Demorkasi ve özgürlük 3

Page 1


İÇİNDEKİLER

3

Ayla Yıldırım

12 22 32 43 48 60 66

10

Sibel Özbudun

Ragıp Zarakolu

16

Yılmaz Kızılırmak

Koray Pehlivanoğlu

28

Çiğdem Tunç

Yakup Karabacak

34

Pınar Tuzcu

Ertan Altan

45

Mahmut Sürmeli

Temel Demirer

57

Büşra Beste Önder

A. Yiğit Can

64

Piedad Cordoba

Farc-ep ve ELN’den ortak açıklama

Demokrasi ve Özgürlük Dergisi - Aylık Yerel Süreli Yayın - Adına İmtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü Yaman Yıldız - TEL/FAX: 02122520156-53 Hamalbaşı Cad. No:8 Conga Han Kat:6 Beyoğlu / İstanbul - Basım Yeri Ezgi Matbaacılık - Sanayi Cad. Altay Sk. No:10 Yenibosna Bahçelievler / İstanbul Tel:02124522302 - posta@demokrasiveozgurluk.org


Ayla Yıldırım - Yaman Yıldız

barış ve demokrasi partisi'nin ’nden izlenimler… Tanrı altı yönü yerli yerine yerleştirdi. Doğu, batı, kuzey, güney, alt, üst. Bir tek yön kalmıştı ki hala yeri belli değildi. O yedinci yöndü ve hepsinin en kuvvetlisiydi, Akıl ve hikmet onun içindeydi. Tanrı Onu kolayca bulunmayacak bir yere Koymak istedi. Nihayet kararını verdi, Yedinci yönü insanoğlunun bakmak en zor olan yerine, yani kalbine yerleştirdi. ...Kızılderili deyişi... Barış ve Demokrasi Partisi’nin, “Demokratik Siyaset Demokratik Katılım” şiarıyla 1 Şubat 2010 Pazartesi günü Ankara’da gerçekleşen kongresinde, dört bir yandan gelen delege ve partililerce Ahmet Taner Kışlalı Salonu’nunda saatler sabah 08.00’i gösterdiğinde konuklar için ayrılmış bölüm dışında hiç yer kalmamıştı. İllerden temsili katılımla organize edilen olağanüstü kongreye yine de binlerce kişi katılmıştı. Ulusal kıyafetleriyle kadınların oluşturduğu

renkli görüntülere gençlerin gür sesleri eşlik ediyordu. Farklı renklerin bir arada nasıl güzel bir uyum gösterebileceğini ispat edercesine rengarenk flama ve balonlar büyük salonun dört bir tarafında salınırken, Lazca, Türkçe, Kürtçe şarkılar insanların coşkularına eşlik ediyordu. “Kadın örgütlülüğü demokratik siyasetin teminatıdır”, "Yaşasın emekçilerin birliği, halkların kardeşliği", “Gençlik ahlaki ve politik toplumun savunucusudur” pankartlarıyla duvarlar dillenmiş konuşuyordu. Aralarında Belediye Başkanlarının da bulunduğu binlerce Kürt siyasetçisinin tutuklanmasını protesto amacıyla belediye başkanlarının fotoğraflarının yer aldığı ve üzerine Seyit Rıza'nın 'Yalan ve hilelerinizle baş edemedik bu bize ders olsun, ama bizde sizin önünüzde diz çözmedik buda size dert olsun' sözleri ise yoruma ihtiyaç bırakmıyordu. BDP Eşgenel Başkanlarının, milletvekillerinin salona gelmesiyle kongre resmi anlamda start alırken, milletvekillerinin salonu selamlayarak dolaşmaları, onlara dokunabilmek için uzanan eller, sevgi yüklü yüreklerle oluşan sahneyi ise kelimelerle

3

ifadelendirebilmek mümkün değil. Milletvekillikleri düşürülen ve haklarında siyasi yasak getirilen DTP'nin Genel Başkanı Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk, Leyla Zana, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, PKK Önderi Abdullah Öcalan’ın demokratik çözüm ve barış için yaptığı çağrıyla Kandil’den gelen Barış Elçileri’nin değişik zaman dilimlerinde salona girişlerinde binlerce insan ayakta, tek bir yürek olmuş, sloganlar, alkışlar, zılgıtlar her yeri inletiyordu. Tutuklanan belediye başkanlarıyla birlikte olduklarını gösterircesine divandan isimler tek tek okundukça yuhalamalarla tutuklamalara tepkiler yükselmekteydi. Baskıyla bir halkın mücadelesinin durdurulamayacağı da, yasaklamalarla, tutuklamalarla hiç kimsenin bu halktan kopartılamayacağı ve her şeyden önemlisi halkın kendi sesi diye seçmiş olduklarını asla bırakmayacağı çok açıkça gözükmekteydi. Davetli konuklar için ayrılmış olan bölümde ise, Avrupa’dan, Ortadoğu’dan olduğu gibi Türkiye siyaset yelpazesinin hemen hemen tüm kesimleri de yerlerini almıştı. Sosyalistlerden, sosyal demokratlara, Saadet


Politika

partisine, Alevi örgütlenmelerinden, sendika temsilcilerine, Türkiye Barış Meclisi’nden Demokratik Kitle Örgütlerine, yazarlar, aydınlar, sanatçılar derken konuklar için ayrılmış olan bölümde de yer kalmamıştı. Konuklar için ayrılmış 400 kişilik yerin dolmasına rağmen halen içeri giremeyenler olduğu ise kürsüden davetlilere yer açılması için yapılan anonslardan anlaşılıyordu. Yüze yakın Tekel İşçisine ise kapalı spor salonunun ortasında delegeler için ayrılmış bölümün hemen arkasında yer açıldı. Salona geldikleri andan itibaren büyük alkışlarla karşılanan Tekel işçileri tüm konuşmacıların da destek ve dayanışma mesajlarında yerlerini hep korudular. Kongre sonuna kadar dikkatli, konuşmalar karşısında alkışlarıyla aktif katılımcı olarak katılan Tekel İşçileri, emek mücadelesinin demokrasi mücadelesiyle nasıl birlikte verilmek zorunda olunduğunu ve hemen yan taraflarında Yaşasın İşçilerin Birliği Halkların kardeşliği pankartındaki şiarda olduğu gibi sınıf mücadelesinin Türkiye’deki somut yürüyüşü olarak durdular. Salon dışında kalanlar yorulmak bilmeksizin coşkuyla söyledikleri marşlarla, türkülerle hem yorgunluklarını gideriyor hem de daha 4 ay önce partimiz dedikleri DTP kongresi için geldikleri Ankara’da şimdi BDP olarak dimdik ayakta olduklarını gösteriyorlardı. Onlar için isimlerin önemi kalmamıştı mücadelelerinin yanında. Ama 4 ay önce DTP kongresinde ki türkülerin yerini daha bir ağırlıkla marşlar almıştı sanki… Kürt sorununu halen terör soru-

nuna indirgeyerek çözümsüzlükte ısrar edenlere, inkara, imhaya, ölümlere, baskılara, tutuklamalara inat, Kürt sorunun bir terör sorunu olmadığını ve haklı mücadelelerinde artık susmayacaklarını sloganlarıyla, alkışlarıyla, coşku ve sahiplenişlerini Sayın Öcalan diye gösterirken hiçbir tereddüdü yaşamayan bir halk vardı. Üstelik daha çok değil, 4 ay öncesine göre bir perde daha yıkılmıştı sanki. Ve görünen o ki, insanlara Sayın Öcalan dedikleri için ceza yağdıkça, bu sloganlar daha gür atılmaya, birileri tutuklandıkça binler bu yürüyüşe daha bir kararlılıkla sahiplenmeye devam edecekti. Ve görünen o ki, her adaletsizlik tepkiyi biraz daha büyütmekte, sabırları biraz daha taşırmaktaydı. Ve BDP, halkın bu realitesini görmeksizin Kürt sorununda çözüme yürünemeyeceğinin bilinciyle bu gerçekliği anlatmaya kararlıydı. Öyle ya, halkın sesine kulak tıkayarak, taleplerini sahiplenmedikçe nasıl halkın temsilcisi olabilirlerdi ki zaten… Daha çok değil 4 ay öncesinde konuklar büyük alkışı alırken bugün siyaset yasağı getirilenler, tutuklananlar ve galiba artık kendi sesleri olarak gördükleri daha fazla alkışı alıyordu. Eh artık bu tablodan dersi alması gerekenler de gereğini alıyordur/ alacaktır umarız. Bir hayli anektodun anlatılabileceği kongre salonu ve dışından anlatımlara bir nokta koyup, Divan Başkanı BDP Şırnak Milletvekili Sevahir Bayındır’ın kürtçe yaptığı açılış konuşmasıyla kongre mesajlarına dönelim. Bayındır, Türkiye’nin can damar-

4

larının tıkandığını, acil by-passa ihtiyacı olduğu tespitlerini yaparken, barışa ve demokrasiye olan acil ihtiyacın altını çiziyordu. KCK operasyonu iddiaları ile yürütülen soruşturmadaki haksızlıklara, hukuksuzluklara değinerek, “Demokrasi diyorsunuz, egemenlik milletin diyorsunuz. Bu belediye başkanlarını millet seçmedi mi? diyerek gerçekleştirilen tutuklamalara tepki gösteriyordu. "Çözümün adresi demokratik katılım" BDP Genel Başkanı Demir Çelik, Kürtlerin yıllardır "özgürlük mücadelesi" verdiğini, sistemden beslenen siyasi partilerin halkların taleplerini karşılama şansının olmadığını anlatırken, sözde kalan açılımın için ise, “manipülasyon, aldatmaca, tasfiye” olduğuna dikkat çekiyordu. "Ceberut devletin zulmüne karşı eşitlik, adalet ve özgürlük BDP ile mümkün olacaktır" derken, AKP'nin yapmaya çalıştığının Kürtlerin örgütlü mücadelesinin tasfiyesi olduğunun altını çiziyordu. "Kürdistan Topluluklar Birliği/Türkiye Meclisi (KCK/TM) Yapılanması"na yönelik yürütülen soruşturma kapsamında gözaltına alınan belediye başkanlarının kelepçelenerek tutuklanmalarını da eleştirirken, "Bunun neresi adalet? Neresi özgürlük?" diye tepki gösteriyordu. "Kürtler adına örgütlü mücadeleyi sürdürenin adı DTP de olsa BDP de olsa fark etmiyor", "Demokratik Açılım" çalışmalarıyla gerçekleştirilmeye çalışılan tasfiye süreci başarıya ulaşamıyacak ve BDP'nin Türkiye'de asker ve sivil


Aşırı tevazuu bir yana bırakırsak, bizim hareketimizin BDP’de “sol birlik” hareketine yaptığı katkıyı da bir anekdotla okurlarımıza anlatmak isteriz. Kongre Divanının konuklara seslenerek konuşmak isteyenlerin başvurmasını istediği sırada, bizi eskiden beri tanıyan bir Kürt yurtseveri “konuşma için başvurdunuz mu?” diye sorunca, ona “Hewal, biz misafir değil, ev sahibiyiz, ihtiyaç olduğunda tabii ki konuşuruz ama bunca kısıtlı zaman içinde ev sahipleri yer vermelidir” dedik.

bürokrasiye rağmen yerel yönetimlerde iktidara geldikleri gibi daha sonra da 70 milyonu kucaklayan sivil ve demokratik anayasayı yapan, dile, kültüre özgürlük tanıyan yasal düzenlemeleri yapan parti olacaklarını”dile getiriyordu. Artık Güçleri Birleştirelim… Barış ve Demokrasi Partisi'nin yeni Eşbaşkanları Gültan Kışanak ve Selahattin Demirtaş her ikisi de yaptıkları konuşmalarda, birliğin önemine dikkat çekerken, Kürt sorununun çözümünde muhatap olduklarının altını çizdiler. Artık güçleri birleştirelim çağrısında bulunan, Eşbaşkan seçilen Gültan Kışanak, Türkiye'de demokratikleşme sancıları yaşandığını belirterek, değişime direnen bir devlet yapılanması olduğunu, Hükümetin tek taraflı eylemsizlik süresince askeri ve siyasi operasyonlarda ısrar ettiğini, Türkiye'yi yeniden bir çatışma sürecinin

kıyısına getirdiğini dile getirerek, 14 Nisan tarihinden itibaren yaşanan gözaltı ve tutuklamalara nasıl bir çözümsüzlük sürecinin derinleştirildiğini gözler önüne serdi. AKP'nin Balyoz darbe planı üzerinden, hem mağduriyet hem de karşıtlık siyaseti sürdürürken, aslında AKP ile darbecilerin aynı tarafta olduğuna dikkat çekti. Darbecilerin, toplumsal muhalefeti susturma, demokratik Kürt siyasetini tasfiye etme planlarını hayata geçirenin AKP hükümetinin ta kendisi olduğuna, Kürtlere karşı kurulan kirli ittifakın bir tarafında AKP, diğer tarafında da derin devlet bulunduğuna işaret ediyordu. Kürt sorununun demokratik çözümü kadar emeğin haklarını da gündeme taşıyarak, başta Tekel işçileri olmak üzere emekçilerin haklı mücadelelerinin sonuna kadar takipçisi olacaklarının anlatıp bunun sözünü veriyordu. Askeri vesayetin son bulması, Kürtlerin hak ve özgürlüklerini kullanması, emekçinin insanca yaşam koşullarına kavuşması, yokluğun yoksulluğun ortadan kalkması, farklı dinlerin, mezheplerin, inanç gruplarının özgürlük sorunlarının çözülmesi, kadınların eşit yurttaşlar olarak hayatın her alalında kendini var etme imkanlarına kavuşması demokratik bir sol seçeneğin yaratılması için üzerlerine düşen her türlü görevi yerine getirmeye hazır olduklarını belirtirken çözümün adresi olarak Demokratik Cumhuriyet’i işaret ediyordu. AKP’nin, emekçilerin, sosyalistlerin, Kürtlerin, kadınların örgütlü yapılarını dağıtarak, etkisiz kılmayı; kendisini de bir devlet partisi olarak

5

güçlendirmeyi hedeflediğini, CHP ve MHP’nin, statükoyu, derin devleti, tekçi zihniyeti sonuna kadar savunarak, demokratik değişimin önüne geçmeye çalıştıklarını belirtirken, “Bu konuda hepimiz, tüm sol güçler, sosyalistler, demokratlar, liberaller, aydınlar özeleştiri vermek durumundayız.Bizler güçlerimizi birleştirmediğimiz, gerçek anlamda demokratik sol bir seçenek ortaya çıkartamadığımız için Türkiye, AKP ve CHP siyasetine mahkum oldu. Emekten, özgürlükten, demokrasiden, barıştan yana, demokratik sol bir seçenek ortaya çıkartmak artık hepimizin ertelenemez görevidir” diyerek tüm demokrasi güçlerinin bir araya gelerek, Türkiye’nin ihtiyacı olan “demokratik bir sol seçenek” ortaya çıkarması için herkesi göreve çağırıyordu. “Bu tarihsel bir sorumluluktur, tarihsel bir görevdir. Bunu başarmaya mecburuz, kararlıyız.” Biz hazırız” deyip “Siz de buna hazır mısınız?” sorusunun cevabını tüm toplumsal muhalefet güçlerinin önüne koyuyordu. Muhatabız… BDP Eşbaşkanı seçilen Selahattin Demirtaş’da Kürt sorununun çözümü konusunda BDP olarak sorunun muhatabı olduklarını söyleyerek, Siyasal bütün konuları diyalog içinde müzakere etmeye hazır olduklarını belirtti. Demirtaş, bu gün AKP’nin demokrasicilik adına dayattığı şeyin gerçekte statükoyu allayıp pullayarak yeniden üretmekten başka bir şey olmadığını, statükonun 87 yıldır emek


Politika

adına, özgürlük adına ne varsa imha etmeye, teslim almaya çalışırken, yaşamın tüm alanlarını tekleştirmek, herkesi Türkleştirmek, inanç sahiplerini Sünnileştirmek, Sünnileri ılımlılalıştırmak, emeğine sahip çıkan işçileri, memurları, emeklileri yoksulluğa mahkum ederek onursuzlaştırmak, statüko karşıtı bütün muhalifleri de düşman ilan ederek imha etmenin tek amaçları olduğunu aktardı. Kürt sorununun demokratik çözümü için daha aktif politika yürüteceklerini belirtirken, bu konuda Öcalan'ın rolünün doğru değerlendirilmesi gerektiğini işaret etti. “Sayın Öcalan Kürt sorunu konusunda en fazla kafa yormuş ve çözümler geliştirmiş bir şahsiyettir… Eğer bugün Sayın Öcalan’ın Türkiye ve dünya kamuoyuna düşüncelerinin sansürsüz, çarpıtmadan ulaşması sağlansa, Kürt sorununun çözümü çok daha kolay olacak, barışın sağlanması çok daha hızlanacaktır. Ancak devlet bunu çok iyi bildiği için sürekli olarak bu konuda engeller ve baskılar geliştirmektedir. Sayın Öcalan’ın Barış için çözümler ve fikirler üretiyor olması ve bu çözüm önerilerinin Kürt halkı tarafından kabul görüyor olması Sayın Öcalan’ı muhatap haline getiriyor. Partimizin bu hususta yaptığı şey ise bu somut gerçeği tespitten ibarettir. Savaşı durdurmak isteyen bir devlet, bu etkili muhatabı, bir şekilde dikkate almak durumundadır. Sayın Öcalan’ın bu noktada Sayın Başbakana yaptığı bir de çağrı vardı; barışı sağlayacak sadece iki kelimeye ihtiyaç var diyor kendisi; “barış gö-

Dayanışma üyeliği diye yaptığımız çağrı, düzeysiz ve niteliksiz olarak gördüğümüz kimi iddialarda olduğu gibi BDP’yi bir ikbal kapısı gördüğümüzden, önce kaptanlarının terk edip dışardan batırdıkları gemiyi terk edip yüzen bir gemiye kapak atmak için değil; bir mücadele zemini olarak gördüğümüz üzere yaptık ve herhangi bir merkezi görev dedikoduların aksine talep de etmedik. rüşmeleri”. Filistin’de İsrail ile Hamas arasında arabuluculuk yapmaya hazır olan, Afganistan’da Taliban ile Hükümet arasında arabuluculuk yapmayı taahhüt eden bir hükümet, kendi ülkesindeki kanı ve gözyaşını durdurmak için barış görüşmelerinden kaçarak anaların gözyaşını nasıl dindirebilir” diyerek hem görülmek istenmeyen gerçekliğin altını çiziyor hem de cesaret ve kararlılıkla kürt sorununun çözümünde BDP olarak sorunun muhatabı olduklarını ve kararlı ve samimi bir yaklaşım gördüklerinde siyasal bütün konuları diyalog içinde müzakere etmeye de hazır olduklarının” altını çiziyordu. BDP Eşgenel Başkan Adayı olarak yaptığı konuşmasında Selahattin Demirtaş, bugüne kadar sürdürülen inkar ve imha siyasetinin tüm Türkiye halklarına kaybettirdiği, kürtlerin haklı mücadelesinden artık geri döndürülemeyeceği ve “TRT şeş bı xer be dedi ardından Anadilinde konuşan Sayın Ahmet Türk’ü ise meclisten atın dedi. Çatışmalarda ölenlerin cenazelerinde aynı kıbleye dönülüp namaz kılınıyor dedi ama gerilla cenazelerini tekme-

6

leyenleri görmedi. Filistin’de taş atan çocuklara selamıyla birlikte Kızılay’ı gönderdi, Kürt çocuklarını kızıl kanlar içinde cezaevine gönderdi”klerini anlatırken hem yılmadan yürümeye and içiyor hem de sahnelenmekte olan tasfiyeci çizgiyi salona resmediyordu. Ayrıca şuanda kullanılan yöntemleri bir zamanlar İsmet İnönü’nde Kenan Evren’in de denediğini, çözüm olmadığını, kendilerine inanılmıyorsa “gidin Kenan Evren’e sorun, infaz etmekle, işkence etmekle, tutuklayıp cezaevine doldurmakla korkuyor muyuz, teslim oluyor muyuz, en iyi o anlatır size. Olmadı Tansu Çillere, Doğan Güreşe, Mehmet Ağara sorun. Yok eğer yine de ikna olmazsanız, Onların yanında yerinizi şimdiden ayırtın o zaman” diyerek bir realiteye işaret ediyordu. 4 ay öncesi dinlediğimiz kongre konuşmalarından farklı bir hava, farklı bir kararlılık yeni bir yönelim vardı konuşmalarda. Ve Selahattin Demirtaş hükümete, muhalefete seslendiği kadar herkese, her kesime açıkça bir çağrı daha çıkartıyordu. “…açıkça belirtmek istiyoruz. Biz bu saatten sonra Ana dilde eğitim yapabilmek için artık devleti veya AKP hükümetini beklemeyi de doğru bulmuyoruz. Bütün halkı bu doğrultuda seferber olmaya davet ediyoruz. Eğitimcilerden, ailelere “Gerekirse sokaklarda meydanlarda anadilde eğitim yapan sınıflar kurulmaya, tüm sanatçıları kendi anadillerinde eserler üretmeye, akademisyenleri, doktorundan hemşiresine sağlıkçıların doğdukları yerlerde görevlere talip olmaya çağırırken, yükseltilmeye çalışılan milli-


İçinde yaşadığımız coğrafyanın karanlık gidişatı karşısında egemenlere karşı mücadeleyi yükseltmek yerine birbirimizle bu denli yanlış tutumlarla uğraşma siyasetini solun, ezilenlerin, ötekileştirilenlerin, kadınların artık aşması gereken çok önemli bir durum olduğunu, bu yaklaşımın ne sosyalist değerlerimizle, ne cinsiyetçiliğe karşı mücadelemizle bağdaşmadığını bir kez daha söylemiş olalım.

yetçiliğin ve çözümsüzlüğün karşısında tahammüllerin kalmadığına da, artık halkın kendi kendisini yönetecek bir hayatı kurabileceğine/kurmasına işaret ediyordu. “Biz kendi özgün yaklaşım ve çözüm modellerimizle bir Türkiye hareketi olduğumuzu ortaya koyuyoruz. Türkiyelileşme ne daha fazla Türkleşmektir, ne de düzen partilerine benzemektir” derken, ırkçı politikaların giderek etnik çatışmaya doğru sürüklediği toplumumuzu, bu tehlikeden koruyabilmenin tek yolunun da Türkiye Demokrasi Cephesini” oluşturmaktan geçtiğinin altını bir kez daha çizdi. Demokratik Özgür Kadın Hareketinin uzun yıllar verdiği mücadelenin somut karşılığını ise kadın sözcüsü Fatma Kaşan’ın konuşmalarında, partinin politikalarında, salondaki kadın rengi ve temsiliyetinde de görmek mümkündü. Yüzlerce davetliden konuşma talebinde bulunanların konuşmalarında ise dayanışma mesajları yanında farklılıklar içermekle birlikte demokrasi cephesi vurguları, çatı partisi, ortak

mücadele çağrıları ağırlık kazanıyordu. Tüm parçalılığa, bölünmüşlüğe rağmen bu gerçekliğin BDP kongre kürsüsünden olsa da dillendiriliyor olması, ileriye doğru, en azından savunulanların nasıl hayata geçirileceğine kafa yormayı ve ortak bir mücadele süreçlerinin imkan ve umutlarını yeşertiyordu. BDP’nin kongresi Eşbaşkanlık sistemiyle, kadın kotasıyla, gençlik temsiliyetleriyle, halkın kendi sözünü taşıyabilmesine olanak sağlayan meclis yapılanmalarına ek, geleneksel siyaset anlayışındaki liderlik sultasını dönemsel başkanlık sistemiyle yıkmanın da adımını atmış oldu. Farklı kesimlerin, farklı renklerin BDP’de mücadele yürüyüşünü ortak sürdürebilmeye olanak sağlayan, bunu bir ölçüde başarmış BDP kongresi Türkiye’de hayatın eskiden olduğu gibi devam edemeyeceğini çok açıkça gösterdi. BDP Kongresi, Kürtlerin niyetleri, kararlılıkları ve çağrılarıyla, Türkiye’de herkesin cevaplaması gereken sorunları ve soruları da ortaya koydu. BDP Kongrenin güncel ve ilkesel önemi hakkında Şimdi bu ülkede yaşayan işçiler, emekçiler, ezilenler; üzerlerinde yükseltilmeye çalışılan milliyetçiliğe kanarak, yaşadıkları yoksulluğun, işsizliğin faturasını kendilerine kesenlerin yanında milliyetçiliğe teslim olarak sömürülmeye devam mı edeceklerine yoksa karşı durarak onlara el uzatanlarla özgürlüklerine mi yürüyeceklerine;

7

Demokratlar, aydınlar, sosyalistler, ezilenler, bu coğrafyanın demokratikleşmesinin önündeki en önemli engel olan Kürt sorununda çözümsüzlüğün, askeri vesayetin karşısında sözde değil özde stratejik ittifakın soyut değil somut gereklerini yerine getirip getirmeyeceklerine karar vereceklerdir. Karar verenlerin sayısı da artmaktadır. BDP Parti Meclisi’ne, Kürt olmayan, çok farklı politik tercihlere sahip yeni isimler seçilmiştir. Aralarında DBH koordinasyonu üyesinin de bulunduğu ve bizce çok anlamlı bir yelpazeyi simgeleyen bu isimler, BDP Parti Meclisi’ne üye olmayı kabul ederek, tüm demokratik kamuoyuna da çok ciddi bir mesaj vermişlerdir. Kendi attıkları adımın doğruluğuna, yerindeliğine, acilliğine inanan bu isimler, böylece eğer sosyalist iseler bütün sosyalistleri, eğer demokratlarsa bütün demokratları, eğer feministseler bütün feministleri, eğer sol müslümanlarsa bütün sol müslümanları v.s. duruşlarıyla BDP’ye çağırmışlardır. Onların BDP’ye üye olmaları ve partinin en yüksek organında yer almayı kabullenmeleri yalnız ve yalnızca bu anlama gelmektedir. Bunun aksini düşünmek, bu isimleri, inanmadıkları bir düşünceye rağmen “ikbal” için BDP’ye “iltihak” etmek gibi hiç de etik olmayan bir iddiayla suçlamak anlamına gelir. BDP’nin yeni yöneticilerini büyük bir coşkuyla selamlıyoruz. Onların attıkları bu adımla verdikleri mesajının gereken her yere ulaşacağına inanıyoruz. Aşırı tevazuu bir yana bırakırsak, bizim hareketimizin BDP’de “sol bir-


Politika

lik” hareketine yaptığı katkıyı da bir anekdotla okurlarımıza anlatmak isteriz. Kongre Divanının konuklara seslenerek konuşmak isteyenlerin başvurmasını istediği sırada, bizi eskiden beri tanıyan bir Kürt yurtseveri “konuşma için başvurdunuz mu?” diye sorunca, ona “Hewal, biz misafir değil, ev sahibiyiz, ihtiyaç olduğunda tabii ki konuşuruz ama bunca kısıtlı zaman içinde ev sahipleri yer vermelidir” dedik. Geçerken söylemek gerekirse, İmralı’dan gelen tüm teşvik edici işaretlere rağmen, bizler, yerellerde kendi özgünlüğümüzü koruyarak katıldığımız BDP’de makam, mevki peşinde koşmadık, hiç bir merkezi göreve talip olmadık. Dayanışma üyeliği diye yaptığımız çağrı, düzeysiz ve niteliksiz olarak gördüğümüz kimi iddialarda olduğu gibi BDP’yi bir ikbal kapısı gördüğümüzden, önce kaptanlarının terk edip dışardan batırdıkları gemiyi terk edip yüzen bir gemiye kapak atmak için değil; bir mücadele zemini olarak gördüğümüz üzere yaptık ve herhangi bir merkezi görev dedikoduların aksine talep de etmedik. Üretilen spekülasyonların tam tersi, sürecin sertleşerek devam edeceğinin ve tutuklamalarla birlikte DTP’nin kapıtılma durumunda olduğuna dair görüşlerimizle aylar önce DTP’nin kongresini tamamlamasını özellikle bekleyerek kongrenin ertesinde yaptığımız görüşmeyle ilettik. Ve yaklaşımlarımızın uzun soluklu bir mücadele ile hayata geçirilebilmesi için ortak tespit edebileceğimiz kimi yerlerde ortak çalışmaların hayata geçirilmesini anlattık, böylesi bir çalışma

planının hayata geçirebilmesi için yaşam alanlarında birlikte mücadeleye talip olduğumuzun adımını attık. İçinde yaşadığımız coğrafyanın karanlık gidişatı karşısında egemenlere karşı mücadeleyi yükseltmek yerine birbirimizle bu denli yanlış tutumlarla uğraşma siyasetini solun, ezilenlerin, ötekileştirilenlerin, kadınların artık aşması gereken çok önemli bir durum olduğunu, bu yaklaşımın ne sosyalist değerlerimizle, ne cinsiyetçiliğe karşı mücadelemizle bağdaşmadığını bir kez daha söylemiş olalım.

değil, ödenen bedelleri karınca kararınca paylaşmak için varız. Ve daha da önemlisi şudur: Biz BDP saflarında solun birliği, etnik temelde bölünmüş Kürt ve Kürt olmayan işçi sınıfının, emekçilerin, yoksulların birliği amacıyla yer aldığımız için, artık daha düne kadar bize amansızca “düşmanlık” edenlerin bile “ortak partimizin” kürsüsünden konuşmalarına yalnızca sevindik. Onları gönülden alkışlamak şimdilik içimizden gelmese bile, onlar adına bu kürsüye çıkmanın yarın bizlerle aynı safta yer alacaklarının işareti olacağını

Üstelik herkes biliyor olmalı ki, Kürt özgürlük hareketinde “makam, mevki” dağıtılmıyor, “görevler” insanlara “rüşvet” olarak verilmiyor. Burası bir kavga platformudur. Bizim “BDP’de ikbal” aradığımızı iddia edenler, BDP’yi “ikbal” dağıtılan “kirli bir şirket” sanıyorlar herhalde. Orada hiç kimseye “ikbal kapısı” açılmadığını, burada yer alanlara olsa olsa “zindan kapılarının” ve “ölüm kapılarının” açıldığı otuz yıldan beri öğrenilemediyse bunun adı iftiracılıktır. Biz BDP’de “mevki” paylaşmak için

düşündük ve şu anda bize karşı yürüttükleri kirli polemiklerden, iftiralardan yarın büyük bir utanç duyacaklarından habersiz oluşlarını sadece üzüntüyle karşıladık. BDP Kongresi, şimdi birileri ne denli reddederlerse reddetsinler, herkesin yolunu çizdi. Çünkü bu basit bir parti kongresi değildi. Bu kongre, Türkiye devrimci sürecinin öncüsü olacak bir büyük kitle partisinin kongresiydi. Bir gün gelecek ve hiç bir sosyalistin, devrimcinin böyle bir “çatı”nın dışında kalmasını gerçekten açıklayabilmek

8


mümkün olamayacaktır. Her türlü demokratik temeldeki farklılığa izin veren, herkesin özgünlüğünü onaylayan, farklı sosyalizm anlayışlarına kapılarını açık tutan, Türkiyelileşme sürecinde en yüksek organını Kürt özgürlük hareketinin dışında yer alanlara açan bu büyük hareketin neden dışında kaldığını, neden onunla bağlanarak, Fıratın Doğusundan Fıratın Batısına doğru yürüyen devrimci sürecin “organik” parçası olmayı tercih etmediğini içine sindirerek açıklayamayacaktır. BDP Kongresi bize göre, yıllardır bin bir yolla yapılmak istenenlerin, tek bir hamleyle, hiç bir tartışmaya gerek duyulmadan yapılabileceğini göstermiştir. Göstermiştir, çünkü tüm görüşleri herkes tarafından bilinen Ertuğrul Kürkçü gibi tüm eski 68’lilere yapılan çağrı, Kürt özgülük hareketinin hiç kimseye ambargo koymadığını, hiç kimseyi kendisini eleştirdiği için dışlamadığını açıkça ortaya koymuştu. Olabilir. Henüz kimileri hazır olmayabilir, kimilerinin henüz tespitleri ortaklaşmamış olabilir. Bu nedenle onları kınamaya, suçlamaya gerek yoktur. Ama bu demek değildir ki, doğru bildiğimiz yolda gereken çağrıları yapmayacağız. Yapacağız; biz kim ne derse desin, bütün Türkiye solunu, sosyalistlerini, demokratlarını, feministlerini, kadın mücadelesinin aktivistlerini, yeşillerini, özgürlükçü müslümanlarını, tıpkı Filiz Koçali gibi, tıpkı Zeynep Tanbay gibi, tıpkı Ayhan Bilgen gibi, Eren Keskin gibi, tıpkı bizim gibi(*) BDP saflarında oligarşik devlet iktidarına karşı demokrasi mücadelesinde birleşmeye çağır-

maya devam edeceğiz. Bizlerin misyonu BDP saflarında “Kürtlerle dayanışma” olmayacak; “birleşme” olacak; bu birleşme, etnik ve mezhepsel nedenlerle bölünmüş Türkiye işçi sınıfının birliğini değil elbette, ama o birliğin manevi işaretini temsil edecek. Birlik süreci başlamıştır; Kürt olmayan sosyalistler BDP saflarında birleşiyor ve Bingöl’de yıllardır Kürt özgürlük hareketinin saflarındaki TEKEL işçisi ta oralardan kalkıp, Ankara’nın göbeğinde Kürt olmayan sınıf kardeşleriyle birleşiyor. Onların milliyetçi önyargılarını kırıyor, onlara mücadele deneylerini aktarıyor, hatta onlara 15-16 Haziran ayaklanmasında yaşadıkları kendi öz deneylerinin tarihini yeniden anlatıyor. Fırat’ın Doğusunda yükselen devrimci süreç giderek Batı’nın durgunluğunu hareketlendiriyor, unutulan “genel grev” sloganı yeniden canlanıyor ve böylece “serhildanla genel grevin” birleşeceği büyük günlerin şafağı an be an aydınlanıyor. BDP Kongresi otuz yıldır yapılan zulme ve özel olarak DTP’nin kapatılmasına, seçilmiş Kürt temsilcilerinin Meclisten atılmasına, Belediye Başkanlarının tutuklanmasına karşı esaslı bir cevap olarak kalmadı, Türkiyelileşme süreci başladı. Bu Türkiye devrimci sürecinin tüm ülke çapında yükselme eşiğinde olması demektir. Tekel işçileriyle dayanışma grevi eğer sendikaların oportünist hıyanetine uğramazsa, etnik temelde bölünmüş Türkiye işçi sınıfı birlik yolunda büyük bir adım atmış olacaktır. BSP saflarında yer alan ve ömürlerini sosyalist hareketin onurlu mü-

9

cadelesi içinde geçirmiş olan bizlerin görevi, işçi sınıfının birliğini sağlamada, Kürt olmayan işçilerin milliyetçi önyargılarını kendi deneyleriyle aşmalarına yardımcı olmak, onları AKP’ye karşı aydınlatmak, örgütlü Kürt emekçilerinin devrimci sürece öncülük eden partisiyle birleşmeye yönlendirmektir. “Ortak partimizin” kongresi bizden bu görevi bekliyor. (*) Dayanışmamızı Dile Getirmek İçin Barış ve Demokrasi Partisi’ne Üye Oluyoruz … Biz Barış ve Demokrasi Partisi’ne üye oluyoruz….Artık kan dökülmesini istemediğimiz için… Kürtlerin barış istediğine, dünün DTP’si, bugünün BDP’si olmaksızın barışın mümkün olmadığına, bu nedenle de BDP’yi güçlendirmek gerektiğine inandığımız için… DTP’nin kapatılmasını, ardından 24 Aralık sabaha karşı ev baskinlariyla başlayan DTP operasyonlarını protesto ettiğimiz için… Yeni kurulan Barış ve Demokrasi Partisi’yle dayanışmamızı dile getirmek için… Biz Barış ve Demokrasi Partisi’ne üye oluyoruz… Ayla Yıldırım, Ayşe Batumlu, Ayşe Günaysu, Azize Adıgüzel, Cezmi Ersöz, Erdoğan Çalak, Eren Keskin, Filiz Ada Stephenson, Haluk Sunat, Hürriyet Şener, İdris Kardaş, Jiyan Tosun, Leman Yurtsever, Meral Çıldır, Muhteşem Özdamar, Müjgan Arpat, Nadya Uygun, Rüstem Ayral, Şaban Dayanan, Şanar Yurdatapan, Selçuk Özdoğan, Semra Sunat, Veysi Altay, Yaman Yıldız, Yücel Can, Zeynep Tanbay


Emek

Sibel Özbudun

“tekel işçileri ülkesi”nden… “Bir çığlıktır artık yaşanan Sözcükler yetmez anlatmaya Notalar fırçalar susar.”[1] “İnanır mısın, abla, artık geceleri rüyamızda slogan atıyoruz: ‘Direne direne kazanacağız!’ Baktım dün gece bu (yanındaki işçiyi gösteriyor) uykusunda yumruğu kaldırmış kasılıyor…” “Burası artık bizim yurdumuz, evimiz… Şöyle arada dolaşmaya çıkalım diyoruz, Kızılay’da bir tur atıyoruz, canımız sıkılıyor; ‘Haydi eve gidelim,’ diyor, buraya dönüyoruz.” “Kırk yedi yaşındayım, hayatımın kırk yedi yılı bir yana, burada geçirdiğim kırk gün bir yana. Hem değiştirdik, hem değiştik…” “Hadi biz Diyarbakırlıyız, baskıyı biliriz. Ama burada İzmirli, Trabzonlu arkadaşlar var. Onlar da artık bambaşka bakıyor hayata.” (“Bundan sonra başka direnişlere destek verir misiniz?” diye soruyorum:) “Vermez olur muyuz? Bundan sonra nerede işçilerin, emekçilerin bir eylemi var, bizler en başta yanlarında olacağız. Sağolsun, varolsun Ankaralılar, bize dayanışmanın ne olduğunu öğrettiler. Kimi kumanya dağıtıyor,

kimi battaniye, kimi çay… Dünya duydu sesimizi, bir tek Tayyip duymuyor!” (“Peki, çadırlar arasında ilişkiler nasıl, birbirinize gidip geliyor musunuz?” sorusuna:) “Gitmez olur muyuz? Bak ben Diyarbakır çadırında kalıyorum. Ama günde iki defa Trabzon çadırına gitmezsem kendimi iyi hissetmiyorum. Onlar da bize gelmezse öyle…” (Bir başkası araya giriyor: “Biz burada başka bir ülke yarattık: Tekel işçileri ülkesi…”) * * * Gerçekten de değiştirdiler ve değiştiler… Hepimizi değiştirirken, kendileri de değiştiler. Bize unutturulan üç şeyi hatırladık hep birlikte: Birincisi, paylaşmak ve birbirinin derdiyle dertlenmek, İnsan olmanın birinci koşuluydu. Gemisini kurtaran, kaptan değil korsan olabiliyordu ancak ve her koyun yalnızca postunu yüzdürmek için kendi bacağından asılıyordu… İkincisi, işçilerin birliği, halkların kardeşliğinin yegâne güvencesiydi. Yolu Sakarya’ya, Direniş sokağına

