Demorkasi ve Özgürlük 1

Page 1


doh

12/3/09

11:39 AM

Page 1

merhaba Biz o köprüleri yaktık… Evet; zor oldu… Belki bir süre daha tekrarın karanlık dehlizlerinden çıkmak için bir ışık huzmesini arayacak gözlerimiz… Belki bir süre daha terk edemeyeceğiz o eski alışkanlıklarımızı… Yada karanlıkta el yordamıyla yürüyeceğiz lakin hiç önemli değil bütün bunlar çünkü biz o köprüleri yaktık ve geriye dönüşümüz yok artık..! Ne terk eden sevgilinin arkasından en mutlu olduğu anları özleyen sevgiliyiz, ne de şiirde en iyi olan şairlere öykünen kötü şairimsileriz. Kahraman değiliz hiçbirimiz ama tarihimiz içersinde yer alan kahramanlarımızdan da yok bir eksiğimiz! Sakın ola yanlış anlaşılmasın, inkârın değil düşünü kurduğumuz o yaşanası dünyaya ve o dünyanın değerlerine duyduğumuz aidiyetin resmidir bugün ateşe verilen köprüler. Devrimse eğer iddiamız, herkesin üzerinde mutabık olacağı önkoşul, dün yarattığımız değerlerin aşılmasıdır. Ziyadesiyle değişti dünya! Ziyadesiyle değişti yaşadığımız topraklar! Bir yerden bir yere bir mektubun ulaşması ayları bulmuyor artık! Dün işçi sınıfının en büyük silahı olan grev, bugün borsa manipülasyonlarında burjuvaların elinde bir silaha dönüşebiliyor pekâlâ. Dün doğru bildiklerimiz belki bugünde doğru, ama hızla akıp giden ve sürekli değişen bu hayatı yakalayabilmek için yeni bir dile ihtiyacımız var, yepyeni sözcüklere! Yeni bir fikre ihtiyacı var yaşadığımız toprakların. İnsanın bir amaç olduğunu bilen ve insanı araçlaştırmadan, insan merkezli siyaset yapan yeni bir fikre! Hem bu dili hem de bu fikri yaratabilecek kadar genç bir ekibiz! Değişime ve değiştirmeye açığız yani! ‘Öteki’nin çirkinlikleri üzerinden, kendisini güzel görenlerin çokça olduğu bir coğrafyada yasakçı, sekter, bürokratik, iktidar hırsının esiri olmuş küçük dünyaları geri de bırakabilmek için, attık ilk adımımızı… Hiç kimseyle hiçbir rekabete girmeden, bir şey koparmaya çalışmadan, gelen saldırılara cevap vermeden, bir ayrılığı yeni bir başlangıca dönüştürebilmek için çıktık yola. Yüzümüzü kitle denizine çevirdik ve yeni bir hayat kuruyoruz şimdi! Kalabalık ve kabarık değiliz! Bu kadarız işte! Kalabalık görünmek için üçlü kortejler kurmuyoruz! Ne dostlarımızı ne de kendimizi pembe yalanlarla kandırmıyoruz! Aklını ve kalbini özgür bırakmayı becerebilenler, yarının büyük kalabalıklarını hissedebilirler soluklarımızda! Çünkü biz yeni bir dünyayı vaat edebilecek kadar irade sahibi ve cüretkârız! Modern Poseidonlar’ın lanetinden korkmadan, denizin ortasında boğulma ihtimalini göz ardı etmeden çıktık yola. Elimizde baltalarla yeryüzünün lanetlileri için kilitli olan kapıların önündeyiz şimdi! Bu nümayişi izlemeye gelenlere yüksek sesle söylüyoruz; Cennetin kapıları, dualarla yakarışlarla değil, gürz ve baltayla yarılacak! Bugünün gereklilikleri ve sorumlulukları karşısında, eski geleneksel yapıları sorgulayarak, neden bugüne yetemediğimize samimiyetle cevap arayanları arıyoruz. Yeniyi hep birlikte kurmaya cesaretine sahip herkese açık olan bir tartışma zemininde özgürce tartışarak, ortaklıkları büyüterek yürümek isteyenlere hem bir çağrıdır hem de bir merhabadır bu ilk sayımız… “Yürekten gülerek MERHABA!” Demokrasi ve Özgürlük Dergisi - Aylık Yerel Süreli Yayın - Adına İmtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü Yaman Yıldız TEL-FAX: 0212 2520156-53 Hamalbaşı Cad. No:8 Conga Han Kat 6 Beyoğlu / İstanbul - Basım Yeri Ezgi Matbaacılık - Sanayi Sitesi Altay Sk. No:10 Yenibosna Bahçelievler / İstanbul


doh

12/3/09

11:39 AM

Page 2

güncel

tarihin seyircisi, okuyucusu ya da yaratıcısı olmak!

işte asıl mesele…

“Arkamdan yürüme; öncün olmayabilirim; Önümde yürüme, takipçin olmayabilirim; Yanımda yürü; böylece ikimiz de eşit oluruz.” (Kızılderili sözü)

ayın Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla iki gün içerisinde Türkiye’ye hareket eden Barış Grupları’nın geliş süreci üzerine çok şey yazıldı, çizildi. Ağzı olan konuştu, yeteneği ya da imkanı olan yazdı.. Tüm farklı seslere, yorumlara rağmen ortadaki bir gerçekse değiştirilemedi. Kandil’den, Maxmur’dan Habur’u geçip gelenlerin, hele hele “Barışa Dokunmak” umudu yüreklerinde alanları dolduran milyonların, kalemle değil, yaşamlarıyla bir tarih yazdıklarıdır.. Bu anlamda benim de yazmaya çalıştıklarım yeni bir şey gibi gözükmeyecek olsa da gerçek şu ki, Silopi’den Amed’e yaptığım yolculuk, hayatımın eskisi gibi devam etmeyeceğinin dönüm noktasını, adres ve yol değişikliğini oluşturduğudur. Bu yaşamlarla yazılan tarihin, bu topraklarda bir “devrim” olduğunu yalnızca korkanlar, gerçeklerle yüzleşemeyenler ya da “kıskananlar” kabul etmekte zorlanacaktır… İşte böylesi tarihi bir an’ın tanıklığı üzerine yazmak çok zor; çünkü o kısa “anın içinde” büyük bir anlam, olağanüstü zengin bir kapsam, tek bir yönden ele alınamayacak zenginlikteki büyük bir mücadele gizli. Çünkü bu tarihi an, sadece bir “an” değil, bize artık eskisi gibi yürünemeyeceğini anlatan bir “devrimci sürecin” yoğunlaşması, tek bir “anda” dile gelmesi. Bu tarihi an’a ilişkin, milyonlarca insanın günlerce sınır kapısına nasıl kilitlendikleri, kolunda serumlarla hastaneden kaçıp da gelmişlerin, okulların, işlerin her türlü günlük yaşamın donup, dönümlerce boş arazilerde günler süren bekleyiş içerisinde milyonlarca insanın gözlerine yansımış Ba-

S

rış umudunu paylaşabilmek bu yazının konusu olmasın. Bu yazıda insani duyguların ötesinde bir başka gerçekliğe dokunmaya çalışalım hep birlikte. İster tavuk yumurtadan, ister yumurta tavuktan densin, inkar ve imha ile kürt sorununun çözülemeyeceğinin, bir halk sahiplenişi yaratmış olan bir hareketin tasfiye edilemeyeceğinin an’ıydı Silopi… Bunca yıldır inkar siyasetinin hayatlarında açtığı unutulmayacak acıları yüreklerinde olsa da Kürtlerin Barış istedikleri gerçeğinin, “Barışa Dokunabilmenin umudunun” an’ıydı Habur… Ortada oynanmakta olan hileli bir oyunu bozan, ezberleri altüst eden bir an’dı Amed… Gerçekte samimiyetle inandığı ve amacı çözüm olan bir projeye sahip olmadığı halde, ortaya çıkan siyasî koşulları yönlendirebilmek ve iktidarını sürdürebilmek için sahte bir açılım edebiyatı ile ortaya çıkan, seçim hesapları içinde bir AKP, Milliyetçilikten, ırkçılıktan beslenmekten başka bir argümanı olmayan CHP ve MHP, zayıflayan prestijine, ortaya dökülen kirli hukuksuzluklarına rağmen operasyonlardan, meclis yerine kendini ikame etmekten geri durmayan, ülkenin seçime girmeden iktidarı gibi hareket eden “silahlı kuvvetler”i ve ardışıkları hop oturdu hop kalktı milyonların Barışa Dokunabilmek için kararlı yürüyüşleri karşısında… Ve birden Kürtlere, DTP’ye yüklenen bir argümanlar dizgesi üretilmeye başlandı. DTP’nin bile hazır olmadığı bir süreçti oysa Silopi yolları. Gergindiler, ürkektiler ve bir o kadar da heyecanlıydılar. Bir tarihi an’a tanıklık ediyor olmanın gururunu taşımak isterken bir o kadar da hazırlıksızdılar… Gelen Barış Grupları karşısında bir anlamda unutuluverilen milletvekilleri, coşkuyu, ilgiyi paylaşabilme “yarışındaydılar”. Hiç unutmadıkları ve bazen fazladan bile büyüttükleri protokollerine karşılık, gelen konukları bile unutabil-

Ayla Y›ld›r›m


doh

12/3/09

11:39 AM

Page 3

güncel

mişlerdi. Günler süren gerilim içinde yorgundular, sıkıştırılmışlık içindeydiler. Kadın milletvekillerininse erkeklere oranla daha direngen olmaları belki de erkeklere oranla süreç bitene kadar hep temkinli olmayı öğrenmelerinden kaynaklı da olabilirdi. 99 Yılında sessizce gelen, yalnız bırakılmış Barış Gruplarının aksine bugünkü sürecin yarattığı atmosfer itibariyle sınırda yerini alan “Protokol Heyetinin”, Devrimci bir halk hareketinin öncüsü olabilmenin çok uzağında olduğu gerçekliği ve farklılığı ise bir başka, ayrıntılı bir tartışmanın konusu olsun. Öyle ya, halk yorulmadı günlerce, işini, aşını, evini, okulunu düşünmedi. Bekledi Barış Elçilerini günlerce, en son beş kişi de çıkana dek. Ertesi günün programı, anlamı yoktu o AN onların hayatında. Onlar her elde ettiklerini kendileri almayı öğrenmişlerdi. Barış onlar için bir umut sözü değil, bir ihtimal değildi. Onlar barışı, devrimi kendilerinin yapmalarından başka bir yolları olmadığı gerçeğini bilmenin ötesinde yaşayanlardı, bilinmez tarihlere havale eden değil bugünleri yaratmak için yollara düşenler, bu uğurda kararlı olmayı yaşamları pahasına öğrenmiş olanlardı.. Ve bu duygularla toplanan milyonlar, sadece DTP’liler değil, uzun yılların acılarının ardından Barışa dokunmak isteyen her kesimden Kürtlerdi, yoksullardı, köylülerdi, işçilerdi, gençlerdi, yürekleri acılı, tüm çocukları kendi çocukları kabul edip onların ölmemesi umudunu korumak isteyen gözleri yaşlı analardı. Kürt sorununun onurluca çözümünden vazgeçmeyeceklerini haykıranlardı.. Dillerinde “Öcalan” sloganlarıyla savaş değil diyalog diyenlerdi.. Şov yapmak isteyenler olsa bile onlara zemin bırakmayan, Barışa dokunmanın dışında hiçbir şeyin hiçbir kimsenin önemi olmadığını gösteren milyonlardı… Şov yapan değil Barış için umutları büyütenlerdi.. Ve bu yüzden korku-

lanlardı… İşte bu milyonlara şov yapıyorsun yaklaşımı, hala inkar konseptinden, milliyetçilikten, şovenizmden, Kemalizm’den bağları kopartamamanın argümanıdır ancak.. Öyle ya bunca yılın acılarının ardından barışa dokunabileceklerine inananların sevincini çok görmek nasıl bir kardeşliğin, nasıl bir barış açılımın ürünü olabilir? Ya da “iyi de, biraz daha süreci bu kadar kanırtmasanız sessiz sedasız gelişleri sağlasaydınız, göze sokmasaydınız demek, Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla geldiklerini ifadelerine geçirmeye çalışmalarını eleştirmek, Türklerin hassasiyetini anlamaya çağırmak ... ” bunca yılın mücadelesini yok saymak, açıktan ya da üstü örtük hangi zihniyetin ürünüdür? 221. maddeye sığınarak teslim olmaya değil, bir çağrıyla barış için ikircimsiz geldiklerini göstermekten geri durmadıkları için, mevcut anayasayla bu sorunun çözülemeyeceğini göstermekte kararlı oldukları için eleştirmek, Kürt halkının mücadelesinin, taleplerinin, örgütlülüğünün, önderlerinin herhangi birini bile yok sayarak, hiç bir çözüm üretilemeyeceğini görmemektir. Ve bunu görmemek, Kürt halkının kendisini, kimliğini hala yok saymaya devam etmektir ancak.. Oysa yıllardır süren ve on binlerce insanın yaşamına mal olmuş açıkta cereyan eden savaş süreci karşısında, Barış gizlice, çaktırmadan yapılamaz. Barış bu topraklarda yaşayan herkesin ikircimsiz silahların susmasına birlikte sevinebildiklerinde yükselebilir ancak… Gelin hep birlikte anlaşalım. Bir halkın sevincine dahi tahammül edilemiyorsa ortada gerçekten barışa dair bir samimiyet, bir halkla eşitlenmeyi kabul eden bir anlayış yoktur henüz. Ya da bunu şov diye görmek, aslında egemen, milliyetçi, inkarcı anlayışla hesaplaşamamak diğer yanda da bir halkla yan yana olabilmek cesaretinden yoksun

Savaşa değil barışa teslim olmak onurlu bir davranıştır. Bugün barıştan, savaşın bitmesinden ve demokrasiden yana mı, yoksa puslanmış, her an karartılabilecek havanın kararmasına seyirci olarak ortağı mı olacağız?


doh

12/3/09

11:39 AM

Page 4

güncel

olmak demektir.. Başkalarının hassasiyetlerini görmemekle bu halkı itham etmeye kalkmak, bu halkın yıllardır çektiklerini, yitirdiklerini hiçe saymak kadar gerçek körü olmak, egemen kimliğe sahip çıkmak demektir. Ağır mı geldi sözlerim bilemem. Ama hangi söz, orada insanların yıllardır yaşadıklarından daha ağırdır. Evet, Kürt açılımı, demokratik açılım, bilmem ne açılımı diye aylardır bir propaganda sürüp gitmekte. Gerçek anlamda kapsamlı bir barışçıl-demokratik siyasî açılıma ihtiyaç olması, toplumun bütün çevrelerinden bir ilgi, destek verme durumu, silahların susabilecek olması umudu yaratmıştır görmekteyiz. İnkar ve imha yaklaşımıyla siyasî süreci götürmek, demokratik güçlerin ve PKK'nin üzerine gidip onları geriletmek iflas etmiştir çünkü. 29 mart yerel seçimleri öncesinde AKP ve İslam kozuyla, içi boş vaatlerle, TRT Şeş ile, hemen hemen tüm partilerin bölgede Kürtçe propaganda yapmaya çalışmalarıyla bir oyun sahnelenmeye çalışıldı. Öyle ki, seçimler sonrasında, örgütlü kürt cephesi bu boş vaatlere inanıp bölünseydi, DTP elindeki mevcut belediyelerin birini bile kaybetmiş olsa tasfiye süreci belki başka türlü işletilecekti. Ama Kürt halkı, bu oyuna düşmedi. Çünkü ortada ne istediğini ve ne yaşadığını bilen artık susturulması mümkün olmayan, Fıratın ötesinde başka, diğer tarafında başka şeylerin anlatıldığı gerçeğini de bilen bir halk ve örgütlü gücü vardı. Ve seçimlerde DTP büyük bir başarı ile çıkınca, ardından askeri operasyonların yanında siyasi ve hukuki operasyonlar boy gösterdi. Yüzlerce DTP’li yönetici, yurtsever emekçi, barış aktivisti, seçim sürecinde bir hayli etkisi olduğu gözüken Demokratik Özgür Kadın Hareketi aktivistleri hukuksuzca tutuklandı. Çünkü ortada gerçek anlamda bir açılım, Türki-

ye’nin demokratikleşmesi ve demokratik dönüşümü için samimi bir süreç değil tam tersine, bu kelimelerin derin anlamlarının içi boşaltılma süreciydi işletilmekte olan. Sadece her şeyin önüne yazılan bir “açılım” var. Devletin kendince her kesimi yönlendirdiği bir süreç var. Hem reddedilmekte diretilen ama yazdığı Yol Haritası’nın açıklanmasından bile çekinilen bir Abdullah Öcalan var, onun barış sürecine katkı koymaya çalıştığı söylemlerine inanan milyonlar var. Ve yol haritasını Barış adına değerlendirmek yerine, bunu nasıl boşa çıkartırım çabalarında ısrar var, hala 2006'da, 2007-2008 yılında olduğu gibi bir özel savaş planları var. Neyse bu tablonun detaylarını da bir kenara bırakalım. AKP demokratik bir açılımı inanarak cesaretle yapabilir mi, yapamaz mı, yürür mü yürümez mi onu kendisi bilir. Bizi ilgilendirecek olan Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün, askeri vesayetin hepimizi vurmakta olduğu ve bunun karşısında hep birlikte cesaretle, militarizme, askeri vesayete karşı, emekten, barıştan, demokrasiden yana neler yapabileceğimiz olmalıdır… Barış Süreci bir oyun değil, herkes ciddiyetini takınmalı, sorumluluklarını üstlenebilmeli, cesur olabilmelidir. Bunca baskıya rağmen dillerine sahip çıkıp unutmayanlar, bir televizyon kanalı ile avutulamazlar. On binlerce insanın yaşamını yitirmesi, milyonlarca insanın acıları ortada iken bu denli örgütlü bir halkın, Habur’da Barış Elçilerini karşıladığı gibi, itirafçılaştırılanların bir senaryo içinde gelişlerine dönüp bakmayacakları, yaratılmaya çalışılan Beyaz Kürtler oyununa hiç gelmeyecekleri de bilinmelidir. Bu oyunlara gelselerdi, en basitiyle yerel seçimlerde başka partilerden aday gösterilen Beyaz Kürtlere kanar ve DTP’yi bölgede birinci parti haline getirmezlerdi. Bu oyunlar kirli ve çı-

Türkiye metropollerinde, işçisiyle, emekçisiyle, genciyle, kadınıyla, hep birlikte bugünün en geniş demokrasi cephesinin adı anlamına gelebilecek DTP ile birlikte yürünebilmelidir


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 5

güncel

kışsızdır, artık görülmeli, kabul edilmeli, bu yoldan derhal vazgeçilmeli/geçirilmelidir. Savaşa değil barışa teslim olmak onurlu bir davranıştır. Bugün barıştan, savaşın bitmesinden ve demokrasiden yana mı olacağız, yoksa puslanmış, her an karartılabilecek havanın kararmasına seyirci olarak ortağı mı olacağız? Çocuklarını öldürmeyen bir ülkede yaşamanın onurunu çoktan kaybettik. Daha yenilerde kaybettik Ceylan Önkol’u. Uğur Kaymaz’ı. Sekiz yaşındaki Rozerin Aksu’yu. Bitlis’de gece hayvanlarını dağda otlatırken boğazı kesilen Hogır’ı, bir ay önce Cizre’de polisin gaz mermisiyle 2 yaşında balkonda her şeyden habersiz meme emerken hayata gözlerini yuman Memet’i. Yüzlerce çocuk ise okullarda olması gerekirken, cezaevlerinde hala. Ve bu durum bile gerçekten çözüm yerine göstermelik bir takım düzenlemelerle geçiştirilmeye çalışılmakta. Bu çocukların bile uğradığı haksızlığı gidermeye cesareti olmayanların Barış adına nereye kadar gidebilecekleri de malum… İşte böyle çelişkiler yumağı olan Türkiye politikaları açmaz ve tutarsızlık içinde. Filistin sorununda arabuluculuk rolüne soyunan, HAMAS’ı bir ulusal kurtuluş hareketi olarak kabul edenler, kendi coğrafyasında, Kürt sorunu söz konusu olduğunda bırakın PKK’yi, DTP ile görüşmekten imtina ediyor. Düşüncelerinden dolayı, bu ülkenin yasaları içinde seçilmiş olan DTP milletvekillerine ayrımcılık uygulayabiliyor, Polis zoruyla mahkemeye çıkarmayı anlatıyor. Geçmişte de yaşandı. Seçilmiş milletvekilleri meclisten zorla alındılar, tutuklandılar. Ne oldu? Çözüldü mü? Yerel seçimlerde DTP’nin bölgede tüm baskılara rağmen birinci parti olmasının ardından yüzlerce DTP’li yönetici, kadın hareketi aktivistleri tutuklandı. Ne oldu? Bildiğiniz gibi onbinlerce in-

sanla yapılan olağanüstü kongrede onbinlerce insan biz buradayız dedi. Evet her şeye, tüm samimiyetsizliğin gerçekliğine rağmen, bugüne kadar bu ülkenin tarihinde kürt sorununun bu denli tartışılabildiği bir başka dönem olmamıştır. Hiç bu denli konuşulabilir olmamıştı. Evlerde, sokaklarda, otobüslerde, kahvelerde, fabrikalarda, tüm televizyon kanallarında, dizilerde hatta meclis gündeminde eksik de olsa, yanlışlar da içerse konuşulabilir olmamıştı. Bu yönüyle bu durum Barışa giden yolda bir şanstır. Tabii kullanabilene.. CHP başta olmak üzere, Devlet Bahçeli gibi ırkçı söylemleri devam ettirenlere, bu oluşan havayı tekrar sertleştirmeye çalışanlara, operasyonlarda hız kesmeksizin devam edenlere, demokrasinin önündeki en büyük engel olan askeri vesayetin yarattığı sert rüzgarlara rağmen bu havayı barışa doğru sürükleyebilmek elimizde. Çelişkili de görsek, samimi bulmasak da, ister AKP projesi, ister Devlet Projesi, İster ardında ABD olsun, ister olmasın ne fark eder.. Onların ne dediği değil, olması gereken üzerinden bu dönemi Barış için doğru yolda ileriye götürebilmek hep birlikte bizlerin sorumluluğudur. Beni bu anlamda AKP’nin açılım adı altındaki adımlarının ne kadar samimi olup olmadığı hiç ilgilendirmiyor kendi yapmamız gerekenler yanında.. - Operasyonlar durmalı, silahlar susmalıdır, koruculuk kalkmalıdır vs… demenin … - Hakikatleri Araştırma ve Adalet Komisyonu


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 6

güncel

kurulmalıdır. Faili meçhul binlerce cinayetin sorumlularının açığa çıkartılması ve yargılanma süreçlerine kapı açılmalıdır. Bu anlamda dokunulmazlara 12 Eylül darbesinin sorumluları dahil dokunulmalıdır demenin… - Anayasanın bu toplumun herkesin anayasası olabilmesi için baştan yapılabilmesi için çalışmalar başlatılmalıdır, demenin vakti geçmiştir dönem bunların hayata geçirilmesi için zorlamanın, pratik adımların ve sorumlulukların üstlenilmesi dönemidir.. Aralık’da DTP milletvekillerine dokunmaya kalkanlar önünde barikat olunabilmelidir. Daha bu satırları yazarken bile, Türk ordusu Zap bölgesine havan ve obüslerle saldırıdaysa, Şemdinli kırsalı helikopterlerle bombalanıyorsa, Muş'un Bulanık İlçesi ile Erzurum'un Hınıs arasındaki kırsal alanda korucuların katılımıyla askeri operasyon başlatılmışsa hepimiz bir başka şeyi sorgulayabilmeliyiz. Unutulmamalıdır, gelen gruplar sadece Barış Elçileridir. Bu grupların gelmesiyle tek başına bu sorun çözülmeyecektir. Bu grupların gelişiyse bir sınamadır. Aynı zamanda tıkanan siyasetin önünü açmanın adıdır. Savaşan taraflar karşılıklı bir sınama süreci içindeyken, emekten, barıştan, demokrasiden yana olanların somut görevlerine çağrıdır. Unutulmamalıdır ki, Kürt sorununun demokratik çözümü, sınıf mücadelesinin yarınlara ertelenemeyecek soyut değil somut görevidir. Çözmek istenmediği sürece, barışın yol haritası; çözmek istemeyenleri çözüm sürecine getirme haritasıdır. Öyleyse bu çözümden yana olmayanlara dönük güçlü bir demokrasi, barış cephesini örmek barışın yol haritasının kendisidir. Bu yol haritası içinde kim ne kadar sorumluluk üstlenebiliyorsa o kadar üstlenmelidir “ama”sız, ikircimsiz. Demokrasi cephesi iddiasıyla yola çıkan DBH bu eksenden yürüyebilmeli; Bir adım daha ileri atabilecekler, bugün Kürt-

lerle stratejik ittifakı savunanlar, DTP ile dayanışma üyelikleri gibi bugüne kadar yapılmış ortak çalışmaların ötesinde hayatın sorumluluğunu birlikte paylaşabilmeye adım atabilmelidir.Sınıf mücadelesi somutta kürt sorunundan kaçınmanın teorisi olmaktan çıkarılmalı, kürt sorununda demokratik bir açılım sürecine girilmedikçe sınıf mücadelesinin de önünün açılmayacağı gerçeğinin bilinciyle, Kürtlerle birlikte demokrasi mücadelesinde sorumluluğu paylaşabilmeye adım atılmalıdır. Türkiye metropollerinde, işçisiyle, emekçisiyle, genciyle, kadınıyla, hep birlikte bugünün en geniş demokrasi cephesinin adı anlamına gelebilecek DTP ile birlikte yürünebilmelidir. Dört bir yanda, Karadeniz’den Ege’ye bu anlamda güçlü bir örgütlenme hep birlikte yükseltilebilmelidir… Ve gelebilecek tüm tepkilere, eleştirilere rağmen diyorum ki, Türkiye’de gerçekten sınıf mücadelesi bu halk hareketi üzerinden yükselecektir. Dileyen bu yaklaşımla yeni bir süreci nasıl geliştirebileceğimizi tartışmak yerine, seyretmeye, uzak kalmak için teoriler üretmeye devam edebilir. Ama ben, Diyarbakır’da Kürt sorununun demokratik çözümünün değerli konuklar tarafından anlatıldığı dinleyicisi olduğum binlerce kişinin katıldığı bir panelin çıkışında kendi aralarında konuşan Barış Analarının, içtenlikle birbirlerine “her şeyi iyi güzel anladım da, bunlar geldikleri yerlere döndüklerinde ne yapacaklarmış orasını anlamadım” diye sordukları can alıcı sorunun seyircisi değil parçası olabilmeyi tercih ediyorum. Bulunduğumuz yerlerde ne yapacağız, ne yapıyoruz Barış Anaları bunu soruyor. “Arkamdan yürüme öncün olmayabilirim; Önümde yürüme, takipçin olmayabilirim; Yanımda yürü böylece ikimiz de eşit oluruz.” Kürt halkı; barış, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde bizleri tarihi seyretmeye, yorumlamaya değil yapmaya çağırıyor.

Öyleyse bu çözümden yana olmayanlara dönük güçlü bir demokrasi, barış cephesini örmek barışın yol haritasının kendisidir.


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 7

politika

n e ya p m a l ı ? n e ya p m a l ı ? n e ya p m a l ı ? Ayfle Batumlu

ürkiye sosyalist hareketi 12 Eylül darbesinden “demokrasi”ye geçiş sürecinde önemli bir rol oynayamadı. Cunta rejiminden parlamenter rejime bugün hala yırtmaya çalıştığımız kendi anayasası ile sağ güçlerin öncülüğünde geçti. Bizim sosyalist hareketimizin demokrasiye geçiş sürecinde belirleyici bir rol oynayamaması, daha sonra yaşanan bütün olumsuzlukların kaynağını açıklıyor. Bu rol oynayamama durumunun asıl nedeni ise, askeri darbe karşısında yaşanan kah tutukluklar kah üstü “geri çekilme” gibi askeri terimlerle örtünen, darbeye bütün alanlarda direnemeyiştir. Bu teslimiyetçi “çekiliş”, Kürt özgürlük hareketi dışında Türkiye sosyalist hareketini kitlelerin gözünden düşürdü. Darbe öncesinde halkın içinde her türlü bedeli göğüsleyen devrimci kadrolar, “şeflerin” darbeye karşı direniş yerine “çekiliş” kararları yüzünden halkı darbecilerle yüz yüze yalnız bıraktı. Yenilginin önemli bir manevi kaynağı budur. Halkın güvenini yitiriştir. Direnseydik de yenilirdik. Bu büyük olasılıkla doğrudur. Ama direnseydik, maddi olarak yenilmiş olurduk. Moral bakımdan ayakta kalırdık. Oysa bu iradesizlik, hareketimizi hem maddi olarak, hem de manevi olarak yenik düşürdü. 12 Eylülden çıkışta sosyalistlerin rol oynayamaması bu yenilginin kaçınılmaz sonucu olmuştur. Ve bu sonuç, “demokrasi” mücadelesinde Özalcı “sağ liberallerin” hegemonyasına yol açmış, bu hegemonyanın günümüzde AKP ile devamını getirmiş, sosyalistler demokrasi mücadelesinde bir etken olmaktan çıkmıştır. Günümüzün en önemli temel sorunu budur. Sosyalist hareket darbe karşısında “ricat” ettiği zaman, bunun gelecekte demokrasi mücadelesinde alanı terketmek anlamına geleceğini, bunun da sosyalist hareketi tam bir çıkmaza sokacağını dü-

T

şünmedi. Kendi “örgütünü” darbeden koruma “iyi niyetli” düşüncesi, günümüzde, artık bir enkaza dönüşen “örgütleri”, içinde birbirini kırıp geçirme pahasına “koruma” pratiğinden başka hiç bir sonuç vermedi. Gerçeği söylemek gerekirse, ben de kendi adıma, bütün bu olumsuzlukların tarihsel görevlerimize yüz çevirmiş olmamızın sonucu olduğunu, ancak bir dizi deneyden geçtikten sonra anladım. THKP-C, THKO ve TİKKO, yani Çayanlar, Denizler ve İbrahimler, darbe karşısında kendilerini “koruma” düşüncesinden uzak oldukları için, onların kendilerini feda edişleri “intihar” olmadı. Öldüler ve hareketleri “yaşadı”. Ama 12 Eylülde istisnasız bütün sosyalist örgüt ve hareketlerin “gök yüzünü fethetme” yerine, “yer altına gizlenme” savunmacılığı, hem örgütleri koruyamadı, hem de onların “intiharını” hazırladı. “İntihar”dan kastım, geniş kitlelerin bu hareketlerden kesin olarak yüz çevirmesidir. Fabrikadaki, mahalledeki devrimci 13 Eylül günü hemen hemen direnmeden geri çekildi. Kitlelerin güvenini yitirdik ve bu da ölümümüz oldu. Geleneksel bütün yapıların durumu budur. Bu yapılar bugün bulundukları zeminlerde yeniden canlanamazlar. 12 Eylülden bu yana geçen otuz yılda canlanamayan bu hareketler, bundan böyle de bunu başaramazlar. Ölü örgütlerden yeni fidanlar yeşermez. Yeni fidanlar, ancak kitlelerin içinde, kitlelerin toprağında yeniden boy verebilir. Eski geleneksel örgütsel anlayışlar ölmüş olmakla birlikte, o örgütlerin enkazında hala yaşamak için direnen devrimci “tohumlar” var. Kendilerini yozlaşmadan koruyan, devrimci cesaret ve atılganlığını kendi öznel bireysel gücüyle yaşatan, bu örgütleri yaşayan varlıklar sandığı için o örgütlerin saflarında büyümeye, boy atmaya, serpilmeye çalışan genç, kadın ve erkekler bu örgütlere suni teneffüs yaptırıyorlar. Büyük ve kutsal bir çaba


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 8

politika içindeler. Ama onlar eski geleneksel örgütleri yeniden canlandıramıyorlar. Bu mümkün de değil. Çünkü bu örgütler eski gemiler gibi çoktan karaya vurmuşlar, kitlelerin dışına düşmüşler. O gemilerin hala çürümeyen parçalarından yapılacak küçük filikalarla yeniden denize açılmaktan, enkazları terkedip, kitle hareketinin içinde yeniden demokrasi mücadelesine atılmaktan başka çare yok. Kitle hareketi dediğimiz zaman ne anlıyoruz bundan? Günümüzde politik ve toplumsal içerik taşıyan

Karşı devrimci süreç metropollerde Kürt düşmanı ırkçı saldırılarını yoğunlaştırırken, buna karşı Kürt olmayan toplumda, alevi kitlelerinde yeni bir devrimci mayalanmanın işaretleri ortaya çıkıyor. devrimci kitle hareketi var mı? Kitle hareketi dediğimiz zaman, ben bundan potansiyel bir özneyi anlamıyorum. Yani gelecekte ayağa kalkacağını düşündüğümüz pasif bir kitleden söz etmiyorum. Kitle hareketi dediğim zaman, bir ya da bir kaç “eski örgütün” son kuruşunu harcayarak, ülkenin

dört bir yanından taşıdığı miting gösterilerindeki “kalabalıkları” da anlamıyorum. Kitle hareketi kendiliğindenlik ögeleriyle bilinç ögelerinin kalıcı bir şekilde kaynaştığı, tarihsel bir dayanıklılığa kavuşmuş, artık köklü bir geleneğe, ortak bir sosyal psikolojiye sahip toplumsal politik öznedir. Günümüzün devrimci olmayan kitlesel hareketi AKP’nin temsil ettiği İslami hareket ise, devrimci kitlesel hareket, yasal alanda DTP’nin temsil ettiği Kürt özgürlük hareketidir. Kürt devrimci örgütlenmesi, varolan politik öznelerden, sosyalist partilerden farklı olarak, gerçek anlamda kalıcı bir kitle hareketine dönüşmüştür. O basit bir politik hareket değildir, organik toplumsal politik bir kitle hareketidir. Bu kitle hareketi yalnız dört parçalı Kürt coğrafyasının kitle hareketi de değildir. Metropollerdeki milyonlarca yoksulun da kitle hareketidir. Hepimizin hemen her gösteride içinde yer aldığımız işte bu devrimci kitle hareketidir. Hiç bir örgüt kitle hareketini “yaratamaz”. Örgüt, doğru programı, politikası ve doğru önderliği ile kitleler içinde o kitlelerin çıkarlarını, umutlarını, geleceklerini ifade eder, kitle hareketinin mücadelesine örgütsel, politik, ideolojik olarak yol gösterir. Kitle hareketinin dışına çıkmış örgüt, kitle hareketinin dışında “kitleselleşemez”. Günümüz gerçekliğinde, bu geniş kitle hareketinin içinde devinme yeteneğine sahip bir “örgütsel araç” kalmamıştır. Varolan örgütsel araçlar eski bir dünyanın araçlarıdır, bugünün dünyasında ve bugünün devrimci kitle hareketinin sularında işlevsizdirler. O nedenle, ben, başkaları ne düşündü bilemem ama, Çatı Partisi düşüncesini savunurken, işte bu yeni şartlarda, varolan devrimci kitle mücadelesinin içinde metropollerdeki koşullara uygun bir örgütsel yapıya olan ihtiyaçtan hareket ettim. Ben ve benim gibi düşünenler, bu düşüncelerimizi devrimci bir analize dayandırdık: Kürt coğrafyasında kitlesel hareket, devrimci sürecin öznesidir; bölgede devrimci yükseliş var. Ancak metropoller tam tersine sağın hegemonyasındadır. Orada devlet kendi içinde bir iktidar savaşına girmiş olsa bile, bu savaşa metropellerdeki kitleler hala müdahale etmekten uzaktır. Türkiye sosyalistleri, kendilerini Kürt coğrafyasında yükselen devrimci sürecin organik bir parçası olarak görmelidirler. Metropollerde devrimci sürecin örgütsel yapısı da bir Çatı Partisi olmalıdır. Bu bir demokratik


