PROLETER KURTULMAK YOK TEK BAŞINA ! YA HEP BERABER YA HİÇ BİRİMİZ Cilt 1, Sayı :6
REFORM VE DEVRİM Reform üzerine inşa edilen politikalar dünya burjuvazisinin 1989 sonrası politikasının temelini teşkil etti. Proletarya korkusunu geçicide olsa üzerinden atan burjuvalar sınıfı , kendi egemenliğini sağlamlaştıracak çabalar içine girdi. Bunlarada reform adını verdi. 1989’dan sonra eski sosyalist ve işçi sınıfı önderliğinde burjuva demokratik-devrim yaşayan ülkelerde emperyalist kapitalizmin parçası bir kapitalizmi kurma çabalarıydı, bu reformlar. Çin’de ise 1978 de başlayan kapitalizmin restarasyonu çalışmaları günümüze kadar devam etti. 14 mart 2004’de Çin Parlamentosu anayasa değişikliği ile özel mülk edinme hakkını tanıdı. Kapitalistlere “komünist” partisine üye olma hakkı verildi. Çin’de egemen
TEMMUZ
2004
olan devlet kapitalizminin mülkiyet biçimi kapitalist devlet mülkiyetini modern kapitalist özel mülkiyete dönüştürme çabaları (reformlar) devam etmekte. Dünya kapitalist sınıfının iştahını kabartan , birinci sıradaki yüksek “büyüme” oranları, aynı zamanda gelecekteki muhtemel rakip korkusunuda içinde saklamakta. Türkiye’de ise burjuvazi Avrupa burjuvazisinin ev ödevi olarak verdiği reformlar üzerinde çalışmakta . ABD burjuvazisi ise eski adı “Büyük Ortadoğu Projesi” yeni adı “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi” olan politikası ile buralardaki hedef ülkelerde reform zorunluluğundan ve de bu ülkelerin reformları kendi iç dinamikleriyle yapamadıkları onun için kendilerinin “dışardan yardıma” ihtiyaçları olduğu görüşü doğrultusunda “dünya kamuoyu” oluşturma çabası içerisine girmekte. Ve 1
de işgal savaşı, dizginsiz bir emperyalist terör ile uygulanmakta. Emperyalist burjuvazinin “reform hedefi” olan ülkelerin ekonomik, toplumsal ve siyasal gerilikleri onlara bir üstünlük ve “uygarlık” görüntüsü ortaya çıkarmakta. Onların bu saldırılarına karşı gelenler ise gerici yada statikocu damgasını yemekte. Burjuvazinin ve işçi sınıfının sözcüleri arasında bu durum kendi sınıf çıkarları doğrultusunda değerlendirilmekte. İşte burjuvaların sınıfından birinin döktürdüğü inciler. “Türkiye’de özellikle “solun gündeminden” hiç düşmeyen sloganlar vardı. Meydanlarda sürekli bağırılırdı ‘ölüm cezası kaldırılsın’ diye. ‘DGM lere hayır’ diye. ‘düşünce özgürlüğü’ diye, ‘141,142, 163 e son’ diye, ‘basın özgürlüğü’ diye... Kimliklere baskının sona erdirilmesi istenirdi sol tarafından, Kürtçe’nin serbest bırakılması, rdyo, televizyonda Kürtçe yayına izin verilmesi talep edilirdi. Güneydoğuda olağanüstü halin kaldırılması istenirdi. 2
Türk Ceza Yasasının 312. maddesinin , 159 maddesinin değiştirilmesi , terörle mücadele yasasının düşünce açıklama özgürlüğünü kısıtlayan 7 ve 8 maddelerinin kaldırılması yada yeniden düzenlenmesi , gözaltı süresinin kısaltılması gündemden hiç düşmezdi. Bir başka gündem maddesi demokrasilerde ‘askerin rolü’yle ilgiliydi. Bir zamanlar onar yıl arayla gelen rejim darbelerinden çok çekmiş olan sol, askerin demokrasilerdeki olağan yerine oturtulmasını, Milli Güvenlik Kurulu’nun, MGK Genel Sekreterliği’nin sivilleştirilmesini ülkede siyasal katılımın genişlemesini seçilmişlerin politikadaki ağırlığının bürokrasiye kıyasla artmasını talep ederdi. Yıllar böyle geçti. Sol bunları hep istedi. Peki ne oldu bütün bunlar? Elimde ekleriyle birlikte 40 sayfalık ingilizce bir rapor var. Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı AB Genel Sekreterliği tarafından hazırlanmış. Tam bir döküm.
Sol ne istediyse hepsi yapılmış, öyle ki, eksiği yok fazlası var. Bundan önceki üçlü koalisyon hükümetiyle başlamış bir reform süreci bu. Ama asıl şimdiki AKP Hükümeti döneminde Türkiyenin yaşamakta olduğu ‘demkratik dönüşümü’ anlatan bir rapor.” (Hasan Cemal Milliyet 27-6-2004) ‘Reform ve Sol’ başlıklı köşe yazısında , Türkiye burjuvazisinin reform (siz ev ödevi olarak okuyun) başarılarını böyle alkışlayıp Türkiye ‘sol’unun suratına fırlatmış , kalemini efendisi burjuvaların hizmetine vermekten gurur duyan yazarımız, buünkü sınıflar arasındaki ilişkilerden onların yararına sonuçlar çıkarmış. Yaptığı tespitlerin en sonuncusundan başlayarak duruma bir göz atalım. “Demokratik dönüşüm” ve “eform sürecinden” söz etmiş. Bu demektirki burjuvazinin daha önceki düzeni demokratik değildir. Bunun için kendileri tarafından reforma tabi tutulmaktadır. Bunu yaparkende yazarın 2sol2 diye nitelendirdiği kategorinin istemleini yerine getirmekte , hatta daha ileri gidip fazlasını
yapmaktadır. Yerine getirildi ve rapor halinde sunuldu dediği hedefleri şu başlıklar altında toplamak mümkün. 1- Düşünce özgürlüğü. 2- “Kimliklere” baskının sona ermesi. 3- Kürtçe’nin serbest bırakılması, serbest kullanılması. 4- İşkencenin önlenmesi. 5- Demokrasilerde ‘askerin rolü’ nün düzenlenmesi. “sivilleştirme” 6- seçilmişlerin, bürokrasiye kıyasla artması. Hasan Cemal ile birlikte bir çok “sol”cu aydında burjuvazinin bunları “ev ödevi” olarakta yerine getirdiğini görünce bazıları şaşkın ördek misali pusulayı şaşırdı. Bazılarında yazarımız gibi burjuvazinin hakkının verilmesini istedi. Hemen şunu başta söylemekte yarar var: ekonomik, toplumsal ve siyasal sistemle ilgili istem ve hedefler sınıflar tarafından dile getirilir, onların çıkarlarının ifadesidir. Sözü edilen istemler burjuva toplumunun sınırları içinde yer alan ve burjuvalar tarafından da yerine getirilebilecek istemlerdir. Nitekim öylede olmaktadır. Unutmayalım ki bunlar burjuva toplum içinde sonuçlandırılabilecek taleplerin 3
bir kısmıdır. Bunlar ise kapitalist ilişkileri serbestçe geliştirecek , burjuvazinin egemenliğini güvenli kılacak olanlardır. Bunları yapmayı devrimcilik zanneden “solcu” , “halkçı” aydın burjuvazinin “sol”u geride bıraktığı sonucuna ulaşıp bunalıma girdi. “Küreselleşme karşıtlığı”na soyunarak durumu kurtarmaya çalıştı. Bir zamanlar “emperyalistler” diye kendisine karşı kalem oynattığı burjuvaların reformları karşısında şaşkınlığı yaşayan “halkçı” aydınımızı kaygı ve karamsarlıkları ile baş başa bırakıp istemlerin incelemesine geri dönelim. Bunlar 70’li yıllardan bu yana küçük-bujuva demokrasisi , tarafından öne sürüldü. Burjuva demokrasisi sınırları içinde onun bir versiyonu olduğu için koşullar uygun olduğunda (günümüzdeki gibi proletarya korkusunun olmadığı) emperyalist burjuvazinin “demokratik ortak”,”demokrasi partneri” (onlar kendilerine “stratejik ortak” olarak nitelendirmekte.) “ulusal burjuvazi” tarafından yerine getirilmekte. Bu istemlerin gerçekleştirilmei emperyalist burjuvaziyi 4
devrimci yapmaz onun siyasal durumu proletarya karşısındaki tavrı ile belirlenmiştir. O kapitalizmin üretici güçlerini daha ileri götüremeyeceği bir noktaya gelmiştir. Burjuvaziden kurtulma mücadelesi (sosyalizm) karşısında gericidir. “sömürge burjuvazisi” denilen burjuvazinin emperyalist burjuva ilişkisi ise her zaman koşulsuz ilericilik ile ödüllendirilemez. Proletaryanın burjuvaziden kurtulma mücadelesine - ki buna kendiside dahildir.hizmet edenler bu niteliktedir. Proletaryanın tutarlı demokratizminin ise üç temel istemi vadır. 1-Cumhuriyet, 2Halk Milisinin Kurulması 3bütün yöneticilerin seçimle belirlenmesi ve seçmenlerce geri alınabilmesi. Dikkat edilirse Hasan Cemalin Sıraladıklarının arasında son iki talep yoktur. Birincisinin varlığı ise son ikisinin varlığına bağlıdır. İşçi sınıfının “demokrasi” için öne sürdüğü Milis ve yöneticilerin seçimle belirlenmesi ve geri alınabilirliği, siyasi egemenlikte insiyatifin başında işçilerin bulunduğu, sömürülen ve ezilenlere geçmesini sağlar.
Bu ise işçi sınıfı ve muhtemel mülkiyetinin iktidarının kurulması (yani bir siyasal devrim ile mümkün. Bu ise emperyalist burjuvazi ve “ortakları”nın ölümüne korktukları bir durumdur. Bu ise Marks’ın Pais Komünü sonrası yaptığı bundan sonra bütün gerçek halk devrimleri eski devlet mekanizmsının yerine başkasına koymak zorundadır.” Yolunun izlenmesi ile mümkündür. Emperyalist burjuvazi ve “ortakları” ise “ bürokratik olgarşi” nin varlığından yakınmaları ile yetinmek zorundadırlar. Sözümona “personel reformu”, “yerel yönetimlere özerklik” 1 reformları ile “bürokratik oligarşi” nin varlığına son vereceklerdir. Sermayenin gelişimi kapitalizmin işleyişi kendi yarattığı bu engeller karşısında yavaşlamakta ,sekteye ugramakta . insiyatifin ve egemenliğin halka geçmeyeceği sınırlar içinde bunu geçmişte yaptılar bu günde yapabilirler. Burjuvazi kapitalizmin işleyişini 1
“Reforma Veto . Sezer, merkezin kimi yetkilerini yerel yönetimlere devredip bürokrasiyi azaltan yasayı geri yolladı” Sabah 11.06.2004
kolaylaştırmak, sermayeyi geliştirecek tedbirleri alır bu anun varlık nedenidir. Yazarımızın göklere çıkarıp kutsadığı demokrasi kırıntısı ve ezilen sömürülen sınıflara bayram şekeri olarak sunduğu kendi egemenliğini sağlamlaştıran “reform”ları da bunun için yapmakta. İşçi sınıfının demokratik merkeziyetçiliği savunur, proğramında yönetimin, yerel organların ve çeşitli renklerden oluşan ulusların özerkliği yer alır. ulusal İşçi sınıfının proğramındaki (Ulusal Sorun) politikası federasyondan değil özerklikten yanadır. Bu bütün ülkelrin işçilerini birleştirmenin tek yoludur. Bununla uluslar ve milletler arasında ayrılık çitleri çekilmez. Kaynaşma sağlanır. Federasyon ise burjuvazinin arkasına takılıp bölünmeyi getirir. Komünistlerin ilk görevi ise işçileri birleştirmek, burjuvaziden kurtuluş yolunda harekete geçirmektir. İçinde yaşadığımız tarihsel dönemdeki burjuvazinin reform hareketinin neden ve sonuçlarını ortaya koyabilmek için bu dönemin ne olup olmadığı iyi anlaşılmalıdır. Burjuva 5
devrimleri çağı öncesinde onun varlık nedeni olan ve burjuvaların lise öğreniminde ders kitaplarına koydukları reform harketi yaşandı. “Halkın zorla mülksüzleştirilmesi süreci 16. yüzyılda, reformasyon ve kilise mallarının yağmalanması ile yeni ve korkunç br hız kazandı. Katolik kilisesi reformasyon hareketi sırasında İngiliz topraklarınının büyük bir kısmının feadal sahibiydi. Manastırlar ile benzeri kuruluşların kapatılması buralarda bunları proletarya haline getirdi. Klise toprakları büyük ölçüde aç gözlü saray gözdelerine bağışlandı. Yada spekülatör çifçilerle yurttaşlara yok pahasına satıldı. Bunlarda kuşaklar boyu burada oturan küçük kiracıları yığın halinde sürüp çıkartarak, toprakları birleştirdiler. Yoksul halkın kilise aşarının bir kısmı üzerinde yasa ile bağlanmış mülkiyet haklarına sezsiz sedasız el kondu.” Karl Marks Kap.C.I S.737 Burjuvazi kendi atalarını yaratan bu süreci “dinde reform” olarak sunar. Arkasında yatan iktisadi süreç ise Marks’ın özetlediği “halkın 6