10

düşenin bir daha herhangi bir linç eylemine katılması olasızdı. Direniş sokağında Türk Kürd’ün, halayına, Kürt Laz’ın horonuna, Laz Türk’ün bozlağına katılıyor, aynı varildeki ateşten ısınıyorlar, aynı sofradan bölüşüyorlardı ekmeklerini. Kan anonsu verildiğinde her çadırdan biri fırlayıp sıraya giriyordu kan vermeye. Bir Muş’lu Tekel işçisinin dediği gibi, “Gerçek açılım burada, bu sokaktaydı”! Üçüncüsü ise, evet, “Direne direne kazanmak” olanaklıydı; aslında kazanmak, ancak direne direne olanaklı olabiliyordu. Mezbahada bıçağın altına boynunu uzatan koyunlar olmak istemiyorsak eğer, mücadele elzem ve üstelik mümkündü… Bizleri yönetenlerden himmet beklemek ise, gafletti: İktidar partisi ve valileri, seçimden seçime beyaz eşya, koltuk-kanepe, erzak [“Yerel seçimlerde doğalgazlı evlere bile kömür dağıtan muktedir iktidar, bu yıl kılını kıpırdatmıyor,” diyor Ersin Tokgöz. “Ne sobaya koyacak kömür var yoksul evlerde ne de ‘sosyal yardım’ için yaptıkları başvurulara cevap. İsyan ediyor hane halkı: ‘Bu sene seçim yok ya o yüzden.’ İsyanının, isyan ettiği şeyi ya-


rattığından habersiz biçare.”[2]…] Ramazandan ramazana aş dağıtabilirdi; ama son derece sınıf-bilincindeydiler… Başbakanın ağzından, “Ben bir Tekel işçisinin ücretiyle üç işçi çalıştırırım,”[3] diyecek kadar. [Bir anekdot: 2001 yılında, yani henüz iktidarda değilken partisinin “özelleştirmelere karşı olduğunu” ilan edip Tekel işçilerine “Meydanlara gelin, sizin en önünüzde, sizinle birlikte gerekirse polisten cop yemek de dahil sizin meselenizi haykıracağız,” diye seslenen bugünkü Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, bugün ise şöyle konuşuyor: “Ben, toplumsal muhalefetin genişlemesinden, büyümesinden, bir cephe hâline gelip sokaklara çıkmasından memnun değilim. Bir siyasi iktidar bundan memnun olmaz. Parlamentonun içindeki siyasi partilerin eleştirisi veya bizi yıpratmasına biz gülüp geçiyoruz. Çünkü hiç etkili değiller ama karşımızdaki muhalefet sokağa çıkar da bunun içerisinde hanım kardeşlerimiz, gençler, onların yavruları çıkar ve bunlar üzerinden iktidar yıpratılmaya çalışılırsa ben bir siyasetçi olarak bundan çekinirim, endişe ederim.”[4]…] Başbakanın ağzından “Ajitasyon yapıyorlar,” Maliye Bakanının ağzından “Bizim hatamız işçilere fazla merhametli davranmamız…”, tüm AKP ricalinin ağzından “ideolojik davranıyorlar!” diye köpükler saçan iktidar partisinin “özelleştirme” adı altında kamuya, yani topluma ait kaynakları nasıl yağmalattığı ise, ortada: “Bilindiği gibi, Tekel bölünerek iki etapta özelleştirildi. Birinci aşamada Tekel’in içki bö-

lümü, Kasım 2003’te özel sektöre satıldı. Bu özelleştirmede ödeme taksitlendirilerek yıllara yayıldı, işçilerin 32 milyon dolar tutan kıdem tazminatı, alıcı firma zarar görmesin diye, devlet tarafından yüklenildi. Ve Tekel’in içki bölümü, ilk iki yılı ödemesiz olarak taksitle 292 milyon dolara satıldı. Bu sırada Tekel’in kasasında 348.4 trilyon lira nakit ile birlikte 70 milyon YTL’lik içki stoku bulunmaktaydı. Alıcı firma daha iki yıllık ödemesiz dönem dolmadan, aldığını, 900 milyon dolara bir Amerikan firmasına sattı. Böylece alımdan itibaren iki yıl geçmeden ve henüz kasasından tek kuruş çıkmadan 600 milyon dolar kâr etti…”[5] Patronlara altın tepsi içinde sunulan 600 milyonluk talan “helâl”, işçilerin boğazlarından kesmeye, güvencelerinden olmaya, tüm sosyal haklarını yitirmeye karşı direnmesi “ideolojik”, öyle mi? * * * Evet, Tekel işçisinin kırk günü aşan Ankara direnişi, üzerimizdeki ölü toprağını silkelememize, hak, birlik, mücadele, dayanışma, enternasyonalizm[6] gibi kavramları(mızı)n, sokağa inip ete kemiğe bürünmesine yol açtı. Bir başka deyişle, onların “sahici”liğinin mihenk taşı oldu. İktidar partisinin başbakanı ve yardımcısını bu denli öfkelendiren ve ürküten tam da bu! N O T LA R

11

[1] Adnan Yücel, “Kuş Mitingi”. [2] Ersin Tokgöz, “Ya TEKEL Direnişinden Ölüm Çıkarsa?” Radikal, 25 Ocak 2010, s.2. [3] “Erdoğan’ın İşçi Açılımı: Avucunu Yalarsın”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2010, s.13. [4] “Bu Fotoğraf Korkuttu!”, Evrensel, 19 Ocak 2010, s.7. [5] Ali Sirmen, “Tekel İşçileri ve İşçi Sınıfı”, Cumhuriyet, 19 Ocak 2010, s.4. [6] “(…)Başta Almanya Gıda İşçileri Birliği NGG, Avrupa Gıda İşçisi Sendikaları Federasyonu EFFAT ve Uluslararası Gıda İşçileri Birliği IUF, Almanya’dan IG Metal ile Forza Livorno, 29-30-31 Ocak’ta ‘Her yer TEKEL, her yer direniş’ günleri olarak kabul etti. Berlin, Paris, Viyana, Amsterdam ve Londra’da, Türk konsoloslukları, fabrikalar, üniversitelerde TEKEL işçisine destek gösterileri düzenlenecek. Dortmant çağrısı olarak adlandırılan hareketle tüm meslek örgütlerine, partilere, yerel derneklere, sosyal kurumlara başvuruldu, hazırlaklar başladı. (…) Endüstriyel futbola karşı duruşu ile tanınan Forza Livorno, TEKEL işçisine dayanışma çağrısı yaptı ve artık maçlarında enternasyonali TEKEL işçisine atfederek okuyacağını açıkladı. Maçlarda işçilere destek pankartlarının açılması için tüm tribünlere çağrıda bulundu. 29-30 Ocak tarihli maçlarda destek pankartları açılacak.” (“Tütün İşçisine Taraftar Desteği”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2010, s.13.)


Analiz

Ragıp Zarakolu

milli güvenlik devleti Honduras Anayasa Mahkemesi, seçimle gelmiş olan devlet başkanı Zelaya’ya yönelik askeri darbeyi meşru ilan etti geçen hafta. Tesadüf bu ya, DTP’den sonra AKP için de dava açılması ihtimali haberleri, Anayasa değişikliği söz konusu olur olmaz ortalığa dökülmeye başladı. Latin Amerika’daki son darbe örneği, seçimle gelen Haiti devlet başkanı Aristide’nin 2004 yılında maruz kaldığı hükümet darbesi idi. Aristide, Öcalan’ın Kenya’dan kaçırılışına benzer bir biçimde, ama bu kez doğrudan Amerikalı ajanlar tarafından uçağa atılıp ülke dışına çıkarılmıştı. Aristide, zaten 1991 yılında da darbe ile aşağı alınmıştı, “yeni bir çağ” başlıyor edebiyatını çürütürcesine. 1998 yılında darbe girişimi ile yüz yüze kalan Venezuela devlet başkanı Chavez ise, arkasına halk direnişini alarak bunu alt etmeyi başarmıştı. Ve Chavez’in ayakta kalması da, Latin Amerika’da sol eğilimli hükümetlerin seçim başarıları ile başa geçmesinin önünü açmıştı. Ama Newsweek Dergisi, 2010 yılını, Chavez’e yönelik darbe kehaneti ile selamlamaktan kendini alamayacaktı. Ne diyelim Cuntalar ölmez, darbe tevatürü bit-

mez! Bütün bunlar beni alıp biraz geçmişe götürdü. * * * 1998 yılında Paris’te, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 50. yıldönümü vesilesiyle düzenlenen, beş kıtadan cesur ve ilkeli insanların katıldığı İnsan Hakları Savunucuları Zirvesi’ndeyiz. Yer Trocadero Meydanı’ndaki Palais de Chaillot. Evrensel Beyanname tam 50 yıl önce bu binada imzalanmış. Birden ortalık birbirine giriyor, sevinç çığlıkları ile hıçkırıklar birbirine karışıyor. Böylesine bir duygu seline neden olan olay ise, gelen bir haber: bir İspanyol savcısının talebi üzerine, Şili’deki 1973 militer/faşist darbenin mimarı olan General Pinochet, ziyarete geldiği Londra’da tutuklanmıştı. Uzun süre sonra kendi ülkesi Şili’de yargılanmak üzere serbest bırakılacak, orada ise paçayı kurtarmak için ‘bunak’ rolüne soyunacaktı. Özellikle Şilili insan hakları savucuları çok mutluydu, Mayıs Alanı Anaları ile bizim Cumartesi Annelerinin temsilcileri kucaklaşıyordu. Ve herkes Vencere-

12

mos’u söylüyordu mutluluk içinde. Böyle bir ruh haline, 1993 yılında Viyana’da BM İnsan Hakları Zirvesi sırasında düzenlenen NGO Forumu’nda tanık olmuştum. Eski Başkan Carter, konuşma yapmak istediğinde, Mayıs Alanı Anaları ve dünyanın her yanından gelmiş olan insan hakları savucularının 15 dakika kesilmeyen protestoları ile karşılaşmış, yüzü kıpkırmızı, “tepkinizi anlıyorum, özür diliyorum” demişti. 1998 Aralık’ında General Pinochet’nin, yakın dostu Thatcher’in ülkesinde tutuklanışı, sanki 30 yıllık bir devrenin tamamlanışını simgeliyor, adeta Milli Güvenlik Devletleri ve rejimlerinin sönümlenişi muştalanıyordu. Ama biz ise arkamızda 28 Şubat Darbesi’nin soluğunu hissediyorduk, ve Kürt halkı yeniden bir cenderenin içine sokulmak isteniyor, Akın Birdal’a suikast düzenlendikten sonra, bütün ülke bir linç alanına dönüştürülüyordu. Türkiye, yine ters yönde gitmeyi yeğlemişti. Latin Amerika’daki bu devre ise, 1960’ların ortasında başlamıştı, 1964’te Brezilya’da seçimle gelen Golart hükümetinin devrilmesi ile. Onu 1965’te Dominik Cumhuriye-


Bugün militarizmle mücadelenin geldiği boyut önemli. [11] Ve bu mücadelede en büyük engel yine Yargı kurumundan ve 12 Eylül rejimini sonsuza dek sürdürmek üzere tasarlanmış bir Anayasa ve yasalardan geliyor. Bunun bedeli yine dürüst gazeteciler ve muhalif basın oluyor. Bir yandan “Taraf”, bir yandan “Özgür Gündem” geleneğini sürdüren yurtsever basın hakkında sayısız davalar açılıyor. Sosyalist dergilerin yazı işleri müdürlerinden ve muhabirlerinden 30’un üstünde insan cezaevinde. [12] Militarist milli güvenlik devletinin giyotinleri işlemeye devam ediyor, bir yandan “balyoz”, “kafes” gibi darbe planları peş peşe açıklanırken.

ti’nde Juan Bosch’un devrilmesi izledi. [1] Bu darbelerin eskilerinden farklı bir özelliği vardı ki, bu da belli bir doktrin etrafında, Soğuk Savaş ortamında oluşturulan Milli Güvenlik Doktrini çerçevesinde gerçekleştirilmeleri ve toplumu yeniden biçimlendirmeye yönelmeleri idi. Artık düşman dışta değil içerde idi. Bunlar ise solcular, sendikalar, hak talep eden etnik gruplar, yerli halklar ve azınlıklar idi. Bunlar şiddet kullanılarak elimine edilecek ve bir daha canlanmamaları için de her türlü özgürlük alanı kısıtlanacaktı. Brezilya, aynı zamanda bütün siyasi partilerin kapatıldığı, yenilerin MGK onayından geçtiği, öte yandan ordunun büyük şirketler kurarak, aynı zamanda bir ekonomik güç haline gelişinin ilk örneğini oluşturdu. 1971 yı-

lında aynı politika Uruguay’da ordu tarafından uygulamaya konuldu. [2] Bu model 1973’te sosyalist Allende hükümetine karşı Kara Eylül (11 Mart) Darbesi’ni gerçekleştiren General Pinochet tarafından en “mükemmel” biçimine ulaştırıldı. [3] Kitlesel kıyım ve tutuklamalar, kayıplar, işkence, her türlü basın ve düşünce özgürlüğünün askıya alınışı, artık bütün milli güvenlik devletlerinin standart uygulaması haline gelmişti. Pinochet kendini anayasal korunma kalkanı içine aldı, ayrıca 20 yıl boyunca sözde demokratik rejimi denetimi altında tutma yetkisini de edindi. Aynı daha sonra bizde olduğu gibi… Ve nihayet Arjantin’deki 1976 darbesi kayıplar olayını zirveye ulaştırdı. [4] Avrupa’da ise, 1967 yılında Yunanistan’da aynı anlayış ile Albaylar Darbesi gerçekleştirildi. Amerikalı siyaset bilimcileri ise, Sovyet Bloku’nun totaliter olarak tanımlanmasından sonra, Batı yanlısı bu militer rejimleri, İspanya ve Portekiz’i de katarak daha kibar bir biçimde “otoriter” olarak nitelendiriyorlardı. Sistemin onlara ihtiyacı vardı. Bu kadar kusur kadı kızında da bulunurdu.[5] Asya’da ise Pakistan’dan Endonezya’ya, Filipinler’den Güney Kore’ye kadar Milli Güvenlik rejimlerinin benzer uygulamaları yaşandı. Hatta Endonezya ordusunun Komünistlere uyguladığı katliam bugün “siyasal amaçlı” soykırım örnekleri arasında anılmaktadır. [6] 1971 yılında Türkiye de 12 Mart darbesi ile bu kervana katıldı. Bütün

13

2007 Nisan’ında, tam da “EMuhtıra” verildiği günlerde Erol Özkoray, “Ordu Ne İşe Yarar” adlı kitabını yayınladı. [10] Elbette, Genel Kurmay’ın şikayeti üzerine, hemen soruşturma açıldı. Neyse ki, cesur bir savcı takipsizlik kararı verdi. adlı kitapları gerçek için verilen bir kavganın ürünü. Şimdi Ergenekon soruşturması sırasında demokrasi kaplanı kesilenler, gazeteci meslektaşları militarizme karşı tek başına kavga yürütürken onunla dayanışma göstermediler ne yazık ki. Ve bu kitapları da liberal ya da ulusalcı meslektaşlarının sessizlik duvarı ile karşılaştı. Herkes tarihi kendisinden başlatır ya. Neyse.

bu rejimlerin ortak yanı Generallerin Pentagon ile olan sıcak bağları, yaşamlarının bir bölümünde ABD’de militer bir eğitimden geçmiş olmaları idi. Fakat bu model açısından 12 Mart yarım kalmış bir örnekti. Bu ise Salvador örneğinde olduğu gibi bir iç savaş ortamına yol açtı. Yarım kalan toplumu zor kullanarak militarist yöntemlerle yeniden biçimlendirme ve neo liberal iktisat politikalarını topluma zorla dayatma “misyon”unu, Türkiye’de General Evren’in 1980 12 Eylül Darbesi gerçekleştirdi. [7] Şili ve Brezilya örneğinde olduğu gibi bütün siyasal partiler kapatıldı, sendikalar ve dernekler de… Üniversite ve tüm eğitim sistemi, bürokrasi de ‘temizlik’ yapıldı ve MG Doktrini çerçevesinde yeniden biçimlendirildi. Ve daha sonra sözde demokrasiye ge-


Analiz

çilse bile, sistem militarizmin denetimi altında tutuldu, darbeciler ise her türlü soruşturmalardan muaf tutuldular. Amerikalı siyaset bilimcileri ise bu rejimleri, kibarca, “kontrol altında demokrasiler” diye nitelendirdiler. Yunanistan’da darbeci albaylar ve işkenceciler daha 1975 yılında yargılandılar ve hala hapisteler. Geçmişteki anayasal güvenceler kaldırıldı, General Pinochet, ailesi ile birlikte, aynı zamanda ekonomik suçlardan dolayı kovuşturma altındalar. Benzeri yargı süreçleri Uruguay, Arjantin ve Brezilya’da da gündeme geldi, koruma kalkanları ortadan kaldırıldı. 2000’lerle birlikte ise “kontrol altında demokrasiler” dönem de geride kaldır, bütün Latin Amerika’yı Venezüela, Brezilya, Şili, Uruguay ve nihayet Bolivya’da, sol ya da sol kökenli hükümetler dalgası kapladı. [8] 2000 yılında, üstelik sözde darbe kurbanı Bay Ecevit başbakan iken, Türkiye’de bir cesur Savcı çıktı, Sacit Kayasu, 12 Eylül cuntasının şefi General Evren hakkında, TCK 146. maddesi uyarınca bir iddianame hazırladı. Bu iddianame yok sayıldığı gibi, görevden alındı, bugün avukatlık yapması bile yasak. Van Savcısı Ferhat Sarıkaya ise, bir General hakkında [General Büyükanıt] soruşturma açtığı için, kendisini kapı önünde buldu. Böylece Türkiye, Türkiye’de militarist denetimin son savunma mevzii olan HSYK ile tanışmış oldu. 1998 yılında Pinochet utanç verici bir biçimde tutuklanırken, Türkiye ise “post-modern” bir darbenin, 28 Şubat

darbesinin doruklarında yaşıyordu. İşte bu dönemde militarizme biat etmeyen birçok gazeteci boy hedefi oldu, haklarında düzmece ifadeler alındı, gazetelerinden kovulmaları sağlandı. Ama bunların içinde hiç biri “İdea Politika” dergisi editörü Erol Özkoray kadar cesurca davranıp, doğrudan militarizmi eleştiri oklarına tabi tutmadı. Erol Özkoray sayısız dava ile yüz yüze kaldı, militarizmle boğuşması sınır ötesine dek uzandı. Beraat ettiği bir yazısını İnternette yayınlayınca mahkûm edildi, dergisi “İdeaPolitika”yı kapatmak zorunda kaldı, bu konuda bir yasal düzenleme olmamasına karşın sitesi, Şişli 2. Asliye Mahkemesi kararı ile 2001 yılında kapatıldı. [9] Ama ne yazık ki, meslektaşları tarafından yalnız bırakıldı, davaları medyada sessizlik duvarı ile karşılaştığı gibi, zaman zaman haksız saldırılara da uğradı. Ama hak bildiği yolda yürümeye devam etti. Tek suçu ise, hiçbir kurumu dokunulmaz kabul etmeyişi, militarizm tabusunu zorlaması idi. Aynı Mahkemenin daha sonra yargıladığı kişiler ise Hrant Dink, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Murat Belge gibi isimler olacaktı. 2007 Nisan’ında, tam da “E-Muhtıra” verildiği günlerde Erol Özkoray, “Ordu Ne İşe Yarar” adlı kitabını yayınladı. [10] Elbette, Genel Kurmay’ın şikayeti üzerine, hemen soruşturma açıldı. Neyse ki, cesur bir savcı takipsizlik kararı verdi. adlı kitapları gerçek için verilen bir kavganın ürünü. Şimdi Ergenekon soruşturması sırasında demokrasi kaplanı kesilenler, gazeteci meslek-

14

taşları militarizme karşı tek başına kavga yürütürken onunla dayanışma göstermediler ne yazık ki. Ve bu kitapları da liberal ya da ulusalcı meslektaşlarının sessizlik duvarı ile karşılaştı. Herkes tarihi kendisinden başlatır ya. Neyse. Bugün militarizmle mücadelenin geldiği boyut önemli. [11] Ve bu mücadelede en büyük engel yine Yargı kurumundan ve 12 Eylül rejimini sonsuza dek sürdürmek üzere tasarlanmış bir Anayasa ve yasalardan geliyor. Bunun bedeli yine dürüst gazeteciler ve muhalif basın oluyor. Bir yandan “Taraf”, bir yandan “Özgür Gündem” geleneğini sürdüren yurtsever basın hakkında sayısız davalar açılıyor. Sosyalist dergilerin yazı işleri müdürlerinden ve muhabirlerinden 30’un üstünde insan cezaevinde. [12] Militarist milli güvenlik devletinin giyotinleri işlemeye devam ediyor, bir yandan “balyoz”, “kafes” gibi darbe planları peş peşe açıklanırken. NOTLAR 1. [Bk: Juan Bosch, “Pentagonizm”, Çeviren: Babur Kuzucuoğlu, Belge Yayınları 2005]. 2. [Bk: M. Rosencof, “Duvardaki Sarmaşık Gibi”, Türkçesi: S. Nazlı Kaya, Belge Yayınları 1993. E.G. Bermejo, “Ateşi Tutmak”, Türkçesi: Zeynep Köksal, Belge Yayınları 1991]. 3. [Bk: “Friedmann Modeli Kıskacında Şili, Belge Yayınları 1982]. 4. [Milli Güvenlik Devleti çözümlemesi için bk. Derleyen Ragıp Zara-


kolu, “Dünya Ekonomisi, Bunalım ve Siyasal Yapılar”, Belge Yayınları 1983. Askeri rejimlerin toplu bir değerlendirmesi için bk: 1986 yılında yayınladığımız Alain Rouquie’nin “Latin Amerika’da Askeri Devlet”i, Alan Yayıncılık. Ayrıca bk: Ragıp Zarakolu, “Latin Amerika’da Militarizm, Devlet ve Demokrasi”, Alan Yayıncılık 1985]. 5. [Bk: Nicholaus Poulantzas, “İspanya, Portekiz ve İspanya’da Geçiş Süreci”, Türkçesi Nilüfer Kuyaş, Belge Yayınları, 1981]. 6. [Bk: Hans Ulrich Luther, “Güney Kore Model Olabilir mi?”, Belge Yayınları, 1984]. 7. [Bk: Mustafa Sönmez, “Türkiye Ekonomisinde Bunalım /24 Ocak Kararları ve Sonrası”, Belge Yayınları 1980. Bu politikaların oturduğu dünya bağlamı için Bk: Derl. Ragıp Zarakolu, “Kriz Neo-liberalizm ve Reagan Dosyası”, Alan Yayıncılık, 1985.] 8. [Militarizme karşı mücadele örneği olarak, Bk: Ergun Aydınoğlu, Brezilya İşçi Partisi Deneyimi, Belge Yayınları 1991] 9. [Erol Özkoray, “Totaliter Türkiye Çiftiği” Belge Yayınları, 2006. Bu kitabı çıktığında, Vedat Türkali, Akın Birdal ve diğer dostlarla bu kitabın çıkışını kutladığımızda, ne yazık ki, Erol ortada yoktu, çünkü o sabah gözaltına alınmıştı. “Ulaşmayan” bir tebligat gerekçesi hakkında gıyabi bir tutuklama kararı çıkarılmıştı. Neyse toplantının sonuna yetişebildi, avukatı Eren Keskin’in çabaları sonucu]. 10. [Erol Özkoray, “Ordu Ne İşe

Yarar?”, Belge Yayınları 2007]. 11. [Militarizm ile mücadelesi ile ünlü olan ve Alman militarizmi tarafından yoldaşı Rosa Luxemburg ile birlikte katledilen Karl Liebknecht’in yazıları ölümünün 91. yıldönümünde Türkiye’deki okurlarına ulaşabildi sonunda. Bk: Karl Liebknecht, “Militarizme Karşı Sınıf Mücadelesi / Seçme Yazılar”, Türkçesi Alp Tümertekin, Belge Yayınları 2009.] 12. [TGDP, yani Tutuklu Gazeteciler Dayanışma Platformu, cezaevindeki sosyalist ve yurtsever gazeteci ve yazarlara dayanışma kartı göndermek üzere tüm duyarlı insanlara çağrıda bulunuyor: Abdurrahman Gök, Siirt E Tipi Kapalı Cezaevi; Ahmet Birsin, Diyarbakır D Tipi Cezaevi; Ali Buluş, Karaman-Ermenek M Tipi Cezaevi; Aylin Duruoğlu, Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi; Barış Açıkel, Kandıra 1 Nolu F Tipi Cezaevi, KOCAELİ; Bayram Namaz, Edirne 1 Nolu F Tipi Cezaevi; Bayram Parlak, Karaman-Ermenek M Tipi Cezaevi; Behdin Tunç, Diyarbakır D Tipi Cezaevi; Çağdaş Küçükbattal, Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Cezaevi; Eda Ünalan, Sincan Kadın Kapalı Cezaevi; Erdal Güler, Amasya E Tipi Cezaevi; Erol Zavar, Sincan F Tipi Cezaevi; ANKARA, Faysal Tunç, Diyarbakır D Tipi Cezaevi; Füsun Erdoğan, Gebze M Tipi Cezaevi, Gebze/KOCAELİ; Gülşen Bozan, Bursa Kapalı Cezaevi;; Hasan Coşar, Sincan F Tipi Cezaevi ANKARA; Hatice Duman, Gebze M Tipi Cezaevi, Gebze/KOCAELİ; İbrahim Çiçek, Gebze M Tipi Cezaevi, Gebze/KOCAELİ; İs-

15

minaz Ergün, Sincan Kadın Kapalı Cezaevi, ANKARA; Mahmut Tutal, Urfa E Tipi Cezaevi; Mehmet Karaaslan, Karaman-Ermenek M Tipi Cezaevi; Mehmet Yeşiltepe, Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Cezaevi; Metin Bulut, Kandıra 2 Nolu F Tipi Cezaevi; Murad Akıncılar, Edirne F Tipi Cezaevi; Mustafa Gök, Sincan F Tipi Cezaevi, ANKARA; Müge Molvalı, Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi; Sedat Şenoğlu, Edirne 1 Nolu F Tipi Cezaevi; Suzan Zengin, Bakırköy Kadın ve Çocuk Tutukevi; Şafak Gümüşsoy, Amasya Kapalı Cezaevi; Tuncay Mat, Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Cezaevi; Vedat Kurşun, Diyarbakır D Tipi Cezaevi; Ziya Ulusoy, Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Cezaevi.


Emek

Yılmaz Kızılırmak

çalışma yaşamında sektörlerin “Kürdü’dür”

madencilik 12 Eylül darbesiyle birlikte uygulanan ekonomik politikalar ve özelleştirmeler sonucu madencilik sektöründe istihdam olanakları giderek daralmış ve kamuda çalışan işçi sayısı da buna paralel olarak düşmüştür. Resmi rakamlara göre; 1981 yılında özel sektörde: 13.564, kamuda: 80.625 kişi çalışırken, 2008 Temmuz ayı istatistiklerine göre kamu’da toplam 594 işyerinde 26.545 işçi çalışırken, özel sektörde 8.543 işyerinde 111.181 işçi çalışmaktadır. Böylece girişte yaptığım tespitin nedeni daha iyi anlaşılacaktır. Uygulanan özelleştirme politikaları bir yandan örgütsüz çalışan bir kitle üretirken, diğer yandan da yaygın taşeron uygulamalarıyla birlikte iş ve sosyal güvenceden yoksun bir çalışma hayatı yaratmıştır. Bu yeni durum sektördeki çalışma hayatını olumsuz olarak etkilemiş, sendikasızlaştırma oranını da büyük oranda yükseltmiştir. Mevcut yasa ve tüzüklerin işverenlere sunduğu olanaklardan; 30’dan az işçi çalışan işyerleri iş güvencesi yasası dışında tutulup, 50’den az işçi çalışan işyerlerinde İş Sağlığı ve Güvenliği Ku-

rulu oluşumu zorunluluktan çıkartılmıştır. Yasal olarak işverenlerin eline verilen bu koz da iş yerlerini tam bir toplama kampına çevirmiştir. Örneğin, Nurullah ERCAN’a ait işyerleri geçmişte ortaya çıkarılan belgelerle bu konuda iyi bir örnektir. Yani kıssadan hisse dersek, ağır ve tehlikeli işkolu olarak tanınan, özel sektör maden işletmelerine ait ocakların yüzlercesinde, İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu bulunmamaktadır. Yani, her an herhangi bir köşeden yeni bir acı feryatların yükselmesi neredeyse yasal aymazlıklarla garanti altına alınmıştır. Bursa’da Grizu, Madencilerin Ocağına; Ankara’da DTP’nin Kapatılması da Kürtler’in Yüreğine Ateş Düşmesine Neden Oldu ‘Acı haber tez duyulur’ derler. Ben bu haberleri bir dizi toplantılara katılmak için bulunduğum Brüksel’de duymuş ve adeta beynimden vurulmuştum. Tarihler 10 Aralık’ı gösterdiğinde Türkiye gündemine 2 önemli konu birden düşüyordu. Biri Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) Anayasa

16

Mahkemesi’nde süren kapatma davası, diğeri ise Bursa Mustafakemalpaşa’da Bükköy Madencilik Turizm ve Tic. A.Ş Linyit Ocağı’nda 19 işçinin galeride mahsur kalmasıydı. 11 Aralık’ta egemenlerin kustuğu öfke DTP’yi kapatırken, Bükköy Madencilik patronu Nurullah ERCAN’ın patlayan kar hırsı ise 19 işçinin yaşamını sonlandırıyordu. Kürtler ve yeraltı maden işçileri, ne kadar da aynıydı kaderleri birbirleriyle. Birisi kimlikleriyle yok sayılan ülkenin ötekileri, diğeriyse yaşamları tesadüfe kalmış gün ışığına hasret maden işçileriydi. Belki de bu yüzdendir, madencilik sektörüne ‘sektörlerin kürdü’ denilmesinin… DTP’nin kapatılması ve 19 madencinin yaşamını yitirmesi Medya için reyting yarışını sürdürecek iki iyi malzeme. Çünkü her ikisinin sonu da görüldüğü gibi şiddet, kan ve gözyaşı üretiyor. Özel Sektörde Çalışan “Madenci Kul, Parası Pul ve Karısı Dul’’dur 12 Eylül darbecilerinin hazırladığı Anayasa ve ona paralel olarak çıkar-


Taşeron sistemi Özel sektör maden işletmelerinde yaygın olarak uygulanmaktadır. İşverenler, çoğu kez dışarıdan bir şirketi taşeron olarak kullanmak yerine kendisine ait şirketlerle, ek bir maliyet oluşturmayan yanında çalıştırdığı madenci Çavuşlarını taşeron olarak göstermektedir. Bir dönem Gökçesu’da, Pozantı’da, Akdağmadeni’nde ve Tavşanlı’da sayısız miktarda taşeron kullanıldığı mahkeme dosyalarında sabittir. Özel ocaklarda genel uygulamaları hatırlamakta yarar var.

tılan yasalar, örgütlü toplumun oluşmasının önünde büyük bir engeldir. Kimi yerde kağıt üzerinde ‘hak’ olarak gösterilenler ise, pratikte son kullanım tarihi işverenlerce çoktan doldurulmuştur. Sendikal özgürlük ve örgütlenme hakkı bunun açık örneklerindendir. Çok engelli koşu parkuru gibi, o zor olan barajlar aşılsa bile, genelde işverenin yasağına takıldığı için sonuç işçi açısından kapının önüne konulmakla biter. Yeraltı maden işçisi gelir vergisinden muaftır. Bu nedenledir ki asgari ücretin biraz üzerinde bir ücret alır. 20 yıl (çalıştığı sürenin üzerine yüzde 20 yıpranma payı eklenir) fiilen çalışarak, ödeyerek emekli olabilir yer altı maden işçisi. Ancak, SSK primlerinin gün olarak eksik, miktar olarak düşük yatırıldığı özel sektörde 20 yılı tamamlamak hiçte kolay değildir. 19 işçiye mezar olan Bursa Mustafakemalpaşa’da ki Devecikonak linyit ocağının sahibi Nurullah ERCAN; Çorum, Tokat, Kütahya, Bolu ve Bur-

sa’da bir sürü maden sahaları/linyit ocakları, Bozüyük’te özelleştirme idaresinden aldığı seramik fabrikası, Antalya Manavgat ve Bolu Abant’ta Petrokent devre mülkleri, Anadolu Gaz işletmesine ait dört ilde dolum tesisleri ve ülke çapında yüzlerce bayilikleriyle görünmeyen devasa bir güçtür. Anadolu Gaz Tic. ve San. A.Ş, Arafa Madencilik San. ve Tic. Ltd. Şti, Üçpınar Madencilik ve Tic. Ltd. Şti, Ercan Seramik San. Ve Tic. A.Ş, Ercan Madencilik San. Turizm ve Tic. A.Ş, Kuzey Anadolu Madencilik Turizm ve Tic. A.Ş, Bükköy Madencilik Turizm ve Tic. A.Ş, Petrokent Turizm A.Ş’de ERCAN aile bireylerinin hisseleri sembolik düzeyde kalırken, Nurullah ERCAN’ın hisselerinin en az yüzde 80’lerle ifade edildiği Ticaret Sicili Memurluğu kayıtlarından net olarak anlaşılmaktadır. 16 Ocak 1996 tarihinde, Trabzon’dan Rusya’nın Soci Limanı’na Avrasya feribotunu kaçıran Çeçenli faşistlerin, Nurullah ERCAN’ın Abant’taki Petrokent’te silahlı eğitim yaptıkları iddiası geçmişte basına da yansımıştı. Bu ve benzeri hizmetlerinden dolayı devlet katında hatırı sayılır bir kimliğe sahip olduğu ise tartışılmaz. Bolu’da Bolu Beyi’nden Sonra Gelir Nurullah ERCAN, Gerisi Hikayedir 2001 yılı baharında Gökçesu’da sendikaya üye olan işçilerin jandarma tarafından her gece evinden alınıp karakola götürülürken, DSP-MHPANAP koalisyon hükümeti

17

döneminde işleri rast giderken, esnafı toplayıp ‘bu komünist sendikaya üye olan işçilere veresiye vermeyeceksiniz’ diye tehdit etmesine rağmen hakkında soruşturma açılamaması, onca şikâyete rağmen Mengen Savcısının Nurullah ERCAN’ı adresinde bulamadığı için ifadesini alamaması gibi komiklikler, işyeri hekimi olmadığı halde Tuzlukaya Ocağı’nda İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu’na imza atan Dr. Mürşide ŞOLPAN’ın, 88 işçinin ekmeğiyle oynamasına rağmen ceza almaktan kurtulması herhalde bu gücün bir ölçüsü olmalı. Dün, 19 Kasım 2000 tarihinde, Gökçesu’da Kayaaltı Linyit Ocağında, ‘7 işçinin grizu vardiyası’nda yaşamını yitirdiği unutulmazken, bugün Devecikonak linyit ocağındaki 19 işçinin hayatı kararması da unutulmayacaktır. Birkaç gün ortalıkta görünmeyen işverenin, sonra savcılığa uğrayıp kendisine ikram edilen demli çayı yudumlarken zaten tutuklanmayacağı tahmin edilmekteydi. Bugün ise işçileri toplayarak güya onların görüşünü alıp üretime başlayacağı kararını basına bildirmesi, her şeyin kaldığı yerden devam etmesi tanıyanlar açısından sürpriz olmadı. Yine işverenin Krizden etkilenen işletmeler için hükümetin uygulamaya koyduğu ‘Kısa Çalışma Ödeneği’nden yararlanmak için başvurması da basın tarafından bir kez daha ‘ÜSTE BİRDE PARA İSTİYOR – UTANMAZ – YÜZ KARASI’ olarak gündeme getirildi. Ürettiği kömürü toptan pazarlamakta sıkıntı çekmeyen, birçok şeker fabrikasına yıllardır kömür taşımakla bitiremediği Nurullah ERCAN, deyim


Emek

yerindeyse, ‘KRİZİ FIRSATA ÇEVİRMİŞ’tir. Devletin Acılı Ailelere Nakdi Yardımı Rüşvet Anlamındadır 1 Haziran 2006 tarihinde Balıkesir Dursunbey’de Şentaş Madencilik’te meydana gelen grizu sonucu yaşamını yitiren 17 işçinin yakınlarına ödenen istisnai Başbakanlık yardımı, bu kez de Bükköy Madencilik İşletmesi’nde yaşamını yitiren işçilerin geride kalanları için devreye sokuldu. Çok ender rastlanan ve Bursa’da yaşamını yitiren 19 maden işçisine yapılan nakdi yardım, Gökçesu maden işçilerince olumlu görülmekle birlikte çeşitli yorumları da beraberinde getirdi. Onlarca işçinin yaşamını yitirdiği Gökçesu maden havzasında, böyle bir yardıma bu güne kadar tanık olmadıklarını belirten işçiler, “devlet ocakların denetimiyle ilgili görevini yapmıyor ve bu şekilde hem günah çıkarıyor, hem de önlem almadığı için ocakları onlarca işçiye mezar olan ‘Kömür Kralı’na dönük tepkileri azaltmak için rüşvet dağıtıyor” diye yorumluyorlar. Yani anlayacağınız devlet acılı ailelere sus payı diye, sözde koruyuculuk yaptığını göstermek için nakdi yardım olarak verilen rüşveti resmileştiriyor. Peki, kim kaç para karşılığı ölmek ister? Merak ediyorum ben istemem örneğin. Tüm bu ülkedeki sorunlara rağmen hala yaşanacak güzel günlerin olduğu umuduyla ölmek değil yaşamak isterim. Ya siz, ardınızdan ağlayanlara üç beş kuruş kalsın diye ölmeyi ister misiniz? Hayır, hiçbir

madenci de istemiyor… Baştan gerekli tedbirlerin alınmamasından kaynaklı gelişen ölümlerin ardından üç beş kuruşla kimse sorumluluklarından kurtulamaz. Bu yüzden de bu yaşananlar İŞ KAZASI DEĞİL, CİNAYETTİR!... Ve Bursa’da ki iş cinayeti özel sektörün yaklaşımının bir yansımasıdır… Bursa Mustafakemalpaşa’da grizu sonucu 19 işçiye mezar olan Devecikonak linyit ocağı, güya Nurullah ERCAN tarafından işletme müdürü Fahrettin ŞOLPAN’a kiraya verilmiş. Yetkililer böyle komik iddialarla Nurullah ERCAN’ı bir kez daha kurtarmaya çalışıyorlar. Üstelik yetkilileri ÇSGB BÇM kayıtları da doğrulamıyor. Bunu aramaya gerekte yok aslında. Çünkü birkaç istisna dışında bir sürü özel sektör maden işletmesinin genel bir uygulamasının küçük bir yansımasıdır bu durum. 2001 – 2002 yıllarında Gökçesu’da yaşananları hatırlayalım.. DİSK/Dev. Maden – Sen 2001 başında Bolu Mengen Gökçesu’da, Nurullah ERCAN’ın Üçpınar, Bükköy ve Kuzey Anadolu Madencilik şirketlerinin işlettiği ocaklarda örgütlenme çalışmaları yaptı. Uzun çalışmalar sonucu işçilerin yüzde 80’i sendikaya üye oldu. Sendika düşmanı işveren, önce işçileri değişik tekliflerle sendikadan istifa ettirmeye çalıştı, yöntemi işe yaramayınca bu kez baskı ve tehdidi gündeme getirdi. Kullanılan yön-

18

temler sendikaya üye olan işçilerin ancak küçük bir kısmını etkileyerek istifasına neden oldu. İşveren, işçilerin kararlı tutumu üzerine Üçpınar ve Bükköy Madencilik şirketlerinin mülkiyeti kendisine ait olan sahada işlettiği ocakları kapatarak işçileri işten attı. Kuzey Anadolu Madencilik şirketinin TKİ’den (Türkiye Kömür İşletmeleri Genel Müdürlüğü) redevansla kiraladığı sahada linyit üretimi yapan işçileri ise ücretsiz izine çıkardı. Bu ücretsiz izin işçilerin rızası olmadan tek taraflı bir kararla gündeme geldi. Gökçesu linyit havzasında sendikal hak ve özgürlükler mücadelesi 22 ay kesintisiz bir şekilde sürdü. İşçilerin yasadışı grev yaparak İş Sağlığı ve Güvenliği önlemlerinin alınmasını engellediğini ileri süren işveren, bunu İşyerinde gerçekte olmayan İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu’nun uydurma raporuyla belgelemeye çalıştı. Sendikanın açtığı davalar sonucu, bir sürü taşeron ilişkileri mahkum edildi. İşverenin kurnazca izin ve kıdemi öldürmeye dönük taşeron uygulamaları bir bir belgelendi. İşçilere psikolojik baskıyla imzalatılan belgeler çürütüldü. 7 yıl gibi uzun bir süre sonunda dava nihayet geçen yıl Yargıtay’da sonuçlandı. Ancak Nurullah ERCAN’dan işçi alacaklarını tahsil edebilmek için sürdürülen hukuki süreç bununla bitmedi. Şimdi sıra icra işlemlerinde. Yani anlayacağınız vahşi taşeron sistemi GERMİNAL filmini hatırlatıyor. Taşeron sistemi Özel sektör


Her gün evinden vedalaşarak çıkan ve her gün indiği ocaktan bir daha çıkamayabileceği korkusuyla ocağa inen madencilerin, bu koşullara nasıl rıza gösterdikleri, sustukları merak konusu olabilir. Madencilik sektörü kırsal kesimde, egemen ideolojinin yoğun olarak nüfuz ettiği bölgelerde yapılmakta, buralarda örgütlenme kültürü bulunmamaktadır. Bugün maden ocaklarının bulunduğu yerlerde, eğer camii yaptırma ve yaşatma derneğini saymazsak hiçbir örgüt, örgütlü topluluk hemen hemen yok gibidir. Burjuva sağ partilerin blok oy aldığı kırsal kesimde, solun ayak izlerinin olmadığı da bilinen bir gerçek. maden işletmelerinde yaygın olarak uygulanmaktadır. İşverenler, çoğu kez dışarıdan bir şirketi taşeron olarak kullanmak yerine kendisine ait şirketlerle, ek bir maliyet oluşturmayan yanında çalıştırdığı madenci Çavuşlarını taşeron olarak göstermektedir. Bir dönem Gökçesu’da, Pozantı’da, Akdağmadeni’nde ve Tavşanlı’da sayısız miktarda taşeron kullanıldığı mahkeme dosyalarında sabittir. Özel ocaklarda genel uygulamaları hatırlamakta yarar var. • Her taşeronda 30’dan az işçi çalıştığından, bu işçiler yasa gereği iş güvencesinden yararlanamamaktadır. • Her taşeronda 50’den az işçi çalışması nedeniyle İşyerinde İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu zorunlu olmamaktadır.

