NASIL İLERLEYECEĞİZ? KURTULUŞ
Ö
ngördüğümüz mücadele hattının isterlerini mevcut örgütsel yapı kaldıramaz durumdaysa, önümüzdeki acil görevlerden biri örgütsel mekanizmamızı yeni dönemin ihtiyaçlarına göre yapılandırmaktır. Devrimci örgüt sınıf savaşımı yürüten bir araçtır. Dolayısıyla, bu araç sınıf savaşının gereklerine göre şekillenmelidir. Mücadelenin düzeyi kendine uygun örgüt yaratırken, örgüt ise kendine uygun mücadele pratikleri üretir. Mücadele ve örgüt diyalektiğinde konu ele alınınca tespitler ve analizler objektife yakın bilimsel bir çerçeveye oturabilir. Bugün gelinen noktada gündemimizde siyasi varoluş ve temsiliyetin ötesinde pratik mücadele hattını günlük bir periyodla örme sorunsalı durmaktadır. Bu nedenle bundan sonraki gündemimizin yüzde doksanı örgütlenme ve güçlenme olmalıdır. Bu yolda tüm imkanlar seferber edilmelidir. İleriye doğru sağlam bir adım atmanın önkoşulu bastığımız yerin de sağlam olmasıdır. Bugün bulunduğumuz nokta geçmişin birikimlerinin sonucu olduğuna göre, ilerleyebilmek için ve sorunlarımızı çözebilmemiz için yaşadığımız deneyimlerle ilgili bazı temel değerlendirmeleri yapmamız bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor. Bu değerlendirmenin önümüzü açabilecek yegane yöntemi ise süreci olumlu ve olumsuz tüm yönleriyle beraber ele alabilmektir. 2002 süreciyle beraber Kurtuluş kendisini üç temel görev üzerine inşa etmeyi önüne koymuştu: 1) Hareketin maddi ve kadrosal eksikliklerinin giderilmesi, yapısal örgütlenmesinin geliştirilmesi, hayata müdahale edebilen etkin bir eylem hattının örülebilmesi ve programatik görüşlerin güne uygun bir şekilde derinleştirilmesi,
2) Sosyalistlerin birliği meselesine çözüm olarak birleşik sosyalist bir parti olan SDP’nin örgütlenmesi: Bu partinin yasalcılıklareformizmle ve bürokrasiyle mücadele eden, kitle eylemlerinin meşruluğu üzerinden devrimci birleşik bir araç olarak örgütlenmesi için gereken önlemlerin alınması, partiye kadrosal ve mali anlamda tüm imkanların sunulması, 3) Kürt özgürlük hareketi ile stratejik ittifak tezinin realize edilmesi: Bu ittifakın realize edilebilmesi için emek-barış-özgürlük bloğu olarak başlayan 2002 genel seçimlerinde birleşik bir cephe olarak işlev gören ve azımsanamayacak bir oy alan seçim bloğunun çatı partisine dönüştürülmesi planlanmıştı. Bu üç temel görevin birbirlerinin başarılarını olumlu ya da olumsuz yönde etkilediklerini belirtmek yerinde olacaktır. Geçmişi ve anı ile hesaplaşan, bir bütün olarak doğruyu arayan, yaptığı ve yapamadığı tüm konular hakkında açıkça halka hesap verebilen bir devrimci muhtevaya sahip olduğumuzu yaşadığımız süreçler ve sonuçları açıkça gösterdi. Hareketimizin pratik mücadele hattını ve mevzilerini elinden geldiği kadar, imkanlarının yettiği kadar oluşturmaya çalıştığı da ortadadır. Ayrıca anti-emperyalist, anti-oligarşik devrim programının her tür sapmaya karşı savunulması ve pratik mücadele hattında bu programatik hattın geçerliliğinin ispatlanması edinilen kazanımlar arasındadır. Hareket kendi içinden başlayarak her tür eşitsizliği-yalancılığı ve sahtekarlığı mahkum etmiş ve bunlara karşı savaş açmıştır. Amaca ulaşmak için her yol mübahtır mentalitesi yenilmiş ve “devrimci sonuçlara ancak devrimci yöntemlerle varılabilir” yaklaşımı hakim kılınmıştır. Bütün bu özelliklere sahip ol3
KURTULUŞ
duğu için hareketimiz yenilmezBir mücadelenin haklı olması başka bir şey başadir. Çünkü hareketimiz devrimrılı olması başka bir şeydir. Devrimci mücadeci pratik ile mayalanmıştır. le, başarılı ya da başarısız her tür süreci sahipDevrimci örgüt için yenilmezlenen devrimci bir örgüt tarafından veriliyorsa lik varolma durumu olarak kavzafer kaçınılmazdır. Bizde eksik olan sorunlaranılmalıdır ve bu durum yeterrın çözümünün burjuvaziye karşı sınıf mücasizdir. Varolmanın ötesinde zadelesinin yükseltilmesinden geçtiğinin sürekfer kazanmak amacıyla (iktidar li unutulmasıdır. Sorunlar gerçekten sınıf kavperspektifi ile) taarruz durumugasının sorunlarıysa sınıf kavgasının deney na geçmek gereklidir. Neden alanında çözülür. varolma yani savunma düzeyini aşamadık? İlk önce sürekli gündelik faaliyet yürütebilmeyi ve onun için gerekli araçları yaralar hayata geçirilemedi “günü kotarmacılık” hatamamamızı temel eksiklik olarak ele almalıyız. kim oldu. Sınırlı da olsa varolan mevcut enerjiyi düşmanBu bağlamda konu sosyalistlerin birliğinin la mücadeleye sevk edememek ciddi zararlara bir aracı olarak SDP’ye gelince sorumluluk bir ve imkanların heba olmasına yol açtı. İlerleye- nebze beraber olduğumuz yere kadar diğer devmemek, mevzi elde edememek mücadeleye ve rimci hareketlere de düşüyor. Fakat partinin örgüte güvensizliği arttırdı. Başarısızlığı kimse en büyük bileşeni olarak en büyük sorumluluk paylaşmak ya da sahiplenmek istemez, hep ba- yine hareketimize düşmektedir. şarılar paylaşılır ya da sahiplenilir. Bir mücadeSDP’deki gruplar hem partinin program ve lenin haklı olması başka bir şey başarılı olması tüzüğüne hem de kendilerinin program ve tübaşka bir şeydir. Devrimci mücadele, başarılı ya züklerine bağlıydılar. SDP’nin program ve tüda başarısız her tür süreci sahiplenen devrim- züğü gerek parti içindeki gruplar, gerekse sadeci bir örgüt tarafından veriliyorsa zafer kaçınıl- ce partili olan bireyler açısından üzerinde konmazdır. Bizde eksik olan sorunların çözümünün sensus sağlanan birleştirici ve uyulması gerekiburjuvaziye karşı sınıf mücadelesinin yükseltil- len metinler olarak planlanmıştır. Fakat başmesinden geçtiğinin sürekli unutulmasıdır. So- ta hareketimiz olmak üzere pratik süreçler pek runlar gerçekten sınıf kavgasının sorunlarıysa bu planlamaya uymadı. Önce maddeler halinde sınıf kavgasının deney alanında çözülür. Örne- partinin özelliklerini inceleyelim sonra bu yazığin SHP ile Bloğun ittifakının doğru olup olma- lan ve yapılan arasındaki açı farkını ele alalım. dığı konusunda ilk elden seçim sonuçları ve enSDP için geçerli beş temel yaklaşımı sıralaternasyonalist, devrimci güçler açısından yarat- yacak olursak; tığı sonuçlar öncesindeki tartışmaları aydınlat1) Çoğulcu, sosyalist demokrasi ilkelerine mıştır. Bu tür tartışmalar mutlaka hatırlanma- göre işleyen ve partideki grupsuz bireyleri de lı ve dikkate alınmalıdır. Geçmişi unutmak ra- gözeten bir yapıya sahiptir. hatlatır ama asla aydınlatmaz. 2) SDP önüne anti-emperyalist, antiUnutmamanın ve deneyim aktarılmasının kapitalist, kesintisiz devrim perspektifini koytemel yolu raporlu, düzenli ve organlı çalışma- muştur. dır. Bu tür bir çalışma tarzını hakim kılamama3) Bu yolda Türkiye işçi sınıfı ile Kürt emekçi mız ortak hafıza ve değerlendirmelerin önünde sınıflarının ittifakı stratejik bir ittifaktır tespitien büyük engel olduğu gibi demokratik işleyişe ni yapmaktadır. de engeldir. Böyle işleyen süreçlerde ne bireyin 4) Partinin örgütlenmesi mahalle ve fabrikahakları örgüte karşı korunabildi, ne de örgütün işyeri komiteleri üzerinden oluşturulmalıdır. hakları bireye karşı korundu. Yerine getirilme5) Devrimci mücadelede kesintisiz faaliyet si gereken bireysel sorumluluklar denetleneme- esastır. di ve kolektif önderlik gerçekleştirilemedi. SafParti kuruluşu itibarı ile hızla örgütlenmiş larımızdaki her birey mücadelenin mevzilerine fakat Kurtuluş’un sınırlarını aşamamıştır. Paryerleşebilselerdi tüm enerji devrimci mücadele- tinin geniş ve temsili bir örgütlenmeye gitmesi ye kanalize olabilecekti. Fakat bazı mevziler boş kitleselleşebilen yerel taban örgütleri kurabilkaldı, bazılarını ise bir iki kişi savunmak zorun- mesini sekteye uğratmıştır. Güçleri dağıtmış ve da kaldı. Mücadelenin yükü kolektif bir şekilde kadroları temsiliyete ve yalnızca büro kiralarını dağıtılamadı. Böylece orta ve uzun vadeli plan- ödemeye ve diğer benzeri gündelik işleri yapma4
NASIL İLERLEYECEĞİZ?
ya endekslenmiştir. Parti içi çeşitli temsili ve yürütme organlarının seçiminde olgun, esnek ve yapıcı davranılmamış ve bu konuyla ilgili krizler kronikleşmiştir. Organlı çalışma hukuku hakim kılınamamıştır, bireysel müdahaleler önlenememiştir. Bir grubun ayrılma sebebi parti içindeki diğer bir grupken (EHP’yi oluşturan arkadaşların ayrılması ve Dönüşüm grubunun partideki temsiliyeti meselesi) daha sonraki süreçte Odak grubunun ayrılma nedenleri başta Kürt hareketinin dönemsel yönetiminin yorumlanmasından, özgürlük hareketiyle ittifak anlayışından, genel başkan seçimlerine kadar uzanıyordu. Bu ve benzeri sorunlar halledilemez miydi? 2. Konferans bu bağlamda gereken kararların tümünü almıştır. Konferansta ABD emperyalizminin Irak işgaline ve BOP’a karşı “küresel saldırıya karşı küresel direniş” şiarıyla politik yönelim, DTP ve EMEP’in de kabul ettiği çatı partisinin kurulması ile ilgili karar ve örgütsel yeniden inşa ile ilgili kararlar alınmıştı. Tüm bu alınan kararları herkes kendine göre yorumladı. Yine kimse yazılanları, ortaklaşılanları yapmadı, kendi bildiğini uyguladı. Demokrasi adına en antidemokratik işleyiş benimsendi, mücadeleden ve kitlelerden kopuk tartışmalara mahkum olundu. 2. Kongre’den sonra partiye katılan Bedreddini Hareketi ve bazı grupsuz parti üyeleri hariç Kurtuluş partide yalnız kalmıştır. Hareketteki fikir ayrılıkları liberalizm, reformizm, hizipçilik şeklinde kendini zayıf da olsa örgütlemiştir. Fakat devrimci eğilim güçlüydü ve sorunlarla kavga etmekteydi. Her tür hastalığın üremesine uygun bir ortam olarak taciz meselesi ortaya çıktı ve sap ile samanı birbirine karıştırdı. Ve hareketimiz önemli bir hata yaptı. Birlik ve devrimcilik adına partinin işleyişine müdahale etti. Bu hamlesi karşısında istediği sonuçları alamadı. Birbirlerine karşı daha evvelden tahkimat kuran gruplar yalın kılıç birbirine girdi. Birlik isteyenler, oligarşiye-emperyalizme enerjimizi harcayalım diyenler gittikçe etkisizleşti. Ve sonuç olarak önemli bir moment de (e-muhtıra dönemi) bir çok devrimci imkan heba edildi. O günden bu güne Kurtuluş’un da SDP’nin de programatik görüşleri eskisiyle aynı doğrultuda ve eylemleri de ortada. SDP’den 2007 sonunda ayrılan oldukça Kürtçü arkadaşların kurduğu SP’nin programında “Bağımsız Türkiye” diye bir bölüm var! Son olarak atılanların oluşturduğu platform Kurtuluş hareketinin reddiyatı üzerine yazılmış bir metne dayanıyor. Birinin “Kürtçülüğü”, birinin “örgütçü-
lüğü” bu kadar. SP’nin ulusal meseleye bakışı ideolojik olarak tartışılabilinir. Fakat saflarımızdan atılanların kurdukları platform metni sahtekarlığın ibret verici bir belgesi olarak incelenmelidir. NASIL İLERLEYECEĞİZ?
• Sosyalistlerin birliği, çoğulculuk ve sosyalist demokrasi ilkeleri ancak sınıf mücadelesinin pratik deney alanında gerçekleştirilebilinir ve geliştirilebilinir. Birleşik devrimci bir hareket fikriyatı sadece parti formunda değil mücadelenin ihtiyaçlarına göre her tür araçla oluşturulabilinir. Bu bağlamda eylemin birleştiriciliği, teorinin sınayıcılığı bize kılavuz olacaktır. • Hareketin temel gündemi örgütlenme ve güçlenmedir. Hareket işyeri, fabrika, okul vb. temel taban örgütleri üzerinden örgütlenerek, bireysel sorumluluk ve kolektif önderliğe dayalı bir örgütsel mekanizma ile oluşturulacaktır. • Bugünkü devrimci örgüt yarın kuracağımız sosyalist toplumun prototipidir. Bu genellemeye uygun bir hattı tutturmak gereklidir. Fakat unutulmamalıdır ki, burjuvazinin egemenliğinin yıkılması işlevi ile mücadele yürütülen devrim öncesi dönem ile sosyalist toplumun kurulması için mücadele edilen devrim sonrası dönem arasında ciddi farklar vardır. Örneğin devrim öncesi dönemde kapitalist devletin zor aygıtlarına karşı alternatif bir örgütlenmeye gidilmesi gerekebilecekken, devrim sonrası dönemde bu tür aygıtların sönümlenmesi faaliyeti esas olacaktır. Savaş koşulları, demokrasi-gizlilikörgütlenme şekilleri konuları hakkında çeşitli farklılıkları getirecektir. • Mücadele koşulları çeşitli örgütlenmeleri gerektirirken, örgütlenme ise zorunlu olarak çeşitli hiyerarşik katmanlar yaratmaktadır. Bu bağlamda bir grup elitin, bürokratın ezilenlerin mücadelesinin gücü üzerinde iktidar tekeli kurabilme olasılığı ortaya çıkmaktadır. Bu duruma nasıl engel olunmalıdır, bu olasılık nasıl ortadan kaldırılmalıdır? Politik sorunların ve ana devrimci stratejilerin gizliliği olmaz. Bu bağlamda bütün tartışmalar açık ve örgütlü yapılmalıdır. Varolan bu tip sorunlar birkaç kişinin arasındaki sohbet konusu olamaz. Örgütte mücadele eden herkesin bu bilgilendirmeyi edinmek temel hakkıdır. Böyle bir işleyişin sağlıklı oluşturulabilmesinin temel yolu organlı çalışmadır. Bu bağlamda kurduğumuz bütün örgütsel yapılanmaları kendi kuralları ile işletmemiz gerekmektedir. 5
KURTULUŞ
• Sistemle entegrasyonu sınıf mücadelesi alanında azaltan ve gittikçe yok eden bir mücadele hattı benimsenmelidir. Her komite, organ ve devrimci bulunduğu alanda yaratıcı mücadele yöntemleri uygulamalıdır. Komitelerde rekabet değil mutlak surette dayanışma hakim olmalıdır. Liberal, dar grupçu, hizipçi yaklaşımlar, düzenin tüm yöntemleri reddedilmelidir ve mahkum edilmelidir. Önümüze koyduğumuz devrimci görevlerin kestirme ve kısa bir yolu yoktur. Sabır ve özenle çalışmalarımızı yoğunlaştırmak zorundayız.
DERHAL YERİNE GETİRİLMESİ GEREKEN GÖREVLER
1) Tüm organlarımız süreğen ve sistemli bir politik çalışma yürütmelidirler. Yeni dönemdeki stratejik adımımız kitleselleşme, bir kitle hareketi haline dönüşme ve bu hareket içinden yeni kadroların çıkartılmasıdır. 2) Her organ kadrolarında bir politik ve örgütsel merkez gibi hareket etmelidir. Birimler hareketin bütün kararlarını yaşama geçirmeye hazır yetenekli, güçlü, etkili merkezler halinde örgütlenmelidirler. 3) Her alanda organlı çalışma tarzı benimsenmelidir. Herhangi bir organda konumlanmayan bir arkadaşımız bile kalmamalıdır. Organlı faaliyet içinde olmayan yoldaşlar durumlarını mutlaka sorgulamalıdırlar. 4) Her birim genel kadro politikalarına uygun bir faaliyet örgütlemeli, birimin özgül koşullarına uygun kadro eğitimleri kesintisiz bir şekilde sürdürülmelidir. Merkezin organize etmekte eksik kaldığı alanlarda yerel inisiyatifler kendi eğitimlerini örgütlemelidirler. 5) Stratejik ittifak politikamızı tüm yerel birimler uygun araçlarla uygulamalı ve ilk elden bu yönde DBH örgütlenmesi bir araç olarak kullanılmalıdır. 6) Tüm materyallerimiz (dergiler, gazete, afiş, bildiri, vb.) özenle tüketilmeli ve mücadeleye hizmet eder bir şekilde örgütlenmelidir. Ayrıca kullandığımız mekanlar mücadelenin yürütüldüğü merkezler olarak ele alınmalı ve buna uygun bir örgütsel işleyiş yaratılmalıdır. İmkanlarımızın tümü kısıtlıdır ve binbir emekle elde edilmişlerdir. Bu yüzden hiçbir sarfiyata kaçmadan özenle kullanılmaları önemlidir.
YENİ DÖNEM VE İMKANLAR
• Anti emperyalist, anti oligarşik ve enternasyonalist devrimci hat pratik ve teoride hakim kılınmış ve tekrar hareketimiz şahsında sosyalist kamu oyunda umut haline dönüşmüştür. • Geçen son 3 yıla yakın süreçte her çeşit gerici-statükocu anlayışla hesaplaşılmış ve tartışılmaz – “hikmetinden sual olunamaz” zevatlar değerlendirilmişlerdir. Ortak kararlarımızı çiğneyenler, tüzüğümüze aykırı davrananlar tarih ve örgüt karşısında hesap vermek zorunda kalmışlardır. Artik egosantrizm-bencillik yoktur, örgüt ve kolektivizm vardır. Eşitlik ve açıklık dolayısıyla adaletli bir işleyiş tüm harekete hakim kılınmıştır. • Yeni dönem 1000 kişilik örgüt dönemi değil, 1000 öncünün kendini sürekli artırdığı onbinlerce kişilik örgüt dönemidir. Hareketin militanı önderleşecek ve örgütünün kaderini eline alacaktır. Çok çeşitli işleri başarabilen çok yönlü bir militan tipolojisini hakim kılmak birinci görevimizdir.
6
TEKEL İŞÇİLERİNİN EYLEMİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER FEHMİ BAYRAKTAROĞLU
T
Hemen tüm siyasi polemiklerinde kendine o kadar güvenen Başbakan bu sefer önce neden çok sinirlendi, sonra neden “geri bastı”? Mecliste, mitinglerde, açılışlardaki siyasi polemiklerindeki üstten, kendine aşırı güvenli edasıyla izlediğimiz Başbakanın iki konuda gardı çabuk çöküyor. Bunlardan ilki Kürt sorunu... Bu konuda Başbakan, hep bildiğimiz, tanıdığımız üslubu ile konuşmuyor; çünkü sözde açılım politikaları ile çelişmek istemiyor. Tekel işçilerinin eylemi/direnişleri başlar başlamaz da; çok kısa sürede Başbakanın o üstten, alaycı, güya duruma hakim üslubu hızla değişti; gardı dağıldı; önce sendika yöneticilerine adeta “büyük konuştunuz, haddinizi aştınız” dercesine “ genel grev yapıp, hükümet düşürmek kim, siz kim? Cürmünüz ne?” diye bağırdı. Ama hemen sonra, genel grev talebinin YUKARIDAN, hükümeti tehdit için sendika üst yöneticileri tarafından çok isteyerek dillendirilen bir söylem DEĞİL, AŞAĞIDAN, binlerce Tekel işçisi tarafından; yavaş da olsa gözle görülür, açıkça hissedilir biçimde diğer işçi kesimlerine YAYI-
ekel işçilerinin eyleminden sonra görüldü ki; sosyalist sol, bütün bugünkü bölünmüş haline, tüm zaaflarına ve marjinalliğine rağmen bu eylemi desteklemekte canlı, hareketli... vb. Bunca yaşadıklarımızdan sonra, böyle olmayabilirdi de... Hala bizde iş var yani! Gerçi, gelişmeleri yaşadıkça gördük ki, birçoklarında bir BULDUMCUK HALİ, bir ABARTILI ALGILAMA/DEĞERLENDİRME durumu da yok değil ama, bu çok yadırganacak bir durum da değil. Böyle zamanlarda –ve bunca zaman sonra– olur böyle... Hayat, hızla ayakları yere bastırır yaşandıkça nasıl olsa... Yani, daha hareketli, daha eylemli sınıf mücadelesi günleri gelirse, çabuk toparlanma potansiyelimiz var, bu iyi... Ama bu “iyilik” gözümüze, BÖLÜNMÜŞLÜĞÜMÜZDEN GELEN ZAYIFLIĞIMIZI daha da sokuyor, hem de sokmalı! Bir düşünelim; sosyalistler olarak bu durumda olmasa idik, bu anlamda daha fazla yol alabilmiş olsa idik,neler olurdu? O zaman bir ders çıkarıp, yazabiliriz: Ülke çapında ses getirebilen işçi eylemleri, başladıkları andan hemen sonra, sınıf ilişki ve çelişkilerine yeniden ve daha derinden –daha dolayımsız– etki yapar; politik konumlanışları da bu bağlamda yeniden tanımlarlar. Bir başka deyişle, her siyasi konumlanışın kendini boy aynasında yeniden –ve daha net– görmesini sağlar bu durum. Böylece, iddialarımızla gerçeklik arasındaki açı farkını daha iyi görür, anlayabiliyorsak anlarız... Tekrar ederek bir daha yazayım: Her kesimin, kendini (politik varlığını,oluşunu) koyduğu yer ile gerçek hayatta bulunduğu yer arasındaki fark böyle zamanlarda daha net ortaya çıkar; böylece daha sahici tutum alışların imkanı da ortaya çıkar.
LAN VE İÇTENLİKLE, İSTEKLE SAHİPLENİLEN, DERİNDEN GELEN BİR DALGA GİBİ YÜKSELMEKTE OLDUĞUNU görünce; –tabii bu konuda
her türlü istihbara raporları da önüne geliyordur– çark etti; üslubu birden değişti. Önce bir süre, açılışlarda, mitinglerde falan Tekel işçilerini “halkına” şikayet etti, gene olmayınca daha fazla ZAMAN kaybetmeden yeni bir uzlaşma hamlesi yaptı.* Tam burada biraz durup, işçi eylemlerinin doğası ve doğrudan sınıf mücadelesinin belirli * Bu yazı, Başbakanın Tek Gıda-İş Başkanı ile görüşüp; 2 bakanına işçiler için “yeni bir öneri” hazırlamaları talimatını verdiği günden sonra yazılmaya başlanıp, 31 Ocak Pazar günü yollanmıştır.
7
KURTULUŞ
pozisyonlarının özellikleri üstüHer büyük işçi hareketi, kendimizi; siyasi durune bir yorum yapmama izin veşumuzu, ileri sürdüğümüz sloganlarımızı, rilsin. Çoğu sıcak işçi eyleminde savunduğumuz perspektiflerimizi siyasi pra–grev, direniş, iş bırakma... vb.– tikte bir kez daha sınamamızı, savunduklarımücadele başladıktan itibaren mızı yeniden gözden geçirmemizi sağlar... ZAMAN faktörü ikili bir rol oyYorumlarımız (siyasi değerlendirmelerimiz) nar. Bazı durumlarda; geçen zave önerilerimiz, hayata (sınıf mücadelesine) man işçilerin ve sendikanın elini göre nerede durduğumuzu tanımlar. Bu, persgüçlendirir, işvereni –veya hüpektiflerimizin, siyasi tutumlarımızın sınankümeti anlayın– giderek sıkıştımasıdır aynı zamanda. rır; işçi-sendika taleplerinin yakınına doğru iter; bazı durumbağ kurmaya/bütünleşmeye çalışan –ve bunu larda ise, geçen ZAMAN işverenin –hükümetin– elini güçlendirir; direnişin/ey- şu veya bu biçimde yapan– herkes doğru yapılemin gücünü yıpratır; işçilerin-sendikanın ta- yor diye bir kural yoktur. Somut durumlarda leplerini aşağı doğru bastırır... İşverenler –ve tam da tersi yaşanabilmektedir. Somut durumuzmanları– bunu çok iyi bilir,analiz ederler ve da, her siyasi çevre, her organizasyon kendi doğru bildiğini yapmaktadır. Bunların hepsi, belirli ZAMAN AYARLAMASI yaparlar... Tekel direnişinde direniş başladığından iti- bir zaman ve durumda hemen hemen AYNI ve baren geçen ZAMAN, işçilerin –ve sendikanın– DOĞRU BİR NOKTADA ÇAKIŞIRSA NE İYİ... Terelini hızla güçlendirdi. Şöyle ki, her geçen gün si oluyorsa da, yazık, ne fena... Tekel işçilerinin eylemi/direnişlerinin tahliGENEL GREV TALEBİ işçilerce daha derinden kavrandı, sahiplenildi. Giderek Tekel işçilerinin linden, sosyalist solun bugünkü durumuna ilişdışındaki işçi ve sendika kesimlerine –normal kin bir değerlendirmeye geçtiğimin farkındadönemlerden daha hızlı– yayılmaya başladı. Ve yım. Ama bu ikisini karşılıklı etkileşimleri içinbu eyleme özgü bir durum olarak Başşehir –An- de ele almaz, bu bütünlükle değerlendirmez ve kara– halkıyla işçiler arasında direkt ve giderek kavramazsak zaten eksik ve sonuçta yanlışlara yol açacak bir tahlil yapmış olmaz mıyız? Degüçlenen bir bağ kuruldu. Ankara’ya haklarını aramaya gelen işçile- vam edeyim: Tekel direnişi üzerinden eylemi destekleyen, ri Kızılay’daki soğuk havuza dökenler, onların haline bakıp “aldınız mı boyunuzun ölçüsünü!” işçilerin yanında durmaya ve bağ kurmaya çahavalarında iken; işçiler halk havuzunun içine lışan herkes “haydi genel greve” diyor. Doğru, yerleşince ve giderek daha fazla kabul görmeye güzel. Ama daha sonra ne diyor; orada işçilerbaşlayınca; korku ve panikle işçileri halktan ve le tanışan, çadırlarda onlarla geceden-sabaha, Ankara’dan uzaklaştırmak, ayırmak için tedbir- sabahtan-geceye iletişim kuranlar, ne diyor? VE İŞÇİLER NE DİYOR, 40 BÖLÜĞE BÖLÜNMÜŞ HAler, tavırlar geliştirmeye başladılar! Demek ki ZAMAN, direnişin –işçilerin, sendi- LİMİZİ GÖRÜNCE? Ve bu 40 bölüğün elemanlakanın– lehine işliyor bu sefer, ve GENEL GREV rının propagandaya başlayınca her birinin ayrı TALEBİ DAHA DERİNDEN SAHİPLENİLİP, Gİ- telden çaldığını görünce, ne diyor, ne düşünüyor DEREK YAYGINLIK KAZANIYOR. (Ve “anladık- işçiler? Bir ders daha o zaman: Her büyük işçi hareketi, kendimizi; siyasi ları dilden konuşmak lazım” sloganı ne kadar da yerini buluyor! Nabız bizim çocuklar tarafın- duruşumuzu, ileri sürdüğümüz sloganlarımızı, dan sağlam tutulmuş, doğru teşhis konulmuş- savunduğumuz perspektiflerimizi siyasi pratiktur diyebiliriz bu sefer...) Direnen işçilere “çor- te bir kez daha sınamamızı, savunduklarımızı ba servisi” de lazım tabii ama, bu zamanda asıl yeniden gözden geçirmemizi sağlar... Yorumlazım olan nabzı doğru tutan, doğru yerde dur- larımız (siyasi değerlendirmelerimiz) ve önerimayı başaran bir öncülük... El yordamı ile baş- lerimiz, hayata (sınıf mücadelesine) göre nerelamış olsa da, yapılmaktadır, içimiz şimdi daha de durduğumuzu tanımlar. Bu, perspektiflerimizin, siyasi tutumlarımızın sınanmasıdır aynı rahat...) Tam bu noktada; başka bir ders daha çıka- zamanda... vd. Ve devamla, böyle zamanlarda sadece kendi rıp, onu da yazabiliriz: Sınıf çizgisi izlediğini iddia etmek başkadır, kendimizi hayatın terazisinde yeniden tartmaher somut dönem/zamanda doğru sınıf rotası yız, YÜZLEŞTİĞİMİZ, YANYANA GELDİĞİMİZ SItutturabilmek başka!.. Yani, sınıf hareketi ile NIF ( ELEMANLARI) DA BİZİ TARTAR! Yani ha8
TEKEL İŞÇİLERİNİN EYLEMİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
limizi daha içeriden öğrenirler. Ve ilk öğrendikleri de parça-parça olduğumuzdur! ( Eylemdeki işçilerle yüz yüze konuşan arkadaşlar deneyimlemişlerdir; tanışma, sohbet kurma faslından sonra işçilerin ilk sordukları, “niye bu kadar çok ve ayrı-ayrı parti veya grupsunuz?” sorusudur. (Ben koştururken bu sorulara zorlana-zorlana verdiğimiz –ve işçileri hiçbir zaman kesmeyen– “cevapları” hatırlıyorum da, şimdilerde arkadaşlar nasıl açıklamalar yapıyor, merak ediyorum...) Aynı dersi bir de başka deyişle ifade edip, devam edelim: Eylem içinde sadece biz kendimizi sınamayız; sınıf da bizi tanır, hal ve gidişimizi kavrar, düzene ve sömürüye karşı propagandamızla ve önerilerimizle somut halimiz arasında kıyaslama yapar... vb.vb. Ama, bu çıkmazı aşmak için; hem bu gerçekliklerin önümüze koyduğu görevleri en az yürüttüğümüz siyasi faaliyet kadar ciddiye alıp, bu konuda da gereğini yapmaya çalışmak, bir yandan da koşturmaya devam etmek gerekiyor. İkisi birlikte başarılmazsa, olmaz yani!.. Şimdi, sözü getirdiğimiz noktada şunu –belki de söylediklerimizi farklı kurulmuş cümlelerle tekrar etme pahasına– söyleyebiliriz: Her büyük işçi eylemi sınıf ilişki ve çelişkilerine o somut zaman ve durumda “yeniden” müdahale eder; “yeniden” düzenler ve kurar. Somut siyasi duruma (ve sınıf mücadelesine) ait tezleri, tespitleri doğrular veya yalanlar. Taşları yerliyerine koyar... Tekel eyleminde ülkenin hemen her yerinden Ankara’ya gelen Kürt, Türk ve başka milliyetlerden işçiler aralarındaki bir çok siyasi, sosyal FARKLI DURUMA RAĞMEN, birlikteler, eylemlerinin talepleri açısından aynı eylemlilik içindeler. Bu durum, hem daha dikkatle ve üzerinde bir çok bakımdan ince-ince düşünerek tahlil edilmesi gereken bir durum –ki bunu Rıdvan [Turan] arkadaş okuduğum bir yazısında dikkatle inceliyor, bu konuda kafa yoruyor, memnun oldum–; hem de her siyasi çevrenin Kürt sorunu üzerine tespitleri, politikaları bu verili –somut– durumda hayatın tezgahında yeniden teste tabi tutuluyor; sınanıp deneniyor... Tabii sadece bu tespitler de değil, geri kalanlar da... ve devam... Buradan itibaren, iki önemli noktaya bir arada değinerek devam ediyorum. Ki bu iki nokta; tıpkı bir önceki bölümde birlikte –iç içe– ele aldığım konular gibi; içerikleri bakımından da birlikte ele alınınca daha kavratıcı oluyorlar. Birincisi, Tekel eylemini ve sendikalarının du-
rumunu gelinen noktada nasıl değerlendirmeliyiz? İkincisi, bundan sonra neler olur, olacaklar hakkında öngörülerimiz nelerdir? (Dikkat! Öngörü yeteneğimizi test etmek için yazmıyoruz bunları, olacaklara şimdiden hazırlıklı olup, politik tavır geliştirmek lazım ya!...) Birincisinden girelim, genel bir tespit yaparak, sonsözü baştan söyleyerek başlayalım: Türkiye’nin bugünkü halinde, işçi sınıfının içinde –tek tek şu veya bu politik gruba aidiyetleri olan, çok az sayıdaki işçiler hariç– hatırı sayılır nicelikte bir öncü işçi bilinci oluşmamışken; ve sendikal hareket, giderek politik muhtevalar da kazanan ekonomik mücadeleler, böyle işçilerin yönlendirmesinde değilken olan-biteni abartmak; yaşanılan gerçekliktekinden fazla anlamlar yüklemek, tersinden bir sınıf körlüğüdür! Bu körlüktür ki, somut durumda, yürütülen faaliyetten, içinde bulunulan siyasi çevre –grup, parti– adına politik olarak tatmin edici bir haz duyulmasını ve kendinden aşırı memnuniyeti getirir, bu da BİRLEŞİP GÜÇLENMEYE DEĞİL, BÖLÜNMÜŞLÜĞÜ BESLEMEYE HİZMET EDER, ZARAR VERİR! Zararı sadece bu da olmaz, hali
hazırdaki sendikal hareketi –ve yönetimlerini– gerçekte olduklarından başka türlü –daha hayırhah– değerlendirmemize ve abartılı tahliller yapıp, yanlış politik tutumlar üretmemize neden olur. Örneğin, 17 Ocak Pazar günkü Radikal 2’deki Zafer Aydın’ın yazısında olduğu gibi... (yazımı uzatmamak için, bu yazıdan alıntılar yapıp tartışmaya girmiyorum, arkadaşın yazdıkları ve bakışı da, benimkiler de açık zaten...) Buradan, ikinci noktaya, BUNDAN SONRA NE OLUR? sorusuna geçebiliriz. Yazıma başlarken değindiğim gibi, Başbakan durumların farklı –istemedikleri gibi– geliştiğini görünce posta atmayı bıraktı, sorunu uzlaşma yolu ile aşmaya yöneldi. Ama bu aşamada, “...direnildi, sonuç –anlaşma– tam istenildiği gibi olmasa da kazanıldı...” türünden naif tahlilciliğe gene düşmemek lazım. (Hatta, daha şimdiden bazılarınca bunlar yazılıp, söylenmeye başlanıldı bile!..) Şundan ki: Elbette bu direnişle kazanılan çok şey var ve her durumda bunlar sınıfın –ve sınıf mücadelesinin– kazanç hanesine yazıldılar ama; AMASI VAR ve bu AMA geleceğimizi etkiliyor, etkileyecek işte!... (Hem işçiler –sınıf– için, hem de sosyalistler için bu böyle, hepsini kastederek yazıyorum...) AMA’sı da şu: Mücadelenin bu devresi bitti, bitiyor ama; bu, hep devam edecek, birçok başka devreleri de olacak bir mücadele –sınıf savaşı–; hangi konumda bitiriyoruz bu devreyi? Bu, 9
KURTULUŞ
önemli, GELECEĞİ DE DOĞRUBazı toplu sözleşme görüşmeleri süreç içinde zıtDAN ETKİLER! “Sarı”, “büroklaşır, çıkmaza girer ve tıkanır; işçi kitlesi verirat”, “hain” “sınıf uzlaşmacı” “sılenlere razı olmaz, işveren daha fazla vermek nıf düşmanı” (politik bakış açıistemez; sendikacılar gelinen noktada uzlaşsına göre ne de çok isimleri var, mak isteseler bile işçiler izin vermez. Kilitlenidaha doğrusu “bizimkiler” birlen noktada prosedür önce tarafları ortak bir birinden farklı ne çok isim taknoktada uzlaştırmak için “tarafsız aracı”ya gitmışlar!) sendika yöneticileri bu mek, gene anlaşılamazsa da grevdir! Tam bu aşamadan “KAHRAMAN” OLAaşamada, deneyimli, uyanık işverenler –veya RAK ÇIKARLARSA, işçilerin göuzmanları– ve karşı taraftan da hak ettikleri zünde –en azından birçoğunun adları ile sınıf uzlaşmacı, işçi satıcısı sendikagözünde– güvenleri yeniden tazelenmiş olmayacak mı? Tekel cılar ortaya “bir de başkanlar kendi aralarında işçileri on binin üstünde ve Angörüşsünler” önerisini atarlar; sırf bu durukara’ da sadece bir kısmı varmun kendisini kabul etmek bile (yani işçiler lar üstelik... Ya bu olan-biteni bu öneriye onay verdiğinde) son direnilen son derece dikkatle ve kendilenoktadan GERİ BASILMIŞ BİR ADIMDIR! ri için rota çizmek üzere izleyen, bu sendikanın ve konfederasyoza düşürmeye çalışarak dün akşam Başbakana nun diğer işkollarındaki, işyerlerindeki işçiler?.. BU, GELECEK İÇİN NASIL SO- “...seni bu Tekel işçileri iktidardan düşürecek, NUÇLARA YOL AÇAR? Uzatmıyorum ama, okur tavsiyemdir, Pazartesi anlaş” diye emir edası anlamalı ki bu ve bunlar gibi daha bir sürü so- ile vurgulayarak seslendi. Bu ne ucuz taktiknuç –faktör– var bu başlığın altında, ve hepsi de tir, ne pespaye bir muhalefettir, güya işçilerin sınıf mücadelesi açısından hayati önemde. NA- gözünde de puan toplamaya, popülarite kazanSIL OLACAK? NE YAPMALIYIZ? DEMEK Kİ ME- maya çalışıyor. Bütün bu yaşananlardan azıcık SAİMİZ DAHA YENİ BAŞLIYOR! İşte bu noktanın da olsa ders alan işçiler izlerken gülmüşlerdir, altı defalarca çizili, gözlere sokmak için ikide bir eminim!) Dağıtmadan söylediklerime döneyim, “Başbakan ve hükümet, bu yaptıklarını bilinçli, büyük yazıyorum dayanamayıp..) Bakın, tüm bu son yazdıklarımın önemine hesaplı yapıyorlar, çünkü gelişmelerden korkudair bir şeyler anlatayım size: Başbakan, geç- yorlar” demiştim. Hemen bunlardan sonra İŞÇİLERİN SÖZLEŞmişteki bir mitingde karşısına aniden dikilen bir vatandaş, tersine giden bir şeyler söyleyin- MELERİNİN BİTİM TARİHİ BEKLENDİ (bu, gece öfkesine yenilip “ananı da al, git buradan” çen hafta içinde oldu, yani işçilerin son dönem dedi ama; Tekel direnişinde sendika yöneticile- sözleşmeleri de bitti). Çünkü bu durumun da işri aşağıdan işçinin baskısı ile “gerekirse genel çileri tedirgin edeceği HESAPLANDI. Ve bu süre grev yapar, hükümeti düşürürüz” dediklerinde, de işçileri halka şikayet ederek, moral yıpranma meclisteki grup toplantısında kürsüye çıkıp söy- yaratmaya çalışılarak, çadırları sökme tehditlelediklerini (posta atıp, “sizin gücünüz ne” dedi ri savurarak geçirildi! ZAMAN, yukarıda anlatya...) boş bulunup, veya öfkesine yenilip söyledi- tığım gibi, genelde direnişteki işçilerin hanesiğini hiç sanmam. Bu işler böyle olmuyor, böyle ne olumluluklar yazarak geçtiği için; daha uzun olmaz yani... Bir kere, o sözlerde “yerinizi, had- beklenmeden ikili görüşme sağlandı, iki bakadinizi bilin, tabanınıza hoş görünmek için çiz- na “bir uzlaşma yolu bulma” görevi verildi. DİKmeyi –çizgiyi– aşmayın!” uyarısı, fırçası vardı, KAT! Niye sadece en üst düzeyde, niye ikili, en bu bir... İkincisi, eylemdeki işçilere “ayar ver- dar bir görüşme? Sadece çabukluk, bir an önce me”, “korkutma ve geri bastırma, azimlerini kır- bitsin/neticeye ulaşılsın diye mi?.. Size, çok uzun yıllar toplu sözleşme uzmanlıma” tavrı da vardı, bu da iki... ÇÜNKÜ, AÇIKÇA GÖRÜLÜYOR Kİ, GİDEREK OLABİLECEKLER- ğı yapmış bir sendika çalışanı olarak anlatmaya DEN CİDDİ OLARAK KORKUYORLAR, BU DA ÜÇ! devam edeyim şimdi: Bazı toplu sözleşme görüş(Bunları Başbakan Yardımcısı da “Tekel işçileri meleri süreç içinde zıtlaşır, çıkmaza girer ve tıparlamentodakilerden daha iyi muhalefet yapı- kanır; işçi kitlesi verilenlere razı olmaz, işveren yorlar” diye ikrar etti. Bu parantezin içine müs- daha fazla vermek istemez; sendikacılar gelinen veddemden ayrılarak yazmadan edemeyece- noktada uzlaşmak isteseler bile işçiler izin verğim; kifayetsiz muhteris Baykal, aklınca açma- mez. Kilitlenilen noktada prosedür önce taraf10
TEKEL İŞÇİLERİNİN EYLEMİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
ları ortak bir noktada uzlaştırmak için “tarafsız aracı”ya gitmek, gene anlaşılamazsa da grevdir! Tam bu aşamada, deneyimli, uyanık işverenler –veya uzmanları– ve karşı taraftan da hak ettikleri adları ile sınıf uzlaşmacı, işçi satıcısı sendikacılar ortaya “bir de başkanlar kendi aralarında görüşsünler” önerisini atarlar; sırf bu durumun kendisini kabul etmek bile (yani işçiler bu öneriye onay verdiğinde) son direnilen noktadan GERİ BASILMIŞ BİR ADIMDIR! İşveren (siz, bizim durumumuzda hükümet diye okuyun) bu öneri kabul edildiğinde bile, yani GÖRÜŞMEDEN ÖNCE BİLE psikolojik üstünlüğü ele geçirmiştir zaten! Gerisi de çoğu kez, yapılan görüşmede ortaya konulan önerileri işçi çoğunluğuna kabul ettirme manevraları ile geçer. İŞ BİTİRİLMİŞTİR! Şu anda, Tekel işçilerinin teknik olarak içinde bulundukları durum budur. Muhtemelen –umarım hükümettekiler ve sınıf uzlaşmacı işçi satıcısı sendika yöneticileri başaramazlar ama– böyle bir sonuçla bu direniş “bitirilecektir”. (Biraz şeytanın avukat-
lığını yapayım mı? Görüşmede ortaya konulan öneriyi diyelim ki direnişteki işçiler beğenmediler, “direnişe devam!” dediler, sendika yöneticileri de “ başlarken referandum yaptık, şimdi de yapalım, bakalım işçilerin tamamı ne diyecek?” dediler. Ne olur? Bekleyip, yaşayıp, göreceğiz. Umarım, böyle bir durumda tutulan hat savunulmaya devam edilebilecek kadar mevziler pekiştirilmiştir... Ama gene de, bütün bu tanımladığım zor şartlarda bile elde edilenler, hiç de küçümsenecek gibi değil. Doğru dersler çıkarabilir ve o derslerin öğrettiklerini yapmayı başarabilirsek– hem işçiler, hem de sosyalistler için söylüyorum– BİZ KAZANACAĞIZ! Yaşasın işçi sınıfının ve işçi sınıfı sosyalistlerinin birliği! Kahrolsun sermaye sınıfı! Kahrolsun bu düzen! Zafer, direnen emekçinin olacak, sosyalizmin olacak! 31 Ocak 2009
11
TEKEL İŞÇİSİ KAZANMAK ZORUNDA! NURETTİN ALDEMİR
Y
aklaşık iki aydır tekel işçilerinin direnişi sürüyor. Ankara Abdi İpekçi Parkı’nda başlayan direnişe polisin saldırısı sonrası, direnişin bu kadar gelişip güçleneceğini kimsenin öngörmüş olduğunu sanmıyorum: AKP hükümeti, meclisteki partiler, toplumsal muhalefet dinamikleri, Türkiye toplumu, sendikacılar ve hatta işçiler. Buna rağmen Tekel işçilerinin direnişi her geçen gün gelişip büyüdü; 1991 yılında Zonguldak maden işçilerinin 100 bini aşkın kişiyle Ankara yollarına düştüğü eylem sürecine benzer bir toplumsal meşruluğa ve desteğe sahip duruma geldi. Tekel işçilerinin direnişini destekleyen pek çok kişi ‘tekel işçisi kazanırsa hepimiz kazanırız, kaybederse birlikte kaybederiz’ diyor. Bu algının nedeni önemlidir. Direnişe destek veren toplumsal kesimlerin, destekleme gerekçeleri arasında fark vardır. Hükümet yetkilileri ve Başbakan Erdoğan direnişçilere karşı oldukça tahammülsüzdür. Bu direnişin olası sonuçlarını bugünden görebilmek için eylem süreci irdelenmelidir. ‘Ölmek var, dönmek yok’ sloganını sık sık atan Tekel işçileri, bu sloganla Zonguldak maden işçilerinin 3-4 Ocak 1991 grevine ve Ankara yolunda gösterdikleri kararlılığa gönderme yapıyorlar. Daha şimdiden ülkemiz ve dünya işçi sınıfı mücadele tarihinde anlamlı bir yeri hak etmiş olan bu direnişi hak ettiği sonuçla buluşturmak; süreci bir bütün olarak doğru okumakla ve görevlerimizi yerine getirmekle mümkün olacaktır.
le 1990’lar sonrası işçilerin, emekçilerin tarihsel mücadelelerle kazandıkları haklara saldırılarını yoğunlaştırdı. Üstelik bu saldırıları bölük pörçük bir biçimde değil; dünyamızda insan soyunun yaşadığı tüm coğrafyalarda ve tabî ki tüm ülkelerde eş zamanlarda yaptı. 2010’un dünyasında bu saldırılar devam etmektedir. Kapitalist sistemi bu kadar cesur ve acımasız kılan nedenler neydi? Bu soruya verilebilecek, birbirini tamamlayan iki yanıt olabilir: Birincisi kapitalist sistemin belli dönemlerde yaşadığı ve adeta parça tesirli bomba gibi etkiler yaratan kendi dönemsel krizleridir. Diğeri ise 1980’ler itibariyle sosyalist bloğun yaşadığı ve 1990’larda çöküşle sona eren kriziydi. Kapitalist emperyalist devletler yaşadıkları krizin etkisiyle saldırganlaşırken; sosyalist bloğun sahneden çekilmesiyle birlikte saldırılarında iyiden iyiye arsızlaştılar. Kapitalist emperyalist devletler temsil ettikleri sınıfın çıkarları için yeni literatür bile yarattılar. Bu literatürün dolaşıma sokulan en önemli iki kavramı ‘neoliberalizm ve yeni dünya düzeni’ oldu. Esas itibariyle bu iki kavramın arkasına gizledikleri niyetlerini gerçekleştirmek için her yöntemi uygulamaktan kaçınmadılar. Her ülkede var olan işbirlikçileri sayesinde koşar adım yol aldılar. Kamusal alanda yaratılan değerler yoğun bir saldırıyla karşılaştı. Özelleştirmeler yolu ile kapitalistler ve işbirlikçileri kendilerine yeni kar alanları yarattılar. İşçilerin, emekçilerin örgütlenme ve örgütlü mücadele olanaklarına, haklarına sınırlamalar getirdiler. Sosyal güvenlik, sağlık ve eğitim hakları yeni yasal düzenlemelerle budandı. Bu saldırılar gerçekleştirilirken ‘devleti küçültme’ sözü sıkça kullanıldı; ancak devletler
BİRLİKTE KAYBETMEDEN BİRLİKTE KAZANMAYA
Kapitalist sistem dünya ölçeğinde, özellik12
TEKEL İŞÇİSİ KAZANMAK ZORUNDA!
küçülmedi. Devletler, kamu yararı gözetilen hizmetlerden elini hızla çekmeye yöneldi. Sosyalist bloğun güçlü olduğu yıllarda kapitalist devletlerin işçilere emekçilere ‘sosyal devlet’ uygulamaları ile vermek zorunda kaldıkları haklar ve özgürlükler üçer beşer geri alındı. Devletler söylendiği gibi küçülmedi. Tam tersine büyüdü: Asker ve polis teşkilatları genişledi. Devletlerin, uygulamalardan şikayetçi olan, uygulamalara direnen, kitleleri bastırmak için her dönemde kullandığı şiddet katmerlendi. Silaha ayırdıkları bütçeler arttı. Tüm bu giderleri karşılamak için yeni vergiler kondu veya var olan vergilerin oranları yükseltildi. Çalışma ücretleri reel ve sistematik olarak düşürüldü. Önemli ölçüde iş güvencesi yok edildi. Gelir dağılımı zenginler lehine iyice bozuldu. Türkiye’ye bu süreç daha vahşice yaşatıldı. ‘24 Ocak Kararları (1980)’ olarak bilinen program o günün Türkiye’sinde uygulanamazdı. Toplumsal muhalefet dinamikleri niceliği ve mücadele azmi ile buna izin vermezdi. Kapitalist emperyalist devletlerin ve yerli işbirlikçilerinin çıkarları için yapılan 12 Eylül darbesi, böylesi bir programın uygulanması için dikensiz gül bahçesi yarattı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ülkemizde işçilerin emekçilerin neler kaybettiğine bir bütün olarak baktığımızda acı gerçekler anlaşılacaktır. Birkaçını birlikte anımsayalım: 12 Eylül Anayasası ve diğer yasalar ile örgütlenme, çalışma hakkı, iş güvencesi, iş güvenliği, sınıfsal dayanışma hakları geri alınmıştır. Maaş ve ücretler geçmişle kıyaslanamayacak oranda düşürülmüştür. Türkiye, maaş ve ücretlerden başlanarak en temel tüketim maddelerinden en temel hizmetlere kadar; işçiler, emekçiler ve yoksullar için vergi cehennemine dönüştürülmüştür. Vergide ve gelir dağılımında dengesizlik hali hüküm sürmektedir. Özelleştirmelerle kamusal birikimler özel sermayeye yağmalatılmıştır. Sosyal güvenlik hakkı sosyal güvensizliğe, eğitim hakkı parası olana eğitim hakkına, sağlık hakkı zengin hakkına dönüştürülmüştür. Son otuz yılda dünyada ve ülkemizde olan her şey ‘yeni dünya düzeni’ programına uygun olmuştur. Bu programın büyüsüne kapılanlar, kafası karışanlar, bu programdan işçiler emekçiler lehine sonuçlar bekleme yanılgısına düşenler efendilerin ekmeğine yağ sürmüştür. Son yıllarda efendiler ‘neoliberalizm, yenidünya düzeni’ kavramlarını kullanmıyorlar. Çünkü programın acı meyveleri artık tartışma götürmeye-
cek kadar açıkça görülmüştür. Son otuz yıldır dayatılan Türkiye’de birlikte kaybettirme uygulamaları, Tekel işçilerine dayatılan 4-C uygulaması ile sürdürülmek isteniyor. Türkiyeli işçiler ve işsizler adı, süslemesi nasıl olursa olsun her özelleştirme uygulamasından zararlı çıkmışlardır. Artık her sokakta, her apartmanda, neredeyse her ailede bir özelleştirme mağduru bulunmaktadır. İşçiler ve işsizler, kim ne anlatırsa anlatsın, özelleştirmenin kendilerine kazanılmış haklarını ve hatta işlerini kaybettirdiğini iyi biliyorlar. 4-C uygulandığında öncelikle Tekel işçileri iş güvencelerini kaybetmiş olacaklar. Hükümet kararname düzenleyerek şartları rakamsal düzeyde iyileştirse de bu gerçek değişmeyecek. İşçiler, 4-C’yi kabul ettiklerinde her on bir aylık çalışma sonrasında işsiz kalacak ve yeniden çalışma hakkı kazanabilmek için Bakanlar Kurulu’nun kararı gerekecek. Bakanlar Kurulu her yıl çalışmanın devamı yönünde bir karar almayabilir. Çalışmanın devamı yönünde bir karar alınsa bile çalışma koşulları, süreleri ve yerleri sürekli değişebilir. Ücretlerden daha önemli olanı budur. Ayrıca ücretlerde de ciddi düşüşler olacak. Toplusözleşmelerle kazanılmış olan tüm sosyal haklar yok sayılacak. 4-C işçileri, bir işçi sendikasının üyesi olabilme ve yeniden toplusözleşme görebilme haklarını da yitirmiş olacaklar. Son yargı kararı ile kamu emekçileri sendikalarından birisine üye olabilmeleri mümkün olsa da bunun yaşamda ciddiye alınacak bir hak kazandırmayacağı taraflarca bilinmektedir. İşçiler ne kaybedeceklerinin bilincindedirler. İşsizler işlerini nasıl kaybettiklerini bilmektedirler. Diğer işkollarındaki işçileri de bekleyen 4-C tehlikesi aslında sadece Tekel işçilerini değil; Tekel işçilerinin peşi sıra değişik işkollarındaki yaklaşık 160 bin işçiyi de tehdit etmektedir. Hükümetin dayattığı 4-C kısa vadede ailelerle beraber yaklaşık bir milyon insanın geleceğine yönelmiş bir tehdittir. Özelleştirme uygulaması mağduru olmuş milyonları da dikkate aldığımızda; hangi biçimiyle karşımıza çıkarsa çıksın her özelleştirme uygulaması ve sonuçları emeğiyle geçinen herkese kaybettiriyor. Ülkemizde yaşayan işçiler, işsizler ve tüm emekçiler tartışmasız bunun farkına varmıştır. Bu farkındalık birlikte kaybetme yerine birlikte kazanma bilincini açığa çıkarmıştır. DİRENİŞE DESTEĞİN NİTELİĞİ
İşçiler, işsizler yaşamlarından yola çıkarak; 13
KURTULUŞ
bir başka deyişle doğaçlama Tekel işçilerine verilen desteğin üç değişik niteolarak öğrendiklerinin sonucu liğe sahip olduğunu görmek gerekiyor: bundirenişi haklı buluyor ve deslardan birincisi vicdani destektir. Bu destek tekliyor. Bu destek söylemlere türü hiçbir politik öngörüye ve hesaba dayanyansıdığı kadar eylemlere yanmadan; ‘özelleştirme kötüdür’ anlayışından sımıyor. Bunun en önemli ölçübeslenmektedir. Bu destek örgütsüz bir destü 4 Şubat tarihinde gerçekleştektir. Direnişe meşruluk kazandırmaya yaratirilen iş bırakma eylemine ve maktadır. Ancak direnişin kırılması için yapısokak gösterilerine katılımdır. lacak fiili bir saldırıda, fiili direnişe ne katacaGerek iş bırakanların sayısı, ğı belirsizdir. gerekse sokak gösterilerine katılım, Tekel işçilerinin şimdiye kadar sürdürdüğü direnişin şadir. Bu türden destek sahipleri, geçmiş dönemnına uygun değildir. lerde özelleştirme yapanlar veya tüm zamanlarGörüntünün böyle oluşmasında konfederas- da özelleştirmeleri savunanlardır. Hatta MHP yon ve sendika yöneticilerinin etkisi belirleyici- ve türündeki siyasi partilerin işçi sınıfının eydir. Memur Sen ve Hak İş yöneticileri açıktan lemlerine saldırdıkları; işçi sınıfının önderlerieylem kırıcılığı yapmıştır. Eylemdeki duruşları, ni öldürmekten sanık oldukları bilinmektedir. şimdiye kadarki destek ifadelerinin eğretiliği- Bu gruptakilerin ne Tekel işçileri ne özelleştirni de açığa çıkarmıştır. Türkiye Kamu Sen ağız me mağdurları umurlarında değildir. Onlar tedolusu destek ifadesine rağmen hem iş bırak- kel işçisinin direnişinden yararlanmak istemekma hem de sokak gösterileri konusunda isteksiz tedirler. davranmıştır. DİSK, özel işyerlerinde örgütlü Farklı kalkış noktaları olsa da çeşitli kesimolmasının zorlukları nedeniyle; KESK ise yeter- ler ve farklı örgütler Tekel işçileri etrafında buli çalışma yapamadığı için iş bırakma ve sokak luşmuş görüntüsü vermektedir. Görüntü doğeylemlerine beklenen desteği verememiştir. An- ru algılanmalıdır. Direnişin geleceği ve başarısı cak en büyük zaaf Türk İş’te yaşanmıştır. Türk için bu bir zorunluluktur. İş Başkanı Mustafa Kumlu’nun ‘evimde oturacağım’ mesajı Türk İş yöneticilerinin de bu eyleDİRENİŞİN OLASI SONUÇLARI min gereğine direnişteki işçiler gibi inanmadığını açığa çıkarmıştır. Direnişin sonucunda öngörüldüğü gibi ya birTekel işçilerine verilen desteğin üç değişik likte kazanacağız ya birlikte kaybedeceğiz. Birniteliğe sahip olduğunu görmek gerekiyor: bun- likte kazanmak için hem Tekel işçisi hem vicdalardan birincisi vicdani destektir. Bu destek ni ve sınıf perspektifli destekçiler artık tek bir türü hiçbir politik öngörüye ve hesaba dayan- sendikanın, tek bir örgütün üyesi gibi karar alamadan; ‘özelleştirme kötüdür’ anlayışından bes- bilmeyi ve yeni direnme yöntemleri kararlaştılenmektedir. Bu destek örgütsüz bir destektir. rıp; yeri geldiğinde uygulayabilecek hazırlıkları Direnişe meşruluk kazandırmaya yaramakta- yapmalıdır. Bu direniş tekel işçileriyle başlamış dır. Ancak direnişin kırılması için yapılacak fi- olmasına rağmen Tekel işçilerini aşan kolektif ili bir saldırıda, fiili direnişe ne katacağı belir- bir sınıfsal ittifakla sürdürülme aşamasına gelsizdir. miştir. Yaşanan gelişmeler ve beklenebilecek İkinci destek türü sınıf mücadelesi bilincin- gelişmeler bunu zorunlu kılmaktadır. den beslenmektedir. Bu bilince sahip olanlar sıBaşbakan Erdoğan ve AKP Hükümeti direnıf bilinci almış işçiler, sosyalist grup ve parti- nişi kırmak için şimdiye kadar değişik yöntemlerdir. Sınıf bilincine sahip olan kesimin deste- ler denediler. Gazlı panzerli saldırıyla başlayan ği direnişin tüm safhalarında kendini hissettir- direnişi kırma çabaları yeni bir evreye girmişmektedir. Buna rağmen bu kesimin güçsüzlüğü tir. Hükümet öncelikle direnişin meşruluğunu desteğin kitle boyutunu sıkıntıya sokmaktadır. ve toplumsal desteğini zayıflatmak istemekteDiğer bir destek türü ise AKP karşıtlığından dir. Bunun için bazı planlamalar yapıp uygulabeslenmektedir. Bu gruba giren destekçiler, dö- maktadır. ‘Yetim hakkı yedirmem’ sözü etrafınnem itibari ile AKP’ye yönelen; onu yıpratabi- da söylenenler bu amaçla sarf edilmektedir. İşlecek her girişime kendi beklentileri nedeniy- çilerin 4-C’yi kabul etme sürelerinin sona erdiği le destek verme eğilimindedirler. CHP, MHP günlerde ‘düşünelim, yeni hesaplamalar yapabaşta olmak üzere bazı partiler bu türe dahil- lım’ yaklaşımları ve yeni bir kararname ile kıs14
TEKEL İŞÇİSİ KAZANMAK ZORUNDA!
her türlü fiili saldırı ihtimaline karşı anlayış ve teknik hazırlıklar yapılmalıdır. Bu konuda işçi sınıfının yeterli tarihsel deneyimi vardır. 15-16 Haziran direnişi yeterli örnekler sunmaktadır. Yapılacak her türlü saldırıya makul karşılıklar verilemediğinde; fiili bir saldırı karşısında Ankara’nın ve Türkiye’nin her alanı; her iş yeri ve her fabrika eylem alanı haline getirilemediğinde birlikte kaybetmeye devam edeceğiz. Saldırılar savuşturulduğunda ve işçilerin talepleri kabul edildiğinde ise İMF patentli AKP uygulamalı özelleştirme saldırıların durdurulmasını sağlayabileceğiz. Bu ise son otuz yılda işçi sınıfının ve emekçilerin kaybettiklerini yeniden geri alma dönemine girmeleri için iyi bir başlangıç olanağı sunabilir. İşte bu yüzden Tekel işçileri kazanmak zorundadır.
mi iyileştirme yapmaları; direnişi çözmeye yönelik taktiklerdir. Maalesef Hükümetin, direnişi kırma taktiğine sendika ve konfederasyon yöneticileri temelsiz beklenti yaratarak hizmet etmiştir. Bugünlerdeki yeni taktik, işçilerin tazminatlarını aldığı ve bu dolayımla direnmekten vazgeçtikleri yalanını yaymaktır. Oysa bilinmektedir ki artık direnişteki işçiler işsizdir ve her türlü tazminatlarını da alabilirler. Onların en temel hakkıdır bu. Sendikalı olarak başlanan direnişte işçiler Ocak sonu itibariyle sendika üyesi de değildirler. Direniş, en gerilimli ve en riskli döneme girmiştir. Hükümet artık havuç yerine açıktan sopa göstermektedir. Şubat sonuna kadar direniş sona erdirilmezse işçi çadırlarına ve direnenlere fiili saldırı yapılacağı alenen ilan edilmiştir. Şubat ayı boyunca saflar sıklaştırılmalı;
8 Şubat 2010
15
TEKEL İŞÇİLERİNİN ÖĞRETTİKLERİ NURŞEN YILDIRIM
A
nkara’da 50 gündür grev çadırları kurulu. Kim ne derse desin 50 gündür grev davulları çalıyor, Meclis’in iki adım berisinde. Grev dayanışması gerçekleştiriyor Ankaralılar. Gençler çok şaşkın çünkü 18-20 yıllık hayatlarında grev görmemişler. Belki işçi bile görmemişler. Çünkü 80 darbesi bırakın grevleri, grev sözünü ağzımıza almamızı bile yasakladı. Hatta öyle ki Türk İş yönetimi “genel grev” yerine “iş bırakma” “bir günlük uyarı eylemi” demeyi tercih etti. Son 50 gündür onlarla konuşmalarımızda, yaptığımız röportajlarda, kahvaltıdaki sohbetimizde gördüm ki kadınlar çok dirençli. Buradan çıkacak sonuç ne olursa olsun bu direnişten herkes bir şeyler öğrendi. Çok kişi yazdı öğrenilenlere ilişkin. Ama herkesin öğrendiği başka. Sanırım en çok da kadınlar öğrendi. Neyi mi? Kendi güçlerini. Bu yüzden çok rahatlar; herkesle hemen konuşabiliyorlar. Bu yüzden hiç çekinmeden Meclis’e girip, hiç çekinmeden Türk İş’i basabiliyorlar; kadın kadına sokağa bile çıkamazken, Ankara sokaklarını biliyorlar. Aynı çadırda uyuyabiliyorlar. Bu yüzden çok rahat “ölmek var, dönmek yok” diyebiliyorlar. Şaşıyorsunuz bu kararlılıklarına; tereddütsüzlüklerine. Kocalarına ve çocuklarına rest çekip, çadırlarda kalmaya devam etmelerine. Direnişteki kadınlar öğrendi de biz öğrenmedik mi? Hem de nasıl? Bizler de dayanışmanın nasıl olacağını öğrendik. Hiç bilmediğimiz bir şeydi, ilk günlerdeki acemiliklerimizi atıp, daha yakın olduk. Kahvaltılar düzenledik, yemekler ikram ettik. Ama bunları yaparken bir yandan da “yanlış mı yapıyoruz”u da düşünmedik değil. Çünkü sendika yıllardır maaşlarından yüklü kesintiler yaptı; bugüne kadarsa karşılığını hiç almadı işçi. Şimdiyse grevdeler. Hani grev fonları. Hani birikenler. Şimdi yapmayacaksın da
ne zaman vereceksin bunların karşılığını. Zaten artık üyen de olmayacak, kesinti de yapamayacaksın. Ama yoktu. İşçiler evlerine gidip gelirken (özellikle de kadınlar çocukları için) bir kere karşılamıştı yol paralarını. İzmir’li işçinin dediği gibi “çadır paralarını bile işçiler kendileri vermişlerdi” Kadınlar buradan gittiklerinde nasıl yaşayacaklar. Günlerdir bunu düşünüyorum. Buradan kazandıkları “iktidara karşı gelme ve birlikte direnme, direndikçe güçlenme”yi devam ettirebilecekler mi? Yoksa evlerine, eski düzenlerine döndüklerinde hele de işsiz kalmışlarsa –çünkü işsizlik onlar için ekonomik özgürlüğünü ve dolayısıyla da evdeki özgürlüğünü kaybetme anlamına da geliyor- kafalarında burada yaşadıkları ile orada yaşayacakları arasındaki zıtlık onları daha da mutsuz etmeyecek mi? Bu soruyla birlikte yıllar önceki bir anımı hatırladım. Kadın hareketiyle ilk temaslarımdı. Feminist kadınlarla örgütlenme tartışıyorduk. Bir arkadaş kafamı çok karıştıracak bir söz söyledi: “Gecekondudaki kadına bilinç götürmem, onun kocası tarafından ezildiğini, erkeğin iktidar olmadığını ona anlatmamın hiçbir faydası olmayacak; tam tersine eskisinden daha mutsuz olacak. Önceden bilmiyordu ve küçük dünyasında doğrunun o olduğunu düşünüyordu ama şimdi biliyor ve işin içinden çıkamıyor. Çünkü biz ona gideceği bir yer gösteremiyoruz.” Evet biz de başta kadınlar olmak üzere, direnişteki işçilere gidecekleri bir yer gösteremezsek, eskisinden daha mutsuz olacaklar. Sonuç ne olursa olsun, sosyalistler olarak, sendikalılar olarak bu dayanışmayı devam ettirmezsek, bu tüm işçi sınıfının mutsuzluğu olacak. 7 Şubat 2010 sosyalistdemokrasigazete.net’ten alındı
16
GELECEĞİN ÖRGÜTLÜ SINIFI İÇİN BUGÜNDEN MÜCADELE ERDAL KOZAN
Y
vabıysa hemen hemen hiç değişmiyor: ‘siz de bizim umudumuzsunuz.’. Kim kimin umudu bilinmez ama sınıf hareketine, tabir-i caizse hasret kalmış gençliğin umudu öyle somut bir hâl alıyor ki böyle durumlarda sanki elinizi uzatsanız umuda dokunabilecekmişsiniz gibi hissediyorsunuz. İşçiler kadar gençlerin de sorunu 4-C, özelleştirmeler devam ettiği sürece mağdurların sayısı artacak, geleceğin işçileri yani gençlik de bundan etkilenecek. Dolayısıyla işçilerin vermiş olduğu hak alma mücadelesiyle gençliğin mücadelesi bugünden ortaklaştırılmalı. Eğitim-üretim ilişkisi göz önüne alınarak bir mücadele hattı belirlenmeli. Türk-İş’in Tekel işçilerinin mücadelesindeki tavrı hatırlanırsa bu mücadele aracının önemi de hissedilmiş olur. Geleceğin işçileri umutlarını Türk-İş benzeri sendikalara emanet etmek istemiyorsa bugünden devrimci sendikalar yaratmak işine girişmeli ve bunun için pre-sendikalist örgütlenme perspektifiyle hareket etmeli. Peki, pre-sendikalist örgütlenme nedir? Bunu anlamak için eğitimin üretimle bağını kurmak ve sisteme mühendis, doktor, öğretmen yetiştiren üniversitelerin, egemenlerin istedikleri üretim tarzına göre şekillendiğini görmek lazım. Yani eğitimin sektörlere ayrılmasının üretimle ilişkisini kavramak lazım. Gençliğin sektörel örgütlenme perspektifi üzerinden şekillenmesi, sınıf mücadelesiyle gençlik mücadelesinin ortaklaşmasının önemli bir adımı. Öğrencilik döneminde ileride çalışacağı sektörün sorunlarıyla ilgilenmeye başlayan öğrenci, ileride örgütleneceği sendikanın çalışma tarzına katkı sunabilecek bu da sendikanın önünü açacak, sendikayı sendika yapacaktır. İşte o zaman devrimci sendika işçinin yakıcı gücünü düzenli bir şekilde yönlendirebilecek devlete nasıl yaranacağını düşünmek yerine işçinin taleplerini devlete dayatacaktır. Pre-sendikalist örgütlenme tezinin özü budur, geleceğin örgütlü sınıfını bugünden yaratmanın olurudur!