zorla mülksüzleştirilmesi süreci”dir. O tarihsel dönemde burjuvalar sınıfı yoktu. Bu süreç onun ve proletaryanın atalarını yaratmıştı. Şimdi bizim dönemimizde ise kapitalizmin dünya kapitalizmi haline geldiği sosyalizmin önkoşullarının gittikçe olgunlaştığı bir tarihsel dönemde yaşamaktayız. Kısa bir süre öncesinde proletarya korkusunu üstünden atan burjuvalar bu kez kendilerinin dünya egemenliğinin önünde engel olarak gördüğü kapitalizm öncesi ilişkilere karşı reform hareketi yürütmekteler. Bütün o büyük tantana ile sunulan “demokratikleşme süreci”nin geri plandaki – iktisadi süreç budur. 1789 ve 1871 dönemi Batı Avrupa bujuvazisinin feodalizminüzerindeki egemenlik dönemiydi. Bu anlamda burjuvazinin egemenliği tamamlanmıştı. Küçük burjuvalar ise Lenin’in deyimiyle 1789 da büyük devrimler, 1848’de gülünç 1917 de ise gerici bir durumdaydılar. Bu gün işçi sınıfı burjuvazi için tehdit oluşturmasada çağımız onun kurtuluşu ile sonuçlanacak olan çağdır. Bu çağda
burjuvazinin reform hareketi proletaryanın kurtuluş hareketi karşısında gericidir. Henüz onunla son hesaplaşmaya girişilmemiştir. Reformların yürütüldüğü bir çok ülkede bağımlı burjuvaların efendilerinin emri ile yaptığı yada BOP’ta olduğu gibi “dışardan” demokrasi getirilerek yapılacağı söylenen “demokratik görevler” işçi sınıfının asgari proğramında yer almaktadır. Sonuçta bunlar burjuva demokratik görevlerdir. Burjuvazinin bir kısmının önüne hedef olarak koyup gerçekleştirmeye çalışmasında şaşılacak bir şey yoktur.bu gün proletarya korkusu olmayan burjuvazi böyle “ilerici” , “devrimci” görüntüler sergiliyor. Hiç kuşkusuz yarın işçi sınıfı kendi talepleri ile (burjuvaziden kurtulan) ortaya çıktığından bunlardan eser kalmayacak bütün gericilik ile başta din birleşecektir.2 Dini zaten şimdi 2
“Eger dindar insanlar aile yükümlülükleri, yasalara saygı ve zayıflara şefkat konusundaki tavırlarını diğerlerine öğretir ve yansıtırsa bütün demokrasiler daha güçlü hale gelir. Demokratik toplumlar dindarların katılımını memnuniyetle karşılamalı, bundan korkmamalı.” George Bush Milliyet 30.06.2004
de ilk doğuşundaki gibi karşısına alıp felsefede aklın egemenliği için çalışmamakta. Din ile “demokrasilerin” –siz burjuvazinin egemenliği olarak okuyun- daha güçlü hale gelir.” Demekten kendilerini alamamaktadırlar. Bizde Kemalist burjuva görevlerin bizim cumhuriyetimiz “laik” itiraz ve uyarılarına rağmen Türkiye bir “Model ülke” diretmesinde bulunması ve “ılımlı islam” argumanlarının arkasında emperyalist burjuvazinin dini kendi dünya egemenliğini sağlamlama alma aracı olarak kullanma çabaları yatmaktadır. Komünistler ve işçi sınıfı için önemli olan kapitalist gelişmenin , sınıf mücadelesinin özgürlüğünü getirip getirmediğidir. Bağımlı ve sömürge ülkeleri reforma tabi tutan emperyalist kapitalizmin kendisinde neler olmakta? Madalyonun öbür yüzünde de aynı yazar şunların olduğunu yazmakta:”yalnız Almanya’nın değil, dünyanında önde gelen bankalardan birinin tepe yöneticisiyle geçenlerde bir kapalı devre toplantıda birlikte oldum Avrupa ekonomilerinin temel sıkıntısıyla ilgili sorumu 7
şöyle yanıtladı: “Örneğin Almanya da sosyal güvenlik sisteminde reform şart, çünkü ekonomiye çok ağır gelmeye başladı. Ama Başbakan Schröder bu konuda sendikaları ikna edemiyor. Reform çok gecikti. Benzer durum Fransa içinde geçerli. Bunun gibi her iki ülkede iş piyasasındaki kurallarda çok katı. İşçi-işveren ilişkilerinin daha gevşek hale gelmesi lazım. Bu iki noktada reformların gecikmesi ekonomide verimlilik ve rekabeti olumsuz etkiliyor. Özellikle Amerika ile sonrada Asya ile rekabetini zorlaştırıyor. Üretmeden kazanmanın, çalışmadan verimliliği artırmanın , hesabı kitabı tutturmadan rekabet etmenin mümkün olmadığını anlatan yada düşünen bir yanıttı bu. 1970’lerde Amerikayla Avrupa’da çalışma saatleri birbirine çok yaklaşmış. Sonra yeniden kopmuş. Avrupa bir yandan daha az çalışırken, verimliliktede Amerika’nın arkasında kalmaya başlamış... Önümde bu konuyu ışık tutan uzun bir haber –Heralet Tribune’nın birinci sayfasında 8
geçen hafta 8 temmuz günü çıktı. İlginç bir cümlesi. “Avrupa yaşamak için çalışıyor; Amerikaysa çalışmak için yaşıyor.” Avrupalılar Amerikalılara göre saat olarak yılda ortalama yüzde 10 daha az çalışıyorlarmış, Almanyada bu oran yüzde 18 imiş. Almanya’nın ortalama yıllık tatili 30 işgünü. Fransızların 25 işgünü. Buna karşılık japonlar ortalama 18, Amerikalılar ise 12 işgünü yıllık tatil yapıyorlar. Berlindeki Alman Ekonomi Enstitisü başkanı Zimmerman bu konuyla ilgili yorumuna gelince. “Biz avrupalılar rahatına düşkün bir toplum yarattık. Amerikalılar ise disiplinli bir çalışma toplumu ... ama bizim modelimiz artık teklemeye başladı. Şimdi modelimizi alışkanlıklarımızı yeniden gözden geçirme sürecindeyiz.” Örneğin bu yakınlarda Siemns’in Almanyadaki bir fabrikasında ücretler değişmeksizin çalışma süresi 35 aatten 40 saate çıkarılmış. Haftalık çalışma süresinin 2000 yılında 35 saate indiren Fransa da bunun
uzaması için çalışmalar yapılıyor. Almanya’nın Bavyera eyaletinde haftalık çalışma süresi 40 saatten 42 saate uzamış. Başbakan Schröder Almanya da kamu kesiminde haftalık mesai saatlerini 38.5 saatten 40 saate çıkarmak istiyor. (Hasan Cemal Milliyet 13.07.2004) Öncelikle bu uzun aktarım için okurun affına sığınırım. Düşüncenin bütünlüğünü korumak için gerekliydi. Emperyalist kapitalizmin “yükselen pazarları” ında sermaye akışına engel olan kapitalizmin gelişimini engelleyen , kapitalizm öncesi ilişkiler ise üst-yapı oluşumlarını (devlet,hukuk, siyaset, ulusal sorun, kültür) reformuna tabi tutma hareketi düzenleyen burjuvazi kapitalizm merkezlerinde işçi sınıfının uzun yıllar içinde elde ettiği haklarını (gerçekte bunlar işçi sınıfının burjuvaziden kurtuluş mücadelesi içinde reformlarıdır.) geri almaya hedeflediği reformlar yapmakta. Neler yapmakta oldduğunuzu yukarıdaki satırlarında üretmeden kazanmak başlıklı kapitalist
kapitalist sınıfın çıkarları doğrultusunda sıralamış: 1-“sosyal güvenlik” reformu. 2işçi –‘işveren ‘ ilişkilerinin daha gerçek hale getirilmesi reformu. Hedeflenen iki reform, işçi sınıfının çıkarına ne varsa burjuvazi lehine yok etmeyi getirecektir. İşgününün düzenlenmesi , yasallaşması, işçi sınıfının reformlar başlığı altında toplanan kapitalizm sınırları içinde kazandığı haklarının en başında gelir. Bilindiği gibi işgününün 8 saat ile sınırlanıp yasallaşması burjuvazi ile girilen uzun mücadelenin sonucu gerçekleşmiştir.sınıf mücadelesinin bu günkü koşullarında burjuvazi ilk iş olarak yine işgününü uzatmaya çalışıyor. Peki bunu neden yapmak istiyor? Bundan çıkarı ne olacaktır? Kapitalist üretim şartlarında işçi işgününün belli bölümünde emek gücünün karşılığı olan ücretin tutatarını yeniden üretir. Geri kalan kısmında ise karşılığı ödenmeyen emeğinin ürünü olan artı-değei üretir. Kapitalist buna karşılıksız olarak el koyar. Ücretler sabit tutulduğunda işgününün uzatılması sonucu kapitalist sınıfın gelirinin kaynağını 9
oluşturan artı-değer miktarı artar. Bu artı-değerin mutlak biçiminin yani mutla-artıdeğerin artması sonucunu getirir. Artı-değerin diğer biçimi olan nispi-artı-değer ise üretkenlikteki artış sonucu elde edilir. Kapitalist üretim her ikisinin birlikte yanyana varoluşuna dayanır. Marks’ın en büyük hizmetlerinden biri bu artı-değer yasalarını ortaya çıkarıp modern burjuva toplumunun hareket yasalarını ortaya çıkarmış olmasıdır. Böylelikle kapitalist üetim önündeki gizi açığa çıkarmış oldu. İşçi sınıfının karşılığı ödenmeyen emeğinin ürünü artı-değerin mülk edinilip sermayeleştirilmesidir. İşte kapitalistlerin çok övündükleri sermayelerinin kaynağı bu artı-değerdir. Yani sermayenin dolayısıyla kişileşmiş sermaye olarak kapitalistin varlık nedeni artı-değerdir. İşte sözü edilen reform onu artırmaya yöneliktir. Yazarın ifadelerine bakılırsa Avrupa toplumu (siz Avrupa İşçi sınıfı olarak okuyun) rahatına düşkün haline gelmiş az çalışıp, çok tatil yapıyormuş. Bu da Amerika ve Asyanın kapitalistleri ile Avrupa kapitalistlerinin rekabetini 10
imkansız kılıyormuş. Şimdi anlıyormusunuz. Şu anlı şanlı rekabet savaşları neyin üzerinde yürütülüyormuş. Hangi kapitalistin bedavadan el koyduğu art-değeri daha fazla ise rekabet savaşında galip çıkıyor. Rakipleri diğer kapitalistleri yere seriyorondan sonra da sanki bunu kendi gücüyle yapmış gibi küstah bir tavırla etrafa hava atıp hiççalışmadan asalak yaşamını sürdürüyor. İşçileri tembellikle suçlayanlar bakın bu asalaklar kendileri yaşamları boyunca çalışma nedir bilmezler. Üretimde hiçbir bağları (artı-değeri el koymanın dışında) kalmamıştır. İşçi sınıfı bu konuda onlara iyilik yapıp bu can sıkıntısından, tembellikten, çalıştırarak kurtaracaktır. Burjuvazinin hedeflediği bu rejimler işçi sınıfına ne getirecek? İşgünü uzayacak, ücretler düşecek, daha uzun sürelerde çalışarak emekli olabilecek. Emeklilerin gelirleri düşecek, işsizlik sigortası kalkacakkısacası Avrupa işçi sınıfının burjuvaziden kurtuluş yolunda elde ettiği reformların hepsi Avrupa burjuvazisi tarafından yokedilecek.
Türkiye burjuvazisine 3 Kopenhang kriterlerine dayalı ev ödevi veren Avrupa burjuvazisinin kendiside reform peşinde olduğu görülüyor. Emperyalist bir burjuvazinin politik söyleminde bu gün için reform baş köşeye oturmuş durumda . Proletaryanın kapitalizmin kapısını çalmaya başlamasından sonra 1871 Paris Komünü sonrasıburjuvazi devrim lafını dahi terketti, giderek gerileşti. Onun için Lenin emperyalizm siyasi gericiliktir. Bundan böyle demokrasi de proletaryanın omuzlarındadır. Artık. Reform ile devrim araındaki ilişki sorunu işçi sınıfı hareketi içinde de şiddetli tartışmalara neden oldu. İşçi hareketi içinden çıkan ve giderek burjuvazinin safına geçen revizyonizm reformlar uğruna mücadeleyi amaç haline getirip devrime sırt çevirdi. Kapitalizmin kendine reforme etme , yenileme, ayakta kalma çabalarında kullanılan bir araç haline geldi. Burjuva 3
Türkiye burjuvazisine diyorum çünkü reformlar konusunda AB üyeliği ve “demokratik” cumhuriyet sorununda kendini görevli sayan Kürt burjuvaziside bu kavram içinde yer aldığı gözüküyor.
