dpg14

Page 1


dp g ’de n Nabız atışlarımız yükseliyor, pratik faaliyetimiz teorik ve politik perspektiflerimiz doğrultusunda farklı ve yeni bir mecraya akıyor. Kampanya çalışmalarımız doğrultusunda kitle dinamiklerine müdahalede, kitlelerle gelişkin ve geniş ölçekte ilişki kurmada gerçek bir dönüşüm süreci yaşıyoruz. Bu süreç, kitle örgütçülüğünde tıkandığımız noktaların aşılmasında ve daha ileri bir düzleme geçişte, ileri olanla geri olanı iç içe yaşadığmız bir süreç aynı zamanda. İradi yüklenme noktalarını genişletebilmenin, pratik faaliyetimize hız ve derinlik kazandırabilmenin kampanyayla daha ileriden bir ilişki kuruşla sağlanabileceği ve “kilidin” buradan açılabileceği bir süreç bu. Kampanyamızın kendimizden başlayarak en geniş kitlelere doğru dönüştürücü olabilmesi asıl olarak yaşamda yarattığı etki gücüyle ölçülecektir. Kampanyamızın başarılı olabilmesinin en somut koşulu kitlelerle geniş ölçekte ilişki kuruş ve kampanya faaliyetlerinin en geniş bileşenle birlikte yürütülmesidir. Tam da bu noktada yürüttüğümüz imza çalışmasına “özel” bir anlam da atfediyoruz. İmzaları sadece kendimizin toplaması değil, en geniş kitle bileşenini çalışmalara dahil ederek toplumsal etki gücümüzü çoğaltmayı, çalışmalarımıza yaygınlık kazandırmayı ve tüm bunların toplamı olarak kitlelerle ilişki kuruşta bir farklılaşmayı ve

kitlelerde bir dönüşüm süreci yaratmayı hedefliyoruz. Kuşkusuz ki bunların hepsi tek başına bir imza çalışmasıyla olamayacaktır. Ne var ki adım atılmalı, buz kırılmalıdır. Dergimizi uzunca bir süre çıkartamamış oluşumuzda yaşadığımız mali sorunların ciddi bir payı var. Fakat asıl olarak da pratikleştirilememiş bir faaliyet sorunu bu bizim için. Kuşkusuz ki bu, çalışmalarımızın büyüyüp genişlemesiyle aşılabilecek bir sorundur. Dolayısıyla da laf değil iş üretmek gerektiğinden hareketle özeleştirimizi pratikte vermeyi daha doğru buluyoruz. Yeni bir sosyalist gençlik hareketi yaratmada, kolektivizmi her düzlemde geliştirebilmede dergimizin, önemli bir misyonu olacak. DPG devrimci sosyalist siyasetin-pratiğin ve değerlerin taşıyıcısı olarak, gerek teoride ve gerekse de pratikte her düzlemde militanlığı temsil edecek. DPG, pratiğin, toplumsal yaşamın kendisinin dönüştürülmesini hedef alıyor. Politik yaklaşımı ve bilimsel konuları ele alışı ile felsefe, kültür-sanat ve bilişim konularında yeninin peşine düşeceğiz, üretecek, en geniş kesimlerle birlikte üretebilmenin ve mücadeleyi geliştirebilmenin kanallarını yaratacağız, çoğaltacağız. Bu deryaya birlikte dalalım....

www.komunarca.org AÇILDI!

4 haberler 9 medyanın sefaleti 11 fişlemeye bahane çok 12 bu sözleşmede biz... 16 Azad: “Kürdistan’a...” 18 satılık değil yaşam... 20 öğrenci sendikası 26 meslek liselerinde... 29 o bayrağı şimdi biz... 30 kadrolar... 32 popüler kültür ve... 34 tavukları değil... 36 ihtiyaçlar, tutkular... 39 manipülasyon

Devrimci Proleter Gençlik Sayı:14 Şubat Basım Yayın Ltd. Şti. Adına İmtiyaz Sahibi: Cihan Sedefoğlu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yasemin Ayaz Yönetim Yeri: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi Büyükparmakkapı Sokak No: 23/2 Beyoğlu/İSTANBUL Telefon-Fax: 0212 244 66 76 Banka Hesap No: İş Bankası 1042-30000-611255 Baskı: Ser Matbaası Yayın Türü: Yerel Süreli


duruş y ö nü

] 3

DPG

GÜÇ OLMAK... Suçsuz yere hüküm giymiş iki idam mahkumu infaz edilmeye götürülürken, biri diğerine “yahu suçsuz yere ölüme gidiyoruz” deyince, diğeri “şıışt sus, başımız belaya girecek!” demiş. Durumumuz bundan çok mu farklı? Gençlik bugün neoliberal saldırıların temel hedefi durumunda. İşçi sınıfı başta olmak üzere toplumun diğer kesimlerine yapılan saldırılar kendisini ilk elde gençlik üzerinde gösteriyor. Fakat daha da belirleyici olanı, bugün giderek daha fazla üretimin ve artı-değer sömürüsünün içerisine çekilmekteyiz. Çalışma yaşı 7′lere inmiştir, bir hak olarak eğitim elimizden alınmıştır, artıdeğer sömürüsünün “özel” biçimleri eğitim alanlarına kadar yaygınlaştırılmış- eğitim eğitim olmaktan çıkmış ve adeta köle pazarlarındaki gibi, “bedeni taze, dişleri sağlam ve hastalıklı olmayanlar” bu pazarda alınıp-satılabilme şansına sahip olmaktadır. Bir kuşak soğurulmakta, yeni bir kuşak yaratılmaktadır. Bu kuşak her şeyden önce sistemle asla karşıt bir pozisyonda olmamalıdır. Bu kuşak tüm değerlerinden algılayış biçimine, kendini var ediş biçiminden anlamlandırma çerçevelerine değin postmodern bir yaşam sürmelidir. Bilinç bulanıklaştırılmalı ve bilimsel-felsefi düşünmenin liberal olanı sürdürmelidir hükmünü. İyi bir yaşam özlemi mi? -ancak bireyci ve başkasının üzerine basarak kazanılandır. Paylaşım, dostuk ve kolektivizm neredeyse hiç bilinmeyen, yaşanmayan olgulardır. Peki ya mücadele, mücadele edilerek hakların kazanılması gerektiği ya da içerisinde yaşamakta olduğumuz toplumun en temel çelişkisi ve belirleyeni sınıflar ve sınıf savaşımı tarihi konusunda ne bilinmektedir? Sınıfsal bakış ve materyalist tarih felsefesi doğrultusunda kendini anlamlandırma peki? Bir imajlar dünyasıdır, hayaller alemidir sunulan gençliğe. Öyle bir çelişkidir ki, içerik ne kadar boşalırsa sömürünün o denli katlanabileceği bir gerçekliktir bu: “İçerik hiç birşeydir, görünüm ve biçim herşey!”

Aşağılanma, hiçe sayılma, anlamsızlık, değersizlik, paylaşımsızlık, çöküntü, geleceksizlik ve amaçsızlık... Her birisini o veya şu şiddette, içerisinde yaşadığımız toplumun bizlerdeki yansımaları olarak her gün yeniden yeniden yaşıyoruz, hatta yeniden üretiyoruz. Eğer bugün tarihsel olarak içerisinden geçtiğimiz şu kesitte kendimizi maddi ve özellikle manevi olarak bir parçacık bile “insan gibi” hissedemez olmuşsak ve İNSAN yerine konulmuyorsak ve bugün burjuvazi tüm yaşam alanlarımızı daha fazla kar elde edebilmek için talan ediyorsa, sömürüyü katmerlendirirken egemenliğini, ve egemenliğini güçlendirirken de sömürü cehennemini arttırıyorsa; bunların üzerine durup bir kez daha düşünmenin vakti çoktan gelmiş geçiyordur bile. Tarihsel sürece, sınıfsal, siyasal, toplumsal gelişmelere ve bunların içinden kendimize, kendimizin durduğu yere bakmanın ve tutum almanın zamanı gelmiştir.

Gençliğin kapitalist toplumda hiç bir çıkarı olamaz! Bizim vizyonumuz, gençliği bütünden etkileyip yönlendirecek kapasiteye sahip, devrimci sosyalist kolektif bir mücadele donanımı yaratmaktır. Gençlik güç olmalıdır, gençlik içinde güç olmayı hedefliyoruz. Ama bu güce tek başına iradi yüklenmelerimizle veya salt kendimizden çıkışını alan bir yenilenme isteğiyle ulaşamayacağımızı çok iyi biliyoruz. Bu güç öyle bir güç olmalı ki, hem bugünkü güncel sorunlara ve saldırılara karşı yükseltilebilecek mücadelenin öncülleri ve örgütleyeni olmalı, hem de yeni bir devrimci kuşağın yaratılması perspektifiyle, sosyalist değerlerle buluşan, bunları yeniden üreten; yaşamı izleyen değil, emeği, toplumsallığı, yaratımı ve iddiasıyla dönüştüren olmalıdır. Bu içi doldurulmamış kuru bir devrimci söylemle, ikili bir yaşam tarzı olarak -bir yanda devrimci aslında sistemiçi- karşımıza çıkan zayıf yönlerimize yönelip çözmeden

gerçekleştirilemez. Yaşamın her anı ve alanına içselleştirilmiş dönüştürücü ve iddia sahibi bir devrimcilikle yönelmek için gereken mücadele araç, biçim ve yöntemlerini yaratmak için varız. Örgütsel norm ve alışkanlıkların yerleştirilmesi, devrimci sosyal paylaşım ve sosyo-kültürel alternatif potansiyelin örgütlenmesi ve üretimi, militan bir sosyalizm anlayışının somutlanarak geliştirildiği bir konumlanış, kitle çalışması araç ve yöntemlerinin zenginleştirilmesi, yakalanan ML sınıfsal çözümleme düzeyinin derinleştirilmesi... Hepsi bir bütünün parçalarını oluşturan adımlar attık. Bu yoldan ilerleyeceğiz. Siyasal mücadele kültür ve alışkanlıklarını yerleştirmek, ideolojik, sosyal, kültürel çok yönlü bir devrimciliğe sıçramak için zorunludur bu. Ve ancak kitleleri dönüştürebildiğinde yaşamı dönüştürebileceğini bilen bir algılayışla, kendisini de bu bütünün bir parçası olarak gören ve kendi dönüşümünün de buradan geçtiğini bilen bir devrimciliktir bu. Bugün burjuvaziye dur demenin yolunun özneleşmekten geçtiğini bilen bir devrimciliktir. Kendisiyle, yaşamla, kitlelerle ilişki kuruşta dönüşen ve dönüştüren bir devrimciliktir. “Başımız belaya girecek” sözünün traji-komedisine düşmemek için adımlarımızı hızlandıralım. Gençlik hareketinin bize, bizim yeni ve güçlü bir gençlik hareketine duyduğumuz ihtiyaç bunu emretmektedir hepimize.n


DPG

4

[

h a b e rle r

Kampanyamız İzmir’in Emekçi Semtlerinde... Kampanyanın önemli ayaklarından birini işçi ve emekçi aileler oluşturuyor. Bu doğrultuda imza metnimiz ve broşürlerimizle işçi ve emekçilerin yoğun olduğu semtlerde çalışma yaptık. İlk gün OSB’de çalışan işçilerin oturduğu Çiğli’ye materyallerimizle giderek kıraathaneleri, evleri kapı kapı dolaşmaya başlıyoruz. Emekçilerin okullarda çocukları için verdikleri aidat paralarına ya da işçilerin kardeşleri için verdikleri dershane paralarına karşı tepkilerini imzalara akıtmakta hiç zorlanmıyoruz. Pazarda çalışan bir anne, çocukları için okul kayıt parasına ek olarak zorla alınan “diğer” paraları verirken sıkıntı çektiğini anlatıyor. Sene başında çocuklarının kayıt parası için çalıştığı çatıdan düşerek ölen işçiyi anlatıyoruz ona. “İmzamla umarım bir şey değişir” diyor. Diğer ailelerle birleşilmesi, gaspedilen bu paraları vermemek için topluca tepki gösterilmesi gerektiğini ve böyle bir durumda kazanım elde edebileceğimizi anlatınca olumlu tepkiler alıyoruz. Yoldan geçenlerin ilgisini görünce herkese kampanyamızdan bahsediyoruz. “Siz-

leri destekliyoruz, böyle konularla ilgilenmeniz ne kadar güzel, keşke herkes sizin kadar duyarlı olsa” gibi tepkiler geliyor. Biz de bu duyarlılığın hedefini bulması için omuz omuza birlikte mücadele etmemiz gerektiğini anlatıyoruz. Girdiğimiz kahvehanenin birinde kampanyayı ve kurultayı anlatarak kurultay broşürü ve Alınteri gazetemizi satıyoruz. Günü 200 imza ve 250 broşür dağıtımıyla ve bir sonraki semtin planını yaparak bitiriyoruz. Ve ertesi gün Söz Alınterinin Kurultayı aktivisti ile birlikte soluğu OSB işçilerinin yoğun olduğu Onur Mahallesi ve Yamanlar semtinde alıyoruz. Pazarda Alınteri gazetesi satışı, imza toplama ve broşürlerimizin dağıtımından sonra yavaş yavaş evlere doğru çıkmaya başlıyoruz. Kapıdan çıkarken bir aileyi yakalıyoruz. “Ver kardeşim ver, bir imza da ben atayım. Her ay iki çocuğum için elli milyon aidat veriyorum. O da yetmiyor, pazara çanta almaya gidiyoruz” diyor. Sohbet ettiğimiz emekçilere işçi kurultayından bahsedip kurultay broşürlerini vermeyi de ihmal etmiyoruz. İmza atarken

Edirne’de Kampanya Çalışmaları Uzun bir süredir devrimci çalışmanın yapılmadığı, yapılan çalışmaların da soruşturmalarla sonlandığı Trakya Üniversitesi’nde, bu fasit çemberi kırmak ve kampanyamızı duyurmak amacıyla broşür dağıtımı yaptık. Havanın yağmurlu olmasına aldırmadan kampüsteki bütün binaları tek tek dolaşarak hem broşürlerimizi dağıttık hem de sohbetler ederek kampanyamızı anlattık. Tabii uzun süredir bizim de alanda çalışma yapmayışımızın yarattığı açlığı da duyumsayarak ilk gün 300, sonraki gün ise 200 broşür dağıtarak bütün öğrencilere ulaşmaya çalıştık. Dağıttığımız broşürler ilgiyle karşılandı ve herkes tarafından ilgiyle okunuyordu. Broşür dağıtımını bitirdikten sonra ÖGB’lerin elinde broşür gördüğü öğrencilerden broşürleri aldıklarını, alırken de ‘bunları almayın, bunlar yasadışı bildirilerdir’ dediklerini ve bunları kimin dağıttığını sorduklarını öğrendik. Çalışma yürütmemizden tedirgin olmuşlardı. Yapacağımız çalışmalarla onları tedirgin etmeye devam edeceğiz.n Edirne DPG

“İmza ile değişir mi ki?” diye soranlara asıl olarak fiili mücadeleyle kazanımlar elde edebileceğimizi söyleyince olumlu tepkiler alıyoruz. Gün bitmek üzere ve hava kararmaya başlıyor. Ayrılmaya karar vermişken işten evlerine dönen işçilerin sıcak çay davetlerini kabul ediyor ve kurultaydan söz ediyoruz. Güzel, açıcı ve paylaşımın belirleyici olduğu bir sohbet yaşıyor, tabii imza almayı da unutmuyoruz. Dağılmak için ayrılıp otobüs duraklarına doğru yürürken, bankaların birinin önündeki kuyruğu görüyoruz. Küçük bir imza çalışması ve broşür dağıtımını da burada gerçekleştiriyoruz. Böylece iki günde 450 imza ile 500 broşür dağıttık. Kampanyamızın işçi ve emekçi ailelere taşınabilmesi için bu tarz ekip çalışmalarının örgütlenmesi çok önemli. Bundan sonra diğer semtlere de sistemli ve süreklileşmiş bir şekilde yöneleceğiz. Belirlediğimiz bölgelerde imza metnimizin ve diğer ajitasyon/propaganda materyallerimizin girmediği tek bir ev bile kalmayacak.n İzmir DPG

Muğla’da Soruşturmalardan Ceza Yağdı Muğla’da geçtiğimiz dönemde ardı ardına faşist saldırılar yaşanmış, sonrasında ise bu saldırılar kampüsün içine kadar sıçramıştı. Devrimci, demokrat ve yurtsever öğrencilerle faşistler arasında çıkan çatışmalar ve sivil faşistlerin cezalandırılmalarının sonrasında Muğla Üniversitesi Rektörlüğü çok sayıda devrimci, demokrat ve yurtsever öğrenci hakkında soruşturma açmıştı. Soruşturma sonuçları 3 Şubat’ta açıklanarak tam da akademik tatile denk getirildi. Rektörlüğün soruşturmanın sonuçlarını yarı yıl tatiline denk getirerek açıklaması, oluşacak tepkilerin önünü kesme amaçlıdır. Soruşturmaların sonucunda 7 öğrenci Yüksek Öğretim Kurumu’ndan çıkartılırken, içlerinde 4 DPG’linin de bulunduğu 26 kişiye ise 1 yarı yıl uzaklaştırma cezası verildi. Göstermelik olarak 6 faşiste de ceza veren idare, süreç içerisinde gösterdiği tavrı bir kez daha gözler önüne serdi.n Muğla DPG


ha b e rle r

] 5

DPG

Bursa’da SAK Çalışması

“Emekçi ailelerle buluştuk” Parasız eğitim kampanyamızı ailelerimizle birlikte örgütlemek için önceden belirlediğimiz bir emekçi semtinde öğlen saatinde bir araya geliyoruz. İmza toplayarak kampanyamızı emekçi ailelere taşımak ve onlarla tanışmak üzere 2’şer kişilik 3 ekip oluşturuyoruz. “Parasız Bilimsel Eğitim” yazılı önlüklerimizi de giydikten sonra bölgelerimizi belirleyerek tek tek kapıları çalmaya başlıyoruz. İmza aldığımız ev kadınlarına, kapıya çıkan ortaokullu, liseli, üniversiteli gençlere neden imza topladığımızı anlatıyor, onların paralı eğitim konusunda ne düşündüklerini soruyoruz. Kimi biz sormadan “Ben çok çektim” diyor biraz daha anlatıyor. 3 çocuğu da ilköğretimde okuyan bir ev kadını da anlattıklarımız üzerine hızla içeri girip bulaşık sulu olan ellerini kurulayarak imzasını atıyor ve “Kolay gelsin” diyor gülümseyerek. Bir Kürt emekçi kadın ile rastlaşıyoruz sokakta, Türkçe bilmediği için anlattıklarımızı anlamıyor, biz de kızına çevirttiriyoruz. Kahvehaneye, dernek lokallerine giriyoruz. İlk imzayı dernek başkanı atıyor, yanındakilere de attırıyor. İşçi emeklisi “Hep imza toplanıyor, ne olacak?” diyor biraz tepkiyle, bize fırsat bırakmadan yanında olan akrabası “Senin gibi binlerce adam bunu derse ne olacak?” diyerek katılımını sağlıyor. Başka bir emekçi kadın “Çok güzel bir şey yapıyorsunuz” diyor, bazısı bizimle beraber başka evleri gösteriyor “Kız açsana kapıyı” diyor komşusuna, “Bak çocuklar paralı eğitime karşı imza topluyor, senin de çocukların yok mu, at imzanı sen de” diyor. Onunla konuşmamızın ayaküstü olduğunu tekrar görüşmek istediğimizi söyleyince “Tabii ki her zaman gelin” diyor ve tekrar görüşmek üzere ayrılıyoruz. “Benim çocuklarım okulu bitirdi, evlendi çocukları oldu ama” diyenler de oluyor, onları da “Siz de bu sıkıntıları yaşadınız, yarın kızınız, torununuz bunları yaşayacak” diyerek ikna ediyoruz. Akşama doğru tatlı bir yorgunluk ve yeni insanlarla tanışmış olmanın sevinci içerisinde birbirimizden bir sonraki gün görüşmek üzere ayrılıyoruz.n İstanbul DPG

11-12 Mart’ta yapılacak olan Söz Alınterinin Kurultayı (SAK) çalışmaları doğrultusunda, işçilerin özellikle de genç işçilerin yoğun olarak bulunduğu bir kahvehanede “Kölece Yaşamaya Kölece Çalışmaya Hayır” broşürlerinin dağıtımını yapmaya karar veriyoruz. Çalışmayı yapacağımız kahvehaneye gittiğimizde her günkünden farklı olarak az sayıda genç işçi, öğrenci ve büyük çoğunluğu yaşlı olan 18 kişiyle karşılaşıyoruz. Kısa bir çay molasından sonra elimize broşürlerimizi alıp masaları dolaşmaya ve bir taraftan da sesli ajitasyona başlıyoruz. Bu durumu ilk başta garipseseler de hemen ardından sorular gelmeye başlıyor, biz de her birini yanıtlıyoruz. İkisinin işçi birinin öğrenci olduğunu sonradan öğrendiğimiz üç kişi, bizi masalarına davet ediyor. Sorularını yanıtlıyoruz, içlerinden biri de “Ama bu iş öyle birden bire gitmekle olmaz. Daha önce orada ne yapacağımızı düşünmek lazım.” diyor. KHK’ları, misyonunu, nasıl kurulup nasıl işlevlendirileceklerini anlatıyor ve gerekliliğini de işçi arkadaşın sözleriyle bağlıyoruz. Daha sonra tekrar görüşme konusunda kahve sahibinden yardım sözü alıyoruz. Orası için bir de pano hazırlamaya karar veriyoruz. Sohbetimiz sırasında Alınteri gazetemizi çıkarıp, ilgilenen üç kişiye veriyoruz. Çalışmanın sonunda ilgili olan arkadaşlarla bir dahaki görüşmenin tarihini kararlaştırıp vedalaşıyoruz. n Bursa’dan Kurultay Aktivisti İşçi-Öğrenciler

Dokuz Eylül’de Kampanya Çalışması Dokuz Eylül Üniversitesi fakültelerinin dağınık olmasından dolayı dağıtıma erken bir saatte başlıyoruz. Eğitim Fakültesi’nde, kafelerde dağıtım yaptıktan sonra sivil faşistlerin yoğun olduğu MYO’lara giriyoruz. MYO’nun yerini ve önemini vurgulayan konuşmalarımıza karşılık çeşitli sorular geliyor, biz de yanıtlıyoruz. İktisat Fakültesi’ne geçtiğimizde ise ellerimizdeki broşürlerin nasıl bittiğini anlayamıyoruz. Bu kalabalığa ve sirkülasyona nasıl müdahale edelim diye düşünürken bir duvara ”Öğrenci Sendikası” yazıyor bir aktivistimiz. Geçen sene üniversitede estirilen uzaklaştırma ve soruşturma teröründen sonra böyle bir şeye kalkışmamız ve bunu tam da İİBF’nin üç kamerayla izlenen göbeğinde yapmamız ilgi uyandırıyor. Kantine tekrar girdiğimizde masalarda broşürlerin dikkatle okunduğunu görüyoruz. Akşam “Duydun mu sendika kuruyorlar”, “Baksana sendika kurulmuş” gibi tepkiler veren arkadaşlara üniversite genelinde 480 öğrencinin kimlik paralarını yatırmadığını ve bu tepkiyi tek bir merkezde toplayıp dalga dalga büyütüp kazanımlar elde etmemizi sağlayacak bir araç olduğunu anlatıyoruz. Bundan önce yaptığımız el ilanı çalışmasında tanıştığımız bir kaç gencin har(a)ç paralarıyla okula yeni yıl çamı alındığı şikayetine tanık oluyoruz. Bu çalışmayla olumlu deneyimler kazandık ve buradan ileriye yepyeni açılımlarla ilerleyeceğiz.n İzmir DPG


DPG

6

[

h a b e r- de n e y im

YTÜ Boykotu: “Daha yeni başlıyoruz!” 20 Aralık’ta YTÜ hazırlık öğrencileri olarak bir günlük yemekhane boykotu yaptık. Eyleme 1700 kişilik okulda sivil faşist ve dinci-gerici 20 kişilik güruh dışında herkes katıldı. Peki bu nasıl oldu? Rektörün dediği gibi yemekhane fiyatları iki yıldır iki milyondu ve ne oldu da bu sene protesto ediliyordu bu durum? Öncelikle eylemi farklı kılan en önemli özelliklerden birisi, eylemin hazırlık öğrencileri, yani henüz okulun türlü uygulamasına “alışmamış” olanlar tarafından yapılmasıydı. Bir diğer etmen de yemek kalitesi gittikçe düşmüştü ve öğrencilerin çoğunluğu yemeğin kalitesizliği yüzünden yiyemez hale gelmişti. Fakat bunlarla birlikte, sene başında üst geçit talebiyle yapılan dilekçe toplama çalışması ve ardından yüzlerce kişiyle gerçekleştirilen eylem sonrası oluşan “birlik, dayanışma ve istersek bir şeyleri değiştirebiliriz” duygusuydu. Öncelikle bu konuyla ilgili nabız yoklamak için, eylemden üç hafta önce her gün üzerinde farklı mesajlar olan afişler astık ve 25 kişinin katıldığı bir toplantı sonrasında yemekhane sorunu ile ilgilenen bir organizasyon komisyonu oluşturduk. Bu komisyonun içinde DPG olarak biz de yer aldık. Komisyonun ilk kararı yemekhane ile ilgili her türlü veriyi en kısa sürede toplamak oldu ki bunları daha sonra ajitasyon ve propaganda faaliyetlerimizde kullandık. Hemen dilekçelerin hazırlanması ve okuldaki tüm sınıfların böylece haberdar edilmesi kararlaştırıldı. Ayrıca “Bunları biliyor musunuz?” başlığı altında topladığımız ilginç verileri sınıfların kapılarına yapıştırdık.

20 dakikada 1200 imza Ertesi gün sadece iki teneffüste (yaklaşık 20 dakikada) 1200 tane dilekçe toplandı ve yönetime verilmek üzere hazırlandı. Dilekçeleri imzalatırken her sınıftan bir kişinin bulunmasına dikkat ettik. Ve asıl olarak da imza metinlerini yeni insanlara vererek kendi sınıflarında toplamalarını sağladık. Bu şekilde çalışma daha içerden ve daha kitlesel sahiplenilmeye başlandı. Sonrasında tek tek sınıflar dolaşılarak geniş katılımlı bir kitle toplantısı alındı ve birçoğu gönüllü sınıf temsilcisi seçildi. Dilekçelerin okul yönetimine teslim edildiği gün, verdiğimiz dilekçelerin arkasında oldu-

ğumuzu göstermek ve cevap sürecini hızlandırmak için bir günlük boykot kararı aldık. Ve hızla alternatif yemekhanenin kurulması sürecini başlattık.

“Hodrimeydan!” Salı sabahı içerisinde bizim de bulunduğumuz ve çoğunluğunu örgütsüz öğrencilerin oluşturduğu “Yıldız Kültür Öğrenci Derneği Girişimi” imzalı birçok afiş okul panolarına ve duvarlarına asıldı. Daha sonra ikinci teneffüste müdüreye, rektörlüğe iletilmek üzere tüm okulun katıldığı alkışlı eylem ile dilekçeler verildi. Eylem sonrası toplanan ve daha önceden belirlenmiş gruplar bir araya getirilerek öğlen 12:00′da başlayacak boykota hazırlık yapıldı. Yemekhane önünde “Protesto Ediyoruz Yemekhaneden Yemiyoruz!” yazılı ve “Dilekçelerimizin Arkasındayız!” YKÖD-G imzalı iki pankart açıldı ve iki saat boyunca yine YKÖD yazılı kol bantları takan güvenlik grubu tarafından korundu. Özellikle dilekçe teslimi sırasında bazı öğretmenlerin gelip bizi eleştirmesine karşılık eyleme katılan başka öğretmenler tarafından cevaplanan eleştiriler, bizim eksik bıraktığımız ancak çok önemli olan öğretim görevlilerini ve akademisyenleri bu konuda duyarlı hale getirmek ve sürece katmak gibi bir çalışmanın mutlaka örülmesi gerektiğini yeniden hatırlattı. Boykotu duyan rektör, soluğu üniversitede aldı ve biz de böylece taleplerimizi bizzat ken-

disine iletme imkanı bulduk. Aldığımız cevap herşeyin yeni başlıyor olduğunu bir kez daha gösterdi bizlere. Rektörden “Hodrimeydan, yapabiliyorsanız yapın” cevabını aldık. Bizim de yanıtımız aynısı oldu. “Hodrimeydan!” Alternatif yemek ve müzik etkinliğiyle tam katılımlı boykotumuzu başarıyla sonlandırdık.