ükselen sınıf hareketi ve gençliğin muhalif sesi sistemi sarsmaya başlayınca, egemenler için bir balans ayarı gerekti. Bu da asker tanklarının bütün sokakları tutması demekti. Devrimci hareketin önderleri darağaçlarında, sokak ortalarında katledildi, sınıf hareketi ezildi ve Kürtlere yönelik Türkleştirme çalışmaları tüm vahşetiyle uygulamaya konuldu. Yazımızın konusu gereği 80 darbesinin ayrıntılı bir tahliline gerek yok. Hatırlamamız gereken: 80 darbesi, bir nesli işkenceden geçirdi. Darbenin 30’uncu yılında işkenceden geçen neslin çocukları olarak mücadelenin saflarında yer tutuyorsanız, darbe tarafından etkisizleştirilen sınıf hareketi adına deneyimlerinizi yaşayarak değil okuyarak elde etmek durumunda kalıyorsunuz, ya da şöyle diyelim: kalıyor-duk! Her geçen gün derinleşen siyasi ve ekonomik kriz, sınıf hareketinin yeniden hayat bulacağı bir ortam yaratmaya başladı. Buna paralel olarak gençliğin askeri cunta tarafından kısılan sesi yeniden yükseliyor. Maden İşçileri, tersane işçileri, itfaiye işçileri, taşıt işçileri, belediye işçileri, nakliye işçileri… İşçilerin direnişlerinde, ailelerinden aldıkları sınıf kimlikleriyle, ailelerin yanında direnen geleceğin işçileri… Ve elbette Tekel işçileri… Tekel işçilerinin 4-C statüsüne karşı direnişleri sınıf hareketinin son yıllardaki en önemli eylemi. Eylemlerinin en başından itibaren defalarca devletin kolluk güçleri tarafından baskıya maruz kalan işçiler 15 Aralık’ta çeşitli illerden Ankara’ya geldi. AKP Genel Merkezi önünden Abdi İpekçi Parkı’na buradan da Türk-İş Genel Merkezi önüne geçen işçiler, genel grevle taçlandırdıkları direnişlerine devam ediyor. Ankara öğrenci gençliği ilk günden itibaren direnişin önemli destekçilerinden. Direniş alanına her gittiğinizde ellerinde kitap sırtlarında yeşil parkalarıyla işçilerin arasında dolaşıp, onlarla sohbet eden devrimci gençleri görmeniz mümkün. Gençlerin işçilerle her sohbetinde duyduğumuz bir cümle ‘siz bizim umudumuzsunuz.’ .Gençliğin ce-
8 Şubat 2010 sosyalistdemokrasigazete.net’ten alındı
17
SENDİKALAR VE TOPLU SÖZLEŞME MEVZUATI DEĞİŞTİRİLİYOR
PROLETARYA SOSYALİSTLERİ GÖREV BAŞINA! AFŞİN DEMİR
İstenildiği kadar indirgemecilik, ekonomizm, uvriyerizm ve benzerleri ile itham edilelim; bugün Kürt özgürlük mücadelesinin de, kadın kurtuluş hareketinin de, çevreci hareketin de, diğer ezilen kesimlerin mücadelelerinin de karşı karşıya oldukları açmaz veya sorunların önemli bir bölümü, Fırat’ın batısında güçlü bir işçi sınıfı hareketinin bulunmamasında yatmaktadır. İşçi sınıfımız üzerindeki ölü toprağının nedenleri üzerine kelam eden hemen herkesin ise konuyu benzer bir yere bağladığı görülüyor: Sendikal hareketin güçsüzlüğü, örgütsüzlüğü ve/veya teslim alınmışlığı. Ülkemizde sendikal hareketin güçsüz, sendikaların örgütsüz, yöneticilerinin çoğunun da sendika ağası veya bürokratı olduğuna şüphe yok. Ancak esnek üretim, kapitalist işletmelerin boyutlarındaki küçülme, üretimin merkezden çevreye kaydırılması gibi, kapitalist üretimin niteliğinde yaşanan değişiklikler ve bu değişikliklerin proletaryanın bileşiminde yarattığı farklılaşmalar hesaba katılmadan, sınıf hareketinin geleceğine tümüyle klasik sendikal mercekten bakmak yanlış veya eksikli sonuçlara ulaşılmasına yol açabilecektir. Örneğin işyerlerinde yürütülen mal veya hizmet üretimine ilişkin faaliyetin bölünerek alt işverenlere (taşeron) verilmesi, işçi kiralama (ödünç iş ilişkisi), merdiven altı üretim gibi uygulamaların çalışma hayatındaki muazzam yaygınlığı ve ülkemizde faal işyerlerinin büyük bir çoğunluğunun otuzun altında işçi istihdam eden yerlerden oluştuğu dikkate alındığında, çok sayıda işçi çalıştıran büyük fabrika ve işyerlerinde örgütlenmeye göre dizayn edilmiş klasik sendikal araçların sınıf mücadelesinin güncel gereksinimlerine cevap vermediği söylenebilecektir.
GİRİŞ
10-11 Aralık tarihlerinde Türkiye işçi sınıfı, “bir musibet asla tek başına gelmez” sözünü haklı çıkartırcasına iki kötü haberle sarsıldı. Birincisi Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılmasıydı şüphesiz. Zira “demokratik açılım” adı verilen süreçte yaşanan tıkanmanın Türkiye işçi sınıfının gerek güncel gerekse tarihsel çıkarları üzerinde olumsuz bir etki yarattığı ve proletaryanın devrimci kurtuluş mücadelesini dolaylı değil doğrudan ilgilendirdiği bizce izahtan varestedir. Diğeri ise Bursa Bükköy maden ocağındaki grizu patlaması sonucu on dokuz işçinin can vermesiydi. Olayın ardından yapılan açıklamalardan maden ocağının altı ay öncesinde denetime tabi tutulduğu ve onlarca eksiklik tespit edildiği, buna rağmen maden ocağının mühürlenmesine gerek görülmediği, hatta patrona herhangi bir yaptırım dahi uygulanmadığı, sadece eksiklikleri gidermesi için Aralık ayına kadar süre tanınmakla yetinildiği anlaşıldı. Böylece ekmek parası için yerin 200-250 metre altındaki daracık tünellerde her türlü iş sağlığı ve güvenliği önleminden yoksun biçimde, üstelik dinamit gibi patlayıcı maddelerle çalıştırılan on dokuz işçinin, patron ve devlet işbirliği ile hem de öyle ihmal nedeniyle filan değil düpedüz taammüden ölüme yollandığı gözler önüne serilmiş oldu. Tabii benzer tüm vakalarda olduğu gibi, Bursa Bükköy’de de değişen bir şey olmadı, ateş düştüğü yeri yaktı. Emekçiler bu yaşananların sorumluluğunu kapitalizme değil, makûs talihlerine havale ettikleri; öfkelerini patronların tepelerinde patlatmak yerine ağıtlar yakıp kalplerine gömdükleri müddetçe, ateşin düştüğü yerden başkasını yakması da zaten mümkün değil. 18
SENDİKALAR VE TOPLU SÖZLEŞME MEVZUATI DEĞİŞTİRİLİYOR - PROLETARYA SOSYALİSTLERİ GÖREV BAŞINA!
Bundan elbette mevcut sendikal örgütlülüklerin önemsiz olduğu, buralardaki faaliyetimize son vermek gerektiği anlamı çıkmaz. Yapılması gereken, sınıf mücadelesindeki konvansiyonel silahlarımızın çeşitlendirilmesidir. Politik mücadele söz konusu olduğunda işçi sınıfının yegâne aracı hiç kuşkusuz proletarya partisidir, ancak sınıfın yegâne ekonomik mücadele aracının sendika olduğu söylenemez. Bu nedenle, klasik sendikal örgütlenmenin ulaşamadığı, örgütlemekte yetersiz kaldığı enformel sektör işçileri, işsizler ve kent yoksulları gibi kesimleri militan bir sınıf mücadelesi perspektifi doğrultusunda birleştirmek bakımından Dev-İşçi örgütlenmemiz büyük önem taşıyor. Ancak bir yandan Dev-İşçi’yi inşa faaliyetini sürdürürken, diğer yandan da formel sektörde veya kamuda çalışan işçi yoldaşlarımız aracılığıyla, mevcut sendikalar içerisinde de proletarya sosyalizmi perspektifimiz doğrultusunda yürüttüğümüz faaliyetleri ve örgütlenmemizi geliştirmemiz gerektiği de son derece açık. Bunun için ustalardan “en gerici sendikada dahi çalışmak lazımdır” gibi dillere pelesenk olmuş aforizmalar aktarmamıza da hiç lüzum yok. D.Y. Kurtuluşçular, hareketimizin ayırt edici özelliklerinden olan proletarya sosyalizmi perspektifi doğrultusunda, görev alanları ne olursa olsun, sınıfımıza ilişkin olarak gerçekleşen her türlü gelişmeyi yakından izlemek ve müdahil olmak zorundadırlar. Bu itibarla yürürlükteki Sendikalar Kanunu ve Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nda yapılması gündemde olan mevzuat değişiklikleri hakkında tüm kadrolarımızın genel, sendikal alanda faaliyet yürüten kadrolarımızın ise derinlemesine bilgi sahibi olmaları son derece önemlidir.
rılara karşı sessiz kaldıkları biliniyor. Türkiye işçi hareketinin tarihine geçen bu acı durumdan daha acı ve acıklı bir başka durum var ki 12 Eylül darbecilerinin bildirileri, radyo ve televizyondan okunmaya başlar başlamaz, sendikal hareketin liderlerinin gözaltına alınmak için kuyruğa girdikleri bilinmektedir. Yıllarca gözde olan “direnme” sözcüklerinin “dünyayı burjuvaziye zindan etme” nutuklarının ne kadar boş ve ne kadar kitle tabanından uzak edilmiş sözler olduğu, Metris kapılarında beyaz bayrak çekilmesiyle görülmüştür. Bu durum, trajik bir anı olarak, emekçi örgütlerinin tarihsel belleğindeki yerini koruyor.”* Bayrak Harekâtı sırasında en çok DİSK’in darbeye karşı kitlesel ölçekli bir direniş başlatmasından çekinen 12 Eylül paşaları, korkularının gerçekleşmemesi üzerine rahat bir nefes almışlar, işçi örgütlerini içerideki teslimiyetin yardımıyla kolaylıkla etkisiz hale getirdikten sonra, sıkıyönetim günlerinden bu yana işçi sınıfının ve sendikal örgütlülüğün başının belası olan iki kanun çıkarmışlardır. 2821 sayılı Sendikalar Kanunu (SenK.) ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu (TİSGLK). 1982 Anayasası ile birlikte darbecilerin yasakçı, baskıcı ve işçi düşmanı zihniyetinin en veciz ifadesi olan bu yasalar, işçi sınıfının 1960’lardan bu yana elde ettiği hemen her türlü kazanımı yok etmek, yok edilemeyenleri ise büyük ölçüde budamak amacıyla kaleme alınmışlardı. Askeri cuntanın bu yasalarla işçi sınıfı aleyhine getirdiği baskıcı ve yasakçı çalışma rejimi aradan on yıllar geçmesine rağmen halen ayaktadır. En ipe sapa gelmez yasaklar bile gelip geçen hükümetlerce korunmuş, bugüne kadar mevcudiyetlerini sürdürmelerine göz yumulmuştur. Örnek olsun, mevcut TİSGLK’na göre grev uygulaması başlatılan işyerlerine “Bu işyerinde grev vardır” yazısı dışında herhangi bir pankart veya yazı asılması, işyeri önüne grev çadırı kurulması, grevci işçilerin işyeri etrafında toplanmaları bile halen yasaktır. 1989 Bahar eylemlerinden bu yana işçi sınıfı hareketinin sürekli alçalan bir seyir izlemesi, bu darbe mahsulü mevzuatın hükümetler üzerinde dipten gelen bir basınçla değiştirilebilmesine olanak vermedi. Bugün kapitalizmin kendi ihtiyaçlarının dayatması olarak, Avrupa Birliği müktesebatına uyum çalışmaları kapsamında her iki kanunda da değişiklik yapılması gündemdedir. Son beş yıldır bu konu-
DARBE MAHSULÜ KANUNLAR
12 Eylül askeri diktatörlüğünün ilk icraatı işçi sınıfına karşı çok cepheli bir taarruz başlatmak olmuş, grevler yasaklanmış, sendikalar kapatılmış, sendika yöneticileri tutuklanmıştır. Bu taarruz karşısında DİSK başta olmak üzere sendikal hareketin ve TKP geleneği başta olmak üzere sendikalar içerisinde örgütlü siyasi yapıların iyi bir sınav veremediği malum. Nitekim Yüksel Işık şu satırları yazarken hiç de haksız değil: “Direnme gerekliliğini bilince çıkarmamış kitlelerin, darbeciler tarafından, başta DİSK olmak üzere örgütlenmelerine yöneltilen saldı-
* Yüksel Işık, Türk Solu ve Sendikal Hareket, Öteki Yayınevi, 1995, s.24.
19
KURTULUŞ
daki çalışmalar kâh artan kâh 1989 Bahar eylemlerinden bu yana işçi sınıfı yavaşlayan bir hızla sürdürülhareketinin sürekli alçalan bir seyir izlemesi, mektedir. AKP hükümeti, Mubu darbe mahsulü mevzuatın hükümetler üzerat Başesgioğlu’nun Çalışma ve rinde dipten gelen bir basınçla değiştirilebilSosyal Güvenlik bakanı olduğu mesine olanak vermedi. Bugün kapitalizmin dönemde, iki kanunda da dostkendi ihtiyaçlarının dayatması olarak, Avrupa lar alışverişte görsün misali yüBirliği müktesebatına uyum çalışmaları kapzeysel bir takım değişiklikler samında her iki kanunda da değişiklik yapılyapmak suretiyle aradan sıyrılması gündemdedir. Son beş yıldır bu konudamayı denediyse de, hazırlanan ki çalışmalar kâh artan kâh yavaşlayan bir taslaklar, işçi sendika ve konfehızla sürdürülmektedir. derasyonlarının muhalefeti ile karşılaştı. Seçim sürecine girilmesiyle birlikte emek örgütlerini karşısına alma cesaretini fini ve “Bursa mutabakatı”nı bir tarafa bırakagösteremeyen hükümet, süreci zamana yayma- rak, yedi akademisyenden oluşan bir bilim kuyı tercih etti. Faruk Çelik’in bakan koltuğuna ruluna her iki kanun ile ilgili olarak yeni birer oturmasının ardından, konu yeniden gündeme taslak hazırlattı. Bilim Kurulunca hazırlanan getirildi ve 26-27 Nisan 2008’de Bursa’da işçi ve taslaklar mevcut yasalara nazaran önemli değisermaye örgütlerinin katılımıyla gerçekleştiri- şiklikler içermekte ve bunların hatırı sayılır bir len toplantıda, kamuoyuna “Bursa mutabaka- kısmının işçi sınıfı ve sendikal örgütlenme lehitı” olarak yansıtılan metinler üzerinde anlaşma ne oldukları anlaşılmaktadır. Buna rağmen cidsağlandı. Mevcut yasalarda esaslı bir değişiklik di yetersizliklerle malul olduğu görülen tasarıyapılmaksızın hazırlanan bu “mutabakat” (as- ların işçi sınıfı lehine yasalaşması için ciddi bir lında işçi sendikaları açısından “teslimiyet” de- sınıf mücadelesi verilmesi gerekmektedir. Nitemek daha doğru olacaktır) metinleri kanun ta- kim taslaklardaki işçi lehine hükümleri görünce sarısı haline getirilip Bakanlar Kurulu’na su- hop oturup hop kalkmaya başlayan Türkiye İşnulmuşsa da, Bakanlar Kurulunca onaylanarak veren Sendikaları Konfederasyonunun (TİSK), Meclise sevk edilmedi. Bunun yerine 20 Mayıs bu düzenlemelerin taslaklardan çıkarılması için 2008 tarihinde yedi AKP milletvekilinin kanun hükümet nezdinde şimdiden girişimlerde buteklifi olarak Meclise sunuldu. Meclis başkanlı- lunduğu bilinmektedir. Onu TÜSİAD, Türkiye ğı tarafından komisyona havale edilen söz konu- Bankalar Birliği gibi diğer sermaye örgütlerinin su teklif o gün bugündür havale edildiği yerde takip edeceği şüphesizdir. Bunun için taslaklabeklemektedir. rın sınıfımıza ve sendikalara ne getirip götürBu tasarı bugün akamete uğramış durumda- düğünün ciddi şekilde etüt edilmesi gerekmekdır. Ne yazık ki işçi sınıfının cansiperane mü- tedir. Buna bir ilk adım olarak, her iki taslağın cadelesi nedeniyle değil, darbe mahsulü anti- çarpıcı yönlerine aşağıda değineceğiz. demokratik, yasakçı ve her konuyu devlet maSENDİKALAR KANUNU TASLAĞI kamlarının keyfine terk eden mevcut yasaların ufak rötuşlarla yürürlükte bırakılmasının Av1. Bir meslek dalında faaliyette bulunmak rupa Birliği müzakerelerinde tıkanıklık yaşanmasına yol açabileceği kaygısıyla... Gerçekten üzere “meslek sendikası” kurma imkânı getirilde Türkiye’nin tarafı olduğu; Birleşmiş Millet- mektedir. Kanunda getirilen bu imkânın kullanılmaler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşme- sıyla, kamu kurumu niteliğindeki meslek kurusi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ilgi- luşlarına veya odalara tabi olarak faaliyet yüli hükümlerinin yanı sıra Uluslararası Çalışma rüten mesleklere mensup çalışanlar da (örneğin Örgütü’nün (ILO) 87 ve 98 sayılı sözleşmelerine doktorlar, avukatlar, mühendisler) sendika kuçok sayıda aykırılık içeren mevcut kanun teklifi- rabileceklerdir. 2. İşyeri bazında sendikalaşmaya imkân tanin Avrupa Birliğince uygun bulunması oldukça nınmaktadır. düşük bir ihtimal. Böylece sendikaların işkolu esasına göre kuBu durumun farkına varan AKP, Ömer Dinçer’in Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanı rulma ve faaliyet yürütme mecburiyeti kaldırılyapılmasının ardından söz konusu kanun tekli- makta, işyeri sendikalarının kurulması müm20
SENDİKALAR VE TOPLU SÖZLEŞME MEVZUATI DEĞİŞTİRİLİYOR - PROLETARYA SOSYALİSTLERİ GÖREV BAŞINA!
kün hale getirilmektedir. Tasarının bu şekilde kanunlaşması halinde, güçlü sendikalar yerine bizzat patronun sevk ve idaresinde kurulan sarı sendikaların sayısının artma riski mevcuttur. Bu riske rağmen, işyeri sendikaları kurulmasına imkân tanınması, işkolu barajının düşürülmesi ve birden fazla sendikanın birlikte toplu iş sözleşmesi için yetki başvurusunda bulunabilmesini mümkün hale getiren diğer düzenlemeler ile birlikte ele alındığında sendikal örgütlülüğü kolaylaştırabilecek bir gelişme olarak da görülebilecektir. 3. Sendikaların konfederasyonların yanı sıra federasyonlar biçiminde de örgütlenebilmesi öngörülmektedir. Taslağın 2. maddesinde, aynı işkolunda veya aynı meslekte kurulu en az iki sendikanın bir araya gelmesiyle tüzel kişiliğe sahip federasyonlar kurulabileceği düzenlenmiştir. 4. Sendika üyeliğinin kaldırılması ve üyelikten istifa halinde noter şartı kaldırılmaktadır. 12 Eylül’ün sendikal örgütlenmeyi zorlaştırmak amacıyla getirdiği noter koşulu taslakta kaldırılmaktadır. Böylece sendikaya üyelik kolaylaşacak, sendika üyesi olmak isteyen işçilerin noter masrafına katlanmaları gerekmeyecektir. 5. Sendika üyelik aidatları ile ilgili tavan uygulamasına son verilmektedir. Mevcut kanunda işçinin sendikaya ödeyeceği aylık üyelik aidatı miktarının bir günlük çıplak ücretini geçemeyeceği düzenlenmiştir. Taslakta sendika üyelik aidatları ile ilgili tavan uygulamasının kaldırılmasıyla, sendikalar üyelik aidatlarını serbestçe belirleyebileceklerdir. Yine taslakta sendikaların üyelik aidatı dışında üyelerinden başka adlar altında aidat toplayamayacaklarına ilişkin mevcut yasak kaldırılmaktadır. 6. Check-off sistemi zorunlu olmaktan çıkarılmaktadır. Mevcut yasa gereği sendika aidatları, sendika üyesi işçinin çalıştığı işyerinde işveren tarafından işçinin maaşından kesinti yapılmak suretiyle doğrudan sendikaya aktarılmakta, bu uygulamaya check-off sistemi adı verilmektedir. Taslağın 20. maddesinde ise, söz konusu uygulamanın işçinin işverene yazılı olarak müracaat etmesi halinde yapılabileceği düzenlenmektedir. Böylece üyelik aidatlarının toplanması sendikaların kendi inisiyatiflerine bırakılmaktadır. Sendikaları işçilerle karşı karşıya getirebilecek, aidatların toplanması için sendikalara operasyonel yük getirecek ve aidatların sendikaya dü-
zenli aktarımına son verecek bu değişiklik sendikaların ve sınıfımızın menfaatine görülmemektedir. 7. İşçi sendikası ve konfederasyonu yöneticiliğine seçilenler için ilave güvenceler getirilmektedir. Taslağın 26. maddesinde yapılan düzenleme ile, işçi sendikası ve konfederasyonu yöneticilerine mevcut kanunda tanınan güvencelerin kapsamı genişletilmektedir. Şöyle ki, sendika veya konfederasyon merkez veya yönetim kuruluna seçilen işçi ile işveren arasındaki iş sözleşmesi askıda kabul edilecek, ancak işçi arzu ederse işten ayrıldığı tarihte kıdem tazminatını talep ederek sözleşmesini kendisi feshedebilecektir. Böylece işçinin kıdem tazminatını talep etmek suretiyle iş sözleşmesini feshedebileceği haller arasına bir yenisi ilave edilmiş olmaktadır. Sendikal görevinin sona ermesi durumunda işe geri dönme talebinde bulunan işçiyi yeniden işe başlatma zorunluluğunun da kapsamı genişletilerek, mevcut düzenlemede yer alan sendikal görevin “seçime girmemek, yeniden seçilememek veya kendi isteğiyle çekilmek” suretiyle sona ermesi zorunluluğu kaldırılmış, sendikal görevin “herhangi bir nedenden” ötürü son bulması işe iade için yeterli sayılmıştır. Sendikal görevi herhangi bir nedenle sona eren sendika yöneticisinin işe iade talebi üzerine işverence işe başlatılmaması halinde iş sözleşmesi işverence feshedilmiş sayılacak, bu şekilde yapılan fesih haklı veya geçerli bir fesih olmayacağından işveren işçiye tazminat ve (varsa) sair işçilik alacaklarını ödemekle yükümlü olacaktır. Mevcut kanuna nazaran işçi lehine bir takım değişiklikler öngörülmüş ise de düzenlemenin tümüyle isabetli görülmesi mümkün değildir. Zira sendika merkez veya şube yönetim kurulundaki görevi sona eren işçilere getirilen güvencelerde güdülmesi gereken amaç, sendikal görevin sona ermesini müteakip işçinin işsiz kalmasını önlemek olduğu kadar, işyerindeki sendikal örgütlülüğün patronun keyfi uygulamalarıyla darbelenmemesidir. Gerek mevcut kanuni düzenlemede gerekse taslaktaki düzenlemede ise, sendikal görevin sona ermesinin ardından işe dönmeyi talep eden işçiyi işe başlatma konusunda patrona zorunluluk getirmemekte, sadece işe başlatmama halinde iş sözleşmesinin işveren tarafından haklı bir neden olmaksızın feshedildiğine hükmedilmesi sonucunu doğurmaktadır. Böylece eline üç beş kuruş tazminat sıkıştırılan işçi işsiz bırakılmakta, ayrıca 21
KURTULUŞ
patrona sendikal faaliyetlerinBöylece eline üç beş kuruş tazminat sıkıştırılan den hazetmediği bu işçilerin işe işçi işsiz bırakılmakta, ayrıca patrona sendikal geri dönme taleplerini reddedefaaliyetlerinden hazetmediği bu işçilerin işe rek işyerindeki sendikal örgütgeri dönme taleplerini reddederek işyerindeki lenmeyi baltalama imkânı vesendikal örgütlenmeyi baltalama imkânı verilrilmektedir. Bu nedenle taslamektedir. Bu nedenle taslağın bu hallerde işçiğın bu hallerde işçinin işe başlanin işe başlatılmasını zorunlu kılacak şekilde tılmasını zorunlu kılacak şekildeğiştirilmesi için mücadele edilmelidir. de değiştirilmesi için mücadele edilmelidir. 8. İşyeri sendika temsilcilerimiktarının bir yıllık ücretten az olmayacak şenin güvencesi arttırılmaktadır. Mevcut kanunda 4773 sayılı kanunla yapı- kilde ödenmesi hüküm altına alınmış, bunun lan değişiklik sonucunda, işyeri sendika temsil- yanı sıra sendikal nedenlerle iş sözleşmesinin cisinin iş sözleşmesinin işveren tarafından hak- feshi halinde otuz işçi ve altı aylık çalışma sürelı bir neden olmaksızın feshedilmesi halinde, iş- si koşulu aranmaksızın İş Kanununun iş güvençinin işe iadesinin zorunlu olduğuna ilişkin eski cesiyle ilgili hükümlerinin uygulanacağı düzendüzenleme değiştirilmiş ve işe iade zorunlu ol- lenmiş, iş güvencesi tazminatının yanında senmaktan çıkarılmış idi. Bunun yerine işe iade dikal tazminata da ayrıca hükmedilmesine ilişedilmeyen sendika temsilcisinin, diğer işçilere kin düzenleme getirilmiştir. Böylece patronlar nazaran daha yüksek tazminata hak kazanaca- tarafından işyerinde sendikalaşmayı önlemek ğına ilişkin bir düzenleme getirilmişti. Taslakta amacıyla yapılan fesihlerde işçiye ilave bir tazda aynı mantığın korunduğu ve buna ilave ola- minat ödenmesi söz konusu olacaktır. İşçinin iş rak işçi lehine bir takım ek güvenceler getirildi- sözleşmesinin sendikal nedenlerle feshedilmeği görülmektedir. Buna göre, sendika temsilcisi- sinin patron yönünden sonuçlarını ağırlaştıran nin iş sözleşmesinin haklı veya geçerli bir neden söz konusu düzenleme sınıfımızın menfaatine olmaksızın feshedilmesi ve mahkemece işe iade- olmakla birlikte, yeterli ve caydırıcı olmaktan ye karar verilmesi halinde, fesih tarihi ile ka- uzaktır. Sendikal örgütlülüğün patronlar tarararın kesinleşme tarihi arasındaki dönem için fından sendikalı işçileri işten çıkarmak sureişçiye tüm ücret ve sair hakları ödenecek (di- tiyle engellenmesine son verilebilmesi için, iş ğer işçiler bakımından çalışılmayan dönem için sözleşmesi sendikal nedenle feshedilen işçilere sadece 4 aylık ücretin ödenmesi söz konusu ol- taslakta öngörülen tazminatların ödenmesinin maktadır), buna ilaveten sendikal tazminata da yanı sıra işverene söz konusu işçileri mutlaka yeniden işe başlatma mecburiyetinin getirilmehükmedilecektir. Taslaktaki düzenleme, mevcut kanuna naza- si gerekmektedir. 10. Sendikaların sınaî ve iktisadi teşebbüsleran işyeri sendika temsilcilerinin lehine olmakla birlikte, 4773 sayılı kanunla yapılan değişik- re yatırım yapabilme hakları kaldırılmaktadır. Mevcut Kanunda “sendika ve konfederasyonlik öncesindeki düzenlemenin gerisindedir. İşyeri sendika temsilcisinin iş sözleşmesinin hak- ların nakit mevcudunun yüzde kırkından fazla sız veya geçersiz feshi halinde işe iadenin mut- olmamak kaydı ile sınai ve iktisadi teşebbüslere laka zorunlu kılınmasını, buna ilaveten tüm iş- yatırım yapabilecekleri” düzenlenmiş iken Tasçilik haklarının ve sendikal tazminatın patrona lakta bu paralelde bir serbestiye yer verilmemiş ödettirilmesini sağlayacak bir düzenleme için ayrıca sendikaların ticaretle uğraşamayacağına ilişkin mevcut yasak korunmuştur. Sendikalamücadele edilmelidir. Taslakta, ayrıca işyerlerinde toplu iş sözleş- rın asli faaliyetleri olan işçilerin haklarını samesi yetkisi alabilmiş bir sendikanın bulunma- vunmak dışındaki işlerle iştigâl etmelerini, faması halinde o işyerinde en çok üyeye sahip olan şist Türk Metal örneğinde görüldüğü şekilde kasendikanın bir yıldan az olmamak üzere işyeri pitalist sendikalar ve Mustafa Özbek gibi sendisendika temsilcisi atayabileceği düzenlenmiş ka patronları ortaya çıkmasını engellemek yöolup, bu da olumlu bir gelişme olarak değerlen- nünden olumlu bulunabilecek olan bu düzenleme, diğer taraftan sendikaların mali yapılarının dirilebilecektir. 9. Sendikal nedenle yapılan feshin patrona güçsüzleşmesine ve özellikle grev halinde işçilere gerekli yardımları yapamamalarına yol açayaptırımı ağırlaştırılmaktadır. Taslağın 28. maddesinde sendikal tazminat bilecek niteliktedir. Bu nedenle sınıfımızın her 22
SENDİKALAR VE TOPLU SÖZLEŞME MEVZUATI DEĞİŞTİRİLİYOR - PROLETARYA SOSYALİSTLERİ GÖREV BAŞINA!
iki yöndeki menfaatini de gözetecek şekilde, taslaktaki düzenlemenin, sendikalara münhasıran sendika üyesi işçilere yardım veya katkı sağlamak üzere ticari işletme (tüketim kooperatifleri vb.) kurabilme imkânı verecek şekilde yeniden kaleme alınması için mücadele edilmelidir. 11. Sendika üyeliği ve sendikaların iç işleyişlerine ilişkin düzenlemelerde değişiklik yapılmaktadır. Taslakta ayrıca sendika kurucusu olmak için Türk vatandaşı olma şartı kaldırılmakta, sendika üyeliği için mevcutta 16 olan yaş sınırı 15’e indirilmekte, genel kurul dışındaki organlara seçilebilmek için o iş kolunda fiilen çalışma koşulunun aranmayacağı düzenlenmekte, yönetim kurulu üye sayısının üst sınırı kaldırılmakta, tüzükte düzenlenmek ve koşulları Genel Kurul tarafından belirlenmek suretiyle sendikaların üyelerine nakit mevcutlarının %40’ını aşmamak kaydıyla kredi verebilmelerine imkân tanınmaktadır.
30 güne, grup toplu iş sözleşmesi süresi de 45 güne indirilmiştir. Grev uygulaması bakımından önem arz eden bu sürelerin kısaltılması ile toplu iş sözleşmesi süreci hızlandırılmaktadır. 3. Dayanışma aidatı üyelik aidatına eşitlenmektedir. Hâlihazırda yürürlükte bulunan mevzuat gereğince toplu iş sözleşmesi kapsamındaki bir işyerinde, sendika üyesi olmayan işçilerin toplu iş sözleşmesinden yararlanabilmeleri için taraf sendikaya dayanışma aidatı ödemeleri zorunludur ve dayanışma aidatının tutarının üyelik aidatının 2/3’ü oranında olacağı düzenlenmiştir. Dayanışma aidatının üyelik aidatına nazaran düşük tutulması, işçilerin gözünde sendikaya üye olmanın cazibesini azaltmaya yöneliktir. Taslakta yapılan düzenlemeyle dayanışma aidatı ile üyelik aidatı miktarı eşitlenmektedir ki böylece sendikaya üye olmamanın işçiye mali yönden herhangi bir menfaat sağlaması söz konusu olmayacaktır. 4. Toplu iş sözleşmesinde “kapsam dışı” uygulaması yasaklanmaktadır. Uygulamada toplu iş sözleşmesi düzeninde çalışan pek çok işyerinde; patronun sendika üzerindeki baskısı veya sendikanın uzlaşmacı tutumu nedeniyle, çalışanların bir bölümü toplu iş sözleşmesi kapsamı dışında bırakılmakta, bu işçilerin tabi tutulacakları çalışma koşulları bireysel iş sözleşmelerine bırakılmakta, bir başka deyişle patronun keyfine terk edilmektedir. Kapsamı dışı uygulaması diye adlandırılan bu uygulamanın bir başka versiyonu, kimi çalışanların (beyaz yakalı olma, ihtisas elemanı olma vb. bahanelerle) patron tarafından imtiyazlı ilan edilerek toplu sözleşme dışında bırakılması ve bunlara diğer işçilere tanınanların çok üzerinde hak ve menfaatler tanınarak işçiler arasında eşitsizlik yaratılmasıdır. Taslakta “Toplu iş sözleşmelerine işyerinde çalışan işçilerin bir kısmını kapsam dışı bırakan veya yararlanmayı engelleyen hükümler konulamaz.” hükmüne yer verilerek bu uygulamaya son verilmektedir ki, bu düzenlemenin yasalaşması sınıfımız lehine olacaktır. 5. Taşeron işçilerinin asıl işverenin işçisi sayıldığı durumlarda toplu sözleşmeden yararlanmaları kolaylaştırılmaktadır. Özellikle 1992 yılında metal işçilerinin yürüttüğü muzaffer sınıf mücadelesi sonucunda metal işkolunda imzalanan toplu iş sözleşmelerinde sendikalar tarafından elde edilen yüksek zam oranları karşısında, sınıfımızın birliğini parçalamaya, işçileri birbirine kırdırmaya
TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ KANUNU TASLAĞI
1. Grup toplu iş sözleşmeleri yasal düzenlemeye kavuşturulmaktadır. Taslakta, uygulamada mevcut olan, ancak bugüne kadar yasal düzenlemeye konu edilmemiş olan “Grup Toplu İş Sözleşmesi”nin tanımı yapılmış ayrıca mevcut uygulamada yargı kararları ve öğretide kabul edilenin aksine, grup toplu iş sözleşmesinin işveren tarafının mutlaka bir işveren sendikası olması gerekmediği düzenlenmiştir. Böylece aynı iş kolunda bir veya birden fazla işçi sendikası ile bir veya birden fazla patronun, işyerlerinin tümünü kapsayacak şekilde toplu iş sözleşmesi yapabilmeleri mümkün kılınmaktadır. Buna karşın Taslakta grup toplu iş sözleşmesine göre yürütülecek müzakerelerin yöntemine ve şekil şartlarına ilişkin yeterli açıklık bulunmaması önemli bir eksikliktir ve uygulamada sorunlara yol açacaktır. 2. Toplu iş sözleşmesi prosedürüne ilişkin süreler kısaltılmaktadır. Mevcut Kanunda işçi sendikasının yeni sözleşme için yetki işlemlerine, toplu iş sözleşmesi süresinin bitmesinden önceki 120 gün içerisinde başlayabileceği düzenlenmiş iken, taslakta bu süre 90 güne indirilmiştir. Ayrıca, yetki belgesini alan sendikanın karşı tarafı toplu görüşmeye çağırması gereken ve mevcut Kanunda 15 gün olarak belirlenen süre, taslakta 6 işgününe indirilmiştir. Keza toplu görüşmenin süresi 23
KURTULUŞ
yönelik olarak patronlar taraTaslaktaki işçi lehine düzenlemelerin AKP tarafından devreye sokulan ve hızla fından nasıl kerhen ve salt AB’ye uyum kaygıbütün işkollarındaki kapitalistsıyla yapıldığının en veciz göstergesi, işçi ler tarafından benimsenen sinsi sınıfının sömürü ve baskıya karşı en önemli bir yöntem olan alt işveren (tasilahı olan grev hakkına ilişkin düzenlemelerşeron) uygulaması, o dönemden de 12 Eylül’ün baskıcı ve faşist zihniyetinin bu yana sayısız ihtilafa konu olbir takım makyajlarla korunmuş olmasıdır. muştur. Patronlar işyerindeki Taslakta açıkça, toplu iş sözleşmesi için belirsendikal örgütlenmeyi kırmak, lenen uyuşmazlık prosedürüne ve sürelerine işçilerin bir bölümünü daha düuyulmadan yapılan grevin, siyasi grevin, genel şük ücretlere ve daha kötü çagrevin ve dayanışma grevinin kanun dışı grev lışma koşullarına boyun eğdirsayılacağı; işyeri işgali, işi yavaşlatma, verimi mek amacıyla, işyerinde yürütülen mal veya hizmet üretimidüşürme ve diğer direnişler için de kanun dışı ni küçük parçalara bölerek, tagrevin yaptırımlarının uygulanacağı hükme şeronlara vermekte, bazen kenbağlanmaktadır. di işçilerini zorla taşeronun işçisi haline getirmekte, böylelikle toplu iş sözleşmesi akdetmeyi güçleştirmek için işçilerin hakları kısıtlanmakta, işten atılmalar kolaylaşmakta, işçilerin işçilik icat ettikleri, işçi sendikasının toplu iş sözleşalacakları ile kıdem – ihbar tazminatları gibi mesi akdedebilmek için kurulu bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin en az % 10’unu üye kaydiğer mali hakları gasp edilmektedir. Taşeron uygulamasının doğurduğu ihtilaf ve detmiş olması zorunluluğunu getiren baraj uymücadeleler sonucunda, oligarşik devlet, tama- gulaması %1’le sınırlandırılmaktadır. Barajın men yasaklanması gereken bu uygulamayı sı- tümden kaldırılmaması, taslakta sınıfımız aleynırlama yoluna giderek tencerede biriken buha- hine en önemli eksikliklerden biridir. Barajın rı almaya çalışmış, 2003 yılında çıkarılan 4857 muhakkak surette kaldırılması için mücadele sayılı İş Kanunu’nda taşeron uygulamasına gi- yoğunlaştırılmalıdır. Taslakta ayrıca işyeri veya işyerlerinde topdilebilecek haller bir takım sınırlamalara tabi tutulmuştur. Buna göre asıl işveren ile taşeron lu iş sözleşmesi yapmak için birden fazla sendiarasında yapılan sözleşme bu sınırlamalardan kanın birlikte de başvurabilecekleri, bu durumbirine aykırılık içeriyor ise veya işçilerin hakla- da yetki koşullarının belirlenmesinde sendikarını kısıtlamak amacıyla yapılan muvazaalı (da- ların o işyeri veya işyerlerindeki toplam üye sanışıklı) bir işlem ise, taşeronun işçileri başından yılarının esas alınacağı düzenlenmiştir. Barajın kalkmaması halinde işkolu bazında %1 barajıitibaren asıl işverenin işçisi sayılmaktadırlar. Bilim Kurulunca hazırlanan Toplu İş Sözleş- nı aşamayan veya toplu iş sözleşmesi akdedemesi Kanunu taslağında da, taşeronun işçileri- bilmek için o işyerindeki işçilerin %50’den faznin asıl işverenin işçisi sayıldıkları hallerde, bu lasını örgütlemiş olma koşulunu karşılayamaişçilerin önceki tarihlere ilişkin olarak sendika- yan sendikaların birlikte hareket ederek toplu ya herhangi bir aidat ödemek zorunda olmak- iş sözleşmesi yetkisi alabilmelerine dönük olasızın, işyerindeki toplu iş sözleşmesinden ya- rak yapılan bu düzenleme olumlu görülmekle rarlanacakları, (dolayısıyla kendilerine geçmişe birlikte, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere sınıdönük yararlanmadıkları mali hakların ödene- fımızın menfaatleri bakımından aslolan işkolu ceği) düzenlenmektedir. Bu düzenleme mevcut barajının tümden kalkmasıdır. 7. Grev hakkı ile ilgili yasakçı 12 Eylül zihniduruma nazaran bir iyileşme getirmekte ise de, proletarya sosyalistleri işçi sınıfını bölmenin, yeti makyajlanarak devam ettirilmektedir. Taslaktaki işçi lehine düzenlemelerin AKP sendikasızlaştırmanın ve kölelik ücretlerine mahkûm etmenin en önemli ve yaygın vasıta- tarafından nasıl kerhen ve salt AB’ye uyum larından olan alt işveren (taşeron) uygulamala- kaygısıyla yapıldığının en veciz göstergesi, işçi rının makyajlanarak ayakta tutulmasına karşı sınıfının sömürü ve baskıya karşı en önemli siçıkmalı ve bu tür uygulamaların tümden yasak- lahı olan grev hakkına ilişkin düzenlemelerde 12 Eylül’ün baskıcı ve faşist zihniyetinin bir talanması için mücadele etmelidirler. kım makyajlarla korunmuş olmasıdır. Taslakta 6. İşkolu barajı %1’e düşürülmektedir. 12 Eylül generallerinin sendikalaşmayı ve açıkça, toplu iş sözleşmesi için belirlenen uyuş24
SENDİKALAR VE TOPLU SÖZLEŞME MEVZUATI DEĞİŞTİRİLİYOR - PROLETARYA SOSYALİSTLERİ GÖREV BAŞINA!
mazlık prosedürüne ve sürelerine uyulmadan yapılan grevin, siyasi grevin, genel grevin ve dayanışma grevinin kanun dışı grev sayılacağı; işyeri işgali, işi yavaşlatma, verimi düşürme ve diğer direnişler için de kanun dışı grevin yaptırımlarının uygulanacağı hükme bağlanmaktadır. Her ne kadar mevcut kanunda kanun dışı grev ve direnişlere katılanlar, düzenleyenler, kışkırtanlar vb. hakkında öngörülen hapis cezaları, taslakta yerini adli para cezalarına terk etmişse de, bu işçilerin iş sözleşmelerinin patron tarafından haklı nedenle (yani tazminatsız) feshedilebileceği taslakta da kabul edilmektedir. İşçi sınıfının hak ve menfaatlerini savunabilmek için yegâne aracı olan grev hakkını mevcut düzenlemeden farksız biçimde kısıtlayan bu düzenlemelerin kabul edilmesi mümkün değildir. Öte yandan, taslakta işçilerin topluca işten çıkarılması demek olan lokavt hâlâ bir hak olarak muhafaza edilmektedir. Proletarya sosyalistleri “Lokavt hak değil, suçtur.” şiarı ışığında lokavtın yasaklanması, grev ve direniş haklarının genişletilmesi için mücadele etmelidirler. 8. Grev oylaması sendikanın inisiyatifine bırakılmaktadır. Mevcut kanundaki, grev uygulamasının zorlaştırılması amacıyla getirilen grev oylaması düzenlemesine göre; grev kararının ilân edildiği tarihte o işyerinde çalışan işçilerin en az dörtte birinin talebi üzerine, grev kararının işyerinde ilân edilmesinden başlayarak altı işgünü içinde işyerindeki sendikalı sendikasız tüm işçilerin katılımıyla grev oylaması yapılmaktadır. Taslakta grev oylaması yapılabilmesi, sendikanın tüzüğünde bu konuda madde bulunması şartına bağlanmış, oylamanın tüzükte belirlenen koşullar ve usule göre yapılacağı, ayrıca oylamaya sadece sendikalı işçilerin katılabileceği düzenlenmiştir. Bu durumda sendika, tüzüğünde grev oylamasına ilişkin herhangi bir hükme yer vermemişse oylama yapılmaksızın grev süreci işlemeye devam edecektir. Bu düzenlemeyle, mevcut durumda patronun sendikasız işçileri ve sendikalı işçilerin de bir bölümünü ayartarak oylama yoluyla grevi engellemesi imkanı ortadan kaldırılmakta, grevin yürütülmesi sendikanın inisiyatifine bırakılmaktadır. 9. Mevcut kanunda yer alan grev yasakları taslakta kaldırılmaktadır. 2822 sayılı TİSGLK’da 12 Eylül paşaları tarafından getirilen geniş grev yasaklarına taslakta yer verilmemesi olumlu bir gelişmedir. Mevcut kanunda: • Can ve mal kurtarma işlerinde,
• Cenaze ve tekfin işlerinde, • Su, elektrik, havagazı, termik santrallarını besleyen linyit üretimi, tabii gaz ve petrol sondajı, üretimi, tasfiyesi, dağıtımı, üretimi nafta veya tabii gazdan başlayan petrokimya işlerinde, • Banka ve noterlik hizmetlerinde, • Kamu kuruluşlarınca yürütülen itfaiye, şehiriçi deniz, kara ve demiryolu ve diğer raylı toplu yolcu ulaştırma hizmetlerinde. • İlaç imal eden işyerleri hariç olmak üzere, aşı ve serum imâl eden müesseselerle, hastane, klinik, sanatoryum, prevantoryum, dispanser ve eczane gibi sağlıkla ilgili işyerlerinde, • Eğitim ve öğretim kurumlarında, çocuk bakım yerlerinde ve huzurevlerinde, • Mezarlıklarda, • Milli Savunma Bakanlığı ile Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığınca doğrudan işletilen işyerlerinde grev yasaklanmışken, taslakta bu yasakların hiçbiri bulunmamaktadır. Bununla birlikte taslağın 34. maddesinde, “ilgililerin veya Bakanlığın talebi üzerine” grevin “kamu düzeni veya kamu sağlığı bakımından sakıncalı görülmesi halinde” mahkeme kanalıyla grevin tamamen veya kısmen, sürekli veya geçici olarak yasaklanabileceği düzenlenmiştir. Kamu düzeni ve sağlığının korunması devlet kurumlarının ve kolluk kuvvetlerinin görevine giren bir hadisedir. Taslaktaki düzenleme bu kurum ve kuvvetlerinin görevlerini grevci işçilere havale etmekte, grev hakkının “kamu düzeni” gibi muğlâk bir gerekçeyle keyfi yasaklamalarla karşı karşıya bırakılmasına kapı aralanmaktadır. SONUÇ
AKP hükümeti tarafından yedi akademisyenden oluşan bilim kuruluna hazırlatılan Sendikalar Kanunu Taslağı ile Toplu İş Sözleşmesi Kanunu Taslağının genel hatlarına ilişkin yukarıdaki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı üzere, AKP hiç de heveslisi olmadığı halde AB mevzuatına uyum çalışmaları kapsamında, Avrupa proletaryasının iki yüzyılı aşkın sınıf mücadelesi tarihinde elde ettiği kazanımların önemli bir bölümünü içeren AB - ILO çalışma mevzuatına Türkiye’yi adapte etme mecburiyeti ile karşı karşıyadır. Bu nedenle her iki taslakta da sınıfımızın lehine görülebilecek çok sayıda düzenleme ve değişiklik mevcuttur. Ancak Toplu İş Sözleşmesi Kanunu Taslağının kanun dışı grev, lokavt vb. konulardaki düzenlemelerinden de görüldüğü gibi, fırsat görülen her yerde kapi25
KURTULUŞ
rütmelidirler. Taslaklardaki ilgili hükümlerin yasalaşması halinde, meslek sendikalarının, işyeri sendikalarının kurulabileceği, yetki barajının önemli oranda düşeceği, birden fazla sendikanın bir araya gelerek toplu sözleşme yetkisi alabilecekleri ve sözleşme bağıtlayabilecekleri, grev yasakları kapsamından çıkan (finans sektörü gibi) işkolu ve işyerlerinde sendikal örgütlenme imkânlarının çoğalabileceği göz önünde bulundurularak, süreç çok yakından takip edilmeli ve şimdiden gerekli örgütsel plan ve projeler geliştirilmelidir. Tüm yoldaşlarımızın görece bakir alanlarda ilk sendikaları kurmak, halihazırda sendikal örgütlenmenin bulunduğu ancak güçsüz veya reformist sendikaların faaliyet yürüttüğü alanlarda yeni sendikalar kurmak konularında alabildiğine girişken ve inisiyatif sahibi bir biçimde davranmaları elzemdir. Proletarya sosyalizmi ve enternasyonalizmi temelinde kuracağımız devrimci sınıf örgütleri, Bükköy madeninde ölüme yollanan on dokuz kardeşimizin de, kapitalizmin söndürdüğü diğer tüm ocakların da hesabını patronların ve oligarşik devletin burnundan fitil fitil getirecektir.
talistlerin ve oligarşik devletin menfaatleri doğrultusunda proletarya aleyhine hükümler getirilmeye veya mevcut 12 Eylül mahsulü hükümler muhafaza edilmeye çalışılmıştır. Taslakların hangi süre zarfında tasarı haline getirileceği ve Meclise sunulacağı şu an için bir muammadır. Ancak AKP’nin geçmişte kimi kanunları yangından mal kaçırırcasına gece mesaileri ile çıkarttığı hatırda tutulursa, proletarya sosyalistleri ve işçi örgütleri bu konuda hazırlıklı olmalıdırlar. Taslakların mevcut halleri ile yasalaşmayacakları ve yasalaşma süreci içerisinde önemli tartışmaların yaşanacağı, birçok maddelerde değişiklik yapılacağı aşikâr. Bu süreç aynı zamanda sınıf mücadelesinin önemli bir cephesi olarak cereyan edecektir, daha doğrusu etmelidir. İşçi sendika ve konfederasyonlarının mevcut içler acısı hali dikkate alındığında, onları konuyla ilgili olarak dürtüklemek ve huzursuz etmek de dahil olmak üzere proletarya sosyalistlerine önemli görevler düşmektedir. Kurtuluşçular faaliyette bulundukları tüm sendikal zeminlerde, taslağın proletarya lehindeki hükümlerinin genişletilerek kabulü, patronlar ve oligarşik devlet lehine olan hükümlerinin ise çıkarılması yönünde aralıksız propaganda yü-
26
İŞÇİLER NEDEN YENİLİYOR? M. ÖZLEM
E
skiyen yıl son ayına işçi sınıfı hareketine dair önemli mücadele ve kavgalar sıkıştırarak ve bu yazı yazıldığında belki de en önemlisini yeniye devrederek tamamlandı. 25 Kasım’da başlayan süreç BTS üyelerinin açığa alınması ve BTS’nin direnişi ile sürerken buna İstanbul belediyesindeki itfaiyecilerin eylemi ve son olarak halen sürmekte olan Tekel direnişi eşlik etti. Bu mücadele ve eylem maratonuna eczacıların boykotu ve SGK’nin bir nevi lokavtı dahil oldu. Son bir ayın içine sıkışan bu yoğun eylemlilik maratonu hükümet ve sermayenin taviz vermez tutumuyla karşılaştı ve hedeflerine ulaşamadı. KESK ve Kamu-Sen eylemi sadece bir eylem olarak mücadeleye not düşülürken sürmekte olan Tekel direnişi belki de önümüzdeki dönemdeki pek çok mücadele ve eylem çabasını etkileyecek bir muhtevaya büründü. Hükümet itfaiye ve BTS üyelerini İstanbul polisiyle, Tekel işçilerini ise tüm kamunun gözleri önünde gaz ve panzerle dağıttı. İşçi hareketine karşı AKP’nin ortaya koyduğu bu kararlılık görüngüsel olarak AKP’nin art niyetiyle açıklanır gibi görünse de olayları ve karşı koyuşları sınıf mücadelesinin bütünselliği içerisinde ele almak bizi gelecek açısında daha sağlıklı bir yere getirecektir. Tekel direnişi bir nevi AKP karşıtı cephenin tam desteğini almış görünüyor. Değişik illerde AKP örgütleri önünde gösteriler devreye girerken bu gösteriler ve eylemliklere CHP’nin aktif katılımı ve çeşitli boyutlardaki desteği belirgin hale geliyor. Sol sosyalist çevreler açısından ise Tekel direnişi anti-AKP’ci cephenin doğruluğunu gösterir bir tarzla ele alınıyor. Bu cephe yapabildiği kadar kitlesel katılımlarla sürece müdahil olmaya çalışıyor. Oysa yaşanmakta olan-
ları bir bütün olarak ele aldığımızda meselenin AKP’nin art niyetinden öte uluslararası sermayenin yeni yönelimleriyle alakalı bir olgu olduğu ortaya çıkacaktır. Zira benzer direnişler ve işçi kıyımları, işçi taleplerine karşı kararlı duruşlar sadece AKP denetimindeki üretim yerlerinde değil, CHP’li belediyelerde de ortaya çıkmıştır. Karşıyaka Belediyesinin Kent-AŞ işçilerine yönelik tutumunun AKP hükümetinden pek farklı olmadığını söylemeye gerek bile yoktur. Kent-AŞ işçileri de taleplerini kabul ettirememiş, CHP yönetimi duvar olup Karşıyaka Belediyesinin arkasında yerini almış, Ankara’ya kadar yürüyen ve günlerce oturma eylemi yapan işçiler Deniz Baykal’la görüşemeden geri dönmüştür. Ankara polisine “kahramanca” direnip mecliste gözü yaşlı basın toplantıları düzenleyen ve bu “kahramanlıkları” sayesinde biber gazının ne menem bir şey olduğunu öğrenme şansına kavuşan CHP milletvekilleri BBP’lilerin saldırısına uğrayan Kent-AŞ işçilerinin sesini her ne hikmetse duymazdan gelmiştir. Aynı şekilde gurup toplantılarında AKP hükümetine karşı Tekel direnişini savunan Deniz Baykal da kafasına yediği pet şişeye rağmen işten atılan Kent-AŞ işçisini bir türlü görmemiştir. Bu nedenle Tekel direnişi üzerinden hareket ederek yaşanmakta olan işçi kıyımını AKP’ye mal etmek bizim açımızdan sağlıklı sonuçlar üretmeyecektir. Bu çeşit bir duruş bizi sınıfı savunurken AKP karşıtlığına iteklerken tersten CHP’li belediyelerin kıyım yaptığı işçilere düşman hale de getirecektir. Ortada bir olgu var. Devlet kurumları işçi hareketlerine karşı son derece sert, taviz vermez ve kararlı bir duruş sergiliyor. Bu duruşun politik bütün risklerini üstlenmekten sa27
KURTULUŞ
kınmıyor. Karşıyaka Belediyesi Kendi başlattığı barış sürecini kendi eliyle çığıKarşıyaka’da ikamet eden 400 rından çıkaran ve ılımlı rüzgarlar estirdiği kişiyi işten atarken AKP kenKürt halkını neredeyse topyekun karşısına disine oy vermiş binlerce Tekel alan hükümet aynı vurdumduymazlığı işçilere işçisini işten atmaktan çekinve esnafa karşı da göstermektedir. Asgari ücremiyor. Sermayenin ve özellikle te komik zamlar yapmakta, yeni yılı yeni zamoy derdindeki kurumsal yapılarla karşılamakta ve bütün bu uygulamaları lanmaların oy kayıplarını göze küstahça savunmakla bu grupların desteğini alarak sınıf karşıtı bir konumkaybettiğini görmektedir. Buna rağmen bu lanışa geçmeleri düşündürücüuygulamalarda ısrar etme sebebini AKP’nin dür. Üzerinde durulması gereötesinde aramazsak eğer meseleyi de kavraken esas olarak bu kararlı dumaktan uzak kalacağımızı bilmeliyiz. ruşun sebepleri ve varmak istediği hedefleridir. Göz önünde bulundurulması I gereken temel olgulardan birisi de sendikal yapıların direnişleri küçük hesaplar Bir yandan Kürt hareketine karşı aman veruğruna yalnız bıraktıkları ve deyim yerindeymez bir düşmanlık siyaseti güden AKP’nin öte se kendi tabanlarına ihanet ettikleridir. Genelyandan potansiyel seçmeni olan işçilere ve küİş CHP’li belediyedeki örgütlülüğü uğruna önce çük esnafa karşı düşmanca bir tavır takınmataşeron park-bahçe işçilerini, sonra da Kentsını anlamak oldukça zor görünmektedir. BirbiAŞ işçilerini yüzüstü bırakmıştır. Aynı tutum rinden kopuk ve bağımsız olgular gibi gösterilen Türk-İş yönetimi için de söz konusudur. Türk-İş ve böyle anlaşılması için uğraşılan bu üç mesebelirsiz ve uzun zamana yayılan sözde bir takım lede hem siyasi, hem ekonomik olarak AKP’nin kararlar alarak Tekel işçisinin Ankara sokaklageniş kitleleri karşısına alması manidardır. rına ve kış mevsimine yenilmesini beklemekteKendi başlattığı barış sürecini kendi eliyle çığıdir. Aynı bekleyiş diğer sendikalar ve işçi sınıfı rından çıkaran ve ılımlı rüzgarlar estirdiği Kürt için de geçerlidir. Yenilgi bir kader olarak algıhalkını neredeyse topyekun karşısına alan hülanmaya başlanmıştır. kümet aynı vurdumduymazlığı işçilere ve esnaBenzer bir yenilgi olgusu farklı bir cenahta fa karşı da göstermektedir. Asgari ücrete komik eczacı boykotunda karşımıza çıktı. Birbirinden zamlar yapmakta, yeni yılı yeni zamlarla karkopuk görünen bu eylemliklerin ortak özelliği şılamakta ve bütün bu uygulamaları küstahça yenilgilerinin son tahlilde mücadele azmini ortadan kaldırmaya başlamış olduğudur. Eczane- savunmakla bu grupların desteğini kaybettiğini ler yıllarca hükümetle el ele kârları paylaşırken görmektedir. Buna rağmen bu uygulamalarda ortaya çıkan yeni durumda dertlerini kitlelere ısrar etme sebebini AKP’nin ötesinde aramazanlatmakta yetersiz kalmışlardır. Mesele ecza- sak eğer meseleyi de kavramaktan uzak kalacanelerle SGK arasındaki kâr paylaşımı mesele- ğımızı bilmeliyiz. Sorunu global düzeyde ele almaya kalktığısinden daha derindir. Nitekim Tayyip Erdoğan mız anda meselenin bir hükümet politikası olağzında baklayı fazla tutamamış ve eylemden maktan ziyade uluslararası sermayenin yeni sonra marketlerde ilaç satımının başlayacağıyönelimleriyle alakalı olduğunu kavrayıveririz. nı duyuruvermiştir. Halka eczanelerin kârının Emperyalizmin yeniden paylaşım sürecine denk kısıtlanmasına karşı tepkisi olarak sunulan eygelen ve en genel anlamıyla neoliberalizm olalem özünde ilaç sektöründeki tekelleşme çabarak tariflenen yeni yönelimin politik boyutları sının açığa çıkması olarak şekillenmiştir. Sorun hükümetin ve belediyelerin sınıf düşmanı tavıreczanelerle SGK arasında değil, eczanelerle ilaç larında kendini ele vermektedir. Üretimin yenitekelleri arasındaki sorundur. Hükümet işçileden örgütlenmesinde esnek çalışmanın tipik olre gösterdiği kararlılığı eczanelere de göstermiş, maktan çıkarılıp tipik üretim tarzı halinde getiaçıkça tekellerden yana taraf olmuştur. Eczanerilmesi kamu sektörünün bir rant alanı olarak ler sokakta yenilen işçilerle aynı kadere mahkumdur. Yalnız kalacaklar ve suçlanacaklardır. görülmesi işçilerin birim zamana düşen ücretÇünkü kendileri yıllardır sokakta direnenleri lerinin düşürülmesinde sosyal hakların budanmasının ve çalışma zamanının uzatılmasının aynı yalnızlığa mahkum etmişlerdir. bir araç olarak kullanılması seçenek olarak görülmektedir. Bu mimariyle kapitalist dünyada 28
İŞÇİLER NEDEN YENİLİYOR?