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 9

politika cephedir. Ama bilinen bürokratik cephelerden farklı bir cephe olmalıdır. Bu gerçekçi bir görüştür. Süreç, her geçen gün bu yönde gelişmekte, sosyalist hareketimizin hala yaşayan devrimci mücadelede ısrar eden özneleri her geçen gün daha fazla DTP’nin dayandığı devrimci kitlesel hareketle organik bağlar kurmaktadır. Çatı Partisi için yola çıkan bizlerin bugün yaratmış olduğu Demokrasi için Birlik Hareketi, bu kitlesel devrimci hareketle en yakın ilişkiler kuran sosyalistleri içerisinde bulunduruyor. Demokrasi cephesinin, parti formu üzerinden güçlü bir aracını yaratma iddiasıyla yola çıkanlar, bugünkü nesnel durumu iyi analiz edebilmeli, ideallerimizin gerisinde kalmış olmayı sorgulayarak eksiklikleri tespit edebilmeli, politik hayatın iradi bir belirleyeni olabilmek için ciddi bir tartışmayı önüne koyabilmelidir. Kürt hareketi ile Türkiye Sosyalist hareketin buluşması açısından gerek 21 Aralık’da İstanbul’da gerekse 28 Haziran tarihlerinde Ankara’da toplanan konferansın sonuç bildirgeleri büyük görevler yüklerken, bu görevlerin somut hayatta karşılık bulabilmesi herkesin ciddi bir sorgulamasından ve demokrasi cephesi fikriyatını ve nasıl bir formla hayat bulabileceğini netleştirebilmesine ihtiyaç vardır. Ayrıca bugünün koşullarında İmralı’nın bir çok kereler dile getirilen açıklamalar da dikkate alınabilmelidir. Ona göre, Demokratik Toplum Partisi, Kürt coğrafyasında Kürtlerin demokratik ulusal birliğini, bu birlikle bölgedeki bütün farklı etnik, din, mezhep ve dilden halkın cephesini temsil etmektedir. Demokratik Toplum Kongresi bu temsilin kurumudur. Metropollerde ise DTP, en geniş demokratik güçlerin Çatı Partisi olmalıdır. İmralı’nın görüşü kamuoyuna yansıtılmıştır. Şimdi yeni bir adım atmanın zamanı gelmiştir. Başka bir anlamda Çatı Partisi olarak DTP’nin bütün kademelerinde, yerellerinde “dayanışma üyeliği” formu altında devrimci kitle hareketiyle buluşmak gerekmektedir. Sosyalist hareketin içinde yetişmiş Kürt olmayan insanlar olarak, tek “birleşik merkez”in eşgüdümü ile Kürt olmayan kitleler içinde çalışmak için harekete geçmeliyiz, artık formel işlerle oyalanmamalıyız. Kürt coğrafyasında yükselen devrimci sürecin dalgaları artık metropollerin varoşlarının duvarlarına çarpıyor. Karşı devrimci süreç metropollerde Kürt düşmanı ırkçı saldırılarını yoğunlaştırırken,

buna karşı Kürt olmayan toplumda, alevi kitlelerinde yeni bir devrimci mayalanmanın işaretleri ortaya çıkıyor. Biz bu devrimci mayalanmanın olgunlaşmasını, artık kendi iç dinamiğiyle harekete geçme yeteneğini yitirmiş bir takım geleneksel yapılar içinde beklememeliyiz. Organik bir parçası olduğumuzu çoktan ilan etmiş olduğumuz Kürt coğrafyasında yükselen devrimci sürecin kitleleri arasında DTP’nin güçlü bir Çatı Partisi olmasına kendi katkımızı yapmak için ilk adımları atmalıyız. Ağzı sütten yanan bir hareketin özneleri olarak, ilk adımlarımızı pilot bölgelerde atabiliriz. Kısa zamanda deney biriktirmek, neyi nasıl yapacağımızı pratik içinde sınamak, en doğruyu bulmak ve herkes için uygulanabilir bir örnek yaratmak çalışma tarzımız olmalıdır. Kürt olmayan kitlelerle buluşmak ve onları her günkü ekonomik, sosyal çıkarları için giriştikleri mücadeleler içinde politik mücadeleye çekmek bizim Marksist ilkemiz olmalıdır. Milliyetçi zehrin etkisindeki insanları demokrasi mücadelesine kazanmak, onları bir Çatı Partisi olarak DTP’yle dayanışma üyeliğine yöneltmek bizim deneyeceğimiz cephe pratiğinin somut adımları olmalıdır. Biz artık, çoktan ömrünü doldurmuş örgütleri yeniden nasıl ayağa kaldıracağımızı düşünerek zaman harcamayalım. O örgütler kitlelere gidemiyorsa, biz kitlelere gidelim. Doğuda yükselen ve devletin iç çelişkilerini keskinleştirerek metropollerde ilk etkilerini göstermeye başlayan devrimci süreçten öğrenmeyenler, gelecekte devrimci sürece bir şeyler öğretme yeteneğine kavuşamazlar, devrimci mücadeleye hiç bir öznel katkı yapamazlar. Ne Yapmalı? İşte her yeni başlangıcın temel sorusu bu. Ne Yapmalı sorusuna yanıt, devrimci sürecin metropollerdeki organik parçası olmaya cesaret etmektir...


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 10

güncel

teslim o l m aya n l a r eçtiğimiz günlerde, İzmir’de yaşanan DTP konvoyuna yönelik saldırı, son derece dikkatle izlenmesi gereken bir olaydır. Gerek İzmir’in konumu, gerekse saldırıya katılanların görüntüleri bu olayın “bazı çapulcuların işi” olmadığını çok net olarak göstermektedir. Bu tepki özellikle İzmir’de cisimleşen “bir halk tepkisi”dir. Hiç kaçamak yollara sapmayalım. İzmir insanı, Türk Resmi İdeolijisi’nin yarattığı “ideal insan” tipidir. “Her türlü farklı kimliği yok sayan, özellikle Kürtler’den nefret eden,ordusu’na tapan, AK Parti’ye düşman, AB karşıtı, İdeal Türk İnsanı…” Onlar genel olarak, yüksek öğrenim almış ancak ne yazık ki cahil kalmış olanlardır. Cahildirler çünkü; sadece “kendilerine sunulan” ile yetinirler.”Yalanlarla dolu bir tarihe” inanırlar. Türk’ten başka hiçbir kimliğe şans tanımazlar. Irkçı ve faşisttirler. İnsanları sevmezler… Sorgulama yapmazlar,öğrenmezler… İzmir ne yazık ki; “faşizmin sıradanlaşmış hali”nin merkezidir. Böyle bir şeydir işte.!... Devlet ve onun resmi ideolojisi, her türlü yöntemi kullanarak bu insan tipini yaratmıştır. Ve her türlü demokratik açılımın önündeki en büyük engel de, bu insan tipidir. Geçtiğimiz yıl, İstanbul Güngören’de bir patlama meydana gelmiş ve 10’dan fazla insan yaşamını yitirmişti. Bu patlamaya neden olan, bombayı koyan kişileri yakala(ya)madılar. Bu şüpheli olay sonrasında, bazı Kürtler “olayla ilgileri olmadığı halde” tutuklandılar. Ben de bu davadaki avukatlardan biriyim. Müvekkilimin olayla hiçbir ilgisi yoktur.

G

Davada mağdurları temsil eden avukat dahil, “olayın ardındaki gerçek bağlantıların ortaya çıkarılmasını” istiyor. Buna rağmen, mağdur ailelerin tepkileri, özellikle avukatlara karşı çok sert oluyor. Geçen duruşmada adliyeye gelirken bana “fahişe, geber, çocuğun varsa ölsün, annen baban ölsün” diye bağırıyorlardı. Adliye binasında da tüm avukatlara saldırdılar. Yumruklandık, baro odasını bastılar. Tehditler ettiler. Oysa bizler onların acısını anlıyorduk. Ama onlar gerçekleri görmemek, merak etmemekte kararlıydılar. Bir an düşündüm, korkunç acıların yaşandığı, işkence görmeyen, yakınları kaybolmayan, öldürülmeyen neredeyse tek bir evin bile bulunmadığı bir coğrafyada, yani Kürdistan’da böyle bir duyguya rastlamak mümkün değil! Yaşadıkları tüm acılara rağmen hiçbir Kürt insanı tanımadım, barıştan söz etmeyen, “hepsi bizim çocuklarımız” demeyen. Bunun nedeni ise çok açıktır. Çünkü Kürtler “resmi ideoloji” tarafından, “esir alınamamıştır.” İyi ki de öyle olmuştur. Bugün yaşadığımız coğrafyada eğer bir gün demokratikleşme ve sivilleşme gerçekleşebilecek ve her türlü kimlik, kendisini rahatça ifade edebilecekse, işte bunu “teslim alınamayanlar” gerçekleştirecektir. İzmir teslim olmuştur. Esas sorun budur. Öylesine teslim olmuşlardır ki, esaretlerinin farkında bile değildirler…

Eren Keskin


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 11

polemik

L e n i n i s t Pa r t i M e t a f o r u

ve Marksizm ek çok sosyaliste neden Leninist olduğunu sorduğunuzda size üç gerekçe söyler. Bunlardan biri Lenin'in parti ve örgütlenme modeli sunarak Marksizme yaptığı katkıdır. Ve bu katkının evrensel bir doğruluk ve geçerlilik içerdiğine inanılır. Diğer iki katkı ise ulusların kendi kaderini tayin hakkına ait tezleri ve emperyalizm teorisidir. Lenin bu üç alanda yeni şeyler öne sürerek Marksizme yeni şeyler eklemiş ve izm adını hak etmiştir. İşte bu yüzden Marksizmin yanına bir de Leninizm eklerler. Benim Lenin'in bu üç alandaki katkısı için itirazlarım var. Ama bu yazı kapsamında Lenin'in örgüt modelinin eleştirisi ile yetineceğiz. Marks’ta bir parti ve örgütlenme teorisi var mıdır? Marks'ta Lenin'de gördüğümüz gibi ayrıntılandırılmış bir parti ve örgüt teorisi yoktur. Evet bu derece ayrıntılandırılmamıştır ama Marks yine de parti kavramını, üzerinde kuracağımız önemli bir teorik ve felsefik argümanı bize sunar. Bu argümanlar esas olarak 1848 yılında Marks’ın yazdığı manifestoda bulunur. Burada yazılanları birlikte hatırlayalım: ".....Daha önceki bütün tarihsel hareketler, azınlık hareketleri, ya da azınlıkların çıkarına olan hareketlerdi. Proleter hareket, büyük çoğunluğun, büyük çoğunluğun çıkarına olan bilinçli, bağımsız hareketidir. Proletarya, bugünkü toplumumuzun en alt tabakası, resmi toplumun tüm üstyapı tabakaları havaya uçurulmadıkça davranamaz, doğrulamaz. Öz olarak olmasa bile, biçim olarak, proletaryanın burjuvaziyle savaşımı ilkin ulusal bir savaşımdır. Her ülkenin proletaryası, elbette, her şeyden önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır." (vurgular bana ait) Burada bilinçli sözcüğünü bolt olarak biz vurguladık. Çünkü bu bilinçli ifadesi ilk metinde yoktu. Engels 1888 yılında İngilizce baskıya metni yollarken, benim boltla belirlediğim bilinçli ifadesini ekledi. İkinci ifade ise tartışma konumuzla çok alakalı de-

P Koray Pehlivano¤lu

ğil ama ulusal (nasyonal) sosyalistler bu alıntıya bir kurtarıcı gibi sarıldıkları için geçerken değinmeyi uygun gördük. Ne diyordu Marks: "Öz olarak olmasa bile, biçim olarak, proletaryanın burjuvaziyle savaşımı ilkin ulusal bir savaşımdır. Her ülkenin proletaryası, elbette, her şeyden önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır." Genel olarak ulusalcılar (nasyonalistler) buradaki proletarya ifadesini komünistler ile eş tutup bir komünistin ilk önce her şeyden önce ulusal bir savaşım vermesi gerektiğini öne sürüp kendi ulusalcılıklarını komünizmmiş gibi göstermeye çalışırlar. Oysa Marks bir sonraki pasajda yukarıda alıntıda geçen, proleter ile komünistin aynı şey olmadığını anlatır. Hem bu durumu göstermek hem de parti teorisinin ilk metinlerini görmek için bu alıntıyı da koyalım; "Komünistlerin bir tüm olarak proleterler karşısındaki tavrı nedir? Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerine karşı ayrı bir parti oluşturmazlar. Tüm proletaryanın çıkarlarının dışında ayrı çıkarlara sahip değillerdir Proleter hareketi biçimlendirmek ve kalıba sokmak üzere kendilerine özgü hiçbir sekter ilke getirmezler. Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerinden yalnızca şunlarla ayrılırlar: 1. Farklı ülke proleterlerinin ulusal savaşımlarında, her türlü milliyetten bağımsız olarak, tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret eder ve bunları öne sürerler. 2. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde tüm hareketin çıkarlarını temsil ederler. Komünistler demek ki, bir yandan pratik olarak, bütün ülkelerin işçi sınıfı partilerinin en ileri ve en kararlı kesimi, bütün ötekileri ileri iten kesimidirler; öte yandan ise, teorik olarak, proletaryanın büyük yığını üzerinde, hareket hattını, koşulları, ve proleter hareketin nihai genel sonuçlarını açıkça anlama üstünlüğüne sahiptirler.


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 12

polemik Komünistlerin acil hedefleri, bütün öteki proleter partilerininkiyle aynıdır: proletaryanın bir sınıf olarak oluşması, burjuva egemenliğinin yıkılması, siyasal gücün proletarya tarafından ele geçirilmesi." (vga) Yukarıdaki metinde bir yeri bolt ile gösterdim. İngilizce baskılarda "sekter" yazılan bölüm Almanca baskılarda "ayrı" olarak geçiyor. Ama iki kavram birbirinden oldukça farklı; sekter derseniz kastedilen, katı-hoşgörüsüz oluyor. Bu durumda 'komünistler kendilerine özgü ilkeler koyabilir ama bunlar sekter olamaz' anlamı çıkıyor. Ama eğer Almanca metindeki gibi sekter yerine "ayrı" sözcüğünü kullanırsanız, tamamen başka bir anlamı var. 'Komünistler proleterlerden farklı ilkeleri hiç bir şekilde sunmazlar' olarak algılıyoruz. Benim yukarıdaki alıntım sol yayınlara ait; Aynı alıntıyı aşağıdaki gibi çevirenler var ve tamamen ayrı bir anlam çıkıyor. Üstelik sekter sözcüğünü kullanmalarına rağmen. O alıntıyı da aktarayım; "… kendilerine ait sekter ilkeleri, proletarya hareketini biçimlendirmek ve kalıba dökmek için dayatmazlar" bu çeviride Belge Yayınları çevirmeni Yavuz Alogan’a ait. Buradaki anlamda kendilerine dair ilkeleri var ancak bunu dayatmazlar deniyor. Bu farklı anlamlara rağmen yine de elimizde somut şeyler var; 1- Komünistler işçi sınıfı partilerine karşı ayrı parti oluşturmazlar. 2- Komünistlerin proletaryanın çıkarları dışında bir çıkarı yoktur. 3- Komünistler proleter hareketi biçimlendirmek için kendilerine ait sekter ya da ayrı ilkeleri sunmazlar. Buraya kadar komünistlerin işçi partilerinden bir farkları yok. Ama Marks bize komünistlerin işçi sınıfı partilerinden farklarını da sayıyor; Neydi bunlar; "1. Farklı ülke proleterlerinin ulusal savaşımlarında, her türlü milliyetten bağımsız olarak, tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret eder ve bunları öne sürerler. 2. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde, tüm hareketin çıkarlarını temsil ederler." Evet şimdi buradan ulusalcıların anlamadıkları ya da bilerek çarpıttıkları yere tekrar dönelim;

Ulusalcıların yaptığı alıntı şu idi; "Öz olarak olmasa bile, biçim olarak, proletaryanın burjuvaziyle savaşımı ilkin ulusal bir savaşımdır. Her ülkenin proletaryası, elbette, her şeyden önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır." Ulusalcılar (nasyonalistler) burada proletarya ile komünistleri aynı şeymiş gibi sunuyordu; oysa Marks bu ayrımı belirtip ulusalcıların söylediğinin tersini söylüyor. "Komünistler proletaryadan farklı olarak, Farklı ülke proleterlerinin ulusal savaşımlarında, her türlü milliyetten bağımsız olarak, tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret eder ve bunları öne sürerler." Üstelik bu metinlerin yazıldığı tarihte emperyalizm olgusu yoktur. Burjuvazi ulusal niteliğini bütünüyle korumaktadır. İşte biçimi veren de budur. Ulusal sınırlarla kuşatılmış proletarya zorunlu olarak hayata ulus üzerinden bakar. Önünde olan ve görünür olan realite, biçim budur. Ancak bu biçim kendini öze dönüştürmeli yani ulus sınırlarının dışına çıkmalıdır. Çünkü farklı uluslara bölünmüş olsa da proleterlerin evrensel bir sistem olan kapitalizm karşısında çıkarları birdir. Kapitalizmin yıkılışı ulus kavramının yıkılışından ayrı kurgulanamaz. Bu aynı zamanda Marksist parti modelinin ana hatlarını da bize sunuyor. Komünistler işçi sınıfı partilerinden ayrı parti kurmazlar deniyor. O zaman bu manifestonun adı nasıl oluyor da "Komünist Parti Manifestosu" oluyor. Gerçi Paris Komünü sonrası Almanca baskı (1883 ve 1890) Komünist Manifesto başlığını taşıyordu, parti sözcüğü çıkarılmıştı. Ayrıca manifestonun komünist birlik tarafından talep edildiğini biliyoruz, komünist birlik bir parti değildi. Belki buna bir partinin prematüre hali demek daha doğru olacak. Farklı ülkelerden komünistleri bir araya getiren belki ilk enternasyonal kurma denemesiydi. Ancak birliğin ömrü de çok uzun sürmedi. Sonrasında Marks'ın uzunca bir dönem (1864'e kadar) pratik faaliyetten çekildiği, kendini bütünüyle teorik çalışmalara verdiğini biliyoruz. Bu durumu Engels'e yazdığı bir mektupta şöyle belirtmişti; "… teorik emeğimin işçi sınıfına örgütlerde zaman geçirmekten çok daha büyük fayda sağlayacağına yürekten inanıyorum" Marks tarihin motoru, devindirici gücü olarak sınıf mücadelelerini tanımlamıştı. Yine "işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır" söyleminin Marksizmin temellerinden biri olduğunu biliyoruz. Ko-


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 13

polemik

münistlere öğütlenen de çok açıktır: isçi sınıfının kendi kuracağı partiler dışında parti kurmamaları, kendi ilkelerini onlara dayatmamaları. Marks'ın partiye ve sınıfa bakışını esas belirleyen içinde yaşadığı somut koşullardı; tüm Avrupa, sınıfın kendiliğinden hareketleri üzerinden sarsılıyor, Marks'ın bütün tezleri bu olağanüstü hareketin üzerinden doğuyor, Chartistler ve Paris Komünü devasa kendiliğinden sınıf hareketlerine büyük örnekler sunuyordu. Yine o dönemde ne işçi sınıfından ne de burjuvaziden bu günküne benzer bir güç olarak partiler doğmuştu. Doğal olarak Marks da sınıf hareketinin kendi siyasal yapılarını ihtiyaçlar üzerinden yaratacağını düşünüyor, komünistlere bu hareketin ve tabi siyasal yapıların içinde yer almasını öğütlüyordu. Böylesi canlı bir işçi hareketinin olduğu koşullarda Marks için işçi sınıfının kendi partisini yaratması fikri ayakları yere basan bir fikirdi. İddia edildiği gibi Marks parti konusunda kaderci olmadı. Kendiliğinden hareketler zaten vardılar ve bütün iniş çıkışlarına rağmen sürecin yegane belirleyicileriydiler Yaşanan devasa kendiliğinden hareketler her seferinde dönemin teorisyenlerinin fikirlerini epey aşan, şaşmaz denilen ilkeleri yerle bir eden pratikler sergilemişti. Marks'ın kendisinin bile Paris Komünü'nün nereye evrileceğini başlangıçta tahlil edemediğini biliyoruz. Marks’ta hiç bir zaman çelik disiplinli, profesyonel, öncü parti anlayışı olmadığı gibi, parti anlayışının temeli farklı fikirlerin biraradalığına dayanıyordu. Marks'ın manifestodaki sözlerinden aktaralım; "Komünistler demek ki, bir yandan, pratik olarak, bütün ülkelerin işçi sınıfı partilerinin en ileri ve en kararlı kesimi, bütün ötekileri ileri iten kesimidirler; öte yandan ise, teorik olarak, proletaryanın büyük yığını üzerinde, hareket hattını, koşulları, ve proleter hareketin nihai genel sonuçlarını açıkça anlama üstünlüğüne sahiptirler."

Bu sözlerden bir öncü parti kavrayışı çıkarmak zorlama bir çaba olur. Marks'ın pratiğinde böyle bir parti çalışması görülmez. Marks burada sadece realitenin altını çizer. Marks işçilerin partisinden söz eder ve bunu sınıf olarak kendini var etmenin bir zorunluluğu olarak sayar "Proletarya ancak ayrı bir siyasal parti kurarak bir sınıf olarak hareket edebilir" (Komünist Manifesto) Farklı fikirlerin biraradalığına ilişkin de Engels'in Serge'ye yazdığı mektup son derce çarpıcıdır. Engels Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi'ni kastederek şöyle der; "Parti öylesine büyük ki, parti içinde mutlak tartışma özgürlüğü bir zorunluluktur... Ülkenin en büyük partisi bütün fikir farklılıkları kendini tam olarak ifade etmeksizin var olamaz" (Engels'ten Sorge'ye.. alıntı, Monty Johnstone) Lenin ve jakobenizm; Marks'ın parti teorisinin merkezine işçi sınıfının kendiliğinden eylemliliği ve "işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır" anlayışı oturmuştu. Bu bir kaderciliğe değil, zaten filiz halindeki komünist hareketi çok çok aşan kendiliğinden dinamiğin rüzgârına yaslanıyordu. Lenin Marks’taki bu anlayışı tümüyle değiştirdi. Marks için sınıfın kendisi bütün varlığıyla komünizmin öncüsü ve biricik yaratıcısı iken, Lenin sınıfın bu varlığını üstü örtük olarak reddedip onun önüne sınıfın öncüsü olan, profesyonel ve azınlıklardan oluşan bir grubu koydu. Bu grup öncü partiden başka bir şey değildi. Olası bir devrime kadar bu parti, öncülüğü sınıfın elinden alıyor ve sınıf adına, devrime kadar bu öncülüğü yürüteceğini ilan ediyordu. (Ve tabi pratikte devrimden sonra da) Günümüzde de hala bu elitist, profesyonel ve öncü parti anlayışının mucidi Lenin sanılır. Oysa gerçek bu değildir. Leninist örgüt denilen şey esas olarak Robespierre tarafından teorisi yapılan jakoben örgütlenme modelinin, Lenin tarafından Rus-

Uzmanlık kendini önder olarak adlandırıyorsa, doğal olarak kendini elit, yetenekli, akıllı sanmaya başlar. Cahil ve sürekli yanılmaya eğilimli olan kitleleri yanılgılardan korumaya inançlıdır bu azınlık


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 14

polemik

ya'ya uyarlanmış halidir. Esas olarak aydınlanma felsefesine yaslanır. Bu felsefeyi, cahil insan kitlelerinin tek başına yeni bir toplumu yaratamayacağı, bu nedenle kendini devrime adamış bir kısım elit tarafından yönetilmesi anlayışı olarak özetleyebiliriz. Jakobenizmin doğduğu 18 yüzyıl Fransa’sı aslında pek çok bakımdan 1900'lü yıllar Rusya'sına benzer. İkisinde de ülke büyük bir mali kriz içindedir. Artan yoksulluk bütün toplumu saran bir hoşnutsuzluğun temelini oluşturmaktadır. Yine iki örnekte de ülke savaş içindedir. Çarlık Rusyası işgal altındadır. Tıpkı 1972 de Fransa'nın kuzeyinin Prusya ile Avusturya’nın işgaline uğraması gibi. Yine ikisinde de iktidarı elinde tutan çar ve Fransa kralı nezdinde bir yönetememe sorunu açıkça görülür ve yönetsel bir boşluk oluşur. İki örnekte de terör yaygın biçimde iki toplumu kaplamıştır. Robespierre genel olarak diktatörlükten ve terörden yana olmakla suçlanır. Bu nedenle Lenin'e yönelik yapılan jakoben benzetmeleri terör iması nedeniyle tepki çeker. Evet Lenin devrimci terörü bütünüyle reddetmemekle birlikte Robespierre gibi bir terör savunuculuğu yapmaz. Ancak tersinden Robespierre’de demokrasi vurgusunun olmadığı da doğru değildir. Robespierre demokrasi üzerine bu gün bile ikircimsiz savunulacak sözler söylemiştir; "Yasa onlar için yapıldığı insanların büyük çoğunluğu onun yapılışına hiçbir zaman katılamazlarsa, gerçekten genel iradenin ifadesi olabilir mi? Hayır." (Kurucu Meclis'te yaptığı 25 Ocak 1790 tarihli konuşmadan) Robespierre halk hâkimiyetine yürekten inanır. Ama bu durum kültürlü, bilinçli ve aydın bir halk için söz konusudur. Ama Fransa koşullarında verili halk cahildir. Doğal olarak nesnel durum nedeniyle ne istediğini bilmeyen bu halk yönetme becerisine de sahip değildir. O halde halk belirli bir bilince ulaşıp cumhuriyetin temel değerlerini içselleştirene kadar, iktidarı geçici olarak önder ve seçkin kimselerin yürütmesi (bunlar jakobenler oluyor) zorunludur. Bu geçici iktidar döneminde bahsi geçen önderler halkı bilinçlendirip yeni bir devimci kültür yaratacak ve sonra iktidarı gerçek sahiplerine halka devredeceklerdir.

Robespierre bu geçici yönetme durumunu kendisi için bir hak olarak kabul ediyordu. Robespierre, Fransa’da bütün partileri, dernekleri, örgütleri kapattı. Robespierre'in mantığında bu kaçınılmazdı. Çünkü, henüz bilinçlenmemiş ve devrimin kazanımlarını içselleştirmemiş halk demokrasi koşullarında yanlış kararlar verebilirdi. Robespierre her şeyi halk için yaptığına çok emindi. Robespierre, Jakoben partisini tek parti haline getirdi ve tek parti diktatörlüğünü tesis etti. Devrim düşmanlarına karşı terörü ve şiddeti meşru bir araç olarak kabul etti. Elbette ki istemeyerek! Partiyi destekleyen gazeteler hariç, bütün basın yasaklandı. Her türlü direniş, muhalefet derhal kanla bastırılıyor ve sorumluları halk düşmanı sıfatıyla yargılanıp idam ediliyordu. Robespierre’in diktatörlüğü ve bütün dayanağını sarsılmaz bilinci ve iradeyi ve tabi aklı kendisinde toplayan Jakoben partisinden alıyordu. Robespierre'in tüm bunların yanında feodallerin elindeki toprakları halka dağıtmak gibi popüler eylemleri de oldu. Robespierre yine aynı biçimde dinin yerini aklın alması gerektiğini, eğitimin devlet tekelinde olmasını, çünkü cahil ailelerin çocukları yanlış bilinçlendireceğini, devletin çıkarlarının bireyin çıkarlarının üstünde olmak zorunda olduğunu vb. açıktan savundu. Yukarıdaki Robispierre'i Lenin, jakoben partiyi bolşevik parti, cumhuriyeti sovyet yaparsanız aynı şeylerin Ekim Devrimi için de geçerli olduğunu kolayca görürsünüz. Tabi aynı biçimde Mustafa Kemal, kemalizm ve TC kodlarını da koyarsanız Türkiye'de olan biteni de görürsünüz. Çünkü Robespierre de Lenin de aynı argümandan beslenirler. Bu argümanın merkezine "dışarıdan bilinç" paradigması oturur. Dışarıdan bilinç en yalın haliyle halkın-işçi sınıfının cahil olduğu, doğal olarak onlara bilinci seçilmiş elitlerin götürmesi anlayışıdır. Bakın bunu Lenin Ne Yapmalı'da nasıl formüle eder; "Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz. Eğer işçiler, öteki toplumsal sınıfların herbirini, entellektüel, manevi ve siyasal yaşamlarının


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 15

polemik bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel siyasal olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, tabakalarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz." (Lenin: Ne Yapmalı?, s: 7475, Dördüncü Baskı, Sol Yay.) Lenin bu iddiasına göre "materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, tabakalarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz." Bilemiyorum kaçımız materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, tabakalarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmiş durumdayızdır. Eğer bizler bile gönül rahatlığıyla ben bunları öğrendim diyemiyorsak, olası bir devrimden çok sonra bile gerçek bir siyasal bilince ulaşmamış kitlere iktidarı bırakmak pek mantıklı olmayacaktır. Stalin de Mustafa Kemal de Robespierre de benzer nedenlerle cahil işçiler ya da halk hata yapmasın diye bir türlü iktidarı bırakamamışlardır. Halkın cahil olduğu, bu cehalet giderilene kadar, aklın egemen olması fikri bir burjuva felsefesi olan aydınlanma felsefesinin temel retoriğidir. Burada "aklı" doğal olarak entelektüel aydınlar, elitler temsil eder. Aydınlar ve elitler cahillerin bir türlü kavrayamayacağı yeni düzeni kuracak, bu düzende kitleler bilinçlenip kurulan düzenin en iyisi olduğu anlayacak ve onlar da bilinçlenince iktidar onlara teslim edilecektir. Bu gün bu söylemin yeni versiyonunu toplum mühendisliği denen akımda sıkça gözleriz. Çünkü aydınlamanın üzerine yaslandığı ana argüman bu mühendisliğin ön koşulunu bize sunar. Aydınlanma insan doğasının evrenselliğine duyulan inançtan başka bir şey değildir. Aydınlanma çağının ana fikri, akıl aracılığıyla doğru bilgilere ulaşılabileceği ve bu doğru bilgi ile de (doğru olduğu sanılan) toplumsal yaşamın düzenlenebileceğidir. Uygun bir eğitim sürecinden geçmiş olan herkes aynı doğru sonuçlara ulaşmak durumundadır. Eğer aynı sonuçlar çıkmıyorsa bu evrensel akla ulaşamayan cahillerin suçudur. Kant cahillerin akıllılara biat etmeyişindeki suçu şöyle betimler; "Aydınlanma insanın kendi suçu ile düşmüş oldu-

ğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır." (Kant, 1984: 213). (vurgular bana ait) Aydınlanma bilimin önünü açarak ileri doğru atılmış önemli bir adım olsa da bu bakış diktatörlükler için de esaslı bir felsefi dayanak olmuştur. 17. yüzyıl sonrası ortaya çıkan bütün diktatörlüklerin aydınlanmacı olması bir tesadüf değildir. Aydınlanma aklı yücelterek, akla sahip olan azınlığın akla sahip olmayan çoğunluğu yönetmesini meşrulaştırır. Bunu aklın egemenliği için zorunluluk kabul eder. Bu anlamıyla da sanıldığının tersine demokrasiyle bağdaşamaz. Şimdi bu söylemin rafine bir örneğini yine Lenin'den okuyalım; "İşçiler arasında sosyal-demokrat bilincin olamayacağını söyledik. Bu bilinç onlara dışarıdan getirilmeliydi. Bütün ülkelerin tarihi göstermektedir ki, işçi sınıfı, salt kendi çabasıyla sadece sendika bilincini, yani sendikalar içerisinde birleşmenin, işverenlere karşı mücadele etmenin ve hükümeti gerekli iş yasalarını çıkarmaya zorlamanın vb. gerekli olduğu inancını geliştirebilir. Oysa sosyalizm teorisi, mülk sahibi sınıfların iyi eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen, felsefi, tarihsel ve iktisadi teorilerden doğup gelişmiştir. Toplumsal konumlarıyla, modern bilimsel sosyalizmin kurucuları Marx ve Engels de, burjuva aydın tabakasına mensupturlar. Tam aynı yolda, Rusya'da sosyal-demokrasinin teorik ögretisi, işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesinden tamamen bağımsız olarak doğmuştur; devrimci sosyalist aydın tabaka arasındaki düşünce gelişmesinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak doğmuştur." (ne yapmalı) Lenin aslında bu söylediklerini sonradan dönek diyeceği Karl Kautsky'den almıştır. Bakın aynı satırları Kautsky'den okuyalım. "Ama sosyalizm ve sınıf mücadelesi yan yana gelişirler, birbirini doğurmazlar. Modern sosyalist bilinç ancak derin bilimsel bilgi temelinde gelişebilir. Aslında modern ekonomi bilimi, sosyalist üretim için, örneğin modern teknoloji kadar gerekli ve şarttır ve proletarya ne kadar istese de ne birin-