Buradan ileriye! “Paralı Eğitime ve Diplomalı İşsizliğe Karşı Birleşiyoruz” kampanyamız açısından değerlendirildiğinde, YTÜ’de yaptığımız boykot tüm alanlarımız açısından, gerek çalışma biçimi ve gerekse de hangi dinamiklere nasıl müdahale edileceği noktasında iyi bir örnek teşkil ediyor. Süreç henüz bitmiş değil, dönem tatilinden sonra çalışmalarımız kaldığı yerden devam edecektir. Şimdi biz, bağımsız faaliyetimizi örgütlemeye doğru daha yoğun ve hızlı adımlarla sürece müdahalemizi, kampanya materyallerimiz ve yeni araç ve yöntemlerle süreklileştireceğimiz bir aşamaya girdik. Bu süreçte deneyim biriktirdik. Ama asıl önemli olan yakalanan bu hareketliliği kampanyamızın talepleriyle buluşturmak, yapılan çalışmayı siyasallaştırma anlamıyla ileri çekecek yeni konular ekseninde yeni çalışma, yöntem ve araçları üretebilmektir.n

YTÜ DPG


ha b e rle r

] 7

DPG

Uludağ Üniversitesi’nde Yemekhane Kazanımı 16 Ocak Pazartesi günü öğle yemeğinin tavuk etinden yapıldığını görünce bir çalışma başlattık. Yaptığımız bilgilendirme sonrası öğrencilerin büyük bir bölümü yemekhaneden yemek yemeden geri döndü. Jandarma ve ÖGB’ler eşliğinde yanımıza gelen yetkililerin; ‘Listenin bayramdan önce yapıldığını ve değiştirileceğini’ söylemeleri üzerine yemek listesinin değiştirilmemesi ve tavuk eti çıkmaya devam ettiği koşulda da çalışmalarımızı sürdüreceğimizi söyledik. Sonrasında ise yemek listelerinin değişmemesi ve üstüne bir de yemekhanenin çeşitli yerlerine tavuk firmalarının reklamlarının asıldığını görünce, imza kampanyası başlatma kararı aldık. İmza metinlerinin ve ajitasyon propaganda çalışmalarının süreklileştirilmesi ve yemekhane dışında sınıflarda, yurtlarda da çalışmaların yaygınlaştırılması yönünde diğer öğrencilere çağrıda bulunarak imza toplamaya başladık. Bir hafta boyunca süren imza kampanyası, 26 Ocak Perşembe günü binin üzerinde toplanan imza ile son buldu. İmzaları teslim etmek üzere yaklaşık 15 kişi rektörlüğe gittik. Önce ÖGB, sonra da jan-

darma tarafından tehdit ve tacizlerle karşılaştık ki buna önceden hazırlıklıydık ve hiçbir taviz vermedik. İmzaları teslim etmeye giden aralarında bir DPG’linin de olduğu üç kişilik heyet de içeride benzer bir tablo ile karşılaştı. İmzaları kabul etmeyeceğini söyleyen rektörlük, arkadaşlarımızı soruşturma açmakla tehdit etti. Taleplerimizden yemek ücretlerinin düşürülmesi, yemekhanenin camlarının takılması ve çatısının onarılması ve şu kesitte çok önemli olan tavuk etinin yemeklerden çıkarılmasının kabul edildiğini öğrenince öfkelerinin sebebini de anlamış olduk. Yaşanan bu süreç bizlere doğru zamanda atılacak doğru adımların sonuca gitmede ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Bunun yanında doğru talep ve doğru araçlarla kitlelerde önemli kıpırdanmaların yaratılabildiğini gösterdi. Final döneminde sınırlı güçlerle başlayan kampanyamız; yukarıda anlattığımız somut kazanımların yanında sayıları az da olsa kendi aktivistlerini yaratabilmesi, geniş bir kitlenin imza atma yoluyla olsa da sorunlarının çözümünün bir parçası olması ve somut kazanımların yarattığı “yapabiliriz” duygusunun kitlelere ve bize taşınması açısından küçük ama önemli kazanımlarla bitmiştir. Şimdi daha güçlüyüz... n

Fransa’da işsizliğe karşı birleşik eylem Fransa Başbakanı Dominique de Villepin; 16 Ocak’ta, Fransa’da gençler arasındaki işsizlik oranını düşürmek iddiasıyla 26 yaşın altındaki gençler için hazırladığı sürprizi(!) açıkladı: CPE adlı özel bir kontrat, gençlerin kadrolu çalışan olabilmesi için 2 yıllık deneme çalışması yapmasını öngörüyordu ve 20′nin üzerinde elemanı olan şirketlerde de uygulanmaya başlanacaktı. Böylelikle şirketlerin işçileri kolaylıkla işten çıkarmanın yolunu açan bu kontrata ilk tepki sol çevre ve sendikalardan geldi. Sendikalar kontrat ile 26 yaşın altındaki gençlerin 2 yıl boyunca her gün kovulma riski altında olacağına dikkat çekti. Başbakanlık Köşkü’nde yaptığı aylık basın toplantısında bu eleştirilerin yanlış olduğunu savunan Villepin ise ilk iki yıl işten çıkarılmanın CPE ile belli prosedürlere bağlandığını,

ama gençlerin işten çıkarılmaları durumunda zararlarının devlet tarafından tazmin edileceğini iddia etti! Gençler arasındaki işsizlik oranının düşürüleceği palavrası gibi bu sözlere de hiç kimse inanmıyor. Fransa’da sendikal konfederasyonlar ve öğrenci hareketleri 7 Şubat’ta hükümetin işsizlik politikalarına karşı yürüyüş çağrısında bulundu. CGT, CFDT, FO ve CFT gibi işçi sendikaları, FSU, l’UNSA, l’UNEF gibi temel üniversite öğrencileri sendikaları ve en büyük liseli öğrenciler sendikası UNL; yayınladıkları ortak bildiride, hükümetin gençler için uygulamaya koyduğu iş kontratının, gençlere karşı ayrımcılığı arttırdığı gibi tüm işçiler için çalışma koşullarını zorlaştıracağını belirtti. Bu uygulama, gençlerle birlikte ailelerini de etkileyeceğinden eylemde öğrenci aileleri sendikaları da yer alacak.n

Uludağ Üniversitesi’nden DPG Okurları

Salihli MYO’da imza kampanyası Üniversitemizde Mediko-Sosyal’in yetersizliği ve öğrencilerin herhangi bir sağlık problemi yaşadığında sağlık ekipmanı eksikliği bahane gösterilerek tedavi edilmemesi, herkese “bu nasıl üniversite!” dedirtiyordu. Bunun üzerine bir toplantı örgütleyerek işe başladık. Toplantıda herkes birbirini dinliyor, ne dediğini anlamaya çalışıyor, orada hep beraber bulunmanın heyecanını yaşıyor ve çözüm üretebilmek için adeta birbiriyle yarışa giriyordu. Bir imza kampanyası başlatılması ve toplanan imzaların rektörlüğe gönderilmesi kararı alarak hemen bir komite oluşturduk ve çalışmalara başladık. İmza toplarken bu sorunun bir sistem sorunu olduğunu sıkça dile getirdik. Öğrenci arkadaşlarla yaptığımız “işte bizim yaşamlarımıza biçilen değer bu, ölsek gebersek umurlarında değil, bize böyle bir yaşantı sunuluyor” şeklinde yaptığımız konuşmalar geniş bir etki alanı yarattı ve toplam 400 imza topladık. Bu imzaları 2 Ocak Pazartesi sabahı rektörlüğe bir dilekçeyle gönderdik.n Celal Bayar Üniversitesi Salihli MYO’dan DPG okurları


DPG

8

[ m e ktup

İhalelere Pazarlanan Öğrenci Emeği Günümüzde yaşanmakta olan son proleterleşme dalgasıyla mühendis ve mimarlar gibi geçmişte görece daha iyi konumlarda olan meslek grupları da yığınlar halinde sınıfsal bir dönüşüme uğruyor. Elbette bu durumdan henüz öğrencilik çağında olan mimar-mühendis adayları da nasibini alıyor. Teknokentlerde part time çalışmanın olağanlaştığı, teknik üniversitelerde günaşırı tekellerin kalite kontrolörlerinin “gözlemci” kılığında derslere girdiği ve yine tekeller tarafından ayrıntılı bir şekilde raporlanan “istekler listesinin” öğrencilerin önüne bundan not alacakları bir proje konusu olarak konduğu bir süreçten geçiyoruz. Okuyacağınız mektup, öğrenciler üzerinden ucuz-nitelikli işgücü sömürüsünün ne boyutlara ulaştığı ve bunun nasıl bir pervasızlıkla yapıldığı ile ilgili çarpıcı bir örnektir. Yalnız KTÜ’de değil, her yerde açıkça “taşeron işçi” muamelesi gören mimar-mühendis adayı öğrenciler; henüz “cehennemi görmedik-

Merhaba arkadaşlar; Bizler Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde Mimarlık ve İç Mimarlık bölümünde okuyan öğrencileriz. 2005 yaz döneminde staj çalışması adı altında Akçaabat Belediyesi’ne ait bir proje olan, Ortamahalle’deki tarihi dokuya sahip 65 yapının rölevelerini almamız ve çizimlerini yapmamız söylendi. Başlamadan önce çalışmanın 10 gün süreceğini ve karşılığında da 300-350 milyonluk bir ücret alacağımızı söylediler. 10′a yakın hoca ve 30 kadar öğrenci olarak işe başladık. Çalışma 1 aydan fazla sürdü (bunun 20 günü arazide, 10-15 günü çizim süresi). İşimiz bittiğinde paralarımızı alamadan eve döndük, fakat bu dönem başı ücretlerimizi almak için tekrar hocalarımızla konuştuk. Çizimlerin ellerine eksik ulaştığını öne sürerek projeleri görmeden bizlere ücretlerimizi vermeyeceklerini söylediler. Çizimlerin hepsi tamamlandıktan sonra bu kez bahaneleri çizimlerin bir düzen içerisinde olmayışıydı. Biz de sonunda 3 Ocak’ta bir toplantı alarak ücretlerimizi nasıl alacağımıza dair konuşmaya başladık ve o zaman perde arkasında bilmediğimiz çok şey olduğunu öğrendik. Yapmış olduğumuz çalışmalar 100 milyarlarla telaffuz ediliyormuş. Ortada bir de bir ayağı üniversitede olan gözle görülmeyen bir taşeron firma var. Konuştuğumuz hocalardan biri bize şöyle diyor; “Eğer

lerinden” durumun farkında olmasalar da “kaderleri” işçi sınıfına yaklaşmaktadır. KTÜ’deki DPG okurlarının aynı sorunu yaşayanlara, birlikte mücadele çağrısında bulunmalarının önemi büyüktür. Mühendislik-mimarlık öğrencilerinin öncelikle bir araya gelerek birlikte mücadelenin temellerini atacak ve buradan ileriye taşıyacak zeminleri yaratması, bunun yanında meslek odalarını soruna karşı harekete geçirip üniversite yönetimleri üzerinde bir baskı oluşturması, gelecek kazanımlar için kilit halkalardır. KTÜ öğrencilerinin mektup dolayımıyla yaşamlarının satılık olmadığını haykırmaları tam da “Paralı Eğitime ve Diplomalı İşsizliğe Karşı Birleşiyoruz!” kampanyamızın kapsamı içerisinde çok anlamlı bir buluşmadır. Yakalanan halkalar üzerinden toplanma noktaları, mücadele platformları yaratılmalı, çeşitli araç ve yöntemlerle ilerlenerek kampanyanın kapsamı genişletilmelidir.

bunu bir şirket yapsa işçilerinin sigorta ücreti, asgari ücretler vb. üzerinden çok daha fazla masrafa girecek.” Taşeron işçiler olarak çalıştırılan bizler, yani yarının mimar ve mühendis adayları; asgari ücret ile değil bir türlü alamadığımız bir ücret karşılığında amelelik yaptık. Hem kafa hem kol emeğimiz ihalelerle, arkasında kimlerin olduğunu bilmediğimiz birilerine peşkeş çekiliyor. Öğrenci ve öğretmen karşı karşıya getirilerek ve öğrencilerdeki öğretmen korkusu da kullanılarak yaşananları sineye çekmemiz bekleniyor. Sevgili hocalarımız sakın “Sizler şehre hizmet ediyorsunuz, halka hizmet ediyorsunuz; bundan daha güzeli ne olabilir” gibi nutuklarda bulunmasın bizlere... Halk için bilime ve hizmete evet! Ama bizim emeklerimiz üzerinden birileri ceplerini dolduracaksa buna hayır! Önceden okullarda proje arazi ve konusu kurgusaldı. Şimdilerde ise örneğin şehre bir alışveriş merkezi mi kurulacak, o dönemki çalışma konularından biri muhakkak bu oluyor. Ders için hazırlanan bu projeler, ilgili kurumlar tarafından çok düşük bir ücrete satılıyor. Öyle bir şey ki imza yetkin olmadığı için, projelerini noter tarafından tasdikletemiyorsun ancak bir şirket çatısı altında bunu yapabiliyorsun. Bizler bu emek hırsızlarına karşı mücadele etmek için, bizden habersiz projeleri-

mizin kullanılmasına izin vermemek için, emeğimize ve meslek onurumuza sahip çıkmak için çıktık bu yola. Bizler ucuz işgücü olmak istemiyoruz. Biz ne müşteriyiz ne de taşeron işçiyiz, biz öğrenciyiz. Okumak için hem bir ton para yatırıyoruz üniversite bankasına, hem de onlara tonlarca artı-değer üretiyoruz, kölece çalıştırılıyoruz. Öğrencilerin sendikal mücadelesi ve öğrenci emekgücü sömürüsü gibi kavramların anlam ve önemini belki de şu an yaşadığımız durum itibari ile daha iyi kavrıyor ve yakıcılığını daha çok hissediyoruz. Eminiz ki yaşanan sorunu birçok öğrenci arkadaşımız yaşıyor ve bu noktada tüm arkadaşlarımızı devrimci sendikal bir hareket için mücadeleye çağırıyoruz. Ve diyoruz ki: sermaye için değil bilim için projeler ve bilimsel eğitim. Paralı eğitime hayır! Öğrenci emekgücü sömürüsüne hayır! Projelerimizin bizden izinsiz farklı kurum ve kuruluşlarda kullanılmasını önlemek için önlemlerin alınmasını ve yetkilerin bizlere verilmesini istiyoruz. Meslek odalarımızı öğrenci emekgücü sömürüsüne ve mimar-mühendis adaylarının taşeronlaştırılmasına karşı birlikte mücadele etmeye ve üniversite yönetimlerine karşı gerekli baskı ve duyarlılığı yaratma konusunda bizlere desteklerini sunmaya çağırıyoruz.n KTÜ Mimarlık Fakültesi Öğrencileri


med ya nın s e f a l  i

] 9

DPG

Burjuva Medya Sadece Gerçekleri Gizlemiyor Son zamanlarda yaşadıklarımız aslında çok da yabancısı olmadığımız tek filmin farklı kareleri. Farklı konular üzerinden ve farklı zamanlarda seyrettiğimiz bu karelere Susurluk’tan da aşinayız. Şimdi de faşist devletin iğrenç yüzü Şemdinli ve Ağca gündemiyle yer altındaki kanalizasyon çukurlarından bir kez daha en yalın haliyle ortaya çıktı. Burjuva medyanın kalemşörleri en “demokrat” maskelerini takıp kaleme sarıldılar. Önce Ağca’nın bırakıldığı gün tarihe “Utanç Günü” olarak geçsin diye yazdılar ve uyardılar: “Katil aramızda”. Ne oldu da burjuva medya bir anda “demokrat” kesiliverdi. Ağca cezaevinden çıkarken faşistler cezaevi önünde gösteri yaptılar, buna rağmen MHP’nin Ağca’yla ilgileri olmadıkları doğrultusundaki açıklamalarına üzeri örtük bir biçimde destek veren burjuva medyanın kalemşörleri böylece ortaya saçılan pisliklerin herkesin üzerine bulaşmamasına azami dikkat ettiler. Çünkü çok iyi biliyorlardı kı, gerek Şemdinli ve gerekse de Ağca konusu düzenin bütün temel kurumlarını kesiyordu ve ordudan MHP’ye, düzen partilerinden medyaya değin herkes bu pisliğin içindeydi. “Suçlular cezalandırılmalı, ait olduğu yere gönderilmeli, erken salıverildi” gibi söylemlerle suçlunun sadece Ağca olduğunun gösterilmeye çalışılması, burjuva devletin iç yüzünü gizleme çabası zaten sefil medyanın temel görev ve sorumluluğunu oluşturmuyor mu? Burjuva medyanın, Ağca’nın katil, yarım akıllı, gaspçı yönlerini ön plana çıkartarak faşist devletle ilişkisini, kontrgerilla kimliğini açıklamaktan kaçınması, MİT’in, JİTEM’in yaptığı katliamlardan, kirli pazarlıklardan hemen hemen hiç bahsetmeden geçiştirmeye çalışması, (dışarıda kalan efendilerine hizmet eden katilleri de gizlerken işlerinin devamına zeval gelmemesine dikkat eden) burjuva medyanın faşist devletin suç ortağı olduğunu, basının tarafsızlık hikayelerinin geniş kitleleri kandırmak için kullanıldığını, daha da ötesi devletin temel bir organı olduğu gerçeğini perdelemek içindir.

Ordu, eli kanlı katili askere almayacağını belirterek vatanı böylelerine teslim etmedi! Kendi “tarafsızlığını” koydu ortaya. Fakat biz bu tarafsızlığı Şemdinli’de suçüstü yakalanan bombacı kontrgerillacılara “iyi çocuklar onları tanırız” şeklindeki en samimi tutumlarını, bombacıların kimliklerini gizleyerek orduyla aynı samimi duyguları taşıyan burjuva basından biliyoruz. Adalet bakanı da sorunu hemen tespit edip şıp diye çözüverdi: “Hata var durum yargıya intikal etmeli”. Cemil Çiçek’in gönderdiği itiraz (siz talimat okuyun) yazısından yarım saat sonra Ağca içerideydi. Katiller artık aramızda değildi! Adalet bakanının bu tavrını kimisi “Bakandan şaşırtıcı itiraz” manşetiyle verirken şoke olduklarını belirtmiş, kimi de, “Adalet bakanından jet telafi” derken, aslında “Bizim bakan pek adil, bunu hep yapıyor” tarzındaki yaklaşımına girmişti. Bu aynı zamanda sıkışan AKP hükümetini biraz olsun rahatlatmak içindi. Zaten çok geçmeden Başbakan medyaya konu hakkındaki yaklaşımından dolayı teşekkür edecekti. Şemdinli olayı liberal burjuva propaganda için de kullanılmak istendi. “Artık gerçeklerimizle yüzleşmemiz gerekiyor ve Şemdinli konusu bir fırsata dönüştürülmeli” diye yazıyordu M. Ali Birand ve diğer yazarlar. Birkaç kendini bilmez asker yıllardır oralarda bu tip işlere karışıyorlarmış meğer. Ve buna da PKK yaptı diyorlarmış. Bu yanlışmış, devletin askeri birimleri varmış yasası varmış bilmem neyi varmış. Bu kendini bilmez üç beş kişi bunlardan büyük rantlar elde ediyorlar mış, mış da mış mış. Oysa yıllardır bu katliamları devletin dolayısıyla da ordunun yaptığını, devletin zaten iç savaş aygıtı olarak örgütlendiğini, bizzat faşist devletin bu kimliğin sahibi olduğunu gizlemeye çalıştılar. Diyemezlerdi tabii, yıllardır bu katliamları MGK direktifleri doğrultusunda bizzat JİTEM, MİT, MHP, korucular ve isimleri bilinmeyen diğer örgütler yapıyorlar diye. Diyemezlerdi tabii, Ağar faşistinin İçişleri Bakanı olduğu dönemde 1000 operasyon yapıldığı-

nı ve Kürt halkından sayısız kişinin öldürüldüğünü. Biz unutmadık, gerillaların kulaklarını kesip objektifler önünde poz veren askerleri... Emekçi halkı sindirmenin, baskı altında tutmanın, sopaları hep üstünde hissettirmenin araçlarını her daim yaratma çabasında olan devletin en büyük kozlarından birisi de medyasıydı ve medyası aracılığıyla geniş kitleleri manipule ediyordu. Azgınca sömürü mekanizmalarını işleten, her geçen gün artı değer sömürüsüne yenilerini katan ve sefaletten başka birşey yarat-

mayan emperyalist kapitalist sistem varlığını şiddet aygıtlarıyla birlikte, medyası ve her türlü ideo-kültürel manipülasyon araçlarıyla sürdürüyor. Geniş işçi ve emekçi kitlelerin bilincini bulandırıyor, böylece onları kendine yedekliyor. Burjuva medya sadece gerçeklerin üzerini örtmekle kalmıyor, aynı zamanda faşist devletin suç ortağı da oluyor ve emekçi kitlelerin her türlü hak istemine karşı saldırarak tetikçilik de yapıyor. Bunun önüne geçebilmenin biricik yolu, devrimci propaganda ve ajitasyonun genişletilmesi, geniş kitlelerin aydınlatılmasında önemli araçlarımızdan olan devrimci-sosyalist yayınlarımızı emekçi halklara ve gençliğe ulaştırmaktır. Kitlelerle daha fazla iç içe olmak, onları burjuva propaganda bombardımanına teslim etmemek, bilinç dönüşümlerini sağlamak devrimcilerin en önemli görevlerindendir.n


DPG

10

[

h a b e r- y o rum

Öğrencileri en iyi kim pazarlar?

ÜCRETLİ KÖLE PAZARINDA KAPIŞMA Geçtiğimiz günlerde “eğitim sektörü” yeniden burjuvazi içinde bir dalaşmaya sahne oldu. Bu seferki aktörleri ODTÜ Rektörü ve İş-Kur Genel Müdürü olan tartışmanın çıkış noktası ODTÜ Kariyer Planlama Merkezi (KPM)’nin özel istihdam bürosu gibi çalışması, öğrenciler ve şirketler arasında işe alımlarda etkin bir aracı görevi görmesi. ODTÜ KPM’nin yaptığı iş karşısında İş-Kur tarafından sözlü uyarıya maruz kalması üzerine geçtiğimiz günlerde rektör Akbulut; “Biz kalkıp ne öğrenciden ne de şirketten para alıyoruz. Ama İş-Kur’dan aradılar ve bu faaliyetlerin Özel İstihdam Büroları Yönetmeliği’nin içerisine girdiğini, 12 bin dolar ödeyerek özel istihdam bürosu izni almamız gerektiğini sözlü olarak ilettiler. Biz üniversite olarak nasıl kendimizi özel istihdam bürosu olarak ilan edebiliriz? Biz şirket miyiz? Bu işten para mı kazanıyoruz?” diyerek isyan etti.

adlarına seminerler düzenler, yer kirası milyarlarla tanımlanan standlar açar, öğrencilerin ders alamadıkları akıllı sınıfları kiralar, son sınıflarda öğrencilerin derslerine girer ve şirketin olanaklarını anlatır, hatta henüz lisede okul tanıtımına gelen öğrencilere varana dek bir “müşteri profili” yakalayabilirler. Elbette okul da buralardan ciddi bir para kazanır ve yine elbette bu parayı sermayenin dönüşümü için kullanır. İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun özelleştirilmesinin ardından ortaya çıkan İş-Kur ve yüzlerce özel alternatifinin derdi ise çok da tezat değil. İşsizliğin bu derece yoğunlaştığı bir dönemde, iş bulma işinin kendisinin de bir sektör haline geldiği bir gerçek. Özel istihdam büroları, taşeron şirketler gibi işçileri burjuvaziye pazarlamakta ve bundan komisyon almaktadırlar. Okullardaki kariyer planlama merkezleri de yetiştirdikleri nitelikli işgücünü pazarlamaktadır. Ortada tam bir ücretli köle pazarı vardır! Bu durumda İş-Kur’un ODTÜ’ye yaptığı şu sözlü uyarıyı bir tercüme edelim: “Madem bu işi yapıyorsunuz, madem bizim sahamıza girdiniz; bizim kuralımıza göre oynayacaksınız.”

Ural Akbulut’un “içli yakarışlarına” kulak vermeden önce ODTÜ ve KPM üzerine biraz bilgi edinmek gerekiyor. Üniversitelerde hayata geçecek pek çok yeniden yapılandırma adımının pilot okulu olan ODTÜ, yıllardır Kariyer Planlama’ya özel bir önem verdi. “Mütevazi” adımlarla başlayan Kariyer Planlama meselesi, yıllar geçtikçe Yalnız tam da burada atlanan birşey kurumsallaşan ve merkezileşen bir var ki o da neoliberal dönüşüm süyapıya büründü. Diğerleri gibi bütrecinde üniversitelerin rolünün yeni çesi tamamen öğrencilere ve eğitim tanımları. Ünlü YÖK Yasa Tasarısı’nın emekçilerine kapalı olan ODTÜ’nün ilk gündeme geldiği süreçte sözlüğüşirketlerden komisyon müze giren “işletme hesabı” alıp almadığını “bilemikavramı, üniversitenin artık şsizliğin yoruz” elbette, ancak işin ciddi anlamda bir işletme bu derece herkesin gözleri önünde gibi davranacağının yazılı olan kısmı bile mesele- yoğunlaştığı kanıtı da sayılır. Hedeflenennin boyutları hakkında ler üniversitenin değişen yabir dönemde, bize bir fikir vermeye pısının ve öncesinde dışında yetiyor. Kariyer Planla- iş bulma işinin gelişen farklı alanlara da el ma adına şirketlerin is- kendisinin de atmasının sebebini anlamatedikleri zaman okuldan bir sektör haline mızı sağlayacak bir genişlikte istediği yeri alıp burada tanımlanmıştı. Teknokentreklamını yapması ve geldi. lerle, burs karşılığı çalışma müstakbel çalışanlarını hikayeleriyle, stajlarla, tekeltoplaması ODTÜ’de artık çok alışılmış ler için üretilen öğrenci projeleriyle bir durumdur. Bazı anfilerin isimlerine birlikte düşünüldüğünde iyiden iyiye kadar girmiş olan şirketler, okulun bübirer entegre tesise dönüşen üniversitününde hiç kimsenin sahip olmadığı teler, artık sermayeyle her düzeyde iç bir hareket özgürlüğüne sahiptir. Kendi içe geçme süreci yaşıyordu. Kavramlar

İ

klasik anlamlarını çoktan yitirmişti, ne artık “öğrenci” öğrenciydi ne “ders” dersti. Öğrencinin, daha okulda olduğu zamandan başlayarak bu mekanizmanın içine çekildiğini görüyoruz. “Kariyerini” planlayacaksa da bunun içerisinden planlaması gerekmektedir. Bu “işletmenin” de bir işleyişi vardır, Ural Akbulut’un kopardığı yaygara tam da bu yüzdendir. ODTÜ ve benzeri üniversitelerin bu tarz işlevler üstlenmesi, muazzam ölçekte genişleyen diplomalı işsizliğin çaresi değil kuşkusuz. Zaten “herkese iş bulunur” diye bir iddiaları da yok ve olamaz. Nitekim ODTÜ de her yıl diplomalı işsizler ordusuna özellikle Fen-Edebiyat bölümlerinden ciddi bir miktarda insan katmaktadır. Esas dertleri, üniversite mezunu nitelikli emek gücünden faydalanmanın, bunları hızla artı-değer sömürüsü çarklarına çekmenin olanaklarını genişletmek ve bu süreci daha da örgütlü hale getirerek kurumsallaştırmaktır. Bu anlamıyla, nitelikli ve ucuz işgücünün en fazla soğurulacağı alanlardan birisi olarak üniversitelerdeki, üniversite-sanayi işbirliğinin daha da çıplaklaşmış hali çıkmaktadır karşımıza. Bu, neoliberalizmin temel yönelimlerinden birisi olarak, önümüzdeki dönemde sıkça karşılaşacağımız durumlardan birisidir. Geçtiğimiz yıllarda ODTÜ mezuniyet töreninde cüppeleriyle “Diplomalı İşsiz Olmayacağız, Sözleşmeli Memur Olmayacağız” diye pankart açmıştı Eğitim ve Fen-Edebiyat Fakültesi öğrencileri. Bu sene başında ise İş-Kur’un önünde hiçbir işe yaramayan diplomalarını yakmışlardı Fransız Dili mezunları. Birikmekte olan bu hoşnutsuzluk, ne KPM’lerin ne İş-Kur’ların dindirebileceği bir dinamiktir. Elimizde diplomamızla yollara düşüp çaldığımız her kapının yüzümüze kapanması kaderimiz olmayacak, biz bunun için mücadele edeceğiz. Yalnızca kendimiz için değil; sıra arkadaşımız için, diğer okuldaki arkadaş için, senelerdir boşta gezen mezun için iş istiyoruz. “Herkese İş, Herkese Çalışma Hakkı” istiyoruz. Satılık Değil Yaşamlarımız!n


ha b e r- y o ru m

] 11

DPG

FİŞLEMEYE BAHANE ÇOK! Yurtlar henüz açılmadan Yurtkur Genel Müdürü Hasan Albayrak, geçen yıl Ankara Sabancı Yurdu’nda başlatılan parmak izi sistemini diğer yurtlara da taşıyacakları açıklamasını yapmış, bunun herkesin işini kolaylaştıracağını belirtmişti. Ve Yurtkur’un dönem başında Edirnekapı’daki erkek öğrenci yurdunun girişine cihaz koyarak başlattığı uygulama, öğrencilerin tepkisine neden oldu. Çünkü 1200 üniversite öğrencisinin yurda girebilmesi için parmak izini bu cihaza okutması gerekiyordu. 2 yıldır aynı yurtta kaldığını söyleyen bir öğrenci “Bu sene kayıt yaptırırken farklı bir uygulama başladığı ve parmak izlerimizin alınması gerektiği açıklandı. Biz de 1 ay süreyle kaydımızı yaptırmadık. Daha sonra ise mecbur kaldığımız için kayıt yaptırdık. Biz fişlendik, diğer yurtlardaki öğrenciler fişlenmesin.” diyordu. Bir başka öğrenci ise, kapıdaki sistem ve teknoloji için harcanan paranın neden ihtiyaçları için harcanmadığını soruyordu. Konuyla ilgili tepkilerini dile getiren öğrencilere verilen yanıt, “Bir sıkıntınız varsa mahkemeye gidin” oldu.

istemedikleri ürünlere kısıtlamalar getirebildiğini söylüyordu. Öğrencilerin okulda para taşımaları yerine parmak izi ile kantin, yemekhane ve kırtasiyelerde ödeme yapmalarının önü açılıyor.

