Dünyanın bütün işçileri, birleşin!
.
.
DÜNYA DEVRIMI En tern asyon al K o müni st Akım
1 May ıs 2 01 1 Öz e l S a y ı s ı
GELEC EK P ROLE TA RYANINDIR! 1 M ayıs ente rn asyonal prole tarya nın k inin i bile me g ün üdü r! 1887’de ABD’nin Chicago kentinde asılarak katledilen anarşist işçilerden biri olan George Engel çıkartıldığı mahkemede şöyle diyordu:
“Neden buradayım? Neden cinayetle suçlanıyorum? İşçi sınıfının yoksulluğu ve sefaleti yüzünden. Vatandaş olsam ne yazar, olmasam ne yazar? Bir işçi olarak hiçbir hakkım yok ki. Bu yüzden ne haklarınıza saygı duyuyorum sizlerin, ne de yasalarınıza. Çünkü o yasaları bizlere, işçi sınıfına karşı olan bir sınıf yaptı, o sınıf bahşetti o hakları ve bizi o sınıf yönetiyor. Benim suçum neydi? Suçum çoğunluk sefalet içinde yüzerken, hiç kimsenin milyonları sömüremeyeceği bir toplumsal düzenin oluşması için uğraşmaktı.” 1 Mayıs hepimiz kendimizi bildik bileli bir bayram, bir kutlama ya da bir şenlik olarak görülüyor ve sunuluyor. Öte yanda sınıfımız 1887’de katledilen yedi işçinin anısına, proletaryanın bir yas, sınıf kini ve kavga günü, dünya çapında birbirimizle dayanışma günümüz olarak yaratmış ve yaşatmıştı. Günümüz Türkiye’sinde, George Engel’in alıntıladığımız savunması her zaman olduğu kadar yürürlüktedir. Patronlarca sömürülen ve ezilen, devletin ve kolluk güçlerinin baskılarına maruz kalan, politikacıların riyakâr yalanlarını sürekli işiten, mücadeleleri sendikalarca baltalanan, vatan millet naralarıyla sınıf kardeşlerimizin bağırsaklarını deşen ve karınları deşilen biz işçilerin, altında yaşadığımız devlet ve içinde yaşadığımız ülke ne olursa olsun bugün de hiçbir hakkımız yok. Bizi yine aynı sınıf, bize karşı olan sermayedarlar sınıfı yönetiyor.
Yayınına çeşitli olanaksızlıklardan dolayı bir süre ara vermek zorunda kaldığımız yayınımız Dünya Devrimi’nin 1 Mayıs özel sayısında yer verdiğimiz yazıların, içerisinde yaşadığımız koşulların günümüzde sınıfımız için hiç de daha iyi olmadığını, ama buna rağmen mücadelelerimizin her zamanki kadar parlak bir ışık saçtığını ortaya koymakta olduğunu umuyoruz. 1 Mayıs özel sayımızda Ankara direnişi sonrası Tekel işçileri mücadelesinin değerlendirmesi, Fransa’daki demiryolu işçileri kitle toplantısının bildirgesi, Kuzey Kıbrıs’ta gerçekleşen genel grev, Kuzey Afrika’daki isyanlar ve en son gerçekleşen sağlık grevi gibi işçi mücadelelerine dair yazılar bulunuyor. Bunların yanı sıra 1 Mayıs özel sayımız, sermaye düzenin getirdiği ‘doğal’ felaketler, devlet politikalarını desteklemekte sendikaların rolü ve Kuzey Afrika olayları minvalinde yaklaşan seçimler gibi konularda egemen güçlerin hareketlerini tahlil eden yazılar da içermektedir. Yayınımızın ve yazılarımızın, sınıfımız nezdinde bir tartışma yaratmasını umuyor, bütün okuyucularımızı bize yorumlarını ve eleştirilerini iletmeye davet ediyoruz.
Yaşasın uluslararası proletaryanın birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs! Yaşasın proletarya enternasyonalizmi!
Enternasyonal Komünist Akım
Arap Dünyasındaki Olayların Sınıf Analizi: Dönemi Anlamak 1. Neler oluyor ve olayları anlamak neden önemli? ‘Devrim'... Bugün, Arap dünyasındaki olaylarla ilgili bu sözcük dolaşıyor herkesin dilinde. İlkin bu hususu tartışmaya açarken anlamamız gereken nokta, bu ifadeyi kullanan herkesin ‘devrim'den aynı anlamı çıkartmadığı noktasıdır. Devrim terimi, bugün öylesi bir anlam erozyonuna uğramış gibi gözükmektedir ki; Gürcistan'daki "Gül devrimi"nden, bugün verildiği isimle Mısır'daki "Lotus devrimi"ne (ki hatırlatalım ki Mısır'da yönetimdeki patronlar dahi değişmemiştir, eski kabine üyelerinin yirmi yedisi hala hükümette görev yapmaktadır), Ukrayna'daki "Turuncu devrim"den, peşi sıra gelen etnik temizliklerle Kırgızistan'daki "Lale Devrimi"ne (veya Pembe devrime), Lübnan'daki "Sedir devrimi"ne ve hatta (George W. Bush hiç de tutmayan ifadesi ile) Irak'taki "Mor devrim"den, İran'daki "Yeşil devrim"e (liste uzuyor, gidiyor) yönetimdeki herhangi bir patron takımı değişimine bu isim takılmaktadır. Biz komünistler için, bir devrim, mevcut düzenin yönetiminde gerçekleşen bir değişimden ibaret değildir. Devrim, yalnızca iktidardaki yüzlerin değişmesinden ötesini ifade eder - düzenin temelden değişmesi ve kapitalist sınıfın devrilmesi anlamına gelir. Bu nedenle, şu anda Arap dünyasında ve İran'da olanların herhangi bir biçimde devrimler olduğu fikrini reddediyoruz. Öte yandan, eğer gerçekleşenler devrimler değillerse, bu saptama, olayların doğasının mahiyetine dair ortaya bir hayli mühim bir soru atmaktadır. Hatırlatalım ki; yalnızca büyük basın kuruluşları değil, solda bulunan pek çok kişi olayları devrimler olarak nitelendirmektedir. Hepsi hatalı mıdırlar? Şayet eğer haklılarsa, bu olayların işçi sınıfı için anlamı nedir? 2. Olayları tarihsel arka planı ile incelemek Eğer mevcut olayları anlamlandıracaksak, onları tarihsel arkaplanlarına oturtmak gerekli olacaktır. Böylesi bir inceleme bize farklı sınıflar arasındaki güçler dengesini tahlil etme ve durumun dinamiğini anlama fırsatı vermektedir. Şüphesiz, geçtiğimiz on yıl içerisinde, 90'lardaki korkunç yıllara nazaran işçi sınıfının yavaşça mücadelecilik yoluna geri dönmeye başladığı aşikardır. Öte yandan, bugünkü sınıf mücadelesinin 1970'ler bir yana, 1980'lerle aynı düzeyde olduğunu iddia etmek vahim bir hata olacaktır. Son on yıl sınıf mücadelesine bir dönüşün başlangıcına işaret etse de, altını çizmeliyiz ki; bu çok yavaş bir süreçtir. Bunu arkaplanına oturtmak için tarihte geriye dönüp bakmamız gereklidir. 1968'de başlayan uluslararası mücadele dalgası, 1970'lerde doruk noktasına ulaşmıştı. Kitle grevi, dünya çapında büyük bir gerçekliğe sahip bir ihtimaldi. Dönemin üç üst noktasını vurgulamak gerekirse, İngiltere'de 1978-79'da gerçekleşen ‘Hoşnutsuzluklar Kışı'nın, İran'daki 1978-79 kitle grevinin ve 1980-81 Polonya grevinin altını çizebiliriz. Bu hareketlerin yenilgisi işçi sınıfı için bir felaket olmuş ve 1980'lerin genel bir sınıf taarruzu yılları değil, müdafaa eylemleri yılları olmasıyla sonuçlanmıştı. 1980'lerdeki mücadeleler kimi noktalarda sert ve yoğun geçseler de, temel de teker teker saldırı uğrayan ve yalıtılmışlık içinde mağlup edilen farklı işçi gruplarının mücadeleleriydi. Dönem aynı zamanda uluslararası alanda Reagan, Thatcher ve Kohl tarafından, bu ülkede ise Turgut Özal tarafından temsil edilen neo-liberalizmin de yükselişine de sahne oldu. 80'lerin sonunda ise, bilindiği gibi Sovyetler Birliği'nin çöküşüne ve bunun yanında gelen ve burjuva akademisyenlerinin ve ideologlarının hem sınıflı toplumun, hem de daha da ileri giderek tarihin sonunun geldiğini ilan ettikleri ideolojik kampanyalara şahit olduk. Bu derece bariz hatalı olmalarına rağmen çok, çok kısa bir süre dahi olsa kendilerini haklı göstermeyi başarabilmiş olmaları ve 1990'larda sınıf hareketlerinin azlığı sonucu yalnızca vurgulamaktaydı. Yeni yüzyıla girerken, işlerin umulduğu gibi gitmemekte olduğu gerçeği su yüzüne çıkmaya başlıyordu. Saddam'ın ilk Körfez Savaşında yenilgisinden sonra, yeni bir küresel barış dönemi çıkmıştı ve tarihin sonu dünya
2
çapında elliden fazla savaşı beraberinde getirdikten sonra, kriz de geçtiğimiz birkaç yılda olduğu kadar bariz bir biçimde olmasa dahi yavaşça Türkiye ve Arjantin gibi ülkeleri vurarak derinleştikçe, işçi sınıfının yavaşça mücadele meydanına dönüşünü görmeye başladık. Tabii ki bu yavaş bir dönüş oldu; zira on yıllık bir yenilgi döneminin işçi sınıfına etkileri ağır olmuştu. Türkiye'de yaygın bir biçimde fısıldanan "siyaset konuşmayın, çok tehlikeli" sözleri hala kulaklarımızda çınlamaktadır. Kayıp bir kuşak, işçi sınıfı içerisinde hayati bir deneyimin kaybı anlamına geliyordu. Son on yıl içerisinde bu mücadelelerdeki bu yavaş yükselişi yaşamış olsak da, gerçekleşen mücadeleler dahi genellikle yalıtılmış işçi kesimlerinin mücadeleleri oluyordu. Öte yandan geçtiğimiz birkaç sene içerisinde işçilerin muzaffer olmak için birlikte kavgaya atılmaları gerektiğinin bilinci artarak yaygınlaşmaya başladı. Türkiye'deki Tekel hareketi, veya hatta çok uzun zamandır sınıf mücadelesinin arka suları sayılabilecek Amerika'da genelleşmiş saldırılara karşı Wisconsin öğretmenlerini destekleyen işçi kitlelerinin genelleşmiş cevabı ve yapılmış pek çok genel grev çağrısı bu durumun çok somut örnekleridir. Bugün gerçekleşen olayları anlamamıza olanak verecek olan böylesi bir kavrayış çerçevesi olabilir - ki bunu yapmak için de yakın zamanda gerçekleşen birkaç büyük çaplı mücadeleyi irdelemek yerinde olacaktır. 3. Olayları güncel mücadeleler minvalinde incelemek Arap dünyasında gerçekleşen mevcut mücadeleler, kanımızca işçi sınıfının başı çeken bir konumda olduğu mücadeleler değiller. Bu tespit işçi kitlelerinin gerçekleşen olaylara katılmadığı anlamına gelmiyor fakat işçi sınıfının kendisini bir sınıf olarak öne çıkartamadığını ve nihayetinde başkalarının ortaya koyduğu gündemlerin peşine sürüklendiğini gözlemlememizden kaynaklanıyor. Bu durumun en korkunç sonuçlar doğuran örneğini şu anda Libya'da görmekteyiz - ki orada işçi sınıfının şu veya bu kesiminin temelde farklı patronlar arasındaki bir iç savaşta iki tarafın da arkasına heyecanla takılmış durumda. Bu noktada olayların yakın zamanda Yunanistan ve İran'da gerçekleşen olaylara nazaran nerede durduklarını incelemenin yerinde olacağı kanısındayız. 4. Yunanistan Aralık 2008'de Yunanistan'da başlayan hareket, bir Cumartesi gecesi 15 yaşında anarşist bir delikanlının polis tarafından vurularak katledilmesinin ardından patlak verdi. Cinayetin üzerinden bir saat geçmeden Atina'da, anarşistlerin geleneksel kalelerinden olan Exarcheia meydanı çevresindeki bölgede polisle şiddetli çatışmalar meydana gelmeye başlamıştı. Gecenin sonlarına doğru Yunanistan genelinde otuza yakın farklı yerellikte çatışmalar başgöstermişti. Ertesi gün eylemler devam etti, ve Pazartesi günü binlerce lise öğrencisi derslere girmeyi reddederek polis karakolları önünde eylemler yapmaya başladı. Cinayetten sonraki Çarşamba günü, bir milyonu aşkın işçinin katılması planlanan bir genel grev gerçekleşti. Öte yandan bu grev, cinayet veya gerçekleşen eylemler ile alakalı değildi, olaylardan önce planlanmıştı. Zira olayların gerçekleştiği dönem, hükümetin ekonomik politikalarından dolayı işçilerin büyük rahatsızlık duyduğu bir dönemdi. Yunan hareketinin zayıflığını ancak bu minvalde anlayabiliriz. Hükümetin politikalarına karşı yaygın öfke oluşuna ve bir gencin katledilmesine dair kitlesel protestolar gerçekleşiyor olmasına rağmen, iki hareket bağlar geliştiremedi. Protesto hareketine destek amacıyla gerçekleşen tek grev, ilkokul öğretmenleinin gerçekleştirdiği yarım günlük grevdi. Protestolara tabii ki pek çok işçi katılmıştı fakat bu katılım genelde bireysel bir düzlemde kalmıştı; işçiler harekete bir sınıf olarak katılmamışlardı. Öte yandan, şüphesiz bu hareketi işçi sınıfının mücadelesine bağlamak yönünde çabalar olmadığı anlamına gelmiyor. Militan işçiler, Atina'da ve sonrasında Selanik'te Genel Yunan İşçi Konfederasyonu'nun (GSEE) genel merkezini işgal ederek genel grev çağrısı yaptılar. Öte yandan bu tür teşebbüslere rağmen, işçi sınıfı bir sınıf olarak harekete geçmedi ve nihayetinde protesto hareketi sona erdi. Bu durumun yani işçi sınıfının gerçek katılımından mahrum geniş çaplı protesto eylemlerini günümüzdeki mücadelelerinde tekrar tekrar karşımıza çıktığını görmekteyiz. Daha önce değindiğimiz, 1970'lerde İngiltere, İran ve Polonya gibi ülkelerde gerçekleşen mücadelelere dönüp bakacak olursak burada işçi sınıfının merkezi bir işlevi olduğunu netçe görebiliyoruz. Bugün durumun neden böyle olmadığı meselesi ve bunun mevcut dönemdeki mücadeleler için ne anlama geldiği sorusu, meselenin kalbindedir. Öte yandan bu sorunu çözümlemeye girişmeden önce, bir diğer örneği olan 2009 Yaz seçimlerinden sonra İran'da gerçekleşen olayları irdelemenin gerekli olduğunu düşünüyoruz.
3
5. İran Haziran 2009'da, seçime şaibe karıştığı iddialarının ardından, Tahran sokaklarında kitlesel eylemler patlak verdi ve hızla ülke geneline yayıldı. Devlet vahşice karşılık verdi ve yüzlerce ölüme yol açmak pahasına baskı güçlerini eylemlerin üzerine saldı. İlk protestolar seçimlerdeki bariz hileden kaynaklı olsalar da, kısa bir süre içerisinde çok daha radikal sloganlar ortaya çıkmaya başladı. Yunanistan'daki harekete benzer bir biçimde, devlet güçleriyle kitlesel şiddetli çatışmalara şahit olduk. Hatta katılım Yunanistan'a kıyasla daha bile geniş sayılabilirdi. Öte yandan, yine gördüğümüz kadarıyla işçiler yalnız bireysel olarak harekete katıldılar; yani bir sınıf olarak katılmadılar. Bilgilere erişmek çok kolay olmasa da, öğrenebildiğimiz kadarıyla eylemlerle alakalı olarak yalnızca bir grev gerçekleşti. İran'ın en büyük fabrikası olan Khodro araba fabrikasında çalışan üç vardiya da, devlet baskılarını protesto etmek amacıyla birer saatliğine greve çıktı. Nihayetinde, Yunanistan'daki gibi İran'da da birkaç haftalık protestonun ardından sokaklardaki hareket son buldu. Oysa ki 2007'nin Mart ayında İran'da 100,000 kişilik bir öğretmenler greviyle başlayan ve aylarca farklı farklı sektörlere yayılan kitlesel işçi mücadeleleri baş göstermişlerdi. Fakat iki yıl sonra katılımcılarının çoğu işçi sınıfından gelen eylemlere yapılan devasa baskılara rağmen işçi sınıfı harekete geçmedi. Arkalarında işçi sınıfının gücü olmadan, böylesi hareketler kendi enerjilerini tüketme eğilimi içerisindedirler. Eğer 1970'lerin sonundaki döneme bakacak olursak, 1978 sonbaharına gelindiğinde Tahran'daki Şah karşıtı hareket gücünü tüketmişti. Bugün gördüklerimizin kimilerine benzeyen bir halk hareketi olarak mülksüz bütün sınıfların yanı sıra başka sınıfları da içeren bu hareketin nefesi tükenmiş gibiydi. Ancak Ekim ayında işçi sınıfı başta petrol sektöründe olmak üzere kitlesel grevlerle mücadeleye girdiği zaman durum değişti ve devrim gerçek bir ihtimal gibi gözükmeye başladı. İşçi konseyleri kuruldu ve hükümet düştü. Humeyni iktidarı aldıktan sonraki birkaç yılı fabrikalardaki işçi komitelerine karşı savaşarak geçirmek zorunda kalacaktı. Şüphesiz başka benzeri halk mücadelelerinden de bahsetmek mümkün. Mesela Tayland'daki ‘Kızıl Gömlekler' hareketi esnasında yine çoğu işçi olan onbinlerce hatta yüzbinlerce insanı kapsayan bir kitle hareketinin ortaya çıkmış olduğunu ve sonra enerjisini tükettiğini görebiliyoruz. Bu da işçilerin bir sınıf olarak katılmadığı bir hareketti. 6. Arap dünyasındaki hareketlerden önce perspektiflerimiz nelerdi? Arap dünyasına yayılan kalkışmalardan önce mevcut dönemi nasıl nitelendiriyorduk ve ne derece haklı, ne derece yanılmıştık? Temelde, mevcut dönemi işçi sınıfının yavaştan mücadele sahnesine döndüğü bir dönem olarak görmekteydik. 2007'de krizin açıkça tekrar uç vermesi, şüphesiz bu dinamiği biraz değiştirdi fakat içeriğini derinden değiştirdiğini söylememiz mümkün değil. Krizin bir etkisi açıkça işçi sınıfının kendine güveninde anlık bir düşüş ortaya çıkartmasıydı; zira işçiler işlerini kaybetme kaygısıyla mücadeleden çekince duymaya başladılar. Öte yandan buna karşıt olarak patronların ekonomik saldırılarına karşı mücadele etmek zorunda kalan devasa işçi kitleleri olduğu gerçeği gösterilebilir. Ayrıca işçi sınıfının kendisi içerisindeki deneyim eksikliği ve işçilerin bir sınıf olarak güçlerine dair bilinç eksikliği de önemli bir unsur olarak karşımıza çıktı. Yunanistan ve İran da dahil çeşitli ülkelerde kitlesel mücadelelerin patlak verişini bu minvalde değerlendirmiştik. Dünya genelinde gerçekleştirilmekte olan devasa tasarruf programlarını ise işçi sınıfının ama ayrıca başka fakir ve ezilen sınıfların da mücadeleye atılmasını mümkün kılan bir etmen olarak görmüştük ki 2007-2008'de gerçekleşen kitlesel açlık isyanları bunun bir örneğidir. Öte yandan işçi sınıfının şimdilik bu mücadelelerde belirleyici bir rol oynayacak güce ulaşmadığı çıkarımını yapmıştık. Tabii ki; her zaman işçi sınıfının kendisini mücadeleye dayatması mümkündür. Rosa Luxemburg "Devrimden önceki hiçbir şey daha olasılıksız gözükmez. Devrimden sonraki gün ise hiçbir şey daha az olası gözükmez." der. Öte yandan, genel hissiyatımız, işçi sınıfı bilinci ve kuvvetinin gelişiminin, işçi sınıfının merkezi rolü oynamayı başaramayacağı kitlesel kalkışmaları içerecek yavaş bir süreç olacağı yönündeydi. Sonra, 17 Aralık 2010 tarihinde, Tunus'un İdi Bouzid kentinde genç bir adam kendini yaktı, ve bir anda değişti dünya. 7. Tunus Muhammed Bouaziz'in kendini yakmasının ardından, belediye binasının önünde eylem yapmak için toplanan yüzlerce genç biber gazı ve şiddetle karşılandı. Protestolar büyüdükçe, devlet şehri mühürlemek durumundan kaldı. Ama artık çok geçti. Yangın yayılmaya başlamıştı. Dört gün sonra kalkışma Menzel Bouzaine kentine
4
yayılmıştı ve bir hafta içerisinde başkent Tunis'de aynı durumdaydı. 28 gün sonra Devlet Başkanı Ben Ali, yeni ikameti olacak olan Suudi Arabistan'a gitmek üzere Malta'ya kaçmış bulunmaktaydı. Burada komünistler olarak tahlil etmemiz gereken, gerçekleşen ayaklanmanın sınıfsal doğasıdır. Burjuva basınının pek çok yorumcusu, gerçekleşen olayları yirmi yıl önce Doğu Avrupa'da yönetici patron takımları değişirken gerçekleşen olaylar ile ve daha yakın zamanda gerçekleşen "renkli devrimler"le karşılaştırmayı uygun buldular. Bizim için merkezi öneme sahip olan eylemlerin sınıf doğasıdır. Ayaklanmanın nedenleri işçi sınıfı içinde yaygın bir rahatsızlık olması, kitlesel işsizlik, düşük ücretler ve soyguncu bir hükümete karşı öfke olmuş gibi gözüküyor. Açıktır ki; Tunus'taki hareketin taleplerinin merkezinde iş ve ücret durumuna dair işçi sınıfı talepleri vardı ve tabii ki; polis baskılarına karşı gelişen tepki de büyük bir rol oynadı. Gençliğin yüzyüze olduğu kitlesel işsizlik problemi ve fazlasıyla genç bir nüfus minvalinde hareketin merkezini ciddi bir biçimde sokaklardaki çatışmalar ve eylemler oluşturdu. Öte yandan, özellikle öğretmenler ve madencilerin başını çektiği büyük işçi grevleri ve ayrıca Sfaks kentinde bir genel grev de gerçekleşti. Devlet ayrıca grevlerin yayılmasını engellemek için lokavt taktiğini de uygulamaya gitti - ki göreceğimiz üzere aynı hamleyi kısa bir süre sonra Mısır devleti de yapacaktı. Ayrıca rejimin sendika konfederasyonu olan UGTT'nin görünüşte ‘radikalleşerek' mücadeleden yana bir tutum aldığına da şahit olduk - ki hiç şüphesiz bu durum işçi sınıfının yaygın bir biçimde mücadele ettiğini gösteriyordu. Bize göre şurası nettir ki; Tunus'taki olaylar, tamamen olmasa dahi, bütünüyle bakacak olursak bir işçi sınıfı hareketiydiler. Mısır'da bu düzeyde olmasa dahi işçi sınıfının yine de önemli bir rol oynadığına şahit olduk, Libya'da ise işçi sınıfı belirgin bir biçimde olaylara bir sınıf olarak katılmaktan uzaktı. Tunus'taki olaylara geri dönecek olursak, Ben Ali'nin düşüşünden sonra, Ben Ali'nin partisi RCD'nin 12 üyesini ve ayrıca itibar kazanmak için partiyi terketmiş olan Başkan ve Başbakan'ı, üç sendika temsilcisini ve küçük muhalif partilerin kimi temsilcilerini içeren bir ‘Birlik Hükümeti' kurulduğu duyuruldu. Başbakan'ın hükümetteki bütün RCD üyelerinin ellerinin temiz olduğunu temin etmesi, protestoların devam etmesinin önüne geçmedi. Sendika temsilcileri bir gün içerisinde istifa ettiler, zira yeni eriştikleri itibarlarını kaybetmek istemiyorlardı, ve fareler batan bir gemiyi terk edermişçesine RCD'yi terk etmeye başladılar - ki partinin merkez komitesi de ayın 20'sinde kendi kendisini feshetti. Ve Tunus'ta eylemler devam ettikçe, insanlar protetosları sürdürdükçe, hükümetler düşmeye devam ettiler. Meşale yakılmıştı. 8. Mısır Ocak ayı başlarında geniş çaplı çatışmaların ve sokak gösterilerinin pek çok şehirde patlak vermesi ile alevlerin ilk yansımasının görüldüğü ülke Cezayir'di fakat yangının tamamen sardığı ülke Mısır olacaktı. Protestolar, 25 Ocak'taki Milli Polis Günü'nde başladı. Protestolar sosyal medya tarafından ciddi bir biçimde duyuruluyordu. Özellikle bir kadın gazeteci olan Asmaa Mahfouz, Youtube üzerinden eylemlerin duyurulmasına katkı sundu. Bundan feyz alan basın kuruluşları gerçekleşenlere bir ‘Facebook devrimi' yakıştırmasını yapmaya başladılar fakat çeşitli yapılarca yüzbinlerce bildirinin dağıtıldığı da hatırlanmaya değer bir gerçektir. 25 Ocak protestoları Kahire'de onbinlerce kişinin, Mısır genelinde farklı şehirlerde ise binlerce kişinin toplanmasına vesile oldu. Hareket büyüdükçe, Hüsnü Mübarek'in sonunun da Ben Ali gibi olması gerçek bir ihtimal haline geldi. Hükümet açıkça işçi grevlerinin patlak vermesini engellemek amacıyla işyerlerini kapatmaya başladı. Hem devlet yapısı içerisinde hem de askeri yapı içinde bölünmeler göze çarpmaya başladı; bu esnada bireysel olarak kimi askerler gerçek kurşunlarla kitleye ateş açmayı reddediyorlardı. Mübarek önce yeni bir hükümet kuracağını ilan etti. Daha sonra da Eylül'deki gelecek seçimlerde görevi bırakacağı sözünü verdi. Öte yandan eylemler devam etmekteydi. 2 Şubat günü, İçişleri Bakanlığı Mübarek'e hala sadık kalan kimi unsurları örgütleyerek onları eylemcilere saldırttı. Ordu devreye girdi ve kimi zaman isteksizce olsa da iki safı ayırmaya girişti ve dolayısıyla açıkça Mübarek'in bırakmaya zorlanmasının yolunu açmaya başladı. Ertesi hafta, işyerlerinin yeniden açılması üzerine Kahire'de ve Nil deltası genelinde pek çok farklı sanayide grevler başladı. Bu grevler, ve onların bir hayli güçlü olan yayılma ihtimali, orduyu Mübarek'in gönderilmesi gerektiğine ikna eden temel etken olmuş gibi gözüküyor. 11 Şubat günü, askeriyenin temsili yeni Başkan Yardımcısı Ömer Süleyman, ordu anayasal bir darbe gerçekleştirdikten iki gün sonra Mübarek'in istifa ettiğini duyurdu. Grevcilere işe dönmeleri emredildi ve grevler yasak-
5
landı. Birkaç gün devam etmekle birlikte, işçiler çoğunlukla kimi ücret artışları ve taviz kazanmalarının işlerine geri döndüler. Mısır olaylarının sınıfsal niteliği, Tunus'takilerden farklı gözüküyor. Tunus'taki hareket büyük ölçüde bir işçi sınıfı niteliğine sahipken, Mısır'daki hareketin bütün toplumsal sınıfları barındıran geniş bir sınıflar arası niteliği olduğu göze çarptı. İşçi sınıfı olaylarda önemli hatta muhtemelen kilit bir rol oynamış olmakla birlikte, hiçbir zaman başı çeken kuvvet olamadı. Pek çok solcu Mısır'da bir kitle grevi olduğundan bahsettiler. Mısır'daki protestolar sırasında, Tunus'a kıyasla daha fazla işçi grevi olduğu doğrudur. Bunu Mısır'ın daha deneyimli ve militan bir işçi sınıfına sahip oluşu ile açıklayabiliriz. Öte yandan, kitle grevi potansiyelinin mevcut olduğunu düşünmekle birlikte ve bu potansiyel büyük ihtimalle orduyu Mübarek'i gönderecek kadar korkutmuş olsa da, bu ihtimalin gerçekleştiğini düşünmüyoruz. Toplamda grevlere 50,000 civarında işçi katıldı - ki bu sayının 20,000'i tek bir fabrikada çalışmaktaydı. Bu önemli bir hareket gerçekleştiğine işaret etmekle birlikte, bir kitle grevi değildi, hatta birkaç yıl önce Mısır'da gerçekleşen grev dalgası kadar büyük bir ölçekte dahi değildi. Hareketin bu denli hızlı dağılması, aslında pek çok solcunun iddia ettiği kadar güçlü olmadığını gösteriyordu. 9. Libya Libya'daki protestolar 15 Ocak'ta başladı ve başından beri çok farklı nitelikte oldukları barizdi. Protestoyu başlatan Bengazi'deki bir hapisanede katledilen İslamcı militanları temsil eden avukat Fethi Terbil'in tutuklanması oldu. Polis Bengazi'deki protestoları şiddetle bastırmakla beraber onların yakınlardaki al-Bayda ve aynı zamanda ülkenin batısında, Tripoli yakınlarında bulunan Az Zitan'a yayılmasını engelleyemedi. Eylemler yayılmaktayken taviz vermeye çalışan devlet eylemcilerin kimi taleplerini kabul etti ve cihat yanlısı bir örgüt olan al-Jama'a al-Islamiyyah al-Muqatilah bi-Libya'nın 110 üyesini hapisten salıverdi. Protestolar devam etti. Devletin aşırı derece vahşi bir şiddetle karşılık vererek eylemcilerin morallerini kırmak için ölüm taburlarını kullanmaya başladı. Önde gelen İslami şahıslar ve kabile reisleri rejime karşı bildirgeler yayınlar ve hükümetin istifasını talep ederken, katliam haberleri geliyordu. Bu noktada eylemler batı Libya'ya yayılmışlardı ve Tripoli'deki protestolar devlet tarafından vahşice ezilmekteydi. Güneyde Taureg halkı, güçlü Warfalla kabilesinin çağrısı üzerine kalkışmaya katıldı. Ayın 22'sinde Kaddafi devlet televizyonuna çıkarak Venezuela'ya kaçtığı haberlerini yalanladı ve "kanının son damlası dökülene dek" savaşma yemini etti. Ertesi gün bir yandan eylemler büyürken ve daha önce sessiz kalan pek çok kabile lideri Kaddafi'nin istifası çağrısında bulunurken, İngiliz Dışişleri Bakanı William Hague ilk defa ‘insancıl müdahale'den bahsetmeye başladı. Bu noktada durum açıkça bir iç savaşa evrilmişti. Peki bütün bunlar olurken işçi sınıfı neredeydi? Libya, körfezdeki pek çok petrol devleti gibi fiziksel işlerini yaptırmak için büyük ölçüde yabancı göçmenlere dayanan bir ülkedir. Dolayısıyla, durum kötüleştikçe ve şiddet arttıkça, Libya işçi sınıfının büyük bir kesimi çaresizce ülkeden çıkmaya çalıştı. Tunus ve Mısır'ın aksine, işçi sınıfı herhangi bir biçimde önemli bir rol oynamadı. Hareket, en başından beri İslamcılık ve kabilecilik ekseninde yürüyor izlenimi veriyordu. Bildiğimiz kadarıyla herhangi bir işçi grevi gerçekleşmedi ve Arap basınında çıkan bir petrol grevi haberinin sonradan yalnızca müdüriyetin üretimi durdurması olduğu ortaya çıktı. Tabii ki; Libya'da Libyalı işçiler de var. Öte yandan belirgin bir biçimde, bu olaylarda bir sınıf olarak herhangi bir rol oynayamayacak kadar zayıftılar. Öte yandan, bu demek değildi ki; işçilerin olaylara hiçbir katılımı olmadı. Tripoli'de gerçekleşen eylemlerin hemen hemen hepsi işçi mahallelerindeydi. Fakat işçi sınıfı kendi çıkarlarını dayatamayacak kadar zayıftı ve katılmaktan elde edecekleri hiçbirşey olmayan bir savaşta kurbanlık koyun olarak kullanıldılar; şimdi ise ABD ve müttefiklerinin bombaları altında can veriyorlar. Savaşın nasıl geliştiğine ve emperyalist güçlerin nasıl olaya karıştığına dair hikayemize devam etmeden önce hızlıca öteki Arap devletlerinde olanları ele alacağız.