• Çalışan işçi sayısı 50’den az olduğu için, İşyeri Hekimi bulundurmak zorunlu değildir. • Ocaklarda meydana gelen iş kazalarında taşeron muhatap alınarak asıl işvereni sorumluluktan kurtarmaktadır. • Gelir vergisi en alt dilimden işlem göreceği için asgari ölçüde bir vergi ödeyen işveren kamuyu vergi kaybına uğratmaktadır. • İşçilerin sendikal hak ve özgürlükleri böl, parçala ve yönet anlayışıyla engellenmektedir. • Yasalarla belirli çalışma süresine uyulmamakta, işverenin belirlediği asgari üretimi gerçekleştirilmeden (madencilik diliyle sarma) vardiyanın mesaisi bitmiş sayılmamaktadır. • Yılda 365 günden az sigortalı gösterildiği için yıllık ücretli izin hak etmediği gerekçesiyle kullandırılmamakta, Kıdem tazminatları kaybedilmektedir. • Tahkimatta maliyeti düşük, 2. 3. sınıf zayıf ağaçlar kullanılmakta. Belirli bir kullanım süresi olan Vinç ve asansör çelik halatları süreleri içinde yenilenmemektedir. • Ocakların içindeki gazın temizlenmesi ve dışarıdan temiz hava sirküle etmesini sağlayacak yüksek kapasiteli jeneratörleri kullanmak yerine, daha az elektrik/yakıt sarf eden düşük kapasiteli jeneratörler tercih edilmekte, bunlar ise ihtiyacı karşılamamaktadır. • Her vardiyada kurstan geçirilmiş ehliyetli barutçu istihdam edilmemektedir. Barutçuların olmadığı vardiyalarda onlardan tarif üzerine

19

patlatmayı öğrenen ustalar bu işi yapmaktadır. • Her ocakta gaz ölçüm cihazının olmadığı gibi kimi yerlerde birçok ocağa tek bir ölçüm cihazı düştüğü bilinmekte ve düzenli ölçüm yapılıp deftere işlenmemektedir. • Yasa gereği zorunlu tutulan defterler düzenli tutulmamakta, gerektiğinde toptan doldurulmaktadır. • Her vardiyada maden mühendisi bulundurulmamakta, kimi işletmelerde hiçbir maden mühendisine rastlanılmazken kiralık diplomayla açığın kapatıldığı iddia edilmektedir. • Kurtarma ekipleri oluşturulup eğitimden geçirilmemekte, işçilerin periyodik sağlık kontrolleri yapılmamaktadır. • Ölümcül olmayan çoğu kazalar için vardiya dışında olduğuna dair tutanaklar düzenlenmektedir. • Ocaklarda işçilere iş çıkışında temizleneceği duş vb. olanaklar sağlanmamaktadır. • İşçilere iş elbisesi ve koruyucu malzeme verilmediği gibi çoğu yerde işçinin üretimde kullandığı kazmanın kırılan ağaç sapının bile işçiye aldırıldığı, ücretinden kesildiği bilinmektedir. • Genelde ulusal bayramlarda çalıştırılıp dini bayramlarda izin kullandırılmaktadır. • İşçi taşıma servislerinde aracın taşıma kapasitesinin çok üstünde işçi taşınmaktadır. Düşük ücretle, emeklilik hayaliyle ömür törpüsüdür maden ocakları…


Emek

Yer altı işçisinden gelir vergisi kesilmediği için işçi ücretleri asgari ücretin birazcık üstünde ödeniyor, yasal çalışma süresinin dışındaki çalışmalar hesap edilirken yasanın öngördüğü şekilde zam uygulanmıyor. Yılda 2,5 aylık tutarında söz verilen ikramiye çoğu kez herkese değil, belli insanlara ödeniyor ve bordroya yansıtılmıyor... İşçilerin SSK primleri yılda 365 günden az yatıyor, asgari ücretin üstündekiler prim olarak gösteriliyor ve bordroya dahil edilmiyor. Dolayısıyla işçi yılda 365 günden az çalıştı gösterildiği için yıllık ücretli izini, kıdem tazminatını hak edemiyor. Uzun vadede ise bu emeklilik süresi ve SSK tarafından bağlanan emekli aylığını direk olarak etkiliyor.

• İş cinayetlerinde Türkiye Avrupa Birincisi.. İş cinayetlerinde dünyada üçüncü olan Türkiye, Avrupa‘da birinci sırayı kimseye vermemekte kararlı gözükmektedir. Özel sektör maden ocaklarında, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirleri genelde maliyeti artıran kalem olarak değerlendirildiği için önlem alınmaktan uzak durulmaktadır. • Özelleştirme sonrasında iş cinayetlerinde büyük artış var. Bugün kamuya ait işletmelerin önemli bir kısmı özelleştirilmiştir. Kamunun elinde bulunan binlerce m2 maden sahası satılmış, kalanların ise zaman zaman açılan ihalelerle satışı sürmektedir. Özelleştirilen işletmeler işçi sayısı azaltılarak üretime devam etmektedir. Bu işletmeleri satın alanlar ilk fırsatta sendikadan kurtulmaya çalışmaktadır. Çünkü sendikal örgütlenmeye sahip olan işçi, kayıt dışı uygulamaları hoşgörüyle karşılamamakta, düşük ücret ve kölece çalışma koşullarına rıza göstermemektedir. Yasa, Tüzük ve Yönetmeliklerin öngördüklerine kamu işletmelerinde büyük oranda uyulurken, özel sektörün dikkate almadığı ortadadır. Maden işletmelerine öngörülen tüm koşulları yerine getirmeden işletme izni verilmesi, çalışanların yaşamını tehdit altına alan eksiklerin tamamlanması için faaliyetinin durdurulması yerine süre verilmesi ve bunun da dikkatle izlenmemesi asla kabul edilemez. • Devlet suçunu ailelere rüşvetle örtmeye çalışıyor… İş cinayetleri sonucu yaşamlarını yitiren işçilerin ailelerine dönük devletin

20

Mustafakemalpaşa’da da tanık olunan istisnai uygulaması bundan sonra da devam edeceğe benziyor. Ocakları gereğince denetlemeyenlerin, işçiler için güvenli bir çalışma ortamı yaratma konusunda görevini yapmayanların, ölen işçilerin ailelerine yaptıkları nakdi yardım uygulaması adı altındaki sus payı bu sorumluluğu gizleyemez. Geliyorum diyen kazaların önlenememesi söz konusu değildir oysa… Çünkü yaşananlar kaza da değil göz göre ölüme davetiye çıkartmaktır, cinayettir… Kazaların önlenebilmesi için başta iş sağlığı ve güvenliği yatırımları olmak üzere, bilimsel ve teknik yatırımların yapılması, bunun yanı sıra sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin koşulsuz olarak kaldırılması gerekir. Çalışma yaşamı ile birlikte çalışanların sosyal ve ekonomik yaşamlarının da iyileştirilmesi zorunludur. Ekonomik ve sosyal sorunlarla didişen bir işçi doğaldır ki kendisini yeteri kadar işe veremeyecek, bu üretimi de kazaları da etkileyecektir. Sorumlular işverenlerle birlikte ilgili bakanlıklardır. Madencilikle ilgili İş güvenliği denetiminden birinci derecede sorumlu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’dır. Bu bakanlıkların hepimizi acıya boğan iş cinayetlerinin önlenebilmesi konusunda görevlerini


yerine getirdikleri söylenemez. Bunda kimi zaman teknik kadro yetersizliği, kimi zaman yasal mevzuatlardaki eksik ve açıklar etkili olabilir. Ancak, bu durumun direkt taraflarıyla görüşülerek yeni düzenlemelerle giderilebilmesi pek ala mümkündür. Yeter ki bu konuda samimi olarak bir çalışma başlatılsın. Uzun süredir denetimin özelleştirildiği ve ticarileştirildiği, iş güvenliği mühendislerinin görev, yetki ve sorumluluklarının net olarak tanımlanmadığı, meslek örgütlerinin görüşlerinin dikkate alınmadığı eleştirileri önemsenmelidir artık. Ya da sormak gerekiyor bu tedbirlerin alınması için daha kaç işçinin ölmesi gerekiyor? Evet, bunca tehlikenin, hukuksuzluğun, adaletsizliğin gün gibi açıkta olduğunu sanırım bu aktarmaya çalıştıklarım yeterince göstermektedir. Her gün evinden vedalaşarak çıkan ve her gün indiği ocaktan bir daha çıkamayabileceği korkusuyla ocağa inen madencilerin, bu koşullara nasıl rıza gösterdikleri, sustukları merak konusu olabilir. Madencilik sektörü kırsal kesimde, egemen ideolojinin yoğun olarak nüfuz ettiği bölgelerde yapılmakta, buralarda örgütlenme kültürü bulunmamaktadır. Bugün maden ocaklarının bulunduğu yerlerde, eğer camii yaptırma ve yaşatma derneğini saymazsak hiçbir örgüt, örgütlü topluluk hemen hemen yok gibidir. Burjuva sağ partilerin blok oy aldığı kırsal kesimde, solun ayak izlerinin olmadığı da bilinen bir gerçek. Diğer sektörler daha çok yerleşim birimleri civarında faaliyet yürütürken madenciliğin dağ başında

olmasının kendi açısından bir tek avantajı da vardır aslında. Maden işletmecisi patronlar tekstil patronları gibi makineleri alıp bir başka yerde üretim yapamazlar, çünkü madenler orada yerin altındadır. Madeni çıkarıp satması ve para kazanması için faaliyetini burada sürdürmek zorundadırlar. İşte bu nedenledir ki diğer dezavantajların yanında önemli bir avantaj sayılır örgütlenmede. Kent merkezinde çalışan her işçinin sendikal mücadele girişimi, deneyimi olmasa bile komşusunun, arkadaşının vardır bir biçimde duyar ve sendikal örgütlenmenin kendisi açısından yararına inanır. Ancak, maden işçisi bundan yoksundur ve ilk kez vuracaktır kazmayı örgütlenmek için. Kazanıp kazanmayacağı bir şanstır ilk etapta, çünkü duymamıştır hiç. Kanun ve jandarma korkusu ağır basar. Ama inanırsa, düşerse yola kolay satmaz arkadaşını, çiğnetmez onurunu sonuna kadar gider. Öyle de olmuştur Gökçesu’da, Tavşanlı’da… Mücadele toplumsal değişim ve dönüşümü de beraberinde getirmiş; birinde MHP’nin belediye başkanlığı sonlanırken, diğerinde tarikatların oyunu bozulmuştur. Evet, aslında en son söyleyeceğimi başta söylemiştim, madencilik sektörü iş hayatının “kürdü” olmuştur diye. Yıllardır bir halkın kimlikleri, dilleri nasıl yok sayıldıysa, inkarla, ölümlerle susturulmaya çalışıldıysa, maden işçilerinin de hakları yok sayılmakta, ölümleri ört bas edilmektedir. Ama hiçbir sorun ilelebet sorun olarak devam edemez. Nasıl ki Kürtler kimlikleri, özgürlükleri için örgüt-

21

lenerek susmayacaklarını gösterdilerse, Madenciler de gösterebilir. Nasıl ki, Kürt sorunu savaşla inkarla değil diyalogla çözülebilecekse, madencilerin de ölümlerinin sonlanması için muhatap işçiler, sendikalar ve meslek örgütleriyle görüşülerek, somut taleplerin yerine getirilmesiyle çözülebilir. Madencinin eşiyle küçük çocuğu arasında geçen ve yıllarca kulaktan kulağa anlatılan bir öyküyle yazıyı tamamlamış olayım. . Küçük çocuk annesine sorar, ‘anne üşüyorum, neden sobayı yakmıyorsun?’ Anne - ‘yavrucuğum kömürümüz yok.’ Çocuk- ‘babam ocaktan getirmedi mi?’ Anne- ‘hayır, babanı işten çıkarmışlar’ Çocuğun merakla ‘babamı neden çıkarmışlar anne? diye sorusunu, gözleri dolmuş anne, ‘çünkü işçilerin çalışmasıyla çok kömür çıkarılmış, bütün depolar dolmuş, bu nedenle patronların babana ihtiyaçları kalmamış’ diye cevaplar… Bu ülkede; ısıtmak için üşüyendir maden işçileri ve aynı zamanda yedi kat yerin altında, karanlık dehlizlerde gün yüzünü görebilmek için umutla yaşayandır. Sektörün “Kürdü’dür” maden işçileri benzer Kürtlerle kaderleri birbirlerine. Birisi diri girdiği ocakta gün yüzüne hasret, diğeri de kimliğiyle yaşayacağı geleceğe!


Tartışma

Koray Pehlivanoğlu

demokratik halk devrimi metaforu (1) Sosyalist devrimin önüne aşamalar koyma alışkanlığının temeli Ekim devrimine dayanır. Marks'ın en gelişkin kapitalist ülkelerden başlayacağını umduğu sosyalist bir dünya devrimi, avrupanın en geri kalmış ülkesinde bolşeviklerin iktidarı almasıyla sonuçlanmıştı. Lenin'in "alman devrimi için rus devrimini feda ederim dediği" şey gerçekleşmeyince, beklenen Alman Devrimi gelmeyince, Lenin ve arkadaşları ne yapacaklarını çokta bilmedikleri bir devrimle baş başa kaldılar. Ne Alman Devrimi, ne onun tetikleyeceği Avrupa merkezli bir dünya devrimi gerçekleşmedi. Dünya savaşının yarattığı ortamda kucaklarına düşen bir devrimle kalakaldı bolşevikler... önlerinde dağ gibi sorunlarla. Bunlardan biri ve belki en önemlisi, ülkedeki devasa köylülüktü. İkinci büyük sorun ise; burjuva demokratik devrimlerin hiç birinin gerçekleşmemiş oluşuydu. Sadece Çarlık Rusya'sı için değil, Osmanlı İmparatorluğu, asyanın despotik devletleri ve kara afrikada burjuva demokratik talepler henüz kitlelerin gündeminde değildi. Yine rus devriminin karşılaştığı bir başka sorun ise bir halklar ha-

pishanesi olan Çarlık Rusyası'ndan devralınan devasa ulusal sorundu. Fransız devrimlerinden sonra tüm dünyayı etkisine alan ulusçuluk, Çarlık Rusyası'nın demir duvarlarına çarpmış, halkların ulusal talepleri çarlık otokrasinin baskısıyla bir bir ezilmişti. Bağımsızlık talebi ve bu talebe karşı çarlığın baskısı, sınıfsal çelişkilerin üzerini örtmekle kalmıyor aynı zamanda sınıf hareketini de uluslara bölüyordu. Nitel ve nicel olarak bu devrimi yürütecek durumda olmayan işçi sınıfının demokrasi bilincinin yoksunluğu da sovyet devriminin en büyük handikaplarından biriydi. Rusya bir yandan prekapitalist ilişkilerle yoğrulurken, bir yanda da büyük insan yığınlarının çalıştığı fabrikalar üzerinden kapitalizmi yaşıyordu. Bu durum farklı üretim ilişkilerinin biraradalığının görülmesi sonucunu doğurmuştu. İşte böyle bir ortamda Lenin ve arkadaşları sosyalizmin kurulamayacağını görerek, kendilerine önderlik edecek bir başka sosyalist devrime kadar hem iktidarı ellerinde tutmak, hemde burjuva devrimlerinin yapamadıklarını yapabilmek için marksizmde olmayan, "demokratik devrim" diye adlandırdıkları yeni bir

22

şeyi icat etmek zorunda kaldılar. Fakat ne yazık ki bu demokratik devrim dönemi çok kısa sürdü. Bütün bu sorunlar çözülmeden bir şekilde halının altına süpürüldü. Ve karşımıza adından başka hiç bir şeyi sosyalizme benzemeyen reel sosyalizm olarak adlandırdığımız bürokratik, ulusal devlet sosyalizmleri çıkıverdi. Sosyalizmin öncesine bir aşama koymak, devrimi ve sosyalizmi ulusal bir sınıra indirgemek, Avrupa'nın en geri kalmış ülkesinde gerçekleşen bu ekim devrimi pratiğini mutlaklaştırma-şablonlaştırma anlayışından doğar. Türkiye'de aşamalı devrim anlayışının öncülleri MDD tezlerine dayanır. Ulusalcılığın tipik tezahürlerinden biridir bu; Ülke emperyalist işgal altındadır... milli burjuva ve tüm diğer milli güçlerle önce milli bir devrim yapılacak sonra bu kesintisiz (aşamalı devrim fikrine karşı kesintisiz derseniz aşama ortadan kalkar sanılır) biçimde sosyalist devrime evrilecektir. Bu bakış açısı Türkiye bir köylü (feodal ve yarı feodal tespitleri) ülkesidir vb. söylemlerle kendine teorik haklılık yaratmaya çabalar.


Genel olarak resmi ideolojinin kapitülasyon söylemi bir şekilde solda da kendine taraftar bulmuş durumdadır. Osmanlı, kapitülasyonları kandırılarak yada bahsi geçen ulusların zoru üzerinden kabul etmedi; Kapitülasyon fikrinin arkasında yatan temel düşünce, ülkeye yabancı tüccarı çekme kaygısıydı (bu gün ki yatırıma teşvik uygulamasının bir benzeri). Uygulanan kapitülasyon ile üç temel amaç hedeflenmişti, kapitülasyon tek yönlü değil, iki yönlü uygulanıyordu. Bu dönem bir diğer akım olan TİP ise, Türkiye'nin bir kapitalist ülke olduğunu, burjuva demokratik devrimlerin gerçekleştiğini, işçi sınıfının nitel ve nicel olarak iktidarı alıp (ulusal) sosyalizmi kuracak yeterlilikte olduğunu savunup, sosyalist devrim diyordu. Bu da başına sosyalizm getirilmiş bir ulusçuluktu. Aslında söylemde birbirinden çok farklı şeyler söylüyor gibi görünen bu iki akım emperyalizm retoriğini neredeyse aynı biçimde kullanıp dünyayı ezilen yoksul uluslar, ezen zengin uluslar bağlamında ikiye bölüyor. Emperyalizmi dışsal bir olgu olarak tanımlıyordu. Bu tanımlama kendi zorunluluğu içinde sınıf çelişkisini, zengin ve yoksul ulusların çelişkisi ardında gölgeliyor, sosyalizm yoksul ulusları zengin ulusların sömürmesinden kurtaracak bir zenginleşme ve bağımsız ulus yaratma biçimi olarak algılanıyordu. O yılların sosyalizmi ulusçuluğun farklı varyantları arasında sıkışıp kalmıştı.

Bu ulusçu sosyalizm anlayışı 1940'lı yıllarda Mussolini tarafından yeniden yorumlanarak, nasyonalulusçu sosyalizme dönüşecekti. Aslında Mussoli'nin yaptığı şey pek farklı değildi. Mussolini 1940'ların İtalya'sı için yoksul ve ezilen ulus tanımı yapıyor. Ve "proleter İtalya, burjuva Avrupa" diye bir sloganı mitleştiriyordu. İtalyan ulusun yoksulluğunun sebebi, Emperyalist Avrupa'nın İtalya'yı ezmesi olarak tanımlanıyor. Bu paradigma ile bütün bir italyan ulusu, Avrupa karşısında proleter olarak adlandırılıyor, bu yoksulluğa sebep olan emperyalist avrupa da burjuva olarak betimleniyordu. Bu gün T'K'P, İP gibi akımların nasyonalizmi Mussolini'den farklı kullanmadıklarına dikkat edelim. 1960'lı yılların Türkiye'sinde sosyalizm tüm dünyada olduğu gibi oldukça popüler bir akımdı. O yılların canlı tanıkları hala ayakta. Üniversitelerde sosyalizmle tanışan binlerle ifade edilen insan, her gün marksizmi büyük bir heyecanla öğreniyor. Her çevrilen kitap teori düzeyine yükseltilip, hemen kendine biraz okur yazar biri bulup onun önderliğinde Türkiye'ye uyarlanıyor ve yeni bir cemaat doğuyordu. Maocular, kır gerillaları, Enver Hoca'cılar, Regis Debray'ın okunması sonrası kent gerillası, öncü savaşı ve daha bir sürü akım popüler olmuş, kimi zamanda sadece kişisel sebepler yada liderlik özlemi gibi gençlik zaafları üzerinden, sayıları 100'e yaklaşan örgüt doğmuştu. Her yeni doğum yada bölünme varlığına meşru bir

23

zemin yaratmak için kendini farklı kılan tezler öne sürüyor, sonra bu tezleri marksizme katkı gibi bir yere çıkartıp kutsallaştırıyordu. Yine o yıllarda gençlik arasında örgütlü kimi gruplar 3. yolculuk denen bir anlayış benimseyip MDD ve TİP ekseni dışında orta yolculukta denilen, genel olarak eklektizmle bulaşık yeni akımlar yaratacaklardı. Bunların en tanınmışları Devrimci Yol ile Kurtuluş'tu. Bu akımların pek çok tezi gibi "anti-emperyalist, anti-oligarşik demokratik halk devrimi" söylemi de bu eklektizm ve orta yolculuk üzerinden doğdu. Kendi içlerinde farklılıklar içerse de bu tezler, kendinden öncekilerden farklıydı. Ne MDD gibi köylülük, açıktan millilik savunuyor, ne de TİP gibi Türkiye'de burjuva demokratik devrimler gerçekleşti, ulusal sosyalist devrim yapılabilir demiyordu. İkisinin arasında bir yere konumlanmıştı. Hem de ucunu Lenin'e dayayarak, ustalardan destek de alıyordu. Demokratik devrim fikri nüans farklarına karşın 5 ana argümana yaslanır; 1- Siyasal iktidar, tekelci burjuvazi ile büyük toprak sahiplerinin ittifakından oluşan oligarşinin elindeydi 2- Çözülmemiş bir ulusal sorun vardı. 3- Türkiye bir kapitalist ülke olmasına rağmen, feodal kalıntılar hala güçlü biçimde varlığını sürdürüyordu. Tamamlanmamış burjuva demokratik devrimlerin görevlerini


Tartışma

tamamlamak gerekliydi. 4- Türkiye emperyalizme bağımlı yada sömürge bir ülkeydi 5- Kapitalizm çarpıktı İşte bu gerekçelerle önce anti-emperyalist, anti-oligarşik, demokratik (ulusal) devrim yapılacak sonra kesintisiz (asla aşamalı değil) bir biçimde (ulusal) sosyalizme geçilecekti. Bu farklı retoriğe rağmen devrim yine ulusal sınırların içinde tanımlanmıştı. Bütün farkları ve yeniliklerine rağmen aslında ulusalcılığın yeni bir versiyonu yeniden yaratılmıştı. Bol antili devrimin müsebbibi Osmanlı mı? Bol antili demokratik devrimciler genel olarak TC'nin emperyalizmle ilişkisini Osmanlı'dan başlatarak açıklama eğilimindedirler. Ve genel olarak bu açıklamalar fena halde kemalizmin osmanlı kavrayışına yaslanır. Kemalizmin tarih paradigmasında her şey 1923 ile başlatılıp, "bütün iyi şeyler cumhuriyet ve sonrasına ait, bütün kötü şeyler ise Osmanlı'ya ait yada oradan kaynaklandı" diye tanımlanır. Türkiye'nin emperyalizm karşısındaki durumununda köklerini, o meşhur kemalist söylem "kapitülasyonlar bizi mahvetti" ile açıklarlar. Bu mantığa göre; Osmanlı yeteri kadar üretemeyip, kapitülasyonlar nedeniyle ithal mallar akınına uğramış, bir süre sonra ithalatın yerli üretimi baskılaması nedeniyle üretmeyi daha da durdurmuş ve batmıştır. "Avrupa merkantilist dönemi

yaşar, ihracat ve yerli kaynakları kullanmada esaslı bir rota izlerken Osmanlıda durum tam tersi olmuştur. Bu durum osmanlı maliyesine çok ciddi yük getirdi, ardından da maliyeyenin giderek zayıflaması ve çökmesine yol açtı" (dy kurtuluş) Bu mantığa göre "her Osmanlı yerli malı kullanmalı" anlayışı Osmanlı'da hakim olmadığı için, Osmanlı sürekli bir dış ticaret açığı vererek ekonomisini çökertti. Ancak tarihsel gerçekler böyle değil. Bu anlayışlar tarihi ulusalcılığın paradigması üzerinden açıklıyor. Bu paradigmanın esası "ithalatın kötü olduğu, her ülkenin kendi milli üretimini yapmasının o ülkeyi kalkındıracağı" anlayışına dayanır. Bu politikanın esası ithal ikameciliktir. (Ulusal sosyalizm kurulunca da her şeyi kendi anavatanlarında üretecekler dünyaya mal satacak ama almayacaklardır vs.) Pek çok tarihsel kayıt Osmanlı maliyesinin 18. yüzyıl sonuna kadar dış ticaret açığı vermediği yönündedir. Osmanlı kayıt sisteminin yetersiz olduğu bilinir bir gerçeklik ama mesela kapitülasyonlardan en büyük ayrıcalığı sağlayan Fransız ticari kayıtlarından (The Levant Company'nin kayıtları) bakılırsa, kapitülasyonun ilk yıllarında Osmanlı ile ticarette denge sağlanmış, fakat bazen açık verilmiş ve bu açıklar nakdi olarak ödenmek zorunda kalınmıştır. Ancak 17. yüzyılın ortalarında durum değişmiş, Osmanlı dış ticaret rakamları fazla vermiştir. Ancak genel itibariyle 18. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı dış ticaretinin fazla vermeye

24

devam ettiği pek çok kaynakta anlatılır. Osmanlı'da dış ticaret açığı tam tersi batıya karşı değil, doğuya karşı veriliyordu. Bunu çözmek içinde Osmanlı, ülkesine mal ile gelen tüccarın ülkesine yine mal ile dönmesini yasalaştırmıştı. Osmanlı maliyesini çökerten şey dış ticaret açığı değildi. Osmanlı maliyesi ulusçuluk akımı sonrası elinden çıkan sömürgeleri nedeniyle vergi gelirlerini yitirmiş, bitmek bilmeyen savaşlar tarım ve tarıma bağlı sanayisini durma noktasına getirmiş kaynaklarını tüketmişti. Genel olarak resmi ideolojinin kapitülasyon söylemi bir şekilde solda da kendine taraftar bulmuş durumdadır. Osmanlı, kapitülasyonları kandırılarak yada bahsi geçen ulusların zoru üzerinden kabul etmedi; Kapitülasyon fikrinin arkasında yatan temel düşünce, ülkeye yabancı tüccarı çekme kaygısıydı (bu gün ki yatırıma teşvik uygulamasının bir benzeri). Uygulanan kapitülasyon ile üç temel amaç hedeflenmişti, kapitülasyon tek yönlü değil, iki yönlü uygulanıyordu. Bu sayede Osmanlı malları da aynı haklarla kapitülasyon uygulanan ülkeye satılıyor, bu sayede Osmanlı kendi üretimine talep oluşturuyor ve Osmanlı sınırlarındaki ticareti ve yatırımı geliştirmeyi bunun üzerinden zenginleşme sağlamayı umuyordu, İkinci amaç olarak; iç piyasada talep edilen mamul yarı mamul ve ham madde ürünlerinin girişini sağlamak ve gümrük vergisi elde etmek idi. Üstelik bu karşılıklı ticaret üze-


rinden siyasal ilişkiler geliştiriliyor ve ticaretin çıkarları önemli siyasal müttefikler yaratıyordu. Ki osmanlının yıkılışının bu sayede 100 yıl daha uzadığı bilinir. Kapitülasyonların bir diğer amacı; uluslararası yeni ticaret yollarının keşfi ile 16. yüzyılda büyük denizlere kayma eğilimine giren Avrupa gemi ticaretini Akdeniz'de tutma gibi bir hedef gütmesiydi. Osmanlı ticareti kolaylaştırarak kendi limanlarının önemini korumaya çalışıyordu. Osmanlıyı 3. dünya ülkesi gibi değerlendirmek hata olur. Kapitülasyonlar dünya arenasındaki bir büyük aktörün ticari ve siyasi manevralarının adıydı ve bu sistem milliyetçilik akımları Osmanlı'yı sarsana dek oldukça başarılı oldu. Kemalizm ideolojisi gereği, Osmanlı öncesini karanlık bir çağ olarak anlatıp her şeyi kendisiyle başlatır. Oysa gerçek bu değildir. Kurulan cumhuriyet pek çok yönüyle yıkılan Osmanlı'nın çok gerisindedir. Siyasal iktidar, tekelci burjuvazi ile büyük toprak sahiplerinin ittifakından oluşan oligarşinin elinde mi? Demokratik devrimciler oligarşik bloğun merkezine büyük toprak sahipleri ve emperyalizme iş birliği içinde olan tekelci burjuvaziyi oturturlar. Bu gün Türkiye'de oligarşik bloğun ortaklarından birinin büyük toprak sahipleri olduğunu savunan yoktur sanıyorum. Maocu gelenekler dışında da büyük toprak sahipliği

yada köylülük vurgusu yapanda kalmadı. Öyleyse şu soruyu sormalıyız, Türkiye'deki oligarşik bloğun içinde tekelci sermayenin konumu ve etkinliği nedir. Bizim iddiamız Türkiye'de oligarşik ittifakın iki ana unsura dayandığı yönünde. Bunlar militarizm ve devlet bürokrasisidir. Tekelci burjuvazi kapitalizm dolayımıyla bu bloğa eklemlenir ve bloğun tali bir üyesidir. Bu durumun kökleri Cumhuriyet'in kuruluş dinamiklerine uzanır. Cumhuriyet, kuruluşunun zorunlulukları itibariyle bütün sınıflar ve halklar üzerinde bir diktatörlük ve bir tür hakemlik kurumu olarak gerçekleşmiştir. Bu anlamıyla aslında Bonapartizme çok benzer. Yeni bir devlet kurarak modernleşme' bunu yukarıdan aşağı yaparken, aydınları, burjuvaları ve büyük toprak sahiplerini peşine takmasıyla da Bismarkizmden derin izler taşır. Kapitalizmin kurucusu asker ve bürokratlardan oluşan bu militarize sınıf, bütün sınıflar üzerinde bir diktatörlüktür. Evet yanlış okumadınız. Bütün sınıflar üzerinde. Burjuvazi denen sınıf, devletin ve iktidarın asli sahibi bu silahlı sınıfın altında, emrinde konumlanmak zorunda kalmış ve egemen sınıfın ihsanları, lütufları, izinleri ve artıklarıyla beslenmiştir. Bu anlamıyla bu ülkede burjuva sınıfı bile özgür değildir. Elinde silah tutan bir ayrı bir sınıfın oligarşi içindeki varlığı ve mutlak belirleyiciliği, olağan oligarşinin bütün dengelerini bozucu bozucu bir faktör olduğu gibi klasik oligarşi tanımının dışında bir devlet

25

biçimiyle karşı karşıya olduğumuzunda en büyük kanıtıdır. Başbakan Menderes'i asmak özünde, burjuva sınıfına da çerçeveyi aşma demektir. Aynı biçimde ülkenin en büyük tekellerinden birinin sahibi olan Sabancı'yı öldürtmek, bu sınıfa zenginliğinin de, mülkünün de, hayatının da sahibi benim demektir. Hepimiz yine bir tekel olan Mehmet Emin Karamehmet'in, tek yıldızlı bir general karşında nasıl zavallı duruma düştüğünü hatırlarız. Bu cumhuriyet yanlış bir cumhuriyettir. Bu cumhuriyet Osmanlı feodalizmini burjuvaların önderliğinde bir halk hareketiyle yıkmadı. Tam tersi oldu. Asker ve bürokratlardan oluşan ittihatçı eskileri bu cumhuriyeti kurup, bütün sınıflara ve halklara "her şeyin sahibi benim" diye meydan okudular. Türkiye'de eğer, bu içe kapalı ekonomiden beslenen, esas olarak savaş sanayinin üreticisi bir burjuva sınıfı olsaydı. Bu burjuvaziyi oligarşik bloğun asli unsurlarından biri saymak olanaklı olabilirdi. Türkiye burjuvazisi oligarşik bloğun omurgası olan asker ve devlet bürokrasinin tersine, dış dünyaya eklemlenmiş durumdadır. Hem bakış açısı olarak, hem sermaye birikimi olarak ulusal sınırları ve kemalizmin ideolojik çerçevesini çoktan aşmış durumdadır. Türkiye burjuvazisinin tekel diye adlandırılan bölümünün tamamı bir başka emperyalist tekelin ortağı olduğu gibi, dünyanın başka ülkelerinde de milyarlarca dolarlık yatırımları-sermaye ihraçları olan ticari kuruluşlardır. Silah sanayine parça üreten kimi