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 16

polemik cisini ne de ikincisini yaratabilir; her ikisi de modern toplumsal süreçten doğup gelişir. Bilimin taşıyıcısı proletarya değil, burjuva entelijansiyasıdır" (age) Lenin'de ve Kautsky'de gördüğümüz bu satırlar, aydınlanma felsefesinin bakış açısının yeniden bir tekrarından başka bir şey değildir. Eğer bu formülasyon kabul edilirse, yani bilincin seçkinlerde-entelektüellerde olduğu, "felsefi, tarihsel ve iktisadi teoriler" özümsenmeden, "materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, tabakalarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmeden" kavranamayacağı kabul edilirse, işçi sınıfının çok uzun yıllar işçi olmanın zorunlulukları nedeniyle bu sınıfın bilince aslında sahip olamayacağını kabul etmek zorunda kalırız. Burada aslında işçiden istenen, "Bilincin yok. O nedenle bilinçlenene kadar bilinçlilere biat etmelisin"dir. Bu formülasyonun Marks'ın ısrarla savunduğu "işçi sınıfının kurtuluşu bizzat işçi sınıfının eseri olacaktır" ile hiç bir alakası yoktur. Bu aslında kafa-kol emeği arasındaki farkın altının kalınca çizilerek vurgulanması, kol emeğine bırak seni yönetelim ve eğitelim denmesinin bir biçimidir. Oysa bu tam da Marks'ın karşı çıktığı şeydi. Marks kendisine kadar olan süreçte bilimin ve felsefenin insandan kopuk, bir grup seçilmiş bilgenin fildişi kulelere çekilmesini eleştiriyor. Bilim ya da felsefe denilen şeyin insan faaliyetinin ve insanın tarihinden bağımsız olamayacağını söylüyordu. Üstelik Marksizm ya da sınıf bilinci, pozitif bilimlerden farklı olarak insan faaliyetinin bizzat kendisi idi. Bakın burayı Marks’tan okuyalım; "ekonomistler nasıl burjuvazinin bilimsel temsilci-

leri ise, sosyalistler ve komünistler de proletaryanın teorisyenleridir. Proletarya bir sınıf olarak ortaya çıkacak kadar gelişmedikçe, bu nedenle de proletaryanın burjuvaziyle mücadelesi politik bir karakter kazanmadıkça, üretici güçler bizzat burjuva toplumun içinde proletaryanın kurtuluşu ve yeni bir toplumun kuruluşu için gerekli maddi koşulları ortaya koyacak ölçüde gelişmedikçe, bu teorisyenler, ezilen sınıfların acılarına çare bulmak için sistemler tasarlayan ve yenileştirici bir bilimi izleyen ütopyacılar olarak kalmaya devam ederler. Fakat tarih devam ettikçe ve proletaryanın mücadelesi daha açık bir biçim aldıkça, kendi kafalarındaki bilimi arama ihtiyacını daha fazla duymazlar; sadece gözlerinin önünde olanları gözlemlemek ve kendilerini olanların ifade aracı haline getirmek durumundadırlar." (Marks, selected writings on sociology and social philosophy, aktaran molyneux) Yukarıdaki satırlarda Marks, aydınların işçi sınıfına bilinç götürmesini bırakın, tersine proletaryanın mücadelesinin aydınlara bilinç götüreceğini anlatmaktadır. Hatta daha ileri gidip ezilen sınıflar için sistemler tasarlayan bu teorisyenlerin ütopyacılıktan kurtulmasının da yine bizzat sınıfın eseri olacağını söylemektedir. Keza Lenin tarafından burjuva aydın tabakasına mensup diye tanımlanan Marks'ta sosyalizm fikrini icat etmemiş, bunlar İngiliz İşçi Hareketleri ve Fransız Devrimlerinden doğmuştur. Lenin'in siyasal bilinci kendiliğinden oluşamaz dediği işçiler, tam tersi teorinin ve bilincin kendisini yaratmıştır. Marks'ın Paris Komünü'nü başlangıçta kavrayamadığı ama sonrasında tezlerini burada yaratılanlar


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 17

polemik üzerine kurduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Yine Lenin'in işçi sınıfının kendiliğinden hareketi için "sendikal bilinci aşamaz" dediği bilincin tarihte pek çok kez aşıldığını unutmamak gerekir. Tek başına Paris Komünü örneği bile bu iddiayı yerle bir etmeye yeter. Lenin'in işçi sınıfı için öne sürdüğü bu formülasyon Marks'ın işçi sınıfı kavrayışıyla çelişir durumdadır. Lenin işçi sınıfının kendi kendine bulacağı mücadelenin ekonomik mücadele ile sınırlı olacağını söylerken, Marks Lenin'deki gibi politik mücadele-ekonomik mücadele türü kategorikleştirme yapmaz. Sınıfın her mücadelesinin politik mücadeleye evrileceğini, politik mücadelenin bir parçası olacağını söyler. Marks’ın bu söylemini F. Bolte'ye yazdığı mektupta görebiliriz; "Ne var ki, öte yandan, işçi sınıfının hâkim sınıflara karşı bir sınıf olarak ortaya çıktığı ve onlara dışarıdan baskı ile boyun eğdirmeye çalıştığı her hareket, bir politik harekettir. Örneğin belirli bir fabrikada, hatta belirli bir iş kolunda grevler vb. yoluyla tek tek kapitalistleri daha kısa bir işgününe zorlama girişimi, sadece bir ekonomik harekettir. Öte yandan, bir sekiz saat vb. yasasını zorlama hareket bir politik harekettir. Ve böylece, işçilerin tek tek ekonomik hareketlerinden her yerde bir politik hareket, yani kendi çıkarlarını genel, toplumsal olarak zorlayıcı bir güce sahip bir biçimde dayatmayı amaçlayan bir sınıf hareketi doğar" Lenin ve Tüzüğün birinci Maddesi; Herkesin hatırlayacağı gibi bolşevik-menşevik ayrışması RSDİP'in ikinci kongresindeki üye tanımı üzerindeki maddeden başladı. Ya da zaten var olan ayrım bu tüzük maddesiyle dile geldi diyelim. İki öneri vardı. Menşeviklerin önerisini Martov dile getirdi; "Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin üyesi, parti programını kabul ederek, parti organlarının denetim ve yönetimi altında, partinin amaçlarını gerçekleştirmek için faal olarak çalışan kişidir." Lenin ve Bolşevikler bu öneriye şiddetle karşı çıkarak şu öneriyi sundular; "Parti üyesi, parti programını kabul eden ve hem mali yönden, hem parti örgütlerinden birine bizzat katılarak partiyi destekleyen kişidir." İlk bakışta aradaki derin ayrım görünmese de bu iki önerinin ardında yatan şey çok derindi. Martov'un önerisi geniş bir kitle partisinin önerisiydi. İşçilerin ve aydınların kolayca içine girebileceği, partinin kendisi ve sınıf arasındaki ayrımları sınır-

layan bir öneri. Bu öneriyle bütünüyle Marks'ın Komünist Manifesto'da tanımladığı parti modelinin Rusyalaştırılmış haliydi. Marks'ın söylediklerini tekrar hatırlayalım; "Komünistlerin bir tüm olarak proleterler karşısındaki tavrı nedir? Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerine karşı ayrı bir parti oluşturmazlar. Tüm proletaryanın çıkarlarının dışında ayrı çıkarlara sahip değillerdir. Proleter hareketi biçimlendirmek ve kalıba sokmak üzere kendilerine özgü hiç bir sekter ilke getirmezler." Martov Rusya koşullarında işçilerin partisinin ortaya çıkmaması sonucu oluşan komünist partiyi, işçilerin partisi haline dönüştürecek bir öneri sunuyordu. Rusya'nın özgün tarihsel koşullarından doğan işçilerden önce komünistlerin parti kurmasından kaynaklanan acayip durumu, Marks'ın vurguladığı "Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerine karşı ayrı bir parti oluşturmazlar" ve "Proleter hareketi biçimlendirmek ve kalıba sokmak üzere kendilerine özgü hiç bir sekter (ayrı) ilke getirmezler." ilkesine uyumlu hale getirme önerisiydi. Martov tepe üstü duran partiyi tekrar ayakları üzerine oturmak istiyordu. Ama Martov, beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. Lenin bildik saldırgan üslubu ile Martov ve yoldaşlarını "kuyrukçuluk", "komünist hareketi zayıflatmak" ile suçladı. Lenin, Martov üzerinden Marks'ın kurgusuna saldırıyordu. Lenin'in tasavvuru aslında bütünüyle farklıydı. Lenin'in vurgusu esas olarak bir organ içinde çalışmayı savunurken, günde 8-10 saat çalışmak zorunda kalan işçilerin bu organlara hiç bir zaman giremeyeceğini vurguluyordu. Daha sonra bunu daha da somutlaştıracaktı, kastedilen parti profesyonel devrimciler partisiydi. "Hareketin yönetimi, büyük pratik tecrübe sahibi, mümkün olduğu kadar mütecanis, mümkün en az sayıda profesyonel devrimci gruplarına teslim edilmelidir." (Bir Yoldaşa Örgütsel Görevlerimiz Üzerine Mektup) Profesyonel devrimciden kasıt, hepimizin bildiği gibi bir meslek olarak devrimciğin seçilmesi idi. Bu tür profesyonellerin geçimi parti tarafından karşılanıyor, bir başka işte çalışmıyorlardı. Ve Lenin hareketin yönetiminin bu profesyonellere terk edilmesini savunuyordu. Lenin bununla da kalmadı;


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 18

polemik

“... işçilerin örgütü, ilk olarak, sendikal bir örgüt olmalıdır, ikinci olarak, mümkün olduğunca kapsamlı olmalıdır, üçüncü olarak, mümkün olduğunca az konspiratif olmalıdır (...) Buna karşılık devrimciler örgütü, her şeyden önce ve esas olarak, mesleği devrimci faaliyet olan (devrimciler örgütünden de zaten bu nedenle söz ediyor ve devrimci sosyal-demokratları kastediyorum) kişileri kapsamaktadır." (N. Yapmalı, S. Eserler-2, sf. 32-33) Marks'ın komünistler işçi sınıfının partilerinden ayrı parti oluşturmazlar önerisi dikkate almamış ve işçilerin örgütü ve devrimcilerin örgütü olarak iki ayrı örgüt* tasarlamış. Profesyonel adını verdiği, devrimciliği meslek edinmiş geçimini bu işten temin eden insanları, işçilerin önderi olarak sunmuştu. Aslında Robespierre gibi Lenin de işçilerin cahil ve kandırılmaya müsait olduğunu söylüyordu; “Şunları iddia ediyorum: 1- Sürekliliği sağlayan istikrarlı bir önderler örgütü olmadan hiçbir devrimci hareket varlığını sürdüremez; 2- hareketin temelini oluşturan ve harekete katılan, mücadeleye kendiliğinden çekilen kitleler ne kadar geniş olursa, böyle bir örgüte duyulan gereksinim o kadar acil bir hal alır ve bu örgüt o ölçüde sağlam olmak zorundadır (çünkü her türlü demogogun kitlelerin geniş kesimlerini peşinde sürüklemesi o kadar kolay olmayacaktır)" (N. Yapmalı, S. Eserler-2 sf:144) Lenin, devrimcilik denen bir meslek icat etmişti. Sayıca çok az olan ve seçilmiş bu insanlar işçilerin önderi olarak atanmıştı. Bütünüyle bir iş bölümü uzmanlık ve meslek yaratılmış, her iş bölümü, uzmanlık ve meslek gibi yabancılaşmanın koşulları yeniden üretilmişti. Lenin burjuvazinin profesyonelmiş güçleri karşısına ona benzer bir güç çıkartmayı zorunlu görüyordu. Ama yaratılan mekanizma, tıpkı karşıtı burjuva aygıtı gibi kendi yozlaşmasını yaratmaktan kurtulamayacaktı. İşbölümünü ortadan kaldırmayı hedefleyen bir fikrin, yepyeni ve üstelik yönetme erki üzerinden bir iş bölümü yaratması tarihin bir ironisi olsa gerek. İşbölümü ve uzmanlık oldukça tehlikeli bir eğilimdir. Hele bu uzmanlık kendini önder olarak adlandırıyorsa, doğal olarak kendini elit, yetenekli, akıllı sanmaya başlar. Cahil ve sürekli yanılmaya eğilimli olan kitleleri yanılgılardan korumaya inançlı bu azınlık, Rusya'daki bürokrasinin ve yeni elitizmin ve kitleye tepeden bakmanın köklerini oluşturacaktı. Jokabenizm Lenin'in eliyle Rusya'da tekrar

yaratıldı. Üstelik bu profesyoneller, parti içindeki dengelerde oluşacak yeni yönetimin kendilerini işsiz bırakması ihtimaline karşı, farkında olmadan ekmeğini ve işini savunur pozisyona geçiyordu. Muhalif fikirleri doğruluğuna yanlışlığına bakmadan, "benim konumum ne olur" üzerinden sorgulamak durumunda kalıyordu. Bu yönüyle fikirler karşısında son derece gerici bir hal alıyorlardı. Yeni gelen yönetim, mesela Martov gibilerden oluşuyorsa; bu profesyonelliğe son verecek, yıllarca bu işi yapmaktan başka becerisi ve geçim kaynağı olmayan bu insanları işsiz bırakacaktı. Ya da yeni ekip Lenin gibi profesyonelliği savunsa bile, eski profesyonellerin yerine kendisinin uyumlu çalışacağı yeni profesyonelleri getirebilirdi. Bu da aynı sonucu doğuracak ve bu insanları işsiz bırakacaktı. Lenin'in Rusya'nın özgül koşulları ve gizlilik gibi gerekçelerle savunduğu bu örgüt modeli, jakobenizmin elitizmini, kitlelerden kopukluğu, tepeden bakmayı ve yöneticilik denen yeni bir işbölümünü ortaya çıkardı. "Otokratik bir ülkede böyle bir örgüt üyeliği ancak meslekten devrimciler, siyasi polise karşı mücadele sanatında profesyonelce eğitilmiş insanlar üye olabilecek şekilde ne kadar çok sınırlarsak, örgütün ele geçirilmesi o kadar zor olacaktır" (N. Yapmalı, S. Eserler-2 sf:144) Tarihsel olarak gizli örgütlerin siyasi polisin saldırıları karşısında daha dayanıklı olduğuna dair bir delil olmadığı gibi, bu türden yapıların tersine siyasi polisin sızmasına ve etkisine açık olduğunu kanıtlar bir yığın örneklete mevcuttur. Hele günümüz teknolojisinin ulaştığı düzeyde gizli bir komünist faaliyetin yürütülebilirliğinin koşulu kalmamıştır. Sosyalist hareket ve sosyalist devrimler bir çoğunluk devrimi olarak kurgulanmak durumundadır. Bunun yolu bütünüyle açık alan faaliyeti üzerinden geçer. Gizlilik bizim istediğimiz değil, bizim sıkıştırıldığımız bir durumdur. Tam tersi devletin bizi gizli bir alana sıkıştırıp, kitlelerden tecrit edip, büsbütün savunmasız bırakma gayretine, daha fazla açık alan ve kitle bağları yaratarak yanıt vermek gerekir. Esas olarak bir partiyi koruyan onun gizliliği değil, kitle bağları üzerinden sağlanmış meşruiyetidir. Siyasal mücadele ve meşruiyet bir örgütün gizliği üzerinden sağlanamaz. Çünkü kitleler açık alandadır. Bir sosyalist parti elinden geldiğince yasaları


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 19

polemik istismar eder, kazandığı kitlesellik ve meşruiyetin gücü oranında yasal sınırları alabildiğine genişletir ve bütünüyle aşar. Devrim eğer Marks'ın tanımladığı gibi tarihteki ilk çoğunluk devrimi olacaksa, bir partinin kendini gizleyip işçileri yönettiği bir tasarımla bu mümkün olamaz. Devrim geniş insan yığınlarının organik bir parçasına dönüşmüş bir parti üzerinden olabilir. Böyle bir parti, böylesi bir yığınsal hareketin kendi bilincini ve önderliği aşacağını peşinen kabul eder. Tarihsel olarak, cahillerin okumuşlardan-elitlerden daha çok yanıldığına dair bir kanıt yoktur. Tam tersi Hitler'in kurmaylarının hepsi okumuştu, bütün dünyayı yıkacak bir savaşı başlattılar. Bütün generaller okumuştur. Biyolojik silahları, nükleer silahları yapanlar da okumuştur. Türkiye'de darbe yapan generaller de okumuştur. Türkiye'de okumuşlar en çok CHP’ye oy veriyorlar. Bu da tek başına okumuşların nasıl bir yanılgı içinde ve değişime nasıl karşı olabildiklerini gözler önüne seriyor. Aslolarak sosyalist devrimlerde aşağıdan gelen ve toplumun 'cahil'lerince yapılan devrimlerdir. 'Cahil'lerin sürekli yanıldığını ve elitlerin onları yanılgıdan korumak için önderlik etmesi ya da yönetmesi anlayışı bütünüyle burjuva aydınlanma felsefesine aittir. Amaç-Araç diyalektiği üzerine; Genel olarak sosyalist yazında amaç-araç diyalektiği olarak kabul gören bir kavram var. Diyalektik bizim yazın dilimizde sihirli bir sözcüktür. Parça ile bütün, alt yapı-üst yapı, üretici güçler-üretim ilişkileri, amaç-araç vb. leri arasında bağ diyalektiktir dediniz mi tartışma ve söz oracıkta biter. Sanki biri ısrarla diyalektik değil demiş de biz diyalektik demişiz gibi. Diyalektik bir ilişki var, diye söyledik mi tartışma biter mi? Diyalektik diye söze girdiğimizde bu ilişki herkesçe aynı biçimiyle kabul gören, tartışılması olanaksız ve gereksiz bir mutlak doğru mu olarak kabul görür? Bu sözle başladınız mı ya da ona sığındınız mı, her şey yeni başlar aslında... Diyalektik tartışmayı bitiren değil başlatan sözdür. Öyleyse biz tartışmalıyız. Hem de diyalektik kavramına tanrısal bir kelam gibi sarılma yanlışlığına düştüğümüz için bir kez daha tartışmalıyız. Amaç'ın anlamını herkes bilir. Ama araç nedir sorusunun yanıtı o kadar basit değil. Felsefede araç diye kastedilen şey "kontrolü yaratıcısına-sahibine bağımlı nesne" dir. Araç gerçekten yaratıcısının kontrolünde midir?

Bugüne kadar hiç, kendini yaratanın kontrolüne bırakmış bir araç var olmuş mudur? Buna benim yanıtım hayır. Araç' yaratıldığı andan itibaren hem kendi yolunu hem de yaratıcısının kaderini belirleyen "canlı" varlıklardır. Amaç ve araç arasında bir ilişki-bağ var ise bu bağ aracın kendi yaratıcısını belirlemesi biçimindedir. Hiç bir aracı sadece kontrolü yaratıcısının elinde olan cansız bir varlık olarak göremeyiz. İnsan tarafından hatta somut insan tarafından yaratılan herhangi bir makine bile yaratıldığı andan itibaren sadece bir araç (kontrolü yaratıcısına bağımlı bir nesne) olarak kalmaz. Mesela Marks "hiç bir bilimsel buluş ateşin keşfi kadar insanın yazgısını değiştirmedi"ğini söyler. Bilinen bir söz vardır “tekerleği bulan, ben şimdi bunu ne yapacağım demez.” Elbette tekerlek için böyle söylemez ama tekerleği bulanın, tekerleğin dünyayı nasıl değiştireceğine dair bir fikre sahip olmadığını da rahatça söyleyebiliriz. Tekerlek hiç bir zaman sadece tekerlek olarak kalmamıştır. Tekerleği bulan ilk insan bunu bir amaca hizmet etsin diye; muhtemelen ağır bir nesneyi bir yerden bir yere sürüklemek "amacıyla" bulmuş/yaratmıştı. Yaratıcısının amacı her ne olursa olsun, bu araç yani tekerlek insan soyunun sosyal evriminde önemli bir basamak yarattı. Yük taşımak, insan taşımak, yolları yakın etmek, ilk arabayı yapmak, önüne hayvan koşmak... vb. bütünüyle insanın yazgısını değiştirmişti. Bu basit araç insan tarihinde bir dönüm noktası oldu. Bu günün tüm otomobillerinin tekerlek üzerinde gittiğini biliyoruz. Tekerlek kendini yaratan insanı hiç hayal etmediği (hayal edilmeyen, amaç olarak da tanımlanamaz) bir yöne evirdi. İksel devlette insanlar arasında bir tür hakemlik kurumu (devlet hala günümüzde araç olarak tanımlanır) yaratılmıştı. Kendinden beklenen de buydu. Ama bu canlı organizma kendini yaratıcısının amaç ve hayallerinin ötesinde yeni bir varlığa dönüştürdü. Alfred Nobel sarsıntıda patlayan nitro gliserinin (TNT) yol ve maden işçileri için doğurduğu felaketi önlemek amacıyla, sarsıntıdan etkilenmeyen yeni bir patlayıcı yaratmıştı. Dinamit adını verdiği bu patlayıcı, yaratıcısının amaç ve hayallerine rağmen çağının en önemli silahına dönüşmüştü. Sadece bir matematikçinin kafasında bir kuram olarak ortaya çıkan bir matematik yöntemi bile yeni bir çağın kapılarını açabilmişti. Olasılık mate-


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 20

polemik matiği olmadan kuantum fiziğinin olamayacağı gibi. En basit araçtan en karmaşığa kadar bütün araçlar, yaratıcısının kontrolünde bir nesne olarak hiç bir zaman kalmadılar. Yaratıcısından bağımsız ayrı bir varlık olarak yaratıcısının kaderini her daim belirleyebildiler. İnsanı belirleyen şey maddenin yasalarıdır. Kapitalizmi ortaya çıkaran da seri ve kolektif üretime olanak veren makinelerin (mekanik bilimi, içten patlamalı motorlar vb ) bulunuşu değil midir? Kapitalizm insanlığı bütünüyle başka bir evreye iterken bunu yine araçların çizdiği yol üzerinden yapacaktı. Kapitalizm denen sistem insanın kendi yarattığı makinenin kölesi oluşu değil midir zaten? İnsanlık tarihinin bütün devrimlerinin, bütün altüst oluşlarının temelinde aracın kendi yolunu çizmesi yatar. Sınıfları ortaya çıkaran da bizzat aracın kendisidir. Aracın tarihi bize toplumların tarihini verir. Araç'ın bu kendi var oluşu ve canlılığı tezi bizi Marks'ın “İnsan ne yaptığını değil, sadece var olanı bilir” paradigmasıyla buluşturur. Peki örgüt nedir? Kuşkusuz örgütle rde bir araçtır... Konumuz itibariyle sosyalist partiler de bir amaç için yaratılırlar. Yeni bir toplumun inşasına aracı olsunlar, kapitalizmi yıkabilmek için kullanılabilsinler diye. Öyleyse her araç gibi örgütler de kontrolü yaratıcısının elinde olan cansız varlıklar değildirler. Bir parti kendisini yaratanların amaçları doğrultusunda, bir tüzük ve program üzerinden bir insan ilişkisi tarifleyerek kurulurlar. Üstelik bu araç (parti) bilinen pek çok araçtan (mesela tekerlek) çok daha karmaşık bir araçtır. Ve her araç gibi bütünüyle canlıdır. Yaratıldığı andan itibaren kendini yaratanları da yeni bir yola evreye sokan ve kendi yolunu çizen bir varlığa dönüşür. Leninist örgütün başına gelen de bundan başka bir şey değildir. Kuşkusuz Lenin ve yoldaşları bu profesyonel, gizli, öncü vb. vasıfları olan bu örgütü (canlıyı) başka bir amaç hedefleyerek yaratmışlardı. Ama bilimin yasaları insan faaliyetlerinin hiç birinden ari değildi. Ve bu yasa yine işledi; "Araç, yaratıcısından bağımsız ayrı bir varlık olarak yaratıcısının kaderini belirler" Yazının önceki bölümlerinde anlatmaya çalıştığım şey olmak zorunda olduğu için oldu. Dışarıdan bilinç, cahil halkın yanılacağı kurgusu, gizlilik ve meslek olarak devrimcilik olgusu, bu yeni aracın

temel bileşenleriydi. Bu araç tüm diğer toplumsal, tarihsel faktörlerle karmaşık bir ilişkiye girerek, kendini zorunlu olarak reel sosyalizme evirdi. Eğer Leninist örgüt modelinin reel sosyalizmle birlikte devrini doldurmuş bir araç olduğunu kabul edersek, yeni bir araç yaratmak zorunda olduğumuzu kabul eder ve bunu tartışmaya başlayabiliriz. Bu kabul varsa sorulacak soru artık nasıl bir örgüte ihtiyacımız var olmalıdır. Nasıl bir örgüt sorusuna anlamlı bir yanıt vermemiz şüphesiz çok önemlidir. Ama bu durum "yaratılacak yeni aracın bizi nereye evireceğini öngörebileceğimiz" anlamına gelmez. Çünkü aracın yasası her zaman işler ve Marks'ın paradigmasında olduğu gibi "İnsan ne yaptığını değil, sadece var olanı bilir.” Bizi yanılgıya düşmekten korumasa bile en azından yanılgıdan kurtulmamızı sağlayacak yegâne şey şüphe ve demokrasidir. Şüphe kendi yaptığımız şeyin mutlak doğru olmadığını, yanılıyor olabileceğimizi kabul etmemizi zorunlu kılar. Mutlak doğrusu olan şüphe etmez çünkü. Demokrasi ise, bizim gibi düşünmeyenlerin bize 'yanlış yapıyorsunuz' deme olanağını sağladığı gibi, bizim gibi bakmayanların süreci değiştirebilmesine olanak da sağlar. Bolşevik parti, Lenin'i içerdiği gibi Martov'u da içerebilseydi belki bu yaşanan tarih olmayabilirdi. *; Lenin bir adım ileri iki adım geride, işçilerin örgütü devrimcilerin örgütü ayrımını gizlilik derecelerine göre kategorikleştirip, 5 ayrı örgütlenme icat eder. "Sorun, açık bir biçimde şöyle ortaya konabilir. Genel olarak örgütlenme derecesine ve özel olarak da örgütün gizliliğine ilişkin olarak ana çizgileriyle şu kategoriler düşünülebilir: 1) devrimcilerin örgütleri; 2) olabildiği ölçüde yaygın ve çeşitli işçi örgütleri (belli koşullarda, öteki sınıfların belli öğelerini de kapsamına alacağını düşünerek, kendimi işi sınıfıyla sınırlıyorum). Partiyi bu iki kategori meydana getirir. Ayrıca, 3) partiyle ilişiği olan işçi örgütleri; 4) partiyle ilişiği olmayan ama fiilen onun denetim ve yönetiminde bulunan işçi örgütleri; 5) işçi sınıfının, sınıf savaşımının büyük ölçüde kendini gösterdiği olaylarda, belli bir oranda sosyal-demokrat partinin kısmen yönetimi altına giren örgütlenmemiş öğeleri."


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 21

güncel

DBH üzerine “Türkiye Halklarının İşçilerinin, emekçilerinin ve tüm ezilenlerinin, ötekileştirilenlerinin eşitlikçi ve özgürlükçü geniş cepheden yana savaşımında kurulacak ortak Partimiz ve onun rolü üzerine öneriler” alklarımızın eşit ve özgür kardeşliğinin düşmanları, parti girişimimize mutlaka O¤uz karşı çıkacak, bizim bölücü unsurlardan U¤ur oluştuğumuzu, Kürtlerle, devrimcilerin, sosyalistleOlca* rin ve demokratların birleşerek bizim bölücü parti kurduğumuzu iddia edeceklerdir. Ancak bize bölücü diyenler aslında kendileri, halkların ve öncü gücü işçi sınıfının başta olmak üzere, ezilen diğer tüm toplumsal katmanlarının, gençlerin ve kadınların, diğer etnisitelerin, Alevilerin, Müslümanların, farklı dini grupların eşitlik, özgürlük temelinde ortaklaştıracakları siyasi bütünleşme iradesine karşı çıkanlar, ülke sınırları içinde yaşayan halkları ve farklılıkları milliyetçi, ırkçı, imha, inkâr ve şiddet politikasıyla birbirine kışkırtarak gerçekte olumsuzlama anlamında kendisi ‘bölücü’ olanlardır. Onlar aslında, halkların ve kardeşliğimizin düşmanları olarak son tahlilde halkların birlikteliği yerine, ülke gerçekliklerini birbirine karşı hamaset edebiyatıyla ayrıştıran ve milliyetçi söylemleriyle ötekileştiren gerçek bölücülerin kendilerinin olduğunu görememektedir. Onları gerçekten korkutan ise, Türk ve Kürt halklarının yukarıda saydığım unsurlarının topyekûn birleşerek, kendi totaliter anlayışlarını ve sömürü düzenini iflas ettirecek ve tarihin çöplüğüne atacak özgür demokratik bir cumhuriyet içinde, adil ve sosyal bir düzenin tesis edilmesi için, finans kapitalin ve işbirlikçilerinin, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yürüttükleri böl ve yönet siyaseti ile, askeri vesayet ve bürokratik oligarşik destekli kompleks psikolojik savaş sonucunda kısmen başarı sağladıkları hâlihazırda bölünmüş duran halk güçleri ile anlaşılan gerçekliğe karşı partileşme formatında geniş bir cephede güçlü ve organize olarak farklı mağdur güçlerin yan yana gelmesi ve ayni çatı altında parti oluşturmaları ola-

H

caktır. Biz birliğimize karşı koyanların oyununa gelmeyeceğiz, çünkü tarihin farklı zamanlarında değişik biçimde boy gösterseler de; emperyalist hegomanyacılığın ve kapitalizmin, ulusların ve halklarının ezici çoğunluğu olan emekçilere ve işsiz bıraktıklarına, yoksullara karşı oluşturdukları demokratik görünümlü gerici, anti demokratik siyasi bölücü rejimler, zaman zaman açık bazen de örtülü Kemalist Bonapartizm, askeri diktatörlükler halklarımıza büyük zarar vermişlerdir. Halklarımızın birçok temel gövdelerini görmezden gelerek gizlemiş, hiçe saymış ve darbelerle, sıkıyönetim rejimleriyle, olağanüstü bölge hal koşullarında faşist uygulamalarına uygun çıkarttıkları hukuksuz özel savaş yasalarının ve kararnamelerin ardına sığınarak kendilerine sözde meşruiyet kazandırarak ülkeyi yönetmeye çalışmışlar ve yüzlerce yıldır birlikte yaşayan halklarımızı yürüttükleri kirli savaşla direnme noktasına taşımışlardır. Ben şahsen boşanma hakkı de dâhil tüm seçeneklerin özgür ve yasaksız olarak tabu olmaktan çıkarılarak tartışılabilir olmasını savunmakla beraber, biz ezen ulus sosyalistleri, demokratları ve devrimcileri olarak, ezilen halkın siyasi temsiliyeti olan Kürt halkının ve onun içinde doğan, büyüyen ve gelişen özgürlük hareketinin ve siyasi temsilcisi DTP’nin önümüze getirdiği; “birliktelik ve ortak vatan” seçimi iradesine saygı duyarak, uzattıkları barış içinde bir arada yaşama elini saygıyla tutarak, ortak bir çatı partisi altında, birlikte demokrasi, eşitlik ve özgürlük temelinde yürütülecek savaşımda kendime ait enternasyonalizm ve sosyalizm nihai hedefli görüşümü ve değerlerimi saklı tutarak yer almaktan onur duyacağım. Kürt halkının ülkemizdeki varlığı ve bu varlığını kendi kimliği ile Türk halkı ile beraber devam ettirme arzusu, tabiatıyla aynı zamanda idari ve siyasi talepleri de


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 22

polemik

içerecektir. Gelinen bu momentte yeterince kitleselleşilmediği veya kimilerinin ileri sürdüğü gibi DBH’nin yeterince genişlemediği veya başka farklı gerekçelerle partileşme formatına karşı çıkmak nesnel koşullarda oluşmuş tarihsel fırsatı kaçırmak olacaktır. Türkiye’nin enternasyonalist yoğrulu mayası şimdilik bu kadar çıkabiliyorsa, bunu kabul etmek ve ancak bir an önce bu ‘öz ve samimi’ hamurun çürütülmesine izin vermemek için hareketimizin partileşme formatında geniş cepheye dönüştürülmesi gerekir. Hamur cephede acilen pişirilerek halklarımız için somut ekmeğine yani ortak partisine dönüştürülmelidir. Bizim herkesi eşit ve ayni haklara egemen olarak sahip kılma düşünce anlayışımız, biçimimiz sayesinde, bağımsızlaşan ve öznel şartlanmışlıklarından sıyrılan ve birliktelik için vazgeçmeyen ama bunu yaparken çıkabilecek nizaları, nihai hedefi için gündemine bu çatı veya cephe partisi örgütlenmesi içine mümkün olduğunca taşımayan, kapitalist rekabetçiliğin üst yapısındaki, illa ki karşılıklılık yani misilleme olması ön şartlı tabusunu yıkan ve böylece sosyal misillemelerle parçalatılmış özgürlük taşlarının, yan yana derlenmesine, yaşama ilişkin öneriyi kendimizin seçmesine ve sonra bunu yine kendimizin biçimlendirmesine ilişkindir. Önce Çatı Partisi girişimi devamında Demokrasi için Birlik hareketi, sadece işçi sınıfının birlik cephesi için değil, ona bağlanabilecek en geniş halk yığınlarının birliğine yönelik kitle politikalarını ele almak zorundadır. Özgürlük hareketi ile halk, emek ve demokrasi ayakları burada toplumun tüm tabanını, kendi çatısı altında tek bir demokratik harekata dönüştüren temel transformasyon (biçim, şekil değiştirme, dönüşüm) kayışı olacaktır. Tüm bileşenler arzu edileni yakalamamız konusunda kendisini soyutlamadan önce başkalarından beklemeden ortak özne olma yolunda işe önce kendisinden başlayarak birlik iradesini içselleştirme yolunda adımlar atmalıdır. Türkiye deki tüm demokratik ve sosyalist güçler yeniden bir parti arayışı inşa etmek için çalışmalar içinde, demek ki birçok cenahta farklı perspektiflerden de olsa arayış için kendilerince oluşmuş