6
10. Öteki devletlerdeki olaylar ve Bahreyn'deki devlet tepkisi Tunus'un yaktığı ateşin kıvılcımlarının sıçradığı ilk ülke komşu Cezayir oldu. Eylemler 3 Ocak'ta, temel gıda maddelerindeki fiyat artışlarına karşı başladı. Geçtiğimiz yıllarda Cezayir'de yalıtılmış çatışmalar ve yağma eylemleri olağan sayılabilecek olsalar da, son gerçekleşen olaylar farklıydılar; zira eylemler bütün ülkeye bir hafta içinde yayılabildiler. Protestolar neredeyse tamamen sınıf talepleri ekseninde gerçekleştiler ve devlet baskısı ile devlet tavizlerinin bir karışımı uygulanarak bastırıldılar. Ocak ayında Ürdün ve Yemen'de de büyük çaplı gösteriler başladı. Ürdün'de yüksek enflasyon ve işsizliğe karşı gerçekleşen protestoların temel örgütçüsü Müslüman Kardeşler'di. Kral'ın hükümete birkaç yeni yüz getirmesi ve ciddi iktisadi tavizler vermesi ile eylemler sona erdi. Yemen'deki eylemler ise an itibariyle hala devam etmekteler. Şu anda ordu, 1994 iç savaşında yaptığı katliamlarla tanınan Ali Muhsin al-Ahmar'ın eylemcilerin safına geçmesi üzerinden taraf değiştiriyor gibi gözüküyor. Arap dünyası haricinde, İran ve KKTC'de de büyük protestolar düzenlendi. İran'da ‘Yeşil Hareket' yeniden ortaya çıkma görüntüsü verdi ve devlet güçleri sokaklarda eylemcileri vurarak öldürdüler. Bahreyn de eylemlerin bir başka odak noktasıydı ki; nihayetinde, Bahreyn devleti eylemcileri şiddetle bastırmaya kalkışmışken Suudi Arabistan ve Körfez işbirliği konseyi ‘istikrar' getirmek için ülkeye asker gönderdiler. Bahreyn'deki hareket Sünni monarşiye karşı başı çeken Şii çoğunluğun artık açıktan açığa bir İran müdahalesi çağrısı yapmaya başlamasıyla fazlasıyla sekter bir boyut kazanmış gibi gözüküyor. Suudi Arabistan'ın kuzeyinde Şii nüfusun çoğunlukta yaşadığı bölgelerde de Bahreynli isyancılara destek eylemleri gerçekleşti. Bahreyn eylemciler tarafından çoğu Güney Doğu Asya'dan gelen göçmen işçilere karşı da saldırılar gerçekleştiği gözlendi. Benzeri olayların Libya'da olduğu da aktarılıyor. En son olarak, Suriye ordusu, bir okul duvarına Mısır ayaklanması yanlısı yazılar yazan bir grup öğrencinin tutuklanmasına duyulan öfkeden dolayı ülkedeki protesto hareketinin merkezi oldu; güneydeki ufak Daraa kentinde de bir caminin dışında 15 eylemciyi katletti. Bu arada en az 35 kişinin devlet güçlerince katledildiği Irak'taki eylemler neredeyse fark bile edilmedi. Şüphesiz Irak çoktan ABD'nin askeri danışmanlarının işgal ettiği bir ‘demokrasi'. Bu cinayetlerin, medyada ötekilerinden az yer bulmasını bu duruma bağlayabiliriz. 11. Libya ve topyekün savaşa çöküş Şu anda Libya'da gerçekleşmekte olan olaylara bakacak olursak, NATO topyekün bir bombalama harekatı başlatmış durumda. Tabii ki; bu Libya'nın Batı güçlerince ilk bombalanışı değil. 1986'da gerçekleşen ABD bombalaması da ilk bombalama harekatı değildi. Aslına bakılırsa tarihte hava bombamasının ilk kullanılışı 1911'e rastlıyor; havadan ilk bombalanan ülke ise yine Libya. İtalyan-Türk savaşı sırasında, İtalyan kuvvetleri bu bombalamayı gerçekleştirmişlerdi. Çok zaman geçmeden İtalyan kuvvetleri uçaklardan bomba yerine kimyasal silahlar atmaya başlamışlardı. Son olaylara dönecek olursak, Şubat sonunda Libya'da Kaddafi inisiyatifi yitirmiş görünüyordu; öte yandan Mart ortalarında ülkenin yirmi iki idari bölgesinin on üçünü yeniden denetimi altına almış ve iki tanesini daha almak üzereydi. Başka bir deyişle, üstünlük yine Kaddafi'nin eline geçmişti; Bengazi yolu açık gibi gözüküyordu ve ufukta isyanın sonu gözükmekteydi. İşte tam bu noktada, 17 Mart tarihinde, Birleşmiş Milletler 1973. Bildirgesini onaylayarak Libya'da hava-sahası kapatma harekatına onay verdi. Katılımı bir hayli düşük bir Arap Birliği toplantısında, saldırıya itibar kazandırmak adına toplantıya katılanların yüzde ellisinin onayını aldıktan sonra, askeri operasyonlar NATO'nun kontrolüne geçti, Arap Birliği ise onayladıkları bombalama harekatını eleştirmeye koyuldu. Görünen o ki; dünyanın büyük bir kesimi gibi onlar da bir hava-sahası kapatma harekatının yalnızca sivilleri bombalamakta olan herhangi bir uçağı vurmayı kapsadığını ve hiçbir şekilde sivilleri katleden bir devasa bombalama hareketi anlamına gelmediğini düşünmüşlerdi. Gören de Irak'ta bir savaş olmadı zannedecekti neredeyse. Fakat eğer o derece hafızası kıt olanlar vardıysa da, 19 Mart gecesi Libya'ya yağan 110 Tomahawk füzesi, keskin bir hatırlatma işlevine sahipti. Şu anda ortadadır k;i Libya'daki olaylar, iki taraftaki işçilerin de Libya'yı kontrol edenlerin, veya etmek isteyenlerin çıkarları uğruna katledilmekte olduğu bir iç savaşa dönüşmüş vaziyettedir.
7
12. Şimdi neredeyiz? Şu anda net bir biçimde meydandadır ki; eylemlere devlet tepkisi sağlam bir hakimiyet sağlamıştır. Libya'daki olaylar işçi sınıfının zayıflığının ve kendisini duruma dayatamayışının bizi bırakmış olduğu durumu netçe göstermiştir. Kaddafi rejiminin ne kadar ısrarcı olduğunu ve dayanıp dayanamayacağını göreceğiz. Öte yandan kanımızca hatırlanmalıdır ki; geçen Şubat ayının ortasında pek çok kişi Kaddafi'nin günlerinin sayılı olduğundan emindi fakat Tripoli'de Kaddafi iktidarı devam ediyor. Batı'nın umduğundan daha uzun süre dayanabileceğini tahmin ediyoruz. At itibariyle vatanı korumak ve milli savunma fikrine hitab ediyor. Nüfusun %20'sini oluşturan ve sayısı bir milyonu aşkın Warfalla kabilesi, şimdi bir uzlaşının yollarını arıyor ve inanması neredeyse güç bir biçimde isyana hiçbir kabilenin katılmamış olduğunu iddia ediyor. Sadakatlar değiştikçe büyük miktar nakit paranın da el değiştirdiği söyleniyor. Yemen'de gün geçtikçe netleşiyor ki; kendini en tepede bulan kim olursa olsun, sonuç liderin bir yer değiştirmesinden ibaret olacak. Bahreyn, 1990'lardaki olanın bir tekrarına, bir isyanın daha bastırılışına sahne oldu. Suriye büyük ihtimalle, birkaç katliam pahasına da olsa protestoları bastırabilecek. Nihayetinde, 1980'lerin başında Suriye'nin Hama kentinde katledilen on binleri hatırlayan herkes, Esad rejiminin birazcık kan dökmekten çekinmediğinin farkında. Ve dolayısıyla bize öyle geliyor ki; şu anda Tunus'ta başlamış olan hareket bir sona yaklaşıyor. Bu demek değil ki; daha fazla protestocu katledilmeyecek; hatta şu veya bu ülkede, mesela Yemen'deki Ali Abdullah Salih gibi bir diktatör, yerine bir askeri kodaman gelmek üzere devrilmeyecek. Öte yandan, geçtiğimiz senenin sonunda çok umut vererek başlayan hareket bitmiş gibi veya işçi sınıfı için ölmüş gibi gözüküyor. 13. Ne sonuçlar çıkartabiliriz? Bizim için, döneme dair genel tahlilimiz değişmeden duruyor. İşçi sınıfı yavaş ama emin adımlarla mücadeleye dönmekte fakat daha yaşadığımız zamanlara kızıl mührünü basacak kadar güçlenmiş değil. Geleceğin bize Arap devletlerindeki ve aynı zamanda daha önce Yunanistan ve İran'da ayaklanmalara benzer pek çok mücadele getirmesini bekliyoruz. Ekonomi durgunlaştıkça devletlerin tasarruf önlemlerini ve baskıları arttırmaktan başka seçenekleri kalmayacak - ki Libya'da devam eden savaşın petrol fiyatlarına etkisi, 11 Mart deprem ve tsunamisinin ardından Japonya'dan kaçınılmaz olarak sermayelerin çekilmesi de kapitalist ekonomiye bir hayli ter döktürüyor. Başta Tunus ve Mısır'da ama ayrıca Cezayir'de de olmak üzere kimi Arap devletlerindeki işçi sınıfı nasıl mücadele edeceğine dair deneyimlerini geri kazanmak yönünde bir adım attı. Ötekilerde, işçi sınıfının zayıflığı bütün acılığıyla ortaya çıktı ve peşisıra gelen baskılar ve sekter gerilimlerdeki artış, Libya özelinde bir de kanlı bir iç savaşın patlak vermiş olması, kuşkusuz işçi sınıfının boynuna bir ağırlık olarak asıldı. Sol kesim içerisinde Arap ülkelerinde bir işçi devrimi gerçekleştiğinden bahsedenlerin haksız oldukları ortaya çıktı. İşçi sınıfı hala kendisini dayatacak güçten mahrum. Kaybedilmiş deneyimleri ve sınıf bilincini yeniden inşa etme süreci uzun olacak. Öte yandan umutlu olmamız için nedenlerimiz var. Mısır ordusunun işçi grevleri başladıktan sonra Mübarek'i postalamakta ne denli hızlı davrandıkları, hiç değilse hakim sınıfın hala işçi sınıfının sahip olduğu potansiyelin farkında olduğunu gösteriyor. Ve Mısırlı işçiler, işçi sınıfı mücadelesinin yıllardır kayıp olduğu uzak bir ülkede, ABD'nin yıllardır gördüğü en büyük mücadelede kesintilere karşı mücadele eden Wisconsin işçileri için, Wisconsin'li işçiler ise Mısırlı işçiler için dayanışma panklartları yükselterek, sınıf mücadelenin aynı türden saldırılara karşı uluslararası bir mücadele olduğunu ortaya koyuyor. EKA
8
Ankara Direnişi Sonrası: Direnişteki İşçiler Platformu ve Sınıf Hareketi Artık yolu Sakarya meydanına düşen Ankaralıların pek azı geçtiğimiz sene bugünlerde o sokaklarda toplanmış olan binlerce işçiyi, yakılmış olan ateşleri hatırlıyor gibi. Çok uzun bir süre değil, aylarla ifade edilebilecek bir zaman önce, işçilerin işgal ettiği, korumak için devlet güçlerinin önüne barikatlar çektiği Türkİş konfederasyon genel merkezinin önü bir hayli sakin şimdilerde. O binanın içerisindeki adamlar, yüzlerinde rahat ve alçak bir gülümsemeyle oturuyorlar kısa bir süre önce şiddetle sallanmış koltuklarında. Ankara'da yalnızca geçtiğimiz sene kenti uyandırmış olan o işçilerin acı ve buruk yenilgilerinin rüzgârı kalmış gibi neredeyse. Hatırlamayanlar için açıklayalım: Tekel işçilerinden, 2009 yılının Aralık ayında Ankara'ya gelip, 2010 yılının il aylarında devlete ve burjuvaziye başkentlerini dar eden işçilerden bahsediyoruz. Devletin şehirden çıkartamayıp ancak sendikalarının alt etmeyi başarabildiği Tekel işçilerinden bahsediyoruz. Ankara'da yeniden Artık Artık yolu Sakarya meydanına düşen Ankaralıların pek azı geçtiğimiz sene bugünlerde o sokaklarda toplanmış olan binlerce işçiyi, yakılmış olan ateşleri hatırlıyor gibi. Çok uzun bir süre değil, aylarla ifade edilebilecek bir zaman önce, işçilerin işgal ettiği, korumak için devlet güçlerinin önüne barikatlar çektiği Türk-İş konfederasyon genel merkezinin önü bir hayli sakin şimdilerde. O binanın içerisindeki adamlar, yüzlerinde rahat ve alçak bir gülümsemeyle oturuyorlar kısa bir süre önce şiddetle sallanmış koltuklarında. Ankara'da yalnızca geçtiğimiz sene kenti uyandırmış olan o işçilerin acı ve buruk yenilgilerinin rüzgârı kalmış gibi neredeyse. Hatırlamayanlar için açıklayalım: Tekel işçilerinden, 2009 yılının Aralık ayında Ankara'ya gelip, 2010 yılının il aylarında devlete ve burjuvaziye başkentlerini dar eden işçilerden bahsediyoruz. Devletin şehirden çıkartamayıp ancak sendikalarının alt etmeyi başarabildiği Tekel işçilerinden bahsediyoruz. Ankara'da yeniden toplanan, devlet terörüne maruz kalan, yılmayan; toplu olarak kentte bulundukları son günde kendi sendikalarının başkanı ellerinden ancak polis tarafından kurtarılabilmiş o işçilerden bahsediyoruz. Son yıllarda Türkiye işçi sınıfının belki de en önemli ve yürekli mücadelesini yürütmüş ve yenilmiş olan onurlu insanlardan bahsediyoruz. Sendikalar, devlet namına Tekel mücadelesinin belini 1-2 Nisan eylemlerinden önce kırmışlardı aslında. Düzen, Tekel'i 4 Şubat sözde "genel grevi" sonrası, sendika manipülatörlerinin mücadele stratejisi olarak, yasal sürece bel bağlamayı dayatarak hareketi pasifleştirmeleri ve hareketin yayılma perspektifini kırmaları ve bu yaklaşımın yarattığı ortamı, işçileri çadırların kaldırılmasına, Ankara'dan ayrılmaya ikna etmek için kullanmaları yoluyla yenmişti. Öte yandan, bu, sonradan ortaya çıkacağı üzere hareketi nihayetinde kırmış bir manevra olsa da, düzen için tam bir zafer değildi. Aylardır mücadele içerisinde bulunan işçilerin hepsi sendikanın bu oyununa gelmemişlerdi. Yapılanların farkında olan militan işçiler, işçi kitlesi arasında azınlıkta olsalar dahi, mücadeleye sonuna kadar açtılar ve birlikte hareket etmeye hiç olmadıkları kadar istekliydiler. Ayrıca, Tekel eylemleri bitmiş gözükse de, Tekel'in yenilgisi açık ve net bir biçimde görünemiyordu; işçilerin başlattıkları rüzgârın etkileri hala sürüyor ve işçi sınıfının bazı kesimleri ciddi bir biçimde mücadele etmek istiyordu. Düzen güçlerinin Tekel'i bitirmek için izledikleri yol kesinlikle tehlikesiz bir yol değildi; zira sendikaların maskesini yere çarpmaya kararlı bir işçi azınlığı bırakmıştı. Nasıl işçi sınıfı içerisinde Tekel'in yenilgisi net ve belirgin değildiyse, büyük ihtimalle devlet güçleri de kazandıklarının hareketi geçici olarak duraksatmak öteye gidip gitmeyeceğinden emin değillerdi. Aylar sonra sendikanın Tekel işçilerini ciddi bir tepki ile karşılaşmadan 4-C koşullarını kabul etmeye ikna etmesi gösterecekti ki; kitlesel mücadele kesin olarak bitirilmişti. Öte yandan, bu noktadan bakıldığında, militan işçiler ile sendikalar arasındaki mücadele yeni başlıyordu. Hâlihazırdaki yazımızda bu sürecin evrimini ele alacağız. Ankara'daki Tekel direnişi boyunca militan öncü işçiler belirli bir iletişim halinde bulunmuş, pek çok toplantı gerçekleştirmiş, ortak tutumlar almış ve defalarca komiteleşmeye çalışmışlardı fakat bu çabaları başarılı ol-
9
mamıştı. Ankara'daki çadırların toplanmasının ardından mücadeleci işçiler, resmi olarak ilan edilmese ve belirli bir isim almasa da bir işçi komitesi biçiminde örgütlenmişlerdi. Fakat ilk kez 9 Nisan tarihinde, başka işkollarında mücadele eden unsurlarla birleşmenin gerekliliğini hisseden İstanbul'daki kimi mücadeleci Tekel işçilerinin başını çektiği bir militan işçi örgütlenmesi şekillendi: Direnişteki İşçiler Platformu. Kuruluşuna mücadele etmekte olan İSKİ, Tekel, Samatya, İtfaiye, Marmaray, Sinter Metal, Esenyurt Belediyesi, Atık kağıt ve AtvSabah işçilerinin ortak olduğu platform, kendisini şu şekilde duyuruyordu: "Herbirimiz kölece çalışmaya kölece yaşamaya hayır demek için, ücretlerini alamadığı için, işten atıldığı için, taşerona hayır demek için ve güvencesizlikle mücadele etmek için direnişteyiz. Biraraya gelmemiz ve birlikte mücadele etmemiz gerektiği üzerinden, sınıf dayanışmasının en ileri örneğini sergileyerek tüm işçi kardeşlerimize örnek olmak ve birleşe birleşe kazanacağız sloganını slogan olmaktan çıkarıp somut karşılığını yaratmak için toplandık. Bundan sonraki süreçte işçi sınıfına dönük saldırıları püskürtmek, direnişlerimizin dayanışmasını sağlamak, uğruna bedeller ödediğimiz 1 Mayıs'a direnişlerimizin ortak iradesiyle yürümek, 1 Mayıs'ı ve sınıfın gündemlerini belirleyenin ihanetçi sendika bürokrasisi değil işçiler olması gerektiğine inandığımız için direnişteki işçiler platformu altında birleştik." Bu militan işçi örgütlenmesinin ilk aşamada göze çarpan en önemli özelliği, şu veya bu siyasi çizginin güdümünde kurulmuş olan "işçi" dernekleri, "mücadele" platformları ve benzerlerinin aksine, bizzat direniş içerisindeki işçilerin, sınıf mücadelesinin en temel ihtiyacından, mücadelenin yayılması ihtiyacından dolayı bir araya gelmiş bir yapılanma oluşuydu. Kuruluş bildirgesinde de belirttiği üzere, bu militan işçi örgütlenmesi, gündem olarak önüne ilkin İstanbul'da, yasaklı Taksim meydanında gerçekleşecek olan 1 Mayıs gösterisini koymuşlardı. Direnişteki İşçiler Platformu'nu oluşturanların, o meydanı sendika patronlarına bırakma niyetleri yoktu. Mücadeleci işçiler, İstanbul'daki 1 Mayıs eyleminde kürsüye çıktılar ve Türkiye'nin en karanlık adamlarından bazılarını, yani başta Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu olmak üzere, sendika konfederasyonu başkanlarını ve başka sendika patron ve bürokratlarını o kürsüden kovuşturdular. Gerçekleştirilen, 2010 1 Mayıs'ının en önemli eyleminden başka bir şey değildi. Kürsüye çıkan işçilerin okudukları bildirinin içeriği ise, ülkedeki işçi hareketi açısından tarihsel bir öneme sahipti. İşçiler, kürsüden yaptıkları konuşmada şunları diyeceklerdi: "Bizler Tekel, İSKİ, Samatya, İtfaiye, Marmaray, Sinter metal, Esenyurt belediye, Atık kağıt, Atv-Sabah direnişlerinden direnişçi işçileriz. Her birimiz kölece çalışmaya kölece yaşamaya, taşerona hayır demek, 4-C'ye ve güvencesizliğe karşı mücadele etmek için, direnişteyiz. Tekel direnişinin yaktığı ateşi birleşik mücadelenin kanallarını oluşturarak her yere taşımak için bir aradayız. Direnişteki İşçiler Platformu'nu sınıf dayanışmasının en ileri örneğini sergileyerek tüm işçi kardeşlerimize örnek olmak ve "birleşe birleşe kazanacağız" sloganını slogan olmaktan çıkarıp somut karşılığını yaratmak için oluşturduk. Sermaye, işçi sınıfı için işsizlik, güvencesizlik, geleceksizlik, sefalet üretir. Sermaye, ücretli kölelik üretir. Bizler biliyoruz ki, 4-C'ye, güvencesizliğe, taşeronlaştırmaya, işsizliğe karşı mücadele ederken, aynı zamanda bizler için ücretli kölelik düzeninden başka bir şey olmayan kapitalizme karşı mücadele etmek zorundayız. İşçi sınıfının gerçek kurtuluşu sadece işsizliğe, sadece açlık ve sefalete karşı parça talepleri yükseltmekten değil, işsizlik, yoksulluk, güvencesizlik, açlık, sağlıksızlık ve benzerlerini üreten sermayeye karşı birleşik sınıf eylemini büyütmekten geçer. Bu 1 Mayıs sınıf taleplerinin damgasını vurduğu, direnişteki biz işçilerin sesinin tüm işçi kardeşlerimize ulaştığı bir 1 Mayıs olacak. Taksim'i kazandığımız gibi 1 Mayıs'ı da kazanacağız. Taksim, burjuvazi ve devletinin icazeti sonucu açılmadı, 1 Mayıs'ta tüm yasaklamalara, baskılara, saldırılara karşı Taksim'de olma ısrarını sürdüren işçi sınıfının mücadele birikimiyle açıldı, Tekel direnişiyle açıldı, üst üste binen işçi direnişlerinin itilimiyle açıldı, açlık ordusunun kölece çalışma ve kölece yaşama karşı biriken öfkesinin örgütlenme ve mücadele dinamiği olarak sermayenin uykusunu kaçırtacak kadar büyümesiyle açıldı. Taksim'i özgürleştirdik, artık Taksim tartışmasız 1 Mayıs alanıdır. Sıra 1 mayıs kürsüsünün gerçek sahipleri tarafından alınmasında. 1 Mayıs'ın ve 1 Mayıs kürsüsünün gerçek sahibi işçi sınıfıdır, öncü işçilerdir, direnişteki işçilerdir. Söz/kürsü sınıf hareketinin her kabarışında sınıfı arkasından vuran ihanetçi sendika bürokrasisinin değil, uzun soluklu ve militan eylemleriyle işçi sınıfı mücadelesine yeni bir soluk kazandıran tekel işçilerinin;
10
