işkenceler unutulmamışken, yüzlerce, binlerce insanın işkenceden sakat kaldığı bir ülkede işkenceye karşı tek sözcük etmezken, zorla insan dışkısı yedirilen köylülerin yasayla tazminat hakettiği ülkeden Ağarın Türkiyesinden hiç söz etmeksizin işgalci ABD- İngiliz emperyalizminin Irak’a özgürlük götürme, Iraklıları Saddamın işkencelerinden kurtarma palavraları birer birer açığa çıktıkça Türk halkının ABDİngiliz emperyalizmine işgalini nefretle kınamasının ikiyüzlüce kendine ilerde oy çıkarmak için yararlanmaya çalışıyor. Eski orospunun mahalleliyi ahlak dersi vermeye kalkması gibi Mehmet Ağar da Türk halkına insanlık dersi vermeye kalkıyor. Mehmet Ağar gibileri eski orospu, önüne geleni kabadayılık yapan korkak serseri, küfürbaz patron, bir

çorba karşılığı kardeşlerini satan ustabaşıdır. ....Basından TEK BİR “TIK” LA RUHUNA FATİHA Burdur Yeşilovalı iki genç Mezarlıklarını İntenete “taşıdı”. Burdur Yeşilovaya bağlı Güney beldeindeki iki genç Almanyadaki hemşehrilerine ücretsiz sanal ziyaret ve dua imkanı sağlıyor Uyanık Burdurlu Almanya’daki hemşehrileri için açtığı internet sitesinde mezarların fotoğraflarını koyarak bir tıklamayla binlerce km yolu ortadan kaldırdı. Fatiha okumak için binlerce km yol tepip ananızın babanızın mezarına gelmenize gerek yok. Tanrının ve melekleri internetten edilen duayı mefta için kabul edip etmiyecekleri Burdur müftüsüne sorulduğunda Müftü Mehmet Köse besmele çekip bu vatandaşlar para için siteyi açmadıysa allah kabul ederdeyip fetvasını verdi. Bu durum bizim kafamızı karıştırdı müftü ve imamların para alarak camilerde kıldırdıkları namaz güme mi gitti. 37


İşkence ve Politika Aslında kimsenin işkenceyi sorguladığı falan yok. Eğer sorun işkence olsa, sorgulanması gereken devlet denen şeyin kendisi olur. Devlet ise Sınıflar ve sınıf mücadelesi var olduğu için vardır. Sınıflar ise, bu günkü verili emek üretkenliği düzeyinde, sadece özel mülkiyet olduğu için. O halde işkenceye karşı olmak, özel mülkiyeti, kapitalizmi, sınıfları, devleti; yani onu yaratan nedenleri ortadan kaldırmayı gerektirir. Ama sorunu böyle koyup tartışan bir tek Allah’ın kulu yok nedense. Kimse işkencenin nedenlerine yönelmediğine göre, bu toz duman ne diye sorulabilir. O işkence resimleri belli güçlerin komumlarını güçlendirmesinin aracıdır. Yani o resimlerle güçlenenler işkenceye karşı olanlar değil; diğer emperyalistler ve bölge egemenleridir. Zayıflayanlar da, bölgenin ve dünyanın başka egemenleridir. Çok açık ki, ortadaki çatışma işkence üzerine değil; işkence ve resimleri aracılığıyla yürütülen bir çatışma. 38

Her şeyden önce Amerika ve Avrupa çatışması. Avrupa Amerika’yı sıkıştırmak, ilişkideki konumunu güçlendirmek; askeri zayıflığını kamuoyu ve moral güçler aracılığıyla kapatmak için işkence resimlerini kullanıyor. Ayrıca bu resimler, ABD içinde de, bu takım pis işleri yapıp bitirdiği için, artık Avrupa’yı yeni güç ilişkilerine göre bu işlere ortak etmenin zamanının geldiğini düşünen demokratların, konumlarını güçlendirmelerinin aracı. Hasılı ABD’deki tartışmalar açısından bakıldığında; ABD’nin dünya egemenliğini, Avrupa ile işbirliği ile mi yoksa yalnız başına mı daha iyi kurup sürdürebileceği çatışmasıdır bu işkence üzerine kopan gürültü. Aynı şekilde Rumsfeld ya da Bush özür dilerken, ileriye kaçarak lanetlemede herkesten hızlı ve önce davranarak, dezavantajı avantaja dönüştürmeye çalışmaktadır. Yani tepki gibi, özür de özür değil, konumunu güçlendirmenin aracıdır. Aynı çatışma ABD ve Avrupa’nın bölgedeki dengeleri açısından da geçerli. İşkence resimleri nasıl Avrupa’nın bu paylaşım


