dpg16

Page 1


içinde kile r

dp g ’de n Bahar yaza dönerken yeni adımlarla hızlandırıyoruz yürüyüşümüzü. Mayısın coşkusunu yaza akıtıyoruz. Bu yıl 1 Mayıs alanları kitlesellikten uzak ve devrimcilerin dışında coşkusuzdu. Sendikaların göstermelik 1 Mayıs çalışmalarının yanısıra Amed serhıldanından sonra iyice yükseltilen şovenist dalga da kısmen etiledi bu durumu. Gençlik boyutuyla bakıldığında üniversitelerin katılımı düşerken liselerde gözle görülür bir artış vardı. Gençlik hareketinin dip noktasına nasıl geldiğini bir kenara bırakırsak bizlerin asıl olarak çıkarmamız gereken sonuç şudur ki; diplomalı işsizliğe ve paralı eğitime karşı yükselttiğimiz kampanyanın ve öğrenci sendikasının kitlelerde bırakdığı olumlu etkiye karşın yaratılan siyasal etkiye denk bir katılımın sağlanamamış olmasıdır. Gelip dayandığımız eşik budur. Toplanan on binlerce imza, binlerce bildiri, toplantılar, hazırlık komiteleri, afişler, pullar... aylardır yürütülen kitle çalışmasında yaratılan birikimi sendika aktivislerini çoğaltarak konuşturmalıyız. Öğrenerek ilerliyoruz... GSS, TMY vs burjuvazi emekçilere saldırılarını yoğunlaştırırken ağzı salyalı köpeklerinin iplerini çözmeyi de ihmal etmiyor. Burjuvazi kitlelerdeki sosyal gericilik birikimini harekete geçirmeye çalışarak şovenizmi körüklüyor. Emekçilerin üzerinde her zaman bir tehdit

duruş yönü . . . . . . . . . . 3 perspektif. . . . . . . . . . . . 4 haberler. . . . . . . . . . . . . . 6 TÖK . . . . . . . . . . . . . . . . 14 ykin mühendis. . . . . 16 üri-yorum. . . . . . . . . 18 orta sayfa. . . . . . . . . . . .20 ASF. . . . . . . . . . . . . . . . . 22 lise. . . . . . . . . . . . . . . . . .25 em mil didin hev. . . . .28 medyanın sefali. . . . 29 hedef: İran. . . . . . . . . . .30 TMY. . . . . . . . . . . . . . . . 32 tarih bilinci. . . . . . . . . 34 kadrolar . . . . . . . . . . . . 36 komut satıri. . . . . . . . . 38 rim okuma. . . . . . . . .39 unsuru olarak duran faşizm böylesi günlerde ne işe yaradığını tüm çıplaklığıyla gösteriyor. Diplomalı işsizlik, paralı eğitim, kölece çalışma ve kölece yaşam dayatmalarına karşı kampanyamızı yükseltmeli ve öğrenci sendikasına doğru adımlarımızı sıklaştırmalıyız. Faşizme karşı süreklileşmiş faaliyetimizin yanı sıra şu süreçte halkların mücadele kardeşliği şiarını daha gür yükseltmeliyiz. 4-7 Mayısta ASF‘ye katılmak üzere Atina’daydık. Verdiğimiz seminerlerle perspektiflerimizi ve Türkiye öğrenci gençlik mücadelesinin dinamiklerini Avrupa’lı siper yoldaşlarımızla paylaştık. Fransa sürecinde önemli adımlarını attığımız enternasyonalist dayanışma yoluna yeni taşlar ekledik. Bilim, felsefe, sanat alanında nitelikli ürünlere kanal açmak, birlikte üretmek, öğrenmek, eğlenmek, elbirliğiyle yarattığımız ürünlerimizi paylaşmak için 1-4 Haziran tarihlerinde Üreti-Yorum Gençlik Günleri’nde buluşacağız. Bize dayatılan ticari değerine göre ölçülen vıcık vıcık sanata, metalaşmış ve tekellerin hizmetine girmiş bilime, kafa bulandırmanın toplumu uyuşturmanın aracı haline gelmiş felsefeye karşı sözümüzü söyleyecek emeğimizi ve bilincimizi konuşturacağız. Onlara ne mahkumuz ne de muhtaç. Gençlik bilime egemen olacak! n

Devrimci Proleter Gençlik Sayı:16 Şubat Basım Yayın Ltd. Şti. Adına İmtiyaz Sahibi: Cihan Sedefoğlu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yasemin Ayaz Yönetim Yeri: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi Büyükparmakkapı Sokak No: 23/2 Beyoğlu/İSTANBUL Telefon-Fax: 0212 244 66 76 Banka Hesap No: İş Bankası 1042-30000-611255 Baskı: Ser Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer. San. Sit. No:16/26 Topkapı Tel: 0212 565 17 74 -- Yayın Türü: Yerel Süreli


duruş y ö nü

] 3

DPG

KENDİ DAVASI İÇİN DÖVÜŞMEYEN

DÖVÜŞÜR DÜŞMANIN DAVASI İÇİN... Bir sonraki karesinde ne olacak diye heyecan uyandıran bir film misali yaşam akıp gitmeye devam ediyor. Bu film kimimize göre “Güneşin altında yeni bir şey yok” dedirtecek cinsten iç bayıltıcı ve bunaltıcı, kimimize göre de Hollywood setlerinden çıkmışçasına bayağı ve itici, ama kimimize göre de heyecan uyandırıcı, eğitici ve mücadele etme isteğiyle dopdolu. İşin gerçeği yaşam çoğu durumda nereden baktığına göre değişen bir göreceliliğe sahip değil. Geçirdiğimiz 2006 1 Mayıs’ı bu açıdan ne demeye çalıştığımızı açıklar nitelikte. Saldırılar bu kadar yoğunlaşmışken, hele de bu saldırılar yaşamlarımızı artık daha fazla tahrip etmeye başlamış ve sonuçları her birimiz için geri dönülmez yıkımlar yaratıyorken, işçi sınıfıyla birlikte gençlik için de birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta sesimizin cılız çıkmasını neye bağlamalıyız? Gençlik olarak duyarsız olduğumuza mı? Yoksa bıçağın henüz kemiğe dayanmadığına mı? Ya da tarihsel olarak yenildiğimizin mi itirafı bu...Herkes kendinden yola çıkarak bu sorunun cevabını vermeye çalışsaydı ne derdi? Vereceğimiz cevaplar her ne olursa olsun yaşam hükmünü sürdürmeye devam ediyor fakat. Hükmü süren ise bugün ayağa kalkıp mücadele etmediğimizde haklarımızın her geçen gün daha fazla elimizden alındığı, kapitalizmin insanı hiçleştiren, bizi birbirimize yabancılaştırarak düşman eden zehrinin her geçen gün daha fazla içimize işlediğidir. Daha da kötü olanı bu kahredici suskunluğumuzun sivil ve resmi faşistlerin ekmeğine yağ sürüyor olmasıdır. Faşistlerin son süreçte neden herşeye saldırarak bir linç kültürü yaratmaya çalıştıklarının cevabını doğru verdiğimizde 1 Mayıs’ta ve bundan sonra örgütleyeceğimiz yeni eylemlerde sesimizin neden daha gür çıkması gerektiğinin cevabını da doğru verebiliriz. Geçerken, yukarıda sorduğumuz soruların cevaplarını da verelim. Hayır, duyarsız değiliz; yenilgimizin de resmi değil 1 Mayıs. Taşıdığımız iç dinamiklerin, potansiyellerimizin henüz güce dönüşmemiş karmaşıklığı içinde, bir geçiş süreci yaşıyoruz. Bıçak kemiğe çoktan daya-

lı aslında. Sadece biz nasıl mücadele edeceğimizi bilmiyoruz. Düşmanımızı tanımaya mı ihtiyacımız var yoksa? Saldırıyorlar çünkü,“vatan millet, bayrak” edebiyatıyla yaratmaya çalıştıkları provokasyon ve linç histerisiyle her birimizin içine korku ve tedirginlik havasını yerleştirmeye çalışıyorlar. Bizi bu iğrenç oyunun bir parçası haline getirmeye çalışıyorlar. Burjuvazinin eli kanlı katilleri, sermayenin önünde diz çökmemizi, itaat etmemizi, kendimizi sorgusuzca kapitalizmin ücretli kölelik düzenine “sömürülmesi mübahlar” olarak bırakmamızı istiyorlar. Paralı eğitime ve diplomalı işsizliğe karşı sesimizin daha güçlü çıkma potansiyelindendir bu cevvaliyetleri. TÜSİAD dememiş miydi “İşsizliğin en tehlikeli olanı diplomalı işsizliktir” diye. Bir araya geldiğimizde önümüze hiçbir gücün çıkamayacağını bildikleri için saldırıyorlar azgınca. Kapitalist sistemin sömürü ve baskı cehenneminde aynı kaderi paylaştığımız Kürt arkadaşlarımızla aynı talepler için mücadeleye giriştiğimizde ortaya çıkacak BİZ’den korkuyorlar. O yüzdendir faşistlerin her bir şeyde, “PKK’lılar okulumuzu bastı”, “PKK’lılar bayrak yaktı” demeleri. Yaratmaya çalıştıkları düşmanlığa alet olmamak için fakat asıl olarak da gasp edilen haklarımızı geri kazanmak ve yeni haklar elde edebilmek için bugün her zamankinden daha fazla yaşamı faşizmin insanlık düşmanı yönüne karşı savunmak sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Bunu yapmadığımızda Hitler faşizmi döneminde gaz odalarına atılan o kadar insanın gerçekte nasıl bir akibete uğradığını bilmeyen “sıradan” Nazi taraftarlarından farkımız kalmayacaktır. “Parasız Eğitim İstiyoruz!” biz, “Diplomalı İşsiz Olmayacağız!”, “Devrimci Bir Öğrenci Sendikası İstiyoruz ve Kuracağız!” diyoruz. Peki bu saldırılar ve bunun karşısındaki örgütsüzlüğümüz, faşizmin görünmeyen öteki yüzünün daha da güçlenmesine neden olan etmenler değil midir? Yaşamlarımızdaki sonuçları daha acıtıcı, bunaltıcı değil mi? O halde yaşamlarımız bir karabasana çevirenlere karşı kendi davamız,

toplumsal ihtiyaç ve özlemlerimiz için dövüşeceğiz, onların çıkarları, bizi sömürünün cehennemine atarak kapitalist sistemin amaçları için bizi kendilerine yedeklemeye çalışanların davaları için değil!

Üreti-Yorum Gençlik Günleri bizi bekliyor Ama herşey bu kadar iç bayıltıcı değil yaşamda. Hayır! İç bayıltıcı olmasına asla izin vermeyeceğiz. Gri rengin dışında da renklerin olduğunu göstereceğiz. Sahi gri renklerin dışında başka renklerin olduğunu kaçımız biliyor? Peki bu renklerin birbirine karıştığında hangi yeni renklerin ortaya çıkacağını bilenimiz var mı? Biz kendi adımıza merak ediyoruz. Birlikte üretebilmek ve bunun hazzına birlikte erişebilmek, renklerimizin birbirine karışması için 1-4 Haziran tarihlerinde İstanbul’da Üreti-Yorum Bilim, Felsefe, Kültür-Sanat, Bilişim günlerinde buluşacağız. Bizi “üretemez, düşünemez” deyip değersizleştirenlere inat bir arada olacağız. Ve o günlerde bize yabancılaştırmaya çalıştıkları bilimi, felsefeyi, sanatı birlikte üreteceğiz. Ortaya attıkları ve asıl olarak da alıklaşmamızı, kafamızın karışmasını hedefledikleri bilim, felsefe, sanat diye yutturmaya çalıştıkları saçmalıklarını sorgulayacağız. Onlar susacak, biz konuşacağız. Türkiye’nin dört bir yanından üniversiteliler ve liseliler bir araya geleceğiz. Gençlik olarak birlikte düşünecek birlikte sorgulayacağız yaşamı. Anlam vereceğiz olan bitene, daha içerden bakacağız görünmeyenlere, gösterilmek istenmeyenlere... Bilim, felsefe, sanat, bilişim konularında seminerler, konserler, resim sergileri, tiyatro ve folklor gösterimlerimiz olacak. Sadece bu kadar mı, dahası da var. Üniversiteler ve liseler arası futbol turnuvası, GO turnuvası ve konserlere değin 4 gün boyunca birlikte olacağız. İtilmeye çalışıldığımız geleceksizliğe bir cephe de buradan açacağız. Baharın yaza doğru evrilen canlılığında daha fazla BİZ olacağız. Ve daha da önemlisi herşeyde olduğu gibi bu günleri birlikte örgütlemenin mutluluğunu yaşayacağız. Heyecanla bekliyoruz... n


DPG

4

[

p e r s pe ktif

ZORU ZOR BOZAR! Gençlik ne üretiyor, neyi yaşıyor? Bir yandan korkular, çaresizlikler ve kahredici bir boyun eğiş... Diğer yandan öfke, tepki ve birbirinden bağımsız irili-ufaklı gelişen onlarca eylem, ileriye doğru çıkış dinamikleri...

Faşist baskı ve yasaklar artıyor, saldırı ağı genişliyor Olağan bir sürecin içinden geçmiyoruz. Üniversite ve liselerde faşist saldırılar gözle görülür derecede arttı. Öyle ki, artık faşist bir saldırıya uğramanız veya linç edilmeniz için ille de devrimci olmanız gerekmiyor. Yoldan geçen birinin size “Aha bu bayrak yaktı” veya “Aha bu Kürt” demesi yeterli. Faşistler halk kitlelerini provoke ederek ve sosyal gericilik birikimini kendilerine yedeklemeye çalışarak ilerici olan ne varsa saldırıya geçtiler. Uzun saçlıları, küpelileri de içine almak koşuluyla devrimci-demokrat güçlere, Kürt halkına saldırıyorlar. “Vatan elden gidiyor, bayrağımızı yakıyorlar” demagojisiyle kitlelerin gerici önyargılarına oynayıp şovenist histeriye dayalı bir linç kültürünü oluşturmak istiyorlar. Mersin’deki bayrak provokasyonu ve Trabzon’daki linç girişiminden sonra geçtiğimiz son 2 ayda üniversite ve liselerde saldırılar iyice artmış durumda. Saldırıların görünen yüzünde “Kürt düşmanlığı” dursa da altı biraz kazındığında özgürlük ihtiyacımıza, toplumsal ihtiyaç ve özlemlerimize saldırıyor oldukları kolayca görülür. Ki faşizmin asıl karakteri de bu değil midir zaten. O ne zaman ki, sınıf ve kitle hareketinde ileri çıkış dinamikleri kendini hissettirmeye başlar ve/ya siyasal-toplumsal krizler ne zaman ki yoğunlaşır o zaman saldırıya geçer. Gerici-faşist provokasyonlar, linç histerileri, yığın manipülasyonları burjuvazi tarafından hemen devreye sokulur. Devlet elini kirletmeden, sivil faşizmi düğmeye basarak harekete geçirir.

İTÜ 1 Mayıs öncesinde birçok üniversitede eş zamanlı olarak gerçekleştirilen faşist saldırılar artık sadece “sağ-sol çatışması” olarak lanse edilmiyor, bugün daha çok “PKK okullarımızı bastı, bayrak

yaktılar” yalanlarını kullanıyorlar. Bununla geniş kitleleri devrimci-demokrat, ilerici güçlerin üzerine saldırtmaya çalışıyorlar. Bir yandan Kürt düşmanlığı ile şovenist histeri körüklenirken, bir yandan da öğrenci gençliğin paralı eğitim ve diplomalı işsizliğe karşı mücadelede yükselmeye başlayan sesini boğmaya çalışıyorlar. Sivil faşistler ve burjuvazinin devleti şunu çok iyi biliyor ki, bugün eskisine oranla gençliğin canını çok daha fazla yakan paralı eğitim ve diplomalı işsizliğe karşı mücadelenin meşruiyetini ortadan kaldırabilmek ve daha geniş kitlelerin bu mücadelenin içerisine girerek hakkını aramalarının önüne geçebilmek için bu çalışmaları yürüten güçlere yönelik provokatif söylemlerde bulunulmalıdır. İşte geçtiğimiz günlerde Geleneksel İTÜ Şenlikleri’nde de tam da bu oldu. Faşistler tarafından internet sitelerinde günlerce “PKK okulumuzu basacak, bayrak yürüyüşü yapalım” provokasyonu yapıldı. Bu provokasyon sivil faşistler ve sivil polisler tarafından organize edildi ve İTÜ’den bazı öğretim görevlileri de işin içine katılarak yaygınlık kazandırıldı.

şekilde gelişen süreci doğru anlayabiliriz. Devrimci faaliyetimizin hedef kitlesi içinde bulunun İTÜ’lü öğrenciler devrimci etkinin zayıfladığı koşullarda faşist odaklara yedeklenmekten kurtulamadılar. Devrimciler açısından ise sorun, kitle çalışmasında bırakılan öldürücü boşluklar, devrimci çalışmanın hedefsizleşmesi, antifaşist mücadelenin sadece cezalandırmalarla sınırlanması ve refleks zayıflaması olarak kaydedilmelidir. Daha da önemlisi devrimci faaliyette hedefsiz, kitlelerin geri bilincini açığa çıkartacak yanlış eylem biçimlerinin uygulanarak devletin ve sivil faşist güçlerin ekmeğine yağ sürülmesidir. Bu son süreçte sıkça tekrarlanan bir durum olarak kitle hareketine ve çalışmasına ve bir bütün olarak sürece zarar vermektedir. Sorunun kapsamı itibariyle diğer bir konuysa bugün örgütlemekle karşı karşıya olduğumuz hedef kitlenin tanımlanamamasıdır. Faşist provokasyonların ve şovenist histerinin kitleler içinde yaygınlaştırılmaya çalışılmasının panzehiri devrimci kitle çalışma-

Kitlelerin itlelerin öfke birikimi, düzenden duyulan hoşnutsuzluklar akacak devrimci kanallar bulamadığında, diğer bir ifadeyle örgütlü bir güce dönüştürülemediğinde her zamankinden daha çok faşist odakların kitle temelini oluşturacaktır Öğrenci gençlikte içten içe mayalanan tepki birikimi akacak doğru kanalı bulamadığında faşist provokasyonlara alet olmaktan kurtulamadı. Faşistlerin yazdıkları bir bildiri okul içerisinde dağıtılmaya çalışıldı. Devrimcilerin müdahalesi sonucu bildirilerin dağıtılması engellenirken dağıtanlar cezalandırıldı. Ne var ki sorun bundan sonra daha da karmaşık bir hal almaya başladı. Çünkü bildiriyi dağıtanların arasında bu provokasyonu organize eden kişilerden çok İTÜ’lü “Biz faşist değiliz” diyen öğrenciler vardı. Söz konusu olaylarda “kim ne dedi, kim ne yaptı”lara bakmaktan çok olgulara bakmamız gerekiyor. Ancak bu

sında ısrar edilerek kitle bağlarının güçlü tutulmasıdır. İTÜ sürecinde dikkat edilmesi gereken diğer bir konu İTÜ’de faşist provokasyona alet olan öğrencilerin hepsinin aynı bilinç düzeyine sahip olmadığı, hepsinin bakıldığında birbirine benzeyen Çinli askerler olmadığıdır. Aralarında -kemik faşistleri dışında tutacak olursakdevrimci etkiye açık kesimler de vardı, kendini solcu olarak tanımlayanlar da. “Kendine solcu diyenlerin bu eylemde ne işi vardı peki?” bahsini bir kenarda tutarak asıl görülmesi gereken, kitlelerin öfke birikimi, düzenden duyulan hoşnutsuzluklar akacak devrimci kanallar bulamadığında, diğer bir ifadeyle bunlar örgütlü bir güce dö-


pe r s pe ktif

] 5

nüştürülmediğinde her zamankinden daha çok faşist odakların kitle temelini oluşturacaklardır. Bugün bu, devletin kitlelerdeki gericilik birikimini, kitlelerin şartlı korkularını harekete geçirmeye çalıştığı bir kesitte daha hassas bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla da bir kez daha: faşizmin ırkçı-kafatasçı ideolojik manipülasyonlarının ortadan kaldırılması devrimci yumruğun kemik faşist ve odaklar üzerine her zamankinden daha sert inmesini gerektiriyor. Ama sadece bununla sınırlanmadan, daha bütünsel bir mücadele perspektifiyle sosyalizmin alternatif bir sistem olarak kitlelere taşınması, diğer bir deyişle sosyalist insanı, bilimi, kültürü, sanatı kitlelere anlatabilmek ve birlikte üretebilmenin kanallarını yaratabilmek gerekiyor.

Saldırılar birbirini bütünlüyor: TMY, gizli yönetmelikler, kapitalist meslek yasaları Bu süreçte sadece görünen haliyle sivil ve resmi faşist odaklar mı işbaşında? Hayır. Devlet hak arama mücadelesi içinde olan işçi-emekçi ve gençlik kesimlerini “terör” suçlusu ilan ederek 12 Eylül dönemlerini mumla aratacak Terörle Mücadele Yasası’nı (TMY) çıkartmaya çalışıyor. Bununla birlikte çeşitli ek yasalar, düzenlemeler, kararnameler, genelgeler ile özgürlük alanlarımızı, kazanılmış haklarımızı elimizden almaya çalışıyorlar. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin yanında gençlik olarak bu saldırıların tam da merkezinde duruyoruz. Üniversitelere gönderilen gizli yönetmelikten sonra şimdi de liseler için hazırlanan ve 6 Mart 2006′da “Gizli” ibareli “Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı” 81 İl Valiliği ile Tedbirde Adı Geçen Valiliklere Gönderilen Tedbir Maddeleri” adlı bir yazı, İçişleri Bakanlığı Toplumla İlişkiler Daire Başkanlığı (İBTİDB) tarafından valiliklere gönderildi. İBTİDB, valiliklerden “Öğrencileri terör örgütlerine karşı bilgilendirmek/bilinçlendirmek için, tüm okullarda, yurt ve pansiyonlarda periyodik olarak seminer, konferans, panel vb.” düzenlemesini ve her oku-

DPG lun konuyla ilgili programını çıkararak faaliyetlerine başlamasını, branş öğretmenlerinden oluşan komiteler oluşturmasını istedi. Bir yandan sivil ve resmi faşist saldırılar sürer, bir yanda bunları tamamlayacak ve destekleyecek bir biçimde, yaratılmaya çalışılan linç kültürüne kitlesel bir altyapı hazırlamak amacıyla devlet,

piyasa dolayımıyla kurulan toplumsal ilişkilerin geldiği boyutun en somut örneğidir. Devletin kolluk gücü olmaya zorlanan eğitim emekçileri burjuvazinin ideolojisini ağacı yaşken eğilecek şekilde gençlik kesimlerine taşımayı reddettiğinde cezalandırılır. Burada bilim yoktur, toplum için üretilen bilgi yoktur, insanal gelişim için verilen eğitim yoktur.

Varolan cılız tepkilerin kitleselleşerek merkezileşeceği; gençliğin lise, üniversite ve çalışan öğrencilerin tümünü kucaklayıcı; hak alıcı, kitlesel devrimci bir öğrenci sendikasıdır bugün ihtiyacımız olan branş öğretmenlerinden oluşan komiteler kurulmasını emreder. Yaratılmaya çalışılan linç kültürünün tetiklenmesinde sadece MHP’li ve diğer faşist odakların rol oynamadığı, işin içinde asıl olarak burjuvazi ve onun devletinin olduğu ve gericilik birikiminin açığa çıkartılmasında işin alt yapısının bunlar tarafından oluşturuluyor olduğu kolaylıkla açığa çıkar. Burjuvazi gençliğe düşmandır, hele ki itaat etmeyenlerine! Liselerin içlerine yerleştirilen güvenlik kameraları, meslek liselerinin giriş kapılarına kurulan MOBESE’ler ile bunu bir kez daha belgelediler. Gençliğin devrimci mücadeleye atılmasından, taşıdığı potansiyellerinden, kitlesel öfke birikiminden korkuyorlar. Faşist baskı ve yasakların, ırkçı-kafatasçı ideolojinin kitlelere şırınga edilmediği yerde gençlik düzen dışı arayışlara girerse, hele ki bu güç devrimcilerle buluşursa işte o zaman toplumsal bir güç olarak burjuvazinin karşısına dikilir ve hesap sorar. Biliyorlar bunu, gençliğin mücadele tarihi bunu defalarca kanıtlamıştır. İlk ve ortaöğretim müfredatına “Türkçe ve Türk Kültürü” isimli bir ders konulması gündemdedir ve bu dersin TSK tarafından verilmesi planlanmaktadır. Ne işi var askerlerin okullarımızda! Eğitim emekçilerinin burjuvazinin şovenist ideolojisini gençliğe aşılayacak biçimde “hizmet” vermesi,

Yetkin mühendislik, yetkin avukatlık, sözleşmeli öğretmenlik... Eskinin popüler ve “forslu” diye tabir edilen meslek grupları bugün toplumsal olarak aşağı çekiliyor. Bu, emek gücümüzün ucuz emek gücü olarak sömürülmesinden ve işsizliğin eğitim adı altında yıllara yayılarak gizlenmek istenmesinden başka bir anlama gelmez. Artık sömürülmek için ille de çalışıyor görünmemiz, dahası ille de fabrika veya atölyelerde bulunmamız gerekmiyor. Burjuvazi artık tüm toplumsal ilişkilere “sömürümü nasıl arttırabilirim, nasıl kar elde edebilirim” diye bakıyor. Üniversite ve liselerimizde öğrenci emeği sömürüsü her geçen gün artarak katlanıyor. Part-time çalışma, okul kantinlerinde, yemekhanelerinde çalışma, meslek liselerinde staj sömürüsü altında kölece çalışma koşulları içerisinde bedenlerimizden faydalanmaya çalışıyorlar. Yetmez! Projelerimiz, Ar-Ge faaliyetlerimiz, diğer bir deyişle nitelikli emek gücümüzden yüksek miktarlarda artı-değer sağlıyorlar. Daha mezun bile olmamışken, ders sıralarında tanışıyoruz sömürüyle. Varolan cılız tepkilerin kitleselleşerek merkezileşeceği, hak alıcı kitlesel militan eylemlerin örgütleneceği, gençliğin, lise, üniversite ve çalışan öğrencilerin bütününü kucaklayıcı kitlesel devrimci bir öğrenci sendikasında örgütlenerek yeni bir gençlik hareketinin yaratılmasıyla bu çürüme ve kokuşmuş düzene karşı bir güç olabiliriz. Öyleyse İLERİ! n


DPG

6

[

h a b e rle r

Ankara’da 1 Mayıs

İstanbul’da 1 Mayıs İstanbul’da 1 Mayıs 30 bin kişinin katılımı ile Kadıköy’de gerçekleşti. Burjuva medyanın “olay çıkacak” şeklindeki yoğun manipülasyonlarının etkisiyle eylem önceki yıllara göre sönük geçti. İşçi kortejleri ve gençlik cılız bir katılım sağlarken meslek örgütleri neredeyse yoktu. 400 kişilik Alınteri kortejinde “Örgüt, Özgürlük, Sosyalizm”, “Paralı Eğitime ve Diplomalı İşsizliğe Karşı Birleşiyoruz “, “Devrimci Öğrenci Sendikası İçin Mücadeleye”, “Çeteleşmeye, Uyuşturucuya, Dayağa Karşı Liseliler Öğrenci Sendikası İstiyor”, “Parasız Bilimsel Demokratik Anadilde Eğitim İstiyoruz-Yakacık Lisesi Öğrencileri” pankartlarını taşıdık. Alana “Ya Barbarlık Ya SosyalizmAlınteri” ve “Devrimci Öğrenci Sendikası İçin Mücadeleye-DPG” imzalı pankartları asıldı. 1 Mayıs alanına Fransa, Amed ruhunu taşıyan Türkçe, Kürtçe ve Fransızca üç ayrı dilde “Sefalet Eken Öfke Biçer” dövizleri ile “Devrimci Öğrenci Sendikası İçin Mücadeleye” ve taleplerin yer aldığı ÖB dövizleri korteje farklı bir görsellik kattı. “Devrimci Öğrenci Sendikası İçin Mücadeleye”, “Gençlik Gelecek Gelecek Sosyalizm”, “Örgüt, Özgürlük, Sosyalizm” sloganlarının yükseldiği DPG kortejinde sık sık bilgilendirici konuşmalar yapıldı. “Devrimci Öğrenci Sendikası İçin Mücadeleye” önlüklerini giyen a/p ekipleri ayrı kollardan yürüyüş güzergahlarına dağılarak kampanya broşürleri, imza metinleri ve DPG’nin son sayısıyla alandakileri buluşturdu. n İstanbul DPG

İzmir’de 1 Mayıs İzmir’de 1 Mayıs mitingi Gündoğdu Meydanı’nda yapıldı. DPG alanda sık sık “Gençlik Gelecek Gelecek Sosyalizm”, “Parasız Bilimsel Anadilde Eğitim İstiyoruz”, “Kahrolsun Gerici Faşist Eğitim, Kahrolsun Ücretli Kölelik Düzeni” sloganlarını attı. Kortejde “Sosyal Yıkıma, Özelleştirmeye, Taşeronlaştırmaya, İşsizliğe, Emperyalizme ve Ücretli Kölelik Düzenine Karşı Sokağa Eyleme- Alınteri; “Paralı Eğitime ve Diplomalı İşsizliğe Karşı Öğrenci Sendikasıyla Mücadeleye- DPG; “Paralı Eğitime, Staj Sömürüsüne, Okulda Çeteleşmeye Karşı Öğrenci Sendikasında Birleşelim- Öğrenci Birliği” yazılı pankartlar, DSB flamaları ile dövizler de taşındı. DTP ve ESP, arama noktasından geçerken polisin saldırısıyla karşılaştı. Olayı tüm devrimci kurumlara haber veren Alınteri, pankartları yere bırakarak çatışma yerine koştu. Polisle yaşanan çatışma sırasında bir yoldaşımız ağır cop ve tekme darbeleriyle yaralandı. Mitingden sonra gözaltına alınan 15 kişiden 14’ü serbest bırakılırken 1 kişinin savcılığa gönderildiği öğrenildi. n İzmir DPG