Tartışma

burjuvalarında esas gelirleri yine yabancı ortaklarıyla birlikte yaptıkları diğer işler üzerinden gelmektedir. Böyle bir burjuvazinin içe kapalı ithal ikamecilik özlemiyle yanıp tutuşan, arkaik bir kapitalizm tasavvuru olan asker ve bürokratlarla aynı kaderi paylaşması, dünyaya ve Türkiye'ye aynı gözle bakması beklenemez. Üstelik 33 şirketli türkiyenin 4. büyük holdingi Oyak dolayımıyla, burjuvazi ile askerler ekonomik rakip durumundadırlar. Türkiye burjuvazisinin bir kısmının bu arkaik oligarşiye eklemlenmesinin temelinde bir modernleşme ideolojisi olan kemalizme imandan çok korku yatar. Çünkü derin devlet tarafından tehdit edilir, hakarete uğrar ve Sabancı örneğinde olduğu gibi öldürülebilirler. Bu korkunun azaldığı yada bittiği bir durumda, dünyanın en büyük 19. ekonomisi konumunda olan Türkiye Burjuvazisi'nin hedefi her zaman dünya kapitalizminin büyük oyuncularından biri olmaktır. Böylesi bir hayale ve potansiyele de sahiptirler. Bu nedenle bu gün ki arkaik oligarşik blokla iş birlikleri kerhendir. Bol antili demokratik devrimcilerin Türkiye'de oligarşiyi ve devleti kavrayışlarının realite ile bir alakası yoktur. Çözülmemiş ulusal sorun demokratik devrimin gerekçesi mi? Bol antili demokratik devrim savunucularının demokratik devrime en önemli dayanak olarak sundukları argümanlardan biri, belkide en önemlisi

kürt sorunun varlığıdır. Bu hareketlerin iddiası; ulusal sorunu burjuvazinin (devletin) çözemeyeceği, bu sorunun kapitalizm koşullarında çözümünün mümkün olmadığı, çözümünün de demokratik bir devrimle proletarya tarafından sağlanacağı tezidir. Aslında bu hareketlerin 40 yıl önce bunu söylemesinin çok daha mantıki gerekçeleri vardı. Çünkü 40 yıl önce kürtlerin büyük bölümü de, ulusal sorunun çözümü için aynen böyle düşünüyorlar, kürt kimliklerini devrimci kimliklerinin gölgesinde saklıyor ve türk sosyalist hareketinin insan kaynaklarını oluşturuyordu. Ancak kürtlerin 30 yıla yaklaşan mücadelesinin geldiği evre, kürtlerin ilk devletini mezopotamya da olanaklı kıldı. Bu gün Irak'ta kapitalizm koşullarında kurulmuş bir Kürt Federe Devleti bile, sınıf indirgemeci "ulusal sorun kapitalizm koşullarında çözülemez" tezinin iflasını bir kez daha muştular bize. Üstelik bu federe devletin olası bir bağımsız devlet oluşu hiçte uzak değildir. Ulusal sorunların çözümünde kapitalizm, wilsonculuk ilkesi doğrultusunda reel sosyalizmden çok daha başarılı olmuştur. Wilson kapitalizmin doğal gelişiminin önündeki engellerden birinin sömürgecilik ilişkilerinin devam ettirilmesi olarak görüyordu. Kapitalizm ilhak, işgal, kolonileştirme vb. yöntemleri terk etmeliydi. Çünkü ilhak, işgal, açık sömürü koşulları hakların direnişiyle sonuçlanmakta, bu işgal eden ülke içinde kapitalizmin genel çıkarları içinde çok pahalı ve çoğu kere çö-

26

Demokratik devrimciler kürt sorununun kapitalizm koşullarında çözümünün mümkün olduğunu kabul edemiyor. Çünkü bunun kabulü, ilkesel olarak savunduğunu bol antili demokratik halk devriminin bütün dayanağını altından çekiyor. Çünkü bu devrim bütünüyle kürtlerin kurtulamayacağına endeksli durumda, kurtulamayan kürtleri kendine ittifak alıp, onları ve kendilerini kurtarmak istiyorlar. Teorik önermelerini doğrulamak adına gerçeğe gözlerini kapatıyorlar.

zümü imkansız sonuçlar doğurmaktaydı. Bu nedenle Wilson kapitalizmin doğal gelişimi için ulusların kendi kaderini tayin hakkını ilk dile getiren kişi oldu. Bu bağlamda Britanya, İspanya, Fransa gibi ülkeler sömürgelerinin istisnalar dışında hepsini terk etmiştir. Osmanlı'nın halklarının pek çoğu da kapitalizm koşularında ulusal devletlerini kurmuşlardır. DTP'nin ulusal sorunun çözümüne dair geldiği nokta "demokratik cumhuriyet", ulusal sorunu kapitalizm koşularında çözecek, bunu mümkün kılacak bir politikadır. DTP, kürtleri kurtarmak için kendini ezenleri de kurtaracak bir proje geliştirmiştir. Demokratik cumhuriyet (tamamlanmış burjuva devrimi) aslında Avrupa'da olanın Türkiye'ye uyarlanmasıdır. Bu proje ile 30 yıllık savaş sona erecektir. 30 yıllık savaşın bilançosu korkunçtur. Dört kurtuluş savaşında ölen insan sayısı kadar kayıp ve bir trilyon dolara varan para kaybı. Bu savaşın


bitmesi sadece kürt ve türk haklarının talebi değil, artık burjuvanında talebidir. Kürt sorunun çözümü bütün sınıflar ve halklar için zorunlu ve mümkündür. Bu savaşın ne iç dengeler nede dış dengeler açısından sürdürülmesi mümkün değildir. İçerde AKP'nin, Kürt sorunu çözülmeden tek başına, kendisi boğmak için bekleyen militarizmi ve derin devletin karşında durma şansı yoktur. Çünkü bu iki tehlikeli akım bütün meşruiyetini savaştan ve ölümlerden almaktadır. AKP’nin "demokratik açılım" diye ilan ettiği şey; salt kendi seçimi değil, mecburiyetinin bir sonucuydu. Burjuvazi açısından ise, bu savaşın maliyetine ve risk pirimi olarak ödenen faizlerine daha fazla katlanılamaz. Dış dünya içinse, Nabucco ile enerji merkezi olması beklenen Türkiye'de Kürt savaşının sürmesinin imkanı yoktur. Bu yol üzerinden enerji Avrupa'ya akacaktır. Enerjinin güvenliği vazgeçilmez önemdedir. Şu an barış yada açılım akamete uğramış gibi görünsede, devletin bu savaşı daha fazla sürdürmesinin koşulu kalmamıştır. Demokratik devrimciler, ne acı ki gözünün önündeki bu gerçeği görmekten uzaktır. Kürt sorununu üstü kapalı yada açık bir biçimde emperyalizm oyunlarına indirgeyip ve kürtlere dönüp, "biz devrim yapıp sizi kurtaracağız" denmektedir. İçine düşülen bu durum, sınıf indirgemeci şovenizmin kendisinden başka bir şey değildir. Ve aslında kürt mücadelesinin türkleri kurtardığının da farkında değiller. Üstelik aymazlıkla kürtlere "siz, biz devrim yapana kadar kutula-

mazsınız" diyorlar. Kürt ulusal mücadelesinin geldiği düzey ve "demokratik cumhuriyet" talebi ile bu gün kürtlere, türkleri de kurtarmanın yolunu açmış durumdadır. Ulusal sorun bir demokrasi sorunudur bu anlamıyla da kürtlerin kurtulması mümkündür. Bu gerçekleştiğinde Türkiye'yi 80 yıldır esaret altında tutan oligarşinin resmi ideolojisi kemalizm son dayanağını yitirecek, Türkiye'nin demokratikleşmesi ve askeri vesayetin yıkılışının yolu sonuna kadar açılacaktır. Bu son adım, burjuva demokratik devrimlerin geleceği son noktadır. Bu andan sonra Türkiye'de sınıf mücadelesinin üzerini örten iki perde ortadan kalkar. Bu perdelerden biri kemalizm-laiklik ideolojisi, bir diğeri de kürt savaşı üzerinden yeniden yaratılmış milliyetçiliktir. Demokratik devrimciler kürt sorununun kapitalizm koşullarında çözümünün mümkün olduğunu kabul edemiyor. Çünkü bunun kabulü, ilkesel olarak savunduğunu bol antili demokratik halk devriminin bütün dayanağını altından çekiyor. Çünkü bu devrim bütünüyle kürtlerin kurtulamayacağına endeksli durumda, kurtulamayan kürtleri kendine ittifak alıp, onları ve kendilerini kurtarmak istiyorlar. Teorik önermelerini doğrulamak adına gerçeğe gözlerini kapatıyorlar. Geçerken belirtmek gerekir diye düşündüm; Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı" Türkiye Cumhuriyeti’nin 37 yıl önce imzaladığı ancak kabul etmediği bir ilkedir. 4 Haziran 2003 günü

27

TBMM tarafından onaylanan iki BM Sözleşmesi "BM Uluslararası Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi” ile “BM Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi" o tarihten itibaren artık T.C'nin de bağlayıcı kurallarından biri olmuştur . Düzenleme aynen şöyle: “Siyasi ve Medeni Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme” Madde 1: Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik,sosyal,siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler. Sözleşmeye taraf bütün devletler kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir.” Elbette egemenler bu hakkı istedikleri gibi yorumlayabilir, ama bu belgenin “burjuva demokratik çerçeve, ulusların kendi kaderini tayini kabul edemez" diyenlere bir yanıt niteliğinde olduğunu da görmezden gelemeyiz. TC bir şekilde bu belgeyle yüzleşmektedir. Devam edecek.....


Kadın

Çiğdem Tunç

çok şey istemiyorum! Konu yine kadın... Hani dünyanın yarısı olan, mücadele eden, savaşan, ezilen, sömürülen, katledilen, ötekileştirilen.... Bildik konuların bilindik cevaplarıyla, bildik sorunların bilindik çözümleriyle ya da açıklamalarıyla donatmak mümkün tabi bu yazıyı. Ama sanki değişmeyen sorunların yine değişmeyen çözümlerini konuşmaktan ve okumaktan hepimiz sıkıldık biraz. Velhasıl çare yok yine konuşacağız, yine okuyacağız aynı şeyleri; başka çözümü yok... Gelin ki bu yazının amacı bu değil. Ya da hiçbir amacının olmaması daha mantık sınırları içinde olur. Bir düşünelim ya da bir araştıralım. Beynimizin içindeki o uçsuz bucaksız kütüphanenin tozlu raflarındaki kitapları karıştıralım. Okuyalım şimdiye kadar yazılmış olan sayısız kitabı, dergiyi, gazeteyi... Ya da malum konuyla ilgili yaptığımız sohbetleri anımsayalım. Hemen hemen hepsi bir eksik bir fazlasıyla aynı gibi. Yüzler farklı, sesler farklı ama konuşulanlar aynı... Olsun biz yine de yazalım, söyleyelim sözümüzü. Belki ulaşması gereken beynin ya da kalbin derin bir köşesine ulaşır,

ulaşır da biz de rahatlarız. Ne garip değil mi? Sanki her şey ezelden beri böyle gelmiş gibi. Oysa başından beri böyle olmadığını biliyoruz. Şair Sappho’yu biliyoruz mesela; ‘Sappho, içinde bulunduğu ataerkil toplumun değerleri karşısında, siyasal konularda söz söyleme cesareti ve kadına yönelik sevgisiyle özgün ve onurlu bir kadın duruşudur.’ Erkek egemenliğine karşı ben de buradayım diyen, kadınlarla dayanışmayı yükselterek yaşayan, mücadelenin farklı boyutundaki karşılığıdır Sappho... Mısırlı filozof, matematikçi ve gökbilimci Hypatia’yı, barışçı özelliğiyle bilinen, kendine biçilen ‘geride durması gereken kral eşi’ rolünü hiç kabul etmeyen ve bununla savaşan Tomyris’i , ana soylu toplumlardaki barış ve eşitlik timsali kadınları, diktatörlüğe karşı mücadele edip bu uğurda ölen Mirabel kardeşleri, bir avuç özgürlük için hayatlarının her alanında mücadele eden Kürt kadınlarını, fabrikalarda direnen kadın işçileri, şiddete boyun eğmeyip mücadele eden kadınları.... Hepsini biliyoruz. Ezelden beri böyle değildi, ebediyete kadar da böyle gitmeyecek, biliyoruz.

28

NEDEN-NASIL? Bu soruları biz kadınlar sık sık sorarız kendimize. Hiçbir açıklama ya da bilimsel veri ikna edemez bizi kabullenmeye ve anlamaya. Nesini anlayabiliriz ki? Bu eziyeti, haksızlığı nasıl normalleştirebilir gözümüzde açıklamalar, bilimsel veriler ve bunlara benzer tespitler... Anlayamasak da bilmek isteriz ve biliriz hepimiz; insanlık çok çok eski dönemlerde başlıyorsa, kadının ezilmişliği, sömürüsü de çok eski dönemlerde başlar. Özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla toplumsal iş bölümünde yaşanan değişiklikler ve ardından devletin ortaya çıkmasıyla kadınlar ikinci cins konumuna getirilmiştir. Artık kadın bir çeşit mülktür erklerin gözünde, erkek egemen zihniyetin ve bu zihniyetle bezeli yaşamın her anında, her kurumunda, geleneklerinde, yasalarında... Kısaca her şey bu zihniyetle örmektedir kendini devletin erkek olarak kendini ördüğü gibi… Kadınlar bu eşitsizliği hemen ve sessizce kabullenmediler. Tarihte cadı diye dört bir yanda yakılmaları bir tesadüfün hikayeleri değil erkek ege-


Siz hiç gördünüz mü, kadın sorununu tartışırken erkeklerin kadınlar dışında kendi erkekliklerini tartıştıklarını. Sanki kadın sorunu kadınların yarattığı bir şeymiş gibi, kadınların eksiklikleri, yanlışlıkları, yapması gerekenler vs. vs. konuşurlar. Halbuki gerçekten kadının özgürleşmesinin kendisinin de özgürleşmesi olduğunu kabul eden için, erkek egemen ideoloji ile kendi erkeklikleri ile hesaplaşmayı konuşması gerekir. Kadın sorunu, en basit anlamıyla sosyalist erkeklerin de sorunudur deyince, gelin bizim adımıza konuşun demiyoruz ki, kendi özgürleşmeniz için kendi içinizdeki erkekliklerinizle mücadeleye başlayın, adım adım özgürleşmeniz için kendi birikimlerinizi yapın diyoruz.

men ideolojinin dört bir yanda aynı saldırısını ve dört bir yanda buna isyan ettiği için yakılmış kadınların susmayışlarının tarihidir. Evet sessizce kabullenmediler. Ama örgütlü bir başkaldırının topyekün cevabını yükseltemediğimiz için yenildik sadece tarihin zaman arılığının bir evresinde. Öğrendi, ders çıkardı kadınlar ve örgütlü bir başkaldırıyla direnmeye, direndikleri örgütlerini kurmaya ve kolektif bir başkaldırıyı örmeye başladılar yine tarihin bir zaman diliminde… Ve bir örgütlü mücadeleler tarihini başlattılar. Bu süre zarfında kadın mücadelesi hiç de azımsanamayacak kazanımlar elde etti/ettik. Bazı ‘akil’ adamlar bu kazanımları erklerin bir lütfu olarak görseler de öyle değildir. Gelinen her aşama, elde

edilen her kazanım kadınların mücadelesi sonucu oluşmuştur. Bir dönem geldi güçlendik. Seslerimiz dört bir yanda yükselir oldu. Erkek egemen ideoloji ile örüldüğü için her an, her şey, değiştirmek zorunda olduğumuz şeyler de çoktu. Adım adım değişime zorlandı tüm yaşam. Yasalar değişmeye başladı. Oy hakkı alındı, çalışma hakkı alındı, kadınlar da görünür olmaya başladı…. Daha ileri, daha ileri gitmek için yürümeye devam etmek gerekirken, sonra geriledik demek istemem ama durduk, yerimizde saymaya başladık. Örneğin bugün yaşadığımız coğrafyada güçlü, kitlesel bir kadın hareketinden bahsetmek biraz eksik bir değerlendirme oluyor diye düşünmekteyim. Ya da böyle dediğimizde eksikliklerimizi görüp daha ileriye gitmeyi de kendi kendimize engellemeye başlıyoruz gibi geliyor. Bir hareketten bahsederken, erkek egemen ideolojiden büyük ölçekte kendini ayırmayı başarabilmiş, bu ideolojinin içimizde her gün yeniden ürettirdiği değerlerle, rekabetle, ötekileştirme ile, hiyerarşik eril yapılanma ve yaklaşımlarla, aslında erkekliği her gün yeniden üreten iktidarlarla yine erkek egemen ideolojinin üreticisi olan militarizmle, din, dil, ırk ayrımcılığıyla hesaplaşan bir kadın bilinciyle örülmüş birliktelikten, bu birlikteliği besleyen ve yükselten güçlü bir dinamikten ve bu dinamiğin sarf ettiği sözlerle büyük bir etki alanı yaratabilmesinden, taleplerin yaşamda adım adım karşılık bulabilmesinden bahsedebilmek gerekiyor sanırım. Böyle bakınca yaşadığımız coğraf-

29

yada, birbirlerinden parçalı duruşlar sergileyen ve en acısı farklılıklarıyla ortaklıkları büyüterek yürüyebilen bir durumda olmaktan çok ayrı ayrı kadınlar olarak durmaktayız. Belki daha doğruya giderken bu yanlışlığı yaşayarak görmek gerekiyor kim bilir. Hem yanlışı yapmak da bunca ezilmişliğin içinde biz kadınların da hakkıdır elbet. Gerçi bunları söylerken, Kürt kadın hareketini bunun dışında tutmak gerektiğini de düşünmekteyim. Yaşadığımız coğrafyada kadın mücadelesini kendi zeminlerinde bir harekete dönüştürebilmeyi başarabilmişlerdir. Kürt kadınlarının vermekte olduğu özgürlük mücadelesi aslında herkes açısından irdelenmesi yer yer dersler çıkartması gereken özgün biçim ve gidişattır. DÖKH dışında kendimizi yıkmaya çalıştığımız erkek egemenliğinden kendimizi sıyırarak değerlendirmeye kalktığımızda çok şeyleri değiştireceğimizin bilincindeyim. Kadın bakış açısıyla bakıldığı zaman bir çok eksikliğin giderilebileceğini, sorunların çözülebileceğine inanmaktayım. İşin içine erkek bakış açıları girdiğinde çözümsüzlük de baş göstermekte, çaresizlik de. Ve kazanan maalesef kadınlar değil, erkeklik olmaktadır... Konu erkeklere gelmişken birkaç tespit, birkaç sitem ve birkaç düzeltme yapmak gerekmekte. Kadınların kendine özgü mücadele yöntemleri ve tarzları erkekler tarafından ya yanlış anlaşılmakta ya da belki öyle anlamak istedikleri için öyle anlaşılmakta. Doğru olan şu ki


Kadın

bağımsız kadın örgütlenmesi yürütmek, erkeklerin bizler adına, bize rağmen ve bizlerin önünde mücadele edemeyeceklerini söylemek ve kendi özgürlük kavgamızı kendimizin vermesi ve erkeklere bu konuda gölge etmeyin demek yanlış bir şey değildir; fakat bu erkeklerin hiçbir şey yapmamaları gerektiği anlamına da gelmemektedir. Burada karşımıza çıkan sorun belki de sınırların netleştirilememesi sorunu mudur bilinmez ama erkeklerin her şeyi işlerine geldiği gibi algıladıkları ve yorumladıkları bir gerçektir. Kadın sorununun erkeklerin de sorunu olduğu bir gerçektir. Çünkü özgürlük dediğimiz olgu sadece tek bir cinste ya da tek bir varlıkta tamamlanabilecek bir olgu değildir. Asıl özgürlükten, tek bir kişinin bile ezildiği, ötekileştirildiği, sömürüldüğü bir ortamda bahsetmek mümkün değildir. Bu ancak olsa olsa bir grubun ayrıcalığı olur ki bu da özgürlükten yana olan hiç kimsenin tercihi olamaz, olmamalıdır. Bu durumda söylenecek söz; kadınlar özgürleşmeden erkekler de özgürleşmeyecektir. Buradan hareketle erkeklerin kadın mücadelesi içindeki yerine bir bakmak gerekir. Az önce de bahsettiğim gibi sınırlar netleştirilmelidir. Belki sınırlar sözcüğü hepimize biraz itici gelecek ama başka hangi kelime bu durumu daha iyi açıklayabilir bilmiyorum doğrusu... Erkeklerin, hadi daraltalım sosyalist erkeklerin bir kısmı kendini bu sorunun tamamen dışında görerek, nede olsa bu kadınların sorunu ne yapacaklarsa yapsın diye bakmakta ve hiçbir şey yapmamakta. Bir kısmı sorunu

hiç kabullenmeyip erkeklik taslamaya ve iktidarlarını korumaya devam etmek için her yolu mübah görmekte. Kadın sorununu kabul edip, anladığını “anlatıp”, aslında anlamadığını hep kadınlara kadın sorunu anlatırken yakaladıklarımız vardır birde. İşte en sıkıntılı olan yaklaşım. Hiç erkekliklerini ellerinden bırakmıyorlar. Yılların iktidarlarının kendilerine verdiği bir şey. Onlar hemen anlarlar, doğruyu bilirler ve öğretirler yani kendi sorunumuzu ve kendimizin en istediğini bile bizden iyi “bilirler”. Ve yine kadınları ikinci plana atarken, erkek egemen ideolojiyi nasıl içlerinde ve üzerlerimizde devam ettirdikleriyle yüzleşmezler. Öyle ki kadınlara ‘kadın sorununu ve çözümünü” anlatırken yakalarsınız bu tipleri. Gerçi Kadın sorunundan konuşmazken de yaşamlarının her anında üretirler erkekliklerini. Yeri geliyor duygularımızı hislerimizi bile sorgulayabiliyorlar. Birçok erkeğin

30

özellikle örgütlü erkeklerin fark etmeden ya da fark ederek yaptığı şey de tamı tamına budur. Siz hiç gördünüz mü, kadın sorununu tartışırken erkeklerin kadınlar dışında kendi erkekliklerini tartıştıklarını. Sanki kadın sorunu kadınların yarattığı bir şeymiş gibi, kadınların eksiklikleri, yanlışlıkları, yapması gerekenler vs. vs. konuşurlar. Halbuki gerçekten kadının özgürleşmesinin kendisinin de özgürleşmesi olduğunu kabul eden için, erkek egemen ideoloji ile kendi erkeklikleri ile hesaplaşmayı konuşması gerekir. Kadın sorunu, en basit anlamıyla sosyalist erkeklerin de sorunudur deyince, gelin bizim adımıza konuşun demiyoruz ki, kendi özgürleşmeniz için kendi içinizdeki erkekliklerinizle mücadeleye başlayın, adım adım özgürleşmeniz için kendi birikimlerinizi yapın diyoruz. Etrafta her gün bir sürü eylem, basın açıklaması vs. olurken ey er-


kekler kadın eylemlerine katılın demiyorum. Örneğin kadına yönelik şiddete erkek cephesinden hayır diyen kendi mücadelenizi örün diyorum. Bugüne kadar ki öğretilmişliklerinizle, içselleştirdiklerinizle hesaplaşmaya başlayın diyorum. Kadın toplantılarına katılın demiyorum ya da kendi aramızda ne konuştuğumuzu merak edeceğinize, kendiniz erkekler olarak toplanıp biz nerelerde neleri yanlış yapıyoruz diye kendi erkekliklerinizi masaya yatırabilmeye başlayın diyorum. Yetmediğiniz ve yetemeyeceğiniz yerlerde kadınları dinleyin diyorum. Bu mücadeleye itirazlarla, ama’larla ya da en duyarlı cümleyle başlayıp ikincisinden itibaren kadınlarla diye devam etmeyip, kadınların söyledikleriyle yol yürümeye çalışın biraz diyorum. Deneyin bakalım kadınlarla ilgili bir tek söz söylemeden kadın sorununu tartışabilmeyi başarabilecek misiniz? Çünkü kadın sorunu erkekliğin sorunu. Ve erkekler kendilerindeki erkeklikle hesaplaşmaya başladığında, aslında erkekleri tartışmaya başladıklarında aslında kadın sorununu konuşuyor olabilirler. Tabii buradan erkekler hiçbir koşulda kadınların yanında konuşmayacaklar, kadınlarla tartışmayacaklar anlamında bir uç anlatımdan bahsetmiyorum. Kadın sorunu dendiğinde sadece erkeklerin kendi erkekliklerini tartışabilmeleri gerektiğini söylemeye çalışıyorum. Erkekler yaptıkları sohbetlerde bir iki kadın sorunu lafı ettiler mi, birkaç kere kadınların olduğu ortamda bulaşık yıkadılar mı hele hele oturup da kadınlara sizi anlıyoruz dediler mi

kendilerini erkeklikten tamamen sıyrılmış sayarlar. Bunları bu açıklıkta söylediğimizde, belki birçok erkeğin özellikle de örgütlü erkeklerin kabullenemeyeceği durumlar olur. Bunu biz kadınlar anlattığımızda ise karşılaştığımız cevap hep aynı olur. ‘Beni böyle değiştiremezsin!!!’ Biz erkek egemen ideolojiyle ve bunun tüm taşıyıcıları ile mücadeleye devam ederken, erkeklere de kendi erkeklikleri ile mücadele edebilmek düşüyor. Biz hem yıllardır ezilmiş, ikincilleştirilmiş cins olarak kendimizi bulmaya hem de sizleri değiştirebilmeye çalışırken, erkeklerde biraz değişebilmek için çaba sarf etmelidir artık diyorum. Zaten bu sohbet de bu çabamın sonucudur. Yani oturup konuşuyoruz, yeri gelince kırgınlığımızı belli ediyoruz, yeri gelince şaka yoluyla da söylüyoruz ama nedense erkekleri böyle değiştiremiyoruz. İyi de zaten değişim için önce istemek ve özeleştiri yapmak gerekiyor. Bu cevabı veren erkekler bunu yapıyorlar mı işte ondan şüpheliyim… Yazarken hep şunu düşündüm. Evet bizler yani kadınlar hepimiz örgütlü alanlarda da bir çok sorunla karşılaşıyoruz. Yapacak bir şey yok demek yanlış olur. Yapacak çok şey var. Biz kadınlar yaşamın her alanında erkek egemen ideolojiyle nasıl mücadele ediyorsak, içinde bulunduğum karma kurumların içindeki erkeklerin de dönüp bir kendine bakmasını istiyorum. Bu coğrafyada en temel en kilit sorun haline gelmiş Kürt sorununun çözümsüzlüğüne karşı demokratik

31

çözüm için, halkların eşit ve özgür kardeşliği için, her türlü sınıfsal sömürüye karşı sosyalizm için birlikte omuz omuza mücadele ettiğim yoldaşlarımın erkekliklerini sorgulamalarını ve erkeklikleri ile de mücadele etmelerini isterken, kendime ha cesaret deyip adına da özgürlüğü almış bir hareketin içinde yazma cesareti bulmuş bir genç kadın olarak Çok şey mi istiyorum… Gerçekten ÇOK ŞEY İSTEMİYORUM...


Politik

Yakup Karabacak

anayasa nasıl değişir? Ne askeri vesayet rejiminin son bulması, ne de Kürt sorununun çözümü 82 darbe anayasası değişmeden mümkün değildir. Peki anayasalar nasıl değişir ya da değiştirmek eski kitabı atıp yenisini almak olarak kabul edilebilir mi? Alman nasyonal sosyalistleri iktidara geldiğinde Weimer Cumhuriyeti’nin, özgürlükçü sayılabilecek anayasasına dokunmadılar. Aynı anayasa 2. Paylaşım Savaşı sona erip Almanya ikiye bölününceye kadar yürürlükteydi. Bu anayasada yazılı hiçbir cümle nasyonal sosyalistlere yaptıkları için bir gerekçe sunmuyordu. Dünyada bizim anladığımız anlamda, İngiltere, İsrail gibi anayasası olmayan devletler olduğu gibi, son derece hacimli anayasalara sahip devletler de var. Anayasa metinleri bu yönünden bakıldığında hiçbir anlam ifade etmeyebilir; tüm anayasalar, en demokratik şekilde yazıldığı iddia olunan, muhtevası en özgürlükçü olan bile, Almanya örneğinde olduğu gibi bir kağıt parçasından ibaret kalıverir. O halde anayasanın değişiminden kastın, edebi veya soyutlamış huku-

kun yeniden tarifi veya soyutlanması olmadığını tarih bize açıkça ifade etmiştir diyebiliriz. Öğretici ve düşündürücü bir diğer örnek de 61 anayasasıdır. Kimin ve nasıl yapıldığının yıllarca sosyalistlerin saflarında bile göz ardı edildiği, mahcup ya da aleni olarak tasdik edilen bu anayasa metninin, militarist güçlerin oligarşik yapı içerisinde nasıl vasi durumuna gelmesine zemin olduğu halen daha tam anlamıyla bilince çıkmış değil. 61 Anayasasının bir askeri darbe ile yapıldığını unutmazsak, bu sonuç şaşırtıcı değildir. Yani anayasa darbe yoluyla değişebilir. Türkiye'de tedahülde olan dahil üç anayasa bu şekilde yapılmıştır.

32

Türkiye'de askeri vesayet rejimi anayasal güvence altındadır. Cengiz Çandar geçtiğimiz günlerde köşesinde son derece doğru bir denklem kurmuştur; Türkiye'de 1000'i aşkın Kürt çocuğunun 'taş atmaktan' dolayı cezaevinde olduğunu hatırlatırken, hükümeti devirme planı yapmakla suçlanan generallerin nasıl tutuksuz yargılandığına dikkat çekmiştir; olan kendi deyimiyle zulüm ve hayal kı-


rıklığıdır. Kürt sorununda çözümsüzlüğe son demeden askeri vesayet rejimini ortadan kaldırmanın mümkün olmadığını ortaya koyan güzel bir örnek. Durumu bir gelişmeyi de biz hatırlatarak daha anlaşılır kılalım. Tekel işçileri, 4-c mağduru işçiler bir ayı geçen süredir, Ankara'yı ayağa kaldırmış durumdalar. Hepimize önemli bir ders veriyorlar: etnik ve dini olarak bölünmüş işçi sınıfının nasıl yan yana durabildiklerinin, bölünmüşlüğün ve şovenizmin etkisinden kurtulabildiğinin anlamlı bir örneği. 4 Şubat'ta 'iş bırakma eylemi' kararı alan konfederasyona hükümet hemen bir hatırlatmada bulundu: yasadışı işler yapıyorsunuz. Doğru, işçinin iş bırakması da genel grev de suç! Neye göre 82 anayasasına göre. Örgütlenmek suç, düşünceni açıklaman suç; darbe yapmak, Kürdü bire kadar kırmaya gayret etmek suç değil! 82 Anayasasının kısmen veya tamamen değişmesi yönünde sosyalistlerin dışındaki çevrelerin de talepleri var. Hatta iktidar partisi AKP de anayasayı değiştirmekten yana. Peki nasıl? AKP tavrını açıkladı; uzlaşarak bu süreci nihayete erdirebileceğini sanıyor. Militarist ve statükocu güçlerle anlaşarak, Kürt sorununu Mustafa Erdoğan'ın yerinde tabiriyle 'kürtleri AKP'lileştirerek devlete entegre etmeye' gayret ediyor. Bu hayal boş hayal, bu sokak çıkmaz sokak; üstelik biz bu çıkmaz sokakta oturmuyoruz. AKP'nin gittiği yolda giderek, uzlaşarak, demokratik bir anayasa yapılmaz. Liberal çevrelerin AKP'yi teşviki de bu sonucu değiştirmez.

Çünkü AKP'nin demokratikleşme, sivilleşme planı yoktur. Böyle olunca da, en ateşli lafların edildiği, darbe planlarının ifşası bile bu rotada seyretmezdi. Darbe planlarının kayıtlarının gizli gizli bavullar içinde servis edilmesi başka neye işaret edebilir? Demokratikleşme, sivilleşme bayram günü gibi olurdu, tıpkı Habur'da Kürt halkının evlatlarını karşıladığı gibi. Aynı inanç ve bakış açısı olmadığı için, darbe planlarını ordudan dışarı çıkaranlar, Ergenekon duruşmasının gizli tanıkları hep gizlidir. Bu gölgeler karanlıktan çıkmamaktadırlar, gerçek bir aydınlığın peşinden koşmamaktadırlar. Aksi takdirde o bavullar, gizli saklı değil, çalgılı konvoylu alaylarla kamuoyuna duyurulurdu. Başbakan genelkurmay başkanıyla paslaşa dursun; kendi bakanının 'çözemezsek bizi çözer dediği' Kürt sorunu AKP'yi çözmeye başlamıştır bile. Tasfiye ve Kürtleri devlete entegre etme çabaları Kürt özgürlük hareketinin tutarlı ve güçlü demokratikleşme mevzilerini geçememiştir. Anayasayı değiştirecek güç açığa çıkmamış değildir. Doğuda da batıda da Kürt halkı en örgütlü talepkar güç olmaya devam ederken, Tekel işçileri de bu talebin, tüm bölünmüşlüğü ortadan kalkarken tarafı olacaktır. Kent yoksulları, kadınlar, çevre hareketi,... sokaklara dökülmediği ve yeni anayasa yapma bayrağını AKP'nin elinden almadığı sürece böyle bir sürecin oluşması mümkün değildir. Bu süreci yaratmanın şartları her zamankinden uygundur. Sosyalistler, işçiler daya-

33

nışmanın yanında onlara gerçek siyasal ve ekonomik hedeflerini gösterdiğinde Türk işçisi de, yoksulu da tüm bölünmüşlüklerinden kurtulup Habur’daki coşkuyla Bitlis, Samsun, İzmir Tekel işçilerinin direniş coşkusunu birleştirerek demokratikleşme ve sivilleşme bayrağını AKP'nin elinden alacaktır. Böylelikle ya AKP'yi yeni ve gerçekten demokratik ve sivil bir anayasayı kabul etmeye mecbur bırakacaktır ya da onu ve oligarşinin partilerini halkların vicdanında ve siyasette mahkum edecektir.