metropol ülkelerde kazanılmış işçi sınıfı haklarına karşı genel bir saldırı olarak sürdürülmektedir. Emperyalizmin yeniden paylaşım sürecinin son dönemin en büyük ekonomik kriziyle çakışması işçi sınıfına yönelik saldırıların derinleşmesini beraberinde getirmiştir. Bu sürecin en tipik özelliği rekabetin çok büyümüş olmasıdır. Özellikle Çin’in dünya pazarları üzerindeki artan etkisi metropol ülkelerde bu rekabetle başa çıkma çabasını ortaya çıkarmış, bu çaba doğal olarak maliyetlerin düşürülmesi arayışını doğurmuştur. Maliyetlerdeki düşüş eğilimi Çin’in emtia ve hammadde fiyatları üzerindeki baskısı nedeniyle doğal olarak yönünü işçi ücretlerine çevirmiştir. Reel ücretlerde bir indirim yapılamaması birim zamana düşen ücrette indirimi dayatmış, bunu sağlamak için de çalışma zamanları uzatılması ve sosyal hakların budanması politikasını devreye sokmuştur. Bu politikaları bir de krizle birlikte yüksek işsizlik rakamlarının açıklandığı ortamda devreye koyanların doğal olarak düşündüğü şey olası tepkilerin nasıl engelleneceği olgusudur. Neoliberalizmin ideolojik boyutu burada devreye girmiştir. Bütün ideolojik propaganda ve ideolojik çalışma olası direnişleri doğmadan yok etmeye yöneliktir. Direnişleri doğmadan engellemenin yolu kitlelerin zihninde mücadele ve direnişin kesinlikle başarılı olamayacağı ön kabulünü oluşturmaktan geçer. Bu ön kabulün oluşması bir yanıyla direnişe yol gösteren ideolojik formasyonun ve teorik zeminin çürütülmesi, çürütülemiyorsa sistem içine çekilerek direnme potansiyelinin yok edilmesi iken politik açıdan direnen hareketlerin sisteme entegrasyonu, bu olmuyorsa imhası yönelimlerini ortaya çıkarmıştır. Neoliberalizm ideolojik olarak devrimci teorinin anlamsızlığını ve tükenmişliğini izah etmeye ve ispatlamaya çalışır. Temel yönelim marksistleninist teorinin sistem içine çekilerek reforme edilmesi, militan mücadele ve örgütlülük anlayışının kitlelerin zihninden kazınması ve toplumsal direnişin atomize edilerek bireyselleştirilmesi ve parçalanmasıdır. Neoliberal ideolojiye göre sınıfsal ve ulusal hak yoktur. Hak kavramı bireyseldir. Örgütlülüğü bir kere dağıtıp bir araya gelmiş grupları atomize ettiğinizde toplumsal direnişin de önüne geçersiniz. Bu amaçla bir yandan işçi sınıfı hareketi yıllardır geliştirmiş olduğu dayanışma bilincinden koparılmakta, sistemli ve dar saldırılarla sınıfın bütünsel tepkisi engellenmeye çalışılmakta, sınıf her direnişte kendi sınıf kardeşlerinin deste-
ğinden yoksun bırakılmaktadır. Bu plan önemli ölçüde yol almış görünmektedir. Sektör sektör saldırıya uğrayan işçi sınıfı direnişi de sektör sektör vermeye kalkışmış ve sonuçta yenilgiye uğramıştır. İşçilerin yüz yıllık mücadeleyle kazandıkları hakları birer birer ellerinden alınmaktadır. Sermaye gerek uluslararası gerekse ulusal düzlemlerde kitlesel direnişlere karşı son derece sert tavırlar geliştirmekte tavizsiz bir politik hat izlemektedir. Tek tek yenilgiler direnişe olan inancı köreltmektedir. Sendikaların topyekun bir direnişe cesaret edememesi ve giderek sermayenin güdümüne girmiş olması nedeniyle dar sendikal çıkarlar işçi sınıfının genel çıkarlarının görmezden gelinmesini sağlamakta bu nedenle sendikalarda son tahlilde kendi uzun vadeli çıkarlarını yok etmektedirler. Sermayenin tavizsiz duruşu beraberinde işçi sınıfı hareketinin politik ve ideolojik yenilgisini sağlamaya yöneliktir. Sendikalara ve örgütlü mücadeleye olan inanç körelmekte dayanışma duygusu ortadan kalkmakta işçi sınıfı atomize edilerek parçalanmakta ve birbirine rakip hale getirilmektedir. Rekabet halindeki sınıfın direnene desteği ortadan kalktığı için direnişler zayıf ve yenilgiye mahkum başlamaktadır. Her bir yenilgi başka yenilgilerin habercisidir. Diyebiliriz ki işçi sınıfı sektörler üzerinden aşiretler gibi parçalanmıştır. Yalnızlık direnişin kaderi olarak şekillenirken yalnız bırakanlar bir sonraki kavganın yalnızlığına adaydırlar. Neoliberal politikanın saldırısı sadece ideolojik boyutuyla değil politik boyutuyla da dünya yüzeyinde kendini hissettirmektedir. İşçi sınıfının en yakın müttefiki devrimci ulusal hareketler sisteme entegre olmaya zorlanmakta, entegrasyonu kabul etmeyenler imha edilmektedir. Tamil’in imhası, Filistin’in yalnızlığı ve Kürt hareketine yönelen kapsamlı saldırı bu yönelimin tipik yansımasıdır. Onların yenilgisi bir bütün olarak dünya işçi sınıfının yenilgisi olacaktır. II
Yaşanmakta olanlar bizi bekleyenlerin habercisi gibidir. Yenilgiyi hazırlayan sendikaların ve bir bütün olarak toplumsal mücadelenin anlamını kavramaktaki yetersizliğidir. Direniş dar anlamının ötesinde kendi hedef ve amaçlarını şan bir şekilde gerek işçi sınıfına gerekse ezilen bütün güçlere yönelen neo- liberal saldırıya karşı bir direnme kapasitesini taşımaktadır, 29
KURTULUŞ
yenilgi bu anlamıyla bir bütün Neoliberal ideolojiye göre sınıfsal ve ulusal hak olarak işçi sınıfının yenilgisi yoktur. Hak kavramı bireyseldir. Örgütlülüğü olacaktır. 2009 bir bütün olarak bir kere dağıtıp bir araya gelmiş grupları atolokal düzeyde ortaya konulan mize ettiğinizde toplumsal direnişin de önüne direniş çabalarının kendi sengeçersiniz. Bu amaçla bir yandan işçi sınıfı dikal hareketlerinin ihanetiyle hareketi yıllardır geliştirmiş olduğu dayanışyalnızlığa mahkum edilmesine ma bilincinden koparılmakta, sistemli ve dar ve çaresiz teslim olmasına tasaldırılarla sınıfın bütünsel tepkisi engellennıklık etmiştir. Egemenler ormeye çalışılmakta, sınıf her direnişte kendi taya konulan direnişleri kendisınıf kardeşlerinin desteğinden yoksun bırani yiyerek bitirmeye çalışmakkılmaktadır. tadır. Böylesi bir yenilgi derin ideolojik yansımalar yaratmaktadır. Tekel işçilerine yönelen de katliamla susturulmuştur. Filistin aynı dünpolis saldırısı yenilgi değil direnme psikolojisini ortaya çıkarmıştır. Tekel iş- yanın gözleri önünde katliamlarla terbiye edilçilerinin yalnızlığı ve hükümeti geri adım atma- mektedir. Şimdi Kürtler de “terbiye” edilmeye ya itekleyecek güçte olmaması sendikal yapının çalışılmaktadır. Bu terbiye ediş çabasının arkabu gücü harekete geçirmekte isteksiz davran- sında tepesinde Demokles’in kılıcı tehdidini hisması direnenler üzerinde yalnızlık ve umutsuz- settiren kriz koşullarının devam ediyor olması, luk psikolojisini beslemekte ve benzer eylemle- keskinleşen rekabet olgusunu işçi sınıfının hakrin tekrar edilmesini engellemektedir. Tekel di- larına saldırıyı beraberinde getirmesi ve tüm renişi son dönem ortaya konan en kararlı ve kit- bu gelişmelerin toplumsal ayaklanma potansilesel direniştir. Onlar yenildiği takdirde başka- yelini ortaya çıkarma korkusu vardır. Direnişi ları aynı cesareti ortaya koymayacaktır. Gerek engellemenin yolu direniş ruhunu öldürmekten AKP’nin gerekse CHP’li belediyenin oy kaybını geçer. Direniş ruhu teslimiyetle ölür. KESK grevi sonrasında BTS çalışanlarının göze alarak ortaya koyduğu kararlılığın arkasında kendisini bekleyen olası daha büyük dire- yalnız bırakılması Kent-AŞ işçilerinin DİSK’e bağlı Genel-İş tarafından yalnızlığa terk edilnişleri baştan engelleme kaygısı vardır. Aynı kararlı duruş kitlelere direnme ruhunu mesi ve şimdi Tekel direnişinin aynı yalnızlık ve umudunu aşılayan Kürt özgürlük hareketine burgacında kıvranması beraberinde ideolojik karşı da ortaya konulmaktadır. Gerek sınıf ha- olarak mücadele ve hak arama bilincinin körelreketine önderlik eden siyasal yapıların ve ge- mesini getirecektir. Sendikalar ve örgütlü işçirekse Tekel direnişini anti-AKP’ci duruşun doğ- ler kendi kuyularını kazmaktadır. Aslında dirulanması olarak gören ulusalcı sol yapıların gö- renen işçiler de kendilerine yapılanı, bir önceki remediği işçi sınıfı direnişiyle Kürt ulusal hare- direnişlerinde direnenlere yapmışlar onları yalketinin kader birlikteliğidir. İronik olan kitlesel nız bırakmışlardır. Şimdi sıra kendilerindedir desteğe koşan ulusalcı hareketlerin Tekel dire- bir sonraki adım bugün onları yalnız bırakannişinde karşılarında gördükleri kitlenin önemli ların yalnızlığı olacaktır. Bu duruşta devletle iç bir kısmının Kürdistan’dan gelen işçilerden olu- içe örgütlenmiş sendikal yapıların etkisi kadar şuyor olmasıdır. Ankara’da ortaya konulan ka- şovenizmin etkisi altında yanı başındaki direrarlı duruşun arkasında ulusal motifin belirgin nişi görmeyen devletin direnişe yönelmiş şidderolü vardır. Türkiye işçi sınıfı giderek Kürtleş- tini onaylayan hatta destekleyen politik yönelimin katkısı çok büyüktür. Aynı şekilde yıllarca mektedir. Sokakta hak arama mücadelesi polis zoruy- sendikalı işçilerin örgütsüz ve güvencesiz çalıla engellenenlerin direnişin adresi olarak daha şan binlerce işçinin sorunlarına ve taleplerine fazla dağları gösteriyor olması, niyetlerinden ba- kulaklarını tıkamış olmalarının etkisi de oldukğımsız bir şekilde direniş kültürünü besleyenin ça fazladır. Yıllardır yoksulluk koşullarında güdağdaki mücadele olduğu gerçeğini kabul etmiş vencesiz çalışanların sendikal kazanımların koolmalarındandır. Kabul edilmelidir ki Kürt coğ- runması uğruna mücadeleye girenlere destek rafyasındaki direniş sadece TC için değil direniş vermesini sağlayacak hiçbir anıları yoktur. Emruhunu ve kültürünü yeryüzünden silme amacı pati birebir bugün direnenler tarafından dün güden emperyalist dünya için de tehdittir. Aynı ortadan kaldırılmıştır. Türk-İş yönetimi direnitehdidi barındıran Tamil dünyanın gözü önün- şin zamana yayılarak kendiliğinden tükenmesi30
İŞÇİLER NEDEN YENİLİYOR?
ni beklemektedir. Sendikacılığı yemek masası görüşmeleri olarak algılayan zihniyetten fazlasını beklemek de mümkün değildir. Aynı tavrın DİSK ve KESK tarafından da sessizce ortaya konuluyor olması vahimdir. Görüldüğü üzere Ankara sokaklarında sürmekte olan direniş muhtevasını aşan bir öneme haizdir. Yenilgisi de muhtevasından çok öte olacaktır. Yine görüldüğü üzere ekonomik sebeplerle ortaya konulmuş bir mücadele olarak şekillenen direniş gerek direnenlerin ulusal yapısı gerekse sonuçları itibariyle siyasi mücadelenin ve Kürt hareketinin kader ortağıdır. Mesele AKP’yi de CHP’yi de aşan bir meseledir. Ankara’da direnenler farkında olsunlar olmasınlar işçi sınıfının yüz yıllık direniş kültürünü savunmaktadırlar. Diyarbakır sokaklarında dövüşenlerle Ankara sokaklarında direnenler ortak bir kavganın bayraktarlığını yapmaktadırlar. Dünya ölçeğinde ezilenlerin direnme umudu örgütlü mücadeleye olan inanç sınıfsal ulusal ve toplumsal aidiyet duygusu dayanışma duygusu ve geleceğe olan umut sokakta dövüşenlerin ve direnenlerin ortaya koyduğu kavgada nefes almaktadır.
gibi görünen mücadelelerin aynı kaderi taşıdığını aynı çıkarlara seslendiğini fark etmişledir. Bütün yazılanların ışığında özetle diyebiliriz ki; global ölçekte neoliberal saldırı sanıldığından daha grift ve daha derindir. Ortaya çıkan her direniş bu saldırıya barikat olma potansiyelini taşımaktadır. Küreselleşme denen olgu beraberinde dünya ölçeğinde direniş hareketlerinin de kader ortaklığını ortaya çıkarmıştır. İşçi sınıfına ve tüm ezilenlere bu durum anlatılmalıdır. Yeni direniş hareketlerinin aynı yalnızlığa mahkum olmaması için bütün çaba ortaya konulmalıdır. Direnişlerin ortaya çıkardığı bir olgu da direnişe kalkışanlara yönlerini direnenlere bakarak çizmeye çalıştıklarıdır. Hükümet politikalarının ve neoliberal yönelimlerin işçi sınıfı ve ezilen halklara reva gördükleri politik hat, yasal hak arama bilincini yok etme çabası, direnişleri sessizlik duvarıyla boğma arayışı direnenlerin nezdinde de aynı umudun yani yasal araçlarla hak alınabileceği umudunun tükenmesini getirmektedir ki bu tükeniş hak aramada başka yöntemlerin devreye girmesine yol açacaktır. Devlet zoruyla karşılaşanların ve sesini duyuramayanların adres olarak dağı göstermeye başlamaları tesadüfi değildir. Direniş mevzilerini politik ve ideolojik olarak yok etmeye çalışanların çelişkisi burada yatmaktadır. Bu sebepten sadece yasal ve açık alanda ortaya konulan direnişin değil silahlı direnişin de ezilmesi gerekir. Tamil’e, Filistin’e ve Kürt özgürlük hareketine yönelen şiddetin ve hükümetlerin sessizliğinin kaynağı burada aranmalıdır. Bu tahlil beraberinde devrimci hareketlere sokakta direnme, direnene destek verme görevini dayatmaktadır. Direnenlere verilecek destek ne bölük pörçük Ankara’ya gidip işçileri ziyaret etmekle ne de kendi siyasal kurumlarını dağıtıp Kürt hareketine katılmakla sağlanabilir. Yapılması gereken her yerin Ankara olmasını sağlayacak bir perspektif ve mücadeleyi ortaya koymak ve Türkiyeli bir hareket olarak Kürt özgürlük hareketiyle dayanışmaya girmektir.
III
Nasıl Tamil’in yenilgisi Filistin’e ve Kürdistan’a örnek teşkil ediyorsa son dönem yaşanan işçi sınıfı yenilgileri de önümüzdeki süreçte ortaya çıkacak mücadelelere örnek teşkil edecektir. Yıllardır Kürdistan’da uygulanan katliam politikalarını sessizlik içinde izleyenler kendi sınıf kardeşlerinin kıyımını da aynı sessizlik içinde izlemektedir. Kazanan liberal politikalardır. Sınıf adına ulusalcı yönelim Tekel direnişinde kayaya çarpmış, uzak durmak için bin dereden su getirenler işçi sınıfının siyasal mücadelesinden kaçıp ekonomik direnişin bayraktarlığına soyunanlar Tekel direnişinde Kürtlere rastlamıştır. Aynı şekilde direnen işçiler şovenizmin, milliyetçiliğin ve devlete kör tapınmanın kendilerini kurtarmadığını tam tersine ayrı
2 Ocak 2010
31
ÇATI PARTİSİ İHTİYACI DEVAM EDİYOR N. ZAFER
Ç
atı partisi tezi, SDP’nin cephe ve ittifaklar sorununa yaklaşımının politik sonuçlarından biri olarak, uzun değerlendirme ve tartışmaların sonucunda doğdu. Kitlesel bir demokrasi cephesi oluşturma hedefine yönelik olarak yapılan çatı partisi tartışmaları çok sayıda kurum ve kişiyi kendi ekseninde toplama başarısını gösterdi. Demokratik kamuoyunun ilgisi bu tartışmalara çekildi. Uzun ve netameli, bol tartışmalı bir sürecin sonucunda Demokrasi İçin Birlik Harkeketi (DBH) oluşturuldu. Yolun başında EMEP’in ayrılmasıyla başlayan erime süreci, çatı DBH’ye evirildikten sonra da devam etti ve sonunda az sayıda siyasal grubun kaldığı ve ‘DBH’nin sonu ne olacak?’ tartışmalarının sıklıkla yapıldığı bir süreç yaşanmaya başlandı. ‘Nasıl bir çatı partisi?’ tartışmalarıyla başlayan sürecin pratik sonucu DBH oldu. ‘Nasıl bir DBH?’ tartışması ile devam eden süreç ise ‘DBH ile yola devam mı tamam mı?’ tartışmalarıyla bezenmiş durumda. DBH çok sayıda eylem ve etkinliğe imza atmış, önemli bir kampanya yapmış olsa da, DBH hakkında hala çok sayıda soru gündemde. DBH ne olacak? Benzer girişimlerde olduğu gibi eski eserler müzesine mi kaldırılacak? Yola devam mı edecek? Yola devam edecekse ne türden revizyonlara tabi kılınacak? Bugün hızla ve zaman kaybetmeksizin kararlaştırılması gereken şey budur.
mokratik taleplerin ağırlıkta olduğu, çok çeşitli biçim ve tarzda, kitlesel bir mücadele sürerken batıda bu mücadele kitleselleşememiş, bir önderlikten yoksun biçimde sürmektedir. Süren mücadelelerin eşgüdümünün sağlanması Türkiye’de kesintisiz devrim sürecinin başarıya ulaşması açısından bir zarurettir. Hareketimizin bu tespitler üzerinden geliştirdiği perspektif, iki mücadele arasında örgütsel ve politik bir eşgüdümün sağlanmasıdır. Yani bu perspektif bir ittifak perspektifidir. Bu ittifaka hareketimiz yıllar öncesinden beri stratejik bir nitelik atfetmiştir. Bu stratejik ittifakın, tabiatıyla pek çok politik biçiminden bahsetmek olanaklıdır. Esas amaç oligarşik diktatörlüğü yenilgiye uğratmak olunca, ittifakın mücadele tarz, yöntem ve politik biçimleri de bu esasa göre düzenlenecektir. SDP’nin 1. kongresinden bu güne dek, açık alanda bu ittifakın politik biçimlerinden biri olan çatı partisini savunduk. Bu öneriyi götürdüğümüz EMEP ve DTP’nin de çatı partisine “evet” demesiyle önemli bir politik süreç başlamış oldu. Çatının niteliğine dönük farklı tanımlamalar olmakla birlikte, tüm kesimleri kapsayacak olan geniş bir demokrasi cephesinin yaratılması noktasında hemen herkes ortaklaşmaktaydı. Ancak ortak yaklaşımlar, çatı partisinin niteliğine dair farklı hatta “uzlaşmaz” yaklaşımların yarattığı “kaotik” ortamın etkisinden kurtulamadı, bazı farklılıklar muhafaza edilerek çatının altına girmek olanaklı olmadı. Sonuçta çatıya ilişkin politik ilgi zayıfladı, kopan, ayrılan, grup ya da bireylerin ardından çatı felsefesi de iyiden iyiye güç kaybetti. Çatı partisi SDP 3. kongresinde şöyle tariflenmişti.
ÇATI HANGİ İHTİYAÇTAN DOĞDU?
Türkiye ve Kürdistan’da, aynı oligarşik devlet yapısına yönelik olmakla birlikte, kendilerine has özgünlükleri olan farklı mücadele süreçleri yaşanmaktadır. Kürdistan’da ulusal de32
ÇATI PARTİSİ İHTİYACI DEVAM EDİYOR
“Çatı Partisi, emek, barış, Adına çatı değil DBH desek de, ya da başka isimözgürlük ve demokrasi güçleler koysak da, değişmeyecek olan şey, en geniş rinin parti biçimindeki en gedemokrasi cephesinin kurulmasının gerekliliniş cephesinin örgütü olmalıdır. ğidir. Tüm demokrasi güçlerini, emek ve barış Bu cephenin sosyal, sınıfsal tagüçlerini bir çatı altında toparlamanın ve banını Türk ve Kürt işçi sınıfı, eylem birliğini sağlamanın gerekliliği ortadaemekçileri ve yoksulları oluştudır. Türk ve Kürt halklarının mücadele birliğirur. Cephenin sosyo-politik güçnin sağlanmasının gerekliliği keza yine ortalerini, metropollerde zayıf olsa dadır. Bu siyasal ihtiyaç, karşılanmadığı süreda sınıf ve kitle sendikalarının ce hep ihtiyaç olarak kalacaktır. Bu devrimcihareketi, sosyalist hareket, kaler, demokratlar, yurtseverler açısından erteledın hareketi, gençlik harekenemez bir görevdir. ti, ekolojik hareket, barış hareketi ile KÖH oluşturur. Cephenin verili politik, örgütsel poyapılmalı? Adı mı değiştirmeli, içeriği mi değiştansiyel güçleri ise, DTP, SDP, EMEP, ÖDP, ESP, EHP, TÖP gibi sosyalist güç- tirmeli? Maddi bir ihtiyaç söz konusu ise yapılması ler, KÖH’le stratejik ittifaka olumlu bakan diğer sosyalist güçler ile ulusal azınlıklar (Erme- gereken bu ihtiyacın karşılanmasıdır. O ihtiyaniler, Rumlar, Yahudiler, Çerkesler, Süryani- cı karşılamak yerine başka yol ve yöntemlere ler...), Aleviler, Mazlum-Der gibi demokrat isla- yönelmek esas ihtiyacı ortadan kaldırmayacağı mi örgütler, bunlarla işbirliğine hazır olan libe- gibi, ihtiyacı daha da boyutlandırabilir. Cevap aranması gereken soru şudur: çatı partisi bir ihral, sol liberal aydınlardır.” Yine aynı kongre, örgütsel modele ilişkin tiyaç mıdır? Bizim öteden beri cevabımız, ülkeşu saptamayı yapmaktaydı. örgütlerini, kendi deki siyasal mücadelemiz açısından çatı partiprogramlarını, üye tabanlarını koruduğu, çatı sinin bir ihtiyaç olduğudur. Soruyu bu biçimde partisinin örgüt iskeletinin gerektirdiği ölçü- cevaplamayanlar tabiatıyla başka cevaplar verde üyeyi çatı partisinin organlarına (merkez, il, mekte ya da başka biçimlere yönelmekte sonuilçe, mahalle, işyeri vs.) verdiği, buna karşılık, na kadar özgürdürler. Adına çatı değil DBH desek de, ya da başka katılan bütün bileşenlerin tüm üyelerinin, aynı zamanda (resmen fahri üyelik, fiilen ise üye isimler koysak da, değişmeyecek olan şey, en gehaklarına sahip üyelik biçimi de dahil) çatı par- niş demokrasi cephesinin kurulmasının gereklitisinin de üyesi olduğu bir örgütsel modele sa- liğidir. Tüm demokrasi güçlerini, emek ve barış güçlerini bir çatı altında toparlamanın ve eylem hip olmalıdır. Olmadı, çatı partisi DBH’ye dönüşürken yal- birliğini sağlamanın gerekliliği ortadadır. Türk nız isim değiştirmedi, verili durum nedeniyle ve Kürt halklarının mücadele birliğinin sağlankendini de değiştirmek ve verili duruma uygu- masının gerekliliği keza yine ortadadır. Bu silamak zorunda kaldı. DBH verili durumda bir yasal ihtiyaç, karşılanmadığı sürece hep ihtiyaç parti olamadı. Bir parti olma ve tüm demokrat olarak kalacaktır. Bu devrimciler, demokratlar, kesimleri davet etme yeterliliğini, projeyi yeni- yurtseverler açısından ertelenemez bir görevdir. den ayağa kaldırmak gibi bir dolayıma bağladı. Ne yaparsak yapalım, nereden dolaşırsak dolaSDP kongresinde alınan kararla, gerçekleşen şalım karşımıza çıkacak olan sorun aynı sorunarasında da böylece epey bir açı farkı meydana dur. Bu ihtiyacın başka projelerle ikame edilmesi var olan sorunları daha da arttırır ama sorugeldi. Bizde kavramların içi pek çabuk boşalıyor. nun çözümüne fayda sağlamaz. Susayınca tatlı Bizim olan kavramlar bazen kısa sürede bizden su içmek gerekir, yok su sudur diye deniz suyu bağımsızlaşıyor. “Kavramlar partizanların si- içersek susuzluk giderek artacak ve bizi ölüme lahlarıdır, savaş alanında bırakılırsa düşmanın götürecektir. Ancak yukarda tespit ettiğimiz süreçlerden eline geçer” diyen düşünürün vurgusu bu açıdan çok anlamlı görünüyor. En fazla içi boşalan geçen DBH’nin ciddi ölçüde bir yetersizliğe sakavramlardan birisi “birlik” kavramı. Onun gibi hip olduğu herkesin ortak bir tespitidir. O zaçatı partisi kavramı da böyle bir durumla karşı man yapılması gereken şey, adı DBH ya da her karşıya. Başarısızlık, bu kavramların içinin bo- ne olursa olsun, eksikliklerimizden ve hatalarışalmasında başat bir rol oynuyor. Peki ama ne mızdan dersler çıkararak bir yeniden kuruluş 33
KURTULUŞ
süreci öngörmek olmalıdır. Aynı nehirde ikinci defa yıkanılmayacağını söyleyenler, ikincisinin trajedi olacağını söyleyenler elbette çıkacaktır. Bu yaklaşımlara itibar edecek olsak reel sosyalimin yenilgisine karşın, tekrar sosyalizm için mücadele etmezdik. Hatalardan ders çıkarmayı bilirsek ikinci denemeyi yani yeniden kuruluşu ciddi bir devrimci olanağa çevirebiliriz.
lar politikası ve çalışma programı çerçevesinde ve ağırlıklı olarak da pratik bir perspektifle ele alınmalıdır. Eylemin birleştirici etkisinden faydalanmak için uygun bir siyasal süreç yaşanmaya başlamıştır. Bu süreçten faydalanılmalıdır. Çatı partisi için tüm demokrasi güçlerine yeniden çağrı yapılmalı ve BDP başta olmak üzere tüm siyasal kurumlar ya da bireylerin yeniden bir araya gelmesi sağlanmalıdır. En kısa sürede, çok detaylı olmayan, ülkenin temel siyasal sorunlarını ele alma yeterliliğine sahip bir program taslağı kaleme alınmalıdır. Program Kürt sorunundan sınıf sorununa, ekolojik sorunlardan cins sorununa kadar bir kapsayıcılığa sahip olmalıdır. Yerellerde seçim komisyonları oluşturulmalı ve bu komisyonlar program çerçevesinde politik çalışmaya, seçim hedefli bir biçimde başlamalıdır. Seçimlerin hemen ardından bu komisyonlar çatı partisinin yerel örgütlerine dönüştürülmeli ve seçim süreci üzerinden elde edilen politik ve örgütsel kazanımlar sonucunda parti hızla kurulmalıdır. Çatı partisinden umudu kesmek, bizi son derece onmaz hatalara sevk edebilir. Çatı partisi kurulabilir ve daha ötesi kurulmalıdır. Bunun için yeterli bilgi, deneyim ve birikim mevcuttur.
NE YAPMALI?
Bandı geri sarıp süreci yeniden başlatmak gerekmektedir. Ancak yeni süreçte öncekinden farklı olarak BDP’nin daha etkin bir rol oynaması zarurettir. BDP’nin etkin bir biçimde yer almadığı çatı projesinin gidebileceği azami yol sosyalistlerin birliği tartışmalarıdır. Çatı partisi, sokaktaki muhalefeti, meclisteki muhalefetle birleştirecek bir perspektif üzerinden inşa edilmeye çalışılmalıdır. Türkiye’nin temel sorunlarına ilişkin meclisteki ve sokaktaki çalışmaları destekleyecek akademik çalışma grupları oluşturulmalıdır. Bu defa çatı partisi çalışmaları bitmez tükenmez tartışmalara terk edilmemeli, girmiş olduğumuz seçim sürecine yönelik bir ittifak-
34
AMAÇ ‘İTTİFAK’ YAPMAK MI, ‘İLTİHAK’ ETMEK Mİ? GÜNAY KUBİLAY
SDP
’nin Kürt sorununa bakışını ve Kürt özgürlük hareketi ile ittifak politikasını belirleyen bu temel enternasyonalist yaklaşım olmasına ve ortada iddia edildiği gibi bir “muğlaklık” olmamasına rağmen bizim “bilge yazarımız”ın ikna olmayacağına emin olabilirsiniz. O sözcüğün anlamına uygun bir “stratejik ittifak” ilişkisi değil, “stratejik ittifak” adı altında Kürt özgürlük hareketine tabi olunmasını ve iltihak edilmesini istiyor. Bizim “bilge yazarımız” T. Şen Temmuz 2009’da “Bir Numaralı” yazıyı yazınca bana “iki numaralı” yazıyı beklemek düşmüştü. Bu yazın alanında devrimci siyasi etiğin bir gereğiydi. Düşüncelerini kalem oynatarak ifade etmek isteyen herkes bu basit “yazın etiği”ni bilir. Bizim “bilge yazarımız” aradan beş ay geçtikten sonra nihayet “iki numaralı” yazıyı yazmayı başardı. Ama, bu “gecikme”den dolayı, öncelikle “muarızından” ve okurundan özür dilemek yerine, kendisine “yanıt verilmemiş” diye eleştiri yöneltmekte bir beis görmüyor. Böyle bir yazın etiğinden yoksun biriyle ne kadar üretken ve verimli bir tartışma yapılır, bilemiyorum. Ancak, okuyucuya saygı gereği, bizim “bilge yazarımız”ın değindiği tarihsel sorunlara bir başka açıdan değinmek, yöneltilen eleştirilere ve ileri sürülen görüşlere dair düşüncelerimi açıklamak bir “farz” oldu. Öyleyse tartışmaya SDP’ye dair çapakları ayıklamakla başlayabiliriz.*
Dikkatli okuyucunun gözünden kaçmamıştır. Bizim “bilge yazarımız” bu satırların yazarını önce “politik hafiye” gibi izliyor, sonra da sorguya çekiyor” “Söyle bakayım, Demokratik Cumhuriyet için ne diyorsun? Demokratik Cumhuriyet stratejik hedefi noktasında özgürlük hareketi ile stratejik ittifak yapmaya var mısın, yok musun? (…) Özgürlük hareketinin stratejik hedefi demokratik cumhuriyettir ve özgürlük hareketi ile bir stratejik ittifakın kurulması bunun dışında nasıl olabilir?” Aslında bizim “bilge yazarımız” sorduğu soruya kendi yanıt veriyor. Bir siyasi hareket bir başka siyasi hareketle “stratejik ittifak” hedefini önüne koymuşsa, o hareketin stratejik hedeflerini görmezden gelerek bir stratejik ittifak kurmayacağını bilir. Bu bilinmez bir düşünce değildir ve ittifak politikalarının abc’sidir. Kürt özgürlük hareketi ile “stratejik ittifak” hedefini önüne koyan, “ittifak programı”na Demokratik Cumhuriyet talebini almazsa, bu talep için Kürt özgürlük hareketiyle birleşik mücadeleye yönelmezse, elbette o ittifak gerçekleşemez. Tersinden şu saptamayı da yapmak gerekir: Kürdistan devriminin yanı sıra Türkiye devrimini pas geçerek bir stratejik ittifak da yapılamaz. SDP, Kürt sorunu bahsinde ezen ulus sosyalist hareketinin organik bir bileşeni olan çoğulcu, devrimci, enternasyonalist sosyalist bir partidir. Ezen ulus sosyalistlerinin temel görevi ezilen ulusun kendi siyasi geleceğini belirleme hakkını ve bu doğrultuda ileri sürdüğü talepleri desteklemek, onun için mücadele etmektir. Kürt özgürlük hareketi, Kürt halkının siyasi gelece-
* Öncelikle şunu belirtmek yararlı olacaktır. Bizim “bilge yazarımız” görüşlerini temellendirmek için aklına gelen her şeyi yazmış. Bu nedenle Kürt sorunu ve militarizm gibi demokrasi mücadelesinin vazgeçilmez temel sorunlarına dair polemiklere zorunlu olmadıkça çeşitli yönleriyle irdeleyici yanıtlar vermeyi gerekli görmüyorum. Çünkü, yıllarını şovenizme ve militarizme karşı mücadeleye hasretmiş SDP
gibi bir partiye yönelik eleştirileri ciddiye almıyorum. Tereciye tere satmaya çalışan acemi satıcının çığırtkanlığı olarak değerlendiriyorum. Ve yazının başlığından da anlaşılacağı gibi kendimi “stratejik ittifak” konusuyla sınırlıyorum.
35
KURTULUŞ
ğini verili koşullarda DemokSDP’nin Kürt sorununa bakışını ve Kürt özgürratik Cumhuriyet’te gördüğüne lük hareketi ile ittifak politikasını belirleyen göre, SDP’ye ve bu hareketle itbu temel enternasyonalist yaklaşım olmasına tifaka açık sosyalistlere düşen ve ortada iddia edildiği gibi bir “muğlaklık” görev bu talep için Kürt özgürolmamasına rağmen bizim “bilge yazarımız”ın lük hareketi ile omuz omuza olikna olmayacağına emin olabilirsiniz. O sözmaktır. cüğün anlamına uygun bir “stratejik ittifak” SDP’nin Kürt sorununa bailişkisi değil, “stratejik ittifak” adı altında kışını ve Kürt özgürlük harekeKürt özgürlük hareketine tabi olunmasını ve ti ile ittifak politikasını belirleiltihak edilmesini istiyor. yen bu temel enternasyonalist yaklaşım olmasına ve ortada iddia edildiği gibi bir “muğlaklık” dışında Türkiye devrimine dair taleplere fena olmamasına rağmen bizim “bilge yazarımız”ın halde bozuluyor. SDP’yi ve bu satırların yazaikna olmayacağına emin olabilirsiniz. O sözcü- rını bu karardan dolayı “demokrasi mücadeleğün anlamına uygun bir “stratejik ittifak” iliş- sinin dışına düşmek ve ekonomizm yapmakla” kisi değil, “stratejik ittifak” adı altında Kürt öz- suçluyor. Ne zaman Kürdistan devrimi ile birgürlük hareketine tabi olunmasını ve iltihak likte Türkiye devriminden, Türkiye devrimine edilmesini istiyor. dair güncel görevlerden, emperyalizme, kapitaSDP’nin aşağıdaki Üçüncü Konferans kara- lizme karşı mücadeleden söz edilse bir hezeyan rını “muğlak” buluyor ve hiddetle karşı çıkıyor. başlıyor. Türkiye devriminden anladıkları sıkNe diyor konferans kararı?: “Konferans şu so- ça başvurdukları ekonomizmin ve sendikalizmut gerçekliği açıklar: Türkiye’deki durgunluk min bir adım ötesine geçmiyor. Böyle düşünenile Kürdistan’daki devrimci süreç, iki ülke dev- leri biz anlayabiliyoruz. Bu tür düşünce sahiprimci güçlerinin eşitsiz ama birleşik mücadele leri, mücadele denklemini “sınıfın sorunları mı, içerisinde ortak politik hedefe yönelmesinin ka- Kürt sorunu mu?” gibi yanlış bir tarzda kuruçınılmaz görev olduğuna işaret etmektedir. İki yor, Kürt sorununu işçi sınıfının diğer güncel ve ülkenin denizaşırı sömürge ilişkilerinden farklı tarihsel görevlerinin bir alternatifi haline getiriolarak Türkiye ve Kürdistan’ın “birleşik coğra- yor ve böylece Kürt sorunu Türkiye işçi sınıfının fik özelliği”, iki ülkenin tek bir kapitalist üretim bir sorunu olmaktan çıkıyor. Biz bu bakışa yalbiçimince (Kürdistan’a yönelik sömürgeci kapi- nızca ekonomizm değil, aynı zamanda sosyal şotalist politikaları göz ardı etmeksizin) birbirine venizm diyoruz. Bir kez mücadele denklemi böybağlanması karşılıklı etkileşimi güçlendirmekte le kurulup Kürt sorunu işçi sınıfının diğer temel ve ortak hedefe yönelik görevleri belli bir poli- görevlerinin bir alternatifi haline gelince bizim tik eksende birleştirmeyi ve kalıcı örgütsel biçi- “bilge yazarımız” da kendince sosyal şovenizme me büründürmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu gö- düşmemek için, farkında olmadan sıkça eleştirrev iki ülke devrimi bakımından stratejiktir ve diği ekonomizm batağına sürükleniyor. Ve bir bu stratejik ilişkinin merkezindeki politik güç- başka uca savrularak bize “ ittifak olmayan bir ler ve bağımsız organik bileşimi Kürt özgürlük ittifak politikasını” empoze ediyor. hareketi ile böyle bir ilişkiye açık Türkiye sosLenin okurları, Lenin’in politik yaşamının yalist hareketidir. Böyle bir uyum, ortak bir ey- büyük bir bölümünün İkinci Enternasyonale lem programı temelinde kurulacak “birleşik de- egemen olan ekonomizm ve sosyal şovenizme mokratik cephe” ve onun bir biçimi olarak “Çatı karşı mücadeleyle geçtiğini bilir. Oysaki, Lenin Partisi”yle yaşama geçirilebilir. Konferans, Çatı İkinci Enternasyonalin birbirini sembiyotik ilişpartisinin işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin te- ki içinde besleyen ekonomist ve sosyal şoven anmel taleplerini eksen alan bir demokrasi prog- layışı karşısında Rusya gibi “ezilen halklar haramı temelinde kurulabileceğini belirtir (…).” pishanesi” bir ülkede işçi sınıfının kurtuluş müKarar bir stratejik ittifak ilişkisini bü- cadelesi ile ezilen halkaların kurtuluş mücadetün yönleriyle ele aldığı halde, bizim “bilge lesini enternasyonalist, devrimci politik bir ekyazarımız”ın eleştiri oklarının hedefi olmaktan sende birleştirmeyi başarmış ve dünyaya yeni kurtulamıyor. Çünkü onun ufkunda “iki ülke bir çığır açan Ekim Devrimi’nin yolunu açmışgerçeği”, “iki ayrı program-iki ayrı örgüt” “stra- tı. Lenin, Marksizmi bir dogma gibi kavrayan tejik ittifak-birleşik devrim” gibi tezler artık yer politik muarızlarından nitelikçe farklı olarak, almıyor. Kürdistan devrimine dair taleplerin Marx’ın 19. yüzyıl ortalarında gelişen işçi mü36
AMAÇ ‘İTTİFAK’ YAPMAK MI, ‘İLTİHAK’ ETMEK Mİ?
cadeleleri sırasında ileri sürdüğü “bütün ülkelerin işçileri birleşin!” sloganını, “bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin!” sloganıyla yaratıcı bir tarzda Rusya koşullarına uyarlayarak 20. yüzyılın devrimci Marksizmi olarak tarihteki yerini aldı. Bizim “bilge yazarımız” ne düşünür, onu bilmiyorum ama SDP’ye bu Marksist-Leninist öğreti yön veriyor. Kediye göre budu… SDP de bu öğreti ışığında “iki ülke realitesi”ni temel alarak Türkiye işçi sınıfının, emekçilerinin kurtuluş mücadelesi ile ezilen ve varlığı inkar edilen Kürt halkının özgürlük mücadelesini “birleşik bir devrim” süreciyle, kesintisiz bir devrim anlayışı içinde sosyalizme taşımak için sosyalist siyaset arenasında yerini almış bulunuyor. İşte bu nedenle Kürt özgürlük hareketi ile bu hareket ile ittifaka açık enternasyonalist sosyalizmin stratejik ittifakında ısrar ediyor. Kürt sorununu Türkiye işçi sınıfının mücadele dağarcığından atan TKP gibi sosyal şoven partilerle de, Türkiye işçi sınıfının, emekçilerinin kurtuluşunu ufkundan silmiş bizim “bilge yazarımız” gibi ekonomist bakış açısına sahip olanlarla da teorik, ideolojik mücadelesini sürdürüyor. Ne yazık ki, bizim “bilge yazarımız” bize bir ittifak önermiyor. Biz bunu da anlayabiliyoruz. Bunlar Türkiye sosyalist hareketinin çok parçalı yapısı, başarısız birlik deneyimleri ve örgütsel zayıflıklarından hareketle, artık verili sosyalist hareketin öncülük edebileceği bir Türkiye devriminden umutlarını kesmiş bulunuyorlar. Kendi güncel ve tarihsel görevlerini Kürt özgürlük hareketine havale etme aymazlığının ve sorumsuzluğunun farkında oldukları için, bunu açıktan söyleyemiyor, ama kendi dışındaki bütün bir sosyalist hareketi aynı çuvala doldurarak, eleştiri oklarını yöneltiyorlar. Örneğin, TKP gibi sol milliyetçi partilerle SDP gibi enternasyonalist sosyalist partileri aynı eleştirinin konusu yapmakta beis görmüyorlar. Sanki bu ülkede tek sosyalizm anlayışı ve tek politik çizgiye sahip yekpare bir sosyalist hareket varmış gibi herkesi aynı kefeye koyarak gazete köşelerinden, internet sitelerinden karalama kampanyalarını sürdürüyorlar. Her şeyden önce bu tür kampanyaların bizlere olduğu kadar Kürt özgürlük hareketine de zarar vereceğini görmek gerekir. Bugün Kürt özgürlük hareketinin temel ihtiyacı, Türkiye sosyalist hareketinden üç beş kadronun saflarına katılması değildir. Elbette, Kürt özgürlük hareketinin saflarına katılanların, o harekete de katkıları olacağı yadsınamaz. Ancak, görü-
nür gelecekte Kürt özgürlük hareketine azami katkı sunmak isteyenlerin temel görevi şu olmalıdır: bir yandan “Batı”da siyasal sınıf hareketi ile onun güncel ve tarihsel eylemine öncülük edebilecek yetenekte bir enternasyonalist, çoğulcu, birleşik devrimci partiyi inşa etmeye çalışmak, bir yandan da Kürt özgürlük hareketi ile bir “stratejik ittifak”ı sıcak mücadele içinde kuracak, geliştirecek çalışmaları yoğunlaştırmak. “Birleşik bir coğrafya”da ekonomizme ve sosyal şovenizme karşı enternasyonalist devrimci çizgi böyle geliştirilebilir. DBH bu bakımdan büyük bir imkandır, bu imkanı iyi değerlendirmek gerekir. “Tasfiye” iddiasına gelince… Bizim “bilge yazarımız” ve onun gibi düşünenlerin bu satırların yazarını eleştiri bombardımanına tutmalarının biricik nedeni, onu SDP içinde devreye sokulan “partiyi tasfiye planları”nı boşa çıkaran “bir engel” olarak görmeleridir. F. Koçali’nin genel başkan sıfatını kullanarak SDP’yi tasfiye etmek istiyorlardı. Başaramadılar.* Şimdi ise DBH’yı tasfiye için kolları sıvamış bulunuyorlar. Çünkü, çatı partisinin DBH adı altında süren “hazırlık ve inşa süreci” onların öngördüğü politik çerçeve ve “güç merkezi” vasıtasıyla şekillenmiyor. DBH yalnızca Kürt özgürlük hareketinin Demokratik Cumhuriyet teziyle şekillenmiş bir program ve onun politik çizgisine tabi olan bir “ittifak politikası” tarifi yapmıyor. Bu arkadaşlar, bu nedenle 27-28 Haziran Toplantısında alkışlarla kabul edilen ve Demokratik Cumhuriyet talebini de kapsamlı bir biçimde içeren sonuç metnine de burun kıvırıyor, sahip çıkmıyorlar. Bu tartışma yeni değil ve biraz eskiye dayanıyor. F. Koçali’nin istifasıyla genel başkan seçimi için toplanan SDP 2. Olağanüstü Konferansı arifesinde, Haziran 2009’da parti üyelerine yazdığım bir “açık mektup”ta görüşlerimi parti üyeleriyle paylaşmıştım. İşte bu tartışmanın kısa bir özeti: “Filiz Koçali, 12.4.2009 tarihli Günlük gazetesinde yayınlanan “‘En geniş güçler’ nasıl birleşecek?” başlıklı yazıda (…) “Kürt sorununda * F. Koçali’yle parti içinde yaşanan çatı partisi programı ve çizgisine dair tartışmaların, aynı zamanda örgütsel sorunları da içeriyor olması dolayısıyla internet sitelerine, dergi sayfalarına taşınmasını uygun görmemiştim. Ancak, F. Koçali ve arkadaşlarıyla parti üyelerine yazdığım “açık mektup”un bir bölümünün bu yazı vasıtasıyla SDP dışındaki politik platformlara taşınmasının sorumluluğu bana değil, T. Şen ve onun yazdığı internet sitesine ait olduğunun özellikle altını çizmek isterim.
37
KURTULUŞ
çözümsüzlük ve askeri vesayete Bunlar Türkiye sosyalist hareketinin çok parçalı hayır diyen herkese çatı partiyapısı, başarısız birlik deneyimleri ve örgütsel sinde yer var.” diyor. Koçali’ye zayıflıklarından hareketle, artık verili sosyagöre minimalize edilmiş bu iki list hareketin öncülük edebileceği bir Türkiye talebe “evet” diyen herkes, işçidevriminden umutlarını kesmiş bulunuyorlar. lerin, emekçilerin ve ezilenlerin Kendi güncel ve tarihsel görevlerini Kürt diğer temel ve öncelikli sorunlaözgürlük hareketine havale etme aymazlığının rı konusunda ne söylerse söyleve sorumsuzluğunun farkında oldukları için, sin çatı partisinde yer alabilir. bunu açıktan söyleyemiyor, ama kendi dışınPeki SDP’nin Üçüncü Konfedaki bütün bir sosyalist hareketi aynı çuvala rans kararı ne diyor: doldurarak, eleştiri oklarını yöneltiyorlar. “(…) Konferans, Çatı partisinin işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin temel taleplerini eksen alan bir demokrasi programı tela bir çatı partisi kurulamaz. Bazıları kurmamelinde kurulabileceğini belirtir (…).” ya yeltense bile işçiler, emekçiler, aleviler, kaÜçüncü Konferans muhtemel “çatı partisinin dınlar, ulusal azınlıklar, ekolojistler, aydınlar, işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin temel taleple- sanatçılar, yazarlar… yer almaz. Ama elbette, rini eksen alan bir demokrasi programı temelin- bu iki sorunu eksen alan başka türden cephede kurulabileceğini” belirtiyor. Konferans yal- ler, eylem birlikleri kurulabilir. Örneğin Kürt nızca Kürt sorunu ve militarizme karşı mücade- sorununun demokratik politik çözümü için mülede değil, emperyalizm, kapitalizm, cinsiyetçi- cadele edecek bir “barış cephesi” olabilir. Nitelik, devletçi laiklik, ekolojik sorunlar gibi temel kim Barış Meclisi bu amaçla kurulmuş bir olusorunlara karşı mücadelede de “asgari politik şumdur. ortaklık” ile şekillenecek bir programın altını çiÖrneğin, militarizme karşı mücadelede, ziyor. (…) sırf “askeri vesayete” karşı olan güçleri içeren Koçali bu sorunlara karşı mücadelede “as- bir “anti militarist cephe” de kurulabilir. Ama gari politik ortaklığa” dahi gerek görmeyerek, emek, barış, özgürlük ve demokrasi güçlerinin programı “Kürt sorununda çözümsüzlük ve as- temel dinamikleri dışlanarak sözcüğün gerçek keri vesayete hayır” ile sınırlayarak, konferans anlamına uygun bir “demokrasi cephesi” kurukararını bir çırpıda geminin bordasından atıve- lamaz. riyor. Üçüncüsü, bu iki sorunla sınırlı politika yaBu sol liberalizm değil de nedir? pacak bir parti, bugün DTP gibi tutarlı bir “Kürt Bu demokrasi mücadelesini sınıfsal içerikten partisi” bile olamaz. Eğer istenen Türkiye devyoksun, işçi sınıfının ve emekçilerin temel so- rimini pas geçen bir Kürt partisi ise çatı partirunlarından azade, devrim stratejisinden bağı- sine ne gerek var. Kürt özgürlük hareketi ve şık “demokratizm”e indirgemek değil de nedir? onun legal partisi DTP bu işlevi zaten hakkıyKoçali’nin çizdiği sınır, yalnızca çatı partisi- la yerine getiriyor. Kaldı ki, eğer Kürt halkı ve nin merkezinde yer alacak güçleri değiştirmek- onun politik temsilcileri yeni bir Kürt partisine le kalmıyor, muhtemel partinin imkânlarını da ihtiyaç duyarlarsa kendi özgür iradeleriyle kuortadan kaldırıyor. rarlar. Birincisi, bu sınır Kürt özgürlük hareketi ile Dördüncüsü, Kürt özgürlük hareketi de Koaynı çatı altında buluşmak isteyen sosyalistleri çali ve içinde yer aldığı fraksiyon gibi düşündaha baştan çatının dışına itiyor. Hangi sosya- müyor. Kürt özgürlük hareketi Türkiye solu ile list çevre sadece bu iki asgari sorunla bir par- stratejik bir ittifak kurmak istiyor. Muhtemel ti kurmak ister. Bırakınız başka sosyalistleri parti programının yalnızca Kürt sorununu debu bakış açısı esasen SDP’yi dahi dışında bıra- ğil, emekçilerin ve ezilenlerin öncelikli taleplekıyor. Bir parti düşünün ki, kuruluşundan beri rini içeren bir kapsamda olması gerektiğinde ısKürt özgürlük hareketi ile sosyalist hareketin rar ediyor. Çatı partisine de bu anlamda strate“stratejik ittifak”ı diye yatıp kalkıyor, ama ge- jik değer biçtiğini her platformda yazılı ve sözlü nel başkanının ağzından öyle bir politik çerçeve olarak dile getiriyor. Kürt özgürlük hareketinin ileri sürüyor ki, kendi bile o çerçevenin dışında önderi İmralı’dan “çatı aynı zamanda anti tekel kalıyor. mücadele de vermelidir” diyor. Bir sosyalist parİkincisi, bu iki minimalize edilmiş sorun- tinin genel başkanı vesayet ve çözümsüzlükten 38
AMAÇ ‘İTTİFAK’ YAPMAK MI, ‘İLTİHAK’ ETMEK Mİ?
başka her sorunu dışarıda bırakmayı en geniş çerçeve için zorunlu koşul olarak dayatıyor.” Bu tartışmalar bu kadar açıkken, bizim “bilge yazarımız” Koçali ve arkadaşlarının tasfiye edildiğini, biz ise bu görüşlerle SDP’nin tasfiye edilmek istendiğini iddia ediyoruz. Elbette bundan sonrasına okuyucu karar verecek. Ancak, aynı mektupta Koçali’nin tasfiye edildiği iddialarına şu yanıtı vermiştim: “Koçali esastan karşı olduğu parti görüşlerinin politik sözcülüğünü yapmak istemediği, sol liberal bir çizgiyi benimsemeyen “büyük çoğunluk”tan umudunu kestiği, görünür gelecekte SDP’de sol liberal bir gelecek görmediği, “büyük çoğunluk”un parti görüşlerini eksen alan bir genel başkanlık ısrarı karşısında “iktidar tekeli”ni yitirdiği için istifa etti. Dogma haline getirdiği bu çizginin başka platformlarda sözcülüğünü yapmak için kendini özgürleştirdi.” SDP’deki politik çizgi ve çatı partisi programına dair tartışmalar ile istifaların gerekçesinin özü ve özeti budur. Demokrasi ve demokrasi mücadelesi sorununa gelince bizim “bilge yazarımız”, demokrasinin bir “eşitlik rejimi” olduğunu söylüyor. Genelde böyle söylenir. Bu söylem kapitalizm koşullarında ideolojik bir yanılsamayla sürekli bir biçimde kendini yeniden üretir. Egemenlerin ideolojik hegemonya aygıtlarınca sürekli olarak herkesin aynı şemsiye altında eşitleneceği empoze edilir. Oysaki ezilenlerin (ezilen sınıf, ezilen ulus, ezilen cins) demokrasi mücadelesi pratiği kapitalizm koşullarında böyle bir demokrasinin olmadığına işaret eder ve bir bakıma bizim “bilge yazarımızı” tekzip eder. Çünkü burjuva demokrasisinin siyasal alandaki yegane eşitlik anlayışı “hukuksal eşitlik”tir. Ve bütün siyasal hak ve özgürlükler bu hukuk çerçevesinde belirlenir. Ne var ki, toplumsal alanda eşit olmayanların yalnızca hukuksal düzlemde eşitlenmesi, özünde verili eşitsizliği “hukuk örtüsü” altında yeniden üretmekten başka bir işlev görmez. Egemen güçlerin yüksek çıkarlarının söz konusu olduğu sınır, bir başka değişle “kapitalist sistemin ön kabul sınırları” ezilenler için öngörülen demokrasinin de kabul sınırlarıdır. Son günlerde bu yaklaşımın çıplak örneğini “demokratik açılım” tartışmalarında gördük, yaşadık. DTP’nin barış gruplarını coşkulu bir kitle eşliğinde karşılamasına devlet ve sistem güçlerinin gösterdiği sert tepkinin nedeni, gerçekte çeyrek yüzyıldır bir devlet politikası olarak sürdürülen “kirli savaş” sebebiyle sermayenin tıkanmış
nefes borularını açmayı ve önünde engel olarak gördüğü Kürt özgürlük hareketini kısmi reformlarla tasfiye etmeyi amaçlayan ve “demokratik açılım” adı altında devreye sokulan “tasfiye planı”nın üzerindeki kisvenin yırtılıp atılarak gün ışığına çıkarılmış olmasıydı. Egemen güçler “demokratik açılım” sürecini kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda, kendi inisiyatifleriyle tamamlamak istiyorlardı. Bu siyasal demokrasi oyunu Kürt özgürlük hareketi tarafından bozulmuş oldu. Ve “mola zamanı” dediler. Onlar devlet ve sistemin ön kabul sınırlarını aşacak, çıkarlarını zedeleyecek, süreci öngördükleri çerçevenin dışına taşıyacak hiçbir inisiyatife, girişime ve güce tahammül gösteremezler. Son örnekte de vurgulandığı gibi oligarşinin Kürt özgürlük hareketini tasfiye planlarının sınıfsal içerikten yoksun, sınıflar üstü bir “hümanist demokrasi” olduğunu kim iddia edebilir? Bu satırların yazarı sınıfsal içerikten yoksun bir demokrasinin “demokratizm” olduğunda hala ısrarlıdır. Çok doğru olarak “devrimci demokrasi”den söz eden T. Şen, sanki “devrimci demokrasi” sınıfsal içerikten yoksun, kendinden menkul bir demokrasi anlayışıymış gibi, biz olay ve olgulara sınıf mücadelesinin prizmasında kırarak yaklaşmalıyız” dediğimiz zaman hiddetle itiraz ediyor. Kanımca bizim “bilge yazarımız”, “olay ve olgulara sınıf perspektifiyle ele almalı, sınıf mücadelesinin prizmasında kırarak yaklaşmalıyız” saptamamızı, mekanik biçimde “kaba sınıfçılık” olarak algılıyor, ezilen sınıf dışında, ezilen ulusun ve ezilen cinsin bağımsız örgütlenmesi ve mücadelesini dışlayan “sınıf indirgemeci” bir politika olduğuna hükmediyor. Oysa, ezen ulus sosyalistleri olarak, Kürt sorununa, yegane bilimsel dünya görüşü olan sınıf perspektifiyle baktığımız için, kendimize yukarıda değinilen pek çok güncel ve tarihsel görevi çıkarabiliyoruz. Örneğin, SDP Kürt özgürlük hareketi ile “stratejik ittifak” anlayışında olduğu halde, Talabani ve Barzani’nin emperyalist güçlerle işbirlikçi çizgisine kesin bir dille karşı çıkıyor. Barzani ve Talabani çizgisiyle bırakınız “stratejik ittifakı”, her hangi bir dayanışma eylemi yapmak istemiyor. Bunun nedeni hangi bakış açısı olabilir? Bizim “bilge yazarımız” aklına her geleni söylemek yerine, bu söylenenler üzerine düşünmeyi de denemelidir. Örneğin, son zamanlarda liberal demokrasinin meziyetlerinden, liberal demokrasinin geniş ufkundan söz edenler çoğalıyor. Ne kadar 39
KURTULUŞ
“eşitlikçi ve özgürlükçü bir rejim” olduğundan dem vuruluyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi tarihsel olarak liberal düşünce sahiplerinin ileri sürdüğü “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” ideallerine dayanan demokrasi anlayışı, kapitalizm koşullarında, özgün içeriğinden arınmış, emekçileri ve ezilenleri kapitalist sisteme entegre etmek amacıyla kullanılan etkili bir ajitasyon ve propaganda aracına dönüşmüştür. Liberal demokrasinin siyasal temeli örgütsüzlüğe, toplumsal temeli eşitsizliğe dayanır. Ve birbirini diyalektik biçimde besleyerek kendini yeniden üretir. Liberal burjuvazi, egemen sınıf olarak kendini devlet biçiminde örgütlediği halde, işçi sınıfının ve ezilen halkların devlet biçiminde örgütlenmesine şiddetle karşı çıkmaktadır. Bugün “demokratik açılım”a sıkça vurgu yapan ve hükümete destek veren liberal çevreler Kürt halkının devlet kurma ve ayrılma hakkına şiddetle karşı çıkmakta, yalnızca “bireysel özgürlükleri” reva görmektedirler. Aynı yaklaşımı toplumsal alanda da görmekteyiz. Liberal burjuvazinin işçi sınıfına, emekçilere ve ezilenlere öngördüğü “maksimum eşitlik sınırı”, sözde bir “temiz ve insancıl kapitalizm”dir. İşçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesi, devlet ve sistemin önkabullerini zorlamaya başladığı zaman da aynı tutumu geliştireceklerine dair en küçük bir kuşku duymamak gerekir. Oligarşinin sürekli ve sistemli baskıları karşısında bunalanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için verili koşullarda bir “soluk borusu”
olarak gördükleri liberal demokrasiye itibar etmelerini elbette anlamak mümkündür. Ancak, bütün bunları tersinden kuvveden fiile dönüştürecek, işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilen halkların kurtuluşunun ve özgürleşmesinin yolunu açacak yetenekteki tek demokrasi sosyalist demokrasidir. Sonuç olarak, eğer bizim “bilge yazarımız”ın temel sorunu, Kürt özgürlük hareketine bütünüyle tabi olmak, ona iltihak etmek değil de, Demokratik Cumhuriyeti de içeren bir stratejik ittifak ilişkisi ise hem SDP’nin Üçüncü Konferans kararı bu talebi maksimum düzeyde içeriyor, hem de DBH’nın Haziran 2009’daki sonuç metni böyle bir ittifak politikasının geliştirilmesine imkan sağlayan “asgari politik çerçeveyi” oluşturmuş bulunuyor. Şimdi bizim “bilge yazarımız”a soruyorum: 1. İstenilen gerçek anlamda Kürt özgürlük hareketiyle bir “stratejik ittifak” mıdır, yoksa ona tabi olmak, bir tür iltihak etmek midir? 2. Eğer, bir “tabi olma, iltihak etme”den söz edilmiyorsa, Demokratik Cumhuriyet talebini adı ve içeriğiyle içermiş bulunan DBH sonuç metninde öngörülen çatı partisinin “hazırlık ve inşa sürecine” katılmaya ve bu sürecin aktif bir öznesi olmak için kolları sıvamaya var mıdır? Göreceksiniz, bizim “bilge yazarımız” bu sorulara olumlu yanıt vermeyecek, kırk dereden su getirerek yalancı pehlivanlar gibi peşrev çekmeye devam edecektir. Umarım benimki önyargıdır, umarım önyargılarım beni yanıltır. 13 Kasım 2009
40
BİLDİK BİR SORUN ÜZERİNE
TARİHSEL SORULAR GÜNCEL CEVAPLAR RIDVAN TURAN
H
ükümetin açılım adı altında başlattığı ve sürdürdüğü süreç inişli çıkışlı ve “çelişik bir karaktere” sahip olsa da kesintisiz bir biçimde devam ediyor. Bir yandan barış, demokrasi söylemi öne çıkarılıyor, bir diğer yandan ardı arkası kesilmez asker ve polis operasyonları sürüyor. Devletin bu tutumunun, dışardan bakıldığında çelişik gibi görünse de kendi içinde bir tutarlılığa sahip olduğu söylenebilir. Kürtler örgütsüzleştirilerek Kürt sorunu çözülmek isteniyor. Bu nedenle bir yandan bireysel hakların arttırılabileceğinin “müjdesi” veriliyor, bir diğer yandan kolektif haklar, halkın örgütleri temelinde inkar ediliyor. Başından beri açılım süreci bu çelişik karakteri yüzünden -en fazla da solda olmak üzere- bir kafa karışıklığı yarattı. Kimi baştan “bu süreçten bir şey çıkmaz” dedi, kendini sürecin dışına çekmek ve sürece küfretmekle yetindi. Sürecin başarısız olması için sabah akşam dua etti. İşler kötüleştikçe de oturduğu yerden ben dememiş miydim diye böbürlendi. Bir diğer kesim açılım süreciyle birlikte çözüm süreci başlamıştır, çözüm kaçınılmazdır dedi. Bu anlamda yer yer AKP’ye de destek verirken, ara sıra yapılan operasyonlarla şaşırdı ama yine de çözüm sürecinin devam etmekte olduğunu söyledi ve AKP’ye destek vermeye devam etti. Bir diğer kesim açılım işleri kötü gidince AKP’ye fena halde kızarak “en azından beraber bedel ödeyelim” diye gidip BDP’ye katıldı. Hükümetin yaptığı hamleler sol kesimi fene halde paralize etti. Deyim yerindeyse ciddi bir kaos doğurdu. Biz bunların hiçbirini yapmadık. Açılım tartışmaları başlayınca, Kürt sorununun barışçı ve demokratik çözümü için bir süreç başlatılırsa süreci destekleriz dedik. Siyasal birikimimizi katarız,
elimizi taşın altına koyarız dedik. Ancak bir şerhe sahiptik: Kürt sorunu Kürtlerle çözülür, BağdatAnkara-Washington arasındaki diplomasiyle çözülmez dedik. Buna karşın bu sürecin barış ve demokrasi lehinde akması için politik sürece müdahil olmaya çaba gösterdik. Bize göre somut duruma göre tutum takınıp, süreci arzu ettiğimiz yere doğru evirmeye çalışmak “devrimci” kehanetlerle bir kenarda durmaktan binlerce kez yeğdi. Bu nedenle bu küçük parti, kendi küçüklüğüyle oranlanmaz büyüklükteki bir sorun için inisiyatif geliştirdi ve kendi lafını söyledi. Bunun için eylem yaptı, Ankara yürüyüşünü gerçekleştirdi, cezaevine yoldaşlarını gönderdi. Ne kazandık? Türkiye cephesinde barış ve siyasal çözümün (hem de en milliyetçi kesimlerde) propagandasını yaptık. Türkiye işçi sınıfına çıkarınız barıştadır, Kürtler düşmanınız değil dostunuzdur dedik. Kürt halkına yanında olduğumuzu ilan ettik. Stratejik ittifaktan ne anladığımızı dostlarımıza anlatmış olduk. Düşmana verdiğimiz mesajı konuşmaya gerek dahi yok. Solda bu somut durumda bu denli farklı tutumların ve savrulmaların nedeni nedir? Tüm sol kesimler hiç kuşku yok ki bu süreçte verdikleri kötü sınavın gerekçeleri için sayfalarca yazı yazabilirler ve hatta ustalardan alıntılar da yapabilirler. Benim iddiam böyle yapanların su katılmamış bir reel politiker sapma içinde olduklarıdır. Ulusal kurtuluş mücadelelerine yaklaşımları ilkeler düzeyinde ele almak yerine kendilerinin reel politik ihtiyaçları düzeyinde ele alıyorlar. Buna göre istikamet belirliyorlar. Yapılamaz değil, böyle de yapılabilir ama buradan bir senfoninin doğması beklenmemelidir. Aşağıda kaleme aldığımız yazının amacı bu kesimlerin tutumlarını tartışmak değildir. Ya41
KURTULUŞ
zımızın amacı, açılım sürecinin başından bu yana yapıp ettiklerimizin hangi teorik çerçeveye bağlı olarak ele alındığını bir defa daha hatırlamaktır. Genel olarak ulusal sorunda, özelde de Kürt sorununda ayağımızı bastığımız marksist-leninist zeminin gözden geçirilmesi, kısa erimli politikalarla uzun erimli politikalarımız arasındaki diyalektiğin ve bir bütün olarak da bu politik yönelimlerle devrimimiz arasındaki ilişkinin yeniden bilince çıkarılması son derece önemlidir. O zaman bazı sorular sorarak işe başlayalım.