Ankara’da 1 Mayıs 10 bin kişinin katılımıyla Tandoğan Meydanı’nda gerçekleşti. DPG mitinge “Paralı Eğitime ve Diplomalı İşsizliğe Karşı Birleşiyoruz! / Devrimci Proleter Gençlik” pankartı ve “Devrimci Öğrenci Sendikası için Mücadeleye” dövizleriyle katıldı. Miting boyunca devrimci öğrenci sendikası sloganları hiç susmadı. Mitingde Alınteri “Kahrolsun Ücretli Kölelik Düzeni, Emekçilere Özgürlük”, Ankara Öncü İşçi Kurulu da “Kölece Yaşamaya Kölece Çalışmaya Hayır. Yaşasın 1 Mayıs” pankartlarıyla katıldı. Önlükleriyle eyleme gelen ve karatahtalar taşıyan Dershane Öğretmenleri ise en yakıcı taleplerini ifade eden “İnsanca Yaşanacak Ücret İnsanca Yaşanacak Zaman” yazılı bir pankart taşıyıp bildiri dağıttılar. n Ankara DPG

Trabzon’da 1 Mayıs Trabzon’da 1 Mayıs yaklaşık 1200 kişinin katılımıyla gerçekleştirildi. Geçen senelere göre işçi katılımı daha fazlaydı. DPG “Devrimci Bir Öğrenci Sendikası İçin İleri!”, “Satılık Değil Yaşamlarımız!” ve “Diplomalı İşsiz Olmayacağız!” yazılı dövizler açarak Devrimci Proleter Gençlik önlükleri giydi. Alanda kampanya bildirileri ve Alınteri gazetemiz yaygın olarak dağıtıldı. GSS, emperyalist işgal, bölgeyle ilgili sorunlar ve üniversite sorunları sloganlar ve dövizlerle sıklıkla vurgulandı. DPG’nin, devrimci dayanışmaya ve sosyalizme vurgu yapan sloganları da alanda devrimci bir rüzgar estirdi. n Trabzon DPG

Adana’da 1 Mayıs Adana’da 1 Mayıs mitingi Uğur Mumcu Meydanı’nda 3 bin kişinin katılımıyla geçen senelere göre coşkusuz bir havada gerçekleşti. Alınteri korteji oldukça coşkuluydu. “Kahrolsun Ücretli Kölelik Düzeni- Alınteri; “Kölece Çalışmaya, Kölece Yaşamaya Hayır- DSB”; “Gençliğin Uluslararası Dilini Kullanıyoruz, Diplomalı İşsiz Olmayacağız- DPG” imzalı pankartlar, “Kölece Çalışmaya Kölece Yaşamaya Hayır” yazılı önlükler, Alınteri ve DPG flamaları Alınteri kortejine ayrı bir görsellik sağladı. 30-35 DPG’linin olduğu kortejde toplam 100 kişi vardı. “Devrimci Öğrenci Sendikası İçin İleri” yazılı pankart alanın en görkemli yerine asıldı, alanda Alınteri gazetesi satışı ve DPG kuşlamaları yapıldı. n Adana/Mersin DPG


ha b e rle r

] 7

Kampanya Çalışmalarından

DPG

İstanbul Üniversitesi 10 Nisan’da imza metinlerimiz ve kampanya bildirilerimizle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeydik. Kampanya çalışmalarımızın içeriği yemekhanenin özelleştirilmesi, CPE yasasını tarihe gömen Fransız işçi-emekçileri ve öğrencilerin mücadelesi, diplomalı işsizlik ve devrimci bir öğrenci sendikası fikriydi. Vize dönemi olmasına karşın ilgi hiç de azımsanmayacak düzeydeydi. 130 imza toplandı, 200′ün üzerinde kampanya bildirisi dağıtıldı, fakülte kantininin girişinde bir stand açılarak DPG’nin son sayısının satışı yapıldı. Derginin içeriği ve konu başlıklarını yazdığımız duvar gazeteleri öğrencilerin yoğun olduğu yerlere, CPE yasasının geri çekilmesinin ardından konuyla ilgili hazırladığımız iki ayrı ozalitse orta bahçeye asıldı. Çalışmalarımıza hız kazandırarak devam edeceğiz. İÜ DPG

Mersin Mersin Üniversitesi’nde 30 Mart günü İstemihan Talay Konferans Salonu’nda “İlköğretim Okullarına Yardım Vakfı” yararına düzenlenen ve 150 kişinin katıldığı etkinlikte 80 imza, Çiftlikköy Kampüsü Meslek Yüksekokulu ve Yabancı Diller Yüksekokulu’nda 31 Mart Cuma günü yaptığımız çalışmayla ise 50 imza topladık. İlişki kurmak isteyenlerden telefon numaralarını aldık, yeniden görüşmek üzere ayrıldık. MYO’daki faşist yapılanma ise hem tepkilerin kısmen negatifleşmesi hem de toplanan imzaların “sayı” anlamında yetersiz kalmasıyla kendini gösterdi. Kampanyamızı kitlelerin olduğu her yere taşıyacağız. Mersin DPG

Bursa 1-2 Nisan’da Panayır semtinde yürüttüğümüz çalışmayla 208 imza topladık. İlk gün bazı aksaklıklar nedeniyle yeterli çalışma yapamadık. Kürt kadınlarıyla Amed’deki olaylar ve Fransa’daki eylemlerle ilgili sohbet ettik. Bizi tekrar görmek istediklerini söylediler. Onlara Alınteri hediye ederek ayrıldık. İkinci gün ise iki ekip halinde çalışma yürüttük. İlk gün imza verme-

İstanbul Üniversitesi yenler bizi ikinci bir defa görmüş olmanın verdiği güvenle imza attı, kimisi gidip komşularından da imza aldı. Süreklileşmiş bir çalışmanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha görmüş olduk. İşçi ve emekçi olan bu insanlara Alınteri’nin kurultay sonrası sayısının satışını yaptık, “Kölece Çalışmaya, Kölece Yaşamaya Hayır!” kampanyasının taleplerini de dillendirerek bu dolayımda bir çalışma yürüttük. Bursa DPG

ODTÜ ODTÜ’de iki hafta boyunca açtığımız standda imza metnimiz ve DPG’lerimizle etkin bir çalışma yürüttük. Paralı eğitim ve diplomalı işsizlik içerikli dövizlerimiz, ”Paralı Eğitime ve Diplomalı İşsizliğe Karşı Birleşiyoruz” ve “Öğrenci Sendikası İçin Mücadeleye” yazılı iki pankart, yetkin mühendislik ile ilgili bir pankart ve her tarafa astığımız 1 Mayıs afişlerimiz ile renkli bir görsellik sağladık. “Öğrenci Sendikası“nı anlattığımız insanlardan telefon ve mail adresi alarak onları 1 Mayıs’ta paralı eğitime ve diplomalı işsizliğe karşı alanlara çağırdık. Yetkin mühendislik konusunda da ayrı bir masa açıp hazırladığımız bildiriler ve “Evet-Hayır” oy pusulaları ile insanlara konuyu açımlamaya çalıştık. Bilmemelerinden kaynaklı çok fazla insanın gündemine girmemiş olsa da, gelecek beklentileri diğer meslek gruplarından fazla olan mühendislik öğrencilerinde bu konunun belli bir öfke oluşturacağı kesindir. Yetkin mühendislik yasasının sömürü,

geleceksizlik ve işsizlik getireceğini söylediğimizde yüzlerde beliren öfke; bu gündeme dair yakalanacak dinamiğin, hareketin habercisidir. ODTÜ DPG

Ceyhan Ceyhan Meslek Yüksekokulu olarak 3 Mayıs tarihinde kampanya çalışmasını başlattık. Okulda böyle bir potansiyelin olduğunu arkadaşlar tahmin etmiyordu. Bir sürü öğrenci bize yardım etti, arkadaşlarına imza attırdı. Tabii karşımıza korkan ve faşistlerin baskısıyla imza atmayan öğrenciler de çıktı. İmza kampanyamız sonuna kadar devam edecek. Ceyhan MYO’dan kampanya aktivistleri

Muğla Geçtiğimiz günlerde hocamız Mursayettin Eksen’in girdiği bunalım sonucu intihar etmesi üzerine 26 Nisan’da DPG’li ve örgütsüz öğrenciler bir araya gelerek bir eylem örgütledik. Sağlık Yüksek Okulu önünde “Hocamızın Katili Kapitalizmdir!- MÜ Öğrencileri” imzalı pankart açarak çözümün intiharlarda olmadığını, birlikte mücadele edilmesi gerektiğini vurguladık. Açıklama boyunca; “Kölece Çalışmaya Kölece Yaşamaya Hayır”, “Hocamızın Katili Kapitalizmdir”, “Diplomalı İşsiz Olmayacağız”, “Kahrolsun Ücretli Kölelik Düzeni”, “Herkese İş Herkese Çalışma Hakkı” sloganlarını sıklıkla attık. Muğla DPG


DPG

Kandıra’da

8 ODTÜ’de

[

h a b e rle r

DEÜ’de

faşist saldırı

faşistler cezalandırıldı

faşizme geçit yok

3 Mayıs günü Kandıra MYO önünde faşistler, Kandıra MYO Öğrenci Platformu’ndan iki kişiye saldırdı. ÖGB ve idarenin seyirci kaldığı saldırının ardından platform üyeleri karakola götürülerek ifadeleri alındı. Faşistler karakola kadar gelip şikayetçi olmamaları yönünde tehditler savururken polis de şikayetçi olmamalarını istedi. Karakol önünde arkadaşlarımız bırakılana kadar bekledik. Arkadaşlarımız yarım saat sonra karakoldan alınıp hastahaneye götürüldüler, biz de ziyarete gittik. Bu arada bir arkadaşımız 4 gün iş göremez raporu aldı. Arkadaşlarımız karakoldan bırakıldıktan sonra çay bahçesine gittiklerinde aynı saldırgan kişilerin elini kolunu sallaya sallaya dolaştıklarını gördüler. Kandıra DPG

24 Nisan Pazartesi günü ODTÜ’de 3 faşist cezalandırıldı. SGD’li bir arkadaşımızı daha önce tehdit eden ve en son “ODTÜ Ankara değil, biz sizden güçlüyüz” diyen bir faşist, kütüphane dışına çağrılıp uyarılırken, bize müdahalede bulunmaya çalışan ve “O benim arkadaşım, o kadar insan niye onu tehdit ediyorsunuz” dedikten sonra küfür eden iki faşist ile birlikte cezalandırıldı. Kütüphane içinde olan ve olayı izleyen öğrencilere “Bu okulda faşizme izin vermedik ve vermeyeceğiz” şeklinde bir konuşma yapıldı. ODTÜ DPG

10 Mayıs Çarşamba günü Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF’de sabah saatlerinde bildiri dağıtan 25 kadar faşist o anda alanda bulunan devrimci, antifaşist gençlerin engellemesiyle fakülteden uzaklaştırıldı. Alana gelen devrimci-demokratyurtsever öğrenciler Türkiye’de ve DEÜ‘de 2005 Newrozu ile yükseltilen gerici-şovenist dalga ile ilgili olarak yaklaşık 100 kişinin katıldığı bir basın açıklaması yaptı. İzmir DPG

BEYTEPE: “Baskılar bizi yıldıramaz!”

Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü’nden 4 Mayıs’ta Deniz Baykal’ın kovulması üzerine 5 Mayıs günü Rauf Denktaş’ın katılacağı konferans için İktisat Fakültesi’nin önünde sabahın erken saatlerinden itibaren çok büyük güvenlik önlemleri alındı. 10 arkadaşımız önceden içeri girmiş, konferansı bekliyorlardı. Öğlen saatlerinde konferansa katılmak isteyen devrimci-demokratlarsa içeri alınmadı. 10 arkadaşımız jandarma tarafından tartaklanarak fakülteden uzaklaştırılmaya çalışıldı. Fakültenin önünde 30 kadar öğrenci bir araya geldik, jandarma da önceden konumlandırdığı panzerleri üzerimize çevirip etrafımızı sardı. İçerdeki arkadaşlarımız tartaklanarak susturulmaya çalışılırken dışarıdaki öğrencilere de gaz bombaları, plastik mermiler kullanılarak saldırıldı. Taşla karşılık verilen jandarmayla 45 dakika boyunca çatışıldı. Plastik mermilerden dolayı bir arkadaşımız ayağından yaralanarak hastaneye kaldırıldı. Sonradan ayağının kırıldığı ve ameliyat olduğu öğrenildi. Başka bir arkadaşımızın kolu kırıldı, 5-6 arkadaşımız da çeşitli yerlerinden yaralandı. Toplam 10 kişi gözaltına alındı. Saldırıyla ilgili 8 Mayıs’ta devrimci demokrat öğrenciler olarak Edebiyat Fakültesi’nde bir açıklama yaptık, sonrasında sesli ajitasyon ve sloganlar eşliğinde toplu halde

bildiri dağıttık. “Baskılar bizi yıldıramaz!” yazılı bir pankart açarak saat 13:00′da AB Genel Sekreteri Oğuz Demiralp’ in konuşmacı olduğu ‘AB’ konulu panelin yapılacağı salona doğru sloganlar eşliğinde yürüdük. ÖGB’nin müdahalesini topluca kapıya yüklenerek içeri girmemizle boşa çıkardık ama ardından “güvenlik” nedeniyle panelin iptal edildiği açıklamasıyla karşılaştık. Ertesi gün de saat 12:00′da “Baskılar Bizi Yıldıramaz’’ pankartını açarak Edebiyat Fakültesi önünden rektörlüğe doğru yürüyüşe geçtik. 300 öğrencinin katıldığı eylemde çeşitli dövizler de taşıdık. Rektörlüğün önünde yapılan basın açıklamasının ardından seçtiğimiz iki temsilci Beytepe Kampüsü’nden sorumlu Rektör Yardımcısı Hasan Bayhan’la görüştü. Bu sırada aşağıda kalan kitle de oturma eylemine başladı. Aşağıya inerek açıklama yapmak zorunda kalan Bayhan, yuhlanarak geri gönderildi. Rektörlüğün önünde yaklaşık bir buçuk saat yolu trafiğe keserek bekleyen öğrenciler sloganlarla tekrar yürüyüşe geçti. Yürüyüş boyunca da yol trafiğe açılmadı. Yemekhane önünde yapılan basın açıklamasıyla eylem bitirildi. n Hacettepe DPG


ha b e rle r

] 9

DPG

Muğla: “Durmak Yok!” Muğla’da 1 Mayıs bildirilerinin dağıtımı sırasında sivil polis bir DPG’liye müdahale etti, sonrasında gözaltına aldı. Kötü muameleye maruz kalan DPG’linin evi yine aynı gün gece yarısı 00:30 sularında basıldı, silahlarla ev araması yapan ve bu sırada evi harabeye çeviren polisler gece 02:00 sularında evden ayrıldı. Evde kalan 2 DPG’li karakola ifadeleri alınmak üzere götürülürken yoldan tesadüfen geçen ve gözaltına alınan bir DPG’li yol boyunca tehditlere maruz kaldı. Göz altına alınanlar 04:00 sularında, ifadeleri için karakola alınanlarsa 1 saat sonra serbest bırakıldı. Tüm bu saldırılara karşı 29 Nisan Cumartesi günü gerçekleşen 1 Mayıs pikniğine 61 kişi katıldı. Yemeklerin

İÜ’de yendiği, oyunların oynandığı, yazıların okunduğu, sohbetlerin edildiği piknik 1 Mayıs’ta alanlarda olma çağrısıyla bitirildi. 3 Mayıs Çarşamba günü ise Muğla Turgut Reis Lisesi’nde uzun zamandır sesleri çıkmayan faşistler sokak ortasında bir ÖB’liye saldırdılar. Bunun üzerine ertesi gün 6 ÖB’li bir araya gelip gereken cevabı verdikleri faşisti hastanelik etti. Bir sonraki gün okul çıkışına gelen faşistler, ÖB’lilere önce ülkücü olduklarını ve kimsenin onları dövemeyeceğini söyleyip sonra da küfretmeye başladı. Bir ÖB’linin cezalandırdığı faşist, ertesi gün babası ile okula gelerek ÖB’liden özür diledi. Muğla DPG

Düzce’de faşist tehditler Düzce’de 21 Mart’ta Teknik Eğitim Fakültesi önünde Newroz kutlaması yapmak için bir araya gelen 30 kadar öğrenci, faşistlerin müdahalesiyle karşılaştı. Etkinlik sonrası da bir okurumuz ülkü ocaklarından gelen, kendilerine reis diyen faşistler tarafından tehdit edildi. Sürekli taciz edilen okurumuza telefonda da bir hafta içerisinde şehri terk etmesi, aksi takdirde öldürüleceği, inanmıyorsa camdan dışarı bakması söylendi. Camdan dışarı bakan okurumuz bir kişi tarafından silah gösterilerek taciz edildi.

Konu ile ilgili olarak 21 Nisan Cuma günü saat 16:00′da Düzce İHD’de 40 kişinin katıldığı bir basın açıklaması yapılarak Düzce’de etkinliği örgütleyenlerin ve onların tüm çevrelerinin tehdit altında olduğu, olası durumların sorumlusunun ülkü ocakları ve yurtlardaki faşist öğrenciler olacağı belirtildi. Eğitim-Sen de dekanlığa ve rektörlüğe şikayet dilekçesi vereceğini belirterek saldırıların karşısında olduğunu ilan etti. Ayrıca konuyla ilgili 15 Nisan’da İstanbul İHD’de de bir basın açıklaması yapıldı.

Eskişehir’de eylem 15 Nisan Cumartesi günü Vardar İş Merkezi önünde bir araya gelen, bileşenlerini DPG, BDSP, DGH, EHP, ESP, Gençlik Federasyonu, Halkevi, Mücadele Birliği, SDP, SGD ve TKP’nin oluşturduğu kitle Adalar Migros’a doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş esnasında yürüyüşü izleyen kalabalığın içerisinden bir kişinin “Kahrolsun PKK!” diye bağırması kitle tarafından “Yaşasın Halkların Kardeşliği!” sloganıyla cevaplandı. “Faşizme Karşı Omuz Omuza” pankartının açıldığı ve Migros önünde yapılan basın açıklamasında son süreçte gerçekleşen faşist saldırılara, provokasyonlara ve linç girişimlerine dikkat çekilerek tüm bunlara karşı tek yumruk mücadele edileceği vurgulandı. Bu sırada sivil faşistlerin çevrede gruplar halinde toplandığı görüldü. Eskişehir DPG

faşistler cezalandırıldı Geçtiğimiz aylarda Tempo dergisine “Baltalarımızı gömdük ama yerlerini unutmadık” şeklinde demeçler veren üç faşist 12 Nisan Çarşamba günü öğle saatlerinde İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüs’ün bahçesinde bulunan Devrimci Gençlik okuruna sözlü tacizde bulunduktan sonra saldırdı. Bir araya gelen devrimci-demokrat öğrenciler faşistlere meydan dayağı atarak cezalandırdı. Ağır yaralanan faşistler kaçmak zorunda kaldılar. Öğleden sonra ise toplanan 30 kişilik faşist güruh tekbir getirerek Beyazıt civarında dolaştı ancak okula girmeye cesaret edemedi. Devrimci demokrat öğrenciler ise olası bir saldırıya karşı okuldan toplu çıkış yaptılar. Özelleştirme karşıtı mücadelenin ve 1 Mayıs öncesi çalışmaların hız kazanmasıyla faşistler son zamanlarda okulda bulunuyorlar, fakat devrimciler bu duruma müdahale konusunda eksik kalıyorlar, bu da moral bozukluğuna neden oluyordu. 24 Nisan Pazartesi günü bu havayı dağıtmak, 1 Mayıs öncesinde moral üstünlüğünü devrimcilerin tarafına çevirmek, saldırıların hesabını sormak, faşistleri okulda barındırmamak için Tarih 3. sınıf öğrencisi bir faşist öğle saatlerinde Edebiyat Fakültesi yemekhanesinde görülür görülmez DPG, Barikat ve Kaldıraç okurları tarafından cezalandırıldı. İÜ DPG

KTÜ: “Faşist saldırılar yanıtsız kalmayacak!” 7 Nisan gecesi saat 24:00 sıralarında kız yurdunda bulunan devrimci demokrat öğrenciler faşist bir grubun saldırısına uğradı. Aralarında DPG’lilerin de bulunduğu bir grup olaya müdahale edince yurda çağrılan jandarma, olay yerindekileri kampüs içerisinde bulunan karakola götürdü. Devrimci-demokrat öğrenciler hemen kampüs karakol komutanlığı önünde toplanmaya başladı. Saldırıya uğrayan arkadaşlar ifade verirken karakol komutanlığı önüne gelen faşistler bir yoldaşımıza laf atınca sert bir karşılık aldılar. Jandarma tarafından karakola indirilen yoldaşımıza karakol komutanının saldırması üzerine “anladıkları dilden” karşılık verildi. Gözaltına alınan yoldaşımız kısa bir süre sonra serbest bırakıldı. Trabzon DPG


DPG

10

[

h a b e rle r

Gazi Üniversitesi’nden antifaşist gençler:

“BİZ DE BURADAYIZ!” Son süreçte üniversite ve liselerde peş peşe yaşanan faşist saldırılar, devrimci ve demokrat öğrenciler, öğretim görevlileri üzerindeki artan baskılar bu kesimlerdeki patlama dinamiklerini de biriktirmeye başladı. Uzun saçlı olduğu, küpe taktığı, oruç tutmadığı için faşistler tarafından öldüresiye dövülen öğrenci ve öğretim görevlileri ile ün salan Gazi Üniversitesi’ndeki antifaşist öğrencilerin mail grupları üzerinden dolaşıma çıkardıkları faşizme karşı mücadele çağrısı, uzun saçlı olduğu için öğrencilerinden dayak yiyen öğretim görevlisinin diğer akademisyenlerle birlikte basın açıklaması yapması, biriken tepkinin dışavurumu olarak görülmelidir. Gazi Üniversitesi’nden antifaşist gençlerin gönderdiği çağrıyı yayınlıyoruz: Gazi Üniversitesi’nde faşist çeteler başta olmak üzere destekçileri olan faşist öğretim üyeleri, onların yanında daima saf tutan polis ve güvenlik görevlileri, onlara göz yuman ulusalcı-faşist yönetimden gördüğümüz baskı artık canımıza tak etmiştir. Arkadaşlarımız faşist çetelerce görüldükleri yerde vahşice dövülmekte, okul güvenliği bu duruma müdahale etmek bir yana faşistlere arkadaslarımız hakkında bilgi vermekte, faşist sözde öğretim görevlileri derslerde halkımıza kinlerini kusmakta, öğrencilere memleketlerine ve etnik kökenlerine göre muamele etmektedirler. Okulda birçok Kürt kardeşimiz faşizan baskılar nedeniyle kimliklerini inkar etmek du-

rumunda kalmışlardır. Kimliklerini korkusuzca belirten arkadaşlarımız da bir şekilde bu baskıcı faşist zincirin kurbanı olmaktadırlar. Bu duruma artık bir dur demenin zamanı gelmiştir. Faşist Türkiye’nin her kurumu olduğu gibi Gazi Üniversitesi de halkımızın alınteri sömürülerek kurulmuştur. Artık haklarımızı savunmanın zamanı gelmiştir. Gizlenmekle bir yere varmamız mümkün değildir. Gazi’deki sivil-faşist-idare işbirliğinin dağıtılması ancak bizlerin “Biz de buradayız” dememizle mümkündür. Bu bağlamda bütün Gazili antifaşist gençleri “Faşizme Karşı Omuz Omuza” diyerek mücadeleye çağırıyoruz. Gazi Üniversitesi Antifaşist Gençler

Mustafa Kemal Üniversitesi:

Dokuz Eylül Üniversitesi:

“Faşizme Geçit Vermeyeceğiz!”

“Faşizme Karşı Omuz Omuza!”

Mustafa Kemal Üniversitesi’nde sivil faşistler devrimci demokrat yurtsever kimlikleriyle bilinen öğrencileri takip ederek, aileleriyle ilgili bilgi aldıklarını söyledikleri öğrencileri de ayaklarını denk almazlarsa sonlarının kötü olacağı biçiminde tehdit ettiler. Ülkücü faşistler üniversite şenliklerinde semah ekibinin sahneye çıkmasını engelleyerek Arapça, Kürtçe türküler söyleyen grubu engellemek için tehditler savurdular.

2005 Newroz ile yükselen şoven hareket; sistemli gözaltılar, linç girişimleri, soruşturmalar ile devrimcidemokrat-yurtseverlere yönelik saldırılarını İzmir’de de sürdürüyor.

Buna karşı Demokrasi Platformu bileşenleri tarafından bir eylem örgütlendi. Eylem saat 12:30′da Sabancı Kız Öğrenci Yurdu’nun önünde başladı. Yurdun içinde bulunan faşistler ve jandarmaya dönük sloganlar atıldı. Eğitim Fakültesi öğrencilerinin gelmesiyle beraber “Faşizme Geçit Vermeyeceğiz” ortak pankartının arkasında kortejler halinde Tayfur Sökmen Kampüsü’ne doğru yürüyüşe geçildi. 120 kişilik kitle coşkulu bir şekilde “Faşizme Geçit Vermeyeceğiz”, “MKÜ Faşizme Mezar Olacak”, “YÖK, Polis Medya Bu Abluka Dağıtılacak”, YÖK Kalkacak Polis Gidecek Üniversiteler Bizimle Özgürleşecek”, “Biji Bıratıya Gelan” sloganlarını sık sık attı. Jandarma eyleme müdahalede bulunmadı. Okulun önünde yapılan basın açıklaması, tezgahlanan şovenist saldırılara karşı sessiz kalınmayacağı mesajıyla bitirildi. Hep beraber Gündoğdu Marşı söylendikten sonra eylemin başladığı yere yine aynı düzen ve sloganlarla dönüldü. KESK’in de içinde bulunduğu bir heyet, yurt yönetimiyle görüşmeye giderken kitle dağılmadı. Bu arada kitleyi yurt binasının içinden kameraya almaya çalışan faşistler, fotoğraflarının çekildiğini görünce perdenin arkasına saklandı. İçerdeki heyetin görüşmesi bitince kitle sloganlar ve alkışlarla eylemi bitirdi. n Antakya’dan DPG Okurları

11 Mayıs Perşembe günü faşist saldırıların teşhiri için Dokuz Eylül Üniversitesi’nde bildiri dağıtımı ve kuşlamalar yapıldı. Akşam ise Eğitim Fakültesi’nde gerçekleşecek olan Onur Akın konserine toplu şekilde, meşaleler eşliğinde katılım sağlandı. Fakülte içinde toplanan devrimci-yurtsever 200 öğrenci “Yaşasın Halkların Kardeşliği” pankartı ile konser alanına doğru “DEÜ Faşizme Mezar Olacak!”, “Faşizme Karşı Omuz Omuza!”, “İTÜ Faşizme Mezar Olacak!”, “İTÜ’nün Hesabını Soracağız!”, “Yaşasın Devrimci Dayanışma!”, “Amed Şemdinli Halkı Yalnzı Değildir!”, “Kürdistan Faşizme Mezar Olacak!” sloganlarıyla ilerledi. Bu sırada konser alanına hakim olan bir noktaya pankart asıldı. Konserin bitmesiyle sloganlar eşliğinde dağılındı. DEÜ’de faşizmin hedeflediği tabanı bulmasını engelleyeceğiz. Bunun için anladıkları dille konuşup eylemliliklere devam edeceğiz. n İzmir DPG


ha b e rle r

] 11

Nükleer karşıtı mitingdeydik

DPG

Sinop İnceburun‘a kurulması planlanan nükleer santral, 29 Nisan Cumartesi günü Nükleer Karşıtı Platform’un düzenlediği mitingle protesto edildi. Ankara, Trabzon ve Antalya DPG olarak bizler de mitingdeki yerimizi aldık. ”Kapitalizmin Ölüm Santrallerini Öldüreceğiz” yazılı DPG pankartımızı hazırladık. Alanda pankartımızın herkes tarafından görülebilmesi için bir ev sahibinden evinin balkonuna pankartımızı asmak için izin istedik ve astık. Yürüyüş güzergahı boyunca ”Paralı Eğitime ve Diplomalı İşsizliğe Karşı 1 Mayıs’ta

Dershanede mezun grupları içerisinde özel bir sınıf oluşturup yeterince test çözme ve zamanı daha iyi değerlendirme konularında farklılaşan bir eğitim verilmeye başlanması üzerine hemen tavır aldık ve dersane yönetiminden bu durum hakkında açıklama istedik. Onlardan yüksek-düşük puan ayrımının önemli olduğu gibi bir açıklama gelince özel sınıftan birçok arkadaşla irtibata geçerek kapitalist rekabete karşı tavır almalarını istedik, o sınıfta 3-5 kişi dışında kalan tüm öğrencilerin dersleri boykot etmesini sağladık. Sonrasında yönetim tarafından çağrılan bir arkadaşımız “Burada 1 Mayıs çalışması yapılı-

Çukurova Üniversitesi Öğrenci Şenliği

yormuş gidemezsiniz göndermeyiz sizi” gibi baskılara maruz kaldı. Dershanedeki çalışmalarımız faşistler tarafından kimi dönemlerde engellenmeye çalışılsa da gereken cevabı her defasında veriyoruz. Küfür ve tacizlere maruz kalan arkadaşlarımızla biraraya gelip duruma hemen müdahale ettik, oluşturduğumuz antifaşist birlikle aldığımız toplantıdan çıkan kararla ilk önce faşistleri bir daha böyle bir tavır göstermeleri halinde anladıkları dilden konuşacağımız yönünde uyardık. n Mersin DPG

Rektörlüğün düzenlemiş olduğu şenliğe alternatif olarak bu yıl dördüncüsü düzenlenen bahar şenliğine DPG standımız, pankartımız ve imza kampanyamızla biz de katıldık. Öğrencilerin değil de şirketlerin organize ettiği ve hızlı bir tüketim, popüler kültürün verdiği yozlaşmanın yaşandığı şenliğe karşı, alternatif bahar şenliğinde bilgi yarışması, satranç turnuvası, müzik grupları vs. yer aldı.