güvencesizliğe, taşeronlaşmaya ve işten atılmalara karşı güvenceli iş ve insanca çalışma talebini yükselten itfaiye işçilerinin, İSKİ işçilerinin; ücretlerini alamayan, kölece çalışmaya zorlanan Samatya inşaat işçilerinin, Marmaray işçilerinin; sendikal mücadeleden dolayı işten atılan Esenyurt belediye işçilerinin, ATV sabah işçilerinin, Direnişteki İşçiler Platformunun olmalıdır. 1 Mayıs kürsüsü, her seferinde sermaye devletinden icazet dilenen ve sermayeye değil işçi sınıfına barikat olanların değil, sınıf talepleriyle alanı dolduran işçi sınıfının olmalıdır." Direnişteki İşçiler Platformu'nun bu konuşması pek çok açıdan çok ciddi bir önem taşımaktaydı. İlkin, platform bu konuşmayı yaparak açıkça burjuva devletine karşı düşmanlığını ilan ediyor, sermaye düzeninin aşılması için işçilerin birleşik mücadelesinin gerekliliğini vurguluyordu, dahası bunun kısmi talepler yükseltilerek değil, işçi sınıfının bütünü için geçerli olan bütün talepler etrafında gerçekleşebileceği vurgulanmaktaydı. Militan işçiler, yalnızca yaptıkları eylemle değil, yaptıkları konuşma ile de sendika bürokrasisine karşı tutumlarını ortaya koyuyorlardı. Fakat belki de en çarpıcı nokta, konuşmada Direnişteki İşçiler Platformu'nun mahiyetinin ve rolünün nasıl tanımlandığıydı. Platform, kendisini çeşitli direnişlerin mücadeleci işçilerinin bir birliği olarak tanımlıyor, amacını ise birleşik mücadelenin kanallarını oluşturmak ve sınıfa yaymak olarak ifade ediyordu. Bu yaklaşım ile platform kendisine hiçbir şekilde sendikal bir rol biçmemekteydi fakat üstlendiği işlev açıkça sendikaların dışında mücadele kanallarının oluşumuna işaret etmekteydi. Sınıfın geneline dair ikamecilikten uzak bir yaklaşım ortaya konuluyordu fakat yaşanmakta olan mücadelelerin militan işçilerinin oluşturduğu bir yapı olarak söz ve kürsünün sürekli sermayeye değil işçi sınıfına barikat olanların karşısında, işçi sınıfının ve sınıfın bütünün bir parçası olarak Direnişteki İşçiler Platformu'nun da meşru hakkı olduğunu savunuluyordu. Militan işçilerin 1 Mayıs kürsüsünü sendikacıların elinden almakla kalmamışlardı: yaptıkları konuşma ile devletin sendikalarına karşı savaş ilan etmişlerdi. Fakat hâkim sınıfı bu savaş ilanından daha fazla korkutan bir şey varsa, o da başta Mustafa Kumlu olmak üzere, 1 Mayıs'ta kürsüye çıkan sendikacıların, Taksim meydanını doldurmuş olan yüz binlerce işçi tarafından yuhalanmasıydı. Alandaki işçilerin geneli, sendikacıların değil, işgalcilerin arkasındaydı. Sendikacıları kürsüden indirenler, başta Tekel olmak üzere 1 Mayıs öncesi döneme damgasını vurmuş olan mücadelelerin militan işçileriydi ve bu noktada, gerek ülke çapında alanları doldurmuş olan işçiler, gerekse işçi sınıfı geneli nazarında onlara karşı devasa bir saygı duyulmaktaydı. Direnişteki İşçiler Platformu'nu oluşturan işçilerin sayısı çok fazla olmayabilirdi fakat 1 Mayıs günü platform, proletaryanın gözünde ciddi bir etik otoriteye sahipti. Konfederasyonların yanıtı gecikmedi. 9 Mayıs 2010 tarihinde, Türk-İş, Hak-İş, DİSK, Memur-Sen, Kamu-Sen ve KESK 1 Mayıs Kutlama Komitesi üyeleri bir araya gelerek başta İstanbul Taksim olmak üzere 1 Mayıs 2010 kutlamaları ile ilgili bir "değerlendirme" ve açıklama" yaptılar. Bu açıklamada şöyle diyorlardı: "Konfederasyonlarımız, ülkemizin dört bir yanında yapılan 1 Mayıs kutlamalarına katılan, katkı veren herkese teşekkür etmektedir. Böyle önemli bir günde ve böyle önemli bir alanda Taksim Kürsüsü'ne biber gazı, pet şişe, sopa, bıçak v.s kullanarak yapılan saldırı ise emeğin birlik ve dayanışmasına yapılan bir saldırıdır. Konfederasyonlarımız, 1 Mayıs Taksim Kürsüsü'nde Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu'nun şahsında tüm konfederasyonlara yapılan saldırıyı ve kürsüyü işgal girişimi ile kutlamaları sabote etmek isteyenleri kınamakta, bu tür yaklaşımların teşhir ve tecrit edilmesi gerektiğine inanmaktadır." Solcusundan sağcısına, ülkedeki bütün sendika konfederasyonları, militan işçileri ve onların oluşturduğu Direnişteki İşçiler Platformu'nu kınamak ve ona teşhir ve tecrit etme tehdidi savurmak konusunda ağız birliğine varmıştı. Direnişteki İşçiler Platformu, 18 Mayıs'ta, kendi 1 Mayıs değerlendirmesini ve sendikalara cevabını yayınladı. Yapılan açıklamada, özellikle solcu olarak bilinen DİSK ve KESK'in işlevine dair net değerlendirmeler yapılıyordu: "1 Mayıs 2010'un içini boşaltan bu kurgu DİSK ve KESK'e aittir.1 Mayıs programının çatısını DİSK ve KESK oluşturmuştur. Kamu-Sen ve Memur-Sen başta olmak üzere konfederasyonların yan yana gelmesinde merkezi rol alan KESK'tir, DİSK de destek olmuştur. Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen ve Memur-Sen gibi 25 Kasım 2009 grevinden, 4 Şubat 2010 Dayanışma Grevine kadar her adımda kararların içini boşaltan sendika yönetimlerine, işçi sınıfının karşısına çıkma hakkı tanıyan, buna aracılık yapan DİSK ve KESK olmuştur. DİSK ve KESK aracılık etmeseydi ne Türk-İş ne de diğer sendikaların liderleri 32 yıllık terle, kanla ödenen bedellerin omuzlarına basarak 1 Mayıs kürsüsüne çıkamazdı. 1 Mayıs Taksim Alanını kazanılması sırasında ödenen bedelleri
11
Türk-İş ve Hak-İş ile pazarlık konusu yapıp bunun üzerinden işçi sınıfı mücadelesinde kendisine konum elde etmeye çalışanlar DİSK ve KESK'tir. 1 Mayıs bildirisinin Kürtçe okunmasına itiraz eden DİSK'tir; KESK de onay vermiştir (...) 15 Aralık 2009'da Ankara'ya ulaşılmasından sonraki süreçte yaşanan saldırılara karşı direnişte, çadırların kurulmasında ve Sakarya'yı Türkiye ve Dünyanın mücadele merkezi haline getirene kadar yaşanan bir dizi eylem ve etkinlikte, 17 Ocak Ankara Mitinginde, 4 Şubat TEKEL işçileriyle Dayanışma Grevinde, 2 Mart'ta çadırların sökülmesinde, 1-2 Nisan Ankara eyleminde Türk-İş (özelde Tek Gıda-İş), DİSK ve KESK (öncelikle Genel Sekreterleri) mücadelenin büyütülüp geliştirilmesinden yana bir siyaset izlemediler. Tek Gıda-İş Genel Merkezi, işçilere sormadan aldığı kararları TEKEL işçilerine açıklarken, her zaman DİSK ve KESK Genel Sekreterleri yanında bulunuyordu. Mustafa Türkel her seferinde ‘kararları birlikte alıyoruz' diyerek KESK ve DİSK'in itibarını kullanarak işçilere sormadan aldığı kararları işçilere dayatıyor; işçileri tehdide varan açıklamalarda bulunabiliyordu. İşçiler çadırları sökmeyelim dediklerinde çadırları sökme kararı alınıyordu. İşçiler Komite kurmak istediklerinde tehdit ediliyorlardı. 17 Ocak mitingine katılım için araç bile tutmadılar. Diğer yandan Memur/Sen 4 Şubat grevinden son dakikada çekildi, Hak-İş temsili katıldı, Türk-İş sendikalarından yarıdan çoğu greve katılmadı; Kamu Sen ve KESK 25 Kasım grevinin çok gerisinde kaldı; DİSK CHP'li İzmir Belediyesi olmasa hiçbir yerde ciddi olarak greve katılmamış olacaktı. Özellikle 1-2 Nisan eyleminde görülmüştür ki, KESK Ankara Şubeler Platformunun destek eylemine Ankara Valiliğinin gösterdiği sert tepkide; biber gazı ve cop kullanmasında Türk-İş Genel Merkezinin TEKEL işçilerine destek vermemiş olmasının payı büyüktür. KESK diğer sendikaların tutumlarını bildiği halde, gerçeği göz ardı ederek Türk-İş ve Hak-İş ile işçileri kınayan bildirilerin altına imza atabilmiştir. Konfederasyonlar bugüne kadar ne ektiyse, 1 Mayıs kürsüsünde onu biçti." Bunun yanı sıra, Platform, konfederasyonların iftiralarını da net bir biçimde yanıtlıyordu: "Çok açık ki, kürsüye çıkanlar işçiydi... Çok açık ki okunan bildiri işçiler tarafından hazırlanmıştı ve 26 Mayıs'ın taleplerini, birleşik mücadeleyi ifade ediyordu... Kürsüye çıkanların "bıçak" vb. ile orada oldukları Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu'nun senaryosudur. Tam aksine Hak-İş kortejinde plastik pankart sopaları içinde şiş ve demir çubuklar getirilmiştir. Gümüşsuyu kortejinden gelenler buna tanıktır. Hak-İş gibi Türk Metal, Tes-İş gibi sendikalar da alana çatışmaya niyetli olarak ve hazırlıklı gelmiştir." Ayrıca, yayınlanan açıklama, konfederasyonların tehditlerine net bir biçimde ortaya koyup yanıtlamaktan geri durmuyordu: "Metnin son paragrafında ifade edilen "teşhir ve tecrit" sözcükleri sendika bürokratlarının ne kadar zor durumda olduklarını ortaya koyan aynı zamanda mücadeleci işçilere düşmanlıklarını ifade eden bir vurgudur. Tabii ki böyle bir metne imzasını atmaması gerekenler ilk elden sorumludur. KESK Genel Başkanı Sami Evren, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi "teşhir ve tecrit" tehdidini kaleme alanlardır ve mücadeleci işçilerin gözünde diğer milliyetçi ve sağcı sendikacılardan çok daha suçludurlar. İşçileri kınayıp onları ‘teşhir ve tecrit' edeceğini açıklayanlar bu askeri terimlerin ardından ‘tenkil' (imha) geleceğini bilir. Dolayısıyla buradan ilan ederiz ki, biz kürsüde o gün bulunan TEKEL, itfaiye, İSKİ, Esenyurt Belediyesi işçileri olarak, bu tehditlerin ardından hedef olacağımız her türlü baskı ve saldırının; can güvenliğimizin tehlikeye girmesi halinde, bizzat bu sendikacılar sorumludurlar. Bizler işçi sınıfının haklı davasında yolumuzda yürümeye, birleşik mücadeleyi örgütlemeye, sendikacıların işçilere ihanet etmesine karşı çıkmaya devam edeceğiz. Şu çok açık ki, TEKEL işçileriyle birlikte tüm işçilerin ve emekçilerin mücadelesinin önünü kesenler eskisi gibi koltuklarında oturamayacaklardır." Konfederasyona verdiği yanıt vasıtasıyla Direnişteki İşçiler Platformu, durumu bir hayli güçlü bir biçimde analiz ediyor ve konfederasyonların saldırıları karşısında dayanışma çağrısı yapıyordu. Öte yandan yapılan değerlendirme, "Sendikalarımıza sahip çıkalım, denetleyelim!" cümlesiyle son buluyordu. Bu ibare, başka işçilere de sendika bürokratlarına karşı mücadele etme çağrısı yapıyor olması açısından şüphesiz önem taşıyordu. Öte yandan işçilerin sendikalara denetlemelerinin mümkün olmadığını, Platforum'un oluşmasına giden süreç şüpheye yer bırakmayacak biçimde göstermişti. Yapılan açıklamada ortaya konulan analizin kendisi de sendikalarla üyeleri arasında böylesi bir ilişkinin gelişmesinin mümkün olmadığına açıkça işaret etmekteydi. Bu çağrı, mücadele içerisinde, geçmiş yanılsamalardan kalma bir kafa karışıklığını ortaya koymaktan daha öte bir anlam taşımaktaydı. 1 Mayıs'ta yüz binlerce sendikalı işçiye hitaben militan işçilerin yaptığı konuşmada böyle bir düşünce yer almazken, yapılan bu açıklamada böylesi bir çağrı yapılması, sınıf hareketinin mevcut durumuna dair bir gerçeği ifade etmekteydi. 1 Mayıs günü, başta Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu'ya yönelik olma üzere sendikalara karşı işçi kitlesi tarafından verilen tepkinin faal bir devamı olmamıştı. Bu ibare, militan işçilerin, sınıfın genelinin faal desteğini yanlarında hissetmedikleri için vardıkları bir sonucu ifade etmekteydi.
12
Direnişteki İşçiler Platformu, sınıfın geneli kendilerini desteklerken, sözlerinde sendikalizme bir parça dahi taviz vermeyecek gücü kendilerinde hissetmişlerdi. Şimdi dahi, militan işçiler konfederasyonların saldırılarını karşı kendileriyle dayanışmaları için sendikalı işçilere bir çağrı yapacak güçte hissediyorlardı kendilerini. Öte yandan bu ibare, böylesi bir çağrının yapıldığı işçilerin yapabileceklerine dair, bu noktada ne kadar az olursa olsun, bir güvensizlik duyulduğunu göstermekteydi. İşçilerden sendikalarına sahip çıkmalarını, denetlemelerini beklemek, bu militan işçilere karşı olası saldırılara dair söylenmiş dahi olsa, 1 Mayıs konuşmasından geri adım atmaktı. Ayrıca, bu çağrı yazının geneliyle çelişmekteydi. İlk aşamada böylesi bir ibarenin yazılmış olmasının ve arkasındaki yaklaşımın ciddi bir etkisi olmadı. Öte yandan, Direnişteki İşçiler Platformu, ilk defa tökezlemişti. Bu şu aşamada hiçbir şekilde geri çevrilemeyecek bir hata değildi. Biliyoruz ki; işçi hareketi tarihi boyunca, proleter mücadelenin en kararlı ve bilinçli savunucuları dahi hatalar yapmaya, tökezlemeye mahkûm olmuşlardır. Öte yandan, göreceğimiz üzere, sınıfın eylemlilikleri sönümlendikçe, bu ufak yırtık genişlemeye devam edecekti. 22 Şubat 2010 tarihinde Türk-İş, Kamu-Sen, KESK ve DİSK, Ankara'da günlerdir eylem yapmakta olan Tekel işçilerine, 26 Mayıs tarihinde bir genel grev yapılacağını duyurmuşlardı. Bu kararın açıklanmasının ardından Tekel işçileri, sorunlarının aciliyetine rağmen böylesi bir eylemin üç ay sonrasına konulmasını çok sert bir biçimde protesto etmişlerdi. Bu karar Tekel mücadelesi sürecinde, işçiler ile sendikacılar arasında gerçekleşecek pek çok kapışmadan bir tanesini tetikleyecek ve nihayetinde Tekel işçilerinin mensubu Tek Gıda-İş Sendikası başkanı ve Türk-İş genel sekreteri Mustafa Türkel'in, konfederasyon genel sekreterliğinden istifasına neden olacaktı. 26 Mayıs'a yaklaşırken konfederasyonlar grevinin "şartlarının ortadan kalktığını" ilan edilmiş, dört konfederasyonun yöneticileri grevin gerçekleşmesini engellemek için her türlü ayak oyunu denemişler ve en nihayetinde ortaklaşa bir şey yapılmayacağını, grev veya eylem yapıp yapmamanın konfederasyon üyesi sendikalara bırakılacağını ilan etmişlerdi. Ayrıca 17 Mayıs'ta Zonguldak'ta otuz işçinin canına mâlolan maden patlaması karşısında da ne konfederasyonlar, ne de tekil olarak sendikalar ciddi bir tepki vermişlerdi. 26 Mayıs grevini olabildiğine güçlü kılmaya uğraşmakta olan Direnişteki İşçiler Platformu, Zonguldak'taki patlamaya karşı net bir tutum aldı. Aynı zamanda internet sitesinde greve çağrı mahiyeti taşıyan bir bildiri yayınladı, çeşitli toplantılarda konuyu gündeme getirdi ve 21 Mayıs günü madencilerin ölümünü protesto etmek için İstanbul'da bir eylem düzenledi. Platform, Zonguldak'ta tehlikeli koşullarda çalışanların çıkarlarının mücadele içerisindeki işçilerle ortak olduğunu net bir biçimde vurgulamaktaydı. Nitekim Zonguldak'ta gerçekleşen patlamadaki işçi ölümlerini de protesto etmek amacı ile Türkiye Taşkömürü Kurumu'na bağlı bütün maden ocaklarında (Karadon, Üzülmez, Amasra, Armutçuk ve Kozlu) çalışan 15,000 işçi işe bir saat geç başlayacaktı. Türk-İş başkanı Mustafa Kumlu'nun bizzat katılacak kadar tehlikeli gördüğü eylemde, militan Tekel işçilerinin eylemlerine saldıran sendika bürokratlarına, madenciler "Arkadaşlarımız haklarını arıyorlar" diyerek tepki göstereceklerdi. Bütün konfederasyonların 26 Mayıs grevinden fiili olarak çekildiklerini iddia etmeleri karşısında, Direnişteki İşçiler Platformu ve öteki illerden militan Tekel işçilerinin 24 Mayıs'ta İstanbul, 25 Mayıs'ta ise İzmir ve Samsun'da Türk-İş bölge temsilciliği binalarını işgal etmeleri, Diyarbakır ve Adana'daki temsilcilik ve Ankara'daki genel merkez binalarını işgal etmeye çalışmaları oldu[1]. İzmir'deki işgalci işçiler, Türk-İş'in yapılan eylemleri desteklediğini ilan eden ‘muhalif' kanadından bürokratları da protesto ettiler. İstanbul'da da, daha önce eylemlerini desteklediğini ilan etmiş olan Tek Gıda-İş sendikasının 26 Mayıs'ta 1 saatlik grev yapacağını ilan etmesi üzerine, işçiler ‘muhalif' Türk iş bürokratlarını protesto ettiler ve "Bizim için Kumlu da Türkel de aynı" dediler. Gerçekleşen sendika işgalleri, Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihine geçecek eylemlerdi. Öte yandan, Direnişteki İşçiler Platformu'nun merkezi olan İstanbul'daki Türk-İş bölge temsilciliği işgalinde, platform ismini kullanmayarak bu defa ciddi bir geri adım attı. Dahası, okunan bildirgede, 18 Mayıs'ta yapılan açıklamada açılan deliğin derinleştiği görülebiliyordu: işgaller "sendikalarına sahip çıkma, bürokratlara tepki eylemleri" olarak nitelendiriliyordu. Bunun yanı sıra, yapılan açıklama 1 Mayıs bildirisinden "Niçin bu eyleme başvurduk? Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, söz verip de yapmayan, işçilere umut verip onların umudunu boşa çıkartan sendikacı istemiyoruz. Kararların işçilerle birlikte alınmasını istiyoruz. Sendikaların sahibi olan işçilerdir, onların elinden sendikalarını alamazsınız diyoruz. İkincisi, 26 Mayıs genel grev kararının gerekçeleri fazlasıyla vardır. Bunu gerçekleştirmeyen konfederasyonları kararlarını düzeltmeleri için uyarıyoruz. Greve çıkın ve işçilerin hakların alana kadar mücadeleyi sürdürün. O zaman biz sizin yanınızda olacağız. Üçüncüsü, 9 Mayıs'ta miting düzenleyen 6 Konfederasyonun 1 Mayıs değerlendirmesinde ifade edilen ve kürsüye çıkan işçileri 'işgalci' 'birliği sabote eden' olarak görerek, 'teşhir ve tecrit' edeceklerini açıklayan konfederasyonların bu açıklamalarını düzeltmelerini, sözlerini geri almalarını istiyoruz" ifadeleriyle üç adımda da uzaklaşılıyordu. 1 Mayıs'ta
13
militan işçiler sendikaların yerine farklı mücadele kanallarının gerekliliğini savunmuşken, bu bildirgede sendikaların sahibi olanların işçiler oldukları iddia ediliyor. 1 Mayıs'ta konfederasyonlara en ufak bir taviz verilmemişken, bu bildirgede, alındığı zaman Tekel işçilerinin ciddi bir biçimde tepkisini çeken 26 Mayıs kararının arkasında durdukları takdirde sendikaların yanında olunacağı vaat ediliyordu. Son olarak, 18 Mayıs'ta sendikacıların tehditlerinin olası sonuçtan korkmadan sendikacıları sorumlu tutan, "işçi sınıfının haklı davasında yolumuzda yürümeye, birleşik mücadeleyi örgütlemeye, sendikacıların işçilere ihanet etmesine karşı çıkmaya devam edeceğiz" diyen militan işçiler şimdi sendikalardan tehditlerini geri çekmelerini talep ediyorlardı. Bu tutumların nedeni, militan işçilerin sendikalara bakışlarının herhangi bir şahsi neden dolayısıyla yumuşamış oluşu değildi. Şahsi anlamda militan işçiler sendikalara karşı aynı olumsuz hisleri taşımaktaydılar. Öte yandan, 26 Mayıs grevi kararlarının konfederasyonlarca iptaline sınıf genelinden bir tepki gelmemesi, militan işçileri biraz daha zayıflatmıştı. Direnişteki İşçiler Platformu yalıtıldığını hissediyordu artık. Bir öncü işçi örgütlenmesi olarak kendisine güveni 1 Mayıs'a kıyasla ciddi olarak zayıflamıştı. 24-25 Mayıs Türk-İş işgallerinin başını çekmesinin ardında da bundan başkası yoktu. Platform, ufak bir azınlık olarak sınıf genelinde etkisine artık güvenemiyordu fakat İstanbul'da platformun başını çeken militan Tekel işçilerinin, ülke çapındaki mücadeleci Tekel işçileri arasında hâlâ ciddi bir etkisi vardı. İstanbul'daki direnişçi işçilerinin gerçekleştirdiği işgale, ülke çapında öncü işçiler başta olmak üzere Tekel işçileri destek verdiler. Sırf gerçekleşmesi, sırf bu ülkede sendika binalarının işgal edilmesi, sırf işçiyi kandırmaktan geçinenlerin korkuyla titremesi dahi, ifade ettiğimiz üzere bu eylemleri ülke işçi sınıfı tarihine altın harflerle kazımıştı. Hatta nasıl Yunanistan'daki 2008 Aralık ayaklanmasında Atina ve Selanik'te genel sendika konfederasyonu GSEE'nin işgali dünya genelinde devrimcilere ışık tuttuysa uluslararası alanda öyle bir etki yarattı. Öte yandan bu eylemler, militan Tekel işçilerinin gücünün göstergesi oldukları kadar, işçi sınıfı genelinin zayıflığının göstergesiydiler ve İstanbul Türk-İş bölge temsilciliğini işgal eden direnişçi işçilerin belgesi bunu gösteriyordu. Böylesi bir işgali onlardan daha önce, işçi sınıfının başka kesimleri gerçekleştirmeliydi. Bununla birlikte, İstanbul Türk-İş işgal bildirgesi, 1 Mayıs Platform bildirgesine kıyasla çok önemli bir noktayı işaret ediyordu. Zira bildirge şöyle diyordu: "Kuşkusuz sendika bürokrasisine karşı gösterdiğimiz sembolik tepkilerimiz, genel bir mücadele biçimi değildir. Bürokrasiye karşı mücadelenin yöntem ve biçimlerini de işçiler kendi deneyimleriyle bulacaklardır (...) Konfederasyonları kınarken özünde birinin diğerinden farkı olmadığını da ifade etmek istiyoruz. "Önünüzde 3 ay vardı, grevi örgütlemediniz, sorumlusu konfederasyon yönetimleridir" diyoruz. İşçilerin tabanda örgütlenerek birleşik emek meclislerini oluşturarak sendika bürokrasisine karşı mücadeleyi yükselteceğini, aynı zamanda da hak mücadelesini yürüteceğine olan inancımızla, bütün işçileri 26 Mayıs'ta greve destek vermeye, alanlarda yer almaya davet ediyoruz." Özellikle yapılan "birleşik emek meclisleri", işçi mücadelesinin dünya genelinde yarattığı genel toplantılar, kitle meclisleri gibi uzuvlarına paralellik taşıyan böylesi bir sloganın ifade edilmiş olması, kanımızca çok büyük önem taşımakta idi. Zira, açıkça sendikacılara karşı kitle toplantılarının, işçi meclislerinin toplanması çağrısı, böylesi kitle toplantıları geçmişte gerçekleşmiş olsa dahi, çok ciddi bir adımdı. İstanbul Türk-İş işgalcilerinin bildirgeleri, ciddi bir biçimde arada durmaktaydı. Pek çok açıdan, 1 Mayıs bildirisinin gerisine düşülmüştü. Öte yandan çok önemli bir açıdan, aynı bildirinin ilerisine geçilmişti. Kısa ve öz de olsa bildirgenin ileri giden yanı, geri düşmüş yanını dengeliyordu. Eğer 26 Mayıs grevi ve sonrasındaki süreç farklı olsaydı, hâlâ bugün Direnişteki İşçiler Platformu'nun adını pek çok işçi duymuş olabilirdi. Yanlış anlaşılmasın. 26 Mayıs grevi, konfederasyonların desteği olmaksızın 4 Şubat grevinin çok da gerisinde değildi. Eylem yapmak, iş bırakmak veya tüm gün grev yapmak biçimi ile 26 Mayıs'a ülke genelinde 70,000'e yakın işçi katıldı. Pek çok şehirde sendikacılar protesto edildi, "işçiler kürsüye" ve "kahrolsun sendika ağaları" sloganları yükseldi. 1 Mayıs'ın anısı işçi sınıfı için hâlâ tazeydi. İstanbul'da, Türk-İş bölge temsilciliği binasının işgalinin bitirilmesinin ardından, gelen işçi ve destekçilerle gerçekleştirilen eyleme 3.000 kişi katıldı [2]. Eylemde Tek Gıda-İş ve Tez-Koop-İş sendikacıların konuşmaları sürekli sloganlarla kesildi, nihayetinde sendikacılar mikrofonu ve kürsüyü işçilere bırakmak zorunda kaldılar. Açıklamadan sonra, 'muhalif' sendika patronları, işçilerin Taksim meydanına yürüyüşlerini anonslarla engellemeye çalıştılar, eylemin bittiğini ilan ettiler. Fakat işçiler, çaresizce kapabildiklerini Türk-İş binasına sokmaya çalışan sendikacıları geride bırakarak ve sloganlarını atarak Taksim'e doğru yürüyüşe geçtiler. Türk-İş işgali sonrasında gerçekleşen bu eylem, ‘muhalif' olanları dahil sendika patronlarının tamamının bütün kontrolü kaybettikleri, bütün kontrolü işçilerin
14