Buna benzer bir sistem de Dokuz Eylül Üniversitesi’nde: İş Bankası, güvenlik şirketleri, elektronik şirketleriyle ortak çalışan üniversitede en basit alışveriş için bile İş Bankası akıllı kartlarına para yüklemek durumunda kalan öğrencilerin hangi derse girip girmediği, ne zaman nerede kimlerle olduğu, ne kadar para harcayıp ne yediği takip edilebilir hale geliyor. Ve böylece şirketler “öğrencilerin neye para harcadığını” ve dolayısıyla reklamları hangi ürünlerde yoğunlaştıracaklarını tespit ederlerken; öğrenciler de hem izlenir, hem daha fazla sömürülür hale getiriliyor. Söz konusu sistem İTÜ’de 2 yıl önce uygulamaya sokulmuştu.

Öğrencilerin işinin kolaylaştırıldığı söylense de aslında bu tüm öğrencilerin tek tek fişlenmesinden başka bir şey değil. Tepkileri doğrultusunda öğrenciler İHD’ye gittiler. Görüşülen avukatlar kimsenin kişisel bilgilerini vermeye mecbur olmadığını, TCK’da “Parmak izi iki yıl veya daha fazla hapis cezasını gerektiren bir suçtan dolayı şüpheli veya sanığın, kimliğinin teşhisi için cumhuriyet savcısının emriyle alınabilir.” evlet maddesinin geçtiğini belirttiler. MOBESE’lerle,

D

F tipleriyle,

Parmak izi, avuç izi, göz retinası, iris veya yüz yapısı gibi kişisel veriler, biyometrik bilgiler olarak adlandırılıyor. Sistem bu şekilde “Kimlik kartın yetmez, senin bir parçan benim bir parçam olacak” mesajını veriyor.

Ankara’da da Özel Yüce Okulları, bu dönem yasalarıyla başında öğrencilerin denetimi arttırmayı parmak izlerini alarak hedefliyor. kimlik doğrulaması yapan sistemi kullanmaya başladığını duyurdu. Okul; sistemin Teknolojik gelişmeyle birlikte manokullarda devamsızlık kaydı ve persoyetik kartlı sistemlerden parmak izi nel takibini kolaylaştırdığını, velinin sistemine doğru hızla geçiş yapılıyor. öğrencisini rahatlıkla takip edebilmeAnkara Büyükşehir Belediyesi ve İssine olanak verdiğini, okul kantinletanbul Bahçelievler Belediyesi de bir rinde satışı yapılan ürünlerin listesisüredir parmak izi üzerinde kimlik ni görerek çocuklarının tüketmesini doğrulama sistemini uyguluyor. Yine

yakın zamanda Batman’da İl Sağlık Müdürlüğü, “personelin işe düzenli bir şekilde gelip gitmelerini sağlamak amacıyla” iris ve yüz tanıma sistemine geçmişti. Manyetik kartın kaybolması, kart tanıma süresinin uzun olması, sistemin maliyetinin yüksek olması gibi konuların parmak izi sistemi ile artık sorun olmaktan çıktığını söyleyen uzmanlar; devamsızlık kaydı ve personel takibinin daha kolay hale geldiğini vurguluyorlardı. Fakat bu sistemin asıl işlevini, şirketler için geliştirilmiş bir parmak izi okutma aletinin reklamı kadar iyi hiç kimse anlatamazdı: “Kurum ihtiyacına göre belirlenebilen bu sistemler, işletmelerde inisiyatifi tamamen ortadan kaldırması ve düzenli giriş-çıkış saatlerinin oturtulması sayesinde kurumsallaşmada büyük rol oynamaktadır.” Tam da burada sözü edilen “kurumsallaşma” ihtiyacı, onlar adına kendimizi denetlememizi gerektiriyor. Azami kar-azami egemenlik yasası böyle buyuruyor. Ve tüm bunlar olurken duyduğumuz hep aynı cümle oluyor; “Sistem, herkesin işini kolaylaştırıyor.” Oysa biz bu cümleyi nasıl okumamız gerektiğini çoktan öğrendik. Tüm bunların kimin işini kolaylaştırdığını da çok iyi biliyoruz. Zerre kadar umursamadıkları yaşamımızı kolaylaştırmak gibi bir dertlerinin olmadığını da... MGK direktifleri doğrultusunda kurulan istihbarat ve kontgerilla birimleri yıllardır bu ülkede işçi sınıfı, emekçiler ve Kürt halkına yönelik sistemli bir baskı, katliam ve sindirme amacı güttü. En temel ihtiyaçlarımızı görmezden gelip bizi denetim ve baskı altında tutmaya çalışanlar; okullara, caddelere, fabrikalara yerleştirdikleri MOBESE‘lerle, F tipleriyle, yasalarıyla, genelgeleriyle denetimi arttırmayı hedefliyorlar. “Polis Size Parmak İziniz Kadar Yakın” diye kampanya başlatıp parmak izli kartvizit hediyeleriyle kitlelere işbirliğini ve denetimi benimsetmeye ve olağanlaştırmaya çalışanlar da, “Bir sıkıntınız varsa mahkemeye gidin” diyenler de hep aynı dili konuşacaklardır elbette. Biz mahkemede değil, yasaları ve her türlü uygulamanızı fiili mücadelemizle, sokakta geri püstürteceğiz.n


DPG

12

[

y o rum

BU SÖZLEŞMEDE BİZ YOKUZ! Çeşitli adlar ve “tarifeler” altında uygulanmakta olan sözleşmeli çalıştırma, bugün emekçi memurların gelecek izdüşümüdür diyebiliriz. Bir geçiş dönemi olarak günümüzde koyu tonlardaki renkleriyle ve keskin hatlarıyla sözleşmelilik, hareketin tablosunu da yeniden biçimlendirecektir. Emekçi memur hareketinin bugün en temel mücadele başlıklarından birisi sözleşmelilik konusudur. Bizim açımızdan gelişmelerin önemi ise üniversiteli gençliğin yığınlar halinde sayısı 2 milyonu aşan emekçi memurlar kitlesi içerisine doğal akışı ve burjuvazinin sözleşmeli çalıştırma için ön sıralara yeni mezunları yani gençliği koyuşudur. Beraberinde gençliğin taze ve dinamik güçlerinin emekçi memur mücadelesine katılımıyla gerek bugün tıkanan mücadelenin yeni bir soluk kazanması ve gerekse de devlet ve sendika bürokrasisi kıskacında kıvranan ve akacak kanal arayan emekçi memur hareketinin ileri çıkabilmesi anlamıyla önem kazanmaktadır.

Sözleşmelilik Emeğin örgütlenme biçimi olarak sözleşmeli çalıştırmanın ne olduğunu ve harekete etkilerini kısaca açarsak: Sözleşmeli çalışanlar, ne işçi ne de memur sayılacaklardır. İşçilerin ve memurların sahip oldukları her türlü haktan yoksun kalacak olan sözleşmeli çalışanların sendika ve TİS hakları yoktur. Sigortaları ise çalışılan gün üzerinden işletilmektedir. Yapılan bireysel sözleşme sonucudur bunlar, daha doğrusu yasada geçen haliyle “sözleşmelilere bireysel sözleşme yapılır”. Sözleşmeli çalışanların iş sürekliliği ve güvencesi yoktur. “Yaratıcı”, “girişimci”, “çalışma disiplinine sahip”, “gayretkeş” vs. değilseniz bunlardan biri veya tümü olmazsanız her an işinize son verilebilir. Performansa bağlı çalışma olarak da ge-

çen bu düzenleme, her türlü değerlendirmeyi tamamen subjektif “kurallara” bağlamaktadır. Bunun takibi ise sicil amirine bırakılmıştır. Beraberinde bu daha çok devrimci-demokrat memurların işine son verilmesi için de kullanılacaktır / kullanılmaktadır.

Sözleşmeli çalışanların ücretleri ise oldukça düşüktür. Prim ve sosyal yardım haklarından da mahrumdurlar. Esnek çalıştırmanın pervasız ve acımasız uygulaması olarak sözleşmeliliğin pratikteki karşılığı en hafif tabiriyle efendi köle ilişkisidir ve koşulsuz itaat etmediğinizde kapının önünde bulursunuz kendinizi. Yukarıda sıraladıklarımızla sözleşmelilik uygulaması toplam bir sonuç olarak, emekçi memurların militan ve kitlesel bir temelde mücadele ederek kazandıkları her türlü sendikal, siyasal, sosyal ve ekonomik haklarının gaspı anlamına geliyor. Özellikle emekçi memurların içerisine doğal akışıyla büyük bir kesimi oluşturan gençliğin mücadele deneyimsizliğiyle birlikte düşünüldüğünde sözleşmelilik uygulaması, kölece çalışmayı ve kölece yaşamı derinleştiren bir rol oynayacaktır. Bir bütün olarak emekçi memur hareketini zayıflatmayı, bireysel düşünüp bireysel yaşayan bir kuşak üzerinden örgütsüzlüğü örgütlemeyi, kitlelerde bir bilinç bulanıklığını yaratmayı hedefliyor.

Kimler memur kalıyor? Yeni düzenlemede üst düzey bürokratların yanı sıra mülki amirler, emniyet mensupları, il müftüsü ve yardımcıları, ilçe müftüsü, kadastro üyesi, mal müdürü, müfettiş, savunma sekreteri, denetim elemanları, öğretmenler (vekil öğretmenlik ile zaten sözleşmeliliğe fiili bir geçiş yaşanmaktadır), Dışişleri Bakanlığı’nın yurt dışı teşkilatı ile meslek memuru gibi görevliler memur kadrolarında sayılacak. Hedef sayısı 2 milyonu aşmış emekçi memur kitlesinin 200 bine düşürülmesi, devletin asli görevlerinin yürütülmesi (güvenlik, yönetim vb.) dışında kalan memurların tasfiye edilerek sözleşmelilik başta gelmek üzere emeklilik vb. biçimlerle emekçi memur hareketinin tasfiye edilmesi amaçlanıyor. Bu düzenlemeyle kamu alanında büyük yıkımın ilk hedefi sağlık emekçileri olacaktır. Bunun yanı sıra, kamuda öğretmenlerin memur sayılacakları ibaresi yalnızca kadrolular için geçerlidir. Yapılan yeni atamaların 2/3’ü sözleşmeli olmaktadır. Bu uygulamayla özellikle eğitim fakültesi çıkışlı emekçi memur adayları topun ucundadır. Hemen hepsi sözleşmeli olacaklardır ki, o da iş bulabilirlerse. Kamu alanının dışında özel sektördekiler için sözkonusu yıkım hemen hemen her kesimi kapsıyor. Eğitim alanında büyük payı olan dershanelerde ve özel okullarda bu süreç çoktan başlamıştır ve uygulama açısından mesafe kaydedilmiştir.

Peki ya gençlik? Üniversiteli gençlik kitlesinin konuya hakimiyeti sınırlıdır. En genel anlamıyla mezun olduktan sonra onları bekleyenler konusundaki bilgisizlik (yarım yamalak, yalan yanlış bilgiler) konuyu kavrayışta da bir sınırlılığı


y o rum

] 13

ve kafa bulanıklığını beraberinde getirmektedir. Burjuvazinin ve liberal kalemşörlerin konuyu, “bundan sonra sırtını devlete yaslama devri kapanıyor”, “artık çalışmayana ekmek yok” (yukarıda söylediğimiz performansa bağlı çalışma kriterlerine dayanarak!!!) tarzında işlemesi, emekçi memurlar da dahil bütün emekçiler içerisinde bir kafa karışıklığı yaratmakta ve sorunun odağını kaydırmaktadır. Gençlik içerisinde bu şekilde yapılan propaganda ise şu şekilde karşılık bulmaktadır: “Çalışmayanlar, yan gelip yatanlar ayıklansın, çalışmak isteyenler yani bizler çalışalım, mesleğimizi yapalım”. Oysa burjuvazi cephesinden konunun özü şudur: Daha fazla kar ve egemenlik. Burjuvazi için kimin çalıştığı önemsizdir. “Kim bu koşulları kabullenir ve itaat ederse o çalışsın” der. Bir yandan da burjuvazi, emekçi memur kitlesini parçalayıp kendi içinde birbirine düşman kılarak ve rekabete sokarak, sınıf bilincini ve kolektif mücadelesini geriletmek için yürütmektedir propagandasını. Gençliği de bu burjuva propagandaya yedeklemeye çalışmaktadır. Fakat karşı kutup olarak, diplomalı işsizlik ve özelinde eğitim fakültesi çıkışlı olacak öğrenciler için sözleşmelilik, ciddi bir tepkiyi de doğuruyor. “Bunca yıl bunun için mi okuduk?” tepkiselliği ve çıkış arayışları, son süreçte çok daha görünür bir hal aldı. Bu dinamik doğru kavranmalı ve mücadele hattına evriltilebilmelidir. Özellikle de eğitim fakültelerinde bulunan 3-4. sınıf öğrencileri mezun olacak olmalarından da kaynaklı sorunu daha dolaysız yaşamaktadırlar ve söz konusu tepki birikimi daha çok bu kesimlerde vardır. Sözleşmelilik, tam da bu noktada “Diplomalı İşsiz Olmayacağız!” ve “Herkese İş Herkese Çalışma Hakkı!” talepleri ve bu eksendeki mücadeleyle iç içe ele alınabilmelidir. Çünkü sözkonusu tepki aynı noktalaradır ve sorun gelecek sorunudur. Bilinç sınırlılığını yaratan birbirine bağlı iki temel etkenden söz edilebilir: 1-Diplomalı işsizlik korkusu gençliğin tepesinde Demoklesin kılıcı gibi sallanıyor. Gençlik, uzun yıllar okuyup bir iş sahibi olamamaktan ve mesleğini yapamıyor olmaktansa sözleşmeli ve zor koşullar altında da

DPG

olsa bir işinin olmasını ve mesleğini yapabiliyor olmayı tercih etmektedir. Kendiliğinden bilincin bir sonucu olarak, haline şükretme, beterin beteri var diyerek kabullenme hali ve bir şeylerin değişebileceğine olan inançsızlık, başta söylediğimiz geri tavrı beslemektedir. 2-Mücadele deneyiminin eksikliği; özellikle gençlik hareketinin uzun zamandır durağan oluşu, gençliğin mücadele içerisinde pişmemesi, mücadele bilinç ve örgütlenme konusundaki gerilik, yukarıda bahsi geçen sınırlı kavrayışın bir diğer nedenidir. Gençliğin mücadele ederek bir şeyleri elde edebileceğine olan inançsızlığı, özgüven eksikliği, sorunları bireysel temelde çözme arayışları da bahsi geçen sınırlılığın nedenleri arasındadır. Bununla birlikte, gençlik hareketiyle sınıfın diğer bölükleri arasındaki geleneksel ilişki kuruş biçiminin (sınırlı ve dar) devam ediyor oluşu sorunun bir diğer yanıdır. Gençlik kitlelerinin, emekçi memur hareketinin mücadele, deneyim ve birikimlerini bilmemesi, doğallığında onların hangi haklara sahip olduğu, bunların nasıl elde edildiği konusunda da sınırlı bir kavrayışı doğurmaktadır. Bu sınırlılık tabiri caizse; sil baştan ve sıfırdan başlamayı, nasıl yapacağını bilememeyi ve koşulları önden kabullenmeyi doğurabilmektedir.

Çözüme doğru bir adım Kitle hareketinin durağan ve mecalsiz olduğu şu koşullarda her türlü sorun karşısında devrimci kitle mücadelesini yükseltmek her şeyde olduğu gibi bu konuda da en başa yazılmalıdır. Gençliğin, mücadele deneyimi kazanması ve belli bir birikimle “hayata atılması” önemlidir. Emekçi memur hareketiyle gençlik hareketinin dar ilişki biçiminden çıkarılması ve her iki kesimin de mücadele ortaklığının yaratıcı bir biçimde pratiğe geçirilmesi gerekmektedir. Emekçi memurları ve gençliği dayanışma, birliktelik ve geleceği kazanma vurgularıyla ortak mücadele alanlarına sevk edebilmek gerekiyor. Bu da pratikte mücadelede kesişim alanlarını geliştirmek ve yeni alanları yaratmakla olacaktır.

-Herkese İş Herkese Çalışma Hakkı! -İş Güvencesi İstiyoruz! -Diplomalı İşsiz Olmayacağız! -Sözleşmeli Çalışmaya Hayır! -Sendika ve TİS Hakkı İstiyoruz! -İnsanca Yaşanacak Ücret İnsanca Yaşanacak Zaman! Geniş gençlik kitleleri içerisinde gelişkin a/p faaliyetiyle konunun gündemleştirilerek çözüme dair pratikleştirilmiş adımların atılması hem gençlik hem de emekçi memur hareketinin geleceği açısından hayati önemdedir.

Yaşam öğreticidir Gençliğin konuya ilişkin hakimiyetsizliğini ve özellikle mezun olmaya yakın kesimlerin bu konuya ilgisini de göz önünde bulundurursak; üniversiteli gençliği mezun olduktan sonra nelerin beklediğine ilişkin genel ajitasyon propagandanın dışına çıkılabilmelidir. Gerek öğrencilerin ve gerekse de etkileşimli bir biçimde emekçi memurların özdeneyimleri harekete geçirilmelidir. İşsizlik verilerinin, bu konudaki istatistiklerin toplanması, emekçi memurlarla diplomasıyla iş arayan kesimlerin bir araya getirilerek panellerin, seminerlerin ve açık kitle forumlarının birlikte örgütlenmesi pratik bir giriş olabilir. Bunu yaparken bilimsel veriler ve istatistiklerin kullanılarak mezun olacakları, yeni mezun olmuşları ve emekçi memurları yani bu sorunun ve çözümünün kestiği tüm kesimleri (yaşayanlar ve yaşananlar üzerinden) bir araya getirecek araçlar ve ortamlar yaratılmalıdır. Emekçi memur ve gençlik hareketinin birleşik bir mücadele hattı çerçevesinde örgütlenebilmesi açısından bu dinamikler doğru değerlendirilmeli ve en önemlisi de pratik halkaların örgütlenmesi için somut adımlar atılmalıdır.n


DPG

14

[

y o rum

İNTİHAR VE DEPRESYON İntihar, yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgi... Ve bu çizginin yaşam tarafında kalanlar böylesi bir gidişin binlerce sebebini gösteriyor bizlere. Depresyon son zamanlarda karşımıza sıkça çıkan bir olgu. Nedeni burjuva psikologlar tarafından her ne kadar kapitalizm değilmiş gibi gösterilse ve farklı şekillerde tanımlansa da depresyonla ilgili verilere baktığımızda bunun gerçek nedeniyle karşılaşırız. Tek başına son zamanlarda yaşanan intiharlara bakmak bile yeter. Denizli’de ÖSS sınavını kazanamadığı, Manisa’da harcını ödeyemediği için bunalıma girip intihar eden gençlerden kim sorumludur? Ya işsizlik ve depresyon arasındaki doğrudan bağlantı üzerine ne söyleyeceğiz? Sefaletin de ötesindeki yaşamlar içerisinde hayatın tüm anlamını yitirmişlik duygusu... Ne yapacağını bilememezlik... Ya milyonlarca işçi-emekçinin aldıkları asgari ücrete göre düzenlemeye çalıştıkları ama düzenleyemedikleri asgari yaşamları ve hayalleri hakkında? Bireyler arasında ve aynı zamanda makinelerle, zamanla ölümüne bir yarış başlatmıştır kapitalist sistem. Bu rekabetçilik ve bireycilik anlayışı, değerlerin de çözülmesine neden olur. Makinenin bir parçası durumuna gelen işçinin “değeri” patronuna kar getirebildiği sürece vardır. Oysa ürettiği de artık kendi malı olmaktan çıkmış, çoktan başka ellerde dolaşmaya başlamıştır. Piyasaya sürülen kendi ürettiği mallardan yoksundur. Metalar dünyasında kendini yapayalnız ve güçsüz hisseder.

Depresyon ve intihar her sınıftan bireyde görülür fakat intiharların önemli bir bölümünü oluşturan nedenler ekonomik ve toplumsal faktörlerdir. Burjuva medyada karşımıza sık sık tuhaf intihar vakaları çıkmakta ve burjuvazinin allayıp pullayarak bize sunduğu post-modern kültür ve yaşam biçimlerinin hepsi tam da burada iflas etmektedir. Yaratılan “imaj kültürü”nün etkisiyle kendi görüntüsünü beğenmediği için intihar edenlerin sayısı hiç de az değil. Burjuvazi, yaşanan derin memnuniyetsizliğin üstünü ne kadar örtmeye çalışsa da kendi sınıfından intiharların da artmasıyla kendini daha fazla ele verir. Memnuniyetsizlik o kadar derinleşmiştir ki önceleri “alt sosyal grup”ta yoğun bir şekilde yaşanan intiharlar şimdi bir salgın gibi “üst sosyal grup”a da sıçramış durumdadır. Ve hatta şimdi karşımızda “alt sınıflar”dan da fazla sorun yaşayan “üst sınıflar” gerçeği vardır! Sınıf ayrımlarını ve sınıf savaşımı kavramlarını göz ardı etmeye, gizlemeye çalışanların “Artık yoksullukla, problemli davranışları doğrudan doğruya birbirine paralel kavramlar gibi görme alışkanlığımızdan da vazgeçmeliyiz. Çünkü bu yaklaşım, alt gelir gençlerini de haksız biçimde etiketliyor, var olan farklılıkları derinleştirerek bu gençleri bir bakıma suça teşvik ediyor” feryatları hep bundandır. Söyleyecek çok şey var ama bunun en özlü ifadeyle- anlamı, kapitalizmde bireyin sayısız seçenekle birlikte büyük bir çıkışsızlık içinde yaşamaya çalışması gerçeğidir. Bir gencin cep telefonu da, odasında TV’si de, interneti de vardır belki ama yaşanan çürümenin de etkisiyle doyumsuzluk ve tatminsizlik içindedir. Özellikle de internet üzerinden yaşanan sanal dünyaların yaratılması ve gerçeklik duygusunun yitimi, önüne geçilemediği koşullarda bireyin iyi-

ce içine kapanmasına, kendi yarattığı hayaller dünyasında yaşamasına yol açmaktadır. Yabancılaşan, sosyalleşme ihtiyacını farklı şekillerde gidermeye çalışan bireyler giderek daha büyük bir ihtiyacın içerisinde bulacaklardır kendilerini. Ve sistem burada kendi kendini çıkmaza sokmuş, kaçınılmaz sonunu getirecek olan koşulları da yaratarak, mezar kazıcı rolünü büyük bir başarıyla yerine getirmiştir. Ama bunu gizlemek için ne gerekiyorsa yapmak ve her zaman bir suçlu bulmak üzere hazır durumdadır. Gazete ve televizyonlarda her beş kişiden birinin depresyonda olduğu gerçeğini itiraf ederken bir taraftan da “Gençlik depresyonda. Bunu saldırganlaşmasından, çevreye zarar vermesinden görüyoruz” saçmalıkları eşliğinde, ellerinden alınan haklar uğruna mücadele eden ve çatışan öğrencilerin görüntülerini vererek insanların kafasında bulanıklık yaratma çabasına girilir. Böylece sorunun asıl kaynağını silikleştirme çabası içerisinde, tepkiler mücadele edenlere yöneltiltilir. Ve bu en sık kullanılan yöntemlerden biridir.

Kırılma Noktaları... Araştırmalara göre depresyon ve intiharlar en yaygın ergenlik döneminde ve emekçi sınıflarda görülmektedir. Ağır yaşam koşulları, kişisel etkenler ve beklenmedik olaylar gençlerin üzerindeki baskıyı arttırmaktadır. Üniversite sınavlarını kazanabilme ile başlayan kaygılar, kazandığında ise parasızlık sorunuyla devam eder. Kaydını yaptıracak parası varsa üniversiteli olacak, yoksa tüm haklarını kaybedecektir. Ve bu tüm öğrenim hayatı boyunca karşısına çıkacak bir sorun olarak en başa yazılacaktır. Yıllarını kapısından girmek için harcadı-


y o rum

] 15

DPG

ğı üniversitenin hiç de öyle hayal ettidüşmanlaşır ve yaptığı herşeyi olumği gibi olmadığını gören bir öğrenci, suz değerlendirmeye başlar. “Ben baaradığını bulamamanın verdiği bir yışarısız, beceriksiz bir insanım, ben hiçkıntı, güçsüzlük, çaresizlik içerisindebir şeyi başaramıyorum” söylemi çok dir artık. Sonrasında iş bulma kaygısı, şey anlatır aslında. Bu kahredici “işe nasıl yaşayacağı soruyaramama duygusu” su giderek artan bir kişinin yetersiz olduğu ntihar, ancak belirsizliği de beradüşüncesini ve güveninsanların hiç bir berinde getirecektir. sizlik hissini gitgide Bir yandan geleceğine endişe duymadan daha fazla derinleştirir ilişkin kararları kenki tüm bunlar gelecek disinin alamaması, yaşadığı ve kendilerini kaygısı bütünlüğü oladiğer yandan kendi geliştirebilecekleri rak çıkar karşımıza. istek ve beklentilerine ekonomik, toplumsal, belki de hiç uymayan Kara bir tablo çıkkoşullanmalar arasın- kültürel koşullar maktadır karşımıza da kalan kişiler, iyice yaratıldığı zaman yok ama kapitalist sistebir çıkmaz içerisine olacaktır. min yaşattığı gerçek girerler. Bir yerden budur. Küçük yaşlarsonra başkalarının dan itibaren başlayan onlar adına anlamlandırdığı şeyler de sınavlar girdabı, okul, ders, başarı ve anlamını kaybedince bu kez ‘Hayatın başarısızlık kıskacı, üniversiteyi kazaanlamı ne?’ soruları başlar ki yapınamama korkusu, diplomalı işsizlik... lan araştırmalarda bu soruya yanıt Ve kapitalist toplumda “depresif insan” bulamayanların yüzde 63.6, yaşamı tipolojileri... İntiharlar... değersiz bulanlarınsa yüzde 42.2′lik bir kesimi oluşturduğu gerçeğine İşte bu düpedüz kapitalizmin çelişbaktığımızda anlamsızlığın ne boyutkisi, krizidir. Tüm bu saydıklarımızla ta yaşandığı ortaya çıkar. Tam da bu boğuşan ve geleceğe dair en ufak bir noktada artık yaşamının bir anlamı beklentisi olmayan bir kişinin depolmadığına inanan birey, inanılmaz resif bir ruh haline girmesi ne kadar bir boşluk hissiyle bu boşluğu farklı doğalsa, kapitalizmin kendi iç yapısınşekillerde doldurmaya çalışır. Kimlik dan kaynaklı bu ihtiyaçları karşılamave benlik arayışı içindeki bireyin haya yönelmesi, herkese iş olanağı ve iş yalleri gerçeklerle ne uyuşmakta, ne güvencesi sağlaması, çok yönlü ihtide benzeşmektedir. yaçlara cevap vermesi de bir o kadar hayaldir. Çünkü kapitalizmin koşulları Yine üniversite gençliği açısından, insanları bunalımlardan, yoklaşma ve Anadolu’dan ve Kürdistan’dan büyük her anlamda yoksullaşma batağından metropollere gelenlerin yaşadığı gerikurtarma olanağını tanımaz. İntiharlim ve çıkışsızlık hissi de çok açık göslar mı? Artı-değer sömürüsünün alatermektedir kendini. Her birinin umubildiğine yoğunlaştığı, emek-sermaye du, beklentisi, geleceğe dönük planları çelişkisinin keskinleştiği, insanın değil vardır ama sistemin onlara sunduğu metanın tek değer haline geldiği bir tek şey geleceksizlik olmuştur. sistemde elbette ölümlerin de hiçbir ifadesi olmayacaktır. Coşkulu, dinamik, öğrenme ve keşfetme isteği içinde olan genç için Ne “prozac”lar, yapmak istedikleri ile sistemin kenpsikologlar ne disine sundukları arasındaki uçurum, de burjuvazinin umutsuzluğu da beraberinde getirir. moral aldatmaHayallerine, arzularına, özlemlerine cası olarak sunulaşamadıkça çelişki derinleşir. Sisteduğu izlenceler min diğer tüm etkileriyle birlikte bu iyi edecektir ruh hali bireyin sosyal ilişkilerinin de insanlığı. zayıflamasına ve yalnızlaşmasına neden olur. Depresyonlar ve intiharlar Kim olduğunu, ne istediğini sürekli ancak insankendine soran kişi, yanıt bulmadığı ların; hiç bir oranda da kendine yabancılaşır, hatta endişe, korku

İ

duymadan, güven içerisinde, dolayımsız insan ilişkilerinin yaşandığı ve kendilerini geliştirebilecekleri ekonomik, toplumsal, kültürel koşullar yaratıldığında yok olacaktır. Kapitalizmde işten atılma korkusu, ekonomik yetersizlikler, hayal kırıklıkları, yalnızlık, günlük yaşamın çatışmaları, bunalımlar, depresyonlar, intiharlar... “...oysa herkesin başka işe olanak tanımayan bir faaliyet alanı olmadığı ama herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmaksızın sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak (bilinmeyen bir gezegene doğru yola çıkmak, kendimin bulduğu bir genetik bitkiyi yağmur ormanlarında yetiştirebilmek, imamlara, papazlara, hahamlara ihtiyaç duyulmayan bir dünyada yaşamak, komünizm ve sonrası üzerine spekülatif tartışmalara girmek, bütün ulusların kendi dillerinden söyledikleri ve tek bir dile dönüşen bir koronun dinleyicisi olmak, güneşte kaybolmak...) olanağını yaratır”. (Karl Marx, Alman İdeolojisi, 62) Sınıfsız, sömürüsüz, eşit, özgür bir dünyada güneşte kaybolmak... Tüm bunlar ortak mücadele ruhuyla gelecektir. İntiharlar ve toplumsal bunalımlar, kapitalist sistemin nasıl ki bireylerin yaşamını ve değerlerini altüst etmesi sonucu gerçekleşiyorsa, onu ortadan kaldırmanın yolu da sistemi altüst etmekten geçecektir.n ODTÜ 2004 Bahar Şenlikleri, Kolektif Resim Çalışması’ndan bir görüntü


DPG

16

[ e m mi l di di n hev

AZAD: “KÜRT HALKINA ÖZGÜRLÜK!” Em mil didin hev (Omuz omuza veriyoruz)... Sınıfsal - ulusal baskı ve sömürü, işsizlik, zorla göç, yakıcılaşan özgürlük ihtiyacı, çürüme... Dönemin başından beri metropollerdeki Kürt gençliğine yönelik bir anket çalışması yürütüyoruz. Kürt gençliğini daha içerden tanımak ve olmazsa olmaz dediğimiz birlikte mücadelenin yolunu açmaya doğru adımları hızlandırmak, devrimci bir gençlik hareketinin ileri bir düzlemde yaratılabilmesinin önemli koşullarından birisidir. Ne var ki, -sorunun bir yanını oluşturmakla birlikte önemli bir noktada duranTürkiye devrimci gençlik hareketinde varolan “soğukluk” ve daha da ötesi siyasal-ideolojik düzlemde konu dolayımıyla da yaşanan tasfiyecilik, bugün olanakları çok daha belirginleşen ve zorunluluğunu dayatan Kürt gençliğiyle ve halkıyla birleşik mücadelenin önünde ciddi bir engeldir. Kendi payımıza bu tespiti yapıyor olmakla sorunun dışında görmüyoruz kendimizi. Ne var ki, tasfiyeciliğe karşı duruşta ideolojik olanın yanında, sorunun çözümünün pratikte, Kürt gençliğiyle birlikte antifaşist kitle militanlığının geliştirilmesi ve dayanışmanın buradan örgütlenme-

Ne iş yapıyorsun? Şu anda işsizim. Daha önce metal oksit fabrikasında çalışıyordum. Bölgenizdeki Kürtler en çok hangi iş kolunda çalışıyor ve sence neden? Benim çevremdekiler hep hamal, vasıfsız işlerde çalışıyorlar. Bugün bir iş bulduk, patron memleketimizi sordu. Birimiz “Diyarbakır”, birimiz “Muş” dedik. Diyarbakırlı arkadaş “Aşçıyım” dedi. Patron “Diyarbakır’dan aşçı çıkmaz terörist ya da psikopat çıkar” dedi. Biz de başka iş baktık. Patronun Kürt ya da başka bir milletten olması seni etkiliyor mu? Hayır. İşçisine verdiği değer ilgilendiriyor. Bizim patron için böyle değildi. Herkesle şakalaşır, konuşurdu, benimle asla. Sevmediğini belirtirdi. Kürt işçilerle Türk işçileri birbirine düşürürdü.

si gerektiğini bilerek hareket ediyoruz. Zaten bunun tasfiyeciliğe karşı önemli ayrım noktalarından birisi olarak da altı kalınca çizilmelidir. Kürt gençliğini edilgenleştiren, uysallaştıran, düzenle buluşturan her türlü politikaya güçlü bir set oluşturmanın yolunun da buradan geçtiği bilinerek hareket edilmelidir. Azad 28 yaşında, Kürt gençlerinden yalnızca biri. Muş Varto’dan, önce İzmir’e sonra da İstanbul’a göç etmiş. Çalıştığı bir fabrikada Kürt olduğu için gördüğü baskıdan dolayı tepkisini göstermek için basmış patrona tokadı. İşten atılmış tabii. Anketi yapmaya başladığımızda isminin Azad olmasını istemişti. Özgürlüğe olan hasretiyle: “Azad olsun adım” dedi. Kimi zaman öfkeyle kim zaman da inançla bitirdi sözlerini. Ankette çarpıcı birçok nokta var ama en önemlisi Kürt gençlerinin antifaşist öfkesi doğru kanallara akıtılamadığında, uyuşturucu, mafyatik ilişkiler, yankesicilik, kapkaç vb. çok hızlı bir çürümenin yaşanıyor olmasıdır. Bu keskin savruluş bir kez daha sorunun yakıcılığını, müdahalenin aciliyetini - önderlik sorumluluğunu koymaktadır önümüze. Anketi kısaltarak yayınlıyoruz.