İTÜ’de TİKB-GK yazılamaları TİKB Genç Komünarlar tarafından elimize ulaştırılan bir email haberini yayınlıyoruz: “27 Nisan tarihinde İTÜ Maslak Kampüsü içerisine ‘’1 Mayıs’ta Alanlara / TİKB-GK’’ yazılamaları yapıldı. Ayrıca kampüsün bir çok yerine TİKB-GK imzası da atıldı. Kayıp verilmeden çekilindi. Yaşasın TİKB! Yaşasın Genç Komünarlar!”

Alanlara” yazılı DPG pullamaları ve yazılamaları yaptık. Ufuk Çizgisi ve DPG’lerimizle satışa çıktık. Sinop halkının ilk defa dergilerimizi görmesi ve 1 Mayıs öncesi farklı bir alanda çalışma yapmış olmamız bizim açımızdan mitingi daha bir anlamlı kıldı. 5000 kişinin katıldığı mitingde nükleer enerjinin insan sağlığı üzerine etkileri hakkında konuşmalar yapıldı. 30 kadar balıkçı teknesi de denize açılarak Nükleer Santral karşıtı pankart ve dövizlerle Sinop sahili boyunca dolaştı. n Ankara / Antalya / Trabzon DPG

Bursa’da 6 Mayıs günü saat 18:00′da Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’ın idam edilişlerinin yıldönümleri nedeniyle bir eylem gerçekleştirildi. “Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği” yazılı pankartın yanısıra Deniz Gezmiş posterinin açıldığı ve 175 kişinin katıldığı eylem, Setbaşı Köprüsü’nden yol kesilerek Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu önüne yürüyüşle başladı. Yürüyüş

Dershanede özel sınıf uygulamasına son!

Öğrenci geçliğin sorun ve talepleri geri planda kalırken içeriği zayıf olan bir etkinlik oldu. Devrimci çevrelerin de standlarıyla katıldığı etkinlikte 300-350 kişi vardı. Önceki yıllara göre coşku ve motivasyon eksikliği gözlendi. Öğrencilerin ihtiyaç ve talepleri, kendini ifade etmeleri konusunda oldukça eksik olan şenlik, karnaval havasında geçti. n Adana DPG

sırasında sloganlar atılarak Gündoğdu Marşı okundu. Denizler’in uğrunda ölüme yürüdükleri mücadelenin bugün de çok yakıcı olduğu ve emperyalizme karşı Deniz olunması gerektiği vurgulandı. DPG eyleme “Anadilim Türkçe, Anadilim Kürtçe Uluslar Eşittir Halklar Kardeştir”, “Yaşasın Devrim, Yaşasın Sosyalizm” dövizleriyle katıldı. n Bursa DPG

Bursa’da Denizler için anma yapıldı


DPG

12

[

h a b e rle r

Geleneksel İTÜ Şenliklerinde

FAŞİST PROVOKASYON Gençlik hareketindeki tıkanma, politikasızlık ve kitlelerden kopuş sonucunda devrimci faaliyetin siyasetler arası bir “oynaş güreş” alanına dönüştüğü bir zamanda kitlesel ve militan bir mücadeleyle bedeller ödenerek kazanılmış bir mevzi olan Geleneksel İTÜ Şenlikleri, bazı siyasetlerin kendi aralarındaki sürtüşme ve problemleri nedeniyle ikiye bölündü. Ayrışmanın gerekçesi ajitasyon/propaganda serbestliği ilkesinin olmaması gerektiği üzerine düğümlendi. DPG olarak biz söz konusu serbestlik ilkesini savunduk. Ama bölünmenin olmaması için de yeri geldiğinde ilkeli bir esneklik içinde olduk. Şenlik programının zayıf olması, yerel dinamiklerin ele alınmayıp kitle ayağının boş bırakılması, öncesinde duyurusunun ve çalışmasının neredeyse yapılmamış oluşu, şenliğe katılımı beklenmeyecek düzeyde etkiledi. Ancak altını çizmekte yarar var ki, şenliğe katılımı etkileyen faktörler sadece bunlarla sınırlı değil. Asıl olarak şenliğin niteliği, özü, içeriği, önemi bir kenarda bırakılarak sadece biçimsel tartışmaların yürütülmesi, şenliğin giderek içinin boşalmasına ve devrimcilerin o alanda kendileriyle başbaşa kalmalarına neden oldu. Bununla beraber örgütsüz öğrencilerin, İTÜ’deki kol ve kulüplerin, bazı gençlik örgütlerinin, bizim tüm ısrar-çabamıza rağmen organizasyona alınmaması sorunun diğer bir kaynağıydı. DPG, İTÜ şenlikleri boyunca bazı siyasetlerce sürekli dışlanmaya çalışıldı. Ne var ki biz alanı halkçı, liberal reformistlere terk etmeyeceğimizi daha başından söyledik ve orada olduk. Aynı tarihlerde aynı alanda birer gün arayla başlayan iki ayrı “şenlik” yapılması dağıtıcı oldu. Şenlik öncesinde ve süresince faşistler internet üzerinden çeşitli forum siteleri aracılığıyla şenliğe dair anti-propaganda yapmaya başladılar. Şenliğin açılış günü olan 3 Mayıs’ın Türkçülük gününe denk gelmesi nedeniyle alana gelip İstiklal Marşı okuyacakları duyumu kulağımıza gelenler arasındaydı. Ancak böylesi faşist bir kıpırdanmanın zeminini tam

oturtamadıklarından alanda devrimcilerle karşılaşmaya cesaret edemediler. Faşistler “PKK İTÜ’yü basacak, bayrak yakacaklar” yalanlarıyla dışardan okula girenlerin ve daha çok da sivil polislerin verdiği destek ile İTÜ’de provokasyon yaratmaya giriştiler. İTÜ’lü bazı öğrencileri yalanlarına inandırarak şenliğe saldırtmaya çalıştılar ve bayrak yürüyüşünü düzenlediler. Son süreçte mayalandırılmaya çalışılan şovenist histerinin ve linç kültürünün de etkisini arkasına alan faşistlerin İTÜ içinde taban bulmaya çalışması, kuşkusuz ki devrimci çalışmada bırakılan boşluklardan kaynaklanıyor. Ancak

yapılmak istenenin Kürt düşmanlığını körüklemek olduğu, halkların kardeşliği mücadelesini yükseltmenin gerektiği, yürüyüşün faşistlerin organizasyonu olduğu ve provokasyona gelinmemesi gerektiği üzerine bir bildiri devrimciler tarafından toplu halde bir şekilde dağıtıldı. İnşaat fakültesinde bildirileri yırtan öğrencilerle yaşanan gerginlik, reformistlerin devrimcilere müdahalesinin ardından ikili bir durum oluşması sebebiyle öğrencilerin fiili saldırısına dönüştü. Devrimciler, fakültedeki öğrenciler ve reformistler tarafından fakülteden çıkarıldı. Ardından yapılmak istenen yürüyüş öncesinde saat 12:00

Kışkırtılan ışkırtılan şovenist histeri ve linç kültürü, orta ve üst burjuva çocuklarının ağırlıklı olarak gittiği elit üniversitelerde dahi etkisini gösterebilmektedir. Bunda eğitim sistemi ve aileden gelen gericilik birikimi olduğu kadar devrimcilerin kitlelerle bağ kuruşundaki zayıflık da belirleyicidir bir nedeni de bazı siyasetlerin uyguladıkları yanlış eylem biçimlerinden kaynaklanıyor. Bu açıdan söz konusu yanlış eylemler, son süreçte faşistlerin de ekmeğine yağ sürmüştür. “...Her eylemin biçimi, zamanlaması ve seçilen hedefleri çok önemlidir. Mücadele eden sınıf ya da halkın yalnızlığını büyüten değil, haklılığını yansıtan tarzda olmalıdır. Eğer bir eylemin biçimi, yeri, zamanlaması, düşmanını güçlendirip ona meşruiyet zemini yaratıyorsa, eylemi yapanlar özünde ne kadar haklı olurlarsa olsunlar, davalarına zarar verir duruma düşmekten kurtulamazlar...” (Ufuk Çizgisi, sayı:36 Amed Serhıldanı ve sonrası) Bu gelişmeler üzerine 8 Mayıs’ta biten şenliğin DPG’nin de içerisinde bulunduğu katılımcıları olası herhangi bir resmi-sivil faşist saldırıya karşı birlikte kazanılmış olan mevziyi savunmak için bir gece daha konakladılar. Yürüyüşün yapılacağı 9 Mayıs sabahı fakültelerde,

civarında yemekhane de tekrar bildiri dağıtımı yapıldı. Burada da faşistlerle ve yürüyüşe katılacaklarla kısa süreli bir gerginlik yaşandı. Saat 13:00’da yemekhanenin önünde toplanan öğrenciler “Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez”, “Kahrolsun PKK, İTÜ’de PKK İstemiyoruz” gibi sloganlarla, 10.Yıl ve İstiklal marşlarıyla rektörlüğe doğru yürüyüşe geçtiler. Yürüyüşü bitirdikten sonra toplandıkları yere gelen öğrencilerin büyük bir kısmı (özellikle de provokasyona alet olan öğrenciler) ayrılırken, yoğunluğunu faşistlerin oluşturduğu bir grup şenlik alanının önünde birikti. İstiklal marşı okuyan ve polise bizlerin şenlik alanından dışarı çıkarılmasını istediklerini söyleyen aralarında İstanbul Üniversitesi Bahçeköy ve Beyazıt fakültelerinin faşistlerinin (ve tabi sivil polislerinin) olduğu güruh; “Ya allah bismillah allahuekber” diye slogan atmaya başlayınca kitle içinden bir grup daha ayrıldı. Bu olaylar esnasında okula girmeye


ha b e r- y o ru m

] 13

çalışan ve ÖGB’nin okula almadığı iki YÖGEH’liye faşistler tarafından saldırıldı. Olaylar sürerken siyasetler ile yapılan tartışmalarda saat 16:30′a kadar okulda beklenilmesi görüşü hakimdi. Fakat YÖGEH beklemek yerine “can güvenlikleri olmadığı” gerekçesiyle çevik kuvvet otobüsü ile “güvenli bir biçimde” çıkmayı istedi ve çıktı. Otobüse binmeyi reddeden devrimcilere polisin verdiği yanıt “Arkadaşlarınız bize güvendi siz niye güvenmiyorsunuz?” oldu. Çevik kuvvet otobüsü ile okuldan çıkan yurtseverlere Mecidiyeköy metro girişinde faşistler bir kez daha saldırdı, iki kişi daha satırla yaralandı. 2005 Newroz’undan itibaren daha yoğun olarak kışkırtılan şovenist histeri

DPG ve linç kültürü, bugün ağırlıklı olarak orta ve üst sınıf burjuva çocuklarının gittiği elit üniversitelerde dahi etkisini gösterebilmektedir. Bunda eğitim sistemi ve aileden gelen gericilik birikimi etkili olduğu kadar, devrimcilerin kitlelerle bağ kuruşundaki zayıflık ve politikaların taşınmasındaki atıllık belirleyicidir. Toplumsal olarak patlama dinamiklerinin arttığı oranda sistemin, devrimciler ile geniş yığınlar arasındaki zayıf bağları sivil-resmi faşistler, medya vb. her türlü aracıyla söküp atmaya çalışması olağandır. Özellikle Kürt halkına karşı tekrar devreye sokulan kirli savaş konsepti çerçevesinde saldırılar; Kürdistan’da çocuk-kadın gözetmeksizin katletmelere, metropollerde ise “bölücülere karşı ayaklanmış

haklı halk tepkileri” olarak lanse edilen sivil faşist kudurganlığa dönüşmektedir. Yoğunlaşan neo-liberal saldırılar kapsamında işçi sınıfının ve dolayısıyla gençlik hareketinin kazanılmış hakları bir bir gasp edilmeye çalışılırken gençlik içerisinde (henüz tam anlamıyla harekete geçmemiş olsa da) özellikle paralı eğitime ve diplomalı işsizliğe karşı mayalanan bu zemini doğru politikalar ve araçlarla bütünden bir sistem karşıtlığına çevirebilmenin olanakları bugün daha güçlüdür. İTÜ’de yaşananlar birçok yönüyle zengin dersler içeriyor. Süreci daha içerden kavrayabilmek için doğru derslerle ilerden konumlanmamız gerekiyor. n İstanbul DPG

İÜ’de Özelleştirmelere Karşı Mücadeleye İşçi ve emekçilere dayatılan sosyal yıkım ve beraberinde özelleştirme saldırısı tüm kamusal alanlara olduğu gibi üniversitelere de sıçramıştı. En temel haklarımızdan biri olan beslenme de tekellerin kar aracı haline getirilmek, temizlik ve hizmet alanları parça parça satılan İstanbul Üniversitesi’nde günde ortalama 15000 kişinin yararlandığı yemekhanelerin de özelleştirmek istenmesine karşı etkilenecek olan tüm bileşenler ile bir eylem birlikteliliği oluşturuldu. SES Aksaray Şubesi, Tez-Koop-İş Sendikası, Eğitim-Sen Üniversiteler Şubesi ve İstanbul Üniversitesi öğrencileri tarafından oluşturulan bu birliktelik 19/21 Nisan tarihleri arasında referandum, 26 Nisan’dan ihalenin yapılacağı 3 Mayıs’a kadar yemekhane boykotu örgütledi. Referanduma katılan 4411 kişiden sadece 85’i özelleştirmeyi onayladı, boykot sürecinde de yaklaşık %90’lık bir katılım sağlandı. Tüm bu sonuçlara rağmen yemekhane sürecinde zayıf kalındığını görmek gerekiyor. Bunun nedenlerinden birincisi ve en önemlisi kitleleri de çalışmanın öznesi konumuna getirecek bir bakış açısına olan uzaklıktı. Bu uzaklıktan kaynaklı olarak daha geniş kitleleri içine alabilecek bir toplanma noktası oluşturulamadı. DPG olarak geniş kitlelerin içinde yer alabileceği ve demokratik bir işleyiş mekanizması çerçevesinde hareket edecek bir kitle platformu önerimiz bazı siyasetler tarafından ısrarla reddedildi, ortaklaşılabilenlerde ise dar grupçu kaygılar ön plana çıktı. Gençlik örgütlenmelerindeki bu isteksizlik elbette sadece “tembellik” ile açıklanamaz. Toplantılardaki “yapamayız”, “edemeyiz” tavrını, kendisini doğuran saldırıyı durdurabilme ve kazanım elde edebilmeye olan inançsızlık, iddiadaki zayıflık besliyordu. Sürecin şimdilik zayıf ve bürokrasinin sınırlarına takılmış da olsa önemli bir boyutu da işçi, sağlık ve eğitim emekçileriyle yürütülen ortak mücadeledir.

Özelleştirme gibi kapsamlı saldırılar geniş yığın hareketlerinin önünü açabilecekken kitlelerin kendisini içerisinde var edebileceği, kendi talepleri için mücadele edebileceği bir araçtan yoksun olması süreci tıkamakta, dar bir çevreyle sınırlamaktadır. Bu ve bundan sonra da artacak olan saldırılar, ancak işçi ve emekçilerle birlikte birleşik, kitlesel, militan bir duruşla göğüslenebilir. 15000 kişinin yemek yediği yemekhanelerin özelleştirilmesine karşı yapılan eylemler yer yer cılız katılımlı geçse de, 300 kişinin katıldığı eylemler de örgütlenebildi. Biz bu süreçte geniş kitleleri bir araya toplayabilecek, ortak bir mücadele ekseni doğrultusunda kitle inisiyatifini açığa çıkartabilecek tarzda konumlandık ve bundan sonra da aynı şekilde konumlanacağız. Yapılan ortak çalışmaların dışında kendi bağımsız çalışmalarımıza hız kazandırarak yol alıyoruz. Özellikle de kampanya çalışmalarımız doğrultusunda ve öğrenci sendikasını daha geniş kitelelere duyurabilmek açısından özelleştirme sürecinde daha etkin bir tarzda konumlanıyoruz. Üniversite çalışanı emekçilerle iletişimin önemini aklımızdan asla çıkarmadan, onlarla sendikaların dışında da bağımsız bir ilişki ağı geliştirmeye odaklandık ve bunda da oldukça yol aldık. İÜ’deki özelleştirme sürecinde de bir kez daha ortaya çıkmıştır ki, öğrenci sendikasına olan ihtiyaç hayatidir. En geniş öğrenci kesiminin temsiliyetini kazanmış, her türlü gündemde söyleyecek sözü, atacak taşı olan öğrenci sendikası kurulduğunda göreceğiz yaşamlarımızı satılığa çıkaranları! n İÜ DPG


14

[

m esle k

TÖK

GENEL YÜRÜTME KURULU

15 Nisan, GSS karşıtı yürüyüş TÖK (Tıp Öğrencileri Kolu); tıp öğrencilerinin kendi sorunlarını ve ülke sorunlarını tartışarak çözümler üretip yaşama geçirebilmeleri ve hekimlerin meslek örgütü olan TTB ile henüz öğrenciyken tanışabilmeleri amacıyla kurulmuştur. TÖK, özellikle ‘95-’96′larda sınıf ve kitle hareketinin gelişim seyri ve devrimci hareketin o dönemdeki etkisiyle tıp öğrencileri içerisinde oldukça etkindir. ‘96′da kendi içerisinde bir ayrışma yaşamış, TÖK ve TurkMsic olarak ikiye bölünmüştür. TurkMsic öğrencilerin içerisine düştüğü geleceksizlik ve umutsuzluğu sisteme yedekleyebilmek amacıyla emperyalist kapitalist sistemin tıp fakültesi öğrencilerine umut olarak vaadettiği saldırıların yürütücüsü oldu. 2003-2004′te TÖK’ü sözde toparlamak ve devrimcilerin yarattığı mevzileri ve kurum üzerindeki devrimci dinamiği ortadan kaldırmak için çoğunluğu liberal reformist birçok çevre biraraya geldiler. ‘96′lardan bu yana sınıf hareketindeki ve devrimci hareketteki dibe vurma TÖK’ün bugün işlevini tam olarak yerine getirememesinde belirleyicidir. Devrimci hareketteki dibe vurmanın temel belirleyenlerinden olan emperyalist-kapitalist sistemdeki değişimi görememe ve buna yönelik politika üretememe TÖK’te de etkilerini göstermiştir. Eğitimin yeniden yapılandırılmasıyla öğrenci gençliğin yapısal özellikleri de değişmekte, 90′ların başındaki yarı-aydın küçük burjuva kimliğinden uzaklaşmaktadır. Bugün öğrenci gençlik eğitimini devam ettirebilmek için part-time, full-

TOPLANTISI YAPILDI

time işlerde, okulda “burs” karşılığı çalışmaktadır. Aynı zamanda staj adı altında birçok fakültede öğrenci emeği sömürülmektedir. Öğrenci gençlik artı-değer üretimine her geçen gün artarak katılmaktadır. Tıp fakültesi de dahil olmak üzere hemen hemen hiçbir fakülte öğrencisi okulu bitirdikten sonra iş bulma garantisine sahip değil. İş bulunsa bile asgari ücretin de altında ve iş güvencesinden yoksun olarak çalışılmak zorundadır. Öğrenci gençlikle işçi sınıfının ihtiyaç ve talepleri birçok noktada kesişmektedir. Öğrencilerin proleterleşmesi durumu söz konusudur ama bu henüz tamamlanmadığından kafa karışıklığı yaratmaktadır. Bu karmaşayı çözümleyip çıkış yolunu gösterecek politikaları üretmek, önderlik etmenin şartıdır. 22 Nisan 2006′da Ankara’da yapılan TÖK-Genel Yürütme Kurulu toplantısına TÖK için çıkış yolunu gösteren “Parasız Tıp Eğitimi İstiyoruz, Staj Sömürüsüne Son!” kampanyası önerimizle katıldık. Bugün TÖK’ün içerisine çöreklenmiş liberal reformistler kampanyamız dışında toplantıya TÖK’ü işlevlendirecek, tıp fakültesi öğrencilerinin sorunlarına cevap olabilecek herhangi hiçbir öneri getirmemişlerdir. TÖK’ü yeniden işlevlendirmek amacıyla ürettiğimiz politikamızı aşağıdaki şekliyle toplantıya sunduk: “TÖK tıp öğrencilerinin kendi sorunlarını ve ülke sorunlarını tartışarak çözümler üretip yaşama geçirebilmeleri ve hekimlerin meslek örgütü olan TTB ile henüz öğrenciyken ta-

nışabilmeleri amacıyla kurulmuştur. TÖK merkezi bir örgüttür ama bugün bu işlevini yerine getirememektedir. Çünkü merkezi bir politika ve çalışması son bir senedir yoktur. Ve bunun bir sonucu olarak TÖK bugün tarihinin en kötü sürecini yaşamaktadır. Elbette ki bunun tek nedeni merkezi politikaların yokluğu ve çalışmaların olmaması değildir. Bugün tıp öğrencilerinin yakıcı sorunlarına cevap veremeyen hiçbir merkezi politika TÖK’ü işlevlendiremez. Peki nedir bugün tıp öğrencilerinin en yakıcı sorunları? Tıp fakülteleri bulundukları üniversitelerdeki “en pahalı” fakültelerdendir. Harç paraları, ders kitapları, araç-gereçleri, TUS için gidilen dershanelerin paraları ile paralı eğitim sorununun ve saldırısının en yakıcı yaşandığı fakültelerdir. Bu sorun tıp fakültelerinde 1. sınıftan son sınıfa kadar öğrencilerin büyük bir kesimini rahatsız etmektedir. Tıp öğrencilerinin bir diğer sorunu ise; 4, 5, 6. sınıflarda yapılan stajlarda yaşananlardır. Stajlarda tıp öğrencileri aldıkları eğitimi pratiğe geçirmeleri gerekirken angarya işlere koşulmaktadırlar. Bir hasta bakıcı ya da hemşirenin yapması gereken işler öğrencilere hiçbir ücret ve sosyal hak verilmeden yaptırılmaktadır. Ücretsiz, köle gibi çalıştırılan, tıp öğrencisinin emeği sömürülmektedir. Stajlar tıp öğrencisinin mesleki gelişimine hiçbir katkı sağlamamaktadır. Ve birçok tıp öğrencisi bitmek bilmeyen nöbet ve angarya işlerden dolayı asosyalleşmekte, gelişimine ve ihtiyaçlarına ayıracak zaman bulamamaktadır. Bu sorun tüm tıp öğrencilerini kapsamaktadır.


mesle k

] 15

Bu her iki sorun etrafında tıp öğrencilerini bir araya getirmek mümkündür. “Parasız Tıp Eğitimi İstiyoruz, Staj Sömürüsüne Son” adında bir imza kampanyasının örgütlenmesi öğrencilerin bir araya gelip ortak sorunlarını çözme noktasında harekete geçmeleri sağlanabilir. Kampanya çalışması; sadece TÖK’lülerin yürüttüğü bir çalışma olmadığı, talepler etrafında eylemler yapıldığı, birçok öğrenci tarafından sahiplenildiği, ufak da olsa somut kazanımlar sağlanıldığı takdirde başarıya ulaşmış sayılır. Örneğin; paralı eğitim uygulamalarından olan, bizim aldığımız önlük, kitap, eldiven, steteskop gibi ihtiyaçlarımızın üniversite tarafından sağlanması için eylemler yapılmalıdır. Bu gereçlerin üniversite yönetimleri tarafından karşılanması gerektiğine dair taleplerde bulunulmalıdır. Ya da staj yapan öğrencilerin ücret ve sosyal haklarını almak için iş bırakmaları; onlar iş bırakırken 1, 2, 3. sınıfların dersleri boykot etmesi sağlanabilir. Bu tür zorlayıcı ve sonuç alıcı eylemler yapılmadığı sürece sorunları tekrarlayıp durmak bizi hiçbir yere götürmez. TÖK’ün çalışmalarını tıp fakültelerinde öğrencilerin yaşadığı sorunlarla sınırlamamak gerekir. TÖK’ün tıp öğrencilerini, hekimlik mesleğinin ve toplumun büyük bir kesimini oluşturan işçi ve emekçilerin bugün yaşadığı ve gelecekte yaşaması muhtemel sorunlarıyla ilgili bilinçlendirmesi gerekir. Aile hekimliği ve GSS gibi hem hekimlere hem de işçi ve emekçilerin sağlığına darbe indiren neoliberal saldırı yasalarıyla ilgili TÖK’ün söyleyecek sözü, örgütleyecek eylemi olmalıdır. Bu uygulamalardan GSS ile ilgili hazırladığımız broşürün öğrencilere dağıtılması, TTB ile veya ondan bağımsız panel ve eylemlerin örgütlenmesi etkili olacaktır. Tıp öğrencileri kendilerinin ve toplumun geleceğine sahip çıkmalıdır! Bu çalışmalar ve hedefler TÖK için önümüzdeki 1 yıl içinde yapılacak çalışmaların ana eksenini oluşturmalıdır. Bunlar dışında TÖK; insanı ilgilendiren herşeyin onları da ilgilendirdiği geleceğin hekimlerinin ‘insan’ın sosyal, ekonomik, fiziksel gelişimini olumsuz yönde etkileyen

her türlü uygulamaya yönelik çalışmalar yapmalıdır.” Kampanya önerimizle ilgili içeriğine, amaçlarına bakılmadan, üzerine düşünülmeden bunların yapılamayacağı üzerinden eleştiriler geldi. Eleştiri; intörnlerle ilgili bir çalışma yapılacaksa, ilk elde muhataplarımızdan intörnlüğün tanımını yapmalarını istememiz ve o tanıma göre çalışmalar yapmamız gerektiği, bu yüzden böyle bir kampanyayı yapamayacağımız şeklindeydi. Bu eleştiride söylenen yolu izlersek; intörnler fiiliyatta ücretsiz köle olarak çalışırken olur da ‘İntörnler öğrencidir.’ gibi bir tanımlama yapılırsa ona göre çalışma yapacağız. Yani “İntörnlerin sömürülmesini görmezden geleceğiz” denilmektedir. “4, 5, 6. sınıfların sorunları aynı değil, her yerelde farklılıklar gösteriyor. O yüzden bu kampanya yapılamaz.” minvalinde başka bir eleştiri daha yapıldı. Eleştiriye cevabımız; bir kampanyanın alt talepleri oluşturulurken yerellerin ve sınıfların özgüllüklerinin göz önünde tutulması gerektiği ve bunun kampanyanın yürütülmesini zorlaştırmayacağı, tam tersine kolaylaştıracağı yönünde oldu. “Staj sorunu birçok bölümde var. Bu kampanyayı yaparsak staj sorunu olan her bölümle ilgilenmek gerekir. Sorun büyük, çözemeyiz.” denildi. Bu, açık bir kaçışın itirafıydı. Bir başka eleştiri ise kampanyada herşeyin yeterince açık ve anlaşılır olmadığıydı. Liberal reformistler kampanyayı kabul edene kadar “elli dereden su getirmeye çalıştılar ve elli takla” attılar. Toplantıya katılan daha diri güçlerce yapılan tek olumlu değerlendirme merkezi bir politikanın ve çalışmanın gerekliliğiydi. Sonuç olarak kampanyamızın 20 Mayıs’ta yapılacak olan MYK toplantısında tekrar görüşülmesi kararı alındı. TÖK’ü reformist siyasetlerin politikasızlıklarından kurtaracak, kampanyamızla tıp fakültesi öğrencilerinin sorunlarına sahip çıkacağız. Çözümler üreterek, yaşamlarımızın öznesi olacağımız mücadeleyi birlikte örgütleyeceğiz!