ele geçirdikleri tek eylemdi. Belki kimi açılardan 26 Mayıs, 4 Şubat'a kıyasla daha iyi dahi gözüküyordu[3] fakat 26 Mayıs'ta devam etmekte olan bir Tekel mücadelesi yoktu. 26 Mayıs, ancak kitlesel bir sınıf hareketi içerisinde güçlü bir biçimde var olabilecek olan militan işçilere gerekli güveni vermekten uzak kaldı. Bu durum, Direnişteki İşçiler Platformu'nun 30 Mayıs 2010 tarihinde yaptığı ve internet sitesinde yayınladığı şu açıklama ile de netçe gözler önüne serilmekteydi. Yazıda "TEKEL işçisi geç de kalsa, iki şeyi gerçekleştirme yönünde adım attı: Birincisi ve en önemlisi, özelleştirmenin işçiler açısından ne kadar vahim olduğunu ortaya koydu. Bir mücadele başlattı. İkincisi, sendika bürokratlarına korku saldı. Onların üzerindeki baskıyı artırdı. Bu aynı zamanda işçi ve emekçi hareketinin yeni rotası olmalı: Hükümete ve patronlara karşı mücadele ederken, sendika bürokratlarına karşı da elimize sopayı almayı unutmamalıyız! Kavga işte patronlara ve bürokratlara karşı iki yönden yürüyebilirse işçiler kazanacaktır" denilmekteydi ve dolayısıyla hâlâ patronlar ve bürokratlar aynı ortak noktaya konulmaktaydı. Öte yandan aynı metin şu sözleri de içermekteydi: "Konfederasyonların verdikleri sözde desteklerin hiçbir karşılığının olmadığını hepiniz biliyorsunuz. 4 Şubat ve 26 Mayıs Genel Grevlerinin nasıl boşa çıkarıldığına tanıksınız. Kuşkusuz sendikalı olmak, sendika çatısı altında mücadele etmek çok önemli. Sorun şu: Sendikalarda kim karar verecek? İşçiler mi işçiler adına sendikacılar mı? Kendisine en solcu diyen sendikalar, şubeler bile bugün işçiden kopmuştur; bürokratlaşmıştır; işçilerin adına karar almaktadır. Mevcut sendikaların yapısı, tüzükleri, maddi ayrıcalıkları işçilerin mücadele etmesine olanak vermediği için işçiler sendikalarına güvenmiyorlar. Devrimci işçilerin bugünkü görevlerinden biri sermayeye karşı mücadele etmekse ikincisi sendikaların işçilere ait olduğunu ortaya koymaktır. Bu nedenle: karar yetkisini üye tabanına teslim edecek bir sendikal çizgiyi sendikalarımızda hâkim kılmalıyız. Yönetimde kalma süresini kısaltmalıyız, profesyonel maaşlarını azaltmalıyız, temsilci ve delegeleri seçimle belirlemeliyiz." İbre artık ortada durmuyordu; pusula taban sendikacılığını göstermekteydi. Bu çizgi, özellikle İstanbul'daki militan işçilerin savundukları hat olarak sabitleşecekti. Zira başını özellikle 19 Ocak'ta Ankara'da, kentte yıllardır yaşanan en kitlesel eyleme vesile olan Tekel işçilerinin çektiği bu işçi grubu, 15-16 Haziran'ın yıldönümünde yaptıkları ve internet sitelerinde yayınlanan açıklamada "Tek Gıda İş yönetimi, özellikle 3 Mart' ta çadırların sökülmesiyle başlayan günden beri işçilere sormadan karar alıyor. 1-2 Nisan' da Ankara' daki cesaretsiz tutumu; daha önce yapılacağını açıkladığı "her ay Ankara' dayız" eylem programını önce Haziran' a sonrada belirsiz bir geleceğe ertelemesi işçilerin moralini bozmuştur. Sendika yöneticileri işçilerin toparlanıp harekete geçmesinin önünde engel oluşturuyor. Sendika bürokrasisi işçilerin moralini bozma noktasındaki kararlılığına DİSK ve KESK yöneticileri soldan destek veriyor" deseler ve 4-C koşullarında çalışan bütün işçileri birleşmeye çağırsalar da, ilk defa "İşçiler sendika yönetimine!" sloganını ortaya atacaklardı. Taban sendikacılığı çizgisi, bir öte noktaya ulaşmıştı. Bu yaklaşım kayması, militan işçilerin kötü niyetlerinden veya Kumlu'nun koltuğuna kendileri oturmak istemelerinden kaynaklanmıyordu. Mücadeleci işçiler, 26 Mayıs'a giden süreçte yalıtılmaya başladıklarını hissetmeye başlamışlardı. İşgallerin arkasında belki her şeyden fazla bu hissiyat yatmaktaydı. Öte yandan 26 Mayıs sonrasında, sınıfın genelinin suskunluğu, mücadeleci işçilerin ne denli yalnız olduklarını apaçık ortaya koymuştu. Dahası, 26 Mayıs sonrası mücadeleye devam etmek isteyen işçiler arasında, Tekel harici direnişlerden işçilerin katılımı ve etkileri azalmaktaydı. Militan işçilerin bildirgelerinde ve açıklamalarında ortaya koydukları çizgi taban sendikacılığına kaymıştı, öte yandan bu onların tabandan da olsa sendikacılık yapmaya koyuldukları anlamına gelmiyordu. Mücadelelerinin bir araya getirdiği ve içinden çıktıklarımücadelelerin deneyimlerine dayanan bu işçilerin gerçek gayeleri değişmemişti. Mücadeleyi, daha güçlü bir biçimde tekrar canlandırmak istiyorlardı. 2 Temmuz'da bir grup militan Tekel işçisi, Ankara'da Türk-İş Genel Merkezi'ni işgal etme teşebbüsünde bulundu. Önceden durumun haberini alan Türk-İş, polisi çağırmıştı. Haliyle, sendika ile aralarında polisi bulmak militan işçileri hiçbir şekilde şaşırtmıyordu artık. İşgal girişimi başarısız oldu. Zaten militan işçilerin beklentisi, olayın ve olası bir polis saldırısının basına yansıması ve bunun üzerine Tekel işçilerinin olanlarını televizyonlardan görüp Ankara'ya gelmesi idi. Fakat 3 Temmuz günü Ankara'ya akın etmesi beklenen işçi kitlesi içerisinde, militan işçilere desteğe koşanların sayısı elliyi dahi bulmuyordu. Bunun sorumluluğu da yalnız Tekel işçileri geneline yüklenebilecek nitelikte değildi. İşçilerin belirli bir eylemi televizyonlardan izleyip buna desteğe gelmeleri beklentisi, gerçekçi olmaktan bir hayli uzak bir beklentiydi. Zira böylesi bir beklenti, işçi kitlesi genelini mücadelenin faal bileşenleri olarak konumlandırmıyor, onları pasif bir noktaya koyuyordu. Dahası bu yaklaşım militan işçiler nezdinde ikameci bir tavrı ifade etmekteydi. Eylemin başını İstanbul'dan militan işçiler çekmişlerdi ve ortaya konulan yaklaşım onları ülke genelindeki militan işçilerin bir kısmından bile soğutacak nitelikteydi. Eylem militan işçiler genelinin dahi ortak bir kararı üzere gerçekleşmemişti. İşgali gerçekleştiren işçiler, ifade ettikleri üzere, zaten işçi kitlesi namına gerekli olan eylemi gerçekleştirmekteydi. Yapılan açıklamada, daha önce ortaya konulan isteklere dair: "ifade ettiğimiz acil taleplerimizin bütün işçilerin talepleri olduğunu biliyoruz" denilmekteydi. İşçi kitlesinden beklenen öncü işçileri takip etmekti.
15
Bu ikamecilikte, Türkiye solunun militan işçilerin kimileri üzerinde belirli bir etki edinmiş kimi çevrelin belirli bir etkisi söz konusuydu. Öte yandan, böylesi bir yaklaşımın hâkim duruma gelişinin temel nedeni, Tekel mücadelesinin yenilgisinin etkilerinin baş göstermesiydi. İşçiler, Ankara'daki çadırlarını topladıktan sonra dahi, mücadele etmek isteyen ciddi bir işçi kitlesi varken, militan işçilerin sansasyonel eylemleri, işçi sınıfı genelinde ciddi bir yankı bulabilmekte, hatta faal bir katılım yaratabilmekteydi. Fakat yalıtılmışlığın da etkisiyle, 2 Temmuz'a giden süreçte işgalin başını çeken militan işçiler nezdinde böylesi eylemlerin yeterli olacağı gibi bir yanılsama oluşmuştu. Bu işçilerin, devam etmekte olan kitlesel bir mücadelenin yokluğunda etki yaratabildiğini gördükleri tek eylem biçimi, böylesi sansasyonel eylemlerdi. Öte yandan, Tekel'in yenilmiş olduğu gerçeği hâlâ net bir biçimde görülmüş değildi fakat yukarıda söylediğimiz üzere, militan işçilerin yalıtılmış oldukları açıkça ortadaydı. Böylesi bir yalıtılmışlık, ortaya konulan çizginin biraz daha ılımlı bir hâle gelişini getirecekti. Yazılan bildirgede işgalci işçiler eylemlerini şu şekilde ifade edeceklerdi: "TEKEL işçileri ve Türk-İş üyeleri bu sabah sendika yetkilileriyle işçilerin sorunlarını görüşüp, taleplerini iletmek istediler. Demokratik bir hakkı kullanmak isteyen işçilerin, sendika yöneticileriyle görüşme istekleri, emniyet yetkilileri tarafından darp edilerek engellendi. Gözaltına alındılar. Gösterilen tepki sonucu gözaltılar serbest bırakıldı. Polisin bu tutumunu kınıyoruz. Bu saldırı, sendikal hak ve özgürlüklerimize, Türk-İş'e, işçi sınıfına yöneliktir; AKP hükümetinin emriyle gerçekleşmiştir (...) AKP Hükümetini uyarmak ve acil taleplerimiz için sendikamız Türk-İş'in daha etkin, kararlı ve mücadeleci bir çizgi izlemesini talep etmek için Türkiye'nin çeşitli illerinden gelen başta TEKEL olmak üzere Türk-İş'e üye işçiler olarak, sendikamızdan kararlılık belirten bir söz ve uygulama beklediğimizi ifade etmek isteriz". Devletin bir kurumu olduğunu ve işçilerin mücadelesini devlet namına baltalama amacı güttüğünü defalarca göstermiş olan, kuruluş amacı komünizme karşı mücadele etmek olan Türk-İş'i işçilerden koruyan polisin eylemleri, Türk-İş'e bir saldırı olarak tanımlanıyor, amacın Türk-İş'in politikasını değiştirmesi olduğu ifade ediliyordu. Böylesi bir görüş Ankara'daki Tekel direnişinin başlarında ifade edilmiş olsaydı, bunu mücadele içerisindeki işçilerin, mücadelenin belirli bir safhasında takındıkları ve mücadele geliştikçe netleşecek ve Türk-İş'e yönelik hatalı tutumunu değiştirmek durumunda kalacak bir ifade olarak görürdük. Öte yandan, ortaya konulduğunda böylesi bir tutumu ancak bitirilmiş bir mücadeleyi canlandırmak isteyen bir grup işçinin mücadelenin yenilgisinin ve içinde bulunulan çaresiz durumun bir ifadesi olarak değerlendirmek mümkün olacaktır. İşgal teşebbüsünü gerçekleştiren işçiler, Türk-İş'in ne için kurulduğunu, ne olduğunu, mücadelelerini nasıl baltaladığını bilmiyor muydu? Buna inanmak imkânsıza yakın olacaktır. İşçi kitlesinin Türk-İş'e dair gerçeklerden bihaber olduğu, genel olarak cahil olduğu ve benzeri yaklaşımları baştan reddediyoruz. Özellikle militan işçiler, Tekel mücadelesinin en başından beri içerisinde bulundukları sendika konfederasyonunun kuruluş nedenlerinden haberdardılar. Türk-İş ne olduğu ve nasıl bir işlevi olduğuna dair ise, baştan bütün mücadeleci işçilerin tamamı yüzde yüz emin olmasa da, mücadele sonucunda netleştiler. 1 Mayıs'ta kürsüden direnişteki işçilerin okudukları bildiri dahi bunun net bir kanıtıdır. Bu yaklaşımın nedenlerini kanımızca başka yerde aramak gereklidir. Aslında, sınıfın desteğine güvenebilmek bir yana, tam tersini ifade etseler de sınıfın desteğinin arkalarında olmadığı açık olan bu mücadeleci işçiler, açıklamalarında kabul etmek istemedikleri gerçeği yansıtmaktaydı. 2 Temmuz Türk-İş işgali, eyleme katılan az sayıda kişinin dahi çoğu bunu görmek istemese de, üzücü bir eylemdi. Öte yandan, belirtmemiz gerekir ki; üzücü olmanın yanı sıra ciddi anlamda olumsuz bir öneme sahipti. İlk defa, bütün hatalı yönlerine rağmen gerçekleştirilen militan bir eylem ile eylemi gerçekleştiren yaptığı açıklama birbiriyle bariz çelişiyordu. Bundan sonraki süreçte böylesi çelişkiler, kısır bir döngünün hâkim oluşunu getirecekti. Eylemin başarısızlığından cesaret alan Türk-İş ise, eylemci işçilere iftiralarla azgınca saldıran bir açıklama yayınladı. Açıklamada öncelikle şöyle deniliyordu: "Tek Gıda-İş Sendikası'nın sahip çıkmadığı ve emek hareketi tarafından dışlanan saldırgan girişimleri, Türkİş muhatap almayacaktır! Türk-iş Genel Merkezi, 2 Temmuz 2010 Cuma günü sabah 08:00 civarında, kendilerinin Tek Gıda-İş üyesi Tekel işçisi olduğunu söyleyen ve bina içine girerek Türk-İş'i işgale yeltenen bir grubun girişimiyle karşı karşıya kalmıştır. Tekel işçilerinin örgütlü olduğu Tek Gıda-İş Sendikası, bugün Türk-İş Genel Merkezi'ne gönderdiği yazıda, eylemle ilgili olarak, 'sendikanın yetkili organları tarafından alınmış bir karar olmadığını' ve ‘Tek Gıda-İş Sendikası'nın eylemle bir ilgisinin bulunmadığını' bildirmiştir." Türk-İş, artık Tek Gıda-İş sendikasının kendisine muhalif olduğu yanılsamasını sürdürmeyi gerekli görmüyor,
16
bu yanılsamayı mücadele etmek isteyen işçilere karşı kullanmak cesaretini kendisinde buluyordu. Dahası konfederasyon, militan işçileri açık bir biçimde hedef almaktan ve tehditlerini yenilemekten de çekinmiyordu: "1 Mayıs Taksim kürsüsüne saldıranlarla; Türk-İş bölge binalarını işgal edenlerle; Türk-İş Genel Merkezi önüne kendini zincirleme teşebbüsünde bulunan ve gece yarıları Türk-İş kapısına dayananlarla, 2 Temmuz Cuma günü Türk-İş'i işgal girişiminde bulunanlar aynı kişilerdir (...) Türk-İş, gerçek Tekel işçisinin mücadelesine de zarar veren bu tür saldırgan girişimleri muhatap almama ve müsahama göstermeme kararlılığını, emek hareketi adına taşıdığı sorumluluk gereği sürdürmektedir. Şöyle ki; 1 Mayıs 2010 Taksim kürsüsünün aynı grup tarafından işgalinin ardından, Türk-İş, Hak-İş, DİSK, Memur-Sen, Kamu-Sen, KESK adına yapılan ortak açıklamada, bu tür yaklaşımların ‘teşhir ve tecrit edilmeleri gerektiğine' işaret edilmiştir. Tek Gıda İş Sendikası tarafından sahiplenilmeyen ve emek hareketi tarafından da dışlanan bu saldırgan grubu Türk-İş'in muhatap alması mümkün değildir." Dahası, konfederasyonun açıklaması, mücadelede ve işgal eyleminde öne çıkan işçilerden bir tanesini iftiralarla açıkça hedef gösterebilecek cüreti kendinde bulmuştu: "Bu grubun içinde gazetelerde yer aldığı üzere 1 Mayıs 2010 Taksim kutlamalarında Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu'ya biber gazı sıkarken fotoğrafı çekilen; Metin Aslan isimli şahıs da vardır. Nitekim Türk-İş'e verilen ve görüşme talep eden dilekçede sadece Metin Aslan'ın imzası bulunmaktadır." Eğer Türk-İş, mücadele sürerken böylesi bir açıklama yapmak zorunda kalmış olsaydı, bu mücadelenin kontrolünü tamamen yitirmek üzere olduğunun ve buna karşı zavallı bir biçimde son kozlarını oynamakta olduğunu gösterirdi. Öte yandan, bu noktada, eylemci işçileri hedef alan böylesi bir açıklama, bu eylemin başarısızlığından Türk-İş'in, işçi karşısında kazandığı zaferi ilk defa ifade ve belki de idrak ettiği sonucundan başkasını çıkartmak mümkün olamaz. Nitekim bu eylem sonrasında cesareti artan Tek Gıda-İş sendikası ise, 29 Temmuz itibarıyla işçilere 4-C koşullarını kabul ettirebilmek yönünde çalışmaya başladı. Samsun'un Bafra ilçesinden Tekel işçileri, Tek-Gıda İş'in tutumunu şöyle ifşa edeceklerdi: "Tekel Direnişi, sendikanın engellemelerine rağmen işçilerin direnci ve kararlılığı ile 78 gün boyunca Türkiye işçi sınıfı mücadelesinde önemli bir örnek teşkil etmiştir. 12 Eylül'ün Türkiye halklarının üzerine serptiği ölü toparağını, verdikleri mücadele ile atan Tekel İşçileri ‘Ölmek Var, Dönmek Yok!' sloganı ile çıkmışlardı bu yola. Eylem süreci devam ederken sendika açıkladığı eylem takvimine hiç bir zaman sadık kalmadı. 1 Nisan'da Ankara'da Tekel işçilerini polis ile karşı karşıya getiren sendikacılar o gün Ankara'da bile yoktu. Şimdi de bu süreçte hükümet ile ortak hareket eden sendika Tekel İşçileri'ne 4-C'ye imza atmaları için şubelerine faks çekerek genelgeler yayınlamaktadır. Tekel işçisinin Ankara'da verdiği mücadeleyi hiçe sayarak; yaptığı açıklamalarla işçi sendikası mı yoksa, işveren sendikası mı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır." Tek Gıda-İş yönetimi, işçilere 4-C'ye geçmelerini, gönderdiği fakslarda şöyle dillendirecekti: "Tekel'de çalışmakta iken iş akdi feshedilen işçilerin herhangi bir hak kaybına uğramamaları açısından, sürenin sonunu beklemeksizin, mümkün olduğu taktirde Ağustos 2010 ayı içinde, geçici personel (4/C) statüsünde çalışmak üzere başvuru yapmaları, uygun bir çözüm yolu gibi görünmektedir. Böylelikle çalışma hakkı, geçerli bir düzenlemeye dayalı olarak somutlaştırılmış olacak ve bu işçiler Anayasa Mahkemesi ve Danıştay karaları ile hak doğması halinde, uygun çalışma koşulları içinde istihdam edilmiş olacaklardır." Bafra'dan militan Tekel işçilerinin yayınladıkları bu bildirge, bir süredir militan işçi eylemlerinin başını çeken İstanbul Tekel işçilerinin bildirgelerinde rastlanmayan bir netlikte, yine sendikanın yalnız yönetimini değil, sendikanın kendisini sorgulamakta, Tek Gıda-İş'i bir "işveren sendikası" olarak tanımlamaktaydı. Nitekim Tek Gıda-İş sendikası 9 Ağustos tarihinde bir basın açıklaması yaparak 2 Mart'ta çadırlar kaldırıldığında açıklanan eylem kararlarının iptal edildiğini duyurdu. Yapılan açıklamada iptalin nedeni olarak ise pişkince "1 Mayıs Taksim Mitingi ve 26 Mayıs Genel Grev uygulamalarında yaşananlar ve Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun ittifakla aldığı karar gereği 4-C'nin Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesi" gösterilmekteydi. Sendikanın mücadelenin başından beri işçilere karşı attığı en cüretkâr adımlardı bunlar. Öte yandan Tek Gıda-İş, Türk-İş'in muzaffer çıktığı son kapışmanın ardından, ciddi bir karşılık beklemiyordu. Zira militan işçilerde dahi toparlanıp sendikaya karşı ciddi bir tepki ortaya koyacak moral mevcut değildi. 2 Temmuz sonrasında, Türk-İş işgalini
17
gerçekleştiren mücadeleci işçilerden kimileri, sınıfın başta kamu işçileri olmak üzere mücadele etmek isteyebilecek kimi diğer unsurları ile birlikte "Ankara'ya beş koldan kitlesel bir yürüyüş gerçekleştirmek" gibi bir fikri gerçeğe dönüştürmek için uğraşıyorlardı. Bilindiği üzere, böylesi bir eylem gerçekleşmedi. Militan işçilerin belirgin bir eylemlilik göstermesi, Ekim ayını bulacaktı. Bu noktaya gelindiğinde ise, sendikanın Tekel işçilerine 4-C'yi kabul ettirme çabaları büyük ölçüde başarılı olmuş, işçilerin büyük çoğunluğu, ailelerini geçindirmek zorunluluğunu iliklerinde hissederek işsizlikle yüz yüze geldikleri için, 4-C'ye geçmişlerdi. Kendisini 2. Tekel Direnişi olarak adlandıran uzun eylem, 4 Ekim tarihinde böylesi bir arka planda başlatılacaktı. İşçiler, eylemlerini Tek Gıda-İş sendikasının 4. Levent'teki genel merkez binası önünde gerçekleştireceklerdi. Binada bulunan Mustafa Türkel, işçilerin gelişi üzerine çareyi binadan kaçmakta buldu. Tek Gıda-İş'in mücadeleye çağırıldığı basın açıklamasında, işçiler şöyle yazıyorlardı: "Tekel işçilerinin bugün buradaki sayısına bakarak sakın olaki, işçilerin mücadeleye hazır olmadığı kanaatine varmayın. Bizim temsili olarak gelişimizi yanlış yorumlamayın. Tek Gıda-İş yönetimi de bu yanılgıya kapılmasın. 1 Nisan'dan beri mücadele eden işçilere uygulanan polis ve sendikacı baskısına her kesim gibi Tekel işçileri de sabır ve ibretle izlemekle yetiniyor. Herkesin olduğu gibi Tekel işçilerinin de bir sabrı ve sınırı var. Bu sınırı kimse zorlamaya kalkmasın." Eğer gerçekten Tekel işçilerinin genelinin sabrı taşmaya yakın idiyse bile, bu İstanbul'daki eylemlere yansımayacaktı. Eylem, işçiler tarafından şu şekilde tanımlanıyordu: "Bir kez daha Tek Gıda-İş'in kapısındayız. Temmuz ayında Türk-İş Genel Merkezi'ndeydik. Sendika yönetimden Tekel işçileri için verdiği sözleri tutmasını istemek için buradayız." Burada Temmuz ayında Ankara'da gerçekleşen eylemle bağlantı kuruluyor olması önemliydi, zira 2. Direniş eylemleri de aynı yaklaşımın bir ürünü olacaktı. 2. Direniş, tıpkı Temmuz eylemleri gibi, çelişkili bir biçimde, bir yandan sendikaların mücadeleyi baltalamalarına karşıt bir eylem iken, bir yandan sendikalizm içinde bir çizgi ortaya koymaya çalışacaktı. Zira 4 Ekim'de yapılan basın açıklaması, "Sendika işçilerin evidir!" sloganı ile bitiyordu. Az sayıda eylemci işçi çadırlar kurdular. 18 Ekim tarihinde, İstanbul'da 2. Tekel Direnişini desteklemek amaçlı ilk eylem gerçekleşti. Eyleme yaklaşık bin kişi katılmıştı. Bu eyleme katılım, hiç şüphesiz, destekçilerinin sayısı dahi birkaç yüzü geçmeyen Ankara Türk-İş binası işgal girişimi eylemine kıyasla bir hayli ilerideydi. Öte yandan açıkça yeterli olmaktan bir hayli uzaktı. Eylemde atılan "Kahrolsun Sendika Ağaları!", "Kumlu'yu Alana Türkel Bedava!", "İşçiler Sendika Yönetimine!" gibi sloganlar, yaygın olan hissiyatın ne yönde olduğunu göstermek açısından faydalı olacaktır. Öte yandan, eylemde yapılan basın açıklamasında, "Demokratik, şeffaf, kirlenmemiş bir sendikaya olan ihtiyaç çok açık. Tüm sendikalarda işçilerin ve emekçilerin denetimini sağlamak üzere birleşmeliyiz. Sendikalar, işçiler için sendikacılara bırakılmayacak kadar önemlidir. Hak alıcı bir işçi hareketi için, işçilerin sendikalaşmasını destekleyelim, sendikaların başındaki bürokratları kovalım" denilerek hâkim çizginin hala taban sendikacılığı minvalinde olduğu ortaya konuluyor olsa da, açıklama son dönemde İstanbul'un başını çektiği militan işçi kesiminden okumaya alışkın olmadığımız netlikte ifadeler de içermekteydi. Açıklamada şöyle deniliyordu: "Sendika ne yapıyor? Anayasa Mahkemesine yapılan başvurunun sonucunu bekliyor! Mücadele etmek isteyen işçileri ‘provokatör, eşkıya' diye suçluyor. Sendikaya işçilerin girişini polis marifetiyle engelliyor (...) Sendikamızın mücadeleden havlu atmış olmasına öfkeliyiz. Bizi yarı yolda bırakmasına kızgınız. Bugün Tek Gıda-İş Genel Merkezinin önünde bekleyişimizin 14'üncü günü. Gelip görenler bilecektir, çadırlarımızı kurduk ve kadrolu iş hakkımız verilene kadar mücadele edeceğimizi ilan ettik. Holding gibi sendika binasında bizim aidatlarımızla yaşayan sendikacılar sıcak odalarında yaşarken, bize sendikanın kaldırımında, yağmurun altında, soğukta çadırlarda yaşamak düştü. İşçiler sendikalarına giremiyor. Sendika binası çevik kuvvet otobüsleri, zırhlı araçlar, tazyikli su panzerleriyle korunuyor. Kimden korunuyor? Bizden, işçilerden. Ankara'da polis yine karşımızdaydı ama sendika yanımızdaydı. Şimdi sendika da karşımıza geçti. Bu işte bir terslik yok mu? Soruyoruz: 1 Nisan'da açıkladığı eylem takvimini, her ay Ankara'da olacağız, Ağustos'tan sonra süresiz olarak yeniden Ankara'dayız diye eylem kararını kamuoyuna açıklayıp sonra da uygulamayan sendika olur mu? Aldığı kararları uygulaması için demokratik baskı yapan işçilere, üyelerine "eşkıya" diyen sendika olur mu? Üyesini sendika binasına sokmayan sendikacı olur mu? (...) Tek Gıda-İş yönetimi aldığı kararları uygulamayarak işçiden koptu. Mücadeleden vazgeçti. İşçinin gözünde iki Mustafa yani "Kumlu ve Türkel" arasında fark kalmadı (...) İkincisi, işçilerin hükümete ve patronlara karşı mücadelesinin önündeki en büyük engellerden biri sendika yönetimleri. Sendikalarda koltuk çıkarları işçilerin çıkarlarının üzerinde yer alıyor. Yolsuzluklar almış