toplumunda köklü değişiklikler, nitelik değişikliği yerine, onun şurasını burasını tamir eden elini yüzünü makyajlayan bir ideoloji olarak burjuvazi tarafından şartlar uygun olduğunda kullanılmaktadır. Bu gün gelişen bir işçi sınıfı hareketi olmadığı için dünya burjuvazisi bu rolü sosyal demokrasiye vermektedir. Burjuva liberalizminin yedeği olarak hemen her yerde hazır beklemektedir. Proletaryanın toplumsal devrim tehdidi karşısında kendi reformlarına sarılmakta, onlarla ömrünü uzatmaya çalışmaktadırlar. İşçi sınıfıda sosyalizm mücadelesinde reformlar için mücadele eder, geçmiş sınıf mücadeleleri tarihi bunu göstemektedir. Bu gün “küreselleşme karşıtı” hareketi ile sosyal-demkrasinin savunmuyor göründüğü “sosyal-devlet” işçi sınıfının elde ettiği “kazanımlar” denen reformlardır. Siyasi iktidarı elinde tutan işçi sınıfı için ise “nefes molaları”dır bunlar. Daha ileri bir adım atmak için duraklardır. Toplumdaki nitelik değişikliği bu nicelik değişiklikleri sonucu ortaya çıkmaktadır. Doğada uzun yıllar süren evrim sonucu 11
ortaya çıkan sıçrama ve kopuşların ekonomik ve toplumsal yapıdaki karşılığını reform ve devrimler arasındaki ilişkide bulmaktadır. Sınıfsız topluma ulaşma yolunda proletarya ile burjuva arasındaki uzun süreli mücadelenin yeni biçimler altında süreceği görülmekte . devrimin bayrağı bu mücadelede proletaryanın elinde her zaman yükseklerde dalgalanacaktır. Varsın yaşlı burjuvazi onu korku içinde seyretsin. 18/07/2004 N. IŞIK
ÖZELLEŞTİRME SORUNU ÜZERİNE Uzun bir süredir dolu olan siyasal gündemin arka plana ittiği özelleştirme KİT’lerin satılması, Tüpraş’ın , Petkim’in , Türktelekom’un satışa çıkarılmasıyla kendisini unutturmadan tekrar günlük politikanın tartışmasının içinde buldu kendini. Küçük burjuva sosyalistlerinin cılız öfkesini açığa vuran “özelleştirmeye hayır” , “ülke peşkeş çekiliyor” afişleri kentlerin duvarlarında 12
yeniden kendini göstermeye başladı. Özelleştirme karşıtları sendikalar bütün olarak değil sadece gelirlerini yitirecek şubeler olmak üzere asıl dertlerinin özelleştirme işçi sınıfı olmadığı sadece özelleştirme sonucu kaybedecekleri aidat gelirleri kesintileri düşündüklerinden birkaç cılız göstermelik çıkışla güya sermayeye karşı mücadele ediyorlar. Dostlar alışverişte görsün misali özelleştirmeye hayır diyorlar. Oysa bir milyon üyesi olan Türk-İş, DİSK ve Hak-İş sendikaları özelleştirme karşıtıdırlar kendilerine bakılırsa ne var ki bu güne kadar bir milyon üyesi olan bu sendikaların özelleştirme karşıtı gösterilerine, eylemlerine bu sayının onda biri katılmamış. Baştan beri özelleştirmeye karşı olan, işçi sınıfı özelleştirmeye karşı diyen küçük-burjuvazinin legal, illegal sosyalist muhalefeti, küçük-burjuva sosyalistleri bundan on yıl öncesi kadar olmasa da yine de özelleştirmeye hayır diyen bir birlik oluşturuyorlar, ne var ki zaten zayıf olan küçük-
burjuva sosyalizmi bu birliği sermayeye karşı eylemle değil yazın dünyasında öfke, öğüt vb. ile gerçekleştiriyorlar. Eskisinden daha zayıf, cılız ve umutsuz olarak. Küçük-burjuva sosyalist partileri sendika ziyaretlerinde mikrofon ellerine tutuşturulduğunda kamu mallarının yok pahasına satıldığından dem vurarak sermayenin devletinin aldatıldığını yana yakıla, öfkeyle haykırıyorlar. Burjuva hukukuna dayalı mülk sahipliğinin mülkiyeti elinde bulunduranın tasarruf etme hakkına da sahip olduğu gerçeğini gizleyerek burjuva mülkiyeti üzerinde burjuvazinin devletini kutsayarak tasarruf hakkı talep ediyor. Burjuva devletinin çıkarlarını korumak için nasıl yanıp tutuştuğunu gösteriyor. Aman malını ucuza kapattırma kar eden mülkünü satma. İşçi sınıfına gelince kendisini ilgilendirdiği söylenen bu konuda yakın komşusu küçük-burjuvazinin sözlerini pek ciddiye aldığı görülmüyor. On beş milyonun üzerinde ki işçi sınıfının, içinde sayıları ancak bir milyonu bulan sendikalı işçilerin içinde de KİT
çalışanları yani kamu çalışanları işçi sınıfının en yüksek ücret alan burjuva hükümetlerinin torpil vb ile doldurduğu, yaşam biçimleriyle aldıkları ücretlerle küçük-burjuva yaşam tarzı sürdüren, burjuvazinin politikalarına destek olan kendisi dışındaki milyonlarca örgütsüz , düşük ücretle çalışan, işçi kardeşlerinin mücadelesine katılmayan bu aristokratlaşmış işçiler on yıldan uzun bir süredir burjuvazinin doğrudan hedefi olmalarına karşın ciddi hiçbir direniş göstermediler. İşçi sınıfının geniş yığınlarını ise karşısında ki mülk sahibinin üretim araçları sahibinin kim ya da kimler olduğuna değil kendisinin pozisyonunu ilgilendirir. TEMMUZ 2004
Toplumsal üretim ilişkilerine niteliklerini veren üretim araçlarının sahipliği bir başka deyişle üretim araçlarının hangi sınıfın elinde olduğudur. Bu aynı zamanda 13
toplumsal mülkiyetin –köleci, feodal, kapitalist, sosyalistniteliğini açığa vurur. “İlkel”, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist mülkiyet biçimleri aynı zamanda bu üretim ilişkilerinin yansıması olan toplumsal üst yapıyı devleti oluşturur. Tarihin bu güne kadar görmüş olduğu sınıflı toplumların ( köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist üretim, mülkiyet kısacası sınıf ilişkileri; kendi tarihsel gelişmeleri içinde farklı evrelerden geçer. Örneğin, feodal toprak mülkiyetini oluşturan feodal sömürünün özünü teşkil eden artı ürüne el koyma feodal mülkiyetin tarihsel gelişmesi içinde farklı biçimlere bürünür. Ayni rant, para rant gibi feodal sömürünün aldığı biçimler bu mülkiyetin niteliğini değil onun tarihsel gelişmesini gösterir. Burjuva mülkiyeti kapitalizmin gelişmesi içinde kendi tarihsel gelişimini izler. Feodal mülkiyetin çözülmesiyle ortaya çıkan küçük meta üretimi meta üretim, dolaşım ve değer yasası burjuva mülkiyetini kapitalist mülkiyeti doğurdu. Kapitalist özel mülkiyet kendi gelişimi sonucu kutsanan burjuva özel mülkiyetini, bireyin mülkiyetini burjuva 14
temelde yıkarak kapitalist tekelleri tröstleri doğurdu. Üretim süreci artık tek tek kapitalistler tarafından değil kolektif kapitalist tekel mülkiyeti tarafından yönlendirilir hale geldi. Özel mülkiyetin burjuva kapitalist yıkımıdır bu. Tarihsel mülkiyet ilişkilerini incelemek söz konusu olduğu zaman, izlenen Marksist yöntem: bu üretim ilişkilerinin kendilerini en açık, saf, bozucu etkilerden arındırılmış halleriyle, gelişmiş biçimleriyle nesnel gerçekliği içinde ele almaktır. Sözü edilen ilişkileri, onu oluşturan kendisine özgü mutlak genel yasalarını, bu yasaların kendi doğrultularında ki gelişmelerini, klasik biçimleri içinde incelemektir. Bu üretim ilişkilerinin elbette ki şu ya da bu ülkede ki nicelikleri, farklı gelişme aşamalarında oldukları öne çıkar. Modern üretim ve mülkiyet ilişkileri olarak adlandırdığı kapitalist üretim ilişkilerini inceleyen Marks’ ın İngiltere’ yi örneklendirmesi, İngiltere nin o dönemde kapitalizmin klasik yurdu olması, Kapitalizmin bu ülkede diğer ülkelerden daha çok gelişmiş, egemen üretim ilişkisi olmasından
kaynaklanır. Yoksa Marks’ ın yaptığı İngiliz kapitalizmini incelemek değildi. Söz konusu olan inceleme Kapital de şekillendiği gibi genel olarak kapitalizmin kendisine özgü kaçınılmaz ekonomik yasalarının ortaya çıkarılmasıdır. Bilimsel sosyalizmin kurucusu Karl Marks, komünistlere bu karmaşık, anlaşılmaz kendinden şeyler olarak görünen üretim ilişkisinin anahtarını verdi. Proletaryanın önderlerine, komünistlere düşen kapitalizmin bu günkü gelişmesini içinde bulundukları süreçte bu gelişmenin sonuçlarını ve buna uygun olarak proletaryanın siyasetini biçimlendirmektir. Komünistler, görevlerini belirlerken diyalektik materyalizmin öğretisinin ışığında maddi yaşamın doğurduğu sorunları ele alıp inceler. Özel istek, var olması arzu edilenden değil, nesnel gerçeklikten biz istesek istemesek var olan gelişen gerçekten yola çıkar ve bunların gelişmelerinden sonuç çıkarır. Bu gelişmenin neresinde yer alması gerektiğini gösterir. Bunun
tersine idealist metafizikçi ise toplumsal gelişmeleri –üretim ve sınıf ilişkilerini- bunların bir biçimden diğer biçime geçişlerini birbirinden kopuk, tesadüf, rasgele oldular, şu yada bu kişinin düşüncesinden çıkmış şeyler olarak görür. Bu olguların gelişmelerini düşünceye iradeye tabii kılar. Üretim ilişkilerinin gelişme yasalarını, mülk edinme yasalarını, şu yada bu grubun istek ve arzuları şeklinde ifade eder. İdealist felsefenin bir kolu dinsel mistizm, yaşamı iyi ve kötüye ayırır. Camideki hocanın vaazı yoksulluğun ve sefaletin nedenini insanların aç gözlülüğünden, tanrı korkusu olmayışından ileri geldiğini söyler. Alışıla gelmiş değişmez ilişkiler olarak önce mevcut üretim ilişkisi, kapitalist mülkiyet kutsanır. Ardından bunun nedeni ve sonucu olan sefalet bu ilişkilerin dışına havale edilir. Yoksulluğun, sefaletin, mülksüzleşmenin nedeni sermayenin üretimi gitgide büyüyen yeniden üretim de değil, insanların (kapitalistlerin) aç gözlüğünde, tamahkar olmayışlarında gösterilmeye çalışılır. Sefaletten kurtuluşu 15
idealist dar kafalı filozoflar, sermayenin yok edilmesinde değil, kapitalizmin gelişmesinde görür. Bu gelişme durdurulup geriye döndürülürse toplum rahatlayacaktır. Çünkü eskiden bu kadar yoksulluk, bu kadar sefalet, ahlaki ruhsal çöküntü yoktur. Hiç olmazsa insanların kafalarını sokabilecekleri, karınlarını doyurabilecekleri küçük mülkiyetleri vardır. Kapitalizmin gelişmesi, mülksüzleştirme ve sefaletin artmasıyla birlikte doğar. Bu durumun kapitalizme karşı bir çok muhalefeti de doğurması kaçınılmazdır. Marks ve Engels’in Manifesto da feodal sosyalizm, Alman sosyalizmi, küçük burjuva sosyalizmi olarak ele aldıkları açığa çıkardıkları bu muhaliflerdir. Bunların bakış açıları sömürücü sınıfların bakış açısı idealizmidir. Bilimsel sosyalizmin öğretileri, diyalektik materyalizmin ancak bu sınıfların sınıfsal bakış açılarıyla savaşımla, bunların teşhir edilmesiyle güç haline gelebilir. Ancak o zaman kapitalizmin gelişmesi, kapitalist mülkiyet ilişkileri alaşağı edilebilir. 16
Bilimsel sosyalizm öncesi, ütopyacı sosyalistler kapitalizmin henüz daha embriyon halinde olduğu tarihsel dönemde, kapitalist yıkıma karşı işçi sınıfını korumak için kapitalist mülkiyet, kapitalist rekabet koşulları altında, değişik isimler verdikleri işletmeler oluşturmuşlardı. Bu işletmeler – R.Owen, S.Simon, Fouhrer’in işçileri fabrikalara ortak etme çabaları Prodhon’un emek bankasıyıkımla sonuçlandı. Prodhon saklı kalmak koşuluyla, bu ilkel komünistlerin gerçekten yüreklerinde işçi sınıfının kurtuluşundan başka, sefaletin önlenmesinden başka, bir niyetleri yoktu. Toplumsal üretim araçlarının, üretim koşullarının o günkü tarihsel gelişmesi bunların düşüncelerinin önünde en büyük engeldi. Bu nedenden dolayı, sosyalizmin bu büyük, bu dürüst önderlerini suçlayacak değiliz. Ne var ki, kapitalizmin emperyalizme dönüştüğü, bir dünya sistemi haline geldiği bugün yaşamın maddi gerçeğini, kapitalizmin gelişmesinin boyutlarını ele alıp incelemekten yoksun sözde işçi sınıfının dostları
küçük-burjuvalar, bilimsel sosyalizmin öğretisi MarksizmLeninizm’ i savunduklarını söyleyip, gerçekte idealizmi, ütopyayı, hayalciliği, maddi yaşamın gelişmesinin karşısına bilimsel sosyalizm diye çıkarmaya çalışıyorlar. Bunların pratikte savundukları öğreti küçük-burjuva sosyalizmidir. Emperyalizm tahlillerine sermayenin yoğunlaşması ve tekellerle başlayan Lenin, bu yoğunlaşmanın kendisine yeni sömürü alanları arayan mali sermayenin kapitalizmi dünya ölçüsünde geliştirmek zorunda olduğunu bunun bir dünya pazarı yaratmasının zorunlu bir koşulu olduğunu gösterdi. Bu gerçeği kavramaktan yoksun her gün gözlerinin önünde olup biten gelişen bu olguyu kendi dar kafalı düşünce sistemi nedeniyle kavramaktan yoksun küçükburjuvazi, sermayenin yoğunluğunun ulaştığı boyutları gözler önüne sermek, kapitalizmin dünya çapındaki gelişmesinin boyutunu göstermek ve özel olarak Türkiye kapitalizminin bir yerel ulusal nitelikte bir kapitalizm olmadığını, emperyalizmin bugün nasıl
dünya çapında bir iş bölümüne yol açtığını göstermek yerine, bu gerçeğin maddi gelişmelerini göstermek yerine, bilerek yada bilmeyerek ki bunun hiçbir önemi yok “ulusal sanayii” , “milli kapitalizm” , “ milli servet” , “kamu mülkiyeti” vb. tumturaklı palavralarla kapitalist sömürüyü gizliyor. Emperyalist-kapitalizm in gelişmesini kavrayamıyor. Bu gelişmenin karşısında işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesini bulanıklaştırıyor. Sermayenin yoğunlaşmasının bir sonucu, dünya çapındaki kapitalist birikimin kendine çıkış yolları aramasının, kapitalist sömürünün daha büyük çapta yeniden üretilmesi olan özelleştirme olgusu, bir başka ifadeyle kapitalist mülkiyetin el değiştirmesi olgusu, küçükburjuva muhalefetinin dar kafalılığını bir kez daha su yüzüne çıkardı. İçinde bulunduğu koşullara onların gerçek içeriğini anlamadan şeklen uyum sağlama da ya da kaderci bir “başkaldırma” da büyük yetenek sahibi küçük-burjuvazi, çoğunlukla halkçı, kendini tehlikede gördüğünde işçi dostu, burjuva 17