Uludağ, Eskişehir ve Edirne’den DPG’li Tıp Öğrencileri

TOPLANTIDAN... 22 Nisan 2006′da TÖK-Genel Yürütme Kurulu toplantısına Dr. Orhan Odabaşı, Hacettepe TÖK, Eskişehir TÖK, Gaziantep TÖK, Gazi TÖK, Trakya TÖK, Ege TÖK, Uludağ TÖK-Girişimi, KTÜ TÖK ve Kırıkkale Tıp Fakültesi’nden bir öğrenci katıldı. Dr. Orhan Odabaşı’nın GSS, Aile hekimliği ve TTB’nin seçimleri ile ilgili yaptığı konuşmanın ardından aramızdan ayrılmasıyla toplantıya başlandı. Genel hava umutsuzluk, beklentisizlik doluydu; öyle ki MYK divanlık görevini yerine getirmek istemedi. Divanda gönüllü olarak Uludağ TÖKGirişimi ve Eskişehir TÖK‘ten birer kişi yer aldı. Toplantıya hiçbir şey çıkmayacağını düşünerek birçok TÖK katılmamıştı. Toplantıya KTÜ TÖK’ten iki faşist katılmıştı. TÖK’ler bulundukları yerellerdeki Tabip Odaları’na bağlı kuruluyorlar. Bu nedenle Tabip Odası yönetiminin siyasi görüşüne göre TÖK kurulabiliyor. Odaların faşist yönetimleri bu fırsatı çok iyi değerlendiriyorlar. Toplantılarda faşistlere neredeyse hiç söz hakkı verilmeyerek toplantıdan soyutlandılar. Geniş kitleleri mücadeleye sevk edecek politikaları üreterek yerellerdeki çalışmaları güçlendirmeli, faşistlerin TÖK’te yer almasının önünü kesmeliyiz. Toplantının gündemleri ise şunlardı: - Her yerelin yaptığı çalışmaları aktarması ve bunların değerlendirilmesi - Önümüzdeki süreç için çalışma önerileri - İntörn sorunları ve Kocaeli TÖK’ün bu konuyla ilgili yaptığı çalışmaların değerlendirilmesi (Kocaeli TÖK katılmadığından istenen düzeyde bir değerlendirme yapılamadı.) - Yaz okulu


DPG

16

[

m e sle k

YETKİN MÜHENDİSLİĞE KARŞI

MÜCADELEYE!

“21. yüzyılda hızla gelişen yeni üretim sistemleri ve teknolojileri üretim içindeki bileşenleri de yapısal değişikliklere uğratıyor. Bu, işçi sınıfının kapsam ve bileşiminde değişimler yaratırken, mühendisler vb. meslek gruplarının üretim süreçlerinde aldıkları rollerin sınırlanması, yönetsel karar verici konumlarını giderek yitirmeleri, görece iyi ücretlerin aşağıya çekilmesi ile toplumsal konumlarına yansıyor. Önceleri sınıfsal konumları itibariyle ara bir katman olarak toplumsal yaşamda yer alan mühendisler, bu değişimler sonucu işçileşme yönünde bir süreç yaşamaktadır.” Mart 2006’da Söz Alınterinin Kurultayı‘nda mühendisler sundukları tebliğde böyle açıklıyorlardı mühendisliğin toplumsal ve sınıfsal değişimini. Toplumun her katmanına yansıyan neoliberal eksenli hak gaspları, sonunda bir zamanların “mühendis”ini de vurdu/vuruyor. “Yetkin mühendislik” tasarısı yeni bir olgu değil. Yıllardır mühendislik fakültelerindeki akademik çevrelerce farklı şekillerde ifade edilen ve TMMOB ile ona üye odaların düzenlediği kurultay, sempozyum ve diğer çalışmalarda hayata geçirilmesi gerektiği ifade edilen bu tasarı; özellikle çeşitli kurum, kuruluş ve akademik çevrelerce ‘99 Kocaeli depreminden sonraki süreçlerde konu edilmiş ve sermayenin son yıllardaki yönelimiyle can attığı yeni bir artıdeğer kapısı haline getirilmeye çalışılmıştır. Neoliberal saldırı konsepti ücretleri hızla aşağıya çekmekte ve toplumsal statü sahibi mesleklerin de eski konumunu sarsmaktadır. Saldırıların sivri ucu gençliğe yönelmektedir. Yetkin Mühendislik saldırısı, mühendislik öğrencilerinin geleceğine yapılan bir saldırıdır.

TMMOB önceki sayımızda da koyduğumuz gibi bu tasarıya destek vermektedir. 2003 yılı Nisan ayında yapılan Mühendislik-Mimarlık Kurultayı’nda bu niyet şöyle açıklanmıştır: “TMMOB her meslek grubunun kendi ihtiyaçlarına ve şartlarına bağlı olarak kaliteli ve güvenilir hizmet ve üretim sürecinde düzenlemelere gitmesini teşvik eder. Meslek odalarının bu konudaki çalışmalarının koordinasyonunu

söylediği “Belgelendirilmiş Mühendislik” artık lisans eğitimi içinde çözülmesi gereken bir sorun olarak ifade edilmiyor. İMO (İnşaat Mühendisleri Odası) bu yasanın önde gelen savunucusudur. Hatta “Yetkin İnşaat Mühendisliği” sınav tarihlerini bile belirlemiş ancak bu sınava dayanak olan yönetmeliğin yürütmesi durdurulmuş ve İMO da alttan ve üstten gelen tepkilerden dolayı yönetmelik ve “Yetkin Mühendislik”

“Yetkin Mühendislik” yasası, eğitimin paralı hale gelmesini katmerlendirecek ve kitle üniversitelerinden mezun mühendis ve mimarların, “uzmanlık” sınavlarında başarı oranları düşük olacağı için diplomalı işsizliği ivmelendirecektir sağlar. TMMOB “Yetkin Mühendislik” konusunu bu tür çabaların olumlu bir sonucu olarak değerlendirir. Bu uygulamaya ihtiyaç duyan Meslek Odalarının koordinasyonunu düzenleyerek çerçeve yönetmeliğin oluşturulmasını gerçekleştirir. ” Her ne kadar aynı kurultayda sorunu kaynağında çözmekten bahsedilmiş ve mühendislik/mimarlık fakültelerindeki ders müfredatlarının belirlenmesi sürecine katılımdan bahsedilmiş ise de bugünlerde gerek TMMOB başkanı Mehmet Soğancı’nın açıklamaları, gerekse de bazı odaların yaklaşımı, sorunun artık (öteden beri) burjuvazinin ihtiyaçlarından algılandığını göstermektedir. Soğancı yaptığı açıklamada üniversitelerdeki eğitim düzeyleri ve fiziki şartlar arasındaki farklar üzerinden açıkladığı ve gerekli olduğunu

tartışmalarını yeniden değerlendireceğini ifade etmiş ve en yakın zamanda sınavın yapılmasına çalışacaklarına değinmeyi ihmal etmemiştir. Hazırladığı “25 Soruda Yetkin Mühendislik” adlı broşürde gayri ciddi ve rasyonel olmayan ifadelerle bu tasarıya destek vermektedir. Ayrıca MMO, MİEM (Meslek İçi Eğitim Merkezi) de çeşitli dallarda mühendis yetkilendirme kursları vermektedir. Her ne kadar verilen kurslar, lisans eğitiminde kapsam dışında olan ya da eğitim sisteminin yetersizliğinden ve çarpıklığından yeterince üzerinde durulmayan konulardan da olsa, 160 YTL’yi bulan ücretleri ile her mühendisin ulaşabileceği eğitimler değillerdir. En önemlisi bu uygulamayla odada paralı eğitimin temelleri atılmaya çalışılmaktadır. “Maliyetine eğitim”,


mesle k

] 17

DPG

Önceleri sınıfsal konumları itibariyle ara bir katman olarak toplumsal yaşamda yer alan mühendisler, bu değişimler sonucu işçileşme yönünde bir süreç yaşamaktadır

paralı eğitimi açıklamakta kullanılan bir bahanedir. Bu açıdan bakıldığında MMO’nın, burjuvazinin düşü olan “Yetkin Mühendislik” tasarısına karşı topyekûn mücadelede ön saflarda yer almayacağı açıktır. Söz konusu eğitimlerle önemli karlar sağlanacaktır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki odalar “Yetkin Mühendislik” konusundaki fikirleri ile heterojen bir yapı oluşturmaktadırlar. Her ne kadar bazı odalar bu tasarının açık veya gizli destekçisi olsalar da, bazı odalar ve odaların bazı bileşenleri tasarıya kaşı durmaktadırlar. TMMOB’a bu aşamada cepheden bir karşı duruş yerine, heterojen yapısını göz önüne alarak bu tasarının destekçilerinin amaçları üzerinden tartışma zeminleri oluşturmak doğru bir yaklaşım olacaktır. Türkiye burjuvazisinin bu tasarıya verdiği desteğin amacı nedir, bu sorgulanmalıdır.

Burjuvazinin saldırı klasiği: tek yasayla birden çok hak gaspı! “Yetkin Mühendislik” tasarısı ile ayrıca mühendislerin ve mimarların ör-

gütlenmesi önünde önemli bir engel oluşturulacaktır. İşçi sınıfı içinde yaratılan rekabet nasıl ki işçi sınıfının öfke odağını saptırıyorsa benzer bir durum mühendis ve mimarlar için de gerçekleşecek ve mimarların ve mühendislerin örg üt le nmesini sekteye uğratacaktır. ‘99 Kocaeli depreminin ve benzeri olayların kamuoyunda mühendislik eğitiminin yetersizliği düşüncesini açığa çıkardığını ve demokrat, ilerici bazı kesimlerin bu konuda bir şeyler yapılması gerekliliği üzerinden bu tasarıya destek verdiğini unutmamak ve sermayenin mühendislik eğitiminin yetersizliğini dillendirip bu kesimleri ve odaları yanına çekmesine izin vermemek doğru bir politikanın gereğidir. Sermayenin amacı mühendisleri işçileştirmek ve ucuz emek kaynağı haline getirmektir. Bu sorun “Yetkin Mühendislik” tasarılarıyla değil, üniversitelerde çözülmesi gereken bir sorundur ve bu tasarı mühendislik eğitiminin düzelmesine bir katkı yapmayacaktır. Lisans eğitiminde 3+2, 4+1 gibi formüller tartışılması gereken çözüm yollarıdır. Kitle üniversitelerinin fiziki ve akademik altyapıları iyileştirilmeli ve mühendislik-mimarlık eğitimi sermayenin çıkarları için değil, toplumsal ihtiyaçlarımız için verilmelidir. Ayrıca, “Yetkin Mühendislik” yasası, eğitimin paralı hale gelmesini katmer-

lendireceği ve eğitimin çok yetersiz olduğu kitle üniversitelerinden mezun mühendis ve mimarların, “uzmanlık” sınavlarında başarı oranları düşük olacağı için diplomalı işsizliği ivmelendirecektir. Bu yüzden yasanın geri çektirilmesi mimar-mühendis ve bu fakültelerde okuyan biz öğrenciler için hayati önemdedir. Bu tasarıyı günümüzde emek cephesine yapılan diğer saldırılardan ayrı tutmamak gerekiyor. Paralı eğitimin ve eğitimde sınıfsal ayrımın sonuçlarıdır yaşadıklarımız. Bu açıdan biz mühendislik fakültelerinde öğrenim gören mühendis adayları, geleceğimizi karartmaya çalışan bu yasaya karşı mücadele edeceğiz. Yetkin Mühendislik yasasından haberi olmayan bir sürü arkadaşımız var, öncelikle onlara ulaşarak yasaya karşı ‘birlikte neler yapabiliriz’i düşünmemiz gerekiyor. Geniş katılımlı toplantılar örgütlemeli, diğer üniversitelerde bulunan arkadaşlarımızla iletişim kurmalı ve en önemlisi de yasanın geri çekilmesine, fiili olarak işlevsizleştirilmesine doğru, odalar da içinde olmak üzere eylemlerimizle baskı oluşturmalıyız. Üniversitelerde bulunan tüm mühendislik fakülteleri öğrencilerini yasaya karşı mücadele etmeye çağırıyoruz. Satılık Değil Yaşamlarımız! Paralı Eğitime ve Diplomalı İşsizliğe Karşı Birleşelim! Kapitalist Meslek Yasaları Geri Çekilsin, Yetkin Mühendislik Yasası Kaldırılsın! n

DPG’li Mühendislik ve Mimarlık Öğrencileri


ÜRETİ-YORUM GENÇLİK GÜNLERİ’ nde buluşalım!

-Özgürlük denince aklıma kuşlar geliyor. Belki uçabildikleri için, daha özgürler. -Kendi kararlarını verebilmek, kimseye bağımlı olmamak. -Özgürlük sınırları getiriyor aklıma. Aslında özgür değiliz hiçbirimiz. Daha doğrusu ben özgürlüğün varlığına inanmıyorum. -Kendimizi ifade etmeye bile çekiniyoruz. Öyle güvensiziz ki! Nasıl özgür olabiliriz ki bu dünyada? -Bence kendini geliştirebilmektir özgürlük. Sürekli gelişmek, değişmek, öğrenmek! -Ama tek başına özgür olunur mu? Toplum özgür olmadan birey de özgür olamaz. -Benim özgürlüğüm başkasınınkinin başladığı yere kadardır. Birbirini engellememeli. Benim sınırlarıma saygılı olmalı. -Ama herkesin sınırları varsa ve bu sınırlara dokunulmazsa insanlar nasıl geliştirecek birbirlerini?.. -Birbirimizin sınırlarını yıkmak gerekiyor aslında. Özgürlüğün olabilmesi için sınırların da ortadan kalkması gerekmez mi? Özgürlük, zorunluluğun bilincine varmaktır der Marx. Ama aynı zamanda da sınırlarımızın ve sınırsızlıklarımızın... Sınırlarımızın ve bu sınırları aşmanın zorunluluğunu içselleştirebildiğimiz ve sınırsızlıklarımıza doğru adım atabildiğimiz ölçüde özgürleşiriz, özgürleştiririz. Kapitalist sistemde düşünsel üretimlerimizin önündeki sınırlar ve sınırsızlıklar neler o halde? Kapitalist sistemde, tüm düşünsel üretim daha çok kitleleri kendi amacı doğrultusunda yönlendirmek, duygu ve duyarlılıkları zedelemek, toplumsal yabancılaşmayı artırmak ve çürümeyi derinleştirerek bilinç bulandırmak için kullanılır. Bu bir şekilde kendisini var edebilmesinin koşuludur

da aynı zamanda. Çünkü kültürel etki kendini çok daha keskin bir biçimde gösterir ve toplum içinde kendi doğal üreticilerini de yaratır. O nedenle egemen sınıflar kendi ideolojilerine göre toplumu şekillendirmek için bilim ve sanata yön verir, onu kullanır.

önümüze. Yetmez bizzat üreticileri olmamız istenir. O halde:

Sadece kar amacı güden bir sistemde sanat adı altında bencillik, bireycilik, bunun yanında amaçsızlaşma, umutsuzlaşma ve hiçleşme safsataları topluma empoze edilmeye çalışılır. Hayaller, umutlar sadece “köşeyi dön-

Birbirimizin sınırlarını zorlamak, tüm sınırları zorlamak. Tabii önce kendimizden başlayarak. Gelişmek, geliştirmek. Sınırsız gelişim! Evet bu! Özgürlük sınırsız gelişimdir! Teker teker ama hep beraber değişebilmek, gelişebilmek! Kendimizi keşfedelim önce. Belki asla bilme şansı bulamayacağımız yeteneklerimizi, özelliklerimizi, bizi biz yapanı, farklı kılanı.

Kolektif resim çalışması ODTÜ Bahar Şenlikleri 2004 me” üzerine endekslenir. Bilim, sadece kar güdülerinin hizmetine sunulan ve değeri de onun üzerinden biçilen, alabildiğine değersizleştirme, yabancılaştırma olarak sunulur. Gerçekten bir şeyler üretmek isteyenlerin, onu paylaşmak isteyenlerin önüne ise engeller çıkarılır, sesleri boğulur... Bilimden, sanattan uzak durmamız ya da onların belirttiği sınırlar içinde kalmamız istenir çünkü bunların özünde insanı-toplumu anlama ve yaşamın değeri gizlidir. Bunların özünde bir olmanın, beraber bir şeyler yapmanın, paylaşmanın nüveleri gizlidir. Bunların içinde dünyayı değiştirebilme gücü gizlidir. O nedenle kendi bilim, sanat anlayışları tek seçenek olarak sürülür

Ve yanımızdakini ve diğerlerini... Birbirimizi! Sınırlarımızı, birbirimizin sınırlarını, sınırları yıkmak için önce tanıyalım iyice... Ve sokakları ve insanları ve yaşamları... Dünyaya yeniden bakmalı şimdi; sokaktaki ağaca, büfenin içinde oturan adama, işten dönen yorgun işçilere. Yeniden ama ilk defa bakıyormuş gibi bakmalı... Yeniden bakmalı okuduğumuz kitaba, yanımızdaki arkadaşa, kendi emeğimizle var ettiğimiz ürüne... Kendi ellerimizle şekil verdiğimiz dünyamıza yeniden bakmalı... Keşfetmeli! Kendini keşfetmek, etrafını, dünyayı...


19 Öğrenmekten duyulan o büyük hazzı duyabilmek. Zenginleşmek, özgür olabilmek. Şimdi hepbir ağızdan söylüyoruz bunu: keşfetmek, gelişmek, özgürlük... Üretimin, paylaşmanın, çoğalmanın; birlikte olmanın gücünü duyunsamak! Bir araya gelebilmek, birlikte üretebilmek... Kendimizi, yaşamımızı, toplumsal ilişkiler bütünlüğümüzü daha ilerden üretebilmenin yolu ancak paylaşmaktan ve birlikte üretmekten, birlikte mücadele etmekten geçer. Kapitalist sistemdeki kafa ile kol emeği arasındaki ayrım, insanın bütünsel gelişiminin önünde engeldir. Oysa kafa ile kol emeğinin bileşiminden daha yüksek bir nitelikte varoluş biçimine ihtiyacımız var bizim. Bu da ancak üretim ilişkileri ve üretici güçler arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasıyla mümkündür. Fizik ile ilgilenmek sadece fizikçilerin işi değil, resim ile ilgilenmek sadece ressamların ve tiyatro ile ilgilenmek sadece tiyatrocuların. Ne duruyoruz öyleyse sınırlarımızı parçalamaya devam edelim:

ilgim var. Hep kendim çalıştım. Ama bunun bir işe yarayacağını, geliştirebileceğimi hiç düşünmemiştim. Daha doğrusu bana ne kadar çok şey kattığını, katabileceğini fark etmemiştim. -Hiçbir şeye zaman ayıramıyordum; işten eve varıp soluklanmak, ertesi gün için güç toplamak gerekiyordu. Sanatı severdim, ama uzaktan. İzleyebilmek bile bir lükstü bizim için. Üretme şansı bulmak, yaratmak, paylaşmak. Bu sana daha geç uyuma, zaman ayırmak için koşulları zorlama gücü veriyor. -Birlikte olmak, birlikte yapmak. Şarkı söylemeyi çok seviyorum ama birlikte çalışmak. üretmek çok daha farklı bir tat veriyor. Herşeye daha farklı bakmayı

1-4 Haziran tarihlerinde İstanbul’da Üreti-Yorum Gençlik Günleri’nde ’nde düşünsel üretimlerimizle bir araya geleceğiz. Bilim, felsefe, bilişim, sanat seminerleri, müzik-şiir dinletileri, konserler, karikatür-resim-fotoğraf sergileri, halkoyunları, tiyatro, liseler ve üniversiteler arası futbol turnuvaları, GO turnuvası...

-Böyle bir yeteneğim olduğunu asla düşünmemiştim. Tiyatroyu severdim ama becerebileceğime inanmazdım! -Kendime hiç güvenmiyordum. Sanat hep bazı insanların yaptığı ve benim dışımda olan bir uğraş gibiydi. -Aslında ortam için gelmiştim ben. Ve aradığımı da çok daha fazlasını da buldum. İnsan, kendini tanıyor, yeteneklerini, özelliklerini. Özel olduğunu hissediyor. -Çocukluğumdan beri resme

öğreniyorsun. Belki ilk defa ‘görüyorsun’ gerçekten... Üreti-Yorum Tiyatro Atölyelerinde böyle diyorlardı hayatlarında ilk kez tiyatro çalışması yaptığımız genç işçi arkadaşlarımız. Okul-ev, ev-iş, iş-okul arasında mekik dokuyarak geçen yaşamlarımızda kendimiz için bir şeyler yapıyoruz ve sinema, müzik, resim, öykü, şiir, fotoğraf, felsefe atölyelerinde biraraya geliyoruz; Üreti-Yoruz! Yaşamlarımızın farklı karelerini, seslerini, renklerini, duygularını ve düşüncelerini biraraya getiriyor ve gençliğin resmini çiziyoruz. Üretim-

lerimizi gençlik günlerinde sergileyeceğiz. Biz gençliğiz, gelecek biziz. Bugünün geleceği, geleceğin yaratıcılarıyız. Ellerimiz, bilincimiz ve yüreğimizle yarının hamurunu yoğuruyoruz. Peki ya siz? Siz de istemez misiniz sınırlarınızı zorlamayı? Kendi filminizi çekmeyi, kendi resminizi yapmayı, kendi öykünüzü yazmayı/anlatmayı, kendi şarkınızı söylemeyi? Bunaltıcı bir hal alan yaşamlarınızı farklılaştırmayı, sınırlarınızı yara yara özgürleşmeyi ve özgürleştirmeyi? O kadar da zor değil! Çevrenize dönüp bir bakın, tıpkı sizin gibi, bizim gibi, zincirlerini kırmış bir bilimin, felsefenin, kültür-sanatın, bilişimin özlemini duyumsayan onlarca yüz göreceksiniz. acettepe,‭ İÜ,‭ ‬Y TÜ,‭ ‬İTÜ,‭ ‬ODTÜ,‭ ‬Hacettepe, ‬A Ankara,‭ nkara,‭ ‬Ege,‭ ‬9‭ ‬Eylül,‭ ‬Uludağ,‭ ludağ, ‬M Muğla,‭ uğla,‭ ‬Mersin,‭ ‬KTÜ, Antalya, Antalya,‭ ‬N Niğde,‭ iğde,‭ ‬Çukurova,‭ ‬Trakya,‭ ‬Kocaeli,‭ ocaeli, ‬İİzzet zzet Baysal,‭ ‬Anadolu,‭ ‬Orhan Gazi,‭ Gazi, ‬Mustafa Kemal üniversitelerindeniz...‭ ‬Türkiye’nin dört bir yanından sınırlarını parçalamak, üretmek isteyen, üniversiteliler, liseliler, akademisyenleriz... 1-4 Haziran tarihlerinde İstanbul‘da Üreti-Yorum Gençlik Günleri‘nde düşünsel üretimlerimizle bir araya geleceğiz. Engellenen, sansürlenen, kimi zaman gereksiz görülen kendi bağımsız üretimlerimizi, çalışmalarımızı tartışacak, birlikte düşüneceğiz. Bizlere bilim olarak, felsefe olarak, kültür-sanat olarak dayatılan zırvalıkları sorgulayacağız. Bilim, felsefe, bilişim, sanat seminerleri, müzik/şiir dinletileri, konserler, karikatür/resim/fotoğraf sergileri, halk oyunları, tiyatro gösterimleri, lise ve üniversiteler arası futbol turnuvaları, GO turnuvası... Bizce yapabilirsiniz! http://ureti-yorum.org üzerinden bizlere ulaşabilir, Üreti-Yorum Bilim,‭ ‬Felsefe,‭ ‬KültürSanat, Bilişim Günleri’nde, üretimlerinizle yer alabilir, sınırlarınızı parçalayabilirsiniz. Madem biziz gelecek, madem yarınlar biziz, öyleyse kendi istediğimiz, kendi yaratacağımız geleceği kucaklayalım, sımsıkı! n


DPG

Öğrenci Sendikası

Taban Örgütl Sendika Temsi Öğrenci sendikası önerimizin tarihsel olarak hangi nesnel zemin üzerinden yükseldiğini, onun temel bir zihniyet değişimi olarak hangi araç ve yöntemlerin kullanılarak örgütlenebileceğini, günümüzde varolan öğrenci örgütlenmelerinin düştükleri geleneksel hataları ve öldürücü açmazları da konu edinerek ortaya koymak gerekiyor. Bu açıdan da bugün öğrenci gençlik hareketinin tıkanma noktalarına değinmeden ve yaşanan dip noktasını nedenleri ve sonuçlarıyla ortaya koymadan süreci ileriye doğru yarabilmenin hiçbir olanağı bulunmuyor. Sürmekte olan boğuntulu süreci aşabilmenin ve ondan köklü bir kopuş sağlayabilmenin biricik yolu geçmişi dikleyici bir tarzda sorgulamadan, kısır ve verimsiz tartışmalar içinde boğulmadan, asıl olarak çıkartılacak doğru dersler doğrultusunda ortaya gelişkin mücadele ve örgütlenme perspektiflerini koymaktır. Bugüne kadar kampanyamız dolayımıyla yürüttüğümüz öğrenci sendikası çalışmalarımızda birçok öğrenci arkadaşımızdan olumlu tepkiler aldık. Öğrenci sendikası fikrimiz ilişkiye geçtiğimiz birçok kişi için bir çekim merkezi haline geliyor. Farklı bir düzlemde, yeni tipte bir öğrenci örgütlenmesine duyulan ihtiyacın dile getirilmesiyle birlikte, öğrenci sendikasına olan ilginin aynı zamanda mücadele etme isteğiyle iç içe geçtiğini gözlemliyoruz. Fakat bugün merkezi bir öğrenci sendikasının kurulabilmesi için mücadele edilmesi zorunluluğunun ve bunun hangi yolların aşındırılarak başarılabileceğinin bilincinin henüz istenen düzlemde oturmuş olduğunu söyleyemeyiz. Daha da önemlisi öğrenci sendikasının bugün varolan dernek, federasyon, platform, komite vb’den

hangi noktalardan ayrıldığı, farklı yönlerinin neler olduğu ve Türkiye öğrenci hareketinin neden bir öğrenci sendikasına şiddetle ihtiyaç duyduğu gibi temel konular yeteri düzeyde anlaşılabilmiş değil. “Bunlar zamanla oturacaktır.” demeyeceğiz, çünkü öğrenci sendikası geleceğin bilinmez bir zamanının değil bugünün sorunudur. Dolayısıyla da öğrenci sendikasının ete kemiğe büründürülmesinde bugün özellikle de taban örgütlenmelerini yaratarak haklarımızı korumak, yeni haklar kazanmak ve kendimizi var etmek için ortak talepler ekseninde mücadele etmemiz herşeyin üzerinde acil bir görevdir. Artık birçok öğrenci tarafından bilinen ve giderek daha fazla bilince çıkartılan somut gerçek şudur: Günümüzde merkezi ve en geniş kitleleri kapsama iddiasındaki öğrenci örgütlenmelerinin tümü çözümün değil sorunun bir parçasıdır. En geniş öğrenci kitlelerini kapsayabilmekten yoksundurlar. Bütünlüklü bir mücadele perspektifleri olmadığı gibi varolan eski tarz mücadelede ısrar ettikleri için, yaşamın daha fazla uzağına düşmektedirler. Bunu biz değil yaşam söylemektedir. Neoliberalizmin saldırı vitesinin büyüdüğü, kitlesel kalkışma dinamiklerinin en fazla yoğunluk kazandığı, sınıfsal-toplumsal çelişki ve huzursuzlukların arttığı bir kesitte öğrenci gençlik örgütlenmelerinin bu cılızlığı nasıl algılanmalı? Bunun kuşkusuz ki tek bir açıklaması yok, ancak işin özünde öğrenci gençlik hareketinin işin içinden bir türlü çıkamadığı zaaflı süreci “saklıdır”. Ne dernekler, ne federasyonlar, ne kendinden menkul platformlar hiçbirisi tüm öğrenciler olarak aynı talepler etrafında toplanarak mücadele etme ihtiyacımıza, bugün

yaşadığımız yalnızlaşma ve yabancılaşmaya, sosyal-kültürel ihtiyaçlarımıza yanıt olamamaktadırlar. Olduğunu iddia eden varsa dönüp kendi sürecine bakmalı, bugüne kadar neden kitlesel çıkışların sağlanamadığını kendinden yola çıkarak anlatmalıdır. Bugün neden Fransa’daki gibi merkezi bir öğrenci sendikamız yok ve neden kitlesel değiliz? Çünkü bugünkü örgütlenme ve mücadele paradigmasının içinde birlikte üretebilmenin, paylaşmanın, mücadeleyi birlikte yürütebilmenin koşullarını sağlama anlayışı yok! Bugünkü örgütlenme ve mücadele paradigmasının içinde hak alıcı, militan ve kendini güç olarak dayatan bir anlayış yok. Bugünkü örgütlenme ve mücadele paradigmasının içinde “dar alanda kısa paslaşmalar” var, gücümüzü birbirimizden aldığımız bir varoluş yok. Birbirimize yabancılık var, kendi meşruiyetini yitirme var. Herşeyi en iyi ben bilirim, beni sevmeyen ölsün anlayışı var. Bugünkü örgütlenme ve mücadele paradigmasının içinde ken-


ı Nasıl Örgütlenir?

DPG

lenmeleri ve ilcileri Üzerine Birlikte karar alacak ve birlikte mücadele edeceğiz!

1 Mayıs 2006 İstanbul disini tanımlayamama, misyon kaybı, iddia yitimi var. Bugünkü örgütlenme ve mücadele paradigmasının içinde militan mücadele hattından hortlak görmüş gibi kaçma var. Bugünkü örgütlenme ve mücadele paradigmasının içinde mücadele etmek isteyip bir şeyler yapmak isteyenlere söz hakkının tanınmadığı bir anlayış var, demokratik katılımın önünün açılması yok. Kurulacak öğrenci sendikası herşeyden önce ve asıl olarak demokratik katılımı esas alacak ve tabandan örgütlenecektir. Bugün varolan öğrenci örgütlenmelerinin tümünde demokratik katılım esas alınmamakta, tabandan örgütlenilmemektedir. Ve tabandan örgütlenilmediği için de demokratik katılımın önemi kavranamamaktadır. Artık, kitlelerden kopuk, üç-beş kişinin bir araya gelerek kurduğu ve adına öğrenci gençliğin merkezi-kitlesel örgütü denilen dernek, federasyon, platform tipi örgütlenme biçimlerinin son bulması gerekiyor.

