EB1

Page 1

Sol Komünist Teorik Dergi 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Önsöz Tek alternatif işçi mücadelesinin kapitalizmi devirmesi! Komünist sol ve marksizmin devamlılığı Kapitalizmin çöküşü: devrim bir yüzyıldır gerekli ve mümkündür! Emperyalizm üzerine Çürüme üzerine tezler Tartışma kültürü Komünistler ve Ulusal Sorun Kronştad dersleri Bilan Seçkisi: Sol işçi sınıfını nasıl savaşa sürükledi Parti ve onun sınıf ile ilişkisi üzerine Alman Komünist İşçi Partisi’nin Proleter Devrimde Parti’nin Rolü Üzerine Tezleri (1921)

1

5 YTL


Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış İçindekiler 1

Önsöz

2

Tek alternatif işçi mücadelesinin kapitalizmi devirmesi!

6

Komünist sol ve marksizmin devamlılığı

Kapitalizmin Çöküşü

11

Devrim bir yüzyıldır gerekli ve mümkündür

21

Emperyalizm üzerine

32

Çürüme Üzerine Tezler

39

Tartışma kültürü: sınıf mücadelesinin silahı

47

Komünistler ve Ulusal Sorun 1900-1920: Kapitalizmin çöküş döneminin şafağında ulusal sorun tartışması Emperyalist Savaş Yıllarında Tartışma Devrimci dalga yıllarındaki tartışma ve günümüz için dersler

64

Kronştad Dersleri

Bilan Seçkisi

73

Sol işçi sınıfını nasıl savaşa sürükledi

82

Parti ve onun sınıf ile ilişkisi üzerine

90 Alman Komünist İşçi Partisi’nin Proleter Devrimde Parti’nin Rolü Üzerine Tezleri (1921)

www.enternasyonalbakis.org iletisim@enternasyonalbakis.org Enternasyonal Bakış Altı Aylık Teorik Yayın Yayın Sahibi: Semih Bilgiç Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Duygu Gündoğdu Yayın İdare Adresi: Fidanlık Mahallesi, Sağlık-1 Sokak 49/12-A, Çankaya, Ankara Baskı: Hermes Basımevi, Kazım Karabekir Caddesi Murat Çarşısı No: 39/18 PK: 06060 İskitler Ankara/Türkiye Tel: 0-312-3843432 Yayın Türü: Yerel süreli, altı aylık


1

Önsöz 1975’in Nisan ayında, sol komünist gruplardan oluşan bir konferans, International Review adlı derginin İngilizce, Fransızca ve İspanyolca dillerinde yayına başlaması kararını aldı. O zaman International Review’ün yayın kurulu şunu duyurmuştu: “Sarsılmalara ve toplumsal ayaklanmalara gebe olan böylesi bir genel kriz döneminde, devrimcilerin karşısındaki en acil ve çetin görevlerden bir tanesi, dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış yetersiz güçte devrimci kuvvetleri kaynaştırmaktır. Bu görev ancak doğrudan uluslararası bir düzlemde başlanırsa yerine getirilebilir. Bizim akımımızın ilk kaygısı her zaman bu olmuştur. Yayınımız bu ihtiyacın karşılanmasına katkıda bulunmak için tasarlandı; yayına başlarken yayınımızı devrimcilerin enternasyonal kaynaşması örgütlenmesi için bir araç, bir tartışma kürsüsüne dönüştürmek niyetindeyiz”. International Review’ün amacı “her şeyden önce “teorik çalışmaların bir ifadesi olmak” idi, zira yalnızca sağlam bir teorik temel gerçekten devrimci bir kuvvetin örgütlenmesine ve müdahalelerine taban oluşturabilir. Otuz yıldan daha uzun bir sürenin ardından, 2008’de, 1970’lerde bile gözler önünde olan “genel kriz” bize her zaman olduğundan daha yakın: bütün uluslararası bankacılık sisteminin üzerinde gezinen tehlike, krizin aşılmış olmak bir yana, kapitalizmin özünü yiyip bitirmekte olduğunu gösteriyor. Dünyanın her yerinde yeni bir militanlar kuşağı, krizin ve savaş felaketleri ile ekolojik yıkımın ortaya attığı sorunları tartışıyor. Bu koşullar altında Enternasyonal Bakış dergisinin yayın kurulu International Review tarafından

ortaya atılmış olan sorunların yalnızca gündemde olduğuna dair değil ayrıca aşırı derecede önemli olduğuna tamamen ikna olmuş durumda. Dahası, bu sade ve yalın yayında International Review’den makalelerin ilk defa Türkçe yayınlanıyor olmasının hem Türkiye’de hem de uluslararası düzeyde işçi sınıfı için tarihsel bir adım olduğunu düşünüyoruz. Bu yayına başlarken Türkiye’deki (ve Türki dillerin konuşulduğu başka ülkelerdeki) işçilerin ve militanların uluslararası bir tartışma ve aksetme sürecine dahil olmasını mümkün kılmayı umuyoruz. Enternasyonal Bakış işçi hareketinin karşılaştığı sorunların netleştirilmesi için vazgeçilmez olan araştırmaların ve tartışmaların bir aracı olma işlevini görecek olsa da, yayınımızın entellektüellerin ve profesörlerin ellerinden düşürmediği bir marksoloji dergisi olması niyetinde değiliz. Daha ziyade Enternasyonal Bakış’ın ilkin ve her şeyden önemlisi temel sınıf ilkelerine, proletaryanın sol kapitalizm, kafa karışıklıkçılık ve ‘modernizm’ gibi, çok yaygın olan ve ciddi bir biçimde sınıf mücadelesinin gelişimine engel olup enternasyonal bir proleter devrimci partinin tekrar kuruluşuna yönelik hareketi tıkayan eğilimlere karşı tarihsel mücadelesi sonucu edinilmiş devrimci marksist görüşlere sağlam bir biçimde bağlı bir mücadele silahı olacaktır. Bütün detaylarıyla bir programın taşıyıcıları olduğumuzu iddia etmiyoruz. Yalnızca daha fazla tutarlılık ve sınıf mücadelesinin gelişimine dair daha derin bir kavrayış edinmek için yılmaz bir devrimci çaba sarf ederek

aşılabilecek olan yetersizliklerimizin tamamen farkındayız. Ayrıca bizimle aynı kaygıları paylaşan bütün devrimcilere, bize elimizden geldiği kadar yayınlamaya çalışacağımız eleştiriler, metinler ve tartışma yazıları göndererek çabalarımıza dahil olmaları ve bağlantıları ve iletişimi çoğaltmaları ve güçlendirmeleri çağrısı yapıyoruz. Enternasyonal Bakış yayın kurulu dergiyi her altı ay çıkartmak istiyor; şu an için daha sık yayın yapmamız mümkün değil. İlk sayılar büyük ölçüde yayın kurulunun savunduğu temel ilkelerin teorik tabanını oluşturmayı amaçlayan tarihsel yazılara ayrılacak. Bununla birlikte, önemli gündem meselelerine dair görüşlerimizi de ifade etmek istiyoruz, ve bu yüzden okuyucularımızın ilgisini hepimizin içerisinde yaşadığımız ve ona karşı mücadele ettiğimiz gereken çöken kapitalist düzene karşı bir alternatifin gerekliliğini ortaya atıp bu konuyu inceleyen “Tek Alternatif İşçi Mücadelesinin Kapitalizmi Devirmesi!” adlı yazıya çekmek istiyoruz. Bunun yanı sıra okuyucularımızın dikkatini günümüzde dünya genelinde militanların karşılaşmakta olduğu en önemli sorunlardan birine, nasıl her yerde işçi sınıfına karşısındaki sorunları anlama ve onlara çözüm bulması için bir yöntem önerecek uluslararası bir “tartışma kültürü” oluşturulacağına dair “Tartışma Kültürü” başlıklı yazımıza çekmek istiyoruz. Editörler, Enternasyonal Bakış Kasım


2

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Tek alternatif işçi mücadelesinin kapitalizmi devirmesi! Bu yaz askeri barbarlığın yeniden patlak verişine tanık oldu. Büyük ülkeler Olimpiyat Oyunları’ndaki madalyalarını sayarken, terörist saldırılar Orta Doğu’yu, Afganistan’ı, Cezayir’i, Lübnan’ı, Türkiye’yi ve Hindistan’ı vurdu. İki aydan daha kısa bir sürede, ardı ardına on altı saldırı, şehirlerde onlarca insanının hayatını aldı. Fakat bu askeri barbarlığın tavanı Gürcistan’da yaşandı. Bir kez daha Kafkaslar alev aldı. Bush ve Putin sözde barışın ve uluslar arasında uzlaşmanın simgesi olan Olimpiyat açılışında yer almakta iken, Gürcistan cumhurbaşkanı ve Beyaz Saray’ın yardakçısı Saakaşvili ile Rus burjuvazisi askerini sivil nüfusu katletmeleri için ileri sürdüler. Rusya ve Gürcistan arasındaki savaş iki tarafta da da tam bir etnik temizliğe yol açarak bir baç hayata mal oldu ki bu kişilerin büyük çoğunluğu sivillerdi. Her zamanki gibi hâkim sınıfın ulusal kesimleri tarafından rehin alınan (ister Rus, ister Osetyalı, ister Abhaz, isterse de Gürcü olsun) yerel nüfuslar oldu. İki tarafta da aynı cinayet ve dehşet görüntüleri ortaya çıktı. Gürcistan boyunca, sahip oldukları her şeyi kaybetmiş mültecilerin sayısı bir hafta içerisinde 115,000’e ulaştı. Bütün savaşlarda olduğu gibi, iki taraf da birbirini düşmanlıkların ve savaşın başlamasına neden olmakla suçladı. Fakat bu yeni savaşın ve yeni katliamların sorumluları yalnızca bu olaylarda doğrudan başrol oynayan taraflar değildi. İster Irak’ta ABD’yi, ister 1994’teki Rwanda soykırımında Fransa’yı, isterse de eski Yugoslavya’da Slovenya ve Hırvatistan’ın ayrılmasını savunarak korkunç bir savaşın tetiklenmesinde rol oynayan Almanya’yı göz önünde bulunduralım, Şimdi Gürcistan’ın kaderine dair timsah gözyaşları döken devletlerin elinde de en korkunç cinayetlerin kanı vardır. Eğer şimdi ABD Kafkaslara ‘insani yardım’ adı altında savaş gemileri yolluyorsa, bu insan yaşamına duyulan bir saygıdan kaynaklı değil, aksine

yalnızca kendi emperyalist çıkarlarını savunmak içindir.

Rusya’nın kendisi olduğunu çok iyi biliyordu.

Üçüncü dünya savaşına doğru mu gidiyoruz?

Gürcistan’a karşı Rus saldırısı aslında bu çemberi kırmak isteyen Rusya’nın ilk hamlesiydi yalnızca.

Kafkaslardaki çatışma ile ilgili en fazla dikkat çekici şey büyük güçler arasında artan askeri gerilimdi. İki eski emperyalist blok lideri, Rusya ve ABD, bir defa daha kendilerini tehlikeli bir biçimde karşı karşıya buldular: ABD donanmasının destroyerleri ‘yiyecek yardımı’ ile Abhazya’daki Gudauta Rus donanma üssünden ve Rus tanklarının işgal ettiği Poti limanından kısa bir mesafede uzakta konumlanmışlardı. Bütün olanlar kendi başlarına korkutucu ve acı olsa da, bu olanların yanı sıra bu savaşın bir üçüncü dünya savaşı tetikleyip tetikleyemeyeceği sorusu da ortaya atılabilir. Doğu bloğunun yıkılmasından sonra Kafkaslar büyük güçler arasında önemli bir jeostratejik bağlantı noktası haline geldi. Mevcut çatışma da bir süredir gelişen bir sürecin ürünü. Washington’un koşulsuz savunucusu olan Gürcistan cumhurbaşkanı, 1991’de kuruluşundan beri baba Bush’un ‘Yeni Dünya Düzeni’nin bir parçası olarak ABD tarafından desteklenilen bir rejimi devraldı. Saakaşvili’ye, safça düştüğü bir tuzak kurarak, Putin Kafkaslardaki otoritesini yeniden oluşturdu; fakat bu da Rusya’nın 1991’den beri NATO güçleri tarafından çembere alınmasına karşı bir tavırdı. 1989’da Doğu Bloğu’nun yıkılmasından beri Rusya’nın bölgedeki yalıtılmışlığı, özellikle (Polonya gibi) eski Doğu Bloğu ülkelerinin bir bir NATO’ya katılmasıyla artmaktaydı. Bu çember Ukrayna ve Gürcistan’ın da NATO’ya katılması talebi geldiğinde Rusya için iyice daraldı ve dayanılmaz bir hal aldı. Her şeyden önce, Rusya Polonya ve Çek Cumhuriyetinde füzesavar kalkanları kurulması planını kabul edemezdi. Moskova NATO’nun sözde İran’ı hedef alan bu planının arkasındaki asıl hedefin

Kafkaslardaki otoritesini Çeçenistan’daki pahalı ve kanlı savaş sayesinde yeniden oluşturan Rusya, ABD’nin, Irak ve Afganistan’da batağa saplanmış askerleri ile yeni bir askeri karşı saldırı düzenlemekten aciz oluşunu kullandı. Öte yandan, Rusya ve ABD arasındaki kötüleşen askeri gerilime rağmen, bir üçüncü dünya savaşının gündemde olduğu söylenemez. Artık 20. yüzyılın iki dünya savaşından önce olduğu gibi veya Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi emperyalist bloklar, istikralı ve güvenilir askeri ittifaklar yok. Aynı şekilde ABD ve Rusya arasındaki kapışma yeni bir Soğuk Savaş’a girdiğimiz anlamına gelmiyor. Neticede geçmiş günlere dönüş tarihte yoktur ve tarih hiçbir zaman kendisini aynı şekilde tekrar etmez. Soğuk Savaş sırasındaki dinamik emperyalist gerilimlerin aksine, Rusya ve ABD arasındaki bu yeni zıtlaşma ‘her koyun kendi bacağından asılır’ düşüncesine doğru bir eğilimi ve ittifakların dağılışını ifade ediyordu ki bu da kapitalist düzenin çürüme aşamasının niteliklerinden biridir. Dolayısıyla Gürcistan’daki ‘ateşkes’ yalnızca Kremlin’deki efendilerin zaferini haklı gösterip Rusya’nın askeri düzeydeki üstünlüğünü, Gürcistan’ın Moskova’nın buyurduğu koşullara utanç verici bir biçimde teslim oluşu ile ortaya koyuyordu. Gürcistan’ın ‘patronu’ olan ABD de burada önemli bir gerileme yaşadı. Gürcistan ABD’ye olan bağlılığının ağır bedelini zaten (Irak ve Afganistan’a iki bin asker göndererek) ödemişken, Sam Amca’nın buna karşılık müttefikine ahlaki destek ve çaresizce Rusya’nın eylemlerine dair sözlü kınamalar dışında hiçbir şey yapamamış, en küçük bir pratik yardımda bulunamamıştır.


Tek Alternatif işçi mücadelesinin kapitalizmi devirmesi!

Fakat ABD liderliğinin zayıflamasının en önemli yanı, Beyaz Saray’ın, esasında Moskova’nın buyurduğu ‘Avrupa’ ateşkes planını kabul etmek zorunda kalmasıydı. ABD’nin yetersizliği malumken Avrupa’nın oynadığı rol de ‘her koyun kendi bacağından asılır’ düşüncesinin devletler arasında geldiği boyutu göstermekteydi. ABD’nin donakalması durumunda, Avrupa diplomasisi harekete geçti, ve bütün temaslarında yine kendinden başka kimseyi temsil etmeyen Fransız cumhurbaşkanı Sarkozy’nin liderliğinde bir tutarlılıktan yoksun ve tamamen kısa vadeli bir politika izlenildi. Avrupa bir kez daha herkesin birbirlerininkine tamamen zıt çıkarların peşinden koştuğu bir yılan çukuru gibi gözüküyordu. Avrupa’nın saflarında bir gıdım birlik yoktu: bir yanda (yarım yüzyıl boyunca Rus egemenliği altında kaldıkları ve de onun bölgedeki emperyalist çıkarlarının azmasından korktukları için) Gürcistan’ı ateşli bir biçimde savunan Polonya ve Baltık ülkeleri, diğer yanda Amerika’nın bölgedeki etkinliğinin artışının önünü kesmek için Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya katılmasına en güçlü biçimde karşı çıkan Almanya…

Gürcistan’daki savaş, istikrarsızlaşma ve meselelerin kontrolden çıkması riskini yalnız bölgesel ölçekte değil ama ayrıca dünya ölçeğinde arttırdı, zira olanların emperyalist güçler dengesine gelecekte engellenemez etkileri olacaktır. ‘Barış planı’ ise bir blöf olmaktan öteye gitmiyor. Yeni ve tehlikeli askeri karşılaşmaların bütün malzemelerini içeren plan Kafkaslardan Orta Doğu’ya bir dizi çatışma yaratma tehlikesini içinde barındırıyor. Hazar Denizi ve kiminin dili Türkçe olan Orta Asya ülkelerinin petrolü ve doğal gazı, İran ve Türkiye’nin de bölgede çıkarları olmasına yol açıyor, fakat aslında bütün dünya çatışmayla alakalı. Dolayısıyla ABD ve Moskova’dan bağımsız bir Gürcistan’ı destekleyen bazı Batı Avrupa ülkelerinin amaçlarından bir tanesi, Rusya’nın Hazar Denizi petrolü üzerindeki tekelini Gürcistan üzerinden Azerbaycan’dan Türkiye’ye gelecek Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı ile batıya kaydırmak. Dolayısıyla bölgede önemli stratejik çıkarlar söz konusu. Büyük emperyalist eşkıyalar ise Kafkaslar faklık etnik grupların bir mozaiği olduğu kolaylıkla bölgedeki insanları kurbanlık koyun olarak kullanabiliyorlar. Bu milliyetçi savaş ateşini körüklemeyi kolaylaştırıyor.

Fakat büyük güçlerin bir üçüncü dünya savaşı başlatamayacak oluşlarının en temel nedeni, iki temel toplumsal sınıf, yani burjuvazi ve proletarya arasındaki güç dengesidir. Geçtiğimiz dünya savaşlarından önceki dönemlerin aksine, en belirleyici kapitalist ülkelerdeki, özellikle Avrupa ve Amerika’daki işçi sınıfı sermayenin cephanesinde kurbanlık koyun olmaya, kendi feda etmeye hazır değildir.

Aynı zamanda, Rusya’nın egemen bir kuvvet olarak geçmişi hala büyük bir ağırlığa sahip ve daha da ciddi emperyalist gerilimler riskini taşıyor. Başta nükleer silahlarıyla askeri gücü Gürcistan’dan bir kaç gömlek üstün olan Ukrayna olmak üzere, Baltık ülkelerinin tedirginliğinin altında yatan neden de bu.

1960’ların sonunda kapitalizmin kalıcı krizinin kendisini göstermesiyle ve proletaryanın tarihsel yeniden yükselişiyle sınıfsal yüzleşmelere doğru yeni bir yol açıldı: en önemli kapitalist ülkelerde hakim sınıflar artık milyonlarca işçiyi ulusun savunulması için seferber edemiyorlardı.

Dolayısıyla, perspektif bir üçüncü dünya savaşı perspektifi olmasa da, ‘her koyun kendi bacağından asılır’ dinamiği kapitalizmin canice ve saçma düzeninin bir ifadesi: bu ölüm döşeğindeki düzen, çürüyüşü içerisinde, insanlığı kanlı bir karmaşa sürükleyerek onun sonunu getirebilir.

Öte yandan, üçüncü bir dünya savaşının koşulları daha bir araya gelmemiş olması mevcut durumun ciddiyetini göz ardı etmek için bir neden değildir.

İflas etmiş kapitalizmin alternatifi nedir? Bütün bu karmaşanın ve askeri barbarlığın karşısında tarihsel ikilem her zamankinden de net bir biçimde ‘ya

3

sosyalizm ya barbarlık’, ya dünya komünist devrimi ya da insanlığın yol oluşu olduğunu gösteriyor. Barış kapitalizmde imkânsız; kapitalizm kendi içinde savaşı taşıyor. İnsanlık için tek gelecek ise kapitalizmi devirmek için proletaryanın vereceği mücadelenin içerisinde bulunuyor. Fakat bu perspektif ancak işçiler sömürenlerinin çıkarları uğruna kurbanlık koyun olmayı kabul etmeyip milliyetçiliği sertçe reddederse bir gerçeklik olabilir. İşçi sınıfı, her yerde işçi hareketinin eski sloganını yürürlüğe koymalıdır: ‘İşçilerin vatanı yoktur. Dünyanın bütün işçileri, birleşin!’ Proletaryanın sivillerin katledilmesine ve askeri barbarlığın azmasına karşı kayıtsız kalamayacağı ortadadır. Proletarya savaştaki ülkelerdeki sınıf kardeşleriyle dayanışma göstermeli, önce bir tarafa karşı diğerini desteklemeyi reddetmeli sonra kendi ülkesinde sömürenlere karşı mücadelelerini geliştirmelidir. Bu kapitalizme karşı mücadele etmenin ve kapitalizmin devrilip yerine ulusal sınırların ve savaşların olmadığı yeni bir toplumun kurulmasının tek yoludur. Kapitalizmin devrilmesi perspektifi bir ütopya değildir, çünkü kapitalizm her yerde iflas etmiş bir düzen olduğunu göstermektedir. Doğu bloğu yıkıldığında, Baba Bush ve Batı’nın ‘demokratik’ hâkim sınıfı bize (ABD liderliğinde kurulacak) bir ‘Yeni Dünya Düzeni’, bir barış ve refah çağı sözü verdiler. Bütün dünya burjuvazisi sözde ‘komünizmin başarısızlığı’ konulu devasa bir kampanyanın parçası olmuş durumda ve işçileri yalnızca Batı-tipi kapitalizmin ve ‘pazar ekonomisinin’ mümkün bir gelecek olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Günümüzde kapitalizmin başarısız olduğu ve dünyanın en büyük gücünün şimdi bütün kapitalist ekonomiyi cehenneme sürükleyen bir lokomotif haline geldiği her geçen gün daha da belirginleşiyor. Bu başarısızlık, işçi sınıfının yaşam koşullarının, yalnız ‘fakir’ ülkelerde


4

değil ‘zengin’ ülkelerde de hızla kötüleşmesiyle gün be gün daha görünür bir hal alıyor. Yalnızca ABD’yi bir örnek olarak alırsak, bu ülkede işsizliğin hızla artmakta olduğunu ve resmi olarak nüfusun %6’sının işsiz olduğunu görüyoruz. Konut krizinin başlangıcından beri iki milyon kişi evlerinden atıldılar zira konut kredisi ödemelerini artık yapamıyordu (ki bugün ile 2009’un başı arasında bir milyon kişi daha aynı tehlikeyle yüz yüze). Ki fakir ülkelerde durum daha da vahim: temel besinlerin fiyatındaki artış, en fakir kesimleri kıtlık dehşetiyle yüz yüze getiriyor. Bu yüzden bu sene içerisinde Meksika, Bangladeş, Haiti, Mısır ve Filipinler gibi ülkeler başta olmak üzere dünya çapında açık isyanları gerçekleşti. Bugün, gerçeklerle karşı karşıya kalan burjuva sözcüleri artık gerçeği gizleyemiyorlar. Dükkânlar tehlike çanları çalan yeni kitaplarla dolu. Dahası temel ekonomik kurumların başındaki kişiler tedirginliklerini artık saklayamıyorlar: “Şu ana kadar gördüklerimiz arasında en zor iktisadi ve mali ortamlardan bir tanesiyle karşı karşıyayız” (ABD Federal Rezervi Başkanı, 22 Ağustos)

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

dünyanın en kuvvetli ‘demokratik’ gücü ABD’yi vuruyor. Ekonomik krizin ve askeri çatışmaların ciddileşmesi ile tarihin ivmesinin artışına tanık oluyoruz. Fakat bu ivme artışı ayrıca işçi mücadeleleri düzeyinde, olağanüstü bir şekilde olmasa da, kendisini gösteriyor. Eğer durumun durağan bir resmi çekilse, hiçbir şeyin olmadığı ve işçilerin hareketlenmediği kolaylıkla düşünülebilir. İşçi mücadeleleri, mevcut görev göz önünde bulundurulursa yeterli gözükmüyor ve gelecek de iç açıcı gibi değil. Fakat karşımızdaki yalnızca buzdağının görünen kısmı. Gerçekte, daha önce de vurguladığımız gibi 2003’ten beri dünya proletaryasının mücadeleleri yeni bir dinamik kazanmış durumdalar. Bu mücadeleler dünyanın dört bir yanında gelişmekteyken özellikle faal bir dayanışma arayışı ve genç kuşakların proletaryanın kavgasına dahil olması (Fransız öğrencilerinin 2006 Bahar’ında CPE karşıtı mücadeleleri bunun bir örneğidir) ile dikkat çekiyorlar.

“Ekonomi için kriz ufukta bekleyen bir hortum” (Jacques Attali, Fransız ekonomist ve politikacı, Le Monde, 8 Ağustos)

Bu dinamik, işçi sınıfının, Stalinist rejimlerin çökmesinin ardından ‘komünizmin ölümünü’ duyuran devasa kampanyaların anlık olarak görünmez kıldığı mücadele yolunu yeniden keşfettiğini gösteriyor.

“Mevcut konjöktür onlarca yıldır gördüklerimiz arasında en zor olanı” (dünyanın en büyük bankalarından HSBC’nin yorumu, Libération, 5 Ağustos

Bugün krizin ciddileşmesi ve işçi sınıfının yaşam koşullarının kötüleşmesi yalnızca işçileri mücadelelerini geliştirmeye, dayanışma aramaya ve dünya çağında birleşmeye itebilir.

Sınıf mücadelesinin gelişiminin perspektifi

Özellikle yeniden kapitalizme dadanmış olan enflasyon hayaleti, ürün fiyatlarının baş döndürücü artışı ile maaşların düşüşü ile birlikte yalnızca işçi mücadelelerinin birleşimine katkıda bulunabilir.

Gerçekte, Stalinist rejimlerin yıkılması komünizmin başarısızlığını değil gerekliliğini gösterdi. SSCB’de devlet kapitalizminin çökmesi, dünya kapitalizminin tarihsel başarısızlığının en muazzam görüntülerinden bir tanesiydi. Bütün düzenin iflasını gösteren ilk büyük şok dalgasıydı. Bugün ikinci şok dalgası

Fakat özellikle iki soru proletaryanın düzenin iflasına ve komünizmin gerekliliğine dair bilinçlenmesinde önemli bir rol oynayacak.

İlk soru açlık ve yiyecek kıtlığının genelleşmesi ki bu kapitalizmin artık insanlığı beslemekten bile aciz olduğunu ve dolayısıyla yeni bir üretim biçimine geçmemiz gerektiğini hiçbir şüphe bırakmadan gözler önüne sermekte. İkinci temel sorun ise savaşın abzürdlüğü ve kapitalizmin cahil ahmaklığı ki bunların bitmez katliamlarında bıraktıkları cesetlere her geçen gün yenileri ekleniyor. Anlık olarak savaşın korku yarattığı ve burjuvazinin işçi sınıfını felç etmek, ona bir zayıflık hissi aşılamak için ve onu savaşın hakkında hiçbir şey yapılamayacak bir vahşet olduğunu düşündürmek için yapmayacağı şey olmadığı doğru. Fakat bununla birlikte büyük güçlerin (özellikle Irak ve Afganistan’daki) askeri çatışmalarının yarattığı rahatsızlık ve huzursuzluk da artıyor. Amerikan güçleri Irak’ta bataklığa saplanmış iken, ABD nüfusu içerisinde büyüyen bir savaş karşıtı his var. Bunun ‘kamuoyu’ yoklamalarında ifade edildiğini gördük. Fransa’da da, Fransız burjuvazisinin Afganistan’da bir pusuda ölen 10 Fransız askerinin ardından döktüğü timsah gözyaşlarına olan tepkiyi gördük. Fakat nüfus genelinde yaygın olan huzursuzluğun yanısıra işçi sınıfı içerisinde derin bir değerlendirme süreci de gerçekleşiyor. Bunun en net işareti, savaşa karşı Kore, Filipinler, Türkiye, Rusya ve çeşitli Latin Amerika ülkelerinde enternasyonalist ilkeleri savunan yeni proleter siyasi çevrelerin gelişmekte olması. Savaş insanlığı çaresiz bırakan bir vahşet değil. Kapitalizm ebedi bir düzen değil. Savaş kapitalizmin içinde barındırdığı tek şey değil. Kapitalizm ayrıca onun ötesine geçmenin koşullarını, ulusal sınırları ve dolayısıyla savaşları olmayan yeni bir dünyanın tohumlarını da içinde barındırıyor. Bir dünya işçi sınıfı yaratarak kapitalizm kendi mezar kazıcısını doğurmuş oldu. Sömürülen sınıfın, burjuvazinin aksine, topluma karşı


Tek Alternatif işçi mücadelesinin kapitalizmi devirmesi!

zıtlaşan çıkarları yok, dolayısıyla o toplumda insanlığı dayanışma ve insan ihtiyaçlarının tatmin edilmesine dayalı bir düzen kurarak birleştirebilecek tek sınıf. Dünya proletaryasının mücadelelerini mevcut durumun gerekli kıldığı noktaya çıkartabilmesine daha çok yol var. Fakat dünya ekonomik krizinin ivmesindeki artış göz önünde bulundurulursa, hem günümüzdeki sınıf mücadelesinin dinamiği hem de yeni kuşakların harekete dahil oluşu proletaryanın doğru yolda olduğunu gösteriyor. Bugün enternasyonalist devrimciler hala ufak bir azınlıklar. Fakat farklılıklarını aşmak için bir tartışma yürütmek ve seslerini her yerde mümkün olduğu kadar açıkça duyurmak gibi görevleri var. Enternasyonalist devrimciler tam da savaşın barbarlığına karşı net bir müdahalede bulunularak güçlerini hep birlikte yeniden örgütleyip proletaryanın kapitalizmin kalesine karşı bir saldırı düzenlemesi bilincine varmasına katkı sunabilirler.

5


6

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Komünist sol ve marksizmin devamlılığı Bu makale ilk kez Rusya’da Proleter Kürsü adlı yayında basılmıştır. 1. 1920’lerin ortasında uluslararası devrimci dalganın yenilgiye uğramasından bu yana, hiçbir terim; sosyalizm, komünizm ve Marksizm’in terimlerinden daha fazla çarpıtılmadı ya da suiistimal edilmedi. Eski Doğu Bloğu Stalinist rejimlerinin veya bugün Çin, Küba ve Kuzey Kore gibi ülkelerin, komünizmin ya da Marksizmin temsilcileri oldukları fikri, aşırı sağdan aşırı sola yönetici sınıfın tüm hizipleri tarafından kasıtlı olarak sürdürülen bir yalandı: 20.yüzyılın Büyük Yalanı. 1939–45 emperyalist dünya savaşı sırasında yaşanan insanlık tarihinin en büyük katliamı karşısında, Rusya içinde ve dışında işçileri harekete geçirmek üzere “sosyalist anavatanın savunulması” miti ile beraber “antifaşizm” ve “demokrasinin savunulması” mitleri kullanıldı. Rusya ve Amerika’nın önderliğindeki iki devasa emperyalist blok arasında, rekabetin hâkim olduğu 1945–89 arası dönemde, bu yalan çok daha yaygınlaştı. Doğuda, Rusya’nın kapitalist hırslarını mazur göstermek adına kullanılırken; batıda, hem emperyalist çatışma için ideolojik kılıf (“Sovyet totalitarizmine karşı demokrasinin savunulması”), hem de işçi sınıfının bilincini olumsuz etkilemek için bir araç olarak kullanıldı. Bu yalan, Rus çalışma kampına göndermede bulunuyor ve kendi ülkesine şöyle bir mesaj veriyordu: “Şayet bu sosyalizm ise, tüm hatalarına rağmen kapitalizmi tercih etmez misiniz?”. Doğu Bloğunun çökmesinin ardından, bu çöküşün “komünizmin ölümü”, “Marksizmin iflası” ve hatta “işçi sınıfının kendi sonu” anlamına geldiği söylendiğinde bu tema çok daha sağırlaştırıcı oldu. Bu burjuva değirmeninde öğütülecek ilave tahıl ise kapitalizmin aşırı solu tarafından eklendi. Özellikle Troçkistler, Stalinist mabedin “bürokratik deformasyonunu” eleştirmelerine rağmen, onda işçi sınıfı özü görmeye devam ettiler. 2. Bu muazzam ideolojik çarpıtma yığını, aynı zamanda Marksizmin 20.yüzyıldaki gerçek devamlılığı ve gelişimini anlaşılmaz hale getirir. Marksizmin yanlış savunucularıStalinistler, Troçkistler, her türden

akademik “marksologlar”, teoriyi güncelleştirdiğini iddia edenler (modernizers) ve felsefeciler- ilgi odağı haline gelirken, Marksizmin gerçek savunucuları, şayet doğrudan baskı altına alınmamış ve susturulmamışlarsa, saha dışına sürülürler. Böylelikle, alakasız mezhepler ve daha çok da yitik dünyanın fosilleri olarak bertaraf edilirler. Bu nedenle, bu yüzyılda Marksizmin gerçek devamlılığını yeniden sağlamak için öncelikle Marksizmin ne olduğunun tanımlanması gerekiyor. İlk kez Komünist Manifesto’da (1848) ifade edildiği haliyle Marksizm, kendisini soyutlanmış dahi düşünürlerin ürünü olarak değil, aksine proletaryanın gerçek hareketinin teorik ifadesi olarak tanımlar. Aslında Marksizm, sadece sömürülen sınıfın birincil ve tarihsel çıkarlarının uzlaşmaz savunuculuğu ile bu sınıfın davasına bağlılığını kanıtlayan, mücadele eden bir teori olabilir. Bu savunma, proletarya enternasyonalizmi gibi temel ve değişmez ilkelere bağlı kalma kapasitesine dayanırken, aynı zamanda işçi sınıfının deneyimiyle doğrudan canlı bir ilişki içinde, Marksist teorinin sürekli zenginleştirilmesini de içerir. Dahası, sınıfın bir ürünü olarak ortak çalışma ve toplu mücadeleyi içeren Marksizmin kendisi, sadece örgütlü birlikler- devrimci fraksiyonlar ve partiler- aracılığıyla gelişebilir. Nitekim Komünist Manifesto da, tarihteki ilk Marksist organizasyon olan Komünist Lig’in programı olarak ortaya çıktı. 3. 19.yüzyıl’da kapitalizm hala genişleyen, yükselen bir sistemken, burjuvazi; siyah aslında beyazmış, kapitalizm de aslında sosyalizmmiş gibi göstererek, yönetiminin sömürüye dayanan doğasını gizlemeye daha az ihtiyaç duyuyordu. Bu tür ideolojik çarpıtmalar, esas olarak kapitalizmin tarihsel çöküşüne özgüdür ve burjuvazinin marksizmi mistifikasyon aracı olarak kullanma çabasıyla belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Ancak kapitalizmin yükseliş döneminde bile, egemen ideolojinin acımasız baskısı, sosyalizmin yanlış versiyonlarını çoğunlukla işçi hareketi içine gizlice sokarak kendini gösteriyordu. Bu nedenle, Komünist Manifesto kendini “feodal” sosyalizmden, “burjuva” ve “küçük burjuva” sosyalizminden

ayırmak zorunda kaldı. Yine bu nedenle, Birinci Enternasyonal içindeki fraksiyonlar bir taraftan Bakuninizme, diğer taraftan Lassalcı devlet sosyalizmine karşı çift taraflı mücadele vermek zorunda kaldı. 4. İkinci Enternasyonal partileri, Marksizm temelinde kuruldu ve bu bağlamda, işçi hareketi içindeki farklı eğilimlerin ittifakı olan Birinci Enternasyonalden hayli ileri bir adımı temsil etti. Ancak bunlar, kapitalizmin muazzam büyüme aşamasında hareket ettikleri için ve işçi sınıfı enerjisinin ana odak noktasını reformlar için mücadele oluşturduğundan, özellikle sosyal demokrat partiler, kapitalist sistemle bütünleşmeye yönelik baskılarla karşı karşıyaydı. Bu baskılar kendilerini bu partiler içinde, Marksizmin kapitalizmin kaçınılmaz yıkılışına dair öngörüsünün “revize edilmesi” gerektiğini savunan ve devrimci kesintiler olmadan, barış içinde sosyalizme geçilebileceği iddiasındaki reformist akımlar aracılığıyla ifade ettiler. Bu dönem boyunca –özellikle 1890ların sonu ve 1900lerin başı-Marksizmin devamlılığı, hem temel Marksist ilkelerin savunulmasında en kararlı duruşu benimseyen, hem de kapitalizmin yükseliş dönemi sınırlarına ulaşması nedeniyle proletarya mücadelesi için ortaya çıkan yeni koşulları fark edip göz önünde bulunduran “sol” akımlar tarafından sağlandı. Sosyal demokrasinin sol kanadının somutlaştığı isimler iyi bilinir: Rusya’da Lenin, Almanya’da Lüksemburg, Hollanda’da Pannekoek, İtalya’da Bordiga. Ancak bu militanların hiçbirinin izolasyon içinde faaliyette bulunmadıklarını göz önünde bulundurmak da ayrıca önemlidir. Oportünist yozlaşma Enternasyonal içinde yayıldıkça, sol akımlar, hem kendi partileri içinde hem de uluslararası boyutta örgütlü fraksiyonlar olarak -Rusya’da Bolşevikler, Hollanda’da Kürsü (de Tribune) grubu ve dahası- çalışmak zorunda kaldılar. 5. 1914’te başlayan emperyalist savaş ve 1917 Rus Devrimi, Marksizmin kapitalizmin kaçınılmaz olarak “sosyal devrim dönemine” gireceği görüşünü doğruladı ve işçi sınıfı hareketinde temel bir ayrımın oluşmasını hızlandırdı.


Komünist sol ve marksizmin devamlılığı

İlk defa olarak, her ikisi de Marks ve Engels’e atıfta bulunan örgütler, kendilerini barikatın farklı taraflarında buldular. Çoğunluğu vaktiyle “reformistlerin” eline geçmiş olan resmi sosyal demokrat partiler, Marks’ın erken dönem yazılarına atıfta bulunarak emperyalist savaşı desteklemiş ve Rusya’nın daha burjuva gelişim aşamasından geçmesi gerektiğini savunarak Ekim Devrimi’ni topa tutmuşlardı. Ancak böyle yaparak, 1914 savaşının silâh altına alınan askerleri ve 1918 karşı devriminin dedektifleri olmuşlar ve geri dönülmez bir şekilde burjuvazinin saflarına geçmişlerdir. Bu durum, Marksizme bağlılığın, göstermelik demeçler ya da parti etiketleriyle değil bizzat yaşanan pratik ile savunulacağını gösterdi. Emperyalist katliam döneminde proletarya, enternasyonalizm bayrağını tek başına dalgalandıran, Rusya’daki proleter devrimi savunmak için bir araya gelen ve savaşın ardından birçok ülkede patlak veren grev ve ayaklanmalara önderlik eden sol kanat akımlardan mürekkepti. Ayrıca bu akımlar, 1919’da kurulan yeni Komünist Enternasyonal’in de çekirdeğini oluşturuyordu. 6. 1919 yılı, savaş sonrası devrimci dalganın en yüksek olduğu zamana işaret ediyor ve Komünist Enternasyonal’in kuruluş kongresindeki pozisyonlar da bunun, işçi hareketi için en avantajlı zaman olduğunu ortaya koyuyordu: Sosyal-yurtsever hainlerden toptan bir kopuş için, yeni kapitalist çöküş döneminin gerektirdiği kitlesel eylem yöntemleri için, kapitalist devletin imha edilmesi için ve enternasyonal işçi sovyetleri diktatörlüğü için en uygun zaman… Öncesinde var olan partiler içindeki sol fraksiyonların teorik ve pratik katkılarıyla hazırlanan programdaki bu berraklık, devrimci dalganın muazzam gücünü yansıtıyordu. Böylece, iktidarı ele geçirmeye giden yolda yasal sınırlar içinde aşamalı olarak hareket etmeyi öngören Kautsky’nin politikasına karşı, Lüksemburg ve Pannekoek devrimin üzerinde yükseldiği zemin olarak, kitle grevi fikrini geliştirdi. Kautsky’nin parlamenter alıklığına karşı, Pannekoek, Bukharin ve Lenin, Marks’ın burjuva devletini yıkma ve Komün kurma gerekliliği üstündeki ısrarını yeniden canlandırdı ve geliştirdi. Bu teorik

7

gelişmeler, devrimin şafağı sökerken aktif politikanın konusu haline gelmek üzere gerçekleşti. 7. Devrimci dalganın gerilemesi ve Rus devriminin yalıtılması, hem Komünist Enternasyonal’in, hem de Rusya’daki Sovyet iktidarının yozlaşmasına neden oldu. Bolşevik Parti, proletaryanın kendi örgütleri olan Sovyetler, fabrika komiteleri ve kızıl muhafızlarla ters orantılı olarak gelişen bürokratik devlet aygıtına her geçen gün daha çok eklemlendi. Enternasyonal içerisinde kitlesel eylemlerin düşüşte olduğu bir dönemde kitlesel destek kazanma çabaları, parlamentolarda ve sendikalarda çalışma vurgusunu arttırmak, “doğu halklarına” emperyalizme karşı ayaklanma çağrısı yapmak ve her şeyin ötesinde sosyal yurtseverlerin kapitalist doğasına dair yeni kazanılmış netliği çöpe atan Birleşik Cephe politikası gibi oportünist “çözümlerin” ortaya çıkmasına yol açtı. Fakat nasıl ki İkinci Enternasyonal’de oportünizmin büyümesi, sol kanat akımlardan gelen proleter bir cevabı tetiklediyse, -Pannekoek ve Bordiga gibi pek çoğu eski Enternasyonal’de Marksizmin en iyi savunucuları olan militanları barındıran- komünist solun akımları da Üçüncü Enternasyonal’deki oportünizm eğilimine karşı direndiler. Komünist sol, özünde enternasyonal bir akımdı ve Bulgaristan’dan İngiltere’ye, ABD’den Güney Afrika’ya kadar pek çok ülkede ifade ediliyordu. Fakat komünist solun en önemli temsilcileri, Marksist geleneğin tam da en güçlü olduğu ülkelerde, yani Almanya, İtalya ve Rusya’da konumlanmıştı. 8. Devrimci dalganın yükseldiği anda, Almanya’daki Marksist geleneğin sahip olduğu derinlik, özellikle parlamento ve sendikalar sorununa dair en ileri siyasi görüşlerin ortaya çıkışını sağlamış proleter kitlelerin gerçek hareketinden gelen devasa teşvikle birleşti. Fakat sol komünizm kendi başına ilk kez Alman Komünist Partisi (KPD)’nde ve Enternasyonal’de beliren oportünizmin ilk işaretlerine karşı ortaya çıktı. 1920’de KPD’deki sol muhalefet ilkesiz bir manevrayla ihraç edilince, KAPD (Alman Komünist İşçi Partisi) hareketin başını çekmeye başladı. KAPD, Komünist Enternasyonal liderleri tarafından “çocuksu” ve “anarko-

sendikalist” olmakla suçlanmasına rağmen, eski parlamenter ve sendikal taktikleri reddediyor, fabrika komiteleri ve işçi konseyleri gibi yeni sınıfsal örgüt biçimlerinin bu taktikleri tamamen eskimiş ve anlamsız kıldığını savunuyordu. KAPD’ın sergilediği bu duruş, Bolşevik gelenekle özdeşleşen sosyal demokrasinin eski “kitle partisi” anlayışının açıkça reddini ve yerine programatik olarak net bir çekirdekten oluşan parti anlayışının kabulünü zorunlu kılan, kapitalizmin çöküş dönemine dair tamamen Marksist bir analizden kaynaklanıyordu. Eski sosyal demokratik taktiklere bir geri dönüş karşısında, KAPD’ın bu kazanımları uzlaşmaz bir biçimde savunması onu, Anton Pannekoek ve Herman Gorter’in çalışmaları aracılığıyla, devrimci hareketi Almanya’yla doğrudan bağlantı içinde olan Hollanda örneğinde olduğu gibi, birçok ülkede ifadesini bulan enternasyonal eğilimin merkezi haline getirdi. Bu durum, 20’lerin başlarında Almanya’daki sol komünizmin önemli zayıflıklarla boğuşmak zorunda kalmadığı anlamına gelmez tabii ki. Kapitalizmin düşüşünü uzun soluklu bir süreç olmak yerine, nihai bir “ölüm krizi” olarak görme eğilimi, devrimci dalganın gerilediği gerçeğini görmeyi zorlaştırdı ve iradecilik tehlikesine kapı açtı. Buna bağlı olarak, örgütsel sorunlardaki zayıflıklar Komünist Enternasyonal’den olgunlaşmamış, prematüre bir biçimde kopulmasına ve 1922’de de başarısızca yeni bir Enternasyonal oluşturmaya çalışılmasına yol açtı. Zırhındaki bu çatlaklar, onun 1920’lerde başlayacak karşı-devrim akıntısına karşı durmasını engelleyecek ve beraberinde de feci bir parçalanma sürecine girmesine neden olacaktı. Bu süreç çoğu zaman belirli bir siyasi örgütlenmenin gerekliliğini reddeden “konseycilik” ideolojisiyle kuramsallaştırıldı. 9. Öte yandan İtalya’da ise İtalya Komünist Partisi’nde başta çoğunluğa sahip olan komünist sol, özellikle örgütsel sorunda çok netti. Bu netlik, onun salt yozlaşan Enternasyonal’de oportünizme karşı cesurca mücadele vermesini değil, ayrıca devrimci hareketin enkazından sağ çıkmasını sağlayan ve karşı devrim gecesinde Marksist teoriyi geliştiren bir komünist fraksiyon oluşturmasını sağladı.


8

1920’lerde, burjuva parlamentolarına katılmamaktan yana argümanları, komünist öncü kolunu “kitlesel etki” izlenimi yaratmak için büyük merkezci partilerle birleştirmeye karşı çıkışları ve Birleşik Cephe ile “işçi hükümeti” sloganlarına karşı görüşleri de, Marksist yöntemin derinlikli bir anlayışına dayanmaktaydı. Aynı durum, İtalyan sol komünistlerinin yeni faşizm olgusuna dair analizleri ve sonuç olarak “demokratik” burjuva partileriyle herhangi bir anti-faşist cephe oluşturmayı reddetmelerinde de geçerliydi. Parti kurucusu Amadeo Bordiga’nın ismi, artık değişemez bir biçimde İtalyan komünist solu tarihinin bu aşamasıyla özdeşleşmiştir. Fakat bu militanın katkılarının devasa önemine rağmen, Bolşevizm Lenin’e ne kadar indirgenebilir ise, İtalyan solu da Bordiga’ya ancak o kadar indirgenebilir; her ikisi de proleter siyasi hareketin organik ürünleridir. 10. Rusya’daki devrimin yalıtılmışlığı, söylediğimiz gibi işçi sınıfı ile sürekli bürokratikleşen devlet aygıtının gün geçtikçe birbirinden uzaklaşmasına neden oldu ki bu uzaklaşmanın en trajik ifadesi Kronştad işçi ve denizcileri tarafından gerçekleştirilen ayaklanmanın, proletaryanın -devletle hep biraz daha bütünleşen- Bolşevik partisi tarafından bastırılmasıydı. Tam da proleter bir parti olduğu için, Bolşevizm kendi yozlaşmasına karşı çok sayıda içsel tepki doğurdu. 1917’de partinin sol kanadının en önde gelen sözcüsü olan Lenin, özellikle hayatının sonlarına doğru partinin bürokratizme düşüşüne dair bir hayli yerinde eleştiriler yaptı. Aynı şekilde Troçki de, parti içinde proleter demokrasi normlarını yeniden yürürlüğe sokmaya çalışan sol muhalefet temel temsilcisi olarak, sol muhalefetle birlikte Stalinist karşı-devrimin en korkunç ifadelerine, özellikle “tek ülkede sosyalizm” teorisine karşı kavgaya atıldı. Fakat Bolşevizm, proletaryanın öncü kolu olma niteliğini devletle birleşerek büyük ölçüde terk etmişti. Parti içerisindeki en önemli sol kanat akımlar da, devlet aygıtından çok sınıfa yakın durma eğiliminde olan, adları daha az duyulmuş devrimciler tarafından oluşturuldu.

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Daha 1919’da, Valerian Ossisinski, Vladimir Smirnov ve Timotei Sapranov’un başını çektiği Demokratik Merkeziyetçilik gurubu, Sovyetlerin “solmakta olduğu”na ve Paris Komünü ilkelerinden her geçen gün daha fazla uzaklaşıldığına dair uyarılar yapmaya başlamıştı. Benzer eleştiriler 1921’de Alexandra Kollontai ve Alexander Shliapnikov’un başını çektiği İşçi Muhalefeti grubu tarafından da yapıldı. Ancak 20’lerde hala etkisini sürdüren ve İtalyan Solu’nda da benzer bir yaklaşım geliştiren Demokratik Merkeziyetçilik grubu kadar güçlü ve uzun soluklu olmadı. 1923’te Gabriel Myasnikov’un liderliğindeki İşçi Grubu bir manifesto yayınlayarak, o yıl gerçekleşen işçi grevlerinde önemli bir rol oynadı ve bir takım müdahalelerde bulundu. İşçi Grubu’nun görüşleri KAPD’ınkilere yakındı. Bütün bu gruplar, yalnızca Bolşevik partisi içerisinden çıkmadılar; devrimin asıl ilkelerine dönüş için parti içerisinde savaşmaya devam ettiler. Fakat burjuva karşı-devriminin kuvvetleri, parti içerisinde alan kazandıkça, asıl mesele çeşitli muhalefetlerin bu karşı-devrimin gerçek doğasını görmesi ve onun örgütlü ifadelerine karşı duyulan herhangi bir duygusal sadakatten kurtulunması olmaya başladı. Troçki ile Rus komünist solu arasındaki temel ayrılık işte bu noktada olacaktı: Troçki hayatı boyunca Sovyetler Birliği’nin savunulması, hatta Stalinist partilerin işçi sınıfı doğası kavramlarına bağlı kaldı. Buna karşı sol komünistler, Troçki’nin pek çok takipçisinin aklını çelen “sol”a döndüler ve Stalinizmin sınıf düşmanının zaferi olduğunu ve yeni bir devrimi gerektirdiğini gördüler. Bununla birlikte Troçkist muhalefetin en iyi unsurlarının büyük bir kesimi, sözde “uzlaştırılamazlar”, 20’lerin sonu ve 30’ların başında komünist solun görüşlerine kaydılar. Fakat 30’ların sonunda Stalinist terör, bu grupları neredeyse tamamen ortadan kaldırmayı başarmıştı. 11. 1930’lar, Viktor Serge’in sözleriyle “yüzyılın geceyarısı” idi. Devrimci dalganın son kıvılcımları, yani İngiltere’deki 1926 genel grevi ve 1927 Şangay ayaklanması, da sönmüştü. Komünist partiler ulusal savunmanın partileri oldular. Faşist ve Stalinist terör, devrimci hareketin en yüksek noktaya ulaştığı ülkelerde en büyük vahşetiyle

hüküm sürüyordu ve bütün kapitalist dünya yeni bir emperyalist kıyıma hazırlanıyordu. Bu koşullar altında varoluşlarını sürdürebilen devrimci azınlıklar sürgün, baskı ve artan yalıtılmışlık koşullarıyla yüzleşmek durumundaydı. Sınıfın bütünü moral bozukluğuna ve burjuvazinin savaş ideolojilerine teslim olduğundan, devrimciler, sınıfın anlık mücadelelerinde yaygın bir etki yapmayı umacak konumda değillerdi. Troçki’nin bu durumu anlamaktaki başarısızlığı, sol muhalefeti “kitleleri fethetmek” umudu uğruna, sosyal demokrat partilere girişi savunan “Fransız dönüşü”, anti-faşizme teslimiyet gibi örneklerde görüldüğü üzere her geçen gün artan bir oportünizme sürüklüyordu. Troçki’nin kendisinden ziyade Troçkizm adına bu gidişatın nihai sonucu, 1940’larda burjuva savaş aygıtının bir parçası olmak oldu. O zamandan beri Troçkizm, tıpkı sosyal demokrasi ve Stalinizm gibi, kapitalizmin siyasi aygıtının bir parçası oldu ve iddialarının hiçbirisinin Marksizmin devamlılığıyla alakası kalmadı. 12. Bu gidişatın aksine Bilan (Bilanço) dergisindeki İtalyan sol komünist fraksiyon, dönemin gereklerini doğru bir biçimde tanımladı: Öncelikli olarak savaşa doğru gidişata karşı enternasyonalizmin temel ilkelerine ihanet etmemek; sonrasında başta Rus devrimi olmak üzere devrimci dalganın yenilgisinin “bilançosunu” çıkarmak ve sınıf mücadelesinin yeniden doğuşuyla gelecekte ortaya çıkacak olan yeni partilere teorik bir temel sağlayacak dersleri ortaya koymak. İspanya’daki savaş, zamanın devrimcileri için özellikle zor bir sınavdı, zira birçoğu anti-faşizm sirenlerinin şarkısına kapılarak teslim oldu ve savaşan tarafların her ikisinin de emperyalist olduğunu ve bu savaşın yaklaşan dünya savaşının provası olduğunu göremedi. Öte yandan Bilan, sağlam durarak tıpkı Birinci Dünya Savaşı sırasında iki tarafa da karşı çıkan Lenin’in yaptığı gibi burjuvazinin hem faşist hem de cumhuriyetçi kesimlerine karşı sınıf mücadelesi çağrısı yaptı. Ayrıca, daha sonra Belçika, Fransa ve Meksika’da fraksiyonlar oluşturacak olan bu akımın teorik katkıları da oldukça zengindi ve gerçekten yeri doldurulamaz nitelikteydi.


Komünist sol ve marksizmin devamlılığı

1917 Rus devriminin proleter niteliğini sorgulamaya hiçbir zaman yeltenmemiş olan Rus devriminin yozlaşması analizi ile; gelecekteki geçiş döneminin sorunlarına dair araştırmalarıyla; ekonomik krize ve kapitalizmin çöküş döneminin kökenlerine dair çalışmalarıyla; Komünist Enternasyonal’in “ulusal kurtuluş” hareketlerine destek verilmesi gerektiği yönündeki görüşlerini reddedişiyle; parti ve fraksiyon teorisini ortaya koyuşuyla; diğer siyasi proleter eğilimlerle kardeşçe fakat bitmek bilmez polemikleriyle; ve bunun yanı sıra pek çok farklı alandaki çalışmalarıyla İtalyan sol komünist fraksiyonu, geleceğin proleter örgütlerinin programatik temelini ortaya koyma görevini şüphesiz ki başarıyla yerine getirdi. 13. Hitler rejimi altında bile bir miktar gizli devrimci faaliyet sürdürülmüş olsa da, Almanya’daki komünist sol gruplarının parçalanması işi, büyük oranda Nazi terörü tarafından tamamlandı. 1930’larda, Alman solunun devrimci görüşleri büyük ölçüde Hollanda’da, Enternasyonal Komünistler Grubu (Gruppe Internationaler Kommunisten - GIK) ve ayrıca ABD’de Paul Mattick’in başını çektiği grup tarafından savunuldu. Bilan gibi Hollanda solu da küresel katliamın yolunu açan yerel emperyalist savaşlar karşısında enternasyonalizme sadık kalarak “demokrasiyi savunmak” söylemleri karşısında direndi. Aynı zamanda sendika sorunu, kapitalist kokuşma çağındaki işçi örgütlerinin yeni biçimleri, kapitalist krizin maddi kökenleri ve devlet kapitalizmine doğru eğilim konularındaki görüşlerini de geliştirdi. Ayrıca sınıf mücadelesi içerisinde, özellikle işsizlerin hareketine dair önemli bir etkinliği de müdafaa etmeyi başardı. Fakat Rus devriminin yenilgisi, Hollanda Solu’nu ciddi bir biçimde sarsmıştı. Böylelikle Hollanda solu, giderek artan bir biçimde siyasi örgütü, dolayısıyla da kendi rolünü konseyci bir anlayışla yadsımaya başlamıştı. Bunu, Bolşevizmin tamamen reddedilmesi ve Rus devriminin baştan beri burjuva kabul edilip bir kenara bırakılması takip etti. Bu kuramsallaştırmalar, eğilimin gelecekte ortadan kalkacağının kanıtıydı. Hollanda’da sol komünizm, Nazi işgalinden sonra devam etmesine ve ilk

9

başta KAPD’ın parti-yanlısı görüşlerine dönen Spartaküs Komünistler Birliği (Kommunistenbond Spartacus) tarafından sürdürülmesine rağmen, Hollanda solunun örgütsel sorunda anarşizme verdiği tavizler sonraki yıllarda olası bir örgütsel devamlılığı zorlaştırdı. Şu anda bu eğilim tamamen ortadan kalkmak üzere. 14. Diğer yandan İtalyan solu bir çeşit örgütsel devamlılık sağlamayı başardı, ancak karşı-devrimin verdiği zararlar bir bedel ödetecekti. Tam da savaştan önce, İtalyan sol komünist fraksiyonu, dünya savaşının aciliyetini yadsıyan “savaş ekonomisi teorisi” ile bulanacaktı. Fakat çalışmalar, özellikle Fransız sol komünist fraksiyonunun ortaya çıkışıyla devam etti. Savaşın sonunda İtalya’da ciddi proleter mücadelelerin ortaya çıkması, fraksiyon saflarında bir takım kafa karışıklarına yol açtı. Militanların çoğu İtalya’ya döndü ve 20’lerin sonlarından beri siyasi faaliyet göstermeyen Bordiga’yla birlikte, İtalya Enternasyonalist Komünist Partisi’ni kurdu. Denilebilir ki bu parti, savaşa karşı çıkmasına rağmen, pek de açık olmayan programatik bir temele ve dönemi yükselen devrimci kavga dönemi olarak değerlendiren hatalı bir analize dayanıyordu. Fransız sol komünist fraksiyonunun çoğunluğu bu siyasi doğrultuya karşıydı ve karşı devrimin zafer döneminin hala sürdüğü ve dolayısıyla fraksiyonun görevlerinin henüz tamamlanmadığı gerçeğini daha önce gördüler. Bunun üzerine Fransa Komünist Solu (Gauche Communiste de France - GCF) adını alan Fransız sol komünist fraksiyonu, Bilan’ın ruhunda çalışmalarını sürdürerek, sınıfın anlık mücadelelerine müdahale etme sorumluluğunu yadsımadan, kaynaklarını siyasi ve teorik netleşmeye yoğunlaştırdı ve özellikle devlet kapitalizmi, geçiş dönemi, sendikalar ve parti konularında önemli katkılar yaptı. Böylesi sağlam bir Marksist yöntemi müdafaa etmek İtalyan Solu’nun tipik özelliklerindendi. Diğer yandan Fransa Komünist Solu da, Almanya-Hollanda sol komünistlerinin en iyi katkılarından bazılarını programatik cephanesinin bir parçası haline getirmeyi başardı. 15. Öte yandan 1952’de GCF üçüncü dünya savaşının gelmek üzere olduğu gibi bir yanılgıya kapıldı ve fiili olarak

ortadan kalktı. Aynı yıl, İtalya Enternasyonalist Komünist Partisi içerisinde, “Bordigist” eğilim ile faşist dönemde İtalya’da faal bir militan olarak kalan Onarato Damen’in başını çektiği eğilim ayrıştılar. “Bordigist” eğilim, dönemin gerici eğilimine dair anlayışında çok daha netti, fakat marksizmi savunurken sağlam durmak kaygısı ve bu yöndeki çabası, dogmatizme kaymasına neden oldu. “Marksizmin sabitliği”ne dair (yeni!) teorisi, Fraksiyon’un 1930’larda attığı adımları görmezden gelmesine ve pek çok açıdan Komünist Enternasyonal’in “ortodoksluğu”na gerilemesine yol açtı. Bugün kendilerine “Enternasyonal Komünist Partisi” adını veren çeşitli Bordigist gruplar, bu eğilimden gelmektedirler. Damen eğilimi ise partinin rolü, sendikalar, ulusal kurtuluş ve devlet kapitalizmi gibi hususlarda çok daha net olmasına rağmen, İtalya Enternasyonalist Komünist Partisi’nin kuruluşundaki hataların kökenlerine hiçbir zaman inmedi. 1950 ve 1960’larda bu gruplar siyasi olarak durgunlaştı; özellikle Bordigist eğilim kendisini bir sekterlik duvarının arkasında “koruma”ya aldı. Burjuvazi, Marksizmin bütün örgütlü ifadelerini ortadan kaldırmaya ve bugünün devrimci örgütleri ile işçi hareketinin büyük gelenekleri arasındaki hayati bağlantıyı kırmaya hiç olmadığı kadar yaklaşmıştı. 16. Fakat 1960’ların sonlarında proletarya, Fransa’daki Mayıs 68 genel grevi ve devamında işçi mücadelelerinin bütün dünyada giderek yaygınlaşmasıyla tarih sahnesine yeniden çıktı. Bu yenilenme, komünist görüşleri netleştirmeye çalışan siyasi unsurlardan oluşan yeni bir kuşağı doğurdu. Var olan devrimci gruplara temiz hava ve yeni bir hayat üflerken, nihai olarak sol komünist mirası yenilemek isteyen yeni örgütler üretti. Bu yeni siyasal çevre, ilk başta Bolşevizmin “otoriter” imgesi karşısında konseyci ideolojiden derinden etkilenmiş olsa da, olgunlaştıkça örgüt-karşıtı önyargıları geride bırakmayı başardı ve kendisini bütün bir Marksist geleneğin devamlılığının bir parçası olarak görmeye başladı.


10

Bugün devrimci çevre içerisinde mevcut olan grupların büyük bir çoğunluğunun, örgütsel mesele ve devrimci geleneğin müdafaası noktalarına güçlü bir vurgu yapan İtalyan sol komünizm geleneğinden gelmeleri şaşırtıcı değildir. Hem Bordigist grupların, hem de Damen eğiliminin katılımıyla daha sonraları oluşturulan Uluslararası Devrimci Parti Bürosu, İtalya Enternasyonalist Komünist Partisi’nin mirasçısıdır. Enternasyonal Komünist Akım ise büyük ölçüde Fransa Komünist Solu’ndan gelmektedir. 17. 60’ların sonlarında yaşanan proleter canlanma, iniş-çıkışlarla ve birçok zorlu engelle dolu, dolambaçlı bir yol takip etmiştir. Bu yolda karşılaşılan engellerden en büyüğü, burjuvazinin genellikle komünist sola doğrudan saldırılar biçiminde yürüttüğü ve “komünizmin ölümü” nün çığırtkanlığını yaptığı kampanyalar olmuştur. Öyle ki bu kampanyalar, komünist solun Nazi gaz odalarının varlığını inkâr ettiğini ve bu “inkârcı” dalganın esas kaynağının komünist sol olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmiştir. Sonuç olarak bütün bu süreç boyunca yaşanan zorluklar, devrimci çevrenin ilerlediği yol üzerine de pek çok engel koymuş, hem büyümesini hem de birleşmesini engellemiştir. Fakat tüm bu zayıflıklarına rağmen, günümüzde “sol komünizm” Marksizmin devamı olan tek harekettir ve gelecekte kurulacak olan dünya komünist partisi için de tek “köprü” olma konumundadır. Dolayısıyla, yeni militan unsurların bu dönemde dünyanın her yerinde komünist solun gruplarıyla temasa geçmeleri, onlarla tartışmaları ve en nihayetinde onlarla güçlerini birleştirmeleri önemlidir. Bunu yaparken, başarılı bir devrimin gerçekleşmesinin koşulu olan devrimci partinin inşası sürecine kendi katkılarını da yapmış olacaklardır.

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış


11

Kapitalizmin Çöküşü

Devrim bir yüzyıldır gerekli ve mümkündür Avrupa’daki savaşın korkunç gerçekliğinin daha bir su yüzüne çıktığı 1915 yılında, Rosa Lüksemburg “Sosyal Demokrasi’nin Krizi”ni veya Rosa’nın kitabın altına koyduğu takma isminden gelen ve daha fazla bilinen ismiyle “Junius Kitapçığı”nı yazdı. Kitapçık hapishanede yazıldı ve savaş başlar başlamaz kurulmuş olan Internationale grubu tarafından yasadışı olarak dağıtıldı. Kitapçık, Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) liderliği siyasetinin acımasız bir eleştirisiydi. Savaşın başladığı gün, 4 Ağustos 1914’te, SPD enternasyonalist ilkelerden vazgeçmiş ve “vatan tehlikede” olduğu için sınıf mücadelesine ara verilmesini ve savaşa katılımı savunmuştu. SPD İkinci Enternasyonal’in tamamının gurur ve kıvanç duyduğu bir partiydi, bu yüzden bu tavır uluslararası sosyalist harekete korkunç bir darbeydi; SPD’nin uluslararası işçi sınıfı dayanışması meşalesinin taşıyıcısı olacağı yerde, savaş seferberliğinin tarafına geçmiş olması diğer ülkelerde benzer ihanet eylemlerine girmeyi haklı gösterecek bir gerekçe olarak görülmüştü. Sonuç ise Enternasyonal’in rezil bir biçimde çökmesi olmuştu. Birinci Dünya Savaşı: tarihin dönüm noktası SPD 1870’lerde, “bilimsel sosyalizm” akımının işçi sınıfı hareketi içerisinde büyüyen etkisini simgeleyen marksist bir parti olarak kurulmuştu.1914’ün SPD’si, marksizmin ruhunu çiğneyip geçmiş olsa da görünüşte marksizm ismine bağlılığını koruyordu. Zaten Marks da kendi zamanında sürekli Çarlık mutlakiyetçiliğine karşı sürekli uyarılarda bulunmamış mıydı? Birinci Enternasyonal Polonya’nın Çar’ın boyunduruğundan bağımsızlığını desteklemek için düzenlenmiş bir gösteride kurulmamış mıydı? Avrupa’da savaş tehlikesine karşı uyarılar yaparken bile Engels yine de hala Alman sosyalistlerinin “devrimci savunmacı” bir tutum izlemeleri gerektiği görüşünü ifade etmemiş miydi? Şimdi ise SPD Almanya’nın karşısındaki esas tehlikeye, SPD’nin söylediğine göre işçi sınıfının uzun yıllardır verdiği sabırlı ve inatçı mücadelenin elde ettiği bütün siyasi ve

ekonomik kazanımları geri alacak olan Çarcı despotluğun zaferi karşısında ne pahasına olursa olsun ulusal birlik çağrısı yapıyordu. Dolayısıyla kendisini Avrupa medeniyetinde ilerici olan ne varsa kararlılıkla savunan Marks ve Engels’in tek varisi olarak sundu. Fakat , “sosyal-şövenistlerin” rezil ihanetini lanetlemekte tereddüt etmemiş bir devrimci olan Lenin’in söylediği gibi “Her kim, Marks'ın, gerici ve eskimiş burjuvazinin egemen olduğu ve sosyalist devrimin gerekliliğe dönüştüğü döneme tamı tamına uygulanması gereken "işçilerin vatanı yoktur" sözünü unutarak, burjuvazinin ilerici olduğu dönemdeki savaşlara karşı Marks'ın takınmış olduğu tutuma atıfta bulunursa, Marks'ı rezilcesine tahrif etmiş ve sosyalist görüş açısı yerine burjuva görüş açısını koymuş olur.” 1 Lüksemburg da bununla tamamen aynı çizgiyi savunmuştu. Bu savaş, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında Avrupa’da görülen savaşlarla aynı türden bir savaş değildi. On dokuzuncu yüzyıldaki savaşlar kısa ve hem alan hem de hedefleri bakımından kısıtlı olmuştu ve temelde profesyonel ordular tarafından yürütülmüşlerdi. Dahası, 1815’te Napolyon savaşlarının son bulmasından dolayı Avrupa eşi görülmemiş bir barış, ekonomik genişleme ve yaşam koşullarında istikrarlı bir artış dönemi yaşamıştı. Bunun da ötesinde bu savaşlar karşı tarafı harabeye çevirmek bir yana, ulusal birleşimlerin önündeki feodal engelleri temizleyerek ve yeni ulus devletlerin kendilerini kapitalizmi geliştirmeye elverişli bir çerçevede inşa etmelerine olanak vererek (Fransız devrimci savaşları ve İtalyan birliği meselesi çevresinde gerçekleşen savaşlar bunlara birer örnektir) daha çok, kapitalist genişleme sürecini hızlandırmaya yardımcı oldular. Fakat 1. Dünya Savaşı ile birlikte bu savaşlar, yani sermaye için ilerici bir rol oynayabilen ulusal savaşlar, geçmişte kalmışlardı. Bu savaş, 10 milyon insanın Avrupa savaş alanlarında anlamsızca katledilmesine ve milyonlarca sivilin savaşın getirdiği 1

"Sosyalizm ve Savaş", 1. Bölüm, 1915.

sefalet ve kıtlık yüzünden telef olmasına yol açan cani yıkıcığıyla yeni bir savaş olmuştur. Dünyaya hükmeden imparatorluklar arası bir savaş olması neredeyse sınırsız işgal ve düşmanın tam yenilgisi hedefini taşımasıyla, yalnızca milyonlarca proleteri cephede savaşmaya mahkum etmekle kalmayıp milyonlarcasının da savaşı destekleyen sanayilerde telef olana dek çalıştırılmasını gerektiren “topyekün” bir savaş olma niteliğiyle de bu savaş, yeni tür bir savaştı. Ve hakim sınıfın “Yılbaşı’na kadar bitmiş olacak” benzeri yorumlarının ne kadar boş olduğunu kısa sürede kanıtlamıştı. Savaşın getirdiği korkunç kıyım tabii bir hayli gelişkin olan teknolojik araçların, savaşan tarafların elinde olmasıyla daha da yoğunlaşmıştı ve tarafların geleneksel savaş ekolünden çok daha gelişkin taktik ve stratejileri olması katliamın ölçeğini arttırdı. Fakat savaşın ifade ettiği barbarlık burjuva düzeninin basitçe teknolojik gelişkinliğinden çok daha derin şeyler ifade ediyordu. Bu, temel ve tarihsel bakımdan krize girmiş bir üretim biçiminin ifadesiydi ve kapitalist toplumsal ilişkilerin eskimiş doğasını gösterirken bir yandan da insan türüne şu net alternatifi dayatıyordu: ya sosyalist devrim, ya barbarlığa gerileme. Junius Kitapçığı’ndan sıkça alıntılanan şu kesit durumu net bir biçimde açıklamaktadır: “Frederik Engels bir defasında ‘Burjuva toplumu yol ayrımdadır: ya sosyalizme geçiş ya da barbarlığa gerileme’ demişti. Bizim yüce Avrupa medeniyetimiz için ‘barbarlığa gerileme’ ne demek? Şu ana kadar büyük ihtimalle hepimiz bu sözleri okuduk ve onların korkutucu ciddiyeti üzerine düşünmeden bu sözleri tekrarladık. Şu anda etrafımıza bakmamız bize burjuva toplumunun barbarlığa gerilemesinin ne demek olduğunu gösteriyor. Bu dünya savaşı barbarlığa gerilemektir. Emperyalizmin zaferi medeniyetin yok oluşuna gider. Bu öncelikle sadece belli zamanlarda, modern savaş süresince yaşanır, fakat sonra sınırsız savaşlar dönemi kaçınılmaz sonuçlarına doğru süreçte ilerlemeye başlar.


12

Bugün, Frederik Engels’in tam olarak bir kuşak önce öngördüğü ikilemle karşı karşıyayız: ya emperyalizmin zaferi ve antik Roma’daki gibi bütün medeniyetin çöküşü, insanların kırılması, yalıtılmışlık, yozlaşma – büyük bir mezarlık. Ya da sosyalizmin, yani uluslararası proletaryanın emperyalizme ve onun savaş yöntemine karşı bilinçli faal mücadelesinin zaferi. Bu dünya tarihinin bir ikilemidir, bir ya o ya bu durumudur; terazi sınıf-bilinçli proletaryanın kararına boyun eğmiş. Medeniyetin ve insanlığın geleceği proletaryanın yiğitçe devrimci palasını teraziye indirip indirmeyeceğine bağlıdır. Bu savaşta emperyalizm kazandı. Kanlı soykırım kılıcını vahşice teraziye savurarak sefalet cehenneminin ağır basmasını sağladı. Bütün sefaletin ve utancın tek telafisi savaştan proletaryanın nasıl kendi kaderinin hakimiyetini ele geçireceğini ve hakim sınıfların takipçiliği rolünden kurtulacağını öğrenmemiz olabilir.” Bu dönemsel değişim, Marks’ın ulusal bağımsızlığı desteklemek için öne sürdüğü argümanları geçersiz kılmıştır (ki zaten Marks’ın kendisi bile Paris Komünü’nden sonra gelişmiş Avrupa ülkeleri için bunların artık geçersiz olduğunu belirtmiştir). Artık bu çatışmada en ilerici ulusal davayı tespit etmeye çalışmak gibi bir mesele olamaz, zira ulusal mücadelelerin kendileri bütün ilerici işlevlerini kaybetmiş ve sadece emperyalist fetihlerin ve kapitalizmin felakete doğru gidişatının araçları olma işlevine sahiptirler artık: “Ulusal program, ancak büyüyen, güç için yanıp tutuşan burjuvazinin ideolojik ifadesini temsil ettiği sürece, sınıfsal hükmünü şu veya bu şekilde Orta Avrupa’nın güçlü uluslarının gözünde pekiştirene ve büyümesinin gerekli araç ve koşullarını yaratana kadar, tarihsel bir rol oynayabilirdi. O zamandan sonra, emperyalizm, bütün ülkelerde ilk burjuva programının dayandığı ulusal ilişkileri kale almak yerine yayılmacı faaliyetler koymak suretiyle eski burjuva demokratik programı gömdü. Ulusal evre, şüphesiz korundu, fakat gerçek içeriği ve işlevi eskiden olduğunun tam tersine dönüştürüldü. Bugün ulus, emperyalist arzuları saklayan bir pelerinden, emperyalist rekabetin savaş çığlığından, kitleleri emperyalist savaşlarda kurbanlık koyun gibi harcanmaya ikna edecek son

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

ideolojik yaklaşımdan başka bir şey değildir.” Sadece “ulusal taktik” değişmemişti – onunla birlikte her şey savaş tarafından derinden değiştirilmişti. Artık sosyal demokrasinin kendisini ve bir bütün olarak proletaryayı burjuva toplumunun içerisinde örgütlü bir güç olarak oturtmak için sabırlı ve sistematik mücadelenin günlerine geri dönüş olmayacaktı. “Kesin olan bir şey var. Dünya savaşı bir dönüm noktasıdır. Fırtınadan çalılığın altında saklanıp bekleyerek kurtulmaya çalışan ve kurtulanca mutlu mutlu eski yaşantısına dönmek isteyen tavşan gibi, sadece bu savaştan canlı çıkmamızın yeterli olacağını düşünmek ahmaklık ve deliliktir. Dünya savaşı mücadelemizin koşullarını değiştirdi ve en önemlisi bizi değiştirdi. Kapitalist gelişimin temel kuralının, sermaye ve emek arasındaki ölüm kalım savaşının hafifleyeceği gibi bir durumdan bahsetmiyoruz. Fakat şimdi, savaşın ortasında, maskeler düşüyor ve eski tanıdık çehreler sırıtıyor bizlere. Gelişimin ritmi emperyalizm volkanının patlaması sonucu güçlü bir sarsıntı geçirdi. Toplumun kucağındaki çatışmaların şiddeti, sosyalist proletaryanın önünde biriken görevlerin devasa boyutları – bunlar işçi hareketi tarihinde ortaya çıkmış olan her şeyin keyifli bir şiir gibi gözükmesini sağlıyor.” Bu görevler devasa boyutlardaydılar çünkü sömürüye karşı savunmacı bir mücadeleden daha fazlasını gerektiriyorlardı – hücum çağrısı yapıyor, sömürüyü sonsuza kadar yok edecek devrimci mücadele ve “insanın toplumsal hayatında bilinçli bir düşünce, kesin bir plan, insanlığın özgür iradesinin oluşturulmasını” gerektiriyorlardı. Rosa’nın işçi sınıfı mücadelesinde radikal bir biçimde yeni olan bir çağın başladığı ısrarı yakında kendisini sosyal demokrasinin harabelerinden tekrar yaratmış ve 1919’da proleter devrimin dünya partisini, Komünist Enternasyonal’i kurmuş olan uluslararası devrimci harekette ortaklaşılacak, kabul edilecekti. Moskova’daki birinci kongresinde Komünist Enternasyonal ünlü platformunda “Yeni bir çağ doğdu! Kapitalizmin parçalanış ve içsel çöküş

çağı. Proletaryanın komünist devrim çağı” diye duyuruyordu. Aynı şekilde bütün dünyada Rus devrimi’nin ardından Almanya, Macaristan ve daha pek çok ülkeyi süpüren dalgayla doruk noktasına ulaşmış olan proleter devrim kapitalizmi devirmeyi başaramazsa insanlığın yeni bir savaşa hatta insanlığı ve insan kültürünün tamamının geleceğini tehlikeye sokan bir bitmeyen savaşlar çağına sürükleneceği konusunda da Komünist Enternasyonal Rosa’nın görüşlerini paylaşıyordu. Neredeyse yüz yıl sonra, kapitalizm hala burada ve resmi propagandaya göre toplumsal organizasyonun tek mümkün yolu. Pekiyi Lüksemburg’un sosyalizm ve barbarlık arasındaki ikilemine ne oldu? Yine, resmi ideolojiye göre sosyalizm 20. yüzyılda denendi ve başarısız bulundu. 1917 Rus devriminin yükselttiği parlak umutlar Stalinizm kayalıklarına çarptı ve Stalinizm’in cesedinin altında, doğu bloğu 1980’lerin sonunda çöktüğünde gömüldü. Sadece sosyalizmin en olumlu açıdan bir ütopya ve en olumsuz açıdan bir kabus olduğu ortaya çıkmadı, marksistlerin onun temel kaynağı olarak nitelendirdiği işçi sınıfı mücadelesi de sömürülen bir üretici sınıfa değil sınırsız bir tüketici kitlesine ve maddi olduğundan çok sanal olan bir ekonomiye dayanan “yeni” kapitalizmin şekilsiz sisinin içerisinde kayboldu. Ya da bize böyle olduğunu söylüyorlar. Şüphesiz, eğer Lüksemburg ölümden dönseydi, kapitalist medeniyetin hala dünyayı yönettiğini görünce biraz şaşırırdı; gelecek yazılarda düzenin geçen yüzyıl boyunca karşılaştığı bütün zorluklara rağmen kendisini nasıl hayatta tuttuğunu daha derinlikli olarak inceleyeceğiz. Fakat hakim ideolojinin yanıltıcı imgelerini bir kenara bırakıp mümkün olan en düşük düzeyde ciddiyetle bile geçtiğimiz yüzyılda neler olduğuna bakarsak, dönemin devrimci sosyalistlerinin büyük çoğunluğuyla birlikte Lüksemburg’un betimlediği yol ayrımının doğrulandığını görürüz. Bu çağ, proleter devrimin zaferinin yokluğunda, çoktan insan tarihinin en barbarca çağı oldu ve nihai sonucu sadece “medeniyetin çöküşü” değil dünyadaki insan soyunun tükenmesi olacak daha da derin bir barbarlık batağına saplanma tehlikesini beraberinde getiriyor.


Devrim bir yüzyıldır gerekli ve mümkündür

Savaşlar ve devrimler çağı 1915’te sosyalistlerin sadece bir azınlığı savaşa karşı net bir tavır aldılar. Troçki, o yıl Zimmerwald’da toplanan enternasyonalistlerin hepsinin tek bir taksiye ancak sığacağı esprisini yapıyordu. Öte yandan Zimmerwald’ın kendisi bile uluslararası işçi sınıfının saflarında kıpırdanan bir şeyler olduğunun bir göstergesiydi. 1916’ya gelindiğinde, savaşa dair memnuniyetsizlik hem cephelerde hem de cephe gerisinde bir hayli aleni bir hal almıştı. Almanya ve İngiltere’deki grevler ve Almanya’da Lüksemburg’un hapisten çıkan ve ismi “esas düşman evimizdekidir” sloganıyla bir olan yoldaşı Karl Liebknecht’i karşılayan kitlelerin eylemleri bu duruma örnekler olarak gösterilebilir. Şubat 1917’de Rusya’da patlak veren devrim Çarlar’ın hükmüne son verdi, fakat bir Rus 1789’u, yeni, belki gecikmiş bir burjuva devrimi olmaktan ziyade Şubat devrimi sadece Ekim devrimine giden yolu açtı. Aynı yıl içerisinde sovyetlerde örgütlü işçi sınıfı iktidarı ele geçirecek ve bu ayaklanmanın sadece savaşı değil, kapitalizmin kendisini bitirecek olan dünya devriminin ilk darbesi olduğunu duyuracaktı. Rus devrimi, Lenin’in ve Bolşevik’lerin tekrar tekrar, ısrarla altını çizdikleri üzere dünya devrimiyle ayakta kalacak veya düşecekti. İlk başta yapılan hücum çağrısı cevap bulmuş gibi gözüküyordu: 1917’de Fransız ordusundaki ayaklanma; 1918’de dünya burjuva hükümetlerini Bolşevizm hayaletinin daha fazla yayılmasını engellemek için alelacele bir barış yapmaya zorlayan Almaya’daki devrim, 1919’da Bavyara ve Macaristan’da kurulan Sovyet cumhuriyetleri; Seattle ve Winnipeg genel grevleri, aynı yılda Clyde’da işçilerin huzursuzluklarını yanıtlamak için tankların gönderilmesi; 1920’de İtalya’daki fabrika işgalleri... Bütün bunlar Komünist Enternasyonal’in yeni çağın savaşlar ve devrimler çağı olduğu yönündeki düşüncelerini çarpıcı bir biçimde doğruluyordu. Kapitalizm, insanlığı asker vagonlarının altına atarken proleter devrimi gerekli de kılıyordu. Fakat işçi sınıfının en dinamik ve ileri görüşlü unsurlarının, komünistlerin ulaştığı bilinç ile sınıfın genelenin

ulaştığı bilinç çok ender olarak ortaktır. İşçi sınıfının çoğunluğu daha aşama aşama gelecek barışçıl reformlara geri dönüş olamayacağını kavramamıştı. Her şeyden önce savaşın bitmesini istiyorlardı ve burjuvaziyi bu talebi yerine getirmeye zorlamak durumunda kalmış olsalar da, işçilerin kazanımları olarak sunulan bazı değişikliklerle burjuvazi savaştan önceki duruma dönmenin mümkün olduğu fikrinden kazanç elde edebilmişti. İngiltere’de “kahramanlara yaraşır evler”, kadınlara oy hakkı ve Emek programının ekonomide önemli alanların devletleştirileceği sözünü veren dördüncü madde bunlara örneklerdi. Devrimin daha önceden maddi bir biçim aldığı Almanya’da verilen sözler daha radikaldi ve toplumsallaşma ve işçi konseyleri gibi terimlerin kullanılmasının yanı sıra Kaiser’in tahttan indirileceği vaat ediliyor ve herkesin oy hakkı olması temelinde bir cumhuriyet kurulacağı söyleniyordu. Neredeyse her yerde bu yanılsamaları işçilere satanlar, reform mücadelelerinin denenmiş ve güvenilir uzmanları olan sosyal demokratlardı. Alman “emek partisi” bu yanılsamalar sayesinde proto-faşist çetelere Berlin ve Münih’in aralarında Lüksemburg ve Liebknecht de olan gerçek devrimci işçilerini öldürme çağrısı yapmaktaydı. Aynı anda da Rusya’daki sovyet iktidarına karşı yürütülen ekonomik olarak boğma çabalarını ve ona karşı yapılan askeri saldırıları, Bolşevikler’in işçi sınıfının sadece azınlık olduğu bir ülkede işçilerin devrimin başında bulunuşuyla kutsal demokrasi prensibini çiğnedikleri bahanesiyle desteklemesine rağmen, kendisinin devrimin tarafında olduğunu iddia edebiliyordu. Kısacası, hilelerin ve vahşi baskının bir karışımıyla devrimci dalga bir dizi yenilgi yaşamış ve sonunda kesilmişti. Rusya’da dünya devriminin sağladığı oksijenden mahrum kalan devrim boğulmaya ve kendi kendisini yemeye başladı. Yeni sovyet seçimleri isteyen hoşnutsuz işçi ve denizcilerin Bolşevik hükümeti tarafından bastırıldığı Kronstadt felaketi bu süreci simgeliyordu. Bu içsel yozlaşma sürecinin “galibi” Stalin, ilk kurbanıysa en sonunda geri dönülmez bir biçimde enternasyonalizm numarası yapmayı bile “tek ülkede sosyalizm” yalanını uydurarak terk etmiş yeni devlet

13

burjuvazisinin bir aracına dönüştürülen Bolşevik Partisi’nin kendisi oldu. Kapitalizm böylece ilk devrimci dalgadan, 1926’da İngiltere’de gerçekleşen genel grev ve 1927’deki Şangay işçi ayaklanması gibi artçı şoklara rağmen canlı çıkmıştı. Kapitalizm normale dönme niyetini kararlılıkla gösterdi. Bütün üretim savaş seferberliğine doğru yönlendirilmiş olduğu için ve merkezi devlet aygıtı ekonominin çeşitli sektörlerini bütün bütün kontrolüne geçirdiği için savaş süresince kar ve zarar ilkeleri geçici (ve kısmi) olarak askıya alınmıştı. Komünist Enternasyonal’in Üçüncü Kongresi’ne sunduğu raporda Troçki, savaşın nasıl kapitalist sisteme temelde ekonominin devlet eliyle işletilmesine ve devasa biçimde kurgusal sermayeyi temel alan borçlara dayalı yeni bir işleyiş biçimi getirdiğini şöyle açıklamıştı: “Bir ekonomik düzen olarak kapitalizm, bildiğiniz gibi, çelişkilerle doludur. Savaş yıllarında bu çelişkiler canavarca oranlara ulaştılar. Savaşın gerektirdiği kaynaklara erişebilmek için devlet iki temel yöntem uyguladı: öncelikle kağıt paranın piyasaya salınması; ardından borçların biriktirilmesi. Dolayısıyla, daima artan miktarda sözde ‘değerli kağıt’ (teminatlar) dolaşıma girdi. Bu aradaysa devlet gerçek maddi değerleri savaşta yok olmaları için ülke dışına pompaladı. Devletin genişlettiklerinin toplamı ne kadar büyük olursa, yani ne kadar gerçek değer yok olursa, o kadar fazla ülkedeki kurgusal sermaye birikimine dayanan sahte zenginlik de artar. Devletin borç kağıt yığınları dağlar kadar yükseklere çıkıyor. Yüzeysel olarak ülke aşırı zenginleşmiş gibi gözüküyor, fakat gerçekte zemin ekonomik temellerinden kesiliyor, sarsılıyor ve çöküşün eşiğine geliyor. Devletlerin borçları yaklaşık 1,000 milyar altın marka ulaştı, ki bu savaştaki bütün ülkelerin mevcut milli zenginliklerinin yüzde 62’si kadar. Savaştan önce dünyadaki toplam kağıt ve kredi para miktarı aşağı yukarı 28 milyar altın markken şimdi bu sayı 220 milyar ile 280 milyar arasında, yani savaş öncesi rakamın on katı civarında. Bütün bunlar, tabii ki, Rusya’yı kapsamıyor zira sadece kapitalist dünyayı tartışıyoruz. Bütün bunlar temelde, Avrupa ülkeleri ve özellikle de Orta Avrupa için geçerli ama sadece buralar için söz konusu değil.


