7-PROLETER

Page 1

PROLETER KURTULMAK YOK TEK BAŞINA ! YA HEP BERABER YA HİÇ BİRİMİZ Cilt 1, Sayı :7

“O ‘İKİNCİ KEMANDI’” SAYGIYLA ANIYORUZ Friedrich Engels, 28 Kasım 1820'de Almanya'nın

Barmen kentind e doğdu. Babası bir pamukl u dokuma fabrikat örüydü. Üniversitede felsefe öğrencisiyken geleneksel dinin ve varolan devletin, Prusya Devleti'nin yıkılmasını hedefleyen sol Hegelcilerin toplantılarına katıldı. 1837'de babasının baskısıyla ona ait dokuma fabrikasında

AĞUSTOS

2004

çalışmaya başladığı için okulu bırakmak zorunda kaldı . Manchester'deki fabrikada çalıştığı bu dönemde kapitalist üretim tarzının İngiliz işçi sınıfı üstündeki etkileri konusunda bir araştırma yaptı . 1844 Eylül'ünde Paris'te Marks'la tanıştı ve onunla ortak kuramsal çalışmalara yöneldi. 1847 Haziran'ında Londra'da, sonradan Komünistler Birliği'ne dönüşen Doğrular Birliği'nin kongresine katıldı. 1848 devrimi sırasında, Marks'la birlikte Köln'e geçti ve ayaklanmalara katıldı. 1864'te Uluslararası Emekçiler Derneği (Enternasyonal)'nin kuruluş çalışmasında yer aldı ve yürütme organına seçildi. Çalışma dünyasına ilişkin gündelik deneyimleri, kapitalist üretim tarzının gelişme biçimlerini derinlemesine çözümleyebilmesine olanak 1


sağladı. Marks'ın ölümünden sonra Kapital'in ikinci ve üçüncü ciltlerinin bazı bölümlerini tamamlayarak yayınladı. Anti-Dühring, Doğanın Diyalektiği (18731886), üretim ilişkilerinin akrabalık biçimleri üstünde belirleyici rol oynadığını gösterdiği Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (1884) adlı eserlerini yayınladı. 5 Ağustos 1895'de Londra'da öldü İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu (1845), Kutsal Aile (Marx ile) (1845), Alman İdeolojisi (Marx ile) (1846), Komünizm'in İlkeleri (1847), Komünist Parti Manifestosu (Marx ile) (1848), Almanya'da Köylü Savaşı (1850), Almanya'da Devrim ve Karşı Devrim (1851), Konut Sorunu (1872), Anti Dühring (1878), Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm (1880), Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (1884), Doğanın Diyalektiği (1886), Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi'nin Sonu (1886), Tarihte Zorun Rolü (1888), Erfurt Programı'nın Eleştirisi (1891)

2

EMPERYALİZM VE KRİZLER Marksizm kapitalizmi ekonomik süreç olarak incelemiş sonuçlarını ve muhtemel sonuçları sonucunun nereye gittiğini ve gideceğini işaret etmişlerdeir. Bilindiği gibi kapitalizmin incelenmesi konusunda diğer emeği geçen iktisatçıların teorilerinin, Hegel’in mantığını aşarak günümüzde hala güncel ve geçerliliğini koruyan devrimci teorinin dehası Marks ve Engels’in olağanüstü dehaları sonucu gelşiştirdikleri kapitalizmi eleştiren teorileri günümüz ekonomilerini açıklamamızda, güncel sınıf çıkarları ve görevleri açısından I.V. Lenin kapitalizmin tekekelci aşamasının günümüz gerçeklerine ışık tutması, görevlerin belirlenmesi açısından kavranılması ve uygulanması açısından önemli bir yer tutmaktadır. Lenin kapitalizmin gelişmesinin zorunlu sonucu aldığı boyutun, dünya pazarlarının paylaşılması, sermayenin yogunluğunun artması beraberinde proleter devrimleri çağını başlattığını, emperyalizmin bu anlamda


çürümeye yüz tuttuğunu yerine proletaryanın önderliğinde gelişecek sosyalizm ve sonrası sınıfları da yıkarak ilerleyen bir süreci başlattığını ifade etmişti. Ne yazıkki proletarya 1917 devrimiyle başlattığı bu sürecin kazanımlarından biri olan proletarya diktatörlüğünü ileriye götüremeden revizyonistlerin ihaneti ile tekrar hakimiyeti emperyalistburjuvaların ellerine teslim etti. Sınıf mücadelesinin devam ettiği devrimden sonraki günlerde gerek parti içindeki gerekse uluslar arası devrimcikomünist parti ve ülkelerde proletaryanın bakış ve yönlerini saptıran kötü ünlü liderlerin çabalarıyla burjuva sınıf yavaş yavaş kendi egemenliklerini kurarak soyalist ekonomileri revize ederek en sonu “89 duvarların yılışı” ile sonuçlandırmış oldular. Bugün önce devlet mülkiyeti haline getirdikleri sosyalist mülkü parti yöneticileri, işletme yöneticilei, büyük bürokratların mafya tarzı yönetimleri ile birer birer özel mülkiyete dönüştürerek kapitalizmin daha geri evrelerine doğru yol almaya devam ediyorlar. Bunu bir

yandan kendi kişisel hırsları kamçılarken uluslar arası sermaye ve finas kuruluşları (Dünya Bankası, IMF) emperyalizm temelinde sosyal ve hukuki kurumlarını hayata geçirmeye çalışıyorlar. Uzun bir süredir suskun ve örgütsüz kalan ezeli rakibinin bu tutumuda gelişmeleri dahada hızlanırmıştır. Bu süre içerisinde bütün gelişmeler işçi sınıfının aleyhine gelişerek patlamanın barutunu artırmaya devam etmişlerdir. Şimdilerde günlük gazetelerden ekonomi dergilerine kadar yaşamın bütün alanlarında ekonomik ve sosyal gelişmelerin vardığı boyutlar burjuva yazar çizerinden, en sığ yöneticisine kadar sirayet etmektedir. Sermayenin uluslar arası baskı ve gemenliği kendini sokaktaki vatandaştan tarladaki . fabrikadaki işçisine kadar kendi dünya görüşlerine ve bilgilerine göre tespitler yapmakta, çözümler üretmektedirler. Emperyalizm bugün kararlarını ve çözümlerini uluslar arası düzeyde ve tüm ulusal devletlere bağlayıcı nitelikte üretmekte ve hayata geçirmktedirler. 3


Bugün her ulus proletaryası bunlara kendi ulusu bazında uluslar arası mücadele ve çözüm yolları bulmalıdır ve bulacaktırda. Birkaç sayı öncesi bir yazımızda Cam işyerlerindeki grevin ekonomik sonucunun kapitalistler tarafından nasıl çözüm bulunduğunu, bu alandaki açıkların ithalat vb. yollarla nasıl giderilmeye çalışıldığını belirtmeye çalışmıştık. Grev kırıcılığının proletaryanın bir birine direk ihaneti şeklinde değil, yasal kılıfları hazırlanarak yapılmış olması ince politik olgular değil emperyalizmin uluslar arası kapitalist ilişkileridir. Çin’ de fabrikalar kurup Türkiye’de Grevdeki işçilerine lokavt uygulayanlar sektördeki ihtiyaçlarını “ithalatla karşılıyoruz ,dövizimiz yurt dışına kaçıyor, bunların sorumlusu greve giden işçilerdir” diye beyanatlarıyla üstelik birde işçileri suçluyorlardı. Bugün ezeli rakibi ve düşmanı işçi sınıfının politik gücündeki zayıflık burjuvaziye akılalmaz örgütlenmelere ve iktidar savaşlarını girmelerine neden olmuştur. Uluslar arası Ticaret Örgütünün temmuz 4

ayında aldığı bir kararla bu örgüte üye bütün ülkelerde karları düşük olduğu için destekleme yapılan tarımın bundan böyle desteklerinin kaldırılacağını duyurmuşlardır. Bu karar birçok emekçinin işsiz kalmasına, toprakların işlenenememesine neden olurken birçok teknolojik tarım yapan birkaç ülke kapitalistlerinin önemli ölçüde karlarını artırarak daha da zenginleşmesine neden olacaktır. Birinin ateşi sönmeden diğerini ateşleyen burjuvazinin iktidar aşkı kendi sonunuda hazırlayıp durmadan devrim ateşini körüklemektedir. Proletarya devrim bayrağını daha yükseklere dikecek, bu defa “nakka “ diyecektir.


ÖZELLEŞTİRME SORUNU ÜZERİNE (BÖLÜM II) Dünya Kapitalizminin Bunalımdan Çıkış İçin Yeni Sömürü Alanları AramasıDünya Çapında Özelleştirme Dalgası Lenin, bilindiği gibi emperyalizm tahliline, üretimin, sermayenin yoğunlaşması ve tekellerle başladı. Kapitalizmin ayırt edici özelliği aşırı üretim, yani metanın ve sermayenin aşırı üretimi Marks’ ın açığa çıkardığı kar oranlarının düşme eğilimi yasası emperyalizmle birlikte son bulmadı. Tam tersi emperyalizm bu olgunun dev boyutlarda yeniden üretilmesidir. Marksizm, kapitalizmin bu aşırı üretimden kaynaklanan bunalımlarını, sömürü alanlarını genişleterek sermayenin yoğunluğunu artıracak, sermayenin bir kısmını yok ederek daha az ellerde toplanmasına yani merkezileşmesine neden olarak aşabildiğini, yani gerçek anlamda bunalımları çözerken

yeni ve daha büyük bunalımların koşullarını yaratarak geçici olarak çözümlediğini gösterdi. Bugün gözümüzün önünde olup biten olguda kapitalizmin bu çözümsüz çözümünden başka bir şey değildir. Kapitalist sermayenin önündeki engellerin kaldırılması, bunalıma neden olan sermayenin dev boyutta ki üretilmesinin ulaştığı sermaye yoğunluğunun yeni sömürü alanları araması olan bu özelleştirme olgusu daha şimdiden bütün dünya da sermaye ile proletaryanın arasındaki uçurumu derinleştiriyor. Emperyalist kapitalizmi bu günkü bunalımdan çıkış için keşfettiği bu hiç de yeni olmayan icat, bütün kapitalistlerin çözüm diye üzerine atladığı bu icat İngiltere’ de, Almanya’ da, Meksika’ da, Arjantin’ de, Türkiye’ de kısacası tüm dünya da kapitalizmin gelişmesinin milyonlarca, on milyonlarca, yüz milyonlarca insana verdiği yaşam biçimi kin ve öfke zincirini geriyor. Sermayenin ulaştığı dev boyutlar 1970’ler de sahneye çıkan merkezileşmenin yeni biçimi çok uluslu emperyalist 5


şirketlerin –ki gerçekte bunlar tek ulusluegemenlik alanlarını genişletiyor. Kapitalist iktisatçılar 1970’lerde kendini açığa vuran bunalımın halen aşılamadığını, kapitalist üretimin 1945’den sonra yakaladığı büyüme hızının durduğunu, 1970’den sonra gerçek anlamda bir büyüme olmadığını, durgunluğun krize dönüştüğünü, gün geçtikçe büyüdüğünü itiraf ediyorlar. Bu gün sermayenin ulaştığı yoğunlaşma çok uluslu emperyalist dev tröstlerin General Motors’un (ABD) bu çok uluslu şirketin 1987 yılı cirosu 121.48 milyar dolar, bir başka çok uluslu Japon Toyota’nın cirosu (1987) 74.59 milyar dolar. Petrol devi Exxon (ABD) cirosu (1987) 101.53 milyar dolar. Kimya sektörünün çok uluslu devlerinden BASF’ın (Almanya) aynı yıl ki cirosu 27.79 milyar dolar. (Nouvel Economiste Kasım 1989Thema Larousse Milliyet) Görüldüğü gibi yoğunlaşma, merkezileşme o denli büyük ki bu tekellerin yıllık cirosu Türkiye gibi ülkelerin bütçesini kerelerce katlıyor. Ve bunların örgütsel 6

ağları örneğin, “IBM İmparatorluğu: Bilişim sektöründe birinci şirket olan, bütün sektörlerden şirketlerin dünya sıralamasında da altıncı sırayı alan IBM’e bağlı kuruluşlar 1980’lerin sonundaki “çok uluslu alan” a denk düşen bir alanı kapsamaktadır. Bu alan sanayileşmiş ülkeler (Kuzey Amerika- Avrupa- Japonyaüçlüsü) ve buna eklenmesi gereken yeni sanayileşmiş ülkelerle ört üşmektedir. IBM İmparatorluğu üretimini sanayileşmiş bütün dünya ülkeleri ölçeğinde planlamakta ve yavru şirketlerden her biri araştırma, parça üretimi, montaj, yazılım tasarımı, gibi belirli bir işi gerçekleştirmekle görevlendirilmektedir. (Thema Larousse c.11 s.366-367) Bu çok uluslu dev tröstlerin bütün dünyayı nasıl egemenlik alanlarına aldıkları, kendilerinin dışındaki kapitalist işletmelere nasıl diz çöktürdükleri açıkça anlaşılacak bir şeydir. “Yeni teknolojiler çok büyük araştırma ve yatırım masrafları gerektirmektedir. Ama bu teknolojilerin sağladığı üretim dolayısıyla verimlilik ve karlılık oranları da çok yüksektir. Yeni


