dpg17

Page 1

Devrimci Proleter Gençlik

Herkese parasız barınma hakkı! Ocak-Şubat 2007... Sayı 17... Fiyat 1,5 YTL

Emeğin ve liselinin yumruğu “Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi”

Postmodernizm ve medya

Kapitalistlerin stratejik savaş planı Ortadoğu kaynıyor Devrimci Proleter Gençlik’in açıklaması:

Devrimci bir öğrenci sendikası için ileri!

“Kutsal aile” çöküyor...

Bu ip onu boğacak!

Kolektif emekçi kimliği ve gençlik

2007 bizim yılımız OLACAK!


icindekiler Devrimci bir öğrenci sendikası için ileri Çürüyen çürütür. Kapitalizm yüzlerce yıldır çürütüyor elinin Herkese parasız barınma hakkı değdiği her yeri. Kutup ayılarının bile Soruşturmalar ve mücadele ekseni uykusunu kaçıranlar, taleplerimizi her haykırışımızda Kutup ayıları sopayla cevap veuykusuz rirler bizlere. Ancak bu kez o tanıdık sopa küçücük bir kız çocuğuna Emeğin ve liselinin yumruğu vuruluyor adına Cevahir denilen modern zaman sirkinde. El kadar bebeklere “Türkiye’nin yükseköğretim stratejisi” tecavüz ediliyor, zevk için insanlar öldürülüyor! Dedik ya Martin Eden’i nasıl bilirsiniz? çürüyen düzen çürütür!

6 12 16

21

dpg’den

26 28 32

Soruşturmaların, faşist saldırıların ve direnişlerin iç içe geçtiği bir kesitte dopdolu bir sayı ile merhaba diyoruz sizlere.

Tüm bunlara sebep olanlar üniversitelerde soruşturmalarla, faşist saldırılarla çıkıyorlar karşımıza.

Postmodernizm ve medya

Toplumsal yaşamın her alanında sınıfsal ayrımlar derinleşiyor. Her şey de ONLAR varlar, BİZ varız. İhtiyaçların ve gelecek özlemlerinin mücadelesi, sınıf savaşıdır bu amansızca sürüp giden.

Emekçi halkın ve gençliğin kendisini ifade edeceği kanalları tıkayanlar, önümüze postmodern bir kültür yumağı koyuyorlar.

38 Em mil didin hev 42 Kolektif emekçi kimliği 48 ve gençlik

Neoliberal dönüşüm süreci üniversitelerde attığı adımları yeni adımlarla destekliyor. YÖK‘ün strateji raporları geleceğimizi daha fazla sermayeye odaklamak için gerekli adımları sıralıyor. Orta sayfa yazımızda veriyoruz cevabını. Asıl cevabımız ise alanlardan gelecek. Paralı eğitime karşı yürütülen mücadelenin düşünsel pratik adımlarını dergi sayfalarımıza taşımaya devam ediyoruz. Bu sayıda eğitimde mücadele eksenlerinden barınma sorununu işliyoruz.

Saldırıları baskıları olduğu kadar direniş ve kazanımları da olan bir yılı geride bıraktık. Çıkışını Demokratik Üniversite Kurultayı‘mızdan alan sendika fikri etki alanını büyüterek gençlik hareketinin bütünü tarafından tartışılır hale geldi. Bu konudaki açıklamamızı da ilerleyen sayfalarda bulacaksınız. Saldırılar artarken ihtiyaç, talep ve mücadelemiz de büyüyor. Birleşik-kitlesel-militan bir gençlik hareketine olan yürüyüşümüz hızlanıyor, dosta düşmana haykırıyoruz: “2007 bizim yılımız olacak!”

35

“Kutsal aile” çöküyor

“Just another product” Resim okuması

55

Demokratik Üniversite Kurultayı kitabı çıktı!

Devrimci Proleter Gençlik Sayı:17 Şubat Basım Yayın Ltd. Şti. Adına İmtiyaz Sahibi: Cihan Sedefoğlu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yasemin Ayaz Yönetim Yeri: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi Büyükparmakkapı Sokak No: 23/2 Beyoğlu/İSTANBUL Telefon-Fax: 0212 244 66 76 Banka Hesap No: İş Bankası 1042-30000-611255 Baskı: Ser Ajans Matbaacılık Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer. San. Sit. No:16/26 Topkapı Tel: 0212 565 17 74 -- Yayın Türü: Yerel Süreli


2007

dur u

.. .s yo .. n

u

bizim yilimiz

OLACAK!

Söz, eylem, örgütlenme özgürlüğümüzün önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmak ve somut kazanımlar elde etmek için mücadele edeceğiz... Birinci dönemin sonlarına doğru yaklaştığımız bu kesitte üniversitelerde düğmeye basılmışçasına ardı ardına faşist saldırılar yaşandı; İstanbul, Ankara, İzmir, Trabzon, Tokat, Muğla, Çanakkale, Samsun, Bursa, Malatya, Konya, Mersin... Öncesindeki süreçte ise; okulların açılmasıyla birlikte Niğde Üniversitesi’nde ders kredilerinin azaltılmasına, Uludağ Üniversitesi’nde ulaşım zamlarına, Çukurova Üniversitesi’nde yemekhane zamlarına, İstanbul ve Ankara üniversitelerinde geçtiğimiz yıl paralı eğitime ve özelleştirmelere karşı yapılan eylemlerden ötürü alınan soruşturmalara karşı örgütlenen kitlesel eylemler. Bu eylemlilik süreçlerinin önü de yine ve yeniden soruşturmalar ve onun bütünleyeni olarak faşist saldırılarla alınmaya çalışıldı. Gelişmeler bir kez daha sivil faşist hareketin dönemin ihtiyaçlarına göre kullanıldığını göstermektedir. Eylemlerle faşist saldırıların, soruşturmaların çıkış noktalarına baktığımızda ise özünde aynı; emperyalist kapitalizmin bugün geldiği noktada, tüm bir toplumsal yapıda olduğu gibi öğrenci gençliğe de azami kar-azami egemenlik cenderesine alınmamış tek bir alan bırakmadan saldırması. En yaşamsal olanlardan başlayarak ihtiyaçlarımızın bütününün kar odaklı hale getirilmesi ve sömürünün, özgürlüksüzlüğün, geleceksizliğin gençliğin tahammül sınırlarını zorlaması, büyüyen tepkilerin eylemlere akıtılması ve gelecek günlerde burjuvaziyi tehdit edecek büyüklükte sarsıntılara gebe olmasıdır. Neoliberal eğitim politikalarının sonuçlarına karşı tepki temelli gelişen eylemliliklerin, kendinde taşıdıkları anlamın ötesinde işaret ettiği; devrimci bir gençlik hareketinin mayalanma dinamikleridir.

“Siyasal-toplumsal krizin olmadığı yerde, sivil faşizm de fazla yükseliş zemini bulamaz.” Dolayısıyla da burjuvazi, kriz yönetimi silahı olan faşizmin sivil yüzünü ihtiyaç halinde, tek bir düğmeye basarak devreye sokmakta oldukça deneyimlidir. Faşist saldırılar, siyasal-toplumsal krizlerin, hoşnutsuzlukların, tepki birikimlerinin bastırılarak karşılanamayan ihtiyaçların, özlemlerin, çıkış arayışlarının boğulmasına, sistem içerisinde tutulmasına dönük olduğu kadar, bunların devrimci sosyalist kanallarla temas noktalarının zayıfladığı ya da olmadığı yerlerde kendi yükseliş zeminini de güçlendirmektedir. Özellikle de son iki ayda yoğunlaşan devrimci ve demokrat öğrencilere dönük faşist saldırıların arka planında devrimci faaliyetlerin engellenmesinin yanı sıra geniş gençlik kesimlerinde devrimci faaliyete, devrimci öğrencilere karşı gerici önyargılarla birlikte bir tepki ve korku halinin geliştirilmesi vardır. Yaşanan saldırılar burjuva medya tarafından da bilinçli bir tarzda “sağ-sol çatışması”, “öğrenci kavgası” şeklinde yansıtılarak bir yandan bilinçler bulandırılmaya çalışılırken diğer yandan da saldırıların özü perdelenmek istenmektedir. Yaşananlar özünde devrimcilerle faşistler arasındaki dar anlamda bir çatışmanın ötesinde, gençliği kazanmaya dönük bir mücadeledir! Gelecek mücadelesidir!

2007 bizim yılımız olacak! Söz konusu gelecek/geleceğimiz olunca üzerine söz söyleme, projeler ve hareket planları hazırlama, uyarı çanları çalma noktasında görev aşkıyla yanan burjuva ideologları, kalemşörleri ciyaklamaya başladılar bile. Bunlardan biri de “Gençlerin 2007′den

Beklentileri” yazısıyla Abbas Güçlü. Eğitimdeki neoliberal dönüşümle birlikte en temel ve zaruri ihtiyaçların dahi karşılanamadığı; diplomalı işsizliğin çığlaştığı; çürümenin, yozlaşmanın, dibe doğru kayışın tavan yaptığı, tüm bunlara karşı bir çıkış arayışının, tepki birikiminin mayalandığı 2006 yılını yorumlayarak 2007′de görev başına, müdahale gücünü arttırmaya çağırıyor sınıfdaşlarını. Nasıl mı; sopanın yanına bir de havuç uzatma anlamına gelen “diyalog”la! Peki ya biz? Bizim 2007′den ve sonrasından beklentilerimiz, karşılanamayan ihtiyaçlarımız, burjuvazinin sopa ve havuç politikalarına karşı bizim eylem hattımız, hareket planımız ne olacak? Söz, örgütlenme ve eylem özgürlüğümüzün önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmak ve somut kazanımlar elde etmek için mücadele edeceğiz! 2007 her yönüyle mücadele yılı, bizim yılımız olacak. Birleşik, kitlesel, militan mücadele örgütümüz olan öğrenci sendikasını kurma noktasında adımlarımızı sıklaştıracak, öğrenci sendikamızı ete kemiğe büründüreceğiz. Bu süreç o kadar düz ve sürtünmesiz olmayacak elbette; sınıfsal çıkarları doğrultusunda her türlü örgütlenme özgürlüğümüzün önüne engel olarak çıkan yılanlar, çiyanlar, engereklerle boğuşmadan, kafalarını ezmeden ne öğrenci sendikasını kurabiliriz ne de demokratik kazanımlar elde edebiliriz. Burada “kafalarını ezme”yi iki yönüyle kavramalıyız; özgürlük ve demokrasi düşmanı faşist kafatasçılara okullarımızda çalışma yaptırmama, faşist odakların dağıtılması, cezalandırma gibi tecrit eylemlerinin yanı sıra güçlü teşhirlerini yapmalıyız. İkinci ve temel bir yön olarak da sınıfsal saldırılarının karşısına bizler de kendi sınıfsal duruşumuzla dikilmeliyiz. Faşistler karşımıza tek başına taşlı sopalı saldırılarıyla değil, geçtiğimiz dönem üniversitelerde yapılan yemekhane boykotlarında olduğu gibi boykot kırıcılar olarak çıkarak da mücadelemizin önünde set oluşturmaktadırlar. Her türlü söz, örgütlenme ve eylem özgürlüğümüzün önünde engel olan faşizmin türlü çeşit görüngülerine; yasa ve yasaklar, soruşturmalar, saldırılarına karşı birleşik, antifaşist bir mücadele örebildiğimiz koşulda gençlik hareketini ileriye doğru taşıyabiliriz. Haydi öyleyse! n


Engelleri aşarak, devrimci proleter perspektif ve özgüvenle...

-

-

GELECEGE DOGRU KOSMAK . ğumuz kardeşimize saldırmamızı buyuruyor. Bunu da yapamadığında Uğur Kaymaz gibi gencecik yürekleri ailelerinin gözü önünde eli kanlı ölüm makinelerine katlettiriyor. Katil ortada: KAPİTALİZM! Çürümeyi, insanlık dışı yaşamayı, barbarlığı bizlere dayatan kapitalizmin ta kendisidir. İnsanı insan yapan en önemli özelliklerimizden arındırılıyoruz. “Yanıbaşımızdaki”nin acısına üzülebilmeyi, hüznü-mutluluğu-sevinci paylaşabilmek, sadece bireyin kendisi için değil çevresi ve toplum için var olmak, düşünmek, sorgulamak belleklerimizden siliniyor. İnsan için olan tüm güzelliklere kendisi için el koyuyor ve yok ediyor. Bize kalan ise köleler gibi bir yaşam ve dibi gözükmeyen bir kuyuda dibe doğru yarış. Öfkemizden korkun beyler, insanca yaşam ve özgürlük için kapılarınıza dayanacağız, yakındır!

Aya gidilecek daha da ötelere, teleskopların bile görmediği yere. Ama bizim dünyada ne zaman kimse aç kalmayacak, korkmayacak kimse kimseden, emretmeyecek kimse kimseye, yermeyecek kimse kimseyi, umudunu çalmayacak kimse kimsenin? İşte ben komunistim bu soruya karşılık verdiğim için. Nazım Hikmet Kapitalizmin azami kar-egemenlik sağlayabilmesi ve geleceğini bugünden inşa edebilmesi adına planlanan ve bu eksende uygulanan dönüşümler burjuvazinin ihtiyaçları çerçevesinde güncellenerek yaşamımıza sokuluyor. Bu dönüşümler yaşanırken bir yanda teknolojinin ve bilimin gelişkin bir boyut kazanması ve kapitalist piyasa koşulları için “yenileri” bulma yarışı tüm hızıyla sürüyor diğer yandan her geçen gün yaşamlarımız son sürat kararıyor. Bilimin tüm insanlık için değil bir avuç asalağın daha fazla sermaye biriktirmesi adına geliştirilip ilerliyor oluşu ve bizlerin bu gelişkinlikten mahrum bir şekilde her geçen gün daha da kölelik zincirleriyle bağlanıyor oluşumuz. Bu kapitalizmin “orman” kanunu, temel yasasıdır. Yalnız şunu unutmamak gerekir, bu çarkın başrolünde yaşamları kararanlar olarak işçiler-emekçiler ve stajlarla, ürettiğimiz projelerle, harcımızı ödeyebilmek ve yaşamımızı sürdürebilmek adına full/part-time çalışmalarla üretim sürecinin her geçen daha da içerisine çekilen biz üniversiteli ve liseli öğrenciler varız. Peki şairin de dediği gibi, bizim dünyada ne zaman kimse aç kalmayacak? Teknoloji ve bilim gelişiyor. Gelişiyor gelişmesine ama İstanbul Şişli’de bulunan Cevahir alışveriş merkezinde önlem alınmadığı için ufacık bedenler gözümüzün önünde yok oluyor ya da aynı alışveriş merkezinde hırsızlık yaptığı gerekçesiyle minik bedenler sopalar ve tekmeler eşliğinde dövülüyor. Öfkeleniyoruz... Bu durum ne ilk ne de sadece Cevahir rezilliği ile sınırlı. Bu görüntüleri Malatya’daki çocuk yuvasından da biliyoruz, Özel Harekatçı katillerin Mardin’de babasıyla birlikte katlettikleri Uğur Kaymaz‘dan da. Her birinin katledilme nedenleri farklı olsa da sorunun özü bir, katilleri tek. Peki katilleri kim? Kapitalistler, insanlık üzerinde yarattıkları toplumsal çürümenin sonuçlarından, sınıf kinimizden ve öfkemizden korunmak için ya bizleri kendi “güvenlik”leri için asgari ücretle köleleştiriyor, yarı aç yarı tok bir biçimde hayatta bırakıyor, amaçladığı tüm insanlık dışı uygulamaları bizlere yaptırıyor ya da pompaladığı postmodern burjuva ideolojisi ile insani özelliklerimizi yok ederek duygularımızı, dayanışmamızı silikleştiriyor ve aynı sınıfın evladı oldu-

Kapitalizm çürütür Tecavüze uğrayan üniversiteli-liseli arkadaşlarımız hatta minicik bebekler, çocuklarını işkenceden geçiren ya da bunu bir filmmiş gibi kayıtsız izleyen anneler, kocaları tarafından kızgın şişlerle dağlanan, çocuklarının gözü önünde bıçaklanan kadınlar, öğretmenlerine bıçaklarla saldıran öğrenciler, zevk için insan öldüren ruhsuz hayatlar, uyuşturucu kullanan ilköğretim öğrencileri, neredeyse her sokak başında cirit atan çeteler... Tüm bunlar Q. Tarantino’nun bir filminden ya da uçuk-kaçık bir romandan alınmış kesitler değil, toplumsal çürüme ve yozlaşmanın ne derece yaşandığını gözler önüne seren, tüylerimizi diken diken eden, yaşamlarımızdan örnekler. Burjuvalar sıcak evlerinin, yumuşak koltuklarında gerine gerine yatadursun, bizler de yanımızdaki kardeşimizi katletmek için bir birimizle yarışalım. Onlara göre ne kadar çürürsek o kadar iyi. Paylaşmaktan, birlikte üretmekten uzak mutlu olmaya çabalayan, kurtuluşu toplumsal olarak bütün insanlık dışında sadece kendisi ile sınırlayan yalnız, paramparça bireyler olarak hizmetlerindeyiz. Televizyonlardaki 80 tane dizide öyle çünkü. Bizlere reva görülen ancak ve ancak bu kadarı. Düşlerimizin bile onların istediği biçimde sadece postmodernizmin sınırları içerisine hapsolması. Peki yukarda şairin de sorduğu gibi ne zaman umudumuz çalınmayacak, kimse aç kalmayacak ya da insan için olan tüm insanlığın olacak? Bu sorulara hep birlikte cevap verebildiğimizde... Yeter ki bizler insanca bir yaşam için yan yana gelip, yeni bir yaşamı düşleyebilelim ve bunun için mücadele edelim.

Birleşik, kitlesel, militan bir gençlik hareketi için

4

TMY kapsamında geçtiğimiz yılın sonlarında devrimci kurumlara yapılan operasyonlar ve bunun tamamlayıcısı konumunda olan faşist saldırıların hız kazanması ve artan soruşturma terörü, sınıf ve kitle hareketinin dinamizmi, ne-


per

spe

oliberal saldırılara karşı gençlik içerisinde irili ufaklı gelişen eylemlerin niteliği ve tüm bunların birleşik bir mücadele ekseninde pratiğe geçme zeminin dünden daha güçlü olması mücadelenin önümüzdeki dönemde daha da çetin geçeceğinin göstergesidir. Burjuvazi, faşist beslemelerini ve her türlü zor aygıtlını özgürlük mücadelemizin önüne geçirmeye hazır. Bu durum önümüzdeki dönem için de geçerli olacak. Gerek devrimci kurumlara yapılan baskınlara militan direnişlerin devrimci bir dayanışma ile örgütlenmesi gerekse de yaşanan faşist saldırılara karşı mayalanan öfkenin pratik halkalarının örülmesi geçirdiğimiz dönemin altı çizilmesi gereken önemli özelliklerindendir. Mersin’de faşistlerin kitlesel bir biçimde cezalandırılması ve bir faşistin kimliğine el koyulup ve satırıyla birlikte teşhir edilmesi, Bursa’da yaşanan saldırı sonucu refleksif bir biçimde faşistlerin cezalandırılması ve arkalarına bakmadan kaçmalarının sağlanması, Ege’de antifaşist direniş, Ankara’da akademisyenler, sendikalar ve kitle örgütleri ile yapılan ortak basın açıklamaları... Bu örnekleri büyütmeli, “zor”un devrimci zorla bozulacağını göstermeliyiz. Moral bozukluğu, dağınıklık ve geri çekilmek günün düşmanıdır. Tüm bunlarla savaşımı büyüterek her kavgadan başı dik, deneyimlerle ve “galip” ayrılmalıyız. Mücadeleyi sınırlı güçle yapılan eylem ve cezalandırmaları yadsımadan ve sivil-resmi faşizm ile sınırlamadan en temel ihtiyaçlarımızla birlikte ele alarak antifaşist öfkeyi örgütlü bir güce dönüştürmeninharekete geçirmenin zemini vardır. Kitlelerdeki antifaşist öfkeyi eyleme dökebilme kanallarını açmak için devrimciler de dahil antifaşist öğrencileri ve onların çevresini, akademisyenleri, aileleri ve işçisınıfı emekçileri birlikte hareket ettirecek platformlar/birliktelikler kurulmalı, sadece dar eylem biçimlerine daralmadan kitleselleşerek faşist odakların kapısına dayanmalı, devrimci zoru tattırmalıyız. Günün görevi budur. Faşist saldırıların azgınlaştığı kesitlerde “sağ-sol kavgası” veya “Türk-Kürt çatışması” gibi açıklamalarla faşizmin kanlı yüzünü gizleme çabası teşhir edilmeli. Bu anlamda geçtiğimiz yılın sonlarında çeşitli sendikalardan kitle örgütlerine, sesi soluğu çıkmayan kimi reformist gençlik gruplarından Beşiktaş taraftarlarına kadar geniş bileşenlerle antifaşist içerikte eylemlerin örgütlenmesi faşizmin geniş kitleler nezninde teşhirinin yapılması anlamıyla önemlidir. Dönem başında bir araya gelen “akbabalar” üniversitelerde neoliberal politikalara karşı mayalanan öfke birikimine dikkat çekerek soruşturmaların caydırıcılığı üzerine demeçler vermiş ve o günden günümüze kadar yüzlerce soruşturma açılmış bir o kadar öğrenci üniversitelerden atılmıştır. Önümüzdeki dönemde de mücadelenin vites büyütme zeminini yakaladığı kesitlerde soruşturma saldırısı daha da hız kazanacaktır. Zira bugün birçok üniversitede so-

ruşturmalar yüzünden devrimciler ya da demokrat öğrenciler okullarına girememekte ve belli bir seyir kazanmış mücadele ise kesintili ilerlemektedir. Bu durumun fiili olarak önüne geçecek, okulların içerisindeki devrimci faaliyetleri devam ettirecek eylem biçimleri hayatidir. Soruşturmalara ve faşist saldırılara karşı verilen mücadele demokratik üniversite/ lise mücadelesinin bir parçası olarak kavranamadığı koşulda alınacak yol sınırlı olacaktır. Keza yine Aralık ayının sonlarında gündeme gelen liselerde “sorun” çıkartan öğrencilerin açık liselere sürülmesi, verilen disiplin cezaları aynı zamanda liseli ve üniversiteli öğrencilerin ortaklaşan talepleri ve yaşanan sorunlar mücadelenin birleşik bir temelde örgütlenmesinin zeminini daha da koşulluyor, zorunlu kılıyor.

Tarihin tünelinden geçtiğimizi bilerek

Hak alma ve öğrenci hareketini devrimci bir temelde ileriye taşıma bilinci ile ilerleyeceğimiz bu kesitte, “Parasız Eğitim”, “Herkese İş, Herkese Çalışma Hakkı” ve bunların alt talepleri temel gündemlerimiz olacak

5

Kitle hareketinin yeni bir düzleme geçiş olanaklarının farklılaştığı günümüzde sorumluluklarımıza yenileri ekleniyor. Gerek güncel siyasal olaylara somut-pratik müdahalelerde bulunmak gerekse de bununla birlikte büyük resmi içerden gözlemlemek ve gençlik hareketinin önünü açacak adımlar atmak hayatidir. Mersin, Uludağ, Ege gibi çeşitli üniversitelerdeki kitlesel antifaşist eylemlikler, Muğla’da liseli sendika örgütçüleri tarafından emekçiler ile eş zamanlı yapılan ders boykotu ve GSS karşıtı çalışma, DPG’nin yaptığı Cevahir eylemi ve YTÜ yemekhane boykotu önümüzdeki dönemde sürece rengini verecek adımlara anlamlı örneklerdir. Faşist saldırıların yoğunlaştığı kesitlerde kitlesel direnişler örgütlemeyi, işçi sınıfı ve emekçilerle birleşik mücadeleyi yükseltmeyi, neoliberal saldırılara karşı hak alıcı mücadele hattı oluşturmayı ve tüm bunları geliştirip yeni örneklerini yaratmalıyız. Devrimci bir öğrenci sendikası tüm bunların ve “yenilerinin” üzerine oturacak, işte o zaman mücadelenin sıcaklığı ile ellerimizde yeşerecek, büyüyecektir. Hak alma ve öğrenci hareketini devrimci bir temelde ileriye taşıma bilinci ile ilerleyeceğimiz bu kesitte “Parasız Eğitim”, “Herkese İş Herkese Çalışma Hakkı” ve bunların alt talepleri temel gündemlerimiz olacak. Öğrencilerin birleşik, kitlesel ve militan mücadele aygıtı “tabela sendikası” olamaz. Anfilerden, dersliklerden “parasız eğitim/demokratik üniversite-lise” talebi ile mücadele temelinde örgütlenecek, tabanın temsiliyetini esas alan demokratik ve katılımcı olacak olan öğrencilerin sendikası, ısrarcı, inatçı mücadelemizle ve süreklileşmiş emeğimizle yoğurulacak. Bu anlamda 14-15 Mayıs’ı canlı tutuyor, birikimlerimize her geçen gün yenilerini ekleyerek ilerliyoruz. Yarattığımız bu birikim yolumuza ışık tutuyor, gençlik hareketinin önünü devrimci bir içerik ve perspektif ile açma sorumluluğunu bir kez daha hissediyor, Nazım’ın da vurgusunu yaptığı o nihai hedefin, göğün fethine çıkan komünarların ruhunu içimizde taşıyoruz. n

kti

f


DEVRİMCİ BİR

ÖĞRENCİ SENDİKASI İÇİN İLERİ! DPG’nin öğrenci sendikası konusundaki gelişmelerin üzerine yaptığı açıklamadır toplumsal hareketin bir parçası kılmaya dönük ele aldık. Birleşik mücadeleden bunu anladık, böyle tanımladık ve sorunların sınıfsal ve toplumsal çözümleri için politik bir canlılık taşımaya çabaladık.

DPG olarak bizim de örgütleyicisi olduğumuz, 14-15 Mayıs 2005′te İstanbul’da düzenlenen Demokratik Üniversite Kurultayı ile birlikte karar altına alınan “devrimci bir öğrenci sendikası” hedefi doğrultusunda yürüttüğümüz çalışmalarda 1,5 yılı geride bıraktık. Geçen 1,5 yıl boyunca önümüze koyduğumuz “Satılık Değil Yaşamlarımız! Paralı Eğitime ve Diplomalı İşsizliğe Karşı Birleşiyoruz” kampanyamızı hak alıcı sendikal mücadelemizin ilk adımı; öğrenci gençliğin birleşik, kitlesel, militan bir mücadele örgütünü kurmanın temel itilim halkası olarak kavradık ve dersliklerde, amfilerde, atölyelerde kampanyamızı inançla ve dirençle örmeye giriştik.

İki ayrı sınıf için iki ayrı biçim ve içerikte eğitim olgusundan yola çıkarak sorunun çözümünün, artık sadece eğitim alanında fırsat eşitliği sağlamaktan geçmediği; tüm çevreleyen koşulları ve yaşam olanaklarıyla bir eşitlik sağlanmadan ortak bir gelecek programının mümkün olmayacağını savunduk. Bu yüzden salt akademik-demokratik talepler zemininde değil yaşamsal taleplerin her birini eğitim sorunu olarak algıladık. Kazanımdan, öğrenci gençlik hareketinin büyüyüp kitleselleşmesini, okullarda, eğitim hayatında ve yaşamında ileriye ve ihtiyaçlara dönük farklılıklar yaratmayı; umutsuzluğu ortadan kaldırmayı ve özgüveni yeşertmeyi anladık.

Demokratik Üniversite Kurultayı’nda cisimleşen perspektiflerimiz ve 350 delegenin aldığı kararla ortaya çıkan irade yolumuza her zaman ışık tuttu. Karşılaştığımız her olumsuz durumdan kendimizi yenileyerek çıktık. Alacağımız daha çok yol olmakla birlikte; bir çok yerde, geleceğe dair bir umudu muştuladık. İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Muğla, Manisa, Mersin, Trabzon, Bolu-Düzce, Eskişehir, Niğde gibi illerde devrimci bir öğrenci sendikası için mücadeleyi yürüten bir eksenle ilerledik. Bunun için bir çok toplantı yaptık, seminerler düzenledik, eylemler örgütledik. Okullarımızda yaşanan her soruna karşı gelişen her tepkinin içinde, çoğu zaman önünde yer aldık. Bize türlü yokluk ve yoksunluklar da yaşatan her gelişmeye, yüreğimizi sızlatan her habere karşı sesimizi haykırırcasına çıkarttık. Bu, Uludağ Üniversitesi’ndeki yemekhane sorunundan Hacettepe Üniversitesi’ndeki kantin sorununa; diplomalı işsizliğin basıncından dolayı kendini asan Boğaziçi Üniversitesi mezunu Utku arkadaşımızın acısını öfkeye döktüğümüz eylemimizden, emperyalist işgal ve savaşa karşı antiemperyalist, antikapitalist mücadeleye, liselerde her sene artarak yaşadığımız kayıt paraları sorunundan uyuşturucu ve çeteleşmeye karşı verdiğimiz mücadeleye kadar yaşamlarımızı boğan, bizi yok ve yük sayan kapitalizmin tüm saldırılarına karşı bir mücadele anlayışıyla yürütüldü. Yürüyeceğimiz yolun uzun ve zorlu olacağını biliyorduk ama her türlü zorluğu ve engeli aşma iradesiyle ve bilinciyle çıktık bu yola. Hızla yaşanan ve giderek derinleşen toplumsal-sınıfsal farklılaşmaya denk düşen bir örgütle; değişen sınıfsal ilişki biçimlerinin yarattığı yeni sorun ve ihtiyaçlar temelinden en geniş öğrenci kesimini birleştirebilecek merkezi bir yapıyla, hak mücadelesi temelinde politika üreten devrimci bir sendikayla sürecin yarılabileceğini biliyorduk ve örgütlenmesi yolunda tereddütsüz davrandık. Bu süreci; dar anlamda, mevcut siyasal gruplarla bir araya gelip gençlik hareketinin parçalılığını çözmeye dönük değil, öğrenci gençliğin ihtiyaçlarını karşılamaya; içerisine hapsedilmek istenen kapitalist hücreleşmeyi ve parçalanmayı kırmaya; öğrenci hareketini sınıf ve

Ekonomik, sendikal, sosyal ve siyasal taleplerimizi başta eğitim emekçileri ve işçi sınıfıyla devrimci bir mücadele bağı geliştiren temelde ele aldık ve hareketi buradan büyütmeye çabaladık. Neoliberal dönüşümün içerisinde, en temel ve zorunlu ihtiyaçlarımızın bile metalaştığı günümüzde, bizimle farklı düzey ve düzlemde de olsa aynı sorunları yaşayan ve aynı kaderi paylaşan yurtdışındaki öğrenci arkadaşlarımızla sendikaları aracılığıyla enternasyonal bağlar geliştirmeyi aynı birleşik mücadele anlayışının bir parçası olarak gördük ve gelecek “büyük” kazanımlar açısından belirleyici olarak gördüğümüz eylemli dayanışma için ilişki geliştirdik. Fransız devletinin “şansların eşitliği” adı altında milyonlarca genç için diplomalı işsizliği, yoksulluğu ve sefaleti eşitlediği CPE yasasına karşı direniş, Fransa’da öğrenciler, işçiler ve emekçiler tarafından haftalarca süren işgalden yürüyüşe, panelden basın açıklamasına kadar çeşitli eylemlerle sürerken Devrimci Proleter Gençlik ve öğrenci sendikası örgütçüleri olarak, “Tüm Üniversiteler ve Liselerde 28 Mart’ta BOYKOTA!” şiarıyla Türkiye’den ses ve güç olduk.

6

Bu süreçte; diğer tüm gençlik çevrelerine de çağrı yaparak; Fransa’da 28 Mart’ta yapılacak olan genel grevi Türkiye cephesinden üniversitelerde ve liselerde bir günlük derse girmeme boykotuyla, kitlesel basın açıklamalarıyla, yaygın ajitasyon ve propaganda faaliyetinin örülmesiyle, “okullar o gün bizim olmalı” şiarıyla bir bütün olarak sokağa çıkma kararıyla karşıladık. Türkiye’deki öğrenci sendikasının ete kemiğe büründürülmesinde CPE karşıtı eylemlerimiz de önemli birikim yaratmıştır. Fransa’daki eylemlilikler, Türkiye’deki öğrenci gençliğin mücadelesini omuzlayacak, hak alıcı, fiili ve meşru bir zeminden yükselecek olan, birleşik, kitlesel, militan bir gençlik örgütüne, öğrenci sendikasına olan yakıcı ihtiyacı bir kez daha göstermesi açısından da önemlidir.


Şimdi yeni bir düzlemdeyiz artık. Hedef ve amaçlarımızı büyüttük, siyasal etkimizi genişlettik. Öğrenci sendikası fikrini 1,5 yıl sonra artık yalnız biz değil çeşitli sendika ve kitle örgütleri de, siyasal gençlik örgütleri de tartışmaya başladı. En son olarak yaklaşık 3 ay önce Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK)’in de katıldığı tartışmalar ve örgütlediği toplantılarla birlikte artık sendika sürecimiz de yeni bir boyut kazanıyor. Bu gelişmede Demokratik Üniversite Kurultayı’ndan bu yana Türkiye’de devrimci bir öğrenci sendikasını kurmaya yönelik çalışmalarımızın, yeni olmasına karşın, öğrenci gençlik hareketine yönelik siyasal başarısını görüyoruz. DİSK’in Eylül ayında bir komisyonun kurulmasıyla başlayan tartışma sürecine dahil olduk. Sendika fikri, tartışan her bir unsur tarafından yeni olduğu için 1,5 yıllık deneyimlerimizi ve sürecin nasıl ele alınıp nasıl çözümlenmesi gerektiğini aktardık. Bu kapsamda ilk olarak öğrenci sendikasının 1,5 yıldan beri bizim tarafımızdan neden ve nasıl örgütlendiğini, yapılan işler ve karşılaşılan zorluklar temelinde açtık. İkinci olarak da bir bütün olarak eğitimin ve öğrenci gençliğin değişen yapısını, farklılaşan ihtiyaçları ve talepleri, bunların öğrenci gençliğin örgütlenmesinde yarattığı farklılaşmayı ve temel sonuçlarını açarak önümüzdeki süreçte paralı eğitim ve diplomalı işsizlik temelli yürütülecek çalışmanın sendikanın örgütlenme sürecinin kaldıracı olacağını anlattık. Üçüncü olarak da önümüzdeki süreçte sendikal faaliyetin ve anlayışın hangi temellere oturması gerektiğinden bahsettik. Bu kapsamda taban örgütlenmesinin önemini, temsiliyetin ancak tabanda var edilen bir zeminin üzerinde yükselebileceğini, demokratik katılımın sendikanın örgütlenmesi ve kuruluşuyla olmazsa olmaz ilke haline getirilmesi gerektiğini, bunlar olmadığı koşullarda sendikanın kuruluşunun geçerlilik ve anlam kazanmayacağını belirttik. Burada asıl olarak; bir sendikanın ancak kitlelerin mücadelesi ile gelişebileceğinin temel alınması, öğrenci sendikasının da bir tabela sendikası değil, bir mücadele örgütü olarak öğrenci kitlelerinin dinamizminden beslenmesi gerektiğini ve bir hareket temelinde ve militan bir zeminde gelişebileceğini her defasında vurguladık/vurguluyoruz.

liberal dönüşümü temel alarak oluşturduğumuz “sınıfa karşı sınıf, krize karşı devrim, kapitalizme karşı sosyalizm” eksenli; sorunu kapitalist üretim ilişkileri ve dolayısıyla uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları temelinde ele alan yaklaşımımız temelinde örgütledik ve bundan sonra DİSK ve diğer gençlik oluşumlarıyla sürdüreceğimiz faaliyette de aynı anlayış ve yönelimi korumaya da kararlıyız. Sorunun basit bir piyasa/bölüşüm ilişkileri ve “bölüşüm kavgası” temelinde tanımlanamayacağını, birkaç kısmi hak kazanmanın ötesinde ufuk taşımayan ekonomist ve düzen içi arayış ve beklentilere sahip bir sendikal anlayışın, öğrenci gençliğin değişen ihtiyaçlarına cevap veremeyeceğini hep söyledik ve kurultayımızda aldığımız kararlarla yolumuzu buradan açtık. Bugünden sonra yürütülecek faaliyette de bu anlayış temelinde ilerleyeceğiz.

Kadıköy YÖK mitingi, 4 Kasım 2006

Devrimci öğrenci sendikamızı “tabela” örgütü olarak algılamadık, buraya çıkan her türden oportünist, reformist, ekonomist anlayışla da mücadeleyi bundan önce olduğu gibi bundan sonra Demokratik Üniversite Kurultayı’nda kabul edilen da görev temel metinlerimizi gündemleştirerek tartışma sürecine dahil olduk. Yaklaşık 2 aydır yapılan toplantılara bileceğiz

Aynı zamanda bir “hareket” olarak gelişen, taban inisiyatifi ve örgütlenmesi temelinde ilerleyen, esnek, mücadeleci ve dinamik bir sendika örgütleme anlayışımızı sendikanın hak alıcılığı ve sürekliliği açısından başat bir sorun olarak gördük, şimdiye kadarki sendikal faaliyetimizi bu temellere oturttuk. Bundan sonra da fiili mücadeleyle yolumuzu açarak, en geniş öğrenci bileşimine söz ve karar hakkı vererek, kendi hareketi içerisinde büyüyen bir sendikanın kurucu gücü olmaya da devam edeceğiz. Bu bağlamda kendimizi “sorunların somut tanımı ve gerçekçi çözümler” parantezine sıkıştırıp hayallerimizden vazgeçmeyen; “olan olması gerekendir” anlayışıyla sadece “günün” birkaç sorunuyla yetinmeyerek düzen karşıtı bir stratejik mücadele yönelimini de içeren bir sendikal ufuk taşıyoruz. Devrimci öğrenci sendikamızı “tabela” örgütü olarak algılamadık, buraya çıkan her türden oportünist, reformist, ekonomist anlayışla da mücadeleyi bundan önce olduğu gibi bundan sonra da görev bileceğiz. Bu yeni süreçte karşılaşacağımız tüm ayrımları ve zorlukları bu temel anlayış, örgütlenme ve mücadele biçimiyle aşacağımıza olan inancımız ilk günkü gibi diri ve direşken. Bundan sonra kampüslerde, dersliklerde, atölyelerde, amfilerde devrimci sendikal anlayışımız çerçevesinde yürüttüğümüz çalışmalarımızı kesintiye uğratmadan, devrimci proleter perspektif, uyanıklık ve girişkenlikle sürdüreceğimizi bir kez daha ilan ediyoruz.

da katılarak; yine bu toplantılarda seçilen Yürütme Komitesi’nde sorumluluk üstlendik ve kurultayımızda belirlediğimiz anlayış çerçevesinde sendikal faaliyetimize ara vermeden devam ettik ve ediyoruz.

Son olarak; sürmekte olan devrimci bir öğrenci sendikası örgütleme çalışmamızı hız kesmeden DİSK ve dışımızdaki diğer gençlik örgütlerinin katılımıyla da genişleteceğimizi duyuruyor ve bu doğrultuda üzerimize düşen devrimci görevleri yerine getirmede tereddütsüz olacağımızın altını bir kez daha çiziyoruz.

Şimdiye kadar bu süreci gençlik yapısındaki sınıfsal farklılaşmadan yola çıkarak ve eğitim alanındaki neo-

Devrimci Proleter Gençlik 15.11.2006

7


YTÜ’nün iki kampüsünde yapılan ve olumlu yanlarına rağmen kazanımsız biten yemekhane boykotunu mercek altına alıyoruz

..

..

.

YTU yemekhane boykotu sureci Eğitimdeki bütünsel dönüşümün halkalarını bir bir gerçekleştirmeyi hedefleyen burjuvazi ve onun aygıtı YÖK, geçtiğimiz dönemde üniversitelerde paralı eğitime ve özelleştirmelere karşı gerçekleştirilen eylemlere katılan ve bu eylemleri örgütleyen öğrencilere soruşturmalar açarak, cezalar yağdırarak, gelişecek tepkileri örgütlü bir güce dönüştürecek güçleri okul dışında tutma ve istediği gibi at oynatabilme hesapları yapmıştı. Diğer üniversitelerde olduğu gibi Yıldız Teknik Üniversitesi’nde de dönem başında açılan soruşturmalardan 10 öğrenci uzaklaştırma, bir öğrenci de YÖK’ten çıkarılma “cezaları” aldı. Soruşturmaların da verdiği rahatlıkla dönem başında yemekhane ücretlerine %25 zam yapıldı. Bu zam ile zaten 2 YTL olan yemek fiyatları 2.5 YTL olmuş, elektronik sisteme geçilmiş, öğrenci kimlik kartlarına para doldurma uygulaması ile gün içinde ikinci kez kart basma ise 3.75 YTL olmuştu. Elbette bu uygulamalara tepkiler de tüm bu soruşturma terörüne rağmen gecikmedi. Yemek ücretlerine gelen zamlar, daha okul açılmadan internet üzerinden forumlarda tartışılmaya başlanmıştı. Bunun üzerine okulun açıldığı ilk gün 20 kişiyle bir toplantı yapıldı. Zamlara karşı neler yapılabileceğinin konuşulduğu toplantıda en etkili aracın ‘boykot’ olduğuna yönelik fikirler yaygındı. Boykotun başarıya ulaşması için dikkat edilmesi gereken en önemli noktalar ise “boykottan habersiz tek kişinin kalmaması” ve “boykot sürecine tüm öğrencilerin etkin katılımının sağlanması”ydı. Boykot havasını tüm okula yayabilmek için yaygın bildiri, afiş, anket ve imza çalışmaları yaptık. Yaklaşık 2000 imza toplandı, onlarca anket yapıldı, birçok toplantı alındı. Boykot sürecinin birkaç öğrenci üzerinden yürüyen ve diğerlerinin pasif kaldığı bir eylem biçimine dönüşerek daralmaması ve boykotun yalnızca bir “yemek yememe” tepkisine dönüşmemesi hayatiydi. Bunun önüne geçmek için sorunu yaşayan tüm öğrenci arkadaşlarımızın çözüme yönelik atılan adımlarda özne olarak hareket etmesi gerekiyordu. Bu dönemde, boykotu duyurmak için bildiri ve afiş gibi klasik araçların yeterli olmayacağı düşünülerek “Yıldız Tepki” isimli bir forum sitesi açıldı ve birçok öğrenci haftalar boyunca bu site üzerinden tartışmaları sürdürdü. Site aynı zamanda çok sayıda öğren-

cinin boykot içerisinde aktif özneler durumuna gelmesi anlamında önemli bir araç oldu. Yemekhane zamlarına karşı Ekim ayı sonlarında yoğunlaşan çalışmalarımız sonucu Kasım ayı başında uyarı boykotuna başlamaya karar verdik. Çalışmalara özellikle Yıldız Kampüsü’ndeki kulüp ve topluluklardaki arkadaşlarımız faal bir şekilde katıldılar. Yıldız Kampüsü’nde yaptığımız 3 günlük uyarı boykotuna %95 oranında katılım sağlandı. Uyarı boykotu süresince okul idaresinin öğrencilere yönelik tepkisi de gittikçe sertleşiyordu. Toplanan çok sayıda imzaya karşın bu büyük tepkiyi görmezden geliyormuş gibi görünmeye çalışan rektörlük, ÖGB ve sivil polisler aracılığıyla okul içerisinde terör estirmeye de başlamıştı. Yapılan toplantılarda genel eğilim “süresiz boykota çıkma” yönünde kendini gösterdi. Bu zammın tüm öğrencileri etkilediğini, süresiz olacak bu boykota ancak Yıldız ve Davutpaşa Kampüsleri’nin birlikte çıkmasının anlamlı olabileceğini konuştuk. Bunun üzerine çalışma Davutpaşa Kampüsü’nde de aktif olarak yürütülmeye başlandı. “Yıldız Tepki” ise bu süreçte yemekhane konusunda yapılan tartışmaları aşarak, bu sorunun sadece YTÜ’nün sorunu olmadığının daha geniş bir bütünsellikle tartışıldığı bir platforma dönüşmeye başladı. Başlangıçta sorunu YTÜ’yle sınırlı gören ve imza toplayarak istediklerimizi rektörlüğe belirttiğimiz zaman sorunlarımızın çözüleceğini düşünen arkadaşlarımız da özellikle Yıldız Kampüsü’ndeki uyarı boykotu sonrasında açılan soruşturmalarla karşılaştıkları zaman rektörlüğün gerçek yüzünü gördüler.