14

Bütünlüklü duruma bakacak olursak, Avrupa fakirleştikçe – ki şimdiye dek hep fakirleştikçe fakirleşti – kalın kağıt değerleri destelerine, yani kurgusal sermayeye daha ve daha fazla kapıldı. Bu kurgusal sermaye-kağıt kur, hazine banknotları, savaş bonoları, başka banknotlar ve benzerleri, ya ölmüş sermayenin hatıralarını ya da daha doğmamış sermayeden beklentileri ifade ediyor. Fakat mevcut zamanda hiçbir şekilde gerçekten var olan sermaye anlamına gelmiyorlar. Öte yandan sermaye ve para işlevi görüyorlar ve bu toplumun ve modern ekonominin inanılmaz derecede saptırılmış bir görüntüsünü sunuyorlar bizlere. Ekonomi fakirleştikçe, kurgusal sermaye aynasına yansıyan görüntü zenginleşiyor. Aynı zamanda bu kurgusal sermayenin yaratılmış olması, göreceğimiz gibi, sınıfların ulusal gelir ve zenginliğin aşamalı olarak kısılmasında farklı yerlerde durduğunu gösteriyor. Ulusal gelir de kısıldı, fakat ulusal zenginlik kadar değil. Bunun açıklaması çok basit: Kapitalist ekonominin mumu iki ucundan da yakılıyor.” Böylesi yöntemler kapitalizmin sadece kendi kanunlarını bükerek faaliyet sürdürmeye devam edebilmekte olduğunun bir göstergesiydi. Aslında sadece vadesini doldurmuş olduğu bir çağda kapitalist sistemi müdafaa etmek için bir yol, “savaş sosyalizmi” olarak tanımlanan bu yeni yöntemler, sosyalizme yani daha üstün bir toplumsal üretim biçimine karşı umutsuzca açılmış siperlerdi. Fakat “savaş sosyalizmi” savaşı kazanmak için gerekli görülmüş olmasa savaşın ardından etkili bir biçimde ortadan kaldırıldı. Savaş sonrası dönem ise emperyalist savaşın bir başka temel niteliğini doğruladı. 19. yüzyılda savaşlar genelde ekonomik olarak “mantıklı” kabul edilirken ve kazanan tarafta önemli bir gelişim dalgasına yol açarken, dünya savaşının devasa maddi bedeli hem galip hem de mağluplarda bir düşüşe ve bazı durumlarda ekonomik yıkıma yol açtı. 20’lerin başlarında savaşın yıktığı Avrupa’da düzensiz bir yeniden yapılanma dönemi başladı. Fakat Eski Dünya’nın ekonomileri uyuşukluktan kurtulamadı: savaş öncesi dönemde ilk kapitalist ülkelerde yaşanan inanılmaz büyüme bir daha görülmeyecekti. İşsizlik İngiltere gibi ülkelerde kalıcı bir nitelik kazanırken, kanı acımasız tazminatlar tarafından emilen Almanya

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

ekonomisi bütün geçmiş enflasyon rekorlarını kırdı ve neredeyse sadece kredilerle su üzerinde durmayı başardı. Temel istisna, savaşta Troçki’nin aynı raporda kullandığa deyimle Avrupa’nın serdümenliğini yapan ve buna bağlı olarak gelişen Amerika’ydı. Şimdi Amerika kesinlikle dünyanın en güçlü ekonomisi olup çıkmıştı ve gelişiminin tek nedeni rakiplerinin savaşın devasa bedeli, savaş sonrası toplumsal kargaşa ve Rus pazarının ortadan kaybolması yüzünden boyunlarını eğmiş olmalarıydı. Amerika için bu her şeyden önce Caz Çağı, Büyük Yirmiler’di: Flapper’ın ve Model T’nin Henry Ford’un fabrikalarında seri olarak üretilişlerinin resimleri baş döndürücü büyüme oranlarının altında yatan gerçeği gösteriyordu. Dahili yayılmasının sınırlarına ulaşmış olan ve eski Avrupalı güçlerin durgunluğundan büyük ölçüde faydalanan Amerikan sermayesi ve metaları, şimdi dünyayı işgal etmeye başlamış, bir yandan Avrupa’yı diğer yandan ise az gelişmiş ve hala prekapitalist olan bölgeleri silip süpürmeye başladı. ABD 19. yüzyılda düzenli olarak borçlu bir ülkeyken, 1. Dünya Savaşından sonra dünyanın bir numaralı kredi vericisi olmayı başarmıştı: Almanya’yı 1920’lerde su üzerinde tutan büyük ölçüde Amerikan borçlarıydı. ABD tarımı büyük ölçüde geride bırakılmış da olsa, ABD’nin şehirlerde yaşayan ve proleter olan nüfusunun tüketim gücünde zor da olsa gözlenebilen bir artış gerçekleşmişti. Bütün bunlar 19. yüzyılın sonunda o inanılmaz büyümeyi getiren laissezfaire (bırakınız yapsınlar) kapitalizmine geri dönüşün mümkün olduğunun sözde kanıtları olarak gösteriliyordu. Calvin Coolidge’in rahatlatıcı felsefesi kazanmıştı. Bu koşullar altında ABD başkanı Aralık 1928’de Kongreye şöyle hitap etti: “ABD’nin şu ana kadar toplanmış hiçbir Kongresi, Birliğin durumunu inceledikten sonra şu an olduğundan daha fazla mutluluk verecek bir gelecek öngörmemiştir. Yurtta huzur ve mutluluk, yönetim ve ücret kazananlar arasında uyumlu ilişkiler, endüstriyel çelişkilerden feragat etmişlik ve yıllar boyunca karşılaştığımız en yüksek refah düzeyi var. Yurtdışında barış, karşılıklı anlayıştan doğan iyi niyet ve bir süre önce ortaya çıkmış sorunların çok yönlü dostluğun dokunuşuyla ortadan kalkacağına dair yaygın bir bilinç var. Bizim işletme ve sanayilerimizin

yarattığı ve ekonomimizin biriktirdiği bu büyük zenginlik halkımız arasında en geniş bir biçimde dağılmıştır ve bütün gücüyle dünyanın iyiliğini ve işletmelerini beslemeye yönelmiştir. Varoluş gereksinimleri gereklilik düzeyini aşıp lüks düzeyine ulaşmıştır. Büyüyen üretim yurtta büyüyen talep ve yurtdışında genişleyen ticaret tarafından tüketilmektedir. Ülkemiz bugünü memnuniyetle değerlendirip geleceği iyimserlikle bekleyebilir”. Bu demeç, tarihteki ünlü son sözler arasındaki haklı yerini alacaktı! 1929’da buhran geldi. ABD ekonomisinin ateşli büyümesi pazarın doğal sınırlarına dayanmıştı ve sınırsız büyümeye inananların büyük çoğunluğu biriktirdiklerini bu mitoloji temelinde değerlendirmişlerdi. Şimdi ise yüksek binalardan aşağıya atıyorlardı kendilerini. Dahası bu 19. yüzyılda arada sırada ortaya çıkan ve özellikle yüzyılın ilk yarısında bir “on yıllık döngü”den bahsedilmesine olanak verecek kadar düzenli olarak tekrarlanan krizlere de benzemiyordu. O günlerde, bir sürelik durgunluğun ardından dünyanın herhangi bir yerinde yeni pazarlar bulunuyor ve yeni ve daha da dinç bir büyüme dönemi başlıyordu; dahası 1870’lerle 1914 arasında kalan kapitalist olmayan bölgeleri fethetmeye duyulan emperyalist açlık tarafından hızlandırılan düzen merkezlerindeki krizler, kapitalizmin gençliğinde olduğundan çok daha az şiddetliydiler. Buna rağmen 1870’lerle 1890’lar arasındaki “Uzun Buhran” lafları, bir yere kadar İngiltere’nin dünya ekonomik üstünlüğü için sonun yavaş yavaş başlamakta olduğunu gösteriyordu. Fakat her halükarda, 19. yüzyılın sonlarındaki ekonomik sorunlarla 1930’larda yaşanan dünya çapındaki durgunluk karşılaştırılamaz. 1930 Buhranı, niteliksel olarak farklı bir aşamada gerçekleşti: kapitalist birikimin koşullarındaki çok temel bir unsur değişmişti. Buhran tüm dünya çapındaydı, ABD’de ilk kıvılcımlar çaktıktan sonra buhran, ABD’ye neredeyse tamamen bağımlı hale gelmiş olan Almanya’yı vurdu, sonrasındaysa Avrupa’nın geri kalan kısmını. Kriz büyük ölçüde emperyalist “sahipleri” tarafından metropollerde ihtiyaç duyulan temel ürünleri üretmeye zorlanan kolonyal veya yarı-bağımlı bölgelerde de bir o kadar yıkıcı etkilere sahipti. Dünya fiyatlarındaki ani fırlama bu bölgelerin büyük çoğunluğuna yıkım getirdi.


Devrim bir yüzyıldır gerekli ve mümkündür

Bu krizin ne denli ciddi olduğunun bir ölçütü olarak Birinci Dünya Savaşı’ndaki üretimle buhran sırasındaki üretimi karşılaştırabiliriz. Birinci Dünya Savaşı’nın sonucu olarak üretim %10 düşerken, buhranın sonucu olarak üretim tam %36.2 düştü. 2 Savaştan büyük kazanç sağlayan ABD’de endüstriyel üretimin düşüşü %53.8’di. İşsizlik sayısına dair hesaplanan farklı oranlar çeşitlilik gösterse de Sternberg’in kaynağına göre ana kapitalist ülkelerde bu sayı 40 milyondan az değildi. Dünya ticaretindeki düşüş de bir o kadar felaketti: ticaret 1929 öncesi rakamların üçte birine gerilemişti. Fakat 1930’lardaki buhranla 19. yüzyıldaki krizler arasındaki en önemli fark, artık krizin ardından “otomatik” olarak dünyanın kapitalizm dışı kalan bölgelerine doğru bir genişleme ve büyüme çevrimini tetikleyemediğiydi. Burjuvazi kısa süre içerisinde pazarın “görünmez elinin” ekonomiyi yakın gelecekte yerden kaldırmayacağını anladı. Bu yüzden Coolidge ve onun varisi Hoover’ın saf liberalizmini bir kenara atmak ve şu andan itibaren devletin kapitalist sistemi müdafaa etmek için despotça ekonomiye müdahale etmesi gerektiğini kabul etmek durumunda kaldılar. Bu kabulleniş her şeyden önce devletin başarısız olan sanayileri desteklemesi ve düzenin yeni pazarlar oluşturamayışının yarattığı açığı kapatmak için yapay bir pazar yaratması gerektiğini gören Keynes tarafından teorize edildi: Roosevelt’in “New Deal” (yeni düzen) politikası kapsamında yapılan devasa “kamu işleri”nin ve yeni CIO sendikalarına tüketici talebinin arttırılmasına yardım etmesi için verilen desteğin anlamı buydu. Fransa’da yeni politikalar Halk Cephesi halini aldı. Almanya ve İtalya’da faşizm olarak, Rusya’da ise Stalinizm olarak ortaya çıktılar. Bu eylemlerin altındaki anlam hep aynıydı. Kapitalizmin yeni çağı bir devletçi kapitalizm, yani devlet kapitalizmi çağıydı. Fakat devlet kapitalizmi her ülkede diğerlerinden yalıtılmış bir biçimde varlığını sürdürmez. Tam aksine, büyük ölçüde ulusal ekonominin öteki rakip ülkelere karşı merkezileştirilmesi ve korunması tarafından belirlenir. 2 Bu istatistik SSCB’yi kapsamıyor. İstatistikler Sternberg, Capitalism and Socialism on Trial, 1951, s 277-281

15

Otuzlarda bunun ekonomik bir yönü de vardı – korumacılık bir ülkedeki sanayi ve pazarların diğer ülkelerin sanayi ve pazarlarının tecavüzünden korunması olarak görülüyordu, fakat daha önemli yönü askeri yönüydü. Zira ekonomik rekabet gelecek dünya savaşına doğru gidişatı ciddileştiriyordu. Devlet kapitalizmi özünde bir savaş ekonomisidir. Bağıra çağıra savaşın faydalarından bahseden faşizm bu eğilimin en uç örneğiydi. Hitler rejimi altında Alman sermayesi berbat ekonomik durumuna kudurmuşçasına silahlanarak çare bulmaya çalıştı. Bunun hızlıca işsizliği tekrar soğurmak gibi bir “faydası” vardı fakat bu kendi başına savaş ekonomisinin hedefi değildi; hedef daha ziyade pazarın yeniden vahşice paylaşımına hazırlanmaktı. Benzer bir biçimde, Rusya’da proleter yaşam standartlarını acımasızca ağır sanayinin gelişimi için harcayan Stalinist rejim de Rusya’yı tanınmış bir dünya askeri gücü yapmaya dayanıyordu ve Nazi Almanyası ve (çoktan silahlı işgal kampanyasına 1931’de Mançurya’nın ve 1937’de Çin’in geri kalanının işgaliyle başlamış olan) militarist Japonya gibi, bu rejimlerin buhranın etkilerine dirençteki “başarıları” tamamen bütün üretimi savaşın ihtiyaçlarına adama konusundaki iradelerine bağlıydı. Fakat bir savaş ekonomisinin geliştirilmesi, kendi ülkelerindeki fabrikaların üretimini doğrudan devasa silah ve savaş malzemesi üretimine çok daha yavaşça kaydırsalar da, “New Deal” ve Halk Cephesinin bulunduğu ülkelerdeki devasa kamu çalışması programlarının arkasındaki gerçek sırda buydu. Victor Serge bir defasında 1930’lardaki dönemi “yüzyılın gece yarısı” olarak tanımlamıştı. 1929 krizi de en az 191418 savaşı kadar kapitalist üretim biçiminin tükenmişliğini kanıtladı. Şimdi artık 19. yüzyılda gördüğümüz her şeyden çok daha büyük bir düzeyde “daha önceki çağların hepsinde kulağa absürt gelecek bir salgın: aşırı-üretim salgını” vardı. 3 Milyonlar dünyanın en fazla sanayileşmiş ülkelerinde fabrikalar ve tarlalar yeteri kadar üretim yapamadığı için değil, pazarın soğuramayacağı kadar “fazla” üretim yapıldığı için açlıktan kırıldılar. Bu durum sosyalist devrimin gerekliliğini bir kez daha kanıtlıyordu.

3

Komünist Manifesto.

Fakat proletaryanın tarihin bu hükmünü yerine getirmek için ilk denemesi 20’lerin sonlarında kesin olarak yenilmişti ve her yerde karşı-devrim muzafferdi. Özellikle devrimin en yüksek noktalara çıktığı ülkelerde karşıdevrim en korkunç biçimlerine büründü. Rusya’da çalışma kampları ve kitlesel infazlar; bazı bölgelerde bütün nüfusun toplu olarak sürülmesi, milyonlarca köylünün bilinçli bir biçimde açlıktan kırdırılması ve fabrikalarda Stakhanovcu süper-sömürü biçimini aldı. Kültür düzeyi bakımındansa devrimin ilk yıllarının bütün toplumsal ve sanatsal deneylerinin inkarı, en kaba burjuva alışkanlıklarına dönüş ve resmi olarak zorla kabul ettirilmeye çalışılan Sosyalist Gerçekçi “zevk” biçimini aldı. Proletaryanın devrime diğer bütün batı Avrupa ülkelerinden daha fazla yaklaştığı Almanya ve İtalya’da ise proletaryanın yenilgisinin bir sonucu olarak vahşi polis rejimleri kuruldu. Faşizm devasa bir gammazlar bürokrasisiydi. Aynı şekilde Faşizm, muhaliflere ve en bilinen örneği Almaya’daki Yahudilerin akıbeti olmak üzere toplumsal ve etnik azınlıklara vahşice zulmedilmesiydi. Nazi rejimi yüzlerce yılın kültür birikimini çiğneyerek Aryan ırkının insanları medenileştirme görevine dair okültçü ve sözde-bilimsel teorileri baskın kılmaya çalıştı, “Alman olmayan” fikirleri içeren kitapları yakarken bir yandan da kan, toprak ve fethin erdemlerine dair fikirler dizisini hortlattı. Troçki, Nazi Almanya’sında kültürün yok edilişini burjuva kültürünün çöküşünün özellikle anlamlı bir kanıtı olarak görmüştü: “Faşizm siyaset için toplumun derinliklerini açığa çıkardı. Bugün yalnızca köylü evlerinde değil ama şehirlerdeki gökdelenlerde de yirminci yüzyılın yanıbaşında onuncu veya on üçüncü yüzyıl yaşıyor. Yüz milyon insan elektrik kullanıyor ve buna rağmen büyülü güçleri olan işaretlerin kötü ruhları kovacağına inanıyorlar. Roma’da Papa suyun mucizevî bir biçimde şaraba dönüşmesini radyodan anlatıyor. Film yıldızları medyumlara gidiyor. İnsanın dehasının yarattığı mucizevi makineleri kullanan pilotlar kazaklarının üzerine muska takıyorlar. Ne bitmez tükenmez taşıdıkları karanlık, cehalet ve ilkellik! Onları umutsuzluk ayağa kaldırdı ve faşizm onlara bayrak oldu.


16

Toplumun normal gelişim gidişatında kültürel dışı olarak ulusal organizmadan atılması gereken her şey boğazdan fışkıracak noktaya geldi: kapitalist toplum sindirilmemiş barbarlığı kusuyor. İşte Nasyonal Sosyalizmin psikolojisi budur.” ("Nasyonal Sosyalizm Nedir?", 1933). Fakat tam da faşizm bir sistem olarak kapitalizmin çöküşünün derinleştirilmiş bir ifadesi olduğundandır ki, çeşitli “anti-faşist” eğilimlerin savunduğu üzere faşizmin kapitalizmle bir bütün olarak savaşılmadan yenilebileceğini düşünmek de bir yanılsamadır. Bu durum 1936’da İspanya’da çok açıkça kanıtlanmıştı: Barselona işçileri sağcı general Franko’nun başını çektiği darbeye önce kendi sınıf mücadelesi yöntemleriyle – genel grev, askerler arasında kardeşleşme, işçilerin silahlanması – yanıt verdiler ve faşist hücumu birkaç gün içerisinde felç ettiler. Mücadelelerini Halk Cephesinde vücut bulmuş demokratik burjuvaziye devrettikleri an ise yönlerini kaybedip, daha büyük bir kıyımın provası olduğu ortaya çıkan emperyalistler arası bir çatışmaya sürüklenmişlerdi. İtalya Komünist Solu’nun bir hayli net bir biçimde açıkladığı üzere, İspanya’daki savaş dünya proletaryasının yenildiği tahminini korkunç bir biçimde doğruluyordu; zira kapitalizmin yeni bir dünya savaşına gidişi yolundaki tek engel proletaryaydı ve o da artık bu yolun üzerinden çekilmişti. Barbarlığı yeni bir aşaması Picasso’nun Guernica tablosu, haklı olarak modern savaşın vahşetinin çığır açıcı bir görüntüsü olarak övülür. Bu İspanyol kasabasının bütün sivil nüfusunun ayrım yapılmadan Franko’nun ordusuna destek için bombalanması, göreceli olarak yeni bir olgu olduğu için hala insanları şok edebilecek bir güce sahipti. Birinci Dünya Savaşı sırasında sivillerin havadan bombalanması düşük düzeyde ve büyük ölçüde etkisizdi. Bu savaşta ölenlerin çok büyük çoğunluğu cephelerdeki askerlerdi. İkinci Dünya Savaşı ise çöküş içerisindeki kapitalizmin barbarlık kapasitesini arttırmakta olduğunu gösteriyordu. Zira bu defa ölenlerin büyük çoğunluğu sivillerdi: “Siyasi eğilimi göz önünde bulundurulmadan, II. Dünya Savaşı boyunca gerçekleşen insan kaybı yaklaşık 72 milyon kişiydi. Ölen

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

sivillerin sayısı, kıtlık ve hastalıktan ölen 20 milyon kişi dahil olmak üzere 47 milyondu. Ölen askerlerin sayısı, 5 milyon savaş esiriyle birlikte 25 milyondu.” 4 . Bu vahşetin en korkunç ve derinleştirilmiş ifadesi Yahudilerin ve öteki azınlıkların Nazi rejimi tarafından sistematik bir biçimde öldürülmesiydi. Milyonlar gettolarda ve Doğu Avrupa ormanlarında küme küme vurularak, açlıktan kırdırılarak ve ya köle olarak ölene kadar çalıştırılmış yüz binlercesi de Auschwitz’de, Belsen’de veya Treblinka’da gaz odalarına tıkılarak katledilmişti. Fakat iki taraf tarafından da bombalanma sonucu öldürülen sivillerin sayısına bakarsak, bu soykırımın, masum insanların sistematik bir biçimde katledilişinin bu savaşın genel bir özelliği olduğunu görürüz. Hatta bu konuda demokrasilerin faşist güçleri bile solladığını görebiliriz, nitekim Alman ve Japon şehirlerinin maruz kaldığı “halı bombalaması” ve “ateş bombalaması”nın yanında, Alman hava saldırıları amatör kalıyordu. Bu kitlesel kıyım yönteminin doruk noktasının simgesi Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarıydı, öte yandan ölen sivil sayısı bakımından Tokyo, Hamburg ve Dresden gibi şehirlerin “geleneksel” yollarla bombalanması çok daha ölümcül sonuçlar doğurdu. ABD’nin atom bombası atması iki yönden yeni bir dönem başlattı. Birincisi, kapitalizmin bir daimi savaş düzeni haline geldiğini kesin olarak doğruladı. Dahası atom bombası bir yandan faşist bloğun çöküşünün işaretini verirken diğer yandan yeni bir savaş cephesi açmıştı. Hiroşima’nın gerçek hedefi zaten dizleri üzerinde barış koşullarını konuşmaya çalışan Japonya değil, SSCB’ydi. ABD, SSCB’yi Uzak Doğu ve Avrupa’daki emperyalist hırslarını ılımlılaştırması yönünde uyarıyordu. Hatta “Amerikan eş genelkurmay başkanları savaşın sonunda on haftada yirmi temel Sovyet şehrini atom bombalarıyla vuracak bir plan üretmişlerdi.” 5 Başka bir değişle atom bombasının atılması İkinci Dünya Savaşını sadece üçüncüsünün savaş hatlarını belirlemek üzere bitirdi. Ayrıca Lüksemburg’un sınırsız savaşların “kaçınılmaz koşullarına” dair 4

http://en.wikipedia.org/wiki/World_War_II_casua lties 5 Walker, The Cold War, 1993, s 26-7, alıntı Hobsbawm, Age of Extremes, s 233.

uyarılarına yeni ve korkutucu bir önem getirdi. Atom bombası artık kapitalist düzenin dünyadaki insan hayatını sona erdirebilecek güce sahip olduğunu gösteriyordu. Hobsbawm’ın “Felaketler Çağı” olarak nitelendirdiği 1914-1945 arası yıllar böylelikle kapitalizmin, tıpkı kendisinden önce antik Roma’nın veya feodalizmin olduğu gibi, çöküş aşamasına geçmiş bir toplumsal düzen olduğunu net bir biçimde doğruluyor. 30’ların ve 40’ların zulmünden ve moral çöküntüsünden sağ çıkan ve hem savaştan önce hem de savaş esnasında iki emperyalist kampa karşı da enternasyonalist ilkeleri savunan devrimcilerin sayısı azdı ama çoğu için bu durum kanıtlanmıştı. İki dünya savaşı ve hemen ardından üçüncüsünün başlama ihtimali ve daha önce görülmemiş düzeydeki dünya krizi bu durumu nihai olarak kanıtlamaktaydı. Öte yandan sonraki yıllarda şüpheler ortaya çıktı. Muhakkak kapitalizmin var olmaya devam etmesi insanlığın artık sürekli yok oluş tehdidi altında yaşadığı anlamına geliyordu. Gelecek 40 yıl içerisinde, iki yeni emperyalist blok insanlığı yeni bir dünya savaşına götürmemiş olsalar da, bitmeyen bir çatışma ve düşmanlık durumunda kaldılar ve Uzak Doğu, Orta Doğu ve Afrika’da aralarında vekaleten bir dizi savaş yürütüldü ve çeşitli durumlarda, özellikle Ekim 1962’deki Küba füze krizi sırasında, dünyayı nükleer felaketin eşiğine getirdiler. Bu savaşlarda resmi olarak 20 milyon civarı insan öldüğü hesaplanırken bazı hesaplar bu sayının aslında çok daha yüksek olduğunu söylüyor. Bu savaşlar dünyanın az gelişmiş kısmını kırıp geçirdi ve savaş sonrası dönemde bu bölgeler hep sefalet ve kıtlık gibi korkunç sorunlarla karşılaştı. Öte yandan, ana kapitalist ülkelerde olağanüstü bir büyüme patlaması oldu ve geçmişe bakan burjuva tarihçileri bu dönemi “otuz şanlı yıl” olarak tanımladılar. 19. yüzyıldakilere yetişen hatta onları geçen büyüme oranları, maaşlarda düzenli artış, devletin sevecen rehberliği altında sosyal güvenlik ve sağlık servisi kurumlarının yerleşmesi…


Devrim bir yüzyıldır gerekli ve mümkündür

1960’larda İngiltere’de milletvekili Harold Macmillan işçi sınıfına “hiç sizin için bu kadar iyi olmamıştı” diyor ve sosyologlar kapitalizmin işçi sınıfını bitmeyen bir televizyonlar, çamaşır makineleri, arabalar ve tatil paketleri dizisiyle “burjuvalaştırdığı” bir “tüketim toplumuna” dönüştüğünü iddia ediyorlardı. Devrimci hareket içindeki bazılarının dahil olduğu pek çok kişi için bu dönem kapitalizmin çöküş evresine girdiği kanısını geçersiz kılıyor ve kapitalizmin neredeyse bitmek bilmez bir büyüme kapasitesi olduğunu kanıtlıyordu. Marcuse gibi “radikal” teorisyenler devrimci değişimin öznesini üçüncü dünya köylüleri veya kapitalist ülkelerin asi öğrencilerinde, yani işçi sınıfı dışında aramaya başladılar. Çürüyen bir toplum Savaş sonrası ekonomik patlamaya, bu konuyu daha yakından incelemek için döneceğiz ve özellikle düşüşteki kapitalizmin çelişkilerinin ani sonuçlarını savuşturmak için nasıl yöntemler benimsediği üzerinde duracağız. Fakat öncelikle kapitalizmin iç çelişkilerini yendiği iddiasını ele almamız gerekli. 60’ların sonlarına doğru, kapitalizmin en sonunda bu çelişkileri ortadan kaldırdığını iddia edenlerin yüzeysel izlenimciler olduğu, batı ülkelerinde yeni ekonomik krizin ilk göstergelerinin ortaya çıkmasıyla kanıtlanmış oldu. 70’lerin ortalarında hastalık gün gibi ortadaydı: enflasyon ana ekonomileri kırıp geçirmeye başlamıştı ve bu da devlet gücünü doğrudan ekonomiyi desteklemek için kullanan ve geçmiş yıllar boyu çok iyi çalışmış Keynesci yöntemden uzaklaşmayı beraberinde getirdi. Böylelikle 80’ler Thatchercılığın ve Reagancılığın on yılı oldu – ki bu krizin gerçek seviyesini bulmasına izin vermek ve diğerlerine kıyasla daha hastalıklı olan sanayiyi kaderine terk etmek demekti. Enflasyon, işten çıkarmalarla sakinleştirildi. O zamandan beri bir dizi mini-patlama ve minigerileme yaşandı. İdeolojik olarak Thatchercılık bir neo-liberalizm ve özelleştirme projesi üzerinde yaşasa da, Viktorya döneminin serbest işletmeye dayanan ekonomik değerlerine dönüş retoriğinin arkasında kapitalist devletin rolü her zamanki kadar önemli konumdaydı. Devlet, ekonomik büyümeyi hepsi bir dağ gibi büyüyen borçların üzerine yüklenen türlü türlü

finansal manevrayla yönlendiriyordu. Bu durumun bir örneğini teşkil eden ABD’nin küresel yükselişi borçlu ülkeden kredi veren ülke olmaya yükselmesine dayanıyordu, fakat şimdi yine ABD 36 trilyon doların üstünde bir borç altında kalmış durumda.6 “Sadece Japonya’da değil diğer gelişmiş ülkelerde de biriken bu borç dağı uzun vadede önemli bir biçimde istikrarsızlık yaratabilecek gerçek bir barut fıçısı durumunda. Dolayısıyla, sadece ekonomik kurumlar (devletler, şirketler, haneler ve bankalar) için dünya borcu, dünya üretiminin yaklaşık %200 ile %300 katı arasında. Somut olarak bu iki şey gösteriyor. Bir yanda sistemin kendi aşırı üretim krizini aşmak için parasal eşdeğerini dünya üretiminin iki veya üç katına çıkarttığı; ve diğer yandan bu borcu geri ödemek için iki üç yıl karşılıksız çalışılması gerektiği. Böylesi bir borç daha gelişmiş ülkeler tarafından her şeye rağmen kaldırılabilecek bir borç olsa da, “gelişmekte” olan ülkeleri teker teker boğmak üzere. Dünya çapındaki bu olağanüstü borcun tarihte eşi benzeri yok ve kapitalist sistemin vardığı çıkmaz sokağı gösteriyor – ama ayrıca kapitalizmin değer kanunlarını da var oluşunu sürdürebilme uğruna yönlendirebilme kapasitesini gösteriyor.” 7 Burjuvazi bir yandan bize bilgi ekonomisi veya çeşitli “teknolojik devrimler” gibi bin bir çeşit içi boş çareye güvenmemizi söylerken, bütün dünya ekonomisinin borçlara bağımlılığı alttan alta gelecekte volkanik sonuçları olacak gerilimleri yükseltiyor. Arada sırada anlık olarak seçebiliyoruz göstergeleri: doğu Kaplan ve Ejderlerinin 97’de aniden istop edivermesi belki de bunlardan en önemlisi. Yine, şu anda Hindistan ve Çin’de yaşanan inanılmaz büyüme oranlarının geleceğin yolu olduğunu söylüyorlar. Fakat bir nefes sonra bütün bunların sonunun iyi bir yere gitmediğine dair endişelerini saklamayı bile beceremiyorlar 8 . Çin’in büyümesi, sonuçta, batıya yapılan ucuz ihracatlara 6 2003’ün üçüncü mevsiminin 2003’te Federal Rezervin ve başka hükümet yöneticilerinin konseyinin hesapladığı toplam (http://solidariteetprogres.online.fr/News/EtatsUnis/breve_908.html). Aynı kaynağa göre borç 1970’teki 1.630 rakamının 23 katına yükselmiş durumda. 7 "The reality of ‘economic prosperity' laid bare by the crisis", International Review Sayı 114. 8 Bu metnin yazılmasının üzerinden geçen bir yıl aradan sonra artık bu sözlerin kehanet olmadığı ortadadır.

17

dayanıyor ve batının alım tüketim kapasitesi devasa borçlara dayanıyor... Peki, borçlar toplanıldığında ne olacak? Yirmi yıldır, hatta belki daha uzun zamandır süregelen borçların ateşlediği büyümenin altında bütün girişimin kırılganlığı ortaya çıkıyor. Bu kırılganlığı özellikle onun daha belirli olumsuz özelliklerinde görebiliyoruz: batıda yığın yığın kimi sektörlerin sanayileşmemişliğinin, üretken veya sağlam olmayan ve ekonominin en asalak kesimleriyle artan bağlara sahip bir işler çokluğu yaratarak fiilen geri alınması; sadece merkezi kapitalist ülkelerle dünyanın en fakir kesimleri arasında değil, aynı zamanda gelişmiş ülkelerin içerisinde artan gelir farkları; gerçek boyutları bolca numarayla (bir işe yaramayan eğitim dalavereleri, lümpen proletaryanın anlamının sürekli yeniden sınıflandırılması vs.) saklanan kitlesel ve sürekli işsizliği soğurmakta hakim sınıfın açıkça içerisinde bulunduğu yetersizlik... Dolayısıyla ekonomik düzeyde kapitalizmin hiçbir şekilde felakete doğru eğilimini aşamadığını söyleyebiliriz. Aynı durum emperyalizm düzeyinde de geçerli. Doğu bloğu 80’lerin sonunda aniden çökerek dramatik bir biçimde kırk yıllık “Soğuk Savaş”ı bitirince, ABD başkanı baba George Bush, barış ve refahın ünlü Yeni Dünya Düzenini duyurmuştu. Fakat çöken kapitalizm sürekli savaş demek olduğu için, emperyalist çatışmalarda saflar değişse de çatışmaların kendisi ortadan kaybolmuyor. Bunu hem 1945’te hem de 1991’de gördük. Artık iki blok arasında görece “disiplinli” bir çatışma yerine, her ülkenin bütün diğer ülkelere karşı yürüttüğü kaotik bir savaş var ve ABD, dünyada kalan tek süper-güç, düşüşteki yetkinliğini dayatmak için hep daha fazla askeri faaliyete başvuruyor. Fakat mutlak askeri üstünlüğünü sergilediği gövde gösterileri yalnızca egemenliğine muhalefetin ivmesini arttırdı. Bunu öncelikle 91’deki ilk Körfez savaşından sonra gördük: eski müttefiklerinden olan Almanya ve Fransa’yı geçici olarak Saddam’a karşı seferini desteklemeye zorlamış olsa da, birkaç yıl içerisinde batı bloğu içerisindeki eski disiplinin sonsuza dek yok olduğu ortaya çıktı:


18

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Balkanlarda önce (Hırvatistan ve Slovenya’yı destekleyerek) Almanya, sonra ise (ABD Boşnakları desteklemeye başladığı halde Sırpları desteklemeye devam ederek) Fransa kendilerini özünde ABD’ye karşı bir vekaletle savaş yürütürken buldular. Amerika’nın “teğmeni” İngiltere bile bu istisnada karşı taraftaydı ve ABD’nin bölgeyi bombalamasını daha fazla geciktirmeyeceğini anlayana kadar Sırpları destekledi. 11 Eylül’de İkiz kulelerin, büyük ihtimalle Amerikan devleti tarafından yönlendirilmiş bir intihar saldırısı ile günümüzdeki barbarlığın vurucu bir örneğine sahne olarak yıkılmasının altyapısını oluşturduğu yeni “teröre karşı savaş” da bu ayrılıkları şiddetlendirdi ve Fransa, Almanya ve Rusya’yı istemeye istemeye ABD’nin Irak’ı işgaline karşı bir koalisyon oluşturmaya itti. 2003’teki işgalin sonuçları ise daha da felaket oldu. Bush hükümetinin etrafındaki yeni-muhafazakarların umduğu üzere Ortadoğu’da ABD kontrolünü güçlendirip “Topyekün Bir Egemenliği” güvenceye almak bir yana, işgal bütün bölgeyi kaosa sürükledi. İsrail/Filistin, Lübnan, İran, Türkiye, Afganistan ve Pakistan’da istikrarsızlık büyümeye başladı. Bir yandan da emperyalist denge, Hindistan ve Pakistan’ın, büyük rakibi Irak’ın düşüşüyle emperyalist hırslarını büyük ölçüde arttıran yakın gelecekte İran’ın olacağı gibi nükleer güçler olarak ortaya çıkışıyla, Putin Rusya’sının batıya karşı gittikçe artan düşmanca tavrıyla, Çin emperyalizminin dünya işlerinde büyüyen ağırlığıyla, Orta Doğu, Uzak Doğu ve Afrika’da “başarısız/iflas etmiş” devletlerin ve “haydut” devletlerin sayısının artışıyla, bazen şu veya bu emperyalist gücün hizmetinde, bazense kendi başına ne yapacağı kestirilmez dengesiz bir güç olan İslamcı terörizmin dünya çapında artışıyla iyice baltalandı. Dolayısıyla dünya Soğuk Savaş’ın sonunda olduğundan daha güvenli değil, tam aksine daha tehlikeli bir yer.

gezegenin kaynaklarını ne pahasına olursa olsun yağmalamak zorunda. Fakat bu çılgınca “büyüme”nin dünya gezegeninin gövdesinde büyüyen bir kanserin büyümesinden farksız olduğu her geçen gün daha netleşiyor. Son yirmi yıl içerisinde, bu tehdidin boyutları hızla toplumsal bilince nüfuz etti çünkü şu anda gördüklerimiz çok uzun bir sürecin birikiminin sonuçları olsalar da sorun çok daha yüksek bir düzeye çıkmaya başlıyor. Havanın, nehirlerin ve denizlerin sanayi ve ulaşım araçları tarafından kirletilmesi, yağmur ormanlarının ve pek çok sayıda vahşi doğal ortamın yok edilmesi, sayısız hayvan türünün neslinin tükenmesi veya tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olması, bunların hepsi korkutucu boyutlara ulaşıyorlar şimdi hep birlikte insan medeniyetini bir dizi sel, kuraklık, kıtlık ve salgın gibi felakete maruz bırakma tehlikesini barındıran bir iklim değişimi sorunu olarak kapımıza dayanıyorlar. İklim değişikliğinin kendisi de kendini genişleten bir dizi felaketi getirme tehlikesini barındırıyor. Pek çok bilim adamının yanı sıra ünlü fizikçi Stephen Hawking de bu durumu fark edenler arasında. ABC Haber adlı televizyon kanalına verdiği röportajda Hawking şunları açıkladı: “Tehlike, küresel ısınmanın kendi kendisini körükleyecek bir konuma gelmesi olabilir, tabii eğer daha gelmediyse. Kuzey Kutbu ve Antarktika buzul örtülerinin erimesi uzaya geri yansıyan ışık enerjisi kesitini azaltıyor, dolayısıyla sıcaklığı daha da arttırıyor. İklim değişimi Amazonları ve başka yağmur ormanlarını öldürebilir ve dolayısıyla atmosferin karbondioksitten arındırılmasının temel sağlayıcılarını ortadan kaldırmış olur. Deniz sıcaklığındaki artan ısılar okyanusun derinliklerinde hidrat olarak bulunan metan gazlarını dünyaya yayabilir. Bütün bunlar sera etkisini arttırarak küresel ısınmayı da arttıracaktır. Küresel ısınmayı, eğer hala bunu yapabilirsek, acilen geri çevirmek zorundayız.”

20. yüzyıl boyunca ekonomik krizin ve emperyalist savaşın tehlikelerine dair bilincimiz hep artmışsa da, kapitalizmin insanlığa dayattığı felaketlerin üçüncü boyutunun, ekolojik krizin farkına ancak son on beş yirmi yıl içerisinde varabildik. En küçük pazar olanağı için rekabet etme güdüsüyle ateşlenen bu üretim biçimi dünyanın kalan son ufak köşelerine bile yayılmak, bütün

Ekonomik, militarist ve ekolojik çöküş tehditleri birbirlerinden bağımsız değil, aksine göbekten bağlılar. Her şeyden önce ekonomik yıkımla ve ciddi ekolojik baskılarla karşı karşıya olan kapitalist ülkelerin kendi çözülüşlerini barışçıl bir biçimde yaşamayacakları ve farklı ülkeler pahasına askeri çözümler arayacakları ortada.

Sosyalizm veya barbarlık alternatifi her zaman olduğundan daha fazla önümüzde duruyor. Nasıl Birinci Dünya Savaşı, Lüksemburg’un dediği gibi zaten barbarlığın bir ifadesi olduysa, insanlığın tek kurtuluş ümidi olan proletaryanın karşı karşıya olduğu tehlike, karşılaştığı sorunlara karşılık verip çözüm geliştirmezden önce dünya çapında büyüyen barbarlığın içine geri dönülmez bir biçimde çekilmek olarak beliriyor. Ekolojik kriz bu tehlikeyi çok açıkça ortaya koyuyor: proleter sınıf mücadelesinin bu konuda ciddi bir etkisi olması, işçi sınıfı iktidarı ele geçirip dünya çapında üretimi ve tüketimi yeniden organize edecek bir konuma gelene kadar, bir hayli zor. Fakat devrim geciktikçe çevrenin yıkılması tehlikesi komünist dönüşümün maddi temellerini daha fazla zedeleyecek. Ama aynı şey mevcut çöküş aşamasının toplumsal etkileri için de söylenebilir. Şehirlerde, işçi sınıfının sınıfsal kimliğini kaybetmesi ve genç proleterlerin oluşturduğu kuşağın çete mantığına, irrasyonel ideloijilere ve nihilist umutsuzluğa kurban olması yönünde büyüyen bir eğilim mevcut. Bütün bu tehlikelerin bir sonucu proletaryanın kendisini devrimci bir toplumsal güç olarak oluşturması için çok geç kalması ihtimali. Fakat proletarya asla gerçek potansiyelini unutmamalı. Burjuvazi hep o potansiyelin farkındaydı. I. Dünya Savaşı’na giden dönemde burjuvazi merakla sosyal demokrasinin alacağı tavrı bekledi, zira sosyal demokrasinin faal desteği olmadan işçileri savaşa seferber edemeyeceğinin farkındaydı. Rosa’nın lanetlediği bu ideolojik mağlubiyet savaşın önkoşuluydu ve 1916’dan sonra proletaryanın geri dönüşü savaşı bitiren unsur olmuştu. Aynı devrimci dalganın gerilemesinin ardından gelen yenilgi ve moral çöküntü ise, işçileri savaş için seferber edebilmek uğruna uzun bir bastırılma ve ideolojik zehirleme dönemini gerekli kılsa da II. Dünya Savaşı’na, katliamın ikinci devresine giden yolu açmıştı. Burjuvazi ayrıca 1917’de savaşın sonunda olanların tekrarlanması tehlikesini engelleyecek faaliyetler göstermek zorunda olduğunun da farkındaydı. Bu “sınıfsal bilinç” her şeyden önce, 1917-20 arası Bolşevizm tehlikesinin bastırılmasına yardım etme görevinden gerekli dersleri çıkartmış olan “Gelmiş Geçmiş En Büyük İngiliz” Winston Churchill’di.


Devrim bir yüzyıldır gerekli ve mümkündür

1943’te, Kuzey İtalya’da işçilerin kitle grevleri üzerine İtalyan’ların “kendi kanlarında boğulması” politikasını ortaya atarak Müttefik güçlerinin güneyden ilerlemesini erteleyen ve Nazilerin İtalyan işçileri ezmesini bekleyen de Churchill’di; savaşın son aşamasında Almanya’nın terörbombalanmasının altında yatan habis nedeni anlayan da oydu: bombalamaların hedefi, burjuvazinin olmasından en fazla korktuğu yerde en küçük devrim ihtimalini bile boğmaktı Dünya çapındaki yenilgi ve karşıdevrim kırk yıl sürdü. Fakat bu, sınıf mücadelesinin nihai sona ulaştığı anlamına gelmiyordu. 60’larda krizin tekrar kendisini göstermesiyle, kendi talepleri için mücadele eden yeni bir proleterler kuşağı burjuvazinin karşısına tehditkar bir biçimde çıktı. Resmi söylemde bir “öğrenci ayaklanması” olarak tanımlanan Fransa’daki Mayıs 68 “olayları”, Fransız devletini uçurumun kenarına getirebilmesinin tek nedeni üniversitelerdeki ayaklanmanın yanı sıra tarihin en büyük genel grevinin gerçekleşmiş olmasıydı. Sonraki birkaç yıl içerisinde İtalya, Arjantin, Polonya, İspanya, İngiltere ve daha pek çok ülke devasa işçi sınıfı hareketlerine tanık olurken “Emeğin” resmi temsilcileri olan sendikalara ve solun partilerine tozlarını yutturdular. “Yaban kedisi”[wildcat] grevleri (yasadışıkendiliğinden grevler) sendikaların örgütlediği “disiplinli” grevlere karşı örnek mücadeleler oldu ve işçiler sendikaların pençesinden kurtulmak için yeni mücadele türleri geliştirmeye başladılar: kitle toplantıları, seçilmiş grev komiteleri, başka işyerlerine gönderilen devasa işçi heyetleri gibi. 1980’de Polonya’da gerçekleşen devasa grevlerde, işçiler bu yöntemleri mücadelelerinin genelini bütün ülkede koordine etmek için kullandılar. Anlık sonuçları göz önünde bulundurulduğunda, 1968-1989 arasındaki dönemde mücadelelerin büyük ölçüde yenilgiyle noktalandığı doğrudur. Fakat şüphesiz eğer bu mücadeleler gerçekleşmese, burjuvazi özellikle sistemin gelişmiş merkezlerinde işçi sınıfının yaşam koşullarına çok daha büyük saldırılar yöneltecekti. Her şey bir yana, krizin yeniden kendini göstermesi 1970’lerden sonra ve özellikle 1980’lerde iki büyük

emperyalist blok arasındaki gerginliği arttırmış olsa dahi proletaryanın kapitalist krizin etkilerinin bedelini ödemeyi reddetmesi yeni bir savaşa da uysal uysal gitmeyeceğini gösteriyordu. Emperyalist savaş, krize bir “çözüm” olmak bir yana daha büyük bir yıkım anlamına gelir ve bu anlamda ekonomik krizlere içkindir. Savaşa gitmek için burjuvazinin uysal ve ideolojik olarak sadık bir proletaryaya ihtiyacı vardır, fakat bu dönemde böyle bir durum söz konusu değildi. Bu durum belki de en sade ifadesini doğu bloğunda bulmuştu: ekonomik çöküntü ve büyüyen askeri kuşatma karşısında askeri bir çözüme en fazla itilen Rus burjuvazisi, özellikle 1980’de Polonya’da gerçekleşen kitle grevlerinden sonra, kendi proletaryasının Batı’ya karşı savaşta kurban edemeyeceğini fark etti. Doğu bloğunun yıkılmasına giden de bu çıkmazın ta kendisiydi. Öte yandan proletarya düzenin çelişkilerine karşı kendi çözümünü yani tek çözüm olan yeni bir toplum perspektifini geliştiremedi. Şüphesiz Mayıs 68 bu sorunu devasa bir ölçekte ortaya attı ve yeni bir devrimciler kuşağı yükseltti, fakat bu unsurlar yine de ufak bir azınlık olarak kaldılar. Ekonomik krizin etkileri alenileştikçe, 70 ve 80’lerdeki işçi mücadelelerinin büyük çoğunluğu da savunmaya dayalı ekonomik mücadeleler oldular ve solun “geleneksel” partilerine karşı duyulan hayal kırıklıkları, işçi sınıfı saflarına her türlü siyasete derin bir kuşku besleyen bir yaklaşım yerleştirdi. Böylece sınıflar arasında berabere kalmak olarak nitelendirilebilecek bir skor ortaya çıktı: burjuvazinin insanlığa önerecek bir geleceği yok ve proletarya kendi geleceğini daha yeniden keşfetmemişti. Öte yandan, düzenin krizi olduğu gibi durmuyor ve bu skorun sonucu olarak görülen toplumun her düzeyde çürümesidir. Emperyalist düzeyde bu, iki emperyalist bloğun çözülmesine ve dünya savaşı perspektifinin şimdilik süresiz olarak tarihsel perspektiften çıkmasına neden oldu. Fakat gördüğümüz üzere, bu şimdi proletaryaya ve insanlığa yeni bir tehdit oluşturuyor: sessizce yaklaşan ve pek çok açıdan daha zararlı olan bir barbarlık.

19

İnsanlık gerçekten de yol ayrımında. Önümüzdeki yıllar ve on yıllar insanlığın bütün tarihindeki en önemli zaman dilimi olabilir, çünkü bu süreç ya insanlığın bir gerilemeye girip soyunun tükeneceği, ya da insanlığın kendi toplumsal güçlerini kontrol ettiği yeni bir organizasyon düzeyine geçip ihtiyaçlarıyla uyumlu bir dünya yaratıp yaratamayacağını belirleyecek. Biz komünistler olarak ikinci ihtimal için çok geç olmadığından eminiz. İşçi sınıfı, son yıllarda aldığı bütün maddi ve ideolojik yaralara rağmen hala direniş kabiliyetine sahip ve hala insanlığın nihai olarak uçurumdan aşağı yuvarlanmasının önünde duran tek kuvvet. Gerçekten de 2003’ten beri dünyanın her yerindeki işçi mücadelelerinde fark edilir bir gelişim oldu. Aynı zamanda mevcut toplumsal düzenin esaslarını sorgulayan ve ciddi bir biçimde temel bir toplumsal değişim olasılıklarını araştırıp inceleyen gruplar ve unsurlardan oluşan koca bir yeni kuşağın ortaya çıkışına tanık oluyoruz. Başka bir değişle sınıf bilincinin gerçek olgunlaşmasının işaretlerini görüyoruz. Karmaşa içerisindeki dünya karşısında mevcut krizin hatalı açıklamalarında da bir bolluk olduğu kesin. İster İslami, ister Hıristiyan temelli olsun, kökten dincilik, tarihin bütün okültist ve komplocu açıklamaları, bütün bunların bugün bol bol bulunmasının nedeni tam da mevcut dünya medeniyetinin kıyamet alametlerinin inkar edilmesi zor bir duruma gelmiş olması. Fakat bu şekilde mitolojilere geri dönüş yapan bu açıklamalar yalnızca hareketsizliği ve umutsuzluğu güçlendiriyor, çünkü insanın öz-faaliyetlerini yürütme kabiliyetinin insanı yöneten güçlere kıyasla bir hiç olduğunu iddia ediyorlar. Bu mezheplerin en tipik örneği yaydıkları umutsuzluğun somut örneği olan İslamcı intihar bombacıları, veya savaşı ve ekolojik yıkımı, İsa’nın dünyaya dönüşünü hızlandıracağı gerekçesiyle destekleyen Amerikan evanjelistleri. Burjuva rasyonalizminin “sağduyusu” bir yandan bu fanatiklerin absürtlüklerine gülerken, diğer yandan alaylarını en makul ve bilimsel nedenlerden dolayı mevcut toplumsal sistemin sonsuza kadar devam edemeyeceğini ve etmeyeceğini söyleyen herkesi de kapsayacak genişlikte tutuyor.


20

Dini mezheplerin yaptığı ağız kalabalığına ve burjuva iyimserliğinin yaptığı anlamsız inkarlara karşı, Rosa’nın “dünya tarihinin ikilemi” olarak nitelendirdiği durumun tutarlı ve istikrarlı bir açıklamasını geliştirmek her zaman olduğundan bile daha hayatsal öneme sahip şu anda. Tıpkı Rosa gibi biz de böylesi bir açıklamanın ancak proletaryanın devrimci teorisine, yani marksizme, tarihin materyalist anlayışına dayandırılabileceğini biliyoruz.

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış


21

Emperyalizm üzerine Marksizm ve Emperyalizm “Ulusal Kurtuluş” mücadelelerinin dünyanın her yanına yayılmasıyla, kapitalist devletler arasındaki yerel savaşların gittikçe artması ve 2 büyük emperyalist bloğun son bir nihai karşıtlaşmaya hazırlanmasıyla – ki bütün bu olgular da kapitalist dünya ekonomisinin durdurulamaz çürüyüşünün ifadesidirbirlikte, devrimcilerin, emperyalizmin ne anlama geldiğine dair net bir kavrayış geliştirmeleri gittikçe daha büyük bir gereksinim haline geliyor. Son 70 yılda, marksistler emperyalist bir çöküş dönemi içerisinde olduğumuzu kavradılar ve proletaryanın sınıf mücadelesi açısından emperyalist dönemin bütün sonuçlarını çıkarmaya çalıştılar. Fakat – özellikle 1920’lerde proletaryanın üzerine çöreklenen karşı devrimin başlamasıyla birlikteemperyalizmi tanımlamak ve anlamak için gösterilen teorik çaba, neredeyse hiç zorlanmamış olan galip burjuva ideolojisi tarafından ciddi şekilde engellendi. Bu yolla da bizzat dünya emperyalizmi kavramının anlamı çarpıtıldı ve altı boşaltıldı. Bu kafa bulandırma çabası bir çok cepheden yürütüldü; büyük güçlerin kolonilerini bırakmalarıyla ya da, Britanya’nın imparatorluktan “İngiliz Milletler Topluluğu”na geçişiyle, emperyalizmin bittiğini söyleyen geleneksel burjuvaziden, “üçüncü dünya”, “kalkınma çalışmaları”, kolonilerdeki ulusal kalkışma gibi dağ gibi yığılıp duran okunmaz literatür kütlesini üretmek için birbiriyle yarışan sosyolog, iktisatçı ve diğer akademisyenlere. Fakat hepsinden öte, ABD emperyalizminin günahları üstüne feryat figan eden, ama Rusya’yı veya Çin’i emperyalist olmayan hatta antikapitalist olan güçler sayan, kapitalist solun sözde marksistleri tarafından. Bu rezil ayrım devrimci harekette de iz bıraktı. Burjuva akademisinin kendinden menkul keşiflerinden etkilenen bazı devrimciler, kapitalizmin emperyalist yönelimlerine dair bütün referansları bırakıp, emperyalizmi kapitalizmin tarihinde, geride kalmış bir olgu olarak görmeye başladılar. Burjuva ideolojisinin tecavüz ve gasplarına direnme çabası içerisindeki diğerleri ise, basitçe önceki marksistlerin yazılarını kutsal vahiylere çevirdiler. Bu, örneğin

son altmış yıldaki bütün gelişimleri görmezden gelerek, Lenin’in “emperyalizmin beş ayrıksı niteliği” yazısını modern dünyaya otomatik olarak uygulamaya çalışan Bordigistlerin durumunda özellikle belirgindir. Fakat marksistler ne içerisinden geldikleri teorik geleneği görmezden gelebilirler ne de onu bir dogmaya dönüştürebilirler. Asıl mesele, marksizmin klasiklerini eleştirel bir biçimde sindirmek ve bunların en zengin katkılarını da günün gerçeklerine uygulamaktır. Bu metnin esas amacı, yaşadığımız dönemde emperyalizm bütün gezegene hükmeder, şeklindeki temel formülasyonun gerçek ve güncel anlamını çıkarabilmektir. Amacımız, EKA’nın platformunda, “emperyalizm … ne kadar küçük ya da büyük olursa olsun bütün ulusların yaşam biçimidir” şeklinde ifade edilen tartışmaya somutluk kazandırmak. Bunu yapabilmek için, günümüz kapitalizminde, tek bir savaş hariç, proletaryanın burjuvaziye karşı yürüttüğü iç savaş hariç, bütün savaşların emperyalist doğası olduğunu göstermek gerekiyor. Fakat bunun için ilk yapılması gereken, işçi hareketi içerisinde emperyalizm üzerine yapılmış ilk tartışmalara geri dönüp bunları incelemek gerekiyor. Revizyonizme karşı Marksizm Birinci dünya savaşına doğru giden süreçte, emperyalizm üzerine olan ‘teorik’ tartışma, sosyal demokrasinin devrimci, enternasyonal kanadı ile işçi hareketi içerisindeki bütün revizyonist ve reformist unsurlar arasında bir ayrım çizgisi oluşturuyordu. Savaşın başlamasıyla birlikte de, emperyalizm üzerine alınan bu tavırlar barikatın hangi tarafında olunduğunu belirledi. Bu en üst düzeydeki bir pratik sorundu, çünkü emperyalist savaşa ve savaşın provoke ettiği devrimci sarsıntılara karşı alınacak bütün tutumlar buna dayanıyordu. Bu mevzu üzerine bütün devrimci marksistlerin üzerinde uzlaştığı esaslı bazı noktalar bulunmaktaydı. Bu noktalar, bugün yapılacak her hangi bir marksist emperyalizm tanımının da temelini oluşturmayı sürdürüyor.

1) Marksistler için emperyalizm kapitalist toplumun belirli bir ürünüdür; Marksistler emperyalizmi biyolojik bir itki, insanın içkin toprak ve fetih arzusunun bir ifadesi olarak betimlemeye çalışan bariz bir şekilde gerici burjuva ideolojilerine şiddetle saldırmışlardır (bugün de bu tarz teoriler bölgesel itki kavramı adı altında, Robert Ardrey ve Desmond Morris gibi sosyal zoologlarca pompalanmaktadır). Marksistler aynı kararlılıklı ve inatla, Beyaz Adamın yükü tarzı ırkçı teorilerle ve bütün toplumsal biçimler içerisindeki fetih ve ele geçirme yollu tüm politikaların kafa bulandırıcı mahlûtlarıyla da mücadele etmişlerdir. Bukharin’in de belirttiği gibi; “Emperyalizm, çok yaygın bir ‘teorik’ kavranışına göre genel bir fetih politikası olarak tanımlanmaktadır. Bu bakış açısına göre isteyen aynı şekilde hem Makedonyalı İskender’in hem de İspanyol fatihlerin emperyalizminden, Kartaca’nın ve 3. İvan’ın emperyalizminden, Roma’nın ve günümüz Amerika’sının, Napolyon’un ya da Hindenburg’un emperyalizmlerinden bahsedebilir. “Bu teori basit olduğu kadar da gerçek dışı ve yanlıştır. Yanlıştır çünkü her şeyi ‘açıklar’ … yani aslında hiçbir şeyi açıklamaz. Aynı şey savaşa dair de söylenebilir. Savaş bu ilişkileri daha geniş bir ölçekte yeniden üretmeye hizmet eder. Ne var ki savaşı basitçe fetih olarak tanımlamak tamamen yetersizdir çünkü böylelikle esas anlamı vurgulayamaz yani, savaşla ne tür üretim ilişkilerinin geliştiğini ve güçlendiğini, hangi tabanın verili ‘fetih politikası’ ile genişlediğini ortaya koyamayız” (Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi) Her ne kadar Lenin, “sömürge sorunu ve emperyalizm kapitalizm bu son aşamasından önce, hatta kapitalizmden önce bile var olmuştur. Örneğin Roma kölelik üzerine kurulmuş, bir sömürge politikası gütmüş ve emperyalizmi uygulamıştır” demişse de, şunları söylerken Bukharin’le aynı doğrultuda ilerler; “ sosyo-ekonomik sistemler arasındaki temel farkları arka plana iten, ‘genel’ emperyalizm söylevleri, kaçınılmaz olarak en yavan banalliğin veya öğünmenin içinde çürürler.” (Emperyalizm, Kapitalizmin en Yüksek Aşaması, Pekin, VI. Bölüm, sf. 97)


22

2) İkinci olarak, Marksistler emperyalizmi kapitalizm için bir gereklilik, birikim sürecinin doğrudan bir sonucu, sermayenin içsel yasalarının bir sonucu olarak tanımlamışlardır. Sermayenin gelişiminin belirli bir aşamasında, emperyalizm sistemin ömrünü uzatmasının tek yoludur. Bu nedenle de geriye çevrilemez. Her ne kadar emperyalizmin sermaye birikiminin bir ifadesi olduğu açıklaması bazı marksistler için diğerlerine göre daha açık olsa da (bu noktaya sonra da döneceğiz), bütün marksistler, Hobson’un ya da Kautsky ve diğerlerinin emperyalizmi basitçe kapitalizm tarafından hatta kapitalistlerin belirli fraksiyonları tarafından seçilmiş bir politika olarak gören tezlerini reddeder. Bu tez, mantıksal olarak emperyalizmin kötü, kısa görüşlü ve pahalı bir politika olduğunun ispatlanabileceği ve burjuvazinin daha aydınlanmış kesimlerinin duyarlı ve emperyalist olmayan bir politikaya ikna edilebileceği fikrine dayanır. Bu yaklaşım açık bir biçimde kapitalizmi daha az kanlı ve daha az saldırgan kılmayı hedeflediğini iddia eden bütün bir reformist ve pasifist reçeteler dizisinin yolunu açmıştır. Kautsky, savaşların geçmişte kalacağı, tek bir büyük ve çelişkisiz tekel içerisinde birleşen, bir ‘ultra-emperyalizm’ dönemine doğru, kapitalizmin barışçıl ve yavaş bir şekilde ilerlediği yollu bir fikir bile ileri sürmüştür. Bu ütopik görüşün aksine (ki bu yansımasını 2. D.S. sonrasındaki yeniden yapılanma sürecinde Cornelius Castoriadis gibilerinde yansımasını bulmuştur), marksistler, emperyalizmin, kapitalizmin çelişkilerinin aşılmasını temsil etmek bir yana, bu çelişkilerin en üst düzeyde keskinleşmesinin bir ifadesi olduğunda ısrar ede gelmişlerdir. Emperyalist çağ kaçınılmaz olarak dünya krizlerinin, politik despotizmin ve dünya savaşlarının çağıdır. Bu kıyametimsi durum karşısında işçi sınıfı sadece kapitalizmin devrimci yıkımıyla tepkisini ortaya koyabilir. 3) Dolayısıyla emperyalizm kapitalizmin özel bir aşaması olarak görülmüştür; kapitalizm en yüksek ve son aşaması. Her ne kadar 19. Yüzyılın başları için de, mesela Fransız ya da İngiliz emperyalizmlerinden bahsetmek mümkün ise de, bir dünya sistemi olarak sermayenin emperyalist çağı, bir çok

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

ileri ölçüde merkezileşmiş ve yoğunlaşmış ulusal sermayenin, sömürge elde etmek, etki alanını yaymak ve dünya pazarında hakim olmak için birbiriyle yarışmaya başladığı, 1870’lere kadar tam olarak başlamamıştır. Lenin’in dediği gibi, “emperyalizmin temel bir karakteristiği, birçok büyük güç arasında hegemonya için verilen kavgadır” (Emperyalizm, Bölüm VII, sf. 119). Bu bağlamda emperyalizm, dünya sermayesinin evriminin belirli bir aşamasında, kapitalist devletler arasındaki rekabete dayalı bir ilişkidir. Dahası, emperyalist rekabetin içerisinde geliştiği küresel çevredeki değişimlere doğrudan bağlı olarak, bu ilişkinin iki değişik dönemden oluştuğu görülebilir. “ Emperyalizmin ilk dönemi 19. Yüzyılın son çeyreğiydi ve son noktası Fransız-Prusya savaşı olan, büyük ulusal devletlerin kuruluş sürecinin tamamlandığı ulusal savaşlar dönemini takiben başladı. Her ne kadar 1873 krizini takip eden uzun iktisadi çöküntü dönemi kapitalizmin çöküşünün tohumlarını daha o zamandan taşıyor olmuş olsa da, sermaye yine de geri kalmış ve bölgelere ve topluluklara sömürüsünü tam olarak genişleterek bu buhran döneminde küçük telafiler elde edebildi. Kapitalizm ne sermayedar ne de ücretli işçi olan alıcılar ve ham maddeler uğruna yürüttüğü haris ve hummalı av içerisinde, sömürge toplumlarını soydu, imha etti ve katletti. Bu dönem Britanya’nın Mısır ve Güney Afrika’ya, Fransa’nın Fas, Tunus ve Tonkin’e, İtalya’nın Doğu Afrika ve Habeşistan sınırlarına, Çarlık Rusya’sının Orta Asya ve Mançurya’ya, Almanya’nın Afrika ve Asya’ya, ABD’nin Filipinler ve Küba’ya ve Japonya’nın da Asta kıtasına girme ve yayılma dönemiydi. “ Fakat bir kez bu büyük kapitalist gruplar kullanılabilir bütün toprağın, sömürülebilir bütün zenginliklerin, bütün etki alanlarının paylaşıldıktan, kısacası dünyanın yağmalanabilecek her köşesinde emek gücü yağmalanıp, altına çevrilip, metropollerin ulusal bankalarında depolandıktan sonra, kapitalizmin ilerici misyonu sona erdi… Bu noktadan sonra artık kapitalizmin genel krizi başlamak zorundaydı.“ (La Probleme de la Guerra, 1935, JehanBelçika Komünist Solu’nun bir militanı)

Emperyalizmin başlangıç aşaması, her ne kadar sömürge bölgelerdeki nüfusa kan ve sefalet getirerek kapitalizmin çöküşünü öncelemiş olsa da, komünist devrim için bir ön gereklilik olan, sermayenin dünya çapındaki egemenliğini kurmasını sağlaması anlamında yine de ilerici bir yanı bulunmaktaydı. Fakat bir kere bu dünya egemenliği kurulduğunda, kapitalizm ilerici bir sistem olmaktan çıktı ve 1. Dünya Savaşının patlak verişinin ortaya koyduğu gibi, sömürgelerdeki insanların üstüne getirdiği felaketleri bu sefer sistemin kalbine de döndürttü; “Modern emperyalizm sermayenin yayılmasının öncülü değil, sadece onun tarihsel yayılma sürecinin son perdesidir. Çünkü emperyalizm kapitalist devletler arasında dünya üzerinde kalan son kapitalist olmayan bölgeler için yapılan, evrensel biçimde keskinleşmiş dünya rekabetinin son dönemidir. Kapitalizmin bu son aşamada, ekonomik ve politik felaketler, tıpkı gelişmesinin ‘ilkel birikim’ evresinde olduğu gibi, sermayenin normal var oluş biçiminin özünü oluşturur. Sermayenin bu son emperyalist dönemindeki yayılması, sömürge fetihleri dizisinden ve şu an içinde yaşadığımız Dünya Savaşlarından ayrıştırılamaz. Emperyalizmi kapitalist dünya egemenliği için yapılan son mücadele olarak ayırt edici kılan şey basitçe yayılmanın evrenselliği ve harcanan büyük çaba değil, yayılmak istenen alanlar için verilecek belirleyici mücadelenin ana kapitalist ülkelere dönmesidir – ki bu durumun kendisi de gelişme döngüsünün kapanmaya başladığının esas işaretidir. Bu şekilde emperyalizm, bir var oluş biçimi olarak felaketi kapitalist gelişmenin çeperinden kendi kalkış noktasına geri taşımış olur. Dört yüzyıldır Asya’nın, Afrika’nın, Amerika’nın ve Avustralya’nın toplumlarına bitmek bilmez sancılar ve genel ve tam çöküş karşısında varlık ve uygarlık getirmiş olan sermayenin genişlemesi, artık Avrupa’nın uygar toplumunu bir dizi felaket ve yıkımlara sürükleyerek nihai sonuç olarak uygarlığın yok oluşunu ya da sosyalist üretim biçimine geçişi dayatmaktadır.” (Lüksemburg, Anti-kritik)


Emperyalizm üzerine

Komünist Enternasyonal kapitalizmin içinde bulunduğu son emperyalist dönemi, insanlığın sosyalizm ya da barbarlık arasındaki yalın seçim ile yüz yüze olduğu, “savaşlar ve devrimler çağı” olarak tanımlamıştı. İşçi sınıfı açısından bu çağın anlamı 19. yüzyılda kazandığı reformların silinmesi ve yaşam standartlarına savaş ve zulüm yolu ile artan saldırılar demekti. Bunun politik ifadesi eski işçi örgütlerinin yıkılması ya da ele geçirilmesi, ve emperyalist rekabetin mantığının ve toplumsal dokunun çürümesinin sonucu olarak toplumsal, politik ve ekonomik yaşamın her alanını denetim altına almaya zorlanan emperyalist devlet canavarının acımasız baskısıydı. İşte bu yüzden, 1. Dünya Savaşı katliamıyla karşı karşıya kalan devrimci sol, kapitalizmin tarihsel rolünü oynayıp bitirdiğini ve enternasyonal işçi sınıfının acil hedefinin, sorunu yani dünya kapitalist sistemini, kökünden kavrayarak emperyalizmi yıkmak için, emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürmek zorunda olduğu sonucuna vardı. Doğal olarak bu Scheidmannlar veya Millerandlar gibi emperyalist savaşın şovenist savunucuları olmuş sosyal demokrat hainlerden ya da, kapitalizmin emperyalizm olmadan, diktatörlük, terör ve savaş olmadan var olabileceği illüzyonunu yaymaya devam eden Kautsky gibi “sosyal pasifistlerden” tam bir kopuş anlamına geliyordu. Marksistler Arasındaki Tartışma Buraya kadar marksistler arasında her hangi bir fikir ayrılığı olamazdı ve gerçektende bu temel ortak kabul noktaları, devrimci öncünün Komünist Enternasyonal’de birleşmesinin yeterli zemini oldu. Fakat o zaman da bugünde devrimci hareket içerisinde var olan anlaşmazlıklar, marksistlerin emperyalizmin arkasındaki itici gücün ve onun daha somut ifadelerinin daha net bir analizini yapmaya ve bu analizden politik sonuçlar çıkarmaya çalıştıklarında ortaya çıktı. Bu fikir ayrılıkları, aslında kapitalizmin krizleri ve sistemin tarihsel çöküşüne dair farklı fikirleri ifade ediyordu, zira herkes emperyalizmin sermayenin ölümcül çelişkilerinin belirmesini erteleme çabası olduğunda hemfikirdi. Bu nedenle örneğin Bukharin ve

23

Lüksemburg, kendi kriz teorilerinde farklı çelişkilere ağırlık vermiş ve dolayısıyla emperyalist yayılmanın itici gücü olarak farklı katkılar sunmuşlardır. Marks’ın ekonomi üzerine çalışmalarının emperyalizmin kendisini tam olarak kurmasından önce yazılması ve onun çalışmalarındaki bu boşluğun da Marks’ın yazılarının emperyalizmin analizine uygulanışta farklı yorumlamalara yol açması bu tartışmayı daha da zorlaştırmıştır. Bu yazıda krizler ve emperyalizm yapılmış olup bugün bile birçoğu çözülmemiş olan bütün bu tartışmaların üzerinden geçmemiz mümkün değil. Yapmak istediğimiz şey en temelde o dönemde yapılmış olan iki temel emperyalizm tanımını -yani Lenin/Bukharin’in ki ile, Rosa Lüksemburg’unkikısaca incelemek ve hem o gün için hem de günümüzde hangisinin daha geçerli olduğuna karar verebilmek. Böylelikle bugün kullandığımız kendi emperyalizm kavramımız konusunda daha net olmak istiyoruz. Lenin’in Emperyalizm Kavramı Lenin için, emperyalizm nitelikleri şunlardı;

özgün

“1) Sermayenin ve üretimin yoğunlaşması öyle bir dereceye vardı ki bu durum ekonomik yaşamda belirleyici rol oynayan tekelleri yarattı, 2) Banka sermayesi ile endüstriyel sermayenin birleşmesi ve bu “finansal sermaye” temeli üzerinde, bir finansal oligarşinin yaratılması, 3) Metaların ihracından farklı olarak sermaye ihracının çok ayrık bir önem kazanması, 4) Dünyayı kendi aralarında bölüşen uluslar arası tekelci kapitalist kartellerin oluşması, 5) Bütün dünyanın bölgesel olarak en büyük kapitalist güçlerce bölüşülmesi süreçleri tamamlanmıştır.” (Emperyalizm, VII. Bölüm, p 106) Her ne kadar Lenin’in emperyalizm tanımı bir dizi önemli noktaya işaret ediyor olsa da, bu tanımın temel zayıflığı emperyalizmin köklerinin birikim sürecindeki bir analizi olmaktan çok, emperyalizmin kimi dışsal

etkilerinin tanımı olmasından kaynaklanmaktadır. Sermayenin gittikçe daha fazla yoğunlaşan birimlere doğru organik ve derinlemesine gelişimi ve sermayenin etkinlik alanının coğrafi ve genişlemeci gelişimi (örneğin sömürge arayışı veya dünyanın mekânsal paylaşımı) temelde birikim içsel süreçlerinin ifadeleridir. Sermayeyi yatırım için veya metaların satılması için yeni karlı pazarlar bulmaya iten şey, kar oranlarının düşmesine neden olan sermayenin organik bileşimindeki artış ile iç pazarın gittikçe daralması durumudur. Dahası her ne kadar emperyalizmin bu içsel dinamikleri değişmez olsalar da, onun dışsal ifadeleri sürekli düzenlemeye tabidirler ki, Lenin’in emperyalizm tanımının birçok noktasının bugün, hatta kendisi bu kavramı geliştirirken bile geçersiz olmasının nedeni tam da budur. Bu anlamda, sermayenin bir “finansal sermaye” oligarşisinin ya da “uluslar arası tekelci kartellerin” egemenliği altındaymış gibi görülebileceği 1. Dünya Savaşı döneminde bile kapitalizm yeni bir aşamaya, devlet kapitalizmi aşamasına, sürekli savaş ekonomisi aşamasına geçmekteydi. Dünya pazarında emperyalistler arasındaki rekabetin kronikleştiği bu dönemde, tüm ulusal sermaye, onu askeri/ekonomik hayatta kalış için yöneten ve bütün kısmi fraksiyonlarını disipline eden, devlet aygıtı etrafında yoğunlaşmaya başlar. Kapitalizmin, ulusal “devlet kapitalisti tekeller” arasındaki şiddetli bir mücadele evresinde olduğunun kavranışı Bukharin’de Lenin’e göre çok daha net olmuş olsa da, Bukharin yine de emperyalizmi finansal sermayeye eşitleye denkleme hapsolmuş durumdadır. Dolayısıyla onun “devlet kapitalist tekel”i, büyük ölçüde, finansal oligarşinin bir “araç”ı olarak belirirken, gerçekte devlet bu dönemde sermayenin en üst düzeydeki yönetici organıdır. Dahası Bilan’ın da ortaya koyduğu gibi; “ Bukharin’in yaptığı gibi emperyalizmi finansal sermayenin bir “ürünü” olarak tanımlamak, kapitalist sürecin bu iki yönünün ortak kökenlerini gözden kaçırmak ve bu ikisi arasında yanlış bir bağ kurmak demektir. İkisini bağlayan ortak köken ise artı değer üretimidir.” (Mitchell, Çıkışsız Kapitalizmin İktisadında Krizler ve Döngüler, Bilan no.11, 1934)


24

Lenin’in devlet kapitalizminin önemini anlamayı başaramaması bir dizi alanda ölümcül politik sonuçlar doğuracaktır; Bunlardan ilki, Bolşeviklerin Rus Devriminde düştüğü, devlet kapitalizminin ilerici bir doğası olduğu şeklindeki yanılsamalardır. İkinci olarak, eski işçi örgütlerinin devlete eklemlenmesini görmekteki başarısızlık ve buna bağlı olarak bunların devlet aygıtından bir şekilde ayrı olduğu düşünülerek geliştirilen kaçamak İşçi Aristokrasisi, ‘burjuva işçi partileri’ ve ‘gerici sendikalar’ teorileri. Bu örgütlerin sorunu, Lenin’in iddia etmiş olduğu gibi esas olarak bunların büyük bir kısmının ‘emperyalist süper karlar’ ile satın alınmış olması değil, bütün bu örgüt yapılarının emperyalist devlet makinesinin içerisine eklemlenmeleriydi. Bu ölümcül derecede yanlış teorilerden çıkarılan taktiksel sonuçlar da oldukça bilindiktir; birleşik cepheler, sendika çalışmaları v.b. Benzer bir biçimde Lenin’in, sömürgelere sahip olmanın emperyalizmin belirleyici bir niteliği olduğu iddiası da zamanın sınavından geçememiştir. Lenin’in, sömürge bölgelerindeki ani ulusal isyanları takiben ortaya çıkabilecek olan toprak kayıplarının emperyalist sistemi tepeden tırnağa sarsabileceği yönündeki beklentilerine rağmen, emperyalizm oldukça rahat bir şekilde “sömürge özgürleşmesine” adapte olabilmiştir. Sömürgelerin bağımsızlaşması basitçe eski emperyalist güçlerin düşüşü ve 1. Dünya Savaşı döneminde birçok sömürgenin yükünü taşımamış olan yeni emperyalist devlerin zaferi anlamına geliyordu. ABD ve Rusya’nın kendi emperyalist çıkarları uğruna, sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerine çöreklenip, onları anında emperyalistler arası kukla oyunlarına çevirebilmelerini sağlayan, ikiyüzlü “sömürgecilik karşıtı” çizgilerinin temeli tam da budur. Lenin’in emperyalizm teorisi, özellikle de ulusal sorun ve sömürge sorununa bu teorinin getirdiği çözümleme Bolşeviklerin ve Komünist Enternasyonal’in resmi çizgisi haline gelmiş ve tam da bu iki noktada bu teorinin en ciddi belirsizleri olumsuz sonuçlarını doğurmuştur. Emperyalizm bir kere temel olarak üstyapısal nitelikleriyle tanımlandığında, dünyayı emperyalist, ezen uluslar ile ezilen, emperyalist olmayan uluslara ayırmak mümkün gözükmüş ve hatta bu tanımlayıcı niteliklerin bazılarını

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

barındırmayan bazı emperyalist güçler için emperyalist olmaktan “çıktı” demek birdenbire mümkün hale gelmiştir. Bu anlayışa, ‘ezilen uluslardaki’ sınıf farklarını belirsizleştirme ve proletaryanın – bütün ezilenlerin ulusal kahramanı olarak- bu ezilen ulusları kendi devrimci bayrağı altında toplama görevi olduğunu savunan bir anlayış da eşlik etmiştir. Bu tavır temel olarak sömürgelere uygulanmıştır fakat Lenin, Junius Kitapçığı’na karşı eleştirisinde, Avrupa’daki gelişmiş kapitalist ülkelerin bile belirli koşullar altında ulusal kurtuluş için meşru bir savaş verebileceğini iddia etmiştir. Birinci dünya savaşına gelindiğinde ise, Lenin’in savaşın genel emperyalist çerçevesinin proletaryanın her hangi bir saf lehine ulusal savunma politikası yürütmesini imkânsız kıldığı yönündeki doğru yaklaşımı, bu belirsiz fikri pratikte işlevsizleştirdi ve önemsizleştirdi. Fakat Lenin’in emperyalizm teorisinin zayıflığı, 1. Dünya Savaşından sonra, özellikle de devrimci dalganın düşüşe geçmesi ve Sovyet Devletinin yalıtılmasıyla birlikte büsbütün ortaya çıktı. ‘Ezilen ulusların’ anti-emperyalist bir karakter taşıdığı fikri, ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ve ‘anti-emperyalist birleşik cephe’ politikalarının, söz konusu ülke burjuvalarının emperyalist güçlerle ittifaka girmesini ve komünist devrim yönündeki bütün çabaları ezmesini engellemekte güçsüz kaldığı Finlandiya, Doğu Avrupa, İran, Türkiye ve Çin örneklerinde çürütüldü. 9 Belki de 9 Burada “Komünist İşçi Örgütünün” (Communist Workers Organization), “Lüksemburg’un iktisadi fikirleri ulusal kurtuluş konusundaki yaklaşımının temelini oluşturur çünkü ikincisinin oluşumu ilkini on yıl ara ile takip etmiştir” şeklinde ifade edilen yanlış kavrayışını düzelmemiz gerekiyor. Belli ki, CWO Lüksemburg’un 1898’da basılan Sosyal Reform mu Devrim mi adlı çalışmasının ilk baskısındaki şu pasajdan habersiz: “Mevcut koşulları incelediğimizde, şüphesiz Marks’ın döngüsel krizler teorisinde öngörülmüş aşamaya geçecek bütünlüklü kapitalist olgunluğa erişmediğimizi kabul etmek durumundayız. Dünya pazarı hala bir genişleme aşamasında. Dolayısıyla, bir yandan yeni alanların ani ve coşkun bir biçimde kapitalist ekonomiye, yetmişlerden beri arada sırada gerçekleştiği üzere, açıldığını görüyoruz ve onlarla kapitalizmin daha eski, tabiri caizse gençlik krizlerini tekrar gözlemleyebiliyoruz. Dolayısıyla, kapitalizmin öylesi bir gelişmişlik düzeyine ve kaçınılmaz olarak üretici güçlerle pazarın sınırları arasında döngüsel krizler yaratacak yani tamamen gelişmiş kapitalizmin gerçek ekonomik krizine yol açacak duruma, yani dünya pazarının tamamen genişlemiş olduğu duruma daha erişmediğimizi söyleyebiliriz.Dünya pazarı, bir anda aniden genişleyecek alan bulamayacağı kadar, yani aşağı yukarı dünyanın her yerine

Lenin’in Junius Kitapçığı Üzerine adlı yazısında geliştirdiği fikirlerin en rezil uygulaması 1923’te Almanya’daki ‘Ulusal Bolşevizm’ deneyinde oldu denebilir. Ulusal Bolşevizm adlı bu rezil kavrama göre Almanya bir yandan sömürgelerinden mahrum olduğu için diğer yandan da İtilaf Devletlerince yağmalandığı için artık emperyalist bir devlet olmaktan çıkmıştı. Dolayısıyla artık Alman burjuvazisinin antiemperyalist kesimleriyle bir ittifak söz konusu olabilirdi. Elbette Lenin’in teorik zayıflıklarıyla bu apaçık ihanetler arasında dosdoğru bir çizgi yoktur. İkisi arasında uzanan temel şey bütün bir yozlaşma sürecidir. Ne var ki, tam da geçmiş devrimcilerin hatalarının yozlaşan ya da karşı devrimci partiler tarafından kendi ihanetlerini meşrulaştırmak için kullanılabileceğini göstermek komünistler için çok önemlidir. Karşı devrimin, Stalinist, Maoist ya da Troçkist biçimleriyle Lenin’in emperyalizm ve ulusal kurtuluş teorisini Rusya’nın ya da Çin’in emperyalist olmadığını göstermek için sıkça kullanması rastlantı sonucu değildir (‘SSCB’de finansal oligarşiler veya tekeller yoktur’ demek tipik bir solcu numarasıdır). Benzer şekilde az gelişmiş ülkelerdeki türlü burjuva çetesinin ‘antiemperyalist’ mücadelelerini savunmak gerekliliğini ispatlamak içinde bu teoriler kullanılabilir. Bunların Lenin’in teorisindeki birçok noktayı çarpıtıp kirlettiği doğrudur, fakat komünistlerde Lenin’in kavramsallaştırmasında bu burjuva güçler tarafından az çok ‘doğrudan’ alınıp kullanılabilecek birçok unsur olduğunu itiraf etmekten korkmamalıdırlar. Eleştirip ötesine geçmemiz gereken unsurlar tam da bunlardır. Emperyalizm ve Kar Oranlarının Düşüşü9 Lenin’de emperyalizmin üretim sürecinden -sömürge bölgelerdeki ucuz emek ve ham maddeler yoluyla düşen kar oranlarını telafi etme ihtiyacındantemellendiği fikri sadece dolaylı olarak bulunmaktadır.

genişleyince, emeğin üretkenliğindeki durmak bilmez büyüme er ya da geç üretici güçlerle pazarın sınırları arasında bahsi geçen döngüsel krizleri yaratacak ve bu krizler gitgide daha şiddetli ve sarsıcı bir hal alacak.” (Sternberg, Capitalism and Socialism on Trial, s. 72’den yapılmış alıntıdan çevrilmiştir)


Emperyalizm üzerine

Bu unsur Bukharin’in teorisinde ise daha doğrudan belirtilmiştir ve belki de bu yüzden Bukharin’in daha derinlikli ve dikkatli emperyalizm analizi, en azından başlangıçta, ulusal kurtuluşa dair daha net bir tavırla el ele gidiyordu demek mümkündü (Birinci Dünya Savaşında ve Rus Devriminin ilk yıllarında Bukharin, Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakki tavrını eleştirmiş, daha sonra ise kendi tavrını değiştirmiştir. Doğrudan kendi emperyalizm teorisinden türeyen Rosa Lüksemburg’un ulusal kurtuluş konusundaki tavrı ise aralarında en tutarlı olanı olduğunu göstermiştir). Şüphesiz, düşen kar oranlarını telafi etme ihtiyacı emperyalizm için en önemli unsurdu, çünkü emperyalizm tam da bu aşamada organik bileşimi yüksek olan birkaç ulusal sermayenin dünya pazarında ön plana çıkmasıyla başladı. Fakat her ne kadar burada bu sorun ile bütün derinliğiyle ilgilenemeyecek olsak da 10 , bize göre emperyalizmin az ya da çok dışlayıcı bir biçimde sadece kar oranlarının düşme eğilimi ile tanımlanması iki temel zayıflıktan dolayı sıkıntılı görünüyor; 1. Böylesi açıklamalar emperyalizmi, birkaç ileri derecede gelişmiş ülkenin durumlarının benzersiz ifadesi olarak açıklamaya yatkın oluyorlar. Çünkü buna göre sermayenin organik bileşiminin yüksek olduğu bu ülkeler, kar oranlarının düşüşünü telafi etmek için sermaye ihracına zorlanıyorlar. Bu görüş, emperyalizmi ekonomik ve politik bağımsızlığa eşitleyen ve dünyada sadece iki emperyalist –Rusya ve ABD- olduğu çünkü sadece bunların gerçek anlamda ‘bağımsız’ olduğu (diğer ülkelerin ise asla gerçekleştirilemeyecek ‘emperyalist eğilimleri’ oluyor bu durumda) sonucunu çıkaran CWO’nun (Communist Workers Organization – Komünist İşçiler Örgütü, şimdi Uluslararası Devrimci Parti Bürosu adlı örgüte mensuptur) durumunda karikatürümsü bir düzeye ulaşıyor. Bu durum soruna küresel sermaye değil de bireysel sermayeleri temel alan bir bakış açısının mantıksal sonucudur.