Sendikalı mısın? Sendikalar hakkında ne düşünüyorsun? Hayır. Her işyerinde sendika olmasını isterim. Aslında ben sendikanın ne olduğunu bilmiyorum ama iyi bir şey olduğuna eminim. Çünkü insanlar hep onun hayaliyle yatıp kalkıyor. Kürt gençlerinin çoğu işsiz bunun nedenleri sence nedir? Bence Kürtlerin yoğun oldukları bölgede ayrımcılık olduğu için. Örneğin Kürdistan. Ayrımcılık var, değer vermiyorlar. Bundan dolayı işsizlik var. Bu ili neden tercih ettin? Ailem tercih ettiği için, akrabalarımız vardı. Kürt olduğun için baskı gördün mü? Evet, çok gördüm. Son çalıştığım işyerinde bana ayrı bir gözle baktılar. Yani

her seferinde bana önyargıyla davranıyorlardı. Bunu açıkça belirtiyorlardı. Patron da dahil. Kavga ettik. Üstüme çok geldiler, işi terk etmek zorunda kaldım. Doğduğun topraklara geri dönmek istiyor musun? Evet, hem de çok... Uyuşturucu, yankesicilik, kapkaç Kürt gençlerini de içine almış durumda, bunun nedenleri sence nedir? Bunun nedeni insanın kendini boşlukta hissetmesi. Anneni çok sevdiğini düşün, her zaman aklında ama uyuşturucu içtiğinde başka bir dünyada oluyorsun, düşünmüyorsun. Bir de bunun en büyük nedeni işsizlik. Ben sana kendimi anlatıyorum. Küçük yaşta başlıyor. Küçük yaşta çalışmaya başladım. “Para getir nerden


e m mil didi n hev

] 17

DPG

yorum. Eğleniyorum, stresimi alıyor. Ne tür gazete ve kitaplar okuyorsun? Hangi tür müzik dinliyorsun? Neden? Birgün gazetesi okuyorum. Roman okuyorum. En son “Bir Çift Yürek” okudum. Kürtçe dinliyorum. Ciwan Haco’yu çok seviyorum. Müzik türü hoşuma gidiyor ve bana yakın geliyor Kürtçe müzik. Siyasetle ilgileniyor musun? Fazla ilgilenmiyorum. Önceden ilgileniyordum. Şimdi sorunlarımdan dolayı ilgilenmiyorum. Önce kendimde bir devrim yaratmak istiyorum.

getirirsen getir” diyor aileler, onlar da ekonomik sıkıntıdan yapıyorlar. 5–6 arkadaş bir araya gelirdik, iş bulamazdık. İş olmayınca eve gittiğimizde dayak yerdik, hayata daha acımasız bakıyorduk. İnsanlara karşı önyargılı ve acımasız oluyorsun. Evden kaçıyorsun. Eve gitmediğinde kendini özgür hissediyorsun. Korkulu, soğuk ve aç geçen geceler hariç tabii. Sigara içmekle başladık, sonra alkol derken günün birinde uyuşturucu ile tanıştık. Şimdi kullanmıyorum. Fazla uyuşturucu kullanmaktan dolayı bir arkadaşım arabayı hızlı sürmüş, uçurumdan yuvarlandı, hayatını kaybetti. Bir de geçmişte uyuşturucu kullandığından dolayı bir arkadaşımın akli dengesi bozulmuştu. Yürürken kendini önde görüyormuş. Hayattaki bazı ihtiyaçlardan daha önde geliyor uyuşturucu. Her şeyleri uyuşturucu olmuş. Hiçbir şeye karar veremiyorlar. Arkadaş ortamında bir gruplaşma var. “Biz Kürdüz” aklımıza gelmiyor. Düşünmüyorsun artık kimliğini. Tek düşündükleri o gün uyuşturucuyu nasıl bulur içerim. Benim iki arkadaşımı cezaevine götürüyorduk. Arkadaşlar “Biraz esrar alıp öyle gidelim” demişlerdi. Polisler de “Çıktığınızda alırsınız” demişlerdi. Ben çıktığımda şok oldum. Mesela hayatında hırsızlık yapmayan uyuşturucu için hırsızlık da yapıyor yankesicilik de yapıyor. Duyarlılıklarını kaybetmişler, tepki vermiyorlar. Eski-

den bizim arkadaşlığımız çok iyiydi. Gezerdik, duyarlıydık. Ama uyuşturucu kullandığında değişiyor. Kullandığında bir kızla beraber olduğunu ya da dükkanının işinin olduğunu hayal ediyorsun. Kendine geldiğinde bunu düşünemiyor, uyuşturucuya sarılıyorsun. Bırakamayacaklarını biliyorlar arkadaşlarım, intihar bu. Ölümü kabul ediyorlar. Ölenlerin çoğu da böyle öldü. Ölen arkadaşlarım uyuşturucu kullanmışlardı. Eskiden maç yapıyorduk, ilişkilerimiz iyiydi, uyuşturucuya kadar her şey iyiydi. Uyuşturucuyu bırakmak istiyorlar ama ertesi gün tekrar başlıyorlar. Ben bıraktım ama. Yaşanan operasyonlar, provokasyonlar ve Kürt sorununa ilişkin devletin yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsun? Zaten bu tür olayların başlangıcı devlettir. Başlatan da devlettir. Devlet özellikle Kürt gençlerini nasıl susturacağını iyi biliyor. En başta uyuşturucuyla yapıyor. Daha önce bize önderlik yapan arkadaşlar şimdi uyuşturucu kullanıyorlar. Biz uyuşturucu almaya gittiğimizde devletle karşılaştığımızda dokunmazlardı Kürt gençlerine, onların istedikleri buydu. Yaşanan olaylar kötü. Sonuçta bunda devletin parmağının olduğunu çok iyi biliyorum. Bu tür olayları örgütlüyor. İlgilendiğin bir alan var mı? Sporla ilgileniyorum. Sporu çok sevi-

Hangi gündemler ilgini çekiyor? En çok şu anki durumumdan dolayı, dertlerimi sıkıntılarımı unutmak için futbola ilgi duyuyorum. Beni rahatlattığı için sporla ilgileniyorum. Sence Kürt halkının nasıl hakları olmalıdır? Öncelikle Kürtlere özgürlük verilmesinden yanayım. Dünyada bütün insanlar “insan” olduklarını unutmasınlar. İnsan gibi yaşayalım. Önyargılı olunmasın. Yaşadıkları yerlere önem verilsin. Göç olmasın. Kendi topraklarında yaşasınlar, özlem olmasın. Göç ettikleri yerde insanlar yaşam savaşındalar. Dışlanıyoruz, insan dışı muamele görüyoruz. Ben işyerinde Kürt olduğum için işsiz kaldım. Aileme yansıtıyorum. Huzursuzluk oluyor. Biz Kürdüz Kürt kalacağız. Bunu engellemeye çalışmasınlar, başarılı olamayacaklar. Nasıl bir ülkede yaşamak istiyorsun? Benim düşünceme göre kimse kimseye karşı önyargılı olmasın. Herkese eşit şekilde davranılsın, kimse kimseden üstün olmasın. Yaşadığımız çevreye saygılı olalım. Katliamlar olmasın. Cinayetleri açığa çıkarsınlar. Cezaevindeki insanlara karşı işkence edilmesin, işsizlik olmasın. İşsizlik en önemli şeylerden biri. İş imkânları sağlansın. Bunların olmasını istemiyorum. Spas dıkım (Teşekkürler).n


SATILIK DEĞİL YAŞAMLARIMIZ!

Paralı Eğitime ve Diplomalı İşsizliğe Karşı BİRLEŞİYORUZ! Paralı eğitimin ve diplomalı işsizliğin ağır toplumsal sonuçlarını günbegün artarak yaşamaktayız. Çocuğunu okula kaydettirebilmek için okulun çatısını tamir ederken çatıdan düşüp yaşamını yitiren babalar, harç parasını denkleştiremeyince intihar eden gençler, ağır psikolojik bunalımlara girerek sağlığını yitirenler, kaydını dondurup çalışmak zorunda kalanlar ya da hem okuyup hem de ağır koşullarda çalışmak zorunda kalanlar ve daha niceleri... Her biri paralı eğitimin ulaştığı boyutları gözler önüne sermektedir. Eğitim fakültelerinden ve Fen-Edebiyat fakültelerinden her yıl binlerce öğrenci mezun olurken kimi bölümlerde 10-20 kişiyle sınırlı komik atamalar, diplomalı işsizliğin her yıl katlanarak artan oranı, sözleşmeli çalıştırma uygulamaları ile kölece çalışma ve yaşama koşullarına mahkum edilenler ve tüm bunların yarattığı ağır psikolojik ve fiziksel tahribatlar, yıpranmalar, çıkışsızlıklar... Paralı eğitim ve diplomalı işsizliğin, sonuçları itibariyle yaşamlarımızda derin izler bırakması ve ağır yaralar açması, gençlikte bireysel çözüm arayışının ve içinden çıkamama halinin, umutsuzluğun, çaresizliğin ve toplamda örgütsüzlüğün sonuçlarıdır aynı zamanda. Bu yaşanan çaresizlik ve çıkışsızlık paralı eğitim ve diplomalı işsizliğin yarat-

tığı yıkımın yaşamın her alanına kadar genişlediğini göstermektedir. Yaşamla kurduğumuz ilişkiye, hayallerimize, arkadaşlıklarımıza, psikolojimize ve bedenlerimize kadar genişleyen etkilerini ve tüm bu saldırı bombardımanı karşısında biriken öfkeyi, nefreti, tepkiyi ve asıl olarak bu sorun karşısında büyüyen ihtiyaçları ve özlemleri... Ancak yalnızlıktan, sorunların altında ezildiğimiz bu durumdan ve mecalsizlik halinden çıktığımız taktirde yaşamlarımızda nelerin değişebileceğine dair çözümleri de gösterir bu tablo. Bir araya geldiğimizde, çözüme ne kadar yakın olduğumuzu, kolektif temelde mücadele yürüttüğümüzde önümüzde çaresizliğin ve umutsuzluğun ve sonuçlarının bir bir ortadan kalkacağını yani geleceğin kapılarının aralanacağını gösterir. Paralı eğitime ve diplomalı işsizliğe karşı yürütülecek güçlü bir çalışmanın, gençlikteki dağınıklık, öz güvensizlik ve örgütsüzlük halinin (sorununun) panzehiri olduğunu da gösterir. Bu sorunlar, burjuvazinin sonuçları itibariyle de sıkışma noktalarını gösterir. Yürütülecek güçlü (sabırlı ve ısrarlı) çalışmanın bütündeki değiştirme gücünün ne kadar yüksek olabileceğini de. Tutulacak, yüklenilecek ve ilerleme kaydedilecek dinamiğe işaret etmektedir yaşananların tümü.

Kampanya ile neyi hedefliyoruz? Paralı eğitim ve diplomalı işsizlik sorununu tüm sonuçları ve çözüm halkalarıyla birlikte geniş gençlik ve işçi, emekçi kesimleri içerisinde gündemleştirerek, sorunların çözümüne dair atılacak adımların kampanyayla birlikte bizzat örgütleyicisi ve yürütücüsü olmaları hedeflenmektedir. Gençlikteki dağınıklığa karşı gençliği kendi sorunları etrafında bir araya getirerek, kolektif temelde mücadele yürüterek bir araya gelindiğinde bir şeylerin değişebilirliğine dair inanç ve özgüven depolamayı hedeflemektedir. Kampanya, durağan ve mecalsiz olan gençlik hareketine bir soluk kazandırarak geniş gençlik kesimleri içerisinde umut, dayanışma, mücadele ve bilinç ihtiyacına güçlü bir cevap olabildiği ölçüde başarılı olacaktır. Kampanya çalışması, somut talepler etrafında hak alıcı bir mücadele yürütme perspektifiyle mücadelenin sürekliliğini ve siyasallaştırılmasını hedefliyor. Kampanya çalışması, kitlesel ve hak alıcı mücadeleyle koşullu olarak gençliğin kendini ifade edebileceği, rengini verebileceği toplanma noktaları yaratmayı hedeflemektedir. Bu noktalar, demokratik katılımın olduğu, kararların birlikte alındığı ve birlikte


DPG

19 uygulandığı en geniş kitle örgütlenmeleridir. Ve asıl olarak gençlik içerisinde çözüme dair güçlü bir rüzgar yaratmayı hedeflemektedir. Hareket yaratma koşuluna bağlı olarak, geniş gençlik kesimlerinin tümünü içerisine alan, sorunlar karşısında bir güç olan, ihtiyaçlara yanıt olabilen, kazanılmış haklarını korumasını ve genişletmesini bilen, kitlesel, birleşik ve militan mücadeleyi kılavuz edinmiş bir örgütlülüğün zeminini hazırlamayı hedefler.

Kampanya çalışmasında ilerlemenin koşulu; yerel sorunlara ve ihtiyaçlara yanıt olabilmek! Bugün geniş gençlik yığınlarını mücadelenin içerisine çekerek ilerleyebilmenin koşullarından biri yerel ya da lokal diyebileceğimiz sorunlara ve ihtiyaçlara doğru devrimci perspektifle yanıt olabilmekten geçiyor. Son dönemde; YTÜ’deki yemekhane ücretlerinin düşürülmesi için yürütülen çalışma, kazanımla sonuçlanan Uludağ Üniversitesi’ndeki yemekhane ücretlerinin düşürülmesi ve hijyen koşullarının sağlanması için verilen mücadele, Adana ve Mersin’de yine kazanımla sonuçlanan yol ücretlerinin düşürülmesi için yapılan çalışmalar, Manisa Celal Bayar Üniversitesi’nde sağlık ekipmanlarının arttırılmasına yönelik çalışmalar, Kocaeli ve Muğla’da ev kiralarının düşürülmesi için yürütülen çalışmalar, Akdeniz Üniversitesi’nde yine kısmi de olsa kazanımla sonuçlanan yaz okulu uygulamasına karşı yürütülen çalışma ve sayamayacağımız irili ufaklı çeşitli mücadeleler verilmiştir. Bu çalışmaların her biri gençlikteki öz güven sorununun, kimi çalışmalarda devrimcilere olan güven sorununun ve bir şeylerin değişebileceğine olan inançsızlığın çözümü konusunda belli bir ilerleme sağlaması açısından bir değer taşımaktadır. Yerel ve somut talepler etrafında gelişen mücadelelerin içerisinde gençliğin kendi sorunlarına sahip çıkması, bunların çözümü için bir araya gelerek çalışmaların öznesi olması boyutuyla olumlu bir değişim yaratmaya doğru atılan ilk adımlardır. Fakat verilen bu mücadelelerin salt lokal ve sınırlı taleplerle yürütüldüğü,

bir üst taleplerle mücadeleye ivme katacak bir form kazandırılamadığı ve sürekliliğinin sağlanamadığı koşullarda, çalışmalarla yakalanılan hava, birliktelik duygusu ve özne olma hali tekrar geriye doğru çözülmekte hatta elde edilen kazanımların ömrü de çok uzun sürmemektedir. Çoğu zaman kendiliğinden gelişen tepkilerin ardından başlatılan çalışmaların kitleselleşmeyle birlikte kısmi taleplerden sıçratılarak parasız eğitim, parasız sağlık, parasız barınma, parasız beslenme ve parasız ulaşım talepleriyle bütünleştirildiğinde mücadelenin ileriye çıkma zemini de güçlenecektir. Lokal ve sınırlı talepler üzerinden yürütülen çalışmaların süreklilik sorunu ve mücadelenin bir üst evreye çıkarılamayışı temel bir sorun olarak durmaktadır karşımızda. Lokal, sınırlı ve ayrı ayrı kanallardan akarak ilerleyen tüm bu çalışmaların; tek bir kanala akıtılarak parasız eğitim talebi temelinde mücadelenin bir üst evreye çıkarılması, sorunun çözümünde kilit halkayı oluşturmaktadır. Mücadelenin sürekliliğinin garanti altına alınması, birleşik, kitlesel ve hak alıcı militan temelde bir mücadelenin geliştirilerek bilinç ve örgütlenme sorununun çözümüne dair daha kalıcı adımların atılabilmesinde kampanya ile yerel dinamik ve ihtiyaçların kopmaz bütünlüğü önemli bir noktada durmaktadır. Kampanya çalışmalarını bu sorunların çözümü noktasında geniş kesimlere taşımak hayatidir. İşte tam da bu nedenledir ki, kampanyayı sadece öğrenci gençlikle sınırlandırmadan özellikle işçi ve emekçi aileleri içerisinde de işlevli kılabilmek ve kampanyanın örgütleyicisi olarak yer almalarını sağlamak kampanyanın başarısı için de son derece önemlidir. İşçi ve emekçi ailelerin çocuklarını okutabilmek, bir meslek veya iş sahibi yapabilmek için çektikleri çilenin, verdikleri uğraşın yarattığı yıpranma, yoksullaşma ve yoksunlaşma onları bu kampanyanın önemli bir bileşeni kılmaktadır. Sorunların birleşik bir temelde çözümü noktasında ailelerin, çalışmanın içerisine katılarak yaratacağı etki ve değiştirme gücü çok daha fazla artacaktır. Kampanyanın öğrenci gençlik dışında kalan toplumsal kesimlere doğru genişletilerek boyutlandırılması, yaratılması hedeflenen mücadelenin kalıcılığı ve sürekliliği açısından da hayatidir.

L

okal ve sınırlı talepler üzerinden yürütülen çalışmaların süreklilik sorunu ve mücadelenin bir üst evreye çıkarılamayışı temel bir sorun olarak durmaktadır karşımızda.

Kampanyanın bir aracı olarak imza metni Kampanya çalışmasının kullanılan temel araçlarından biri imza metinleridir. İmza metni, kampanyayı gençliğin ve emekçilerin geniş kesimlerine ulaştıracak ve gündemleştirecek etkili araçlardan biridir. Kampanya çalışmasında imza metninin temel araç olarak işlevlendirilmesinin bir diğer nedeni ise, geniş kitlelerin imza metni çalışmasının kolaylıkla yürütücüsü olabileceğidir. İmza çalışması sırasında, imza toplayan ve imza veren arasında karşılıklı bir ilişkinin geliştirilebilecek olması bu çalışmanın önemli bir noktasıdır. Kampanya süresi boyunca 300 bin imza toplayarak, kampanyanın bitiminde imzaların gündem yaratacak eylemliliklerle TBMM’ye gönderilmesi hedeflenmektedir. Şu ana kadar yürütülen kampanya çalışması boyunca sınırlı sayıda imza toplansa da sürekli, ısrarlı, hedefe kilitlenerek ve en önemlisi de geniş kesimleri içine katacak bir hat izleyeceğiz. Hedefe doğru ilerleyeceğiz. Değiştirebilme ve dönüştürebilme gücü ile çıktık yola. Çünkü bugünden başlayarak bir şeyleri değiştirebileceğimizi biliyoruz. Yarın biz sözümüzü söylediğimizde başka bir gün olacak. Çünkü artık Paralı Eğitime Ve Diplomalı İşsizliğe Karşı Birleşiyoruz!n

lParasız Eğitim İstiyoruz ! lÖğrencilere Parasız Sağlık, Parasız Barınma, Parasız Ulaşım Hakkı! lKapitalist Meslek Yasaları Geri Çekilsin, Ucuz İşgücü Olmayacağız! lHerkese İş, Herkese Çalışma Hakkı! lStaj Sömürüsüne ve Okulda Öğrencilerin Çalıştırılmasına Son! lSınırsız Örgütlenme, Toplantı, Gösteri Özgürlüğü! lKitlesel, Militan bir Öğrenci Sendikası İçin Hep Birlikte Mücadeleye! lDünyayı İstiyoruz Kırıntı Değil!


ÖĞRENCİ

Öğrenci sendikası fikrini ortaya attığımızda aldığımız ilk tepkiler, “Öğrenci sendikası fikri kaynağını Avrupa’dan alıyor”, “Öğrenciler işçi değil ki, işçilerin sendikası olur”, “Sendikanın diğer kitle örgütlerinden farkı ne olacak?”, “Neden dernek değil de sendika, tabela değişikliği mi yapılacak?” oldu.

Aslında sorulan soruları ve varolan kafa karışıklığını anlamak mümkün. Ne de olsa Türkiye öğrenci gençlik hareketinde hiç düşünülmemiş, varolanın çok dışında, farklı ve ezberi bozan bir niteliği vardı önerimizin. Türkiye gençlik hareketinin alışılagelmiş mücadele ve örgütlenme kalıplarını zorlaması açısından öğrenci sendikası önerimiz ağırlıklı olarak biçimsel sorular etrafında sorgulanmaya çalışıldı. “Sendikanın binası olacak mı?”, “Delegeler nasıl belirlenecek?”, “İsmi ne olacak?”, “Liseliler de bu sendikaya dahil olacak mı?”... Biçime dair soruların hepsini bir köşeye bırakarak öncelikle sendika önerimizin içerikten kavranabilmesi gerekiyor. Soruna biçimden değil de içerikten yaklaşmak varolan kalıplarımızı biraz zorlayacak. Türkiye’de sınıfsal, ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel bağlamdaki toplam değişimin doğru bir perspektifle çözümlenmesi zorunluluğunu önümüze koyar bu, ki içerikten kastettiğimiz, öncelikle sendikanın tam da buralardan okunmasıdır. Bu yapıl(a)madığında neden bir öğrenci sendikası kurulması gerektiği tam olarak anlaşılamaz. Ve neden kurulması gerektiği anlaşılmayan bir sendikanın da nasıl örgütleneceği hiç mi hiç anlaşılamaz.

Nesnel temeldeki değişim “Neoliberal saldırı, yaşamın önceki tüm sınıfsal-toplumsal ilişki biçimlerini çözerek ilerliyor. Herşey, üretimin teknolojik temelde yeniden örgütlen-

mesinden bunun işçi sınıfının ve en geniş kitlelerin geleneksel örgütlenme ve mücadele yöntemlerini dönüştürmesine, işçi sınıfının nicelik olarak çoğalmasından çözülmesi-çürümesi ve yeniden yeni bir temelde oluşmasına, bir bütün olarak sınıfların yapısından burjuvazinin egemenlik biçimlerine, özü aynı kalmakla birlikte faşizmin kılık değiştirmesinden eğitim ve sağlığa değin herşey değişmektedir.” (Ufuk Çizgisi, ‘Çetin Bir Mücadele Yılı Bizi Bekliyor: HAZIR MIYIZ?’, Komünarca, Sayı: 29)

Emekçi sınıflarda yoksullaşma artan bir ivmeyle derinleşiyor. Örneğin 2 sene önceki koşullardan bahsedilemez artık. Yaşam koşulları düne göre çok daha fazla zorlaşmıştır. Fakat sorun sadece geçim sıkıntısı değildir bugün. Asıl olarak tüm yaşam alanlarının neoliberal politikalar temelinde artıdeğer sömürüsünün içine daha fazla çekilmesidir. Dönüşümün bir boyutu tam da buradan yakalanmalı. Artı-değer sömürüsünün yaygınlaşması, bu doğrultuda burjuvazinin kar oranlarının da büyütülme çabasına ve zorunluluğuna işaret eder. Ve aynı anlama gelmek koşuluyla, neoliberalizm önceki sınıfsal-toplumsal yapıyı ve ilişkileri değiştirmekte, emek-sermaye çelişkisini daha da keskinleştirmektedir. Emekçi sınıfların göreli yoksullaşması yerini mutlak yoksullaşmaya bırakmaktadır. Ve bu, giderek daha geniş bir toplumsal kesimi içerisine almaya başlaması boyutuyla proleterleşme dalgasını tetiklemektedir. Orta sınıfların alt kesimlerini de içerisine çeken bu süreç, küçükburjuva ara katmanları da hızla proleteryanın saflarına fırlatmaktadır. Ekonomik temeldeki değişim sonuçlarını siyasal-sosyal düzlemde de gösteriyor. Toplumun tüm katmanlarında kültürel

bir değişim de yaşanmaktadır.

Değişimin nesnel temeli bitmiş bir süreç değil, devam ediyor. Burjuvazinin kar alanlarını genişletme çabası kamu alanlarının da özelleştirilmesi sürecini hızlandırdı. Zaten Türkiye’de özelleştirme süreci büyük oranda tamamlanmıştır. Ancak kamu hizmetlerinin, özellikle de eğitim ve sağlığın özelleştirilmesi sancılı ve sürtünmeli bir süreç olarak işlemeye devam ediyor. Tam da burada eğitimin değişen temeline ve öğrenci gençliğin aynı süreç içerisindeki değişimine bakmak gerekiyor. Sermayenin, eğitimin yapısı ve süreci üzerindeki hakimiyeti genişliyor, bunlar aynı zamanda yasalarla güvenceye alınıyor ve uygulama süreçlerine hız kazandırılıyor. Eğitim bir sektör haline getiriliyorsa ve burjuvazi buradan yüksek oranda bir artı-değer elde ediyorsa, burada artık eğitimin iki sınıf temelinde örgütlendiğine, dolayısıyla eğiti-


SENDİKASI min ve öğrenci gençliğin sınıfsal farklılaşmasına, bunun yarattığı sınıfsal keskinleşme eğilimlerine bakmamız gerekir.