üretim ilişkilerinin düzenleyicisi, burjuva devletinin –yani burjuvazinin kolektif mülkiyetininsavunucusu durumuna düşüyor. Küçük-burjuvazi günümüzdeki emperyalistkapitalizmin ulaştığı dev boyuttaki yoğunluğu, kapitalizmdeki tekelleşmenin bir ülke sınırlarından bütün dünyayı kucaklayan dev “çok uluslu” tröstlere dönüştüğü günümüz kapitalizminin yutma ve kendine katma çabalarını ‘sermayenin saldırısı’ gibi iradi olgularla, sol söylemlerle içi boş kof laflarla ifade etmeye çalışıyorlar. Ulusal sermayenin, milli kapitalizmin hararetli savunucularından “solcu” Aslan Başer Kafaoğlu, özelleştirmeye hayır sloganının ilk kez bütün solu birleştirdiğini yazıyor. (l) Aslan Bey, komünistleri tanımadığı için bütün sol diyor. ‘Vatanseverler’ imizin bir diğer yanılgısı da ilk defa birleştiren diyor. Aslan Bey gibi kendi biyografisini gruplar üstü genel bir solculukla birleştirmeye çalışan solcularımız için hüzün verici bir durum bu. Türkiye devrimci hareketinde Aslan Bey in sözünü ettiği 18
özelleştirmeye hayır sorununa bakış açısının birleştirdiği hareketler, programa ilişkin temel sorunlarda, biçim, üslup, ilk ben söyledimler bir tarafa bırakılırsa, teorik sorunlar da nüans farklılıklarıyla aynı şeyleri savunuyorlar. Devrimci pratiğe ilişkin eylemleri konusunda da tam bir görüş birliği içerisinde yer alıyorlar. Türkiye sol hareketinin tarihsel dönemeçlerinde 12 Mart ve 12 Eylül kavşaklarında bile aynı kaderi paylaşıyorlar. Bu dönemeçlerde hareketlerimizin kendi içlerindeki ben senden daha iyi direndim düzeyine indiriyor. Bu küçük nüanslar bir tarafa bırakılırsa, her toplumsal dönemeçte, her sorun karşısında kamuoyunca Marksist kabul edilen bu hareketlerimiz, tam bir birlik sağlıyor. Aslan Bey bunu bilmiyor olabilir. Ne var ki bizim kendisine önerimiz; Emeğin Bayrağı dergisinin uzun süre birlik çağrısında TKP-ML (Hareketi), TDKP, TİKB, TİKH vb. arasında özde bir ayrılık olmadığını yazdı ifade etti. Yeni bir isim, eski programların kırpılmasıyla yeni bir program etrafında birlikler kuruldu. Aslan Bey itiraz edip
ben bunları kastetmedim diyorsa, biz de bunları sadece bir örnek olarak verdik. Kendileri daha geniş daha bol bir zamanlarında araştırmayı genişletebilirler. Burjuvazinin büyük kanadı, iktidar sahibi egemen burjuvazinin tümü özelleştirmeye evet diyor. Bu konuda zaman kaybedilmemesi, yeteri kadar oyalanıldığını, dünya kapitalizminden geriye kalınmaması gerektiğini söylüyor. Onlar adına sözcülük eden ekonomistleri aracılığıyla kendilerine en uygun yasal düzenlemelerin formülünü veriyor. KİT’lerin, BİT’lerin fiyatlarının dünya piyasasıyla rekabet edemediğini, sanayii girdilerinin bunlar tarafından üretildiğini, bunların ise kendilerine maliyet olarak yansımasının fiyatları yükselttiğini, bu durumun dış rekabette, dış pazarlara açılma çabalarında pazar kaybına neden olduğunu, aradaki farkı kapatmak için KİT’lere yapılan desteklemenin bunlar elden çıkarılarak kendilerinin dış rekabette diğer ülkelerin burjuvalarına karşı desteklenmesini talep ediyorlar. Bir dönem Türkiye
kapitalizminin gelişmesi, sermaye birikimi için zorunlu olan devletin bu yönde oynadığı role artık “gereksinme kalmadığı” gibi tam tersi şimdi sermaye birikiminin önünde ayak bağı olarak görüyor. Burjuvazinin siyasi otoritesinin devamını borçlu olduğu yedekçisi küçük kanadı, küçük-burjuvazi kendisine yaygın olarak ifade edilen adla halk- burjuva devletinin basit defter tutucusu, burjuva devletinin orta direği, bu sınıf bir kez daha burjuvaziden daha hararetli, burjuva ulusallığının, burjuva ulusal mülkiyetinin koruyucusu oldu. Küçükburjuva aydınları, bu sınıfın sözcüleri, 0burjuva mülkiyetinin zorunluluk sonucu oluşan kolektif kapitalist niteliğiyle, bu mülkiyetin amacı arasındaki sınırı bir türlü anlayamıyor. Burada sorun bir kez daha o ünlü ‘halkın devleti’ anlayışında düğümleniyor. Devlet ama burjuva devleti de diğer bütün sınıflı devletler gibi egemen sınıfın ekonomik, siyasi çıkarlarının temsilcisi, özünde bir baskı aracından başka bir şey değildir. Bu bilimsel sosyalizmin abc sidir. 19
Burjuva devleti, burjuva sınıfının kolektif işlerini gören aygıttan başka bir şey değildir. Bu gün büyük-burjuvazinin talebi, siyasi istemleri onun ‘asli’ görevine dönmesi, devletin küçülmesi yani sadece egemen sınıfın sopası olması yönünde Devletin gerçek sınıf karakterini gizleyen, burjuva devletinde ceza kesici olarak ayak işlerini yapan, bürokraside yer alan küçük-burjuva yığınlarıdır. Küçük-burjuvaziyle proletaryanın günlük yaşamdaki komşuluk ilişkileri, akrabalık bağlarıdır. Küçükburjuvazinin burjuva devletinde üstlendiği bu rol, ona kendi gözünde devletin temsilciliğini veriyor, bu aynı görüntü proleterde de bir sokak aşağısında oturan komşusu, küçük burjuvazinin durumu devletin sınıf niteliği konusunda kafasının karışmasına, bulanmasına neden olur. Tüm halkın devleti özünde bu yanılmadan başka bir şey değildir. Kamu mülkiyeti de aynı iki yüzlülüğün bir başka ifadesidir. Küçük-burjuva dar kafalılığının tapındığı ulusal mülkiyet, kamu mülkiyeti kapitalist rekabetin sermaye birikim 20
süreçlerinin yarattığı devlet, himayeci, korumacı sistemin sonucundan başka bir şey değildir. Serbest rekabet, gerçek anlamıyla sözcük anlamıyla tam bir serbestlik kapitalist eşitsiz gelişim yasaları altında mümkün değildir. Rekabet farklı kapitalist ülkelerde bu ülkelerin özel gelişim evrelerine denk düşen farklı kapitalist gelişme yasalarına uygun siyasi ekonomik yasaları uygulamaları açıkça anlaşılabilir bir şeydir. Örneğin, bugün serbest rekabet, piyasa ekonomisi konusunda en çok gürültü çıkaran, akıl veren bunalımın çıkış kaynağı olarak gösteren ABD kendi kapitalistlerini, Japon ve AB kapitalistlerine karşı gümrük önlemleriyle, tarımsal ürünlerin ihracatında pazara girebilmek için tarımsal ürünlerin ithalatında korumacı, ihracatında ise destekleyici politikalar uygulamaktadırlar. Bütün bu olgular gösteriyor ki gerçekte sermayenin talebi, sermayenin önünde ki engellerin kaldırılmasından başka bir şey değildir. Sermaye kah şurada korumacılığı, himayeci sistemi ister. Bir başka ülkede serbest
dolaşımı, bir başka ülkede ise kamu mülkiyetinin özelleştirilmesini ister. Bu tek tek ülkelerde sermayenin gelişmesi söz konusu olduğu zaman bu ülkelerde ki sermayenin birbirlerinden ayrı incelenme konusunu teşkil eder. Ne var ki bu taleplerden bir tanesi tüm dünya kapitalistlerinin genel bir talebi durumuna dönüştüğü zaman bu durum sermayenin dünya çapındaki konumuyla ele alınıp incelenir. Genellikle bu yöndeki talepler dünya çapında bir kapitalist bunalımın sonuçları olarak ortaya çıkar. Özelleştirme olgusu da dünya çapında ki 1970’lerden sonra gittikçe artan kapitalist bunalımın, üretimdeki ve sermayede ki aşırı üretimin dev yoğunluğunun bu sermaye birikiminin yeni yatırım alanları aramasından başka bir şey değildir. Bunalım bu üretim ilişkilerinin daha üst boyutlarda üretilmesini zorunlu kılar. Burjuva toplumunda iktisadi yasalar özünde şu yada bu sermayenin bireysel istekleri değil toplumsal sermayenin yeniden üretiminin önünde engel teşkil eden üretim tarzlarının
yöntemlerinin kaldırılması yönündeki taleplerden başka bir şey değildir. Yasa sermayenin yeniden üretilmesinin güvence altına alınmasıdır. Sermayenin birikim yasalarını inceleyen Marks rekabet ve kar oranlarının düşme yasalarını keşfederek bunun nasıl bir aşırı üretime yol açtığını ve kapitalist bunalımların kaynağını göstermişti. Bu bunalımlardan çıkışın da daha önce sermaye olarak üretim ve dolaşımda bulunan belli bir oranın yok olması ve yok edilmesiyle aşıldığını göstermişti. Bu günkü bunalımlardan çıkış olarak dünya çapında yaygınlaşan özelleştirme politikaları da bunun bir sonucu. Bir yanda emperyalist ülkelerin dev tekelleri birkaç ülkenin bütçesinin üç beş katı dev cirolara, akıl almaz karlara sahip çok uluslu dev tekeller diğer tarafta bunlar tarafından yutulmayı bekleyen, yutulan kendi bünyelerine katılan kapitalist işletmeler. Dünya çapında özelleştirme saldırısı diye bilinen olgu bundan başka bir şey değildir. Kapitalizmin farklı ülkelerdeki gelişlim aşamalarına uygun 21
düşen farklı istemleri, özünde sermayenin bu ülkelerdeki birikiminin karşı karşıya bulunduğu toplumsal koşulların, engellerin ortadan kaldırılmasıdır. Söylemeye gerek yok ki sermayenin birikimi bir uçta zenginliğin diğer uçta ise sefaletin durmadan boyutları artan bir biçimde yeniden üretilmesidir. Bu anlamda kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, sefaletin arttığını, küçük el emeğinin yok olduğunu gören küçük-burjuva muhalefeti, kapitalizmin gelişmesinin durdurulması yönünde yaşamla bağdaşmayan gerici taleplerde bulunur, gerici sloganları, ütopyaları şiar edinir. Kapitalizmin gelişmesi genel olarak işçi sınıfının artmasını getirirken, toplumsal yaşamda daha önceleri görülmeyen bir olguyu da beraberinde doğurur. Bu kapitalist artınüfustur. Kapitalist üretim koşulları altında artı nüfus bu üretim biçiminin bir sonucu, onun mutlak yasalarından birisidir. Artı-nüfus mutlak belli bir sayıda olmayıp sürekli değişken bir olgudur. Artınüfusun nispi oranları, kapitalist birikimin farklı 22
evreleriyle – gönenç, durgunluk, bunalım- orantılı olarak alçalıp yükselir. Şu halde görülen toplam toplumsal sermaye ile – genel olarak dünya çapında özel olarak şu ya da bu ülkedebunun harekete geçirdiği işçi kitlesi arasında ki bağ, tek tek kapitalistlerin iyi yada kötü niyetlerinin bir ifadesi olmayıp gerçekte sermayenin üretilmesinin, birikiminin o günkü durumuyla doğru orantılı bir bağı vardır. Sorunu bu şekilde görmeyip sermayenin işçi sınıfına saldırması şeklinde bilimsel teorik sorunları günlük basit ajitasyon diliyle ifade etmeye çalışmak, kapitalizmin gelişmesinin karşısına gelişmeyi durdurma komiteleri kurmayı işçilere önermek işçi sınıfının devrimci enerjisini ham hayallerle, ütopyayla eritmektir. Toplumsal üretim ilişkilerinin kapitalist niteliğini; şu yada bu sınıfın, hükümetin arzu ve istekleriyle açıklamaya çalışmak – bunun bilerek yada bilmeyerek yapılmasının hiçbir önemi yoktur- işçi sınıfını karıştırmak onu burjuva siyasetinin kucağına itmektir. Bir başka yönden
materyalizmin yerine idealizmi koymaktır. Proletarya dışında hiç bir sınıf kapitalizmin doğrudan karşısında değildir. Kapitalizmin gelişmesinin yok ettiği küçük mülk sahibi sınıflar kapitalizme ve onun ön koşulu meta üretimine karşı değildirler, onların karşısında yer aldıkları durum kapitalizmin gelişmesi sermayenin kendi üretim ilişkilerini yıkmasıdır. Onlar proleterlerin sefaletine acır ne var ki bu sefalet karşısında kılları kıpırdamaz. Onları harekete geçiren, kıçlarını kımıldattıran kendileri dışında gelişen ve onları da proletaryanın sefalet ordusuna katan kapitalizmin gelişmesidir. “Sermayenin saldırısı” , “Özelleştirmeye hayır”, “Özelleştirmeye karşı direniş komiteleri”. Buraya kadar küçük-burjuvazinin siyasi eğilimini ifade etmeye çalıştık. Proletarya açısından hiçbir şey ifade etmeyen burjuva mülkiyetinin el değiştirmesi karşısında bunların nasıl öfkeye kapıldıklarını bu öfkelerini nasıl bir iyi niyetle ifade ettiklerini göstermeye çalışıyoruz. Bu sınıfın – küçük
burjuva sınıfının- ekonomik siyasi olaylara bakış açısı idealizmdir. Kendilerine küçükburjuva denmesi karşısında olanca hiddetini açığa çıkaran bu sınıfın ülkemizdeki temsilcileri kendi kendilerine verdikleri adla sözüm ona “komünistler” Aslan Bey’inde ifade ettiği gibi tümüyle birlik olmuş durumdalar. Ne var ki bizim küçük-burjuvalarımız yine geç kaldılar. Tren çoktan kalktı. Halkın küçük-burjuva duygularını oya dönüştürmek amacıyla görünüşte kabadayılık yaparak “sattırmam” diyen Necdet Calp gibi bir bilet alıp köprüden karşıya geçseler iyi olur. Yaptığı işe karşılık çıkardığı gürültü bir incir çekirdeğini doldurmayan küçük burjuvazi işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesinin arkasından kapitalistlere ve hükümete savurdukları tehditlerini kaile alan bile yok. Özelleştirmeye karşı çıkışlarının nedeni olarak göstermeye çalıştıkları sefalet, artı-nüfus, özelleştirme yada bir başka yasanın değil bu yasalarla çıkış noktası arayan kapitalizmin gelişmesinin bir sonucudur. Marksist teoriden 23