25

Rosa Lüksemburg’un üzerinde durduğu gibi; “Emperyalizm her hangi bir devletin ya da devlet grubunun icadı değildir. Tersine o, sermayenin dünya ölçeğindeki belirli bir olgunluk düzeyinin, başlangıçtan beri uluslar arası olan bir durumunu, bölünemez bir bütünün, yani hiçbir ulusun iradi bir biçimde kendisini uzağında tutamayacağı ve sadece bütün ilişkileri içerisinde tanınabilecek olan bir üründür.” (Junius Kitapçığı) Bu, CWO’nun çıkarsamasının emperyalizmi sadece kar oranlarının düşüşüne referans ile açıklamanın kaçınılmaz sonucu olduğu anlamına gelmez. Eğer dünya sermayesi noktasından hareket edilecek olursa, tıpkı küresel kar oranını belirleyenin en gelişmiş sermayelerin kar oranı olmasının gibi, sonuç olarak gelişmiş sermayelerin emperyalist tavırları da yankısını daha zayıf ulusal sermayelerde bulmak zorunda olduğu da açıklaşacaktır. Fakat emperyalizm sorunu bir kez küresel sermaye noktasından ele alındığında, birikim döngüsündeki diğer bir çelişkinin de hemen farkına varılacaktır; bu da küresel sermayenin bütün artı değeri kendi üretim ilişkileri içerisinde gerçekleştiremeyişidir. Rosa Lüksemburg’un Sermaye Birikimi’nde ele aldığı bu sorun, Lenin, Bukharin ve onların takipçileri tarafından marksizmin terk edilmesi olarak görmezden gelinmiş olsa da, Marks’ın da aynı sorunlu meşgul olduğunu görmek çok zor değildir 11: “Kapitalist üretim daha fazla geliştikçe, o anki doğrudan taleple ilişkili olmayan ama dünya pazarına sürekli yayılmaya dayanan ölçekteki bir üretime daha da fazla zorlanır. Ricardo, kapitalistin kar için, artı değer için değil de, doğrudan tüketim için –kendi tüketimi içinkullanım değeri ürettiğini söylerken Say’ın eski bayatlamış varsayımına müracaat etmektedir. Metanın paraya çevrilmesi gerektiği gerçeğini görmezden gelir. İşçilerin talebi yeterli olmaz çünkü kar, tamamen işçilerin talebinin ürünlerinin değerinden düşük olması gerçeğinden ve onun bu talebe 11

10

Bakınız: International Review. 16, “Ekonomik Teoriler ve Sosyalizm için Mücadele”.

Konuya dair daha fazla tartışma için bknz., “Marksizm ve Kriz Teorisi” International Reviw 13.

görece olarak küçük ya da büyük olmasından doğar. Kapitalistlerin kendi aralarındaki talep de aynı şekilde yetersizdir”. (Artı Değer Teorileri, Bölüm 2, Kısım XVI) 2. Bu nedenle emperyalizmin her hangi bir doğru düzgün analizi yapılacaksa bu “dünya pazarının sürekli genişleme” gerekliliğini göz önünde bulundurmak zorundadır. Sorunu görmezden gelen bir teori dünya pazarının neden tam olarak dünya pazarının (20. yüzyılın başlarında kapitalizm öncesi ekonomilerin en önemli kesimlerinin kapitalist dünya ekonomisi içerisine katılmasıyla) genişlemeye devam edemediği bir noktada kapitalizmin son emperyalist aşamasının sürekli krizlerine gömüldüğünü açıklayamaz. Bu iki olgunun tarihsel olarak çakışması basitçe bir rastlantıymış gibi bir kenara atılabilir mi? Bütün marksist emperyalizm analizleri ucuz ham madde ve emek gücü arayışının sömürge fethinin esas özelliği olarak görmüşse de, sadece Lüksemburg, yirminci yüzyılın ilk yıllarına kadar “dünya pazarının sürekli genişlemesi” için zemin sağlayan sömürge ve yarısömürgelerin belirleyici önemini anlayabilmiştir. Analizdeki ‘değişken’ işte tam da bu unsurdur. Sermaye az gelişmiş bölgelerde her zaman ucuz emek ve ham madde bulabilir. Bu durum hem sömürgelerin ve yarı sömürgelerin kapitalist dünya ekonomisine eklemlenmesinden önce ve sonrası için, hem sermayenin yükselme dönemi için hem de çöküş dönemi için geçerlidir. Fakat bir kez bu bölgelerin bedelini ödeyebildikleri talepleri ‘kapitalizm dışı’ olmaktan çıkıp, bunların tümü kapitalist üretim ilişkilerine eklemlendikten sonra, küresel sermayenin birikim için belirleyici olan bu artı değer fraksiyonunu gerçekleştirmek için hiç yeni pazarı kalmaz. Küresel sermaye bu noktada dünya pazarını sürekli olarak genişletme kapasitesini kaybetmiştir. Artık ‘sömürge bölgelerin’ kendileri artı değer üreticileri, metropollerin rakipleri haline gelmiştir.


26

Bu bölgelerdeki emek gücü ve ham maddeler hala ucuz olabilir ya da buralar karlı yatırım alanları olmaya devam edebilir, ama artık bu bölgeler dünya sermayesinin gerçekleşme sorununu çözemez, tersine sorunun bir parçası haline gelmişlerdir. Dahası, sermayenin üretkenliğinin gerektirdiğine yakın bir ölçüde dünya pazarını genişletmedeki bu başarısızlık, burjuvaziyi aynı zamanda kar oranlarının düşüşüne karşı ana karşıeğilimlerinden birinden de mahrum bırakır: yani artan ölçekte meta üreterek ve satarak, karın kitlesini arttırmaktan. Dolayısıyla Komünist Manifesto’nun tahminleri gün yüzüne çıkmış olur; “Burjuva toplumunun koşulları bağrında yaratılan zenginliği elinde tutabilmek için çok dardır. Pekiyi burjuvazi bundan doğan krizleri nasıl aşar? Bir yandan üretici güçlerin önemli bir kısmını zorla yok ederek, diğer yandan da yeni marketler ele geçirerek ya da eskilerini daha da fazla sömürerek. Kısacası, daha derin ve yıkıcı krizlere yol açarak ve krizleri önleyebilecek araçları gittikçe azaltarak.” Marks’ın bu sorun üzerine geliştirdiği yaklaşımı en açık biçimde devam ettiren, Rosa Lüksemburg’un teorisidir. Lüksemburg’un Emperyalizm Kavramsallaştırması ve Bunun Eleştirileri “Emperyalizm, sermaye birikiminin kendisine açık duran kapitalist olmayan çevre için verdiği rekabetçi mücadelenin politik ifadesidir. Coğrafi anlamda dünyanın hala en büyük bölümünü oluşturan ancak sermayenin üretken güçlerinin ulaşmış olduğu gelişmişlik düzeyi açısından baktığımızda, sermayenin genişlemesi için yetersiz kalan bu çevre, eski ülkelerde birikmiş olan dev sermayenin artık üretim için bir çıkış yolu arayışına, artı-değerini sermayeye dönüştürmek için nasıl çaba gösterdiğine ve kapitalizm öncesi uygarlıkların hızla kapitalizme dönüşmesine tanık olmaktadır. Bu durumda sermaye, genişleme olanaklarının yetersizliği karşısında uluslar arası düzeyde önlemler almak zorundadır. Kapitalist ülkelerdeki ileri gelişmişlik düzeyi ve bu ülkelerin kapitalist-olmayan bölgeleri

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

ele geçirmek için giriştiği giderek sertleşen mücadeleyle birlikte, emperyalizmde hem kapitalist olmayan dünyayla ilişkisinde hem de rekabet içerisindeki ülkeler arasındaki giderek ciddileşen çekişmelerde, yasa tanımaz saldırganlığı artmakta ve şiddete daha çok başvurmaktadır. Ancak emperyalizm, kapitalist-olmayan uygarlıkların çöküşünü ne kadar şiddetli, acımasız ve mükemmel bir şekilde gerçekleştirirse, kapitalist birikimin bindiği dalı da o kadar hızlı bir şekilde kesmektedir. Emperyalizm, kapitalizmin ömrünü uzatmanın tarihsel metodu olmakla birlikte, kapitalizmin en kesin biçimde sona erdirilmesinin de en emin yoludur. Bu söylediğimiz, kapitalist gelişmenin fiilen bu uç noktaya gideceği anlamına gelmemektedir. Aslında emperyalizm doğrultusundaki genel eğilim bile, kendi başına kapitalizmin son aşamasını felaket çağı haline getiren biçimler almaktadır.” (Lüksemburg, Bölüm 31., sf 343., Belge Yay., 2004) Bu pasajdan da görülebileceği gibi Lüksemburg’un emperyalizm tanımı, emperyalizmin ürettiği üstyapısal belirsizlikler yerine, sorunun temellerine, yani birikim sürecine ve özellikle de gerçekleşmeye dair olan sürecin aşamalarına yoğunlaşmaktadır. Ne var ki, çalışmasının başka yerlerinde emperyalist yayılmanın politik olarak ürettiği doğal sonucun, toplumun ve devletin militaristleşmesi olduğunu gösterir. Bu durumu burjuva demokrasisinin tükenişi ve kapitalist yönetimin açıkça despotik biçimlerinin gelişmesiyle açıklar. Benzer şekilde, ekonominin militarist sektörlerinin inanılmaz boyutlarda şişmesini sürdürebilmek için işçilerin yaşam standartlarının da vahşice aşağı çekilmesi de bu durumun bir başka yansımasıdır. Her ne kadar Sermaye Birikimi militarizmi bir “birikim alanı” olarak görmek gibi çelişkili fikirleri içerse de Lüksemburg, savaş ekonomisini emperyalist, çöküş içerisindeki bir kapitalizmin temel niteliği olarak tanımlamakta haklıdır. Fakat Lüksemburg’un emperyalizmin itici gücüne dair geliştirdiği temel analiz bir çok eleştirinin konusu olmuştur. Bunlardan en önemlisi Bukharin tarafından yazılan Emperyalizm ve Sermaye Birikimi (1924) içerisindedir. Bukharin’in Lüksemburg’a karşı geliştirdiği bu argümanların önemli bir

kısmı, yakın zamanda CWO’nun çıkardığı bir yazıda yankılarını buldu (bknz: RP 6, ‘Çelişkilerin Birikimi’). Biz burada Bukharin’in ortaya koyduğu iki en önemli eleştiriye değinmek istiyoruz. 1) Bukharin’e göre, Lüksemburg’un emperyalizmin yeni pazarların arayışı sebebiyle oluştuğu şeklindeki teorisi, emperyalist dönemi kapitalizmin bütün geçmiş dönemleriyle ayırt edilemez kılmaktadır; “Ticari kapitalizm ve merkantilizm, endüstriyel kapitalizm ve liberalizm, finansal sermaye ve emperyalizm… Lüksemburg’un çalışmasında, kapitalist gelişmenin bütün bu aşamaları ya ortadan kalkıyor ya da salt kapitalizm içerisinde çözülüyorlar.” (Emperyalizm ve Sermaye Birikimi, Bölüm 4) CWO’ya göre de; “… (Lüksemburg’un) ‘doymuş pazarlara’ dayanarak emperyalizm için yürüttüğü mantık aşırı derecede zayıf ve yetersizdir. Eğer Lüksemburg’un da kabul ettiği gibi, … kapitalist metropollerin içerisinde hala kapitalizm öncesi (örn., serfler ya da köylüler) toplumsal ilişkiler hala mevcut idiyse, neden kapitalizm var oluşunun daha en başından kapitalist metropollerin dışına ve deniz ötesine doğru yayılmak zorundaydı? Eğer kapitalizm sadece yeni pazarlar aramaktaysa, neden ilk olarak en başından en yakın çevresindeki alanları ücretli emeksermaye ilişkisinin içerisine sokmadı? Açıklama yeni Pazar ihtiyacında değil ham madde ve karın en üst düzeye çıkartılmasında bulunacaktır. İkinci olarak, Lüksemburg’un teorisi emperyalizmin kapitalizmin sürekli bir özelliği olduğu sonucuna varır gibidir. Lüksemburg için, kapitalizm her zaman birikim için pazarı genişletmek zorunda olduğundan, onun teorisi kapitalizmin Avrupa’da doğuşu sırasında ticaret ve para ekonomilerinin ilk gelişimi ile daha sonraki emperyalist yayılma arasındaki farkın ayırtına varamaz… Ticaret sermayesinin, sermaye birikiminin başlangıcı için gerekli olması olgusuyla, kapitalizmin egemen üretim biçimi olduktan sonraki birikim için gelişen itkileri arasında niteliksel bir fark bulunmaktadır” (RP 6)


Emperyalizm üzerine

Bu pasajda CWO’nun ‘Lüksemburgizm’e karşı sergilediği düşmanlık, Bukharin’in keskin polemiğini bile geride bırakmaktadır. Bu nedenle daha ileri gitmeden önce birkaç noktayı aydınlatmak gerekiyor. Birincisi, Lüksemburg asla emperyalist yayılmanın ‘sadece’ yeni pazarlar bulmayı hedeflediğini söylememiştir. CWO’nun da yukarıdaki yazının aynı sayfasında belirttiği gibi, Lüksemburg emperyalizmin ucuz emek ve ham madde için sergilediği küresel arayışı çalışmasında sergilemiştir. İkinci olarak, daha önce de gösterdiğimiz gibi, kapitalizmin “birikim için yeni pazarlara yayılma” ihtiyacı, halihazırda Marks’ın Ricardo ve Say’a karşı savunduğu temel bir pozisyon iken, bunu Lüksemburg’un bir icadı gibi sunmak da çok acayip bir tavırdır. Bukharin bile emperyalizmin yeni pazar arayışını hiçbir şekilde inkar etmemiştir. Aslında o bunu emperyalist yayılmanın üç temel itkisi arasında görmektedir; “Modern kapitalist devletlerin fetih politikalarının arkasındaki üç temel kaynağı ortaya sermiş bulunuyoruz; satış pazarları için, ham madde pazarları için ve sermaye yatırımı alanları için artan rekabet. … Ne var ki, finansal sermayenin politikasının bu üç kökü özünde aynı olgunun üç yüzeyini yani, üretici güçlerin büyümesi ile üretimin örgütlenmesinin ‘ulusal’ sınırları arasındaki çatışmayı temsil ederler.” (Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Bölüm 8.) Ne var ki, Lenin, Bukharin ve benzeri düşünen diğerlerinin eleştirileri yine de bulunmaktadır. Onlara göre ‘meta’ ihracı değil ‘sermaye ihracı’ emperyalizmi, kapitalizmin önceki aşamalarından ayırmaktadır. Acaba Lüksemburg’un teorisinin bu ayrımı görmezden geldiği ve ister istemez emperyalizmin kapitalizmin en başından beri sahip olduğu bir özelliği olduğu sonucuna mı götürmektedir? Eğer Lüksemburg’un bu metin içerisinde alıntılanmış olan pasajlarına özellikle de Antikritik’ten alınan uzun alıntıya dönüp bakarsak, Lüksemburg’un kendisinin, sorgulanmaya mahal bırakmayacak bir biçimde kapitalist gelişmenin bir basamağı olarak sunulan, emperyalist aşama ile ilkel birikim aşamasını net bir

27

biçimde ayırdığını görebiliriz. Peki, bunlar boş laflar mıdır yoksa Lüksemburg’un teorisi içerisinde bir yere gerçekten oturmaktalar mıdır? Aslında bu noktada Lüksemburg’un analizi içerisinde hiçbir çelişki yoktur. Emperyalizmin, tam olarak ifade etmek gerekirse dünya kapitalizminin yeni bir görünüme eriştiği 1870’lerden sonra başladığı söylenebilir. Bu dönemde Avrupa ve Kuzey Amerika’da ulus devletlerin oluşum süreci tamamlanmış ve Britanya’nın ‘dünyanın işliği’ olduğu bir durumdan, birçok gelişmiş ulusal kapitalist ‘işliğin’ dünya pazarının – sadece birbirlerinin içsel pazarı için değil aynı zamanda sömürge pazarları için de- egemenliği için birbiriyle rekabet ettiği bir durum söz konusudur. İçerisinde gerçekleşme sorununun çözülemez hale geldiği, sermayenin ‘kapalı bir sistem’e dönüşmesi ile birlikte, 1870’lerin büyük krizine (bu krize ‘kapitalist çöküşün tohumu’ denmesi rastlantı değildir çünkü sistemin çöküşü dünya pazarının rekabet halindeki sermayeler arasında paylaşılması ile eş anlamlıdır) yol açan durum da budur. Fakat elbette, 1870’lerde kapanmış çevrimin kırılması hala mümkündür ve bu durum bu dönemdeki emperyalist yayılmanın ümitsizcesine hızlanışını büyük oranda açıklar. CWO’nun da işaret ettiği gibi sermaye her zaman sömürge pazarların arayışı içerisinde olmuştur ve bunda hiçbir gizem yoktur. Kapitalistler her zaman sömürü için karlı sömürü ve ‘evdeki’ pazar doymamış olsa bile kolay satış yapılabilecek pazar alanlarını araya gelmişlerdir. Sanki ilk kapitalistler bir masanın etrafına oturup kendi kendilerine ‘ilk önce Avrupa’nın kapitalizm öncesi kesimlerini sömürüp sonrasında Asya’ya, Avrupa’ya v.s. yayılacağız’ demişler gibi, kapitalizmin düzgün ve istikrarlı bir gelişme çizgisi izlemesini beklemek anlamsızdır. Ne var ki kapitalizmin kaotik gelişiminin arkasında kesin bir hat gözlenebilir. İlkin erken kapitalizmin sömürgeleri yağmalaması, sonrasında bu yağmanın metropollerde endüstriye devrime hızlandırması, ardından da endüstriyel sermaye zemini üzerinden sömürge bölgelere doğru yeni bir itilim. Şurası kesin sömürgeleri yönelik yayılmanın ilk evresi, evdeki aşırı üretime bir tepki

olarak değil, ilkel birikimin gerekliliklerine bir yanıt olarak gerçekleşti. Dolayısıyla emperyalizmden, ancak tam anlamıyla gelişmiş kapitalist üretimin çelişkilerine bir karşılık olarak gelişmiş olan sömürgesel yayılmanın başladığı tarihsel andan sonra söz edebiliriz. Bu anlamda emperyalizmin başlangıcını, Britanya sermayesini sömürge ve yarı sömürgelere yayılmaya tahrik eden 19. yüzyılın ortasındaki ticari krizlerde görebiliriz. Fakat daha önce de söylediğimiz gibi, emperyalizm, kelimenin tam anlamıyla, kapitalist devletler arasındaki rekabete dayalı bir ilişkiye işaret eder. Ve ne zaman ki metropollerdeki pazarlar kapitalist devler tarafından kesin olarak parçalanmıştır işte o zaman emperyalist yayılma da sermaye için kaçınılmaz bir gereklilik haline gelmiştir. 19. Yüzyılın ikinci yarısında Britanya’nın sömürge politikasındaki hızlı değişimin sebebini açıklayan durum budur. 1870’lerin büyük krizinden, ABD ve Almanya ile rekabetin keskinleşmesinden önce, Britanya kapitalistleri mevcut sömürgelerinin yapılan harcamalara değip değmediğini sorgulamakta ve yeni sömürgeler ele geçirme konusunda tereddütte idiler. Ne var kriz ve artan rekabet Britanya’yı sömürge politikasını sürdürmenin ve genişletmenin gerekliliği konusunda ikna etmiş oldu. 19. Yüzyılın sonunda sömürgeler uğruna yapılan kapışma, burjuvazinin payına ani bir manyaklık krizinin ya da ulusal prestij uğruna gösterilen kibirli bir çaba değil, birikim döngüsünün temel bir çelişkisine verilen bir tepkiydi. Bu dönemde sermayenin gittikçe artan yoğunlaşması ve metropollerdeki pazarların bölüşülmesi, eş zamanlı olarak kar oranlarının düşüşünü ve üretkenlik ile çözülebilir pazar arasındaki açığı şiddetlendirdi; bir kez daha gerçekleşme sorunu ile karşı karşıyayız. Yeni pazarlar açma ihtiyacının emperyalist yayılma açısından belirleyici bir unsur olduğu fikri, CWO’nun iddia ettiğinin aksine o dönemdeki dünya ticaretinin önemli bir kütlesinin kapitalist metropollerin kendi aralarında gerçekleştirilmiş olduğu gerçeği ile çelişmez. Bu duruma Lüksemburg’un kendisi de parmak basmıştır:


28

“Kapitalizmin uluslar arası gelişimiyle birlikte, artı değerin sermayeleştirilmesi daha acil, zor ve belirsiz bir hal alırken, hem artı değer ile ilişkileri içerisinde, hem de mutlak olarak, sabit ve değişken sermayeler sürekli büyüyen birer kitleye dönüşürler. Eski kapitalist ülkelerin daha büyü pazarlar oluşturarak ve birbirlerine gittikçe daha fazla bağımlı kalması ama diğer yandan kapitalist olmayan ülkeler ile ticaret ilişkileri için daha da fazla vahşice rekabet etmeleri şeklinde beliren çelişik olgunun nedeni işte budur.” (Sermaye Birikimi, Bölüm 27,) Gittikçe daha kalabalık hale gelen bir hapishanede ‘dışsal’ pazar küresel sermaye için bir nefes alma alanıydı. Bu nefes alma alanı aşırı kalabalık hapishaneye oranla daha fazla küçüldükçe, mahkûmlar onun uğruna o oranda çaresizce birbirlerine düştüler. Bu dönemde sermaye ihracında büyük artışlar gerçekleşmiş olduğu gerçeği de, emperyalist yayılmanın pazar sorunu ile hiçbir ilişkisi olmadığı anlamına gelmez. Sömürge bölgeler yapılan sermaye ihracı sadece kapitalizmin emek gücünün ucuz olduğu yerlerde üretim yapmasını sağladığı ve böylece de kar oranlarını yükselttiği için gerekli değildi. Kolonilere sermaye ihracı aynı zamanda dünya pazarını da genişletti: a) Çünkü ihraç edilen sermayeler üretim mallarının (makineler v.s.) ihracını da içerir ki, bunlar da aslında satılması gereken metalardır. b) Çünkü (ister yatırım için para sermaye biçimde olsun isterse üretim malları biçiminde) sermaye ihraç etmek, kapitalist üretimi yeni bölgelere yerleştirerek ve yörüngesine daha fazla ödeme gücü olan alıcı çekerek, bütün pazarın genişlemesini sağlamıştır. Bunun en bariz örneği, kapitalist metaların satışını milyonlarca ve milyonlarca yeni alıcıya genişletmeyi sağlayan demiryollarının inşasıdır. ‘Pazar sorunu’, emperyalizmin kapitalist üretimi dünyanın bütününe genişletme yolunun en önemli özelliklerinden birini açıklamakta yardımcı olabilir. Bu da ‘azgelişmişliğin’ yaratılmasıdır. Emperyalistlerinin asıl istediği mahkum pazarlar yani kendileri kapitalist üreticiler haline gelerek metropol ülkeler ile rekabet

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

edemeyecek bir alıcı pazarı olmuştur. İşte bu yüzden, emperyalizm bir yandan kapitalist üretim biçimini ihraç edip, kapitalizm öncesi ekonomik biçimleri sistematik olarak yıkarken, diğer yandan da sömürge ekonomilerini acımasızca yağmalayarak, onların endüstriyel gelişimlerini metropol ekonomilerinin belirli ihtiyaçlarına tabi kılarak yerli sermayenin gelişimini durdurmuş ve yerli egemen sınıfın en gerici ve itaatkar unsurlarına arka çıkmıştır. Marks’ın beklentisinin aksine, kapitalizmin sömürgelerde kendisinin bir yansımasını yaratmamış olmasının nedeni budur. Sömürge ve yarı-sömürgelerde kendi burjuva devrimler ve sağlıklı endüstriyel zeminleriyle tam olarak oluşmuş bağımsız ulusal sermayeler yerine, politik ve ekonomik düzeylerde sakat doğmuş, zayıf burjuvalarıyla, yabancı çıkarlarına hizmet etmek için yolsuzca endüstrileşmiş, eski üretim biçimlerinin çürümesinin ağırlığı altında ezilen, metropol sermayelerinin çarpık karikatürleri olmuştur. Böylelikle emperyalizm azgelişmişliği yaratmıştır ve onu yok etmeyi asla tam olarak başaramayacaktır. Çünkü aynı zamanda geri kalmış bölgelerde ulusal burjuva devrimlerinin gerçekleşememesini sağlamıştır. Emperyalist gelişmenin bu derin yansımaların kökleri (ki bu yansımalar bugün ‘üçüncü dünya’ gittikçe barbarlığa gömülürken bile çok net görülmektedir) önemli ölçüde emperyalizmin pazar sorununu sömürge ve yarı-sömürgeleri kullanarak çözme çabasına uzanmaktadır. 2) Bukharin’e göre, Lüksemburg’un emperyalizm tanımı, uğruna savaşılacak kapitalist olmayan çevrenin bütün kalıntıları da tükendiğinde emperyalizmin artık var olmayacağını söylemektedir: “… bu tanımdan yola çıkarak, çoktan kapitalist olmuş bölgeler için yapılan savaşın emperyalist olmadığını söylemek büsbütün yanlıştır. … Aynı şekilde bu tanıma göre çoktan ‘ele geçirilmiş’ bölgeler için yapılan kavgalar da emperyalist değildir. Bir kere daha tanımın bu kısmı da tamamen yanlıştır. … Bu noktada Lüksemburg’un emperyalizm kavramsallaştırmasının savunulamazlığını göstermek için çarpıcı bir örnek verebiliriz. Ruhr bölgesinin Fransızlar tarafından işgalini (1923-24) kast ediyoruz. Rosa Lüksemburg’un bakış açısından bu (1)

‘kalıntılar’ ortada olmadığı için, (2) hiçbir kapitalist-olmayan çevre bulunmadığı için, (3) Ruhr bölgesi zaten işgalden önce emperyalist bir sahibin elinde bulunduğu için emperyalist olamaz.” (Emperyalizm ve Sermaye Birikimi, Bölüm 4, sf, 253) Bu argüman Paris’te yapılan en son enternasyonal konferansta CWO tarafından ortaya atılan şu naif soru da tekrar edilmiştir; “Etiyopya ile Somali arasında Ogedan Çölü için yapılan savaşta, kapitalizm öncesi ya da herhangi bir başka pazar nerede?” Böylesi sorular Lüksemburg’un son derece sığ bir kavranışına sahip olunduğunu göstermekten de öte, emperyalizmi “özünde uluslararası bir durum, bölünemez bir bütün” olarak değil de “bir ya da bir grup devletin yaratısı” olarak görmek gibi talihsiz bir eğilimi de sergilerler. Diğer bir değişle bu yaklaşım meseleye tekil ulusal sermayelerin parçalı bakış açısından bakıldığının göstergesidir. Eğer Bukharin, bizim tamamıyla alıntıladığımız, Lüksemburg’un Sermaye Birikimi’nin söz konusu pasajındaki ilk satırından sonrasına bakma zorluğuna katlanmış olsaydı görebileceği gibi, Lüksemburg’a göre kapitalizm dışı çeperin artan oranda tükenişi emperyalizmin sonu değil kapitalist devletler arasındaki emperyalist çelişkilerin çözülemez biçimde yoğunlaşması anlamına gelmektedir. Lüksemburg’un “emperyalizm yıkımı ve felaketi, bir var oluş biçimi olarak kapitalist gelişmenin çeperlerinden onun kalkış noktasına geri getirir” derken söylemek istediği budur. Emperyalizmin son aşamasında, kapitalizm, ‘barışçıl’ bir biçimde yeni alanlara genişleyemedikleri için her sermayenin ya da sermaye bloğunun rakibinin bölgelerini ve pazarlarını ele geçirmeye zorlandığı korkunç bir savaşlar dizisini içerisine çekilir. Savaş bütün sistemin hayatta kalma biçimi haline gelir. Elbette Lüksemburg kapitalist-olmayan çeperin bugünkü gibi önemsiz bir faktöre dönüşmesinden önce, proleter devriminin kapitalizme bir son vereceğini beklemişti. Kapitalizmin böylesi bir çeperin yokluğunda ölümünü ertelemeyi nasıl becerdiğinin açıklaması başka yazının konusu olabilir.


Emperyalizm üzerine

Fakat, emperyalizmin “sermayenin küresel gelişmişliğinin bir ürünü, özsel olarak uluslar arası bir durum, parçalanamaz bir bütün” olarak var olmaya devam ettiğini gördüğümüz sürece, Lüksemburg’un tanımının hala geçerli olduğunu da görebiliriz. Doğrudan kapitalizm öncesi kalıntılar için yürütülen bir mücadele olmak yerine, bugün emperyalist fetih ve egemenlik politikalarının, dışsal pazarların neredeyse tamamen ortadan kalktığı bir dönemde yürütülmesi ölçüsünde, bu tanımın sadece yenilenmeye ihtiyacı vardır. Vurgulanması gereken önemli bir nokta varsa o da, sermayenin her belirli parçasını emperyalist bir tarzda davranmaya zorlayan, dünya sermayesinin evrimindeki küresel değişimdir. Bukharin’in itirazına geri dönersek, her emperyalist çatışma da ‘kapitalistolmayan çeperlerin’ arayışı içerisinde olmak anlamsızdır, çünkü genişleyebilecek dışsal bir pazar ihtiyacı içerisinde olan bir bütün olarak sermaye, küresel sermayedir. Tekil kapitalistler için diğer kapitalistler ve işçiler kendi ürünleri için mükemmel birer pazar oluştururlar. Benzer şekilde tekil bir ulusal sermaye için, rakip bir kapitalist ulus kendi artı değerini emdirmek için kullanılabilir. Emperyalist devletlerin uğruna savaştığı pazarların hepsi kapitalizm öncesi toplumsal ilişkilerin var olduğu pazarlar değildir ve geçmişte de böyle olmamıştır ve bu tarz pazarlar dünya sermayesine eklemlendikçe bu durum giderek bu şekilde gerçekleşir. Hatta emperyalistler arası bütün mücadeleler doğrudan birer pazar mücadelesi bile değildir. Bugünün durumunda, ABD ve Rusya arasındaki küresel karşıtlık dünya pazarının ilerici bir şekilde yayılmasının imkânsızlığı tarafından koşullandırılmaktadır. Fakat ABD ve Rusya’nın dış politikasının birçok –belki de çoğu- yönü diğer blok üzerindeki stratejik ve askeri avantajları korumak hedefi temelinde şekillendirilmektedir. Örneği İsrail ABD ya da Küba Rusya için pazar olarak pek bir anlam ifade etmez. Bu ‘uçbeylikleri’ varlıklarını, onlara arka çıkanlara belirli maliyet karşılığında sağladıkları stratejik ve politik değerlerine borçludurlar. Daha küçük bir ölçekteki bir örnek için, Vietnam’ın Kamboçya’nın pirinç tarlalarını yağmalamasına bakabiliriz. Vietnam’ın tek yaptığı sadece yağmadır. Gerçekten

29

de Kamboçya Vietnam endüstrisi için pek de bir ‘pazar’ değeri taşımamaktadır. Fakat Vietnam, Kamboçya’nın pirinç tarlalarını yağmalamaya zorlanmıştır, çünkü kendi endüstriyel duraklaması, tarım sektörünün Vietnam toplumu için yeterli gıda üretmesini engellemiştir. Ve Vietnam’daki bu endüstriyel duraklama, dünya pazarının artık genişleyemediği, çoktan paylaşılmış olduğu ve bu paylaşımının sonradan gelenlere yer bırakmadığı gerçeği tarafından üretilmiştir. Bir kere daha görebiliriz ki bu sorunların anlamlı gelebilmesi için küresel bir kalkış noktasından hareket etmek gerekmektedir. Politik Sonuçlar: Emperyalizm ve Ulusalcı Savaşların İmkânsızlığı Emperyalizm üzerine yapılan teorik tartışmalardaki pratik mevzular her zaman tek bir sorun etrafında dönmektedir; Lenin’in iddia ettiği gibi emperyalist dönemde devrimci ulusal savaşların gerçekleşmesi daha mı olasıdır, yoksa Lüksemburg’un iddia ettiği gibi bu dönem onları imkânsız mı kılmaktadır? Bize göre tarih Lüksemburg’un şu iddiasını tartışmasız biçimde haklı çıkarmıştır; “Tıpkı ekonomik rekabetin yasalarının bireysel üreticinin üretim koşullarını belirlemesi gibi, günümüz kapitalist politikalarını genel eğilimi de, tıpkı görünmez bir yasa gibi, tekil devletlerin politikalarını belirlemektedir.” Ve bu da şu sonuca götürür; “Böylesi bir emperyalizmin salı verildiği bir çağda, ulusalcı savaşlar artık mümkün değildir. Ulusal çıkarlar, sadece halkın emekçi kesimlerini, ezeli sınıf düşmanlarının, emperyalizmin egemenliği altına sokacak bahane olarak işlev görebilirler.” (Junius Kitapçığı) İlk alıntı bu tarihsel dönemde aşağıdaki uygulamalarda somutlaşmakta ve bunlar da ikinci alıntıyı doğrulamaktadır. a) Her ulus, her hırslı burjuvazi, egemen emperyalist bloklardan biriyle ittifak içerisine girmek zorunda kalmakta ve dolayısıyla dünya emperyalizminin ihtiyaçlarını gidermek ve bunlara uyum sağlamak zorundadır. Yine Lüksemburg’un sözleriyle; “Egemen sınıfları büyük devletlerdeki ortaklarının suç ortağı olan küçük

uluslar, tıpkı savaş zamanlarında basit aletler gibi kullanılıp savaş sonrasında kapitalist çıkarlar uğruna kurban edilen kendi işçi sınıfları gibi, büyük güçlerin emperyalist satranç tahtasındaki piyonları oluştururlar ve bu emperyalistler tarafından kullanılırlar.” (Junius) Lenin’in ‘ezilen ulusların’ isyanıyla emperyalizmin zayıflayabileceği yönündeki umutlarının aksine, bu dönemdeki bütün ulusal mücadeleler, büyük güçlerin karşı konulamaz egemenliği tarafından emperyalist savaşlara dönüştürüle gelmiştir. Lenin’in de fark ettiği gibi, emperyalizm bütün dünyanın büyük kapitalist devletler tarafından paylaşılması yoluyla sadece şunu dayatmıştır; “gelecekte sadece yeniden paylaşım mümkündür. Yani nüfuz alanları, sahipsiz alanlar bir sahibin kontrolüne geçmektense sadece bir ‘sahip’ten diğerine geçebilir” (Emperyalizm, Lenin). Son altmış yılın deneyimi gösteriyor ki Lenin’in ‘nüfuz alanlarına’ uyguladığı, aynı zamanda bütün uluslara da uygulanabilir. Hiçbiri emperyalizmin kıskacından kaçamaz. Bu dünyanın kalıcı bir şekilde kurulmuş iki emperyalist bloğa bölündüğü 1945’ten bu yana açıkça ortadadır. Krizler derinleşip bloklar kendilerini sağlamlaştırdıkça, Japonya ve Çin gibi kapitalist devlerin bile itaatkârca Amerikan efendilerinin idaresi altına girmek zorunda kalacağı açıklaşmaktadır. Böylesi bir durumda, es sömürge bölgelerinin kronik bir biçimde zayıflıktan kıvranan ülkelerinin ulusal kurtuluş savaşı verebileceğine dair nasıl bir yanılsama olabilir? b) Her ulus 12 düşmanlarına karşı emperyalist bir tavır ile hareket etmeye zorlanmaktadır. Egemen bir bloğun altına girmişken bile, her ulus diğerini, daha küçük ulusları egemenliği altına almaya çalışır. Lüksemburg bu olguya 1. Dünya Savaşı esnasında Sırbistan örneği üzerinden işaret etmiştir; 12

‘Her ulus emperyalisttir’ dediğimizde bir genelleme yaptığımız ortadadır ve hiçbir emperyalist suç işlememiş gibi görünen şu ya da bu örneklerin istisnaları bulunabilir, fakat bu tarz istisnalar temel noktayı haksız çıkarmazlar. Bu sorundan “Hani Seyşeller’in, Monako’nun ya da San Marino’nun emperyalizmi?” türü basmakalıp sorular ortaya atılarak da kaçılamaz. Bizi burada küçük vergi cennetleriyle ya da tarihin şakalarıyla değil, bağımsız olmasa da dünya pazarında ayırt edilebilir bir varlığı ve etkinliği olan ulusal sermayeler ilgilendiriyor.


30

“Sırbistan biçimsel olarak bir ulusal savunma savaşı içerisinde gibidir. Fakat onun monarşisi ve egemen sınıfı, tıpkı bütün modern devletlerin egemen sınıfları gibi, yayılmacı bir heves ile dolup taşmaktadır. … Sırbistan bugün Arnavutların sırtından savaşan İtalyanlar ile gerçek bir emperyalist mücadele içerisinde, Adriyatik kıyılarına ulaşmaktadır.” (Junius) Dünya pazarının boğulmuş haldeki durumu, çöküş dönemini, herkesin herkese karşı savaşı yapmıştır. Bu gerçeklikten kaçabilmek bir yana, küçük uluslar kendilerini bu duruma tamamen uyumlu kılmaya zorlanmaktadır. Daha geri sermayelerin aşırı militarizasyonu, azgelişmiş bölgelerdeki yerel devletler arasında sıklıkla patlak veren savaşlar, bütün bunlar, bugünün emperyalist politikalarından “hiçbir devletin kendini kurtaramayacak” oluşunun kronik göstergeleridir. CWO’ya göre “bütün ülkelerin emperyalist olduğu fikri emperyalist bloklar fikrinin altını oymaktadır.” (RP12) Fakat bu sadece ‘bağımsız’ güçlerin emperyalist olabileceğinde ısrar ederek tartışmanın önceden daraltılması halinde böyle anlaşılabilir. Her ulus kendisini şu ya da bu emperyalist bloğa dahil etmek zorunda ise de, böyle yapmalarının nedeni kendi emperyalist çıkarlarını savunmalarının tek yolunun bu olmasıdır. Söz gelimi bloklar içerisindeki çatışma ve krizler ortadan kalkmamış (1974’teki TürkYunan savaşı düşünüldüğünde bunlar açık savaş biçimini bile alabilmektedir), sadece daha baskın bir çatışmanın arkasında ikinci planda kalmışlardır. Emperyalist bloklarda tıpkı diğer bütün burjuva ittifakları gibi, asla gerçek anlamda birleşik ve uyumlu olamazlar. Durumu böyleymiş gibi sunmak, ya da en azından daha zayıf ulusları egemen güçlerin sadece kuklası gibi sunmak, bloklar içerisinde –sadece zayıf ulusların kendileri arasında değil ama zayıf uluslar ile egemen güçlerin ihtiyaçları arasında da- ortaya çıkan gerçek çelişki ve çatışmaları anlamayı imkânsız kılar. Bu çatışmaların çoğu zaman egemen devlet lehine çözülmesi onları daha az gerçek yapmaz. Benzer şekilde, daha küçük ulusların emperyalist çabalarını görmezden gelmek, bu devletler arasında patlak

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

veren savaşları net bir şekilde açıklamayı imkânsız kılar. Bunların blokların çıkarlarını savunmak için istisnasız bir biçimde kullanılıyor olması, Washington ya da Moskova’daki gizli kararların ürünü oldukları anlamına gelmez. Bu çatışmalar, bölgesel devletleri emperyalist tepkiler vermeye zorlayan sorunlardan, yerel-bölgesel düzeydeki gerçek gerilim ve sorunlardan doğarlar. CWO’nun savunduğu gibi, sadece ‘emperyalist eğilimleri’ olabileceğini söylemek, komşusu Kamboçya’yı işgal eden, hükümetini deviren, kukla bir hükümet atayan, ekonomiyi yağmalayan ve kendi hegemonyası altında bir ‘HintÇini Federasyonu’ kurmak için zorlayan, Vietnam’ın durumunda pek de bir anlam ifade etmiyor. Kısacası söz gelimi Vietnam sadece emperyalist bir açlık duymuyor; aynı zamanda komşularını yutarak bu açgözlü iştahını doyurmaya da çalışıyor! Eğer bu politikaların devrimci bir savaş veren bir işçi devletinin ifadesi olduğu fikrini ve Vietnam egemen sınıfının tarihsel olarak ilerici bir burjuva ulusal kurtuluş savaşı verdiği fikrini bir kenara bırakırsak, o zaman bu tür politika ve eylemler için kullanılabilecek tek bir söz kalıyor; o da emperyalizm. Ya Emperyalist Proleter Devrim

Savaş

ya

da

Eğer bütün ‘ulusal mücadeleler’ küçük ya da büyük emperyalistlerin çıkarlarına hizmet etmekteyse, o zaman bu tarihsel dönemde, ulusal savunma savaşlarından, ‘ulusal kurtuluştan’ ya da ‘devrimci ulusal’ hareketlerden bahsetmek imkânsız demektir. Şu halde Komünist Enternasyonal’in sömürge sorunu ve ulusal sorun üzerine aldığı tavırların tekrar öne sürülmesini reddetmek gerekmektedir. Örneğin Nucleo Communista İnternazionalista (Enternasyonalist Komünist Çekirdek NCI) az gelişmiş ülkelerde gerçek bir komünist parti bulunması durumunda Komünist Enternasyonal’in tezlerinin uygulanmasının mümkün olabileceğini savunur gibidir. Onlara göre metropol bölgelerin dışında “bağımsız ulusal devletlerin kurulması, ekonomik ve bölgesel bütünleşme, toprak reformu, millileştirmeler” hala enternasyonal proleter devrimin gelişmesi sürecinde

anlık görevler olabilir (‘Ulusal sorun ve sömürge sorununa yönelik yaklaşım üzerine notlar’, Paris’teki 2. Uluslar Arası Konferansın Notları. Vol.1). NCI’nin buradaki kaygısı, proletarya ve onun öncüsünün, bu bölgelerdeki ezilen kitlelerin toplumsal hareketlerine karşı tavırsız kalamayacağı ve bunların isyanlarına onları dünya komünist devrimine bağlayarak önderlik sağlaması gerektiği şeklinde ifade edilebilir. Bunlar oldukça doğrudur; Fakat proletarya aynı zamanda ‘ulusal’ unsurun ezilen ve sömürülen kitlelerden değil onları ezen ve sömürenlerden, burjuvaziden geldiğini de anlamak zorundadır. Bu isyanlar ‘ulusal’ hedefler için yürütülen bir mücadeleye sıkıştırıldığı anda, burjuvazinin alanına itilmiş olur. Ve bugünün tarihsel bağlamında ulusal demek emperyalist demektir; “Bugün ulus, emperyalist niyetleri örten bir pelerinden, emperyalist mücadelelerde atılan bir savaş narasından, kitleleri emperyalist savaşta piyon rolü oynamaya ikna etmek için kullanılan son ideolojik bir araçtan başka bir şey değildir.” (Junius) Bu ifadenin doğruluğu, Vietnam’dan Angola’ya, Lübnan’dan Nikaragua’ya kadar bütün sözde ‘ulusal kurtuluş’ hareketlerinin tarihinde ispatlanmıştır. İktidara gelişlerinden önce ve sonra, istisnasız bütün burjuva ulusal kurtuluş güçleri, büyük emperyalist güçlerden birinin ajanı gibi hareket etmektedir. Devleti ele geçirdikleri andan itibaren kendi küçük emperyalist hedeflerinin peşine düşmeye başlarlar. Dolayısıyla sorun, burjuva-demokratik, ulusal bir mücadele ‘anında’ ezilen kitlelerin isyanının liderliğini almak değil, onları burjuva ulusal alandan uzağa, proleter sınıf savaşımının alanına taşımaktır. Bugün ‘emperyalist savaşa iç savaşa çevir’ sloganı dünyanın her yerindeki proletaryanın sloganıdır. Bugünkü burjuva fraksiyonlarının hepsinin ve bunların bütün politik tasarılarının taşıdığı emperyalist nitelik, dünyanın en iyi komünist partisi tarafından dahi, anlık olarak bile geri çevrilebilecek bir şey değildir. Bu nitelik, nesnel olarak belirlenmiş toplumsal evrime dayanan, güçlü bir tarihsel gerçekliktir. Bu yüzden;


Emperyalizm üzerine

“Emperyalist savaşlar ve proleter devrimler çağı, artık üretici güçlerin gelişmesi için bir sıçrama tahtası işlevi görmek için inşa edilebilecek politik veya coğrafi bir zemin, halk kitlelerin desteğiyle kurulabilecek bir burjuva ulusal bütünlüğü olan, ilerici devletleri gerici devletlerin karşısına koyan bir çağ değildir. Bu çağda, burjuvazi ve sömürge egemen sınıfını birbirine düşüren sömürge savaşları gibi, zaten çok gelişmiş olan kapitalist üretici güçlerin gelişmesi için boşluk ve hava sağlayacak durumlar söz konusu değildir. Bu çağda, dünyayı tekrar tekrar bölüp paylaşan kurumlar olan emperyalist devletler, birbirlerine karşı faaliyetlerde bulunurlar ve sınıfsal karşıtlıklar ve ekonomik çelişkiler barındırdıkları için savaş dışında, yani faal olmayan üretici güçlerin ve üretimden dışlanmış sayısız proleterin devasa yok edilişi olan savaştan başka bir hamle yapma kabiliyetleri yoktur. Tarihsel tecrübe perspektifinden, döngüsel olarak hem kapitalist toplumu hem de ona bağlı olarak proleter politikayı etkileyen savaşların niteliği bu özel olarak bu savaşların ortaya çıkmasını sağlayan belirli koşullar değil, ekonomik gelişim düzeni ve sınıfsal çatışmanın olgunluğuna dayanan tarihsel bağlamdır." (Jehan, op cit) Bugünün tarihsel bağlamında bütün savaşların, fetih politikalarının, kapitalist devletler arasında rekabete dayanan bütün ilişkilerin emperyalist bir doğası olduğu sonucuna varıyorsak, bu Bukharin’i savaşların ve fetih politikalarının niteliğini “savaş ile hangi üretim ilişkisinin yayıldığı ya da genişlediğine” bakarak yargılamak şeklinde meşrulaştırdığı şartından dolayı gücendirmek için değildir. Yapmaya çalıştığımız emperyalizm teriminin kullanım alanını aşırı genişleterek onu belirsizleştirmek değil. Eğer marksistler ulusal savaşları hala üretici güçleri geliştirmenin temeli olmaya hizmet edebilecek şekilde, kapitalist üretim ilişkilerini geliştiren ilerici bir işlevi olan savaşlar olarak tanımladılar ise, bunu bu tür savaşları emperyalist savaşlar ile, daha ileri gelişmelerin önünde bir engele dönüştüğü bir tarihsel dönemde kapitalist ilişkilerin korunmasına hizmet ettikleri için

31

tarihsel olarak gerici savaşlar ile kıyasladıkları için bu şekilde ifade edebildiler. Bugün, burjuvazinin bütün savaşları ve dış politikaları çürümüş, çöküş içerisindeki bir üretim biçiminin korunması uğrunadır. Dolayısıyla bütün bunlar meşru ve haklı bir biçimde emperyalist olarak tanımlanabilir. Gerçektende gelişim çağındaki kapitalizm ile kıyaslandığında çöküş içerisindeki kapitalizmin en belirgin işaretlerinden biri; “Gelişme dönemindeki kapitalizm için savaşlar pazarın gelişmesini güvence altına almak, dolayısıyla da üretim araçlarının üretimini güvence altına alma işlevi görürken, çöküş döneminde üretim temel olarak yıkım araçlarının üretimi yönünde işlemektedir. Kapitalist toplumun çöküşü kendisini, gelişme dönemindeki ekonomik gelişmeye hizmet eden savaşların tersine, savaşa yönelik bir ekonomik etkinlikle karşı karşıya olduğumuz bugünkü durumda çarpıcı bir biçimde göstermektedir…” (Uluslar Arası Durum Üzerine Rapor, Gauche Communiste de France, 1945) Her ne kadar kapitalist üretimin amacı hala artı-değer üretimi olsa da, ekonomik etkinliğin artan oranda savaşın ihtiyaçlarına tabi olması, sermayenin kendisini yatsıma yönündeki bir eğilimini göstergesidir. Burjuvazinin kar hırsından doğmuş olan emperyalist savaş, karlılığın ve değişimin egemenliğinin gittikçe eridiği ve rüzgara karıştığı bir sürece girmiştir. Kar zarar hesapları ve normal alım satım ilişkileri, sermayenin öz yıkımına doğru çılgın koşusuna başlamasının arifesinde, unutulmuştur. Bugün insanlık sermayenin kendi kendini katletmesinin mantıksal sonuçlarıyla karşı karşıyadır. Bütün insan ırkını yok edebilecek nükleer bir yıkım bunlardan sadece biridir. Sermayenin kendisini savaş yoluyla yadsıması yönündeki bu eğilime, toplumun evrensel militarizasyonuda eşlik etmektedir. Bu süreç bütün korkunçluğuyla üçüncü dünya ve Stalinist rejimlerde bariz olarak gerçekleşmekte olduğu kadar, burjuvazi bir yolunu bulabilirse, pek yakında ‘demokratik’ batıdaki işçiler için de gerçekleşecektir. Bugün bütün ülkelerdeki emperyalizmin aşağılık gerçeği, bütün ekonomik, toplumsal ve politik yaşamın savaşın ihtiyaçlarına tabi olmasıdır. Rosa Lüksemburg’un 1915’te ortaya koyduğu ikilem, her

zamankinden de fazla dünya işçi sınıfının karşısına dikilmiş durmaktadır: “Ya emperyalizmin zaferiyle birlikte, antik Roma’da olduğu gibi bütün kültürün yıkımı, nüfusun kıyımı, sefalet, yozlaşma, kısacası dev bir mezarlık, ya da emperyalizme karşı enternasyonal proletaryanın bilinçli mücadelesi ve sosyalizmin zaferi.” (Junius Kitapçığı)


32

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Çürüme üzerine tezler Amerika Birleşik Devletleri’nde 6000 kişinin ölümüne yol açan 11 Eylül terörist saldırıları, bunları takip eden yeni savaş gibi, kapitalizmin içine saplandığı barbarlığın yeni ve trajik göstergeleridir. “New York’tan dünyaya; kapitalizm ölüm yayıyor” adlı makalede açıkladığımız gibi, bu barbarlık, 1. Dünya Savaşı ile birlikte çöküş dönemine girmiş olan kapitalizmin, on yıldan fazla bir süredir, temel niteliği toplumun parçalanması ve çürümesi olan çöküş sürecinin daha da ağırlaştırılmış bir formunda olduğu gerçeğinin göstergesidir. Kapitalizmin çöküşünün bu yeni formunun önemini 1980’lerin sonundan beri vurgulamaktayız (Buna dair ilk yazımıza, 1989’un 2. çeyreğinde International Rewiev’ın 57. Sayısında yayımlanan “Kapitalizmin çürümesi” adlı yazıya bakabilirsiniz). 1990’da, Doğu Bloğunun çöküşünün hemen ardından, Rewiev’in 62. Sayısında yayımlanan ”Tezler” ile birlikte analizimizi daha sistematik hale getirdik. Her zamankinden daha güncel olduğuna inandığımız bu yazıyı, burada yeniden basıyoruz. Bu tezler özellikle, dünya çapında devletlerarası çatışmalarda terörizmin gittikçe daha fazla kullanılmasının ve Dünya Ticaret Merkezi saldırılarıyla açıkça gözler önüne serilen, umutsuzluğun, nihilizmin ve dinsel bağnazlığın yükselişinin anlaşılması için bir çerçeve sağlıyorlar. Bu aynı zamanda bugün çürümenin farklı ifadelerinin işçi sınıfı bilincinin gelişmesinin önünde önemli bir engel olduğu gerçeğini de irdeliyor. Bunu, bugün burjuvazinin, özellikle ABD’de ama aynı zamanda diğer ülkelerde de, işçi sınıfını “ulusal birlik” adına susturmak üzere New York saldırılarının yarattığı duygu ve korkuları kullanma biçiminden görebiliriz.

Tezler Bize göre, Emperyalist Doğu Bloğu’nun çöküşü, kapitalizmin çöküş döneminin yeni bir evresine, genel toplumsal dağılma-çürüme dönemine, girdiğini doğruladı. Doğudaki bu olaylardan önce bile, EKA bu dönemi vurgulamaya ve açıklamaya çalışmıştı. Bu gelişmeler ve dünyanın emsalsiz bir istikrarsızlık dönemine girmesi, devrimcilerin, bu olgunun, onun nedenlerinin ve sonuçlarının analizine ve bu yeni tarihsel durumda neyin riskte olduğunun

belirtilmesine çok gerekli kılıyor.

önem

vermesini

1) Bütün geçmiş üretim biçimleri birer yükselme ve çöküş döneminde geçtiler. Marksizm açısından, ilk dönem üretim ilişkileri ile toplumun üretici güçlerinin gelişmişlik düzeyi arasında bir uyuma karşılık gelirken, ikinci dönemde üretim ilişkilerinin bu gelişmeyi içermek için fazla dar hale gelmesini ifade eder. Bordigistlerin sapkınlıklarının aksine, kapitalizm bu kurala bir istisna oluşturmaz. Bu yüzyılın başından ve özellikle de 1. Dünya Savaşından beri devrimciler, bu üretim biçiminin, çöküş dönemine girmiş olduğunu ortaya koymuşlardır. Ne var ki, kapitalizmin basitçe önceki üretim biçimlerinin yolundan gittiğini söylemekle yetinmek yanlış olurdu. Kapitalizmin çöküşü ile önceki toplumların çöküşü arasındaki temel farkların altını çizmek de ayrıca önemlidir. Gerçekte, onu 20. yüzyılın başından beri izlediğimiz şekliyle kapitalizmin çöküşü, -eğer böyle söylemek mümkünse- aslında bir “ultraçöküş” dönemidir. Önceki toplumların (feodalizm, Asyatik despotluk) çöküşüyle kıyaslandığında, tamamen farklı bir düzeydedir; çünkü * kapitalizm, tarihte, dünya çapında var olan ve bütün gezegeni kendi yasalarına tabi kılan ilk toplumdur. Dolayısıyla onun çöküşü, bütün insan toplumunu belirler. * geçmiş toplumlarda, eskisinin yerini alacak olan yeni üretim ilişkileri, toplumun içerisinde eskilerinin varlığında gelişebilirken –bu durumda belli bir ölçüde toplumsal çöküşün etkilerini ve ölçeğini sınırlandırmıştır-, kapitalist toplumdan sonra ortaya çıkabilecek olan tek toplum olan komünist toplum, hiçbir şekilde kapitalizm altında gelişemez. Bundan dolayı, burjuva sınıfı şiddet yoluyla alaşağı edilmeden ve kapitalist üretim ilişkilerinin kökü kazınmadan, toplumun yeniden canlanması imkânsızdır. * kapitalizmin çöküşünün kökeninde yatan ekonominin tarihsel krizi, geçmiş toplumlarda olduğu gibi üretim azlığı sorunundan değil, tersine üretim fazlası sorunundan kaynaklanır. Bunun (özellikle üretici güçlerin dev potansiyeli ve dünya çapında var olan

vahşi sefalet arasındaki devasa farkta açığa çıkan) etkisi, bütün çöküş içerisindeki toplumlara has olarak, toplumun barbarlığın derinliklerine çekilmesi şeklinde kendisini gösterir; ancak şiddeti geçmişteki örnekleriyle kıyaslanamayacak düzeydedir. * devlet kapitalizmi yönündeki tarihsel eğilim, yani çöküş dönemlerine has bir şekilde devletin aşırı gelişmesi tam biçimine şu şekilde ulaşmıştır; sivil toplumun devlet tarafından bütünüyle yutulması. * askeri mücadele, önceki çöküş dönemlerinde belirleyici olmuşsa da, bunlar kapitalist toplumu şimdiden iki kere harap etmiş olan dünya savaşlarıyla kıyaslanamaz. Son tahlilde, kapitalist toplumunki ile önceki toplumların çöküşü arasındaki kapsam ve derinlik farkı, basitçe bir nicelik sorununa indirgenemez. Çünkü bu niceliğin kendisi, yeni ve farklı bir niteliğe işaret etmektedir. Kapitalizmin çöküşü; * insanın insan tarafından sömürüsüne dayanan, kıtlığa ve ekonominin sınırlılıklarına tabi olan son sınıflı toplumun çöküşüdür, * Ve aynı zamanda insanlığın varlığına karşı oluşan, bütün insan ırkını yok edebilecek ilk tehdittir. 2) Çürümenin unsurları bütün çöküş içerisindeki toplumlarda bulunabilir; örneğin, toplumsal bedenin parçalanması, onun politik, ekonomik ve ideolojik yapılarının çürümesi v.s. Aynı durum, çöküş döneminin başlamasından beri kapitalizm için de geçerlidir. Ne var ki, tıpkı önceki toplumlarınki ile kapitalizmin çöküşü arasındaki farkı ortaya koymak gerektiği gibi, kapitalizmin yüzyıl dönümünden beri taşıdığı çürüme unsurlarıyla, sistemin bugün yaydığı ve sadece daha da kötüye giden genelleşmiş çürüme arasındaki temel ayrımı belirginleştirmek de yaşamsaldır. Bu durumda da, toplumsal çürüme olgusu, katı niceliksel yanından tamamen farklı olarak, öyle bir yaygınlık ve genişliğe ulaşmıştır ki yeni ve farklı bir nitelik almıştır. Bu niteliksel farklılık ise, çöküş içerisindeki kapitalizmin, kendi tarihinin yeni ve son aşamasına girdiğini ortaya koymaktadır.


Çürüme üzerine tezler

3) Aslında, tıpkı kapitalizmin kendisi farklı tarihsel dönemlerden geçtiği gibi (doğuş-yükseliş-çöküş), kapitalizmin bütün bu dönemlerinin de kendi çeşitli evreleri bulunmaktadır. Örneğin kapitalizmin yükseliş dönemini, birbirini takip eden, serbest pazar, hisse sahipliği, tekel, finansal sermaye, sömürgecilik ve dünya pazarının oluşumu gibi evrelere ayırabiliriz. Benzer şekilde, çöküş döneminin de şöyle bir tarihi vardır; emperyalizm, dünya savaşları, devlet kapitalizmi, sürekli kriz ve bugün çürüme. Kapitalizmin farklı ve birbirini takip eden bu yansımaları, her ne kadar kendi dönemlerinden önce ve sonra varlık göstermiş olsalar bile, her biri kapitalizmin farklı evreleri niteler. Örneğin her ne kadar, ücretli emek, feodalizm ve hatta Asyatik despotluk altında var olduysa da (tıpkı köleliğin ve serfliğin kapitalizm altında var olmaya devam etmesi gibi), ancak kapitalizmde, ücretli emek toplumda hakim bir konuma geçmiştir. Benzer biçimde, emperyalizm, kapitalizmin yükseliş döneminde de var olmuş olsa da, dönemin devrimcileri tarafından kapitalizmin çöküş dönemiyle tanımlanacağı ölçekte, uluslararası ilişkilerde ve genel olarak toplumda belirleyiciliğini ancak çökmüş döneminde kurmuştur. Bu yüzden, kapitalist toplumun çürümesi basitçe devlet kapitalizmi ve sürekli kriz evrelerini kronolojik olarak takip eden bir evre değildir. Kendisinden sonraki dönemlere de damgasını vuran çöküş içerisindeki kapitalizmin çelişkileri ve ifadeleri zaman içerisinde kaybolmak yerine, daha da derinleşerek varlığını sürdürdüğü ölçüde, çürüme dönemi de, tarihsel olarak mahkûm olmuş bir üretim biçiminin 75 yıllık can çekişmesini tamamlayan, ölümcül bir sistemin bütün özelliklerinin birikimi olarak ortaya çıkıyor. Çürüme evresinde, devletlerin emperyalist doğası, dünya savaşı tehdidi, sivil toplumun devlet Molok’u tarafından yutulması ve kapitalist ekonominin sürekli krizi gibi durumlar sadece somut olarak var olmaya devam etmiyorlar, aynı zamanda bir senteze ulaşarak çürüme içerisinde mutlak sonuçlara da

33

varıyorlar. Bu anlamda, çürüme şunların sonucu olarak değerlendirebilir: * temel niteliklerinden biri toplumu inanılmaz bir hızda dönüştürmek olan bir sisteminin (Asyatik despotizmin 100 yılı kapitalizminin yaşamının 10 yılına denk denebilir) çöküş içerisinde olduğu sürenin uzunluğu (70 yıl, yani endüstri devriminden uzun bir süre), * ve bu çöküşün ortaya çıkardığı çelişkilerin birikimi. Çürüme, yüzyılın başından beri, krizsavaş-yeniden yapılanma-yeni kriz şeklindeki cehennemi bir döngü içerisinde, toplumu ve onun içerisindeki değişik sınıfları sarsan, bütün akıl almaz sarsıntıların nihai kesişme noktasını oluşturuyor: * başlıca ülkelerin önemli bir kısmını kırıp geçiren ve insanlığın tümüne eşi benzeri görülmemiş vahşilikte darbeler vurmuş olan iki emperyalist katliam, * en rezil karşı devrim (Stalinizm ve Faşizm) ile en sinik karşıdevrim (“demokrasi” ve anti-faşizm) içerisinde ölen dünya burjuvazisini titretmiş bir devrimci dalga, *Mutlak sefaletin periyodik olarak geri dönüşü ve işçi sınıfı için, daha önceden ortadan kalktığı sanılan inanılmaz oranlardaki sefalet, * İnsanlık tarihindeki en yaygın ve ölümcül kıtlıklar, * Kapitalist ekonominin 20 yıldır süre giden açık krize dalışı ve burjuvazinin, işçi sınıfını kontrol etmekteki güçsüzlüğü nedeniyle, bu krizi (elbette bir çözüm olmayan) mantıki sonucuna, yani savaşa taşımaktaki güçsüzlüğü. 4) Özellikle bu son nokta, tamamen yeni, özel ve öncülü olmayan bir unsur olması nedeniyle çöküş içerisindeki kapitalizmin kendi tarihi içerisinde yeni bir döneme, yani çürüme dönemine, girişini son tahlilde belirlemiştir. İkinci dünya savaşı sonrası yeniden yapılanma döneminin bitmesinin bir sonucu olan, 1960’ların sonunda gelişen açık krizler, bir kere daha tarihsel alternatifin önünü açtılar; dünya savaşı ya da genelleşmiş sınıf savaşımının proleter devrime yönlendirmesi. 1930’ların açık krizlerinin aksine, mevcut krizler işçi sınıfının artık karşı devrimin ağırlığı altında ezilmediği bir dönemde gelişti. İşçi sınıfı tarihsel olarak yeniden kendisini gösterdiği 1968 ve sonrasında,

burjuvazinin bir 3. Dünya Savaşı için serbestçe karar alamayacağını ispatladı. Ne var ki, proletarya dünya savaşını engelleyebilecek kadar güçlü olduysa da, şu nedenlerden dolayı kapitalizmi hala alaşağı edemiyordu: * krizlerin geçmişe oranla çok daha düşük bir ritim ile gelişmesi, * karşı-devrimin süresi ve derinliği yüzünden geçmişin örgütleriyle organik bağın kopması nedeniyle, proleter sınıf bilincinin ve politik örgütlerinin gelişiminin engellenmesi. Toplumun iki belirleyici ve antagonist sınıfının birbiri karşısında kendi nihai tepkisini dayatamadığı böylesi bir durumda bile tarih duraklamayacaktır. Üstelik kendisinden önceki toplumsal biçimlerin aksine, kapitalizmde toplumsal hayatın “donması” ya da “durgunlaşması” da pek söz konusu olamaz. Kriz güdümlü kapitalizmin çelişkileri sadece daha da derinleşebileceğine göre, burjuvazinin toplumun geneli için en küçük bir perspektif bile sunamaması ve proletaryanın anlıkta olsa kendi perspektifini ortaya koyamayışı, sadece genelleşmiş bir çürüme durumuna yol açabilir. Kapitalizm şu anda ayakları üzerinde çürümektedir. 5) Aslında hiçbir üretim biçimi, egemen olduğu toplumum tümüne bir perspektif sunamadığı durumda, toplumsal uyumu güvence altına alıp, istikrarlı bir zeminde var olmayı sürdüremez, yaşayamaz ya da gelişemez. Ve bu durum, tarihteki en dinamik üretim biçimi olan kapitalizm için özellikle geçerlidir. Kapitalist üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesi için uygun bir çerçeve sunduğunda, kapitalist toplumun tarihsel gelişim perspektifi insanlığın tümüyle bütünleşebilmekteydi. Bu koşullar altında, egemen sınıfın (özellikle de ulusal) fraksiyonları içerisindeki düşmanlıklara ya da sınıf çelişkilerine rağmen, toplumsal hayatın geneli büyük sarsıntılar geçirmeksizin gelişebilmişti. Ne zaman ki üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engele dönüştüler, o zaman toplumsal hayatın gelişimi önünde de engel haline geldiler ve böylece de toplumun çöküş sürecine girmesine yol açtılar.


34

* “kutsal birlik”, ulus devletin erişimindeki bütün ekonomik, politik, askeri güçlerin, “uygarlığın”, “anavatanın savunulmasına” vs. yönlendirilmesi, * “Bolşevik barbarlık canavarına” karşı, “uygarlığın savunucularının” ve “demokratların birliği”, * Savaşın yol açtığı yıkıntıyı yeniden inşa edebilmek için ekonomik hareketlenme, *Nazi Almanyası’nın “yaşam alanı”nın fethi politikası için ya da diğerlerinin “faşist tehdit”e karşı, ideolojik, politik, ekonomik ve askeri hareketlenmesi. Bütün bu perspektiflerden hiçbirinin, kapitalizmin çelişkilerine “çözüm” olmadığını söylemeye bile gerek yok. Ne var ki, bunların tümü, burjuvazi için şu “gerçekçi” hedefi içeriyordu; ya sınıf düşmanının, yani proletaryanın tehdidinden kendi sistemini korumak, doğrudan dünya savaşına hazırlanmak ve onu çıkarmak ya da savaş sonrası bir ekonomik yeniden yapılanma. İşçi sınıfının henüz kendisi ve tek “gerçekçi” perspektif olan komünist devrim için kavgaya girişemediği, burjuvazinin ise kısa erimli de olsa kendisine has en küçük bir perspektif ortaya koyamadığı bir tarihsel anda; burjuvazinin çöküş döneminin önceki evrelerinde sahip olduğu, çürüme olgusunu sınırlandırma ve kontrol etme becerisi, krizlerin sürekli darbeleri altında sönümlenir. Bugünün açık kriz durumu işte bu yüzden, 1930’lardaki öncülünden radikal bir biçimde farklıdır. 1930’ların büyük buhranının bir çürüme dönemine yol açmamış olması, basitçe bugünkünün 20 yıl sürmüş olup onun sadece 10 yıl sürmüş olmasıyla açıklanamaz. Her şey bir yana, burjuvazi, o gün için bir “karşılık” verebilmiştir. Elbette, bu “karşılık”, belirginleştiğinde insanlık tarihinin en büyük felaketini getirmiş, neredeyse intihara götürecek düzeyde, inanılmaz ölçüde vahşi olmuştu. Ne var ki, proletaryanın herhangi bir önemli karşı çıkışının yokluğunda, bu, burjuvazinin etrafında toplumun üretici, politik, ideolojik aygıtlarını örgütleyebildiği bir kutup olabilmişti. O güne kıyasla bugün, tam da proletarya böylesi bir “karşılığı” 20 yıldır gerçekleşmekten uzak tutabildiği için, burjuvazi, felakete doğru adım adım yaklaşmak dışında, gelişen krizlere dair hiçbir ortak hedef etrafında, toplumun değişik kesimlerini hatta egemen sınıfınkileri bile, harekete geçirememektedir.

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

6) Dolayısıyla, her ne kadar çürüme evresi, kapitalist çöküşün birbiri ardına gelen çelişkilerinin ve ifadelerinin bir sentezi, sonucu olarak görünüyorsa da; * çürüme evresi tamamen kriz-savaşyeniden yapılanma-yeni kriz döngüsünün içerisindedir; * çürüme evresi, bütün çöküş dönemlerinin tipik bir unsuru olan ve 20 yıldır açık krizin ağırlaştırıcı unsurlarından biri olan askeri batağın içerisinde sürünmektedir; * bu evre, emperyalist bloklar düzeyinde, özellikle devlet kapitalisti önlemler sayesinde, burjuvazinin (1930’ların krizi sonrasında edindiği) çöküşün ritmini düşürme becerisinin bir sonucudur; * bu evre, aynı zamanda egemen sınıfın iki dünya savaşı esnasında edindiği deneyimlerin sonucu olarak, proletaryanın etkin politik katılımı olmaksızın, dünya çapındaki bir emperyalist cepheleşme macerasından kaçınmasının bir sonucudur; * bu evre son olarak, bugünü işçi sınıfının, hem karşı-devrimin tuzaklarını atlatabilmiş olmasının, hem de yine bu aynı karşı-devrim nedeniyle var olan politik olgunlaşmamışlığın bir sonucudur. Çürüme evresi, temel olarak, öngörülememiş ve eşi benzeri görülmemiş tarihsel koşullar tarafından belirlenir. Bu durum, iki temel sınıfın, her birinin diğerinin kapitalist krize mutlak bir cevap vermesini engelleyerek, karşılıklı olarak birbirlerini “etkisizleştirmelerinin” sonucu olarak oluşan geçici bir “toplumsal pat” durumudur. Dolayısıyla, çürümenin ifadeleri, evriminin koşulları ve sonuçları da ancak bu etken göz önünde bulundurularak kavranabilir. 7) Eğer çürümenin esas niteliklerini, bugün belirdikleri şekilleriyle düşünecek olursak; perspektif yokluğunun, hepsinin temel belirleyeni olduğunu görebiliriz; * tarımsal üretimin yıkımı ve büyük tarım alanlarının ekim dışı bırakılmaya zorlanmasıyla birlikte, “Üçüncü Dünya”da kıtlığın hızla artması durumunda, * “Üçüncü Dünya”nın, yüz milyonlarca insanın kanalizasyon faresi gibi yaşamını sürdürmeye zorlandığı, dev bir gecekondu mahallesine

dönüştürülmesinde, * “üçüncü dünya” için geçerli olan bu olgunun, “gelişmiş” ülkelerin büyük şehirlerinin kalplerinde gelişmesinde; buralarda evsiz ve muhtaçların sayısının sürekli artarken ve yaşam süresi beklentisinin geri kalmış ülkelerdekinden düşük olmasında, * “kaza eseri” felaketlerin artışında (sadece Hindistan ya da Rusya’da değil aynı zamanda Paris ve Londra gibi şehirlerde de uçak, tren ve metroların hareketli tabutlara dönüşmesinde), * insani, toplumsal ya da ekonomik düzeylerde, “doğal” felaketlerin (seller, kuraklıklar, depremler, fırtınalar v.s.) artan yıkıcı etkilerinde, teknolojik gelişmelerin (su bariyerleri, sulama kanalları, deprem ya da fırtınaya dayanıklı binalar gibi) gerekli korunma araçlarını üretmeyi mümkün kılmasına rağmen, bunları üreten fabrikaların kapanması ve buralardaki işçilerin kovulması gibi nedenlerle insanlığın bunlar karşısında gittikçe daha çaresiz kalmasında, * Genel olarak sistemin kendi çöküşünden doğan bütün bu ekonomik ve toplumsal afetlerin ölçeği ve artışı, bu sistemin tam olarak çıkmaz sokakta olduğunu ve dünya nüfusunun çoğunluğu için artan ve akla hayale sığmayan bir barbarlıktan başka bir önerisi olmadığını ortaya koymaktadır. Bu sistemde, her tür ekonomik politika, araştırma ve yatırım, insanlığın geleceği aleyhine, hatta sistemin kendi aleyhine yürütülmektedir. 8) Fakat bugün toplumdaki genel perspektif yoksunluğu, özellikle politik ve ideolojik düzeylerde daha da bariz durumda. Sadece şunlara bakmamız yeterli: * politik aygıtın inanılmaz ve başıboş yozluğu, (hükümeti çetelerden ayırt etmenin gittikçe zorlaştığı) Japonya, (sosyalist hükümetin suç ile ilişkisinin ortaya çıktığı) İspanya, ya da (milletvekillerinin kendi basit suçlarını örtmek için çeşitli aflar çıkardıkları) Belçika, İtalya veya Fransa gibi ülkelerde olduğu gibi, birçok ülkedeki skandal sağanağı, * kapitalizmin, geçmişte, çeşitli egemen sınıfın fraksiyonları arasındaki mücadeleleri “düzenlemek” için belirlediği “yasaların” yıkımı pahasına, devletler arası savaşın bir yolu olarak rehine ele geçirmenin veya terörizmin gelişmesi,


Çürüme üzerine tezler

* suç, güvensizlik ve şehirlerde artan şiddetle birlikte, gittikçe artan sayıda çocuğun şiddetin ve fuhuşun kurbanı olması, * gençler arasında (örneğin Britanya’daki kent isyanlarında ve ünlü Punk sloganı “No Future” -gelecek yokda kendisini gösteren) nihilizmin, ümitsizliğin, intiharın artması ve nüfusun genelini terörize etme fırsatını hiç kaçırmayan “dazlakları” ya da “fanatikleri” etkileyen nefretin ve yabancı düşmanlığının artması, * devlet ve finansal organizmaların yozlaşmasının önemli bir unsuru olarak, artık kitlesel bir olgu halini alan, gel git dalgaları gibi topluma yayılan uyuşturucu bağımlılığı, özellikle genç insanlar arasında yaygın olup dünyanın her yerinde varlığını kuran bu durumun artık fantezi ve illüzyona kaçıştan çok deliliğe ve intihara yakın duruyor olması, * dini eğilimlerin gelişmiş ülkeleri de içine alarak yeniden güçlenmesi, dinsel cemaatlerin artması, kimi “bilim insanları” arasında bile akılcı, tutarlı düşüncenin reddi, bu olgunun akıl karartıcı reklamlar ve beyinsiz şovlarla medyada egemenliği, * Aynı medyanın, çocuklar için hazırlanan programların bile, şiddet, korku, kan ve katliam gösterisiyle işgali. * Bütün “sanatsal” üretimin içeriksizleşmesi ve çıkar üzerine kurulması: edebiyatın, müziğin, resmin ve mimarinin, anksiyete, ümitsizlik, korku ve endişe dışında bir şey ifade edemeyişi, bunlardaki tutarlı düşüncenin çökmesi, ortaya çıkan boşluk, * “Her koyun kendi bacağından asılır” tavrı; marjinalleşme, bireyin yalnızlaşması, aile ilişkilerinin yıkımı, yaşlı insanların toplumsal hayattan yalıtılması, aşkın, sevginin imhası ve bunların yerini pornografinin alması; medyanın egemenliğinde sporun ticarileşmesi; toplumsal bağ ve dayanışmanın tam yıkımına karşı meşum bir protez olarak dans ve şarkının onun yerine geçen kolektif bir histeriye dönüşmesi. Daha önce eşi benzeri görülmemiş bir ölçüde, toplumunun bütün gözeneklerini işgal eden bu toplumsal çürümenin bütün işaretleri sadece tek bir şeyi gösterebilir: Bu da, salt burjuva toplumunun altüst olmasının da ötesinde, kısa vadede, hatta hayali bile olsa, en küçük bir tasarı veya perspektiften

35

yoksun bir toplumda, kolektif yaşam ilkesinin kendisinin yıkımıdır. 9) Kapitalist toplumun çürümesinin esas nitelikleri arasında, burjuvazinin, politik durumun evrimini kontrol etmek konusunda gittikçe zorlandığı olgusunu da vurgulamamız gerekir. Besbelli ki, bu durum, egemen sınıfın, kendi ekonomik aygıtları yani toplumun alt yapısı, üzerindeki kontrolünü artan oranda kaybetmesinin bir sonucudur. Kapitalist üretim biçiminin kendisini içerisinde kısılmış bulduğu tarihsel çıkmazda, burjuvazinin farklı politikalarının art arda gelen başarısızlıkları, dünya ekonomisinin varoluşunun koşulu haline gelen kalıcı borç batağı, politik aygıtı etkilemektedir. Bu politik aygıtın kendisi ise, burjuvazinin verebileceği tek tarihsel “cevap” olan dünya savaşı doğrultusunda, bütün gücüyle harekete geçmek için gereken “disiplini” ve kabulü topluma ve özellikle de işçi sınıfına dayatmaya muktedir değil. Egemen sınıfta, kendisini sınıf olarak hareket ettirecek (ekonomiyi iteklemek için yapılan gündelik tedbirler ve önlemler dışında) herhangi bir perspektifin yokluğu ve aynı zamanda proletaryanın egemen sınıfın varlığını henüz tehdit etmiyor oluşu, burjuvazi içerisinde ve özellikle de onun politik aygıtlarında bir disiplinsizlik ve “her koyun kendi bacağından asılır” tavrına doğru güçlenen bir eğilim yaratmakta. Bu olgu, özellikle Stalinizmin ve bütün Doğu emperyalist bloğunun çöküşünü anlamamızı sağlamaktadır. Genel olarak bu çöküş, kapitalist dünya ekonomisinin krizinin bir sonucudur. Fakat bunun analizinde Stalinist rejimlerin kökenlerinden kaynaklanan özgünlüklerinin dışarıda bırakılmaması gerekir (bakınız: International Review n.60, “SSCB ve Doğu Bloğu ülkelerindeki ekonomik ve politik kriz üzerine tezler”). Ne var ki, bir dünya savaşı ya da devrim olmadan, tüm bir emperyalist bloğun çöküşünün içten gerçekleştiği bu emsalsiz durumu, analitik çerçevemize bir başka emsalsiz unsuru katmadan tam olarak anlayamayız. Bu olgu, bugün görebildiğimiz toplumun çürüme evresine girişidir. Ekonominin aşırı merkezileşmesi ve tamamen devletleştirilmesi, ekonomik ve politik aygıtlar arasındaki ayrımın belirsizliği, değer yasasını sürekli ve büyük ölçüde ihlali, bütün ekonomik kaynakların

savaş üretimine vakfedilmesi Stalinist rejimlerin özellikleriydi ve emperyalist savaş durumuna çok iyi uymaktaydı (sonuçta bu rejimler 2. Dünya Savaşından muzaffer çıkarak oluşmuşlardır). Fakat bu rejimler, aynı zamanda, burjuvazinin sürekli kötüleşen bir ekonomik krizle karşı karşıya kalıp aynı emperyalist savaşın bir benzerini yaratamadığı bir durumda, sert bir biçimde kendi sınırlılıklarıyla karşılaştılar. İşçilerin ve aslında ekonominden sorumlu olanların da, temel kaygısının kafalarına dayanmış silah olduğu savaş döneminde düşünülemez olan, pazar kısıtlamalarının (ki pazarın yeniden kuruluşu, bunları ortadan kaldırmayı hedefler) yokluğu durumunda gelişen, “beni bağlamaz” umursamaz tavrı ile özellikle karşı karşıya kalındı. SSCB ve uydularının, bize bugün devlet içerisindeki tam bir bozgun ve egemen sınıfın kendi politik stratejisi üzerindeki kontrolünü kaybedişi olarak sunduğu gösteri, aslında çürüme evresine has olup, bütün dünya egemen sınıfını etkileyen çok daha genel bir olgudur. 10) Burjuvazinin kendi politikalarının kontrolünü kaybetmesi şeklindeki bu genel eğilim, Doğu Bloğunun çöküşündeki temel etkenlerden biriydi. Bu çöküş, şunlardan dolayı sadece eğilimi daha da belirginleştirebilir: * ekonomik krizin ağırlaştırıcı sonuçlarından dolayı, * düşmanının ortadan kalkışının sonucu olarak Batı bloğunun dağılmasından dolayı, * dünya savaşı perspektifinin geçici olarak ortadan kalkışının farklı burjuva fraksiyonları (özellikle ulusal burjuva fraksiyonları, ama aynı zamanda da ulus devletler içerisindeki farklı klikler) arasındaki düşmanlığı körüklemesinden dolayı. Burjuva politik hayatının böylesi istikrarsızlaşması, söz gelimi, burjuvazinin daha istikrarlı fraksiyonlarının eski Doğu Bloğu ülkelerinde gelişen kaosun yayılma ihtimaline ve bunun sonuçta dünyayı tekrar iki emperyalist blokta örgütlemeyi imkânsız kılacağına dair derin kaygısında kendisini ortaya koymuştur. Ekonomik krizin büyümesi kaçınılmaz olarak devletler arası emperyalist düşmanlığı da keskinleştirecektir.


36

Devletler arasında askeri karşı karşıya gelişlerin şiddetlenmesi mevcut duruma içseldir. Buna kıyasla, bu farklı devletleri bir araya getirecek ekonomik, politik ve askeri bir gruplaşma onlar üzerinde bir disiplin gerektireceğinden dolayı, çürüme olgusu bunu gittikçe daha zora sokacaktır. Sermayenin çürümesi, zaten 2. Dünya Savaşı’ndan devralınan bloklar sisteminin ortadan kalkışının kısmi sebebidir. Yeni bir blok sisteminin oluşmasını engelleyerek, çürüme sadece bir dünya savaşı olasılığını azaltmakla kalmayıp, bu perspektifin tümüyle ortadan kalkmasına da yol açabilir. 11) Ne var ki, çürümenin toplumsal hayata soktuğu temel dönüşümün bir sonucu olarak kapitalizmin genel perspektifindeki böyle bir değişim olasılığı, bu sistemin proletarya onu alaşağı edemediği takdirde insanlık için ihtiva ettiği sondan sakınabileceği anlamına gelmez. Marks ve Engels bile, toplum için “sosyalizm ya da barbarlık” biçiminde gelişen genel tarihsel perspektifi ortaya koyabilmişlerdi. O zamandan beri, kapitalizmin gelişimi, bu yargıyı tarihsel olarak şu şekillerde daha net ve daha ciddi bir hale soktu: * Birinci Dünya Savaşından önce devrimciler tarafından benimsenip Komünist Enternasyonal’in temellerinden biri haline gelen “savaş veya devrim” şeklinde, * İkinci Dünya Savaşından sonra nükleer silahların ortaya çıkmasıyla dayatılan biçimiyle “komünist devrim ya da insanlığın yok oluşu” şeklinde. Bugün Doğu Bloğu ortadan kalkmış olsa bile, bu tüyler ürperten öngörü hala geçerli durumda. Fakat bugün netleştirilmesi gereken olgu, eğer insanlık yok olacaksa bunun ya emperyalist bir dünya savaşı ile ya da toplumun çürümesiyle gerçekleşeceğidir. Bu çürümeyi bir tür geçmişe dönüş olarak düşünemeyiz. Her ne kadar çürüme kapitalizmin geçmişine, özellikle de yükseliş dönemine has bazı yönlerin yeniden belirmesine yol açsa da… Örneğin; * dünyanın artık emperyalist bloklara bölünmüş olmaması, * bunun sonucunda da uluslar arasında gerçekleşen (ve özellikle eski Doğu

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Bloğunda, artması ve derinleşmesi, kesinlikle çürümenin bir ifadesi olan) mücadelelerin artık iki blok arasındaki karşıtlaşmanın safhaları olarak düşünülemeyeceği olgusu gibi, Bu çürüme, kapitalizmin yaşamındaki daha önceki evreye dönüşe yol açmayacaktır. Kapitalizm şu anda, “ikinci çocukluğundaki” bir insan gibi. Olgunluk döneminde edindiği bazı becerilerin kaybıyla ve çocukluğun (kırılganlık, bağımlılık, mantıksallığın zayıflığı gibi) belli özelliklerine dönüşe, çocukluğun dinçliğine dönüş eşlik etmez. Bugün insan uygarlığı bazı kazanımlarını kaybediyor (örneğin, doğa üzerindeki hâkimiyetini). Bu durum, özellikle yükseliş içerisindeki kapitalizmin nitelikleri olan ilerleme ve fetih kapasitesinin yeniden kazanıldığı anlamına gelmiyor. Tarihin ilerleyişi geriye döndürülemez; isminden de anlaşılabileceği gibi, çürüme ancak toplumsal biçimsizleşmeye, iltihaba ve ancak boşluğa doğru götürebilir. Kendi araçlarıyla bırakıldığında, insanlığı dünya savaşının götüreceği kadere sürükleyecektir. En nihayetinde bir termonükleer bomba yağmurunda mı yoksa kirlilik, nükleer enerji santrallerinden kaynaklanan radyoaktivite, kıtlık, salgın nedeniyle ya da (nükleer silahların da kullanılabileceği) sayısız küçük savaşların katliamında mı yok olacağımız pek bir fark yaratmıyor. Bu iki kıyım biçimi arasındaki tek fark, ilkinin hızlı, ikincisinin ise çok daha yavaş olabileceği ve dolayısıyla çok daha fazla acıya sebebiyet verebileceği. 12) Proletaryanın ve onun içerisindeki devrimcilerin, çürümenin toplumun tümü açısından nasıl ölümcül bir tehlike oluşturduğunu kavramaları çok yaşamsal bir gereksinim. Bir dünya savaşı olasılığının gerilemesiyle birlikte, pasifist illüzyonların gelişmesinin olası olduğu bir anda, işçi sınıfı içerisinde kendi konumunu sağlamlaştırarak, dünyanın içinde bulunduğu durumun aşırı ağırlığından saklanmaya çabalayan her türlü eğilimle bütün gücümüzle savaşmalıyız. Çürümenin bir gerçeklik ve aynı zamanda devrime giden yolda bir gereklilik olduğunu düşünmek, özellikle hem yanlış hem de tehlikeli olacaktır.