18
başını gidiyor. Sendikalar denetlenemiyor. İşçiler sendikalarına giremiyor. Sendika bürokrasisi işçinin önüne geçen, onu frenleyen en önemli güçlerden biri. Öyleyse, mücadelemizi büyütmeliyiz. Sendika ağaları tabii ki bize engel olacak. Sayımızı çoğaltmak, birlikte mücadele edersek mümkündür (...) Bundan böyle ağa, ağayı, bürokrat bürokratı, işçi işçiyi destekleyecek." Burada dikkat çekmek gereken önemli bir nokta, pek çok yerde sendikanın kurumsal bir bütün olarak işçilerin karşısında konumlandırılmış olmasıydı. Gerçekleştirilmekte olan eylem ciddi bir sayıya ulaşamamış olsa da mücadele etmek isteyen işçiler ile sendikayı günlük bir düzeyde karşı karşıya koyarak, iki tarafta da belirli bir netliğin gelişmesinin altyapısını sağlamıştı. 24 Ekim'de Şişli Camii'nden AKP binası önüne işçilerin başını çektiği sayısı beş yüzü bulan bir grubun gerçekleştirdiği yürüyüşte konuşma yapan Samsun, Bafra'dan bir Tekel işçisi ise şunları söyleyecekti: "Bu mücadelemiz sadece 4-C'ye karşı değil, tüm esnek çalışanları, iş güvenliği ve iş güvencesi olmayanları, taşeronda çalışanları, sigortasız ve sendikasız emekçileri birleştirerek yeni bir aşamaya geçebilirse sonuç alacaktır. Yaşasın İşçilerin Birliği!" Yapılan bu vurgunun ciddi bir önemi vardı; zira sendikalı ve sendikasız işçilerin birliği çağrısı yapması ender rastlanır bir durumdu. Böylesi bir çağrının yapılması, düzen ve sendikalar için, sendika yönetimlerinin değişmesi, sendikaların şeffaflaşması, işçilerin sendikaları denetlemesi ve benzeri doğrultularda yapılan bütün çağrıların hepsinden çok daha büyük bir tehlike arz ediyordu. Eyleme Paşabahçe'de tek başına mücadeleye geçmiş olan Türkan Albayrak ve TÜBİTAK'ta tek başına mücadeleye geçmiş ve nihayetinde işe geri alınmış olan Aynur Çamalan da katılmışlardı. Bu da, sendika yönetimlerine karşı bir eylem niteliği taşıyor, eylemcilerden sıklıkla "Kahrolsun sendika ağaları!" sloganları yükseliyordu. İstanbul'daki çadır eylemi devam ederken başka eylemler de gerçekleşiyordu. 25 Ekim'de Tek Gıda-İş sendikası önünde, sendikacılar ve yaverleri, militan işçilere saldırdılar, özellikle daha önce Türk-İş yönetiminin ismini vererek hedef gösterdiği bir öncü işçiyi ise öldüresiye dövdüler. 31 Ekim'de Taksim'de, 4 Kasım'da ise Ankara'da 200 civarı kişinin katılımıyla eylemler gerçekleşti. İstanbul'daki eylemde militan işçilerin yaptığı basın açıklamasının metni de ciddi kafa karışıklıkları barındırmaktaydı. Bir yandan "mevcut sendikaların bürokratik yapılarını parçalayalım. Tabandan işçilerin sendikalarda söz ve karar sahibi olmasını sağlayalım. İşçilerin, işsizlerin güveneceği sendikalar yaratalım. Örgütsüz, güvencesiz, işçi kesiminin yüzde 95'ini oluşturan kesimlere güven verecek bir sendikal yapı oluşturalım." denilerek daha önce ifade edilenden çok daha radikal bir biçimde de olsa yine eski sendikal çerçevede bir yaklaşım ortaya konuluyordu, fakat öbür yandan "Tekel işçilerinin 2. Direnişi ayrışma noktasıdır; yeni işçi hareketinin başlangıç noktasıdır. Ya TEKEL işçileriyle birlikte güvencesizliğe, esnek çalışmaya, taşeronlaşmaya karşı mücadele edeceksiniz ve bürokratik sendikal yapıları karşınıza alacaksınız, ya da sendika bürokrasisiyle işbirliği yaparak, hükümetin yanında olacaksınız. Üçüncü bir yol bulunmuyor" denilerek, Tekel işçilerinin eylemleri doğrudan mevcut sendikal yapıların karşısına konuluyor ve mücadeleci işçileri destekleyen herkese bu yapıları karşılarına almazlarsa işçilerin karşısında ve hükümetin ve sendika patronlarının yanında olacakları duyuruluyordu. Bu havaya yapılmış bir çağrı değildi. Burjuva solunun Türkiye "Komünist" Partisi denilen örgütü, aylık yayın organı soL gazetesinde, "TKP TEKEL işçilerinden ne bekliyor?"(!) başlıklı yazısında, eyleme karşı tavır takınmıştı. Eylemi sendika karşıtı olmakla eleştiren (!) bu yapılanma, işlere Tek Gıda-İş'e karşı çıkmamalarını buyurmaktan geri durmamış, bunun yanı sıra, kendi tabanlarından eyleme gitmek isteyenleri geri çekmek için ellerinden geleni yapmış, hatta kendi yapıları içerisindeki Tekel işçilerinin eyleme gitmesini engellemek için bin bir yola başvurmuştu. Yazıda bu yapı şöyle diyordu: "Sendikanın merkez ve şubelerinin basılması ile TEKEL işçilerinin mücadelesinin yükseltileceğini düşünenler de bu boşluğu doldurmaya aday olduklarını ifade etmiş oldu (...) ortaya çıkan tablo, 12 bin TEKEL işçisinden en fazla 10 işçinin yaptığı ‘eylemcik'e dönüşmektedir. TKP bu tabloyu benimsememektedir". Böylesi bir yaklaşım, işçilere açıkça şunu diyordu: sakın ola kendi başınıza hareket etmeyin, sendikanın dibinden ayrılmayın, yoksa on kişi kalırsınız! Sınıf mücadelesinin dengelerini ve evrimini incelemekten aciz, sendika yalakası sözde "komünist" bir yapıya yakışan bir analiz! Bununla birlikte Tekel işçisine yönelik yaşanan darp vakası sonrası bir grup TKP'linin Levent'teki çadırları ziyaret zamanının, bu partinin 90. yılına ithafen yapacağı gecenin hemen öncesine denk gelmesi başka bir aymazlığın göstergesiydi. TKP'liler Tekel işçilerini hazırlamakta olduklara toplantıya çağırdılar. Öte yandan işçiler, gittikleri gecede konuşma yapmak istemelerinin ardından oradaki "yetkili komünistler" gece programını onlara göstererek yer olmadığını, konuşamayacaklarını belirttiler. Levent'teki çadırlarda bulunmayan TKP'li bir Tekel işçisinin konuşma yapması da "ilginç" ve ibretlik bir durum oluşturmuştu. Öte yandan, tutumunda bu örgütlenme de tek başına değildi. Türkiye solunun günlük gazetesi olan nadir yapılarından EMEP denilen
19
örgüt, yapılan eylemlere dair ciddi bir suskunluk içerisindeydi. 25 Ekim'de sendikacıların işçilere saldırısı, bahsi geçen günlük gazetede şu şekilde aktarılıyordu: "Tek Gıda-İş'in karşısına kurdukları çadırlarda sendikayı protesto eden grupla sendikacılar arasında gerginlik yaşandı. Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel dün sabah sendikaya geldiği saatlerde burada bekleyen grup Türkel'e yumurta attı. Sendikadaki güvenlikçilerin araya girmesinin ardından bu kez arbede daha da büyüdü. Yaşanan arbede sırasında orada bulunan polisler ise havaya ateş açtılar. Konuyla ilgili olarak açıklama yapan Mustafa Türkel, sendika önünde sadece 4 tane Tekel işçisi olduğunu onların da 4-c'ye başvuru yaptığını ve çalışacakları yerlerin belli olduğunu söyledi. Bu kişilerin kurdukları çadırları kaldırabilmek için böyle provokatif işlere başvurduğunu savunan Mustafa Türkel, ‘Çadırı kurmak değil kaldırmak marifettir. Şimdi çadırları kaldırmak için yol arıyorlar' diye konuştu." Tarafsızlık kisvesi altında tutulan taraf, kimin ne olarak yansıtıldığını bu haber net bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu tutum üzerine Aralık ayında bahsi geçen gazetenin genel yayın yönetmeniyle görüşen militan işçilere, eylemlerinin görülmemesi kararının alındığı, talepleri haklı bulunsa da, eylemlerinin haksız bulunduğu, kendilerine dair haber yapılmayacağı ve tarafsız kalınacağı aktarılacaktı. Türkiye solunun sözde "işçi dostu" kimi yapıları açıkça devletin sendikasından saf tutuyorlardı. İşçilerin vurguladıkları ayrışma ciddi bir maddi gerçekliğe dayanarak ifade buluyordu. Bunun yanı sıra, Kasım ayının başlarında militan işçiler bir bildiri yayınladılar. Daha önceki süreçte sayısız basın açıklaması metni ve eylem bildirgesi hazırlanmış, konuşmalar yapılmış ve bütün bunlar internet üzerinden şu veya bu biçimde yayınlanmış olsalar da, işçiler tarafından yazılı bir yayın çıkartılmamıştı. Bu anlamda böylesi bir bildirinin yayınlanması bir hayli önemli bir adımdı. Bildiride şunlar ifade edilmişti: "Bizi yarı yolda bırakıp, mücadelemize ket vuran sendikamız, Tek Gıda-İş'in Genel Merkezi'ne polis barikatıyla girişimizin engellenmesinin üzerine; karşısında kurduğumuz çadırlarda gece gündüz sürdürdüğümüz direnişimiz 35 günü geride bıraktı! (7.11.2010) Direnişimize olan destek her gün büyürken, direnişimizin etkisiyle adımlar da atılıyor. Bir aydır sendikanın bahçesinde duran polis panzeri ve çevik otosu görüntüyü kurtarmak için çekildi. Görüntüyü kurtarmak için diyoruz; çünkü, polis yine sendikanın içinde adeta karakolunda durur gibi duruyor." Ve bildiri şu taleplerle son bulmaktaydı: "Sendika eylemsizlik kararından vazgeçmelidir. Şu an burada olmayan Tekel işçisi arkadaşlar da yanımıza gelerek direnişimizi büyütmelidir. 4-C kapsamındaki tüm işçiler şimdiden mücadeleye başlamalıdır. Sendikalar 4-C'ye ve güvencesiz çalışmaya karşı mücadeleyi yükseltmelidir." Dolayısıyla yine, çelişkili bir biçimde Tek Gıda-İş, bir kurum olarak ele alınıp polis ile işbirliği kurumsal bir düzeyde ortaya konulurken, diğer yandan polis ile işbirliği yapan bu kuruma eylemsizlik kararından vazgeçmesi çağrısı yapılıyordu. 4-C'ye karşı mücadele çağrısı, hem muzdarip olacak işçilere hem de sendikalara yapılmıştı. Eylemlerin boyutunun istenenin çok altında olduğunu gören militan işçiler, bir yandan da yanlarında olmayan Tekel işçilerine eyleme katılma çağrısı yapmışlardı. 7 Kasım'da gerçekleşen bir eylemde yapılan basın açıklamasında ise, Tek Gıda-İş'in eylem kararını yerine getirmesi taleplerinin yerine, KESK, DİSK, TMMOB ve TTB'nin harekete geçmesi umudu hâkimdi. Şaşırtıcı olmayan bir biçimde, ne geçmişte militan işçiler karşısında Türk-İş ile etle tırnak kadar yakın durmuş olan KESK ve DİSK, ne de TMMOB ve TTB gibi meslek odaları ciddi bir eylemlilikte bulunmadılar. 16 Kasım'da gerçekleşen eylemde, Tekel işçileri yaptıkları basın açıklamasında "DİSK, KESK, TMMOB ve TTB'ye geçen hafta yaptığımız çağrıyı tekrarlamak istiyoruz. Sermayenin ve AKP hükümetinin dayattığı, güvencesizliğe, taşeronlaşmaya, esnek çalışmaya karşı mücadele programı oluşturalım ve mücadeleyi birlikte büyütelim. Bu süreçte DİSK, KESK, TMMOB, TTB dahil sendikalardan, meslek örgütlerinden birleşik mücadele yönünde somut bir cevap alamadık. Vaat değil somut bir mücadele programı görmek istiyoruz" denilecekti. Öte yandan bu solcu sendikal ve mesleki örgütlerden destek görme beklentisi karşılıksız kalmaya devam edecekti. DİSK ve KESK'in, direnişçi işçilere karşı Türk-İş'in ve devletin yanında saf tutacağı 1 Mayıs'ta net bir biçimde görülmüş ve Tek Gıda-İş ve Mustafa Türkel'e verdikleri itibar desteği işçilerce sonraki süreçte netçe ifade edilmişti zaten. Bu yanıtsızlık, TMMOB ve TTB'nin de pek farklı olmadıklarını gözler önüne sermekteydi.
20
23 Kasım'da 2. Direnişi gerçekleştirmekte olan işçiler, Tek Gıda-İş'e ve DİSK, KESK, TMMOB ve TTB'ye eyleme geçme çağrıları yapmanın fayda getirmeyişinin net bir şekilde ortaya çıkması üzere, Tekel işçilere geneline bir çağrı yayınladılar. Bu çağrıda şunlar ifade ediliyordu: "Şu an çalışan ve çalışmayan tüm tekel işçisi arkadaşlara sesleniyoruz. Tekel işçisi olarak neler başardığımızı, neler yaşadığımızı en iyi sizler biliyorsunuz. Ve gelecekte sizi nelerin beklediğini de iyi biliyorsunuz! Açlık, işsizlik tehdidi, gelecek kaygısı ve güvencesizlik. Bizi bekleyen iyi hiçbir şey yok. Çünkü kaderimizde 4C yazılı. Çalışan arkadaşlar; Ocak ayından itibaren bir kısmımızı 4C'li çalışmak bir kısmımızı ise işsizlik bekliyor. Peki, ne yapacağız? Biz direnen tekel işçileri olarak biliyoruz ki; Kazanmak, beklemekten değil direnmekten geçiyor. Bu yüzden sizi iş işten geçmeden, harekete geçmeye, direnmeye çağırıyoruz (...) Bütün Tekel işçileri biliyor ki; Sendika, Ankara direnişimizi bitirirken açıklanan eylem takvimini iptal etti. Daha sonra; 14 Haziran 2010 günü illerden temsilciler olarak yaptığımız görüşmede, Genel Sekreter Mecit Amaç, ‘gidip tatilimizi yapmamızı, Ağustos'un sonunda gelmemizi, en geç Eylül'ün ortasına kadar KESK'le birlikte dört koldan Anakara'ya büyük bir yürüyüş yapılacağını' söylüyordu. Daha önce; ‘4-C hukuksuzluktur, 4-C angaryadır, 4-C köleliktir.' diye konuşan ‘Bizi köleliğe, bizi 4-C'li olmaya, bizi kölelik düzeninde çalıştırmaya güçleri yetmeyecek.' diyen Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel, bizlere 4-C'Yİ imzalattı. Diğer taraftan; son yaptığı açıklamalarda; ‘9700 tekel işçisi 4-C kapsamında geçici olarak kamuda istihdam edilecek. Ancak işçiler memur statüsünde değil ve özlük haklarını alamadı. Sözleşmeli oldukları için 11 aylık çalışmadan sonra sözleşmeler yenilenmeyebilir' diyor. ( 4 Kasım 2010 - Radikal) Bizler bu gerçek nedeniyle sendikamızdan mücadeleye devam etmesini istiyoruz. Bir ayı aşkındır çadırlarımızda bu soruna son vermek için direniyoruz! Türkel ise; kendisinin açıkladığı bu gerçek karşısında hem eylemsizliği seçiyor hem de üyesinin karşısına polis barikatı çıkarıyor. Bu manzarayı protesto için çadır kuran bizleri de karalamaktan çekinmiyor, provokatör ilan ediyorlar." Kasım sonları ve Aralık başlarında, bu çağrının da etkisiyle, İstanbul dışında, İzmir ve Diyarbakır gibi kimi şehirlerde bir hareketlenme başladı. 11 Aralık Cumartesi günü, Diyarbakır'da, İstanbul'daki 2. Direniş hareketinin temsilcilerinin de katıldığı bir toplantı gerçekleşti. Bu toplantıda, aylar sonra ilk defa, militan işçilerin stratejisinde bir değişiklik olduğu gözlenebilmekteydi. İstanbul'daki mücadeleci işçiler için, yalıtılmışlıklarının azaldığını hissetmek, deneyimlerindeki başarısız noktalardan belirle dersler çıkartmalarını mümkün kılmıştı. Ankara direnişi sırasında mücadeleye çok fazla şey katmış Diyarbakırlı işçilerin faal bir rol oynamaya başlamasının da olumlu etkisi büyük olacaktır. Nitekim toplantı şu kararları alacaktı: 1. "Tek Gıda İş ile birlikte başladığımız yürüyüşümüzü birlikte devam ettirmek istiyoruz. Ancak Tek Gıda-İş Sendikası yönetimi TEKEL işçilerinin mücadelesini sürdürmemektedir; aldığı kararları uygulamamaktadır. Anayasa Mahkemesinin ise, 4-C konusunda ne zaman ve nasıl karar vereceği belirsizdir. Süreci işçiler olarak örgütlemeye ve sürdürmeye karar verdik. 2. Ankara Direnişinin birinci yıldönümü olan 18 Aralık'ta Ankara'da mücadeleyi yürütmek isteyen bütün işçilerin çağrılarak, durum değerlendirilmesi yapılacaktır. 18 Aralık'ta Ankara'da olmak için çağrı yapılacaktır. 3. Her ilde İşçi Komisyonları Kurulmalıdır. 4. İl Komisyonları birleşip Genel İşçi Komisyonunu oluşturacaktır. 5. İl Komisyonları kendi içinden sözcü seçecektir. 6. Toplantıya katılan işçiler Diyarbakır Geçici İl Komisyonu doğal üyeleri sayılarak, kendi arasından bir sözcü seçmiştir. 7. Ankara'da oluşturulacak Genel İşçi Komisyonu illeri gezecektir. 8. 4-C konusunda, 2011 genel seçimleri ve Türk-İş kongresi de dikkate alınarak illerde eş zamanlı eylem ve etkinlikler düzenlenecektir. 9. 4-C'ye geçen işçilerin çalışma koşulları izlenerek raporlaştırılarak kamuoyuyla paylaşılacaktır. 10. Alınan kararlar diğer illerle paylaşılacak, işçilerin iç örgütlenmesinin biçimleri (platform, dernek, sendika vb.) tartışılarak karar verilecektir." Bu alınan kararlar pek çok açıdan önem taşıyordu. Öncelikle sendika ilk defa tamamen sürecin dışında olarak açıkça kabul edilmişti ve sendikanın yokluğunda tek alternatif olarak süreci işçiler olarak örgütlemek ve sürdürmek, yani işçilerin öz-örgütlülüğü olduğu vurgulanmıştı. İl il çalışma yapılması ve komisyonların kurulması da, ses getirici eylemler yapmaya kıyasla çok daha yavaş fakat sabırla yürütülürse uzun vadede çok daha ciddi etki yaratabilecek bir doğrultuydu. İşçilerin iç örgütlenmelerinin biçimlerine karar vermenin yolu olarak tartışmanın gösterilmesi de çok ciddi bir önem taşıyordu. Sonrasında yeni kurulmuş olan Diyarbakır
21
Tekel İşçi Komisyonu, 18 Aralık'ta Ankara'da planlanan eylem için yaptıkları çağrıda bu kararları duyurmanın yanı sıra şunları yazacaklardı: "[İ]ş güvencesi, insanca yaşayacak ücret ve çalışma koşullarıyla ilgili taleplerimizi birleştirip, İstanbul, Diyarbakır ve İzmir başta olmak üzere TEKEL işçileri olarak Ankara'da açıklayacağımız yeni mücadele programıyla birlikte devam ettireceğiz. Azınlık işçi grubu olsak bile, haklı ve meşru mücadeleyi hem AKP hükümetine hem de sendikalarımızın başına çöreklenen sendika bürokratlarına karşı yürütmek zorundayız." Burada ise, hareket edenin bir azınlık işçi grubu olduğunun vurgulanışı, ikameci yaklaşımın silinmeye başladığını ve militan işçilerin kendilerine ve yapmaları gerekenlere yönelik daha gerçekçi bir bakış edindiklerini gösteriyordu. 18 Aralık'ta planlanan Ankara eylem ise sönük geçti. Siyasi çevrelerden destekçilerin sayısı ise birkaç yüzü ancak buluyordu. Öte yandan bu durum, militan işçilerin 11 Aralık toplantısında ifade edilen doğrultunun haklılığını bir kez daha vurguladığının altını çizmek zorundayız. Eyleme gelen işçiler, İstanbul, Diyarbakır, İzmir, Samsun, Bursa, Tokat, Manisa, Bitlis ve Trabzon'dan işçilerin gönderdikleri temsilcilerdi. Gelen işçilerin sayısı yirmiyi bulmuyordu, fakat eylemde yapılan basın açıklaması 11 Aralık Diyarbakır işçi toplantısı kararlarını ileri taşımaktaydı: "2. TEKEL Direnişi'nin 78. gününde: 4-C'ye, geçici, sözleşmeli, taşeron çalışmaya karşı mücadelemizi Türkiye'ye yaymak üzere çadırlarımızı kaldırıyoruz. 78 gündür Tek Gıda-İş Sendikası başta olmak üzere konfederasyonlara ve tüm sendikalara, meslek örgütlerine sesleniyoruz. Başta 4-C olmak üzere bütün esnek çalışma biçimlerine karşı birleşik mücadele çağrısı yapıyoruz. Bu çağrımız gerekli karşılığı bulmadı ve 78 gün boyunca ortaya çıkan gerçek şu ki; sendikal hareket, hak arama mücadelesinin uzağındadır; ya da parça parça, kendi alanlarıyla sınırlı kalan mücadelelerle meşguldür. İşçi ve emekçi sınıfların genel çıkarlarını savunmaya yönelik birleşik bir mücadele hattı örülmemekte, örülmek istenmemektedir. Tekel işçileri olarak işçi sınıfının özlük haklarını savunmak üzere başlattığımız 2. Tekel Direnişi'ni yeni aşamaya sıçratmak üzere, 78 gün önce kurduğumuz çadırları kaldırıp tüm Türkiye'ye açılıyoruz. Nitekim, bu amaçla geçtiğimiz hafta içinde Diyarbakır ve İzmir'de işçi toplantıları düzenledik, işçi komisyonları kurduk. (...) 18 Aralık'ta Ankara'ya İstanbul, Diyarbakır, İzmir, Samsun, Tokat, Manisa, Bitlis, Trabzon, Bursa'dan; on ilden Tekel işçilerinin temsilcileri geldi. Ankara'da yapılan toplantıda, 4-C'ye karşı mücadelemizi "iş güvenceli, insanca yaşamaya yetecek ücret" talebiyle bütün Türkiye'ye yaymaya ve bizim gibi 4-C'de çalışmaya zorlanan işçilerle birleşmeye karar verdik. Bu nedenle aldığımız kararları uygulamak ve tüm Türkiye'ye yayılacak mücadeleyi örgütlemek üzere, tıpkı birinci TEKEL mücadelesinin 78 günlük direnişine denk gelecek biçimde, ikinci TEKEL Direnişini de 78'inci gününde yeni bir aşamaya sıçratmak üzere karar aldık. Böylece 2010 yılında iki TEKEL direnişi ve her ikisi de 78'er gün süren mücadeleler olarak tarihe geçmiştir. Şimdi sıra, mücadeleyi büyütmek üzere, tüm Türkiye'ye yayılacak bir mücadeleyi örgütlemek üzere harekete geçmektedir. Tekel işçileri olarak mücadelemizi Tek Gıda-İş Sendikası olmaksızın devam ettireceğiz. Çünkü Tek Gıda-İş yönetimi, Tekel işçileri artık üyesi olmadığı için onları terk etmiştir. AKP Hükümetiyle anlaşmış ve 4-C'yi işçilere kabul etmeleri için telkinde bulunmuştur. Verdiği sözleri tutmamış, açıkladığı eylem tarihlerine uymamış ve sürekli biçimde işçileri yanıltmış, yanlış yönlendirmiştir. Şimdi görev bilinçli işçilerdedir. İşçiler olarak illerde oluşturacağımız İşçi Komisyonları'yla, yeni bir mücadele dönemini başlatacağız. Bu yeni dönemde, merkezinde TEKEL işçileri olmakla birlikte bütün 4-C'liler, güvencesizler, işten atılanlar, haklarını arayanlar yer alacaktır.