yoksunluk, Marksizmi yüzeysel kavrama küçük burjuvaya bir kez daha azizlik yaptı. Kapitalizm koşulları altında diğer tüm meta satıcıları gibi işçi sınıfıda satılığa çıkarabileceği, sahip olduğu tek metasını iş gücünü en uygun koşullarda, en iyi fiyatla satmak isteyecektir, işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesi bu temele dayanır. Bunun için işçi sınıfının kapitalist üretim yasalarını bilip bilmemesinin hiçbir önemi yoktur. Her meta satıcısının kapitalist üretimde başına gelen onun da başına gelir. Nasıl ki aşırı üretim bunalımları, rekabet kapitalist üretim de ürünlerin bir kısmı meta olarak üretilmesine rağmen bunu gerçekleştiremezse, iş gücü de pazarda alıcı bulamaz. İşçi sınıfının kendiliğinden mücadelesi sahibi olduğu iş gücünü meta olarak satmak, onun toplumsal ve bireysel olarak yeniden üretilmesini sağlayacak değerde satmak temeline dayanır. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi karşısında onun mücadelesinin kendiliğindenliği bu temele dayanır. Sermayenin üretimi 24
aynı zamanda sefaletin üretimidir. Bu durumun kendini açığa çıkardığı evre ise kapitalist bunalımlardır. Bunalım kapitalist üretimin gelişmesinin, çelişkilerinin açığa çıktığı devredir. Devrenin açılması, ilişkilerin sermayenin yeniden üretilmesi, ilişkilerinin daha üst boyutta üretilmesi olgusudur. Bu gün dünya kapitalistlerinin önlerine aldığı özelleştirme yasası adıyla bilinen olgu bundan başka bir şey değildir. Dünya emperyalist-kapitalist üretiminin bunalımı aşmak için bütün dünya da eski sömürü ilişkilerini daha üst boyutta yeniden oluşturmasıdır, özelleştirme. Bu kapitalist üretim ilişkilerinin şu ya da bu ülkede değil bütün dünya çapında daha üst boyutta gelişmesi yeniden üretilmesidir. Bu bir avuç dev kapitalist tekellerin her şey, milyonlarca küçük üreticinin ise bir hiç haline dönüşmesi, paylaşılmış dünyanın emperyalist tekeller arasında yeniden paylaşımı emperyalizme bağımlı ülkelerin kölelik zincirlerinin daha da sıkılmasıdır. Peki küçük burjuvaziyi dehşete düşüren nedir? Kapitalizmin
gelişmesi mi? Eğer öyle ise, gelişmesinin mutluluk verdiği bir kapitalizm biliyor mu küçük burjuvazi? Sosyalizm kapitalist gelişmenin önüne konur onun arkasına değil. Özelleştirmeye hayırcılarımız bundan dehşete kapılan, bunun tüm dünya da ki uygulamalarını örnekleyerek işçi sınıfını korkutmaya çalışan özelleştirmeye hayırcılarımız gelişen kapitalizm karşısında geçmiş geri üretim ilişkilerine saldırdıktan sonra bize istedikleri kadar biz sosyalizmi de alternatif olarak gösterdik desinler, onların sosyalizmi küçük meta üretiminin yaygın olduğu kapitalizm öncesi geri üretim ilişkileridir. Küçük burjuva propagandaları ancak kendiliğinden doğan muhalefetin içinde burnunun ucunu göremeyenleri inandırabilir. Proletaryayı kapitalist mülkiyetin ‘kamu mülkiyeti’ mi, bireysel mülkiyet mi şeklinde olduğu hiç mi hiç ilgilendirmez. Bırakın şu ya da bu ülkede ki mülkiyetin kolektif kapitalistlerin mi yoksa Vehbi Koç, Hans İkiskaar, Yokista Nakita, yada zenci kapitaliste mi ait olduğunun, ulusallığının bile önemi yoktur. Proleteri ilgilendiren iş gücünün
satımıdır. Bunu nerede gerçekleştirirse proleterin evi, vatanı orasıdır. Bu gün dünya üzerinde milyonlarca proleterin iş güçlerini satmak için ülkelerini terk ettiklerini, milyonlarca sının da hiç düşünmeden terk edecekleri gerçeğini sözde ulusal bağımsızlık palavrasına sarılan her türden burjuvaca göz ardı edilmeye çalışılıyor. Burjuva ulusallığı, burjuva milliyetçiliği ‘yerli malı’ haftaları vb. bu kokuşmuş palavralar, gerçekte ABD kapitalistlerinin, Japon rakiplerine karşı uyguladıkları korumacı gümrük duvarlarından başka nedir? Sermayenin ilkel birikim sürecinde Türk kapitalistlerinin diğer ülke kapitalistlerine karşı korunmasından başka neyi ifade eder? “Yerli malı her Türk onu kullanmalı” Ulusal bağımsızlık, küçük burjuvazinin kendisinden geçtiği bu olgu, sermayenin dış rekabete karşı korunması, hatta Türkiye de olduğu gibi uluslar arası farklı emperyalist sermaye gruplarının temsilcilerinden birisinin talebi olabiliyor. Koç grubunun temsilcisi İnan Kıraç, dış rekabete karşı “yerli” otomotiv sanayiinin korunmasını 25
istemiyor mu? Yunanistan’ı bir maşa gibi kullanan İngiliz emperyalizmine savaştan sonra bir köpek gibi yaltaklanan Kemalistler değil miydi? Dünya pazarını yaratan kapitalizm koşullarında, emperyalizm koşullarında ulusal kapitalizm, ulusal kapitalizm ulusal bağımsızlık, milli kapitalizm bir devrimcinin bunları savunabilmesi için ya feodalizmin egemen olması, ya da aklının kıt olması lazım. Dünya pazarı her türlü ulusallığın bittiği noktadır. “Burjuvazi dünya pazarını sömürerek, bütün ülkelerde ki üretime ve tüketime kozmopolit –bu gün küreselleşme, globalleşme deniyor nb.bir nitelik kazandırmıştır. Burjuvazi sanayinin üzerinde durduğu ulusal zemini ayaklarının altından çekip alarak gericileri büyük bir yasa boğmuştur. Nicedir süregelen bütün ulusal sanayiler yıkılmış yada günden güne yıkılmaktadır. Bunların yerini kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm kalım sorunu haline gelen yeni sanayiiler; artık yerli ham maddeleri değil de, en uzak yerlerden getirilen ham maddeleri işleyen sanayiiler 26
ürünleri yalnızca ülke içinde değil aynı zamanda dünyanın dört bir yanında tüketilen sanayiler almaktadır. Ülke içinde üretilen malların karşılayabildiği eski ihtiyaçların yerini, uzak ülke ve yörelerin ürünlerini zorunlu kılan yeni ihtiyaçların aldığı görülmektedir. Eski yerel ve ulusal içe kapanıklığın ve kendi kendine yeterliliğin yerini çok yönlü ilişkiler ve ulusların evrensel karşılıklı bağımsızlığı almaktadır, üstelik yalnızca maddi üretim değil, düşünsel üretimde de...” (K.Marks, F.Engels Manifesto)
İlkel Birikimde Devletin Oynadığı Rol KİT’lerin Kuruluşu Sermayenin saldırısına karşı ulusal mülkiyeti korumak için proletaryadan burjuva ulusal mülkiyetini koruma komiteleri kurmasını isteyen küçük burjuvazi, devrim ve sosyalizm adına, sanayii sermayesinin doğması, bir burjuva sınıfı yaratılması için zorunlu olan kamu mülkiyetinin
korunmasını istiyor. Kamu mülkiyeti devlete ait mülkiyet, ama devlet proletaryaya ait değil ki proletarya onun için direniş komiteleri kursun. Bu boş hayaller devrimci coşkuyla yanan teorik düzeyi düşük, Marksist-Leninist öğretiyi yüzeysel olarak tanıyan gençler de emperyalizme karşı bilinçten yoksun öfke uyandırmaktan başka ne işe yarar. Herkes istediğini talep etmekte, ajitasyon ve propaganda da özgürdür, ne var ki bunu devrim ve sosyalizm adına değil, bilimsel dürüstlüğünde gerektirdiği gibi kendi sınıfları küçük burjuvalar adına yapmalarıdır. Dileyen dilediğini hatta bunlar ütopyalar da olsa istemekte özgürdür, istemlerinin hangi sınıfın çıkarları olduğunu açıkça ortaya koyarak. Önce küçük burjuvaziyi kendilerine kendileri tarafından verdikleri adlarla sözüm ona komünistlerimizi siyasi talep olarak birleştiren, üzerine giydiği kızıl rengi pembeleştiren kamunun sözcük anlamının ne olduğuna bakalım: “Topluma ilişkin olan, bir ülkede hükümete, yönetime, devlete ait olan idareyi ilgilendiren”. Kamu
mülkiyetinin ansiklopedik sözcük tanımı tam da bu şekilde. Ne var ki insan, tüm halkın devleti olarak herkesin eşit yurttaşlık haklarından yararlandığı, eşit hukuk sisteminin eşit cop dağıttığı baba olarak görürse, haklı olarak ona ait olan mülkiyetten de kendisine eşit pay çıkarır. İnsanın saf olması için illaki kendi kendine üretim yapan ortaçağ üretim ilişkilerini yaşayan köylü olması ya da dar kafalı dükkancı olması gerekmez, pekala kapitalist propagandanın alıklaştırdığı proleter, sendikacı da olabilir. Ne var ki sendikacılar kısmen burjuva mülkiyetinin bu el değiştirmesine karşı çıkmada kendilerince haklı, onların mücadelesi adlarıyla ifade ediliyor bu anlamda hiç olmazsa açık ve dürüst davranıyorlar. Bu bir, ikincisi ise gelirlerinde özelleştirmeden doğacak azalmalar söz konusu, yani kuyruklarına basılıyor. Yoksa her zaman büyük burjuvazinin kıçının dibinden ayrılmayan, ona yaranmak için kıvranan Türk-İş, birden bire Halit Narin’le kadeh tokuşturmadan keskin düzen muhalefetine dönüşmezdi. 27
Kamu mülkiyetine kısaca bu şekilde değindikten sonra KİT’lerin ulusal mülkiyetin Türkiye de ortaya çıkış koşullarına bakalım. Savaştan sonra Sovyet diplomatı Arlov ile M.Kemal arasında geçen şu konuşmaya dikkat edin: “Türkiye de sınıflar yok, Türkiye de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş sanayii yok. Bizim burjuvazimizi ise, henüz burjuva sınıfı haline getirmek gerekiyor. Ticaretimiz çok cılız. Çünkü sermayemiz yok. Yabancılar bizi eziyor. Benim amacım, milli ticareti kalkındırmak, fabrikalar açmak, yer altı zenginliklerini meydana çıkarmak. Anadolu ticaretine yardım etmek, zenginleşmesini sağlamaktır. Bunlar devletin önünde duran işler biz, biz bunları kanunlaştıracağız.” (Aktaran Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni s.358) Mustafa Kemal bir başka yerde şunları söyler: “Biliyorsunuz ki, memleketimiz çiftçi memleketidir. O halde milletimizin ekseriyesi azimesi çiftçi ve çobandır. Bu böyle olunca buna karşı büyük arazi ve çiftlik sahipleri hatıra gelir. Bizde büyük araziye kaç kişi maliktir? Bu arazinin miktarı 28
nedir? Tetkik edilirse görülür ki memleketimizin düs’atine nazaran hiç kimse büyük araziye malik değildir. Binaenaleyh bu arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır. Sonra sanat sahipleri ile kasabalarda ticaret eden küçük tüccarlar gelir. Bittabi bunların menfaatlerini, hal ve atillerini büyük arazi sahipleri gibi, bu ticaret erbabının karşısında da büyük sermaye sahibi insanlar yoktur. Kaç milyonerimiz var? Hiç. Binaenaleyh biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimiz de bir çok milyonerin, hatta milyonerlerin yetişmesine çalışacağız.” (s.360 age) Küçük burjuvaların “genel” olarak her türlü devrimle özdeşleştirildiği genç burjuva cumhuriyetinin liderine, burjuva devriminin önderine ait yukarıdaki sözlerin sermaye birikiminin yaratılması için burjuva devletini oynaması gerek rolün önemine ilişkin Türkiye gerçeğinden başka ne anlamı vardır? M.Kemal ilkel birikimin önemini vurguluyor: “Memleketimizde bir çok milyonerin hatta milyonerlerin yetişmesine çalışacağız.”
Burjuva ulusal devriminin savunucusu M. Kemal hayranı olan D. Avcıoğlu, “Türkiye’nin düzeni” adlı incelemesinde bu süreci, sermayenin ilkel birikim sürecini devlet eliyle kapitalist yaratma sürecini küçük burjuva romantizmiyle, savaşın hemen sonrası yıllarda ki burjuva ahlakını hüzünle aktarmaya çalışır. Biz yazarın o döneme ilişkin incelemelerini aktarmaya devam edelim. “Kurtuluş savaşına katılan Anadolu tüccarı ve eşrafı Zafer’in nimetlerinden, devlet desteğiyle yararlanmak istemektedirler. İstanbul un yerli tüccarı “Osmanlı” etiketini derhal atarak “mili” etiketini benimsemiş ve devlet yardımıyla İstanbul iş hayatına egemen olma isteğini açıklamıştır. İzmir İktisat Kongresi, bu isteği dile getirmiştir. Kongreye egemen olan görüş, “devlet karışmasın biz yapalım değil, devlet bizi her planda desteklesin” görüşüdür. Kongrenin ilkesi “özel faaliyet inisiyatifinin son bulduğu nokta da devletin görevleri başlar.” tezidir. “Genellikle 1923-1931 liberal dönem, 1932-1945
devletçilik dönemi sayılır. Aslında liberal bir politika cumhuriyetin başından beri uygulanmamıştır. Dünya buhranından sonra, devlet daha fazla müdahaleci olacak ve demiryolları ile yetinmeyerek, sanayi alanında çeşitli teşebbüsler kuracaktır.” Dünya buhranının yeni durumu olmasaydı dahi, Türkiye iç şartların zorlamasıyla, kendiliğinden devletçiliğe gitmekteydi. Nitekim İsmet Paşa, 1933 yılında Kadro Dergisinde çıkan yazısında, geçen on yılın “iktisadi hayatta devletçilik siyasetini bize kendiliğinden yerleştirildiğini” yazmaktadır. “ Dikkatle vaz-ettiğimiz gümrük himayeleri veya diğer tedbirlerin mevcut olmadığını bir an için tasavvur edebilir misiniz? En karlı ve en verimli bir sanat veya ziraat bir tek müşteri bulamayacak kadar, rekabet karşısında perişan olur...Her türlü krizlerden dolayı en serbest nice müesseseleri, senelerden beri, sert fırtınalara karşı koruyan, tutunduran devlettir. Ticaret gibi en serbest sahada, dar vaziyete düşen tüccarları (mesela tütün tüccarlarını ) korumak için hükümet geçen 29
senelerde hususi tedbirler almıştır... Mutedil devletçi olarak halkın temayyüladına ve isteklerine yetişemiyoruz diye kusurluyuz. Devletçilikten büsbütün vazgeçip her nimeti sermayedarların faziletlerinden beklemek kabahat! Bu memleketin anlayacağı bir şeydir... Herhangi mesul bir adam benim tuttuğum yoldan başkasını takip edemez.”( İ. İnönü Aktaran D. Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni s.446) Doğan Avcıoğlu’ndan devam edelim. “Görüldüğü gibi, müdahalecilik kaçınılmaz bir politikadır. Bir de bir an önce sanayileşme zorunluluğu vardır. Olaylar göstermiştir ki yalnızca özel sektöre dayanmakla sanayileşme, Celal Bayar’ın deyimiyle, belkide iki yüzyıl alacaktır. Nitekim İsmet Paşa’ da devlet eliyle fabrikalar kurulmasını bu gerekçeye bağlamaktadır.” Memleketin muhtaç olduğu sanayi teşkilatı vesaiti, devletin yardımcı nezareti ve hatta doğrudan doğruya teşebbüsü olmaksızın kurabilmeyi ancak safdil olanlar düşünebilir. Nitekim Japonya da da devlet sanayi kapitalizmi kurmak 30