Gereklilik ve gerçekliği birbirine karıştırmamaya çok dikkat etmemiz gerekiyor. Engels, Hegel’in “mantıksal olan her şey gerçek, gerçek olan her şey de mantıksaldır” şeklindeki formülasyonunun ikinci kısmını, gerçek olan ama hiç de mantıksal olmayan Alman monarşisi örneği üzerinden (ki biz de bugün bu Engels’in mantıksal dizgesini Britanya, Hollanda ve Belçika monarşilerini uygulayabiliriz), ağır biçimde eleştirmişti. Bugün çürüme bir gerçeklik, bir olgu. Ama bu, hiç de onun proleter devrimi için bir gereklilik olduğunu ispatlamaz. Böylesi bir yaklaşım, sermayenin çürüme döneminin dışında gerçekleşmiş olan 1917 Ekim devrimini de, onu takip eden devrimci dalgayı da sorgulamayı gerektirecektir. Aslında kapitalizmin çöküşü ile bu çöküşün son ve özel aşaması arasında tam ve net bir ayrım yapabilme zarureti, bu gereklilik ve gerçeklik sorunundan doğuyor. Çünkü kapitalizmin çöküşü, proletaryanın sistemi devirebilmesi için bir gereklilikti. Hâlbuki çöküş döneminin bir proleter devrime yol açmaksızın sürmesinin sonucu olarak, bu özel çürüme evresinin belirmesi, proletaryanın özgürleşmesi yolunda hiçbir zaman bir gereklilik olmadı. Bu anlamda çürüme evresi, emperyalist savaş örneğine benzemektedir. 1914 Savaşı temel bir olguydu ve o dönemin devrimcileri ile işçi sınıfı elbette ki onu hesaba katmak zorundaydılar. Ne var ki bu, onun devrim için gerekli bir koşul olduğu anlamına gelmiyordu. Bu fikri öne sürmüş olanlar sadece Bordigistlerdir. EKA, dünya devriminin patlak vermesi için savaşın özel olarak uygun bir koşul olmaktan ne kadar uzak olduğunu çoktan ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu sorunu kesin olarak çözüme kavuşturmak için sadece Üçüncü Dünya Savaşı perspektifini düşünmemiz yeterlidir. 13) Aslında, çürümenin, proletaryanın kendisini tarihsel görevini yerine getirebileceği düzeye getirme becerisi üzerinde nasıl bir tehlike oluşturduğu konusunda özellikle net olmak gerekiyor.


Çürüme üzerine tezler

Nasıl ki “uygar” dünyanın kalbinde gerçekleşmiş olan emperyalist savaş, “enternasyonal sosyalizmin en iyi güçlerini, bütün proletaryanın öncü kuvvetlerini, savaş alanlarında keserek, sosyalizm perspektifini emperyalist barbarlığın üst üste yığdığı harabeler arasına gömmekle tehdit eden, Avrupa işçi sınıfının ölümcül bir biçimde zayıflamasına yol açabilecek olan bir kan gölü” (Rosa Lüksemburg, Sosyal Demokrasi içerisindeki kriz) idiyse; toplumun sadece daha da derinleşecek olan çürümesi de, gelecek yıllarda proletaryanın en iyi kuvvetlerini ezebilir ve komünizm perspektifini mutlak olarak uyuşturabilir. Bunun nedeni, kapitalizmin kokuştukça çıkardığı zehrin proletarya da dâhil toplumun bütün unsurlarını tesiri altına almasıdır. Kapitalizmin çöküş dönemine girmesinin bir sonucu olan burjuva ideolojisinin zayıflayan cenderesi, devrim için gerekli bir koşul olmasına rağmen, aynı ideoloji çürümeye devam ettikçe, proleter bilincin gelişmesi üzerinde daha da beter bir engel gibi görünmeye başlıyor. Belli ki, ideolojik çürüme ilkin ve öncelikle kapitalist sınıfın kendisini etkilemekte, sonrasında ise bir sınıf olarak özerkliği olmayan küçük burjuvaziye bulaşarak onu da etkilemekte. Hatta diyebiliriz ki, küçük burjuvazi çürüme ile özellikle özdeşleşmektedir, çünkü bu sınıfın kendi geleceği, yani bir sınıf olarak geleceğinin var olmayışı, ideolojik çürümenin başlıca nedenine çok uygundur; yani toplumun geneli için doğrudan herhangi bir perspektifin yokluğuna. Sadece proletarya kendi içerisinde insanlığa yönelik bir perspektifi barındırabilir. Bu anlamda, bu çürümeye karşı en büyük direniş kapasitesi, yine proletaryanın kendi safları arasındadır. Ne var ki, proletarya bu ideolojik çürümeye karşı bağışık değildir ve bunun en önemli nedenlerinden biri de, bu enfeksiyonun ana taşıyıcılarından olan küçük burjuvazi ile yan yana yaşamasıdır. İşçi sınıfının gücünü oluşturan farklı unsurlar, bu ideolojik çürümenin birçok biçimiyle doğrudan karşı karşıya gelmektedirler: * dayanışma ve kolektif eylem, bireysel çıkarı gözetme temelli tavrın yarattığı atomizasyon ile yüz yüze gelmekte,

37

* örgütlenme ihtiyacı, toplumsal çürümeyle, bütün toplumsal yaşamın temelini oluşturan ilişkilerin çözülmesiyle karşı karşıya gelmekte, * proletaryanın geleceğe ve kendi gücüne olan güveninin, toplum içerisinde her yana yayılmış olan ümitsizlik ve nihilizm tarafından sürekli altı oyulmakta, * bilinçlilik, netlik, tutarlı ve bütünlüklü düşünce, teoriye duyulan ilgi dönemimizin özellikleri olan illüzyonlara, uyuşturucuya, cemaatlere ve klanlara, mistisizme, düşüncenin reddi veya yıkımına doğru giden son sürat koşu içerisinde zor zamanlar geçirmektedir. 14) Açık ki, durumu ağırlaştıran etkenlerden biri de, genç işçi sınıfı kuşaklarının büyük bir kesiminin, işyerinde, iş ve mücadele içerisindeki yoldaşlarının eşliğinde, işçi sınıfının kolektif yaşamını tecrübe etme fırsatı bile bulamadan, işsizliğin bütün yüküne maruz kalıyor oluşları olgusudur. Aslında, (kendisi ekonomik krizlerin doğrudan bir sonucu olan) işsizlik, her ne kadar çürümenin bir ifadesi değilse bile, işsizliğin etkileri, onu çürümenin önemli bir unsuru yapmaktadır. İşsizlik, genel anlamda, kapitalizmin işçiler için bir gelecek önermediğini göstermeye yardım etse de, bunun yanında sınıfın kimi kesimlerinin “lümpenleşme”sinde güçlü bir etken olmakta ve böylelikle sınıfın bugünkü ve gelecekteki politik kapasitesini zayıflatmaktadır. 1980’ler boyunca işsiz proleterlerin örgütlenmesine ya da hareketine yönelik herhangi bir ciddi çaba gerçekleşmemiş olması bir yana, işsizlikte önemli bir artışa şahit olduk. Karşı-devrimin ortasında, 1930’larda bile, özellikle ABD’de proletaryanın işsizliğe karşı mücadele yöntemleri geliştirebilmiş olması, çürümenin bir sonucu olarak işsizliğin proleter bilincinde yarattığı ağırlığın bir göstergesidir. 15) Ne var ki, çürüme, sadece işsizlik ile proleter bilincin gelişmesi üzerinde baskı oluşturmuyor. (Çürüme evresinin ifadeleri olan ve sınıf bilincinde önemli gerilemelere yol açmış olan) Doğu Bloğunun çöküşünü ve Stalinizmin cesedinin ağırlığını bir kenara bıraksak bile, büyük ölçüde çürümenin yarattığı baskı sonucunda, işçi sınıfının, kendi mücadelesinin birleştirilmesi yönünde bir perspektif geliştirmekte çektiği zorluğu –tabii ki bu, sermayenin

cepheden saldırılarına karşı verilen mücadelenin dinamikleri içinde de var olan bir sorundur-göz önüne almamız gerekir. Her ne kadar, Marks, Napolyon Bonaparte’ın 18. Brumaire’inde sınıf mücadelesini incelediği zaman bile, proletaryanın mücadelesini daha yüksek bir düzeye çıkarmakta tereddüt ediyor oluşu onun genel bir niteliğiydiyse de, çürümenin sınıf içerisinde yarattığı özgüven eksikliği ve geleceğe güvenle bakamama nedeniyle daha da derinleşmiştir. Özellikle, bu dönemde, daha belirgin biçimde güçlü olan bireysel çıkarı gözetme ideolojisi, burjuvazinin son yıllarda işçi sınıfının önüne sürdüğü bölücü, bölgeci tuzakların başarısını arttırdı. 1980’ler boyunca, kapitalist toplumun çürümesi, işçi sınıfının bilinçlenme sürecinde bir duraklama yarattı. Bu süreci yavaşlatan diğer unsurları zaten tanımlamıştık: * krizlerin kendi yavaş ritmi, * geçmişin örgütleriyle, 1960’ların sonlarında sınıf kavgasındaki tarihsel toparlanma sürecinde yeniden beliren örgütler arasındaki organik kopukluktan dolayı, sınıfın politik örgütlerinin zayıflığı. Ne var ki, toplumsal çürümenin etkilerini de ayrıca hesaba katmak gerekiyor. Zaman geçtikçe yukarıdaki ilk iki etkenin önemi azalsa da, sonuncusununki artmakta. Bu yüzden, proletaryanın kapitalizmi alaşağı edişi ne kadar gecikirse, çürümenin tehditleri ve tehlikeli etkileri de o kadar artacaktır. 16) Aslında, bugün 1970’lerdeki durumun aksine, zamanın artık işçi sınıfından yana olmadığı gerçeğinin altını çizmeliyiz. Toplum sadece bir emperyalist savaş tehdidi altında olduğu sürece, proleter mücadelenin varlığı, tek başına, bu yıkımını önünü tıkamaya yeterliydi. Fakat proletaryanın, burjuvazinin “idealler”ine bağlılığına dayanan emperyalist savaşın aksine, toplumsal çürüme, işçi sınıfını kontrol altına almadan da insanlığı yok edebilir. İşçi mücadeleleri, ekonominin çöküşüne karşı çıksa bile, çürümeyi ertelemek için bu sistem sınırlarında kaldıkları sürece güçsüzdürler. Bundan dolayı da, çürümenin oluşturduğu tehdit (eğer gerçekleşmesinin koşulları var olsaydı ki değil) dünya savaşından daha uzakta görünse de, çok daha aldatıcı ve sinsidir.


38

İşçi sınıfının krizlerin etkisine direnmesi artık yeterli değil; çünkü sadece komünist bir devrim ile çürüme tehdidine direnilebilir. Benzer şekilde, gelecek dönemde proletarya, çürümenin burjuvazi içerisinde yaratacağı zayıflıklardan faydalanmayı da umamaz. Bu dönem esnasında, işçi sınıfı çürümenin kendi saflarında yarattığı zehirli etkilere karşı direnmeyi hedeflemeli ve bunun için de sömürülen bir sınıf olarak çıkarlarını savunmak için kolektif ve dayanışma içerisinde mücadele verme becerisine ve kendi gücüne güvenmelidir (fakat devrimci propaganda, sürekli, toplumsal çürümenin tehlikelerini vurgulamalıdır). Sadece kendi tarihsel perspektifi doğrultusunda, doğrudan ve açıkça silahlanmış proletaryanın saldırı durumunda olduğu devrimci bir dönemde, sınıf, çürümenin belli etkilerini, özellikle de burjuva ideolojisi ve kapitalist iktidarın güçleri üzerine olanları, sermayeye karşı bir kaldıraç olarak kullanabilir. 17) Çürüme olgusunun, tarihsel olarak işçi sınıfına ve bütün insanlığa oluşturduğu ciddi tehdidin kavranışı, sınıfı ve özellikle de onun devrimci azınlığını, kaderci bir tavır almaya sürüklememelidir. Bugün, tarihsel perspektif tamamen açık durumdadır. Doğu Bloğunun çöküşünün, işçi sınıfı bilincine vurduğu darbeye rağmen, sınıf, mücadele alanında herhangi bir büyük yenilgi almış değil. Bu anlamda, mücadeleciliği de zarar görmemiş durumda. Dahası, bu unsur, son tahlilde dünyanın içinde bulunduğu durumun gelişimini belirleyecektir. Kapitalist krizin amansızca derinleşmesi de, sınıf mücadelesinin ve sınıfın toplumsal kokuşmuşluğun yaydığı zehre direnme becerisinin önkoşulu olan sınıf bilincinin gelişmesi için temel dürtüyü oluşturuyor. Çürümenin etkilerine karşı verilen kısmi mücadeleler, sınıfın birleşmesinin temelini oluşturamayacak olmalarına rağmen, krizlerin doğrudan etkilerine karşı verilen mücadele hala sınıf gücünün ve birliğinin gelişiminin temeli olmayı sürdürüyor. Bu durumun böyle olmasının nedenleri şunlardır: * Çürümenin farklı etkileri (kirlilik, uyuşturucu, güvensizlik gibi) toplumun değişik katmanlarını aynı anda vurmasına ve sınıf dışı kampanya ve mistifikasyonlar (ekoloji, nükleer karşıtı hareket, ırkçılık karşıtı hareketler gibi) için verimli bir zemin sağlamasına

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

rağmen, krizlerden kaynaklanan ekonomik saldırılar (düşen gerçek ücretler, işten çıkarmalar, artan üretkenlik vs.), doğrudan ve özel olarak proletaryayı vurmaktadır (çünkü bu sınıf artı değeri üretmekte ve kapitalizmi bu alanda karşısına almaktadır). * Özünde üstyapıyı etkileyen toplumsal çürümeden farklı olarak, ekonomik krizler doğrudan bu üstyapının üzerinde durduğu temellere saldırırlar. Bu anlamda, krizler, toplumun tepesine çöreklenen barbarlığı çıplaklaştırır ve böylece, proletaryanın sistemin kimi yönlerini düzeltmek yerine, onu radikal bir şekilde değiştirmesi gerektiğinin farkına varmasını sağlar. Ne var ki, krizler kendi başına, proletaryanın bugün ve gelecekte göğüslemesi gereken bütün sorunları çözemez. İşçi sınıfı, sermayenin saldırılarına, darbe üstüne darbe indirebilir ve sonunda bu barbarca sisteme karşı saldırıya geçip, onu ortadan kaldırabilir. Bu, şunlar sayesinde mümkün olur: * mevcut tarihsel durumda, neyin tehlikede olduğuna ve özellikle de toplumsal çürümenin insanlık üzerinde ne gibi ölümcül tehlikeler taşıdığına dair bir duyarlılık, * proletaryanın sınıf kavgasını sürdürmek, geliştirmek ve birleştirmek yönündeki kararlılığı, * proletaryanın burjuvaziye ait tuzakları aşma yeteneği, -burjuvazi, her ne kadar kendisini çürütmüş olsa da, proletaryanın yoluna türlü tuzaklar döşemekte başarısız değildir. Devrimciler ise, proletaryanın bu kavgasının gelişmesinde etkin bir rol alma sorumluğunu taşımak zorundadırlar.


39

Tartışma kültürü: sınıf mücadelesinin silahı Tartışma kültürü ne işçi hareketi için, ne de EKA için yeni bir kavramdır. Buna rağmen, tarihin evrimi nedeniyle, yeni yüzyılın başından itibaren EKA, bu kavrama geri dönüp, onu daha yakından incelemek zorunda kaldı. Bu incelemeyi yapmaya iten iki temel gelişme oldu: Birincisi yeni bir devrimciler kuşağının ortaya çıkması ve ikincisi 2000’lerin başlarında EKA’nın yaşadığı içsel krizdi. Siyasi diyalog ve yeni kuşak EKA’yı, dışarıya karşı açıklığını ve siyasi diyalog kapasitesini daha bilinçli bir biçimde geliştirmeye iten her şeyden önce ve en önemlisi yeni devrimciler kuşağıyla girilen temas oldu. Her kuşak insan tarihi halkasındaki bir zinciri oluşturur. Her kuşak üç temel görevle karşı karşıyadır: Önceki kuşağın ortak mirasını edinmek; bu mirası kendi tecrübesi temelinde zenginleştirmek ve bu mirası daha sonra gelecek kuşağa, bu kuşağın kendi başına yapabileceğinden daha fazlasını başarabilmesi için aktarmak. Bu görevler, kolay olmak bir yana, zor bir uğraşı temsil ediyor. Bunlar aynı zamanda işçi hareketi için de geçerli. Yaşlı kuşağın paylaşabileceği tecrübesi var. Ancak mücadelelerinin yaralarını ve travmalarını da taşıyor; yenilgilerle, hayal kırıklıklarıyla ve kolektif mücadelenin meyvelerinin kalıcı olarak elde edilmesi için çoğunlukla tek bir ömürden fazlasının gerektiği gerçeğiyle yüzleşmek durumunda kalıyor. 13 Bu yüzden eski kuşağın, hem yeni kuşağın enerjisine ve hevesine, hem de yeni kuşağın yönelttiği sorulara ve onun dünyayı yeni gözlerle görme kapasitesine ihtiyacı var. Fakat kuşaklar birbirlerine ihtiyaç duysalar da, gerekli olan birliği oluşturma kapasiteleri kendiliğinden oluşmaz. Toplum, geleneksel ulusal ekonomiyle arasına ne kadar mesafe 13

Marks ve Engels gibi olgun ve teorik olarak net olan genç devrimciler bile, 1948 olaylarının yaşandığı dönemde komünizmin gerçekleşmesinin büyük ölçüde gündemde olduğunu düşünüyorlardı. Bu varsayımlarını kısa süre içerisinde düzeltmek durumunda kaldılar.

koyarsa ve kapitalizm üretici güçler ile toplumun tümünü ne kadar hızlı ve devamlı olarak “devrimcileştirirse”, bir kuşağın deneyimleriyle başka bir kuşağın deneyimleri arasındaki fark o kadar büyük oluyor. Kendi türünün en iyisi olmak için yapılan rekabete dayanan kapitalizm, herkesin herkese karşı mücadelesini yaratırken, kuşakları da birbirlerine düşürüyor. Bu çerçevede, EKA, kendisini bu bağlantıyı kurma görevine hazırlamaya başladı. Fakat bu hazırlıktan daha önemlisi, tartışma kültürü kavramına daha büyük bir anlam yüklememizi sağlayan yeni kuşakla tanışma deneyimiydi. Bu soruna, “1968” kuşağından çok daha büyük önem yükleyen bir kuşakla karşı karşıyaydık. Bu değişimin, işçi sınıfının tümü düzeyindeki ilk önemli göstergesi, iş bulmanın zorlaşmasını getirecek yasalara karşı, 2006 baharında, Fransa’daki öğrencilerin kitlesel hareketiydi. Burada, özellikle genel toplantıların içerisinde, mümkün olan en özgür ve en geniş tartışmaya dair vurgu bir hayli çarpıcıydı. Buna karşı, altmışların sonlarında gelişen öğrenci hareketinin özelliklerinden birisi, siyasi diyaloga kapalı olmasıydı. Bu farklılık, en başta, bugünün öğrenci çevresinin 40 yıl öncekinden çok daha büyük ölçüde proleterleşmiş olduğu gerçeğinin ifadesidir. Yoğun ve geniş seviyede tartışmalar, her zaman kitlesel proletarya hareketlerinin temel niteliklerinden biri olmuştur. 1968’de Fransa’da ve 1969’da İtalya’da ortaya çıkan işçi toplantıları da bunun örneklerini oluşturmuştur. Fakat 2006’da gençliğin, daha yaşlı kuşaklara karşı açık bir tutumu ve yaşlı kuşakların tecrübelerinden öğrenme istekleri de mevcuttu. Bu, mesela, Alman öğrenci hareketinin Almanya’da 1960’ların sonlarında, o dönemki havanın belki de en karikatürize ifadesi olan tutumundan bir hayli farklıydı. Bu hareketinin sloganlarından biri “30 yaşından büyük herkes toplama kamplarına” diyordu! Bu kavramla birlikte, insanların bağırarak birbirlerini susturmaya çalışması, “rakip” toplantıları şiddet kullanarak dağıtmaya çalışması gibi uygulamalar gerçekleşiyordu. İşte tam da burada, psikolojik düzeyde, bir protesto biçimi olarak terörizmin sadece

Almanya’da değil, İtalya’da da gelişmesinin ardındaki nedenlerden birini görebiliriz. Bu sorunun kökeninde işçi sınıfının kuşakları arasındaki devamlılığın kırılmış olması yatıyordu. Çünkü kuşaklar arası ilişki, diyalog kapasitesini geliştirmek için çok öncesinden beri ayrıcalıklı bir zemin oluşturur. 1968 kuşağının militanları, ailelerinin kendilerini kapitalizme “sattıklarını” düşünüyor veya onları Almanya ve İtalya’da olduğu gibi faşistlerden ve savaş suçlularından oluşan bir kuşak olarak görüyorlardı. 1945 sonrasında, çocukları kendilerinden daha iyi bir hayat yaşayabilsin diye korkunç bir sömürüye göğüs geren işçiler için, çocuklarının kendilerini “üçüncü dünyanın sömürülmesi”nin kaymağını yiyerek yaşayan “asalaklar” olarak nitelendirmeleri acı bir hayal kırıklığı olmuştu. Fakat o dönemin aile kuşağı da diyalog kapasitesini büyük ölçüde kaybetmiş ya da diyalog kurmayı öğrenmeyi hiç başaramamıştı. Bu kuşak, II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş dönemleri ile bu dönemlerde ortaya çıkan faşist, Stalinist ve sosyal demokrat karşı-devrim tarafından vahşice yaralanmıştı. Buna karşı 2006’da, Fransa’da yeni ve bir hayli verimli bir yaklaşım ortaya çıktı. 14 Zaten birkaç yıl önce, yeni kuşağın bu kaygısı, işçi sınıfının devrimci azınlıkları tarafından açıklanmıştı. Bu azınlıklar, siyasi hayat sahnesine çıktıkları andan itibaren, sekterliğin ve tartışmanın reddinin kendilerine ait eleştirisiyle silahlanmışlardı. İfade ettikleri ilk taleplerden biri tartışmanın bir lüks olarak değil, aksine kesin bir zorunluluk olarak görülmesi; tartışmakta olanların birbirlerini ciddiye alması, dinlemeyi öğrenmesi; bu kavgada silahların, kas gücü ya da ahlaki veya teorik “yetkililere” başvurmak olmadığının, fikirler olduğunun kabul edilmesiydi. Bu yoldaşlar, enternasyonalist proleter safları, gruplar arasında yoldaşça tartışma eksikliği nedeniyle (haklı olarak) eleştirdiler (ve bu duruma 14

Theses on the Student Movement in France”, International Review sayı 125.


40

gerçekten çok şaşırdılar). Marksizmin bir dogma olduğuna dair, eleştirmeden kabul etmeleri söylenen fikirleri çok vakit kaybetmeden reddettiler. 15 EKA da bu yeni kuşağın kendisine verdiği tepkiye şaşırdı. EKA’nın açık toplantılarına giden bu yoldaşlar, dünyanın her yerinden EKA ile temasa geçenler, EKA’nın ilişki içine girdiği ve tartışmaya başladığı farklı siyasi gruplar ve eğilimler, EKA’nın proleter doğasının, programatik ilkelerinde olduğu kadar, davranış biçiminde ve özel olarak da nasıl tartıştığında görüldüğünü söylediler. Yeni kuşağın bu soruna dair bu derin kaygısı nereden geldi? Biz, bunun, kapitalizmin bugün 1968’de olduğundan çok daha derin, ciddi ve tehlikeli boyutlara ulaşmış olan tarihsel krizinden kaynaklandığı kanısındayız. Bu durum, sorunu kökünden kavrayacak en radikal kapitalizm eleştirisini gerektiriyor. Burjuva bireyciliğinin en yıkıcı özelliklerinden biri tartışma kabiliyetini, özellikle de insanların birbirlerini dinleme ve birbirlerinden öğrenme kapasitesini ortadan kaldırıyor olmasıdır. Diyalogun yerini retorik alıyor; galip gelen (burjuva seçimlerinde olduğu gibi) en fazla ses çıkartabilen oluyor. Tartışma kültürü, insan dili sayesinde, insanlığın geleceğini taşıyan sınıfın birincil silahı olarak, bilinci geliştirmenin temel yolu. Proletarya için de yalıtılmışlığı ve sabırsızlığı yenerek, mücadelelerini birleştirmeye yönelmenin tek aracı. Bu kaygının bir diğer yönü ise, Stalinizm kâbusunun üstesinden gelme mücadelesi. Bugün enternasyonalist ilkelere yönelen militanların büyük çoğunluğu solcu çevrelerden geliyor ve bu çevrelerin etkisini barındırıyor. Bu çevre ise, çöken burjuva ideolojisinin ve davranışlarının sosyalizm kılıfındaki bir karikatürünü sunuyor. Bu militanlar, siyaseten fikirlerin karşılaştırılmasının “burjuva liberalizmine” eşit olduğuna ve “iyi bir komünist”in çenesini tutan, zihnini ve duygularını devre dışı bırakan biri olması gerektiğine inandırılarak yetiştirilmişler. Karşı-devrimin can çekişmekte olan bu etkilerini, bugün üzerlerinden atmaya kararlı olan yoldaşlar, bunun için, sadece karşıdevrimci pozisyonların değil, aynı zamanda karşı-devrimin zihniyetinin de 15

Proleter saflarda bu tutum “Bordigizm” tarafından teorize edilmiştir.

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

reddedilmesi gerektiğini anlıyorlar. Bunu yaparken, işçi hareketi geleneğinin tekrar oluşturulmasına katkıda bulunuyorlar ki bu gelenek, karşı devrim, onun organik devamlılığında bir kırılma yarattığında, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. 16 Örgütsel krizler ve monolitizme doğru eğilimler EKA’yı tartışma kültürü konusunu derinlikli incelemeye iten ikinci önemli olay ise EKA’nın 2000’lerin başında, örgütün saflarında görülmüş en habis davranışların ortaya çıktığı içsel krizdi. Tarihinde ilk defa, EKA bir değil birkaç militanını üyelikten çıkarmak durumunda kaldı. 17 Krizin başında, EKA’nın Fransa’daki şubesinde merkezileşmeye dair zorluklar ve farklı fikirler mevcuttu. Bu farklılıkların, kendi başlarına bir örgütsel krize yol açmaları için hiçbir neden yoktu. Krizin nedeni de bu farklılıklar değildi. Krize neden olan tartışmanın reddedilmesi, farklı fikirleri savunan kişilerin şahsi saldırılarla karalanmaya ve yalıtılmaya çalışılmasıydı. Krizin ardından EKA, kendi tarihindeki tüm krizlerin ve bölünmelerin kökenlerini incelemeye karar verdi. Bu konunun farklı açılarını ele alan bazı çalışmalar da yayımlandı.18 Vardığımız sonuçlardan biri, EKA’nın yaşadığı bölünmelerde, monolitizme doğru eğilimin önemli bir rol oynamış olmasıydı. Fikir ayrılıkları ortaya çıkar çıkmaz bazı üyeler diğerleriyle artık çalışamayacaklarını, EKA’nın Stalinist bir örgüte dönüştüğünü veya yozlaşma sürecinde olduğunu söylemeye başladılar. Bu krizler monolitik olmayan bir örgütte, pekâlâ var olabilecek fikir 16

Geçmişin devrimcilerine ait özgeçmişler ve anılar, onların tartışma, özellikle de dinleme becerilerine dair örneklerle doludur. Lenin bu konuda efsanevi bir şahsiyetti ve fakat bu konuda tek değildi. Sadece bir örnek vermek gerekirse Fritz Sternberg’in, 1963’te yazılan “Troçki ile Sohbetler” başlıklı anılarından bir alıntı yapabiliriz: “Benimle yaptığı sohbetlerde Troçki hep olağanüstü nazikti. Sözümü neredeyse hiç kesmedi, kestiğindeyse neredeyse sadece bir terimi veya kavramı geliştirmemi rica etmek için kesti”. 17 “Extraordinary conference of the ICC: The fight for the defence of organisational principles” ve “5th Congress of the ICC: reinforce the organisation faced with the stakes of the period” International Review sayı 110 ve 114. 18 “Confidence and Solidarity in the Proletarian Struggle” ve “Marksism and Ethics”, International Review sayı 111, 112, 127 ve 128.

ayrılıkları nedeniyle patlak verdiler. Her halükarda, bu fikir ayrılıkları bir bölünme gerçekleşmeden önce tartışılmalı ve netleştirilmeliydiler. Ne zaman temel ilkelere dair fikir ayrılıkları olsa, örgütsel bir bölünmeden önce meselenin özünü kavrayan, sorunun temeline inen en kolektif netleşmenin gerçekleşmesi gerektiğini her zaman savunmuş sol komünist İtalyan Fraksiyonu geleneklerine özel olarak dayanan bir örgüt içinde, monolitik eğilimlerin tekrar tekrar ortaya çıkmış olması şaşırtıcı bir durum. EKA, bugünkü komünist sol içerisinde, (Bilan Dergisi etrafındaki) İtalyan Fraksiyonu’nun ve Fransız Komünist Solu’nun (GCF, Gauche Communiste de France) örgütsel geleneğini özel olarak sahiplenen tek akım. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru İtalya’da kurulan Enternasyonalist Komünist Partisi’nden gelen grupların aksine, İtalyan Fraksiyonu her zaman Stalinist karşı-devrime tepki olarak ortaya çıkan komünist solun diğer uluslararası akımlarının, özellikle Alman ve Hollanda komünist sollarının, tamamen proleter niteliğini tanımıştı. Onları “anarko-kendiliğindenci” veya “sendikalist” diye bir kenara atmak bir yana, onlardan öğrenebileceği her şeyi öğrenmişti. Hatta “konseyci” akımı oluşturmaya başlayanlara karşı yönelttiği temel eleştiri, bu akımın İkinci Enternasyonal’in ve özellikle Bolşevizmin yaptığı katkıları reddedişinde ortaya çıkan sekter yaklaşımına karşıydı. 19 Bu yönüyle, İtalyan Fraksiyonu, karşı-devrimin en azılı olduğu dönemlerde bile, sınıf bilincinin kolektif olarak geliştiğini ve hiçbir partinin veya geleneğin bu gelişimin kendi tekelinde olduğunu iddia edemeyeceğini savunan Marksist anlayışı korudu. Bu fikri takip eden doğal sonuç ise bilincin kardeşçe, yoldaşça, herkese açık, enternasyonal tartışma olmadan geliştirilemeyeceğiydi.20

19

Italian Communist Left ve Dutch ve German Communist Left adlı kitaplara başvurunuz. 20 İtalyan Fraksiyonu’nun dağılmasından sonra GCF bu anlayışı sürdürdü. Örneğin GCF’nin International Review sayı 33’de yayımlanan “yetenekli lider”(brilliant leader) kavramına getirdiği eleştirilere ve International Review sayı 34’te yayımlanan militanların politik pozisyonları tartışmak zorunda olmadan sadece emir almasının disiplin olduğunu öne süren görüşe getirdiği eleştirilere bakınız.


Tartışma kültürü: sınıf mücadelesinin silahı

Fakat bu çok önemli anlayış EKA’nın temel mirasının bir parçası olsa da, onu pratikte gerçekleştirmek pek kolay sayılmaz. Tartışma kültürü, yalnızca burjuva toplumunun akıntısına karşı geliştirilebilir. Kapitalizmin içerisindeki doğal eğilim fikirlerin netleştirilmesi değil şiddet, manipülasyon ve (en iyi örneği burjuva demokrasisinin seçim sirki olan) çoğunlukların kazanması olduğu için, proleter örgütlerin içerisine bu etkinin sızması, her zaman kriz ve yozlaşma mikroplarını da beraberinde getiriyor. Bolşevik Partisi’nin tarihi bu durumun mükemmel bir örneği. Parti, devrimin mızrak başı, öncü kolu olduğu zamanlarda gerçekleşen canlı ve pek çok zaman ihtilaflı tartışmalar, parti yaşamının en temel niteliklerinden biriydi. Buna karşı, (Kronstadt katliamından sonra) gerçek fraksiyonların yasadışı ilan edilmesi, partinin yozlaşmakta olduğunun başlıca işareti ve bu yozlaşmanın faal bir etmeniydi. Benzer biçimde, Enternasyonalist Komünist Partisi’nin (Parti Communiste Internationaliste) kurulma sürecini karakterize eden çelişkili ilkelerin “barışçıl olarak bir arada varolması” pratiği (başka bir deyişle tartışılmaması) veya Bordiga ve destekçilerinin monolitizmin erdemlerini teorize etmeleri, sadece 20. yüzyılın ortalarında proletaryanın yaşadığı tarihsel yenilgi çerçevesinde değerlendirilebilir. Devrimci örgütler, sınıf bilincini geliştirmek ve yaygınlaştırmak rollerini gerçekleştireceklerse, kolektif, enternasyonal, yoldaşça ve herkese açık tartışmanın geliştirilmesi kesinlikle gereklidir. Bunun yüksek düzey bir siyasi olgunluk (ve ayrıca daha genel olarak insani olgunluk) gerektirdiği açıktır. EKA’nın tarihi de bu hedefe bir gecede ulaşılmasının mümkün olmadığının ve bunun bizatihi tarihsel gelişimin ürünü olduğunun bir örneğidir. Bugün, bu olgunlaşan süreçte başlıca rol ise yeni kuşağındır. Tarihte tartışma kültürü Tartışabilme kabiliyeti, işçi hareketinin en önemli niteliklerinden biri olagelmiştir. Fakat tartışma, bu hareketin icadı değildir. Diğer bütün önemli alanlarda olduğu gibi bu alanda da, sosyalizm mücadelesi insanlığın en iyi ürünlerini içselleştirip kendi ihtiyaçlarına uyarlamıştır. Bunu

yaparken, bu nitelikleri daha yüksek bir düzeye taşıyarak dönüştürmüştür. Temel olarak, tartışma kültürü insanlığın son derece toplumsal olan doğasının bir ifadesidir. Özellikle insanların dili kullanmasıyla oluşan bir niteliktir. Dilin bilgi aktarmak için bir araç olarak kullanılması, insanlığın pek çok hayvanla paylaştığı bir özellik. İnsanı, doğanın geri kalanından bu seviyede ayıran ise, (mantık ve bilimin gelişimine bağlı olarak) argümanlar geliştirme, bu argümanları birbirleriyle karşılaştırma ve diğer insanları tanımaya çalışma (insanın kendisini diğer insanlarla özdeşleştirme yetisinin gelişimi, her şeyden önce sanatın gelişimiyle bağlantılıdır) kapasitesidir. Sonuç olarak bu yeni bir özellik değildir. Hatta sınıflı toplumlardan önce ortaya çıkmış ve insanlığın yükselişinde belirleyici bir rol oynamıştır. Mesela Engels, Homerik dönemde Yunanlıların, ilk Germanik kabilelerin veya Kuzey Amerika’daki Iroquoislerin genel toplantılarından bahseder ve özellikle Iroquoislerin tartışma kültürünü över. 21 Ne yazık ki, 19. yüzyılda Lewis Henry Morgan’ın ve onun çalışmalarını izleyen kişilerin çığır açıcı çalışmalarına rağmen, bu alandaki daha eski ama şüphesiz belirleyici gelişmelerle ilgili bilgilerimiz yeterli değil. Biliyoruz ki; felsefe ve bilimsel düşüncenin yaygınlaşması, mitoloji ve naif gerçekçilik – çelişkili ve ayrılmaz antik ikili – sorgulanmaya başladığında mümkün oldu. Felsefe ve bilimsel düşüncenin başlangıcının her ikisi de bu dönemde anlık tecrübeyi derin bir biçimde anlama kabiliyetinden yoksunluğun tutsaklarıydı. O dönemdeki insanın pratik tecrübesi üzerine düşünceleri, doğal olarak diniydi. “İnsanlar, kendi fiziksel yapılışları konusunda tam bir bilgisizlik içinde ve düşlerindeki görüntülerin dürtüsü altında bulundukları en eski zamanlardan beri kendi düşünceleri ile duyumlarının kendi öz bedenlerinin bir eylemi olmadığı, ama bu bedende oturan ve ölüm anında bu bedenden ayrılan ayrı bir ruhun işi olduğu düşüncesine varmışlardır — bu andan sonra da bu ruhun dış dünya ile ilişkileri üzerine kendilerine birtakım fikirler yaratmak gerekmiştir. Eğer

41

ölüm anında, bu ruh bedenden ayrılıyor ve kendi yaşamını sürdürüyorsa, ona ayrı özel bir ölüm yakıştırmak için hiçbir neden yoktu ve böylece, gelişmenin o aşamasında, hiç de bir avunma gibi değil, ama tersine, kendisine karşı elden hiçbir şey gelmeyen bir yazgı, hatta sık sık, özellikle Yunanlılarda, gerçek bir kötü yazgı, bir felaket gibi görünen ruhun ölümsüzlüğü fikri doğdu”. 22 Kültürün ve üretici güçlerin oldukça yavaş gelişiminin ilk adımları, bu naif gerçekçilik çerçevesinde atıldı. Büyüsel düşünce, içerisinde özellikle bir derece psikolojik bilgelik barındırsa da, her şeyden önce açıklanamayanı açıklama ve dolayısıyla korkuyu sınırlama işlevini görüyordu. İkisi de insanlığın gelişimine önemli katkılar yaptılar. Fakat naif gerçekçiliğin materyalist felsefeyle herhangi bir bağı olduğu düşüncesi veya materyalist felsefenin naif gerçekçilikten doğduğu düşüncesi temelsizdir.“Uçların buluşumu, diyalektiğin popüler bilince geçen eski kanunlarından bir tanesidir. Fantazmagorinin, saflığın ve batıl inançların en uç derecisini ararken, nesnel dünyayı kendi öznel düşüncesinin çerçevesine sokmaya çalışan Alman doğa felsefesinin bilimsel doğrultusunda değil de daha ziyade zıt yönde, yani salt tecrübeye dayanarak düşünceye nefretle bakan ve düşüncesizlikte en uç noktaya varmış okulun doğrultusunda hareket edersek hataya düşmüş olmayız. İngiltere’yi bu okul yönetmektedir.” 23 Engels’in belirttiği gibi, din, yalnızca büyüsel dünya görüşünden değil aynı zamanda naif gerçekçilikten de doğmuştur. Dinin dünyaya dair ilk ve çoğunlukla cüretkâr genellemeleri zorunlu olarak otoriter bir nitelik edinirler. Mesela ilk tarım toplumları kısa süre içerisinde yağmura bağlılıklarını anlarken, yağmur yağması için gereken koşulları anlayabilmekten çok uzaktılar. Bir yağmur tanrısının icat edilmesi, rüşvet veya adakla doğanın gidişatı üzerinde etkili olunabileceği izlenimi yaratan, insanın kendini güvenceye almasına yönelik, yaratıcı bir eylemdi. Homo sapiens, varoluşunu güvence altına alması, bilinç gelişimine bağlı olan bir türdür.

22

21

Engels: Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni.

Engels: Ludwig Feuerbach, İkinci bölümün başlangıcı. 23 Engels: Doğanın Diyalektiği.


42

Bu anlamda diğer türlerin önceden karşılaşmadığı bir sorunla karşı karşıya kaldı: bilinmeyene karşı duyulan felç edici korku. Dolayısıyla bilinmeyene dair yapılan açıklamalar hiçbir şüpheye yer bırakmayacak nitelikte olmalıydı. Bu ihtiyaçtan ise, onun en gelişkin ifadesi olarak, tanrı inancına dayanan dinler doğdu. Bu dünya görüşünün tüm duygusal temelini bilgi değil inanç oluşturur. Böyle bir ilkel zihinsel “iş bölümü”nde, madalyonun diğer yüzünde ise naif gerçekçilik duruyor. Anlık pratik duyularla açıklanamayan her şey zorunlu olarak büyü dünyasına itiliyor. Dahası pratik anlayışın kendisi de animizm ile başlayan dinsel çerçevenin içine oturuyor. Böylece bütün dünya fetişleştiriliyor. İnsanların bilinçli olarak gerçekleştirdikleri üretim ve yeniden üretim süreçleri bile irademiz dışında kişileştirilmiş güçlerin yardımıyla gerçekleşiyormuş gibi görünüyor. Böyle bir dünyada, modern anlamıyla tartışmaya çok fazla yer olmadığı ortada. Bundan yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce, yeni bir özellik daha güçlü bir biçimde kendisini dayatmaya, din ve “sağduyu” ikizlerine doğrudan meydan okumaya başladı. Eski geleneksel düşüncenin kendi karşıtına dönüştürülmesi bağlamında, bu yeni özellik tam da eski geleneksel düşünce biçiminin içerisinden doğup gelişti. Böylelikle, sınıflı toplumları önceleyen-örneğin Çin’de yin/yang, erken/kadın gibi karşıtlıklarda ifadesini bulan- erken diyalektik düşünce; bilim, felsefe ve materyalizmde temellenen bir eleştirel düşünceye dönüştü. Ancak tüm bu gelişimi, “tartışma kültürü” dediğimiz şey olmadan düşünmemiz mümkün değil. Yunancadaki diyalektik sözcüğü de gerçekte diyalog ya da tartışma anlamına gelir. Peki, bu yeni yaklaşım nasıl ortaya çıktı? Çok genel hatlarıyla söyleyecek olursak, bu yaklaşım, toplumsal ilişkiler ve bilgi dünyasının genişlemesi sonucu ortaya çıktı. Engels’in de sıklıkla vurguladığı gibi, sağduyu ancak ve ancak kendi evinin dört duvarı ardında güçlü ve sağlıklı bir çocuktur. Onun dışına çıkıp kocaman dünyanın içine girdiği anda, her türlü aksiliğe maruz kalabilir. Ancak, dinin korkuları yatıştırmak hususundaki sınırlılıkları da ortaya çıkmıştır. Gerçekte din, korkuyu yatıştırmaktan çok onu dışsallaştırmıştır.

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

İnsanlık, nefsi müdafaa araçlarından yoksun olduğu bir anda, kendisini alt edecek bir dehşet ile böylesi bir mekanizma sayesinde baş edebilmiştir. Ama bunu yaparken de, duyduğu korkuyu kendisine hükmeden ilave bir güce dönüştürmüştür. Henüz açıklanamıyor olanı “açıklamak”, aslında gerçek bir araştırmayı reddetmektir. Din ve bilim, inanç ve bilgi ya da -Spinoza’nın ortaya koyduğu haliyleteslimiyet ve araştırma arasındaki mücadele de bu şekilde doğdu. Yunan felsefesi, başlangıçta dine karşı ortaya çıktı. Bilinen ilk filozof olan Thales, mistik dünya görüşünü çoktan terk etmişti. Onu takip eden Anaksimander, doğanın kendisinden doğru açıklanmasını gereğini dile getirmişti. Yunan düşüncesi, aynı zamanda, naif gerçekçiliğe karşı ilan edilmiş bir savaştı. Heraklit, nesnelerin özünün alınlarında yazmadığını iddia eder. Ona göre, “doğa kendisini saklamayı sever”. Marks’ın benzer şekilde ortaya koyduğu gibi “nesnelerin dış görünüşleriyle özleri doğrudan uyuşsaydı, bütün bilimler fuzuli olurdu”. 24

Bu yeni yaklaşım, hem inanca hem de gündelik hayatın akidesi olan gelenek ve önyargıya meydan okuyordu (Almancada inanç ile ilgili ve birbiriyle bağlantılı iki kelime vardır: İlki inanç anlamına gelen “Glaube”, ikincisi ise batıl inanç anlamına gelen “Aberglaube”). Teori ve diyalektik ise tüm bunların karşısına konumlandırılmıştı. “Teorik düşünce her ne kadar küçümsense de, teorik düşünce olmaksızın iki doğal hakikati birbiriyle ilişkilendirmek ya da aralarındaki bağı anlamak imkânsızdır.”25 Artan toplumsal ilişki, elbette ki, üretici güçlerin gelişimi ile bağlantılıdır. Burada, mevcut düşünce biçimlerinin yetersizliği sorunu, kendi çözümüne dair araçlarla birlikte karşımıza çıkmaktadır. Bu araçlardan en öncelikli ve en önemli olanı insanın kendisine ve özellikle de insan düşüncesinin gücüne duyduğu güvenin artmasıdır. Bilim, ancak ve ancak şüphe ve belirsizliğin varlığını kabullenme kapasitesi ve bunlar karşısında bir hazır olma durumu 24

Marks: Kapital 3. Cilt 48. Bölüm “Üçlü Formül”. 25 Engels: Doğanın Diyalektiği.

varsa ortaya çıkabilir. Din ve geleneğin hâkimiyeti karşısında, bilimin gerçekliği mutlak değil görecelidir. Böyle olduğu ölçüde, fikir alışverişi hem bir olanak hem de bir gereklilik olarak karşımıza çıkar. Açık ki, bilginin hâkimiyetine dair bir iddia yalnızca- en geniş kültürel anlamıyla-üretici güçlerin belirli olgunluğa eriştiği bir aşamada ortaya atılabilir. Sanat, eğitim, edebiyat, doğa gözlemi ve dilin gelişimine paralel olmadıkça böyle bir şey düşünülemez bile. Bu durum, tarihin belirli bir noktasında, sınıflı toplumun ortaya çıkışı ve yönetici tabakanın maddi üretimin ağırlığından kurtulması süreçleri ile birlikte gerçekleşir. Ancak bu gelişmeler, otomatik olarak yeni ve bağımsız bir yaklaşım ortaya çıkarmazlar. Ne bilimde gösterdikleri aşamalar ile Mısır ve Babilliler, ne de ilk modern alfabeyi geliştiren Fenikeliler, bu konuda Yunanlılar kadar ileri gidebilmişlerdir. Yunanistan’da, rahiplerin yanı sıra bir özgür vatandaşlar sınıfının ortaya çıkışı, köleliğin gelişmesiyle mümkün olmuştur. Bu durum da dinin zayıflamasının maddi temellerini oluşturmuştur. (Böylece Engels’in AntiDühring’te ortaya koyduğu formülasyonu daha iyi anlayabiliriz: ilkçağların köleliği olmasaydı, modern çağların sosyalizmi de olmazdı.) Yaklaşık olarak aynı dönemlerde, Hindistan’da felsefe, materyalizm (sözde Lokayata) ve doğa incelemeleri gelişmiştir. Bu durumun kendisi, Brahman teokrasisine karşı kısmen tarımsal köleliğe dayanan savaşçı bir aristokrasinin ortaya çıkışına tekabül eder. Heraklitos Yunanistan’da dine, ölümsüzlüğe ve bedensel zevklerin lanetlenmesine karşı bir mücadele vermiş ve bu mücadelesini hem yönetici elitlerin hem de ezilen nüfusun önyargıları karşısında yürütmüştür. Hindistan’da da yeni militan yaklaşım, temellerini aristokrasiden almıştır. Yine aynı dönemlerde ortaya çıkan Budizm ve Jainizm, daha çok çalışan nüfus içerisinde yaygınlık kazanmıştır. Bu düşünceler, bir yandan kast sistemine karşı çıkmaya başlamışlar, fakat diğer yandan kast sisteminin (aynı zamanda Mısır’ın) tipik inancı olan reenkarnasyon kavramını da paylaşmışlar ve böyle olduğu ölçüde de asıl olarak dinsel bir çerçevenin içinde yer almışlardır.


Tartışma kültürü: sınıf mücadelesinin silahı

Buna karşılık, bilimin ve bir tür basit materyalizmin (örneğin Mo’-Ti’ Mantığı) geliştiği Çin’de, yukarıda değindiğimiz süreç, karşı gelinecek ruhban sınıfın yokluğu nedeniyle sınırlanmıştır. Ülke, komşu barbarlara karşı mücadele etmek için oluşturulmuş bir askeri bürokrasi tarafından yönetilmiştir. 26 Yunanistan örneğinde-Hindistan örneğinde de önemli bir yere sahip olanpek çok açıdan oldukça belirleyici bir etmen vardı: daha gelişmiş bir meta üretimi. Yunan felsefesi, ülkenin merkezinde değil, Anadolu’daki liman kolonilerinde başladı. Meta üretimi salt malların mübadelesi anlamına gelmez, aynı zamanda malların üretiminde kullanılan tecrübenin mübadelesini de içerir. Tarihi hızlandırarak diyalektik düşüncenin daha yüksek ifadelerini olanaklı kılar ve üst düzey bir fikir alışverişine imkân tanır. Dahası toplumsal evrimin içinde gerçekleştiği izolasyona bir son vermeye başlar. Doğal ekonomiye dayanan tüm tarım toplumları için temel iktisadi birim köy veya olsa olsa bölgesel bir otarşidir. Ancak, daha çok sulama için gerekli olan geniş bir işbirliği temelinde yükselen ve sömürüye dayanan ilk toplumlar da yine tarımsal niteliktedir. Buna karşıt olarak, ticaret ve denizcilik Yunan toplumunun dünyaya açılmasını sağlamıştı. Böylelikle, Yunan toplumu göçmen toplumların fetih ve keşfe dair klasik tutumunu daha üst bir seviyede yeniden üretiyordu. Tarih gösteriyor ki; gelişiminin belli bir aşamasından sonra, kamusal tartışma gibi bir olgunun ortaya çıkışı, uluslararası gelişmelerden (tek bir bölgede yoğunlaşmış bile olsa) ayrı düşünülemezdi ve ayrıca bir anlamda “enternasyonalist” bir niteliğe sahipti. Diyojen ve Kinikler, Hellenler ile Barbarlar arasında yapılan ayrıma karşı çıkarak kendilerini dünya vatandaşı ilan etmişlerdi. Demokritos, kendisine kalan mirası, Mısır, Babil, Pers ülkesi ve Hindistan gibi yerlere düzenlediği eğitim gezilerinde çarçur etmekle suçlanmış, hatta bu yüzden mahkemede yargılanmıştı. Kendisini, yaptığı yolculukların meyvelerini, yani yazılarından kimi kesitleri okuyarak 26

M.S 500 civarında Asya’daki gelişmelere dair August Thalheimer’in 1927’de Moskova’daki Sun-Yat-Sen üniversitesinde verdiği konferans notlarına bakılabilir: Introduction to Dialectical Materialism: www.marksists.org/archive/thalheimer/works/dia mat/index.htm

savunmuş ve bulunmuştu.

43

böylelikle

suçsuz

Tartışma, pratik ihtiyaçlara cevaben ortaya çıktı. Yunanistan’da tartışma, farklı bilgi kaynaklarının karşılaştırılması biçiminde gelişti. Muhtelif düşünce biçimleri, araştırma yöntemleri ve sonuçları, üretim yöntemleri, âdetler ve gelenekler birbirleriyle karşılaştırılıyordu. Birbirleriyle çeliştikleri, birbirlerini doğruladıkları ya da tamamladıkları yönünde sonuçlar çıkartılıyordu. Birbirleriyle mücadeleye giriyor veya birbirlerini destekliyor, bazen de ikisini birden yapıyorlardı. Mutlak doğrular, bu türden karşılaştırmaların sonucu olarak göreceli hale geliyordu. Bu tartışmalar kamuya açıktı. Limanlarda, pazar yerlerinde (forumlarda), okullarda ve üniversitelerde yapılıyordu. Tartışmaların yazılı tutanakları kütüphaneleri dolduruyor ve bilinen tüm dünyaya yayılıyordu. Zamanını pazar yerinde tartışarak geçiren filozof, Sokrates, bu gelişimin özünü somutlaştırıyordu. Onun temel uğraşı olan ahlak bilgisine nasıl ulaşılacağı meselesi, bu soruların zaten cevaplanmış olduğu iddiasından yola çıkan din ve ön yargıya karşı başlı başına bir saldırıydı. Sokrates bilginin, doğru ahlakın temel koşulu; cehaletin ise ahlakın baş düşmanı olduğunu söylüyordu. Çoğu insan bilinçli bir şekilde vicdanının sesine uzun süre kulak tıkayamayacağı için, ahlaki gelişimi mümkün kılacak olan şey cezalandırma değil bilinçlenme olarak ortaya çıkıyordu. Fakat Sokrates, bütün bilimlerin ve kolektif netleşmenin teorik temellerini atarak, daha da ileriye gitti: bilginin çıkış noktasının ön yargıları bir kenara bırakmak olduğunun kabul edilmesi. Böylesi bir kabul, en gerekli olan şeyin, araştırmanın yolunu açıyordu. Sokrates, aceleyle varılmış sonuçların, eleştirel olmayan ve halinden memnun fikirlerin, kibrin ve böbürlenmenin en azılı düşmanıydı. O, “bilmiyor olmanın alçak gönüllülüğü”ne, dahası derin kavrayışa ve ikna olmaya dayanan gerçek bilgiye duyulan tutkuya inanıyordu. İşte Sokratik Diyalog da bu noktadan hareketle yazılmıştı. Gerçek, herkesin aynı anda hem öğretmen hem

de öğrenci olduğu, tüm öğrencilerin diyaloglarına dayanan kolektif bir araştırmanın sonucudur. Felsefeci işte tam da bu noktada tek başına inanılmaz fikirler ortaya atan bir peygamber olmaktan çıkar ve diğerleriyle beraber gerçeği arayan bir araştırmacı olur. Bu da yeni bir liderlik algısını gündeme getirir: nihai hedefi hiç akıldan çıkarmadan netleşmeye doğru ilerlemek hususunda en kararlı olmak. Bu tanım ile Komünist Manifesto’da tanımlandığı haliyle komünistlerin sınıf mücadelesi içindeki rolü arasındaki paralellik ise gerçekten çok çarpıcı. Sokrates, tartışmaları teşvik etmede ve yönlendirmede gerçek bir ustaydı. Kamusal tartışmayı bir sanat veya bilim düzeyine ulaştırdı. Öğrencisi Eflatun, diyaloğu bu güne kadar hiç erişilememiş bir düzeye yükseltti. Engels, Doğanın Diyalektiği’ne yazdığı önsözde, doğa biliminin kat ettiği üç büyük aşamadan bahseder. Ona göre, Yunanlıların “önsezi dehaları” ve sonrasında Arapların ulaştığı “çok önemli fakat dağınık” sonuçlar, Rönesans ile başlayan modern bilimin selefleridir. “Arap-Müslüman kültür çağı” olarak adlandırılan dönemin en çarpıcı yanı, farklı antik kültürlerin vardıkları sonuçları soğurup onların bir sentezini yapabilme kapasitesine sahip olması ve tartışmaya açık olmasıdır. August Bebel, Bağdat’ta kamusal tartışma kültürüne tanıklık etmiş birinin şu sözlerini alıntılıyor: “Sadece hayal edin, ilk toplantıda yalnızca ortodoks ve heterodoks tüm İslam mezheplerinin temsilcileri değil, ayrıca ateşe tapanlar (Mecusiler), Materyalistler, Ateistler, Yahudiler ve Hıristiyanlar, başka bir değişle, her tür kâfir hazır bulunuyordu. Her mezhebin kendisini temsil edecek sözcüleri vardı. Bu sözcülerden biri salona girdiği zaman herkes saygıyla ayağa kalktı ve o kişi yerine ulaşana kadar kimse yerine oturmadı. Salon neredeyse tamamen dolduğu zaman, kâfirlerden biri söz olarak şöyle dedi: ‘Kuralları hepiniz biliyorsunuz. Müslümanlar bizim söylediklerimize karşı kutsal kitaplardan veya peygamberlerinin konuşmalarından alıntı yapma iznine sahip değiller çünkü ne kitaplarınıza ne de peygamberinize inanıyoruz. Burada mevcut olanların, yalnızca insan aklına dayanan argümanlar öne sürmeye izni var.’


44

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Bu sözler salonun geneline hâkim bir sevinçle selamlanırdı.” 27

kullanarak mücadele olmalarıydı.” 29

Bebel şöyle diyor: “İslam ve Hristiyanlık arasındaki fark şuydu: Araplar, fetihleri sırasında çalışmalarında faydalı olabilecek ve kendilerini ele geçirdikleri ülkeler ve halklar konusunda bilgilendirebilecek her şeyi topladılar. Hristiyanlar ise doktrinlerini yayarken bütün böylesi kültürel eserleri şeytanın eserleri ve dinsizlerin dehşeti olarak yok ettiler.” Bebel şu sonuca varıyor: “MüslümanArap kültür çağı, Yunan-Roma kültürü ve bir bütün olarak antik kültür ile Rönesans’la birlikte bir çiçek gibi açan Avrupa kültürü arasındaki bağlantıyı teşkil ediyor. Bu ara aşama olmadan, Avrupa kültürü bugün ulaştığı seviyenin yanından bile geçemezdi. Hristiyanlık, bütün bu kültürel gelişime düşmandı.”

Tartışma ve İşçi Hareketi

28

Heinrich Heine -daha sonraları işçi hareketi tarafından da doğrulanmak üzere- Hristiyanlığın kör fanatizmi ve sekterliğinin nedenlerinden birini şöyle tanımlamıştı: Bir kültür ne derece fedakârlık ve ferâgat talep ediyorsa, o kültür için ilkelerinin sorgulanabileceği düşüncesi o derece tahammül edilmez bir hal alır. Engels, Rönesans ve Reform hareketlerini “insanlığın deneyimlediği en büyük ilerici dönüşüm” olarak nitelendirir ve bununla bağlantılı olarak da yalnız düşüncenin değil duyguların, kişiliğin, insan potansiyeli ve mücadeleciliğinin gelişiminin de önemine değinir. Engels’e göre o zamanlar, “devler gerektiren ve düşünce, tutku, kişilik, çok yönlülük ve bilgelik bakımından devler üreten” zamanlardı: “O zamanların kahramanları, haleflerinde kendini tek yönlülük ve sınırlandırılmışlık gibi etkilerle gösterecek olan iş bölümünün boyunduruğuna henüz teslim olmamışlardı. Fakat bu kahramanlar için özellikle tanımlayıcı olan şey, neredeyse hepsinin zamanın hareketlerinin ortasında, pratik mücadelelerin bir parçası olmaları, taraf olmaları ve bazen sözlerini, bazen hançerlerini, bazen de ikisini birden

27

August Bebel: Die Mohamedanisch-Arabische Kulturepoche (1889) Bölüm VI. Bilimsel Gelişim, Şiir. 28 Ibid.

ediyor

Engels’e göre, insan aklının modern bilimin gelişimine zemin hazırlamış olan üç “görkemli” çağını gözden geçirdiğimizde, zaman ve alan bakımından ne denli sınırlı olduklarını fark edebiliriz. Öncelikle, tüm bir insanlık tarihi düşünüldüğünde bir hayli geç ortaya çıktıkları ortadadır. Hindistan ve Çin medeniyetlerinin katkılarını düşündüğümüzde bile, bu gelişmelerin coğrafi olarak ne denli kısıtlı olduğunu da görüyoruz. Ayrıca çok uzun sürmedikleri de bir gerçek (zira İtalya’daki Rönesans ve Almanya’daki Reform hareketleri yalnızca yirmi otuz yıl sürmüştü). Ayrıca, zaten fazlasıyla ufak çapta olan sömürücü sınıfların arasından bu hareketlere katılanların oranı da bir hayli düşüktü. Bununla ilişkili olarak, dikkat çekici iki olgu karşımızda belirir. İlki, bilimin ve kamusal tartışmanın kat ettiği yükseliş ve bunun yarattığı etkinin tüm kesintiler ve çıkmazlara rağmen bu derece büyük ve uzun ömürlü olması. İkincisi ise proletaryanın, 20. yüzyılın ortasında hareketinin organik devamlılığını kaybetmiş ve kapitalizmin çöküş evresinde kalıcı kitle örgütlerinin varlığını sürdürme imkânını yitirmiş olmasına rağmen, örgütlü tartışma yeteneğini müdafaa edebilmesi ve bazı durumlarda kitlesel olarak ortaya koyabilmesi. İşçi hareketi bütün kesintilere rağmen bu geleneği neredeyse iki yüzyıldır yaşatmış bulunuyor. Fransa, Almanya veya Rusya’daki devrimci hareketlerde gördüğümüz gibi bu sürecin kimi zamanlar milyonlarca insanı kapsadığı oldu. İşte burada nicelik yeni bir niteliğe dönüşmüş oluyor. Ancak bu nitelik proletaryanın, en azından sanayileşmiş ülkelerde çoğunluk teşkil etmesinden kaynaklanmıyor yalnızca. Modern bilim ve teorinin, Rönesans’la birlikte görkemli bir başlangıca imza atmasının ardından, burjuva iş bölümünün gelişimiyle nasıl zedelendiğini ve zorlandığını gördük. Fakat bu sorunun kalbinde, bilimin üreticilerden, Arap çağında veya Rönesans’ta henüz 29

Engels, Doğanın Diyalektiği.

mümkün olmayan bir şekilde ayrılmış olması yatıyor. Bu ayrım, “bilimi emekten ayrı bir ürün haline getiren ve onu sermayenin hizmetine sunan modern sanayi ile tamamlanıyor”.30 Marks, Vera Zasuliç’e yazdığı mektubun ilk taslağında bu sürecin şu şekilde nihayete erdiğini söylüyor: “Toplum, bilime, halk kitlelerine ve yarattığı üretici güçlere karşı bir savaş yürütüyor”. Kapitalizm, bilimin üretime sistematik olarak uygulanmasını gerektiren ve aksi halde varlığını koruyamayacak olan ilk ekonomik düzendir. Kendi sınıfsal hükmünü sürdürebilmesi için proletaryanın eğitimini sınırlandırması gerekiyor. Kendi ekonomik konumunu sürdürebilmesi içinse proletaryanın eğitimini ilerletmesi gerekiyor. Günümüzde burjuvazi giderek daha da yontulmamış ve ilkel bir sınıf halini alırken, bilim ve kültür, ya proleterlerin ya da ekonomik ve toplumsal durumları gittikçe işçi sınıfınınkine benzeyen burjuvazinin ücretli temsilcilerinin elinde gelişiyor. “Dolayısıyla, toplumdaki sınıfların ortadan kaldırılması (...), üretimin gelişiminin şöyle bir noktaya taşınmış olmasını gerektirir. Üretim araçlarına ve ürünlere el konulmasının ve bununla birlikte siyasal egemenlik, kültür tekeli ve entelektüel liderliğin belli bir sınıfın elinde bulunmasının, sadece gereksiz değil aynı zamanda iktisadi, siyasal ve entelektüel açıdan da gelişmenin önünde engel teşkil ettiği bir nokta: şimdi bu noktaya ulaşılmıştır.” 31 İnsanlığın bilimsel geleneğinin mirasçısı proletaryadır. Gelecekte gerçekleşecek her proleter mücadele, geçmişte gerektirdiğinden daha fazla ve şu ana kadar görülmemiş bir şekilde, toplumsal tartışmayı yaygınlaştırmak zorundadır. Ayrıca, mevcut çağın gerekliliklerine ayak uydurmak için bilim ve emek birliğinin yeniden tesisi yönünde küresel bir anlayış geliştirmek hususunda başı çekmek durumundadır.

30

Kapital 1. Cilt. 14. Bölüm: “İşbölümü ve Manüfaktür” 5. Kısım: “Manüfaktürün Kapitalist Niteliği”. 31 Engels: Anti-Dühring 3.Kısım: "Sosyalizm" Bölüm II: “Teorik”.


Tartışma kültürü: sınıf mücadelesinin silahı

Proletaryanın çıtayı yükseltme kapasitesi, insan toplumu ve tarihini inceleyen ilk bilimsel yaklaşım olan Marksizmin gelişimiyle uzun süre önce kanıtlandı. Proletarya tek başına burjuva felsefi düşüncesinin ulaştığı en son noktayı, yani Hegel’in felsefesini, özümsemeyi başardı. Antik dünyada bilinen iki tür diyalektik vardı: Heraklitos’un değişim diyalektiği ile Eflatun ve Aristoteles’in etkileşim diyalektiği. Hegel, bu iki türü birleştirerek gerçek bir tarihsel diyalektiğin temellerini hazırladı. Hegel, doğru ve yanlış kavramlarının katı ve metafizik karşıtlığına daha önce görülmemiş bir şiddetle saldırarak, bütün bir tartışma kavramına yeni bir boyut kazandırdı. Tinin Fenomenolojisi’nin önsözünde Hegel, bir gelişim sürecinin (örneğin felsefe tarihi) farklı ve birbirine karşıt evrelerinin nasıl tohum ve meyve gibi organik bir bütünlük içerisinde bulunduğunu gösterdi. Hegel ayrıca, bu durumu teşhis edememenin çelişkiye yoğunlaşma ve gelişimin izini kaybetme eğilimiyle doğrudan alakalı olduğunu açıkladı. Diyalektiğin ayaklarının yere basmasını sağlayan Marksizm, Hegel felsefesinin en ilerici kısmı olan geleceğe yönelik süreçlerin anlaşılmasını, içselleştirmeyi başardı. Proletarya, aynı anda hem devrimci olan hem de sömürülen ilk sınıftır. Geçmişteki sömürücü devrimci sınıfların aksine, proletaryanın gerçeği arayışı, bir sınıf olarak kendisini devam ettirme çıkarıyla sınırlandırılmış değildir. Geçmişin, kendilerini yalnızca (özellikle din gibi) yanılsamalara bırakarak hayatta kalabilen sömürülen sınıflarının aksine, proletaryanın kendi sınıf çıkarları, yanılsamaların hepsinin ortadan kaldırılmasını gerektiriyor. Böylelikle proletarya, kendisini yansıtmaya ve kendi sınıf çizgisinde örgütlenmeye ve mücadele etmeye başladığı anda, doğal eğilimini netleşme olarak ortaya koyan ilk sınıf olarak karşımıza çıkıyor. Bu eşsiz doğa, Bordigizm kendi değişmezlik (invariance) kavramını icat ettiği zaman unutulmuştu. Bordigizmin dayandığı nokta, burjuva ideolojisinin karşısında Marksizmin ilkelerine sadık kalınması gerektiği idi ve doğruydu. Fakat sınıfsal konumları devam ettirmek için tartışmayı sınırlandırmak, hatta ortadan kaldırmak gerektiğine dair

Bordigizmin ortaya koyduğu sonuç, karşı-devrimin bir ürünüdür. Burjuvazi, işçi sınıfını sermayenin alanına çekmek için her şeyden önce işçi sınıfının tartışmalarını bastırması ve boğması gerektiğini çok iyi anlamıştı. Burjuvazi, başlangıçta acımasız ve vahşi baskılarla bunu yapmaya çalıştı fakat sonrasında demokrasi ve sermayenin sol kanadını baltalamak gibi daha etkili yöntemler geliştirdi. Oportünizm de çoktandır bu durumun farkındadır. Oportünizmin temel özelliği tutarsızlık olduğundan, kendini gizlemek ve tartışmadan kaçmak zorundadır. Oportünizme karşı mücadele etmenin gerekliliği ve tartışma kültürüne duyulan ihtiyaç, çelişkili olmak bir yana, birbirinden ayrı düşünülemeyecek olgulardır. Böylesi bir kültür, siyasi konumların birbirleriyle ateşli bir biçimde çarpışmasını da hiçbir koşulda dışlamamaktadır. Bu durumun tam aksi söz konusudur. Fakat bu bize, siyasi tartışmanın travmalara, bölünmelere zorunlu olarak yol açtığını düşündürmemeli. Tarihteki tartışma “sanatı” veya “bilimi”nin en gelişkin örneklerinden biri, Şubat-Ekim 1917 arasında Bolşevik Partisi’nde yaşanan tartışmalardır. Bu tartışmalar, yabancı ideolojinin devasa düzeyde içeri hücum etmiş olduğu durumlarda bile çok tutkulu ama yoldaşçaydı. Yapılan tartışmalar, katılan herkesi cesaretlendiren ve onlara ilham veren bir niteliğe sahipti. Her şeyden önce, bu tartışmalar, Troçki’nin partinin “yeniden silahlanması” olarak adlandırdığı gelişimi mümkün kıldı ve parti politikalarını devrimci sürecin değişen taleplerine göre yeniden uyarladı ki bu zaferin önkoşullarından biriydi. “Bolşevik Diyaloğu” ilk olarak, her tartışmanın aynı anlama sahip olmadığına dair bir anlayış gerektiriyordu. Marks’ın Proudhon ile giriştiği polemik yıkıcı türdendi, çünkü üstlendiği görev bütün işçi hareketleri için bir prangaya dönüşmüş olan bir düşünceyi tarihin çöp kutusuna atmaktı. Buna karşılık genç Marks, Hegel’e ve ütopyacı sosyalizme karşı devasa mücadelelere giriştiği halde, ortak mirasımızda daima parlamalarında katkısı olduğu şahsiyetlere, Hegel’e, Fourier’e, Saint Simon’a veya Owen’a, karşı duyduğu büyük saygıyı hiçbir zaman kaybetmedi. Daha sonraları Engels, Hegel olmadan Marksizm,

45

ütopyacılar olmadan bildiğimiz haliyle bilimsel sosyalizm olmayacağını yazacaktı. EKA da dâhil olmak üzere, diğer tüm işçi örgütlerindeki en ağır krizler, ne kadar derin olurlarsa olsunlar, fikir ayrılıklarından değil, netleşme sürecinin büyük ölçüde engellenmesi ve hatta baltalanmasından kaynaklandı. Oportünizm bu sonuca ulaşmak için mümkün olan her türlü aracı kullanır. Bu araçlar arasında önemli fikir ayrılıklarını önemsiz gibi göstermek, ikincil fikir ayrılıklarının önemini abartmak veya varolmayan fikir ayrılıkları yaratmak sayılabilir. Dahası, oportünizm, kişiselleştirme ve iftira gibi yöntemleri bile kullanmaktan çekinmez. İşçi sınıfı hareketi içerisinde bir yandan gündelik sağduyu, diğer yandan alışkanlık ve geleneklere eleştirellikten uzak ve nerdeyse dini bağlılığın ağırlığı, Lenin tarafından çevre ruhu olarak adlandırılmıştır. Lenin, örgütün ve örgütün siyasi hayatının inşası sürecinin gündelik sağduyunun “kendiliğindenliğine” teslim edilmesi ve bunun doğuracağı sonuçlar konusunda son derece haklıydı. “En az direnişle karşılaşılan yöne doğru kendiliğinden hareket, doğrudan burjuva ideolojisinin egemenliğine gider. Neden mi? Çok basit: burjuva ideoloji sosyalist ideolojiden çok daha yaşlıdır, daha çok yönlü bir biçimde geliştirilmiştir ve karşılaştırılmayacak kadar daha çok kaynağa sahiptir.” 32 Çevre mantığının özelliklerinden biri de tartışmanın kişileştirilmesi, yani siyasi bir argümana ne söylendiğine göre değil, kimin söylediğine göre tepki verilmesidir. Kişileştirmenin verimli bir kolektif tartışmaya çok büyük zarar verdiğini söylemeye gerek bile yoktur. Sokratik Diyalog, tartışmanın geliştirilmesinin sadece bir düşünce sorunu olmadığını, ayrıca ahlaki bir sorun da olduğunu çok uzun süre önce anlamıştı. Bugün, netleşme talebi proletaryanın çıkarınayken, netleşmenin baltalanması bu çıkarları zedeliyor. Bu bağlamda, işçi sınıfı, ‘gerçek’ten daha çok sevdiği tek şeyin ‘gerçeğin aranması’ olduğunu söyleyen Alman aydınlanmacı düşünürlerinden Lessing’in bu düsturunu benimseyebilir.

32

Lenin: Ne Yapmalı. Kısım II. Rabotschaja Mysl.


46

Sekterliğe ve Sabırsızlığa Karşı Mücadele Kitlesel proleter hareketlerin temel unsuru olan tartışma kültürünün en güçlü örneklerini Rus Devrimi’nde görebiliriz. 33 Sınıf partisi, karşı olmak bir yana, bu dinamiğin öncü koluydu. 1917 Rusya’sında Parti içerisinde yürütülen tartışmalar devrimin sınıf doğası, emperyalist savaşa devam edilmesinin desteklenip desteklenmemesi ve iktidarın ne zaman ve nasıl ele geçirileceği gibi sorular üzerinden yürütülüyordu. Fakat bütün bu süreç boyunca, dünya devrimiyle beraber insanlığın kaderinin de bağlı olduğu siyasi krize rağmen, Parti’nin birliği korundu. Yine de proleter sınıf mücadelesinin ve özellikle örgütlü işçi hareketinin tarihi, tartışma kültürünün böylesi bir düzeye çok da sık ulaşamamış olduğunu gösteriyor bize. EKA içerisinde, monolitik yaklaşımların tekrar tekrar ortaya çıktığını daha önce de sıklıkla dile getirmiştik. Bu yaklaşımların kimi zaman örgütte bölünmelere neden olması hiç de şaşırtıcı değil. Zaten monolitizm çerçevesi içinde, fikir ayrılıklarının bölünmeden başka bir çözümü olamaz. Öte yandan, ortaya çıkan sorun, bu yaklaşımı vücuda getiren unsurların ayrılmasıyla çözülecek bir sorun da değil. Proleter olmayan böylesi eğilimlerin tekrar tekrar ortaya çıkması, bu konuda örgüt içerisinde de yaygın bir zayıflığın mevcut olduğunu gösteriyor. Bunlar, gündelik hayatta ve tartışmalarda zorlukla fark edilebilecek, küçük çapta kafa karışıklıkları ve yanlış anlaşılmalar olmalarına rağmen, bazı koşullar altında daha ciddi zorluklara yol açabilecek nitelikteler. Bu zorluklardan bir tanesi, her tartışmayı Marksizm ile oportünizm arasında bir mücadele, yani doğrudan burjuva ideolojisine karşı verilen bir mücadele olarak ortaya koyma eğilimi. Böylesi bir tutumun doğuracağı kaçınılmaz sonuç ise yoldaşlara artık hata yapma veya kafa karışıklıklarını ifade etme hakları yokmuş hissini vererek tartışmayı engellemek. Bir başka sonuç ise oportünizmin “sıradanlaşması”. Eğer her fikir ayrılığında (yalancı çobanın “kurt” diye bağırışı gibi) oportünizm diye bağırırsak, 33

Bir örnek için Troçki’den Rus Devrimi’nin Tarihi veya John Reed’den: Dünyayı Sarsan On Gün.

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

büyük ihtimalle oportünizm gerçekten ortaya çıktığında onu tanımayı başaramayacağız. Bir başka sorun ise, tartışmalarda karşıdakinin argümanlarını dinlemekten aciz olmaya ve “rakipleri” ezip diğerlerini “ne pahasına olursa olsun” ikna ederek bütün tartışmaları tekelleştirme eğilimine neden olan sabırsızlık. 34 Bütün bu yaklaşımların ortak özelliği, küçük burjuva sabırsızlığı ve proletarya içerisinde kolektif netleşme deneyimine duyulan güvensizliktir. Bu yaklaşımlar, tartışmayı ve netleşmeyi bir süreç olarak kabullenmenin aslında ne denli zor olduğunu ortaya koyarlar. Toplumsal hayatın bütün temel süreçleri gibi, bu sürecin de bir içsel ritmi ve kendine has bir gelişim kanunu vardır. Ortaya çıkışı, kafa karışıklığından netliğe doğru giden bir harekete tekabül etmekte ve hataları, yanlışları ve onların düzeltilmesini içermektedir. Gerçekten derinlikli olması için bu sürecin belli bir zamana ihtiyaç duyduğu ortada. Bu, hızlandırılabilir bir süreç olmakla birlikte bu süreçte kestirme yolları kullanmak, dönemeçleri düz geçmek mümkün değil. Bu sürece katılım ne kadar fazla olursa, sınıfın bütününün katılımı ne kadar cesaretlendirilirse, süreç o kadar zenginleşecektir. Rosa Lüksemburg, Bernstein ile olan polemiğinde 35 , işçi hareketinin, kapitalizmin sınırları içinde kalan bir hareket olması ile kapitalizmin ötesine geçmek gibi bir hedef için çaba göstermesi arasındaki çelişkiye dikkat çekmiştir. Hareket, özündeki bu çelişkili niteliği nedeniyle iki temel tehlikeyle karşı karşıyadır. Birincisi oportünizm, yani sınıf düşmanının ölümcül etkisine açıklık. Sınıf mücadelesi yolundan bu şekilde sapmanın sloganı “hareket her şeydir, nihai hedef ise hiçbir şeydir” olarak karşımızda belirir. İkinci temel tehlike ise sekterlik, yani kişinin kendi sınıfı olan proletaryanın yaşadığı hayatın etkilerine yeteri kadar açık olmamasıdır. Bu sapmanın sloganı da “hedef her şeydir, hareket ise hiçbir şeydir” olarak ortaya çıkar. 1. Dünya Savaşı’nın ardından yükselen ve dünya devriminin yenilgisinden 34

EKA 17. Kongre Raporu’nda (International Review sayı 130) bu kavramlar derinleştirilmektedir. 35 Rosa Lüksemburg: Sosyal Reform mu Devrim mi?

sonra hüküm sürmeye başlayan korkunç karşı-devrimin sonucu olarak, devrimci saflardan arta kalanlar arasında şöylesi korkunç bir yanılsama oluşmuştur: sekterlik kullanılarak oportünizm ile mücadele edilebilir. Bizi yalnızca kısırlaşma ve fosilleşmeye götürecek olan böylesi bir yaklaşım, hedef ve hareketi ayıran oportünizm ve sekterliğin madalyonun iki yüzü olduğunu anlamaktan acizdir. Devrimci azınlıkların, kendi sınıflarının gerçek yaşantı ve hareketine tam katılımı olmazsa, komünizm hedefi gerçekleştirilemez.


47

Komünistler ve Ulusal Sorun 1900-1920: Kapitalizmin çöküş döneminin şafağında ulusal sorun tartışması “Dünyanın bütün işçileri, birleşin!”. Marks ve Engels tarafından 1848’de yazılan Komünist Manifesto’nun sonunda bulunan bu çağrı yalnızca coşkulu bir öneri değildir; işçi sınıfının zaferinin en can alıcı koşullarından birini de ifade eder. İşçi sınıfı hareketi, kapitalist sınıfın proletarya üzerindeki hakimiyetinin gelişiminin bir simgesi olan ulusal sınırlara karşı, enternasyonal sınıfsal niteliğini doğar doğmaz ilan etmişti. Fakat 19. yüzyıl kapitalizmi, pre-kapitalist üretim ilişkileriyle ilişkili olarak, henüz gelişim kapasitesinin sonuna ulaşmamıştı. Belirli anlarda ve daha önemlisi belirli koşullarda, komünistler işçi sınıfının burjuvazinin çeşitli kesimlerini destekleme ihtimalini göz önünde bulundurdular, çünkü kapitalizm bir yandan kendisini geliştirirken diğer yandan proleter devrim için gerekli koşulların olgunlaşmasını hızlandırıyordu. Öte yandan 20. yüzyılın başında, kapitalizmin dünyanın her yerine yayılmış olduğunu tasdik eden bir dünya pazarı vardı. Bununla birlikte ulusal hareketlere verilmiş bu devrimci desteğin doğasına dair bir tartışma başladı. Komünistlerin ulusal soruna dair tutumunu incelerken, öncelikle Lenin ve Rosa Lüksemburg arasındaki tartışmaya geri dönerek buradaki görüşleri ve kaygıları inceleyeceğiz. 1917-23 yılları arasındaki devrimci dalganın başarısızlığı, Rusya’da karşı devrimin zaferi ve proletaryanın onlarca yıldır çöken kapitalizmin barbarlığına mahkum olması, işçi hareketi içerisinde ulusal soruna dair tam bir netleşmenin gerçekleşmesini engelledi. Bu dönem boyunca, karşı-devrim proleter devrimin içeriğini çarpıtmak için her şeyi yaptı. Bu çabaların en önde geleni 1917-23 yılları arasında sürekli gerçekleşen devrimci dalga ile Rusya’da oluşturulan devlet kapitalizmi arasındaki dönemde gerçekleşti. Bu çaba, devrimci dönemin proletarya enternasyonalizmiyle Rus devlet kapitalizminin ‘halkların kendi kaderini tayin hakkı’ ve ‘ezilen halkların ulusal kurtuluşu’ adı altında

yürüttüğü emperyalist yağma politikaları arasında bir devamlılık varmış gibi gösterilmesiydi. Lenin’in pozisyonları değişmez bir dogmaya dönüştürüldü. Dolayısıyla proletaryanın ulusal hareketleri komünist devrim için bir ‘kaldıraç’ olarak kullanması ihtimali, devrimin geri çekilmesi sırasında kilit ülkelerde kullanılan bir taktik olarak görüldü. Rusya’daki ‘proleter devlet’in savunulması ihtiyacı, devrimcilerin saflarında, belirli bir azınlık karşı çıksa da mutlak doğrular olarak kabul edildi. Bugün devrimci örgütlerin, özellikle Bordigist Enternasyonal Komünist Partisi’nin (EKP Programma Comunista) içerisinde bulunduğu dağınıklık ve kriz şunun altını çiziyor: Komünistler eğer bu önemli noktada burjuva ideolojisinin devasa ağırlığını sırtlanmak istemiyorlarsa, sözde ulusal ‘kurtuluş’ savaşlarına karşı net ve ilkeli bir tavır almalılar. EKP’nin bir kısmının Orta Doğu’daki emperyalistler arası çatışmada enternasyonalizmi terk ederek kapitalist bir güç olan Filistin Kurtuluş Örgütünü eleştirel olarak desteklemesi (ki bu tutum bu grubun EKP’den atılmasını ve bu grubun açıkça milliyetçi ve şovenist bir örgüt oluşturmasıyla sonuçlanmıştır), proletaryanın kapitalizmin çöküş döneminde milliyetçiliğe verdiği her tür tavizin ne derece tehlikeli olduğunu göstermektedir. Bordigistlerin ulusal soruna dair teorik zayıflıklarının temeli, sözde ‘Leninist’ gelenek gibi, Lenin’in Komünist Enternasyonal’in ilk yıllarında ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ sloganıyla ulusal hareketleri destekleme tavrının savunulmasıdır. Bordigistlerin aksine, Enternasyonal Komünist Akım ise bu nitelikte verilecek desteği emperyalizm çağında reddetmekte. Bu reddediş Rosa Lüksemburg’un Lenin’in yüzyılın başında geliştirdiği fikirlere yönelttiği eleştirilere dayanıyor. Günümüzde, proletaryanın son on yılların tecrübelerinin ışığında Lenin’in değil Lüksemburg’un tutumunun tarih tarafından doğrulandığını ve sonunda

gerçekten marksist bir yaklaşım için gerçek bir temel oluştuğunu söyleyebiliriz. Bugün devrimci çevreler içerisinde ortaya çıkan veya hiç değilse sermayenin solundan kısmen kopan pek çok unsur bu konuda hala Lenin’in pozisyonuna karşı Lüksemburg’un tutumunu savunuyor. Komünistlerin sol-kapitalist ideolojinin her yönünden netçe ayrılması önemli olduğu için devrimci hareketin içerisinde 1. Dünya Savaşı’ndan önce ve sonra gerçekleşmiş tartışmaları eleştirel olarak incelediğimiz bu makaleyi yayınlıyoruz. Neden Lüksemburg’un tutumunun kapitalist çöküşün bütün etkilerini ulusal sorun konusunda tutarlı olarak açıkladığını göstermek istiyoruz. Ayrıca Lenin’in geçmişin işçi hareketi içerisinde bir hata olan fakat sermayenin solu tarafından çarpıtılıp kullanılmış olan tutumunu da hak ettiği gibi açıklamayı hedefliyoruz. ‘Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ üzerine Lenin “Marksizm milliyetçilikle uzlaştırılamaz, isterse söz konusu olan milliyetçiliğin ‘en haklı’, ‘en saf’, en rafine ve medeni türü olsun.” (Lenin, Ulusal Soruna Dair Eleştirel Görüşler) Lenin’in ulusal soruna dair tutumunun korkunç bir biçimde çarpıtılması çerçevesinde, öncelikle Lenin’in bir marksist olarak milliyetçi hareketlere verdiği desteğin sağlam bir biçimde Birinci Enternasyonal’de Marks ve Engels’in attığı temellere dayandığını söylemek yerinde olacaktır: Lenin, marksistlerin bütün toplumsal sorunları olduğu gibi ulusal sorunu da: • •

Soyut bir tarihsel ‘ilke’ olarak değil, kesin tarihsel sınırları içerisinde ve; Proletaryanın birliği ve sosyalizm için sınıf mücadelesini güçlendirme ihtiyacı açısından incelemeleri gerektiğini doğrulamıştır.


48

Yani Lenin bir yandan ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’nı, yani gerekiyorsa burjuvazinin ayrılma ve bağımsız bir kapitalist devlet kurmasını, proletaryanın tanıması gerektiğini savunmuşken, diğer yandan bunun yalnızca sınıf mücadelesinin ve proletaryanın çıkarlarına olduğu zaman desteklenmesi gerektiğini savunuyor, “proletarya, eşitliği ve ulusal devlet kurma hakkı eşitliğini tanırken, bütün ulusların proleterlerinin birliğine pek büyük değer verir ve her ulusal istemi, her ulusun ayrılma hakkını işçilerin sınıf savaşımı açısından değerlendirir” diye yazıyordu (Lenin, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, 1914). Lenin için kendi kaderini tayin hakkı, proletaryanın demokrasi mücadelesinde eşit haklar ve genel oy hakkı gibi şeylerin bir parçası olarak gerekliydi. Lenin, sorunu Doğu Avrupa’da, Asya’da ve Afrika’da devam etmekte olan burjuva devriminin tamamlanması olarak ortaya koydu. Milliyetçi hareketler tarihsel olarak feodalizm yükselen burjuvazinin elinde yok edilirken ve kapitalist toplumsal ilişkiler dünya geneline yayılırken zorunlu olarak ortaya çıkmışlardı. Lenin’e göre kapitalizme karşı sınıf mücadelesinin önünü açmak için bu burjuva demokratik milliyetçi hareketler ortaya çıktığında marksistler onları desteklemeli ve mümkün olan en yüksek düzeyde demokrasi, feodal artıkların temizlenmesi ve bütün ulusal baskının ortadan kaldırılması için savaşmalılardı. Bu görev, Çarlık İmparatorluğunda ezilen ulusların kitlelerinin güvenini kazanmak isteyen Rus Bolşevikleri için özel bir öneme sahipti. Lenin ‘Büyük Rus’ milliyetçiliğini demokrasiye ve proletarya mücadelesine karşı temel engel olarak gördü, zira bu düşünce “burjuva olduğundan çok feodaldi” (ibid) : Lenin’e göre küçük ulusların ayrılık hakkını reddetmek, pratikte ezen ulusun ayrıcalıklarını savunmak ve işçileri Büyük Rus burjuvazisinin ve feodal toprak ağalarının politikalarının arkasına dizmek anlamına geliyordu. Fakat yine de Lenin proletaryanın milliyetçi hareketleri desteklemesinin tehlikelerinden haberdardı, çünkü ‘ezilen’ ülkelerde bile proletarya ve burjuvazinin mücadeleleri tamamen birbirlerine karşıydılar:

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Proletarya, kendi kaderini tayin hakkını yalnızca feodalizm ve mutlakıyetçiliğe karşı burjuva demokrasisinin zaferini hızlandırmak ve sınıf mücadelesi için en demokratik koşulları oluşturmak için destekliyordu; Burjuvazi ise ulusal talepleri kendi ulusu için çıkar elde etmek ve kendi ulusal lükslerini savunmak için yapıyordu. Bu nedenlerden dolayı, Lenin proletaryanın milliyetçiliğe verdiği desteğin “katı bir biçimde bu hareketlerin içerisinde ilerici olan” unsurlarla sınırlı olduğunu vurguluyordu; o burjuvaziyi ancak “koşullu” olarak ve “sadece belirli bir doğrultuda” destekleyebilirdi.

