Sol Komünist Teorik Dergi 2009 Sonbahar – Kış
Kapitalizm Tarihinin En Ciddi Ekonomik Krizi Kapitalizmin Çöküşü (2): Toplumsal Düzeni Anlamak İçin Nasıl bir Bilimsel Yönteme İhtiyacımız Var Ölü Doğan Uluslar: 70 Yıllık Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin Bilançosu Kapitalizmin Çöküş Evresinde Proleter Mücadele Rus Devrimi: Tarihteki İlk Kitlesel ve Bilinçli Devrim
2
2 YTL
Enternasyonal Bakış 2 2009 Sonbahar – Kış İçindekiler
1
Kapitalizm Tarihinin En Ciddi Ekonomik Krizi
Kapitalizmin Çöküşü (2) Toplumsal Düzeni Anlamak İçin Nasıl bir Bilimsel Yönteme İhtiyacımız Var
7
Ölü Doğan Uluslar: 70 Yıllık Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin Bilançosu
13
19
Kapitalizmin Çöküş Evresinde Proleter Mücadele
Rus Devrimi 29
Tarihteki İlk Kitlesel ve Bilinçli Devrim
www.enternasyonalbakis.org iletisim@enternasyonalbakis.org Enternasyonal Bakış Altı Aylık Teorik Yayın Yayın Sahibi: Semih Bilgiç Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Duygu Gündoğdu Yayın İdare Adresi: Fidanlık Mahallesi, Sağlık-1 Sokak 49/12-A, Çankaya, Ankara Baskı: Hermes Basımevi, Kazım Karabekir Caddesi Murat Çarşısı No: 39/18 PK: 06060 İskitler Ankara/Türkiye Tel: 0-312-3843432 Yayın Türü: Yerel süreli, altı aylık
1
Kapitalizm Tarihinin En Ciddi Ekonomik Krizi Burjuvazi korkmuş, hem de çok korkmuş durumda. Ağustos ile Ekim arasında gerçek bir panik fırtınası bütün dünya ekonomisi üzerinde esip gürledi. Ekonomistlerin ve politikacıların gürültülü açıklamaları bunun ispatıdır. “Uçurumun Kıyısında”, “Ekonomide Pearl Harbor”, “Yaklaşan Tsunami”, “Finans için tam bir 11 Eylül”… İşte bunlar Titanik’in batışını tanımlamak için kullanılan benzetmeler... 1 Şunları da eklemek gerekir ki, dünyadaki en büyük bankalar birbiri ardına iflasın eşiğine gelmiştir ve borsalar 32.000 milyar dolar kayıpla (ABD’nin iki yıllık üretimine denk bir kayıpla) Ocak 2008’den itibaren dibe vurmuştur. İzlanda borsası %94, Moskova borsası da %74 düşmüştür. Sonunda burjuvazi ‘enkaz kurtarma’ planlarından ‘toparlanma’ planlarına geçerek ekonominin tam felce uğramasını engelleyebilmiştir. Bu, en kötü durumun geçtiği anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır! İçerisine henüz girmekte olduğumuz resesyon, 1929’daki Büyük Buhran’dan beri gerçekleşenlerin en yıkıcısı olacaktır. Ekonomistler bunu açıkça kabul etmektedirler: Dünyanın en büyük bankası HSBC’nin de 4 Ağustos’ta açıkladığı gibi mevcut “Konjonktür … son birkaç on yılın en zoru”2. 22 Ağustos’ta bundan daha da açık ifadeyi, Amerikan Federal Rezervleri Başkanı, “Gelmiş geçmiş en ağır ekonomik ve parasal politika şartlarıyla yüzyüzeyiz” diyerek ifade etmiştir. 3 George W. Bush’un 24 Eylül’de yaptığı televizyon konuşmasını da hatırlayalım: “Ciddi bir finansal krizin ortasındayız … Hükümetin üst düzey ekonomik uzmanları bizi eğer Kongre derhal 1
Sırasıyla: Paul Krugman (son Ekonomi Nobel Ödülü sahibi); Warren Buffet (Amerikan yatırımcı, ‘Omaha kahini' lakaplı, Nebraska’nın ufak bir köyünden gelip bütün yüksek finans dünyasının saygısını kazanmış bu bilyoner de bu görüşü paylaşıyor); Jacques Attali (Fransız Başkan Nicolas Sarkozy’nin ekonomi danışmanı) ve Laurence Parisot (Fransız patronlar sendikasının başkanı). 2 Libération 4.08.08 3 Le Monde, 22.08.08
müdahale etmezse Amerika’nın bir finansal krize kayabileceği bunun da sıkıntılı bir senaryoya yol açacağı konusunda uyarıyorlar. Eğer bu olursa mahallenizdekiler dahil daha çok banka çökebilecek. Borsa, emeklilik hesaplarınızın değerini azaltacak biçimde daha da düşecek. Evinizin değeri baş aşağı çakılabilir. Hacizler dramatik bir biçimde artabilir. Ve eğer kendi işletmenize veya çiftliğinize sahipseniz, kredi almakta çok daha zorlanabilirsiniz ve bunlar çok daha pahalıya gelebilir. İyi bir kredi geçmişiniz olsa bile araba almak ya da çocuğunuzu üniversiteye göndermek için borç bulmak daha da zorlaşabilir. Ve sonuçta ülkemiz uzun ve acılı bir resesyon yaşayabilir” . Ve şimdi bu “uzun ve acılı resesyon”a dair “sıkıntılı senaryo” sadece “Amerikan halkını” değil dünyanın bütün işçilerini vurarak gerçekleşiyor. Vahşi Bir Resesyon… 2007 yazının meşhur alt gelir grubu kredileri krizinden beri ekonomiye dair kötü haberler bitmek bilmedi. Sırf 2008 yılında banka sektöründeki toplu kıyım bile çok çarpıcı. Bankalardan bir çoğu ya rakip bir banka tarafından alındı, ya merkez bankası tarafından desteklendi ya da basitçe millileştirildi: Northern Rock (Britanya’nın sekizinci bankası), Bear Sterns (Wall Street’te ki beşinci büyük banka), Freddy Mac and Fannie Mae (Sadece ikisi birlikte 850 milyar dolar eden iki Amerikan kredi şirketi), Merril Lynch (bir başka Amerikan yıldızı), HBOS (İskoçya’nın ikinci büyüğü), AIG (American International Group, dünyanın en büyük sigorta şirketlerinden biri) ve Dexia (Luxemburg, Belçika ve Fransız finans şirketi). Harap edici bu tarihsel iflaslar krizle geçen bu yıla da damgasını vurdu. Temmuz’da Amerika’nın en büyük kredi şirketlerinden biri olan Indymac, Federal yetkililerin kontrolüne alındı. Bu, 24 yıldır iflas etmiş olan en önemli Amerikan bankacılık kurumuydu. Fakat bu rekor uzun ömürlü olmadı. Birkaç gün sonra, Amerika’da ki dördüncü büyük banka olan Lehman Brothers da iflasını açıkladı. Borçlarının toplamı 613 milyar doları bulmaktaydı. Bu rekorla çıta artık inanılmaz derecede
yükselmişti! 1984’te iflas eden gelmiş geçmiş en büyük Amerikan bankası olan Continental İllinois altı kat küçüktü. Bundan iki hafta sonra bir başka rekor daha kırıldı! Bu sefer kapılarını kapatma sırası ABD’de ki en önemli tasarruf firması olan Washington Mutual (WaMu)’daydı. Kapitalizmin tam merkezinde, banka sektöründeki bu kalp krizinden sonra bütün bedenin sağlığı bozulmaya başladı. Bu sefer de “reel ekonomi” sert bir biçimde dibe vurdu. National Bureau of Economic Research’e göre ABD 2007’den beri resmen resesyonda. Artık Wall Street’teki en saygı duyulan ekonomist olan Nouriel Roubini’ye göre Amerika’daki ekonomik etkinliklerin 2009’da % 5 ve 2010’da da yine % 5 daralması olası! 4 Bunun olup olmayacağını bilmiyoruz fakat yeryüzündeki en saygın ekonomistlerden birinin böylesi bir felaket senaryosu çizmiş olması burjuvazinin içine düştüğü derin tedirginliği gösteriyor. Ekonomik Kalkınma ve Yardımlaşma Örgütü (OECD) 2009’da bütün Avrupa’nın resesyonda olmasını bekliyor. Deutsche Bank Almanya için GSMH’de % 4’e kadar bir düşüş bekliyor! 5 Böylesi bir düşüşün büyüklüğünü, bunu İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Almanya’da ki GSMH’nin %0.9 ile en çok düştüğü yıl olan 1975 ile kıyaslayarak anlayabiliriz. Dünyanın hiçbir noktası bunun dışında kalmıyor. Japonya çoktandır düşüşte ve kapitalizmin yeni altın madeni Çin bile sert bir durgunluktan kaçabilmiş değil. Sonuç olarak talepler, petrol de dahil olmak üzere bütün fiyatları düşürerek çökmüş durumda. Kısacası dünya ekonomisinin durumu çok ciddi.
… 1930’lardan beri görülmemiş bir yoksullaşma dalgası Bu krizin ilk kurbanı proletaryadır. ABD’de yaşam koşullarının kötüleşmesi özellikle şok edici. 2007 Yazından beri borçlarını ödeyemeyen 2.8 milyon işçi evlerini kaybetti. Mortgage Bankaları Birliğine göre mortgage ödeyen on 4
Kaynak : http://contreinfo.info/article.php3?id_article=2351 5 Les Echos, 05.12.08
2
Amerikalıdan biri evinden çıkarılma riski ile yaşıyor. Ve bu durum Avrupa’yı, özellikle de İspanya ve Britanya’yı da vurmaya başlıyor. İşten çıkarmaların sayısı da katlanarak artıyor. Japonya’da Sony 8.000’i kadrolu olmak üzere 16.000 işçinin işten atılmasını içeren daha önce görülmemiş büyüklükte bir plan açıkladı. Japon sanayinin bir sembolü olan bu firma kadrolu işçileri daha önce hiç işten atmamıştı. Ev kriziyle birlikte inşaat sektörü de durgunlaşıyor. İspanyol inşaat sektöründe bugünden itibaren 2010’a kadar 900.000 işçinin işini kaybetmesi bekleniyor! Bankalarda ise tam bir toplu katliam söz konusu. Dünyanın en büyük bankalarından biri olan Citigroup 2008’in başından beri 23.000 işçisinden kurtuldu, üstelik 50.000’ini daha kapının önüne koyacak. ABD ve Britanya’da sırf bu sektörde 2008’de 260.000 işte kesinti oldu. Ortalama olarak finans sektöründeki bir kişilik iş bununla doğrudan bağlantılı dört kişilik iş daha yaratıyor. Bu nedenle finansal organizmaların çöküşü yüz binlerce işçi sınıfı ailesi için işsizlik anlamına geliyor. Çok sert darbe alan diğer bir sektör de otomobil sanayi. Bu sonbaharda her yerde araç satışları %30’un üzerinde düştü. Fransa’nın önde gelen araba üreticisi Renault, Kasım’ın ortasından beri üretimi neredeyse tamamen durdurdu, aylardır %54 kapasiteyle çalışan montaj hatlarından artık hiç araba çıkmıyor. Toyota Japonya’daki fabrikalarında çalışan 6000 geçici işçisinden 3000’ini çıkaracağını açıkladı. Fakat yinede en alarm veren haberler ABD’den geliyor: Detroit’in üç büyüğü (General Motors, Ford ve Chrysler) iflasın eşiğinde. Amerikan devletinin verdiği 15 milyar dolarlı karşılıksız ödenek bile bunları iflastan çok üzün süre koruyamayacak (çünkü başlangıçta istedikleri bedel 34 milyar dolardı) 6 . Önümüzdeki aylarda büyük yeniden yapılandırmalar gerçekleşecek. 2.3 ile 3 milyon arası iş tehdit altında. Ve ABD’de işten çıkarılan işçiler sağlık sigortalarını ve emekliliklerini de kaybediyorlar. Birçok işin kitlesel olarak yıkımının insafsız sonucu işsizliğin patlaması olacak. “Son
Enternasyonal Bakış 2 2009 Sonbahar – Kış
on yılın ekonomik modeli” sayılan İrlanda’da işsizlik gelmiş geçmiş en büyük artış düzeyine ulaşarak iki katından fazla arttı! İspanya 2008’i 2007’dekinden bir milyon fazla, 3.13 milyon işsizle bitirdi 7 . ABD’de 2008’de 1945’ten beri görülmedik biçimde 2.6 milyon iş kayboldu 8 . Bu yılın sonu, Kasım ve Aralık’ta 1.1 milyon yeni iş kaybıyla, özellikle felaket oldu. Bu düzeyde giderse 2009 yazı ile yıl başı arasındaki işsizlik 3 ya da 4 milyon arasında artabilir. Ve iş arkadaşlarının kovulduğunu görüp geride kalanlar için geleceğin tek getirdiği şey “daha az kazanmak için daha fazla çalışmak” 9 . Bu çerçevede ILO’nun (Uluslararası İş Örgütü) ‘World Report on Wages 2008/9' Ücretler Üzerine Dünya Raporu) adlı son raporuna göre, “ dünyadaki 1.5 milyar ücretlinin önünde zor zamanlar var… dünya ekonomik krizi ücret düzeylerinde ağır kesintilere yol açacak” deniyor. Burjuvazi Krizi Nasıl Açıklıyor Mevcut resesyona yol açan ekonomik mekanizmalar görece iyi biliniyor. Televizyonlar bize olayın arka planını verdiğini iddia eden her tür raporu sunmakta. Basit bir şekilde açıklamak gerekirse, yıllardır “Amerikan hanelerinin” (başka bir değişle işçi sınıfından ailelerin) tüketimi, başta özellikle başarılı olan riskli morgage borçları olmak üzere her türden kredilerle yapay bir biçimde desteklenmişti. Bankalar, finansal kurumlar, emeklilik fonları, hepsi işçilerin mortgageları olduğu müddetçe nasıl geri ödeneceğine dair kaygı duymadan borçlar verdiler. Olabilecek en kötü şey borçların, borçlarını ödeyemeyen kişilerin evlerini satması ile ödenmesi olur diye düşündüler. Fakat bu durumun etkisi çığ gibi büyüdü: işçilerevlerini satın alabilmek için aldıkça evlerin fiyatları arttı – evlerin fiyatları arttıkça daha fazla borç almak mümkün oldu. Ardından dünyanın bütün spekülatörleri oyuna katıldılar ve hızla mülk almaya giriştiler.Bu durum mülkleri daha pahalı kıldı, bunun ardından birbirlerine bu
borçları ‘güvenlileştirme’ (borçları diğer hisseler gibi dünya pazarında değiştirilebilir varlıklara dönüştürme) mekanizması doğrultusuyla satmaya başladılar. On yıl içerisinde spekülatif balon devasa bir boyuta ulaştı; dünyadaki bütün mali kurumlar bu olaya trilyonlarca dolar yatırmış durumdaydılar. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, borçlarını ödeyemeyen haneler dünya ekonomisinin altın yumurtlayan tavukları olmuşlardı. Şüphesiz, nihayetinde gerçek ekonomi bu idil dünyayı gerçeklikle yüzleşmeye zorladı. ‘Gerçek hayatta’ bütün bu aşırıborçlanmış işçiler ayrıca artan fiyatlarla ve donakalmış maaşlarla, işsizlikle ve işsizlik yardımları oranının azalmasıyla yüzleşiyorlardı... Kısaca ciddi bir biçimde fakirleşiyorlardı. Borçlarını ödemeyi başaramayanların sayısı arttıkça artmaktaydı. Bunun üzerine kapitalistler zorla borçlarını ödeyemeyenleri evlerinden atmaya başladılar... Fakat şimdi de pazara giren o kadar çok satılık ev vardı ki 10 ev fiyatları düşmeye başladı ve... 2007 yazının sıcağında bir anda devasa çığ eriyiverdi! Bankalar kendilerini yüzbinlerce çaresiz borçlu ve hiçbir değeri olmayan evlerle buldular. Bu iflastı, bir patlamaydı. Bu şekilde özetlendiği zaman bütün mesele kulağa saçma geliyor. Geri ödeyecek durumda olmayan insanlara borç vermek, kapitalist mantığa aykırı. Fakat ekonomi son on yıldaki büyümesinin temellerini bu saçmalığa dayandırdı. Bu durumda sorulması gereken soru şudur. Neden? Neden böylesi bir delilik? Köşe yazarlarının, siyasetçilerin ve iktisatçıların bize verdiği cevap bellidir. Spekülatörlerin suçu! Haydut gibi davranan açgözlü patronların suçu! Sorumsuz bankacıların suçu! Bugün herkes solun ve aşırı solun düzenleme eksikliğinin ve ‘neoliberalizmin’ (dizginsiz bir liberalizm) kötülüklerine dair marşlarına eşlik ediyor ve devlet müdahalesine geri dönüş çağrısı yapıyor... Bu çağrılar bize solun ve aşırı-solun sözde ‘antikapitalist’ önerilerinin gerçek yüzünü gösteriyor. Dolayısıyla Fransa’nın sağcı başkanı Sarkozy’nin ağzından
6
Bu para Paulson planı fonlarında bulundu ki bu plan çoktan bankacılık sektörü için yetersiz olduğunu göstermiş durumda. Amerikan burjuvazisi bir cebine para koymak için öteki cebinden çalmak zorunda ki bu da dünyanın en önde gelen gücünün maliyesinin nasıl bir felaket içinde olduğunu gösteriyor.
7 Les Echos, 08.01.09 8 9 Ocak’ta Amerikan Emek Bakanlığı’nın yayınladığı rapor (Les Echos, 09.01.09) 9 Fransa’da, Başkan Sarkozy 2007 seçim kampanyasının yeni sloganı olarak “Daha çok kazanmak için çalış!” sloganını kullandı
10
2007’de neredeyse üç milyon Amerikan hanesi ödemelerini yapamıyorlardı (‘Subprime Mortgage Foreclosures by the Numbers', http://www.americanprogress.org/issues/2007/03/f oreclosures_numbers.html).
Kapitalizm Tarihinin En Ciddi Ekonomik Krizi
“kapitalizm kendisini yeni bir ahlaki temelde kurmalıdır” gibi bir laf çıkabiliyor. Almanya’da Angela Merkel spekülatörlere hakaretler ediyor. İspanya’nın ‘sosyalist’ Zapatero’su “köktenpazarcılara” bağırıp çağırabiliyor. ’21. yüzyıl sosyalizminin’ ünlü şovalyesi Chavez ise Bush’un alelacele geçirdiği acil durum devletleştirmelerine dair bize “yoldaş Bush, yoldaş Lenin’in aldığı önlemlerin aynılarını alıyor” diyebiliyor 11 . Bize bugün umudun ‘başka bir kapitalizm’de olduğunu, daha insani, daha ahlaklı, daha devlet kontrolü altında bir kapitalizmde olduğunu söylüyorlar! Yalan! Bu siyasetçilerin ağzından çıkan herşey yalan, buna resesyona dair yaptıkları açıklama da dahil. Bugünün iktisadi felaketi yüz yıllık çöküşün meyvesidir Gerçekte bu genelleşmiş hane borcunu örgütleyen devletin ta kendisiydi. Ekonomiye yapay bir destek sağlamak amacıyla devlet, kredi kapılarını merkezi bankaların faiz oranlarını düşürerek açmış bulundu. Bazen %1’den bile daha düşük oranlarla ucuz borçlar vererek para akışı ciddi bir biçimde arttırıldı. Dünyanın borçlanması burjuvazinin bilinçli bir tercihiydi ve düzenleme eksikliğinin bir sonucu değildi. Bush’un 11 Eylül 2002’de resesyonun başlangıcıyla karşı karşı kaldığında işçilere verdiği “iyi yurtseverler olun, tüketin” mesajı başka türlü nasıl açıklanabilir ki? Amerikan Başkanı bütün mali alana net bir mesaj veriyordu: Tüketici kredisini arttırın yoksa milli ekonomi çöker! 12 Esasında kapitalizm onlarca yıldır kredi ile hayatta kalıyordu. 1920’den beri toplam ABD borcunun (devlet, şirket ve hane borçları) bir değerlendirmesini 11
Bu defalık Chavez ile hemfikiriz. Bush gerçekten de onun yoldaşıdır. Ülkeleri arasında tatsız bir emperyalist çatışma yaşanda da, mesele kapitalizmi ve mensup oldukları sınıf olan burjuvazinin çıkarlarını savunmak olunca yoldaştırlar. 12 Bugün Amerikan Federal Rezervinin eski başkanı ve iktisadi kredi orkestrasının şefi Alan Greenspan bütün ekonomistler tarafından linç edilmektedir. Bu pek hoş tayfanın hafızası pek kısıtlıdır anlaşılan, zira kendileri Greenspan’a yakın zamana kadar ‘maliyenin ilahı’ dediklerini çok çabuk unutmuşlardır.
sunan aşağıdaki grafiğin 13 (Şema 1) verdiği mesaj açıktır. Bu olgunun kökenlerini anlamak için basit ve yanıltıcı olan ‘bankacıların, spekülatörlerin ve patronların deliliği’ hikayesini aşmalı ve Marx’ın söylediği gibi “modern toplumun büyük sırrı: artı değer yaradılışı”na bakmalıyız14. Kapitalizm doğumundan beri içinde bir hastalık taşımaktadır: Aşırı Üretim. Soğurabileceğinden fazla meta üretir. Neden? Tamamen teorik bir örneğe bakalım: Üretim bandının veya bilgisayarın başında ve aylık 800 milyon maaş alan bir işçiye bakalım. Aslında bu işçi aldığı ayın sonunda aldığı 800 milyonun eşdeğerini değil, 1200 milyonluk bir değer üretmişti. Emeğinin bir kısmının karşılığı ödenmedi, başka bir değişle artı değer üretti. Peki kapitalist (eğer ürünü satmayı başarabilirse) işçisinden çaldığı bu 400 milyonla ne yapabilir? Bir kısmını, mesela 150 milyonunu cebine indirir, kalan 250 milyonunu ise şirketinin sermayesine yatırır, daha modern araçlar satın alır vs. Peki kapitalist neden bu doğrultuda ilerler? Çünkü başka seçeneği yoktur. Kapitalizm rekabetçi bir düzendir ve ürünleri rakibin sattığından daha ucuza satmayı gerektirir. Dolayısıyla patron yalnızca üretim giderini, yani ücretleri 15 değil, ayrıca ücreti ödenmemiş emeğin daha büyük bir kısımını daha etkin makinalar almaya yatırır 16 , bununla üretkenliği arttırmayı hedeflemektedir. Eğer bunu yapmaz ise modernleşemez ve er ya da geç modernleşmiş olan rakibi daha ucuza satış yaparak pazarı fetheder. Kapitalist düzen çelişkili bir olgudan etkilenmektedir: İşçilere emek olarak verdiklerinin eşdeğeri bir ödeme yapmayarak ve patronları bu şekilde elde ettikleri karın büyük çoğunu tüketmekten alıkoyarak kendisini dağıtabileceğinden daha fazla değer üretir bir durumda bulur. Ne işçiler ne de kapitalistler üretilen bütün metaları soğuramayacak bir konumdadırlar. Peki bu metaların artı değerini kim tüketecektir o zaman? Düzen bu durumda kapitalist üretim çerçevesinin 13
Kaynak : http://eco.rue89.com/explicateur/2008/10/09/lende ttement-peut-il-financer-leconomie-americaine 14 Marx, Kapital 1. Cilt 15 Başka bir deyişle, değişken sermaye. 16 Sabit Sermaye
3
dışında çıkış yerleri bulmak zorundadır, bu çıkış yerleri ise kapitalizm dışı pazarlar, yani kapitalist bir biçimde işlemeyen ekonomilerdir. Bu yüzden 18. ve herşeyden öye 19. yüzyılda kapitalizm dünyayı fethetmiştir: Asya’da, Afrika’da, Güney Amerika’da, ekonomideki felcin acısına artı metaları satarak kârı gerçekleştirmek amacıyla yeni pazarlar arayarak deva bulmuştur. Yeni fetihleri yeterli hızda gerçekleştiremediğinde de tam da bu krizlerle karşı karşıya kalmıştır. 1848’de yazılmış olan Komünist Manifesto bu krizlerin ustaca yapılmış bir tasvirini içermektedir: " Krizlerde öyle bir toplumsal bulaşıcı hastalık ortaya çıkıyor ki, bu hastalık tüm daha önceki dönemler için saçma görünürdü —aşırı üretim denen salgın hastalık. Toplum bir anda kendini barbarlık durumuna düşürülmüş buluyor; bir kıtlık, genel bir yok etme savaşı, tüm yaşamsal maddeleri toplumun elinden almış görünüyor; sanayi, ticaret yok edilmiş görünüyor, neden? Çünkü o toplum aşırı uygarlığa, aşırı geçim aracına, aşırı sanayiye, aşırı ticarete sahip". Öte yandan bu dönemde kapitalizm yükselen bir düzen olduğu ve gerçekten yeni bölgeler fethedebildiği için her kriz yeni bir refah döneminin yolunu açıyordu: “Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için burjuvazi, yeryuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağlantılar kurması gerekiyor. (...)Ürettiği mallara koyduğu ucuz fiyatlar, tüm Çin Seddini temelden yıkacak, barbarların en inatçı yabancı düşmanlıklarını teslime zorlayacak ağır toplardır. Burjuvazi, tüm ulusları, eğer yerle bir olmak istemiyorlarsa burjuva üretim tarzına uymaya zorluyor; uygarlık diye kendi uygarlığını ithal etmeye, yani burjuva olmaya zorluyor onları. Tek kelimeyle, kendi suretinde alarak bir dünya yaratıyor.” Öte yandan Marx bu döngüsel krizlerin daima yeni bir refah dönemine gidecek ölümsüz bir çember olmadıklarını da görebiliyordu. Bu krizleri nihayetinde kapitalizmin temellerini çürütecek olan derin çelişkilerin bir ifadesi olarak görüyordu.