Kürt ulusal mücadelesi salt “ulusal” bir mücadele olarak da ele alınmayacak özgünlüklere ve hedeflere sahiptir. En önemlisi mücadelenin öncüsü sosyalisttir ve “demokratik sosyalizm” perspektifini savunmaktadır. Başından bu yana Kürt halkının ve onun öncüsünün politik eylemi bize göre, ülke, bölge ve dünya açısından son derece önem taşıyan devrimci bir içeriğe sahiptir. Nesnel olarak onun bölgede tuttuğu politik yer, bölgesel ve küresel güçlerin aleyhinedir ve bu kadar çok saldırıyla karşı karşıya kalmasının nedeni de budur. hareketine karşı çıkmıştı. Marx’ı böyle bir tutum alışa iten şey, Çekler ve güney Slavların ‘gerici halklar’ olması, Avrupa’da Rus mutlakiyetinin ileri karakolları olmasıydı. Oysa Polonyalılar ve Macarlar, mutlakiyete karşı savaşım veren ‘devrimci halklar’ idiler ve mücadeleyi kazanmaları sürmekte olan devrimci mücadelenin geneli açısından son derece önemli idi. Buna karşın Çekler ve güney Slavları desteklemek ise, Avrupa’da devrimci hareketin en tehlikeli düşmanı olan Çarlığı desteklemek anlamına gelmekteydi. Görüldüğü gibi Marx meseleyi biçimsellikten kurtarmış ve ulusal sorunu sınıf mücadelesinin çıkarları açısından ele almanın doğruluğuna vurgu yapmıştır. Uluslararası sınıf mücadelesinin çıkarlarına aykırı olan ve gerici bir içeriğe sahip olan mücadeleler elbette desteklenmeyecektir. Bu yaklaşım Lenin’in ulusal soruna yaklaşımını da önemli ölçüde belirlemiştir. Lenin ise bu meselede şöyle der: “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı dahil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar dünya demokratik hareketinin tümünün bir parçasıdır. Bazı somut durumlarda, parçanın bütün ile çelişkiye düşme olasılığı vardır, o zaman parça atılır .” Lenin’e göre bir ulusal hareketin desteklenmesi için, emperyalizme karşı olması, kendi içindeki işçi sınıfının ve komünistlerin örgütlenmesini engellemiyor olması gerekmekteydi. Politik desteğin Marx’ta ve Lenin’de bazı kriterlere bağlanması göstermektedir ki, bir ulusal mücadele uluslararası demokrasi mücadelesi bütününde aldığı rol ve tuttuğu yerle ilişkili değerlendirilmelidir. Dün Angola, Mozambik, Vietnam ulusal kurtuluş mücadelelerinin dünya tarihsel ölçekte yarattıkları etki ve dünya planında süren antiemperyalist mücadelelere yaptığı katkı hatırlandığında ne denmek istendiği daha açık görülebilir. Keza
1
Ulusal sorun hangi bütünün parçasıdır?
Politik mücadele süreçlerinde, Kürt meselesi ve sınıf meselesi arasındaki ilişkinin niteliğine dönük bir tartışma hep olmuş ve hemen her dönemde bu iki sorunun birbirlerinden kopuk ele alınması söz konusu olabilmiştir. Biraz uçlaştırarak söylersek, bazen işçi sınıfına yapılan vurgu ile Kürt sorununun gündeme getirdiği somut görevler perdelenmiş, bazen de Kürt sorunu sınıf sorununun yerine ikame edilecek denli “bağımsız” ele alınabilmiştir. Bilindiği üzere, marksistleninistler ulusal sorunu “bağımsız” bir sorun olarak ele almayı reddederek onu dünya tarihsel bir zemine oturtmaktadırlar. Komünistler için ulusal sorun, (ayrı ve bağımsız bir devlet kurma hakkını tartışmaksızın) ezilen ulusun devlet kurma hakkından daha geniş bir perspektifle ele alınmak zorundadır. Komünistler açısından mesele yalnızca ezilen ulusun kendi devletini kurup kurmaması (bu hak hiç tartışılmaksızın) değildir. Marksistleninistlere göre, dünya ölçeğindeki demokrasi ve özgürlük mücadelesi bir bütün, ulusal mücadele de onun çok önemli bir parçası olarak ele alınmalıdır. Bir demokrasi meselesi olarak ulusal sorunun çözümü için verilen mücadele, diğer demokratik mücadele alanlarıyla ve talepleriyle sıkı bir ilişki içindedir. Her şeyden evvel ezilen ulusun ezen ulus(lar)la eşitlenme talebi esastan demokratik bir taleptir. Marx’ın Çeklerin ve güney Slavların ulusal hareketlerine karşı çıkışı hatırlandığında ne denmek istediği daha net anlaşılabilir. Hatırlanacağı üzere Marx, 1840-1850 yıllarında Polonyalıların ve Macarların ulusal hareketini desteklerken, Çeklerin ve güney Slavların ulusal 42
BİLDİK BİR SORUN ÜZERİNE TARİHSEL SORULAR GÜNCEL CEVAPLAR
bu durum Kürdistan mücadelesi açısından da böyledir. Bizim baştan itibaren Kürt sorunundaki hassasiyetimizin geri planında da bu vurgular vardır. Kaldı ki Kürt ulusal mücadelesi salt “ulusal” bir mücadele olarak da ele alınmayacak özgünlüklere ve hedeflere sahiptir. En önemlisi mücadelenin öncüsü sosyalisttir ve “demokratik sosyalizm” perspektifini savunmaktadır. Başından bu yana Kürt halkının ve onun öncüsünün politik eylemi bize göre, ülke, bölge ve dünya açısından son derece önem taşıyan devrimci bir içeriğe sahiptir. Nesnel olarak onun bölgede tuttuğu politik yer, bölgesel ve küresel güçlerin aleyhinedir ve bu kadar çok saldırıyla karşı karşıya kalmasının nedeni de budur. Sonuç olarak bu kısımda vurgulanmak istenen şey, bir ulusal hareketin hangi kriterlerle ele alınacağı değil, ulusal hareketin genel devrim ve demokrasi mücadelesi ile kopmaz bir biçimde ele alınmasının zorunlu olduğudur.
dan kaldırılmış olması ve ayrılma hakkının her zaman saklı kalmasıdır. Yani Kürtler kendilerini ulusal açıdan en az Türkler kadar özgür ve rahat hissetmelidirler. Bu olmazsa aynı devlet çatısı altında yaşamak, eski tarz ulusal baskı ve tahakkümün devamı anlamına gelecektir. Biz bu nedenle Kürtlerin ayrılma hakkını yalnızca tanımakla kalmayız, aynı zamanda bu hakkın kullanılmasının propagandasını da yaparız. Bu milliyetçi önyargıların ortadan kaldırılması için çok önemli bir olmazsa olmazdır. Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkından anladığımız budur. Kürdistan sorunu bir sömürge sorunu olmanın yanında pek çok özgün yan içermektedir. Bir sömürge sorunu olması itibarıyla bu sorun, herhangi bir sömürge ve sömüren ilişkisine benzer yanlar içermektedir. Kürdistan’ın tüm yeraltı, yerüstü kaynakları Türkiye tarafından sömürülmektedir, insan kaynakları ucuz işgücü olarak kullanılmaktadır. Bugün lağvedilmiş olsa da düne kadar olağanüstü hal bölge valiliği ile bir sömürge valiliği sistemi kurulmuştur. Askeri işgal devam etmektedir. Kürt halkının kendi geleceğini tayin hakkı zorla elinden alınmıştır. Örneğin Hindistan özgür olmadan İngilizlerin özgür olmasının mümkün olmadığı gibi, Kürtler özgür olmadan Türkler de özgür olamayacaktır. Bu vurgular herhangi bir sömürge için geçerli olabilecek vurgulardır. Ancak Kürdistan’ın bir “iç sömürge” olması, halkların binlerce yıldır iç içe yaşamaları ve aynı coğrafyayı paylaşıyor olmaları oldukça özgün bir durumdur. Bu tür bir yan yana olma hali, Kürdistan’da yanan ateşin kıvılcımlarının dolayımsız bir biçimde Türkiye’ye düşmesine neden olmaktadır. Verili durum iki halkın her açıdan birbirinden etkilenmeye açık olmaları sonucunu doğurmaktadır. Bu durum her düzlemde böyledir. Adeta bu anlamıyla Kürtlerin ve Türklerin yazgısı ortak yazılmıştır. Bu özgünlükler nedeniyle bugün Kürdistan devrimi ve Türkiye devrimi birbirlerinden ayrı ele alınamayacak olgulardır. İttifak içinde sürmesi gereken bu mücadelenin olmazsa olmaz adımı Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının yani ayrı ve bağımsız devletlerini kurma haklarının sonuna kadar savunulmasıdır. Bu özgün durumlar politik planda bir ilişkiyi gerekli ve de zorunlu kılmaktadır. Bu ilişki bir ittifak ilişkisidir ve bu ittifakın niteliği stratejiktir.
2
Bizim mücadele perspektifimizde Kürdistan mücadelesi nereye oturur?
Devrim ve demokrasi mücadelemizin nihai hedefi sınıfların, sınırların (cinsler çelişkisinin ve doğa-insan çelişkisinin) ortadan kalktığı bütünleşmiş bir dünyayı yaratmaktır. Bu nihai amacı gerçekleştirmek için tüm dünya komünistlerinin yaptığı gibi biz de ilk planda kendi bölgemizde, kendi egemenlerimize karşı mücadele etmekteyiz. Bu mücadelenin bize göre ilk büyük durağı “antiemperyalist ve antioligarşik” bir demokratik halk devrimidir. Bu sayede burjuvazinin çözme olanağının olmadığı bazı demokratik ve siyasal sorunlar çözülecektir. Sosyalizmin teknik, politik ve toplumsal alt yapısı işçi sınıfı önderliğinde gerçekleştirilmiş olan demokratik halk iktidarı ile kurulacaktır. Demokratik halk iktidarının çözmekle yükümlü olduğu sorunların başında ise (eğer o zamana dek çözümü mümkün olmamışsa) Kürdistan (=sömürgecilik) sorunu gelmektedir. Aslında komünistler sonuç bakımından birleşmiş ve bütünleşmiş bir devleti bölünmüş ve çok sayıda küçük devlete tercih ederler. Farklı ulusal sınırlarla bölünmüş çok sayıda küçük küçük devletçik, işçi sınıfının da, burjuvazinin ulusal sınırlarınca bölünmesi anlamına gelir. Büyük bir devlette, birleşmiş ve bütünleşmiş proletaryanın siyasi sınıf mücadelesinin gelişmesinin temelleri çok daha güçlüdür. Yani nihai olarak Kürtlerle Türklerin ve diğer milliyetlerin aynı devlet içinde olmaları –bir koşulla– olumludur. Bu koşul, ulusal baskı ve tahakkümün her biçiminin orta-
3
Stratejik ittifak ne anlama gelmektedir?
Stratejik ittifak iki halkın (ve politik planda öncü güçlerin) birlikte hareket etmek için gö43
KURTULUŞ
rüş ve eylemi içeren bir anlaşma Nesnel olarak Kürtlerin özgürlük mücadelesi, içinde olduklarının (ya da olmaTürkiye’de oligarşik diktatörlük tarafından basları gerektiğinin) tespitidir. Bu tırılan, hak ve talepleri hiçe sayılan işçi sınıfı itifakı stratejik kılan da ortak başta olmak üzere tüm ezilenlerin lehinedir. bir devrim amacına hizmet etDiğer yandan bugün politik planda etkinliğinmesidir. İki halk arasında tarifden söz edilemese de işçi sınıfı başta olmak lediğimiz ittifak ilişkisi, politik üzere tüm ezilenlerin oligarşik diktatörlüğe planda kısa erimli sonuçlar alkarşı mücadelesi nesnel olarak Kürtlerin özgürmaya değil, bizler için stratejik leşmesine hizmet edecektir. Bu nedenle bu ittibir mesele olan devrim hedefine fak ilişkisi stratejik bir hedefe yöneliktir. O ulaşmayı amaçlayan uzun erimhedef devrimdir. li bir sürece yöneliktir. Stratejik hedefe ulaşma yolunda elbette kısa erimli taktik pek çok adıma politik ve ideolojik çelişkileri şiddetlendirmekihtiyaç vardır. Atacağımız tüm taktik adımlar esas stratejiye hizmet etmek zo- te ve devrimci süreci hızlandırmaktadır. Nesnel rundadır. Çatı partisinden (DBH’den) tutun can- olarak Kürtlerin özgürlük mücadelesi, Türkiye’de lı kalkan süreçlerine, ortak eylem platformlarına, oligarşik diktatörlük tarafından bastırılan, hak ve seçim işbirliklerine kadar hepsi taktik adımlar- talepleri hiçe sayılan işçi sınıfı başta olmak üzedır. Doğru atılan tüm taktik adımlar bizleri stra- re tüm ezilenlerin lehinedir. Diğer yandan bugün politik planda etkinliğinden söz edilemese de işçi tejiye yani devrime taşı(malıdı)r. Zaten meseleye tarihsel olarak baktığımızda, sınıfı başta olmak üzere tüm ezilenlerin oligarnesnel olarak Kürdistan’da süren mücadelenin şik diktatörlüğe karşı mücadelesi nesnel olarak Türkiye’de devrimci sürece katkı yaptığı görüle- Kürtlerin özgürleşmesine hizmet edecektir. Bu cektir. Bir kısım aklı şovenizmle ziyadesiyle tah- nedenle bu ittifak ilişkisi stratejik bir hedefe yörip olmuş solcu haricinde hemen tüm sol ve sos- neliktir. O hedef devrimdir. Ancak mesele ittifayalist güçlerce bu mesele böyledir. Ulusalcılık vi- kın önemine atıf yapmak ve ittifaka methiyeler rüsünce hasta olmuş beyinlere göre ise durum dizmek değildir ve sorun bu saptamalarla birlikte tam tersidir. Yani Kürdistan’da verilen mücadele biçim değiştirmektedir. Türkiye’de devrim sürecini ötelemektedir. Buna Kürt halkının öncüsü bellidir ya Türk karşı gösterilen deliller; bu mücadelenin emperhalkının? yalizmin güdümünde olmasından tutun, yarattığı milliyetçilik ve şovenizmin ülkede faşist hareİki halk arasında böyle bir ilişki tanımlamak keti güçlendirdiğine kadar geniş bir spektrum arz eder. Bize göre bunların tümü deli saçmasıdır ve ya da umut etmek bir şeydir (politik planda da doğrudur) ancak reel politik düzlemde bunu gertartışma değeri dahi yoktur. Kürtler Kürdistan’da antisömürgeci bir kur- çekleştirmek bir başka şeydir. İlişkinin iki halk tuluş mücadelesi vermektedir. Bu mücadele aynı nezdinde bu halkların politik temsilcileri arasınzamanda antiemperyalist bir niteliğe da sahip- da tariflendiği göz önüne alınırsa şu kaçınılmaz tir. Kürdistan mücadelesi, ideolojik planda Türk soru ile karşılaşırız. Kürtlerin politik temsilcisidevletinin kurucu paradigması olan Kemalizmi nin kim olduğu açıktır ya Türk halkının? İşte tam parçalamakta, siyasal planda ciddi rejim krizle- bu noktada geniş işçi ve emekçi kesimleri içinde rinin nedeni olmakta, ekonomik planda sömürge- tabandan yoksun ve alabildiğine marjinalleşmiş den metropole hammadde ve mamul mal akışını bir sosyalist hareket gerçeği ile karşılaşırız. Bu sekteye uğratmakta, bölgede sömürgeci yatırım- bir öncülük sorunudur aynı zamanda. Bu sosyaları engelleyerek Türk devletine ekonomik zarar list hareket açısından çözümlenmesi gereken bir vermekte, askeri planda ise NATO’nun ABD’den sorun olarak öteden beri ortada durmaktadır. sonraki en büyük ordusunu besleyen Türk dev- Bazı çevrelerce yapıldığı gibi bu çözümleme ifrata letini ciddi açmazlara almaktadır. Aynı zamanda vardırılırsa devrimci içeriğinden soyutlanır. Biz Türkiye’de de parlamentodan sendikalara, üni- önce bir kitleselleşelim sonra stratejik ittifak yaversitelere kadar etkin bir demokrasi mücadelesi parız sonucunu doğuran bütün yaklaşımlar bugüsürdürülmektedir. Devleti bu sorunun çözümüne nün nesnelliğini görmeyen ve içinde gizli bir şovenizm saklayan yaklaşımlardır. Bu nedenle bugün iten önemli bir faktör işte bu mücadelelerdir. Kürdistan mücadelesi Türkiye’deki iktisadi stratejik ittifak anlayışı ile yapılan tüm işler son
4
44
BİLDİK BİR SORUN ÜZERİNE TARİHSEL SORULAR GÜNCEL CEVAPLAR
derece değer taşır. Gerçek durumda işçi sınıfı henüz hem kendi kurtuluşu ve hem de Kürt halkının kurtuluşu için etkin bir mücadeleye girişecek ne örgütlü kitleye ne de bilince sahiptir. Sorun işte tam da buradadır. Biz de içinde olmak üzere sosyalist hareket alabildiğine marjinal, alabildiğine örgütsüzdür. Bu nedenle işçi sınıfının örgütlenmesi, sosyalistlerin önünde ciddi bir görev olarak durmaktadır. İşçi sınıfı mücadelesi olmaksızın nihai bir kurtuluşun ve özgürleşmenin olmayacağı bilindiğine göre sosyalistlerin önünde işçi sınıfının yeniden tarih sahnesine çıkmasını sağlamak gibi önemli bir görev vardır. Şovenizmin demirden şatolarını yıkacak, oligarşinin burçlarına kızıl bayrağı dikecek güç sınıfın gücüdür. Sınır ötesi harekatı mümkün kılan, Kürtlerin başına atılan bomba ve roketleri yapan harp sanayisinde çalışan sınıf bilincine sahip işçiler şalteri indirdiğinde, demiryolu işçileri demiryollarında tank, top, askeri personel ve mühimmat taşımayı reddettiğinde, telekomünikasyon işçileri ülkenin haberleşme, enerji işçileri de elektrik ve diğer enerji yollarını kestiğinde ve bu mücadele dalgası şovenizmi ve milliyetçiliği bir çığ gibi ezip geçerek Kürt halkının direnişiyle kaynaştığında ve çevrelerine diğer ezilenleri aldıklarında ihtilal çok daha yakınımızda olacaktır. Bu durumun Ortadoğuda yaratacağı etkiyi hayal edin. İşte şimdi bu etkenden yoksunuz. Deyim yerinde ise, süren reaksiyonun katalizörü eksiktir, tepkime cam balonu parçalayamamaktadır. İşte bu nedenle sınıfın örgütlenmesi meselesi herhangi bir mesele değil temel meseledir.
derin izler bırakmayarak “devletle uzlaşma”yla sonuçlanıyor, neden “vatan-millet” edebiyatı eşliğinde yapılan milliyetçi ajitasyonla “devletin ve sermaye”nin değirmenine su taşımaktan başka bir işlev görmüyor? Sınıf içinde yeterli çalışma yapılmadığından ya da dünyada ciddi bir sınıf hareketinin henüz şekillenmediğinden bahsedilebilir. Bu tespit bir ölçüde doğru da olur. Ancak esasen militarist baskı ve milliyetçi etki, derin sınıfsal içerik taşıyan sorunların sınıfsal özünü kalın bir sis perdesinin arkasında gizlemektedir. Her kritik evrede toplumsal ve siyasal yaşam üzerinde baskın bir güç olarak öne çıkan askeri vesayet, “laik-antilaik” gibi “yapay” çelişkilerden yararlanarak emekçilerin birleşmesini önlemekte, işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadeleyi anti-demokratik yollarla bastırmaktadır. Kürt sorununda çözümsüzlük politikaları, işçi sınıfının ve emekçilerin saflarını parçalamakta, onları milliyetçiliğin etkisi altında sermayenin ve devletin kucağına itmektedir. Bu sis perdesi dağıtılmaksızın adına uygun bir sınıf hareketinin inşası koca bir hayalden başka bir şey değildir. İşçi hareketinin yeniden ayaklarının üzerine dikilmesinin ve bağımsız bir sınıf mücadelesinin önündeki en büyük engellerin başında militarizm ve şovenizm gelmektedir. Bütün sınıf temelli sorunlar militarizmin ve şovenizmin prizmasında kırılmaktadır. O halde stratejik ittifakta üzerimize düşen görevi yapmak için sınıfı aptallaştırmış olan bu şovenist ve militarist etkilerin kırılması için mücadele etmek gerekmektedir. Proletarya sosyalistlerinin politik doğrultusu, militarizme ve şovenizme karşı mücadeleyi esas almalı, mızrağın sivri ucunu bu hedefe çevirmelidir. Yukardaki koyuş biçimimizle bu durum Türkiye kapitalizminin temel çelişkisi olan emek ve sermaye arasındaki çelişkinin üzerini örten perdenin kaldırılması anlamına gelecektir. Çelişkilerin bu örtülerden azade sınıf tarafından daha net görülmesinin nesnel zemini oluşacaktır. SDP’nin politik eylemine yol gösteren esas budur. Ancak ana halkayı hedef alan bir mücadele taktiği bugün “küreselleşme ve yeni liberal” politikalara karşı mücadele etmenin güncelliğini ortadan kaldırmaz. Sınıf içinde bu politikaların gerçek yüzünü ortaya koyma çalışmalarından bizi uzaklaştırmaz. Bunun gibi aynı zamanda bu politikaların bayraktarlığını yapan AKP hükümetine karşı da uzlaşmaz bir savaşım içinde olmayı gerektirir. AKP’nin militarist, işçi düşmanı yüzünü teşhir etmek bu sürecin olmazsa olmazıdır. Mili-
5
Sınıf nasıl örgütlenecek? Ya da politik çizgi üzerine
Peki Türkiye sosyalistleri bu stratejik ittifak ilişkisinde üzerlerine düşen görevi nasıl yerine getirecekler? Ne yapıldığında bu görev yerine getirilmiş olacak? Bunun önemli bir adımı kuşku yok ki işçi sınıfı içinde sürekli ve sistemli bir politik çalışma yapmak. Politik gerçekleri açıklamak, oligarşik diktatörlüğün geniş yığınlar üzerindeki aptallaştırıcı etkisi ile mücadele etmek, işçi sınıfının ekonomik, demokratik ve politik çıkarları için mücadele etmek. Fakat bundan önce cevaplamamız gereken bir soru var: “bunca işsizliğe ve yoksulluğa, sınıflar arasındaki uçurumun büyümesine, eşitsizliğin derinleşmesine karşın, Türkiye’de “sermayeden ve devletten bağımsız bir sınıf hareketi” neden oluşamıyor? Neden büyük ölçüde “sınıf mücadelesi” adı altında atılan adımlar arkasında 45
KURTULUŞ
tarizm ve şovenizm birçok aygıtla birlikte, AKP eliyle de sınıf içerisinde yer etmektedir. AKP hükümet olduğu günden bugüne askeri vesayet karşıtı demokratik bir tutuma sahip olduğu noktasında ciddi bir yanılsama yaratmış ve bu yanılsama, sol liberaller başta olmak üzere sosyalist sol içinde de önemli yer bulmuştur. AKP’nin demokratlığı bir türbanın alanı kadardır. AKP elbette kendine demokrattır. Hak talebi Kürtlerden geldiğinde, işçilerden geldiğinde devletin olağan aygıtlarından, militarizmden zerrece farklı bir rotaya sahip değildir. Özelleştirmeleri, İMF niyet mektuplarını, taşeronlaştırmaları, SSGSS yasasını, istihdam yasalarını ve daha sayılamayacak birçok yasayı düşünün. Bu yasalar çıkarken AKP ve devletin diğer aygıtları arasında bir tartışma çıktı mı? Devletçi CHP ile MHP ile bu konularda temelden bir sorun çıktı mı? TÜSİAD bu politikaları eleştirdi mi? Ya Şemdinli süreci, Newroz katliamları, sınır ötesi saldırılar, 1 Mayıs terörü? AKP işçilere, Kürtlere, ezilenlere karşı devlet, militarizm ve uluslararası sermaye ile kol koladır. Bu durum açıktır. İşçi sınıfı sosyalistleri militarizme ve şovanizme karşı mücadeleyi bu bütünlük içinde kavramalıdır. Bu nedenle proletarya sosyalistleri “birincisi işçiler, emekçiler ve yoksullar arasında yürütülecek ajitasyon, propaganda ve örgütlenme çalışmalarında, onların yakıcı somut sınıfsal sorunlarından hareket eden bir “siyaset ve çalışma tarzı”yla bu sorunları yaratıcı şekilde birleştirmek ve onları mücadele içinde devrime hazırlamak, ikincisi ise bunu mümkün kılabilmek için mücadele oklarının sivri ucunu, egemenlerin en güçlü yanlarına (militarizm ve şövenizm) yöneltmek ve devrimin yolunu açma taktiği ile hareket etmelidirler.
dir. Bu çeşitliliği sağlamak ve çatıyı bir demokrasi barikatına çevirmek gerçek manada bir olumluluktur. Ancak bu barikatın ardında yer alanlar kısmen farklı gerekçelere sahip olabilirler. Bu ittifaklar içinde herkes başka gerekçelerle yer alabilir, aydın ve sanatçı için mesele savaş ve çatışmanın tehdidi altındaki sanatsal ve entelektüel ortamın kurtarılmasıdır, bir başkası için sadece askeri vesayeti zayıflatıp sivil bir yaşamın yaratılmasıdır, belki bir islamcı için müslümanın müslümanı kırmasının önüne geçilmesidir. Bir ekolojist için doğanın tahribine artık yeter demektir, bir feminist için tarihsel ezilmişliğine dur demektir. Bunların tümü geçerli olabilir ve tümü savunulabilir ama bizim için esas mesele Türk ve Kürt halkı arasında bir mücadele birliği kurarak devrime yürümektir. Bunun için bizim politik doğrultumuz militarizme ve şovenizme karşı mücadeleyi esas alacak, mızrağın sivri ucunu bu hedefe çevirecek ve emek ve sermaye arasındaki çelişkinin üzerini örten perdenin kaldırılmasını sağlamaya dönük olacaktır. Yarın kuracağımız çatıda da mesele budur. Trenimiz çatıda yer alacak tüm kesimlerle aynı noktadan kalksa da bizim varacağımız istasyon en uzakta olanı olacaktır. Belki de onların ulaşmak istediği son istasyondan sonra treni hareket ettirme gayretimiz, karşısında onları bulacaktır. Kim bilir bunların tümü olabilir. Marksist-leninistler için önemli olan sınıf pusulasını kaybetmemektir. Her nerede ve her ne yapıyor olursak olalım esas kuzeyimiz devrimin olduğu istikamettir. Sosyalist hareket politik bir güç haline dönüşmeden gerçekçi bir ittifakın yaratılması son derece zordur. Bu nedenle bizim gibi sosyalistlerin enternasyonalist vazifelerini unutmadan, sınıf ve kitleler içinde güçlenmek gibi ikili bir görevle hareket etmeleri gerekmektedir. Oligarşik diktatörlüğün milliyetçi ajitasyonuyla aptallaşmış geniş işçi ve emekçi yığınlar var oldukça, sosyalist hareket yukarda anlatılan vazifelerini yapmakla yükümlü olacaktır. Kitleselleşememe, politik güç olamama kısır döngüsü kırılmadan ciddi devrimci adımların atılması mümkün olmadığı gibi stratejik ittifaka karşı olan görevlerimizi yerine getirmemiz de olanaklı olmayacaktır. Bu görevin yerine başka işlerin ikame edilmesi mümkün değildir. Başarana kadar önümüzde duran esas politik görev budur. Şimdi bu perspektifle yaklaşmakta olan seçim sürecini karşılamalı, çatı felsefesiyle ciddi, kalıcı birliktelikleri örgütlemeye başlamalıyız. Yol uzun, memleket şartları çetindir.
6
Stratejik ittifak ve DBH (çatı) ilişkisi nedir?
Bu konuda yapmamız gereken en önemli vurgu, çatı partisinin (bugünkü gerçekleşen biçimiyle DBH) stratejik ittifakımızın politik biçimlerinden birisi olduğu vurgusudur. Bugüne kadar başka deneyler yapıldı. Seçim işbirlikleri, ortak eylemler, kampanyalar ve daha pek çok şey akla gelecektir. Tüm bu ortak işlere bizim cenahımızdan rengini veren esas, iki halkın devrimi hedefleyen mücadele birliğidir. Bu ittifaklarda bizden başka grup ya da bireyler yer almıştı ve bundan böyle de yer alacaklar. Aydınlar, başka siyasal yapılar, sanatçılar, sol liberaller, kadınlar, ekolojistler ve daha başkaları. Bunun böyle olması iyi de birşey-
46
’80 SONRASI TÜRKİYE’DE KADIN HAREKETİ YELİZ ERGÜN - BURCU GÜLER - İLKAY TANYER
80
sonrası kadın hareketine dair bütünlüklü bir tahlil yapabilmek için Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden başlayarak Cumhuriyetinin ilanından sonra 1980’e kadar geçen sürede Kadınlara ve Kadın hareketine bilfiil etkide bulunmuş olay ve durumların kısa bir özeti ile başlayacağız sunumumuza. Bu bağlamda öncelikle sormamız gereken soru: * Türkiye’de kadın hareketinin en aktif ve görünür olduğu dönemin 80 sonrası olduğu doğrumudur? Bu Bölümü iki aşamada inceleyeceğiz: a. Osmanlı’nın son dönemleri Türkiye’de Kadın Hareketinin 80’lerden sonra ortaya çıktığı yaygın bir inanç olsa da, sadece inanç olmaktan öteye gidememektedir. Çünkü bugün biliyoruz ki bu topraklardaki Kadın Hareketi Osmanlı zamanında 1870lere kadar uzanır. Kendi dönemlerinde batılı feminist çağdaşlarıyla (1. dalga) etkileşim ve ilişki içinde, söz söyleme hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı ve aile içinde saygın bir yer edinme hakkı, poligaminin ilgası tek taraflı bir hak olan boşanmanın kısıtlanması için mücadeleye başladılar. Kendi dergilerini çıkardılar. Erkeklerle polemiklere giriştiler, dernekler kurdular. Tanzimat ile birlikte gelen yenilikleri savundular. Ancak dönemin reformist erkekleri kadınlar ile ilgili konularda oldukça tutucuydular. Osmanlı geleneklerini kadınlar üzerinden sürdürmeye çalışıyorlardı. Kadınlar bu tavrı sert bir tavırla eleştirdiler. ‘20. yy başlarında bu mücadele daha da şiddetlendi. Feminist kadın dernekleri sayıca arttı ve çeşitlendi. Balkan savaşları ve I.
Dünya savaşı deneyimi kadınları siyasallaştırdı ve militanlaştırdı. Öyle ki jön Türk iktidarı altında kadınlar üniversitede okuma, devlet dairelerinde memur, fabrikalarda işçi olarak çalışma haklarını kazandılar. 1917 aile kararnamesi ile Müslüman kadınlar da diğer cemaatlerin yanı sıra poligamiyi kısıtlayan ve boşanma hakkını tanıyan ileri adımlardan yararlandılar bu İslam dünyasında bir ilkti. 1919dan itibaren oy hakkı talep edilmeye başlandı.’ ‘1913-1921 arasında yayınlanan ‘’kadınlar dünyası’’ dergisi önce günlük gazete olarak çıkmış sonra haftada 25 sayfa yayınlanan bir dergiye dönüşüyor. Bu dergiyi çıkaran orta sınıf kadınları eğitim, çalışma hakkı gibi temel hakları kazanmak için uğraştılar, toplumsal hayata katılma, yeni bir kimlik edinme kavgası verdiler, kadınlar arası dayanışma anlayışı geliştirdiler, bu bağlamda kadınlar için işyerleri bile kurdular.’ * Peki bu dönemde örgütlü mücadeleleri ile çağdaşlarından geri kalmayan Kadın Hareketi Cumhuriyetin ilanı ile gelişim ivmesinin sürekliliğini neden sağlayamamıştır? ‘Kurtuluş Savaşında aktif görev alan örgütlü kadınlar Cumhuriyetin ilanından sonra ilk siyasi partiyi ‘Kadınlar Halk Fırkası’ adıyla kurmak istediler. Ancak buna değil, ‘Türk Kadınlar Birliği’ ismi ile bir dernek kurulmasına izin verildi.’ Cumhuriyet döneminde bilindiği gibi devlet katında kadınlar açısından çok önemli ve hayli köktenci bazı reformlar yapıldı. 1926 medeni kanun reformu, eğitim reformu, ve nihayet 1930 larda eşit yurttaşlık haklarını tanıyan reformlar ancak bu reformlar büyük 47
KURTULUŞ
ölçüde Atatürk ve tek parti üst 1975 yılında İlerici Kadınlar Derneğinin kurulmayönetimi tarafından tepeden sıyla ‘sol kesimlerden’ gelen kadınlar bu tabloinme bir biçimde yapıldı ve kayu sorgulamaya başlarlar ancak onları harekete dınlar bunların yapılışına kageçiren motif sınıf mücadelesidir. Ve işçi sınıfı tılamadılar hatta oy hakkının kadınlarını örgütleyen bu militan kadınlar sol kazanışıyla ilgili çeşitli olayhareketlerin erkekleri kadar feminizm karşıtıların gösterdiği gibi katılmakdırlar. tan caydırıldılar. Sonunda 1935 parlamentosuna 18 temsilci kadının lerle sessiz bir çoğunluğa dönüştürüldü. girmesinden sonra bu önemli reformun dünyaya duyurulması amacıyla 1980’LERE YAKLAŞIRKEN Türkiye’de yapılması teşvik edilen dünya feminist kongresinde Türk kadınlar birliğinin Türkiye’nin vitrinini oluşturan kurtulgündemin birinci maddesi olarak feministlemuş kadınların dışında kalan yani bu ayrırin önerisine uyarak ve Ankara’nın onayı olcalıklara sahip olmayan geniş kadın kitlelemaksızın barışı koymasının ardından da arri ataerkil geleneklerin kırılamaması sonucu tık işlevini tamamladığı çünkü Türk kadınlatarım kesiminde ücretsiz aile işçisi olarak çarının bütün haklarını kazandıkları gerekçelışırlar. Mülkiyet, eğitim,gelir ,sosyal güvensiyle birliğin kapatıldığına tanık olundu. Böylik haklarında yoksun bırakılırlar. lece biraz ikna ve Kemalizmi özümleme biraz 1975 yılında İlerici Kadınlar Derneğinin da baskıyla caydırma yollarıyla Osmanlının kurulmasıyla ‘sol kesimlerden’ gelen kadınlar son demlerinde oluşan kadın hareketi söndübu tabloyu sorgulamaya başlarlar ancak onlarüldü. Onun için feminizm tarihinin bu ikinci rı harekete geçiren motif sınıf mücadelesidir. dönemini feminizmin kadınların elinden alıp kullanıldığı giderek anti feminist bir dev- Ve işçi sınıfı kadınlarını örgütleyen bu mililet feminizmine dönüştürüldüğü ve sonunda tan kadınlar sol hareketlerin erkekleri kadar feminizm karşıtıdırlar. unutturulduğu abartma sayılmamalıdır. Şubat 1978’de Mersin Kadınlar Derneği, Cumhuriyetin kurulmasından ve Kemalist Ankara Devrimci Kadınlar Derneği, Samsun reformların yapıldığı dönemden 80’lerin soKadınlar Birleşme ve Dayanışma Derneği ‘’çifnuna kadarki dönemde arada kurulan (1951 te sömürüye karşı’’ mücadele etmek üzere kuTürk kadınlar birliği, hukukçu kadınlar derrulur. Mart 1978’de Samsun Kadınlar Birleşneği, üniversiteli kadınlar derneği vb.) tüm me ve Dayanışma Derneği adını 1. Kongresini kadın kurumları özellikle CHP’nin kadın kolyaparak Karadeniz Kadınlar Derneği olarak ları başta olmak üzere sürekli tekrarlanan değiştirir. Bu dernekler anti-faşist kadınları, söylem Atatürk’ün Türk kadına verdiği hakörgütlenmeye ve faşizme karşı omuz omuza lar ve bunların öneminden ibaret kalmıştır. O mücadeleye çağırır. Emperyalizme, faşizme dönem Türkiye’de kadınların toplumda yaygın olan patriyarkal ilişkiler nedeniyle ezilen ve oligarşiye karşı çıkar, eşit işe eşit ücret, bir cins oldukları tahlili bile yapılamamış- ana ve çocuk sağlığı, doğum öncesi ve sonratır. Bu dönemdeki kadın kurumları daha çok sı izin, işyerlerinde çalışan kadın sayısına ba5 Aralık gibi kadınlara oy hakkının tanındı- kılmaksızın kreş ve anaokulu, eğitimde, terfiğı günleri kutlayan ve Atatürk’e şükranlarını de iş bulmada eşitlik, yasalarda eşitlik talepdile getiren tören dernekleri olmalarının öte- leri için mücadele eder. İşçi emekçi kadınlara sine geçemediler. bu kadınlar genellikle bur- sınıf bilinci aşılama amacıyla faaliyet yürüjuva çevrelerinden gelen, iyi eğitim görmüş, ten bu dernekler hareketin kadın kolları işçoğu çalışan Türk kadını deyince kendilerine levi görür. bakan kendilerini kurtulmuş kabul eden ka12 EYLÜL 1980 DARBESİNİN ETKİLERİ dınlardı ve geri kalan köylü işçi küçük burju va ezilen kadınların da eğitimi yaygınlaştırılGenelkurmay başkanı Kenan evren başması ve kendi deyimleriyle Atatürk devrimkanlığında yürütülen 12 eylül 1980 darbesi lerinin bilincine varmalarıyla kendileri gibi genel olarak tüm muhalifleri emekten barışkurtulacaklarını düşünmekteydiler. Bu şekiltan yana olanları sosyalistleri Kürtleri derinde Türkiye’deki kadın hareketi resmi söylemden etkilese de kabul edilmelidir ki 12 eylü48
‘80 SONRASI TÜRKİYE’DE KADIN HAREKETİ
lün kadın üzerindeki yıkımı bir kat daha fazladır. 12 Eylül Bilançosu: • 650 bin kişi gözaltına alındı, ağır işkencelerden geçirildi • 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. • Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. • 7 bin kişi için idam cezası istendi. • 517 kişiye idam cezası verildi. • Haklarında idam cezası verilenlerden 50 devrimci asıldı. • 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. • 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. • 144 kişi cezaevlerinde öldü. • 14 kişi açlık grevinde öldü. • 16 kişi “kaçarken” vuruldu. • 95 kişi çatışmada öldü. • 73 kişiye doğal ölüm raporu verildi. • 43 kişinin intihar ettiği bildirildi. • 71 bin kişi TCK’nin 141, 141 ve 163. maddelerinden yargılandı. • 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak” suçundan yargılandı. • 338 bin kişiye pasaport verilmedi. • 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. • 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. • 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına çıktı. • 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. • 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. • 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hakimin işine son verildi. • 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis istendi. • Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. • 31 gazeteci cezaevine girdi. 300 gazeteci saldırıya uğradı. • 3 gazeteci silahla öldürüldü. • Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. • 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. • 39 ton gazete ve dergi imha edildi *Bu istatistiki verilerden yola çıkarak ulaşılabilecek yorumlar nelerdir? Askeri darbelerin yaratmış olduğu ötekine karşı güç teorisi halklar, kültürler, vb. arasında farklılık yaratır. Burada öteki bir ülke, birey, etnik grup, v.s. olabilir. İki grup ara-
sındaki farklılıkları vurgulayarak bir öteki yaratmaya dayalı olan teori militarizmin yaşam kaynağıdır. Askeri darbelerle militarizmde kendini besler ve birçok öteki yaratır. Bu ötekilerden biride kadındır. Pek çok kültürde kadınların erkeklerin mülkü olduğu düşünülür. Bu yüzden bir kadın tecavüze uğradığında bu erkeğinin erkekliğine fiili bir saldırıdır. Bu fikir yürütmeyi kullanırsak, kadınlar belirli bir kültürün, etnik grubun, ya da ülkenin erkeklerinin onuruna saldırmak adına savaşın hedefi haine gelir. Ülkemizde de 12 Eylül 1980 askeri darbesinde göz altına alınan kadınlara her türlü cinsel saldırılar işkence metodu olarak kullanılmıştır. Darbe süresince gözaltılarda taciz ve tecavüze uğrayan sosyalist kadınlar da, bu militarist zihniyete göre cezalandırılmaya çalışılan sosyalist erkeklere aittiler. *Zihinlerimize bir ‘’İstatistiki veri’’ olarak kodlanmış devlet şiddetine maruz kalan bu kadınları darbe sürecinde anımsatmanın önemi nedir? Sunumunuzun başlarında 80 öncesinde bir kadın hareketinin var olduğunu görmüştük. Bize ezberletilen bir başka inanç da, darbe sonrası kadın hareketinin yükselmesinin sebebinin, darbe öncesinde var olan muhalefetin bertaraf edilmesi olduğudur. Ancak bu söylenirken, 70’li yılların sosyalist kadınları kendilerine feminist demeseler dahi, bu kadınlar geleneksel cinsiyet rollerinden sıyrılıp sistemi sorguladılar ve sosyalist mücadelede rol aldılar. Bu açıdan baktığımızda, 80 darbesi süresince öldürülen, işkence edilen, taciz ve tecavüze uğrayan kişilerin de sadece erkek olmadığı aşikardır. Nasıl Osmanlı tarihinin son dönemlerinde ve cumhuriyetin yeni döneminde kadınların mücadelesi görünmez kılındıysa, 80 öncesindeki siyasi tarihinde ve darbe sırasında yaşanan baskılarda da kadınlar görünmez kılınmıştır. * Peki bu, biz kadınları ilerleyen süreçte nasıl etkileyecekti? Kadına yönelik şiddet, aile içi şiddete indirgenerek şiddetin asıl kaynağının gizlenmesine yol açmış, devlet kaynaklı şiddete , gözaltılarda yaşanan tacizler ve tecavüzlerden bahsedilmez hale gelinmiştir. *Son zamanlarda ‘’darbecilerin yargılanmasına’’ yönelik oluşan siyasi gündeme değindiğimizde, yorumlayabileceğimiz birkaç nokta vardır. Bu olayları münferit olaylar, bu suçları 49
KURTULUŞ
işleyen kişilerin (polis,asker.. ‘Askeri eğitim çoğunlukla kadına yönelik düşvb) bireysel işledikleri suçlarmanlığı ve kadını aşağılamayı teşvik eder. mış gibi algılayıp mahkemeToplumsal cinsiyete dair hakaretleri kullanlerde bu şekilde yargılanmalamak erkekleri hem kendi kültürlerindeki rı yeterli midir? kadınlara karşı hem de öteki kültürün kadınBu kişiler günümüzde yarlarına karşı saldırgan davranma yönünde gılanmazken ve yargılanmalamotive eder. rına yönelik taleplerimizin bile önü tıkanırken, bu kişilerin yargılanmaları bile çözüme duğunu söylediler. Bu saldırıların çoğu kurdönük bir adımdır. Fakat yalnızca bir adım- banlar kariyerlerine zarar gelecek ya da sadır ve çözüm için yeterli değildir. Bu nokta- dık veya vatansever olmamakla suçlanacakda bir örnek vermek gerekirse; 2002 yılında larını düşündükleri için olay anında bildireAlmanya’nın Köln kentinde Alevi Birlikleri memişlerdir. Kadına yönelik şiddetin pek çok Federasyonu tarafından düzenlenen ‘’Kadın türü sivil nüfus ve çatışma sonrası durumlar Hakları Eşittir: İnsan Hakları’’ konulu top- üzerindeki dolaylı etkisi de olmak üzere mililantıda 222 kadının polisin ve askerin teca- tarizm tarafından azdırılır. Ev içi şiddet, fuvüzüne maruz kalmasıyla yani başka bir de- huş, pornografi, kadın ticareti hem ordu içinyişle devlet kaynaklı cinsel işkence ile ilgili de hem sivil nüfusa karşı cinsel saldırı v.s. konuştuğu için Türk Silahlı Kuvvetlerine haRuanda’da 1994’te 250.000 kadının tecakaret suçundan DGM’de yargılanarak 10 ay vüze maruz kalması hapis cezası alan Av. Eren Keskin örneğinde Bosna’da 1990lar boyunca 20.000den fazla görüldüğü gibi suçluları bulup cezalandırma- kadın tecavüze maruz kalması yan yargı, bunu ifade eden ve eleştirene ceza2003de BM demokratik Kongo cumhuriyeyı kesmiştir. tindeki savaş boyunca binlerce kadının yine Türkiye’de bu yargı sürecinin başlatılma- tecavüze maruz kalması. sı çok önemli bir kazanım olmasının yanı sıŞimdiye kadar eğitimcilerin ve çocuk bakıra, sorgulanması gereken bir önemli nokta- mı sağlayanların eğitmek için harcanan para nın da bu tarz vakaların altında yatan asıl so- miktarı askeri eğitmek ve öldürme yetisi karumlunun ne olduğunu tartışmaktır. Bu bağ- zandırmak için harcananın yanında çok çok lamda bazı askeri politikalardan bahsetmek az kalır. Bu yüzden militarizmin insanların gerekir; şiddeti ve ataerkiyi norm olarak kabul ede‘Askeri eğitim çoğunlukla kadına yönelik rek toplumsallaşmasında oransız bir rol oydüşmanlığı ve kadını aşağılamayı teşvik eder. naması mümkün kılınmıştır.’ Bu noktada geToplumsal cinsiyete dair hakaretleri kullan- linen nokta, darbecilerin ve darbe kurumlarımak erkekleri hem kendi kültürlerindeki ka- nın üzerine söz söylemek gerektiğidir. dınlara karşı hem de öteki kültürün kadınlarına karşı saldırgan davranma yönünde mo80 SONRASI tive eder. Pornografi ve fuhuş her zaman için askerlerin gayrı resmi bir şekilde onaylan1980 askeri darbesinin ardından 80li yıllamış eğlence biçimidir. 99’a kadar pornogra- rı batı ülkelerinde sürgünde geçiren sosyalist fik ürünler birleşik devletler askeri kantinle- kadınların çoğu öz eleştiri yaptı ve 90lı yılrinde çalışan elemanlar tarafından kolaylıkla larda yeni kadın hareketi içinde yeniden yersatın alınabiliyordu ki bu askerler pornogra- lerini aldı. Sürgün yıllarında 1970lerde batılı fi malzemelerinin en büyük müşterilerinden- toplumları derinden etkileyen kadın kurtuluş di bunların arındırılması kantinlerin en az 10 hareketinden çok şey öğrendiler. milyon dolar kaybına neden oldu. Fuhuş , asTürkiye’de kadın hareketinin tekrar yükkeri eylemlerin sürekli etkilerinden bir diğe- selmesi 12 Eylül 1980 darbesinin hemen erri ve orduların askerlerini mutlu etmek için tesine denk gelmesinin nedenlerinden bir diher zaman hiç dillendirilmeyen bir askeri po- ğeri de bu sorgulama sürecinin bir etkisidir. litikası olmuştur. Yakın tarihli bir araştırma- Hareket, ‘’8o öncesinde sol çevrelerde bulunda kadın askerlerin %30u Amerikan askerleri muş, entelektüel kadınlar tarafından başlatarafından kendilerine tecavüz edildiğini ya- tılmıştır. Hareketi başlatan kadınların ortak da kendilerine tecavüz girişiminde bulunul- noktaları TÜMAS (Tüm Asistanlar Sendika50
‘80 SONRASI TÜRKİYE’DE KADIN HAREKETİ
sı) geçmişidir. 12 Eylül darbesinin hemen ertesinde sol hareket tamamen dağıtılmış/dağılmış durumda iken ve hiçbir harekete göz açtırılmayan bir baskı dönemi yaşanırken feminizmin yeşermeye başlaması, üstelik sol hareketi eleştirerek ortaya çıkması, sol çevrelerin feminizme ‘’Eylülist hareket’’ suçlaması getirmesine yol açmıştır. 1980 sonrası yükselen feminizm, orta sınıf olmakla da çok eleştirildi. Doğruydu, sahiden de feminizm orta sınıf bir hareket olarak başladı. 1980 öncesinde demokratik kitle örgütlerinde, sol örgütlerde yer alan, ama bu örgütlerin tabanından değil, daha çok yönetim kadrolarından gelen kadınların öncülük ettiği bir hareketti. En az iki kuşaktır kentli, iyi eğitimli, batı dillerindeki yazını izleyebilen kadınlar. Bu kadınların feminizmi keşfetmesinin esas olarak batılı kaynaklar yoluyla olduğu, kendi hayatlarına buradan baktıkları da çok söylendi. Hareketin radikalliğinin kısmen bu orta sınıflıktan kaynaklandığı eklenebilir bunlara. Cinsiyet eşitsizliğinin politik bir konu olarak gündeme getirilmesi, feminist hareketin büyük bir başarısıydı. Cinsiyet eşitsizliğinin başka eşitsizliklerin içinde değerlendirilemeyecek kadar temel, kendi dinamikleri olan, farklı iktidar biçimlerini de içeren bir sistem olduğunu söylemek, yeni ve radikal bir tavırdı. Bu tavrın mantıksal sonucu, cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmaya yönelik bir politika oluşturmaktı. Feminist hareketin bağımsızlığı, 1980’lerin en fazla tartışılan konularından biriydi. Farklı siyasi ideolojiler olmasına rağmen kadınlar ortak bir deneyim ‘’kadınlık’’ noktasından ortaklığı kurdular ve bu zemin üzerinden örgütlenme biçimlerini tartışma ve deneme sürecine girdiler. Ezilme noktalarının beden, emek, kimlik diye ayrıştırılması ise, farklılıkların farkında olduğunun işaretiydi. (Cinsiyet sınıfları yatay kesen bir kategoridir.) Biz kadınlar demek kadınların kendini bir özne olarak tanımlamak önemli bir kopuştu. Artık kadınları kurtarmaktan değil, kadınların kurtuluşundan söz edilmekteydi. Teoriden Pratiğe Geçiş Süreci : Yayınlar, Kampanyalar, Eylemlilikler ve Kazanımlar * Yazko’da Şirin Tekeli, Gülnur Savran ve Stella Ovadia önderliğiyle 1981’de kadın yazıları dönemi başlar. * Yazko’nun ardından Nisan 1982’de bir Kadın Sorunları Sempozyumu düzenlenir. (sempozyum polis gözetimi altında olsa da
gerçekleşir.) * Yazko’daki anlaşmazlıklar sonucu 1983 başlarında Somut Dergisi’nde kadın sayfası süreci başlar. * 83 başlarında Somut’ta kadın sayfası çıkarmaya başlayan kadınlar, Mart 84’te artık bunun yetersiz olduğunu, feminizmi kendi oluşturacakları yapılar aracılığıyla tartışmanın zamanı geldiğini düşünerek Kadın Çevresi’ni kurarlar. Kadın Çevresi, harekete aynı yönde devam eder: Kadın sorunlarını deşifre etmek ve feminizmi tanımak/tanıtmak. Bu amaçla 1985’de Kadın Çevresi’ne bağlı bir Kitap Kulübü kurulur. Feminist kuram üzerine kitapların Türkçe’ye çevrildiği bu dönem, Batı’daki feminizmin daha iyi tanındığı ve feminist kuramların tamamen özümsendiği bir dönemdir. * Çeviri ve kitaplarla feminist kuram üzerine bir çalışma yapılırken, 1986 yılında artık kadınlar olarak harekete geçme-kampanyalar dönemi gelmiştir. Türkiye’nin imzaladığı Uluslararası Ayrımcılığa Karşı Sözleşme’ye uyulmasını isteyen kadınlar bir imza kampanyası başlatmışlar ve sonuç 4000 imzalı Kadınlar Dilekçesi olmuştur.bu kampanyanın bir ürünü olarak haziran 1987’de Ayrımcılığa karşı Kadın derneği kurulur. * ‘’1987 yılında Çankırı’da kocasından sürekli şiddet gören hamile bir kadının boşanma davasını reddeden Mustafa Durmuş gerekçesini şu atasözüne dayandırmıştır: ‘’Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmemeli’’ bu karar kadına yönelik aile içi şiddeti meşru gören yerleşik zihniyetin yasalar önündeki eşitliği korumak ve savunmakla görevli mahkemelerinde de yaşandığına yer bulduğuna işaret etmekteydi. Çankırı’da 8 avukatın başlattığı protesto İstanbul’da bir kampanyaya dönüşmüş sonra hızla Ankara’ya ve başka illere sıçramıştı. 17 Mayıs 1987 yılında İstanbul’da yapılan sokak gösterisine beklenenin çok üstünde kadın katıldı. (Dayağa Hayır Kampanyası) Bu kampanyanın somut bir hedefi de vardır: bir kadın sığınağı açmak. Kampanya somut kazanımlara ulaşır. 1988’de kampanya sırasında dinlenen kadınların deneyimlerinin yer aldığı bir kitap basılır: ‘’Bağır Herkes Duysun’’. * 87 Mart’ına geldiğinde, feminist hareketin ilk dergisi çıkar: Feminist Dergisi daha çok kendine radikal feminist diyen kadınlar tarafından çıkarılıyor olsa da, bu kadınlar hareket içinde diğerleriyle ortak davranmaya 51
KURTULUŞ