savaşında elini güçlendirdi ise, aynı şekilde bölgedeki gerici rejimlerin elini de güçlendirdi. Aynı şekilde, Kürtlerin, İsrail’in ve hatta Erdoğan hükümetinin elini zayıflattı. Buna karşılık genel kurmayın elini güçlendirdi. Çünkü Hükümet ABD’nin, Ordu Avrupa’nın dengesidir. Kürtler içinde farklı stratejiler ve sınıflar açısından bakıldığında; etnik milliyetçiliğe dayanan Barzani ve Talabani'nin konumunu zayıflatırken; Orta Doğu çapında bir demokrasi ile Kürtler üzerindeki ulusal baskıya son vermeyi hedefleyen PKK’nın konumu nispeten güçlendi. Aslında kendileri de etnik milliyetçiler olan Türkiye’nin “sosyalist”leri ya da “anti emperyalist”leri ve Kürtlerin doğrudan etnik milliyetçileri şu açmazla yüzleşip bir çıkıp stratejisi aramamakta buluşuyorlar. ABD’yi zayıflatan konumlar, Türkiye’nin gerçek egemeni olan, inkar ve imha politikalarının sürdürücüsü ordu ve bürokrasinin konumunu ve gücünü pekiştirmekte, dolayısıyla demokratik güçleri zayıflatmaktadır. Bu çelişki

yokmuş gibi davranış fiilen sosyalistlerin bu bürokratik kastın bir yedeği olması sonucunu vermektedir. Aynı şekilde, etnik Kürt milliyetçileri de, şu soruyu sormuyorlar, dünya imparatorluğu kurmak isteyen ABD’nin aleyhine olan, Kürtlerin de aleyhine oluyor ve onların daha çok tecrit olup kaderlerini ABD ile birleştirmelerine yol açıyor. Bu çelişki yokmuş gibi davranan Kürtler de, tıpkı Genel Kurmay yedeği olan sosyalistler gibi, Amerikan yedeği olmaktadırlar. İki taraf da bu açmazdan nasıl çıkılır diye sormuyor. Bu açmazdan bir çıkış vardır. Gerek ABD, gerek Bölgedeki rejimler ulusları dile, dine, etniye, kültüre göre tanımlamakta anlaşıyorlar. ABD etnik, dilsel, dinsel dengelere göre hükümetler oluşturuyor. Bölgedeki varolan bütün devletler ise ulusu ya dile, ya dine, ya tarihe, ya etniye veya bunların hepsine göre tanımlıyorlar. Orta doğunun ihtiyacı ise, dinsiz, dilsiz, tarihsiz, etnisiz bir ulustur. Tıpkı Amerikan ulusu gibi. Amerika, bu dünyanın ilk ulusu, kendini ne 39


dile, ne dine, ne etniye, ne de tarihe göre tanımlamamıştı. Tarihsizdi ve tarihi kendiyle başlıyordu. Kendisine karşı savaştıklarıyla aynı soydandı ve aynı dili konuşuyordu. Bu ilk ulus dünya egemenliğini ancak kendini dile, dine, soya, etniye, tarihe göre tanımlamış ulusların varlığıyla kurup sürdürebilir. Ancak devrimci demokratik geleneklere dayanan bir ulusçuluk hem bölge gericiliklerine ve ulusal baskıya son verebilir hem de ABD’ye karşı bütün güçleri birleştirebilir. Orta doğunun devrimci ve demokratik geleneklere dayanan tarihsiz, etnisiz, kültürsüz, soysuz, dilsiz ve dinsiz ulusunu; Müslümanlara karşı ulusu dinle tanımlamayı reddeden Müslümanlar; Türklere, Araplara, Farslara, Kürtlere, Yahudilere karşı, ulusu Türklük, Araplık, Farslık, Kürtlük, Yahudilikle tanımlamayı reddeden, Türkler, Araplar, Farslar, Kürtler ve Yahudiler kurabilir. Bu gün çok uzak ve ütopik gibi görünen bu çözüm dışında bütün yollar çıkmazdır ve Orta doğuyu bir mezbahaya çevirmekten başka bir sonuç vermeyecektir. DEMİR 40

18 Mayıs 2004 Salı (TEORİLER.COM’DAN)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.