Ne eğitim anladığımız eğitimdir, ne öğrenci tek başına “müşteridir”, ne de öğretim görevlisi bildiğimiz öğretim görevlisidir. Bu toplam dönüşüm artık öğrenci gençliğe “yarı aydın” gözüyle değil, daha farklı bir gözle bakmamızı gerektiriyor. MYO, ML ve ticaret liselerindeki dönüşüm, üniversite öğrencilerinin part-time ve tam zamanlı çalışmaları, (okulda ve okul dışında çalışma) tüm okul giderlerinin bizzat öğrencilere karşılatılması, tüm sosyal hakların tek tek tasfiyesi, diplomalı işsizlik ve ucuz işgücü... Üniversite ve liselerde “aynılar” hem ortak ve yakıcı ihtiyaçlarının artan şiddeti ve aynı zamanda mekansal olarak da (elit-kitle üniversite ve liseleri, meslek liselerinin artan oranı) kendi kutubuna doğru çekiliyor. Sınıfsal farklılaşma/sınıfsal bölünümün kendisini ve sonuçlarını daha doğrudan hissettirdiği bir süreç işliyor. Öğrenci gençlik içinde çalışma giderek daha dolaysız olarak sınıf talepleri üzerinden yükseltilmesi gereken bir süreç olarak mayalanmaktadır. Mücadelenin sınıf içerili olmasını bir kenara bırakarak söylüyoruz bunları. Çünkü sınıf eksenini öteden beridir temel bir doğru olarak sürekli dillendirdik. Ancak bugün sınıf talep ve sloganları gerek sahiplenilmelerinde ve gerekse de mücadele talepleri olarak ileri sürülmelerinde daha doğrudan bir pozisyondadırlar. Öğrenci gençliğin geleceğini ve kaderini, kendi özgün dinamiklerini de harekete geçirerek, işçi sınıfıyla omuz omuza ortak kesen talepler etrafındaki mücadelesi belirleyecektir.

Sendika ve sendikalaşma süreci

Bugün konjonktürel bir tıkanma ve gerilemenin ötesinde, sınıf mücadelesinde olduğu gibi öğrenci gençlik içinde de geleneksel örgütlenme araçları ve mücadele yöntemleri büyük ölçüde etkisizleşmiştir. Öğrenci gençliğin hem sınıfsal-toplumsal yapısı hem de ihtiyaçları farklılaşmıştır. Artık tek başına dar anlamda antifaşist ve antiemperyalist zeminde bir mücadele, öğrenci gençliğin mücadelesi ve örgütlenmesinde ihtiyaç duyulan düzlemi karşılamayacaktır. Mücadelenin kapsamı genişlemiş, sorunlar fazlalaşmış ve daha fazla birbirleriyle ilişkili hale gelmiştir. Kurulacak olan sendika kendini o veya bu konu ile sınırlamadan, öğrenci gençliğin sorunlarına çözüm perspektifiyle hareket etmelidir. Bu ister günlük yaşam ihtiyaçlarından çıkışını alan bir konu dolayımıyla olsun, ister daha üst talepler için mücadele olsun farketmez. Yaşamın tüm konu ve alanlarında, asıl olarak da kitlelerle birlikte ve onların siyasal ve örgütsel bilinç düzeyinin ileri çekilmesiyle gelişebilecek bir süreçtir. Sendika, bizim başka ülke deneyimlerini alıp Türkiye koşullarına yapıştıracağımız bir model olarak değil, Türkiye’de sınıf ve kitle hareketinin gelişim dinamikleri ve özgünlükleri temelinde geliştireceğimiz bir örgütlenmedir. Öğrenci sendikası bugün işçi ve emekçi memur sendikalarının tıkanan sendika modelinin tekrarı değil; üniversite, lise, dershane vd. öğrencilerini de içerisine alan, merkezi bir temelde ve ağ tipi örgütlenen bir yapıda olmalıdır. Sendika, öğrenci olunmasının da getirdiği farklılıkların gözardı edilmesi hatasına düşülmeden kendi özgün koşulları teme-

linde ele alınmalıdır. Fakat daha da önemlisi, “Biz kurduk, sen de katıl” yaklaşımından uzak, taban katılımı ve dinamizmini ön plana çıkartan, inisiyatif ve dinamizmin daha farklı bir bileşimine doğru açılım yapıldığı bir anlayışla örgütlenmelidir. Demokratik katılım ve temsiliyet esastır. Demokratik seçim temelinde geniş kitlelerce seçilmiş üniversite, fakülte, bölüm, lise, sınıf temsilcileri olmalıdır. Bu ikisi merkezi ve en geniş kitle bileşimini içine alma yeteneğinde olması gereken bir örgütlenmede temel ayrım noktalarını oluşturmaktadır. Bu açıdan, devrimci gençlik hareketinin bugüne kadarki öncü-kitle yaklaşımında geleneksel ve dar çerçevelerin de kırılması ve farklılaşması gerektiğine işaret etmektedir bu. Devrimci öğrenci sendikası, ortaya koyulacak mücadele perspektifi doğrultusunda sadece devrimci gençlik veya ileri kesimleri değil, sivil faşistler dışında aynı sorunları yaşayan tüm kesimlerin merkezi kitle örgütü olacaktır. Bugünden sendikanın biçimini tartışmak ise yanlıştır. Çünkü sendikanın biçminin nasıl olacağını belirleyecek olan asıl olarak hareketin nasıl ve ne yönde geliştiğidir. Ve yine asıl olarak bu masa başında ve kapalı kapılar ardında değil kitlelerle birlikte ve gelişimin yönü doğrultusunda belirlenebilecek olan bir süreçtir. Taban inisiyatifleri de diyebileceğimiz dinamiklerin harekete geçirilmesi ve doğrudan en


DPG geniş kitle bileşeninin örgütleyicisi olacağı “Parasız Eğitim İstiyoruz ve Diplomalı İşsiz Olmayacağız” talep ve mücadele dinamiklerinin kazanım itibariyle başarısı, yaratacağı siyasal etki, moral faktörler ve süreç içerisinde geniş kitlelerde yaratılacak siyasal-örgütsel bilinç doğrultusunda şekillenecektir. Ötesi toplum mühendisliği olacaktır ki, sınıfsal-toplumsal gelişim dinamiklerinin statik ve subjektif değerlendirilmesi başlı başına yanlış bir pratiği koşullayacaktır. Öğrenci gençliğin ortak sorunları diyebileceğimiz sorunları artmıştır fakat, öğrencilerin kendi içinde de sorunları farklılaşmıştır. Bu parçalılık geniş öğrenci kitlelerinin temel ve ortak talepler etrafından harekete geçirilebilmelerini zorlaştıran bir etmendir. Fakat ortak kesenlerin öne çıkartılarak ve birbirinden bağımsızmış gibi duran tek tek sorunların ve mücadele dinamiklerinin merkezileştirilerek aynı hedeflere yöneltilmesi harekete güç katacaktır. Öğrenci gençlik içerisinde dağınıklılık, parçalılık ve artan yaşam zorluklarına karşı çözüm üretememe, mücadele edildiğinde kazanım elde edilebileceğine olan inançsızlık bugün güçlü bir çıkış yapılabilmesinin önünde engeldir.

22 Sendikalar, tarihsel örneklerinden de görüleceği gibi aslolarak yığın dinamikleri üzerinden doğar ve yükselirler. Biz hareketin durağan bir nitelik taşıdığı bir tarihsel kesitten geçiyoruz. Yaşanan büyük dönüşüm ve tarihsel farklılaşma açısından baktığımızda bilinen örgüt ve mücadele biçimlerinin en başta teorik bir perspektif içerisinden çözümlenip yenilenmediği ölçüde etkisizleşmeye mahkum olacağı ve olduğu bir dönemdir bu. ‘80 öncesi süreci dışında tutacak olursak, Türkiye öğrenci gençlik hareketinde örgüt biçimleri hareket zemini üzerinden oluşmamıştır. Mücadelenin kimi kesit ve dönemlerinde oluşum ve mücadele biçimleri itibariyle kitle örgütlenmelerinin biçimi değişebilir, ancak özellikle değişimin sınıf yapılarına ve sistemin yapısal özelliklerine doğru genişlediği bir kesitte, diğer bir deyişle toplam bir dönüşüm yaşandığı tarihsel bir kesitte öğrenci gençliğin merkezi kitle örgütü hareket zemini üzerinden doğmalıdır. Tam da bu noktada sorun, söz konusu hareketin hangi temelde gelişeceği ve özelinde ise, nereye evrileceğidir. En geniş bileşenle,

‘80 öncesi süreci dışında tutacak olursak, Türkiye öğrenci gençlik hareketinde örgüt biçimleri hareket zemini üzerinden oluşmamıştır. öğrenci gençliğin en yakıcı sorunlarından olan paralı eğitim ve diplomalı işsizlik konularında (dışında kalan dinamikleri asla gözardı etmeden ve oradan da yüklenmeyi sağlayarak) kitle toplanma noktalarının yaratılmasına ve kitlelerin bizzat mücadeleyi büyüterek kazanım elde etmeye başlamalarıyla önü açılacak olan bir sürecin örgütlenmesine ihtiyacımız var. En geniş kitle toplanma noktaları yaratılmadan ve mücadele hareketlenip kitlesel bir temele doğru yol almadığında merkezi, kitlesel, militan bir öğrenci örgütü kurulamayacaktır. Bunun dışında kalan tüm örgüt kurma çabaları -kesin bir belirlemeyle- başarısız olacaktır. Zaten bunun hazin örnekleri de bugün yaşanmaktadır. Ve bırakalım varolan krizin aşılmasını, giderek daha fazla sorunun hem bir nedeni ve hem de sonucu olmaktadırlar.n


çağri

] 23

DPG

Haydi Söz Alınterinin Kurultayı’na! Her şey, neredeyse her gün değişiyor yaşamlarımızda. Aldığımız eğitimin kalitesi, ailelerimiz, arkadaşlarımız, yaşam biçimimiz, düşüncelerimiz, değer yargılarımız, hayallerimiz, beklentilerimiz... Sürekli bir devinim içerisindeyiz. Her gün bir önceki günü aratmaya başladı. Bir değişim yaşanıyor ama bir şeyler değiştikçe yaşam koşullarımız daha da kötüye gidiyor. Bir şeyler değiştikçe düne göre daha fazla kaygılanıyoruz geleceğimizden. Hayallerimiz de küçülüyor, nedir en büyük hayalimiz? İyi bir eğitim, iyi bir iş, yaşamı ölmeyecek kadar sürdürebilmek mi? Kim küçülttü bizim hayallerimizi? Kendi ellerimizle mi yaptık yoksa tüm bunları? Her birimiz için birer karabasana dönüştü harç ve kayıt paraları... Ailelerimiz ceplerinde kalan son kuruşu da verse yetmiyor, yetmiyor, yetmiyor... Okulu bitirebilmemiz için daha fazla çalışıyorlar, biz de çalışıyoruz okul dışı zamanlarımızda, atölyelerde, işyerinde, fabrikalarda. Ama harçlar ve kayıt paraları her yıl biraz daha artıyor, çalıştıkça artıyor, sesimizi çıkartmadıkça, birşeyleri sineye çektikçe katlanarak büyüyor. Hangimiz okulla ev, evle iş arasında mekik dokumaktan, en yakın arkadaşlarımızın dahi kendi rakiplerimiz olarak dayatılmasından, kariyer planları yapmaktan, sosyalleşememekten, mezun olduktan sonra “diplomalı işsiz” olarak dolaşmaktan kurtulabiliyoruz? Tabii ki hiç birimiz. Sorunlarımız aynı, parasız eğitim istiyoruz biz, diplomalı işsiz olmak istemiyoruz.

Çözüm yollarımız da aynı, tüm bunların önüne mücadele ederek, birlik olarak geçeceğiz. Haklarımızı ve onurumuzu kazanabilmek için ÖĞRENCİ SENDİKAMIZ olmalı bizim. Liseli, üniversiteli tüm öğrenci arkadaşlar bir araya gelmeli, tartışmalı, kararlar almalı ve birleşik mücadelenin yolunu açmalıyız. İşçi sınıfıyla mücadelemizi ortaklaştırmalıyız.

kararların hayata geçirilmesi noktasında kalıcı örgütlenme platformlarını birlikte oluşturacağız. İşçi sınıfıyla sorunlarımızın, çözüm yollarımızın aynı olduğunu ve kurtuluşumuzun birlikte olacağını söylüyorsak bu kurultaydaki yerimizi alacağız. Öğrenciler olarak biz de sorunlarımızı dillendireceğiz kurultayda, ÖĞRENCİ SENDİKASI ihtiyacımızı anlatacağız işçi sınıfına, deneyimlerini paylaşacağız, birlikte düşünecek çözüme doğru birlikte adım atacağız. Meslek liselerindeki, meslek yüksekokullarındaki sömürünün bugün geldiği boyutu tartışacağız, işçi sınıfının genç kuşaklarının, üniversitelerde çalışan öğrencilerin ortak talepler etrafından işçi sınıfıyla birlikte mücadelesini konuşacağız. Görevler ve hedefler belirleyeceğiz ve kurultaydan sonra sıvayacağız kollarımızı. Söz Alınterinin Kurultayı, farklı sektörlerden, alanlardan işçilerin bir araya gelerek kurdukları Kurultay Hazırlık Komiteleri (KHK), yani taban örgütlülükleri üzerinden örgütleniyor ve sınıfın farklı kesimlerinin temsiliyetini sağlamayı hedefliyor. Bulunduğumuz her okulda, işyerinde, atölyede, diğer öğrenci arkadaşlarımızla bir araya gelip Kurultay Hazırlık Komitelerimizi biz de kuracağız. Geniş toplantılar yaparak, sorunlarımızı ve çözüm önerilerimizi tartışacağız. Bizimle aynı şartlarda eğitim gören, çalışan, sömürülen arkadaşlarımıza, ailelerimize de ulaşacak ve onları da katacağız Kurultay Hazırlık Komitelerine.

17 Aralık 2005 Ankara mitingi, DSB korteji

Söyleyecek sözümüz, atacak taşımız var bizim İşçi sınıfının kurtuluşunun örgütlenmekten ve mücadele etmekten, yeni bir sendikal hareket yaratmaktan geçtiğini bilen, içerisinde Devrimci Sendikal Birlik (DSB) çalışanı işçilerin de bulunduğu öncü işçiler, 11-12 Mart‘ta İstanbul’da SÖZ ALINTERİNİN KURULTAYI‘nda buluşuyorlar. Kurultay aktivistleri, ezilen, sömürülen, hakkını arayan tüm kesimleri, bu kurultayı birlikte örgütlemeye çağırıyor. Kurultay, sorunların ardı ardına sıralanarak ağlama duvarına çevrilen bir kurultay olmayacak. Bu kurultay bir ÇÖZÜM kurultayı olacak. Sorunlar çözüm yollarıyla birlikte tartışılacak ve alınan

Gençliğin taptaze soluğunu işçi sınıfının sesiyle, mücadele azmi ve kararlılığıyla buluşturacağız.n


DPG

24

[

r ö p o r t aj

Eğitim-Sen İstanbul 3.Nolu Şube başkanı Dursun Yıldız’la öğrenci sendikası fikrini konuştuk...

“Fiili ve Mesru Mücadele” Geçen sene 14-15 Mayıs’ta İstanbul’da yaptığımız Demokratik Üniversite Kurultayı’na siz de katılmıştınız. Kurultayı nasıl buldunuz? Evet geçen sene katılmıştım, halen belleğimdedir. Kurultay çok coşkulu geçti. Hatta: “Bu kurultay bana ′80 öncesi gençliğin coşkusunu hatırlattı” diye bir cümle kullanmıştım. Bayağı kalabalıktı. İlginç, somut öneriler gelmişti. Türkiye’nin değişik yerlerinden gelen öğrenci arkadaşlar kapsamlı, içeriği güçlü, hedefi net olan düşüncelerini ifade etti. Onları da şimdi gibi hatırlıyorum. Ondan sonra kurultayın ne gibi sonuçlara ulaştığını takip edebilme imkanım olamadı. Ama kurultayı oldukça olumlu ve coşkulu bulduğumu ifade etmek istiyorum. Tabii önemli olan bunların pratiğe geçmesi; nasıl pratikleştiği, nasıl örgütlendiği. Türkiye’de çok kurultay yapılıyor, ama o anda coşku olsa bile sonra bitiyor. Bazı çevreler sadece kurultay yapmakla kalıyor sonrası yok. Önemli olan pratiğe nasıl yansıdığıdır.

Üniversitelerde forumlar yapılıyordu. Üniversitelerin yönetimi gençlerin elindeydi adeta. Forumlar, seminerler, işgaller yapılıyordu. Yani ben lisedeyken mesela üniversite deyince aklıma eylemlilik geliyordu, “Artık biz de üniversiteye gitsek de eylemlere katılabilsek” derdik. Kısacası üniversite gençliği o dönemde ülke sorunlarına duyarlı, eğitim sorunlarına duyarlı, herşeyden önce işçi sınıfına duyarlı, antiemperyalist, anti sömürgeci bir düşünsel yapıya sahipti. Okumak, yazmak, tartışmak, bunlar hep günlük olaylar arasında geliyordu. Bir ihtiyaçtı, bir işti yani boş zaman işi değildi. Sol olmak; onurlu olmanın, aydın olmanın, devrimci olmanın bir gereği sayılıyordu. Üniversiteyle sol özdeşleştiriliyordu. 1980′de durum çok değişti. 80′de bir silindir gibi geçti. ABD emperyalizmi, kontrgerilla darbenin nesnel koşullarını hazırlattı ve darbe yapıldı. Darbeden sonra hızla toplum manipüle edildi, gençlik manipüle edildi. 15-20 bine yakın genç üniversiteden atıldı. Yine 5-6 bin öğretim üyesi atıldı. Öğrencilerin dernekleri, kulüpleri kapatıldı. Kitaplar yakıldı.

Biz bu kurultayı zaten gençlik hareketindeki varolan duruma bir son vermek üzere yapmıştık. Peki siz Peki ′80 döneminin şu anki görüngençlik hareketinin bugünkü durugüleri neler? Bunların şu anki gençmunu nasıl değerlendiriyorsunuz? lik hareketinin durumuyla bağlantısı üzerine neler söyleyebilirsiniz? Burada önce ′80 öncesi gençliği ele almak lazım. Bizim de içinde bulun′80 öncesinde dünyaya baktığında bir duğumuz ′80 öncesi gençlik. Ezici bir Sovyetler Birliği vardı, bir Çin vardı, çoğunluğuyla güzel bir dünya Arnavutluk vardı, Küba vardı, Doğu yaratma, sistemi değiştirme, Avrupa ülkeleri vardı. Orada canlı sömürüye zulme karşı bir sosyalist kamp vardı. Gençleskiden mücadele etme düşünrin ütopyaları gerçeğe yakındı. verilen cesiyle, işçi sınıfının, Ama 12 Eylül’den sonra gençemekçilerin ve ezilen lerin önce umutları yıkıldı; burslarla halkların kurtuluütopyaları yıkıldı, gençlik geçinebiliyordu şunu sosyalizmde apolitikleştirildi, dincileştigençlik, şimdi öyle rildi, ırkçılaştırıldı; bu idegörerek hareket ediyordu. Fabrikalarda olojiler egemen kılındı. ′80 değil. Şimdi işçi çalışmalar yapıyorsonrası gençliğin ′80 öncesi gençlik ile öğrenciler gençlikten bütün bağı kolardı; ellerinde kitap, arasında bir bağ yazı, broşür sürekli. parıldı. İdeolojik bağ kopaBütün araçlarıyla işçi rıldı, örgütsel bağ koparıldı, var. Öğrenci sınıfına gidiyorlardı. dünyayla bağları koparıldı. de işçi gibi Yoksul köylülüğe gidiTamamen zapt-u rapt altına çalışıyor. yorlardı, tarlalarında çaalınan bir gençlik oluşturuldu. lışarak onlara yardımcı olu12 Eylül’le birlikte pop kültürü geyorlardı. Büyük metropollerde lişti. Ama ütopyası olan bir kişi eninde evsiz kalan yoksul insanlara ev yapabilsonunda üretiyor. Yani bence ′80 sonmek için gecekondularda çalışıyorlardı. rası devam eden gençlik hareketi, yine

E

′80 öncesi gençlik hareketine dayanıyor. Oradan bilgi birikim alındı ve bugüne kadar sürmesi sağlandı. Bundan sonra mücadelelerin daha da büyüyeceğini düşünüyorum. Ama aynı yöntemlerle değil artık farklı yöntemlerle. 80 öncesinde koşullar yöntemler farklıydı, şimdiki koşullar farklıdır. Politika zamana göre değişebilen bir kavramdır. Eskiden verilen burslarla geçinebiliyordu mesela gençlik, şimdi öyle değil. Şimdi işçi gençlik ile öğrenciler arasında bir bağ var. Bu bağ şöyle, öğrenci de işçi gibi çalışıyor. İşçi zaten işçidir, işçi gençlik zaten okuyamaz. Örneğin Bilkent, Boğaziçi, kısmen ODTÜ, bunun gibi belli üniversitelere emekçi halk çocuklarının gitmesi mümkün değildir. Herkes dershaneye de gidemez, özel ders de alamaz. Yani hem okuyor hem çalışıyor. Yani sınıf mücadelesinin içine pratikte daha öğrenciyken giriyor, emeğini korumak ister o. Biz çalışan herkesin sendikalı olmasını istiyoruz. Üniversite öğrencisinin de, çalışıyorsa, sendikalı olması gerekir. Yani öğrenci sendikası... Salt öğrenci oldukları için değil, öğrenci-işçi oldukları için. O bakımdan öğrenci sendikasını olumlu görüyoruz, güzel bir talep olarak görüyoruz. Sizlerin çok da güzel deneyimleri vardır. Sendika düşüncemiz yeni ve bizim de bu anlamda bir birikime ihtiyacımız var. Bize KESK deneyiminden bahseder misiniz? Yani biz yasalcılıktan ziyade fiili ve meşru mücadele ederek KESK’i kurduk. Sendikalar; sadece burjuva yasaları çerçevesinde, böyle bir mantıkla kurulursa ayakta kalmaz. Bu yasalar bize yetmiyor zaten, burjuva demokratik yasalar ne kadar geniş olursa olsun devrimcilere yetmez, devrimcilerin amacı devrimdir. Sendika şimdi bir amaç mıdır, araç mıdır onu düşünmek lazım. Benim amacım ne? Benim amacım; sınıfsız sömürüsüz bir dünya toplumunu oluşturmak. Öyleyse benim amacım sendi-


rö po r t aj

] 25

ka olamaz, sendika benim dir. Bütün bunları tabii yaratıcı iyi bir aracım olabilir. şekilde kullanmak lazım. iz Sınıfa dayalı, heÜlkemizde farklı şekildefi belli olan, lerde sömürülen, baskı yasalcılıktan işte ekonomikaltında olan gençler ziyade fiili ve meşru demokratikvar. Özellikle Kürt mücadele ederek KESK’i bilimsel bir gençlerinin sorunşekilde mülarıyla Türk gençlekurduk. Sendikalar; sadece cadele eden, rinin sorunları aynı burjuva yasaları çerçevesinde, değil. Her alanda demokratik böyle bir mantıkla kurulursa düşünüldüğünde eymerkeziyetçiliği ön ayakta kalmaz... Gençler de lem programları yani planda tutan tüzükler, sendika tüböyle sendikalaşırlar. bir sendikal anlazükleri buna göre yazılır. yışla ben bu aracımı Kürt gençlerinin sorunları geliştirebilirim. Gençnedir mesela? Anadilde eğiler de böyle sendikalaşırlar, tim görememe, seni anlayamama, gençlerin de üretim sorunlarıyla öğokuduğunu anlayamama, eğitimden renci sorunlarını birleştirmeleri lazım. yoksun kalma, sürekli baskı altında Gerçi ülkemizde gençlik çeşitli kategoolma, sürekli olarak ailelerinin göçe rilere ayrılmış artık. Öğrenci gençliğin zorlanması, köylerinin yakılıp yıkılmasorunları ayrı, işçi gençliğin sorunları sı, buralarda mendil satmaları, buralarayrı, öğrenci-işçi gençliğin sorunları da tiner koklamaları, kapkaç-hırsızlık ayrı. Yani o bakımdan gençlik sendikaolaylarına daha fazla onların karışması, bütün çocuklar da dahil olmak üzeları. Bunları bu hale sistem sürüklüyor. re, özellikle o çalışan baba-çocukları (o Sistemin yıkılmasını hedeflemek lazım. mendil satan çocuk baba-çocuktur meHerkesin kendine göre farklı problemsela, bir aile besliyor orada) kapsamalı. leri vardır. Ona göre herşey yerli yerine Yani birçok alanda çırak olarak çalışan, oturtulup sendikada da ona göre eylem ucuz-bedava olarak çalışan çıraklar programları izlenmelidir. vardır. Onların yine farklı sorunları Eğitim fakültelerindeki öğrenciler de var; eğitimsiz oluşları, sosyalleşememe birçok problem yaşıyorlar. Örneğin sorunları vardır. Bütün bunları bir kabir işsizlik tehlikesiyle eskiden fazla tegori içerisinde değerlendirmek, senkarşı karşıya değillerdi, eğitim faküldikal eylemleri ve programları ona göre tesinden çıkan öğretmen oluyordu, o yönlendirmek lazım. anlamda bir garantililiği vardı. ŞimGençlik hareketinin sınıf hareketiyle di bakıyoruz: sözleşmeli öğretmenbir bağ, sürekli bir bağ sağlayamamış likler, KPSS’ler, formasyon, staj... olmasına artık bir son vermek gereEğitim-Sen’i kuran aktif üyeleri yavaş kiyor. Bizim yaratacağımız bu örgütyavaş emekli oluyor. Yeni üye kazanmalülük tek başına gençlik hareketindeda da zorlanıyoruz. Üyelerimizi arttırki dağınıklığa son vermeyecek... mak için farklı yöntemlere başvurmak, Mekanik bir ayırma değil, diyalektik farklı çıkışlar yapmak gerekiyor. İşte bir bağ kurulmalı, diyorsunuz doğrubiz iki tane temel çıkış gördük, dersdur öyle olması lazım. Zaten sendikahane öğretmenleri ve eğitim fakültelar araç olduğuna göre bu aracı iyi bir leri son sınıf öğrencileri. Sonra gördük şekilde kullanmanın yolu da şuradan yine bir yerde öğrenci velileri ÖV-DER geçiyor: gerçekten devrime sosyalizme (Öğrenci Velileri Derneği) diye bir şey kimin ihtiyacı var? Herşeyden önce kurmuşlar, bunlara da bakıyoruz. Buişçinin ihtiyacı var. Yani ihtiyacı olan nun dışında yine meslek liselerindeki aradığını bulmalıdır. Aradığını bulmak öğrencilerin sorunlarıyla ilgili çalışmaiçin de araç şarttır. Bu araç da sendilarımız var, meslek liselerinde öğrenci kadır, partidir, çeşitli örgütlenmelermesela 3 saat teorik eğitim alıyorsa

B

DPG

5 saat pratik eğitim alıyor. Bu pratik eğitim içerisinde de öğrenci işçi gibi çalıştırılıyor. Öğrencinin yapmış olduğu mamüller, tüccar tarafından alınıp götürülüyor dağıtılıyor, buradan yüklü paralar kazanılıyor. Bir kısmı döner sermaye adı altında okul yönetimine veriliyor ama büyük kısmı tüccara kalıyor. Ticaret lisesi öğrencileri örneğin günde 8 saat bankalarda çalıştırılıyor, orada da yaptıkları getir götür çay vs işleri. İşçi gibi çalışıyor, horlanıyor, amirler tarafından azarlanıyor. Burada çocuk emeği sömürüsü var. Yine başka bir konuya değinmek istiyorum bu gençlik konusunda. Eskiden ′80 öncesi üniversitelere sınavla girilmiyordu. Sonra sınav sitemi başladı ama şimdiki gibi değildi, çalışan kazanıp giriyordu. İşte yine 15 tane yeni üniversite açılacak. Sebep şu ama, iş bulma durumu belli, işsizlik belli. İş bulma problemi çözülmediği gibi bu problem gitgide büyüyor. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Eğitim-öğretimin her aşamada parasız olması gerekir, bunun peşindeyiz. Eğitimin ticareti yapılmamalıdır. Özel eğitim kurumlarının kapatılması gerekiyor, dershanelerin ve özel üniversitelerin. Eğitim emekçileri, öğrenciler ve veliler eğitimin her aşamasında söz sahibi olmalılar. Mesela öğrenci sendikası bu konuda aktif bir rol alabilir. Eğitimin içeriği bilimsel, ilerici, aydınlanmacı bir tarzda yeniden düzenlenmeli, anadilde olmalı. Ülkenin geleceğini karartan gerici faşist ideolojiler, eğitimden dışlanmalıdır. İmamhatip liseleri ve kuran kursları kapatılmalıdır. Eğitimcilere aydın kimliği yeniden kazandırılmalı. Eğitim emekçilerinin siyasal, sosyal ve özlük hakları geliştirilmeli. Siyaset yasağı, hiçbir eğitim emekçisi için, hiçbir genç için, hiçbir düzeyde söz konusu olmamalı. Son olarak sizlere başarılar diliyoruz. Başarılı olacağınıza da yürekten inanıyorum. Sizlerle birlikte olabilmenin, sizlere yararlı olabilmenin ve sizlerden de yararlanmanın bütün yol ve yöntemlerini paylaşmaya hazırız, diyoruz.n


DPG

26

[

y o rum

Meslek Liselerinde Sömürü Derinleşiyor Toyota tarafından, Avcılar Hazır Giyim ve Konfeksiyon Meslek Lisesi İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği tarafından, İkitelli Ayakkabıcılık Endüstri Meslek Lisesi Türkiye Ayakkabı Sektörü Araştırma Geliştirme ve Eğitim Vakfı tarafından yatırım yapılarak kendi işgücü ihtiyaçlarını da karşılayabilmek amacıyla bu okullar yeniden düzenlenmiştir.

Meslek lisesinde öğrenci olmak Meslek liseliler, enerji, otomotiv, metal, konfeksiyon, ayakkabı, matbaa, büro işçiliği başta olmak üzere kapitalist üretim organizasyonunun can damarları olan sektörlerde nitelikli-yarı vasıflı ucuz işgücü olarak yetiştirilen genç işçi kuşaklarıdır.