devam etmektedirler. 2002 yılında reform süreci başlarken 27 örgüt bir * Mayıs 88’de Sosyalist fearaya gelerek TCK Kadın Platformunu oluşminist Kaktüs Dergisi çıkmaturmuş ve üç yıl boyunca aralıksız kampanya ya başlar. çalışması yürütmüştür. Feminist hukukçular* Kampanyalara katılan da oluşan grup kanunu gözden geçirmiş kadıkadınların bir araya gelebilenın insan haklarına aykırı takriben 35 madde cekleri bir mekan ihtiyacı doğsaptamıştır. rultusunda Şubat 1988’de Kadın Kültür evi kurulur. * Sol hareketleri kadın bamüze kadar uzanan mücadelesi sonucunda kış açısından eleştiren genç kadınların eğiTMK ve TCK’da önemli sayılabilecek değişiktimlerini yurtdışında, batıda tamamlayıp dölikler yapıldı. Kadına yönelik şiddetin cezalanen genç kadınların ve YÖK Yasası nedeniyrı arttırıldı.Eski TCK’nın 462. Maddesi 2003 le üniversiteden istifa eden genç akademisyılında değiştirilinceye kadar namus amacıyyen kadınların oluşturdukları ‘’bilinç yükseltla işlenen suçlarda ceza 1/8 e kadar indirilirme’’ grupları, erkek egemen topluma ve devken, artık kasten öldürmenin töre saikiyle işlete eleştirel yaklaşan yepyeni bir tahlil gelenmesi halinde kişi ağırlaştırılmış müebbet liştirdiler. 1989’da yayınladıkları ‘’Feminist hapis cezasıyla cezalandırılacaktır. Manifesto’’ da çok açık şekilde ifade edildiği * TCK md. 102/2: tecavüzün gerçekleşmeüzere, erkeklerin ataerkil düzenin kadınların si için vücuda organ ya da sair bir cisim sobedeni, kimliği ve emeği üzerinde kurduğu kulması koşulunu aramakta, eski kanunu teegemenliğe karşı topyekun bir mücadele başcavüz kapsamı dışında bıraktığı organ dışınlattılar. da başka bir cisimle tecavüzü de tecavüz su* Kasım-Aralık 1989’da Cinsel Tacize Haçu olarak cezalandırmaktadır. Yeni kanunda yır Mor İğne kampanyası başlar. mağdurun bakire olup olmaması eski kanun* 1989 438. Maddedeki fahişelik indiridaki gibi önem taşımamaktadır. Aynı fiilin minin kaldırılması mücadelesinde, birahane eşe karşı işlenmesi de suç olarak tanımlamış basma eylemleri, flört fahişeliktir diyen Ceancak soruşturma ve kovuşturma yapılması mil Çiçek’e düdük çalma ve arkadaşlarıma için mağdurun şikayetini aramıştır. Bu yeni dokunma eylemleri örgütlenmiştir. Bu kamdüzenleme ile Türkiye’de ilk kez evlilik içi tepanyalar sürerken, dayağa karşı kampanyacavüz suç olarak tanımlanmıştır. Bu düzenlenın hedeflediği sığınağı açmak ve dayağa mameler kişilere ve cinsel dokunulmazlığa karruz kalan kadınlarla dayanışmak adına Mor şı suçlar başlığı altında düzenlenmiştir. Oysa Çatı kurulur. Yine 1990’da kadın kütüphanedaha önce genel ahlak ve aile düzenine karsi kurulur. 1991 yılında İstanbul Üniversitesi şı suçlar başlığı altında düzenlenmişti. AyKadın Sorunu Araştırma ve Uygulama Enstirıca yeni TCK’da tecavüze uğraya kadının tetüsü kurulur. cavüzcüsüyle evlenerek tecavüzcüyü cezadan * 1995 yılında yayın hayatına başlayan ve kurtaracak bir düzenleme bulunmamaktadır. feminist harekete emek veren kadınların bir Bu madde kadın örgütleri tarafından gelen bölümünün de bizzat çalıştığı Pazartesi deryoğun eleştiri ve mücadele sonucunda değişgisi ise kadın hareketi açısından yeni bir sotirilmiştir. luk oldu. * TCK md. 22: Bu maddede md. 22’de ‘’Ki* BM Kadına yönelik her türlü ayrımcılışiler arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, özürlüğın önlenmesi sözleşmesi (Cedaw) ve ek ihtilük, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep yari protokolüdür. Bu sözleşmede kadınlara vb sebeplerle ayrım yaparak ; a) Taşınır ya da yönelik şiddeti ‘’Kadının fiziksel, cinsel veya taşınmaz malın satılmasını devrini veya hizpsikolojik zarar görmesiyle veya acı çekmemetin icrasını veya hizmetten yararlanmasısiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtenı veya kişinin işe alınmasını ya da alınmamel olan bu tip hareketlerin tehdidi, baskısı masını yukarda sayılan hallerden birine bağya da özgürlüğün keyfi engellenmesi’’ olarak layan b) besin maddeleri vermeyen ya da katarif edilmiştir. Bu bağlamda kadına yönelik muya arz edilmiş bir hizmeti yapmayı reddeşiddet yalnızca fiziksel şiddet olarak algılanden c) kişinin olağan bir ekonomik bir etkinmaktan çıkmıştır. likte bulunmasını engelleyen’’ cezalandırılır * Kadınların bu yıllarda yükselip günüdenmektedir. Bu madde gereğince işe almayı 52
‘80 SONRASI TÜRKİYE’DE KADIN HAREKETİ
cinsiyet koşuluna bağlayan iş veren ya da kadının olağan bir ekonomik faaliyette bulunmasını, çalışmasını engelleyen erkek cezalandırılabilecektir. Bu düzenleme eski kanunda bulunmamaktadır. * TCK md.232: ‘’aynı konutta birlikte yaşadığı kişilerden birine karşı kötü muamelede bulunan kimse cezalandırılır.’’ Hükmünü düzenlemiştir. Yasa eskinin tersine birlikte yaşayanlarının evli olması şartını aramamaktadır. Ancak düzenleme son derece yetersizdir, çünkü şiddeti yalnızca fiziksel şiddet olarak tanımlamakta uluslar arası hukukta kabul gören şiddet tanımının içinde bulunan ekonomik, psikoloji vb şiddet türlerini kapsamına almamaktadır. * 1998’de yürürlüğe giren Ailenin Korunmasına Dair kanun (4320) ev içi şiddete karşı önemli bir düzenlemedir. Bu kanun gereğince TMK’da ön görülen tedbirlerden ayrı olarak eşlerden birinin veya çocuklarının veya aynı çatı altında yaşayan aile bireylerinden birinin aile içi şiddete maruz kaldığını kendilerinin veya cumhuriyet başsavcılığının bildirmesi halinde sulh hukuk hakimi meselenin mahiyetini göz önünde bulundurarak aşağıda sayılan tedbirlerden bir ya da birkaçına veya uygun göreceği benzeri başka tedbirlere hükmedebilir: kusurlu eşin; a) diğer eşe veya çocuklara veya aynı çatı altında yaşayan diğer aile bireylerine karşı şiddete veya korkuya yönelik davranışlarda bulunmaması b) müşterek evden uzaklaştırılarak bu evin diğer eşe veya varsa çocuklara tahsisi ile diğer eş ve çocukların oturmakta olduğu eve veya işyerlerine yaklaşmaması c) diğer eşin veya çocukların veya aynı çatı altında yaşayan diğer aile bireylerin eşyalarına zarar vermemesi d) diğer eşi veya çocukların veya aynı çatı altında yaşayan aile bireylerini iletişim vasıtası ile rahatsız etmemesi e) varsa silah veya benzeri araçlarını zabıtaya teslim etmesi f) alkollü veya uyuşturucu herhangi bir madde kullanmış olarak ortak konuta gelmemesi veya ortak konutta bu maddeleri kullanmaması. Fiili başka bir suç oluştursa bile koruma kararına aykırı davranan eşe 3 aydan 6 aya kadar hapis cezasına hükmolunur. Ancak uygulamada yaşanan sıkıntılar, kadınların pek çoğunun haklarını ve onları nasıl kullanacağını bilmemesi, en önemlisi başvurusu sonucunda kendisine şiddet uygulayan kişiden korunamayacağına dair inancı kanunu kısmen işlevsiz hale getirmektedir. Şiddete uğrayan kadınla-
rın çok azı kanuni koruma için yasal mercilere başvurmaktadır. Türkiye’de 1998’de bu konudaki yeni düzenleme yapılana kadar aile içinde kocasından şiddet gören kadının yapabileceği tek şey sağlık raporu alıp polise veya savcıya şikayette bulunmaktır mahkeme ikna olursa şiddet uygulayan koca cezalandırılmaktadır. Bu pek çok kadın için aslında pratik bir çözüm değildir, çünkü genelde eve parayı getiren erkektir ve bir kadının kendisine dayak atan kocayı hapse attırması kendisi ve çocukları için doğru bir çözüm olmamaktadır. Bu nedenle pek çok kadın böyle bir maddenin varlığından haberdar olsa da bunu uygulamayı seçmemektedir. Yeni düzenlemeyle altı ay süresince kocanın evin ya da kadının işyerinin belirli bir metreden daha yakınına gelmesi yasaklanmıştır. Bu uzaklaştırma emri sırasında hakim belirli bir nafaka ödemesi kararı da alabilmektedir. * TMK’da 1926’dan 2002’ye kadar ‘’Ailenin reisi kocadır’’ diye bir madde yer almakta, evli kadının kocasının soyadını alması gibi maddeler de bunu takip etmektedir. bu maddenin iptali haliyle diğer eşitsiz maddelerin de iptalini beraberinde getirmiştir. Kanunda en önemli değişikliklerden biri de kadın örgütlerinin de çok mücadele verdikleri, evlilikte mal rejimi konusundadır. Evlilik birliği bozulduğu zaman boşanma durumunda evlilik süresince edinilmiş malların nasıl paylaşılacağına ilişkin olarak 2002’ye kadar herkesin adına kayıtlı olanı alması öngörülürken , bu madde değişikliği ile evlilikte edinilmiş mallar boşanma durumunda eşit paylaştırılması kararlaştırılmıştır. * 2002 yılında reform süreci başlarken 27 örgüt bir araya gelerek TCK Kadın Platformunu oluşturmuş ve üç yıl boyunca aralıksız kampanya çalışması yürütmüştür. Feminist hukukçularda oluşan grup kanunu gözden geçirmiş kadının insan haklarına aykırı takriben 35 madde saptamıştır. Bir kadına beş kişi tecavüz edip bir tanesi evlenmeyi kabul ederse o beş kişiden hiç birinin ceza almaması, aynı şekilde namus cinayetinin indirime tabi tutulması, bekaret testleri konusunda hakim, polis gibi kişilere tam yetki verilmesi gibi uygulamaların kökeninde kadın bedenine karşı işlenen suçların bireye karşı işlenen suçlar altında değil, toplumun namus, ahlak ve edebe karşı işlenen suçların bireysel haklar çerçevesinde, kadının haklarını birey olarak ihlal eden bir perspektiften ele alınması53
KURTULUŞ
nın sağlanmasıdır. . Cumhuriyet öncesi kadın hareketinin cumhuri* 2004’te ise kadın-erkek yet ile birlikte sönümlendiğini ve ilerleyen eşitliğini sağlayacak yasal yıllarda resmi söylemlerin ürettiği modernve fiili düzenlemelere gerekleşme modeline sıkıştığını, 70’lerde yükselen çe oluşturmak üzere, sosyalist mücadelede yer alan kadınların da Anayasa’nın 10. Maddesi –her darbeyle birlikte zorla siyasi çevreden uzakne kadar pozitif ayrımcılık talaştırılması sonucunda modernleşme modelinımını kullanmamış olsa danin 80 darbesiyle yeniden üretildiğini görüyeniden düzenlendi. yoruz. * 2005te üç yıllık çok yoğun bir kampanya sonucunda otuzun üstünde maddeyi aynistlerin bu gündem konusunda açık, net bir nen kadın örgütlerinin istedisiyasi söylem kuramamış olmaları şöyle bir ği gibi değiştirilmiş ve onaylanmıştır. soruyu da açıkta bıraktı; Türkiye’de tek cid di modernite eleştirisini yapanlar İslamcılar KAMPANYALAR, DEVLET FEMİNİZMİ VE MODERNLEŞME MODELİ oldu. Müslüman kadınlar da kendi hareketlerinden erkeklere yönelik son derece sert eleşKazanımlar düşünüldüğünde kadın ha- tiriler yaparak, modernite eleştirisini gelişreketinin gücü ile tanışan 80 sonrasının tirdiler. Çok eşliliğin kendileri için nasıl bir Türkiye’sinde, önce kadın hareketinin yad- sorun olduğunu, erkeklerin modernitenin işasındığını, sonrasında doğrudan/dolaylı bas- retleri olarak gördükleri teknolojik gelişmelekılanmaya çalışıldığını ve en sonunda da pek ri (çamaşır makinesi gibi) evde reddederken çok muhalif harekete uygulandığı gibi yükse- iş yerlerinde pekala bilgisayar kullanmalarılen kadın hareketini de kendi feminizm algı- nın iki yüzlülüğünü açığa vurdular. Böylece sına indirgeyen bir devlet politikası üretildi- Müslüman feminist kadınlar kendi yollarını ğini görüyoruz . çizdiler ve feministlerle zaman zaman kesiş‘’ Devlet de kadın hareketine el atmış, ha- tiler (CEDAW çalışmaları gibi). reketi mas etmeye ve kontrolü altına almaModernleşme anlatısı açısından problemya çalışmaktadır. Bir yandan devletin içinde- li kadınlar yalnızca Müslüman kadınlar değil ki muhafazakar kanat, feminizme sırtını dön- kürt kadınlar da kendi kimlikleri üzerinden müş bir şekilde ‘’Milli Aile’’ teorilerine giri- politikleştiklerinde bu anlatıyı temelden sarsşip tepki çekerken, liberal-laik kanat ise ka- tılar. Türkiye’ de modern vatandaşlık tanımıdın sorunları uyarınca yeni örgütlenmelere nın nasıl Türklük üzerine kurulduğunu görgitmeye başlar. 1990’da Kadından Sorumlu memizi sağladılar. Kürt feministler ikili bir Devlet Bakanlığı kurulur. Eylül 1990’da Ba- eleştiri geliştirmeye çalışarak kendilerini yakırköy ve Şişli Belediyeleri birer sığınak açar- kın hissettikleri kürt hareketinin milliyetçilar. Kadın bakanlığı feministleri bakanlık ça- ataerkil yapısını eleştirirken aynı zamanda tısında hareket etmeye çağırır.’’ feminizmin Türklüğü Kemalizm üzerinden Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, cumhuri- ona sirayet etmiş olan türk milliyetçiliğini de yet öncesi kadın hareketinin cumhuriyet ile eleştirdiler. Öte yandan yıllardır mitinglerde, birlikte sönümlendiğini ve ilerleyen yıllarda hapishane kapılarında, karakollarda, parti resmi söylemlerin ürettiği modernleşme mo- toplantılarında politikleşen çok geniş bir kadeline sıkıştığını, 70’lerde yükselen sosyalist dın kitlesinin oluşturduğu kürt kadın harekemücadelede yer alan kadınların da darbeyle ti gelişti. birlikte zorla siyasi çevreden uzaklaştırılması İslami hareket ve kürt hareketi 90 larda sonucunda modernleşme modelinin 80 darbe- politik gündemi belirleyen çok önemli iki eksiyle yeniden üretildiğini görüyoruz. 80 son- sendi. Şeriatçılık ve bölücülük olarak kodlarasının toplumuna baktığımızda ‘apolitizas- nan bu iki hareket içinde bulunduğumuz döyon’ sürecinin aslında resmi söyleme doğru nemde yine belirleyici önemde ancak şimdi bir ‘politizasyon’ olduğunu söyleyebiliriz. kodların değişmekte olduğu açıkça görülüyor. Modernleşme bir yandan sorgulanırken, Milliyetçilik türkiye’de modernleşme anlatıbir yandan başörtüsünün bir siyasi gündem sının olmazsa olmazı ve modernliğin bu biçioluşturması modernleşme pratiğinin ve te- miyle yani kemalizmle hesaplaşmadan femiorisinin yeniden üretilmesini sağladı. Femi54
‘80 SONRASI TÜRKİYE’DE KADIN HAREKETİ
nizmin yoluna devam etmesi zor görünmekte, bu yüzden türban tartışmalarında açık ve net bir söylem oluşturulamamıştır. Eşitlikçi feministler Kemalist ideolojinin savunusu anlamında farklılaşırken, radikal feministler Kemalist ideolojinin cinsiyetçi niteliğine eleştirel bakışlarıyla konumlanıyorlardı. Radikal feministlere göre eşitlikçi feminizm erkekle aynı haklara sahip olmak için kadınların da kamusal alana çıkmalarını talep ediyordu. Oysa onlar aynı hakların ötesinde hakların verildiği siyasal, kültürel, hukuki mirası sorgulamak ve değiştirmek istiyorlardı. Sosyalist feministler ise toplumun bütünsel dönüşümünü hedefleyen total perspektif ve kadın sorununu bu dönüşümün bir parçası olarak gören indirgemeci politik mirası sorgulayan bir hesaplaşmayla farkı bir konumlanma içindeydiler. 80’li yılların devletçi nitelikli geleneksel feminizm muhalif nitelikli radikal feminizm ve sosyalist feminizm çerçevesinde öteki feminizmler olarak kategorize edebileceğimiz, İslamcı feminizm ve Kürt feminizminin dışında, yerel feminizmler, proje feminizmi ve genç-feminizm eklenebilir. Yeni dönemin kadın politikaları: bu süreçte yeni ortaya çıkmakta olan kadın hareketlerinin temel sorunlarından biri kadınların eski rejimde sahip olup şimdi yitirmiş oldukları hakların ne olacağı ve yeniden nasıl kazanılacağı, yeni toplumu kurmak için atılan adımlara kadınların nasıl katılacağıdır. Kadınların enformel işlere ya da aile içinde ücretsiz işçiliğe dönüşen ekonomik faaliyetleri onları korumaya ne kadar yetecektir? Aile ideolojisine geri dönüş nasıl engellenebilir? Sınırların açılması ile kadın ticaretindeki artış ile nasıl mücadele edilebilir? Özerk, sivil örgütlenme ne anlama gelir ve nasıl yapılır? Tek parti rejimi yerine Batı tipi demokrasinin aynı tür bir resmi ideoloji olmasını nasıl engelleyebiliriz? Kapitalist piyasanın yıkıcı, yoksullaştırıcı etkileri kadınlar açısından nasıl en aza indirilebilir? Batılı kapitalizme teslim olmadan özerk ve sivil bir kadın gücü oluşturularak yeniden bir toplum inşa sürecine nasıl katılınabilir? Kamu politikalarının önemini yeniden anlamışken kadınlar yararına işleyecek kamu politikaları inşası nasıl mümkündür? Yeni dönemin yeni kadın örgütleri bu soruların yanıtlarını tartışarak örgütlenmeye çalışmaktadır. Kadın örgütlerinin kendi kaynaklarını oluşturmak için yürüttükleri kampanyalar
çok başarılı olmamakta; devlet finansmanı çökünce Batı’dan gelen finansman da sorunlu olmaktadır. Ulusal destekten çok uluslar arası desteklere dayanma, hele bunun Batılı kapitalist merkezlerin denetimindeki projeler aracılığıyla sağlanması kadın örgütlerini güçlendirmekle birlikte bir tür kırılganlık da yaratmakta; bu finansal ilişkinin kendi ayakları üzerinde ne kadar durabileceği şüpheli, özgürlük sorunu paranteze alınmış çok sayıda ‘feminist örgüt’ ürettiği gerçeği de bu bağlamda tartışılmaktadır. Kadına yönelik şiddet üzerine yapılan kampanya ve eylemlilikle kadın hareketinin gündemine toplumsal cinsiyet, namus cinayetleri olgusu ve yakın tarihe uzandığımızda yıllardır bölgede yaşanan savaşın tüm toplumu militarize etmesiyle artan namus cinayetleri ve intiharları ve antimilitarizm gibi konuları da doğalında olmasını getirmiş ve günümüze değin süren tartışmalara ve yeni örgütlenme modellerine götürmüştür. Kadınların görünür olmak ve devlete baskı oluşturarak kadınlara karşı uygulanan her türlü ayrımcılığa karşı hak alma mücadeleleri kadın kuruluşları açısından en önemli gelişmelerden biri 1998’den beri her yıl düzenli olarak toplanan Kadın Sığınakları Kurultayıdır. Burada kadına yönelik şiddetle mücadele hareketleri arasındaki organizasyon ve bilgi aktarımını ve kadın taleplerinin tartışılması ve geliştirilmesine yönelik fikir alış verişleri amaçlanmaktadır. Kadına yönelik şiddetle mücadele tartışmaları cinsiyetçi ideoloji ile militarizm arasındaki ilişkiyi yadsınamaz bir şekilde ortaya koymaktadır. Toplumsal cinsiyet olgusu tartışıldığında militarizmin erkek egemen dünyanın ‘’erkek’’ imgesini yücelttiğini ve kullandığını söylemek mümkün. 1993-1994 yıllarında, Mardin’in Derik ve Mazıdağ İlçelerinde gözaltına alındığı sırada askerlerin defalarca tecavüzüne maruz kaldığını açıklayan Şükran Esen’in 405 asker hakkında dava açması ve ardından Şükran Esen’in annesinin de askerlerce tecavüze uğradığını açıklaması ile gözler yeniden savaş döneminin en fazla mağduru olan kadınlara çevrildi. Burada kadın kurtuluş mücadelesi ve antimilitarizm arasındaki oluşmuş bağın önemine ilişkin birkaç şey söylemek mümkün. Kadın kurtuluş hareketi ile antimilitarizm arasında, tarihsel olarak oluşmuş olan bağın ötesinde politik bir ilişki var kuşkusuz. Ama 55
KURTULUŞ
bu ilişki kadınlarla antimilitarizm arasında değil, bir ideoloji olana Kadın Kurtuluş Mücadelesi ve anti militarizm arasında. Her şeyden önce, genel olarak bütün çalışanlar için olduğu gibi, kadınlar için de geçerli olan bir talep, toplumsal kaynakların silahlanma yerine sosyal hizmetlere ayrılması. Ancak, kadınların buradaki konumu özel. Emek gücünün yeniden üretimini ilgilendiren görevlerin kadınlara yüklenmesi ile kamu harcamalarının hangi alanlara aktarıldığı arasında dolaysız bir bağ var: Eğitim ve sağlık hizmetlerinin sosyalleşmesi, kreşlerin, yuvaların açılması, çocukların bakımı ve yetiştirilmesinde ve hasta akrabaların bakımında kadınlara düşen yükün bir ölçüde azalması demek ayrıca eğitim ve sağlık alanında yapılan kamu yatırımlarının sağladığı iş olanaklarının artması, yani yoğun olarak kadınların çalıştığı alanların genişlemesi, yine silahlanma harcamalarının kısılması ile sıkı sıkıya bağlantılı. Dolayısıyla silahlanma harcamalarına karşı çıkmak için kadınların çok somut gerekçeleri var. Bunlar, bugünün gerçeklerinden yarına uzanan talepler olarak Kadın Kurtuluş Mücadelesi ile antimilitarizm ile güncel ve somut bağlantıyı oluşturan nedenler.
SONUÇ YERİNE
80 sonrasından günümüze dek ulaşan Bağımsız Kadın Örgütlenmesi anlayışı bağlamında Kadın Kurtuluş Hareketi’nden söz etmek gerekirse; Kadın Kurtuluş Hareketi; her ulustan, sınıftan veya toplumsal kesimden kadının, salt kadın olmaktan kaynaklanan ortak ezilmişliği, tüm bu kadınları, kadın ezilmişliğine karşı, sadece kadınlardan oluşan, erkeklerden, erkek egemenliğinden, devletten ve sermayeden bağımsız mücadelesi alarak tanımlamktayız. Kadın sorunun çözümü için sosyalizm bir önkoşuldur. Bu tespit sorunun çözümünü altyapı ilişkilerinin değiştirilmesini sosyalizme havale etmek anlamına gelmemektedir. Kadınların dün başlayan kurtuluş mücadelesi , bugün ve yarın da geliştirip yaygınlaştırılarak erkek egemen ideoloji ve yarattığı kurumlara karşı kazanımlar elde edilerek sürdürülmek zorundadır. Bu zorunluluk sosyalist topluma ilişkin tahayyülümüzden kaynaklanmaktadır. Değişen altyapı zeminine basarak binlerce yıl boyunca toplumun bütün hücrelerine sirayet eden cinsiyetçi yaklaşımla mücadelemiz devam edecektir.
56
KAYNAMA NOKTASI: AFGANİSTAN M. ULAŞ BAYRAKTAROĞLU
D
irenişin şiddeti ABD Başkanı Obama’nın barış ve demokrasi makyajını sildi, altından emperyalist savaş makinesi çıktı. Afganistan’a otuz bin ABD askeri gönderme kararını başkomutan sıfatıyla Obama açıkladı. “11 Eylül’de saldırıya buradan uğradık, yeni saldırılar da buradan tezgahlanıyor” ifadesi ile Obama eski edebiyatla Bush’un yürüttüğü savaş konseptini sürdürdüğünü belirtmektedir. Başta İngiltere, Almanya, Fransa, Japonya olmak üzere emperyalist devletler bu yeni açıklanan Afganistan planına destek verdiler. Başta Türkiye olmak üzere bölgedeki diğer işbirlikçi devletlerden ABD önümüzdeki süreçte Afganistan işgalinin yürütülmesi için destek istiyor. Bu desteğin ne tür olacağı çeşitli pazarlıkların konusu. Bugünü kavramak açısından Afganistan’ın işgallerle dolu tarihinin arka planını incelemek yerinde olacaktır. 20. yüzyılda İngiltere ve SSCB tarafından işgal edilen Afganistan tarihte Moğollar, Persler, Yunanlılar, Hintliler ve Türkler gibi birçok bölgesel güç tarafından işgal edildi. Bu bir tesadüften ya da Afganistan’a yönelik özel bir ilgiden kaynaklanmıyordu. Afganistan stratejik bir bölge olan Kafkasları ve Uzak Asya ile enerji kaynaklarını kontrol edebilmek için hakim olunması gerekilen bir alandır.* Afgan tarihi, Afganistan’ı ardarda zapteden istilâcılar sayesinde inişli-çıkışlı bir geçmişe sahiptir. Bazıları gelip giderken, bazıları da yerel halkla bütünleşip kaynaşmıştır. Bu konuda Doktor Zayar şöyle bir belirleme yapmaktadır: “Batıdan ve kuzey batıdan dalgalar halinde gelen Ariler, eski kültürü ve uygarlıkları silip
süpürdü ve yeni bir kültürün temellerini attı. Bu topraklar en eski dinlerden olan Zoroastranizm, Maniçanizm ve Budizmin geliştiği topraklardı. … MS 654’te Arap orduları Afganistan’a doğru hızla ilerlediler ve İslam mesajını taşıyarak Amu Derya ırmağına ulaştılar. Bu yeni dinin süratle başarı kazanmasının nedenlerini anlamak zor değildir. İran’a ve Afganistan’a egemen olan Sasani İmparatorluğu, parlak başarılarına rağmen, ezilen halk üzerinde aşırı baskılar uyguluyordu … Her bir yeni istilâ veya göç, yüzyıllar boyunca şaşırtıcı karmaşıklıkta bir etnik mozaik yaratarak, arkasında ya yerli halkları melezleştiren ya da onları dağlara çekilmeye zorlayan yerleşimciler biçimindeki kendi etnik tortularını bıraktı.”** Afganistan’da kalıcı sürekli bir devlet geleneğinden söz etmek mümkün değildir. İşgaller ve işgallere karşı direnen gruplar ve uzun yıllara dayanan bir savaş kültürü hakimdir. Etnik yapı da bu atmosferde biçimlenmiştir. Dış etkilere ve kültürel alışverişe rağmen kapalı bir toplum yapısının biçimlenmesi bu durumla ilgilidir. En güçlü etnik grup olan Paştunlar ülkenin güneyinde otururlar. Ülkenin kuzeyinde ise, aynı etnik ilişkiyle Orta Asya’dakilere bağlanan üç temel etnik grup vardır. Badgiş eyaletindeki küçük Türkmen nüfus Türkmenistan’la, Mezar-ı Şerif merkezli orta kuzey bölgedeki daha büyük Özbek nüfus Özbekistan’la, kuzey Afganistan Tacikleri de Tacikistan’la ilişkidedirler. On sekizinci yüzyılın başlarında, Güney Afganistan’da, iki önemli yerel güç olarak Abdaliler ve Gazeliler ortaya çıktı. 200 yıl boyunca kabileler ve alt-kabileler kendi kan davalarıy-
* Vassilis K. Fouskas, Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya, Ali Çakıroğlu (çev.), İstanbul, Aykırı Yayınları, 2004, s. 3080
** Doktor Zayar, Afganistan: Tarihsel Bir Bakış, www. marksist .com, 2001
57
KURTULUŞ
la boğuşmuş ya da Afganistan’a 1905 Rus devriminin Afganistan üzerinde de gelip savaşan üç güçlü yabancı etkisi olmuştu. Afganistan’da bir reform hareimparatorluk –Moğollar, İranlı keti başladı. Bu dönem uluslaşma sürecinin Safeviler ve Orta Asya’nın Özbölge ülkelerinde hızlandığı bir dönemdir. bek hükümdarları– tarafından Özellikle 1917 Ekim devrimi antiemperyalist şu ya da bu ölçüde denetim altıbir söylemle Asya’nın bütününü oldukça etkina alınmıştı. İranlı fatih Nadir lemiştir. Bolşevik devrimi Asyalı halk yığınlaŞah’ın 1747’de öldürülmesinin rı arasında umutları canlandırdı. Kral ardından, bu üç imparatorluk Amanullah Bolşevik devriminden o kadar çok da yok olmuştu. Yeni kralı beetkilendi ki, Afganistan’ın bağımsızlığını ilân lirlemek üzere Kandahar’da bir etti. kabile reisleri meclisi toplandı. Meclis, Nadir Şah’ın ordusunda 1828’de Dost Muhammet’in iktidara gelmesi ile hizmet veren genç bir savaşçı kurulabildi. olan Ahmet Han’ı seçti. Dost Muhammet 1836’da Rusya ile anlaşma Ahmet Şah Dürrani ismini aldı. Ahmet Şah modern Afgan devletinin kurucusuydu ve fetih- yoluna gitti. İngiltere bir kez daha Afganistan’a lerine önde gelen güç olan Paştunlar da dâhildi. saldırmak için Şah Şuja’yı destekleme politikaOnun ölümünden sonra devlet kabile savaş- sını devreye koydu. İngiltere, Maharaja Ranjit larıyla parçalanmıştır. 1780’de Dürrani devle- Singh ve Şah Şuja arasında “Şuja’yı atadan kalti, Orta Asya hükümdarlarıyla, Amu Derya ır- ma tahta tekrar oturtmaya” yönelik bir anlaşmağının Orta Asya ile yeni Afganistan devleti ma imzalandı. 25 Nisan 1839’da İngiliz ordusu arasında sınır olarak tayin edildiği bir anlaşma Kandahar’ı ele geçirdi ve Şuja’yı kral olarak atayapmıştır. Sonraki yüzyılda Dürrani iktidarla- dı. Ancak Kâbil’de, Cakar-Celalabat yakınlarınrı İndus ırmağının doğusundaki topraklarını da şiddetli bir dirençle karşılaştılar.. Afgan kuvkaybettiler. Çeşitli Dürrani klanları arasında- vetleri Kandahar’ı kuşattı. Nisan 1842’de Şuja, ki kan davaları, merkezi otoritenin zayıflama- Bala Hisar kalesinde yakalandı. İngiliz kuvvetsına yol açtı. Kuzeni Davud Han’ın kral Zahir leri bu ilk İngiliz-Afgan savaşında yenilmiş olŞah’ı tahtan indirip Afganistan’da cumhuriyet dular. İngitere için önemli olan konu sınırlarıilân ettiği 1973’e kadar, Afganistan’da 200 yıl nı kuzeyde Hindu Kuş’a kadar genişletmedikçe boyunca değişik Dürrani klanları egemenlikle- Hindistan’ın hiçbir zaman güvende olamayacağıydı. Fakat Afganistan’daki direniş de onu gerini sürdürdü. 19. yüzyıla gelindiğinde başta İngiltere ol- reğinden fazla zorlamaktaydı. 1878’de Rusya’nın Kabil ile kurduğu siyasi mak üzere Avrupa sömürgeciliği gerek Hindistan gerekse Afganistan üzerindeki hegemonya- ilişkilere karşı İngiliz ordusu Afganistan’ı ikinci cı faaliyetlerini arttırdılar. Bölgede önemli bir kez istilâ etti. Bu duruma karşı Afganlar ikinci güç olan Rusya ise bu gelişmeler karşısında İngiliz istilâsını bu kez de bozguna uğrattılar. hareketsiz kalmadı. Fransa Napolyon iktidarı Halk yine isyan etti ve Kâbil’de genel bir ayakile Avrupa’nın etkin güçlerinden biriydi. Fran- lanma oldu. İngilitere ordusunun heyetinin sa hegemonyacılık bahsinde İngiltere ile reka- kurmayları öldürüldü. Kâbil’in yeni hükümdabet halinde idi. Çar I. Aleksandr ile 1807’de Til- rı olan Abdul Rahman Han, askeri yardım teksit anlaşmasını imzaladılar ve Hindistan’a or- lifiyle doğrudan Rusya’dan geldi. İkinci İngiliztak bir akın yapmayı planladılar. İngiltere’nin Afgan savaşı olan 1878-80 savaşı Afganistan’ı çıkarlarına ters düşen bu plan İngiltere’yi, Af- İngiltere’nin kontrolü altına sokmadı, Fakat gan hükümdarlarla dostane bir anlaşma yap- Kâbil’de gerek Rusya’yı gerekse İngiltere’yi gömaya sevk etti. Lord Elphinstone, ona verilen zeten dengeli bir iktidar kurulmuş oldu. Bu durumun etkisi altında Abdul Rahman özel bir görevle, güncel savunma yolları ve araçlarını tartışmak için Peşaver’de Şah Şuja ile gö- Han’ın benimsediği politika , Afganistan’ın iki rüştü ve 7 Haziran 1809’da bir anlaşma imza- büyük komşusunun düşmanlığından kaçınmak landı. Fakat kısa bir süre içersinde Şah Şuja ve bunların ülkenin içişlerine karışmalarına eniktidarı kaybetti. Afganistan’a hassas dengeler gel olmaya çalışmak oldu. İngiltere Afganistan’ı üzerine kurulu iktidar dışardan etkili herhan- işgal etme politikasını sürdürdü. Birkaç yıl içingi bir güç müdahale ettiğinde kolaylıkla yıkıla- de büyük bir İngiliz kuvveti Afganistan’ın doğu bilecek durumdaydı. Gerçek bir merkezi iktidar ve güney sınırlarına gelip dayandı ve 12 Kasım 58
KAYNAMA NOKTASI: AFGANİSTAN
1893’te İngiliz hükümetinin Hindistan’daki dışişleri sekreterlerinden biri olan Henry Durand buraya ulaştı. Emir Abdul Rahman Han Afganistan’ın yeni sınırını kabul emek zorunda kaldı. “Durand Hattı” olarak adlandırılan bir hat, yeni sınır çizgisi olarak belirlendi ve Afganistan’ı nüfusunun üçte birinden mahrum bıraktı. Durand Hattı Afgan halkını yapay bir şekilde böldü ve doğal olmayan bir sınır yarattı. Sonraki kırk yıl boyunca, 1919’daki üçüncü Afgan savaşına kadar, Afganistan İngilizlerin hamiliği altında kaldı. 1905 Rus devriminin Afganistan üzerinde de etkisi olmuştu. Afganistan’da bir reform hareketi başladı. Bu dönem uluslaşma sürecinin bölge ülkelerinde hızlandığı bir dönemdir. Özellikle 1917 Ekim devrimi antiemperyalist bir söylemle Asya’nın bütününü oldukça etkilemiştir. Bolşevik devrimi Asyalı halk yığınları arasında umutları canlandırdı. Kral Amanullah Bolşevik devriminden o kadar çok etkilendi ki, Afganistan’ın bağımsızlığını ilân etti. Sovyetler Birliği Amanullah hükümetini tanıdı. Bolşevikler, yaptıkları işler sayesinde, özellikle Doğu’nun işçi, emekçi ve ezilen kitlelerinin dostu olduklarını gösterdiler. Ancak Afganistan’ın bağımsızlığı İngiliz emperyalizmi tarafından kabul edilmedi. 28 Şubat 1921’de Afganistan ve Sovyet Rusya arasında bir dostluk anlaşması imzalandı. Çok kısa bir süre sonra Amanullah Asya’da popüler oldu. Bu dönem SSCB’nin bölgede etkinliğinin arttığı bir süreçtir. Bölgede kuvvetli bir şekilde esen devrimci rüzgarlar ve antiemperyalist bir içerikle “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının” dünya çapında benimsenmesiyle Afgan bağımsızlık mücadelesi ciddi bir ideolojik arka plan ve dünya çapında destek edindi. Dünyadaki “geri” halkları kurtarma misyonu ile üzerinde batmayan güneşi bile sömürmeye kalkan İngiltere artık kendi durumunun kurtarıcısı haline gelmeye başladı. Dünya imparatoru olarak İngiltere için sonun başlangıcı süreci başlamıştı. İkinci paylaşım savaşının sonunda ise imparatorluk birçok imtiyazını yitirecekti. Moskova’da Afgan-Türk dostluk anlaşmasının imzalanmasından sonra, Afgan elçisi Batı’ya hareket etti. 28 Nisanda Paris’te bir Afgan-Fransız ticaret anlaşması ve 3 Haziranda İtalya’yla diplomatik ilişkilerin kurulmasına ilişkin bir anlaşma imzaladı. 22 Haziranda Tahran’da İran’la bir dostluk anlaşması imzalandı. 22 Kasımda, Afganistan ve İngiltere arasında, dış politika da dahil olmak üzere
Afganistan’ın tam bağımsızlığının tanındığı bir anlaşma imzalandı. Yardım ödenekleri kaldırıldı, ancak 1893 sınırı (Durand Hattı) yeniden onaylandı. Amanullah, Afganistan’da ilerici reformlar gerçekleştirdi. Afganistan’ın laik bir devlet olduğunu ilân etti. Devlet işlerinde din adamlarının rolü azaltıldı ve mollaların ve kabile şeflerinin topraklarına sınırlama getirildi. Daha önce vergi vermekten muaf olan bazı kabilelere vergi konuldu. Bir bankacılık sistemi getirildi. Kölelik yasaklandı, hem kadın özgürlükleri konusunda hem de eğitim alanında reformlar başlatıldı. Amanullah 1928’de altı aylık bir Avrupa turuna çıktı. Ziyaretleri sırasında ticaret anlaşmaları yaptığı gibi, Batı’dan yeni ekonomik paketler de aldı. Bu reformlar, tüm geleneksel kabile toplumunu sarstı. En çok etkilenenler mollalardı. Vakıf topraklarına el konuldu, mollaların hakimiyetleri azaltıldı ve bağımsız mahkemeler kuruldu. Kadınların eğitiminin yaygınlaşması da bunların toplumsal pozisyonlarını tehdit ediyordu.* Bu gelişmelerden rahatsız olan yerel statükocu güçler mevcut merkezi iktidarı kabul etmemekteydiler. Ülke genel olarak karışıklık içindeydi. Bu durumdan avantaj elde eden kişi, başkentin kuzeyindeki vadilerden birinden olan, yaptığı soygunlarla ün salan Baça Saqa takma adlı bir Tacik idi. Kâbil’i ele geçirdi ve kendisini Afganistan kralı olarak ilân etti. Amanullah kaçtı ve Roma’ya yerleşti. Tahtı elinden alınan bir başka kral olarak Zahir Şah da kırk yıl sonra bu örneği izleyecekti. 1929 başlarında Nadir Han Paris’ten Hindistan’a gitti ve Kâbil’i yeniden alma girişiminde bulunmak için İngiltere’den yardım istedi. Ekim ortalarında Nadir Han yeterince büyük bir kabile ordusu toplayarak Baça Saqa’yı yendi ve Kâbil’i işgal edip kral oldu. İlk adımı, Amanullah karşıtı ajitasyonu ateşleyerek çok önemli bir reform karşıtı rol oynamış olan dini liderlerin desteğini almak oldu. Önemli camilerin imamlarına hükümetten maaş bağlattı. Nadir Han 1933’te öldürüldüğünde oğlu Prens Zahir Şah 8 Kasım 1933’te kral oldu. Ancak Zahir Şah hükümdarlık ettiği 25 yıl boyunca amcalarının gölgesindeki bir kukladan başka bir şey değildi. 1973’te kuzeni Davud tarafından devrilen Zahir Şah, Roma’ya sürgün gitti. Sovyetlere sempati duyan bazı subaylar tarafından 1978 yılında Sovyetik bir rejim kuruldu. * Bkz. Rauf Beg, Ağla Sevgili Afganistan, İstanbul, Turan Kültür Vakfı, 2001.
59
KURTULUŞ
Afganistan’ı 20. yüzyıla taşıma Gelecekte Afganistan’ın, Ortadoğu, Kafkaslar ve çabası içinde, toprak reformu Uzak Doğu’nun orta kapısı olarak uluslararası ve kadınlara ve eğitime ilişkin ve yerel güçlerin çatışma alanı olmaya devam ilerici önlemler de dahil olmak edeceği gözükmektedir. Enerji kaynaklarına üzere bir dizi reform gerçekleşgeçiş bölgesi olması bu durumu daha da kuvtirdi. Bu gelişmeler yalnızca Afvetlendirmektedir. Aynı zamanda kültürel gan toprak sahiplerinin, tefecifarklılıklar ve aşiretçi yapının Afganları bir iç lerin ve mollaların çıkarlarına mücadeleye de sürüklemesi, ülkeyi dış güçlere yönelik değil, gerici Suudi Arakarşı savunmasız bırakacaktır. bistan monarşisi ve diğer komşu devletlere, özellikle Pakistan ve İran’a yönelik de ciddi bir tehliyılında mevcut rejim yerine köktendinci hareke oluşturuyordu. Elbette ABD de bu durumun tehlikeli olduğu düşünüyordu. kete kaynak akıtan ABD’ydi. Başka bir deyişle, ABD’nin SSCB’yi çevreleme ve kıstırma politi- ABD Afganistan’daki Taliban rejiminin doğrukası yara almaktaydı. SSCB’ye karşı o dönem dan sorumlusudur. Son 21 yılda savaşlar nedeniyle, “Yeşil kuşak” planı adı altında her türlü gericiliği Ortadoğu’da destekleyen ABD bugün bir tür Afganistan’daki erkekler, kadınlar ve çocuklar kitlesel olarak katledilmiş, kıtlık ve kuraklı“medeniyetler çatışması” yürütüyor. Doktor Zayar, bu duruma ABD’nin tepkisini ğın pençesine terk edilmiştir. Amerika’nın uyguladığı yaptırımlar, yoksulluğu daha da artnedenleriyle şöyle açıklamaktadır: “Bu nedenle ve Moskova’ya (gerçekte 1978 tırmıştır. Taliban Kâbil’i tümüyle ele geçirdidevriminde hiçbir rol oynamamıştır) yakınlığın- ğinde, düşmanlarına karşı ileri düzeyde bir tedan dolayı, ABD emperyalizmi, çarpık bir biçim- rör uygulamıştır. Eski cumhurbaşkanı Necibulde de olsa devrim yanlısı olan Kâbil’deki yeni lah Kâbil’de bir sokak lambası direğinde idam rejime amansızca karşı çıkmıştı. ABD emperya- edilmiş, Bamiyan’da ve Mezar-ı Şerif’te etnik lizminin, Afganistan devrimine karşı, gericili- ve dinsel azınlıklara karşı sert baskılar uyguğin en barbar koalisyonunu kasten silahlandır- lamıştır. Buda heykellerinin parçalanması, masının, finanse etmesinin ve teşvik etmesinin Kandahar’da kadınların halkın önünde infaz edilmesi ve kamçılanması, Taliban rejiminin bu nedeni budur.”* ABD Kâbil rejimini devirmek için mücahit- vahşetinin gerçek niteliğini göstermektedir. Solere askeri yardım sağladı. Bununla birlikte, run, bu kanlı iç savaşın, bütün bu ölümlerin, açMoskova birliklerini geri çektikten sonra bile, lığın, etnik temizliğin ve katıksız barbarlığın soNecibullah’ın güçleri, gericiliğin saldırılarını rumlusunun kim olduğudur. Bugün ABD’nin kendi yarattığı güç şimdi ona bozguna uğrattı. Fakat yardımın geri çekilmesi, rejimi çok zor bir duruma soktu. Necibullah’ın karşı dönmüş durumdadır.** Amerika, Taliban’ı gizli servisler tarafından planlanan bir darbeyle 11 Eylül saldırılarında ölen Amerikalı insanlasaf dışı bırakılması, Kâbil’in İslamcı köktendin- rın sorumlusu olarak görmektedir ve Taliban cilerce ele geçirilmesinin yolunu hazırladı. Yeni rejimine karşı savaşmaktadır. Bu savaşın kazarejim, önceki hükümetin pek çok ilerici reformu- nılabilmesi için, Kâbil ve diğer büyük şehirlerin nu tasfiye etti. Fakat yeni hükümet, baştan iti- ele geçirilmesine yol açan bir kara harekâtı gerekmektedir. Ancak Amerikan askeri kontrolü baren oldukça istikrarsızdı. Gülbeddin Hikmetyar’ın önderliğindeki Hiz- dışındaki sarp kırsal bölgenin hakimiyet altına bi İslami ile Ahmet Şah Mesud önderliğindeki alınması zor gözükmektedir. Afganistan’da bir Cemaat-ı İslami kuvvetleri arasında derhal sa- savaş kazanmak Amerikan kuvvetleri için son vaş patlak verdi. Hiçbiri diğeri üzerinde belirle- derece güçtür. Salt Kâbil’i kontrol etmek, hiçbir yici bir zafer kazanmayı başaramayınca 1994’te işgalciye, Afganistan’ın geri kalan kısmı üzemeydan daha aşırı bir yeni köktendinci gerici- rinde bir hakimiyet sağlamamıştır. Afgan hallik dalgasına açıldı. Taliban, CIA’in de aktif des- kı, son 21 yılın bir sonucu olarak, gerilla savaşı teğiyle, Pakistan askeri ve istihbarat aygıtının taktikleri konusunda iyi eğitilmiştir. Ayrıca halürünüydü. Genç kızların hâlâ okula gidebildiği kın önemlice bir kısmı Taliban rejimini benimve kadınların çalışabildiği Afganistan’da, 1979 ** Noam Chomsky. Dünya Nereye Gidiyor, Taylan Doğan, Nuri Ersoy, Mehmet Kara ve Ali Kerem (çev.), İstanbul, Aram Yayıncılık, 2002, ss. 218-232.
* Bkz. Doktor Zayar , Afganistan: Tarihsel Bir Bakış, wwww.marksist.com , 2001.
60
KAYNAMA NOKTASI: AFGANİSTAN
semese de ABD işgaline karşı gerici de olsa direnen Taliban’ı destekleyeceklerdir. Savaş, Kuzey İttifakı’yla Taliban kuvvetleri arasında devam etmektedir. Amerikalılar, bir yandan Kuzey İttifakı partilerinin ve eski kral Zahir Şah’ın dahil olduğu bir ittifak oluşturmaya çalışırken diğer yandan Taliban’ı bölmeye de uğraşmaktadır. Özetle, gelecekte Afganistan’ın, Ortadoğu, Kafkaslar ve Uzak Doğu’nun orta kapısı olarak uluslararası ve yerel güçlerin çatışma alanı olmaya devam edeceği gözükmektedir. Enerji kaynaklarına geçiş bölgesi olması bu durumu daha da kuvvetlendirmektedir. Aynı zamanda kültürel farklılıklar ve aşiretçi yapının Afganları bir iç mücadeleye de sürüklemesi, ülkeyi dış güçlere karşı savunmasız bırakacaktır. Genel olarak Afganistan örneğinde de görüldüğü gibi bölgedeki ülkelerin birçoğunun öznel bir geleceği olmadığı görülmektedir. 11 Eylül saldırılarının hemen arkasından ABD Afganistan’a girdi. ABD ile Taliban ve çevresindeki güçler arasında savaş başladı. 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirdiği iddia edilen El-Kaide örgütünün Afganistan’da barınması ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesinin nedeni olarak öne sürüldü. Bu örgütü “terörle mücadele” kapsamında etkisiz hale getirmek ABD’nin baş hedefi olarak ilan edildi. Gilbert Achcar Afganistan işgalinin temel sebeplerini şöyle açıklamaktadır: “ABD’nin Afganistan’ı işgalinin temel sebepleri nelerdir? ABD için Afganistan ve Pakistan; Orta Asya enerji kaynakları için önemli ve Rusya, Çin ve İran’ı devre dışı bırakan bir geçiş hattıdırlar. Dolayısıyla Afganistan’da ABD hakimiyeti bu hattın kontrolünü sağlayacaktır. Bölgede ABD çıkarlarının karşısında doğal olarak ittifak kuran İran ve Rusya arasındaki geçiş bölgesi olan Afganistan’ın kontrolü ve Uzak Doğu ve Orta Asya’ya geçiş kapısının kontrolü olarak sıralanabilinir.”* ABD’nin dünya petrolünün azaldığı ve ona duyulan ihtiyacın arttığı düşüncesinde olduğundan dolayı enerji güvenliğinin sağlanması endişesi hat safhaya çıkmıştır. Orta Asya enerji boru hatları için Pakistan ve Afganistan kilit ülkelerdir. Ve Pakistan’ın nükleer silahları ile beraber değerlendirildiğinde bu ülkelerin bölgedeki hegemonya mücadelesi açısından önemi daha iyi anlaşılmaktadır. ABD’nin yeni bir dünya düzeni için kurguladığı strateji gereği Pakistan ve Afganistan için bir 11 Eylül sonrası planı yapmış olduğu ortadadır. Bu plan Ortadoğu’da ol-
duğu gibi Afganistan’da da kültürel çatışmalar doğurmuştur. Bu amaç değildi sadece sonuç olarak ortaya çıkmıştır ve ABD bu durumun kendisine zarar verdiğini gördüğünde taktik bir değişime gitmekten kaçınmamıştır. Pakistan’ın ‘teröre karşı savaş’ olarak kendisine sunulan çerçevedeki rolüne aşırı bir dikkat göstermeye ihtiyacı vardı. ABD’nin uzun bir süre için sadece Afganistan’ı işgal etmeye devam edemeyeceği ortadadır. Afgan direnişçileri Pakistan içindeki yandaşlarından da destek almaktadırlar. Ayrıca Afgan isyanının, Rusya ve Çin tarafından desteklenmesi ABD’yi endişelendirmektedir. ABD’nin Afganistan’ın stratejik konumundan dolayı orayı terk etmesi mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla ABD, transit boru hatlarının güvenliğini garantileyebilmek için, Afganistan’ı etnik olarak farklı yapılarda bölerek, iç çatışmayı arttırmaktır. Ayrıca fakirlik, silahlı bir çatışmaya dönüşebilecek etnik farklılıkları keskinleştirmektedir. Afganistan’ın parçalanması yöntemi ABD açısından bu yüzden mantıklıdır. Küresel güç projesinin mecburiyetleri stratejik bölgelerde daha küçük devletlerin varlığını gerektirmektedir çünkü bunlar askeri olarak görece daha rahat kontrol edilebilirler.** ABD’nin “Şer Ekseni” nitelendirmesinin ilk ayağı, daha doğru bir tabirle, sıçrama tahtası Afganistan’dı. 11 Eylül saldırısından sonra ABD, ilk müdahalesini Afganistan’a yaptı ve Kuzey İttifakı güçleri ile birlikte Taliban rejimini devirdi. Gerekçe olarak Taliban’ın el-Kaide örgütüne ve onun lideri Usame bin Ladin’e arka çıkması ve onu barındırmasını gösterdi. Afganistan’ın işgalinde yer alan ilk iki kuvvet ABD ve İngiltere idi. Daha sonra bu harekata NATO da katıldı. Afganistan yaklaşık 15.000 Amerikan ve bir o kadar da NATO askerine bırakılarak dünya gündeminin dışında tutulmaya çalışıldı. Diğer taraftan, tarih boyunca yabancı işgallere karşı hep direnen Afganlılara karşı bu hacimde bir güç aslında NATO açısından büyük bir risk almak manasına da geliyordu. Afganistan’ın güneyinden ve güney doğusundaki riskli bölgelerden çekilen ABD askerleri yerine İngiliz, Kanada ve Avustralya askerleri konuşlandırıldı. Son yıllarda Taliban’a katılan direnişçi sayısı hem de yeni uçaksavar ve tanksavar silahlar elde etti. 2007 baharıyla birlikte Taliban bir taraftan güney ve güneydoğu Afganistan’daki hakimiyet alanını genişletmeye çalışırken, diğer taraftan bu bölgeyi ve Afgan halkını ülkedeki yabancı
* Gilbert Achcar, 27 Şubat 2005.
** Bkz: Zeenia Satti, Dünya Bülteni Nisan, 2008.
61
KURTULUŞ
varlığı ve onun işbaşına getirdiği Afgan hükümetine karşı kışkırtarak bunu “cihad” olarak empoze etmeye çalıştı. Taliban bu çabalarında yalnız kalmadı. Bir taraftan Pakistan’dan hatırı sayılır sayıda medrese talebesi Taliban saflarına katıldı, diğer taraftan da Sovyetler Birliği işgaline karşı direnişin sembollerinden Gülbeddin Hikmetyar ve grubu Taliban’la stratejik işbirliği yaptı. Taliban’ı Afgan halkının direnişinin önemlice bir kısmının öncüsü yapan temel faktör yerel kültürel yapıya uyumluluğudur. Küreselleşme adı altında dünyanın büyük bir kısmının iletişim araçlarından faydalanarak bir tür birleşik aydınlanma yaşarken Afgan halkının kapalı bir toplumsal hayat sürdüğünü ve giderek daha yoksullaştığını belirtmek yerinde olacaktır. Dünya çapında bir analizle bu konuyla ilgili Samir Amin şöyle bir belirleme yapmaktadır: “Bir bütün olarak Afrika, Arap ve İslam dünyası ülkeleri, geride kalmış (modası geçmiş) bir uluslararası işbölümüne mahkum edilmiş durumdalar. Bunlar ya temel mallar üreticisi olarak kaldılar, ya henüz sanayi çağına giremediler, ya da sahip oldukları sanayi ürünleri kırılgan ve rekabet edemez durumda. Bu bölgelerdeki sosyal çarpıklıklar, esas itibariyle geniş kitlelerin yoksullaşması ve dışlanması biçiminde tezahür ediyor. Ufukta hiçbir bölgesel bütünleşme emaresi görünmüyor. Büyüme neredeyse yok. Bu ülkeler arasında “zenginler” (az nüfuslu petrol ihracatçıları) olduğu gibi, yoksul ve çok yoksul olanlar da var. Aralarında dünya sistemini aktif bir unsur olarak biçimlendirebilecek tek bir ülke bile yok. Bütünüyle marjinalleşmiş durumdalar. Şüphesiz, aktif ve marjinalleşmiş çevre ayrımındaki yegane kriter, sanayi ürünlerinin rekabetçi olup olmamasıyla ilgili değildir. Siyasi bir kriter de söz konusudur. Aktif çevre ülkelerin siyasal iktidarlarının ve bir bütün olarak toplumlarının (ki bu iç çelişkilerin varlığını dışlamaz) bir projesi ve onu hayata geçirecek bir stratejisi var. Çin ve Kore bu konuda ilk akla gelenler olmakla birlikte, daha az önemde olsa da bazı Güney Doğu Asya ülkeleri, Hindistan ve kimi Latin Amerika ülkeleri de bu guruba dahildir. Bu ulusal projeler egemen emperyalizmin projeleriyle çelişiyor ve yarının dünyasını biçimlendirecek olan da bu çatışmadır. Buna
karşılık, marjinalleşmiş çevre ne bir projeye sahip (siyasi İslamın iddia ettiği retorik düzeyde bile), ne de kendilerine özgü bir stratejileri var. Onların yerine emperyalist merkezler “düşünüyor”, söz konusu bölgelere ait projeler de bütünüyle onların eseri, konusu bölgelere ait projeler de bütünüyle onların eseri (AET- AKP, ABD ve İsrail’in “Orta Doğu” projesi, Avrupa’nın belirsiz Akdeniz projeleri...). Dolayısıyla, yerel veya bölgesel hiçbir karşı proje mevcut değil. Bu ülkeler küreselleşmenin pasif nesneleri. Sözünü ettiğimiz ülke gurupları arasında büyüyen farklılaşma, artık “Üçüncü Dünya” kavramını da ortadan kaldırdı ve Banadung ortak cephe stratejilerinin (1955-1975) de sonunu getirdi.”* Diğer yandan Ortadoğu’nun her tarafında olduğu gibi işgal altındaki Afganistan’da direnen yerel güçlerin yanısıra ABD ve NATO destekli Hamit Karzai Hükümeti, Taliban’ı ve kendilerine yönelik silahlı muhalefeti bölme ve bastırma planları yapmaktaydı. Karzai, bizzat Taliban liderlerinden bazıları ile görüştüğünü ve onları siyasi sürece davet ettiklerini açıklamıştır. Bu tür uzlaşma çabaları Kabil’deki Taliban muhalifleri tarafından hoş karşılanmamaktaydı. Afgan Hükümeti Taliban’ı bölerek siyasi sürece dahil etme ve kendisine karşı silahlı muhalefeti zayıflatma taktiği gütse de, Taliban da Kabil hükümetinin omurgasını oluşturan ama son yıllarda bir şekilde Karzai ile ilişkileri soğuyan Kuzey Güçleri ile görüşmeler sürdürmekte olduklarını ilan etmiştir. Bütün bu sebeplerden dolayı ABD askeri gücünü Afganistan’da arttırmayı planlamaktadır. Bunu yapabilmek için savaştığı cepheleri daraltmak durumundadır. Bu yüzden Obama siyaseti ile ABD farklı bir taktik açılım içine girmiştir. Örneğin, ABD destekli Gürcistan’ın Osetya operasyonuna Rusya’nın verdiği tepki ABD açısından öğretici olmuştur. Obama’nın politikaları eski dönemim stratejik anlamda değil gereklilik doğrultusunda taktik değişikliklerini içermektedir. Obama’nın söylemi “demokratikleşme, özgürlükler” vb. ile temelde Bush’un söylemiyle aynıdır. Taktik anlamda temel farkı zora gireceği alanlarda, örneğin, bölgede İran gibi bazı güçlerle savaşmaktan kaçınmasıdır. * Samir Amin, Liberal Virüs, Ankara, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2004. ss. 213-214.
62
MÜMİNLER İLE EZİLENLER ARASINDA YEŞİM ERGÜN
“İnsanlar müminler ve ateistler olarak değil, tersine ezenler ve ezilenler olarak, bu adaletsiz toplumu ayakta tutmak isteyenler ve adalet için mücadele edenler olarak ikiye ayrılmaktadır.” -Frei Betto
2.