gerekince, ekonomik müdahalelerini, devlet eliyle fabrika kurmaya kadar genişletmek zorunda kalmıştır.” (age s.447) “Devletçilik bir takım sanayii teşebbüsleri bizzat kurup işletmesi yani kapital terakümü vetiresinde değil, intikal devresine has bir zaruret olarak benimsenmiştir. Milli ekonominin temeli, prensip itibariyle gene hususi teşebbüstür.” (Memduh Yaşa age. S.462) “I. Beş yıllık plan hazırlandığı sırada, Ali iktisat Meclisince kabul edilen raporda “devletin bizzat sanayiciliğe teşebbüs etmesi zaruret neticesi ve emin bir akittir.” denmekte ve devletçe kurulacak olan tesislerin “muazzam ve emin bir kar elde etmeye başladıkları ve halkın iktisadi refahı müsait bulunduğu zaman –siz sermaye birikimi el verir el vermez anlayın nb.- ilk fırsatta hususî müteşebbüslere ve halka mal edilmeleri lüzum üzerinde ısrarla durmaktadır.” (age. S.463) abç. Zorunluluk bir kez kendini hissettirmeye görsün. İktisadi konulara uzak kafalarda bile dönemin
karakteristik özelliğini açığa çıkarır. İşte “turancı” Ziya Gökalp’ in sözleri : “Asri devlet büyük sanayiye malik bir devlettir. Türkiye’ nin hedefi de milli sanayiye malik olmaktır. Türkiye büyük sanayi kurmak için bireysel teşebbüs gücünün kuvvetlenmesini bekleyemez. Devletin iktisadi işlerde başarılı olabilmesi için, ilkin kendisi iktisadi devlet olmalıdır.” (D. Avcıoğlu age. S.325-326) “KİT’ler ve Özelleştirme Gerçeği” adlı kitabında kader Aslan Başer Kafaoğlu’nun Ziya Gökalp’in koluna girmesine yol açar. Teorinin cilvesi bir tarafta turancı, şovenist ile diğer tarafta solcu Aslan Bey’in birliğini sağlar. Birincisi ilkel sermaye birikimi için devletin gücünü zorunlu görür, diğeri sözüm ona kapitalist bunalıma alternatif için devlet kapitalizmine övgüler yağdırır. “Bunu önlemenin yolu da (ulusal bağımsızlık için yabancılara ‘halkın malı’ nı satmanın nb.) serbest piyasa ekonomisinden değil, devletti ama demokratik! Ve halkçı yöntemlerle oluşturulan bir planlı devletçilikten geçer Bu gerçek kısa zamanda anlaşılacaktır. Serbest piyasa
ekonomisinin alternatif demokratik planlamaya dayalı devlet ağırlıklı kalkınma yolu mutlaka bu topluma kendini kabul ettirecektir. (Buraya kadar etkili olması için büyük puntolarla yazılı nb) ve elbette emekçilerin başını çektiği güçler özelleştirmecilere (yine büyük harfler nb.) geçit vermeyecektir. Bu yolda ulusal ve uluslar arası işçi cepheleşmeleri başlamıştır; ve hatta epeyce yol alınmıştır.” (KİT Gerçeği ve Özelleştirme) Kötü ünlü Gökalp ile solcu Aslan, arasında burjuva devletine atfedilen görevler arasında ne fark vardır? Her ikisinin de birleştiği nokta burjuva devletinin müdahaleci, doğrudan kapitalist rol oynamadan burjuvazinin çıkış yolu bulamayacağı, ulusal bağımsızlığı sağlayamayacağından ibaret. Şu farkla ki dünya ekonomisinin bir parçası, kapitalist-emperyalist dünya pazarının bir zinciri 1990’ların Türkiye’siyle “uygar dünyaya” açılmaya yani bu günkü konumuna gelmeye çalışan bunun için çabalayan yeni cumhuriyet arasında çok fark var. Kemalistler ekonomide devletin baş rol oynaması 31
gerektiğini söylerken ileri yönde adım atıyorlardı. Ne var ki bu gün burjuva devletinin bu biçimini üstelikte ulusal bağımsızlık –ki biraz sonra bunların KİT’lerin bu günkü konumlarıyla ne denli bağımsız olduklarını göreceğiz.- kapitalist saldırıya karşı çıkmayı, emperyalist sömürüye alternatifmiş gibi göstermeye çalışmak olsa olsa kendini övme konusunda sözcük sıkıntısına düşen küçük burjuva aydınlarının ve hareketlerinin işi olabilirdi. Aslan Başer Kafaoğlu’nun “KİT Gerçeği ve Özelleştirme” adlı kitabını okuyun, anlatılan tek şey şudur: Hükümet topluma ait kamu mallarını yok pahasına yerli va yabancı tekellere peşkeş çekiyor. Bu kitap bu özet görüşün nasıl yapıldığının örneklendirilmesidir. Sonuç Aslan Bey emekçileri yardıma çağırır. Emekçiden istenen nedir? Mülkiyetin kutsallığı korunmalıdır. Burjuva kamu mülkiyeti ayak altında çiğnenmemelidir. Aslan Beyler sözüm ona proletaryanın dostları kısacası küçük burjuvazinin tüm aydınları, temsilcileri, proletaryayı korkutmaktan da geri 32
kalmıyorlar. Özelleştirme işsizliktir, açlıktır, sefalettir. Küçük burjuvazi görüntüyle gerçeği, nedenle sonucu, ham hayalle yalın gerçekleri yine karıştırıyor. Bu talihsiz sınıf, kaderin onu ön tarafa çıkardığı her sınıf mücadelelerinde altından kalkamayacağı bir yükün altında eziliyor, gülünç duruma düşüyor. Kapitalizm sermayenin üretimidir. Kapitalizm kullanım değerinin değil değerin üretimidir. Kapitalist bir metayı sırf meta olduğu için değil, içinde onun üretimi için harcadığı değerden daha büyük bir değer taşıdığı için üretir. Bu sermayenin üretimidir. Bu artı-değer e el koyanın tek bir kapitalist mi yoksa kolektif bir kapitalist sınıf mı olduğu hiç önemli değildir, sermaye için bu ancak onun sahiplerinin sorunudur. Sermayenin üretimi aynı zamanda yeniden üretimdir. Ne var ki bu yeniden üretim toplam toplumsal sermayenin bu yeniden üretimi kapitalist üretimin bütün gizini açığa çıkaran Marks’ın gösterdiği gibi basit yeniden üretim değil genişlemiş ölçekteki sermayenin üretimidir. Bir önceki üretim
sürecinde emdiği artı-değerle gittikçe büyüyen sermayenin bu üretimi aynı zamanda zenginliğin, birikimin ve bu birikimin yol açtığı tekelleşme, daha küçük sermayeleri yutmayla birlikte yolsuzluğun, artı- nüfusun, kısacası küçük burjuvalarımızın özelleştirmeye bağladıkları nedenlerin üretimidir. Proletaryanın kurtuluşu kapitalist mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Komünistler kapitalist egemenliğin karşısına proleteryanın kurtuluşu için sosyalizmi koyarlar. Ama neyse biz kısa bir süre için teorik zavallılıklarından başka hiçbir şeyleri olmayan küçükburjuvalarımızı rahat bırakalım. İlkel birikim sürecinde devletin kapitalist sanayicinin doğuşunda oynadığı role dönelim. Emperyalizm çağında bu üretim ilişkilerinin görece gerisinde kalmış gelişmemiş ülke olarak tanımlanan ülkelerde, kapitalizmin gelişmesini incelemek yerine kafalarında oluşturdukları emperyalizm öncesi kapitalist gelişmeyi arayan ve onun tıpa tıp aynısını bekleyen dar kafalı küçük burjuva aydınları,
kapitalizmi bu ülkelere yabancı gelişme koşulları olmayan üretim ilişkileri olarak teorize ediyorlardı. Bu aydınlar kapitalist üretim yasalarını bunun kaçınılmaz sonuçlarını şu ya da bu ülkedeki gelişme koşullarını incelemek yerine kendi geri teorilerini yaşama uyarlamaya çalışıyorlardı. Biz yine konumuza dönelim. Bu aydınların serbest rekabetçi kapitalizm döneminde ki “ulusal kapitalizm” le bu günkü kapitalizmin emperyalist kapitalizmin nasıl ulusal sınırları parçaladığını, kapitalizmi şu ya da bu ülkeye özgü bir üretim ilişkisi olmaktan çıkardığını, bütün geri uygarlık dışı ülkelerde, bu üretim ilişkisinin yaratılması gelişmesi yönünde nasıl bir baskı oluşturduğunu inceleyelim. Bundan önce ki satırlar da görmüştük Kemalistlerin bunun kaçınılmaz zorunluluğunu nasıl kavradıklarını. Maddi yaşamın üretim ilişkilerinin tarihsel gelişmesi şu ya da bu politikacının arzu ve istekleri dışında toplumsal gelişmenin dayattığı bir zordur. Şu yada bu politikacıya, öndere bu zorun önünü açmaktan başka bir yol bırakmaz. 33
Bir başka araştırmacı yazar Mustafa Sönmez “Türkiye de Holdingler” adlı incelemesinde ulusal sermaye, bağımsızlığın güvencesi olarak küçük-burjuva ideologlarınca özelleştirmenin karşısında korunması gerektiği bunun için direniş komitelerine sloganı açılan KİT ile uluslar arası yabancı tekellerin emperyalizmin iş birlikçisi olarak nitelenen yerli ve yabancı sermayenin kaynaşmasını, tarihsel çıkış nokrasını bu günkü durumunu ele alıp inceliyor. İşte kitaptan birkaç bölüm: “ Devletin sermaye birikiminde ki rolü Türkiye gibi ülkelerde daha doğrudan ve açık. Bunu bu günkü dev holdinglerin oluşum sürecinde netlikle görmek mümkün. Holdingler ilk birikimlerini devletin kapitalizmin öncülüğünü yaptığı, 1920’li 1930’lu yıllarda gerçekleştirdiler. Sermaye birikimi 1950’li 1960’lı yıllarda sıçramalar yaptı ve 1970’li 1980’li yıllarda hızlandı. Bu sürede devletin katkısı çok çeşitli biçimler aldı. Önce sanayiinin yolunu açtı, özel sektör rağbet göstermeyince onlara ticareti ve hizmet sektörünü bıraktı, kendisi 34
sanayici oldu. Onlar sanayiye girecek kadar palazlanınca ellerinden tuttu. Ucuz girdi alt yapı sağladı. Onlarla ortaklıklar kurdu, ucuz kredi, ucuz döviz verdi. Vergi bağışıklığından, gümrük korumacılığına çeşitli teşvikler sağladı. Ürettikleri mallara hemen alıcı buldu, kendi kurumlarıyla yapabileceği işleri onlara yaptırdı. Dışarıya mal satabilsinler diye dev boyutlu teşvikler sağladı, yabancı hükümetlere ve firmalara karşı onlara kefil oldu. Karları azalmasın artsın diye sendikalara kısıtlamalar getirdi. Grevleri yasakladı. “Zor” un kullanılması gerektiği yerde “zor” u kullandı onlar için. Onların firmaları krize girince bu firmaları devlet sektörüne kattı. Holdingleri topal ve çürüklerden kurtardı. Holdingler biriken sermayelerini daha iyi değerlendirsinler diye, kendisinin yer aldığı sigara, elektrik, silah gibi sektörleri açtı. Elindeki KİT’leri devretmeye niyetlendi. Bütün bunlar olurken devlet onlardan ayrı onların üstünde bir kuruluş değildi. Özellikle 1950’lerden sonra devlet üzerindeki söz hakları
hızla artacak hükümetler onların onayıyla gelecek onların onayıyla gidecekti.” (M. Sönmez Türkiye de Holdingler s.111) Devam edelim: “ Türkiye burjuvazisi 1950’lerde sanayiye heveslendiği anda da arkasında devleti bulacaktı. Başta Dünya Bankası olmak üzere Batının kapitalist finans kurumlarından akan kredilerle hızlı bir altyapı yatırımı özel sanayinin gelişimi içerisinde geçerli bir ortam yaratacaktı. Hızlı bir karayolu yapımı otomotiv sanayinin teminini yaratırken, elektrik telefon vb. alanlarda ki alt yapı yatırımları yabancı sermaye ile entegre olarak kurulacak sanayiye gerekli koşulları hazırlayacaktı. Yükselen gümrük duvarları, ucuz kredi, ucuz döviz gibi nimetlerin yanı sıra var olan ve yeni kurulan KİT’ler özel kesime maliyetinin altında fiyatlarla girdi satacak ve doğan zarar “sübvansiyon” adıyla hazineden karşılanacaktı. –Bunların faturasının kimlerden çıktığını dolaylı vergiler, sürekli zamlarla karşılaşan okuyucu çok iyi bilir. Nb.- Temel mal ve hizmet diye adlandırılıp fiyatı Bakanlar Kurulunca sağlanan
bu ucuz girdi sağlama politikası zamanla çığırından çıkacaktı. Taşkömürü, linyit, demir cevheri, bakır, kükürt, şeker, çimento, kimyasal gübre, petrol ürünleri, çay, elektrik, demiryolu, havayolu, denizyolu taşımacılığı ile ilgili hizmetlerin fiyatı KİT’ler tarafından değil Bakanlar Kurulunca saptanacaktı. Böylece sübvansiyonlar her yıl katlanarak büyüyecekti... 1976’ da 12.5 milyar olan KİT sübvansiyonları, 1977’de 20.6 milyar, 1978’de 34.3 milyara, 1979’da ise 71.1 milyar liraya ulaştı...1982’ de 111 milyar, 1983’de 198 milyar, 1984’de 335, 1985’de 441 milyar liraya fırlayacaktı. Prof. Yakup Kepenek’çe yapılan bir araştırmada 1976’da bir çok KİT malının maliyetinin altında satıldığı belirlenmişti. Örneğin, alüminyumun tonu o yıl yaklaşık 32 bin liraya mal olurken, 16 bin liradan satılmıştı. Etibank’ın ürettiği bakırın tonunu 36 bin liraya mal ederken, özel kesime 31.5 bin liraya satmıştır. Başlıca alıcılar Rabak ve Sarkuysan adlı firmalardı. Petkim PVC'’i ton başına 14 bin liraya mal edip 12.5 bin liradan satmıştı. İkinci hamur kağıt 8.8 bin 35
liraya mal edilip 6.8 bin liraya satılıyordu.” (age s. ) “KİT’lerin ‘görev zararı’ adlı bu sübvansiyonlarla büyük sermayenin daha da palazlanmasına alet edinirken –gerçekte bu alet edilme değil sermayenin birikim sürecinde devlerin oynadığı roldür. Nbbu sübvansiyonlar hazineden zamanında karşılanamayacak KİT’lerin yapıları sarsılacak, sonun da IMF in direktifleriyle KİT mallarına yapılan süper zamlarla bu yük halkın sırtına vurulacaktı. Sermayeyi palazlandırmanın bir yöntemi de KİT’leri yeni filizlenen Türk burjuvazisine ortak yapmak olacaktı. 1950’lerde şeker ve çimento fabrikalarının kuruluşlarında başlayan KİTÖzel sektör ortaklığı iler ki yıllarda her alana yayılacaktı. 1966’da”... Sermayenin yarısından fazlası devlete ve iktisadi devlet teşekküllerine ait olan 40 ortaklık halen faaliyette bulunmaktadır. Nominal sermaye tutarı (Kamu ve Özel) 2.177.560 bin liradır. Bunun 1.628 milyon lirası kamu sektörüne 546.7 milyon lirası özel sektöre aittir. Yani özel sektörün toplam nominal sermaye iştirakı %25 oranındadır. (Dündar Sağlam 36