Burjuva devriminin demokrasi için ve ulusal baskıya karşı verilen mücadeleyle tamamlanması açısından, ezilen ulusun burjuvazisine verilen destek yalnızca eğer ezen ulusla bir çatışma varsa verilmeliydi: “Ezilen ulusun burjuvazisi, kendi öz burjuva milliyetçiliğinin çıkarlarını savunuyorsa, biz ona karşıyız. Ezen ulusun ayrıcalıklarına ve zulmüne karşı savaşırız, ama ezilen ulusun kendisi için ayrıcalıklar sağlama yolunda çabalarına destek olmayız.” (ibid) Başka bir değişle, burjuva milliyetçisi hareketler yalnızca demokratik içerikleri nedeniyle, yani sınıf mücadelesi ve işçi sınıfının birliği için en iyi koşulları yaratmaları nedeniyle desteklenmeliydi: “Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır ve bizim ulusal ayrıcalıklar sağlama eğiliminden bunu kesin olarak ayırt ederek… kayıtsız şartsız desteklediğimiz işte bu içeriktir.” (ibid) Lenin, 1913’te demokrasi mücadelesinin ve kendi kaderini tayin sloganını ortaya atmanın tarihsel sınırlarına dair ise oldukça açıktı. Batı Avrupa’da burjuva demokratik devrimleri çağı 1871’e gelindiğinde kesinlikle bitmişti: “Dolayısıyla, bugünkü Batı Avrupa'nın sosyalistlerinin programlarında, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını aramak, marksizmin alfabesini bile bilmediğini açığa vurmak demektir.” (ibid) Fakat Doğu Avrupa’da ve Asya’da burjuva devrimlerinin daha

tamamlanmadığı söylenir ve “İşte özellikle Rusya ve ona komşu olan ülkeler, bu dönemden geçmekte oldukları içindir ki, programımıza, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı ile ilgili bir madde koymak zorundayız.” (ibid). Başlangıçtan beri kendi kaderini tayin sloganı belirsizliklerle doluydu. Mesela Lenin bu sloganın, proletaryanın hiçbir güvence veremeyeceği bağımsız ve başka bir ulusun ‘pahasına’ olmayacak bir devlet kurma hakkının olumsuz bir talep olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştı. Bu konuda, kimi çelişkili olan yazıları, sınırları ve beklentileri, bunun her şeyden önce ‘ezen’ uluslardaki sosyalistlerin atması gereken bir slogan olarak ortaya çıkartıldığını göstermekteydi. Fakat Lenin’in kesin olarak tarihsel olan bu yöntemine göre, kökünde bu slogan, dünyanın kapitalizmin hala yayılmakta olduğu alanlarında burjuvazinin feodalizme ve ulusal baskıya karşı demokrasi için savaşabileceği düşüncesine dayanıyordu. Bunun zorunlu sonucu da böylesi bir dönem ortadan kalktığı zaman bu mücadelelerin bütün demokratik içeriğinin ortadan kalkacağı ve proletaryanın tek ilerici görevinin kapitalizme karşı kendi devrimini yapacağıydı. Lüksemburg’un ‘kendi kaderini tayin hakkı’na dair eleştirileri Rosa Lüksemburg’un, Bolşeviklerin ‘ulusların kendi-kaderini tayin hakkı’ sloganına yönelttiği eleştiriler, Batı Avrupa sosyal demokrat partilerindeki sol kanatların İkinci Enternasyonal içerisinde büyüyen oportünizm ve revizyonizm eğilimlerine karşı verdiği mücadelenin ayrılmaz bir parçasıydı. 20. yüzyılın ilk zamanlarına gelindiğinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde devlet kapitalizmine ve emperyalizme doğru yükselen eğilimler görülebiliyordu. Bunun bir sonucu olarak devlet aygıtının sendikalar ve sosyal demokrat partiler gibi işçi sınıfının kalıcı örgütlerini içine çekmeye başladığını gözlemlemek mümkündü. Enternasyonal’in içinde, Bernstein gibi teorisyenler kapitalizmdeki bu yeni gelişimlere eklemlenişi haklı göstermek için, Enternasyonal’in devrimci marksizmini ‘revize’ etmek üzere çalışıyorlardı.


Komünistler ve Ulusal Sorun

Lüksemburg, bu ‘revizyonizm’e karşı en önde savaşan teorisyenlerdendi ve onun altındaki temel nedenlerini ifşa etmek istiyordu. Lüksemburg ulusların kendi kaderini tayin etmesi kavramını güçlü bir biçimde reddetti. Bunu Enternasyonal’in içerisindeki tehlikeli ‘sosyal-yurtsever’ eğilimlerin, sosyalist maskesi altında ve Kautski gibi önde gelen teorisyenler tarafından desteklenen gerici güçlerin bir göstergesi olarak görüyordu. İkinci Enternasyonal’in 1896’da “bütün ulusların eksiksiz kendi kaderini tayin hakkını” tanıyan bildirgesi, Polonya ulusal bağımsızlığına resmi destek sağlamak isteyen Polonya Sosyalist Partisi’nin çabalarının bir sonucuydu. Bu reddedilmişti, fakat Lüksemburg’a göre genel formülün benimsenmesi temel meselelerden, proletaryanın milliyetçi hareketlere verdiği desteğin tarihsel temelinden ve Enternasyonal içerisinde sosyal-yurtseverlikle çarpışma ihtiyacından bahsetmiyor, bu olguları görmezden geliyordu.

49

bir dogmaya dönüştürmek” için uğraşan Polonyalı sosyal-yurtseverlere karşı marksist yaklaşımı savunmak oldu. (1905’te yayınlanan ‘Polonya Sorunu ve Sosyalist Hareket’in önsözü). Marksizmin tarihsel metodolojisinin fosilleştirilmesine karşı Lüksemburg “[Ulusal baskı] sorununun çözümüne dair, somut tarihsel koşulların eleştirel bir biçimde incelenmesi olmaksızın değerli hiçbir katkı yapılamayacağını” doğruluyordu (Uluslararası Kongre’de Polonya Sorunu, 1896). Bu yaklaşıma dayanarak da kendi kaderini tayin sloganına karşı Lüksemburg’un temel argümanları doğuyordu: •

• Lüksemburg, eleştirilerine Lenin’le aynı temel çerçeveyi kabul ederek başladı: •

Burjuva-demokratik devriminin Rusya, Asya ve Afrika’da tamamlanması gerekiyordu; Devrim için gerekli koşulların geliştirilmesi uğruna, proletarya kapitalizmin hala feodalizmi yıkmakta olduğu ülkelerde demokratik talepler peşinde koşan milliyetçi hareketleri görmezden gelemezdi; Proletarya doğal olarak bütün baskı türlerinin karşısındaydı. Bu ulusal baskıyı da içeriyordu ve proletaryanın ezilen ulusların cefasına kayıtsız kalması mümkün değildi.

Fakat ilk görevi, Marks’ın Polonya bağımsızlığına dair söylediklerini kendi gerici ulusal yeniden yapılanma planları için kullanan, “Marks’ın bir dönemde söylediği bir şeyi, neticede ‘Marks’ın kendisi’ bir keresinde demiş diye, zamanın etkilemediği, sorgulanamaz, tarihsel olasılıkların dokunmadığı ve ne şüphe ne eleştirilere maruz kalabilecek

Ulus devletlerin bağımlı veya bağımsız olması bir ‘hak’ meselesi değil bir güç dengesi meselesidir ve sosyo-ekonomik gelişim ile maddi sınıf çıkarları tarafından belirlenir; Ortaya atılmış slogan ütopik bir slogandır, zira kapitalizm çerçevesinde bütün milliyet, ırk ve etnik köken sorunlarının çözülmesi açıkça imkansızdır; Slogan, proletaryanın günlük mücadelesine pratik bir doğrultu önermeyen ve toplumsal sınırlara ve milliyetçi hareketlerin tarihsel koşullarına dair marksist teoriyi görmezden gelen metafizik bir formüldür. Ayrıca demokratik haklar mücadelesiyle de eşdeğer tutulamaz, zira mesela olgun burjuva toplumlarında olan örgütlenme hakkı gibi yasal var oluş biçimlerini temsil etmemektedir; Proletaryanın tutumu ile en radikal burjuva partilerinin, sahte-sosyalistlerin ve küçük burjuva partilerin tutumu arasına bir ayrım koymamıştır. Hatta aslında eski burjuva milliyetçiliği sloganının farklı bir biçimde ifade edilişidir ve sosyalizmle veya işçi sınıfı politikalarıyla hiçbir özel bağlantısı bulunmamaktadır; Bu slogan işçi hareketinin birleşimine değil parçalanmasına yol açacaktır, çünkü kendi ulusal tutumuna karar vermeyi farklı ezilen uluslardaki proletaryaya bırakmaktadır ve bundan da

engellenemez çelişkiler çatışmalar doğacaktır.

ve

Lüksemburg’un, büyük ölçüde devlete ve toplumun sınıf doğasına dair temel marksist ilkeleri tekrar ifade ettiği argümanlarının çoğu Lenin tarafından yanıtlanmadı. Lüksemburg, proletaryanın ulusların kendi kaderini tayin hakkını desteklemesi fikrine karşı, Enternasyonal’in 1896’daki bildirgenin bütün ezilen uluslardaki işçilere “enternasyonal sosyal demokrasinin zaferi için bütün dünyanın sınıf bilinçli işçilerinin saflarına katılmaları” çağrısı yapan ikinci kısmını vurguluyordu. (Ulusal Sorun ve Özerklik’de alıntılanmıştır, 1908). Yalnızca bu şekilde enternasyonal sosyalizmin zaferiyle gerçek kendi kaderini tayin uygulamaya geçirilebilirdi. Polonya mücadelesinde tutumu

bağımsızlık Lüksemburg’un

Lüksemburg’un ulusların kendi kaderini tayin hakkına dair eleştirisi, Polonya’ya yapılan özel bir atıfla geliştirilmişti. Fakat Lüksemburg’un Rusya’dan bağımsızlığa destek vermeyi reddedişindeki nedenlerin, bu soruna dair marksist yaklaşımı ve kapitalizmin yeni koşullarının ulusal sorunun bütününe etkilerini netleştirmesi açısından genel bir önemi vardır. Marks ve Engels aslen Polonya milliyetçiliğine Batı Avrupa’daki burjuva demokratik devrimin çıkarlarını Doğu Avrupa’daki feodal ve mutlakıyetçi rejimlerin Kutsal İttifakı’na karşı savunmak yönündeki devrimci stratejilerinin bir parçası olarak destek verdiler. Hatta Rusya’ya karşı bir savaş çağrısı yapacak kadar ve Polonya’da burjuva demokrasisinin bekçiliğini yapmak için ayaklanmalar çıkmasını savunacak kadar ileri gittiler. Lüksemburg, Polonya milliyetçiliğine verilen bu desteğin, Rusya’da bir devrimci faaliyet işareti ve ne Rusya’da ne de Polonya’da feodalizme karşı mücadele verecek bir proletarya yokken verildiğini hatırlattı: “Marks’ın ve sonrasında Engels’in Rusya ve Polonya’ya dair bakış açısını sosyalist teori ve taktikler değil, Alman demokrasisinin, Batı Avrupa’daki burjuva devrimi içerisinde yanan siyasi buhranı tarafından belirlenmişti”. (Önsöz)


50

Lüksemburg’un marksist yaklaşımı yeniden doğrulaması kapitalizmin tarihsel gelişiminin analizine dayanıyordu: 19. yüzyılın son yarısında Polonya, “Polonya milliyetçisi hareketlerin ve Polonya soyluluğunun mezarları üzerinde kapitalizmin kendinden geçmiş dansını ve kapitalist zenginleşmeyi” (ibid) deneyimliyordu. Bu da Polonya proletaryasını ve milliyetçiliğe karşı sınıf mücadelesinin çıkarlarını benimseyen bir sosyalist hareketi doğurmuştu. Buna benzer bir gelişme, kendi mücadelesini dayatmaya başlayan bir işçi sınıfının ortaya çıkışıyla Rusya’da da gelişmekteydi. Polonya’da kapitalist gelişim ulusal bağımsızlık ve burjuvazinin çıkarları arasında bir çelişki yaratmıştı. Burjuvazi, eski soyluluğun milliyetçi gayesini, Rus pazarına ihtiyaçları dolayısıyla Polonya ve Rus sermayelerinin daha yakın ilişkisi uğruna reddediyordu. Eğer Polonya bağımsız bir devlet olsaydı bu pazardan bu derece faydalanamayacaktı. Buna dayanarak, Lüksemburg Polonya proletaryasının siyasi görevinin ütopik ve saptırıcı bir bağımsızlık mücadelesinden ziyade, Rus işçileriyle birlikte mutlakıyete karşı ve Polonya ve Rus sermayesine karşı mücadelenin en iyi koşullarını yaratmak için mümkün olan en geniş demokratikleşme için ortak mücadele yürütmek olduğunu savunuyordu. Marks’ın 1848’de Polonya milliyetçiliğine verdiği desteğin Polonya Sosyalist Partisi tarafından hortlatılması, dolayısıyla sosyalizme ihanet etmek anlamına geliyordu. Çünkü bu, sosyalist hareket içerisinde Marks ve Engels’in sözlerini kullanan ama ulusal baskıya karşı proleter alternatife, 1905’te Moskova ve Petrograd’dan Varşova’ya kadar yayılan kitle grevlerinde görünen ortak mücadeleye sırtını dönen gerici bir milliyetçiliğin etkisini gösteriyordu. Polonya’da milliyetçilik “her tür gericilik için bir beden, karşı devrimin doğal bir kalkanı” halini almıştı; Polonya ulusu adı altında grev yapan işçilere saldıran ve onları katleden, sınıfın militanlığına karşı “milli sendikalar” örgütleyen, “yurtsever olmayan” genel grevlere karşı kampanyalar düzenleyen ve sosyalistleri öldürmek için silahlı milliyetçi çeteler kullanan ulusal burjuvazinin elinde bir silaha dönüşmüştü. Lüksemburg şu sonuca varıyordu: “Tarihin incittiği Polonya ulusal fikri bütün gerileme ve

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

düşüş aşamalarından geçti. Siyasi kariyerine romantik, soylu bir isyancı olarak başlayan, enternasyonal devrim tarafından övülen bu fikir şimdi bir ulusal fanatik olarak, Rus mutlakıyetçiliğinin ve emperyalizminin Kara Muhafızlarının bir gönüllüsü olarak son durağa vardı.” (Ulusal Sorun ve Özerklik, 1908) Kapitalizmin gelişiminin getirdiği gerçek değişiklikleri inceleyerek, Lüksemburg ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkına’ dair soyut sözleri ve daha önemlisi Lenin’in demokrasi gayesini ilerletmek ve feodalizmin ortadan kalkışını hızlandırmak için Polonya’nın kendi kaderini tayin hakkını desteklemenin gerekli olduğunu savunan tutumunun arkasındaki mantığı çürütmüştü. Milliyetçiliğin kendisi, nerede birleşik sınıf mücadelesi tehdidiyle karşı karşıya kalsa gerici bir güç halini alıyordu. Polonya’nın özellikleri ne olursa olsun, Lüksemburg’un sonuçlarının, burjuva ulusal kurtuluş hareketlerinin bir sınıf olarak burjuvazi ve proletarya arasında büyüyen çelişkilere yol verdiği bir dönemde, daha genel bir kapsamı olmak zorundaydı. Emperyalizmin yükselişi ve “fetih devletleri” Lüksemburg’un Polonya bağımsızlığını reddedişi, onun emperyalizmin ortaya çıkışı ve ulusal kurtuluş hareketlerinde etkisine dair analizinden ayrılmaz nitelikteydi. Bu Batı Avrupa sosyalist hareketi içerisinde büyük bir mesele olsa da, Lüksemburg’un yorumları 1. Dünya Savaşı’nın başına kadar Lenin tarafından kabul edilmeyecekti. Lüksemburg’a göre kapitalist emperyalizmin yükselişi, ulusal bağımsızlık fikrini tamamen geçmişte bıraktı; eğilim artık bir avuç önde gelen kuvvet tarafından “artan sayıda ülkenin ve halkın, bütün kıtaların bağımsızlığının sürekli olarak yok edilmesi” yönündeydi. Dünya pazarını yayan emperyalizm her türlü ekonomik bağımsızlık kırıntısını yok etmişti: “bu gelişim, sömürgeci politikaların kökünde olduğu kadar kapitalist üretimin de temellerindedir... sömürgecilik zorunlu olarak kapitalizmin gelecekteki ilerlemesiyle birlikte devam edecektir... yalnızca zararsız burjuva ‘barış’ havarileri bugünün devletlerinin bu yoldan gitmeyebileceğine inanabilir” (ibid). Bütün ufak uluslar siyasi yetersizliğe mahkûm edilmişlerdi ve kapitalizm

içerisindeki bağımsızlıkları için savaşmaları, uygulandığında kapitalist gelişimin daha eski bir aşamasına dönüş anlamına geliyordu ki bu açıkça ütopikti. Kapitalizmin bu yeni özelliği, Avrupa’daki burjuva devrimlerin modeline uygun ulus devletler değil, dönemin gereksinimlerine daha uygun olan fetih devletleri doğurmuştu. Bu koşullarda ulusal baskı kapitalizmin genelleşmiş ve tamamen içselleşmiş bir özelliği haline geldi ve ulusal baskının, emperyalizmin kendisinin sosyalist devrim tarafından yok edilmeden ortadan kaldırılması imkansız hale geldi. Lenin, ufak ulusların büyüyen bağımlılığını ulusal sorunla alakasız bir mesele olarak görmezden geldi; emperyalizmin veya sömürgeciliğin varlığını reddetmedi fakat ona göre mesele ulusların kendi kaderinin tayin hakkının kendisiydi ve bu konuda Lüksemburg’a karşı Polonya’nın yeniden bağımsızlığına kavuşmasını savunan Kautski’yi destekledi. Emperyalizmin dünya kapitalist düzeninin bir koşulu olarak gelişimi henüz tartışılmaz bir netliğe sahip değildi. Lüksemburg da yalnızca İngiltere, Almanya, Amerika gibi birkaç ‘model’ örneğe işaret edebiliyor ve dünya pazarının hala genişlediğini ve kapitalizmin daha ölümcül krizine girmediğini savunuyordu. Fakat analizinin değeri kapitalizm içerisindeki bazı temel eğilimleri ve onların işçi sınıfına ve ulusal soruna dair sonuçlarını incelemiş olmasıydı: ulusal kurtuluş mücadelelerini reddi, ahlaki veya öznel kaygılara değil, kapitalist birikimin koşullarının değişmiş olmasına dayanıyordu. Devrimcilerin kapitalizmin yükseliş döneminde ‘kendi kaderini tayin hakkı’ konusundaki tutumuna dair bazı sonuçlar Lenin için ulusların kendi kaderini tayini sloganı ikili bir amaca hizmet ediyordu: proletaryanın kapitalist toplum içerisinde verdiği demokrasi mücadelesi içerisinde önemli bir talepti; ve ayrıca Çarlık imparatorluğunda milli şovenizme karşı kullanılacak bir propaganda taktiğiydi. Fakat başından beri bu slogan, kapitalizmin emperyalist evresinin şafağında Bolşeviklerin proletarya enternasyonalizmi savunusunu zedeleyen teorik belirsizlikler ve pratik tehlikeler taşıyordu:


Komünistler ve Ulusal Sorun

-- Demokratik bir slogan olarak tamamen ütopikti. Ulusal bağımsızlığın burjuvazinin herhangi bir kesimi tarafından elde edilmesi haklara değil güç dengelerine bağlıydı ve kapitalist üretim biçiminin evriminin bir sonucuydu. Proletaryanın görevi, öncelikle bir sınıf olarak bağımsızlığını korumak ve burjuvaziye karşı kendi sınıf çıkarlarını savunmaktı. -- Proletaryanın birliğini sağlamak, burjuva ideolojisinin etkilerine karşı mücadelelerinde komünistler için hem Çarlık imparatorluğunda hem de diğer yerlerde şüphesiz bir sorundu. Fakat yalnızca bu sorun sınıf mücadelesinin sağlam tabanında ve 19. yüzyılın sonlarında bile burjuvazinin elinde çok tehlikeli bir silah halini almış milliyetçiliğe taviz vermeden çözülebilirdi. Dahası, Lenin’in ‘ezen’ ve ‘ezilen’ ulus tanımları, kapitalizmin yükselişi döneminde bile yetersizdi. Lüksemburg’un da dünyayı aralarında paylaşan bir avuç “Büyük Güç”ün yükselişine dair aynı tabirleri kullandığı doğruydu fakat bu ‘fetih devletleri’ ona göre yalnızca kapitalizmin tamamının içerisindeki genel bir eğilimin modelleriydi. Lüksemburg’un Polonya milliyetçiliğine dair yazılarının en büyük değerlerinden biri, sözde ezilen uluslarda bile burjuvazinin milliyetçiliği sınıf mücadelesine karşı kullandığını ve büyük emperyalist güçlerin hizmetine çalıştığını göstermesiydi. ‘Ezen’ ve ‘ezilen’ uluslara dair bütün laflar, burjuva ‘ulusunun’ içerisindeki temel sınıf çelişkilerinin gizlenerek soyutlaştırılmasına gider. Bütün bu ‘ulusların kendi kaderini tayin etmesi’ stratejisi Marks ve Engels’ten değil, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde milliyetçilik ve reformizm tarafından aşındırılmış İkinci Enternasyonal’den geliyordu. Lenin’in tutumu sosyal demokratik partilerdeki merkezciler tarafından destekleniyordu. Bu konuda Lenin, Enternasyonal’in sol kanadındaki Lüksemburg’a karşı Kautski’yi, en ‘ortodoks’ teorisyeni destekliyordu. Rusya’daki duruma dayanarak argümanlarını öne süren Lenin, ulusların kendi kaderini tayin hakkının her şeyden önce milliyetçiliğe verilen bir taviz olarak benimsendiğini ve

51

sosyal demokrasinin yozlaşmasının köklerine inmek için ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkını’ reddetmek gerektiğini görmeyi başaramadı. Lüksemburg’un tutumunun gerçek önemi, kapitalist üretim biçiminin kalbindeki temel eğilimlerin, özellikle de emperyalist çağda bütün dünya ekonomisinin nasıl bir doğada olacağının işareti olan Avrupa’da emperyalizmin yükselişinin analizine dayanıyor olmasıydı. Buna karşı, Lenin’in pozisyonu, proletaryanın kapitalizmden reformlar kazanmasının artık mümkün olmayacağı ve milliyetçiliğin artık hiçbir şekilde ilerici bir rolü olamayacağı bir dönemin şafağında, dünyanın burjuva devriminin tamamlanmamış olduğu geri kalmış ülkelerindeki deneyimlere ve tecrübelere dayanıyordu. Hızla ortadan kalkan bir tarihsel döneme ait bir stratejiydi ve yeni kapitalist çöküş koşullarında işçi sınıfının ihtiyaçlarına hizmet etmekten acizdi.

Emperyalist Savaş Yıllarında Tartışma 1914’te savaşın ilan edilmesiyle işçi sınıfı hareketi bir dizi yeni soruyla karşı karşıya kalmıştı. Şimdi biz de komünistlerin bu sorulara ve onların milliyetçi mücadelelere destek konusundaki etkilerine dair yaptıkları tartışmaları inceleyeceğiz. Her zaman sınıfın yüzleştiği gerçekliği analiz etmek için ellerinden gelenin en iyisini yapmak devrimcilerin özel işlevlerinden biridir. Birinci emperyalist dünya savaşı sırasında ‘Zimmerwald Solu’nun içersindeki fraksiyonlar arasında ulusal kurtuluş mücadelelerine dair tartışmalar yapılıyordu. Bu tartışma sınıf mücadelesinin yüzleştiği koşulları, yeni benzeri görülmemiş küresel kapitalist savaşları, sınırsız emperyalizmi ve devasa devlet kontrolünü anlama ve betimleme yönündeki bu kaygının hayati bir parçasıydı. On yıllar sonra bu tartışma aynı yerde kalmadı, devrimcilerin bu tartışmanın yetersizliklerini ve hatalarını tekrarlamalarına gerek yok. Sınıfın tecrübesi, cevapları yeni sorularla

birlikte bizlere sundu. Fakat eğer bugünün siyasi azınlıkları aynı amansız eleştiri ve pratik inceleme ruhunu benimsemez, bunun yerine kapitalizmin yükseliş dönemine uygun sloganlara tutunmayı seçerlerse, temel görevlerinde başarısız olur ve Lenin, Lüksemburg ve sol fraksiyonların bütün metodolojisini reddetmiş olurlar. EKA’yı Lenin’in ulusal soruna dair yaklaşımını ve Rosa Lüksemburg’un katkısını geliştirmeye iten de bu metodoloji olmuştur. Ulusal sorun ve Zimmerwald solu Komünist Manifesto’nun ruhuna ve “İşçilerin vatanı yoktur. Dünyanın bütün işçileri, birleşin!“ çağrısına sadık kalan devrimciler, savaşa karşı Zimmerwald hareketinde yeniden örgütlendiler. Fakat kısa zaman içerisinde kendilerini bu hareketin içerisinde de, reformist ve pasifist çoğunluğa karşı bir sol kanat olarak örgütlemek zorunda kaldılar. Zimmerwald Solu 1915’te şu temellerde kurulmuştu: •

Savaş emperyalist bir savaş olma doğasına sahiptir, ‘yurt savunması’ yalanına karşı çıkılmalıdır. Siyasi iktidar için mücadele etmek gereklidir, proleter devrim savaşa verilebilecek tek cevaptır. Bu mücadelenin başında savaşa karşı faal bir mücadele vermek gelir.

Sosyal demokrasinin eski asgari programını ve kapitalizm içerisinde reform mücadelesini reddetmiyorlardı. Buna rağmen mücadelenin artık “kapitalizmin bütün toplumsal ve siyasi krizlerini, ayrıca savaşın yol açtığı krizleri keskinleştirmek ve bu mücadelenin kapitalizmin kalesine topyekun saldırıya dönüştürülmesi” için yapılması gerektiğini söylüyorlardı. “Sosyalizm sloganı altındaki bu mücadele, emekçi kitleleri bir halkın diğeri tarafından esir alınmasını savunan sloganlardan etkilenmez kılacaktır” deniliyordu. (Zimmerwald Solunun Taslak Kararnamesi, 1915)


52

Kapitalizmin yükseliş dönemine has olan asgari programa bağlılığa devam edilmesine rağmen, Zimmerwald Solu’nun pozisyonları tarihsel dönem içerisinde ve işçi sınıfı hareketinin kendisinin içerisinde bir kırılmayı ifade ediyordu. Artık düz bir proletaryanın, kapitalist üretim biçiminin yayılmaya devam etmesi çerçevesinde demokrasi mücadelesini ilerletmek için burjuva milliyetçiliğini desteklemesi sorusu yoktu ortada. Proletaryanın ulusal kurtuluşa dair tavrı, emperyalist savaşa ve daha genel olarak de emperyalist kapitalizmin kendisine karşı, doğrudan işçi sınıfının devrimci bir biçimde iktidarı ele geçirmesinin koşullarını sağlamak amacıyla verdiği mücadeleden ayrılmaz bir niteliğe sahipti. Zimmerwald Solu içerisinde Bolşevik Partisi, devrimcilerin ulusal kurtuluş mücadelelerine dair genel tarihsel tutumunu net olarak çoktan ifade etmişti: “1789 ile 1871 arasındaki dönemde gerçekleşen savaşlar gibi gerçek milliyetçi savaşların altında, mutlakıyete ve feodalizme karşı, ulusal baskının ortadan kalkması için ve kapitalist gelişimin ön koşulları olarak ulusal temelde devletlerin yaratılması uğruna verilmiş yavaş ve uzun kitle hareketi mücadeleleri yatmaktadır. Bu dönemde yaratılmış ulusal ideoloji, küçük burjuvazi kitlelerinde ve proletaryanın bir kesiminde derin izler bırakmıştır. Burjuva sofistleri ve bu sofistlerin kuyruğuna takılarak sosyalizme ihanet edenler, bunu mevcut ve tamamen farklı olan emperyalist çağda işçileri bölmek ve sınıfın sorunlarını ve burjuvaziye karşı devrimci mücadelelerini saptırmak için kullanıyorlar. Komünist Manifesto’nun ‘işçilerin vatanı yoktur’ diyen sözleri şu anda her zaman olduğundan bile daha geçerlidir. Yalnızca proletaryanın burjuvaziye karşı uluslararası mücadelesi ezilen kitlelere daha iyi bir geleceğin yolunu açabilir”. (Savaşın Niteliğine Dair Kararname, Bolşevik Partisi 1915 Bern konferansında kabul edilmiştir) Zimmerwald solunun farklı fraksiyonları arasında ulusal sorun üzerine yapılan tartışma işte bu çerçeve içerisinde ele alındı. Temelde bu

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

tartışmanın bir tarafında Batı Avrupa komünistleri, diğer tarafında ise Lenin yer alıyordu. Tartışma ilk olarak, Lenin ve Rosa Lüksemburg arasındaki polemiklerde ortaya konulduğu şekliyle ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’na proletaryanın destek verip veremeyeceğine odaklandı. Fakat bu tartışma sonunda kapitalizmin emperyalist evresine, yani çöküş evresine girişinin ortaya attığı iki soruyu daha kapsayacak biçimde genişledi: •

Proletaryanın (‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’nı da içeren) bir asgari demokratik haklar programı için mücadele etmesi hala mümkün müydü? Proletaryanın burjuvaziye destek vermesini olanaklı kılan ilerici ulusal savaşlar hala mümkün müydü?

Lenin, kendisiyle özdeşleştirdiği pozisyonlardan dolayı bu iki soruyu da evet diye yanıtlarken, Alman, Hollanda ve Polonya solları, Bolşevik Partisi içerisinde Bukharin ve Piatakov etrafındaki Kommunist grubu ile birlikte hayır yanıtını verdiler. Ulusların kendi kaderini tayini sloganını reddederek kapitalizmin çöküş evresinin getirdiği yeni koşullarda proletaryanın yüzleştiği görevleri açıklamaya çalıştılar. Çöküş evresinde ulusal sorunu kavramakta en başarılı olanlar Rosa Lüksemburg’un savunduğu emperyalizm teorisi etrafında birleşen fraksiyonlardı. Asgari programın Rusya’da ve Doğu Avrupa ve Asya’daki proleter devrimlerde hala önemli rol oynama ihtimali olan unsurlarını bırakmaya gönülsüz olanlar ve eski argümanlarını tekrarlayan Lenin ise bunu başaramayanlardı. 1. ‘Demokrasi’ için mücadele etmek hala mümkün mü? Bukharin 1915’te Bolşevik Partisi Bern Konferansı’nda ulusların kendi kaderini tayin hakkına, proleter bir taktik olmadığı gerekçesiyle karşı çıkmıştı. Proletaryanın demokrasi mücadelesindeki bir noktayı, tamamını gözden geçirmeye ve sorgulamaya açmadan reddedemeyeceğini ilk söyleyen Lenin olmuştu: eğer kendi kaderini tayin hakkı emperyalist çağda mümkün değilse, diğer demokratik talepler neden mümkün olsundu ki? Lenin sorunu, emperyalizmin ortaya

çıkışının reform ve demokrasiyle ilişkisinin nasıl kurulacağı sorusu olarak ortaya attı ve bu noktadan yola çıkarak Bukharin’in görüşünü “emperyalist ekonomizm”, yani siyasi mücadele gereğinin yadsınması ve emperyalizme teslimiyet olarak kınadı.36 Fakat Bukharin siyasi mücadelenin gerekliliğini hiçbir şekilde reddetmiyordu, onun reddettiği siyasi mücadelenin asgari programa eş görülmesiydi. Bukharin ve Kommunist grubu sorunu, proletaryanın geçmiş yöntemlerinden kesin bir biçimde kopması ve proleter devrimle kapitalizmi yok etmesi ihtiyacına uygun taktikler benimsemesinin gerekliliği olarak ortaya attı. Komünistler eskiden demokrasi için mücadeleden yanayken, artık buna karşıydılar. Bukharin görüşünü daha sonra genişletti ve daha net bir biçimde ifade etti: “...apriori, hareketin özel sloganlarının ve hedeflerinin savaşan proletaryanın, içerisinde çalışma yürütmek zorunda olduğu dönemin niteliğine bağlı olduğu tamamen açıktır. Geçmişteki dönem, bir güç toplama ve devrime hazırlanma dönemiydi. Şimdiki dönem devrimin kendisinin dönemidir ve bu temel farklılık hareketin somut sloganlarında ve hedeflerinde derin farkların oluşmasına yol açmaktadır. Proletarya geçmişte demokrasiyi savunmak durumundaydı çünkü daha kendi diktatörlüğünü gerçek anlamda düşünmekten acizdi... Demokrasi yalnızca proletaryanın daha yüksek bir bilinç düzeyine çıkmasına yardımcı olduğu kadar değerliydi, fakat proletarya sınıf taleplerini ‘demokratik’ bir biçimde sunmak zorundaydı... Ama zorunluluktan yapılan işleri erdemler olarak sunmaya gerek yoktur... kapitalist kaleye doğrudan saldırmanın ve sömürücülerin bastırılmasının zamanı gelmiştir...” (Proletarya Diktatörlüğünün Teorisi, 1919)

36

Solun görüşlerine karşı Lenin’in argümanlarının bazılarının bir hali zayıf ve anlamsız olduğunu söylemek gereklidir. Mesela bu argümanlardan bazıları Bukharin ve Piatakov’un savaştan dolayı “depresyona” girdikleri, Hollanda ve Polonya Sollarının ulusların kendi kaderini tayinine karşı çıkışının nedenininse küçük uluslarının tarihinde olduğunu söylüyordu; tabii Lenin’in bu görüşleri, eleştirdiği tutumun, aralarında Alman Solu’nun da bulunduğu Zimmerwald Solu’ndaki Batı Avrupa fraksiyonları arasında neden hakim konum olduğunu açıklayamıyordu.


Komünistler ve Ulusal Sorun

İlerici burjuva demokrasisi çağı bittiği için ve emperyalizm artık kapitalizmin devam eden varlığının doğasına yerleştiği için; kapitalist ilişkileri kapsamayan anti-emperyalist talepler öne sürmek ütopik ve gericiydi. Emperyalizme verilecek tek yanıt proleter devrimdi: “Sosyal demokrasi günümüz dış politika alanında ‘asgari’ talepleri savunulmamalı... mevcut kapitalist medeniyet içerisinde ‘kısmi’ görevlerin, ‘ulusların kurtuluşunun’ savunulması, proleter kuvvetleri sorunun gerçek çözümünden saptırmak ve onları ilgili ulusal burjuva gruplarla kaynaşmaya itmek anlamına gelir... ‘Ulusların kendi kaderini tayini’ sloganı öncelikle ütopiktir (kapitalizmin sınırları içerisinde gerçekleşemez) ve ayrıca yanılgılar saçan zararlı bir slogandır. Bu bağlamda bu sloganın sözde ‘barışçıl kapitalizmin’ var olma ihtimalini varsayan, sorunu yasal olarak mahkemelerde çözme, silahsızlanma vb. sloganlardan hiçbir farkı yoktur.” (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine Tezler, 1915) Fakat Bukharin, emperyalist çağda asgari programın reddinde daha da ileri gitti ve proletaryanın kapitalist devleti yok etme ihtiyacını ifade eden taktiklere ihtiyacını gözler önüne serdi. Yükselen kapitalizmde devlet, kapitalist bireyin sömürü yapması için gerekli koşulların mevcut olmasından sorumluydu. Emperyalist çağda ise proletaryayı doğrudan sömüren militarist bir devlet aygıtını ve (tröstler, karteller ve benzeri) birleşik kapitalist yapılarla ve bu yapıların devletle kaynaşmasıyla sermayenin bireysel mülkiyetinden kolektif mülkiyetine geçişini doğurdu. Devlet kapitalizmine doğru bu eğilim, ekonomiden toplumsal hayatın akla gelebilecek bütün alanlarına kadar yayıldı: “Bütün bu örgütler kaynaşma ve egemenlerin tek bir örgütüne dönüştürülme eğilimini taşıyorlar. Bu gelişimin en yeni adımı, özellikle savaş esnasında çok daha belirginleşen bir adım... Böylece her şeyi kucaklayan tek bir örgüt, modern emperyalist korsan devleti, burjuva egemenliğinin gücü her şeye yeten örgütü ortaya çıkıyor... ve eğer sadece en gelişmiş devletler bu aşamaya geçmişlerse, her geçen gün, özellikle savaş devam ettiği sürece, bu

53

daha genel bir gerçek halini alıyor.” (Emperyalist Korsan Devlet, 1915) Bütün burjuvazinin bu birleşik güçleriyle yüzleşebilecek tek kuvvet proletaryanın kitlesel faaliyetleriydi. Bu yeni koşullarda bir devrimci harekete duyulan ihtiyaç, öncelikle devlete karşı temel muhalefetini göstermekti ki bu da her türlü kapitalist ülkeyi desteklemeyi reddetmek anlamına geliyordu.37 İşte Lenin, asgari programa yapılan bu geniş hücuma ve Batı Avrupa sollarının çoğunun ulusların kendi kaderini tayinini reddedişine karşı 1916’da “Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” adlı kitabını yazdı. Nesnel olarak gerici burjuva demokrasisini ve demokratik devleti desteklemek istemeyen Lenin bu yüzden en başından geriye çekilerek savunmacı bir argüman öne sürmek zorunda kaldı. Bu yüzden şu konularda Bukharin’le hemfikir olmak durumundaydı: •

37

“Finans sermayesinin gerçek egemenliği siyasi demokrasi alanında yapılacak hiçbir reformla ortadan kaldırılamaz ve ulusların kendi kaderini tayini tamamen ve sadece bu alana aittir (2. Tez) “…emperyalizm altında siyasi demokrasinin bütün temel talepleri yalnızca kısmen ‘uygulanabilir’ taleplerdir ve o zaman da çarpıtılmış ve istisnai olarak uygulanırlar (mesela Norveç’in 1905’te İsveç’ten ayrılması)”. (ibid)38;

Bukharin’in burjuva devlet iktidarını ezmeye dair görüşleri ve işçilerinin kitlesel eylemlerine dair vurgusu, savaş esnasında Kommunist grubuyla işbirliği içerisinde olan Pannekoek ve Alman Solu tarafından benimsenmişti. Kautski’ye karşı savaş öncesi polemiğinde Pannekoek “proletaryanın kavgası yalnızca burjuvaziye karşı devlet iktidarını alma kavgası değildir; ayrıca devlet iktidarına karşı bir kavgadır” diyordu. (Kitlesel Eylem ve Devrim, 1911) Proletaryanın burjuva devletinin kanlı baskılarına yanıtı kitle greviydi. 38 Norveç’in 1905’te İsveç’ten ayrılışının, Lenin’in ‘ulusların kendi kaderini tayini’ politikasına dair atıfta bulunabileceği tek somut örnek olduğunu söylemek gereklidir, zira bu olay bu yüzden bu konuyla ilgili olarak sürekli ortaya atılmaktadır. Çok derine inmeden, bu konunun genel bir görüşün temelini oluşturamayacak kadar özel koşullara bağlı olmanın narinliğinden etkileniyordu: bu olay kapitalizmin çöküşünün şafağında, Avrupa’nın kapitalist merkezlerinin dışarısında ve görece ufak bir proletaryası olan bir ülkede gerçekleşmişti. Ek olarak Norveç

Gelecekte (Polonya, Hindistan vb) yeni ulusların oluşturulması, Lenin’e göre büyük emperyalist güçler arasındaki siyasi ve stratejik ilişkilerdeki “ufak değişikliklerin” sonucu olarak gerçekleşebilirdi.

Lenin’in görüşü de yeni dönemin doğasının eski reformist mücadele yöntemlerinden kopmayı gerektirdiğinin kabul edilmesine dayanıyordu: “…bu talepler devrimci ve reformist olmayan bir biçimde, burjuva hukukunun dışına çıkarak, onu yıkarak ve kitleleri belirleyici eyleme çekerek, her temel demokratik talebi doğrudan burjuvaziye karşı proletaryanın saldırısına, burjuvaziyi deviren sosyalist devrime götürecek biçimde genişleterek yeniden belirtilmelidir.” (ibid). Kapitalizm ve emperyalizm yalnız ekonomik devrim ile devrilebilirdi. Yine de: “Demokrasi uğruna savaşımın, proletaryanın dikkatini, sosyalist devrimden başka yöne çekeceğini, ya da bu devrimi gizleyeceğini, ikinci plana iteceğini vb. sanmak büyük yanılgı olur. Tam tersine, nasıl ki tam demokrasiyi uygulamayan başarılı sosyalizm olmazsa, aynı şekilde, proletarya, demokrasi uğruna, bütün alanlarda tutarlı bir devrimci savaşım yürütmeden burjuvaziyi yenilgiye uğratamaz.” (ibid). İşte özünde Lenin’in bütün argümanı bundan ibaretti, fakat o zaman ortaya atılan argümanlarda iki tanesi yanıtsız kalmıştı: •

Burjuva demokrasisinin gerici olduğu emperyalist çağda bu demokrasi mücadelesinin içeriği neydi? Proletarya pratikte militarist ve emperyalist devlet aygıtını desteklemeyi nasıl engelleyebilirdi?

burjuvazisi her zaman büyük bir siyasi özerkliğe sahip olmuştu ve en nihayetinde resmi bağımsızlığına kavuşması, İsveç burjuvazisinin bunu tanımaya bir hayli hazır olmalarına bağlıydı, zira bu yüzden aslen bir referandumun gerçekleşmesine izin vermişlerdi.


54

Lenin şüphesiz bu sorunların farkındaydı, fakat onları çözemiyordu. Emperyalizm’in demokrasiyi bir yanılsamaya, kitleler içerisindeki bir ‘isteğe’ dönüştürdüğü konusunda, yani emperyalizmin demokrasiyi yadsımasıyla kitlelerin demokrasi için çabalaması arasında bir çelişki olduğu konusunda hemfikirdi. Lenin’in görüşünün özünde dönüp dolaşıp aşamadığı nokta, işçi sınıfının henüz kapitalist devleti yıkmak için değil, içerisinde çalışmak ve kurumlarını demokratik kazanımlar elde etmek için kullanmak yönünde mücadele etmesi gerektiğiydi. “Proletarya için demokrasi sorununun marksist çözümlemesi, bütün demokratik kurumları burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinde, burjuvazinin devrilmesini hazırlamak ve kendi zaferini kesinleştirmek için kullanmasıdır.” (Lenin, Y. Piatakov’a yanıt, 1916) Şubat devriminden önce Lenin, marksistlerin devlete karşı tavrının proletaryanın devlet iktidarını ele geçirip sosyalizmi inşa etmesi olduğu yönündeki fikriyle Kautski ile birlikteydi. Bukharin’in görüşlerini marksist olmamakla ve yarı-anarşist olmakla suçluyor, sosyalistlerin mevcut devlet kurumlarını kullanmaktan yana olduğunu yineliyordu. Fakat 1916’da Bukharin’e vereceği cevabını oluşturma süreci içerisinde, kendi görüşlerini değiştirerek, burjuva devletini yıkmanın gerekli olduğunu söyleyen Marks’ın asıl yazılarına geri döndü ve 1905’te ortaya çıkan işçi sovyetlerinin gerçek öneminin altını çizerek onların proletarya diktatörlüğünün özel şekli ve burjuva devletine alternatif olduğunu vurguladı. Bukharin’e cevap vermek amacıyla başladığı çalışma, sonunda tamamen farklı olarak, ‘Devlet ve Devrim’ adıyla bilinen ve açıkça burjuva devletinin yıkılması çağrısı yapan bir kitap ortaya çıkmıştı. Fakat devlet konusundaki hayati netleşmesine ve devlete dair yeni tutumuna rağmen ve “bütün güç sovyetlere” çağrısının gerçekleştirilmesi için verdiği kararlı pratik mücadeleye rağmen, Lenin hiçbir zaman ‘demokratik devrim’e dair teorik görüşlerini gözden geçirmedi.

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Dolayısıyla Nisan Tezleri’nde, devlet iktidarının burjuvaziye geçtiği ölçüde “Rusya’daki burjuva-demokratik devrimin tamamlandığı” sonucuna varırken, sovyet iktidarı için mücadele programında proletaryanın ulusların kendi kaderini tayin hakkını da içeren burjuva demokratik görevleri yerine getirmesini de dâhil etmişti. Bukharin’in ifade ettiği şekliyle Lenin’in ulusal soruna dair görüşleri, hala “devletöncesi” kalmıştı. Lenin bu görüşlerini büyük ölçüde proletaryanın gelişmemiş ülkelerdeki durumlarına ve emperyalist çöküş döneminden ziyade kapitalizmin yükseliş dönemine uygun olan modası geçmiş kavramlara dayanıyordu. 2. Ulusal savaşlar hala ilerici mi? Ulusal savaşlar dönemi kesin bir tarihsel dönem – 1789 ile 1871 arası – olduğundan, ilk ortaya atılan soru bu dönemin 1914’te savaşın patlak vermesiyle kesinlikle bitip bitmediğiydi. İkinci soru da savaşın emperyalist ve gerici niteliğinin kesinliği göz önünde bulundurulursa, bunun yeni dönemdeki savaşlara dair genel ve geri dönülmez bir özellik olup olmadığıydı. Yine, Avrupa solu bu soruların ikisine de evet cevabını verirken, Lenin büyük ölçüde hemfikir olmakla birlikte ikisinin de tamamen doğru olduğunu söylemekten çekiniyordu. Bütün mesele şüphesiz emperyalist savaşın ortasında burjuvazinin yurt savunmasına ve vatan için ölmeye dair yalanlarını lanetleyen Zimmerwald Solu için hayati önem taşıyordu. Eğer hala bazı savaşların ilerici ve devrimci olduğu söylenebiliyorsa, o zaman enternasyonalistlerin böylesi durumlarda işçi sınıfına yurtlarını savunma çağrısı yapmaları gerekebilirdi. Fakat Bukharin’in söylediği gibi savaşta bu, sınıf hattı halini almıştı: “Zamanımızda taktiklerin en önemli sorunu, sözde yurt savunması sorunudur. Zira burjuvazinin tamamıyla, bütün proletarya dünyası arasındaki çizgi tam da burada çekilmiştir. Kelimenin kendisi bir aldatmaca içermektedir, çünkü nüfusu anlamında ülkeyi değil, ülkenin devlet örgütünün savunulmasını öngörmektedir.” (Emperyalist Korsan Devlet)

Dolayısıyla: “Mevcut zamanda sosyal demokrasinin görevi, sorunun hiçbir şekilde “devlet yanlısı” bir biçimde ortaya konulmadığını (yalnızca devletin ‘dağılışına’ karşı olduğunu söyleyen) varsayan ‘yurt’, ‘ulus’ gibi kavramları reddetmek, bu kavramların tam tersine devlet iktidarına ve bütün kapitalist düzene karşı keskin devrimci bir biçimde ifade edilen bir propaganda yapmaktır”. (Tez 7, Kendi Kaderini Tayin Hakkı, 1915) Bukharin şunu gösterdi: eğer ulusların kendi kaderini tayini sloganı, emperyalist savaş koşullarında somut olarak (yani bağımsızlık ve ayrılma hakkı vererek) uygulanırsa, ‘yurt savunması’ sloganının bir diğer türünden başka hiçbir şey olmazdı. Emperyalist arenada maddi olarak bağımsızlığına yeni kavuşan devletin sınırlarının savunulması gerekli olurdu; yoksa böylesi bir talebin gerçekte ne gibi bir anlamı olabilirdi? Böylece, proletaryanın enternasyonalist güçleri parçalanır ve sınıf mücadelesi milliyetçi bir alana çekilirdi: “Bundan hiçbir zaman ve hiçbir koşul altında Büyük Güçlerden birinin ezilen bir ulusun ayaklanmasını ve isyanını bastıran hükümetini desteklemeyeceğimiz sonucu doğuyor; fakat aynı zamanda proleter kuvvetleri ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ sloganı altında seferber etmeye de karşıyız. Görevimiz bütün ulusların proletaryasının gücünü (birbirleriyle ortak olarak) sosyalizm için verilecek bir iç savaş, sınıf savaşı sloganı altında ve onları ‘ulusların hakları’ için seferber etmeye çalışan propagandaya karşı seferber etmektir.” (Tez 8, ibid). Kendisini, Junius Kitapçığı’nda “Bugün ulus, emperyalist niyetleri örten bir pelerinden, emperyalist mücadelelerde atılan bir savaş narasından, kitleleri emperyalist savaşta piyon rolü oynamaya ikna etmek için kullanılan son ideolojik araçtan başka bir şey değildir” diyen Rosa Lüksemburg’un teorisine dayandıran Alman solu, emperyalist çağda ilerici ulusal savaşlar fikrine de açıkça karşı çıktı:


Komünistler ve Ulusal Sorun

“Emperyalizmin serbest kaldığı çağda, ulusal savaşlar artık mümkün değildir. Ulusal çıkarlar yalnızca emekçi halk kitlelerini ölümcül düşmanlarının, emperyalizmin egemenliği altına teslim etmeye hizmet eder.” (Tez 5, Internationale grubunun Enternasyonal Sosyal Demokrasinin Görevleri Üzerine Tezleri, 1916) Sert yanıtında Lenin mevcut olan yeni dönemin doğasına dair genel sonuçlar çıkartmaktan kaçınıyordu: •

Dünya savaşının şüphesiz emperyalist niteliği, ulusal savaşların hala mümkün olmadığını göstermiyordu. Tam tersine onlar hem engellenemez hem de ilericiydiler; Yurt savunması iki rakip emperyalist güç arasındaki bir savaşta gerici olmakla birlikte, ‘gerçek’ bir ulusal savaşta sosyalistler ulusal savunma çağrısı yapmaya hiç de karşı değillerdi.

Lenin, kapitalizmin emperyalist evresine girişinin her savaşa gerici bir nitelik yüklediğini kabul edemiyor, her ayrı savaşın somut olarak değerlendirilmesi gerektiğinin altını çiziyor ve Avrupa ve Amerika’daki gelişmiş ülkelerin şüphesiz emperyalist doğalarının, bütün kapitalist sistemde Asya ve Afrika’daki geri kalmış ülkelerin bile kurtulamayacağı bir değişiklik getirdiğini kabul etmeyi reddediyordu. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ulusal savaşlar çağı bitmişti, fakat Doğu Avrupa’da ve yarı-sömürge veya sömürge olan ülkelerde sırada hala burjuva devrimleri vardı. Buralarda büyük emperyalist güçlere karşı ulusal kurtuluş mücadeleleri henüz bir ceset haline gelmemişti ve dolayısıyla yurt savunması bu durumlarda hala ilericiydi. Dahası, Avrupa’da bile, istila edilmiş veya ezilen ufak uluslar için ulusal savaşlar Lenin’e göre imkânsız değildi (fakat muhtemel olmadıklarını da ekliyordu). Belçika’nın Almanya tarafından işgal edildiği varsayımsal bir örnek ortaya attı ve sosyalistlerin ‘ezilen’ Belçika burjuvazisinin bile kendi kaderini tayin ‘hakkını’ savunmaları gerektiğini söyledi. Lenin’in Alman solunun ulusal savaşların imkânsızlığına dair tutarlı

55

argümanını kabul etmekteki tereddüdü temelde, ortaya çıkıp kapitalist sistem içerisinde proletaryanın sömürebileceği bir kriz yaratma ihtimaline sahip her hareketi reddetmemek istemesine yol açan kaygılarındaydı. “Tarihin diyalektiği öyledir ki, emperyalizme karşı savaşımda bağımsız bir etken olarak güçsüz olan küçük uluslar, asıl anti-emperyalist kuvvetin, sosyalist proletaryanın sahneye çıkmasına yardım eden mayalardan biri, basillerden biri rolünü oynar... Eğer, proletaryanın sosyalizm uğruna büyük kurtuluş savaşında, bunalımı derinleştirmek için emperyalizmin şu ya da bu yıkımına karşı her halk hareketinden yararlanmayı bilmezsek, pek zayıf devrimciler oluruz.” (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkına Dair Tartışmanın Özeti, 1916) Lenin milliyetçi hareketlerin kaderiyle onların hatırı için değil, yalnızca dünya savaşının ortasında büyük emperyalist güçlerin direncini zayıflatma ihtimallerinden dolayı ilgiliydi ve bu yüzden 1916 İrlanda ayaklanmasını, Afrika’daki sömürge ayaklanmaları ve Hindistan, Singapur gibi yerlerde sömürge askerlerinin isyanlarıyla aynı düzeyde, yani emperyalizmin derinleşen krizinin işaretleri olarak gördü. Bu yaklaşımın tehlikelerine işaret etmek için somut bir örnek olarak 1916 İrlanda milliyetçi ayaklanmasını ele alabiliriz. Lenin için ayaklanma, ezilen ulusların milliyetçi arzularını cesaretlendirmenin emperyalizme karşı mücadelede yalnızca faal ve olumlu bir etmen olacağını savunan görüşlerini destekleyen bir kanıttı. Radek ile Troçki ise, Lenin’in aksine, bunun arkasında gerçek bir destek olmayan umutsuz bir darbe olduğunu ve ulusal kurtuluş savaşları döneminin ölümünü gösterdiğini savunuyorlardı. Lenin “şehir küçük burjuvazisinin bir kesimi ile işçilerin bir kesiminin birlikte sokaklarda savaşması” olarak tanımladığı ayaklanmanın arkasında devasa bir proleter hareket olduğunu savunmuyordu. Asıl mesele, böylesi milliyetçi ayaklanmaların proletaryaya karşı gerçek sınıf doğasının ne olduğu veya başka bir biçimde ifade etmek gerekirse bu hareketlerin “gerçek antiemperyalist kuvveti olan sosyalist proletaryayı” (Lenin) mı yoksa emperyalist burjuvaziyi mi güçlendirdiğiydi.

Lenin tehlikeli bir biçimde böylesi milliyetçi eylemlere anti-kapitalist bir potansiyel atfetti: gerici fantezilerine rağmen Lenin, onların “nesnel olarak sermayeye saldıracaklarını” (ibid) ve proletaryanın yalnızca birleşip onları sosyal devrim sürecini geliştirmeye yönlendirmesi gerektiğini söyledi. Fakat ‘İrlanda Sorunu’nun tarihine detaylı olarak girmeden, bu ayaklanmaya dair Lenin’in fikrini çürüten birkaç olguya yer verebiliriz: 1916 Paskalya ayaklanması, İrlanda proletaryasının zaten savaş öncesi mücadelelerinin kısmi yenilgisiyle zayıflamış mücadelesini milliyetçilikle mühürleyecek, faal olarak işçileri Güney İrlanda Katolik milliyetçiliğinin silahlı mücadelesinin arkasında seferber edecekti. Askeri darbe girişimine işçi kitleleri arasında sempati duyulmuyor olsa da, İngiliz devletinin ayaklanma sonrası uyguladığı kitlesel terör kampanyası onların yönünü şaşırmışlık durumunun tamamlanmasıyla ve onları gerici milliyetçilerin kollarına iterek sermayeye karşı bağımsız sınıf mücadelesinin en küçük örneğinin bile hem İrlanda’daki İngiliz askerleri, hem de İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (Irish Republican Army, IRA) tarafından sistematik olarak bastırılmasıyla sonuçlandı. İrlanda ve İngiliz burjuvazisinin birleşik güçleri karşısında dünya proletaryasının zaten görece zayıflamış ve yalıtılmış olan bu kısmının yenilgisi, temel çıkarları ölümcül düşmanını her zaman yenmek olan dünya emperyalizminin yalnızca güçlenmiş olduğunu ifade ediyor olabilirdi. İrlanda ayaklanması yalnızca şunu kanıtlamıştı: Burjuvazinin bütün kesimleri, sözde ezilen uluslarda olsalar dahi, ayrıcalıklarını borçlu oldukları sömürü sisteminin yok edilmesi tehlikesine karşı her zaman emperyalizmden yana olacaklardır. Gelecekten bakıyor olmanın avantajıyla devrimciler bugün tarihin Lenin’in hatalı, sol fraksiyonların ise, kafa karışıklıklarına rağmen özünde haklı olduğunu kanıtladığı sonucunu çıkartabilirler. İrlanda ayaklanmasının dersi, kapitalizmin çöküş evresinde milliyetçiliğe verilen desteğin doğrudan sınıf mücadelesinin emperyalizmin savaşlarının arkasına atılması demek olduğudur.


56

‘Leninist’lere karşı Lenin Lenin’in bütün milliyetçi ayaklanmaları destekleme konusundaki hevesi, engellenemez bir biçimde burjuvazi tarafından işçi ve köylüleri sayısız defa milliyetçilik ve ‘anti-emperyalizm’ sloganı altında kendi kanlarında boğmak için kullanıldı. Öte yandan, Lenin’in en kötü hataları ile onun takipçileri olduğunu iddia eden proletaryanın Stalinist, Troçkist ve Maocu cellâtlarının ‘en iyi’ pozisyonlarını bir nehir dolusu kan ayırmaktadır. Lenin’in yazılarının asıl eleştirel içeriğini, Enternasyonal Komünist Partisi (EKP Programma Comunista) gibi Bordigist örgütlerden olanlar ve onlar gibi devrimci saflarda kalmalarına rağmen yine de geçmişin hatalarına, ‘ulusal kurtuluş’ adına en gerici kapitalist kesimleri savunma tehlikesine yaklaşacak kadar bağlı kalmayı seçenlerin görüşlerinden de ayrı tutmak gereklidir. Lenin, daima devrimcilerin milliyetçiliği desteklemesinin yarattığı tehlikelerin farkındaydı ve sürekli proletaryanın birliğini ve burjuvazinin bütün güçlerinden bağımsızlığını koruması gerektiğini vurguluyordu; böyle yapması görüşlerini pratikte daha da uygulanması zor ve çelişkili kılma eğiliminde olsa da. Dolayısıyla, devrimcilere emperyalizme karşı bütün ayaklanmaları desteklemek çağrısı yaparken, bu desteğin ancak “gerici bir sınıfın ayaklanması olmaması” koşuluyla verilebileceğini ifade ediyordu. Rosa Lüksemburg gibi solların daha tutarlı bir biçimde öne sürdükleri fikir, büyük emperyalist güçlerin kanlı baskılarına karşı çıkan bütün ayaklanmalarda milliyetçi unsurların, gerçek sınıfsal ayaklanma tehdidini savuşturmak amacıyla her zaman en gerici sınıf, burjuvazi tarafından zerk edildiğiydi. Devrimcilerin milliyetçilik ile sınıf mücadelesi arasında net bir ayırıcı çizgi çekmeleri gerekiyordu, zira emperyalist çağda yalnızca sınıf mücadelesi insanlık için ilerici bir doğrultu ifade ediyordu. Lenin görüşünü sürekli, ister demokratik devlet aygıtına teslim olmak, isterse de ‘ezilen’ uluslardaki burjuvaziye teslim olmak suretiyle sınıf mücadelesini ulusal mücadelenin geri planına atmayı engelleyecek bir biçimde ifade etmeye çalıştı. Ulusal soruna dair marksist tavır zaten her zaman sınıf

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

mücadelesinin önceliğini vurgulamak olmuştu: “Marks, küçük-burjuva demokratlardan farklı olarak, istisnasız bütün demokratik istemleri mutlak bir şey değil, burjuvazinin güdümündeki halk yığınlarının feodalizme karşı savaşımının tarihsel bir ifadesi saymıştır. Bu istemlerin içinde bir teki bile yoktur ki, belirli koşullar altında burjuvazinin elinde işçileri aldatmak için bir araç görevi yerine getirmesin, getiremesin ve fiilen getirmiş olmasın. Siyasal demokrasinin istemlerinden bir tekini bu bakımdan ayırt etmek, özellikle de ulusların kaderlerini tayin etme hakkını ele alıp, geri kalan demokratik istemlerin karşısına dikmek, teoride temel bir yanlıştır. Pratikte proletarya, ancak, cumhuriyet istemi dahil, tüm demokratik istemler uğruna savaşımını, burjuvaziyi devirmeyi amaçlayan devrimci savaşıma bağımlı kılarsa, kendi bağımsızlığını koruyabilir.” (5. Tez, 1916) Buradan yola çıkarak Lenin, ulusların kendi kaderini tayinine dair pozisyonunu, somut olarak işçi sınıfının uluslararası birliğini savunma ihtiyacını ve proletaryayı ‘ezen’ ve ‘ezilen’ uluslar olmak üzere iki safa ayıran teorik kavramsallaştırmasına dair devrimcilerin duyduğu büyük endişeyi birleştirecek bir biçimde düzenledi. Bu, ona göre, “en zor ve önemli görev” idi. Dolayısıyla bir yandan ‘ezen’ ulusların proletaryası ‘kendi’ emperyalizmi tarafından ezilen sömürgelerin ve ufak ulusların ayrılma özgürlüğü talep etmek zorundayken; “...ezilen ulusların sosyalistleri, ezilen ulusun işçileriyle ezen ulusun işçilerinin tam ve kayıtsız şartsız birliğini, örgütsel birlik dahil olmak üzere, savunmalı ve uygulamalıdırlar. Bu olmadan, burjuvazinin her türden entrikaları, kalleşlikleri ve hileleri karşısında proletaryanın bağımsız siyaseti savunulamaz ve işçi sınıfı, öteki ülkelerin işçileriyle sınıf dayanışmasını gerçekleştiremez.” (4. Tez) Bu gün ulusal kurtuluş hareketlerinin ‘Leninist’ destekçilerinin ağzından bu lafları ne kadar duyabiliyoruz? Lenin bir hayli açıkça, somut örgütsel ifadesiyle birlikte proletaryanın sınıf birliğinin olmaması durumunda, işçi sınıfının düşman sınıfa karşı bağımsızlığını

savunamayacağını söylüyordu. Bu durumda sınıf mücadelesi, gerçekte emperyalizmin yalnızca dünya pazarından bir dilim kapma mücadelesi olup, işçileri uğruna kurbanlık koyun gibi savaş mezbahalarına gönderen ulusal mücadelenin arka planına atılırdı. Pratikte bu, Komünist Manifesto’nun en temel parolası olan “İşçilerin vatanı yoktur, dünyanın bütün işçileri, birleşin!” sloganını “Sözde ezilen ulusların işçileri, anavatanınızı savunun!” gibi bir slogana dönüştürürdü. İşte günümüz sol kapitalistleri, Lenin’in görüşlerinin bu çift yönlü unsurunu görmezden gelmeye veya gizlemeye çalışmaktadır. Bu tavır, proletarya enternasyonalizminin savunusunun merkezindedir, zira hala, ne kadar çarpık ve pratik bir biçimde olursa olsun, bütün dünya işçi sınıfının çıkarları açısından olaya bakmaktadır. Lenin diğer yazılarında milliyetçi hareketlere soyut veya eleştirel olmayan bir biçimde yaklaşmayı reddetmiştir: “her demokratik istem kaçınılmaz olarak kötüye kullanılabilir; biz, ne "her türlü" bağımsızlık savaşımını desteklemeye zorunluyuz, ne de "her türlü" cumhuriyet uğruna ya da kilisenin nüfuzuna karşı savaşını.” (Tartışmanın Özeti) Sınıf mücadelesinin genel çıkarları, şu veya bu milliyetçi harekete destekle çelişebilirdi: “Bir ülkedeki cumhuriyetçi hareket bir başka ülkenin entrikalarının aleti olabilir ve bu işe kilise, mali çevreler ya da kralcılar katılabilir; biz o zaman, bu somut hareketi desteklememekle görevliyiz...” (ibid) Mesela Lenin, Marks’ın 19. yüzyılda Çek milliyetçiliğini kullanmayı reddedişinden, eğer proleter devrim birkaç büyük Avrupa devletinde galip gelirse, devrimcilerin gericiliğin üsleri olarak hareket eden diğer kapitalist uluslara karşı ‘devrimci savaş’tan yana olmaları, yani o ülkelerin sınırlarından ne tür ulusal kurtuluş mücadeleleri yükselirse yükselsin onları bastırmaktan yana olmaları gerektiği dersini çıkarmıştı. Lenin için milliyetçi hareketlerin sınıf mücadelesine karşı emperyalist güçlerin bir silahı olarak kullanılması bir ihtimal iken, Lüksemburg ve Bukharin için bu kapitalizmin emperyalist evresinin genelleşmiş ve zorunlu bir olgusuydu.


Komünistler ve Ulusal Sorun

57

Zimmerwald solu içerisindeki tartışmaya dair bazı sonuçlar

devrimcilerin yürüteceği çalışmalar için esas köşe taşlarından bir tanesidir.

işaretlerinin ortaya incelemek istiyoruz.

Temel yöntemlerinin yanı sıra, Zimmerwald Solu içerisindeki tartışmanın bütün katılımcıları, sıkça görmezden gelinen veya ulusal hareketleri destekleme ihtimaline dair tartışmalarda formalite icabı üstün körü değinilen bir konuda kesinlikle hemfikirdiler: yalnızca işçi sınıfının mücadelesi insanlığın ezilen kitlelerine her hangi bir gelecek öneriyordu. Lenin’in en kafası karışık yorumlarında bile çöken kapitalizmin şiddetli proletarya devrimi dışında bir biçimde yok edilebileceği ilan edilmiyordu. Lenin, Bukharin, Lüksemburg ve diğerlerinin ortaya attığı temel kaygı, ulusal mücadelelerin kapitalizmin nihai krizini getirmeye katkıda bulunup bulunamayacağı, yani emperyalizmin çürüyen bütününü zayıflatmaya yardım ederek devrimci mücadelenin çıkarlarına olup olmayacağı, eğer olabilecekse ne derece olabileceğiydi.

Ulusal soruna dair Lenin’in pozisyonuna gelince, herkesin bildiği üzere bu pozisyon bütün gerici ‘ulusal kurtuluş’ savaşlarını haklı çıkartmak amacıyla burjuvazi tarafından yağmalanmış durumda. Sermayenin solunun, emperyalist savaşlara katılımı marksist yazıları kullanarak haklı çıkartmak amacıyla Lenin’in, zaten kapıdan kovulan burjuva ideolojisinin köşe taşlarından biri haline gelmiş bir unsurunu bacadan içeri almaya olanak tanıyacak kadar zayıflık içeren çalışmalarını kullanması bir kaza değildi.

Bu yıllarda Bolşeviklerin ulusların kendi kaderini tayinine dair hataları uygulamaya konuldu ve müttefik arayışı içerisindeki genç Komünist Enternasyonal, sömürgelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerine dair oportünist bir doğrultu belirledi. Komünist Enternasyonal bu dönemde hala devrimci bir güç olsa bile burjuva karşı devrimine teslimiyetinin ilk ölümcül adımlarını çoktan atmıştı. Bu durum sadece bugün aynı hatalara düşmemek için devrimci saflardaki pek çok kişinin anlamayı hala başaramadığı bu proleter tecrübenin eleştirisini yapma gerekliliğinin altını çizmektedir.

Tartışmanın temel çerçevesinde yoğun olarak anlaşılmasına rağmen, işçi hareketinin ciddi bir kesimi bu konuda geçmişteki teori ve pratikten tamamen kopmanın daha gerekmediğini, doğru olmayacağını savunuyordu. Lenin’e işçilerin milliyetçi hareketleri desteklemekten dolayı kaybedecekleri bir şey yokmuş gibi geliyordu, zira o hepsinin kapitalizmin yok edilmesi yönünde ilerlediklerini düşünüyordu. Günümüzde, işçilerin milliyetçi kesimlerin elinde katledilişinin sayısız örneğiyle karşı karşıya olan bizlerin elinde, sınıf mücadelesi ve milliyetçiliğin bütün türlerinin hiçbir biçimde birleşemeyeceği sonucunu çıkartarak bu tartışmaya kendi hayati katkımızı yapmamıza imkan verecek miktarda kanıttan çok daha fazlası var. Milliyetçilik, her zaman işçi mücadelesine karşı düşmanın ellerinde bulunan bir silahtır. Cesurca ve kararlılıkla o dönemde gerçekten geçmişten temiz bir biçimde kopmanın gerekliliğini savunan devrimciler, proletaryanın içerisinde yaşadığı ve savaştığı dünyayı anlama çabasının öncü kolunu oluşturuyorlardı. Onların katkıları ve özellikle Rosa Lüksemburg’un bütün emperyalizm meselesine ve kapitalizmin ölümcül krizine dair teorisi, hala daha kapitalizmin çöküş evresinde

Şüphesiz Lenin, uğruna çok fazla çalıştığı, hayatını adadığı proleter devrimin yenilgisinin ardından burjuvazinin sözlerini çarpıtışından sorumlu tutulamaz. Lenin’i her zaman sadece marksizmi kendi iktidar mücadelesini haklı çıkartmak için kullanan bir burjuva politikacısı olarak gören anarşistlere ve liberterlere, burjuva karşı-devriminin Lenin’in katıldığı tartışmanın bütün çerçevesini nasıl saptırdığını ve katkısını devrimci marksist içeriğinden arındırmak için savunduğu belli hayati ilkelerin nasıl gizlendiğini ortaya koyarak yanıt verebiliriz. Fakat bunu söylemekle birlikte, Bordigistlerin aksine, geçmişin hatalarına gözlerimizi kapamak gibi bir niyetimiz yok. Yukarıda belirtilen pek çok noktada, Lenin’in o dönemde bu konudaki çalışmalarında mevcut olan pek çok tehlikeli zayıflığı ve belirsizliği, bugün net sınıf ilkelerini savunmak için kesin olarak reddetmek gerektiğini görüyoruz.

Devrimci Dalga Yıllarındaki Tartışma ve Günümüz İçin Dersler Son olarak devrimci hareketin en önemli sınanma anını incelemek istiyoruz: Rus işçilerinin 1917’de iktidarı ele geçirmesiyle Komünist Enternasyonal’in 1920’deki İkinci Kongresine; kapitalizmin yok oluşu doğrultusundaki ilk iyimser adımdan, işçi mücadelelerinin yenilgisinin ve Rusya’daki hareketin yozlaşmasının ilk

Pratikte hatası

‘kendi

çıktığı

kaderini

dönemi

tayin’

1917’de Rusya’da proletarya diktatörlüğünün oluşturulması, somut olarak şu soruyu ortaya attı: hangi sınıf hükmediyor? Dünya çapındaki sovyet iktidarının karşısında, burjuvazi, ulusal arzuları ne olursa olsun, bir sınıf olarak hayatta kalma mücadelesiyle karşı karşıya kalmıştı artık. Eski Çarlık imparatorluğunun en uzak köşelerinde bile, tarihin ortaya attığı mesele sınıfların yüzleşmesiydi – ‘demokratik haklar’ veya ‘burjuva devriminin tamamlanması’ değil. Milliyetçi hareketler, proleter tehlikeyi yok etme mücadelelerinde emperyalist güçlerin piyonları olmuşlardı: Bu sınıf savaşının ortasında, Bolşevikler kısa bir süre içerisinde ulusların kendi kaderini tayininin sınırsız biçimde kabulünün yalnızca karşı devrime hizmet edeceğini fark etmişlerdi: 1917 kadar erken bir tarihte bile, bağımsızlığına kavuşan Ukrayna’ya bu bağımsızlığın yalnızca Fransız emperyalizmiyle ittifak yapması ve proletaryaya karşı savaşması için verildiği gözlemlenebiliyordu. Bolşevik Partisi içerisinde gördüğümüz üzere bu politikaya karşı “Bütün sınırları kaldıralım!” sloganını öne süren, Bukharin ve Piatakov’un başını çektiği ve Dzerzhinsky, Lunacharsky ve diğerlerini içeren güçlü bir muhalefet vardı. Lenin’in etkisi altında ortaya çıkan sonuç, bir uzlaşma oldu: her ülkenin işçi sınıfının kendi kaderini tayin etmesi. Bu yine de politikanın çelişkisini yeteri kadar içeriyordu.


58

Ukrayna’daki Parti’de çoğunluğa sahip olan Piatakov’un etrafındaki grup bu uzlaşmaya karşı çıktı ve ulusal temelde parçalanmaya karşı sınıfsal birliği korumak için Komünist Enternasyonal’deki bütün proleter kuvvetlerin merkezileşmesi çağrısında bulundu. Lenin, o zaman Sol Bolşeviklerin bu argümanıyla dalga geçti, fakat Rus devriminin daha sonra gelişen yozlaşmasını göz önünde bulundurursak, Sol Bolşeviklerin ortaya attığı proletarya enternasyonalizmi vurgusu iki katı hayati öneme sahipti. Lenin onların görüşlerini ‘Büyük Rus şovenizmi’ olarak kınadığında, aslında başlangıç noktaları dünya devriminin çıkarları olması gereken devrimcilerin rolüne dair ulusal bir görüntü ortaya koyuyordu. Bolşevik politikasının felaket getiren etkileri Çarlık imparatorluğunun en gelişmiş kapitalist kesimlerinde en net biçimleriyle kendilerini gösterdi ve Rosa Lüksemburg da pratikte ulusların kendi kaderini tayin uygulamasına karşı (katledilmesinden sonra yayınlanan) saldırısını buralara odakladı. Hem Polonya, hem de Finlandiya’da proleter devrimden korkan bir hayli gelişmiş milliyetçi burjuvaziler vardı. İkisi de bağımsızlıklarına kavuşur kavuşmaz var oluşlarını emperyalist güçlerin desteğine dayamışlardı. Ulusların kendi kaderini tayini sloganı altında bu ülkelerin burjuvazileri işçileri ve komünistleri katlettiler, sovyetleri dağıttılar ve bölgelerini emperyalizmin ve gerici beyazların orduları için bir üs olarak kullanıma açtılar. Lüksemburg, bütün bunları savaştan önce Lenin’e karşı yaptığı polemiğin acı bir biçimde doğrulanışı olarak gördü: “Bolşevikler askeri yenilginin Rusya’nın yıkılması ve parçalanmasına dönüşümünden kısmen sorumlular. Dahası Bolşeviklerin kendileri, büyük ölçüde, durumun nesnel zorluklarını politikalarının alnına yerleştirdikleri bir sloganla, sözde halkların kendi kaderini tayin hakkı veya – slogandan gayet açıkça anlaşıldığı üzere Rusya’nın parçalanması – ile keskinleştirdiler... Lenin ve yoldaşları, şüphesiz ‘ayrılma’ noktasına kadar ulusal özgürlüğün savunucuları olarak Finlandiya, Ukrayna, Polonya, Litvanya, Baltık ülkeleri, Kafkas ülkeleri gibi daha

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

birçok ülkeyi Rus devriminin sadık müttefiklerine dönüştüreceklerini düşünmüşlerdi, fakat biz bunun tam tersi bir manzaraya tanık olduk. Ardı ardına bu ‘uluslar’ yeni kazanılmış özgürlüklerini Rus devrimine karşı, onun ölümcül düşmanları olarak Alman emperyalizmiyle müttefik olarak kullandılar ve hatta karşı-devrim bayrağını Rusya’nın kendisinin içine taşımaya teşebbüs ettiler.” (Rus Devrimi) Ulusların kendi kaderini tayininin özellikle 1917’den sonra uygulamaya konuldu. Lenin’in emperyalizmin zayıflamasına katkı yapmak yönündeki asıl niyetleriyle uygulaması sonucu, proleter devrime karşı, burjuvazinin işçi sınıfı mücadelelerini ulusal savaşlara ve kıyımlara aktardığı siperlerin oluşumu arasındaki çelişkiyi gözler önüne serdi. Dolayısıyla bu tecrübenin bilançosu katı bir biçimde olumsuzdur. Üçüncü Kongresi

Enternasyonal’in

İlk

Üçüncü (Komünist) Enternasyonal, 1919’da İlk Kongresi için yaptığı çağrıda kapitalizmin çöküş evresine girişini, “...bütün dünya kapitalist düzeninin dağılma ve çöküş çağı”nın başlangıcını duyurdu. Komünist Enternasyonal, işçi sınıfı için net bir enternasyonal perspektif ortaya koydu: kapitalist düzenin tamamı artık ilerici değildi ve işçi konseyleri veya sovyetlerde örgütlü işçilerin kitlesel eylemleri tarafından yıkılmalıydı. Rusya’da sovyetlerin siyasi iktidarı ele geçirişiyle başlayan dünya devrimi, somut olarak kapitalist devletin yıkılmasının o anın gündeminde olduğunu gösteriyordu. Çalışmalarının ilk yılında, Komünist Enternasyonal, ulusal kurtuluş mücadelelerine veya ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkına’ özel olarak atıfta bulunmadı. Onun yerine, açıkça enternasyonal sınıf mücadelesi ihtiyacını vurguladı. Komünist Enternasyonal emperyalist savaşı ürpertici bir biçimde durduran ve kısa bir süre öncesine kadar birbirleriyle savaşan burjuvaziyi bu proleter tehlikeyi ortadan kaldırma çabalarında birleşmeye zorlayan uluslararası devrimci dalganın doruk noktasında

doğmuştu. Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere ve Amerika gibi kapitalist merkezlerdeki sınıf mücadelesi, Enternasyonal’in dünya devriminin ihtiyaçlarını açıklaştırma çabalarını devasa bir biçimde teşvik etmişti ve bu nedenle de Birinci Kongre’nin temel metinleri pek çok açıdan Komünist Enternasyonal’in netliğinin zirvesini ifade etmekteydi. Komünist Enternasyonal’in “bütün dünya proletaryasına” hitaben yazılmış manifestosu, ulusal soruna dair çok geniş ve tarihsel bir tanım ortaya koyarak “Kapitalist gelişime güçlü bir teşvik vermiş olan ulus devlet, artık üretici güçlerin daha fazla gelişimi için çok dar kalmıştır” diyerek başlıyordu. Bu perspektifle, iki özel sorunu ele aldı: -Avrupa’nın yalnızca göstermelik bir bağımsızlığa sahip olan ve savaştan önce emperyalist güçler arasında kesintisiz zıtlaşmalara dayanan ufak, ezilen ulusları. Bu ulusların şimdi kendi emperyalist konumları vardı ve onları ‘ulusal kader tayini’ sloganı altında ezen ve kullanan Batı emperyalizminin verdiği güvencelere dayanıyorlardı: “Ufak halklara yalnızca, bütün ülkelerin üretici güçlerini ulus devlet engelinden kurtaracak olan proleter devrim tarafından özgürce var oluş fırsatının güvencesi verilebilir.” - Ufak uluslar gibi, emperyalizm için savaşmak üzere savaşa çekilmiş olan sömürgeler. Bu keskin bir biçimde onların büyük güçler için kurban edilecek insan sağlayıcısı rolünü ortaya koydu ve Hindistan, Madagaskar, Çin Hindi gibi yerlerde açık ayaklanmalara yol açtı. Yine, Manifesto şunu vurguladı: “Sömürgelerin kurtuluşu yalnızca büyük şehirlerdeki işçi sınıfının kurtuluşuyla birleşik olarak mümkündür. Yalnızca Annam’ın, Cezayir’in ve Bengal’in işçileri ve köylüleri değil, ayrıca İran’ın ve Ermenistan’ın işçi ve köylüleri de bağımsız var oluş fırsatlarına yalnızca İngiltere ve Fransa işçileri Lloyd George ve Clemenceau’yu devirip devlet iktidarını ellerine aldıklarında kavuşacaklar... Afrika ve Asya’daki sömürgelerdeki köleler! Avrupa’da proletarya diktatörlüğünün oluşturulduğu vakit, sizin kurtuluşunuzun da vakti olacaktır!”


Komünistler ve Ulusal Sorun

Komünist Enternasyonal’in mesajı ortadaydı. Bütün dünyadaki kitlelerin kurtuluşu, yalnızca proleter devrimin zaferiyle gelebilirdi ki onun anahtarı da en kuvvetli ve deneyimli işçi yoğunluğuna sahip Batı Avrupa kapitalist merkezlerindeki işçi mücadeleleriydi. Kitleler için az gelişmiş ülkelerde ileri giden yol “işçi sovyetleri bayrağı altında, iktidar ve proletarya diktatörlüğü için devrimci mücadele bayrağı altında, Üçüncü Enternasyonal’in bayrağı altında” birleşmekti. Kapitalizmin çöküş evresine girdiğinin kabul edilmesine dayanan bu kısa ifadeler, bugün bile netlik ışıkları olarak parıldamaktalar. Fakat devrimci dönemde proletaryanın ve onun partisinin izleyeceği tutarlı bir stratejiyi temsil etmekten uzaklar. O dönemde ulusal kurtuluş mücadelelerinin sınıf doğasına dair hayati sorunu netleştirmek hala gerekliydi, ayrıca işçi sınıfının, proletaryanın dünya burjuvazisine karşı savaşında tarafına çekmesi gereken gelişmemiş ülkelerdeki ezilen kitlelere ve sömürücü olmayan kesimlere dair tutumunu da açıklığa kavuşturmak gerekliydi. Bu sorunlar 1920’de Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi tarafından ele alındı. Fakat bu kongrede, çok daha geniş bir katılımla ve daha derin tartışmaların gerçekleşmesiyle, Rus devriminin derslerinin ve devrimcilerin merkezileşmiş, disiplinli bir örgütünün olması ihtiyacının somutlaştırılması yönünde pek çok ilerlemeye tanık olmuş olsa da, bu kongrede Birinci Kongrede ulaşılan netlikten gerilemenin ilk ciddi işaretlerini, yani genç Komünist Enternasyonal’de oportünizm ve merkezciliğe doğru ilk eğilimleri de gördük. İkinci Kongrenin çalışmalarının bilançosunu çıkarma yönündeki bütün çabalar, devrimci dalga durulmaya başladığında ölümcül olduğu ortaya çıkacak olan bu hatalardan başlamalıdır. Oportünizm, Rusya’daki devrim üssündeki yalıtılmışlık ve yorgunluk koşulları içerisinde köklenmeyi başarmıştı. Birinci Kongre zamanında bile Almanya’daki devrim Liebknecht ve Lüksemburg gibi kişilerin ve onların yanı sıra 20,000’den fazla işçinin katledilmesiyle ciddi bir yara almıştı,

59

fakat yine de hala burjuvaziyi devirme tehlikesini ortaya atan devrimci mücadeleler Avrupa’yı kasıp kavuruyordu. İkinci Kongre için delegeler toplandığı zamanda ise, güçler dengesi zaten önemli ölçüde burjuvazinin tarafına kaymaya başlamıştı ve Rusya’daki Bolşevikler dünya kapitalizminin hızla yenilmesi yerine uzun vadeli bir kuşatmaya dair ihtimalleri düşünmeye zorlanıyorlardı. Dolayısıyla, Birinci Kongrede vurgu devrimin Batı Avrupa’daki yakınlığı iken, İkinci Kongre şu meseleleri vurguladı: • •

Dünyanın her yerinde sovyet hareketini örgütleme sorunu; Rusya’daki devrimci üssün savunmasını inşa etme ihtiyacı.