Öğrenci sendikası bu açıdan üç-beş kişinin bir araya gelerek kuracağı bir örgütlenme değildir ve olmayacaktır da. En geniş kitle bileşimine dayanarak ve asıl olarak da tabandan demokratik katılım esas alınarak örgütlenecektir. İşte öğrenci sendikasının en büyük farklarından birisi de buradadır: Artık birlikte karar alacak ve birlikte mücadele edeceğiz! Karar alma süreçleri sendika çalışması içinde yer alan tüm arkadaşlarımız tarafından birlikte düşünülerek uygulanacaktır. Sendikanın işleyişi hemfikir olunan kurallar çerçevesinde belirlenecek ve böylece sendikanın içinde yer alan her bir kişinin kendini ifade etme ve mücadeleye aktif katılımının önü açılacaktır. Fakat daha da önemlisi şudur: birlikte düşünmek ve birlikte üretmekle daha güçlü olacağız ve öğrenci gençlik olarak bugün bizi kaale almayanlara bu güce nasıl sahip olduğumuzu gösterebileceğiz. İşte o zaman görelim bakalım yaşamlarımızı karartan yasaları nasıl çıkartacaklar. Tıpkı Fransa’da olduğu gibi Başbakan çıkacak ve süt dökmüş kedi gibi yanlış anlaşıldığını, yasayı geri çektiğini söyleyecek.

başta olmak üzere, okulda ve sözde staj yerlerinde emek gücümüzün asgari ücretin de altında sömürülmesi, yurt-barınma sorunlarımız, ulaşım yemekhane ve kantin fiyatlarının pahalılığı, sağlık, bilimsel eğitim ihtiyacımız, (laboratuar, teknolojik altyapı, nitelikli öğretim üyeleri, özellikle de kitle üniversitelerinde her türlü altyapıdan yoksun barakalar vs.) sosyal-kültürel ihtiyaçlarımız, faşist baskı ve yasaklar, disiplin yönetmelikleri, sınav yoğunluklarının yarattığı sınav stresleri ve asosyalleşme, çan eğrisi, yaz okulları ve bütünleme hakkımızın gaspı, bilimsel üretimlerin okul yönetimi ve işgüzar bazı öğretim görevlileri tarafından şirketlere satılması, kapitalist meslek yasalarının eğitim sürecinde uygulamaya sokulması, (yetkin mühendislik, yetkin avukatlık, tıp öğrencilerine yönelik saldırılar, sözleşmeli öğretmenlik vd.) ve daha sayılabilecek nice sorunla boğuşuyoruz. Saydığımız her bir sorun, o veya bu düzeyde, o veya bu üniversite veya lisede yaşanıyor. Burada yapılması gereken bunların varlığını emme basma tulumba gibi tekrar edip durmak değil, bunları çözmeye doğru daha fazla kişiye ulaşarak bir araya gelmeyi sağlamaktır. Tam da burada kendi mücadeleci sendikamızın aktivistlerini çoğaltmalıyız.

Sendikayı kurmamızın ilk adımı bulunduğumuz her üniversite ve lisede taban örgütlenmelerini kurmak olacaktır. Bugün yaşadığımız çeşitli sorunlar temelinde bir araya gelerek birlikte karar verme ve birlikte mücadele etme anlayışıyla kurulmalıdır taban örgütlülükleri. Taban örgütlerini kurduk demekle kuramayız. Bunun için hak alıcı kitlesel ve militan mücadelelerin varlığı şarttır ve tek belirleyici kıstas budur. Taban örgütlülüklerini somut talepler doğrultusunda, süreklileşmiş bir mücadele anlayışı temelinde örgütleyebiliriz. Bugün paralı eğitim ve diplomalı işsizlik

Sendika oluşumu öncesinde kuracağımız taban örgütlenmelerini sadece bulunduğumuz üniversite veya liseyle sınırlı düşünmemeliyiz. Örneğin bulunduğumuz bölgede üç lise ve bir üniversite mi var, bu durumda her okuldan arkadaşlarımızın katılacağı daha geniş taban örgütlenmelerini kurmalıyız. Bunlar belli bir kitleselliği yakaladığında her üniversite ve lisede tüm kitlenin katılımıyla temsilciler seçilmeli seçilen bu arkadaşlarımız sendika temsilcileri olarak okulunu, fakültesini temsil etmelidir. n Devam edecek...


DPG

22

4. Avrupa Sosyal Forumu

ORADAYDIK!

4.‭ A ‬ vrupa Sosyal Forumu‭’‬ na katılmak üzere 3 Mayıs sabahı Türkiye’den‭ 1‬ 2‭ k ‬ işilik heyetle‭ Y ‬ unanistan‭ y‬ olculuğuna başlıyoruz.‭ H ‬ er birimizde ayrı bir heyecan.‭ V ‬ e kırık dökük bir arabayla‭ 2‬ 0‭ s‬ aat süren yolculuğumuzun ardından nihayet Atina’ya varıyoruz.‭ K ‬ onaklama mekanımız olan eski havalimanındaki hangarlardan birine gidiyoruz ilk olarak ve bir yoldaş bizi kapıda karşılıyor.‭‭‬ Ü ‬ ç günümüzü birlikte geçirecek olmanın mutluluğu kaplıyor içimizi.‭ E ‬ şyalarımızı bırakıp yerleştikten sonra kısa bir toplantıyla foruma katılma amacımızı,‭ y‬ apacağımız işleri konuşuyoruz hızlıca.‭ ASF’ye katılmaktaki temel amaçlarımızdan‭ b ‬ irincisi‭; d ‬ aha önceden katıldığımız sosyal forumlarda yakaladığımız değişik ülkelerden militan mücadelelerin temsilcileriyle,‭ s‬ endika ve toplumsal örgütlenmelerle yakaladığımız ilişki ağını genişletmek,‭ o ‬ nların mücadele deneyimlerini paylaşmak.‭ İ‬ kincisi‭;‬ l‬ iberal,‭ t‬ roçkist,‭ a‬ narşist,‭ v‬ s çevrelerin katılımının ve etkisinin yoğun olduğu forum süreçlerine,‭k‬ omünist kimliğimizi,‭ p ‬ olitika ve ideoloijilerimizi taşıyarak devrimci bir rüzgar estirmek.‭ Ü ‬ çüncüsü ise‭;‬ g‬ üçlü bir mücadele geleneğine,‭ t‬ arih,‭ d ‬ oğa ve kültür hazinesine sahip olan ve herkesin görmek isteyeceği Yunanistan’ı görmek,‭ y‬ urtdışından ve farklı uluslardan,‭

ASF - 5 Mayıs Forum alanı

ı‬ rklardan sipher yoldaşlarıyla,‭ d ‬ ostlarla sosyal bir paylaşım ortamı yaratmak ve ufuk genişliği sağlamak.‭ A ‬ SF’ye‭ b ‬ iri D ‬ PG‭,‬ ‭ b ‬ iri DÖS-G, ikisi D ‬ P v‬ e biri de‭ ÇHD‭ o ‬ lmak üzere toplamda‭ 5‬ ‭ s‬ eminer ‬ in sanatsal etkinlive‭ D ‬ üş Atölyesi‭‘n ğiyle katılıyoruz.‭ Yaptığımız kısa toplantının ardından seminerlerin verildiği binaya gidiyoruz ve öncesinden bize ayrılan stand yerimizde‭; D ‬ PG,‭ k‬ ampanya broşürlerimiz,‭ U ‬ Ç,‭ k‬ itaplarımız ve İ‬ ngilizce hazırlanan Devrimci Proletarya seçkilerimizin,‭ ö ‬ zgür yayınlarımızın olduğu masamızı açıyoruz.‭ D ‬ üş Atölyesi’nin sanatsal etkinlikleri,‭ f‬ orum kapsamında oluşturulan ve Yunanistan,‭ S‬ uriye,‭ İ‬ talya,‭ B ‬ ulgaristan,‭ F ‬ ilistin,‭ A ‬ BD,‭ N ‬ orveç,‭ P ‬ akistan,‭ T ‬ ürkiye gibi ülkelerden ağırlıklı olarak komünist ve devrimci örgütlerin yer aldığı‭ “Anti‬ irliğinin bulunduemperyalist Alan‭” b ğu alanda sergileniyor.‭ ‭‬ Katılımcıların yeni gelmesi,‭ h ‬ enüz yerleşememesi,‭ s‬ tandların yeni kurulmaya başlanması,‭ ç‬ eviri sorunu vs. gibi etkenlerle de birlikte ilk gün programlar tam olarak oturtulamıyor ve bu seminerlere katılımı da etkiliyor.‭ D ‬ PG ve DÖS-G‭ o ‬ larak ASF’nin ilk günü aynı saatte‭ 2‬ ‭ a‬ yrı eğitim seminerine katılıyoruz.‭ İ‬ lki Yunanistan,‭ İ‬ spanya,‭ F ‬ ransa,‭ İ‬ talya ve Kürdistan’dan

katılımcılarla birlikte‭; “‬ Neoliberalizm ve eğitimde sosyal dışlanma‭; a‬ zınıkların,‭ ö‬ zel ihtiyacı olan kişilerin,‭ s‬ osyal olarak dezavantajlı olan kimselerin problemleri.‭ E ‬ ğitim ve anadil.‭ Y ‬ abancı diller.‭”‬ ü ‬ stbaşlığı altında yaptığımız‭ E‬ğitimde Sınıfsal Ayrım ve Gençliğin Mücadele Perspektifi‭ s‬ unumu.‭ T ‬ ürkiye’de yaşanan sınıfsal ayrışmayı,‭ p ‬ aralı eğitim ve diplomalı işsizliği,‭ n ‬ eoliberal eğitim politikalarıyla birlikte sadece Türkiye’deki gençlerin değil,‭ d ‬ iğer ülkelerdeki geniş gençlik kesimlerinin de biçimi değişse de özü itibariyle aynı saldırıları yaşadıklarını anlatttığımız sunumda ayrıca‭ Fransa‭’d ‬ aki‭ C ‬ PE‭ s‬ ürecini ve bu süreçte DPG olarak örmeye çalıştığımız uluslararası dayanışmayı örnekleriyle anlatarak gençliğin enternasyonalist dayanışmayı örme zorunluluğunun altını bir kez daha çiziyoruz.‭ S‬ eminerde konuşmacı olan ve Fransa’daki CPE sürecini ören öğretmen sendikası‭ S‬ NES/ FSU‭ t‬ emsilcisi‭ D ‬ ominique Giannotti‭,‬ ‭ b ‬ izden sonra yaptığı sunumun ardından,‭ D ‬ PG olarak sendikalarına gönderdiğimiz çok anlamlı buldukları ve öğrencilerine de okuttukları mesajın coşkuyla karşılandığını,‭ k‬ endilerinin de bizlere dayanışma mesajı gönderdiklerini belirterek dayanışmayı büyütme çağrısı yapıyor.‭ S‬ eminerin ardından İspanya’dan Bask‘lı ve Katalan gençlik örgütü temsilcileri yanımıza gelerek bizleri daha yakından tanımak istediklerini söylüyor.‭ D ‬ il problemi nedeniyle yaptığımız sohbetten tatmin olamasak da mail alışverişi yaparak karşılıklı olarak kendimizi tanıtacağımız yazıları yollama sözü veriyoruz ve dergimizi hediye ediyoruz. Diğer seminerimiz ise‭; y‬ ine Fransa,‭ İ‬ spanya,‭ A ‬ lmanya,‭ İ‬ ngiltere,‭ B ‬ ulgaristan,‭ Y ‬ unanistan’dan ağırlıklı olarak öğretmen sendikalarıyla birlikte‭; “‬ Değerlendirme‭; s‬ erbest piyasa için bir araç mı‭?”‬ başlığı altında yaptığımız‭ Eğitimde Özelleştirme ve İşsizlik s‬ unumu. ‭ Eğitimin ve bilimin bugün insanlığın gelişimi için değil tekellerin azami karları için üretildiğini vurgulayarak başladığımız sunuma dünya ölçeğindeki neoliberal dalganın eğitim


DPG

23 alanındaki yansımalarını tarihselliğiyle ele alarak devam ediyoruz ve paralı eğitim ile özelleştirmenin tüm alanlarda hissedilen sınıfsal kutuplaşmaların eğitim ayağını oluşturmada tuttuğu yeri anlatıyoruz. Türkiye’de paralı eğitime ve diplomalı işsizliğe karşı geniş bir karşıtlık zemini olduğunu ancak birleşik kitlesel ve militan bir örgütlülüğün yoksunluğunun hissedildiğinin; tıpkı son süreçte Fransa’daki gibi verilecek mücadelenin ancak bu ölçütlerde başarıya ulaşabileceğinin altını çiziyoruz. Devrimci öğrenci sendikasını bir ihtiyaç olarak öğrencilere kavratmak ve onları bu doğrultuda bir araya getirmek için yaptığımız kampanyayı anlatıyoruz. ‭ASF’de katıldığımız gençlik ve eğitimle ilgili seminerlerde (aslında diğer seminerlerin ağırlıklı bir kısmında da) konuşmacılar ağırlıklı olarak kendi ülkelerinde yaşadıkları sorunları anlatmakla, yer yer seminerleri ağlama duvarına çeviren itici bir tarzda ve sonuç olarak da en fazla genel bir mücadele çağrısı yapmakla sınırlı bir çerçeve çiziyorlar. Yaşanan saldırılara, sorunlara karşı güçlü bir alternatifin, mücadele perspektifinin konulduğu, ortak hareket etme ve somut eylem kararlarının alındığı seminerler yok denecek kadar az. Yine ortak bir kesen olarak, seminerlerin çoğunda Fransa CPE süreci ve kölelik yasanın geri çektirtilmesi üzerinden birleşik, kitlesel, militan bir gençlik hareketinin yaratılabileceğine olan inanç ve güven ön plana çıkıyor. ASF’ye katılan gençlik örgütlerinin katılımı ağırlıklı olarak Yunanistan ve Türkiye’den. Yunanistan’dan katılanların ağırlıklı bir kesimi ise “Revolution” (Devrim) adlı troçkist bir örgütten. Fransa öğrenci sendikalarından örgütlü bir katılımın olduğunu ise söyleyemeyiz. Fransa’da okuyan ve CPE karşıtı eylemlere katılan Türk öğrencilerden Burcu’yla tanışıyor ve sohbet ediyoruz. Fransa’da öğrencilerin yaşadığı sorunlara ve eğitim sistemine dair anlattıkları bizlere hiç de yabancı gelmiyor. Türkiye’deki gibi paralı eğitim ve diplomalı işsizliğin en büyük sorunlarından olduğu söylüyor. Üniversite ve hatta liselerde okuyan, ailesinin maddi durumu iyi olmayan öğrencilerin neredeyse tamamının çalışmak zorunda olduğunu ve kendisinin de, ailesinin durumunun çok da kötü olmamasına rağmen okulunu bitirebilmek için ders dışı za-

ASF - 4 Mayıs DPG semineri manlarında çalıştığını anlatıyor. Ve tabii ki CPE karşıtı eylemleri. Burcu’dan, röportaj yapmak ve iletişim kurmak için standımıza gelme sözü alarak yanından ayrılıyoruz. Fakat çok sık karşılaştığımız bir durum olarak onbinlerce insanın katıldığı, aynı saatlerde yüzlerce seminerin ve etkinliklerin yapıldığı binada ve etkinlik alanında onunla yeniden karşılaşamıyoruz ne yazık ki. Katıldığımız başka bir gençlik seminerinde Yunanistan’dan bir gençlik örgütüyle tanışıyoruz ve uzun süren sohbetimizin ardından iletişim kanallarımızı yaratarak ve kucaklaşarak ayrılıyoruz yanlarından. Forumun ilk gününün akşamında katıldığımız diğer seminer ise Devrimci Proletarya‘nın da konuşmacı olduğu; ‭“‬ABD’nin yeni doktrinleri ve emperyalist savaşa karşı mücadele‭”. ‬ASF’nin en çok ilgi gören seminerlerinden birisi olan‭ ve ayakta izlenen ‬seminerde Irak,‭ ‬Filistin,‭ ‬ABD,‭ ‬Tunus,‭ ‬Yunanistan,‭ ‬İsrail ve Türkiye’den farklı katılımcılar da vardı. Bu seminerin de ardından ilk günün yorgunluğuyla standlarımızı toplayarak konaklama yerimize dönüyoruz. İkinci günün sabahında ise kahvaltımızı yaptıktan sonra Devrimci Proletarya’nın diğer sunumu olan ve yine en çok katılımlardan birisinin gerçekleştiği‭ “‬Forum süreci,‭ s‬ osyal hareketler ve antikapitalist sol‭” s‬ eminerine katılıyoruz.‭ İ‬ talya ve Yunanistan’dan katılımcılarla birlikte yapılan seminerde,‭ s‬ osyal forum hareketinin geleceğine ilişkin bir sunum yapılıyor.‭ S‬osyal forumların tarihsel çıkış ve gelişim seyri içerisinde yaşanan yol ayrımı ve burada devrimci proleter bir alternatifin geliştirilmesine duyulan yakıcı ihtiyaç vurgulanıyor. V ‭ e sonrasında ise ÇHD‘den Av. Kazım Bayraktar’ın vereceği “‬Hapishaneler ve

tecrit politikaları” seminerine katılıyoruz. İkinci gününde foruma katılım daha da artıyor (yaklaşık 35 bin kişi) ve gün boyunca halk oyunlarından tiyatro gösterilerine, müzik dinletilerinden Düş Atölyesi’nin yaptığı kolektif resim çalışmasına kadar sayısız etkinlik gerçekleştiriliyor. Ve forumun üçüncü günü, eylem günü. Saat 15:00′te başlayacak olan eylem öncesi Akropolis‘te mini bir gezi yapıyoruz önce. İ.Ö. 3.500-4000 yıllarında yapılmış olan dev sütunlar ve işlemeler karşısında hayranlığımızı gizleyemiyoruz. Ve hızlandırılmış gezimizin ardından polisin gaz saldırısına rağmen kararlılıkla Avrupa’nın dört bir yanından gelinerek Atina sokaklarının doldurulduğu büyük yürüyüşe özgür pankartımız, flamalarımız, İngilizce, Fransızca, Yunanca, Türkçe sloganlarımız ve marşlarımızla katılıyoruz. 6 Mayıs günü gerçekleştirilen Forum Yürüyüşü, Yunan basını tarafından da “Yunanistan’da yapılan son 15 yılın en büyük kitle gösterisi” olarak nitelendi. Polisin ve resmi basının verdiği rakamlara göre yürüyüşe 50 bin kişi katıldı. Fakat organizasyon komitesinde yer alan değişik örgütler 80 ile 100 bin arasında bir katılım olduğu görüşündeler. Her dilden atılan sloganlarla gerçekleştirilen yürüyüşü Enternasyonal’i söyleyerek tamamlıyoruz. Forumun son gününde yapılan, sonuç bildirgesinin okunacağı toplantıya yolumuzun uzun olmasından kaynaklı katılamıyoruz. Ve üç gün boyunca doyamadığımız yoldaşlarımızdan, dostlarımızdan ayrılmanın burukluğu; birlikte vakit geçirmenin, kimi eksikliklerine rağmen koyduğumuz hedefleri fethetmenin ve yine yeniden yoldaşlaşmanın, BİZ olmanın guruyla, birbirimize “görüşeceğiz” diyerek ayrılıyoruz. n


DPG

24

4. Avrupa Sosyal Forumu’nun ilk günü eğitim alanında iki seminerimiz oldu. Çeşitli ülkelerden öğretmen sendikalarıyla beraber yapılan sunumlarımızdan, DÖS-G’nin “Değerlendirme: Serbest Piyasa için bir Araç mı?” konulu seminerde yaptığı sunumun Türkçe metnini kısaltarak yayınlıyoruz...

ASF’nin son günü düzenlenen enternasyonal eylemden bir görüntü

EĞİTİMDE ÖZELLEŞTİRME VE İŞSİZLİK Üretilen bilgi,‭ ‬onu üretenin niyetinden bağımsız olmadığı için bilgiyi üretenin amacı büyük önem taşır.‭ ‬Eğitime,‭ ‬kişinin ve tekellerin gelecekteki kazancını arttırıcı bir değişken olarak,‭ ‬salt ekonomik kaygılarla bakıldığı andan itibaren,‭ ‬eğitim bir sektör halini almaya başlamış demektir.‭ ‬Herşeye kar odaklı bakan burjuvazinin ve onun eğitim kurumlarının işte bu yüzden insanlık için bir eğitim verebilmesi,‭ ‬bilim üretebilmesi mümkün değildir.‭ ‬Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte burjuvazinin ihtiyaçları da farklılaşmış,‭ ‬çıkarılan yeni yasalar,‭ ‬anlaşmalar ile yeni formülasyonların devreye sokulması kendileri açısından ihtiyaçtan öte bir zorunluluk halini almıştır.‭ ‬Emperyalist kapitalist sistemin,‭ ‬azami karı-azami egemenliğinden önce,‭ ‬insani,‭ ‬toplumsal ihtiyaçları düşünmesini ve bilimi insanlık yararına geliştirmesini beklemek çok gerçekçi değildir.‭ 1970‭’‬lerden itibaren dünya ölçeğinde,‭ ‬eğitimin sosyal boyuttan uzaklaşarak bir sektöre dönüştüğü rahatlıkla söylenebilir.‭ ‬Türkiye’de de‭ ‘‬80′li yılların sonlarında eğitimin özelleştirilmesi süreci hız kazanmış,‭ ‘‬90′lı yıllarla birlikte ise ilk özel üniversitenin açılması, özel okulların teşviki ve “özel statülü” üniversitelerle birlikte saldırılar daha da yükselmiştir.‭ ‬Eğitime ayrılan bütçe giderek düşmeye başladığı gibi özel okullara kapılar sonuna kadar açılmış,‭ ‬eğitimde sınıfsal ayrışma daha da belirginleşmiştir.‭ Bugün ise eğitim görülen mekana kadar inmiş bir sınıfsal ayrışma söz konusudur. Elit okullar ve kitle okulları şeklinde ayrılan okullarda ‬iki ayrı sınıf için iki ayrı eğitim sunulmaktadır. Burjuvazi kendi uzmanlarını yetiştireceği, kendine kısa veya uzun dönemde kar getirecek alanlara kaynak ayırırken bunun dışında kalan

alanlar diplomalı işsiz ya da kalifiye işçi yetiştiren yerler olmaktadır. Devlet okullarında dahi eğitimin her aşaması bugün artık paralı hale gelmiştir.‭ H ‬ arç/kayıt parası,‭ t‬ ranskript/ karne parası,‭ k ‬ itap/ders notları parası,‭ y‬ ol parası,‭ y‬ emek parası,‭ y‬ urt parası‭... S‬ adece bununla da sınırlı değil‭; e‬ ğitim süresi boyunca,‭ u ‬ laşım,‭ b ‬ arınma,‭ s‬ ağlık,‭ b ‬ eslenme gibi en temel ihtiyaçlar dahi birer sektöre dönüşmüş durumda.‭ B ‬ ir de bunun öncesi,‭ ü ‬ niversiteye girişteki genel sınava hazırlanmak için gidilen dershaneler,‭ a‬ lınan özel dersler var.‭ H ‬ al böyle iken sadece ilköğretim ve liselerde bulunan binlerce öğrenci asalak tekelci burjuvazimizin iştahını kabartmaktadır.‭

masına ve içerisinde kitle dinamikleri barındırmasına karşın, ‬varolan tepkileri bir potada buluşturacak,‭ ‬birleşik mücadelenin önünü açacak,‭ ‬hak alıcı,‭ ‬militan,‭ ‬kitlesel bir gençlik örgütünün olmayışı süreci yavaşlatmaktadır.‭ Bu noktada ‬Avrupa’daki gençlik örgütlerinden,‭ ‬öğrenci sendikalarından öğreneceğimiz çok şey var,‭ ‬kuşkusuz ki‭ “‬onların” da bizlerden.‭ ‬Bizler Türkiye’nin 30 ilinden‭ ‬üniversite‭ ‬ve liselerde okuyan öğrenciler olarak‭ ‬geçen yıl İstanbul’da bir kurultay gerçekleştirdik ve bu kurultayda Türkiye’de devrimci bir öğrenci sendikası kurma kararını aldık.‭ ‬Devrimci öğrenci sendikasını,‭ ‬paralı eğitime ve diplomalı işsizliğe karşı yürüttüğümüz ve hala sürdürmekte olduğumuz kampanyamız üzerinden,‭ ‬en geniş kitleleri bu kampanya ve sendika çalışmaları içerisinde örgütleyerek fiili ve meşru mücadelemizle kuracağız.‭ Şu anda yürütmekte olduğumuz kampanyayla öğrencilere bir sendikaya olan ihtiyaçlarını hissettirmeye ve onları bu doğrultuda örgütlemeye çalışıyoruz.

Yapılan saldırılar sınıfsaldır ve sadece bizim ülkemizle de sınırlı değildir.‭ ‬Neoliberal eğitim politikalarıyla birlikte dünyanın pek çok ülkesinde eşgüdümlü olarak,‭ ‬benzer saldırılar yaşanmaktadır.‭ ‬Ve tabii ki gençliğin,‭ ‬işçi ve emekçilerin bu saldırılara karşı verdikleri birleşik,‭ ‬kitlesel,‭ ‬militan mücadeleleri de. ‭ Fransa,‭ ‬Almanya ve‭ ‬Kanada’daki gençlik hareketleri son yıllarda neoliberalizmin paralı eğitim saldırılarına karşı önemli eylemler yapmıştır. Son olarak Fransa’da gençlik, işçi ve emekçiler‭ ‬neredeyse bütün dünya gündemine taşınan kitlesel ve militan eylemleri,‭ ‬boykotları, blokajları ve‭ ‬barikatlarıyla kölelik kontratı CPE’ye karşı sokakları ısıtmış ve kazanmıştır.‭ Onlarla gurur duyuyoruz! Bir kez daha tüm dünyaya birleşik, kitlesel ve militan bir hatta verilen mücadelenin başarıya ulaşacağını gösterdiler.

K ‭ uracağımız devrimci öğrenci sendikası, Türkiye’de gençlik hareketinin mevcut tıkanmışlığına ve parçalı, etkisiz hareketlenmelerine bir son verecek merkezi bir örgütlenme olacak. Sınıfsal bir mücadele perspektifiyle hareket edecek, sınıfsal saldırılara karşı yanıtı sınıfsal olacak. Muhalefetçilikle sınırlı olmayan, hak alıcı bir mücadele yürütecek. Kuracağımız sendika, tüm dünyada neoliberal saldırıların ortak muhattapları olduğumuzun bilincinde olarak enternasyonal mücadeleye özel bir önem verecektir. Sesimiz en güçlü şekilde ancak hep beraberken çıkacaktır. Yaşasın enternasyonal dayanışma!