Toplum

Pınar Tuzcu

avrupa’da yeni sağ ve muhafaza(kâr)lık kıskacında göçmenler „Yabancı sana sen olma fırsatını veriyor, seni bir yabancıya dönüştürerek1 ” GİRİŞ Dünya pazarında her şey her gün bir başka değişim içine girmektedir. Değişen her şey yeni bir devinimle yaşanılan mekânlardan içinde bulunulan sisteme ideolojilere kadar pek çok olguyu yeniden tanımlanmaya mahkûm etmektedir. Bu yüzdendedir ki “yeni” sağ, “yeni” sol, “yeni” muhafazakârcılık vs. gibi kavramlar üretmek sosyolojik açıdan zorunlu hale gelmiştir. Bu durum aslında bir zorunluluktan öte içinde yaşanılan sistemin gelişimini, dönüşümünü yalnız ekonomik olarak değil, fakat aynı zamanda ideolojik olarak da ortaya koymanın gerekliliğinin bir sonucudur. Bundan ötürü sosyolojik bir popülarizmi çağrıştıran “yeni” ve dolayısıyla da “eski” ön sıfatları kronolojik bir sıralamanın ötesinde mevcut düşüncel yapının geçirdiği ya da geçir(e)medigi evrime işaret etmektedir. Bu düşünce yapısının içerisindeki bir başka devinim ise evsizliği dün-

yanın kaderine dönüştüren göçtür. Kültürel sınırlar ve geçişlerle birlikte göç, ayni zamanda pek çok çağdaş akıl yürütmenin yolculuk programlarına derinden kazınmış bir meseledir. Çünkü göçerlik veya bir anlamda sürgün “kesintili bir var olma durumu”dur ve geride bıraktığınızla ve kaçınılmaz olarak buluştuğunuz ortamla da kavgaya tutuşma biçimidir. Bundan dolayıdır ki “modern kültürün güçlü, hatta zenginleştirici bir motifi”ne dönüşmüştür (Chambers, 2005: 10-11). Ancak zenginleştirici ve güçlü bu motifin, yeniden şekillenen ekonomik ve sosyal dönüşümlerin dışında tartışılması olanaksızdır. Göç olgusunun 21. yüzyıla damgasını vurmuş olması ideolojik tutumların göçle tanımladıkları konumun bir sonucu ve aynı anda da bir nedeni haline gelmesi ile açıklanabilir. 21. yüzyılda açık bir biçimde görülmektedir ki daha dün göçü “doğal bir sirkülâsyon”, “önüne geçilemez” ve “engellenemez” bir dalga, ekonomik devinirliğin “mutlak” bir sonucu olarak ilan edenler bugün göçün kontrollü halinden, suç ile göç ve göçmen ilişkisinden bahsetmekte, göçü açıktan “istenmeyen” vahşi bir hareketli-

34

lik olarak tanımlamayı yeğlemektedirler. Göçü önceleri tedbirli bir ağızla da olsa teşvik eden anlayış, özellikle 1970’li yıllardan bu yana, dozajı artan bicimde şovenist antigöçmen bir tavra dönüşmüştür. Bu yazıda ise bu tarihsel sürece denk düşen Yeni Sağ ideolojinin güçlü bir sacayağı olan muhafazakârlık ile göçün birbirine karşı duruşları irdelenecektir. Yukarıdaki argümanlar ışığında “Yeni Sağ’da Muhafaza(kâr)lık ve Göç” başlıklı bu çalışmada günümüz paradigmalarına ön gelen kavram ve tartışmalarla özellikle bu süreçten sonra göç ve muhafazakârlığı birbirine karşı duruş olarak betimleyen argümanlar ve bu argümanların reel politikadaki işlerliği ortaya konmaya çalışılacaktır. Bu argümanlar ile muhafazakârlığın popülarite kazanması arasındaki bağ “Göç kimi korkutuyor? Neden korkutuyor?” soruları ışığında irdelenecektir. Ancak, Yeni Sağ ideolojisinin temel taşlarını aldığı muhafazakârlık, güncel tartışmaları çalışmanın kapsamı dışında tutmak suretiyle ele alınacaktır. Muhafazakârlığın, yeni sağ ile arasındaki yakın ilişki ışığında, göçe karşı duruşunu ir-


Radikal sağ ve post-fasist ideolojilerin Avrupa`ya ilişkin tasarımları, onlara meşruiyet ve popülarite sağlayan bu refah şovenizmi motifinin ötesinde, ırkçı-özcü dayanaklara da sahiptir. Bu akımların sözcüleri, yabancı istilası ve “Amerikan kültür emperyalizmi“ karşısında Avrupa kültürünün nefsi müdafaa hakkından söz ederken, sıklıkla ırkçı tanımlamalara başvurmaktadırlar. Avrupa ırkının veya "indo Cermen" Avrupa’nın tehlikede olduğu söylemiyle esas itibariyle Aryan bir soy çizgisiyle, bu çizginin kadim pagan köklerine uzanan tarihsel süreklilik ile bağ kurulmaktadır. delemek suretiyle kaleme alınan bu çalışmanın, muhafazakârlığın ne olduğu ya da ne olmadığı konusunda yürütülen siyaset sosyolojisi disiplinine ait olan tartışmaları içermediğini vurgulamak isterim. Muhafazakârlık ve muhafazakârlığın günümüz politik çehresi ile göçün ve göçmenin çakıştığı nokta tartışmanın ana ekseni olacaktır. Muhafazakârlığın göçe karşı tutumundan, kendini göç argümanlarıyla nasıl yeniden ürettiğinden ve göçmeni neye karşı ve nasıl bir tehdit olarak algıladığı çerçevesinde yürütülecek bu tartışma, muhafazakârlık ve göçün yan yana tartışılması noktasında en olanaklı ve en elverişli bicimde gerekli tarihsel ve güncel argümanları sunan Batı Avrupa’yaözellikle Almanya ve Fransa'ya atıfla sürdürülecektir. Bunun nedeni ise Batı Avrupa’nın gelişen ekonomik dinamiklerin gereği olarak Almanya ve

Fransa ile güçleneceği düşüncesi ile bu iki ülkede gelişen “refah şovenist” politik süreçle göç/göçmen arasındaki bağa güçlü örnekler sunmalarıdır. Ayrıca Fransa ve Almanya 2. Dünya Savaşı sonrasında göçün bilinçli biçimde çekim merkezi olmuştur. Dolayısıyla bu ülkeler göç tarihi açısından Batı Avrupa’da yer alan önemli iki göç ülkesidir. Muhafazakârlık ve Siyaseti Muhafazakârlık (Konservatism) Latin kökenli “conserve” kelimesinden gelmektedir. “Conserve” korumak ve muhafaza etmek eylemine atıfta bulunur. Bu refleksin ideoloji olarak kurumlaşması 1789 Fransız Devrimi ile birlikte söz konusu olmuştur. Fransız Devrimin de “karşı devrimciler” mevcut statükonun korunması gerektiği düşüncesiyle bu statükoyu yıkmak isteyen Fransız Devrimini, devrimi insanlığın gelenekleştirdiği ve kurumsallaştırdığı bütün yapıları yıkmak ve dejenere etmekle itham etmiş ve kendini de bu yapıların ve geleneklerin koruyucusu ilan etmiştir. Muhafazakârlık fikri Edmund Burke’nin “Fransız Devrimine Tepkiler” adlı yapıtıyla resmi bir ideoloji haline gelerek düşünsel güç kazanmıştır. Bu yapıtıyla Burke Avrupa konservatizminin de resmi biçimini ortaya koymuştur. Konservatism 19. yy`da sosyalizm ve liberalizm gibi bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Ancak Muhafazakarlık gelenekselci yapısı gereği, tek başına bütünüyle bir sisteme ihtiyaç duyduğu fikri ile ortaya çıkmadığı

35

Muhafazakâr siyaset adına bakıldığında özellikle göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı ülkelerde ülkenin temel yapısını oluşturan pek çok kurum ve kurumsal yapı değişime uğramıştır ya da uğramak zorunda kalmıştır. Göç ve göçmenler göç ettikleri ülkenin yasasından ekonomik dinamiklerine, eğitimden yerleşim düzenine kadar pek çok şeyi etkilerler ve değişime tabi tutarlar. Ancak belirtmek gerekir ki bu değişimler bütünü her göçmen ülkesinde aynı biçimde, radikal bir şekilde gerçekleşmez. Çünkü yapı ve statüko kendi içinde direngendir ve belirli ölçülerde bu değişime müsaade eder.

için “yenilikçi hareketlere” mesafelidir. Bu anlamıyla mevcut sistemin özellikle kurumsal yapılarını ortadan kaldırılmasına karşı bir duruştur muhafazakarlık. Edmund Burke ile kurumsal eylemlilik kazanan bu “ideoloji” devrimi toptan bir yıkım olarak görür. Devrimci tecrübe onlar için insanlığın çok uzun yıllardır biriktirmiş olduğu tecrübe ve deneyimlerin bir çırpıda “acımasızca” harcanması anlamına gelmektedir. Çünkü Burke önderliğindeki muhafazakârlar bu tecrübe ve geleneklerin zaman içinde geleneksel biçimde kurumlaştığını, dolayısıyla da mevcut olanın korunması ve kollanması gerektiğini iddia ederler. Onlara göre başka türlüsü insanı ve insanın kendi emeğiyle yarattığı bu “değerli” geçmişi inkâr etmek anlamına gelecektir. Muhafazakârlık, statükoyu tehlikede olduğu iddiasıyla korumak ve muhafaza etmek amacı ile ortaya çıkar.


Toplum

Yani değişim ve dönüşüm riski, dolayısıyla statükonun deformasyona uğradığı inancı ve düşüncesi bir savunma ve müdahafa etme refleksini ortaya çıkarır. Her ideoloji her düşünce tipi kendi içinde muhafazakârlaşabilir.2 Muhafazakârlığın temelinde savunmada olmak vardır. Ancak müdaafa saldırısını çelişkili bulmaz tam tersine “saldırının en iyi savunuculuk” olduğuna inanırlar. Bu saldırıyı ise bir nefsi müdafaa örüntüsüyle sunar, dolayısıyla onda özünde kendini koruma ve müdafaa etme güdüsü vardır. Muhafazakârlık bir ideoloji olarak “tarihseldir”, “maddeseldir”, “hiyerarşiktir”, “dindardır”, “modernleşmeye karşı” ve “şüphecidir”. “Gelenekselcilik” muhafazakârlığın doğasında vardır (Götler, 1999: 21– 24). Bugün ise muhafazakârlık bir siyaset olarak “Yeni Sağ”ın bir ideolojik unsurudur ve yeni sağ siyasetin içinde kendini eriterek önemli mevkii elde etmiştir. Bu anlamda yeni sağ siyasette oldukça baskın bir rol oynamaktadır. Stephen Eric Bronner Yeni Sağ’ı devrimlere ve yeni stil projelere açık olmayan ve genellikle dini ve kültürel açıdan muhafazakâr ve uluslararası3 olarak tanımlanmıştır. Dini fundamentalizmin ise yeni sağın ayırıcı özelliği olarak vurgulamıştır (Bronner, 1997: 18). Görüldüğü gibi Yeni Sağ’a atıfla yapılan bütün bu nitelemeler muhafazakârlık nitelemeleriyle neredeyse birebir örtüşmektedir. Yeni sağ düşüncesinin önemli bir ayağı olan muhafazakârlığın temel argümanlarını bu yeni çizgi bağlamında

şu biçimiyle sıralayabiliriz: 1. Eski refah devlet düşüncesini savunmak 2. Neo liberalizm ile yapısal bir bağ içinde bulunmak4 3. Piyasanın isleyiş mekanizmasına saygı duymak, ancak onun her sosyal probleme çözüm olmadığına inanmak5 (Cleme, 2002: 49). Ancak muhafazakârlık bir siyaset olarak “Küreselleşme”ye denk düşen bir süreçte, başka bir görüntü ile karşımıza çıkmaktadır. Bu değişim kapitalist sistemin liberal söylemlere ihtiyacı kalmayacak biçimde güçlenmesi ile açıklanabilir. Bu anlamıyla muhafazakârlık katı ve dogma tutumuyla kapitalizmin ve devletin yeni yüzüdür. Daha önce aynı sistem liberal söylemin her türlü “sempati” uyandıracak ölçülerini, “özgürlük, eşitlik ve adalet” ile örüntüleşerek kitlelere sunmuştur. Yeni sağ olarak saptanan ve muhafazakâr yapısal dönüşüm ile kendine yeniden bir rol biçen devlet “post-vahşi” kapitalizm ile sekter, ayrımcı ve ırkçı olarak karşımıza çıkmaktadır. Yeni sağ olarak adlandırılan ve 1980`sonrasına denk düsen bu süreçle ilgili vurgulanması gereken önemli bir nokta ise 1950’lerin 1960’ların Avrupa’sındaki cılız kalkışmadan sonraki asıl büyük radikal sağ dalga olarak tasvir edilen sürecin karakteristik özelliklerinden birisinin modern sağcılıkla, hatta genel olarak postmodern siyaset tarzıyla (neo)faşizm arasında bir titreşim oluşturmasıdır. Avrupa`da zuhur eden bu yeni sağcılığın ortak tabanı “bölgeci bir milliyetçilik temelinde seçkinci, kültürel

36

Uluslararası göç toplumları yeniden şekillendirdiği gibi kaçınılmaz bir şekilde siyasi hayatı da etkiler. Ancak, paradoksal olarak, uluslararası göç genellikle siyasi önemi göz ardı edilerek sosyo-ekonomik bir fenomen olarak görülmektedir (Castles ve Miller, 2008: 57). Bu görüşün temel nedeni ise batının yabancı emek toplama kararıdır. Dolayısıyla göç teşvik edildiği dönemlerde ekonomik çöküşün telafisinin ya da “ülke”yi yeniden yapılandırmanın en kolay, en ucuz ve en ivedi yolu olarak görülmüştür. ırkçı ve refah şovenisti bir sağcılıktır” (Bora, 2005: 242). Küresel kapitalizme eklemlenme mücadelesinin kızıştığı 1980’lerin sonlarından beri büyük sermaye global ağların mevcut avantajlarından yararlanmak üzere liberal söylemin kendisinden açıkça uzaklaşmıştır. Refah devlet şovenizmi ile ortaya çıkan “devletin bekası”; “her yerde, her zaman” var olma iddiasıyla manipüle edilen bir söylem, politik arenada ırkçılık ve ayrımcılık propagandalarıyla daha da görünür hale gelmiştir. Dolayısıyla devlet kapitalist sistemde liberal ideolojinin “özgürlükçü“ söylemine artık ihtiyacı kalmadığını bu propaganda süreci ile yaptığı “hukuksal” anlaşmayla birlikte açıkça ilan etmiştir. Dahası bir zamanlar pek de sıcak bakmadığı muhafazakârlığın tutucu söylemleri üzerinden popülist politika üreterek, hem sınır aşırı hem de bir o kadar da milliyetçi argümanları birlikte kullanmayı başarmıştır.


Bütün bu noktaları somutlaştırmak açısından gözümüzü Avrupa`ya çevirdiğimizde ise özellikle 1980 sonrasında Batı Avrupa’da sağ ideolojinin yükselişi6ne şahit olmaktayız7. Avrupa`da sağcı partilerinin göç ve suç arasındaki bağ, temel kazanımların kaybedildiği, batı dışından gelen göçmenlerin güvenliği tehdit ettiği, huzuru bozduğu gibi kaygılar ve önyargılar üzerinde yoğunlaştığını görürüz. Bu noktada ise refah şovenisti söylem etkin bir rol oynamaktadır. Refah şovenizmi ile Avrupa’nın bir refah adası olarak muhafaza edilmesi kaygısı yeniden üretilmektedir. Avrupa`daki radikal sağ hareketlerin Avrupa ya da Avrupa Birliği politikasına ilişkin görüşlerine damgasını vuran temel motif budur. Ancak Tanıl Bora’nın (2005: 254) da altını çizdiği gibi sadece aşırılar değil, hemen tüm Avrupa sağı Avrupa Birliği fikrine özellikle bu “yabancı“ ve “yozlaştırıcı“ sızıntılara izin verdiği suçlamasıyla yüklenmekte ve Avrupa Birliği’nin göçmen akışına karşı bir tahkimat kalesi olarak biçimlenmesini önermektedir. Radikal sağ ve post-fasist ideolojilerin Avrupa`ya ilişkin tasarımları, onlara meşruiyet ve popülarite sağlayan bu refah şovenizmi motifinin ötesinde, ırkçı-özcü dayanaklara da sahiptir. Bu akımların sözcüleri, yabancı istilası ve “Amerikan kültür emperyalizmi“ karşısında Avrupa kültürünün nefsi müdafaa hakkından söz ederken, sıklıkla ırkçı tanımlamalara başvurmaktadırlar. Avrupa ırkının veya "indo Cermen" Avrupa’nın tehlikede olduğu söylemiyle esas iti-

bariyle Aryan bir soy çizgisiyle, bu çizginin kadim pagan köklerine uzanan tarihsel süreklilik ile bağ kurulmaktadır. Elbette, Avrupa’nın yeniden dünyanın merkezi ve hâkimi olması ülküsüyle de birleşen bu nefsi müdafaa misyonu ibresinde yeni sağ düşünürlerinin çoğu Avrupa’yı Almanya-Fransa ekseninin yükseltileceğini düşünmektedir (Bora, 2005: 255). Bu iki ülkenin ise hem muhafazakârlığın kemik argümanlarından hem de yeni sağ partilerin anti-göçmen propagandalarından beslenmesi tesadüften öte bir durumdur. Avrupa’da Göçmenler: Misafir İşçiden Gitmeyen “Misafir”lere Göç hareketliliği değişimi ve “değişik olanlar”ın bir araya gelmesini ifade eder. Bu anlamda göç “değişimler” dizisidir ve bu değişim öncelikle kişinin yer değiştirmesi ve göç ettiği varış noktasındaki kişileri değişik olan kültür, dil ve gelenekleriyle değiştirmesi ve kendisinin de bu değişimden pay alması eksenin de işler. Göçün kanatlarını değişim, devinim ve dönüşüm oluşturmaktadır. Ebetteki bahsedilen değişimler demeti bir noktadan bir diğer noktaya seri halinde ilerlemez. Göç, göçmenlerle “yerli”ler arasında kültürel değişime katkı sağlayarak, çoktan kabul edilmiş pek çok olgunun sorgulanmasını sağlar. Muhafazakâr siyaset adına bakıldığında özellikle göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı ülkelerde ülkenin temel yapısını oluşturan pek çok kurum ve kurumsal yapı değişime uğ-

37

ramıştır ya da uğramak zorunda kalmıştır. Göç ve göçmenler göç ettikleri ülkenin yasasından ekonomik dinamiklerine, eğitimden yerleşim düzenine kadar pek çok şeyi etkilerler ve değişime tabi tutarlar. Ancak belirtmek gerekir ki bu değişimler bütünü her göçmen ülkesinde aynı biçimde, radikal bir şekilde gerçekleşmez. Çünkü yapı ve statüko kendi içinde direngendir ve belirli ölçülerde bu değişime müsaade eder. Dolayısıyla hızlı bir değişimin gerekliliği, değişimin kaçınılmaz olduğu durumlarda vurgulanır. Bu hızlı değişim ise ancak o ülkenin bir göçmen ülkesi olduğunu kabul etmekle başlayacaktır.8 Dolayısıyla kapitalist düzen içinde tartışıldığında, muhafazakârlık ve göç ya da muhafazakarlık ve göçmen yan yana geldiğinde milliyetçilik, faşizm ve ayrımcılık ön plana çıkmaktadır. Çünkü korumak ve kollamak istenilen şey “tehdit eden olarak” yabancı olanın varlığında cisimleştirilir. Bu farklı olanı reddetmek anlamına gelir. Açıktan ayrımcılıktır ve asimilasyon ise bu ayrımcı düşüncenin bir politikası olarak karşımıza çıkar. 21. yüzyılın en yabancısı ise göçmenlerdir. Dolayısıyla korumayı kendine görev biçmiş olan muhafazakârlık için “göçmen yabancı olmanın mutlak bir sonucu olarak tehdittir”. Peki, bir yeni sağ argümanı olarak muhafazakârlık her zaman göçü karşısına mı alır ya da göç ne zaman muhafazakâr siyaset tarafından kabul edilebilir bir olgudur, ne zaman değildir? Ebetteki göç kontrol edilebilirliği ölçüsünde kabul edilir. Şayet göç kontrol edilemez hale gelmişse bu


Toplum

noktada muhafazakâr cephe için göç durdurulması gereken bir “akın”dır. Ancak yaşanılan göç tecrübesi göstermiştir ki insan hareketliliği istenildiğinde başlatılacak ve istenildiğinde durdurulabilecek kadar basit bir dinamizm değil tam tersine başvurulacak en faşist ve ayrımcı yasaları bile alt üst edecek biçimde karmaşık ve isyankar bir deneyimdir. Bu durumda ise statüko daha direngen, daha kitlesel bir refleks ortaya koymak ister. Bu ise yaşanılan topraklara yabancılara karşı yaygın bir korku salmak, milliyetçi ve dini öğeler bütünün de onları ötekileştirmektir ki bu çıkış kendiliğinden ve kendi özünden muhafazakârlığı doğurur ya da göçe karşı geliştirilen bu refleksi de muhafazakârlığın boynunun borcu olarak görür. Öte yandan başta yabancının topraklara taşıdığı dezavantajlar öncelenerek “Anadilimiz, kültürümüz, dinimiz her şeyimiz elden gidiyor” şeklindeki demeçlerle topluma yaygın bir güvensizlik duygusu saçılır. Peki, kapitalist süreçte muhafazakârlığın göçe karşı takındığı tutumu şekilden sekile sokan neden nedir? Bu noktada altı çizmek gerekir ki muhafazakarlık çok önceden beri göçe hep mesafeli ve isteksizce bir tutumla yaklaşmıştır. Kapitalist düzenin yeni stratejisi olan Yeni Sağ ideolojisinde, burjuva sınıfı muhafazakâr siyasete önderlik yapmaktadır. Bu siyaseti şekilden şekle sokan ise burjuvazinin değişen çıkarlardır. Dolayısıyla ucuz emeğe kısacası göçe ihtiyacı olduğu dönemlerde kalkınma politikalarının bir gereği olarak göçü ve göçmeni çeşitli kolaylaştırıcı yasalarla göçmeni

“içeri almış”tır. Onlara ihtiyacı kalmadığı küreselleşme döneminde ise küresel krizlerin varlığı “bahane” edilerek özelde fabrikalardan, genelde ise ülkeden “dışarı atma”nın yolları politik bir süreç olarak işletilmektedir. Bu noktada ise hayali cemaatlerin hayali imgeleri devreye girer. Vatan bütünlüğü, dil, gelenekler, istihdam sorunları vb. politik argümanlar olarak karşımıza çıkar. Şoven refah devleti imgeleri ile göçmenler devlet ve millet için sadece “zarar” olarak ilan edilir. Bu durum ise Batı Avrupa başta olmak üzere göçmen ülkelerinde yükselen muhafazakâr ideolojinin politik zeminine katkıda bulunan ırkçılığın bir resmidir. Belirli gruplara karşı ırkçılık hemen tüm göçmen ülkelerinde söz konusu olur. Ekonomik mucize döneminin 1970`li yıllarda duraklamaya başlaması ve işsizlik probleminin ortaya çıkması ile birlikte Batı Avrupa`da ırkçılık yaygınlaşmaya başladı. Irkçılık toplumsal grupların diğer grupları görünüş veya kültürel işaret temelinde farklı veya aşağı statüde sınıflandırma işlemi olarak tanımlanabilir. Bu işlem ekonomik, toplumsal ve siyasal gücü kapsar ve genellikle tanımlanan grubun dışlanmasını ya da sömürülmesini meşrulaştırma amacı taşır (Castles ve Miller: 2008, 48). Bu noktada altı çi-

38

zilmesi gereken en önemli husus dışlamanın beraberinde sömürüyü meşru kılarak kolaylaştırdığıdır. Dolayısıyla ucuz emek potansiyeli olan siyahlar, kadınlar, çocuklar ve bu kümenin hepsini içeren göçmenler Yedek İşgücü Ordusu9’nun aktörleri haline gelir. Ucuz emek aktörleri olmaları onları bu dışlama sürecinin parçası haline getirmez. Dışlanmaları onları ucuz emek potansiyeli haline çevirir ve bu anlamda da ırkçılık ve ayrımcılık kapitalist düzen için işlevsel bir anlam taşır. Dolayısıyla ırkçılık, toplumsal olarak inşa edilmiş farklılıklar temelinde insanların kişiliği, yetenekleri veya davranışları hakkında kehanette bulunmak anlamına gelir. Egemen grubun gücü, tahakküm edilen grubun dışlanmasını veya onlara karşı ayrımcılık yapılmasını sağlayan (kanunlar, politikalar ve idari uygulamalar gibi) geliştirilmiş yapılarla, yani devlet eliyle sürdürülür. Uluslararası göç toplumları yeniden şekillendirdiği gibi kaçınılmaz bir şekilde siyasi hayatı da etkiler. Ancak, paradoksal olarak, uluslararası göç genellikle siyasi önemi göz ardı edilerek sosyo-ekonomik bir fenomen olarak görülmektedir (Castles


Yaşanılan ekonomik yayılma politikasında geri de kalma korkusu ile göçmenlere uzunca yıllar kapılarını açan Batı Avrupa ülkelerinde “yeni sağ”, göçmenler üzerinden yürüttüğü anti-göçmen politikalarla ciddi bir yükseliş göstermiştir. Aynı anda ise sağın yürüttüğü bu politikalar sorun olarak gördükleri/gösterdikleri ve mücadele etmeyi vaat ettikleri göçmenleri yeniden bir “sorun”a dönüştürerek, göçmenler için sağı bir “sorun” olarak yeniden üretmektedir. Dolayısıyla akla şu soru gelmektedir: “Göçmenler mi sağ için yoksa Sağ mı göçmenler için bir sorundur?” ve Miller, 2008: 57). Bu görüşün temel nedeni ise batının yabancı emek toplama kararıdır. Dolayısıyla göç teşvik edildiği dönemlerde ekonomik çöküşün telafisinin ya da “ülke”yi yeniden yapılandırmanın en kolay, en ucuz ve en ivedi yolu olarak görülmüştür. Batı Avrupa’da sömürgecilik sonrası konjonktürde ırkçılığın tarihsel açıklaması, ulus inşası ve sömürgeci genişlemeyle ilişkili etnik çatışma yoluyla gelişen geleneklerde ideolojilerde ve kültürel pratiklerde yatar. Son zamanlar yükselen ırkçılığın sebebi ise batı düşüncesine içkin olan iyimser ilerleme anlayışını tartışmalı hale getiren köklü ekonomik değişimlerin temelinde yatmaktadır. 1970`lerden beri toplumun çoğu kesimi, ekonomik yeniden yapılanma sürecinde ortaya çıkan kültürel değişimi geçimlerine, toplumsal koşullarına ve kimliklerine doğrudan tehdit olarak algılamışlardır. Aşırı sağ tara-

fından hevesle desteklenen bu yaklaşım ayni zamanda merkezde yer alan çoğu siyasetçi tarafından da benimsenmektedir. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere bazı ülkelerde ise yerleşik olan bu ırkçılık yabancılara karşı düşmanlık, etnosantrizm ya da yabancı düşmanlığı gibi örtmecelerle (Castles ve Millers 2008: 48) manipüle edilmeye çalışılır. Bu noktada toplumsal ve kültürel bir çatışmanın varlığından bahsedilerek çatışmanın aktörleri olan göçmenler üzerinde geleceklerinden, geçmişlerine, kazanacakları paradan, gidecekleri okulu belirlemeye kadar her türlü hak iddia edilir. Oysaki yabancı olarak adlandırılan göçmenler varlıklarıyla kendi dışındakilere yerli olma hakkı verirler. Göçmenin ya da “yabancının” gelişiyle beraber artık “yerli” olanlar ise bu hakkı bir tahakküme çevirirler. Yerli olmanın gücü dışlamak, en iyi olanı hak etmek, daha fazla söz sahibi olmak gibi “avantajların” kazanımında bir fırsat olarak sunulur. Politik olarak ise amaç kitleleri karşı karşıya getirmek ve yaratılan politik ortamdan yeni korku politikaları üreterek göçmeni sömürüye, “vatandaşı” ise itaat etme ve beka politikasına hazır hale getirmektir. Göçmen ülkelerinde kriz dönemlerinde yabancıların ya da göçmenlerin “günah keçisi” ilan edilmesi ise klasik bir olaydır . 1945 sonrasının ilk dönemlerinde uluslararası emek hareketinde göç ve sınıf arasındaki hayati bağ ortaya çıkmış ve dolayısıyla göç, emek ve sermayenin çeşitli sektörlerinin çıkarları veya bölünmüş emek piyasalarındaki farklı işçi tiplerinin birleşimleri ekse10

39

ninde değerlendirilmiştir (Castles ve Miller, 2008: 50). Göç deneyiminin emek piyasasında gösterdiği en önemli gerçek ise Yedek İşgücü Ordusu’nun büyük bir kısmının göçmenler tarafından oluşturulduğudur. Yedek İşgücü Ordusu ucuz emek ve bunun transformasyonu ve esneklik ile birleşince ebetteki sömürü emek gücü dolayımında sıkıntı çeken başta Batı olmak üzere pek çok sanayi ülkesinde oldukça önemli bir rol oynamıştır. Bu açıdan vazgeçilemez bir kaynak haline dönüşmesi ve göçün özellikle emeğin çekimi konusunda teşvik edilmesi de şaşırtıcı bir politika değildir. Bütün bu süreçler ise yani göçün teşviki ve özendirilmesi liberal bir sentezi ve uygulamasını gerekli kılmaktaydı bu anlamıyla basta Batı olmak üzere uluslararası emek gücüne ihtiyaç duyan her sanayi ülkesi hoşgörü, çok kültürcülük gibi kavramlarla göçü gerekli ve amaca uygun hale getirmek için uğraş verdiler. Ebetteki bu isabetli politika göçmenlerin göçmen olma durumunu yeniden sorgulanır bir biçime sokması ile sonuçlandı. Çünkü göçmenler artık geçici değildi. Kalıcılıkları ise diğer “yerli” isçilerle eşit hak taleplerini gündeme getirdi. En azından sömürü düzeninde göçmen olmanın dezavantajlarına karşı bir mücadele ağı ile karşı karşıya kalanlar göçmenin artık geçici olmadığına karar verdiler. Oysa 19. yüzyıl ortasına doğru göç Fransa`da, tıpkı Almanya`da olduğu gibi, öncelikle iş gücü pazarının ve ekonomik büyümenin gerekliliği haline gelmişti. Almanya`ya göç ise


Toplum

özellikle işçi bulma politikasının bir sonucu olmuştur. Örneğin Fransa`da göçü durdurma kararından yirmi yıl sonra, hala göçmenden söz edilmektedir. 2 Aralık 1945 tarihli kararnamenin 6. maddesi göçmeni “ulusal toprak üzerine üç aylık bir sürenin ötesinde, kalıcı bir bicimde ve süresi belirsiz bir dönem için yerleşen yabancı” olarak tanımlamaktadır. Bu tanım göçmenin toplumsal statüsüne değinmese de işçi göçmenden söz edildiğini anlamak hiç de zor değil. Öte yandan Almanya örneğinde ise işçi “davet” edilmiştir ve bir Gastarbeiter yani “misafir işçi”dir. Ona legal bir statü sağlayan bu niteleme orada kalış süresini sınırlı olduğunu belirlemekle kalmaz, aynı zamanda neden davet edildiğini de ortaya koyar (Kastoryano, 2000: 82). Bu örnek göçmenlerin her ne kadar göç ettikleri ülke hukukunca belirlenmiş sınırlar içerisinde ülkeye alınmışlarsa da kendi iradeleri ile bu hukuki müdahaleyi nasıl bertaraf edip kalıcı hale geldiklerini açıklar. Öte yandan örnekteki ülkeler olan muhafazakâr dalganın hiç de tesadüf bir bicimde ortaya çıkmadığı Fransa ve Almanya’da ise göç süreçleri, ekonomik ve geçici bir göçten, göçmenlerin sürekli kalıcılığına doğru evirilerek bu göçe siyasi bir güç veren yeni aktörleri ortaya çıkarmıştır. Sonuç Yerine “Ne vatandaş ne yabancı, ne gerçekte Aynı’nın ne de bütünüyle Öteki’nin yanında yer alan “göçmen”, Platon’un da söz ettiği bu

“piç” ortamda, toplumsal varlıkla toplum dışı varlık arasındaki sınırda bulunur.” Pierre Bourdieu 11

Anti-göçmen düşüncesi kitlesel medyanın araç olarak kullanıldığı devlet yöneticileri tarafından sistematik olarak üretilmektedir. Biz ve tehdit olan “ötekiler” arasındaki kesin sınır göçmen ve mülteci haklarının değişim yolundaki kaldırım taşlarını döşemektedir. Bu, yabancı korkusunun “öteki”lerin “bizden olmayan” şekline dönüştürülerek yeniden imgelenmesine neden olmaktadır. Özellikle muhafazakâr politikacılar göçün kesinlikle kontrollü olması gerektiğini düşünmektedirler. Liberaller ise göçmen ve mültecilerin hepsine eşit biçimde hak tanıdıklarını söylemektedirler. İnsan hakları teorisine rağmen günlük pratikler göçmenlerin sağ temelli politikalar tarafından nasıl ezildiklerini göstermeye yetmektedir ve bugün bu sağ çoğunlukla fundamental ya da muhafazakâr sağ olarak adlandırılmaktadır. Bütün bu çerçeve de ortaya çıkan sonuç yeni sağ ideolojisi olan muhafazakâr düşüncenin ırkçı, refah şoven tavrı ile “azınlıkları” ve “ötekileri” olumsuz etkilediğidir. Yeni sağın muhafazakâr tutumundan olumsuz yönde en çok etkilenenler ise göçmenler ve özellikle göçmen işçiler olmuştur. Göçmelerin göçmen ülkelerinde potansiyel olarak vasıfsız isçi kesimini oluşturduğu düşünüldüğünde bu tutumun kapitalizmle ilişkisini görmek hiç de zor değildir. Öte yandan

40

Yaşanılan ekonomik yayılma politikasında geri de kalma korkusu ile göçmenlere uzunca yıllar kapılarını açan Batı Avrupa ülkelerinde “yeni sağ”, göçmenler üzerinden yürüttüğü anti-göçmen politikalarla ciddi bir yükseliş göstermiştir. Aynı anda ise sağın yürüttüğü bu politikalar sorun olarak gördükleri/gösterdikleri ve mücadele etmeyi vaat ettikleri göçmenleri yeniden bir “sorun”a dönüştürerek, göçmenler için sağı bir “sorun” olarak yeniden üretmektedir. Dolayısıyla akla şu soru gelmektedir: “Göçmenler mi sağ için yoksa Sağ mı göçmenler için bir sorundur?” ılıman ve radikal sağ partileri arasındaki ortak yaşam ilişkisi hiç de yeni bir durum değildir. İtalya’da Musoloni`nin “uzun yürüyüşü”, Sili’deki Pinochet dönemi gibi dünyanın en vahşi ve kanlı politikaları muhafazakârlarca kaldırım taşları döşenen olaylardır. Dolayısıyla kapitalizmin evlilik masasına oturduğu muhafazakârlık, Yeni Sağ’ın baskın unsuru olmadan önce de hiçbir zaman elleri temiz değildi (Bronner, 1997: 18). Ayrıca sonuç yerine belirtmek gerekir ki yeni sağ ideolojinin ayrımcılık ve ırkçılık politikalarını beslediği göçmenlerin emek piyasasını olumsuz etkiledikleri argümanı pek çok göç araştırmacısı tarafından yalanlanmıştır. Göç hiç de emek piyasasında bir sıkışmaya neden olmaz ve “yerli”lerin karlılarını düşürmez.12 Göç birçok nedenden dolayı yerel yerleşimciler acısından net ekonomik


kazançlar üretir. En temel düzeyde göçmenler emek arzını arttırır ve yeni mal ve hizmetlerin üretilmesine katkıda bulunurlar. Fakat kendilerine bu malların ve hizmetlerin toplam değerinden düşük bir ödeme yapıldığı için yerli işçiler grup olarak kazanmak durumundadır. Ancak yaşanan “krizler”, “büyüme baskısı” ve “küreselleşme” kapitalizmin “kâr”ını “muhafaza” etmesi için muhafazakârlaşmasını zorunlu kılmıştır. Bu agresif süreçte ise göçmenler refah devlet söylemi ile şiddetin, ırkçılığın önemli hedefi haline gelmiştir. Bu yüzden de günümüz politik sürecinde olduğu gibi faşist ve sağcı muhafazakar argümanlar göçmenin pozitif değerlerinden hiç bahsetmezler. Castles ve diğerleri göçmenin sosyo-ekonomik duruma katkı olarak göçün ekonominin hem arz hem de talep kısmını dengelediğini ileri sürmüşlerdir. Bugün göçmen onlar için sadece kültürel bir deformasyonun biricik kaynağı, ekonomik sıkıntıların günah keçisidir. Oysaki göçmenler iş alanlarını doldurdukları gibi işler de yaratırlar. Devletten talepleri olduğu gibi devlete vergi de verirler. Denizaşırı ülkelerden fon getirirler ve ithalat kadar ihracatın büyümesine de katkı da bulunurlar. Göçün talep ve arz yönlü etkileri o kadar birbirine yakındır ki ekonominin herhangi bir temel göstereni açısından sadece marjinal bir etki saptanabilir. (Castles ve Millers, 2008: 281). Yaşanılan ekonomik yayılma politikasında geri de kalma korkusu ile göçmenlere uzunca yıllar kapılarını

açan Batı Avrupa ülkelerinde “yeni sağ”, göçmenler üzerinden yürüttüğü anti-göçmen politikalarla ciddi bir yükseliş göstermiştir. Aynı anda ise sağın yürüttüğü bu politikalar sorun olarak gördükleri/gösterdikleri ve mücadele etmeyi vaat ettikleri göçmenleri yeniden bir “sorun”a dönüştürerek, göçmenler için sağı bir “sorun” olarak yeniden üretmektedir. Dolayısıyla akla şu soru gelmektedir: “Göçmenler mi sağ için yoksa Sağ mı göçmenler için bir sorundur?”

Uluslararası bu anlamda küreselleşme yanlısı olarak algılanmalıdır. Kapitalist yapı içerisinde güncel ekonomik çıkarları kontrol altında tutabilmek için kabul edilmiş sosyo-ekonomik bir durumdur uluslararası. Bu açıdan dini ve kültürel ayrımcılık dokusuna karşı çelişkili görülmemelidir. Bu nokta ilerleyen başlıklarda daha detaylı biçimde irdelenecektir. 3 Buradaki neo liberalizm kurumsal sabitliği sadece refah devlet için değil ancak toplumu bir arada tutan geleneksel bağları da kapsamaktadır ki bu bağlar muhafazakârlık ideolojisi için hayatı bir önem taşır.

NOTLAR

4 Örneğin Clay Cleme (2002)`ye göre 1 Orginali: « L`ètranger te permet

muhafazakârlar kıtlık gibi olguları kişisel

d`ètre toi-même, en faisant, de toi, un èt-

bir problem olarak değil tekrar ortaya çı-

ranger. » Bkz. Edmond Jabès, Un étran-

kabilecek sosyal bir olgu olarak değerlen-

ger avec, saus le bras, un livre de petit

dirirler. Bu anlamda da laisses fairez

format, Paris : Gallimard, 1989, s. 9.

“bırakınız yapsınlar” anlayışından ayrış-

2 Her ideoloji ve her sistem icinde

tıkları düşünülmektedir.

muhafazakar yanlar taşıyabilir. Örneğin

5 Avrupa’da sağ ideolojinin yükselişi

kapitalist sistemde, bugün, muhafazakar-

“iktidar” olmasına atıfla kullanılmaktadır.

lık bir siyaset teorisi kavramı olarak kul-

Dolayısıyla “yükseliş” ibaresi sol siyase-

lanılmaktadır. Dolayısıyla muhafazakar

tin durumunu zıt anlamda betimlemez.

siyaset ya da siyasetçi, kapitalist meka-

Bir örnek vermek gerekirse, Almanya’da

nizmanın işlemesi üzerinden belirli bir

son genel seçimlerde muhafazakâr tabanı

zümrenin, burjuvazinin çıkarlarını savu-

ile anılan CDU ve neo-liberalizmin iyi bir

nur ve bu hudutta artı değerini düşürecek

örneği olan FDP iktidarı paylaşsa da Ber-

pek çok hareketi, devinimi, değişimi red-

lin duvarının yıkışlından bu yana ilk kez

deder. Bu nokta ilerleyen başlıklarda

sosyalist bir parti (Die Linke)oyunu %5

göçle ilişkilendirilerek detaylı biçimde

den %11 oranına çıkarmıştır. Die Lin-

tartışılacaktır. Ancak neyin kimler tara-

ke’nin deneyimi ile detaylı bilgi için bkz:

fından muhafaza edilmek istendiği nok-

Murat Çakır, Die Linke bir Başarı Hika-

tasında

tartışma

yesi mi?: Almanya’da Sol Parti Dene-

“muhafazakârlık her daim gerici midir?”

yimi, Toplum ve Siyaset Serisi/1, Tarem

sorusuyla bizi karşı karşıya bırakır. Bu

Yayınları, Ekim 2009, İstanbul.

başlayan

bir

noktada, yazının çerçevesi dışına çıkma-

6 Avrupa’da yükselen sağ ile ilgili de-

mak için okuyucuya yazının içeriğinin

taylı bilgi edinmek için bkz. Hasan Saim

“Yeni sağ’da muhafazakârlık” olduğunu

Vural, Avrupa’da Radikal Sağın Yükse-

hatırlatmak isterim.

lişi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005.

41


Toplum

7 Almanya örneği gibi. Detaylı bilgi

Üniversitesi Yayınları.

GÖHLER, Gerhard, (1999), “Konser-

için bkz: Ayhan Kaya, Bahar Şahin, Kök-

ANDERSON, Benedict, (2004), Ha-

ler ve Yollar Türkiye`de Göç Süreçler, İs-

yali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri

lick”,

tanbul:

ve Yayılması, Çev: İskender Savaşır, İs-

Jahrhunderts I. Konservatismus, Hes-

tanbul: Metis Yayınları.

sische Landeszentrale für Politische Bil-

İstanbul

Bilgi

Üniversitesi

Yayınları, 2007 ve Nermin Abadan-

vatismus im 19 Jahrhundert- ein ÜberbPolitische

Teorien

des

19.

Unat, Bitmeyen Göç: Konuk İsçilikten

BORA, Tanıl, (2005), “Ek Söz: Avru-

dung, von Bernd Heidenreich, ss. 11-25.