8

Süresiz boykotun ön çalışması, iki kampüste de koordineli bir şekilde yürütülmeye çalışılsa da bu konuda istenilen başarı yakalanamadı. Davutpaşa’da da bir yandan bildiri, afiş, imza çalışması yaparken bir yandan da geniş kitle toplantıları alarak planlama ve karar sürecine öğrencilerin birebir katılımını sağlamaya çalıştık. Burada yapılan çalışmanın en büyük handikaplarından biri sadece YDYO (Hazırlık) ile sınırlanmış olmasıdır. Bu çalışmayı diğer fakültelere sıçratma gibi bir fikir hep var oldu ve bu ihtiyaç sürekli dile getirildi ancak


Hazırlık öğrencisi arkadaşlarımızın öznel durumlarından (öğrencilerin okulda daha çok yeni olması, deneyimsizlik ve çekingenliklerinin üst sınıflara göre daha çok olması, öğrencilerin genel olarak süreci sahiplenmesinde zaman kaybettirdi) ve öğrencilere ulaşmak için farklı kanallar açılamamasından kaynaklı farklı fakültelere açılma bir türlü gerçekleştirilemedi. Her iki kampüs kendi faaliyetini yürüttü ve bu iletişim ve koordinasyon eksikliğine rağmen 4 Aralık’ta iki kampüste de süresiz boykota çıkıldı. Boykotun ilk günleri, coşku ve motivasyon çok yüksekti. Davutpaşa’da birinci haftanın sonunda yapılan değerlendirme toplantısında eylem öncesi eksik bıraktığımız yerleri pek tamamlayamadığımız söylendi. İnsanlar yemek yemiyordu ama bu işin aktif katılımcısı da değillerdi. Yıldız Kampüsü’nde de durum benzerdi; hatta orada insanların sahiplenmesi noktasında çok daha büyük sorun yaşanıyordu. Özellikle 3 günlük uyarı boykotu sonrası açılan soruşturmalar ve kulüplerdeki öğrencilere yapılan “boykota destek verirseniz kulüpleriniz kapanır” tehditleri insanların birçoğunun geri durmasına yol açtı. 8 Aralık’ta Yıldız ve Davutpaşa Kampüslerinden öğrencilerin birlikte düzenlediği geniş forumda Yıldız’daki arkadaşlar bu sebeplerden kaynaklı boykotu bırakacaklarını söylediler ancak tartışmalar sonucu Davutpaşa’daki öğrenciler tarafından ikna edilerek hiç olmazsa 13 Aralık’ta yapılacak basın açıklamasına kadar devam etme kararı aldılar. İkinci hafta Davutpaşa’da boykota öğrencilerin katılımı sürüyordu ama özellikle Yıldız’daki soruşturmalar, boykotun gittikçe sadece alternatif masaya daralması, fen-edebiyat ayağının örülmesinde geç kalınmış olunması ve en son Yıldız Kampüsü’nden arkadaşların basın açıklamasıyla boykotu bıraktıklarını açıklamaları; büyük bir moral ve motivasyon düşüşünün yanında kazanıma olan inancı da azalttı ve nitekim boykot Davutpaşa’da da 15 Aralık’ta somut bir kazanım olmadan bitti. Peki daha öncesinde yemek yiyen dört bin kişinin yemek yemeyerek tam katılım sağladığı, iki kampüste yaklaşık 3000 imzanın toplandığı, süreç boyunca planlamalar için birçok toplantının yapıldığı YTÜ yemekhane boykotu neden somut bir kazanımla sonuçlanmadı? Birçok ileri yönü içinde barındıran YTÜ yemekhane süreci, özellikle sorunu yaşayan öğrencilerin boykota örgütleyici olarak katılımı anlamıyla olumlu bir yön taşıyor. Boykot ve öncesinde yapılan toplantılarda katılan tüm öğrenci arkadaşlarımızla beraber aldığımız kararlar büyük ölçüde birlikte uygulanmıştır. Ancak yine de bu konuda da eksik kaldığımızı ve en geniş öğrenci kesimlerini, sorunla birebir karşı karşıya olan bütün arkadaşlarımızı sürecin öznesi kılmakta yeterli olamadığımızı görmemiz gerekir. Bununla beraber boykotun somut bir kazanım sağlayamamasının temel nedenlerinden bir diğerini de dışarıda (soruşturmalarda, teknik aksaklıklarda vs) değil kendi içimizde, sürece bakış açımızda aramalıyız. Herhangi bir sorunu bü-

YTÜ Yıldız Kampüsü’nde uyarı boykotu ve alternatif masa, Kasım 2006

Yemekhane, ulaşım, barınma gibi temel yaşamsal ihtiyaçlar için mücadelede sorunu parçadan algılamak, yalnızca örneğin yemekhane sorununa karşı mücadelenin bile kalıcı kazanımlar elde etmesinin önüne geçecektir

9

tünsel bir temelde kavrayamazsak, mücadelemiz de ancak bu dar çerçevede ilerler. Üniversitelerdeki tüm hizmetlerin özelleştirilmesi ve ‘girişimci üniversite modeli’ adı altında mekanlarından insanlarına kadar her şeyin pazarlanmasına hız veriliyor ve en temel yaşamsal ihtiyaçlar dahi piyasa koşullarında metalaşıyor. Beslenme hakkımız da bundan nasibini alıyor. Ancak şu da açık ki; yemekhane, ulaşım, barınma gibi ihtiyaçlara yapılan zamlara karşı mücadele ederken bunları parça parça olgular olarak anlamak, görüş açımızı daraltacak ve yalnızca örneğin bir yemekhane sorununa karşı mücadelenin bile kalıcı kazanımlarla sonuçlanmasının önüne geçecektir. Bu yüzden mücadeleyi eğitim ve tüm çevreleyen koşullarının metalaşmasına karşı bir mücadele olarak kavramak gerekir. Ancak bu yönlü bir mücadele perspektifi, moral bozulmalarının önüne geçecek, mücadeleyi ilk tıkandığı yerde bırakmanın aksine yeni biçimler devreye sokularak tıkanıklığı aşacak ve kararlı bir şekilde mücadeleyi sürdürüp hakkını söke söke alacak bir konumlanışı ve buna uygun bir atmosferi beraberinde getirebilir. Elbette YTÜ’de sorun tek başına yemek ücretlerinin düşürülmesi sorunu olarak algılanmamıştır. Ancak bu sorunu analiz edip buna denk bir örgütlenme, bu mücadeleyi bir adım daha ileriye taşıyabilecek araçlar yaratılamamış ve mücadele bir süre sonra sadece alternatif yemek masasından yiyip de yemekhaneden yememeye indirgenmiştir. Oysa biliyoruz ki sorun ne tek başına YTÜ’nün sorunu, ne tek başına yemekhane zammı sorunudur. Bu sorunu daha birçok üniversite yaşıyor ve irili ufaklı bazı tepkiler veriliyor. Ancak sorun salt bir üniversitenin sorunu olmadığı gibi, salt bir üniversitenin tepki göstermesi ile de çözülemez. Bu yüzden bu ve bunun gibi sorunları yaşayan üniversiteleri bir araya getiren ve ‘her üniversiteye parasız yemekhane’, ‘parasız eğitim’ taleplerini yükselten, bu sesleri merkezi kampanyalarla birleştiren, somut kazanımları olan eylemleri örgütleyen ve sonrasında bu kazanımları koruyabilen merkezi bir örgütlenmeye, öğrenci sendikasına ihtiyaç vardır. Bu boykot sürecinde YTÜ’de birçok deneyim kazandık; birçok ders de çıkardık. Buradan ileri doğru yürümeye... n


..

.

.

. SURECI DERSLERI BURSA ULASIM Bursa’da öğrenci olmak demek yüksek ev kiraları ve Türkiye’nin en pahalı toplu taşıma ücretleri ile muhatap olmak demektir. Her yıl zaten genel ortalamanın da üzerinde olan kira ve ulaşım ücretlerine bir de fahiş zamlar eklenir. Bu konuda çok sayıda kampanya ve eylem örgütlenmiş olsa da uzun yıllardır belediyeye geri adım attırabilecek bir hareket yaratılamamıştır.

miz olan kitle karar alma mekanizmalarını hemen yaratmanın zemini de böylelikle doğmuş oluyordu. Bu kesitte sayımız 350′yi aşmıştı. Üniversitenin ve şehrin gündemine oturmuştuk. Uludağ Üniversitesi uzun yıllar var ki böylesi kitlesel bir eylem görmemişti. İkinci haftanın başında bizim zorlamamızla 50 kişilik bir kitle toplantısı alındı. Toplantıda imza kampanyası ve pankart önerdik. Toplantı özü itibariyle siyasetlere daralması ve eylemci öğrencilerin büyük bir bölümünün orada bulunmayışı ile iyi bir toplantı değildi. Ertesi gün eylem bitiminde tüm önerilerin eyleme katılan herkes tarafından orada oylanması kararını aldık.

Okullar açıldığında ulaşım ücretlerinin yine zamlandığını gördük. Tam bilet 2 YTL ile Türkiye rekoru kırmıştı. Kayıt paraları, bandrol parası, Bu-Kart vizesi, harç parası... Adımını atsan paraydı ve öğrencilerin tümü tepkiliydi. Tam bu kesitte ulaşım zammını protesto için yapılacağını öğrendiğimiz yürüyüşe katılım örgütlemeye başladık. Katıldığımız günün sonunda 8.30′da okul dışında düzenlenen eylemi öğle saatlerine okulun içine almayı önerdik. Önerimizin kabul görmesi ile eylem okulun içine taşındı, saati de 12.30 olarak değiştirildi. Eylemin biçimi ve bu biçime yaklaşımlar konusu üzerinde durmakta fayda var. Eylem slogansız, pankartsız “sessiz yürüyüş” olarak kurgulanmıştı. Uludağ Üniversitesi gibi kazanılmış devrimci mevzilerin fazla olmadığı, mücadele geleneklerinin zayıflamış olduğu bir üniversitede öğrenci gençlik tipolojisinin geleneksel (pankart, slogan, yol kesme) mücadele biçimlerine uzaklığı düşünüldüğünde bizlerin de karşı çıkmadığı bir biçim oldu. Ancak bu noktada bazı anlayış farklarının altını kalınca çizmekte fayda var. Eylemi başlatanlardan belli siyasal gruplarda yer alan arkadaşlardan temsilci olanlar da dahil olmak üzere üstüne basa basa “biz örgütsüzüz” diyorlardı. Eylemi ise sonuç alıcı bir mücadele yerine “öğrenci tepkisi” olarak tanımlıyorlardı. Bizler ise örgütlü devrimci kimliğimizi hiçbir koşulda gizlemediğimiz gibi bunu inkar ederek insanları kandırmak gibi riyakarlıklara da asla girmeyiz! Eylemi daha baştan belli sınırlara hapsetmek gibi sinsi bir amacı taşıyan bu tutumlar aynı zamanda söz konusu hareketlerin karakterleri hakkında da fikir vermektedir. Eylem okulun merkezine öğle saatine alındıktan sonra hızla kitleselleşti. Sayımız ve moralimiz artıyor artık sessiz yürüyüş tarzı enerjimize dar geliyordu. Katılımcıların çoğunluğu böyle düşündüğü halde kendisini eylemin sahibi sanan tatlısu solcuları sessiz yürüyüşte ısrar ediyor, biçim değişirse eylemin zayıflayacağını söylüyorlardı. Eylemin katılımcıları, belki ilk kez bir eyleme katılmış olmalarına karşın eylemi sonuç alıcılıktan uzaklaştıran bu sinsi yangın söndürücülerinin bilinç ve ruh olarak çok ilerisindeydiler. Eylemin asıl sahiplerine dönmek, sözü eylem katılımcılarından çalma çabalarına engel olmak gerekiyordu. Başından beri temel perspektifi-

Eylem okulun merkezine ve öğlen saatine alındıktan sonra hızla kitleselleşti. Sayımız ve moralimiz artıyor, artık “sessiz yürüyüş” tarzı enerjimize dar geliyordu

10

Önerilerimizde ve arkadaşlarımızla konuşmalarımızda eylemi bulunduğu noktadan ileri çekme, aktivistlerini çoğaltma, bu süreci öğrenci sendikası süreci ile birleştirme perspektifi ile hareket ettik; örgütlülük ihtiyacına özellikle dikkat çektik. İleri atılan en ufak bir adımı kimden ve hangi gruptan geldiğini gözetmeksizin destekledik. Ancak tam da bu noktada liberal reformist siyasetlerle köklü bir ayrım yaşandı. Eylemi sessiz yürüyüş biçimine hapsetmek isteyen, sayımız 400′ü bulduğunda bile yol kesme dediğimizde kanı çekilen, “Kazanım elde etmek gibi bir amacımız yok(!)” diyerek niyetini de saklamayan, kaymakamlığın eylemin son bulmasını istemesinden sonra pişkin pişkin jandarma ile görüşmeler yapan ve eylem kırıcılığına soyunan bir anlayış elbette ki devrimcilerin de anti propagandasını yapmaktan geri durmadı. Ufuklarını aşan eylemin altında kalan bu anlayışlar, işi karalama ve hakaret noktasına kadar götürdüler. Bu tip çevrelerden siyasal ahlak beklemiyoruz ve onlara da onların üslupları ile cevap verecek kadar alçalmayacağımızı da belirtiyoruz. Alınan 400 kişilik kitle toplantısı, bazı çevrelerin oldu bittilerine rağmen oybirliği ile imza kampanya-


Liselerde, semtlerde ulaşım zamlarıyla ilgili geniş bilgilendirme faaliyeti ve tüm kitle örgütleri ile birlikte düzenlenecek toplantılar ve mitingler sonuç alıcılık için gerekli kamuoyunu yaratabilir; belediyeyi çok yönlü olarak köşeye sıkıştırabilirdi

v sı kararının çıkması ve alınan kararların yürütücüsü olacak bir komitenin seçilmesi bakımından eylemin aynı zamanda doruk noktasını temsil ediyordu. 4 günde toplanan 5000 imza aynı zamanda yaratılan siyasal etkinin genişliğini de gösteriyordu. Bu tip kitlesel karakter taşıyan süreçlerde komiteler kitlelerin ‘üzerinde’ bir karar aygıtı değil onların öncü unsurlarını kapsayarak tam da ‘içinde’ olmalıdır ve hiçbir koşulda kitle toplantılarının yerini almamalıdır. Seçilen komitenin bir yürütme komitesinden çok siyasetler toplantısı havasına bürünmesi ve süreci böyle götürmeye çabalaması ve bizim buna engel olamamamız eylemin kırılma noktalarından birincisidir. Bu süreçte halen kitle toplantıları alınmakla birlikte asıl karar mekanizması olarak bu komite işlev kazanmıştır. Ancak kitle toplantıları ile birlikte eylem dinamizmi de kaybolmuştur. İkinci haftanın ortalarında ‘eylemin sahiplerinin’(!) “Bizim istediğimiz eylem bu değildi.” (siz “boyumuzu aştı” olarak okuyun!) mızmızlanmaları eşliğinde ayrılmaları ile (yüzlerce insan içinden 15-20 kişi) yaptıkları anti propaganda ve devletin artan baskıları, komitenin kurulduktan sonra dinamizmindeki zayıflama, biz dahil olmak üzere işin örgütçülerinin kitle çalışması cephesini boş bırakması ile birleşince eylem ikinci büyük kırılma yaşandı. Devrimciler dışında jandarma karşısında net tutum alınmaması ve saldırı yaşanmamasının temel amaç olarak görülmesi sonucu eylemin okul ayağı ikinci haftanın sonunda fiilen sona ermiş oluyordu. Şehir eylemleri okuldaki sürecin ikinci haftasından sonra başladı. Bursa’da yaşayan tüm emekçilerin sorunu olan ulaşımın liselere, semtlere, fabrikalara yayılması gerektiğini vurguladık. Bu noktada sendikalarla, kitle örgütleriyle görüşmeler yaptık. İlgisiz kalan kurumları bu işin örgütleyici haline getiremememiz, yaşanan olumsuz havayla da birleşince eylem yavaş yavaş sönümlendi. Özelinde lise ve semtlerde istediğimiz etkiyi yaratamamamızda; güç sıkışması, çevre gücün etkinleştirilememesi, pratiğe boğulma, zamana hakim olamama gibi birtakım faktörler de etkili oldu. Liselerde, semtlerde konu ile ilgili geniş bilgilendirme faaliyeti ile birlikte alınacak kitle toplantıları sonrasında sendika, meslek odaları, dernekler ve diğer kitle örgütleri ile birlikte düzenlenecek bir miting; konuyu çok daha ileri bir mecraya akıtacak, birleşik mücadele ile birlikte sonuç alıcılık için gerekli kamuoyunu yaratacak, belediyeyi de çok yönlü olarak köşeye sıkıştıracaktı... Konuyu dar bir çerçevede ele almayı yeterli gören protestocu, zamların geri çekilebileceği fikri aklına yatmamış anlayışlar, özellikle eylemler kitleselleştiği ve belli bir olgunluğa geldiği ikinci haftadan

11

sonra hareketin önünde bir engel haline gelmiştir! Devrimci müdahalelerimizle birleşik olarak yürüttüğümüz ajitasyon çalışmaları, bu etkiyi belli yönleriyle kırmasına rağmen bütünde köklü bir değişim yaratamamıştır. Paralı eğitime tepki mahiyetinde alt talepler dolayımıyla ortaya çıkan eylemliliklerden birisi olan Uludağ Üniversitesi ulaşım süreci, kitle hareketi açısından düşünüldüğünde önemli kazanım ve derslerle doludur; 1. Bu tarz süreçler ne kadar kitlesel olursa olsun, sorunu yaşayan en geniş bileşimin katkı, öneri ve emekleri ile yürütülmezse, hareketin mevcut dinamizmi yakalanarak ileriye taşınamazsa, belli bir örgünlüğü olan kitle platformları oluşturulamazsa, kararlar kapalı kapılar ardındaki toplantılara havale edilirse sürecin de uzamasıyla sönümlenmeye mahkumdur. Ancak etkisini sürekli arttıran, yaygın kitle çalışması ile çekim gücünü genişleten bir tarzda dozu sürekli olarak artan eylemliliklerle süreç devrimci bir şekilde yarılabilir. 2. Bu tarz hareketlerin içindeki devrimcilere düşen asli misyon; kitleler adına kararlar almak değil, kitle toplantılarında mümkün olan en geniş katılımla kolektif olarak alınacak kararların devrimci bir temelde olması için sürekli ve çok yönlü bir çaba içinde olmak, hareketin önünü açmak için gerektiğinde ileri ve militan eylem biçimlerini önermek ve gerçekleştirmektir. Söz gelimi kitle temeli açısından belli bir olgunluğa ulaşarak ulusal basının da gündemine girdiği bu süreçte artık kitlesel olarak fiili durumlar yaratılabilir, örneğin bir otobüs işgal edilebilir, belediyenin önüne çekilerek emekçilerin gündemine daha ileri bir düzeyden girmesi sağlanabilirdi. 3. Tek bir talep üzerinden (örneğimizde ulaşım) bir araya gelişlerde yaşanan temel bir sorun, sonrasında sürekliliğin sağlanmasında yaşanan zorluklardır. Mücadele azmini de körükleyecek olan böylesi bir konumlanışla, bu eylemde yakalanan ilişki sürekliliği içerisinden önümüzdeki dönemde sadece ulaşım odaklı değil, farklı konu ve sorunlar üzerinden geniş anlamda bir araya gelebilecek şekilde bir birikim de yaratılabilmelidir. 4. Somut kazanımların kırıntı düzeyinde olması (tek bir hattaki 150 kr indirim), yaratılan birikimlerin ise bilinç düzeyine çıkarılamamış olması belli bir kırılma yaratsa da, örgütlülük ihtiyacının hissedilir düzeye çıkması bile başlı başına bir dinamiktir. Süreç için öğrenci sendikasının propagandası zayıf kalmasına rağmen belli bir çekim de yaratmıştır. Buradan ilerlenmelidir. 5. Yeni düzlemde örgütçülük ve devrimci varoluş tarzımız, kitle hareketinin terazisinde tartılmış; teorik perspektiflerimizin doğruluğu kendini bir kez daha ispat etmekle birlikte pratikle buluşturmadaki yetmezliklerimiz de kendisini göstermiştir. Bunlar kendimizi yeniden örgütlemenin de vesilesi olmuştur. Öğrenecek, örgütlenecek, aşacağız! n


Herkese parasız barınma hakkı! Eğitimin yeniden yapılandırılması denildiğinde bundan sadece kayıt paraları, har(a)çlar ve kitap-defter parasını anlamıyoruz. Bu, asıl olarak eğitim sürecinin her aşamasının ve tüm çevreleyen koşullarla birlikte en zorunlu ve yaşamsal ihtiyaçlarımızın, çok daha dolaysız ve sınırsız biçimde sermayenin tahakkümü altına girmesi, karlılık kıstasına ve meta üretim ve ilişkilerine bağlanmasıdır. Barınma sorunu da bunlardan biri... “Türkiye’de lise bitirme çağına gelen her 100 çocuktan 50’si liseyi okuyup ÖSS sınavına girmekte, 10’u sınavı kazanmakta, kazananların 7’si üniversiteye başlamakta, 3’ü okulu bitirebilmekte ve ancak 2’si bir işe girebilmektedir..” Geleceksizliğin rakamlara boğulan soğuk resmidir alıntımız. Haziran 2006 tarihli Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi isimli YÖK raporunda yer alan istatistikî verinin yüzdelik dilimdeki bu ifadesi sınıfsal ve toplumsal olarak bugün içinde bulunduğumuz durumu en çıplak haliyle ortaya koyuyor. Fakat bu durum canımızı sıksa da aynı veriler, içerisinde Türkiye burjuva sınıfının ve devletinin geleceksizliğini de barındırıyor. Yukarıdaki alıntı, neo-liberal politikaların eğitim alanındaki sonuçları olarak bize neye ve kime karşı mücadele etmemiz gerektiğinin ipuçlarını da veriyor. Eğitimin yeniden yapılandırılması denildiğinde bundan sadece kayıt paraları (har(a)çlar), katkı payları, kitap-defter parası vs.’yi anlamıyoruz. Asıl olarak eğitim sürecinin her aşamasının ve tüm çevreleyen koşullarla birlikte en zorunlu ve yaşamsal ihtiyaçlarımızın, çok daha dolaysız ve sınırsız biçimde sermayenin tahakkümü altına girmesini, karlılık kıstasına ve meta üretim ve ilişkilerine bağlanmasını anlıyoruz. “Paralı eğitim” denildiğinde, önceki süreçlerde de gündemde olan paralı eğitim uygulamalarından farklı olarak bugün anlaşılması gereken, eğitim sürecinin o veya bu kısmının veya zamanın değil, okul öncesi eğitimden ilköğretime, ortaöğretimden yükseköğrenime bir bütün olarak tüm süreçlerinin para karşılığı satın alınmasıdır. Dahası, bilgi ve eğitimin, ancak kar getirecek biçimde satılmak üzere üretilebilmesidir. Bilgi üreten ve eğitim veren kurumların, bilgiyi ve eğitimi herhangi bir kapitalist şirket gibi, karlılık kıstası temelinde üreten ve satan sermaye şirketlerine dönüşmesi, öğrencilerin ise müşterileştirilmesidir. Emekçi sınıflar lehine önceki süreçlerde kazanılmış sosyal, kültürel haklar tek tek gaspedilirken, eğitim hakkına da bugün daha fazla el atılmaktadır. Kapitalizm bugün boylu boyunca eğitimi tüm çevreleyen koşullarıyla birlikte sermaye birikiminin gereklerine bağlamaktadır. Yaşanan bu dönüşümü tek başına “eğitimin yeniden yapılandırılması”yla açıklayamayız. Daha doğrusu

Kocaeli’de öğrenciler yüksek kiraları protesto ediyor, 2005

H Emekçiler lehine önceki süreçlerde kazanılmış sosyal, kültürel haklar tek tek gaspedilirken eğitim hakkına da bugün daha fazla el atılıyor, eğitim tüm çevreleyen koşullarıyla birlikte sermaye birikiminin gereklerine bağlanıyor

12

eğitimin neoliberal politikalar dolayımında geçirdiği dönüşüm kendinde bir süreç ve dönüşüm değildir. Söz konusu dönüşüm ve farklılaşma özünde kapitalist sistemin neoliberal dönüşümüne koşut olarak gelişmekte, onun mantığı neyse eğitim alanına da yansımaktadır. Dolayısıyla da eğitimin kendisi ve eğitim sürecindeki toplumsal ilişkilerin, insanlar arası ilişkilerin tümü metalaşmaktadır. Okul yöneticileri patronlaşıyor. Öğretim üyelerinin üst kısmı, döner sermayeden pay alacakları için, şirketleşmiş okulların karlılığını artırmaya yönelik piyasa girişimcisi ve tüccarlara dönüşüyor. Öğretim üyelerinin diğer bir kısmı ve lisans üstü öğrencileri, piyasaya, yani kapitalist şirketlere bilgi ve proje üretiyor. Eğitim emekçilerinin büyük bölümü, her türlü hak ve güvenceden yoksun çıplak işgücüne indirgeniyor. Onların rolü, alacak parası olana şirketin mallarını (bilgi, eğitim, vb.) satan ücretli tezgahtarlardan farksızlaşıyor. Öğrencileri müşterileşiyor. Artan metalaşmaya bağlı olarak tüm sosyal ilişkilerimize de buna uygun bir formasyon kazandırılmak isteniyor. Eğer burada “sermayeleşme ve metalaşma”dan bahsediyorsak, orada artık “sermayeleşme ve metalaşma”nın birer toplumsal ilişki anlamına geldiğini de belirlememiz gerekiyor. Yani eğitim sürecindeki toplumsal ilişkilerin, doğrudan doğruya sömüren-sömürülen, satıcı-alıcı, soyan-soyulan arasındaki ilişkilere dönüşmekte olduğunu görmemiz gerekiyor. Diğer bir deyişle “her meta ilişkisinin aynı zamanda sisteme içkin olan bir dizi kültürel varoluş, bir dizi ideolojik yapıyı da içerdiğini belirtmemiz gerekiyor” (F. Ercan) Bunu, yaşanan dönüşümün salt ekonomik olanla sınırlı olmadığı biçimiyle de anlamalıyız.


Parasız barınma hakkı!

Kapitalist sistem, en yaşamsal ve zorunlu ihtiyaçlarımızı eskisinden çok daha dolaysız ve sınırsız biçimde metalaştırıyor ve kapitalistlerin karlılığına bağlıyor. Bu ise vahşi kapitalist sistemi, günlük yaşamdan başlayarak daha çıplak bir hale getiriyor. Bir yandan sermaye birikimini artırmak için başvurulan mutlak artı-değer sömürüsü ve buna bağlı olarak en yaşamsal ve zorunlu ihtiyaçlarımızın dahi pazara çıkarılması, bir yandan bunun sonucu olarak artan yoksulluk ve yoksunluğumuz.

Neo-liberal kapitalizmin emekçileri geriye doğru yoksullukta eşitlemesi, yoksulluk ve yoksunluğun giderek büyümesi, emekçi sınıfları en temel yaşamsal ihtiyaçlarını dahi karşılayamaz hale getirdi. Çok düşük ücretlerle yaşamlarını sürdürmeye çalışan emekçi sınıflar bir bütün olarak “her şeyin metalaşmış olmasının” ağırlığı altında her gün biraz daha fazla ezilmekte. Buna bağlı olarak barınma sorunu bugün emekçi sınıfların en temel sorunlarından biridir.

Bilgi ve eğitim kurumlarının sermayeleştiği, bilgi ve eğitimin metalaştığı yerde, bu geniş kitlelerin yoksulluk birikimini hızlandıran bir etken olduğu gibi, buna eğitimsizlik ve bilgisizlik birikimini de ekliyor. Sadece işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin değil, bir bütün olarak kapitalist sömürü sisteminin içinde, artı-değer sömürüsüne maruz kalan tüm toplumsal kesimlerin kendini yeniden üretebilmesinin bütün olanakları giderek daraltılmaktadır. Günümüzdeki ekonomik, tarihi-sosyo-kültürel gelişim düzeyinde emek gücünün yeniden üretimi için zorunlu olan; barınma, beslenme, sağlık, eğitim, kültürel gelişme, ulaşım, iletişim, yaşam çevresi ve hepsini kapsayan sosyal ve bireysel ihtiyaçlar burjuvazinin ihtiyaçları dolayımında yeniden yapılandırılmaktadır. Her şey sermayenin kendini tüm yönleriyle yeniden üretebilmesine odaklanmış durumda. Diğer bir deyişle azami kar ve egemenliğe.... Eğitim hakkımızın gasp edilmesinden aynı zamanda emekçi ailelerin / ailelerimizin, önceki süreçlerden daha da gözü dönmüşçesine sömürülmesi-mutlak yoksullaşmaya itilmesi ve her türlü sosyal-kültürel haklarının elinden alınmasını anlamalıyız. Asgari ücretin de altında sefalet ücretiyle yaşamak zorunda bırakılmasını / bırakılmamızı anlamalıyız. Beraberinde aynı zamanda, artan yol ücretlerini, üniversiteler içinde tasfiye edilen Mediko-Sosyal’leri (yani paralılaşan sağlık hizmetlerini), barınma (konut) sorununun artan oranda vahşi emlak piyasasının koşullarına ve ev sahiplerinin insafına terk edilmesini, yemekhane ve kantinlerin özelleştirilmesini, burs karşılığında ve bu ad altında öğrenci emeği sömürüsünün azgınlaştırılmasını anlamalıyız. Ve tüm bunlarla birlikte eğitimin tümüyle paralı hale getirilmesinde aynı zamanda burjuvazi için öğrenci “birim maliyetinin” yine öğrencilere ödettirilerek ihtiyacını duyduğu işgücünün sıfır maliyetle sağlanması hedefi vardır. Eğitimdeki neo-liberal dönüşüm, her yönüyle içinde birer insan olarak bizleri de satılığa çıkartıyorsa ve bu da öğrencilerle başlayıp öğrencilerle biten bir süreç değilse, o zaman tam da yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi başta emekçi ailelerle / ailelerimizle birlikte mücadele edilmelidir. Eğitim sürecinin kapitalist ilişkilerin yeniden üretilmesi anlamıyla “iyileştirilmesi ve daha adil bir hale getirilmesi” için değil, kapitalizmin tüm yıkıcılığına karşı bayrağında “herkese emeği ve gereksinimi kadar” yazan yepyeni bir toplumsal sistem için...

Hız kazanan toplumsal dönüşüm ve buna bağlı sınıflar arası uçurumun artmasıyla birlikte yaşam alanları da ikiye bölünmüş, kapitalizm “aynıları aynı yere” toplamayı hızlandırmıştır. Ait olduğun sınıfa göre semtin, evin ve hatta evine giden yol bile farklıdır. “Yaşanabilir” bir evin, bir emekçinin ücretinin çok üstünde olması emekçileri en sağlıksız ve kutu gibi mekânlara hapsetmiştir. Bu durum emekçilerin ilköğretimden üniversiteye kadar okuyan çocuklarının da başlıca sorunudur. Ailelerinden farklı bir ilde üniversitede okuyan bir genç için üniversite har(a)cının yanında, barınma gibi en temel yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanabilmesi kendisi ve ailesi için taşınamaz bir kambur haline gelmiştir.

Üniversite yurtları mekansal olarak kent dışına alınmakta; bu, sosyal anlamda bir tecridi de doğurmakta

13

Bugün devlet yurtlarının öğrenci kapasitesi 198 bindir. Devlet üniversitelerinde okuyan toplam öğrenci sayısı ise 1.5 milyonun üzerindedir. Var olan yurtlar barınma ihtiyacının ancak küçük bir kısmını karşılamaktadır. Yurtlarda kalabilme “şansını” yakalayan öğrenci ve ailesi için 660 YTL senelik yurt ücreti bile büyük bir sıkıntı yaratırken devletimizin(!) nerede kaldığını hiç de umursamadığı büyük bir çoğunluk barınamama sorunuyla karşı karşıya bırakılmıştır. Üstelik yurtlara girme şansını yakalayan öğrencilerin soyulmasında bir sektör gibi çalışan Kredi ve Yurtlar Kurumu öğrencilerden depozito adı altında 175-350 YTL arası bir “hava parası” da almaktadır. Burada da kapitalist piyasa yasaları işlemekte, büyüyen talep bilinçli olarak düşük tutulan arzı aşınca fiyatlar yükseltilmektedir. Bir de buna emlak spekü-


Saraylara savaş! Madem her yönüyle barınma hakkımız elimizden alınarak yaşam koşullarımız daha da kötüleştiriliyor, o zaman “faturaları nasıl öderiz, bütçemizi biraz da olsa sarsmayacak şekilde uygun bir evi nasıl buluruz” karabasanını biz değil, bize bu kabusu yaşatanlar düşünmeli kara kara. Onların uykusu kaçmalı geceleri.

lasyonu ve rant bindirilmekte, üstüne yine piyasadaki gibi “sermayenin aşınma ve yıpranma payı” ile “işletme riski”, “müşteriye” yüklenmektedir. Toplanan bunca paranın nasıl “değerlendiği(!)”ni bilmek için bilim adamı olmak gerekmez. Kapitalist piyasa ilişkileri içerisinde tüm eğitim kurumlarının birer şirkete dönüştüğü yerde eğitim sistemi bir bütün olarak yeni sermaye birikimine hizmet eder. Ne de olsa her öğrenci birer müşteri! Üniversite yurtları mekansal olarak kent dışına alınmaktadır. Bu sosyal anlamda bir tecridi de doğurmaktadır. Zaten sosyal ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek her türlü imkandan yoksun olan devlet yurtları içerisinde barınabilme şansını(!) elde eden öğrenciler için bu, kentin dışındaki binalara hapsedilme anlamına gelmektedir. Bu aynı zamanda bir ulaşım sorununu da beraberinde getirmektedir. Geçtiğimiz yıl Kocaeli ve Çanakkale’de yakıcılaşan barınma sorununa karşı ev kiralarının düşürülmesi talebi ile öğrenciler sokaklara çıkmış ancak bu hareketlilik süreklileşme ve bununla birlikte yaygınlaşma noktasında tıkanmıştır. Yine Boğaziçi Üniversitesi’nde İngilizce hazırlık sınavından geçemeyen öğrencilerin yurt ve burs haklarının ellerinden alınmasıyla birçok öğrenci memleketlerine dönerken sayıları hiç de azımsanmayacak bir öğrenci kitlesi de üniversite yerleşkesi içine çadır kurarak bu durumu protesto eden eylemliliklerde bulunmuşlardı.

Gültepe’de evlerinden edilen emekçiler İETT duraklarını işgal ederek içinde yaşamaya başlamışlardı (Ağustos 2005)

H Kapitalizm emekçi ailelerimizi gecekondu semtlerine, biz emekçi çocuklarını da sağlıksız yurtlara ve evlere hapsediyor

Birçok emekçi aile çocuklarını okutabilmek için aylık 500 YTL’den başlayan özel yurt ücretlerini ya da ev kiralarını ödeyebilmek için kemeri en son deliğe kadar sıkarak nefes alamaz duruma gelirken birçok öğrenci de part-time işlerde çalışmak ya da okulu bırakmak zorunda kalmıştır. Yaşanılan sorun tek başına öğrenci gençliğin sorunu olmadığı gibi buna karşı yürütülecek mücadele de salt öğrenci gençlikle sınırlı kalamaz. Yoksullukla terbiyenin dayatıldığı ve emekçi sınıfların tüm yaşamsal haklarının birer birer budanarak adeta “sürünülen” bir yaşama mahkum edildiği bu saldırılar karşısında savaşın yönü, konut hakkı dolayımında ele alırsak saraylara açılmalıdır!

Emekçi ailelerle / ailelerimizle birlikte yaşanabilir konut, düşük kiralı –bir emekçi ücretinin beşte birini geçmeyecek- lojmanlarla birlikte, üniversite öğrencileri için öğrenci sayısını karşılayacak kadar parasız yurtların ve/veya öğrenci lojmanlarının açılması öne almamız gereken talebimiz olmalıdır. Artan metalaşma dayatmasına karşı da elektrik, su, doğalgaz vd. ev faturalarının fiili olarak ödenmemesi veya geciktirilmesi... Yurt ücretlerinin ödenmemesi... Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun önünde ailelerle / ailelerimizle birlikte eylemler ve yine onlarla birlikte yurtların işgal edilmesi... Var olan yurtlar –tabii üniversiteler de- kent merkezlerinin içerisinde yer almalı ve öğrencilerin sosyal-kültürel (ücretsiz yemekhanesi, gerekli teçhizata sahip sağlık merkezleri, spor alanları, kütüphane vd.) anlamda her türlü ihtiyacının karşılanacağı hale sokulmalıdır. Yurtlarda faşist baskı ve yasaklara karşı mücadele öğrenci gençliğin barınma hakkı mücadelesinin önemli ayaklarından birisidir. Asla vazgeçilmemesi, yarının işi olarak görülmemesi gerekir. Faşist örgütlenmelere karşı mücadelede olduğu gibi faşist yasaklara karşı da aynı militanlıkla cevap verilmelidir. Yurtlarda birinci sınıf öğrencilerini devrimcilerden yalıtmak ve sosyalleşmelerinin önünü almak için diğer sınıflardan ayrı barınması yönünde çıkarılan yönetmelikler ve benzeri faşist yasa ve uygulamalar işlemez hale getirilmeli, bizzat bu konu özel bir mücadele gündemi haline getirilmelidir. Yurtlarda yaşanan faşist baskılar sadece bununla sınırlı değildir. Ceza kanunu aratmayacak şekilde hazırlanan disiplin yönetmelikleri ile; en temel yaşamsal hakların kazanılması yönünde mücadele eden öğrenciler kolayca yurtlardan çıkarılmaktadır. Bu aynı zamanda paralı eğitim ve onun tüm etmenlerine karşı gençlik kesimleri içerisinde ortaya çıkan tepkilerin önünü kesebilmek için bu taraftan da sallanan bir tehdit sopasıdır. Burjuvazinin bu çabaları, yurtlarda da verilecek mücadele ve güçlü bir yönelimle boşa çıkarılmalıdır. Yaşam alanlarımız olan yurtlarda mücadele eksenimiz; sadece yasaklara karşı bir mücadele kapsamına daraltılmadan yönetimde söz ve karar sahibi olmayı da hedefleyen bir içeriğe sahip olmalıdır. Tüm bu süreç önümüzdeki dönemde kuracağımız öğrenci sendikasının bugünün görevleri içeri‬sinde yurtlarda da öğrenci sendikası temsilciliklerini oluşturduğumuz ve kendimizi yönetime dayatarak kabul ettirdiğimiz dişe diş bir mücadelenin konusudur.

14

Yazı dizimiz sağlık, ulaşım, beslenme, sosyal-kültürel haklar ile devam edecektir.


4

Burası 3.Yurt sayın abim!

rahatlatacak bir resim de. Bu kasvetli halden küçük bir an sizi çıkarıp alacak olan bir şiir belki de... Açıklamaları hazırdır: “Bugün bir haritayla başlar yarın başka biri kalkar bölücü bir afiş asar bunun önünü alamayız.” Bölücü afiş! Daha iyi bir yaşam özlemini dillendirmemiz bölücülük oluverir. Temiz, sağlıklı bir yaşam alanı isteğimiz de...

Burası 3. Yurt sayın abim... Daracık bir oda! Uzun ama dar belki onsekiz metrekare. Üç tane ranza var altı tane de dolap! Bir metrekarelik bir masa ve üç sandalye. Yani masanın etrafına odada kalanlar üçerli gruplar halinde oturuyorlar. Bir grup oturunca diğerleri ayakta bekliyor. Her şeyimiz dolap ve yatak yani... Dolabın içine elbiselerini koyarsın ve çantanı. Ayakkabını, sabununu, şampuanını, kirli elbiselerini ve tabağını, bardağını, kitaplarını... Ve arta kalan yerlere sıkıştırırsın hayallerini, umutlarını, hasretini ve annenin elleriyle yaptığı börekleri... Listeyi böyle uzattığıma bakıp da öyle kocaman bir dolap düşlemeyin sakın! Ufacık bir şeydir zaten ve sığmaz çoğu kez eşyaların. Tüm dünyanı küçültmek isterler adeta...

Yurtta disiplinin diğer adı baskı ve yasaktır. Ortak bir paydada buluşturmanın yolu hepimizi insanca yaşanacak haklardan mahrum etmekten geçer. Haklarını savunmak mı istiyorsun; sıralanır cezalar. Sadece cezalar da değildir seni sınırlamak, sindirmek isteyen... Irkçı, faşist eli sopalı kuklalarını salıverirler üzerine susturmak için. Ama nafile!

Ve yatağın... Bu yurtta rahat edebileceğini sandığın tek yer. Ama nafile! Yatağın üzerinde Yurt-Kur’un verdiği eski bir battaniye vardır; kahverengi, kirli hatta çamurlu gibi... Eğer şanslıysan dolabın hemen yanındaki yatakta yatarsın ve kitaplarını başucuna koyarsın. Tabi bu rahatlık da bir kontrolde memurların o kitapları oradan indirtene kadardır. Gününün büyük çoğunluğu yatakta geçer. Zaten başka bir yer yoktur sana ayrılan. Sahip olduğun tek şeydir o yatak ama bu da seni tembelliğe iter sürekli bir uyku hali.