Dünya Savaşı sonrasında değişen dengeler, derinleşen yoksulluk ve kilisenin elit katmanlar içerisinde zemin kazanamayışı gibi sebepler vesilesi ile kilise özellikle “Yoksulların Kilisesi” formülü, XXIII. Jean’ın girişimiyle düzenlenen Vatikan II. Konsili’nin (1962-1965) ana hattını oluşturması ile birlikte yoksulluk ve kilise bağlamında marksizmin yeniden yorumlanışı ile gündemimize kurtuluş teolojisi girmiştir. Kurtuluş teolojisini ele alırken, Afrika ve Asya örneklerinin yanı sıra Latin Amerika’da ortaya çıkışı ve yarı-kıtadaki devrimci kalkışmaya zemin hazırlayışı, halk katmanları nezdinde oluşturduğu meşru hat dikkate alınmalı, kurtuluş teolojisinin oluşmasına zemin hazırlayan Hıristiyanlıktaki yoksulluk kavramları ve Latin Amerika’da hissedilen aşırı yoksulluk, sömürü politikalarının da etkisine dikkat edilmelidir. Bu hareket, son 40 yılın özellikle Brezilya’da Latin ve orta Amerika’daki en önemli toplumsal kabarışların başkahramanı olarak, kurtuluşçu Hıristiyanlık yirminci yüzyılın ikinci yarısı boyunca Latin Amerika tarihine kesin olarak imzasını atmıştır. Marksist öğreti kurtuluş teolojisinin gelişmesinde ve harekete öncülülük eden birçok teologa yol açıcı olmuştur. Ancak bunu kurtuluş teolojisi ile marksizm arasında doğrudan bağlantı şeklinde değerlendirmek yanıltıcı olacaktır. Löwy bu konuya ‘Latin Amerikalı teologlar (Althusser’den etkilenenler), marksizmi (bir) sosyal bilim olarak görmektedir ve bu görüş ile bağlantılı olarak Latin Amerika gerçekliğine ilişkin olarak görece daha kapsamlı bilgiye ulaşmak anlamında araçsal bir tarzda kullanılması gerektiğini düşünmüşlerdir’ demektedir. Dolayısıyla bu bakış açı-
sı marksizmin sosyal bilim oluşu ile tüm sosyal olguları kapsayan genişliğini içerir. Fakat bence binlerce Hıristiyanın marksizmden etkilenmesinin altında daha çok marksizmin tek başına bir bilim olarak kavranamayacağı yatmaktadır. O dünyayı sadece anlamayı değil, ayrıca dönüştürmeyi hedefleyen pratik bir tercihe yaslanması ve en önemlisi yoksulluğun, ezilmenin nedenleriyle birlikte nasıl çözülebileceğine dair bütünlüklü bir yol haritası sunmasında marksizmin etkileyiciliği yatmaktadır diye düşünüyorum. Kurtuluş teologlarının marksizme dönük ilgisi ise birçok yazara göre onun tarafından büyülenmesi insanların inanabileceği bilimsel amaçlar için kimi kavramlar ödünç almaktan daha kapsamlı ve derin bir mesele şeklinde yorumlanmaktadır. Kurtuluş teologlarının marksizm ile bağlantısı üzerine çok daha düşünülmesi ve araştırılması gereken bir konu olarak önümüzde durmaktadır. Buradan kısaca marksizm ve din bağlantısına bakacak olursak: MARKSİZM VE KURTULUŞ TEOLOJİSİ ARASINDAKİ BAĞLANTI
Özellikle Latin Amerika’da devrimci Hıristiyanlığın doğuşu ve kurtuluş teolojisinin ortaya çıkışı, marksizm ve din üzerine daha derinlemesine düşünmeye sevk etmiştir herkesi. Marx’ın ünlü ‘din halkın afyonudur’ sözünün de ötesinde hata bu sözün gerisini ve sonrasını okuma zorunluluğu ile bizleri baş başa bırakmıştır. Marx gençlik döneminde yazmış olduğu “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı. Giriş”te, ‘din halkın afyonudur’ saptamasına gelmeden önce dinin toplumsal işlevine değinmiştir. “Din bu dünyanın genel teorisi, onun ansik63
KURTULUŞ
lopedik özeti, halkın düzenine Kurtuluş teologları kendilerini sosyalist Hıristiyan indirgenmemiş mantığı, onun olarak değerlendirmiş ve marksist tahlillerden manevi coşkunluğu, ahlaki baçok fazla yararlanmışlardır. Fakat buradan şu kımdan onaylanması, törensel anlaşılmamalıdır, kurtuluş teologlarının önce bütünleyicisi, avuncu ve aklanmarksist olup daha sonra bir örgütlenme alanı masının evrensel temelidir… olarak Hıristiyanlığı seçmeleri gibi bir durum Dinsel açlık, bir yandan gerçek yoktur. Tam anlamıyla Hıristiyanlıktan besleaçlığın dışavurumu, bir yandan nerek, dini referanslarla ezilenden yana tutum da gerçek açlığa karşı protestoalmayı seçmişlerdir. Süreç içerisinde marksist dur. Yaratığı bunaltan içli bir ideoloji ile kısmi yakınlaşmaları ya da iç içe ezgi olan din, tinin dışlandığı girişleri söz konusu olmuştur. toplumsal koşulların tini, kalbi olmayan bir dünyanın ruhudur. O halkların afyonudur” sözleri çok kaynaklık eden görüşler olmuştur diyebiliile dini tarihsel ve toplumsal bir olgu olarak ele almakta ve bir yandan var olan riz. Her ikisinin de Yahudi-Hıristiyan geleneğin dünyanın haklı gösterilmesi öte yandan da ona ütopyacı potansiyeli üzerine ortaya koydukları karşı bir protesto olarak dinsel olguların çelişki- bilgilerin kurtuluş teolojisinin kavranması açısından oldukça önemli olduğu kurtuluş teologlali karakterini kavratmaktadır. Engels ise ilkin, yoksulların, dışlanmışların rının yazılarından da anlaşılmaktadır. Sonuç olarak; kurtuluş teologları kendileribir dini olarak Hıristiyanlıkla ilgilenmiş, daha sonrasında ise ilk Hıristiyanlık ile modern sos- ni sosyalist Hıristiyan olarak değerlendirmiş ve yalizm arasında paralellikler çizmiştir. Kısaca marksist tahlillerden çok fazla yararlanmışlarEngels’in Anti-Dühring’deki erken Hıristiyanlı- dır. Fakat buradan şu anlaşılmamalıdır, kurtuğa dair incelemelerinin ardından , “İlkel Hıristi- luş teologlarının önce marksist olup daha sonra yanlığın Tarihine Katkı”da erken Hıristiyanlık bir örgütlenme alanı olarak Hıristiyanlığı seçmeile sosyalizm arasında çizmiş olduğu farklıklı- leri gibi bir durum yoktur. Tam anlamıyla Hırisları, Hıristiyanlık ile sosyalizm arasındaki far- tiyanlıktan beslenerek, dini referanslarla ezilenkı, ‘erken Hıristiyanlık kurtuluşu öteki dünya- den yana tutum almayı seçmişlerdir. Süreç içeriya havale ederken sosyalizm onu bu dünyada sinde marksist ideoloji ile kısmi yakınlaşmaları kurmayı hedeflemektir’ diyerek özetlemektedir. ya da iç içe girişleri söz konusu olmuştur. Fakat Özellikle Engels’in “Almanya’da Köylü Savaşı” tamamı için bu saptamayı yapamayız. Brezilyalı kardinal Dom Helder Câmara, “İnincelemesinde 16. yy devrimci köylülerin ve dinsiz plebyenlerin önderi Thomas Münzer’e dair sanlara fakirlere yardım etmelerini rica ettiğimsaptamalarında dinsel olguları sınıf mücadele- de bana “aziz” diyorlar. Ama onlara ‘neden bu si ışığında analizi sayesinde, dinin protesto po- kadar sefalet var?’ diye sorduğumda bana bir kotansiyelini gözler önüne sermiş ve din ile tarih münistmişim gibi yaklaşıyorlar.” şeklinde bir taarasındaki ilişkiye yaklaşımda hem yeni aydın- nımlama ile içinde bulunduğu hareketi özetler. Brezilyadaki rahip Frei Betto’nun 1969’da lanma felsefesi hem de Alman yeni Hegelciliğinin yaklaşımından farklı yeni bir yol açmıştır. polis sorgusunda iken söylediği sözlerin bu duSonrasında, Rosa Luxemburg, yazılarında dinin rumu iyice açıkladığını düşünüyorum: kendisiyle uğraşmak yerine kendi geleneğini isAsker: Bir Hıristiyan bir komünistle nasıl betismar eden kilise kurumu ile uğraşmayı seçraber çalışabilir? miştir. Dini çoğu kez “mistik sis” olarak eleştiBetto: Bana göre insanlar müminler ve ateistren Lenin ise 1905’te yayınladığı bir makalede ler olarak değil, tersine ezenler ve ezilenler ola“ezilen sınıfların bir yeryüzü cenneti uğruna bu rak, bu adaletsiz toplumu ayakta tutmak istegerçekten devrimci mücadelesinin birliği, bizim yenler ve adalet için mücadele edenler olarak için proletaryanın gökyüzü cenneti üzerine fikir ikiye ayrılmaktadır. birliğinden daha önemlidir” (Lenin, “Sosyalizm ve Din” s. 70) diyerek ateizmin parti programınÜçüncü Dünya Hıristiyanları, halkların özdan çıkarılmasını istemiştir. Gramsci, katolik lemleri ile “Tanrı kelamı”nı buluşturma görevini kilisenin halk kitleleri üzerinde etkisini anlama- üstlenmişlerdir. Latin Amerika, Afrika ve Asya ya çalışmıştır. Bloch ve Goldman’ın ise din ko- kiliselerinde yoksulların kilisesi formülünün nusundaki saptamaları, kurtuluş teolojisine en alacağı biçim, Hıristiyanlığın marksist ideoloji 64
MÜMİNLER İLE EZİLENLER ARASINDA
ile bağlantılı hali Kurtuluş Teolojileri’dir. Bu hareketi anlayabilmek için özellikle bu kalkışmaya zemin hazırlayan Hıristiyanlık içerisindeki yoksulluk vurgularına bakmak gereklidir.
örnekleri çoğaltmak mümkündür. İncil’de buna benzer pek çok ifade vardır. Hıristiyanlık, ilk zamanlarında yoksulların ve ezilenlerin dini iken, zamanla köle sahiplerinin, aristokrasinin dini olma yolunda ilerledi. Katolik kilise XIV. yüzyıla kadar geçen zamanda yoksulluk görüngüsü ile iç içeydi diyebiliriz. Hıristiyanlık yukarıda kısaca bahsettiğim gibi bir köle dini olarak doğmuştur. Roma imparatorluğu resmi din oluncaya kadar, aslında özellikle de, papa Jean XXII’nin İsa ve yoksulluk bağlantısı olmadığı vurgusuna kadar kısmen böyle devam etmiştir. Bir köle dini olarak doğan Hıristiyanlığın yoksulluk ve ezilenler bağlamından uzaklaşması Katolik kilisenin, kiliseye karşı ayaklanmaları oldukça kanlı bir biçimde bastırması sonucunda sağlanmıştır. Özellikle XIII. yy’dan itibaren yaygınlık kazanan rafizi isyanlarının bastırılması, fransisken tarikatlarını yasaklama yoluna gitmeleri, fransisken keşişlerinin işkencelere maruz kalması, yakılması ve öldürülmeler olayları ile kilisenin yoksuların yanında olduğu genel kabulünden uzaklaşılmaya başlanmıştır. Yoksulluğun Hıristiyanlıkla bağlantısı Katolik kilisenin gündeminden 1891 yılında Papa XIII. Leon “Rerum Novarum” (Yeni Şeyler Hakkında) adlı, kapitalizme karşı Hıristiyan merhametini ön plana çıkartarak, kapitalizmin toplumun geniş kesimlerini yoksul bıraktığını ifade eden genelge yayınlanana kadar çıkmıştır. Bu tamim ile papa XIII Leon kapitalizme karşı Hıristiyan merhametini ön plana çıkartılmasını gererliliğine vurgu yapmıştır. Leon XIII, yayınladığı siyasal ve toplumsal içerikli tamimleri ile bu tamimleri referans alan hareketlilikleri tetiklemiştir. Bu etkilenim muhafazakârlıktan giderek uzaklaşan “Katolik partiler”in kurulup gelişmesine yol açmış ve bu partiler, sekülerleşme sürecindeki devletlerin siyasal yaşamında etkin rol üstlenmişlerdir. Kilise, “yeni tip bir toplum”un ortaya çıktığını nihayet kabul etmiştir. Bu toplumun sorunlarıyla baş edebilmek üzere de, sonradan Hıristiyan demokrat partiler ve yan örgütlerinin programlarında hayat bulacak “sosyal doktrini” biçimlendirmeye çalışmışlardır. Leon’un ölümünün ardından bu süreci Pius X durdurma yolunu seçmiştir, yüzlerce ilahiyatçıyı mahkum ettirerek, sosyal tamimleri durdurmuştur. Fakat Katolik kilisenin kentli sınıflar içerisinde zemin kazanamayışı, özellikle kentli yoksul kesimlere hizmet sağlayan rahipleri yeni yönelişlere sevk eder. Özellikle 2. Dünya Sa-
KURTULUŞ TEOLOJİSİNİN HIRİSTİYANLIK İÇİNDEKİ KÖKLERİ
Yaklaşık 2000 yıl önce, ilk Hıristiyanlar toplumun en yoksul ve en ezilmiş kesimleri içerisinde örgütlendiler. Romalıların Hıristiyanlığı “kölelerin ve kadınların hareketi” olarak suçlamaları da bir rastlantı değildir. Bu konuda Engels “İlkel Hıristiyanlık tarihinin, modern işçi hareketleriyle ilginç ortak noktaları var. İşçi hareketleri gibi Hıristiyanlık da, başlangıçta, ezilenlerin hareketiydi: ilkin kölelerin ve azatlıların, yoksulların ve haklardan yoksun insanların, Roma tarafından boyunduruk altına alınmış ya da darmadağın edilmiş halkların dini gibi göründü. İşçi sosyalizmi kadar Hıristiyanlık da, ikisi de kölelikten ve yoksulluktan geleceğe bir kurtuluş öğütlerler; Hıristiyanlık bu kurtuluşu öte dünyaya, ölümden sonraki bir yaşama, cennete bırakır; sosyalizm kurtuluşu bu dünyaya, toplumun bir dönüşümü içine yerleştirir.” der. Tam da burada esas Hıristiyanlık içerisinde kurtuluş teolojisinin oturduğu temel dinamik açığa çıkar, kurtuluş teolojisi yoksulların, ezilmişlerin kavgasını ve umudunu bu dünyaya taşır. Buradan Hıristiyanlık içerisinde kurtuluş teolojisinin köklerine değinmeye devam edersek: Yakub’un mektubunda şunları okuruz: “Gelin şimdi, ey zenginler, gelecek olan sefaletlerinize feryat ederek ağlayın. Mallarınız çürümüş ve esvabınızı güveler yemiştir. Altınınız ve gümüşünüz pas tutmuştur; ve onların pası aleyhinize şahitlik edecek ve etinizi ateş gibi yiyecektir. Son günlerde servet edindiniz. Tarlalarınızı biçen işçilerin hileyle alıkoyduğunuz ücretleri, işte bağırıyor ve orakçıların feryadı ordular Rabbinin kulaklarına ermiştir. Dünyada zevkle yaşadınız ve eğlendiniz; kıtal gününde yüreklerinizi beslediniz. Din buyruklarına uyanı mahkûm ettiniz, öldürdünüz; o size karşı koymaz. O yüzden, ey kardeşler, Rabbin gelişine kadar sabredin.” (Yakub’un Mektubu, 5:1) Bu sınıf mücadelesinin ikircimsiz sesidir. Aziz Gregory: “Dünya, üzerine doğmuş herkesin ortak malıdır ve bu yüzden dünyanın tüm ürünleri hiçbir ayrım olmaksızın herkese aittir.” Buna Aziz Chrysostom şunu ekler: “Zengin adam hırsızdır.” (Alan Woods , Marksizm ve Din). İlk Hıristiyanlığın içerisindeki komünizm vurgusunu anlatmak için 65
KURTULUŞ
vaşı sonrasında tutsak olarak Kurtuluş teolojisi bir akım olarak ortaya çıkmaAlmanya’ya götürülmüş genç dan önce, yaptıkları ile kendisinden sonra bu Fransız rahiplerin serbest kalharekete öncülük eden rahip Camilo Tores’in dıktan sonra ülkelerine dönerek fikirlerinin oluşmasında işçi rahiplerin etkisi başlattıkları “işçi rahipler” habüyüktür. Camilo 1956’da Paris’e giderek işçi reketi (Fransa Misyonu, Paris rahiplerle birlikte paçavralar içerisinde, çöpten Misyonu vb.), kurtuluş teolojiekmek toplayarak “misyon” için çalışır. Böylece sinin biçimlenişinde özel bir rol hızlıca erken Hıristiyanlık ile bağdaştırmaya oynayacaktır çalıştığı bir sosyalizme yakınlaşır. Kurtuluş teolojisi bir akım olarak ortaya çıkmadan önce, yaptıkları ile kendisinden sonra bu harekete öncülük eden rahip ye daha fazla yer kazandırmak amacıyla anlamCamilo Tores’in fikirlerinin oluşmasında işçi ra- lı ilk girişim 1958-1963 arasında papalık yapan hiplerin etkisi büyüktür. Camilo 1956’da Paris’e XXIII. Jean döneminde başlamıştır. XXIII. Jean giderek işçi rahiplerle birlikte paçavralar içeri- 1959’da yaptığı açıklamayla Kilisenin yaşadığısinde, çöpten ekmek toplayarak “misyon” için ça- mız dünyayı olduğu gibi kabul ederek, yaşamlışır. Böylece hızlıca erken Hıristiyanlık ile bağ- la uyumlu hale gelmesi için büyük bir uyanışa daştırmaya çalıştığı bir sosyalizme yakınlaşır. ihtiyaç olduğunu açıklamıştır. 1960 yılında ilk Fakat işçi rahip hareketi batı Avrupa’da Ka- defa zenci bir kardinal atayarak Katolik kilisetolik Kilisenin katılaşmış hiyerarşisi içerisinde sinin evrenselliğine ve insanlığı birleştiren misfazla tutunamamıştır ve özellikle papa XII Pius yonuna vurgu yapmıştır. 1961’de Anglikanların (Nazilerin Yahudi soykırımına karşı sesiz kal- baş papazı ile görüşmüş ve 1962’de II. Vatikan ması ile tanınır.) işçi rahip hareketine sert tep- konsülüne Katolik kilisesi dışından gözlemciler kilerde bulunmuştur, bu hareketi kilise hiyerar- kabul etmiştir. “Yoksulların Kilisesi” formülü, şisine karşı bir tehdit olarak algılamıştır. Bu ha- Jean XXIII’ün girişimiyle düzenlenen Vatikan reketin yanı sıra ve teoloji ile güncelleştirme yo- II. Konsili’nin (1962-1965) ana temasını oluştulundaki tüm arayışlara bir son verir. rur. 1963’te ise Polonya ve Macaristan kiliseleAvrupalı işçi sınıfının, Aydınlanma’nın radi- riyle ilişkiler geliştirilmiş ve Katolik kilisesi tüm kal din karşıtlığı, ama daha yakın olarak, Mark- kıtalarda ve tüm ırklarda temsili olan evrensel sist öğretilerin etkisiyle dinden ve kiliseden (ekümenik) bir boyut kazandırtmıştır. 3 Haziran uzaklaştıkları, emekçi kesimlerle Katolik Kili- 1963’te ölen XXIII. Jean’ın yerine Milano kardise arasındaki uçurumun derinleşmekte olduğu, nali IV. Paul papa olarak seçilmiş kendinden Katolik Kilise açısından çözümünü bekleyen bir önce başlayan Katolik kilisesinde reformları dedurum olmuştur vam ettirerek, daha da derinleştirerek Katolik Kilise çevrelerinde ancak 1944’te kabul gö- kilisesi ile değişen yaşam koşullarını uyumlulaşren, Hıristiyan hümanizmi esinli Hıristiyan de- tırma çalışmalarına devam etmiştir. mokrat partilerin emek kesiminde örgütlenme Hıristiyanlığın doğuşu itibari ile köle dini oluçabaları, Katolik sendikalar, gençlik örgütleri, şu uzun süreler boyunca yoksulluk ile doğrudan kooperatifler vb. bu partilerin “burjuva” niteliği bağlantılı oluşu, sonrasında roma imparatorlunedeniyle başarısız kalmakta, hatta zaman za- ğu ile bir sömürü aracına dönüşmesi ve 2. Dünya man komünist partilere doğru fireler vermekte- savaşı sonrasında gelişen dünya dengeleri, topdirler! (Fransa’da 2. Dünya Savaşı sırasında Ki- lumsal ayaklanmalar ve kilisenin halk ile bağlise Gençliği; Brezilya’da resmen maoist eğilimli lantısının kopması fakat elit kesimler içerisinde Komünist Parti’ye Halk Eylemi, Şili’de MAPU, de büyüyemeyişi de dikkate alındığında Katolik vb.) kilise ve sosyalizm ilişkilerinin en görünür olanı Bu süre içerisinde kilise radikal ve muha- Katolik mezhebine ilişkin en kalabalık nüfusun fazakar uçlar arasında salınmaktadır. Bu salı- yaşadığı Latin Amerika’da yaşanmıştır. nımın radikal ucunda yer alan papalardan en KURTULUŞ TEOLOJİSİ NEDİR? önemlilerinden biri kiliseyi yoksullara yaklaştırma girişimleri ile bilinen papa XXIII. Jean’dır. Yukarıda kısaca değinmeğe çalıştığım kur2. Dünya Savaşı, sosyalist devrimler ve savaştan sonra gelişen tüketim toplumunun değiştir- tuluş teolojisinin Hıristiyanlık içerisinde ki bağdiği yaşam biçimi, sosyal ilişkiler içinde kilise- lantılarından da anlaşılacağı gibi, Hıristiyanlık 66
MÜMİNLER İLE EZİLENLER ARASINDA
içerisindeki yoksulluk vurgusundan beslenen, isa’nın köle olması ile doğrudan bağlantılı olan ve bir köle dini olarak doğan Hıristiyanlık dininin, tanrı inancının ezilenlerin ortak kurtuluşu perspektifi ile bezendiği, Marksist öğreti ile şekillenen ve giderek militanlaşan bir hareket kurtuluş teolojisin ne olduğuna biraz daha ayrıntılı bakalım. Leonardo Boff’un deyimi ile kurtuluş teolojisi: önceden gerçekleşmiş bir pratiğin yankısı ve manevi kabulüdür. Michael Löwy ise kurtuluş teolojisini geleneksel çerçevesinin de çok ötesinde, kurulu düzenin kilise ve toplumsal temsilcileri açısından kendi iktidarlarına pratik bir meydan okuma olarak nitelendirmektedir. Kurtuluş teolojisi birçok kesim tarafından, tartışma konularına vesile olmuş ve toplumun özellikle de ezilen katmanları nezdinde hızla yaygınlık kazanmasını engellemek için birçok yasaklama, engelleme girişimlerinde bululmuştur. Kolombiyalı piskopos başta olmak üzere Alfonso Lopez Trujillo’nun yer aldığı Latin Amerika kilisesinin hiyerarşik aparatı CELAM tarafında olduğu gibi şiddetle lanetlenmiş, 1968 ve 1978 arasında, Latin Amerika’da 850’den fazla rahip, rahibe ve piskopos tutuklanmış, işkenceden geçirilmiş, cinayete kurban gitmiş ve öldürülmüştür. Ama tüm bu yasaklamalara ve öldürmelere rağmen kurtuluş teolojisi Latin Amerika’daki devrimci sürecin oluşmasında ve güç kazanmasında önemli bir yer teşkil etmiştir ve ezilenlerin umudu, tanrının yoksulların dilinde yorumlanışı, bir umut çığlığı olarak kurtuluş teolojisi hem dini hem de devrimci bir hareket olarak birçok ülkeye yayılmıştır. Kurtuluş teolojisinin Hıristiyan (papaz ve gönüllü) çevrelerde 60’lardaki radikalleşme sürecinde, Brezilya ve Şili başta olmak üzere orta ve Latin Amerika’da ve çeşitli biçimlerde başka ülkelerde söz konusu hareketler ortaya çıkmıştır. En bilinen örnek ise militan bir halk hareketi örgütleyen rahip Comilo Torres’tir. Comilo Torres daha kurtuluş teolojisi diye bir hareket olarak ortaya çıkmadan bir çok dindara önderlik eden bir duruş sergilemiştir.1965’te Ulusal Halk Kurtuluş Ordusuna (ELN) katılmış ve 1966 yılında gerillada çatışmada hayatını kaybetmiştir. Zamanın devlet başkanı Guillermo Leon Valencia, onun ardından “ben son derece dindar bir insanım, ateşli imanlı bir Hıristiyanım . Bu nedenle Camillo’nun ELN’ye katıldığını öğrenip durumun ne olduğu sorulduğunda duraksamadan şu yanıtı verdim: “rahipler bir kişi eksildi, haydutlar bir kişi arttı” söylemlerinde bulunsa da Camillo’nun ölümü tüm Latin Amerika’yı etki-
leyecek bir hareket olan kurtuluş teolojisinin tohumlarını atmıştır. Camillo‘nun ölümün ardından Camillo’nun düştüğü yerde bir haç doğdu, ama tahtadan değil, ışıktandı. Tüfeğe sarıldığında, öldürdüler onu. Camillo Torres yaşamak için öldü. Anlatırlar ki kurşunlar yağarken, bir ses yükseldi gökten, gürüldüyordu tanrı: Devrim! Devrim! Onu kurşunlarla gerdiler çarmıha. Haydut dediler, İsa’ya dedikleri gibi. Ve indirdiklerinde tüfeklerini, görecekler ayaklanan yüzbinleri Yüzbin Camillo kavgaya hazır, Camillo Torres yaşamak için öldü.
şeklinde türküler söylenmiştir. Camillo’ya söylenen türküden de anlaşılacağı gibi, rahibin ölümü Hıristiyanlar üzerinde derin etkiler yaratmış ve kendilerini onun mirasçısı sayan pek çok akım ortaya çıkmıştır. Dahası gittikçe artan sayıda Hıristiyan halk mücadelesine katılmış, radikalleşen rahipler oldukları yerde örgütlenmeye ve aktif bir biçimde mücadeleye katılmışlardır. 1966’da Arjantin’de üçüncü dünyacı papazlar (sacertodes para el tercer mundo), 1968’de Peru’da toplumsal bütünleşme için ulusal örgüt (ONIS) ve yine 1968’de Kolombiya’da Golcondo, bunlar kendi aralarında Evengelium’u (İncil’i) kendi deneyimleri ışığında yeniden yorumladılar. II. Vatikan Ruhban meclisinden sonra başlayan yenilenmeyle bağlantılı büyük kopuş, sonunda tüm kiliseyi sarsmaya başladı ve 1968’de piskoposlar CELAM konferansı için Medellen’de buluştuklarında, ilk kez sadece var olan yapıların adaletsizliği mahkum edip halkın temel haklarının ihlalini ve “kurumsal şiddeti” eleştirmekte kalmayıp, belli koşullar altında devrimci başkaldırının meşruluğunu kabul eden ve halkın “her türlü kölelikten” kurtuluş özlemleriyle dayanışmalarını ifade eden yeni kararlar aldı. Camillo’nun ölümünü takiben 20 yıl boyunca tüm kıtayı derinden sarsan kurtuluş teolojisi, 1968’de Medellin’de toplanan Latin Amerika piskoposluk Konferansı’nın kilisenin adaletsizlik sorununu birincil gündem maddesi kılma kararıyla biçimlenirken, bir bütün olarak tüm kıta devrimci bir dalga ile salınmaktadır. Bu hareket kilisenin önemli kesimlerini (papazlar, tarikat cemaatleri, başpapazlar), gönüllü hareketlerini (Katolik eylem Hıristiyan üniversite gençliği, Hıristiyan işçi gençlik), papazların 67
KURTULUŞ
çeşitli alanlarını (işçi papazlar, Kurtuluş teologlarına göre, Tanrı yoksullar aracıköylü papazlar, şehirli papazlar) lığıyla konuşur ve İncil ancak yoksullar açısınve kilisenin taban cemaatlerini dan bakıldığında anlaşılabilir. Özellikle (CEB) kapsamaktaydı. HarekeCamilo Corres’in, 26 Ağustos 1965 tarihli ünlü tin başlıca önderleri arasında, Hıristiyanlara mesajında: Devrimden sonra papazlığı bırakıp gerillaya katıHıristiyanlar olarak komşunu sevmeye yönelik lan Kolombiyalı Camilo Corres, bir sistem kurmakta olduğumuzun bilincine 1980’de devlet güçlerince öldüvaracağız. rülen El Salvador başpiskoposu Oscar Romero ve Che’nin, “aynı yolda yürüyoruz” diye söz ettiği gerçek hareketin inandırıcılığını ve zenginliğini Brezilya başpiskoposu Helder Camara, Gustavo anlamayı engelleyen sınırlı bir bakış olacaktır. Gutierrez (Peru), Rubem Alves, Hugo Assmann, Kurtuluş teolojisi üzerine derin incelemeleri buCarlos Mesters, Leonardo ve Clodovis Boff (Brelunan Micheal Löwy, kurtuluş teolojisi, toplum zilya), Jon Sobrino,Ignacio Ellacuria (El Salvahareketinin manevi bir ürünüdür tanımlamasıdor), Segundo Galilea, Ronaldo Minoz (Şili), Pabnı yapmaktadır. (Marksizm ve Din, s. 42) lo Richard( Şili-Costa Rica), Jose Miguel Bonino, Kurtuluş teolojisinin savunucuları arasında Juan Carlos Scannone (Arjantin), Enrico Dussel söylem farklılıkları bulunmakla birlikte genel (Arjantin- Meksiko) ve Juan-Juis Segundo sayıanlamı ile “haksız ve kötü sistem olarak, kurumlabilir. sal günahın bir biçimi olan bağımlı kapitalizme Kurtuluş teolojisinin temelinin, ilk kez karşı suçlama, yoksulluğun nedenini, kapitali1955’de, Rio de Janeiro’da toplanan 1. Latin min çelişkilerini ve sınıf mücadelesinin biçimleAmerika Piskoposlar Konferansı’nda atıldığı rini anlamak için Marksist yöntemlere başvuröne sürülür. 1968’de Kolombiya’da düzenlenen ma, dinin asıl düşmanı olarak (ateizme değil) 2. Konferansa katılan din adamları da, yoksullaputperestliğe karşı, yani yeni firavunlar, Sezarrın haklarını dile getiren ve sanayileşmiş ülkelelar ve herotlar tarafından tapılan refah iktidar, rin Üçüncü Dünya ülkelerinin sırtından zenginulusal güvenlik, devlet, askeri güçler, “batı Hıleştiğini savunan bir belge yayımladılar. Hareristiyan uygarlığı” gibi putlara karşı mücadele, ketin kıtaya yayılmasını sağlayan, ‘Teologia la sonunda İsa, tanrının krallığında gerçekleşecek liberacion’ (Kurtuluş Teolojisi) adlı belgeyi ise kurtuluşun insanın tarihsel kurtuluşu ile öne çıPerulu ilahiyatçı Gustavo Gutirrez 1971’de kakartılması gibi perspektifleri teologların ortak leme aldı. hattı olarak çizebiliriz. Kurtuluş teologlarına göre, Tanrı yoksullar aracılığıyla konuşur ve İncil ancak yoksullar LATİN AMERİKA’DA KURTULUŞ TEOLOJİSİ VE açısından bakıldığında anlaşılabilir. Özellikle KÖKENLERİ Camilo Corres’in, 26 Ağustos 1965 tarihli ünlü Hıristiyanlara mesajında: “dünyevi, iktisadi ve Katolik çoğunluğun çok büyük bir kısmı Latoplumsal alanda komşunu sev hükmünü ger- tin Amerika’da yaşamaktadır. Neredeyse kıtaçekleştirebilmek için dua etmeyi bıraktım, kom- nın tamamına yakın bir kısmı Katolik’tir. Halşumun bana bir karşıtlığı kalmadığında devrim kın çok büyük bir çoğunluğu daha doğumundan olduğunda dualarıma döneceğim. Bunu İsa’nın itibaren kendini Roma-Katolik din kültürünün buyruğu olduğuna inanıyorum. (…) Devrimden içinde bulur. Fakat aynı zamanda Katolik zincisonra Hıristiyanlar olarak komşunu sevmeye yö- rin en zayıf halkası olduğunu da söyleyebiliriz. nelik bir sistem kurmakta olduğumuzun bilinci- Çünkü gittikçe daha da kötü bir biçimde artan ne varacağız. Mücadele uzun, hemen başlamak ekonomik bağımlılık ve halkın yoksulluğu, Küba gerek”. (S. Özbudun, Latin Amerika’da İsyanın Devrimi ile beraber 60’lardan itibaren toplumTarihi, s. 280) sözleriyle tüm bir kıtaya hızlıca sal mücadeleler ve devrimci girişimlere yol açyayılan hareketin kaynağını oluşturmaktadır. mıştır. Kurtuluş teolojisini ele alırken toplumsal Latin Amerika’dan koşullarını daha iyi anlaoluşum koşullarını dikkate almadan,”halkın ru- yabilmek amaçlı birkaç örnek vermek gerekirhunda derin kökleri olan bu inanç ve dinsel kim- se: Eduardo Galeano 1971’de Latin Amerika’nın liğe” sadece “din halkın afyonudur” perspektifin- Kesik Damarları’nda “Latin Amerika’ya az geden bakmak, ekonomik ve toplumsal çıkarların lişmişliğin tarihi dendiği gibi, evrensel kapitabasit bir örtüsü ve kisvesi şeklinde ele almak, lizmin gelişiminin tarihine bağlıdır. Bizim ye68
MÜMİNLER İLE EZİLENLER ARASINDA
nilgimiz, daima yabancı zaferlerin zımni koşulu olagelmiştir. Zenginliğimiz de daima yoksulluğumuzu doğuragelmiştir” demektedir. Yoksulluğun boyutlarını anlatabilmek için şöyle der “dakikada bir çocuk hastalık ya da açlıktan ölüyor, (…) bu gün kıtada yaşayan iki yüz seksen milyon insandan elli milyonu işsiz, yaklaşık yüz milyonu okuma yazmasız. Latin Amerika’lıların yarısı kümesten beter barakalarda yaşıyor” demektedir. Bolivya’nın başkenti La Paz’daki bir duvar yazısı derdimizi daha kolay anlatmamızı sağlayacaktır, “Yoksullukla savaşmayı isteyen herkes bir dilenci öldürsün, bu iş tamamdır.” Latin Amerika’daki bu sosyal koşullar, kilisenin bir kesiminin sonunda yoksulların davası ve kurtuluş mücadelesini kendi dava ve mücadelesi yapmaya karar vermelerinin ön koşullarını oluşturmuştur. Bu akımın 60 sonlarında Latin Amerika kilisesinde nasıl geliştiğini anlamak için kilisenin yapısına bakmak gerekecektir. Giriş bölümünde belirttiğim gibi 2. Dünya Savaşı sonrasında değişen dengeler, sosyal koşullar, var olan devrimci Marksist rüzgara paralel kilisenin de içinde bir takım değişikliklerin yaşanması sonucunda karşımıza kurtuluş teolojisi çıkıyor. Thomas C. Brunea’ya göre, özellikle kilise etkisini korumak istediği için kendini yenilemeye başlamıştır. “bir kurum olarak kilise, kendi açısından normatif yönelimlerin değişmesiyle kendini belli eden etkisini korumak için, yapmış olduğu gibi, öyle çok oportünist nedenlerle kendini değiştirmedi.” ( Thomas C. Brunea “Brezilya’da Kilise ve Politika: Değişimin Doğuşu” Journal of Latin American Studies içinde,Cambridge University Press, Nr.17. Nov.1985, s. 286-290.) Luis Alberto Gomes, kilisenin değişimine ilişkin “kilise değişti çünkü halk kurumu üstlenerek onu değiştirdi ve kiliseyi kendi çıkarları çerçevesinde davranmaya zorladı” demektedir. M. Löwy ise tüm bu çıkarsamaların da ötesinde “50’lerin sonlarında kilise içinde ve dışındaki değişliklerin oluşturduğu bağlamı veya çakışma noktasını hareket noktası alan yaklaşım, toplumsal bir hareket olarak kurtuluşçu Hıristiyanlığın doğuşunu ve onun Latin Amerika’daki teolojik ifadesini en iyi biçimde kavratabilmektedir.” demektedir. Latin Amerika’da kurtuluş teolojisinin kökleri birkaç etmene bağlayabiliriz. Öncelikle 2. Dünya savaşı sonrasında her yeri sarsan modernleştirici dalga, kıtayı da etkisi altına almıştır. Savaşın beraberinde kentlere kitlesel göçler
yaşanmış ve kentlerde devasa varoşlar oluşmuştur. 50’lerden itibaren çokuluslu sermayenin denetiminde kıtanın sanayileşmesi, bu ekonomik ve sosyal belirlenimlerle beraber kilise sömürgecilik döneminden beri toplumsal konuları tartışacakları ve çözüm yöntemleri geliştirecekleri en temel mekanlardan biri olduğu için bu değişme etkisiz kalamamış ve ayrıca kentlere göç eden yerli grupların sorunları ile yüz yüze kalmıştır. Kutsal kitaplar yerli dillere çevrilmiştir. Kilise bu koşulların etkisi ile Latin Amerika’da bir dizi değişikliğe gitmek, siyasal ve toplumsal olaylara eğilmek ve kendi rolünü tekrardan gözden geçirmek durumda kalmaları gibi etmenler sayabiliriz. Ayrıca 1959 Küba devrimiyle Latin Amerika’da toplumsal mücadelelerin yoğunlaşması ve gerilla hareketlerinin ortaya çıkması, bir askeri darbeler dizisi ve sistemin meşruiyet krizine dönüşmesiyle kendisini ortaya koyan yeni bir tarihsel dönem açıldı. Açmak gerekirse; ikinci dünya savaşından beri Almanya (butmann, moltmann. metz, rahner) ve Fransa’da (calvez, congar, lubac, chenu) yeni teolojik akımlar, sosyal Hıristiyanlığın yeni biçimleri (İşçi Papazlığı, Peder Lebret’in ekonomisi) modern felsefe ve toplum bilimlerinin sorunlarına daha açık hale geldiler . XXIII. Johannes’in papalık dönemi (1958-63) ve ikinci Vatikan Konsili (1962-65) bu yeni yönelimi meşrulaştırıp sistemleştirdi ve Vatikan II Konsili, “Konsil Işığında Latin Amerika’nın Mevcut Dönüşümü içinde Kilise” temasıyla 1968’de Kolombiya’nın Medellin kentinde Latin Amerika piskoposları ikinci konferansı ve bu konferansta alınan kararların önünü açacaktır. Ancak Medellin’deki gerçek kopuş, Latin Amerika piskoposlarının ezilenlerin “bütünsel kurtuluşu” projesine destek vermeleriyle gerçekleşecekti: siyasal ve iktisadi tahakküm yapılarının, militarizmin, giderek kapitalizmin mahkûm edilişi, kitlelerin bilinçlenmesi ve Latin Amerika toplumlarının radikal dönüşümü çağrısı. Bu eğilimin temsilcileri sayıca azınlıkta olsalar da, CELAM yönetimindeki ağırlıkları önemli bir kurumsal destek oluşturuyor ve görüşlerini elitler dışına yaymalarının yolunu açıyordu. Çünkü 1970’li yıllardan itibaren tabandaki kilise cemaatlerinde bir mayalanma yaşanmakta; kurumsal kült mahallerinin dışında, hatta kimi zaman rahibin aracılığı olmaksızın uygulanan yeni iman pratikleri (ör. Brezilya), 1970’li yıllarda Latin Amerika’da hızlı bir yayılma sergileyen Protestan, özellikle de Pentekostist cemaatlere koşut olarak yaygınlaşmaktaydı.. 69
KURTULUŞ
Araya kilisenin yapısına Gerek Vatikan’ın kurtuluş teolojisini engellemek dair bir parantez açmak gereüzere önüne koyduğu yaptırımlar, gerekse de kirse; Latin Amerika’da da kilimiliter ve paramiliter güçlerin kurtuluş teologseyi homojen bir bütün ya da bu larını katlederek yok etme girişimleri örnekleanlattıklarım ışığında devrimcirini çoğaltmak mümkündür. Ama şu bir gerler ve karşıt devrimcilerden oluçektir ki, Latin Amerika’da ezilenlerin ve şan bir yapı şeklinde kurgulasömürülenlerin kurtuluş mücadelelerinde kaymak çok yanıltıcı olacaktır. Kidedilen en önemli gelişmelerin çoğu kurtuluş lise içerisinde aslen 4 ana akım teolojisinin katkısı sayesinde mümkün olmuşbulunmaktadır. Bu akımlatur. rı Löwy şöyle ifade etmektedir: aşırı gerici, faşizan düşünceleri savunan bir grup, kurtuluş teomanımız açısından öğretisi ile Brezilyalı franlojisine karşı düşmanca tutum alan bir grup, Va- sisken Leonardo Boff’u saymak gerekir. Bu teotikanla, egemen sınıflarla organik bağı olan bir loglar Kurtuluş teolojisinin entelektüel savunugrup, reform yanlısı ve modernleşme yönelimli su ve meşrulaşmasını getirmişlerdir. Özellikle, bir grup ve en son olarak da kurtuluş teolojisine Gustavo Gutiérrez ve Leonardo Boff’un yapıtilgi duyan azınlık bir grup. Bu 4 ana grup kilise- larında, Avrupa kaynaklı geleneksel skolastiği nin genel heterojenliğini bize göstermektedir. eleştirmekte; fetihten bu yana kilisenin Latin Kurtuluş teolojisinin oluşmasına yol açan La- Amerika’daki muhafazakar rolüne karşı tutum tin Amerika kültürünün radikalleşme sürecinde, almakta; İsa’nın kelamını ezilenlerin kurtuluşu gönüllü papazlar ve yardımcıları, gönüllü uzman- doğrultusunda yeniden yorumlamakta ve Hırislar, yabancı papazlar, tarikat cemaatleri etkileri tiyanların misyonunu bağımlılık sosyolojisi anaçok yoğun olmuştur. Özellikle piskoposlar ve pis- lizleri doğrultusunda yeniden tanımlamaktadır. koposlar konferansı için çalışan, yönergeler hazırlayan Protestan papazları için planlar öneren KATOLİK KİLİSENİN KARŞI SALDIRISI ve bazen de onların açıklama taslaklarını yazan uzman ekiplerin Brezilya piskoposluğunun belÖncelikle belirtmek gerekir ki radikal Hırisli belgeleri formüle etmesinde, Medellen (1968) tiyanlık, kurtuluş teolojisi aslında ılımlı veya tukonferansının hazırlanmasında ve 70’lerin ba- tucu eğilimlerin etkisi altındaki Latin Amerika şında kurtuluş teolojisinin ortaya çıkışında bu Kilisesinin sadece bir azınlığını etkilemektedir. ekipler belirleyici öneme sahiptir. Bağımlılık İspanyol-Portekiz sömürgeciliğinin demirbaşlakuramlarının seküler ve entelektüel çevrelerde rı olan Latin Amerika kiliseleri, kurum olarak kazandığı yaygınlık, kilisenin siyasal ve toplum- büyük toprak sahipleri ile ittifakından vazgeçsal rolü üzerinde yeniden düşünme zorunluluğu mek niyetinde değildir. Kurtuluş teolojisi Roma getirmiş, bu ekipler 60’lardan beri tartışılan ki- yetkesine ve kilisenin birliğine yönelik bir tehdit liseyi çok fazla etkileyen bağımlılık teorisi üze- olarak algılanmıştır. Fakat bu akım Vatikan’ın rine çalışma ve kiliseyi buraya uyumlulaştırma kendisine yaptığı sürekli baskıya rağmen piskonoktasında çalışmalar yapmışlardır. Bir diğer poslar konferansının kurtuluş teolojisini mahdeğişme dinamiği de, kurum içerisinde yeni pra- kum etmeye yanaşmadığı Brezilya’da ihmal editik ve teolojik düşüncenin öncüleri olan tarikat lemeyecek boyutlara ulaşmayı başarmıştır. cemaatleri ve tarikat papazlarıdır. Kurtuluş teİlk müdahale Medellen konferansının düzenolojisi yukarıda anlatmaya çalıştığım değişimle- leyicisi CELAM’ın denetimden kaçmasına karşı re paralel olarak ortaya çıktı. Latin Amerika’da örgütün iplerinin yeniden Kilise hiyerarşisinin hakim olan “gelişme teorisinden” memnun ol- eline geçirilmesi girişimi olur. Bogota piskopos mayan ilerici teologlar, daha 60’ların sonunda yardımcısı, Kurtuluş Teolojisi’nin şiddetli muakurtuluş meselesi ile meşgul olmaya başladılar. rızı Mgr. López Trujillo 1972’de CELAM genel Burada özellikle Frankfurt’ta eğitim görmüş ve sekreterliğine getirilir. Trujillo kısa süre sonra 1970’de Hıristiyanlık ve kurtuluş perspektifin- da CELAM başkanı olacaktır den gelişme ideolojisinin eleştirisinin ilk öğele1979’da Pueblo’da yapılan Latin Amerika pisrinin hazırlanmasında Hugo Asmann’ı, Lima’da koposlar konferansında, hareketin denetimini yayınladığı Kurtuluş Teolojisi Perspektifler ile sağlamak için konferansın örgütleyicisi CELAM Perulu rahip Gustavo Gutiérrez’i, Río’da yayın- kurtuluş teologlarının konferansa katılmasını ladığı Kurtarıcı İsa. Hıristiyan Kristolojinin za- yasaklamıştır. (Ama onlar yine konferansa ge70
MÜMİNLER İLE EZİLENLER ARASINDA
lirler, fakat tartışmalar en genel hali ile ve her akımın istediği çıkarsama yapabileceği bir şekilde “yoksulların lehine tavır alma” formülasyonu şeklinde bir ifadede uzlaşılır.) Daha sonrasında, Vatikan’ın girişiminin öncüsü, Mart 1983’te Peru Piskoposluk Konseyi’nin dikkatine Gustavo Gutiérrez’in Teolojisi Üzerine On Gözlem başlıklı bir belge sunan, İman Doktrini Cemaati önderi Kardinal Ratzinger’dir (şimdiki Papa Benedictus XVI). Belgede İncil’deki yoksullarla kapitalist sömürü kurbanları arasındaki özdeşleştirmenin İncil’in mesajının çarpıtılması olduğuna dikkat çekilmektedir. Aynı tarihlerde Papa Jean-Paul II de Nikaragua’yı ziyaret eder ve havaalanında, rahip ve Sandinist hükümetin kültür bakanı Ernesto Cardenal’i kameralar önünde azarlamaktan çekinmez. 1984’de kardinal Ratzinger’in yönetiminde kutsal ruhbanlar meclisince, kurtuluş teolojisinin bazı yönleri üzerine bir yönerge yayınlanır. Ve bu yönerge ile kurtuluş teolojisi, Marksist kavramların uygulamasına dayanan yeni bir tür sapkınlık olarak nitelendirilir. Bu çıkışları, başka ve daha sert önlemler takip eder. 1985’te Brezilya 20 yıllık diktatörlük rejimini geride bırakırken, Kurtuluş Teologu Leon Boff, Kilise, karizma ve iktidar başlıklı kitabında kilisenin otoriter egemenlik sistemine, kutsal ruhbanlar meclisi gibi kurumların hoşgörüsüzlüğünü, papalarda ifadesini bulan Hıristiyanlığın kişi putlaştırmasına yani bir bütün olarak kilisenin yetkesini eleştiren tezlerinden dolayı 18 aylık konuşmama cezası verilir. “Vatikan Latin Amerika katolisizmi üzerindeki denetimini piskopos atamaları aracılığıyla sıkılaştırabildi: böylelikle ulusal konferansların özerkliklerini yitirmesi, CELAM’ın da sıkıca Vatikan’a bağlanması mümkün oldu. Santo Domingo’da 1992’de düzenlenen IV. Latin Amerika Piskoposları Konferansı’na gelindiğinde, Latin Amerika ruhbanı içerisindeki dengeler artık tümüyle Vatikan’dan yana değişmişti: Konferans başkanlığını, papanın yakın adamı İtalyan kardinal Angelo Sodano yapmaktaydı. Roma kürisine bağlı 14 kardinal ve piskopos da oy kullanma yetkisiyle konferansta hazırdı (Compagnon 2006). Bu konferansta, “kurtuluş” teriminin Kilise terminolojisinden çıkartılması ve yerine (bir hayli neo-liberal ve de “reklam” kokan!) “promosyon” (teşvik?) teriminin kullanılması kararı alındı! (Comblin 2003: 41)” S. Özbudun, Latin Amerika’da Kurtuluş Teolojisi ve Sonrası, 2006.) Vatikan’ın şu andaki tutumu hâlâ, teolojik
düzeyde değil (Vatikan için bu Latin Amerika’da uygun olmayan bit tutumdur) tersine piskoposluk iktidarı düzeyinde bir hesaplaşmadır. Öyle ya da istifa edenleri yerine tutucu piskoposları sistematik bir biçimde atama ile Roma radikal akımları küçük bir azınlık haline getirmeyi ve ilerici saydığı piskoposlar konferansını özelliklede Brezilya CNBB üzerinde denetimi yeniden ele geçirmeyi planlamıştır. Nikaragua devrimini desteklediği bilinen Brezilya’nın Amazon bölgesindeki Monsignor Pedro Casaldaliga gibi mücadeleci piskoposları uyarı ve yasaklarla cezalandırmıştır. Ayrıca Kurtuluş teologlarını sık sık militer ve paramiliter rejimlerin hedefi haline gelmiştir. Örneğin, El Salvador’da Kurtuluş teolojisinin öncülerinden Başpiskopos Monseigneur Oscar Romero’nun, askerleri komutanların emirlerine itaat etmemeye çağıran ünlü vaazından bir gün sonra, San Salvador Kanser Hastahanesi’nde vaaz verirken 24 Mart 1980 günü öldürülmüştür. Kurtuluş teolojisine bağlı pek çok din adamı, yoksullar arasında çalışmalarını yürütürken kontrgerillalar tarafından öldürülmüş ve gerillalara yardım yataklıkla suçlanan Cizvitler, özellikle tehdit altına alınmıştır. 1977’de, paramiliter Beyaz Savaşçı Birliği tüm Cizvitlerin bir ay içerisinde ülkeyi terk etmemesi durumunda hepsinin öldürüleceğini ilan etmiştir. İç savaş sırasında El Salvador ordusuna bağlı birliklerin Cizvit Üniversitesi UCA’ya (Universidad Centroamericana José Simeón Cañas) girerek altısı Cizvit öğretim üyesi sekiz kişiyi katletmiştir. (Benim Üniversitelerim: “UCA Katliamı”. S. Özbudun (der).) Kurtuluş teolojisi rahiplerinin kovuşturmaya uğraması ya da askerî/paramiliter güçlerce katledilmesi El Salvador’la sınırlı değildir. Örneğin Brezilya’da 1964’teki askerî darbeye direnen rahipler tutuklanarak ağır işkencelerden geçirilmiş, bazıları katledilmiştir. Nikaragua’da çok sayıda rahip FSLN’ye destek verdikleri gerekçesiyle Somoza iktidarının baskılarına hedef olmuştur. Gerek Vatikan’ın kurtuluş teolojisini engellemek üzere önüne koyduğu yaptırımlar, gerekse de militer ve paramiliter güçlerin kurtuluş teologlarını katlederek yok etme girişimleri örneklerini çoğaltmak mümkündür. Ama şu bir gerçektir ki, Latin Amerika’da ezilenlerin ve sömürülenlerin kurtuluş mücadelelerinde kaydedilen en önemli gelişmelerin çoğu kurtuluş teolojisinin katkısı sayesinde mümkün olmuştur. Latin Amerika Katolik kilisesi karşısında Roma’nın 71
KURTULUŞ
şu andaki “normalleştirme” politikası sonuçları nereye varacaksa varsın, belli tarihsel gerçeklikler tartışmasız ortadadır. Brezilya’da İşçi Partisinin kurulmasından, Nikaragua’da Sandinistlerin zaferine ve ElSalvador da FMLN’nin sağlamlaştırılmasına kadar.
Günümüzde ise kurtuluşçu Hıristiyanların temel örgütlenme alanı olduklarını bildiğimiz taban cemaatleri geleneğinin bir uzantısı olan yoksullar içerisinde çalışma yürütmektedirler. Hareket daha çok örtülü siyasi yönelişler (çevreciler, yerliler…), içerisinde büyümekte ve Kurtuluş teologları, özellikle yerli hareketleri içerisinde önemli bir yer tutmaktadır.
VE SONRASI...
at okulları, Kurtuluş teologları için verimli bir çalışma alanını teşkil etmektedir. Kurtuluş teologları, toplumsal mücadele deneyimlerini yerli hareketlerine taşırken, bir yandan da yerlilerden öğrenmekte, böylelikle Hıristiyanlığın, işçi sınıfı, emekçiler ve yoksullarla ilişkilerinin ardından, kilisenin dünyanın sömürgeleştirilmesi sürecindeki rolünü sorgulamaktadırlar. Ve son dönemde de yükselişe geçen Latin Amerika solunun ana bileşenleri arasına katılmasıyla, yeniden gündeme taşınmaktadırlar. Aynı zamanda Venezüella’da Hugo Chavez’in 1998 yılında iktidara gelmesiyle hararetlenen “Latin Amerika’da sola eğilimin” artmasıyla gelişen süreç, 2008 Paraguay seçimleri ile devam etmiştir. Colorado Partisi’nin 60 yıllık iktidarına son vererek başkanlık koltuğuna oturan eski vaiz Fernando Lugo, “ne sağdan, ne de soldan” olduğunu her fırsatta yinelese de, seçim sonuçları, Latin Amerika’da ABD karşıtlığının yükselişine bir gösterge olarak değerlendirilmiştir. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak 1951’de dünyaya gelen Fernando Lugo ailesi tarafından papaz okuluna yazdırılmış, 1977’de Katolik papaz olarak mezun olan Lugo, Paraguay’ın en yoksul bölgelerinden biri olan San Pedro’ya atanmıştır. Yoksullukla boğuşan halka dini vaazlar vermekle yetinmeyen Lugo, kısa zamanda direniş hareketlerinin içinde yer almaya başlamış. İşçi grevlerine katılan, köylülerin toprak taleplerine destek çıkan Lugo’nun adı kısa zamanda yoksulların piskoposu olarak yayılmıştır. 2006’da, o zamanki devlet başkanı Nicanor Duartein’e karşı düzenlediği 40 bin kişilik yürüyüş sonunda Vatikan, politikaya bulaştığı için Fernando Lugo’nun papazlık unvanını geri alsa da yoksulluğu ortadan kaldırmak için politikanın eşsiz bir araç olduğunu düşünen Lugo’nun siyasi kariyeri böylece başlamış oldu. Ve sonuç olarak kurtuluş teologu olarak nitelendirebileceğimiz Lugo, Nisan 2008 başkanlık seçimini kazandı. Kurtuluş teolojisine ne oldu sorularına bu durumun somut bir yanıt oluşturduğunu düşü-
Vatikan’ın gerici karşı saldırısı, Protestan kilisenin çok büyük ölçekte büyümesi ve doğu Avrupa’da sosyalizmin sonu ile karşılaşınca kurtuluş teolojisinin geleceği ve ne olacağına dair bir çok soru beliriyor aklımızda. Bu hareketin bittiğini söyleyenler olmakla birlikte eski normunda ve gücünde olmasa da varlığını devam ettirdiğini söyleyenler de mevcut durumdadır. Kuşkusuz kurtuluş Hıristiyanlığı Protestanlığın Latin Amerika yoksulları arasında hızlı büyümesinden etkilenmiştir. Protestanlık esas olarak geleneksel Katolik papazlık bölgelerinde gelişebilmiştir ve bu gelişme ister Katolik ister Protestan olsun kurtuluşçuların bir halk kurtuluşu kültürü geliştirme girişimine karşı ciddi bir tehdit yükseltmektedir. Aynı zamanda askerî rejimlerin baskıları, Vatikan’ın engellemeleri, Latin Amerika kiliselerinin karşı-saldırısı, ama en çok da reel sosyalizmin çöküşü, Latin Amerika’nın neo-liberal “demokratikleştirilmesi” sürecinde gerilla ve halk hareketlerinin sönümlenmesi, 1980’lerin ortalarından itibaren Kurtuluş Teolojisi’nin büyük ölçüde güç yitirmesine neden olmuştur. Fakat tüm olumsuzluklara karşın kurtuluş teolojisinin bittiğini ileri sürmek gerçekçi olmayacaktır. 1990’da kurtuluş teolojisinin en aktif savunucularından peder Jean-Bertrand Aristide Haiti devlet başkanı seçilmiş, bu ise toplumsal meselelere kendini adamış bir dini önder için daha önce görülmemiş başarıdır. Günümüzde ise kurtuluşçu Hıristiyanların temel örgütlenme alanı olduklarını bildiğimiz taban cemaatleri geleneğinin bir uzantısı olan yoksullar içerisinde çalışma yürütmektedirler. Hareket daha çok örtülü siyasi yönelişler (çevreciler, yerliler…), içerisinde büyümekte ve Kurtuluş teologları, özellikle yerli hareketleri içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle, 1990’lı yıllardan bu yana kıtanın çoğu ülkesinde Anayasa değişikliklerine gidilerek yerli toplulukların toprak ve kültürel haklarının tanınması, cema72
MÜMİNLER İLE EZİLENLER ARASINDA
nüyorum. Kurtuluş teolojisini tartışırken aslında bu coğrafyada en çok tartışılan yanının islamiyette bir kurtuluş hareketi mümkün mü sorusu olduğunu düşünüyorum. Son dönemlerde, Ortadoğu’daki mevcut durumda, Kurtuluş teolojisinin İslam açısından getirilerinin, işbirliği olanaklarının İslam alimleri arasında tartışmaya girmiştir. Kurtuluş teologlarının yazıları İslam ilahiyatçıları arasında okunmakta, tartışılmakta, bu konuda konferanslar düzenlenmektedir. (İslami İnsan Hakları Komisyonu’nun 2005 “kurtuluş teolojisi ve direniş hakkı” başlıklı konferansı buna örnek gösterilebilir.) Son dönem Türkiye’deki tartışmalar ise Ramazan Yazçiçek tarafından “‘Kurtuluş Teolojisi’nden hareketle ‘İslâmî Bir Kurtuluş Teolojisi’” adlı makalesinde özellikle İslami bir kurtuluş hareketinin olmayacağı vurgusuyla ele alınmaktadır. Ramazan Yazçiçek’ten sonra birçok ilahiyatçı benzer görüşleri kaleme almıştır. Yazçiçek görüşlerini şöyle ifade etmektedir. “Kurtuluş teolojisi geleneksel referansını Hıristiyan teolojisinden almakla birlikte Marksist hareketle baskılanmış ve Latin Amerika’da çıkmış olup orayla sınırlı kalmıştır. Kurtuluş teolojisi cari kilise imanına başkaldırırken sorunlarını kısmen İncil’e atıfla ifade eden ancak gerek gördüğünde İncil dinamiğine ters düşmeye razı olan bir paradigmadır. Dolayısıyla dinsel olmaktan öte daha çok pragmatik, emperyalist kapitalizmin sorunlarına çözüm arayışında olan ilahiyattan da beslenen bir siyasal hareket söylemidir. Ancak bu teoloji ne amaç ne de yöntem itibariyle hiçbir peygamberin getirdiği öğreti ile örtüşmez. Bu anlamda epistemik zeminleri, amaçları, yöntemleri farklı olan; dinsel metinlerden esinlenen beşeri bir doktrinle, tek vahye dayalı bir din olan İslam’ı amaçları bakımından örtüşme içerisinde görmek mümkün değildir. İslam eklemlenmeye gereksinme duymadığı gibi özüne ters unsurları almayı da kabullenmez. Çünkü Müslümanlar için ancak İslam bir bütün olarak kurtuluştur.” (Ramazan Yazçiçek, “Kurtuluş Teolojisi - ‘Kurtuluş Teolojisi’nden Hareketle ‘İslâmî Bir Kurtuluş Teolojisi’ İmkânı-, Tezkire, s: 40, Eylül/Ekim, ‘04, Ankara: s. 68-91) diyerek Yazçiçek, aslında bana daha çok Vatikan’ın kurtuluş teolojisinin yayılmasını engellemek amaçlı Hıristiyanlık ve kurtuluş teolojisi ile ilgili saptamalarını anımsatmıştır. İran Üniversitesi Kuzey Amerika ve Avrupa Enstitüsü’nden Seyid Rıza Amulî’ni ise, “Evren-
sel özgürlük (kurtuluş) teolojisi inşasının acıyı, derdi ve zulmü insanlık aleminden silinip gideceğini düşünenlerin kötümserliğini azaltacağından ümitvar olabiliriz. Ötekiler için şefkat ve merhamet, hiçbir cins, ırk, ulus ve dini sınır olmaksızın tüm dünya halkları için merkezî bir teşvik unsuru olmuştur. “Ben” ve “kavim” merkezciliğinin yerini insan hayatından acının azaltılmasını ya da bertaraf edilmesini ve daha fazla toplumun ve mazlum insanların fakirliği üzerinde odaklanacak tüm dinlerin ‘ortak mesajı’nı almasını ümit edebiliriz.” (Amulî 2005) şeklindeki sözleri ile desteklemektedir. Sonuç olarak İslamiyet’te kurtuluş teolojisinin var olup olmayacağı daha çok tartışılacağa benziyor. Ama bir gerçek var ki bir toplumsal hareket olarak kurtuluş teolojisi Latin Amerika’nın politik ve dinsel kültürünün gübreli toprağına bir tohum ekmiştir ve bu önümüzdeki onyıllarda büyüyüp gelişecektir ve daha şimdiden birçok sürprizi kendi içinde barındırmaktadır. KAYNAKÇA AMULÎ, Seyid R. (2005), “Özgürlük Teolojisinin Evrenselliği ve Filistin Sorunu”, Haksöz. BRUNEA Thomas C. (1985), “Brezilya’da Kilise ve Politika: Değişimin Doğuşu” Journal of Latin American Studies, Nr.17. Nov. CAMPOS, G. G. (tarihsiz). Rahip Gerilla Camilo Torres. Görev, Kişilik, Karar, Kaldıraç Yayınevi. ENGELS F. (1995), Anti-Dühring, Sol Yayınları, Ankara. ENGELS F. (1998), Köylüler Savaşı, Sol Yayınları, Ankara. GALEANO, Eduardo (1983), Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Alan Yayıncılık. LENİN, V.İ. (1998), Sosyalizm ve Din, İnter Yayınları, İstanbul. LÖWY, M. (1996). Marksizm ve Din, Kurtuluş Teolojisi Meydan Okuyor, Belge Yayınları. MARX-ENGELS (2002), Din Üzerine, Sol Yayınları, Ankara. MILLAS, O. (1988), “Toplumsal Mücadelede Hıristiyanlar”, Dünyaya Bakış, 3 ÖZBUDUN, S. (2006a). “Latin Amerika Yerlileri: Yeniden!”. S. Özbudun (der.) Latin Amerika Yerlileri, Anahtar Kitaplar, İstanbul. -(2006b) “Latin Amerika’da Kurtuluş Teolojisi ve Sonrası”, Barikat, 46. sayı, Aralık. - (2006c). “Latin Amerika’yı Biliyoruz… Ya Güney ‘Abya Yala’yı?”, Kurtuluş, sayı 5. - (2006d). “ ‘Benim Üniversitelerim’: UCA Katliamı”, S. Özbudun (der.) Latin Amerika Yerlileri, Anahtar Kitaplar, İstanbul. - (1997).”Ortaçağda Hıristiyan Rafızîliği”, İskenderiye Yazıları. - (2008). Latin Amerika’da İsyanın Tarihi, Ütopya Yayınevi. WOODS, Alan, “Marksizm ve Din” (http://marksist-leninist. blogcu.com/etiket/alan woods) YAZÇİÇEK, Ramazan (2004), “Kurtuluş Teolojisi - ‘Kurtuluş Teolojisi’nden Hareketle ‘İslâmî Bir Kurtuluş Teolojisi’ İmkânı”, Tezkire, s: 40, Eylül/Ekim.