Kıtlığın ve iç savaşın sert zorunluluklarını omuzlarında hisseden Bolşevikler, Komünist Enternasyonal’in aslen ortaya koymuş olduğu netlikten feragat etmeye başlamışlardı. Avrupa’da proleter üssüne mümkün olan en yüksek düzeyde destek verebilecek ‘kitle partileri’ inşa etmek amacıyla şüpheli ve hatta aralarında İkinci Enternasyonal’in harabeleri de bulunan apaçık burjuva unsurlarla ittifak yapmışlardı. Az gelişmiş ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketleri arasında muhtemel destekçiler bulma aracılığı da bu ışıkta değerlendirilmeli. Bu oportünist doğrultunun kılıfı, Enternasyonal içerisinde sol kanata karşı Lenin’in ünlü ‘Sol-Kanat’ Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı kitapçığında ilan edilen savaştı. Bununla birlikte, İkinci Kongre’de yaptığı açılış konuşmasında Lenin hala “Oportünizm esas düşmanımızdır... Komünizmin ‘sol’ eğiliminin hatalarının düzeltilmesi, buna kıyasla çok daha kolay olacaktır” vurgusunu yapıyordu. Buna rağmen, sınıf mücadelesinin gerilediği bu dönemde, bu taktik yalnızca daha fazla oportünizme kapıyı açarken onun en uzlaşmaz rakiplerini, sol kanadı zayıflatmıştı. Pannekoek’in anarşist Musham’a yazdığı gibi: “Kongreyi, tahammülsüz olmaktan değil, fazla tahammüllü olmaktan suçlu görüyoruz. Üçüncü Enternasyonal’in liderlerine bizi dışarıda bıraktıkları için sitem etmiyoruz; onları mümkün olan en fazla sayıda oportünisti aralarına

almayı umdukları için kınıyoruz. Eleştirimizde, kendimizle değil, komünizmin taktikleriyle ilgiliyiz; komünistler topluluğundan dışlanmış olduğum gibi ikincil bir sorunu eleştirmiyoruz, Üçüncü Enternasyonal’in Batı Avrupa’da izlediği yanlış ve proletaryaya felaket getiren taktiğe dair birincil sorunu eleştiriyoruz.” (Die Aktion, 19 Mart 1921) Bu söylenilenlerin Komünist Enternasyonal’in ulusal kurtuluşa dair pozisyonuna dair de aynı ölçüde doğru oldukları kanıtlanmıştı. İkinci Kongre: Oportünizm esas düşmanımızdır İkinci Kongrenin benimsediği Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezler, ilkeli enternasyonalist pozisyonlarla ve burjuvazinin lanetlenmesi ile az gelişmiş ve geri ülkelerdeki ‘ulusal-devrimci’ hareketlerin desteklenmesini zorlanarak uzlaştırma çabasını ortaya koyuyordu: “Burjuva boyunduruğunu söküp atmaya dönük proleter savaşımın şampiyonu olan komünist partisi, burjuva demokrasisiyle savaşma, onun yanlışlığını ve ikiyüzlülüğünü ortaya koyma şeklindeki temel görevine uygun olarak, siyasetini, ulusal sorunda da, soyut ve biçimsel ilkelere değil, ama birincisi, tarihsel özel durumun ve hepsinin üstünde ekonomik koşulların doğru bir değerlendirmesine dayandırmalıdır. İkincisi, siyasetini, ezilen sınıfların, sömürülen emekçi halkın çıkarlarıyla genel ulusal çıkar kavramı, yani egemen sınıfın çıkarları, arasında yapılacak açık bir ayrım üzerine oturtmalıdır. Üçüncüsü, küçücük bir zengin ve ileri kapitalist ülkeler azınlığının, dünya nüfusunun geniş çoğunluğunu sömürgesi haline getirmesi ve mali yönden köleleştirmesini, yani finans-kapital ve emperyalizm çağının karakteristik bir özelliğini önemsememeye çalışan burjuva-demokratik yalanları göğüslemek üzere komünist partisi, siyasetini, ezilen, bağımlı ve uyruk uluslar ile ezen, sömüren, egemen uluslar arasında aynı biçimde yapılacak açık bir ayrıma dayandırmalıdır.” (İkinci Tez)


60

Bu Komünist Partinin temel görevini burjuva demokrasisine karşı mücadele olarak ortaya koyuyordu. Komünist Enternasyonal’in pek çok başka metninde de bu noktaya değiniliyordu. Bu görüş, marksist yaklaşım için elzemdi. İkinci vurgu ise yalnız burjuvaziye ait olan ‘ulusal çıkarlar’ın reddine dairdi. Komünist Manifesto’nun yalnızca yetmiş yıl önce en derin netlikle duyurduğu üzere, işçilerin savunacak vatanları yoktur. Kapitalist toplumdaki en temel çelişki burjuvazi ve proletarya arasındaki mücadeledir. Bu tek başına kapitalizmin yıkılması ve komünizmin yaratılması yolundaki devrimci dinamiği sağlamaktadır ve bu tarihsel çıkarlar ayrımını bulandırma yönündeki bütün çabalar, bilinçli olsun olmasın, hakim sınıfın çıkarlarını savunmaktadır. İşte İkinci Tezdeki, dünya emperyalizminin içerisinde bulunduğu durumun -ki bu az gelişmiş ülkelerin çoğunluğunun yüksek düzeyde gelişmiş kapitalist ülkelerin azınlığı tarafından acımasızca yağmalanması idi- basit bir tanımı olan ve çok daha belirsiz bir biçimde yapılmış üçüncü vurguyu bu temelde anlamamız gerekli. ‘Ezilen ülkelerde’ bile proletaryanın savunacağı ‘ulusal çıkarlar’ yoktu. Yurtseverliğe karşı mücadele, işçi hareketinin kırılmaz bir temel ilkesiydi ve dahası bu Tezler sınıf mücadelesinin birincil önemini de vurguluyorlardı:

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

güven altına alabilecek tek sistemin sovyet sistemi olduğunu netleştirmeli” idi, fakat diğer yandan da “komünist partilerin bağımlı ve yoksun uluslardaki ve sömürgelerdeki devrimci hareketlere doğrudan doğruya yardım etmeleri” gerekliydi. (Dokuzuncu Tez) Burada bir belirsizlik daha ortaya çıkıyor: Bu ‘devrimci hareketin’ sınıfsal niteliği tam olarak nedir? Bu geri ülkelerdeki yeni gelişen proletaryanın siyasi saflarına yapılmış bir atıf değil midir? Seçilen kelimelere dair tezlerin tamamında gözlemlenebilen rahatsızlık aynı şekilde bazen ‘devrimci kurtuluş’ hareketlerinden bazen ise ‘ulusal kurtuluş’ hareketlerinden bahsedilmesinde de göze çarpmaktadır. Ayrıca bu doğrudan desteğin gerçek biçimi de mevcut olduğu yerlerdeki bireysel Komünist Partilere bırakılmıştır.

“Bu temel önermelerden çıkarılacak sonuç şu: Komünist Enternasyonalin ulusal soruna ve sömürge sorununa ilişkin tüm siyaseti, her şeyden önce bütün ulusların proleterleri ile emekçi yığınların, toprak sahipleri ile burjuvaziyi devirmeyi amaçlayan ortak devrimci bir savaşım için daha yakından birlik kurmaları esasına dayanmalıdır.” (Dördüncü Tez, bizim vurgumuz)

Onbirinci Tezde, hiç değilse böylesi bir desteğin tehlikelerinin kabul edildiğini görüyoruz. “Geri ülkelerde burjuvademokratik kurtuluş eğilimlerine komünist bir görünüş verme çabalarına karşı kesinlikle kararlılıkla mücadele etmek gereklidir. Komünist Enternasyonal, sömürgelerle geri ülkelerdeki ulusal burjuva-demokratik hareketleri bir koşulla desteklemelidir. O koşul şudur: bu ülkelerde komünistliği yalnızca sözde kalmayacak olan gelecekteki proleter partilerin öğeleri birlikte ortaya çıkaracak ve kendi özel amaçlarını, yani kendi ulusları içindeki burjuva-demokratik hareketlerle savaşım amaçlarını anlayacak biçimde yetiştirilmiş olacaktır. Komünist Enternasyonal, sömürge ve geri ülkelerdeki burjuva demokrasisiyle geçici bir ittifaka girmeli, ancak onlarla kaynaşmamalı, henüz ilk adımlarını atıyor olsa bile proleter hareketin bağımsızlığını kesinlikle yeğ tutmalıdır” uyarısı yapılıyordu.

Öte yandan, ezilen ve ezen uluslar arasındaki ayrıma dair vurguda bir belirsizlik vardı. Bu belirsizlik, sonrasında proletaryanın az gelişmiş ülkelerde emperyalizmi ‘zayıflatmak’ uğruna ulusal kurtuluş mücadelelerine verdikleri doğrudan desteği haklı çıkartmak için sömürülmüştü. Yani bir yandan Komünist Partiler “önce proleterleri sonra da tüm emekçi nüfusu, burjuvaziye karşı savaşımda birleştirerek, ulusların gerçek eşitliğini

Buradaki maddi mesele, sömürgelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin hala ilerici bir niteliğe sahip olup olmadığıydı. Burjuva demokratik devrimleri çağının Afrika, Asya ve Uzak Doğu’da kesin olarak bittiği net olarak anlaşılamamıştı. Savaş sırasında ‘ulusların kendi kaderini tayini’ sloganına karşı çıkan komünistler bile sömürgeler konusunda bir istisna yapıyorlardı. Proletaryanın tecrübesi, dünyanın en uzak köşelerinde bile kapitalizmin yükselişinin sona

erdiğini ve sömürgelerin burjuvazisinin bile yalnızca ‘kendi’ proletaryasına karşı dönerek hayatta kalabileceğini henüz kesin olarak ortaya koymamıştı. Fakat İkinci Kongrenin en ciddi başarısızlığı, bu sorunu açık tartışmaya koymamaktı, özellikle az gelişmiş ülkelerden komünistlerin büyük çoğunluğu sömürgelerde bile burjuvaziye en ufak destek verilmesine karşıyken. Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Komisyonu içerisinde Hint komünist Manabendra Nath Roy’un öne sürdüğü ‘Ek Tezler’e dair bir tartışma ortaya çıkmıştı. Roy Lenin’in ve Komünist Enternasyonal çoğunluğunun pek çok görüşünü paylaşmasına rağmen, kapitalist düzeni muhafaza ederken siyasi bağımsızlık elde etmeye çalışan burjuva milliyetçi hareketlerle fakir köylülüğün çıkarları arasındaki büyüyen çelişkinin altını çiziyordu. Roy, Komünist Enternasyonal’in en önemli görevini: “İşçi ve köylülerin, devrime önderlik etmesi için ve sovyet iktidarının sağlanmasına ön ayak olması amacıyla kendi komünist örgütlerini kurması” olarak görüyordu: “Böylece geri ülkelerdeki halk kitlelerine komünizm, kapitalist gelişim ile değil gelişmiş ülkelerdeki proletaryanın liderliği altında sınıf bilincinin gelişimiyle getirilecekti.” (Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorununa Dair Ek Tezler) Roy’a göre bu, milliyetçi burjuva hareketlerinin egemenliğine karşı bir mücadeleyi içermekteydi. Tezlerinin kanıtı olarak Roy, Hindistan, Mısır, Endonezya ve Çin’deki, proletaryanın büyümesini beraberinde getiren aşırı hızlı sanayileşmeyi örnek veriyordu; Hindistan’da devasa bir grev dalgası gerçekleşmiş, sömürülen kitlelerin milliyetçilerin kontrolü dışında bağımsız bir hareketi gelişmişti. Komisyondaki tartışma, Komünist Enternasyonal’in ilkesel olarak geri ülkelerdeki milliyetçi burjuva hareketlerini desteklemesinin doğru olup olmadığına dairdi. Emperyalist burjuvazinin de faal olarak bu hareketleri kendi gerici amaçları uğruna cesaretlendirdiğine dair de bir miktar anlayış vardı. Lenin Kongreye yaptığı açılış konuşmasında bunu doğrulamıştı:


Komünistler ve Ulusal Sorun

“Sömüren ülkelerin burjuvazisi ile sömürgelerin burjuvazisi arasında belli bir anlaşma ortaya çıktı, öyle ki ezilen ulusların burjuvazisi, sıkça, hatta belki çoğunlukla, emperyalist burjuvaziyle belli bir anlaşma içerisinde, bu demek ki onunla birlikte bütün devrimci hareketlere ve devrimci sınıflara karşı savaşıyor.” (İkinci Kongre, bizim vurgumuz) Fakat Komisyondaki fikir ayrılığına bulunan ve Roy’un da kabul ettiği ‘çözüm’, ‘burjuva demokratik’ tabirinin yerine ‘ulusal devrimci’ tabirini kullanmak oldu: “Bu konudaki nokta şu ki biz, komünistler olarak, sömürge ülkelerdeki burjuva özgürlük hareketlerini yalnızca bu hareketler gerçekten devrimcilerse ve yalnızca temsilcileri bizim köylülüğü devrimci bir biçimde desteklememize karşı değillerse destek olacağız. Eğer bu iyi değilse, o zaman oradaki komünistlerin reformist burjuvaziye karşı savaşmak görevleri de vardır...” (ibid, bizim vurgumuz) Milliyetçi hareketlere herhangi bir destek vermeye dair Komünist Enternasyonal’deki yüksek düzeydeki huzursuzluk göz önünde bulundurulduğunda, bu bir meseleyi geçiştirme çabasıydı, yani merkezcilikti. Kullanılan terimlerdeki değişiklik gerçek durumla bağlantılı değildi ve yalnızca kapitalizmin çöküş evresine girişinin sunduğu, burjuvazinin ulusal çıkarlarına karşı enternasyonal sınıf mücadelesi ile sınıf mücadelesinin burjuva ve onun karşı-devrimci milliyetçi hareketlerinin geri planına itilmesi arasındaki tarihsel ikilemi bulanıklaştırıyordu. Az gelişmiş ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerine destek ihtimalinin Komünist Enternasyonal’deki merkezci çoğunluk tarafından kabul edilmesi, daha açık oportünizm biçimlerinin yolunu açıyordu. Bakü Kongresi ve oportünizmin sonuçları Bu oportünist eğilim İkinci Kongre ertesinde sertleşti. İkinci Kongresinin hemen ardından Bakü’de Doğu Halkları Kongresi gerçekleştirildi. Bu kongrede

61

Komünist Enternasyonal liderleri burjuva milliyetçisi hareketlere desteklerini yeniden ortaya koydu ve üstüne bir de İngiliz emperyalizmine karşı ‘kutsal cihat’ çağrısı yapacak kadar ileri gittiler. Proletaryanın dünya partisinin izlediği politikalar, artan bir biçimde dünya devriminin çıkarları yerine Sovyet Cumhuriyetinin savunulmasına bağlı çıkarlar tarafından belirlenir hale geliyordu. İkinci Kongre bunun Komünist Enternasyonal için esas doğrultu olduğunu ortaya koymuştu. Bu doğrultuyu izleyen Bakü Kongresi, özellikle Rusya’yı çevreleyen ve İngiliz emperyalizminin etkisini arttırarak Rusya’daki devrimci üsse yeni silahlı müdahalelerde bulunması için yeni sıçrama tahtaları olabilecek ülkelerdeki ulusal azınlıklara hitap ediyordu. Kongredeki hoş konuşmalar, Avrupa proletaryasıyla Doğu’nun köylüleri arasında dayanışma bildirgeleri ve sovyetlere ve devrime duyulan ihtiyaca dair resmi olarak doğru olan pek çok ifade, ayrım yapmadan milliyetçi hareketleri desteklemeye doğru giden oportünizmi gizlemek için yeterli değildi: “Yoldaşlar, Doğu halklarının, onlara büyük fatihlerinin yönetimi altında Avrupa’ya ilerleme ilhamı veren savaşsever hislerine hitap ediyoruz. Biliyoruz, yoldaşlar, düşmanlarımız diyecekler ki İslam’ın büyük fatih Halife’lerinin anısına hitap ediyoruz. Fakat eminiz ki dün (yani Kongrede – Enternasyonal Bakış) siz hançerlerinizi ve tabancalarınızı fetih hedefleriyle Avrupa’yı bir mezarlığa dönüştürmek için çekmediniz – onları, bütün dünya işçileriyle birlikte yeni bir medeniyet, özgür işçinin medeniyetini yaratmak için çektiniz.” (Radek, Bakü Doğu Halklar Kongresi, New Park, 1977, s. 51-52) Kongrenin yayınladığı Manifesto, Doğu halklarına “Komünist Enternasyonal’in kızıl bayrağı altında ilk gerçek kutsal cihata”, başka bir değişle “ortak düşman olan İngiliz emperyalizmine” karşı bir cihata katılmaları yönünde çağrılarla bitiyordu.

O zamanda bile, utanmaz bir şekilde ortaya konan gerici milliyetçilikle proletarya enternasyonalizmini uzlaştırma çabalarına karşı bir tepki vardı. Lenin’in kendisi ‘milliyetçiliği kızıla boyamaya’ karşı uyarılarda bulunmuştu. Roy, Kongre’yi anlamlı bir biçimde daha gerçekleştirilmeden eleştirmiş ve “Zinovyev’in Sirki” olarak adlandırdığı kongreye gitmeyi reddetmişti, Amerikan sol-kanat komünist John Reed de sertçe kongredeki “demagoji ve gösterişi” eleştirmişti. Öte yandan, bu tepkiler izlenilen oportünist doğrultunun kökenlerini ele almayı başaramadı, ve oportünizmin daha açık ifadeleriyle merkezci bir uzlaşma alanında kaldılar ve bir dizi hatayı barındıran İkinci Kongre Tezlerinin arkasına saklanmaya devam ettiler. 1920’de bile bu oportünist doğrultu, Türkiye’de Mustafa Kemal’in milliyetçi burjuva hareketine verilen bir desteği içermekteydi, ki bu destek, onun Sultan’ın dini gücüne destek vermesine rağmen esirgenmiyordu. Bunun Komünist Enternasyonal’in kendi politikasına bile sığdığını söylemek güçtü, fakat neticede Zinovyev “...aynı zamanda İngiliz hükümetine karşı her devrimci mücadeleye yardım etmeye de hazırız” (Kongre, s. 33) demişti. Yalnız bir sene sonra bu, ‘devrimci mücadele’nin lideri, Türkiye Komünist Partisi liderlerini öldürtmüştü. Buna rağmen Komünist Enternasyonal, işçilerin ve komünistlerin katledilmesini görmezden gelerek, sınırlarına yakın bir müttefik arayışı içerisinde 1923’te Batı ile yapılan antlaşmaya kadar bu milliyetçi harekette bir ‘devrimci potansiyel’ görmeye devam etti. Komünist Enternasyonal’in İran ve Uzak Doğu’daki politikalarının da benzer bir biçimde felaket sonuçları oldu. Bunlar, Mustafa Kemal’e verilen desteğin sonuçlarının bir kaza olmadığının, milliyetçilik ile proleter devrimin kesinlikle bağdaşmaz olduğu yeni kapitalist çöküş evresinin bir ifadesi olduğunun bir kanıtıydı.


62

Bütün bu oportünizmin sonuçları işçi hareketi için ölümcül oldu. Dünya devrimi derinleşen yenilgisi içerisinde batmaktayken ve Rusya’daki proletarya kıtlık ve savaş tarafından yorulmuş ve tükenmiş vaziyetteyken, Komünist Enternasyonal, zamanla kendilerini Rus sermayesinin yöneticileri konumunda buluvermiş Bolşeviklerin dış politika aracı halini aldı. Ulusal kurtuluş hareketlerine verilen destek, 1920’lerin sonlarına doğru işçi hareketi içerisinde ciddi bir hata olmaktan kapitalist iktidarın emperyalist bir stratejisi olmaya doğru evrildi. Buradaki belirleyici an, Komünist Enternasyonal’in Çin’deki vahşi işçi sınıfı düşmanı eşkıyalardan oluşan Kuomintang’a verdiği destekti. Bu, 1927’deki Şangay işçi ayaklanmasının ihanete uğramasına ve katledilmesine neden olmuştu. Böylesi aleni ihanet eylemleri Komünist Enternasyonal içerisinde neredeyse tamamen egemenlik sağlamış olan Stalinist kesimin artık işçi hareketi içerisindeki oportünist bir akım değil, kapitalist karşı-devrimin doğrudan bir ifadesi olduğunu gösteriyordu. Yine de bu politikanın kökünün işçi hareketinin hata ve zayıflıklarında yattığı bir gerçektir ve komünistlerin görevi bu kökleri bugün inceleyerek kendilerini olası bir yozlaşma sürecine karşı daha iyi silahlandırmaktır, zira: “Stalinizm ne gökten indi, ne de yoktan var oldu. Nasıl pire için yorgan yakmak abzürd olacak ise, Stalinizm içerisinde geliştiği ve zafere ulaştığı için Komünist Enternasyonal’i lanetlemek de abzürd olacaktır... Fakat yorganda pire yokmuş gibi yapıp ve yorganın en başından beri tamamen temiz olduğunu söylemek, tıpkı Komünist Enternasyonal’in tarihini iki güzel döneme bölüp ilkine, karşı devrim tarafından keskince bir anda parçalanana kadar temiz, devrimci, lekesiz, hatasız demek gibi daha az abzürd olmayacaktır. Bu arasında hiçbir ilişki olmayan mutlu cennet ve korkunç cehennem imgeleri ile derin ayrılıklar arasında bir devamlılık olan ve gelecek kırılmaların tohumları şimdiden içinde mevcut olan komünist hareketin tarihi gibi gerçek hareketin hiçbir alakası yoktur.” (Introduction to texts of the Mexican Left 1938, International Review 20)

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

İkinci Kongre, işçi hareketinin kendi safları içerisindeki oportünizm ve merkezcilik tehlikelerinin altını çizmişti. Eğer oportünizm yalnızca uluslararası sınıf mücadelesinin derin gerileme ve Rus işçilerinin yalıtılmışlık koşulları içerisinde nihai olarak zafer elde edebildiyse, bu devrimci hareketin zaten mevcut olan bocalamalarında ve tereddütlerinde köklenebilirdi. Bunu da ciddi fikir ayrılıklarıyla dürüstçe yüzleşmek yerine, farklılıkları geçiştirmek için sarfedilen bütün iyi niyetli çabaları hoş sözlerle sömürerek yaptı. Bunlar merkezciliğin tipik özelliklerindendir. İkinci Kongre’de bir örneği, Lenin ve Roy’un Tezleri arasındaki fikir ayrılığını, Kongrenin iki Tezler dizisini de kabul ederek ‘çözmesi’ önersini getiren Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Komisyonu Sekreteri olan Hollandalı Komünist Henk Sneevliet tarafından ortaya konulmuştur. Sneevliet, aslen Lenin’le milliyetçi burjuva hareketlerle geçici ittifaklar yapılması konusunda hemfikirdi. Pratikte Komünist Enternasyonal’in politikasına egemen olacak olan, Roy’un böylesi ittifakları reddedişi değil, bu politika olacaktı. Sneevliet Komintern Yürütme Komitesi’ne atandı ve Uzak Doğu temsilcisi olarak Çin’e gönderildi. Çin milliyetçisi Kuomintang’ın ‘devrimci potansiyeli’ olduğuna kanaat getirerek, Kominst Enternasyonal’in resmi yayın organında şunları yazacaktı: “Eğer kuzey Çin’deki işçilerle faal olarak bağlar oluşturmaya çalışan biz komünistler, başarılı bir biçimde çalışacaksak, milliyetçilerle dostça ilişkiler içerisinde olmalıyız. İkinci Kongre’nin tezleri, yalnızca güneydeki milliyetçi unsurlara (yani Kuomintang’a – Enternasyonal Bakış) faal destek sunarak tam olarak uygulanabilir. Görevimiz devrimci milliyetçi unsurları kendimizle tutup bütün hareketi sola çekmektir.” (Kommunistische Internationale 13 Eylül 1922) Beş yıl sonra, bu aynı ‘devrimci unsurlar’ Şangay sokaklarında komünistlerin ve işçilerin kitlesel bir cinayet ayininde kafalarını kestiler.

Sneevliet’in merkezcilik ve oportünizm tehlikesinin yalnızca tek bir örneği olduğunu belirtmek gereklidir. Onun görüşleri Komünist Enternasyonal’in büyük çoğunluğu tarafından paylaşılmıştır. Bu görüşler, tutumlarını açıkça ifade etmeyi başaramayan sol kanat komünistler tarafından bile az çok paylaşılmıştı. Kendi kaderini tayin sloganına başlangıçta karşı çıkmış olan Bukharin ve Radek, artık çoğunluk görüşünü kabul ediyor gibiydi. Amadeo Bordiga ve Abstensiyonist Komünist Fraksiyon etrafındaki İtalyan Komünist Solu ise, oportünist ‘devrimci parlamentarizm’ taktiğine karşı olmasına rağmen Lenin’in Tezlerini tamamen destekliyordu. Tutumunu Rosa Lüksemburg’un çalışmalarına dayandıran Alman Komünist Solu, bütün sol fraksiyonlar arasında Komünist Enternasyonal’in ulusal kurtuluş mücadelelerine destek politikasının kararlı ve ilkeli bir eleştirisini yapmaya en uygun olanıydı. Fakat içinde Otto Rühle bulunan Alman Komünist İşçi Partisi (Kommunistische Arbeiterpartei Deutschlands, KAPD) heyeti, en azından kısmen konseyci önyargıları nedeniyle bir sunum yapmadılar. Batı Avrupa sollarının Zimmerwald Solu içerisindeki tartışmalarda elde ettikleri teorik kazanımlar, İkinci Kongre tarafından somutlaştırılmadı. Yalnızca 1920’lerin sonlarına doğru hayatta kalabilmiş sol fraksiyonlardan bazıları, özellikle Bilan dergisi etrafında örgütlenen İtalyan Komünist Solu proletaryanın sömürgelerde bile milliyetçi hareketlere destek vermemesi gerektiği sonucuna varacaktı. Bilan için 1927’de Çin’de gerçekleşen kıyım şunu gösteriyordu: “Lenin’in İkinci Kongre’deki Tezleri, içeriği radikal bir biçimde değiştirilerek tamamlanmalı... sömürgelerdeki proletarya... ancak kendisini enternasyonal proletaryaya bağlarsa anti-emperyalist mücadelenin öznesi olabilir...” (Bilan 16, Şubat 1936). Rosa Lüksemburg’un emperyalizm üzerine çalışmaları ile 1917-23 devrimci dalgasının yüksek bir sentezini yapmayı İtalyan ve daha sonra Meksika ve Fransız Komünist Solları başaracaklardı.


Komünistler ve Ulusal Sorun

Günümüz için dersler Komünist Enternasyonal’in hataları, şüphesiz bugün devrimcilerin aynı hataları yapmasına bahane olamaz. Stalinistler Komünist Enternasyonal’i de çoktan yanlarında götürerek karşıdevrimin tarafına geçtiler. Troçkistler için sömürgelerde milliyetçi mücadeleyi destekleme ‘ihtimali’ koşulsuz desteğe dönüştürüldü ve bu da onları ikinci emperyalist dünya savaşına katılmaya götürdü. Proleter saflar içerisinde, yozlaşmış İtalyan Solundan Bordigistler, bir coğrafi alanlar teorisi keşfederek az gelişmiş ülkelerde yaşayan dünya nüfusunun büyük çoğunluğu için ‘antiemperyalist burjuva-demokratik devriminin’ hala gündemde olduğunu savundular. İkinci Kongre’deki tezleri son noktasına ve virgülüne kadar donduran Bordigistler, Komünist Enternasyonal’in merkezciliğini ve oportünizmini iliklerine kadar devraldılar. Kapitalizmin çöküş evresinde bu işlemez politikaları uygulamaya çalışmanın tehlikeleri sonunda 1981’de baştan aşağı çeşitli milliyetçi hareketlere karşı oportünizme kayan Enternasyonal Komünist Partisi’nin (EKP Programma Comunista) dağılmasıyla kendisini gösterdi. Son olarak ise Enternasyonalist Komünist Partisi’nin (EKP Battaglia Comunista, İngiltere’den Komünist İşçi Örgütü ile birlikte Uluslararası Devrimci Parti Bürosunu oluşturmuştur) ‘utangaç’ Bordigistlerine getiriyordu. Battaglia Comunista, siyasi proleter safların bir parçası olarak çöküş evresinde ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı bir tavır alıyor. Fakat yine de bu ve buna benzer hayati konularda Komünist Enternasyonal’in ilk yıllarındaki oportünizm ve merkezcilikten kopmakta zorlandığını gösteriyor. Mesela 1978’de yayınlanan İkinci Komünist Solun Grupları Kongresi hazırlık yazısında Battaglia Comunista İkinci Kongre’nin tutumunun veya Komünist Enternasyonal’in bu konuda o yıllardaki uygulamalarının eleştirisini yapmak yerine Rosa Lüksemburg’a karşı polemiği desteklemeyi yeğliyor! Battaglia’nın gelecekteki partinin “ulusal kurtuluş hareketlerini proleter devrimlere dönüştürmesi” yönündeki imgesi, oportünizm tehlikesini arka

63

kapıdan içeri alıyor. Bu tehlike zaten Battaglia ile Komünist İşçi Örgütü’nün geçmişte bir süreliğine İranlı milliyetçi bir grup olan Komünist Militanlar Birliği (Maoizmden gelen, şimdilerde İran İşçi-Komünist Partisi ismini kullanan bir grup) ile yakınlaşmasında kendisini göstermiştir. Bu ilişkiler “komünist bir tarihi ve geleneği olmayan, geri bir ülkeden militanları yönlendirmeye yardım etmek” ihtiyacı ile haklı gösterilmiş durumda (Battaglia Komünista’nın Temmuz 1983’te Napoli’de yapılan bir EKA açık toplantısında sunduğu bir belgeden alınmıştır). Böylesi küçümseyici, patronluk taslayan bir tutum, oportünizmin en korkunç türü için bir bahane olmakla kalmaz, aynı zamanda az gelişmiş ülkelerdeki komünist harekete de bir hakarettir. Battaglia’nın sinmiş bahanelerine rağmen, bu hareket milliyetçi burjuvalara karşı ilkeli bir muhalefet sürdürmüş olduğu zengin ve gururlu bir tarihe sahiptir. Bu tutum şu uyarıyı yapan İran Komünist Partisi militanlarına da bir hakarettir:“Eğer bu hareketlerin on veya daha fazla yıldır faaliyet gösterdiği veya zaten iktidarı almış olduğu yerlerde Tezler’de söylenilenlere göre hareket edilirse, bu kitleleri karşı devrimin kollarına atmak olur. Görev burjuva demokratik harekete karşı arı bir komünist hareket yaratmak ve onu müdafaa etmektir” (Avetis Sultanzade, Komintern İkinci Kongresi) Bu tutum Hintli Komünist (aslında Meksika Komünist Partisi delegesi olan) Roy’un pozisyonuna; Chang KuoTao gibi, genç Çin Komünist Partisi içerisindeki, Komünist Enternasyonal’in resmi politikası olan milliyetçi Kuomintang’a merkezci girişçiliğine, kararlı bir biçimde karşı çıkan unsurlarına da bir hakarettir. Gorter bir defasında komünist programın “çelik gibi sert, cam gibi berrak” oluşundan bahsetmişti. Battaglia Comunista’nın fazlasıyla yumuşak ve puslu tutumuyla tekrar Komünist Enternasyonal İkinci Kongresiyle aynı alana, içine bir tutam patronluk taslayan şovenizm atılmış bir oportünizm ve merkezcilik alanına geliyoruz. Bu alan, devrimcilerin engellemek için sürekli mücadele etmelerini gerektiren bir alandır. Komünistler arasında ulusal soruna dair

geçmiş tartışmaların en canlı kalmış dersi budur.


64

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Kronştad dersleri Kronştad ayaklanmasını anlamak Ekim Devrimi ve Proleterya Diktatörlüğü Kronştadt sorunu, yalnızca Rusya’daki 1917 Ekim devriminin, uluslararası işçi sınıfının 1914-18 arasındaki emperyalist savaşa karşı yükselttiği dünya proleter devriminin ortaya çıkışının bir parçası olarak gelişen, proleter bir devrim olduğunun kabulünden yola çıkılarak marksist bir biçimde ele alınılabilir. Bu savaş, dünya kapitalizminin geri dönülmez tarihsel çöküş çağına girmiş olduğunu göstererek proleter devrimi bütün ülkelerde maddi bir gereklilik haline getirmişti. Kendisini Ekim devriminin başına koyan Bolşevik Partisi’nin de proleter ve komünist bir parti, İkinci Enternasyonal’in ihanetinin ardından proletaryanın sınıfsal ilkelerini Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında savunan enternasyonal solda hayati öneme sahip bir ses olduğunu da vurgulamak gereklidir. Ekim ayaklanmasını sadece, komplocu bir elitin yürüttüğü bir ‘darbe’ olarak tanımlayanlara karşı, ayaklanmanın uzun bir sınıf mücadelesi ve işçi sınıfı bilinci olgunlaşması sürecinin doruk noktası olduğunda ve sovyetler (işçi konseyleri), fabrika komiteleri ve Kızıl Muhafız teşkilatlarında örgütlü işçi sınıfının bilinçli bir biçimde siyasi iktidarı ele geçirdiğini savunuyoruz. Ayaklanma, burjuva devletinin tasfiyesi ve proletarya diktatörlüğünün oluşturulması sürecinin bir parçasıydı: ve Bolşeviklerin ısrarla tekrarladıkları gibi, bu devrimin temel önemi, dünya proleter devriminin, burjuvaziye karşı uluslar arası iç savaşın ilk belirleyici anı oluşuydu. Devrimin anlık ekonomik programına dair, dönemin bütün işçi hareketinin paylaştığı çeşitli kafa karışıklıkları ve hatalara rağmen, ayaklanmanın sadece Rusya’da ‘sosyalizm’ inşa etmek amacıyla yapılmış olduğu düşüncesi Bolşeviklerin aklında hiçbir şekilde yoktu. Diktatörlük Zayıflıyor Yalnızca bu arka planda bakarsak Rus Devrimi’nin daha sonra gerçekleşen

yozlaşmasını daha iyi anlayabiliriz. Rus Devriminin yozlaşmasını başka yazılarda daha detaylı bir biçimde ele alacak olduğumuz için burada bu konuya dair kendimizi birkaç genel yorumla sınırlandıracağız. Ekim 1917’de başlayan devrim, Avrupa’nın çoğu yerinde sınıfın pek çok defa ayaklanmasına rağmen kendisini uluslararası olarak yayılmayı başaramadı. Rusya’nın kendisi de ekonomiye yıkım getiren ve Sovyet iktidarının omurgası olan endüstriyel işçi sınıfını bölen uzun ve kanlı bir iç savaş tarafından parçalanmıştı. Bu yalıtılmışlık ve içsel karmaşa durumunda, Bolşeviklerin ideolojik hataları, neredeyse iktidarı ele geçirdikleri andan itibaren işçi sınıfının siyasi egemenliğine karşı bir maddi ağırlık olmaya başladı. (Öte yandan bu çelişkili gelişen bir süreçti.1918-20’de Rusya’da sürekli olarak daha bürokratik yöntemlere gerilemekte olan Bolşevikler 1919’da, sadece dünya proleter devrimini hızlandırma amacıyla Komünist Enternasyonal’in kuruluşuna önayak olabiliyorlardı.) İktidarın bir partiye bırakılması, fabrika komitelerinin ortadan kaldırılması, sovyetlerin yavaş yavaş devlet aygıtına eklemlenmesi, işçi milislerinin dağıtılması, iç savaş döneminin gerilimleri nedeniyle zorluklara karşı militarist yöntemlerin kullanılmasını savunan yaklaşımın güçlenmesi, bürokratik komisyonların ortaya çıkışı gibi gelişmelerin hepsi Rusya’daki devrimin yozlaşmakta olduğunun çok önemli göstergeleriydi. Sadece bu gelişmeler Rusya’da işçi sınıfının siyasi iktidarının zayıflamakta olduğunun göstergeleri olmasalar da yinede en önemli göstergeleriydi. Bazıları Savaş Komünizmi döneminde başlamış olsa da, sürecin evrimini en fazla hızlandıran şeyin iç savaş dönemi olduğu söylenebilir. Kronştad ayaklanması da pek çok açıdan Savaş Komünizminin acımasızlıklarına bir tepki olduğu için, bu dönemin Rus proletaryası için ne önem taşıdığına dair net olmak gereklidir. Savaş Komünizminin Doğası Rus devriminin yozlaşmasına dair, çoğu NEP’in getirdiği ‘kapitalist restorasyon’a karşı Savaş Komünizmini

‘tartışılmaz’ bir sosyalist politika olarak gören dönemin Sol Komünistlerinin yanılgılarını artık paylaşmamız mümkün değildir. Paranın ve ücretlerin neredeyse ortadan kalkması ve köylülükten alınmış tahıl mahsullerinin ihtiyaca göre dağıtılması kapitalist toplumsal ilişkilerin ortadan kalması anlamına gelmiyordu. Bunlar yalnızca Sovyet Cumhuriyeti’ne dayatılmış kapitalist ambargoya ve iç savaşın gerektirdiklerine karşı zorunlu acil durum uygulamalarıydı. İşçi sınıfının gerçek siyasi iktidarına gelince, bu dönemde proletarya diktatörlüğünün organlarının sürekli zayıfladığını ve bürokratik eğilimlerin ve kurumların güçlendiğini gördük. Parti-Devlet liderliği sürekli olarak işçi sınıfının özörgütlerinin prensipte iyi olduğunu fakat şu anda askeri mücadeleye kıyasla ikinci planda olduğunu savundu. Bir ‘verimlilik’ doktrini, proleter demokrasisinin temel prensiplerinin önüne geçmeye başladı. Bu doktrinin çerçevesinde devlet, emeğin mitilarizasyonu adlı politikayı yürürlüğe koydu, ki bu politika işçileri bir hayli sert yönetim ve sömürü yöntemlerine mahkum ediyordu. “Ocak 1920’de, Halk Komiserleri Konseyi, büyük ölçüde Troçki’nin önayak olması sonucu, bütün yetişkinlerin zorunlu olarak çalışmasını öngören yasayı yürürlüğe koyarken, aynı zamanda boş askeri personelin sivil işlere atanmasını da kararlaştırdı.”(Paul Averich, Kronstadt 1921, Princeton 1970, s.26-7). Bunun yanında fabrikalardaki emek disiplini Kızıl Ordu askerlerinin oradaki varlığıyla da sağlanıyordu. Fabrika komitelerinin dağıtılmış olmasının ardından, artık gidilecek yol tek-adam yöntemi ve üretimde “Taylorist” sömürü sistemiydi, ki Lenin’in kendisi bu sistemi “insanın makinenin kölesi oluşu” diyerek lanetlemişti. Troçki’ye göre “emeğin militarizasyonu... emek güçlerimizin örgütlenmesinin vazgeçilmez temel yöntemi” idi. (Üçüncü Tüm-Rusya Sendika Kongresine Rapor, Moskova, 1920). Devletin artık bir “İşçi Devleti” ismini taşıması, Troçki için işçilerin kendilerini tamamen devlete sunmaya bir itirazları olamayacağı anlamına geliyordu. Fabrikalardaki sert çalışma koşulları yüksek ücretlerle veya ‘kullanım değerlerine’ kolay erişim sağlanmasıyla da telafi edilmiyordu.


Kronştad Dersleri

Tam tersine, ekonominin savaş ve ambargo tarafından yıkılmış olması, bütün ülkeyi açlık sınırına getirmişti ve işçiler çoğu zaman bir hayli düzensiz dağıtılan yetersiz tayınlarla yetinmek zorundaydılar. Sanayinin devasa sektörleri işlevlerini tamamen yitirdiler ve binlerce işçi hayatta kalabilmek için sokaklarda bir lokma ekmek arar duruma düştüler. Pek çok kişinin verdiği doğal tepki, şehirleri terk ederek kırsal kesimde bir düzen tutturmak oldu; binlerce kişi özel olarak köylülerle ticaret yaparak, fabrikalardan çalınmış eşyaları yiyecekle takas ederek hayatta kalmaya çalıştı. Savaş Komünizmi özel ticareti yasaklayıp temel gıdaların toplanıp dağıtımından devleti sorumlu tuttuğu için için, pek çok kişi her yerde ortaya çıkan kara borsa sayesinde hayatta kaldı. Kara borsaya karşı hükümet şehirlere girip çıkan bütün yolcuları aramak için silahlı kontrol noktaları oluştururken, Çeka’nın hükümet kararnamelerini uygulama amaçlı faaliyetleri daha da sertleşti. 1918’de karşı-devrimle savaşmak için oluşturulan ‘Olağanüstü Komisyon’ şimdi büyük ölçüde kafasına buyruk bir biçimde davranıyor, ona toplumun hemen hemen bütün kesimlerinin nefretini kazandırmış olan acımasız yöntemler kullanıyordu. Köylülere uygun görülen tavır biçimi de işçilerin genel onayını kazanmadı. Rus işçi sınıfının büyük bir kesimi ile köylülük arasındaki ailevi ve kişisel bir organik ilişki bulunuyordu. Bu ilişki, işçilerin köylülerin tahıl mahsullerini toplamak için giden silahlı birliklere karşı, özellikle bu birlikler köylünün bütün artı ürününü alarak ona kendi hayatta kalışı için hiçbir şey bırakmadıkları zaman uyguladıkları sert yöntemlerine ve tavırlarına dair şikayetlerine sempati duymasına yol açıyordu. Bu uygulamalara karşı ise köylüler sürekli mahsullerini saklıyor veya yok ediyor, dolayısıyla bütün ülkedeki açılığa ve kıtlığa katkıda bulunuyorlardı. Troçki gibi devrimciler bu dönemin zorunlu kıldığı durumları bir erdem olarak sunma eğiliminde olsalar ve toplumsal ve ekonomik hayatın militarizasonununu övseler de, aralarında Lenin’in de bulunduğu başkaları daha mantıklı bir yaklaşım içerisindeydiler. Lenin Sovyetlerin doğrudan proleter iktidarının organları olarak işlev görmediğini gizlemiyordu

65

ve 1921’de Troçki ile yapılan sendika tartışmasında işçilerin ‘kendi’ devletlerine karşı bile kendilerini korumaları gerektiğini savunuyordu. Zaten Sovyet Cumhuriyeti Lenin için basitçe bir “proleter devlet” değil derin “bürokratik deformasyonlara” sahip bir “işçi ve köylü devleti” idi. İşçi Muhalefeti ve öteki sol gruplar, tabii ki bu bürokratik deformasyonların 191821 arası dönemdeki durumuna dair eleştirilerinde çok daha ileri gittiler. Fakat Bolşeviklerin çoğu kendileri, proletaryanın partisi devlet aygıtını kontrol ettiği sürece, işçi kitleleri geçici olarak siyaset sahnesinde gözükmese de proletarya diktatörlüğünün hala var olduğuna kuvvetle ve içtenlikle inanıyordu. Bu tamamen yanlış tutumdan ister istemez felaket sonuçlar doğacaktı. 1921 Krizi İç savaş devam ettiği sürece, Sovyet devleti toplumun büyük çoğunluğunun desteğine sahipti, zira Sovyet rejimi toprak sahibi ve kapitalist sınıflara karşı mücadeleyle özdeşleşmişti. İşçiler ve küçük köylüler, iç savaşın aşırı zorluklarını görece gönüllü olarak omuzlamışlardı. Fakat emperyalist orduların yenilgisinin ardından pek çokları yaşam koşullarının artık daha az haşin olacağını ve rejimin toplumsal ve ekonomik yaşam üzerindeki sıkı kontrolünün gevşeyeceğini ummaya başladı. Öte yandan Bolşevik liderliği, savaşın yol açtığı bütünlüklü yıkım karşısında merkezi devlet kontrolünün herhangi bir biçimde zayıflamasına izin vermek istemiyordu. Kimi sol Bolşevikler, mesela Ossinski, Savaş Komünizminin müdafaa edilmesini, hatta dahası özellikle kırsal kesimde daha da uç bir noktaya çekilmesini savunuyordu. Ossinski “üretimin zorunlu kitlesel örgütlenmesi” için bir plan öne sürdü (N. Ossinsky. Goshdarstvennoe Regulirovanie Krestianskogo Khoziastva, Moskova 1920, s.8-9). Bu plana göre, hükümet denetimi altında yerel ‘ekim-biçim komiteleri’ kurularak kolektifleşmiş üretim genişletilecek, köylülerin tahıl tohumlarını teslim etmek zorunda olacakları tohum bankaları oluşturulacak ve hükümetin kendisi tahılın genel dağılımını denetleyecekti. Ossinski bütün bu uygulamaların Rusya’da gerçekten ‘sosyalist’ bir ekonomi oluşturulmasını sağlayacağını öngörüyordu.

Lenin gibi diğer Bolşevikler, özellikle köylülere karşı bir rahatlamanın gerekli olduğu kanısındaydı, fakat genel olarak parti Savaş Komünizmi yöntemlerini sertçe savunmaya devam etti. Sonuç olarak da köylülerin sabrı en sonunda taşmaya başladı. 1920-21 kışında ülkenin her yerinde bir dizi köylü ayaklanması gerçekleşti. Tambov bölgesinde, Volga alanının ortasında, Ukrayna’da, batı Sibrya’da ve daha pek çok bölgede köylüler yiyecek birliklerine ve Çeka’ya karşı savaşmak için zayıfça silahlanmış çeteler oluşturdular. Çoğu zaman köylülerin saflarına Kızıl Ordu’dan yeni ayrılmış olan ve köylülerin faaliyetlerine bir derece askeri bilinç getiren bazı kişiler de katıldı. Bazı bölgelerde yarısı gerilla kuvvetleri yarısı eşkıya çetelerinden oluşan çok büyük ayaklanma orduları kuruldu. Mesela Tambov’da, A.S. Antonov’un gerilla ordusu yaklaşık 50,000 kişiydi. Bu kuvvetlerin köylülerin şehirlere ve merkezi hükümete karşı geleneksel rahatsızlıkları ve kırsal küçük burjuvazinin bağımsızlık ve kendisine yetmek gibi geleneksel hayalleri dışında pek ideolojik nedenleri yoktu. Ukrayna’da Makhno’nun köylü ordusuyla yeni yüzleşmiş olan Bolşevikler, Sovyet iktidarına karşı genel bir köylü ayaklanmasının patlak vermesinden korkuyorlardı. Bu yüzden Kronştadt ayaklanmasını köylülükten gelen bu tehlikenin bir parçası olarak anlamaları şaşırtıcı değildir. Bu Kronştad ayaklanmasının bu derece vahşi bir biçimde bastırılmasının ardındaki temel nedenlerden de biridir. Öte yandan, köylü isyanları dalgası ile Kronştadt ayaklanması arasında, Kronştadt’ta ayaklananların eylemlerine Bolşevik liderliğinin atfettiğinden çok daha farklı bir nitelik veren bir dizi olay gerçekleşti. 1921 Şubat ayı ortalarında, Moskova’da kendiliğinden gerçekleşen fabrika toplantıları, grevler ve eylemler yaşandı. Talepler daha fazla tayın, Savaş Komünizminin getirdiği ‘zorunlu emeğe’ bir son verilmesi, ve kırsal alanla ‘serbest değişim’ idi. Askerler ve subay kadetler düzeni sağlamaları için çağırıldılar. Neredeyse hemen ardından, Petrograd çok daha büyük bir dizi yasadışıkendiliğinden grevle sarsıldı. Truboçni metal fabrikasında başlayan grev hızla şehrin en büyük sanayi işletmelerini de kapsayacak biçimde yayıldı.


66

Fabrika toplantılarında ve eylemlerde, işçilerin çoğu aç ve üşümekte olduğu için, yiyecek ve giysi tayınlarında artış talep edildi. Bu ekonomik taleplerin yanı sıra, daha siyasi talepler de ortaya kondu: işçiler şehre giriş çıkış kısıtlamalarının ortadan kalkması, işçi sınıfından mahkumların serbest bırakılması, konuşma özgürlüğü gibi talepler de ortaya koymuşlardı. Şehirdeki Sovyet yetkilileri, başlarında Zinovyev olmak üzere, grevleri karşıdevrimin çıkarına oldukları iddiasıyla lanetleyerek karşılık verdi, şehir askeri yönetim altına alındı, sokak toplantıları yasaklandı ve saat gece 11’den sonra sokağa çıkma yasağı konuldu. Şüphesiz, bu olaylarda Menşevikler ve SosyalDevrimciler gibi karşı-devrimi unsurlar da müdahalelerde bulundular ve kendi yalancı ‘kurtuluş’ şemalarını öne sürmeye çalıştılar, fakat Petrograd grev hareketi özünde dayanılmaz hayat koşullarına karşı kendiliğinden gelişmiş bir proleter hareket olma niteliği taşıyordu. Öte yandan Bolşevik yetkililer, işçilerin “İşçi Devleti”ne karşı greve çıkabileceğini itiraf etmeyi kendilerine yediremiyorlardı ve bu yüzden grevcileri işsizler, çıkarcılar ve provokatörler olarak nitelendirdiler. Ayrıca grevi lokavtlar, tayınların kesilmesi ve önde gelen konuşmacıların ve grevi savunan işçilerin yerel Çeka tarafından tutuklanması gibi yöntemlerle bastırmaya çalıştılar. Bir yandan bu baskıcı yöntemler uygulanırken diğer yandan tavizler de veriliyordu: Zinovyev şehre giriş çıkışları kontrol eden askeri kontrol noktalarının kaldırılacağını, yakıt kıtlığına karşı dışarıdan kömür alınacağını ve tahıl taleplerine dair planlar yapılacağını duyurdu. Baskılar ve tavizlerin bu bileşimi, zaten zayıf ve yorgun işçilerin bundan sonra iyi şeylerin geleceği umuduyla mücadeleyi bırakmalarına yol açtı. Fakat Petrograd grevinin en önemli sonucu, yakındaki askeri üs adası Kronştadt’da yaratacağı etkiydi. Kronştadt garnizonu, Ekim Devriminin temel üslerinden biriydi ve daha Petrograd grevi başlamadan bürokratikleşmeye karşı mücadele etmeye başlamıştı. 1920 ve 1921’de Baltık’daki Kızıl Filo’nun tabanı, subaylarının cezalandırma merkezli yaklaşımlarına ve POUBALT’ın (Balktık Filosu Siyasi Şubesi, donanmadaki sovyet yapısına egemen parti örgütü) bürokratik eylemlerine

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

karşı mücadele ediyorlardı. Şubat 1921’de denizci toplantılarında “POUBALT kendisini yalnızca kitlelerden değil, faal çalışanlarından da ayırmıştır. Denizciler arasında hiçbir yetkinliği olmayan bürokratik bir kuruma dönüşmüştür” deniliyordu. (Ida Mett, The Kronstadt Commune, Solidarity kitapçığı, 27. sayı, s.3) Dolayısıyla Petrograd grevleri ve Petrograd yetkililerinin olağanüstü hal ilan edildiği duyulduğu zaman denizciler zaten huzursuzdu. 28 Şubat’ta Petrograd’daki fabrikalara ne olup bittiğini öğrenmek için bir heyet gönderdiler. Aynı gün Petropavlovsk zırhlısının mürettebatı durumu tartışmak için toplandı ve şu önergeyi yayınladılar: "Petrograd'daki durumu incelemek üzere gemi mürettebatının genel toplantısı sonucunda gönderilen heyetin raporunu dinledikten sonra, şunları talep ediyoruz; 1. Mevcut sovyetlerin işçi ve köylülerin iradesini yansıtmadığı gerçeğinden hareketle, tüm işçi ve köylülere yönelik propagandanın serbestçe yapılabileceği, gizli oylama ile yapılacak olan yeni bir seçimin derhal düzenlenmesi. 2. İşçi ve köylülere, anarşist ve sol sosyalist partilere konuşma ve basın özgürlüğünün tanınması. 3. Sendikalar ve köylü örgütlerinin örgütlenme özgürlüğünün güvence altına alınması. 4. 10 mart 1921'den daha geç olmamak üzere, Petrograd, Kronştadt ve Petrograd eyaletinin denizcileri, kızıl ordu askerleri ve işçilerini kapsayan, parti kontrolü dışında olan bir konferansın düzenlenmesi. 5. Sosyalist partilerden olan tüm siyasi tutukluların ve yine işçi ve köylü hareketleri ile ilişkili olarak tutuklanan işçi, köylü, asker ve denizcilerin serbest bırakılması. 6. Hapishanelerde ve toplama kamplarındaki tutukluların durumlarını yeniden değerlendirecek bir komisyonun seçilmesi. 7. Ordu içerisindeki tüm siyasi şubeler lağvedilmelidir. Hiçbir partiye kendi

fikirlerinin propagandasını yapmakta özel ayrıcalıklar tanınmamalı ve bu gibi amaçlara yönelik olarak devletten mali destek sağlanmamalıdır. Bunun yerine, yerel olarak seçilen ve devletçe finanse edilen kültürel ve eğitimsel komisyonların kurulması. 8. Şehirlerle kırsal alanlar arasındaki tüm giriş çıkış kontrol müfrezelerinin dağıtılması. 9. Sağlığa zararlı işkollarında çalışanlar hariç olmak üzere, tüm çalışan insanların tayınlarının eşitlenmesi. 10. Ordunun tüm birimlerindeki Parti savaş müfrezelerin lağvedilmesi. Fabrikalarda ve işyerlerindeki Parti muhafızların lağvedilmesi. Eğer bu tip muhafız birlikleri gerekirse, bunlar orduda askerler tarafından; ve fabrika ve işyerlerinde ise işçilerin istekleri doğrultusunda seçilmelidirler. 11. Kendi geçimlerini sağlamaları, yani ücretli emek çalıştırmamaları koşulu ile; köylülere toprak ve hayvanlar üzerinde tam işletme hakkının tanınması. 12. Tüm ordu birimlerindeki ve askeri okullardaki yoldaşlarımızın önergemizi onaylaması çağrısının yapılması. 13. Basının önergemizi yaygın bir şekilde halka duyurması. 14. Faal işçi denetim kurumlarının oluşturulması. 15. Ücretli emek kullanılmadığı takdirde, kendi emeğini kullanan zanaatkar üretimine izin verilmesini. Pertichenko, Filo Toplantısı Başkanı Perepelkin, Sekreter.” (http://www.anarkismo.net/article/9838) Önerge kısa zamanda Kronştadt ayaklanmasının programı halini aldı. 1 Mart’ta garnizonda 16,000 kişilik bir kitle toplantısı gerçekleşti. Bu toplantı resmi olarak Birinci ve İkinci Zırhlı Şubeleri toplantısı olarak buluşmuştu. Tüm-Rusya Sovyetler Yürütme Kurulu Başkanı Kalinin ve Baltık Filosu siyasi komiseri Kouzmin’de bu toplantıya katılmıştı.


Kronştad Dersleri

Kalinin müzikler ve bayraklarla karşılanmış olsa da kısa bir süre içerisinde o ve Kouzmin kendilerini toplantıda tamamen yalıtılmış bir halde buldular. Kronştadtlıların söylediklerine karşı en provokatif biçimde konuşan ve lafları alaylarla karşılanan Kalinin ve Kouzmin dışındaki herkes Petropavlovsk önergesini kabul etti. Ertesi gün, 2 Mart’ta, Kronştadt Sovyeti’nde yeniden seçim olacaktı. 1 Mart’taki kitle toplantısı bu yüzden gemilerden, Kızıl Ordu askeri arasından, fabrikalardan ve başka yerlerden Sovyet’in yeniden yapılandırılmasını tartışmak için heyetler göndermeleri çağrısı yapmıştı. 300 delege böylece 2 Mart’ta Kültür Evi’nde buluştular. Petropavlovsk önergesi tekrar benimsendi ve yeni Sovyet seçimleri planları, “Sovyet rejiminin barışçıl bir biçimde yeniden yapılandırılması” (Mett s. 13) doğrultusunda yürürlüğe konuldu. Bu arada delegeler şehrin yönetiminden ve herhangi bir hükümet müdahalesine karşı savunmadan sorumlu bir Geçici Devrimci Komite (GDK) oluşturdular. İkinci görevin özellikle vurgulanmasının nedeni Bolşevik müfrezelerinin hemen saldıracakları yönünde söylentiler ve Kalinin ve Kouzmin’in yönelttiği şiddetli tehditlerdi. Kalinin ve Kouzmin öylesine ele avuca sığmaz bir görüntü veriyorlardı ki, iki yetkiliyle birlikte tutuklanmışlardı. Bu eylem açık bir isyana doğru belirleyici bir adım görüntüsü çiziyordu ve hükümet tarafından da öyle kabul edilmişti. GDK hızlıca görevlerini yerine getirme çabasına girişti. Kendi Izvestia’sını yayınlamaya başladı, ilk sayıda ise şöyle yazıyordu: “Devletin efendisi olan Komünist Parti kendisini kitlelerden ayırmıştır. Kendisinin ülkeyi bu karışıklıktan çıkartamayacağını göstermiştir. Petrograd ve Moskova’da partinin işçi kitlelerinin güvenini kaybettiğini açıkça gösteren sayısız olay gerçekleşmiştir. Parti işçi sınıfı taleplerini görmezden gelmektedir, çünkü bu taleplerin karşıdevrimci faaliyetler sonucu ortaya çıktığına inanmaktadır. Bu hususta parti çok ciddi bir hataya düşmektedir.” (Geçici Devrimci Komite’nin Izvestia’sı, 3 Mart, 1921)

67

Kronştadt Ayaklanmasının Sınıfsal Niteliği Beyaz muhafız komplosu fikrinin uydurmaca olduğunun ortaya çıkması, Kronştadt’ın bastırılmasına bahane bulmak isteyen daha sofistike kişiler, Bolşevizmin yozlaşmasını eleştirel olmayan bir biçimde savunanlara kıyasla daha farklı açıklamalar yaptılar. Bu argümanların çoğu, yıllar sonra Troçki’nin olanlara dair ortaya koyduğu bahaneye dayanıyor. ‘Kronştadt Üzerine Feryatlar’ (Yeni Enternasyonal, Nisan 1938) adlı yazısında Troçki şu argümanı öne sürdü: Doğru, Kronştadt 1917’de proleter devrimin esas üslerinden biriydi; fakat iç savaş sırasınca garnizonun devrimci proleter unsurlarının dağıtıldı ve yerlerine aralarında gerici küçük-burjuva ideolojisinin hakim olduğu köylü unsurlar getirildi. Bu unsurlar proleter diktatörlüğünün ve iç savaşın zorluklarına dayanamıyorlardı ve bu yüzden diktatörlüğü baltalamak ve kendilerine ayrıcalıklı tayınlar sağlamak için bir ayaklanma gerçekleştirdiler. “...Kronştad ayaklanması küçükburjuvazinin sosyal devrimin zorluklarını ve proleterya diktatörlüğünün zorluklarına karşı silahlı tepkisinden başka hiçbir şey değildi”. Troçki, çıtkırıldım Kronştadt’lılara karşı Petrograd işçilerinin zorluklara şikayet etmeden katlandıklarını ve asi aslanlarından “tiksindiklerini”, “Kronştadt’lı asilerin barikatın öte tarafında durduklarını” düşündüklerini ve “Sovyet iktidarını desteklediklerini” söylüyor. Bu argümanları incelemekle çok fazla vakit kaybetmek istemiyoruz; zaten onları çürütmeye yetecek kadar olguya değindik. Kronştadt asilerinin kendileri için ayrıcalıklı tayın talep ettikleri iddiası sadece Petropavlosk önergesinin herkes için eşit tayın talep eden dokuzuncu maddesini hatırlamak suretiyle geçersiz hale geliyor. Benzer bir biçimde, Petrograd işçilerinin ayaklanmanın bastırılmasını uysal bir biçimde desteklediklerini tasvir eden resim, ayaklanmadan önce gerçekleşen grevler dalgası tarafından sertçe parçalanıyor. Bu grev hareketi, Kronştadt ayaklanması başladığında büyük ölçüde yatışmış olsa da Petrograd proleteryasının büyük kesimleri isyancıları faal bir biçimde desteklemeye devam ettiler. 7 Mart’ta, hükümet Kronştadt’ı bombalamaya

başladığında, cephane fabrikasındaki işçiler bir kitle toplantısı düzenlediler ve isyanı destekleyen bir genel grev için ajitasyon yapmaktan sorumlu bir komisyon seçtiler. Pouhlov, Battisky, Oboukhov ve öteki önemli işletmelerde grevler devam etti. Öte yandan hem isyancıların hem de genel olarak ordu filosu mürettebatının ideolojilerinde ve programlarında küçük burjuva unsurlar olduğunu reddedemeyiz (serbest değişim, köylüler için “faaliyet özgürlüğü” vb). Fakat bütün proleter ayaklanmalar, içlerinde, hareketin genelinin temelindeki işçi sınıfı niteliğini değiştirmeyen bir dizi küçük-burjuva ve gerici unsur barındırır. Bu silahlı kuvvetler içerisindeki ve kırsal kesimde bulunan köylü unsurların desteğiyle ve faal katılımıyla gerçekleşmiş olan Ekim ayaklanmasında da böyle olmuştur. Kronştadt isyancılarının hala büyük bir işçi sınıfı özüne sahip olduğu gerçeği, 2 Mart’taki heyetler toplantısını oluşturanlara bakılarak görülebilir. Bu toplantı ezici bir biçimde fabrikalardan ve garnizonun donanma birimlerinden gelen proleterlerle doluydu ve bu toplantıda seçilen Proleter Devrimci Komitesi’nın personeli işçilerden ve en kısa süredir burada bulunanı 1917 devrimci hareketine katılmış olan denizcilerden oluşuyordu. (Bu komitenin mesleki dağılımı için Mett s. 15) Fakat bu veriler ayaklanmanın genel bağlamından daha ufak bir öneme sahipler: ayaklanma rejimin bürokratikleşmesine karşı bir işçi sınıfı hareketi içerisinde, bu hareketin bir parçası olarak gerçekleşti ve bu mücadeleyle özleşerek kendisini onun genelleşmesinde bir an olarak gördü. “Bütün dünya emekçileri bilsin ki biz, Sovyet iktidarının muhafızları, sosyal devrimin kazanımlarını koruyoruz. Kronştadt harabelerinde ya kazanacağız ya da proleter kitlelerinin haklı davası için çarpışarak canımızı vereceğiz.” (Pravda o Kronshtadte, s.82) Küçük burjuvazinin ideologları olan anarşistler, Kronştadt’ı kendi ayaklanmaları olarak sunuyor olsa da ve şüphesiz isyancıların programında ve söyleminde anarşist bir tını mevcut olsa da, en basitinden isyancıların talepleri anarşist talepler değildi.


68

Soyut bir biçimde devletin lağvedilmesi çağrısı yapmıyor, onun yerine Sovyet iktidarının yenilenmesi çağrısı yapılıyordu. Ne de ‘partilerin’ kendi başlarına lağvedilmesi gibi bir talep vardı ortada. İsyancıların büyük çoğu o sırada Bolşevik partisinden çıkmış olsalar da ve isyancılar “Komünist tiranlık” gibi pek çok kafası karışık yorum yapmış olsalar da, sıkça varsayılanın aksine “Komünistler olmadan Sovyetler” gibi bir çağrı yapmadılar. Sloganları farklı işçi sınıfı grupları için ajitasyon özgürlüğü ve “bütün güç sovyetlere, partilere değil” idi. Bu sloganlarda mevcut olan bütün belirsizliklere rağmen, bu sloganlar partinin kendisini sınıfın yerine ikame etmesini içgüdüsel olarak reddeden bir yaklaşımı ifade ediyorlardı, ki ikamecilik Bolşevizmin yozlaşmasına katkı yapan temel unsurlardan bir tanesiydi. Bu ayaklanmanın temel özelliklerinden bir tanesiydi. Devrimin yozlaşmasının net ve tutarlı bir siyasi analizini ortaya atmayı başaramamıştı. Bazı özel anlarda sınıfın içerisindeki komünist azınlıklar sınıfın bütününün kendiliğinden gelişen bilincinin arkasında kalabilecek olsa da böylesi bir analiz ancak bu azınlıklar arasında ifade bulabilirdi. Rus Devrimi hususunda, devrimin yozlaşmasına dair tutarlı bir anlayışın çıkması, uluslararası sol komünist hareket için on yıllarca süren acı dolu bir sorgulama gerektirecekti. Kronştadt ayaklanmasının ifade ettiği şey, yozlaşmaya karşı temel bir proleter tepki olması ve dönemin Rus işçi sınıfının son kitlesel ortaya çıkışı olmasıydı. Moskova’da, Petrograd’da ve Kronştadt’da işçiler, düşüşteki Rus Devrimi’ne dair umutsuz bir imdat mesajı gönderiyorlardı. Kronştadt ve NEP İsyancıların talepleri ile Yeni Ekonomi Politikası (Novaya Ekonomicheskaya Politika, NEP) arasındaki ilişkiye dair pek çok verimsiz tartışma bu güne kadar yapıldı durdu. Kimi pişmanlık duymayan Staliniste göre ayaklanma ekonomik programında bulunan pazarlık ve serbest değişim gibi maddeler SSCB’de ‘sosyalizmin inşası’na aykırı olduğu için bastırılmalıydı. Tabii ki buradaki ‘sosyalizm’ en üst düzey devletçi kapitalist bir merkezileşmeden başka bir şey anlamına gelmiyor. Fakat aynı

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Stalinistler NEP’i de sosyalizm yolunda bir adım olarak savunmaktadır! Kafa karışıklıklarıyla dolu aynı masanın öteki ucunda ise anarşistler duruyor. Anarşist Murray Bookchin, Kronştadt Komünü (The Kronstadt Commune, Black Rose Books, Montreal, 1971) adlı kitabının Kanada baskısına yazdığı önsözde sadece isyancıların ekonomik programının kullanılmasının Rusya’da özgürlükçü bir cennet oluşturacağını söylüyor: “Kronştadt denizcilerinin zaferi Rusya için yeni bir perspektif açabilirdi – fabrikalarda işçilerin kontrolüyle tarım ürünlerinin açık pazarını birleştiren, ufak düzey köylü ekonomisine ve gönüllü kır komünlerine dayalı bir melez toplumsal gelişim.” Bookchin daha sonra gizemli bir biçimde böylesi bir aşırı devrimci toplumun yalnız Batı’daki başarılı devrimci hareketle birlikte hayatta kalabileceğini söylüyor. Böylesi bir küçük burjuva, esnaf öz-yönetim rüyasının nasıl olup da dünya sermayesine bir tehdit oluşturduğu sorusunun cevabını okuyucularımıza bırakıyoruz. Her halükarda, komünistler için bu tartışma pek ilgi çekici değil. 1917-23 devrimci dalgasının yenilgisi göz önünde bulundurulursa, ister Savaş Komünizmi, ister otarşi kurma çabaları, isterse de NEP ya da Kronştadt programı devrimi kurtaramazdı. Zaten isyancıların öne çıkardığı salt ekonomik taleplerin büyük çoğunluğu, NEP programının içine büyük ölçüde katılmıştı. Ekonomik programların ikisi de yetersizdi ve bugünün devrimcilerinin serbest ticareti veya takası, (bu iki unsurun bazı kritik dönemlerde ortadan kaldırılmasının mümkün olmaması bir yana) bir proletarya kalesi için uygun ekonomik uygulamalar olarak savunması zaten saçma olur. Kronştadt programı ve NEP arasındaki temel fark şuydu: NEP özel işletmeciler ve kapitalistlerle işbirliği içerisinde, filizlenen devlet bürokrasisi tarafından ve proletaryanın öz-organları yeniden oluşturulmadan tepeden indirilirken, Kronştadt isyancıları devrimde bundan sonra atılacak her adımın önkoşulu olarak gerçek Sovyet iktidarının geri gelmesini ve Bolşevik parti-diktatörlüğünün ortadan kalkmasını talep ediyorlardı. İşte sorunun özü de buradadır. O dönemde hangi ekonomik politikaların

‘daha sosyalist’ olduğunu tartışmak anlamsızdır. Sosyalizm tek başına Rusya’da inşa edilemezdi. Kronştadt isyancıları belki bunu fikirleri net olan Bolşeviklerden daha az anladılar. Ayaklananlar, mesela, sosyalizm inşa edilmeden devrimin bütün dünyaya yayılmasının gerekliliğinin altını çizmeden Rusya’da ‘özgür sosyalizmin’ inşasından bahsediyordu. “Devrimci Kronştadt başka tür bir sosyalizm için, üreticinin kendisinin tek efendisi olacağı ve ürünlerini uygun gördüğü gibi düzenleyeceği bir emekçilerin Sovyet Cumhuriyeti için savaşıyor.” (Pravda o Kronshtadte, s .92, 173-4) Lenin’in o döneme dair Rusya’da ‘sosyalist’ gelişimin olanaklılıklarına dair düşüncüleri, onu gerici sonuçlara götürse bile, aslında gerçeğe Kronştadt’lıların Rusya’da öz-yönetime dayanan bir komün umutlarından çok daha yakındı. Fakat devlet aygıtı tarafından hapsedilmiş olan Lenin ve Bolşevik liderliği, Kronştadt ayaklanmacılarının kafası karışık veya kötü ifade edilmiş fikirlerinin arkasında ne yattığını görmeyi başaramadılar: devrim eğer işçiler komuta etmiyorsa hiçbir yere gitmezdi. Rusya’daki devrimin savunulması ve yayılmasının temel önkoşulu bütün güç Sovyetlere sloganı, yani başka bir değişle işçi kitlelerinin kendilerinin siyasi egemenlik istemeleriydi. Siyasi iktidar sorunu açık ara en önemli sorundur. İktidardaki proletarya devrim kaybedilmeden ekonomik alanda ilerleyebilir veya gerileyebilir. Fakat işçi sınıfının siyasi gücü geri plana itiliyorsa, hiçbir ekonomik uygulama devrimi kurtaramaz. Kronştadt isyancıları bu vazgeçilmez proletarya siyasi iktidarı için savaştıkları için bugünün devrimcileri, Kronştadt mücadelesini, temel sınıf ilkelerinin bir savunusu olarak görmelidirler. Ayaklanmanın Bastırılması Bolşevik liderliği Kronştadt ayaklanmasına aşırı bir düşmanlıkla cevap verdi. Kouzmin ve Kalinin’in garnizondaki provokatif davranışlarına ve Moskova Radyo’sunun gerçekleşenin bir Beyaz karşı devrimi olduğunu söyleyerek yaydığı yalanlara zaten değindik.


Kronştad Dersleri

Bolşevik hükümetinin aldığı uzlaşmaz tavır da bunlara eklenince hızla uzlaşma ve tartışma ihtimalini ortadan kaldırdı. Garnizona Troçki’nin buyurgan uyarısı koşulsuz teslim talep ediyor ve isyancıların taleplerine hiç ödün vermiyordu. Zinovyev ve Petrograd Savunma Komitesi’nin (grev dalgasından sonra şehirde olağanüstü hal ilan eden organ) Kronştadt’a yaptığı çağrı ise şok edici sertliğiyle biliniyordu. Çağrı, eğer isyancılar direnirse onları “keklik gibi vuracaklarını” söylüyordu. Zinovyev ayrıca (hiçbirine zarar verilmeyen) Bolşevik yetkililerinin GDK tarafından tutuklanmasını bahane ederek isyancıların ailelerinin rehin alınmasını da örgütlemişti. Bu eylemler, aynı düzeye inmeyi reddeden isyancılar tarafından utanç verici oldukları söylenerek lanetlenmişlerdi. Üsse yapılan askeri saldırı sırasında isyanı bastırmaya gönderilen Kızıl Ordu askerlerin moralleri sürekli en alt düzeydeydi. Bazıları askerlerle kardeşleşmeye bile başladılar. Ordunun ‘sadakati’nden emin olmak için önde gelen Bolşevik liderler, 10. Parti Kongre’sinde saldırıyı yönetmek için gönderilmişlerdi, ki gönderilenlerin arasında, ayaklanmayla özdeşleştirilmemek için özen gösteren İşçi Muhalefeti üyeleri de vardı; ayrıca Çeka’nın silahları, hoşnutsuzluğun yayılmadığından emin olmak için askerlerin sırtlarına dayanmıştı. Üs düştüğünde yüzlerce isyancı hemen orada katledildi veya Çeka tarafından idama mahkum edildi. Ötekileri toplama kamplarına gönderildiler. Hareket acımasızca ve sistematik bir biçimde bastırıldı. Ayaklanmanın bütün izlerini silmek için garnizon askeri kontrol altına alındı, Sovyet dağıtıldı ve bütün muhalif unsurlar tasfiye edilmeye başlandı. Ayaklanmanın bastırılmasında görev alan askerler bile, Kronştadt ‘mikrobunun’ yayılması korkusuyla hemen dağıtılıp farklı farklı yerlere gönderildiler. Benzeri uygulamalar donanmanın ‘güvenilmez’ birimlerinde de yapıldı. Ayaklanmanın bastırılmasının ardından Rusya’da gerçekleşen olaylar, ayaklanmanın bastırılmasının ‘trajik bir zorunluluk’ olduğuna yönelik iddiaları da çürütüyor. Bolşevikler bu önemli sınır limanında devrimi Beyaz

69

Muhafızların gericiliğinden koruduklarını zannediyorlardı. Fakat Bolşevikler ne yaptıklarını düşünürlerse düşünsünler, isyancılara saldırmak devrimin sahip olabileceği tek gerçek savunmaya saldırmak demekti: işçi sınıfı bağımsızlığına ve doğrudan proletarya gücüne. Böyle yaparak kendilerini içeriden karşı-devrimin araçlarına dönüştürdüler ve bu eylemler Stalinizm biçiminde burjuva karşıdevrimin son zaferinin yolunu açmaya yardımcı oldu. Bolşevik Partisi’nin ayaklanmayı bastırırken uyguladığı zulüm, kimi devrimcilerin Bolşevik Partisi’nin 1921’de Bolşevik Partisi’nin açık ve net bir biçimde, tıpkı bugünün Stalinizmi ve Troçkizmi gibi, karşı-devrimci olduğu sonucunu çıkarttılar. Burada Parti’nin ne zaman nihai ve geri kazanılamaz bir biçimde burjuvazinin tarafına geçtiğine dair uzun bir tartışmaya girmek istemiyoruz ve zaten tarihsel süreçlerin anlayışını belirli zamanlara sınırlayan bir metodolojiyi reddediyoruz. Fakat Bolşevik Partisi’nin 1921’de ‘sadece’ kapitalist olduğunu söylemek, Kronştadt olaylarından devrimin ölüm tarihi dışında öğrenecek hiçbir şeyimiz olmadığını söylemektir. Kapitalistler, neticede, her zaman işçi ayaklanmalarını bastırırlar ve bunu tekrar tekrar ‘öğrenmemiz’ gerekli değildir. Kronştadt, yalnızca onu proletarya tarihinin bir parçası, proleter saflar içerisinde gerçekleşmiş bir trajedi olarak görürsek bize yeni bir şey öğretebilir. Bugün devrimcilerin yüzleşmesi gereken temel soru, proleter bir partinin nasıl Bolşeviklerin 1921’de davrandığı gibi davranmış olduğu, ve böyle bir olayın gelecekte asla tekrarlanmamasından nasıl emin olabileceğimizdir. Kısaca soru şudur: Kronştadt’dan çıkartılacak dersler nelerdir?

Kronştad Ayaklanması Dersleri Kronştadt ayaklanması, özellikle dramatik bir biçimde bütün Rus Devrimi’nden çıkan ve işçi sınıfı için Ekim Devrimi’nden bu güne kadar hayatta kalmış olan tek ‘kazanım’ olan tarihsel derslerin altını çiziyor.

1. PROLETER DEVRİM YA ENTERNASYONALDİR YA HİÇBİRŞEYDİR Proleter devrim yalnızca dünya ölçeğinde başarılı olabilir. Tek ülkede ‘kapitalizmi yok etmek’ veya ‘sosyalizmi inşa etmek’ mümkün değildir. Devrim ekonomik yapılanma programlarıyla kurtarılamaz, tek kurtuluş siyasi proletarya iktidarının bütün dünyaya yayılmasıdır. Bu yayılma gerçekleşmezse, ekonomide ne kadar değişiklik getirilirse getirilsin, devrimin yozlaşması engellenemez. Eğer devrim yalıtılmış olarak kalırsı, siyasi proletarya iktidarı ya dış güçlerin işgali, ya da Kronştadt örneğinde olduğu gibi iç şiddetle ezilmeye mahkumdur. 2. PROLETERYA DİKTATÖRLÜĞÜ PARTİ DİKTATÖRLÜĞÜ DEĞİLDİR Rus Devrimi’nin ve özellikle Kronştadt katliamının trajedisi, proletaryanın partisinin, Bolşeviklerin, görevlerini devlet iktidarını ele geçirmek ve bu iktidarı işçi sınıfının tümüne karşı bile olsa müdafaa etmek olarak görmesiydi. Dolayısıyla, devlet sınıftan ayrı bir hale gelip Kronştadt’da sınıfın karşısında dururken, Bolşevikler yerlerini sınıfın içerisinde devletin bürokratikleşmesine karşı mücadele etmek olarak değil, devletin içerisinde sınıfa karşı savaşmak olarak gördüler. Bugün devrimciler, partinin rolünün sınıfın adına iktidarı almak olmadığını temel bir ilke olarak benimsemelidirler. Yalnızca fabrika komitelerinde, milislerde ve işçi konseylerinde örgütlü olan işçi sınıfının bütünü siyasi iktidarı ele geçirebilir ve toplumun komünist dönüşümünü gerçekleştirebilir. Parti proleter bilincin gelişiminde faal bir etmen olmakla birlikte, komünizmi sınıfın ‘adına’ yaratamaz. Böylesi iddialar yalnızca, Rusya’da olduğu gibi, sınıf üzerinde partinin diktatörlüğüne ve proletaryanın kendi faaliyetlerinin ‘parti en iyisini bilir’ bahanesiyle bastırılmasına yol açar. Aynı zamanda, parti ile devletin özdeşleşmesi, burjuva partiler için işlerin doğal hali olmakla beraber, yalnızca proleter partilerin yozlaşmasına ve yolundan sapmasına yol açabilir.


70

Bir proletarya partisi, kendisi tarihin en dinamik sınıfı olan işçi sınıfının içerisinde en radikal ve ileri görüşlü kesimi oluşturmak durumundadır. Partinin üzerine, tanımı gereği yalnız muhafazakar bir işlevi olabilecek olan devlet kurumunun işlerinin yönetimini yüklemek, partinin bütün işlevini yadsımak ve onun devrimci yaratıcılığını baltalamak anlamına gelir. Bolşevik Partisi’nin devamlı bürokratikleşmesi, devrimci sınıfın çıkarları ile Sovyet devletinin çıkarlarını ayırma yetisini gittikçe kaybetmesi, acımasız bir yönetim aygıtına dönüşerek yozlaşması; bütün bunlar partinin devlet iktidarını kullanmasına dair hatalı düşüncelerinin yine parti tarafından ödenmiş bedelidir. 3. İŞÇİ SINIFININ İÇERİSİNDE ZORA DAYALI İLİŞKİLER OLAMAZ Hiçbir azınlığın, ne kadar açık ve net olsa da işçi sınıfı üzerinde iktidar sahibi olmaması ilkesi ile eşanlamlı olan bir başka ilke de, işçi sınıfının içerisinde zora dayalı ilişkiler veya şiddet ilişkilerinin olamayacağıdır. İşçi iktidarı ‘verimlilik’ uğruna feda edilebilecek bir lüks değildir; tam tersine devrimin sağlığının ve işçi sınıfının tecrübesinden öğrenmesinin tek güvencesidir. Çeşitli kesimleri kesinlikle hatalı olsa bile, ‘doğru çizgi’ bir başka kesim tarafından, ister azınlık olsun ister çoğunluk, o kesime zorla kabul ettirilemez. Yalnızca işçi sınıfının bağımsız organlarında (toplantılar, konseyler, parti vb) tamamen özgürce yürütülen tartışma sınıfın içerisindeki sorunları çözebilir. Bu ayrıca işçi sınıfının tamamının iletişim araçlarına (basın, radyo, televizyon vb) erişiminin olması gerektiği ve sınıfın tamamının grev yapma ve merkezi organların yayımladığı yönergelere karşı çıkma hakkına sahip olması gerektiği anlamına gelir. Kronştadt denizcileri hatalı olmuş olsalar bile, Bolşevik hükümetinin Kronştadt’a karşı yaptığı acımasız ve zalim uygulamaları haklı çıkartacak hiçbir şey olamaz. Böylesi eylemler yalnız sınıfın içerisindeki dayanışma ve birliğe zarar verebilir ve moral bozukluğu ve umutsuzluğa yol

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

açabilirler. Devrimci şiddet, proletaryanın kapitalist sınıfa karşı mücadelesinde kullanmak zorunda olduğu bir silahtır. Öteki sömürmeyen sınıflara karşı kullanımı da mümkün olan en düşük düzeye sınırlanılmalıdır; fakat proletarya içerisinde şiddetin hiçbir yeri olamaz. 4. PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ DEVLET DEĞİLDİR Rus Devrimi sırasında işçi hareketinde, proletarya diktatörlüğünü Çarlık rejiminin devrilmesinden kısa bir süre sonra ortaya çıkan ve en önemli gövdesi Tüm Rusya Sovyetler ve İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Kongresi olan Rusya Federal Sovyet Cumhuriyetiyle eşleştirmek, o dönemde işçi sınıfı hareketi içerisindeki temel kafa karışıklıklarından biriydi. Proletarya diktatörlüğü, fabrika toplantıları ve işçi konseyleri gibi özel işçi sınıfı organları üzerinden işlese de bir kurum değil bir durumdur, sınıfın bütününün gerçek hareketidir. Proletarya diktatörlüğünün hedefi, marksistlere ifadesiyle devletin görevi değildir. Devlet, sınıf toplumundan yükselen, işlevi mevcut toplumsal ilişkileri, yani sınıflar arasındaki mevcut durumu savunmak olan üstyapısal bir örgüttür. Öte yandan proletarya diktatörlüğünün tek hedefi toplumsal ilişkilerin dönüştürülmesi ve sınıfların ortadan kaldırılmasıdır. Aynı zamanda marksistler her zaman devletin varlığının, burjuvazinin siyasi gücünün yok edilişinin ardından komünizme geçiş döneminde engellenemez olduğunu her zaman kabul etmişlerdir. Dolayısıyla Rus Sovyet devleti, Paris Komünü gibi, Rusya’da 1917’den sonra mevcut olan sınıf toplumunun bir ürünüydü. Bazı devrimciler, burjuvazinin gücünün yok edilişinin ardından varolabilecek tek devletin işçi konseylerinin kendileri olduğunu söylüyorlar. İşçi konseylerinin devletin en temel özelliklerinden birini, yani şiddet üzerinde tekel kurma özelliğini, üstleneceği doğrudur. Fakat işçi konseylerine bu işlevleri yüzünden devlet demek, devletin rolünü sadece bir şiddet organı olmaya kısıtlamak ve ona

başka hiçbir işlev atfetmemektir. Dolayısıyla günümüzün burjuva devleti, böylesi bir kavrayışa göre, yalnızca polisten ve ordudan oluşmakta ve parlamentoları, belediyeleri, sendikaları ve kapitalist toplumu baskıcı güç uygulamadan savunan diğer sayısız kurumu içermemektedir. Bu gövdeler gerçekte devlet organlarıdır çünkü onlar mevcut toplumsal düzeni müdafaa etmeye ve sınıfsal çelişkileri kabul edilebilir bir çerçevede tutmaya hizmet ederler. İşçi konseyleri ise, buna karşıtlık içerisinde devletçi işlevin yadsımasıdır, zira her şeyden önce mevcut düzenin organları değil radikal toplumsal dönüşümün organlarıdırlar. Fakat dahası, geçiş döneminde mevcut olacak toplumsal kurumların işçi konseyleriyle sınırlı olacağını beklemek gerçekçi olmayan bir tutumdur. Devrimler, pek çok devrimcinin sahip olduğu otomatik anlayışları izlemez. Devrimin getirdiği devasa toplumsal değişiklik, üretim alanında sadece işçi sınıfından değil, kapitalist sınıfın ezdiği bütün nüfustan her tür kurumu doğurur. Rusya’da sovyetler ve diğer kitlesel organlar sadece fabrikalardan değil, her yerden, ordudan, donanmadan, köylerden, kasabalardan da doğmuştur. Mesele sadece Bolşeviklerin sınıfın kitle örgütlerinden ayrı bir devlet oluşturmaya başlamış olmaları değildir. Bolşeviklerin bu devletin bürokratikleşmesine, Sovyetlere delege seçme ilkesinden vazgeçerek ve Sovyetlerin dışında sayısız komisyon kurarak faal olarak katkıda bulunduğu doğrudur, fakat ‘Sovyet Devleti’ tek başına Bolşevikler tarafından yaratılmamıştır. Bu devlet Ekim sonrası Rus toplumunun tamamından çıkmış bir yapıdır, ve ortaya çıkışının nedeni de o toplumun içerisindeki derin sınıfsal çelişkileri kontrol altında tutabilecek bir kuruma ihtiyaç duymasıdır. Devrimden sonra yalnızca işçi konseylerinin varolabileceğini söylemek, yalnızca işçi sınıfı ile burjuvazi arasında daima sürecek ve gerçekten de engellenmesi imkansız olan bir iç savaşı savunmak demek değil, işçi sınıfı ile tüm diğer sınıflar ve kesimler arasında bir iç savaşı savunmaktır. Rusya’da bu işçi Sovyetleri ile askerlerin ve köylülerin kitlesel organları arasında bir savaş anlamına gelirdi.


Kronştad Dersleri

Şüphesiz, bu korkunç bir enerji kaybına ve devrimin temel hedefinden, kapitalist sınıfa karşı dünya devriminin yayılmasından sapmaya neden olurdu 39. Fakat Sovyet devleti bir derece ayaklanma sonrası toplumun engellenemez bir ürünüyse, parti tarafından kontrol ediliyor olması dışında da yapısı ve işleyişinde çeşitli hatalar gösterebiliriz. a) Devletin gerçek işleyişinde, 1871 Komünü’nün oluşturduğu ve Lenin’in 1917’de yazdığı Devlet ve Devrim’de tekrarladığı ve doğruladığı, seçilen bütün görevlilerin geri çağırılabilir olması, devlet görevlilerinin işçilerle tamamen aynı koşullarda yaşaması, proletaryanın kalıcı olarak silahlanması gibi temel ilkelerden düzenli bir biçimde sapıldı. Sürekli işçi sınıfının bütününe hiçbir şekilde hesap vermeyen yeni komisyonlar ve kurumlar ortaya çıktı (Ekonomik Konseyler, Çeka vb). Sovyet seçimleri sürekli erteleniyor, kenara atılıyor, yapılsa da hile karıştırılıyordu. Devlet görevlilerinin konumu giderek daha ayrıcalıklı bir hal aldı. İşçi milisleri dağıtılarak Kızıl Ordu’nun içerine yayıldılar, ki Kızıl Ordu ne işçi Sovyetlerinin ne de asker tabanının kontrolündeydi. b) İşçi konseyleri, fabrika komiteleri ve öteki proleter organlar devlet aygıtının (işçilere ayrıcalıklı oy hakları verilmesine rağmen) öteki parçaları arasında bir parçaya dönüştürüldü. Diğer toplumsal kurumlardan bağımsız ve onlar üzerinde egemen olmaları gerektiği yerde, bu organlar sürekli genel devlet aygıtının içerisine girmekle kalmadı, ona boyun eydi. Proletarya iktidarı, sınıfın özel organları tarafından

39

Bu hem Bolşeviklerce, hem de Kronştadt isyancılarınca savunulan “işçi ve köylü” iktidarı fikrini savunduğumuz anlamına gelmez. Gelecek devrimci dalgada işçi sınıfı tek devrimci sınıf olduğunu ortaya koymalıdır. Dolayısıyla geçiş döneminde bir sınıf olarak örgütlenmeli ve başka bir sınıfın özel çıkarlarını savunduğunu iddia eden her tür kurumu dağıtmalıdır. Sömürmeyen nüfusun geri kalanına ancak proletarya diktatörlüğünün sınırları içersinde örgütlenme izni verilecek ve devlet içerisinde sadece ‘yurttaşlar’ olarak bölgesel olarak seçilen sovyetler aracılığıyla temsil edilecekler. Bu kesimlere sivil haklar ve oy hakkı verilecek olması, onlara bir sınıf olarak, burjuvazinin belediye ve parlamento seçimlerinde oy hakkı verdiği işçi sınıfına verdiğinden daha fazla güç vermez.