Yurt kantini hem pahalıdır hem de sağlıksız. Kızartma yağları 2–3 günde bir değişir ve ortalıkta böcekler gezinir siz yokken. Yemek çıkmaz yurtta; kantinler ve lokantalar ne güne durmaktadır?! Aç gezersiniz çoğu zaman. Banyo yapmak düştür ya da zulüm... Çünkü akşamları ne sıcak su akar ne de soğuk su! Üstünüzde bornozlar ve havlularla yurdun içinde banyo yapabileceğiniz boş bir duş kabini bulabilmek için dolaşırsınız perdesiz camların önünden geçerek! Sadece sabah ve akşam akan sıcak sudan akşamları şansınız varsa faydalanırsınız.

Tabii bir de yurdun uymak zorunda olduğun kuralları vardır. Sana yurda kayıt yaptırırken uyacağına dair söz verdirtip(!) imzalattırdıkları bir sözleşme. Her odanın kapı arkasında asılıdır bu liste: “Yurda akşam en geç 22: 30 da girilebilir, gece 24’ten sonra ışıklar kapatılmalı, yurt duvarlarına afiş, resim vb... şeyler asılmayacak ve yurda dışardan yiyecek getirilmeyecek. Siyasi içerikli yayınlar okunmayacak bulundurulmayacak, yurt içinde imza dilekçe toplanmayacak, eylem, gösteri basın açıklaması vb... yerlere gidilmeyecek...” cek cek cek.. Liste uzar gider böyle... Beynine işlemeye çalışırlar. Ve en ufak bir ‘itaatsizlikte’ önünüze koyarlar o sözleşmeyi ve buna dayanarak cezalandırırlar sizi. Yapabilecekleriniz öyle sınırlıdır ki yurtta mesela gece odada ders çalışabilirsiniz eğer oda arkadaşlarınız anlayışlı ise ve şikayet etmezse sizi idareye. Ama odanın duvarına hiç bir şey asamazsınız bu dersinizle ilgili bir harita da olabilir, ders programı da bir çizim ya da içimizi

Fareler dolaşır sizden boş kalan yerlerde! Ve neredeyse size ‘yol ver de geçeyim’ diyecek kadar yüzsüzdür yurt fareleri! Zaten yurt müdürü de farelerden şikayetçi olan bayan arkadaşlara “Sizin gibi güzel kızların olduğu bir yere fare gelmesin de ne yapsın” der pişkinlikle ve alay ederek. Aslında amaç sadece mızmızlanmak değil ne bir iç dökme bu ne de dert yanma. Amaç tüm bu sorunları görüp bunları çözmek için bir araya gelebilmektir. Çözümü de buradan geçmektedir. Kitlesel, militan ve hak alıcı bir mücadeleyi örmektir. Amaç insanca yaşanacak mekanları yaratmaktır. Düş kurmayla başlayıp düşlerimizi gerçek kılana kadar mücadele etmektir amaç. Paralı eğitimle karartılmaya çalışılan yaşamlarımızda bir mevzi kazanmaktır...

15

Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden bir DPG okuru


ODTÜ: Açılış töreninde Kürşat Tüzmen’le tartıştığı gerekçesiyle bir öğrenci bir hafta uzaklaştırma aldı. 30 öğrenci geçen dönem okul içerisinde yapılan bir protesto gösterisi nedeniyle soruşturma aldı, 2 kişi okuldan atıldı. Bir başka öğrenciye ise Sinop’taki nükleer enerji karşıtı eyleme katıldığı gerekçe gösterilerek soruşturma açıldı.

Yüzlerce öğrenci, binlerce soruşturma... Ne yapmalı?

SORUŞTURMALAR VE MÜCADELE EKSENİ Özellikle terör ve şiddet olaylarından valiliğimizin ve üniversitelerimizin aldığı tedbirler var. Üniversite idarelerinin terör ve şiddet olaylarını alışkanlık haline getiren ve bunları sürdüren gruplara, ideolojik çatışma yaratmak isteyenlere karşı disiplin sistemini en kısa zamanda işletmeleri halinde, bunda önemli bir caydırıcılığın da görüldüğü müşterek olarak değerlendirilmiş bulunmaktadır... Dönem başında İstanbul Valisi, İl Jandarma Komutanı, Emniyet Müdürü ve İstanbul’da bulunan üniversitelerin rektörleri tarafından yapılan ortak toplantının çıkışındaki açıklamadan alıntımız. “Müşterekliğin” sonucunda; henüz herhangi bir bildirimde bulunulmamış birçok öğrenci ancak kayıt yaptırmaya gidince kapıdaki özel “güvenlik” birimlerine dağıtılan resimleri nedeniyle okula alınmadıklarında öğrendiler “caydırıcı” cezalarını. ÖGB’ler tarafından uzaklaştırması olduğu gerekçesiyle yaklaşık 3 hafta İstanbul Üniversitesi’ne alınmayan iki öğrencinin aslında böyle bir ceza almadıkları ortaya çıktı! Yaz tatillerinden “feragat edip” çalışmış ve ortaya şu tabloyu çıkar-

Afiş asmak, bildiri dağıtmak gibi “bilindik” ceza gerekçelerini çoktan aşan soruşturma sebepleri arasında mantık ve fizik kanunlarını altüst eden örnekler bulunuyor

16

mışlardı: İstanbul, YTÜ, ODTÜ, Yüzüncü Yıl, 18 Mart, Gazi, Ankara, Dicle, Akdeniz, Siirt, Osmangazi, Adnan Menderes, Dokuz Eylül, Çukurova, Mustafa Kemal, Trakya, Dumlupınar, Sakarya, İnönü, Kocaeli, 19 Mayıs ve Balıkesir üniversitelerinde yaklaşık 600 öğrenciye binlerce (sadece İstanbul Üniversitesi’nde 800′den fazla) soruşturma açıldı; bir haftadan başlayıp beş döneme kadar uzayan uzaklaştırma, 14 kişiye de YÖK’ten çıkarılma “cezaları” uygun görüldü. Bugün hala sonuçlanmayan ve YTÜ yemekhane boykotu sonrasında açılan soruşturmalar gibi yeni cezalar da kapıda. Bilindik ceza gerekçelerinden bildiri dağıtmak ve/ya afiş asmaktan da öte suçlamalar insan kapasitesini zorlayan, bilim ve fizik kurallarını alt üst eden “yaratıcılık” örnekleriyle dolu: “suç işleme potansiyeli taşımak, şüpheli bir biçimde taksiye binmek, şüpheli bir şekilde karnını tutarak okuldan çıkmak, izinsiz anket yapmak, küpe takmak, saç uzatmak, okula yiyebileceğinden fazla ayran/ekmek sokmak, öğrencisi olduğu fakülteye izinsiz girmek, rektör aleyhine slogan atmak, aynı anda iki ayrı fakültede yapılan eylemlerin ikisine de katılmak, nükleer enerji karşıtı eylemlere katılmak...

Bu da yetmedi; İstanbul’daki 7’si vakıf, 16’sı devlet olmak üzere toplan 23 üniversitenin açılış ve kapanış şenlikleri “terör örgütlerine sempazitan kazandırmaya yardımcı olduğu” gerekçesiyle valilik tarafından yasaklandı. Peki neydi bu kadar pervasızca ve açıktan saldırmalarının ve şenlikleri bile yasaklayacak kadar kudurmalarının sebebi?

Sorun YÖK’ün sadece faşist karakterli olması mı? Soruşturmalar; 12 Eylül askeri faşist darbesinin ürünü olan YÖK’ün kuruluşundan itibaren üniversite gençliğini, dolayısıyla toplumsal muhalefeti de önlemede kullanılan baskı ve yasakların başat araçlarından biri oldu. Mücadelenin yükseldiği ya da yükselme potansiyeli taşıdığı dönemlerde hızla devreye sokuldu, devrimci-demokrat dinamikler yok edilmeye çalışıldı, kazanılan mevziler ve demokratik hak kırıntıları tırpanlandı, örgütsüz güçlere de gözdağı verildi. Püskürtülemediğinde devrimci güçleri ve kitle dinamiklerini geriye doğru çözen etkisi açısından oldukça da “işlevliydi”. Bugün özellikle İstanbul Üniversitesi açısından yaşanan bu-


dur. Cezalar sonrasında okulun içerisine girebilen güçler alabildiğine daralmış; bu fırsat bilinerek ÖGB ve sivil polisler terör estirmiş; bedeller ödenerek kazanılan afiş asma, masa açma vs gibi haklar budanmış; siyasal çalışmanın önüne geçilmeye çalışılmıştır. Akabinde siyasal özneler refleksif bir biçimde bir araya gelmiş, geniş bir kamuoyu yaratmayı da amaçlayan bir süreç başlatılmıştır. Kimi yönleri ile önemli açılımlar sağlansa da esas olarak soruşturma saldırısının geniş öğrenci kesiminin yakıcı ihtiyaçları ve talepleri ile birleştirici politikalarla bağı kurulup üzerinden bir hareketlilik yaratılamamış, dolayısıyla çalışma kendi özgüçlerine daralmış ve tıkanmıştır. Üzerine bilinçli bir biçimde devreye sokulan sivil faşist saldırılar eklenmiş, zaten uzun bir zamandır kapatılmak için bahane aranan Öğrenci Kültür Merkezi (ÖKM) kapatılmış, tam bir “yenilgi” atmosferi yaratılmaya çalışılmış, büyük ölçüde de başarılı olunmuştur. Ancak bugün tüm bu veriler dolayımında dahi soruşturmaları ve uygulayıcısı olan YÖK’ü sadece faşist karakteri ile nitelemek ve sadece bununla mücadele etmek yetersiz olacaktır. Azgınlaşma nedenlerini asli amaçlarında aramak gerekir; YÖK sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda gelişen neoliberal politikaların üniversitelerdeki yürütücüsüdür ve kudurmaları da yollarına taş koyanlaradır. 80′li yıllardan başlayıp giderek yoğunlaşan neoliberal politikalar, eğitim alanını da sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırarak çok boyutlu saldırılara maruz bıraktı. Bunun sonucunda derinleşen sınıfsal ayrışmayla birlikte tüm eğitim süreci, bilgi ve bilgiye ulaşma yolları alınıp satılabilen birer meta haline geldi. Paralı eğitim, öncesinde yalnızca harçlar ve kayıt paraları olarak algılanabiliyorken bugün en zorunlu yaşamsal ihtiyaçlarımız arasında olan ulaşım, beslenme, barınma ve sağlığın piyasa koşullarıyla belirlenmesiyle gitgide yakıcılaştı.

2005 yılında Demokratik Üniversite Kurultayı’nda yapılan tespitlerden birisi, öğrenci gençliğin bu saldırılara tepkisinin büyüyeceği ve hareket zemininin bu temel ihtiyaçların karşılanması mücadelesi üzerinden gelişeceğiydi. Geçtiğimiz yıl kitlesel ve işçi sınıfı ile ortak talepler ekseninde mücadelenin esinleyici örneklerini yaratan Fransa gençliğinin CPE’ye karşı mücadelesi tüm dünyanın gündemine oturmuş ve aynı zamanda mücadeleye toplumsal bir meşruiyet kazandırmıştı. Ardından Almanya, Şili ve birçok ülkede benzer talepler ekseninde öğrenciler sokaklarda buluştu. Türkiye’de geçtiğimiz yıldan itibaren kimisi örgütlü kimisi de kendiliğinden gelişen eylemlilikler önümüzdeki günlerde artarak devam edecek, doğru zemin ve halkalarından kavranırsa militan ve hak alıcı bir mücadeleye doğru evrilecektir. İşte burjuvazi soruşturmalarla, yukarıda kısaca bahsettiğimiz tepkileri örgütlü bir güce dönüştürecek ve harekete yön verecek öncü güçleri saf dışı bırakmanın peşinde. Ama aynı zamanda soruşturmalar geniş gençlik kesimlerinde mayalanan tepki birikiminin patlama tehlikesine karşı önden önlem alınmaya çalışılması anlamıyla birer emniyet sübabı işlevi de görüyor. Önümüzdeki

17

günlerde ifadesini sokaklarda bulacak olan bu tepkilerin tek tek her bir öznesine “sonunuz böyle olur”, parmak sallamasıdır bu.

Antikapitalizme doğru genişlemiş antifaşist mücadele bütünlüğü

Türkiye’de geçtiğimiz yıldan itibaren kimisi örgütlü kimisi de kendiliğinden gelişen eylemler önümüzdeki süreçte artarak devam edecek; doğru zemin ve halkalarından kavranırsa militan ve hak alıcı bir mücadeleye doğru evrilecektir

Sermaye ve devleti YÖK aracılığıyla, gençlik hareketinin ivmesinin görece daha yüksek olduğu yıllarda soruşturmalar karşısında refleksif olarak gelişen antifaşist içerikli kitlesel ve militan eylemlerden kaynaklı istediği kadar rahat hareket edemiyordu. Bugün bu denli pervasızlaşılabilmesinin sebebi; hareketin öz güçlere daralması, devrimcilerin yaşamdan kopması anlamıyla doğru politikalar ekseninde sonuç alıcı militan mücadelenin örülememesidir. Bugün soruşturmaların etkisinin yalnızca üniversitelerle sınırlı olduğunu düşünmek ya da soruşturma karşıtı mücadeleyi içi boşalmış bir YÖK karşıtlığına indirgeyerek ezberlenmiş formülasyonlarla hareket etmek öğrenci gençlik hareketini hiçbir yere götüremeyecektir. Hatta bugün kaldırılan taşın ayağa düşmesi tehlikesi hiç olmadığı kadar fazladır. Öğrenci gençlikteki (devrimci güçler de dahil) antifaşist damarın mücadeleyi yalnızca sivil faşistlere müdahale ve teşhire daraltan anlayışların etkisiyle muazzam derecede zayıfladığı bir gerçektir. Kaldı ki dar antifaşist tepkisellik ile bırakalım mücadelenin ileriye taşınmasını, bu biçimde yeni soruşturmaların açılmasının da önüne geçile-

İstanbul Üniversitesi: 60 öğrenciye 800’ün üzerinde soruşturma açıldı. Onlarca kişiye uzaklaştırma cezası verildi, 16 kişi YÖK’ten çıkarıldı. Faşist saldırılar fırsat bilinerek kapatılan ÖKM’ye bağlı Halk Bilim Kulubü üyeleri “üniversiteler masası”ndan aradıklarını söyleyen sivil polislerce “üye olduğunuz kulüp bir terör örgütüne aittir, bunu bilerek üye olduysanız hakkınızda soruşturma açılacak” diyerek tehdit edildi. Öğrencileri 34,85 gibi rakamlarla numaralandıran polislerin oluşturdukları listedeki isim benzerliği nedeniyle iki sene önce trafik kazasında hayatını kaybeden bir öğrencinin evine hala soruşturma tebligatları gidiyor.


meyecektir. Süreci ileriye doğru yarmanın tek yolu, soruşturma karşıtlığını neoliberal politikaların tüm uzantılarıyla iç içe geçirecek şekilde yürütmektir. Soruşturmalar öğrenci gençlik hareketinin ileriye çekilebilmesi anlamıyla değerlendirildiğinde önümüze yeni olanaklar da sağlayan bir potansiyele sahiptir. Neoliberal yeniden yapılandırma; kitlelerin en yaşamsal ihtiyaçlarını keyfi geldiği için değil, sistemin sürdürülebilirliğini sağlayabilmek yani sermaye birikimini arttırmak zorunda olduğu için gasp ediyor. Diğer bir deyişle kapitalistler sadece sömürmek ve baskı altında tutmak değil, daha iyi sömürmek ve daha kudurganca baskı kurmak zorundalar. İşte onların en zayıf karnı da bu! Onlar her şeyi ve herkesi sermaye birikimini arttırabilmek için birer kaynak haline getirirken (metalaştırma), yaşayabilmek için en gerekli ihtiyaçlarımızı daha fazla gasp ederken, sömürüyü arttırırken, bir yandan da kendiliğinden olsa dahi gelişen en ufak bir hareketi boğmaya doğru savaş düzenini almak zorundalar; zaten alıyorlar da. Ve burada, devrimci ajitasyon ve propagandada ikna gücünün arttırıldığı, sermayenin ekonomik zoru ile faşist zorunun daha da yalınlaştığı, bu anlamda iç içe geçtiği ve kitlelerin bilincinde bu daha da görülür hale gelmeye başladığı koşulda mücadelenin tek biçimlilikten çıkartılarak çok yönlüleştirilmesi; tepkilerin militan eylemlere dönüştürülmesi; sermayenin, devletinin ve özelinde YÖK’ün maskesini daha fazla düşüreceği gibi, asıl olarak bunların algılanışında da bir dönüşüm sağlanacaktır. Bu geniş kitlelerde kendiliğinden doğan tepki birikimlerinin ve öfkenin doğru kanallara akıtılabilmesinin de tek yoludur. Bu bağlamda, gasp edilen yaşamsal ihtiyaçlarımızın kazanılması için mücadele; yalnızca üniversite yönetimini karşımıza alarak değil, toplumsal sorunlarla, emekçi kitlelere yönelik hak gaspları ve baskılarla da bağını

kurarak antikapitalizme doğru genişlemiş antifaşist mücadele bütünlüğü içinde yürütülmelidir.

YTÜ: Açılış şenliğine katılmaktan 68, okulda polis varlığının protestosundan 15, izinsiz stand açmaktan 5, 19 Aralık katliamı ile ilgili afiş ve şehit resimleri asmaktan 4, duvar gazetesi açmaktan 5 kişiye soruşturma açıldı. Bir öğrenci okuldan atıldı. Son olarak 1 Aralık’ta yemek ücretlerinin yüksek olmasını protesto eden 20 öğrenciye soruşturma açıldı.

Neoliberal politikaların ve paralı eğitim uygulamalarının etkileneni yalnızca öğrenciler değil ailelerimiz, işçi ve emekçilerdir. Sosyal güvenliğin tasfiyesi, sağlık hizmetlerinin paralılaştırılması, esnek çalışma yasaları, kölece çalışma koşullarıyla insanca yaşam olanakları daraltılan işçi ve emekçilerin omuzlarına bir de paralı eğitim külfeti bindiriliyor. Güvencesiz çalışma, fazla mesai, asgari ücretle ve işsizlik tehdidiyle kapitalist sömürü cenderesi içinde sıkışmış emekçi ailelerin derinleşen tepki birikimini eylemli süreçlere akıtmak, bu anlamda öğrenci gençlik ile emekçi kitlelerin ortak dayanışma ve mücadelesini örmek için saldırılarda var olan kesişmeyi öne alacak bir perspektifi sürekli canlı tutmaya, yaratıcı örneklerle bu kültürü geliştirmeye odaklanmalıyız. Geçtiğimiz sene İstanbul Üniversitesi’nin yemekhanesinin özelleştirilmesi sürecinde yemekhane işçileri, eğitim ve sağlık emekçileri ile öğrenciler- yani saldırının ilk muhatabı bütün bileşenler bir araya gelmiş; birleşik mücadelenin mütevazı ancak anlamlı bir örneğini sergilemişlerdi. Rektörlük tarafından bu yemekhane sürecinden dolayı açılan soruşturmalar yalnızca öğrencilerle

Al-Co işçileri: “Bizleri işten atmakla korkutup tehdit edenler ile okullarda soruşturmayla cezayla öğrencileri korkutup boş beyinler yaratmaya çalışanlar aynıdır”

sınırlı kalmamış, eylemlere katılan işçilere ve eğitim emekçilerine de kıdem durdurma, görev yerinin değişmesi gibi cezalar çıkmış, fakat mücadeledeki bu kesişme bu sene soruşturmalara karşı yapılan çalışmalarda ve eylemliliklerde birleştirilememiş, etkin bir biçimde değerlendirilememiştir. Sendikalaşma sürecinde işten atılan ve grev kırıcılara, taşeronlara, kontra saldırılara karşı emeğin yumruğunu konuşturmasını bilen Al-Co işçilerinin ise İstanbul Üniversitesi’nin kapısının önünde yapılan eyleme katıldıklarında söyledikleri şu sözler çok anlamlıdır: “Bizleri işten atılmayla korkutup tehdit edenler ile okullarda soruşturmalarla, cezalarla öğrencileri korkutup boş beyinler yaratmaya çalışanlar aynıdır.” Gençlik hareketi hem resmi hem de sivil faşist saldırıların yoğunlaştığı hareket alanının ve güçlerinin, kitle tabanının alabildiğine daraldığı dönemleri daha önce de yaşadı kuşkusuz. Ancak bugün bu faşist ablukayı dağıtmanın, gençliğe soluk borusu açmanın imkanı düne oranla daha güçlüdür. Bunun en bariz örneği, yeni dönem için milat kabul edilen 6 Kasım’dan önce farklı şehirlerde birbiri ardına patlak veren ancak ayrı kanallardan akan eylemliliklerdir. Bu hareketlenmeleri doğru potaya akıtacak, sonuç ve hak alıcı, birleşik, kitlesel, militan bir harekete dönüştürecek araç kuşkusuz ki merkezi bir öğrenci sendikasıdır. Soruşturma karşıtı mücadelede diğer taleplerle iç içe geçirerek oluşturulacak taban örgütlülüklerini devrimci bir öğrenci sendikasının ete kemiğe bürüneceği köşe taşları olarak okuyacak, adımlarımızı hızlandıracağız. Ve toplumsal ihtiyaç ve özlemlerimizi, taleplerimizi uzaklaştırmalarla, okuldan atmalarla boğmaya çalışan, yaşamlarımızı satılığa çıkaran beyler, üzgünüz bunu alışkanlık haline getireceğiz! n

Soruşturmalarda son gelişmeleri izlemek ve internetten imza kampanyasına katılmak için:

18

http://www.egitimhakkimiz.org


“Seçilme yaşı 25 oldu...”

Kimse kimseyi kandirmasin! “Kimse kimseyi kandırmasın. Diplomayla kapılar açılmıyor. İşsizlikten korkuyorum.” Atıl Ünal Boğaziçi Üni. Elektrik Elektronik Bölümü “Gelecek için endişeliyim”

Gülşah Yılmaz Bilgi Üni. Uluslararası Hukuk Bölümü

“Hayata açılmamız 30′lu yaşlarda olacak. Rekabet her gün artıyor” Cemre Arabacıbaşı Bilgi Üni. Uluslararası Finans Bölümü Okuduklarınız son zamanlarda sıkça karşımıza çıkan “stratejik” araştırma şirketlerinin yapmış olduğu araştırmalara katılanlara ait. Üç arkadaşımızın geleceğe dair söyledikleri-söylemedikleri kelimeler ile milyonlarcamızın aklından geçen kelimeler birbirinden farklı değil, her biri içinde bulunduğumuz geleceksizlik cenderesinin çok açık bir tanımı. Buna ek olarak “elit üniversiteler” diye adlandırabileceğimiz üniversitelerdeki öğrencilerin bu derece gelecekten kaygı duyduğu düşünülürse diğer üniversitelerdeki öğrencilerin durumunu varın siz düşünün. Neoliberal sosyal yıkım politikaları her geçen gün yaşamsal ihtiyaçlarımızı kemirirken, hazırlanan strateji raporlarıyla geleceğimiz/hayallerimiz gözünü kar hırsı bürümüş kan emici vampirlerin önüne serilirken, Ekim ayının ortalarında bizlere sunulan bir lütufmuş gibi seçilme yaşının 25′e düşürülme haberini öğrendik. Yaptıkları anketlerle gençliğin çürümüş düzenlerine sıkı sıkıya bağlı bir gelecek beklentisinin olmaması, düzen partilerine güvenin oldukça azalması, yaklaşan seçimlerde oy kullanacak 10 milyondan fazla seçmenin genç olması, seçilme yaşının düşürülme nedenlerinden sadece birkaçı. Görünen o ki oy avcıları şimdiden bizleri av listelerinin başköşesine yazmış.

Dikkat beyler! Ava giden avlanır Art arda yaşanan ekonomik krizler toplumsal olarak çöküntü ve yıkımları beraberinde getirmektedir. Sürekli pompalanan postmodern ideo-kültürel saldırı, ne olacağını önceden kestirememe ve belirsizlik yaşamın her alanında karşımıza çıkarak, gelecek denildiğinde en kısa vadeyi düşünebilen bir gençliğin var olmasını koşulluyor. Son dönemde gençlik özelinde yapılan anketlere bakıldığında çoğunluğu net bir siyasal görüşe sahip olmayan, hatta siyasetin adını dahi duymak istemeyen, kendisine-çevresine olan güven duygusunu yitirmiş bir tipoloji göze çarpmaktadır. Yeniden yapılandırma saldırısının

yeni bir düzlemden hayatımıza girdiği günümüzde eskinin kalıplarına takılmadan yeniyi düşünebilecek, koşulların değişkenliğini hızlı kavrayabilecek taze kanlar aranmaktadır. Burjuvazi, vitrinindeki eskiyen eşyalarını-yüzlerini de yavaş yavaş çöpe doğru yaklaştırırken gözlerini yeni yüzlere dikiyor; türlü demokrasicilik oyunları ile sınıf savaşımının geleceğini belirlemek adına gençliğin tümünü bugünden sistemin içine çekerek ideolojisinin yeniden üreteni, işbirlikçi politikalarının paydası kılmak istiyor. Bir yandan en yaşamsal ihtiyaçlarımız metalar halinde satılığa çıkarılarak mesleki yeterlilik sınavları, strateji raporları ile karşımıza dikilip örgütlenme ve eylem özgürlüğümüz engellenirken diğer yandan “kaldır parmak-indir parmak” ile seçilme yaşı 25′e düşürülüyor. Burjuvazi, gençliğin içinde mayalanmaya hazır bulunan dinamikleri pasifize etmeye ve yönetememe krizini de ötelemeye çalışıyor. Burjuva kalemşörlerine bir kulak verelim. Kimisi seçilme yaşının 25 olmasının meclise hareket getireceğini belirtirken kimisi daha da ince hesaplar yaparak yaş sınırının 25′e değil 18′e çekilmesi gerektiğini savunuyor. Ayrıca bunlara ek olarak günümüz gençliğini siyasete ilgisiz ve 12 Eylül’ün kayıp kuşağı olduğu yönünde değerlendirirken, sistemin geleceğinden duyulan şüphe hemen hemen her birinin satır aralarında gizleniyor.

Gençlik Gelecek, Gelecek Sosyalizm Seçilme yaşını 18′e değil 10′a da düşürseler ihtiyaç ve özlemlerimizin bu sistem içinde karşılanamayacağı, temsil edilemeyeceği çok açık. Üniversitelerde ve liselerde eylem, örgütlenme özgürlüğümüzün karşısına soruşturmalar, disiplin cezaları, tutuklamalar ile çıkan; ulaşım-barınma-beslenme hakkımızı satılığa çıkaran; yaşamımızın her anını-alanını kar alanı haline getiren anlayış bizleri hiçbir zaman temsil edemez. Bir yanda İstanbul Üniversitesi Rektörü Mesut Parlak’ın “Bu üniversitede siyaseti bitireceğim” fermanları, okullarından atılan-tutuklanan öğrenciler, diğer yanda tüm reklam panolarında gözümüze sokulan “Gençler sizleri siyasete bekliyorum” naraları. Oyunun parçası kılınmak istenen geleceğimizdir. Yaşamsal ihtiyaçlarımıza ve geleceğimize sahip çıkarak yan yana gelip örgütlenmekten başka yolumuz yok. Bizlere dayattıkları ücretli köleliği, köleler gibi yaşamayı, bu köhne düzeni temsil etmeyecek; kendi özgür seslerimizle insanlığın kurtuluşunu temsil edecek geleceğin özgürlük dünyasını kucaklayacağız ve özgürlük denizine kulaç atacağız. n

19

Bir yandan “Üniversitede siyaseti bitireceğim” derken bir yandan da “Gençler sizi siyasete bekliyorum” diyenler; kimse kimseyi kandırmasın!


Bir yılbaşı daha böyle geçti...

Tüketiyorum, tüketiyorsun, tükeniyoruz Yeni başlangıçlar, bazen sadece bir takvim yaprağının daha eksildiğini gösteren biçimsel değişimler olsa bile umuda kaynaklık ederler. Aslında 365 tanesi içerisinde herhangi biri olmaktan fazlası olmayan 31 Aralık yılbaşı gecesi de bunların en ünlülerinden biri şüphesiz. Yılbaşı, birçok insan tarafından yeni gelen yılda bir şeylerin değişeceği ve eskisinden daha iyi olacağı umuduyla anlamlandırılıyor.

- Yeni yıla kel girmeyin - Yılbaşında siz susun tırnaklarınız konuşsun - Sanal hindi kapıya geliyor - “Hayırlı” bir yılbaşı geçirmek elinizde - 10 adımda en seksi parti kızı olun - Yılbaşı gecesi eşinizi baştan çıkartın - Kırmızı don bereketi - 31 Aralık gecesi hangi otelde şımarmalı? (*)

İçinde yaşadığımız kapitalist sistem için ise her şey metaya dönüşebildiği oranda “anlamlı”. Yani haliyle duygular, eğlence, estetik, sanat, kadın-erkek ilişkileri, dostluklar, umut... her şey piyasa dolayımında alınıp satılır hale gelmeli; metalaşmalı! Kapitalist kültürün etki alanı hücrelerimize kadar sokuluyor, her anımızı esir alıyor ve dışına çıkamadığımız oranda bizi onu her gün yeniden üretmeye zorluyor. Ancak bazı günler var ki (yılbaşı, sevgililer günü, anneler babalar günü gibi) bu günler kapitalist kültürün en vıcık vıcık haliyle gözler önüne serildiği anlar diyebiliriz. Burjuvazi, bu anlamda medyasından en etkin şekilde faydalanıyor.

Bir diğer “ibretlik” reklamı ise bütün olarak yayınlamak sanırız çok şey anlatacaktır:

Bu yıl da her yıl olduğu gibi yılbaşına haftalar kala gazete ve televizyonlarda yılbaşı reklamları başladı. Reklam dediysek siz her türlüsünü anlayın. Magazin programlarında “Hangi ünlü yılbaşında nerede?” tartışmaları, otellerin yılbaşı programı reklamları, yerli ve yabancı dizilerde “yılbaşı telaşı” başladı. İstanbul’da alışveriş caddeleri hemen ışıl ışıl oluverdi, Nişantaşı’nda güya “korunmaya alınmış” asırlık ağaçların etrafı reklam panolarıyla çevrildi, Bebek’te kuaförler yılbaşı saçı ve makyajı reklamlarını astı, hatta bir tüp firması mutfak tüplerini dev bir çam ağacı şeklinde dizerek görenleri dumura uğrattı. İstiklal Caddesi’ndeki midyeciler ve pilavcılar bile bu “rekabete” dayanamamış olacaklar ki Noel Baba kılığına girerek postmodern estantaneler yarattılar. Bankalar durur mu, “hediye kredisi” diye bir şey icad oldu. Yılbaşı bonuslarını, taksit atlatmaları saymıyoruz bile... Gazetelerin her sayfasını yılbaşı haber ve reklamları kapladı. Köşelerine kurulup ahkam kesmeyi pek seven kimi köşe yazarları yılbaşı anılarını hatırlamaya ve bu yılbaşında Dubai’ye mi gitmeli Paris’e mi, akşam yemeğinde Chéteau d’Yquem mi içsek Petrus mu, yeni yılın rengi gül kurusu mu patlıcan moru mu tartışmalarını yapmaya başladılar. Tabii bir de 2007′ye dair klasik kehanetler uçuştu etrafta. Bu lüzumsuz yazarları bırakarak güncel haberleri okumak isteyen okurlar ise -hüsranla- yine benzer başlıklarla karşılaştılar: - Yılbaşı için en iyi 100 şampanya - Bankalardan yılbaşı ve bayram atağı - 2007 model taze oyuncaklar - Yılbaşında falcı Noel Anne modası

Köpeğiniz için özel yılbaşı programı Yılbaşı gecesi sevdiklerinizle eğlenmek, program yapmak istiyor fakat köpeğinizin yalnız kalmasını veya evdeki kalabalık, gürültüden rahatsız olmasını istemiyorsanız, “VID’in Yılbaşı Paketi” tam size göre! Değerli dostunuz 31 Ocak Pazar günü sabah 10.00′da alınıyor, 1 Ocak Pazartesi günü 17.00′de size geri getiriliyor. Köpeğiniz bu süreyi dilediğiniz an MSN üzerinden web kamera aracılığı ile kendisini görebileceğiniz VID ailesi ile birlikte geçiriyor. “VID Yılbaşı Paketi” ücreti sadece 150 YTL!

Tüketiyorum öyleyse varım!

Bir piyango bileti alarak “umut” satın alabilir, 10 adımda -ve avuç dolusu para tabii“güzellik” alabilirisiniz kendinize ya da nezih bir otelde yer ayırtıp “özgürlük” de satın alabilirsiniz. Hatta 150 YTL’ye köpeğinize “eğlence” de var!

20

Anahtar kelimeler: satmak ve satın almak. Bir piyango bileti alarak “umut” satın alabilir ya da bağış kampanyalarında içinizi rahatlatarak aynı zamanda “hayır” satın alabilirsiniz. 10 adımda -ve avuç dolusu para tabii- “güzellik” alabilirsiniz kendinize, şehrin gürültüsünden uzak nezih bir otelde yer ayırtıp “özgürlük” de satın alabilirsiniz! Hatta gördüğünüz gibi köpeğinize bile “eğlence” satın alabiliyormuşsunuz! İşin bir boyutu tepeden tırnağa her şeyin metalaşmasıysa diğer bir boyutu da buna bağlı olarak gelişen “tüketim çılgınlığı” oluyor haliyle. Üstelik bu çılgınlık yukarıdaki kadar abartılı boyutlarıyla ol(a)masa da emekçi aileleri ve biz çocuklarını da etkiliyor. Postmodern dizileri, kitapları, saçma sapan yılbaşı programlarını, yüzeysel sevgileri “tüketiyoruz”. Cebimizdeki üç kuruş parayla pahalı yılbaşı masrafları yapmak ya da sevgililer gününde sevdiğimize olabilecek en pahalı hediyeleri almaya çalışmak bu işin “raconu” gibi görülüyor kapitalizmin kültür şırıngasının etkisiyle. Ama bu bizim kültürümüz değil, “bünyemize” uygun değil bir kere en başta. Cebindeki para kadar “insan”, başkalarının rezilliğine güldüğün kadar “eğleniyor” sayıldığın; cebindeki kontör ve altındaki araba kadar “özgür” ve sevgiliye verdiğin hediyenin etiketi kadar “aşık” sayıldığın bu çürüyen sınıfın kültürü bizim bünyemizde tutmaz! n * Haber başlıklarının hepsi gerçektir.


KUTUP AYILARI UYKUSUZ... Küresel ısınmanın tamamen ortadan kaldırılması ancak üretimin planlı ve doğal yaşama zarar vermeyecek şekilde yapılması ile mümkün; bu da emperyalist kapitalizmin azami kar yasasına aykırı

Avrupa son 500 yılın en sıcak yılını yaşıyor. Bu sıcaklık sebebi ile göçmen kuşlar göçmüyor, kutup ayıları kış uykusuna yatmıyor. Kısacası dünyamız hızla ısınıyor! “Küresel ısınma” kavramı günlük sohbetlerin bir numaralı konusu durumunda. Ayarı bozulan mevsimler, iklimsel değişime bağlı felaketler, tehlikeye giren hayvan ve bitki türleri manşetlerden inmiyor. Bunların sebebi olarak ise ister istemez sanayileşme gösteriliyor. Küresel ısınma, insan tarafından atmosfere verilen gazların sera etkisini arttırması sonucunda dünya yüzeyinde sıcaklığın yükselmesine deniliyor. Sera etkisinin artması; atmosferin üst bölümünün yani stratosferin soğumasına, alttaki troposferin ise ısınmasına yol açıyor. “Sera etkisi”; karbondioksit, metan, su buharı gibi gazlardan oluşan bir tabakanın dünyanın güneşten gelen ışınları yansıtması esnasında %30 oranında bir ışının tutulması işlevini görüyor. Tutulan bazı infrared ışınlar, atmosferin ısınmasına neden oluyor. Sera etkisi, dünyanın yeterince sıcak olmasını sağlıyor. Ancak bilim adamları, insan tarafından fazla miktarda sera gazının atmosfere verilmesinin bu karmaşık dengeyi zedelediği ve küresel ısınmaya neden olduğu görüşünde birleşiyor. Sera gazlarının artmasının en temel sebebi ise doğanın nötralize edemeyeceği ölçüde karbondioksitin doğaya salınması. Herhangi koruyucu bir önlem olmadan yapılan sanayi üretimi, ulaşım araçlarının yaydığı gazlar ve tabii ki nükleer denemeler burada başat rolde bulunuyor. Bu süreç yaklaşık 200 yıldır artan bir ivme ile ilerliyor. Kaba bir bakışla bile bu sorunun kapitalizmin tarihi kadar eski bir sorun olduğu görülüyor. Kar hırsı ve kirli rekabetlerinde baskın çıkabilme uğruna doğa katlediliyor. Fabrikalar için ağaçlık bölgeler seçiliyor, termik-nükleer santrallerle küresel ısınmaya hacet bırakmadan yaşam alanları katlediliyor, kirli savaşlarda orman yangınları silah olarak kullanılıyor. Özellikle taşımacılık ve ulaşımda kullanılan fosil yakıtlar da işin bir diğer yönü. Kısacası burjuvazi hesapsızca yaptığı üretimin sonucu olan çevre kirliliği yetmiyormuş gibi bir de bu kirliliği nötralize edebilecek yegane gücü, doğayı katlederek çözümsüzlüğü bu noktada da derinleştiriyor. Yüzyılın sonuna kadar ortalama 5,5 0C’lik bir sıcaklık artışı öngörülüyor ve bu aşamalı olmayabilir! Bilim adamlarının çalışmalarına göre, iki santigrat derecelik bir sıcaklık artışının olası sonuçları: tarım ürünlerinde azalma, Avrupa ve Rusya’da verimsiz hasadın üç katına çıkması, çölleşme sonucunda kuzey Afrika’dan büyük göçler, 2 milyar 800 milyon kişinin su sıkıntısıyla karşı karşıya kalması, mercan kayalıklarının yüzde 97’sinin yok olması, kutup ayılarının soyunun tükenmesi, Afrika ve Kuzey Amerika’da sıtma hastalığının yayılması... Bunlara ek olarak yüzyılın sonuna kadar buzulların erimesi ile birlikte deniz suyunun 7 metre kadar yükselmesi,

bazı kıyı kentlerinin haritadan silinmesi, tarım alanları çölleşirken Kuzey ülkelerinin (Kanada, Rusya-Sibirya) tarıma elverişli hale gelmesi ancak yeni tarım alanlarının insanlığı besleyememesi, kuş türlerinin 1/8 oranında azalması ve deniz yaşamının tehlikeye girmesi ilk elde sayılabilecek etkiler.

Gözümüzün içine baka baka... Emperyalistler artık gizlenemez noktaya gelen ve kendi yaşamlarını da tehlikeye sokan bu durum karşısında elbette ki birtakım çözüm önerileri ortaya attılar. Bunun en başında da Kyoto Protokolü geliyor. 11 Aralık 1997 tarihinde Japonya‘nın Kyoto kentinde düzenlenen bir zirvede oluşturulan Kyoto Protokolü, sera etkisi yaratan gazların salınımını sınırlamayı ve azaltmayı hedefleyen uluslararası bir anlaşma. Protokol, 9 Mayıs 1992′de New York’ta kabul edilen İklim Değişikliğine Yönelik Birleşmiş Milletler Çerçeve Sözleşmesi‘nin belirlediği ilkelere dayanmaktadır. Alınacak önlemler sera etkisi yapan gazların (karbondioksit, metan... vs) oranını 2012‘ye kadar 1990‘daki oranından %5,2 oranında azaltmaktır. Protokol, Şubat 2005 tarihinde 55 ülkenin katılımı ile yürürlüğe girmiştir. %4′lük nüfusuna karşın atmosferdeki zararlı gazların %20’sinden sorumlu olan ABD ise ağır sanayiye zarar vereceği sebebi ile protokole imza koymamıştır. Çin ve Hindistan‘ın gelişmekte oldukları için sözleşmeden muaf tutulmalarını da dengesizlik olarak gören ABD, küresel rekabette bu iki devletin avantaj sağlayacağını öne sürerek tavrını meşrulaştırmaya çalışıyor. Emperyalist devletler çevre sorunlarına köklü çözümler getirme iddasında değiller. Çözüm önerisi olarak ileri sürülen Kyoto Protokolü ise en iyimser tanımla küresel ısınma ve doğal sonuçlarını önlemeyi değil geciktirmeyi hedeflemektedir! Bu kadarında bile anlaşma sağlayamayan emperyalist kapitalizm, insanlığın geleceği üzerinden egemenlik mücadelesine girişiyor. Gözümüzün içine baka baka yaşam hakkımızı pazarlık konusu haline getiriyor. Küresel ısınmanın tümden kaldırılması, gelinen düzeyde bir çırpıda olmasa da planlı bir şekilde yapılacak çalışmalarla bugünün teknolojik altyapısıyla mümkündür. Ancak bunun için en temelde üretimin planlı ve doğal yaşama zarar vermeksizin yapılması birinci koşuldur. Bu ise emperyalist kapitalizmin azami kar yasasına aykırıdır. Yani azami kar elde etmek isteyen, ancak bu şekilde diğer tekeller arasında ayakta kalabilen tekelci burjuvazi bu noktada açmazdadır. Öne sürdükleri yapay ormanlar yaratmak gibi zırvalarla yahut kısa vadede yaygınlaştırılamayacağı aşikar olan alternatif yakıtlarla bunu başaramayacaklarını kendileri de bilmektedirler. Kendi yarattığı canavarla yüzleşemeyen burjuvazi bu noktada da çıkışsızlığını görmektedir. n

21

Ufuk Çizgisi dergisinden kısaltılarak alınmıştır...


Saglik mi, o da ne? Birçok kesimden tepkilere uğrayan Genel Sağlık Sigortası ile ilgili Kocaeli’den SES’li bir emekçi memurun dergimize gönderdiği yazıyı yayınlıyoruz gibi türlü gerekçelerle istedikleri zemini oluşturdular. Bir reforma ihtiyaç vardı. Evet vardı. Fakat kimin ihtiyacı vardı?

“1 Ocak 2007 tarihinden itibaren herkes Genel Sağlık Sigortası’na tabi olacak.” Ocak ayı içindeyiz. Belirtilen tarih geldi. Peki nedir bu sigorta sistemi? Sağlık sisteminde bize ne gibi yenilikler getirecek ya da ne götürecek?