teknolojilerden yararlanan büyük çok uluslu şirketlerin en belirgin yönü bulundukları alanlarda çok büyük karlar elde etmeleridir.” (age. S.366367) Petrol-İş 93-94 yıllığında Dr. Ergin Yıldızoğlu Birleşmiş Milletlerin Cenre on Transnstional Corporations’in 1983’de yayınlanan çalışmasından aktardığı verilere göre (s.533) “ Çok uluslu şirketlerin gelirleri içinde yabancı denizaşırı şubelerinin gelirinin payının 1870’de %30 olduğunu ve bu oranın 1980’de %40’a çıktığını gösteriyordu... doğrudan yabancı yatırımların 1960’lar boyunca sürekli artmış olmasına rağmen esasen 1972-74 ve 1979-1980 durgunluklarında iki büyük sıçrama yaptığını gösteriyordu. Yabancı sermaye yatırımları artarken 1970’lerde ÇUŞ arasında uluslar arası düzeyde bir banka, sanayi sermayesi kaynaşması yaşanmaya başladı.” (s.533 age.) İktisatçılar 1970’lerin başında 30.000 şubeli, 10.000 çok uluslu şirket olduğunu yazıyor. (s.533 age) 1980’lerin sonu ve 1990’ların başı ÇUŞ faaliyetlerinde büyük bir

gelişmeye şahit oldu. 1980’lerin sonuna gelindiğinde ÇUŞ şubelerinin sayısı 206.000’e yükseldi. Bu birkaç yıl içinde son derece hızlı bir gelişmeye tekabül ediyordu. Gelişmekte olan ülkelere yapılan sermaye ihracında ki artış da bu gelişmeyi işaret ediyordu. 1986-90 arasında yılda ortalama 37 milyar dolar olan sermaye ihracı 1993’de 160 milyar dolara yükseliyordu. Böylece ÇUŞ dünya sanayi üretiminin %30’unu doğrudan kontrol edebilecek bir düzeye ulaşmışlardı. (Dolaylı kontrollerin göz önüne alınabilmesi halinde bu rakamın çok yukarılara çıkabileceği düşünülüyordu.) Çok uluslu şirketler (ÇUŞ) gelişmekte olan ülkelerde 12 milyon kişi istihdam ediyorlardı. Ve bu istihdamın %75’i 1985’den sonra yaratılmıştır. ÇUŞ toplam satışları dünya toplam ihracatından %20 daha fazlaydı.” (age. S.539) 1979’da Tiran’da basılan ve dilimize 1990’da çevrilen Emperyalizm ve Devrim adlı eserinde Enver Hoca, bu günkü kapitalizmin niteliğini şu şekilde ortaya 7


seriyordu: “ Bu günkü kapitalizmin bir niteliği üretimin ve sermayenin gittikçe artan yoğunlaşmasıdır. Bu küçük işletmelerin muazzam büyüklükteki işletmeler ile birleşmeleri ya da bunlar tarafından yutulmalarına yol açmıştır.” (s.50) Örneğin, “Meksika borç krizinin (1982) bir uluslar arası mali krize yol açmasından korkan ABD Merkez Bankası (FED) faizleri düşürüyor ve bunun sonucu şirket borçları ABD’de 1982 ile 1987 arasında yaklaşık 700 milyar dolar artıyor. Bu borçları kullanarak gelişen spekülatif işletmelere bağlı olarak şirketlerin borç aktif durumları iyice bozuldu ve borçlanma oranları 1982’de 1.005’den 1987’de 2.268’e yükseldi. Dönem boyunca ABD ve Avrupa da şirket satın almalar, birleşmeler özellikle bu borçlar kullanılarak gelişti. (F.T. 5/10/1987) (F.T. 2/11/1987) 1986’da bu sürecin ABD’ye göre daha küçük çapta işlediği İngiltere de ele geçirmeye ve birleşmeye konu olan şirketlerin mali hacmi 6.4 milyar sterlinden 16.6 milyar sterline çıktı. (Ergin Yıldızoğlu age. s.5) Enver Hoca şöyle devam eder; “ Bu aynı 8

zamanda büyük tröstlerde ve konsorsiyumlar da çok büyük miktar da iş gücünün bir araya toplanışını beraberinde getirdi. Bu işletmeler büyük üretim kapasiteleri, muazzam miktarlarda enerji kaynaklarını ve hammaddeleri de ellerinde topladılar. Bu gün büyük kapitalist işletmeler yalnızca kendilerinin ellerinde olan atom enerjisi ve yerli teknolojilerden yararlanmaktadırlar.” “Bu dev boyutlu organizmalar ulusal ve uluslar arası niteliğe sahiptir. Bunlar kendi ülkelerinde küçük mülk sahiplerini ve sanayicilerin büyük çoğunluğunu yıkıma uğrattılar. Uluslar arası düzeyde bir çok ülkede sanayiinin, tarımın, inşaatçılığın, ulaştırmanın tüm kollarını kapsayacak muazzam konsorsiyumlar biçiminde gelişirler. Konsorsiyumların pençelerini attıkları, üretimin yoğunlaşmasının bir avuç milyarder tarafından gerçekleştirildiği her yerde, küçük mülk sahiplerinin ve sanayicilerin tasfiyesine yönelik eğilim genişliyor ve yayılıyor. Bu tekellerin daha da güçlenmesine yol açmaktadır.” ( age. s.50) “Artan ve gittikçe


artmaya devam eden tekellerin ekonomik gücü ve sermayenin yoğunlaşması yalnızca emzik çocuklarına yani geçmişe özgü tekelleşmemiş işletmeleri değil, büyük mali işletmeler ve grupları da rekabet mücadelesine kurban ediyor. Tekellerin yüksek tekel karlarına karşı duydukları sınırsız arzu ve rekabetin keskinleşmesi nedeniyle bu süreç son yirmi yıl içinde dev boyutlara ulaştı. Bugün kapitalist dünyada şirketlerin birleşmesi ve diğerlerini yutması, İkinci Dünya Savaşından önceki yıllara oranla yedi ila on kat daha fazladır.(age. s.53) Bütün bu olgular “sanayinin olağanüstü gelişmesi ve üretimin gitgide daha büyük işletmeler içinde son derece hızla yoğunlaşması süreci kapitalizmin en belirleyici özelliklerinden biridir.” Diyen Lenin’in burjuva ideologlarınca eskimiş, zaman aşımına uğramış, dünya görüşü olarak adlandırılması bütün bu olguların gözlerden saklanamaz olgular olarak ortaya çıktığı günümüzde utanmazca bir burjuva ikiyüzlülüğü içinde Marksizm-

Leninizm in öldüğünü iddia ediyorlar. Üretimde ki bu dev yoğunlaşma sermayenin yoğunlaşması para sermayenin dev boyutlara ulaşmasının da temelini doğurur. Üretimlerini bütün dünya ölçüsünde yayan şube sayılarını kendilerine bağlı yavru şirketleri 1970 ile 90 arasında 30 binden 80 bine 90-93 arasında ise 206 bine çıkaran çok uluslu bu dev tekeller bankacılık alanında da çok uluslu dev bankaları doğurdular. “Tasarruf neredeyse bankalarında oraya gitmesi ve dünya da ki sermaye arzı ile talebin en yoğun biçimde buluştuğu büyük firma merkezlerinde hazır bulunması gerekir. (Thema Larusse c.II s.368369) Emperyalizm tahlilin de Lenin, emperyalist kapitalizmin bir diğer ayırt edici özelliği ilk ve temel görevi ödemelerde aracılık hizmeti gören bankların mütevazı aracılar olmaktan çıkıp, belli bir ülkenin ya da bir çok ülkenin hammadde kaynaklarının ve üretim araçlarının çoğunu kapitalistlerin ve küçük patronların para 9


sermayelerinin hemen hemen tamamını emirlerinde bulunduran muazzam tekeller haline gelmesidir. Bir çok mütevazı aracının böyle bir avuç tekelci haline gelmesi kapitalizmin kapitalist emperyalizme dönüşmesinin temel süreçlerinden birini meydana getirmektedir. (Lenin Emperyalizm s.39) 1970’lerde toplam miktarı zaten artmış olan uluslar arası sermaye dolaşımı 1980’lerde daha büyük bir atılım yaşadı. Bu atılımın başlıca itici gücü çok uluslu bankalardır. Bunalım dönemlerinde sanayideki kar oranları ne kadar düşerse yatırım alanı arayan sermaye miktarı da o kadar büyük olur. Zengin ülkelerin finanse kaynaklarını büyük ölçüde yönlendirme ve sınırlar ötesinde dolaşıma sokma imkanı olan çok uluslu bankalar, dünya da yeni bir bankacılık sisteminin doğmasına katkıda bulunmuştur. Dünya bankalarını aynı yapı içerisinde birleştiren bu yeni sistemde ulusal hükümetlerin ve uluslar arası finans kurumlarının pek az söz hakkı var. Bu gün büyük bankacılık 10

imparatorlukları ana ve yavru kuruluşlar arasındaki bağlarla örülmüş çok uluslu bir alana yayılmış durumdadır. Bu alan çok uluslu bir sanayii alanıyla (Kuzey Amerika-AvrupaJaponya üçlüsü, Asya’nın yeni sanayileşmiş ülkeleri Brezilya, Avustralya ve Yeni Zellanda ) örtüşür ama bir yandan da Orta doğu’ya Orta Amerika ve Afrika’nın finans merkezlerine ve finans cenneti olarak bilinen bazı bölgelere de taşarak bu alanların sınırlarını aşar. Kısacası dünya ekonomisinin yönlendirilmesinde söz sahibidir. (Thema Larousse c.II s.368-369) Kapitalist üretim küçük işletmelerin büyük işletmeler tarafından ortadan kaldırılması, üretimin ve sermeyenin daha az ellerde toplanması milyonlarca küçük meta üreticisinin milyonlarca küçük patronun tekeller tarafından yıkıma uğratılmasıdır. Bu süreç aynı zamanda bankacılık alanında da kendini gösterir. Birbiri ardından küçük bankaların tasfiyesi ve bunların sermaye dolaşım alanının dışına itilmesi üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi süreci özellikle


kapitalist üretim ilişkilerinin dorukları bunalım dönemlerinde kendisini daha bir açığa vurur. Burjuva iktisatçılarının tümünün üzerinde hem fikir oldukları 1970’lede başlayan ve gittikçe büyüyen bu günkü bunalım üretimde akıl almaz büyüklükte ki dev tekelleri bütün dünya kapitalist üretimini denetimleri altına alan milyonlarca emekçiye hükmeden burjuva iktisatçıların çok uluslu tekeller diye nitelendirdiği emperyalist tekelleri yarattı. Aynı süreç para-sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasında da görülüyor. Kapitalist yeniden üretim bu yoğunlaşma ve merkezileşmeyi de yeniden üretiyor. Bu süreç yani rekabet mücadelesinin yayılması varolma savaşı küçük ve orta ölçekte ki bankaların yutulmasıyla emperyalist kapitalizmin mali ve para sistemindeki bitmek bilmez bunalımlarla kendini açığa vuruyor. Bugün dünya sıralamasında ilk 50’ye giren bankalardan hemen hemen hepsinin anayurdu (47’sinin Kuzey Amerika yani ABD,

Avrupa yani Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’dır. Avrupa dışındaki ülkelerde Kanada’nın bir tek bankası ve Bank Of China ilk 50 banka arasındadır. (age. s.369 Örneğin Avrupa’nın en güçlü ülkesi olan Almanya’nın mali gücünü yansıtan çok uluslu Alman bankalarının en büyükleri “üç kız kardeş” olarak anılan Deutsche Bank, Dresdner Bank ve Commerz Bank Avrupa ve Kuzey Amerika’nın yanı sıra Latin Amerika, Asya ve Orta Doğu’da yerleşmiştir. Yine çok uluslu ilk 50 banka arasında 22 Japon bankasının yer alması, dünyanın en alacaklı ülkesi olan Japonya’nın mali gücünün kanıtıdır. Bu bankaların dünya sıralamasında ilk 12 ye giren en büyükleri Japonya sanayinin gerçek finansman merkezleridir: Daiichi Kangyo, Sumitono, Fuyi, Mitsubishi, Sanwa, Mitsui gibi finans grupları bu bankalardan doğmuştur. Bunlar ABD, Asya, Latin Amerika ülkeleri (Brezilya, Meksika, Avustralya, Orta Doğu ve eski sosyalist Avrupa ülkelerinde yerleşmiştir. (age. c.II s.369) 11