Bunun yanı sıra ve en önemlisi ise döner sermaye işletmeleri bu okullarda öğrencilere staj adı altında fason üretim yaptırtmaktadır. Tekellerin azami kar ve azami egemenliğini sağlaması için eğitimle üretimin iç içe geçirilerek, meslek liseleri mesleki eğitime hazırlayan okullar olmaktan çok birer fabrikaya dönüştürülmüştür. Meslek liseliler de işçi-öğrenci konumuna itilmiştir. Okul müdürleri ise buraları işleten işletmeciler olarak görevlerini gerektiği gibi yerine getirmektedirler.

Avcılar Teknik ve Endüstri Meslek Meslek liseliler çoğunlukla aileleleriLisesi Müdürü N.Osman Süzen piyanin yönlendirmesi ile geleceklerini bir sa ile rekabet edemediklenebze olsun garanti altına rinden yakınarak şunları almak için bu okulları tercih Bir üretim söylüyor, “Ben eğitim içinde etmektedirler. Öte yandan üretimin yapılabileceğine meslek lisesi sayısının oratarzı nasıl inanıyorum. Benim okulum nını yüzde otuzlardan yüzbir insan 1998 yılında 45 milyar ciro de altmışbeşe çıkarmayı heyaptı. Eğer imkan verilse defleyen burjuvazi de kendi istiyorsa, ona bunu 5 katına çıkarabiliriz. geleceğini garanti altına göre eğitim Okuldaki imkanları sabah almak istemektedir aslında. felsefesi 8 ile akşam 5 saatleri araBugün için meslek liselesında kalan süre haricinde rindeki bölümler kapitalist biçimlendirir. değerlendiremiyoruz. Yaptıüretim organizasyonunda ğımız işlerden devlet yüzde her türlü işgücü ihtiyacını 10 peşin vergi, yüzde 15 de katma değer karşılayacak nitelikte çoğaltılmaktadır. vergisi alıyor. Ücretler puantaj ile değil Emperyalist tekellerle, Türkiye işbirlikde götürü usulde yapılmış olsaydı mevçi tekelci burjuvazisinin denetimi ve cut döner sermaye üretimleri en az 5 kagözetimi altında gereken yasalar çıkatına çıkardı. Kişi çalıştığının karşılığını rılarak, sermayenin ihtiyaçları doğrulalacağı için piyasa da iş arayacak, kentusunda meslek lisesi açabilmenin de di bulduğu işi okul atölyelerinde erken önü açılmıştır. AB tarafından bunun bitirmek suretiyle hem okul cirosunu için özel fonlar ayrılmıştır. yükseltecek hem de kazanacaktı. Ayrıca Tekellerin, meslek liselerinde ihtiyaçişin üzerinde pazarlık yapılarak serbest larına uygun bölüm açmaları veya bu piyasa ortamına göre sipariş alınacaktı.” fonlardan ar-ge adıyla yararlanarak meslek liselerine yatırım yapmaları Yine, Avcılar’daki İHKİB Hazır Giyim kimi liseleri tenolojik alt yapı anlamınve Konfeksiyon Meslek Lisesi Müdürü da da güçlendirmiştir. Örnek olarak Gülgün Saka, “Ancak tam kapasite çalıŞişli Endüstri Meslek Lisesi Tofaş ve şamıyoruz. Döner sermaye işletme yö-

netmeliğinden kaynaklanan problemler oluyor. Yüzde 10 peşin vergi verdiğimiz için maliyetler yüksek oluyor. Bu yüzden de piyasa ile rekabet edemiyoruz.” diyerek aynı dertten yakınıyor. Milli Eğitim Kanunu’nun meslek liseleriyle ilgili yönetmeliklerinde, “Okul sanayi işbirliği” diye adlandırılan bu durum bugün devasa boyutlara ulaşarak meslek liselerini adeta küçük ya da orta boy işletmeler haline getirmiştir. Esnek üretim, esnek çalışma, bir bütün olarak esnek istihdam saldırısı, gelecek işçi kuşağı üzerinde daha da boyutlanmaktadır. Meslek lisesi öğrencilerinin üniversite hakkı, yasalarla ellerinden alınmıştır. Öğrencinin başka bir alanda eğitim alması engellenerek meslek yüksek okullarına bir anlamda zorunlu geçişi sağlanmıştır. Burjuvazinin bu yönelimi çok açık bir şekilde “sömürü gücünün genişleyen ve derinleşen üretimi” anlamına gelmektedir. Öte yandan meslek liselerindeki gerici-faşist örgütlenmeler, baskılar, aşağılanma meslek liselilerin yakasını bırakmıyor. Gerici-faşist örgütlenmelerin, faşist çetelerin okullara girmesine bizzat olanak sağlanarak gençliğin sınıf bilincinden uzak, kendi hakkını bile koruyamayan, kimliksizleştirenkişiliksizleştiren yoz kültürlerin etkisi altında kalmaları sağlanıyor. Son yıllarda meslek lisesi çıkışlı işçilerin önemli bir çoğunluğunda bu gerici etkiler görülmektedir. Yeni ve daha modern meslek liselerinde ise daha liberal bir işçi formasyonu yaratılmaya çalışılmaktadır.

Altın yumurtlayan tavuk! “Bir üretim tarzı nasıl bir insan istiyorsa, ona göre eğitim felsefesi biçimlendirir.” Hızla artan teknolojik gelişmelerin, büyük tekeller arasındaki rekabet gücünün arttırılması açısından yeterli olamaması, bu teknolojiyi kullanacak nitelikli ve ucuz işgücü arayışı, burjuvaziyi mesleki ve teknik eğitimde özel bir yönelime itmiştir. Ve bunu ilk uygulayacağı kurum olan eğitim sistemi bu ihtiyaçlara göre yeniden yapılandırılmaktadır. Mesleki


y o rum

] 27

DPG

eğitim, üretim sürecinin bir bileşeni haline getirilerek, işçi-öğrenciler de toplumsal emeğin bir bileşeni haline geliyorlar. Eğitimde yeniden yapılandırma, dolayısıyla işçi sınıfının yeni yetişen kuşağının haklarının daha baştan gaspı demek olan bu saldırı, kapitalizmin çok yönlü, ucuz işgücü temelinde ihtiyaç duyduğu “insan faktörünün” de biçimlendirilmesi üzerine kuruludur. Çünkü bu faktör toplumsal emek üretiminin niteliğinin yükseltilmesini sağlayacağı gibi emek gücünün fiyatının da düşürülmesini olanaklı kılacaktır.

Geleceğin işçi sınıfı olarak meslek liselilerin örgütlenmesi üzerine Meslek liselilerin aileleri işçi ve emekçi kesimlerdir. İşsizliğin ve yoksulluğun baskısı, ailelerin “bari bir mesleği olsun” düşüncesi ile çocuklarına baskı yapmasına neden olmakta ve meslek liselerinde okuma oranı gittikçe yükselmektedir. Genel liselerdeki gibi paralı eğitim ve diplomalı işsizlik temel sorunlardan biri olmakla birlikte, meslek liselerinde buna bir de staj sömürüsü eklenmektedir. Tıpkı bir işçi gibi belli gün ve saatlerde çalışma disiplini içerisinde üretim yapmaktadırlar. Buna rağmen herhangi bir iş güvencesi, sendika, sigorta hakkı yoktur. Daha önce işçi olarak tanımlanmayan meslek liseliler bugün, artıdeğer üretiminde (gerek okul içerisindeki atelyelerde gerekse de staj yaptıkları fabrikalarda) daha fazla yeralıyor ve esnek üretim, esnek çalışma koşulları ile enformal sektörün bileşenleri haline geliyorlar. Meslek liseliler bu anlamda, işçi sınıfının gelecekteki yapısını ve mesleki-teknik bileşimini etkileyecektir. İşçi-öğrencilerin emeklerinin hiçe sayılarak işçi haklarından yoksun kalmalarına, emekgücünün azgınca sömürülmesine, sendika, sigorta, toplu iş sözleşmesi hakkından yoksun kalmalarına ve asgari ücretin bile çok altında bir ücretle çalşmaya zorunlu bırakılmaktadırlar. Bu yüzden işçi-öğrencilerin emeklerini korumak için örgütlenerek mücadele etmeleri kaçınılmazdır. Gerici, ezberci eğitim nedeniyle bireysel yeteneklerin, kişilik gelişiminin önünü kapatan; hafta içi, hafta sonu zorunlu stajlar nedeni ile sosyal-kültürel aktivitelere zaman

bırakmayan esnek üretim modeline karşı işçi-öğrencilerin örgütlenmesi zorunludur. Öğrenci kesimlerinin (üniversite, lise, meslek lisesi, çalışan öğrenci, meslek yüksekokulu) temel sorun ve onlara yöneltilen saldırılara karşı, akademik, ekonomik ve en temel anlamıyla sınıfsal sorunlarına karşı çözüm bulacağı, tüm öğrenci gençlikle birlikte birleşik, kitlesel ve militan bir mücadele hattı izleyebileceği bir kitle örgütüne ihtiyacı vardır. İşte bu nedenledir ki, sınıf eksenli ve gücünü sınıf bilincinden alan birleşik, kitlesel, militan bir öğrenci hareketi/örgütlülüğünün yaratılması bugün çok daha acildir. Eşit ve insanca yaşanacak ücret, sendika-sigorta hakkı gibi sınıfın genel taleplerinin yanı sıra, ML ve MYO’ların özgün yanlarını oluşturan; çalışma yaş ve saatlerinin sınırlandırılması, çalışma koşullarının bedensel, zihinsel ve kişilik gelişimini tahrip etmeyecek biçimde iyileştirilmesi, sendikalarda ML ve MYO’lara dönük birimlerin oluşturulması, hafta sonu ve ağır işlerde çalıştırılmanın yasaklanması, her türlü fizik-psikolojik şiddet, hakaret ve tacizin sona erdirilmesi, düzenli sağlık kontrollerinin yapılması, atölyelerde ve işyerlerinde doktor ve hemşire yanı sıra çocuk psikoloğunun bulundurulması talepleri yükseltilerek, hak alıcı mücadeleye hız katılmalı, kitlesel bir öğrenci hareketinının ve sınıf hareketinin temel bileşeni olan bu kesimlere yönelik uzmanlaşma sağlanmalıdır.n

Öğrenci kesimlerinin (üniversite, lise, meslek lisesi, çalışan öğrenci, meslek yüksekokulu) temel sorun ve onlara yöneltilen saldırılara karşı, akademik, ekonomik ve en temel anlamıyla sınıfsal sorunlarına karşı çözüm bulacağı, tüm öğrenci gençlikle birlikte birleşik, kitlesel ve militan bir mücadele hattı izleyebileceği bir öğrenci sendikasına ihtiyacı vardır.


DPG

28

[

fi l m t a n ı tımi

Babalar, ogullar ve hesaplasma Bu filmi ilk duyduğumda filme gidip gitmeme noktasında belli bir süre ikilemde kaldım. Filmden çokça bahsediliyor oluşu ve popülerleşmesi beni filme gitmeme noktasına daha fazla yaklaştırıyordu. Bir nevi popülerleşen ürün; insanların beyinlerine empoze edilmiş olan tüketici algısına hitap ederek bilinçsizlik halinin korunmasını, dolayısıyla kendini çoğaltmasını sağlayan bir etkiye sahiptir. Neyse ki filmi izledikten sonra önyargılarımın bu film öznelinde bir nebze yanılgıya uğraması sevindiriciydi. Filmi ilk elden sinema tekniği açısından değerlendirdiğimizde, sahnelerin çarpıcılığının hikayeyi çok iyi besleyebildiğini söyleyebiliriz. Bazı sahneler ise filmden kopmadan kendi içinde başka bir hikayeyi anlatabilmiş. Filmin başındaki sahnelerden birinde, ölen annenin, kendisi ölürken geride yeni doğan bir çocuk bırakması ve bunun 12 Eylül gecesi olması başlı başına bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Annenin kan kaybından ölmesi, 12 Eylül faşist darbesinin ülkede açtığı büyük bir yarılmayı ve ülkedeki kan kaybını simgeliyor dersek; doğmuş olan çocuğu ise devam eden hayatın filizlendirdiği ‘umut’ olarak niteleyebiliriz. Kısa da sürse işkence sahnelerinin çok yalın ve gerçekçi oluşu, 12 Eylül vahşetini kişinin öznelinde cesur bir özet olarak verebilmiş. Aynı zamanda çocuğun dünyasındaki hayali görüntülerin de gerçekliği filmi görüntü olarak zenginleştirmiş. Görüntülerdeki dekorların, seyirciye dekor olarak değil de doğal yaşam ortamıymış gibi algılatılabilmesi de filmin ve sahnelerin gerçeklikle bağını kuran güçlü öğeler olmuşlar ki, kamera açılarında göz kamerası yerine çerçeve kamerasının tercih edilişi, seyircinin göz algısını da görece arttırmış. Karekterlerde hiçbir haliyle havada durmayan diyalogların kurgusal hali, kendini bize kurgu

olduğunu belli etmeden ulaşıyor. Yalnızca küçük çocuğun ‘insanlar büyüdükçe hayalleri mi küçülüyor?’ sorusu “bir çocuğun sorabileceği bir soru mu?”yu akla getirse de, çocuk karakterinin geniş bir hayal dünyası olması, hatta okula gitmeden okumayı bilmesi gibi algı dünyasının genişliğini gösteren verilerin var oluşu bu durumu doğal kılabiliyor. Gelelim filmin hikayesine. Üniversiteli bir gencin hayatını kendi istediği doğrultuda yaşamak istemesi babasıyla olan diyaloğunu keser. Babası, oğlunun istediği kızla evlenmemesinden ve oğlunun devrimcileşen yaşantısından rahatsızdır ve oğlunun kendi istediği yaşantıyı sürdürmeyeceğini anlayınca aralarında geçen bir tartışmadan sonra oğlu evi terk eder ve İstanbul’a gider. İstanbul’da evlenir ve 12 Eylül gecesi karısı çocuğunu sokakta doğururken ölür. Kendisi tutuklanır, işkencehanelerden geçirilir ve içerden ölümcül bir hastalık sahibi olarak çıkar. Fazla ömrü kalmadığını bildiği için çocuğunu babasına bırakmak için yıllardır görüşmediği babasının evine gider. Babası oğlunun neler yaşadığını hastalığı ilerledikçe öğrenir. Oğluyla olan iletişimini düzeltmeye çabalar ama artık çok geçtir. Oğlu ölür ve geriye torunu kalır. Basit bir hikaye gibi görünen filmi basit olmaktan çıkaran; baba ile oğulun çatışması sonucu yaşanan kırılma noktalarının belirginleştirilmiş oluşu. Film bu yönüyle bir ailenin yaşamına tanıklık ediyor gibi görünüyorsa da bizi insanlık tarihi boyunca oluşagelmiş aile yapısıyla karşı karşıya bırakıyor. Ailenin çocuklarını kendinleştirme çabası, bütünde varolan yaşam şeklinin korunma çabası olarak karşımıza çıkıyor. Bununla birlikte aynılaşan aileler; yaşantıları, bütünde oluşturulagelmiş sınıflı toplum düzeneğinin küçük çarklarını oluşturması ve kendi köklerini geçmişten bugüne sağlamlaştırmış, yönünü değiştirmek istemeyen statükocu durumun kendini koruma şekli olarak karşımıza çıkar. Bu noktada bu

kast yapı, kendini kendi tercihleri doğrultusunda yaşamaya çalışan veya bir şekliyle bütüne göre ötekileşen herhangi birinin karşısına soğuk ve sert bir duvar gibi çarpar. Film ise baba ile oğulun sorununu sadece diyalogsuzluğa indirgeyerek var olanın sadece küçük bir parçasında daralmıştır. Acaba baba oğluyla sağlıklı denilen bir diyaloğa sahip olsaydı, oğlunun tercih ettiği yaşantıyı kabullenebilecek miydi? sorusunun yanıtını yine filmin kendisi cenaze sahnesinde veriyor. Baba daha hala oğlunun gidişine engel olamadığından kendi vicdan hesaplaşmasında kendini sorumlu hissediyor ve çıldırma noktasına geliyor. Konuyu buradan ele alacak olursak babanın rahatsızlığı sadece kendisinin oğlu için düşündüğü planları boşa çıkarması değil, aynı zamanda oğlunun kendi istediği hayatı yaşamıyor oluşudur. Filmde buranın çok fazla irdelenmemiş oluşu, hatta sorunu sadece iletişimsizliğe indirgemesi konuya yaklaşım şeklini sığ bırakmıştır. Öte yandan film, 12 Eylül faşist darbesini karakterlerin öznelinde yargılıyor. Ölen oğulun hastalık sebebi, annenin ölüş sebebine cevap olarak karşımıza 12 Eylül faşist darbesini çıkarıyor. Yani bu filmin kötü adamı 12 Eylül diyebiliriz. Yalnız filmi bir 12 Eylül filmi olarak ele alamayız, 12 Eylül bu filmde olayların çıkışını aldığı bir kırılma noktası sadece. Bu ülkenin 26 yıldır hesaplaşamadığı 12 Eylül’e bu şekliyle değinebiliyor oluşu hem kendi içerisinde düşündüğümüzde cesurca bir adım, hem de daha önce çekilmeye çalışılanlardan daha nitelikli film olarak karşımızda. Ancak film, onu ağlama duvarı haline getiren bizim insanlarımızın algı dünyasını değiştirebilecek bir noktada değil, hatta film böyle bir tavır içine de girmiyor, bu noktadan film kesinlikle sosyalist gerçekçi değil.n

İÜ’den bir DPG okuru


t arih bilin ci

] 29

DPG

O Bayrağı Şimdi Biz Taşıyoruz! Şehit yoldaşlarımızın her biri, farklı özellikleriyle belleklerimizde yer eder. Her birinin hem çok farklı özellikleri vardır hem de bizi BİZ yapan çok benzer özellikleri. Farklılıkları ve benzerlikleriyle bizimdirler! Kimi şehidimizin ilkin disiplinli yönü gelir aklımıza, başka bir yoldaşın askeri dehası veya teorik kavrayışı ya da bir diğerinin hoşgörüsü ve mütevaziliği, örgütçülüğü... Her birinde olan ortak özellikleri ise, devrim ve sosyalizme, ideallerine olan bağlılıkları, en zorlu koşullarda bile kendini aşma iradesi ve çabası içerisinde olmalarıdır. Ali Çamyar, Lale Çolak, Nurettin Demir... Her biri mücadelenin farklı kesitlerinde örgütle tanıştı, girdikleri devrim ve sosyalizm koşusunda birinci oldu ve ipi en önde göğüsledi.

Ali Çamyar Ali Çamyar; üniversitede tanıştı örgütü ve yoldaşlarıyla. Girdiği mücadelede kendisini koşulların gerektirdiği biçimlerde konumlandırmasını bildi. İzmir’deki öğrenci gençliğin Ankara’ya yaptığı yürüyüşün örgütçüsü, sınıf mücadelesinde komünist bir önder, cezaevinde zor koşulların adamı, ölüm orucu şehidi. Ali’yi Ali yapan ileri yönü, onun şahsında billurlaşan özellik parti disiplinini tüm hücrelerine kadar içselleştirmiş olmasıydı. Henüz yeni örgütlendiği bir süreçte, yoldaşları İsmail Cüneyt’in mezar ziyareti için Balıkesir’e gidecekleri dönemde Ali yoldaşın annesinin sağlık durumunun ağır olması nedeniyle, “Yoldaş senin annen hastanedeymiş, durumu ağırmış, sen oraya git istersen” demişlerdi. Fakat Ali yoldaş, “Annemi görmeye hastaneye bir gün sonra da gidebilirim, İsmail Cüneyt’in mezarının yerini mutlaka öğrenmek istiyorum, geleceğim” diyerek ileriki süreçlerde daha da sağlamlaştıracağı örgüt disiplininin ilk sinyallerini vermişti yoldaşlarına. Ve Ali yoldaş, ölüm orucu sürecinde, hastanede yattığı süreçte dahi tek bir kişi dışında refakatçi istememiş, yanında geçirilecek zamanın işçi sınıfı ve emekçilerle,

onları örgütlemek için geçirilmesini isteyerek sınıfa olan bağlılığını bir kez daha göstermiştir.

Lale Çolak Lale Çolak; onu tanıyan yoldaşları en çok gözlerindeki ışıltıdan, direngenlikten etkilendi. Gençliğinde işçilerin yoğun olduğu yerlerde yapılan gazete satışlarına, korsanlara, kitle eylemlerine, cezaevlerine taşıdı kabına sığdırılamayan coşkusunu, dinamizmini, çocuksuluğunu. Lale yoldaşın mücadele yaşamının büyük bir kısmı cezaevlerinde geçti. Cezaevi onun için yapılan her eylem sonrası zorunlu bir uğrak yeri olmuştu. Faşist diktatörlük, bir korsan sırasında onu kurşun yağmuruna tutmuş, sol elini kullanamaz hale getirmişti, fakat yine de dizginleyememişti Lale’yi. Lale düşmana inat daha da bir çelikleşmeye başlıyor, örgüt adamı oluyor, düşmanına korku salıyordu. İstanbul kavganın şehriydi onun için, bir tutkuydu, içeride de dışarıda da. Ondandır belki de İstanbul şiirini bu denli sevmesinin gizi. “Bekle Bizi İstanbul, Haremilerin Saltanatını Yıkacağız, Bekle Zafer Şarkılarıyla Geçişimizi” diyordu 19 Aralık operasyonunda kurşun yağmurları altında ve tahliye olduğu ölüm orucu sonrasında yattığı hastane odasında.

Nurettin Demir Nurettin Demir; henüz liseli bir genç iken tanıştı mücadeleyle ve bir daha bırakmamacasına sıkıca sarıldı örgütüne, devrime ve sosyalizme olan inancına. Mücadelesini sadece bulunduğu alan olan liseyle sınırlamadı, nerede bir işçi direnişi, eylemi, ajitasyon propaganda çalışması varsa Nurettin yoldaş oradaydı. Devletin ve sivil faşistlerin saldırıları karşısında en ön saflarda yer alarak dövüştü. Bulunduğu bölgede AFMK’ların öncülüğünü yaptı. Kısacık yaşamına çok şey sığdırdı Nurettin yoldaş. Komünizmin özgürlük dünya-

sına giden yolda, ideolojisinden aldığı güçle mücadelenin bütün cephelerinde en ön saflarda yer aldı, kendiyle birlikte bir çok yoldaşını da örgütledi. Ölüm biçimi onu tanıyan yoldaşlarını hiç de şaşırtmamıştı. Kendisine yakışır bir şekilde, örgütü TİKB’nin 19. yıldönümü selamlamak için yapılan bir korsan gösteride düşmanla çarpışarak, komünarca şehit düştü. O bir devrim fidanıydı artık. Faşizmin kırdığı o fidanın köklerinden, binlerce fidan uç verip yeşerecek. Sınıflararası savaşımdaki güçler dengesine, değişen koşullara göre komünist hareketler de her dönem kendi kadrolarını yeniden şekillendirirler. Döneme ve koşullara göre şekillenen kadrolar, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarıyla, örgütün ortaya attığı politikalarla buluşabilen, bu ihtiyaca yanıt verebilecek bir düzlemde kendisini konumlandırabildiği koşulda ancak iyi bir önder ve komünist olabilirler. Şehit yoldaşlarımızın her biri içerisinde bulunduğu dönemde, ortaya atılan politikalarla her düzlemde buluşabilen, yaptığı işlere tutkuyla sarılan, eksik kalan geri yönlerine amansızca savaş açan, ileri, gelişkin yönlerini ise devrimci çalışmalara yedirerek kolektifin hanesine katma irade ve çabasını gösteren yoldaşlardı. Onları faklı ve özel kılan özellikleridir bunlar. Şehit yoldaşlarımıza bağlılıktan, onları yaşatmaktan; içerisinde bulunduğumuz sürecin ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir düzlemde konumlanmayı, ideallerimize, örgütümüze ve örgütümüzün ortaya attığı politikalara kilitlenmeyi anlıyoruz. Uğruna savaştıkları ve şehit düştükleri devrim ve sosyalizm mücadelesini zaferle taçlandırmayı anlıyoruz. Onlara bağlı kalmak ideallerine bağlı kalmaktır. Tıpkı Paris Komünü’ndeki gözüpek komünarların şehit düşen yoldaşlarından bayrağı devralarak taşımaları ve kendilerinden sonrakilere bırakmaları gibi bizler de şehit yoldaşlarımızdan devraldığımız bayrağı layıkıyla taşıyacak ve bizden sonraki kuşaklara komünizmin özgürlük dünyası için bu bayrağı miras olarak bırakacağız.n


30

[

k ol e ktif s o r u m luluk

Sınıfın Komuta Topluluğu:

KADROLAR

“Tekdüze yıllar, sıradan gündelik işler insan hayatının %99’unu kaplamaktadır.” diye hesap çıkarıyor Kalinin. Yani düşmanla açıktan yüzyüze gelinen, direkt çatışılan “sınav günleri” dışında kalan -ve onu da koşullayanher günkü yaşam. İnce ince örülen, her anı görülmez kahramanlıkları gerektiren mücadele günleri. Koca bir zaman dilimi... Bu süreyi komünist bir kadro nasıl dolduruyor, nasıl doldurmalıdır? Bu sorunun yanıtı, kadronun nasıl şekillendiğiyle bağlantılıdır. Söz konusu şekillenme bir yanıyla partinin kadro politikası ile ilgiliyse, diğer yanıyla kadronun kendi gelişiminde izleyeceği hatla, komünist donanımını ne ölçüde tamamladığıyla ilgilidir. “Doğru siyasal çizgi belirlendikten sonra tayin edici olan kadrolardır” der Stalin. Böylesine önemli işlevlerle yüklü kadrolar, bu misyona uygun gelişimi nasıl sağlayacaklardır? Bir parti işçisi olan kadro, toplumun üstünde, dışında gelecek olan etkilerden yalıtılmış durumda değildir. Tersine o, toplumun göbeğinde, her kesimle ilişki içinde yaşar. Doğal olarak, kendisini çevreleyen kapitalist toplumun tüm etkilreine açıktır. O, tam da bu nedenle kendini yenilemeyi sürekli kılmalıdır. İpleri gevşettiği noktada düzenden “virüs” kapacğını, toparlanmayı beceremezse, içinde kuluçkya yatan bu mikrobun en olmadık zamanda kendisini vuracağını bilmelidir.

Komünist kadro, öncelikle devrim yapmak için yola çıktığını, bu iddianın insanı olması gerektiğini unutmamalıdır. Bu yola girdiği anda artık ateş hattındadır. V e artık mızrak savaşı dönemi kapanmıştır. O, günün koşullarına uygun olarak, ideolojik-siyasi donanımını yükseltmeli, koşullara cevap vermeyen eskimiş mücadele yöntemlerini hızla değiştirmelidir. Eksiklikleri aşmalı, zayıf noktaları tahkim etmeli, savaşın gereklerine hazır olmalıdır. Portekiz komünistlerinin yeraltı mücadelelerini anlatan “Yarın Bizimdir Yoldaşlar” adlı romanda, geçmişte iyi sınavlar vermiş ama silik bir görünüm çizen Paulo, bu ileri fırlayışın yetkin bir örneğini verir bize. MK’nın örgütçülerinden biri öldürülmüş, diğeri ortadan kaybolmuştur. Bölge komitesini de içine alan çok geniş tutuklamalar yapılmış, çalışma durmuş, MK ile ilişkiler kopmuştur. Paulo artık en geri ilişkilerle uğraşan, kenardaki bir kadro konumunu sürdüremez. Gün ondan daha atak ve yaratıcı olmasını istemektedir. Hemen işe koyulur. Daha geri ilişkileri bulup ileri fırlatırken, gerilemiş, ayrı düşmüş olanları harekete geçirmeye çalışır, eski dostlarını madddi, manevi yardıma seferber eder. Kısa sürede baskı komitesi, bölge komitesi, birim komiteleri yeniden yeni unsurlarla kurulur ve bölge örgütü işlemeye başlar. Paulo’nun ürkek bakışları bile değişmiş, güvenli ve kararlı bir bakış gelip oturmuştur gözlerine. MK bölgeye ulaştığında kurulu, işleyen bir örgüt bulur. Ama Paulo, silik bir görüntü çizdiği dönemde de, çalışma koşullarının kötülüğüne, kendisine hep vasat ilişkilerin verilmesine alınmaz, bir örgüt işi olarak anlar bunu ve büyük bir ciddiyetle o

ilişkilerden iş çıkarmaya çalışır ve yol da alır. Daha sonra yaptığı atak bu aşamadaki mayalanmanın bir ürünüdür aynı zamanda. Yenilenme duygusunu yitiren bir kadro, artık gerçek anlamda ihtiyarlamaya başlamış demektir. Oysa iyi bir komünist olmak isteyen “ömür boyu genç kalmak zorundadır.” Yani dinamizmini ve yeni duygusunu, dünyayı büyük bir merakla keşfetme isteğini yitirmemek... Aksi halde durağanlaşacak, yaptığı işler tekdüzeleşecek ve giderek onu bir memura çevirecektir. O, bu haliyle mücadelenin ve gelişmenin engeli bile olabilecektir. Kendisi gelişmeyen kadro geliştirici olamaz çünkü. Ama eski çalışma tarzı, bazı kişisel alışkanlıklar yeniye karşı direnecektir. Kadro bunları yıkmakta zorlanacak, neredeyse refleks haline gelen eski tarz çekici bile gelebilecektir. Kendimizden söküp attığımız her olumsuzluk, çürük bir dişi sökmek kadar zor olacaktır kuşkusuz. Ama çürük dişten kurtulmanın verdiği aynı rahatlığı duyuracaktır. Ozanın dizelerinde olduğu gibi, “... önce alışmak/alıştıklarınla savaşmaktır” yaşamak. Kadroların misyonu ancak sınıfsız komünist toplumda noktalanabilecektir. Bu da, kadronun her dönem o önemli fonksiyonunu oynayacağı anlamına gelir. Ama devrim öncesindeki kadroyla, devrim sırasındaki ve devrim sonrasındaki kadro hep aynı biçimde çalışabilir mi? O halde kadro her dönemin değişen koşullarına ustaca ayak uydurmak ve yeni görevleri omuzlamak zorundadır. Değişimindeki bu kıvraklığa o, ancak değişmeyen yaşamında kesintisiz bir hat olarak sürmesi gereken temel bazı özellikleri edindiğinde ulaşabilecektir. Ona bu özellikleri Leninst-Stalinist kadro normları kazandıracaktır. ML


kole ktif so r u m lu lu k ile donanmış devrimci bir proleterin sınıfsal özelliklerini edinmek. Örneğin proletaryanın, sektörel ve ulusal sınırları denen bir dayanışma anlayışı ve geleneği, kalabalık ve iş bölümüne tabi çalışma koşullarından gelen yüksek bir kolektivizm alışkanlığı, kapitalist üretimdeki merkezi rolünden ötürü, diğer kesimlere önderlik edebilme yeteneği vardır. Burjuvazi onu kendi çıkarları için fedakarlıklara zorlar. O, sabahın beşinde olduğu gibi gecenin onikisinde de vardiyasına gitmek zorundadır. Bir yerleri ağrıyor, morali bozuk olabilir; çocuğu hasta, eşi sorunlu olabilir; uzaktan misafiri gelmiş olabilir... Ama o yine de işe gitmek zorundadır. Kapitalistin işi yapılmak zorundadır. Bir işçi servise gecikemez, yemek saatini yayamaz, işini savsaklayamaz, işten istediği saatte ayrılamaz doğal olarak. Onu burjuvazi disipline eder. “Ekmek parası” ve işsizlik korkusu disipline uymasını zorunlu kılar. O, “ben şu işi yapamamam”, “Ahmet ile Ayşe ile çalışamam” demek, teknolojideki yeniliklikleri reddetme özgürlüğüne sahip değildir. Onun neyi istediği değil, üretimin sürmesi önemlidir çünkü. Bu ve benzeri örnekler, yüksek bir çalışma disiplini kazandırır, gelişmede olağanüstü bir verim sağlar. Burjuvazi proleteri kendi çıkarları için böyle eğitir, ona bu erdemleri kazandırır. “Üç kuruşluk ekmek parası için.” İşçinin edindiği tüm bu alışkanlık ve gelenekler, gçönül verilen büyük bir dava için çok daha üst düzeyde niçin hayata geçirilmesin? Bizim bu alışkanlıklara tek itiraz noktamız, onun sermaye için kullanılıyor olmasıdır. Bu komünist bir örgütte, insana verilen değer ve onun gelişim yollarının açılmasıyla birlikte düşünüldüğünde, mükemmel bir kadro çıkmayacak mıdır ortaya?