Ulus ötesi Yurttaşlığa, İstanbul: İstanbul

pa’da Radikal Sağ ve Postfaşizmin Zih-

KASTORYANO, Riva, (2000), Kim-

Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006.

niyet Dünyası”, Avrupa’da Radikal Sağın

lik Pazarlığı: Fransa ve Almanya`da Dev-

Yükselişi, İstanbul: İletişim Yayınları, ss.

let ve Göçmen İlişkileri, Çev: Ali

241-262.

Berktay, İstanbul: İletişim Yayınları.

8 Yedek İşgücü ordusu teorisi Karl Marx’a ait bir teoridir. Bu teorinin detaylarını, teoriyi göçle ilişkili biçimde analiz

BRAUNER, Alice, (2001), Die Neue

KAYA, Ayhan; ŞAHİN, Bahar,

eden şu makalede bulabilirsiniz: Ahmet

Rechte in Deutscland: Antidemokratiche

(2007), Kökler ve Yollar Türkiye`de Göç

İçduygu ve diğerleri, “Türkiye’de İçgöç

und rassistiche Tendenzen,

Süreçler, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniver-

ve İçgöçün İşçi Hareketine Etkisi”, Tür-

Leske+Budrich,.

kiye’de İç Göç Konferansı, 6 Haziran

Opladen:

sitesi Yayınları.

BRONNER, Stephen Eric, (1997),

MARSHALL, T.H; BOTTOMORE

“Neoconservatismus and the New Right

Tom, (2006), Yurttaşlık ve Toplumsal Sı-

9 Son kriz döneminde Almanya’da

in the US and Abroad”, Neonatinalismus-

nıflar, Çev: Ayhan Kaya, İstanbul: İstan-

Nokia, Opel, Volswagen gibi büyük fab-

Neokonservatismus, (ed.) Micheal Kess-

bul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

rikalar kapatıldı.

ler, Tubingen, ss. 9-19.

1997, Bolu /Gerede, 1998, s. 213.

Örneğin Opel „ilk

OSWALD, Ingrid, (2007), Migrati-

etapta“ 11 bin işçiyi işten çıkarma kararı

CASTLES, Stephen; Miller, Mark J,

aldı. Adı geçen fabrikalarda çalışan işçi-

( 2008), Göçler Cagi: Modern Dünya`da

lerin çoğunluğunun ise „gastarbeiter“ ta-

uluslararası Göç Hareketleri, Çev: Bülent

SCHULTE, Axel; THRAENHARDT,

rihine mukabil göçmen işçiler olduğu

Uğur Bal ve İbrahim Akbulut, İstanbul:

Dietrich, (1999), Internatinal Migration

bilinmektedir.

İstanbul Üniversitesi Yayınları.

and Liberal Democration Yearbook,

onssoziologie, Konstanz: UVK Verlasgesellschaft mbH,.

10 Derya Fırat’ın Toplumbilim Der-

CHAMBERS, Iian, (2005), Göç, Kül-

gisi Göç Dosyoloji Özel Sayısı’nda yaz-

tür, Kimlik, Çev: İsmail Türkmen ve

STURM, Roland, (2002), “ A diffe-

dığı “Giriş” makalesinde kullandığı giriş

Mehmet Beşikçi, İstanbul: Ayrıntı Yayın-

rent Ball-Game?”, Conservatives Parties

sözü. Derya Fırat bu söz için kaynakçayı

ları.

React to Third Way Policies, (ed.)

adı geçen çalışmasında şöyle verilmiştir:

CLEMENS, Clay; Hirscher, Gerhard,

Pierre Bourdieu, “Préface: un analyseur

(2002), Chrictian-Democratic and Cen-

de I’inconscient”, L’immigration ou les

ter-Right Parties in Europe and North

paradoxes de I’altérité içinde, De Boeck

America: Selected Perspectives, Munich:

Université, Paris, Bürüksel. 1997.

Hanns-Seidel-Stiftung e.V.

11 Bkz: Stephen Castles, Mark J. Mil-

ÇELİK, Hıdır, (1995), Die Migrati-

ler, Göçler Çağı, İstanbul Bilgi Üniversi-

onspolitik bundesdeutscher Parteien und

tesi Yayınları, İstanbul, ss. 279-284.

Gewerkschaften: Eine kritische Bestandsaufnahme ihrer Zeitschriften, 1980-

KAYNAKLAR

1990, Köln: Potext-Verlag. FIRAT, Derya, (2003), “Giriş”, Top-

ABADAN- UNAT Nermin, (2006),

lum Bilim: Altı Aylık Dergi: Göç Sosyo-

Bitmeyen Göç: Konuk İsçilikten Ulus

loji Özel Sayısı, Ekim, sayı 17, İstanbul:

ötesi Yurttaşlığa, İstanbul: İstanbul Bilgi

Bağlam Yayınları.

42

Münster: Lit [u.a.]

Dr. Reinher C. Meier, Munich: Hanns- Seidel- Stiftung e.V. WOLLF, Rick, (2006), “Göç ve Sınıf”, Monthly Review: Bağımsız Sosyalist Dergi, Haziran, sayı 6, İstanbul: Kolkeon Yayınevi.


Ertan Altan

sosyalizmi Aydınlanma nedir? Bu soruyu Immanuel Kant soruyor ve sorusuyla isimlendirdiği kitabında cevap veriyor: ‘Aydınlanma insanın aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır.’ Aydınlanma 18. Yüzyılda Avrupa’da insanın kendi aklının dışında her türlü klavuzu saf dışı etmesi anlamına geliyordu. Aydınlanma bir akıl çağı başlattı. Buraya kadar söylediklerimin doğruluğu şüphe götürmez. Ancak doğrular her zaman düşünceyi tam olarak ifade etmek için yeterli olmayabilir. Bazen doğruyu, doğruluğu tam olarak kanıtlanamayan düşüncelerle de desteklemek gerekir. Doğru üzerine gevezelik etmek doğruyu renksiz ve sıkıcı olmaktan kurtarmak için gerekli olabilir. Bu yazıda tam olarak bunu yapacağım. Bazı temel doğrular üzerine gevezelik ederek, onları eğip bükerek doğrunun arkasındakileri de keşfetmeye çalışacağım. Şimdi bazı temel doğruları art arda sıralayalım. İlkini başta söyledim; aydınlanma düşüncesi aklın klavuzluğunda yeni bir çağ başlattı. Ansiklopedik doğrulardan devam edelim; akıl çağıyla birlikte din ve bilim arasındaki savaş bilimin galibiyetiyle sona

kılamadık erdi. Avrupa’da bunlar yaşanırken bizim İslam diyarlarında aklın özgürleşmesinden çok uzakta, koyu bir taassup altında, bilimin gerçeklerine sırtını dönmüş bir toplum vardı. Batı, akıl çağına daha erken geçtiği için sınıf mücadeleleriyle şekillenen bir toplum ortaya çıktı. Biz Batı’nın yüzyıllar içinde yaşadığı toplumsal değişmeyi uzaktan takip ettiğimiz için bugün gecikmiş toplumsal mücadeleler içinde bocalıyoruz. Bütün bunlar doğru mu? Şüphesiz doğru. Peki bu doğru tam mı? Şimdi gevezelik etmeye başlayabiliriz. Hilmi Yavuz, Türkiye’yi kuşatan zihin tarihi üzerine bir makalesinde Batı (modernizm) ve İslam kültürü arasındaki farkı dünyaya yüklenen anlamla açıklar. Buna göre dünyayı kullanılabilir kılmak, dünyayı araçsal aklın yani doğa bilimlerinin ve teknolojinin bir nesnesi durumuna getiriyor. Doğayı insanın ihtiyaçları için dizayn etmek Müslüman algılayışında kendine yer bulamaz. Müslüman kültüründe dünya ve insanın ihtiyaçları arasındaki denge Batı’dan çok farklı bir şekilde kurulur. Müslüman algısında dünya kullanmak için değil ‘temaşa etmek’ için-

43

dir. Burada ‘temaşa’ kavramı yalnızca seyretmeyi değil dünya üzerine ilahi olarak işlenen nakışların hikmetini bilmeyi ifade eder. Bunun dışında dünya, yaratıcının bizlere sunduğu nimetleriyle bizi besleyen geçici bir ikametgahtır. İslam düşüncesinde dünyanın geçiciliği o denli akıllardadır ki dünya zaten kelime anlamı olarak da ‘Bu taraftır.’ Müslüman kültüründe ‘şeyler’ kullanmak için değil özüne varmak içidir. Bu konuyu bir örnekle açıklamakta fayda var. Hilmi Yavuz’un Türkiye’nin Zihin Tarihi adlı kitabında gelenek ve kültür üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan Doğan Kuban’dan aktardığına göre, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde yaptığı betimlemeler İslam düşüncesinin ‘şeylere’ bakışını çok güzel özetliyor. Evliya Çelebi, Seyahatname’de İstanbul’un camilerini anlatırken Süleymaniye’ye özel bir önem veriyor. Kuban diyor ki, Evliya Çelebi’nin Süleymaniye’ye dair verdiği biligilerle caminin rekonstrüksiyonunu yapmak mümkün değildir. Evliya Çelebi, Süleymaniye’yi şöyle anlatıyor; ‘Cami denize bakan bir yüksek dağ üzerine kurulmuştur. Mavi kubbesi


Politika

cihan yüksekliğindedir. Avlusu beyaz mermerlerle döşenmiş bir ak yayladır ki her bir mermeri aydınlık billura benzer bir meydandır. Camiinin bin kubbesi vardır.’ Doğan Kuban’a göre ‘Arşa kadar, bin kubbe, bir yayladır’ gibi ifadeler, nesnel gözlemin yapısı gereği, objeyi mekan içine yerleştirmek için değil yapının ihtişamını belletmek için kullanılır. Aradaki farkı daha iyi kavramak için Batılı seyyahların gezi yazılarına bir göz atmak yeterli olacaktır. Marko Polo’nun, Vasco de Gama’nın, Haçlı ordularıyla Doğu’ya doğru yola koyulan isimsiz kalemlerin gördükleri hakkında yaptıkları betimlemeler, Doğu’nun hazinelerini Batılıların gözünde bütün dateylarıyla canlandırmıştı. Galiba fazla gevezelik ettik. Bütün bu objelerin, dünya hayatının çeşit çeşit yüzlerinin, Evliya Çelebi’nin anlattığı camilerin sosyalizmle ne ilgisi var? Şüphe götürmez doğrulardan devam edelim; Weber’e göre sınıf ayrımının yanı sıra statü tabakalaşmaları da aynı toplumda bir arada vardır. Ancak İslam’da statü tabakalaşması özel mülkiyetten çok dini yayan ve koruyan devletle kurulan ilişkiye göre belirlenir. Amacım tarih dersi vermek değil. Çok yalın bir şekilde ‘İslam’a inanan ülkeler arasında Batı’ya en yakın duran Türkiye’de neden sosyalizm hiçbir yer tutamıyor’ sorusuna bilinenlerin arkasında duran olgularla bir cevap bulmak. Bulalım öyleyse. İşçi sınıfı oluşmadı, din etkili oldu, devlet farklı süreçlerde oluştu, burada feo-

dalizm Batı’dan farklıydı...’ Hepsi doğru. Ama bu doğruların kaynaklandığı yegane sebep, Doğu’nun, İslam’ın, semitik şeriatın, Mezopotamya tarımının ya da bunların hepsinin uzun tarihinden süzülerek gelen dünya algısıdır. Yani dünyayı işe yarar bir hale sokmaktan ziyade onun güzelliklerini temaşa eden algı. Sosyalizmi kendi mülkümüz kılamadık. Çünkü bizim tarihimizde ‘kerim devlet’ vardı. Kerim devletin derebeyileştiği yıllarda ise devlet, ‘baba’ oldu ve İslam panteonunda ikinci sırayı birinciyi de gölgeleyerek aldı. Peki sosyalizmi mülkümüz kılmanın yolu nedir? Bence bu dünayı temaşa etmeyi biraz olsun öğrenmektir.

44


Mahmut Sürmeli

sorunların çözümü için birlikte mücadeleye Kürt sorunu, bireysel hak ve özgürlüklerle çözülebilecek bir sorun değildir. Çözüm ancak Kürt ulusunun kimlik ve özgürlük taleplerinin anayasal güvenceye kavuşturulması çerçevesinde mümkün olacaktır. Bu gün artık Kürt kimliği ve bundan kaynaklı bir sorun olduğu inkâr edilebilir olmaktan çıkmıştır. Bu, kuşkusuz önemli bir noktadır. Ancak, çözüm ve yöntem konusunda tam bir karmaşa yaşanmaktadır. Oysa formül basittir. Sorun olan yerde taraflar vardır ve sorun taraflarla çözülür. Tabi sorunu doğru koymak, çözüm konusunda oldukça yol gösterici olacaktır. Kürtler ayrı, PKK ayrı yaklaşımıyla, sorunun terör sorunu, ya da yoksulluk sorunu olarak konduğu yerde bu sorunun çözümü mümkün olmayacaktır. Kürt sorunu, ulusal kimlik ve özgürlük sorunudur. Kürtlerin ulus olduğunu reddederek, bir takım haklar bahşediyormuş tavrı sorunu daha da karmaşık kılmaktadır. Kürtler yürüttükleri uzun soluklu mücadele sürecinde gösterdiler ki, kendi iradelerini ve taleplerini dikkate almayan hiçbir arayışa izin vermeyecekler. Yine Kürt özgürlük hareketinin geliştirdiği çözüme dönük politikalar ve adımlar,

bir kez daha yanlış okunmamalıdır. Bittiler, dağılıyorlar düzmecelerine artık kimse ikna olmayacak ve bu yaklaşım doğrultusunda atılan her yanlış adım, yaşanmış yirmi beş yıllın tekrarının daha şiddetli yaşanmasından başka bir sonuç üretmeyecektir. Bunun için, gerçekten bir çözüm düşünülüyorsa bu gerçeklikler dikkate alınmalıdır. Kürt hareketinin ortaya koyduğu talep ve istemler ortalama bir demokrasi içerisinde sorun olmaktan çıkacak niteliktedir. Adım atılamamasının en önemli nedenlerinden biri, Türk devlet yapısının ırkçı ve militarist karakteri bir diğeri ise güçlü bir barış hareketi yaratılamamasıdır. Kürt sorunun da yalnız devletin ve ırkçı, asimilasyoncu güçlerin çözüm karşıtı direnişi değil, aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketinin ve demokrasi güçlerinin yaşadığı kafa karışıklığının da çözümün önünde engel olduğunu görmek gerekiyor. Özellikle ulusalcı sol akımı oluşturan güçler, Kürt halkının yürüttüğü haklı mücadeleyi emperyalizmin oyunu ve sınıf mücadelesini bölen yaklaşımlar olarak değerlendiren, her kötülüğün sorumluluğunu soyut bir anti-emperyalizmle, gerçek sorumlulardan dış

45

güçlere yönelterek açıklayan bu kesim, işçi ve emekçiler arasında şoven dalganın kırılması önündeki en önemli engeli oluşturuyor. Egemen devletlerin, ezilen halklar karşısında her türlü dayanışma içinde oldukları onlarca canlı örnekle karşımızda dururken, Kürt halkının ulusal hakları ve özgürlüğü için yürüttüğü mücadeleyi dış güçlere bağlayıp, emperyalizmle ilişkilendirmek, en hafif deyimle sosyal şovenizmdir. Enternasyonalist sol olarak sınıflandırabileceğimiz diğer kesimse, Ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunduğunu ve dayanışma içinde olduğunu sıklıkla ifade ediyor olsa da, Kürt özgürlük hareketine sıradan bir ulusal hareket tavrıyla yaklaşması, Kürt sorununu diğer sorunlarla eşitleyen tavrı dolayısı ile, Kürt hareketi ile dayanışma ilişkisini aşan sağlıklı bir ilişki kuramıyor. Bu bakış, aynı zamanda bu sorunu önceleyen bir demokrasi cephesinin oluşması önünde de engel teşkil ediyor. Siyasal demokrasi mücadelesinde zaaflı olan sosyalistler, sınıf indirgemeci yaklaşımları nedeniyle Kürt sorunu ve yaşananlar karşısında protesto açıklamalarını aşamayan, dayanışmayla sınırlı kalan bir


Politika Türkiye sosyalist hareketinin önemli bir kesimi uzun yıllardır birlik konusunda ciddi bir çaba içinde görülmekle birlikte, bu konuda önemli adımlar atılamamıştır. Birlik adına atılan adımlar başarılı olmadığı gibi, birlik sürecine giren her yapı adeta süreçten birden fazla parçaya ayrılarak çıkmaktan kurtulamamıştır. Bu durumun ciddi bir araştırmaya ihtiyacı olsa da asıl olarak kitle bağlarını kaybetmiş, uzun yıllardır başarı hanelerinde tek bir başarı olmayan yapı ve kadrolar taraftan oluşturuluyor olmasının rolü büyüktür. Bu konuda da Kürt özgürlük hareketinden öğrenilecek çok önemli bir deneyim yanı başımızda durmakta, kitlelerin sorumluluğuyla gerçek yaşam içinde oluşun birleştirici rolü görülmektedir.

ilişkiyi yeterli buluyor. . Kısacası Türkiye sosyalist hareketi ağırlıklı bir bileşeniyle, kendi misyonunu Kürt hareketini uyarmak, yol göstermek olarak görüyor. Oysa, Kürt özgürlük hareketi yıllardır sürdürdüğü mücadele ve yarattığı değerlerle, adım, adım bir devrim gerçekleştiriyor. Yanı başımızda yaşanan devrimci sürecin bir bileşeni olmak, yalnız Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bize yüklediği sorumluluğu yerine getirmek değil, aynı zamanda Türkiye devriminin de yolunu açacak nitelikte bir devrimci iradenin ortaya çıkması anlamına gelecektir. Kürt hareketi tipik bir ulusal kurtuluş hareketi olarak görülmemelidir. Ortaya çıkışından gü-

nümüze nihai kurtuluşu sosyalizmde görmüş, sürekli diğer ezilen kesim ve Türkiye sol sosyalist yapılarıyla kader birliği noktasında arayış içinde olan taraf olmuştur. Ulus devlet anlayışının halklar arası dostluk ve dayanışma yerine, düşmanlıkların vesilesi olabildiği, buna karşı orta doğu federasyonu önererek, mevcut statükoyu aşan yaklaşımıyla hakkı olan devlet kurma hakkından feragat ederek çözümü kolaylaştıracak önemli bir açılım göstermektedir. Bu açılım, aynı zamanda Kürt özgürlük hareketini yalnız Kürdistan’ın değil, bölgenin tek devrimci dinamiği konumuna getirmektedir. Yani Kürt hareketiyle kurulacak doğru ilişki, Türkiye sosyalist hareketini bir anda bütün orta doğuyla ilişkilendirecek ve yıllardır kıramadığı kabuğunu parçalamasına, yıllardır kaybettiği kitle ilişkilerini yeniden kurabilmesine ve reel alanda politika yapar hale gelmesinin yolunu açacaktır. Diğer yandan bu yaklaşım, Kürt sorununun çözümünü demokratikleşme yoluyla mümkün, bir demokrasi sorunu haline getirmektedir. Bu ise Türkiye demokrasi güçlerinin mevcut durumunu değiştirecek, önemli bir müttefik kazanması anlamına gelecektir. Mevcut sorunların aşılabilmesinin yolu bu ilişkinin dışında aranmamalıdır. Ancak, Türkiye sosyalist hareketinin siyasal demokrasi mücadelesiyle arasına koyduğu mesafeyi kaldırması, sorunları devrime havale eden anlayıştan, sorunların çözümünü önüne koyan reel politik alana dönmesiyle mümkün olabilecektir. Bugün, Kürt sorunu başta olmak üzere her türlü sorun karşısında güçlü bir

46

Ortaya konan taleplerle Kürt sorununun çözümünün, Türkiye’nin demokratikleşmesi çerçevesinde çözülebilir bir sorun haline gelmiş olması, yine demokrasi mücadelesinin de en kitlesel ve dinamik gücü olan Kürt hareketinin tüm demokrasi güçlerini birlikte mücadele etmeye ve BDP de örgütlenmeye çağırması bunun dışındaki arayışları daha da anlamsız kılmaktadır. Üstelik yapılan hiçbir çağrı söylendiği gibi, ilhak anlamına gelmemektedir. Her kurum ve bireyin kendi özgünlüklerini sürdürmesi, özgün faaliyetlerine engel teşkil edecek bir anlayış söz konusu da değildir. Hem Kürtlerin hem diğer demokrasi güçlerinin ortak mücadele aracı olacak bir BDP, gerçek bir muhalefet hareketi, hatta iktidar alternatifi olma potansiyeline sahiptir.

mücadele ortaya konmasının yolu birlikte mücadeleden geçmektedir. Türkiye sosyalist hareketinin önemli bir kesimi uzun yıllardır birlik konusunda ciddi bir çaba içinde görülmekle birlikte, bu konuda önemli adımlar atılamamıştır. Birlik adına atılan adımlar başarılı olmadığı gibi, birlik sürecine giren her yapı adeta süreçten birden fazla parçaya ayrılarak çıkmaktan kurtulamamıştır. Bu durumun ciddi bir araştırmaya ihtiyacı olsa da asıl olarak kitle bağlarını kaybetmiş, uzun yıllardır başarı hanelerinde tek bir başarı olmayan yapı ve kadrolar taraftan oluşturuluyor olmasının rolü büyüktür. Bu konuda da


Kürt özgürlük hareketinden öğrenilecek çok önemli bir deneyim yanı başımızda durmakta, kitlelerin sorumluluğuyla gerçek yaşam içinde oluşun birleştirici rolü görülmektedir. Kafalarda var olduğu bilinen, Kürtlerle ilişkinin sosyalistlerin birliği ve yaratılacak bir sınıf hareketi üzerinden kurulması anlayışı aynı zamanda ortak örgütlenme çabalarını da akamete uğratmaktadır. Yıllardır başarılamayan birlik ve sınıf hareketini, oluşabilecek güçlü bir demokrasi hareketinin önüne koymanın, sınıf mücadelesinin de önünü açacak en önemli anahtardan mahrum olmak olduğunu artık görmek gerekiyor. Kürt sorununda yaşanan çözümsüzlüğün sınıf içinde örgütlenme, gerçek anlamda bir sınıf hareketi yaratılmasının önündeki en önemli neden olduğu ya görülememekte ya da yaratılan şoven dalga karşısına geçecek gerekli cesaret gösterilememektedir. Yaşanan bunca deney ve başarısızlık söz konusuyken, Kürt hareketiyle kurulacak ilişkide, sosyalist hareketin bir kısmının öne sürdüğü, sosyalistlerin birliği ve bir sınıf hareketi yaratma ve bunun üzerinden bir birliktelik kurma anlayışının ne sahiciliği vardır, nede doğru bir yaklaşımdır. Bu, Kürt hareketinin karşısına eşit güçlerle oturma anlayışından başka anlamı olmayan pazarlıkçı bir yaklaşımdan başka bir şey değildir. Yine çok açık görülmektedir ki, Kürt sorununu diğer sorunlarla eşitleyen, sınıf indirgemeci daraltıcı yaklaşımlarla tüm demokrasi güçlerini kapsayacak, birlikte mücadeleyi örebilecek bir örgütsel forum arayışı da sahicilikten uzaktır. Şimdi önü-

müzdeki en önemli görev sınıf hareketinin gelişmesinin ve demokrasinin gelişiminin önündeki en önemli engeller durumunda olan Kürt sorununda çözümsüzlük politikaları ve askeri vesayeti geriletebilecek tüm ezilenlerin mücadele birliğinin yaratılmasıdır. Bu adres BDP olabilir, olmalıdır. Yukarıda bir biçimiyle dikkat çekmeye çalıştığımız, hem sosyalistlerin birlik arayışları hem de Kürt hareketinin de içinde olacağı bir demokrasi cephesi işlevini görecek bir örgütsel forum arayışlarının istenen sonuçları vermemesi, bugün daha sahiciliği olan adımları zorunlu kılmaktadır. Kürt hareketinin tüm olumlu ve barışçıl yaklaşımlarına karşı gösterilen inkar ve imhaya dönük yaklaşımlar demokrasi güçlerine ertelenemez görevler yüklemektedir. Ortaya konan taleplerle Kürt sorununun çözümünün, Türkiye’nin demokratikleşmesi çerçevesinde çözülebilir bir sorun haline gelmiş olması, yine demokrasi mücadelesinin de en kitlesel ve dinamik gücü olan Kürt hareketinin tüm demokrasi güçlerini birlikte mücadele etmeye ve BDP de örgütlenmeye çağırması bunun dışındaki arayışları daha da anlamsız kılmaktadır. Üstelik yapılan hiçbir çağrı söylendiği gibi, ilhak anlamına gelmemektedir. Her kurum ve bireyin kendi özgünlüklerini sürdürmesi, özgün faaliyetlerine engel teşkil edecek bir anlayış söz konusu da değildir. Hem Kürtlerin hem diğer demokrasi güçlerinin ortak mü-

47

cadele aracı olacak bir BDP, gerçek bir muhalefet hareketi, hatta iktidar alternatifi olma potansiyeline sahiptir. Böyle bir birliktelik hiç şüphe duyulmasın ki bölgede yaşanan devrimci rüzgarın tüm coğrafyamızda esmesi anlamına gelecektir. Böyle bir birliktelik, yaratılmaya çalışılan ırkçı şoven histeri karşısında en önemli engel olacak, halkların kardeşleşmesinin önemli bir adımı olacaktır. Şimdi dar grup çıkarlarımızı bir kenara bırakıp geleceği kazanacak sorumluluk ve kararlılıkla hareket etme zamanıdır. Şimdi BDP li olma, ortak örgütte birlikte mücadeleyi yükseltme zamanıdır.


Politika

Temel Demirer

“açılım” kapanı[1] “Kışın ortasında, en sonunda öğrendim ki içimde yenilmez bir yaz var.”[2] Bir deli bir kuyuya taş atar da, bin akıllı çıkarmaya uğraşır ya; tam buna “benzedi” AKP patentli “açılım” hikâyesi … “Bu neden böyle oldu” mu? Yanıt; Nermi Uygur’un, “Tartışmaların büyük bir bölümü bitmek nedir bilmiyorsa, bu, örtük-açık dayanılan başlangıç-temellerinin ya da ilkelerin doğru mu yanlış mı olduğu ciddi bir biçimde gözden geçirilmediği için böyledir,”[3] saptamasında… Belki de en sonda söylenmesi gerekeni; en başta demek gerek: AKP patentli “açılım” hikâyesi; özü ve işlevi açısından bir “Kurt kapanı”ydı ve bu konuda başından beri hep böyle düşündük/ dedik… “AÇILIM”!?!?!?!?!?!? Yakın geçmişte; AKP patentli “açılım” kapanına dair karşılıksız iyimserlikle bezenmiş spekülasyonlar eşliğinde papatya falı açanlar; “deneyler”inin karaya oturduğu bugünde

şaşkınlar… Şaşkınlığın nedeni “Kürt Ulusal Sorunu”nu, AKP’ye havale eden karşılıksız ve anlamsız beklentiler… Ya da Albert Camus’nun, “Deney yaparak deneyim edinemezsiniz. Deneyim yaratılmaz. Deneyim yaşayarak edinilir,” uyarısını göz ardı etmeleri… Evet, AKP’den “açılım” bekleyenler şimdi bir deneyimi yaşayarak edindiler; bu çok acı ve pahalı oldu… Örneğin; “… ‘Açılım’ son yılların ikinci büyük aldatmacası mıdır? Birincisinin adı “Hayata Dönüş Operasyonu”ydu. Sonu benzemesin, ama “açılım”ın buraya kadar olan kısmı fena hâlde ona benzemeye başladı,” diyen Necmiye Alpay’ın, hüsran dolu saptamasındaki üzere… Ya da “… ‘Açılım’ ile ‘Kapanış’ Arasında...” vurgusuyla, “… ‘Demokratik Açılım’ı başlatarak büyük umutlar ve beklentilere yol açan hükümet, kötü kılavuzların gösterdiği yönde önüne mayınlar döşeyerek ilerlemeye başlamış gibi bir izlenim uyandırıyor,” diyen Cengiz Çandar’a ne demeli? Liberaller müthiş bir hayal kırıklığı içindeler; ancak önemli olan bu değil; esas olan, AKP patentli “açı-

48

lım”ın kapana dönüşerek; milliyetçi/ faşist/ ırkçı “hassasiyetler”i paramiliter düzlemde tırmandırması… “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, demokratik açılım sürecine karşı çıkanların barış ve demokrasiden korktuklarını belirtir”ken;[4] bugün AKP patentli “açılım” hikâyesinden geriye kalanı da Hasan Celal Güzel şöyle özetliyor: “Demokratik açılım elbette devam edecektir. Lâkin, ne teröristbaşı, ne terör örgütü, ne de onun siyasî temsilcisi muhatap alınacaktır…” VERİLİ DURUM Muhammed Nureddin’in, “AKP’nin modern ve demokratik bir Türkiye inşa etmek için stratejisini gözden geçirmesi gerekiyor.”[5] “AKP reform dersini geçemedi”[6] diye yorumladığı verili durum, tam da budur; böyledir; yani süreç kilitlenmiştir. Bu sadece benim görüşüm değil; en hızlı “açılımcılar”dan Oral Çalışlar da benzer şeylerin altını çizip, diyor ki: “Kürtler, ‘açılım’ hareketiyle birlikte yaşamlarında bir değişiklik olacağı umuduna kapılmış ve çeşitli


beklentiler içine girmişlerdi… Bu beklentiler, hepimizin bildiği gibi, geçtiğimiz yılın [2009-b.n] sonlarına doğru bir hayal kırıklığına dönüştü… Anayasa Mahkemesi oybirliğiyle DTP’yi kapattı, Güneydoğu’da yasal siyasetçilere yönelik yaygın bir tutuklama gerçekleştirildi. Tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edilen yöneticilerin sıra hâlinde dizilmiş beklerken çekilmiş elleri kelepçeli fotoğrafları, vicdanlarda tepkiyle karşılandı. Hangi analizi yaparsanız yapın, ‘somut tablo’ ortada...” Kimse; “somut tablo”yu “arızi bir durum” veya “geçiş” ya da “sancılı süreç” diye yorumlamaya kalkışmasın! “… ‘Ezber toplum’u olmaktan kurtulamadığımız sürece, burnumuz çamurdan çıkmayacak.‘Demokratikleşme’ ezberimizin yeni sözcüğü, ‘sancılı süreç’! Sanıyoruz ki, belli sözcükleri kullanırsak, sorunu tespit etmiş olacağız ve bazı sözleri yeterince tekrarlarsak selamete çıkacağız. ‘Sancılı süreç’ adlandırmasını yapmak, bu süreçten selametle çıkmayı vaat etmez...”[7] Toparlarsak; Orhan Pamuk’un, AKP’nin “Kürt meselesine ilişkin yumuşak ve liberal tavır geliştirmek yerine, sert tavır izlediği” vurgusuyla, “Hükümet konuya yumuşak biçimde nasıl yaklaşacağını bilmezse, sorun maalesef devam edecek,” diyerek “egemen (=sömürgeci) Kürt politikaları”ndan kopamadığını itiraf ettiği koordinatlarda “Kürt Meselesi” temelde ulusal eksenli politik bir

üniversiteliyi ülkücülerin linç etmek istedi”ğini[9] anımsayın… Tabloya bir de Manisa/ Selendi’de Ocak 2010 başlarında Romanlara yönelik linç girişimini ve sürgünü ekleyelim! Ardından da, sözü Oral Çalışlar’a bırakalım: “… ‘Bu olaylara müdahil olan linççilerin acaba kaçı sorgulandı, PARANOYAK TOPLUMDA tutuklandı, yargılandı? Kaçı ceza aldı?’ diye sorduğumuzda, epey LİNÇ HİSTERİSİ moral bozucu bir tabloyla karşılaşıyoAyrıca bırakınız pozitif sonuçları; ruz... Çoğu örnekte linççilerin ceza toplumsal linç histerilerini de “ola- almadıklarını, hatta bazı durumlarda ğanlaş”tırıp, sıradanlaştırır; tam tersine mağdurların cezalandırılyaşa(tıl)dığımız gündelik örnekler- dığını görüyoruz...” Verili tabloda “açılım”ın açtığı deki üzere… Kimse küçümseyip, inkâra kalkış- sayfa budur; böyledir! masın; geçiştirmesin; kimlik politikaKARŞILIKSIZ İYİMSERLİK larından beslenen şövenizmin şaha kalktığı toplumsal paranoya linç his- VE BEKLENTİ(LER)! terisini güçlendirip/ yaygınlaştırıKarşılıksız iyimserlik ve beklentiyor… Yani Adorno ile Horkheimer’in, lerin görmek, kavramak zorunda ol“Kitle kültürü faşist devlet ile aynı duğu budur; ve bunun Türkiye’nin işlevi görmektedir,” dediği şey; “Şid- içinde debelendiği ekonomik kriz ve det, şiddete başvuranları da ihlâl siyasal iktidar boşluğuyla doğrudan eder,”[8] gerçeği eşliğinde sokakları bağıntısı söz konudur… Murat Yetkin’in, “Kürt sorununda kuşatıyor! Örnek mi? İstanbul Dolapdere’de yeni adımlar”dan söz ettiği; CumhurDTP’li göstericilere silahla saldıran başkanı Abdullah Gül’ün, “Kürt sove gazetelerde fotoğrafları yayınlanan rununun çözümü konusunda iyi saldırganların hemen o akşam serbest şeyler oluyor,” sözleriyle yazar Yaşar bırakılmasını veya Kürtlere ve solcu Kemal’in açıklamalarının geniş yankı gruplara karşı son yıllarda birçok kez uyandırdığı “pembe/ucuz düşler”den linç girişimlerini ya da “Sol görüşlü gelindi bugünlere… Aynı günlerde DTP Muş Milletvebeş öğrencinin tutuklanmasını protesto için üç otobüsle Edirne’ye giden kili Sırrı Sakık, “Çok hızlı adımlarla grup kente giremedi; binlerce kişi barışa yürümemiz gerekiyor. Cum‘Edirne’ye giremezler’ diye slogan hurbaşkanının sözleri bizi umutlandıattı,” haberini veya “Erzincan’da rıyor. Bu iklimin Türkiye’nin her basın açıklaması yapan sol görüşlü 11 yerine yayılmasını istiyoruz”; Muhsin

soru(n)dur; kolektiftir; tarihsel bağıntıları söz konusudur… Bu özellikleri dışlayan, görmezden gelen herhangi bir uygulama ve öngörünün yani Türkiye’deki egemen “inkârcı mantık(sızlık)”ın ulaşacağı pozitif bir sonuç söz konusu değildir; olamaz da…

49


Politika

Kızılkaya, “Devlet ve PKK, Kürt sorunu çözümüne geçmişte olmadığı kadar çok yakın”; Prof. Dr. Vahap Coşkun, “Kamuoyu konuya karşı duyarlı. Ümitli bir bekleyiş var”; gazeteci-yazar Altan Tan, “Türkiye’deki Kürtler ve Türkler devletin bazı kurumları ve uluslararası güçlerin çözüm noktasında irade koyduklarını görüyoruz”; GÜNSİAD Başkanı İsmail Bedirhanoğlu, “Kürt sorununun çözümüne çok yakın bir dönemdeyiz. Fırsat değerlendirilmeli”; İHD Diyarbakır Şube Başkanı Muharrem Erbey, “Çözümü konusunda olumlu hava var. Bu olumlu hava mutlaka devam ettirilmeli,” diyorlardı…[10] Beş benzemezin, hemfikir olduğu şey, “ortak yalan”dan başka bir şey değildi! Ancak o günlerde yalana yalan demek kolay değildi; “bozgunculuk”la, “barış düşmanlığı”yla “suçlanma”yı göze almaktı! Bu durum; bugün, verili koordinatlarda, altı defalarca çizilerek anımsanmalı, anımsatılmalıdır… Kolay mı? Daha dün “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ‘Kürt sorununu çözen siyasi lider’ olmak istiyor. İç ve dış koşulların buna uygun olduğunu algıladığı andan itibaren de, birtakım adımlar atma yönünde girişimlerde bulunmaya başlamış durumda,” diyen Oral Çalışlar, bugün “Beklenen olmadı. Alışagelmiş şeyler oldu. Yeniden başladığımız yere mi dönüyoruz?” diye feryat ederken; politikanın karşılıksız iyimserlik ve beklentilerin “pembelikleri”ne ciro edilemeyeceğinin de altını çizmiş oluyordu…

DTP YANILGISI Geçerken belirtelim; DTP’de de benzer yanılgılar yaşandı. Yol açtığı sonuçlar da tahripkâr oldu… Kim bunu inkâr edebilir? Sadece bir örnek: İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Kürt açılımı çerçevesinde DTP’yi ziyaret ettiğinde Ahmet Türk’ün, süreçten umutlu olduğunu söylediğini[11] unutmak, unutturmak mümkün mü? Yeri geldi; Nermi Uygur’un, “Baba yanılır, ana yanılır, ağabey yanılır, abla yanılır, bakan yanılır, başbakan yanılır, başkan yanılır, öğretmen yanılır, yargıç yanılır, komutan yanılır, birinci yanılır, ödül kazanan yanılır, büyük adam yanılır, deha yanılır,”[12] sözünü anımsatarak ekleyelim: Hatalardan özeleştirel dersler çıkartmadan yol almak mümkün değildir… AKP POLİTİKASI AKP’nin “açılım” politikalarının ABD patentli (ve “BOP” onaylı) olduğu “sır” değildir. Evet AKP “açılımı”, “kendine Müslüman”lığın ya da “ihtiyacı kadar demokrat”lığın en bariz göstergesiydi! Veya yukarıdan aşağıya emreden, komut veren bir “demokratlık”tı! Hatırlayın Başbakan Erdoğan, hamasi söylevler eşliğinde “İster Kürt sorunu, ister Güneydoğu, ister Kürt açılımı deyin, bunun üzerinde bir çalışma başlattık” açıklamasını yaparken, AKP milletvekillerini de Yunus’un şiiriyle “Söz ola kestire başı” diye uyarmıştı!