4
Yeni pazarları fethederek burjuvazi “daha çok yönlü ve daha büyük krizlerin yolunu açıyor ve krizleri önleyici araçları daha da azaltıyordu”. Ya da Ücretli Emek ve Sermaye’de ortaya koyduğu üzere; krizler “[ü]retim yığını, ve bunun sonucu olarak da daha geniş pazarlara olan gereksinme büyüdükçe, salt bu nedenden ötürü olsa bile, (sayfa 211) herbir önceki bunalım, dünya pazarının karşısına, o zamana dek ele geçirilmemiş ya da yalnızca yüzeysel olarak sömürülen bir pazar çıkardığından, dünya pazarı giderek daha çok daralır, giderek daha az sayıda sömürülecek pazar kalır, bunun sonucu olarak da bunalımlar daha sıklaşır ve daha şiddetlenir”. 18. ve 19. yüzyıllar boyunca, temel kapitalist güçler bir dünyayı fethetme yarışına giriştiler; sürekli dünyayı kolonilere bölmeye devam ettiler ve gerçek imparatorluklar oluşturdular. Zaman zaman belirli bir bölgeye dair aralarında husumetler çıktı; kısa savaşlar gerçekleşti, ve kaybedenler hep hızla dünyanın fethedecek başka bir kısmını bulmaya girişti. Fakat 20. yüzyılın başında, büyük güçler dünyayı egemenlikleri altına alma sürecini bitirmişlerdi. Artık mesele Afrika, Asya veya Amerika’nın yeni alanları için yarışmak değil, etki alanlarını savunmak ve rakiplerinin etki alanlarına silah zoruyla el koymak amacıyla acımasız bir mücadeleye girişmekti. Bu kapitalist uluslar için gerçek bir ölüm kalım meselesiydi: kapitalizm-harici pazarları aşırıüretimlerinin yeter miktarını akıtmak zorundaydılar. Dolayısıyla pek fazla sömürgesi bulunmayan ve Britanya İmparatorluğu’nun keyfi olarak kendi kontrolündeki yerlerde ticaret yapmasına bağlı olan Almanya’nın (ki böylesi bir bağımlılık bütün milli burjuvaziler için dayanılmazdır) en saldırgan güç olması ve 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nı başlatması şaşırtıcı değildi. Bu kıyım 11 milyon can aldı ve bütün kuşaklara korkunç acılar ve ahlaki ve psikolojik tramvalar verdi. Bu dehşet yeni bir dönemin, tarihin en barbarca döneminin başladığını ortaya koyuyordu. Zirvesini geride bırakmış kapitalizm artık çöküş evresine girmişti. 1929 buhranı bu gerçeği vurucu bir biçimde doğruladı.
Enternasyonal Bakış 2 2009 Yaz – Sonbahar
Öte yandan, yüzyıllık yavaş ıstırabın ardından bu düzen hâlâ ayakta – kesinlikle hasta, fakat hala sağ. Nasıl hayatta kaldı? Neden vücudu aşırı üretimin zehirinden tamamen felç olmadı? İşte burada borç meselesi işin içine giriyor. Dünya ekonomisi yıkıcı bir parçalanmayı daha fazla borca başvurarak engellemeyi başardı. Şema 1’in gösterdiği üzere 20. yüzyılın başından itibaren toplam Amerikan borcu 20’lerde başlayışının ardından tam anlamıyla patladı. Haneler, işletmeler ve bankalar bir borç yığınının altında kaldılar. 1930’larda ve 40’lardaki borç grafiğindeki vahşi azaltma ise yanıltıcı. 1930’ların büyük buhranı çöküşün ilk büyük ekonomik krizini teşkil etmekteydi. Burjuvazi daha böylesi bir şoka hazır değildi. Öncelikle karşılık vermedi veya kötü bir biçimde karşılık verdi. (Korumacılık politikalarıyla) sınırı kapatarak, aşırı üretimin ürettiği zehrin etkilerini nüksettirdi. 1929 ile 1933 arasında Amerika’nın sanayi üretimi %50 geriledi 17 ; işsizlik 13 milyon işçiyi vurdu ve açlık durumu gerçekten felaketti. İki milyon Amerikalı işsiz kaldı18. Önceleri hükümet mali sektörün yardımına gelmedi: 1921’de kayıtlı bulunan 29,000 bankanın sadece 12,000’i 1933 Mart’ında açıktı ve bu ciddi sorun 1939’a kadar devam etti19. Bütün bu iflaslar dağlarca borcun temizce erimesi anlamına geliyordu 20 . Öte yandan bu grafiğin göstermediği kamu borcundaki büyüme. Dört yıl hiçbirşey yapmadan bekledikten sonra Amerikan devleti sonunda önlemler
almaya başlamıştı: bu Roosevelt’in New Deal’ı idi. Peki günümüzde adı çok geçen bu plan aslında neydi? Bu çok büyük işler politikasıyda, temel dayanağı ise... devasa, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir devlet borcuydu (kabu borcu 1929’da 17 milyar dolar iken 1939’da 40 milyar dolar olmuştu)21. Sonrasında, burjuvazi bu kötü macerasının derslerini çıkardı. İkinci Dünya Savaşı sonunda, parasal ve finansal kurumlarını uluslararası düzeyde (Bretton Woods konferansı dolayısıyla) örgütledi ve herşeyden ötesi krediye başvurmayı sistematikleştirdi. Dolayısıyla, 1853-53’te tabana vuran ve 1950 ve 1960’lardaki kısa bir sükunet dönemi 22 yaşayan Amerikan borcu tekrar yavaş ama emin adımlarla 50’lerin ortalarından itibaren yükselmeye başladı. Kriz 1967’de geri döndüğünde ise, bu defa hakim sınıf eyleme geçmek için dört yıl beklemeyecekti. Anında kredi yoluna başvurdu. Geçen 40 yıl aslında bir krizler dizisi ve dünya borcunda inanılmaz bir artış olarak özetlenebilir. ABD’de 1969, 1973, 1980, 1981, 1990 ve 2001’de resmi resesyonlar gerçekleşti. 23 Amerikan burjuvazisinin bu zorluklar karşısındaki çözümü grafikten de gözükebilir: borç grafiği 1973’ten sonra ciddi bir biçimde, 1990’larda ise daha ciddi bir biçimde yükseliyor. Dünyadaki bütün burjuvaziler aynı şekilde davrandılar. Fakat borç, büyülü bir çözüm değil. Şema 2’nin 24 gösterdiği üzere, borçlar büyüme yaratmakta daha ve daha etkisiz bir hal aldı25.
17
A Kaspi, Franklin Roosevelt, Paris, Fayard, 1988, p 20 18 Bu veriler, dönem Amerikan nüfusunun sadece 120 milyon olduğu göz önünde bulundurulursa daha da can alıcıdır. Kaynak: Lester V Chandler, America's Great Depression 1929-1941, New York, Harper and Row, 1970, p24f 19 Frédéric Valloire’e göre, Valeurs Actuelles 15.02.08 20 Resmi tamamlamak için, borçlardaki bu düşüş şu karmaşık ekonomik mekanizma ile açıklanabilir: para basmak. New Deal politikaları sadece borçla değil, para basılmasıyla / yaratılmasıyla finanse edilmişlerdi. Dolayısıyla 12 Mayıs 1933’te, Başkan federal bankaların kredisini üç milyar dolara çıkarma ve altın endeksi göz önünde bulundurulmadan bir 3 milyar dolar daha alma ihtiyacı duymuştu. Aynı yılın 22 Ekim’inde, dolar altına kıyasla %50 değer kaybetti. Bütün bunlar borcun görece ılımlılığını açıklıyorlar.
21
Kaynak: http://www.treasurydirect.gov/govt/reports/pd/hist debt/histdebt_histo3.htm 22 1950’den 1967’ye kapitalizm ciddi bir büyüme dönemi yaşadı ki bu döneme ‘Altın Çağ’ da denmektedir, fakat bu yazının amacı 20. yüzyılın ekonomi bataklığındaki bu antiparantezi açıklamak değildir, bunu gelecek yazılara bırakıyoruz 23 Kaynak: http://www.nber.org/cycles.html 24 Kaynak : http://eco.rue89.com/explicateur/2008/10/09/lende ttement-peut-il-financer-leconomie-americaine 25 1966’da bir dolar ek born 0.8$ zenginlik daha yaratırken, 2007’de aynı dolar yalnızca gayrısafi milli hasılaya 0.2$’lık bir katkı yapıyor.
Kapitalizm Tarihinin En Ciddi Ekonomik Krizi
Ortada içinden çıkılmaz bir döngü var: kapitalistler pazarın normal olarak soğurabileceğinden fazla meta üretiyorlar; kapitalistler metalarını satıyorlar ve karlarını üretime tekrar yatırıyorlar ve... sonra yeni metaları satmak için daha fazla kredi gerekiyor. Yalnızca borçlar birikmiyor, fakat her yeni döngüde (üretim genişlediği için) aynı büyüme oranını korumak için daha fazla borca ihtiyaç duyuluyor. Dahası, bütün bu kredinin oranı artan bir miktarı üretim sürecine katılıyor fakat anında bütçe açığı cehenneminde kayboluveriyor. Fazlasıyla borçlanmış haneler çoğunlukla eski borçlarını ödeyebilmek için yeni borçlar alıyorlar. Devlet, şirketler ve bankalar da aynı şekilde işliyor. Son olarak, geçtiğimiz yirmi yılda, ‘gerçek ekonomi’ ebedi bir kriz yaşarken, yaratılan paranın artan bir miktarı spekülatif balonları (internet balonu, konut balonu vs.) gazlamaya ayrılıyor 26 . Nihayetinde borsada spekülasyon yapmak, nihayetinde satması aşırı zor olacak metaların üretimine yatırım yapmaktan daha karlı ve daha risksiz. Günümüzde borsada, üretimde kullanılanın beş katı para dönüyor 27. Öte yandan bu alelacele kaşış yalnızca artarak etkisizleşmiyor, değişmez ve sistematik olarak yıkıcı bir ekonomik krize neden oluyor. Sermaye yalnızca şapkadan para çıkartamaz. Her borcun ödenmek zorunda olduğu, ödenmezse borcu verenin ciddi sıkıntılara ve nihayetinde iflasa gideceği ticaretin alfabesidir. Böylece başa dönüyoruz: tarihsel kriz karşısında sermaye ancak zaman kazanabilir. Dahası, krizin etkilerini yarına kadar geciktirerek, daha da ciddi ekonomik sarsılmaların da yolu açılmaktadır. İşte bugün kapitalizme olan tam da budur. Devlet kapitalist kurtarabilir mi?
ekonomiyi
Bir birey iflas ettiğinde, herşeyini kaybeder ve sokakta kalır. Bir şirket kapıları kilitler. Peki ya bir devlet? Bir devlet iflas edebilir mi? Nihayetinde dükkanlarını kapatan bir devlet hiç görmedik, doğrudur. Fakat ödeme yapmayı kesenini gördük.
1982’de, borç batağının en derinlerine batmış 14 Afrika ülkesi, resmi olarak ödeme yapmayı kestiğini duyurdu. 1990’larda, Güney Amerika’da ve eskiSSCB bölgesinde bulunan ülkeler aynı noktadaydılar. Daha yakın zamanda 2001’de Arjantin’in sırası geldi. Somut olarak bu devletlerin varlığı bitmedi, ve milli ekonomi de durmadı. Öte yandan böylesi bir durum her gerçekleştiğinde bir tür iktisadi deprem yaşandı: milli kurların değerleri düştü, dahası devlet çok sayıda kamu işçisini işten çıkartarak ve kalanlara ödeme yapmayı keserek ciddi bir biçimde harcamalarını kısıtladı. Bugün, Ekvator, İzlanda, Ukrayna, Sırbistan, Estonya gibi pek çok ülke bu uçurumun eşiğindeler... Peki ya büyük güçler? Kaliforniya valisi Arnold Schwarzenegger Aralık ayı sonunda eyaletinin “mali bir acil durumda” olduğunu duyurdu. Bütün Amerikan eyaletlerinin en zengini, “Altın Eyalet” Kaliforniya 235,000 kamu işçisini işten çıkarmaya hazırlanıyordu (ve kalanlar 1 Şubat’tan itibaren her ay iki gün ücret almadan tatile çıkmak zorunda kalacaklardı). Bu yeni bütçeyi sunarken eski Hollywood yıldızı “herkesin fedakarlıklar yapması gerekecek” uyarısında bulundu. Bu durum, dünyanın önde gelen gücünün yaşadığı çok derin iktisadi zorlukların bir simgesidir. Amerikan devletinin ödemeleri kesmesi yakındır demek hala mümkün değil, fakat bu örnek büyük güçlerin iktisadi manevra alanının günümüzde ne kadar dar olduğunu açıkça gözler önüne seriyor. Dünya borcu doyum noktasına geliyor gibi gözüküyor (2007’de 60 trilyon dolar idi, o zamandan beri birkaç birkaç birkaç trilyon dolar daha şişti); aynı doğrultuda gitmeye mahkum kalmış burjuvazi dolayısıyla yıkıcı ekonomik şoklar provoke edecek. ABD Federal Rezerv Sistemi faiz oranlarını 1913’teki kuruluşunun ardından ilk defa %0.25’e indirdi. Amerikan devleti dolayısıyla neredeyse bedavaya borç veriyor (ki enflasyon göz önünde bulundurulursa zararına borç veriyor). Dünyadaki bütün ekonomiler yeni bir “New Deal” istiyoralar, Obama’nın yeni bir Roosevelt olacağının, ekonomiyi tıpkı 1933’te olduğu gibi, yani yine kredi ile finanse edilen devasa kamu çalışmaları ile yoluna koyacağını umuyorlar! 28.
26
Hisseler ve konutlaşma gayrısafi milli hasıla içerisinde sayılmıyor 27 Dolayısıyla, iktisatçıların, gazetecilerin ve başka uzmanların iddialarının aksine, bu ‘spekülasyon deliliği’ krizin bir sonucu.
28
Bu makalenin yazılışından kısa bir süre sonra Obama beklenen kurtarma planını duyurdu.
5
Burjuvazi 1967’den beri düzenli olarak New Deal programının eşdeğeri olan, ve devlet borcuna dayanan planlar geliştirmekte. Ancak ciddi bir başarı elde edilmiş değil. Sıkıntı böylesi bir ileri uçuş politikasının doların çöküşüne neden olabilecek olması. Günümüzde ABD’nin borçlarını ödemeye kadir olduğundan şüphe eden ve yatırımlarını çekme fikri ile cezbolan pek çok ülke var. Çin’in durumu da budur. Çin 2008’in sonunda, çok diplomatik bir dilde Amerikan ekonomisini Hazine Bonoları alarak Amerikan ekonomisine hayat vermeyi kesmekle tehdit etmiştir: “Krizin ciddiyetine dair yapılan her hata hem alacaklı hem de borçlu olanlar için sıkıntı yaratacaktır. Ülkenin Amerikan Hazine Bonolarına duyduğu artarmış gibi gözüken açlığı, bu bonoların uzun vadede karlı bir yatırım olarak kalacağı veya Amerikan hükümetinin yabancı sermayeye bağımlılığının süreceği anlamına gelmemektedir”. Çin Amerika’yı elindeki ABD ekonomisini birkaç yıldır besleyen dolarların akışını kesmekle böyle tehdit etmiştir işte. Eğer Çin bu tehditi gerçekleştirecek olsa 29 , ortaya çıkacak uluslararası kur karmaşası kıyametvari olurdu ve işçi sınıfı yaşam standartları korkunç noktalara gelirdi. Fakat şüpheler yaşamaya başlayan yalnızca Çin değil: 10 Aralık Çarşamba günü tarihte ilk defa Amerikan devleti 28 milyar dolarlık bir borç bulmakta zorluk çekti. Bitmek tükenmek bilmez borçlarla ve zayıflayan ekonomilerle boğuşan Bütün büyük güçlerin kasaları, onlar da tuğu için boş olduğundan dolayı, aynı gün aynı sorun Alman devletini de vurdu: 1920’lerden beri ilk defa Alman devleti İktisatçılara göre bu “aslında hayal kırıklığı yaratan” bir plandı: 775 milyar dolar ortaya dökülecek, harcamaları teşvik etmek için her Amerikan hanesine (aslında hanelerin %95’i sözkonusu) 1,000$’lık “mali bir hediye” verilmesi mümkün olacaktı ve ayrıca enerji, altyapı ve eğitim alanlarında büyük kamu çalışmaları gerçekleşecekti. Obama bu programın önümüzdeki birkaç yıl içerisinde üç milyon iş yaratacağını söylüyor. ABD ekonomisinin ayda 500,000 kişiyi işsiz bıraktığı göz önünde bulundurulursa bu yeni New Deal ( pek olsası olmasa da en hayalci beklentileri gerçekleşse bile) ihtiyaç duyulandan çok uzak. 29 Tek başına bu tehdit dünya ekonomisinin karşısındaki çıkmazları ve çelişkileri gözler önüne seriyor. Çin için dolarlarının çoğunu satışa çıkarmak, üzerinde oturduğu dalı kesmekten farksız olacaktır zira Çin’in ürettiği metaların temel alıcısı ABD’dir. Bu yüzden şu ana kadar Çin ABD ekonomisini canlandırmaya çalışmıştır. Fakat aynı zamanda Çin dalın çürüdüğünün de farkındadır ve kırıldığı zaman dalın üzerinde olmak da istememektedir.
6
kendisine 7 milyar euro borç verecek birini bulmakta zorlandı. Hiç şüphe yok ki borç, ister hane, ister şirket, ister devlet borcu olsun, yalnızca semptomatik bir yaklaşım ve kapitalizmin aşırıüretim hastalığını iyileştirmiyor. En iyi ihtimalle ekonominin mahpustan çıkmasına olanak tanıyor fakat bir yandan da daha da şiddetli krizler hazırlıyor. Fakat burjuvazinin bu çaresiz politikayla devam etmeye eli mahkum çünkü başka seçeneği yok. Angela Merkel’in 8 Kasım 2008’de Paris’te gerçekleşen uluslararası konferansta yaptığı bildirge bu duruma işeret eden sayısız kanıttan biri: “Krize karşı bir dağ kadar borç biriktirmek haricinde bir mücadele yolu yoktur”. IMF’nin baş ekonomisti Olivier Blanchard’ın ifadesi de aynı doğrultuda: “temel bileşeni talepte bir çöküş olan, olağanüstü genişlikte bir krizle karşı karşıyayız (...) Bu resesyonun yeni bir Büyük Buhran’a dönüşmesini engellemek için özel talebin yeniden oluşturulması şarttır.” Peki bu nasıl olacak? “Kamusal harcamalarda bir artışla”. Fakat eğer bu kurtarma planlarıyla olmazsa bile devlet ekonominin bankalar ve araba sanayii gibi büyük kesimlerini millileştirerek tekrar kurtarıcı olamaz mı? Yine hayır. Öncelikle, solun ve aşırı solun geleneksel yalanlarının aksine, millileştirmeler hiçbir zaman işçi sınıfı için iyi bir haber olmamışlardır. 2. Dünya Savaşı sonunda, bütün yıkımın ardından üretim aparatını tekrar ayakları üzerine kaldırmak ve çalışma temposunu arttırmak amaçlı büyük millileştirme dalgaları gerçekleşmişti. Fransız Komünist Partisi Genel Sekreteri Thorez’in özellikle millileştirilmiş endüstrilerdeki işçilere sarf ettiği sözler akıllardan çıkarılmamalı: “Eğer madenciler çalışırken ölürlerse yerlerine karıları geçsin!”, “milli yeniden-inşaa için kolları sıvayın” ve “grevler tröstlerin silahıdır”. Selam olsun millileşmiş işletmelerin muhteşem dünyasına! Burada şaşılacak hiçbir şey yoktur. 1871’deki Paris Komünü deneyiminden beri devrimci komünistler devletin antiproleter rolünü hep ortaya koymuşlardır: “Modern devlet (...) esas olarak kapitalist bir makinedir: kapitalistlerin devleti, düşüncedeki kolektif kapitalist. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok
Enternasyonal Bakış 2 2009 Sonbahar – Kış
sömürür. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmamış, tersine doruğuna götürülmüştür”.30 Yeni millileştirme dalgası işçi sınıfına fayda getirmeyecektir. Burjuvazinin uzun vadede büyüyen bir ekonomiye dönüşüne olanak da sağlamayacaktır. Bu millileştirmeler ufukta çok daha büyük iktisadi fırtınalar olduğunu göstermektedir. 1929’da batan Amerikan bankaları Amerikan nüfusunun büyük çoğunluğunun birikmiş parasını kendisiyle götürmüş, milyonları açlığa sürüklemişti. Bunun ardından, böylesi bir durumun yeniden yaşanmasını engellemek amacı ile bankacılık sistemi ikiye bölündü: bir yanda şirketleri finanse eden ve her tür mali operasyonda çalışan iş dünyası bankaları, diğer yandan müşterilerinin paralarını alıp güvenli yatırımlara koyan birikim bankaları. Şimdi 2008 iflas krizi Amerikan iş dünyası bankalarını silip süpürmüş durumda, bu bankalar artık yoklar. Amerikan mali sistemi 24 Ekim 1929’dan önce durduğu yere geri döndü! Yeni fırtına koptuğunda, şu anda kısmi veya topyekün millileştirmelerle varlığını sürdürebilmiş olan bütün bankalar yok olma tehlikesiyle karşı karşı karşıya, fakat bu sefer onlarla birlikte işçi sınıfı ailelerinin cüzzi birikimleri de gidecek. Bugün eğer burjuvazi millileştirirse bu yeni bir ekonomik iyileşme planı için değil, finans ve sanayinin temellerinin aniden çözülmesini engellemek için yapılmış olacaktır. En kötü ihtimali engellemek ve mobilyaları kurtarmak meselesidir yani 31 . Son kırk yıldır büyüyen borç dağı tam bir Everest olmuştur ve artık hiçbir şey sermayenin bu dağlardan aşağı yuvarlanmasına engel olamaz. Ekonomi gerçekten çok kötü bir durumdadır. Bu durum, kapitalizmin hemen şimdi, bir gecede çökeceği anlamına gelmez. Burjuvazi tepki
vermeden dünyasının uçup gitmesine müsaade etmeyecektir: çaresizce ama elinden geleni ardına komayarak, bunun insanlığa vereceği zararları umursamadan düzenin ızdırabını uzatacaktır. Fakat borca uçuşu devam edecek, şurada burada ufak büyüme anları yaşanacaktır. Fakat kesin olan bir şey varsa kapitalizmin tarihsel krizinin ritminin değiştiğidir. Kırk yıl yavaşça cehenneme doğru yürüdükten sonra gelecekte yalnızca Üçüncü Dünya ülkelerinde değil, ABD’de, Avrupa’da, Asya’da da şiddetli sarsılmalar, düzenli ekonomik çırpıntılar, sallantılar, depremler olacaktır. 32 Komünist Enternasyonal’in 1919’daki sloganı, bugün her zaman olduğu kadar güncel ve yerindedir: “insanlığın hayatta kalması için kapitalizm yok olmalı!” Mehdi, 10.01.09.
30
Engels, 1878 Anti-Dühring Bunu yaparken, sınıf mücadelesinin gelişiminin de zeminini hazırlıyor. Resmen işçilerin patronu olarak, devlet işçi mücadelesiyle doğrudan yüzleşiyor. 1980’lerde, (Britanya’da Thatcer örneğinde olduğu gibi) büyük özelleştirme dalgaları mücadeleye ek bir zorluk getirmişti. İşçiler yalnızca sendikalar tarafından millileşmiş sanayileri müdafaya, yani bir patron tarafından sömürülmeyi (devlet) bir başkası (özel sektör) tarafından sömürülmey tercih etmeye seferber edilmiyor, aynı zamanda tek bir patron (devlet) yerine bir dizi özel paronla yüzleşmek zorunda kalıyorlardı. Mücadeleler sıkça dağıtılabiliyor, etkisiz kalabiliyordu. Buna karşın, gelecekte devlete karşı birleşik işçi mücadeleleri için zemin daha verimli olacaktır.
31
32
Ekonomik zemin fazlasıyla dengesiz ve istikrarsız olduğu için bir sonraki bombanın nerede patlayacağını görmek zordur. Fakat, iktisat dergilerinin sayfalarında ekonomi uzmanlarının endişeli mırıltıları arasında bir ibre gözümüze çarpıyor: ÖKT (Ödenemeyen Kredi Takası) – mali bir kurumun kendisini ödenmeyen borçlardan koruması için bir tür sigorta. ÖKT’nin toplam pazarının 2008’de 60 trilyon dolar olduğu hesaplandı. Başka bir deyişle, konut krizi benzeri bir ÖKT krizi olursa tamamen yıkıcı sonuçlar doğar. Amerikan emeklilik fonları tamamen emilir ve işçilerin emeklilik planları paramparça olur.