Mütevazı birer araçlıktan kapitalistlerin ve küçük patronların parasermayelerinin hemen hemen tamamını emirlerinde bulunduran tekeller haline gelmiş bankaların gitgide artan bir sermaye kısmını sanayide tutmak zorunda olduklarını yazıyordu Hilferding ve şöyle devam ediyordu: “Böyle bankalar gittikçe artan ölçüde birer sanayii kapitalisti haline geliyor. Gerçekte sanayi sermayesi haline dönüşen bu banka sermayesine – yani para sermayeyemali sermaye diyorum. Kısacası mali sermaye bankaların çekip çevirdiği, sanayicilerin kullandığı bir sermaye oluyor.” Lenin, Hilferding’in bu eksik tanımlamasına şu noktayı koyuyordu. “ Üretimin yoğunlaşması, bunun sonucu olarak tekeller; sanayiin ve bankaların kaynaşması ya da iç içe girmesi –işte mali sermayenin oluşum tarihi ve kavramın özü.” (Lenin Emperyalizm s.58) Lenin, geriye kapitalist tekeller “yönetiminin”, meta üretimi ve özel mülkiyet rejimi içinde, nasıl kaçınılmaz bir biçimde bir mali oligarşi egemenliği haline geldiğini açıklıyordu. Günümüz 12

burjuva ideologları bir yandan Marksizm-Leninizm bitti derken diğer yandan hiç Lenin’den söz etmeksizin Lenin’in Emperyalizm adlı eserindeki örneklendirmelerine ciltlerce katkıda bulunuyor. Kapitalizmin özelliği diyordu Lenin “Sermaye sahipliğini bu sermayenin sanayide uygulanışından; para sermayeyi sanayii ya da üretken sermayeden, yalnızca para sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi sanayiciden ve sermayenin yönetimi ile doğrudan ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir. Mali sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü rantiyenin ve mali oligarşinin egemenliği anlamını da taşır; mali yönden ‘güçlü’ birkaç devletin bütün öbür devletler karşısında ki üstün durumunu da açıklar. Bu ayrılma nereye dek gidebilir? Bu konu da emisyon istatistiklerinden, yani her çeşit menkul kıymetlerin hangi ölçülerde çıkarıldığına ilişkin


verilerden bu yargıya varılabilir.” (age. s.72) Biraz sonra buna ilişkin örneklerimize geçmeden önce bu günkü kapitalizmin yani kapitalizmin ayırt edici özelliğinin sermaye ihracı olduğu bilinen bir gerçektir. Üretimdeki yoğunlaşma gittikçe daha büyük tekeller halinde merkezileşme banka sermayesinin egemenliği, bunun mali sermayeyi doğurması ve bunların sonucu meta sermaye ihracının artması emperyalist kapitalizmin üretim ilişkileridir. Bu ilişkiler birbirinden bağımsız süreçlerin sonuçları birbiriyle iç içe geçmiş olgulardır. “Kapitalizm kapitalizm olarak kaldıkça, sermaye fazlası belli bir ülkede yığınların yaşam tarzlarını yükseltmeye değil... dış ülkelere geri kalmış ülkelere sermaye ihracı yoluyla, bu karları artırmaya yönelirler. Geri kalmış ülkelerde, kar her zaman yüksektir; çünkü buralarda sermaye pek az, toprak fiyatı nispeten düşük, ücretler az, hammadde ucuzdur. Sermaye ihracı olanağı bir kısım geri kalmış ülkenin öteden beri dünya kapitalist çarkına kapılmış

olmasından ileri gelmektedir; bu ülkelerde...sanayii gelişmenin vb. gerekli koşulları yaratılmış bulunmaktadır. Sermayenin ihraç zorunluluğu (tarımın geri kalmış olması ve yığınların yoksulluğu nedeniyle ) sermayenin karlı yatırım alanı bulamadığı bazı ülkelerde kapitalizmin ‘yüksek derecede bir olgunluk’ kazanmasına bağlıdır.” (Lenin age. s.76) Gerçekte bu günkü emperyalist kapitalizmin gelişmesinin koşullarını kısacada olsa incelemeye çalıştık, yüzyılımızın başlangıcında bu günkü kapitalizmi tahlil eden Lenin’in öğretilerinin canlılığını bu günkü tarihsel gelişmenin bu öğretiyi bütün çıplaklığıyla ortaya seriyor. Günümüz burjuva ideologlarının Lenin’in adını anmaksızın onun bulgularına, tahlillerine ilişkin sayısız örnekler ciltler dolusu kitaplar yazıyor. Emperyalist kapitalizm bütün dünya da kapitalizmi derinliğine geliştiriyor. Kapitalist üretim ilişkisinin gerisinde kalmış yüzyılımızın başlangıcındaki feodal, yarı feodal ülkeleri bu üretim ilişkisine zorluyor. Ülkemizin Türkiye’nin de 13


içinde bulunduğu ülkelerde çoktandır kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliği yaşıyor. Bu egemenlik her geçen gün kendisini yeniden üretiyor. Kapitalist yeniden üretim bu ülkelerde 18. Yüzyılda İngiltere’de, Almanya’da, kıta Avrupa’sında oynadığı rolü oynuyor. Milyonlarca küçük üreticinin mülksüzleştirilmesi, kapitalist üretim koşullarının küçük meta üretimini yok etmesi, küçük meta üretiminin köylü tarımının, zanaatçılığın yerini kapitalist tekellerin almasını uzun süredir bazen sessiz derinden, bazen ani yıkımlar sıçramalar şeklinde bir olgu gözlerimizin önünde cereyan ediyor. Emperyalist kapitalizmin ayırt edici özelliklerinden birinin sermaye ihracı olduğunu yazıyordu Lenin, 1900’lü yılların başlangıcında Lenin’in emperyalizmi açığa çıkardığı 1900’lü yıllardan günümüze tarih Lenin’in tahlillerinin ispat edilmesiyle geçiyor. Gerçekte bu gün bütün dünya da ki iktisadi siyasi olguları ancak Lenin’in o keskin uzak görüşlülüğü, onun oluşturduğu teorinin ışığında kavramayı mümkün hale getirdi. Emperyalist 14

sömürünün kaynaklarından birisi ve belki de en önemlisi olan sermaye ihracı günümüzde uluslar arası krediler, devletten devlete borçlanma, emperyalist ülkelerde biriken muazzam para sermayenin kredi ve borç şeklinde kapitalist üretim ilişkilerinin nispeten geri olduğu burjuva deyimiyle gelişmekte olan ülkelere akışı uzun bir süredir bu ülkelerde belki de yüzyılları bulacak olan kapitalist gelişmeyi, kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliğini yarattı. Ve git gide dünün köylü, küçük tarım ve zanaatçı küçük meta üretim ilişkilerinin egemen olduğu yarı feodal topluluklarını, ülkelerini kapitalist üretimin pençelerine atıyor. Her kapitalist bunalım, bunalımı aşabilmek için bu üretim ilişkisini daha geniş alanlara yayma zorunda kalıyor. Bu aynı zamanda kapitalizmin çelişkilerini şu ya da bu ülkede değil bütün dünya da derinliğine geliştiriyor. Gerçekte emperyalizm kapitalizmi bir dünya sistemi haline dönüştürdüğü ölçüde bu kaçınılmazdır da. Bu günkü kapitalizmin gebe olduğu olgular bunlardır. 1917 Ekim


devriminin gerçekleştiği tarihsel koşullarda Rusya’yı çevreleyen ülkelerin hemen hemen tümü kapitalist üretim ilişkileriyle tanışmamış, güçlü bir işçi sınıfından yoksun, köylü tarımının egemen olduğu yarı feodal ülkelerdi. Bu ülkelerin önünde duran tarihsel sorun kapitalizmi alaşağı etmek değil, tam tersine kapitalizmi alaşağı edecek bu üretim biçimini yani kapitalizmi geliştirmek, sosyalizmi kuracak bir işçi sınıfına sahip olmaktı. Türkiye, İran , Yunanistan, Bulgaristan, Polonya, Asya’nın yoksul ülkeleri, Afrika, Latin Amerika tarihsel olarak kapitalizmi yıkacak bu üretim ilişkilerinin egemen olduğu kapitalist ülkeler değildi. Hatta proleter devriminin ana yurdu Rusya da kapitalizmin egemen olduğu bir ülke değildi. Sosyalist Sovyetler Birliği’ne böylesi tarihsel koşullar da hiçbir yerden yardım gelemezdi ve gelmedi de. Bir yanda içerde feodal, yarı feodal köylü üretiminden sosyalizmi kurmak kapitalizmi kapitalist sömürü koşullarının yarattığı bir işçi sınıfı değil “yapay” bir işçi sınıfı yaratmak ve bu sınıfın önüne dünya

emperyalist kapitalizmiyle savaşmak sorununu koymak işte tarihsel olarak Rus komünistlerinin içinde bulundukları koşullar bunlardı. Rus proletaryasının komünist önderlerinin Lenin’in, Stalin’in, RKP’nin tarihsel görevi bir yanda dünya proletaryasına geleceğini göstermek, kapitalizmi alaşağı etmek, diğer yanda ise bu araçların tam gelişmemiş olmasının sancılarını çekmek. Bugün bütün dünya gericiliğinin yoğun bir propagandasıyla sosyalizm çöktü, yaygarasını başlattıkları tarihsel gerçek buydu. Gericiliğin yoğun propagandasını yaptığı yani Sovyetler Birliğinin, Doğu Avrupa’nın çöktüğü doğrudur. Bu ülkelerin kapitalizmden doğmamış geniş işçi yığınlarının kapitalizme karşı mücadele edemedikleri de doğrudur. Hatta özel koşulları saklı kalmak kaydıyla bütün komünistlerde büyük moral bozukluğuna, şaşkınlığa neden olan Enver Hoca’nın ülkesi Arnavutluğun revizyonizme karşı amansız savaş vermiş AEP’nin tek tüfek atmadan teslim olması da bir gerçektir. Bu günkü emperyalist kapitalizmin 15


gelişmesi bu ülkeleri de pençesi altına aldı. Bu ülkelerde ki üretim ilişkisine kapitalist nitelik kazandırdı. Bu ülkelerin işçi sınıfına, yoksul halklarına kapitalizmin ne olduğunu gösterdi. Tarih kendi şaşmaz yolunda ilerliyor. 1900’lü yılların başlangıcında emperyalizmi tahlil eden Lenin çağımızı betimlerken şunu ifade ediyordu. “Çağımız emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır.” Lenin’i anlamak için kafa yormayan küçük beyinlere tarih çekiç vura vura öğretiyor. Dikkat edin! Lenin Çağımız emperyalizm ve proleter devrimler çağı diyor. Emperyalizm bugün kapitalist üretim ilişkilerini bütün dünya çapında yeniden üretiyor. 1900’lü yılların Doğu Avrupa’sı, Asya’sı, Latin Amerika ülkeleri, Afrika’nın bir çok ülkeleri bu üretim ilişkilerinin sonuçlarını yaşıyor. Bu ülkelerde kapitalizmin yaptığı güçlü bir işçi sınıfı ve her geçen gün gittikçe çözülen eski küçük meta üretim ilişkileriyle işçi sınıfını sayıca siyasi ve iktisadi yönden güçlendiren bir kapitalist üretim ilişkileri yaşanıyor. Bu gün bu ülkelerde kapitalizmin 16

egemen olup olmadığı sorunu tartışılmıyor, tartışılan nispi olarak kapitalizmin ne kadar geliştiği, nasıl bir kapitalizm olduğu sorusu. Tarih şimdiden bu ülkelerin önüne ulusal devletler olarak örgütlenmeyi, kapitalist üretim ilişkilerini geliştirmeyi değil, egemen kapitalist üretim ilişkilerini yıkmayı, sosyalizmi koyuyor. Tarih bu ülkelerin örneğin, Türkiye işçi sınıfının önüne kapitalizmin ne olduğunun değil, buna karşı nasıl savaşmaları gerektiğini öğrenmeleri kendi bağımsız siyasi örgütlerini, komünist partilerini kurmaları gerektiğini koyuyor. Toplumsal altüst oluşların, bir çağın kapanıp yeni bir çağın açıldığı tarihsel dönemeçlerde olduğu gibi, tarihin bütün gerici eski düşünce yapıları kısa bir süre yeniden canlanıyor. Egemen üretim ilişkisinin egemenliğinin üretim ilişkilerinin önünde engel haline geldiği her dönemeçte, insanlık bundan kurtulabilmek için bütün eski düşünce biçimlerini kısa bir süre yeniden sahneye çağırıyor. Bütün emperyalist kapitalizm burjuvazi ile proletarya, ezilen uluslarla ezen uluslar arasındaki


çelişkiyi, zenginlik ile sefalet arasındaki çelişkiyi aşılması ancak kendisinin yok edilmesine bağlı olarak düğümlüyor. Kapitalizmin bu gün 1970’lerden beri sürekli artan büyüyen bunalımı, dünya çapında dalga dalga yayılıyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu burjuva yöneticilerinin tarihin en büyük bunalımı olarak nitelendirdikleri bunalım da bundan bağımsız değil. Emperyalizm kapitalist üretimi birbirini tamamlayan bir zincirin halkaları haline dönüştürdü. Türkiye kapitalizminin emperyalist sermaye ihracı kredilerle geliştirdiği ve buna bağımlı olduğunu kimse yadsımıyor. Örneğin sadece şu son yıllarda 1987 fiyatlarıyla Türkiye dış sermaye ile 1990’da %9.3 , 1991’de %1, 1992’de de %6.0, 1993 yılında %7.5 büyüme gerçekleştirdi. (Petrol-İş 94 yıllığı s.793) İktisatçılar bu günkü kapitalist bunalımı şu şekilde açıklıyorlar: “1970’lerde başlayan kriz... merkez ülkelerdeki yatırım olanaklarının kuruması, bankaların kredi verecek müşteri bulmakta zorluk