Türkiye cephesinden de benzer süreçler çok daha yakıcı bir biçimde yaşan-

Tüm devrimci yüreğimiz ve aklımızla selamlıyoruz... n


li se

] 25

ÖSS ve KAZANMAK Öğrencilere müjde!... ÖSS’yi kazanmanın altın kuralları: 1- Tüm hayatınızı yüz elli dakikalık ÖSS’ye endeksleyecek ve kazanmak için, nefes alış verişlerinizden, kurduğunuz cümlelerin zaman aralığına kadar herşeyinizi belli bir program çerçevesinde yürüteceksiniz. 2- Eğer kazanmak istiyorsanız sosyal bir varlık olduğunuzu unutup kendinizi dünyadan (zaten avuç içi kadar olan dünyanızdan) soyutlayacak ve ağlamaktan gülmeye kadar tüm temel davranışsal saçmalıklarınızı bir kenara bırakıp yalnızca öğrenme (ezber tercihimizdir!) ve soru çözme üzerine yoğunlaşacaksınız. Bitmedi: ÖSS 2006 versiyonuyla öğrencilere kucak açıyor. 1 Şubat-10 Mart 2006 tarihleri arasında gerçekleştirilen başvurular için “randevulu sistem” uygulandı. Zaten asıl dayanağı olan rekabetle insanda öğrenciden çok

piyasa adamı hissi uyandıran ÖSS, yeni uygulamasıyla tarihine bir paragraf daha ekledi. Artık yalnız parasına yarıştırılan at, kıyasıya yarışan piyasa adamı değil; huzuruna randevuyla çıktığımız bir sistemin “yığılmayı engelleme” elbisesiyle kapısında umut dilenen tanımlar yığınıyız. Bu kadar değil elbette! Son olarak başarı dileklerini iletirken ara cümlelerinde kendi başarı anlayışlarının tanımını da yapmayı ihmal etmezler. Para kapanı dershaneler... Biz gerçekte neyiz? Hangi sistemin hangi yalanı, hangi dünyanın nece diliyiz? Gerçekten bunları mı gerektiriyor ÖSS’yi kazanmak? Yoksa bunlar en iyi at olma yarışında birinciliğe oynayanların temel sorumluluklarından birkaçı mı sadece? Tribünlerde en iyi yeri kapma yarışıdır bu. Hipodromlarda derece yapma savaşıdır. En iyinin ve derecenin ölçüsünü bilen ve koyan tribün ve hipodrom sahipleridir yine. Bizse kendi ülkemizde sürgünü yaşayanlarız; ne yapsak da bir adım geride. Böylece bizden bağımsız bizim hayatımıza özne olarak müdahale edeceğimiz günlerin hayaliyle öğretmen, doktor, avukat oluyoruz ve nedense hepimiz aynı atların seyisi oluyor adına da “ideal” diyoruz. İşte hayatlarımız böyle sıkıştırılmış, kısır bir döngü içinde yitip gidiyor... Kitap

okumak dahi “zamansal lüks” sayılırken, beş dakikalık molalara sığdırmaya çalışıyoruz merhabalarımızı... Sıcak çayımız geldiğinde on beş’inci sorunun x’inde takılı kalıyoruz... Çay ılık; biz de yirmi sekiz’inci sorudayken x bilinmeyeni oynuyor hala. Bizimle alay eder gibi kendini dahil ediyor hayatımıza ve en üretken anlarımızın aralığından bizi sobeleyerek çıkıyor... Bunun da çözümü var tabii: her yıl biraz daha muğlaklaşan psikoloji kavramı “sınav stresi” ve “öğrenci psikolojisi” tamlamalarından rehberlik servisine yükseliyor. Rehberlik servisleriyse program ve çalışma planı servisi yapmaktan başka bir işe yaramıyor. Her nedense varlığı konusundaki derin çelişkilerini boynunda gezdiren ÖSS hakkında yorum yapmak bir yana, adını anarken yaşamımızın koskoca bir yılını (belki bir kaç yılını) tecrit ettiğini bildiğini saklayamayan gözlerimiz, utanç duyuyor bu bilginin dürtüsü olmaktan. ÖSS’yi “yaşamın bir zorluğu” olarak kabul edip, bu zorluğun ve tüm yaşamsal zorlukların yaratıcısının rekabet dürtüsüyle insanların kolektif üretim kavramını “fark edecekleri” korkusuyla onları birbirine düşüren ve üretimlerini körleştiren bu sistemi biz sahiplenmiyoruz. Kısacası ne sistem, ne devlet, ne kazanmak için kendimizi parçaladığımız ÖSS, ne de sistemin kendi devamlılığı için yarattığı diğer olgular kutsal! Değişebilirler, değiştirilebilirler, yok edilebilirler. n


DPG

26

[

li se

ÖSS KABUSU YAKLAŞIYOR ÖSS kabusu yaklaşıyor. Sınav için hazırlıkların yoğunlaştığı bu süreçte geleceğimizi belirledikleri üç saatlik sınav hakkında düşüncelerini öğrenmek için lisemizdeki arkadaşlarımızla sohbet ettik; Üniversiteye girişte dershane neden gerekli? Lise müfredatı öğrenciye ÖSS’yi kazandırabilecek yetkinlikte değil. Bu da beni sınavı kazanmam için dershaneye zorluyor. Dershaneye maddi sıkıntılar sebebiyle gidemeyenler de okuldaki eğitimin yetersizliği ve dershanenin gerekliliği konusunda farklı düşünmüyorlar.

gireceklerden bir adım ileride olmasını sağlayan bu durumu anlatırken gayet keyifliydi. Maddi engeller sebebiyle dershaneye gidemeyenler veya okul bittikten sonra gitmeyi düşünenler açısından durum çok farklıydı. Başka bir öğrenci: Bizi, dershane seçerken eğitim kalitesinden önce dershanenin yıllık ücreti ilgilendiriyor. Hayatın her alanında burjuva çocuklarından hep bir adım geride oluşumuz beni bunaltıyor.

Tabii bu cevabı verirken asıl olarak üniversite kapılarında kendisi gibi işçi ve emekçi çocuklarının yığıldığının farkında değil. Yüksek ücretli ve düşük ücretli dershaneler hakkında ne düşünüyorsun? Yüksek ücretli dershanelerdeki eğitim kalitesi diğerlerine oranla daha iyi, bu da sınavı kazanma şansımızı arttırıyor. FEM dershanesine giden bu arkadaş, zorlu maratonda kendisinin, sınava

Üniversite senin için tek kurtuluş yolu mu? Diplomalı olsan da, olmasan da kapitalizme kazandıracaksın. Kurtuluşun yolu bütün hayatını üç saate odaklamak değil, kendi çıkarları için bizi ağır şartlar altında yaşamaya mahkûm edenlere karşı savaşmaktır. Dershaneye gitmek için part-time çalışanlar var. Bu konuda ne düşünüyorsun? Bu sorun kapitalizmin açtığı en büyük yaralardan biri. Eğitim ve sağlık hizmetini vermek, yaşam kalitesini yükseltmek adına oy toplayanların bugüne kadar bizi yoksullaştırmaktan, kapitaliste paralar kazandırmaktan başka bir şeyler yapmadığını belirtmek isterim. Okumak için ucuz işgücü olan kazandığıyla ailesinin de geçimine büyük ölçüde katkı sunan bu büyük çoğunluğun en temel haklarının işgal altında olduğunu bile bile sessiz kalışına hayret ediyorum.

Üniversiteye girmek için dershanelerin bir zorunluluk haline gelmesi hakkında ne düşünüyorsun? Eğitim sisteminin öğrenciye dershaneye gitme zorunluluğu yaratabilecek eksiklikte oluşu patronların cebini doldurmak için bilinçli bir şekilde yapılmıştır. Gördüğü herşeyi kar elde etmek için kullanan kapitalizm bütün umutların bağlandığı ÖSS sınavını iyi bir fırsat olarak görmüş, bu sayede patronlar büyük paralar kazanmıştır. Sohbeti biraz daha ilerlettiğimizde diğer arkadaşlardan da benzer cevaplar alıyoruz. Ancak okumak ve ailesinin geçimine katkı sunmak için çalışan bir öğrenciden farklı bir cevap geldi: Üniversitelerin sayısının az, genç nüfusun fazla olduğu bir ülkede yaşıyor oluşumuz yüksek öğrenim görmek isteyenlerin önüne engeller koymayı ve böylece onları elemeyi zorunlu hale getiriyor.

kanaatini uyandıracak biçimde vahşice işlemeye devam ediyor. ÖSS, dershane, testler en doyumsuz yeşilliğin tohumunu körelten oyunlardır.

1 Mayıs 2006

ÖSS maratonu hayatını nasıl etkiledi? Yoruldum. Yoğun ders baskısı, 11 senelik emeğimin üç saate hapsedilişi gerçekten yordu beni. Her gün ders, her gün test. Sınava girecek herkeste durum aynı. Kendilerini yarış atı sananlar nefretlerini kusuyorlar. Dersten kafayı kaldırıp herhangi bir sosyal faaliyete katılan biriyle karşılaşamadık. Başka bir öğrenci: Okulda sömürüldüğümüzün farkına varamayacak kadar teste bulanmışız. Kapitalizmin yasaları zihnimizde herhangi bir sosyal aktivitenin bize zaman kaybettirecek uğraşlar olduğu

Nasıl bir eğitim istiyorsunuz? Bütün amacı düşünmeyen, sorgulamayan beyinler yaratma amacında olan ve bulduğu her fırsatta patronlara paralar kazandıran eğitim sistemi yerine, parasız, bilimsel bir eğitim istiyoruz. Ama ne yazık ki ÖSS, dershane, okul yolunda gelecek kaygısı olan arkadaşların çoğu mevcut durum karşısında alternatiflerini koyamadılar. Yalnızca bir arkadaşımız; “Parasız, bilimsel, demokratik, anadilde eğitim” istiyorum diyor. “Nasıl bir gelecek istiyoruz?” diye soruyoruz ve bir arkadaşımız, keskinleşen sınıfsal ayrışmaya dikkat çekiyor ve emeğe değerini veren bir dünya istediğini söylüyor. Tabii ki herkes bu arkadaşımız gibi cevap vermedi. Ev, iş, araba, zenginlik üzerineydi hayalleri. Kurtuluşun tek bir yerden geçtiğini, ancak mücadele edersek saldırıları püskürteceğimizi, mücadeleyi büyütmemiz gerektiğini hatırlattı bu sınıf atlama hayalleri bize... n


me ktup

] 27

DPG

ÇETELEŞMEYE KARŞI

ÖRGÜTLÜ MÜCADELEYE! Son aylarda liselerde artan tecavüz, bıçaklama, uyuşturucu, çete kavgaları bizim okulumuzda da kendisini mafya tarzı örgütlenmelerin küçük modelleriyle gösterdi. Hoşuna gitmeyenin, kendi kuralları dışına çıkanın, kafasını ezme gayretinde olan ve kendini sertliğiyle, gücüyle, iş bitiriciliğiyle çevresine kabullendirmek isteyen bu gruplaşmaların, son aylarda kavga, kol-bacak kırma olaylarıyla ön plana çıkışı; yaşamın adaletsizliğine, onları mahkûm ettiği yoksulluğa isyan eden dolayısıyla zenginleşme hayalinde olan bu genç kesimlerin kendileri gibi işçi-emekçi ailelerin çocuklarına olan saldırıların sistemli hale geldiğinin göstergesidir. Şiddet olaylarına karışanlara baktığımızda çeşitli sebeplerle göç edip belirli bölgelerde ikamet eden; ezilmişliğe, yoksulluğa, cahilliğe karşı sosyalist alternatifi olmayan, zihnini çürütmekten başka bir seçeneği olmayan gençler olduğunu görmek zor değil. Ayrıca liselerdeki eğitimin herhangi bir sosyal-kültürel faaliyetten yoksun, aslında tek başına verilen eğitimin bile aklı başında, ne yaptığını bilen bir gençlik yaratma amacından uzak oluşu; öğrencinin kendisini okulundan, arkadaşlarından soyutlamasına sebep oluyor. Özellikle düz liselerde gelecek kaygısının hat safhaya ulaşması onları okulun haricinde zihinlerini körelten alternatiflere yoğunlaştırmıştır. Geleceksizliğe karşı kurtuluşun örgütlülükten geçtiği üzerine temellendirilen fikirlerin kitleler üzerine tam anlamıyla nüfuz edememiş oluşu, dertten tasadan kurtara-

cağı sanılan uyuşturucu kullanımını arttırmış, bu durum bize gençliğin bu kesimini daha fazla sahiplenmemiz gerektiğini göstermiştir. Devletin yarattığı sefaletin sonuçlarıydı; şiddet olayları, uyuşturucu kullanımının artışı. Düzen, bir gencin gazetesi, televizyonu, futbolu ile kendi sorunları, ihtiyaçları doğrultusunda harekete geçmesine engel olmuş, kişinin elinden yaşam koşullarını iyileştirme iradesini almıştır. Bütün bunların, gençliği ciddi bir çürümeye doğru götürdüğü; son aylardaki olaylarla gözler önüne serilmiştir. Yaşanan bu gelişmelerin çıkarları doğrultusunda kendisinden bağımsız bir şekilde geliştiğini belirten devlet, önlem olarak okul içlerine polisler, kameralar koydurdu. Önlem paketi adı altında atılan bu adımlar kitlelerin büyük çoğunluğunun kaygılarını giderememiş aksine daha da arttırmıştır. Ancak okul önüne koyulan polislerin, takılan kameraların; yaşama sınırlar koymaktan, bizi tektipleştirip belli davranış kalıplarına sokmaktan başka bir amaçla orada olmadığı bir gerçektir. Çözümün polislerden, kameralardan geçmediğini, şiddet olaylarını doğuran sefaleti ortadan kaldırmak olduğunu, eylemlilikler, toplu çıkışlar ve imza kampanyaları düzenleyerek bunu en geniş kesimlere anlatmak gereğinin altını çizmek istiyoruz. n

Yakacık Lisi Öğrencileri

1 Mayıs 2006 Yakacık Lisesi korteji


DPG

28

[

e m mi l di di n hev

AMED’İN DEV ADAMLARI... kez daha anlıyorum: Bu savaş içinde en erken büyüyen çocuklar, bir de ellerinin nasırı. Minicik elleri iyi beslendiklerinden değil, nasırdan kocamış. Gözleri öfkeden...

Amed’imin sokaklarındayım. Acının, başkaldırının, serhıldanın sokaklarındayım. Gözleri kıvılcım saçan çocukların ülkesinde... Bin yıldır Dicle’yle Fırat’ı taşıran acılarımın topraklarında... Yurtsuz, seslerinde dilsiz, savaşlar, göçler ülkesinde... Acının, yoksulluğun, yoksun bırakılmışlığın ortasında, akıp giden yaşamın her köşesinde çocuklar da vardı. Ufacık bedenleriyle sokakları, pazarları, otogarları doldurmuşlar. Gezmeye değil, hele oyun oynamaya hiç değil. O minicik, nasır tutmuş elleriyle yaşamı üretiyorlar. Omuzlarında tahtadan, kartondan, kutudan bozma boya sandıklarıyla, boylarının erişemediği el arabalarıyla yollarda, pazarda, garlarda gür çınlıyor sesleri kulaklarda... Ve işte kendimi toparlayıp bir çocuğa yaklaşıyorum. “Êyakkabini boyiyim abla?” Ufacık bedeni, etine işlemiş boyalı nasırlı elleri, kocaman çekik gözleri çarpıyor yüzüme. Yanına çöküp sohbet etmeye başlıyorum. Hewalleri de meraklı gözlerle toplanıyor başucuma. Onca acı, onca yoksulluk, yakılmış köyler, göç, savaş, kör kurşunlara kurban edilmiş bedenler 6-9 yıllık yaşamlarına dolmuş da öfkeye dönmüş gözlerinden akıyor. Utangaç dillerinin, dilsiz seslerinin söyleyemediklerini gözleri anlatıyor. Her adım, her sokak, hüzün dolduruyor yüreğime. Bir de onca acı içinde, direngen solukları sıkıştırıyor göğüs kafesimi. Tarifi zor. Ve konuştukça bir

“Yok çocuklara sorulur mu” diye geçiriyorum içimden yaşanılanları, direnişleri. “Çocuxlar insanlar öldi, ne hissettiz” kendime kızarak döküldü sözcükler dudaklarımdan. Anladım ki yürekleri de kocaman olmuş, nasırları gibi... “Ben... ben...” dedi bir çocuk “çox şe yapmax istedim... Çox üzüldüm, hetta axladım...” “Topraklarımızda esir ettiler bizi... Damarimıza basmasinlar abla” diye katıldı diğer bir çocuk. “Hayalim büyüyünce ‘polis’ olmak, ülkemi (Kürdistanı) korumak” diyor bir diğeri. Ateşin ve güneşin çocukları, uyanmış bin yıllık uykularından. Başka dillerden de olsa, geleceğin rengini tanımışlar. İnce ince görüp anlamışlar ve takmışlar yakalarına gül diye korkusuzluklarını, o küçük bedenleriyle dev adamlar... Mazlum 8 yaşında ilkokul 2. sınıfa gidiyor. Köyleri yakıldığı için Amed’e yerleştiklerini anlatıyor. “Günde 2 milyon kazaniyam ma ne yapacaxam? Anama veriyem” diyor. “Ne zamandan beri çalışıyorsun?” diye sorduğumda: “1 yıl önce simit satidım. A bugün boyacılıx yapiyam.” (Meğer o gün boyacılıkta ilk günüymüş.) En büyük hayaline ise “Doxtor ya da polis olacaxam. Kötü adamları hapse atacaxam. Burda büssürü kişiyi öldürdiler. Ben onları yaxaliyacaxam hepse atacaxam. Bizi köydeki evımızden kovduklarında köpegımız varmış onu da öldırmışler olay oldıxında polisler beni dögdi, ben de onların kafasını kıracaxam, onların köpegıni öldırecaxam. Onun için polis olmax istiyem.” Sen de varmıydın olaylarda? Sen de taş attın mı? “Ee biraz taş attım. Ma abla zatan topraxımıza girmişler. Bu da yetmi mexlemıze qeder girdiler, allahıma damarımıza basmasınlar.” Amed’in bu küçük dev adamlarının ağızlarından dökülen “damarımıza basmasınlar”, “polis olmax istiyem”

sözcükleri çok şeyi anlatıyor aslında. Gözlerinin önünde yakılan yıkılan köyleri, öldürülen, işkence edilen anneleri, babaları, kardeşleri, arkadaşları. Bundandır polisi, jandarmayı gördüklerinde gözlerinin nefretle, kocaman açılması, taş atmaları. Kürt ulusunun yıllardır verdiği mücadele, direniş, serhıldanlar içerisinde erken yaşta büyüyor çocuklar. Şovenizmin, sınıfsal ve ulusal olarak ezilmenin, aşağılanmanın ne olduğunu bizzat yaşayarak öğreniyor. Düşmanını ilk bakışta, ilk harekette ayırt edebiliyor Kürt çocukları. Sezgileri güçlü... Kürdistan’daki kirli savaşın, ajanlaştırmaların yoğun olduğu bir süreçte, Amed’in köylerinden birinde yoksul bir Kürt ailesinin evine gerilla kılığında devlet geliyor. Gelenlerden bir tanesi elini yüzünü yıkamak için tuvalete gidiyor. Evin en küçük kızı da onun arkasından gidiyor ve “Hewal ver ben su dökeyim sen rahat yıka elini, yüzünü” diyor. Adamın Kürt kızının bu teklifini kabul etmesi üzerine küçük kız o adamın gerilla değil de devletten biri olduğunu anlıyor, babasının yanına gidip uyarıyor; “Baba, bu adamlar bizim hewaller değil, bizim hewaller olsaydı ellerine su döktürmezlerdi bana.” Ve sonrasında Kürt kızının tahmini doğru çıkıyor. Amed serhıldanında çatışmada en önlerde yer alarak taş atan Enes’lerin, Beriwan’ların polis kurşunlarına tutulmasının, işkence görmesinin, “Çocuk da olsa güvenlik kuvvetlerimiz gereken müdahaleyi yapacaklardır” açıklamaları yapmalarının ardında korkuları yatmaktadır. Çocuğundan yaşlısına kadar Kürt halkının öfkesinin, mücadelesinin sınıfsal bir zeminde ve kardeş Türk halkının mücadelesiyle buluşması durumunda korkuları karabasana dönecektir. Bunun içindir yakmaları, yıkmaları, katletmeleri, şovenist histeriyi her fırsatta tırmandırmaları, halkları birbirine kırdırma çabaları. Onların bu oyunlarını biliyoruz ve oyunu bozmak için şovenizme karşı halkların mücadele kardeşliğini ve dayanışma bayrağını yukarıya taşıyalım: “Yaşasın Halkların Mücadele Kardeşliği!” n


med ya nın s e f a l  i

] 29

Anladıkları Dilden! ‘90′lı yılların ortalarından itibaren durgun bir dönem geçiren Kürt hareketi Şemdinli’de kontrgerillanın suçüstü yakalanmasıyla yeniden ivme kazandı ve uyuyan öfke, kavga sesleriyle yaşamın içindeki yerini aldı. Newroz’da yüzbinlerce kişinin rengini ve coşkusunu taşıyan hareketlilikten korkan faşist devlet, elinin altındaki en büyük kozu olan basın aracılığıyla terörize etmeye çalıştığı Newroz’dan sonuç elde edemedi. Bunlar olurken, son zamanlarda kullanmaktan kaçınmadığı kimyasal silahlara sarılarak 14 gerillayı katletti. Büyük bir zafer kazandığını sanan faşist devlete cevabı, hesap sorma bilinciyle donanmış Kürt gençleri verdi. Cenazeleri alan kitleye saldıran polis başta Amed olmak üzere tüm Kürdistan’a yayılan bir direniş dalgasıyla karşılaştı. Sokaklar direnişin soluğuyla canlandı. Faşist devletin tüm saldırıları taş ve molotoflarla geri püskürtüldü. Direniş ağı geliştikçe öfke de bir o kadar büyüdü. Karakollar, bankalar, düzen partilerinin il ve ilçe teşkilatları ve direnişe destek vermeyen dükkanlar... Hepsi, yıllardır ezilen ve sömürülen bir halkın ayağa kalkıp kavganın rengini belirlemesiyle birlikte hak ettiğini alıyorlardı. Direniş karşısında korkuya kapılan polise, yıllar sonra şehre inen asker de destek verdi. Bir hafta süren çatışmalarda çoğu çocuk 15 kişi öldü ve 500 kişi

na karşı kışkırttı ve ülke genelinde bir linç kampanyası başlattı. “Ne eylemcisi terörist bunlar terörist!.. Eylemciymiş! Ne eylemcisi yahuu! Ellerinde silah, insanları, kadın-çocuk, gençihtiyar öldürüyorlar. Bankaları, dükkanları soyuyorlar. Devletimizden toprak istiyorlar! Ve ayrıca bunlar, içimizde besleniyorlar ekonomimizi sömüre sömüre! Kırmızı, yeşil, mavi TC pasaportu taşıyan, milyarlarca lira maaş alan, hastasına bedava baktıran bunlar. (...) İdealleri uğruna bir avuç cahil insan ne yazık ölüyor, öldürülüyor. Sonunda kurtuluş filan da yok!” (Milliyet Gazetesi-Yılmaz Çetiner) Burjuva medyanın sözde “aydınlık” yüzleri -sanırız uyku sersemliğiyleyazısında tarafları karıştırarak güzel yerlere değinmiş ve yıllardır bastırmış olduğu duygularını açığa vurmuş. Evet biz de merak ettik şimdi gerçekten ellerinde silah kadın erkek çocuk demeden öldürenleri, bankaları “hortumlayanları”, kaçakçılıkla köşeyi dönenleri, aldıkları pasaportlarla katillerini-kontrgerillalarını yurt dışına ellerini kollarını sallayarak yollayanları, basın açıklamalarına bile palalarla

Siz iz beyler, bir şeyi cidden unutmuş gibisiniz; kimin hangi dilden anladığını ve nasıl anlatıldığını! tutuklanarak cezaevine kondu. Devlet, meşruluğunu sağlamak amacıyla 8-15 yaş arasındaki çocukları dahi terörist ilan etmekten çekinmeyerek döktüğü kanın üzerini yalanlarıyla kapatmaya çalıştı. Toplu mezarların üzerine kurulu bir bölgede yüzünü bir kez daha gösteren faşist devlet; yıllardır sömürülen, ezilen, kendi dillerini kullanamayan Kürt halkına karşı silah kullanmaktan vazgeçmeyeceğini tekrar tekrar belirtti. Tepkilerinde yalnız kalmamak amacıyla “usta” kalemlerini de kullanarak Türk halkını Kürt halkı-

satırlarla saldıran kışkırtılmış cahil çocukları... Cidden siz de merak ediyor musunuz? “Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne bu ay Diyarbakır İtfaiyesi’nden daha yüklü fatura gelecek. Çünkü habire su sıkıyorlar. Oldu olacak vernel de ekleyin, tam yumuşasın ortam. (...) Diyebilirsiniz ki, “ne yapalım taş atana silah mı sıkalım?” (...) Bazı geri zekalılar da diyor ki: “Güneydoğu ekonomik olarak kalkınsa terör merör kalmaz.” (...) Peki, Kırşehir’de az mıdır işsizlik? Yozgat’ta, Uşak’ta? 15

bin dolar mıdır milli gelir Artvin’de? (...) Sorun ekonomik felan değildir. Sorun, bunların avukatı AB’nin tespit ettiği gibi “ana dilde eğitim” sorunudur. Anladıkları dilden konuş bak sorun morun kalıyor mu ortada. (...)” (Sabah Gazetesi-Yılmaz Özdil) İnsan bir anda şaşırıyor. En azından biz şaşırdık. “Bir de yazarlar açık açık yazmıyor diyoruz, adamlar daha ne yazsın?” dediğinizi duyar gibi olduk aslında... Oysa ki biz zaten biliyoruz sıkılan tazyikli suyun, döktükleri çocuklara ve gençlere ait kanların bir an önce ortadan kalkması için kullanıldığını. Ekonominin zaten iyi olmadığını, Kürdistan’da daha bir farklı ve zor olduğunu yaşamın ve yaşamanın... Ve şimdi siz beyler neyi bilmiyorsunuz biliyor musunuz? Size bu yazıları yazdıranların ne kadar büyük bir korku yaşadıklarını beyler ne kadar büyük bir korku... Korkuyorlar çünkü orada öfke artık kabuğunu kırdı. Korkuyorlar çünkü onların zincirlerinden başka kaybedecekleri hiçbir şeyleri olmadığını biliyorlar. orkuyorlar çünkü orada yaratılan hareketin sınıf hareketiyle buluşabilme zemininin dünküne oranla daha da sağlam olduğunu biliyorlar. Hem sizi de süpürecek kadar sağlam. Ve siz beyler bir şeyi cidden unutmuş gibisiniz, kimin hangi dilden anladığını ve nasıl anlatıldığını. Ve biz dilimizde bir şey anlatırken ses tonumuzu yükselttiğimiz gibi güçlü kollarımızı da kaldırmayı biliriz... n


DPG

30

[

y o rum

SIRADAKİ HEDEF: İRAN Ateşi harlanan bir coğrafya olarak Ortadoğu; yıllardır emperyalist kapitalistler tarafından uzun soluklu projeler kapsamında düşünüldü hep. Bu uzun soluklu projelerin en can alıcı ve zor virajına giriliyor şimdi. Gündem “sıradaki hedef İran” üzerinden işleniyor. ABD’nin üç yılı aşan Irak işgalinden sonra, ABD ve diğer emperyalist blokların işgalden gerekli dersleri de çıkararak gözlerini fiili olarak İran’a dikmesiyle işliyor süreç. ABD ve diğer emperyalist blokların gözlerini İran’a dikmesi; İran’ın petrol ve doğalgaz rezervi dolayımında bölgenin Bağdat, hatta dünyanın ilk sıralarında yer alıyor olmasının yanı sıra diğer önemli sebepler; emperyalist tekellerin bölgedeki pazara (tüketim ve işgücü pazarı) girişinin güvenli bir biçimde yapılabilmesinin gerekliliğidir. Bunun olabilmesi için köklü siyasal-toplumsal (rejim) değişikliklerin gerektiği koşullarda ise politik-askeri müdahalelerden kaçınmayacaktır emperyalist kapitalistler. Kaldı ki Irak işgalinin kendisi ve İran müdahalesinin bu kadar yaklaşmış olması yaşanan krizle birlikte emperyalistlerin kar ve egemenlik ihtiyacından doğmaktadır. Bir yanda emperyalist tekellerin taşeronluğuna zorlanan Ortadoğu halkları, bir yanda da emperyalistler (ABD, AB, Rusya, Çin ) arası savaşın arenasına dönüştürülen Ortadoğu... Fakat; ABD için kolay lokma olmayacak İran. Özellikle Irak işgaliyle birlikte bir bataklığa saplanan ABD şunları gayet iyi biliyor. İran müdahalesi, Irak’ta olduğu gibi “gözü karalıkla” hiçbir emperyalist blok, birlik vs ‘yi “takmadan” kendi başına yürütebileceği bir süreç değil. Çünkü İran, Irak’a benzemiyor, benzemez. İran, Irak’tan farklı olarak toplumsal yapısı itibariy-

le parçalı ve birbiriyle tarihsel olarak da savaş halindeki grupların “birlikteliğiyle” ayakta durmuyor. İran’da üst kimlik, İranlılık fikri ve hissiyatı görece oturmuş durumdadır. Toplum yapısı çok daha homojen ve örgündür İran’ın. Ayrıca İran’ın Ortadoğu’daki kimi dengelerdeki söz hakkı da, elini kuvvetlendiren bir başka etmendir. Diğer taraftan bölgedeki birçok ülkede var olan dinci-gericilik İran rejimi açısından da misliyle geçerlidir. İran rejiminin halk üzerindeki yoğun gerici baskıları, yasakları, hak ve özgürlük gaspları ABD’nin elini güçlendirirken

2003

İran rejiminin de zayıf karnını oluşturmaktadır. İran rejimi bu kesitte, İran halkının ABD’ye karşı öfkesini dinci-gerici şoven içerikle örgütleyerek ABD emperyalizmi karşısında gerici rejiminin savunusunu da yapmaktadır. Tüm bunlara bağlı olarak ABD, BM ve NATO gibi emperyalist birliklerle ve Türkiye gibi komşu ülkelerle işbirliğine dönük diplomasiler yürütmektedir. İşbirliği ve meşruluk üzerinden kendi hareket alanını da genişletmeye çalışmaktadır. Ancak, ABD bir yandan bu tarz diplomasileri yoğunlaştırırken bir yandan da BM’yi elini çabuk tutması konusunda uyarıyor, aksi takdirde BM’yi dikkate almayacağı tehditini savuruyor.