7
Kapitalizmin Çöküşü (2)
Toplumsal Düzeni Anlamak İçin Nasıl Bir Bilimsel Yönteme İhtiyacımız Var Bu yazı dizisinin ilk kısmında, 20. yüzyılın ilk yarısında, kapitalizmin çöküş evresine girişinin ifadesi olmuş olan dünya savaşlarının, devrimlerin ve küresel ekonomik krizlerin gelişim kalıplarına bakmıştık. Bunlar insanlığa ya daha üstün bir üretim biçimi geliştirmek ya da barbarlık içerisinde çökmek şeklindeki tarihsel ikiliği dayatmışlardır. İnsan uygarlığının karşı karşıya kaldığı krizlerin kökenlerini ve nedenlerini anlamak için ancak tarihin bütün akışını kapsayan bir teori yeterli olabilir. Fakat kapitalizmin çöküş dönemi derinleştikçe, bu döneme damgasını vuran felaketler döngüsünün kaynaklarına dair gerçek bir öngörüde bulunmak ya da herhangi bir genel açıklama sunmak konusunda gittikçe acizleşen resmi tarihçiler arasında genel tarih teorileri artık pek de olumlu karşılanmıyor. Büyük tarihsel perspektifler, sıklıkla karanlıktan ve tiranlıktan modern anayasal devletin sağladığı fevkalade özgürlükler içinde yaşayan yurttaşların dünyasına doğru sürekli ilerleyen bir hikâye şeklindeki tarih fikrini geliştiren aynı dönemin aşırı iyimser İngiliz liberalleri ya da 19. yüzyılın Hegel gibi idealist Alman filozoflarının uzmanlık alanı olarak görmezden geliniyor. Aslında tarihsel hareketi bir bütün olarak görmek konusunda bile gösterilen bu yetersizlik, toplumsal sistemi artık insanlığa bir gelecek önermeyen ve artık tarihsel ilerlemeden yana olmayan bir sınıfın özelliğidir. Burjuvazi kendi üretim biçiminin geçmiş toplumsal biçimlere nazaran insanlık için temel bir ilerlemeyi temsil ettiği ve geleceğe yükselen sınıfın artan güveniyle bakabildiği dönemde, geçmişe ve geleceğe kapsamlı olarak bakabiliyordu. 20’nci yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen korkunç olaylar bu özgüvene ölümcül bir darbe indirdiler. On binlerce genç erin Birinci Dünya Savaşında katledildiği Somme ya da Paschendale gibi sembolik isimler ya da isimleri devletin sivilleri kitlesel olarak kıyımdan geçirmesi ile eş anlamlı olan Auschwitz ve Hiroshima veya 1914, 1929 ve 1939 gibi aynı derecede sembolik tarihler, sadece ilerleme ile ilgili önceki varsayımların geçerliliğini sorgulanabilir kılmakla kalmadılar; aynı
zamanda ahlaki olarak, mevcut toplumsal düzenin bir zamanlar göründüğü gibi sonsuz olmayabileceğini de dehşet verici düzeyde imlediler. Kısacası, (ya kendi düzeninin anarşi içerisine düşmesi nedeniyle ya da burjuvazi için aynı anlama gelen devrimci işçi sınıfı tarafından alaşağı edilmesi yoluyla) kendi düzeninin sonu ihtimali karşısında burjuva tarihçiliği, ya kısa zaman aralıkları ve yerel olaylar düzeyinde dar bir ampirizm içinde kendisini kaybedip at gözlüğü ile tarihe bakmayı ya da bir çağdan diğerine ilerici bir gelişme olabileceği anlayışını ve insan tarihinde herhangi bir ilerleme örüntüsü ortaya çıkarma çabasını reddeden görecelilik ve post-modernizm gibi teorileri geliştirmeyi tercih etti. Dahası, tarihsel bilincin bu şekilde bastırılması, popüler kültür alanında her gün, pazarın ümitsiz ihtiyaçları tarafından pekiştiriliyor. Çünkü değerli olan her şeyin şimdi burada ve yeni olması, hiçbir yerden gelmeyip hiçbir yere gitmemesi gerekiyor. Resmi eğitimin büyük kısmının verili dar kafalılığı düşünüldüğünde, tarihin örüntüsünü bir bütün olarak kavrama arayışını hala sürdürenlerin de, dinin ve mistisizmin koca karı ilaçları tarafından baştan çıkarılıyor olmaları hiç de şaşırtıcı değil. Nazizm bu akımın erken ifadelerinden biriydi; çünkü o dünyanın sorunlarına dört başı mamur bir çözüm öne süren ve bu arada da daha derinlikli düşünme ihtiyacını etkin bir şekilde yok eden, büyücülük teozofisinin, sözde Darwinizmin ve ırkçı komplo teorisinin bir karşımıydı. Bugün ise İslamcı ve Hıristiyan kökten dinciliği ile tarihi manipüle eden gizli cemiyetler üzerine komplo teorileri aynı rolü oynamaktadır. Resmi burjuva mantığı, sadece toplumsal alanın sorunlarına cevap vermekte başarısız olmakla kalmayıp, büyük oranda sorular sormayı bile bırakarak, akıl dışılığın kendi mitolojik çözümlerini öne atması için bu alanı boş bırakmış bulunuyor. Egemen sınıfın aklı bir nebze de olsa bu durumun farkında. Gerçekten de o eski kendine güveninden bir şeyler kaybettiğini kabul etmeye hazır. Artık liberal kapitalizme, insan ruhunun en güzel kazanımı olduğu yollu methiyeler düzmüyor. Bunun yerine, onu,
kesinlikle kusurlu olsa da karşına dizilmiş gibi görünen tüm fanatizm biçimlerine büyük ölçüde tercih edilebilir kötünün iyisi olarak göstermeye çalışıyor. Ve bu mantığa göre fanatikler grubunda sadece faşizm ve İslamcı terörizm değil aynı zamanda artık kesin bir biçimde yanlışlığı kanıtlanmış bir tür ütopyacı Mesihçilik olduğu iddia edilen Marxizm de bulunuyor. Kim bilir kaç kere üçüncü sınıf düşünürlerden yeni bir şeyler söylüyormuş edasıyla şu tür şeyler dinledik; Marxist tarih anlayışı bir kurtuluş hikâyesi olan Judeo-Hıristiyan tarih mitinin basitçe bir yansımasıdır; buna göre ilkel komünizm Cennetin Bahçesi, gelecekteki komünizm ise beklenen cennettir; proletarya Seçilmiş Halk ya da Çilekeş Hizmetkârdır; komünistler ise Peygamberdir. Fakat bize bu dinsel projelerin hiç de zararsız olmadığı da söylenmiştir: buna göre gerçekleşen “Marxist iktidar” yeryüzünde cenneti kurmaya yönelik böylesi bütün çabaların neyle sonuçlandığını göstermiştir; tiranlıkla ve toplama kamplarıyla, mükemmel olmayan insanlığı kendi mükemmellik görüşünde şekillendirmeye yönelik çılgın planlarla. Ve gerçekten de bu analizi desteklemek için elimizde Marxizmin 20.yüzyıl boyunca görünüşte izlediği rotası var; Stalin’in GPU’sunun bize Kutsal Engizisyonu hatırlattığını ya da Lenin, Stalin, Mao ve diğer büyük liderlerin yeni tanrılara dönüştürüldüğünü kim inkâr edebilir? Fakat bu kanıt oldukça hatalıdır. Çünkü yüzyılın en büyük yalancı şahitliğine dayanmaktadır. Yani aslında komünizmin tam bir yadsıması olan Stalinizmin, komünizm ile aynı şey olduğu yalanına. Eğer bütün gerçek devrimci Marxistlerin savunduğu gibi Stalinizm aslında kapitalist karşı devrimin bir biçimi ise, bu durumda Marxist tarih teorisinin kaçınılmaz olarak Gulag’lara yol açtığı argümanını sorgulamak gerekir. Ve Engels’in de erken Hıristiyanlık tarihi üzerinde yazılarında yaptığı gibi biz de İncil peygamberlerinin sözleri ve erken Hıristiyanlık ile modern işçi
8
hareketinin fikirleri arasında benzerlikler bulunmasında hiç de garip bir durum olmadığı şeklinde cevap verebiliriz. Çünkü erken Hıristiyanlık da ezilen ve sömürülen sınıfların mücadelelerinin ve onların sınıf egemenliği yerine insani dayanışma temelindeki bir dünya umutlarının temsilcisi olmuştu. İçerisinde ortaya çıktıkları toplumsal sistemlerin dayattığı sınırlılıklardan dolayı bu ilk komünistler, sınıfsız toplumun dinsel ya da mistik bir görüntüsünün ötesine geçemediler. Bugün artık durum böyle değildir, çünkü tarihsel evrim, komünist toplumu akılcı bir olanak haline getirdiği kadar acil bir gereksinime de dönüştürmüştür. Bu yüzden modern komünizmi eski mitlerin ışığında görmek yerine, eski mitleri modern komünizmin ışığında anlayabiliriz. Bizler için Marxizm, tarihsel materyalizm, tarihte ilk defa hem sömürülen hem de devrimci olan bir sınıfın, bağrında yeni ve daha gelişkin bir toplumsal düzeni taşıyan bir sınıfın teorik bakış açısı değilse hiçbir şey değildir. Bu yüzden de onun geçmişi inceleme ve gelecek için perspektif sunma çabası ve aslında ihtiyacı, son noktada her zaman kendi sömürü sisteminin çıkarları yüzünden gerçeği karartmaya ve inkâr etmeye zorlayan egemen sınıfın ön yargıları tarafından gölgelenemez. Marxist teori aynı zamanda eski sömürülen sınıfların şiirsel çıkışlarının aksine bilimsel bir metot üzerine kurulmuştur. Yine de kimi doğa bilimleri ile aynı kategoride tam bir bilim olmayabilir çünkü Marxizm insanlığı ve onun çok karmaşık tarihini laboratuarlarda tekrarlanabilen bir dizi deneye indirgeyemez. Fakat bu noktada, evrim teorisi de aynı kısıtlamalara tabidir. Önemli olan nokta, egemen sınıfın ortaya koyabileceği en iyi bilimi dikkatli bir şekilde kullanıp bunun da ötesine geçerek daha üstün bir sentezin taslağını çizerek, bilimsel metodu mevcut toplumsal düzene ve onun öncülü olan toplumsal düzenlere uygulayabilme yetisinin sadece Marxizmde bulunmasıdır. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz Marx 1859’da Kapital’e dönüşecek olan çalışmaları ile yoğun biçimde ilgilendiği sırada, bütün tarihsel metodunun ustaca bir özetini veren kısa bir metin yazdı. Bu metin daha sonradan Kapital’in ortaya çıkmasıyla büyük ölçüde aşılacak ya da en azından gölgede kalacak olan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı
Enternasyonal Bakış 2 2009 Sonbahar – Kış
diye adlandırdığı çalışmasının Önsöz’ündeydi. Hukuk üstüne ilk çalışmalarından o dönemki politik ekonomi üzerine yoğunlaşmasına kadarki düşüncesinin gelişiminin yoğunlaştırılmış bir açıklamasını verdikten sonra Marx meselenin özüne, “çalışmalarımın yönlendirici ilkeleri” dediği noktaya gelir. Burada Marxist tarih teorisi ustalıklı bir kesinlik ve netlikle özetlenmiştir. Bu yüzden içerisinde yaşadığımız çağın gerçek bir kavranışının temellerini ortaya koymak için bu pasajı mümkün olduğu kadar yakından incelemeye çalışacağız. Bu makalenin sonunda, bu metindeki en önemli pasajı, tam bir biçimde ek olarak verdik fakat şimdi bu bütünün parçalarını detaylı olarak incelemeye çalışacağız. Üretim İlişkileri ve Üretici Güçler “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır.” Marxizm, gelenekselci burjuva ya da sözde-radikal olan eleştirmenleri tarafından sıklıkla, tarihsel süreçlerin karmaşıklığını, üzerinde insanların özneler olarak hiç kontrolünün olmadığı ve insanları kaderci bir şekilde belirlenmiş mutlak sonuçlara bir dev gibi sürükleyen bir dizi demir yasaya indirgeyen mekanik ve “nesnelci” bir teoriymiş gibi karikatürize edilmiştir. Marxist düşüncenin bir tür din olduğu iddia edilmediğinde, bize Marxist düşüncenin, toplumsal hayatın temelde öngörülemez olan örüntülerine tahmin edilebilir, kanıtlanabilir doğal dünyanın (fiziksel, kimyasal, biyolojik) yasalarını uygulamaya girişmiş olan 19. yüzyılın eleştirellikten uzak bilim tapıncının ve onun ilerleme üzerine hayallerinin tipik bir ürünü olduğu söylenir. Böylece Marx, değişmez bir şekilde ilkel toplumdan, kölelik, feodalizm ve kapitalizm yoluyla komünizme giden, bir üretim biçiminden diğerine düz çizgisel ve kaçınılmaz bir evrim teorisinin kurucusu olarak sunulur. Ve bütün bu süreç, üretici güçlerin salt teknik gelişiminden kaynaklanmış
varsayıldığından daha da bir önceden belirlenmiş süreçtir. Bütün karikatürlerde olduğu gibi bu tabloda da bir miktar gerçeklik bulunmaktadır. Örneğin, işçi partilerinin “kurumsallaşması” yönünde güçlenen bir eğilimin olduğu İkinci Enternasyonal döneminde, buna karşılık teorik düzeyde paralel bir süreç kendini, egemen ilerleme kavramlarına karşı savunmasızlık ve “bilim”i toplumdaki gerçek sınıf ilişkilerinden ayrık, kendinde bir şey gibi tasarlamak yönünde belli bir eğilim olarak ortaya koymaktaydı. Kautsky’nin proleter kitlelerine aşılanması gereken ve entelektüellerin bir icadı olduğunu düşündüğü bilimsel sosyalizm fikri bu eğilimin ifadelerinden biriydi. Eskiden Marxizme ait olan birçok şeyin artık kapitalist düzenin açık bir özrüne dönüştüğü, tarihsel ilerlemenin mekanik kavranışının artık resmi biçimde kanunlaştırıldığı 20. yüzyıl için bu durum daha da geçerlidir. Bu yaklaşımın, üretici güçlerin öncüllüğü teorisinin tarihin materyalist bakış açısı olarak öne sürüldüğü, Stalin’in “Marxizm-Leninizm” el kitabı, SBKP’nin Tarihi’nden daha iyi bir örneği yoktur: “Üretimin ikinci özelliği ise onun değişimlerinin ve gelişiminin, her zaman üretici güçlerin ve her şeyden önce de üretim araçlarının değişim ve gelişimleri ile başlamasıdır. Bunun sonucu olarak üretici güçler, üretimdeki en dinamik ve devrimci unsurlardır. Toplumun üretici güçleri ilkin kendilerini değiştirir ve geliştirirler; ardında bu gelişmelerle ilişki içerisinde ve onlara uygun olarak, insanlar arasındaki üretim ilişkileri, ekonomik ilişkiler de değişikliğe uğrar”. Üretici güçlerin öncüllüğünün bu tanımlanışı Stalinizmin temel planıyla tam bir uyum içindedir. Bu da SSCB’nin “üretici güçlerini”, proletarya aleyhine ve Rusya’yı temel bir dünya gücü yapma hedefiyle “geliştirmektir”. 1930’larda meydana gelen ağır endüstriyel sanayinin toplanmasını komünizm yolunda atılmış büyük adımlar olarak sunmak ve bu “gelişmenin” altında yatan toplumsal ilişkilerin- yani ücretli emekçiler sınıfının vahşi sömürüsünün diğer bir deyişle sermaye biriktirmek için artı değer koparılmasının- incelenmesini engellemek tam da Stalinizmin çıkarına olan şeydi.
Toplumsal Düzeni Anlamak İçin Nasıl Bir Bilimsel Yönteme İhtiyacımız Var Marx’a baktığımızda ise bütün bu yaklaşım daha Komünist Manifesto’nun ilk satırlarında yadsınmaktadır. Burada tarihsel evrimin dinamik gücü olarak ortaya konulan sınıf mücadelesidir, diğer bir deyişle, belirleyici olan artı değere el konulması üzerinden farklı toplumsal sınıflar (“özgür insan ile köle, patrisyen ve pleb, soylu ve serf, usta ve çırak”) arasında verilen mücadeledir. Bu yadsıma alıntıladığımız Önsöz’ün başlangıç satırlarında aynı derecede yalın bir biçimde şöyle ifade edilmiştir; “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, … belirli ilişkiler kurarlar.”. Üretim ilişkileri ve bunlara “uygun” olan üretici güçler arasında yakın bir bağ bulunmasına rağmen, tarihi yapanlar, “üretici güçler”, makineler değil, bu “belirli ilişkiler”e giren etten kemikten insanlardır. Marx, bunu Louis Bonaparte’nin 18. Brumaire’ inde geçen bir başka ünlü pasajında şöyle açıklar: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar”. Burada dikkat edilmesi gereken, en azından şimdiye kadar, insanların belirli ilişkilere “kendi keyiflerine göre değil”, kendi seçimleri dışındaki koşullarda kısmıdır. Bugüne kadar var olan bütün toplum biçimlerinde egemen olan koşullar altında, insanların kendileri arasında kurdukları toplumsal ilişkiler onlara az çok belirsiz, mitolojik ya da ideolojik temsiller tarafından az çok gölgelenmiş biçimde görünmüştür. Aynı şekilde sınıf toplumunun gelişmesiyle birlikte insanların bu ilişkiler yoluyla oluşturdukları zenginlik biçimleri onların gözlerinden kaçmaya, onların üzerinde duran yabancı bir güç haline gelmeye eğilimli olmuştur. Bu açıdan bakıldığında, insanlar kendi çevrelerinin ya da ihtiyaçlarını karşılamak için ürettikleri araçların pasif ürünleri olmadıkları halde, kendi toplumsal güçlerinin ya da emeklerinin ürünlerinin efendileri de değildirler. Toplumsal Oluş ve Toplumsal Bilinç “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. … Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuki, siyasal, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde
tutularak, bir hükme varılamaz, tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.” Kısacası tarihi yapanlar insanlardır fakat henüz ne yaptıklarının tam olarak bilincinde değildirler. Bundan dolayı, tarihsel değişimi incelerken, kendimizi bir dönemin fikirleri inançlarının incelemesiyle ya da hükümet ve kanun sistemlerindeki değişimleri araştırmakla sınırlandıramayız. Bu fikirlerin ve sistemlerin nasıl evirildiğini kavramak için bunların ardında yatan temel toplumsal mücadeleleri ele almak gerekir. Bir kere daha şunu belirtelim: tarihe böyle yaklaşmak ile bilincin, inancın ve yasal/politik oluşumların sosyal ilişkiler ve üretici güçlerin gelişimi üzerindeki aktif rolleri ve gerçek etkileri görmezden gelinmiş olmaz. Örneğin, antik çağın köle sahibi sınıfının ideolojisi, emeği en ağır aşağılamaya tabi tutmakta ve bu tavır Yunan düşünürleri tarafından ortaya konan hatırı sayılır bilimsel gelişmelerin, bilimin pratik gelişmesine dönüşmesini engellemekte ve bu yolla icadı ve emeğin üretkenliğini arttırabilecek araç ve teknikleri fiili olarak genel kullanıma sokmayı engellemekte doğrudan etkin bir rol oynamıştır. Fakat bu engelin ardında yatan gerçek, köleci üretim biçiminin kendisidir. Köle sahibinin emeği hakir görmesinin ve eğer üretimi arttırmak istiyorsan daha fazla köle sağlamalısın şeklindeki anlayışının temeli, klasik toplumun zenginlik yaratma yolunun kalbinde, köleliğin varolmasıdır. Hem açık eleştirilere, hem de “toplumsal oluş toplumsal bilinci belirler” hükmünü olabilecek en kaba biçimde, örneğin bunun, toplumdaki ekonomik konumlarından dolayı burjuvazinin bütün üyelerinin kaçınılmaz bir biçimde tek bir şekilde düşünmek zorunda oldukları anlamına geldiği, hatta daha da saçma bir biçimde, proletaryanın bütün üyelerinin sırf sömürüye tabi oldukları için kendi sınıf bilinçlerinin net bir bilincine varmak zorunda oldukları şeklinde yorumlayan yanlış yönlenmiş destekçilerine karşı, Marx ve Engels sonraki yazılarında teorik yaklaşımlarını savunmak zorunda kalmıştır. Marx’ı “ben Marxist değilim” demeye iten tam da böylesi indirgemeci yaklaşımlar olmuştur. Kapitalizmin “normalliği” içerisinde var olan işçi sınıfı içerisinde sadece bir azınlığın kendi gerçek sınıf durumunu anlamasının çok sayıda nedeni vardır. Bu durum sadece bireylerin geçmişleri ve psikolojileri ile açıklanamaz. Daha da temelde bunun nedeni, egemen ideolojinin boyunduruğu altındakilerin kendi sınıf çıkarlarını kavramalarını engellemekte oynadığı aktif roldür. Bu öyle bir egemen ideolojidir ki, Marx’ın tam da 18 Brumaire’de, insanın tarihi kendi seçmediği
9 koşullar altında yapması üzerine olan pasajdan hemen sonra yazdığı gibi, “geçmiş bütün ölü kuşakların ağırlığının yaşayanların beyinlerine karabasan gibi çökmesi” yoluyla ezilenlerin zihinlerinde derin bir şekilde içselleşmiş olduğundan dolayı, egemen sınıfın anlık propagandalarından çok daha uzun bir tarihi ve güçlü bir etkisi bulunmaktadır. Aslında Marx’ın bir dönemin ideolojisi ve bir bireyin kendisi hakkında ne düşündüğü arasında kurduğu benzerlik, Marx’ın indirgemeciliğinden ziyade, gerçekten de bir psikolojik derinlik göstermektedir. Ancak kötü bir psikanalist bir hastanın kendi duyguları ve kanaatleri üzerine anlattıklarına hiç ilgi göstermez. Fakat, hastasının genel psikolojik kesitindeki gizli ve bilinçaltı unsurlarının karmaşıklığını görmezden gelip kendisini hastanın kendine dair anlık farkındalığı ile sınırlayan bir psikanalist de eşit derecede zayıftır. Aynı çözümleme düşünceler tarihi ya da “politik” tarih için de geçerlidir. Bunlar bize geçmiş bir dönemde neler olmuş olduğuna dair çok şey söyleyebilirler fakat kendi başlarına gerçekliğin ancak çarpık bir yansımasını sunarlar. Marx’ın olayların görünümünün yüzeyinde kalan bütün tarihsel yaklaşımları reddetmesinin nedeni budur: “Şimdiye kadar, her tarih anlayışı, ya tarihin gerçek temelini bir yana bırakmış ya da onu tarihin akışıyla hiçbir bağı olmayan ikincil bir şey saymıştır. Bu yüzden, tarihin, her zaman, kendi dışındaki bir ölçeğe göre yazılması gerekir. Yaşamın gerçek üretimi tarihin ta başlangıcında ortaya çıkar; oysa asıl tarihsel olan şey, olağan yaşamdan ayrıymış gibi, olağan-dışı ve yeryüzü-üstü bir şey gibi görünür. İnsanlarla doğa arasındaki ilişkiler, bu yüzden, tarihten dışlanır, bu da, doğa ile tarih arasındaki karşıtlığı doğurur. Bu bakımdan, bu tarih anlayışı, tarihte yalnız prenslerin ve devletlerin yapıp ettiklerini dinsel ve her türden teorik savaşımları görebilmiştir, ve özellikle ele alınan her tarihsel çağ konusunda bu çağın yanılsamasını paylaşmak zorunda kalmıştır. Örneğin, bir çağ, kendisini belirleyen şeyin salt "siyasal" ya da "dinsel" güdüler olduğunu sanıyor olsun, "din" ve "siyaset" o çağı hareket ettiren gerçek güdülerin aldıkları biçimlerden ibaret oldukları halde, o çağı kaleme alan tarihçi bu sanıyı paylaşır. Söz konusu insanların kendi pratiklerine ilişkin "sanılan", "anlayışları", bu insanların pratiğine hükmeden ve onu belirleyen tek belirleyici ve etkin güç haline getirilir. Hintlilerde ve Mısırlılarda, işbölümünün kendi gösterdiği ilkel biçim, eğer bu halkların devletlerinde ve dinlerinde bir kastlar rejimine neden oluyorsa, tarihçi, kastlar rejiminin bu ilkel toplumsal biçimi doğuran güç olduğuna inanır.” (Alman İdeolojisi).
10
Toplumsal Devrim Dönemleri Şimdi Önsöz’de kapitalizmin yaşamındaki mevcut tarihsel dönemin kavranışına en net biçimde işaret eden pasaja gelmiş bulunuyoruz: “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.” Burada da Marx, bir kere daha, tarihsel süreçteki etkin unsurların, insanların yaşamın gerekliliklerini üretmek üzere girdikleri toplumsal ilişkiler olduğunu göstermektedir. Bir toplumsal biçimden diğerine gerçekleşen hareketin tarihine bakıldığında, bu ilişkilerin üretici güçlerin gerçek bir gelişimine yol açtığı dönemler ile bu aynı ilişkilerin daha ileri gelişmenin önünde bir engel dönüştüğü dönemler arasında sürekli bir diyalektik olduğu görülebilir. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da çürüyen feodal toplum içerisinden çıkan kapitalist üretim ilişkilerinin, nasıl da yoluna çıkan bütün durağan ve atıl toplumsal ve ekonomik yaşam biçimlerini süpürüp atan, derin bir devrimci kuvvet gibi hareket ettiğini göstermiştir. Rekabet ve mümkün olduğunda ucuz üretme gereksinimi, burjuvaziyi üretici güçleri sürekli devrimcileştirmek zorunda bırakmıştır. Metaları için durmaksızın yeni pazarlar bulma gereksinimi ise onu dünyanın tümünü işgal etmeye ve kendi imgesinden bir dünya yaratmaya zorlamıştır. 1848’te, kapitalist toplumsal ilişkiler, henüz açıkça birer “gelişim biçimi” idiler ve kendilerini henüz sadece bir ya da iki ülkede sağlam bir biçimde yerleştirebilmiştiler. Ne var ki on dokuzuncu yüzyılın ağır ekonomik krizleri, başlangıçta Manifesto’nun yazarlarını kapitalizmin çoktan üretici güçlerin gelişmesi önünde bir engele dönüştüğü ve böylelikle de komünist devrimi (ya da en azından burjuva devriminden proleter devrime hızlı bir geçişi) o andan itibaren gündeme soktuğu sonucunu çıkarmaya itmişti.
Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış
“Bu bunalımlar sırasında yalnızca mevcut ürünlerin değil, daha önceleri yaratılmış üretici güçlerin de büyük bir kısmı dönemsel olarak tahrip ediliyor. Bu bunalımlar sırasında, daha önceki bütün çağlarda anlamsız görülecek bir salgın baş gösteriyor —aşırı üretim salgını. Toplum kendisini birdenbire, gerisin geriye, geçici bir barbarlık durumuna sokulmuş buluyor; sanki bir kıtlık, genel bir yıkım savaşı, bütün geçim araçları ikmalini kesmiştir; sanki sanayi ve ticaret yok edilmiştir; peki ama, neden? Çünkü çok fazla uygarlık, çok fazla geçim aracı, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret vardır da ondan. Toplumun elindeki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerinin ilerlemesine artık hizmet etmiyor; tersine, bunlar, kendilerine ayak bağı olan bu ilişkiler için çok güçlü hale gelmişlerdir, ve bu ayak bağlarından kurtuldukları anda, burjuva toplumunun tamamına düzensizlik getiriyor, burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva toplum koşulları, bunların yarattığı zenginliği kucaklayamayacak denli dardır.” 33 Toplumsal devrimler çağının ve dünya sermayesinin kibirli düzeniyle hesaplaşma gününün gelmesini anlaşılabilir bir biçimde çoktandır sabırsızlıkla beklemelerine rağmen, 1848 devrimlerinin yenilmesiyle ve izleyen dönemde dünya kapitalizmin gerçekleştirdiği müthiş yayılma ile birlikte, Marx ve Engels bu görüşlerini gözden geçirecekti. Fakat bu yaklaşımda merkezi olan temel yöntemdir. Yani bir toplumsal düzenin, üretici güçler ile açık bir çatışmaya düşünceye kadar ortadan kaldırılamayacağının kavranılmasıdır. Üretici güçler ile toplumsal düzen arasındaki bu çatışma toplumun tümünü kriz içine çeker ancak bu kriz anlık olmadığı gibi gelişme dönemi krizi de değildir. Aksine bütünüyle bir krizler, sarsıntılar, toplumsal devrimler “çağı”nı ifade eder, diğer bir deyişle çöküş krizidir. Bu pasajda ilginç olan tam da ortaya attığı sorudur: kapitalizm altında bir toplumsal devrim dönemine geçişi belirleyen tarihsel kıstaslar nelerdir? Kapitalizm hala küresel olarak genişleyen bir sistemken başarılı bir komünist devrim olabilir mi? Marx, Avrupa’da devrimin eli kulağında olduğunu düşünürken erkenciydi. 33
Komünist Manifesto. Bölüm 1. “Burjuvazi ve Proletarya”.