“Dünya Bankası 2002-2003 Türkiye raporunda GSS’yi öneriyor. Salt önermiyor, sağlıkta dönüşüm programını da 49.42 milyon euro ile kredilendiriyor.”

“Sağlıkta Reform” programı ne içeriyor? 2003 Haziran ayında AKP hükümeti ‘’Sağlıkta Reform’’ adı altında bir program açıkladı. Program şunları içeriyordu: 1. SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devredilmesi. (19 Şubat 2005 tarihinde devir gerçekleşti) 2. Birinci basamak sağlık hizmetlerinin (sağlık ocaklarının) yerine Aile Hekimliği modelinin getirilmesi. (Birçok ilde başladı. İlk olarak Düzce’de gerçekleşti.) 3. Kamu personel yasası. (Yasa henüz çıkmadı ama bütün kamu kuruluşlarında hizmetler taşeron şirketlere devredilmiş durumda: yemek, temizlik hizmetleri vs.) 4. Sosyal güvenlik ve genel sağlık sigortası yasası.

“Reforma” neden ihtiyaç duyuldu, kim istedi? Son yirmi yıldır sağlık ve eğitimde yaşanan sıkıntıların çözümü için başa gelen tüm hükümetler özelleştirmeyi savundu. Kısmi de olsa gerçekleştirdiler de. Ama hiçbiri bu dönemki iktidarın uygulamaları kadar hızlı olmadı. Türkiye’deki sağlık sisteminin mevcut haliyle gitmediği hep vurgulanageldi. Sağlık harcamalarının arttığı, verimliliğin düştüğü, devletin hantal yapısı, memurların sayısının çok olduğu

“TÜSİAD raporunda; sağlıklı bir gelecek için genel sağlık sigortasını öneriyor.”

İnsan odaklı bir sağlık sistemi istiyorsanız insanları sağlıklı hallerinde hastalıktan korumayı esas alırsınız. Yok amacımız kar elde etmekse insanlar hastalansın diye bakarsınız

22

“26 Nisan 2005’te İMF Türkiye ile 19. stand-by anlaşması yaptı. Gönderdiği niyet mektubundan bu yasalar çıkıyor.” Yukarıdaki alıntılar Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri’nin yapmış olduğu, “Başka Bir Sağlık Sistemi Mümkün” adlı kurultay kitabından. Açıkça belirtildiği gibi var olan hükümet, buzdağının görünen yüzü sadece. Bu programların arkasında artık herkesin diline pelesenk olan İMF, Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlar var. Peki neden isterler bunlar bu yasaları? Konu başlığımız GSS olduğundan sağlığın finansmanından bahsetmek gerekecek. Sağlık hizmetinin finansmanı, hizmetin sunumu ve örgütlenmesi tamamen değişecek. Türkiye’de sağlık hizmeti; genel vergiler, sosyal sigorta, özel sigorta ve cepten harcamalarla finanse edilmektedir. Çok kısa söylemek gerekirse; yapılmak istenen esasında sağlık vergisinin getirilmesi. Yani GSS ile prim ödemeye dayalı sağlık vergisi getirilmekte. Bunu da “Temel Teminat Paketi” adı altında sınırlı bir sağlık hizmeti vererek yapacak.

Prime dayalı sigortacılık sistemi nasıl işleyecek? Aylık geliri 127 YTL üzeri olan herkes GSS’li olacak. Devlet yoksulluk sınırını 127 YTL olarak belirlemiş. Bu durumda herkesin bu vergi sistemine dahil edilişini görüyoruz. Çalışan kesim için maaşlarından yüzde 5’i işçiden, yüzde 7.5’i işverenden kesilecek. İşsizlerinkini Türkiye İş Kurumu ödeyecek. (Tabii devletin işsiz diye tanımladıklarını) Türkiye’deki tüm vatandaşlar, sığınmacılar, 18 yaşın altındakiler GSS kapsamında olacak. Er ve erbaşlar ile yabancı ülke sigortası olanlar kapsam dışı olacak. Hizmetin kapsamı ne olacak? Hastalık, analık, iş kazası, meslek hastalığı, kişiye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri, 15 yaşına kadar sınırsız diş tedavisi, yurt dışında gerekli koşullar sağlandığında tetkik ve tedavi, yol parası, refakat gideri vs. Bütün bunların bir koşulu var: Temel Teminat Paketi! Paketin ne gibi hizmet içerdiği henüz bilinmiyor. Çıkacak yönetmeliklerle ve her sene değişebilecek hizmet kapsamı itibariyle kilit noktası burası GSS’nin. Çünkü paketin dışında talep edeceğiniz her hizmet için sizden katkı payı istenecek. Ek hizmet istemenin karşılığını ödeyerek hizmetten faydalanabileceksiniz. Bunun yolu iyi bir sigorta yaptırmaktan, onun yolu da cebinizdeki paradan geçecek! GSS’li olmanız yetmeyecek. Düzenli bir şekilde priminizi ödemek zorundasınız. Eğer tespit edilmiş borcunuz varsa vay halinize! Sağlık hizmeti alamayacaksınız. Priminizi ödediniz. Hastasınız. İstediğiniz anda hastaneye gidemezsiniz. Önce bölgenizdeki aile hekimine başvuracaksınız. Oradaki hekim uygun ve gerekli görürse hastaneye başvuracaksınız. Aksi takdirde aile hekiminden sevk almadan hastaneye giderseniz yapılan her işlem için ücret ödemek zorundasınız. Aile hekiminden sevk almışsanız yüzde onluk kesimin içindesiniz. Keza


aile hekimine de “ayda 100 hastadan sadece on kişiyi sevk edebilirsin hastaneye” gibi bir şart koştukları için şanslı sayılacaksınız. Hastaneden içeri girebildiniz. Yetmedi. Ayaktan yapılacak her muayene için 2 YTL ödemek zorundasınız. Uygun diyebilirsiniz. Fakat bu sadece başlangıç. Bu rakam her sene toplanacak kurul tarafından arttırılacak. Protez, iyileştirme, araç-gereç, yüzde 10-20 oranlarında katılım payı ödemek zorundasınız. Hastaneye yatarsanız standart yatak ücretinin 4 katına kadar da otelcilik hizmeti adı altında fark ödemek zorundasınız. Eğer sevk zincirine, size verilen koruyucu sağlık hizmetine ve verilen tedavilere uyarsanız, bir sonraki yıl yapılacak olan sigorta priminizin ödemesi düşük fiyat üzerinden hesaplanacak. Tam tersi durumda ise priminiz daha da yükseltilecek. Aynı araba kaskosu sisteminde olduğu gibi. Tabii tek farkla; burada söz konusu olan insan sağlığı! Eğer sizde ve ailenizde kronik bir hastalık (şeker hastalığı, kanser, doğuştan anomali, kalp rahatsızlığı vs.) varsa sistem dışında olacaksınız. Bu saydıklarımız sistemde öne çıkan çarpıcı maddeler. Sağlıkta reform diyerek emekçilere en ağır yaşam koşulları dayatılıyor. En kötü yasalar önümüze en güzel kelimelerle sunuluyor: REFORM, Dönüşüm. Bu düzenlemelerle en temel şey olan yaşam hakkımız elimizden alınmak isteniyor. Tersi mümkün mü? Evet mümkün. Sağlık hizmetinde temel iki nokta vardır. Biri koruyucu sağlık hizmeti, diğeri de tedavi edici sağlık hizmetidir. İnsan odaklı bir sağlık sistemi istiyorsanız insanları sağlıklı hallerinde hastalıklardan korumayı esas alırsınız. Yok amacınız kar elde etmek ise insanlar hastalansın diye bakarsınız. Neden? Çünkü orada tedavi var, ilaç var, tetkikler var, MR hizmeti var, yani para var! İşte egemenlerin seçeneği belli! Ya sizin? SES’li bir emekçi memur

Muğla’da dört lisede boykot! 10 Aralık’ta Muğla DİSK/Genel-İş Şubesi’nde yaklaşık 35 kişinin katıldığı “Sağlıkta Büyük Dönüşüm, Genel Sağlık Sigortası, Aile Hekimliği, Medikolar ve Öğrenci Sendikası” konulu bir panel gerçekleştirildi. Panel salonuna “Öğrenci Sendikası İçin Mücadeleye” pankartı ile çeşitli dövizler asıldı. Panele panelist olarak SES’ten bir sağlık emekçisi ve öğrenci sendikası örgütçülerinden iki kişi katıldı. Duvar Sahnesi Tiyatro Topluluğu’ndan bir arkadaşın “yangın yerinde orkideler” adlı oyundan bir bölümü canlandırmasıyla panele başlandı. Aynı zamanda öğrenci olan sağlık emekçisinin GSS’yi anlattığı bölümde en büyük tepki 127 YTL’nin üzerinde geliri olan ailelerin 64 YTL, burjuvaların ise 360 YTL prim ödemesi ve özel sigortaların çıkışı üzerine oldu. Saldırıları somut kılmak amacıyla cilt kanseri hastası ve bir yakını göğüs kanseri olan sağlık emekçisi arkadaşlarımız konuşarak burjuvazinin “paran yoksa öl!” politikasını gözler önüne serdi. Birçok insanın sefalet içinde yaşıyorken primlerini nasıl ödeyecekleri de soruldu. SES’in hazırladığı filmin gösterilmesinin ardından öğrenci sendikası örgütçüsü medikolar ile ilgili sunum yaptı. Her yıl parasız olarak öğrencileri kontrolden geçirmesinin zorunlu olduğunu öğrenen öğrenciler bugüne kadar böyle bir hizmetle karşılaşmadığını söylerken medikoların kapanacak olması tepkiyle karşılandı. Dönem başında verdiğimiz 90 YTL katkı payının yasal olmadığına dair bilinçlendirme çalışmaları yapıldığı anlatıldı. Genel-İş baştemsilcisi örgütlü mücadelenin önemini vurgularken öğrenci sendikası örgütçüsü sendikanın gerekliliğini anlattı. Sendikayı örgütlemedeki kararlılık herkesin yüzünden okunuyor; ileriye dönük neler yapılabileceğinin konuşulduğu bölümde ise herkes bir şeyler söyleyip sorumluluklar alıyordu. Medikoların kapatılmasıyla ilgili örülecek bir kampanyayı konuşmak

üzere 13 Aralık’ta bir sendika toplantısı daha alınması karara bağlanıp sivil toplum örgütleri, sendikalar, dernekler, kulüp ve toplulukları toplantıya çağıracak ekipler oluşturuldu. KESK’in 14 Aralık’ta yapacağı iş bırakma eylemine üniversite ve liselerde boykotla desteğin bu toplantıda gündeme getirilmesi kararlaştırıldı. “Çatlama” adlı kısa filmin gösterilmesiyle sonlandırdığımız panelimiz güneşin sofrasında söylenen bir türküydü. 14 Aralık’ta öğleden sonra Muğla Turgutreis Lisesi, Turizm ve Otelcilik Meslek Lisesi, Muğla Güzel Sanatlar Lisesi ve Muğla Anadolu Lisesi’nde öğrenciler derslere girmeyerek KESK’in Türkiye genelinde yaptığı iş bırakma eylemine boykotla destek verdiler. Öğleye kadar boykot örgütleme çalışmasına devam edilerek boykottan haberi olmayan tek bir öğrenci bile bırakılmadı. Muğla’nın yerel radyosundan da boykot anonsları yükseldi. Resmi ve sivil faşistlerle işbirlikçi idarenin engelleme çabalarına rağmen boykot gerçekleştirildi. Okullara gelen basın içeriye alınmadı, kantinlerde döviz açmak isteyen öğrenci sendikası örgütçülerini idare ve sivil polis tartaklayarak okul dışına çıkardı. Ders saatlerinin bitmesiyle boykota katılan liseliler “Sınırsızlık Meydanı”na yöneldi. Saat 16:00′da 40 kişi “Sağlık Hakkı Yaşam Hakkıdır-Öğrenci Sendikası Örgütçüleri” pankartını açarak bir basın açıklaması yaptı. Yoğun polis ablukasına rağmen eylem coşkuyla gerçekleşti. Muğla Öğrenci Birliği

23


Vampir Koç, “sosyal” sahtekarlık projelerinin sonuncusu olan “Meslek lisesi memleket meselesi” kampanyası ile yeni staj köleleri yaratarak semirme derdinde...

Meslek Lisesi Sermaye Meselesi! “Sorun,‭ ‬istihdamdaki prim yükü değil,‭ ‬istihdam edilecek eleman bulunamaması.‭ ‬5-6‭ ‬milyon işsiz var ama ben işletmemde çalıştıracak adam bulamıyorum.‭ ‬Sanayici nitelikli eleman bulabilmek için çırpınıyor.‭ ‬Meslek lisesi mezunu piyasada boş gezmiyor.‭ ‬Sorun,‭ ‬gençlere meslek liselerini cazip hale getirmekte.”‭ (‬Ankara Sanayi Odası Başkanı Zafer Çağlayan) ‭“‬Askerlikle ilgili düzenleme mi yaparsınız,‭ ‬burslar mı verirsiniz,‭ ‬çocuklara mutlaka mesleki eğitimin önemini kavratmamız gerekir.‭ ‬Bunlara bazı avantajlar sağlamalıyız. Meslek liselerine cebrederek değil cezp ederek öğrenci göndermemiz lazım.”‭ (Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik) “Var olan nitelikli elemanlar ciddi transfer ücretleriyle firmalar arasında dolaşıyor.‭ ‬Önemli olan,‭ ‬meslek liselerini cazip hale getirip gençleri bu okullara çekebilmek.‭ ‬Gençlerin meslek liselerini ikinci sınıf bir eğitim gibi görmelerini engellemek gerekiyor.‭ ‬Bunun için ise meslek lisesi mezunlarının üniversite yolunu tıkayan katsayı sorununun kaldırılması şart.‭ ‬Milli Eğitim Bakanlığı ile sanayiinin arasında,‭ ‬hangi alanlarda hangi nitelikte eleman yetiştirileceği konusunda birlikte çalışması şart.” (MÜSİAD Başkanı Ömer Bolat) İşbirlikçi tekelci burjuvazinin sözcülerinin verdikleri bu demeçler, ihtiyacını duydukları ucuz ve nitelikli işgücünü, ara eleman ihtiyacını karşılayabilecekleri meslek liseleri üzerindeki hesaplarını ortaya koymaktadır. Tekellerin kapitalist rekabet içerisinde ayakta kalabilmeleri için meslek lisesi mezunları belirleyici bir yerde durmaktadır. Sektörüne bağlı olarak şirketler bulundukları bölgede meslek lisesi açabilmekte, var olan meslek liselerine dadanabilmektedir-

ler. Bu şekilde hem ihtiyacını duydukları nitelikli işgücünü kendi elleriyle yetiştirerek mezun olanları hızla şirketlerinde konumlandırabilmekte hem de eğitim süreci bitene kadar “staj” adı altında öğrenci emeğini sınırsızca sömürmektedirler. Paralı eğitimle birlikte eğitim giderleri de işçi-öğrencilerin sırtına yıkılarak üretimin maliyeti sıfırlanmakta ve bu sayede diğer şirketlere karşı rekabette üstünlük sağlanmakta, bir taşla iki kuş birden vurulmaktadır! Meslek öğrenmek, işsiz kalmamak baskılanmasıyla meslek liselerini tercih edenler, staj adı altında iğrenç bir disipline tabi tutulmaktadırlar. Meslek liselerinde okuyan işçi-öğrenciler sınıfın bir parçası durumundadırlar ve yaşadıkları sorunlar, mücadele talepleri işçi sınıfının diğer bölükleriyle ortaktır. Fakat sınıfa yeni katılan diğer kesimlerdeki gibi işçi-öğrenciler de sınıf bilincinden uzak, heterojen yapısıyla işçi sınıfının yapısını istikrarsızlaştırmaktadır. İşçi olma ile öğrenci olma arasındaki gelgitli ruh halini de kullanan burjuvazi; türlü ayak oyunlarıyla, 3′te 1 ücretle, sendikasız-sigortasız, çok düşük maliyetlerle çalıştırdığı işçi-öğrencileri sınıfın birleşik eylem gücünü zayıtlatmak üzere sınıf kardeşlerinin karşısına grev kırıcılar olarak dikmeyi de hedeflemektedir. Tüm bunlarla birlikte meslek liseleri her yönüyle tekellerin iştahını kabartmakta, sektörel ayrışma baz alınarak yeniden düzenlenmekte, kapasitesinin genişletilmesi doğrultusunda mesleki eğitimi özendirme programları ve “kurumsal sosyal sorumluluk” projeleri devreye sokulmaktadır. Bugün gelinen noktada bunlar da meslek liselerinin cazibesini arttırmakta yetersiz kalmakta ve devreye “cezbetme” değil, “cebretme” girmektedir. Ortaöğretim Kanununda yapılan düzenlemelerle genel lisede okuyan öğrencilerden 2. sınıfta “ba-

24


şarısızlığının sabit olduğu tespit edilen”ler zorla meslek liselerine gönderilmekte, öğrenci sayısında düşüklük yaşanan meslek liseleri bu yolla da canlandırılmaya çalışılmaktadır.

Perdelenmek istenen geleceğimizdir Büyük tekellerin, şirketlerin özellikle de eğitim, sağlık ve çevre konularında yürüttüğü ‭“‬sosyal sorumluluk‭” kampanyalarından sonuncusu Koç’un yaptığı; “Meslek Lisesi, Memleket Meselesi” kampanyası. Koç-MEB işbirliğiyle yürütülen kampanyayla yarısı kız olmak üzere aşamalı olarak her yıl 2 bin, 4 yılda toplam 8 bin yoksul meslek-teknik okulu öğrencisine 10 ay boyunca aylık 50 YTL eğitim bursu verilecek. Verilen bursun karşılığında öğrenciler, okudukları okullarla eşleştirilen ‬Koç Topluluğu şirketlerinde staj yapacak ve mezuniyetleriyle birlikte de Koç’a olan borçlarını ödeyecekler. Burs verilen öğrencilerde; başarılı olmak, disiplin cezası almamış olmak, ekonomik koşullarının yetersiz olması gibi kriterlerinin aranmasının yanı sıra, babası harp, “terör” malulü olan öğrencilere öncelik tanınarak 50 YTL “kan bedeli”, çalışarak geri ödeme biçiminde borçlandırılarak ödenmektedir. ‭Koç’un “sosyal” sahtekarlık projelerinin, (“içsek büyüsek süt şenlikleri”, çocuklara Koç tiyatrosu, üniversite öğrencilerine Koç Festivalleri) özellikle de çocuklar, ilk ve ortaöğretim, üniversite öğrencilerinde yoğunlaşması hiç de tesadüf değildir. “Sosyal sorumluluk” maskesiyle yapılmaya çalışılan; gençliği sermayenin çok yönlü egemenliği altına alarak liberal, bireyci, tüketici bir kişiliği şekillendirmek, e‬mperyalist kapitalist sistemin işleyişini sürekli kılabilmek ve uzun dönemli kar artışı stratejisinin bir bileşeni kılmaktır. İşçi-öğrencilere bir lütufmuş gibi sunulan ve karşılığında minnettarlık beklenen burs kırıntılarının bedeli fabrikaya çevrilen okullarda, staj yerlerinde misli misli ödettirilmektedir. Verilen bursların arka planında “hayır, sevap” işleri, şirketlerin imajlarının ötesinde, dünya çapında tekellerin ve neoliberalizmin pervasızlığına, her düzeydeki yıkıcılığına ve tahribatına karşı tepkilerin yığınsallaşmasının ve sosyal patlamalara dönüşmesinin önünü alma hesapları yatmaktadır. Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’un; “Türkiye’nin gelişen dünyadaki en önemli avantajının genç nüfusu olduğu artık herkesçe kabul edilmiş bir gerçek olarak karşımızda duruyor.‭ ‬Ama bu genç nüfusun iyi yönlendirilmesi,‭ ‬nitelikli işgücüne dönüşebilmesi gerekiyor.‭ ‬Aksi takdirde bu avantaj,‭ ‬kolaylıkla bir dezavantaja dönebilir‭... ‬Bugün başlattığımız‭ ‘‬Mesleki-Teknik Eğitime Özendirme Programı’‭ ‬bize göre bu meselenin can damarına yöneliktir” açıklamasının özcesi de budur.

Maskelerini düşürelim! Ücretli kölelik düzeninde karşılanamayan toplumsal-kültürel-sosyal ihtiyaçlarıyla geniş gençlik kesimleri burjuvazi için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Çıraklık eğitimine başvuran 30 bin diplomalı işsizin kitlesel kalkışma ve “diplomalı işsizler hareketi” yaratma dinamiği bile başlı başına burjuvazinin uykularını kaçırmaya yeter de artar bile. Diplomalı işsizlik batağında debelenerek intiharı seçen yüzlerce gencin kanı henüz kurumamışken “diplomalı işsizlik dünyanın sonu değildir” açıklamaları yapan burjuvazi, bugün için egemenliğini ve karını “sosyal sorumluluk” maskeleriyle perdeleyerek sürdürebilme cesaretini bizim örgütsüzlüğümüzden, gücümüzün farkına henüz varamamamızdan almaktadır.

Koç gibi tekeller açısından neden ağırlıklı olarak geleceğin İşçi-öğrencilere potansiyel diplomalı işsizlerini oluşturacak olan işçi ve emekçi bir lütufmuş gibi çocuklarının gittikleri meslek sunulan burs liseleri “memleket meselesi”dir kırıntılarının de diğer okullar değildir? Babedeli, fabrikaya sit, çünkü bu okullarda okuçevrilen okullarda, yanlar etiyle, sütüyle, yünüyle kapitalizmin işine yarayacak, staj yerlerinde doğrudan ihtiyaç temelinde misli misli işe alınarak sermaye birikimini ödetiliyor çoğaltacak olanlardır. Dizginlenemediklerinde taşıdıkları dinamiklerle birlikte, sistemin selameti açısından ciddi bir “dezavantaj”, “tehlike”dirler. “Diğer” bölümlerde okuyanlar ise sistemin tükürüğü, artıklarıdırlar ve işe yaramazlar! Meslek liseleri nasıl ki burjuvazi için ekonomik-siyasal anlamda stratejik bir öneme sahipse bizler için de bu okullar, bütünsel bir sınıf stratejisi inşasının temel halkalarından biri olarak büyük öneme sahiptir. Bugün mücadele deneyimi olan fakat siyasal-ideolojik ve militan mücadele anlamında daralan işçi kesimleri ile genç, deneyimsiz işçi kesimleri arasında geriye çekici bir rekabet oluşturularak kuşaklar arası bir uçurum yaratılmaya çalışılmaktadır. Bir örnek: “Günlük 16 saat çalışıyoruz. Bunun yanısıra çalışma temposu olağanüstü arttırıldı. Bant sistemiyle çalıştığımız için nefes alacak bir saniyemiz bile bırakılmıyor. Çalışma temposunu o kadar yükselttiler ki hepimizde bel fıtığı, eklem ağrıları ve sinirsel bozukluklar başladı.” Bu sözler Koç’un Arçelik Çayırova fabrikasında çalışan ve 4 saniyede bir, günde 10 bin çamaşır makinesi üreten işçilere ait. İster Koç’un ister Sabancı’nın, hangi kan emici vampirin fabrikasında olursa olsun çalışma koşulları ve sömürü değişmiyor. İşçi sınıfının karşısına grev kırıcı, sınıf işbirlikçisi olarak yetiştirilerek çıkarılmaya çalışılan işçi-öğrencileri bekleyen tablo yukarıdakinden farklı değildir. Bu anlamıyla geleceğin genç işçilerinin yetiştirildiği meslek liselerinde yapılacak faaliyetlerde öğrenci gençlik çalışması ve sınıf çalışması birlikte yürütülmelidir. Mücadele deneyimi olan deneyimli işçi kuşağı ile genç işçi kuşağı arasında köprünün oluşturulması, sınıf deneyimlerinin aktarımı ve işçi sınıfı ile çalışan öğrencilerin/genç işçilerin ortak mücadelesi açısından önemli bir yerde durmaktadır. Sınıf eksenli ve gücünü sınıf bilincinden alan devrimci bir öğrenci sendikasının yaratılması, bugün çok daha yakıcıdır. Meslek liselerindeki işçi-öğrenciler, “meslek öğrenme, okurken para kazanma, mezun olunca iş bulma” beklentileriyle meslek liselerini tercih etmekte fakat gittikleri okullarda asgari ücretin üçte biri fiyatına, sendikasız-sigortasız çalışmakta, dayağa, küfüre, tacize maruz kalmakta, hem işçi olmanın hem de öğrenci olmanın yarattığı sorunları yaşamaktadırlar. Dolayısıyla da paralı eğitime ve diplomalı işsizliğe karşı yürütülen kampanya çerçevesinde meslek liselerinde; ML ve MYO’larda staj sömürüsüne son, çalışan öğrencilere sendika/sigorta hakkı, çalışan öğrencilere TİS hakkı, atölye ve işyerlerinde sağlık ekipleri bulundurulsun, diplomalı işsiz ve ucuz işgücü olmayacağız, dayağa, küfüre, tacize, aşağılanmaya son, kölece çalışmaya, kölece yaşamaya, kölece eğitime hayır, eşit ve insanca yaşanacak ücret talepleri öne çıkmalı, devrimci bir öğrenci sendikası için mücadele yükseltilerek “sosyal sorumluluk” maskeleri düşürülmelidir. n

25


-

emegin

ve

liselinin -

YUMRUGU!

Liseler değişiyor, liseliler değişiyor, aile değişiyor, öğretmen değişiyor. Hayaller, özlemler, ifade kanalları hızla değişiyor; eskiler yok olurken yeniler çürümenin, yok olmanın katsayısını arttırıyor. Sefalet, yoksulluk, yoksunluk artarken daha önce gözümüzden sakındığımız tüm insani değerlerimiz yok oluyor. Artık ne aile, ne öğretmen ve ne de okul eskisi gibi. Sanki hepimiz bir gerilim filmi sahnesindeyiz. Tüm değerlerimiz, ilişkilerimiz metalarla ölçülür oldu. Kapitalist sistemin büyüttüğü metalar dünyasından insan manzaralarıdır gördüklerimiz; çürümüşlük, kayıtsızlık, düşkünleşme... Mücadele etmekten, onuruna ve emeğine sahip çıkmaktan, “yeter” demekten acizlik...

İstanbul’da bir emekçi semtinde çürümüşlüğün, yozlaşmanın, parçalanmanın en uç örneklerinin yaşandığı bir lise. Bu lisede birinci sınıf öğrencileri okuma yazma, çarpım tablosunu bilmiyorlar. İstanbul’da bir lise... Öğrencilerden bazıları okula “satır” getirdiği için uzaklaştırma cezası aldı. Okulda çıkan bir kavgada bir öğrencinin boynu döner bıçağı ile kesildi. Dışarıdan okula giren bir adam kendini dışarıya çıkarmak isteyen bir öğretmeni bıçakladı. Müdür tarafından dayak yiyen bir öğrenci arkadaşlarını toplayarak okulu bastı. İstanbul’da bir lise... Öğrencilerin yüzde 86’sı sigara içiyor, yüzde 42’si hap kullanıyor. Hap satanları da kullananları da polis tanıyor, polis uyuşturucu satışını ya kendisi yapıyor ya da aracılık ederek yemliğini alıyor. Bu okulun öğrencilerinin yüzde 23’ü ensest ilişki mağduru. Okul öğrencilerinden bazıları ailelerine de şiddet uyguluyorlar. Öğrenciler arası çıkan kavga aile kavgalarına dönüşüyor. Kız öğrenciler 100 kontör karşılığında bedenlerini satıyorlar.

İstanbul’da bir lise... Bu tablo bize ait. Bu hikaye gerçek ve bizim.

Bu lisenin bulunduğu semtte üç, dört aile aynı evi paylaşmak zorunda. Ailelerinin çoğu işsiz; çalışabilenler ise kötü koşullarda, güvencesiz, süreksiz işlerde çalışıyorlar. Öğrencilerin hayatında kan davası, intihar, boşanma, dayak, kaçma, kaçırılma, tetikçilik, uyuşturucu satışı, hapis gibi olaylar var. Bu okulda kütüphaneye kayıtlı öğrenci sayısı yalnızca 7. Sağlıksız beslenmeden kaynaklı öğrencilerin yüzde 60’ı hasta. Yine öğrencilerin yüzde 90’ında son model cep telefonları var. Son dönemlerde liselerden sürekli olarak şiddet haberleri geliyor. Dayak yediği için öğretmenler odasını basan öğrenciler, racon kesmek için kafa kesen çeteler, çeteler arası savaş, kız çeteler, okul basan aileler, öğrenciyi döven öğretmenler, müdürler, sözde güvenlikçiler, okul içinde düzenlenen uyuşturucu ve fuhuş partileri, öğrencilerine sarkan sapık ruhlu bazı öğretmenler, cinsel taciz görüntüleri ve You Tube... Herkes her an patlamaya hazır bir bomba gibi, ama bu bomba çürümenin, düşkünleşmenin, hiçleşmenin, toplumsal çözülmenin bombası. Milli “Eğitim Bakanlığı”nın yaptığı çalışmalar sonucunda çıkan istatistiklere göre 26 Nisan 2006’dan bugüne kadar 2 bin 474 olay meydana geldi. Bu olaylara 6 bin 224 öğrenci katıldı. Olayların 47’si ateşli, kesici, delici aletlerle gerçekleşirken 9′u ölümle sonuçlandı.

Son dönemlerde liselerden sürekli olarak şiddet haberleri geliyor, herkes her an patlamaya hazır bomba gibi

26

Bu hikaye bizim Uluslararası Politik ve Strateji Araştırmalar Merkezi’nin (UPSAM) 17 ilde 1850 lise öğrencisiyle yaptığı “Gençler Hayatı Nasıl Algılıyor?” araştırması liselerdeki değişimi ve çözülmeyi kanıtlar nitelikte. Araştırmada öğrencilerin uyuşturucuya başlama nedenleri arasında: “Okul ve ailevi problem (yüzde 28), arkadaş çevresi ve özenti (yüzde 25), merak (yüzde 17), çaresizlik (yüzde 6), sorunlardan kurtulmak (yüzde 5)” olduğu belirtiliyor. Ankette Polat Alemdar ve Hülya Avşar’ın idol olarak alındığı belirtiliyor. Her 10 öğrenciden 1’i ise intihara kalkışmış. Her 10 öğrenciden 2’si birini bıçaklamaktan okuldan uzaklaştırılmış. Öğrenciler içinde marka ve moda düşkünlüğü/bağımlılığı o kadar yüksek ki gi-


Kuşkusuz ki liselerde yaşanan şiddet olayları sadece liselerle sınırlı değil. Bunalım, güvensizlik, geleceksizlik, kölece yaşam ve kölece çalışma koşulları, her şeyin metalaştırılması toplumsal yaşamda her düzeyde çözülmeyi derinleştiriyor. Fiziksel, zihinsel, psikolojik olarak yıpranma, bunalım ve çöküş, paralı eğitimin tüm bağıntıları, sınavlar, dayak, not baskısı, ML’lerde öğrenci emeği sömürüsü, sosyal-kültürel olanakların olmayışı, ulaşım, barınma, sağlık sorunu, idare-polis-sivil faşistlerin işbirliği, okul koridorlarındaki kameralar, okullardaki teknik donanımın yetersizliği, disiplin yönetmelikleri...

yim, cep telefonu, “piyasa yapalım” denerek gidilen mekanlar (cafe, bar vb.); belli markalar ve moda anlayışları çerçevesinde gelişiyor. Kendini ifade etmenin, var etmenin araçları markalar, modalar, “trendler” oldu. Tüm bir yaşam boyunca kendisine biçilen rolleri oynayanlar artık bu rolleri oynamakta da zorlanıyor. En doğal görünen ilişkiler bile sarsılıp çözülüyor. Kapitalist sömürü arttıkça ve önümüze ideal yaşam biçimi olan kapitalizmin değerleri, kültürü, anlayışı konuldukça ve bunlar dolaysız bir biçimde kabul edildikçe çürüme ve çözülme artıyor. Çürüme ve çözülme birbirlerinin tetikleyicileri oluyor. Toplumsal özlem ve ihtiyaçlar inanılmaz bir hızla çeşitlenip büyürken en yaşamsal olanları bile karşılanamayıp bastırılıyor. Gücün, ayakta kalmanın, rahat bir yaşamın ve çoğuna göre de adaletin sembolü “Polat Alemdar”lar ya da marka ve moda içinde lüks yaşamın simgelerinden “Hülya Avşar”lar idol olabiliyor. Geleceksizlik, insanca yaşama özlemi, yoksulluk, değersizleşme, kendine ve arkadaşlarına güvensizlik, başarının en yakınındakinin başarısızlığı ve ezilmesi üzerinden yükselmesi, rekabet, çıkışsızlık... Tüm bunlar toplum içinde gerilimi arttırarak öfke patlamalarını doğuruyor. Ait olduğun sınıfı-kimliği unutturan, bir çıkış ve yön arayan; bulamadıkça kendini parçalayan kısır bir döngü bu. Kapitalist üretim ilişkilerinin, değerlerinin fiziksel ve psikolojik olarak her yönden insanlığı parçalamasıdır yaşanan. “Sevdiklerimi kaybetmekten, ÖSS’den, yalnızlıktan, açlıktan, hayattan, Allah’tan, yükseklikten, kalabalıktan, karanlıktan, ölmekten, başarısızlıktan, cin ve periden, böcekten, sınıfta kalmaktan” korkuyor lise öğrencileri. Bunların hepsi toplumsal bunalımın unsurları haline geldi. Geldiği gibi de bizi korku-gerilim filminin ortasına bıraktı. Fakat bunların hiçbirisi kendiliğinden olmadı. Kapitalistlerin ve onların devletinin liselileri müşteri ve liseleri kar elde edebileceği bir sektör olarak görmesi, her şeyi paralılaştırması, tüm yaşam alanlarımıza el atarak duygu ve düşünce bütünlüğümüzü kendi ihtiyaçları doğrultusunda değiştirmesi ve bundan da “nasıl fayda sağlarım, nasıl kar ederim” diyerek en zorunlu ve yaşamsal ihtiyaç ve özlemlerimizi dahi metalaştırması; yani kapitalist sistemin bize sunduğu cehennemdir yaşadıklarımız.

Tüm bunların çözümü ise liselilerin aileleriyle birlikte toplumsal ihtiyaç ve özlemler için mücadele etmesini gerektiriyor. Liselerde salt çeteleşmeye, uyuşturucuya, dayağa karşı yürütülen mücadele kendisini başarıya götüremez. Bu sorun tek başına eline satır, bıçak alan, fuhuş yapan, uyuşturucu kullanan birkaç öğrenciyle de sınırlı düşünülemez. Böyle düşünmek gerçekten saflık olurdu. Sorunun kaynağı kapitalizm ve kapitalist sistemin bekçileridir. Parasız eğitim mücadelesi, kölece çalışma ve yaşama koşullarına karşı mücadele, tüm toplumsal ihtiyaç ve özlemlerimiz için mücadele, özcesi kapitalist sisteme karşı mücadele... 1 Mayıs 2006 İstanbul mitinginde ÖB korteji

Örgütlü ve bir arada olmadığımız için değil mi bu düşkünleşme? Artık insanca bir yaşam için emeğin yumruğunu, liselilerin yumruğunu konuşturma zamanı!

Yumruğumuz Şiddet olaylarının çoğu yoksul emekçi semtlerinde olan düz liseler ve meslek liselerinde yaşanıyor. Düz liselerde ve meslek liselilerdeki işsizlik korkusu, meslek liselerinde staj adı altında işçi-öğrenciler için kölece çalışma, aşağılanma, onursuzlaştırma bunların yaşanmasına temel bir zemin oluşturuyor.

27

Ancak böyle bizleşiriz. Ancak böyle öfkemiz doğru yere patlayacaktır. Örgütlü ve bir arada olmadığımız için, örgütlü gücümüzle onurlu yaşam alanları yaratamadığımız için düşkünleşmiyor muyuz aynı zamanda? Öyleyse; Yumruğumuzu kendi sosyal ortamlarımızı yaratmak için kaldırmalıyız. Bizi düşkünleşme ve çürümeye itenlere kaldırmalıyız. Okul önünde uyuşturucu, porno CD’leri, çakı ve bıçak satan tezgahlar, faşistler, çete başları, onlarla işbirliği yapan polisler, okul yöneticileri-öğretmenler, okullarda uyuşturucu ve fuhuşun önünü açanlar, düzenleyenler, kendimizin ve arkadaşlarımızın, annemizin, babamızın, ablamızın çalıştığı işyerlerinde, fabrikalarda ücretimizi vermeyen-geciktiren, işten atan, cinsel tacizde bulunan, sendikalaşmamızın önünde engeller çıkartarak bizi kölece çalışmaya mahkum eden patronlar; onların yardakçıları yumruğumuzu fazlasıyla hakkediyorlar. Faşistler ve çete başlarının anladıkları dilden konuşmalı, polis korumasına karşı kendi savunma komitelerimizi oluşturmalıyız. Biz kendimizi, onurumuzu korumaya başladıkça, çürümeye ve düşkünleşmeye karşı durdukça kapitalistlerin ve devletinin bize saldırıları da artacaktır. Onurumuzu korumak, yalnız, sahipsiz, korunaksız, güçsüz olmadığımızı birbirimize göstermek, dayanışmak, özgüvenimizi yeniden kazanabilmek, mücadele etme isteğini uyandırmak, militan mücadelemizin önünü açmak için ve tüm bunlarla birlikte esasında insanca bir yaşam için emeğin yumruğunu, liselilerin yumruğunu konuşturmalıyız. n


“Türkiye’nin Yüksek

. . . KAPITALISTLERIN STR “Strateji tarihsel dönüşümlerde, köklü değişikliklerde değişir, bir dönüşümden (köklü bir değişiklikten) bir diğerine kadar olan dönemi kapsar; bu nedenle hareketi, tüm bu dönem boyunca proletaryanın çıkarlarını yansıtan belli bir ortak hedefe doğru yöneltir. Strateji tüm bu dönem boyunca süren sınıflar arasındaki savaşı kazanmayı amaçlar...” J. V. Stalin – Strateji ve Taktik Strateji kelimesinin sözlüklerdeki anlamı “hedeflenen amaca varmak için eylem birliği sağlamak, genel yolu, genel yönü saptamak ve bunların düzenlenmesi sanatı” olarak ifade edilir. Stratejinin temel belirleyeni olan parametrelerdeki (nesnel durum, amaç, güçlerin durumu, güçler dengesi, araçlar vb.) değişimlerin büyüklüğüne göre stratejilerde zaman içerisinde güncelleme ya da yenileme yapılır. Bir dönemki koşullara, ihtiyaçlara, güçlerin durumuna ve araçlara göre şekillenmiş stratejiler, yeni dönemin ihtiyaçlarına yanıt veremez hale geldiğinde değişir/ değişmek zorunda kalır. Strateji, savaş terminolojide savaş planının oluşturulması demektir, savaşı oluşturan çeşitli atakların öngörülen akışını tasarlar ve bu seferlerin her birinde yapılacak muharebeleri düzenler. Strateji, karşısındakinin direnme imkanını zayıflatmayı da esas alır. Yukarıda dünya proletaryasının büyük önderi ve öğretmeni Stalin’den yaptığımız alıntı aynı zamanda proletaryanın düşmanı burjuvazi için de geçerlidir. Strateji bu anlamda sınıf savaşının sürdüğü koşullarda, karşıt sınıfların savaşım planını oluşturur. Strateji hakkındaki bu genel bilgilerden sonra şimdi konumuza giriş yapabiliriz. 3 Temmuz’da “Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi” isimli taslak rapor YÖK tarafından açıkladı. “Yükseköğretimde köklü bir reform sürecinin başlaması için bir zemin” olarak sunulan ve YÖK-ÖSYM üyelerinden oluşan 14 kişilik bir “beyin takımı” tarafından hazırlandığı söylenen taslak rapor, YÖK’ün internet sitesindeki bekleyişinin altıncı ayını doldurdu. Adından da anlaşılacağı gibi “taslak rapor” kapitalistler için stratejik bir düzleme sahip. Eğitimin yeniden yapılandırılmasına yönelik çıkarılan sayısız rapordan, yasa tasarılarından farklı olarak elimizdeki raporu stratejik kılan nedir? Bunu anlayabilmek için raporun giriş ve gerekçeler bölümüne bakmalıyız.

Yüksek öğretim stratejisi taslak raporu, YÖK ve ÖSYM üyelerinden oluşan bir “beyin takımı” tarafından hazırlandı

YÖK Başkanı Erdoğan Teziç

Giriş ve gerekçeler: Eğitimde paradigmatik değişim Rapor, “Yükseköğretim Sistemlerinden Beklentiler” başlığı altında çizdiği dünya ölçeğindeki dönüşüm tablosuyla kapitalistler cephesinden “yeni bir strateji” ihtiyacının altyapısının nasıl olması gerektiğini net bir biçimde ortaya koyuyor. Üniversitelerin, sermayenin değişen yeni birikim modeli doğrultusunda tüm bileşimi ve bağlantılarıyla birlikte yeniden yapılandırılması gerektiği raporun özünü oluşturuyor. Fakat rapordaki her şey “yeni” değil, gerçekleştirilmesi planlanan hedefler olduğu gibi fiilen uygulamada olan birçok şey de raporda yerini alıyor. “Günümüzün bilgi ekonomisine dayalı küresel ekonomik yapısı, bilginin üretilmesi ve paylaşılmasında birinci derecede sorumlu olan üniversitelerden beklentileri çeşitlendirmiştir ve arttırmıştır.” cümleleriyle başlıyor rapor.