22
(...) [İ]şçilerin mücadelesinden korkup uzak duran, "sayınız az" deyip destek vermeyen, geleceğini işçilerle değil de sendika bürokrasisiyle birlikte gören sendika ve partileri de bu mücadele içinde tanıdık. Adında halk, emek, komünist, işçi bile yazsa, işçi sınıfı mücadelesiyle değil, sendika bürokrasisiyle işbirliğini tercih edenleri buradan kınadığımızı da açıklamak zorundayız. İşçi sınıfı öncelikle kendi gücüne güvenmeli, öncelikle kendi iç örgütlenmesini yapmalı, kendi kaynaklarını oluşturmalı ve daha sonra mücadeleye girişmelidir! Çünkü mücadele ayrıştırıyor ve yanınızda olacağını varsaydıklarınızın, an gelip sizinle yan yana olmayacağını da hesap etmek zorundasınız. İşçi sınıfının bağımsız bir işçi hareketi olabilmesi için, işyerlerinde ve tabanda örgütlü ve bilinçli işçilerin, emekçilerin olması mutlaka gerekli. İşte bu deneyimlerle, yeni bir mücadelenin başlama işaretini vermek üzere buradayız." 18 Aralık basın açıklaması, 1 Mayıs sonrası süreç sonucunda, militan, mücadeleci, direnişçi işçilerin, çetin deneyimlerden geçtikten ve bu deneyimlerin sonucu olarak çizgileri evirildikten sonra, çok daha net, çok daha gelişkin ve çok daha somut bir biçimde, 1 Mayıs'ta Taksim kürsüsünde ortaya konulan görüşlere geri döndüklerini göstermektedir. Özellikle işçi sınıfı hareketinin bağımsızlığı, işçi sınıfının kendi öz örgütlülüğünü kurması gerektiği, mücadelenin yayılması gerektiği vurguları ve de genel olarak sendikal harekete ve sendikalizme yönelik yapılan tespitler, bütün ülke işçi hareketi tarihinde belki de ortaya konulmuş en net görüşler arasındaydı. 2. Tekel Direnişi eylemlerinin ciddi sıkıntıları olsa da, elde ettikleri çok büyük bir kazanım olmuştu -ki bu her şeye değerdi: bu hareket, işçi sınıfının mevcut dönemdeki en militan unsurlarının çok ciddi dersler çıkarmalarının önünü açmıştı. İşçi sınıfının mücadeleleri nasıl doğrusal bir çizgiyle ilerlemiyorlarsa, atılımlar ve geri çekilmeler sınıf mücadelesine nasıl içkinse, mücadelelerin işçilerde oluşturduğu netlik, deneyimlerin sonucu işçi sınıfı içerisinde mücadelenin derslerinin çıkartılması da dolambaçlı bir yol izler. 1 Mayıs sonrası süreçte, militan işçilerin en ciddi kesiminde, yalıtılmışlıktan kaynaklı olarak, bir yandan aktivizmi, öteki yandan ise taban-sendikacılığını savunan bir çizgi ortaya çıkmıştı. Çıkarlarını parçası olduğumuz sınıfımızdan ayrı görmeyen devrimciler olarak, hem geçmişteki yüz yüze görüşmelerimizde, hem de bu yazımızda, yakın zamana kadar hatalı gördüğümüz bu çizgiye yönelik eleştirilerimizi ortaya koymayı bir görev bildik. Öte yandan, bu çizgiyi savunanlar, sendikacılar değil, militan işçilerdi ve de sırf sendikalar karşısında varoluşları bile, sırf mücadeleye içtenlikle devam etmek istemeleri bile, onları düzenin, devletin ve burjuvazinin karşısına koymaktaydı. Defalarca devletin gerek kolluk kuvvetlerinin, gerekse sendikalarının vahşi saldırılarına maruz kaldılar. Hataları olduysa, bunlar mücadele içerisindeki işçilerin hatalarıydı ve ancak yine işçilerin kendilerinin deneyimlerinden çıkarttıkları sonuçlar doğrultusunda düzeltilebilirlerdi. Nihayetinde, bütün mücadele süreçlerinin ve burada farklı unsurların işlevlerinin en net ve kapsamlı derslerini ortaya koyan da aynı işçiler oldular. Bu yüzdendir ki; onların deneyimleri ve deneyimlerinin dersleri sınıfımızın bütününe aittir. Doğrudur, Tekel mücadelesi yenildi. Tekel işçilerinin çok büyük bir kesimi 4-C'yi imzaladı. Tekel, hükümetin yeni dönemdeki işçi sınıfının yaşama ve çalışma koşullarına yönelik başlatmaya niyetlendiği ağır saldırı planı karşısında duran ilk kaleydi. Uzun ve çetin bir mücadelenin ardından bu kale düştü. Sakarya meydanında düzen hüküm sürüyor şimdilerde. Hükümet ise, yeni saldırılarını uygulamak için, 4-C koşullarını işçi sınıfının daha geniş kesimlerine dayatmak için fırsat bekliyor, ellerini kavuşturuyor. Öte yandan sınıf mücadelesi bitmiş değildir. Ocak 1919'da, işçi ayaklanmasının bastırılmasının ardından Rosa Lüksemburg şöyle yazmıştı: "Kitleler mücadeleye hazırdılar ve bu ‘yenilgi'den, tarihsel yenilgiler zincirine yeni bir halka kattılar ki o zincir enternasyonal sosyalizmin gururu ve gücüdür. İşte bu yüzdendir ki bu ‘yenilgi'den geleceğin zaferleri doğacaktır." Aynı durum Tekel'in yenilgisi için de geçerlidir. Tekel yenilmiş olabilir, ama militan Tekel işçileri pes etmemişlerdir ve işçi sınıfının gelecek mücadelelerinde devletin ve onun sendikalarının kâbusu olmaya devam edeceklerdir. Tekel yenilmiş olabilir, ama Tekel'in dersleri işçi sınıfın gelecek mücadelelerine ışık tutacaklardır. Gerdûn _____________________________
23
[1] 24 Mayıs'ta Tekel işçileri, sendika konfederasyonlarının 26 Mayıs genel grevine dair tutumlarına karşı çıkarak Türk-İş İstanbul 1. Şube binasını işgal ederek binadan "İşçiler ölüyor, sendikalar susuyor", "Türk-İş'ten hesap soracağız" yazılı pankartlar sarkıttılar. 25 Mayıs'ta Samsun'da birkaç saat süren işgalin ardından işçiler 26 Mayıs grevinin ardından binaya geri dönebileceklerini ifade ederek eylemlerini bitirdiler. İzmir'de ise Tekel işçileri Türk-İş bölge temsilciliği binasını işgal ettiler. İşçilerin işgaline, kısa bir süre içerisinde onlarla dayanışmak için motorlu taşıt işçileri ve belediye işçileri de katıldı, sonrasında ise mücadele içerisindeki UPS işçileri işgali desteklemek için binanın girişinde eylem yapmaya geldiler. Diyarbakır'da işçilerin Türk-İş binasını işgal edeceğini öğrenen sendikacılar, çareyi binanın kapılarını kilitleyip kaçmakta buldular, işçiler ise bunun üzerine bina önünde oturma eylemi yaptılar. Adana'da binayı işgal etmeye çalışan işçiler polis ve sendikacıların şiddetli saldırısına maruz kaldılar. İşçilere saldıranlar arasında Türk-İş 4. Bölge Başkan Yardımcısı Edip Gülnar da vardı. İşçilere küfürler savuran sendikacıya işçiler "Edip Gülnar'dan hesap soracağız" diyerek yanıt verdiler. Ankara'da ise Türk-İş Genel Merkez binasını işgal etmeye çalışan işçiler önce sendikanın güvenlik elemanları, ardından ise polis tarafından saldırıya uğradılar, altı kişi gözaltına alındı. İşgale destek vermek için yola çıkan Tekel Ankara işletmesi işçileri de yol da alıkonularak gözaltına alındılar. Ankara'da gözaltına alınanlar akşam saatlerinde serbest bırakıldılar. [2] İstanbul'da ayrıca KESK'in düzenlediği, 3,000 civarı kişinin katıldığı bir eylem, Şişli Belediyesi Temizlik İşleri Müdürlüğü önünde DİSK'in örgütlediği 400-500 kişilik eylem, sayıları 500'ü bulan Tuzla deri işçilerinin 1 saatlik iş bırakma eylemi, Topkapı Nakliyeciler Sitesi'nde ambar işçilerinin iki saatlik iş bırakma eylemi, Kadıköy Vergi Dairesi'nde ise memurların grevi, ve Kadıköy'de DİSK üyesi belediye işçilerinin sendika konfederasyonlarını protesto ettiği eylem gerçekleşti. [3] Bunda Muğla'da Kürt öğrenci Şerzan Kurt'un katlinin ardından Türkiye Kürdistanı'nda greve özellikle geniş katılım göstermesinin ve Zonguldak'ta patlama sonrası ciddi bir eylem gerçekleşmesinin payı da büyüktür.
24
Kuzey Kıbrıs’ta Genel Grev Bugün yani 2 Mart Çarşamba günü, Kuzey Kıbrıs'ta, 5 Temmuz 2010 ve 28 Ocak 2011 günleri gerçekleştirilen iki genel grevin ardından, bir genel grev daha gerçekleştirilecek. Özellikle 28 Ocak günü gerçeleşen grev, açılan "Ankara: Ne Paranı, Ne Memurunu Ne De Paketini İstemiyoruz" pankartı nedeniyle, TC basınında geniş yer bulmuş, Başbakan Erdoğan'ın ise Kıbrıslı işçileri aşağılayan tepkisini çekmişti. 2 Mart'a giden süreçte de çeşitli tekil ve kısmi mücadeleler de gerçekleşmişti. Kuzey Kıbrıs işçi sınıfının hayat ve çalışma koşulları için mücadele etme isteğini gösteren bu genel grevler, yalnız Kuzey Kıbrıs proletaryası için değil, bütün adadaki işçiler için büyük önem taşımakta ve Türkiye işçi sınıfına da örnek göstermektedir. Bununla birlikte, ufak bir ülke için ne denli kitlesel olsalar ve önemli bir mücadele deneyimi teşkil etseler de, işçi sınıfının uluslararası deneyimi göstermiştir ki; bir günlük grevler işçi sınıfının taleplerinin karşılanmasını sağlayamamaktadırlar. İşçi sınıfı genelinin mücadelesinin tek bir güne hapsedilmesinin önüne ise, ancak işçi sınıfının mücadeleyi kendi eline alması ile geçilebilir. Sendikalar Platformu İşçilerden Yana Mı? Kuzey Kıbrıs işçi hareketinde an itibariyle insiyatifin, grevlerin "örgütleyicisi" konumunda bulunan Sendikalar Platformu'nun elinde olduğunu söylemek pek zor olmayacaktır. Peki, Sendikalar Platformu, Kuzey Kıbrıs işçisinin bağımsız çıkarlarını savunmakta mıdır? Hatırlatalım: İçinde bulunduğumuz Şubat ayında, Sendikalar Platformu, Demokrat Parti genel başkanı ve eski cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın oğlu Serdar Denktaş'ın başlattığı "Tek talebimiz kendi evimizin efendisi olmak" kampanyasına imza atmakta bir sakınca görmemişti. Hatırlatalım: Serdar Denktaş ve partisi, işçi sınıfının çıkarlarıyla uzaktan yakından alakası olduğunu dahi iddia etmeyen liberal muhafazakar bir merkez sağ partisidir. Yani bir düzen partisidir; bir burjuva partisidir; işçi düşmanı bir partidir. Hatırlatalım: Demokrat Parti, yakın zamana kadar TC emperyalizminin Kıbrıs'taki en sadık ajanlarından olmuş Rauf Denktaş'ın desteğine sahiptir ve bu şahıs tarafından geçmişteki kimi seçimlerden desteklenmiştir. Dahası, Sendikalar Platformu adına konuşan Kıbrıs Türk Kamu Görevlileri Sendikası (Kamu-Sen) Genel Başkanı Mehmet Özkardaş, Serdar Denktaş'ın kampanyasına attığı imzayı "Kıbrıs Türk halkı geçmişte İngiliz ve Rumlara olduğu gibi anavatanı da olsa, kendisine yönelik her türlü dayatmaya karşı çıkacaktır" diyerek açıklamıştır. Bu zihniyeti, Kuzey Kıbrıs'da TC'nin çıkarlarına yıllardır hizmet etmiş milliyetçi zihniyetten ayıran tek nokta, vardığı sonuçtur. Bu sonuç ise, iki milliyetçi zihniyetten herhangi birini işçilerin çıkarlarına bir gıdım yaklaştırmamaktadır. Kuzey Kıbrıs Kimindir? Bu noktadan, kimi eylemlerde açılan ve Türkiye'de milliyetçi burjuva solunun unsurlarından duymaya pek alışık olduğumuz "Bu memleket bizim", "Ülkemiz satılık değil" ve benzeri pankartlara değinmek gereklidir. Nasıl Türkiye, "bu memleket bizim" sloganları atanlara değil, Koç'lara, Sabancı'lara ve TC devletine aitse, Kıbrıs da işçilere değil, Kıbrıs burjuvazisine ve TC emperyalizmine aittir. Zira ülkelerin egemenleri, egemen sınıflardır. Egemen oldukları coğrafyalar üzerinden sınırları yaratan da aynı egemen sınıflardır. İşçilerin vatanı yoktur. Kuzey Kıbrıs işçi sınıfı, mücadelesini geliştirmek istiyorsa, mücadelesini ilkin adanın güneyindeki Rum işçi kardeşleriyle, ardından da Türkiye ve Yunanistan'da yaşayan işçilerle ortaklaştırmak durumunda kalacaktır. Güney Kıbrıs'taki Rum işçilerin ve Türkiye ile Yunanistan işçi sınıfının üzerine düşen ise Kuzey Kıbrıs'ta mücadele eden işçi kardeşleriyle dayanışmaktır. Ne TC ve Yunanistan gibi emperyalist devletler, ne adanın güneyindeki ve kuzeyindeki kukla burjuva devletleri, ne de kurulacak olası bir bağımsız Kıbrıs devleti işçilerin dostudur. İşçilerin tek dostu, yine işçilerdir. KAHROLSUN TC EMPERYALİZMİ! YAŞASIN KIBRIS İŞÇİLERİNİN MÜCADELESİ! YAŞASIN ENTERNASYONAL İŞÇİ DAYANIŞMASI! EKA
25
Çürümüş aygıtlar olarak sendikalar ve kapitalizm Bir film karesi düşünün ya da bir tiyatro sahnesi. Geri planda birkaç yüz kişinin tekli sandalyelere oturdukları ve pür dikkat kürsüdeki konuşmacıyı "dinlediği" bir salonun uzunlamasına görüntüsü. Yakın planda ise burjuva siyasetinin bir piyonu. Konumuz bir sendika salonunda, bir toplantıda geçiyor. Bu toplantı Türk-İş Konfederasyonu Başkanı Mustafa Kumlu'nun Genel Başkanlığı'nı yaptığı Tes-İş Sendikası'nın 9. Olağan Genel Kurul görüşmelerinin yapıldığı salon. Konuk olarak layık görülen Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız. Yaptığı konuşmanın özü, kelamının neticesi ise, şu cümlelerde saklı: "Bizler gelişmekte olan Türkiye olarak mutlaka yeri gelecek 16-18 saat çalışabileceğiz. Değişimi iyi idare edebilmek adına bunu mutlaka yapmak lazım. Ben biliyorum ki benim işçim işini bitirmeden çıktığı direkten inmez. O direkte sorunu 8 saatte çözerse 8 saat 18 saatte çözerse 18 saat çalışır. O yüzden biz uzlaşı içerinde bütün emeklerimizi beraber ortaya koyarak Türkiye'yi geliştireceğiz." Burjuva sınıfın temsilcisi işçi sınıfına, "gelişiyoruz yalanı" nın toprağından filiz veren bu sözleri söylerken de salondan herhangi bir tepki yükselmiyor. Proletaryaya bu kürsüden bir mesaj gönderilerek gerekirse gününüzün tamamına yakınını çalışarak geçireceksiniz deniyor. Buna karşılık yaratılacak bir çatlak ses, tepki bir tarafa, bir ses dahi çıkmıyor. Hangi ayrıcalıklı ve "işçi sınıfından olmayan"ın, dolayısıyla burjuvazinin safında olanın; hangi dönem, hangi zehirli hançeri işçi sınıfının sırtına saplayacağının rutine uydurulmuş ve kürsüdekinin kağıttan okuyarak tekrarladığı klişe safsataları dinleyenlerin ellerinden salona yayılan alkışlar ile sonlanacak bu orta oyununun bir parçası olan bakanın sözlerindeki ifadelerin, aslında tam olarak neyi tanımlıyor olduğu üzerine söyleyebileceklerimizi maddeler halinde toparlayacak olursak karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: 1 - "Gelişmekte olan Türkiye" masalı. "Gelişiyoruz; asılın küreklere!": Gelişim sadece bizlerin yani proleterlerin yaşamında çalışma ve yaşam koşullarının eksi (-) yönde "gelişimi"; aldığımız ücretlerde, çalıştığımız işletmelerde küresel krizin yarattığı etki ile ortaya konan eksi (-) yönde "gelişim"; gündelik yaşamımızın her yönüyle çözülüşünü, çürüdüğünü ve kokuştuğunu somut olarak hissedebileceğimiz, karşılıklı menfaate dayalı ve "insani" ön ekiyle toplumsal ilişkilerimizde varedilmeye çalışılarak bizlere yutturulmaya çaba gösterilen, yine eksi (-), işçi sınıfının aleyhine "gelişim". Kapitalizmin çöküş aşamasında hakim olan devlet kapitalisti uygulamaların üzerine yapılan bütün devletlerin "gelişme" tanımlaması ancak ve ancak "dibe tırmanmak" olabilir. 2 - "Değişimi iyi idare edebilmek", ama kimin adına? Değişim ve burjuvazinin sahte demokrasi oyunları. "Değişeceğiz; bakın zaten demokratikleşiyoruz": "Açılım" politikalarından, yaşamımızı kolaylaştırıldığı iddia edilen, burjuvazinin domuz ahırı meclislerinde karara bağlananlardan, geceleri birbiri ile "ilgisiz" görünen kanun maddeleriyle ilişkilendirilmiş halde işçilerin yaşamını daha da zehir etmek için kurgulanan yine sahte "istihdam" stratejilerine kadar, güvencesiz çalışmanın önündeki birçok engelin bir anda, bir gecelik oturumlarla ortadan kaldırılması. İşçi sınıfını kendi içerisinde bölmek; türlü mizansenler ile sendikaların düzenlediği, birkaç yüzlük temsilci nüfusunun izin günlerine denk getirilen "tepki" mitingleri, sonuç yeni SSGSS bandrollü yasaların "torba" lanarak yürürlülüğe konulduğu çöküş sürecinin karagözhacivat oyunları. Demokrasi yalanına bulanmış, burjuvanın sağında olsun, solunda olsun; bu güne hakim sınıf ve onun düzen aygıtları tarafından "kemer sıkma" politikaları olarak isimlendirebileceğimiz burjuva meclisi çalışmalarını tanımlamakta kullanabileceğimiz " "ulusal", "ulusça kalkınmaya yönelik", "millete yararlı" planların yerine artık "demokrasinin burjuvazisinin" lugatında yer almayan "katmerli sömürü", "acımasızca baskı" ve "alabildiğine yoketme" ifadelerinin tercihen proletarya tarafından getirilerek tekrar okunabileceği, değerlendirilebileceği, her seferinde yerine başka boyalı bir terim ya da ifadenin geçirilmesi söz konusu olan uygulamalar; göz göre göre yalanın meşru sayıldığı çürümüş seçimler, parlamentolar ve burjuva siyaseti proletarya için ancak bir gösterge; çözülen siyasi üst yapının bir taraftan kendi egemenliğini muhafaza etmek için uyguladığı ağır baskı, yıldırma ve yoketme politikaları hakim sınıfın başlıca aygıtlarıdır ve "görevi gereği" sınıf mücadelesinin diplerde seyrettiği şu dönemlerde sadece semirtilmek için uykuya yatırılır; ara sıra copunun ucu, namlusunun sapı, tankının paleti gösterilir. Kapitalizm topyekün militarizm demektir.