Aslında, 1881’de Rusya sorunu üzerine Vera Zasulich’e yazdığı bir mektupta bu görüşünü bir kere daha düzeltmiş gibi görünmektedir: “Kapitalist sistem artık gerileyen bir toplumsal sistemden başka bir şey olmayacağı zamana yaklaşarak, Batı’da gençliğinin sonuna varmıştır”. 34 Bu pasajda ilginç olan tam da ortaya attığı sorudur: kapitalizm altında bir toplumsal devrim dönemine geçişi belirleyen tarihsel kıstaslar nelerdir? Kapitalizm hala küresel olarak genişleyen bir sistemken başarılı bir komünist devrim olabilir mi? Marx, Avrupa’da devrimin eli kulağında olduğunu düşünürken erkenciydi. Aslında, 1881’de Rusya sorunu üzerine Vera Zasulich’e yazdığı bir mektupta bu görüşünü bir kere daha düzeltmiş gibi görünmektedir: “Kapitalist sistem artık gerileyen bir toplumsal sistemden başka bir şey olmayacağı zamana yaklaşarak, Batı’da gençliğinin sonuna varmıştır”. 35 Bu anlamda 1858’in üzerinden 20 yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen sistem gelişmiş ülkelerde bile henüz hala “gerileyiş” dönemine “yaklaşmaktadır”. Bir kere daha, bunlar Marx’ın yaşadığı verili tarihsel durum karşısında karşılaştığı zorlukların ifadeleridir. Sonradan da anlaşılacağı gibi, son bir gerçek küresel gelişim aşaması, sistemin sadece bir parçasının değil, bütününün bir ihtiyarlık krizine battığını göstererek onu dünya çapındaki bir sarsıntı döneminin içine çekecek olan emperyalizm aşaması, henüz kapitalizmin önünde durmaktaydı. Yine de Marx’ın bu mektuplardaki kaygıları, onun, devrimci perspektifi kapitalizmin bu aşamaya gelip gelmediği kararına dayandırma sorununu ne kadar ciddiye aldığını göstermektedir. Eskimiş Araçları Terk Etmek: Çöküş Dönemlerinin Gerekliliği “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. 34
Marx’tan Engels’e, 8 Ekim 1858, Collected Works, Vol. 40, p.347, Lawrence and Wishart. 35 Shanin içinde, Late Marx and the Russian Road, KP, p103). Bakınız: Collected Works, Vol. 24, p. 362, biraz farklı bir çevirisi için bakınız dipnot c.
Toplumsal Düzeni Anlamak İçin Nasıl Bir Bilimsel Yönteme İhtiyacımız Var
“ Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.” Bu son pasajda, Marx bir kere daha, bir toplumsal devrim perspektifini bir sömürü sisteminden kaynaklanan salt ahlaksal bir tiksintiye değil fakat bu sistemin emeğin üretkenliğini geliştirmedeki yetersizliğine ve genel olarak da insanların maddi ihtiyaçlarını doyurabilme kapasitelerine dayandırmanın önemini vurgulamaktadır. Bir toplumun bütün gelişim kapasitesini tüketmeden miadını doldurmayacağı argümanı, kapitalizmin çöküş dönemine girmiş olduğu fikrine karşı bile kullanılmıştır. Buna göre, kapitalizm 1914’ten beri açık bir biçimde büyümüştür ve bütün büyüme durmadan onun çökmekte olduğu söylenemez. Üretici güçlerin artık büyümediğini iddia eden, 1930’da Troçki’nin geliştirdiği tarzdaki teorilerin büyük bir kafa karışıklığına neden olduğu bir gerçektir. O dönem için kapitalizmin gelmiş geçmiş en büyük ekonomik buhranının sancılarını çektiği düşünülürse bu bakış açısının neden çekici gelmiş olduğu anlaşılabilir. Dahası çöküşün üretici güçlerin gelişmesinde tam bir durgunluğun ve hatta gerilemenin göstergesi olduğu fikri, krizin (ki bu sistemlerde bile “çöküş” süreci asla görünür toparlanma ve hatta dinç büyüme dönemleri olmadan gelmemiştir) her zaman eksiküretimin, toplumun temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir üretimin mutlak anlamda yetersizliğinin söz konusu olduğu önceki sınıf toplumlarına bir ölçüde de olsa uygulanabilir. Fakat bu bakış açısının esas sorunu kapitalizmin temel gerçekliğini, yani değerin genişlemiş yeniden üretimi, birikimi, büyümesi gereksinimini, görmezden gelmesidir. Göreceğimiz gibi, sistemin çöküşünde bu gereklilik sadece kapitalist üretimin bizzat kendi yasalarının gittikçe artan tahrifiyle karşılanabilir, fakat yine göreceğimiz gibi, bu noktaya, kapitalist üretimin tamamen imkânsız hale geldiği noktaya büyük ihtimalle ulaşılamayacaktır. Rosa Luxemburg’un Anti-kritik’te işaret ettiği gibi, böylesi bir nokta, “teorik bir
kurgudur, çünkü kapitalist birikim sadece ekonomik değil aynı zamanda politik bir süreçtir de”.36 Dahası, Marx büyüme kavramını çöküş içerisine zaten yerleştirmişti: Bu temelin kendisinin (kendisini dönüştürdüğü çiçeğin kendisi; aynı zamanda her zaman için çiçek olarak bu bitki, bu temelin kendisidir; bu yeşermenin ardından ve sonuçta bu yeşermenin solmasıdır) ve sonuç olarak da en yüksek gelişim düzeyinin, üretici güçlerin en yüksek gelişimi ile uyumlu olduğu forma kendisini geliştirdiği, kendisin dönüştürdüğü noktaya gelir ki böylelikle, bireylerin gelişiminin en zengin aşamasına ulaşır. Bu noktaya ulaşılır ulaşılmaz daha ileri gelişim çürüme olarak görünür ve yeni gelişim yeni bir temelden başlar”. 37 Kapitalizm kesinlikle yeni ve daha üstün bir üretim biçiminin doğması için üretici güçleri yeteri kadar geliştirmiş bulunuyor. Nitekim maddi koşullar komünizm için yeterince gelişmiş olduğu andan itibaren, sistem çöküşe girer. Komünizm için temel olan, dünya ekonomisini yaratarak kapitalizm de sağlıklı gelişmesinin sınırlarına ulaşmıştır. Bu yüzden kapitalizmin çöküşünü, üretimin tamamen sekteye uğramasıyla değil onun mutlaka yıkılması gerektiğini gösteren büyüyen bir sarsıntı ve felaketler dizisi ile tanımlamak gerekir. Burada Marx’ın esas üzerinde durduğu bir çöküş döneminin gerekliliğidir. İnsanlar devrimleri sadece keyfiyetten yapmazlar. Gereklilikler ve sistemin krizinin sebep olduğu dayanılmaz acılar tarafından mecbur bırakıldıkları için yaparlar. Buna ilaveten, insanların statükoya bağlılığı onların bilincinde derine kök salmıştır ve insanları egemen sisteme meydan okumaya iten ancak bu ideoloji ve karşılaştıkları maddi gerçeklik arasında büyüyen çatışma olabilir. Bu, tarihte ilk kez toplumsal yaşamın her yönünün bilinçli dönüşümünü gerektiren proleter devrim için her şeyden çok geçerlidir. Devrimciler bazen “ne kadar kötüye giderse o kadar iyi” fikrine saplanmakla suçlanırlar. Buna göre kitleler ne kadar çok acı çekerlerse o kadar çok devrimcileşebilirler. Fakat çekilen acılar 36
p146, Monthly Review Press, 1972. Grundrisse p 541. Penguin edition (Türkçe çeviri bize ait) 37
11
ile devrimci bilinç arasında mekanik bir ilişki yoktur. Acı çekme içerisinde bunun üzerine düşünme, yansıtma ve isyana yönelik bir dinamik barındırdığı gibi, aşındırma ve isyan kapasitesini tüketme dinamiğini de barındırır ya da buna ek olarak İslamcı köktendinciliğin mevcut büyümesinin de gösterdiği gibi aynı kolaylıkla tamamen yanlış ayaklanma biçimlerinin benimsenmesine de yönlendirebilir. Bir çöküş dönemi, işçi sınıfını yeni bir toplum kurması gerektiğine ikna etmek için gereklidir, fakat diğer yandan, belirsiz bir süre boyunca uzayan bir çöküş evresi, dünyayı, birikmiş üretici güçleri ve özellikle de en önemli üretici güç olan proletaryayı yok eden bir felaketler döngüsüne çekmekten başka bir işe yaramayarak, devrim olanağının kendisini bile tehlikeye atabilir. Bizim çürüme aşaması olarak tabir ettiğimiz, çöküş evresinin son aşamasından kaynaklanan tehlike zaten tam da budur ve bu aşama bize göre hâlihazırda başlamıştır. Toplumun ayakları üzerinde çürümesinden kaynaklanan bu sorun kapitalizmde özellikle keskindir çünkü önceki sistemlere kıyasla yeni toplumun (yani komünizmin) maddi koşullarının olgunlaşması, eski toplumsal düzenin kabuğu içerisinde yeni ekonomik biçimlerin gelişimi şeklinde olmaz. Roma köleliğinin çöküşünde, feodal beyliklerin gelişimi sıklıkla, vergilerinin ezici yükünden sakınmak için kendilerini merkezi devletten uzaklaştıran, köle sahibi sınıfın işi olmuştur. Feodalizmin çöküş döneminde ise, yeni burjuva sınıfı (her zaman eski sistemin ticari merkezleri olmuş olan) kentlerde doğmuş ve imalat ile ticaret üzerinde duran yeni bir ekonominin temellerini kurmaya koyulmuştur. Bu yeni formların belirginleşmesi, hem eski düzenin krizine bir cevap hem de onu nihai sonuna doğru biraz daha iten bir etkendi. Kapitalizmin çöküşe geçmesi ile birlikte, harekete geçirdiği üretici güçler elbette içinde işledikleri toplumsal ilişkiler ile büyüyen bir çatışma içerisine girerler. Bu her şeyden çok, kapitalizmin dev üretken kapasitesi ve ürettiği metaların bütününü emmekteki yetersizliği arasındaki zıtlıkta ifadesini bulmaktadır. Kısacası bu zıtlık aşırı üretimde ifadesini bulur.
12
Fakat bu kriz, bir yandan meta ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını artan surette acil hale getirirken ve de meta üretiminin yasalarının işleyişini de artan oranda çarpıtırken, aynı zamanda komünist ekonomik biçimlerin kendiliğinden belirmesi ile sonuçlanmaz. Eski devrimci sınıfların aksine, işçi sınıfı, mülksüz, sömürülen bir sınıftır ve kendi ekonomik düzenini eskisinin çerçevesi içerisinde inşa edemez. Komünizm sadece, ekonomik ve toplumsal hayatın komünist dönüşümünün önkoşulu olan burjuvazinin politik olarak devrilmesine yönelen, eski düzene karşı gittikçe bilinçlenen bir mücadelenin sonucu olabilir. Eğer proletarya mücadelesini bilinçlilikte ve öz-örgütlenmede gereken noktaya yükseltemez ise, bu durumda kapitalizmin çelişkileri, daha yüksek bir toplumsal düzene değil, “çarpışan sınıfların karşılıklı yıkımı” ile sonuçlanacaktır. Gerrard, Temmuz 2008
Enternasyonal Bakış 2 2009 Sonbahar – Kış
Ek Ekonomi Politiğin Katkı’ya Önsöz Önsözden alınan aşağıdaki gibidir:
Eleştirisine
bölümün
tamamı
Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuki, siyasal, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz, tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum
asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, Asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir — bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.
13
Ölü Doğan Uluslar: 70 Yıllık Ulusal Kurtuluş Mücadelelerinin Bilançosu 20.yüzyıl boyunca ortaya çıkan bütün ‘yeni uluslar’ daha doğmadan öldüler. Yüzyılın başında dünyada 40 kadar bağımsız ulus vardı, bugün bu sayı 169’dur ki buna S.S.C.B. ve Yugoslavya’nın dağılmasından çıkmış 20 tanesini de eklememiz gerekecek. 20. yüzyıl boyunca yaratılan ‘yeni uluslar’ zinciri hezimeti ve en son oluşanların birtakım kalıntıları kapitalizmin iflasının en açık ifadeleridirler. Asrın başından beri devrimciler için günümüz koşullarının gerektirdiği yeni sınırların yaratılması değildir, aksine mevcut bütün sınırların dünya devrimiyle ortadan kaldırılması olmuştur. Bu şuanki ‘ulusal kurtuluş’ mücadelelerinin 70 yılının bilançosu üzerine olan yazı dizisinin ana eksenidir.
Bu makalemizde 20. yüzyılda oluşturulan 150 devletin varlığının neden olduğu trajik ekonomik ve sosyal felaketleri göstermek istiyoruz. Gerçeklik ekonomik kalkınmanın yeni, dinamik havuzu olması beklenen ‘gelişen ülkeler’ hakkındaki bütün cesur sözleri un ufak etti. Eski kolonilerde içerilen doğal kaynaklara dayanan refah patlamasını getirmesi beklenen yeni ‘burjuva devrimleri’ hakkındaki tüm zırvalar çok büyük hezimetle sonuçlandı: öyle ki kapitalizm dünyanın üçte ikisini kullanmaya, mahvettiği milyarlarca köylüyü küresel üretime dahit etmeye kadir olmadığını gösterdi.
Bağlam: Proletaryanın yeni ulusların oluşumlarını destekleyip desteklememesine karar vermek için en önemli kriter şudur: Kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel dinamik nedir? Eğer bu tıpkı 19.yy’da olduğu gibi, bir gelişme ve yayılma ise öyleyse işçiler bunu desteklemelilerdir. Ancak bu destek de yayılma hareketini gerçekten temsil eden kimi ülkeler için ve proletarya sınıfının özerkliğini koruma koşuluyla. Ancak, kapitalizmin ölümcül çöküş çağına girmesiyle, yani 1. Dünya savaşından beri, bu desteğin artık hiçbir geçerliliği kalmamıştır ve kesin olarak reddedilmesi zorunludur. “Ulusal program yükselen, iktidar için can atan, sınıf hakimiyetini bir şekilde
orta Avrupa’nın büyük ulusları üzerinde sabitlemeden ve onlar içinde büyümesinin gerekli araç ve koşullarını yaratmadan burjuvazinin ideolojik bir ifadesini temsil ettiği sürece tarihsel bir rol oynayabilir. O günden beri,emperyalizm eski burjuva demokratik programı ulusal ilişkileri gözetmeksizin yayılmacı eylemi burjuvazinin ilk programının yerine bütün uluslarda tamamiyle gömmüşoldu. Ulusal deyimi, tabikiide, korundu ancak asıl içeriği, işlevi tam tersine saptırıldı. Bugün ulus sadece emperyalist hırsı örten bir paravandır, emperyalist rekabetler için bir savaş çığlığıdır, kitlelerin emperyalist savaşlarda kurbanlık koyun rolü oynamalarına ikna edilebilecekleri son ideolojik tedbirdir”.38 Bu tarihsel ve küresel kriter soyut spekülatif ve kısmi aynı zamanda tesadüfi görüşlerin oldukça karşısındadır. Bu yüzden, stalinistler troçkistler ve hatta kimi proletaryan gruplar bu ülkelerin önemli derecede feodal ve pre-kapitalist kalıntılara sahip olduğuna atıfla Afrika, Asya ve benzeri ülkeler için 'ulusal bağımsızlık' çağrısına destekte bulundular. Buradan müteşekkil proleter devrimin değil de burjuva devriminin gündemde olduğu sonucunu çıkardılar. Bu beyefendilerin reddettikleri yeryüzünün tüm önemli bölgelerinin dünya pazarına entegrasyonunun sürekli ve çözümsüz bir krizle noktalanan kapitalist genişleme olasılığını ortadan kaldırmış olmasıdır. Bu tüm ülkelerin yaşamlarına egemen olan bir ilişkiler durumudur. “ Eğer hayatta kalacak olursa, eski yapı toplum üzerindeki kontrolünü muhafaza eder, üretici güçlerin yeni alanlara gelişimine doğru değil de, yeni ve bundan böyle tepkisel doğasıyla uyum içinde yok oluşuna götürür”. 39 Yeni ulusların yaratılması lehinde argümanlardan bir diğeri ise bu ulusların onları yabancı vesayetinden kurtaracak ve geliştirebilecek muazzam doğal kaynaklara sahip olduğudur. Bu iddia da aynı yerelci ve soyut görüşe tekabül eder. Çok büyük potansiyeller hiç şüphesiz vardır ancak bunlar geliştirilemezler çünkü her ülke çöküş ve kronik krizin egemenliğindedir. Başlangıcından beri kapitalizm ülkeler nezdinde olduğu kadar tekil firmalar olarak da kızgın rekabete 38
Rosa Luxemburg, Sosyal Demokrasinin Krizi (Junius Kitapçığı),7. kısım 39 Internationalisme, ‘Uluslararası Durum Raporu’, June 1945.
dayanmaktadır. Bu da ülkelere göre üretimin eşitsiz bir gelişimini üretmiştir. Ancak, “Lenin ve takipçilerinin en zayıf halka teorilerini temellendirdikleri kapitalizmin eşitsiz gelişimi yasası kapitalizmin yükselişi döneminde geri kalmış ülkelerin güçlü bir itmeyle en gelişmiş ülkeleri yakalayacakları ve hatta onları geçecekleri şeklinde ifade edilmişti. Bu bakış sistemin bir bütün olarak nesnel tarihsel sınırlarına ulaşması ve kendini dünya pazarını üretici güçlerin gelişimi tarafından dayatılan gerekliliklere ilişkin olarak genişletmekte yetersiz bulmasıyla tersine dönme eğilimindedir. Tarihsel sınırlarına ulaşarak, çöküş aşamasındaki sistem artık dengeli bir gelişim olasılığı sunmamaktadır: Tersine tüm gelişimin yıkım, üretken olmayan ve boş emekle durgunlaşmasını gerektirir. Şu anda gerçekleşen yegane 'yakalama' en gelişmiş ülkeleri geri kalmış ülkelerde mevcut olan ekonomik çırpınma, yoksulluk ve devlet kapitalisti önlemlerine doğru itendir. 19.yy'da diğerlerine ilerlemek için yol gösteren ilerlemiş ülke Britanya'ydı: Bugün ilerlemiş ülkeleri bekleyen geleceği gösteren bir bakıma üçüncü dünya ülkeleridir. Ancak, bu koşullarda dahi, dünyadaki farklı ülkelerin durumlarının gerçek bir ‘eşitlenmesi’ olamaz. Hiç bir ülkenin canını bağışlamasa da, dünya krizi en yıkıcı etkilerini en güçlü ülkelerde değil ancak dünya ekonomisi arenasına çok geç ulaşan ve gelişmeye giden yolu eski güçlerce kati olarak engellenen ülkelerde göstermektedir.” Bu şu şekilde somutlaşır " arz ve talep yasası yeni ülkelerin gelişmelerinin karşısında işler. Pazarların doygunluğa ulaştığı bir dünyada, arz talebi aşar ve fiyatlar en düşük üretim maliyetince belirlenir. Bundan dolayı, en yüksek üretim maliyetine sahip ülkeler metalarını düşük karla ya da hatta zararına satmaya zorlanırlar.Böylece bu ülkeler aşırı düşük oranda birikim sağlamış olur ve çok ucuz emek gücüyle dahi modern teknolojinin kitlesel devralınması için gereken yatırımların gerçekleşmesini sağlayamazlar.
14
Bunun sonucunda onları büyük endüstriyel güçlerden ayıran uçurum sadece genişleyecektir.40 Bu yüzden " kapitalist çöküş aşaması endüstriyel yeni ulusların doğmasının imkansızlığıyla nitelenir. 1. Dünya Savaşından önceki kayıp zamanda düzelemeyen ülkeler toplam azgelişmişlik durumuna boyun eğerek durgunluğa mahkum edildiler ya da kumdan-kalenin tepesindeki ülkeler karşısında geri kaldılar. Bu çerçevede 20.yy korumacı politikaları tam bir başarısızlıkla sonuçlandı. Bu politikalar en az gelişen ülkelere nefes alacak bir alan açmaktan ziyade, ulusal ekonominin boğulmasının önünü açmış oldu.”41 SAVAŞ VE EMPERYALİZM GERİ KALMIŞLIĞI VE AZ GELİŞMİŞLİĞİ ŞİDDETLENDİRİR Günümüzdeki küresel ekonomik durumda çöküş aşamasının en temel unsurları olan savaş ve emperyalizm tüm ülkeler üzerinde amansız bir yasa olarak kendini dayatır ve yeni ulusların omuzunda bir köşetaşı olarak hareket eder. Dünya ekonomisi üzerinde hakim olan durgunluk dönemlerinde her ulusal sermaye kendini baştan sona silahlandırırsa ancak hayatta kalabilir. Sonuç olarak, her ulusal devlet, ekonomisinde gereken değişimleri yapmak zorundadır ( ağır sanayinin kurulması,stratejik bölgelere küresel üretim için ağır sonuçları olan endüstrinin yerleştirilmesi; altyapının ve iletişimin askeri etkinliklerin hizmetine girmesi; devasa 'savunma' harcamaları, vb) ki bunlar sosyal yapısı tüm alanlarda (ekonomik, kültürel vb.) azgelişmiş olan ülkelerin bütün ulusal ekonomileri için ciddi sonuçlar doğurur. -çok gelişmiş teknolojilerin bu sosyal dokuya yapay olarak entegre edilmesi kaynakların boş yere harcanmasıyla ve ekonomik ve sosyal aktivitelerin eşitsiz olarak giderek artmasına neden olur. Aynı şekilde, hiç ödenemeyecek olan döngüselleşen harcamalarla yüzleşme gerekliliği, artan borçlanma ve hiç bitmeyecek mali baskı üretir. Bir savaş ekonomisi oluşturmanın zorunluluğunda
Enternasyonal Bakış 2 2009 Sonbahar – Kış
olan kapitalist devlet alım gücünü finans kapitalin kontolündeki ve tüm ulusal tasarrufları boşaltan devasa ödünç alımlarıyla yaratan çok büyük bir doyumsuz tüketicidir. 42 Umman'da savunma bütçesi kamu harcamalarının % 46'sını yutmaktadır, Kuzey Kore'de bu oran GNP'nin %24 ünden az değildir.Tayland'da 1991'de üretim düşerken tarımsal üretim sadece %1 oranında arttı ve eğitim bütçesi kesildi ve " Askeriye Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleriyle ordunun modernizasyonunda işbirliği yapma isteğini gösterdi ve kendilerini Alman nakil helikopterleri, çeşitli fransız/ingiliz yapımı Lynx helikopterleri ve 12 uçaklı f-16 avcı bombardıman hava filosu ve 5 Amerikan M60'ı, A1 ve M48 AS tankları almayı önererek Batı kampıyla daha açık olarak birleştirdiler. 43 Burma 1000'de 64.5 bebek ölüm oranına ( A.B.D'de 1000'de 9'dur bu oran), 61 yıl ortalama ömür oranına sahipken( 75.9 A.B.D'de) ve sadece 673 kitap yayımlanmışken( 41 milyonluk nüfusu için), 1988'den 1990'a kadar Burma ordusu 170.000'den 230.000'e çıkmıştır ve askeri teçhizatı da ayrıca geliştirilmiştir. 1990 ekiminde 654 yugoslavya uçağı ve 20 polonya helikopteri sipariş vermiştir. Kasımda Çinle başka şeylerin yanında 12 F7 uçağı, 12 F6 ve 60 zırhlı personel taşıyıcısı almak için 1200 milyon dolarlık anlaşma imzalamıştır- ki dış borcu 417.1 milyon dolardır. 44 Hindistan özellikle vahim bir örnektir. Bu ülkedeki devasa askeri makinası büyük oranda şu gerçekten sorumludur " 1961 ve 1970 arasında, fiziksel olarak asgari düzeyin altında yaşayan kırsal nüfus oranı yüzde 52'den yüzde 70'e çıkmıştır. 1880'de her hintli 270 kilogram tahıl ve kuru bakliyat tüketebilirken, 1966'da bu miktar 134 kilograma düşmüştür. "1960'ta askeri bütçe GNP'nin %2'sine eşitti ya da 600 milyon dolardı. Askeri teçhizatlarını ve gereçlerini yenilemek için, ordu fabrikaları üretimleri çeşitlendirerek ve artırarak çoğalttı. 10 yıl sonra, askeri bütçe 1600 milyon dolara ya da GNP'nin yüzde 3.5'una eşit duruma
geldi, buna altyapının özellikle stratejik güzergahların ve deniz üstlerinin güçlendirilmesini de ekleyebiliriz. 1974'ten 79 arasını kapsayan 3. askeri program 2500 milyon dolar yıllık abzorbe edecek. 1973'ten beri Hindistan atom bombası üretmekte ve nükleer araştırma programı geliştirmekte, plütonyum füzyonu için güç istasyonları vb. gibi. Bu dünyada "bilimsel araştırmaya" ayrılan en yüksek GNP oranlarından birini oluşturmakta (% 0.9!). Daha gelişmişlerle karşılaştırıldığında yeni ülkelerin dezavantajları savaşçı zihniyetce şiddetlendirilmiştir. Üçüncü Dünyanın en büyük 16 ülkesi (Hindistan, Çin, Brezilya, Türkiye, Vietnam, Güney Afrika vb.) 1970'te 7 milyon askere sahipken 1990'da 9 milyona sahiplerdir, %32'lik bir artış. Diğer taraftan, en çok sanayileşmiş 4 Ülke( A.B.D, Japonya, Almanya ve Fransa) birliklerinin sayısını "1970'te 4.4 milyondan 1990'da 3.3 milyona indirmişlerdir, %26'lık bir azalma45. Bu diğerlerinin askeri çabalarını azalttıkları demek değildir: sadece insan harcamalarını onu daha üretken yaparak ekonomik hale getirmişlerdir. Tersi eğilim az gelişmiş ülkelerde ortaya çıkmaktadır: Karmaşık teknolojik silahlara harcamaların artmasına rağmen, insangücüne olan bağımlılıklarını artırmak zorunda kalmışlardır. Askeri çabaya öncelik verme gerekliliğinin ileride toplumsal ve ekonomik kaosu kötü yönde artıracak ciddi politik sonuçları olmuştur, ve bu ulusların genel zayıflılığı feodal toplumun kalıntılarıyla ve diğer bütün geri sektörlerle ittifakı kaçınılmaz olarak ve zorla dayatır, çünkü emperyalist dünya karışıklığının karşısında ulusal birliği sağlamak ikincil olan ve aslında emperyalist rekabetin ihtiyaçlarıyla karşılaştırıldığında ütopik bir hedef olan ekonominin modernizasyonunu sürdürmekten daha hayatidir. Pre-kapitalist ve feodal oluşumların hayatta kalması kolonyal ve yarıkolonyal geçmişin yükünü ifade eder, ki bu geçmiş bu ülkelerin temel tarımsal
42 40
EB 2, ‘Kapitalizmin Çöküş Evresinde Proleter Mücadele’. 41 Age.