71

ifade edileceği halde devlet aygıtıyla özdeşleşti. Dahası, hiç de inandırıcı olmamasına rağmen bunun ‘proleter’ ve ‘sosyalist’ bir devlet olduğu varsayımı Bolşevikleri işçilerin devletinkinden ayrı çıkarları olamayacağı varsayımına götürdü. Bunun bir sonucu olarak da işçilerin devlete karşı her türlü direnişi yalnızca karşı devrimci olarak görüldü. Bu derinden hatalı kavrayış, Bolşevik’lerin Petrograd grevlerine ve Kronştadt ayaklanmasına verdikleri tepkinin kalbindeydi. Gelecekte Komün’ün prensipleri, işçi sınıfının bağımsızlığı prensibi, yalnızca kağıt üzerinde bildirilmemeli ve proletaryanın devlet üzerindeki iktidarı için temel bir önkoşul olarak savunulmalı ve kavgası verilmelidir. Proletaryanın devlet aygıtı üzerindeki egemenliği hiçbir zaman zayıflatılamaz, çünkü Rus deneyimi ve özellikle Kronştadt olayları karşı-devrimin gerçekten de yalnızca ‘dışarıdan’ gelen burjuva tehdidiyle değil, ayaklanma sonrası devlet aracılığıyla da kendisini ifade edebileceğini göstermişlerdir. Sonuç olarak, komün-devletin proleter hükmünün bir aracı olarak kalmasını sağlamanın yolu, hiçbir şekilde işçi sınıfının kendi diktatörlüğüyle bu belirsiz ve güvenilmez aygıtı özdeşleştirmemesi, diktatörlüğüyle yalnızca kendi bağımsız sınıf organlarını özdeşleştirmesidir. Bu organlar durmak bilmeden devletin her düzeyde işleyişini denetlemeli, işçi sınıfının konseyleri aracılığıyla sürekli ve bağımsız birliğini teşkil eden ve devletin bütün önerilerine dair kararın verildiği yer olan genel Sovyet kongrelerinde işçi konseylerinden delegelerin en üst düzeyde temsillerini istemelidir. Her şeyden önce işçiler devletin siyasi ve askeri olarak kendi sınıf organlarına müdahalesini engellemelidirler; fakat öte yandan işçi sınıfı devlet üzerinde ve devlete karşı diktatörlüğünü, gerekirse şiddetle kullanma kabiliyetini müdafaa etmelidir. Eğer bir iç savaş döneminde toplum genelinden bir ‘kızıl ordu’ oluşturmak gerekirse, bu kuvvetin siyasi olarak sadece işçi konseylerine hesap vermesi ve burjuvazi askeri olarak yenildiği anda dağıtılması gereklidir. Ayrıca hiçbir zaman fabrikalardaki proleter milisler dağıtılmamalıdır. Partinin devletle, devletin de sınıfla özdeşleştirilmiş olması, Kronştadt’da

parti sınıfa karşı devletin tarafını tutunca mantıki sonucuna ulaştı. 1921’e gelindiğinde Rus Devrimi’nin yalıtılmışlığı devleti, tanımı gereği mevcut durumun, statükonun koruyucusu, sermayenin istikrarlılaşmasının ve işçilerin uysallaştırılmasının ‘sorumlusu’ haline getirmişti. Dünya devrimi umutlarını birkaç yıl daha beslemeye devam edecek olan Bolşevik liderlerinin bütün iyi niyetlerine rağmen, devlet aygıtına dolanmış olmaları onları dünya devriminin önünde bir engel olmaya zorluyor ve Stalinist karşı-devrimin nihai zaferine sürüklüyordu. Hatta bazıları partinin devleti değil, devletin partiyi kontrol ettiğini görmeye başlıyordu. Lenin’in kendisinin söylediği gibi: “Araç onu kullananların ellerinden çıkıyor: denilebilir ki bu aracın direksiyonunda biri var, fakat araç direksiyondakinin istediği yere gideceği yerde tam tersi oluyor, direksiyondaki isteği dışında aracın doğrultusunu izliyor, aracı ise gizli bir el kullanıyor... Kim bilir kimin eli bu, belki bir vurguncu veya bir özel kapitalist, belki ikisi birden. Fakat gerçek şu ki araç onu sürmesi gerekenlerin istediği yöne gitmiyor, ve hatta bazen istenilen yönün tamamen zıddı bir yönde ilerliyor.” (Merkez Komite’nin Parti’ye Siyasi Raporu, 1922) Lenin’in hayatının son yılları büyüyen bürokrasiye karşı umutsuzca mücadele ederek ve bürokrasinin ancak yeni bir bürokratik komisyon tarafından ‘denetleneceği’ ‘İşçi ve Köylü Denetimi’ gibi çaresiz ve üzücü tasarılarla geçti. Lenin’in itiraf edemediği, göremediği bu sözde proleter devletin açık ve net olarak bir burjuva aygıtı olduğu, kapitalist toplumsal ilişkilerin müdafaasının bir aracı haline geldiği ve işçi sınıfının ihtiyaçlarından veya reformlarından özünde etkilenmediği gerçekleriydi. Stalinizmin zaferi, bu gerçeğin çarpık bir biçimde kabul edilmesi, partinin nihai ve kesin olarak kapitalist devletin kalfalığına uyum sağlayışıydı. 1926’da ‘Tek Ülkede Sosyalizm’in duyurulmasının arkasındaki gerçek anlam işte buydu.


72

Kronştadt ayaklanması partiye muazzam bir tarihsel seçenek sunmuştu: ya bu burjuva aygıtını yönetmeye devam edecek ve de girdiği yolun sonuna vardığında sermayenin bir partisi halini alacak, ya da kendisini devletten ayıracak ve bu aygıta, sermayenin bu simgesine karşı işçi sınıfının yanında duracaktı. İlk yolu seçerek Bolşevikler büyük ihtimalle proletaryanın bir partisi olarak kendi ölüm fermanlarını imzaladılar, ve zaferini ancak 1926’da açıkça duyurabilecek olan karşı-devrimci süreci hızlandırdılar. 1921’den sonra yalnızca doğrudan devlete karşı işçi mücadeleleriyle özdeşleşmek gerektiğini anlayan Bolşevik fraksiyonları devrimci kalabildiler ve Sol Komünistlerin Üçüncü Enternasyonal’in yozlaşmasına karşı mücadelelerinin bir parçası oldular. Dolayısıyla, mesela Gabriel Myasnikov adlı Bolşevik’in İşçi Grubu adlı fraksiyonu 1923’in Ağustos ve Eylül aylarında Rusya’yı saran yasadışı grevler dalgasında etkin bir rol oynadı. Bu Troçki’nin başını çektiği, Stalinist kesime karşı mücadelesi daima bürokrasi içerisinde gerçekleşen ve daha sonra Troçkistlerin “işçi devleti” ve işçi ekonomisi olarak nitelendirdiği olgulara karşı işçi mücadeleleriyle özdeşleşme gereği duymayan Sol Muhalefet’in yönteminden çok farklıydı. Bir anlamda, kendilerini parti-devlet aygıtından ayırmadaki başarısızlıkları, gelecekte Troçkizmi Stalinist karşı-devrimin ‘eleştirel’ bir eklentisi olmaya evrileceğini önceden haber veriyordu. Fakat tarihsel tercihlerin sonuçları hiçbir zaman yapıldıkları an açık ve net değildir. İnsanlar kendi tarihlerini belirli nesnel koşullar içerisinde yaparlar ve “geçmiş kuşakların gelenekleri yaşayanların beyinlerine bir kabus gibi çöker” (Marks). Geçmişin bu kabusumsu ağırlığı Bolşeviklerin omuzlarına bir karabasan gibi binmişti ve yalnızca batı proletaryasının devrimci zaferi bu ağırlığı atabilir, Bolşeviklerin, veya en azından parti içerisindeki sağlam unsurların hatalarını fark etmelerine yola açarak onların enternasyonal proleter hareketin bitmez tükenmez yaratıcılığı içerisinde küllerinden doğmasını sağlayabilirdi. Sosyal Demokrasi’nin geleneği, Rusya’nın geriliği, fakat en önemlisi de düşüşteki bir devrimci dalga çerçevesi içerisinde devlet iktidarının yükü; bütün bu etmenler Bolşevikleri kendilerini

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

sınıf saflarının yanlış tarafına koyacak bir tutum almaya ittiler. Fakat Kronştadt’da ne olduğunu anlayamayan yalnızca Bolşevik liderliği değildi. Gördüğümüz üzere, parti içerisindeki İşçi Muhalefeti, hemen ayaklanmayla bir alakaları olmadıklarını göstermek için garnizona yapılacak saldırıya katılmaya gönüllü oldular. Rus aşırı solu İşçi Muhalefeti’nin utangaç kınamalarının ötesine geçip gizli faaliyet yürütmeye başladığında bile ayaklanmanın derslerini çıkartmayı başaramadı ve rejime dair eleştirilerinde ondan pek bahsetmedi. KAPD (Kommunistische Arbeiter-Partei Deutschlands - Almanya Komünist İşçi Partisi) Komintern Üçüncü Kongresi’nde ayaklanmanın proleter niteliğini tanımakla birlikte kendisinin ayaklanmacıların tarafında olduğunu duyurmadı; ve çok geçmeden bu kısmi kavrayış da Alman Komünist Solu Rus Devrimi’nin proleter niteliğini reddetmeye başladığında kaybedildi. 1924’e gelindiğinde, KAPD liderlerinden Herman Gorter, Kronstadt ayaklanmasını, Bolşeviklerin komünist programı çöpe atıp NEP ile ‘kapitalizmi geri getirmeleri’ne yol açan bir köylü isyanı olarak tanımlıyordu. (Gorter, 'The World Revolution'. Workers' Dreadnought. 9 Şubat - 10 Mayıy, 1924). Sonuçta az sayıda komünist o dönemde ayaklanmanın derin önemini anladı veya ondan esas dersleri çıkardı. Bütün bunlar proletaryanın sınıf mücadelesinin temel derslerini bir anda öğrenmediğini, yalnızca acılı bir tecrübe, kanlı mücadele ve yoğun teorik sorgulama birikimi sonucu bu derslerin öğrenilebildiğini gösteriyor. Devrimcilerin bugünkü görevi geçmiş işçi hareketine dair soyut ahlaki yargılarda bulunmak değil, kendilerini bu hareketlerin bir ürünü (şüphesiz, hareketin hatalarının en sert, en amansız eleştirisini yapabilme kapasitesine sahip bir ürün, fakat yine de onun bir ürünü) görmektir. Yoksa geçmişe dair bugünün devrimcileri tarafından yapılan eleştirilerin işçi sınıfının gerçek mücadelelerinde temeli olamaz. Kronştadt’da birbirleriyle çarpışan tarafları ancak kendi tarihimizin trajik aktörleri olarak görürsek, komünistler olarak bugün Bolşeviklerin eylemini kınama ve isyancıların sınıf ilkelerini savunma hakkına sahip olabiliriz.

Yalnızca Kronştadt’ı sınıfın tarihsel hareketinin bir parçası olarak anlarsak bu tecrübenin derslerini çıkartabilir ve onları proletaryanın gelecekte karşılaşacağı durumlarda pratik olarak uygulayabileceğimizi umabiliriz. Dolayısıyla yalnızca bu şekilde, gelecekte yeni Kronştadt’lar olmamasını güvenceye almayı umabiliriz.


73

Bilan Seçkisi

Sol işçi sınıfını nasıl savaşa sürükledi Yetmiş iki yıl önce 1936 Mayıs’ında, ekonomik kriz ve savaş ekonomisinin gelişmesinin kışkırttığı artan sömürüye karşı, kendiliğinden bir dev işçi mücadelesi dalgası patlak verdi. Aynı yılın Temmuz ayında İspanya’da işçi sınıfı, Franco’nun askeri isyanına karşı anında bir genel grev başlatarak ve silaha sarılarak karşılık verdiler. Aralarında en çok tanınanlardan Troçki gibilerinden bulunduğu bir çok devrimci bu olayları yeni bir dünya devrimci dalgasının başlangıcı olarak yorumladı. Aslında kalabalıkların coşkulu desteği, mevcut güçlerin yüzeysel bir yorumu ve bazı söylevlerin “radikal” doğası tarafından yanlış yönlendirilmişlerdi. İtalyan Komünist Solu (Bilan adlı dergilerinde) ise enternasyonal düzeydeki güç dengelerinin net bir analizi temelinde, Halk Cephelerinin devrimci hareketin gelişmesinin bir ifadesi olmaktan çok uzak olduklarını kavramıştı. Tersine bunlar, sınıfın milliyetçi ve demokratik ideolojilere kapıldığını ve kapitalizmin tarihsel krizinin etkilerine karşı mücadeleyi terk etmekte olduğunu göstermekteydi. “Halk Cephesi, kendisinin proletaryanın sınıf bilincinin çözülmesi sürecini somutlaştırdığını, işçilerin toplumsal ve politik bütün yaşam alanlarında burjuva toplumunun korunması zemininde tutulması için bir silah işlevi gördüğünü göstermektedir.” (Bilan, no.31, MayısTemmuz 1936). Büyük bir hızla hem Fransa’da hem de İspanya’da, solun “sosyalist” veya “komünist” politik aygıtları kendilerini bu hareketlerin tepesine yerleştirecektir. Bunlar işçileri faşizm/anti-faşizm gibi yanlış bir ikileme hapsedip hareketi içeriden sabote ederek, onu önce demokratik devletlerin savunusuna yönlendirmiş en sonunda da İspanya ve Fransa’da işçileri ikinci emperyalist dünya kıyımına itmiştir. Bugün sınıf mücadelesi yavaş bir uyanış içerisindedir ve yeni kuşaklar kapitalizmin gittikçe daha belirgin hale gelen başarısızlığı karşısında radikal alternatiflere yönelmektedir. Bu çerçevede, ATTAC gibi “küreselleşmekarşıtı” hareketler, gemi azıya alan liberalizmi ve “politik iktidarı devletin elinden dolayısıyla da yurttaşlarından

elinden çalan Pazar diktatörlüğünü” suçlayarak, “finansal diktatörlüğe karşı demokrasinin savunusu” çağrılarında bulunmakta. “Küreselleşme karşıtlarının” desteklediği bu “karşı duruş” sıklıkla 1930’ların, 50’lerin ya da 70’lerin, devletin ekonomide çok daha önemli bir doğrudan rol taşıdığı var sayılan politikalarından esinleniyor. Bu bakış açısı tarafından, Halk Cephesi hükümetlerinin, ekonominin devlet kontrolüne alınmasını, “faşist tehdide ve kapitalistlere karşı emekçi kesimlerinin bütün tabakalarının birliğini” savunan programları, kapitalizm altında başka politikaların, “başka bir dünyanın” mümkün olduğu önermesini desteklemek için abartılarak bir tür “sosyal devrim”e dönüştürülebileceği savunulmakta. İşte tam da bu nedenle, 1936’da gerçekleşen olayların çerçevesini ve önemini 70. yıl dönümünde hatırlamak kesinlikle yaşamsal bir gereklilik halini alıyor. Özellikle de; -

-

Bu deneyimlerin trajik derslerini ve özellikle de, işçi sınıfının kendi belirli çıkarlarının uzlaşmaz savusunun şu ya da bu burjuva kampının savunusu için terk edilmesi şeklindeki ölümcül tuzakları hatırlamak; Ve, “sol”un, aslında işçi sınıfının infazcısı olmasına rağmen kendisini onun çıkarlarının savunucusu olarak sunmasına imkan veren çarpık yalanlarını açığa çıkarmak için.

1930’lara karakterini veren, 1917-23 dünya devrimci dalgasının yenilgisi ve karşı-devrimin zaferiydi. Bu tarihsel durum, mücadelelerin yeniden dirildiği ve bilincin yavaşça gelişmeye başladığı mevcut tarihsel dönem ile temelden farklıdır. Ne var ki, karşı-devrimci ideolojiden kaçmaya çalışan yeni proleter kuşağı, artık yeni “küreselleşme karşıtı” elbisesini giysede devamlı olarak bu aynı “sol”, onun tuzakları ve ideolojik manipülasyonları ile karşılaşmakta. Bunlardan kurtulmak, ancak çok pahalıya kazanılan, proletaryanın geçmiş deneyimlerinin derslerini çıkarmakla mümkün.

Halk Cephesi kapitalist sömürüye karşı mücadeleyi güçlendirdi mi? Halk Cepheleri “kapitalistlerin kibrine ve faşizmin yükselişine karşı halk güçlerini birleştirdiğini” iddia etmişti. Fakat gerçekten de kapitalist sömürüye karşı mücadeleyi güçlendiren bir dinamik mi yaratmışlardı? Bunlar gerçekten de devrimin gelişmesi yönünde atılmış adımları mı oluşturuyordu? Marksist bir yaklaşım bunlara cevap verebilmek için, kendisini o dönem bir çok Batı Avrupa ülkesini sarsan toplumsal patlamaların şiddetine veya söylevlerin radikal tonuna dayandıramaz. Çünkü, analizini enternasyonal bir düzeyde ve bütün bir tarihsel dönemi kapsayan sınıflar arasındaki güçler dengesine dayandırmak zorundadır. Peki 1936 olayları gerçekleştiğinde proletaryanın ve onun ölümcül düşmanı burjuvazinin güç ve zayıflıklarının genel çerçevesi neydi? Proletaryanın tarihsel yenilgisinin ürünü Güçlü devrimci dalga (1917-23), burjuvaziyi savaşı bitirmeye zorladı, Rusya’da işçi sınıfını iktidara getirdi ve bütün Orta Avrupa’da ve Almanya’da burjuva iktidarının temellerini sarstı. Bunu takiben, 1920’ler boyunca proletarya bir dizi kanlı yenilgiyle karşılaştı. Alman proletaryasının SPD’nin sosyal demokratları tarafından önce 1919’da ardından da 1923’te ezilmesi Hitler’e iktidar yolunu açtı. Rusya’da devrimin trajik yalıtılmışlığı, Bolşevik partisinin devrimci muhafızlarını ve proletaryanın yaşayan güçlerini tasfiye eden Stalinist karşıdevrimin zaferine kapıyı açtı. En sonunda da 1927’de Çin son proleter kıvılcımının merhametsizce ezilmesi geldi. Tarihin seyri bu noktadan sonra tersine döndü. Burjuvazi enternasyonal proletarya üzerinde kesin zaferler elde etti ve dünya devrimine doğru ilerleyen sürecin yerini dünya savaşına doğru amansız bir asker yürüyüşü aldı. Bu en korkunç kapitalist barbarlığa dönüş anlamı taşıyordu.


74

Ne var ki, dünya proletaryasının öncü taburlarının böylesine ağır yenilgiler almasına rağmen, sınıf içerisinde hala kimi zaman önemli olan mücadelecilik gösteren olaylar gerçekleşmekteydi. Bu özellikle 1917 ile 1927 arasındaki devrimci hesaplaşmalar çerçevesinde, proletaryanın ne fiziksel ne de ideolojik anlamda doğrudan yenilgiler almadığı ülkeler için söz konusuydu. Bu suretle, 30’larda ki krizin doruğunda, Temmuz 1932’de, hızla ayaklanmacı boyutlar alan Belçika’daki madenciler arasında gelişen kendiliğinden ve yasadışı bir grev patlak verdi. Borinage madenlerindeki ücret kesintilerine karşı gelişen bir hareket içerisinden çıktı. Grevcilerin işlerinden atılması üzerine, hareket bütün ile yayıldı ve polis ile şiddetli çatışmalar çıktı. 1931 ile 1934 arasında İspanya’da işçi sınıfı vahşice ezilen bir dizi mücadeleye girişti. Ekim 1934’te, Asturias’ın maden bölgelerinde ve Oviedo ile Gijon’un sanayi kuşağında, cumhuriyetçi hükümet ve ordusu tarafından ezilen, çaresiz bir ayaklanma patlak verdi. Bunun sonu da vahşice bir baskı oldu. Aynı zamanda, Fransa’da da, işçi sınıfı her ne kadar Komünist Parti’nin 1834’e kadar pek yakında gerçekleşeceğini savunan ve “her yerde Sovyetler kurmak gerektiğini” söyleyen riyakar “solcu” politikaları yüzünden tükenmiş ve demoralize olmuşsa da, hala bir direngenlik göstermekteydi. 1935 yazı boyunca, devlet sektöründe çalışan işçilerin ücretlerinde büyük düşüşler öngören yasanın geçmesi karşısında, Toulon, Tarbes, Lorient ve Brest rıhtımlarında etkileyici eylemler ve polisle sert çatışmalar gerçekleşti. Brest’te, bir işçinin askerlerin tüfek dipçikleriyle öldüresiye dövülmesiyle birlikte, öfkeli işçiler tarafından, 5 Ağustos’tan 10 Ağustos’a kadar isyanlar ve sert çatışmalar yapıldı. Bunlar ardında üç ölü, yüzlerce yaralı ve hapiste düzinelerce işçi bıraktı.40 Çoğu zaman yoğun bir öfkenin, ümitsizliğin ve politik yönelimsizliğin izlerini taşıyan, süre giden militanlığın bu ifadeleri, gerçekten de işçilerin yenilgi ve dağılmışlının belirlediği uluslar arası durumun zayıflığını gösteren, “çaresizlik patlamaları” idiler. Bilan dergisi bunu İspanya üzerinden şu şekilde ortaya koymaktadır: “Eğer 40

Bknz: B. Kermoal: “Colere ouvriere a la veille du Front populaire”, Le Monde Diplomatique, Temmuz 2006.

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

enternasyonal ilke bir şey ifade ediyorsa, uluslar arası düzeyde karşı devrimin derinleşmesi olgusu üzerinden diyebilir ki, İspanya’nın 1931 ve 1936 arasında ki yönelimi de devrim yönünde tersine bir gelişme değil ancak paralel bir seyir izleyebilir. Devrim sadece enternasyonal düzeydeki devrimci durumun bir sonucu olarak tam anlamıyla belirginleşebilir.” (Bilan no:35, Ocak 1937) Buna karşılık, devrimci hareketin ezilmediği bu ülkelerdeki işçileri savaşa itebilmek için ulusal burjuvaların belirli türde bir mistifikasyona başvurması gerekiyordu. Proletaryanın sınıflar arasındaki doğrudan bir mücadelede zaten yenilmiş olduğu ülkelerde, faşizm ya da Nazizm arkasında, veya “sosyalist anavatan savunusu” şeklindeki Stalinist ideolojinin ardında savaşa doğru yönelen karşı devriminin gelişiminin özel formlarını oluşturdular. “Demokratik” kalan politik rejimlerde ise aynı savaşa yönelim hareketi antifaşizm adına yürütüldü. Bunu yapabilmek için Fransız ve İspanyol (ve diğerleri gibi örneğin Belçika) burjuvazisi, sınıfı “demokratik” devleti korumak ve savaş ekonomisini kurmak için anti-faşizmin ardına takmak için solun iktidara gelişini kullandı. Solun yukarıda bahsedilen proleter mücadelelerine karşı takındığı tavır, Halk Cephesi politikalarının işçi mücadeleleri dinamiğini güçlendirmek için geliştirilmediğini açıkça göstermektedir. 1932’de Belçika’daki ayaklanmacı grevler esnasında, Parti Ouvrier Belge (Belçika İşçi Partisi) ve onun sendika komisyonları hareketi desteklemeyi reddettiler. Bu işçilerin öfkesini Sosyal Demokrasiye de yöneltmesini sağladı. Grevciler Maison du Peuple at Charleroi’ye saldırdılar ve POB ve sendika üyelik kartlarını sokaklarda yaktılar. 1933’ün sonundan itibaren “Plan de Travail” adlı (Emek Planı) POB programı kapitalizmin krizine karşı bir “halkçı alternatif” olarak işçilerin öfke ve umutsuzluğuna yön vermek için devreye sokuldu. İspanya örneği de “cumhuriyetçi” ve “sol kanat” bir hükümetten proletaryanın ne bekleyebileceğinin açık bir ifadesi olması bakımında özellikle önemlidir. İspanya Cumhuriyeti daha kuruluşundan itibaren işçileri katletmek konusunda faşist rejimlerden öğrenecek bir şeyi olmadığını göstermiştir.

1930’lar da ki çok sayıda mücadele, cumhuriyetçi hükümetler ya da 1933’e kadar PSOE tarafından ezilmiştir. Bu tarihte muhalefette olan PSOE, “devrimci” bir demagoji kullanarak intihar anlamına gelen bir isyanın Asturias’ta Ekim 34’te patlak vermesini sağlamıştır. Daha sonra da, kendi sendikası olan ve hareketin yayılmasını engelleyen UGT ile elbirliği içinde, hareketi tamamen yalıtmıştır. Bundan sonra Bilan, “sol-kanat” demokratik rejimlerin karakterini çok net bir biçimde ortaya koymuştur. “Aslında kuruluş tarihi olan 31 Nisan 1931’den 31 Aralık 1931’e kadar İspanyol Cumhuriyet’inin (Azana-CaballeroLeroux hükümetinin kurulması, Lerroux’un temsil ettiği sağ kanadının 31 Aralık’ta kesilmesi biçiminde) “sola kayışı”, ne proleter sınıf tavırlarının gelişimi ne de sınıf mücadelesine yön verebilecek organların oluşması için uygun koşulları hiçbir şekilde sağlamadı. Mesele hiçbir şekilde cumhuriyetçi ve radikal-sosyalist bir hükümetin komünist bir devrim için ne yapabileceğini görme meselesi değildir. Ortadaki sorun, sosyalistlerin (devrimci) sendikalistleri cumhuriyetin savunmasına çekmek için girdikleri ahenkli ittifakın, sola ya da aşırı sola doğru yapılan bu yanaşmanın önemini analiz edebilme sorunudur. Bu durum işçi sınıfının kazanımlarının ve proletaryanın devrimci yöneliminin gelişimi için gereken koşulları yaratmış mıdır? Yoksa sola doğru yapılan bu hamle, büyük devrimci patlamadan korkuya kapılan kapitalistlerin, devrimci mücadele yolunda ilerlenmeyeceğinden emin olmak için işçi sınıfını uyutma ihtiyacı tarafından mı dayatılmıştır? Burjuvazi’nin 1934 Ekim’inde izleyecek olduğu yol 1931’de henüz çok tehlikeliydi (…)” (Bilan no:12, Kasım 1934) Son olarak, 1935 yazında Brest ve Toulon’da patlak veren sert cepheleşmenin tam da Halk Cephesi kurulduğunda gerçekleşmiş olması özellikle önemlidir. Bu mücadeleler “sol”un politik ve sendika liderlerinin sloganlarına karşı kendiliğinden geliştikçe, bu sonuncular da “cumhuriyetçi düzeni” rahatsız edenleri “provokatör” olarak damgalamakta tereddüt etmemişlerdir. “Halk Cephesi ya da cephe hattının her zaman en önünde olan komünistler ne cam kırar, ne kafeleri yağmalar, ne de ulusal bayrağa saygısızlık ederler”. (Humanite, editöryel, 7 Ağustos 1935).


Sol işçi sınıfını nasıl savaşa sürükledi

Dolayısıyla daha en başından, Bilan’ın 1933 ve sonrasında İspanya için ortaya koyduğu gibi, Halk Cephesi ve sol kanat hükümetlerin politikaları hiçbir şekilde proleter mücadelenin güçlenmesi yönündeki bir dinamiğe dayanmamaktaydı. Tersine, buna karşı gelişmişler ve sınıf alanındaki bu işçi hareketleriyle kasten çarpışarak, bu son direniş çabalarını da “kapitalizm içerisinde proletaryanın tam çözülüşü” (Bilan, no:22, Ağustos, Eylül 1935) doğrultusunda boğmaya çalışmışlardır. “Fransa’da hain geleneğine sadık kalan Halk Cephesi, ‘Fransız silahsızlandırma programı’ önünde eğilmeyenlerin ve Brest ve Toulon’da olduğu gibi kapitalizme karşı ve Halk Cephesi kıskacının ötesine geçmek için sınıf kavgaları içinde kendi talepleri için greve gidenlerin katli için linç çağrılarını sürdürmekten geri durmayacaktır” (Bilan no:26, AralıkOcak 1936) Anti-faşizm işçileri burjuva devletinin savunmasına bağlar Peki en azından Halk Cepheleri “halk güçlerini faşizmin yükselişine karşı birleştirmeye” hizmet etmedi mi? Hitler 1933’ün başında Almanya’da iktidara geldiğinde sol “demokratik” ülkelerdeki sağ-kanat veya faşist kesimlerin ilerleyişini, geniş bir anti-faşist cephe aracılığıyla demokrasinin savunulması gerektiğini göstermek için kullandı. Bu strateji ilkin 1934’ün başında Fransa’da pratiğe döküldü ve dev bir manevrayla hareket geçti. Bahane 6 Şubat 1934’te gerçekleşen, Üçüncü Cumhuriyetteki yozlaşmışlığı ve krizin etkilerini protesto etmek için yapılan sert bir eylem ile hazırlanmış oldu. Aşırı sağcı gruplar (Croix de Feu, Camelots du Roi) bu eyleme Komünist Parti militanları ile birlikte katılmışlardı. Birkaç gün sonra, Stalin’in ve Komintern’in stratejisine bağlı olarak KP’nin tavrında tam bir dönüş gerçekleşti. Bundan hemen sonra 6 Şubat bir “faşist atağı” ve Fransa’da bir” darbe girişimi” olarak sunuldu. 6 Şubat 1934 isyanı solun Fransa’da bir faşist tehdidin varlığını abartmasını ve dolayısıyla da işçileri “demokrasinin” savunusu için anti-faşizm adına harekete geçirecek geniş çaplı bir kampanya başlatmasını mümkün kıldı. KP’nin ve DFIO’nun 12’sinde çağrısını yaptığı genel grev, anti-faşizmi “Birlik! Faşizme karşı birlik!” sloganıyla

75

taçlandırdı. Fransız KP’si yeni yönelimini çabucak benimsedi ve Ivry’de Haziran 1934’de yapılan ulusal kongresinde Thorez şöyle konuştu: “Şu anda faşizm esas tehlikedir. Kitlesel proleter eylemimizin tüm gücünü buna karşı yönelmeli ve nüfusun bütün emekçi katmanlarını bu eyleme kazanmalıyız”. Bu perspektif, Temmuz 1934’de büyük bir kızla SFIO ve KP arasında çift taraflı bir anlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlandı. Bu şekilde antifaşizm “özgürlüğe aşık” bütün burjuva güçlerini Halk Cephesi bayrağı arkasında bir araya getirmeyi mümkün kılan bir temaya dönüştü. Aynı zamanda Thorez’in de açıkça söylediği gibi, Fransa’yı “faşist bir diktatörlüğün utancı ve sıkıntılarından” kurtarmak için “işçi sınıfı ile orta sınıfların emekçileri arasındaki ittifakı” kurarak proletaryanın çıkarlarını ulusal sermayeninkilere bağladı. Bunun bir uzantısı olarak Fransız KP’si “Fransa’yı yağmalayan ve ulusal çıkarları ucuza peşkeş çeken 200 aile” söylemini geliştirdi. Böylece bu “kapitalistler” haricindeki herkes, krizler yüzünden zarar görmekteydi ve birbiriyle dayanışma içerisindeydi. Bu yolla işçi sınıfının sınıf çıkarları, “bir avuç parazit”in karşısına konan halk ve ulusun içerisinde boğuldu. Diğer yandan, faşizm her gün ve histerik bir biçimde sanki savaşa iten tek unsurmuş gibi yaftalandı. Halk Cephesi işçi sınıfını faşist işgalciye karşı anavatan savunusu için harekete geçirdi ve Alman halkının tümü Nazizm’e eşitlendi. Fransız KPsinin sloganları herkesi “Fransız ürünleri al!”maya çağırmakta ve ulusal barışı yücelmekteydi. Bu yoğun kampanyanın tepe noktasını bir seçim ittifakı ve Halk Cephesinin açık bir biçimde kurulduğu 14 Temmuz 1935 tarihi oluşturdu. Bu esnada işçilere de, Marks ve Robespierre’in resimleri altında Fransız ulusal marşı söylettirildi ve “Yaşasın Fransız sovyet Cumhuriyeti!” sloganları atmaya zorlandılar. “Sol” partiler bütün eylemi “barış ve emek için Halk Cephesi” sloganı etrafındaki seçim kampanyasına yoğunlaştırarak, mücadeleleri sınıf alanından seçimsel burjuva demokrasisi alanına kaydırdılar ve proletaryayı biçimsiz “Fransız halkı” kitlesi içinde boğarak onu ulusal çıkarların

savunusuna yönlendirdiler. “Bu antifaşizm adı altında belirlenen politikanın mantıksal sonucu olan 14 Temmuz ilkelerinin bir sonucuydu. Buna göre Cumhuriyet kapitalizmin değil, bildiğimiz gibi anti-faşizmin platformu olan demokrasi ve özgürlüğün zeminiydi. İşçilerden bu Cumhuriyeti uluslar arası ve dışsal sorun çıkarıcılara karşı savunmaları için huşu içinde yemin etmeleri istendi ve Stalin’de onlara SSCB’nin savunulması adına Fransız emperyalizminin silahlanmasını onaylamalarını söyledi” (Bilan no22 Ağustos-Eylül 1935). İşçi sınıfını demokrasinin savunusu için seçim zemininde harekete geçirmeye dayanan bu strateji birçok ülkede uygulandı. Bu da onları halk tabakalarının genel geçerliği içerisine eklemleyerek onları ulusal çıkarların savunusu için harekete geçirdi. Belçika’da işçilerin “Plan de Travail” (Emek Planı) etrafındaki kampanyalara çekilmesi için Nazi ya da Stalinist propagandadan hiç de geri kalmayan psikolojik araçlar kullanıldı. Bunun sonucu POB’un 1935’te hükümete girmesi oldu. POB’un özellikle sol kanadı tarafından yürütülen anti-faşist dolandırıcılık Brüksel’de 1937’de faşist Rex partisi lideri Degrelle ile Belçika KP’si dahil bütün “demokratik” güçlerin desteğine sahip olan başbakan Van Zeeland arasındaki çift yanlılıkta tepe noktasına vardı. Aynı yıl POB’un sol kanadının liderlerinden olan Spaak, Belçika sosyalist programının “ulusal karakterini” vurgulayacaktı. Üstüne üstlük partinin artık tek bir sınıfın değil ortak çıkarları savunduğu için bir halk partisine dönüşmesi gerektiğini de söyleyecekti! Ne var ki, Fransız örneği en net bir biçimde İspanya’da ki solu esinlendirecekti. Asturias katliamını takiben, PSOE propagandasını antifaşizme ve “bütün demokratların birleşik cephesi” etrafında yoğunlaştırmayı sürdürdü ve faşist tehdide karşı bir Halk Cephesi çağrısında bulundu. 1935’in Ocak’ında UGT sendikası cumhuriyetçi partiler ve İspanyol KP’si ile bir “Halk Cephesi” ittifakını CNT ve POUM’un eleştirel desteğini de alarak imzaladılar. Bu “Halk Cephesi” açıkça işçi sınıfı mücadelesinin yerine burjuvazinin faşist kesimine karşı “anti-faşist” ve “demokrat” kanadı lehine burjuva


76

alanındaki bir mücadeleye ikame etme çağrısında bulundu. Kapitalizme karşı yapılan kavga, bir “demokratik devrim”in taşıyıcısı olacak olan hayali bir “reform programı” lehine toprağa gömüldü. Proletaryayı bu yalandan antifaşizm ve demokratik cephe ile uyutarak sol, onu seçim zeminine yönlendirdi ve 1936 Şubat’ın da bir seçim zaferi kazandı: “Bu (1931-33 cumhuriyetçisosyalist ittifakı) kapitalist rejimi sürdürmek için demokrasinin bir manevra aracı olarak kullanıldığının kesin bir göstergesidir. Bunu takiben 1936’da tıpatıp aynı şekilde, İspanyol proletaryasını kendi sınıf çıkarları arkasında değil ama monarşiye, dinsel faşizme ve gericiliğe karşı ‘Cumhuriyetin’, ‘Sosyalizmin’, ‘İlericiliğini’ arkasına dizmek mümkün olmuştur. Bu durum da proletaryanın sadece yakın zamanda mücadeleciliğini ve kendinden fedakarlık yapma azmini ispatladığı İspanya da işçilerin içinde bulunduğu derin bozgun durumunu göstermektedir.” (Bilan no 28 ŞubatMart 1936) Gerçekten de solun antifaşist politikası ve “Halk Cephesinin” kurulması işçileri yalıtmayı, onları genel nüfus içerisinde seyreltmeyi, onlara şovenist ve milliyetçi zehri zerk etme noktasına gelene kadar kapitalizmin demokratik dönüşümü için harekete geçirme işini kotarmıştı. Bilan‘ın haklılığı 14 Temmuz 1935’te Halk Cephesi resmen kurulduğunda ortaya çıktı. “Bu etkileyici kitle gösterileri Fransız proletaryasının kapitalist rejim içerisinde çözüldüğünün işaretlerini vermektedir. Paris sokaklarında binlerce işçi yürümesine rağmen, tıpkı Almanya’da ki durumu gibi artık Fransa’da da kendi hedefleri için kavga veren bir işçi sınıfı kalmamış durumda. Bu anlamda 14 Temmuz tarihi proletaryanın dağılması ve kapitalist ulus etrafında bir kutsal ittifak inşası sürecinde önemli bir dönüm noktasını oluşturuyor. (…) İşçiler ulusal bayrağı taşımayı, ulusal marşı söylemeyi ve hatta onlara utanmazca ‘işçilere ekmek, gençlere iş, dünyaya barış’ vermeye ant içmiş olan Blum ve Cochin ile birlikte Daladier, Cot ve öbür kapitalist bakanları aşağılamayı sabırla sindiriyorlar. Bu vaatlerin anlamı elbette her için kurşunlar kışlalar ve emperyalist savaştır.” (Bilan no 21 Temmuz-Ağustos 1935).

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Halk Cephesinin ekonomik yaptırımları; devlet gerçekten de işçilerin hizmetine mi? Fakat sol en azından devletin ekonomik üzerindeki kontrolünü arttıran uygulamalar yoluyla “tekelci” kapitalizmin serbest rekabetinin neden olduğu kabusların etkisini sınırlandırmadı mı? Bu da işçi sınıfının yaşma ve çalışma koşullarını korumak demek değil midir? Bu konuda bir cevap bulabilmek için de yine, solun öve öve bitiremediği uygulamalarını kapitalizminin o anki durumuna has genel çerçevenin içerisinde incelemek gerekiyor. 1930’ların başlangıcı kapitalizm açısından tam bir anarşi dönemiydi. Bu dönemde dünya krizi milyonlarca proleteri işsiz bıraktı. Kapitalist sistemin çöküşünün yarattığı ekonomik kriz (1929’daki borsa çöküşleri, dev enflasyon oranları, sanayi üretimindeki ve büyümedeki düşüş ve işsizliğin dramatik bir biçimde artışı)1930’lar da kendisini büyük bir depresyon olarak ortaya koydu. Bu da işçi sınıfı karşısında zaferini ilan etmiş olan burjuvazinin aşırı doymuş dünya pazarını yeniden bölüşmek için yapılacak bir emperyalist savaşa doğru amansızca itti. Savaşa doğru yönelim ve savaş ekonomisinin gelişmesi Birinci Dünya Savaşını takiben Almanya, Versay barışı yüzünden sömürgelerinden mahrum kaldı ve ezici savaş borçları ile yüz yüze bırakıldı. Avrupa’nın ortasında sıkıştırıldı ve bundan sonraki yirmi yıl boyunca bütün Avrupa devletlerinin politikalarını belirleyecek olan sorun da doğmuş oldu. Almanya yeniden yapılandıkça çaresizce ürünleri için pazar ihtiyacı içerisine düştü ve bunun için gereksindiği genişleme de ancak Avrupa içerisinde mümkündü. Olaylar 1933’te Hitler’in iktidara gelişiyle birlikte ivme kazandı. Almanya’yı savaşa doğru sürükleyen ekonomik ihtiyaçlar politik ifadesini Nazi ideolojisinde buldu. Bunun unsurları da Versay Barışının reddi ve sadece Avrupa’da mümkün olan bir “yaşam alanı” talebiydi. Bu durum Fransız burjuvazisini savaşın kaçınılmaz olduğu ve Pan-Alman emellerini bloke etmek için Sovyet Rusya’nın iyi bir müttefik

olabileceği çıkarımına götürdü. Daha da ötesi uluslar arası düzeyde de durum netleşmekteydi. Almanya’nın Birleşmiş Milletlerden ayrılmasının ardından SSCB BM’ye alındı. Bunun öncesinde SSCB batı demokrasilerinin dayattığı kıtasal blokaja karşı çıkmak için Alman kartını oynamaktaydı. Fakat sonra ABD Dawes planı sayesinde Alman ekonomisine yatırım yaparak onu yeniden dirilttiği ve komünizme karşı bu Batı “kalesinin” ekonomik yapısını desteklediği için Almanya’nın ABD ile ilişkileri yakınlaştı. Bu noktada Stalinist Rusya dış politikasını bu ittifakı kırmak doğrultusunda yeniden düzenledi. Aslında Batı ülkelerindeki burjuvazinin önemli bir kesimi son noktaya kadar Almanya’ya birkaç taviz vererek ve her şeyden öte onun kaçınılmaz yayılmasını doğuya yönlendirerek, Almanya ile yapılacak bir savaştan kaçınılabileceğine inanmıştı. Münih 1938, durumun ve yaklaşan savaşın bu sürekli kavranılamayışı halinin bir ifadesidir. Fransız diş işleri bakanı Laval’ın 1935 Mayıs’ında Moskova’ya yaptığı gezi Avrupa tahtasında emperyalist piyonların Fransız-Rus uzlaşısı ile konumlandığının altını dramatik bir biçimde çizmekteydi. Stalin’in karşılıklı yardımlaşma anlaşmasını imzalaması Fransız savunma politikasını açıkça tanıdığını anlamına geliyordu ve bu da Fransız KP’sini savaş kredileri lehine oy kullanmaları yönündeki eğilimine dayanak sağladı. Birkaç ay sonra 1935’in Ağustos’unda SSCB Komünist Parti’sinin 7. Kongresi Alman emperyalizmini karşılayabilmek için Batılı ülkeler ile yapılacak olası bir ittifakın Rusya için yaratacağı politik sonuçları çıkardı. Burada Dimitrov savaşılacak yeni düşmanın ismini faşizm olarak koymuştu. O zamana kadar acımasızca eleştirilmiş olan sosyalistler faşist düşmanı yenmek için (diğerleriyle birlikte) ittifaka girilmesi gereken demokratik güçler olup çıktılar. Diğer ülkelerdeki Stalinist partiler de büyük biraderlerinin bu 180 derece dönüşünü takip ettiler ve böylece sözde “sosyalist anavatan”larının emperyalist çıkarlarının yılmaz savunucuları oldular. Kısacası, bütün endüstrileşmiş ülkeler savaş ekonomisini geliştirmek yönünde büyük bir ihtiyaç hissettiler. Bu sadece büyük miktarlarda silah üretimini değil aynı zamanda böylesi bir üretimin gerekli altyapısını kurmayı da içermekteydi.


Sol işçi sınıfını nasıl savaşa sürükledi

İster “demokratik” olsun ister “faşist”, bütün büyük güçler birbirine benzer şekilde, doğrudan ikinci bir dünya savaşının hazırlanmasına yönelmiş bir savaş endüstrisini ve devlet kontrollü benzer büyük kamu çalışmaları geliştirdiler. Sanayi bunun etrafında düzenlendi. Bu süreç “Taylorizm”in en seçkin seçenek olarak ön plana çıktığı işin yeniden örgütlenmesi sürecini kaçınılmaz kıldı. Sol ve devlet kontrolü “Sol”un ekonomi politikalarını esas niteliklerinden biri, kriz içerisindeki bir ekonomiyi destekleyecek ve ekonominin çeşitli sektörleri üzerinde devlet kontrolünü kuracak devlet müdahalesini güçlendirecek önlemler almaktı. Sol bu çabayı şu şekilde meşrulaştırmaktaydı; “sola göre devlet sosyalizminin ‘kontrollü ekonomisi’, ‘sosyalistlerin’ ‘barışçıl’ ve aşamalı olarak devletin esas çarklarını ele geçirmelerini sağlayacak koşulları yaratıyor”(Bilan no 3 Ocak 1934). Bu çabalar genel olarak bütün Avrupa Sosyal Demokrasisi tarafından göklere çıkarıldı. Fransa’da ki Halk Cephesinin, Jouhaux planı olarak bilinen ekonomik programına eklendiler. İspanya’da Halk Cephesinin programı geniş bir kırsal kredi politikasına ve işsizliği emmek için bir dolu kamu çalışmasını içerdiği gibi, asgari ücreti belirleyen bir iş yasasını da içeriyordu. Bütün bunların gerçek doğasını hepsinin temel bir modelini, 1929 krizinden sonra Roosevelt’in idaresi altında Demokratlar tarafından ABD’de uygulanan “New Deal” (Yeni Bölüşüm) modelini inceleyerek görebiliriz. Benzer bir örnek olan bu “Devlet Sosyalisti” programların en gelişmiş teorik ifadelerinden biri olan Belçikalı sosyalist Henri De Man’ın “Plan de Travail”i (Emek Planı) ise bundan sonra ayrıca analiz edebiliriz. 1932’de ABD’de uygulanmaya başlan “Yeni Bölüşüm” bir ekonomik yeniden yapılanma ve “toplumsal barış” planıydı. Hükümet müdahalesi bankacılık sistemini yeniden dengelemeyi ve finansal pazarı tekrar işler kılmayı, (Tenessee Vadisi Otoritesi tarafından yapılan dev barajların inşası bu döneme rastlar) büyük kamusal işleri yürütmeyi ve (emeklilik sistemi, işsizlik sigortası gibi) çeşitli sosyal programları başlatmayı amaçlıyordu. Yeni federal

77

büro, Ulusal Islah İdaresi (NRA), patronlar ve sendikalar ile işbirliği içerisinde ücret ve fiyatları istikrara sokacaktı. Büyük kamu işleri politikasını yürütmek için d Kamu İş İdaresini (PWA) yarattı. Peki acaba Roosevelt hükümeti bilmeden de olsa işçi partilerinin devlet iktidarının ana katmanlarını ele geçirmesinin yolunu mu açmıştı? Bilan’a göre durum hiç de böyle değildi. “Ekonomik krizin şiddeti, milyonlarca insanın sefaleti ve işsizlik ile birleşince, Amerikan kapitalizminin gendi gücü çerçevesindeki bütün yollarla bertaraf etmesi ve söndürmesi gereken ciddi toplumsal çatışmalar tehdidini belirginleştirmişti (Bilan no3 Ocak 1934). Böylece, işçi sınıfına faydası olmakla hiç alakası olmayan bu önlemler, bu “toplumsal barış” politikaları proletaryanın sınıf otonomisine karşı yapılan doğrudan saldırılardı. “ Roosevelt’in hedefi işçi sınıfını sınıf muhalefetine yönlendirmek değil, kapitalist devletin kontrolü alında onu kapitalist rejim içerisinde çözmekti. Böylelikle toplumsal mücadeleler artık işçiler ve patronlar arasındaki gerçek sınıf mücadelesinden doğmayacak ve bir devlet kapitalizmi organı olan NRA ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlığa sıkıştırılacaktı. Bunun sonucunda mücadeledeki bütün inisiyatifi bırakıp kaderini düşmanın eline bırakmaya zorlanacaktı” (idem). Bu tür devlet kontrolü yöntemlerinin baş mimarlarından biri ve birçoğunun esas esin kaynağı Henri De Man’dı. Bu kişi POB kadrolarının enstitülerinin birinin başındaydı ve 1933’den beri partinin hem başkan yardımcısı hem de fikir babasıydı. Onun önerileri hem Halk Cepheleri hem de faşist rejimler tarafından (örneğin Mussolini onun büyük bir hayranıydı) uygulamaya koyuldu. ABD ve Almanya’da ki endüstriyel ve toplumsal gelişmelerin detaylı bir incelemesini yapmış olan De Man’a göre, “eski dogmaların” terk edilmesi gerekiyordu. Bu adama göre sınıf mücadelesinin temelinde işçilerin toplumsal ezilmişlik duygusu yatmaktaydı. Bu durumda sosyalizmi bir sınıfın (işçilerin) maddi çıkarlarının tatmini çerçevesinde tanımlamak yerine evrensel ruhani değerlere örneğin adalete, insan kişiliğine saygıya ve “genel çıkarlara” yönelik bir kaygıya doğru yönlendirmek gerektiği sonucunu

çıkardı. Bu yolla işçi sınıfı ve kapitalistler arasındaki kaçınılmaz ve uzlaşmaz çelişkilerin aşılmadan çözülebileceği fikri doğdu. Buna göre sadece devrim değil aynı zamanda kriz dönemlerinde uygulanamaz olan “eski reformizm” de reddedilmeliydi. Sürekli küçülen bir pastadan daha büyük bir dilim istenemezdi. Yeni ve daha büyük bir pasta yapmak gerekiyordu v.s. De man’ın “yapıcı devrim” dediği şeyin hedefi de buydu. Bu çerçevede kapitalizm için “yapısal reformlar” ön gören, “Emek Planını” POB’un 1933’deki “Noel” kongresi için geliştirdi. Bu plan şunları öngörmekteydi; - Bankaların ulusallaştırılması. Bankalar var olmaya devam edecek ama hisselerinin bir kısmını bir devlete kredi kurumuna satacak ve ekonomik planını yönelimine uyacaklardı. - Bu aynı kredi kurumu da temel endüstriyel sektörlerdeki (örneğin elektrik) büyük tekellerin bir kısım hissesini satın alacaktı. Böylece de bu tekeller kapitalistler ile devletin ortak mülkiyetindeki karma işletmeler haline geleceklerdi. - Bu “ortak” işletmelerin yanında, devlet tarafından desteklenen ve teşvik edilen özgür bir kapitalist sektör var olmaya devam edecekti. - Sendikalar “işçi kontrolü” aracılığıyla bu karma ekonominin koordinasyonuna doğrudan müdahil olacaklardı. De Man bu tavrını ABD’de ki büyük fabrikalardaki deneyimlere dayandırarak savunmaktaydı. De Man tarafından göklere çıkartılan bu “yapısal reformlar” ne şekilde işçi sınıfı mücadelesinin savunmasına hizmet edecekti? Bilan’a göre De Man’ın istediği “işçi mücadelesinin kendisini biçim ve içerikte doğal olarak ulusal hedeflerle sınırlandırması gerektiğini savunmak ve kamulaştırmanın kapitalist ekonominin ya da karma ekonominin ilerici millileştirilmesi olduğunu ispatlamaktı. “Acil Eylem” lafları altında De Man işçilerin ‘eşsiz ve bölünmez ulus’ içerisinde milliyetçi entegrasyonunu vaaz etmekte ve bunu kapitalist gericilik tarafından sınanan işçilerin tek sığınağı olarak önermekteydi.” Sonuç olarak: “H. De Man’ın yapısal reformları işçi sınıfının gerçek mücadelesini gerçek dışı bir alana itme hedefini taşıyordu.


78

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Bunlar proletaryanın her tür acil ve tarihsel çıkarının savunulması için yaptığı her mücadeleyi, araçları ve özü bakımından sadece işçi sınıfını hareketsizliğe mahkum ederek burjuvaziyi ve onun sınıf devletini güçlendirecek bir yapısal reform adına dışlamaktaydı” (Bilan no:4 Şubat 1934). Yeni Bölüşüm ve De Man Planının analizi bu önlemlerin hiçbir şekilde kapitalizme karşı yürütülen proleter mücadeleyi güçlendirme hedefini gütmediğini göstermektedir. Tersine bunlar işçi sınıfını zayıf düşürme ve onu ulusal savunmanın ihtiyaçlarına boyun eğdirme hedefi gütmektedir. Bilan’ın da dediği gibi De Man planı SSCB’de 1928’de uygulanmaya başlayan ve başta ABD’deki Demokratlara ilham veren beş yıllık plandan ya da faşist ve Nazi devlet kontrolü programlarından hiçbir şekilde ayrıştırılamamaktadır. Bu tarz politikaların yaygınlaşmış olmasının nedeni çöküş içerisindeki kapitalizmin ihtiyaçlarına bir cevap üretmiş olmasıdır. Bu dönemde devlet kapitalizmi eğilimi toplumsal yaşamın belirleyici niteliklerinden biridir. “Bu dönemde ulusal sermaye karşılaştığı şiddetli emperyalist rekabet nedeniyle özgürce yayılamadığı; dışarıda ekonomik ve askeri rakipleriyle yarışmak, içeride ise toplumsal çelişkilerin artmasıyla baş edebilmek için mümkün olduğu kadar etkili bir şekilde örgütlenmek ihtiyacını duymaktadır. Onu sorunlarından kurtararak güçlenmesini desteklemek görevini yerine getirebilecek tek kuvvet devlettir. Sadece devlet: •

Dünya pazarındaki rekabette birleşik bir güç olarak yer alabilmek için ülke ekonomisini zayıflatan iç rekabeti merkezileşmeye giderek hafifletebilir. Büyüyen uluslararası zıtlıklara karşı çıkarlarını korumak için gerekli olan askeri kuvvetleri geliştirebilir. Baskıcı, bürokratik araçları sayesinde, ekonomik kurumların artan dağılışıyla çökme tehlikesi altında olan toplumun içsel birliğini yeniden yapılandırır. Her yeri kapsayan şiddet aracılığıyla, insan ilişkilerini yönetmede

yetersiz kalan ve her geçen gün toplumun varoluşu için gereği sorgulanan sosyal yapıları koruyabilir.” (EKA Platformu) Bu durumda pratikte ulusal üretimin devlet kontrolünde yeniden düzenlenmesini hedefleyen bütün programlar ekonomik savaşa ve yeni bir dünya katliamına (savaş ekonomisi) doğru yönlendirilmekteydi. Kısaca çöküş dönemindeki kapitalizm içerisinde hayatta kalmaya çalışan burjuva devletinin ihtiyaçlarına mükemmel bir şekilde cevap vermekteydiler. Halk Cephelerinin zaferi, ileri doğru atılmış “toplumsal devrim”in bir adımı mıydı? Peki bu karamsar analizler 1936’da Fransa’da gerçekleşen Mayıs-Haziran grevleriyle ve Halk Cephesinin toplumsal tedbirleriyle ya da 1936 Temmuz’unda başlayan “İspanyol Devrimi” ile çürütülmediler mi? Bu analizlerin tam tersine, pratik “antifaşizm”in ve “halk” cepheleri yaklaşımının doğruluğunu ispatlamadı mı? İş buraya gelince bunlar eylemde “toplumsal devrim”in somut ifadeleri değiller miydi? Şimdi bu mevzuların gerçekte nasıl olduğunu inceleyelim. Fransa’da Mayıs-Haziran 1936: işçiler demokratik devletin arkasına dizilmeye zorlanıyor Halk Cephesinin 5 Mayıs 1936’da ki seçim zaferiyle hükümete yükselmesinin hemen ardından başlayan büyük grev dalgası, devrimci dalganın yenilgisi ile yaralanmış ve karşıdevrimin ağırlığı altında boyun eğmiş olan işçi hareketinin sınırlarını göstermekteydi. 1936’nın “kazanımları” 7 Mayıs’ta havacılık sanayiinden bağlayan ve sonrasında kendiliğinden fabrika işgalleriyle birlikte mühendislik ve otomobil sanayiindeki grevlerin takip ettiği bir grev dalgası patlak verdi. Bunlar bütün mücadeleciliklerine rağmen işçilerin mücadeleyi kendi sınıf zeminlerinde yürütme konusunda ne kadar kuvvetsiz olduklarının işaretlerini taşımaktaydı. Hareketin ilk günlerinde sol, işçilerin mücadeleciliğinin ulusal çıkarlar doğrultusunda raydan çıkarılmasını bir “işçi zaferi” gibi

süslemeyi başardı. Bunun Fransa’da ilk kez fabrika işgallerinin gerçekleştiği bir durum olduğu bir gerçektir. Ama aynı zamanda işçilerin Enternasyonal ile birlikte Marseillaise’i söylediği ya da kızıl bayrak ile birlikte (Fransız ulusal bayrağı olan) üç renkli bayrak taşıdığı da ilk örnektir. KP’nin kontrol aygıtı ve sendikalar durumun hakimi olmayı ve işçileri fabrikalar içinde tutup uyuştururken, diğer yandan sınıfın kaderi tepeden, Matignon anlaşmalarını doğuracak olan uzlaşma görüşmelerinde belirlenmişti. Ortada gerçekten de bir birlik söz konusuydu fakat bu işçi sınıfının kendi birliği değil, işçi sınıfı üzerindeki burjuva kontrol aygıtının birliğiydi. Anlaşma bir kez imzalandığında işe geri dönüleceğini anlamayı reddedenlere Humanite (KP’nin gazetesi) “bir grevin nasıl durdurulacağını bilmek gerek… Hatta bir tavizin bile nasıl kabul edileceğini de bilmek gerek. Sonuçta Radikal (demokrat burjuvalar) dostlarımızı korkutmamalıyız” demekteydi (Murice Thorez’in 1936 Haziran’ında ki konuşması). Vichy rejiminin “Fransa’nın ahlaksal çöküşünden” sorumlu olanları yargılamak için gerçekleştirdiği Riom davalarında Leon Blum’un kendisi fabrika işgallerinin nasıl da ulusal hareketin bir parçası olduğunu açıklamaktadır. “İşçiler orada muhafız, gözetmen ve bir anlamda ortak-sahipler olarak bulunuyordu. Ve sizi ilgilendiren noktadan bakıldığında ulusal egemenliğin ortak ve eşsiz savunusunu hazırlayan ve güvence altına almaya yönelmiş haklar ve görevler etrafında bir araya gelmiş topluluk hiç belirgin değil miydi? İşçiler için anavatanda ortak bir mülkiyet azar azar ancak bu şekilde yaratılabilirdi. Bu onlara anavatan savunusunu öğretmenin tek yoluydu”. Sol en sonunda istediğini elde etmişti. İşçilerin direngenliğini milliyetçiliğin, ulusal çıkarların kısır zeminine çekmişti. “Burjuvazi sınıf mücadelesinin kaçınılmaz patlayışına yön verebilmek için Halk Cephesi taktiğine başvurmak zorundaydı. Bu özellikle de Halk Cephesi kapitalist gücün değil de işçi sınıfının gücü olarak gözükerek proletaryayı savaşa yöneltebildiği ölçüde burjuvazi için gerekli bir taktikti” (Bilan no:32 Haziran-Temmuz 1936).


Sol işçi sınıfını nasıl savaşa sürükledi

Her hangi bir işçi direnişine cevap verebilmek için Stalinistler “kısa erimli eylemler ile provoke olmaya hazır olanlara” (M. Thorez, 8 Haziran 1936) karşı sopaya başvurmaktan çekinmediler. Ve Halk Cephesi hükümeti Clichy’de olduğu gibi işçileri vurması için polise başvurdu. İşçilerin son inatçı azınlığını döverek ya da öldürerek burjuvazi bütün Fransız proletaryasını vatan savunması batağına çekmiş oldu. Temelde Halk Cephesi programında burjuvaziyi endişelendirecek hiçbir şey yoktu. 16 Mayıs’ta Radikal Parti’nin başkanı Daladier buna dair güvence vermekteydi. “Halk Cephesi programının hiçbir maddesi, vatandaşların meşru çıkarlarını sıkıntıya sokacak, yatırımcıları endişelendirecek ya da Fransız emekçilerinin sağlıklı güçlerine zarar verecek hiçbir şey içermemektedir. Ona karşı tutkulu bir muhalefet gösterenlerin onu okumaya bile tenezzül etmediklerine şüphem yok” (L’Oeuvre, 16 Mayıs 1936). Ne var ki anti-faşist ideolojisin kafalara sokmak ve kapitalist devlet ile anavatanın tamamen güvenilir koruyucusu rolünü sürdürmek için solun birkaç kırıntı atması gerekiyordu. Matignone uzlaşması ve 1936’nın sözde kazanımları iktidardaki solun, işçilerin savaş zamanında bile Halk Cephesine ve burjuva devletinin savunusuna yönelik güvenini kazanmak için, “büyük bir işçi zaferi” olarak sunmasını sağladı. 7 Haziran 1936’da imzalana ve CGT tarafından “sefalete karşı zafer” olarak kutlanan bugün bile bir “sosyal reform” modeli olarak sunulan bu ünlü Matignone antlaşmaları, Halk Cephesi programını savunmak için işçilerin önüne getirilen sopaya bağlı bir havuçtan başka bir şey değildi. Peki bu antlaşma gerçekte ne önermekteydi? İşçi sınıfına verilen “taviz” görünümü altındaki, ücret artışları, 40 saatlik haftalık çalışma süresi ve ücretli tatiller gibi uygulamalarla burjuvazi her şey bir yana üretimin “tarafsız ve adil” bir devlet liderliğinde örgütlenmesini güvence altına aldı. CGT lideri Leon Jouhaux şöyle diyordu; “ülkenin iki dev örgütlü ekonomik gücü arasında yeni bir doğrudan ilişki dönemi, yeni bir çağ başlamıştır. Kararlar tamamen bağımsız bir şekilde genel çıkarların temsilcisi işlevine karşılık gelecek şekilde Devletin ve hükümetin

79

hakemliğinde alınmıştır” (8 Haziran 1936’daki radyo konuşması). Hedef özellikle silah sanayiinde on kata varan saatlik üretim artışlarını sağlayacak yeni emek örgütlenmesi biçimlerini getirebilmek için, işçilerin inanılmaz derece artan bant hızlarını kabul etmesini sağlamaktı. Bu da fabrikada saniye ölçer saatin diktatörlüğü, bant üretim hattının, Taylorizmin genelleşmesi anlamına geliyordu. Halk Cephesinin ve 40 saatlik işin Nazilerin 1940’ta Fransız ordusuna uğrattığı bozgun karşısında suçlu gösterilmesi için yapılan 1942’de ki Riom duruşmaları sırasında, 1936 yasalarının gizlediği gerçeği üzerlerindeki “toplumsal” perdeyi çekerek sergileyen Leon Blum’un kendisi olmuştur. Blum şöyle demiştir: “Saatlik üretimin ardında ne mi bulunmaktadır? Bu üretim yöntemi işçinin hareketlerinin makineninkiler ile iyi koordine edilmesine ve uyumlulaştırılmasına dayanmaktadır. Aynı zamanda işçinin ahlaksal ve fiziksel durumu ile de son derece ilişkilidir.“ Amerika da koca bir düşünce okulu, Taylor okulu ve de Badeau mühendisleri bulunmaktadır ki amaçları, fabrika bant hattını incelerseniz sizin de görebileceğiniz gibi, makinenin saatlik üretimini maksimize edecek maddi örgütlenme yöntemlerinin derinlemesine bir inceleme ve geliştirilmesidir. Aynı zamanda Gilbert okulu da bulunmaktadır ki bu da bu üretkenliğe ulaşmak için işçiyi hazırlayabilecek fiziksel koşullara yönelik veri üzerinde çalışmaktadır. Bütün bu süreçte esas nokta işçinin yorgunluk ve çöküntüsünü sınırlamaktır. Bütün toplumsal yasalarımızın işçinin bu fiziksel ve moral durumunu geliştirmekten başka ne için yaptığımızı sanıyorsunuz. Bütün bu daha kısa iş günleri, daha fazla boş zaman ve ücretli tatiller, işçinin makineden daha fazla çekebileceği saatlik üretimi maksimize etmek niyetiyle uygulanmıştır”. İşte Halk Cephesi’nin “toplumsal” uygulamalarının savaş patlak vermeden önce ulusun hızla silahlanması için gereken yeni üretim yöntemlerini proletaryayı uydurmak ve kafalamak için kullanılmasının nedeni de budur. Şunu da eklemek gerekiyor ki bahsi geçen dönemde savaşa doğru giden birçok gelişmiş ülkede işgücüne aynı

üretim hızı artışlarını dayatabilmek için ücretli izin verilmiştir. Haziran 1936’da Fransa’da ki hareketin etkisiyle Belçika liman işçileri grevi patlak vermişti. Grevi önce durdurmaya çalışan sendikalar başarısız olunca Fransa’da Halk Cephesinin uyguladığına benzer talepler etrafında hareketi yeniden şekillendirmiştir. Bu talepler ücret artışları 40 saatlik iş haftası, bir haftalık ücretli izindir. 15 Haziran’a gelindiğinde hareket Borinage’ye doğru ve Liege ve Limburg bölgelerinde genişlemiştir. Bu noktadan sonra ülke çapında 350.000 işçi grevdedir. Hareketin esas sonuçlarından biri toplumsal danışma-uzlaşma sistemini patronların ve sendikaların üzerinde uzlaşacağı bir Belçika endüstrisinin rekabet kapasitesini yükseltecek bir milli plan oluşturan bir ulusal emek konferansı kurulması olmuştur. Grevler bir kez sona erdirildiğinde ve saatlik üretimde istikrarlı bir artış sağlandığında, geriye sadece Halk Cephesinin verdiği ödünleri geri alması kalmıştı. Ücret artışları birkaç aya kalmadan enflasyon tarafından yendi (1936 ile 1938 arasında gıda fiyatları %54 artmıştı), bir yıl içerisinde Blum’un kendisi bile 40 saatlik çalışma haftasını sorgulamaya başladı ve Dalaider’in Radikal hükümeti 1938’de bütün ekonomik makineyi savaş hazırlıkları için hızlandırdığında bu uygulama da tamamen unutuldu. Bu noktadan sonra ilk 250 saatlik fazla mesai için ek ödemeler kaldırıldı, parça başı işi yasaklayan iş sözleşmeleri iptal edildi ve vatan savunması için zorunlu fazla mesai yapmayı reddedenler cezalandırıldı. “Vatan savunması için çalışan fabrikalarda haftalık 40 saatlik çalışma yasasına istisnalar her zaman sağladık. Diğer konularda da 1938’de bizzat ben işçi örgütlerinin doğrudan ya da dolaylı olarak vatan savunması için çalışan fabrikalarda 45 saatlik işi kabul etmelerini sağladım” (Riom davasında Blum’un savunması). Son olarak Blum hükümetinin ve sendikaların da desteğiyle patronlar ücretli izinlerini geri aldılar. Noel ve Yeni Yıl tatilleri ücretli izin zamanından sayıldılar ve bunu bütün resmi tatillerin iptali izledi. Bütün bunlar üst üste eklendiğinde 80 saatlik ek iş etmekteydi ve bu da tam olarak Halk Cephesinin verdiği iki haftalık ücretli izne denk gelmekteydi.


80

Sendika delegelerinin ve iş sözleşmelerinin tanınmasına gelince, bu da işçiler üzerindeki sendika kıskacının fabrikalara genişletilmesinden başka bir anlama gelmiyordu. Bu maksatla sosyalist ve sendika lideri olan Leon Jouhaux, şu açıklamayı yapmıştı; “işçi örgütleri, sendikalar toplumsal barış istiyor. İlkin Halk Cephesi hükümetini gücendirmemek için ikinci olarak da silahlanmayı engellememek için”. Burjuvazi savaşa hazırlanırken, devlet de bu kanlı sona bütün enerjisiyle yöneltebilmek için bütün toplumun kontrol etmek zorundadır. Ve fabrikalarda devletin işçilere polislik yapmasına imkan veren sendikalardır. Eğer ortada bir zafer söz konusu olmuşsa bu da krizlere karşı kendi tek “çözümünü” yani emperyalist savaşı hazırlayan sermayenin meşum zaferidir. Savaşa hazırlanmak “Barış, ekmek ve özgürlük” sloganıyla, anti-faşizmi ve pasifizmiyle Halk Cephesi başından itibaren, Fransız burjuvazisinin emperyalist çıkarlarının savunusunu demokratik illüzyonlar ile birlikte servis etmişti. Bu çerçevede sol, dünya çapındaki savaş hazırlıklarını “sınırlarımızdaki faşist tehdidi” göstermek için örneğin İtalya’nın Etiyopya’ya karşı saldırganlığı üzerine düzenlediği kampanyalarla becerikli bir biçimde kullanmıştır. SFIO ve KP’nin İspanya İç Savaşı karşısında benimsedikleri rollerde bu daha da belirginleşmiştir. SFIO pasifizm adına İspanya’ya müdahaleyi reddederken, KP “anti-faşist mücadele” adına müdahalenin gerekliliğinden dem vurmuştur. Eğer Fransız sermayesi Halk Cephesine karşı bir şey için borçluysa bu da onun savaş hazırlıklarıdır. Sol ilkin grevdeki çok sayıda işçiyi burjuvazinin en gerici kesimi üzerinde baskı uygulamak üzere kullanmış, bu yolla kriz karşısında ulusal sermayeyi koruyacak gerekli önlemleri dayatmış üstüne üstlük bunları da işçi sınıfının zaferi gibi sunmuştur. İkinci olarak Halk Cephesi, Blum’un Riom duruşmalarında da açıkladığı gibi savaş sanayiinin millileştirilmesi

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

yoluyla yeni bir silahlanma programı başlatmıştır. “Büyük bir mali proje önermiştim. Bunun amacı da ulusun bütün güçlerini silahlanmaya yöneltmek ve böylece de bu büyük silahlanma çabasını ekonomik ve endüstriyel yeniden yapılanmanın bir koşulu yapmaktı. Bu savaş ekonomisini kararlı bir şekilde liberal ekonominin yerine koydu”. Gerçekten de sol savaşın geldiğinin farkındaydı. Fransa-Rusya ittifakını kuran ve Fransız burjuvazisinin Münih eğilimlerine karşı çıkan soldu. Solun krize “çözümleri”, Nazi Almanya’sının, Yeni Bölüşüm Amerika’sının ya da Stalinist Rusya’nın kilerden hiç farklı değildi. Bu çözüm silah endüstrisinin yani ekonominin üretken olmayan sektörünün geliştirilmesiydi. Bilan’ın da işaret ettiği gibi, “bu büyük grevlerin havacılık sanayiinden başta olmak üzere mühendislik endüstrisinde patlak vermiş olması rastlantı değildir. Bu sektörler bütün ülkelerde izlenen silahlanma politikası sayesinde tam hızla çalışmaktadır. Gerçek işçiler tarafından da hissedilmiş ve onları üretim bandının canavarca ritmini düşürecek hareketi başlatmaya itmiştir.” Son olarak ve her şeyden önemlisi Halk Cephesi işçi sınıfını mümkün olan en kötü zemine, sınıfın kaçınılmaz olarak yenileceği alana, milliyetçiliğe çekmiştir. Solun anti-faşizm yoluyla geliştirdiği yurtsever histeri sayesinde proletarya burjuvazinin bir fraksiyonuna karşı diğerini, faşiste karşı demokratik olanını ve bir devlet karşı diğerini, Almanya’ya karşı Fransa’yı savunmaya zorlanmıştır. French KP’si, “ülkenin askeri ve teknik güçlerini kat ve kat arttıracak olan temel reformları gerçekleştirmek için halkın genel silahlanmasını pratiğe dökme zamanı gelmiştir. Bu Cumhuriyet’e inanan subaylar tarafından iyi eğitilmiş ve iyi yönetilen, işçi ve köylü ordusu, halk ordusudur” şeklinde buyurmuştur. Bu “ideal” adına “komünistler” “Fransa’nın büyük kahramanı” Joan de Arc’ın adını yüceltmiş, sadece birkaç yıl önce aşırı sağcıların “Fransa Fransızlarındır” sloganı KP tarafından bir Fransız cephesi çağrısında kullanılmıştır.

Faşizm tarafından tehdit edilen demokratik özgürlükleri koruma adı altında proletarya önce Fransız sermayesinin sağlığı için gerekli tavizlere zorlanmış ardından da İkinci Dünya Savaşında canını vermesi istenmiştir. Halk Cephesi sol kanat muhalifleri arasından bu infazcı rolünde kendisine etkin müttefiker de bulmuştur. Maurice Pivert’in Sosyalist İşçi Köylü Partisi, Troçkistler ve anarşistler bunlar arasındadır. Bunların hepsi sınıfın en mücadeleci unsurları arasında simsarlık yapmış ve yaptıkları tek radikal şey yaydıkları kafa karışıklığının radikalliği olmasına rağmen sürekli “en radikal” görüntüsü altında hareket etmişlerdir. “Seine Sosyalist Gençliği” ya da Craipeau ve Roux gibi Troçkistler girişçilik yapmaya çalışmışlar ve antifaşist milislerin kurulmasını ilk öne atanlar olmuşlardır. Pivert’in partisi ise Münih “kalabalığı”nı ilk en sert eleştirenlerden olmuştur. Bütün bu gruplar anti-faşistler ile birlikte İspanyol Cumhuriyetini savunmuş ve ardından da Direniş’in parçası olarak emperyalistler arasındaki kan banyosunda kendi rollerini oynamışlardır. Hepsi kendi payına ulusal sermayeyi savunmuş ve anavatanın iyiliğini istemişlerdir! İspanya Temmuz 1936: proletarya mezbahaya yollanıyor Halk Cephesi’nin (Frente Popular) kurulması ve Şubat 1936’da seçimleri kazanması sayesinde, burjuvazi işçi sınıfına “demokratik devrim” zehrini içirebilmiş ve işçileri “demokratik” burjuva devletinin savunmasına bağlayabilmiş oldu. Aslında seçimlerin hemen ardından yeni bir grev dalgası patlak verdiğinde, “grevler patronların ve sağın işine geliyor” mazeretleriyle sol ve anarşistler tarafından durdurulup sabote edildi. Bu durum 19 Temmuz 1936’da ki askeri Pronunciamento’da (darbe) trajik ve somut ifadesini bulacaktı. İşçiler darbeye hemen greve giderek, hükümetin sakinleşme yönündeki telkinlerine karşı koyup kışlaları işgal edip askerleri silahsızlandırarak tepki verdiler. Hükümetin çağrılarına sadık kalınan ( dönemin sloganı, “hükümet emrediyor Halk Cephesi itaat ediyor”du) her yerde ordu kontrolü eline aldı ve bunu kanlı bir baskı takip etti.


Sol işçi sınıfını nasıl savaşa sürükledi

“Emperyalist cephede silahlı mücadele, proletaryanın mezarıdır” (Bilan no:34) Ne var ki, Cumhuriyetçi kapitalist devletin varsayılan ortadan kalkışı ve bir ikili iktidar yanılsaması yaratan örgütlerin, sözde “işçi hükümetlerinin” hatta “Anti-Faşist Milis Merkezi Komitesi” ya da “Merkezi Ekonomi Konseyi” gibi daha sol kanat örgütlerin arkasına saklanan burjuvazinin sözde yokluğunda “İspanyol Devrimi”nin gerçekleştiği yanılsaması güçlendi. Bu pek kolay kazanılan “devrimci dönüşüm” adına burjuvazi, tek hedefi Franko’yu dize getirmek olan bir ulusal birliği işçilerden talep etti ve sonunda aldı. Ne var ki, “Alternatifler Azana ile Franko değil, burjuvazi ile proletaryadır. İster Azana ister Franko kazansın, gerçek kaybeden bunların zaferinin bedelini ödeyecek olan proletarya olacaktır” (Bilan no33, Temmuz-Ağustos 1936). Halk Cephesinin Cumhuriyetçi hükümeti CNT ve POUM’unda yardımıyla hızla işçilerin Franko’nun darbesine tepkisini anti-faşist mücadeleye yöneltti ve burjuvazinin bütün güçlerine karşı verilen toplumsal, politik ve ekonomik kavgayı sadece siperlerde Franko’ya karşı verilen bir savaşa dönüştürme manevrasında etkili olabildi. Bu esnada işçilerin sadece kendi sınıf alanlarından çok uzakta olan “iç savaş”ın askeri cephelerinde birbirlerini öldürmeleri için silahlanmalarına izin verildi. “İşçilerin silahlanmasının politik bir bakış açısından doğuştan bir özelliği olduğunu ve bir kez gerçek anlamda silahlandıklarında işçilerin hain liderlerinden kurtulup mücadelelerini daha yüksek bir düzeye çıkarabileceğini umabiliriz. Fakat aslında hiçbir şey gerçeklikten bu kadar uzak değildir. İşçiler bir burjuva fraksiyonunun liderliği ve zaferi için mücadele etmek uğruna Halk Cephesi tarafından burjuvaziye eklemlendikleri içindir ki, işçilerin sınıf tavırlarına doğru evrimleşmesinin olanağı bile engellenmiş durumdadır” ( Bilan, no 33, Temmuz-Ağustos 1936). Dahası bu savaşın hiçte “iç”sel bir yanı yoktu. Savaş hızla demokrasilerin ve Rusya’nın Cumhuriyetçilerin safına İtalya ve Almanya’nın da Falanjistlerin safına geçmesiyle emperyalist arası bir savaşa, 2. Dünya Savaşının bir provasına dönüştü. “Franko’nun birliklerini dağıtabilecek ve sağ tarafından terörize edilen köylülere

81

yeniden güven verebilecek tek güç olan sınıf cephesi, diğer kapitalist cepheler tarafından bölünüp parçalandı. İspanya’da emperyalist kıyıma yönelik ulusal birlik bölgeye karşı bölge, kente karşı kent ve genel anlamda demokratik devlete karşı devlet bloğunun konmasıyla sağlandı. Dünya savaşı henüz başlamış olsa bile İspanyol ve dünya proletaryasının faşizm ve antifaşizmin emperyalist bayrakları altında karşılıklı kıyımı için sahne hazırlanmış durumda” (Bilan, no 34, Ağustos-Eylül 1936). “Toplumsal devrim” yanılsaması İspanya’da ki savaş bir başka miti daha geliştirdi. “Demokrasi” ve “faşizm” arasındaki savaşı proletaryanın kapitalizme karşı savaşına ikame ederek, Halk Cephesi devrimin bizzat içeriğini bozdu. Buna göre artık devrimin temel hedefi politik iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi yoluyla burjuva devletinin yıkımı değil sözde sosyalleştirme önlemleri ve işçilerin fabrikalardaki öz-yönetimiydi. Bu miti, Cumhuriyetçi, anti-faşist ve Stalinist İspanya’da sosyalist ilkelerin uygulanmasının Ekim devrimi Rusya’sında mümkün olandan çok daha ileri bir aşamaya geçtiğini söylemeye varacak kadar uç noktalara taşıyarak abartanlar özellikle anarşistler ve kendilerini konseycilik ile tanımlayan kimi eğilimler oldular. Bu sorunu burada daha derinlemesine tartışmadan şunu belirtmek gerekiyor ki, bu önlemler, gerçekte olduklarından da daha radikal olsaydı bile bu İspanya’daki olayların temel olarak karşıdevrimci doğasında hiçbir değişiklik yaratmazdı. Hem burjuvazi hem proletarya için, devrimin merkezi önemi kapitalist devletin korunması ya da yıkılması noktasında düğümlenmektedir. Kapitalizm mükemmel bir biçimde geçici bir süreç için öz-yönetim ve toprağın toplumsallaştırılması (kolektiflerin kurulması) gibi uygulamalara uyum sağlayabilir. Aynı şekilde zamanı geldiğinde proletaryanın enerjisini devrimde söz konusu olan temel hedeften (kapitalist iktidar ve devletin yıkımı) saptırmak için bu hayali kazanımları bir mistifikasyon aracı olarak kullanabilir. Bu sözde toplumsal uygulamaların devrimin tepe noktası olarak gösterilmesi, proletaryayı devlete karşı mücadelesinden döndürüp burjuvazinin hizmetine yönlendirme

çabasını gizleyen lafta radikalizmden başka bir şey değildir. İspanyol örneğinde, sınıf alanından koparılan proletarya sadece cephede katledilmek için POUMcu ya da anarşist anti-faşist milis saflarına yazdırılmakla kalmamış aynı zamanda savaş üretimi ve antifaşist savaş ekonomisi adına artan ölçüde vahşileşen sömürüye ve daha da fazla fedakarlık yapmaya zorlanmıştır. Ücretlerin azaltılması, enflasyon, temel maddelerde karne uygulaması, emeğin militarizasyonu ve iş saatlerinin uzatılması hep bunun sonucudur. Ve proletarya umutsuzluk içerisinde Barselona’da Mayıs 1937’de ayağa kalktığında Barselona Generalitat’ı ve anarşistlerin etkin desteğiyle Halk Cephesi şehrin işçi sınıfını açıkça ezmiş, bu esnada da Frankocular sol işçi ayaklanmasını bastırana kadar ateşkes uygulamıştır. Sosyal Demokratlardan solculara ve hatta sağın belli kesimlerine kadar herkes, solun Fransa ve İspanya’da (daha az şatafatlı bir şekilde de Belçika ve İsveç’te) 1936’da hükümete gelişinin işçi sınıfının büyük bir zaferi olduğu ve onun 1930’lar boyunca gösterdiği militanlığın göstergesi olduğu konusunda görüş birliği içerisindedirler. Bu ideolojik manipülasyonlara karşı bugünün devrimcileri tıpkı öncülleri Bilan gibi yüksek ve net bir sesle Halk Cephelerinin ve onların sözde “toplumsal devrimlerinin” yalan da başka bir şey olmadığını haykırmalıdırlar. O dönemde solun iktidara gelişi, dünya proletaryasının yenilgisinin derinliğini göstermiş ve kitlesel olarak emekçileri anti-faşist ideolojinin bayrağı altına toplayıp özünde Fransa ve İspanya işçi sınıfını bütün burjuvazinin hazırlandığı emperyalist savaşa çekmenin bir aracı olmuştur. “Ve her şey bir yana benim bu kitleleri ve işçi sınıfının bu elit kesimini yeniden anavatan sevgisi ve görev ruhuna geri kazanma çabamın büyük bir başarı ve hizmet olduğunu düşünüyorum.” (Riom duruşmalarında Blum’un açıklaması) İşçi sınıfı için 1936, emekçilerin en kötü yenilgilerinin zafer gibi sunulduğu, karşı devrimin en karanlık dönemlerinden birinin tarihidir. Burjuvazi kendisine neredeyse hiç karşı çıkılmadan hala 1917’de başlamış olan devrimci dalganın yenilgisinden dolayı sersemlemiş vaziyetteki proletaryaya kriz karşısındaki kendi “çözümünü” dayatabildi: savaş.