28

Modern sanayiinin ilk gelişme koşullarındaki standart zincirsel üretim ve bu üretim yapısının ihtiyaç duyduğu makine eklentisi durumundaki işçi yapısı ile dönemin kapitalizmi azami karı (artı-değer sömürüsünü) sağlayabiliyorken günümüzde kar oranlarının düşme eğilimi içinde olduğu, sermaye birikim süreçlerinin yavaşladığı ve yaşanan krizlerin yarattığı ekonomik ve siyasal çalkantılar sistemin eskisi gibi sürdürülebilmesine olanak tanımamaktadır. Kapitalistlerin ihtiyacını duyduğu ve sistemsel olarak da hızla geçilmesi gereken yeni düzlem; sermayenin sınırsız dolaşımının önündeki


köğretim Stratejisi”:

. RATEJIK SAVAS. PLANI zorlamaktadır. Parası olanın iyi bir eğitim alabileceği, olmayanın alamayacağı bir ayıklama sistemidir bu. Bir yanda iyi kötü bir diploma satın alabilmek için borçlanan; çoğunluğu vasıfsız, en iyi ihtimalle yarı vasıflı olacak şekilde teknik işgücü eğitimi alan geniş bir öğrenci kitlesi vardır. Aynı kesimlerin haraç mezat okulu bitirdiğinde dahi iş bulabilme garantisi yoktur ve zaten diplomalar çerçeveletilip duvara asılmaktadır. Bir yandan da parayı bastırıp iyi bir okula gidebilen ya da emekçi sınıf çocukları içinde yetenekli olanların avlanarak emperyalist ve işbirlikçi tekelci sermayenin yönetici, yüksek vasıflı işgücünü oluşturacak bir azınlık vardır. Zenginler ve “seçilmişler” için özel statülü üniversiteler yaygınlaşırken piramidin en altında olan emekçi sınıf çocukları da kitle üniversitelerine terk edilmektedir.

tüm engellerin kaldırılması, artı-değer üretiminin ve sömürüsünün genişletilmesi doğrultusunda hem yeni pazarlara açılınması ve hem de yeni pazarların yaratılmasıdır. Her şey ve herkes bu doğrultuda önceki süreçlerden çok daha fazla ve yoğunlaşmış bir şekilde artı-değer üretmenin bir aracı haline getirilmeli; metalaştırılmadık hiçbir toplumsal ilişki, alan kalmamalıdır. Üniversiteler ve üniversite eğitimi işte bu yeni pazarlardan birisidir. Eğitim tam da bu paradigmatik değişim düzlemine oturtularak üniversiteler bilgi satan işletmelere dönüştürülmeli, bilgi ve bilimsel üretim sermayenin kar etmesine odaklanmalı, doğruluk ölçütü de piyasada işe yarayıp yaramadığıyla belirlenmelidir. Türkiye’de üniversite eğitimi kapitalist üretimin gerekleri doğrultusunda özellikle de ’60’lardan sonra sanayileşmenin hız kazanmasıyla yönetici kademelere kadro yetiştirmek ve vasıflı-yarı vasıflı emek gücü ihtiyacını karşılamak amacı üzerinden şekillendirilmiştir. Bugünkü üniversite eğitimi de, -bu amaç da korunmakla beraber- işgücü piyasasının çekirdek ve çevre işgücü dolayımında yeniden yapılandırılması ile öğrencilere ilkokullardan başlayarak seçme, ayıklama sistemi içinde “herkese sınıfına göre eğitim” temeli üzerinden eğitim verilmesini öngörmekte ve zaten bu doğrultuda atılan adımlar da hızlanmaktadır. Eğitimin tüm çevreleyen koşullarıyla birlikte daha fazla paralılaştırılarak alınıp satılabilir bir duruma getirilmesi bırakalım emekçi sınıf çocuklarını, gelir durumu emekçi sınıflara göre daha iyi olduğu düşünülen kesimleri dahi eğitim giderlerini karşılamakta

Strateji raporunun ağırılıklı bir bölümünü farklı konular temelinde üniversitelere çekilen piyasa ayarı oluşturuyor. Her konu başlığında piyasaya entegrasyon nasıl geliştirilecek, ayak bağı olan uygulamalar nasıl ekarte edilecek tartışması yapılıyor

29

Bilgi ve bilimsel üretim sermayenin kar etmesine odaklandıkça, doğruluk ölçütü de piyasada işe yarayıp yaramadığıyla belirlenir oluyor. Dahası üniversiteler ve liseler bilgi satan kurumlar haline getirilirken, bilgiyi satın alan için bilginin ve bilgi edinmenin kendisi de özel mülkiyetin konusu haline getiriliyor. Bilginin özel mülkiyet haline gelmesi, bilgiyi alan kişiye aldığı eğitimin kalitesi doğrultusunda piyasada yarar sağlamaktadır. Eğitimin, bilginin, kişinin metalaşması da bundan başka ne olabilir ki?

Kilit kavramlar: “Girişimci üniversite”, “insan sermayesi” ya da üniversite A.Ş YÖK’ün strateji raporunun ağırlıklı bir bölümünü farklı konular temelinde üniversitelere çekilen piyasa ayarı oluşturuyor. İstisnasız olarak her konu başlığında bahsi geçenlerin piyasaya entegrasyonunun nasıl geliştirilebileceği üzerinde duruluyor; ayak bağı olan uygulamalara yönelik eleştiriler ve ihtiyacı karşılayabilecek öneriler sıralanıyor. 2001 yılında çıkartılan YÖK Yasa Tasarısıyla birlikte burjuvazinin jargonunda yer eden “girişimci üniversite” kavramını bu raporda bir kez daha görüyoruz. Özcesi üniversitelerin şirketleşmesi demek olan “girişimci üniversite” ile üniversiteler, devlet eğitim ödeneğini kaldırdığı için kendi finansmanını kendisi sağlayacaktır. Bunun anlamı şudur: Üniversite içindeki araç gereçler kiraya verilecek, bilimsel projeler şirketlere ve orduya satılmak üzere üretilecek, akademisyenler, bilim emekçileri ve hatta öğrenciler üniversite A.Ş’nin çalışanları olarak üniversite bütçesini dolduracak işçiler olacaklardır. (Bunu nasıl yapacağı, bunu yaparken piyasanın


“kurtları”nın bu işe nasıl dahil olacağı da “danışma kurulları” kavramıyla birlikte tanımlanmakta.) Bu şekilde üniversiteler kar elde eden, sermaye biriktiren şirketlere, bilgi satan işletmelere döneceklerdir. Bilginin metalaşması ve tekelleşmesi olarak “girişimci üniversite” modeli ile kar getirmeyen her türlü bilgi yok sayılacak, bilimsel bilginin doğruluğu kapitalistlere kar getirip getirmediği dolayımında ölçülecektir. “Bu, kişinin kendi yaşam projesini gerçekleştirmesi ile ilgili bir taleptir ve buna itiraz edilebilecek tek nokta, talebin ücretsiz karşılanması olabilir.” Söz konusu olan kar etmek olunca öğrenciler de müşterilere dönüşür! Eğitimin toplumsal bağlamı, faydaları ve gerekleri bir köşeye atılarak bireyselleştirilir ve eğitim almak isteyen parasını ödemeye zorlanır.

“Danışma/yönetim kurulları” ya da üniversiteler üzerinde sermayenin artan hakimiyeti “Yükseköğretim kurumlarına daha az kaynak, ancak daha çok idari ve mali özerklik verme eğilimi nedeniyle, bakanlıklar üniversite yönetimindeki yetkilerini genellikle/çoğunlukla üniversitenin dış paydaşlarının yer aldığı yönetim kurullarına devretmektedirler.” Raporda, her üniversite için ilgili burjuvazi temsilcilerinin içerisinde yer alacağı “danışma/yönetim kurulları” oluşturulması öngörülüyor. Bilgi ve bilginin üretilerek direkt sermaye sahiplerinin kullanımına açılması, kızışan kapitalist rekabet içinde tek tek her bir sermaye kesimi için yaşamsal önemdedir. Önceki sermaye birikim biçiminin sürdürülemez olması, sermayeyi üniversiteleri bir sektör olarak yeniden işlevlendirmeye iterken, ar-ge faaliyetlerini daha ucuza, hatta neredeyse bedavaya getirip yüksek miktarda artı-değer sağlamanın yollarını aramaya itiyor. Önerilen model “girişimci üniversite” kapsamında üniversitenin tüm idari yapısının ve her yönüyle yönetiminin şirket CEO‘larıyla birlikte oluşturulacak olması anlamına geliyor. Üniversitelerin sermayeye entegrasyonu, sermayenin de üniversitelerdeki hakimiyetinin pekişmesi demek olan bu düzenlemeler esasında bugün de farklı düzeylerde birçok uygulamayla kendisini gösteriyor. Üstelik bu, kendi kanalında akan bir durumda da olmayıp ders programlarından bölüm açıp kapatmalara, akademik kadro şekillenmesinden projelere eğitimin tüm bileşimlerinin daha fazla paralı hale gelmesi demektir.

Üniversitelerin içi de dışı da bizi yakıyor Raporun “Türkiye İçin Yükseköğretim Vizyonu” bölümünde vizyon geliştirilmesi gereken üç alan şöyle konuluyor: “Günümüzde yükseköğretimden beklenen üç temel işlev vardır. Bunlar eğitim, bilgi üretimi (araştırma) ve kamusal hizmet işlevleridir.” Burada “ilginç” bir sınıflandırma söz konusu, zira eğitim ve araştırma kağıt üzerinde dahi kamusal hizmetin dışına atılmış durumda. Raporda “kamusal hizmet” olarak sunulanlardan biri ise “sanayinin ve ülke savunmasının gereksinmesini duyduğu yeniliklerin geliştirilmesi”, buyrun size kamusal hizmet! Kapitalistlerin “kamusal hizmet”ten anladıkları “toplum için, insan için” değil, sermayeyi büyütmek (azami kar) ve iktidarlarını sürdürebilmek içindir (azami egemenlik). Raporda eğitimin ayrı olarak alınması aslında çelişkili bir durum yaratmıyor. Raporda sık sık eğitimin “temel

eğitim” düzeyinde kamusal bir nitelikte ve parasız olduğu, “yükseköğretim düzeyinde” ise bir “tercih meselesi” olduğu, paralı olması gerektiği ve har(a)çların arttırılması “ihtiyacı” vurgulanıyor. Bunun rapor boyunca sayılan onlarca gerekçesinden biri ise alabildiğine demogojik: “Devlet üniversitelerinin finansmanına öğrenci katkısı % 4 düzeyinde kalmaktadır. Bu katkının artırılması konusunda toplumda oldukça yaygın bir direnç bulunmaktadır. Bu direnç öğrenciden alınan harç ve ücretlerin fırsat eşitsizliğini artıracağı konusundaki kaygıdan kaynaklanmaktadır. Oysa, harçların artırılmasını savunanlar da aynı kaygılardan yola çıkmaktadır. Onlar yükseköğretim düzeyine gelen öğrencilerin genellikle toplumun varlıklı kesimlerinden geldiğini, bu kesime hiçbir ücret almadan eğitim hizmetinin verilmesinin ülkenin varlıksız kesimlerinden varlıklı kesimlerine transfer anlamına geldiğini ileri sürmekte... harç ya da ücret almanın daha adil bir tutum olacağını savunmaktadır.” Belki de rapor boyunca bize edilebilecek en ağır küfür bu olsa gerek! Evet ne de olsa kapitalizmin temsilcileri tarafından bir süredir teorileştirilen “herkes eğitim almak, üniversiteye gitmek zorunda değil” görüşü yineleniyor. Böylece öğrenmiş oluyoruz ki eğitimin her kademesinin paralılaştırılması kaygısını sadece emekçi sınıflar ve öğrenciler değil, bu raporu önümüze koyan kapitalistler de duyuyor! Har(a)ç ya da ücret alınmasının daha adil bir biçimde nasıl olacağını her okuyucu gibi biz de merak ediyoruz. Raporda, paralı eğitimin gerekçelendirildiği kısımlarda “tercih meselesi” olarak görülen yükseköğretime giriş, raporun farklı bölümlerinde ise somut durumdan kaynaklı ayaklarını yere basmak durumunda kalıyor. Üniversite kapılarına “ekonomik sebeplerle” ciddi bir yığılma olduğundan bahsediliyor ve sorun işsizlik sorunuyla ilintilendiriliyor.

Öğrenci emeği sömürüsü ve “embedded” MYO’lar Yükseköğretimin finansmanı konusunda yine burjuvazinin getirdiği bildik bir öneriyle karşılaşıyoruz: öğrenci çalışma programları. Avrupa’da kısmi zamanlı öğrenci çalışma programlarının yaygınlığından birkaç örnekle bahsedildikten sonra, Türkiye’de de “eğitim sektörü”nde artık “pahalı” kadrolu işçi emeğinin ya da akademisyen yerine, sudan ucuz öğrenci emeğinin kullanılması yönünde önerilerde bulunuluyor. Asıl olarak çalışan öğrenci “piyasasının” kaynadığı yer olan meslek yüksekokullarına (MYO) ise raporda özel bir bölüm ayrılmış. Sermayenin nitelikli ara eleman kaynağı olan ve aynı zamanda da henüz eğitim sürecinde ucuz işgücü piyasasına işçi aktaran bu sömürü cehennemleri için burjuvazi öncelikle “yeterli önemi vermiyoruz” serzenişlerinde bulunarak konuya giriyor: “MYO’lar yükseköğretim sisteminde hep ikincil konumda kalmıştır. Böylece yeteri kadar önemi anlaşılmayıp, geri planda kalmış olan bu kurumlar, ne öğrenciler, ne de öğretim elemanları bakımından çekicilik kazanabilmiştir. Bu kadar büyük bir insangücü ve kaynağın verimsiz kullanılışına razı olunamayacağı için bu durum sürdürülemez.” “Ahlanıp vahlanılan” durum, bu okullardan ve öğrencilerinden bu kadar kar edebilecekken edilememesi, kaynakların heba olup gitmesidir! MYO’lara yönelik kapitalistlerin iştahı kabarırken vampir KOÇ’un düzenlediği “Meslek Lisesi Memleket Meselesi”(*) kampanyası benzeri kampanyaların yapılması ihtiyacı vurgulanmaktadır.

30


Bu okullar yerel piyasalar içine gömülü (embedded) olmalıdır.” Gömülü, içinde, yani içerili olan... Bu şu anlama geliyor: sermayenin MYO’lardan, MYO’ların yasal/idari yapısını bu biçimde oluşturarak büyük oranda artı-değer sızdırması.

Mikro kosmos!

Meslek lisesi ve MYO “kaynağının” değerlendirilmesi için atılan adımlar son yıllarda ciddi bir hız kazanmış durumda. Raporda MYO’ların üniversiteler içinde her anlamda “özerkliğinin” sağlanması üzerinde duruluyor ve yalnızca (başka hiçbir dolayıma girmeden) sermayenin avucunun içinde olması için gerekli düzenlemelerin yapılması isteniyor. Ayak bağı olan her türlü üniversite yönetmeliğinden de bağımsızlaşarak sermaye için zaman ve verimlilik kaybına yol açmayacak şekilde bir yeniden düzenlemeye ihtiyaç duyulmaktadır: “MYO’ların üniversite içindeki otonomileri artırılmalıdır. MYO’ların misyonu ve ethos’u üniversitenin diğer kısmından farklılıklar içermektedir. Bunun için MYO’ların yönetişiminde yerel ilgililerin (sermaye kesimlerinin b.n) katılımına olanak veren... farklı bir yönetişim biçimi geliştirilmelidir. Yöneticilerinin seçiminde akademik ölçütlerden çok (evet şapka düşmeye başlıyor b.n) MYO’ların misyonuna uygun önderlik yapabilme kapasitesi ağırlık kazanmalıdır.” Akademik ölçütler, bilimsel bilgi, öğrencilerin yeteneklerini geliştirebilecekleri, yeteneklerinin farkına varabilecekleri bir eğitim sistemi gereksizdir! Önemli olan piyasada kar elde edebilmek ve karımızı arttırabilmek için öğrencilerin bizim istediğimiz doğrultuda eğitim görmeleridir: Bize söylenen ve istenen budur! Makinenin birkaç parçasını öğrenecek ama değişen ihtiyaçlar doğrultusunda farklı işler verildiğinde bunlara da hızla uyum sağlayabilecek, hiçbir iş güvencesi olmayacak, işten atıldığında hakkını aramayacak, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü ortamda işten atılmamak için kölece çalışmaya ve yaşamaya baştan razı olacak, her türlü sendikal-sosyal-kültürel haktan soyulmuş, dahası bunu temel bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkarmayacak... kısacası başımızı ağrıtmayacak sınıf bilincinden yoksun bir işçi tipolojisi... MYO’lar bu durumu karşılayabilecek yeni ve gerçekten de duruma en uygun düşen kavram olarak “piyasalara gömülü” şeklinde tanımlanıyor: “MYO’ların başarılarının artırılmasına çalışılırken, bu kuruluşların yerel piyasalar için ara insan gücü eğitimini sağlamak amacıyla oluşturulmuş öğretim kurumları olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir.

Raporda MYO’lar yeniden tanımlanıyor. Başka hiçbir dolayıma girmeden yalnızca sermayenin avucunun içinde olması istenen MYO’lar için kullanılan yeni kavram: “piyasalara gömülü” MYO’lar...

Ortaya konan tüm bu tabloların ardından strateji raporunda bu yabancılaşmaya ve hoşnutsuzluklara da “çözüm” olarak, şimdiye kadar çıkan diğer taslak rapor ve tasarılarda olmayan yeni bir kavramla karşılaşıyoruz: “Üniversiteler, toplumları içinde hep özel kültürel mikro kozmoslar oluşturmuşlardır. Akılcılığın, açıklığın, zarafetin, cömertliğin, hoşgörünün hakim olduğu, canlı bir ortam oluşturmuşlardır. (...) üniversitenin piyasa süreçleri içinde gün geçtikçe daha çok yer alması ve toplumla olan sınırlarının yok olmaya başlaması, vb. gelişmeler üniversitenin tarih boyunca sahip olduğu farklı bir kurum olma özelliğinin göz ardı edilmesine neden olmaktadır.” Raporda hayatın karanlık gerçekliklerinden bir anda Elf Ülkesi’ne bir geçiş yapılıyor sanki: akılcılığın, zarafetin, cömertliğin mikro kosmosu! Piyasa çarkları içine her zamankinden çok girmiş ve bırakalım insanal değerleri eski burjuva etik değerleri dahi çiğneyip geçmiş olan üniversiteler için edilen bu sözler en fazlası, “Nerede bizim zamanımızdaki bayramlar?” türü bir nostaljik beklenti içerisinde olanların içlerini ferahlatacak türden. Etik denilen o şeyin temel ölçütü çıkarılan yasaların neoliberalizme uygun olup olmadığı, sorun çıkaran öğrencilerin katıksız bir faşizmle cezalandırılmasıdır.(**) Raporun farklı bir bölümünden etik konusunu okursak: “Sürekli değişen ve dönüşen günümüzün dünyasında, etik standartların sürekli olarak yeniden inşa edilmesi gerekmektedir.” Bu etik standartlarının nasıl değiştiğini (piyasa dolayımlı hale geldiğini) ise devamında görüyoruz: “Üniversitenin ürettiği kamu hizmetlerinin topluma sunuş biçimleri, fiyatlandırması, elde edilen gelirin bölüşüm biçimi...” Bu cümleler etik başlığının altında geçmektedir ve “değişen etik” kavramının yeni parametrelerini yeterince açıklamaktadır. Parametreler değişiyor, ihtiyaçlar değişiyor, artık burjuvazi çıtayı farklı bir yerden koyuyor. Bir dönemki koşullara, ihtiyaçlara, güçlerin durumuna ve araçlara göre şekillenmiş stratejiler, yeni dönemin ihtiyaçlarına yanıt veremez hale geldiği bugün değişiyor. Burjuvazinin stratejisini, değişen dönemin değerlendirmesi üzerinden kavramak gerekir. Bu noktada “aşılmış” dönemlerin ezber argümanları işimize yaramayacaktır; bizim de stratejimiz yeni düzlemden doğru argümanlarla olmalıdır. Önümüzdeki sayıda Yükseköğretim Strateji Raporu’nu incelemeye devam ederek “karşı stratejimizi” ortaya koyacağız. * KOÇ’un başlattığı “Meslek Lisesi Memleket Meselesi” kampanyası için bkz. sayfa 24: “Meslek Lisesi Sermaye Meselesi”

31

** Dergimizin 16. sayfasında yer alan “Soruşturmalar ve mücadele ekseni” yazımızın okunması yeterlidir.


Martin Edenʼi nasil bilirsiniz? Kimi eleştirmenlere göre Jack London’un hayatıyla özdeşleşen “Martin Eden” romanı, sınıf atlama hayali ile toplumsal çözülmenin tematik olarak atbaşı gittiği bir hikayeyi anlatır. London’un tüm eserlerinde görebileceğimiz çelişkili bireysel yaklaşımlara bu kitabında da rastlarız... Bir gemi işçisinin yaşamını, hayallerini ve bu hayallere ulaşma gayretini anlatan Jack London’un kimilerine göre hayatıyla da özdeşleşen romanıdır, “Martin Eden”. Hikaye ABD‘de, 19. yüzyılın ikinci yarısında, kapitalizmin yeni yeni palazlanmaya başladığı ve yoksul halkı baskı ve sömürü çarkları arasında azgınca ezmeye başladığı yıllarda gelişir.

Sınıf atlama hayali Romana adını da veren Martin Eden, zamanın çoğunu limanda ve meyhanelerde geçiren bir işçidir. Sık sık karıştığı kavgalardan birinde Arthur adlı bir aristokrat gencin hayatını kurtarır. Arthur da bu dostane davranışın altında kalmak istemez ve Martin’i evlerine davet eder. Böylelikle aristokrat bir eve girme ve o yaşamı dışardan da olsa gözlemleme şansına kavuşur. Martin, bu davet sırasında Arthur’un Ruth adındaki kız kardeşi ile tanışır. Aslında bu tanışmanın kendisi söz konusu sınıfla tanışmanın farklı bir boyutunu oluşturur ki Martin’in bu sınıfa duyduğu hayranlık Ruth’a duyduğu aşka da karşılık gelir. Ruth’un yaşantısı, dış görünüşü, “bilgisi” ve “kültürü” Martin’i büyüler; öyle ki Ruth’u “eşsiz, benzersiz bir düş perisi” gibi algılayacaktır. Sevdiği kızın dünyasının gizemi, çekiciliği karşısında büyülenen Martin, kültürlü ve güzel bir kadını etkileyebilme yolunun bilgi, kültür ve sanattan geçtiğine, dolayısıyla bu sınıfın bir bireyi olmanın da bu şekilde mümkün olabileceğine kanaat getirir. İşte o zaman hayatına dair farklı bir eğilim geliştirerek büyük bir sabır ve azimle çalışıp yazar olmaya karar verir. Artık halk kütüphanesinin müdavimi olan Martin, büyük bir açlıkla okumaya başlar. Yaşamını sürdü-

Romanda, aşkın temel devindirici olduğunu algılamaya vesile olan kurgu, ilerleyen bölümlerde sınıf atlama düşü ve aşkın düşsel, ulaşılmaz, platonik yapısı bağlamında kırılır. Çünkü buradaki aşkın temelleri tıpkı yazar olmaktan beklenenler kadar naif ve kırılgandır

32

rebilmek için çalışmak zorunda kaldığı zamanın dışındaki tüm zamanını okuyarak geçirir; sadece edebiyata duyduğu ilgi değil, aslında zengin olma düşüdür onu bu denli okumaya sevkeden. Kısacası sınıf atlama hayali ile toplumsal çözülmenin tematik olarak atbaşı gittiği bir hikayedir karşımızdaki. Romanda, aşkın temel devindirici olduğunu algılamaya vesile olan kurgu, ilerleyen bölümlerde sınıf atlama düşü ve aşkın düşsel-ulaşılmaz-platonik yapısı bağlamında kırılır. Çünkü buradaki aşkın temelleri tıpkı yazar olmaktan beklenenler kadar naif ve kırılgandır. Azmiyle okuru hayrete düşüren kahramanımız ekmeğinden, uykusundan vb. temel ihtiyaçlarından feragat ederek, sevdiği kadına ulaşmaya ve yazar olmaya, dolayısıyla sınıf atlamaya çalışır inatla. Azmiyle takdir edip göklere çıkardığımız Martin, azminin beklentilerini göz önüne aldığımızda zavallı bir mahluka dönüşür!

Burjuva sanat anlayışına indirilen darbe İlerleyen bölümlerde Martin’in, Ruth’un ailesi ile onların dostlarına, duyduğu hayranlık farklılaşacak ve tam karşıt bir duyguya dönüşecektir. Bu insanların sınıfsal konumları ve bilgilerinden başı dönen Martin, kendini geliştirdikçe durumun hiç de öyle olmadığını ve bu sınıfın birikim anlamında zafiyetli, ama aynı zamanda boşboğaz bir sınıf olduğunu anlamaya başlayacaktır. Özellikle bunların yaşamları ile söylemleri arasında tezatlık giderek bir öfke ve tiksintiye dönüşecektir Martin’de. Çünkü bunlar adeta ikiyüzlü bir oyun oynamakta ve tüm cahilliklerini gizlemek istercesine hiç bilmedikleri konular hakkında ukalaca davranıp gevezelik etmektedirler. Burjuvaların, konumlarını korumak ve zenginliklerini büyütmek dışında bir kaygıları olmadığını algı-


lar yavaş yavaş. İşte bu noktada bir zamanlar “kültür abidesi” olarak gördüğü, onca olanağa, kaynağa rağmen nasıl bu kadar cahil kaldıklarına şaşırdığı burjuvalar, Martin’in gözünde birer asalağa dönüşür.

“Başarı” arzusunun finalde yarattığı hayal kırıklığı ise son kalesini düşürür ve yazar kahramanının ipini çeker! Bir gemi yolculuğu sırasında uzun düşünsel, psikolojik gerilimler sonrasında Martin belki de bir arınma ögesi olarak kurgulanan, okyanusun masmavi sularına dalarak hayatını noktalar.

Her türlü olanaksızlık ve yoksulluğa rağmen (buna bir de manevi zorlukları eklemek gerek) Martin, inandığı yolda yürümeye devam eder. Ve bu azim sonunda meyvelerini vermeye başlayacak, o hep içinde yer almak istediği edebi camiaya katılacaktır. Önce belli dergilerde yayımladığı eserleriyle dikkat çekecek, ardından da yayımladığı ilk kitabı büyük satış rekorları kıracaktır. Öyle ki artık yayınevlerinin taleplerini bile karşılayamaz hale gelecektir. Bir makine gibi yazıp çizecek ancak bu da yeterli olmayacaktır. O da daha önce yayınevlerinden geri dönen, dalga geçilen, yayıncıların bakmaya bile tenezzül etmediği ürünlerini yayınlatacaktır; ama ne olduysa ünlendikten sonra o “atıl” eserleri bile yayıncılar ve okurlar tarafından kapış kapış alınacak, büyük telif paraları karşılığında yayımlanacaktır. Önceleri Ruth’un ailesi tarafından “hakir” görülüp aşağılanan bu genç, ünlendikten sonra sevgilisiyle de rahat rahat görüşebilecektir. Kısacası para Martin’e hayalini kurduğu her şeyin kapılarını aralayacaktır. Bu bakımdan roman, burjuva sanat anlayışının riyakarlığına da büyük darbeler indirmektedir. Yaratılan ürünlerin değer ölçütünün ne denli belirsiz ve aslolarak da meta (pazar) dolayımlı olduğunu, o yayınevleriyle dalga geçercesine yazıp gönderdiği ürünleriyle okuyucusuna aktarmaya çalışacaktır.

Çıkışsızlık Ancak romandaki asıl kopuş da bundan sonra başlayacaktır. Çünkü Martin’in onca sıkıntıya, eziyete katlanıp geldiği yer, bir “düş bahçesi” değil, kapitalist değerler dünyasının soğuk gerçekliği olacaktır. Düşlerinde daima göksel bir doruk olarak kurguladığı konumun getirdiği bütün olanaklar ona tiksinti vermeye, onu mutsuz etmeye (daha doğrusu aradığı mutluluğun “yalan” olduğunu göstermeye) başlayacaktır. Bundan sonrası Martin için sonun başlangıcı anlamına geliyor. Emeğiyle geçindiği günlerdeki güçlü ve coşkun kişiliğini özleyecek, ama bu dünyadan öteye de kendine bir çıkış bulamayacaktır. Bu çıkışsızlığın kendisi, aslında yazarın dünyaya bakışındaki bireysel kurtuluş imajının iflasından başka bir şey olmasa gerek. Nitekim Jack london, Nietsche’nin “üstün insan” söyleminden etkilenmiş, sosyalist ideolojiyle tanıştıktan sonra dahi bu yaklaşımı terketmemiştir. Birbirine karşıt bu iki yaklaşımı eklektik bir tarzda sentezlemeye çalıştığı, Acı Kuvvet, Vahşetin Çağrısı gibi romanlarında açıkça görülür. Eklektik bir sosyalizm anlayışının belirdiği Demir Ökçe ve Martin Eden’de de “üstün insan” temasının izleri silinmiş değildir. Martin’in temel motivasyonlarından biri olan “aşk” bağlamında çizdiği “göğün tanrıçası” profili zaten dudaklardaki bir vişne lekesiyle yeryüzüne inmiştir.

Bireyciliğe saldırı Üretim araçlarının gelişkinliği nasıl ki toplumsal gelişim-değişim dinamiklerini belirliyorsa, bireyin kurtuluş düşleri de bu bağlamda şekillenecektir. Zaten Jack London’un yaşadığı dönem içindeki “arayışıyları” bunu bir başka açıdan değerlendirme imkanı da sunar bizlere. Jack London’un çelişkili bireysel yaklaşımları ve maceraperest tutkuları onun birçok romanında yansır. (Ademden Önce, Demir Ökçe, Açlar Ordusu) Yazarın büyük içsel fırtınalarını romanlarında çizdiği karakterler üzerinden yansıttığını söylemek yanlış olmaz. Roman kahramanlarında cisimleşen bu kurgu, dram öğesiyle okuyucuyu kendine çeker. Kahramanlarını işlerken güçlü bir şekilde yaptığı ruhsal, düşünsel çözümlemeler romanlarındaki tadın asıl kaynakları olur. Bu anlamda eserleri de “edebiyatta zaman” noktasında özel bir yer edinip ve klasikler arasında addedilmeyi de hak eder.

Jack London: “Martin Eden, başkalarının ihtiyaçlarının farkına varmayan aşırı bir bireycidir. Hayalleri kaybolduğunda uğruna Son olarak sözü yazara bırakalım: yaşayacağı “Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim? hiçbir şey Martin Eden bendim. Martin Eden bir bireykalmaz” ciydi, bense bir sosyalist. İşte bu yüzden ben yaşamaya devam ediyorum ve işte bu yüzden Martin Eden öldü... Bu kitap bireyciliğe bir saldırıdır. Martin Eden, başkalarının ihtiyaçlarının farkına varmayan aşırı bir bireycidir. Hayalleri kaybolduğunda, uğrunda yaşayacağı hiçbir şey kalmaz.” Yapı Sanatevi

33

İstiklal Cad. Rumeli İşhanı C Blok. No: 35 Kat: 3 Beyoğlu, İstanbul (0212) 244 77 72 info@yapisanatevi.org


Her gün yaşamlarımızın orta yerinde yaşanıyor...

Atlari da vururlar 1930’lar Amerika’sında iki genç: Gloria ve Robert. Kapitalizmin büyük kriziyle birlikte altüst olan, işsizlikle birlikte hızla sefalete sürüklenen bir toplumun çıkış arayan insanlarından sadece ikisiydi. Yüzlerce çift gibi tüm umutlarını bağladıkları 1500 dolarlık ödülü olan bir dans yarışmasında, aç ve uykusuz durmaksızın yaptıkları 879 saat dansın ardından tükenerek çıkmışlardı yarışmadan. En uzun kalanın kazandığı çaresizlik içindeki ölüm danslarını kendileriyle aynı çıkışsızlığı yaşayan izleyenlerin gözleri önünde bedenlerinde onarılmaz yaralarla sonlandırmak zorunda kaldıklarında Gloria, kapitalizmin yuttuğu bacakları üzerinde sürünerek son sözlerini fısıldadı Robert’a: “vur beni”. Ve Robert polisin “neden öldürdün” sorusuna “atları da vururlar değil mi?” diyebildi sadece... Kriz yıllarında işsiz kaldığında öldürücü dans maratonlarında görevli olarak çalışan Horace McCoy’un sinemaya da uyarlanan “Atları da vururlar” romanının konusudur bu yokoluş hikayesi. Ve biz hiç de yabancısı değiliz bu hikayenin.

Kim gitsin? Kahramanlarını izlerken kendi durumumuzun daha iyi olduğunu düşünüp iç ferahlatır ya da onların yerine dansedip kazandığımızı düşleyerek iç geçiririz. Gencecik bedenlerimizi çürümüş sistemin yoz kültürü içinde eritir, zamanlarımızın tamamına el atan sistemin eğlencekültürel aktivite adı altında sunduklarıyla neoliberal yaşam tarzını gündelik yaşamımız içerisinden yeniden üretiriz. Sahnelerin biri biterken diğeri başlar, öldürücü bir maraton içerisine sokuluruz. Hem izler ve hem de yarışırız. Birilerinin çaresizliklerini, yalvarışlarını, alay edilişlerini, ağlayışlarını izlerken odamızdaki ekranlardan, “biz” olduğumuzu unuturuz. Sonra sahneye biz çıkarız. O sahnelerde bu kez biz aşağılanır, hakarete uğrar, onursuzlaştırılırız. Ama para, şan, şöhret hırsımız orada tutar bizi; koştuğumuz sahnelerde kazanmak için yarışırız. Yaşam boyu birbirimizle yarıştırıldığımızı da beyaz camın ardında yarışanlarla unuturuz. O sahnede o oyun neredeyse her gün oynanır, bizse izleriz. Ve biz izledikçe o oyun oynanmaya, o at koşturulmaya devam eder ve bir gün vurulur. “Kim Gitsin?” sorusu eşliğinde birileri gider birileri kalır. Kazanır ya da kaybederiz. Peki kazandığımızı sandığımız an kaybettiğimiz onuruzumuzu kim getirebilir bize? *** Ve başka bir yarışma, 5 sene öncesinin en çok konuşulan TV programı: “Dokun Bana.” Pistte dakikalar, saatler ve günler boyu duran bir otomobil, o otomobile bakakalan milyonlarca insan ve metaların dünyasında küçülen insanlığın her defasında ayaklar altına alınışı...

“Atları da vururlar” filminden bir sahne: Gloria ve Robert’in düşüşü

Otomobile dokunarak en uzun süre kim kalırsa arabayı kazanacak, dayanamayan kaybedecekmiş ne fark eder! Milyonlarca insan 24 saat canlı yayın yapan televizyonlardan bunu izlerken daha, birileri sürekli kazanıyor. İzledikçe oyunun kurallarını öğreniyoruz. En zorunlu ihtiyaçlar için (beslenme, dinlenme, temizlik) günde dört kez 20′şer dakikadan verilen molalar dışında hiç yemek yenmeyecek, uyunmayacak, sürekli ayakta ve eller otomobilin üstünde durulacak.

Bu hikaye hepimizin... Bir yerden tanıdık geliyor değil mi? Çalıştığımız işyerlerinde patronlar keyiflerince kurallar belirleyip bizi insanlık dışı koşullarda çalışmaya zorluyor. Gittiğimiz okullarda bizim adımıza belirlenmiş kurallara uymamız isteniyor. Uymadığımızda türlü çeşit ceza ile karşımıza çıkılıyor. İhtiyaçlarımız yerine metalaşmış ilişkiler, duygular, “sosyalkültürel etkinlik” paketçikleri geçiriliyor. Kar getirmediği için okullardaki kulüplerimiz kapatılır ya da oynayacağımız bir tiyatro oyunu “sakıncalı” bulunup reddedilirken etkinlik adı altında bir markanın defilesi için kolayca yer bulunabiliyor üniversitemizde. Boğaziçi Üniversitesi’nde “Orkid Ultra Dans Maratonu” adıyla yapılan ve saatlerce aralıksız dans ettikten sonra hala ayakta kalabilenlerin dereceye girdiği yarışmalarla “Atları da vururlar” romanı gerçeğe dönüşürken aynı üniversitede öğrencilerin kültür-sanat faaliyetlerini gerçekleştirmek istedikleri salonlar kapatılıyor. “Biri Bizi Gözetliyor” yarışma olmaktan çoktan çıkarak bizi gittiğimiz her yerde her an gözetleyip denetleyen mekanizmalar karşılıyor. Bu hikaye o kadar tanıdık ki öyle ya da böyle ama bir yerde mutlaka karşımıza çıkıyor. Peki biz Gloria ve Robert’ın hikayesini daha ne kadar izleyeceğiz? Görünürde onların ama aslında milyonlarcamızın olan bu hikayeyi? İnsan yerine koyulmayışımızın, aşağılanışımızın, gönüllü kulluğumuzun hikayesini? İzleyiciliğimizle birlikte bu hikayeyi sonlandıracak olan elbette bizden başkası değil. “Çekin ellerinizi üstümüzden” karşı koyuşuyla birlikte insanlık onurunu dirilttiğimiz ve “kader”imizi kendi ellerimizle değiştirdiğimiz zaman bu hikaye de son bulacak. n

34


par

adi

Postmodernizm ve Medya Postmodernizm, neoliberal yeniden yapılanma saldırısının felsefik-ideolojik arka planını oluşturmakla birlikte, konuyu tarihsel, toplumsal, ekonomik ve siyasal bağlantılarının derinliğinden ötürü temel konu başlıklarıyla ele alacağız. Yaptığımız dosya çalışmasıyla “gençliğin sesi” olma iddialarıyla yapılan anket ve her türlü postmodern ürünlere vereceğimiz cevap, gençliğin sınıfsal mücadelesinin temel eksenlerinde somutluğa dönüşecektir. Dosyamızın ilk ayağı olan medyayı bu sayıdan itibaren işlemeye başlıyoruz.

Emperyalizmin tekelci karakterine denk düşen basın ve yayın tekeli medya; özellikle 19. yüzyılın sonlarında bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerden beslenerek, egemen kültürün propagandasında en etkili araçlardan biri haline getirildi. 19. yüzyıl proletaryanın bağımsız bir sınıf olarak iktidar talebiyle yükseldiği, yaşanan şiddetli krizlerle kapitalizmin tekelci aşamaya evrildiği, burjuvazinin aydınlanmacı karakterini terk ettiği ve iki uzlaşmaz sınıfın çatışmalarının keskinleştiği tarihsel-toplumsal bir dönüm noktasıdır. Burjuvazinin, proletaryanın ideolojisi olarak yükselen Marksizm’e karşı, bütün gericilik birikimini yeniden hortlatarak bağrında toplaması ve komünizme savaş açması yine bu yüzyılda başlar. İlk proletarya devletine karşı antipropaganda malzemesi olarak Nietzsche’yi, sosyalizmin yıkılışından sonra ise Kant’ı felsefesinin önemli kaldıraçları haline getirir. Kapitalizmin 30’lu (aynı yıllarda faşizmin yükselmesi-faşizme karşı yapılan grevler ve faşizmin düşünsel temellerinin öncüsü olarak Nietzsche’nin kutsanması) ve 70’li yıllarda uluslararası ölçekte yaşadığı derin ekonomik ve siyasi kriz dönemleri, Keynesyen ekonomi politikalarının ve fordist üretimin miadını doldurduğu, kar oranlarının düşmesine karşı sermayenin birikim modelinin değişimini yapılandıracak esnek üretim ve esnek üretim organizasyonlarını aynı zamanda sınıf örgütlenmelerine ve devrimci yükselişlere (’68’li yıllar, gençlik hareketinin yükselmesi) karşı geliştirdiği yapısal bir değişim dönemidir. Bu değişim, üstyapıda “postmodern durum” olarak nitelendirilmiştir. Felsefeden kültür-sanata, eğitimden bilgiye, bilimden medya ve eğlenceye değin her şeyin artı-değer yaratacak şekilde metalar dünyasını büyütmesi, dolayısıyla da toplumsal ilişki

ve iletişimin de ancak meta dolayımıyla kurulmasını derinleştirmiştir.

Egemen sınıf, ezilen sınıf ve ara sosyal tabakalar içerisindeki hakimiyetini üretim araçlarına sahip olmasıyla, aynı zamanda manevi üretim araçlarına sahip ve emrinde olmasıyla da sürdürür

35

Jean Baudrillard, Michel Foucault, David Harvey ve Jean-François Lyotard’ın öncelleri bu değişime dair pek çok şey söyledi ancak kapitalizmin değişen yapısının felsefi temelleri bunlar kadar da cilalanamadı. Postmodernizmin öncüleri olarak burjuvazi tarafından göklere çıkarılmalarının asıl nedeni ise, sınıfı ve sınıf savaşımlarını reddetmeleridir. Dikkat edilirse bu düşünürlerin çoğunlukla yaşam bulduğu tarihsel süreçler, ezilen sınıf ve ulusların hoşnutsuzluklarının artarak savaşım yeteneğinin güçlendiği, sınıfsal özlem ve ihtiyaçlarına karşılık vermeyen sömürü yönetim ve egemenlik ilişkilerinin eskisi gibi yürütülemediği siyasal-ekonomik kriz dönemleridir. Yönetememe krizi; kitle yönetimi, asıl olarak ise sınıf hakimiyeti sorunudur. Egemen sınıf, ezilen sınıf ve ara sosyal tabakalar içerisindeki hakimiyetini üretim araçlarına sahip olmasıyla, aynı zamanda manevi üretim araçlarına sahip ve emrinde olmasıyla da sürdürür. Manevi üretim araçlarının egemen sınıfın hakimiyetini pekiştirecek ve yeniden üretecek bir yapıda olması, uzlaşmaz karşıt sınıflardan oluşan toplum içinde somutlaşan kültür ve kültürü oluşturan öğelerin değişime-dönüşüme uğratılmasıyla ve bu da ancak “toplumun birlik ve beraberliğini” görünürde bozmayacak ilişkilerin üretilmesi ve devamlılığının sağlama alınmasıyla mümkündür. Burada burjuvazinin imdadına yetişen postmodernizm; “toplumun birlik ve beraberliğini” bozmayacak, sınıfsal ilişki ve iletişimi sınıf işbirlikçiliği (korporotivizm) temelinde düzenleyecek yegane dayanaktır. Postmodernizm, gerek toplumsal-sınıfsal huzursuzluk ve devlet karşıtlığının giderek büyümesinin bastırılmasında kullanılmış, gerekse de aza-

gm

a


mi kara engel olan eski modellerin-politikaların değişime uğratılarak sosyalizme alternatif kültürel değişim olarak başrole getirilmiştir. Postmodernizmin asıl koktuğu yer ise neden-sonuç ilişkisini yadsıyarak biçime indirgeyen yaklaşımı; zaman-mekan gerçekliğinden uzaklaştırılmış tarihselliği; göreli ve kaotik bir gelecek hayaline dayanan yüzeysel, esnek, her şeyin akıp geçtiği, anın yaşandığı bir imajlar dünyasını emek-sermaye çelişkisini hasıraltı ederek yaratmasıdır.