Bilan 11, ‘Ölen Kapitalizmin Ekonomisinde Krizler ve Döngüler’. 43 El Estado del Mundo, 1992. 44 Age.
45
Bu veriler, El Estado del Mundo yayınında ordulara dair verilen istatistiklerden alınmışlardır. Oranlama bizim tarafımızdan yapılmıştır.
Ölü Doğan Uluslar
ürünlerin ve minerallerin üretimine bağlı olan uzmanlaşmış ülkeler olarak kalmalarına yol açar, böylece de korkunç derecede onları biçimsizleştirir: “İşte bu yüzden, emperyalizm bir yandan kapitalist üretim biçimini ihraç edip, kapitalizm öncesi ekonomik biçimleri sistematik olarak yıkarken, diğer yandan da sömürge ekonomilerini acımasızca yağmalayarak, onların endüstriyel gelişimlerini metropol ekonomilerinin belirli ihtiyaçlarına tabi kılarak yerli sermayenin gelişimini durdurmuş ve yerli egemen sınıfın en gerici ve itaatkar unsurlarına arka çıkmıştır. Marks’ın beklentisinin aksine, kapitalizmin sömürgelerde kendisinin bir yansımasını yaratmamış olmasının nedeni budur. Sömürge ve yarısömürgelerde kendi burjuva devrimler ve sağlıklı endüstriyel zeminleriyle tam olarak oluşmuş bağımsız ulusal sermayeler yerine, politik ve ekonomik düzeylerde sakat doğmuş, zayıf burjuvalarıyla, yabancı çıkarlarına hizmet etmek için yolsuzca endüstrileşmiş, eski üretim biçimlerinin çürümesinin ağırlığı altında ezilen, metropol sermayelerinin çarpık karikatürleri olmuştur.”46 Rakipleriyle birlikte -A.B.D, S.S.C.B., Almanya- eski metropoller- Fransa, Britanya vb.- sık bir örümcek ağında ‘yeni ulusları’ , yatırım, borç, stratejik bölgelerin işgali, “ destek, işbirliği ve karşılıklı savunma antlaşmaları” kapanına kıstırarak, uluslar arası savunma, ticaret vb. örgütlerine onların elini kolunu bağlayarak ve aşılması güç engeller yaratarak entegre etmeleri bu sorunları daha da kötü bir duruma getirmişlerdir. Troçkistler, Maoistler ve üçüncü dünyacılığın tüm çeşitleri bu gerçekliği 'neo-kolonyalizm' olarak adlandırmaktalar. Bu terim ' dünya kapitalizminin çöküşünü ve yeni ulusların gelişiminin imkansızlığını' saklayan bir sisperdesidir. Üçüncü dünyanın sorunlarını için 'yabancı hakimiyetini' suçlarlar. Yabancı hakimiyeti şüphesiz bu yeni ulusların gelişmini önler, ancak bu tek faktör değildir ve herşeyin ötesinde bu hakimiyet militarizm, savaş ve atıl üretimin ağır bastığı çöküş aşamasındaki kapitalizmin küresel
46
EB 1, ‘Emperyalizm Üzerine’.
15
koşulunun birleşik bir öğesi olarak anlaşılabilir. Bu tabloyu tamamlamak için yeni ulusların doğuştan varolan bir günahla doğduklarını söylemek gerekir: ülkelerinin sınırları kesin değildir, etnik, dinsel, ekonomik ve kültürel kalıntıların kaotik bir karışımından oluşurlar; hudutları genellikle yapaydır ve komşu ülkelerden azınlıkları içerirler. Tüm bu etkenler sadece çözülmeye ve sürekli çatışmaya yol açabilir.
bilinmektedir ve eşsiz olmaktan uzaktır. Talan, yolsuzluk ve gasp azgelişmiş ülkelerde devletin ve ekonominin her düzeyinde yerleşiktir. Bu durum açık ki bu ekonomiler için büyük bir engel olmaya devam eder ve onları bataklığın içine çekmeye yardım eder."
Bu koşullarda yeni uluslar çöken kapitalizmin antagonistik çelişkilerini aşamayan devlet kapitalizmi genel eğilimin bir karikatürüdürler. Ancak sorunu daha da kötüleştiren ağır bir pranga olarak hareket ederler: "En geri ülkelerde, politik ve ekonomik aygıtlar arasındaki karışıklık, bütün kaygısı kendi cebini doldurmak ve sistematik olarak ulusal ekonomiyi en büyük serveti biriktirmek için yağmalamak olan tamamiyle parazitik bir bürokrasinin gelişimini teşvik eder ve mümkün kılar: Battista, Marcos, Duvalier ve Mobutu örnekleri gayet iyi
FECİ BİR BİLANÇO Böylece 19. yüzyılın dinç kapitalizminin gelişimini yeniden üretmekten çok uzakta olan tüm yeni uluslar, başlangıcından itibaren gerçek birikimin imkansızlığıyla karşılaşmışlar ve ekonomik bataklığa ve savurgan anarşik bir bürokrasinin içine gömülmüşlerdir. Proletaryanın kendi durumunu düzeltebileceği bir çerçeve sunmanın çok ötesinde, proletarya kendini değişmeyen yoksullaşma, açlık tehditi, emeğin militarizasyonu, angarya çalışma ve grevlerin yasaklanması karşısında buldu. 60 ve 70'lerde politikacı, uzman ve bankacılar üçüncü dünya ülkelerinin 'gelişmesi' hakkında bıktıracak yalanlara devam ettiler. Bu ülkeler önce 'azgelişmiş ülkeler' iken daha sonra 'gelişmeye doğru giden ülkeler' olarak sunuldular. Bu sözde'gelişmenin' kaldıraçlarından biri herşeyden öte 1974-75 durgunluğu sonrasında hızlanan devasa kredilere ayrıcalık tanınmasıydı. Büyük metropoller kredi dolu kovaları yeni ülkelere hediye ettiler ki bu sayede bu ülkeler yeni marka makina ve montajları satın alabileceklerdi. Tek sorun bu fabrikaların ürettiklerinin daha sonra halihazırda genelleşmiş aşırı üretimle boğuşan dünya marketinde satılamayacak olmasıydı. Bu ( bugün de açıkca görlebileceği gibi) en hafif gelişmeyi dahi sağlayamadı, ancak tersine bu yeni ülkeleri ölümcül derecede borçlu bıraktı ve 80'ler boyunca sürecek bitmek bilmeyen krizin içine gömdü. Yayınlarımız bu yaygın felaketi açıklaştırdı; bazı figürleri kaydetmek yeterli olacak: Latin Amerika'da 1989'da kişi başına düşen GNP 1977 seviyesine geriledi. Peru'da 1990'da kişi başına düşen gelir 1957'deki seviyedeydi!. 70'lerde 'mucize ekonomi' olarak sunulan Brezilya GNP'sinde 1990'da %4.5'luk bir düşüşe ve %1657'lik enflasyona uğradı. Arjantinin 1990'daki endüstriyel üretimi 1975 seviyesine düştü. 48
47
48
Bunun en açık örneklerinden birisi stratejik olarak önemli olan Ortadoğu gibi bir bölgede bir arada bulunan ırk, din ve ulusların devasa anarşisidir. En önemli üç dinle birlikte - Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık (ve her biri birbiriyle çatışmada olduğu çoklu mezheplere bölünmüştür: Maruniler, Ortodoks ve Koptik hristiyan azınlıklar, Alevi, Sunni ve Şii müslümanlar vardır) ayrıca etnik-dilsel azınlıklar da mevcuttur. Afganistan'da farsça konuşan (Tacikler) ve Türkçe konuşanların (Özbek ve Türkmenler) yanında başka ayrı gruplar da vardır. 20.yüzyılın çalkantılı siyaseti 'devletsiz halk' azınlıklarını doğurmuştur. 22 milyon kürt vardır:Bunlardan 11 milyonu Türkiye'de (Nüfusun %20'si), 6 milyonu İran'da (%12), 4.5 milyonu Irak'ta (%25), 1 milyonu Suriye'de (%9), Lübnan'daki Kürt diasporasını unutmadan. Ayrıca Lübnan'da ve Suriye'de Ermeni diasporası vardır. Son olarak,bir başka 'devletsiz halkı' oluşturan Filistinliler, 5 milyonluk nüfusu İsrail (2.6 milyon) Ürdün (1.5 milyon), Lübnan (400,000), Kuveyt (350,000), Suriye (250.000) arasında bölünmüştür. 47
El Estado del Mundo.
Age.
16
Nüfus ve özellikle işçi sınıfı zalimce acı çekti. Afrika'da nüfusun %60'ı 1983'te yaşamak için gerekli asgarinin altında yaşıyorlardı, ve 1995'te Dünya Bankası bunun %80 olacağını söylüyor. Latin Amerika'nın %44'ü yoksul.Peru'da 12 milyon insan ( 21 milyonluk toplam nüfüstan) kronik yoksuldur. Venezuella nüfusunun üçte biri temel ürünleri alacak yeterli gelire sahip değildir. İşçi sınıfına acımasızca saldırılmıştır: 1991'de Pakistan hükümeti kamu girişimlerini kapattı ya da özelleştirdi, 250.000 işçi sokaklara fırlatıldı. Uganda'da kamu işçilerinin üçte biri 1990'da işsiz bırakıldı. Kenya'da ' 1990'da hükümet kamu hizmetlerindeki boş pozisyonların %40'ına kimseyi almamaya karar verdi, ve kamu hizmeti kullananların ödeme yapmaları yönünde talimat verdi. 49 Arjantin'de ulusal gelirden ücretlere ayrılan oran 1975'te %49'dan 1983'te %30 oranına düştü. Dünya kapitalizminin tümden başarısızlığının en açık ifadesi 20. yüzyılın bağımsız uluslarının çoğunun başını ağrıtan ' tarım faciasıdır': " Kapitalizmin çöküşü basitçe köylü ve toprak sorununu sınırlarına uşaltırdı. Dünya geneline bakıldığında, modern tarımın gelişimi değil ancak az gelişimiyle sonuçlandı. Tıpki bir yüzyıl öncesinde olduğu gibi... Dünya kapitalizminin tümden başarısızlığının en açık ifadesi 20. yüzyılın bağımsız uluslarının çoğunun başını ağrıtan ' tarım faciasıdır': " Kapitalizmin çöküşü basitçe köylü ve toprak sorununu sınırlarına uşaltırdı. Dünya geneline bakıldığında, modern tarımın gelişimi değil ancak az gelişimiyle sonuçlandı. Tıpki bir yüzyıl öncesinde olduğu gibi bugün de köylülük dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturmaktadır. Yeni ülkeler devlet yoluyla kapitalist üretim ilişkilerini kırsal bölgelere genişleterek ve geçimlik tarımın eski formlarını yok ederek ‘kırsal gelişim’ için bir bürokratik örgütler ağı oluşturdular. Bu en küçük bir ‘gelişmeden ziyade topyekün bir yıkımla sonuçlandı. Yerel lider, toprak ağası ve kır tefecilerini bir araya getiren bu ‘Kalkınma’ mafyaları köylüleri komik derecede düşük fiyatlara satın aldıkları ihraç ürünlerini ekmeye zorlayarak ve tohum ve makine vb.’lerini köylülere fahiş fiyattan satarak yok ettiler. Geçimlik ürünlerin yok olmasıyla: " Açlık tehditi önceki ekonomilerde olduğu kadar bugün de gerçekliğini korur; kişi başına düşen
Enternasyonal Bakış 2 2009 Sonbahar – Kış
tarımsal üretim 1940'lardaki seviyesinden aşağıdadır... Kapitalist ekonominin tümden anarşisinin bir göstergesi: 2. Dünya savaşından beri bir zamanların tarımsal olarak zengin olan üçüncü dünya ülkelerinin ithalatçı konuma gelmiş olmalarıdır. Örneğin, İran tükettiği gıda ürünlerinin yüzde kırkını dışarıdan almaktadır. Dünyadaki en geniş tarımsal üretim potansiyelini sahip Brezilya gibi bir ülke şubat 1991'den beri et,pirinç,fasulye,süt ürünleri ve soya yağı kıtlığı görmektedir. 50 Tarih boyunca tahıl ambarı imparatorluğu olan Mısır bugün temel gıda ürünlerinin %60'ını ithal etmektedir. Senegal tahıl tüketiminin sadece %30'unu üretmektedir. Afrika'da kişi başı gıda üretimi 100 kg'yi anca bulmaktadır, ki yaşamak için gerekli minimum 145 kg'dır. Dahası, üretimin ihraca yönelik tek tip tarımsal ürüne yönelmesi ekeonomik durgunluğun kötüleşmesiyle şiddetlenen bir eğilim olarak ham maddelerin fiyatlarındaki genel düşüşle eş zamanlı olmuştur. Fildişi Sahilinde kakao ve kahve satışlarından elde edilen gelir 1986 ve 1989 arasında %55 oranında düşmüştür. Batı Afrika ülkelerinde şeker üretimi 1960-1985 yıllarında %80 oranında düşmüştür. Fıstık üreticisi Senegal 1984'te 1919'da kazandığından daha az kazanmıştır. Uganda'daki kahve üretimi 1989'da 186.000 metrik tondan 1990'da 139.000'e düşmüştür.51 Bunun sonucu tarımın hem geçim üretiminde hem de endüstrileşmiş gıda ihracatında artan yıkımıdır. Bu bağlamda, Afrika,Asya ve Latin Amerika ülkelerinin çoğu düşen dünya fiyatları ve 70'lerde hapsedildikleri devasa borçlanma yoluyla kendi endüstriyel ihraç ürünlerini daha fazla miktarda elden çıkarmaya zorlandılar. Bu ormanların kıyımı, bataklıkları kurutmak için firavun-benzeri projeler ve maliyetli sulama tasarıları anlamına geldi. Sonuç olarak, mahsuller durmaksızın azaltılıyor ve toprak tamamiyle tüketiliyordu; çöller genişliyor ve bir zamanların cömert doğal kaynakları yok edilmiş oluyordu. Bu felaket hesaplanamaz orandadır: Senegal ırmağı 1960'ta 2400 milyon metre küp akışa sahipti, 1983 itibariyle
Age.
Köylüler topraklarından uzaklaştırıldı ve büyük şehirlerin gecekondu bölgelerine doluştular.1940'larda yeşil bir şehir olan Lima tüm yeraltı su kaynaklarını tüketti ve çöl tarafından işgal edildi. Nüfusu 1940-1981 arasında yedi kat arttı. Şimdi 400 kilometrekarelik bir yüzey alanı var ve Peru nüfusunun üçte birini barındırıyor. Önceki vahalar şimdi çöp yığınları, çimento ve kum dolu. Callao çöplüğünde yalınayak çocuklar ve bütün aileler milyonlarca sineğin ve dayanılmaz kötü kokuyla kuşatılmış cehennemin ortasında çalışmaktadırlar.53 Sermaye pre-kapitalist müşterilerini karadulların eşlerini sevdiği, onları yemek suretiyle sever. Pre-kapitalist bir ekonomide 'kapitalistle pazarlık etme talihsizliğini' yaşayan işçi er ya da geç, en iyi ihtimalle proleterleşeceğini ve en kötüsü- ki bu kapitalizm çöküşe saplandığından beri daha ve daha sık hale geldişimdinin sterilize alanlarında sefalete ve iflasa sürükleneceğini ya da kentsel yığının büyük gecekondularında marjinalize olmakla halinin sona ereceğini bilir. Köylü yığınlarını üretken işle bütünleştirme beceriksizliği özü köylü ve zanaatçileri eski pre-kapitalist emek formlarından kopararak ve onları proleterlere dönüştürerek ücretli işin genelleşmesini sağlamak olan dünya kapitalizminin iflasının en açık göstergesidir. 20.yüzyılda yeni işler yaratan bu kapasite engellendi ve küresl düzeyde geri tepti. Yeni ülkeler şaşırtıcı şekilde bu fenomeni ifade ederler: 19. yüzyılda Avrupanın işsizlik oranı %4-6 arasında ve döngüsel krizlerin ardından emilebilirken, üçüncü dünyanın ülkelerinde bu ıran %20-30'lara varır ve değişmez yapısal bir fenomen olmuştur.
50
Age. Reno Dumfound’un “Pour l’Afrique, j‘accuse” kitabından alınmıştır
51 49
bu rakam 7000'e düştü. 1960'ta, Moritanya'nın %15'i bitki örtüsü ile kaplıydı, 1986'da bu oran sadece %5'ti. Fildişi Sahilinde (değerli ahşap üreticisi) 1950'de ormanla kaplı alan15 milyon hektardan 1986'da sadece 2 milyona indi. Nijerya'da ekilebilir toprağın %30'u terkedilirken kalan arazideki tahıl üretimi 1962'de hektar başına 600 kg iken 1986'ta 350'ye düştü. B.M. 1983 tahminleri Büyük Sahra çölünün yılda 150 km güneye genişlediğini göstermekte 52.
52 53
Age. El Pais, “Fukaranın kolerası”, 27 May 1991.
Ölü Doğan Uluslar
Kapitalizmin Dünya-Çapında Çürümesinin İlk Kurbanları 70’lerin sonlarında kapitalizmin ölümcül çürüme aşamasına girişinin ilk kurbanları 60 ve 70’lerde, liberallerden Stalinistlere burjuva düzeninin bütün borazanları tarafından bize geleceğin ulusları olarak sunan genç uluslar zinciri oldu. 1989 Stalinist rejimin çökmesiyle geleceğin uluslarının içerisinde bulunduğu korkunç durum ortadan kalkıp ikinci bir durum içerisine itildi. Stalinist rejimi altındaki ülkeler dünya marketine geç katılmış bir grup ülkeye mensuptular. 20. yüzyılın “yeni ülke”sinin bütün özelliklerini gösteriyorlardı. Ancak, onun özellikleri onun çöküşünü daha ciddi ve kaotik yaptı, ve bunun yankısı özellikle uluslararası emperyalist kaos olarak oldukça büyük tarihsel ve global öneme sahip. 54 Ancak, Stalinist ülkelerin özellikleri eksik tahmin edilmeyerek, bugün diğer azgelişmiş ülkeler kaos, anarşi ve genel çürüme gibi aynı temel özellikleri gösteriyor. Devletlerin patlaması 24 Nisan 1991’de Somali’de kuzeyli kabile başkanları ülkenin bölünmesini ve “Somali toprağı”nın devletinin kuruluşunu duyurdular. Etiyopya parçalandı;28 mayıs 1991’de Eritre bağımsızlığını ilan etti; Tigre, Oromos ve Ogadan merkezi otoritenin kontrolünden tamamen çıktılar. Afganistan, Kabil, Radikal İslam, Ilımlı İslam ve Şii olmak üzere dört farklı hükümet arasında bölündü. Peru’nun üçte ikisinin tamamı uyuşturucu mafyaları ve Aydınlık Yol veya Tupac Amaru‘nun gerilla mafyaları tarafından kontrol ediliyor. Liberya’daki savaş 15,000 can aldı ve ülkenin 2,5 milyonluk nüfusunun 1 milyonu ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Cezayir, FLN ve FIS arasındaki açık çatışmadan dolayı (bunun gerisindeki gizem Fransa ve ABD arasındaki emperyalist 54
Öte yandan burjuvazinin proleteryayı kapitalist düzene bir alternatif olmadığına ikna etmek için kullandığı Stalinizm=komünizm eşleştirmesi, doğudaki olguları göreceli veya hatta önemsiz olarak sunduğunda daha ikna edici oluyor.
17
mücadele) tarif edilemez bir kaosun içine sürüklenmekte.
çöküşünün aynı şekilde kapitalizmin çöküşünün bir ifadesidir.
Ordu’nun çöküşü
Ölümlü hastalıklı vücudun dejenere hücreleri gibi doğmuş bu parçalanmış sosyal yapıların-çürümüş kapitalizmtam anlamıyla insan kitlelerinin felaketlerden eski sanayi ülkelerine doğru kaçışıdır. Bu ülkeler, bazı zamanlar, kapalı işaretlere sahiptir ve bu aç kitlelere yalnızca dil baskısı, tehdit ve sınır dışı sunarlar.
Zaire’deki askeri ayaklanma, Uganda ordusundan halkı terörize eden birçok çetenin ortaya çıkması, muhteşem bir yol olmamasına rağmen Asya, Afrika ve Güney Amerika’da polis çeteleşmesinin yaygınlaşması, Sovyet ordusunda gösterilen patlama gibi aynı eğilimi göstermektedir. Ekonomik araçların genel paralelliği Yiyecek tedariği, ulaşım ve hizmetler çöker ve ekonomik hareketlilik neredeyse asgari düzeye düşürülür: Orta Afrika Cumhuriyeti-başkent, Bangui “ülkenin gerisinden tamamen izole edilmiş; eski koloni Fransa ve elmas ticaretinden sağladığı parayla yaşıyor. 55 Açlık, acı ve ölümün yaygınlaştığı bu koşullarda yaşamın bir değeri yok. Lima’da çok şişman insanlar çeteler tarafından kaçırılıp öldürülüyor ve öldürülenlerin yağları Amerika’daki eczacılık ve kozmetik şirketlerine satılıyor. Arjantin’de yarım milyon insan karaciğer, böbrek ve diğer organlarını satarak yaşıyor. Kahire’de Koptik mezarlıktaki tabutlarda bir milyon insan yaşıyor. Peru ve Kolombiya’da kaçırılan çocuklar madenlere veya tarımsal sömürüye gönderiyor. Buralarda, bu çocuklar köle koşullarında çalışıp sinek gibi ölüyorlar. Dünya pazarında ham madde fiyatlarının düşmesi yereldeki kapitalistlerin kendi düşen karlarını dengede tutmak için bu tür berbat uygulamaları kullanmasına yol açtı. Brezilya’da yeni jenerasyonun haftalık iş ile bütünleştirme olanaksızlığı sokak çocuklarını yok eden ve onları mafyanın içerisine iten vahşi polis çetelerinin ve haydutların ortaya çıkmasıyla sonuçlanır. Tayland dünyanın en büyük genelevine dönüştü, ve AIDS yaygınlaştı: 1990 yılındaki 300,000 vakalık rakamın, 2000 yılında 2 milyona ulaşacağı tahmin ediliyor. 1986’dan beri artmakta olan göç dalgası, özellikle Latin Amerika, Afrika ve Asya’dan, bu ulusların tarihsel olarak 55
El Estado del Mundo, 1992.
İNSANLIĞIN YENİ SINIRLARA DEĞİL AKSİNE BÜTÜN SINIRLARIN KALKMASINA İHTİYACI VAR 20. yüzyılın yeni ulusları proleterya ordusunu genişletmediler, tam aksine devrimci perspektif için oldukça tehlikeli bir biçimde bu yeni uluslardaki proletarya oldukça kırılgan ve güçsüz konumlarda yer aldı. Proletarya, gelişmemiş ülkelerdeki büyük çoğunluğun ancak %10-15 gibi bir azınlığını oluşturuyor (bu durumun aksine gelişmiş sanayiye sahip ülkelerde bu rakam %50 üzerinde).Üretim merkezleri içerisinde dağılmış olan işçiler ekonomik ve politik güç merkezinden daima uzaktalar. Tepkisel düşünlere karşı savunmasız olan lümpen ve büyük kitleler içerisinde yaşayarak onlardan olumsuz şekilde etkilenirler. Ayrıca, bu ülkelerde kapitalizmin çöküşünü belli ettirdiği yol proletaryanın kendi işinin bilincine varmasını güçleştiriyor. -Büyük emperyalist güçlerin baskın nüfuzu milliyetçiliğin etkisini arttırır; -Yaygın çürümüşlük ve inanılmaz ekonomik kaynak atıkları kapitalizmin çöküşünün gerçek köklerini gizler. -Kapitalist devletin açıkça terörist kontrolü, eşitlikçi maskesi altında yapıldığı zaman bile, demokratik ve birlik gizemine güç katar. -Özellikle vahşi ve eskimiş sömürü biçimleri sendikalizme ve reformizme yarar sağlar.