İran kozlarını oynuyor Süreç ABD cephesinden böyle işlerken İran nasıl bir pozisyon alıyor? İran kozlarını mümkün olduğunca açık oynayarak moral ve taktiksel açıdan belli bir üstünlük sağlamak istiyor. İran, uranyum zenginleştirilmesiyle ilgili yaptığı çalışmaların başarıya ulaşmasıyla ve o günün ulusal bayram ilan edilmesiyle birlikte açıkça meydan okumuştur ABD’ye. Uranyum zenginleştirilmesi çalışmaları başarısını açıklarken İran dosta ve düşmana nispet yaparcasına tüm dünyanın gözlerinin içine bakarken belli bir moral üstünlük sağlamıştır. Böylece İran, ABD’yi de insan hakları savunucusu, demokrasi ve adalet dağıtıcısı bir zeminden nükleer silah üzerine kurulu politika yapmaya zorlayarak ABD’nin pozisyonunu ve meşruluğunu sarsmaya çalışmaktadır. Bunun yanı sıra İran uzun zamandır PKK’ye dönük sürdürdüğü operasyonlarını yoğunlaştırarak Irak sınrından 5 kilometre içeriye girmiş, Türkiye açısından hassas bir konu olan PKK üzerinden Türkiye’ye göz kırpmıştır. Türkiye ise İran’a, ABD ile stratejik ortaklığını hatırlatarak başbakan üzerinden yaptığı açıklamada: “PKK konusunda yürüttüğünüz operasyonlar ve işbirliği konusunda derin memnuniyet duymaktayız fakat ABD’yi karşınıza alacak işler yaparsanız bölgede yalnız kalırsınız” diye komşusuna uyarıda bulunmuş daha dikkatli olması gerekliliğini hatırlatmıştır. İran ise suların iyice ısındığı şu kesit itibariyle pozisyonunu mağduriyet üzerinden bir savunmayla sessiz kalarak değil; kozlarını mümkün olduğunca açık oynayarak, diplomatik ve askeri hamlelerini yoğunlaştırarak meşruluk zeminini genişletmeye çalışıyor.


y o rum

] 31

Türkiye’de gelişen süreç Ortadoğu’da bunlar olurken Türkiye’de nasıl bir süreç mayalanıyor? Öncelikle TSK’nın 1999′dan beri Irak sınırına ve Kuzey Kürdistan’a bu kapsamda bir asker sevkiyatı (sayının 250 bin civarı olduğu söyleniyor) ve 16 ayı kapsayan uzun süreli bir konumlanışı asıl olarak Kerkük’te gelişebilecek sürece müdahale edebilmek açısından önemli. Ayrıca ABD’nin yaklaşan İran müdahalesinde hazır kıta bekleyen bir kara kuvveti olarak da okunmalıdır bu gelişme. Vampir Rice’ın Türkiye’ye gelişiyle birlikte konuşulmuş birçok senaryo için hazırlık olarak görülmedir.

DPG içerisinde kıvranırken, paralı eğitim kıskacında bunalıma sürüklenirken, bir yandan da gerici-şoven zehirle kirletilmektedir. Türk tekelci burjuvazisinin İran sürecinde, efendisi ABD tarafından daha ilerden konumlandırılması beraberinde gençliğin ucuz asker olarak pazarlanmasını da kapsıyor. Kardeş kalkın kanı, 1 cent bile değer biçilmeyen biz gençlere döktürülmek isteniyor. Gençliğin öfkesi, nefreti, çaresizliğinin ve geleceksizliğinin yarattığı basınç gericilik birikiminin dinamize edilmesiyle manipüle edilmek istenmektedir. Bunlarla birlikte, yeni TMY (Terörle Mücadele Yasası) ile sadece devrimcilere dönük olmayan her türlü sistem karşıtı gelişen ya da gelişebilecek muhalefeti zor yoluyla bastırmaya dö-

rici yönleri manipüle edilerek devrimci-demokrat güçlere yöneltilmektedir. Özellikle de son dönemlerde en yakın örneklerini İTÜ ve Dokuz Eylül’de yaşadığımız “PKK karşıtlığı”, “ülke/bayrak savunusu” üzerinden yanılsama yaratılarak kitlelerin geri, kendiliğinden bilincine oynanmaktadır. İşte tam da bu noktada dikkat edilmesi gereken en hassas nokta, yaratılan bu rüzgarı tersine çevirmektir. Bunun yolu da yaşanan saldırılar karşısında geri çekilmekten, sinmekten değil; geniş gençlik kesimleri içerisinde devrimci ajitasyonun, propagandanın, aydınlatma faaliyetinin yaygınlaştırılmasından ve yaratılan boşlukların kapatılmasından geçmektedir. Emperyalist savaş karşısında Ortadoğu emekçi halklarının mücadele kardeşliğinin propagandasını gelişti-

“Emperyalizmin zmin Askeri Olmayacağız!” şiarıyla kardeş İran halkının kanını dökmeyi reddetmeliyiz nük bir yasal düzenlemeyle ipler devlet tarafından biraz daha sıkılmaktadır. Yaklaşan savaş öncesi Türkiye’de ise siyasal ve toplumsal açıdan birçok gelişme yaşanmakta. Özellikle; bayrak, PKK ve Kürt düşmanlığı üzerinden kaşınarak açığa çıkarılan gericilik birikimiyle kitlelerde şoven histeri dinamize edilmeye çalışılmakta. Son bir sene içerisinde yaşanan bayrak yakma ve PKK üzerinden geliştirilen propagandayla açığa çıkan linç girişimleri, irili ufaklı birçok devrimci demokrat kitle eylem ve çalışmasına yönelik gelişen saldırılar ve gerici protestolar, zaten sınırlı olan kitle mücadele alan ve araçlarından devrimcileri tecrit etmeye dönük olarak işletilmektedir. Devrimci demokrat kamuoyu üzerinde baskıları yoğunlaştırarak mevzi kaybı ve terkine zorlamaktadır. Bir yandan da genişleyen işsizlik ve buna bağlı olarak da emekçilere dayatılan kölece çalışma ve yaşama koşullarının yarattığı iç huzursuzluk ve patlama dinamikleri bu gerici birikimle manipüle edilerek emekçiler üzerindeki sömürü daha da dizginsizleştirilmeye çalışılmaktadır. Gençlik açısından da durum pek farklı değil. Üniversitelerde ve liselerde gençlik diplomalı işsizlik geleceksizlik

Peki İran’a yönelik gelişecek herhangi bir müdahaleyle birlikte, Türkiye burjuvazisinin de TSK aracılığıyla Kuzey Irak’a girme olasılığının olduğu şu kesitte mevcut gericilik birikiminin dinamize edilmesi, yeni TMY aracılığıyla baskı ve zorun kullanım alanının genişletilmesi ne anlama geliyor? Asıl olarak bu; Türkiye ordusunun Kuzey Irak’a girmesi ya da direkt İran’a cephe açması durumunda ABD’nin Irak işgali öncesi süreçte Türkiye’nin savaşa girmesi konusunda içeriden oluşturduğu basıncı bu sefer önden manipüle etmek ve bastırmak amacıyla da işlevlendirilmektedir.

Gündelik devrimci faaliyet yükseltilmeli Özellikle kitlelerde dinamize edilen gericilik birikimi ve çok sürtünmeden geçen TMY; hem nedenleri hem de sonuçları açısından değerlendirdiğimizde; devrimcilere, süreklileşmiş gündelik devrimci faaliyetin yükseltilmesi görevini yüklemektedir. Devrimci çalışmanın olmadığı yerde, bırakılan boşlukları da hızlı bir tarzda faşistler doldurur. Bununla, devrimcilerin hedef kitlesi içerisinde belli bir etki alanı yaratmak istenmektedir. Kitlelerin ge-

rerek ve eylemli halkalarını yaratarak ilerlemeliyiz. “Emperyalizmin Askeri Olmayacağız!” şiarıyla kardeş İran halkının kanını dökmeyi reddetmeliyiz. Bu süreçte yoğunlaşan ve artarak da devam edecek olan Kürt düşmanlığına karşı gündelik faaliyetimizde “Kürt Ulusuna Özgürlük!” ve “Yaşasın Halkların Mücadele Kardeşliği!” sloganlarının içeriklendirilmesi kilit halkalardan biridir. Devrimciler demokratlar ve ilericilerin bu kesitte yapması gereken en önemli şeylerden biri kazanılmış mevzileri asla terketmemek ve sürekli kitlelerle içiçe olarak yeni mevziler kazanmaktır. Gelişecek emperyalist savaş süreci öncesinde paralı eğitim ve diplomalı işsizlik üzerinden faaliyetimizi genişletmemiz, derinleştirmemiz, kitlelerle örgün ve geniş ilişki ağlarını kurmamız; gerici–şoven propagandaların bastırılması ve etkisiz kılınması açısından çok önemli bir yerde durmaktadır. Süreç açısından kitlelerin kendi sorun, özlem ve isteklerine sahip çıkması ve gericilikle sınırlarını çizmesi; Türkiye işbirlikçi burjuvazisinin suratına indirilecek bir tokat, emperyalist hesapları da altüst edecek bir çıkış olacaktır. Hesaplarını altüst edecek o güç var bizde! n


DPG

32

hak aramanın “terör” İlan edİldİğİ yasa: Burjuvazi neoliberal yeniden yapılandırma saldırılarını gerekli yasal düzenlemeleri yaparak sürdürüyor. Bu durum işçi sınıfı ve emekçi kitlelerde ciddi bir öfke birikimini mayalandırmaktadır. Son süreçte artan neoliberal sosyal yıkım saldırıları karşısında mücadele kanallarının ve örgütlü bir tepkinin oluşmaması için burjuvazi eski ceza yasalarını aratacak tarzda yasaları yeniden düzenliyor, işçi sınıfı ve emekçi kitlelere, gençliğe korku salmaya çalışıyor. İşkence, kaba dayak, kitle eylemlerine gaz bombalı plastik mermili saldırılar, F tipleri, gözaltılar, kayıplar, tecavüzler, ajanlaştırma girişimleri... Öte yandan görsel ve yazılı basın, futbol vb. ile kitleleri uyuşturma politikaları ya da yoklaşma ve yoksunlaşma karşısında oluşan tepki ve öfkenin sistem içi araçlarla boşaltılmaya, etkisizleştirilmeye çalışılması... Emperyalist-kapitalist sistemin öteden beridir kullandığı bu saldırıların dozu içerisinden geçilen döneme, kapitalizmin yapısal krizlerinin durumuna, sınıf ve kitle hareketinin, devrimci hareketin seyrine ve potansiyellerine göre değişiyor. Bu ve benzeri yöntemler ayrı ayrı değil, aynı anda ve birbiri üzerine binecek şekilde uygulanır çoğu zaman. Baskı ve zor yöntemleri ile kitleler her fırsatta aşağılanır ve kişiliksizleştirilirken bir taraftan da içlerinden özellikle de mücadelede öncüleşmeye başlayanlar daha dolaysız bir şiddete maruz bırakılarak sindirilmeye çalışılır. Tüm bunlar olurken de kitlelere öncülük eden devrimci ve komünistler de imha edilmeye ya da işçi sınıfı ve emekçilerden tecrit edilmeye çalışılır. Kitleler, milliyet yahut din temelinde bölünmeye çalışılarak suni gündemlerle meşgul edilirler. Kitlelerin yumuşak karınlarını çok iyi bilen burjuvazi, her sıkıştığı noktada bu düğmelere basmaktan kaçınmamaktadır. Toplumda bir linç kültürü oluşturulmaya ve bırakalım devrimcileri, muhalif her sese terörist damgası vurularak şovenist saldırganlık harekete geçirilmeye çalışılmaktadır.

[

y o rum

TMY

Terör kavramı, burjuvazinin emekçi kitlelere saldırmak için en sık başvurduğu, sisteme yönelik her muhalif eylem biçiminde ağzına pelesenk ettiği bir kavramdır. Onlara göre demokratik eğitim isteyen bir öğrenci, anadilini konuşmak isteyen bir halk, örgütlenmek isteyen bir işçi kısaca istekleri burjuvazinin istekleriyle çelişen herkes teröristtir. Yeni Terörle Mücadele Yasası (TMY), Kürt ulusu da dahil olmak üzere emekçi sınıfların öfkesi ve mücadele potansiyellerine karşı önlem almak, gelişen dinamikleri daha başından ezmek amacıyla faşist diktatörlüğün tüm birimlerinin “mutabakatıyla” hazırlandı. En ufak bir muhalif kıpırtıyı bile terör kapsamına alan yasa, sistemin çizdiği sınırları bırakalım değiştirmeyi yalnızca sorgulayanları bile cezaevine doldurmayı planlıyor. Gerektiğinde kadın çocuk demeden devlet terörünü uygulayabilen faşizm, bunu yasal düzleme de taşıyor. “Toplumu tahrik: Kamuoyuna açık mesaj vererek, toplumu tahrik etmek fiili de terör suçudur. Bu suçlar arasına ‘örgüte adam temini ve eğitimi’ de alınmıştır. Örgüte ‘Yardım ve yataklık’ fiili de terör suçu içindedir.” Terör tanımına eklenen bu ve benzer muğlak ifadelerle burjuvazinin keyfini kaçıran herhangi birini terörist ilan edilmesi olanak dahilindedir. Sözgelimi bildiri dağıtmak, basın açıklaması yapmak, yemekhanede konuşmak, boykot çağrısı yapmak vs. toplumu tahrik etmek sayılabilir. Dahası bunlar “örgüte adam temini ve eğitimi” kapsamında değerlendirilebilir. “Terör; baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen cumhuriyetin niteliklerini... değiştirmek... bozmak amacıyla” (TMY 1/1) Bu tanımlama yeni değil elbette. Daha önce çıkan TCK, CMK, CİK paketin-

den tanıyoruz bu tanımı. F tipi saldırısından tanıyoruz bu anlayışı. F tipi ve tecrit saldırısının asıl olarak kitlelere yönelik olarak gerçekleştirildiğinin ispatı olan bu yasalar, yeni TMY ile üst boyuta taşınıyor. Tüm bu düzenlemeler emekçi halkı hedef alsa da mızrağın sivri ucu gençliğe dokunmaktadır. Gençliğin taşıdığı mücadele potansiyeli, gelecekten beklentilerinin fazla oluşu, ancak bunun bu sistemde karşılanamayacağını az çok anladığında öfkesini akıtacak kanal araması sistemin şimşeklerini gençliğin üzerine yağdırmasına neden oluyor.

Cezaevlerinde fabrikalar Yeni TMY, üretimin cezaevlerine kaydırılması ve cezaevlerinde parmaklıklı fabrikaların kurulması saldırısıyla da örtüşmektedir. ABD‘de halihazırda uygulanan sistemde özellikle gençliğin yapma ihtimalinin olduğu kimi faaliyetler suç kapsamına alınıyor ve büyük cezalar veriliyor. Cezaevine giren gençler oradaki üretimin ücretsiz köleleri haline geliyorlar. ABD’de emekçi sınıflara mensup insanların büyük bir çoğunluğunun cezaevini görmüş olması herhalde tesadüf olamaz. ABD’de birçok tekelin üretimini cezaevlerine kaydırdığını da söylemeden geçmek olmaz ve tabii Türkiye’deki tekellerin ağızlarının salyalarının çoktan akmaya başladığını da.*


y o rum

] 33

“Terör örgütlerinin bildiri ve açıklamalarını basanlara veya yayınlayanlara veyahut örgütü ve örgüt yöneticisini veya üyelerini kamuoyunda hoş göstermeye yönelik yayın yapanlara 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası verilir” (Yeni TMY, md.6/2) Zaten binbir baskı ve zora göğüs gererek bedeller pahasına çıkan devrimci-sosyalist yayın kuruluşlarına sallanan bu sopa insanların haber alma özgürlüğünü ihlal ettiği gibi söz konusu yayın kuruluşlarını etkisizleştirmeyi, olmadığı takdirde çalışanlarını cezaevine göndermeyi planlıyor. Kaldı ki bir başka madde de terör suçunun basın yoluyla işlendiği takdirde yarı oranında fazla ceza alınacağını söylüyor. Yasa aynı zamanda polise de sınırsız yetki tanıyor. “Uyarı yapılmadan ateş açılması” bunların arasında. Böylece polis, “şüpheli” gördüğü herhangi birinin üzerine kurşun yağdırma hakkını da kazanmış oluyor ki, geçtiğimiz günlerde Aytekin Arnavutoğlu adlı genç polisin hiçbir uyarısı olmadan 15 kurşunla öldürüldü. Polisler ise TMY gereği suçlu bulunmamaktadır.

DPG

Bu saydıklarımız yasanın en bariz saldırı maddeleridir. Bütünden bakıldığında ise sistemin en ufak bir aykırı sese tahammülü olmadığını ve tüm engellemelere karşın ona karşı gelenleri etkisizleştirmek için herşeyi yapabileceğini gösteriyor. Birçoğu zaten yasadışı olarak uygulanagelen bu yöntemler AB tarafından da destekleniyor. Demokrasi maskesini yüzlerinden çıkarmayan AB emperyalizmi 16 Mart 2005′te imzaya açılan Avrupa Konseyi Terörizmin Önlenmesi Sözleşmesi’ni imzaladı ve yeni TMY gibi düzenlemelerin Avrupa’nın bütününde uygulanmasının startını vermiş oldu.

Düğümü çözmek... Burjuvazi kronikleşen krizlerini atlatabilmek için sömürü zincirlerini daha da sıkıyor. Kölece yaşama ve çalışmaya mahkum ettiği işçilerin mücadele ihtiyacından, cenazelerine bile tahammül edemediği, dili yasaklanmış, uçurumun dibine prangalanmış Kürt halkının artan özgürlük ihtiyacından, en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan, diplomalı işsizlikle paralı eğitim arasında çarmıha gerilmiş geniş gençlik kitlelerinin

Mızrağın sivri ucunda olan biz gençler biliyoruz: Faşist yasa ve yasaklar ilk olarak militan bir demokrasi savaşımı ve antifaşist mücadele ile sokakta parçalanır Yeni TMY yasası ile işçi ve emekçilerin, gençliğin tüm mücadele kanalları tıkanmaya çalışılıyor. Öyle ki, hakkını aramak isteyen herkes potansiyel suçlu ilan edilebilir. Herhangi bir hak alma eyleminde gözaltına alınmak terörist ilan edilmek için yeterli. Yaşı küçük olarak nitelendirilen çocuk ve gençlerin bir kitle gösterisinde yer alması karşısında ailelerine biçilen ceza süresi 1 ila 3 yıl arasında değişiyor. Gözaltına almak kolaylaşırken yasa gereğince gözaltına alınan kişilerin yakınlarına haber verilmeyebilir, avukatlarıyla görüşmeleri kısıtlanabilir. Yani istediklerini alabilir yanına bir kişiyi daha katıp örgüt kurdurabilir, yakınlarına haber verilmediği için günlerce işkenceli sorgularda tutabilir avukatı ise keyfiyete göre devre dışı bırakabilirler.

öfkesinden korkan burjuvazi; faşist baskı, yasak ve yasa, uygulama ve mekanizmalarını yeniden düzenliyor ve saldırıya hazırlanıyor. Mızrağın sivri ucunda bulunan biz gençler saldırıların ve faşist yasaların nasıl yerle bir edileceğini çok iyi biliyoruz. Faşist yasa ve yasaklar ilk olarak militan bir demokrasi savaşımı ve antifaşist mücadele ile sokakta parçalanırlar. Bunu yapmak için ise örgütlü olmak ve sorunun tüm bileşenleriyle ortak bir eylem programı çıkartmak zorunludur. Geleceğimizi, taleplerimizi boğmak istiyorlarsa biz de geleceğimize ve taleplerimize daha sıkı sarılacağız. Bizi örgütsüz ve savunmasız bırakmak istiyorlarsa örgütleneceğiz, hesap sorma bilinciyle kuşanacağız! n

TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM PROJESİ* ... Bugün ABD’nin önde gelen birçok şirketi, ürünlerini ABD hapishanelerinde üretmektedir. Bu şirketlerin içerisinde Microsoft, IBM, Boing, Motorola, Nike, Lee Jeans gibi dünya çapında at oynatan bir dizi tekel ve tröstler de bulunmaktadır. Hapishanelerde yapılan işler son derece çeşitlilik arz etmekte, bir dizi emperyalist mal ve hizmet üretimini kapsamaktadır. ... Üstelik, yapılan iş çeşidinin giderek arttırılması da hedeflerden biridir. Bu durum ise, dışarıdaki pek çok işletmenin kapatılarak üretimin daha ucuza mal olduğu hapishanelere taşınmasına yol açmakta ve dışarıdaki işsiz kitlesini genişletmektedir. ... Hapishane kurumunun kendisinin meşruiyeti sorunu bir yana yalnız çalışma programlarının meşruiyetini tartışılır kılan bir dizi etken söz konusudur. Herşeyden önce mahkumlar çalışmaya zorlanmaktadırlar. Yani çalıştırma şiddet ve şantaj yolu ile sağlanmaktadır. Ayrıca mahpuslar çok ucuz işgücü olarak kullanılacaktır. Buna ek olarak, mahkumların ücretinin büyük bir bölümüne hapishane yönetimince el konulmaktadır. Hapishane emeği; örgütlenme, sendikalaşma, direniş gücü ve benzeri mücadele araçlarından da yoksun olduğu için sömürü şiddeti daha da artmaktadır. ... Proje gerçekten de bir “toplumsal dönüşüm projesi”dir. İçeride ve dışarıda ücretli kölelik birbirini besleyip büyütecektir. Bu durumda daha önce çokça bahsedilen “hücre tipi cezaevi-hücre tipi yaşam” bağıntısı elle tutulur kadar gerçek haline gelmiştir. ... * Mart 2004 tarihli DPG’den alınmıştır.


DPG

34

[

t ari h b i lin ci

DTCF İŞGALİ: Tarihe bırakılan iz Bir döneme damgasını vuran DTCF işgali, haftalar öncesinde başlayan hazırlıklar 23 Mart 1996 günü Kızılay Meydanı’nı zapteden görkemli bir miting ve aynı gün yapılan DTCF işgali, öğrenci gençlik hareketinde 90′lı yılların iz bırakan iki-üç eyleminden biri olarak tarihe yazıldı. Bu eylem toplumun ezilen kesimlerinde 89′la başlayan kitlesel eylem dalgası zemininde komünarların bilinci öncülüğüyle yazıldı. Sadece protesto eylemleriyle hak alınamayacağının bilincinde olan gençliğin devrimci bölüğü reformizm ile sınırlarını çeker. İşgallerle, boykotlarla, direnişlerle adından/taleplerinden söz ettirir ve haklarını koparıp alacak eylem tarzlarını hayata geçirir. Üniversitelerde varolan dağınık tepkileri ve yerel eylemleri merkezileştirerek paralı eğitim saldırısını püskürtmeyi hedefleyen militan eylem biçimleriyle öğrenci gençlik hareketi, sermayenin eğitim alanına dönük neoliberal saldırılarını durduramadıysa da hızını kesmiş, burjuvazinin politikalarını uygulamada önüne ciddi bir engel olmuştur. Bugün burjuvazi paralı eğitimi istediği ve hedeflediği oranda hayata geçirememişse (eğitimin paralı hale gelmesi, sermaye ve tekellerle doğrudan-tam entegrasyonu için hala epey yol almak gerektiğini söylüyorlarsa) bunda öğrenci gençliğin mücadelesinin, 90′lı yıllardaki işgallerin, militan eylem biçimlerinin önemli payı vardır. 23 Mart merkezi Ankara mitingi ve aynı gün yapılan DTCF işgali de o dönem gençlik hareketinin bu kapsamdaki en önemli adımlarından biri olmuştur. Dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve tüm rektörler yeni bir paket hazırlığı için 23 Mart’ta biraraya geleceklerdi. Sözkonusu toplantıda görüşülecek saldırı paketinde; “üniversite yönetim kurullarına ek har(a)ç zammı yapma yetkisi; yabancı üniversitelere Türkiye’de şube açma hakkı tanınması (bu, özel üniversitelerin önünü açma girişimiydi); MGK‘nın 8 Kasım 1994′teki “tavsiye” genelgesiyle

oluşturulan ve valilerin başkanlığında garnizon yetkilisi, belediye başkanı, üniversite rektörleri, MİT bölge müfettişi, emniyet müdürü, il gençlik spor müdüründen meydana gelen gençlik komisyonlarının öğrenci eylemlerini bastırmada daha işler hale getirilmesi” gibi hedeflerle toplanılıyordu. Buna karşı bu toplantıyı gençlik DTCF işgaliyle cevapladı, militan eylemleriyle alınan kararları tartışılır hale getirdi ve uygulanmasını frenledi. O sürece, bir DTCF işgalcisiyle yaptığımız röportajla daha yakından bakalım: Bize DTCF işgali hakkında bilgi verir misiniz? DTCF işgali öncesinde toplumun diğer kesimlerinde olduğu gibi öğrenci gençlikte de genel bir uyanış ve eyleme geçiş durumu yaşanıyordu. Bahar aylarıyla birlikte adımlar hızlanmıştı. Hatırladığım kadarıyla Şubat‘ın ilk günleriydi; Kızılay‘da bir miting yaptık. Ardından Şubat’ın sonunda Beyazıt‘ta güçlü bir miting yapılmış ve üniversite işgal edilmişti. Bir hafta sonra İzmir Konak Meydanı‘nda yaklaşık beş bin kişinin katıldığı bir miting yapıldı. Bu eylemlerin yarattığı atmosfer çok olumluydu. Bunu dağıtmak için burjuvazi faşist terörle birlikte yoğun bir ideo-kültürel propaganda bombardımanı başlattı. Öte yandan Demirel de neoliberal saldırı programının üniversitelerde daha hızlı uygulanması için tüm rektörlerle toplantı yapmaya hazırlanıyordu. Oysa coşkulu, tutkulu, militan bir kitle hareketi adım adım sahneye çıkıyordu. O eylemler içinde özgürleşme duygusunu yaşıyorduk. Beyazıt işgalinden bir fotoğraf karesi var; büyük demir kapıya yüklenip açan öğrencilerden ilk giren arkadaşın kanatlanıp uçacakmış gibi ellerini havaya kaldırarak zafer işareti yapması, aynı anda slogan atması... O fotoğraf karesi, demir kapıları kırıp açmamızı değil sadece, eylem içindeki özgürleşmemizi resmediyor. O fotoğraf karesi, fazla söze gerek bırakmadan o dönemin ruhunu yansıtıyor. İşte DTCF işgali tam da bu sürecin bir parçasıdır ve bir nevi zirvesi olmuştur.

Peki o güne gelelim. Bize işgali anlatır mısınız, nasıl oldu DTCF işgali? Az önce bahsettiğim Çankaya’daki rektörler toplantısıyla aynı günde Kızılay Meydanı‘nda bir miting düzenleme önerisini diğer gruplara götürmüştük. Önceki eylem süreçleri içinde merkezi olarak oluşturulan Üniversite Öğrencileri Platformu (ÜÖP) içindeki tüm siyasi gruplar birlikte hareket ediyordu. 23 Mart için önerdiğimiz eylem bu platformda tartışıldı ve kabul edildi. Fakat Kızılay’daki 23 Mart mitingi için farklı görüşler de vardı bu platform içinde. Kimi gruplar sadece miting yapıp dağılma eğilimindeydi. DPG ve DÜP’ün de içinde bulunduğu beş siyaset ise DTCF’de bir işgal yapma ve işgalle birlikte tüm okullarda sürekli eylemler, işgalin olduğu binanın önünde kitlesel eylemler yapma düşüncesindeydi. Neticede 23 Mart günü öncesinde, beş siyaset için işgal programı netleşmişti. Emin olmamakla birlikte, hatırladığım kadarıyla DPG, YDG, Kaldıraç, Özgür Gençlik ve Ekim Gençliği‘nden oluşan beş siyaset işgal fikrinde netleşmiş ve hazırlıklarını buna göre yapmıştı. Eylem günü Ankara dışından gelenler terminalden yürüyüşe başladı. Biz Sıhhiye Köprüsü‘nde korteje katıldık. Caddeyi trafiğe kapatarak Kızılay’a doğru yürüyüşe geçtik. Yürüyüşten çok kitlesel bir koşuya benziyordu, herkes çok heyecanlıydı. Meydan girişinde polis barikatı olduğunu biliyorduk. Ve polisle çatışmaya gidiyorduk. Önceden hazırlıklarımızı yapmıştık. Molotof kokteyllerimiz, özel olarak yaptırdığımız sopalarımız vardı yanımızda. Barikata geldiğimizde polis şefleri bize “Yasadışı eylem yapıyorsunuz, kaldırıma çıkın, yolu trafiğe açın” gibi şeyler söylemeye çalıştıysa da onları dinleyen olmadı. İlk vuruşta polis barikatını yardık girdik Kızılay’a. Ama polis asıl güçlü barikatını Çankaya‘ya çıkan güzergaha kurmuştu. Çankaya’ya yürüyeceğimizi düşünüyorlardı. Oysa planımız farklıydı. Meydanda miting yapıldı. Miting biter bitmez SİP‘li öğrenciler ve diğer reformist


t arih bilin ci

] 35

gruplar dağıldı. Biz, işgal yapacak olan beş siyaset başta olmak üzere, devrimci yapılar da DTCF’ye doğru yöneldik. Polis, terminale doğru gittiğimizi düşünerek arkamızdan takip etmekle yetindi. ÜÖP pankartının arkasında DPG‘nin büyükçe bir imzası, onun da arkasında “Dünyayı İstiyoruz Kırıntı Değil” sloganlı Demokratik Üniversite Platformu imzalı pankartımız vardı. Arkamızdan Kaldıraç geliyordu. DTCF’nin dış kapısına geldiğimizde ilk gruplarımız bahçeye girer girmez polis bu kadar disiplinli ve coşkulu, kararlı yürüyüşün sırrını çözmüş olacak ki hızla panzer getirdi oraya. Kapıda kitlenin içinden “Yaşasın DTCF İşgalimiz!” sloganı gelmeye başladı. İşgal sloganını duyan polis zaman kaybetmeden kitleye saldırdı ve giriş kapısını tuttu. Biz içerde tahminen 600-700 kişi kaldık. İçeri yönelmemizle birlikte polis peşimizden gelmeye başladı. Sağdaki binanın giriş kapısının üstünde Genç Komünarlar pankartı asılıydı. Pankartın olduğu binaya girerek ana giriş kapısına hızlıca bir barikat kurduk. Daha sağlamlaştıramadan barikatımızı, polis saldırıya geçti. Barikatı açtıkça biz yeni bir barikat kuruyorduk. Bu şekilde dolap, masa ve sandalyelerden barikat kura kura binanın beşinci katına kadar çıktık. Bu arada binanın içi sürekli atılan gaz bombalarıyla göz gözü göremez haldeydi. Kaç saat geçti bilmiyorum, uzunca bir süre polisle çatıştık. Elimizde sandalyeler, masa ayakları vardı, kalkanlara vura vura merdivenlerde onları epey sıkıştırdık, çıkmalarını engelledik. Sloganlarımız bir an bile susmadı. En son 15-20 kişilik bir grup çatıya çıktık. Okulun çevresini tutmuştu polis. Tren istasyonunda epey kalabalık bir grup bizi izliyordu, bazıları el sallıyordu bize. Polis çatıya çıktığında biz kol kola girerek oturduk; kimseyi vermeyecektik. İlk şiddetli jop yağmurundan sonra tek tek inmemizi söylediler; reddettik, kimse ayağa kalkmadı. Bir jop sağanağı daha geldi üstümüze, kafası, kolu sağlam kalan kaç kişi kaldı bilmiyorum ama yine de çözemediler bizi. Sonra tek tek kopartarak almaya başladılar. Buradan başlayarak savcılığa çıkarılana kadar çok yoğun bir işkenceye, dayağa maruz kaldık. Ağır yaralananlar oldu içimizde. Merdivenlerden indirilirken ayağım yere değmedi diyebilirim. Ankara Emniyet

DPG

23 Mart 1996: Gençlik hareketinde bir zirve... Kızılay’da fiili miting ve DTCF işgali... Müdürlüğü‘ne götürülene kadar bu kaba dayak sürdü. Oradan spor salonuna alındık. 350-370 kişi vardı gözaltına alınan. Bunca işkence, dayak bizi yıldırmaya yetmedi; direnişimizi spor salonuna da taşıdık. Hemen açlık grevi örgütledik. Grevimize yönelik polis baskısını sloganlarla karşılıyorduk. Hatta bir ara salondaki hareketliliğimiz ve yükselen sloganlar öyle bir hal aldı ki salonun önüne çevik kuvvet yığınağı yapmaya başladılar. Kolu kafası kırık yüzlerce gencin gözaltında tutuldukları spor salonundan yükselen slogan seslerine dışardan da cevap geliyordu: Emniyet’in önünde bekleyen ailelerimiz sloganlarla bizi destekliyordu. Bu manzara çok etkileyiciydi, bize güç veriyordu.

leri nereye harcanıyor; eğitim araç-gereci, kaliteli yemek, ulaşım, barınma, bilgisayar, kültürel etkinlikler vb taleplerimiz “maddi olanaklarımız yok” gerekçesiyle reddediliyordu hep. Öyleyse bu bütçeyi açıklayın diyorduk biz de. En önemli meselelerden biri de faşist saldırılardı. Şimdi olduğu gibi öğrenci gençliğin demokratik taleplerine, eylemlerine karşı oluşturulmuş faşist örgütlenmeler sürekli saldırıyorlardı. Bu sivil faşistleri polis ve jandarma organize ediyordu. YÖK ve üniversite yönetimleri bunlara her türlü kolaylığı sağlamakla kalmıyor, özellikle devrimci sosyalist etkinliğin önünü kesmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bu yüzden faşist saldırılar, kampüslerdeki jandarma-polis yığınağı temel konularımızdan biriydi.