çekmeye başlaması, önce ortaya bir sermaye fazlası çıkarmış sonra da buna daha verimli, karlı alanlar aramak üzere uluslar arasılaşmaya zorlamıştı. Bu süreç üreticilerin mallarına yeni piyasalar aramak için ihracatı hızlandırma faaliyetleriyle de at başı gidiyordu. 19. Yüzyılın sonunda olduğu gibi gelişmiş ülkelerden dışarıya doğru sermaye ihracı tekrar büyük önem kazandı. (Petrol-İş 94 s.533 E.Yıldızoğlu) “Yabancı uyrukluların Avrupa bankalarında ki mevduatları 1965’de 55 milyar dolardan 1975’de 565 milyar dolara çıktı. Bu mevduatların toplamı 1984’de 2100 milyon dolara ulaştı. Aynı dönemde uluslar arası krediler (IBS’ e üye bankalar arası krediler hariç) 1975’de 260 milyar dolardan 1984’de 1265 milyar dolara çıktı.” (Lever H8 Hune c.(1985) Debt and Danger, The Financial, Politican akt. E.Yıldızoğlu Petrol-İş 94 s.534) “Global mali sermayenin baş döndürücü büyümesi: Para, tahvil ve hisse senedi piyasalarında yapılan işlemlerin değeri Keynes zamanında (iki savaş 17


arası) meta ticaretine ilişkin olarak yapılan işlemlerin iki katıydı. Para, tahvil ve hisse senedi piyasalarının büyüklüğü 1990 yılında meta piyasalarına ilişkin işlemlerin 50 misline ulaştı. Bir başka araştırma ise bu oranın 1979’da 6 misli iken 1986’da 20 misline yükseldiğini tahmin ediyordu. (Le Monde Diplomatigve –Ekim 1994) her halükârda, söz konusu dönemde sermayenin korkunç boyutlara ulaştığı anlaşılıyordu. Bu parazitleşmenin boyutlarını ve artış hızını tahvil ve hisse senedi piyasalarında ki işlemlerin GSMH’ dan oranlarına bakarak da izleyebiliriz. DECD ülkelerinde 1980’de %3 olan bu oran 1990’da %10’a çıkmış. Ancak DECD içindeki merkez ülkelerden bir kaçına daha dikkatlice bakınca olayın boyutları daha iyi görülüyor. Tahvil ve hisse senedi piyasalarının işlem hacmi söz konusu dönemde ABD’de %9’dan büyük bir sıçrama göstererek %93’e, Almanya’da %8’den %85’e, Japonya’ da %7’ den %119’a ve İngiltere’ de 1985’de %386’dan %690’a çıkmış. (The Ekonomist 18

19.09.1992 akt. Age. Petrol-İş 94 s.539) Global mali parasal işlemlerde değerlendirmek üzere uluslar arası piyasalarda dolaşan sermayenin hacminin ise üçe katlanarak 1991 yılında 1 trilyon dolardan 1993 yılında 3 trilyon dolara çıktığı tahmin ediliyor. Bu paranın içinde hükümetlerin doğrudan kontrolünde olmayan özel sektör kredi piyasasının gelişmesine bakarak söz konusu fonların artık giderek artan bir hızla hükümetlerin kontrolünden çıktığını da görebiliriz. Banka kredisi ile sağlanan fonların hacmi 1990’da 468 milyon dolardan 1993’de 555 milyar dolara, hisse senedi piyasasından sağlanan fonlar ise aynı yıllarda 756 milyon dolardan 2.2 trilyon dolara çıkmış. (News Week 03.10.94 akt.age ) Gelişmekte olan ülkelere net sermaye akışı ise 1989’da Berlin duvarının düşmesinden bu yana tam 15 kat arttı. (Finansal Times 03.09.94) yatırım şirketi Baring Securities’e göre gelişmekte olan piyasalarda yabancıların elindeki kağıtların değeri ise 1986’da 2.1 milyar dolardan 1993’de 200 milyar dolara


yükseldi. (Finansal Times 07.01.95 akt. E.Yıldızoğlu Petrol-İş 94 s.540) Bütün dünya da burjuvazi krizin aşılabilmesi için yeni sömürü alanlarının gerektiği, kapitalist üretim ilişkilerinin daha geniş alanlara yayılması gerektiğinde tam bir birlik sağlıyorlar. Özelleştirme olgusu dünya çapında emperyalist tekellerin üzerinde anlaştıkları tekellerin egemenliğinin doğrudan daha geniş alanlara yayılması muazzam miktarda biriken emperyalist kapitalist sermaye ye yeni yatırım ve sömürü kaynaklarıdır. Emperyalist tekeller arasında bu geçici anlaşmazlıklar, birlik emperyalistlerin dünyanın paylaşılması için verdikleri savaşta kısmi bir sulh, geçici bir barıştır. Daha şimdiden bunalımın boyutları, sermayenin merkezileşmesinin vardığı dev boyutlar kıyas edilemeyecek boyutta. Emperyalizmin dünyanın paylaşılması, paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması demek olduğunu ifade eden Lenin bu paylaşımda geçici anlaşmaların olasılığına dikkat çekmişti. Ne var ki gerçek bir

kapitalist çözüm ancak bir savaşla mümkündür. Emperyalizm bugün dünyanın bir çok tehlikeli bölgesinde bunun provasını yapıyor. Şimdiden bütün dünya da şovenizm, ırkçılık ateşi sürekli kapitalistler tarafından körükleniyor. Emperyalist iktisadın sonuçları olan burjuva politikalarının dünya genelinde bir savaş tehlikesine karşı at koşturduğu bu durumda, burjuva siyasetine karşı bütün dünya da bağımsız bir politika gösterebilecek komünistlerin kendi itibarlarını ülkenin devrimci hareketlerinin başına geçebilmeleri kendi ülkelerindeki küçük burjuvazinin pembe gömleğini yırtıp atmalarıyla, onun görünüşteki değil kendi gerçek rengi pembe hayallerini işçi sınıfına göstermeleriyle mümkündür. Türkiye komünistleri gelişen kapitalizm karşısında yığınların gerici küçük burjuva hayallerinin peşine takılmayı değil, yığınlar arasında bilimsel sosyalizmin öğretilerini kapitalizme karşı mücadeleyi yürütebilecek çelikten bir birlik oluşturmaya yönelmelidirler. Komünistler kapitalizmin gelişmesinin 19


karşısına küçük meta üretimini koymazlar. Kaldı ki bu tarihsel olarak mümkün olmayan ham küçük burjuva, çözülen proleterleşen küçük üreticinin umutsuz talebidir. Bu günkü özelleştirme dalgasının sonuçlarının yıkım olduğu doğrudur. Ama yıkım olan şey eski, geri küçük meta üretimi, küçük kapitalist işletmelerdir. Hiçbir aklı başında komünist, küçük köylü, küçük patron istiyor diye bunları savunmaz. Özelleştirme dalgasının işçi sınıfı içinde sefaleti ve yoksulluğu artırdığı da doğrudur. Ne var ki kapitalizmin yarattığı onca zenginliği, muazzam meta üretimine ve ticaretine rağmen insanlığın açlığına çare bulamadığını bu sorunu çözdüğü zaman mükemmel bir üretim biçimi olacağını söyleyen aptal beyinlerin ileri sürdüğü şeyi gerçekleştirebilseydi o zaman kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkardı. Sürekli kapitalizm kötüdür denir. Doğrudur. Kapitalizmin kötülüğü sosyalizme göredir. Yoksa kendi küçük dünyasında, ilkel koşullarda dünya dan kopuk küçük meta üretimine karşı, ahbap çavuş ilişkilerinin artı20

değer sömürüsünü gizlediği küçük kapitalist işletmeler devletin sınıfsal niteliğini gizleyen bürokratik kolektif kapitalist işletmelere göre değil. Kapitalizme karşı olmak başka şey, kapitalizmin gelişmesine karşı olmak başka şeydir. Kapitalizme karşı olan, onunla savaşan sadece komünistler; işçi sınıfı değildir. Kapitalizmin karşısında yer alan sınıflar küçük burjuvalar, küçük meta üreticileri, eski toplumun artıkları feodaller, zanaatçılar, küçük patronlar esas olarak kapitalizme ve sömürüye karşı değil, kapitalizmin gelişmesine, onun büyüyen ölçekte yeniden üretilmesine karşıdırlar. Ve gerçekte bu sınıfın temsilcileri dükkan sahipleri, küçük köylü ya da patron olmayabilir söz konusu olan burada gerçekte düşünce ve eylemde insanın, kapitalizmin gelişmesi karşısında neyi temsil ettiği hangi sınıfın çıkarlarını dile getirdiğidir. Hangi tarihsel dönemde, ne şekilde , hangi tipte olursa olsun tarihsel olarak kapitalizmin gelişmesi küçük üreticilerin mülksüzleştirilmesi, köylünün topraktan koparılması, sanayiin tarıma göre


gelişmesi, kentin kıra egemenliği, büyük kentlere göçün ortaya çıkışı, proletaryanın sayısının mutlak olarak artması, sefaletin ve zenginliğin gittikçe iki kutba ayrılması temelinde gelişir. Dürüst, namuslu iktisatçılara, içinde yaşadığı ülkenin gerçeğini araştıran komünistlere düşen ilk görev bu sürecin nasıl ne şekilde olduğunu açığa çıkarmaktır. Bugün tarihsel olarak kapitalizmin geri, yarı feodal, köylü toplumlarda ki gelişimini1800’lü yılların İngiltere, Prusya vb. topluluklarındaki gelişmeyle değerlendirmeye çalışan emperyalizmin sermaye ihracının oynadığı rolü göremeyen dogma, küçük burjuva iktisatçıları düne kadar 1970’li yıllardaki tartışmalarına narodnik hareketlerin programlarına bakın –emperyalizm koşullarında kapitalizmin gelişemeyeceği saçma tezine sarılıyorlardı. Bugün ülkemizin narodnik kalıntıları eski halkçıların geriye kalanları bu teorileri sözüm ona iktisadi araştırmalarını çoktan beri defetmek hatırlamamak için çaba sarf ediyorlar. 1970’li

yılların halkçılarının bu günkü izleyicileri kapitalizmin Türkiye gibi ülkelerde gelişip gelişmeyeceğinin tartışmasını yapmıyor gerçek üretim ilişkileri bu teoriyi çoktan çöp tenekesine attı. Bu gün geçmişte bu teorinin kurmaylarının bu günkü izleyicileri kapitalizmin gelişmesinin yıkım, sefalet, işsizlik, açlık, ahlaki çöküş vb. olduğunu ülke bağımsızlığının elden gittiğini söylüyor özelleştirmeye karşı çıkma adıyla toplandıkları birlikte dün gelişemeyeceğini söyledikleri kapitalizmin bugün dev gelişmesi karşısında buna karşı olama komiteleri kurmayı hayal ediyorlar. Hayal ediyorlar çünkü, tarihsel gelişme üretim ilişkilerinin gelişmesi kapitalist yeniden üretim şu yada bu küçük burjuvanın, aydının, kapitalistin ya da bir başka yüksek teorisyenin, aklı evvel gelenin zekası, iradesi yada istencine bağlı değildir. Bu günkü kapitalizmin gelişmesinin sermaye ihracının, dev tekeller tarafından küçük sanayinin yutulmasının sermaye birikimi yönünden geri, bağımlı kapitalist ülkeleri 21


emperyalizmin köleleri haline getireceği söyleniyor doğrudur. Bu günkü kapitalizmin gelişmesinin “ulusal sanayii” yok edeceği söyleniyor bu da doğrudur. Kaldı ki ulusal sanayii nerede? Sözü edilen ulusal sanayii emperyalist tekellerin montaj sanayisi mi? Hangi ulusal sanayi? Ama biz yine inceleme konumuza emperyalistleri birleştiren, sömürünün yoğunluğunu artıran üretimde ki merkezileşme olgusuna, kapitalizmin bütün dünya da yeniden üretimine – özelleştirmeolgusuna dönelim. 28 Haziran 93 Hürriyet gazetesinde şöyle yazıyor; “Telefon tekeline elveda!” “Avrupa topluluğu, 17 Haziran da aldığı kararla telefon tekeline tanına süre 1 Ocak 98’de doluyor. Bu tarihten itibaren isteyen, istediği şehirler arasında telefon hattı kurabilecek. Tüketicinin en iyi ve en ucuz hizmet vereni seçme hakkı olacak. AT kararı, telefon şebekesi diğer üye ülkelerden daha az gelişmiş olan Portekiz, Yunanistan, İrlanda ve İspanya’ya beş yıllık geçiş dönemi tanıdı... Tekeli 22

kaldırma kararını özelleştirme dalgası izleyecek. İngiltere ve İspanya telefon özelleştirmesini tamamlamak üzere, Almanya düğmeye bastı, sırada İtalya ve Fransa var.” 16 Haziran 93 Milliyette ise şunlar yazıyor: “Haberleşme Tekeli” “AT Rekabet komitesi üyesi Meirt, Komisyonun üye ülkelerde telekomünikasyon tekelini sona erdirmek konusunda kararlı olduğunu bildirdi. Miert, telekomünikasyon posta ve enerji sektörlerinde ki ulusal tekellerin kaldırılması gerektiğini belirterek üye ülkelerin 1988 yılı ocak ayına kadar ülkelerindeki telefon tekelini sona erdirmek zorunda olduklarını işaret etti.” Dünya genelinde üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasına dikkat çekmek için şu bile bir göstergedir. Bu gün dünya ticaretinde ihracatın %70’ ini AET, ABD ve Japonya gerçekleştiriyor. AET ülkeleri içinde ise başı Almanya çekiyor. Gelişmekte olan ülkeler diye tanımlanan Brezilya, Arjantin, Meksika, Türkiye vb. ülkeler ise bu


oranın ancak %20’sini oluşturuyorlar. Sermayenin bu dağılımı merkezileşme ve yoğunluğu bağımlılık ilişkilerini doğururken aynı zamanda bu ilişkilerin yeniden üretilmesini de sağlıyor. Dünya da bağımsız kapitalizm arayan özellikle telefon “tekelinin” kaldırılması karşısında olanca tepkisini gösteren küçük burjuva aydınlarının anlayamadığı olgu farklı kapitalist grupların farklı ülkelerde ki temsilciliklerinin rekabetten kapitalizmin yeniden üretiminden doğan çatışmalarının sonucu olarak kendi burjuva hükümetlerine uyguladıkları baskı emperyalist tekellerin kendi tıkanıklıklarını aşmak için sermayelerini da ha geniş alanlara yayma ve kendi gruplarının isteği doğrultusunda yasalar talep etmesi küçük burjuvazinin zaten küçük olan kafasında olguların birbirine karışmasına yol açıyor. Ve onu proletarya adına konuştuğu ölçüde proletarya hareketini burjuvazinin farklı kanadının – küçük burjuvazininistemlerinin takipçisi durumuna dönüştürüyor.