KİT 1967 s.44 aktaran M. Sönmez) Yıl 1984: 1983 yılında KİT’lerin iştirak ettiği ortakların sayısı 247 iken, 1984 yılında 281 olmuştur. (1966’da 40) Bunların 20’si tasfiye halinde, 35 yabancı sermaye ve başka ülke kanunlarına göre faaliyet gösteren kuruluşlardır. 281 ortaklığın 32’sinde KİT payı %50’nin üzerinde, 95’inde KİT payı %15’in altındadır. 48 ortaklıkta birden fazla KİT’in iştirak ettiği görülmektedir.” (1984 KİT Genel Raporu Yüksek Denetleme Kurulu 1986 s.268 aktaran M. Sönmez) “...18 yılda 40 karma şirketten, 281 karma şirkete. Sermayede ki artış ise daha da ürpertici: 1966’da 40 şirketin taahhüt edilen sermayesi 2.1 milyar lira iken, 1984’de 281 şirketin taahhüt edilen sermayesi 414 milyar lira” (s.116 age) “KİT’lerle ortaklık kuranlar arasında 24 tanede yabancı şirket bulunuyordu. Bu ortaklıkların 5’i ABD, 7’si B. Almanya, 2’si İtalyan kökenli çok uluslu şirketlerle kurulmuştu. Ayrıca Libya ile 3, Kanada, Danimarka, İsviçre, Fransa kökenli şirketlerle de
1’er ortaklık vardı. Arap sermayesi ile İslam Kalkınma Bankası ve Abu Dhabi Fonu aracılığıyla entegrasyon sağlamıştı. Bu 24 ortaklıktan 12’sine Türk kapitalistler belli oranda ortaktı. Dolayısıyla bu 12 şirkette yabancı şirket KİT- yerli sermaye ortaklığı geçerli olmuştu. Bunlar içinde PTT, TEK, ve Sümerbank’ın yabancı sermaye ile ortaklıkları en dikkate değer olanları idi. PTT’nin Kanadalı Northem Telecommunication Şirketiyle kurduğu Metaş, haberleşme alanında hazır bir pazarı da ele geçirmişti. Türk kablo da Finli’ler , AEG-ETİ’de ise Almanlar TEK’e ortaktı. Sümerbank İsviçreli bir firmayla BASF-Sümerbank’ta, Alman bir firmayla da Mannesmenn- Sümerbank’ta ortaktı. Uçak sanayiinde ABD’li tekeller General Dynamies ve General Electric ile TUSAŞ Havacılık ve TUSAŞ Motor firmalarıyla kurulmuştu. Yabancı sermayelerin her firmada ki payları %49 du. Bir diğer ABD’li firma Phelps, Etibank ile Çayali Bakır işletmeleri AŞ’de ortaktı. Yabancı firmanın payı %49’du. (s.121-122 age)
Ama kafasında oluşturduğu hayali üretim ilişkilerini değil gerçek üretim ilişkilerini. Bu günkü emperyalist kapitalizmin gerçek üretim ilişkilerini tarihsel gelişmesini ve bu gelişmenin yönünü tek tek ülkelerde sermayenin üretim sürecini incelemek için çaba gösteren okur için bu kadar yeter. Kapitalist gelişmenin klasik yurdunun İngiltere olduğunu ifade eden Marks ilkel birikimin örneklendirilmesinde devletin oynadığı rolü de ele alır, inceler. Biraz sonra ifade edeceğimiz bu konuya girmeden önce şunu da belirtelim. Kapitalizmi, donmuş, şeklen görmeye alışmış alık beyinler de, dar kafalı aydınlar da bu üretim ilişkisinin şu yada bu ülkedeki özel gelişmesini kendisine özgü tarihsel gelişmesini anlamak gerçekten güçtür. Doğan Avcıoğlu 1930’larda İsmet İnönü’nün kendi döneminde devlet kapitalizminin sosyalizm ile karıştırıldığını yazar. Türkiye’nin Düzeni adlı incelemesinde aslan Bey, burjuva mülkiyetine artı37
değere dokunmadan nasıl mevcut kolektif kapitalist mülkiyetten, 1930’ları tutucu geçiş sürecindeki burjuvazisi de sosyalizmi çıkarıyordu.1930’larda İsmet İnönü devlet kapitalizminin sosyalizm ile karıştırıldığından yakınır. (Bkn. D. Avcıoğlu T. Düzeni) Marks ilkel birikimin farklı önemli evrelerini, bu evrelerde devletin oynadığı rolü şöyle yazar: “İlkel birikimin farklı önemli anları, şimdi az çok bir tarih sırasıyla, özellikle İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere üzerinde dağılmış bulunuyor. Bunlar 17.yy’da İngiltere’de, sömürgelerin kamu borçlarını, modern vergi ve himaye sistemlerini kapsayan bir bütün meydana getirirler. Bu yöntemler bazen, örneğin sömürge sisteminde olduğu gibi kaba kuvvete dayanırlar. Ama hepside feodal üretim tarzının, kapitalist tarza dönüşüm sürecini yapay bir biçimde hızlandırmak ve bu geçişi kısaltmak için, devlet gücünü, toplumun bu örgütlenmiş gücünü, kuvvetini kullanırlar. (Kapital I. S.70) sistemin mülksüzleştirme yönünde ki etkinliği onun ayrılmaz parçalarından birisi 38
olan himaye sistemi ile daha da artırılmıştır. (age. S.774) Himaye sistemi, fabrikatör imal etmeye, bağımsız emekçileri mülksüzleştirmeye, ulusal üretim ve geçim araçlarını sermayeleştirmeye ortaçağa özgü üretim tarzından modern üretim tarzına geçiş dönemini kısaltmaya yarayan yapay bir araçtı. Avrupa devletleri bu buluşun patenti için birbirlerine girdiler ve bir kez artı-değer avcılarının hizmetine girince, dolaylı yoldan koruyucu gümrükler, dolaysız yoldan ihraç primleri ile yalnız kendi haklarını bu amaca kurban etmekle kalmadılar...” (age. S.775) Marks sermayenin ilkel birikim sürecinde uygulandığı ekonomik politikaları, devletin zorba gücünü kullanarak bu süreci hızlandırdığını fabrikatör imal ettiğini yazar. Türkiye kapitalizminin tarihini inceleyen yazarlar, Doğan Avcıoğlu, Stefan Yarasimos, Mustafa Sönmez ve daha bir çokları bu olgunun cumhuriyetin kurulmasından bu güne nasıl işlediğini aktarırlar. Köylünün elindeki toprak parçalarına nasıl zorla el konulduğu, küçükburjuvazinin ulusal sermaye
olarak tapındığı devlet kuruluşlarının hangi koşullarda ortaya çıktığını, bireysel kapitalistlere, spekülatörlere, eski askerlere nasıl peşkeş çekildiği, devlet eliyle nasıl kapitalist imal edildiği, bir yanda gümrük duvarları ile korunurken diğer yanda nasıl ihraç primleri, teşvikleri bütün bir halk bu amaca kurban edilerek verildiğini görüyoruz. Türk edebiyatının bir çok örneğinde bu ilkel birikimin yol açtığı kötü zalim toprak sahipleri, ağa tipleri çizilir. Kaba güçle, modern vergi sistemleriyle himayecilik kamu borçlanmasıyla, emperyalist para sermayenin akışı Türkiye feodal üretim tarzından, kapitalizm öncesi üretim tarzlarından kapitalist üretim tarzına geçişi kısaltmış, dönüşümü hızlandırmıştır. Kısaca değinmeye çalıştığımız cumhuriyet tarihinin başlangıcında, liberal kapitalizmin sabıkalı savunucusu Celal Bayar’ın da belirttiği gibi, devlet gücünü kullanmasaydı, sanayici kapitalistin doğuşu belki de “iki yüz yıl alacaktı”. Devlet konusunda kafası bulanık küçük burjuvazi, sınıflı
toplumlardaki devletin, ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni yeni araçlar kazanan bir aygıt olduğunu görmezlikten geliyor. Sosyalizmin temel ayırıcı özelliği proletarya diktatörlüğüdür. Sosyalizm mülkiyetin kendisine, meta üretimine son vermez, o ancak mülkiyete meta üretimine son verecek olan karşıtlıkların uzun bir tarihi süreç içerisinde oluşturulmasının ön koşullarını oluşturur, bu da ancak proletarya diktatörlüğü koşullarında mümkündür. Devlet mülkiyeti proletarya diktatörlüğünde kendi sınıfı adına proletaryanın kapitalist mülkiyete son vermek için el koymasıdır. Bu gerçeği kavrayamayanlar her türlü kolektif mülkiyetle bu mülkiyetin nasıl oluştuğuna bakmaksızın, hangi sınıfın elinde olduğuna bakmaksızın bir ve aynı şeymiş gibi artıdeğerin, bireysel zenginliğin yaratıldığı, bunun için kaldıraç görevi gördüğü burjuva devletinin, iktisadi yasaların zorunlu kıldığı, bürokratik devlet kapitalizmiyle, toplumsal ihtiyacın üretiminin amaç olduğu, her türlü burjuva kapitalist mülkiyete son 39
vermenin zorunlu evresi olan proleter devlet mülkiyetini birbirine karıştırıyorlar. Bunun en açık ifadesi modern revizyonizmin tarihsel gelişmesi içinde görüntüyü koruyarak sosyalist mülkiyeti burjuva kolektif mülkiyete nasıl dönüştürüldüğüdür. Bunun sonucu olarak Sovyet kapitalizmi bürokratik burjuva kolektif mülkiyetinin, uzun yıllar dünya komünist hareketi içinde kafa karışıklığına yol açması, komünist hareketlerin revize edilmesi olmuştur. Kapitalizmin tarihsel olarak gelişmesi içinde sanayici kapitalistin doğuşu için zorunlu olan sermaye birikimi, şu ya da bu ülkede bir zorunluluk haline dönüşür dönüşmez bu birikimin önünde engel teşkil eden eski üretim biçimlerinin kaldırılması doğrultusunda karşı konulmaz bir istek baş gösterir. İşte o andan itibaren zorlayıcı bir güç olarak devlet sahneye çıkar. Bizim ülkemizde de bu olguyu tüm çıplaklığıyla görmek mümkündür. Sözüm ona ulusal bağımsızlığın güvencesi “ulusal mülkiyet” “ulusal olmayan” iş birlikçi tekelci sermaye ile, hatta doğrudan uluslar arası emperyalist 40
sermaye ile öylesine iç içe geçmiş, birbirinden ayrılmaz, birbirinin karşısında değil birbirini tamamlayan bir zincirin halkası durumuna dönüşmüş ki, sıradan ekonomik bilgilere sahip, iddiasız bir araştırmacının bile görebileceği olguları, sermayenin her türlü ulusallığı yıktığı kapitalizmin bir dünya sistemi haline dönüştüğü günümüzde bütün bu olguları görememek, kapitalizmin emperyalist kapitalizme dönüşen çağımızın kapitalizminin tarihsel ilerleyişini ve bunun sonuçlarını kavrayamamak ancak tüm yaşamı maddi gerçekleri çarpıtmak olan burjuva ekonomistleri ve proletarya devrimiyle ve bu devrimin sorunları kavramaktan uzak emperyalist kapitalizmin bu günkü durumunu içinde bulundukları içinde bulundukları ülkenin gerçeğini anlamak yerine, kendi ham hayallerini bu gerçeğin yerine koymak, emperyalizme karşı küçükburjuva formüllerle savaşa girişmek, bu günkü emperyalist politikaların alçaklığı köleleştirici etkileri üzerine yüksek ahlaki öfkeler
yağdırmak idealist dünya görüşünün körleştirdiği, küçük meta üreticisinin kapitalizm karşısında saman alevi gibi parlayıp sönen beş para etmez öfkesi olabilirdi. Ve özelleştirme karşısında bizim küçük burjuvaların öfkesi de bundan ibaret. Biz burada sorunun mümkün olduğu kadar özüne sadık kalarak (özelleştirme sorununa) diğer olgulardan emperyalizmin oynadığı günlük politikalardan bağımsız ele aldık. Okuyucuya burada verilmek istenen sadece ulusal mülkiyet kamu mülkiyeti olgularının tüm halkın mülkiyetiymiş gibi gösterilmek istenmesinin yanlışlığını göstermeye çalıştık. Burada gösterilmek istenen bir diğer olgu ise, kapitalist farklı modellerin, istemlerin sermayenin üretiminin gelişmesinin şu ya da bu evresinden başka bir şey olmadığını göstermeye çalışmaktır. Sermayenin gelişmesinin önündeki engeller ve bunun aşılması için uygulanan politikalar, istekler özel bir ülkeye özgü bir istemden, genel kapitalist dünya ya özgü bir isteme, politikalar dönüşürse, özelleştirmeye ilişkin yasaların
çıkarılması yönünde ki istemlerde olduğu gibi bu durum dünya kapitalizminin içinde bulunduğu genel bir durumla, bir bunalım olgusuyla açıklanabilir. Bunu kavrayamayan iyi niyetli halkın dostu yazarlar dün IMF nin, Dünya Bankasının, KİT’leri desteklediklerini bu gün ise bunların satılmasını özelleştirilmesini istediklerini ileri sürüyorlar. IMF ve Dünya Bankasının emperyalist kapitalizmin bu iki kurumunun dayatmalarını kapitalizmin içinde bulunduğu bunalımla açıklamak yerine, bunların düşmanlıkları, ezilen halklara duydukları kin ve benzeri beylik formüllerle açıklamaya çalışıyorlar. Emperyalizm öncesi dönemin yani kapitalizmin henüz bir dünya sistemi haline dönüşmediği dönemin kapitalizmi ulusal nitelikte bir kapitalizmdi. Gelişmesi kaçınılmaz olarak bütün dünyayı saracak olan kapitalizm o dönemde henüz daha Avrupa’nın belli ülkelerinde gelişmekte olan ulusal nitelikte bir üretim biçimiydi. Marks, ünlü eseri Kapitalleri yazdığı dönemde İngiltere kapitalizmin en 41
gelişmiş bulunduğu tek ülkeydi. Marks, Almanya da kapitalizmin henüz daha yeni gelişmekte olduğunu bunun sonucu olarak Alman ekonomi profesörlerinin kendi eserini değerlendirmelerine anlamalarına ilişkin olarak yabancı bir nesneye dokunmanın bunlar üzerindeki güçlüklerine değiniyordu. Kapital’in birinci cildine yazdığı önsözlerde aynı dönemde Fransa da çok farklı durumlarda değildi. ABD henüz daha o dönemde İngiltere’nin yarı sömürgesi durumundaydı. Tüm bu olgular emperyalizm öncesi kapitalizmin özellikleriydi. Tarihsel olarak emperyalizm öncesi kapitalizmin henüz daha bir dünya sistemi haline dönüşmediği evrede. Bu üretim ilişkisi şu yada bu ülkede bağımsız, herhangi bir güçlü kapitalist devletin rekabetiyle karşılaşmadığı ölçüde bağımsızca gelişiyordu. Feodal üretim ilişkileri tarihsel dönemini kapatmış ama yerine adım adım geçen kapitalist üretim uzun bir tarihi süreçte iktisadi ve siyasi alanda, bu iktisadi koşulların gelişmelerinin en uygun olduğu topluluklarda ulusal 42