şartlar var. Bu arkadaşlarımıza birliktelik niyetimizi sunmuştuk şimdi yeniden sunuyoruz. Biz de artık yeni bir partiyi kurma zamanını yakalama zorunluluğumuz sürecinde hiç olmazsa somutumuzu daha iyi görebilir bir duruma geldik. Tüm bileşenler, arzu edileni yakalamamız konusunda, kendisini soyutlamadan önce başkalarından beklemeden ortak özne olma yolunda işe önce kendisinden başlayarak birlik iradesini içselleştirme yolunda adımlar atmalıdır. Zira tarih Türkiye’ye acil çözüm yollarını dayatıyor. DBH hiçbirimizden ayrı bizim dışımızda bizden soyutlanmış bir fenomen değildir. Ama bizler acil sorunların çözümü için ortak kendi süjelerimizden bağımsız ortak güçlü parti iradesi koyarak tarih sahnesinde güçlü bir biçimde “yeknesak” yer almak yerine, hepimizin önünü açacak baş temel meseleye ilişkin en etkin sorunu, yani gerçekten bir türlü tesis edilmeyen barışı ve gerçek demokratik çözümü dolaylı olarak tecil edip, bunun çözümünü de “tasfiye mantığına” ihale ve teslim etmiş oluyoruz. Ve aramızda objektif, ama sonuçta zaman kaybına yol açan, makro hedefi atlayıp mikroya dönen, muallâk bir sosyal, sosyalist, demokratik cumhuriyet tartışmasına gömülü, temel olmakla birlikte taktiksel olarak şimdilik bu ileri zaman öngörülü sorunların çözümünün beklentisiyle ve her beklentinin getirdiği doğal rehavetle ağır aksak yürüyoruz. Bu temel tartışmalar önemli olmakla birlikte, bu üçünden birini savunmam, diğer savunulan tezlerle ayni çatı altında bir arada olunamayacağı, ya da uzlaşılamayacağı anlamına gelmiyor. Oysa acilen hep birlikte uzun bir barış, demokrasi, özgürlük ve eşitlik maratonu koşusuna sosyalizm,eşitlikçi özgürlük ya da diğer ( örneğin bu kimilerince sadece ekolojik ya da demokrasi ile sınırlı görülebilir) nihai hedeflerimizi saklı tutarak ama mutlaka birlikte emeğimizi koyarak katılmamız lazım. *Demokrasi için Birlik Hareketi Yürütme Kurulu Üyesi


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 23

portre

İsmail Beşikçi için[1] Sibel Özbudun

“o sözler ki kalbimizin üstünde dolu bir tabanca gibi ölüp ölesiye taşırız o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan uğrunda asılırız.”[2] evgili İsmail Hoca’mıza ilişkin kısa bir konuşma görevi bana verildi. Bu hiç kuşku yok ki onurlandırıcı, ama onurlandırıcı olduğu kadar zor bir görev. Zorluğu, bu sade, bu mütevazı, bu sıkılgan insanın canını sıkmadan hak ettiği övgüleri yüzüne karşı söyleyebilmekten kaynaklanıyor. Biliyorum, adına, kitaplarına, hatta fiziksel varlığına konan onca yasağa, ambargoya karşın, aranızda “Sarı Hoca”yı tanımayanınız yok. Yaşı 30’u geçmiş olanlarınız, onun Türkiye’nin en “sakıncalı hocası” olduğunu bilir. Dile kolay, 1971-1999 arası 28 yıllık tarihin 17 yılını cezaevlerinde geçirmiştir İsmail Hoca. 1999 yılında son kez tahliye olduğunda, geride 100 yıllık hapis, 10 milyar lira para cezası ve 32’si yasaklanmış 36 kitap bırakmıştı. Ünlü sosyal bilimci, Kürdolog Martin van Bruinessen, “İsmail Beşikçi: Türk sosyologu, Kemalizm eleştirmeni, Kürdolog” başlıklı makalesine şu sözlerle başlıyor: “İsmail Beşikçi uzun yıllar boyunca Türkiye’de Kürtlerin haklarını yüksek sesle ve açıkça savunan tek Kürt-olmayan kişi oldu. Başka hiçbir Türk aydını Beşikçi gibi neredeyse her demeci için sonsuz bir dava ve mahkûmiyetler dizisiyle karşı karşıya kalmış değildir. Beşikçi’nin Türkiye’nin yasa sistemiyle karşılaşmalarının serüveni, sistemde neyin yanlış olduğunu ve Kürt sorunu söz konusu olduğunda resmen ilan edilen insan hakları ve demok-

S

ratik değerlerin nasıl geçersizleştiğini her türlü soyut siyasal ya da hukukî analizden daha belagatli bir biçimde gösterir. Kendisini susturmaya yönelik tüm çabalara karşın yazmayı ve konuşmayı sürdüren Beşikçi, Türkiye’de Kürtler ve insan hakları hareketinin güçlü simgelerinden biri hâline gelmiştir. Pek çok Kürdün gözünde kendilerini hiçbir zaman yalnız bırakmayan ve büyük riskleri göze alarak her zaman baskıcı ve zorba devlete meydan okuyan tek Türk olarak, neredeyse insan-üstü vasıflar edinmiştir.” İsmail Beşikçi’nin, yaşamının parlak bir akademik kariyeri tepmeyi ve 17 yılını Türkiye Cumhuriyeti cezaevlerinde geçirmeyi göze alarak Kürt ulusal hareketine yaptığı entelektüel katkılar pek çok kez dile getirildi. Onun en iyi bildiğiniz yönü, hiç kuşkusuz ki bu gözüpekliği ve “İran etkisine girerek yozlaşmış bir Türk boyu”, “Kart-Kurt-Kürt Türkleri”, “dağ Türkleri” vb. olarak yutturulan, adı, dili yasaklı bir halkın “ulus olma hakkını” savunmadaki vazgeçmek bilmez ısrarı... Ya da “Kürt Sorunu”nun 1970’li yıllarda henüz Kemalizm etkisinden sıyrılamamış Türkiye sosyalist hareketinin görmek istediği gibi bir “geri kalmışlık” ya da “feodalite sorunu”ndan ibaret olmadığını hepimize öğretmesi… Onun tüm düşünsel yaşamı, resmi ideolojinin, Kemalizm’in iç-tutarlılığa sahip, metodolojik bir eleştirisi niteliğini taşır. Ama İsmail Hoca’nın pek üzerinde durulmayan, dillendirilmeyen başka bir ısrarı daha var. Belki de onun tanımlayıcı özelliği bu ısrarı: İsmail Beşikçi, dünyanın en basit görünen sorularını dile getirmeyi ve sorduğu soruların yanıtlarını bir çocuk saflığı ve inadıyla aramayı sürdüren bir bilim insanı… Konsensüslere, dengelere,


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 24

portre

“siyaseten doğruluk” arayışlarına, özdenetim, otosansür kaygılarına, sınırlılıklara ilişkin önkabullere boş verip merak ettiğinin peşinden giden, bir türlü büyümeyen bir çocuk. Aklına yatmayana, “münasip midir?”, “otoriteler ne der?” kaygısı duymaksızın oracıkta itiraz eden… Kendi hatalarına karşı “burada yazdıklarım baştan sona yanlıştır” diyebilecek kadar samimi… Kısa ömürlü üniversite kariyerinde hocalarını eteklemeyecek kadar uzlaşmasız… Söylediklerini beğenirsiniz, beğenmezsiniz… Metodolojisini doğru ya da yanlış bulursunuz… Ama vazgeçmeyen ısrarı, yalnız bırakılmayı,

tecrit edilmeyi göze alan boyun eğmezliği, soru sormadaki ve yanıtlarını ararkenki çocuksu yalınlığı, değişmeyen tevazusuyla, onun bu ülke aydınlarının örneği ve onuru olduğunu kimse inkâr edemez. 25 Ekim 2009 09:26:11, Ankara. NOTLAR [1] 31 Ekim 2009 tarihinde İstanbul TÜYAP’ta yapılan konuşma ömetni. [2] Attilâ İlhan.


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 25

dünya

asi kıtaya (tekrar) ABD müdahalesi

ya da Honduras örneği “Bunca bilgiden sonra ne bağışlaması? Düşün ki tarihin aldatıcı yolları, yapay dehlizleri çoktur, ve iletir, aldatır fısıldayan aşırı hırslarla, yönlendirir bizi boş şeylere…”[1] “Artık olmaz, o - la - maz” denilen, -hem de Obama ham hayalini de yerle yeksan ederek- bir Temel kez daha, Honduras örneğindeki üzere oldu. Demirer “Olan”a gelince… I. AYRIM: “GENEL”İN VERİLERİ Fidel Castro, Honduras’taki askeri darbenin başarıya ulaşması hâlinde Latin Amerika’da “darbeler dalgası” yaşanabileceği uyarısı yapıp, bu durumda Latin Amerika’daki ABD eğitimli orduların solcu liderlere karşı benzer hareketlere girişebileceğinin altını çizerek, “Eğer Zelaya makamına geri dönemezse, pek çok Latin Amerika hükümeti darbeler dalgası tehdidi altına girer” dedi. Noam Chomsky de, ‘Latin Amerika’nın Askerileştirilmesi’ başlıklı yazısında şunlara dikkat çekiyordu: “ABD, Latin Amerika’daki ‘radikal halkçı’ sol iktidarlara karşı mücadele etmek için, sağcı rejimlere verdiği askeri-mali yardımları ve askeri eğitim programlarını hızlandırdı. Sözün kısası, Obama’nın seçim kampanyasını belirleyen slogandaki, ‘inanabileceğin değişim’, ‘barış içinde bir dünya’ya doğru hareketleri kapsamıyor.” James Petras ise, ‘Obama’nın Latin Amerika Politikası’na daha geniş/ kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutup, şu noktalara dikkat çekmektedir: “Obama hükümetinin bölgede üçlü bir strateji izlediği görülmektedir: 1) Meksika, Kolombiya ve Peru gibi sağ hükümetlerden destek sağlamak, 2) Brezilya, Arjantin, Şili, Uruguay ve Paraguay gibi “merkez” hükümetler üzerindeki etkisini arttırmak, 3) Küba, Venezüella, Ekvator, Bolivya ve Nikaragua gibi sol hükümetleri izole etmek ve zayıflatmak… Obama’nın Bush yönetiminden devralıp genişleterek devam ettiği politikaların stratejik alanlarını sıralamak ve özetlemek de mümkündür: 1) Latin Amerika’nın ABD küresel politikası içerisindeki ol-

dukça düşük öncelik sırası; 2) Uyuşturucu konusunda askeri işbirliği; 3) Meksika ve Kolombiya gibi bölgenin en sağcı hükümetleriyle yakın işbirliği; 4) Küba’da ekonomik ambargoya devam; 5) İçerideki korumacı politikalarına karşın serbest piyasa söylemi; 6) Emperyalist genişlemeci politikasının bir aracı olarak IMF’nin pozisyonunu güçlendirmek; 7) Brezilya’da Lula, Arjantin’de Fernandez, Uruguay’da Vasquez ve Şili’de Bachelet gibi “merkezde bulunan hükümetler” ve Venezüella’da Chávez, Bolivya’da Morales, Ekvator’da Correa ve Nikaragua’da Ortega gibi “sol ve ulusalcı merkezsol” hükümetleri birbirinden ayırmak, ilişkilerini kesmek; 8) Merkez-sol hükümetlerde istikrarı sarsmak için Bolivya’da Sta Cruz, Ekvator’da Guayaquil ve Venezüella’da Maracaibo gibi geleneksel sağcı kanattan beslenen ayrılıkçı bölgesel elit hareketleri desteklemek…[2] ABD’nin, Latin Amerika’ya tekrar müdahalesinde somutlanan verili gidişatta, bir karşı-devrim odağı olarak Kolombiya’nın rolü/ konumu başattır. Gerçekten de Fidel Castro’nun da, ABD’nin Kolombiya’yla yaptığı üs anlaşmasıyla, Venezüella’da Chávez’in devrimci hükümetini ortadan kaldırmayı ve ülkedeki petrolün denetimini ele geçirmeyi amaçladığını söylediği tabloda Kolombiya sert eleştiri ve itirazların da boy hedefidir. Örneğin Ekvador’un başkenti Quito’da 11 Ağustos 2009’da düzenlenen Güney Amerika Ulusları Birliği (UNASUR) zirvesine, bölge ülkelerinin Kolombiya’da ABD’nin askeri varlığını genişletmesine yönelik endişeleri dile getirdiler. Kolombiya Devlet Başkanı Álvaro Uribe’nin katılmadığı zirvede, Latin Amerika liderleri ABD’nin Kolombiya’da uyuşturucuyla mücadele gerekçesiyle asker sayısını arttırma planını eleştirdi. Venezüella Devlet Başkanı Chávez, ABD’yi bölgede savaş çıkarmaya çalışmakla suçlarken Ekvador Devlet Başkanı Rafael Correa, bölgede tansiyonu hızla arttıran planı “açık bir provokasyon” olarak nitelendirdi. ABD’nin gerçek stratejisinin, dünya hâkimiyeti


doh

12/3/09

11:40 AM

Page 26

dünya olduğunu söyleyen Chávez, Kolombiya’nın Palanque üssünün ABD askeri uçakları tarafından kullanılmasının, ABD’ye Şili’nin güneyine kadar bütün kıta çapında askeri üstünlük sağlayacağına dikkat çekti. Evet, (Peru destekli) Kolombiya’nın Latin Amerika’daki sol dalgaya karşı saldırgan koçbaşı misyonu ile taltif edildiği ABD müdahalesinde Honduras’taki “önleyici darbe” tesadüf değil, büyük bir planın parçasıdır. Bu noktada bir liberalin, Mark Weisbrot’un da işaret ettiği üzere, “Honduras krizinin ABD’nin arabuluculuk girişimiyle çözüleceğini beklemek çok fazla iyimserlik olurdu. ABD’nin, bölgenin geri kalanının isteyip ihtiyaç duyduklarıyla çelişen çok fazla çıkarı var. Birincisi, Honduras’ta ABD askeri üssü var ki bu Orta Amerika’daki tek örnek. Zelaya’nın yürürlüğe koymak istediği anayasa reformu, seçmenlerin topraklarında yabancı askerlerin bulunmasını reddetmesine yol açabilirdi. Her ne kadar siyasi sistem olarak demokrasiyi tercih etse de, demokrasi ile askeri üs arasında bir seçim yapılması gerektiği durumlarda Washington’ın geçmişi iyi değil.” [3] I.1) “İMPARATOR”UN OBAMASI “Obama’nın farklı bir Amerikan başkanı olduğuna şüphe yok,” diyen Özdem Sanberk’e aldırmayın; Obama, olsa olsa, sistemin “seçtiği” bir başkan olarak; onu seçen sistemden bağışık değildir ve olamaz da! “Sistem” dedim; bu konuda Al Capone isimli bir gangster, “Bizim Amerikan sistemimiz, ister Amerikanizm deyin, ister kapitalizm, ne derseniz deyin, her birimize iki elimizle kavrayıp azamî yararı sağlayabileceğimiz büyük bir fırsat sunuyor,” derken; Edward Said de ekler: “Amerikan siyaseti tabii ki derinden çelişkilidir, ama anti-entelektüalizm… ortak damarını oluşturur. Bu, ideolojik anlamda basit, temel, geleneksel, dünyevî ve Amerikan olmayan herşeye karşı derin bir kuşkuyu içermektedir…” Evet, nihayetinde “siyahların en beyazı” olan O, “İmparator”un Obama’sıdır… Bu noktada “Obamania”nın hiçbir anlamı ve karşılığı yoktur. “Neden” mi? Öncelikle “Neden Obama?” sorusunu yanıtlayalım… Bilindiği üzere Bush dönemi ABD hegemonya-

sı açısından tam bir felaket oldu. ABD’nin rakipsiz ateş gücünün yıkmaya yeterken, yapmaya gelince etkisizliğini, tüm zaaflarını gözler önüne serdi. Dahası, dostlarını kızdırdı, rakiplerini birbirine yakınlaştırdı, ABD’nin liderlik ve kabul ettirme kapasitesi adeta dibe vurdu. Tam bu konjonktürde, ABD egemen sınıfının, askeri sınai kompleksin yönetici seçkinlerinin, dış politika duayenlerinin Obama’nın arkasına geçmiş olmaları bir rastlantı değil. Obama gibi biri gerekiyordu onlara, özellikle küresel bir mali kriz başlarken: Afrika kökenli, adı dahil, Müslümanlıkla bağları var, çok iyi bir konuşmacı, tüm kişisel siyasi tarihi uzlaşma yaratma, karşıtlarıyla orta yol bulurmuş gibi yaparak ‘yapının’ içine çekme becerisine dayanıyor... Bir hegemonya restorasyonu projesi için adeta “biçilmiş kaftan”dı… “Obamania” böyle tezgâhlanıp, ambalajlandı… Yani “Obamania” adlı fantezi oyunun ilk perdesinde, Demokrat Parti’nin, seçimleri siyah, savaş karşıtı, hatta halkçı bir adayla kazanmasını izledik. Artık ırkçılık aşılıyor, ABD günahlarından arınıyor, küresel saygınlığını, liderliğini onarıyordu. “Obamania”nın II. Perdesi’nde oldukça farklı bir gösteri izliyoruz. Obama’nın, bankalara milyarlarca dolar yardımdan, Afganistan savaşını tırmandıran uygulamalarından sonra halkçılığı, savaş karşıtlığı, Demokrat Parti saflarında dahi sorgulanıyor, “Sağlık Reformu”na ilişkin umutlar sönüyordu; ya da vb’leri, vb’leri… Burada durup, “Toplumsal yaşam esas olarak pratiğe ilişkindir. Teoriyi mistisizme yönlendiren tüm gizemler akılcı çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin anlaşılmasında bulurlar,” gerçeğinin altını özenle çizerek Obama’nın kimi marifetlerine -kısaca- göz atalım: i) Başkanlık kampanyası sırasında ABD’yi “ırkçı” diye niteleyen eski rahibi Wright’la yollarını ayıran Obama’nın yeni rahibi, İslâm için “hatalı din” tanımlaması yapan Carey Cash oldu… ii) ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki Mojave Ulusal Parkı’nda Birinci Dünya Savaşı’nda ölen askerler anısına dikilmiş haça karşı “hükümetin herhangi bir dini destekleyemeyeceğine” dair anayasa hükmünün ihlâl edildiği gerekçesiyle başlatılan hukuk savaşında, Obama yönetimi “haçın korunması” yönündeki görüş bildirdi…


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 27

dünya iii) ABD yaklaşık 21 yıldır iktidarı elinde bulunduran Myanmar’daki cunta ile doğrudan bağlantı kurma kararı aldı. Her fırsatta dünyaya demokrasi ve insan hakları dersi veren ABD’nin, cunta yönetimi ile diplomatik ilişkiye geçeceğini açıklaması tepkiyle karşılandı… iv) “Guantanamo’yu kapatmıyor, Bush yönetiminin ‘koruyucu tutuklama’ politikasına yeni ‘uzatmalı tutuklama’ başlığı altında devam ediyor, askeri komisyonlarla aynı gemide ve haksız yere tutuklama ile ilgili kanunu reddediyor…”[4] v) Oysa… ABD Başkanı, işkence fotoğraflarını açıklamaktan vazgeçmişti. Bunun nedenini, Ebu Garib’teki olayları soruşturan tümgeneral itiraf etti: Tecavüz görüntüleri var... vi) Bunlar yetmezmiş gibi Guantanamo Komutanı David Thomas, yıllardır süren “işkence” iddialarını 20 dakikada yok etmeye çalışır gibi defalarca aynı sözleri söyledi: “Yaptıklarımız gurur verici”… vii) Nihayet, A. J. Langguth’un anımsattığı üzere, “Obama işkence meselesiyle uğraşırken ve bazı eski yetkililer işkenceyi savunurken hatırlamakta fayda var: ABD Soğuk Savaş’ta diktatörlüklerin Latin Amerika’nın dört bir yanına yayılmasına yol açarken, Amerikan ajanları bu ülkelerde muhaliflere işkence yapılmasına açıkça yardım etti…”[5] viii) ABD Senatosu, Obama’nın Guantanamo esir kampının kapatılması için istediği finansmanı reddederken, Irak ve Afganistan savaşları için 2009 yılında 91.3 milyar dolar ek bütçe ayrılmasını kabul etti. Senato’daki oturumda ek savaş bütçesi 3’e karşı 86 oyla onaylandı. Senato’da onaylanan ek bütçeyle beraber 2009 yılında Irak ve Afganistan savaşına harcanacak paranın 900 milyar doları aşacağı belirtiliyor... Ayrıca ABD’nin 2009’da 513 milyar dolar olan savunma bütçesi 2010’da 534 milyar dolara çıkacak… ix) “Kampanyasında ülke içinde işsizliği azaltmaktan Afganistan’da güvenliği sağlamaya dek bir dizi vaatte bulunan Obama hiçbir sözünü yerine getirmedi…”[6] “İran’ı tehdit eden Obama, nükleer silahları ve yerleşimleriyle hukuku ihlâl eden İsrail’e sesini çıkaramıyor. Yeni başkan sadece bir dekor…”[7] “Ortadoğu’yu temsilcilere boğmasına rağmen Filistin sorununda somut ilerleme kaydetmeyen Obama Bush gibi vaatlerin ötesine geçemeye-

cek…”[8] “İsrail yerleşimleri ve nükleer silahsızlanma konusunda kulağa hoş gelen şeyler söyleyen Obama, iş pratiğe gelince kendisiyle çelişiyor…”[9] x) Bu kadarı yeter mi? Yetmesine yeter de; “Acaba ‘dünyanın lideri’ Barack Obama’nın dünyayla arasındaki balayı sona mı erdi?” sorusunu dillendiren Saad Muhyu’nun şu saptamalarını da nakletmeden geçmeyelim: “Yeni damatla pek çok ‘eş’ arasındaki sorunlar balayının bitmek üzere olduğuna işaret ediyor. Kuzey Kore tecride Japonya’nın üzerinden geçen bir füzeyle cevap verdi. Rusya Doğu Avrupa’daki füze kalkanına yönelik vaatlere inanmadı ve Gürcistan sınırına yeni güçler konuşlandırdı. Kendisiyle sıcak biçimde tokalaşan Avrupa Afganistan ve diğer kriz bölgelerine konusunda vaatten başka şey vermeyecek. İran kendisini ABD yönetimiyle diyaloğa hazırlasa da, Obama’nın güleryüzlü bir Bush olmasından endişelenerek hâlâ dikkatli bir ilişki kuruyor. Chávez ve Küba’ya yönelik açılımlarına rağmen, Fidel Castro Obama’nın sözlerinden memnun olduğunu ancak fiiliyata dökülmesini daha çok istediğini belirtti. İsrail’de Başbakan Binyamin Netanyahu tarihin en aldatıcı dansına hazırlanıyor. Washington’da Obama’ya, kapsamlı barış çabasına girerek Suriye ve Filistin süreçlerinde müzakere önersini kabul edeceğini ama aslında Filistinliler ve Lübnan’dan başlayıp İran’a kadar savaşları tutuşturma sürecinde faaliyet göstereceği fikrini bildirecek…”[10] Özetle konuşmayı bile beceremeyenlerin yönettiği ABD emperyalizmi; Isaiah Berlin’in, “Siyasi milliyetçilik kaçınılmaz olarak saldırganlığı doğurur”; [11] V. İ. Lenin’in de, “Emperyalizm dış politikasında yürüttüğü demokrasiye yönelik saldırgan politikasını ayni şekilde gericiliğe varan ölçüde iç politikasında da yürütmektedir. Bu anlamda emperyalizmin, zaten demokrasiye sadece karşı olması değil, aynı zamanda demokrasinin tümüyle toptan inkârı olduğu tartışma götürmezdir,” saptamalarını doğrulayan bir saldırganlık ve emperyalist müdahale aygıtıdır! Tablo bu; “Nobel ödül”lü Obama da bunun asli parçası… Bunun Latin Amerika’ya yansımasına gelince, bu konuda şunlara dikkat çekiyor Immanuel Wal-


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 28

dünya lerstein: “George W. Bush’un başkanlık dönemi, Latin Amerika’da geçen iki yüzyıl boyunca sol ve merkez sol siyasal partilerinin yaşadığı en büyük seçim başarısına denk gelmişti. Obama’nın başkanlık dönemi ise, Latin Amerika’da sağın intikam anı olma riskini taşıyor. Bunun sebebi ise aslında aynı şey: ABD gücünün düşüşe geçmesi ve dünya politikasında ABD’nin merkezi rolünün sürüyor olmasının birlikte devam etmesi. ABD hem kendisini dayatmayı beceremiyor hem de bununla beraber herkes tarafından oyun sahasına kendi yanında girmesi bekleniyor.” [12] I.2) SİNİR UÇLARI Obama, ABD emperyalizmi için Latin Amerika’da yükselen sol dalgaya yönelik olarak “sağın intikam anı olma” imkânı/ ve tehdididir; üstüne üstlük de ABD hegemonyası açısından çok ama pek çok gereklidir… Çünkü Dominik’deki ABD karşıtı hareketlenmeden; Kostarika’ya uzanan itiraz ve Uruguay’daki eski Tupamaru gerillası ve ‘Birlik Cephesi’ adayı Jose Mujica seçim başarısı ABD için yaygınlaşan bir tehlikedir… ABD, buna acilen “Dur” demelidir; çünkü ABD’nin kıtadaki en güvenilir müttefikleri dahi süreçten, El Salvador gibi etkilenmektedir… El Salvador’da 2009 Mart’ında yapılan seçimlerde ülkenin ilk solcu devlet başkanı seçilen Mauricio Funes 1 Haziran 2009 günü düzenlenen törenle yemin ederek görevine başladı. Eski gazeteci ve gerilla Funes ilk icraatı olarak Küba ile yeniden diplomatik ilişki kurarken ABD ile dost kalmaya devam edeceği sözünü de verdi. Küba, her zamanki gibi Latin Amerika ve ABD emperyalizmi için kilit önemini korumayı sürdürüyor… Obama ile değişen bir şey de olmadı; örneğin, Obama’nın işbaşına gelmesi sonrasında da Küba ambargosu sürüyor; Havana’da konser vermek isteyen New York Filarmoni Orkestrası’na geçit verilmedi. Ancak, ABD ambargosunu işlevsizleştiren önemli bir karar Amerikan Devletleri Örgütü (OAS)’dan geldi: 47 yıl sonra Havana’nın örgüte yeniden katılmasının yolunu açan bir karar alındı. Lugo, Güney Amerika Ortak Pazarı (MERCOSUR) ve UNASUR üyesi olan tüm ülkelerin Ko-

lombiya topraklarında kurulan ABD askeri üslerine karşı fikir belirtmesi üzerine ABD ile olan söz konusu anlaşmayı bozma kararı aldığını söyledi. Daniel Ortega’nın Devlet Başkanlığı’ndaki Nikaragua da Paraguay’dan farksız… Tablo vahim özellikler kazanırken; Obama şahsındaki imkân/ ve tehdit, öncelikle, Latin Amerika’nın sinir uçlarını kaşıyarak, asi kıtadaki dayanışmayı parçalamayı hedeflemektedir. Mesela Lula’nın Brezilya’sı, tüm “halkçı” retoriğine karşın, -Paul Sweeney’nin, “Gerçek başarı, başarısız olma korkusunu yenmektir,” sözündeki üzere- Obama için bir kalkış noktasıdır; eldeki en önemli kart(lar) ise, “İmparator”un uşaklarıdır! I.3) “İMPARATOR”UN UŞAKLARI Isaiah Berlin’in, “Totaliter ülkelerde insanlar soruları cevaplamak yerine, soruların sorulmasını engellemeye çalışır. İnsanların soru sormasını engellemenin bir yolu, onları baskı altında tutmaktır. İnsanların, kuralları veya görüşleri veya kurumları sorgulamalarına izin vermezsiniz; soru sorma alışkanlığının kendisini yıkıcı diye ortadan kaldırırsınız,”[13] deyişiyle örtüşen “İmparator”un doğrudan uşaklarının ilk ve en önemlisi Kolombiya ise, en az onun kadar önemli olan ikincisi de Peru’dur. I.3.1) KOLOMBİYA Bir narko-ekomi siyasasının uzantısı olarak Kolombiya, teröristliği ayan beyan ortada olan bir devlettir. Evet, evet “devlet terörü = Kolombiya”dır… Örnek mi? ABD’deki Demokrat Kongre üyeleri, Uribe’nin sendika liderlerinin öldürülmesine göz yumduğu açıkladı. Kolombiya’da 10 gün kalarak araştırma yapan BM Raportörü Philip Alston’a göre Kolombiya ordusu, sivilleri sistematik bir şekilde katlediyor. Ayrıca Kolombiya Savcılığı’nın, 22 yılda işlenen cinayetler üzerine yayınladığı rapora göre, eski paramiliterler, 22 yılda yaklaşık 21 bin kişiyi öldürdüklerini, 380 çocuğu zorla askere aldıklarını, 132 kişiyi kaçırdıklarını itiraf ettiler. Savcılığa bağlı Adalet ve Barış birimi başkanı Luis Gonzalez, 2003-2007 arasında af kapsamında tasfiye edilen toplam 31.000 paramiliterin verdiği ifadeler sonucunda 16 Haziran 2009 tarihi itibariyle paramiliterlerin işledikleri yaklaşık 21.000 cinayeti itiraf ettiklerini, bunun bir dehşet olduğunu söyledi.


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 29

dünya FARC, işte böylesi bir vahşet ve kokuşmuşluğa karşı sosyalizm ve özgürlük mücadelesi veriyor; sadece Uribe’ye karşı değil; aynı zamanda ABD emperyalizminin bölgesel müdahalesine karşı… Kolay mı? Kolombiya, 7 askeri üssün ABD tarafından kullanılması için anlaşmaya varıldığını duyurdu. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, 18 Ağustos 2009 günü Washington’da Kolombiya Dışişleri Bakanı Jaime Bermudez ile görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada, anlaşmanın, terörle ve uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadele için ABD’nin Kolombiya üslerini kullanmasına imkân tanıyacağını söyledi. Dışişleri Bakanlığı, “üzerinde anlaşılan metnin imzalanmadan önce iki ülke hükümetlerince inceleneceğini” belirtti. Kolombiya’nın ABD askerlerini daveti Ekvador ve Venezüella gibi bölge ülkelerinin tepkisini çekiyor. Özetle ve Nikolas Kozlof’un işaret ettiği gibi, “Uribe’nin ülke topraklarında yedi ABD üssü kurulmasına izin verme kararı, Andlar bölgesinde (Venezüella, Kolombiya, Ekvador, Peru ve Bolivya’yı kapsayan bölge) savaş propagandasını kızıştırdı.”[14] Bu da Peru’nun “önemi”ni artırdı… I.3.2) PERU Latin Amerika’daki bir gericilik kalesi olarak Peru’nun kilit önemi konusunda Heinz Dieterich, özellikle şunların altını çizer: “Uribe-Bush-Obama ve UNASUR Quito’da hâlâ Andino bölgesinin askeri olarak işgalinin pazarlığını yaparken, Washington Peru’nun askeri işgali noktasında adımlarını çoktan atmıştı bile. Peru Savunma Bakanı Rafael Rey’in sözleriyle bunu ifade ederse: ‘Kuzey Amerikalıların Peru’da uyuşturucu ticareti ile savaşa karşı mücadeledeki işbirliği çok olumludur ancak ne yazık ki şu an stratejik VRAE (Apurimac ve Ene nehirleri vadisi) bölgesinde uyuşturucu ticaretiyle iç içe geçmiş bulunan yıkıcılığa karşı savaşta Kuzey Amerika’nın yardımından söz etmiyoruz.’ Bir devlet memurunun yerel bir radyoya söylediği bu sözler ‘Plan Kolombiya’yı Peru’nun kalbine, Brezilya’nın Amazon bölgesinin çok yakınına ve Bolivya’nın sınırlarına kadar genişletmeyi içeren ‘Washington-Alan García projesi’ni açığa çıkarmakta; Rafael Rey’e göre Washington’un Ko-

lombiya’daki askerî üsleri bölge için bir tehdit ifade etmemektedir. ABD’nin askerî varlığını ve üslerini, 2012’deki Peru seçimleri öncesinde bu bölgede isyancı güçlere karşı büyük bir saldırı için istediğini belirtti. García-Washington projesinin çifte amacı vardır: 1- Peru kitle hareketinin yükselişinin halkçı bir başkan adayını iktidara taşımaması, bunun yerine oligarşik bir şahsın başkan olması için gereken baskıcı politik/askerî koşulları yaratmak. 2- Monroe’cu askerî yayılmacılığın Cono Sur’a (Arjantin, Şili, Uruguay, Paraguay bölgesi) gelmesini kolaylaştırmak.”[15] Morales’in, “dünyanın en kötü devlet başkanı” olarak tanımladığı García bu nitelemeyi gerçekten de hak ediyor. Morales kesinlikle haksız değildi! Çünkü sömürgeciliğin isyancı red cephesi karşısında García (ve elbette Uribe) kadar uyumlu bir işbirlikçi bulabilmesi enderdi… I.4) İSYANCI RED CEPHESİ Başını Bolivya, Ekvador, Venezüella’un çektiği isyancı red cephesi, “Zalime engel olmayan zulme ortaktır” kararlılığı ve Dolly Patron’un, “Gökkuşağına ulaşmak istiyorsan yağmura katlanmak zorundasın,” sözünde vurguladığı ısrarla “Direnişten İsyana, İsyandan Devrime” yönelen güzergâhta (“sol” lafazanlıklara rağmen![16]) ilerliyorlar. Örneğin Morales Amerika yerlilerine, “Direnişten isyana, isyandan devrime gidiyoruz: İkinci ve nihai bağımsızlık vakti gelmiştir,” diye haykırırken; Amerikan yerlilerinden de “ilkinden 200 sene sonra Amerika’nın ikinci ve nihai bağımsızlığını kendi elleriyle kazanmalarını” istiyor. Peru’daki Titicaca gölü kıyısında düzenlenen Amerikan Yerlileri Zirvesine mesaj yollayan Morales, yerli halklarına “kendi kaderlerini kendi ellerine almalarını ve arzu ettikleri dünyayı kendi elleriyle kurmaları” çağrısında bulundu. Amerikan kıtasının hep sömürüldüğünü hatırlatarak, bir İspanyol atasözündeki üzere, “Unutmak bağışlamaktır” diye haykıran Bolivyalı yerli lider, resmi tarihin Amerika’nın istilasını “Amerika’nın keşfi”, soykırımı ise “fetih” olarak takdim ettiğini belirtti ve “Bugün de zenginliklerimize serbest ticaret anlaşmalarıyla el atmanın adını entegrasyon koydular...” dedi. Anti-emperyalist duruşuyla ABD’nin Latin


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 30

dünya Amerika’daki sıkı müttefiki Kolombiya’da mevcut yedi askeri üsse de net tavır koyan Morales, UNASUR toplantısında da şu öneriyi de dillendirdi: “Bu konuda tüm kıtada referandum düzenleyelim.” “Kamusallaşmaların hızlandığı” kesitte “darbe bekleyen” Ekvador’da, Bolivya’ya benzer bir tutumda ısrar ediyor. Ekvador’da ABD’nin Manta Üssü’nün resmen kapatılıp, ülkede kalan son 15 ABD askerinin de ülkeden ayrılmasından yani 18 Eylül 2009 tarihinde sonra açıklama yapan Dışişleri Bakanı Fander Falconi, 10 yıldır süren “ABD’ye itaat politikasının” sona erdiğini belirterek, “Latin Amerika ülkeleri her tür baskıya ve boyun eğdirme girişimine karşıdır” dedi. Ekvador Güvenlik Bakanı Miguel Carvajal da, üssün kapatılmasını ülkenin “bağımsızlığı” açısından zafer olarak nitelendirdi. Correa, komplonun Honduras’taki darbeyle ve ABD tarafından beslenen uluslararası sağcı oluşumların bölgede değişim sürecini geliştiren hükümetlere karşı başlattıkları saldırıyla bağlantısı olduğunu belirtip, “Uyanık olmalıyız, ‘Yurttaş Devrimi’mizi öldürmeye çalışıyorlar, ancak endişelenmeyin; köpekler havlıyorsa, doğru yolda ilerliyoruz demektir,” dedi. Kolombiya’ya “rest” çekenlerden birisi de Chávez’in Venezüella’sı… Görmeyen, bilmeyen yok: Chávez’in Venezüella’sıyla ABD işbirlikçisi Uribe’nin Kolombiya’sı arasında savaş rüzgârları esiyor. 2008 yılında FARC’ın Ekvador’daki kampını basıp Caracas’ı örgüte para ve silah vermekle suçlamasının ardından çıkmış kriz “geçti” derken, ABD’nin uyuşturucuyla mücadele “adına” Kolombiya’da mevcut yedi üssüne yeni asker konuşlandırma planı ve Uribe’nin sınıra asker göndermesi gerilimi tetikledi. Kolombiya askerlerinin Venezüella sınırını geçtiğini öne süren Chávez, bu ülkeye petrol sevkıyatını kesip orduya “çatışmalara hazır olun” talimatı verdi. 10 Ağustos 2009’da Ekvador’da düzenlenen UNASUR zirvesinde, diğer Latin liderleri kıtada savaş rüzgârlarının estiğine dair uyarmanın ahlâki görevi olduğunu söyleyen Chávez, “Bu Latin Amerika’da bir savaşa yol açabilir” dedi. Chávez’in Venezüella’sı ezilenlerden yana saf

bağlayan çıkışları ve uluslararası ilişkileriyle ABD emperyalizme meydan okuyor. Örneğin Chávez, CNN’de Larry King’in programında, eski ABD Başkanı Bush’un 2002’de ülkesindeki kısa süreli darbe girişiminde tutsak olduğu sırada kendisine suikast düzenlemeye çalıştığını söyledi. Darbecilerin Bush’tan suikast emri aldığını, ancak bazı askerlerin itirazı nedeniyle ölümden kurtulduğunu anlatan Chávez, ABD’nin hâlâ kendisini devirmek istediğiyle ilgili endişeleri olduğunu belirtti. Chávez, King’in “Hangi ülkenin size zarar vermek istediğini düşünüyorsunuz” sorusu üzerine, ABD’yi kastederek “Tabii ki imparatorluk. Kolombiya’daki 7 ABD üssü Venezüella’ya karşı büyük bir tehdittir” dedi. Yine Chávez, 20 Eylül 2009 günü halka seslendiği ‘Merhaba Başkan’ programında yaptığı konuşmada, “Bir yanda gülümseyen, kadın haklarından, sosyal güvenlikten, atom bombaları olmayan bir dünyadan bahseden bir Obama, diğer yandaysa Honduras’taki darbenin arkasında olan ve Kolombiya’da 7 tane üs açan emperyalist ülkenin başkanı Obama var.” “O, Andromeda galaksisinde kaybolmuş. Feci bir labirente giriyor. Anlamıyor, iyi niyetli genç bir adam ama biraz daha eğitim görmeli. Honduras’a müdahale istemiyoruz, imparatorluk pençelerini çeksin istiyoruz,” dedi. II. AYRIM: HONDURAS ÖRNEĞİ Her şey, “11 Ekim 2008” tarihli bir haberdeki üzere şöyle başladı: “Orta Amerika ülkesi Honduras’ta parlamento, ABD karşıtı birliğe katılmayı onayladı. ABD’nin Amerikalar İçin Serbest Ticaret Bölgesi (FTAA) girişimine karşı, Venezüella ve Küba’nın çağrısıyla kurulan Latin Amerika için ALBA bloğunun üye sayısı Honduras ile birlikte 6’ya çıktı. Daha önce Latin Amerika’daki antiemperyalist ve sol iktidarların kurulduğu Bolivya ve Nikaragua ile Karayib ülkesi Dominik Cumhuriyeti ALBA’ya katılmıştı. Oylama yapılırken binlerce Honduraslı parlamento etrafında gösteri yaparak ALBA’ya katılımı destekledi. Zelaya’nın sağcı olmasına karşın, göstericiler ve parlamentodaki sol muhalefet karara destek verdi. Muhalefetteki Ulusal Parti lideri Antonio Rivera, ‘yoksulların yararına gözüken hiçbir kararın karşısında duramayacaklarını’ söyledi.”