Öğrenci gençliğin talepleri neydi? Anlattığınız eylemler, işgaller hangi taleplerle yapılıyordu? Üniversiteli öğrenci gençlik astronomik har(a)ç zamlarıyla yüz yüzeydi. Bu, çok yakıcı bir sorundu. Çünkü adım adım paralı eğitime doğru gidiliyordu ve emekçi çocuklarına üniversitelerin kapıları kapatılıyordu. DTCF işgalinin de başlıca taleplerinden birisi buna ilişkindi: Biz Demokratik Üniversite Platformu (DÜP) olarak o dönem pankartlarımıza “Üniversite Kapıları Emekçi Çocuklarına Kapatılamaz” diye yazıyorduk. İkincisi, tıpkı bugün olduğu gibi YÖK sistemi ile kuşatılmış olan üniversitelerde öğrenci gençliğin, öğretim görevlilerinin ve diğer bileşenlerin hiç bir şeyde söz hakkı yoktu. Bu yüzden YÖK’ün dağıtılması temel taleplerimizden biriydi. Aynı gerekçeyle DÜP, “üniversite bütçeleri açık olsun” diyordu. Üniversite bütçe-

Toparlarsak, neoliberal saldırı programı çerçevesinde eğitimin paralı hale getirilmesi, işçi ve emekçi çocuklarının eğitim hakkının elinden alınmasına karşı talepler ile bu taleplerimizin önünü kesmeyi hedefleyen faşist örgütlenmelerin dağıtılması ve saldırıların durdurulması taleplerimizin ana çizgilerini oluşturuyordu. Biz DPG’liler olarak, işçi sınıfıyla kaderimizi ortak görüyor ve kurtuluşumuzun da ancak ücretli kölelik düzenini yıkıp sosyalist bir yaşam kurmakla mümkün olacağını düşündüğümüzden öğrenci gençliğe şunu diyorduk: Her türlü ekonomik, demokratik hakkın kazanımı militan mücadeleyle mümkündür ve bu tür kazanımların az çok istikrarlı bir hal alması da ancak bu düzenin tümünü hedef alan, onu yıkıp sınıfsız bir dünya kurmayı amaç edinen bir mücadele programı ve örgütüyle mümkündür. n


DPG

36

[

k ol e ktif s o r u m luluk

Sınıfın Komuta Topluluğu:

KADROLAR - III önem vermelidir. Yeni kadroların yetişmemesi halinde mücadelenin gereklerine yanıt verilemeyeceği açık değil midir?

Parti, kimseden gerçekten yapamayacağı şeyleri istemez. Buna rağmen “yapamam” diyene cevap Lenin’den gelir: “Yapamam deme yapmam de.” Bu “yapamam” itirazının bir başka türevi de, verilen görevi kendine uygun görmemektir. Oysa, tüm örgüt işleri aynı ölçüde önemli ve onurludur. Teknoloji harikası makinelerin bir tek vidasını çıkarsanız, felce uğrayacaktır. O minicik vida, makinenin diğer parçaları kadar gereklidir çünkü. Eksik bırakılan her örgüt işi de, istediği kadar küçük görünsün, örgütün işleyişine zarar verecektir. Bunun için, işler arasında ayrım yapmak, mücadelenin ve örgütün perspektifiyle değil, tümüyle kişisel kaygılarla takınılan bir tavırdır. Bu tablonun tersine, bolşevik kadro, örgüt işinin hemen tümünden anlayacak bir donanım sağlamak gayreti içinde olmalıdır. Bir doktor önce tıp bilimini kavrar, sonra uzmanlık alanında yetkinleşir. Kadronun perspektifi de bu olmalı, koşullar dayattığında her işin altından kolaylıkla çıkabilmeye yetenekli hale gelmeyi hedeflemelidir. Ağır sanayinin kalbi makine üreten makinelerse, örgütün kalbi de kadro “üreten” kadrolardır. O buna özel bir

Bunun için kadro kendi işleri, pratik işler içinde boğulup gitmesine yol açan çalışma biçimini değiştirmelidir. Kadro kendi alanının yöneticisidir. O, ilişkileri iyi tanımak, her işe uygun insanı bulmak zorundadır. Yeni bir ilişkiye bir işi nasıl yapacağını döne döne kavratmaktan ve yanlışlarını düzeltmektense, kalkıp bizzat yapıvermek belki çok daha kolaydır. Ama yanlıştır. Bir kadronun yeni kadrolar yetiştirmesinin, onlara görev vermekten daha geçerli bir yolu yoktur. Kadro bir işi 10 dakikada kendi yapacağına, yoldaşlarının iş yapar hale gelmesi için 10 gününü vermeyi tercih etmelidir. Yoldaşlarının gelişimi için harcayacağı zamana acımamalıdır. Ancak o zaman herşeye koşturmaktan kurtulacak, çok daha ileri hedeflere ilerleyebilecektir.

lı bir eylem, baş eğmez bir tavır, yeni bir bölgeden ses gelmesi... göğsümüzü onurla kabartmaz mı? O halde yoldaşların gelişmesi, örgütün gelişmesi demektir. Sorun böyle konulduğunda, dışımızdakilere el uzatmamak için bir neden, yoldaşlar arasında çözülemeyecek bir sorun kalmayacaktır. Burada değerlendirmelerde kişisel sempati unsuru silinecek, kolektif çalışmanın önü açılmış olacaktır. Yoldaşlık ilişkisi, yaşanabilecek en güzel ilişki biçimidir. Ama kadrolar bu güzelliğin gözlerini kapamasına izin vermemelidir. Çeşitli alanlarda kadroların kendilerini yoldaşlarıyla sınırlama eğilimleri ortaya çıkabilmektedir. İşten ya da dersten kalan zaman, yoldaşlarla doldurulur. Bu kendi kendine hapsoluş, faaliyeti sınırlar; kitlelerle ilişki kurma gayretinin engeli haline gelebilir. Oysa bir devrimcinin çalışma alanlarındaki herkesi tanımak ve etkilemeye çalışmak gibi bir kaygısı olmalıdır.

Sadece dorukları seyrederek dağa tırmanılmaz! Büyük komünistler doruklarda öldüler ama doruklarda doğmamışlardı. O mükemelliğe adım adım, yaşanabilecek tüm içsel ve nesnel zorlukları yaşayıp aşarak vardılar Kadrolar, kendi gelişimleri için gösterdikleri çabayı yoldaşlarının gelişimi için de göstermeli, kendilerini onlardan sorumlu tutmalıdır. Üstelik sadece yeni yoldaşların değil, tümünün. Her kadar kendine sormalıdır. Yoldaşlarımızın her yenilgisi, her başarısız adımı bizim de başımızı öne düşürmez mi? O, örgütün hanesine yazılan bir olumsuzluk olmaz mı? Ya da başarı-

“Sıradan” insanlara yukarıdan bakış, devrimciyi ve mücadelesini tecrite götürür. Onun herkese verilecek bir selamı, onlarla içilecek bir çayı, edecek sohbeti olabilmelidir. Aksi halde, onları örgütlememiz için, gelip bize başvurmaları gerekecektir. Kaldı ki, alçakgönüllülük komünist bir kadronun vazgeçilmez erdem-


DPG

kole ktif so rumluluk r u m lu lu k lerindendir. Çünkü, tüm yaşamını devrimle bütünleştirmiş bir komünist, mücadelesini de bütünün bir parçası olarak görür, onu bütün içinde eritir. Bu üst düzeydeki bütünleşmenin kendine özel bir övünme payı çıkarmak gibi bir tavrı ortadan kaldıracağı açık bir şeydir. Alçakgönüllüğün ideal örneklerini bulmak için uzağa gitmeye gerek yok. Ölümle kucaklaşmaya giderken yazdığı son mektubunda bile, “Arkamızdan bizi çok çok övüp de, toprağın altında yüzümüzü kızartmayın olmaz mı?” diyen Fatih‘e ‘e bakılmalıdır. Son derece başarılı ve heyecan verici eylemleri gerçekleştirdiği halde, örgütüne verdiği rapor dışında en yakınındaki yoldaşlarına bile anlatma gereği duy‘a bakılmalıdır, İsmamayan Osman‘a ‘ye... Alçakgönülülükte bu il‘e, Sezai‘ye... mükemmellikleri, onların büyüklüğünden kaynaklanır ve onları bir kez daha yüceltir. Kadrolar gözlerini “sıradan” insanlara dikmelidir. İşçiye, emekçiye, öğrenciye... Devrimi ve partiyi besleyecek kaynak oradadır. “Sokaktaki insan”ı kavganın içine çekebilmekten daha geçerli bir önderlik yolu biliniyor mu? Kadrolar kendi alanlarının önderleri olduklarının bilinciyle davranmalı, salt kendi taraftarlarını yönlendirmekten çok daha fazla görevle yüklü olduğunu unutmamalıdır. Komünist bir kadronun kendini çok yönlü yetkinleştirmesi, mücadelesini her cephede sürdürebilmesi mümkündür. Sürdürmelidir de. Fakat bu, önce bunun önüne dikilen engellere karşı bir savaş açmakla mümkün olacaktır. Birçok noktada ellerimizi bağlayan kendi kelepçelerimizdir. Eski alışkanlıklarımız, aşılamamış zaaflarımız, üstesinden gelemediğimiz hatalarımız... Her biri mücadelemizle belli ölçülerde aramıza giren engellerdir. Devrimle en üst düzeyde bütünleşme çabamızda, bazen biri bazen diğeri elimizi, kolumuzu tutar, bir yanımızdan çekiştirir. Ve biz bu engelleri temizlemiş, adı devrime yakışan bir örnek, önder kişilikler gibi olmayı şüphesiz isteriz. Osman, Fatih, İsmail, Sezai... olmayı. Osman gibi çatışmak, Fatih gibi direnmek... isteriz. İstenmeli. Hem de çok... Ama

sadeceOsman Yaşar Yoldaşcan iste-

götürmez, gözümüzü yalnızca direnmek, çatışmak noktalarına dikmek de o noktaya varmamızı engelleyebilir. Osman‘ın son çatışması muhteşemdir kuşkusuz. Ama Osman‘ı büyük yapan o çatışmanın ihtişamı değildir. Tersine, Osman‘ın büyüklüğü o çatışmayı muhteşem kılmıştır. O, alanında askeri bir komutandı. Sayısız korkusuz silahlı eylemin örgütleyicisi ve bizzat yöneticisiydi. Çatışmadaki başarısını getiren yalnızca bunlar olabilir mi? Olamaz. Çünkü küçük burjuva devrimcileri arasında da birçok cüretkar eyleme imzasını atanlar oldu. Ama bunların bir kısmı, işkenceyle ölümle yüz yüze gelince, hiçbir zaman tümüyle devrime adayamadıkları o sefil canlarının derdine düşüp işi ihanete kadar vardırmışlardır. Osman‘ın yeri geldiğinde kendini feda edişindeki sadelik ve kahramanlık, O’nun her günkü mücadelesindeki feda edişin, devrimle engelsiz bütünleşmenin vardığı doğal bir sonuçtur.

Mehmet Fatih Öktülmüş

mek bizi oraya

İsmail Cüneyt

Dorukları sadece seyreden dağa tırmanamaz. Osman, Fatih, İsmail... kuşkusuz büyük komünistlerdir. Doruklarda öldüler, ama doruklarda doğmamışlardı. O mükemelliğe adım adım, yaşanabilecek tüm içsel ve nesnel zorlukları yaşayıp aşarak vardılar. Aşabildikleri için vardılar. Onların önder kişiliklerine duyulan büyük saygı doğaldır. Ancak onları ulaşılmaz görmek, onlar gibi olunamayacağını düşünmek anlaşılmazdır. Çünkü, onların da bir ilk adımları, ilk deneyimleri, acemilikleri, hataları, eksiklikleri oldu. Onları farklı kılan sadece davaya bağlılıkları değil (bu tüm komünistlerde fazlasıyla vardır), bu bağlılığın gereklerini en yüksek performansla yerine getirmeleridir. Eksiklikler adım adım giderilir kuşkusuz. Sabırla, azimle... Ama aheste aheste yürüyen biri de, bir 100 metre koşucusu da adım adım ilerler. Bolşevik kadro, adımlarını kendinden beklenen görevler ve tarihi misyonuna göre ayarlamalı, zorlu koşusunu kesintisiz kılmalıdır. Sınıfın komutanları, tüm savaş yeteneklerini kuşanmış olarak, sınıfın başına! n

Sezai Ekinci


38

[

k o mut s atıri

ALIŞKANLIKLARIN SINIRINI AŞABİLMEK Bilgisayarları bugün hayatımızın her alanında zorunlu olarak kullanıyoruz. Kullanım amacımıza göre bilgisayardan beklentilerimiz de değişiyor. Örneğin bir ödev yapmak için metin editörlerine, sunum programlarına, C uygulamalarına ya da vektörel grafik programlarına ihtiyacı olan biriyle bilgisayarı sadece mail atmak için kullanan birinin beklentileri muhakkak birbirinden farklı olacaktır. Asgari beklentilerde belirleyici olan ihtiyaçtır. Ancak burada bir şeyi netleştirmek gerekiyor: İhtiyaçlarımızın doğru tespiti ve dolayısıyla beklentilerdeki gelişkinlik, ufkumuzun genişliğine bağlıdır. Haydi biraz daha samimi konuşalım: “Şunu yapabilsem bana yeter” diyerek koyduğumuz bir ihtiyaç acaba gerçekten bizim “tüm ihtiyacımız olan” mı? Daha fazlasına ihtiyacımız olmadığına neye dayanarak karar veriyoruz? Somut durum içerisinden tespit ettiğimiz bir ihtiyaca göre mi yoksa kendi sınırlarımıza göre mi?

program kapatılacaktır” uyarısına çok aşinasınızdır. Bilinmeyen sorun?!!! Esneklik: Yazılımın kullanıcıya kendisine uygun bir şekilde kullanma özgürlüğü vermesi. “Özgür yazılımları” kendimize göre ayarlar yaparak ihtiyaçlarımıza en uygun hale getirebiliriz. Verili olan haliyle kullanmak zorunluluğumuz yoktur. Maliyet: “Özgür yazılımların” çok özel amaçlar için yazılanlarının dışında neredeyse hepsi ücretsiz olarak internetten ya da farklı yerlerden temin edilebilir. Ayrıca “özgür yazılımları” paylaşmak serbesttir. GPL (GNU Public License) altındaki “özgür yazılımları” kodlarını kapatmamak şartıyla herkesle paylaşabilirsiniz.

“Özgür yazılımların” genel anlamda güvenlik, sağlamlık, esneklik ve maliyet gibi temel konulardaki avantajlarıyla kısaca bir değerlendirme yapalım:

Güvenlik: Geldik yukarıda da bahsettiğimiz zorunluluklar meselesinde en hayati olanına! Kullandığımız yazılımların güvenli / güvenilir olması bilgisayardaki güvenlik sürecinin en önemli halkalarından biridir. “Özgür yazılımların” kaynak kodları açık olduğu için yazılımın ne yaptığı açık seçik ortadadır. Yani örneğin bir müzik programı gerçekten müzik çalar. Mecburdur çünkü buna. Kodları herkesin gözleri önünde olduğu için gizli kapaklı bir iş çeviremez bu yazılımlar. Kapalı kaynak kodlu yazılımlarda ise o yazılımın gerçekten size vaadettiği işi yaptığını ise umut etmekten başka çareniz yoktur. O program sadece MP3 çaldığını söyler size ancak arka planda sizin bilgisayarınızdaki dosyalara başkalarının ulaşması için bir kapı açıyor olabilir. Bunun ortaya çıkmış olan sayısız örneği vardır. Bir de ortaya çıkmamış olanları düşünün!

Sağlamlık: Kullanılan yazılımın işini başarıyla yerine getirebilmesi, sorun çıkarmaması, çökmemesi vs. “Özgür yazılımlar” kolektif aklın-emeğin ürünleridir. Geliştirilme aşamasında da, test aşamasında da sayısız dikkatli gözden geçerler. Yazılımda oluşan en küçük hatalar dahi bu sayede hızla düzeltilip yazılım sürekli yenilenir. Bir Windows kullanıcısıysanız tam yapmaya çalıştığınız bir işlemin ortasında pat diye önünüze çıkıveren “Bilinmeyen bir sorun nedeniyle falanca

Güvenlik zahmetli bir süreçtir. Süreç diyoruz çünkü ne kullanacağınız güvenli yazılımlar, ne bilgisayarınıza koyduğunuz parolalar, ne iletişiminizi güvenli yollardan yapmaya çalışmanız tek başına güvenliğinizi sağlamaya yetmez. Yaptığınız çok ufak bir insani hata bile aldığınız tüm önlemleri çöpe yollamaya yetebilir. Güvenlik bir süreçtir ve aslolarak güvenlik mantığının kafada oturmasıyla başlar. Şimdilik bu konuya fazlaca girmeden şunu söyleyelim: güvenlik zahmetlidir ancak en temel

Bu sayıda konumuz gerçek ihtiyaçlarımız ve zorunluluklarımız. Neden “özgür yazılımlar” konusunda ısrarcı olduğumuzun cevabı da öz olarak buradadır. Yani mesele yalnızca “özgür yazılım” felsefesinin geçen sayıda da bahsettiğimiz ilkelerini beğenmemiz değil, ihtiyaçlarımızın-zorunluluklarımızın bize “özgür yazılımları” kullanmayı işaret ediyor oluşudur.

güvenlik adımlarının yoksunluğu nedeniyle sebep olunabilecek zararlara da kimse hoşgörüyle yaklaşmamalıdır. Örneğin bir devrimcinin, geleceğin toplumunu kurma iddia ve iradesini yüklenen bir insanın, kullandığı bilgisayardaki önemli verilerin Media Player programının sisteminde açtığı bir “arka kapı” sebebiyle bırakalım devleti, doğru dürüst bir teknik bilgisi olmayan crackerların bile eline geçtiğini düşünün. Ya da Windows’ta artık kanıksanan trojan bulaşması sebebiyle tüm sistemi birilerinin eline geçirilmiş, ya da kullanılamaz hale gelmiş bir devrimci düşünün. Trajikomik bir durum olurdu. Güvenliği sadece kendi kişisel güvenliği değil kolektifin güvenliği anlamına gelen biz devrimciler için bir kez daha üzerine basarak söylüyoruz: Tercih değil zorunluluktur “özgür yazılımlar”. Aslında “özgür yazılımları neden kullanmalıyız?” sorusunun yerini “kullanmamak için ne gibi bir sebebim olabilir?” sorusu almalıdır artık. Yazımızın başındaki “ihtiyaçlarımız” tartışmasına geri dönersek; çok açık ki ihtiyacımız olan bize kolaylık sağlayan, alan açan, güvenli olan, güvenli olan ve güvenli olandır. “Yaşamak alışmak, alıştıklarıyla savaşmaktır” denir, gelişimin koşulu budur. Ve bugün bizi sunduğu bunca olanağa rağmen halen “özgür yazılımlardan” çekinmeye iten yalnız ve yalnız sınırlarına takıldığımız alışkanlıklarımızdır. “Özgür yazılımları” kullanmanın olanaklarını yaratabilmemiz hiç de zor değildir. Kişisel bilgisayarlarda hiç beklemeden bir GNU/Linux dağıtımına geçebilir ya da gittiğimiz internet cafelerde hiç bir yükleme yapmaya gerek kalmadan CD’den başlayan sistemleri yani Live CD’leri kolaylıkla kullanabiliriz. Bunu da yapamıyorsak en azından Windows’ta kullandığımız en temel yazılımları “özgür yazılımlar” arasından seçebiliriz (örneğin web tarayıcı olarak Mozilla Firefox, yazı için Open Office, chat için Gaim, vb). Sorun artık yalnızca şudur: Sınırlarımıza göre “ihtiyaçlar” belirleyip sürekli bir şeyleri riske etmeyi göze mi alacağız, yoksa günün gerektirdiklerini ihtiyaç olarak görüp sınırsız olanaklarımızı keşfe mi çıkacağız? Tercih şansımız pek yok gibi görünüyor. ;-)


rim okum a l ar i

] 39

DPG

Pico’nun renk verdiği

DURGUN YAŞAMLAR* “Aramıyorum, buluyorum. Aramaktan asla vazgeçilemez, çünkü bulunamaz.” diyor Picasso. Ve 1945′te yaptığı bu natürmort tablosunda da çok boyutlu bir yaşamı anlatıyor. Şimdi bu resime biraz daha yakından bakalım: Yaşam ve ölümün renkleri, hareket ve hareketsizliğin çizgileri, zaman ve zamansızlık, çıkış ve çıkışsızlık... Sınırlarına hapsedilmiş renkler ışık olup süzülüyor dışarıya doğru. Ölü ruhlar canlanıyor, tüm renksizlikler renge, tüm ışıksızlıklar ışığa dönüşüyor. Parçalanan durgun yaşamlardan yepyeni bir yaşam filizleniyor.

Gönderen: kemal Tarih: 16 Şubat Kendi yarattığı yaşamın esiri olmuş. Kİşiliğinden soyutlanmış, kapitalizmin modern insanını anlatıyor. Hiç bir kimliği, sosyal aidiyeti olmayan sadece bir kemik yığını.. Yaptığı işle kendisini var edemiyor. Çünkü o işe bir şey katmıyor. İş onu var ediyor. O yaşama, o hücreye, o işe arkasını dönmediği sürece bu kemik yığını ete bürünemez. Atması gereken ilk adım o soyutluğun ve soğukluğun dışına taşmak olmalıdır.Zaten resimde arkasında kalan yeşil renk yaşamı temsil ediyor. Kapitalizmin modern insanı o: İşini yapar ama ruhunu katmadan ve de hiçbir zevk almadan. Çalışmak onun için bir işkencedir artık; çünkü çalıştıkça insanlığından uzaklaşır, yaşamı anlamsızlaşır. Öylesine soğuk ve elle tutulamayacak kadar soyut bir yaşamdır ki onunki bunun dışına bir türlü çıkamaz. Ama o bunu bir kerecik olsun başarabilse yaşama gerçek rengini verecek: Capcanlı, yemyeşil bir yaşam yaratmak ya da ölü bir kemik yığını olmak... Başka seçenek yok gibi.

çok farklı ilişkiler içine giren insan tipi, bu yaşam düzlemlerinde birbirinden kopuk yaşam görüngüleri ve bu grüngüler içinde tükenen, ruhunu yitiren insan! İşte kapitalizmin yarattığı parça insan: Kaç parçaya bölündüyse o kadar ayrı kişilikte, birbirinden mutlak sınırlarla ayrılan bölmeler içinde sürdürür yaşamını. Okulda ayrı, işte ayrı, sokakta ayrı, evde ayrı... Ama lütfen gözlerinizi açıp şu resme iyi bakın: O bu yaşamından hiç de memnun değil. Ve bakın, bir çıkış arıyor.

Gönderen: KEnan Tarih: 22 Şubat Parça parça olmuş bir yaşam(!)... Resimde göze çarpan ilk şey bu parçalılık bence. Sanki dört parçadan oluşuyor resim ve insan (Sı) olan varlık da bu kesitler arasında paramparça olmuş. Sanırım günüzmüzde yaşadığımız o farklı dünyalar içinde bocalayan, yani işinde ayrı, evinde ayrı, yoldaşlarıyla ayrı ve

Gönderen: biri Tarih: 2 Şubat resimdeki insan tasviri bana proletaryayı çağrıştırdı.isanlıktan günden güne uzaklaştırılmış ve sonunda et ve kemiğin birleşimi bir varlığa dönüşmüş.yani yaşamında hiçbirşey yok işi dışında.bu sadece proletaryayı değil onunla aynı safta olan emekçilerin tümünü de kapsıyor bence.yaşamını devam ettirebilmek için çalışmanın dışında ne bilimle ne sanatla ne de başka birşeyle ilgilenebiliyor.canlı renklerle boyanan insan tasvirinin çevresinin soğuk renklerle boyanması onun durgun yaşamını ifade ediyor bence.insanın sıcak renkleriyle çevresinin soğuk renkleri arasındaki zıtlık; emekçilerin özlemleri,insanca yaşama istekleriyle kapitalizmin kar hırsı sonucu onlara sunduğu yaşam arasındaki zıtlığa benziyor.

İnsanın sınırsız beklentileri, özlemleri, hayalleriyle tekdüze yaşamı arasındaki akıl almaz uçurum. Öylesine bir uçurum ki bu ona baktığında insanlıktan ne kadar uzaklaştığını kemiklerine kadar duyumsuyor ve işte o an kin kusuyor. Rengarenkti düşleri oysa ki; her biri ayrı tonlarda ve bir an dokunacak olsa elini yakacak kadar sıcaktı. Öyleyse yaşam niye bu kadar donuk ve düşündekinin tersine herşey niye bu kadar soğuk? Sıcak ve soğuk işte bir arada. Renkte, seste ve ışıkta. Ama biz bunu tersine çevirebiliriz. Durgun yaşamlarımıza artık bir son verip bu kahredici renksizliği, bu çıldırtası sessizliği, bu kör edici ışıksızlığı aşabiliriz. Elime aldım bile tuvali, şimdi bir resim çiziyorum: Ve bu resimde ne iliklerimize kadar sömürüp bizi etle kemik yığınına çeviren doymak bilmez vahşi yaratık olacak, ne birbirine benzeyen sabahlar, ne günden güne derinleşen ölüyormuşuz hissi, ne de insanlığa aykırı herhangi bir şey... Ve bu resimde kemikleşen bedenler değil, bir ağız dolusu gülen gerçek insan yüzleri olacak. İşte onun tarihin masasında konuşturduğu yumruğuna iyi bakın. O gücü göreceksiniz. n * Bu resim, Komünarca Sitesi’nin resim okuması köşesinde tartışılmıştır. Siz de http://komunarca.org adresinde bu köşeye tıklayarak kolektif bir şekilde yapılan resim okumalarına katılabilirsiniz.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.