18
Bu durum bu ülkelerdeki proletaryanın dünyada yürütülen proletarya mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olmadığı 56 ya da onların kapitalizme karşı savaşacak güçte ve potansiyelde uluslar arası işçi gücüne sahip olmadığı anlamına gelmez. “Kapitalist ülkelerdeki proletaryanın güçlülüğü, onun sayısal olarak nüfus içerisindeki payından belirtilemeyecek kadar büyüktür. Böyledir çünkü proletarya kapitalist ekonomide anahtar bir pozisyona sahiptir ve ayrıca ekonomik ve politik alanlarda, kapitalist hükümranlığı altındaki muazzam büyüklükteki çalışan nüfusun çıkarlarını dile getirir” (Lenin). Yeni ulusların oluşumundaki gerçek ders, sosyalizme yeni sebepler atfedeceğine, tersine proletaryanın devrimci mücadelesinde yeni engeller ve güçlükler yarattı. “Anaşistlerin yaptığı gibi, sosyalist bir perspektifin, üretici güçler gerilemekteyken bile açık olabileceğini savunmak mümkün değildir. Kapitalizm sosyalizmin kurulup gelişmesi için gerekli ve ayrılmaz bir safhayı gösterir, bu yeterli derecede gelişmiş nesnel koşulları getirir. Ancak, bugün gösterildiği gibi gelişmiş üretici güçler üzerinde engelleyici oldu, kapitalizmin bu safha gerisindeki uzunluğu sosyalizm koşullarının kaybolmasını getirebilir.Bu anlayışla, sosyalizmin tarihsel alternatifi ya da barbarlık bugün yaratılır »57 Yeni uluslar ne üretici güçlerin gelişimini,ne de proletaryanın tarihsel görevini ve insanlığın birleşmesine sağlayan dinamiği destekler.Aksine onlar –kapitalizmin acı doğal ifadesi olarak- üretici güçlerin yıkımına, proletarya için zorluklar ve dağılma, insanlığın atomize ve parçalanmasına neden olan kör güçlerdir.
56
Sanayileşmiş ülkelerdeki işçilerin büyük yoğunlaşması proleteryanın devrimci mücadelesinin merkezini teşkil etmektedir. 57 Internationalisme 45, ‘Kapitalizmin Evrimi ve Yeni Perspektif’.
Enternasyonal Bakış 2 2009 Sonbahar – Kış
19
Kapitalizmin Çöküş Evresinde Proleter Mücadele “Ölü kuşakların geleneği, yaşayanların beyinleri üzerine bir kâbusmuşçasına büyük bir ağırlıkla çöker. Ve, onlar kendilerini ve maddi çevrelerini, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar.” (Marx, Louis Bonaparte'ın 18. Brumaire'i) Sınıf mücadelesinin yeniden uyanıyor olduğu mevcut dönemde proletarya, yalnızca burjuva sınıfı tarafından doğrudan ve çoğunlukla kasten yayılan ideolojinin tüm ağırlığı ile değil; aynı zamanda kendi geçmiş deneyimlerinden gelen geleneklerin ağırlığı ile de yüzleşmekte. Eğer kendisini özgür kılacaksa, işçi sınıfı bu deneyimleri kesinlikle sindirmek zorundadır. Bu, onun kapitalizmi sona erdirecek belirleyici karşılaşmalar için gerekli olan silahları yetkinleştirmesinin tek yoludur. Öte yandan, işçi sınıfının geçmiş deneyimleri ölü gelenekler ile karıştırması; canlı kalanları, geçmiş mücadelelerin yöntemlerinde kalıcı ve evrensel olanları, kesinlikle geçmişe ait olan, koşullara bağlı ve geçici olanlardan ayrıştıramaması tehlikesi de mevcuttur Marx’ın sıkça altını çizdiği üzere, 19. yüzyılda bu tehlike işçi sınıfını da etkilemişti. Hızlı bir evrim içerisinde olan bir toplumda proletarya, tarihsel kökeninden gelen eski gelenekleri tarafından uzun süre boyunca engellenmiştir. Bu kalıntılar da kalfa loncalarında, Babeuf döneminin, burjuvazinin yanı sıra feodalizme karşı birlikte mücadele verilmesinin izleriydi. Dolayısıyla 1848 öncesi dönemin sekter, komplocu veya cumhuriyetçi gelenekleri, 1864’te kurulan Birinci Enternasyonal’in üzerine çökmeye devam etti. Bununla birlikte, süregitmekte olan ani değişikliklere
rağmen, bu dönem toplumun hayatında tek bir evrede konumlanmıştı: kapitalist üretim biçiminin yükseliş dönemi. Bu dönemin tümü, işçi sınıfı mücadelelerini çok özel koşullar içerisine yerleştirdi: refah içinde olan bir kapitalizmden, yaşam koşullarında gerçek ve kalıcı iyileşmelerin kazanılabilme ihtimali ve bununla birlikte, refah içinde olduğu için de, sistemi yok etmesinin imkânsızlığı durumu. Bu çerçevenin bütünlüğü 19. yüzyıldaki işçi hareketinin farklı aşamalarında sürekli bir nitelik oldu. Sınıf mücadelesinin yöntemleri ve araçları özellikle sendikal örgütlenme biçimiilerleyen bir biçimde detaylandırıldı ve kusursuzlaştı. Bu aşamaların her birinde evvelki aşama ile olan benzerlikler farklardan ağır basıyordu. Bu koşullarda, geleneğin prangası işçiler için o kadar da ağır değildi: geçmiş büyük ölçüde izlenecek yolu gösteriyordu. Fakat bu durum 20. yüzyılın şafağında kökünden değişti. İşçi sınıfının onlarca yılda yarattığı araçların çoğu artık yararlı değildi: daha da kötüsü, bu araçlar sınıfın aleyhine döndüler ve sermayenin silahları haline geldiler. Bu durum sendikalar, kitle partileri, seçimlere ve parlamentolara katılım için geçerliydi. Bunun nedeni kapitalizmin evriminde tamamen farklı bir evreye, çöküş dönemine girmiş olmasıydı. Artık proleter mücadelenin bağlamı tamamen değişmişti; bundan böyle bu toplumda ilerici ve kalıcı iyileştirmeler sağlamak için mücadele etmenin hiçbir anlamı yoktu. Mesele yalnızca sınırının sonuna gelmiş bir kapitalizmin hiçbir şey veremeyişi de değildi; sorun aynı zamanda kapitalizmin çırpınmalarının proletaryanın geçmişte elde ettiği bir takım kazanımları tahrip etmeye de başlamasıydı. Ölmekte olan bir düzene karşı çıkarak proletaryanın elde edebileceği tek gerçek kazanım, düzenin yıkımıyla mümkün hale geldi. Birinci dünya savaşı kapitalizmin iki dönemi arasındaki bu kırılmaya işaret ediyordu. Devrimciler –ki onları devrimci yapan da buydu- sistemin düşüş evresine girmiş olduğunun farkına vardılar. Komünist Enternasyonal, 1919 platformunda şunu beyan etti: “Yeni bir çağ doğdu. Kapitalizmin çürüyüş, içsel çözülme
çağı; Yani Proleter komünist devrim çağı.” Bununla birlikte devrimcilerin çoğunluğu hala geçmişin geleneklerinden kalma derin izler taşıyorlardı. Çok büyük katkılarına rağmen Üçüncü Enternasyonal, kendi analizinin işaret ettiklerini mantıki sonuçlarına taşımayı başaramadı. Sendikaların ihanetine karşı Komünist Enternasyonal, sendikaların yok edilmesi değil yeniden inşa edilmesi çağrısını yaptı. “Parlamenter reformlar emekçi kitleler için tüm pratik önemini yitirmiştir” ve “siyasi yaşamın ağırlık merkezi tamamen ve kesinlikle parlamentodan dışarı kaymıştır” (2. Kongre Tezleri) dese de, Komünist Enternasyonal yine de bu kuruma katılım çağrısı yaptı. Dolayısıyla Marx’ın yukarıda alıntıladığımız, 1852’deki sözleri, amirane fakat trajik bir biçimde doğrulanmıştı. Emperyalist savaş patlak verdiğinde proletaryayı dağınıklığa savurduktan sonra; 1917’de başlayan devrimci dalganın başarısızlığından ve onu takiben yarım yüzyıl hüküm süren korkunç karşı devrimden sorumlu olan da çok büyük ölçüde geçmişin ağırlığıydı. Önceki mücadelelerde zaten bir engel olan “ölü kuşakların geleneği” yaşadığımız çağdaki mücadelelerde daha da zorlu bir düşmandır. Eğer sonunda başarılı olacaksa, proletarya geçmişin çer çöpünü bir kenara atıp kapitalizmin “yeni çağı”nın mücadelesine dayattığı gerekliliklere uygun silahlar kuşanmak zorundadır. Hem sermayenin yaşayışını, hem de kendi mücadelesinin amaçlarını ve yöntemlerini dikkate alarak; kapitalizmin yükseliş dönemini düşüş döneminden ayıran farkları net bir şekilde anlaması gerekir. Bu metin bu anlayışa bir katkıdır. Biraz olağandışı bir biçimde sunuluyor olsa da, hem her iki dönem içerisinde de var olan bütünlüğü göstermek, hem de iki dönemin ifadeleri arasındaki sıkça göze çarpan farklılıkların altını çizebilmek için iki dönemin özelliklerini yan yana göstermenin gerekli olduğunu düşündük. (Yükseliş döneminin özelliklerini her sayfanın sol sütununda, çöküşün özelliklerini sağ sütununda ele alıyoruz.)
20
Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış
Kapitalizmin yükseliş evresi
Kapitalizmin çöküş evresi
Ulus 19. yüzyılın özelliklerinden bir tanesi yeni ulusların kurulması (Almanya, İtalya…) veya yeni uluslar (Polonya, Macaristan…) yaratmak için şiddetli bir mücadele verilmesiydi. Bu durum hiçbir biçimde tesadüfî değildi; aksine dinamik bir kapitalist ekonominin kendi gelişimi için en uygun taslak olarak ulusu görmesi inancına karşılık geliyordu. Bu dönemde ulusal bağımsızlık, bir yandan üretici güçlerin gelişiminin ve diğer yandan da gericiliğin kaleleri olan feodal imparatorlukların (Rusya, Avusturya) yıkımının doğrudan parçası olarak, gerçek bir anlam taşıyordu.
20. yüzyılda ulus, üretici güçleri kapsayamayacak kadar dar bir çerçeve halini aldı. Tıpkı kapitalist üretim ilişkileri gibi, üretici güçleri alı koyan gerçek bir zindana dönüştü. Dahası, her ulusal sermayenin çıkarları onları şu veya bu büyük emperyalist bloğa kaynaşmaya ve böylece bağımsızlığını terk etmeye iter itmez, ulusal bağımsızlık bir hayale dönüştü. 20. yüzyıldaki sözde ‘ulusal bağımsızlık’ örnekleri bir ülkenin, bir bloğun etki alanından diğerininkine geçmesinden başka bir anlam taşımadı.
Yeni kapitalist birimlerin gelişimi Yükseliş
Çöküş
Kapitalizmin yükseliş döneminin tipik olgularından bir tanesi, kapitalizmin her ülkeye ve bu ülkelerin karşılaştıkları belli tarihsel koşullara göre faklı (diğer ülkeler ile eşit olmayan bir şekilde) gelişiyor olmasıydı. Sahneye çıkmakta gecikmeleri kaçınılmaz olmayan diğerlerine, en gelişmiş ülkeler yol gösterdi. Zaten, bu ülkelerin en gelişmiş ülkelere yetişme ve hatta onları geçme ihtimali bulunmaktaydı. Aslında bu neredeyse genel bir kuraldı:
Herhangi yeni bir sanayileşmiş ulusun ortaya çıkmasının imkânsızlığı, kapitalist çöküş döneminin karakteristiğidir. 1. Dünya Savaşı öncesi kaybettikleri zamanı telafi edemeyen ülkeler, bundan dolayı tam bir azgelişmiş durgunluğa veya kumdan kalenin tepesindeki ülkelere kıyasla, kronik bir biçimde geri kalmaya mahkum oldu. Bu, Hindistan ve ya Çin gibi, büyük ulusların içinde bulunduğu durumdur. Bu ulusların ‘ulusal bağımsızlıkları’ ve hatta sözde ‘devrim’leri (ki bu devlet kapitalizminin canavarca bir biçiminin oluşturulması anlamına geliyor) bu ülkelerin azgelişmişlikten veya yoksunluktan kurtulmasına izin vermedi. SSCB bile bu kuraldan kaçamadı. Rusya’da köylülüğün ve her şeyden önce işçi sınıfının, yapmaya zorlandığı korkunç fedakârlıklar, toplama kamplarındaki neredeyse ücretsiz olan emekten yoğun şekilde faydalanılması, daha sonra Troçkistler tarafından ‘işçi sınıfının büyük kazanımları’ ve ‘kapitalizmin lağvedilmesinin’ işaretleri olarak sunulan devlet planlaması ve dış ticarette tekelleşme, Doğu Avrupa tampon bölge ülkelerinin sistematik bir biçimde yağmalanması - tüm bu uygulamalar hala, SSCB’nin tamamıyla sanayileşmiş ülkelerin düzeyini yakalamasını ve azgelişmişliğin ve geri kalmışlığın yaralarından kurtulmasını sağlamak için yeterli olmamıştır.(bknz: http://en.internationalism.org/node/2757). Herhangi bir yeni kapitalist birimin bu dönemde yükselmesinin imkânsızlığı, bugün dünyanın en büyük altı sanayi gücünün (ABD, Japonya, Rusya, Almanya, Fransa, İngiltere) birinci dünya savaşı arifesinde (farklı bir sırada olsa da) çoktan zirvede olmalarıyla da ortaya konmuştur.Azgelişmiş ulusların kendilerini en gelişmiş ülkelerin seviyesine çıkaramamaları aşağıdaki gerçeklerle açıklanabilir:
“Bu muazzam yükseliş bağlamında, farklı ülkelerdeki sanayi üretiminin artışı, aşırı derecede çeşitlilik gösteren oranlarda gerçekleşti. En yavaş büyüme oranlarını, 1860 öncesi en gelişmiş devletler olan Avrupa sanayi devletlerinde görüyoruz. İngiliz üretimi ‘yalnızca’ üç, Fransız üretimi dört misli artarken, Alman üretimi yedi kat arttı ve ABD’de 1913’teki üretim düzeyleri 1860’takilerin on iki katıydı. Bu farklı büyüme oranları 1860 ile 1913 arasında, endüstriyel güç hiyerarşisini tamamen tersine çevirdi. 1880’e doğru Britanya dünya üretiminin birinciliğini ABD’ye kaptırdı. Aynı zamanda Almanya da Fransa’yı geçmişti. 1890’a doğru, Almanya İngiltere’yi geride bıraktı ve İngiltere üçüncü sırada yer aldı” (Fritz Sternberg, The Conflict of the Century) Aynı dönemde başka bir ülke de kendisini modern sanayi gücü düzeyine yükseltti: bu ülke, yani Japonya, çok hızlı bir sanayileşme sürecine gitti. Ancak bu süreç, kapitalizmin çöküş evresine girmesi ile boğulacaktı. Daha geri ülkelerin daha ilerideki ülkeleri bu yolla yakalama kapasiteleri, şu unsurların bir sonucuydu: 1) Bunların içsel pazarları endüstriyel sermayenin gelişimi için büyük olanaklılıklar sunan satış alanları oldular. Büyük ve görece zengin pre-kapitalist sektörler (zanaatkârlar, her şeyden önce tarım sektörü) kapitalizmin büyümesi için vazgeçilmez olan verimli toprağı oluşturdu.
1) Sanayileşmiş ülkelerin kapitalizm-harici sektörlerinin temsil ettiği pazarlar, tarımın büyük ölçüde kapitalistleşmesi ve zanaatkârlığın neredeyse tamamen yıkılması ile tüketilmiştir.
Kapitalizmin Çöküş Evresinde Proleter Mücadele
21
2) En gelişmiş ülkelerin daha ucuz metalarına karşı korumacı politikalar kullanabilmeleri, bu ülkelere geçici olarak kendi sınırları içerisinde kendi ulusal üretimleri için pazarlarını müdafaa etme olanağı sağladı.
2) 20. yüzyılda korumacı politikaların sonu tamamen başarısızlıktır. Bunlar az gelişmiş ekonomilerin bir nefes alma alanına sahip olmalarına izin vermek bir yana, milli ekonominin boğulmasına neden verdiler.
3) Dünya düzeyinde, çok geniş bir kapitalizm-dışı pazar, özellikle de işgal edilme sürecinde olan sömürge bölgelerinde mevcuttu. Buralar sanayi ülkelerinin ürettiği meta ‘fazla’larını emebilmekteydiler.
3) Kapitalizm-dışı pazarlar dünya ölçeğinde doygunluğa ulaşmıştır. Üçüncü dünyanın büyük ihtiyaçlarına, kapitalist sanayiden tamamen yoksun olsalar bile bunu gerçekleştirmeyi başaramamış ekonomiler, çözücü bir pazar oluşturamıyorlar, çünkü tamamen harabeye dönüştürüldüler.
4) Arz-talep yasası az gelişmiş ülkelerin gerçek anlamda gelişiminden yana işliyordu. Bu düzeyde, bu dönemde, küresel ölçekte konuşmak gerekirse, talep arzı geçmişti, metaların fiyatları daha yüksek üretim maliyetlerine, yani daha az gelişmiş olan ülkelerdeki maliyetlere göre belirleniyorlardı. Bu, o ülkelerdeki sermayenin gerçek bir birikim gerçekleştirmek için yeterli kârı gerçekleştirmesine olanak verdi (oysa en gelişmiş ülkeler ekstra-kârı topluyorlardı). 5) Yükseliş döneminde askeri harcamalar görece kısıtlıydı ve kolaylıkla karşılanabiliyorlardı. Hatta gelişmiş sanayi ülkeleri için, sömürge fetihleri yoluyla karlı hale getiriliyorlardı. 6) 19. yüzyılda teknoloji düzeyi, bir önceki döneme kıyasla fark edilir bir ilerleme gösterdiyse de, büyük sermaye yatırımlarına gerek duyulmadı.
4) Arz-talep yasası, bu dönemde yeni ülkelerin herhangi bir şekilde gelişmesine karşı işler. Pazarların doygunluğa ulaştığı bir dünyada, arz talepten fazladır ve fiyatları en düşük üretim maliyetleri belirler. Bu nedenle, en yüksek üretim maliyetlerine sahip ülkeler, kendi metalarını düşük karla, hatta zararla satmaya zorlanırlar. Bu durum şunu kesinleştirir: bu ülkelerin birikim oranları aşırı düşük ve çok ucuz bir emek gücüyle bile, modern teknolojinin büyük kazanımlarını kurmak için ihtiyaç duyulan yatırımı gerçekleştirmekten uzaktır. Bunun sonucu, onları büyük sanayi güçlerinden ayıran uçurumun sadece daha da genişlemesidir. 5) Gitgide sürekli savaşa teslim olan bir dünyada, en gelişmiş ülkeler için bile askeri harcamalar aşırı ağır bir külfet haline gelir. Azgelişmiş ülkelerde ise bu durum ekonominin topyekûn iflasına yol açar. 6) Günümüzde modern sanayi üretimi, geçtiğimiz yüzyıldakiyle karşılaştırılamayacak derecede karmaşık bir teknolojiye ihtiyaç duyar. Bu da oldukça büyük bir düzeyde yatırım anlamına gelir. Sadece gelişmiş ülkeler bunu karşılayabilecek durumdadır. Dolayısıyla teknik unsurlar ekonomik unsurları katı bir biçimde kötürümleştirirler.
Devlet ve sivil toplum arasındaki ilişki Yükseliş
Çöküş
Kapitalizmin yükseliş döneminde, devlet yönetiminde uzmanlaşmış olanlara ayrılmış olan siyaset ile, sermayeye ve özel sermayedarlara bırakılmış iktisat arasında çok net bir ayrım vardı.Bu dönemde devlet, kendisini toplumun üzerine çıkarma eğilimi taşımasına rağmen, büyük ölçüde çıkar grupları ve kendilerini temelde devletin yasama kolunda ifade eden sermaye hizipleri tarafından domine ediliyordu. Yasama hala açıkça yürütmeye hâkimdi: parlamenter sistem, temsili demokrasi hala bir gerçekliğe sahipti ve farklı çıkar gruplarının birbirleriyle yüzleşebileceği bir alandı.Devletin işlevi, toplumsal düzeni kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda bir bütün olarak muhafaza etmek olduğu için; uzun vadede, iş gücünün çıkarı doğrultusunda ve özel sermayedarların doymaz anlık iştahının dayattığı barbarlık düzeyindeki sömürüye karşı, belli reformların kaynağı olabilmekteydi. (mesela İngiltere’deki ‘10 Saat Yasası’, çocuk emeğini sınırlandıran yasalar vb.)
Sivil toplumun devlet tarafından emilimi kapitalist çöküş evresinin karakteristiğidir. Bu nedenle, ilk işlevi toplumu temsil etmek olan yasama, devlet piramidinin tepesindeki yürütme karşısında tüm önemini kaybetmiştir. Bu dönemde siyaset ve iktisat birleşmiştir: Devlet, milli ekonominin ana gücü, gerçek yöneticisi haline gelmiştir. İster kademeli bir entegrasyon ile (karma ekonomi) ister ani alt üst edişlerle (tamamen devletleştirilmiş ekonomi), devlet artık kapitalistlerin ve çıkar gruplarının bir heyeti olmaktan çıkmıştır: kolektif kapitaliste dönüşerek tüm tekil çıkar gruplarını demir yumruğuna tabii kılmıştır. Milli sermayenin vücuda gelmiş bütünü olarak devlet, hem belli bir emperyalist blok içerisinde, hem de rakip emperyalist bloğa karşı milli çıkarları korur. Dahası işçi sınıfının sömürülmesini ve soğurulmasını güvence altına alma sorumluluğunu doğrudan kendi üzerine alır.
22
Enternasyonal Bakış 2 2009 Sonbahar – Kış
Savaş Yükseliş
Çöküş
19. yüzyılda savaşın genel işlevi, her kapitalist ulusun gelişimi için gerekli birlik ve bölgesel yayılma ihtiyacını sağlamaktı. Bu anlamda, beraberinde getirdiği felaketlere rağmen, savaş yinede sermayenin o dönem sahip olduğu ilerici doğa içinde bir andı.
Yeni, uygulanabilir ulusal birimleri üretme sorusunun ortadan kalktığı, yeni ülkelerin resmi bağımsızlığının esasında büyük emperyalist güçler arasındaki ilişkilerin sonucu olduğu bu dönemde, savaşlar artık toplumun üretici güçlerini geliştirmeye dair ekonomik ihtiyaçtan değil, aksine iki blok arasındaki güç dengesi gibi politik bir sebepten kaynaklanıyor. Artık bu savaşlar 19. yüzyıldaki gibi ‘ulusal’ savaşlar değil, emperyalist savaşlardır. Bu savaşlar artık kapitalist üretim biçiminin genişlediği anlar değildir; tersine bunlar kapitalist üretim biçiminin genişlemesinin imkânsızlığını ifade ederler.
Dolayısıyla, savaşlar, iki veya üç ülkeyle sınırlı kalıyorlardı ve şu niteliklere sahip idiler: - kısa sürüyorlardı, - çok fazla yıkım getirmiyorlardı, - hem galip taraf, hem de mağlup taraf için yeni bir gelişim patlaması ile sonuçlanıyorlardı. Bu durum örneğin Fransa-Almanya, Avusturya-İtalya, Avusturya-Prusya ve Kırım savaşları için geçerliydi. Fransa-Almanya savaşı bu tür savaşların tipik bir örneğiydi: - Alman ulusunun kuruluşunda, mesela üretici güçlerin ciddi anlamda bir gelişimi için temel oluşturmakta ve Avrupa’nın (hatta siyasi rolü düşünülürse bütün dünyanın) sanayi proletaryasının önemli bir kısmının oluşumunda, belirleyici bir adımdı. - Aynı zamanda bu savaş bir yıldan kısa sürmüş, kanlı olmamış ve yenilen ülke için gerçek bir engel oluşturmamıştır: 1871’den sonra Fransa, İkinci İmparatorluk döneminde beliren endüstriyel gelişmeyi sürdürdü ve sömürgelerinin büyük bölümünü bu dönemde ele geçirdi. Sömürge savaşlarına gelirsek, bunların amaçları yeni pazarların ve hammadde kaynaklarının fethiydi. Bu savaşlar, kapitalist ülkeler arasındaki, yayılma ihtiyaçlarından doğan, dünyanın yeni bölgelerini bölüşme yarışının sonucuydu. Dolayısıyla bu savaşlar bir bütün olarak kapitalizmin, dünya üretici güçlerinin yayılmasının bir parçasıydılar.
Artık bunlar dünyayı bölüşmeyi hedeflemiyorlar. Bir ülkeler bloğunun gelişemediği, ancak, sadece sermayesinin değerleşmesinin rakip bloğun doğrudan aleyhine sürdürebildiği bir durumda, dünyayı yeniden paylaşmayı amaçlıyorlar. Bu durumda da nihai sonuç dünya sermayesinin bir bütün olarak küçülmesi olmaktadır. Savaşlar şimdi dünya çapında genelleşti ve tüm dünya ekonomisi için devasa boyutlarda yıkımlarla sonuçlanıyorlar, bu da genellemiş bir barbarlığa yol açıyor. 1870’te olduğu gibi, 1914 ve 1939 savaşları Fransa’yı Almanya’nın karşısına çıkardı, fakat farklar daha ilk bakışta göze çarpmaktadır. Bu farklar tam olarak, 19. yüzyıldan, 20. yüzyıla savaşların doğasındaki değişimi gösterirler: - Savaş anında tüm Avrupa’yı vurdu ve dünya çapında genelleşti. - Bu, savaşan ülkelerin iktisadi aygıtını ve tüm nüfusunu yıllarca savaş için seferber eden, insan emeğinin onlarca yılını bir hiçe indiren, on milyonlarca proleteri öldüren, yüzlerce milyon insanı kıtlığa düşüren, topyekûn bir savaştı. 20. yüzyıl savaşları hiçbir şekilde kimilerinin iddia ettiği gibi “gençlik hastalıkları” değillerdi. Bunlar ölmekte olan bir sistemin son çırpınışlarıdır.
Krizler Yükseliş
Çöküş
Denk olmayan iç pazarlarla, eşitsiz gelişimin hüküm sürdüğü bir dünyada, krizler, farklı ülkelerdeki ve farklı üretim kollarındaki üretici güçlerin dengesiz gelişimi tarafından belirlenmiştir.