73
KAPİTAL’İ KRİZLE YENİDEN OKUMAK TAHİR OZAN
K
üreselleşme kavramı 1990’lı yıllarda , Sovyet sosyalizminin çözülmesiyle beraber kapitalizmin zaferini ilan etmesinin hemen ertesinde ilan edilmişti. Sermaye önündeki engelleri kaldırmış doludizgin sınır tanımayan hedeflerine doğru ilerlerken ulusal düzeydeki üretimlerin artık önemsizleştiği uluslararası işbölümüne yönelik olmayan sanayilerin işlevsizleşeceği iddia edilmekteydi. Fabrikalar, emperyalist metropollerden çevre ülkelere kaydırılarak ,devletler ve ülkedeki işçi hareketlerinin kazanımlarının sağladığı kontrollerden uzaklaşacaklardı. Yeni küresel sistem, sosyalizm artık var olmadığına göre keynesyen politikalar nezdinde oluşmuş, yoksul sınıfların yaşamlarına ilişkin düzenlemelere dahi gerek olmadığına, neo-libreal sistem içerisinde buna benzer sorunların çözüleceğini vaaz ediyorlardı. Bu yeni aşama üretim ve pazarlamanın devasa ölçekte uluslararası boyutta büyümesi sonucu 1945-1974 arası döneme benzer yeni bir refah toplumunun oluşacağı bir diğer bir iddiaydı. Ancak gelinen noktada küreselleşmenin refahı sağlaması bir yana, bizleri ciddi bir ekolojik ve sermaye krizi ile başa başa bırakmıştır. Yaşanan krizlerle beraber sermayenin ideolojik meşruiyetinin de en alt düzeyde seyretmesi bizlere sermayenin genel bir krizinden sözetmenin ipuçlarını vermektedir. Solda da kriz öncesi dönemde verili ipuçlarının çokça görülmediği bir zamanda küreselleşmenin bir sonuç olduğuna ilişkin tezler ardı arkası kesilmeyen bir yoğunlukta karşımıza çıkmıştı. Lenin’in emperyalizm teorisi artık geçerli değildi. Marx ve Kapital ağızlara alındığında bir dudak bükmesi ile karşılaşılması olağan hale geliyordu. İddia neydi? Gerçek dünyadaki gerçek devletler herhangi bir güç temelinden yoksun toplumlar olarak şekille-
nirken yeni bir uluslararası sermaye bloğu yaratılması sonucu suni bir dünya devletine gidişten bahsedilerek ‘’imparatorluk’’ tesbitleri yapılmaktaydı. Yine sol liberal söyleme göre Kautsky’nin önermeleri daha açıklayıcıydı. Kautsky’ye göre emperyalist çatışmaların yerini barışçıl bir kapitalizm aşaması izleyebilir, sermayenin büyükleri, ulusal temelli finans-kapitallerin yerini uluslararası birleşik bir finans-kapital oluşturarak tek bir dünya tröstünde birleşebilirdi. Böylelikle sermayenin barışçıl denetim ve çözümü başardığı bir aşama olarak, ultra emperyalizm tahayyül edilebilirdi. (Bu düşünce bugün yaşanan ekonomik krize rağmen Taraf gazetesi ekonomi yazarları tarafından halen bizzat savunulmaktadır.) Lenin’i hala günümüzde okumaya değer kılan temel argüman, çelişkinin kavranmasının, selefleri olan Plekhanov’a, Kautsky’ye nazaran daha farklı olması, çelişmelerin dışsal niteliğini fark etmesi sonucu, ekonomizm eleştirisinden başlayan, parti teorisi de dahil olmak üzere birçok alanda 2. Enternasyonal geleneğinden kopuşu gerçekleştirmesidir. Dünya ekonomisinin küresel çapta malileşmesi inkar edilemez olmakla beraber küresel sermaye istikrarsız bölünmüş bir sistem olarak varlığını sürdürmeye hala devam etmektedir, sistemin krizlerden de herhangi bir bağışıklığı ya da ‘’düzeltici krizlerle’’ sınırlı kalması söz konusu olamamaktadır. Krizler daha ağır bir seyir izlemekte, mali sermayenin 1929 krizi sonrasında dizginlemeyi denediği sermaye, yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren dizginlerinden boşanmış bir süreç izlemeye başlamıştır. Lenin’in söylediklerinin geçersizliğinden ziyade aksine doğrulamasının yaşandığından söz edilebilir. Sermayenin malileşmesi, 2008 krizinde görül74
KAPİTAL’İ KRİZLE YENİDEN OKUMAK
düğü gibi daha denetlenemez bir boyuta gelmiştir. Mali piyasalarda başlayan kredi krizinin üretken sektör üzerindeki etkisinin bir depresyona yol açmasını önlemek için devreye giren kurtarma paketlerinin devlet bütçeleri üzerindeki mali yükü, tam da beklendiği gibi, yeni bir köpükle, yeni bir risk alanı yaratarak krizin ‘’W ‘’biçimindeki hareketini daha da belirginleştirmişken , görmemiz gereken bu krizin en basit biçimiyle dahi bu güne değin yaşanan krizler gibi olmadığıdır.
yacak yasalarını keşfetme çabasına giriştiği ölçüde Hegel’in analiz yöntemi olan tez-antitez-sentez yöntemini kullandığının düşünülmesine yol açmıştır. Marx, loncadan manüfaktüre geçiş ilişkilerini nasıl incelemişse, sermayenin kendi yapısı gereği, girdiği her ilişki biçimini takip etmeye uğraşmış ve çelişkilerini açığa çıkartmaya çalışmıştır. Hegel’e göre çelişki içsel bir süreç olarak tanımlanırken Marx’a göre ise çelişki dışsal olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle sermayenin hareketi söz konusu olduğunda sermayenin karşısına çıkan engelleri nasıl aştığı, ya da yıktığı sorusu üzerine çelişkinin varlığı ve uzlaşmazlıkları esas araştırma konusu olmuştur. Hegelci çelişki kavramı tarihi düz bir çizgide ilerleyen evrimsel bir moment olarak görürken farklı bir düzeyin gelişimi ve çelişmesi birbirleriyle karşılıklı etkileşimi yine Hegel’e göre imkansızdır. Çünkü ona göre her bir süreç kendi içerisinde belirlenir. Bu da Marx’ın yapılaşmış karmaşık bir bütün olan toplumun içerisinde yer alan birbirleriyle karşılıklı etkileşen çelişkiler yumağı fikrine son derece uzaktır. Marx’a göre her şey kendi içinde değil bütün içerisinde başka yapılarla olan ilişkileri içerisinde belirlenir. Yine Marx’a göre üretim ve değerlenme süreçlerinin birliği dolaysız bir birlik değildir. Bu süreç içerisinde gerçekleşen bir birliktir. Sürecin gerçekleşmesi ise dışsal koşullar olarak sayılabilecek bir takım koşullara bağlıdır. Kapital’i hegelci bulan anlayışa göre, kapitalist üretim tarzı ilk önce açıklanarak, altyapıdan işe başlanarak, iş-süreci işlenecek, üretici güçler ve üretim ilişkileri birbirinden ayrılacak, meta, para, artı-değer, ücret, yeniden-üretim, rant, kâr, faiz, kâr oranının düşme eğilimi vb. vb. analiz edilecek. Kısacası Kapital’de iktisadın yasaları bulunacak. Ve ekonomik mekanizmaların bu analizi bitirildiğinde küçük bir ek getirilecek: Toplumsal sınıflar, sınıf mücadelesi. Kapital’i bitirmeye ömrü vefa etmeyen Marx’ın bu eki gerçekleştiremediği anlatılacak devlet ve sınıflar mücadelesi kısımları bitirilememiş olarak Marx bugünkü olan bitenler için mazur gösterilerek, Kapital farklı yazılmış bir iktisat kitabı olarak tozlu raflarda yerini alacaktı. Toplumsal sınıflar ve çelişkiler bütünü, Kapital’in sonunda değil, Kapital’in her adımında başından sonuna kadar Kapital’in içindedir. “Belli bir olgunluk aşamasına ulaştıktan sonra bu özgül tarihsel biçim ortadan kalkar ve daha yüksek bir biçime yerini bırakır. Bu tür bir bunalımın gelip çattığı an, bölüşüm ilişkileri ve dolayısıyla bir yandan bunların tekabül ettikleri üretim ilişkilerinin özgül tarihsel biçimi ve öte yandan üretici güçler üretim kuvvetleri bunların yerine getirenlerin
İKİ MARX
Sol sosyalist çevrelerde, bu güne değin yapılan kriz tartışmalarında iki ana eğilim ortaya çıkmıştır. Birincisi “Marx’ın yeniden-üretim şemalarından hareketle üretkenlik yükseldikçe tartışılan eksik tüketim eğilimi ve kapitalizmin orantısızlıklarla baş edebilme kabiliyeti” üzerinden yürüyen bir tartışma söz konusuyken diğer yanda ise “kâr oranlarının eğilimsel düşüş yasası’’ ve bunu maseden karşı etkenler üzerinden yürüyen bir tartışma süregelmektedir. Bu çerçevede tartışma daha derinde bir “Kapital ve Marx” tartışması olarak devam etmektedir. Bu nedenle de “Grundrisse’’ ile’ “Kapital’’ karşı karşıya getirilmekte, hatta’ “Kapital’’ kimilerince fazla hegelci bulunmakta bu nedenle “Grundrisse’’nin öneminin arttığı iddiaları kulaklarımızda çınlamaktadır. Son yaşanan kriz sürecinde ise kâr oranlarının eğilimsel düşüş yasası daha fazla gündeme gelmekte ancak “tüm soruların yanıtını tek başına henüz verememektedir’’ iddiası ise önemli olmakla beraber çelişkilerin bir yumak biçiminde gerçekleşmesi sonucu kriz teorilerinin tek bir nedene bağlanmasının yetersiz olacağı başlangıç olarak söylenebilir. Aşağıda göreceğimiz üzere sistemin tek bir yasadan ziyade çelişkiler bütünü nezdinde krizle tanışması marksist iktisada daha uygun bir yaklaşımdır. Biliyoruz ki Kapital’in yazımı diyalektik yöntemin kullanılmasıyla gerçekleşmiştir. Bu yöntemin kullanılması, Hegel diyalektiği ile Marx’ınkine eşitleme kolaycılığını da beraber getirmiş, eksik bilgilenme ve yanlış anlamalar silsilesi, farklı dertleri olan Bernştayn ve Kautsky’nin çarpıtmaları ile birleştiğinde “Kapital”in neredeyse okunması herhangi bir iktisat kitabının okumasından farklı olmayacak bir algı yanılsamasını pekiştirmiştir. Oysa, Marx’a göre çelişki kavramı ile Hegel’e göre çelişki kavramı birbirileri ile çok uzlaşır kavramlar değildir. Marx’ın, sermayenin görünüşte açıklanama75
KURTULUŞ
gelişmesi arasındaki çelişkiler ile Dünya ekonomisinin küresel çapta malileşmesi uzlaşmaz karşıtlıkların ulaştıkinkar edilemez olmakla beraber küresel sermaye ları derinlik ve genişlik kendisini istikrarsız bölünmüş bir sistem olarak varlığını belli eder. Bunu üretimin maddi sürdürmeye hala devam etmektedir, sistemin gelişmesi ile toplumsal biçimi arakrizlerden de herhangi bir bağışıklığı ya da sındaki çatışma izler.’’ (Kapital 3. ‘’düzeltici krizlerle’’ sınırlı kalması söz konusu Cilt sayfa 774.) olamamaktadır. krizler daha ağır bir seyir izleMarx’ın, kapitalizmin yasalamekte, mali sermayenin 1929 krizi sonrasında rını keşfetme çabaları ile çelişkidizginlemeyi denediği sermaye , yirminci yüzyılerin derinliğinin ve ilişkilerin inlın ikinci yarısından itibaren dizginlerinden celendiği bir süreç olarak yazılmış boşanmış bir süreç izlemeye başlamıştır. eserinin, 2007 öncesi son yirmi yıldır olabildiğince önemsizleştirildiği, silikleştirildiği bir sürecin delerini sık sık kullanırken sermayenin genel kriyaşandığı hatırlanacak olursa, kapitalist sistemin zi değerlendirmelerini ise bozgunculuk olarak adkrizlerden çıkmak için ödediği bedeller özellikle landırmaktaydılar. Ancak krizin boyutu ağır ağır savaşlar ve yıkımlar hesaba katılmadan, sosyal- ortaya çıktığında krizin salt bir kredi krizi olmademokrat sınıf uzlaşmacı bir AB formuna razı edil- dığı ampirik düzeyde de net biçimde görülmüştür. meye çalışıldığımız hatırlanacak olursa, sosyalist- Bugün krizin neden tahmin edilemediği sorusunu lerin Kapital’in tüm ciltlerini materyalist bir oku- tartışmaya çalışan iktisatçılar ilk anlarda sanki bir maya yeniden tabi tutmaları zorunluluktur. “deux ex machina” durumu varmışçasına davranmayı uygun bulurlarken, krizin uzun süreceğinin anlaşılmış olduğu koşullarda, kurgularını yine çelişki üzerine değil insanın dizginlenemeyen hırsları ile üzerinden üretmeye çalıştıkları da yine gülümsetici bir durum olarak görülmektedir.
KRİZ ve MARX
Kapitalist üretimi bir bütün olarak incelerken Marx özellikle 1847-1857 ve 1867 yıllarında İngiltere’de yaşanmış olan krizleri incelemiştir. Bu krizden çıkardığı dersler Kapital’in üçüncü cildinde bu anlatılanlar günümüzde dahi önemini korumaktadır. Marx, sadece kâr oranlarının düşme eğilimi ya da eksik tüketim kavramından öte sistemi tüm boyutuyla incelemiş, kredi sistemi ile ilişkileri de dahil olmak üzere sermayenin bir çok çelişki yumağını aşarken karşısına daha başka daha çözülmesi zor yeni çelişkiler yumağı oluşturduğunu görmemizi istemiştir. Yine, Marx’a yönelik okumayı derli toplu bir felsefi bakış açısından yaptığımızda, yazılanların bir önceki yüzyıla ait olduğunu söylemek oldukça güçtür. 2008 yılından bu yana Marx’ın yeniden keşfinin, mali sermayenin temsilcileri tarafından dahi her gün vazedildiği hatırlanacak olursa kulaklarımızdaki çınlamaların daha bitmediği bir söylemle bu günlere geldiğimiz düşünülürse kapitalizmin krizinin tek bir açıklamasından ziyade birçok bileşenin birçok faktörün eşlik ettiği bir sürecin karmaşık çelişkilerinin bir yumağı olarak görmemizi gerektirir. 2008 krizi ilk patlak verdiğinde Marx’ın anlatımına benzer söylemleri duymuşuzdur. Ayrıca kriz teorilerini, gamlı baykuşluk olarak gören iktisatçılar krizin ilk günlerinde “kriz reel sektörün değildir kriz sadece finans sektörüne ilişkindir’’ ifa-
KAR ORANLARININ DÜŞMESİ EĞİLİMİ VEYA ARTIĞIN MASEDİLEMEMESİ*
Marx’a göre sermaye birikimi, bağımsız olarak var olan paranın değerini korumak üzere canlı emekle mübadeleye girme zorunluğuyla açıklanır. Yani paranın bir zenginlik olabilmesi için emeğe dönüşmesi gerekir. Buradan da metaya daha sonra da hepimizin malumu olduğu ölüm taklası dediğimiz daha fazla paraya dönüşmesi zorunludur. Salt dolaşımın merkantilist dönemde olduğu gibi kendini yenileme gücü olmadığı bilinmektedir. Elde edilen sermayenin çok büyük bir kısmı yeniden yatırım sürecine yönlendirilirken kalan kısmı kapitalist sınıf ve üretken olmayan sabit gelirliler tarafından tüketilir. Aşağıdaki alıntıda görülebileceği gibi artığın masedilememesi ile yani dolaşımdaki sermayenin üretime, ya da sürecin herhangi bir anında yaşanan sıkışmanın sonucu yine herhangi bir nedenden dolayı dönememesi durumu bir bunalım göstergesi ve kriz habercisidir * Artığın masedilmesi ya da edilememesi kavramı Sweezy tarafından kullanılan bir kavram olarak tekelci mali sermaye döneminde yaşanan sürekli durgunluk ve enflasyonun bir arada bulunduğu stagflasyon süreçlerinin incelenmesinde kullanılmıştır. Ben, kâr oranlarının eğilimsel düşüş yasasının istisnai bir durum olmaktan çıktığını anlatan bir kavram olarak kullanılmasında bir sakınca yoktur düşüncesindeyim.
76
KAPİTAL’İ KRİZLE YENİDEN OKUMAK
‘’Yeniden-üretim sürecinin tüm sürekliliğinin krediye dayandığı bir üretim sisteminde durmanın ya da kredilerin bir an için kesilmesinin geçerli olduğu sıralarda bir bunalımın çıkması normal bir durumdur. Bu nedenle ilk bakışta bunalım bir kredi veya parasal bir bunalım olarak adlandırılır. Fiili alım satımların genişliğinin toplumun gereksinimlerinin çok üzerinde olması bunalımın temel sebebidir.” Bizzat para-sermaye olarak potansiyel para-sermaye olarak sürekli genişlemeye ve daralmaya tabiidir. Bunalım arifesinde veya bunalım sırasında potansiyel para-sermaye niteliği içerisindeki meta-sermaye daralmıştır. Para sermayenin sahibi ve alacaklıları için satın alındığı ve iskonto ve rehin işlemlerinin kendisine dayanılarak yapıldığı zamana göre daha az para-sermayeyi temsil eder. Bir ülkede para-sermayenin darlık zamanlarında azaldığını iddia etmenin anlamı buysa eğer meta fiyatlarının düştüğünü söylemekle farklı değildir. “Üretken olmayan sınıfların ve sabit gelirlilerin aşırı üretim sürecinde de fiyat enflasyonu sürecinde de genellikle aynı kalır. Toplam yeniden üretimin normal olarak bunların tüketimine giden kısmını yerine koyma olanakları da nispi olarak azalır.” (Kapital 3.cilt s. 434-435.) Yukarıdaki alıntıya istinaden devam edersek “kapitalizmin gelişmesiyle beraber emek üretkenliğinin yanı sıra üretimin yoğunluk derecesinin de artacağı beklenmelidir. Bu durum da kâr payının yatırım ihtiyaçlarını ve kapitalistlerin tüketimini karşıladığı noktanın ötesine geçip artmaya devam etmesi sonucunda rekabet güçlerinin giderek zayıflamasına neden olacaktır.’’ Artığın masedilememiş olması demek, kazanılmış sermayenin tekrar yatırıma dönmesinin rantabl olmayacağı durumların istisnai olmaktan çıkması, bunalım ya da durgunluğun genel bir süreklilik haline gelmesidir. Bu iddia birçok iktisatçı tarafından özellikle İngiliz iktisatçı Nicholas Kaldor tarafından yetersiz ve gerçekçi bulunmamıştır. Ancak çıktı ve üretim maliyetlerinin arasındaki farkın sadece belirli bir kısmı kâr olarak görünür, günümüzdeki modellerde işletme verileri “çift defter” esasına göre işlendiği ölçüde bildirilen kârın ne kadarının gizlendiği açık değildir. Sistemin kendi içinde özel ayırılmış fonlarının nereden geldiği hâlâ çok tanımlı değildir. Yaşanan skandal ve benzeri süreçler sonrasında bu tür gizlenmiş fonların varlığından haberdar oluruz. Bu nedenle Keynes ve onu izleyenler yatırılmayan ve tüketilmeyen kârların ‘’kâr’’ olmadığını iddia ederler bu da bizi gülümseten bir teoridir. Kapitalist sistemin emniyet vanalarından olan eğlence ve turizm sektörünün artığın masedilmesinde kısmen de bir payı olduğu gerçektir. Ancak
son yılbaşında televizyonlardan izlediğimiz kadarıyla Dubai’nin yedi yıldızlı otellerinin odalarının havai fişek gösterileri sırasında tek bir lambasının dahi yanmıyor olması, yine yeni yıla girerken Yunanistan’ın yaşadığı krize ek olarak İspanya’nın da girmesi eğlence ve turizm sektörünün durumunu belgelemektedir. Bu nedenle, 1929 krizinden önce, işsizlik oranlarında meydana gelen sürekli artışlar bu krizin rastlantısal olarak ortaya çıkmadığını bugünkü krizin de yine benzer süreçleri izlediği açıkça görülmektedir. Kâr oranlarının düşme eğilimini günümüzde tesbit etmenin bir diğer adımı ya da ifadesi, masedilemeyen artığın miktarındaki genişlemedir dediğimizde yanlış bir şey söylemiş olmayız. Kapitalist sistemin 1945-1974 arası devasa genişleme döneminde artığın masedilebilir olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir. 1974 krizi ile beraber kapitalist sistem kendisini daha kârlı alanlarda yeniden üretmekte zorlanmaya başlamıştır. Sermaye ihracı, 1970’li yıllardan itibaren mali sermayenin ilk oluştuğu dönemlerle kıyaslanmaksızın devasa biçimlerde gerçekleşmeye başlamış finans sektörü sürekli büyüyen bir yapı olarak kapitalist sistemin durgunluğu aşmaya yönelik en önemli umudu haline gelmiştir.1929 krizi sonrasında tekelci kapitalist yapının bir yan arteri olarak yatırım ilişkisinin bir parçası olan mali sermaye, 74 krizi ile beraber ve ABD’nin “Bretton Woods’’da 45’li yıllarda yapmış olduğunun tersine doların altın karşısında tek konvertibl para olmasından vazgeçmesi ile beraber, özellikle kâr oranlarının yukarılarda tutulabilmesi için ekonomik büyümeyi destekleyen ana arterlerden biri durumuna gelmiştir. KRİZE KARŞI NE YAPMALI?
Finansal kârların, toplam kârların içindeki oranının sürekli büyümesi, daha sık ve daha yıkıcı etkilerle karşılaşılmasını zorunlu kılar. Çünkü gelişkin ekonomilerin yaşadığı genel durgunluk aslında kâr oranlarının eğilimsel düşüş yasasının kapitalizme içkin bir hale gelmesidir. Kazanılmış kârların genel üretim sürecine dönmektense finansın diğer çeşitli alanlarında, belirli riskler karşılığı yeni kârlar arama, borsa manipülasyonları ile kazanılmış kârlar edinme çabası finans sektöründe aşırı birikmenin birkaç nedeninden bir tanesidir.Finans sektöründe kâr oranının yüksekliğinin, risklerin yüksekliği ile başa baş gitmeye başlaması bu noktada oluşur . Marx’a dönecek olursak, 1840’lı yıllarda Çin pazarının açılması ile beraber İngiliz dokuma sanayi77
KURTULUŞ
nin Çin’e hücumundan bahseder. Çinliler ise ithal ettikleri dokumalara karşı borçlarını çayla ödeyecektir. Hemen finansal krediler İngiliz tüccarlara sağlanarak işe başlanır. Ancak Çin’den gelen çayın İngiliz pazarında tüketilmesi neredeyse imkansızdır, bir süre sonra çay fiyatlarında genel düşme sonucu zararlar başlar ve durum katlanılamaz hale gelerek iflaslarla devam eder. Çin’in dokuma ödemelerini nakdi olarak yapabilmesinin imkanı olmadığı ölçüde kriz İngiliz dokuma sanayinin genel buhranına oradan da sistemin krizine yol açar. Riskin büyüklüğü krizin de büyüklüğünü tetikleyen ana bir unsurdur. Son ekonomik krizde, finans sektörünün mahmuzlamasıyla hızlanan konut sektörünün gelecekteki kârlarının, beklenti olarak yeniden finans sektöründe pazarlanmasıyla başlayan konut köpüğü krizinin yarattığı tahribatlar, mevcut krizin ana problemlerini hasır altı etmiş gibi görünse de kapitalizmin krizinin daha geniş bir çerçevede ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Eşitsiz ve sınıflar çerçevesinde oluşmuş gelir dağılımının, yatırım süreçlerinin ve toplumsal tüketimin belirleyici bir öğesi olması kapitalist yapının temel gerçeği ise tüketim mallarına yönelik talebin üretim mallarını da tetikleyen bir yapıyı zorunlu kıldığı bir dönemde gerek işçi sınıfının devasa büyümesi sonucu işçi sınıfının tüketiminin artık bir önem arz etmeye başlaması, gerekse sabit ücrete sahip diğer çalışanların nüfusunun oldukça artması sonucu, tüketim talebinin öne çıkıyor olması ekonomik yapının giderek daha çok tüketime bağımlı olmasına yol açmaktadır. Kapitalizmin dört yüz yıllık bu bilmeceyi çözmesi bugün daha da zorlaşmıştır. Kapitalistlerin işçileriyle kurdukları her ilişki, sermayenin emekle arasındaki genel ilişkisinden bağımsız değildir. “Kapitalist, her bir işçisinin ücretini kısarken kendi işçileri dışında kalanların tüketici, para harcayıcısı olduğu şeklindeki yanılsaması aslında bir gerçeğin ifadesidir.’’ (Grundrisse) Kapitalist, hiçbir zaman kendi işçisinin talebi ile üretim sürecinde yer almaz. Bir malı üretmek için o malı üreten işçinin dışında bir talebin varlığını varsayar. Bu varsayım tüm kapitalistler nezdinde ücretlerin kısılması eğilimini tetiklerken yukarıda anlattığımız gibi sabit ücretlilerin (işçiler dahil) talebinin gitgide önem kazandığı bir ekonomik yapının krizden çıkma dinamiklerinde hızlı davranamayacağını da gözler önüne sermektedir. Ayrıca kapitalistler reel ücretleri artırmaksızın, kredi sis-
temini yaygınlaştırmak suretiyle sabit ücretlilerin gelecekteki gelirlerine el koymak da dahil olmak üzere birçok yöntemi kullanması sonucu, 1970’li yıllardan bu yana dünyada reel ücretlerin finans sektörünün beyaz yakalıları dışarıda tutulursa giderek artmadığı ve hatta reel olarak azaldığı bilinmektedir. Özendirilen kitlelerin “düşük faiz’’ sürecinden yararlanmak ve borçlarını düzenlemeleri bir yana faizler yine yüksek iken kullanılamayan kredilerin faizlerin düşmesi ile beraber kullanılacağı iddiası yine irrasyonel bir seçenekten daha fazlasını oluşturmaz. Kitlelerin geçimini sağlama amacıyla borçlanmalara yönelmiş olması ve git gide borçları ödeyemez duruma gelmeye başlaması krizin yaratmış olduğu diğer bir etki alanıdır. Sermayenin genel krizinin sonuçları itibarıyla kapitalist sistemin tüm değerlerini yeniden sorgulamaya açmasının kaçınılmaz hale geldiği görülecek olursa yaşanan süreç insan toplumunu ve gezegenin ekolojik yapısını tehlikeye düşürmektedir. Bu da bizlere sorunun kapitalizmin kendisi olduğu temel gerçeğini yeniden hatırlamamızı, hatırlatmamız gerektiğini anlatmaktadır. Sermayenin tarihsel meşruiyetinin sorgulanır durumda olması, devrimci, demokratik, çevreci, cins ayrımcılığına karşı, eşitlikçi kitlesel katılımı zorunlu kılan bir sosyalizm ihtiyacını belirginleştirmektedir. Derinleşen ekonomik kriz ve bu krizle büyüyen siyasi krizin yarattığı toplumsal yıkımın emekçiler ve tüm ezilenler bakımından çözümü, toplumsal yaşamın bütün alanlarına ilişkin talep ve yanıtların bütünsel niteliğine bağlıdır. Gelecek toplum tasavvuru olarak sosyalist demokrasi, işçilerin ve emekçilerin sahiplenmesinin olanağı bizzat verecekleri güncel mücadelelerin deneyimleri üzerinde yükselecektir. Sömürü düzeninin alternatifsiz olduğunu iddia etmek, yaşadığımız bu cehennemin içinden ileriye doğru bir çıkış yolu olmadığını savunmak, kültürüyle, sanatıyla, felsefesiyle bütün bir insan uygarlığına ve kültürüne hakaret etmek olur. İnsanlık bundan çok daha iyi bir hayata layıktır. Kapitalizmin alternatifi elbette vardır. Çünkü insan, kendi geleceğini kendi ellerine alma, içinde yaşadığı toplumsal koşulları değiştirme potansiyeline sahiptir. İnsanın potansiyellerini küçümseyen, ‘toplum diye bir şey yoktur’ diyen neoliberalizm tepeden tırnağa gericidir. Kapitalizmin layık olduğu yere, çıkrık ve baltanın yanına gönderilmesi, uygarlığın ve onun üzerinde kurulduğu gezegenin selameti için ön koşul haline gelmiştir.
78
DİL VE İDEOLOJİ İLKAY TANYER
B
ir güç var… O güç yaşam kanallarımıza sinerek iktidarını yayıyor ve sürdürüyor. Yaydığı ideolojisiyle, yaşadığımız bu hayatın “doğru’’ ve “tek’’ olduğuna inandırıyor bizi. İktidar, tekliğini ve doğruluğunu dayatırken masa gibi tahta gibi cop gibi postal gibi somut, bazen de hava gibi rüzgar gibi soyut fark ettirmeden sindirir kurduğu iktidarı. Söylemlerimiz bile zaman zaman iktidarın seslerini hatırlatır bir niteliğe dönüşür. Ve biz iktidarın seslerini yeniledikçe, yeni bir dil kurma ihtiyacımız yeniden alevlenir. Toplumun, bir anlamda, dünyayı tanımlama araçları olan din, gelenekler, mitler, semboller vb. doğayı, insanın var oluşunu, insan-doğa ilişkisini, toplumsal birlikteliği, mevcut sosyal, iktisadi ve siyasal ilişki biçimlerini ‘’tanımlama’’, ‘’açıklama’’ ve ‘’onaylama’’ işlevi görmüşlerdir. Dil de bu tanımlama araçlarını kurgulamada, nesilden nesile aktarmada sistemin taşıyıcılığı görevini üstlenmiştir. Dil ve yaşam birbiriyle örtüşen kavramlardır. Birbirlerini açıklamada ve tanımlamada uyumludurlar, çünkü birlikte değişime uğrarlar. İdeolojinin kapsamında olmaları, dil ve yaşamın birbirinden ayrılmayan iki kavram haline getirmiştir. İdeolojilerin, toplumların kültürü ile yakın ilişkisi vardır. Aynı ideolojiler farklı toplumlarda farklı içeriklere sahip olabilmektedir. Bu makalede incelenecek olan ‘’dil’’, ideoloji ile ilişkisine değinirken, dilin toplumdan topluma hatta toplum içindeki tabakalara göre gösterdiği değişim ve bu değişimin nedenlerine eğilmek gerekmektedir. Özellikle sınıfsal, cinsel, ulusal anlamda sömürü düzenini taşıyan ideolojilerin egemen olduğu toplumlarda,
dil’deki ayrımcılığa ve dilin iktidar seslerinden oluştuğunu rahatlıkla görebiliriz. Öğrenim hayatımız boyunca Edebiyat derslerinde, bize öğretilen aşağı yukarı tek tip bir ‘’dil’’ tanımı vardır: ‘’Dil insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıta; kendi kanunları içerisinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlık; milleti birleştiren, koruyan ve onun ortak malı olan sosyal bir müessese; bin yıllar boyunca gelişerek meydana gelmiş bir sosyal kurum; seslerden örülmüş bir ağ; temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemidir.’’ Bu Tanım içindeki tartışma gerektiren unsurları sıralamak gerekir: • Tabii olması • Kendi kanunları içerisinde yaşaması • Diğer kurumlardan bağımsız olması • Milleti birleştiren bir niteliğe sahip olması TABİİ OLMASI:
Dil ile ideoloji arasındaki uyum dikkate alındığında, bir insanın konuştuğu andan itibaren artık ayrı bir insan olduğu açıktır. Konuşma, insanlık ile doğa arasındaki özgün birliği bozmaya başlayan kırılma noktasıdır ve bu kırılma noktası aynı zamanda iş bölümünün başlangıcına rastlamaktadır. İdeolojik bilincin, iş bölümüne geçişle birlikte yükseldiği Marx tarafından da kabul edilmiştir; Marx’a göre dil, ‘’üretici emeğin’’ başlıca paradigmasıdır. Ne var ki uygarlığın ilerlemesi doğrultusunda atılan her adım, artı emek anlamına gelmiş ve üretici emek ya da çalışmanın özü olan yabancılaşma süreci, dil aracılığıyla gerçekleştirilerek ilerletilmiştir. İdeoloji, kaynağını iş bölümünden alırken, biçi79
KURTULUŞ
mini de şaşmaz bir şekilde dilDilin kökeni sorununa yeniden eğilmek gerekirden almaktadır. Marx’a oranla se, dil sorunu uygarlığa ilişkin bir sorundur. emeğe çok daha yüksek bir deAntropolog Lizot avcı toplayıcı yaşam biçimin ğer biçen Engels, dilin kökenini, Jaynes’e göre dilin yokluğu olarak yorumlan‘’doğanın efendisi’’ olarak adlanması gereken teknoloji ve iş bölümünü sergidırdığı emekten hareket ederek lemediğine işaret etmiştir. Özel mülkiyet, açıklamıştır. Engels bu temel yasalar, şehirler, matematik, artı ürün, kalıcı ilişkiyi şu sözlerle ifade etmişhiyerarşi, uzmanlaşma ve yazı da dahil olmak tir; ‘’önce emek, onun ardından üzere, tarımın hakimiyeti, insanlığın ‘’ilerleyive daha sonra onunla birlikşi’’ için hiç de kaçınılmaz bir adım değildi; te konuşma’’. Bu ilişkiye daha aynen dilin de zorunlu bir adım olmaması eleştirel bir gözle bakmak geregibi. kirse, yapay bir iletişim biçimi olan dil, yapay bir ayrım olan işbölümünü temsil etmiştir ve yası için gerekli bir taktik olarak görür. İçsel/ halen de temsil etmektedir. ( dilin, ‘’bireysel so- dışsal, merkez/uç (marjinal, batı/üçüncü dünya rumlulukların’’ düzenlenmesinde paha biçilmez ülkeleri gibi ikili karşıtlıklar, sosyal gerçekliğin bir öneme sahip olduğunu savunan alışılagel- kumaşını dokuyan ilişkileri en yalın biçimde ifamiş baskıcı söylemde, bu yapaylık, elbette, bir de ederler. Aslında iki terim arasında var olan olumluluk olarak değerlendirilmektedir.) ve birinci terimin ikinci terimi dışlaması ve basDilin kökeni sorununa yeniden eğilmek gere- tırması olarak sosyal gerçeklikte ortaya çıkan kirse, dil sorunu uygarlığa ilişkin bir sorundur. iktidar ilişkileri, çıkmaktadır. Bu nedenle, dil Antropolog Lizot avcı toplayıcı yaşam biçimin asla masum olmamıştır. Yapı çözüm, bu masJaynes’e göre dilin yokluğu olarak yorumlanma- kelenmiş üst/ast ilişkisinde var olan bu sözünü sı gereken teknoloji ve iş bölümünü sergileme- ettiğimiz dışarıda bırakma, marjinal kılma edidiğine işaret etmiştir. Özel mülkiyet, yasalar, mini sergilemekte, bunu yaparken de dilde var şehirler, matematik, artı ürün, kalıcı hiyerarşi, olan sınırları ortaya çıkarmaktadır. Böylelikle uzmanlaşma ve yazı da dahil olmak üzere, tarı- batının hegemonyasını tartışılmaz bir gerçekmın hakimiyeti, insanlığın ‘’ilerleyişi’’ için hiç de likmiş gibi sunmasına yardımcı olan epistemokaçınılmaz bir adım değildi; aynen dilin de zo- lojik temelleri sarsıntıya uğratmaktadır. Yapırunlu bir adım olmaması gibi. çözüm, dilde şifrelenmiş iktidar ilişkilerine salİşte bu noktada dilin tabii bir şekilde geliş- dırı yöneltirken dilde var olan isimlendirme ve tiğini, tabii bir şekilde varlığına devam ettiği- tanımlama mekanizmalarını sorgulamaktadır. ni söylemek çok güçtür. Uygarlığın icadı olan Bu sorgulama, batı metafiziğinin söylemindeki dilin üretim ilişkilerinin kapitalist tarza geçti- mantıksal bağların başlangıç noktasını oluşturği süreçte ortaya çıkıp geliştiğini görmek, dilin duğu iddiasını taşıyan ilk terimi ortaya çıkardoğal bir yapıya sahip olmadığını görmekle eş- ma çabasıdır. O halde, ikili karşıtlıklarda gizli değerdir. olan iktidar ilişkisini belirleyen, bir terimi ‘’hakikat’’, kayıtsız şartsız bir başlangıç olarak görKENDİ KANUNLARI İÇERİSİNDE YAŞAMASI: me ve gösterme arzusu olarak tanımlayabileceğimiz anlam-odaklılık geleneğini, batının ezilDilin kendi kanunlarını belirleyip belirleme- miş halklar ve renkli ırklar karşısında egemendiğini tartışırken ‘’Yapı çözüm’’ kuramına değin- liğini kurma stratejisi olarak temelde politik bir mek, tartışmaya yardımcı olabilir. Yapı çözüm, söylem oluşturma çabası olarak görebiliriz. Jacque Derrida’nın başlattığı bir siyasi pratik Her şeyden önce bir noktaya açıklık getirmek anlayışıdır. Jacque Derrida , dili ‘’bir karşıtlık- gerekiyor; belli bir sesin, keyfi ve değişmez bir lar ya da değişiklikler dizgesidir’’ diye tanımlar- şekilde belli bir işaretle ilişkilendirilmesi, hiç de ken, karşıtlıklar arasındaki iktidar ilişkilerini sanıldığı gibi kaçınılmaz veya tesadüfi değildir. görmezden gelerek batı metafizik düşüncesinin Dilin sonradan yağılan bir icat olduğunu şuratemelinde var olan anlam-odaklı düşünce alış- dan anlıyoruz; zihinsel süreçler, kendilerini ifakanlıklarının tuzağına düşmüştür. Derrida’nın de eden dilden önce gelirler. O nedenle, insanlıihtilalci retoriği, ikili karşıtlıkları sadece dilsel ğın ancak dil ile insanlaştığını iddia etmek, inbir olgu olarak görmemesinden kaynaklanmak- san olmanın dili icat etmenin ön koşulu olduğu tadır. Derrida ikili karşıtlıkları sınıf hegemon- olgusunu çoğu kez gözden kaçırmak anlamına 80
DİL VE İDEOLOJİ
gelmektedir. Son olarak dilin aslında kendi kanunları içerisinde yaşadığı değil, iktidarın kanunlarıyla yaşadığı ve günümüze kadar geldiği gerçeği önümüze çıkmaktadır.
da harekete getirir. Kültürü değişen bir toplumun dili de, düşüncesi de, düşünüş biçimi, töresi ve göreneği de değişir. Yalnızca teknik araçların değişmesi bile, kültürün ve göreneklerin değişmesine yol açar.
DİĞER KURUMLARDAN BAĞIMSIZ OLMASI:
MİLLETİ BİRLEŞTİREN BİR NİTELİĞE SAHİP OLMASI:
Dili tarih içinden çıkarıp kültür olaylarının dışında incelemek dilleri ölü bir hale getirmektir. Dil ve yaşam ayrılmaz kavramlardır. Çünkü bir dil ölmüş bir bitki gibi hiçbir koşul altında araştırılamaz. Dili yalnızca sözcüklerde, söz biçimlerinde araştırmak, d,lin içine girmeyip yüzeyinde kalmak demektir. Bu, dil üzerinde, dilin canlı yanını bırakıp, dili sanat yapıtlarından ayırıp, sadece sözlük kitaplarından yargıda bulunmak demektir. Oysaki dil ölü bir ürün değil, bir etkinliktir. Durmadan yaratılan bir şeydir. Her birey ve her kuşak ona yeni bir şey katar. Onun için dil ancak tarih içinde araştırılabilir. Dille kültür birlikte gelişirler, birbirinden bağımsız incelenemezler. Dille kültürün ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı olduğunu; kültürce gelişen bir ulusun er geç dilinde de bir gelişme olacağını, dili gelişmeden kalan bir ulusun kültürünün de o ulusun gerçek bir kültürü olamayacağını, ancak dilinde de bir üstünlük kazanmakla bir ulusun yaratıcı bir kültürle erişebileceğini, öyleyse dille kültürün sıkı sıkıya birbirine bağlı olduğunu kabul edince, kültür değişmeleri geçiren bir ulusun dilinde de o değişmelere uyan değişiklikler olacağı görüşü ister istemez kendini kabul ettirir. Toplumun hiçbir parçası yoktur ki, dilden bağımsız, ayrı olsun. Toplumun edebiyatı, felsefesi, sanatı, tekniği ile birlikte bütün kültürü, düşünceleri, kavrayış biçimi, giderek töre ve görenekleri dille bir bağlılık içindedirler, dilden ayrılamazlar. Dilden kopmuş bir kültür gibi, dilsiz bir düşünce de tam bir soyutlamadan başka bir şey değildir. Ancak bir dille düşünebiliriz. Düşünüşü dile getiren de yine dildir. Töre ve görenekler bile dil olmadan olanaklı değildir. Töre ve görenekler, geleneklerle ilgili kuruluşlardır, önceki kuşaklardan aldığımız ve yarınki kuşaklara aktaracağımız geleneklerle kurulmuşlardır. Bir kuşaktan öteki kuşağa aktarılma ise, ancak bir bildirme ile olabilir. Bunu da ancak bir dil başarır. Dille bu denli sıkı bir bağlantı içinde bulunan kuruluşlarla yüklü olan toplumun her değişmesinde, dilde de bu değişmelere koşut giden değişmeler olacağı doğaldır. Toplumun bütün parçaları birbirine bağlıdır. Bir yönde olan değişmeler bütün öteki yönlere de etki yapar, onları
Ortak dil üzerinden her ne kadar ortak bir toplumsal anlayış doğurmasına etken olsa da, yukarıdaki gibi uygarlığın taşıyıcısı olan dil, toplumu sınıfsal, ulusal, cinsel katmanlara ayıran bir uygarlıksa bu uygarlık, dilin milleti birleştiren bir niteliğe sahip olup olmaması tartışma gerektiren bir konudur. Derrida’nın ‘’Beyaz Mitoloji’’ isimli yazısında metafizik düşüncede gizli olan ırkçı ve emperyalist ideoloji üzerine söyledikleri ilginçtir. Metafizik: batı kültürünü yeniden düzenleyen ve yansıtan beyaz mitos: beyaz adam kendi mitosunu, yani Hint-Avrupa mitosunu, yani dünyanın anlamını ki bu kendi dilinin mitosudur, hala Akıl diye isimlendirmekte ısrar ettiği evrensel düşünce biçemi olarak algılanmaktadır. İlginçtir ki, 1965 yılında ölen siyah bir adam bu mitosu usta bir yapı-çözümcü gibi kırmış ve beyaz egemen ideolojinin siyah Amerikalıya dil yoluyla giydirdiği deli gömleğini çıkarıp atmanın yolunu halkına göstermiştir. Derrida ilk bildirisini 1966 yılında verdiğine göre Malcolm X’in dilin bir hapishane olduğunu keşfetmesi çok daha erken tarihlere rastlar. Malcolm Little olarak Mayıs 19,1925’de Omaha, Nebraska’da dünyaya gelen Malcolm genç yaşta Harlem’de yasa dışı işlere bulaşarak hapishaneye gönderilir. Cezasını çekerken, siyah Müslümanlara katılarak toplumsal sorunlar üzerine de düşünmeye başlar. Kısa sürede Müslümanların lideri olan Elijah Muhammed’in başyardımcısı haline gelir. Ancak 1963 yılında kışkırtıcı konuşmalar yaptığı için topluluktan uzaklaştırılır. Bunun üzerine Malcolm, 1964 yılında karşıt Afro-amerikan birliğini kurar. Ancak Şubat 21,1965 yılında New York’ta bir topluluk önünde konuşurken vahşice öldürülür. Malcolm X, hapishanede siyah Müslüman Baines ‘in yardımıyla önemli bir keşifte bulunur. Webster sözlüğünde, ‘’kara’’ maddesindeki tanımlara baktığında sözcüğün hep olumsuz bağlamlarda kullanıldığının ayırtına varır şaşkınlıkla. Sözcük, siyah Amerikalıyı göstermek için kullanıldığı gibi kanunsuz, yasadışı eylemleri tanımlamak için de kullanılmaktadır. Kara liste, kara büyü, şantaj (black mail:kara me81
KURTULUŞ
saj), kara para gibi. Malcolm yüDil, iktidar dışında kalan azınlıklara, egemen reğinden kopan bir başkaldırıyideolojinin onlara izin verdiği yaşam alanlarıla sözlüğün beyazlar tarafından nı titizlikle belirleyerek azınlıkların toplum yazılmış olduğunu haykırır. içindeki marjinal durumlarını sabit kılmaya Dil kuşkusuz en önemli basçalışır. Değer yargıları, inançlardan ve umutkı araçlarından birisidir. (Lalardan oluşan ideolojik yapı, dünyanın nasıl koff, 1975: Cameron, 1985) dil bir yer olduğunu ve bu dünyada işlerin nasıl ideolojik olarak konuşlandığı yürütülmesi gerektiğini toplumun bireylerine yere göre tanımlamalar yapasürekli olarak hatırlatır. rak hizmet ettiği ideolojinin iktidarını değişmez kılmaya çalışır. Bu hegemonyayı kurabilMaria Black ve Rosalinda Coward, Spender’ın mek için dil, tanımlamalar ve çalışmalarını inandırıcı bir biçimde eleştirmiş, metaforlar aracılığıyla normal/anormal, doğru/ dilin temelindeki yapıları ve kuralları, dilin geyanlış ve güzel/çirkin ayrımları yaparak bu deleneksel kullanımıyla karıştırdığını göstermişğerlendirmeleri tartışılmaz gerçekler gibi sunlerdir. Onun ‘’kuralları’’ daha çok görenekleri, mak durumundadır. Tanımlama, normal, doğru alışkanlıkları ve dil kullanımındaki gelenekleve güzel olarak işaretlediği terimin üstünlüğüri gösterir; bildik terminoloji ve söylem çeşitlenü, iktidarını kurarak bir baskı ve giderek terör rinden oluşur. Bu gibi görenekler, belirli tipte yaratır. (Çetinkaya, 1992). bağlamlarda sözcükler arasında bağ kurulmasıDil, iktidar dışında kalan azınlıklara, egemen ideolojinin onlara izin verdiği yaşam alan- nı yönlendirir ve düzenler. Dil yoluyla kadınlalarını titizlikle belirleyerek azınlıkların toplum rın değerinin düşürülmesi bir dil kuralı değil, içindeki marjinal durumlarını sabit kılmaya ça- böylesi söylemleri üreten eğitim, adalet, tıp, bülışır. Değer yargıları, inançlardan ve umutlar- rokrasi ya da din ile ilgili toplumsal kurumlarda dan oluşan ideolojik yapı, dünyanın nasıl bir yer erkek varlığına ve gücüne bağlı bir olaydır. Erolduğunu ve bu dünyada işlerin nasıl yürütül- keklerin bu faklı kurumlardaki tarihsel ve sümesi gerektiğini toplumun bireylerine sürekli rüp giden gücünü yansıtırlar ve böylece kendileolarak hatırlatır. İster kadın olsun, ister etnik rini tipik birer örnek, kadınları ise bu örnekten bir grubun ya da ırkın üyesi sistemin dışına çık- sapmış varlıklar olarak gördükleri bir dünyayı mayı düşünen herkes, egemen ideolojinin yarat- dile getirirler. Bu yüzden Black ile Coward anlamların değil, ‘’söyleme bağlı uygulamaların’’ tığı baskıyla yüz yüze gelmek zorunda kalır. incelenmesi gerektiği sonucuna varırlar. Feminist dilbilimin tüm bu karşıt bakış açılarını gözDİL VE CİNİSYETÇİLİK ÜZERİNE den geçiren Deborah Cameron, kısa süre önce, Dale Spender, kadınlar ve dil konusunu içe- tüm dilbilimsel gerekircilik biçimlerini eleştirren kendi alanında, geleneksel dil kullanımının miştir. Dilin erkeklerce belirlendiğine ve kadınkadınları ne ölçüde dışlayıp önemsizleştirdiğini ların bunun dışında bırakıldığına ister inanalım ve azımsadığını ortaya çıkardığı için haklı ola- ister inanmayalım, algılanmanın ve gerçekliğin rak övülmüştür. 1980’de yayınlanan Man Made yalnızca dil tarafından belirlendiği düşüncesine Language birçok kişinin dikkatini dilin cinsiyet- karşı çıkar. Cameron, feministlerin dayandığı çiliğine çekmiştir. İnsanlık için tipik ölçüt ‘’ka- dili oluşturan göstergeler sistemi içinde sabit ve dın’’ değil ‘’adam’’dır. .) dil kullanımımız gerçek- durağan gören dilbilimsel kuramlarına karşıtende erkeklerin gücünü, etkinliğini, ağırlığını dır. Dil kullanımı içinde yaratıcılığa her zaman ‘’eril’’ sayılan her şeyi toplumsal ilişkilerde yan- yer olduğunu ve anlamların yer değiştirebilecesıtır. ‘’Evet, Efendim’’ hitabı, ses teli saygı ifa- ğini savunur. ‘’koşullar farklılaştıkça, konuşmadesinin tonunu alçaltmadan dişileştirilemez. Bu cılar hem kullandıkları dili hem de değindikleri yüzden seçkinlerin girebildiği Sandhurst askeri konuyu değiştirebilirler… Dilbilimsel sınıflama okuluna alınan kadın subaylara ‘’hanımefendi’’ sistemimiz durmaksızın yeniden biçimlenmekyerine ‘’efendim’’ diye hitap ediliyor. ‘’kadın’’ ve tedir.’’ Örneğin, ‘’iş’’, bir zamanlar ev dünyasıkadınlığa özgü sayılan her şey, çoğunlukla dilde nın dışındaki bir etkinliği belirlemek için kulolumsuz yönde değerlendirilir. (ya da romantik- lanılırken feministler, ‘’ev işçisi’’ konusunu orleştirilir). Dale Spender’a göre dil sistematik bir taya atmışlardır. Yine bir zamanlar, ‘’kişisel’’, ‘’kamusal’’ın ve ‘’politik’’in karşıtı olarak belirbiçimde cinsiyetçidir. lenirken feministler ‘’kişisel politika’’dan söz et82
DİL VE İDEOLOJİ
miş, bu gibi karşıtlıkların arasındaki boşlukları ve çarpıtmaları vurgulamışlardır. Bundan da anlaşılacağı gibi dil gerçekliği belirli bir yoldan belirlemez. Buna karşın herhangi bir zamanda, bir yaşantıya yakıştırdığımız etkin anlamlar ile değerler ve koşulları sağlar. Ama dilin yaratılması ve kullanımı, toplumsal yaşamın başka güç ilişkileriyle etkileşim içindedir. Dilin cinsiyetçi ve ırkçı yanını gösteren bu iki örnekten sonra, Dil; sınıflı, cinsiyetçi, ırkçı toplumun bir ürünüdür, bu yüzden dil-iktidar, dilideoloji ilişkilerine yoğunlaşmak önemlidir.
den koparılmasına karşı koymaya çalışır. Marx ve Engels, idealizmi, düşünceyi ve dili ciddiye aldığı için değil, onlara bağımsız bir varoluş verdikleri için mahkum ederler. İnsanlar, yaşam koşullarının bütünsel üretiminin bir parçası olarak düşünceleri üretirler, diye ısrar ederler. İnsanın çalışması bilinci gerektirdiği gibi, bireyler arasında iletişimi, toplumsal emeği koordine etmek için düşünceleri paylşam ve mübadele etme kapasitesini de gerektirir. Dil, özel olarak insan bilincinin biçimidir, benzersiz toplumsal varlıklarının bilinci. Demek ki ‘’dil, bilinç kadar eskidir; dil, diğer insanlar için de var olan pratik, gerçek bilinçtir.’’ Bu anlatım kaba taslak da olsa, dili pratik insan faaliyetinin bütünlüğünden koparmadan ciddiye almak isteyen herhangi bir bakış için vazgeçilmezdir. Yine de Marx ile Engels, dili anlamak için bir çerçeveden fazlasını vermezler. Bereket, Marksist gelenekten yazarlar bu anlatımı, bize daha zengin bir metaryalist dil teorisi bırakacak şekilde geliştirip genişletmişlerdir.
DİL VE İDEOLOJİ İLİŞKİSİNİ ELE ALAN KURAMSAL YAKLAŞIMLAR: KARL MARX
Dil ve yeni idealizm: Dil, düşüncenin dolaysız fiililiğidir. Filozoflar düşünceye bağımsız bir var oluş verir vermez, dili de bağımsız bir dünya haline getirmek zorundaydılar. (MARX & ENGELS, Alman İdeolojisi) Bugün entelektüel yaşamın geniş kesimlerine sirayet eden, dili sadece bağımsız bir dünyaya değil, her şeyi kapsayan bir dünyaya, insan aracılığını fiilen ortadan kaldıracak kadar kadir-i mutlak, egemen bir alana dönüştüren yeni bir idealizme tanık oluyoruz. Her şey sçylemdir, ve söylem her şeydir. İnsanlar dilsel yaratıklar olduklarına göre, içinde hareket ettiğimiz dünya dil aracılığıyla tanıdığımız ve tarif ettiğimiz bir dünya olduğuna göre, demek ki dilin dışında bir şey yoktur. Dilimiz, ya da ‘’söylem’imiz, ya da ‘’metin’’imiz jargon değişir, fakat mesaj aynı kalır- bildiklerinizi, tasavvur edebildiklerimizi, yapabildiklerimizi tanımlar ve sınırlar. Bizzat varlığımız, kimliklerimiz ve ‘’öznelliklerimiz’’ dil aracılığıyla oluşur. Dilin içine hapsolmuş bizler, sözcüklerle oynayabiliriz; fakat bizzat dile kök salan baskının değişmez yapılarından kurtulmayı asla umamayız. Marksizmin dil ve dilin, bu idealist görüşlerden daha köklü ve daha zengin insan pratikleri topluluğu içindeki konumuyla ilgili bir anlatım için kaynaklara sahip olduğunu ve bu anlatımın, dili, diğer şeylerin arasında, kesinlikle çalışma ve çatışma ilişkileri tarafından, yani sınıf mücadelesi tarafından şekillendirilen bir toplumsal etkileşim alanı olarak anlayabildiği görülmektedir.