devletler şeklinde organize oluyordu. Bu çağ kapitalizmin Avrupa da feodalizmi tasfiye etme, burjuvazinin kendi iç pazarı için ulus şeklinde örgütlenme çağı idi. Ulusal bağımsızlık henüz bir dünya sistemi haline gelmediği, emperyalizm öncesi kapitalizmin ilkel birikim sürecinde iç pazarını korumak, sermaye birikimini tamamlamak için zorunlu bir evresiydi. Adına serbest rekabetti dönem denilen bu evrede bir adam, Karl Marks kendisinin ayrılmaz parçası Fredrich Engels ile bu üretim ilişkisinin ulusal sınırları parçalamadan bu sistemin bir dünya sistemi haline dönüşmeden var olamayacağını görmüştü. Marks sadece içinde yaşadığı dönemi ele almadı onun kaçınılmaz yasalarını gösterdi. Anlamak için çaba gösterildiğinde tarihsel gelişmeleri kavrayabilecekleri ve onun kapitalizmin yarattığı işçi sınıfının iktidarını kurabilecekleri müthiş bir silah verdi öğrencilerine. Serbest rekabetti ulusal kapitalizmin Avrupa da, ABD’de, Uzak Asya’ da egemen üretim ilişkisi haline
geldiği, sermayenin yoğunlaşmasının, sermaye birikiminin ulusal sınırlar dışına çıktığı kapitalizmin egemen dünya sistemi haline dönüştüğü, kapitalizmin emperyalist kapitalizme dönüştüğü evrede, proletarya devriminin somut bir sorun olduğu evrede Karl Marks’ın öğretisinin gerçek özünü derinliğine kavrayan, bu öğretiyi şaşmaz bir sabırla, inatla, ustalıkla gelişen tarihsel koşullarda yorumlayan ve Karl Marks’ın öğrenciliğinden onun ustalığına erişmeyi başarmış Lenin, bu yeni kapitalizmin emperyalist kapitalizmin yasalarını açığa çıkardı. Bunlar: sermayenin yoğunlaşması, merkezileşmesi, bir avuç kapitalist tekellerin dünyayı sömürmesi, Bir avuç tekelin her şey milyonlarca küçük kapitalistin, küçük meta üreticisinin hiçbir şey haline dönüşmesi idi. Bu üretim ilişkisi tekellerde emperyalist ülkelerde dev boyutlara ulaşan sermaye birikiminin tekelci rekabet aracılığıyla küçük kapitalistleri yutması, kendi bünyesinde eritmesi idi. Emperyalist kapitalizm banka sermayesinin egemenliği akıl
almaz boyutlara ulaşan para sermayenin, sermaye fazlalığının ihraç edilmesi, geri ülkelerde kapitalizmin ihraç edilen sermaye fazlalığıyla – emperyalist kredileraracılığıyla hızla gelişmesi bu sistemin bir halkası, parçası haline gelmesiydi. Bu mali sermayenin egemenliği idi. Ve en sonu dünyanın bu kapitalist-emperyalist ülkeler tarafından paylaşılması ve paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması için emperyalist tekeller arasında dünya savaşlarının çıkmasıydı. Emperyalizm kapitalizmin tarihsel gelişmesinin sonuydu. Bunun ötesi proleter devrimlerdi. Lenin bu yeni tipteki kapitalizmin tahlilini “Çağımız emperyalizm ve ulusal kurtuluş ve proleter devrimler çağıdır” diye taçlandırmıştı. 1917 Ekim devrimi bu gerçeği gösterdi. Ama ne var ki bilimsel öğretileri dogmatik, şeklen ve en kaba biçimleriyle kavramada usta dar kafalı günümüz küçük-burjuva demokrat aydınları, bir üretim ilişkisinin nitelik olarak gelişmesinin durmasıyla, nicelik olarak , nispi olarak gelişmesinin de biteceği 43
olgusunu çıkarıyor. Oysa Lenin’in, emperyalizmi, kapitalizmin tarihsel olarak nitelik olarak gelişmesinin bittiği idi. Yoksa aynı Lenin, emperyalizmin kapitalizmi serbest rekabetçi dönemden daha mı hızlı bir şekilde bütün dünya çapında, sermaye ihracı yoluyla denizaşırı ülkelerde ne denli hızla geliştirdiğini öğretiyordu. Emperyalizmin dünyadan geri kalmış medeni olmayan topluluklarını nasıl kapitalist üretim ilişkilerinin cenderesine soktuğunu gösteriyordu. Emperyalizm özellikle I. ve II. Dünya Savaşından bu yana kapitalizmi bütün dünyada nicelik olarak geliştirdi. Dünün kendi içine kapanık birer köylü topluluğu olan bağımsız ülkelerini, topluluklarını kapitalist üretim ilişkilerinin birer halkası, uzantısı kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu kendine bağımlı ülkeler durumuna dönüştürdü. Komünistler bu günkü politikalarını, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesini bu günkü kapitalizmin tarihsel gelişmesi ışığında ele almalı. İşçi sınıfının mücadelesini, kurtuluşunu bunun önüne koymalıdır. Bir zamanların 44
marksisti Karl Kaustki’ nin yaptığı gibi bu gelişmenin arkasına değil. EMPERYALİZM VE EMPERYALİZMİN MAŞASI TÜRKİYE Kuruluşu emperyalist işgale karşı “Kurtuluş Savaşına” dayanan TC Devleti bugün geldiği bu noktada başını ABD emperyalizminin çektiği emperyalizmin bir maşası, onun bir parçası haline gelmiş, tüm dünyada emperyalizmin bayrağını dalgalandırmaya çalışıyor. Dünya jandarmalığını üstlenen ABD bugün Afganistan da, Irak’ta çeşitli bahanelerle giriştiği işgallerinin provalarını daha önce bir çok ülkede denemiş, kendince tecrübeler kazanmıştı. Bir ülkenin işgali bir ülkeye savaş açmakla sınırlı değildi onlar için. Ülkenin yönetimini beğenmeyip, uluslar arası ilişkilerinde kendine (kendinden yana olan burjuvalara) engel olan yönetimler veya yöneticiler ABD müdahaleleriyle görevlerinden alaşağı ediliyorlar veya yönetimler tepeden tırnağa
değiştiriliyorlardı. TC 12 Eylül Generalleri bile Ülke yönetimine el koymadan önce yapacakları işleri efendilerine bildirip onay alıyorlardı. Ne yapsınlar ? işler belki farklı anlaşılır, gerçek anlaşılıncaya kadar iş işten geçmiş olabilirdi. Onlar işlerini tesadüflere, sonradan bilgilendirmelere tahammülleri yoktu. Olmamamlıydı da. Herkes sınıf mücadelesindeki yerini almalı rengini açıkça ortaya koymalıydı. Aksi halde efendilerini ikna etmek, olurlarını, kanaatlerini almak mümkün değildi. Bugün tüm dünyanın ekonomik yapılarını, askeri ve siyasi konumlarını kontrol altında tutarak kendi aslan payını almak için karşısında bırakınız ‘hayır’ diyecek birisini bulmak tam tersine ekonomilerini ve uluslar arası ilişkilerini sağlamlaştırmak için gönüllü olmak için peşlerine takılmaktadırlar. Emperyalist burjuvazinin bu kadar birbrine sıkıca kenetlenmelerinin, birlikteliklerinin tek sebebi kaybedeceklerinin muazzam yığın değerleri ve ilişkileridir. Bu ilişkiler ne bir diplomatik ilişki nede sıradan iş bağlantıları yada yatırımlarıdır.
Bu ilişkiler emperyalist ilişkilerin ta kendisidir. Bu ilişkiler sonucudur ki uluslar arası sermayeler yönetilebilmekte. Yatırımlar ayarlanabilmekte , devasa silah ve malzeme ticareti organize edilmekte, kurbanlar tayin edilmektedir. Böyle bir efendi için neler yapılmaz ki? Şimdi savaşa hazırlanma zamanıdır. Bu savaş öyle bir savaş ki bahane için binbir gerekçe dünden hazırdır. Ya “dumanı tüten bir silah”, ya “nükleer araştırmalar” veya “terör örgütlerine yardım ve yataklık”. Gerçi dünya jandarmasının başka ülkelerin “yargılanması” için ileri sürgüğü gerekçeleri kendisi için uygulanmaya kalksa her gerekçesi için yıllarca savaş açmak yeterli olmayacaktır. Bu günlerde dünya jandarmalığının yanısıra uluslar arası “vurucu tim”, olağanüstü yetkilerle donanmış, yüksek dukunulmazlıklara sahip birçok Avrupa ülkesindende katılımlarla oluşturan bu “terörüst örgüt” pek yakında faaliyetlerine başlayacaktır. Göstermelik görevlerinden ilki Usame Bin Ladin adlı kötü 45
ünlü uluslar arası teröristin yakalanması ve faliyetlerinin durdurulması olarak belirlendi. Dünya gündemini en umulmadık eylemleriyle damgasını vuran , birbirleriyle ilşkileri ve eylemleri bakımından tıpatıp benzer, her bir hücresi tamamen aynı GEN yapıları aynı özellikler gösteren bir birleriyle ilişkileri olmayan “SANAL bir örgütün” yokedilmesi peşine düşeceklerdir. Biz normal şartlarda biliyoruzki uluslar arası arenada hangi emperyalist bloğun olursa olsun sıcak bütün bölgelerde ajanların cirit attıkları, bir çok eylem ve yerel hareketler örgütledikleri, bilgi ve belgeler topladıkları bilinen, sıradan olaylardır. Şimdi uluslar arası daha henüz adı konmayan emperyalist burjuvazinin muhafızlığını yapmak için örgütlenmeye çalışılan bu kan emici canilerin özel conileri daha neler yapacaklar yakında göreceğiz. Buna karşılık ulusal ve toplumsal kurtuluş için mücadelede işçi sınıfı önderleri tüm işçi sınıfını ve emekçi halkları yöneterek devrimci siyasal eylemlerde harekete geçirecek , 46
Marksizmi kitlelere yayarak bilimsel sosyalizmin teorik ve pratik olarak yaygınlaşmasına çalışacaktır. İşçi sınıfı önderlerinin yönetici organları, partileri, parti hücreleri ve üyeleri işçi sınıfına siyasal amaçlarına açıklayarak onu devrime hazırlamak için çalışmaktadırlar. Her durumda genel yönelimleri uygulayarak ve kitlelerle bağlar kurmak için yeni yöntem ve çeşitli yollar bularak tam girişimlerle faaliyet göstermektedirler. İşçi sınıfı önderlerinin bütün faaliyetleri proletaryanın bayrağı altında işçi sınıfını iktidarı alma mücadelelerinde önderlik etme amacında hizmet etmesi gerektiğini unutmamamlıyız. Bu önder rol ideolojik, siyasal ve örgütsel çalışmalarda başlıca kaygılarımız olmalıdır. Bu konuda tek rehberimiz Marksizm ve Leninizmdir. Bilimin gösterdiği bu yolda cesaret , akıllılık ve güvenle hareket ederek yaratıcı ruh ve günlük çalışmaları yoğunlaştırmalıyız. İşçi sınıfının bütün katmanlarıyla bağlar kurmalı, yakın gereksinmelerini yakından tanıyarak sınıf mücadelesine olabildiğince geniş katılımını
sağlamamız gereklidir. Böylece işçi sınıfının siyasi önderi partileri güçlenecek, halk partilerde kendi örgütünü görecek ve ona mücadeleyi yürütme görevlerini emanet edeceklerdir. Böylelikle ulusal ve toplumsal kurtuluş için emperyalizme karşı mücadele tüm dünya işçilerinin ortak mücadelesi ile mümkün olacaktır. ABD emperalizminin başını çektiği emperyalistlerin katılımından oluşan NATO ‘nun “insan hakları” , “terörizme karşı mücadele” sloganları ile haykırmaları bilinen demegojiyi bu günkü koşullarda insan haklarının çiğnenmesinin gerçeğinin gizlenmesini amaçlıyor. ABD emperyalizminin Irak’a karşı saldırısı gibi halklara karşı terörcü eylemlerini gizlemek ve savaşın öldürücü tehlikelerine az göstermek için şimdiki yayagaraya gereksinim duyuyorlar. Avrupa ve diğer ülkelerde ABD’nin ve buna bağlı NATO askeri üstleri ile dolu iken kimin güvenliğinden söz edilebilinir ki? ABD emperyalizmi en yakın müttefikleriyle bile dostluk
içinde değillerdir. Herkes birbirinin ayağını kaydırmak için sotada beklemektedirler. Kimse kimseyi kandırmasın ki; emperyalizmin hegomonyacı siyaseti devam ettiği sürece, gittikçe daha karışık ve tehdit edici uygulamalarıyla hiçbir ulus kendi insancıl ve stratejik ulusal ve toplumsal programlarını yaşama geçirilmesi mümkün değildir. Bu konuda AB’nin vaaz ettiği sözüm ona insan hakları, herkese sağlık, eğitim, çalışma ve çevrenin korunması vb. gibi karar ve uygulamalarının yaşama geçirilmesi bir yana emperyalist uygulamalar nedeniyle rafa kaldırılmakta, engellerle ve şantajlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu konuda ABD emperyalizminin ozon tabakasının delinmesine ilişkin roporu ile ilgili tavırları gün gibi ortadadır. Emperyalizmin saldırı ve savaş siyasetine son verilmezse, egemen ülkelerin (emperyalizmin maşası olmayan) özgür geleceklerine inşa etmelerine izin verilmezse , her türden baskı, sömürü ve ayrıma uğrayanlar ulusal ve toplumsal özlemlerini gerçekleştiremezse hiçbir siyaseti ne kadar haklı ve iyi 47
proğramlanmış olursa olsun başarıyla gerçekleştirilemez. Dün iki süper güç (Amerikan emperyalizmi ile SSCB) arasındaki emperyalist çekişmenin stratejik planları bu gün bir çok alanda olduğu gibi ABD emperyalizmi lehine sonuçlar doğurmuş, bunu fırsat bilen ABD emperyalizmi dünkü hasımlarını da yanlarına alarak Afganistan, Sıbistan, Irak Ve son olarak BOP üzerine çalışmalar ve planlar üretmektedirler. Dün iki emperyalist süper gücün askeri, siyasi dengelerinden dolayı ve nükleer bir savaşın olası sonuçlarını kestirememelerinden Basra körfezindeki gerginliği bölgesel veya yerel tutatak geniş bir çatışmanın oluşumunu bir dizi aşamalardan sonra bu günkü duruma taşımış oldular. Dün Basra’daki geginlik ve bunalım durumu yalnızca Basra Körfezi Ülkeleri ve Irak’a değil (İran olarakta okuyabilirsiniz) Batı Avrupanın bir dizi sanayileşmiş kapitalist ülkesine, Joponya’yıda etkiliyor. Ve bütün dünya tarafından biliniyordu ki, Yakın Doğu, Orta Doğu ve Afrika’da ve her yerde olduğu gibi Basra Körfezinde ateşi 48
körükleyen ABD ve SSCB olmuştu. İki süper devlet öbür süper devletlerin komploları ve stratejik planları ve büyük petrol bölgesi Orta Doğuyu hedef almıştı. İki süper devlet öbür emperyalist devletler bu bölgeden asla uzaklaşmayacak. Çünkü bu bölgede dayattıkları ayrıcalıklı ekonomik yada stratejik askeri konumların yitirilmesi ve çiğnenmesini istemiyorlardı. Bu nedenle ateş odaklarına bölgesel savaşlar hep yanık tutulup gerici rejimleri silah ile siyasal yolla yardım ederek, bir halkı öbürüne düşürerek ve bir çatışmayı hala söndürmeden öbürünü tutuşturmuşlardı. Büyük petrol bölgesi Orta Doğu da Fare ve kedi gibi bir birlerinin eylem ve tavırlarını izliyorlardı. Bu nedenlerdendir ki verilen bir anda insanlık yalnızca Orta Doğu için değil , bütün dünya için çok ağır ve büyük sonuçlar getiren bir zincir tepkiyle karşı karşıya gelmiştir. Şimdi dağılan SSCB karşısında köpeksiz köy bulup değneksiz dolaşan ABD dünkü birbirlrinin (ABD-SSCB) kalleşliketmelerinden korkanlar bu gün kendi müttefiklerinin kalleşliğinden korkmaktadırlar.