Bu gün özelleştirme talebi sermaye yoğunluğunun ulaştığı boyutlar, dünyanın paylaşılması yönünde emperyalist burjuvazinin bir anlaşmasıdır. Bu olgu kapitalist üretim ilişkilerinin daha derinliğine yayılması sözüm ona sosyal, halkçı, baba devletin gerçek sınıf niteliğinin gözler önüne serilmesidir. Çelişkilerin sertleşmesine, kendi küçük kapalı dünyasında ki basit meta üretimi ve dolaşım ilişkilerinin yıkılmasına, rahatının kaçırılmasına ahlaki öfke duyan küçük burjuvaziye kapitalist bunalım bir başka gerçeği de gösterir; artı-nüfus yasası, işsizlik, bu sınıfın temsilcilerinin aydınlarının söylediği gibi şu yada bu yasanın, şu ya da bu hükümetlerin bir istenci, iradesi olmayıp kapitalist üretim biçiminin gelişme yasalarının sonuçlarıdır. Özelleştirmenin bir sonucuymuş gibi gösterilmeye çalışılan işsizlik olgusunun da gerçekte kapitalizmin iktisadi özelliğinin bir sonucu olduğunu bunalım tüm çıplaklığıyla ortaya çıkardı. Özelleştirmeye karşı işçi sınıfından burjuva eski mülkiyet biçiminin 23


savunulması için direniş komiteleri kurmalarını isteyenlerin ellerinde kala kala kapitalizmin gelişmesinin doğuracağı yıkım ve acılar kaldı. Ne var ki yeryüzünde geniş yığınlara sefalet ve acı vermeyen bir kapitalizm ve sermaye birikimi henüz keşfedilmedi. 1900’lü yılların başlangıcında köylü komünlerini, küçük meta üretimini savunan, kapitalizmin gelişmesinin yıkım ve talan olduğunu, sefalet olduğunu bunun gelişmesine engel olmak gerektiğini savunan Halkın Dostları Rus Narodnik kalıntıları Mihaylovski’ler den Pradhon’a kadar hiçbir dahi bunu beceremedi. MAHİR “DEVRİMCİ” - DEMOKRASİ DE DURUM DEĞERLENDİRMELERİ -1 Geçen ay yayınlanan yazı, reform ve devrim arasındaki ilişki ile burjuvazinin bu soruna karşı tavrını incelemeye çalıştığım bu olgunun küçük burjuvazinin karekteri üzerinde yaptığı etkiyi yeterince ortaya koymamıştık. Şimdi de en azından bu kesimdeki en güçlü eğilime bir göz atalım. 24

“Eğer devrimci demokrasi tümden yok olmak istemiyorsa, şimdiye kadarki tüm strateji ve taktiğini gözden geçirmek zorundadır.” (Demir Küçükaydın. Birgün 28/07/2004) Yukarıdaki satırların yazarı bu sonuca şu tespitlerden sonra ulaşmış. “AKP hükümeti Türkiye’de devrimci demokrasinin kökten ve devrimci yollardan, yani Fransız yolundan yapması gerekenleri, yüzeysel olarak ve prusya yolundan yapmaya başlamış bulunuyor.”(Demir Küçükaydın Birgün 28.07.2004) Hasan Cemal yanılmış onun efendisi burjuvaları Türkiye’de yaptıklarının hakkını veren1 ve kendi bahçesinin tarumar olduğunu görenlerde varmış meğer. Neyse bu alt üst oluşun incelenmesini daha sonraya bırakıp yaşanan sürece bakalım. Fransız yolu, Prusya yolu gibi burjuva demokratik devrimin gerçekleşme tarzları tarihsel koşullarından kpuk, 1

“Hemen söyliyeceğim, AKP’nin her yaptığı illede yanlış olmayabilir. Olumlu adımları olduğunda desteklemekte mümkündür” (Cüneyt Akman Birgün 13.08.2004)


içerikten yoksun olarak eskiden beri tartışılmaktadır. Bu gün bu sonuçlara varanlar (ki bunlar kapitalizmin gelişiminin zorunlu sonuçlarıdırlar.) 70’li yıllarda, tam zıttı düşünceleri savunmakta, emperyalist burjuvazinin ve işbirlikçi burjuvazisinin görevi olduğu dolayısıyla feodalizmi tasfiye edemeyeceği ve de burjuva demokratik devrimin bunlar tarafından tamamlanamayacağını söyleyip durdular. Şimdi görüyoruz ki, ellerini iki yana açmış, “elimizden her şeyi alamaya başladırlar, şimdi biz ne yapacağız “ diye sızlanıp duruyorlar. Bu durumdan çıkışın tarzı ise küçük burjuva hareket içinde farklılıklar göstermekte. Ama temel olgu ve eğilim ayaklarının altındaki toprağın kaymaya başlamış olduğunu (kapitalizmin gelişimini küçük burjuvazinin bağımsız bir sınıf hareketini imkansız kılmaktadır.) hissetmektedirler artık. Burdan bir çıkış yolu aramaktala. Aynı yazar şunu öneriyor. “yapılması gereken, tutarlı ve radikal bir devrimci demokrasi programını ısrarla savunmak olabilir.” Demir Küçükaydın

Birgün 28.07.2004 görüyoruz ki yazar eski programın “tutarlı ve radikal devrimci” olmadığı, bunun yrine böyle olanının konması gerektiği sonucuna varmış. Yazar, büyük burjuvazi ile küçük burjuva aasındaki ilişkinin burjuva toplumundaki gelişmeler karşısında , böyle bir programın savunulmasının imkansız duruma geldiğini görmemekte yada görmek istememektedir. Bu konuda başka yazarlarıda dinlemeye devam edelim. “önceki yazılarda, bu koşullarda solun etkin bir muhalefet geliştirememesinin nedenleri üzerinde durmaya çalışmış , bunda AKP iktidarının uyguladığı küreselleşme, liberalleşme ve AB’ye uyum doğrultuundaki politikalarının (bir “statüko değişimi” ikilemi içerisinde “değişimci” bir rol üstlendiği düşünülerek), soldan olumlanmasına yol açan anlayışlarında önemli bir rol oynadığna değinmiştik. Bu tür eğilimleri beslsysn bir başka ideolojik yaklaşım genel olarak iktidar kavramı sorunlu bir alan olarak tanımlayan anlayışlardan kaynaklanıyor. Özellikle Sovyetler Birliğinde yaşanan sosyalizm uygulamalarının 25


yenilgiyle sonuçlanması solda bu anti iktidar söylem ve düşüncelerinin yaygınlık kazanmasına yol açtı. Devlet iktidarını ele geçirerek devrim yapanın sosyalizmi kurmanın (görüldüğü üzere) olanaksızlığından başlayan bir düşünce sistemi temelmiş.” İktidar kirliliği” kavramı üzerine kuran post-modern veya anarşist söylemlere kaydı. Buna göre siz devrim yapmak için iktidarı ele geçirdiğinizde asıl iktidar sizi elegeçirerek kirletecektir. Bu nedenlerle iktidarı ele geçirmek için mücadele yerine günlük hayattaki (ve siyasetteki) otaüst, kadın-erkek ilişkilerinde , bilgi ve uzmanlıktan kaynaklanan hiyeraşilerde..vb. karşılaşılan mikro iktidar alanlarında mücadele edilmesi önerilmekte , asıl devrimin buralardan gerçekleşeceği” savunulmakta. Küreselleşmenin ideolojik hegemonyasını sol içerisindeki bir etkisi olarak görülebilecek olan bu tür düşünceler asıl önemini yürürlükte olan büyük sınıfal iktidar ve onun taşeronlarının bütün toplumun kapkara bir geleceğe sürükleyen eylemlerini gözden kaçırıyor 26

olmasında aramak gerekiyor.” (Oğuzhan Müftüoğlu Birgün 22.07.2004 ) “Devrimci”Demokrasinin kıdemlilerinden olan Oğuzhan Müftüoğlu’da içinde olduğu hareketin durumunu böyle değerlendirmiş. Gönülsüzde olsa AKP iktidarın politikalarının ve “küreselleşmenin” “sol” da böyle “olumsuz” etkiler (daha “soldan olumlanma” ya yol açtığı) etkilerini kabul etmiş görünüyor. Onlar için önemli olan “sol”un neden etkin bir muhalefet geliştirememesidir. Asıl kaygıları bu noktada toplanmakta. Çözüm yollarını yine bu temelde aramakta. Sovyetler Birliği’nde sosyalizm uygulamalarının yenilgiyle sonuçlanması üzerine düşüncelerinide aynı teöelde toplamay çalışmakta. Bu sorunu şimdilik konu dışında bırakalım. Teorilerinin merkezine “sol”u yerleştirenler yeni arayışlara düşmekteler. “Dolayısıyla günümüzde sorun neo liberalizm muhalefetin öznesinin bir türlü oluşmaması. Negri ve Hardt Türkçeye’de çevrilen kitaplarında muhalefet öznesinin artık kitlesel üretimin


niteliksiz bir parçası olan sanayi işçisi olmadığını, yeni öznenin “çokluk” olduğunu söylediler ama bu tezleri ne genel kabul gördü, ne de “bu çokluk” kendisini siyasal bir irade olarak ortaya koyabildi. Yeni öznenin dünya sosyal formlarında yada WTO toplantılarının yapıldığı kentlerde ortaya çıkan küçük kalabalıklardan türeyebileceğini ummak da bana saflık gibi gelitor. Ben kendi payıma daha ziyade gelişmekte olan ülkelerin dayanışmalarında arıyorumbu özneyi ama hepimizin şapkayı önümüze koyup kabul etmemiz gereken şey neo liberalizm muhalefeti taşıyacak bir özenin henüz ortaya çıkmadığı” (Ahmet Çakmak Birgün 28/7/2004) Sınıf mücadelesinin tozu dumanı arasında pusulayı şaşıran (daha doğrusu onların hiçbir zaman pusulası olmadı.) Ahmet Çakmak’ta “neo liberalizme muhalefetin öznesini aramakta. Bırkalım kapitalizm mezara gömecek işçi sınıfının devrimin öznesi olmsını, kapitalizme muhalefette değil, kapitalist sınıfın ekonomi politikalarından birine , neo

liberalizme muhalefet asıl kaygıları. “sol” dan umutlarını kesmeye başladıkları görülüyor. Eğilimi “gelişmekte olan ülkelerin dayanışmasından” yanaymış. Bu ise sözü edilen ülke burjuvalarının bu politikalarına bel bağlamak demektir. Geçmişteki politikalarında da proletaryaya güvenmeyen, belkemiksiz, he koşula uymaya çalışan halkçılar, sınıf mücadelesinin böylesi keskin virajlarında bolca şapka çıkarıp masanın üstüne koyuyorlar. Aslında bu şapka çıkarmalar, kim güçlü ve tarihe yön vermekte ise onu selamlamaktan başka bir şey değildir. Bazen büyük burjuvaziye, bazen proletaryaya çıkarılır bu şapka. Onlar için önemli olan ise “adil bir düzenin” yaratılmasıdır. “önemli olan, kotaların, gümrük tarifelerinin, tarife dışı engellerin teknik ve soğuk dilimi terkedip başka bir dünyanın , tüm dünya insanlarının esenliğini dert edinen daha eşitlikçi, paylaşımcı, adil bir dünyayı tasavvur edebilmek, onun mücadelesini verebilmek.” (Hayri Kozanoğlu 08/08/2004 Birgün) 27