Göstergeler, Konuşma ve Sınıf Mücadelesi: Bu çabaların en önemlilerinden biri, V.N. Voloshinov’un öncü eseri Marxism and the Philosophy of Language’dır (1929). Voloshinov’un belirttiği 3 önerme, dille ilgili görüşlerinin temelini oluşturur. 1) tüm göstergeler sözcüklerden trafik işaretlerine kadar maddidirler; şu ya da bu fiziksel biçimde cisimleşirler. 2) göstergeler, doğaları itibariyle toplumsaldırlar; bireyler arasındaki sınırlarda vardırlar; ve iletişimsel etkileşim dışında hiçbir anlamları yoktur. 3) göstergeler toplumsal oldukları için, dille herhangi bir kapsamlı yaklaşım, konuşmaya pek çok dilsel etkileşimi gerçekleştirmenin bu aracına odaklanmalıdır. Konuşma, bağımsız bir varoluşa sahip bir alan değildir; çok yönlü bir toplumsal ilişkiler bağının bir veçhesidir. ‘’Göstergelerin biçimleri’’, her şeyden önce söz konusu katılımcıların toplumsal örgütlenmesi tarafından koşullanır. Farklı gruplar, sözcükleri, toplumsal etkileşim deneyimlerini ve toplumsal özlemlerini ifade edecek şekilde vurgulamaya çalışırlar. İktidarı ellerinde tutanlar kendilerine bağımlı olanlara bir tek söylemi dayatmaya çalışmalarına karşın, bütün bağlamlara nüfuz eden bir tek ana söylem yoktur. Bununla birlikte ezilenler ve sömürülenler etkileşim içinde oldukları için, resmi söylemlerin yadsımaya çalıştığı muhalif tutumları, toplumsal deneyimleri vb. vurgulayan kendi konuşma türlerini geliştirir-
Toplumsal Emek ve ‘’Gerçek Yaşamın Dili’’: Materyalist kavrayış bilincin, düşüncenin, düşünceler dünyasının emekten, toplumsal üretimden, bir bütün olarak pratik insan faaliyetin83
KURTULUŞ
ler. Bu nedenle, Voloshinov’a Dil sadece bir iletişim aracı değildir, aynı zamangöre göstergeler, çok aksanlıdırda bir durumun, bir gerçekliğin sadece o toplar; farklı toplumsal grupların luluk tarafından paylaşılan anlamını ifade deneyimlerini ifade eden çeşitli etme işlevi de görmektedir. Bir başka deyişle biçimlerde telaffuz edebilirler. dil, bir sembol aktarma aracı, hatta bizatihi Fakat resmi söylemler, egemen semboldür. sınıfların retorik sistemleri göstergenin çok-aksanlılığını yadsımaya çalışırlar. Egemen sınıf, taydılar ve bu ihlaller, yasadan sapmayı düpeideolojik göstergeye sınıf üstü, ebedi bir nitelik düz teşvik ederken zenginlerin pratiklerini gaykazandırmaya çalışır. Başka bir ifadeyle, gösrimeşrulaştıran zengin bir popüler kültür taratergeleri şeyleştirmeye, onları durağan ve değişfından sürdürüldü. Bu popüler kültürün kendi mez, tekil, üniter, ebedi bir anlama sahip oladili, retoriği ve simgeleri ardıve duvar yazıları, rak ele almaya çalışır. Ve bu bağlamlarda, kenşarkılar, tehdit mektupları biçiminde belgesel dilerini sömürenlerin doğrudan denetiminden bir sicil bırakmıştır. Yine de üretken yaratıklar ve gözetiminden kaçan biçimlerde iletişim kuolduğumuz için, kendimizi meydana getirmerarlar. Başka bir ifadeyle, resmi söylemler, ezimiz; ve getirilmemizde, çalışma merkezi olduğu lenlerin yaşam deneyimlerinin tamamını yakaiçin, çalışma merkezli toplumsal ilişkiler ve çalamadığı için, alternatif söylemler gelişir. Ezitışmalar yaşamlarımızda belirleyici bir biçimde lenlerin, kendilerini yönetenlerin doğrudan müvardırlar. Sınıflı bir toplumda bütün bunlar, sodahalesinden kısmen ya da tamamen özgür bir yulma ve bu soygunu bozma ya da tersine çevirtoplumsal etkileşim alanları vardır. Ve bu memeye çalışma deneyiminin bir parçasıdırlar. kanlar da, resmi söylemin gözünden kaçan duyMacaristan’daki fabrika yaşamını betimleguları, heyecanları, düşünceleri, görüşleri ve özyen yazar Miklos Haraszti’nin ‘’biz’’ ve ‘’onlar’’ lemleri ifade eden söylemler ya da konuşma türdünyasında tarif ettiği işçiler, parça başı çalışan leri geliştirirler. işçilerdir. Kotalarını doldururkeni kendileri için Bir isyan karnavalı sırasında tepe taklak olmal, fabrikadan gizlice kaçırılıp eve götürülecek muş bir dünya görüntüleri, ani yaratılar değilşeyler üretmeye zaman bulurlar. Bu serbest fadir; ezilen ve sömürülen grupların tarih boyunaliyet ürünleri için sözcük icat ettiler: ‘’evlikler’’ ca deneyimlerini ifade etmek ve ne kadar eşitsiz Evlikler, muhalif değerlerin ve tutumların madolursa olsun, direniş pratiklerini birleştirmek di cisimleşmeleridir. için yaratmış oldukları konuşma türlerinden çıBu örnekler, belli bir direniş mantığının izini karlar. sürerler. Sömürü deneyimini tersine çevirmeye kalkışan, emeklerinin ürününü, özgürlükleriSömürü ve Direniş Kültürleri: Popüler mani, bizzat yaşam etkinliklerini kendilerine mal salları, şarkıları, ritüelleri ve söylenceleri doledenlerden bir şeyler çalmaya çalışan ve yıkıcı duran direniş imgeleri konusunda en ilginç şeypratiklerini anlatmak ve yürütmek için ‘’dil icat lerden biri de, sömürü deneyimini tersine çevireden üreticileri’’ gösterirler. Bu yüzden direniş me tarzlarıdır. Sömürünün kalbinde, her şeyden söylemleri, rasgelelikten ya da keyfilikten başönce hırsızlık, birinin soyulmuş olduğu anlamı ka bir şeydir. En güçlü ve en dayanıklı olanları vardır. Bu ilişkiyi tersine çevirme, ister usta, isçoğunlukla en yaratıcı olanları emek ve sömürü ter efendi, ister patron olsun, soyanı soyma, poyapılarına yanıtlardır. Yapı-bozumcuların gözpüler kültürün değişmez bir temasıdır. de bir terimi olan ‘’oyun’’ vardır burada; ironi, Efendiler ve köleler yerine hayvanları kulmizah, karnavalımsı tersime vardır. Fakat gelanan bu öyküler sürekli anlatılırdı; ve insanın çim üzerine, yaşam üzerine mücadele, lanet cidkendi efendisinden çalmasını sadece affedilmekdi mücadeleler de vardır. Ve özgürlük mücadele kalmayıp övüldüğü bir karşı koyma kültürülesi vardır. nü meşrulaştırmaktaydılar. Dahası bu öyküler sadece fantezi değildi; köle topluluklarının koGRAMSCİ ruma çalıştıkları fiili aşırma pratiklerinin bir parçasıydılar. İnsanlar yeni mülkiyet tanımlaDil ve Hegemonya Üzerine: Resmi söylemler rına ve ananevi haklarına getirilen kısıtlama- ezilenlere tamamen egemen olamıyorlarsa, ezilara meydan okumak için, kaçak avlanmak gibi lenler kendilerine yönetenlere karşı zengin direyasaları ihlal eden çeşitli pratiklere bulaşmak- niş pratikleri ve söylemleri yaratıyorlarsa, ege84
DİL VE İDEOLOJİ
menliğin ve sömürünün ısrarla varlığını sürdürmesini nasıl açıklarız? Gramsci, egemen düşüncelerin, egemen sınıfın düşüncelerinin hegemonyasını ve böyle bir hegemonyanın ne ölçüde topyekün olmadığını, aksine her zaman ‘’karşı hegemonik’’ olan, egemen değer ve düşüncelerin karşısında duran düşünce ve tutumlarla huzursuz bir ilişki içinde var olduğunu kabul eden bir bakış açısı geliştirmeye çalıştı. Gramsci, ‘’bütün insanlar felsefecidir’’ der. Çünkü ‘’belirlenmiş bir fikirler ve kavramlar bütünlüğü’’nü gerektiren dil kullandığı için, her birey bir toplum kavrayışı, içide yaşadığı dünyayla ilgili bir kavrayış kullanır. Üreten sınıfların mensubuna bakıldığında durum çoğunlukla şöyledir: Teorik bilinci, gerçekten de tarihsel olarak etkinliğiyle karşıtlık içinde olabilir. İki teorik bilinci (ya da çelişkili bir bilinci) olduğu söylenebilir: biri, etkinliğinde örtük olarak var olan ve onu gerçek dünyanın pratik dönüşümünde bütün işçi arkadaşlarıyla gerçeklikte birleştiren bilinçtir; yüzeysel bir biçimde açık ya da sözel olan ikincisini, geçmişinden miras almıştır ve eleştirmeden özümsemiştir. Bir tek işçi grubunda bazı işçiler, patronların, denetçilerin, devletin başındakilerin düşüncelerini neredeyse toptan kabul etmeye eğilimliyken, bazıları bu tür şahsiyetlere neredeyse toptan karşı olma eğiliminde olurlar. Gramsci, işçi sınıfı bilincinin çelişkili doğasının ortadan kaldırılamayacağından emindir. Egemen sınıfın kendi yönetimine ideolojik rıza kazanmaya çalışması ve işçilerin yaşam deneyimlerinin, sömürüye ve egemenliğe direnişlerinin, egemen düşüncelere uymayan ve aslında bu düşüncelere meydan okuyan örtük bir dünya görüşünü gerektiren pratikler üretmeleri, kapitalist toplumun asli bir özelliğidir. Gramsci’ye göre devrimci siyaset, işçi sınıfının sağduyusuyla başlar. Bu sağduyu, büyük ölçüde örtük bütün bu muhalif tutumları barındırır. Ve sosyalizm, Marx’ın ısrar ettiği gibi, işçi sınıfının kendi kendini kurtarması olduğuna göre, devrimci düşünceler işçi sınıfı hareketine enjekte edilen yabancı bir söylem olamaz. Aksine, devrimci düşünceler ile işçi sınıfı arasındaki bağlantı organik olmalıdır; sosyalizmin, işçi sınıfının direniş pratiklerinin mantıksal ve tutarlı sonucu olduğunu göstermek Marksistlerin görevidir. Gramsci’ye göre, karşı-hegemonyalar siyasal mücadeleyle, ekonomik direnişle ideolojik savaşın el ele gittiği hareketlerle yaratırlar. Başka bir ifadeyle, ezilenler için ‘’kendini eleş-
tirel anlama, bu nedenle, bir siyasal hegemonyalar mücadelesiyle gerçekleşir. Ve siyasal partiler diye ısrar eder Gramsci, karşı-hegemonik dünya görüşlerinin ‘’tarihsel laboratuar’’ı olarak çalışırlar; ‘’gerçek tarihsel bir süreç olarak anlaşılan teori ile pratiğin birliğinin gerçekleştiği potalar’dır. Bu yüzden Gramsci’nin dil, hegemonya ve siyasal mücadele tartışması, Voloshinov’un konuşma türleri kavrayışını pratik siyaset alanına tercüme etmemize yardım eder. Zira Gramsci’nin çelişkili bilinci, Voloshinov’un sömürülen sınıfların mensuplarının egemen konuşma türlerine (bağımlılık konumlarına göre) ve başkalarıyla (eşit durumda olanlarla)farklı bir ilişkiyi, farklı değerleri, farklı pratikleri cisimleştiren daha eşitlikçi konuşma türlerine katıldıklarına dair fikrini başka bir yolla ifade etmektir. ALTHUSSER
Yapısalcılıktan etkilenmiş bir isim olan althusser, bir siyasal veya sosyal yapıyı anlamak için, onun derininde yatan yapısal öğelere bakmakta. Bu nedenle, devlet sadece görünen baskı araçlarından oluşmuyor, aynı zamanda şiddet içermeyen, topluma farklı yollardan nüfuz eden ideolojik aygıtları da içeriyor. Hükümet, polis, ordu, yargı organları, bürokrasi gibi şiddet araçlarına ve yaptırım mekanizmalarına sahip olan örgütler, ‘’Devletin Baskı Aygıtları’’dır. Ancak, hiçbir devlet, sadece baskıcı araçlarla uzun süre ayakta kalamaz. Ayakta kalabilmesi için varlığını haklı, yerinde ve vazgeçilmez kılacak meşruiyet araçlarına da ihtiyacı vardır. Bu araçlara, Althusser, ‘’Devletin İdeolojik Aygıtları’’ adını vermektedir. Bu aygıtların hepsinin devlet kelinde olması gerekmemektedir. Bunların bir kısmı sivil topluma aittir. Ancak, devlet, kendi değerlerini topluma öylesine empoze etmiş ve öylesine bir karşılıklı bağımlılık yaratmıştır ki, sivil toplum da devletin ideolojik aracı haline gelmiştir. ‘’Sivil Toplumun Devletlerştirilmesi’’ ifadesi ile Althusser, bu durumu kastetmektedir. Televizyon, radyo, basın, eğitim kurumları, dinsel kurumlar, edebiyat, sanat vb. alanlar, devletin ideolojik araçları olarak işlev görmektedir. Bu araçlar vasıtasıyla devlet (yönetici sınıflar), kendi ideolojisini yeni kuşaklara sürekli aktarma, böylece mevcut durumu meşrulaştırma imkanı bulmaktadır. Dil de, kavramları ve sembolleri aracılığıyla basında, eğitimde, sanatta yani yaşamın hemen hemen her alanında 85
KURTULUŞ
aktarılan ideolojinin kimliğine bürünerek, sistemin meşrulaştırılmasında em önemli rollerden birini oynar. Dil ve işaretler, kullandığımız sembollerin arasında oldukça önemli bir yere sahiptir. Bir kere, tüm semboller dil aracılığı ile ifade edilir. Kimi semboller de, yine dil ile ifade edilen işaretlerdir. Dilin bir işlevi, topluluğu oluşturan bireylerin karşılıklı olarak etkileşimde bulunmalarını sağlamaktadır. Aynı nesneler, aynı toplumsal gerçeklikler, aynı kelimelerle ifade edilerek, yaşanan dünyanın paylaşılması sağlanır. Bu haliyle dil, bir iletişim aracıdır. Ancak, dil sadece bir iletişim aracı değildir, aynı zamanda bir durumun, bir gerçekliğin sadece o topluluk tarafından paylaşılan anlamını ifade etme işlevi de görmektedir. Bir başka deyişle dil, bir sembol aktarma aracı, hatta bizatihi semboldür. Aynı şekilde, işaretler de, bir yandan belirli bir duruma nesnel olarak işaret ederken, diğer yandan başka bir anlamı çağrıştırabilir. İkinci durumda işaret ve kullanılan dil, gerçeklikle dolaylı bir ilişki içindedir ve ‘’meta dil’’in bir öğesidir. Bu haliyle dil, ideolojinin ifade edilmesinde, aktarılmasında ve toplumun manipüle edilmesinde önemli bir araç olarak kullanılmaktadır. Hatta dilin bir siyasal manipülasyon aracı olarak kullanılmasında, seçkinlerin sıradan insanlardan daha becerikli oldukları, bir çok sosyal bilimci tarafından iddia edilmektedir.
Demek ki, dil toplumsal ve tarihseldir. Anlamlar bizim için, başkalarıyla ilişkilerimizde vardır; ve bu başkaları, somut, yapılı toplumsal ilişkiler içinde vardırlar. Ve bu toplumsal ilişkilerin kendileri dinamiktirler; egemenlik ve direniş üzerine mücadeleleri, değişen güç ve iktidar dengelerini gerektirirler. Bu yüzden anlamlar da tarihseldir; ilişkilerin basit olmadığı, geçmiş ile şimdinin geleceğe doğru yönelişimizde iç içe geçtiği bir ‘’tarihsel oluş’’ sürecine batıktırlar. Dil, bir tek gramatik ilişkiler ve anlamlar yapısı sunmaz. Aksine, dile bulaşmak, her zaman tartışılan ve hiçbir zaman kapanmayan toplumsal ve tarihsel bir temalar, aksanlar ve anlamlar alanına dalmayı gerektirir. Seçilen sözcükler, çıkartılan sesler, bu alan içinde bir konumlanmayı gerektirir. Deneyimlerimizi, tutumlarımızı, özlemlerimizi ifade etmenin alternatif yolları her zaman vardır. Dili bu şekilde görmek, yeni idealistlerden farklı olarak, kurtuluş anlamlı bir dil olarak teorikleştirilebilir demektir. Koşullar ne kadar kasvetli olursa olsun, prat,k etkinliğimiz ve dilimiz, insanlar ve yaptıkları işler arasındaki farklı türden ilişkileri ifade eden temaları, aksanları ve özlemleri birlikte taşıdıkları için, kurtuluşun her zaman olanaklı olduğu anlamına gelir. Hiyerarşi, egemenlik, sömürü var oldğu sürece, dilde iz bırakan direniş ve yıkıcılık pratikleri de olacaktır. Dil bir hapishane değil, bir mücadele alanıdır. Kuşkusuz mücadele, çok gerçek maddi yapılar alanında işyerleri, hapishaneler, ordular vb. gerçekleşir ve eninde sonunda orada çözülür. Fakat mücadelemiz nerede olursa olsun, dil, toplumsal deneyimin yaşandığı alanlardan biri olarak orada bulunacaktır. Ve baskıdan ve sömürüden kurtulmak için savaşanlar, daha iyi bir dünya uğruna mücadelelerini ifade etmek, açıklamak ve koordine etmek için sözcükleri, anlamları ve temaları kaçınılmaz olarak dilde bulacaklardır.
DİL VE KURTULUŞ
Dil üzerine bazı Marksist değerlendirmelerle yapılan bu incelemelerden şu sonuçlar çıkarılabilir: Marksizmin yaşam-deneyim birliği üzerinde ısrar ettiği görülmekte. Dil, bilinç gibi, insan varoluşunun ayrı ve kopuk bir alanı değildir; aksine bu deneyimin anlamlı bir boyutudur. Gerçek yaşamın çatışmaları, gerilimleri ve çelişkileri ona nüfuz eder. Yeni idealizm bunlardan hiç birini görmez.
86
MASUM BİR KAVRAM OLARAK
‘SANAT’ VE TOPLUMSAL ÜRETİMİ KUBİLAY MUTLU
“Toplum çatışan sınıflara bölündüğü sürece, ortak bir iletişim sistemini paylaşamaz” -Bertolt Brecht
(Aktaran Hebdige, 2004: 22)
G
ündelik yaşamda sıkça kullanılan öyle kavramlar vardır ki, çoğu zaman sıkça kullanımlarından olsa gerek, neredeyse ‘görünmez’ hale gelirler. Her yerde karşımıza çıkarlar. Anlamlarından şüphe edilmeyecek bir ‘doğallıkla’ cümlelerimize yerleşirler. Özgürlük, demokrasi, sosyalizm, devlet, devrim, sınıf ve halk gibi pek çok kavram için geçerli olan bu saptama, kuşkusuz sadece kavramların sıkça kullanımlarına bağlanamaz. Her biri karmaşık süreçlerin ürünü olan bu tanımlama zorluklarının başında, bir toplumda her kavramın en az iki anlamı olmasını sağlayan sınıflı toplum yapısı gelir. Öyle ki, özgürlük gibi oldukça ‘masum’ görünen bir kavram, kimin özgürlüğü sorusu ile beraber kullanılmadığında ‘masum bir canavara’ dönüşüverir. Evet uzun zamandır her kavramın en az iki anlamının olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Sömürenler ve sömürülenler olarak uzlaşmaz çelişkilere sahibiz. Her ne kadar uzlaşmaz çelişkilere sahip olsak da, bütün bu uzlaşmaz çelişkilerimize uzlaşı kazandıran egemen ideolojinin koordinatları içerisinde üretilen, ‘masum’ kavramlar üzerinden ‘uzlaşıyoruz’. Bu yazı bağlamında masumiyeti şüphe götürmez, dolayısıyla da en tehlikeli kavramlardan birisi olan ‘sanat’ ve onun toplumsal üretimi meselesine görünürlük kazandırmak niyetindeyim. Yukarıda tartışılan diğer kavramlar için de yapılması gereken bu görünürlük kazandırma eylemi, öncelikle masumiyetlerine aldanmayacak bir gözle okumayı ve onlar üzerine doğru sorular sormayı gerektirir. Bu açıdan sadece egemenlere karşı kullanırken değil, özellikle kavramların cemaat içi kullanımlarında daha bir dikkatli olunmalı. Çünkü daha çok bir ‘jargon’ olarak gündelik yaşam içerisinde sıradanlaştırdığımız bu tür kullanımlar yoluyla, kavramlarımızın anlamla-
rı üzerine etkilerde bulunuruz. Bu duruma sanırım en iyi örnek, kadın özgürlük mücadelesi tarihidir. Kadınlar bizzat bu ‘masum’ kavramlar üzerinden nasıl kuşatıldıklarını ve gündelik yaşamın sıradan rutinleri içerisinde nasıl görünmez ağlarla sarmalandıklarını iyi bilirler. Bilim adamı, ev hanımı, namus, anaların öfkesi ve insan soyunu ademden gören ‘adamlaşmış’ kavramların kullanılması yoluyla erkek egemen toplum, kendi egemenliğini ideoloji alanında garanti altına alır. Zaten egemenlik, zor aygıtlarının da işin içerisinde olduğu bu hegemonya sürecindeki bir momentin adıdır. Müzakere ile oluşur mutlak ve ebedi değildir. Aşağıdaki bölümde sanatın toplumsal bir üretim olarak çeşitli tarihsel momentlerde, çeşitli sınıfların elinde nasıl iş gördüğü meselesi tartışılırken bu meseleye başka açılardan değinilecektir. TOPLUMSAL BİR ÜRETİM OLARAK SANAT
‘Sanat’ bir toplumsal üretimdir. Ortalama solcular da dahil olmak üzere Türkiye sosyalist hareketinin pek çok bileşeni için neredeyse sıradanlaşmış bir söylem olan “sanatın toplumsal bir üretim olması”, yaygınlığından olsa gerek, en az yaygınlığı kadar da ‘görünmez’ bir tanımlamadır. Tanımın iki bileşeni vardır. Bileşenlerden birisi onun üretiliş şekline gönderme yaparken, diğeri ise onun ‘yaratım’ değil, üretimle ilişkili bir anlam dünyasında değerlendirilmesini önerir. Aşağıda yapılacak olan tartışmada bu iki bileşenin birbirleriyle ilişkili değerlendirilmesi yoluyla, sanatın bir toplumsal üretim olarak tanımına görünürlük kazandırılmaya çalışılacaktır. ‘Sanat’ başlığı üzerinden konuşmak peşin olarak bazı zorlukları göze almayı gerektirir. Burada göze alınan zorluk, belki tek tek çalışma alanla87
KURTULUŞ
rı olarak değerlendirilmesi gereBütün insan faaliyetleri gibi sanat da toplumsal ken müzik, resim, edebiyat ve siilişkiler ağı içerisinde gerçekleşen bir pratiktir. nema gibi sanat dallarının, aynı Yukarıda tartışılan esin perilerini bekleyen dahi geniş sanat başlığı altında desanatçı figürü de dahil olmak üzere bütün sanatğerlendirilmesinden kaynaklıdır. çılar potansiyel bir okurun bazen somut, bazenKuşkusuz birbirlerinden oldukça se hayali varlığında üretimlerini gerçekleştirirfarklı disipliner anlayışların ürüler. Bunun yanında üretimleri toplumsal yapı ve nü olan bu alanların, genel sanat faillik bağlamında işleyen dinamik süreçlerin/ başlığı altında değerlendirilmesi belirlenim ilişkilerinin baskısı altındadır. zordur. Edebiyat gibi daha bireysel görünen üretimlerle, sinema gibi ‘ortaklaşa’ üretimin artık bir nata’ giden uzmanlaşma ve yabancılaşma sürecinendüstri haline geldiği üretimler arasında elbette ki sınırlar çizilmesi zorunlu- deki en önemli tarihsel kırılmanın kapitalizmle eş dur. Müziksel kompozisyonla, resimdeki sanatsal zamanlı yaşandığı söylenebilir. Kapitalizm, üreunsurları bir araya getirme işi olarak kompozis- tim sürecini parçalayan aşırı uzmanlaşmış ve yayon, ya da çerçevenin içerisine nelerin dahil edi- bancılaştırıcı yapısıyla, benzeri süreçlerin bugün lip edilmemesi üzerinden fotoğrafçıların verdikle- sanat dediğimiz uğraş alanlarında da yaşanmari kararlar aynı türden kararlar değildir. Bununla sına yol açmıştır. Kökleri Rönesans’a kadar götüberaber sadece kendi alt terimleri üzerinden ger- rülebilecek bu uzmanlaşma sürecinde gerçekleşen çekleşen uzmanlaşma/farklılaşma da değil, biz- dönüşümler, aslında ‘zanaat’ olarak değerlendirilzat ‘sanat’ olanla olmayan üzerinden yapılan ay- mesi yerinde olan faaliyetlerin ‘sanat’ olarak etirımlar bile bu farklılaşmaya işaret eder. Örneğin ketlendiği bir sürecin önünü açmıştır. El ustalığı ‘batı’ kültürel dünyasında sanat (art), hayal gücü isteyen işler ya da uygulama becerisi anlamındaya da ifade yeteneği yoluyla bilinçli olarak “yara- ki zanaat ile gene aynı derecede uygulama beceritılan görsel” objeler ve anlatımlar için kullanılan si ve ‘yaratıcılık’ gerektiren sanat arasında üretim değer yüklü bir tanımlamadır. Böylelikle resim, süreçleri açısından esaslı bir ayrım yapılamaz. Bu heykel gibi görsel alanlar dışındaki müzik, bir sa- ikisi arasındaki ayrım, “estetik” kavramıyla paketnat olmaktan çok ‘sanatla ilgili’ bir yaratım ola- lenmiş bir sınıfsal gösterge olarak bazı faaliyetlerak değerlendirilir. Ama bu yazı boyunca da iddia rin diğerlerinden üstün tutulması sürecinde ortaedileceği üzere bütün bu çalışma alanlarının hepsi ya çıkar. Nilay Mutlu çok yerinde olarak himaye-aralarındaki farklılıkların bilincinde olarak- ge- cilik ve sponsorluk bağlamında 11. İstanbul bienaniş anlamlı sanat kategorisi içerisindeki toplum- lini tartıştığı yazısında, bu estetik işaretleme süsal üretimler olarak değerlendirilecektir. Mesele- recini ifade eder. “Bourdieu’nun ‘kültürel sermaye’ nin bütüncül değerlendirilmesi yoluyla, sanat dal- kavramının da katkısıyla yükselen sınıflar bağlaları arasındaki üretime dayalı ortaklığın daha net mında ‘sanat’ ve gösterişçi tüketim de bu çerçevealgılanmasını sağlayacak bir bakış açısı hedeflen- de, toplumsal grupların kendi egemenlik konummektedir. Bu yolla yazının devamında da görü- larına görünürlük kazandırdıkları bir pratiktir leceği gibi sanatsal olan ve olmayan üretimlerin (2009: 20). O güne kadar lonca faaliyeti olarak deaynı ‘yaratıcılık’ faktörlerine dayalı üretimler ol- ğerlendirilebilecek bu ortaklaşmış üretimler, bundan sonra kendisine ‘deha’ statüsü verilmiş yüce duğu daha iyi anlaşılabilecektir. sanatçıların, yaratıcılıklarını sergiledikleri ‘estetik’ bir alan haline gelmiştir. Terry Eagleton EdeTARİHSEL VE SOSYOLOJİK PATİKALAR biyat Kuramı’nda bu sürece açıklık getirir; Tartıştığımız bu dönemin modern “estetiğin” Sanatın toplumsal doğasını anlamak, tarihsel veya sanat felsefesinin doğuşuna tanık olması ve sosyolojik iki patikadan yol alınarak yapılabirastlantı değildir… Daha önceleri insanlar şiirler lecek bir yolculuktur. Patikalardan tarihsel olanı, yazmış, çeşitli amaçlarla oyunlar sahnelemiş veya bugün hepimize ebedi ve ezeli görünen pek çok şey resimler yapmışlardı, başkaları da bu eserleri çegibi (Devlet, özel mülkiyet, erkek egemen toplum şitli şekillerde okumuş, seyretmiş veya izlemişlervb.) sanatın da fani olduğunu, baki olanın ise dedi. Artık bu somut ve tarihsel olarak değişken prağişimin kendisinden başka bir şey olmadığını göstikler “estetik” adıyla bilinen özel, gizemli bir öğterir. reti çerçevesine yerleştiriliyor ve yeni bir estetikçi Bugün sanat olarak adlandırdığımız faaliyetgrup öğretinin en derin yapılarını ortaya çıkarmalerin tarihsel serüveni izlendiğinde, ‘büyüden sa88
MASUM BİR KAVRAM OLARAK ‘SANAT’ VE TOPLUMSAL ÜRETİMİ
ya uğraşıyordu… “Sanat” olarak bilinen değişmez bir nesnenin veya “güzellik” veya “estetik” denen soyutlanabilir bir yaşantının var olduğu varsayımı, büyük ölçüde yukarıda sözünü ettiğimiz sanatın toplumsal yaşamdan yabancılaşmasının sonucuydu” (Eagleton, 2004: 45) Bu sürecin resim alanındaki en tipik örneği Michelangelo’dur. Papa 2. Julius, Vatikan’ın yanındaki Sistine kilisesinin tavan resimlerini yapması için Michelangelo’yu görevlendirdiğinde o, ortaçağ boyunca kilise duvarlarına resimler çizen isimsiz pek çok ‘işçiden’ sadece birisidir. Rönesans döneminin baş yapıtlarından birisi olarak kabul edilen “Ademin Yaratılışı” sahnesinin bir sanat eseri statüsü kazanması ve Michelangelo isminin öne çıkarak günümüze kalmasının en önemli sebebi kuşkusuz yetenekleri yanında bu yeteneklere ‘estetik’ atıf yapan ve çalışmalarına himayecilik eden Floransalı Medici ailesinin varlığıdır. Bu açıdan günümüzün sponsorluk ve devlet sanatçılığı uygulamalarına kadar izi sürülebilecek olan himayecilik pratiğinin bu tarihsel momentteki işlevi önem kazanmaktadır. Rönesans’a kadar kilise himayesinde gelişen müzik, resim, oymacılık, ağaç baskı vb. pek çok pratik, aristokrasi ve daha sonrasında da burjuvazinin kendi sınıfsal konumlarına görünürlük kazandırması sürecinde “estetik” olarak işaretlenen sınıf kodlarına dönüştürülmüştür. Şu noktanın belki gözden kaçmaması için vurgulanması yerinde olur; aristokrasi ile burjuvazi arasında tarihsel art zamanlı ilişki dışında, sanatı ele alış biçimlerinde de farklılıklar vardır. Yukarıda da söylendiği gibi iki toplumsal sınıf da zanaattan sanata gerçekleşen uzmanlaşma ve yabancılaşmanın birer aktörüdür. Fakat aristokrasinin himaye pratikleri ile burjuvazinin himaye pratiklerinin ayrıştırılması bazı sınıfsal özellikleriyle bağlantılı olarak ele alınabilir. Aristokrasinin himaye pratikleri Fredrik Barth’ın Etnik Gruplar ve Sınırları kitabında işaret ettiği patronaj sistemleriyle alakalı bir çerçevede yapılan uygulamalarla anoloji kurularak anlaşılabilir. Afganistan ve Batı Pakistan’ın kesişim bölgesinde yaşayan bir topluluk olan Pahtanların misafirperverlik ve ürünlerin saygın kullanımı (melmastia) üzerine geliştirdikleri pratikleri, Pahtan toplumunun farklı kesimleri arasındaki sınırların korunmasına yönelik kurumlardan birisidir. Bu açıdan “misafir ağırlama Pahtanlar arasında önemli bir erdemi ifade eder… Varsıllık sadece mal varlığına sahip olmayı ifade etmez. Varsıllık erdemli amaçlar için kullanılırsa gerçek anlamını bulur. Sahip olduğu varsıllığa tutsak olmak ve bu varsıllığı erdemli bir şekilde kullana-
mamak zayıflığın ve hamlığın göstergesidir. Varsıllığın ve iyi insan olmanın kriteri, mal sahibi olmakta ve pintilik etmekte değil aksine bu erdemli davranışları sergilemektedir… [bu uygulamalar] Pahtan liderlerinin yerli halk üzerinde kurmaya çalıştığı egemenliği de meşru kılmaktadır” (2001: 139-140). Benzer şekilde aristokrasinin gösterişçi tüketim de dahil olmak üzere müzik, resim, heykel gibi ‘işlevsiz’ sanat pratiklerini desteklemesi, patronaj sistemiyle alakalı bir tercihtir. Egemenliği altında tuttuğu kesimlerin itaatini talep ederken sergilediği, şatafatlı tüketim pratikleri, burjuva anlamdaki ‘rantabl’ olmayan faaliyetler kapsamında görülebilir. Burjuvazinin, bu pratikleri desteklemesi ise aristokrasinin sahip olduğu bu egemenlik statüsünü talep etmenin yanında, ondan ve toplumun diğer kesimlerinden ayrışmasının bir yolu olarak da değerlendirilmelidir. Daha incelmiş “estetik” kategoriler yoluyla sanatı değişmez ve kendi içerisinde anlamlı bir pratik olarak işaretlemesi yoluyla burjuvazi, kendi bağımsızlık kodlarına da sahip olmaya çalışır. Saygınlığının tek başına gösterişçi tüketimle sağlanamayacağının farkındadır. (Ki daha sonra tutumluluk vb. erdemleri de gene burjuvazi savunmuştur.) Saygınlık ve farklılığını daha incelikli bir “estetik” zırhla kuşattığı sanat pratiklerine hamilik etmesi yoluyla başarır. Yukarıda sanatın toplumsal doğasını anlamak, tarihsel ve sosyolojik iki patikadan yol alınarak yapılabilecek bir yolculuktur demiştik. Tarihsel patika onun toplumun yapısına kök salmış kolektif bir üretimden, “dahi” sanatçılar tarafından üretilen “estetik” bir kategoriye nasıl dönüştüğünü göstermek açısından önemliyken, sosyolojik patika ise onun üretim süreci de dahil olmak üzere toplumsal ilişkilerden kaynaklanan doğasını anlamamıza yarayacak malzemeler sağlar. Bütün insan faaliyetleri gibi sanat da toplumsal ilişkiler ağı içerisinde gerçekleşen bir pratiktir. Yukarıda tartışılan esin perilerini bekleyen dahi sanatçı figürü de dahil olmak üzere bütün sanatçılar potansiyel bir okurun* bazen somut, bazense hayali varlığında üretimlerini gerçekleştirirler. Bunun yanında üretimleri toplumsal yapı ve faillik bağlamında işleyen dinamik süreçlerin/ belirlenim ilişkilerinin baskısı altındadır. Marx en çok alıntılanan pasajlarından birinde bu belirlenim süreçlerinin diyalektik yanına açıklık getirir: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri ko* Burada okur sadece edebiyat anlamındaki okumalara değil, müzik, tiyatro, bale gibi performans sanatlarının izler kitlesi yanında, resim, heykel gibi plastik sanatları da içerecek bir çerçevede kullanılmaktadır.
89
KURTULUŞ
şullarda yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar” (2003: 14). Layder’in yaptığı sırayla gidersek en temel ve sosyolojinin en eski düalizmi olan birey-toplum ayrımı, sosyolojinin adeta abc’sidir. Özetle bir soyutlama olarak birey ve toplum ayrımına odaklanır. Bu ayrımda eksik olan yan; toplumsuz birey gibi bir akıl dışılığa kapı aralamasıdır. Daha da önemlisi bu birey ve toplum statik ve eylem halinde olmayan bir karşıtlık içerisinde bulunurlar. Bu nedenlerle faillik-yapı ayrımı, öncekine göre daha geniş kapsamlı değerlendirmelere açık ve toplumsal eylem halindeki özneye, soyut eylemsiz ve toplumsuz ‘birey’den daha fazla önem veren bir ayrımdır. Kolektif veya tekil aktrisler olarak failler, özellikle kültür endüstrisi ve kültürel emperyalizm söyleminde sıkça karşımıza çıktığı gibi “kültürel aptallar” ve şartların pasif kurbanları değillerdir. Aksine bilinçli eylemleriyle yapıya müdahil olan aktrislerdir. (Mutlu ve Mutlu, 2008: 4) Bu anlamıyla “yapı kavramını insanların içinde hareket ettikleri toplumsal bağlamı veya ilgili koşulları oluşturan toplumsal ilişkiler anlamında” (Layder: 5) kullanmak, sanatsal üretim ve tüketimin de dahil olduğu yapısal süreçleri anlamamızı kolaylaştırır. Toplumunun aktif özneleri olarak failler hem sanatçıları hem de izler kitleyi içerisine alan bir kategoridir. Toplumsal özneler olarak failler Marx’ın yukarıdaki çevrimi içerisinde yaşamı dinamik bir şekilde yeniden üreten aktif öznelerdir. Asla onun pasif uygulayıcıları veya edilgen onaylayıcıları değillerdir. Bu açıdan yukarıdaki tarihsel dönemde ortaya çıkan “yaratıcı” dahi sanatçı figürü ne kadar abartılıysa, izler kitle ya da okurun, pasif kültürel aptallar olduğu saptaması da, aynı oranda abartılıdır. Metin* okurla buluştuğu anda üretimi tamamlanan bir anlamlandırma gerecidir. Bu Marx’ın; üretim, tüketim anında tamamlanan bir süreçtir saptamasıyla da benzerlik gösterir. Sanatın toplumdan yabancılaşmasının bir sonucu olarak metne yüklenmiş abartılı anlam üretme gücü, göstergebilim (semiology) ve Birmingham kültürel çalışmaları (Cultural Studies) tarafından ihtiyatla karşılanmıştır. Özellikle popüler kültür içerisinde izlerkitleye ağırlık verdikleri çalışmalarında, bağlamın önemini ortaya koyarlar. Bir başka açıdan Roland Barthes ve Michel Foucault’nun ‘yazarın
ölümü’ olarak tanımladıkları süreç, romantik dönemin bir yabancılaşması olan, “yaratıcı” sanatçı kavramıyla tezatlık gösterir. Sonuç olarak bağlamdan bağımsız anlamdan söz edilemez. Sanatın toplumsal bir üretim olan doğasını anlamak için izlediğimiz tarihsel ve sosyolojik iki patikanın da gösterdiği gibi bütün kavramlar tarihseldirler. Ortaya çıktıkları bağlamla şu an dolaşımda oldukları bağlamlar arasında farklılıklar vardır. Ona şekil veren toplumsal süreçlerin belirleyiciliği altında inşa edilirler. Bu anlamıyla sınıf mücadelesinin dinamik süreçlerinde aktif rol oynarlar. Kendilerine yapılan atıflardaki gibi asla masum birer araç değillerdir. Sorun bu gibi kavramların kimin elinde ve hangi anlamlarda kullanılacağı meselesinde düğümlenir. Yazının başında toplumsal bir üretim olarak sanat üzerine konuşmanın cemaat içi kullanımlarının, egemenlere karşı kullanımlarından daha özenli yapılması gerektiği vurgulanırken, ‘karşılıklı öznellik’ ya da ‘paradigma içinden konuşma’ olarak adlandırılabilecek risklere dikkat çekilmeye çalışılmıştır. Kavramlarımız eylemlerimizdir. Bu açıdan kavramlarımız eylemlerimizin basit bir anlam aktarıcısı asla değillerdir. Diyalektik olarak hem yaşamı üretirler hem de yaşamın sınırlı alet kutusundan devşirilirler. Bir başka deyişle hem geçmişin köhnemiş ağırlığını sırtında taşırken hem de yaratıcı potansiyelleriyle ona şekil verirler. Günü kurtarmak için olur olmadık yerlerde kullandığımız özgürlük, devrim, sosyalist demokrasi ve sanat gibi kavramlar birer silah olarak doğru kullanılmazlarsa, elimizde patlamaya mahkum birer bombaya dönüşürler. “Sanat sepet” işlere bir de bu açılardan bakmakta fayda var… KAYNAKÇA Barth, Fredrik (2001) “Pahtan Kimliği”, Etnik Gruplar ve Sınırları Der. Fredrik Barth (Çev: Ayhan Kaya- Seda Gürkan), Bağlam Yayınları, İstanbul. Eagleton, Terry (2004) Edebiyat Kuramı (Çev. Esen Tarım), Ayrıntı yayınları, İstanbul. Hebdige, Dick (2004) Alt Kültür Tarzın Anlamı (Çev.Sinan Nişancı), Babil Yayınları, İstanbul. Layder, Derek (2006) Sosyal Teoriye Giriş (Çev. Ümit Tatlıcan), Küre Yayınları, İstanbul. Marx, Karl (2003) Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i (Çev. Sevim Belli), Sol Yayınları, http://www.kurtuluscephesi.com/ marks/18brumaire.html Mutlu, Nilay (2009) “11. İstanbul Bienali’nde Kim Konuşuyor” Devrim İçin Sosyalist Demokrasi (sayı 86, s. 20-21). Mutlu, Kubilay-Mutlu, Nilay (2008) “Küreselleşme ve Yerellik: Kültür Üzerine Makro ve Mikro Düalizmler” Karaburun Bilim Kongresi C-3 Oturumu Değişen Dünya / Değişmeyen Öteki , Yayınlanmamış Bildiri.
* Burada metin sadece edebiyat alanındaki metin değil tıpkı okur üzerine olan dipnotta da belirtildiği gibi, müzik, resim, sinema, fotoğraf vb. her türlü yazılı görsel ve işitsel kod için kullanılan bir terimdir.
90
BARİKATLARIN ÜZERİNE YÜRÜYOR BU ÇOCUKLAR CENGİZ FERAH
İ
stanbul.. Vedat Türkali’nin, kavgamızın o güzel şehri olarak betimlediği, halklarımıza şair olmayı yeniden öğreten şehir, yine sahne oldu Anadolu ve Mezopotamya coğrafyalarından, hatta çok uzaklardan da gelen binlerce güler yüzlü çocuğun, öğrencinin, kadının, umudun savaşına.. Binlerce devrimcinin onur savaşına.. 6-7 Ekim 2009, çok daha öncelerden ülkeye gelen İMF ve Dünya Bankası yetkililerine karşı, insanlığın üzerinde vahşi soygunlarının hesabını yaptıkları, yerin yedi kat altındaki toplantılarına karşı, bir kez daha gösterdi bütün insanlığa, halklarımızın o müthiş misafirperverliğini, ve barikatların ardından bağırdılar insanlığın haysiyet kavgasının derdine düşenler, ellerinde yürekleriyle dövüşenler, biber gazlarının, polis copunun, sis bombalarının, zehirli renkli suların ortasından, yoksulluğa, sefalete, kimliksizleştirmeye karşı, ezilen bütün insanlığın kurtuluş umudunu.. Peki neydi bu ipek kravatlarıyla ve milyarlık takımlarıyla küresel soyguncuların en hatırı sayılırlarının, yerin yedi kat altında yaptıkları çok gizli toplantılarının amacı? Yani müthiş bir güvenlik çemberinin ardında kimden çekinerek ne anlatıyorlardı birbirlerine yine o çok gizli toplantılarında? İşte bu yazıda İMF’nin ve Dünya Bankasının ne amaçla kurulduğuna, halihazırda dünyayı ne istikamete götürdüğüne dair bir değerlendirme yaptıktan sonra ilk paragrafta fiziksel olarak betimlemeye çalıştığımız şu ‘’eli sapanlı’’ devrimcilerin, oligarşik devletle ve küreselleşen hırsızlara karşı nasıl bir ‘misafirperverlik’ içinde olduğuna dair bir değerlendirme yapacağız. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, zaten egemenler tarafından paylaşılan
bir dünyanın tekrar paylaşılması sorunu önümüze koyuluvermişti. Kapitalizmin üzerinden, dünyanın birkaç şirket tarafından paylaşılmasını amaçlayan emperyalizm, kanlı dişlerini ortaya çıkartıyordu. 1 Mart 1947’de fiilen faaliyete geçen Uluslararası Para Fonu -İMF- kuruluş amacını, uluslarası ekonomide istikrarı sağlamak, ülkelerin büyüme güçlerini ve istihdamı artırmak ve hayat şartlarını düzeltmek olarak açıklıyordu. 1945’te kurulan Dünya Bankası ise aslında İMF ile benzer amaçlar taşıyordu. Bugün devletlerin 185’i banka üyesi pozisyona gelmişken, bunlardan 11’inin banka sermayesinin %55’ine sahip olduğunu vurgulamak gerekiyor. Türkiye’nin sermayedeki payı ve oy gücü %0,5 düzeyindedir. Bir başka ifade ile ise İMF, uluslararası ticaretin daralmasını engellemek amacıyla, paraya sıkışan Avrupa devletlerine kısa vadeli krediler vermek, dünya bankası ise uzun vadeli krediler vererek Avrupa devletlerinin yeniden yapılanmasına hizmet etmek için kurulmuştur. Birbirine göbeklerinden bağlı bu iki yapının sıkıcı tanımlarını verdikten sonra kapitalizmin aslında genel anlamda insanlığın önüne kendi propagandası açısından neyi koyduğunun vurgusunu yapmak gerekiyor. Hukukun üstünlüğü, özgürlük, uluslarası barış ve iç huzuru piyasaya pompalayacağının garantisini özellikle komünizmin sözde yıkılışından sonraki her geçen günde daha çok vurgulayarak veren kapitalizm, acaba vadettiği dünyaya insanlığı ulaştırabilmiş midir sorusunun yanıtını şiddetlice aramak gerekiyor. İMF ve Dünya Bankası bugün itibariyle kuruluş amaçlarının hepsini teker teker gerçekleştirmiştir. İnsanlığa sundukları sahte cennetin birer düzmece olduğuna şahitlik edenler ola91
KURTULUŞ
rak, kurulduklarından bu yana Emperyalist savaşlar sonucunda halkları daha da el attıkları bütün ülkelerde zenyoksul hale getiren bu politikalar, bir yandan gini dafa fazla zenginleştirdikda emek sömürüsünün derinleşmesine yol leri, yoksul halk kesimlerini her açmıştır. Bugün 1,5 milyar insan günlük 2 geçen gün uçurumun kenarındoların altında yaşamaya mahkum edilmiştir. da ölüme terkettikleri, ülkele3 milyar işçi yoksulluk sınırının altında bir rin arasındaki ekonomiyi düzelücret almaktadır. teceğim şiarıyla ezilen ulusları daha fazla ezilmeye mahkum ettikleri, dünyayı savaşın, açlı-biz buna ezilen veya yoksul ülkeler de diyoruzğın, zulmün merkezi haline getirdikleri günbedoğan her 10 çocuktan 4’ü aşırı yoksulluk içingün ortadadır. Yerin yedi kat altında yaptıkları de dünyaya gelmektedir. Yine dünya çapında toplantılarda İMF yetkilileri, az gelişmiş ülke“1,2 milyar insan temiz su kullanamaktadır, 2,5 lerde yoksulluğun, açlığın, sefaletin, ki bunlar milyar insan kanalizasyon sisteminden yoksun işsizlikle birlikte yükselen değerlerdir, iç savaşyaşamaktadır, içme suyuna atık suların karışlara yol açabileceğinin vurgusunu yapmaktadırmasıyla yılda beş milyon kişi salgın hastalıklarlar. Yine İMF başkanı toplantılarda önümüzdedan ve günde 6 bin çocuk ise kirli su nedeniyle ki yıl açlıktan milyonlarca çocuğun öleceğinden ölmektedir.’’* Temiz suyun en temel insan hakbahsetmektedir. Peki önümüzdeki yıl önümülarından biri olduğunun vurgusunu yaptığımızze gelecek olan milyonlarca çocuğun katilliğida aslında daha ülkeye ilk adımı attıklarından ni kim yapmaktadır. Bu sorunun cevabı olarak, itibaren oligarşik diktatörlüğün bunları “nasıl kapitalizmin en büyük taşeronları olan İMF ve yedirsek, nerelerde ağırlasak, nasıl süper lüks Dünya Bankasınının ismini söylemek en manotel odalarını önlerine sersek’’ dedikleri İMF hetıklı olanıdır. İnsanlığa sözde huzur ve güvenyetinin, aslında onyıllardır, yoksulluğun gidelik getireceğim diye ortaya çıkan İMF, geririlmesi amacıyla işte bu vahim tabloyla bizlede kalan dönemde paylaşılan dünyanın tekrar ri karşı karşıya bıraktığı ortadadır. Virchow’un paylaşılmasının doğrultusunda, dünyanın dört hastalığı, toplumdaki mevcut ilişkilerin baskıcı bir yanına savaşları götürmüştür. Vietnam’da, doğasının bir sonucu olarak gördüğü tezini ele Kore’de, Küba’da ve dünyanın dört bir yanında alırsak eğer, halkları sürekli bir hastalık halisosyalistlere karşı, insanlığın temiz çocuklarına ne götürenlerin de kimler olduğu ortaya çıkakarşı savaşan İMF’nin sahipleridir. Daha dün caktır. Kaldı ki ABD’de 2006 yılı itibariyle 60 Filistin’de, İsrail’in yanında Filistin topraklarımilyon insan sağlık hizmetine erişememe sorunı işgal eden onlardır, daha dün Irak topraklanuyla yüzyüzedir. Yani en temel insani haklarrında ‘’kendilerinin getirdiği diktatörleri ülkedan, çevre sorunlarına kadar çizilen yelpazede den kovacağım ve demokrasi getireceğim’’ diye hiçbir şeye çare olamamış hatta va hatta çıkan ortalarda politika yapanlar yine onlardır. Yani bütün illetlerin sorumlusu olmuş kapitalizmin onlarca sene huzuru getireceğinin yalanını söypolitikaları, insanların sağlık hakkına ulaşmaleyen kapitalizmin getirdiği en önemli şey insını da engellemiştir. Bu da insanlığı başka bir sanlığın kafasına yağan bombalardır, silahlaryoldan ölüme terketmeye bir başka açıdan yakdır. laşım olacaktır. Emperyalist savaşlar sonucunda halkları Bankalarını birer kene gibi insanlığın sırtındaha da yoksul hale getiren bu politikalar, bir da kullanan İMF, insanlığı zenginleştirme yalayandan da emek sömürüsünün derinleşmesine nıyla verdiği kredileri, kredi kartlarını yine inyol açmıştır. Bugün 1,5 milyar insan günlük 2 sanlığı yoksullaştırmanın en büyük araçları hadoların altında yaşamaya mahkum edilmiştir. 3 line getirmiştir. Bu sayede ülkeler kredi kartı milyar işçi yoksulluk sınırının altında bir ücret mağdurlarıyla dolup taşarken, bırakın insanlaalmaktadır. Uluslararası Çalışma Örgütünün rın zenginleşmesini, sık sık gündemimize gelen (ILO) 2003 yılında dünya istihdam raporuna kredi kartı borcunu ödemeyen insanların intigöre, 185,9 milyon kişinin işsiz olduğu ancak bu har haberleri kapitalizmin ezilen halkların üzerakamın 7 katı kadar insanın da yoksulluk sınırinde politikalarını harfiyen uygulayan İMF’nin rının altında çalışmaya zorlandığı belirtilmiştir. ve Dünya Bankasının insanlığa geçirdiği kanlı Sadece bu kadar mı? Yine yoksulluktan en fazboyunduruk olmuştur. Tabi bunlar olurken, bala etkilenen kesimler olan çocukların hali daha da vahimdir. Mesela gelişmekte olan ülkelerde * http://www.evrensel.net/03/10/11/gundem.html
92
BARİKATLARIN ÜZERİNE YÜRÜYOR BU ÇOCUKLAR
sın ve medyayı da kendi tekeline alan katil soyguncular, kendi politikalarının sunumunu üniversite salonlarında akademik unvanlı işbirlikçilere ve yerli taşeronlara yapanlar, işçiyi sendikal mücedeleye, üniversite gençliğini akademik mücadeleye iterek, siyasi mücadeleye sırtlarını dönmelerini de sağlamıştır. İMF politikalarının en büyük mağdurlarından olan Türkiye’de de durum bütün bunların kopyası gibidir. 1950’lerde evlatlarını Amerikan emperyalizmine peşkeş için Kore’ye, ezilen diğer kardeş halkla savaşa yollayan oligarşik dikdatörlük, 2000’lerde Irak’a yollama tavrında bulunmaktan geri durmamıştır. Onlarca sene açlığa, sefalete ve asimilasyon politikalarına direnen Türkiye halklarının başından her on senede bir iki defa tekrarlanan darbeler geçmiştir. Toplumsal muhalefetin yükseldiği bütün dönemlerde devreye giren cuntacılar 68’den sonra 78’de de Türkiye halklarının tepesine bir vahşet olarak inmiştir. İşgalci asker devletin 1938’de Dersim halklarından 80 binini öldürdüğü Dersim jenositinden sonra, baskıcı asimilasyon politikaları İMF direktifleri doğrultusunda da devam etmiş, Türkiye’nin ezilmiş halklarının dillerini türküleştirmesi, türkülerini özgürleştirmesine sürekli inkarcı ve faşizan bir yaklaşımda bulunulmuştur. Halkların kimliksel özellikleri yok sayılmış ve daha 1930’larda uygulamaya konulan bazı hassas bölgelerin bir devlet politikası olarak yoksullaştırılması ilkesine harfiyen uyulmuştur. Kapitalizmin, faşizmin oluşması için her koşulu yarattığına dikkat çekmek gerekir ki oligarşik diktatörlüğün faşizan uygulamalarına direnenler, işkencehanelerde can vermişlerdir. 24 Ocak 1980’de neoliberal politiklara adım atan devlet, 12 Eylül’de bunu taçlandırarak önünü olabildiğince açmış ve ülke 30 yılda özellikle eğitim ve sağlık başta olmak üzere, büyük bir piyasalaştırılma sürecine açılmıştır. Bu sayede hastaneler giderek hizmetin iş güvencesiz taşeron işçiler tarafından verildiği, içleri özelleşen veya tamamen satılan yapılar haline gelmiştir. İMF politikaları, sağlık sistemini planlı bir şekilde özel sektöre devretme çabalarının sonuçlarına, AKP hükümetinin 2002’de ortaya koyduğu ‘’acil eylem planıyla’’ daha sağlam bir şekilde gelmiştir. Bugün ortaya konulan, aile hekimliği adı altında, birinci basamaktaki sağlık ocaklarını ortadan kaldırma planı, insanların sağlık hizmetine ulaşımını, hizmet satın alınan aile hekimliği ofislerine dönüştürme projesiyle dinamitlenmiştir. Artık dört bir yanda özel hastane reklamları dalgalanmaktadır ki bundan son-
raki adım da kâr eden devlet hastanlerinin de sermayeye satılması planıdır. Üniversiteler gün geçtikçe içleri daha fazla boşaltılarak, içlerine akademik unvanlı işbirlikçiler doldurularak, bir başka açıdan kapitalizmin örgütlenme ocakları haline getirilerek, yoksul halkın çocuklarına kapatılmıştır. Kürt halkının ve Türkiye’deki diğer bütün ezilmiş halkların çocuklarına, kendi ana dillerinde eğitim vermesinin önünü tıkamak da bunun cabasıdır. 6 Kasım 1981’de kurulan YÖK de üniversite dönüşümünün en büyük karşı devrimini oluşturmuştur. Yine üretim araçları piyasalaştırılmış, çalışanlar birer köle haline getirilmiştir. İMF politikalarının sonuçları olarak her gün ekranlara tersanelerde, maden ocaklarında ölen işçiler gelmiştir. Halklar giderek daha büyük bir işsizlik çemberine itilmiş ve giderek yoksullaştırılmıştır. ‘’Kişi başına günlük 1 dolarlık gelir esas alınarak yapılan hesaplamaya göre, Türkiye halklarının %15’i, 1,5 dolar esas alınarak yapılan hesaplamaya göre ise %38’i yoksuldur.’’* Yani başbakanın geçen sene ‘’kriz bizi teğet geçti’’ diye anlattığı işte budur. Bugün aslında İMF’ye karşı olmak, sağlıksızlaşan bir geleceğe, niteliksiz üniversite eğitimine hatta üniversitenin yoksul halka kapatılmasına, tersanelerde, maden ocaklarında ölen işçilere, emperyalist politikalara, halkların üstüne yağan kurşunlara ve bu bir avuç zengin adına halkların yoksullaştırılması ve yokedilmesi düzenine karşı olmak demektir. Bugün örneğin, İMF politikaları oligarşik diktatörlükten yani devletten, Kürt meselesini çözmesini istemektedir -gerekirse tank ile top ile-. Ama bu çözüm yolu halkların kardeşliğinden geçmemektedir. Bunu Ceylan Önkol’un kafasına inen havan topundan bilmekteyiz, bunu Uğur Kaymaz’ın bedenine yağan kurşunlardan bilmekteyiz. Bunu işgalci asker devletin tanklarını taşladı diye onyıllarca hapis yatması istenen Kürt çocuklarından bilmekteyiz. O zaman bugün İMF politikalarına karşı olmak, halkların kardeşliği saflarında yer tutmaktır aynı zamanda. Bertolt Brecht’i anmadan edemeyeceğim. Yıllar öncesinden ‘’radikal olan komünizm değil, kapitalizmdir’’ demiştir Brecht. Bugünkü koşullarda, kapitalizmin insanlığın nasıl radikal koşullara sürüklediği açıktır. Ve bugün kapitalizmin dünyanın huzuru, barışı ve hukukun üstünlüğü ilkesinin koşullarını oluşturup oluşturmadığını, yukarıda verdiğim örneklerlerden sonra okuyucuya bırakmaktayım. Zaten bu sorunun cevabını İMF şefleri de söylemektedir açık açık * http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=17690
93
KURTULUŞ
toplantılarında, gelecek günGeçen senelerde patlak veren kapitalizmin krizi, lerin açlık, sefalet, ölüm ve iç dünyanın nihai ideolojisinin kapitalizm oldusavaş getireceğine dair. Samuğu tezinin aksini ispatlamaya yetmiştir. el Huntington’un bundan böyle Kapitalizmin en haşmetli bankalarını kurtarideolojilerin değil, medeniyetlemak için sunulan çözüm önerileri fazla sosyarin çatışacağı tezi de inandırılist bulunarak geri çevrilmiş, ama bu bile cılığını yitirmiştir. Geçen senebütün dünyada Marx’ın, Lenin’in kitaplarının lerde patlak veren kapitalizmin yeniden okunmasının ve “acaba dünyanın krizi, dünyanın nihai ideolojisinin kapitalizm olduğu tezinin üzerine Marx’ın hayaleti geri mi geldi’ söylenaksini ispatlamaya yetmiştir. tilerinin yayılmasına engel olamamıştır. Kapitalizmin en haşmetli bankalarını kurtarmak için sunulan çözüm önerileri fazla soshalka üniversite kapılarını kapatan, insanlığın yalist bulunarak geri çevrilmiş, ama bu bile bütün dünyada Marx’ın, Lenin’in kafasına kurşun diye bomba diye inen sistem, kitaplarının yeniden okunmasının ve “acaba ezilen halkların katili olan ve zulme karşı diredünyanın üzerine Marx’ın hayaleti geri mi gel- neni işkencehanelerde telef eden sistem insandiği’’ söylentilerinin yayılmasına engel olama- lığa karşı ilk silahı çekendir. Bu andan itibamıştır. Burada geçen yıllarda Venezuella dev- ren devrimcilerin kapitalizme, İMF politikalarılet başkanı Hugo Chavez’in, Amerikan başkanı nın taşeronluğunu yapan oligarşik diktatörlüğe Barack Obama’ya, Lenin’in “Ne Yapmalı” kita- ve onun kolluk güçlerine karşı uyguladığı devbını hediye etmesi, Chavez’in, Obama ile alay rimci şiddet tamamen meşrudur. Devrimcilerin etmesinden daha fazla anlam ifade etmektedir. kongre vadisine yürümesi demokratik haklarıKitabın yazarı Lenin, ‘’sistem ne kadar çürürse dır. Bunu oligarşik diktatörlük engellemiştir. çürüsün, onu devirecek güç olmadıkça, varlığı- Hatta bunu yaparken de biber gazı, boyalı sunı devam ettireceğini’’ söylerken, sistemi devi- lar, sis bombası gibi toplum sağlığını hiçe atan maddelere de başvurmuştur. Dünyanın her yerecek güç nedir o zaman? Bir makalesinde Fikret Başkaya, yukarıda rinde olduğu gibi yine özel mülkiyet, kapitalizmedeniyetler savaşı konusundaki tezlerine ka- min yarattığı, oligarşik diktatörlüğün kolluk tılmadığım Samuel Huntington’un şu sözleri- güçlerinin bizim üzerimizde kullandığı şiddetle ne yer veriyor: “Batı, dünyayı kazandıysa, bu, korunmaya çalışılmıştır. Gelin bir de üzerimize kültürünün, dininin ya da değerlerinin üstünlü- çoğu zaman direk isabet alınarak da atılan kimğünden değil, örgütlü şiddeti kullanmadaki üs- yasalların içeriğine bakalım: ‘’Gözlerde yanma, tünlüğündendir. Batılıların ekseri unuttuğu, di- aşırı yaşarma, burun ve boğazda yanma, deriğerlerinin de asla akıl etmediği gerçek budur.’’* de kızarıklık gibi geçici rahatsızlık veren etkileYine Lenin ile devam etmek gerekirse şöyle an- ri ile caydırıcı olarak kullanılan bu bileşiklerin latıyor kapittalizmi: ‘’Kapitalizm, dünya nüfü- sağlık üzerine çok daha ciddi etkilerinin olduğu sunun ezici çoğunluğunun, bir avuç ileri ülke gösterilmiştir. Caydırıcı olarak tanımlanan ettarafından, sömürgeci baskı altında tutulduğu kiler için uzak mesafeden, bir kez ve bir sanive mali açıdan kıskaca alındığı bir dünya sis- yeyi geçmeyecek süre ile uygulanması gerektitemine dönüşmüştür. Bu ganimeti de tepeden ği vurgulanan gazlara daha yoğun ve uzun süre tırnağa silahlı, dünyaya egemen iki üç haydut maruz kalanlarda solunum yolları ve akciğerde (Amerika, İngiltere, Japonya) paylaşıyor ve bü- hasar ve öksürük, sindirim kanalında tahrişe tün dünyayı da kendi ganimetlerini paylaştır- bağlı kusma, ishal, baş ağrısı, baş dönmesi, kan mak uğruna kendi savaşlarına sürüklüyorlar.’’** basıncında düşme gözükmektedir. Deride kızaTüm bunların sonuçları itibariyle, halkları sa- rıklıktan kimyasal yarığa kadar giden etkileri vaşın tutsaklığına bırakıp, onların kimliksizleş- olabilir. Yüksek yoğunlukta kimyasal zatürre, tiren, ezici politikaları arasında açlığa ve sefa- kalp yetmezliği, karaciğer hasarı olduğunu göslete teslim eden, halkları hastalıkların içinde teren çalışmalar vardır. Çocuklar yaşlılar, asbırakıp sağlık hizmetlerini sunmayan, yoksul tım, kronik bronşit, hipertansiyon, kalp yetmezliği olanlarda risk daha yüksektir..’’*** diye anla* Fikret Başkaya, “Dünyaya Sömürgecilerin Gözünden
Bakmak” adlı makalesinden. ** V.İ.Lenin, Kapitalitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, Temmuz 2005, s.31
* * * h t t p : / / w w w . a t o . o r g . t r / i n d e x . php?catid=7:komguebilnot&id=189:-biber-gaz-
94
BARİKATLARIN ÜZERİNE YÜRÜYOR BU ÇOCUKLAR
tıyor Ankara Tabib Odası, kendi internet sitesinde biber gazının etkileriyle ilgili. İşte demokratik yürüyüş hakkını kullanmak isteyen devrimcilerin hayatı hiçe atılarak karşılaştığı şiddet bir kenara atılıp, İMF politikalarının destekçisi medya tarafından devrimciler, bir avuç terör ve anarşi yanlıları olarak ortaya atılıyor. Bunu yaparken de açıklamaları bir komedyanın ötesine geçmiyor: ‘’Devrimciler, bankaların camlarını aşağıya indirmişler, kolluk güçlerine ellerindeki taşlarıyla saldırmışlar ve bir avuç zenginin mutluluğu için tasarlanan yerlere saldırmışlardır.’’ Evet öyledir. Devrimciler bankaların camlarını yerle bir etmişlerdir. Bakın Lenin bankalar hakkında ne diyor: ‘’Bankaların asıl ve temel işlevi, ödemelerde aracılık hizmeti görmektir. Böylece bankalar, atıl durumdaki para sermayeyi, aktif yani kar sağlayan sermayeye dönüştürürler; her türden parasal geliri toplayarak kapitalist sınıfın emrine verirler.’’* Yani ezilen halkların sırtından kazandıkları parayı bir taraftan onların ölmesi için harcayan sistem -ki yukarıda açıklmasının yapıldığına inanıyorum- bir taraftan da kendi sınıfının daha fazla zenginleşmesi için kullanan bankalara karşı, devrimcilerin ne yapması bekleniyordu? Burada özel banka, kamu bankası ayırımının yapılması ahmaklıktan öte geçmeyecektir. Ayrıca devrimcilerin İMF politikalarına ve sokakta ülkeyi bu politikalara peşkeş çekenlere karşı kullandıkları şiddeti kuru bir şiddet ve bir başka ifade ile vandalizm olarak yorumlamak, reformizmin ve pasifizmin yanında saf tutmaktır. İki tane bankanın camını kırmakla bir bankanın batmayacağını devrimciler de bilmektedir; ancak İMF politikalarına karşı, bankalara saldırmak sembolik anlamlar ifade ederken, halkların küresel soygunculara karşı da misafirperverliğini gösterecektir. Evet sokakları imf politikalarına teslim etmeyen işçi, öğrenci, genç, kadın devrimcilerdir. Ve onlar ezilen halkların, yoksul sınıfların çocuklarıdır. Tarlabaşı’nda, Taksim’de, Pangaltı’da, İstiklal’de ve İstanbul’un daha bir-
çok yerinde bir kez daha göstermişlerdir ki insanlık emperyalist İMF ve dünya bankasının politikalarına geçit vermeyecektir. Yapılanlar sonucunda, devrimcilere marjinal birkaç terörist grup gözüyle yaklaşanlar, halkların kurtululuş savaşına gözlerini yumanlar, yoksul sınıfların meşru şiddetini görmezden gelmeye çalışanlardır. Tarlabaşı’nda devrimciler, ezilen halkların çocuklarıyla birlikte dövüşmüşlerdir. Sokakları kolluk güçlerine dar ederken halk devrimcilerin yanında olmuştur. Sokaklardan yükselen alkışlar da sloganlarda bunları açıklamaya yetmez, devrimcilere limon taşıyan, sokak başlarında kendinden gözetmenlik yapan, devrimcilerle birlikte sokak sokak kolluk güçlerine direnen halklarımızın yoksul çocuklarıdır ki bunlar hayatlarında ezilmişlik nedir bilmeyen, köşklerinden emirler yağdıran bir takım elitler tarafından tabi ki anlaşılamayacaktır. Tabi ki onların kalemşörleri, arkamızdan birer terörist olarak bahsedeceklerdir. Ama şu iyice biline ki; devrimciler bunu tekrar tekrar herkese anlatmıştır ki; İMF ve Dünya Bankasıyla birlikte onların yerli işbirlikçileri, halklarımızın yakasından elini çekmediği sürece, zulmün ortasında, barikatların ardından bile olsa dün İstanbul, yarın bir başka bölge devrimciler tarafından direniş alanı yapılacaktır. “Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul / Bekle bizi /.../ Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçimizi’’** diye devam ediyordu Vedat Türkali.. Bekledi bizi İstanbul, Tarlabaş’ında aç yatan çocuklarıyla, Gazi’de, Gülsuyu’nda, Sancaktepe’de kendi dilinde türküsünü söyleme derdindeki çocuklarıyla.. Ve 6-7 Ekim 2009, tıpkı NATO direnişimizde olduğu gibi, tıpkı 1 Mayıslarda olduğu gibi yine güzel yüzlü devrimci çocukların, işçilerin, emekçilerin, gençlerin, kadınların, yoksul sınıfların, ezilen halkların yiğitliğine sahne olmuştur; Türkiye halklarının birkez daha İMF ve dünya bankası politikaları ile oligarşik diktatörlüğe karşı verdiği kavga tarihe kazınmıştır. Dost düşman bir kez daha anlamıştır ki; dillerinde sloganları, yüreklerinde taşıdıkları devrimci bilinçle, ellerinde molotoflarıyla yürüyor, yürüyecek bu çocuklar..
toplumsal-guevenlii-salamaktan-cok-sala-zararvermektedir&option=com_content&view=article * V.İ.Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, temmuz 2005, s.55
** Vedat Türkali, İstanbul adlı şiirinden
95