82

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Parti ve onun sınıf ile ilişkisi üzerine 1. Komünist parti ve onun sınıf ile ilişkisi sorunu, devrimcilerin örgütlenmesine dair temel metinler çerçevesi içerisinde incelenmelidir 41. 2. Komünist örgüt sınıfın bir parçasıdır. Sınıfın kendi hareketi içerisinde sınıfın tarihsel mücadelesini, bu mücadelenin nihai zaferi olan toplumsal ilişkilerin radikal dönüşümüne, insan topluluğunun birliğini gerçekleştirecek toplumun temeline doğru yöneltmek amacıyla geliştirilen bir yapıdır. 3. Ne Yapmalı’da Lenin tarafından savunulan, “sınıfın hizmetindeki parti” (yani sınıftan daha baştan kopuk bir parti) fikrine ve çeşitli Bordigistler tarafından göklere çıkarılan sınıfı kuran parti şeklindeki aptal “Leninizm” karikatürüne karşı, bizler Lüksemburg gibi, partinin kuruluşunun sınıfın mücadele yoluyla bilinçlenmesi sürecinin bir ifadesi olduğunu ve bu anlamda sınıfın kendi ürünü olduğunu kabul ediyoruz. Dolayısıyla parti, sınıf tarafından ulaşılan bilinç düzeyinin bir göstergesidir. Bu formülasyon, 1970’lerde, “sınıf partidir” diyen Invariance adlı dergide en tam biçimine ulaşan tepe taklak olmuş Bordigizm türlerinin geliştirdiği kavramsallaştırma ile hiçbir ortak nokta taşımaz. Böylesi bir basitleştirme bütünün, bütünün birliğinin ve onun gerçek hareketinin yerini alır. Bunlar arasında var olan farklılıkları ve hepsinin içsel bir parçası olduğu birlik içerisindeki diyalektik bağları görmezden gelerek birbirleriyle özdeş hale getirir. 4. Bu “özdeşleştirmeci” kavrayış bu birlik içerisinden doğan değişik unsurların oynadığı rolleri kavramaya muktedir değildir. Bu yaklaşım, herhangi bir hareket görmez çünkü dinamik değil, statiktir. Temel olarak tarih dışıdır. Bu yaklaşım yozlaşan konseyciliğin son dönemlerdeki çırakları olan modernistlerin idealist anlayışlarının aynısıdır. Bunlar siyah ile beyaz, iyi ile kötü arasındaki şu eski karşıtlığa saplanmışlardır ve bunlara 41

Geniş kapsamlı ve ayrıntılı olmamakla birlikte, şu metinleri önerebiliriz: EKA platformunun 16. maddesi, Sol komünist grupların 2. Enternasyonal Kongresi’ne, EKA’nın yaptığı katkı ve EKA’nın “Communist Organization and Class Consciousness” (Komünist Örgüt ve Sınıf Bilinci) adlı broşürü.

göre sınıf içerisindeki her politik örgüt tanımı gereği mutlak kötülüktür. 5. Pannekoek’in etkisi altındaki Hollanda Solu konseyciliğinin esas hatası, sınıf içerisinde doğan akım ve gruplara salt eğitsel ve pedagojik bir görev biçmeleridir. Dolayısıyla konseycilik, bu grupların proletaryanın militan ve içsel bir parçası olarak oynadıkları politik rolleri görmezden gelir. Bu grupların, sınıf içerisindeki görevleri komünist bir programda kristalleşen tutarlı pozisyonları geliştirmek ve savunmaktır ki ancak bu program doğrultusunda örgütlü bir şekilde hareket ederler. Komünist programın savunusu yerine onlara sadece eğiticilik görevi vererek, Pannekoek’in konseyci örgütü sınıfın “danışmanı” haline gelir ve böylelikle Lenin’deki sınıfın hizmetindeki örgüt perspektifiyle bütünleşir. İki yaklaşım da partinin sınıfın bir parçası ve sınıf tarafından üretilen onun etkin bir unsuru olduğu fikrini yadsıma noktasına gelirler. 6. Politik toplum, kendisini sınıflara bölerek kendisini kaybetmiş insanlığın bütünleşmiş toplumsal dünyasıdır. İnsanlık bu kendisini kaybetmişlik halini, proletaryanın kişiliğinde ve onun mücadelesinde acı içerisinde aşmaya çalışmaktadır. Bu anlamda proletaryanın mücadelesi (bir sınıfın mücadelesi olması ölçüsünde) hala politik bir nitelik taşımak zorunda kalmaktadır. Aslında proletaryanın mücadelesi kelimenin tam anlamıyla temel olarak toplumsal bir mücadeledir. Onun zaferi işçi sınıfı da dâhil bütün sınıfların ortadan kalkması ve dünya çapında gerçekleşecek olan bir insan topluluğu içerisinde erimeleri anlamına gelecektir. Ne var ki bu toplumsal çözüm, kaçınılmaz olarak işçi sınıfının kendisini gerekli araçlarla donattığı (devrimci örgütler ve politik partiler gibi) bir politik mücadeleye, toplum üzerinde iktidar için verilecek olan bir mücadeleye gereksinim duymaktadır. 7. Sınıf çıkarlarını savunan ve ifade eden politik partilerin oluşturulması işçi sınıfına has bir durum değildir. Bu durum tarihteki bütün sınıflar için geçerlidir. Bu güçlerin yapısı, tanımı ve gelişmişlik düzeyi içinden çıktıkları sınıfı yansıtır. Bunlar en gelişmiş

biçimlerini kapitalist toplumda bulurlar. Çünkü kapitalist toplumda, toplumsal sınıflar en gelişmiş düzeylerine ulaşırlar ve aralarındaki uzlaşmaz çelişkiler en açık biçimleriyle belirirler. Ne var ki, proletaryanın partileriyle diğer sınıfların partileri –özellikle de burjuvazininkilerarasında tartışılmaz biçimde benzer noktalar olsa da, bunlar arasındaki farklar da aynı ölçüde önemlidir.Önceki tarihsel sınıflar gibi burjuvazinin de toplum üzerinde iktidar kurarken taşıdığı amaç sömürüyü yok etmek değil, onu farklı biçimlerde sürdürmek; yani toplumun sınıflara bölünmüşlüğünü ortadan kaldırmak değil, yeni bir sınıflı toplum kurmaktır. Bu anlamda burjuvazi devleti ortadan kaldırmaya değil onu mükemmelleştirmeye çalışır. Burjuvazinin kendisini donattığı politik örgüt türleri, onların eylem biçimleri ve topluma müdahaleleri doğrudan bu hedefler tarafından belirlenir. Burjuva partileri, belirleyici görevleri toplumdaki sınıf ayrımlarını sürdürmeyi güvence altına almak ve bu ayrımları yaymak üzere devlet iktidarını ele geçirip uygulamak olan devlet partileridir. Diğer yandan tarihin son sınıfı olan proletarya için durum tamamen farklıdır. Onun politik iktidarı almadaki hedefi sınıf farklarını yıkmak ve bu farkların ifadesi olan devleti ortadan kaldırmaktır. Bu anlamda proletaryanın partileri, devlet partileri değildir. Onların hedefi, devlet iktidarını almak ve elinde tutmak değil, tam tersine devletin ve sınıfların ortadan kalkmasıdır. 8. Komünist Manifesto’da geçen (ve sadece 1848 öncesi dönemin politik durumu çerçevesinde kavranabilecek olan) bir anlamda talihsiz denebilecek şu ifadenin suiistimal edilerek kullanılmasının karşısında durmalıyız. Bu ifadeye göre “komünistler ayrı bir parti kurmazlar”. Okunduğu gibi anlaşılacak olursa bu ibare, kendisine özellikle Komünist Liga diyen belirli bir örgütün manifestosunda geçmesi olgusuyla bariz bir çelişki içerisindeymiş gibi görünür. Bu durum manifestoyu yazan iki kişinin, Marks ve Engels’in, hayatları boyunca sınıfın genel hareketinin militanları olarak kalmış olması durumu düşünüldüğünde daha da şaşırtıcı bir hale gelir. Çünkü onlar parti militanları ve politik eylem insanlarıydılar.


Parti ve onun sınıf ile ilişkisi üzerine

9. Onlara hayat veren sınıfın genel hareketinin parçası olarak bu politik yapılar yani partiler, sınıf mücadelesinin gelişimi ile birlikte evrim geçirirler. Her yaşayan organizma gibi proletaryanın bu politik partilerinin de, doruk noktaları ve anlık geri çekilişleriyle, sınıfın genel hareketinin tarihine çözülmez bir biçimde bağlı olan bir tarihi vardır. Partinin tarihi, sınıfın hareketinin içerisinden geçtiği farklı dönemlerin, sınıf tarafından ortaya konan sorunların, bu sorunların farkına varmak için her an gösterdiği çabanın çerçevesine yerleştirilmeden incelenemez ya da kavranamaz. Çünkü bir anlamda partinin tarihi, sınıfın bu sorunları kavrama, onlara uygun bir şekilde cevap verme, deneyimlerden dersler çıkarma ve bunları gelecek mücadeleler için sıçrama tahtası olarak kullanma çabasının tarihidir. Politik partiler bir yandan sınıfın gelişiminde esas bir etken olurken, tam da bu yüzden aynı zamanda tarihinin herhangi bir anında sınıfın gerçek durumunun da bir ifadesi olurlar. 10. İşçi sınıfı, tarihi boyunca, proleter partileri gerçek işlevlerinden saptırmak için yozlaştırıp çarpıtmaya çalışan burjuva ideolojisinin ağırlığına maruz kalmıştır. Bu eğilime karşıt olarak, komünist tavırları netleştirmek ve geliştirmek, onları daha açık hale getirmek amacıyla komünist fraksiyonlar doğmuştur. Özellikle Üçüncü Enternasyonal içerisinden çıkan komünist solun durumu buna önemli bir örnektir. Parti sorunu üzerine herhangi bir çözümleme, bütün enternasyonal komünist solun deneyimleri ve kazanımlarının sindirilmesini kaçınılmaz bir biçimde gerekli kılar. Sınıf mücadelesinde içinde bulunan dönemin gelişme ya da yenilgi, geri çekiliş olmasına göre devrimcilerin örgütünün niteliksel değişim geçirdiğine işaret etme becerisini gösterebilen ise özellikle Komünist Solun İtalyan Fraksiyonu olmuştur. İtalyan Fraksiyonu devrimci örgütün bu iki dönemde de hangi biçimi aldığını göstermiştir. Birinci durumda, sınıf mücadelesinde doğrudan ve anında bir etki sahibi olabilen bir örgüt yani parti biçimini alır. İkinci durumda ise sayısal olarak sınırlı olup, sınıfın o anki hayatında çok daha zayıf etkisi olan bir örgüt biçimindedir. İtalyan solu bu

83

ikinci örgüt tipine, onun farklılığına işaret eden “fraksiyon” adını verdi. Buna göre fraksiyon sınıf mücadelesinin geliştiği iki dönem, partinin varlığının iki anı arasında bir bağ oluşturacak, geçmişteki ve gelecekti parti arasında organik bir köprü görevi görecekti. Herhangi bir tarihsel durumda -örneğin 1930’larda- partinin ve enternasyonal’in inşa edilebileceği fikri, devrimci eğilimlerin daha da dağılması ve parçalanması ile sonuçlanmıştır. İtalyan Fraksiyonu ise Troçki gibi bu fikri takip edenlerin kavrayışsızlığına karşı mücadele vermiştir. İtalyan fraksiyonu, kelime oyunları ve boş soyutlamalar yoluyla “programın değişmezliği” ve “tarihsel” parti ile “formal” parti gibi safsatalar çıkaran Bordiga’nın 42 karmaşık teorilerini de reddetmişti. Bu farklı sapmalar karşısında İtalyan Fraksiyonu, kendi tezinin doğruluğunu onu sağlam bir zemine oturtarak göstermiştir. Bu zemin, yüz yıllık işçi hareketi tarihinin deneyimidir. 11. Fantazinin ötesine geçip gerçek tarihe baktığımız zaman sınıf partisinin varlığının, doğum, gelişme ve ölüm şeklinde bir döngüsellikte hareket ettiğini görürüz. Bu ölüm içsel yozlaşma, düşman kampına geçme gibi biçimler alabileceği gibi koşullar yeniden belirmesini olanaklı kılana kadar, uzun veya kısa bir zaman aralığı için, yalnızca ortadan kalkma gibi bir biçim de alabilir. Bu hem Babeuf ile başlayan Marks öncesi dönem için, hem bu dönemi takiben Marks ve Engels’in hayatını ve eylemlerini kapsayan dönemde yeniden beliren devrimci örgütler için, hem de onların ölümünden günümüze kadar gelen dönem için geçerlidir. Komünist Liga (1847-52) sadece 5 yıl, 1. Enternasyonal (1864-73) 9 yıl, İkinci Enternasyonal (1864-73) 25 yıl, Komünist Enternasyonal ise (kabaca sayarsak 1919-27) 8 yıl yaşamıştır. Açık ki, burada bir devamlılık söz konusudur; bunlar aynı sınıfın örgütleriydi. Nasıl güneşin etrafında dönen gezegenlerin her birinin kendi hareket hızları ve belirme anları varsa ve buna rağmen güneş sistemi sabit bir bütün olarak 42

Bordiga’nın, özellikle 1945’ten sonra, geliştirdiği sapkın analiz, ne İtalyan Komünist Partisi’nin oluşturulmasında ve ne de Komünist Enternasyonal’in yozlaşmasına karşı solun mücadelesinde oynadığı hayati rolün üstüne gölge düşürmemelidir. Ancak bu katkının önemini onaylamak, bu sapkın analize katılmayı ya da onu komünist tavrın alfa ve omegası olarak görmeyi mazur göstermez.

gözüküyorsa, bu örgütler de sınıfın birliği içinde birbirini izleyen anlardı. Kısacası parti söz konusu olduğunda sabitlikten veya dinamik olmayan bir istikrardan bahsedilemez.Bu anlamda Bordigist “tarihsel” parti ve “formel” parti -sözde- teorisi özünde mistiktir. Bu teoriye göre gerçek parti (tıpkı program gibi) sabitlenmiş ve değişmezdir, statiktir. Fakat bu parti kendisini gerçeklikte sadece “formel” partide ifade eder. Peki o zaman “formel” parti ortadan kalktığında “tarihsel” partiye ne olur? Görünmez ve eylemsiz bir konuma geçer ama hala bir yerlerde var olur çünkü o ölümsüzdür. Bu yaklaşım, birinin sonsuz güzellikte diğerinin ise bu ölümlü kafeste olduğunu varsayıp, özü maddeden, ruhu bedenden ayıran idealist, dinsel felsefenin tema ve problemlerine geri dönüşü ifade etmektedir. 12. Kendiliğindenciliğe veya istisnai bir zekâya dayanan herhangi bir aydınlanmacı ya da iradeci teori, ne partinin ortaya çıkışı ve varoluşu olgusunu ne de onun kendi farklı anları arasında birbirini takip ediş düzenini açıklayabilir. Sadece, (kendisi de kapitalist sistemin evrimi ve çelişkileri tarafından koşullanan) gerçek sınıf mücadelesini hesaba katan bir yaklaşım, partiyi bu sınıf hareketinin içerisinde ele alarak parti sorununa geçerli bir cevap verebilir. 13. Aynı yaklaşım, tarihin farklı aşamalarında partinin işlevlerinin değişkenliğine bakarken de kullanılmalıdır. Tıpkı antik felsefenin birçok farklı disiplini içinde geliştirmesi gibi parti de, tarihinin ilk aşamalarında sınıf içerisinde bir dizi görevin taşıyıcısı olmuştur. Parti; - sınıfın teorik hazırlığında yaşamsal bir görev üstlenmiş, - sınıfın mücadelesinde potansiyel olarak var olan nihai hedefleri daha net kılmış, - sınıfın acil ekonomik ve politik çıkarlarının savunusunda ön cephede bulunarak sınıf içerisinde aktif bir organ olmuş, - yayınları, konferansları, gece kursları ve işçi okullarıyla bir eğitici gibi işlev görmüş ve bu işlevi ile sınıf içerisinde müdahalelerini çeşitlendirerek eğitici çabayı her düzeyde sürdürmüş,


84

- sınıfın içerisinde devrimci fikir ve propagandanın yayılması işini yürütmüş, - coşkulu ve yorulmak bilmez bir çabayla, işçilerin düşüncelerine sürekli nüfuz eden ve sınıf bilincinin gelişimini engelleyen burjuva ideolojisinin önyargılarıyla savaşmış, - sınıfın eylem, yürüyüş, miting gibi eylemlerini örgütleyerek ve çoğaltarak bir ajitatör görevi üstlenmiş, - çeşitli işçi örgütlerini yaratarak ve destekleyerek bir örgütçü gibi hareket etmiş (bunlar kültürel örgütler ve maddi koşulların acil savunusu için olanlar, karşılıklı yardımlaşma örgütleri, üretici kooperatifleri, grev fonları, finansal dayanışma örgütleri ve her şeyin ötesinde sınıfın acil ekonomik çıkarlarının korunması için kalıcı örgüler olan sendikalardır), - parlamentolardaki işçi temsilcilerinin varlığı yoluyla, işçilerin acil veya doğrudan çıkarına olan politik reformların (evrensel oy hakkı, seçime katılma hakkı gibi) mücadelesini yürütmüştür.

Proletaryanın yaşamında dört büyük adım: 1848, 1870, 1914, 1917 14. Son 165 yılda kapitalizm içinde dört büyük dönüşüm gerçekleşmiştir: - 1848: burjuvazi tarafından anti-feodal devrimler döngüsünün tamamlanışı; - 1870: Fransa-Prusya savaşı ile birlikte kapitalizmin büyük ekonomik ve politik birimlerinin (yani ulus devletlerin) kurulmasının tamamlanışı ve bütün dünya çapında kapitalist yayılmanın uzun çağının başlangıcı (yani sömürgeciliğin); - 1914: emperyalist çağın doruk noktası. Sistemin çelişkilerinin kızışması ve Birinci Dünya Savaşı ile birlikte sistemin çöküş dönemine girmesi; 1917: toplumun dönüşmesi gerekliliğini ortaya koyan, sistemdeki ilk gedik. 15. Peki proletarya bu dört can alıcı olaya nasıl tepki verdi?

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

1848: Burjuvazinin arkasında proletaryanın dev gölgesi belirerek, Temmuz’da Paris proletaryasının ayaklanmasını gerçekleştirdi. Komünist Lig’in birkaç ay önceki kuruluşu bu olayın çoktan müjdecisi olmuştu. Modern proletaryanın ilk gerçek partisi olan bu örgüt, komplocu toplulukların romantizminden koparak, kapitalizmin kendi aşılamaz çelişkilerinin sonucu olan kaçınılmaz çöküşünü duyuran ve gösteren tutarlı bir program (Komünist Manifesto) ortaya koymayı başardı. Bu program, devrim yoluyla proletaryanın, insanlığın uzlaşmaz sınıflara bölündüğü uzun çağlara ve insanın insan tarafından sömürüsüne son verebileceğini ortaya koydu. Komünist Lig, her tür devrimci lafazanlığa ve iradeciliğe karşı çıkarak, 1852’nin, koşullar sosyalist devrim için yeterince olgunlaşmamışken, işçi sınıfının ilk ayaklanması karşısında kapitalizmin zaferi olduğunu kavradı. Ve bu yenilgi koşullarında Lig, aktif merkezileşmiş politik bir örgüt olarak kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkmak zorundaydı. - 1870: Fakat Ligin militanları boşlukta yok olup gitmediler. Koşulların yeni bir işçi mücadelesi dalgası için olgunlaşmasını beklerken, teorik olgunlaşma ve sınıfın deneyimlerinden ders çıkarma çabasını yürüttüler. 1848’in büyük toplumsal sarsıntılarından sonra burjuvazi de kendi payına gelişimi ve yayılması yolunda büyük adımlar attı. Bir 15 yıl sonra ise sayısal olarak çok daha fazla, birçok ülkeye yayılmış, daha olgun ve henüz devrim için olmasa da (çünkü belirli nesnel koşullar hala oluşmuş durumda değildi) acil ekonomik çıkarları için güçlü mücadelelere girmeye kararlı bir proletaryayı kendisi yaratmış oldu. İşte tam da bu koşullar da, 1864’te Fransa ve İngiltere’den işçilerin inisiyatifi ile Birinci Enternasyonal kurulmuş oldu. Bu örgüt endüstrileşmiş ülkelerden ve Amerika’dan Rusya’ya endüstrileşme yolundaki ülkelerden on binlerce işçiyi bir araya getirdi. Eskiden Komünist Lig’de bulunan militanlar, doğal olarak kendilerini Enternasyonal İşçi Birliği saflarında buldular ve başta Marks olmak üzere, önemli sorumluluklar üstlendiler. Bir yıldan diğerine ve bütün dünya çapında Enternasyonal, her yerde gittikçe daha mücadeleci olan işçilerin

savaş çığlığına dönüştü. Öyle bir noktaya gelindi ki Enternasyonal Avrupa’daki bütün hükümetler için kaygı verici büyük bir mesele haline geldi. Proletaryanın özgün ifadesi olan Marksist akım sınıfın bu genel örgütü içerisinde, hala birinci kuşaktan proleterler ve yarı-proleterleşmiş zanaatçılar arasında önemli bir etkisi bulunan küçük burjuva ideolojisini temsil eden Bakunin’in anarşist akımı ile karşı karşıya geldi. Fransa-Prusya savaşı, Fransa’daki İkinci İmparatorluğun sefil yenilgisi ve düşüşü, Cumhuriyetçi burjuvazinin cinayetleri, Bismark’ın kuşattığı Paris proletaryasını içerisine düştüğü sefalet ve açlık, hükümetin provokasyonu… Bütün bunlar, Paris işçilerini, burjuvazinin hükümetinden kurtulmak ve Komünü kurmak hedefiyle başlatılan erken doğan bir silahlı mücadeleye itti. Komünün yenilgisi kaçınılmazdı. Ne var ki, Komün, parlak bir biçimde işçi sınıfının mücadeleciliğini, sermayeye ve onun devletine saldırmak doğrultusundaki öfkeli kararlılığını göstermiş oldu ve aynı zamanda dünya proletaryasının gelecek kuşakları için paha biçilemez dersler bıraktı. Fakat Komün’ün kocaman bir kan gölüne boğularak yenilmesi, doğrudan ve geri dönüşsüz bir biçimde Enternasyonal’in ortadan kalkması ile sonuçlandı. - 1914: Sermayenin kanlı zaferi, Komün’ün katli ve takiben Enternasyonal’in ortadan kalkması, uzun yılar boyunca ağırlığını hissettirdi ve bütün bir proleter nesilde iz bıraktı. Fakat bir kez yaraları iyileşmeye başladığında, proletarya yavaş yavaş kendisine güvenini ve kapitalizme karşı mücadele etme gücünü kazandı. Yavaş bir biçimde, sınıfın örgütleri olan emek fonları, sendikalar ve politik partiler yeniden kuruldu. Bunlardan sonuncular, önce ulusal sonra da enternasyonal bir ölçekte kendilerini merkezileştirme yönelimi içerisine girerek, 1889’da (yani Komün’den 18 yıl sonra), 1. Enternasyonal’in aksine tamamen politik bir örgüt olan İkinci Enternasyonal’in oluşmasını sağladılar. Fakat bu esnada kapitalizm de dünya çapında gelişmişliğinin zirvesindeydi. Sınırsız gibi görünen bir pazardan azami oranda kâr çekmekteydi. Bu dönem sömürgeciliğin, üretici güçlerin gelişmesinin ve mutlak artı değer yerine nispi artı değerin altın çağıydı.


Parti ve onun sınıf ile ilişkisi

Bu dönemde proletaryanın ücretlerin arttırılması, iş saatlerinin düşürülmesi ve politik reformlar için verdiği mücadele genelde sonuç vermişti. Bu durum sanki sonsuza kadar sürecekmiş gibi görünmekteydi. Bu da işçi hareketi içerisindeki bazı eğilimlerde kapitalizmin bir dizi reform yoluyla barışçıl bir şekilde aşamalı olarak sosyalizme dönüşebileceği yanılsamasını yarattı. Reformizm diye bilinen bu yanılsama, sınıf bilincinin altını oyarak ve proletaryanın devrimci görevini belirsizleştirerek, işçilerin ve onların politik ve de ekonomik örgütlerinin (özellikle de ekonomik örgütlerinin) zihninde derinden yer etmiş bir hastalıktır. Reformizmin zaferi son noktada işçi sınıfının yenilgisi anlamına gelmişti. Bu, proletaryayı kendi milliyetçi ve vatansever değerlerine kazanan burjuvazinin zaferiydi. Proletaryanın parti ve sendika örgütleri umutsuzca yozlaştılar ve kesin olarak sermayenin cephesine geçtiler. - 1917: Kendi örgütlerinin burjuvazinin safına geçmesiyle ihanete uğrayan, uyutulan, uyuşturulan, burjuvazinin direktifleriyle aşırı dozlarda milliyetçilik ve vatanseverlik ile semirtilen proletarya savaşa yöneltildi; top sesleriyle sağır edildi ve her taraftan cesetlerle sarıldı. Proletaryanın uyanması ve gerçekten ne olduğunu fark etmesi için dünya emperyalist savaşının üç kıyamet gibi yılı geçmesi gerekti. 1917 birkaç yıl sürecek olan devrimci dalganın ilk patlaması oldu. Bu patlama esnasında proletarya, yeni hedefleriyle uyumlu yeni sınıf örgütleri inşa etmeye yöneldi; bu örgütler kapitalizmin çöküş dönemine hiç uygun olmayan sendikalar değil işçi konseyleri oldular. İşçi sınıfı kesin biçimde düşman safına geçen sosyal demokrasiyi yeniden canlandırmayı değil, zamanın gereğini olan dünya proleter devrimine katkı sunma görevini yerine getirebilmeye muktedir olan dünya komünist partisini (Üçüncü Enternasyonal) inşa etmeye yöneldi. Yeni parti, yeni Komünist Enternasyonal, yıllardır reformist ideolojiyle mücadele etmekte olan, Sosyal Demokrasi’nin ihanetini ortaya döken, savaşa ve ulusal savunma ideolojisine karşı savaşmış olan, kısaca Marksizme ve proleter devrimine sadık kalmış olan 2. Enternasyonalin sol kanat

85

fraksiyon ve şekillendi.

azınlıkları

etrafında

Karşı devrim sınavı 16. Proleter devriminin bahsettiğimiz ilk dalgasının yenilgisinin bir nedeni devrim için en uygun koşul olmayan savaş döneminin içinde doğmuş olması, diğer bir nedeni de proletaryanın bilincinin yeterince olgunlaşmamış olmasıydı. Diğer her şey bir yana, bu nedenlerin kendisi bile yeni Enternasyonal’de neden Sosyal Demokrasiden şu ilkelerin arta kalmış olmasını açıklar: - Partinin devrimde ki rolü ve parti ile sınıf arasındaki ilişki sorunundaki yanlış cevapların, - Proletarya diktatörlüğü ile parti diktatörlüğünün birbirinin aynısı gibi anlaşılması, - ‘proleter’ ya ‘sosyalist’ ilan edilen geçiş dönemi devleti konusunda ortaya çıkan çok tehlikeli kafa karışıklığı. Bu hatalarla, “işçi devleti” adı takılan Sovyet devletinin hayatta kalması ve Sol Muhalefetin bu devletin yozlaşmasını analiz etmekteki yetersizliği (devletin hala proleter niteliğini koruduğu ve ‘Ekim’in kazanımları’ ile korunduğu fikri bunda etkilidir) birbirleriyle ve hepsinin üstüne proletaryanın diğer ülkelerde devrimi takiben aldığı yenilgiler ile etkileşerek, dünya burjuvazisi lehine bir güç dengesi oluşmasını sağladı. Sınıfın tarihsel yenilgisine yol açtılar. Bütün bu unsurlar Bolşevik partisinin ve Üçüncü Enternasyonal içerisindeki diğer partilerin çözülmesine, yozlaşmasına, ölmesine ve nihai olarak burjuvazinin saflarına geçmesine neden oldular. Proletaryanın yaşadığı yenilginin derinliği, ondan hemen önce gelen devrimci dalganın yüksekliğiyle orantılı oldu. Ne 1929’da patlak veren büyük krizde, ne 1939-45 arasında gerçekleşen İkinci Dünya Savaşı’nda ne de savaş sonrası yeniden yapılanma sürecinde herhangi bir ciddi proleter kalkışması gerçekleşti. İşçilerin mücadeleciliğinin doğrudan karşı devrim ile sınanmadığı birkaç ülkede de, hedefi bir sonraki dünya savaşı için zemin hazırlamak olan solun politik güçleri tarafından, bu mücadelecilik kolayca sınıf alanından

uzaklaştırıldı. Fransa’daki 1936 genel grevinde ve aynı yıl İspanya’da gerçekleşen, gelecek dünya savaşının genel provasına, yani faşizm ile antifaşizm arasında bir ‘iç savaş’a dönüştürülen işçi ayaklanmasında söz konusu olan tam da buydu. Rusya, Romanya, Polonya, Almanya, Avusturya, İtalya, Portekiz gibi ülkelerde ve Balkanlar’da ise proletarya en gaddar baskıya maruz kaldı. Milyonlar hapse veya toplama kamplarına atıldı. Sınıf partisinin yeniden ortaya çıkması için gerekli olan hiçbir koşul mevcut değildi. Sadece 1936’yı Fransa’da ve İspanya’da proleter devrimin başlangıcı olarak gören ve Rusya’daki devlet kapitalizmini “Ekim’in kazanımları” ile karıştıran Troçki gibilerinin iradeciliği ve gerçeklikten tam olarak kopmuş oluşu, onları ve takipçilerini devrimci olduğu varsayılan partiler ve enternasyonal kurma macerasına itebilirdi. Ve bütün bunlar da Troçki örneğinde, kendi akımı, çoktan feshedilmiş İkinci Enternasyonal’in “sosyalist” partilerine yeniden misafir olduktan sonra gerçekleşti. Bu dönem, devrimci güçlerin belirginleştiği, sınıf partisinin oluşmasına ve birleşmeye doğru meyleden bir hareketin olduğu değil, aksine kategorik olarak bir geri çekilişin söz konusu olduğu bir dönemdi. Devrimci gruplar ve unsurlar için söz konusu olan dağılma ve bölünmeydi. Britanya komünist solu çoktan çözülmüştü. Rus komünist solu, Stalin’in zindanlarında fiziksel olarak yok edilmişti. Alman komünist solu tamamen tasfiye olmuştu. Hayatta kalabilen devrimci gruplar ise yalıtılmış, kendi içlerine dönmüş ve yıllar geçtikçe çökmekteydi. İspanya’da 1936’da gerçekleşen savaş, bu kalan grupların anti-faşizme yakalananları ile sınıf alanına sıkıca tutunanları arasında sert bir ayrışmaya yol açtı. Sınıf çizgisini geçmeyenler, Enternasyonal Komünist Sol’un Fraksiyonları, teorik gelişim çabalarını sürdürerek, en başta Komünist Enternasyonal’in politik tavırlarına en sert eleştiriyi, 1917’den beri işçi hareketinin gerçek deneyiminden gelen korkusuz ve üretken bir eleştiriyi, yönelttiler.


86

Fakat Enternasyonal Komünist Sol’un kendisi de olaylar tarafından sarsıldı. Bunun ilk ifadesi 1936’da İspanya’daki anti-faşist cumhuriyetçiler safında savaşa katılmaya karar veren bir azınlığın ayrışması oldu. Ardından, dünya savaşının başında, savaş zamanlarında “proletaryanın toplumsal olarak ortadan kalktığını” ve dolayısıyla Fraksiyonlar’ın örgütlülüğünü ve etkinliğini sürdürmenin imkânsızlığını savunan bir azınlık ayrıldı. Üçüncü ve son kriz ise 1945’te Enternasyonal Komünist Sol’un dağılmasına ve İtalya’da kurulan -ve belirsiz bir platformu olan- bir partiye bireyler olarak katılma kararına karşı çıkan Fransız Fransiyonu’nun ayrılmasıyla (GCF) gerçekleşti. Bu partiye dair bilinen tek şey, 1920’lerde İtalyan Komünist Solu’nun en bilinen iki figürü olan O. Damen ve Bordiga etrafında kurulmuş olduğuydu. Böylelikle Komünist Sol’un İtalyan Fraksiyonu üzücü bir biçimde son buldu. Partinin doğası ve işlevine dair yüzyılın tarihinden çıkan temel dersler 17. İşçi hareketi tarihinin bu hızlı gözden geçirilmesi bize şunları öğretmektedir: a) Bir bütün olarak sınıf ile bu bütünün belirli bir organizması olan parti arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır. Sınıfın parti olmadan var olduğu dönemler olabilir ama parti asla sınıf olmadan var olamaz. b) Sınıf kendisi için vazgeçilmez bir örgütlülük olan partiyi sınıf bilincinin olgunlaşması sürecinde kendi içerisinden çıkarır ve sınıf ancak böylelikle nihai zaferine ulaşabilecek konuma gelir. Proletaryanın nihai galibiyeti, kendisi için yaşamsal olan organları geliştirmediği bir durumda imkânsız olacaktır. Bu organlardan ilki sınıfın genel birleştirici organları yani bütün işçileri bir araya getiren örgütler, diğeri ise proleter mücadelesinin nihai hedefini (komünizm) ve buna ulaşma yollarını ortaya koyan ilkelerden oluşan bir program etrafında oluşturulmuş sınıfın kendi politik örgütü yani partidir. c) Bütün işçilere açık olan genel örgütler ile politik örgüt yani partinin evrimi arasında özsel bir farklılık

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

bulunmaktadır. Kapitalizmin yükseliş aşamasında, sınıfın acil ekonomik çıkarlarını savunma hedefini taşıyan genel örgütler, önemli yapısal dönüşümler geçirmiş olsalar da sürekli bir varoluşa sahiptiler. Bu politik örgüt olan parti için geçerli değildi; çünkü o, kesintili bir biçimde, sadece büyüyen sınıf kavgası döneminde var olmuştu. Bu gözlem, partinin varlığının sınıf mücadelesine sıkı sıkıya bağlı olduğu gerçeğinin altını çizmektedir. Yükselen mücadele dönemleri söz konusu olduğunda, partinin oluşması ve etkinlik göstermesi için koşullar mevcut bulunmaktaydı. Mücadelenin düştüğü dönemlerde ise, bu gerekli koşulların ortadan kalkması ile birlikte, parti ortadan kalkmaya yönelmiştir. İlkinde yükseliş eğilimleri, ikincisinde ise geri çekiliş eğilimleri belirleyiciydi. d) Bu noktada, işlerin kapitalizmin çöküş döneminde farklı yürüdüğüne işaret etmeliyiz. Bu dönemde işçi sınıfının yaşam koşullarının olduğu düzeyde sürdürülmesi ve iyileştirilmesi söz konusu olmadığından, bu işlevi yürütecek kalıcı örgütler de var olamaz. Sendikacılık tam da bu yüzden bütün proleter niteliğini yitirmiştir. Mevcut sendikalar bu koşulda varlıklarını ve kalıcılıklarını, ancak hedefi her tür sınıf mücadelesinin ifadesini soğurmak, kontrol altına almak ve raydan çıkarmak olan devlete eklemlenerek sürdürebilirler. Bu dönemde, sadece, genel asambleler tarafından idare edilen ve kitle grevine dönüşme eğilimi gösteren kendiliğinden (wildcat) grevlerin açık bir proleter niteliği vardır. Bundan dolayıdır ki, bu asambleler, başta sürekli örgütler olarak var olamazlar. Sınıfın genel örgütü, ancak proletaryanın acil çıkarları bir devrim olanağı ile iç içe geçtiğinde, yani işçi konseylerinin kurulduğu devrimci bir durumda, süreklilik taşıyan bir karaktere bürünebilir. Devrim anı, kapitalizmin tarihinde, işçi konseylerinin sınıfın gerçek birliğini somutlaştırdığı, gerçekten genel örgütler olarak süreklilik taşıdığı tek andır. Bu durum, işçi konseylerinin varlığı tarafından belirlenen doruk noktasından önce de mükemmel bir biçimde oluşabilecek olan politik parti için geçerli değildir. Bunun nedeni partinin, nihai an tarafından değil sadece yükselen sınıf mücadelesi dönemi tarafından belirleniyor oluşudur.

e) Sınıf mücadelesinin tarihsel evrimiyle birlikte partinin de bazı fonksiyonları değişmiştir. Birkaç örnek vermek gerekirse: - Sınıf mücadelesi evrim geçirdikçe, işçiler deneyim biriktirip daha yüksek bir kültürel seviyeye ulaştıkça, parti de aşamalı olarak genel eğitici rolünü yitirmiştir. - Bu, partinin sınıf içerisindeki örgütleyici rolü için daha da geçerlidir. 1864’te Enternasyonal İşçi Birliği’ni kurma sürecinde inisiyatif alabilen Britanya proletaryasının ona nasıl örgütleneceğini öğretecek bir hocaya gereksinimi olmamıştır. “Halka gitmek” ya da işçi sınıfının içerisine onu örgütlemek için girmek türü bir anlayış, 19. yüzyıl sonu Rusya’sı gibi geri bir ülkede bir şeyler ifade etmiş olabilir ancak, Britanya, Fransa gibi endüstrileşmiş ülkeler için hiçbir anlam ifade etmemiştir. 1. Enternasyonalin 1864’teki kuruluşu, herhangi bir partinin işi değildir. Esas olarak, böylesi parti var olmamış veya Britanya’daki Çartizm, Fransa’daki Blanquizm gibi var olduğu ender durumlarda da tam olarak çürüme içindeydiler. Birinci Enternasyonal, daha çok tutarlı teorik ve politik bir program çerçevesinde katı bir biçimde bir araya gelmiş ve seçilmiş genel bir örgüttü. Birinci Enternasyonal bu hali aldığı için, içerisindeki farklı akımların (Marksistler, işçiciler, Proudhoncular, anarşistler ve hatta başlangıçta Mazzinicilerinki gibi garabet eğilimler) bir arada var olması ve birbiri ile karşı karşıya gelmesi mümkün olmuştur. Enternasyonal fikirlerin ve akımların elendiği çetin bir sınav olmuştur ama partinin kendisi zaten bir elemenin ürünüdür. Enternasyonal içerisindeki akımların enformel kalmış olmasının nedeni budur. Komünist Liga’nın dağılmasından sonra ve 1. Enternasyonal’in varolduğu süre içerisinde ismine layık tek bir politik parti doğmuştur. Bu da, W. Liebknecht ve Bebel liderliğinde 1868’de şekillenen Marksist eğilimin ürünü olan Eisenach sosyal demokrat partisidir. Guesde ve Lafargue’nun liderliğindeki ve Marks’ın politik platformunu yazarak doğrudan katıldığı Parti Ouvrier’in oluşumu ise ancak Fransız seçimlerinin gerçekleştiği 1878’de olmuştur.


Parti ve onun sınıf ile ilişkisi

Sendikalardan ayrı organlar olarak politik partileri oluşturma ihtiyacı ve olanağı, kapitalizmin gelişiminin ve sınıf mücadelesinin güçlendiği 1880’e kadar oluşmamıştır. 1880’lerde ise, neredeyse bütün endüstrileşmiş ya da endüstrileşmekte olan ülkelerde, 1889’da İkinci Enternasyonal’in kurulması için inisiyatifi eline alan Alman sosyal demokrasisinin uyanışını takiben partilerin oluşması yönünde gerçek bir süreç başlamıştı. İkinci Enternasyonal, 16 yıl önce 1. Enternasyonal’in çözülmesinden beri işçi hareketi içerisinde sürmekte olan politik elemenin ve Marksist akımın dünya ölçeğinde birleşmesinin bir ürünüydü. 2. Enternasyonal 40 yıl önce Marks ve Engels tarafından Komünist Manifesto’da geliştirilen “bilimsel sosyalizm”in savunucusu olduğunu ilan etti. Bundan böyle Birinci Enternasyonal’in yaptığı gibi, kendisine çeşitli ülkelerdeki işçi sınıfının yaşam koşullarını incelemek için örgütlenmek ve bir ekonomik talepler listesi geliştirmek görevini biçmeyecekti. Bu tarz etkinlikler, sendikalara bırakılacaktı. Diğer yandan, 2. Enternasyonal, evrensel oy hakkı, toplantı ve basın özgürlüğü, seçim kampanyalarına katılma, politik reformlar için mücadele etme, burjuvazinin sömürgeci politikalarına, dış politikalarına, militarizme karşı direnme gibi acil politik talepler için mücadele etme hedefini benimsedi. Bir yandan da teorik derinleşme, hareketin nihai hedefi olan sosyalist devrimi savunma çabası sürdürülecekti. Engels, Komünist Manifesto’ya 1880’ler de yazdığı bir önsözde, 1. Enternasyonal’in doğduğu tarihsel dönemdeki bütün hedeflerini yerine getirdiğini söylerken tamamen haklıydı. Ne var ki, sınıfın politik hareketinin, farklı ülkelerde partilerin oluşmasının, işçi sınıfı için “enternasyonal örgütlenme ihtiyacını gereksiz kıldığı” sonucunu çıkarırken ise kesinlikle yanılıyordu. İkinci Enternasyonal bütün yetersizliklerine, hatalarına ve en sonunda onu ele geçirip proleter niteliğini yitirmesine neden olacak-en çok desteği sendikalarda bulanreformist nüfuza rağmen, sınıf içerisinde açık bir biçimde olumlu bir iş çıkarmıştır. Örneğin, İkinci Enternasyonal, sol kanatlar ile

87

Bernsteincı revizyonizm ve Kautskyci merkezciliğin politik tavırlarının karşı karşıya geldiği bir arena olmuştur. Sadece teorik hesaplaşma ve netleşmeye hizmet etmiş eşsiz bir alan olarak bile, sınıf için hala bir kazanım getirmiş olma niteliğini sürdürmektedir. Devrimci sol, mücadeleyi 2. Enternasyonal içerisinde öğrenmiş ve yaşamıştır. Bugün, modernizmin türlü ahlakçıları, İkinci Enternasyonal’in işçi hareketine yaptığı katkıları görmezden gelmeye götüren tamamen olumsuz bir (tarihe dair herhangi bir şey öne sürebildiklerini var sayarsak) tarihsel bilanço çıkararak kendilerini eğlendirdikleri zaman, özünde gösterdikleri tek şey, gelişme içerisindeki tarihsel harekete dair cehaletleridir. Bunlar sahip oldukları azıcık birikimi de işçi sınıfının yaşayan tarihine borçlu olduklarını kavrayamazlar! Yeni doğmuş bir bebeği ilk banyosundan sonra dışarı çıkarmaya benzer bu durum. Modernistler, pek orijinal buldukları kendi fikir ve “buluş”larının işçi hareketinin kırıştırıp atılmış çöplerinden, çoktan geçmiş olan ütopyacı evreden geldiğini görmezler. Ebeveynleri onları istememiş olsa da, piçlerin de birer anası babası vardır. Modernistler gibi Bordigistler de, güçlü ve zayıf anlarıyla hareket ve evrim içerisinde bir sınıf olan işçi sınıfının yaşayan tarihini görmezden gelirler. Onu incelemek ve anlamak yerine, mutlak İyi ve Kötü içerisinde mumyalanmış, sonsuza dek hareketsiz kalacak olan ölü tanrıları tercih ederler. 18. İkinci Enternasyonal’in rezil ihaneti ve ölümünden sonra ve üç yıllık emperyalist kıyımın ardından proletaryanın yeniden uyanışı, sınıf partisinin yeniden kuruluşunu olanaklı kılan bir dönemin kapılarını açtı. Bu toplumsal mücadeleler dönemine, zapt edilemez denilen kalelerin düşüşü, Rusya, Avusturya-Macaristan ve Almanya gibi güçlü imparatorlukların, monarşilerin ve askeri aygıtların çöküşü eşlik etti. Bu durum, sadece işçi hareketinin evrimindeki bir anı değil, aynı zamanda tarihteki niteliksel bir sıçramayı da göstermektedir çünkü doğrudan işçi sınıfı tarafından politik iktidarın alınması sorununu, devrim sorununu dayatmıştır. Tarihte ilk kez işçi sınıfı ve onun yeni kurulmuş komünist partileri, her biri birer ölüm kalım meselesi olan can alıcı sorunlara yanıt bulmak zorunda kalmıştır. Ve bazı

durumlarda bu sorunlar üzerine ya hiçbir fikirleri yoktu ya da açıkça anakronik veya hatalı fikirleri vardı. Sadece uzaktan bile olsa bir devrim görmemiş olan kocaman bir kendini beğenmişlik büyüsü altındaki ufak cüceler, altmış yıl sonra bakıp da, kapitalist dünyanın zirvelerine saldırmış ve kararlılıkla devrim yoluna bağlı kalmış olan bu devlerin hatalarına ve kararsızlıklarına, küçümseyici ve kendini beğenmiş bir parmak doğrultabilirler. Evet, işçi sınıfı onun partileri ve özellikle de Komünist Enternasyonal, devrim yolunda karanlıkta el yordamıyla ilerlemiş, uydurma çözümler geliştirmeye çalışmış ve ölümcül hatalar yapmıştır. Fakat onlar, aynı zamanda bize, devrimin dayattığı sorunlara karşı daha anlamlı çözümler üretmek, onların yaptıkları hataları aşmak, düştükleri tuzakları görebilmek ve karşılaştıkları zorlukları kavrayabilmek için zengin bir deneyim ve paha biçilemez kazanımlar bırakmışlardır. Onlar ile kendimiz arasındaki zamansal uzaklıktan, kısmen bile olsa bu sorunları aşmaya çalışmak için faydalanmalıyız. Bu noktada unutulmaması gereken şey bir sonraki devrimin, kendisiyle birlikte tamamen öngörülemeyecek olan yeni sorunlar getireceği olgusudur. 19. Parti ve onun bu dönemdeki ve devrim anındaki işlevi sorununda geri dönersek, partinin ne olduğunu belirleyebilmek için öncelikle onun ne olmadığına dair bir cevabın çerçevesini oluşturabiliriz. a) Parti, sınıf bilincinin eşsiz ve tek taşıyıcısı ya da temsilcisi olduğunu iddia edemez. Onun kaderi böyle bir tekel kurmak değildir. Sınıf bilinci bir bütün olarak sınıfa içkindir. Parti, bu bilinçliliğin en ileri organından başka bir şey değildir. Bu, partinin şaşmaz ve yanılmaz olduğu ya da kimi zaman sınıfın diğer kesimleri veya fraksiyonları tarafından erişilen bilincin gerisine düşmeyeceği anlamına gelmez. İşçi sınıfı homojen değildir; fakat homojen olmaya eğilimlidir. Aynı durum, kendisini homojenleştirmeye ve genelleştirmeye eğilimli olan sınıf bilinci için de geçerlidir. Bu sürecin hızlanmasına bilinçli olarak katkı sunmak da partinin görevidir (ve bu partinin esas işlevlerinden biridir).


88

b) Bu anlamda partinin görevi; sınıfı yönlendirmek, sınıf mücadelesini mayalamaktır. Parti, sınıfın yerine kendi başına karar alan bir lider değildir. c) Bundan dolayıdır ki, sınıf içerisinde ve onun birleştirici örgütleri olan işçi konseylerinde, çok çeşitli grupların (bunların kendilerine parti deyip dememeleri bir şeyi değiştirmez) doğması olasılığını kabul etmeliyiz. Komünist parti sadece böyle grupları yasaklamak ya da onlar üzerinde baskı kurmaktan kesinlikle kaçınmakla kalmamalı, aynı zamanda böyle girişimler ile enerjik bir biçimde savaşmalıdır da. d) Tıpkı bir bütün olarak sınıfın içerisinde çeşitli, az çok tutarlı devrimci eğilimleri içerebilmesi gibi, parti de programı çerçevesinde olmak kaydıyla oluşabilecek farklılaşma ve eğilimleri tanıyacaktır. Komünist parti, kategorik olarak monolitik (yekpare) parti anlayışını reddedecektir. e) Parti, hiçbir şekilde mücadelenin ortaya koyduğu sorunlara detaylı bir şekilde cevap veren hazır bir reçeteyle ortaya çıkamaz. O, sınıfın, teknik, idari ya da yasamacı bir organı değildir. Politik bir organdır ve öyle de kalmalıdır. Bu ilke, hem devrim hem de devrim sonrası mücadeleler için geçerlidir. Şurasının altı özellikle çizilmeli ki, partinin rolü ayaklanmanın “genelkurmayı” olmak değildir. f) Örgüt içerisindeki disiplin ve partinin eylemi içerisinde üyelerinden beklediği disiplin, ancak partinin platformu çerçevesindeki sürekli bir tartışma ve eleştiri özgürlüğü çabası içerisinde bir gerçekçilik taşıyabilir. Belirli tavırlara katılmayan üyelerinden dışarıda bunları sunmasını ve savunmasını talep edemez. Onları ikna olmadıkları halde bu konularda parti sözcüleri gibi davranmaya zorlayamaz. Bu hem üyelerinin tavırlarına ve tutarlılıklarına duyulan bir saygı sorunu hem de bir bütün olarak örgütün genel çıkarlarına dair bir sorundur. Örgütün önemli tavırlarının savunusunu onlara katılmayan yoldaşlara emanet etmek, bu tavırların zayıf bir savunusuyla sonuçlanır. Aynı şekilde, parti üyeleri üzerinde baskı uygulayacak önlemlere de başvuramaz. İlkesel olarak, parti, sınıf içerisinde ya da kendisiyle sınıf

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

arasında, güç ve şiddet kullanımını ya da güç ilişkilerini reddeder. g) Parti, sırf var olduğu için sınıftan partiye “güvenmesini” ya da karar verme gücünü partiye devretmesini istemez. İlkesel olarak, komünist parti, sınıfın sürekli denetimi altında olmayan herhangi bir organa, gruba ya da partiye iktidarı devretmesine karşıdır. Komünist parti, kendisini seçen asamblelere karşı her zaman sorumlu olan, geri çağrılabilir ve seçilmiş delegelerin oluşturduğu gerçek bir pratikten yanadır. Bu anlamda, politik partilerin önerdiği seçim listelerinin kullanıldığı herhangi bir yönteme karşıdır. Çünkü sınıfın doğrudan kontrolü altında olmayan her türlü iktidar kavrayışı, kaçınılmaz olarak ikameci bir pratiğe götürecektir. Parti, bir asamble tarafından belli bir göreve, komiteye hatta bir devlet organına atanmış bir militanından istifa etmesini isteme hakkına sahip olsa da, bu militanı sadece kendi kararıyla başka bir parti üyesiyle yer değiştirmeyi talep edemez. h) Son olarak, burjuva partilerine kıyasla, proleter partisinin devleti idare etmek ya da ele geçirmek gibi bir rolü yoktur. Bu ilke, özünde bir bütün olarak sınıfın geçiş dönemi devleti karşısında bağımsızlığını koruma ihtiyacıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu ilkenin terk edilmesi kaçınılmaz olarak partinin proleter niteliğini kaybetmesine yol açacaktır. i) Yukarıdaki bütün ilkelerden içinde bulunduğumuz dönemde oluşacak olan proleter partisinin bir kitle partisi olamayacağı sonucu çıkmaktadır. Devleti idare etme rolü olmadığından veya mümkün olduğu kadar tutarlı bir program etrafında oluşturulmuş olduğu için sınıfı örgütleme rolü de olmadığından dolayı parti, devrimci döneme kadar ve bu dönem esnasında kaçınılmaz olarak bir azınlık örgütü olacaktır. Bu anlamda, Komünist Enternasyonal’in çoktan geçmiş bir döneme ait olan “kitlesel devrimci parti” anlayışı, o zaman için yanlış olduğu gibi bu günde kategorik olarak reddedilmelidir. 20. EKA, II. Dünya Savaşı sonrası yeniden yapılanma döneminin bitmesiyle geri gelen açık krizlere de bir cevap olan, 1968’de işçi

mücadelelerinin yeniden belirmesiyle kapıları açılan dönemi, sınıf mücadelesinin tarihsel yeniden diriliş dönemi olarak çözümlemektedir. Bu çözümleme çizgisinde, dönemin partinin yeniden oluşturulmasının öncüllerini içerdiğini düşünmektedir. Ne var ki, kendi iradelerinden bağımsız olan koşullarda da olsa, kendi tarihlerini yapanlar insanlardır. Bu anlamda, geleceğin partisi temkinli ve bilinçli bir çabanın ürünü olacaktır. Bu çaba da mevcut devrimci grupların kendilerini şimdiden adaması gereken bir çabadır. Bu çaba, yarının partisinin oluşması için aynı zamanda elzem olan, hem partinin oluşma sürecinin (bütün dönemlerde geçerli olan) genel niteliklerinin hem de tarihsel olarak öncülü olmayan bu döneme has koşulların net bir kavranışını gerekli kılar. 21. Geleceğin partisinin belirişinin ana özelliklerinden biri de geçmişteki durumun tersine, artık partinin doğrudan doğruya dünya çapında gerçekleşecek olmasıdır. Geçmişte bile, sınıfın politik örgütleri, dünya çapında bir mevcudiyet taşımış ya da dünya çapında bir bütünlük kazanmaya eğilimli olmuşlardır. Ne var ki, bu dünya örgütleri, bir bütün olarak sınıf hareketi içerisinde öncü konumu taşıyan belirli ulusal proleter kesimlerin etrafından türeyen ve az çok ulusal düzeyde kurulan oluşumların bir araya gelişinin ürünü olmuştur. 1. Enternasyonal bu nedenle 1864’te temelde Britanya proletaryası etrafında kurulmuştur. Kuruluş kongresi, aynı zamanda 1872’ye kadar Genel Konsey merkezi olan Londra’da yapılmış ve Enternasyonal’in en önemli parçaları uzun bir süre Britanya Sendikaları olmuştur. O dönemde Britanya, kapitalizmin en güçlü olduğu ve en çok yoğunlaştığı yer olarak, açık ara en gelişmiş ülke durumundaydı. Benzer şekilde, İkinci Enternasyonal de temel olarak, Avrupa ve Dünya’daki en eski, en gelişmiş ve en güçlü işçi partisi olan Alman Sosyal Demokrasisi etrafında kurulmuştur. Bu durum da her şeyden önce, 19. yüzyılın ikinci yarısında Alman kapitalizminin büyük gelişiminin bir sonucudur.


Parti ve onun sınıf ile ilişkisi

Son olarak, Bolşevik Partisi, Üçüncü Enternasyonal’in tartışmasız en önemli kutbu oluşunu, (dünya endüstriyelleşme sıralamasında o sırada beşinci olmasına rağmen yine de geri kalmış olan) Rusya’da kapitalizmin ağırlığına olmasa da, belirli koşullardan dolayı, bu ülkedeki proletaryanın, kapitalist devleti deviren ve ilk büyük devrimci dalgada iktidarı alan ilk (ve tek) kesim olarak bulunuşuna borçludur. Bugün ise durum, geçmişte birçok noktada egemen olan durumdan oldukça farklıdır. Bir taraftan, kapitalizmin çöküş dönemi, (geçen yüzyılda Almanya için söz konusu olduğu gibi) işçi hareketi için yeni kutuplar olabilecek dünya proletaryasının yeni büyük kesimlerinin ortaya çıkmasını engellemiştir. Diğer taraftan ise, çöküş içerisindeki kapitalizmde özellikle gelişmiş ülkelerde, sistemin ekonomik, toplumsal ve politik niteliklerinde ciddi anlamda bir denkleştirme gerçekleşmiştir. Kapitalist dünya büyük ulusal ve bloksal farklılıklarına rağmen, tarihte hiç böylesi homojenleşme ve farklı kesimler arasında bağımlılaşma ölçeğine ulaşmamıştır. Diğer şeyler bir yana, bunun temel nedeni, dünya ticaretinin gelişimi ve modern iletişim araçlarıdır. İşçi sınıfı için bunun anlamı, yaşam koşullarının ve bir ölçüde de politik deneyiminin tarihte benzeri görülmemiş ölçüde benzer bir düzeye gelmesidir. Son olarak, devrim doğrultusundaki sınıf mücadelesinin tarihsel gelişiminin mevcut koşulları, (1917’deki durumun aksine savaşın değil ekonomik krizin bütün ülkelerde eşgüdümlü olarak derinleşmesi, burjuvazinin proletaryaya karşı birliğinin önemli ölçüde artmış olması) bu gelişimin geçmiştekinden çok daha büyük ölçekte bir eşgüdüm, birlik ve genelleşme derecesine yöneleceğini göstermektedir. Bütün bu koşullar, geleceğin dünya partisinin, geçmişte olduğu gibi proletaryanın şu ya da bu ulusal kesimi etrafında değil; en net, en tutarlı, en gelişmiş politik ilkeler çevresinde doğrudan dünya ölçeğinde kurulacağını göstermektedir.

89

Özellikle de bu nedenle, geçmişten farklı olarak şu anda, var olan farklı komünist grupların çabalarını, proleter politik tavırların netleştirilmesi ve bu kutbun oluşturulmasına doğru harekete geçirmesi ve birleştirmesi bir ölüm kalım meselesidir. Bu zorunlu hedefler geleceğin partisinin oluşması sürecinde devrimcilerin taşıdığı bilinçli ve kararlı sorumluluğun önemli bir parçasını oluşturmaktadır. 22. Bu perspektif çizgisinde, EKA, mevcut komünist grupların, kendilerini içinde buldukları yalıtılmışlığı aşmak ve dünün nesnel zorunluluklarını bugünün erdemlerine dönüştürme yönündeki eğilime karşı savaşmak gibi acil gereksinimleri olduğunda ısrar etmektedir. Çünkü bu tarz bir eğilim, sadece sekter bir duruşun sonucu olabilir. Hedefimiz şu ya da bu grubun tavrından kaynaklanan cahillikleri ya da polemiklerden kaynaklanan yanlış anlamaları ve kavrayışsızlıkları ortadan kaldırma kararlılığıyla, bu gruplar arasında gerçek bir enternasyonal tartışma yaratmaktır. Bu, politik tavırların gerçek bir karşılaşmasının, bir eleme ve birleşme sürecinin yolunu açmak için tek yol. EKA, bu görevi yerine getirirken karşılaşılabilecek olan dev zorlukları görmezden gelmemektedir. Bu zorluklar, çoğunlukla işçi sınıfının 40 yıl boyunca maruz kaldığı berbat bir karşı devrimin ürünüdür. Bu öyle bir karşı devrimdir ki, Komünist Enternasyonal’den çıkan sol kanat fraksiyonların sonu olmuş ve geçen yüzyılın ortasından beri farklı proleter politik örgütler arasında var olmuş olan organik devamlılığı koparmıştır. Organik devamlılıktaki bu kopuş yüzünden, geleceğin partisi İtalyan Fraksiyonunun öngördüğü gibi, fraksiyonun eski ve yeni parti arasında bir köprü olması sayesinde kurulamayacaktır. Bu durum, komünist örgütlerin bir araya gelmesine götürecek olan bir karşılaşma ve eleme sürecinin taşıyıcılığını yapmayı daha da gerekli kılmaktadır. EKA bu sürece komünist saftaki diğer gruplar ile bağlantılar kurarak katkısını sunmaya girişmiş, proleter gruplar arasında enternasyonal konferanslar yapılmasını önermiş ve buna etkin biçimde katılmıştır. Her şeyden önce,

kendilerini “tarihsel parti” olarak görmeye devam etmelerine rağmen, az çok katılaşmış olan İtalyan Solu’nun enkazı olan grupların sekterce kopması sonucunda bu ilk çabanın başarısız olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Bu “partiler” (ki şu anda bunlardan beş tane mevcuttur) eğer bu tavırlarında ısrar etmeyi sürdürürlerse geri döndürülemez bir taşlaşma sürecine mahkûmdurlar. Kendi payına EKA, bunun başka bir yolu olmadığı konusunda ikna olmuş durumda. Bu yol işçi hareketi tarihinde her zaman kazanmış olan tek yoldur. Bu yol, Marks ve Engels’in, Lenin ve Lüksemburg’un, 1930’lardaki Bilan ve Enternasyonal Komünist Sol’ın yoludur. Bu yol, meyvelerini vermesi beklenebilecek tek yoldur ve EKA, bu yolu tutmakta tamamen kararlıdır.


90

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

Alman Komünist İşçi Partisi’nin Proleter Devrimde Parti’nin Rolü Üzerine Tezleri (1921) Giriş Alman Komünist İşçi Partisi’nin (Kommunistische Arbeiterpartei Deutschlands – KAPD) Parti Üzerine Tezleri temmuz 1921’de yalnızca parti içerisinde değil, partinin 1920 aralığından beri sempatizan bir üyesi olduğu Komünist Enternasyonal’de de tartışılmak üzere yazıldı. Tezlerin yazarlarını bu çalışmayı yapmaya yönelten ikili bir kaygıydı: —Bir yanda KAPD ile Komünist Enternasyonal’in resmi şubesi olan ve Ekim 1919’da sol kanadın partiden atılmasıyla birlikte tipik bir merkezci partiye dönüşmüş olan Alman Komünist Partisi (Kommunistische Partei Deutschlands – KPD) arasındaki sınırı belirlemek amaçlanıyordu. Nisan 1920’de eylemde Ruhr ve Reichswehr’de işçiler ile düzen güçleri arasında silahlı çatışmalar gerçekleşirken kurulan KAPD, lideri Paul Levi’nin ağzından sosyal demokrat hükümete “sadık muhalefet” ettiğini ilan eden KPD’ye karşı devrimci bir doğrultuyu ifade ediyordu. KAPD, İtalya’da daha sonra kurulacak olan Bordiga’nın Komünist Partisi gibi, kapitalizmin yeni girilen çöküş dönemindeki devrimci partinin ilk örneklerindendi. Yani Komünist Enternasyonal’in savunduğu ve örneği Aralık 1920’de bağımsızlarla birleşim üzerine ortaya çıkmış olan Birleşik Alman Komünist Partisi (Vereinigte Kommunistische Partei Deutschlands – VKPD) gibi kitle partilerinin aksine ‘dar’ bir çekirdek parti idi. —Diğer yanda devrim esnasında partinin merkezileşmiş, disiplinli ve program ve faaliyette birleştirici bir unsur olarak vazgeçilmez rolünü Otto Rühle’nin başını çektiği parti-karşıtı ‘konseyci’ eğilimlere ve bu eğilimlerin buluştuğu AAUD-E’ye (Allgemeine Arbeiter Union Deutschlands Einheitsorganisation – Alman Genel

İşçi Birliği - Birleşikörgüt) vurgulamak isteği vardı.

karşı

KAPD’ın tezleri bugün zayıflıklarına rağmen özellikle önemliler. Bu tezler her şeyden önce KAPD’ın ‘çocuksu’ veya ‘parti-karşıtı’ olduğuna dair ‘Bordigist’ eğilimlerin hayatta tutmaya çalıştığı efsanelerin yanlışlığını kanıtlıyor. Anarşizme meyleden Rühle eğiliminin tam aksine, KAPD Komünist Enternasyonal’in yozlaşmasına karşı savaşan uluslararası komünist solun bir parçasıydı. Dolayısıyla bugünün konseyci gruplarının ve unsurlarının da köklerini KAPD’da görmeleri abzürd ve mutlak bir çelişkidir. Zira KAPD tezleri konseyci fikirleri bir açıklığa yer bırakmadan çürütmektedir. a) Proleter devrimin doğası — Alman solunun anarşizan unsurlarına karşı KAPD proletaryanın siyasi iktidarı sorununun her fabrikanın ‘devrim ocağı’ olarak görüldüğü yerelde ortaya atılamayıp, sadece dünya ölçeğinde ortaya atılabileceğini vurguladı. Bu KAPD’a göre devletin yıkılması ve proletaryanın ortak, bütünlüklü ve birleşik olarak uyguladığı şiddet anlamına geliyordu. —Proleter devrimi yalnız fabrikaların yönetimine dair ekonomik bir sorun olarak gören Rühle ve AAUD-E’nin fabrikacılığının aksine, KAPD proleter devrimin hem siyasi (iktidarın ele geçirilmesi) hem de ekonomik bir süreç olarak birleştirici yönünün altını çizdi. b) Partinin rolü ve işlevi Partinin programatik bir gövde (bilinç) ve eylem iradesi olarak tanımına dair KAPD tezleri ile Bordiga’nın söylediklerinin aynı olmasını görmek çarpıcıdır. Benzer bir biçimde, parti ile sınıf aynı şey değildirler, zira parti sınıfın en bilinçli, en öne çıkan

kesimidir. Parti sınıfın hizmetinde değildir çünkü devrimci sınıfın genel çıkarlarını savunduğu için “anlık olarak kitlelere karşı duruyormuş gibi” gözükebilir. Parti sınıfın kuyrukçusu değildir, onu arkadan takip etmez, sınıfın öncü koludur. 1919 yenilgisinden sonra Alman proletaryası içerisinde partinin siyasi rolü üzerine ısrar, özellikle o dönemde yüz binlerce işçiyi birleştiren ‘Birlik’ hareketinde devrimci-sendikalist bir apolitisizm olarak gelişen ‘konseyci’ eğilimlere karşı yapılıyordu. Bu fabrikaya veya belirli bir sanayi kesimine geri çekilme eğilimine karşı KAPD uzlaşmaz siyasi kavganın önemini vurguluyordu. Partiye dair bu görüşün, Pannekoek’in 1930’larda partinin yalnızca bir çalışma gurubu veya araştırma çevresi olarak işleyebileceği görüşüyle de hiçbir alakası yoktu. KAPD için, bugün EKA için olduğu gibi, parti sınıfın militan örgütüdür. Sınıf mücadelesinde faal bir etmen, bir ‘eylem partisi’dir, işlevi proletaryanın tereddüt ve duraksama gibi aşamalardan geçen sınıf bilincini geliştirmektir. Duraksamalara ve tereddütlere karşı mücadele, sürekli bir siyasi kavgadır ki KAPD örneğinde bu mücadele hem partinin hem de sınıfın bütünü içerisinde verilmişti: — parti içerisinde burjuvaziyle uzlaşmaya veya küçük burjuva anarşizmine meyleden merkezci çizgilere karşı böylesi bir mücadele verilmişti. Dolayısıyla KAPD Hamburg’da Wollfheim ve Laufenberg’in etrafında oluşmuş olan ve Sovyet yanlısı Alman milliyetçileriyle birlikte Batı’ya karşı ‘devrimci savaş’ çağrısı yapan ‘ulusalBolşevik’ eğilimi tasfiye etmek zorunda kalmıştı. Aynı zamanda Saksonya’da proletaryanın siyasi parti ihtiyacını reddeden Rühle eğilimi de partiden atılmıştı.


KAPD’ın Parti Üzerine Tezleri

— sınıfın içerisinde, parti kendisini mücadelelerin başına koymak ve devrimci eylem iradesi ile programın pusulasını sıkıca kavramak zorundadır. Eğer parti devrimci bir durumu açıkça değerlendirmekten ve kendi doğrultusunu sınıfın mayalanmakta olduğu dönemde sloganlarının açıklığıyla yönlendirmekten aciz ise Ocak 1919’da Berlin Spartaküs Birliği’nin düştüğü konuma düşerek işçilere açık bir perspektif sunamaz. Böylesi belirleyici anlarda, parti temel bir rol oynar ve ya koşullar olgunlaştıysa hücuma geçer, ya da (Bolşevik Partisi’nin Temmuz 1917’de yaptığı gibi) sınıfın en ileri kesimleri proleter kitlenin geri kalanından yalıtılmışlarsa, sınıfın en ileri kesimlerine “karşı duruyormuş gibi” gözükmek pahasına geri çekilme çağrısı yaparlar. “Devrimin başı ve silahı” olmak için devrimci mücadelenin can alıcı anlarında KAPD’ın parti yapısında kapitalizmin çöküş döneminin getirdiği ciddi değişiklikleri kavraması gerekmekteydi. c) Partinin yapısı ve işlevi ‘Sağlam bir komünist çekirdek’ oluşturulmasının gerekliliğinin altını çizen KAPD açık bir biçimde kitlesel devrimci partilerin imkansızlığını anladı. Savaşlar ve devrimler çağında, parti yalnızca sınıfın ufak bir azınlığını, en kararlı devrimin gerekliğinin en fazla bilincinde olanları örgütleyebilir. Artık 19. yüzyılda olduğu gibi sınıfın geniş kesimlerini birleştiren ve örgütleyen bir reform partisi mümkün değildi, yalnızca devrim ateşinde dövülmüş bir parti mümkündü. Kapitalist çöküşün koşulları (devlet baskısı ve totaliterliği, yarı-yasallık veya illegallik) az sayıda dikkatli komünist militanın var olmasına olanak tanıyordu. Bu yüzden parti devrimci dönemlerde çok hızlı bir sayısal büyüme deneyimler, zira böyle dönemlerde daha önce siyasileşmemiş veya kapitalist solun partileriyle ilişkili insanlardan oluşan kitleleri çekmeye başlar, bu yüzden partinin “hiçbir zaman sağlam komünist çekirdeğinin soğurma gücünün izin verdiğinden daha hızlı genişlemeye izin vermemesi” gereklidir”. Bu parti anlayışı 1921’de Bordiga’nın anlayışına çok yakındı. Benzer biçimde parti

91

disiplini üzerindeki vurgu EKP (Enternasyonal Komünist Partisi Programma Comunista) liderlerinin öne sürdüğü efsaneleri de parçalayarak KAPD’ın ‘anarşizan’ veya merkeziyetçilik-karşıtı olmadığını da ortaya koyuyor. 7. Tez’in komünist partinin “bütününün bölünmez bir irade olarak tabandan örgütlenmesi ve disipline edilmesi” gerektiğini vurgulamaktadır. d) Ekonomik müdahale

mücadelelerde

KAPD müdahale sorununu açıkça ortaya attı. Ulaşılan sonuç, bu tezleri ilk olarak İngilizceye çevirmiş olan ve çeviride anlamı çarpıtan Invariance grubunun ve daha sonra bütün modernist çevrelerin savunduğu görüşlerin tam tersiydi. KAPD partinin “işçilerin ekonomik nedenlerle giriştiği hareketin içerisinde müdahale etmesi” gerektiğini söylerken Invariance grubu bu cümleyi müdahale etmemesi gerektiğini söyleyerek çevirmişti! Şüphesiz, daha sonra (1922’de) Hollandalı sol komünist Herman Gorter ve KAPD lideri Karl Schroder “bireysel katılım” harici ekonomik mücadelelere katılınmaması gerektiğini savunarak partiden ayrılacaklardı. Devrimci partinin savunmacı mücadeleye siyasi olarak katılması gerektiğini söylemeye bile gerek yok. Onu modernistlerden ayıran, proletaryanın kendisini kısmi sınıfsal mücadeleler yoluyla bir sınıf olarak oluşturduğu vurgusudur, ki bu da iktidar için küresel siyasi mücadeleye doğru hareketin ilk önkoşuludur. ‘Konseyciler’ yaptığı mücadelenin siyasileşmesine karşı çıkmak, yalnızca savunmacı mücadeleleri devrimci mücadelelerden ayırarak “oportünizmin ruhunu güçlendirebilir” (11. Tez). Onu ‘Bordigist’ eğilimlerden ayıran ise kendisini mücadelenin örgütleyicisi ve teknik direktörü olarak ortaya atmamasıdır; parti “mücadelenin gelişmesi ve devrimci ve eğer mümkünse siyasi bir nitelik kazanması için faal dayanışma çağrılarını cesaretlendirerek manevi olarak bu hareketleri netleştirmeli ve geliştirmelidir”. “Manevi” kelimesinin idealist çağrışımında ve devrimci mücadelenin siyasi mücadeleden önce gerçekleşeceği imasında gördüğümüz üzere burada kullanılan terimler, dile dair belirli bir

kafa karışıklığı gösterse de, Tezlerde ifade edilen temel kaygının mücadelelerde faal bir etmen olmak olduğu açıkça görülüyor. Bu aynı zamanda EKA’nın da ruhudur. Yarının partisi ne ürkek laf ebelerinden oluşan bir çember ne de sınıfın lideri olduğunu ilan etmiş bir çevre olabilir. Faal bir etmen olmak için partinin öncelikle sınıfın içerisindeki önemli azınlıkların devrimci iradesinde kristalleşen sınıf bilincinin bir ürünü olması gereklidir. Bu tezleri yeniden basarken burada görülen ve KAPD’ın programını eleştirel bir biçimde tekrar gözden geçirmemizi gerektiren zayıflıkları ve yetersizlikleri de görmezden gelmeyi hedeflemiyoruz. Bu zayıflıklar yalnızca Tezlerin Komünist Enternasyonal Üçüncü Kongresi’ne hazırlanılırken hızlıca yazılmış ve düzeltilmiş olmasının (Tezler bu yüzden kimi zaman kapalı gözükse de) bir sonucu değildi. Zayıflıklar KAPD’ın içerisinde bulunan ve bir akım olarak sonunda ortadan kaybolmasına yol açan daha derin zayıflıkları ifade ediyordu. KAPD’ın bazı zayıflıkları a) İkili örgüt Birliklerin (AAUD) KAPD’ın kuruluşundan önce ortaya çıkmış olmaları ve ona yakın siyasi görüşleri benimsemiş olması KAPD’ın neden kendisini hem AAUD’un bir ürünü hem de ‘manevi liderliği’ olarak gördüğünü göstermektedir. Tezler partinin Birlikleri yaratıp yönlendirdiği, birliklerin ise ‘işçi konseylerini yarattığını’ söyleyen piramidal bir yaklaşıma sahip. Bu ikameci yaklaşım, kafası karışmış bir biçimde ‘eğitimci’ bir teori (mümkün olan en yüksek sayıda kişinin devrimci eğitimi) ile yan yana var oluyordu. Alman proletaryasının yaşadığı bir dizi belirleyici yenilginin yarattığı kafa karışıklığında devrimci fabrika örgütlerinin, Birliklerin işçi konseylerinin yıkıntıları olduğu açıkça görülemiyordu. Fakat fabrika komiteleri yalnızca devrimci mücadele yükselişteyken kalıcı olabilirler – ya mücadele yenildiğinde ortadan kaybolurlar ya da devrim ileri yürürken konseyleri ateşleyen bir güç olurlar.


92

Devrimci dalganın ardından bu komiteleri kitlesel ve kalıcı organlar olarak bırakan ve üyeliği parti tezlerini (proletarya diktatörlüğü, antiparlamentarizm, birliklerin yok edilmesi) kabul eden herkese açık bırakan KAPD en sonunda AAUD tarafından yutulmaktan kurtulamadı, bu da 1929’da partinin sonunda dağılmasını getirdi. İkili örgütlenme hatası KAPD’ın işleyişinde de görülebilir, zira partinin yanı sıra partiden özerk bir gençlik örgütü (Kommunistische ArbeiterJugend – Komünist İşçi Gençliği) mevcuttu. b) Fraksiyon ve muhalefet Daha sonra KAPD sol komünist İtalyan Fraksiyonu’nun aksine kendisini eski parti ile organik bir devamlılığa sahip örgütlü bir gövde olarak değil Enternasyonal’in içerisindeki bir ‘muhalefet’ olarak gördü. Eylül 1921’de Komünist Enternasyonal’den atılması, Bordiga’nın etrafındaki gibi en önemli sollarla birlikte hareket etmesini engelledi. Hollanda, Bulgaristan, İngiltere gibi yerlerde KAPD’ın görüşlerini paylaşan grupların olması bir azınlık içerisinde yanılsamalar oluşmasına ve Gorter’in etkisiyle yapay bir biçimde Komünist İşçiler Enternasyonali’nin (Kommunistische Arbeiter-Internationale KAI) kurulduğunun ilan edilmesine götürdü. Bu KAPD’ın içinde Mart 1922’de bir bölünmeye yol açtı ve partinin sayısal zayıflamasını hızlandırdı. Bunun ardından ‘resmi’ KAPD (Berlin eğilimi olarak da bilinir, Gorter’i izleyen eğilim ise Essen eğilimi ismindedir) 1933’e kadar varlığını sürdürdü. Berlin eğilimi, Gorter’e karşı yeni bir Enternasyonalin ancak nesnel ve öznel koşullar olgunlaştığı zaman ortaya çıkabileceğini vurguluyordu. Fakat Fraksiyon ve Enternasyonal konusunda gerçek katkılar 1933’ten sonra İtalyan Komünist Solu tarafından yapılacaktı. KAPD Tezlerinin zayıflıkları ve eksiklikleri, İtalyan Solu’nunkilerin ve kısmen Hollanda Solu’nunkilerin yanında yerlerini alan olumlu kazançlarını gözden kaçırmamıza yol açmamalıdır, zira bunlar bizim de kazançlarımızdır. Sınıfın içerisindeki konseyci tehlike ile ve merkezci

Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış

bocalamalarla karşı karşıyken bu Tezler partinin gerekliliğini ve dünya devriminin zaferindeki vazgeçilmez rolünü göstermektedir. Devrimin zaferinin devrimci azınlıkların olgunluğuna ve devrimci hareketlerin arkasında kalmayı engelleme kapasitelerine dayandığı açıkça ortaya konulmalı. KAPD’ın tarihi devrimin sonucunun büyük ölçüde devrimcilerin enternasyonal partiyi devrim patlak verdiği an değil ondan önce kurmaları gerektiğini gösteren bir örnektir. Proleter Devrimde Parti’nin Rolü Üzerine Tezler (KAPD, 1921) 1. Dünyanın zenginliklerini işçi sınıfının ellerine vermek, üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermek dolayısıyla ayrı, sömüren bir hakim sınıfın varlığını imkansız kılmak proleter devrimin tarihsel görevidir. Bu görev toplumun ekonomisini siyasi iktidarın bütün zincirlerinden kurtarmayı gerektirir ve tabii ki dünya ölçeğinde yerine getirilebilir. 2. Kapitalist üretim biçiminin sonlandırılması, bu üretimin ele geçirilmesi ve işçi sınıfının ellerine teslim edilmesi, sınıfsal ayrılıkların sonlandırılması ve siyasi kurumların ortadan kalkması ve komünist toplumun inşası tekil anları tam olarak öngörülemeyecek tarihsel bir süreçtir. Fakat bu soruya dair siyasi şiddetin bu süreçte oynayacağı rol her şeye rağmen bazı noktalarda belirlidir. 3. Proleter devrim aynı zamanda hem siyasi hem de ekonomik bir süreçtir. Ne siyasi ne de ekonomik bir süreç olarak ulusal düzeyde çözülemez; dünya komününün inşası, hayatta kalabilmesi için kesinlikle gereklidir. Dolayısıyla sermayenin gücünün dünya ölçeğinde nihai olarak yok edilişine kadar devrimci proletaryanın muzaffer kesimi hala karşı-devrimin siyasi şiddetinden kendini savunmak ve eğer mümkünse ona saldırmak için siyasi şiddete ihtiyaç duyar. 4. Siyasi şiddeti proletaryanın muzaffer kesimi için gerekli kılan bu nedenlerin yanı sıra, devrimin içsel gelişimine dair bir takım nedenler de mevcuttur. Siyasi bir süreç olarak bakıldığında devrimin gerçekten de belirleyici bir anı vardır, bu da siyasi iktidarı ele geçirme anıdır.

Ekonomik bir süreç olarak ele alındığında devrimin böylesi belirleyici bir anı yoktur, ekonominin gidişatını proletaryanın ele geçirmesi, kar elde etmeye bakan zihniyetin ortadan kalkması ve yerine ihtiyaçlara dayalı bir ekonominin kurulması için uzun süreli çalışmalar gerekli olacaktır. Bu süreçte burjuvazinin hiçbir şey yapmadan beklemeyeceği, aksine karını savunmak için iktidarı tekrar ele geçirmeye çalışacağı da aşikardır. Buradan çıkan sonuç da demokratik ideolojiler geliştirmiş ülkelerde, yani ilerlemiş bir sanayisi olan ülkelerde, proletaryanın yönünü demokratik sloganlarla saptırmaya çalışacaklar. Dolayısıyla işçilerin somut olarak ekonomiyi kontrolleri altına alana ve burjuvazinin tutunduğu bütün dalları kırana kadar güçlü ve sürekli bir siyasi şiddet kullanmaları gerekli olacaktır. Bu dönem proletarya diktatörlüğüdür. 5. Proletaryanın devrimin siyasi zaferinin ardından siyasi iktidara sahip olmasının gerekliliği bir sonuç olarak proletaryanın iktidarı ele geçirişinden sonra olduğu kadar sonra da siyasi bir örgüte ihtiyacı olduğunu göstermektedir. 6. Siyasi işçi konseyleri (Sovyetler) proleter iktidar ve yönetiminin tarihsel olarak tanımlanmış, birleştirici biçimidir: her zaman sınıf mücadelesinin tekil noktalarını aşarak bütünlüklü iktidar sorununu ortaya koyarlar. 7. En bilinçli ve hazırlıklı proleter savaşçıları birleştiren tarihsel olarak belirlenmiş örgüt biçimi Partidir. Proleter devriminin tarihsel görevi komünizm olduğu için, parti de, programında ve ideolojisinde, yalnızca komünist bir parti olabilir. Komünist parti tamamı düşünülmüş ve ortaya konulmuş bir programatik temele sahip olmalıdır ve bütününün bölünmez bir irade olarak tabandan örgütlenmesi ve disipline edilmesi gereklidir. Devrimin başı ve silahı olmalıdır. 8. Komünist partinin temel görevi, iktidarın ele geçirilişinden sonra olduğu kadar önce de, proleter devrimin kafa karışıklıkları ve iniş çıkışları içinde komünizme işaret eden tek açık ve yılmaz ses olmasıdır. Komünist parti kitlelere her durumda yalnızca sözde değil eylemde de yol göstermelidir.


KAPD’ın Parti Üzerine Tezleri

İktidarın ele geçirilişinden önceki bütün siyasi mücadele meselelerinde, reformlar ile devrim arasındaki farkı ve reformizme doğru her sapmanın devrime ve işçi sınıfına ihanet olduğunu ve eski kar sistemine yeni bir nefes daha vererek onun ömrünü uzattığını mümkün olan en net biçimde ortaya koymalıdır. Nasıl sömüren ve sömürülen arasında bir çıkar ortaklığı olamazsa, reform ile devrim arasında bir birlik de gerçekleşemez. Sosyal demokrat reformizm, nasıl bir maske takmayı seçerse seçsin, bugün devrimin önündeki en büyük engel ve hakim sınıfın son umududur. 9. Komünist parti, dolayısıyla, kararlı bir biçimde programında, yayınlarında, taktiklerinde ve faaliyetlerinde reformizmin ve oportünizmin bütün ifadelerine kararlı bir biçimde karşı çıkmalıdır. Özellikle hiçbir zaman sağlam komünist çekirdeğinin soğurma gücünün izin verdiğinden daha hızlı genişlemeye izin vermemesi gereklidir. 10. Yalnızca bütününde değil, tekil anlarında da devrim diyalektik bir süreçtir; devrim süresinde kitleler engellenemez bocalamalar yaşarlar. Komünist parti, en bilinçli unsurun bir ifadesi olarak, bu bocalamalara teslim olmamaya, aksine onları düzeltmek için hareket etmeye çalışmalıdır. Sloganlarının ilkeli doğasıyla, sözlerinin ve eylemlerinin birliğiyle, mücadelenin başındaki konumlarıyla, öngörülerinin doğruluğuyla, proletaryanın her bocalamayı hızlıca ve tamamen aşmasına yardım etmelidir. Anlık olarak kitlelere karşı duruyormuş gibi gözükmek pahasına, komünist parti bütün faaliyetlerinde proletaryanın sınıf bilincini geliştirmelidir. Parti ancak böylece devrimci mücadelenin gidişatında kitlelerin güvenini kazanabilir ve en geniş sayılarda kitlelere devrimci eğitim sağlayabilir. 11. Komünist parti doğal olarak kitlelerle bağını kaybetmemelidir. Bu da besbelli yorulmaz propaganda görevinin yanı sıra işçilerin ekonomik nedenlerle giriştiği hareketin içerisinde müdahale etmesi gereklidir ve mücadelenin gelişmesi, devrimci ve eğer mümkünse siyasi bir nitelik kazanması için faal dayanışma çağrılarını cesaretlendirerek manevi olarak bu hareketleri netleştirmeli ve geliştirmelidir. Fakat

93

komünist parti, parti adına kısmi reformist talepler ortaya koyarak oportünizmin ruhunu güçlendiremez. 12. Komünistlerin işçilerin ekonomik mücadelesindeki en önemli pratik icraatı, devrimci dönemde yüksek düzeyde gelişkinliğe ulaşmış ülkelerde ancak böylesi mücadelelerin silahları olabilen mücadele araçlarının örgütlenmesinde yatmaktadır. Bu komünistlerin yalnız komünist parti üyelerini değil, bütün devrimci işçileri fabrikalarda bir araya toplayarak birleştirmeye ve onları, üretimin işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesini örgütleyecek olan Birliklerde birleştirecek olan fabrika örgütlerini (Betriebsorganizationen) inşa etmeye çalışmaları gerektiği anlamına gelir. 13. Devrimci fabrika örgütleri (Birlikler) mücadelede eylem komitelerinin içerisinden çıkacağı zemin ve kısmi ekonomik talepler ile kendileri için savaşan işçilerin çerçevesidir. Devrimci işçi konseylerinin öncülleridir. 14. Dünya ölçeğinde devrimci proletaryanın bu örgütlerini yaratarak, komünistler programatik olarak toparlanmış ve birleşmiş bir gövdenin gücünü gösterirler. Birliklerde ise pratikte komünist teorinin örneğini vererek proleter devrim ve sonrasında komünist toplumun oluşturulmasını isterler. 15. Devrimin siyasi zaferinin ardından partinin rolü uluslararası duruma ve proletaryanın sınıf bilincinin gelişimine bağlıdır. Proletarya diktatörlüğü (muzaffer işçi sınıfının siyasi şiddeti) gerekli olduğu sürece, komünist parti olayları komünist bir doğrultuya itmek için elinden geleni yapmalıdır. Bunun için, bütün sanayileşmiş ülkelerde mümkün olan en fazla sayıda devrimci işçinin, partinin ruhunun etkisiyle, ekonominin ele geçirilmesi ve dönüştürülmesinde faal olarak rol oynaması kesinlikle gereklidir. Fabrikalarda ve Birliklerde örgütlü olmak, tekil çatışmaları deneyimlemek, eylem komiteleri kurmak işçi sınıfının gelişmiş muhafızlarının yürütmeleri gereken ve devrimci mücadelenin gelişimine götürecek zorunlu hazırlıklardır.

16. Birlikler, proletaryanın sınıf örgütleri olarak, kendilerini devrimden sonra güçlendirdikleri ve diktatörlüğün konseyler sistemi biçiminde ekonomik temellerini oluşturdukları kadar, partiyle ilişkili önemleri de artar. Daha sonra, proletarya diktatörlüğünün kökleri geniş kitlelerin bilincinde olduğu için, parti işçi konseylerine kıyasla önemini yitirir. En sonunda devrimin siyasi şiddetle korunması artık gerekli olmadığı noktada, yani kitleler en sonunda diktatörlüklerini komünist bir topluma dönüştürebildikleri zaman, partinin varoluşu son bulur. Proletarier, Temmuz 1921.


“ … O halde hiçbir şey bizim eleştirimizi politikanın bir eleştirisine ve politikadaki belirli bir parti tavrına bağlamaktan, dolayısıyla da eleştirimizi gerçek mücadeleler ile özdeşleştirmekten alıkoyamaz. Bu durumda bizler dünyanın karşısına yeni bir ilkeye sahip doktrinerler gibi çıkmayız. Biz ona “işte karşısında eğilmen gereken gerçeklik!” demeyiz. Biz dünya karşısında onun kendi ilkelerinden yeni ilkeler türetiriz. Dünyaya, “senin mücadelen hiçbir anlam ifade etmiyor. Biz ise senin suratına mücadelenin gerçek sloganını bağırmak istiyoruz” demeyiz. Biz sadece dünyaya ne için savaştığını ve bunun bilincinin, beğensin ya da beğenmesin, dünyanın elde etmek zorunda olduğu bir şey olduğunu gösteririz. Bilincin ıslah edilmesi sadece dünyanın kendi bilincini netleştirmesini mümkün kılmayı, kendisi hakkındaki hayallerinden onu uyandırmayı, ona kendi eylemlerinin anlamını açıklamayı içerir. Bütün hedefimiz –aynı zamanda Feurbach’ın dinin eleştirisi durumunda olduğu gibi- sadece dinsel ve politik sorunları öz-bilinçli insan biçimine sokmaktan oluşabilir. Bundan dolayıdır ki sloganımız şudur: Bilincin, ama dogmalar yoluyla değil, ister politik ister dinsel biçimde belirsin, kendisine belirsiz gelen bilincin, mistik bilincin analizi yoluyla düzeltilmesi. Bu yolla dünyanın uzun süredir ancak bilincine vararak elde edebileceği bir şeyin rüyasını gördüğü ortaya çıkacaktır. Meselenin geçmiş ile gelecek arasında büyük bir çizgi çekmek olmadığı tersine geçmişin düşüncelerini ilerletmek olduğu belirginleşecektir. Ve son olarak, ortaya çıkacaktır ki insanlık yeni bir işe başlamaz ama eski çabasını bilinçli olarak tamamlar. Dolayısıyla, dergimizin hedefini tek bir cümleyle özetleyebiliriz: zamanımızın çabası ona (eleştirel felsefe yoluyla) kendi arzularının ve mücadelesinin anlamını göstermektir. Bu hem dünyanın hem de bizim işimizdir. Sadece birleşik güçlerin bir çabasının ürünü olabilir. Bu bir tövbeden, itiraftan başka bir şey değildir. Günahlarının bağışlanması için insanlığın onları sadece gerçekte oldukları şekliyle ifade etmesi gerekir.” Karl Marks, Eylül 1843


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.