] 31

DPG

Bolşevik kadroların, sınıfın “komuta topluluğu” olarak, proletaryadan çok daha üst bir donanıma sahip olmaları gerektiği açık değil midir?

Dimitrov’daki azmin ateşi, okuma faaliyetinin önüne getirilip dikilen tüm bahaneleri, tüm boşluk “dış koşulları” eritip yok etmiyor mu?

Bu nasıl olacaktır? Yaşamımızda büyük dönüşümler olmasını beklemeden, hemen en küçük görünenlerden başlayarak işe koyulmakla.

Ne için ve nasıl dövüşüleceğini bir kez daha kavradıktan sonra, artık okumaya gerek var mı? Nasılsa kafada gerekli “sermaye”ye ulaşıldı. Ama hayır. Kuşkusuz düşman da bir tek ideolojiye, burjuva ideolojisine sahip ve bunun gereklerini çok iyi biliyor. Ama bununla yetiniyor mu? O kendi hizmetinde bir “kadro” ordusu besliyor. Bir fabrikadaki grevi nasıl kıracağına, bir örgüte nasıl darbe indireceğine, köylüyü nasıl kazıklayacağına, gençliği nasıl sersem bir kuşağa çevireceğine, seni nasıl yok edeceğine... ilişkin her gün yeni yöntemler, yeni araçlar üretiyor, onları yetkinleştiriyor. Düzenin ömrüne bir tek gün eklemek için elinden geleni yapıyor. Üstelik o, sana karşı mücadelesinde zengin bir cephaneliğe, yüzlerce yıllık bir deneyim birikimine sahip. Düzenin efendisi de şimdilik- o. Açıktır ki, onu yıkmak için yola çıkan, ondan çok daha üstün bir ideolojik siyasi donanıma sahip olmak, bunu sürekli yetkinleştirmek zorunda. Bunu savsaklarsak ne olur? Basit. Çatışmanın ortasında mermisi biten askere döneriz.

Komünist bir kadroyu, küçük burjuva devrimcilerinden ayıran en önemli özellik, onun ideolojik-siyasi donanımıdır. O ML’yi, ülkenin ve günün koşullarıyla bağları içinde bir eylem kılavuzu olarak kavrar ve bu kavrayışı devrimci proleter bir yaşam tarzıyla bütünleştirir. ML bir bilimdir ve kadro, kendisini ciddi bir eğitime tabi tutarak onu öğrenmek zorundadır. Okumalıdır öyleyse. Günlük, sıradan ama olmazsa olmaz bir ihtiyaç gibi, su içmek gibi okumalıdır. “Bu genç insanın odasında sabahlara kadar gaz lambası yanıyordu” çünkü Dimitrov sabahlara kadar okuyordu. Yeni bir dünyanın keşfinden duyulan heyecanla okuyordu. Üstelik bunu, her çırak gibi en ağır işlere koşturarak, horlanarak çalışıp yorgun düştüğü günün gecelerinde yapıyordu. Bu kadarla da yetinmedi. Öğrendi ve uyguladı. Önceleri tek başına yaptığı eğitimini, sonra bir işçi grubu kurarak onlarla sürdürdü. Aynı zamanda mücadeleye atıldı. Basın işçileri sendikasında çalışmaya başladı ve kısa zamanda sendikanın sekreteri oldu. Örgütlü politik mücadelenin zorunluluğunu da kendiliğinden kavrayan Dimitrov, partiye girmek için bizzat kendisi başvurdu. Bulgar devriminin büyük önderine Komintern’in yönetici ve teorisyenlerinden biri olmaya, Hitler faşizminin komplosu Leipzig davasının kartalına giden yol böyle döşenmeye başlandı.

Düşmanın bu çok yönlü saldırısı, yaşamın karmaşıklığı bizden yetkin bir çözüm yeteneği de ister. Böyle bir silaha sahibiz: Marksist diyalektik yöntem. İş onu elimize almamızda, kullanmayı öğrenmemizde. Diyalektik, bize hazır reçeteler vermez kuşkusuz. Ama her somut olayda, beklenmedik durumlarda bile, onu tahlil etmenin, uygun çözüm yollarını bulmanın yöntemini verir. Karanlıkta körlemesine yürümek yerine, niye bir fener bulundurmayalım? Günlük olaylar ve politika konusunda da durum aynıdır. Bir kadro, dünya halklarının kaderinin belirlendiği zirve toplantılarına ilgisiz kalabilir mi? Emekçilerin yaşamlarını derinden ilgilendiren IMF (vb) kararlarını bilmiyor olabilir mi? Halkın cebinden çalınanı halka karşı en iyi nasıl kullanabiliriz diye günlerce kapışan milletvekillerinin bütçe görüşmelerine kayıtsız kalabilir mi? Ya da antimarksist akımların mücadelenin kuyusunu nasıl kazdıklarını görmek istemiyor olabilir mi? ...devam edecek


32

[

p a ra dig ma

POPÜLER KÜLTÜR VE GENÇLİK ve her gün tekrarlanması, yaşamımızın tüm kıvrımlarına nüfuz ediyor olmasıdır. Felsefesi ise özünde değişmiyor; ‘çabuk kullanım hızlı tüketim!’ Kapitalist sistemde tüketim, ihtiyaca yönelik olandan çıkartılarak insan faaliyetleriPopüler Kültür ve Gençlik nin merkezine yerleştirilmiş, yaratılan Popüler kültür üzerine bugüne kadar sahte ihtiyaçlar üzerinden bir sosyal herkes bir çok şey söyledi, yazdı çizdi. kontrol şekli oluşturulmuştur. Ne “ihSöylenenler daha çok popüler kültütiyaçlar” bitmek biliyor ne de piyasaya rün ne olduğu tanımlamaları üzerine sunulan ürünlerin çeşitliliği. Bunun en idi. Bizim ele almak istediğimiz ise, canlı örneklerini TV programları üzekonunun terimsel tanımından çok her rinden görmek mümkün. Toplumda birimizin yaşamlarına giren ve belki de özellikle de genel seyirci kitlelerinde, farkına varmakta zorlandığımız, iletibir dönem Çocuklar Duymasın, Biri şim biçimimizden tutalım da düşünce Bizi Gözetliyor’larla yatılıp kalkılıyor, biçimimize, izlediklerimize, okuduklaher yerde bu programlar konuşuluyor, rımıza, tükettiklerimize, moda olgusutartışılıyor başka bir dönem ise Kurtna kadar alışkanlıklarımızı da belirlelar Vadisi, Avrupa Yakası, Gelinim Olur yen popüler kültür olgusunun günlük Musun?’lar. Polat’ı, Selin’i, Semra Hayaşamdaki görüngüleri ve bu pop külnım konuşulduğu kadar okulların her türünün dışına nasıl çıkılacağıdır. bir yerine yerleştirilen kameraların ne anlama geldiği, bilimsel araştırmalar Popüler kültür neden popüler? yapmanın öndeki engellerin nasıl aşılacağı, fabrikalardaki patron baskısı, Popüler kavramı özünde ‘halka ait olan’ı ödenmeyen maaşların nasıl alınabiletanımlamakla birlikte günümüzde ‘bir ceği, siyasal-toplumsal gündemler koçok kişi tarafından sevilen ya da seçilen’ nuşulup tartışılmıyor. Oysa ki bunların anlamında kullanılmaktadır. ‘Sevilen’ her biri yaşamımızı doğrudan ilgilenve ’seçilen’i belirleyen ve kitlelere farklı diren konulardır. Gençliğin gündemiyol ve yöntemleri, araçları kullanarak ni, ne giyeceğini, ne düşüneceğini, nasıl pompalayan ise, ekonomik ve ideolokonuşacağını ideo-kültürel aygıtlarıyla jik gücü elinde bulunduran sınıf olan burjuvazi belirliyor. Gençliğe dayatılan burjuvazidir. Bu dayatma biçimi kimi ise belirleyen değil belirlenen, özne dezaman izlenen bir TV programı, pop ğil nesne olmaktır. Biraz daha “entelekmüzik şarkıları olabildiği gibi kimi tüel” diyebileceğimiz kesimler içerisinzaman da “tüketim çılgınlığı” biçiminde ise sorun faklı bir boyutta yaşanıyor. de olabiliyor. Popüler kültürü popüler Kavramsal açıdan “popüler kültür”ün yapan en önemli özellik hızlı kullanılne olduğunu, hangi anlama geldiğini ması, çabuk tüketilmesi, egemen olması eksik de olsa bilen bu kesimler, bir taraftan artık iyice bayağılaşan, Kurtlar Vadisi, Aliye gibi dizilere burun kıvırıp, kendilerince tepki opüler kültüre karşı daha derinden gösterirken, diğer taraftan, görece daha bir kavrayış geliştirilemediğinden, “kaliteli” dizileri “entelektüel” kesimler de ise saatini hiç postmodernizmin kültür şırıngasından sektirmeden

P

kaçamıyorlar.

takip edilebiliyorlar. Buradaki “kalite”yi belirleyen, burjuva kültürünün kendi sınırları içerisinde sunduğu, “kötünün iyisi”nin seçimidir. Popüler kültüre karşı daha derinden bir kavrayış geliştirilemediğinden, bu kesimler de posmodernizmin kültür şırıngasından kaçamıyorlar. Burjuvazi, gündelik yaşamın her anında karşılaşılan, birinden kaçıldığında diğerine yakalanılan popüler kültür bombardımanıyla en karşıt düşünce ve davranış ritüellerini bile meşrulaştırmayı, kendi içerisinde eritmeyi başarıyor. Çeşitli araçlarla gençliğin tüm zamanlarını kendi çıkarlarına göre örgütlemekte, kendi normlarını, değerlerini, kültürünü içlerine işlemekte, yanılsatıcı bir alternatif kültürler furyası yaratmaktadır. Marka düşkünlüğü, dizi filmler, reklamlar, tüketim çılgınlığı, pop müzik kültürü, özellikle de gençlik kesimleri içerisinde o kadar yaygındır ki farkında olunarak ya da olunmayarak bu kültürün bizzat üreticileri konumuna getirilmişlerdir. Çeşitli istek ve arzularını yerine getirmek, kendini ifade arayışı amacıyla atılan ‘masumane’ adımların, burjuvazinin azami kar-azami egemenliğine hizmet edildiğinin farkına bile çoğunlukla varıl(a)mamaktadır. “Özgür olmak”, “diğerlerinden faklı olmak” temelinde biçimsel farklılık ve içi boş özgürlükler sunulmaktadır. Giyilen kıyafetin farklılığıyla kendi farkını ortaya koymaya çalışıyor ya da geç saatlere kadar dışarılarda gezmeyi, kendi başına kararlar almayı, cep telefonuyla saatlerce konuşmayı özgürlük olarak algılıyor. Hayranı olduğu pop starlara, yaratılan sahte kahramanlara, dizi filmlerindeki ya da reklamlardaki karakterlere benzemek için didinilip duruluyor. Çocukluğunda “Barbie”, “Paul”lar, gençliğinde “Tarkan”lar, “Shakira”lar hit’leri oluveriyor, saç modelini, kıyafetlerini, konuşma biçimlerini onlarınkine uydurmaya çalışıyor. “Güzel”, “yakışıklı” sevgililerin olması için çaba harcanıyor hatta bunu hayattaki temel amacı bile edinebiliyor. Burjuvazi cephesinden; arayış, beklen-


pa ra dig ma

] 33

ti, çıkış ve akacak kanal arayan gençlik, sistemin selameti açısından belli bir beklenti düzeyi içinde tutulmalı ama, istek ve özlemlerin asla sistemi sarsacak biçimde siyasallaşmasına izin verilmemelidir. Gençliğin gelecek arzusu, gerçek istek ve beklentileri düzen içi sınırlar içerisinde tutulmaya çalışılmakta, bu konuda girişilecek her türlü adım ise gerektiğinde ve de çoğunlukla “sopa yoluyla” bastırılmaktan kaçınılmamaktadır. Muhalefet edilecekse bile, bu, onun düzen içi sınırlarında ve kontrolünde olmalıdır. Güvensizlik, kendini ifade edememe, arayış içerisinde olma, ne istediğini bilememe, gelecek endişesi, ikili kimlik, bunalım, bireycilik, anlık yaşama, çıkışsızlık... Tüm bunlar bize günümüz gençliğinin içerisinde bulunduğu psiko-sosyal durumun genel tablosunu sunuyor. Olunmak istenenle, olunan arasındaki çelişki uç boyutlarda yaşanıyor. Gündelik yaşam içerisinde farklı görüngüleri ve boyutlarıyla karşımıza çıkan bu toplumsal tablonun, emperyalist kapitalist sistemin marifeti olduğu aşikar. Evet geniş gençlik kesimlerinin bugün içerisinde bulunduğu, yukarıda sıraladığımız ruh halini yaratan ve derinleştiren kapitalist sistemin ta kendisidir. Çünkü kapitalist her türlü ilişkide, artıdeğer sömürüsünün yaygınlaşması ve emek-sermaye çelişkisinin toplumsal her ilişki biçimine doğru genişlemesi söz konusudur. Ekonomik ve ideolojik gücü elinde bulunduran burjuvazi, toplumsal ve ekonomik ilişkilerini destekleyen, sürekliliğini sağlayan, kendi popüler kültürünü de yaratmıştır, buna mecburdur da aynı zamanda. Çünkü, gençliğin dizginlenemeyecek toplumsal, siyasal, insani ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar acizdir ve de kokuşmuştur, yokedilmeye mahkumdur, ömrünü uzatmak için de elinden geleni ardına koymayacaktır.

DPG

“Değişirken Değiştirmek, Değiştirirken Değişmek!” Kendini geleceğin özgür dünyasının temsilcisi olarak gören devrimciler, komünistler içerisinde bile popüler kültürden etkilenimler vardır. Gündelik yaşamdaki görüngüleri farklı da olsa, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde etkilenilen popüler kültür, devrimci çalışmaya, yoldaşlık ilişkilerine bir şekilde yansımakta, düzeniçi düşünme ve davranmayı beraberinde getirmektedir. Kredi kartı, cep telefonları düşkünlüğü, pratik faaliyet dışındaki zamanların büyük kısmının TV izlenerek geçirilmesi, devrimciliğin part-time bir iş olarak görülmesi, devrimcilerin, yoldaşlarının yanında kendini devrimci kimliğiyle koyması, arkadaşları-ailesi vb yanında ise sıradan bir ilişki kurulması yani ikili kimlik sıkça rastlanan durumlardandır. Kişilik bölünmesi/parçalanması, depresyon hali, değer yitimi ve ideolojik geçirgenliğin artması özü itibari ile tarih bilinci, sınıf bilinci, örgüt bilinci, gelecek perspektifi gevşemesi ya da yoksunluğudur. ML donanımla birlikte yaşamların devrimci mücadele içerisinden değiştirilememesi, özneleşememe sorunudur. Dünyayı değiştirmek gibi bir idealimiz, misyonumuz varsa, en başta kendimizle, çevremizle, ailelerimizle, yoldaşlarımızla kurduğumuz ilişki biçimimizi değiştirip dönüştürmek, buradan başlamak zorundayız. Bakış açımız; “değişirken değiştirmek, değiştirirken değişmek!“ olmalıdır. Yaşamın her alanında, sınıftaki arkadaşlarımızla kurduğumuz ilişkiden ailelerimizle kurduğumuz ilişkiye kadar değiştirici bir özne olmayı hedeflemeli, devrimci ufkumuzu, heyecanımızı, dinamizmimizi taşımalıyız. Gündelik yaşam ve çalışmada iktidarını kuramayan bir devrimci, yaşam felsefesi, toplumsal yaşam ve çalışma üzerinde hiç kuramaz. Bir komünist, kendisini yalnızca kapitalizmin köktenci karşıtı değil aynı zamanda gelecek toplumun temsilcisi olarak gör-

mek zorundadır. İlericilik her durum ve koşulda, her alan ve cephede sınırsızlığa yürüyüşle, sınırları parçalama, sınırların dışında düşünme ve davranmanın alışkanlık haline gelmesiyle mümkündür.

Sistemin kırmızıları Yaşamın yeşilleri Popüler kültür, burjuvazinin toplumu etkilemede ve denetim altında tutmada kullandığı en önemli silahlardan biriyse eğer, bizlere düşen de bunu etkisizleştirmek, yoketmek olmalıdır. Burjuvazi, topuyla tüfeğiyle değil aynı zamanda ideo kültürel aygıtlarıyla da savaş yürütüyor. Ve asıl tehlikeli olanı da budur. Bu silahı etkisizleştirmenin yolu, her cephede ve düzlemde yürütülecek olan “sınıfa karşı sınıf”, popüler kültüre karşı, “devrimci kültür”, bireyselleştirmeye karşı, “kolektivizm”, onların kapitalist sistemine karşı, geleceğimizin özgür dünyası, “sosyalizm” ekseninde yürütülecek olan mücadeledir. Önümüze çıkan gerek kendi iç engellerimize, gerekse de içerisinde bulunduğumuz sistemin önümüze diktiği barikatlara karşı amansız bir savaşım yürütmek, bunları etkisizleştirmek için adım atmaktır. Pratikteki geri ve sınırlı duruşu alt etmektir. Küçük ya da büyük, önümüze çıkan engelleri aşabildiğimizi gördüğümüzde, buna inandığımızda, kendimize olan güvenimiz artacak ve sonraki adımlarımızı da hızlandıracağızdır. Attığımız her adım bir sonraki adımımızı kolaylaştıracak, hızlandıracaktır. Kültür; insanın toplum içindeki kendini ve dolayısıyla toplumu ifade ediş biçimidir. Bu ifade ediş biçimi içerisinde yaşadığı üretim ilişkilerinden bağımsız değildir. Bu nedenledir ki kültürün değişimi ancak yaşamı ifade ediş biçimlerinin yani üretim ilişkilerinin değişimiyle gelir. Bugünden başlayarak postmodern ideolojilere ve yaratılmaya çalışılan dejenerasyona karşı her düzlemde savaş açılarak, devrimci kültürü, devrimci ahlakı, devrimci üretim ilişkilerini yaratarak, sistemin kırmızılarına karşı yaşamın yeşilini kuşanıp yeşerterek mümkündür.n


DPG

34

[

b ilim

TAVUKLARI DEĞİL KAPİTALİZMİ İTLAF EDELİM! Kuş gribi virüsü nedir? Son günlerde yaptığı salgınlarla dünya gündemine oturan ve tıp dilinde “avian influenza”, halk arasında ise “tavuk vebası” olarak bilinen kuş gribi; İnfluenza grubuna ait RNA genetik materyali bulunan İnfluenza A virüsünün neden olduğu bir hastalıktır. Grip virüsü olan İnfluenza virüsünün A, B, C olmak üzere üç alt türü mevcuttur. İnfluenza A virüsü insanların yanı sıra kuşlarda, domuzlarda ve atlarda da görülürken, İnfluenza B virüsü sadece insanda görülmekte ve grip salgını yapmaktadır. (Sadece insanlarda görülen İnfluenza C ise orta şiddetli solunum yolu enfeksiyonları yapar ancak salgınlara neden olmaz) İnfluenza A virüsünün 15 alt tipi bulunmaktadır. Türkiyede görülen H5N1 alt tipi ise daha nadir görülmekle beraber daha tehlikeli seyretmektedir. Ancak bu alt tip, yabanıl kuşlarda hastalık yapmazken evcil kanatlılarda ve domuzlarda öldürücüdür. Bununla birlikte insanlara bulaşma yeteneği de kazanarak ölümcül bir hale gelebilmektedir. Daha önce sadece kanatlı hayvanları enfekte eden bir İnfluenza A virüsü gripli bir insana bulaştığı zaman aralarında gen alış verişi meydana gelebilmekte ve böylece farklı özellikleri kendine kazandırabilmektedir. Ki bu şekilde, insandan insana bulaşma özelliğini kazanarak çok daha öldürücü ve hızlı seyreden salgınlar yapma yeteneği de kazanabilmektedir. Kaldı ki bilimin emperyalist-kapitalist sistemin elinde olduğu ve onların azami kar amaçları doğrultusunda kullanıldığı düşünüldüğünde, virüse laboratuvar ortamında kazandırılan bunun gibi özellikler onun dünya halkları üzerinde biyolojik silah olarak kullanılma ihtimalini de beraberinde getirir. Bugün ABD, İsrail,

Rusya gibi ülkelerin ellerinde bu şekilde geliştirilmiş silahların olduğu ve çıkarları söz konusu olduğunda kullanmaktan da geri kalmayacakları tarihsel deneyimlerden de bilinmektedir. İlk influenza A pandemisi (tüm dünyayı tutan salgın) 1918-1919 yılları arasında meydana gelmiş (H1N1 alt tipi) ve 40-50 milyon insanın ölümüne neden olmuştur. H2N2 alt tipi 1957-1958 yılları arasında, H3N2 ise 1968 yılında büyük salgınlara yol açmıştır. Daha önce sadece kanatlılarda görülen H5N1 alt tipi ise, geçirdiği mutasyon sonucu insanda da enfeksiyon etkeni olarak ilk 1997’de Hong Kong’da görülmüştür. Kuş gribi salgınları 2003′ten bu yana Hong Kong, Endonezya, Kanada, Hırvatistan, Rusya, Romanya, Ukrayna, Çin, Kuveyt, Tayland, Tayvan, Kamboçya, Vietnam ve son olarak da Türkiye’de ortaya çıktı. Bu salgınlarda hayvanlardan insana geçen hastalık sayısı 144, ölüm sayısı 77, ölüm riski ise %50 olarak bildirilmiştir.

Türkiye’de durum Türkiye’de ilk Manyas’ta Ekim ayında ortaya çıkan ve sadece kanatlılar arasında görülen salgından birkaç ay sonra Iğdır, Doğubeyazıt, Van’dan başlayarak kısa süre içinde 36 ile yayılan ve insanlara bulaşan bir salgın meydana geldi ve 7 çocuk yaşamını yitirdi. Manyas’taki salgından sonra DSÖ’nün bu salgının birkaç ay içinde özellikle de Van’da görülme olasılığı bulunduğuyla ilgili uyarılarına rağmen Manyas’taki salgınla ilgili alınan önlemler hayvan itlafıyla sınırlı kalmış, yapılan uyarılar gözardı edilerek kuş gribinin yayılmasına ortam hazırlanmıştır. Bir süre sonra oradaki karantina kaldırılarak her şey normale döndürülmüş, olası bir salgına karşı alınması gereken önlemler alınmayarak halk kaderine terk edilmişti.

27 Aralık 2005’te ise aylardır tıp çevrelerince de sözü edilen salgın bağıra bağıra geldi. Sağlık Bakanlığı, Van’da yaşanan ölümler karşısında “Kuş gribi değil, zatüredir” açıklamalarıyla bir kez daha gerçekleri saklama yoluna giderek hastalığı örtbas etmeye çalışmıştı. Elbette ki bunun nedeni virüsün saptanamamış olması değildir. Halk sağlığı bir yana, tavuk tekellerinin ve aslında sermayenin bu durumdan zarar görecek olması çok daha önemliydi. Fakat çok geçmeden gerçekler açıklanmak zorunda kalınmış, bu sefer de “Van dışında başka yerde kuş gribi yok” açıklaması yapılarak durum kurtarılmaya çalışılmıştı. Ancak Türkiye’nin dört bir tarafından bildirilen kuş gribi vakaları yalanı bir kez daha gözler önüne sermiştir. Sağlıktaki özelleştime politikalarında gösterdiği performansı insanların ölümüne yol açan salgına karşı önlem almada göstermeyen devlet, meydana gelen ölümlerin başlıca sorumlusudur. Bununla birlikte hastane ve personel sayısındaki yetersizlik, kuş gribi şüphesiyle hasta akınına uğrayan hastanelerde gerekli tedavinin yapılması önünde engel oluşturmakta ve yine bu durum devletin sağlığa ayırdığı bütçenin ve sağlık politikalarının bir sonucu olarak yansımasını bulmaktadır. Örneğin kuş gribi vakalarının görüldüğü Van’da toplam nüfus 970.000, sağlık ocağı sayısı 52′dir. Oysa nüfusa göre olması gereken sağlık ocağı sayısı 160’tır. Pratisyen ve uzman hekim sayısı toplamı ise sadece 303’tür. Yani hekim başına 3200 kişi... Ağrı’da ise; toplam nüfus 530.000, sağlık ocağı sayısı 39 iken olması gereken sayı 89’dur. 39 sağlık ocağının sadece 13’ünde doktor varken, 26’sında yoktur. 4 sağlık ocağında ise hiç personel bulunmamaktadır.* Bütün bu gerçekler ortada dururken “cahiller” denilerek halk günah keçisi ilan edilmiştir. Bu ülkenin başbakanı tüm pişkinliğiyle “Hasta tavukları kesip, 70o C’de kaynatıp yiyebilirsiniz” diyerek sistemin insana


bilim

] 35

verdiği değeri ortaya koymuştur. Oysa ölen üç çocuk zaten hasta tavuğu kesip yemeye çalıştıkları için ölmemiş miydi? Kameralar karşısında tavuk yeme, yedirme yarışı birbirini izlerken çocuklarımızın bedenleri bir bir düştü. Biz bu görüntüleri Çernobil katliamından sonra devlet erkanının çıkarak verdiği “Çaylarımızda hiçbir tehlike yok, için” demeçlerinden ve Karadeniz halkının kanserle nasıl karşı karşıya bırakılmasından iyi biliyoruz.