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 31

dünya Burası, “kopuş”tu… Sonra da, Honduras’ın (genel) durumuyla arkası geldi; Carlyle’ın, “Deneyler, en iyi öğretmenlerdir. Yalnız okul masrafları biraz çoktur,” sözündeki üzere… II.1) HONDURAS’IN (GENEL) DURUMU Honduras, Orta Amerika’da 7 milyon nüfusa sahip, işsizliğin yüzde 30, enflasyonun yüzde 15 civarında olduğu ve nüfusun büyük bölümünü tarım kesiminde yaşadığı yeni sömürge bir ülkedir. Ayrıca da, CIA ve ABD ordusunun bölgedeki operasyonları açısından çok önemli bir merkezdir. Ordusunun üst kademesi her zaman ABD’nin ünlü “işkenceci yetiştirme okulunda” eğitilmiş komutanlardan seçilir. Askeri darbeyle devrilen Zelaya, devlet başkanlığı seçimlerini, 2005 yılında, Liberal Parti’nin adayı olarak iş çevrelerinin desteklediği bir programı savunarak kazandı. Ancak ekonomik koşullar bozulurken yükselmeye başlayan toplumsal muhalefeti yedeğine alabilmek için, giderek ulusalcı, halkçı bir çizgi geliştirmeye başladı. Zelaya, “oligarşiyi” haksız kazanç elde etmekle eleştirdi, asgari ücreti yüzde 60 arttırdı; bölgede ABD’nin serbest ticaret projelerine karşı şekillenen ALBA’ya katıldı. Bu gelişmeler karşısında Honduras egemen sınıflarının güçlerini bir araya toplamak için kolları sıvadıklarını, CIA kaynaklı, ABD’nin kamu diplomasisi (rejim değişikliği) araçlarından USAID ve National Endowment for Democracy’den finansal destek olarak, Arcadia Foundation gibi karanlık örgütlerin de katkısıyla “Barış ve Demokrasi Hareketi”ni kurduklarını görüyoruz. Zelaya’nın da iktidarda kalabilmek için, ikinci kez seçilmesine olanak sağlayacak bir yasal değişiklik önerisine yönelik bir reform projesini gündeme getirdiğini... Ordunun müdahalesi, bu projenin anayasaya aykırı olduğu gerekçesinden kaynaklandı. ABD’nin başından beri sürecin içinde olduğunu, salt ikircikli tutumundan değil, üst düzey bir diplomatın, “Komutanlarla görüşüyorduk, darbeyi engellemeye çalıştık ama başaramadık” sözlerinden de anlıyoruz. The Guatemala Times’ın, “Honduras darbesi buzdağının yalnızca tepesidir. Şimdi sırada kim var?” başlıklı başyazısı da bize ABD’nin bölgede ALBA’ya karşı yeni bir inisiyatif başlatmakta olduğunu düşündürüyor...

Evet, Honduras darbesi bir “ilk” olması yanında “test” bağlamlı bir “örnek” de olacaktı; kimi “anlamsız” beklentilere karşın! II.2) DARBENİN NİTELİĞİ Gelelim Publius Dvidius Naso’nun, “Öğrenmek güzel şeydir, bir düşmandan bile olsa,” deyişini anımsatan darbenin niteliğine… Bilindiği üzere Orta Amerika ülkesi Honduras’ta Devlet Başkanı Zelaya, ikinci defa seçilmesini sağlamak amacıyla anayasa değişikliği için referanduma gitmek isteyince, ordu, yüksek mahkeme ve kongreyle karşı karşıya geldi. 2009 Kasım’ında yapılacak seçimlere katılmak için referandum düzenlemek isteyen Zelaya, anayasa değişikliğine karşı çıkan Genelkurmay Başkanı General Romeo Vasquez’i görevden aldı ve Vasquez’in göreve iadesine karar veren yüksek mahkeme kararını da tanımayacağını açıkladı. Zelaya, referandumu da yasadışı olarak nitelendiren yüksek mahkemenin “sadece güçlülerin ve zenginlerin haklarını savunduğunu ve demokrasi açısından sorun yarattığını” söyledi. Ordu yetkililerinin oy sandıklarını vermeyi reddetmesi üzerine, Zelaya ve destekçileri 25 Haziran 2009 sabahı askeri üsse girerek sandıklara el koymuştu. Kriz nedeniyle Savunma Bakanı ile kara, hava ve deniz kuvvetleri komutanları istifa etti. Sonrasına gelince… Devlet Başkanı Zelaya, Kongre, yargı ve ordunun ortaklaşa darbesiyle yüzyüze bırakıldı… Böylece de Orta Amerika’da Soğuk Savaş sonrası ilk kez bir askeri darbe gerçekleştirildi… Özetle Honduras’ı darbeye götüren gelişmeler adım adım şöyle gelişti(rildi): Ocak 2006’da başkanlığa seçilen Zelaya, Chávez’in izinden gidip Anayasa’yı değiştirmeye kalkışınca anayasal kriz çıktı. Zelaya, tekrar aday olup dört yıl daha başkanlık yapmasını sağlayacak şekilde anayasanın değiştirilmesini “Referanduma götürelim mi, götürmeyeyim mi” diye sorduğu, bağlayıcılığı olmayan, halkın nabzını ölçmeye yarayacağını söylediği bir referandum düzenlemeye kalktı. Tarihi 28 Haziran 2009’da belirlenen referandum için Yüksek Mahkeme’den yasadışı hükmü, Kongre’den ret kararı çıktı. Buna rağmen Zelaya, seçimlerin güvenliği ve lojistiğinden sorumlu orduyu referandumdaki görevini yerine getirmeye çağırdı. Ama Genelkurmay


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 32

dünya Başkanı Romeo Vasquez Velsquez, “Referandum yasadışı ve anayasaya aykırı” diyerek sandıklar, oy pusulaları ve diğer seçim malzemelerini dağıtmayı reddetti. Zelaya da Velsquez’i görevden alıp Savunma Bakanı Edmundo Orellana’nın istifasını kabul ettiğini açıkladı. Ancak Yüksek Mahkeme oybirliğiyle Velsquez’i görevine iade ederek restleşmeyi tırmandırırken, başkentte yüzlerce asker yığıldı. Zelaya bir askeri üsse “vatandaş yürüyüşü” düzenleyerek burada bulunan seçim malzemelerine el koymaya çalıştı. Kongre azil yollarını aradığı Zelaya için ‘akli durumu başkanlığa müsait değil’ kararı çıkarınca, Zelaya kendi partisinden Kongre Başkanı Roberto Micheletti’ye “Beni Kongre değil, halk seçti. Sen değersiz, ikinci sınıf bir Kongre üyesisin. Görevini bana borçlusun” diye seslendi. Yüksek Mahkeme, Kongre ve genelkurmayın yanı sıra insan hakları ombudsmanının seçmenlere sandığa gitmeyip evde oturmaları, referandumun ne adil ne de güvenliği olduğu çağrısı yaptı. Sandıklar, oy pusulaları seçim merkezlerine dağıtılırken, referandum günü şafak sökmeden yüzlerce asker Zelaya’yı tutukladı. Yüksek Mahkeme yasa ve düzeni koruma gerekçesiyle orduya Zelayı’yı devirme talimatı verdiğine dair bir açıklama yayımlayarak şu ifadeleri kullandı: “Anayasayı desteklemekle görevli silahlı kuvvetler yasaları korumak için hareket edip anayasaya karşı hareket edenlere yasaların gereğini uygulamak zorunda kalmıştır.” Kongre, Zelaya’nın hiç yazmadığını söylediği bir istifa mektubunu onayladığını duyururken, başkanın görevden alınmasını “kötü idare, sürekli olarak anayasa ve yasaları ihlâl, kurumların hüküm ve emirlerine saygısızlıkla” gerekçelendirdi. Ardından da Zelaya, zorla yurtdışına sürgün

edildi; bu duruma yönelik tepkiler karşısında kongre, yargı ve ordu elbirliğiyle devirip sürdükleri Zelaya’nın ülkeye dönme kararına “Tutuklarız” resti çektiler. Darbe karşısında Fidel Castro, ‘Ya Darbe Ölecek ya da Anayasalar’ (10 Temmuz 2009) başlıklı makalesinde, Honduras’ın yalnızca darbe mağduru bir ülke değil, aynı zamanda ABD’nin işgaline uğramış bir ülke olarak görülmesi gerektiğini söyledi. Öte yandan Maurice Lemoine’ın anlattığı gibi, “Amerika Devletleri Örgütü’nden Birleşmiş Milletler’e, Avrupa Birliği’nden ABD Başkanı Barack Obama’ya kadar tepkiler hep aynıydı: 28 Haziran’da Kostarika’ya zoraki olarak iltica etmek zorunda kalan Zelaya’yı deviren askeri darbe, yargısız infazla kınandı. ‘Görevine ve halk egemenliğinin kendisine tanıdığı fonksiyonlara derhâl dönmesi’nin altını çizen BM Genel Meclisi başkanı Miguel d’Escoto ‘Uluslararası topluluk tarafında başka hiçbir seçeneğinin kabul edilmesinin mümkün olmadığını,’ belirtti. Kimi çevreler, 29 Kasım’daki başkanlık seçimleri sırasında yasak olmasına karşın yeni bir manda talebiyle ‘anayasayı ihlâl eden’ eski başkanın meşruiyetini sorgulamaktan yanaydı. Bu bir hata veya yalandı. Devlet başkanı, topladığı dört yüz bin imzaya dayanarak oylama gününde Honduraslıların anayasa yapacak bir milli meclis seçmelerini istedi. 1982 anayasası yeni bir düzene kadar kendini sağlama almıştı.[17] Mevcut anayasa özel maddeler taşıyordu ki, o maddelerden birisi, başkanın yeniden seçilmesini engelliyor ve bu durumun reformla değiştirilmesinin de önüne geçiyordu. Halka giydirilmeye çalışılan çok tuhaf bir deli gömleğiydi bu, öyle ki ‘devletin bütün güçlerinin

Chávez, CNN’de Larry King’in programında, eski ABD Başkanı Bush’un 2002’de ülkesindeki kısa süreli darbe girişiminde tutsak olduğu sırada kendisine suikast düzenlemeye çalıştığını söyledi


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 33

dünya kaynağı olan egemenliğine’ aitti. Bunlar temel yasaların yeniden yazılmasını gözden geçirmiş olmak anlamına geliyor hâliyle; Yani aslında Zelaya’yı koltuğundan eden, yeniden seçim meselesinin ötesinde... Gerçekte üç büyük günahı işledi Zelaya: Merkez Sağ’dan gelen (Liberal Parti) birisi olarak ülke üzerinde her zaman hüküm sürmüş olan sosyoekonomik elitlerden koptu; maaşlara asgari yüzde 60 zam yaptı; Amerika halkları adına Bolívar Ittifakı’na, ALBA’ya katıldı ve neo-liberalizmle kopuşu göklere çıkaran Bolivya, Küba, Ekvador ve Venezüella cephesinde yer aldı. Kıtasal sağın topyekûn taarruz ettiği bu örgütlenmenin en zayıf halkası da bu cepheydi. Nisan 2002’de başkan George W. Bush, Chávez’i devirme girişiminde bulunmuştu. Barack Obama ise darbeci Roberto Micheletti’yi yargılamakla işe başladı. Fakat kendisinin ‘Honduras’ın tek başkanı Zelaya’dır,’ şeklinde açıklama yapmasına rağmen dışişleri bakanı Hillary Clinton, golpista’lara Kostarikalı başkan Oscar Arias’ın arabuluculuğunu teklif ederek bir oksijen çadırı sundu. Bu tutum Amerika Devletleri Örgütü’nü oyunun dışında bıraktı. Washington da Zelaya’ya karşı çok büyük baskılar uyguluyor. Pentagon’un Honduras Palmerola’da stratejik olarak değerlendirilen bir askeri üssü var. Buna karşılık Manta (ALBA üyesi Ekvador’da) üssünü kaybedeli çok olmadı. Bu üs, Correa’nın isteği üzerine kapatılmıştı. Eylül 2008’de başkan Bush tarafından atanan büyükelçi Hugo Llorens 2002-2003 yılları arasında Ulusal Güvenlik Konsey’inde üst düzey görevliydi ve sorumluk alanı Venezüella darbesiydi. 28 Haziran’dan önceki günlerde ‘muhalefet liderlerinin ve askeri yöneticilerin’ katıldığı bir toplantıda yer almıştı.[18] Arias tarafından yapılan ilk öneri, bir ulusal uzlaşma hükümetinin kurulması (yani Zelaya’nın gerçek bir iktidara sahip olmadan başkanlığa dönüşü) geri çevrildi. Aynı öneriyi Micheletti de reddetti, ki bu durum Bayan Clinton’u çileden çıkartmaya yetti. Bakan ona tepsi içinde, galip çıkacağı bir çeşit

kriz sunuyordu oysa ki... Washington ikili mi oynuyor? Beyaz Saray ile Dışişleri Bakanlığı-Pentagon ikilisi arasında yoksa bir anlaşmazlık mı var?”[19] Soru(n)lar ortadaydı; en önemlisiyse tüm yanıtlar ABD (ile Obama’nın) aleyhineydi… Çünkü Guillermo Almeyra’nın işaret ettiği gibi, “ABD’nin üssünde Honduras Büyükelçisi Lorens’in katılımıyla dikkatle hazırlanan darbe, Chávez ile yakın ilişkide olan komşu ülkelere, bölgedeki tüm ilerici hükümetlere karşı yapılmış bir darbedir.”[20] Ve en önemlisi de, “Honduras’taki darbeyi ‘başkan anayasayı ihlâl edecekti’ diye haklı çıkarmaya çalışanlar yalan söylüyor. Söz konusu anayasayı 1982’de, iktidarı devretmeye hazırlanan askeri diktatörlüğün himayesinde oligarşi hazırlamıştı. Darbe, iktidar imtiyazlıların elinde kalsın diye yapıldı,”[21] diyen Johann Hari, Álvaro Vargas Liosa[22] ile ‘The Independent’ın[23] yalan ve tezviratlarını alt üst ediyor… Honduras’taki darbe, halka, halkın taleplerine karşı yapılmıştır! Darbenin arkasında ABD emperyalizmi, bölge gericiliği, Honduras oligarşisi ve uluslararası tekeller var… Venezüella merkezli haber sitesi Aporrea’da çıkan bir haber yorumda, darbenin arkasında uluslararası ilaç tekellerinin bulunduğu belirtildi. Orta Amerika Sosyal Gözlemciliği isimli kuruluş tarafından yapılan açıklamaya göre, Zelaya’nın ALBA’ya girilmesini kabul ettikten sonra ilaç hammaddelerini Avrupa ülkeleri ya da ABD yerine Küba’dan alma kararı “ilaç mafyasını” harekete geçirdi. Bugün Honduras’ta ilaç ihtiyacının yüzde 80’ininden fazlasının ulusalararası ilaç şirketleri tarafından sağlandığı belirtiliyor. Habere göre Glaxo SmithKline’ın bölgedeki merkezi Panama’da, Pfizer’in Kosta Rika’da, Novartis, Bristol Myer ve Aventis’in merkezleri Guatemala’da bulunuyor. Honduras, 2009 başlarında bu firmalardan yüksek fiyatlı ilaçlar yerine, Küba’dan ilaç almaya karar vermişti. Kuzey Amerika ve Av-

Brezilya Dışişleri Bakanlığı’ndan adını açıklamayan bir yetkili, elçilik binasında zehirli gaz kullanıldığını doğruladı.


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 34

dünya rupa’nın güçlü ilaç lobileri buna izin vermek istemedi. Bu da darbeyi tetikleyen unsurlardan oldu… II.2.1) DARBENİN (OBAMA/ABD) BAĞINTILARI Darbenin (Obama/ABD) bağıntılarına gelince; bu konuya değinmiş olsak da, şunları eklemek gerek… Öncelikle Greg Grandin’in ifade ettiği gibi, “Zelaya’nın devrilmesi konusunda Washington karışık mesajlar verdi. OAS ve AB gibi aynı zorlamayla birlikte darbeyi kınamadı ve örneğin darbenin arkasındaki yabancı bankalardaki hesapları dondurmak gibi, yapabileceği baskıyı uygulamayı reddetti.”[24] Evet, Obama yönetimi, devrik Zelaya’nın koltuğuna geri dönmesi konusunda ülkedeki geçici Micheletti hükümetine baskı yapmak için ülkeye yaptığı 30 milyon dolarlık yardımı kestiğini, “Bu karar, geçici hükümete ülkedeki statükonun sürmesinin kabul edilemez olduğunu gösteren açık bir mesajdır” diyerek açıkladı açıklamasına ama… “Ama” hakkında Justin Raimondo da şunların altını çiziyordu: “ABD hükümetinin Honduraslılara erdem ve demokrasi hakkında konferans vermeye hakkı yok… Honduras’ın modern tarihi, sosyopolitik bir sistem olarak militarizme karşı verilen bir savaşın hikâyesidir. O zamandan beri Honduras, erken Meksika ‘imparatorluğundan’ ve kısa ömürlü ‘Orta Amerika Federasyonundan’ ayrı bir parça olarak ortaya çıktı. Honduras ordusu, ülkenin politik yaşamında olduğu kadar ekonomik yaşamı üzerinde de bir tekel oluşturdu; yolsuzluk şahlandı, ülke askeri bir demir yumrukla yönetildi. Honduras’ta olanlar komşularındakilere benzemiyordu. Ordu ayrıca bölgesel serbest piyasa anlaşmalarıyla tasması çıkarılan ateşli çekişmeden girişimci sınıfı da korudu. 1970’lerde ordunun hegemonyasına toplumun her kesiminden yükselen bir karşı çıkış vardı. Mevcut Honduras anayasası, Carter döneminin sivil yönetime geçiş yapma baskısı altında yazıldı ve ilan edildi. Ülke on yıllarca General Policarpo Paz García’nın cuntası altında yönetildi; ordu, seçimlere de izin veren kendi demokrasi anlayışını yerleştirdi. Ronald Reagan’ın Beyaz Saray’a çıkmasıyla demokratikleşme baskısı azaldı ve ordu aske-

ri ve ekonomik baskısını artırdı. Askeriyedeki milyonlar generallerin kasalarına aktı ve ülke, ABD’nin bölgedeki gizli eylemleri için bir üs olarak kullanıldı. ABD’nin hedefinde sol Sandinista hareketinin etkisindeki Nikaragua vardı. Bush döneminde ABD, Venezüella rejimini değiştirmeyi amaçlayan garip bir açık ‘kapalı’ operasyon başlattı. Utanmazca müdahale etme taktiklerine başvurmayı istemeseler de ABD donanması Güney ve Orta Amerika sahillerine indi; hükümetleri devirmek için ‘kadife’ devrimler gibi diğer yollar denendi.”[25] Yani Honduras’ta darbeyi düzenleyen “ABD’nin has çocukları”! Tam da bu gerçek ışığında “Honduras’ta devrik hükümetin Dışişleri Bakan Yardımcısı Patricia Vale, ABD yönetimini, darbeye dahil olmakla suçladı.” BM’deki konuşmasında Pentagon’un Honduras’taki darbeye destek verdiğini savunan Chávez, Obama’nın demokrat mı yoksa darbeci mi olduğunu “Kimsin sen Obama” diye sorguladı. Haftalık televizyon programı ‘Alo Başkan’da da, Obama’yı, Zelaya’yı deviren darbecilere destek vermekle suçladı. ABD Başkanı’na “Hareketlerinle sözlerin çelişmesin ve dünyayı kandırma” diye seslenen Chávez, “Obama, Honduras’taki askerlerini çek, darbecilere verdiğin desteği kes, banka hesaplarını dondur, vize taleplerini reddet, böylece bu hükümet hemen düşer” dedi. Zelaya da, ‘Havana Küba’ radyosuna verdiği demeçte de “ABD’nin Honduras’la ticaret konusunda tedbir almasını bekliyoruz, zira darbe yönetimi ABD’yle ticaret sayesinde ayakta duruyor” dedi. ABD’nin darbecilere karşı, vizelerin askıya alınması ve mal varlıklarının dondurulması gibi tedbirler aldığını hatırlatan Zelaya, “Ama darbeye son verilmedi. Ticari tedbirlerle darbe rejimine son vermek iki dakikayı bile almaz” diye konuştu. II.3) DEVLET TERÖRÜNE DİRENİŞ Honduras’taki darbe deneyi, bir başka açıdan da devlet terörüne karşı müthiş bir direniş örneğidir. Honduras’taki darbeci terör deyip geçmeyin! “Darbeciler, güvenlik kuvvetlerine istedikleri kişileri tutuklama emri olmaksızın göz altına alma kararnamesi çıkarttı”; ardından da Zelaya’nın gizli-


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 35

dünya ce ülkeye dönmesinden bu yana darbe hükümetinin terör estirdiği ülkede en az iki göstericinin polis tarafından öldürüldüğü açıklandı. Roberto Micheletti yönetimine karşı 29 Haziran 2009’da sokağa dökülen göstericilerle askerler arasında çıkan çatışmalarda 2 kişinin öldüğü… Telesur televizyonu, Tegucigalpa’daki başkanlık sarayının çevresinde askerlerin göstericileri göz yaşartıcı gazla dağıtmaya çalıştığını, olaylarda yaklaşık 60 kişinin yaralandığını ve onlarca kişinin de gözaltına alındığını duyurdu. Ülkenin 3 büyük sendikası da ülke çapında grev başlatma kararı aldı. Öte yandan Tegucigalpa’da 12 Ağustos 2009 günü düzenlenen gösteriye polis müdahale etti. Binlerce kişinin katıldığı gösterilerin ikinci gününde, Kongre binası yakınında gerçekleşen olaylarda polis kalabalığı dağıtmak için göz yaşartıcı gaz kullanırken, yaklaşık 100 kişi gözaltına alındı. Darbecilerin tehditlerine rağmen ülkesine dönüp, Brezilya Büyükelçiliği’ne sığınan Zelaya, darbecilerin sinir sistemini etkileyen zehirli gazlarla kendilerini öldürmeye çalıştığını açıkladı. Askerlerce kuşatılan elçilik binasına gaz atıldığını kaydeden Zelaya, binada kendisiyle kalanların da gazdan etkilendiğini, bazılarının burnunun kanadığını ve nefes alma zorluğu yaşadığını belirtti. Zelaya, binadan hava örneği alan bir doktorun, komaya ve kalp kirizine yol açan HCN maddesine rastladığını ifade etti. Brezilya Dışişleri Bakanlığı’ndan adını açıklamayan bir yetkili, elçilik binasında zehirli gaz kullanıldığını doğruladı. Ancak darbecilerin terörüne karşı Honduras’ta örnek bir direniş sergilendi. Nihayet en önemlisi: Zelaya’nın binlerce taraftarı asker ve polisle çatışırken eşine az rastlanır bir manzara yaşandı. Tegucigalpa’da makamına gitmeye çalışan Meclis Başkan Yardımcısı Ramon Velazquez, öfkeli Zelaya yanlılarınca tekme tokat dövüldü… II.4) MANUEL ZELAYA Kimse inkâr edemez; Zelaya ısrarlı çıktı! 28 Haziran 2009’daki darbe ile sınır dışı edilen Devlet Başkanı Zelaya 25 Temmuz 2009 günü Nikaragua-Honduras sınırının Las Manos bölgesinden ülkesine ayak bastı. Zelaya, ülke topraklarına girerken binlerce yandaşı tarafından coşkuyla karşılandı. Başında beyaz

kovboy şapkasıyla ülkesine “sembolik” bir giriş yapan Zelaya, ordunun ilkelerini ihlâl etmek ve şiddetin tırmanmasına neden olmak istemediğini söyleyerek, ülkesinin topraklarında yarım saatten az kaldıktan sonra tekrar Nikaragua’ya geçti. Zelaya, Venezüella televizyonu Telesur’a yaptığı açıklamada, “Korkmuyorum ama çıldırmış da değilim” dedi. Sokağa çıkma yasağına rağmen Zelaya’nın sınır bölgesindeki yandaşları sokaklara dökülerek askerler ve polisle çatıştı. Polis, göstericileri dağıtmak için göz yaşartıcı gaz kullanırken göstericiler, taş atarak polise karşılık verdi. Aynı saatlerde San Pedro Sula şehrindeki darbe hükümeti destekçileri de “Zelaya dönebilir, ama cezaevine” pankartları taşıyarak gösteri yaptı. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Zelaya’nın Honduras’a girme girişiminin “düşüncesizce” olduğunu söyledi ve demokrasinin yeniden inşa çabalarına katkıda bulunmadığını belirtti. Ordunun ülke yönetimine atadığı Micheletti de Zelaya’nın davranışını “hastalıklı ve aptalca” olarak nitelendirdi. Bir parantez açıp belirtelim: Clinton’ın tavrı, anlam yüklüdür; göz ardı edilmemelidir… II.5) ZELAYA’NIN DÖNÜŞÜ Bir çok denemenin ardından Zelaya’nın 21 Eylül 2009’da ülkesine dönmesi ortalığı karıştırdı. Brezilya elçiliği “Zelaya burada, elçilik binasında” açıklamasını yaptı. Zelaya ile basın önünde telefon görüşmesi yapan Chávez de “Dostum Mel hayatını tehlikeye atarak dört arkadaşıyla iki gündür dağları taşları aşıp ülkesine döndü” dedi. Zelaya’nın yerel bir televizyon kanalında “Demokrasinin yeniden tesisi ve diyalog için Honduras’tayım” mesajı vermesinin ardından taraftarları BM binasının önünü doldurdu. Zelaya’nın sürgüne gönderilişinin 86. gününde ülkeye gizlice girdiği haberlerinin duyulduğu sabah saatlerinde, darbe hükümetinin başkanı Roberto Micheletti, “Zelaya Honduras’ta değil Nikaragua’da bulunuyor” açıklamasını yaparken ordu derhâl sokağa çıkma yasağı ilan etti. Başkent Tegucigalpa’da halk, yasağa karşın kitlesel şekilde sokaklara çıktı ve Brezilya Büyükelçiliği’nin çevresinde toplandı. Darbeci hükümet Zelaya’nın bulunduğu Brezil-


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 36

dünya ya Büyükelçiliği’nin elektriklerini kesti ve büyükelçilik binasına gıda maddesi taşınmasına engel oldu. Brezilya hükümeti ise, darbecileri, büyükelçiliklerine karşı herhangi bir saldırı düzenlememelerine ilişkin uyardı. Ardından da polisin 23 Eylül 2009 günü Ulusal Direniş Cephesi tarafından Tegucigalpa’da düzenlenen ve 15 bin kişi katıldığı gösteriye müdahalesi sonucu bir kişi öldü, onlarca kişi gözaltına alındı. Ülkenin farklı kentlerinde de Zelaya yanlısı gösteriler düzenlendi. Zelaya’nın dönmesi üzerine Ulusal Direniş Cephesi tüm halkı Başkanı karşılamaya ve hayatını korumaya davet ederken, darbe hükümeti sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan etti. Buna rağmen binlerce kişi Zelaya’nın olduğu Brezilya Büyükelçiliği önünde toplandı. Zelaya, burada taraftarlarına seslenerek “Bu andan itibaren kimse bizi buradan çıkaramaz, bu yüzden tutumumuz ya vatan ve iktidarın geri alınması ya da ölümdür” dedi. Tüm diyalog arayışlarına karşın Zelaya’nın darbeyle devrilmesi sonucu patlak veren krizi çözmek için yapılan görüşmeler sonuçsuz kaldı. Ancak daha sonra Honduras’ta darbeyle görevinden uzaklaştırılan Zelaya ve darbeyle oluşturulan yeni yönetimin müzakerecileri arasında, Zelaya’nın görevine iadesi olasılığını öngören bir anlaşmaya varıldığı belirtildi. Darbe sonrası geçici olarak devlet başkanlığına getirilen Micheletti ise, anlaşmanın Zelaya’nın akıbetini Yüksek Mahkeme ve Kongre’ye bıraktığını belirtti. Görev süresi Ocak 2010 sonunda dolan Zelaya, kongreden sürpriz beklemediğini belirtip anlaşmayı “Honduras demokrasisi için zafer” diye sundu. III. AYRIM: “SONUÇ” Evet, ABD Obama yönetimiyle birlikte Kolombiya ve Peru üzerinden Latin Amerika’daki sol rejimlere yönelik tehditleri yoğunlaştırırken, Honduras’taki darbe, olabilecekler konusunda meş’um bir işaret veriyor hepimize. Eric Toussaint, ‘Medyanın Yalanları ve ‘Gözden Kaçırdıkları’…’ başlıklı yazısında altını özenle çizdiği üzere, “Avrupa ve Kuzey Amerika’da önde gelen medya şirketlerinin büyük çoğunluğunun, Ekvador, Bolivya ve Venezüella’da süregelen olaylara karşı takındığı düşmanca tavrı değerlendirmekte

fayda var. Öyle ki bu düşmanlık, Honduras’taki hükümet darbesi ve Peru ordusunun Amazon’daki yerli nüfuslara yönelik baskıları karşısında utangaç ve suça iştirak niteliğindeki bir sükûta dönüşmüş durumda”yken; Latin Amerika’nın askerî diktatörlükler çağına ve onları destekleyen oligarşilerin kayıtsız şartsız egemenliğine geri dönmemesinin tek güvencesi, halkların onlara geçit vermeme kararlılığıdır. Bu nedenledir ki, Latin Amerika’nın sol yönetimleri dikkat ve desteği her zamankinden daha çok gereksiniyor. Buraya kadar ifade ettiklerimize birkaç not eklemek gerek: i) Honduras’ta, Zeleya tekrar işbaşına dönse dahi, bu bir son olmayacak; aksine, ABD’nin asi kıtaya (tekrar) müdahalesinin “start”ını teşkil edecek; bu asla unutulmamalı. ii) Herkes biliyor; iş-ekmek-özgürlük-bağımsızlık vd’leri; yani hemen hemen hepsi, küreselleşme kesitinde devrim sorunudur… Çünkü “Kapitalizm, serbest rekabetçi döneminde demokrasiye denk, fakat tekelci aşamasıyla birlikte siyasi gericiliğe denk düşer,” der V. İ. Lenin ve ekler: “Genelinde kapitalizm ve özellikle emperyalizm, demokrasiyi bir illüzyona dönüştürürken, ama ayni anda da kitlelerin demokratik hareketliliğini yaratıyor, bir yandan yeni demokratik kurallar düzenlemeler koyuyor, ama diğer yandan da tam demokrasiyi tabiatıyla reddeden emperyalizmle, demokrasi için dalgalanan, daha fazla demokrasi ve özgürlük talep eden ve bunun için savaşan kitleler arasında ki antagonizmayı keskinleştiriyor.” Hayır; artık emekçilerin, ötekileştirilenlerin, ezilenlerin, mağdur ve madunların ABD’nin “Demokrat” yönetiminin bayraktarlığını yaptığı, sınıf kimliği belirsizleştirilmiş bir “demokrasi”den bekleyebileceği bir şey yoktur; olamaz da… Kapitalizmin sözünü ettiği “demokrasiyi, sermayenin, halkın yönetimi yalanı üzerinden sürdürülen iktidar biçimlerinden biri” olarak algılamalı; bunu unutmamalıyız! iii) Bu durum karşısın Kübalı şair José Martí’nin Latin Amerika’nın halkçı kahramanı Simón Bolívar için yazdığı “Bolívar Amerika’nın gökyüzünde,/ mağrur ve kaşlarını çatmış,/ çünkü onun yapmadığı şey,/ hâlâ yapılmayı bekliyor,/ çünkü Bolívar için hâlâ/ Amerika’da yapılacak iş çok” dizeleriyle