50

İyi de bu emreden “ceberut demokrasi gösterisi” de niye miydi? Bu soruyu, AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, “Açılım gerçekleşirse MHP ve BDP, İşçi Partisi’ne döner,”[13] diye yanıtlarken; Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da ekliyordu: “PKK’yı muhatap alan bir çalışma yok. İmralı’yı muhatap alan bir çalışma da yok. Ama realiteler var. Örgütü ne kadar minimize edebileceğiz, önemli olan bu...”[14] Yalanı malzeme olarak kullanan AKP’nin “açılım” politikaları kendini adım başı tekzip etmekteyken T.“C”nin “esneyebileceği” limitteydi; düzen içi sınırlarla çevrelenmişti… Kaldı ki, “AKP ordu ile danışıklı dövüş hâlindedir. Biraz özgür durmaya çalışan Kürtleri hapishanelere tıkıyor. Kürtlerin özgür-demokratik siyaset yapmak isteyen kesiminin önünü kesiyor, orduyu bahane ediyor. Yani Kürtlere bana sığının diyor. Bir yandan Kürtleri tasfiye ediyor öte yandan para vb. şeylerle bazı ailelerle Kürtleri kendine bağlamaya çalışıyor, bu açılım falan değil,”[15] diyen Abdullah Öcalan da benzer kanıdadır… ŞÖVENİZM! Egemen yalan(lar)la beslenip, desteklenen AKP’nin “açılım” politikalarının sınırı, T.“C” resmi ideolojisinin “esneyebileceği” (kolektif hakları reddeden) bireysel haklar kadardır! Üstelik bu resmi ideoloji, kimi liberal yanılsamaların hilafına, Türk(iye) burjuvazi tarafından da – son kertede- desteklenmektedir;


çünkü sömürgeci Türk(iye) burjuvazisi sermaye birikimini gayrımüslim emval ve emlaki üzerinden sağladığı için resmi ideolojiyle hesaplaşmayı, hele ki kopuşmayı göze alamaz. Resmi ideoloji yalnızca T.“C” devletinin kurucu ideolojisi olmakla kalmaz, aynı zamanda Türkiye burjuvazisini yaratma yolundaki uygulamaların meşrulaştırıcı çerçevesini oluşturmaktadır. Bu da bu her fırsatta “raison d’état”ın yanında yer alıp, “devletin bekası”nı daima yurttaş hak ve özgürlüklerinin önüne koyan ve buna itirazları da şövenizm ve linçlerle bastıran CHP’den MHP’ye resmi ideolojik dayatmaları devreye sokmaktadır… “İNCELTİLMİŞ” SÖYLEM

EGEMEN

Resmi ideoloji şöven politikalarını “inceltilmiş” egemen söylemi “sol”a, “liberal” saflara da mal ederek payandalarken “olağan”laştırıp, “sıradan”laştırıyor… Örnek mi? Yıldıray Oğur’un, “PKK darbe yaptı, DTP kapatılacak”; Sedat Ergin’in, “BDP, her kararda Öcalan’ın icazetini mi bekleyecek?” “Gelinen kritik yol ayrımında, Kürt siyasi hareketinin önemli bir karar alması gerekiyor. Bir eliyle zeytin dalını tutup, diğer eliyle de silahı işaret edip sonuç almaya çalışma yönteminin demokrasi dilinde yeri yok,” söylemindeki üzere… Ya da Elif Çakır’ın, “Açılalım da, bu kadar saçılmayalım”; Bejan Ma-

tur’un, “PKK’nın meşruiyet çıkmazı”; Kadri Gürsel’in, “… ‘Biz ayrılıkçı değiliz’ diyor ve orada duruyorlar; genel söylemleri bu. Bir yenilgi psikozu mudur onları daha fazlasını söylemekten ve yapmaktan alıkoyan?” yollu “uyarıları”ndaki gibi… Bunların hepsi, ama hepsi “liberallik” adına yapılıyorken; liberalliğin neye hizmet ettiğinin adını da varın siz koyun! Ya “sol” adına; “Emek yanlısı, emek dostu Kürtler, demokratik mücadelenin emek yanlısı, emek dostu ‘Türkler ‘ olmadan kazanılamayacağının artık bilincine varmalıdırlar. Bir etnik sorun partisi olmaktan çıkıp, tüm halklar için özgür, demokratik, sosyalist bir Türkiye için mücadele veren, bunun için de amaca uygun araçlar kullanıp müttefiklerini de bu amaca uygun seçen bir Türkiye partisi olmalı, özellikle ABD ile AB’ye mesafeli durmalı, amaca ulaşmak için her şey mübah Makyavelizminden uzak durmalıdırlar. CHP ile MHP’yi aynı kefeye koymak gibi kaba yorumlardan uzaklaşıp, CHP’nin yıllardır geçerli Kürt raporunda yer alan demokratik programın icrasında işbirliğine açık olmalıdırlar,” diyen Mustafa Sönmez’e ne demeli? CHP’nin ne olduğunu ne dediğini bilmeyen var mı hâlâ? CHP’nin “sol”la, “Kürt Meselesi”nin çözümüyle alâkâsı falan yok; ayrıca da bunların da tam karşısında… Kimse ama kimse armutla elmaları toplamaya kalkışmasın! Acı tecrübeleriyle o dönem ka-

51

pandı; şimdi sağcı sağcıdır; faşist faşisttir; şöven şövendir; liberal liberaldir; solcu da solcudur! Artık sağcıların, faşistlerin, şövenlerin, liberallerin solcular hakkındaki marazi fikirlerine kulak vererek yol almak veya bunlara itibar etmek mümkün değildir ve bir sonuca vardıramaz… Kimse Türkiyeli solculardan karşılıksız pembe iyimserliklerin ucuzluğu adına içinde sağcıların, faşistlerin, şövenlerin, liberallerin bulunduğu “çözüm paketleri”ne “Evet” demesini beklemesin; çünkü bu “çözüm paketleri” burjuva yalanından başka bir şey değil! “Solcu kimliğiyle tanınan ve 22 Temmuz seçimlerinde AK Parti’den İstanbul milletvekili olan Ayşenur Bahçekapılı, uzun yıllar İstanbul Barosu’nda ve Türkiye Barolar Birliği’nde yönetim kurulu üyeliği yaptı, bir ara da Murat Karayalçın başkanlığındaki SHP’nin İstanbul il başkanıydı” diye takdim ediyor AKP Grup Başkanvekili Ayşenur Bahçekapılı’yı Neşe Düzel… Bakın bu “parlak” (döneklik) kariyerinin sahibi olarak, neler diyor O: “Sol, kendi içinde ciddi bir açılım yapmak zorunda. Solun kavramları, değişim, özgürlük, eşitlik, kardeşçe yaşamaktır. Sol bu kavramlara sahip olduğunu söylüyor ama bu kavramların hayata geçirilmesi için hiçbir şey yapmıyor. Sol kesimde AK Parti’yle ilgili bir ön yargı ve AK Parti karşıtlığı var. Sol kesimdeki bu AK Parti karşıtlığı, açılımı desteklemeyerek bir demokrasi karşıtlığına dönüşüyor… DTP bir milliyetçilik problemi


Politika

içinde. O da Kürt milliyetçiliği yapıyor. DTP bir siyasi parti olmalı ve sadece Kürtler için değil herkes için hak, özgürlük ve eşitlik istemeli. Ayrıca DTP’de geçmişteki deneyimlerinden ötürü hep bir tuzağa düşürülme, oyuna getirilme korkusu var. Siyasal partilere ve sisteme güvenmiyorlar. Haklı olabilirler ama siyasetteki değişimi de algılamak zorundalar. Siyasi partilere olan güvensizlikleri, karşı tarafın da onlara güvenmemesine ve ‘ya bizi bölmek istiyorlarsa’ kuşkularına yol açıyor… ”[16] Şimdi mesele onları kaale alıp, almayacağımızdadır; biz “Almayalım, almayacağız,” diyoruz… Bundan ötürü kimse bize “dogmatizm”le/ “sol çocukluk”la/ “sekterlik”le suçlamaya kalkışmasın; eşyayı adıyla gibi çağırmak; ne “dogmatizm”dir; ne “sol çocukluk”; ne de “sekterlik”! Kimilerini kızdıracak olsak da şunları belirtmeden geçmeyelim; “Kürtlerden vatandaşlık ödevlerini bekledik de, eğitim, sağlık, yatırım, devletin vatandaşlarına vereceği hizmetleri vermedik… Kürt halkı gibi bir halk dağdakileri kolaylıkla indirir. Kimse çocuklarının ölmesini istemiyor. Kürt halkı barış istiyor,” diyen Yaşar Kemal’in duruşu; ne Kürtlere ne Türklere muhtaçı oldukları barışı falan getirmez… “Su ıslaktır” demek çözümleyici olmayan bire saptamadır; sadece ve olsa olsa… LİBERAL ZEVZEKLİK Hayır; resmi ideolojiyi onu dev-

reye sokan ekonomi-politik saiklerle yekten karşısına almayan; alması da mümkün olmayan “liberal zevzeklik”le yol almak mümkün değildir! Yani “Hoşavayno turo malyoyo, nafık buğro ğalyo” der bir Süryani Atasözü; bunun Türkçesi, “Güvendiğim yüce dağ, küçücük bir taş kadar etmedi”dir! Veya AKP patentli “açılım” hikâyesinin ulaştığı verili/ linç durumu bunun kanıtıdır! Siz liberal zevzekler; “AKP bu ülkeyi ‘demokratikleştiriyor’ mu?” dediniz! Şimdi bu iddiayı öne süren liberal zevzekler; bunun “nasıl”ını da bize açıklamak durumundalar… AKP tarımın yok edilmesini protesto eden çiftçiye “ananı al da git” diyerek mi “demokratikleştiriyor” ülkeyi? Özlük haklarının ellerinden alınmasına karşı sokaklara dökülen Tekel işçisinin üzerine gaz bombası atarak mı? Muhalif, hatta “muhalifimsi” basının üzerine “maliye terörü” uygulayarak, milyarlarca TL vergi cezası keserek mi? Halka “okumayın bu gazeteleri” talimatını vererek mi? Parti içerisinde bir “Başkanlık sultası” kurarak, en küçük çatlak sesi disiplin/ihraç mekanizmasıyla susturarak mı? Polisi ağır silahlarla donatarak mı? Seçmene buzdolabı, koltuk-kanepe takımı, çamaşır makinesi dağıtarak mı? Manisa/Serendi’de Romanları süren zorbalara arka çıkarak mı?

52

İstanbul/Tarlabaşı’nda DTP’nin kapatılmasını protesto eden göstericilere silah doğrultanları serbest bırakarak mı? Kasım 2008’de yine İstanbul’da göstericilere pompalı tüfekle saldıranlara “itidal tavsiye edip” ancak ardından da “Bu koşullarda vatandaş ne kadar itidal gösterebilir, bilmiyorum” diye sorarak mı? Deniz Feneri davasını örtbas ederek mi? Hrant’ın öldürülmesinde devlet görevlilerinin “ihmal”lerini gözler önüne seren gazeteci Nedim Şener’in Hrant’ın katillerinden daha yüksek ceza talebiyle yargılanmasına göz yumarak mı? Bunlara verili/ linçli durumda gözlerini kapatan liberal-solculardan Mithat Sancar, Kürtlere “Negatif değil, demokratik siyaset” yapmayı öneriyor; “Taraf”çı Şahin Alpay da, “IRA nasıl tasfiye, ETA nasıl marjinalize oldu”yu anlatıyor; AB’den Joost Lagendijk de, “AKP’nin 2010’da sözünü tutmasının vakti geldi” diye buyuruyor! Onlar bunları suratları kızarmadan buyururlarken şimdi, “en büyük servetimizin aklımız” olduğunu ve MÖ 2414-2375’de yaşamış Mısırlı bilge Ptah Hotep’in, “Dinlemesini bilmeyen cahillerin hiç bir işi yürümez. Bir şey başaramazlar. Onlar için cehaletle bilgi bir olup, başkalarını işine yarayan onların elinde zarar verir,”[17] sözlerini de anımsama/ anımsatma zamanıdır… “Liberal zevzeklik” böyle olur da, “AKP Kürtleri”nin itirazı farklı mı olur!


Örneğin “Kürt Demokratlar Hareketi sözcüsü Ahmet Acar, ‘açılım’ sürecini bir milat olarak nitelendirirken DTP’yi yetersiz, PKK’yı ise provokatif davranmakla suçlayıp, ‘Kürtler çözüme yönelen hükümeti takdir etmeli, cesaretlendirmeli ve bu fırsatı değerlendirip geliştirmelidir,’ diyor”ken; Aytekin Yılmaz de ekliyor: “Ankara ve Kandil arasına sıkışan DTP çizgisi, artık bağımsızlığını ilan edebilmeli… Kürt siyasi hareketi kendi iradesini ortaya koyabilmeli…” Evet, “liberal zevzeklik”le “AKP Kürtleri”nin itirazları birbirini bütünlüyor; ABD’nin “Kuzey Irak” denilen Güney’deki müttefikleri de öyle!

malar yapıyor. Belli ki, taraflar arasında bir uzlaşma sağlanmış durumda,” derken; Namık Durukan da ekledi: “Barzani Mahmur’a karşılık Kerkük’ü istedi.”[18] Aynı günlerde ‘El Rafideyn’ gazetesine göre, Obama’nın Irak’ın kuzeyindeki bölgesel Kürt hükümetine, Kürt, Arap ve Türkmenler arasında paylaşım savaşına sahne olan Kerkük için “tatmin edici çözüm” sözü verdiği öne sürüldü. [19] Tüm bunlar; “AKP patentli ve ABD onaylı “açılım” hikâyesinin bir parçası olabilir mi; böyle yorumlanabilir mi?” Bu soruya yanıt aramak nafile bir çaba olmayacaktır!

“KUZEY IRAK” DENİLEN “GÜNEY”E DAİR

“SADECE DEMOKRASİ” Mİ?

“Kuzey Irak” denilen “Güney” konusunda “İsveç Dışişleri Bakanlığı Politika Planlama Başkanı ve eski İstanbul Başkonsolosu Ingmar Karlsson, ‘Kuzey Irak’ta ABD ve Türkiye’ye bağımlı fiili bir Kürt devleti kurulmasının kaçınılmaz olduğunu’ söyler”ken; Bağdat ve Erbil’de yaptığı görüşmelerin ardından 21 Aralık 2009’da Türkiye’ye dönen İçişleri Bakanı Beşir Atalay, PKK tehdidinin sona erdirilmesi için atılacak somut adımlar konusunda değerlendirmelerde bulunduklarını açıkladı. Aynı konuda Oral Çalışlar, “ABD, Kuzey Irak’taki Kürdistan yönetimi ve Türkiye; bir süredir üçlü toplantı yoluyla PKK’nın tasfiyesini ve Mahmur kampının boşaltılmasını konuşuyor. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, konuya ilişkin olarak umutlu açıkla-

“Açılım süreci”nin ulaştığı koordinatların giriftliğinde artık her şey “sadece demokrasi ve demokratikleşme” perspektifine sığmıyor; sığdırılamaz da! Yani Erdal Güven’in, Türkiye’nin bugün hâlâ ‘Kürt sorunu’nun içinde debelenmesinin nedeni, anti-demokratik yapısını bir türlü dönüştürememesinden kaynaklanıyor,” saptaması beyhude ve nafiledir! Ayrıca sorunu bu eksende ele alan ÖDP Genel Başkanı Alper Taş[20] ile DTP Grup Başkanvekili Selahattin Demirtaş’ın[21] öner(iler)i/ talep(ler)i, meselenin “ulusal” yanını ilişkin olarak yeterli değildir; bunun “Neden”i/ “Niçin”i/ “Nasıl”ı; “AKP ‘Açılım’ı Resmî İdeolojik Kapana Dönüşürken”de yanıtlanmaktadır.[22]

53

AKP “AÇILIM”I RESMÎ İDEOLOJİK KAPANA DÖNÜŞÜRKEN “Yarın… cesaretimiz kadar olacaktır.” (Rojdestvenski.) AKP “açılım”ı resmî ideolojik kapana dönüştü(rüldü); ya da “(A)çılım (K)apandı (P)olitikası” yeniden ihya edildi… Burjuva medyasının “Bir açılım hatırası” manşetiyle sunduğu kareler, “açılım”ın ne olduğunu özetlerken; verdiği “ideolojik mesaj”la Kürtlerin onurunu kırmakla sınırlı kalmayıp; Karl Marx’ın çizdiği “Kara tende ezildiği sürece emek, beyaz tende asla özgür olamaz,” (http://www.zcommunications.org/zq uotes/276.) tarihsel çerçevesine saygılı onurlu Türkleri de aşağılıyor… Diyarbakır’ı kucaklamayan, Diyarbakır’ın “Evet” demediği herhangi bir “çözüm”ün olmayacağı, olamayacağı ayan beyan ortadayken; “Kürt Meselesi”nin adı “ulusal” ve niteliği “kolektif” olarak konmadan Kürtlerin “sosyal”, “kültürel”, “demokratik” haklarını ilerletme türünden kısmi reformlarla yol almak, mesafe kaydetmek mümkün değildir… Ancak yaşananların bir kez daha ortaya koyduğu üzere Anadolu’nun Türk kesimi barışa hazır değil; bu böyle hâlâ ve ne yazık ki… Bunun böyle olmasından ötürü AKP “açılım”ı resmî ideolojik kapana dönüş(türül)müştür. Bunda kesinlikle şaşırtıcı bir yan yoktur. Çünkü AKP’nin, Kürt Ulusal So-


Politika

runu’nu kolektif haklar düzleminden soyutlayıp ABD/AB standartlı “Bireysel Haklar” düzlemine indirgemesi, “açılım”ın ilk günlerinde Genelkurmay Başkanı’nın da onayladığı üzere, resmî ideolojinin “hayır” diyemeyeceği bir refleksti. AKP’nin “kardeşlik” retoriğine ve AKP ile asker-sivil bürokrat elit arasındaki iktidar çatışmasının şiddetine bakıp AKP’yi resmi devlet ideolojisinin, Türk egemenlik sisteminin dışında sananlar AKP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından neden kapatılmadığını unutmuş görünüyorlar. “AKP kapatılırsa Doğu’da başka düzen partisi kalmaz” diye bağıran burjuva medyasının feryadını hatırlamıyorlar… Gelinen noktada, Kürt sorununun ulusal niteliğini gölgelemeye yönelik manevralar, İsmail Beşikçi Hoca’yı doğrularcasına iflas etmiş; AKP eliyle devreye sokulan “açılım”, “liberallerin en muhafazakârı, muhafazakârların en liberali” AKP’nin niyet ve kapasitesini bir kez daha ortaya koyarken, sonuçları itibariyle Türkiye’de politik alanı da daraltmıştır. Politik alanın daraldığı güzergâh, liberal yanılsamanın nihayete erdiği; CHP-MHP faşizan söyleminin öne çıkartıldığı, TSK’nın Trabzon’da bir savaş aracı olan Oruç Reis fırkateyninden mesajlar verdiği, Tekel işçilerinin gazlandığı, Bayramiç ve İzmir örneklerinde olduğu üzere linçlerin yaygınlaştığı ve sıradanlaştığı, krizin sonuçlarının tüm sonuçlarıyla ortaya çıktığı bir toplumsal huzursuzluk ve istikrarsızlık tablosuna denk düşmektedir.

Böylesi bir tablo, doğası gereği iktidar bloğunun parçalandığı bir “iktidar boşluğu”na denk düşer; her “iktidar boşluğu” da, sermayenin yeniden yapılanma gereksinimi doğrultusunda ve kaçınılmaz olarak yeni iktidar arayışlarına yol açar. Kriz koşullarında sermayenin yeniden yapılanma arayışı, Kürtlerin özgürlük mücadelesinden emekçilerin iktisadî-toplumsal taleplerine, hiçbir toplumsal talebe olumlu yanıt verme olanağına sahip değildir. “Demokratik” olarak tanımlanan iktisadî cebir yöntemlerinin imkân dâhilinde olmadığı Türkiye’de sermayenin yeniden yapılanması ancak iktisat-dışı cebir totalitarizmi ile mümkün olacaktır. Bülent Arınç’a “suikast girişimi”nden Barış ve Demokrasi Partisi’ne yönelen son operasyona dek tüm somut veriler de, yukarıda zikredilen olasılığa işaret etmektedir. “Kürt sorunu”na ilişkin devlet tutumu giderek “düzen içi çözüm”den “oy hesapları”nı dışlayan bir “hâl”e doğru evrilmektedir. Sevk zincirine vurulu, tek sıra dizilmiş Kürt politikacıların ya da başına bastırılarak diz çöktürülen seçilmiş belediye başkanının basına servis edilen fotoğrafı bu “hâl”in emarelerinin en önemli örneklerindendir. Bu gidişat Fikret Başkaya’nın kapitalizmin sürdürülemez özelliklerinin, onu daha baskıcı, saldırgan ve totaliter kıldığı yolundaki saptamasını doğrularken, Kürt halkının büyük bölümünü de bir “kopuş” noktasına doğru sürüklemektedir. Buraya dek ifadeye gayret ettiğimiz tabloda “demokratikleşme” bek-

54

lentileri giderek daha karşılıksız sanrılara dönüşüyor. Bu sanrıların “düzen içi düzenleme” ekseninde savunulması AKP ile liberaller arasındaki farkları ortadan kaldırmaktadır. Benzer biçimde, “düzen içi düzenlemeler” karşısında kopartılan fırtına da, CHP ile MHP arasındaki farkları yok etmektedir. Böylelikle sistem, siyasal güçlerini yeniden dizilime tabi tutarken, aynı zamanda kutuplaştırmaktadır da. Bu da kaçınılmaz bir hesaplaşmanın startını oluşturuyor. Ancak söz konusu kamplaşmada taraf olmak, ne Kürtlerin ne de emekçilerin yararınadır. Şimdi yapılması gereken, Jean Jacques Rousseau’dan Marx’a uzanan hattın ifade ettiği gibi barışı bir “toplumsal adalet” olarak tasarlamaktır; bu ise, nihaî olarak Kant’a dayanan, ve “serbest piyasa”yı bir önkoşul olarak gören “Ebedî (ya da verili demokrasi koşullarına içkin) Barış” fikrinden kopuşu gerektirir. Serbest piyasa ve onu kutsayan görüşlerden hiçbiri barış getiremez. Bir “toplumsal adalet” olarak barışı kurabilmek için Kürtlerin mücadelesiyle Anadolu emekçilerinin toplumsal taleplerini “birbirlerini destekleme” retoriğinden kurtarıp toplumsal bir eylemin ittifakına dönüştürmek gerekiyor ki bu da, eninde sonunda resmî ideolojiyi, solculuğun tüm liberal ve ulusal versiyonlarını kesinlikle reddeden “Ezilenlerin Tarihsel Bloğu”nu oluşturmaktır. Anlaşılmalı ki; Oruç Reis fırkateyninden Kürtlere olduğu kadar emekçilere ve anlayan herkese gözdağı verilmiştir. Diyarbakır’daki ad-


liye sarayı önünde sevk zincirine vurulan Kürt politikacıları ve seçilmiş belediye başkanları nezdinde emekçilere diz çöktürülmekte, Ankara’da tekel işçileri nezdinde Diyarbakır yoksulları gazlanmaktadır. Saldırı hepimizedir. Ya aşağılanmayı, gazlanmayı ve kabul edeceğiz ya da… Tercih bizim! Bunları daha önce, “açılım”ın tezgâhlandığı ilk günde, “Kürt ‘Açılımına’ Dair Bildiri: Adıyla Çağırmamak Bir Yalan Söyleme Yöntemidir...”de söylemiştik… “Açılım”ın başında, herkesin “Açılım Sarhoşu” olduğu koşullarda yazdıklarımız, kimilerine “kötümser kehanet(ler)” gibi gelmişti… Umarız bu sefer de öyle olmaz Dedik ya tercih ve gelecek bizim! 2 Ocak 2009. Sibel Özbudun, Temel Demirer, Yücel Demirer, Kamer Konca, Mahmut Konuk, Sait Çetinoğlu, Fikret Başkaya, Gün Zileli, Nalan Temeltaş, Erdal Doğan, Güngör Şenkal, İsmail Beşikçi, Ayhan Çınar, Sinan Çiftyürek, Tuncay Atmaca, Kadir Cangızbay, Ragıp Zarakolu, Ahmet Önal, Attila Tuygan, Fatime Akalın TUTUM(UMUZ) MALI?

NE

OL-

“Kürt Meselesi”, öncelikle Kürtlerin sorunudur; kolektif haklar sorunudur; nihayetinde “ulusal” ve “kimlik”e mündemiçtir! Ancak sadece “kimlik”e mündemiç yanıtla, tek başına ele alınması hâlinde Türk emekçilerine maledilmesi mümkün görünmeyen bu

soru(n); aynı zamanda bir Türk sorunudur; Türklerin öncelik taşıyan soru(n)larından biridir. Şimdi saltçı bir “demokrasi” ve “hoşgörü” söylemi ile sınırlanmaması gereken soru(n), iki halkın kardeşliği önündeki ırkçılık/ faşizm barikatına karşı eşitlikçi-özgürlükçü ekonomipolitik mücadele eksenine oturtulmalıdır… Hayır; bu mücadele demokrasi ve Kürtlere karşı “hoşgörü”yle sınırlanamaz; çünkü “hoşgörü” özünde “tahammül etmek” anlamına gelir. Kürtler, “tahammül etmek” zorunda olduğumuz bir eşitsizliğin tarafı olarak algılanmamalıdır; çünkü “Kürt Meselesi” özünde bir “Türk Sorunu”dur; farklı düzlemli eşitsizlikten kaynaklanmaktadır… Kürtler, Türklerle eşittir; soru(n) bunun politik düzlemde, sınırlanmadan tanınmasıdır ki, bunun için de hâkim ulusun, hâkim etnisitenin, hâkim katmanın ve hâkim sınıfın “hâkim” olmaktan çıkartılması “olmazsa olmaz”dır! Bunun yolu da söz konusu eşitlik için hâkim ulus, hâkim etnisiteye, hâkim katmana, hâkim sınıfa ve ayrıcalığa karşı mücadele etmektir. Bu insani bir görevdir; etik bir yükümlülük; ahlâki bir zorunluluktur… Artık yeni bir döneme girdik. Kürtlerin ne yapacağı, birlikte ne yapacağımız kriz ve kapitalizmin yeniden (iktisat veya iktisat dışı cebirli) yapılanma arayışından muaf değildir; olmayacaktır… Bu bağlamda da “Tutum(umuz) ne olmalı” sorusunun yanıtı; “Burjuvaziden bağımsız tavır almak” olma-

55

lıdır; hem de, “Tavır almak dediğin miras kalır. İnanmak miras kalır. Çaba, miras kalır,”[23] gerçeğini unutmadan! “SONUÇ YERİNE” Ulaşılan koordinatlarda şimdi yeniden; Karl Liebknecht’in, “Her halkın ana düşmanı kendi ülkesindedir,” uyarısını; ‘Komünist Manifesto’nun, “Bir bireyin bir başkasını sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun bir başka ulusu sömürmesi de ortadan kalkacaktır,”[24] sözü eşliğinde anımsamalı, anımsatmalı ve toplumsallaştırmalıyız… Bu da “Başkaldıran insan nedir? Hayır diyen insan,” diyen Albert Camus’nün, “Başkaldırıyorum; öyleyse varız,” haykırışına kulak vermek; Yunan mitolojisindeki “Baba fallusu kesmek” esprisini kavrayarak “devlet baba”ya başkaldırmak;[25] “Buğro na’imo gsonıd qatoro,” diyen Süryani Atasözü’nün Türkçesinin “Ufacık bir taş kocaman bir kayayı durdurabilir,” olduğunu anımsak ve liberallerin, “Türkiye’nin Kürtlerle yeni bir uzlaşma zemini aradığı her geçen gün biraz daha anlaşılıyor,”[26] yalanına itibar etmeden; T.“C”nin “kendi” Kürtlerini yaratmak istediğini unutmamak gerek… Bunlar böyleyken; “çözüm”ün “BDP’ye katılmak”tan ya da “destekçilik”ten geçmediğini; yapılması gerekenin “iltihak” değil, programatik temelleri netleştirilmiş ittifak olduğunu; yani Kürtlerin özgürlük mücadelesi ile Türklerin ekmek (emek) savaşımını örtüştürüp; coğrafyamızı


Politika

neo-liberal faşizmin cehennemine dönüştürmek isteyen gidişata “Dur!” demek olduğunu; Max Horkheimer’ın, “Önceleri tapınılan ulusal topluluk düşüncesi, sonunda sadece terörle ayakta tutulabilir olur. Bu, liberalizmin bir çırpıda faşizme geçme eğilimini ve liberalizmin ideolojik ve siyasal temsilcilerinin de kendi muarızlarıyla uzlaşmaya yatkınlığını açıklamaktadır,”[27] saptaması eşliğinde anımsamalıyız… “Ya çözüm” mü? O zaman alacak; bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın! 8 Ocak 2009 10:17:43, Ankara. N O T LA R [1] 9 Ocak 2010 tarihinde Ankara Özgür Üniversite’de “Açılım Kapanı” başlıklı Konferans’da yapılan konuşma… [2] Albert Camus. [3] Nermi Uygur, Yaşama Felsefesi, Denemeler, Ara Yay., 1989, s.76. [4] Erdal Şen, “Korkakların En Büyük Paranoyası Barıştır”, Zaman, 2 Aralık 2009, s.15. [5] Muhammed Nureddin, “DTP’nin Kapatılması AKP’nin de Geleceğini Etkileyecek”, Haliç, 19 Aralık 2009. [6] Muhammed Nureddin, “AKP Reform Dersini Geçemedi”, Haliç, 15 Aralık 2009. [7] Nuray Mert, “Sancılı Süreç”, Radikal, 15 Aralık 2009, s.10. [8] Keane John, Şiddetin Uzun Yüzyılı, Çeviren: Bülent Peker, Dost Kitabevi Yay., 1998, s.87.

[9] “İki Kentte Tehlikeli Gerginlik”, Radikal, 4 Ocak 2010, s.9. [10] Aktaran: Oral Çalışlar, “MHP’li Kürt: ‘Öcalan’la Görüşülebilir’…”, Radikal, 29 Temmuz 2009, s.11. [11] “Yol Haritasına İhtiyaç Var”, Cumhuriyet, 14 Ağustos 2009, s.4. [12] Nermi Uygur, Yaşama Felsefesi, Denemeler, Ara Yay., 1989, s.7475. [13] “Açılım Gerçekleşirse MHP ve BDP, İşçi Partisi’ne Döner”, Zaman, 4 Ocak 2010, s.11. [14] Aktaran: Murat Yetkin, “Arınç: Baykal’ın Elini Bile Öperiz”, Radikal, 30 Ağustos 2009, s.10. [15] “Öcalan: Belediye Başkanlarına Operasyon Provokasyondur”, Süreç, 2-8 Ocak 2010, s.7. [16] Ayşenur Bahçekapılı, “Başbakan Hayatını Riske Atıyor”, Taraf, 30 Kasım 2009, s.11. [17] Mısırlı bilge Ptah Hotep’in (MÖ 2414-2375) eserinden; Christian, J.The Wisdom of Ptah-Hotep, Spiritual Treasures from the Age of the Pyramids, Constable, London, 2004. [18] Namık Durukan, “Mahmur’a Karşılık Kerkük’ü İstedi”, Milliyet, 24 Aralık 2009, s.19. [19] “Obama’dan Kürtlere Kerkük Vaadi”, Radikal, 24 Aralık 2009, s.15. [20] Bkz: “ÖDP Çözüm Yolundaki Adımları Destekleyecek”, Radikal, 7 Ağustos 2009, s.10. [21] Bkz: “DTP’nin Cebindeki Dört Açılım Talebi”, Radikal, 14 Ağustos 2009, s.10. [22] Günlük, 2 Ocak 2010, s.7.

56

[23] Demet Güngör, “Avrupa’nın Üniversiteleri Yanıyor”, Radikal İki, 6 Aralık 2009, s.8. [24] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Partisi Manifestosu, Çev: Levent Kavas, İthaki Yay., 2005, s.111. [25] Yunan mitolojisine göre, insanlık varlığını Adem ile Havva’ya değil, “Gaia (Yeryüzü) ile “Uranüs (Gökyüzü)”nün çiftleşmesine borçludur… Gaia ile Uranüs müthiş bir şehvetle, durmadan çiftleşir. Bunun sonunda Gaia, sürekli olarak gebe kalır. Uranüs, şehvetli bir erkek olarak, sürekli sevişir ve Gaia’nın üzerinden hiç inmez. Bu çiftleşme sonunda Gaia’nın rahminde çocuklar oluşmaya başlar. Ama Baba Uranüs, Gaia’nın üzerinden hiç inmediği için, ana rahminde biriken çocuklar bir türlü dışarı çıkamaz. Rahimde hapis kalır. Sonunda ana rahmindeki çocuklardan biri olan Kronos, yani “Zaman tanrısı” eline bir bıçak alır ve babasının fallusunu keser. Acıyla kıvranan baba, geri çekilir ve o anda çocuklar özgür kalıp dışarı çıkarlar. İnsanlık işte Kronos’un bu cesur babaya isyanı sayesinde çoğalır. [26] Hasan Bülent Kahraman, “Bir Şeyler Olacak Yarın Bir Şeyler...”, Sabah, 29 Mayıs 2009, s.22. [27] Max Horkheimer, Akıl Tutulması, Çev: Orhan Koçak, Metis Yay., 2005, s.67.