Bir kuşak nasıl yaratılır? Türkiye’de 12 Eylül sonrası kuşağın faşist zora dayanarak yaratılan apolitizasyonu; manevi değerlerin-bilincin oluşumundaki öğelerin bozulması, birbiriyle alakasız olan ne varsa (tarihsel-toplumsal öneminin/içeriğinin bir yana bırakılarak) bir araya getirilmesi ve “ne görülüyorsa onun alınmasını” sağlayan postmodern iletişim ve onun bir ayağı olan medya aracılığıyla kişilik ve kimlik kaybına da uğratılarak derinleştirilmiştir. Yeri gelmişken televizyonlardaki tartışma programlarının, serbestliğin kürsülüğünü bu yöntemlerle yaptığını hatırlatalım. Abbas Güçlü’nün yapımcılığındaki Genç Bakış’tan Savaş Ay’a kadar çeşitli yelpazede uzanan bu tartışma programlarında oradan oraya atlanarak birbiriyle içsel bağlantıları kurulmayan (parça-bütün ilişkisi, bağımlılık, devinim, çelişme, değişkenlik, içerik-biçim...) sorunların çözümü de hiçbir netlik ve tutarlılık taşımayan, sınıfsallığın ve sınıf ilişkilerinin, çatışmalarının gizlenmesinin birincil amaç haline getirilmesiyle kişilere ve anlık olaylara bağlanmıştır. Aynı durumu her kanalda gece-gündüz yayınlanmakta olan kadın programlarında, dizilerde ve hatta saat başı haberlerde de görebiliriz. Töre ve ağalık dizileri, kurtuluş savaşı dizileri, sihir ve mistisizm dizileri, polisiye-mafya dizileri, ahiret dizileri, romanların günümüze uyarlanan yeni versiyonları... Her birinin bir amacı ve hedefine aldığı bir izleyici kitlesi vardır. Burjuva medyada işlenen postmodernist imgelerin, kurguların, tiplerin gerçekliği yoktur fakat onlar birer meta oldukları ölçüde gerçektirler ve sunuluşundan tüketilmesine kadar geçen zaman içinde meta değeri taşır ve tüketimiyle (rating) ölçülürler. Buradaki tüketimden kasıt ise, toplumsal ilişki ve iletişimin metalaştırılması ve postmodernizmin ruhuna uygun olarak bu ilişki ve iletişimin (biçimlerinin) hızla toplumsallaşmasıdır. Burjuva medya yarattığı tipleri “ya tutarsa” diye değil, toplumsal-sınıfsal ihtiyaçları çok iyi bildiğinden, bunları bilinçsel-duygusal düzlemde soğurmak; kitlelerin ihtiyaç ve özlemlerini, ilişki ve iletişimini sermayenin ve sermayenin yeni birikim modelinin hedefleri doğrultusunda kullanmak; bu ihtiyaçları farklılaştırmak için üretir. Liselilerin, güç (Polat Alemdar rolü) ve marka (Hülya Avşar)’da simgeleşen tipleri idol olarak benimsemesinin ve onları taklit etmesinin arkasında yatan psiko-sosyal neden “bağımsız-özgür” olma

“Tartışma programı” adı altındaki postmodern bulamaçlarda hiçbir tutarlılık taşımayan içsel bağlantılardan yoksun “tartışmalar” yapılarak sınıfsal ilişki ve çelişkilerin üstü örtülmeye, sorunlar kişilere ve anlık olaylara bağlanmaya çalışılır

36

istemleridir. Bu bağımlılık, aile-okul-okul yönetimi ve çevreleyen ilişkilerindeki özgürlük yoksunluğu ve gelecek beklentisizliğinde yatmaktadır. Öğretmeninden dayak yer, ailesi için bir geçim kapısı-gelecek beklentisidir, kendi ayakları üzerinde duramaz, toplumsal olarak bir statü (lafı dinlenir) sahibi değildir. Birey olarak söz söylemeye kalktığı anda önce ailede, sonra okulunda susturulur. Gücü ve markayı öne çıkaran TV dizi ve programları (Hayat Bilgisi, Kurtlar Vadisi, Acı Hayat...) tam da bu kesim içindir, bunları kendi yaşantılarının bir ifadesi olarak görür ve öyle davranırlar. Üniversiteli gençliğin; Cem Yılmaz, Beyaz ve bu tayfada bulduğu da çok farklı değildir. Bu kişiler ve programlar aracılığıyla ifade edildikleri ve anlaşıldıkları yanılsaması yaratılmaktadır. Hem üniversiteli gençliğin hem de emekçi ailelerin beğeniyle izlediği Avrupa Yakası’nda çizgili pijamasıyla rol alan Gafur ile Burhan’ın izlenme oranları da hayli yüksektir. Hangi kesimin hangi dizi ve programları neden izlediğini çözümlemek için, onları üretimde durdukları yerle tanımlamak-anlamak gerekir. Bir işçi hayatı boyunca çalışmaya mahkumdur, bu onun moral bozukluğunun da kaynağıdır, çünkü kendisi ve toplum için değil bir başkası için üretir. Bu onun insanlıktan çıkması için yeter de artar bir nedendir; aşağılayıcı ve ağır çalışma koşullarında çalışarak aldığı üç kuruş, kendini daha çok insan hissetmesine yetmez. Kendini insan olarak var edebileceği yeni toplumsal ilişkilere girmek ister. Liseli, üniversiteli, işçi, kadın... Kitleler, farklı düzeylerde yaşadıkları cinnetten farklı bir toplumsallaşma ihtiyacıyla kurtulmayı isterler. Ancak, toplumu cinnet eşiğine getiren çöküntünün temel nedeni kapitalist üretim ve onun üretim ilişkileri olduğu için bu ilişki biçimi ortadan kaldırılmadan çöküntü de ortadan kalkmayacak; sadece o diziden bu diziye, futbola ötelenip duracaktır. Fakat bu “ötelenme” günümüzde daha derin bir kırılmaya, çöküntüye, çürümeye, sınıfsal ve toplumsal bir çözülmeye yol açmaktadır. Dizilerde yaşanan aşklar, umutlar izleyicinin duygu ve düşünceleridir; daha doğrusu böyleymiş gibi gö-


rünür. Gerçek ve hayal gücü birbirine karışmıştır; gerçek biçimdir, görünendir, görünen ise sanal bir kurmacadan ibarettir. Günümüzde birey artık öylesine yoğun bir ideo-kültürel bombardıman altındadır ki meta çekim etkisi doğrudan ve en önemlisi de medya aracılığıyla yapılmaktadır. Bu bir hapsedilme sürecidir aynı zamanda. Bireyciliğin pompalanması, gerçeğin yerine kurgunun medya aracılığıyla geçirilmesi. Bu süreç aynı zamanda gerçek üzerinde düşüncelerin de bir bozunuma uğratılmasıdır. Böyle bir ortamda yanlış ile doğrunun ayırt edilebilmesi de zorlaşır. Soyutluk başköşeye oturur. Anlamsızlık, toplumsal varoluşun ve biçiminin kavranamaması, ona yabancılaşılması. Gerçeklik; kafalarda uçucu bir madde biçimini aldığında artık medya kahramanları da taklit edilmeye başlanır. Bu taklidin kitlelerin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal yoksunluk ve yoksulluklarla doğrudan alakası vardır. Örneğin kadının özgürlüğü (özgürlük yoksunluğu), giyim ve süse indirgenerek kadın metalaştırılır. Kadının sınıfsal bağımsızlığının yerine bireysel bağımsızlığı konur ve korunur. Kadının yüzyıldır süren sınıfsal özgürlük mücadelesi bir çırpıda hafızalardan silinerek ortadan kaldırılmış olur. Siyahların rap dansı ve müziği öncesine kadar aşağılanırken, şimdi ise dans yarışmalarında fiziksel estetik olarak sunulmaktadır. Bu yarışmalara katılan gençlerin çoğu yaşadıkları sefaletten kurtulma umudu, ünlü olma beklentisini taşımaktadır. Gençlerin büyük bir kesimi bu müzikleri dinliyor, üretiyor, dans ediyor ve sarkık pantolonları, dökümlü tişörtleriyle sokağın bir köşesinde figürlerini birbirlerine sergiliyor. Mafyacılık olağanlaştırılarak yeni yetme Polatlar kaynağını sistemden alan öfkesini nereye-nasıl yönelteceğini bilmiyor, en yakın arkadaşını bıçaklıyor, kapitalizmin rekabetçi doğasına uygun olarak güçlü güçsüzü eziyor.

Özellikle dizilerde yaşanan hayatlar, gerçeğin ta kendisiymiş yanılsaması yarattığı için kitleler de günlük hayatlarında kendilerini orada öğrendikleri çaresizlikle, boşvermişlikle, sınıf atlama hayalleriyle ifade ediyorlar. Yoksulluk, yoksunluk, sefalet, acı, şiddet, intihar, çürüme, umutsuzluk, geleceksizlik... Tüm bunlar sanki kapitalizmin eseri değilmiş gibi mutlaklaştırıldığı için, bireysel tepkiler sınıf tepki-

sine dönüşemeden başından bitiriliyor. Sınıfsızlaştırılan, özne olarak yadsınan bireyin (çünkü artık o, tarihi yapan bir özne değil, tarihte sürüklenen bir nesneye dönüşmüştür) özgürlüğünün bittiği yerde burjuvazinin iktidarı, emekçi sınıfı, gençliği istediği gibi ezme, yönetme, kişiliksizleştirme özgürlüğü başlıyor. Bir kuşak böyle yaratılıyor!

Herkese demokrasi, herkese özgürlük

Günümüzde birey artık öylesine yoğun bir ideo-kültürel bombardıman altındadır ki, meta çekim etkisi doğrudan medya aracılığıyla yapılmaktadır

Acımış hayatlar, çakal vadileri, deli yürekler... Mafyatik temelli bir gücün öne çıkarıldığı dizilerde “aktörler” bile değişmiyor!

37

Emekçi sınıfın-gençliğin ihtiyaçları, basit bir seçme özgürlüğüne indirgenerek; birçok kültürün, rengin, çeşidin bir arada demokratik ve özgür bir şekilde yaşayabileceği medya aracılığıyla içselleştirilerek, sorunun odağına “Yönetilebilir Demokrasi” konmaktadır. Diyalektik materyalizmin “hem o hem bu” sorgulamasıyla birlikte iç içe geçmiş “ya ya da-ne ne de” sorgulamasında somutlaşan karşıtların birliği ve savaşımı çarpıtılarak uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının bir arada bulunabileceği öğretilir. Gençliğin ve gençlik hareketlerinin yapısına yapışmış kaypaklık ve kayganlık rengini buradan, postmodernizmin içi boşaltılan özgürlük ve katılımcılığından alır. Kendini ifade etmekte zorlanan, duygu ve düşünceleri körleşmiş, geleceği kafasında canlandıramayan bir gençliktir bu. Marmara Üniversitesi öğrencilerinin ’99 yılında yapılan bir ankete verdiği “sosyal-demokrat, sosyal-faşist, liberal-genç” vb. cevaplar çok katmanlı-çoğul anlamlandırmanın yapısına uygun olarak verilmiştir. Aynı şey işçilerin kendilerini önce işçi olarak değil; FB’liyim, Çorumluyum, evliyim vb. şeklinde tanımlamaları için de geçerlidir. Sınıf kimliğinden ziyade sosyal aidiyet ilişkileriyle kendilerini tanımlamaları, kolektif sınıf bilincinin oluşmasında birer engele dönüşür. Örneğin üretimde sosyalist sistemden alınarak burjuvazinin kendi sınıfsal ihtiyaçlarına uyarlanmış Toplam Kalite Yönetimi, İnsan Kaynakları Yönetimi, Kalite Çemberleri vb. günlük yaşamda sivil toplumculuğun kabul görmesiyle karşımıza çıkar. Sınıf işbirlikçiliğini derinleştiren sivil toplumculuk veya kalite yönetimleri; işyerinin işçinin olduğu yanılsamasını yaratarak ezilen-sömürülen değil, kendi istek ve iradesiyle orada kendi kendini ezen (yöneten) bir “özne” olarak tanımlamasını sağlar. Diğer yandan medya aracılığıyla yapılan postmodern kültürel kuşatmanın etkisiyle çok katmanlıçoğul anlamlı “özneliğini” seçerek özgürleştiğini, söz söylediğini zanneder. Bu ise, devletin (burjuvazinin baskı ve zor aracı olan mekanizmasının) ve burjuva ideo-kültürünün sağlamlaştırılmasına denk düşer. Kavramların, değerlerin altüst olduğu bu çürümüş düzende yaşananları şaşkınlıkla, onun akıntısına kapılıp izlemeyeceğiz. Çünkü bizler tarihi yapan-yapacak olan özneleriz. Gereksinimlerimizi karşılayabilecek şekilde toplumsallaşmak, herkesin emeğine ve yeteneğine göre çalışabileceği ve yaşayabileceği bir sistem yaratmak, bunun mücadelesi üzerinde yükselecektir. n


. BU IP ONU BOGACAK! “Kutsal aile” çöküyor...

Pencerenin puslu camlarını sildi, dışarıya bakmak istedi. Başını henüz kaldırmıştı ki bir tokat yapıştı yüzüne. Eskiden olsa “annenin vurduğu yerde gül biter” derdi ama bu kez demedi. Biraz durdu nefes aldı son hızla mutfaktan kapıp geldiği bıçağı karnına sapladı. Bıçağı kaç kez sapladı bilmiyoruz. Olay nerede geçti bilmiyoruz. Ama hemen her gün buna benzer şeyleri televizyonlarda radyolarda gazetelerde görüyor duyuyor okuyoruz. Ya da artık bunların hiçbirini yap(a)mıyoruz mu demeliydik? Artık öyle alıştık ki aile içi şiddet, cinnet, cinayet haberlerine, tekil ya da çoğul tecavüzlere, depresyonlara, intiharlara... alıştık alıştık ve sonra saymayı bile bıraktık. Hem zaten bıçağın kaç defa saplandığının ne önemi vardı ki? Evet, bunun önemi olmayabilir belki ama bu ağır kokuya mide bulantımız eşlik etmiyorsa eğer bir zahmet orada durun. İşte o zaman o bıçak o birinin karnında değil insanlığımızın tam ortasında duruyor demektir.

Bireyler arasında hiçbir doğal ilişki biçimine yer bırakmayan bir şekilde yayılan meta ilişkileri, aileyi de ortadan kaldırmakta, tüm geleneksel anne, baba, çocuk rolleri tarihe karışmaktadır

38

*** Daha geçenlerde İzmir’de 15 yaşında liseli bir genç babasından yediği dayağın hıncını, ertesi gün geldiği sınıfında kendini öldürme girişimiyle aldı. Arkadaşlarının ve öğretmeninin gözü önünde bıçağını çıkarıp ölmek istediğini söyledi ve kendini karnından defalarca yaraladı. Karakola götürüldüğünde babasının kendisine sürekli şiddet uyguladığını, derslerindeki başarısızlığının da buna eklenmesiyle bunalıma girdiğini ve intihar girişiminde bulunduğunu söyleyen gencin babası hakkında ‘aile fertlerine kötü muamele’ suçundan yasal işlem başlatıldı. Babanın ifadesi ise çok şey anlatıyordu: “Oğlumla yaşadığımız tartışma sırasında kendisine birkaç tokat attım. Ancak bunlar sürekli olan şeyler değil.” Ailemize ne oldu? Annemize, babamıza, kardeşlerimize? Eskiden çok sevilirlerdi de şimdi sevilmez mi oldular yoksa büyücü geldi de tüm sihri mi bozuldu evimizin? Yoksa sihir diye bir şey yoktu da biz mi inanırdık küçücükken? Öyleyse biz çoktan büyüdük mü?

Depremlerle sarsılıyoruz kaç zamandır. Ama sarsıntılar henüz bitmiş değil. Bir büyük toplumsal dönüşüm içerisinde altyapıdan üstyapıya her şey yeniden yapılanırken eskiye dair tüm kalıntılar teker teker yok olmakta, kalıplar parçalanmakta, her türlü töre, gelenek ve alışkanlığın yerini hızla yenisi almaktadır. 17 aylık bebeğe annesinin gözü önünde tecavüz edildi. Çorum’da bir adam birlikte yaşadığı kadının 2.5 yaşındaki çocuğunu yaramazlık yaptığı gerekçesiyle dövdükten sonra ağlamasına dayanamayıp odanın duvarına fırlattı, bir baba çocuğuna tecavüz etti, Adana’da 17 yaşındaki bir lise öğrencisi ablasını erkek arkadaşı var diye boğarak öldürdü ve İstanbul’da bir bakıcı 4,5 aylık bir bebeği döverek öldürdü... Bireyler arasında hiçbir doğal ilişki biçimine yer bırakmayacak biçimde yayılan meta ilişkileri, aileyi de ortadan kaldırmakta; şimdi tüm o geleneksel roller tarihe karışmaktadır: Ne dünkü otoriter baba, ne çocuğunu şefkatle büyüten sevgili anne, ne de söz dinleyen uslu çocuk...

Bozbulanık bir nehir Uluslararası Politik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (UPSAM) tarafından gençler arasında yapılan bir araştırma sigara, alkol ve uyuşturucu kullanımının hat safhada olduğunu göstermektedir. Ve yine aynı araştırmanın, gençlerin kurtların vadisinde dolaşmakla kalmayıp Polat Alemdar olmak için çığlık attıklarını göstermesi dehşet vericidir. Toplumsal çürüme ve kokuşmanın en koyu tonlarıyla resmedildiği kurtların vadisinde gençliği unutturulan, müthiş bir uyuşma haliyle mafyalığa soyundurulan, kazanmak için peşinde koşacağı en dinamik yıllarında geleceği kaybettirilen bir gençlik... Ama tüm bunlara şaşırmamak gerek. Bir taraftaki sermaye birikimine diğer taraftaki sefalet birikiminin eşlik etmesinin kaçınılmaz sonuçlarıdır bunlar. Bu sonuçlar-


dan bir diğeri de kısa yoldan para kazanma isteğinin körüklenişi, köşe dönmeciliğin artmış oluşudur. Cazibesine kapılınıp onu elde etmek için her yol mübah sayılmış ve böylece mafyalaşma, çeteleşme, uyuşturucu, kapkaç, fuhuş ciddi bir taban bulmuştur gençler arasında. Hatta bu durum o kadar doğallaştırılmıştır ki bunun dışındaki her yol enayilik olarak görülmeye bile başlanmıştır. Düşkünleştirilen gençlik bataklığa saplandıkça çıkamamakta ve çıkamadıkça o batağın derinlerine çekilmektedir. Değerler erozyona uğramakta, kişilikler parçalanmakta, çürüyen sistem çürütmektedir. Sistem kendini sermaye birikimi temelinde yeniden üretmekte ve toplumun kendini yeniden üretim sürecindeki herhangi bir tıkanma da sistemin kendini yeniden üretememesi anlamına gelmektedir. Ve gençlik üzerine yapılan araştırmaların biricik nedeni de sözü edilen sonuçların sermayenin azami sömürü-azami egemenlik yasası önünde koca bir engel haline gelişidir. Farklı yönde çözülmeler de mümkündür. Geleneksel olan her şey çözülürken eski algı biçimleri, tercih ve beğenilerin yerini yenileri almaktadır. Bir zamanlar gıptayla baktığı anne/babasını hor gören, arkadaşlarının karşısına çıkmalarından bile utanan çocuklar vardır örneğin ve bunlar çoğu durumda işçi- emekçi ailelerin çocuklarıdır. Sınıf atlama hayalleri kura kura onların her şeyi ait oldukları sınıfa değil ama karşı kıyıdaki eve hasredilmiştir. Yelkenli gemilerde bir büyük yolculuğa çıkılacak, er ya da geç karşı kıyıdaki o muhteşem eve varılacaktır. Çocuklar bu hayallerle yanıp tutuşadursunlar anne/babalar da “kadir kıymet bilmez” bir kuşaktan dert yanmaktadır: Zamane gençliğinin -kız olsun erkek olsun fark etmez- “saçı uzun aklı kısa”dır, hem o dili de gereğinden fazla uzamıştır! Bu kuşak ne kadar kendine ait hayatı olduğunu söylese de, birilerine öykünme halinden kendini kurtaramamak-

Ve gençlik, bozbulanık bir nehirde akıntıya karşı yüzmekte değil akıntıyla birlikte sürüklenmektedir. Boğulmasının nedeni su yutması falan da değil vücudunu işte büsbütün akıntıya kaptırmasıdır.

Ucuz işgücü piyasasının çıplakları

ta, kendisi olamadan başkalarının ağzıyla konuşup başkalarının hayatını yaşamaktadır. “Kuşak çatışması” adı verilen durum bu kadar yüzeysel bir şekilde ele alınamaz elbette: Bilinçsizce de olsa yaşamını sermayenin ihtiyaçlarına göre biçimlendiren bir kuşaktır bu. Sorunun bir yönü buysa bir diğer yönü sallandırmalı bulamaç halinde nereye gidersek gidelim orada karşımıza çıkan sistemin ideo-kültürel saldırıları ve buna karşı yeterince güçlü araçların geliştirilememiş oluşudur. Şimdi “hisset”me ve “yaşa”ma zamanıdır, büyük bir hızla ayaküstü tüketip özgür olma zamanıdır. Ve ışıltıların büyüsü altında intiharlarla ödeme pahasına da olsa bonuslu renklerin çeşitliliğiyle yeni şeyler almalıdır. Karşılığı intiharlar olan kartların renksizliğinde gençliğe sunulan geleceksizliğin resmi daha iyi çizilebilir mi bilinmez ama yüzeyselliğin doruk noktasında markaların tanrıkentlerinde blucinlerle, parfüm kokularıyla, genç turkcell biletleriyle aşklar da tüketilir hale gelmiştir. Sermaye birikimi artmakta, kapitalist üretim ilişkileri gelişmekte ve bu ilişki biçimi yaşamımızın her alanına yayılırken insanlar arasındaki ilişkinin yerini nesneler arası ilişki almaktadır. Her şey ama her şey metalaşıp vitrinlere çıkarılırken gençlik de bu etkiye kapılıp uçuşan hayalleriyle birlikte çukurun dibine yaklaşmaktadır. Kapitalizmin yarattığı metalar dünyasının gençleri tuttuğu yerden sürüklediği dipsiz bir kuyudur bu. Meta fetişizmi bir örümcek ağı gibi tüm vücudu sarmakta, veba gibi büyük insanlığın yakasına yapışmaktadır.

Cinnet, cinayet, tecavüz, depresyon, intihar... İnsanlar arası ilişkinin yerini metalar arası ilişki aldığı oranda insan da insanlığından çıkmaktadır

39

Kapitalizm tüm ezberini bozmuş, bir zamanlar öğrenip öğrettiği ne varsa hepsini yerle bir etmiştir. Örneğin yerlere göklere sığdıramadığı aileyi kendi elleriyle yeryüzüne indirmiş, tüm aile fertlerini çalışmak zorunda bırakarak sınırsızca sömürülmekle ödüllendirmiş, kadını ve çocuğu da böylece ucuz işgücü piyasasının çıplakları olarak sahneye sürmüştür. Toplumsal ihtiyaçların büyüyüp çeşitlendiği bugün eskiden farklı olarak bir aileden tek bir kişinin çalışması geçimi sağlamaya yetmemekte, ama şimdi sahneye birkaç kişi de çıksa bu insanca yaşamı değil ancak sürünerek geçinmeyi sağlamaktadır. Başta ücretleri bastırmakta kullandığı kadın ve çocuk emeği sayesinde verimliliği de artırarak çarklarını hızlandıran kapitalizm; şimdiye kadar eşi benzeri görülmedik derecede ağırlaşıp çeşitlenen saldırıları ile emek tahribatını artırmış, yaşam süresini de kısaltmıştır. Kadın ve erkekler artık erken evlenip bol çocuk yapan “öğütücüler” haline gelmiştir. Çocuklar basit ticaret nesneleri ve iş araçları, ebeveynler de köle tüccarlarıdır artık: “Sigortam olmasın da çocuğum olsun yeter!” hesabı geleceğe yatırım diye çocuk yapan bir aile ve bağımlılık sınırları içerisinde tüm geleceğini artık anne/ babadan başka her şeye benzeyen bu tüccarlara hasredip köle haline gelen, çoğu durumda da uyuşturucu ve fuhuş bataklığına saplanan çocuk... (Uyuşturucuya başlama yaşı 13 iken fuhuş için bu yaş 10’a kadar düşmüş durumda) Kopkoyu bir geleceksizlik içinde tek sermaye olarak görüldüğü için dünyaya getirilen, besleyip büyütülmeyip hemen sokaklara salınan ve eline bakılan çocuğun eve getirdiği para ölçüsünde değer görüşü... İşte kapitalizmin çocuğa verdiği değer bu!


Ve tüm bu saldırılardan sonra emek gücünün yeniden üretilmesi işini devralan kadının önceki “sevgili anne” konumu... Kendi hayatından vazgeçip tüm hayatını çocuğuna adayan bu sevgili annenin doğumunun sonrasında hemen ilk fırsatta unutuluşu... Sistemin unuttuğu kadın... Sistemin unutmakla kalmayıp küfredip aşağıladığı, sürüklediği, yerden yere vurduğu kadın... “Ev kadını” rolüne “çalışan kadın” rolünün eklenmesiyle toplumsallaştırılan ve fakat özgürleşmiş değil ev köleliğinin üstüne ücretli köleliğin eklenmiş olduğu kadın... Bir taraftan devletin dini, ailenin düzeni aşkına korunmaya çalışılan namus, aile meclisleri ve cinayetleriyle törenin yerine getirilişi; bir taraftan sermaye birikimini artırdığı ölçüde o çok sözü edilip şakşaklanan namusun özgürlük nağmeleri eşliğinde ayaklar altına alınışı... Ve işte bu da kapitalizmin kadına biçtiği değer. Hangisi işine gelirse o oyunun oynandığı bir sahne... Ev köleliğine mahkum edilen kadının ilk kez kapitalist sömürünün biçtiği sefalet giysileri ile ödüllendirildikten sonra fuhuş ile bir kez daha sahneye çıkarılıp nesnenin nesnesi haline getirilişi... Gündüzleri “namuslu eş” rolündeki kadının geceleri bedenini pazarlamak üzere satılığa çıkarılışı... Erkeğin istediğiyle birlikte olma “özgürlüğü”nün kadın için yalnızca bedenini satma “zorunluluğu” anlamına gelişi... Ve yılların ezilmişliğinin yüreğinde nasır bağladığı kadının bilinçli/ bilinçsiz uykuyla uyanıklık arası -mutfak ile yatak arasında gidip gelirken- oyma işler gibi işlediği ve yaşamı boyunca değiştiremeyeceğini düşündüğü kaderinin önünde bir kez daha boyun eğip öğrenilmiş çaresizliğine kurban gidişi...

Krizin eşiğinde Artı-değer sömürüsü derinleştikçe tüm zamanlara da kapitalistler tarafından el konmaktadır. Aşırı çalışma sonucu aile fertleri bırakalım birbirine zaman

ayırmayı birbirinin yüzünü görmez hale gelmiştir. O evler işten/ okuldan sonra dönülen ve en iyi ihtimalle birkaç saatlik dinlenmeden sonra hemen uykuya dalınan “yatak odacıkları”dır artık. Ne eşlerin birbirine, ne de ebeveynlerin çocuklarına ayıracak zamanları vardır. Kapitalist sömürü çarklarında öğütülen bireyler “Yarın yine olacak ve ben yine kahrolacağım” diye düşünerek geçirmektedir uyku ile çalışma arasında kalan zamanlarını da. Kapitalist işbölümü, toplumu bireyden ayırıp sonra da parçalamaktadır. Toplumla birlikte ailedeki her bir bireyi parçalamasının sonucu olarak birbirini anlayamama, birbirinin sorunlarına kayıtsızlık, birbirine yabancılaşma ve bundan daha fazlası yaşanmaktadır. Ve şimdi aynı odada yanyana ama yalnız, yakın görünse de alabildiğine uzak, birbirine yabancı, hatta düşman insancıklar durmaktadır. Yabancılaşma öyle bir boyuttadır ki hiçbir paylaşım içine girmeyen ve insan olduğunu unutan bireyler hemen ilk fırsatta birbirinin boğazına yapışmaktadır. Tabulaştırılıp kutsanan ne varsa şimdi yerle bir olmakta ve burada da karşımıza sevgili “kutsal aile”miz çıkmaktadır. Tek eşli burjuva aile kurumunun ortaya çıkışına özel mülkiyet ile birlikte kadının ev kölesi haline getirilişi eşlik etmektedir. Bu, kadının ezilmişliğinin tarihidir aynı zamanda. (İlk toplumsal işbölümü aile içinde son derece doğal bir biçimde yapıldıysa da bunun kaçınılmaz sonucu kadın ve çocukların erkeğin, çocuklarınsa ebeveynlerinin tahakkümü altına girişidir. Güçlü güçsüze, kadın erkeğe, çocuklar ebeveynlerine... muhtaçtır.) Bağımlılık ilişkisi, ezen-ezilen ilişkisi içerisinde kapitalist üretim ilişkileri her defasında yeniden üretilmektedir. Fakat kapitalizm bir taraftan da bu

bağımlılık ilişkilerini kendi eliyle parçalamasıyla derin bir çelişki yaşamaktadır.

Şimdi aynı odada yanyana ama yalnız, yakın görünse de alabildiğine uzak, birbirine yabancı hatta düşman insancıklar durmakta ve ilk fırsatta da birbirlerinin boğazına sarılmaktadır

40

Toplumsal kriz dokunulmadık tek bir alan bile bırakmamakta, her bir alanı sarsmakta, miadını dolduran tüm kurumları çözerek yeniden yapılandırmaktadır. Kendini bırakalım yeni bir temelde üretmeyi eski biçimini korumakta bile zorlanan aile kurumu da çözülmekte, kendisi toplumsallaştığı halde geleneksel yapısını korumak için can çekişmektedir. Ve burada emeğin toplumsallaşması ile mülk edinmenin özel biçimi arasındaki çelişki her türlü toplumsal krizin de başlıca sorumlusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Üretici güçler geliştikçe emek toplumsallaşmakta, emeğin toplumsallaşmasıyla büyüyen ihtiyaçların karşılanma biçimi arasındaki uçurum derinleşmekte, burjuva aile kurumu da ayak bağı olmaktan öteye gidememektedir. Artan sermaye birikimiyle birlikte tüm çelişkiler derinleşmekte, tam da bu noktada sistem kendi ipini kendi elleriyle çekmekte, kaçınılmaz sonuna yaklaşmaktadır. Sistemin dokunmak istemediği, el üstünde tuttuğu ve kutsadığı o “kutsal aile”(!) O “çok sevgili” kutsal aile iflas etti ve ölüyor. Peki onu kurtarmak isteyen var mı? Birileri istedikleri kadar yaygara koparıp feryat figan eylesinler, “nerede o eski günler” diye ah vah etsinler, hepsi boşuna. Sistem kendi ipini kendi elleriyle çekti ve bu ip onu boğacak!!! n


Toplumsal çürüme, güvenlik, denetim...

Bu oyunu bozacagiz! Milyarlarca dolarlık dev bir sektör haline gelen ve 3 ayı geçkin bir süredir gündemimizden düşmeyen çocuk pornografisi... Dünyada birinci sırada yer aldığımız bu alan o kadar iştah kabartıcı ki özellikle de toplum içerisinde saygın mesleklerde çalışanlar bu işe soyunuyor. Eski konumlarının her geçen gün yok olmasıyla birlikte öğretmen, doktor, avukatların sisteme tutunma ve itibarlarını koruma çabaları onları kısa yoldan para kazanmaya itiyor. Çalıştığı hastanenin sahibi olan ve pornodan güneş enerjisiyle çalışan uçak gibi para kazandığını yazan çocuk doktoru da zaten bunu söylüyor. Ama biraz daha dikkatli baktığımızda karşımıza hep aynı burjuva asalak sınıfın çıktığını görmek bize bütün tabloyu sunuyor. Dünya genelinde çocuklara yönelik cinsel sömürünün faillerinin saygı uyandıran bir mesleğe, dolgun bir maaşa sahip oldukları ve yakalandıklarında da rüşvet vererek durumlarını kurtardıkları biliniyor. Bu aşağılık burjuva düzeninin parçaları olan fuhuş, pedofili, porno gibi olgular toplumsal kokuşmanın boyutunu gözler önüne seriyor.

Sirkteki pis koku Malatya Çocuk Yuvası’nı unutmamışken daha İzmir’de 17 aylık bir bebeğe tecavüz olayıyla sarsıldık. Üstelik minik bebek olay sonrası fuhuş yapan annesinin güvensiz kollarından alınıp devletin güvenli kolları(!)na emanet edildi, Karşıyaka Çocuk Yuvası’na yerleştirildi. Şimdi de devletin çocuklardan anlamayan Malatya’dan tanıdığımız “sorumlu” bakanı sayısız insanın minik bebeği evlat edinmek istediğini belirtiyor. Bu kadar reklamın ardından kimbilir ne kadar prim yaparlar. Masumiyetleri, gülüşleri, sevimlilikleri, cinsellikleri pazarlanan; çocukluk algıları değişen/değiştirilen; allanıp pullanıp birer lolita imgesi halinde metalaştırılan; bozunuma uğratılan binbir gece masallarıyla büyütülüp yetişkin bir edayla güzellik yarışmalarına dekolte kıyafetlerle çıkarılan çocukların sayısının arttığı bir noktada prim yapılmaz da ne yapılır! Antalya’da çeşitli ülkelerden 12 çocuğun dekolte kıyafetlerle katıldığı akıllara zarar “çocuk güzellik ve yetenek yarışması”nda (biz öyle diyelim siz çocuk pazarlama yarışması anlayın) Türk “aday” da dansöz kıyafetiyle podyuma çıktı. Ve geldik Cevahir’e: “Hırsız” olduğu şüphesiyle güvenlik görevlileri tarafından soyunma odasına kapatılan küçücük bir kız küfürler eşliğinde tekme tokat dövüldü. Hem de çığlığına aldırmaksızın acımasızca... Avrupa’nın en büyük alışveriş ve eğ-

lence merkezi olan Cevahir’deki vahşet görüntülerini hangimiz unutabiliriz? Orada dövüldüğümüzü ama ondan da önce öldüğümüzü? Toplumsal emeğimize el koyan birinin çocuklarımızın ölülerinin üstünden geçerek “Burası sirk değil çarşı” deyişini... Birileri oynuyor ve sirkten gelen ve giderek yayılan bu pis koku ağırlaşıyor.

Daha fazla denetim! Cevahir’de onların güvenliğine çarptık ve bunun bizim için ne anlama geldiğini gördük. Onların güvenliği bizim güven(lik)sizliğimiz... Gözetleme kameraları ve türevleriyle yaşamımızı denetim altına aldıkları yetmez, denetimi daha da sıklaştırırlar: Çok yakında hepimizi takip altına alacak internet takip merkezleri açılıyor. Bunun için Ulaştırma Bakanı, Telekomünikasyon Kurumu, Haberleşme Genel Müdürlüğü ve ODTÜ’den ama bir de İçişleri ve Adalet bakanlıkları ile Genelkurmay Başkanlığı, MİT’ten yetkililerin yer aldığı bir ekip kuruldu bile. Ve üstelik merkezin başında cumhuriyet savcısının bulunması planlanıyor. İşte bu kadaaar! İnternet disiplin altına alınacak; “kötü amaçlı kullanım”ın tespit edilmesi halinde servis sağlayıcıya ve de kullanıcıya ağır cezalar uygulanacak. Daha şimdiden Bilişim Suçları Hakkında Kanun Tasarısı’na özel maddeler konup servis, hizmet ve yer sağlayıcılara kayıtları 1 ile 5 yıl arasında tutma zorunluluğu getirildi. Bir de internet kullanıcılarının yaptıkları işlemlerin kayıtlarının tutulabilmesi amacıyla internete ulaşıma parola getirilmesi gündemde. Buna göre herhangi bir internet kafe ya da çalıştığı kurumda internet kullanmak isteyenler TC kimlik numarası ve parola ile sanal ortama girebilecek... Tüm bu uygulamaların çocuk pornosunu önlemek için icat edildiğini düşünmek herhalde(!) saflık olurdu. Örgütlendiğimiz her alana el atarak, denetimi internete kadar yaygınlaştırarak bize rahat nefes alacak alan bırakmamaya çalışıyorlar. Tecavüz ve çocuk pornosu gündemleriyle hemen hemen tüm toplumsal kesimler içerisinde yarattıkları havayla istedikleri her şeyi rahatça yapabileceklerini sanıyorlar. Ama bu oyunu bozacağız! Daha çok örgütlenerek, örgütlendiğimiz alanlarda derinleşerek, onlara söz söyleme hakkı bırakmayacak kadar uzmanlaşarak... Dahası, geleceğimizi bu kokuşan sınıfın ellerine bırakmayacağız. Toplumsal kokuşmanın resmini bu ellerle parçalayacak, yepyeni bir dünyayı bu ellerle kuracağız! n

41

İki çocuğun öldüğü, birinin ise “işkence odasına” alındığı Cevahir alışveriş merkezi önünde geçtiğimiz günlerde DPG tarafından bir basın açıklaması yapılmıştı


MİL BİDE TEKOŞIN A BRATI* * Omuz ver mücadele kardeşliğine Herhangi bir büyük kentin sokaklarında gezdiğinizde kış aylarında mendil, sıcak havalarda ise su satan çocuk bakışları, şivesi ile “Ben Kürdüm” der. Yılmaz Güney‘in “Yol” filminde ellerinde sigara ile sokakta görünen Kürt çocuklar aradan geçen yirmi beş-otuz yıla rağmen hala sokaktalar. Şehrin ana caddelerinden ara sokaklarına girin, neredeyse her sokakta kurulu tezgahlarda bekleyenlerle konuşun, yanıt yine aynı olur. Bir semt pazarına girin, tezgahtarın müşteri çağıran çığlıklar da aynı şeyi söyler. Mendil satan çocuğun, pazarcının, değnekçinin, korsan kitapçının, üniversite, lise öğrencisinin, müzisyenin, aydının gırtlağı annesinden aldığı sesi çıkarır. “Türklükten” mutluluk duymamız zorunlu tutulan okula başladığımız ilk günden itibaren öğretmenlerimizden dayak yiye yiye öğrendiğimiz Türkçe, gırtlağımızdan çıkan q sesini bitiremez. Zorla kentlere sürülmüş Kürt emekçi ve gençler olarak milyonlarcamızın ayırt edici tek yanı dilin tınısındaki fark değildir kuşkusuz. Mendil satan çocuk, semt pazarında tezgahtar, kılı kırk yarmasını becerirse belki bakkal amca olur ya da sokak suçlarından cezaevine gire çıka büyür ve kentin tutunamayanlarına yazılır. Üniversite öğrencisi Kürt gençlerinden bazıları, ilk yıllarında örgütlü bir duruş sergilerken daha sonraki dönemlerinde mücadeleden koparak Avrupa’ya kapağı atmanın hayalini kurar. Babasının ahlakı ile cüzdanının ilkokuldan sonrasına gitmeye pek izin vermediği genç kızlar ise 14′ünden itibaren konfeksiyon atölyelerinin ucuz elidir. Genç eller, erkek eli tutmaya fırsat kalmadan, kocaya varana kadar, olağanüstü bir performansla çalışır. Herhangi bir şekilde büyük kentlere gelip yerleşen hepimizin olmasa bile azımsanmayacak Kürt gencinin tipik öyküsü böyledir. Bu öykünün dışına çıkmak kolay değildir. (Pek az bir kısım zaten bu hayat hikayesinin dışındadır -bu yazıdaki konumuzun da dışındalar. Sınıfsal ve politik olarak da dışımızda, tam karşımızda dururlar. Onlar son yıllarda boy veren Kürt burjuvaların yeni yetmeleridir.) Nihayetinde bu öykü Kürt gençlerinin azımsanmayacak bir bölümünün kapitalist kentin vahşi cıngılında kaybolup gitmesinden başka bir şey değildir. Çürüme, yozlaşma, düşkünleşme, hiçleşme...

“Türklük”ten mutluluk duymamız zorunlu tutulan okula başladığımız ilk günden itibaren öğretmenden dayak yiye yiye öğrendiğimiz Türkçe, gırtlağımızdan çıkan q sesini bitiremez

İhtiyaçlar yakıcılaşıyor... Yapılan araştırmalar, göçmen Kürt gençlerinin en ağır yaşam koşulları içinde olduğunu gösteriyor. İşsizlik baskısıyla birlikte ağır çalışma koşulları altında düşük ücrete çalışmak zorunda kalan; sendikasız sigortasız, hiçbir sosyal güvenceye sahip olmayan

42

Kürt emekçi ailelerinin emek güçlerinden başka bir gelirleri yok. Araştırmalar çoğunun vasıfsız, güvencesiz, ağır çalışma koşullarının olduğu işkollarında çalıştığını gösteriyor. İşten atılma listelerinde genellikle başlarda yer alan Kürtler bir işyerinde çalışma süreleri en düşük olan grubu oluşturuyor. Çoğunun köyleri devlet tarafından yakıldıktan sonra apar topar göç ettirildiği için hazırlıksız bir şekilde geldikleri kentte barınma sorunu yaşıyor; derme çatma evlerde ve genellikle kirada oturuyor. Dili, kimliği unutturulmaya çalışılan Kürt emekçilerinin yaşadığı semtlerde açlık, yoksulluk, işsizlikle boğuşmanın yanında uyuşturucu, fuhuş, kapkaç, çeteleşme ile birlikte çürüme ve düşkünleşme de kendini gösterdi. Mücadelenin ivme kazandığı süreçlerde, devrimci etkinin olduğu semtlere devlet eliyle giren, uyuşturucu, mafyatik çeteler ile Kürt gençliğinin bir çoğu (bütün gençlik için geçerlidir.) sınıf atlama hayalleriyle lümpenleşmenin içine sürüklendi. Unutturulmaya çalışılan kimliklerini de unuttular bu yolla. İzmir’e iş bulmak için göç etmek zorunda kalan bir Kürt gencinin yaşadığı emekçi semtinde, uyuşturucu kullanan Kürt gençleri için ‘kimlikllerini bilmezler, unuttular’ yorumu bunun en açık göstergesidir. Yine bir araştırma sırasında Kürt olduğunu söylemeyen, anket sırasında unutkanlıkla yanındaki işçiden Kürtçe sigara isteyen Kürt genci de buna örnektir. Kürt gençlerinin fuhuşa, uyuşturucu batağına sürüklenmesi, çeteleşme, kapkaç olayları, yankesicilik toplumsal çözülme ve çürümenin sonuçlarıdır. Bunlar yalnızca Kürt emekçilerinin yoğun yaşadığı semtlerde de yaşanmıyor. Liselerde yaşanan şiddet olayları, ailede yaşanan çözülme, kadınların bedenlerini pazarlaması, çocuk pornosu, cehalet, hiçleşme, kimliksizleşme ile sistemin ideo-kültürel saldırıları


em

l d idin hev

işçi sınıfı ve emekçiler içinde bir yıkım ve çöküş olarak kendini yaygınlaştırmaktadır. Çözülmenin Kürt emekçilerindeki etkisi kendisini, kölece çalışma koşullarının yanı sıra dilinde, kimliğinde, kültüründe, sınıfsal bilincinde; kölece düşünme ve yaşama biçiminde gösterdi. Bu; Kürt emekçileri arasında var olan dayanışma ve birliktelik duygularını da giderek zayıflatmaktadır. Zorunlu göçle kentlere gelenlerin yüzde 51.3′ü ilkokul mezunu. Eğitim çağında olup da yoksulluktan kaynaklı okula gidemeyen çocuk ve gençlerin artan sayısı önemli bir sorunu ve ısrarla yükseltilmesi gereken bir talebi gösteriyor. Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü’ne bağlı Beyoğlu Çocuk ve Gençlik Merkezi tarafından gerçekleştirilen bir araştırmaya göre İstanbul’da sokakta çalışan çocukların yüzde 75′inin 10-15 yıl içinde Kürt illerinden göç eden ailelerin çocukları oldukları gözlenmiştir. 6-14 yaş arasındaki bu çocukların yüzde 43′ünün okulla ilişkileri kesilmiştir. Sadece İstanbul’da, 2000 yılında sokakta kağıt mendil vb. satan göç mağduru çocukların sayısının 3550-4000 civarında olduğu tahmin edilmekteyken bu sayı bugün azalmak bir yana daha da yükselmiştir. Beyoğlu Çocuk ve Gençlik Merkezi tarafından gerçekleştirilen araştırmaya göre, ailelerden yüzde 93′ü çocuklarını çalıştırmalarının nedenini ekonomik olarak göstermişlerdir. Yoksulluktan okula başlayamayan, ilkokula gitse bile devamını çalışmak zorunda olduğu için göremeyen Kürt çocuğu ve gencinin eğitim hakkı fiilen elinden alınmıştır. Dolayısıyla da “Herkese parasız, demokratik, bilimsel, anadilinde eğitim” talebi Kürt gençliği olarak bizlerin giderek yakıcılaşan temel taleplerinden ve milliyeti ne olursa olsun tüm gençliğin ortak mücadele zemininden biridir. Burada bir parantez açarak şunu belirtelim: Özel mülkiyete dayalı ezme-ezilme ilişkisi üzerine kurulu kapitalist toplumda ezilen bir ulusun mensupları olarak Kürt gençliğinin tek sorun ve talebi eğitim alanıyla sınırlı değildir ve olamaz da. Politik, ekonomik, sosyal, kültürel her alanda iliklerimize işleyen derin ulusal eşitsizliklere karşı mücadele bütünsel bir karaktere sahip olup sadece biz Kürt gençliğinin sorunu ve mücadelesi olarak da görülemez. Bu konuyu başka bir yazımızda işleyeceğiz.