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 37

dünya herkese hâlâ bir şeyler anlatmayı sürdürüyor… iv) Son söz de yapılması gerekenlere ilişkin: “Bu dünyada en büyük suç, insanların taşıdıklarından kaçmak değilse nedir?” der Albert Camus… 31 Ekim 2009 11:40:28, Ankara. NOTLAR [1] T. S. Eliot. [2] James Petras, “ABD-Latin Amerika İlişkilerinin Değişen Hattı: 1990-2009”, http: //dissidentvoice.org/2009/05/us-latin-american-relations-in-atime-of-rising-militarism-protectionism-and-pillage/ [3] Mark Weisbrot, “Latin Amerika İpleri Eline Almalı”, The Guardian, 30 Temmuz 2009. [4] Justin Raimondo, “Obama’nın Demokratik Otoriterizmi”, Evrensel, 27 Mayıs 2009, s.10. [5] A. J. Langguth, “ABD İşkenceyle Yeni Tanışmadı”, Los Angeles Times, 3 Mayıs 2009. [6] Kasim Gafuri, “Obama’nın ‘Evet, Yapabiliriz’ Sloganı Fos Çıktı”, Camecam, 4 Ekim 2009. [7] Hüseyin El Zavi, “Obama Eski Sahnenin Dekoru”, Haliç, 7 Ekim 2009. [8] Fayez Reşid, “Obama Bush’tan Farksız”, Şark, 6 Ağustos 2009. [9] Ahmed Amrabi, “Obama’nın Dediğiyle Yaptığı Arasında Dağlar Kadar Fark Var”, Beyan, 1 Ekim 2009. [10] Saad Muhyu, “Obama’nın Dünyayla Balayı Bitiyor”, Haliç, 22 Nisan 2009. [11] Isaiah Berlin’le Konuşmalar, Söyleşi: Ramin Jahanbegloo, Çev: Zeynel Kılınç, Yapı Kredi Yay., 2009, s.109. [12] Immanuel Wallerstein, “Sağ Geri Geliyor”, Günlük, 21 Temmuz 2009, s.13. [13] Isaiah Berlin’le Konuşmalar, Söyleşi: Ramin Jahanbegloo, Çev: Zeynel Kılınç, Yapı Kredi Yay., 2009, s.144. [14] Nikolas Kozlof, “Kolombiyalı Elitler Bolívar Devrimi’nden Korkuyorlar”, Evrensel Hayat, 23 Ağustos 2009, s.10. [15] Heinz Dieterich, “ABD, ‘Arka Bahçe’sini Arıyor”, Birgün Pazar, 20 Eylül 2009, s.2. [16] “Gerçek inisiyatif sokaklardan Evo Morales’e, hükümete geçince, gücünü kaybetti. Soluklaştı. Ürkek, şaşın Evo Morales hükümeti, sınıf savaşımını karşılıklı icazet ve nezaket olarak algıladığından ellerinde yasaları, sözde hükümet güçleri, hakkı ve hukukuyla komik bir mazluma dönüştü” (Metin Yeğin, “Latin Solu’nun Çomağı”, 78 Tüken-

mez, No:8, Mayıs-Haziran 2009, s.37.) [17] Le Monde.fr’nin ileri sürdüğü tez (29 Haziran), El Pais (Madrid, 29 Haziran), Liberation (Paris, 30 Haziran), ve The Economist (Londres, 2 Temmuz) tarafından da desteklendi. [18] Anayasa’nın 2. Madde’si. [19] Maurice Lemoine, “Darbe”, Le Monde Diplomatique Türkiye, No:7, 15 Ağustos-15 Eylül 2009, s.1. [20] Guillermo Almeyra, “Honduras, Clintonvari Yumuşak Diktatörlük”, La Jornada, 2 Ağustos 2009. [21] Johann Hari, “11 Eylül Latinlerin Peşini Bırakmıyor”, The Independent, 3 Temmuz 2009. [22] “Latin Amerika’nın dolambaçlı cumhuriyet tarihindeki darbelerden farklı olarak, Honduras’ın devrilen başkanı yaşananların sorumlusu. Anayasayı delerek iktidar süresini uzatma hırsına kapılan Zelaya’yı durdurmak için işletilen süreç yasaldı, fakat iyi yönetilmeyince darbe olup çıktı.” (Álvaro Vargas Liosa, “Honduras Yasal Süreci Yanlış Yönetti”, The Washington Post, 1 Haziran 2009.) [23] “Gelişmekte olan demokrasilerde bu sık rastlanan bir durum hâline geliyor: Seçilmiş bir lider görevde belli bir süre sınırıyla yüz yüze geliyor, ülkenin o olmadan yapamayacağına karar veriyor ve iktidarı elinde tutmak için şüpheli önlemlere başvuruyor. Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chávez de şubatta anayasayı değiştiren ve görev süresi sınırlarını ortadan kaldıran bir referandumu kazandı. Şimdi 2030 sonrasına uzanan bir iktidardan söz ediyor. İktidarı devretmeyi reddeden seçilmiş liderler aşağı Sahra Afrikası’nın on yıllardır belası… Honduras örneği özgür seçimlerin, ancak kendine güvenli bir parlamento, bağımsız yargı, özgür medya ve tarafsız seçim denetçileri de varsa bir manası olduğunun altını çiziyor. Bir demokrasinin sağlıklı olup olmadığını gösteren asıl sınav seçim değil. İktidarın barışçı şekilde el değiştirmesinin mümkün olup olmadığı. (“Seçilmiş Lider Diktatörlük Taslarsa...”, The Independent, 30 Haziran 2009.) [24] Greg Grandin, “Zelaya’nın Brezilya Satrancı”, Evrensel, 30 Eylül 2009, s.10. [25] Justin Raimondo, “Honduras’ın Tarihi Uğrakları”, Evrensel, 3 Temmuz 2009, s.10.


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 38

analiz

ateist çok iddialı üstelik de kaba KP demokratik reformlar için ön aldıkça Türkiye solu, din-dindarlık-sekülerizm konularında daha çok tartışacak. Türkiye’nin içinden geçtiği özel duruma ek olarak modern dünyada teoloji tartışmaları geleneksel din-bilim çekişmesinden çok farklı bir aşamaya geçiyor. “Kutsal Kitap Arkeolojisi” olarak tanımlayabileceğimiz alan, renkli edebi çeşitlemeler üreterek Tevrat’tan bu yana hükmünü sürdüren ‘Genesis’i tahtından indirdi ancak daha ileriye gidemedi. Evrenin ve zamanın başlangıcı konusunda Richard Dawkins gibi küstah ateistlerle sakalı göbeğinde Vehabiler arasında pek bir fark yok. Türkiye’de Vehabi zihniyeti az bulunur bir şey değil ancak solun din konusundaki düşünce evrenini belirleyen ‘Tanrı’ya Dawkins tarzı meydan okumalar’, toplumla sağlıklı bir iletişim kurmanın önündeki en büyük engel. CHP pozitivisttir, militan laiktir, bir zamanlar ezanı Türkçe okutmuştur, şudur budur… Ama yine de kendi keyfine göre eğip bükmek için bile olsa; dinle, dindarla bir iletişimi olmuştur. CHP, ‘Kemalist’ deyince kimsenin aklına her şeye rağmen dinsizlik gelmez. Komünist, sosyalist, devrimci tartışmasız dinsizdir. Cumhuriyet tarihi boyunca dindarı canından bezdiren kadroda

A

hiçbir biçimde yer alamamasına rağmen, Türkiye toplumunun düşünce dünyasında bu kategori yerleşmiş kalmış. Üzerinde mutabık olunan bazı tespitler var tabi; sol Türkiye’de Kemalist modernleşmenin unsurlarından biri oldu, aydınlanmanın kiliseye karşı oluşturduğu argümanları temel aldı. Bütün bunlar başta Tanrı’ya sonra diğer kutsallara iştahla küfreden Türk solcusunun duyduğu garip hazzı açıklamıyor yine de. Başka bir sebebi olmalı. Evet, Türk sol kadrosunda Alevi ailelerden epey insan var. Buna Tanrı’ya küfretmeyi yöresel bir ağız olarak benimsemiş Hataylı, Adanalı, Nusayrileri de ekleyince sayı artıyor. Ama yine de bu garip durumu açıklamaya yetmiyor. Türkçesi “Biz dinsiziz bu böyle biline” demek olan diyalektik materyalizm, Türk solcusu için Marksizm’in birinci özelliği. Küfürbaz devrimciler doğuştan Marksist değildi Bunun Türkiye’ye has pek çok farklı nedeni olabilir. Nedenlerin başında psikolojik olanlar başta gelebilir. Ancak bana kalırsa esas sebep bizim küfürbaz Marksistlerin bir zamanlar Müslüman oluşudur. Marksizm’in sınıflı toplumu algılayışında dine atfettiği rolün bizim diyarda İslam’dan kaynaklanan “semiotik” bir özelliği var. İslam, Mezopatomya’nın dinler tarihine ait tüm özellikleri

Kısa, berbat ve hayvanca bir yaşam sürüp yok olup gitti “komünal” atalarımız. Toplum dediğimiz tarımla başladı; maalesef daha en başında sınıflı olarak. Din, avcı toplayıcıların son dönemlerinde vardı

Ertan Altan


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 39

analiz çarşıda, pazarda, evde, okulda her yerde gösteren ve üstelik egemen olan tek din. -Bu konuya bu yazıda girmeyeceğim ama İslam kanımca tek dindir-. Gösterme kavramı, İslam ve “bizim Marksistler” açısından önemli. İslam sınıflı toplumun ortaya çıktığı coğrafyada tüm görüngüleriyle hüküm sürüyor ve Türkiyeli solcu, Marksizm’den öğrendiklerinin etkisiyle bu durumdan hiç hoşlanmıyor. Peki, bugün İslam olarak devam eden tek din, gerçekten Marksizm’in öğrettiği gibi sınıflı toplumun meşruiyet kaynağı mı? Fransız Filozof HenriLouis Bergson’un benim de hayranlıkla katıldığım görüşüne göre elbette değil. Bir zamanlar komünal miydik? Atalarımız avcı ve yiyecek toplayıcısı olduğu dönemlerde üç aşağı beş yukarı komünal bir hayat sürüyorlardı. Yetkisi büyük ölçüde sınırlı liderlere sahiplerdi. Yuvarlak bir mimariyle inşa edilmiş kulübelerde yaşıyorlardı. Avlanan ve toplanan yiyeceklerden herkes dilediği kadar alabiliyordu. Atalarımızdan bu dönemde bir toplum diye bahsetmek pek mümkün değil. Kısa, berbat ve hayvanca bir yaşam sürüp yok olup gitti “komünal” atalarımız. Toplum dediğimiz tarımla başladı; maalesef daha en başında sınıflı olarak. Din, avcıtoplayıcıların son dönemlerinden itibaren vardı oysa. Damdan düşer gibi söyleyeyim; din olmasaydı bugünlere gelemezdik. Bergson yavaş yavaş açıklasın: “İlkel toplumlar tarafından yaratılan her tabu, o toplumun açıkça tarif edilebilen ilgisini çeken bir yasaktan kaynaklanır. Bireyin bakış açısından irrasyonel olan tabu, zekâya müracaat etmeden derhal zekâsal etkinliği başlattığı için toplumun ve cinslerin çıkarları için rasyoneldir.” Yani toplumun uzun süreli hayatında ekosistemi korumak için din bir zorunluluk oldu. İnsan akıllıdır. Soyut bir hedef yaratıp somuta dönüştürür. Ancak insanın ihtirasları her zaman

(çoğu zaman) rasyonel düşüncenin önüne geçer. İşte bu noktada din, akla karşı gibi görünerek aslında aklın yerini alır. Yani denilebilir ki din, zekânın yerine sezginin geçmesidir. Bu sezgi kendisini mitler, kahramanlar ve kültürel sembollerle ifade ederek içgüdüye yerleşir. Bütün dinlerin açgözlülüğün önüne geçmeyi öğütlemesi, insanın ihtiraslarına gem vurması bundandır. Uzun örnekler vermek için yerimiz dar meraklısı antropolojinin ve evrimsel psikolojinin kaynaklarına bakıp öğensin ama şu kadarını söyleyebilirim ki: doğaüstü ile doğanın beslenmesi insanlığı, insanın darkafalılığından, açgözlülüğünden ve yok ediciliğinden biraz olsun kurtardı. Sınıflı toplum mu? Bütün sorumluluk dinde değil unutun bunu. Halkımızın değerlerine saygı retoriği Türkiye’de solun popülist fraksiyonları halkın değerlerine saygı kontenjanından iğrenç bir ikiyüzlülük sergiliyor. Propaganda da halkın dini değerlerine saygı gösteriliyor. Tabi devrimden sonra değiştirmek üzere. Peki, solcu ne yapsın? Bir dine mi yazılsın? Günümüzde insanlar metafizik kavramlar yerine günlük hayatla daha fazla ilgililer. Günlük hayat çok hızlı ve değişken. Uzun boylu düşüncelere, bayıltıcı felsefelere zaman yok. Dinler kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olarak görüngülerle varlığını sürdürüyor. Ancak bizi bugünlere taşıyan din değil bu. Benim tavsiyem şu: Yıldızlı bir gecede iyi bir teleskopla uzay-zamana bakın ve hiçbir şeyden o kadar emin olmayın.


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 40

güncel

diyarbekir zındanı: iz hiç unutmadık. Aklımızdan hiç çıkmadı desek yeridir. Biz bir an unutsak bilincimizin en karanlık kuytularında bizi ketleyen bir gizli anı gibi kendini hatırlattı Diyarbakır Cezaevi. Diyarbakır Cezaevi toplumsal hafızamızın derinlerinde bir korku ve nefret figürü olarak yer etmiştir ilk tanıklıklardan beri… 12 Eylül askeri darbesinin sembollerindendir, yaşananlar korku filmlerinden daha korkunçtur. The Times “Dünyanın en kötü şöhretli 10 cezaevi arasında” saymaktadır onu. Bunlar bizim için çoktandır bilinen gerçeklerdi. Popüler kültür, ‘Bu kalp seni unutur mu?’ adlı dizi ile tekrar gündeme getirdi Diyarbakır zindanını. 1981-84 yılları arasında 34 tutuklunun öldüğü, yüzlerce kişinin ise sakat kaldığı Diyarbakır Cezaevi bugünlerde okul-müze ikileminde gündemdeki yerini koruyor. “Diyarbakır Cezaevi’nin okula dönüştürülmesi projesi” Diyarbakır Cezaevi Adalet Bakanlığı’nın okul yapılmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı’na devri ile bir kez daha anımsandı.. Tarım Bakanı Mehdi Eker binanın hızla boşaltılarak, yerine bir eğitim kompleksi inşa edileceğini açıklarken, Adalet Bakanlığı cezaevinin boşaltılacağını ancak bu işin 3 seneyi bulabileceğini açıkladı. Bölge’deki demokratik kitle örgütleri ise bunu bir unutturma planı olarak algıladılar ve okul değil bir müze kurulmasını istediklerini açıkladılar. Bugün Diyarbakır Cezaevi’nin kapatılarak müze olarak işlevlendirilmesi için binlerce imza toplanmış durumda, Facebook’ta 2000 üyeli bir grubu var ve benzer siteler ve bölge kurumlarının yaptığı çalışmalar cezaevinin müze olarak işlevlendirilmesi için güçlü bir ses oluşturuyor.

B

Okul Değil Müze: Cezaevinin müzeye dönüştürülme fikri ortaya atıldıktan sonra dile getirilen öneriler çeşitlilik arz ediyor. Demokratik kitle örgütleri tarafından yapılan açıklamada; “Diyarbakır Cezaevi’nin yapı olarak aynen korunarak, yaşanmışlıkları sergileyen, mağdurları onurlandıran, toplumu eğiten, dolayısıyla toplumsal hafızanın olumlu ve yapıcı bir yönden yeniden kurulmasına katkıda bulunan, barış ve kardeşlik sembolü bir İnsan Hakları Müzesi’ne dönüştürülmesidir.” Ancak tek öneri bu değil, barış müzesi, bellek müzesi, utanç müzesi, demokrasi müzesi gibi çeşitli öneriler gelmeye devam ediyor. Toplumsal Bellek: Stephen F. Eısenman’ın Ebu Garib Etkisi adlı kitabı sanat tarihi yapıtlarının Batı vicdanını belirlemede gösterdiği etkilere değinerek, Irak’ta açığa çıkan şiddeti ve olasılıklarını irdelemeye çalışmaktadır. Eısenman Batı toplumlarının yaygın toplumsal imgeler ile gerek İsa’nın çarmıha gerilmesi, gerek savaş sahneleri, gerekse mitolojik anlatılar ile şiddete yatkın hale getirildiği ve bu nedenle Ebu Garib’de yaşananların hızla unutulup toplumsal vicdanı etkilemediğini vurgulamaktadır. Batı toplumunun duyarsızlık ve vicdan ikilemini sadece yaygın imaj dünyası ile açıklamak elbette yetersiz kalacaktır, ancak bugün geç modernleşen coğrafyamızda bile imajlar belleğimizi belirleyen ana etkenlerden biridir. Bükük boyunlar, mum ışığı, şahlanan at, kırmızı renk gibi benzer dürtüler bu durumu tetiklemektedir. Diyarbakır Cezaevi de toplumsal belleğimizde, adını duyan duymayan tüm belleklerde, özgün ve kuvvetli bir yer edinmiştir. Bu imge toplumsal dav-

A. Yi¤it Can


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 41

güncel ranışta hem eylemi, hem de eylemsizliği çağıran ikili bir rol oynamıştır. Kürt ulusal direnişinin başlangıcında Diyarbakır Cezaevi’nden tahliye olanların kentleri terki diyar etmesi önemli bir yer tutar, ancak Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananların anlatısına duyulan öfke belki çok daha büyük yığınları harekete geçirmiştir. Gariptir eylemsizlik etkisi de aynı imgeden doğmuştur. Tanıklıkları tekrar etmeye gerek duymaksızın diyebilirim ki 1980 darbesini takip eden yıllarda yığınları korku kültürüne yönlendiren imgeler, insanların politik söylemlerden kaçışı da burada üretilen imgelerle yakından ilişkilidir. Müze: Müze, “toplumun ve gelişimin hizmetinde olan, halka açık, insana ve yaşadığı çevreye dair tanıklık eden somut ve somut olmayan malzemeler hakkında araştırma yapan, bunları toplayan, koruyan, bunlara ait bilgiyi paylaşan ve sonunda bu malzemeyi inceleme, eğitim, zevk alma doğrultusunda sergileyen, kar düşüncesinden bağımsız, sürekliliği olan bir kuruluştur.” Müzenin ICOM tarafından yapılan uluslar arası tanımı budur. Ülkemizde sık sık toplumsal muhalefet ülke tarihinde kanlı olaylara sahne olan mekanların müzeye dönüştürülmesi için seslerini yükseltir. Müzenin sürdürülebilir bir kurum olarak bellek ve belleklerin yeniden oluşturulmasına katkı sağlayan yapısı bunda etkili olabilir ancak müze önerileri geldiğinde biraz daha fazla düşünmek lazım. Belli bir tarihsel ve kültürel değere sahip yapı-

ların korunabilmesi için onlara yeni işlevlerin verilmesi sık karşılaştığımız bir durumdur. Dünyanın birçok yerinde tarihi mekânlar işletmeye açılmıştır. Kalelerin, sarayların, sarnıçların yeniden işlevlendirilmesi ile ülkemizde de sıkça karşılaşıyoruz. Otel, pansiyon, restoran gibi yeniden işlevlendirilmiş binaların yanı sıra tarihi binalar kamu hizmetleri içinde kullanılması mümkündür. Müze binaları da bu toplumsal çıkar odaklı kurumların başında gelmektedir. Müzelerin özgün bir türü olarak nefret müzeleri de genellikler dönüştürülmüş mekanların ev sahipliğinde gerçekleşir. Auswitch toplama kampı bu tür mekanların en ünlüsüdür. Yani sadece kale, saray gibi birkaç yüzyıllık yapılar değil yakın tarihimizin ayırt edici yapıları da yıkılmak yerine yeniden işlevlendirilerek korunmaktadır. Madımak Oteli ve Diyarbakır Cezaevi de benzer şekilde yakın tarihimizde yer etmiş iki karanlık olayın mekanıdır. Belki Maraş’ta ve Gazi Mahallesi’nde de benzer anıt mekanlar bulunabilir. Ancak bu tip önerileri geliştirmek, daha da önemlisi gerçekleştirmek için biraz daha fazlası gerekmektedir. Örneğin sürdürülebilir anımsa mekanlarının sadece müzelerle sınırlı olmadığını, nefret müzelerinin genellikle hedeflenen etkiden uzak olduğunu, bir müzenin ancak barındırdığı bir koleksiyon ile var olduğunu bilmek bir müze önerisi getirmeden önce ilk tartışılması gereken konulardandır. Anıt heykeller, kültür merkezleri, arşivler, sergi

Diyarbakır Cezaevi, coğrafyamız halklarında çok yönlü imgeler ve bilinçler üretmektedir, bu müzenin kurulması için oluşturulacak gerekçeler ve müzenin bağlamı, konunun tüm tarafları için gelecek bakışında belirleyici olacaktır.


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 42

güncel

salonları olan anı mekanlar anımsama objeleri olarak ilk aklımıza gelen mekansal yerleştirmelerdir. Örneğin Gazi Mahallesi girişine yapılacak bir anıt eser burada yaşananları anımsamak için yeterli olabilir. Ya da Madımak Oteli restoran olarak işlevlendirileceğine bir kültür merkezine dönüştürülebilir ve belki de bu yaşanan olayların içeriği ile çok daha uyumlu olacaktır. Tabii ki yaşanan olayların anımsanmasını sağlayacak anıtsallıkları ve imgeleri göz ardı etmeksizin. Yaşanan olaylar göz önüne alındığında Diyarbakır Cezaevi’nin bir müzeye dönüştürülmesi en anlamlı tercih olarak görünmektedir. Ancak bu müzenin bir nefret müzesi olması yerine bir dostluk müzesi olarak işlevlendirilmesi çok daha olumlu olacaktır. Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan olaylar Türk ve Kürt halkları içerisinde nefret ve zulmün sembolü olmuştur ve coğrafyamızda yaşayan her birey 1980 darbesi ve onun sembolleri ile yüzleşmelidir. Bu yüzleşme unutma yerine anımsamayı merkezine almalı ancak çok uluslu coğrafyamızda nefret yerine kardeşlik ve dostluğu öne çıkarmalıdır. Diyarbakır Cezaevi Müzesi: Diyarbakır Cezaevi’nin bir müzeye dönüştürülmesi için imza kampanyası başlatan kurumlar, bugün yeni bir görev üstlenmelidir. Bileşenlerin içinden oluşturulan bir komisyon, Diyarbakır Cezaevi Müzesi’nin kurucu ekibini oluşturmak için harekete geçmelidir. Ekibe profesyonel müzeciler, toplumsal tarih yazarları, tasarımcılar dahil edilerek hızla bir müze projesi oluşturulmalıdır. Oluşturulacak bu proje çok yönlü bir kazanım oluşturacaktır. İlk olarak toplumsal muhalefet, yaşasın ve kahrolsun ikileminden bağımsız olarak proje üretebilme ve uygulayabilme yetisini geliştirecektir. Ancak toplumsal tercihler ve kazanım olasılıkları bunun çok ötesindedir. Müzeler ulusal kanonların oluşmasında önemli role sahip kurumlardır, üstelik günümüzde müzeler toplulukların ilgi ve ihtiyaçlarını kendi kamularına ve topluluk dışına iletebilmenin nesneye dayalı ve sürdürülebilir olanaklarıdır. Diyarbakır Cezaevi, coğrafyamız halklarında çok yönlü imgeler ve bilinçler üretmektedir, bu müzenin kurulması için oluşturulacak gerekçeler ve müzenin bağlamı, konunun tüm tarafları için

gelecek bakışında belirleyici olacaktır. Yarattığı öfke ve nefret dalgaları ile Kürt halkının uluslaşma sürecinde negatif bir tepki yaratan cezaevi, bugün artık uluslaşma mücadelesinin çok ötesinde olan Kürt halkı için yeni ulusal kimliğin inşasında tercih edilen yolun bir göstergesi ve bileşeni olacaktır. Yüzleşmemiz gereken Diyarbakır Cezaevi gerçekliği ile bir nefret ve öfke müzesi mi oluşturacağız, barış içinde bir arada yaşama tercihlerini mi oluşturacağız? Devlet cezaevini yıkarak yaşananları ve dolayısıyla 25 yılı aşkın süredir sürdürülen mücadeleyi görmezden mi gelecek, askeri vesayet rejimini sürdürmek için çırpınmaya devam mı edecek, akan kanın durması için kendi yarattığı canavarlarla yüzleşme ihtimallerine kapı mı aralayacak? Türk halkı, 12 Eylül rejiminin başta Diyarbakır Cezaevi olmak üzere, cezaevlerinde ve cezaevlerinden yayılan imge ve imajlarla tüm toplumda yaydığı korku rejimine gözlerini kapatmaya devam mı edecek, korkuları ve tutsaklıkları ile yüzleşmek için, Diyarbakır zindanını ziyaret mi edecek? Diyarbakır Cezaevi müze olmalıdır. Ancak bu müzenin gerekçesi çok uluslu coğrafyamızın, ihtiyaç duyduğu kendi hayaletleri ile yüzleşme olmalıdır ve konunun tüm tarafları müze projesinin tarafı kılınmalıdır. 12 Eylül darbesinin susturmak için harekete geçtiği emekçi yığınlar, dilleri yasaklanan analar ile demokrasi ve özgürlük için bir yudum nefes almak isteyen tüm ezilenler proje ortağı kabul edilmelidir. Müze hedeflerini ve bağlamını ince eleyip sık dokuyarak seçmelidir. Sergilenmek için yan yana getirilen koleksiyondan, koleksiyonun oluşturacağı metne uzanan yol, kendi gerçekliğini aşarak coğrafyamız için bir umut ışığı olabilir, doğru tercihleri oluşturabilirsek tabi.


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 43

tarihsel

9 Kasım 1989‘un an›msatt›klar› Murat »İşçi sınıfının tarihsel görevi, hele bir iktidara Çak›r gelsin, sosyalist demokrasiyi kurmaktır, her türlü demokrasiyi yok etmek değil.« Rosa Luxemburg, Rus Devrimi Üzerine, 1918 (yayınlama tarihi 1922) »Sosyalizmin gidişatını ne öküz, ne de eşek durdurabilir!« SED Genel Sekreteri, Erich Honecker, 6 Ekim 1989 Bazı tarihler vardır, müthiş etkisini onlarca yıl sonra dahi dünya çapında sürdürürler. Büyük Ekim Devrimi kuşkusuz bunlardan birisidir. Ancak günümüzde bu tarih başka bir tarihin, 9 Kasım 1989’un gölgesi altında kalmaktadır – daha doğrusu, ne zaman 1917 dense, karşısına 1989 çıkartılmaktadır. Ve bazı insanlar vardır, öngörüleriyle daha sonra olacakları herkesten fazla tahmin edebilmiş, önceden olası gelişmelere dikkat çekebilmişlerdir. Bu insanlardan bir tanesi şüphesiz Rosa Luxemburg’tur. Sanki yetmiş yıl sonra olacakları sezmiş gibi Lenin ve Troçki ile girdiği ateşli polemiğinde, Bolşeviklere sonuna kadar sahip çıkarak, onları eleştirmişti. Öyle zannediyorum ki Ekim Devrimcileri Rosa’nın demokrasi, toprak reformu, parti anlayışı ve Ulusal Sorun konusunda getirdiği eleştirileri bir biçimi ile dikkate alsalardı, tarihin gidişatını etkileme olanaklarını

yaratabilirlerdi. Kanımca Rosa’nın “Rus Devrimi Üzerine” başlıklı makalesi hâlen öğretici olabilir. 1 Gelelim günümüze: Sosyalist Birlik Partisi (SED) Genel Sekreteri Erich Honecker’in, Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin 40. kuruluş yıldönümü kutlamalarında yaptığı konuşmada, sosyalizmin durdurulamayacağını vurgulamasından sadece 33 gün sonra “reel sosyalizm” olarak anılan devlet sosyalizmi deneyi tarih oldu. Bu yazının kaleme alındığı tarihten kısa bir süre önce de, 9 Kasım 2009’da emperyalist dünyanın baş aktörlerinden olmaya çabalayan Almanya egemenleri, cafcaflı şenliklerle “Berlin Duvarı’nın yıkılışının 20. Yıldönümünü” kutladılar. Günümüzün sosyalistleri, Marksistleri ve komünistleri kuşkusuz konu hakkında çok yazdılar, çok şey söylediler. Gene de 1989 hakkında söylenecek daha çok sözün olduğunu, öncelikle bu tarihten çıkartılacak dersleri yeniden anımsatmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Devlet sosyalizmi deneyinin başarısızlıkla sonuçlanmasının en önemli nedenlerinden birisi, bence devlet sosyalizminin 20. yy’ın büyük meydan okumalarına yanıt geliştirememe yeteneksizliği olmuştur. Elbette küreselleşme, teknolojik devrim ve bilişim sektörünün gelişimi bu meydan

Devlet sosyalizmi tarih oluşundan bu yana, gerek sosyalliberal, gerekse de neoliberal politikaların, kapitalizmin krizlerini daha da derinleştirdiklerini kanıtlamıştır.


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 44

tarihsel

okumaları arasındadırlar. Ama devlet sosyalizmi deneyinin asıl yanıt veremediği meydan okuma, demokrasi sorunuydu. Devlet sosyalizmi, insanların kaderlerini kendilerinin özgür ve eşit bir biçimde belirlemelerini, kendilerini ilgilendiren kararları yerel, ulusal ve uluslararası alanda kendilerinin vermelerini engelledi; gerçek anlamda bir sosyalist demokrasiye yaşam alanı tanımadı. Devlet mutlaklaştırıldı, sosyalizm bürokratikleştirildi ve otokratik yönetim, hem insan merkezli demokrasi ve özgürlüklerin yok edilmesine, hem de çağın gereklerinin arkasında kalan ekonomik ve stratejik kararların alınmasına yol açtı. Bence buradan sosyalistler için çıkartılacak en büyük ders, Rosa’nın dediği gibi, en geniş demokrasinin kullanımından ibaret olan Proletarya Diktatörlüğü’nün sınıfın kendi eseri olmadığında; her an ve her adımda halk kitlelerinin katılımının içinden çıkmadığında; halk kitlelerinin doğrudan tesiri ve kamuoyunun kontrolüne tabi olmadığında, sadece ve sadece küçük bir yönetici azınlığın herkes üzerindeki diktatoryası haline dönüşeceğidir. Yani kısacası, sosyalizm ya demokratik olacaktır, ya hiç! 9 Kasım 1989, halk kitlelerinin “öncü partinin” öncülüğünü sokaklara çıkarak reddettiğini; sınıfın, verdiği zannedilen vekâleti, “antifaşist setti”, yani DAC sınırını aşarak geriye aldığını gösterdi. Bu nedenle sosyalistlerin bu tarihten çıkartmaları gereken ikinci büyük ders, partinin, insanların kendi kaderlerini kendilerinin tayin edebileceği bir özgür yaşam yolunda sadece bir “araç” olabileceği, asla “amaca” dönüştürülmemesi gerektiğidir. Başına hangi sıfat konursa konsun, sınıf adına hareket ettiği iddiasında bulunan bir parti, sınıfa ve halka ait olmadığı, kitlelerin ve bağımsız kamuoyunun eleştiri ve kontrolüne kapalı olduğu; bürokratik, hiyerarşik, hantal, farklı düşünene tahammülü olmayan, karar mekanizmalarını hep daraltmış ve örgüt yaşamını salt emir-komuta zinciri olarak algılayan bir yapılanma olarak kaldığı müddetçe, iddiasını hiç bir zaman inandırıcı kılamayacaktır. Özgür ve eşit yaşam için siyaset aracı, gönüllülerin demokratik birliği olduğu takdirde, kendisinin gereksiz olacağı bir toplum için mücadele ettiğini inandırıcı bir biçimde iddia edebilecektir.