Tavuklar vadisi Meydana gelen kuş gribi salgını burjuvaziyi insan ölümleri için değil asıl olarak ekonomik ve siyasal açıdan kriz yaratmasından dolayı rahatsız etmiştir. Ekonomik Sorunları Değerlendirme Kurulu, vakit kaybetmeksizin “kuş gribi” gündemli bir toplantı alarak tavuk tekellerini bu durumdan en az zararla çıkarmanın yollarını aramıştır. Sağlık Bakanlığı, köy tavukçuluğunun kaldırılması gerektiğini ve markalı ürünlerin tüketilmesini buyurduğunda dillerinin altındaki bakla da çıkıvermiştir. Gün yüzüne çıkan bir başka nokta ise gerçekten kanları donduracak niteliktedir: Manyas’taki salgından sonra devlet, itlaf edilen tavukların maliyetini yeterince ödemeyince geri kalan tavuklar başta Ağrı olmak üzere Kürdistan’a satılmıştır. Ve halkını böylesine çok düşünen devlet, kuş gribi tehlikesinin varlığı bilinirken Manisa’daki Tavuk Aşıları Üretim ve Tavuk Hastalıkları Araştırma Enstitüsü’nü “atıl olduğu” gerekçesiyle kapatmıştır. Bununla birlikte tekeller de olası bir krizi nasıl en az zararla atlatabilecekleriyle ilgili planlar yapmaya başlamışlardır. Örneğin HSBC olası bir salgında evde çalışmanın uygulamaya geçirilmesi ile ilgili bir “salgın senaryosu” hazırlamıştır. Amaç salgının insanlara verdiği zararı asgari düzeye indirgemek değil, böylesi bir durumda dahi olsa çalışmanın hiç durmadan sürmesi ve böylece kazançlarından bir zarar etmenin önüne geçilmesidir. Onları böylesi bir salgında kaç insanın ölece-

DPG ği, alınması gereken önlemlerin niteliği hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Yaşanan salgın, emperyalist-kapitalist sistemin insana verdiği değeri gözler önüne sermesi bakımından önemlidir. “Sağlıkta dönüşüm projesi” adı altında, koruyucu sağlık hizmetlerini ortadan kaldırarak sağlıkta özelleştirmenin yolunu iyice açan devlet, böylesi salgınlara karşı insanları savunmasız ve hazırlıksız bırakmıştır. Göz göre göre gelen salgına karşı hiçbir önlem alınmamış, kaderci bir anlayışla hareket edilmiş, ancak salgın yayıldıktan sonra önlemler alınmaya çalışılmıştır. Ki bunların yetersizliği de salgının kısa süre içinde birçok yere yayılmasıyla kendini göstermiştir. Bunların yanı sıra kitlelerden gerçekler saklanmış, zarar etmeye başlayan tavuk tekellerini kurtarmanın hesapları yapılmıştır. Salgından etkilenenlerin ve risk altında olanların payına ise ölümler ile yetersiz sayı ve donanıma sahip, az sayıdaki personelin hizmet verdiği hastaneler düşmüştür. Evet bütün bunlar, tekellerin azami karı ve azami egemenliği üzerine kurulu olan ve insanın değerinin olmadığı bir sistemde hiç de şaşırtıcı değil. Ancak biz şunu biliyoruz ki insanlar ancak sosyalizmde bu ve benzeri sorunlara karşı korunaklı olacak ve sağlık sistemi parayla değil, tüm işçi-emekçi kitlelere karşılıksız sunulacaktır. Ancak sosyalizmde hastalık insanlar için bu kadar risk oluşturmayacak, alınan önlemlerle hastalık yok edilmeye çalışılacak.

Kapitalizmde hastalık öldürür, sosyalizmde ise... Öyle bir toplum düşünün ki, insanların sağlık hakkı devletin sorumluluğu altında ve bu haklar yasalarla güvence altına alınmış olsun. Yine aynı zamanda sağlık hizmetlerinin parasız olması ve herkesin ulaşacağı sağlık kurumlarının kurulması garanti altına alınmış olsun. Sağlığın parasız olduğu böylesi bir toplumda ne insanlar tedavi olama-

dıkları için ölecek ne de Van’daki baba sağlık masraflarını karşılayamayacağı için çocuğunu hastaneye götürmeyi reddedecekti. İşte sosyalizmde ne Manyas’taki salgın baş gösterir, ne de bu salgın bu kadar yayılır. Zaten tüm dünyayı tehdit eden böylesi bir hastalığa karşı önlem almak için hastalığın o ülkede baş göstermesi beklenmez, gerekli önlemler en üst düzeyde ve çok önceden alınır. Toplumun ihtiyacına göre belirlenmiş sayıdaki tam donanımlı sağlık kurumlarında insanlara sağlık hizmeti verilir, hiç kimse bu hizmetin dışında tutulmaz. Ve sağlık çalışanlarının eşit dağılımı sağlanarak doktorsuz, hemşiresiz tek bir sağlık kurumu bırakılmaz. O zaman ne televizyonlarda görülen tıklım tıklım hastaneler olurdu, ne de köyünde sağlık kurumu olmadığı için tedavisi geciken, başka illere gidip gelmek zorunda kalıp çoğu yollarda ölen veya hastalığı daha da artan insanlar. Sosyalist sistemin güvencesi altındaki laboratuvarlarda ilaç geliştirme çalışmaları yapılır, geliştirilen ilaçlar ücretsiz olarak tüm halkın gerektiğinde hızlı bir biçimde kullanması için her yere gönderilip depolanırdı. Tedavisi mümkün olduğu halde sırf ilacını alamadığı için ölen insanlar asla olmaz. Amacı tekellerin karına hizmet etmek değil, toplumsal ihtiyaçları karşılamak olan bir sistemde, sosyal hastalıkların ya da önlenebilir, korunulabilir hastalıkların oluşmayacağı bir yaşamın koşullarını oluşturmaya çalışan eşit, planlı, merkezi, örgütlü bir sağlık hizmeti...Ve biz biliyoruz ki bu sadece Sosyalist bir sistemde olabilir ve yine biliyoruz ki bu ne gerçekleşmesi imkansız bir düş ne de ulaşılması zor uzak bir hedef...n

*SES istatistiklerinden alınmıştır.


DPG

36

[

k o mut s atıri

İHTİYAÇLAR, TUTKULAR VE GELECEK... İhtiyaç nedir? Yiyecek birkaç lokma yemek, başını sokacak bir ev, karakışta donmamak için giyilecek bir palto... Bu kadarla sınırlı değil elbette -kapitalizm bile bunun farkına varıp “önlem almaya” çalışıyor-. İletişim ihtiyacı; üretme, sosyalleşme, bilme ihtiyacı... Karşılanmayan ihtiyaçlar, ihtiyaçların baskılanmasını getiriyor. Ve son derece insani olan bir ihtiyaç artık düşünülmemeye başlanabiliyor. İnsanoğlunun bunca yıllık tarihinin mirası olan bir şeyleri “bilmek” ihtiyacı bugünün toplumsal üretim ilişkileri koşullarında ne kadar ihtiyaçtır? Bize öğrenme ihtiyacımızı kaybettiren bu tutkumuzu elimizden alan şeyler nelerdir? Elbette kimse kendi eliyle kendine böyle bir “kötülük” yapmayı istemez. Yaşamımızın ilk günlerinden itibaren aan, bildiğim bana yeter” diyebiliriz!!! içinde bulunduğumuz ve içinden geçAma şu duruma bir itirazı olanlardantiğimiz kurumlarda -aile, okul vs- hep sak eğer; bilime, bilgiye ve teknolojiye belli ihtiyaçlarımızı baskılamayı öğretegemen olmak “aramızdan bazılarının” tiler bize. Lisede, ÖSS’ye hazırlanırken görevi değil, gençlik olarak hepimizin sınav için ezberlediklerimizin dışındaasgari sorumluluğudur demeliyiz. ki bilgileri “boşa zaman geçirme” olaGelecek bizsek ve onun kurucuları da rak görmemiz istendi ya da üniversibiz olacaksak eğer başka bir seçeneğitede bilimsel bir proje hazırlamamız miz de yok, bu bir zorunluluk! ancak bölümümüze dadanmış falanca şirketin ihtiyacıysa dikkate alındı. Evet, Komut Satırı sayfalarında bundan bu hale gelmemiz, birtakım ihtiyaçlaböyle bilişim teknolojileri ve yoğunrımızdan soyunmaluklu olarak da bilmız için hep “geçerli gisayar ve internet ncelikle bizlere sebeplerimiz” varüzerine konuşacaçizilen sınırları, dı. Amaaa, durun ğız. İhtiyaçlarımızı bakalım, bu kadar layıkıyla karşıla“ben yapamam” kolay mı havlu atmanın, yeni adımhücrelerini parçalayarak; tık? Nerede kaldı o lar atmanın ve en kurucu özgüvenimizi zaman bizim “genç” önemlisi de gelecek liğimiz! kuşanarak ilerleyeceğiz... savaşımımızın bu önemli cephesinin üzerinde titizlikle Bilmek, öğrenmek, duracağız. Yalnız bu sayfalar bir şeydaha fazlasını istemek bizim için hava, lerin söylenilip geçileceği, hobisi bilgisu gibi bir ihtiyaç. Değilse de olacak! sayar olanların da okuyacağı “dergiye Tabii birilerinin bugüne kadar olduğu renk katan” sayfalar olmaktan ziyade, gibi bundan sonra da bizim adımıza, dergimizin tüm okurlarının, çevrelebize reva gördükleri yaşamın planlarırinin ve nihayetinde gençliğin bu konı yapmalarını kabulleniyorsak o ayrı. nuda eğitimini de hedefleyen bir plan O zaman gönül rahatlığıyla(!) “Ama-

Ö

izleyecek. Bununla birlikte köşemizin tekno-politik bir niteliği olacak ve bu alandaki gelişmelere sosyalist dünya görüşümüz çerçevesinde bakacağız. Merak ettiklerinizi, konu önerilerinizi, her türlü soru, eleştiri ve fikirlerinizi admin@komunarca.org mail adresine gönderebilirsiniz. Düşünsel tembellik... Hazırcılık... Ezbercilik... Yeni olandan korkmak... Kendine güvensizlik... Alışkanlıkların esiri olmak... Kalıpların esiri olmak... “Genç” tanımımıza uyuyor mu bunlar, ne dersiniz? Asla! Gençlik içerisinde bilgiye karşı bu atıllık mutlaka kırılmalı. Dahası, bilmek de tek başına yetmez. Bilgi paylaşılmadıkça yapılabilecek olan en fazla kendi sınırlarımıza toslamaktır. “Bilim ancak kolektif olarak gelişir; bilgi paylaşılmalıdır” diyor Richard Stallman bilişim tekellerinin bilgiyi saklamasına karşı bayrak açarken. Ve buradan ileri... Biz “Gençlik Bilime Egemen Olmalıdır!” diyoruz ve bilgi için bilgiye ulaşma çabasıyla birlikte, asıl olarak bilimi ve teknolojiyi tekelinde bulunduran emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadele edilmesi gerektiğini söylüyoruz. Çünkü bilgi üzerinde sistemin kurduğu bu hakimiyet kırılmadıkça, geniş kitleler hiçbir zaman bilgiye özgürce ulaşamayacak ve bilim geniş kitlelerin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmayacaktır. Bu bilinçle hareket edeceğiz. Ve kavrayışımızla-pratiğimizle, geleceğin toplumundan günümüze bir ışık düşürme iddiasıyla bu yolu adımlayacağız. Bunun için öncelikle bizlere çizilen sınırları, “ben yapamam” hücrelerini parçalayarak; kurucu özgüvenimizi kuşanarak ilerleyeceğiz. Yolumuz açık olsun... :-)


ko mut s atı r i

] 37

DPG

“Temizlik” zor zanaat

*** sigarasının külünün ikinci Karartılmış anfide bir grup defa klavyeye düştüğünü faröğrenci oturuyor. Henüz hava kediyor. Hafifçe geriye kaytam kararmadığı için tüm kılıp gülümsüyor kendi kenperdeler çekilmiş. Karşıdaki dine “sanırım bu artık oldu”. duvara yansıtılan sunum izleİmleç yanıp sönerken son bir niyor. Kürsüde kontrol çekikonuşan öğrenyor ve kodları mleç yanıp ci Yıldız Teknik sunucuya gönsönerken son bir deriyor bastıÜn i v e r s i t e s i Bilişim Top- kontrol çekiyor ve ğı her harfin lu lu ğ u ’n d a n . keyfini çıkarak: Yaklaşık bir bu- kodları sunucuya cvs commit... çuk saattir ça- gönderiyor... “Biten” progbaladığı şey ise ramı belki de anfideki insanhiçbir zaman lara, her halinden geleceğine gerçek anlamda bitmeyecek, inandığı ve güvendiğini belli başka geliştiriciler bir şeyler ettiği “özgür yazılımları” anekleyecek, çıkaracak, zamanla latmak ve kullanımına teşvik kusursuzluğa doğru ilerleyeetmek. Heyecan içinde kocek. O yüzden şimdi hava aynuşmasını bitirdiğinde koşar dınlanmaktayken iki günlük adım izleyicilerin arasına dauykusuzluğuna bir son verelarak herkese soruyor “Başka bilir artık, kolektif aklın emin neler yapabiliriz sizce? Nasıl ellerine bırakıp emeğini... anlatabiliriz insanlara özgür yazılımı, Linux’u?”. Çıkışta Onlar dünyanın dört bir ufak gruplar halinde konuşan yanından onbinlerce “özgür öğrencilerin derdi yine aynı: yazılım” gönüllüsü... Ortak Ne yapmalı da yapmalı? özellikleri bitmez tükenmez geliştirme tutkuları, paylaşBilgisayar Mühendisliği ya da maları, kolektif gelişime olan programcılık öğrencileri arainançları ve hep “daha fazlasında olan bir eğitim seminesını” istemeleri...n ri değil bu. Aralarında onların Gelecek sayı: Neden “Özgür da olduğu ama envai çeşit böyazılım”? lümden Fizik’ten, Felsefe’den, Sınıf Öğretmenliği’nden öğrenciler onlar. Ortak özellikleri “meraklı” olmaları, değişimin ihtiyacını hissetmeleri ve “daha fazlasını” istemeleri.

İ

Aynı anda başka bir yer... Hava yavaştan ağarmakta. Saat farkı olsa gerek. Gözlerini ekrandan ayırmadan burnunun ucuna kadar gelmiş gözlüklerini hafifçe geri itiyor birisi. XMMS’te kimbilir kaçtır aynı şarkı dönmekteyken

Bilgisayarlarda yarattığımız bazı dosyaları onlarla işimiz bittikten sonra yok etmek isteyebiliriz. Örneğin bir internet cafede ya da okulumuzdaki bilgisayarda savunmasız bir şekilde durmasını istemeyiz ve bu durumda bunları ”sileriz”. Ancak basit bir silme işleminin gerçekten yaptığı iş o dosyayı ortadan kaldırmak değildir. Silinen şey yalnızca o dosyanın dosya sisteminde nerede olduğuyla ilgili referansın silinmesi ve bu dosyanın bulunduğu yeri “buraya artık başka bilgiler yazılabilir” diye işaretlemesidir. Yani o dosya halen olduğu gibi durmaktadır ve üzerine de yeni bir şeyler yazılmadıysa hiç teknik bilgisi olmayan birisi dahi basit programlar aracılığıyla bunlara kolaylıkla ulaşabilir. Hatta üzerine yeni bir şeyler yazıldıysa bile disk üzerindeki manyetik alanlar incelenerek bu eski verilerin açığa çıkartılması mümkün olabilmektedir (tabi bu daha komplike bir işlemdir). %100 güvenlik diye birşey yoktur ancak biz yine de önlemimizi alıp “olabildiğince” güvende olabiliriz. Silme işlemini daha güvenli bir şekilde bizim için yapan programlar mevcut. Bu programların genel olarak yaptığı şu: önce dosyanın nerede olduğunun bilgisini siliyor (normal silme işlemindeki gibi) sonra da dosyanın kendisinin bulunduğu disk bölgesine birkaç defa matematiksel algoritmalarla belirlenmiş rastgele veriler yazıyor. Ne kadar fazla yazılırsa, manyetik yöntemleri dahi etkisiz kılabilme şansı o kadar artıyor. Windows’ta çalışan bir “özgür yazılım” olan Eraser5.7′yi http://www.heidi.ie/eraser/ adresinden indirebilirsiniz. Programı indirip kurduktan sonra artık bir dosyayı silmek için sağ tıkladığınızda “Sil” seçeneğinin yanısıra “Erase” diye bir seçenek de göreceksiniz. Güvenli silme işlemi için Erase seçeneğini kullanacaksınız. Program bunun yanısıra eskiden güvensiz bir şekilde silinmiş disk alanlarını da temizlemenize olanak veriyor. Bunun için de örneğin (C:) diskine sağ tıklayıp “Erase unused space-Kullanılmayan alanı sil”i seçmeniz gerekiyor. Linux platformu içinse benzer bir işlevi olan Wipe programını kullanabilirsiniz. http://wipe.sourceforge.net/ adresinden programı indirip kurduktan sonra komut satırına “wipe dosya_yolu/dosya_adı” yazmanız yeterlidir.

Özgür Yazılım ve Açık Kaynak Günleri 2006

Bu yıl dördüncüsü düzenlenecek Özgür Yazılım ve Açık Kaynak Günleri 24-25 Şubat 2006 tarihleri arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü’nde gerçekleştirilecek. Bu seneki slo-

ganı “Gelecek: Şimdi” olan etkinliğe, Debian GNU/Linux projesinin kurucusu ve ana geliştiricisi Ian Murdock’ın yanısıra Branden Robinson, Luis Casas, Georg Pleger gibi isimler de katılacak.


38

YENİEV’DEN DÖNÜŞ* Karanlık uzayda ilerleyen Mavi, görkemiyle uzaklardan solgun ışıklarını yollayan yıldızların selamını yanıtlıyor gibiydi. Gemi uzak mesafelerde yaptığı onca yolculuğa rağmen yaşlılığın izlerini taşımayan metal alaşımlı gövdesiyle bu iş için tasarlandığını gösteriyordu. İsmi gittiği gezegenden esinlenilerek Mavi konmuştu. Mavi, insanlığın Yeniev ile Dünya arasında yolculuk yapma fikrini ortaya atmasından birkaç yıl sonra yapılmıştı. Yolcular uyku kabinlerinde uyuyorlardı. Marine, uykusu kaçtığı için kabininden çıkıp cam bölmeden uzayın pürüzsüz karanlığında ateş böcekleri gibi parlayan yıldızların sonsuzluğuna bakıyordu. Bu yolculuk için seçildiğinden beri çok çalışıyordu. Özellikle dünya ve ayrılış tarihine ilgisi yoğundu. Yeniev’deki gezegen birliğine bağlı kıtası, Eskievi yani Dünya’yı tanımaları için kolektif üyelerinden birçoğunu Dünya’ya göndermişti. Gidenlerden Dünya’lı kardeşleriyle daha iyi iletişim kurmaları için tarih bilgilerini güncellemeleri isteniyordu. Gerçi yanlarındaki elektronik bilgi depolama sistemleri milyarlarca byte bilgiyi hizmetlerine sunuyordu ama Marine kitaptan okumayı daha nostaljik buluyordu. Ne de olsa kitap, Dünya’daki atalarının kullandığı bir şeydi. Marine insanlık tarihini kabaca biliyordu ama son birkaç aydır –yolculuk kesinleştikten sonra- yoğunluğuna okuyunca ilgisi daha da artmıştı. Özellikle Eskiev’den ayrılma sürecini anlatan bölümler hoşuna gidiyordu. Dünya’da kapitalizm denen bir sistemin bir zamanlar egemen olduğunu okuyunca çok şaşırmıştı. Kitaba göre kapitalizm, emperyalist aşamadayken iyice saldırganlaşmış; insanlığı yok olmanın eşiğine getirmiş ve insanlık birlikte bir mücadeleyle emperyalizmi yok edip sosyalizme geçmiş. O zamanlar insanlığın ırklara bölündüğünü de öğrenmişti Marine. Kapitalist dönemde kimilerinin kendilerine

yıllarca yetecek parası varken, kimilerinin yiyecek yemeği bile yokmuş.

[

öy kü

mişti haber bültenleri. O zamanlar foton itkisiyle çalışan gemiler, kurt deliklerinden geçmeyi bilmedikleri için yolculuk uzun sürüyordu; ama “Ne korkunç zamanlarmış” diye dü- artık birkaç haftada bitiyordu. Kurt şündü. Parayı da ilk kez duyuyordu deliklerini fizik dersinden biliyordu. artık paraya ihtiyaç yoktu. Çünkü, İçinden geçildiğinde uzayda başka tüm Yeniev üyeleribir noktaya taşıyabinin ihtiyaçlarını birlik len doğal kurt delikoğan karşılıyordu. Hapislerinin, yanında labahane de yoktu çünkü ratuarda üretilmesine çocuklar suç işlemeye gerek de çalışılıyordu. kalmamıştı. Oturup kolektifin bir şeyler yemek iste- plantasyonunda Marine, yirmi yıl di ama midesi sanki önce Yeniev’deki Dedüğümlenmişti. Se- yetiştiriliyorlardı... niz kıtasına bağlı bir yahatin heyecanı onu kolektifte doğmuştu. sarmıştı. Yiyemiyordu. En iyi arka- Kolektif ona bu ismi Deniz kıtasıdaşını kaybedeli birkaç ay olmuştu. na ithafen vermişti. Doğan çocukBir kaza idi, çalışırken vinç üzerine lar bu kolektifin plantasyonunda devrilmişti. Onu unutamadığı için yetiştiriliyorlardı. Burası bir çeşit çok dalgındı. Bu yüzden kendisi oyun bahçesi ve doğal bir sistemle de zarar görebilirdi. Artık, kendini çevrelenmiş bir yuva idi. Burada daha iyi hissediyordu. Unutacak- çocuklar eğitmenleri gözetiminde tı olanları. Geçmişte yaşanan zor büyür ve yetenekleri ölçüsünde günlere göre bugün insanlığın kat- yapabilecekleri işlere yönlendirilanmak zorunda olduğu acıların ne lirlerdi. Anne babaları bu süreçlere kadar az olduğunu düşünüp teselli gözlemci ve destekçi olarak katıbulmaya çalıştı. Ama yine de göz- lırlardı. Marine, 16 yaşında müzik lerini kapayınca onun silueti kar- eğitimini tamamlamış; 2 yıl önce şısında duruyordu. Ali buradaydı de mühendislik hakkını elde etsanki. Dünyadan uzun zaman önce mişti. Bu hak, diploma ile değil; ayrılan ilk insanları düşündü. Kapi- öğrencinin irade ve isteği ile disiptalizm yenilip devrim olunca bazı linine bağlı olarak alınıyordu. Kofedakar insanlar dünyanın azalan lektif; plantasyonda değişik meslek kaynaklarını paylaşmaktansa o alanlarına ilgi gösteren gençleri zaman yeni keşfedilen Yeniev geze- ilgi, beceri ve çalışma değerlendirgenine yerleşip tüm insanlığa daha melerinden geçirerek o meslekte iyi bir dünya bırakmak için yola çalışma onayı veriyordu. Şimdi de çıkmışlardı. felsefe ile ilgileniyordu. Kolektif, herkesin yapabileceği kadar farklı Yıllarca sürecek bu yolculuğa da- alanda faaliyet göstermesini desyanabilmek için dev bir gemi gere- tekliyordu. Mavi, atmosfere yaklaşkiyordu. Yıllarca çalışıldıktan son- tıkça etrafı saran mavi beyaz renk ra biten bu gemiye Umut dediler. denizi onu heyecanlandırdı. DünUmut’la beş bin insan bu serüve- yalıları bir de dünyada görmek ne çıkmıştı. Bu yolculukta insan- için sabısızlanıyordu. İlk işim mavi lar öldü ve doğdu. Sonuçta Umut, denizde yüzmek olacak diye düDünya’ya birçok yönüyle benze- şündü. Aşağıda kardeş dünyadan yen birçok yönüyle de benzeme- gelenleri karşılamak için insanlar yen Yeniev’e ulaşmayı başardı. Bu sabırsızlıkla bekliyorlardı.n dünya kadar güzel bir gezegendi. Dünya’da da bu güzel haber coşku *Komünarca sitesine gönderilen yaratmıştı. “Dostlar başardı!!” de- bir öyküdür.

D


rim okum a l ar i

] 39

DPG

MANİPÜLASYON Komünarca sitemizin yeni bir bölümü de resim okumaları. Resim okumaları bölümüne iki haftada bir farklı bir resim koyuyor ve siteye giren ziyaretçilerimizden, hayal güçlerini sınırlarına kadar zorlayıp bu resmi yorumlamalarını istiyoruz. Resim okumaları bölümünde okunan ilk resmimiz Rogerio Teruz’un “Manipülasyon” resmiydi. Öncelikle resmin isminin incelenmesi bize resmin okunması anlamında yol gösterecektir. Manipülasyonun tanımı; diğer bir insandan, doğrudan yollardan elde edilemeyecek bir şeyi elde etmek için dolaylı teknikler kullanmaktır. Bu teknikler, insanların kendiliğinden yapmayacakları bir şeyi tamamen özgür bir şekilde yaptığını sanmalarını sağlamaktadır. Manipülasyonda, serbest seçimde bulunmaya dayalı özgürlük duygusu ve hatta özgürlük ilüzyonu büyük önem taşımaktadır. Zira “razı olmak”, zorlamasız itaat etmek, manipülasyonun temel karakteristiğidir. Şimdi resme bakalım. Teruz sizce de tanımı aynen resmetmemiş mi? Vurguyu da “kukla” ve “kukla insan”dan vermiş. Bu da bizleri genel olarak aynı düşüncelere itmiş; hayatımızın yönetilmesi, çalınması, kukladan doğru metalaşma, sınıf ayrımı, burjuva devlet, kısaca kapitalist sisteme angaje olan birey. Gönderen: güneş Tarih: 7 Ocak

“kapitalist toplumdaki bir bireyin kendi yaşamak istediği yaşamı yaşadığına inanması daha açık ifade edersek kapitalizmin dayanılmaz çekiciliğinin resimdeki renkler olduğunu kabul edelim ordaki insanın yaşamının iplerinin kendi elinde olduğunu sanan birey, tabloyu yırtan elde kapitalizmin insanların gözündeki kapitalizme dair toz pembe yanılsamayı kıran gerçeklik. kapitalizm kirletir, kapitalist yaşama entegre olmak ilk önce güzel olan bizleri kirletir sonra ilişkilerimizi ve sonra da dünyamızı.....”

Gönderen: ozgurkiz Tarih: 1 Ocak “....bence insanlar birbirlerini kukla gibi kullaniyorlar.bir nevi buradaki sinif sorunu bile var once buyuk varlik ki bu nerden geldigi belli degil sonra ikinci varlik yani buyuk (kapitalistgucesahip olmusvarlik) varlik .... dongu iste oylece devam ediyor...”

Resmi üç karakterde inceleyelim. El, insan, kukla. İnsan resimde yerde du

ruyormuş gibi ama aslında gökyüzünde... Burada özgürlüğü vurgulamışama nasıl bir özgürlük? Ellerindeki ve ayaklarındaki iplerden habersiz, kendi özgür iradesiyle yaptığını sanıyor. Özgürlük zorunluluğumuzun bilincine varmaktır, zorunluluğumuz da sınıfsal temelde mücadele ve sınıfsız bir toplumun kurtuluşu için düşman sınıfa karşı savaşım vermektir. İkinci bir yol yoktur ve insanlığımızı sınıfsız toplumla kazanacağız. Bunu bize resim söylüyor, hadi beraber bulalım... Resimde dikkatimizi renklere verelim. Neden adamın tişörtü sıcak renkler, neden gökyüzü gün batımı gibi? Kuklanın geldiği yerde de karanlık var. Buradaki ilüzyonda önce yeryüzü olarak düşünelim, kuklanın rengi ve adamın tişörtünün renkleri sıcaklığı itibariyle aynı yerden geliyor (yer derken aynı sınıf, aynı düşünce, aynı mekan vs). Ama yukarıdaki ele baktığımızda arkada, fondan da anlaşılacağı gibi hem resmi yırtması hem de fonun siyah oluşu, onun hem kötü olduğunu hem de farklı bir yerden olduğunu gösteriyor. İlüzyonu bir de gökyüzü olarak düşünürsek, insan ve kukla, aydınlığın hatta çok koyu bir aydınlığın, sıcak bir aydınlığın insanları. Ama el; gelişiyle birlikte geceyi, karanlığı, bulanıklığı da yanında getirmiş. Bir de gece gelirken ya sağdan

gelir ya da soldan, tepeden inmez. Burada tepeden iniyor, daha doğrusu tepeden çöküyor. Başka bir açıdan bakınca sanki resim daha büyükmüş, kenarları kesilmiş gibi. Çünkü resmin çevresinde o aydınlığı kaplayan bir karanlık var. Kuklanın bulunduğu zemine bakın, karanlık bölümü göreceksiniz. En ilginç renk adamın pantolonu, resimde gökyüzü gri tonlarından oluşurken mavinin zerresi yok, ama adamın pantolonu mavi. Mavi pantolon, kızıl yeryüzü, karanlık bir el. Şöyle bir senaryo nasıl olur? Mavi pantolonlu adam işçi (mavi rengi çok önemli burada gökyüzünde bile yok). Kukla, yeryüzünün rengiyle aynı oluşuyla üretilen. Büyük ele de getirdiği kasvet ve karanlık, ayrıca yöneten olduğunu da katarak patron rolünü biçsek; hepimizin kafasında mini bir tiyatro canlanır. Bizim kafamızda oluşan tiyatro biraz adamın bakışlarının boşluğundan galiba, adamın üretimine yabancılaşması. Ürettiğini sahiplenmesi gerekirken tam aksine yabancılaşma söz konusu. Kapitalizm o yüzünü de göstermiş resimde. İnsanın ürettiği bir ürün olmaktan çıkmış ve bir metaya dönüşmüş. Bu dönüşüm elin resmi yırtıp içine girmesiyle başlıyor. Sanki el resme girmemiş de adamın kafasının içine girmiş. Gönderen: harmanyeli Tarih: 16 Ocak

“kendi kendine kararlar veremeyen birileri ne derse onu uygulayan kendi hür düşüncesi olmadığı için birilerinin dayattığı gibi düşünen her bakımdan birilerine bağımlı kılınmış kapitalist sömürü düzeninin devamlılığını sağlayan insan tipi...”

Kafamızın içine giren bu elden kurtulmak özgürlüğümüzü kazanmak için gerekli olan, sistemin bizlere uyguladığı manipülasyonlara karşı mücadele etmek. Toplumsallık, çıkara dayalı olmayan dolaysız insan ilişkileri-dostluk-, paylaşım, bilimsel konulara ilgi ve sanatsal gelişim, bunları birlikte üretme, özel mülkiyet yerine toplumsal mülkiyet ve her türlü eşitsizliğin karşısında mücadele, bizleri metalaştıran ve nesneleştiren sisteme karşı mücadele. Son sözü resimdeki adamın ellerine bırakalım. Dikkatli bakın: Üretenin elinde de tahta kumanda var yönetenin elinde de. Bu hayatı yaratanlar bizleriz, yönetenler de bizler olmalıyız.n



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.