20. yüzyılın başlangıcından beri, pazar birleşik ve dünya çapında bir pazar haline geldi. İç-pazarlar (temel olarak kapitalizm-öncesi sektörlerin tasfiyesi nedeniyle) önemini kaybetti.
Kapitalizmin Çöküş Ecresi Altında Proleter Mücadele
Bunlar eski pazarların doygunluğa ulaştığı ve yeni bir yayılmanın gerektiği gerçeğinin bir göstergesiydiler. Bu nedenle krizler (her 7-10 yılda bir- sabit sermayenin yıpranma -sönüm döngüsüne girmesiyle) periyodikti ve yeni pazarların açılmasıyla çözümleniyorlardı. Bu nedenle aşağıdaki özelliklere sahiptiler: 1) Genelde borsadaki bir çöküşten sonra, aniden patlak veriyorlardı. 2) Kısa ömürlüydüler (en çok 1-3 yıl kadar) 3) Tüm ülkelere yayılmıyorlardı. Bu nedenle, - 1825 krizi temelde İngiltere’ye hastı ve Fransa ile Almanya’ya teğet geçti. - 1830 krizi temelde Amerika’yı vurdu ve Fransa ve Almanya yine paçayı kurtardı. - 1847 krizi ABD’yi bağışladı ve sadece Almanya’da o da zayıf bir etkisi oldu. - 1866 krizi Almanya’yı neredeyse hiç etkilemedi ve 1873 krizi Fransa’yı bağışladı. Bunun ardından, endüstriyel döngüler bütün gelişmiş ülkelerde yayılma eğilimi gösterdiler. Fakat o zaman bile ABD 1900-1903, Fransa 1907 durgunluğundan paçayı sıyırdı. Diğer yandan, birinci dünya savaşına sürükleyen 1913 krizi, neredeyse her ülkeyi vurdu. 4) Endüstrinin tüm kollarına yayılmadılar. Böylece, -1825 ve 1836 krizlerinin vurduğu esasen pamuk endüstrisiydi. - bundan sonra tekstil hala krizlerden etkilenirken, en büyük sıkıntıyı çekme eğiliminde olanlar demir-çelik ve demiryoluydu. (özellikle 1873’te) Dahası, bazı kollar büyük bir patlamaya giderken, durgunluk diğerlerini vuruyordu. 5) Yeni bir endüstriyel büyüme evresine yol açtılar (Sternberg’ten alıntılanan yukarıdaki büyüme verileri bu anlamda önemlidir.) 6) Sistemin siyasi bir krizi için koşulları ortaya çıkaramadılar; proleter bir devrimin ortaya çıkması için hala yetersizdiler. Son olarak, Marx’in 1847-48 deneyiminden sonra yazdığı “Yeni bir devrim yalnızca yeni bir krizden sonra mümkün olacaktır. Fakat bunun gerçekleşeceği de bir o kadar kesindir” (Neue Reheinische Zeitung, 1850) cümlelerindeki hataya işaret etmek zorundayız. Buradaki hatası ne devrimi mümkün kılmak için bir krizin gerekliliğini fark edilmiş olması, ne de yeni bir krizin geleceğinin söylenmesidir (1857 krizi 1847 krizinden hala daha şiddetliydi). Hata, bu dönemin krizlerinin halihazırda, sistemin ölümcül krizleri olduğu fikridir.
58
23
Bu şartlarda, krizler pazarların geçici olarak çok dar oluşunun değil; pazarın dünya çapında belirgin genişlemesinin herhangi bir ihtimalinin kalmayışının tezahürüdürler. Bu da günümüzdeki krizin genelleşmiş ve kalıcı özelliğidir. Ekonomideki belli konjonktürler, artık üretim kapasitesi ile pazarın belli bir andaki şekli arasındaki ilişki tarafından değil; esasen siyasi sebepler tarafından belirleniyor: yani savaş-yıkım-yeniden inşa-kriz döngüsü tarafından. Bu bağlamda, iktisadi gelişme dönemlerinin uzunluğunu belirleyen, artık, sermayenin sönümü-yıpranmasına dair problemler değildir. İktisadi gelişme dönemlerinin uzunluğunu büyük ölçüde belirleyen, bir önceki savaşın yıkım derecesidir. Dolayısıyla, ikinci dünya savaşından sonraki yeniden inşa döneminin uzunluğunun (17 yıl), neden birinci dünya savaşından sonrakinin (7 yıl) iki katı olduğunu anlayabiliriz. “Laissez-faire” (bırakınız yapsınlar) ile tanımlanan 16. yüzyılın tersine, 20. yüzyıldaki durgunluğun boyutu devlet ve onun araştırma kurumları tarafından yürütülen yapay önlemlerle sınırlandırıldı. Bu önlemler genel krizi geciktirmeyi amaçlıyordu. Bu durum, yerel savaşlar, silah üretimi ve savaş ekonomisinin gelişimi, sistematik olarak sorunları geciktirmek için para basımı ve kredi satımı, genelleşmiş borçlanmışlık için özellikle geçerlidir. Kısacası, kapitalizmin katı iktisadi işleyişini kırma eğiliminde olan her tür siyasi önlem için geçerlidir. Bu bağlamda, 20. yüzyılın krizleri aşağıdaki özelliklere sahiptir: 1) Artık aniden patlak vermekten ziyade aşamalı bir biçimde gelişiyorlar. Bu anlamda, 1929 krizi başlangıçta bir önceki yüzyılın krizlerinin özelliklerini gösterdi (borsadaki bir düşüşü takiben ani bir çöküş). Bu, pek de geçmişin ekonomik koşullarına olan benzerliğin sonucu değildi. Daha ziyade, sermayenin siyasi kurumlarının geriliğinin, bunların yeni ekonomik koşullara ayak uydurmaktaki kabiliyetsizliklerinin bir sonucuydu. Fakat daha sonra, büyük devlet müdahaleleri (ABD’de `New Deal’, Almanya’da savaş üretimi vs.) krizin etkilerini on yılı aşan bir süreye yaydı. 2) Bir kere başladıktan sonra uzun süre devam ediyorlar. Dolayısıyla, 19. yüzyılda durgunluk ve refah arasındaki ilişki 1:4 civarındayken (10 yıllık bir döngüde, 2 yıl kriz), 20. yüzyılda buhranın uzunluğu ile yeniden canlanmanın uzunluğu arasındaki ilişki 2:1 civarında oldu. 1914 ile 1980 arasında (kalıcı yerel savaşları saymazsak) 10 yıl genelleşmiş savaş, 32 yıl buhran (1918-22, 1929-39, 194550, 1967-8058) yaşadık: toplamda 42 yıl savaş ve buhrana karşın, sadece 24 yıl yeniden inşa süreci (1922-29 ve 195067) yaşadık. Ki kriz döngüsü henüz bitmedi... 19. yüzyılda iktisadi aygıt her krizin sonunda kendi güçleri tarafından yenilenirken; 20. yüzyılın krizlerinin, kapitalist bakış açısından, genelleşmiş savaş dışında hiçbir çözümü yoktur. Bu krizler sistemin can çekişme haykırışlarıdır.
Bu kriz bugünde halen devam etmektedir ve son olarak 2000’lerin başındaki dot.com krizi ve de 2007’de gelen mortgage krizi ile 1929 krizini aşan bir derinliğe ulaşmıştır.
24
Enternasyonal Bakış 1 2008 Sonbahar – 2009 Kış
Daha sonra, Marx bu hatayı net bir biçimde düzeltti. Bunun farkına varmasının temeli tam olarak, devrim için nesnel koşulların henüz olgun olmadığını kavramasıydı. Birinci Enternasyonal içersindeki anarşistlere karşı çıkması bundandı; anarşistler gerekli aşamaları aşmak istedikleri için onlara karşı çıkıyordu. Aynı nedenle, 9 Eylül 1870’te, Paris isçilerini “yeni hükümeti devirmek yönünde bütün çabalar... çaresiz bir çılgınlık olacaktır.” diyerek uyardı (Birinci Enternasyonal Genel Konseyi’nin Fransa-Prusya savaşına dair İkinci Hitabı). Bu dönemde ‘devrimin her zaman mümkün’ olduğuna veya devrim için maddi koşulların 1848’de veya 1871’de zaten var olduğuna inanmak için bir anarşist ya da Bordigist olmak gerekirdi.
Proletarya için komünist devrimin mümkünlüğünü ortaya koymaktadırlar.
gerekliliğini
ve
Komünist Enternasyonal’in kuruluş kongresinde söylendiği gibi, 20. yüzyıl, gerçekten de “savaşlar ve devrimler çağı”dır.
Sınıf mücadelesi Yükseliş
Çöküş
19. yüzyılda sınıf mücadelesinin aldığı biçimler, hem sermayenin bu dönemki nitelikleri, hem de isçi sınıfının kendi dönemsel nitelikleri tarafından belirlenmişti.
Çökmüş kapitalizmde sınıf mücadelesi, sermaye açısından aşağıdaki özellikler tarafından belirlenir:
1) 19. yüzyılda sermaye hala, çok sayıda sermayelere dağılmış durumdaydı: 100’den fazla isçisi olan fabrikalar nadirdi, yarı-zanaatkâr işletmeler çok daha yaygındı. Ancak, 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte, demiryollarının yükselişi, makine kullanımının kitlesel olarak genelleşmesi, madenlerin artmasından sonraki süreçte, bugünkü anlamıyla büyük ölçekli endüstrisinin gelişen hakimiyetini görebiliyoruz. 2) Bu şartlarda, rekabet, çok sayıda kapitalist arasında gerçekleşti. 3) Dahası, teknoloji ancak kısmi olarak geliştirilebilmişti. Büyük ölçüde kırsal kesimden devşirilmiş, vasfı düşük iş gücü, ilk nesil işçilerden oluşuyordu. Bu nüfus işçilerin ilk kuşaklarının büyük çoğunluğunu oluşturmaktaydı. En vasıflı isçiler zanaatkârlardı. 4) Sömürü mutlak artı değerin elde edilmesi üzerine kuruluydu, bu da uzun bir iş günü, çok düşük ücretler demekti. 5) Her patron veya her fabrika, sömürdükleri isçilerle doğrudan ve ayrı ayrı yüzleşiyordu. Patronların örgütlü bir birlikleri hiç yoktu: patron sendikaları yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıktılar. Bu ayrık çatışmalarda, kapitalistlerin rakip fabrikaları vuran endüstriyel çatışmaları rakiplerinin müşterilerini kapmak için bir avantaj olarak algıladıklarını görmek hiç de nadir rastlanan bir durum değildi. 6) Devlet genel olarak bu çatışmaların dışında kalıyordu. Yalnızca bir son çare olarak, çatışma “kamusal düzene bir tehdit” haline geldiğinde müdahale ediyordu.
1) Sermeye yüksek derecede bir yoğunlaşmaya ve merkezileşmeye ulaştı. 2) 19. yüzyıla kıyasla, sayısal açıdan rekabet daha azdır ama daha yoğun haldedir. 3) Teknoloji oldukça gelişmiş bulunuyor. Vasıflı iş gücü artmaktadır: en basit işleri genelde makineler yapar. Nesiller boyu işçi olan kuşaklar mevcuttur, sınıfın yalnızca küçük bir parçası kırsal kesimden devşirilir, çoğunluğu ise yine isçilerin çocuklarıdır. 4) Bu dönemde sömürünün ana prensibi, (iş sürecinin hızlandırılması ve üretim artışı yoluyla) nispi-artı değerin elde edilmesidir. 5) İşçi sınıfı karşısında kapitalistler öncekinden çok daha yüksek derecede bir birlik ve dayanışma içerisindedirler. Kapitalistler özel örgütler yaratmışlardır. Bu nedenle işçi sınıfıyla ayrı ayrı yüzleşmek zorunda kalmamaktadırlar. 6) Devlet, toplumsal çatışmalara, ya kapitalistin kendisi ya da ‘arabulucusu’ olarak ( yani hem ekonomik hem de politik düzeylerdeki cepheleşmeler üzerinde bir kontrol unsuru olarak), çatışmaları ‘kabul edilebilir’ sınırlarda tutmak veya basitçe bastırmak için, doğrudan müdahale etmektedir. İsçileri açısından, aşağıdaki özelliklere dikkat çekebiliriz. 1) İşçi sınıfı birleşiktir ve yüksek bir entelektüel seviyede vasıflıdır. Zanaatkâr emekle ancak geçmişte kalmış uzak bir ilişkisi kalmıştır.
Kapitalizmin Çöküş Evresinde Proleter Mücadele
İsçi sınıfını göz önünde bulundurarak, aşağıdaki özellikleri gözlemleyebiliriz: 1) Sermaye gibi, isçi sınıfı da çok dağılmıştı. Hala oluşmakta olan bir sınıftı. En mücadeleci kesimleri zanaat isçiliğine çok bağlıydı; dolayısıyla korporatizmin izlerini güçlü bir şekilde taşıyorlardı. 2) Arz talep yasası emek pazarında doğrudan ve tam olarak işliyordu. İşçiler, yalnızca işçi kıtlığı ile sonuçlanan üretimin ani genişleme dönemlerinde, sermayenin saldırılarına karşı etkili bir direniş kurabiliyor ve ancak böylelikle ücretlerde ve çalışma koşullarında önemli iyileşmeler kazanabiliyorlardı. İş durgunluğu dönemlerinde ise isçiler güçlerini yitiriyor, demoralize oluyor ve kazanımlarının ellerinden kayıp gitmesine izin veriyorlardı. Bu hadisenin tipik bir ifadesi sınıf mücadelesinde yüksek bir noktaya işaret eden- Birinci ve İkinci Enternasyonal’lerin iktisadi refah dönemlerinde kurulmuş olmasıdır (1867 krizinden üç yıl önce, 1864’te Birinci Enternasyonal; 1890-93 krizinin arifesinde, 1889’da Sosyalist Enternasyonal). 3) 19. yüzyılda göç, işsizliğe ve proletaryayı döngüsel krizlerde vuran korkunç yoksulluğa bir çözümdü. Avrupa’nın kapitalist metropollerinde yaşam koşulları çok dayanılmaz hale geldiğinde, sınıfın önemli kesimlerinin yenidünyaya kaçması ihtimali, döngüsel krizlerin Haziran 1848’deki gibi bir patlamaya sebep olmasını engelleyen bir etkendi. 4) Bu özel koşullar işçiler için iktisadi direniş örgütlerinin yaratılmasını gerekli kıldı. Bunlar sadece yerel, uzmanlaşmış bir biçim alabilecek, isçilerin bir azınlığı ile sınırlandırılmış (bir işçi azınlığını kapsayabilecek) sendikalardı. Mücadelenin temel biçimi -grev- ayrı ayrı ve uzun sure önceden hazırlanıyordu, genellikle sermayenin şu veya bu koluyla hatta tek bir fabrikayla yüz yüze gelmek için bir refah dönemi bekleniyordu. Tüm bu sınırlandırmalara rağmen, sendikalar hala işçi sınıfının esas organlarıydı. Sadece sermayeye karşı iktisadi mücadelede için vazgeçilmez değillerdi, aynı zamanda sınıfın yaşamının merkezleri olarak, işçilerin ortak bir hedefin parçaları olduklarını anlayabilecekleri yer olan dayanışma okulları olarak, Marx’ın deyimiyle ‘komünizm okulları’ olarak da devrimci propagandaya açıktılar. 5) 19. yüzyılda grevler genelde uzun sürüyordu. Bu, işlevselliklerinin ön koşullarından biriydi. Bu da işçileri açlık riskini almaya mecbur etdiyordu. Bu nedenle destek fonlarını, ‘direniş kasalarını’ önceden hazırlama ve diğer işçilerden mali desteğe başvurma ihtiyacı doğuyordu. (örneğin, çatışmaya karışmış kapitalistin pazarını tehdit etmek suretiyle). Diğer çalışan işçilerin, grevdeki işçiler için olumlu bir faktör olabilmesi önemli bir gerçekti.
25
Mücadele merkezleri bu nedenle büyük modern fabrikalarda bulunmaktadır ve mücadelenin genel eğilimi zanaatkar bir korporatizmin ötesine geçmektir. 2) Önceki dönemin tersine, büyük belirleyici mücadeleler toplumun kriz içerisinde olduğu dönemlerde patlak veriyorlar ve gelişiyorlar. (Rusya’daki 1905 ve 1917 devrimleri, savaş olarak yaşanan krizin, şiddetli bir biçiminden ortaya çıkmışlardır. 1917 ile 1923 arasındaki uluslararası büyük mücadele dalgası, bir sarsıntı döneminde -önce savaş, sonra ekonomik kriz- meydana geldi ve ancak yeniden yapılanmayla gelen iktisadi canlanma ile yatıştı) Bu yüzden daha önceki iki Enternasyonal’in aksine, Komunist Enternasyonal 1919’da, sınıf mücadelesinde güçlü bir dalgalanmaya yol açan en şiddetli krizlerin yaşandığı bir dönemde kuruldu. 3) 20. yüzyılda, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, gördüğümüz ekonomik dış göç olgusu, ne kökenleri ne de ima ettikleri açısından, geçmiş yüzyılın büyük dış göç dalgalarıyla kıyaslanabilir değildir. Sermayenin tarihsel olarak, yeni bölgelere yayılışını değil, eski sömürgelerde iktisadi gelişimin imkânsızlığını ifade ederler. Eski sömürgelerin isçileri ve köylüleri kendi sefaletlerinden, tam da geçmişte işçilerin terk ettiği metropollere doğru geri kaçmaya itilmişlerdir. Dolayısıyla sistem şiddetli bir krize girdiğinde kullanılabilecek, hiçbir emniyet supabı yoktur. Yeniden inşa bittiğinde, dış göç, -tıpkı daha önce azgelişmiş ülkeleri vurmuş olduğu gibi- gelişmiş ülkeleri vuran işsizlik sorununa bir çözüm teşkil etmez. Kriz işçi sınıfını çıkmaza iter ve ona hiçbir kaçış yolu bırakmaz. 4) İşçi sınıfının kalıcı iyileştirmeler elde etmesinin imkânsızlığı, ekonomik çıkarlarının savunusuna dayanan kendine özgü, kalıcı örgütleri sürdürmenin imkânsızlığı ile aynı anlama gelir. Sendikalar kendilerinin yaratılma sebebi olan işlevi kaybetmiştir. Artık sınıfın organları olamamakta, ‘komünizm okulları’ olmanın ise yanından dahi geçmemekte olan sendikalar, sermaye tarafından ele geçirilmiş ve devlete entegre olmuşlardır. Bu, devletin sivil toplumu emmesi şeklindeki genel eğilimin mümkün kıldığı bir olgudur. 5) Proleter mücadele katı iktisadi bir kategori olmanın ötesine geçme eğilimindedir. Devlete doğrudan karşı koyan, kendisini politikleştiren ve sınıfın kitlesel katılımını talep eden toplumsal bir mücadele haline gelmektedir. Rosa Luxemburg’un, ilk Rus devrimden sonra, Kitle Grevi broşüründe işaret ettiği nokta da budur. Lenin’in formülü de aynı fikri içermektedir: “Her grevin arkasında devrim başını kaldırmaktadır”. 6) Çöküş döneminde gerçekleşen mücadeleler örgütsel düzeyde önceden planlanamaz. Mücadeleler kendiliğinden patlak verir ve genelleşme eğilimi gösterirler. Mesleki bir düzeyden ziyade, yerel, bölgesel bir düzeyde gerçekleşmektedirler. Mücadelelerin evrimleri dikey değil yataydır. Bunlar, kategorilerin basitçe mesleki kategoriler olmadığı ya da harekete geçenin şu ve ya bu işletmeden işçiler değil de jeopolitik bir birim ölçeğinde (il, ulus) bir bütün olarak işçi sınıfı olduğu durumlarda, devrimci yüzleşmeye delalet eden özelliklerdir.
26
Enternasyonal Bakış 2 2009 Sonbahar – Kış
6) Bu koşullarda, mali ve maddi olarak önceden örgütlenmiş olma sorunları, etkili bir mücadeleyi sürdürebilmek için, işçiler açısından çok önemli bir meseleydi. Bu araçsallık sık sık, elde edilmesini mümkün kıldığı gerçek kazanımlardan önce geliyordu ve kendi içinde bir amaç haline geldi. (Marx, isçilerin örgüte, neden örgütün sermayeden koparabileceğinden daha çok para verdiklerini anlamayan burjuvaziye yanıt verirken, bu duruma işaret etmişti).
Benzer şekilde, işçi sınıfı artık, mücadele için ihtiyaç duyduğu maddi araçları önceden kuşanamamaktadır. Kapitalizmin günümüzdeki örgütleniş biçimi göz önünde bulundurulursa, grevin uzunluğu genel olarak etkili bir silah değildir (kapitalistlerin geri kalanı etkilenmiş olanın yardımına koşabilirler). Bu anlamda, bir grevin başarısı artık işçilerin topladığı mali fonlara değil, temel olarak mücadeleyi yayabilme becerilerine bağlıdır. Sadece böyle bir yayılma milli sermayenin tümüne bir tehdit teşkil edebilir. İçinde bulunduğumuz dönemde, mücadele içindeki işçilerle dayanışma meselesi, diğer kesimlerdeki işçilerden gelen maddi destek sorunu olmaktan çıkmıştır. (bu, sendikaların, işçileri mücadelelerinin gerçek metotlarından saptırmak için, kolayca öne çıkarabileceği taklit bir dayanışmadır.) Önemli olan, bu diğer kesimlerin mücadeleye katılmalarıdır. 7) Nasıl ki mücadelenin örgütü, mücadeleden önce gelmiyor da, mücadelenin içinden geliyorsa; işçilerin öz savunması, proletaryanın silahlanması da, Enternasyonalist Komünist Birlik gibi grupların düşündüğü gibi bodrum katlarında birkaç tüfeğin saklanmasıyla önceden hazırlanamaz. Bunlar önce gelen aşamalardan geçmeden ulaşılamayacak bir sürecin içerisindeki aşamalardır.
Devrimci örgütün rolü Yükseliş
Çöküş
Sınıf ve onun mücadelesi tarafından üretilmiş olan devrimcilerin örgütü, bir program temelinde kurulmuş bir azınlık örgütü olmuştur. İşlevleri şunlardır:
Çöküş döneminde, eklenen yeni bir faktörle - proletaryanın acil çıkarlarının savunusu, şimdi tarihsel gündeme konmuş olan nihai hedeften artık ayrılamaz- devrimcilerin örgütü önceki dönemin genel özelliklerini korur.
1) kapitalist dünyanın eleştirisinin teorik olarak geliştirilmesi. 2) programın, sınıf mücadelesinin nihai hedeflerinin geliştirilmesi. 3) programın sınıf içerisinde yayılması. 4) sınıfın acil ve doğrudan mücadelesinin tüm evrelerine, kapitalist sömürüye karşı savunusuna aktif katılım. Son noktayla ilgili olarak, 19. yüzyılda devrimci örgütün, sınıfın bölünmez iktisadi organlarını daha önceki mücadelelerde üretilmiş belli bir embriyon düzeyindeki örgütler temelinde, ön ayak olma ve örgütleme işlevi vardı. Bu işlev nedeniyle ve dönemin, reformların mümkünlüğü ve sınıf içerisinde reformist yanılsamanın yayılmasına doğru bir eğilim olması gibi şartlarının olduğu göz önünde bulundurulursadevrimcilerin örgütünün kendisi, (İkinci Enternasyonal partileri) nihai devrimci hedefin yerine acil reform hedefini koyan, reformizm tarafından zehirlenmişti. İktisadi örgütlerin (sendikaların) sürdürülmesini ve gelişimini görünürdeki tek görevi olarak kabul etmeye yönelmişti (bunun o dönemki adı da ekonomizmdir).
Öte yandan, bu son nokta nedeniyle, devrimcilerin örgütünün, sınıfı örgütleme rolü artık yoktur: Bu örgütlülük ancak, kendisini iktidarın fethine yönlendirerek, hem (bir acil direniş ve savunma örgütü olarak) ekonomik, hem de politik bir örgütü doğuracak olan mücadele içerisinde, sınıfın kendi ürünü olabilir. Bu çeşit bit örgütlenme işçi konseyidir. İsçi hareketinin eski sloganıyla ele alırsak: “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır”; devrimci örgüt ikameci anlayışların tümüne karşı, ancak bunların burjuva bir devrim anlayışı üzerine kurulu olduklarını net bir şekilde teslim ederek mücadele edebilir. Bir örgüt olarak, devrimci azınlığın görevi, sınıfı seferber etmek için önceden bir acil talepler platformu geliştirmek değildir. Öte yandan, mücadele için genel bir yönelimi yayarak ve sınıfın içerisindeki burjuva ajanlarını-unsurlarını ve ideolojilerini ifşa ederek, kendisinin mücadeledeki en kararlı unsurlardan olduğunu göstermelidir. Mücadele sırasında genelleşme ihtiyacını vurgulamalı, hareketin kaçınılmaz neticesine giden tek yolu, devrimi göstermelidir. Örgüt ne bir izleyici ne de bir destekçidir.
Kapitalizmin Çöküş Evresinde Proleter Mücadele
Devrimcilerin örgütü içerisinde yalnızca bir azınlık, bu evrime direndi ve sosyalist devrimin tarihsel programının tutarlılığını savundu. Fakat aynı zamanda bu azınlığın reformizmin gelişimine karşı tepkili bir kısmı, proletaryaya yabancı bir anlayış geliştirme eğilimindeydi. Bu anlayışa göre parti, bilincin tek merkezi, tamamlanmış bir programın sahibiydi. Burjuvazinin ve partilerinin şemalarını izlediler ve partinin görevini -özellikle iktidarın ele geçirilmesi konusunda- sınıfı ‘temsil’ etmek, sınıfın karar organı olma hakkına sahip olmak olarak gördüler. İkamecilik dediğimiz bu anlayış, İkinci Enternasyonal içerisindeki devrimci solun çoğunluğunu etkilemiş olsa da, bunun asıl teorisyeni Lenin’dir (Ne Yapmalı? ve Bir Adım İleri, İki Adım Geri).