Ve 1989’dan çıkartılacak üçüncü önemli ders de, tarihin sonunun gelmediğidir. Sistem rekabetinin sona erdiğinin ilân edilmesinden bu yana geçen 20 yıldan sonra, kapitalizm kendi alternatifini hâlâ gerekli kılmaktadır. Saldırı savaşları, sömürü, dünya çapında açlık, yoksulluk, küresel sosyal, ekolojik ve ekonomik felaketler, derin buhran içerisinde olan kapitalizmin aşılması gerektiğini her zamankinden daha açık bir biçimde gözler önüne sermektedir. Devlet sosyalizminin tarih oluşundan bu yana geçen 20 yıl, gerek sosyalliberal, gerekse de neoliberal politikaların, kapitalizme has olan krizleri durduramadığını, aksine daha da derinleştirdiklerini kanıtlamıştır. Bugün, tek bir kişinin kurtuluşunun, herkesin kurtuluşunun önkoşulu olarak kabul edildiği; iktisatın her yönü ile demokratik kontrol altında tutulduğu; tüm zenginliklerin temel kaynağı olan insan emeğinin ve insanın kendisinin merkezde tutulduğu, eşit, barışçıl, dayanışmacı, adil ve özgürlükçü bir toplum, dünyanın ve insanlığın geleceği açısından her zamankinden daha gerekli hale gelmiştir. Böylesi bir toplum olanaklıdır – ama, böylesi bir toplum için mücadele verecek olanların tarihten ders çıkartmış olmaları koşuluyla. Başkalarını bilemem ama, 9 Kasım 1989 bana anımsattıkları bunlar oldu. Kassel, 15 Kasım 2009


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 45

yorum

‘demo’kr’asi’ ve diktatörlük P›nar Tuzcu

Demokrasi sosyalizme giden yoldur. Karl Marx Giriş Demokrasi ve Özgürlük Hareketinin ilk sayısında Demokrasi dillerimize pelesenk olmuş bir kavramken hangi demokrasiden bahsettiğimizi belki de yeniden konuşmak ve tartışmak gerekmektedir. Ne yazık ki günümüz sosyalist camiasında ise “demokrasi” kavramı “besleme” muamelesi görmekte ve “devrimden sonraki işler listesi”ne itilmektedir dahası bunun üzerine kafa yoranlar demokratik bir birlik için uğraşanlar ise liberal olmakla itam edilerek “suçlu” ilan edilmektedir. Oysaki demokrasi iyi ve güzel bir şeydir. Önemli olan kimin demokrasisi için mücadele ettiğinizdir. Demokrasi filozofik açıdan üzerine çok yazılmış çizilmiş bir kavramdır. Ancak politik ya da siyasal bağlamda bu kavramın ele alınışı açısından aynı derecede bir doyuruculuk bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla, bu yazı Demokrasi kavramını salt filozofik anlamı itibari ile değil fakat politik ve demagojik yanları ile ele alınmaktadır. Dahası bu yazıda demokrasinin Aristoteles ve Platon tarafından nasıl “uygar” bir toplumun “amacına” dönüştürüldüğü üzerine değil ancak “barbar” bir sistemin demokrasiyi nasıl bir “araca” dönüştürdüğü üzerine durulacaktır. Özetle, hangi demokrasi ve kimin demokrasisi soruları bu yazının cevaplamak istediği sorulardır. “Pür” Demokrasi ve Sınıflar Jean-Jacques Rousseau “gerçek bir demokrasi hiçbir zaman olmadı ve olmayacak” derken haklımıydı? Bu soruya ancak Rousseau’nun “gerçek bir demokrasi” derken neyi kastettiğini irdeleyerek cevap bulabiliriz. Rousseau mutlak eşitliliğin doğanın kendi kanunlarında gizli olduğunu savunan bir filozoftur. Dolayısıyla ona göre mutlak eşitlik bu

doğal eşitliği kanunlaştırmak üzere yan yana gelmiş olan halkın bir kanunudur. “gerçek” demokrasi derken Rousseau kanunlaştırmanın halk tarafından yapılarak yine halkın hizmetine sunulduğu “ideal” bir yönetim sisteminden bahseder. Gerçek demokrasi olarak adlandırdığı şey eşitliği kendinde içselleştirilmiş bir halk yönetimidir. Bu bağlamda gerçek bir demokrasinin hiçbir zaman gerçekleşmediği konusunda haklıdır. Peki, Rousseau’nun tabiriyle özel mülkiyetin egemen olduğu bir düzende mutlak eşitlikçi bir demokrasi mümkün müdür? Buna en güzel yanıtı Lenin vermektedir. Lenin demokrasi ve diktatörlük adlı yazısında “sınıfların olduğu bir sitemde “pür” demokrasiden bahsetmek sadece gülünçtür ve ayrıca yalancılıktır” der ve devam eder “sınıfların olduğu bir toplumda sınıfları aşan “üst” bir demokrasiden bahsedilemez”. Dolayısıyla da tam bu noktada aslında demokrasiyi verili bir özgürlük ve eşitlik anlayışı ile bütünleyen Rousseau’nun eksik bıraktığı bir şeyi tamamlar: eşitlik demokrasinin ön koşulu değil, demokrasi eşitliğin ön koşuşudur. Lenin’in bıraktığı yerden devam edersek şayet demokrasinin eşitliğe giden bir yol olduğunu söylemek gerekir. Bugün içinde yaşadığımız demokrasinin zaafı ise buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü o demokrasiyi şöyle denklemler: Herkes eşittir, demokrasi eşitlikçidir; o halde herkes demokrasi içindir. Herkesi demokrasinin bir paydası yapmak içinse oy kullanma hakkını genel eşitlikçi bir “fiil” olarak kabul eder ve bununla topluma demokrasi için gereken neyse onun yapıldığı izlenimini verir. Dolayısıyla onun için demokrasi insanın ulaştığı ve ulaşabileceği en eşitlikçi düzendir ve ona “ulaşılmıştır” daha da ileri giderek demokrasi için “herkesi” kullanır. “Herkesi” araçsallaştırır, buna “herkesi”


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 46

yorum eşit varsayarak işe başlar. Halbuki kapitalist sistemde bilinen en bariz gerçeklik şudur: herkes eşit değildir. İşte aldatma bu noktada başlar ve Lenin’in sözleri tam da bu noktada daha da anlam kazanır. Peki demokrasinin sosyalistler için değeri ve anlamı nedir? Dilerseniz hangi demokrasinin sosyalist mücadelede yer almadığını tartışmaya açarak başlayalım. Kavramak Sormakla Başlar: Hangi Demokrasi veya Kimin İçin Demokrasi? Herkesin yaşadığımız düzende eşit olduğu varsayımıyla yola çıkan ve bu eşitliğin bir yansıması olarak demokrasiyi bizlere dayatan burjuva demokrasisidir. Burjuva demokrasisi bugünün demokrasi anlayışına denk düşer. Bu noktada belirtmek gerekir ki burjuva demokrasisi “herkes eşittir” derken eşitsizliğin varlığını manipüle amacı taşır. Bu manipülasyonu ise demokratik hak ve hürriyetleri siyasal katılım özgürlüğüne indirgeyerek yapar. Bu demokraside, oy kullanmak salt anlamda bir özgürlüktür. Bu mekanizma ile “taban”da karar alma mekanizmasına katılıyormuş hissi yaratır. Oysaki 4 yılda bir yapılan seçimlerde oy kullanmanın ve üstelik bu oy kullanma oranının, kendini demokrasinin duayeni olarak ilan eden ülkelerde bile, %70’in üzerine çıkamadığı bir düzen kimin hangi ölçüde karar mekanizmasına katıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Eğer demokrasi kavramını çoğunluğun ya da “alt tabaka”nın siyasal sürece katılımı olarak tanımlıyorsak o halde bunun tersi olan bu durumun demokrasiye denk düşmediği sonucunu çıkarabiliriz. Tam bu noktada “Peki, kim siyasal karar alma mekanizmasına katılmıyor?” diye bir soru sorulabilir. Buna yaşadıkları ülkelerin siyasal karar mekanizmalarının dışında kalan göçmenleri örnek gösterebiliriz. Ayrıca siyahların ve kadınların burjuva demokrasisinin denek taşı olan oy kullanma hakkını elde edebilmek için büyük bedeller ödediklerini unutmamak gerekir. Dolayısıyla, kadınlar, siyahlar, hatta daha spesifikleştirirsek Türkiye’deki Kürtler eğer bugün nispi ölçüde de olsa yönetim mekanizmanın içinde yer alabiliyorlarsa bu burjuva demokrasisinin bir armağanı değil tam tersine onlardan ateşi çalmak adına verilen mücadelenin kazanımlarıdır. Böyle bir durumda sormak gerekmez mi: seçme ve seçilme hakkı ile sınırlanmış, konuşma, düşünme, örgütlenme özgürlüğü ellerinden alınmış,

tekelleşmiş medyanın bilgi manipülasyonu, militarizmin sınır tanımayan şiddeti altında yaşayan bir halkın demokratik bir düzen içinde yaşadığı iddia edilebilir mi? Tam da bu yüzendir ki bu demokrasi, siyahların gördüğü ayrımcılığı, kadınların hala 2. cins olarak görülmesini, yabancı ve göçmen düşmanlığını, din ve kültür ayrımcılığını demokrasinin beşiği saydığı Avrupa’da dahi açıklayamayacak kadar zaaflıdır. Üstelik bu zaafını demokratikliği ulusal düzeye indirgeyerek açığa çıkarır. Ulusal düzeydeki demokrasi anlayışı ile eşit olmanın ve demokratik bir düzen için de yaşamanın ayrıcalığını “sevgili yurttaşlar”ına anlatmak için ise eşitsizlere ihtiyaç duyar. Eşitsizlerin var oluşu ise burjuva demokrasisinin var oluşunun gerçek bir koşuluna dönüşür. Bu tutumuyla, eşitlikçi olduğu iddia edilen burjuva demokrasisi “eşit olmayanların” varlığı ile anti-eşitlikçi bir demokrasi tanımına dönüşerek ve iç çelişkisini ortaya koymaktadır. Eşit muamele görmelerini engelleyerek kendi eşitsizlerini de yaratmaktan kendini alıkoyamaz aksi taktirde “yurttaşlarına” bahşettiği ya da pazarladığı kendi eşitlikçilik anlayışının hiçbir anlamı kalmayacaktır. Mesaj açıktır: eşit yuttaşlar “diğerleri” gibi eşitsiz olmadıkları için demokrasi sevmelidirler ve onu bahşeden burjuva devletine bu koşulları onlara sunduğu için de itaat etmelidirler. Kapitalizmle Mücadelede Anti Demokratik Olmak Bir şey İfade eder mi? Demokrasinin kapitalizm sürecinde içine düştüğü rehaveti ifşa etmek adına protesto biçimini anti demokratik olma haline dönüştürenler ise aslında kapitalist demokrasiyi idealleştirmekte bir anlamıyla demokratik olduğunu iddia eden kapitalizme anti-demokratik tutumlarıyla hizmet etmektedirler. Bu düşünürler, bugünün demokrasisinin işlevsiz olduğunu, yanılma ve aldatmalarla dolu olduğunu iddia ederek kapitalist sistem içindeki demokrasiyi sert bir biçimde eleştirirler ancak ulaştıkları sonuç anti-kapitalizmi anti demokratikliğe indirgemektir. Örneğin, Anti Demokratik Düşünceler ( Anti-Democtaric Thoughts) adlı kitabında Eric Fromel’a göre “eğer biri kapitalizme karşı mücadele etmek istiyorsa işe demokrasiyi ve onun değerlerini terk etmekle başlamalıdır. Yani, anti-kapitalist bir duruş anti demokratik bir duruşu da gerektirir”. Gerekçesi ise çoğunluğun tiranlığının da azınlığın tiranlığı kadar tehlikeli olduğu görüşüdür.


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 47

yorum Birincisi kanımca, günün demokrasisini çoğunluğun tiranlığı olarak adlandırırken yanılgıya düşmektedir. İkincisi ise, kapitalizme karşı verilen mücadeleyi aynı zamanda demokrasiye karşı da verilen bir mücadele ile birleştirmek anlamsızdır. Bu noktada Fromel’e “çoğunluk tiranlığı” derken neyi kastettiği sorulduğun da vereceği yanıt önemlidir. Şayet çoğunluktan “oy kullananlar” ve “seçenler” ise o halde kapitalist demokrasi “demokrasinin” gereğini yapmaktadır. Buradan anti-demokratik olma gereği çıkmaz. Çünkü demokrasi çoğunluğun tiranlığı ise herhalde insanların kendi yaşamlarına içkin kararlar almada etkin rol oynamalarından daha doğal bir hak olamaz. Bu haliyle tutarlı bir biçimde eleştirdiği ancak tutarsız bir biçimde sonuçlandırdığı anti-kapitalizm eleştirisi anlamını yitirmektedir. Öte yandan çoğunluğu toplumun alt tabakası yani baldırı çıplaklar, eğitimsiz ve cahiller olarak tanımlıyor ve tehlikeli gördüğü nokta “cahiller tarafından” yönetilmekse eğer o halde ona göre olması gereken asillerin, eğitimlilerin yani azınlığın tiranlığıdır. O halde kapitalist demokrasiyi eleştirmek anlamı yine yitirir çünkü burjuva demokrasisi tam da azınlığın tiranlığına denk düşmektedir. Dolayısıyla altını çizmek gerekir ki burjuva demokrasisinde çoğunluk oy kullanır azınlık yönetir. Sorun bu noktadadır yoksa sorun demokrasinin kendisinde değil onun nasıl araçsallaştırıldığı ile ilgilidir. Bu bağlamda ise anti demokratiklik kapitalizm ile mücadelede hiçbir anlam ifade etmez. Kaldı ki, demokrasiyi kapitalizmin kirlettiği bir oyuncak varsayıp fırlatmak aslında toplumun çoğunluğu olan ezilenlere ve sömürülenlere karşı yapılacak en büyük haksızlıktır. Açıkçası kapitalizme karşı verilecek en etkin mücadele demokrasiyi ezilenlerin ve sömürülenlerin demokrasisine evirmek olacaktır. İşte bu nokta, sosyalistlerin demokrasisi ile burjuva demokrasisini ayıran can alıcı bir noktadır çünkü sosyalist demokrasi ezilenlerin ve sömürülenlerin haklı mücadelelerinde onların özgürlüğüne giden yol iken burjuva demokrasisi ezilenlerin ve sömürülenlerin kontrol altında tutulduğu bir diktatörlüktür. Sonuç Yerine Sınıfların olduğu bir toplumda üst bir demokrasiden bahsetmek mümkün değildir. Demokrasi ancak eşitlik ve özgürlük için bir ön koşuldur. De-

mokrasi bir sonuç değildir o ezilenlerin ve sömürülenlerin kendi kaderlerini tayin edebilecek koşulları onlara sunmakla yükümlü bir rehberdir. Dolayısıyla demokrasi sıkça duyduğumuz gibi kurulu bir düzen de değildir haliyle ona ulaşılmamıştır üstelik o ulaşılacak bir “ideal” değildir. Demokrasi hak ve özgürlük mücadelesi ile kazanılır, kazanılmıştır ve kazanılacaktır. Demokrasi eşitlikçi bir düzenin vazgeçilmez ön koşuludur. Bu ön koşul ise karar mekanizmasına katılma adına sadece oy kullanma yani siyasal haklardan çok daha fazlasını ifade eder. Demokrasiyi burjuva diktatörlüğünün tekelinden çekip alabilmek için“sınıflı bir toplum eşitsizdir, demokrasi eşitliğe giden yoldur; o halde demokrasi ezilenler ve sömürülenler için varsa demokrasidir” formülünde ısrarcı olunmalıdır. Antikapitalist duruş, onun halk üzerinde en fazla oyun oynadığı ilke olan “demokratiklik” söyleminin içi boş olduğunu ortaya koymakla mümkün olacaktır. Bu ise ezilenler ve sömürenler için demokrasi de ısrarcı olmakla mümkündür. Gün gelip sınıflar ortadan kalktığında ise demokrasi sınıfsız toplumda,” herkes eşittir, eşitlikçilik demokratiktir; o halde demokrasi herkes içindir” denklemine dönüşecektir. Yolumuz demokratik, özgür ve açık olsun! 1-ROUSSEAU, Jean-Jacques: Toplum Sözleşmesi (çev. Vedat Günyol), İstanbul, 1990. 2-VLADAMIR Lenin, “Democracy” and Dictatorship, January 3, 1919 in Pravda No. 2, Lenin Collected Works, Volume 28 (p. 368-72), Brian Baggins, http://www.marx.org/archive/lenin/works/1918/dec/23.htm#1 . 3-Örneğin Almanya’da son genel seçimlerde oy kullanma oranı % 63, Amerika’da ise %66’dır. Tabi oy kullanma hakkı tanınmayan göçmenlerin ise bu yüzdelerin dışında olduğunu unutmamak gerekir. 4-Bu noktada kafalara şöyle bir soru gelebilir peki bu oranlar çoğunluk olmaları itibariyle demokratik olmaya yetmez mi? %70 lık oranın 4 yılda bir yapılan seçimlere katılım oranı olduğunu düşündüğümüzde yetmez. Bu durumda asıl soru 4 yıl kim kimi hangi oranlarla ve kimin adına idare edecektir sorusuna dönüşür ayrıca belirtmek gerekir ki oranlar demokrasi tarif etmekte yetersiz kalacaktır. Oranlı bir demokrasi ancak burjuva demokrasisinde anlamlıdır 5-FROMEL, Eric, (ed.), Anti-Democratic Thought, Publisher: Imprint America, 2008, USA.


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 48

güncel

25 Kasım’da barışı haykıralım "barışı haykırmak lazım özgürlüğe kucak açmak şiddetsiz günleri sevgiyi çağırmak lazım..." 1960 yılının 25 Kasım’ında Dominik Cumhuriyeti’nin kuzey bölgesinde bir uçurumun dibinde cesetler bulunduğunda gazeteler bunun bir kaza sonucu meydana geldiğini yazıyordu. Oysa gerçek bu değildi. General Trujilo’nun diktatörlüğüne karşı yürütülen faaliyetlere aktif olarak katılan üç kız kardeş gizli bir polis tarafından öldürülmüşlerdi. Mirabel kardeşler bu olaydan sonra kadınların mücadelesinde Las mariposas, yani kelebekler olarak ölümsüzleştiler ve 25 kasım tüm dünyada kadına yönelik şiddetle mücadele günü olarak kabul edildi. Şiddetin tarihi bundan çok daha öncesine dayanıyor tabi ki. Erkek egemen ideoloji, varlığını devam ettirmesinin bir aracı olarak binlerce yıldır kadınlar üzerinde denemediği yöntem bırakmamış. Kadınlar orta çağda acımasızca cadı denilip kazanlarda yakılmış, savaşlarda ülke toprağı vazifesi görüp bedenleri işgal edilmiş, namus adına intihara zorlanmış, her türlü kötülüğün başı ilan edilmiş, eve kapatılmış, dili yasaklanmıştır... Ama kadınların tarihi bundan ibaret olmamış hiçbir zaman. En zor anlarında bile direnmişler, güçlü olmuşlar. Kimi zaman küçücük evlerinde kocalarına, babalarına meydan okumuşlar, kimi zaman Mirabel kardeşler gibi koskoca devlete kafa tutmuşlar. Güldünya, Pippa Bacca, Asiye, Şemse, Zilan... Böyle geçmiş zaman ekiyle yazmama bakmayın. Coşkulu bir 8 Mart eyleminin sonunda değerli bir yoldaşım "Neden sadece hayatta olmayan kadınlardan bahsediyoruz? Hala direnen, erkek egemenliğine başkaldıran kadınlar var aramızda" demişti. Evet biz hala direniyoruz. Eren Keskin’lerden tutun da Barış Annelerine, İsrailli siyahlı barış elçisi kadınlardan, başörtüsü yüzünden dışlanan

Müslüman kadınlara, fabrikası önünde günlerce bekleyen Emine’lere, "vatan sağ olsun demeyeceğim" cesaretini gösterebilen kadınlardan tutun da cinsel yönelimleri yüzünden itilip kakılan Esmeray’lara biz yaşıyoruz ve şiddetinizle mücadele etmeye devam ediyoruz. Toplumun ikinci sınıf vatandaşları, ezilen, sömürülen, yaşamdan dışlanan, evde, okulda, iş yerinde, sokakta şiddetin her türlüsüne maruz kalanlar olarak erkek egemen sistemin karşısında duran direnişçi tarihimize ve bu direngen yanımıza daha çok sahip çıkmamız gereken günlerden geçiyoruz. Öyle ki iliklerimize kadar sirayet etmiş şiddet kültürünü bir sorun çözme yöntemi olarak sunanlara karşı kadınların barışa hasret, dolayısıyla barış dolu yöntemlerine herkesin kulak vermesinin zamanı geldi de geçiyor bile. Yoksa meydan "Dersim'de analar ağlamadı mı " diyenlere kalacak, yoksa savaştan medet umanlar bundan çıkarı olanlar amaçlarına ulaşacaklar. Erkek egemen ideolojinin en iyi beslendiği yerlerden biri olan militarizme karşı mücadeleyi şiddete karşı mücadeleyle birleştirmek gibi bir görevle karşı karşıyayız. Çünkü şiddet kapalı kutu olan evlerimizin dışında başlıyor, oralarda besleniyor. Televizyon programlarından, kullanılan kelimelere, her gün okullarda asker gibi disipline edilmekten, cinsiyet ayrımcı politikalara, yasalara kadar sistematik olarak maruz kaldığımız şiddete alışmaya zorlanıyoruz. 25-30 yıldır bu topraklarda devam eden savaş binlerce insanın ölümüne sebep oldu. Dilini, kültürünü özgürce yaşamak ve yaşatmak isteyen bir halk baskının her türlüsüne maruz kaldı. Köylerinden zorla göç ettirildiler, dilleri yasaklandı, kadınlar çocuklarının gözleri önünde tecavüze uğradılar, cezaevlerinde, gözaltlarında dışkı yedirmeye varan işkenceler gördüler. Çoğu zaman ölülerine bir mezar bile yapamadılar, çocuklarını göremediler. Ama canları pahasına mücadeleden hiç vazgeçmediler. İnadına barış dediler.

Dilek Demirel


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 49

güncel

Şimdi barışa çok yakınız. Şimdi mücadelenin yavaş da olsa filizlerini vermeye başladığı bir dönemden geçiyoruz. Şimdi Türk ve Kürt kadınlarının, çocuklarını bu kirli savaşta kaybetmiş anaların ve çocuklarını kaybetmek istemeyen anaların acılarını ortaklaştırmasının zamanı geldi. Şimdi ölümü değil yaşamı, vatan toprağını değil insanı yüceltmenin zamanıdır. Demokratik ve barışçıl yollardan çözülebilecek bir sorunu savaşta ısrar ederek çözmeye çalışmak ancak erkek egemen bir zihniyetin üretimi olabilir.

Bu yüzden onurlu bir barışı sağlamanın yolu kadınların el ele, yürek yüreğe verip barışa hasret çığlıklarını bu 25 Kasım’da dünyanın dört bir yanına ulaştırmalarından geçiyor. Kadın-erkek eşitsizliğinin ortadan kalktığı, kadına karşı ayrımcılığın ve her türlü şiddetin son bulduğu bir dünyayı inşa etmek için kat edilmesi gereken uzun bir mesafeyi gelin dil, din, renk, mezhep ayrımı olmadan hep beraber örelim.


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 50

analiz

anayasa ve anayasacılık eni bir Anayasa ihtiyacı, özelde Kürt sorunun çözümü genelde ise askeri vesayet altındaki Türk siyasal yaşamının bu veasetten kurtarılmasıve demokratikleştirilmesi açısından kendini bir zorunluluk olarak dayatmaktadır. 1011 Ekim 2009 tarihinde Ankara’a sivil ve demokratik bir anayasa için toplanan sempozyumun çağrıcılarının ve katılımcılarının geniş yelpazesi, bu zorunluluğun toplumun önemli bir kesmi tarafından –farklı gerekçelerle de olsa- paylaşıldığını göstermektedir. Yapılan tüm değişikliklere rağmen mevcut 82 Anayasası’nın özü, en başta da değiştirilmesi teklif bile edilemeyen ilk üç maddesi, Türkiye’deki anti-demokratik uygulmaların ve demokrasi taleplerinin bastırılmasının en önemli “yasal meşruiyet” kaynağı olarak görüldüğü için, mevcut anayasanın yerine yeni ve halkın en geniş kesiminin katılımına dayanan bir anayasanın acilen hazırlanmasının zarureti katılımcıların üzerinde uzlaştığı en temel noktaydı. Burada Türkiye özgülünde nasıl bir anayasaya ihtiyaç duyulduğunun değil ama yerin izin verdiği ölçüde anaysa ve anayasacılık kavramlarının üzerinde durulacaktır. Anayasa ve anayasacılık, Batı’da ortaya çıkmış iki kavramdır. Tarihsel olarak anayasa kavramının kökeni Antik Yunan’a kadar dayanmaktadır. Modern anlamıyla anayasa ve anayasacılık ise Batı’da, yerleşik feodal yapıya karşı mücadeleye girişen burjuvazinin başvurduğu mücadele içinde ortaya çıkmıştır. İnsan toplumları yönten ve yönetilen diye ayrıldığından beri, yönetenlerin yönetilenler üzerindeki iktidarı hiçbir zaman yalnızca zora dayanmamıştır. Diğer bir ifade ile iktidar sadece çıplak kuuvet kullanımınndan ve korku faktöründen oluşmaz; en az onlar kadar önemli bir bileşeni de rızadır. Rızanın iktidarın bir bileşeni olması, bir başka kavramı daha gündeme getirmektedir: meşruluk. Feodal dönemde, dünyevi iktidar meşruiyetini meşruiyetin en temel kaynağı Papalık ve Kutsal Kitap’tır. Zirve noktasına plenitudo potestais (ek-

Y

siksiz güç) ile ulaşan bu anlayışa göre, paplalar doğrudan Tanrı’dan aldıkları yetkiyle dünyevi iktidar üzerinde mutlak bir hakimiyete sahipti; dünyevi iktidar tarafından yapılan bir yasanın Hıristiyan öğretisine aykırı olduğuna hükmektmeleri halinde bu yasayı geçersiz kılma, çıkardığı yasa da ısrar etmesi halinde ise bu hükümdarı aforoz etme tebaasını ona itaat etmemeye çağırma hakları vardı. Kısacası Avrupa için bu dönemde Kutsal Kitap evrensel bir anayasa ve Papalık makamı ise evrensel bir anayasa mahkemesi hüviyetindeydi. Burjuvazi, henüz politik iktidarı alacak bir güce ulaşmadığı bir zaman diliminde papalığın dini, politik ve en az bunlar kadar önemlisi ekonomik gücüne karşı mücadelesinde, mutlak monarşileri desteklemişti. Fakat yeterince güçlenip artık monarşiye ihtiyacı kalmadığı anda, politik iktidarı ele geçirmek için mücadele etmeye başlar. Anayasacılık, bu süreçte, kendisi dışındaki toplumsal sınıfları kendi arkasında mücadeleye çekmek için burjuvazinin kullandığı en önemli mücadele aracıydı. Bu anayasacılık harketinin kökeninde hak ve özgürlük talepleri, diğer bir ifade ile siyasal liberalizm yatmaktadır. Bu siyasal liberalizm öğretisi ideolojik gıdasını doğal hukuk ve toplumsal sözleşme öğretisinden almaktadır. Doğal hukuk anlayışının en temel savı, devletin ortaya çıkışından önce insanların doğuştan eşit olduğu ve eşit haklara ve özgürlüğe sahip olduğudur. Bunun yanı sıra insanlar aralarında yaptıkları bir toplumsal sözleşme ile bu durumdan çıktıklar ve egemen bir güç yararttıklarında bile, yaşam, mülkiyet ve haksız ve hukuk dışına çıkan (tiranlaşan) bir yönetime direnme hakkı gibi yarattıkları bu egemen gücün dokunamayacağı bazı hakları kendilerine saklamışlardır. Diğer bir ifade ile doğal hukuk öğretisi, kimseye hesap vermeyen mutlak monarşilerin yerini alacak sınırlı bir egemenlik anlayışı savunmaktadır. Modern anayasacılık bu mirası devralmıştır. Onun amacı devletin gücünü “anayasal denen ve yöneticilerin güçlerinin dışında olan dokunulmaz kural-

Deniz Zarakolu


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 51

analiz lar aracılığıyla sınırlamaktır.” Bu liberal anayasa anlayışını Kant şu şekilde formüle etmektedir: “Anayasa öncelikle toplumun bütün fertlerinin (insan olarak) özgürlüğü ilkesine… herkesin (vatandaş olarak) eşit olduğu ilkesine dayanmaktadır.” Sonuç olarak, çıkışı itibariyle anayasacılık, bir anayasanın olmadığı veya mevcut anayasanın toplumundan gelen demokrasi taleplerini karşılayamadığı bir yerde, yeni bir anayasa hzırlanması talebiyle yürütülen bir harekettir. Bununla birlikte, demokrasi mücadelesinin bir aracı olmakla beraber, şu unutulmamalıdır ki, anayasa ve anayasacılık sınıflı toplumlara has iki olgudur. Eş değişle, nasıl demokrasi mücadelesi, sınıfların ortadan kaldırılması mücadelesinin bir aracı olmasına rağmen demokrasinin varlığı sınıfların ortadan kaldırılması anlamına gelmezse, anayasacılık hareketi veya demokratik bir anayasa uğruna verilen mücadele ile sınıfların ortadan kaldırılması sağlanamaz. Bu özelliği anayasacılığın değerini düşürmez ama onun sınırlarını göstermesi ve ondan ne bekleneceğinin belirlenmesi açısından önemlidir.

* Bu dönemde anayasa, daha çok devletin yöntim biçimi anlamına gelmekteydi. Örneğin kendi kendi dönemindeki anaysaları toplamış (ama bugüne bunlardan sadece Atina anayasası ulaşmıştır) Aristo anayasayı “devletlerin erk görevlerinin dağılımı, egemenliğin ve her toplumun gerçekleştirmeyi amaçladığı hedefin belirlenmesi için benimsedikleri düzenlenmiş biçimi olrak tanımlamaktadır.” [Aristo, Politika, IV, 1.] *Papa VII. Gregorius tarafından geliştirilen eksiksiz güç öğreti-

İnsan toplumları yöneten ve yönetilen diye ayrıldığından beri, yönetenlerin yönetilenler üzerindeki iktidarı hiçbir zaman yalnızca zora dayanmamıştır.

sinin maddeleri için bakınız Gérard Mairet, “Padovalı Marsilius’dan Louis XIV’e Laik Devletin Doğuşu”, Devlet Kuramı, Ankara: Dost Kitapevi Yayınları, s. 217. Avrupa, Roma İmparatorluğu’nun yıkılması sonucu içine yuvarlandığı barbarlaşma evresinden çıktıktan ve dünyevi iktidarı elinde tutanlar poltik, ekonomik ve askeri olarak Papalığa karşı çıkabilecek bir güce eriştiktan sonra, bu aşırı öğreti yerini St. Thomas tarafından ortaya konan daha ılımlı bir görüşe bırakmıştır. *Doğal hukuk okulunun en önde ge-

len filozoflarından Thomas Hobbes’un ifadesiyle “doğa her insana herşey üzerinde hak vermiştir.” [Thomas Hobbes, De Cive, I.10.]. Doğa durumuna ilişkin aralarındaki tüm farklara rağmen John Locke da doğa duru-

* Bu ifadeden Türkiye’deki anti demokratik uygula-

munu “eksiksiz bir özgürlük” ve “eşitlik” durumu olarak

maların meşruluğu olduğu anlamı çıkartılmamalıdır. An-

tanımlamaktadır [John Locke, Second Treatise of Goverment, II. 4].

letılmak istenen, her rejim gibi, Türkiye’deki hakim askeri vesayetçi anlayışın da, edimlerinin meşruluğunu gösterme ihtiyacı içinde olduğu ve türbanla ilgili anayasa değişiliğine ilişkin alınan Anayasa Mahkemesi kararında

* Oliver Beaud, “Anayasa ve Anayasacılık”, Siyaset Felsefesi Sözlüğü, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 64. * Kant,

“Daimi Barış”, Uluslararası İlişkiler ve

olduğu gibi anayasaya takla attırma pahasına olsa bile işi

Siyaset Teorisi Üzerine Bir Derleme, İstanbul: Phoenix a-

kılıfına udurduğu ve bu kılıfın da 82 Anayasası olduğudur.

yınları, s. 171.