26
3 - Uzlaşıdan kim bahsediyor? Kimler için uzlaşı; işçi sınıfına bundan arta ne kalıyor? Toplumsal barış ve uzlaşı yalanı. "Hepimizin çıkarları ortak; herbirimiz aynı gemideyiz!": Hakim sınıfın sivil toplum yalanları, üretim alanındaki sendika-sermaye-devlet işbirliği, işçi sınıfına "ulusal kalkınma/yükselme/teğetlerden teğet açı beğendirilip "geniş açıdan" krize maruz bırakılma. Devletin aygıtı, çürümelerinin sebebi içerisindeki bürokratik yöneticilerin bulunması değil, sendikaların artık yapısal olarak kapitalizmin kendisine eklemlenmiş formatları ve yöntemleri, sendikaların toplumsal barışa "katkıları", işçilerin yaşamına "kattıkları" ya da katamadıkları, katmaya muktedir olmadıkları, kapitalizmin çöküş aşamasında bundan sonra da katacak hiçbir şey olmaması. Tarih; sendikaların, kapitalizmin kendisi gibi çürümüş yapısı, artık barbarlığa doğru yavaş yavaş yelken açıyor olduğumuz şu dönemde, içeriye su alan, bir an önce terkedilmesi gereken bu derme-çatma teknenin, sendikaların derin sularına bir daha geri dönmemek üzere bırakılması gerektiğine işaret ediyor. İşin daha da trajik ve tarihin proletaryaya yine bu zaman süreci içerisinde yaşatabileceği yegane deneyimlerden birisini sergilercesine, zamanın sahnesine koyduğu bu son derece somut oyunun en kritik tahlilini ise ancak enternasyonalist komünistler, toplantının yapıldığı salondan bu sözlere karşılık hiçbir tepkinin yükselmiyor oluşu üzerinden yapabilirler. Küresel sermaye birikiminin iç pazarı sakinleştirmek, yükselişte elde ettiği kazancı muhafaza etmek ve yine bu pazarı kar getiren bir mecraya dönüştürmek için ürettiği "toplumsal uzlaşı" yalanı dönüp dolaşıp günümüzde işçi sınıfının güvenebileceği bir mecra olmaktan çoktan çıkmış olan sendikalar sorununda düğümlenip kalıyor. Bu noktadan itibaren de işçi sınıfının komünist bir dünya devrimine yönelecek olsa, bu yolda elde ettiği deneyimler ile sınıfın yeni gelecek kuşaklara bırakma olasılığı bulunan bütün mücadeleler de daha baştan kaybediyor. İbretlik bir örnek olarak Bakan'ın konuşma yaptığı yerin bir sendika toplantısı olduğu gerçeği ile sarfedilen bu pervasız sözlere karşılık hiçbir muhalif tepkinin ortaya konulmaması hakkında aslında konunun özeti, ibretlik ifade, Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu'nun Genel Başkanı'ı olduğu bir sendikada bu konuşmanın normal karşılanması ile gündemde olan Torba Yasa'ya "karşı" yine Türk-İş Konfederasyonu tarafından yapılan sözde "protesto" eyleminin iç tutarlılığı çok rahatllıkla denkleştirilebilir. Bu noktadan sonra da her türlü gaz alıcı eylemlilikler, sınıflar arasında barışı isteyen sendikalar için "iç tutarlılığa sahip olmak" ifadesini kullanmak gerekiyor. Nitekim hava boşaltma taktiklerinin TEKEL süreci ile taşıdığı bariz benzerliklerin rahatlıkla görülebileceği şu tarihsel kesitte sınıfa yöneltilen ciddi saldırılarda bile daha önceden planlanmış ve organize edilmiş lokasyonlarda, yine önceden belirlenmiş sayılarda kişinin katılarak, yine önceeden belirlenmiş sloganların atılarak insanların (en vahim olan haliyle) evlerine dağılacağı, sembol niteliğini aşamayan her türlü demokratik/ sendikal oyunun kendisi bugün bizlere sendikaların güvenilmeyecek kimliğini ifşa etmiş oluyor. Buna göre şu tespitlerden hareket edersek; işçi sınıfı olarak, iktisadi, siyasi ve sosyal bir "sınıf" olduğumuz bilinciyle inandığımız yolda yürüyünce; önünde ne tür engel olursa olsun bunu 1905'ten 1917 Şubat ve Ekim'ine kadar örnekleyebileceğimiz gibi her türlü aşar. Bu engelleri, kurduğumuz barikatlarla aşarken bir taraftan deneyimler ve sonuçlar çıkartabiliyoruz. Türkiye sınırları içerisinde bugüne kadar segilenen bütün deneyimler de birer "işçi birliği" olmaları konusunda sınıfta kalan sendikaların gerçek yüzünü açığa çıkartmaya yetiyor. 1970 örneği daha gün gibi ortadadır. Buna göre; 15-16 Haziran 1970'te gerçekleşen ve binlerce işçinin İstanbul ve çevresinden, sendikalara dair yasayı değiştirmek ve yükselen kitle muhalefetinin önünü alabilmek adına yapılan manevraların önüne geçmek için sokaklara dökülmesi, burjuva sınıfının zor aygıtları olan kolluk güçleriyle ve burjuvazinin silahlı kuvvetlerine karşı canı pahasına çarpışması bir tarafa, işçilerin o zaman zarfı için bir mücadele mevzisi gözüyle yaklaştığı DİSK'in Genel Başkanı'nın radyodan yapılan anonsuna kulak verelim. Burjuvazinin kolluk güçlerini ve silahlı kuvvetlerini öven, bir yandan da onlara karşı duranı "kendisinden saymayan" bu ses, bizlere hemen Kavel'i hatırlatıyor olmalı. Türkiye'deki işçi sınıfının yaşatmış olduğu ilk grev deneyimlerinden olan Kavel'de fabrika içerisinden sevkiyat için yükleme yapılıyorken, grev öncesinde üretilen tel ve diğer malzemenin dışarıya çıkmaması için barikat kuran, kamyonların önüne yatan işçi sınıfının mensupları ardından yine aynı sendikanın Genel Başkanı'nın yaptığı açıklamaları unutmasın. Bu açıklamada da sendika aygıtının burjuva temsilcisi, "eğer bilgi dahilinde olunsaydı şanlı Türk ordusuna gidecek malzemenin önüne geçilmeyeceğini" söylemekte bir sakınca görmüyordu. Bu noktadan itibaren de eskiden işçilerin örgütlenme okulları olarak görülebilecek ancak şu dönemde hiç de öyle bir misyonu olmayan, aksine sınıf mücadelesinin önünde birer engel teşkil eden sendikaların dışında, aslen sorunun yapısal olmasıyla birlikte, işçi sınıfının gerçek ve kurtuluşuna dair tek adreslerinin bütün
27
mekanizmalarında kendisinin hakim olarak mücadeleyi yönetip yönlendirebileceği genel kitle toplantıları ve komitelerin yapısı hakkında çürümüş yapılar olan sendikalara karşı bir "Ne Yapmalı Kıstas(ları)" belirleyeceksek de şunları daha baştan söylemek yerinde olacaktır: a) Sendikalar devlet kapitalizminin artık çürümüş birer aygıtıdır. b) Sorun sınıf bilinçli işçilerin, zaten yapısal olarak çoktan çürümüş sendikalarda ve bunların bizzat yönetiminde yer alması değil, sendikaları yıkmaktır. c) Yüklendikleri rol itibariyle de değil, bizzat yapısal olarak çökmüş olan bugün için uygun adresler olmayan sendikalar yerine, işçi sınıfı olarak yönelimimiz yine biz üreten snfıın kendi mücadele azmi ve sınıf olmaktan gelen inisiyatifleridir. Sendikaların doğasına uygun olarak devlet kapitalizminin birer aygıtı görevini işçi sınıfına mücadelenin her evresinde karşı durarak ve mücadelesini sektörel bazda bölerek yerine getirirken adreslerimizin nereleri olması gerektiği sorusu ise daha ciddi ve üzerinde düşünülmesi gereken bir konu olarak önümüzde duruyor. Buradan hareketle de önümüze yine kendi sınıfımızın taşıdığı toplumsal üretim tarzından, kapitalizmin kendi kuyusunu kazarak bizlere "hediye ettiği" bulunduğumuz her yerde, mavi/beyaz yaka, ağır sanayi/büro/küçük işletme, özel/kamu gibi ayrımları bir tarafa bırakarak sadece "ücretli emeğin köleliği" referans noktası alınarak yapılacak bütün çıkışlar en nihayetinde devrimci sonuçlar doğuracaktır. Bu nedenle kendi karar alma ve yürütme örgütlülüklerimizin temel çıkış noktası yine kendi sınıfımız olduğunda proletaryanın bir öz-örgütlenme biçimi olarak "işçi konseyleri" ve yine kapitalizmin yıkıcılığının yakıcılığını en direkt biçimde hisseden proletaryanın en acil görevleri arasında sendikaların tamamen reddi ve kapitalizmin çöküş evresinde, moral etki yaratmaya çalışma hatası olarak görülmesi gereken "şunu ya da bunu yaparak örgütlenin", "bize katılın" gibisinden kaba sloganlara dayalı pedagogvari yaklaşımlara kulak asmak yerine, kendi öz inisiyatifimizi kullanarak yine kendimizin kuracağı, yöneteceği ve sonuç alacağı yapılanmalar olarak "işçi komiteleri", "işçi grupları", "işçi hücreleri" ve "işçi çevreleri" gibi örgütlülükler ise bugün sınıfımız için birer nimet gibidir. Bu araçlar "sovyet" biçiminde XX. yüzyıl Rusya'sında görülmüş olan işçi konseyleridir. Daha çok kısa bir zamana kadar Fransa'daki emeklilik maaşlarının düşürülmesine karşı yapılan gösteri ve eylemliliklerde karar almakta kullanılan bir yöntem olarak "açık kitle toplantıları" nın örgütleneceği, en basitinden en karmaşığına kadar birçok toplumsal sorunun çözümünde rol oynayacak kararın, yine proletaryanın kendisi tarafından alınacağı ve yine aynı proleter yaklaşımla, disipline bir şekilde, kendi sınıfını kurtarırken tüm insanlığı da kapitalizm illetinden çekip alacak gücün işçi sınıfı tarafından somut yaşama uygulayacağı böyle bir kurgu ancak ve ancak işçi sınıfının kurtuluşu ele alması demek anlamına gelecektir. Ücretli emek sömürüsünün, devletlerin ve sınırların olmadığı bir dünyanın mümkünlüğü bizzat sınıfımızın kendi içerisinde beslediği dinamiklerde saklıdır. Hepsinden de önemlisi sınıfların olmadığı komünist bir dünyanın nüveleri yine bu organlar vasıtasıyla, işçi sınıfının bizzat kendisi tarafından yaratılacaktır. Bunçuk
28
AG InterPro Deklerasyonu Fransa'da "Emeklilik Maaşları Reformu" protestoları kapsamında ortaya çıkan ve mücadele yöntemlerine, karar alma konusunda fikir beyan etmeye ve uygulamaya dair tartışmaların yapıldığı birçok açık toplantı gibi AG InterPro Deklerasyonu da böyle bir ihtiyacın ürünü, proletaryanın mücadelesini yine kendi ellerine alacağı bir gelecek adına atılan nacizane mütevazi ama bir o kadar da önemli bir adım olarak önemle karşılıyor ve selamlıyoruz. İşçilerin kurtuluşu kendi ellerindedir! EKA Avrupa'ki işçilere, işsizlere ve öğrencilere, Biz farklı endüstri ve sektörlerden (demiryolu işçileri, öğretmenler, teknisyenler, geçici, sözleşmeli işçiler...) çalışan ve işsiz işçileriz. Fransa'daki son grevlerde önce Gare de l'Est ( Paris'teki ana istasyon) 'in bir peronunda ardından da "Bourse du Travail" in bir odasında Tüm Sektörler Genel Asamblesi'ni oluşturmak üzere bir araya geldik. Amacımız farklı kentlerden ve kasabalardan mümkün olduğunca çok işçiyi Paris bölgesinde toplamaktı. Çünkü bizi ardı ardına yenilgilere sürükleyen sendikaların desteğini fazlasıyla almıştık, kendimiz örgütlenmek, grevdeki farklı sektörleri bir araya getirmek, grevi yaymak ve grevcilerin hareketi kendi kontrolleri altına almasını istiyorduk. Kapitalistlerin sosyal savaşına karşı işçilerin sınıf savaşı yürütmesi gerekir. Britanya, İrlanda, Portekiz, İspanya, Yunanistan, Fransa ... her yerde ağır bir saldırı altındayız. Yaşam standartlarımız gittikçe kötüleşmekte. Britanya'da Cameron hükümeti, kamu sektöründeki 500.000 işin tavsiye edileceğini, soysal hizmetler bütçesinde £7 milyar kesinti yapılacağını, üniversite harçlarının üç katına çıktığını, vs. açıkladı. İrlanda'da Cowen hükümeti daha yeni, saatlik asgari ücreti 1 euro (%10'dan daha fazla), emekli aylıklarını ise %9 düşürdü. Portekiz'de işçiler, rekor işsizlik rakamlarıyla karşı karşıya kaldılar. İspanya'da esaslı "sosyalist" Zapatero her şeyden kesinti yapıyor: İşsizlik ödentisi, sosyal güvenlik, sağlık... Fransa'da, hükümet, yaşam koşullarımızı mahvetmeye devam ediyor. Emeklilikten sonra sağlık hizmeti gelir. Sağlık hizmetlerini ulaşmak gün geçtikçe daha da zorlaşıyor, daha da pahalı hale gele geliyor: artık gitgide daha fazla ilacın bedeli ödenmiyor, sağlık hizmetleri planlarında ücretler arttırılıyor, hastaneler diğer kamu kuruluşları (postane, gaz ve elektrik, Telekom) gibi personel sayısını azaltıyor, sağlık hizmeti dağıtılıp, özelleştiriliyor. Sonuç olarak, milyonlarca işçi sınıfı ailesi sağlık hizmeti alamıyor! Bu politika kapitalistler için vazgeçilmezdir. Krizin derinleşmesi ve kapitalist ekonomideki tüm sektörlerin çöküşüyle yüzleştiler. Sermayelerinin kar edebileceği pazarlar bulmakta gittikçe daha çok zorlanıyorlar. İşte bu nedenle kamu hizmetlerini özelleştirmek için artan bir telaş içindeler. Ancak, bu yeni piyasalar inşaat, petrol ya da kar endüstrisi gibi kapitalist ekonominin temel sektörlerine göre çok daha az verimli satış kanalları sunuyor. En iyi koşullarda bile, ekonominin yeniden canlanmasını sağlayamazlar. Bu genel çöküş koşullarında, uluslararası büyük tröstlerin piyasa için verdikleri kavga çok daha şiddetli olacak. Sermaye yatırımcıları için ölüm kalım meselesi haline gelecek. Bu mücadelede, her bir kapitalist kendi devletinin arkasına sığınarak, koruma talep edecek. Ulusal ekonominin savunulması adına kapitalistler, kendi ekonomik savaşlarına bizi sürüklemeye çalışacak. Bu savaşta kurbanlar her zaman ... işçiler oldu. Ulusal ekonominin savunulması adına, tüm ulusal yönetici sınıflar, tüm devletler, tüm patronlar "rekabet edebilirliklerini" sürdürmek için "maliyetleri" kısmaya çalışacaklar. Aşikar ki yaşam ve çalışma koşullarımıza saldırmaya bir son vermeyecekler. Yaptıklarını yanlarına bırakırsak, "kemer sıkma politikaları"na uyum sağlarsak, bu fedakarlığın sonu gelmeyecek. Mevzubahis olan hayatlarımızın ta kendisi olacak!
29
İşçiler, bizi mesleklere, branşlara, milletlere bölmelerine izin vermekten vazgeçelim. Ulusal sınırlar içinde ya da ötesinde bu ekonomik savaşı reddedelim. Birlikte savaşalım, mücadelede birleşelim! Marx'ın sözleri hiç bu kadar aciliyet taşımamıştı: "Dünyanın bütün işçileri, birleşin!". Kendi mücadelelerimizi kontrol etmek biz işçilerin ellerinde. Bugün yönetici sınıfın hizmetkarları olan - sağ ya da sol- hükümetlere karşı mücadele edenler, Yunanistan ve ispanya'daki işçiler, Britanya'daki öğrenciler. Biz Fransa'da olanlar gibi, sen de işçilere, işsizlere, üniversite ve okullardaki öğrencilere karşı şiddetli baskı uygulamakta tereddüt etmeyen hükümetlerle karşı karşıyasın. Bu sonbahar Fransa'da, biz kendimizi savunmaya çalıştık. Bu yeni saldırıyı kabullenmeyi reddetmek üzere milyonlarla sokaklara çıktık. Emeklilik ile ilgili yeni kanuna karşı, maruz kaldığımız tüm kemer sıkma önlemlerine karşı savaştık. Sözleşmeli, geçici çalışmanın ve yoksulluğun yükselişine "Hayır!" dedik. Fakat Intersyndicale (ulusal ve yerel ölçekteki sendikaların birleşik komitesi, açıklama çevirene ait), grevin yayılmasına karşı savaşarak bizi kasten yenilgiye sürükledi: - Meslekler ve branşlar arasındaki engelleri işçileri birleştirmek amacıyla kaldırmak yerine, her bir işyerindeki kitle toplantılarını diğer işçilere kapalı tuttu. - "ekonomiyi bloke etmek" amacıyla spekülatif eylemler yaptı ama diğer işçileri mücadeleye katabilecek grev gözcüleri ya da uçan grev gözcüleri (grev yapan işyerinden diğer işyerlerine işçileri grevden haberdar etmek ve greve katılmak için çağrı yapmak üzere giden grev gözcüsü) örgütlemek için hiçbir şey yapmadı- ki bu işçilerin ve geçici, sözleşmeli işçilerin yapmaya çalıştığı şeydi. - Arkamızdan iş çevirerek, kapalı kapılar ardında kabine bakanlarıyla yenilgimizi müzakere ettiler. Intersyndicale, hiçbir zaman emeklilik ile yeni yasayı reddetmedi, hatta tekrar tekrar "gerekli" ve "kaçınılmaz" olduğunu söyledi! Sendikaları dinleyecek olsak, "hükümet, sendikalar ve işverenler arasında daha çok müzakere" ya da "kanunu daha adil bir reforma dönüştürecek daha çok önlem" talebi ile tatmin olmuş olmamız gerekirdi. Bu saldırılarla mücadelede, kimseye bel bağlayamayız, sadece kendimize güvenebiliriz. Bize gelince, işyerlerinde bağımsız kitle toplantıları ("genel asambleler") örgütlemenin, grevi ulusal ölçekte koordine etmenin ve bunun seçilmiş, her an geri çağrılabilir delegeler tarafından yürütülmesinin, işçiler açısından gerekli olduğunu savunduk. Sadece tüm işçiler tarafından başı çekilen, örgütlenen ve kontrol edilen bir mücadele- hem yöntemi hem de amaçları açısından- zafer için gerekli koşulları yaratabilir. Biliyoruz ki; kavga daha bitmedi: saldırılar devam edecek, koşullar gittikçe zorlaşacak ve kapitalist kriz daha kötü sonuçlar doğuracak. Dünyanın her yerinde, savaşmak zorunda kalacağız. Bu nedenle, bir kez daha kendi gücümüze inanmalıyız: - Biz, kendi mücadelemizin kontrolünü kendi ellerimize alabilir, kolektif bir şekilde örgütleyebiliriz. - Biz, birlikte kardeşçe açık tartışmalar yürütebilir, özgürce birbirimizle konuşabiliriz. - Biz, kendi tartışmalarımızı kontrol edebilir, kendi kararlarımızı alabiliriz. Kitle toplantılarımız sendikalar tarafından değil, işçilerin kendileri tarafından kontrol edilmelidir. Kendi hayatlarımızı ve çocuklarımızın geleceğini savunmak için mücadele etmek zorunda olacağız! Tüm dünyanın sömürülenleri aynı sınıfın kardeşleridir! Ancak bizim tüm ulusal sınırların ötesindeki birliğimiz, bu sömürü sistemini yıkabilir. AG InterPro "Gare de l'Est et Île de France" Bizimle iletişime geçmek için aşağıdaki internet adresini kullanabilirsiniz. interpro@riseup.net
30
K.Afrika’da Tek Parti Rejimleri Yıkılırken İşçi Sınıfını Ne Bekliyor? Kuzey Afrika'da başlayan ve Kafkaslarda kadar tırmanan bir toplumsal olaylar dizisinden geçtik, geçiyoruz. Yaşananlara herkes kendi durduğu yerden bir anlam ve amaç tanımlama ihtiyacı hissederek onlarca yazılar yazıldı, yorumlar yapıldı. Hatta başlarına sıfatlar eklenerek devrimler dendi. Ama bunların ancak iki yorumu olabilirdi özünde; birincisi burjuva yorum, diğeri ise işçi sınıfı yorumu. Buradaki amacımız kimin burjuva kimin işçi sınıfı yorumunu tahlil etmek olmayacak elbette. Biz de işçi sınıfı cephesinden meseleyi anlamaya çalışacağız. Yaşanan toplumsal olaylar nasıl ortaya çıktı, sokağa dökülen insanların talepleri nelerdi bunları anlamlandırarak işçi sınıfının bu toplumsal olaylarda olgunluğu neydi ve buna karşı burjuvazi bu süreçte kendi iktidarını yeniden inşa etmek için hangi araçları kullandı. Aslolarak bu meseleye yoğunlaşacağız. Olayların yaşandığı bu ülkelerde şüphesiz burjuva iktidarlar vardı ve yaşananları atılmış olan tarihsel bir çentik olarak görürsek, bu çentiğe kadar Tunus'ta, Mısır'da ve diğerlerinde tek adam tek parti vb. rejimler vardı. Bir anda patlak veren olaylar iktidardaki tek adamları salladı, devirdi ve sallamaya da devam ediyor. İlk önce bu rejimler nasıl ortaya çıktı ve niçin ardı ardına yıkılmak zorunda kaldılar. Meselenin tarihsel arka planına doğru giderek ve Türkiye'nin bu süreçteki özel konuma değinerek parlamenter demokrasi üzerine değerlendirmeler yapmak gerektiğinin kanısındayız. Örnek Gösterilen Ülke Türkiye ve Parlamenter Demokrasi Mısır üzerine değerlendirme yapan burjuva yorumcular ve politikacılar Türkiye'nin son yıllarda yaşamış olduğu değişimi örnek olarak gösterdiler. Bunun iki temel nedeni vardı, birincisi Türkiye'nin çok uluslu şirketlerle ilişkisi üzerinden kapitalizmle olan uyumu. İkincisi ise kendi topraklarında ki tek adam ya da tek parti rejimini tasfiye ediş biçimidir. Kendi gelişimi bakımından bu iki meseleye inşa ederken, işçi sınıfı üzerinde kuruduğu baskıda başarıya ulaşması ve parlamenter demokrasi ve sendikalar aracılığıyla da işçi sınıfı üzerinde önemli bir yanılsamayı yaratmış olması yine onun bölgede kapitalizm için en ideal rejim olma özelliğini kazandırıyordu. Arap coğrafyasında doğrudan çıkar ve söz sahibi olan ABD'nin başını çektiği kapitalist blok yaşanan olaylar sırasında Mısır'da ve öncesinde de Irak ve diğer Müslüman ülkelere Türkiye'de yaratılmış olan bu rejimi her defasında örnek olarak gösterdi. Yukarıda de belirttiğimiz gibi bu geçiş süreci ve sonunda gelinen nokta burjuvazi açısından bölgede etkili olabilecek bir modeli de ortaya çıkarmış olmasıydı. Birbiri ardına sallanmaya başlayan bu diktatörler rejimi, çok uluslu şirketlerin devletleri ile ilişkisinde herhangi bir sıkıntımı yaşamaktaydı sorusuna hiç düşünmeden hayır diyebiliriz. O zaman iddia edildiği gibi olayların başlaması için emperyalistlerin düğmeye bastılar ve her şey öyle başladı. Böyle bir değerlendirme bölgeyi ve oradaki dinamikleri anlamaktan çok uzak bir yaklaşım. Bundan dolayıdır ki meseleye Türkiye üzerinden bakmaya çalışacağız. Tekrar Türkiye'ye dönecek olursak öncelikle öncesi ve sonrası olarak adlandıracağımız süreci tanımlayalım ki bu durum artık Tunus, Mısır ve Libya için geçerli. TC kuruluşuna kadar gidecek olursak ve önceki süreç olarak değerlendirirsek M. Kemal ile özdeşleşmiş tek adam ve tek parti rejiminden söz edebiliriz. Osmanlının yıkılışının ardından kurulmuş olan burjuva cumhuriyet, klasik anlamıyla oluşmuş bir kapitalist sermaye birikimine sahip değildi. Sermayenin iktidarı yönetecek güce sahip olamaması ve bu güce sahip olanların Gayri Müslim olması ve Türk olmaması devlet tekelinde bir sermaye birikimi eğilimine gitmesine neden oldu. Devlet kapitalizmden söz edebileceğimiz tek parti yönetiminde bir rejim ortaya çıktı, birinci beş yıllık plan ve ikinci beş yıllık plan yüksek gümrük vergileri ve yerli üretimin artırılmasıyla devlet eliyle sermaye birikimi sağlanmayı hedeflenmekteydi. Benzer gelişmeler bu gün toplumsal olaylara sahne olan ülkelerde ikinci dünya savaşı ardından yaşanmaktaydı. 29 ekonomik krizinin etkileriyle ortaya çıkan korporatist iktisadi sistem, onun ürettiği rejimler Türkiye'yi de etkiledi, İnönü dönemini rahatlıkla bu doğrultuda değerlendirebiliriz. Parlamenter demokrasiye geçişin ilk denemesinde rejimi simgeleyen parti hem seçimi hem de prestijini kaybetti. Demokrat parti dönemi diye adlandırılan bu dönem artık yerli sermayenin devlet desteğiyle Gayri Müslimlerin birikimlerine ve mallarına el koyarak gelişmesini sağlayan yıllardı. Marshall yardımlarının alındığı bu yıllar Türkiye'nin ABD eksenine girmesi ve ekonomik bir bağımlılık ilişkisini de yaratmaktaydı. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi bu gidişe dur demek istedi ve sürecin yönünü sol tandanslı Kemalist rejimin yeniden prestij kazanmasına zemin hazırlayacak düzenlemelere gitti. Bu süreç ilk sendikaların kurulduğu dönemdi aynı zamanda, çünkü bir yandan işçi sınıfı olgunlaşmakta, fabrika işgalleri ve grevler örgütlemekteydi. Sayısal olarak ta kent nüfusları hızla artmaktaydı. Ardından dünyayı sarsan 68 sekiz olaylarının da etkisiyle 15–16 Haziran patlak verecekti. İşçi sınıfının yaratmış olduğu ilk tehlikeyi rejim üç kemaller (Sendikacı Kemal, vali Kemal ve garnizon
31