Artık yavaş yavaş hedef ve amaçlar belirmeye başlamış görünüyor. “Adil bir dünyanın” daha eşitlikçi ve paylaşımcılı düşler “tüm dünya insanlarının esenliği” ütopyaları küçük-burjuva basını söylemeye başlamış. Demokratlığı beceremediklerini kendileri söylüyorlar. Bu ütopyalarına ulaşmak için “devrimci “ demokrasi ve “sol” adına işçi sınıfnın sırtına yeni yükler yüklemeye başladılar. “Ardında da bu projeleri hayata geçirebilmek için her katmandan tüm insanlar işbirliğine, güçbirliğine çağrılmalı, demokrasiyi inşa etmek, milli geliri artırmak ve eşit bölüşümü sağlamak için onlarla birlikte iktidara talip olmalıdır.” (Sadık Erol Birgün 15.08.2004) Yazar “ey sol ne oldu sana ?” başlıklı yazısında görüldüğü gibi, giderek dilini, kimliğini kaybettiği söylediği “sol”un iktidara “demokrasiyi inşa etmek”, “milli geliri artırmak”, “eşit bölüşümü sağlamak için” “talip olmalıdır.” Demekte. Sınıfsal bir bakış açısı dolayısıyla devrimci teoriye sahip olamayınca , “milli geliri artırmak” gibi 28

katıksız burjuva bir hedef ve amaca varılır. Bunun anlamı ise , işçi sınıfının daha çok sömürülmesi sonrası, kapitalist sınıfın gelirlerinin artmasıdır. “eşit bölüşüm” ise küçük burjuva demokratların safça bir istemi olarak hayallerde kalmak zorundadır. Böyle bir yaklaşım ile “demokrasinin” nasıl ve kimler için inşa edileceği bellidir. Burjuvalar. Başka Birgün yazarı Cüneyt Akman demokrasinin sağladığı “kazanımı” bakın nasıl yorumluyor. “mülkiyet hakkı dahil olmak üzere kişisel hakların kamu çıkarı ve sosyal devlet ilkesi adına sınırlandırılması son 250 yılın demokrasi adına en büyük kazanımdır.” (Cüneyt Akman Birgün 18.08.2004) Sözü edilen “demokrasinin” genel olarak demokrasi olduğu açık. Böyle bir “demokrasi” anlayışının – sınıfsal ve tarihsel temelden kopuk olan- Marksist bir düşüncenin ürünü değildir. “sol”un içinde bulunduğu durumdan şikayetçi olup bundan bir çıkış yolu arayan bu çevrede bu eğilim giderek artmakta. Bu sosyalizm kavramı yerine, “başka dünya” kavramını kullanmalarında da


görmekteyiz. Gelelim yukarıda , demokrasinin sonuçları olarak gösterilenlere. Kapitalizmde “mülkiyetin” ve “kişisel çıkarların” , “kamu çıkaları” ve “sosyal devlet” adına sınırlandırıldığından söz ediliyor. Küçük burjuva sosyalizminin yazınında “kamu çıkarı” ve “sosyal devlet” en çok kullanılan ve herşeyin üstünde, hatta sosyalizm ile eşdeğer tutulan kavramlar. Bütün siyasal eylemlerinin amacıda bunlaın üstünlüğünü sağlayıp koruyup geliştirmek . Burada da Cüneyt Akman bunları demokrasinin sağladığı “kazanımlar” olarak sunuyor.bunların kapitalizm koşullarında “mülkiyetin” ve kişisel çıkarların” ki kapitalist toplumda sözü edilen kişiler, sermayenin kişiseleştirdiği kapitalistlerdir, sınırlanması olduğunu söylemek çok uzun yıllardır revizyonizmin kapitalizmi reforma tabi tutma özlemlerinden kaynaklanan , ne olduğunu ortaya çıkan düşüncelerdir. Bunlar kapitalizmin “iyileştirilmesi” reforma uğrama, “vahşi kapitalizmin” son bulması değil, işçi sınıfının mücadeleler sonucu elde ettiği haklardır. Zaten şimdi içinde

yaşadığımız dönemde de geri alınmaya çalışılmaktadır. Bu ülkelerdeki kapitalist sınıfın ve onların siyasi iktidarlarının ilk hedefi olarak bu görülmekte. Revizyonizm ve küçük-burjuva sosyalizmi giderek aynı dili kullanıyor. Burjuva toplumundaki “kamu hizmeti” yada “kamu çıkarı” denen devletçilik kime hizmet etmektedir? Onlara göre “halka” hizmet etmekte. Bu Marks ve Engels’in dönemin Bismark sosyalizmi dedikleri “sosyalizmle” aynı şeydir. Burjuva toplumunda onun ürünü olan burjuva devletçiliğini onun temelini teşkil eden ekonomik ve toplumsal ilişkilerinden – ki bunlar egemen tarz olarak kapitalist niteliktedirler.- kopuk onların dışında “kamu çıkarı” dedikleri şeye hizmet eden – bu “ kamu çıkarı” onların anlayışında toplumsal çıkar ile aynı şeydir.- bir olgu olarak görmekteler. Yukarıdaki çeşitli yazarların görüşlerindende anlaşıldığı gibi, bu çevrede ki bu küçük-burjuva demokrasisinde temel eğilimdir. Gerek “küresel kaptalizm” yönünde gelişmelerin hızlanması, 29


gerekse Türkiye’de büyük burjuvazinin AKP iktidarı ile yerine getirmeye çalıştığı ev ödevleri ile strateji ve taktikleinin gözden geçirilcek duruma geldiğini söylüyor ve yazıyorlar. Bunu ifade edenler kendilerinin içinde bulunduğu hareketi “devrimci-demokrasi” olarak katagorize etmekteler. O zaman önce bu hareketin ne olduğunu iyi anlamak gerekir. Lenin, Marks ve Engels’in döneminde bu hareketin durumunu şöyle özetlemiş: 1793 ve 1848 de genel olarak hem Fransa’da hem de Almanya’da ve tüm Avrupa’da burjuva demokratik devrim gündemdeydi. 1793 yılında burjuvazinin ve “dördüncü zümre” nin en devrimci unsurları tarafından gerçekleştirilen ve 1848 de Marks tarafından tüm ilerici demokrasi adına ilan edilen “gerçekten ulusal” yani o zamanki demokrasinin burjuva-ulusal programı bu nesnel tarihi duruma uygundu. O zamanlar feodal hanedanlık savaşlarının karşısına nesnel olarak devrimci-demokratik, ulusal kurtuluş savaşları konuyordu. Dönemin tarihsel görevleinin içeriği buydu.” 30

(Lenin Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine s.349) Birgün yazarlarımızda, “devrimci demokrasi” olarak ifade edilen burjuvademokratik hareket Lenin’in yukarıdaki ifadesinde “ilericidemokrasi” ve “demokrasi” olarak görülüyor. Engels’te bu hareketi “demokrasi” olarak adlandırmıştı. Onların “halkın” zorbalara karşı savunan kesin zaferine inandıklarını yazıyor. Onlar ise “bu aynı ‘halk’ içinde gizli bulunan uzlaşmaz öğenin savaşına” inanıyordu. Lenin yer yer bazı eserlerinde “devrimci-demokrasi” diye söz eder bu tarihsel hareketten.şimdi bütün bunlardan anlaşılıyorki , “devrimci-demokrasi” burjuva demokratik devrimin ürünü olan bir harekettir. Programıda burjuva ulusal bir programdır. Burjuva devrimin ilerleyişi başından sonuna feodalizme karşı mücadele damgasını vurur. Burjuvazinin devrimci olduğu burjuva devriminin yükseliş döneminde önderlik, bu toplumun egemen sınıfındadır. Gericileşmeleri ile devrimin bayrağı işçi sınıfının ellerinde yükselir. Burjuva devrimini tamamlayıp komünist topluma doğru


ilerleyecektir. Artık burjuva devrimi salt feodal egemen sınıflara karşı değil gericileşerek burjuvaziyide karşı yapılacaktır. Kapitalizmin emperyalist aşamaya girişiyle birlikte burjuva ulusal kurtuluş savaşlarıda yeni bir içerik kazanır. Bu kez azgelişmiş burjuva sınıfa tekelci emperyalist burjuvaziye karşı verilecektir bu savaşlar. Bu tip burjuva ulusal hareketlerin görevleri ve işçi sınıfının burjuvaziden kurtuluş (sosyalizm) mücadelesi ile ilişkisi bu tarihsel hareketin temel sorunudur. Kapitalist emperyalizme ve emperyalist savaşlara karşı mücadelenin sınıfsal karekteri üzerine “devrimci-demokrasi” ve işçi sınıfının hareketi için canalıcı tartışma ve ayrışmalara neden oldu. İçinde yaşadığımız dönemde, dünya ve “ülkemiz”de “sosyal ve ekonomik sistemin” kendisi büyük bir dönüşüm geçirdi ve geçiriyor. Diğer “devrimci” demokrasi yada daha popiler ve Türkiye geleneğinden kaynaklı “sol” kendisinin buna yetişemediğinden yakınmakta. “Yaşanan dönüşümün bir başka önemli yönüde işçi tanımında yatıyor. Geçmiş

dönemde var olan beyaz yakalı, mavi yakalı ayrımı gitgide anlamsızlaşıyor. Avukatlık, doktorluk vs. gibi birçok meslek serbest meslek statüsünde olmasına rağmen aslında bildiğimiz hizmet sözleşmeleri ile bir işverene bağımlı olarak çalışıyorlar. Bu örnekler gitgide diğer meslek grupları içinde benzer hale geliyor. Bu durumda üretim araçlarına sahip olan sınıfın kaşısında çok geniş bir çalışan onlarca avukatın diğer işçilerden somut olarak bir farkı yok. Bu durumda sınıf kavramının genişlediğinden söz edebiliriz. Hatta sınıfın halklaştığı, halkın sınıflaştığından. Bu yeni durumda geçmişteki ayrımların ötesinde hizmet sözleşmesiyle bağlı olarak çalışanlar ve işverenler ayrımı daha anlamlı hale geliyor. Yaşanan başka önemli bir değişim ise memur işçi ayrımınında ortadan kalkmasıdır.” (Ulaş Karan Birgün 18.08.2004 ) Yukarıdaki satırlar , bir üniversite öğrencisinin değerlendirmelerini bize gösteriyor. Benzer görüşler “devrimci” demokrasinin bazı kesimlerinde oldukça yaygın 31


olarak savunulmaktadır. Daha önce aynı konuda görüşlerini aktardığımız Birgün Köşe yazarı Ahmet Çakmak bu gün artık sanayi işçisinin devrimin daha doğrusu onların dili ile söylersek neo-liberalizmle muhalefetin öznesi olmadığını söylemişti. Engels ise “halk” içindeki uzlaşmaz karşıtlığın gelişmesine inandıklarını söylüyordu. Peki devrimci demokrasinin “halkı” içinde hangi sınıf ve katmanlar var dı? İşçiler, emekçiler, küçük burjuvalar, köylülerden oluşuyordu en genel çizgileri ile. 1848’lerde Engels böyle demiş ne gam. Küçük burjuva demokratı gerekçesi hazır bekliyor. Dünya değişti, öyleyse bizd değişmeliyiz. Kendilerindeki değişimi daha doğrusu değişmemeyi koşullaraki değişimin arkasına saklanmak. Halkçılar hiçbir zaman işçi sınıfının kurtuluşunun çağın devriminin temel sorunu olduğunu kabul etmediler. Marks ve Engels’in döneminde de bu günde aynı şeyleri savunuyor, aynı ideolojik çizgiyi izliyorlar. Onların temel öznesi “halk”tır. Sonunda sınıfı halklaştırarak sorunu çözüme kavuşturuyorlar. Dünyanın 32

değişmesi kasırgaları içinde “good by” dedikleri Lenin bakalım bu konuda ne diyor: “Marks ve Engels, sınıfların farkını uzatan ve basitçe üreticilerden, halktan yada emekçilerden sözde kişilerle acımasızca mücadele ettiler. Marks ve Engels’in eserlerini bir ölçüde tanıyanlar bütün bu eserlerde basitçe üreticilerden, halktan, emekçilerden söz edenlerle sürekli alay edildiğini unutamaz. Genelde emekçi yada çalışan yoktur. Bilakis ya tüm psikolojisi ve tüm yaşam alışkanlıkları kapitalistçe olan –ve türlüde olamayacak olanüretim araçlarına sahip küçük mülk sahipleri yada tümüyle farklı bir psikolojiye sahip olan ücretli işçi vardır, kapitalistlerle antagonizma içinde, zıtlık içinde, onlarla mücadele içinde bulunan büyük sanayinin ücretli işçisi vardır.” (Lenin Seçme Eserler Cilt.9.S.106) Lenin sanki bu tespitlerini bizim “devrimci” demokratlarımıza cevap olsun diye yapmış. 1917 Ekim Devrimi sonrası artık koşullar değişti, tüm Rusya Üretenler Kongresi toplanmalıdır deyip sınıf farklarını bir kenara atmak isteyen “devrimci işçi


muhalefeti” grubuna ve aynı görüşleri paylaşan Buharin ve Troçki’ye karşıydı bütün bu hatırlatmalar. Birgün’ün siyasi eğiliminde işe yaramaz diye ıskartaya çıkarılan sanyi işçisi Leninde devrimin öznesidir. Sadece ve sadece o sosyalizmi kurmaya yeteneklidir. “Tüm ‘emekçilerin’ bu iş için eşit ölçüde yetenekli olduklarını varsaymak en boş lafazanlık yada Nuhu Nebiden kalma Marksizm öncesi sosyalistlerin hayali olurdu. Çünkü bu yetenek kendiliğinden oluşmaz aksine tarihsel olarak ortaya çıkar ve yalnızca kapitalist büyük işletmenin maddi koşullarından ortaya çıkar. Kapitalizmden sosyalizme giden yolun başında bu yeteneğe sadece proletarya sahiptir.” (Lenin Seçme Eserler Cilt.9 Sayfa 471) Proletaryanın burjuvaziden kurtuluşunun (sosyalizm) ve komünist topluma ulaşmanın öznesi işçi sınıfıdır. Ve sadece o sosyalizmi kurmaya yeteneklidir. Lenin bu yeteneğin kapitalist büyük işletmeden doğduğuna işaret etmekte bizim “devrimci” demokratlarımız ise onu