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 52

güncel

Öymen zihniyeti CHP’nin kendisidir eclisteki “demokratik açılım” görüşmeleri sırasında CHP grup başkanvekili Onur Öymen’in sarf ettiği sözler başta Dersimliler olmak üzere toplumun her kesiminden büyük tepkiler aldı. Onur Öymen’in meclis kürsüsünden söylediği ”şeyh Said, Dersim nasıl halledildiyse” sözleri kendi içerisinde doğru sözlerdir.”Hırsız marifetlerini sıralarken arada sirkatin söyler” atasözünde olduğu gibi Öymen yaptığı konuşma ile kendisinin ve partisi CHP nin zihniyetini açıklamış oldu. İnsanlık suçu olan katliamları meşrulaştırarak, bugünde uygulanmasını isteyen bu zihniyet aslında yabancısı olduğumuz ve bilmediğimiz bir zihniyet değildir. Yıllardır bu katliamları gerçekleştirenin CHP zihniyeti olduğunu her aklı başında insan söylüyordu. Öymen’in yaptığı ise bu gerçekliği, katliam kararlarının verildiği mecliste itiraf etmek olmuştur. Kendisini cumhuriyetin sahibi olarak gören CHP jakobenist- Kemalist ideolojinin uygulayıcısı olmuştur. CHP’ nin Alevilere, solcu ve ilerici bir parti olarak yutturulmasının tarihsel sebepleri vardır. Osmanlı gericiliğinden sonra kemalizmi dolaysıyla CHP’ yi ilerici sol bir parti olarak gören Alevilerin durumu “cellâdına âşık olma” pozisyonudur. Cumhuriyet dönemi boyunca yaşanan Kürt Alevi katliamlarının tümünde CHP iktidardadır. CHP tarihinin hiçbir döneminde ilerici bir rol oynamamıştır. CHP’ nin rolü statükonun muhafazası ve yükselen sol dinamiklerin bariyerlenerek sistem içerisinde tutulmasıdır. Bu anlamıyla baktığımızda 70’ lerde ilerici gözüken CHP gerçek değildir, o görüntüyü veren içerisindeki devrimciler ve süreç ile ilgisidir. Bir yönüyle CHP’ nin sol maskeye bürünmesinin sebeplerinden biride o dö-

M

nemki devrimcilerin CHP-devlet ilişkisi iyi görmeyerek onun meşrulaşmasında oynadıkları roldür. Bugün CHP ‘nin değişim karşısındaki direnişi, kürt karşıtı milliyetçi politikaları ve ergenekonun avukatlığına soyunması tabiatına aykırı değildir. chp aslında hiç olmadığı kadar karakterine uygun hareket ediyor. Dolaysıyla şimdi iş geçmişte CHP’ yi destekleyen dinamiklere düşüyor. Kürtler, Aleviler ve ilerici tüm güçlerin bu samimi itiraflardan sonra yapması gereken şey basittir. Yapılması gereken derhal bu katliamcı partiden istifa edilmesidir. Bu itirafa verilecek en anlamlı tepki ve pratik duruş budur. Bunun ötesindeki protestoların filli bir anlamı olmayacaktır. Çünkü büyük ihtimalle işaretlerin aldığımız gibi tepkilerden kaynaklı CHP özür dileyecektir. Yaşananlardan kaynaklı sıkıntı içerisinde olan CHP içerisindeki Dersim’li, Alevi, Kürt yöneticiler ise bunu kendilerine dayanak yaparak” özür dilendi işte ne yapalım” diyeceklerdir. Bu kadar basit olmamalı ve halk bu yaklaşımı kabul etmemelidir. Tepkileri zamana yayarak soğutan ve erteleyerek kurtulmaya çalışacak bu uyanıkların oyunları deşifre edilmelidir. CHP içerisindeki Tuncelili milletvekilleri ve yöneticileri olan Kemal Kılıçdaroğlu, Yılmaz Ateş, Ali Kılıç vb her ortamda teşhir edilmeli, katliamcı zihniyetin hesabı sorulmalıdır. Onur Öymen konuşurken yüzleri kızarmadan, utanmadan bu konuşmayı alkışlayanlar tepkiler üzerine yumuşatmaya hatta kendilerini kurtarmak için Öymen’e tepkide koyabilirler. Nitekim Kılıçdaroğlu’nun, Öymen’e ”gereğini yapın” dediği söyleniyor. Dedelerine hakaret edilirken utanmadan alkışlayan bu baya sormak lazım, Öymen gerekeni yapmadı sen gereğini yapacak mısın? Yoksa bana verilen görevi tamam-

Ergin Do¤ru*


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 53

güncel

lamadım diyerek atalarına küfredilmesini sineye çekmeye devam mı edeceksin. İşin özüne dönersek Dersimlilerin kurtarıcısı olarak maskelenerek piyasaya sürülmüş Kılıçdaroğlu’ndan da CHP içerisindeki diğer Tuncelili yöneticilerden de bir şey çıkmayacağı bellidir. Ama burada CHP’ ye üye olan vicdanlı insanlara seslenmek gerekiyor. Dersim’li, Kürt ya da Alevi olmanız gerekmiyor, insanlığa karşı suç teşkil eden katliamları savunan bu partiden derhal uzaklaşın, orada kalmanız bu suça ortak olmanız anlamına gelir. Cumhuriyet boyunca gerçek yüzünü gizleyerek ezilen halklarımıza” umut” olarak yutturulan CHP’ nin maskesi düşmüştür. türkiye için önemli bir fırsat açığa çıkmıştır. CHP’ nin maskesi düşmüştür, orada kalarak kan dökerek siyaset yapmak isteyenlere kan taşımayın. Bazen “bir musibet bin nasihatten iyidir “derler. Yıllardır bilinen bir gerçek, katliamcı zihniyetin sahibi tarafından itiraf edildi. Bu anlamda Öymen’e kızmamak gerekiyor. öymen doğru söylüyor. Cumhuriyet sorunlarını ”Dersimde, Koçgiri’de, Şeyh Said’de, Ağrı’da olduğu gibi katliamlarla çözmüştür. Öymenin yanlışı ve yanıldığı nokta ise ne devir

o devirdir, nede katlettiğiniz Dersimli’ler, Kürtler ve Aleviler eskisi gibidir. Halklarımız artık örgütlüdür. Siz efendilerinize hizmet etmek için dedenizden öğrendiğiniz katliamla çözümü önersenizde devriniz geçti. Tarihin çöplüğündeki yerinizi almanız için gecikilmişte olsa, uzak değil. Bunu böyle bilin ve hiç değilse bu ülkenin geleceği ile oynamayın! Öymen ve Öymen kafalı Chp’liler. *Özgür Demokratik Alevi Hareketi Sözcüsü


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 54

yorum

günün ihtiyaçları

ve gençlik

ençlik başlığı incelenirken, genellikle 12 Eylül tarihi bir milat noktası olarak ele alınır. Askeri diktatörlük yıllarının ve 1980'li yılları aşıp günümüze değin ulaşan etkilerinin geçliği pasivize ettiği, politika denizinin tehlikeli sular sınıfına girdiği ve "ehil" olan hiçbir gencin girmemesi gerektiği algısını gençlerde güçlendirdiği aşikardır. Ancak hâla gençlerin sistem karşıtı sözlerini söylüyor olması, sokağa çıkıyor, eyleme geçiyor olması gençliğin yenilmediğini göstermez mi? Peşin cevap verelim: Evet, gençlik yenilmemiştir. Gençlik mücadelenin bütünü açısından itekleyici etki yapabilecek devrimci dinamizmi içerisinde barındırmaktadır, söndürememişlerdir. Mesele gençliğin öz farkındalığının artırılması, sistem tarafından gençliğe giydirilmeye çalışılan deli gömleklerinin yırtıp atılmasıdır. Bu yazıda ne yapmalı sorusu kadar nasıl yapmalı sorusu üzerinde de durmak murattır.

G

İnsan Ne Zaman Yaşlanır? Gençlik menem bir şey değildir. Toplumun yekûnunu ilgilendirir problemlerden hiç bağışık değildir. Aynı konut problemiyle yüzleşir, aynı toplu taşıma problemiyle cebelleşir. Bunların yanına kuşkusuz kendi şahsına münhasır etmenleri de eklemek gerekecektir. Gençliğin toplumsal mesleki rolü henüz belirlenmemiş/belirlenme aşamasındadır. Dolayısıyla geleceğinin muğlâklaştığını hissettiği takdirde, sisteme karşı muazzam bir muhalefet dinamizmi ortaya çıkarabilir bir kudrettir gençlik. Sistemin gençlik hedefli pek çok saldırısını sayabiliriz. Müptezellik gibi maddeten saldırı kanalları olduğu gibi miadı üç bilemedik beş günlük şeylerden ihtiva olan popüler kültürü zihinlere pompalayan kanalları da vardır. Her gün bir yenisi

peydah olan ve sözlerini 1 hafta süresince akılda tutmanın bir tür yeteneğe tabi olduğu pop şarkılarını bilmeyen yoktur. Tabii yeri gelmişken “retorik anma günlerini” de anmamak olmaz. Sevgililer günü varken sevgilisine el işi, emek ürünü bir hediye veren kaldı mı? Etrafımızı ‘para harcamaya çağrı’ günleri doldurmuş adeta. Sistemin toplum üzerindeki ekonomik ve zora dayalı tahakkümlerine maruz kalan gençlik, ideolojik tahakkümün bir aracı olarak akademik baskılarla da karşılaşmaktadır. Yanlış yapmaktan korkan ve hiçbir şey yapmayan bir gençliğin oluşturulması harekâtında okullar adeta sistemin torna tezgâhlarına dönüştürülmüştür. Kapitalizme uyumlulaşan aile kurumu da tesviye görevini üstlenmektedir. Gençliğin sisteme olan öfkesinin zaman zaman ailesinde cisimleştiği de olur. Öfkenin, kendini yok edecek şekilde, nedenlerine kanalize edilebilmesi önemlidir. Kanınız yine de deli akmıyor ise üzülerek söylemeliyiz ki, siz artık genç sayılmazsınız. Pekâlâ, tarih boyunca tüm rejimler kendi gençliklerini yaratmaya çalışmışlardır. Bunun etik olup olmaması bir tarafa, bu bir aksiyomdur. Ve kuşkusuz bu sonucu ortaya çıkaran realite, gençliğin toplum üzerindeki etkisidir. Son günlerin moda siyasi vurguları olan sivillik ve asker-subaylık mefhumlarında öne çıkan parametrenin de gençlik olduğu hemen göze çarpmaktadır. Adeta gençlik siyasi bir silahtır ve vurucu olduğu kadar "yeni" kavramına da aidiyet ihya eder. Yıkmak kadar, geleceği inşa etmek de gençliğin elindedir. Genç ve yeni olan gençliğin elinden gelir.

Ozan Kaya


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 55

yorum

Ötekileştirilenler Birbirlerine de mi Ötekidir? “Gençliğin sorunsallarını akademik, demokratik ve iktisadi olmak üzere üçe başlığa ayırdığımızda, sizce hangi başlığa ağırlık verilmeli, hangi soruna daha ivediyetle eğilinmelidir?” sorusuna cevabınız aşağıdakilerden hangisi olurdu? A- Akademik sorunlar gençliğin genç oluşu kaynaklıdır, geleceklerinin kurtarılması anlamını taşır. B- Demokrasi olmadan yağmur bile yağmaz! C- Her şeyin başı ekonomidir; ben bunu bilir, bunu söylerim. D- Bu sorunlar birbirinden ayrılamaz ve tüm başlıkları kapsayan bir mücadeleye ihtiyaç var. E- Türk ve Kürt gençleri, hepi topu bir avuç devlet erkânı ve faşist savaşta ısrarcı oldukları için birbirlerini öldürüyorlar. Neredeyse her gün bir çocuk Kürt diye ya öldürülüyor ya da tutsak ediliyor. Doğru yanıt (F) şıkkı yani hepsi. Kuşkusuz sorunlar bağıntılıdır dolayısıyla çözümleri de girift bir mücadele anlayışından geçmek durumundadır. Ancak işin içine hayat-memat girdiğinde, ivediyetin söz konusu olduğu aşikârdır. Başka bir değişle biz ezen ulusa mensup sosyalistlerin Kürt Ulusu’nun ayrılma hakkı dâhil tüm taleplerini şartsız desteklemekten başka anlama veya anlam karışıklıklarına denk gelecek yol haritaları olamaz, olmamalıdır. Türk gençlerinin, Kürt Özgürlük Hareketi’nin tek taraflı ateşkesinin çift taraflıya dönüşmesi, yani kalıcı barışın adımı olarak devletin operasyonlarını süresiz durdurması talebine adeta sarılması gerek-

mektedir. Kürt gençlerinin yılmadan uzattıkları barış elini sıkı sıkıya tutmaları, son günlerde medyada geniş yer bulan “açılım” tartışmalarına; gençlik cephesinden siyasi irade boşluğunun giderilmesi ve askerin siyasetten elini çekmesi zaviyesinden taraf olması gerekmektedir. “Biz kardeşlerimizi sizin işinize geliyor diye öldürmeyeceğiz. Yaşasın halkların kardeşliği” sözünü yükselten bir gençlik, ülkenin demokratikleşmesinin önündeki en büyük engel olan asker ve asker zihniyetli sivillerin alabileceği en büyük cevap olacaktır zati. Kürt devrimci hareketine akıl öğretir hâl, Türk sosyalizminin başat problemi halindedir. Oysa ki ezen-ezilen ve onun örgütleri arasındaki diyalektik, bilmukabele, algıda da hüküm sürmelidir. Yani bir ezen ulus sosyalisti olarak öncelikle kendi mücadele yöntem ve araçlarımızı nasıl ileriye taşıyacağımız problemiyle yüzleşmeyi, tartışmaya önce kendimizden başlamayı tercih etmeyi bir devrimci etik gereği olarak kavramalıyız. Çünkü gençliğin muhalefet gücünün üzerindeki en büyük parçalayıcı etken şovenizmdir. Öyle ki ‘politikayla uzaktan yakından hiçbir ilgim yoktur’ diyen genç dahi eline Türk bayrağı aldığı gibi rüzgara kapılıp meydanlarda bulabiliyor kendini. Ailesinin vergileriyle alınan tank ve toplarla sıra arkadaşı Kürt Baran ve ailesinin başına bomba yağdırılmaktayken duyarsızlaşan bir Türk, Kürtlere reva görülenden daha büyük bir inkarla karşı karşıyadır aslında. Kendi özgürlüğünün inkârı zira hiç

Başka bir değişle biz ezen ulusa mensup sosyalistlerin Kürt Ulusu’nun ayrılma hakkı dâhil tüm taleplerini şartsız desteklemekten başka anlama veya anlam karışıklıklarına denk gelecek yol haritaları olamaz, olmamalıdır.


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 56

yorum

bir Türk de Kürtler’in insani ve kolektif haklarını tanımaksızın özgür olamayacaktır. Ve bir bakıma, sosyalizmin özü olan insan ve toplum duyularını da yitirmeye başlayacaktır. Rotamız Nereden Geçer, Dümenimiz Nereye Bakar? Denklemi şu şekilde kurmak mümkündür: Demek ki şovenizm zehri gençliğin gücünü bölüyor. Şovenizmi ise, milliyetçiliğin bekasını beklediği kadar başka hiçbir şeyin bekçiliğini yapmayan asker körüklüyor, TSK militarizm yayıyor. Ülkenin yönetimindeki asker vesayeti ise Kürt sorunundaki çözümsüzlük ısrarlarından besleniyor. O halde Kürt sorunu çözülmeden Türkiye’de burjuva demokrasisine dahi yaklaşamayan, parlamenter sistem formunda bir askeri oligarşi gerçeğinden uzaklaşılamaz. Türkiye halklarının demokratik devrimi Kürt sorununu çözmeyecek, Kürt sorununun çözümü, direkt olarak MGK’nın kendinde bulduğu vesayet etme hakkına halel getirecektir. Karşımızda bir odak var bu odak, yönetişim haklarımızı alıyor, bizi fikirsizleştiriyor, demokrasi yoksunu kılıyor. Bu odağın cebi elimizde, kesemizden ve boğazımızdan çalıyor. Sağlık, öğrenim haklarımızın yoksulları haline getiriyor bizleri, erkek egemenliğinin hamiliğini yapıyor, bütçeyi Kürtler’in inkâr ve imhasında kullanıyor. Kürdistan’daki devrimci sürecin kuşkusuz büyük deneyim birikimi var. Fırat’ın batı yakasındaki boşluğun

merhemi, tüm inanç ve etnisitelerden darbe karşıtlarının ve toplumun üzerinde karabasan gibi biat bekleyen askeri oligarşinin tasfiyesi noktasında buluşabilenlerin birleşik mücadelesinden geçer. Ermeni gençleriyle Türk gençlerinin, Alevi gençleriyle Sünni gençlerin aralarına sokulmaya çalışılan nifaklara ideolojik karşı koyuşu bunun adıdır. Kürt sorunu, sorunların sorunu ise, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü de demokrasi ve diyalogdan geçiyorsa, geniş bir demokrasi cephesi tartışmalarının seyircisi değil bizatihi öznesi durumda olmalıdır, gençlik. Öğrenim hakkı dinî inancı ve kılık kıyafeti bahane edilerek elinden alınmaya çalışılan müslüman gencin hakkının yanında durdukça aleviler; katı ve statükocu resmi laisizm karşısında özerk ve tüm din ve inançsızları kapsayacak bir maarif sistem ve idari yapıyı savunan müslümanlar kazanacaklardır. Hrant’ın gerçek katillerinin ortaya çıkarılması talebini yükselten Türk; Ergenekon yapılanması şahsında cisimleşen kontrgerilla zihniyetiyle yüzleşerek topyekûn demokratikleşmeyi kaza- nabilecektir. Son söz yerine; Demokrasi ve Özgürlük Hareketi’nin gençliği, yukarıda değinilen sorunlara ek olarak ekolojik sorunlar, cinsiyetçilik kaynaklı sorunlar dâhil sorunların bilfiil müsebbibi olan sisteme karşı, örgütlülüklerle örgütlü bir demokrasi mücadelesi yoldaşlığına hazır olduğunu buradan ilan etmektedir.


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 57

güncel

adı yasak ülkenin çocukları ‹smail Edre

Kimsenin böyle geçmesin çocukluğu, ölümü böyle gelmesin. Rafael Alberti Adı yasak bir ülkede, sadece ölenlerin bilindiği ve öldürenlerin “sır” olduğu günlerde doğan bütün kara gözlü çocuklara… Heyhat! Şuramda bir sancı. İçimde insanlık utanç içinde… Şuramda kara kızıl bir öfke… Önümden ölü çocuklar geçiyor, gözleri gecemden daha kara! Barışı söylemeyenleri bağışlamıyor öfkem! Barışı söylemeyenleri bağışlamıyor Uğur, Ceylan, Mehmet, İbrahim ve ismi gözlerimizden ırak tutulan niceleri… Barışı söylemeyenleri bağışlamıyor ölen çocukların anneleri! Barışı söylemeyenleri bağışlamayacak tarih! Yetmedi mi bu kadar ölüm, yetmedi mi bu kadar acı, gözyaşı, kan! Yetmedi mi Uğur, Ceylan, Mehmet, İbrahim ve ismi gözlerimizden ırak tutulan niceleri! İsmi geçenler bizim çocuklarımızdır! Bu yazı, unutmanın kolay olduğu bu coğrafyada yaşanan acıların ve yitip giden değerlerin hiçbiri unutulmasın diye kaleme alınmıştır. Uğursuz zamanlarda doğduğun ve belki, yaşamış olsan, yaşlanacağın o topraklara şans getiresin diye mi ismini Uğur koydular çocuk? Kimse söylememiş sana, on iki yaşında akşam 17 sularında sakın ola çıkma sokağa! On iki yaşında yanında baban olsa da, 17 sularında, hele bir de aylardan Kasımsa, sakın ola çıkma sokağa! O küçük bedenini yaşından bir fazla kurşunla doldururlar, babanın yanı başında, babanla beraber öldürürler seni! Boyundan büyük bir silahı bırakıp yanı başına, üzerine yapıştırırlar kocaman

bir yafta: TERÖRİST. Cebinden misketlerin dökülür… Bir de o küçük ayaklarına büyük gelen terliklerin kalır akıllarda! Bir sızı olursun vicdan sahibi olanların şurasında! İnceliklerin en çok lazım olduğu o topraklarda, yaşadığın topraklara incelik katasın diye mi adını Ceylan koydular yoksa doğduğunda da gözlerin bir ceylanınki kadar güzel miydi böyle? O kocaman gözlerinde, şaşkınlığın okunduğu bir fotoğraf kaldı senden geriye! Sende mi ölümünü anlamlandıramadın çocuk? Orada otlatma hayvanlarını, yeşiline kanma çayırların! Bu gördüğün çiçekler, bu eşsiz yeşil, simsiyah bir ölümün üzerini örtüyor! Orası adı yasak bir ülke… Çocuk; üstüne havan mermisi düşebilir! Annen eteğinde taşır senden geriye kalanları! Bir ressam çizer anneni ve seni. Resminin ismi “annemin eteğine sığdım”! Midem burkuluyor, içimde bir bulantı. İçimdeki bulantı senin cansız bedenin değil çocuk. Bu suskunluk… Bu sağırlık… Bu körlük… Eli ağzında, eli kulağında, eli gözünde maymun topluluğu! İnsanın maymundan geldiğini hatırlatan bu halleri midemi kaldırıyor… Bir tek sen duy beni, kanma o çiçeklere çocuk, kanma o yeşile! Kanma ki kanamayasın; kanma ki, yüzyıllardır söylenen o türkü kana bulanmasın! “Ceylan Senin Gibi Yüreğim Yara, Cihanda Derdime Anam Bulmadım Çare, Bir Yavru Kaybettim Gözleri Kara” Ceylan gider, geriye bir yaralı maral kalır! Nazım Hikmet sürgünde en çok memleketi ve oğlu Memet’i özlemiş… İsmini kulağına fısıldayan biliyor muydu o şiirleri… Babanın içinde Nazım’ınkinden beter ve bir


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 58

güncel

ömür kendini yeniden, yeniden çoğaltan bir hasrete mi denk geliyorsun şimdilerde? “Karadeniz akıyor durmadan, deli hasret, deli hasret oğlum, sana sesleniyorum, işitiyor musun? Memet! Memet!” Mehmet ne bir bayram sabahına uyanabilir artık ne de okulun ilk gününü görebilir… Mehmet’in okul önlüğüyle çekilen hiçbir fotoğrafı olmayacak. Annesi sokaktan zorla sokup içeri, çimdikleye çimdikleye plastik bir leğenin içinde yıkamayacak onu. “Büyümez ölü çocuklar!” O artık hep bir buçuk yaşında kalacak. Evdeki kasvet bunaltmasın seni çocuk, balkona çıkmak için ağlama! Orası adı yasak bir ülke, güvenme annenin kucağına, kafana bomba çarpabilir! Günlerce ölümle yaşam arasındaki o çizgide gidip gelebilirsin… Ah çocuk, bir buçuk yaşında ölebilirsin! Küçücük bir gazete küpüründe geçer ismin; “Ölüm anne kucağında buldu Mehmet’i”… “sen kurşun yağmurları altında güneşin delik deşik edildiği bir ülkede doğdun” Doğru bildiğinden vazgeçmeyen ve bu yüzden Nemrut tarafından ateşe atılan bir peygambermiş Hz. İbrahim! Doğrunun savunucusu olman için mi İbrahim koymuşlar ismini? Bir hayatı vardı senden öncekilerin; acıyla ve yoklukla karılmış, rüyalarını başka bir dilde görüp

uyandıklarında başka bir dilde konuştukları… Bir hayatı vardı senden öncekilerin; “Kuyruklu” diye tarif edildiği, mahpushanelerde eziyet görüp, bok yedirildiği! Yakılan köyleri vardı senden öncekilerin, ahırlarında canlı canlı ateşe verilen hayvanları! Öğrendin ve unutmadın öğrendiklerini. Ve unutmasın diye kimse on yedi yaşının güzelliği ile bir ülke düşledin bu yaşananların bir daha yaşanmayacağı… Unutmasın kimse ve Lethe olmasın diye Dicle ırmağı bir dere yatağında can verdin! “Güneşin delik deşik edildiği bir ülkede” delik delik edildi bedenin… Şimdi hikayeni anlatıyorum dilimin döndüğünce... ’17 yaşında gerçeğin savunucusu İbrahim Atabay’… “Şimdi kim kandırabilir sizi bir ölünün hayat kokan ağzını öpmek için” İşte buraya söylüyorum! Ya yeni ölümlerin savunucusu olacaksınız ve artık insan olmaktan çıkacaksınız ya da barışı söyleyip bu toprakları yaşanılır kılacaksınız. Ya dağlardan düze inen bahara vereceksiniz elinizi ya da bu uğursuz zemheriye yenilecek bahar. Barışı söylemeyenleri bağışlamayacak tarih ve barışı söylemeyenleri lanetleyecek savaşın öldürdüğü bütün çocuklar.


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 59

çeviri

çoğulcu komünizmin gerekliliği üzerine Nathan Coombs

u şeytani değişim sonucunda Londra’ya yeni gelen bir pazarlama yönetimi mezunu için sonuçları tahmin etmek çok zor olmayacaktır: Blair “Yeni İşçi” ile Sol için onu satmaktan başka ne yaptı! Pazarlamacımızın koltuk altındaki panodan rahatlıkla anlayacağı “Sol”un gereğinden fazla grubun ürününü kendinden çok daha az bir kalabalığa satmaya çalıştığı çok kalabalık bir pazarlama alanı olduğudur. YANLIŞ. Bunun yanında, pazarlamacımız bu grupların içeriğine baktığı zaman ürünlerin çok iyi ayırt edildiğini görmesi onu teşvik edici olacaktır. Her grup kendi kimliklerinin ve temsil ettikleri politik nişin farkındadır. DOĞRU. Sonuç olarak; çok iyi tasnif edilmiş ve markalanmış, fakat yeni müşterilere ulaşmak için çok yetersiz bir pazar alanına sahip iyi bir ürün. Peki “Sol” bu sonuçları nasıl ele almalı? Tabii ki bu tahmin edilebilecek senaryodan çıkarılacak ders oldukça kestirilebilirdir; “Sol” ensest bir mekanda, daha geniş bir üs yaratmaktansa rekabetçilikle ilgilenmektedir. Bunun için doğruluk payı olduğuna şüphe yoktur. Fakat sonuçların işaret ettiği daha derindir: Sekter farklılıklar ile yaratılan yüksek değerler, aslında, kati bir kapitalist mantığı gözler önüne sermektedir ki Marx bunu “Fetişizm” diye adlandırmıştır. Sorun gerçekten “Sol”un fikirlerini fetiş bir ideolojiden almış olması mıdır? Buna karşı sürülen ilk karşı kanıt tahmin edilendir: bu ideolojik farklılıklar pazarlamadaki keyfi hileler değildir; fakat 20. yüzyılda Marksist Komünizm’in tecrübelerinden çıkarılmış gerçek farklılıklardır. Bu farklılıkları hasıraltı etmeye çalışmak “iftiracı” Stalinist popüler cephe ile aynıdır. Kesinlikle, ilk bakışta bu tarihi tartışma ikna

G

edici olarak ortaya çıkmıştır. Belirli tarihi olayların sonucunda; Lenin’in Kronstadt’ı istilası, SSCB’nin Stalinistleştirilmesi, Maoizm olgusu, Kastroculuk, çoğu batılı sol partilerin SSCB’nin devletçi kapitalist versiyonlarına dönüşümü gibi ortaya çıkan bölünmeleri nasıl tartışmalıyız? Kesinlikle, bu zamanki belirgin ayrımlara saygılı mı olmalıyız? Bir dost “Komün”e hoşnutsuzluğunu şöyle bildirdi; “Tarihi çarpıtarak, emperyalist sovyetolojiyi adapte ederek ve Lenin’i lekeleyerek komünizmi canlandıramazsın!” Diğer bir şekilde, tarihi gerçeklik gerçekliktir. Arkadaşımda en büyük şoku yaratan şu karşılıktı: tüm bu fikirler “Komün”e atfedilebilir olsa da, bu ağda beni etkileyen şey herhangi bir Parti çizgi baskısında olmamamdır. “Komün”ün bana çekici geliyor olması, markalaşmış nişinden (çalışanlarının öz yönetiminde olması) öte sekterizm ve çoğulculuğa karşı, 20. yüzyılın ayrımlarından miras olan ve 21. yüzyılda komünizm fikrinin yeniden yapılanmasında benim için önemli olan bir eğilimden uzak olmasıydı. Burada çözmek için uğraştığımız durumun temelinde, politik bir faktör olarak genel bir eğilim sorusudur. Solun genelinde, sorun olan bir grup veya diğeri tarafından dillendirilen hususi bir topluluğun fikirleri – genellikle tarihi açıklayıcı doğada girift, belki fazlasıyla rasyonel ve etkili bir faraziye vardır. Michel Foucault’nun birçok politik hataları, bununla birlikte İran Devriminde Humeyni ile felaket getiren gruplaşma aşkına rağmen, Fransız Komünist Partisi’nin kaprislerine karşı hoşnutsuzluğunu ilk kez o dile getirmiştir. Foucalt’nun derin düşüncelerinde, politika; yalnızca ideolojik bir mücadele olduğu kadar ahlakidir de. En doğru fikirlere sa-


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 60

çeviri hip olmak, tarihi doğru yorumlama, en iyi stratejik analiz vesaire yeterli değildir. Bu satırlara nasıl ulaşıldığı ve saygıyla nasıl yerine getirildiği sadece kayda değer olmasından dolayı, beklenmeyen olayların gerçeğinin ortaya çıkarılmasıdır. Son zamanlarda felsefe çevrelerinde, Graham Harman benzer bir noktayı ortaya koymuştur: analitik Anglo-Saxon felsefesinin kuru verimsizliği sadece söz söyleme veya romantik bir çağrının tersi rasyonal tartışmanın fetiş içeriğinin fazla yatırımına atfolunabilir. Çokça konuşulan, bu ilke eski Yunan’a kadar dayanıyor olmasıydı; Sokratçılara göre, oysa diyalektik yöntemi doğrunun kendisinden başka bir şeye yöneltmiyordu, Sofistler ucuz düzenbazlığın satıcılarından başka bir şey değildi. Şimdi bu, çabucak postmodernleşelim ve gerçeği azarlayalım manasına gelmemektedir. Sonuçta, Eski Yunan’da Sokrat’ın ölümüne savunduğu acımasızca otoriteyi sorgulama gönüllülüğü ve bilgeliğe ulaşmaktı. Modern liberal algıda, Sokrat ve tarihçisi Plato; farklı düşüncelere barışçıl tahammülün 20. yüzyılda totaliter devlet ve doğaya boyun eğdirme anı insanlığın düşüşüdür. O bu belirli ilahi liberal çoğulculuktur – gerçekten vazgeçen ve toplumu hilekar bir yamaçtan gulag’a çevirmeyi çalışan her türlü eğilimi - yerden yere vuran hızla reddetmemiz gereken. Bu mevcut durumda şantajdan başka bir manaya gelmemektedir: “istediğiniz gibi tartışın, fakat başkalarını değiştirmeye çalışmayın: bu felakete neden olacaktır!” Hayır- çoğulculuğa karşı genel eğilim olarak anlatmak istediklerim aşağıdaki gibidir: bu tarihi bölünmelerdeki yatırım komünist yeni yapılanma icrasında yer almadığını unuttuğumuz zaman fetiş bir karakter almaktadır, ve bu sorular karşısında çoğulcu eğilim tam da gerekendir ki bu fetişizmi geride bırakıp geleceğe yoğunlaşabiliriz. 1917’den 1989’a uzanan 20. Yüzyıl dönemi kapanmış olan

dönemdir ve bunu kabullenmenin tam zamanıdır. New Left Review’ın son sayılarından birinde Slavoj Zizek; “En baştan başlama”nın gerekliliğinden bahsetmişti. Benim bunu okumam belirgin aşağılık noktadan değildir; Zizek 20. Yüzyılı unutmamızı istiyor ve saf bir şekilde Lenin öncesi, hatta Marx öncesi komünizm öncesi fikrine dönmemizi istiyor. Onun sözlerini almamın nedeni şu an tartıştığım şeydir: Marksizmin 20. Yüzyıl dönemi tamamlanmıştır ve bizi körleştirecek kadar fazlasıyla duygusal yatırım konusu olmuştur; ve bu mücadeleyi göğüslemek için en temel duygularımızı yenilenmeliyiz. Komünist çoğulculuğa karşı eğilim bu tarihi noktada stratejik bir gerekliliktir. Ve sadece bu değildir; komünist çoğulculuk sonsuz tarihi tefsir ve 20.yüzyılın olaylarının referanslarına bağlanmamış bir analiz şansı vermektedir. Başka bir şekilde dillendirirsek, bugün yapmamız gereken Marx’ı bile fetişleştirmemek fakat Marx’ın Das Kapital’i yazmadan önceki jestlerini tekrarlamaktır. Bugünlerde tüm inancımızı felsefe ve “yeni” diyalektik analizden yana koymalıyız. Tarih günümüzde son bulmamaktadır; tarih bizi başarısız kılmıştır – herhangi bir iyi liberal tarihi bir öcü bizi komünizmden uzak durmamız şeklinde çağrıştıracaktır. Güvenilmez iddianın hırçın çemberinde tuzağa düşmektense, hareketimiz kapitalizmin neden yenildiğini ve baskı uyguladığını ve nasıl tek radikal komünist düşüncelerin serbest piyasa liberalizmi ve otoriter devletçi sosyalizm arasında bizi tarihi kördüğüme sürüklediğini en üst derecede mantıklı titizlikle ortaya koymalıdır. http://thecommune.wordpress.com/2009/09/18/on-the-necessity-of-pluralist-communism/

Tabii ki bu tahmin edilebilecek senaryodan çıkarılacak ders oldukça kestirilebilirdir; “Sol” ensest bir mekanda, daha geniş bir üs yaratmaktansa rekabetçilikle ilgilenmektedir


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 61

dünya

“Avrupa Solu” Sekreterliği, üye partileri Bloco de Esquerda ve Die Linke’nin Portekiz ve Almanya’daki ulusal seçimlerdeki başarılarından dolayı kutlar! Kesin olmayan resmi sonuçlara göre %11,9’luk sonuçla tarihi bir başarıya imza atmıştır: federal Almanya Cumhuriyeti’nin var oluşunda ilk kez Sosyal Demokratların daha solundaki bir parti oyların %10’dan daha fazla oy almıştır. Federal Almanya Parlamentosu ulusal seçimlerinin yanında Almanya’da iki yerel seçim daha bulunmaktadır: Brandenburg’da Sosyal Demokratların yanında %27,2 ile ikincilik pozisyonunu korurken, Schleswig’te Die Linke ilk kez temsil edilmektedir; bu Die Linke’nin Batı Almanya’da girdiği altıncı eyalet meclisidir. “Avrupa Solu” Başkanı ve Die Linke Eş Başkanı Lothar Bisky, partisinin dilek ve politik pozisyonu hakkında parlamento dışı güçlerle beraber Almanya’da sosyal, sürdürülebilir ve demokratik bir gelişme için ve Parlamentoda barışçıl iç ve dış politika için çaba sarf edeceğini dile getirmiştir. Şimdi, Parlamentodaki tutucu ve neo-liberal çoğunluk parla-

mento içinde ve dışında tutarlı ve güçlü bir rakibe ihtiyaç duymaktadır. Portekiz’de, Bloco de Esquerda kesin olmayan resmi sonuçlara göre oyların %9,85’ini alarak vekillerini ikiye katlamıştır. Ve bu ulusal seçimlerdeki en iyi sonucu karakterize etmektedir. Komünist Parti Koalisyonu ve Yeşillerin aldığı oyu da dikkate alındığında (kesin olmayan resmi sonuçlara göre %7,88), Sol, Portekiz’de toplamda %18 oy almıştır. Bu cesaret verici sonuçlar Sol’un Avrupa’da neo-liberal modellere karşı bir alternatif oluşturduğunu ortaya koymaktadır. Fakat hala diğer tüm Avrupa Birliği ve Avrupalı ülkelerde farklı tutucu ve liberal politik güçler hükümet etmektedirler; görev aynen ayakta durmaktadır: Parlamento içinde ve dışında, politik sorumlulukların bulunduğu farklı alanlarda seçmenler sola oy vermektedir; HADİ MEYDAN OKUYALIM! – Avrupa’yı değiştirebiliriz, değiştirmeliyiz http://www.european-left.org/nc/english/home/news_archive/news_archive/zurueck/latestnews-home/artikel/congratulations/


doh

12/3/09

11:41 AM

Page 62

Diyarbakır’ın Lice ilçesinde 12 yaşındaki Kürt kızı Ceylan hayvanlarını otlatmak için evden çıkar. Minnacık bedeni askeri bölgeden atılan havan topu mermisiyle parçalanır. Annesi yavrusunun parçalanmış bedenini, “iç organlarını eteğinde taşıyarak” eve döner.. “Gezme ceylan Kürt dağlarında / seni havan topu mermisiyle avlarlar!” Bu dağlarda yiğitler yanında katiller vardır. Kürt köylüsüne, çobanına sırtlan kesilen, pusu kuran, Doruklarda değil kuytu köşelerde sinsice gizlenenler vardır. “Gezme ceylan Kürt dağlarında / seni havan topu mermisiyle avlarlar!” Senin varlığın büyük bir tehlikedir onlar için, o yüzden pusuya düşürüp, Küçücük bedenine havan topuyla saldırırlar. Senden korkarlar, yüreğinin büyüklüğünden ve cesaretinden korkarlar Hem sinsice uzaktan vururlar, hem yaptıklarını kabul etmezler. Gezme Ceylan bu dağlarda dese de yüreğim bıraktığının acının ardından!.. Ceylanlar, Uğur Kaymazlar, Rozerinler, hayvanlarını otlatırken boğazı kesilen Hogırler ve Agitler bu dağlarda doğdular ve büyüdüler ve kendi ülkelerinde de gezecek, dolaşacaklar. Gezin inatla, gururla bu dağlarda, özgürlük türkülerimizi hep birlikte söylemeye devam edeceğiz. Bir yanımız Ceylan, bir yanımız Agit olacak, direniş olacağız. Gez Ceylan bu dağlarda, sonsuza dek aramızda olacak olan bedeninle, ruhun ve varlığınla. Gez ki görsün düşman seni..



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.