Büşra Beste Önder

emasya’yı tartışmak 18 Ocak’ta, yani tam da Balyoz Harekat Planı’nın Taraf gazetesinde yayımlanmaya başlamasından ve dolayısıyla EMASYA’ya dair tartışmaların alevlenmesinden bir gün önce, BDP’li Demirtaş’ın Erdoğan’ın yanıtlaması istemiyle Emniyet Asayiş Yardımlaşma (EMASYA) Müşterek Protokolü hakkında verdiği soru önergesi, son derece anlamlı olmakla beraber büyük bir önem teşkil etmekte. Nitekim, 28 Şubat’tan yadigâr mevzu bahis protokol, bugüne değin ülkede, asker ve jandarma üzerinden yaşanan birçok hukuksuz uygulamanın temelini oluşturuyor. Türkiye’nin, bugünlerde sıkça tartışılan protokolle tanışmasının tarihi aslında 1960’lara dayanıyor. Türkiye solunun, muhalif, demokrat kesimlerinin uzun zamandır gündeminde olan bir mesele aslında bu. Ancak, bugün, protokolün iptal edilmesi gerektiğini her fırsatta dillendiren ve köşelerinde buna yer veren gazetecilerin, kendi isimlerini darbede tutuklanacak olan gazeteciler listesinde görmeden önce, meseleyi pek de kurcalamamaları, kamuoyunda yankı uyandıracak tartışmaların gelişimi önünde duran bir engeldi. Ta ki, Taraf Gazetesi’nin 19

Ocak tarihinden itibaren yayımlamaya başladığı ‘Balyoz Güvenlik Harekâtı’ başlıklı haber dizisi üzerinden emekli Orgeneral Çetin Doğan, Balyoz Harekât Planı'nın EMASYA Protokolüne uygun, eğitim amaçlı bir harp oyunu olduğunu belirtene kadar hali hazırda çok da tartışılan bir mevzuu değildi. Darbe girişimi iddialarına –ve hatta gerçeğine Balyoz’la farklı bir soluk gelmesiyle, pandoranın kutusu yeniden aralanmış oldu. Bu noktada ‘peki, nedir bu EMASYA’nın geçmişi?’ diye merak etmemek elde değil. Protokolün yakın tarihine göz attığımızda, tanıdık isimler, bildik hikâyeler karşılıyor bizi; Genelkurmay Harekat Dairesi Başkanı Korgeneral Çetin Doğan ile İçişleri Müsteşarı Teoman Ünüsan tarafından imzalanan ve 27 maddeden oluşan protokolün yasadışı olduğu, 25 Nisan 2002'de toplanan Başbakan Bülent Ecevit ve İçişleri Bakanı Rüştü Kazım Yücelen'in de bulunduğu, 273 üyenin katılımı ile gerçekleşen ve üç gün devam eden Mülki İdare Şurası'nda deklare ediliyor. Protokolle EMASYA komutanlıklarına verilen mülki amirlerin talebi olmaksızın olaylara müdahale yetkisi 5442 Sayılı

57

Yasa’ya "şekil, yetki, konu ve maksat" yönlerinden aykırı. Yine aynı protokolün, polis ve jandarma güçlerinin tamamının kaçınılmaz olarak yardıma gelen askeri birliğin komutasına girmesini öngören düzenlemesi, yasalara aykırı olmakla beraber son yirmi yıldır Kürt coğrafyası üzerinde ve ülke genelinde yaşanan insanlık dışı çoğu uygulamanın dayanak noktasını gözler önüne seriyor. Bu noktada TESEV’in 2009 tarihli "Türkiye'de Güvenlik Sektörü: Sorular, Sorunlar, Çözümler" raporuna da bakmakta fayda olabilir: “Protokol ve yönetmeliklerin yasalar üstü algılanmasının, yasalara aykırı uygulanmasının, askeri vesayet sisteminin ayrıcalıklı cihazlarından birisi olarak karşımıza çıkmasının en tipik örneklerinden biri EMASYA protokolüdür.” gibi bir ibareyle karşılaşılan rapor şöyle devam ediyor; “Her ilde garnizonlarda oluşturulmuş olan "Asayiş Güvenlik Merkezleri" sayesinde illerdeki polis teşkilatı ve mülki amirler istihbarat, değerlendirme ve planlama açısından askere bağımlı kılınmıştır. Bu yapılanma sayesinde elde edilen tüm toplumsal ve istihbari bilgilerin askerin elinde toplanması mümkün hale gel-


Yorum

mektedir. Yine asker, gerekli gördüğü durumlarda toplumsal hadiselere mülki amirin iznine gerek kalmadan el koyabilmektedir. Böylece silahlı kuvvetler illerde mülki yapılanmayı aşarak, iç güvenliğin tam anlamıyla askerileşmesini sağlamaktadır.” Rapordan da anlaşılacağı üzere, mevzuu bahis protokol, asker vesayetinin devamının birincil sağlayıcısı durumunda. Hatta o kadar ki, sırasını unuttuğumuz, adlarını karıştırdığımız, ‘Darbe Günlükleri’ ile başlayıp, İrticayla Mücadele Planı’yla pekişen, Kafes ve Balyoz’la zihinleri allak bullak eden, iflah olmaz darbe girişimlerinin en temel dayanağı konumunda. Hatta, AB Reformları kapsamında 2008'de kabul edilen 3. Ulusal Program'da da EMASYA protokolüne işaret edilmesi üzerinden protokolün değişmesi gerektiği 2008'in son aylarında AB Genel Sekreterliği tarafından İçişleri Bakanlığı'na iletiliyor. Peki, Başbakan, neden altında, kendi iktidarına yönelik böylesi akıl almaz bir darbe planının düzenleyicisi konumundaki dönemin I. Ordu Komutanı Çetin Doğan’ın imzası bulunan bu protokolün değişim çalışmalarını 2008’de bir anda rafa kaldırdı? Ve neden bıçak kemiğe dayandığında, yani bugün tekrar değiştirmeye kalkıyor? Başbakan, Balyoz darbe planına dair başlayan tartışmaların hemen ertesinde, meselenin kulaklarına geldiğini, yani duruma vakıf olduklarını açıkça ifade ediyor. 2003 yılında yapılması planlanan ancak gerçekleşmeyen darbeyi bilip de bir şekilde medyaya yansıtmamaları, akıllarda hükümetin darbecilerle uzlaştığı fik-

rini yaratmıyor mu? Ankara’nın karanlık sokaklarına girmeyeceklerinin altını, daha geçenlerde ısrarla çizen Başbakan, böylelikle ne yapmış oluyor? Bu soruların cevapları zihnimizi kurcalarken, EMASYA’nın, protokolle amaçlananların belirtildiği, protokolün beşinci sayfasının üçüncü bölümüne bakmakta fayda var; "Bu protokolün amacı, bir veya birden fazla ilde çıkan veya çıkabilecek olaylarla ilgili olarak valilerin isteği üzerine askeri birlik tahsis edilmesi durumunda, güvenliğin, asayiş ve kamu düzeninin sağlanması ve terörle mücadelede, askeri birlikler ile kolluk kuvvetleri arasında; a) Kuvvet kullanılması b) Kuvvet kaydırılması c) Emir komuta ilişkileri d) İşbirliği ve koordinasyon e) Gerekli görülen diğer hususları, belirlemek, uygulanacak yöntem ve alınacak tedbirleri ortaya koymaktır.” Yani, aslında, uzun yıllardır, toplumsal gösterilere muhalefet yasası bahanesiyle güvenlik güçlerinin, kitlelerin üzerine ateş açmak, orantısız güç kullanımı, gaz stoklarının bitmesi seviyesinde kitleye ve halka uygulanan eziyet, özellikle Kürt coğrafyasında yaşanan fail-i meçhul cinayetler, bu vesileyle meşruluk kazanmış bulunuyor. Daha da vahimi protokolün yukarda bahsi geçen maddesi üzerinden, bölgede görevli vali, kaymakam gibi üst düzey kamu personellerinin de, protokol devreye girdiği andan itibaren müdahale edebileceği bir alanın kalmıyor olması. BDP’li Demirtaş’ın sorduğu “EMASYA Protokolü imzalandığı günden buyana kaç toplumsal olaya müdahale edilmiştir? Ölümlerle so-

58

Şu noktada, EMASYA Protokolü’ne yönelik başlayan tartışmaların umut verici sonuçlar doğuracak nitelikte bir noktaya evrilmesini dilemekten öteye gitmek gerektiği çok bariz bir gerçek. Fakat bu gereklilik, tartışmalarda neredeyse hiç bahsedilmeyen, üzerine yazılıp çizilmesi uzun bir müddet tabu olan, hakkında bilumum şehir efsanesiyle karşılaştığımız ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB)’nin (Türkiye’nin malum ‘kırmızı kitabının’) ne olduğunu, ne zamandır var olduğunu, siyasal tarihimizde nelere ön ayak olduğunu, belgede özellikle vurgulanan iç tehdit ve dış tehditlerden ne kastedildiğini ve daha da önemlisi belgenin neden var olduğunu da kapsamalı. Hatta geçen yıl ilk defa Dersimde uygulamaya konulan ‘geçici güvenlik bölgeleri’ne dair tartışmayı da beraberinde getirmeli. Daha henüz bahsedilmeye başlanan MGSB’nin kapsamının değiştirilmesi meselesi, bir adım daha ileriye gidilerek bu çağ dışı uygulamanın yürürlükten kaldırılmasına evrilmeli. nuçlanan toplumsal olaylara müdahaleler EMASYA Protokolü kapsamında mıdır?” sorusu, bu koşullar altında, bence, çözümlenmesinin aciliyeti kati surette bariz olan bir denkleme işaret ediyor. Şu noktada, EMASYA Protokolü’ne yönelik başlayan tartışmaların umut verici sonuçlar doğuracak nitelikte bir noktaya evrilmesini dilemekten öteye gitmek gerektiği çok bariz bir gerçek. Fakat bu gereklilik, tartışmalarda neredeyse hiç bahsedilme-


yen, üzerine yazılıp çizilmesi uzun bir müddet tabu olan, hakkında bilumum şehir efsanesiyle karşılaştığımız ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB)’nin (Türkiye’nin malum ‘kırmızı kitabının’) ne olduğunu, ne zamandır var olduğunu, siyasal tarihimizde nelere ön ayak olduğunu, belgede özellikle vurgulanan iç tehdit ve dış tehditlerden ne kastedildiğini ve daha da önemlisi belgenin neden var olduğunu da kapsamalı. Hatta geçen yıl ilk defa Dersimde uygulamaya konulan ‘geçici güvenlik bölgeleri’ne dair tartışmayı da beraberinde getirmeli. Daha henüz bahsedilmeye başlanan MGSB’nin kapsamının değiştirilmesi meselesi, bir adım daha ileriye gidilerek bu çağ dışı uygulamanın yürürlükten kaldırılmasına evrilmeli. Evet, çok aşikar ki, Taraf Gazetesi

yayın hayatına başladığından beri bir şekilde özgürlükçü ve demokrat gazeteci kimliğiyle nam salma çabasında olan ancak aynı zamanda “Ben Kürt’üm ama bir MHP’linin nefret ettiğinden daha çok PKK ve DTP’den nefret ediyorum.” gibi bir beyanı bulunan Mehmet Baransu üzerinden, ordudan sızan bir takım bilgilerle belli konuları tartışabilir olduk. Bu haberlerin zamanlaması, neden özellikle Baransu’ya ulaştığı gibi noktalar, başka bir tartışmaya ait olmakla beraber, nihayetinde ülkede oluşmuş olan ‘neredeyse her şeyi tartışabiliyor olduğumuz havası’, olumlu bir siyasal portre çizmesi anlamında önemli. İşte bu evrede asıl mühim olan, bu tartışmaları ileriye, birkaç adım daha öteye taşıyabilmek. Tam anlamıyla demokratik bir ülkede yaşıyor olma idealine kimsenin karşı çıkacağını düşün-

59

müyorum. Ancak, demokrasiye doğru atılan adımların, bilinçli ve kapsamlı olması da gerçekten çok önemli. Eğer, EMASYA tartışmaları, bizi Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin tamamen kaldırılmasını da tartışır hale getirirse, geçici güvenlik bölgeleri, OHAL’ler, her türlü demokrasi karşıtı girişim, kolektif olarak ‘hayır’ denilebilir hale gelirse, bireyler, devlet eliyle öldürülmüş on binlerce insanın, tutuklanan belediye başkanlarının, parti yöneticilerinin, akıl almaz rakamlarla yargılanan taş atan çocukların hesabını herhangi bir politik karşılık beklemeden, vicdanen sorabilirse, ancak o zaman demokratik bir ülke olma yolunda adım atıyor olmuş oluruz. Evet, EMASYA’yı tartışmak büyük bir önem taşıyor. Peki devamını da tartışabilecek miyiz?


Toplum

A. Yiğit Can

iletişim notları 1 mahallemin tavukçusu İletişim olanaklarında yaşanan artış Marksistlerden liberallere her tutum ve davranıştan araştırmacının üzerinde uzlaştığı yegâne durum neredeyse. Üstelik sosyo-politikanın tüm aktörlerinin olumlamakta heyecan duydukları bir gelişme. Gündelik hayatımızda da sıkça dilimize dolanan bu mucizevî kavram birçok farklı yüzle karşımıza çıkan bir anlamlar dizgesi. Yaşadığı çevreye bilinçli zarar verme yetisine sahip tek tür olarak saptanan insanoğlu diğer varlıklardan soyutlama yeteneği ile ayrışıyor görünmektedir. Soyutlama yeteneğimizin en özgün araçlarından biri de dildir ve genellikle iletişim denildiğinde ilk akla gelen sözcüktür. İletişimsizlikten dem vuran bir çiftin lafı daha sık konuşmalıyızla gediğe koyma işlemi günün rutinlerinde en üst sıralardadır. Oysaki iki bireyin yüz yüze sözlü iletişiminde dahi sözcüklerin yani sözel anlatımın payı %7 olarak sunulmaktadır. Vücut dili denen ve kimi hokkabazlarca dersleri dahi verilen mefhum %55, tonlama, vurgulama gibi sözü besleyici öğeler ise %38 ile iletişimde sözlü anlatımın önünde yer almaktadır. Kitle iletişim

olanaklarındaki artışı anlamak ve gündelik hayatımızda yerli yerine oturtabilmek için iletişim kavramı ve bu alandaki bilimsel yaklaşımlarla bir arada düşünebilmek gerekir. Böyle yalnızca kitle iletişimini değil, yüz yüze iletişimi de daha yakından tanımış oluruz. Kısaca iletişim kavramına bakmakta yarar var: İletişim, en az iki varlık arasında bir araç vasıtası ile bilgi aktarımı anlamına gelmektedir, yani ki vahiy tam olarak bir iletişim sayılmaz. Bir başka şekilde söylersek iletişim iletilen bilginin hem gönderici hem de alıcı tarafından anlaşıldığı ortamda bilginin bir göndericiden bir alıcıya aktarılma sürecidir. Organizmaların çeşitli yöntemlerle bilgi alışverişi yapmalarına olanak tanıyan bir süreçtir. İletişimi açıklamak için dört temel öğe kullanılır: * Kaynak (Gönderici) * Alıcı * İleti (Mesaj) * Bağlam (Ortam) Bu temel öğeler dışında birçok iletişim modelinde birçok öğe daha sürece eklenir. Ancak bu temel öğeler iletişim için olmazsa olmazdır. İleti-

60

şimin gerçekleşmesi için mesajın bir varlıkça üretilmesi, bir varlıkça alınması gerekir. Dolayısıyla bir mesaj ve mesajın iletildiği ortam ya da kanal da sürece eklenir. Her iletişim kitabında bulunabilecek bu basit veriler aslında iletişim biliminin temelini oluşturur. Yine de biz akademik çalışmalar yerine daha yalın anlamlar dünyamıza, fildişi kulelerden yaşamın yeşilliğine dönersek bu basit kavramların kullanımı üzerine daha geniş bir algıya ulaşırız. Kaynak, alıcı ve mesaj üzerinde örneklerle durmak istediğimiz geniş bir saha sunmaktadır. Devrimciler her gün kamuya birçok mesaj sunmaktadır ancak sunduğumuz mesajlar üzerine yeterince düşünüyor muyuz? Mesajların üretilmesi sürecinde iletişimin zorunluluklarını dikkate alıyor muyuz? Devrimciler gündelik çalışmalarında genellikle Kaynak olarak bulunurlar, oysa her kaynak yaşamda aslında bir Alıcı’dır. Kaynak sunduğu iletinin alıcıdan gelen geri bildirimi ile ikincil alıcı haline gelir her şeyden önce ancak maalesef genellikle devrimciler bu geri bildirimleri dinlemekte yetersizdir. Dolayısıyla


mesajları çoğunca burjuvazinin ideolojik gürültüsünde kaybolup gider. Kaynağın ki her kaynak bir bilgi üreticisidir, kamuya sunduğu mesajı üretmesi için bir bilgi toplama, hazırlık sürecine ihtiyacı vardır. Bilgi üretimi için gerekli birikimi sağlarken de alıcı olarak işlevlendiğini daima aklımızın bir köşesinde tutmalıyız. Klasik bakış açısı iletişimi sadece partinin (ya da tekil devrimcinin) sınıfla (dışarıdan bilgi taşıma) ya da sınıfın karşıt sınıfıyla ilişkisi ve mücadelesi olarak algılamaktadır. Ancak her kaynak bir mesaj üretmek için önce bu mesaja içerik kazandıracak bilgi üretim sürecine girmelidir. Bu bilgilenme sürecinde kaynak alıcı haline gelmiştir. Alıcı olarak her bilginin şüphe ile ele alındığı bir eleştirel bakış geliştirilmelidir. Bilginin işlenme süreci de benzer bir dikkatle sürdürülmelidir. Her bilgi belirli bir paradigma içerisinde üretilir ve genellikle bir söylemin parçası haline gelir. Dogmalaşma ya da gelenekçileşme bilgi üretiminde kapalı bir iktidar devresi ortaya çıkarır. Buyurgan söylemler kapalı devre paradigmaların ilk göstergesidir. Bir mesajın kaynaktan alıcıya tam ve doğru olarak iletilebilmesi için de birçok faktör bir arada çalışmalıdır. Mesajın doğru iletimi için her şeyden önce mesajın içeriğinin açık, anlaşılır ve iç tutarlılığa sahip olması gerekir. Üstelik mesaj sadece kaynak için değil alıcı içinde aynı özelliklere sahip olmalıdır. Mesajın iletileceği alıcının sosyo-ekonomik, kültürel ve politik durumu incelenmeli ve mesajın içeriği bu verilere göre hazırlan-

malıdır. Bir mesaj her zaman tek bir alıcı ya da alıcı grubu için üretilmez. Farklı alıcı ya da alıcı grupları için hazırlanan mesajlarda mesajın katmanları orantılı bir şekilde dağıtılmalı ve diğer alıcı grupları için gürültü yaratmamalıdır. Örneğin bir eylemde ilanı aşk etmek isteyen devrimci kamuya mücadele ve aşk ikilisinin bir arada anlatıldığı bir şiir okuyor diyelim. Kaynak mücadele arkadaşlarına duygulu bir devrimci olduğunu beyan etmekte, coşkunluk sunmakta, dışsal alıcıları mücadeleye çağırmakta ve tek bir alıcıya göz kırpmaktadır. Aşkın esrimesini bir parça fazla kaçırdığımızda şiir o tek alıcı dışında her kes için anlam yitimine uğrayacaktır. Mesaj alıcıya ulaştığı andan itibaren kodlarına ayrıştırılarak algılanır. Mesajın algılanması alıcının durumu ile yakından ilişkilidir. Bir kez alıcı mesajı alımladığında bir tepki oluşturacaktır. Bu tepki kaynağa geri dönen bir ileti yani geri bildirimdir. Geri bil-

61

dirime kapalı iletişime tek yönlü iletişim denir ve otoriter, dayatmacı bir iletişim ortaya çıkar. Tek yönlü iletişim halleri düşünmeyi, sorgulamayı, yorumlamayı yasaklayan eğilimler geliştirirler. Sanat eserleri de genellikle tek yönlü iletişim sağlasalar da açık uçlu okuma olasılıkları ile demokratik bir alan oluşturabilirler. Çok yönlü iletişim seçenekleri ise bir dizi farklı metot sunarlar. Geri bildirime açık iletişimler dikey iletişim modelleri içerisinde demokratik bir ortam sağlarken, dairesel örgütlenmeler, çapraz iletişim olasılıkları da yatay iletişimin demokratik serüvenine olanak sağlar. Bunun yanı sıra mesajın iletileceği kanal mesajın içeriği ile uyumlu olmalı, kaynak ve alıcının bir arada bulunduğu iletişim ortamı doğru seçilmelidir. Kaynaktan alıcıya geçen süreç mesajın içeriğine katkı sağlar ya da mesajı ketler. Mesajın dilsel içeriği dışında kalan öğeler, paradigma, kanal, ortam, göstergeler, imgeler alı-


Toplum

durmalıdır. Göstergeleri, kodları yeniden oluşturmak iktidara el koymak kadar zordur ancak göstergelerin içeriğini demokratikleştirebilmek de özgürleşme için önemli bir adımdır. İktidarın paradigması, söylemi karşısında oluşturulabilecek paradigma ve söylemler iletişimin temel hedeflerinden olmalıdır. cıya etkinleştiren düzeyler, mesajın anlaşılırlığını artıracaktır. Buyurgan bir özgürlük çağrısı mesajın içeriğini otomatik olarak ketleyecektir. Kitle iletişim araçları üzerinden gerçekleşen birliktelik çağrıları örneğin ikili bir yol izler. Yüz yüze iletişimin sıcaklığına sahip olmadığından kolayca göz ardı edilebilir. Hatta Jean Baudrillard televizyon haberlerinde izlediğimiz savaşın gerçek olmadığını, sadece simülasyon olduğunu öne sürerek iletişim alanında radikal bir yorum sağlamıştır. Aynı zamanda televizyonun otoriter sesi ile hareket etmeye alışan kamuoyu televizyondan yapılan çağrılara karşı da benzer bir uyaran- tepkisi vermektedir. Adeta televizyondan yapılan çağrı bir güven ortamı sunmaktadır. Ancak bu gibi bir uyaran ilişkisi ile harekete geçen alıcı, bilgi üretim sürecinde egemen paradigmaya yatkınlık gösterdiğinden eleştirel okumalara kapalı davranmakta ve aynı hızla kabuğuna geri çekilebilmektededir. John Berger’in II. Irak Savaşı’na Özgürlük Operasyonu ismi verilerek ‘Özgürlüğün’ göstergesel değerinin yok edildiği savı da dikkate değer bir eleştiridir. Devrimciler mesajlarını hazırlarken, iletirken bu gibi değişkenleri göz önünde bulun-

İki örnekle mesaj konusunu çoğaltmaya çalışalım. Sanal Protesto: İlk örneğimiz birkaç gün önce bobiler.org tarafından internet sansürünü ve internet fiyatlarını protesto etmek için düzenlenen sanal protesto olsun. Hem sevimli bulduğumuzdan, hem de her kesin ortak ilgi alanı olan iletişim çağına uygun olduğundan. Oysa artan iletişim değil iletişim araçlarıdır, hatta teknolojik iletişim araçlarıdır. Bu teknolojik iletişim araçlarının artışına doğru orantılı olarak yazılı iletişim araçları (mektup, kitap, gazete) azalmakta gücünü yitirmektedir. Birkaç küçük tespit ile başlayalım, günümüzde insanlar egemenlerce grup davranışlarından arındırılmaya, bedenlerimizin tekilliklerine çekilmeye zorlanmaktadır. Kendi evimizin, hatta odalarımızın, o da yetmediğinde bilgisayar ekranlarının zedelenmezliğinde güvenlik çemberlerine çekilmekteyiz. Kırılgan ruhlarımız hücre tipi yaşamlara çekilmeye zorlanıyor. Bunun için araçları suçlayacak değiliz ancak alanın bıçak sırtı durumu yine alanın ülkemizde köşe taşlarından birini oluşturan ekşi söz-

62

Bizim tavukçu kentin merkezinde bir kenar mahallede, ana cadde üzerinde, hastane, karakol, park ve okulun bulunduğu meydana bakmaktadır. İletişim öğelerine ayırarak tekrar bakmaya çalışalım mahallemizin tavukçusunun mesajına: Kaynak; hangi siyasi tercihten geldiğini bilmediğimiz tavukçudur. Alıcı; caddeden geçen tüm yolcular ve öncelikli olarak mahalle halkıdır. Mesaj ise savaşsız, sömürüsüz bir dünya için işgallere karşı tepki ve bir arada yaşama vurgularını içermektedir. lükte, ekşi sözlük yazarlarından forgotten hopes tarafından tariflenişi dikkat çekici: düşünceleri sözlüğe sıç, görece daha ciddi bir dünyayı blog'a dök, dışını bu jaiku'ya şey et, dinlediğin müziği imeem'den paylaş, last fm'de göster... kafana bi kamera tak ve görüntüyü blog'unda 24 saat canlı yayınla (bunu yapan var), podcast hazırla, youtube'a görüntü yolla, bilgisayarı götüne sok! ... ne matriksmiş arkadaş… (forgotten hopes, 16.06.2007 03:25) İletişim cihazı olarak bilgisayar bu yalnızlaşmanın sorumlusu değil, ancak kitle iletişim araçları üzerindeki özel mülkiyet ve ideolojisi dikkat edilmesi gereken özel bir anlam içeriyor. Unutmayalım ki dilsel vurgular sadece iletişimin % 7’sini oluşturmaktadır. Mesajlar, iletildikleri kanalın bağlamı ile alıcıya ulaşmaktadır. Şimdi sanal protestomuzu kaynak,


alıcı, mesaj ve iletişim ortamı olarak tekrar gözden geçirelim. Kaynak; internet kullanıcısı olan ve sansür ve internete ülkemizde uygulanan fahiş fiyatlara tepkili, kullandığı araca sahip çıkma duyarlılığında bir araya gelen eylemcilerdir… Alıcı; benzer sorunlara sahip ancak harekete geçmemiş diğer internet kullanıcıları ve sansür ve fiyat politikası sahibi egemenlerdir…

Bu durumda iki katmanlı bir mesaja sahibiz, birincisi eylemciler ile ortak sorunlara sahip alıcılara bir araya gelmeyi önermekte, diğer katman ise egemenlerden sansürü kaldırmalarını ve internet fiyatlarını indirmelerini istemektedir. Mesaj sansürü ve fahiş fiyatları ile gündeme gelen internet üzerinden sanal bir harita üzerinde iletilmektedir. İnsanların birçok farklı araçla yan yana gelişi anlamlıdır. Ancak gerçekleşen eylem egemenleri rahatsız etmemekte, protestonun kendisi dahi protesto edilen alanda gerçekleşmektedir, taleplerin gerçekleştirilmesi için bir yaptırım oluşturmamaktadır. Mesaj ve alıcıları konusunda bir parça daha özenli çalışmaya ihtiyaç duymaktadır.

Mahallemin Tavukçusu: Diğer örneğimiz ise bizim mahalleden anlatmaktan keyif aldığım bir iletişim dersi. Mahallemizin tavukçusu yıllardır önünden geçerken gülümsemekten kendimi alamadığım bir iletişim örneği sunmaktadır. Tavukçunun vitrininde 50x70 iki karikatür sergilenmektedir. Birinci karikatür Go Home!!! (Evine Dön) İsmini taşımakta ve sırtında taşıdığı bombadan ABD menşeili olduğu anlaşılan bir Amerikan askeri sergilenmektedir. İkinci karikatürümüz ise Welcome (Hoş geldin) isimlidir ve sazı ile sözü ile barış içerisinde gelen yabancıya kucak açmaktadır. Bizim tavukçu kentin merkezinde bir kenar mahallede, ana cadde üzerinde, hastane, karakol, park ve okulun bulunduğu meydana bakmaktadır. İletişim öğelerine ayırarak tekrar bakmaya çalışalım mahallemizin tavukçusunun mesajına: Kaynak; hangi siyasi tercihten geldiğini bilmediğimiz tavukçudur. Alıcı; caddeden geçen tüm yolcular ve öncelikli olarak mahalle halkıdır. Mesaj ise savaşsız, sömürüsüz bir dünya için işgallere karşı tepki ve bir arada yaşama vurgularını içermektedir. Mahallemizin tavukçusunun mesajı tüm izleyiciler için açık ve anlaşılırdır. İletişim ortamı olarak gündelik yaşamımızı sürdürdüğümüz yerel seçilmiştir, geri bildirim için açık olanaklar sunmaktadır bu. Yaşamlarımızı ittikleri hücreleri parça-

63

lamak için açık bir çağrı olarak da okunabilir bu mesaj, kendimizi yaşam alanlarımızda açık kimliklerimiz ile ifade ederek var olmanın yeni bir olanağı olarak da. Mesajın iletilme biçimi egemen ideolojilerin gürültüsü ile karartılması zorlu bir durum yaratmaktadır ki yıllardır ne polis ne de mahalle halkından farklı düşünen biri tavukçunun camlarını kırmamıştır. Sonuç Gibi: Devrimcilerin en önemli silahlarından birisi iletişimdir. Her gün durmaksızın gerçekleştirdiğimiz bu eylem hakkında yeterli düşünme payını ayırıyor muyuz acaba? Fırsat buldukça gündelik hayattan karşımıza çıkan örnekler ile iletişim notlarını sürdürmeye çalışacağız. Bir aksilik olmazsa bir sonraki sayı Gürültü kavramı üzerinde durmaya çalışacağım. a.yigitcan@hotmail.com


Söyleşi

piedad cordoba ile söyleşi [*] Kolombiyalı avukat ve Liberal Parti senatörü Piedad Cordoba ile 23 Kasım tarihinde Caracas’ta bulunduğu esnada kalmakta olduğu otelde kısa bir söyleşi yaptık. Barış için Mücadele Eden Kolombiyalılar ismindeki Kolombiya’daki savaş ortamından politik yoldan çıkışı ve hem FARC’ın elinde tuttuğu rehinelerin hem de Kolombiya cezaevlerindeki gerillaların karşılıklı olarak serbest bırakılması için mücadele eden sosyal hareketin öncüsü olan senatör Piedad Cordoba, 2009 yılı Nobel Barış Ödülü için de aday gösterilmişti. Cordoba, Kolombiya’nın yaşadığı savaşın ve bunun sonucu olarak ülkede yaşanan ağır politik, sosyal ve ekonomik krizin çözümünün Alvaro Uribe hükümetinin yürüttüğü savaş politikasının tersine gerilla dahil olmak üzere ülkedeki tüm sosyal kesimlerin biraraya gelerek ülkede barışı tesis etmesi üzerine kurulu olduğunu ön plana çıkarıyor. Siyah bir babanın kızı olan Piedad Cordoba ırkçılığa karşı ve kadınların mücadelesinde de ciddi bir rol oynuyor. Kolombiya’daki demokrasi mücadelesinde tuttuğu yer nedeniyle 1999

yılında paramiliter grupların kurucusu ve şefi olan Carlos Castaño tarafından kaçırılmış ve birkaç hafta sonra da serbest bırakılmıştır. Kendisine ve ailesine yönelik tüm ölüm tehditlerine rağmen Kolombiya’da barış için mücadeleye devam eden senatör Piedad Cordoba, başkan Alvaro Uribe’ye rağmen FARC’ın elindeki politik rehinelerin ve savaş esirlerinin dialog yolu ile bırakılmasını sağlamıştır. Piedad Cordoba ile Caracas’a yaptığı ziyarette biraraya geldik ve kendisine Kolombiya’daki gelecek seçimler ve Nobel Barış Ödülü ile ilgili düşüncelerini sorduk. Canan Ateş: Kolombiya’da gerilla ve hükümet arasındaki esir değişimi sürecinin şu an geldiği aşama hakkında bize bilgi verebilir misiniz? Piedad Cordoba: Bu konu Kolombiya günlük politikasında ölü bir nokta. Bunun sebebi bu konuda çaba göstermemekten kaynaklı değil, hükümetin belirlemeleri daha doğrusu sınırlandırmaları içerisinde çözmeye çalışmaktan kaynaklanıyor. Açıkçası hükümetin esirleri kurtarmak gibi bir niyeti yok, çünkü esir değişimi meselesinde adım atmanın toplumda, va-

64

rolan çatışmanın dialog yoluyla çözülebileceği düşüncesini yaratacağından korkuyor. Bu düşünceyi engellemek ise hükümetin seçim kampanyasının bir parçasını teşkil ediyor. Canan Ateş: Uribe, gelecek seçimleri kazanırsa bu durum Kolombiya’nın geleceğini nasıl etkiler? Piedad Cordoba: Eğer Uribe seçimleri kazanırsa göklerin sahibi olur, şeytan ve tüm diğerleri ile birlikte (gülüyor). Gerçekten de seçimleri kazandığı takdirde bu Kolombiya için cehennem anlamına gelir. Esir değişimi konusunda somut adımlar atma konusunda son derece dezavantajlı bir ortam yaratır. Diyebilirim ki bu noktada Kolombiya’nın bağımsızlığı için tüm güçleri aynı çatı altında toplamak son derece büyük bir öneme sahiptir. Canan Ateş: 2009 Nobel Barış Ödülü adayları arasında öne çıkanlardandınız. Ancak bildiğimiz gibi ödül ABD devlet başkanı Barack Obama’ya gidince bir şaşkınlık yaşandı. Sizin bu konudaki düşünceniz nedir? Piedad Cordoba: Benim bu konuda özel bir beklentim yoktu. Ancak ödülün Obama’ya verilmiş olması Kolombiya’daki iç savaşa yönelik ba-


kışta bir denge yaratabilir. Obama’nın ödülü almış olması, ABD’de gelişmekte olan savaş karşıtı kesimlerin daha ileriki bir süreçte güçlenmesi gibi bir sonuç yaratabilir. Şu an Obama’nın içerisinde bulunduğu durum oldukça zordur. Savaş isteyen bir mekanizmaya başkanlık yapmak gibi zor bir durumla karşı karşıyadır. Obama’nın Nobel Barış Ödülü’nü alması, Kolombiya’daki savaş ortamından dialog yoluyla çıkış açısından düşünüldüğünde bir fırsat yaratabilir. Çatışmanın dialog yoluyla çözülmesi ise demokrasinin gelişmesi ve yeni bir toplum yapısının yaratılmasını sağlayacak olan tek çözüm yoludur. Canan Ateş: Kolombiya’daki savaşın sona ermesi için uluslararası dayanışmanın önemi nedir?

Piedad Cordoba: Kanımca son derece gerekli olmasına rağmen yetersiz bir seviyededir. Dayanışma fikir belirtmek, yorum yapmak ve bu konuda yazı yazmak olarak algılanıyor. Oysa gerekli olan dayanışma, eylem seviyesinde olmalıdır. Örneğin, UNASUR’da Kolombiya’daki çatışmanın sona ermesi için etkili kararlar alınmasını sağlamak ciddi bir dayanışma adımıdır. UNASUR ülkelerinin Kolombiya hükümetini esir değişimine zorlamasını sağlamak bir eylemdir. Bu somut bir dayanışma örneğidir. Diğer bütün yapılanlar ‘iyi niyet’ seviyesinden öteye geçemez. Bu adımlar da önemlidir ancak dayanışma seviyesinin altındadır. Bizim ihtiyacımız bunlardan daha ileri bir seviyede bir dayanışmadır. Canan Ateş: Savaştan en çok zarar görenlerin kadınlar olduğu düşünülürse, kadınların barış mücadelesindeki rolleri hakkındaki görüşleriniz nedir? Piedad Cordoba: Bu konuda, Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından savaş

65

durumunda kadınlara özel mültecilik statüsü verilmesini sağlamak için uğraşıyoruz. Kanada’da siyasi mülteci olarak bulunduğum 2000 yılı içerisinde bu konudaki girişimlere aktif olarak katıldım. Sadece savaşın kadınlar üzerindeki ‘görülmeyen’ etkilerini deşifre etmek amacıyla değil, kadınların savaşı sonlandırma sürecinde de aktif rol oynamalarını hedefliyoruz. Kolombiya’nın ABD tarafından ‘resmi’ bir şekilde de işgal edilmiş olduğunu düşünürsek Palanquero’daki ABD askeri üssünde askerler tarafından defalarca kez tecavüze uğramış Kolombiyalı çocuğun durumu, savaşın kadınlar üzerindeki etkisinin en somut örneklerindendir. Buna karşı Bogota’da 40 binin üzerinde kadının sokağa çıkması çok önemli bir olaydır. Sadece bu örnek bile politik arenada kadınların gücünü göstermektedir. Canan Ateş: Söyleşi için çok teşekkür ederiz. Demokrasi mücadelesindeki çalışmalarınızda başarılar dileriz. Piedad Cordoba: Ben de teşekkür ederim. Bu arada İstanbul’u gerçekten görmek istediğimi belirtmek isterim. Çocuklarım daha önce Türkiye’yi görmüşlerdi. Türkiye, benim için babamın çocukluğumda anlattığı uçan halı masallarındaki gibi bir rüya anlamı taşıyor. Buradan Türkiye’deki demokrasi mücadelesini selamlıyorum. [*] Odak, No:2009/3 (SN:32), Aralık 2009... Canan Ateş, 24 Kasım 2009,


Dünya

fARC-EP ve ELN’den ortak açıklama FARC-EP ve ELN Militanlarına: Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri-Halk Ordusu (FARC-EP) Genel Sekreterliği ve Kolombiya Ulusal Kurtuluş Ordusu (ELN) Merkez Komutanlığı adına iki örgütün tüm kadın ve erkek gerillalarına en içten savaşçı, kardeşçe ve devrimci selamlarımızı iletiyoruz. Herşeyden önce güncel durumu, perspektiflerimizi, karşılıklı vaatlerimizi ve iki organizasyon arasındaki sorunları açıklık ve dürüstlük temelinde ifade edebildiğimiz kardeşçe ve yoldaşça bir atmosferde buluştuğumuzu ifade etmek istiyoruz. Kapitalizm kriz içerisinde. Emperyalizm ise her zaman yaptığı gibi bunu savaş aracılığıyla aşmaya çalışıyor, Afganistan’daki işgalini varolanlara on binlerce daha asker ekleyerek artırdığı gibi. Bugün Kolombiya, halkımızın isyanını kanla bastırmak için emperyalizmin hizmetindeki bir askeri üsse dönüştürülüyor ve buradan Amerikamızın dağlarından ve ovalarından yayılan yeni projeleri geriletmek amacı güdüyor. Bu savaşçı niyete karşı bir cevap olarak, bütün kıtanın bir sorumluluğu olarak Kolombiya’da barış bayrağını yükseltmek son derece acildir. Çeşitli sosyal ve halk hareketlerinin kendisini ifade ettiği ve direnişe geçtiği tam da bu saatte, ulusal onuru ayaklar altına alarak, Kolombiyalıların isteklerini kanunsuz, yolsuz, mafyacı kurumsal ve paramiliter baskı yöntemleriyle bastıran ve emperyalizmin en iğrenç kuklalarından birine dönüşen aktüel Alvaro Uribe hükümetine karşı

sağlam ve savaşkan bir şekilde karşı koymak için birlikte çalışacağız. Son değerlendirmeler gösteriyor ki, Uribe’nin iki yönetim dönemi de ekonomik, politik, sosyal, hukuki ve diğer alanlar açısından başarısızlığa uğramıştır ve sonuç olarak ülkenin geleceği açısından Uribe’nin yeniden seçilmesi ya da ‘Ulusal Güvenlik’ doktrinin devam ettirilmesi hatadan ve riskten başka birşey olmayacaktır. Sadece ve sadece yurtsever, demokrat , devrimci ve savaştan politik bir çözümle çıkma umudunu taşıyan Kolombiyalıların birliği ve kararlı eylemliliği savaşı durdurabilir, barışı yakalayabilir ve kaderi Amerikamızda bugün yaşanan yeni dinamiklere çok uzak olmayan tanımlamaları içeren Yeni bir Kolombiya’nın inşasını mümkün kılabilir. Sürecin taleplerinin kavranılışı ve devrimci koşullarımız bütün birimlerimize şunları emretmeyi gerekli kılıyor: Bu belgenin yayınlanışından itibaren iki güç arasındaki herhangi bir gerilim derhal ortadan kaldırılacaktır. Halkın düşmanlarıyla hiçbir şekilde ilişkiye girilmeyecek, birbirimiz hakkında herhangi bir açıklama yapılmayacaktır. Savaşçı olmayan halk kesimlerine, mallarına, çıkarlarına ve sosyal örgütlenmelerine saygı duyulacaktır. İki organizasyon arasında dengeli ve birbirine saygılı bir üslup kullanılacaktır. Ülkenin bazı bölgelerinde yaşanmış olan bu saçma çatışmaların gerçek nedenlerini bulmak, aydınlığa kavuşturmak, zararları telafi etmek

66

ve bu süreci aşmak için zeminleri ve mekanizmaları oluşturma sorumluluğunu üstleniyoruz. Devrimci birlik ve kardeşliği yaratacak analiz ve dürüst-yapıcı özleştiriyi önceliğimize almalıyız. Bizim tek düşmanımız Kuzey Amerika emperyalizmi ve onun yardakçı oligarşisidir; bunların karşısında da tüm savaşçı ve devrimci enerjimizi harcamaya söz veriyoruz. 1990 yılında yaptığımız Komutanlar Zirvesinde onaylanan bütün davranış normlarının geçerliliğini onaylıyoruz. İki örgüt arasındaki birlik ve sorunlara dair kamuoyuna yapılacak her türlü açıklamadan Sekreterya ve Merkez Komutanlık yetkilidir. Yetiştirmemiz gereken örnekler Manuel Pérez Martínez ve Manuel Marulanda Vélez’dir! Yurdumuza saygı duy, Yanki Kolombiya’dan Defol! ELN Merkez Komutanlığı ve FARC-EP Merkez Kurmay Heyeti Sekreteryası tarafından Kolombiya Dağları, Kasım 2009 Anncol Haber Ajansı, 18 Aralık 2009, İspanyolcasından çeviren: Canan Ateş


Cumartesi Anneleri Şehrin en yoksul yerlerinden gelirler. Saçları kınadan kızıl, beyaz örtüleri aydınlık, gözleri, gözleri anam İki bulut… Gelirler sabahları, Ayakları ürkek. Ama yürekleri yangın yeri Düşerler asfaltına şehrin Cumartesi anneleri elleri elleri anam Bir acı yumağı Resimlerinde hala canlıdır çocukları Sofralarında yeri hazır Kapıları gözler dururlar Bir sabah çıkıp gelecek gibi Yatakları temiz ve sabun kokulu Çocuklarının anam çocuklarının Yeri yürekleri Alınır adı Ali’dir, Hasan’dır Alınır adı Ayşe’dir, Fatma’dır Alınır adı dünyadır Alınır insandır, fidandır Kırılır karanlıklarda Karanlıklarda yok edilir Düşer yollara anaları Ürkek güvercindirler Gelirler şehrin orta damarına Hayatları bulmak için Adı Hatice’dir ananın Adı Zeynep’tir Adı çiçeklerin en güzelidir Bilmediği dünyaların O taş sokaklarına Bakarlar gözleri ıslak Ama onuru dimdik Karanlıklardan geri isterken çocuklarını Sesleri zılgıt zılgıt, türkü türkü çıkar Onlar kırılan fidanlarımızın, Elleri buğday kokulu Elleri süt kokulu analarıdır.

Nuray Çevirmen



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.