“beyaz yakalılar” da “kamu emekçisi” dedikleri yada “hizmetliler” denilenlerde dünün saygın meslek sahibi avukatlar ve doktorlar arasında aramaktalar. Onlar için sanayi işçisi “kitlesel üretimin” bağımlısı haline gelmiştir. Öyleyse başka özne aramak gerekir. Oysa bu gün de sanayi işçi sınıfı proletaryanın kalbini oluşturmaktadır. Geçmişte yaşanan sınıf mücadelesi deneyimlerinde işçi sınıfı partileri ilk adımda onu örgütleyip kendi sınıf çıkarları için mücadeleye yetenekli kılabilmişlerdi. Şimdi de bütün bu olumsuzlık ve küçük burjuva hayal kırıklıklarının ve de şikayetçi oldukları “sol”un başarısızlığının üstesinden gelebilmesinin ilk şartı onunyine aynı şekilde yetenekli hale gelmesine bağlıdır. İşçi sınıfının ne olduğunu anlamak ve sözü edilenler üzerinde sağlıklı düşünebilmek için sınıfın ne olduğunu ve de Marks’ın sorduğu “bir sınıfı oluşturan şey nedir?” sorularını sormak gerekir. “yanıtlanması gereken ilk soru şudur: bir sınıfı oluşturan şey ne dir? Bu sorunun yanıtı doğal olarak bir 33


başka sorunun yanıtından çıkar. Şöyleki:ücretleremekçileri kapitalistleri ve büyük toprak sahiplerini üç büyük toplumsal sınıf haline getiren şey nedir.? İlk bakışta gelirlerin ve gelir kaynaklarının özdeşliğidir.” (Karl Marks Kapital C.III sayfa 776) Marks bu sorulara cevap vererek “ilk bakışta” dediği gelirlerin ve gelir kaynaklarının özdeşliğinin sınıfları oluşturduğunu sonucuna ulaşmış. Hiç kuşkusuz bu ilk bakıştaki nedeninde arkasına gider bu modern burjuva toplumunun üç temel sınıfının gelirleri sırasıyla işçilerin ücret, kapitalistlerin kar, büyük toprak sahiplerinin ranttır. Gelir kaynakları ise ücret emekgücünün karşılığı, dolayısıyla emek-gücünün değeridir. Kar ve rantın ise artı-değerdir. Ama bu artı-değere sermayeleri ve toprak mülkiyeti sayesinde el koyarlar. Yada işçilerin kaşılıksız ürettiği artı-değer bunlar aracılığıyla bu biçimlerde bölünür. Ve bu iki asalak sömürücü sınıfın gelirini oluşturur. Yani işçiyi i,şçi yapan emek gücünün 34

karşılığı ücret gelirlerini sahip olması, kapitalistin sermayesinin meyvası karı cebe indirmek , toprak sahibini ise toprak mülkiyeti tekeli ile rant denen haraca el koymaktır. Onları sınıf yapan. Şimdi gelelim “sınıfın halklaşması yada halkın sınıflaşması” meselesine: elbetteki marksistler içinde bulundukları koşullardaki değişim dönüşüm ve gelişmeleri herkesten daha dikkatli inceleyip bir açıklamasını yapmalıdırlar ve de yaparlar. İşçi sınıfındaki değişme gelişmeler var ise bunlarıda göz önüne alırlar. Ne var ki yukarıda aktardığım satırlarda yapılan bu değildir. Yapılanlar bir zamanlar çok moda olan “elvada proletarya” burjuva çığlığına “devrimci” demokrasi cephesinden ses vermek onların bu unutulmaz sevincine katılmaktır. Küçükburjuvazinin ikili sınıf yapısı (hem mülk sahibi, hem emekçi) onunburjuvazi ile proletarya araasında gidip gelmesine neden olur. Dünyada 1917 ve sonrasında proletaryadan yana eğilim göstermiş, ona öykünmüş, sosyalizme methiyeler düzmüş tabi onu sulandırmayıda ihmal


etmemişlerdir. Şimdi burjuvazinin egemenlik borusunu öttürdüğü günlerde işçi sınıfını mezara gönderme gayreti içine girdiler. Çabaları boşunadır. Şimdiye kadar tarihin salt niyet, arzu, istek, düşünce yani subjektif etkenle yapıldıüğı görülmedi. Çağdaş burjuva toplumunun sınıflar arasındaki ekonomik toplumsal vede siyasi ilişkileri “devrimci” demokratları ve bütün burjuvaları yalanlamakta. İşçi sınıfının sömürüsüne dayanan kapitalizmleri başka bir yaşam kaynağı (onların yaşam kaynağı artı-değerdir) na sahip değildir. Asgari ücrete ve memur gelirlerine yapılan her artış sonrası tüm burjuvazi IMF ve dalkavukları ekonomipolitikçiler bunun kaynağı nerede diye koro halinde hep itiraz ederler. Onlara göre bu gelirlerdeki artışlar “makro ekonomik dengeleri” alt-üst edip ekonomiyi krize sürüklemektedir. Bunun için “popilist” zamlar yapılmamalıdır. Burjuvalar için asgari ücretin artışının işletmelerin rekabet gücü üzerinde olumsuz etkisi vardır.

Bu da gösteriyorki düşük ücret daha fazla artı-değer ve kar demek olduğu için rekabet güçleri artmakta ve de işçilerin sömürüsü artmaktadır. “memurlara” hala “sol”cu çevrelerin sevdiği terimleri kullanalım: “kamu emekçilerinin” gelirlerindeki artış ise devlet bütçesine yeni yükler getirirmiş. Onun için kapitalizmin yüksek menfaatleri adına bazan da karşıçıkar, canla başla savaşırlar. Sınıf kavramının açıklanması bize gösteriyorki burjuva toplumunda iki temel gelir kaynağı vardır. Biri artıdeger diğeride işçinin satarak yaşamını sürdürdüğü emekgücü metaının değeri. İşçi kapitalist üretim sürecinde emek-gücünün değeri ile kapitalistin değişmeyen sermayesinin değerini yeniden üretir. Yeni metaın değerinde emek-gücünün değeri yeni olarak üretilir. Çünkü onun satması karşılığı ücret dolaşımda yoluna devam eder. Bunun yanında işçi artı – değerde üretir. Tüm sömürücü ve asalak sınıflar ise üretken olmayan emekçilerin gelirlerinin kaynağı bu artıdeğerdir. Hepsi bundan pay alırlar. Kapitalizmde metalar 35


değerleri etrafında değişen fiyatlar üzerinden değişilirler. Değer üreten ise işçinin üretken çalışması-değer üretmesi anlamında üretkensonucu emek gücünün harcanması tüketilmesidir. Yani üretimde fiilen harcanan işçinin emeği üretkendir. Meta doşım sürecinde bazı istisnai metalar dışında değer kazanmaz. O kazanır. Dolayısıyla dolaşım sürecinin işçi sınıfı, ticaret proletaryasının emeği üretken değildir. Gelirlerinin kaynağı artı değerdir. Bizim ünlü işçi sınıfının yapısını değiştiren “kamu emekçileri” memurların emeğide –büyük çoğunluk üretim dışındaki kesim olaraküretken değildir. Bunlarda gelirlerini artı-değerden alırlar. Burjuvaların iddialarının aksine kaynağı devletin kasası değil işçi emeğinin sömürülmesi olduğu görülüyor. İşçi sınıfı bu ilişkiler içinde kendini diğerlerinden geliri, bunun kaynağı ve tüm burjuva toplumunun sırtından geçinmesi ile ayırıyor. İsteselerde onun diğerlerinin arasında eritemezler. Tüm burjuva toplumunun proletaryanın sırtından geçinmesi özdeyişinin diğer 36

yarısı Roma proletaryasının toplumun sırtından geçinmesi olup Sismoninizmdir. Marks bunu Kapitalde aktarır. İşçi sınıfını devrimci yapan bu durumudur. Küçük-burjuvazi bu umutsuz durumdan çıkış arıyor. Kendi umutsuzluğu içinde kederinden ölecekken Venezuella da Chavez’in 15.08.2004 referandumunu zafer şarkılarıyla karşılayıp, gözlerini ufukta parlayan yıldızına çevirdi. Bu teselliye çok sevinmiş görünüyorlar. “2) Pazar günkü referandum seçenlerin seçtiklerini geri çağırmalarına olanak tanıyan bir anayasal hakkın kullanılması sonucu gerçekleşti. Amerikancı muhalefetin topladığı 3.5 milyon oy gerekli 3.8 milyon rakamın altında kalınca referandıuma sahte imza ile marifetiyle gidildiği ortaya çıktı. Ne olursa olsun temel bir demokrasi ilkesine dayanan geri çağırma hakkı hiçbir batı demokrasisinde uygulanmayan ileri bir örnek.” (Hayri Kozanoğlu Birgün 20.08.2004) “6) Venezuella da uygulanan Tarık Aalinin altını çizdiği gibi radikal sosyal demokrasilerden başka bir şey


değil. Evet gece kondulardan en yoksul köylere kaar 1 milyon çocuk parasız eğitim hakkına kavuştu. Yakında okuma yazma bilmeyen yetişkin kalmayacak , üçe katlanan sağlık bütçesi Küba’dan gelen 10 bin doktorunda yardımıyla 11 mahalle dipanserinde parasız sağlık hizmeti verilmesini sağlıyacak. Ama tüm bunlar bir dönem kapitalizmin “sosyal devlet “ kapsamında sunabildiği hizmetler “(Hayri Kozanoğlu Birgün 20.08.2004) Venezuella da Chavez’in başında olduğu hareketin sınıf yapısı yazarında tesspit ettiği gibi burjuva demokratik bir hareket. Parasız eğitim, ve sağlık gibi bugünlerde de “devrimci” demokrasinin temel taleplerini burjuvazide proletaryanın baskısıyla kapitalizme zarar vermiyecek olduğu için uygulayabilmekte. Seçmenlerin seçtikleri yöneticileri geri çağırma ve yöneticilerin seçilmesi ilkesi bazı ileri kapitalist devletlerde uygulanmakta. Türkiye’de valiler atanırken ABD’de seçimle belirlenmekte. İşçi sınıfının programında bu demokratik talep subaylar

dahil tüm yöneticilerin seçimle belirlenmesi ve en yüksek düzeyde ki devlet görevlisi dahil “maaşlarının” ortalama bir işçi nin ücretini geçirmemesi yer alır. Bu sonuncusu ilk kez Paris Komünü tarafından uygulanan bir taleptir. Ne varki Venezuella’daki hareketi burjuva demokratik yada onların diliyle söylersek “antiemperyalist” olarak görselerde ondan daha ileri hedefleri gerçekleştirmeleri beklentisi içinde oldukları görülüyor. :”7) Chavez dış borçları aksatmadan ödemeye devam ediyor. Çok uluslu şirketlerle arayı bozmamaya çalışıyor. Uluslar arası sermayeyle kaçınılmaz hesaplaşma günü geldiğinde ne yapacağını biraz da taban insiyatifinin diri kalması belirleyecek.” (Hayri Kozanoğlu Birgün 20.08.2004) Uluslar arası sermayeyle hesaplaşma nasıl hangi temelde yapılacaktır.? Mücadele edilen düşman kapitalizmin şimdiye kadar yaratabildiği en ileri sermaye biçimidir. Sözü edilen sermayenin “anavatanında” ona karşı küçük-burjuva demokratik bir hareket onundoğuşu ile birlşikte var 37


olagelmiştir. Bu küçük-burjuva demokrat hareket tekellere karşıdır. Onların denetlenmesini ister, kapitalizmi daha geri olan biçime serbest rekabet aşamasına çekmek ister. Bunun için gericidir. Buna karşılık bu ülkelerdeki ileri sınıf proletarya bütün rekabeti ortadan kaldırma talebiyle , sosyalist devrimle ortaya çıkarak kendini bu hareketten başından itibaren ayırır. Küçük-burjuva sosyalizmi ise günü geldiğinde bu burjuva demokratik hareketin (sözü edilen Türkiye ve Venezuella gibi emperyalizme bağımlı ülkelerdeki harekettir) sosyalist hedeflere yönelip sosyalizmi kurmaya yöneleceği inancındadır. Tarihte küçükburjuvazinin bu ütopyacılığına sık sık rastlıyoruz. “Sadece ulusların kendi kaderini tayin talebi değil, demokratik asgari programımızın tüm maddeleri daha önce , 17 ve 18. yüzyıllarda küçük burjuvazi tarafından ileri sürülmüştür. Ve küçük-burjuvazi bu günde bunların hepsini biçimde ileri sürüyor. O sınıf mücadelesini ve onun demokrasi rejimi altında güçlenmesini dikkate 38