Çanlar çalıyor Derinleşen yoksulluğumuzla birlikte büyüyen özlemlerimiz ve öfkemiz sistemin kırmızı alarmlarını çaldırıyor: “Dünyaya karşı güvensiz, sürekli tehdit duygusu ile yaşayan, çevresine yabancılaşan ve sonucunda düşmanca duygular beslemeye başlayan bir gençlik yaratılıyor. Bir an önce önlem alınmaz ise gelir dağılımındaki eşitsizlik ve yoksulluğun da kışkırttığı bu itilmiş gençlik, önümüzdeki 10 yıl içinde kentlerde şiddetin temelini oluşturacak.” Bu tarz uyarı ve çağrılara daha sık rastlamaya başladık. Bir yanıyla sistemin olası patlama potansiyellerine karşı arayışının, bir yanıyla da çaresizliğinin ifadesi olan bu çağrılar; genellikle sisteme entegre etme projeleriyle tehdit sopasının iç içe geçirilmiş halinden oluşan bir müdahale programı önerir. Tehdit politikası peşin

mi

suçlu varsayımından hareketle (onlara göre Kürdün var olması suçtur zaten) vahşi bir polis terörü, linç provokasyonları, askeri operasyonlar, kontrgerilla operasyonları şeklinde yaşama geçirilir. Milliyetçi şoven saldırganlıkla, rejimin uyguladığı tehdit ve şiddet politikasıyla gerileyerek kendi sınırlarına hapsolmuş, içine kapanmış, güvensizleşmiş ezilen ulusun mensubu ile diğer milliyetlerden kardeşleri arasındaki mesafe kalınlaşır. Aynı semtte, fabrikada, okulda oturan, çalışan, okuyan ve sistemin herkese yönelen ekonomik-politik saldırılarından, yıkıcılığından nasibini alan ve ancak ortak bir karşı koyuşla ve ortak bir gelecek programıyla kurtulabilecek olanlar birbirlerine düşman hale gelir. Bu noktada baskılara, polis terörüne, milliyetçi faşist linç saldırganlığına karşı gençliğin militan direnişi; halk-

Halkların mücadele kardeşliğini ete kemiğe büründürme, kafalardaki gerici şovenist önyargıları kırma, var olan tepkiyi tek bir kanala, sisteme akıtma görevi biz Kürt ve Türk gençlerinin omuz omuza yükselteceği mücadeleyle olacaktır

43

lar arasındaki mesafeyi kapatmaya hizmet etmekle kalmayacak, bunun kutuplaşma ekseninin doğru yerden (sınıfa karşı sınıf, rejime karşı Kürt-Türk halkının kardeşçe mücadelesi, kapitalizme karşı sosyalizm) inşa edilmesine de büyük katkısı olacaktır. İkincisi toplumsal yaşamın her alanında, (Türk ve Kürt gençler olarak) mesafeleri kaldırmayı ve kolektif hareketi örgütlemeyi hedefleyen bilinçli bir pratik duruş içinde olmalıyız. “Toplumsal planda yıllardan beri katlanarak büyüyen çözülme ve çürümenin derinleşmesi yanında özellikle iki somut tehlikenin gerçekleşme ihtimali yüksek 2007′de: Birincisi üniversitelerde faşist saldırıların tırmanması, ikincisi ise Kürtlere karşı şoven düşmanlığın zincirlerinden daha sık boşalarak şurada burada kıyıcılığa dönüşmesi...” (UÇ) Böyle bir riskle yüz yüze olduğumuz bir dönemde, hiçbir devrimci ve demokrat bunu kendi dışında görmeye, Kürt gençliği de kendi içine kapanmaya devam edemez, etmemelidir. Halkların mücadele kardeşliğinin adımlarını atma, ete kemiğe büründürme, kafalardaki gerici şovenist önyargıları kırma, var olan tepki ve öfkeyi tek bir kanala sisteme akıtma görevi tüm gençlerin omuz omuza yükselteceği mücadeleyle olacaktır. Yüreğimizin kuvvetiyle yakılmaların, yıkıma uğratılmanın, yük ve yok sayılmanın, halkları milliyetçi-şovenist histeriyle birbirine düşman etmenin çabalarını boşa düşürmeliyiz. Bir kez daha, hiç susmamacasına “Em mil didin hev”. (Omuz omuza veriyoruz.) n


Dengeler değişiyor, çelişkiler derinleşiyor, direniş sürüyor...

ORTADOĞU KAYNIYOR

Ortadoğu kaynıyor

Ortadoğu’da yeni emperyalist ilişkiler

ABD’de yapılan Temsilciler Meclisi ve Senato yenileme seçimleri (ara seçimlerde demokratların ağırlığı alması) ve Hamilton-Baker Raporu ile Bush, yeni bir çıkmazın eşiğine girdi. İç savaş provokasyonu gibi kirli oyunları bozarak emperyalistlerin işgal politikasını ezilen dünya halkları önünde teşhir eden bölgesel direnişle “Demokrasi Projesi”nin başarısızlığa uğraması, ABD’de “yenilgi” itiraflarını arttırıyor. ABD’nin eski kongre üyelerinden Lee Hamilton ve eski dışişleri bakanlarından James Baker’in başkanlığını yaptığı Irak Çalışma Grubu’nun hazırladığı raporu değerlendiren, Kuds ül Arabi gazetesi başyazarı 7 Aralık 2006 tarihli yazısında diğer yorumculara benzer söylemle birleşerek şunları söylüyor: Rapor, ... işgalin başarısızlığına dikkat çeken ilk Amerikan itirafı olması açısından önemli. Rapor, Bush yönetiminde karar mekanizmalarını kontrol eden ve İsrail’in çıkarlarını gözeten yeni muhafazakârların yaşadığı kriz halini yansıtıyor. Baker raporundaki en önemli noktalar, ABD’ye askeri gücünü Irak veya komşu ülkelerdeki sağlam üslere çekmesini önermesi ve iç savaşın paramparça ettiği Irak’a sükûnetle istikrarın getirilmesi çabalarına komşu ülkelerin özellikle de Suriye ve İran’ın alınmasını talep etmesi. (11 Aralık 2006/Radikal) İşgal bölgelerindeki direnişin büyüyerek yaygınlaşması ve raporda da başarısızlığın vurgulanması; ABD’nin var olan diğer kozlarını etkili bir şekilde kullanarak, hegemonya dümenini farklı taktiklerle yeniden eline almasını kaçınılmaz kılıyor. ABD’nin bu kozlarının başında, Lübnan’da yükselişe geçen Hizbullah’ın iç savaş yoluyla bitirilmesi ve İran’ın bir dayanağının böylece kırılması geliyor. Diğeri ise, Ortadoğu’nun parçalı yapısından faydalanarak halkları birbirine kışkırtıp dövüştürme planıdır. ABD Büyük Ortadoğu Projesi’nden elbette ki vazgeçmeyecektir, emperyalizmin doğası gereği vazgeçemez de. Kongrede kontrolü ele alan demokratlar, Bush’un yönelimlerine karşı çıkarak, Amerikan halkının desteğini almak istemekte. Yeni dengelerin Bush ve kabinesine karşı gelişmesiyle birlikte ABD’de iktidar krizi de derinleşmekte.

Bu durumu fırsat bilen diğer emperyalist ülkelere karşı ABD, Etiyopya’nın Somali’ye saldırısıyla ileriye doğru bir hamle yaptı. Kara kıta Afrika’ya emperyalist işgal ve saldırısını Etiyopya üzerinden gerçekleştiren ABD, AB’nin “İslam Mahkemeleri Konseyi” ile uzlaşma önerisini bölgede farklı bir cephe açarak başlattığı işgalle reddetti. ABD’nin Somali’ye güç yığması ve üç bin üç yüz askeri Kuveyt’e göndermesi, İran’ın nükleer programına karşılık Körfez’deki petrol yataklarını ele geçirmek üzere hazırda beklediğinin bir işareti. İslam Mahkemeleri Konseyi’nin İran tarafından desteklendiğini de söylersek, hem AB’ye hem İran’a verdiği cevap açıktır: “Bu savaş henüz bitmedi!”

ABD müttefikleriyle birlikte mezhep çatışmalarını bölgesel düzeyde yaymaya ve direnişlerin yönünü değiştirmeye çalıştığı gibi, direnişin sembolü haline gelen Filistin’deki Hamas ve Lübnan’daki Hizbullah’ı da bitirmek için yeni silah anlaşmalarına imza atıyor

44

Saddam’ın Müslümanların kutsal saydığı Kurban Bayramı’na denk getirilerek apar topar asılmasının amacı bölgesel düzeyde yayılabilecek Sünni-Şii çatışmalarını kızıştırmaktır. ABD ile işbirliği içinde olan Şii Irak yönetimi idamların devam edeceğini duyurarak ateşi harlamıştır. İran ve Suriye’nin Irak’ta desteklediği Sünnilerin ve diğer direnişçilerin öfkesinin kendisine yönelmesini engellemek isteyen ABD, mezhep çatışmalarını iç savaşa dönüştürme planıyla İran’ın iç ilişkilerine bir darbe daha vurdu. Irak Çalışma Grubunun Raporu’nda önerilen İran ve Suriye’nin masaya oturması önerisini, İran’daki Şiilere “jest” yaparak yerine getirdi. İran, ABD’nin bu oyununu görerek, tüm dünyadan Şii ve Sünni akademisyenlerin katılacağı bir konferans düzenleyeceğini duyurdu. İran diğer yandan da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 23 Aralık’ta aldığı yaptırım kararına karşı, Natanz’daki uranyum zenginleştirme santraline üç bin yeni santrifüjün eklenmesine başlayacağını açıklayarak, nükleer silah gelişimine hız verdi. Doğalgazını kestiği işbirlikçi Türkiye’ye de gözdağı vermeyi ihmal etmeyerek, ABD’nin Afganistan, Irak ve Lübnan’daki etki gücünü zayıflatmaya çalışıyor. Krizin eşiğinde olan ABD’yi yalnız bırakmayan müttefikleri Ürdün, Suudi Arabistan ve Mısır ise mezhep çatışmalarının bölgesel düzeyde yayılması kaygısıyla kuyrukların kurtarmak için İran ve Şii’lere karşı Sünni ittifakı peşinde. Saddam’ın idamıyla iyice hareketlenen mezhep çatışmaları, Bush kabinesinin istediği gibi ilerliyor.


Eski ABD Başkanı Bill Clinton, Türkiye ile temasa geçerek Filistin’deki El Fetih ile Hamas’ın koalisyon kurması için “çaba” gösterilmesini istemişti. Görüşmenin ardından 3 Ocak’ta Lübnan’a giden R. Tayyip Erdoğan, sunulan kırıntının hemen üzerine atlayarak ülkenin yeniden imarı çalışmalarına Türk tekelci şirketlerin üşüşmesi ve Lübnan’daki son hükümet krizinin aşılması yolunda arabuluculuk çalışmalarına başlamış bulunuyor.

bağlanmasına neden olmuştur. Almanya’da HARTZ IV ve Agenda 2010, Fransa’da CPE, Avrupa ülkelerinde neoliberal eğitim politikalarının sonuçlarına karşı üniversitelerde, liselerde gelişen eylemlilikler, kendi ülkemizde ise bunlara benzer olarak yapılan-

Uzlaşmacı çizgiye kayan El Fetih partisi ve ilk intifada ile kurulan iktidardaki Hamas arasında sık sık çatışmalar yaşanıyor. ABD ve Siyonist İsrail, Hamas’a ekonomik ambargo uygulayarak El Fetih’le koalisyon oluşturmasını istemişti. Bundan sonuç alamayınca müttefik Mısır, İsrail’le yaptığı anlaşmayla El Fetih’i güçlendirmek için silah sevk etmeye başladı. İsrail Hamas’ın ülkedeki direnişini kırmak için Filistin halkına saldırmaya da devam ediyor. Görüldüğü üzere ABD müttefikleriyle birlikte mezhep çatışmalarını bölgesel düzeyde yaymaya başladığı ve direnişlerin yönünü değiştirmeye çalıştığı gibi, diğer yandan direnişin sembolü haline gelen Filistin’deki Hamas ve Lübnan’daki Hizbullah’ı da bitirmek için yeni silah anlaşmalarına imza atıyor ve sevkıyatını gerçekleştiriyor. Ortadoğu’da hegemonyasını güçlendirmek için önüne çıkan İran’a karşı ise Afganistan ve Lübnan’da Türk askerlerini, Pakistan müttefikini, Kuveyt ve Somali’ye yığdığı deniz kuvvetlerini hazırda bekletiyor.

Ortadoğu halklarının direnişini büyütmeye Emperyalist tekellerin dünya çapında derinleşen krizlerinin ve siyasal istikrarsızlıklarının yaşandığı bir kesitte, ABD’nin Afganistan’a, oradan da Irak’a saldırması tesadüfi değildir. Ve hatırlanacağı gibi Türkiye işbirlikçi burjuvazisi de dünya çapında yaşanan bu krizden nasibini almıştır. ABD, böyle bir süreçte emperyalist-kapitalist ilişkileri kendi lehine çevirmek, bütün dengeleri elinde tutmak, mali sermayenin yeniden dolaşım sürecini kendi krizini aşabileceği temelde yapılandırmak gayretiyle Ortadoğu’ya çaresizce saldırıyor. Başta ABD ve İngiltere’nin lehine gelişen emperyalist savaş, işgal, bütün dengeleri altüst ederek emperyalistler arası çelişkileri derinleştiriyor. Emperyalizm, ancak ezilen halkları ve emekçi sınıfları ezdiği oranda gelişebileceği için bu durum sınıf çelişkilerinin de keskinleşmesine, Latin Amerika ülkelerinde arka arkaya devrimci durumların ortaya çıkmasına ve birbirlerini anti-emperyalist mücadele noktasında etkilemesine, ezilen/işgal altında bulunan halkların öfkesinin anti-emperyalist mücadeleye dönüşmesine de neden oluyor. Yaşanan siyasal ve ekonomik krizler ise, emperyalist kapitalist ülkelerde emekçi sınıfın aleyhine yasaların çıkarılmasına, bağımlılığın pekişmesine, yani sermaye ihracının sorunsuz yapılması için emperyalistlerin önlerine çıkan engelleri bir bir temizleyerek emekçi sınıfı kölece yaşama/çalışma koşullarına itmesine, her şeyin konsepte uygun olarak meta ilişkilerine daha fazla

Dünya çapında yaşanan neoliberal saldırı karşısında enternasyonal mücadeleyi büyütmek, Ortadoğu halklarının direnişini büyütmektir. ABD’de şimdiden başlayan savaş karşıtı hareketle koordineli eylemler yaparak, anti emperyalist bilinci ve eylemi geliştirelim

45

dırılan eğitim, sağlık sistemi, İş Kanunu... Tüm bunlar, emperyalist savaşın sadece bir ülkeyi işgal etmek anlamına gelmediği, boyunduruğu ve emperyalistkapitalist ilişki içerisinde bulunduğu ülkelerdeki yıkımı ve yeniden yapılandırmayı da beraberinde getirdiği anlamını taşımaktadır. Hareketli bir sürecin ortasında bulunuyoruz. Gazze’deki yatırımlarının direnişle yerle bir olmasından sonra Türk tekelci burjuvazisinin sermayesini büyütebilmek, daha fazla sömürü kanalları açabilmek için almayacağı karar yok. Baker raporundan sonra da kendisine çok fazla ayrıcalık tanınmaması, bizler için yeni kıyımların başlaması anlamına geliyor. Yapılacak her emperyalist anlaşma, sermayenin büyümesi ve sefaletin artmasıdır. İşçi ve emekçilerin alınteri, direnen halkların kanları ile büyüyen bütçeler; emperyalist savaşa ve yeni yasalara akmaktadır. Emperyalizm; pazar paylarını büyüttükçe, halkları hegemonyası altına aldıkça toplumsal ihtiyaçlarımız karşılanamaz hale geliyor. Elbette ki, Ortadoğu’da yaşanan vahşet karşısında hepimizin yüreği acıyor. Ama bu duyarlılık, kendi ülkemizde neoliberal politikalarla işçi sınıfının ve gençliğin çok yönlü kuşatılmasına karşı bir basınca, çıkarılan yasaların-uygulamaların insanca bir yaşam-insanca çalışma koşullarına göre düzenlenmesi için birleşik bir mücadeleye dönüşmedikçe Ortadoğu halklarıyla aynı kaderi paylaşacağımıza kimsenin şüphesi olmasın. Dünya çapında yaşanan neoliberal saldırı karşısında enternasyonal mücadeleyi büyütmemiz, Ortadoğu halklarının direnişini büyütmemizdir. ABD’de şimdiden başlayan savaş karşıtı hareketle koordineli eylemler gerçekleştirerek emperyalistleri ODTÜ’de bozguna uğrattığımız gibi, ’68 devrimci önderlerimizin bayrağını devralarak anti-emperyalist bilinci ve eylemi geliştirelim. n


Atakan’dan mektup var! Lübnan tezkeresi ve BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın ziyaretini protesto etmek amacıyla 6 Eylül’de Ankara’da yapılan eyleme devlet tüm azgınlığıyla saldırmış, ilan edilen “fiili sıkıyönetim” sonucu 18 kişi tutuklanmıştı. Antiemperyalistler, aradan 4 ay geçmesine rağmen hala mahkemeye çıkartılmıyorlar. Tutuklu arkadaşlarımızdan biri de DPG okuru Atakan Özel. Tüm okurlarımızı dayanışmayı büyütmek için mektup yazmaya ve Atakan’ın F tipi hücresinin tecrit duvarlarını mektuplarımızla aşındırmaya çağırıyoruz Merhaba dostlar, O sımsıcak, umut kokan, İstanbul kokan kartlarınızı aldım. Ve hemen ardından bu mektubu yazıyorum. Nasılsınız? Umarım tüm güzellikler sizinledir. ... ... ... ... ... (Gözaltına alınırken ve sonrasında cezaevine ilk getirildiğinde uğradığı fiziksel ve psikolojik saldırıları teşhir ettiği bir paragraflık yer cezaevi idaresi tarafından karalanmış) şimdi çok iyiyim. Dışarıdan kartlar, mektuplar geldikçe daha iyi oluyorum. Günler okumakla, havalandırmada volta atmakla ve güzel yemekler yemekle geçiyor Burası çok farklı bir yer ... ... (karalanmış) bir yüzü ile karşı karşıyasınız. Bilirsiniz tekli ve üçlü hücrelerde tutularak bazı dayatmalarla sindirilmeye, yok edilmeye çalışılıyoruz. Ama o kadar da kötü bir yer değil. Burada yaşamak iradeye bakıyor. Günlük bir yaşam programlanabiliyor, biz buna “rutin” diyoruz. Vücut uyarıcı rolü üstleniyor bir dönem sonra. Öğünlerde acıkıyorsunuz, okumanız gereken saatlerde okuyorsunuz, uyumanız gereken saatlerde de uyku... Zaten havalandırma açıldığında ve kapanmadan önce dostların sesleri bizleri yalnız bırakmıyor. Günlük selamlaşmalar da “rutin”in bir parçası... İlk geldiğim günlerde tekli hücrelerde kaldım, yer ayarlanamamasından kaynaklı 5 gün teklilerdeydim. Sonra üçlülere geçtik, Gençlik Derneği’nden arkadaşlarla. Şimdi de Ercan Akpınar ile birlikte kalıyorum iki kişiyiz hücrede. Asıl olarak, DPG çıktı mı? Onu merak ediyorum, henüz elime ulaşmadı da. Herhalde yoldadır değil mi? Şimdiden elimize ulaşacak bütün yayınlar için teşekkür ediyorum, ellerinize sağlık diyorum. Neyse dostlar hepinizi şimdilik sımsıkı kucaklıyorum ve öpüyorum, yakında görüşmek dileğiyle. Soranlara çok selam, İstanbul’un derya kokan, tarih kokan, kavga kokan havasından benim için de solursanız sevinirim. Bu arada Ercan da çok iyi, o da sizlere selamlarını iletiyor. Kolay gelsin...

Atakan Atakan Özel Sincan 1 Nolu F Tipi Cezaevi B1-5/48 Sincan/ANKARA

Merhaba ben geldim. Ben geldim deyince aklıma ne geldi biliyor musun? Damlada Okyanus kitabını okumuşsundur. Oradaki mektupların birinde diyor ki: “Bugün hücrem o kadar kalabalıktı ki her yer doldu. Kimileri oturdu, kimileri ayakta kaldı. Uzun uzun sohbet ettik herkesle. Neşeli neşeli gülüştük.” Daha bir sürü bunun gibi güzel şeyler yazıyordu hatırladığım kadarıyla. Birkaç tane mektup gelmiş ve o bunu hücresine doluşan misafirler olarak tanımlıyordu. Benim çok hoşuma gitmişti benzetmeleri. Şimdi de ben senin hücrene misafir geldim. Hem de yanımda bir tane çiçek getirdim hücren biraz renklensin diye. Kurumuş falan ama idare et artık. Sen yakında çıkınca daha güzelini ve capcanlısını veririz artık. Yaklaşık bir aydır sana mektup yazmayı düşünüyorum ama hep düşüncede kaldı. Bir türlü kalemi kağıdı elime alamadım. Şunu da yazayım bunu da yazayım deyip durdum sürekli ama her zaman olduğu gibi yine unuttum hepsini. Şu an işyerindeyim ve fırsatını yakalamışken sana mektup yazıyorum. İnsan çalışmaya başlayınca bütün o yazılıp çizilen şeylerin gerçekliğini daha iyi kavrıyor. Yapılan işe yabancılaşma, kendine yabancılaşma, patron, işçi, emek, sermaye, ücret, artı-değer, sömürü... Tüm bunları birebir yaşadığın için kafanda giderek somutlaşmaya başlıyor. Ama şunu daha iyi kavrıyorsun: “EMEĞİN GÜCÜ.” Bizden ne kadar korktuklarını ve bu korkularını gizlemek için bizlere ne kadar baskı yaptıklarını, elleri arkalarında “dünyayı ben yarattım, istersem sizi böcek gibi ezerim!” dercesine ortalarda ukala ukala gezindiklerini görüyorsun. Aslında en çok ne zoruna gidiyor insanın biliyor musun? Dünyayı yaratan eller, kendi güçlerinin farkında değiller. Sınıf kardeşleriyle öyle bir yarış içindeler ki... Bundan önceki çalıştığım yerde 4 aylık bir çalışmadan sonra iyi olanlar kadroya alınacak, diğerleri işten çıkarılacaktı. İnsanlar bu 4 ay boyunca birbirlerini yediler resmen. İşin acı tarafı 4 ayın sonunda, o kadar rekabetin sonunda hiç kimse kadroya alınmadı. Herkes işten çıkarıldı. Sistem ne kadar güzel yapıyor işini öyle değil mi? Bizi birbirimizden ne kadar güzel nefret ettiriyor. Ama tüm bunları yaparken kendi çukurunu kazıyor. Baksana bizden o kadar çok korkuyorlar ki zindanlara atarak susturmaya çalışıyorlar. Susturacaklarını sanıyorlar. Korkmakta çok haklılar. Çünkü dünyayı yaratan da bizleriz, onları çukura gönderecek olan da. Bir gün hepimiz onu kendi kazdığı çukura atıp üzerini betonla kapatacağız. Ve öyle bir dünya kuracağız ki bir daha oradan asla çıkamayacak. Çünkü biz proletaryanın yaratan elleriyle çitlerin olmadığı bir dünya kuracağız.

46

Muğla’dan çalışan bir öğrenci


tar

ih

bil

Türkiye devrimci gençlik hareketi tarihinden bir sayfa

. COMMERʼIN ARABASI YANIYOR!

’68 baharında tüm dünya, gençliğin dakika dakika patlayan eylemlerine sahne olmaktaydı. Paris, Roma, New York, Berlin, Brüksel, Stockholm, Amsterdam, Londra, İstanbul... Binlerce gençten oluşan kitlesel eylemler bir kıvılcımla militanlaşıyor; okullar işgal ediliyor, caddelerde polis taş yağmuruna tutuluyordu. Kapitalizmin “umarsız” hastalığı olan krizler, ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası şiddetli bir şekilde nüksetmiş, işsizlik tavan yapmıştı. Bu durum çok geçmeden geniş ölçekli tepkilere yol açmaya başladı. Buna bir de emperyalistlerin ulusal kurtuluş mücadelesi veren sömürge ve yarı sömürge ülke halklarına karşı giriştikleri işgal ve katliamlar eklenince gençliğin tepkisi iyice yükseldi ve ’68 hareketine damgasını vuran antiemperyalist içeriği kazandı. Dünya ölçeğindeki bu antiemperyalist dalga, ’60 sonrasından itibaren adım adım yükselen Türkiye gençlik hareketininde de yansısını güçlü bir şekilde buldu. 1958-62: Cezayir... 1960: Kongo... 1961-62: Küba... Ve 1964: Vietnam. Vietnam savaşı bardağı taşıran son damla oldu.

Commer’in arabası Vietnam savaşı sırasında binlerce Vietnamlının işkenceden geçirilerek ölümünden sorumlu olan dönemin ABD Vietnam Büyükelçisi ve aynı zamanda Vietnam’da ‘pasifikasyon’ hareketinin yöneticilerinden olan Robert Commer, 1969′da Türkiye Büyükelçiliği’ne atanmıştı. Türkiye’de devrimci gençlik hareketi bu haberin duyulmasının ilk gününden itibaren kitlesel protesto eylemlerine başladı. “Vietnam kasabı”, İstanbul’a geleceği gün büyük bir militan eylemle karşılanacaktı. Commer bu gösterilerden ancak geceyarısı uçağı İstanbul yerine Ankara’ya indirtilerek kurtarılabildi. Commer’in Türkiye’ye gönderilmesi de boşuna değildi. Öğrenci gençlik hareketindeki devrimci atılımın yanı sıra işçi sınıfı ve halk hareketi de devrimci bir mayalanma ve yükseliş içindeydi. Filistin ulusal kurtuluş mücadelesinin ateşlediği Ortadoğu ise tam bir yangın bölgesiydi. ABD, işte bu devrimci kabarış ve yangınların söndürülmesi için, Commer gibi bir uzmanını bölgedeki işbirlikçilerinin yardımına göndermişti. Tepkiler tüm sıcaklığıyla sürmekteyken Commer, ODTÜ Rektörü Kemal Kurdaş tarafından devrimci gençlik hareketinin “kalelerinden” biri olan ODTÜ’ye davet edildi. Bu emperyalistler ve işbirlikçilerinin açıkça meydan okumasıydı! Gereken yanıt gecikmedi. 6 Ocak 1969’da ODTÜ’ye gelen Commer’in makam aracı yüzlerce antiemperyalist genç tarafından yakıldı. ODTÜ’deki en büyük buluşmalardan birine dönüşen eylemi, Taylan Özgür ve Sinan Cemgil’in yanı sıra dönemin gençlik önderlerinden biri olan 18 yaşındaki M. Fatih Öktülmüş yönetiyordu. Birkaç yıl sonra Adana’da doğal işçi önderi olarak ortaya çıkan, Kavel ve Demirdöküm direnişlerinin örgütçülerinden ve daha sonraları da TİKB’nin

Commer’in arabasının yakılması, Türkiye devrimci gençlik hareketi tarihinin unutulmaz sayfalarından biridir Solda: Mehmet Fatih Öktülmüş Sağda: ODTÜ’de Commer’in arabası yanarken

kurucu kadrolarından birine dönüşecek olan Fatih; bu militan antiemperyalist eylemlerinin harı içerisinde yoğrulmuştu. 38 yıl önce bugünlerde Commer’in arabasının yakılması, Türkiye devrimci gençlik hareketi tarihinin unutulmaz sayfalarından biridir. Bu olay, ’68 hareketindeki antiemperyalist duyarlılık ve militan ruhu çok çarpıcı bir şekilde yansıtır. Antiemperyalizm, ’71 öncesi devrimci gençlik hareketinin öne çıkan temel yönlerindendir. ABD emperyalizminin Türkiye üzerindeki boyunduruğunun her fırsatta teşhiri, 6. Filo’yu protesto eylemleri, Vietnam Savaşı başta olmak üzere ABD emperyalizminin saldırısına uğrayan halklarla dayanışma eylemleri gibi örnekler bu dönemde çok sık görülen öğrenci eylemlerindendir. Ancak dönemin yaygın antiemperyalist kavrayışı, kendi içerisinde milliyetçi bir yön de taşımaktaydı. Bu nedenle işbirlikçi tekelci burjuvaziyi hedefe çakmak yerine onun emperyalizmden bağımsız bir olgu olduğu kabulüne dayanmış hatta bu hatalı kavrayış emperyalist tekellere karşı “yerli malı” kampanyaları yapmak gibi yerlere kadar varmıştır. ’68 hareketi içerisinde -dünya çapında- sosyalizm idealinin prestiji güçlüdür ancak henüz Marksist-Leninist bir önderlikten yoksun oluşu ve işçi sınıfı ve emekçilerle bütünleşme sorunu, onun devrim ve iktidar perspektifi ile gelişmesinin önünü keser; parti ve komsomolun önemini bir kez daha açığa çıkarır. ’68 dönemi tüm eksiklerine rağmen devrimci gençlik hareketinin emperyalizme karşı mücadele konusunda gösterdiği militan duyarlılık ve asıl olarak da “dünyayı isteme” iddiası ile dikkate değerdir. O, antiemperyalist niteliği ve düzen karşıtlığı ile devrimcidir. Süngülere, silahlara çıplak göğüs yürüyüşleri ile devrimcidir. Barikatları, kaldırım taşları ve molotoflarıyla devrimcidir. ’68 hareketi emperyalist kapitalizme inen bir şamar olmuş, onu sarsmış fakat düşürememiştir. Şamarın yetmediğini, öldürücü yumruğun nasıl indirilmesi gerektiğini göstermiştir. n

47

inc

i


KOLEKTİF EMEKÇİ KİMLİĞİ VE GENÇLİK Sosyalist toplumun temelini kolektivizm oluşturur. Bu kolektivizm sadece üretim sürecinde kol gücünde yoğunlaşmış bir kolektivizm değildir. Planlanmasından tasarımına, üretiminden geliştirilmesine ve hatta tüketimine kadar her noktası kolektivize edilmiş, milyonların yaratıcı çabasıyla sürekli daha da mükemmelleşen bir toplumsal yapıdır sosyalizm. Peki nedir bu işin sırrı? Kapitalist üretimin aksine sosyalist üretimde –toplumda- amaç toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bu yüzden üretim rastgele değil ihtiyaçlar temelinde, planlamalar doğrultusunda yapılır. İhtiyaç derken bundan sadece “dört kişilik bir ailenin mutfak masrafları”nı anlamıyoruz. Bu ihtiyaçlar en temel yaşamsal ihtiyaçlardan başlayarak, örneğin güneş gören bir evden tatile, kültürel ihtiyaçlardan bunları yapabilecek serbest zamana kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Kapitalizmde üretim plansız yapılır. Aynı anda ihtiyaçtan çok daha fazla sayıda ürün piyasaya sürülür. Bunun en temel sebebi özel mülkiyete dayanan kar odaklı bir üretim anlayışıdır. Kapitalizmde artı-değer sömürüsünü çoğaltmak ve buradan da azami kar sağlamak için aşırı üretim yapılır, aynı malı üreten başka firmalar varsa bunlar birbirleriyle rekabet eder. Kapitalizmde kar etmek için her yol mübahtır, hatta gerektiğinde savaş bile çıkartılır. Eni sonu piyasanın ihtiyacı sınırlıdır ve üretilen her mal tüketilemez. Bu sefer de kapitalist üretim anarşisinin doğasında yatan aşırı üretim krizleri baş gösterir. Üretim anarşisi olarak da anılan bu plansız üretimin sonuçları toplumsal kaynaklar için ciddi bir israfı, emekçi sınıflar için ise sosyo-ekonomik çok yönlü bir yıkımı getirir. Planlı üretimin yapıldığı sosyalist sistem aynı zamanda kaynakların verimli kullanıldığı, yine aynı sebepten krizlerin yaşanmadığı, burjuvazi gibi asalak bir sınıf olmadığı için de iktidardaki emekçi sınıfların toplumsal zenginliğin tamamına sahip olduğu bir yapıdadır.

Sosyalist sistemi kapitalist sistemden üstün kılan, onun özünde yatan kolektivizmdir

48

Sosyalist sistemi kapitalist sistemden üstün kılan ise onun özünde yatan kolektivizmdir. Bahsettiğimiz toplum yapısında ayrıcalıklı bireyler ve sınıflar yoktur. Herkes “emeğine ve yeteneğine göre” pay alır. Toplumsal üretim insanların bilinçli katılımıyla gerçekleştirilir, çalışma kapitalizmdeki gibi kölelik değil, toplumsal ve insanal zenginlik demektir. İnsanlar birbirlerine karşı sorumluluk içinde ancak toplumsal zenginlik yükseltildiğinde refah içinde yaşanabileceğini bilirler. “Sosyalist eşitlik”, konuları öncesi ve sonrasıyla birlikte ele alır. Sosyalist eşitlik kavramında söz gelişi nişasta ağırlıklı beslenmiş, 60 kişilik sınıflarda okumuş, okurken de çalışmak zorunda kalmış bir emekçi çocuğu ile bu koşulların zıttı bir yaşam sürmüş bir burjuva çocuğu bu düzende olduğu gibi sözde eşit sayılmaz. Çünkü sözde değiş gerçek bir eşitlik sağlanır. Her bakımdan eşit haklara sahip bireylerden oluşan sosyalist toplumda planlar da en küçük yönetim birimlerinden başlayarak toplumsal ihtiyaçların belirlenmesi temelinde yapılır. Kısacası her adımda kitleler işlerin öznesi durumundadır. Kafa ve kol emeği arasındaki ayrım giderek ortadan kalkar. Nitelikli emek formlarıyla beraber verimlilik ve toplumsal zenginlik artar. Üretim organizasyonları ve teknolojilerin gelişimiyle toplumsal ihtiyaçlar daha kısa çalışma süreleri ile karşılanabilir hale gelir. Çalışma saatleri azalır, geriye kalan boş zamanda kişilerin kendilerini geliştirebilecekleri ücretsiz bilim, felsefe, kültür-sanat, spor aktiviteleri, gelişkin bireylerin oluşturduğu kolektif yapıyla daha da gelişkin bir üretim sistemi ile ileriye taşınır... Hayal mi? Yığınsal üretime dayalı kapitalizmde de üretim kolektif bir tarzda yapılır. Çünkü toplumsal üretimin, üretimin toplumsallaşmasının temelinde bu yatar. Fakat buradaki kolektivizm bilinçli bir kolektivizmden çok üretimi gerçekleştirenlerin birbirlerine ve ürettikleri metalara yabancılaşması, üretilen her ürünün onu üretenlerin köleliğini daha fazla üretmesi sonucunu doğurur. Sosyalist sistemden fark-


lı olarak üretim sonucu meydana gelen toplumsal zenginlikler bir avuç asalaktan oluşan burjuvazinin mülkiyetindedir. Kapitalist sistemde üretim kar için yapılır. Bu noktada insanlığın gelişimiyle birlikte çeşitlenen ve büyüyen fiziksel, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanması ise yalnızca kar getirecekse gerçekleştirilir. Azami karın birinci koşulu işgücü ücretinin minimumda tutulmasıdır. Bu noktada devreye giren ölçüt; işgücünü yeniden üretebilecek düzeyde (işsizliğin devasa boyutlara ulaştığı günümüzde bu kadar bile değil) bir asgari ücrettir. Günümüz teknolojileri ve emek üretkenliği ile toplumsal üretim 4 saatlik bir çalışma ile karşılanabilecek düzeydedir. Ancak burjuvazi için karlılık her şey olduğu için insanın merkeze alındığı bir toplumsal form değil, azami karın ve azami egemenliğin hükmü yürür. Kapitalist toplum, toplumsal üretime katılan yığınlarla, üretim araçlarına sahip oldukları için toplumsal üretimle ortaya çıkartılan toplumsal zenginliğe sahip olan bir avuç asalak burjuvadan oluşur. Üretim araçlarının sahibi durumundaki burjuvazi aynı zamanda manevi üretim araçlarının da sahibidir. Bu araçlarla da toplumu kendi sınıfsal ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirmek ister. Medyasından kültürel ürünlerine, onlardan eğitim sistemine kadar her şeyi artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırmak için şekillendirir, kullanır, yeniden yapılandırır. Bütün bunlardaki en önemli amaçlardan bir tanesi, devasa sistem karşısında bireyi yalnızlaştırarak savunmasız bırakmaktır. Diğer bir amaç da her biri metalaşmış olan eğitimden kültür-sanat ürünlerine tüm sosyo-kültürel ihtiyaçlar üzerinden artı-değer sömürüsünü derinleştirmektir. Bu saldırıların muhatabı durumundaki kitleler, mevcut örgütsüzlük ve yalnızlık koşullarında bu faktörlerden etkilenmemek şöyle dursun onları yeniden üretir duruma düşerler.

İnsanların varlığını belirleyen bilinçleri değil, tersine, bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır K. Marx

Birey–toplum ilişkisinin diyalektiği Birey toplum ilişkisinin kuruluşunda kavramlardan birini diğerinin karşısına koyan her türlü yaklaşım yanlış olacaktır. Zira bireyler toplumsal yapının içinde var olur, ona göre şekillenir ve onu şekillendirirler. Yani tek boyutlu olmayan bir ilişki tazıdır bu. Komünistler bireyi yadsımaz, bireyciliği yadsırlar. Birey olmak, insanın kendisi olabilme çabasıdır. İnsani temelde kendi ayakları üstünde duran, bağımsız düşünebilen, kendi kafasıyla düşünebilen ve eyleyendir. Bununla birlikte çevresine ve yaşadığı ortama kayıtsız kalmayan kişidir. Bireycilik ise, bunun tam tersidir. Kendisinden başkasını düşünmeyen, kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarından üstün tutan kişidir. Liberaller birey ile toplumu karşı karşıya koyarlar. Aradaki bağı kopartarak bireyi yüceltirler. Marx’ın “İnsanların varlığını belirleyen bilinçleri değil, tersine, bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır” sözündeki toplumsallığa atfen, kişi sanki toplumsal yaşamın dışında var olmuş ya da olabilecekmiş gibi bir anlayış geliştirmeye çalışır-

49

lar. Dolayısıyla bizler burada bireyin toplumsal varoluşunu esas alırız. Toplum gelişebildiği oranda kendimizi geliştirebileceğimizi, kendimizi geliştirebilmek için ise toplumsal yaşamı geliştirmemiz gerektiğini biliriz. Kendimizi toplumsal yaşamın dışında düşünemeyeceğimiz bir durumdur bu. Toplumsal gelişme ile bireysel gelişme arasında kopmaz bir bağ vardır. Gelişkin kolektif yapılar gelişkin bireylerden oluşur ve tabii aynı yapılar bireyleri de geliştirir. Bu bir sosyal devrim örgütü için de geçerlidir, bir lisede kurulan paralı eğitim karşıtı bir platform için de geçerlidir.

Kolektif bilinç Kendisiyle aynı koşullarda yaşayan, çalışan ve sömürülen milyonlardan yalıtık bir şekilde var olan kişiler elbette ki devasa sorunlar karşısında çaresizdir. Kuşkusuz, her emekçinin düzene şu veya bu düzeyde bir tepkisi ve şu veya bu düzeyde yeni bir yaşam özlemi vardır. En çaresiz görüneninde bile mucizevi bir olayın gerçekleşip her şeyin düzeleceği beklentisi vardır. Fakat daha çocukluktan itibaren baş gösteren bir caydırılmışlıkları da vardır. Toplumsal üretimde tek başlarına ancak bir nokta kadar yer tutan bireyler bu üretim zincirinin sonucunda ortaya çıkan toplumsal zenginliğe sahip olmadıkları için yabancılaşmayı yaşarlar. Yaşamı üreten ve yeniden üreten olduklarını bilmezler, çünkü burjuvazi işçi sınıf başta olmak üzere geniş kitlelerin bu bilinci edinmemeleri için elinden geleni yapar. Neoliberal politikalar dolayımı ile toplumsal yaşamda metalaşmamış tek bir ilişki biçiminin kalmadığı, bilimden kültür-sanata kadar sözde bilim adamlarına dayayarak oluşturulan postmodern düşünüş tarzı ile gerçeklik duygusunun da kaybedildiği bir kesitte bu yabancılaşma daha da derinleşir ve derin bir paralize oluşu koşullar. Tüm bu süreç süreklileşmiş ekonomik, sosyal, kültürel, felsefi saldırılarla pekiştirilir. Bilimsel gerçeklikler dahi tartışma konusu yapılarak kafalar karıştırılır, “Herkesin doğrusu kendine” anlayışı oturtulur. Geleceksizlik, özgürlüksüzlük içinde-


ki kitleler yabancılaşmayla anlamsızlık duygusunu daha derinden yaşarlar.