komutanı Kemal) ve ardından kabul edilen birkaç kırıntı yasayla savuşturmayı başardı. Bu yılların ardından Dünya da Keynes tipi ekonomilerin terk edilmesi ve Kuzey Amerika ve Batı Avrupa kapitalizminin atağa geçerek esnek üretimle beraber hizmet sektörüne yöneldi. Türkiye bu süreçte devlet kapitalizmden tedricen vazgeçerek serbest piyasa ve çok uluslu şirketlerle sermayesini birleştirerek kapitalist rekabet içerisinde kendisine emperyalist bloklar içerisinde yer bulmaya çalışıyordu. Çünkü yerli burjuvazi artık iktidarı kendi ellerine almak istiyordu ve bu olgunluğa da ulaşmıştı. 24 Ocak 1980 kararlarıyla bunun yol haritası çizildi ve bir kez daha asker süngüsüyle siyasal planını hayata geçirdi. Özal dönemi olarak adlandırılan dönem başladı ve devlet hızla piyasadan elini çekerek Dünya'da ki neo-liberal furyaya ayak uydurdu. Yazının başında siyasi açıdan tek parti rejimleri, iktisadi açıdan ise devlet kapitalizmini öncesi ve sonrası olarak iki ayırmıştık. Şimdi ise tasfiye süreci ve sonrasına değinmeye çalışacağız. 28 Şubat darbesi siyasal islama karşı yapılmış olsa da, radikal kesimleri tasfiye ederek liberal eğilimlerin önünü açtı. Siyasal islamda ki bu liberal eğilimler kapitalizmi kutsayan ve onun her şekilde hizmetinde olan bir programa sahiptiler. Darbenin ardından yapılan ilk parlamento seçiminde iki ulusalcı kandı temsil eden partiler seçimi kazansa da çok geçmeden ılımlı islam ya da liberal islamcılar güç kazanarak burjuva iktidara gelmeyi başardılar. Burjuva siyasal eğilimlerin böyle şekillenmesinde Tüsiad ve batı kapitalizmi önemli bir paya sahip. 28 Şubat süreci aynı zamanda yukarıda bahsettiğimiz sonrası dönemi başlatan dönüm noktası olma özelliğini taşıyor. Bizim Kuzey Afrika olaylarıyla bağını kuracağımız asıl gelişme 27 Şubat askeri darbesiydi. Bir öncekine benzemese de özü itibariyle siyasal düzene ve parlamentoya yapılan siyasi bir müdahaleydi. 1980 darbesi Turgut Özal figürünü yaratmıştı, bu ise Tayyip Erdoğan'ı ortaya çıkardı. Bu iki darbede devlet kapitalizmine karşı yapılmıştı özü itibariyle ve iki isimde neo-liberalizmi temsilen, siyasal olarak Kemalist ideolojiyle açıktan bir çatışma içine girdi. İlkinde başarıya ulaşmasa da ikincisinde başarıya ulaştı ve ikinci cumhuriyet olarak kavramsallaştırılan dönemi başlattı. Aslında pek kavga gürültü yaşamadan birkaç tankın Ankara'nın caddelerinde dolaştırılarak tek parti rejiminin kalıntılarını ortadan kaldıracak süreci başlatmışlardı artık. Yukarıda bahsettiğimiz tasfiye harekâtı bugün Kuzey Afrika'da devrim denebilecek kadar birilerini heyecanlandıran olayların yaptığı şeyin aynısını yapmaktaydı. Türkiye’de bir diktatör yoktu fakat bu tasfiye süreci tek parti rejimi simgeleyen bürokrasiyi ve kurumsallaşmaların hepsini parçaladı. Çünkü bunun iktisadi alt yapısı olgunlaşmıştı sermaye artık çok uluslu şirketlerle olan ekonomik ilişkilerine engel olan devletçi anlayışı hızla tasfiye ediyordu. Siyasi iktidarın bu bakımdan tasfiyesi parlamenter demokrasi ve sandıkla sağlandı, askerin, yüksek yargının elindeki siyasi otorite ergenekon operasyonuyla sarsıldı. Tek parti rejimi hızla tasfiye edilirken parlamento etkinleştirilerek reformlar yapıldı ve bunun sonuçlarını burjuvazi sandıkta toplamayı başardı. Burjuvazinin seçimlere ilişkin temel argümanı, ekonomik sorunlar olan işsizlik, ücretlerin düşüklüğüne çözüm ve demokratik reformlardı. Bunda da önemli ölçüde başarı sağladılar; çünkü parlamento seçimleri tarihinde önemli bir katılım elde ettiler. Önceden beri demokrasi anlayışını aşamamış sol işçi sınıfına da bu bilinci taşıyarak burjuvazinin “demokratikleşiyoruz” yanılsamasına katkı sağladı. Kitleler nezdinde bir yanılsamanın yaratıldığının göstergesi olan bu durum burjuva demokrasisinin klasik anlamda inşası anlamına gelmekteydi. Parlamentosu, sendikaları vd. araçlarıyla burjuva demokrasisi sermayenin ihtiyaç duyduğu rejimi ortaya çıkarmış oldu. Ekonomik Krizler Karşısında Çözülen Kemalizm Ve Peronizm Korporatist ya da devlet kapitalizmi olarak değerlendirdiğimiz bu rejimlerin tasfiyesini incelediğimizde ekonomik krizlerin ardından geldiğini gözlemlemekteyiz. Türkiye 2000 krizinin ardından hızlıca ekonomik olarak istikrar sağlayacak düzenlemelere gitti, Kemal Derviş'in ekonominin başına geçirilmesiyle özellikle banka sermayesi denetlenerek bir ekonomik plana sokuldu. Bu dönem aynı zamanda Dünya tekeli olan bankaların Türkiye pazarına girdiği yıllar oldu. Tekelleşme eğilimi küçük işletmeleri hızla yutarak onları ya kendine bağımlı hale getirdi ya da ortadan kaldırdı. Türkiye tarihinde ilk defa esnaf kepenk kapatarak sokaklara çıkıp kitlesel eylemler yaptı. Benzer bir süreç Arjantin'de yaşandı, Peronizm, Argentinazo kriziyle bir daha geri gelmeyecek biçimde yıkıldı. Tabi Arjantin'de yaşananlar bugün Kuzey Afrika'da yaşananlara daha çok benzemekteydi. Orada da işçi sınıfı sokağa çıksa da iktidarı alacak siyasi olgunluğa ulaşan bir hareket sağlayamadı, dolayısıyla burjuvazi IMF yardımlarıyla yeniden yapılanarak bu gün Güney Amerika kıtasının gelişen ekonomisi haline geldi. Dünya ekonomisi içinde kendine rol biçilen bu iki ülkede işçi sınıfına dönük köklü saldırılar yaparak ucuz iş gücü arzını yarattı. Sıra artık bu anlamıyla Tunus, Mısır gibi iş gücü potansiyeline sahip ülkelere gelmişti, bu anlamıyla tıpkı
32
yukarıda ki iki örnekte olduğu gibi dünya ekonomisi içerisinde hızlı ve rahat hareket eden ve uyumlu iktisadi yapılanmayı destekleyen siyasi rejimlere ihtiyaç duyuldu. Bu ekonomik krizlerin sonucu ise bize şunu göstermekte soğuk savaş ve iki kutuplu Dünya döneminde ortaya çıkmış olan bu rejimlerin, SSCB'nin de yıkılmasıyla ortaya çıkan yeni döneme ayak uyduramaması oldu. Dünya ekonomisini yöneten tekellerin denetimine girmekten başka çaresi yoktu bu rejimlerin ve öylede oldular. Özellikle ucuz iş gücüne ihtiyaç duyan bu çok uluslu tekeller aynı zamanda bu ülkelerde yerli burjuvalarıyla ortaklıklar kurarak artı değer sömürüsünü yoğunlaştırdılar, keza bu tekellerin reel piyasanın ürettiği artı değere ihtiyacı vardı. Yaşanan son krizde bunun bariz sonuçlarını ortaya koydu. Krizlerin ardından toplumsal kalkışmaların yaşanmasının en önemli göstergesi de işçi sınıfı üzerinde yaratmış olduğu yıkıcı etki. İşsizliğin artması, ücretlerin değer kaybetmesi ve alım gücünün azalması olarak işçi sınıfına yansımakta, merkezinde ekonomik sorunların olması ve taleplerin bu temel üzerinden şekillenmesi, krizlerin bu etkisine bağlı. Muhammed Bouaziz'nin kendini yakması işsizlikten bunalmış kitlelerin sembolik ifadesiydi. Bu durum Tunus ekonomisinin işçi sınıfı üzerinde yıkıcılığının dışa vurumuydu. Kuzey Afrika’da yaşanan olayların 2009-2010 krizi ardından yaşanması tesadüfî olmasa gerek. Dünya ekonomisinde özellikle Rusya ve Çin karşısında hâkimiyet kazanmak isteyen Kuzey Amerika ve Batı Avrupa kapitalizmi buralardaki iş gücü ve hammadde kaynaklarına önümüzdeki dönemde azgınca saldıracağa benziyor. Ki bu anlamıyla yeni şekillenecek olan Tunus ve Mısır ve bölgede ki bu potansiyele sahip diğer ülkelerin burjuvaları bu sömürünün önünü açarak siyasal iktidarını bu bağlamda işçi sınıfı üzerinde hem yanılsama yaratarak hem de baskı kurarak şekillendirecektir. Sendikacıların Hükümet Kurduğu Ülke Tunus Tunus olayların ilk patlak verdiği ülke ve daha çok ekonomik sorunların ifade edildiği eylemlere de sahne olan yer aynı zamanda. Tunus'ta olayların başlamasının temel nedeni işsizlikti Muhammed Bouaziz'nin kendini yakması fitili ateşleyen kıvılcım oldu. İşsizliğin yanında düşük ücretler de yine sokaklara dökülen işçilerin en ön sıralarda dile getirdikleri sorunlardı. Yasemin devrimi olarak isim verilen bu kalkışma 28 günlük eylemlerin ardından Ben Ali'yi Arabistan'a gönderse de biz komünistlerin anladığı anlamda bir devrim olmadı. Ama bölgede ki en kitlesel sınıf hareketini ortaya çıkardı yaklaşık 200 bin işçinin katıldığı grevler örgütlendi. İktidarı alabilecek olgunluğa ulaşamayan bu hareket diğer ülkelerdeki hareketlere bu anlamıyla önayak olmadılar. İşçi sınıfının aktif rol aldığı bu kalkışma sonunda neyi getirdi? Hemen şu cevabı verebiliriz, gelen bir devrim değildi. Önceki rejimin sendikacılarının bu olaylarda istemese de işçi sınıfının toplumsallaşmış gücü karşısında, işçilerden yana tutum almak zorunda kalsa da burjuvazi adına hükümet kurma girişiminde bulundular. Görüyoruz ki eski rejimin yarattığı tüm araçların gelişen bu hareket karşısında tutunamaması aynı zamanda Ben Ali'nin partisi olan RCD'nin de sonunu getirdi. Eski kalıntılar bu partiyi terk ettiklerini ilan edip sendikacılarla ortak “Birlik Hükümetini” kursalar da protestolar karşısında yıkılmak zorunda kaldılar. Bunlar yaşanırken bölgeye gözünü dikmiş batılı kapitalistler düne kadar adamları olan Ben Ali'nin gitmesine kanaat getirdiler. Olayların toplumsal boyutu onlarında hesaplamadığı büyüklükteydi, ama akabinde yeni hükümeti desteklemekten de geri durmadılar. Tek adam rejimine son veren olayların ardından istikrarın uzun süre sağlanamayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Tunus'ta işçi sınıfı iktidarı bir devrimle alamadığına göre tıpkı Türkiye'de olduğu gibi seçimler yoluyla parlamenter demokrasi ve sendikacıların aktif olduğu bir siyasal atmosferin yaşanması olası görünüyor. Bu olasılıkta maalesef bir bölge devriminin belli bir olgunlaşma dönemine girdiği varsayımını akla getirse de, veya böyle olsada onun önünde azımsanmayacak bir yanılsama yaratabilir. Tüm bunlar işçi sınıfının devrimci bir kalkışmaya girişmeyeceği anlamına da gelmiyor. İşçi Sınıfından Çok Şey Beklenen Ülke Mısır Ben Ali'nin olaylar karşısında fazla tutunamaması Mısır halkına Mubarek'in de yıkılabileceğini gösterdi, Tahrir meydanını doldurdular ve günlerce alanı terk etmediler. Mısırda da işsizlik, düşük ücretler ve Mubarek rejiminin yolsuzlukları sokaklarda en çok dile getirilen sorunlardı. Bölgede ki en deneyimli işçi sınıfına sahip Mısır'da olaylar ilk patlak verdiğinde beklentiler de beraberinde geldi. Bu beklentiler işçi sınıfının bu toplumsal kalkışmanın motor gücü olacağıydı. Böyle olmasa da grevler yoluyla işçiler kendi tepkilerini gösterdiler. Mısır'da işçi sınıfının yanında diğer toplumsal katmanlardan da harekete katılım söz konusuydu. Mubarek rejiminin muhalifleri de eylemlerde önemli ölçüde yer aldılar. Başlarda mısırın en güçlü burjuva siyasal hareketlerinden biri olan Müslüman Kardeşler örgütü olaylardan uzak dursa da Mubarek'in sallandığını gördüğünde
33
kendi kitlesine yönlendirmeye ve boy göstermeye başladılar. Diğer taraftan Muhammed El Baradey apar topar Avrupa’dan gelerek kurulacak hükümette yer alacağını duyurarak Batılı kapitalistlerin temsilcisi olarak rol üstlendi. Müslüman Kardeşler ise kendi içinde ikiye ayrılmış ve liberal eğilimi temsil eden bir kanat ortaya çıkmıştı. Tıpkı 28 Şubat sürecinde AKP de Refah Partisi'nin bölünmesi sonucunda “yenilikçi kanat” söylemiyle ortaya çıkmıştı bu anlamıyla Müslüman kardeşler ve AKP'nin birbirlerine benzediğini söyleyebiliriz. Önceden beri siyasal islam bağlamında bu iki hareketin kardeş örgütler olduğu söylenmekteydi. Bahsi geçen bölünmeler sonucunda ortaya çıkan bu liberal kanatlar burjuvazi için bölgede etkili olarak kullanılacak bir araca benziyor, keza Türkiye'de bu anlamıyla AKP burjuvazi için yıllardır bekleyen yasalarla reformlar yaptı ve işçi sınıfına en köklü saldırıları gerçekleştirdi. Öyle görünüyor ki Mısır işçi sınıfını da benzer bir süreç bekliyor. Mubarek'in gitmesinin ardından Mısır işçi sınıfı kırıntı denecek kadar ekonomik iyileştirmeler sonucunda grevlere son verdi. Bunlar aslında burjuvazi açısından tavizler verilerek savuşturma manevralarıydı. İşçiler ikinci kez sokağa çıktığında öncesinde tarafsız olan ordunun aslında bir taraf olduğunu anlayacaklardı. Mübarek gitmişti fakat burjuvazi ve onun iktidarı araçları olduğu yerde duruyordu, ikinci kez sokağa çıktıklarında gördüler ki onlar için değişen çok fazla bir şey yoktu. Ordunun silah kullanarak bastırmaya çalıştığı ikinci kalkışma birkaç günlük çatışmanın ardından sönümlendi. Mubarek'in tasfiyesi yazının başında bahsettiğimiz gibi tek parti rejiminin tasfiye edilip yerine burjuva parlamenter sistemi ikame etmek olacak bunda ne kadar başarılı olacaklar bu yine Mısır işçi sınıfının süreç karşısında ki politik tutumuna bağlı. Bu tutum da kendi sorunlarının çözümünün ancak kapitalist iktisadi ve siyasi iktidarının yakılması ve işçilerin konseyler biçiminde örgütlenmesiyle mümkün olduğunu anladığında olacaktır. Bölgede önemli bir işçi nüfus barındıran Mısır, uluslar arası tekellerin ağzını sulandıracak artı değer potansiyeline sahip, işte bundandır ki Mısır yeni çalkalanmalara gebe. Burjuva Demokrasisinin Temel Aracı Parlamento ve Kuzey Afrika Olayları Tunus ve Mısırda ortaya çıkmış olan toplumsal kalkışmalar bir bütün olarak Arap coğrafyasını etkilemekle kalmadı İran'ı, Kafkasları da etkiledi ve şimdi bu yazıyı yazarken de Suriye'de olaylar devam etmekte. Bu rejimlerin artık miadını doldurduğuna şahit olmaktayız, hem de işçi sınıfının aktif katılımının olduğu kalkışmalar yoluyla. Fakat işçi sınıfının bu kalkışmalar yoluyla kendi iktidarını kuramadığına da şahit olmaktayız, birileri devrim olduğunu kanaat getirse de bu kalkışmalar dizisinin biz böyle olmadığını defalarca söyledik ve söylüyoruz. Peki, bundan sonra ne olacak? Asıl mesele de burada başlamakta. Yazının başında özellikle Türkiye'de yaşanan darbeler sürecine ve bu darbelerin ardından gelişen ekonomik ve siyasal sürece değindik. Burada ki temel neden aslolarak Türkiye'de parlamenter sistemin kurumsallaştırılarak kitlelerin demokrasi yanılsamasının içine sokularak burjuva iktidarının istenilen noktaya ulaştırılmış olması. Tunus, Mısır ve diğer ülkelerde de hemen şimdi olmasa da bu sürece tedricen başlamış olması ve bu bağlamda Türkiye'ye bu sürecin örneği olarak batı kapitalizminin bölgede ki temsilcisi olma rolünü biçilmesi rastlantı sonu değildir. Peki, parlamento işçi sınıfı için ne anlama gelmekte buna değinerek komünistler olarak kendimize düşen görevleri saptamak gerekiyor. Bilindiği gibi parlamentolar burjuva demokrasisinin iktidar aygıtlarından bir tanesidir. Parlamento, işçi sınıfı üzerinde en güçlü yanılsamayı yaratan, her vatandaşa verilmiş oy hakkı ve temsiliyet üzerinden işçi sınıfını burjuva demokrasisine bağlayan karşı devrimci niteliğe sahip en gelişmiş burjuva temsili devlet organıdır. Parlamento aynı zamanda burjuvazinin kendini işçi sınıfına karşı savunduğu bir araç olma işlevini görmektedir. Emperyalist çürüme ve yıkılma çağının getirdiği bir sonuç olan parlamentolar işçilerin çıkarları için kullanılmayacak niteliğe sahiptirler, dolayısıyla buralara girip işçi sınıfı mücadelesi adına bir siyaset yapmak mümkün değildir. Komünistler için bu gün esas sorun iktidarın işçi sınıfı tarafından alınma sorunudur. Bu bağlamda parlamentoların teşhiri ve onun yanılsamalarının kırılmasına dönük yapılacak olan devrimci propaganda bizler için tarihsel önemdedir. Bu sadece burjuva parlamenter sistemlerde değil bu gün buna yeni yeni geçmekte olan ülkelerde ki komünistlerin de temel sorunlarından birisidir. Kuzey Afrika da ve tek parti rejiminin hakim olduğu tüm ülkelerde yaşanacak olan olası parlamenter sistem denemeleri oralarda ki işçi sınıfı için ciddi bir yanılsama ve bunun üzerine bina edilecek olan en küçük bir zaman dilimini bile boş bırakmadan sömürecek kapitalist barbarlıktır. Ama her şeye rağmen özellikle Tunus ve Mısır'da işçi sınıfı gerçek bir mücadele deneyimine sahip oldu, olası devrim döneminde bu deneyimler tarihsel anlamını bulacaktır. EA
34
Enternasyonal Komünist Akım aşağıdaki siyasi ilkeleri savunur: - Kapitalizm Birinci Dünya Savaşı'ndan beri çöken bir toplumsal sistemdir. İki defa insanlığı kriz, dünya savaşı, yeniden yapılanma ve yeniden krizden oluşan barbarca bir döngüye sürüklemiştir. Seksenlerde bu çöküşün son evresine, çürüme evresine girmiştir. Bu geri çevrilemez tarihsel düşüşün sunduğu iki ihtimal vardır: ya sosyalizm ya da barbarlık; ya dünya komünist devrimi ya da insanlığın yok oluşu. - 1871 Paris Komünü, koşulların olgunlaşmamış olduğu bir dönemde proleteryanın bu devrimi gerçekleştirmek için ilk denemesiydi. Kapitalist çöküşün başlamasıyla bu koşullar yerine getirildikten sonra, 1917'de Rusya'da gerçekleşen Ekim devrimi, emperyalist savaşa son vermiş ve daha sonra birkaç yıl daha devam etmiş olan uluslararası devrimci dalganın bir parçası olarak gerçek dünya komünist devrimine doğru atılmış ilk adımdı. Uluslararsı devrimci dalganın yenilgisi, özellikle 1919-23 arası Almanya'daki yenilgi, Rusya'daki devrimi yalıttı ve hızla yozlaşmaya mahküm etti. Stalinizm, Rus devriminin bir ürünü değil, mezar kazıcısı oldu. - SSCB'de, Doğu Avrupa'da, Çin'de, Küba'da vb. ortaya çıkan ve ‘sosyalist' veya ‘komünist' adıyla alınan devlet mülkiyetine dayanan rejimler, kendisi çöküş döneminin önemli bir niteliği olan devletçi kapitalizme doğru evrensel eğilimin özellikle vahşi bir türünden başka bir şey değillerdi. - 20. yüzyılın başlangıcından beri bütün savaşlar, büyük küçük bütün devlet arasında uluslararsı alanda bir yer etme mücadelesinin bir parçası olan ölümcül emperyalist savaşlardır. Bu savaşlar insanlığa daima yükselen bir ölçekte ölüm ve yıkımdan başka hiçbir şey getirmemiştir. İşçi sınıfı savaşlara ancak uluslararası dayanışma ve bütün ülkelerde burjuvaziyle savaşarak karşı koyabilir. - Bahanesi ister etnik, ister tarihsel ister dini olsun, bütün milliyetçi ideolojiler - ‘ulusal kurtuluş', ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı' vs - işçiler için gerçek zehirlerdir. Onları burjuvazinin şu veya bu kesiminin tarafını tutmaya çağırarak işçileri bölerler ve onları savaşların ve sömürücülerinin çıkarları uğruna birbirlerini katletmeye yöneltirler. - Çöken kapitalizmde parlementolar ve seçimler bir maskaralıktan başka hiçbir şey değildir. Parlementer sirke katılma yönündeki her çağrı sadece bu seçimlerin sömürülenler için gerçek bir seçenek sunduğu yalanını güçlendirmeye yarayabilir. Burjuva hakimiyetinin özellikle ikiyüzlü bir biçimi olan ‘demokrasi' köklerinde kapitalist diktatörlüğün Stalinizm veya faşizm gibi diğer biçimlerinden farklı değildir. - Burjuvazinin bütün kesimleri tamamen gericidir. Bütün sözde ‘işçi' partileri, ‘Sosyalist' ve ‘Komünist' (artık eski-‘Komünist') partiler, solcu örgütler (Troçkistler, Maoistler, eski-Maoistler ve resmi anarşistler) kapitalizmin siyasi aygıtlarının sol kanadını oluşturmaktadır. Proleteryanın çıkarlarını burjuvazinin bir kesiminin çıkarlarıyla karıştıran bütün ‘halk cephesi', ‘anti-faşist cephe' ve ‘birleşik cephe' taktikleri sadece proleter mücadeleyi boğmaya ve saptırmaya yarar. - Kapitalizmin çöküş dönemiyle birlikte, heryerdeki sendikalar kapitalist düzenin proleterya içerisindeki organlarına dönüştürüldüler. Sendika örgütlerinin çeşitli biçimleri, ister ‘resmi' örgütler olsun ister ‘taban' örgütleri, sadece işçi sınıfını kontrol altında tutmaya ve mücadelelerini baltalamaya yarar. - İşçi sınıfı kavgasını yaymak için, mücadelelerini, genişlemenin ve örgütlenmenin kontrolünü, bağımsız genel kitle toplantıları ve seçilmiş ve her an geri çağırılabilir delegelerin oluşturduğu komiteler aracılığıyla alarak birleştirmelidir. - Terörizm hiçbir şekilde işçi sınıfı mücadelesinin bir yöntemi olamaz. Eğer kapitalist devletler arasındaki daimi savaşın bir ifadesi değilse geleceği olmayan bir toplumsal katmanın ve küçük-burjuvazinin çürümesinin bir ifadesi olan terörizm, her zaman burjuvazinin kendi amaçları doğrultusunda kullanması için uygun bir zemin olmuştur. Küçük azınlıkların gizli faaliyetlerini savunmak, proleteryanın bilinçli ve organize kitle faaliyetlerinden doğan sınıfsal şiddeti savunmanın tamamen karşıtıdır. - İşçi sınıfı komünist devrimi gerçekleştirebilecek tek sınıftır. Onun devrimci mücadelesi engellenemez bir biçimde işçi sınıfını kapitalist devletle yüzleşmeye itecektir. Kapitalizmi yok etmek için, işçi sınıfı bütün mevcut devletleri devirmek ve dünya çapında proleterya diktatörlüğünü, bütün proleteryayı yeniden örgütleyecek işçi konseylerinin uluslar arası iktidarını kurmalıdır. - Toplumun işçi konseyleri tarafından komünist dönüşümü ne ‘öz-yönetim' ne de ekonominin millileştirilmesi anlamına gelir. Komünizm, işçi sınıfının ücretli emek, meta üretimi, ulusal sınırlar gibi kapitalist toplumsal ilişkileri bilinçli bir şekilde yok etmesini gerektirir. Bu da bütün faaliyetlerin insani ihtiyaçları karşılamaya adandığı bir dünya toplumunun yaratılması anlamına gelmektedir. - Devrimci siyasi örgüt işçi sınıfının öncü kolunu oluşturur ve sınıf bilincinin proleterya içerisinde genelleşmesinde faal bir etmendir. Görevi hiçbir şekilde ‘sınıfı örgütlemek' veya sınıfın adına ‘iktidarı almak' değildir. Devrimci örgütün görevi mücadelelerin birleşmesine ve işçilerin kontrolü kendileri için kendilerinin almasına doğru giden hareketin faal bir parçası olmak, bir yandan da proleteryanın kavgasının devrimci siyasi hedeflerini çıkartmaktır. Faaliyetlerimiz Proleter mücadelenin amaçlarının ve yöntemlerinin ve tarihsel ve anlık koşullarının siyasi ve teorik olarak netleştirilmesi. Proleteryanın devrimci faaliyetlerine doğru giden sürece katkı yapmak amacıyla uluslararası ölçekte birleşik ve merkezileşmiş örgütlü müdahale. Devrimcilerin, işçi sınıfının kapitalizmi devirmesi ve komünist toplumun yaratılması için kaçınılmaz olan gerçek bir dünya komünist partisi kurma amacıyla yeniden örgütlenmesi. Kökenlerimiz Devrimci örgütlerin ilkeleri ve faaliyetleri işçi sınıfının geçmiş tecrübelerinin ve tarih boyunca işçi sınıfının doğurduğu siyasi örgütlerinin çıkardıkları derslerin bir ürünüdür. Dolayısıyla EKA kökenlerini Marks ve Engels'in Komünist Ligi'nde (1847-52), üç Enternasyonal'de (Enternasyonal İşçi Birliği,s 1864-72, Sosyalist Enternasyonal, 1889-1914, Komünist Enternasyonal, 1919-28) ve 1920-30 arasında ve başta Alman, Hollanda ve İtalyan Komünist Solları olmak üzere yozlaşan Üçüncü Enternasyonal'dan ayrılan sol fraksiyonlarda görür.
35
İki Gün Yeter Mi? Bugün sağlık işçileri iki gün sürecek greve başladılar. Artık herkes sağlık işçilerinin ne kadar zor koşullarda çalıştığını biliyor: Uzun çalışma saatleri ve düşük ücretler. Yeni düzenlemelerle ve bekleyen yasa tasarıları ile ise uzun çalışma saatleri, düşük ücret ve güvencesiz çalışma kural haline getiriliyor. Ancak bu durum sadece sağlık işçilerini değil, işçi sınıfının tamamını ilgilendiriyor. 2008 dünya ekonomik kriziyle her bir işçinin hayatı daha da zorlaştı. Bir çoğumuz işten atılırken, halen çalışmakta olanlarımız için işsizlik çok daha büyük bir tehdit haline geldi. Gençler içinse iş bulmak imkansızla yarışıyor. Sermayenin kriz politikası işçi sınıfına topyekun saldırı oldu. Ancak bunu farklı sektörlerde, mümkünse farklı zamanlarda ve farklı isimler altında yapmaya özen gösterdiler ama sonuç bir bütün olarak işçi sınıfı için çalışma koşullarının kötüleşmesi ve yaşam standartlarının düşüşü oldu. Bu saldırıların önüne geçmek için ne yapabiliriz? Sendika iki günlük grev ilan etti fakat bu saldırıyı durdurmak için yeterli bir adım değil. Bunu en yakın örneğinden TEKEL’den biliyoruz. Güvencesiz çalışma koşulları, özlük haklarının kaybı TEKEL işçilerine 4-C adıyla dayatılmıştı. Sendikalar bir günlük iş bırakma ilan ettiler ama bu pek bir işe yaramadı: Grev yaptığını iddia eden sendikalar, sokağa taşıyabilecekleri kitleyi bile alana taşımayarak grevi etkisizleştirdiler. Bu bir günlük iş bırakma, o zamana kadar mücadelenin sınıfın geneline yayılması ile kazanabileceğini gören ve bu yönde çaba sarf eden işçilerin gözünde bir hezeyan oldu. Bu hayal kırıklığından sonra hareketi yönlendirmek ve baltalamak sendikalar için çok daha kolay oldu. Günümüzde de kapitalizmin artık çürümüş aygıtları olan sendikalar mücadeleyi birleştirmekten (?!) bahsederken acaba hiç son dönemdeki metal işçileri grevi ile bugünkü sağlık işçileri grevini bile birleştirebilmeyi düşünmüşler midir? Sendikaların birkaç saatlik ya da birkaç günlük grev ilan etmesi bizim bu saldırıları püskürtmemiz için bir araç olmadığını söylüyoruz. Peki, o zaman ne yapmalıyız? Bizim ancak kendi irademiz ve gücümüz çalışma koşullarımıza ve hayat standartlarımıza yöneltilen saldırıyı durdurabilir. İrademizi, sendikaların dışında, bir araya geldiğimiz kitle toplantılarında ortaya koyabiliriz. Bu bir hayal değil, bunu daha önce de yaptık, şu anda da dünyanın farklı yerlerinde yapıyoruz. Bu yolla Mısır’da ve Tunus’ta işçiler büyük ücret artışı aldılar. Önemli olan kendi gücümüzün farkına varmamız ve mücadeleye dönük kararlar aldığımız, talepler ortaya koyduğumuz kitle toplantıları gibi öz-örgütlülüklerimizi yaratabilmemiz. Bu yolla mücadelemizi genişletebilir, sınıfımızın tümüne yayabiliriz. Zira bu sınıfımızın tamamına yöneltilen bir saldırı ve bunu ancak sınıfımızın tamamının birlikte mücadele etmesi durdurabilir. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi ellerindedir!
E N TE RN ASY O NA L K O M Ü Ni S T A KIM turkiye@internationalism.org . tr.internationalism.org