almıyor. O, “barışçıl kapitalizme” inanıyor.” (Lenin Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine s.300) Lenin işçi sınıfının asgari programımızın demokratik taleplerinin rolünü sınıf mücadelesinin güçlenmesi olarak belirtmiş, küçük-burjuvazi sınıf mücadelesini bu günde dikkate almıyor. Onlar “halkın” emperyalistlere ve gericilere karşı kazanacağı sonuncu olacak zafere inanmıyorlar. İşçi sınıfını yok sayma yada dönüştürme düşüncelerinin altındaki bu dindarca inanç vardır. Küçük-burjuva demokratların aksine marksistler en baştan itibaren bunu dikkate alırlar. “Küçük-burjuva demokratların aksine Marks, istisnasız bütün demokratik taleplerde mutlak bir şey değil, bilakis feodalizme karşı halk kitlelerinin burjuvazi tarafından yönetilen mücadelesinin tarihsel bir ifadesini görüyordu. Burjuvaziye belli koşullar altında işçileri aldatmak için araç olarak hizmet etmeyen ve etmeyecek hiçbir demokratik talep yoktur. O


nedenle demokrasinin siyasi taleplerinden birini, yani ulusların kendi kaderini tayinini bu açıdan ayırarak diğerlerinin karşısına koymak teorik olarak temelli yanlış olurdu. Pratikte proletarya kendi bağımsızlığını ancak cumhuriyetde dahil bütün demokratik talepler için mücadeleyi, burjuvaziyi yıkma devrimci mücadelesine tabi kıldığında koruyabilir.” (Lenin Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine s.302) en baştan başlıyarak söylenenleri özetliyelim: Marks demokratik taleplerde (burjuva demokratik devrim hareketinden) halkın burjuvazi tarafından yönetilen feodalizme karşı mücadelesini sözkonusuydu. Günümüze buna birde emperyalizme karşı genel olarak kapitalizme değil mücadeleyi ekleme çabalarıgörülüyor. Burjuvazi belli koşullar altında demokratik talepleri işçileri aldatmak için kullanır. Bu gün “devrimci demokratlarımız streteji ve taktik değiştirme çığlıkları arasında batmaya devam ediyorlar. Burjuvazinin demokratik talepleri şu yada bu şekilde gerçekleştirmeye

başlamış olması onların sonunu getirmiştir. Onların aksine Marksistler Lenin’in dediği gibi bu demokratik talepleri işçi sınıfının “burjuvaziyi yıkma devrimci mücadelesine” bağlarlar. Bu taleplerin işçi sınıfının programındaki formülasyonu en açık ifadesidir. 21.08.2004 NECATİ IŞIK 22.05.2003 TARİHİNDE KABUL EDİLEN 4857 SAYILI İŞ KANUNU İşe yeni girecek olanlara işbaşı yapmadan önce işbaşı yapmış ve halen çalışmakta olanlara ise peyder pey aşağıda sözleşme örnekleri imzalatılmakta bu vesileyle kapitalistler kendilerini garantiye almakta işçileri ise kolayca işten atmanın evraklarını baştan imzalatmaktadırlar. İşçiler bu konuda uyanık olmalılar ve her önüne koyulan evrakı imzalamadan önce incelemeliler ve kendilerine uygun olmayan evrakları imzalamamalıdırlar. Birkaç örnek vermek gerekirse: 1-işçinin işten ayrılırken imzalaması gereken evrak işbaşı yapmadan önce imzalatılıyor. (İbraname-işçinin 39


işyerinden tüm alacaklarını – ücretlerini,izin ve diğer haklarıyla tazminatlarını aldığını kabul ettiği belge) 2-işçinin sadece girmek için istediği bölüm ve çalışma koşullarının işverenin istek ve amaçlarına göre düzenlenmiş BELİRLİ SÜRELİ VEYA BELİRSİZ SÜRELİ matbu iş sözleşmeleri. Ki bu sözleşmeler milyonlarca sendikasız işçiyi ilgilendiren önemli unsurlardan biridir. İşçi sendikalı olsa bile böyle bir sözleşmeye imza atmasından dolayı sendikasının bile müdahale edemeyeceği sorumluluklar ve dayatmalar altına girmiş olacaklardır. Sendikalar bu konuda titizlikle hareket etmelidirler, çünkü bu sözleşmelere dayanarak kapitalist işçiyi kendine uygun hazırlattıp imzalattığı sözleşmeye dayanarak işini son verebilir. Örneğin sendikal çalışmalara katılan bir işçiyi kukla bir işyeri çalışma yeri olarak değerlendirilip buralara işçi gönderilerek diğer işçi arkadaşlarından koparılabilir. Eğer itiraz edecek olursa imzaladığı sözleşmeye dayanarak işine son verilebilir. 40

Ücret, sosyal hakları, izin ve çalışma günlerine ilişkin kendine hatırlatılmadan düzenlenecek bordro vs. kesinleşmiş, işçi tarafından kabul edilmiş sayılacaktır. Her işçi ister yeni işe başlıyacak olsun ister halen bir işyerinde çalışıyor olsun kendisi ve işiyle ilgili 4857 sayılı iş kanunu ne diyor diye bakmalı, oradaki durma ve kendi koşullarına göre hareket etmelidir. Bu konu tüm devrimcilerin, demokratların, devrimci parti ve gruplar ile sendikaların demokratik bir görevi olarak işçiler aydınlatılmalıdır. Aşağıda bir işyerinin matbu hazırlatıp yeni işbaşı yapacak işçileriyle eski çalışan işçilerine imzalattığı sözleşme örnekleri sunulmuştur.

BELİRLİ SÜRELİ İŞ SÖZLEŞMESİ İşverenin: Unvanı :.............................................. Adresi :.............................................. SSK İşyeri Sicil No. :..............................................


Personelin: Adı Soyadı :........................................... SSK Sicil No :............................................ Doğum Yeri, Yılı :............................................ İkametgah Adresi :................................................ .......... ................. ................. ................. ........ Ev ve Cep Telefonu :................................................ .......... Sözleşmenin: Başlangıç Tarihi :...../....../200.... Sözleşmenin Süresi :Belirli Sürelidir. Ücret (Bürüt) :.................................TL/Aylık Yapılacak İşin Konusu :................................................ ............ Deneme Süresi :(....)Aydır/Yoktur Sözleşmede adı geçen iş veren deyimi, ................................................. .....’ni,

Personel deyimi ise bu sözleşmede ismi geçen ..........................................’yi ifade eder. Madde 1) Personelin Sorumlulukları: 1.1 Personel, tecrübe ve mesleki birikimine uygun olarak, şirketin vereceği bütün işleri ve görevleri yapmayı kabul ve taahhüt eder. Bu hizmetleri karşılığında belirtilen aylık ücret dışında herhangi bir ücret talep edemez. 1.2 Personel, görevin ifasında ve işyeri disiplininin sağlanmasında; şirketin talimatlarına işveren tarafından belirtilen çalışma kurallarına, işyerinin genel politikalarına uyacağını kabul ve taahhüt eder. Personel, verilen işi özenle yapmak, ahlak ve iyi niyet kurallarına uymak, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerine riayet etmekle yükümlüdür. 1.3 Personel, görev nedeniyle kendisine ve bağlı bulunduğu birime teslim edilen demirbaş, her türlü mefruşat, elektronik teçhizat... vb. eşyanın 41


muhafazasından, hasar ve ziyan görmesinden sorumludur. 1.4 Personel, görevi nedeniyle sahip olacağı işverenin ve işyerinin sırlarını üçüncü şahıs ve kurumlara veremez. İşçinin bu hükümlere aykırı hareket etmesi halinde işverenin tazminat hakkı saklıdır. 1.5 Personel, işverenin yazılı izni olmadan başka herhangi bir kuruluş, şirkette çalışamaz, ortak olamaz, herhangi bir sıfatla görev alamaz. İşveren izin verip vermemekle serbesttir. 1.6 Personel, gerektiği takdirde işyeri içinde unvanı veya niteliği benzer yahut birbirine yakın başka işlerde veya muvafakat aramaksızın geçici veya devamlı olarak işveren tarafından görevlendirilebilir. Personel, görülen işin niteliğinde benzerlik olması şartıyla işçilerin işverene bağlı ve Büyükşehir belediye sınırları içindeki bir başka işyerine nakledilebilir. 1.7 Personel, işveren tarafından tespit edilen 42

günlük ve haftalık mesai çalışma saatleri ile ilgili düzenlemelere uymak zorundadır. Personelin işveren tarafından belirlenen ve işyerinde ilan edilen çalışma saatlerine uyması ve mesaiye geç kalması halinde çalışmadığı saat ücreti kesilir. Bir ay içinde iki defa geç gelen personel ihtar edilir. İhtar almış personel bir daha geç kalırsa o gün iş başı yaptırılmaz ve işe gelmemiş kabul edilir ayrıca o günkü ücreti ile hafta tatili ücreti kesilir. 1.8 Personel ücretleri bürüt6 ücrettir. Personel yıl içerisinde farklı gelir vergisi dilimlerine tabi olması, yasal mevzuatın devlet tarafından değiştirilmesi ve benzeri durumlarda meydana gelecek ücret değişikliklerini kabul eder.

BELİRLİ SÜRELİ SÖZLEŞMESİ Madde1) sorumlulukları:

İŞ

Personelin


1.9 Personel, ay sonunda tahakkuk eden ve kendisine ücret bordrosu ile bildirilen bir hafta içinde itiraz eder. Bir hafta içinde itiraz da bulunulmaması halinde bordroya mutabık kalındığını kabul eder. 1.10 Personel, istediğinde fazla çalışma yapmayı, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 64. maddesi hükmüne uygun olarak telafi çalışmayı kabul eder, bayram ve genel tatil günlerinde çalışmayı peşinen kabul eder, çalışılan ulusal bayram ve genel tatillerde çalışılan her gün için bir günlük ücret ödenir. Fazla mesai yapılması halinde fazla mesainin her saati karşılığında normal saat ücretinin %50 fazlası ödenir. Hafta içinde kendisine hafta tatili verilen personel için Pazar günü “İş Günü” niteliğindedir. 1.11 Personel, istediğinde hizmet içi veya görevinin gerektirdiği diğer eğitimlere katılmak zorundadır.bu çeşit

personelden zorunlu hizmet talep edebilir. 1.12 Personel, ikamet adresinde değişiklik olursa bunu yazılı olarak bir hafta içinde işverene bildirmek zorundadır. İşçinin yasal tebligat adresi işyerindeki adrestir. Madde 2) İşverenin Sorumlulukları: 2.1 İşveren, personele ücretini çalıştığı her ay takip eden ayın ilk haftası içerisinde ödeyecektir. 2.2 İşveren, işçilik hakları ödemek, ahlak ve iyi niyet kurallarına uymak, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerini almakla yükümlüdür. 2.3 Personelin ücretine yapılacak zam tamamen işverenin takdirindedir 2.4 İşveren, personele evlilik halinde 3 gün, ana- babakardeş eş ve çocukların ölümü halinde 3 gün, eşinin doğum yapmasında 3 gün izin verilir. Ancak, bu izinlerin ücretinin ödenip ödenmeyeceği tamamen işverenin takdirindedir. İşveren, 4857 sayılı İş 43


Kanunu’nda belirtilen kıdeme göre 14-20 ve 26 gün ücretli izin vermek zorundadır. 2.5 İşçinin talep ettiği ücretsiz izinlerin verilip verilmemesi tamamen işverenin takdirindedir. Ücretsiz izin süresince işçiye herhangi bir ücret ödenmez. Bir haftaya kadar verilen ücretsiz izinlerde hafta tatili ücreti kesilmez ve işçi çalışmadığı halde hafta tatili ücretine hak kazanır. Bir haftayı aşan ücretsiz izinlerde hafta tatili ücreti kesilir.

feshetmek isterse; 4857 sayılı İş Kanunu’ndaki ihbar önellerine uygun olarak, personelin işyerindeki kıdemine göre önceden karşı tarafa yazılı olarak bildirmek zorundadır. Haber verilmemesi halinde tarafların ayrıca tazminat isteme hakkı saklıdır. 3.3 İşveren sözleşmeyi; sözleşme süresi, içerisinde veya bitim tarihinde tek taraflı feshederse, personele İş Kanunu hükümlerine uygun olarak tazminat öder.

Madde 3) Sözleşme Süresi, Feshi ve Tazminatlar: 3.1 Taraflar, yukarıdaki maddelerde yazılı sorumluluklarını yerine getirmez ise karşı tarafa sözleşmeyi herhangi bir tazminat ödemeden feshetme hakkı doğduğunu kabul ve taahhüt etmişlerdir. İşyeri personel disiplin yönetmeliği hizmet akdinin devamı niteliğindedir. 3.2 Sözleşmenin taraflarından herhangi birisi sözleşmeyi

Madde 4) Son Hükümler: 4.1 Sözleşmede düzenlenmemiş konularda kanun ve mevzuat hükümleri saklıdır. 4.2 Uyuşmazlıklarda çözüm mercii …………..……….. mahkeme ve icra daireleridir. 4.3 İş bu hizmet akdi, …../…./200… tarihinde tanzimle okundu ve kabulle imzalandı. İşveren veya Vekili Personel (Kaşe İmza)

44


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.