Orta sınıflara kadar genişleyen proleterleştirme dalgası, öğrenci gençliği de içine almaktadır. Bu önceki yaşam olanaklarından yoksunluğu getirdiği kadar, asıl olarak toplumsal düzlemde mücadelemizi ve taleplerimizi ortaklaştırmaktadır. Ve bu kapitalistlere karşı daha büyük bir gücün, hem niceliksel ve hem de niteliksel olarak artması demektir. İşte tam da bunun bilincinde olmalı, kapitalizme karşı kolektif emekçi kimliğimizi edindiğimizde bunun yaratacağı gücü keşfetmeliyiz. Bunu başarmamızın nesnel zemini güçlenmektedir. Ancak tabii ki, bu bilincin edinilmesi kendiliğinden olmayacaktır. Bunu sağlamak gasp edilen toplumsal, insanal ihtiyaçlarımız için mücadeleden, birleşik öğrenci gençlik hareketini ileriye taşımaktan geçer. Bunun için öncelikle ancak birlikte hareket ettiğimizde kazanabileceğimizi, zayıflığımızın da bu bilinçten yoksun olmamızdan kaynaklandığını bilmemiz, öğrenmemiz gerekiyor. Gençlik olarak toplumsal üretimin önemli bir noktasında dururuz. Tek tek bireyler olarak oluşturduğumuz bu muazzam gücün farkında değiliz. Öyleyse kilit halkamız öğrenci gençliğin militan, kitlesel, birleşik mücadelesinin ve örgütünün yaratılmasıdır.

Yalnızlık, yabancılaşma kapitalist meta üretimi ve işbölümünün bir sonucudur. Kapitalizm koşullarında emek ne kadar toplumsallaşırsa bireyler o kadar yalnızlaşır ve kayıtsızlaşır. Çünkü kapitalist üretim tarzı ve ilişkileri, tek tek bireylerin içinde yaşadıkları toplumdan ayrık ve bağımsız olarak tanımlanmasına yol açar ve bunu şart koşar. Kapitalist meta üretimi ve ilişkileri çerçevesindeki tüm insan etkinlikleri ve tüm toplum, bireye kendi ihtiyaç ve arzularını tatmin etmenin basit bir aracı gibi görünür. “Metalar dünyası ne kadar büyürse”, meta ilişkileri ne kadar genişler ve derinleşirse, toplumsal yaşam alanları da birer birer kar ve piyasa ilişkilerine dönük meta üretiminin konusu oldukça “insanlar dünyası o kadar küçülür.” İnsanların toplumsal özellikleri birbiri ardından insanlardan kopar; insanlar birbirlerine ve toplumsal sorunlara kayıtsızlaşır, yabancılaşır. Bizim güçsüzlüğümüz kapitalistlerin gücüdür. Bu yüzden toplumsal üretimde durduğumuz yeri kavramamızı, bunun bilincine sahip olmamızı asla istemezler. Kapitalist sistem işte bu yüzden emekçilerin, öğrencilerin, bir bütün olarak gençliğin kolektif bir bilinç taşımasına karşıdır. İdeo-kültürel saldırılar en çok da gençliği hedeflemektedir. Burjuvazinin hedeflerinde her zaman için en önemli yerde gençliğin kendi ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesi vardır. Geleceği temsil eden gençliği kazanmak stratejik bir yerde durur onlar için.

İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerle birleşik mücadeleyi örmemiz, hak alarak ilerlememiz, kolektif emekçi kimliğinin gelişiminde gençliğin de oynayacağı rolü bizlere hatırlatmaktadır. Gençlik yalnız değildir; yeni bir toplumun, kolektif işçi bilincinin oluşumu ve gelişiminde bizim de sözümüz var. Bu güce hepimizin ihtiyacı var! n

Bu noktada postmodern düşünüş biçiminin eğitim sisteminin merkezine oturtulması ile egemen hale getirilmesi gerçeklik duygusunun kaybına, daha derin bir inançsızlığa kapıyı ardına kadar açmıştır. Eğitim sistemi düşüncemizi bu yönde şekillendirirken, kapitalist yaşam biçimiyle yaşamlarımızı şekillendiriyor. Yıllardır aynı sınıfta ders gördüğü arkadaşlarının adlarını dahi bilmeyen ve bunu bir ihtiyaç olarak görmeyen; sorunların çözümünü ‘nasıl’ı belirsiz hayallerde, ‘bir şekilde’ kazanılan servet hayallerinde gerçek olamayacak kahramanlarda gören bir kuşak yaratılmak isteniyor. Bir türlü gerçekleşmeyen beklentiler bir süre sonra genel bir inançsızlığa ve beklentisizliğe bırakıyor yerini. Burjuvazinin gençliğe biçtiği misyon budur işte! Kapitalizmde yüceltilen burjuva bireyciliği, emekçileri yalnızlaştırarak onların sömürünün karşısında durmalarının bir engeli olarak işlev görmektedir. Fabrikadaki işçinin, okuldaki öğrencinin kapitalist sistemden kaynaklı sorunlara köklü çözümler üretebilmesinin önüne geçmek isterler.

Kolektif emekçi kimliği edinmemizin nesnel zemini güçleniyor. Yeni bir toplumun kolektif işçi bilincinin oluşumu ve gelişiminde bizim de sözümüz var. Bu güce Oysa kapitalist sistem, neoliberal sömürüsünü arttırarak öğrenci gençliğin önceki toplumsal konumunu hepimizin ihtiyacı var! aşağı çekmektedir. Eğitim sisteminin (bilginin) tüm çevreleyen koşullarıyla metalaşması, artan yoksulluk ve yoksunlaşma, öğrenci gençliği işçi ve emekçilerin yaşam koşullarına daha fazla yakınlaştırmaktadır.

50


kom

ut

sat

sakın gülümsemeyin,

GÖZETLENİYORSUNUZ! Mısır hiyereogliflerinden birini gördüyseniz, istisnasız tümünde olan büyükçe sürmeli bir göz dikkatinizi çekmiştir. “Halkın korucuyu gözü”, “her şeyi gören ve bilen göz” anlamları yüklenen -hatta modern nazarlıkların da orijini olan- Horus’un gözü her daim açık olarak resmedilir. Tonlarca ağırlıktaki taşlarla kölelere piramitleri inşa ettiren sınırsız sömürü koşullarını düşününce Horus’un gözünün aslında “kimin gözü” olduğu daha iyi anlaşılır. Sahiplerinin kölelere “Her şeyi biliyoruz, gözümüz üzerinizde” demesinin bir ifadelendirilişi olan bu “koruyucu göz” köle sahiplerini korumaktadır aslında. Eski Mısır’dan günümüze gelene kadar Horus’un gözleriyle farklı şekillerde sayısız kez karşılaşırız. Panoptikon metaforundan echelon sistemine, Mernis e-devlet projesinden MOBESE’ye uzanan denetim ve gözetleme sistemlerinin özellikle kapitalizm koşullarında teknolojik gelişmeyle beraber hiçbir alanı dışarıda bırakmayacak şekilde toplumun en küçük hücrelerine kadar girdiğini görüyoruz. Bugün kafamızı çevirdiğimiz yerde kamerayla izleniyor olabiliriz, elimizi attığımız telefon dinleniyor olabilir, girdiğimiz web sitesi kullandığımız email ve chat araçları takip ediliyor olabilir, kullandığımız MP3 çalar bilgisayarımızdaki kişisel bilgileri şirketlere yolluyor olabilir, okulda kullandığımız “akıllı kart” farklı amaçlara da hizmet ediyor olabilir. Bunların hepsinin yapılma olanakları vardır, ki zaten -şimdilik- senin değilse benim için yapılıyordur ve yarın öbür gün bu durdurulamadığı oranda her birimiz için YAPILACAKTIR! Bu durumda, ne kadar “özgürüz”?

işleyiş. İkincisi ve daha vahim olanı ise binbir türlü manipülasyonla etrafındaki herkese “şüpheli” gözüyle bakan, güvensizlikten beslenen bir paranoya haliyle insanların her gün daha üst düzeyden kendilerine bir toplumsal hapishaneyi üretmeleri. Sınıflı toplumlarda hemen her konuda bu çift yönlü işleyişi -farklı biçimler altında- görebiliriz. Ve genel anlamda bir huzursuzluk yaratan çıplak baskıların bir hedefe yönelerek güçlü bir karşı çıkışın örgütlenmesinin önüne çıkan ilk engel de büyük oranda bu “iç engeller” olmakta.

Bana 6 milyar kişilik bir hapishane yapın!

N

Sınıflı toplumların ilk ortaya çıkışından beri, egemen sınıfın yararına olan denetim ve gözetleme mekanizmaları Postmodern bilgi bulamacı içerisinde “doğru bilgi” vardır kavramının silikleştiği günümüzde, bu bulamacın “kaliteli” örneklerinden olan Ekşi Sözlük’te “özgürlük” kaydı altındaki onlarca yorumdan birinde hoş bir tanımlamayla karşılaşıyoruz: “dar bir yolda devam edersin. yolun dışına çıkmadığın, ters yöne dönmediğin sürece özgürce hareket edebildiğin iddia edilir.” Durum aynen de budur. Bahsi geçen “yol”un genişliği bazen cüzdandaki paradır, parası olmayana “yol” zaten çok dardır ve ona tanınan “özgürlük” o daracık yolda kendi etrafında dönebilmesi kadar tanınmıştır. Yolun eni bazen düşlerinin genişliğiyle bazen gelecek iddianla ölçülür ve “esner” ama kesin olan bir şey var ki bugüne kadar bu “yol”un standartları her yerde sınıf savaşımlarıyla belirlenmiştir ve asıl olan budur. Sınıflı toplumların ilk ortaya çıkışından beri, egemen sınıfın yararına olan denetim ve gözetleme mekanizmaları var. Bu mekanizmaların iki yönlü işleyişinden söz edebiliriz: Birincisi, hepimizin gözünün içine sokulan kameralarıyla, polisleriyle, güvenlik birimleriyle, teknik takiplerle yapılan ve çeşitli düzeylerde baskı mekanizmalarıyla tamamlanan kurumsal

51

Gözetleme deyince ilk akla gelen kameralar. Okulda, işyerinde, sokakta, markette her yerde izleniyoruz. Özel bir şey yapmamız gerekmiyor izlenmek için ama zaten varoluşumuz burjuvazi için bir tehdit, yetmez mi? İstanbul’da pilot bölge olarak uygulamaya geçen ve 3500 araç, 150 mobil polis karakol ünitesi, 570 bölge görüntüleme kamerası ve komuta kontrol merkezleriyle şehri duvarsız nezarethaneye çeviren MOBESE’nin web sitesinde “Bölge görüntüleme sistemi, halkın yoğun olarak bulunduğu ve geçiş güzergahı olarak bilinen yerlere konulan kameralar ile, bu kameralardan alınan görüntülerin merkeze sürekli olarak aktarılıp kaydedilmesinden oluşmaktadır. Toplumsal olayların oldukça yoğun olarak görüldüğü İstanbul’da, bu olayların en kısa sürede haber alınmasında, olayın büyüklüğünün belirlenmesinde ve gelişmelerin canlı olarak izlenmesinde olayın büyüklüğüne göre kuvvet kaydırılmasında ve yönlendirilmesinde önemli yararlar sağlayacak bir sistemdir. Bölge görüntüleme sistemi, kanunlara aykırı olarak yapılacak olan toplantı ve gösterilerde, kimlik ve suç tespitine yönelik olarak kullanılabilecektir” deniyor. Okullarda ise özellikle son dönemlerde yaygınlaşan bir kamera furyası söz konusu. Üniversitelerin istisnasız hepsinde kameraların varlığı bilinmekle beraber birçoğu için henüz net bir sayı verilemiyor. İstanbul Üniversitesi’nde Hukuk, Siyasal Bilgiler ve Fen-Edebiyat Fakülteleri’nde “bilinen” 43 kamera ve 10 MOBESE kamerası var. Meslek yüksekokulları ve liselerde ise kameraların varlığı genellikle skandal denebilecek açıklamalarla birlikte anılıyor. Örneğin Rize Meslek Yüksekokulu müdür yardımcısı Muammer Taşçı, kameraların marifetini şöyle anlatıyor: “Okulda yakın oturmalar, el ele tutuşmalar olabiliyor. Bu diğer üniversitelerde daha çoktur. Yöremiz bu tarz olayları kaldırmadığı için bizde daha azdır. Kısmen o tip uygunsuz yakınlaşmalar olunca kameralardan tespit edip uyarıyoruz. Uyardığımız kişilerden aynı davranışların tekrarını görmüyoruz.” Liselerde bu yıl başlatılan “her liseyi bir polis karakoluna zimmetleme” uygulaması da yine liselere takılan kamera sistemleriyle beraber yürütülüyor.

iri


Kameralar okullarda ve işyerlerinde aşağılanmalarla, cezalarla ve teşhir edilmelerle beraber kalıcı psikolojik sorunlara bile yol açabilmekte. Özetle bunları parçalamak gerekiyor! Ancak öncelikle hiçbir şekilde bize ait olamayacak şu “Aman canım bana ne zararı var, suçlular korksun” laflarının bu toplumsal hapishaneyi kendi ellerimizle üretmemiz anlamına geldiğini unutmadan, herkese bunu anlatarak... Son dönemlerde yine okullarımızda turnike ve “akıllı kartlar” ortaya çıkmaya başladı. Akıllı kartların kullanım alanı -şimdilik- okuldan okula değişiyor. Kimi okullarda bölümlere giriş çıkışta kullanılan akıllı kartlar kimi okullarda ise yemekhaneden kütüphaneye, okula veya yurda giriş-çıkış kaydı tutulmasından kantinlerden alışveriş yapmaya kadar geniş bir kullanım alanına sahip. Sık sık kullanım alanlarının genişlemesi ve kullanıldığı okulların arttırılması hedefinden bahsedilen akıllı kartların aslında “yaşamımızı kolaylaştıran mucizeler” olmaktan ziyade üzerimize takılacak bir çipten farklı olmadığını görmek gerek. Ne yediğin, ne okuduğun, hangi saatte hangi binaya girdiğinin bilgisi, bir insanın çöp kutusunu takip ederek onun yaşam alışkanlıklarını çözebilen ve bunu kendisine karşı kullananlar için bulunmaz bir bilgi havuzu demek oluyor. Bir de tabii bu akıllı kartlara yüklenen paraların bankacılık tekellerinin nasıl iştahını kabarttığını ve ihale yarışına girdiklerini varın siz düşünün. Denetim ve gözetleme mekanizmalarının görece daha “görünmez” kısmını ise internetteki takip oluşturuyor. “Görünmezlik”ten kastımız farkında olmayış ve bu çoğu zaman asgari bilgiye dahi sahip olmamaktan kaynağını alıyor. İnternette biraz vakit geçiren birinin ön varsayım olarak kafasında olması gereken şey “İzleniyorum” fikri olmalıdır, tıpkı okulda dolaşan ya da telefonda konuşan birinde olması gerektiği gibi. (Kimseye paranoyaklık öğütlemiyoruz ancak “izlenmenin” kişisel olarak olabildiğince önüne geçebilmek ve nihayetinde onu tamamen ortadan kaldırabilmek için önce belli bir farkındalık gerektiği muhakkak.) İnternette gözetleme ve denetimin sayısız örneği her gün ortaya çıkıyor ve bu da buzdağının sadece görünen kısmı. Henüz geçen günlerde gazetelerde çıkan bir habere göre Emniyet, internet servis sağlayıcısı 30 şirketten tüm abonelerinin bağlantı bilgilerini (abone bilgileri, abonelerin bağlandıkları IP’ler, IP’ye bağlanan kullanıcı bilgileri, kullanıcıların canlı olarak bağlı oldukları IP’ler, IP’lerin canlı bağlantı bilgisi) istedi. Email ya da chat araçları üzerinden gönderilen şifrelenmemiş verilerin “yolda” birilerinin eline geçmesinin önünde hiçbir engel bulunmuyor, zira yazışmalarının izlendiği açıkça belirtilen çok sayıda kullanıcı var. Arama motorlarında aratılan kelimeler, giriş yaptığınız IP ve daha önceki aramalarınızla beraber karşınıza her an bir “kimlik analizi” olarak çıkabilir... bu örnekler sınırsız olarak uzatılabilir. Yazışmalarda şifreleme yapmak, makinamızın tanımlanmasını engellemek ve hepsinden önemlisi her yaptığımız işte dikkatli olmak; bizi şirketlerin, devletlerin ya da crackerların avı olmaktan bir ölçüde kurtaracaktır.

İstanbul MOBESE Komuta Kontrol Merkezi

Bizi gözetleyen kamerayı kırıp atmak da, “özgür yazılımların” kullanımını arttırmak da özgürlük alanlarımızı açmak için mücadelenin parçalarıdır

N

52

Bunlardan da daha yaygın ve tehlikeli olanı ise bizzat kendi elimizle bize “kötülük etmeye” davet ettiğimiz programlar. Yalnız müzik çaldığını zannettiğimiz programın bilgisayarımızdaki dosyaları dışarı açmak gibi ekstradan bir “meziyetinin” de olması, göz attığımız bir mail ekinden trojanların çıkması gibi durumları “gülü seven dikenine katlanır” şeklinde algılayamayız. Evet teknolojiye mecburuz ama bunlara değil! Ünlü güvenlik açıkları bildirim sitesi Secunia.com “Eğer Windows kullanıyor ve internette geziniyorsanız, %90 olasılıkla bilgisayarınızda istemediğiniz bir casus vardır” derken bizce az bile söylüyor. Üstelik buradaki tek sorun virüsler, trojanlar vs de değil. Önünüzde duran makina kapalı kaynak kodlu ve “sahipli” yazılımlardan oluşmaktaysa o yazılımların sahibine (genelde bilişim tekellerine) her anlamda tabisiniz demektir. Ne o yazılımların gerçekte ne iş yaptığını sahibinden başkası bilir, ne istenmeyen bir yerinin başkaları tarafından değiştirilmesine olanak verilir ne de onu geliştirip insanlarla paylaşma şansınız vardır; neden bunu kabullenelim? Tembel alışkanlıkları ve bağımlılıklar malesef bu konuda insanların en büyük iç düşmanı ve bizden uzak olsun! Önerebileceğimiz yegane panzehir GNU/Linux işletim sistemi ile “özgür yazılımlar” olacak, başka çaresi yok! Sistemin denetim ve gözetleme mekanizmalarına karşı her alandan başlayacak bir karşı çıkışın örgütlenmesi bugün bunun farkında olan herkesin, hepimizin önünde bir görev olarak duruyor. “Okulda yakın oturmalar, el ele tutuşmalar olabiliyor...” sözleri, dinlenen telefonlar, polisin IP kayıtlarını istemesi; birilerinin kuklası değiliz diyorsak eğer bunlar hepimize yöneltilmiş saldırılardır. “Dar bir yolda devam edersin. yolun dışına çıkmadığın, ters yöne dönmediğin sürece özgürce hareket edebildiğin iddia edilir.” Dar olan yol her gün daha da daralıyor, hareket alanımız da öyle. Bugün bu durumu engelleyemezsek on yıl sonra dünyaya nasıl hesap vereceğiz? Dahası: bugün harekete geçmezsek, daha ne kadar bu şekilde yaşayabileceğiz? Bizi gözetleyen kamerayı kırıp yaşamımızdan çıkartmak da, “özgür yazılımların” kullanımını yaygınlaştırmak da özgürlük alanlarımızı açmak için mücadelenin parçalarıdır. Bu da, sorunu yaşayan istisnasız hepimizin sorumluluğudur! n


Tohumun özgünlügü Miting sonrası, devrimcilerin işçilerin ve halkın bilinç arşivlerine alınıp tarihe şahitlik yapacaklarını nerden bilebilirlerdi? Bunca işlemden geçip şekilden şekile, ülkenin bir ucundan başka bir ucuna, top halinde tren vagonlarında, bazen ambalajlanıp gemi ambarlarında taşınıp günlerce, hatta aylarca bekletilirken karanlık bir ortamda, minibüs bagajına atılmıştı, muavinin güçlü kollarıyla son yolculuğunda sarı kumaş topu. Yetmiş kilometrelik yolculuk sonrası aydınlık ve sıcacık bir vitrine alınmıştı teşhir edilmek için. Aylarca bekletilmişti vitrinde, tanır olmuştu kasaba halkını artık, isimlerini bilmese de tek tek. Genç ve güzel kızlara bakıp iç geçirirdi her seferinde. Sarmak istiyordu onların zarif vücutlarını. Sonra korumak onları, yağmur ve güneşe karşı. Tüm bunları düşünürken tek amacı sevindirip sevilmekti. Tüm zamanlarının bunca parçalanmışlığının ve bölünmüşlüğünün acılarının sonucu özgürleşmek istiyordu doğa içinde. O emeğin simgesiydi henüz toprağa verildiğinde Çukurova’nın sıcağında. Nasırlı avuçlar ilk kez görmüştü orada. Sonra toprağın bereketini tanıdı, yeryüzü aydınlığına çıktığında. Nasırlı avuçlarla sulandı defalarca; boy atıp çiçeklendi günler geçtikçe güneş altında. Doğayı tanıdı, kendi gelişim diyalektiği içinde. Güneşi, suyu, toprağı ve insan emeğini. Mevsimlik ucuz işçilerle tanıştı kırk derece sıcak altında. Onların eller nasırlaşmıştı öncekiler gibi. Pamuk olmuştu bir yanı, bir yanı da yeniden çoğalabilmek için tohum. Sanki aynı kaderi paylaşıyordu, kendisini gövdesinden ayıran işçiyle. O da, emeğinin bir kısmını kendi geçimi ve yeniden üretimeni sağlamak için harcarken, diğer kısmını toprak sahibi için harcamak zorundaydı. Ayrıldığında gövdesinden ve tohumundan şekil değiştirip merak içinde bekletilmişti tek vücut oldukları diğer çiçeklerle balya içinde. Yolculuğa çıktılar sonra, traktöre bağlı römork üstünde. Serseme çeviriyordu motor gürültüsü ve mazot kokusu. Balyaların dışını saran çiçeklerin çoğu ölmüştü gürültü ve eksoz kirliliği karşısında. Şehrin girişinde kenar bir mahalleye girip stop etmişti traktör. Belli ki yeniden bekleyeceklerdi orada. İki babayiğit işçi yaklaştı belden yukarıları çıplak. Kısa sürede boşaltılmıştı römork. Genişçe bir sahaya taşınmışlardı balyalar. Saha ortasında bir masa, masanın üstünde kirli koçan ve kağıtlar, önünde şişmanca, çatık kaşlı, saçları kırlaşmış biri oturuyordu. Traktör sahibi ile aralarında konuşma geçti, sonra bir tomar kağıt parayı alıp traktörü ile birlikte uzaklaştı, arkasında toz ve eksoz kokusu bırakarak.

ö Toplumun değişimi ve dönüşümü için en önde mesaj taşıyacaktı, gelecek güzel günler adına. Bir an önce dalgalanmak için miting önünde heyecan sarmıştı her yanını, asılı durduğu oda içinde

53

Balyalar ne olduğunu anlayamamışlardı önce. Sonra depoya taşınmak için yanlarına gelen hamalların üzerindeki giysilerden öğrenmişlerdi alınıp satılacaklarını her aşamadan sonra. Daha tohumken, birkaç ay öncesinden metaya dönüşmüşlerdi artık. Birkaç gün bekletildiler üst üste dizilmiş biçimde. Sonra koca koca kamyonlarla Sakıp Ağa‘nın fabrikalarına götürüldüler. İşkencenin ikinci aşaması başlayacaktı artık. Önce balyalar parçalanacak, sonra metalli araçlarla dövülüp incecik deliklerden geçirilip iplik olarak bobinler halinde yeniden birleşeceklerdi. Önceden hazır olmak gerekirdi, bunca metalli aletler arasında ve o gürültü içinde dayanmak olup bitenlere. Sakıp Ağa bobinleri de rahat bırakmıyordu ki, biraz dinlenip kendilerine gelsinler. - İstihdam! diyordu her defasında. Daha fazla üretim! Onun fabrikadaki baskısına işçiler dayanamaz olmuşlardı. Üç kişinin yapması gereken işi bir kişiye yaptırmak için saatlerce fazla mesai yaptırılıyordu. Koliler halinde bitişik üniteye götürüldüler bobinler. Yine gürültü, yine dev makinalar. Hamalın üstündeki giysiyi hatırladı bobinlerden biri ve diğer bobine seslendi: - Bizden bez yapacaklar anlaşılan. - Peki ya sonra? diye sordu diğeri. Sonrasını birlikte görürüz umarım dedi. Demir çubuklara takıldılar tek tek bobinler. Dönüp durdular gürültü içinde, sonra gerildiler diğerleriyle birlikte. Bir altüst oluşu hatırladılar sadece. Bir baktılar ki kaynar su kazanlarının içinden geçiriliyorlar. Suların renkleri bambaşka. Bazısı kırmızıya, bazısı yeşile, bazısı maviye, bazıları da sarıya ve diğer renklere boyandılar. Bez yaptıkları yetmiyormuş gibi; - Anında boyuyorlar, dedi yeşile boyanan kumaşın biri. - Bez olduk ya, boyansak ne olur boyanmasak... deyip güldüler bunca acıya rağmen. Sonra diğer renk kazanlarından da katıldılar gülmeye. Kahkahaları fabrikadaki makinaların gürültüsünü bile bastırıp yankılandı dört bir yandan. Bir baktılar ki fabrikanın elektriği kesilmiş, makinalar stop etmiş. Jeneratörün devreye girmesini emreden imalat müdürünün sinirleri gergindi. Makinist ne yaptıysa jeneratörü devreye sokamadı. Aslında jeneratör çalışmıştı ama ana şalter akımı yükleyemiyordu kab-


lolara. Sonra anlaşıldı ki, kabloların hepsi yanmış kahkaha tufanından. Tam bir gün çalışmadı makinalar. Önce işçiler sevindi bu olaya, sonra bobinler ve bezler. Tabii ki makinalar da en az onlar kadar sevinmişlerdi. Tadilat dolayısıyla temizleneceklerdi parazitlerinden. Sonuçta herkes dinlendi. Kendilerine geldiklerinde, - İyi ki daha fazla gülmemişiz, yoksa bina çökerdi hepimizin üstüne, diye söze başladı sarı boyalısı. Mavili söze girdi, bilmişliğin edasıyla; - Gülmek, bizim silahımız artık, bakın biz gülünce hep birlikte, üretim duruyor. Kırmızılısı öne çıktı, mavili sözü bitirir bitirmez, - Bu silahımızı her tarafa yayalım, deyip ajiteli bir ses tonu ile devam etti. Boyalı boyasız, bezinden dikilmiş kumaşına, hatta çiçeklerimize dek yayalım ki... diye konuşurken; Hepsini duymuştu fabrika bekçilerinden birinin üzerindeki resmi kıyafet. - İsyan var! diye bağırdı. - Bunlar bölücü, bunlar yıkıcı mihraklar, kökü dışarda, sabotaj için gelmişler fabrikamıza. İtiraf ettiler! Duydum. Elektriği onlar kesmişler ağam, diye duyduklarını anlatmaya devam etti tek tek. - Hepsini duydum, renk renk, bobin bobin, hatta tarlalara varıncaya dek birlikte örgütleneceklermiş. Ben resmi kıyafet olarak, değil onlara örgütlenmek, düşünmelerine bile izin verilmemeli derim. Daha küçükken ezelim başlarını şuracıkta. Büyüdüler mi başa çıkılmaz bunlarla. Yasa çıkarttıralım ağam! Gülmeyi yasaklayalım. Terörle mücadele yasasının 8. maddesine aldıralım, diye kraldan fazla kralcı olup asıp keserken; İşçi tulumları çoktan uyanmışlardı, resmi kıyafetin aciz kalmış bağırtıları yüzünden. Önce olup biteni izlemeye çalıştı Hasan’ın üstündeki tulum. Sonra diğer tulumları toplayıp anlattı olup bitenleri. Tulumlar, yağ-pas, yırtıp pırtık içindeydiler ama atletik ve güçlüydüler içindeki işçiler. Zaten gıcıktılar, resmi kıyafetlerin kasıntı ve ispiyoncu olmalarına. Karar aldılar kendi aralarında tulumlar. Sonra saldırdılar, paçavraya çevirmek için resmi kıyafeti. Önce sahibinin silahına el koydular işçiler vasıtasıyla. Arkasından bir güzel soydular anadan doğma bekçiyi. Resmi kıyafeti parçalayıp parçalarla makinaları silmeye başladılar. Kirli-paslı paçavralar haline getirip çöp bidonlarına attılar hepsini. Böylelikle ilk dayanışmayı sağlamışlardı aralarında, işçi tulumları ile ilerde tulum ya da pankart olabilecek boyalı bezler. Elektrik tesisatı onarılıp üretime geçildi yeniden. Boyanan kumaşlar renk, kalite ve ölçülerine göre gruplandırıldılar kocaman toplar halinde. En kaliteli olanlar biraz daha şanslıydılar diğerlerine oranla. Hem daha uzun ömürlü olacaklardı hem de kir ve pastan uzak olacaklardı. Büyük şehirlerde, lüks otel ve lokantalarda ya da villalarda bulunacaklardı. Uçaklarla seyahat edeceklerdi dünyanın dört bir yanına. Orta kalitedekiler, orta sınıfın insanoğluna sunulacaktı. Kalitesiz olanların vay hallerine! Kimi yerde hayvanlarla paylaşacaklardı yaşamlarını, tezek kokuları içinde; kimi yerde ve zamanda da terli bedenleri saracaklardı, kir ve pas içinde. Üçüncü sınıf tren vagonlarında yolculuk yapacaklardı, en önemlisi çok kısa yaşayacaklardı yara-bere içinde.

Vural’ın amcasının kızı Meral vitrinden izledi sarı kumaş topunu. Sonra pazarlık yaptı dükkan sahibi ile. - Hepsini alıyorum. Ama katlamanızı istiyorum, top şekilde taşımam zor olur demişti. Pankart için alındığını, üstü yazılıp kalabalığın önünde, emeği temsilen dalgalanacağını bilmiyordu henüz sarı top kumaşı. O, elbise olacağını düşünürken Meral’e ve kardeşlerine, eve vardıklarında anlamıştı uzun uzun kesilip maket harfler üzerine yerleştirildiğinde. Onu süsleyenlerin coşku ve heyecanlarına o da kendini kaptırmıştı büsbütün. Rengi eskisinden daha parlak, daha canlı hal alıyordu zaman ilerledikçe. O, kendi renk ve kalite grubu içinde en şanslısıydı. Çünkü bireysel mülkiyet yerine topluma mal olmuştu artık. Toplumun değişimi ve dönüşümü için en önde mesaj taşıyacaktı, gelecek güzel günler adına. Bir an önce dalgalanmak için miting önünde heyecan sarmıştı her yanını, asılı durduğu oda içinde. Nihayet Vural yaklaşıp yanına, duvardan indirip iki ucuna ikişer metrelik çıtaları raptiyeledi. Sonra çıtanın birine sardı yuvarlayarak. Diğerleriyle birlikte aldı sırtına, doğruca miting alanına. Vural’ın yoldaşları arasında kapışıldılar her biri. “Dünya işçileri ve ezilen halklar birleşin” yazılı olanı en öne alındı. Sırasıyla diğerleri yerleştirildi kortej aralarına. Başka renkten olanlar da vardı kendi aralarında, kaliteleri aynıydı ve hatta aynı süreçlerden ve aynı fabrikadan gelmişlerdi ama ayrı vitrinlerde bekletilmişlerdi daha düne kadar. Bakışıp özlem giderdiler gülücükler içinde. Mutlulukları, parlaklıklarından belli oluyordu. Konuştular havadan sudan, ortak tanıdıkları sordular birbirlerine. Çok geçmedi, resmi kıyafetleri gördüler hemen önlerinde. Silahlı, coplu ve kalabalıktılar. O an fabrikayı hatırladılar, o müthiş kahkahaları, kırmızıya boyalı kumaşın ajiteli konuşmasını. Yeniden bakıştılar, arkasından güldüler hep birlikte, önce orta düzeyde. Resmi kıyafetlerin apoletleri ve düğmeleri, kopup kopup yere düşüyordu. Pankartların kahkahalarına mitinge katılanların giysileri de katıldı. Kahkahaların oluşturduğu yankı gökkubbeye yayıldı. Resmi kıyafetler geldikleri yöne doğru koşuşmaya başladılar. Her manifaturanın ve kalabalığın önünden geçerlerken adeta yırtılıyordu yeni resmi kıyafetler. Sahipleri neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Bazıları yarı çıplak, bazıları da anadan doğma koştular cadde boyu. Telsiz anonslarından aynı cümle duyulur olmuştu: - Dikkat! dikkat! Resmi kıyafete saldırı var! Resmi kıyafetlerin çalıştıkları büro, erkekler hamamına dönmüştü kısa sürede. Telsiz anonsları, çevre il ve ilçelere iletildi, - Dikkat! dikkat! Bütün ekiplere, resmi kıyafete saldırı var! - Kökü dışarda yıkıcı mihraklar resmi kıyafetlere saldırdı! - 100′e yakın resmi kıyafet parçalanıp sahipleri çıplak kaldı! Bu anons üzerine çevre il ve ilçelerden gelen ambulans ve itfaiye eşliğinde kasabayı terk ettiler. Kasaba tamamen sivilleşti. Sarı, kırmızı pankartlar özgürce dalgalanıp durdu gün boyu. Kasaba özgürdü! Caddeleriyle, sokaklarıyla, işçisiyle, köylüsüyle. Halaya durdu özgürlük türküsüyle.

54

M. Yıldız


res

im

Just another product*

oku

ma

* Yalnızca bir başka ürün

Komünarca Sitesi’nin (http://komunarca.org) en sevilen köşelerinden biri olan Fotoğraf Anlatıyor’a geçtiğimiz ay bir foto-manipülasyon konuk oldu. Her seferinde olduğu gibi bu kez de ziyaretçiler yorumlarıyla resmi okumaya çalıştılar, fikirlerini birbirlerine anlattılar. “Just Another Product” isimli çalışma DeviantART sitesinden fbarok takma adlı bir “sanal sanatçı”ya ait. Resmin kendisinden önce alındığı kaynaktan bahsetmek yerinde olacaktır. DeviantART (http://www. deviantart.com), binlerce insanın üretimlerini sergilediği, paylaştığı ve beraber geliştirdiği bir site. Her şeyin metalaşarak piyasa dolayımlı hale geldiği, bireyciliğin insanın doğasında var olduğu yalanının birçok insanca benimsendiği ve neredeyse bireyciliğin tanrısallaştırıldığı günümüzde, DeviantART gibi paylaşım ve birlikte üretim siteleri; insanoğlunun kapitalizmin bireycileştirme saldırılarına karşı toplumsallaşma ihtiyacını merkeze koyan soluk borularıdır diyebiliriz. İnsanlar çektikleri fotoğrafları, yaptıkları resimleri, çizimleri, tasarımları, logoları ya da afişleri birbirleriyle paylaşıyor; birbirlerinin üretimlerine yorumlar yazıyor ve yorumlar üzerinden üretimleri geliştiriyorlar. Şu anda sitede 29 milyonu aşkın üretim paylaşılıyor ve bunların kayda değer bir kısmı da kendi çapında sınırların ötesine geçen, hayal gücünü konuşturan üretimler. Sitedeki birçok sanal sanatçıdan biri de “fbarok”. Fbarok 19 yaşında Portekizli bir genç. Genelde politik çizimler, afişler ve logolar yapıyor. Kendisini “sosyalist” olarak tanımlıyor, Che’ye hayran, Nazilerden nefret ediyor; metal ve hardcore dinliyor. Resme ilk bakışta en öndeki kafası olmayan manken göze çarpıyor. Boyun kısmında barkodu ve belinin sağ yanında fiyat etiketi olan çıplak bir kadın manken; bir mağazadan çok mezbahayı andıran bu yerde barkod ve etiketin vitrinlerde üzerinde taşıdığı kıyafette olması gerekirken şimdi kendi üzerinde. Hemen ardında çengellerle sıra sıra asılmış kalça ve bacaklar. Hepsinin üzerinde bir barkod ve fiyat etiketi. Parçalanmış kişilikler ve yaşamlardan sonra parçalanmış bedenler. Parçalanmış ve satılığa çıkarılmış. Resimde kullanılan kırmızı ve tonları da etin, kanın rengini belirtmekle beraber resme bakanda insanlığın geldiği noktanın yaratacağı dehşetin şiddetini arttırmak için kullanılmış gibi. Biraz daha dikkatli bakınca kadın “parçalarının” üzerinde “Low Price”(Ucuz) yazılı ve arka fonunda özgürlük heykeli olan damgalar göze çarpıyor. Özgürlük heykelinin bilinçlerde çağrıştırdığı özgürlük kavramıyla, üzerine basılmış “Ucuz” damgası birlikte bir ironiye işaret ediyor. Fbarok kendi çalışmasını şöyle yorumlamış: “Kadının ‘özgürleşmesi’ ilüzyonu, kadını kapitalist toplumda yalnızca başka bir ‘ürün’e dönüştürüyor.” İnsanın aklına direkt “çocuk da yapa-

Fbarok’un “Just Another Product” (Yalnızca bir başka ürün) isimli fotomanipülasyon çalışması, DeviantART

Özgürlük heykelinin bilinçlerde çağrıştırdığı “özgürlük” kavramıyla, üzerine basılmış “ucuz” damgası birlikte bir ironiye işaret ediyor: özgürlük ilüzyonu...

rım kariyer de” reklamları geliyor. Kadının üretim sürecine çekilmesinde yaşanan “özgürleşme” ilüzyonu ve kadın bedeninin reklam malzemesi yapılan bir meta oluşu birlikte işleyen süreçler olarak karşımıza çıkıyor. Komünarca sitesine gelen yorumlarda da resim şöyle okunuyor:

Gönderen: sabi, Tarih: 4 Ekim 2006 ...Sıradan cinsel çekimin, içeriğe değil biçime yüklenen değerin aynılaştırdığı, tektipleştirerek mankenleştirdiği bedenlerimiz uzun zamandır bize ait değil. Oysa tüm koku, boya ve süslemelerle değer kazandırmak, piyasa değerini, meta çekim etkisini büyütmek istediğimiz beden; ölümün soğukluğunda sadece et ve kemik! İnsani olan çıkartılırsa geriye bu kalacaktır. Farklılaşmak için süslediğimiz ölçüde kapitalist toplumun çıplak yabancılaştırması daha da belirgin hale geliyor bedenlerimizde. Barkod yapıştırılmış, satışı hazır o kafasız beden yerine koyulmuş olan sensin! En gelişkin sınıflı toplumun- son sınıflı toplum kapitalizmin kadına bıraktığı tarihsel eşitlenme şansı: Birim-değerde eşitlenme! Sen artık 3 birim değerinde bir bacak, 5 birim değerinde kalça, 4 birim değerinde göğüssün! Ya emekçi kadın kalkarsa ayağa?

“ “

Gönderen: iğde, Tarih: 7 Ekim 2006 et...satılığa çıkarılmış et.barkodlanmış, metalaşmış ve ruhsuzlaşmış et.yok kafaları etlerin.bedenlerde yok karşılığı ne bir hüznün ne sevincin...aşkın?..aşkın da karşılığı yok bu etlerde.hiçlik var. ‘kadın’ denilen nedir bugün? Gönderen: mercimek, Tarih: 19 Ekim 2006 tüm insanların hızla metalaştırılmaya çalışıldığı, ama vitrine yalnızca kadınların konulduğu günümüz toplumu...

55

Doğallığından arındırılan cinselliğin alınıp satılır hale gelişi ve burjuvazi tarafından medya aracılığıyla sürekli pompalanışı, metalaşan kadın bedeninin çıplak et halinde sunuluşu ve bir ürün olarak resmedilişi... Tüm bunlar ancak komünizmin özgürlükler dünyasında son bulacaktır. n

si


OCAK

2007

ŞUBAT

Pts Sal Çar Per Cm Cts

Pz

Pts Sal Çar Per Cm Cts

1

2

3

4

5

6

7

8

9

10

11

12

13

14

5

6

15

16

17

18

19

20

21

12

22

23

24

25

26

27

28

29

30

31

Pz

1

2

3

4

7

8

9

10

11

13

14

15

16

17

18

19

20

21

22

23

24

25

26

27

28

Pts Sal Çar Per Cm Cts

Pz

NİSAN

MART Pts Sal Çar Per Cm Cts

Pz

1

2

3

4

1

5

6

7

8

9

10

11

2

3

4

5

6

7

8

12

13

14

15

16

17

18

9

10

11

12

13

14

15

19

20

21

22

23

24

25

16

17

18

19

20

21

22

26

27

28

29

30

31

23

24

25

26

27

28

29

Pts Sal Çar Per Cm Cts

Pz

30

MAYIS

HAZİRAN

Pts Sal Çar Per Cm Cts

Pz

1

2

3

4

5

6

1

2

3

7

8

9

10

11

12

13

4

5

6

7

8

9

10

14

15

16

17

18

19

20

11

12

13

14

15

16

17

21

22

23

24

25

26

27

18

19

20

21

22

23

24

28

29

30

31

25

26

27

28

29

30

AĞUSTOS

TEMMUZ Pts Sal Çar Per Cm Cts

Pz

Pts Sal Çar Per Cm Cts

1

1

2

3

4

5

2

3

4

5

6

7

8

6

7

8

9

10

11

12

9

10

11

12

13

14

15

13

14

15

16

17

18

19

16

17

18

19

20

21

22

20

21

22

23

24

25

26

23

24

25

26

27

28

29

27

28

29

30

31

30

31

Pts Sal Çar Per Cm Cts

Pz

EKİM

EYLÜL Pts Sal Çar Per Cm Cts

Pz

1

2

1

2

3

4

5

6

7

3

4

5

6

7

8

9

8

9

10

11

12

13

14

10

11

12

13

14

15

16

15

16

17

18

19

20

21

17

18

19

20

21

22

23

22

23

24

25

26

27

28

24

25

26

27

28

29

30

29

30

31

Pts Sal Çar Per Cm Cts

Pz

KASIM

ARALIK

Pts Sal Çar Per Cm Cts

Birleşik, kitlesel, militan öğrenci sendikamızla KAZANACAĞIZ!

Pz

Pz

1

2

3

4

1

2

5

6

7

8

9

10

11

3

4

5

6

7

8

9

12

13

14

15

16

17

18

10

11

12

13

14

15

16

19

20

21

22

23

24

25

17

18

19

20

21

22

23

26

27

28

29

30

24

25

26

27

28

29

30

31


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.