27
Devrimcilerin örgütü, işçi çevrelerinin veya gruplarının ortaya çıkışını teşvik etmeyi ve bunlara katılmayı hedefler. Devrimcilerin örgütü bunu yapabilmek için şunu fark etmelidir: çok kısa ömürlü ve olgunlaşmamış olan bu biçimler, sendikalar kurulmasının mümkün olmadığı verili koşullarda, proletarya, tam olarak biçimlenmiş bölünmez organlarını -konseyleri- henüz oluşturamadığı bir durum içerisinde olduğu sürece, sınıf içerisindeki yeniden örgütlenme ve tartışma gibi geçek bir ihtiyaca karşılık gelir. Devrimcilerin örgütü, bu çevrelerin doğasına uyup, onları yapay bir biçimde kurmaya yönelik herhangi bir teşebbüse, bunları partilerin aktarım kayışlarına döndürmeye yönelik herhangi bir fikre ya da bunları konsey veya diğer politikekonomik organların tohumları olarak gören her hangi bir anlayışa karşı savaşmalıdır. Tüm bu anlayışlar yalnızca sınıf bilincindeki bir olgunlaşma sürecinin ve birleştirici özörgütlenmelerinin gelişimini felç etmeye yarar. Bu çevreler ancak, yarı pişmiş platformlara adapte olarak kedilerini teslim etmekten kaçınıp, sınıflarının yüz yüze geldiği sorunlarla ilgilenen tüm işçilere açık bir buluşma yeri olarak kalırlarsa herhangi bir değere sahip olabilir, önemli fakat geçici olan işlevlerini yerine getirebilirler. Son olarak, proletaryanın yarım bir yüzyıl boyunca ezildiği karşı devrim sürecini sonucunda, devrimcilerin aşırı dağılmış olduğu bir durumda, devrimcilerin örgütünün görevi, enternasyonal düzeyde bir politik çevre geliştirmek yönünde enternasyonal anlamda aktif bir şekilde çalışmak, sınıfın enternasyonal siyasi partisinin oluşumuna giden süreci açacak olan fikir ayrılıklarını ve tartışmaları teşvik etmektir.
İşçi hareketi tarihindeki bu en büyük karşı-devrim 59 , devrimcilerin örgütü için korkunç bir test oldu. Hayatta kalmayı başarabilen akımlar yalnızca, fırtınanın karşısında komünist programın temel ilkelerini nasıl koruyacağını bilenlerdi. Yine de kendi içerisinde kaçınılmaz olan bu tutum, tüm ‘yeni anlayışlara’ karşı genelde var olan bu güvensizlik, sınıf alanını muzaffer burjuva ideolojisinin baskısı altında terk etmek için bir araca da dönüşebilmiştir. Bu tür tutumların çoğunlukla, devrimcilerin sermayenin yaşamında ve işçi sınıfı mücadelesinde yer alan değişimlerin işaret ettiği her şeyi anlamasına engel olan bir etkisi vardır. Bu hadisenin en büyük karikatürü sınıf tavırlarının ‘değişmez (invariant)’ olduğunu, 1848’de sözde ‘bir bütün olarak’ ortaya çıkan komünist 59
Kastımız 1917 ile başlayan devrimci dalganın Rus devriminin tam olarak yalıtılmasıyla birlikte, burjuvazinin yeni bir dünya savaşına giriştiği dönemdir. Yani 1920’lerin sonunda başlayan süreçtir. Bu süreç ancak 1960’ların sonunda işçi sınıfının dünya çapında yeniden mücadeleye atılmasıyla tam olarak bitmiştir.
programın ‘bir nokta veya virgülünün değiştirilmesine gerek olmadığını’ savunan anlayıştır. Devrimcilerin örgütü, bir taraftan tek yaptıkları eski çıkınlarını yeni paketlerle sunmak olan (post)modernistlerin anlayışlarına karşı daima tetikte olmalıdır. Buna karşılık diğer yandan da, eğer sınıf tarafından verilen görevleri yerine getirecek ise kendisinin toplumun yaşamında meydana gelen değişimleri ve bunların sınıf ve komünist öncünün etkinliği açısından taşıdığı sonuçları kavramaya muktedir olduğunu göstermelidir. Artık tüm uluslar açıkça gericidir, devrimcilerin örgütü sözde ‘ulusal bağımsızlık’ hareketlerini destekleyen her fikre karşı savaşmalıdır. Artık tüm savaşların emperyalist bir niteliği var, devrimcilerin örgütü bugünün savaşlarına katılmaya dair, her fikri, bunlar her ne bahaneye tutunursa tutunsun kınamalıdır. Artık sivil toplum devlet tarafından yutulduğu için, günümüzde kapitalizm artık hiç bir
gerçek reform bahşedemediği için, devrimcilerin örgütü parlamentoya ve seçim maskaralığına her türlü katılıma karşı savaşmalıdır. Sınıf mücadelesinin bugün yüz yüze olduğu tüm yeni iktisadi, toplumsal ve siyasi koşullar göz önünde bulundurularak, devrimcilerin örgütü, mücadeleye ancak bir engel teşkil edebilecek örgütler olan sendikalara yeniden hayat vermeye dair sınıf içerisindeki her yanılsamaya karşı savaşmalıdır. 20. yüzyılın ilk devrimci dalgası sırasında edinilen sınıf deneyimlerinden ortaya çıkan mücadele yöntemlerini ve örgütlenme biçimlerini, yani kitle grevini, genel işçi meclisleri, siyasi ve iktisadi olanı birleştiren işçi konseylerini ortaya koymalıdır. Son olarak, eğer komünist örgüt mücadeleye can vermek, onu devrimci sonucuna yönlendirmek rolünü gerçek anlamda taşıyacaksa, artık ona ait olmayan görevleri yani sınıfı ‘örgütleme’ ya da ‘temsil etme’ işlerini bir kenara atmalıdır.
28
‘Son yüzyıldan beri hiç bir şeyin değişmediğini’ iddia eden devrimciler, proletaryanın, Tolstoy’un bir hikâyesindeki Babine karakterine benzer davranmasını istiyor gibi gözüküyorlar. Babine ne zaman yeni biriyle tanışsa, ona, en son tanıştığı insana söylemesi gerektiği söylenen sözleri söylüyordu. Böylece pek çok sefer sonu dayak yemek oluyordu. Kilisenin inançlı insanlarına, Şeytan’a söylenmesi gereken sözler söylüyor; bir ayıyla, sanki bir münzevi ile konuşur gibi konuşuyordu. Ve zavallı Babine aptallığını hayatıyla ödedi. Burada ifade ettiğimiz tutumların açıklaması ve devrimcilerin rolü marxizmin bir ‘terk’ini veya ‘revizyon’unu hiçbir şekilde teşkil etmez. Aksine, marxizmde esas olana, gerçek bir sadakat üzerine temellendirilir. Menşeviklerin fikirlerine karşı, Lenin ve Bolşeviklerin, yeni mücadele koşullarını ve bunların programa dair gerektirdiklerini anlayarak, aktif ve belirleyici bir biçimde Ekim Devrimi’ne katkı yapmalarını sağlayan, tam da bu kavrayış kapasitesiydi. Rosa Luxemburg, partisindeki ‘ortodox’ unsurlara karşı 1906’da şunları yazarken aynı devrimci bakış açısına sahipti: “Dolayısıyla eğer, Rus devrimi, marxizmin, kitle grevine dair eski duruşunun temelden değiştirilmesini gerekli kılarsa bile, genel yöntemleri ve bakış açıları, yeni bir biçimde galip gelen yine de marxizmdir.” (Kitle Grevi)
Enternasyonal Bakış 2 2009 Sonbahar – Kış
29
Rus Devrimi
Tarihteki İlk Kitlesel ve Bilinçli Devrim İşçi sınıfının mücadelesi ve komünist devrim, bugün birçokları tarafından demode ve tarihsel deneyimle yanlışlığı kanıtlanmış fikirler olarak görülüyor. SSCB’deki devlet kapitalisti rejimlerin yıkılması ve tüm Doğu Bloğu ülkelerinin dünya ekonomik krizi girdabı içine girmiş olması, 1917 Rus Devrimi aleyhinde konuşan herkese, bu tarihsel olay hakkında yıllardır ortaya atılan eski yalanları pekiştirme şansı verdi. Bu yalanlardan biri de Rusya’da iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinin kaba bir darbe, çar yönetimi altındaki geri kalmış kitlelerin Bolşevik Parti tarafından manipüle edilmesi olarak temsil edilmesidir. Şimdiye kadar birçok yazımızı devrimin doğasına ve Rusya’daki karşı-devrime ayırdık 60 . Bu yazıyla başladığımız seride ise, proletaryanın bu deneyiminin ve onun devrimci örgütlenmelerinin temel yönlerini incelemek ve derinleştirmek istiyoruz. Bu bağlamda, ilk olarak, 1917 Rus devriminin, savaşa ve kapitalizme karşı gelişen uluslararası ayaklanma dalgası çerçevesinde, esas olarak proletaryanın kolektif işi olduğu ve tüm kısıtlarına rağmen işçi sınıfının kendi kaderini kendi ellerine alma kapasitesini anlamada bize yardımcı olacak derslerle dolu olduğu gerçeğini ele alacağız. Takip eden yazılarda ise Bolşevik Partinin 1917’deki rolüne tekrar döneceğiz ve ardından devrimin yenilmesine ve Rusya’da kapitalist karşı devrimin galip gelmesine bakacağız.
60
Bilan’ın ve and Internationalisme’nin Ekim Devrimi ve onun yozlaşmasının nedenleri üzerine katkılarıyla süreklilik içinde “October 1917. the beginning of the world revolution” (Ekim 1917, dünya devriminin başlangıcı) adlı broşürü; ‘The degeneration of the Russian Revolution’ (Rus Devriminin yozlaşması), ‘The lessons of Kronstadt’ (Kronstadt dersleri) makalelerini International Review no.3’de; ‘The Left Communists in Russia’ (Rusyadaki Sol Komünistler) (International Review no.9 ve 10); ‘In defence of the proletarian nature of the October Revolution' (Ekim Devriminin proleter doğasının savunusu) (International Review no.12 ve 13); ‘Party and Councils' (Parti ve Konseyler) (no.17); ‘Russia 1917 and Spain 1936' (Rusya 1917 ve İspanya 1936) (no.25); the polemic ‘Lenin as Philosopher' (Lenin’in Filozofluğu) adlı polemik (International Review no.25-31) vs. yayımladık. Bunun gibi, Stalinist rejimleri en başından kınayıp, onların kapitalist doğasını açıkça ortaya koyduk. International Review no.11, 12, 23, 34... Ve özellikle the ‘Theses on the Economic and Political Crisis in the Countries of the East.' (Doğu Ülkelerinin Ekonomik ve Politik Krizleri Üzerine Tezler) (International Review no.60) ve ‘The Russian Experience' (Rusya Deneyimi) (International Review no.61) makalelerine bakabilirsiniz.
“1917 Rus devrimi her şeyden önce, ezilen kitlelerin, onları ekonomik makinenin hamalı (yük hayvanı) ve kapitalist güçler arasındaki savaşlarda harcanacak erler konumuna getiren burjuva düzenini yıkma amacıyla gerçekleştirdiği eylemdir. Ardından toplumun tüm ezilen katmanlarını sürükleyen milyonlarca proleterin, bilinçli olarak birleşerek ve tek bir güç olarak hareket edebilecekleri araçları geliştirerek atomize olmuş hallerini parçaladıkları eylemdir. Onları kendi kaderlerinin efendisi yapmayı, sömürünün, savaşların, sınıfların, milletlerin, yoksulluğun olmadığı başka bir toplum, komünist bir toplum inşa etmeyi amaçlayan bir eylemdir.” Rus Devrimi: Dünya Savaşına Karşı Proletaryanın Uluslararası Hareketinin Öncüsü 1914’te, çöküş dönemine girmiş sosyal sistemin aktörleri olarak hükümetler, krallar, politikacılar, ordu, dünyayı Birinci Dünya Savaşı felaketine sürüklediler. 20 milyon insanın katledilmesi, o zamana kadar görülmemiş bir yıkım; cephe gerisinde istikrarsızlık, kıtlık ve açlık; cephede ise ölüm, acımasız askeri disiplin ve tarifsiz acı; tüm Avrupa kaos denizinde boğuldu, barbarlık, endüstrinin, binaların, anıtların yıkımı... Uluslararası proletarya, farklı hükümetlerin öne sürdüğü ve Sosyal Demokrat Partilerin ile sendikaların büyük çoğunluğunun ihanetiyle desteklenen vatanseverlik zehri ve demokrasi yalanlarının ardından sürüklenmeyi bırakarak, bu askeri barbarlığa tepki göstermeye başladı. 1915 yılının sonundan itibaren, açlığa karşı grev ve ayaklanmalar, savaşa karşı gösteriler Rusya, Almanya, Avusturya ve başka yerlerde patlak verdi. Cephede isyanlar, toplu firarlar gerçekleşti ve her iki taraftan da askerler arasında, bilhassa Rus ve Alman askerleri arasında kardeşçe ilişkiler gelişti. Enternasyonalistler bu hareketin başını çekiyordu – Bolşevikler, Spartakistler, 2.Enternasyonal’i terk eden solun tümü. 1914 Ağustosunda savaşın patlak vermesiyle hiç tereddüt etmeden bu savaşın emperyalist bir soygun, dünya kapitalizminin çöküşünün bir göstergesi ve proletaryaya tarihi misyonu olan
uluslararası sosyalist devrimi gerçekleştirmesi için bir işaret olduğunu ilan ettiler. Savaşa son verecek ve dünya devrimi ihtimalini yaratacak olan bu uluslararası hareketin öncüsü, 1915’ten beri, sert biçimde bastırılan ekonomik grevleri örgütleyen Rus işçileriydi. Bununla birlikte hareket büyüdü: 9 Ocak 1916 1905’teki ilk devrimin yıl dönümüişçiler tarafından büyük çaptaki grevlerle kutlandı. Yıl boyunca, toplantılar, tartışmalar, taleplerin öne sürülmesi ve polisle çatışmalar eşliğinde yeni grevler patlak verdi: “1916’nın sonlarına doğru, hayat pahalılığı muazzam sıçramalar gösterdi. Enflasyona ve taşımacılıktaki düzensizliğe tam anlamıyla bir mal kıtlığı da gelip eklendi. Bu tarihte tüketim yarı yarıya azaldı. İşçi hareketinin eğrisi kesin bir yükseliş kaydetti. Ekimden başlayarak mücadele her türlü hoşnutsuzluk çeşidini bir araya getirerek belirleyici bir evreye girdi: Petrograd büyük Şubat sıçraması için nefesini şişirdi. Fabrikalardaki mitingler dalga dalga yayıldı. İşlenen konular şöyleydi: iaşe durumu, hayat pahalılığı, savaş, hükümet. Her taraf Bolşevik bildirileriyle kaynıyordu. Siyasal grevler ilan edildi. Fabrika çıkışlarında doğaçlama nümayişler yapılıyordu. Yer yer bazı işletmelerdeki işçiler ile erlerin yakınlaştığı görülüyordu. Baltık filosu denizcilerine karşı açılan davayı protesto mahiyetinde şiddetli bir grev patlak verdi… İşçiler artık geriye dönüş olmadığını hissediyorlardı. Her fabrikada çoğunlukla Bolşeviklerin çevresinde toplanan bir eylemci nüvesi oluşmuştu. Şubat ayının ilk iki haftası boyunca grevler ve mitingler hiç aralıksız birbirini izledi. 8’inde Putilov fabrikasında polisler “demir ve cüruf yağmuruna” tutuldular…19’unda erzak dükkânları yakınlarında çoğunluğu kadınlardan oluşan gruplaşmalar ekmeğe hücum ettiler. Ertesi günü, kentin çeşitli mahallelerinde fırınlar yağmalandı. Bu olaylar birkaç gün sonra patlak verecek ayaklanmanın haberci kıvılcımlarıydı.” (Troçki, Rus Devriminin Tarihi, Cilt 1, ‘Proletarya ve Köylülük’, sayfa 53, 54, 55, Yazın Yayıncılık, 1998)
30
Bir kitle hareketi Bunlar bugün çoğu işçinin ütopik bulacağı sosyal sürecin birbirini takip eden aşamalarıydı. İşçilerin atomize olmuş, kayıtsız ve bölünmüş bir kitleden, bir kişiymişçesine hareket eden ve bu nedenle de, 22 Şubat 1917’den 27 Şubat 1917’ye kadarki beş günün de gösterdiği gibi devrimci mücadeleyi başlatabilecek birleşmiş bir sınıfa dönüşmesi süreciydi: “İşçiler sabah erkenden fabrikalarına geldiler, ama işe koyulmak yerine miting tertip ettiler ve ardından şehir merkezine doğru yöneldiler. Yeni yeni semtler, yeni yeni halk grupları harekete katıldılar. ‘Ekmek’ sloganı başkalarıyla yer değiştirdi: ‘Kahrolsun Otokrasi’ ve ‘Kahrolsun Savaş’…Gösteriler Nevsky Prospekt’te de devam etti… Kitleler geri çekilmek istemiyor aşırı bir iyimserlikle direniyor ve ölümcül salvolara maruz kalsa da tekrar sokağa çıkıyor… ‘Kardeşlerinize ateş etmeyin!’ diye bağırıyordu işçiler. Yalnızca bu kadar da değil: ‘Bizimle birlikte yürüyün!’ Böylece, sokaklarda, meydanlarda, köprülerde, kışla kapılarında kah dramatik, kah belli belirsiz, ama her zaman zorlu bir askeri kazanma mücadelesi sürüyordu… İşçiler boyun eğmediler, geri çekilmediler ve kurşun yağmuru altında hedeflerine koştular. Yanlarında kadın işçiler, anneleri ve kız kardeşleri, eşleri ve arkadaşları da vardı. Alçak sesle köşe bucakta fısıldanıp duran o saat gelip çatmamış mıydı: ‘hep birlikte olursak’?” (Troçki: Cilt 1, ‘Beş gün: 23 Şubat-27 Şubat 1917’, sayfa 113,124,125,133) Yönetici sınıf buna inanamadı: onlar bunun, bir kere iyi bir ders aldıktan sonra yok olacak bir isyan sorunu olduğunu düşündüler. Jandarma albayları tarafından gönderilen küçük elit birliklerin terörist eylemleri fiyaskoyla sonuçlandıktan sonra, hareketin derinliği açıkça ortaya çıktı. “Devrim korkunç derecede kaotik olduğundan atıp tutmasını seven ordu komutanlarına savunmasız gibi görünür… Ama bu çok kaba bir göz yanılsamasıdır. Görünürde bir kaostur sadece. Aşağıda kitlelerin yeni eksenler üzerinde karşı konulmaz bir billurlaşması yaşanmaktadır” (Troçki: e.g., sayfa 141). Zincirler bir kere kırılmaya başlayınca, işçiler geri dönmek istemediler, sağlam temeller üzerinde ilerlemek amacıyla, mücadele içindeki sınıfın tümünü birleştiren örgütler olan Sovyetleri oluşturarak, 1905 deneyimine tekrar sarıldılar. Fakat Sovyetler, Menşevikler ve Sosyal Devrimci partiler, savaşa katılımları sonucu burjuva saflara geçmiş olan ve şimdi Miliukov, Rodiazno, Kerensky gibi büyük şahsiyetlerin Geçici Hükümetinin kurulması için hizmet eden
Enternasyonal Bakış 2 2009 Sonbahar – Kış
eski işçi partileri tarafından ele geçirilmişti.Bu hükümetin ilk takıntısı, işçileri “normale dönmeleri”, “hayallerinden vazgeçmeleri” ve kendilerini işlerini ve savaşı sürdürebilmek için burjuvazinin ihtiyacı olan, itaatkâr, pasif, atomize olmuş bir kitleye dönüştürmeleri gerektiğine ikna etmekti. İşçiler bu özelliklerin hiçbirine sahip değildi. Gündelik çıkarları için mücadele ile tüm insanlığın genel çıkarları için mücadeleyi birbirine sağlam bir düğümle bağlayan ve hepsinin içinde aktif olarak yer aldığı yeni bir politika geliştirmek ve onun içinde yaşamak istiyorlardı. Dolayısıyla, burjuvazinin ve sosyal hainlerin “görevimiz talep etmek değil, çalışmak çünkü şimdi politik özgürlüğümüz var” yollu ısrarlarına rağmen, işçiler toplanmak, tartışmak, okumak, “mutlakıyetin devrilmesinden sonra tekrar ortaya çıkan grev dalgasının bir parçası olmak” için 8 saatlik işgünü talep ettiler. “Her fabrika ve atölyede, üstlerinin imzalayacakları anlaşmaları beklemeden, ücretler ve işgünü üzerine taleplerini öne sürdüler. Gün be gün çelişkiler derinleşti ve mücadele ortamı yarattı.” (Ana Penkratova Los Consejos de Fabrica en Ia Rusia de 1917, ‘Los comites de Fabrica obra de la Revolucion') 18 Nisan’da, Miliukov, Geçici Hükümetin Kadet Bakanlarından biri, müttefiklere Rusya’nın savaşın devamı konusunda müttefiklere olan bağlılığını tekrar teyit eden bir nota yayımladı. Bu gerçek bir provokasyondu. İşçiler ve askerler hemen tepki gösterdiler: Kendiliğinden gelişen gösteriler yapıldı; Kitle asambleleri işçi mahallerinde, kışlalarda ve fabrikalarda toplandı: “Bununla beraber kentte yükselmiş olan tansiyon hiç sönmemişti. Kalabalıklar toplaşıyor, mitingler devam ediyor, yolağızlarında tartışmalar yapılıyor, tramvaylarda Milyukov yanlıları ile karşıtları ayrı ayrı oturuyorlardı… Yerin göğün inlediği tek yer Petrograd değildi. Moskova’da işçiler makinelerini bırakmışlardı, askerler kışlaları terk ediyorlardı, sokaklar bir protesto fırtınasından geçilmiyordu” (Troçki: Cilt1, ‘Nisan Günleri’, sayfa 342, 349). Mayıs ayı hummalı bir örgütsel faaliyete tanık oldu. Daha az gösteri ve grev vardı fakat bu harekette bir çekilme anlamına gelmiyordu: aksine, bu ilerleme ve gelişmeye işaretti çünkü işçi sınıfı, mücadelesinin kitlesel öz örgütlenmelerine ağırlık veriyordu. Sınıfın mücadelesinin bir veçhesi olan bu örgütlenmeler, o zamana kadar çok az geliştirilmişti. Sovyetler, Rusya’nın en ücra köşelerine kadar yayıldı. Bu esnada,
etraflarında çok sayıda kitle örgütleri ortaya çıktı: fabrika komiteleri, köylü komiteleri, mahalle Sovyetleri, asker komiteleri. Bunlar aracılığıyla kitleler bir araya geldiler, tartıştılar, düşündüler, karar verdiler. Bu örgütlerle kurdukları ilişki aracılığıyla en gerici işçiler uyandılar: “Hayvan muamelesi gören ve karşılığında hiçbir şey alamayan uşaklar, hizmetçiler bağımsızlıklarına kavuşuyordu. Bir çift ayakkabının fiyatı yüz rublenin üzerindeydi ve ücretler ortalama ayda otuz beş ruble olunca uşaklarla hizmetçiler artık kuyruklara girmez, ayakkabılarını eskitmez oldu… İzvoşçiki’nin (arabacılar) bir sendikası vardı ve Petrograd Sovyeti’nde temsil ediliyordu. Otel garsonları ve çalışanları da örgütlenmişti, bahşiş almıyorlardı” (John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, sayfa 37, Yordam Yayınları, 2006) İşçiler ve askerler Geçici Hükümetin hiç gerçekleşmeyen vaatlerinden ve onun Menşevik ve SR (Sosyalist Devrimci Parti) destekçilerinden bıkmıştı. Büyüyen işsizlik ve açlık bu vaatlerin ne kadar boş olduğunu göstermişti. Savaş ve köylülük sorunları karşısında kendilerine sunulanın sadece şaşaalı konuşmalar olduğunu görebiliyorlardı. Burjuva politikasından sıkılmaya ve kendi politikalarının nihai sonuçlarını kavramaya başlamışlardı: TÜM İKTİDAR SOVYETLERE talebi, geniş işçi kitleleri için bir amaca dönüştü61. Temmuz, öncesinde olan ne varsa bunları bir araya toplayan ve işçilerin ve Petrograd askerlerinin 4 ve 5 temmuzdaki silahlı gösterisi ile sonuçlanan yoğun politik ajitasyon ayıydı: "İlk sırayı şimdi fabrika işçileri almıştı. Harekete dün dışarıda kalmış olan işletmeler de katılmıştı. Önderlerin tereddüt ettikleri veya muhalefet ettikleri yerlerde genç işçiler fabrika komitesi üyesini iş bırakma düdüğünü çalmaya zorluyorlardı… Tüm fabrikalar grevdeydi ve her yerde mitingler düzenleniyordu. Gösteri için önderler ve Yürütme Komitesine talepleri sunacak delegeler seçiliyordu… Kronstad’tan, Novıy-Peterhof’tan, Krasnoye Selo’dan, Krasnaya Gorka tabyasından, tüm çevre bölgelerden, denizden ve karadan, silahlı bahriyeliler ve askerler bando mızıkayla ve işin kötüsü Bolşevik pankartlarla ilerliyorlardı” (Troçki: Cilt 2, ‘“Temmuz Günleri”: Doruk Noktası ve Ezilme’, sayfa 44, 45). Fakat Temmuz işçiler için acı bir fiyaskoyla sonuçlandı. 61
İki ay önce, Nisan’da, Lenin bu sloganı ünlü Tezlerinde açık ve kesin bir biçimde ifade ettiğinde, Bolşevik Parti içinden de olmak üzere birçok kişi tarafından ütopik soyutlamalar olarak görülüp reddedilmişti.
Rus Devrimi
Koşullar henüz iktidarı ele geçirmek için olgun değildi çünkü askerler işçilerle tamamen özdeşleşmemişti; köylüler Sosyal devrimcilerle ilgili yanılsamalara sahipti ve hareket taşrada merkeze kıyasla geri kalmıştı. Takip eden iki ayda- Ağustos ve Eylülyenilginin acısının ve burjuvazinin şiddetli baskısının tahrikiyle işçiler bu engelleri pratik yollardan aşmaya başladılar. Önceden hazırlanmış bir planla değil de “inisiyatif Okyanusu”nun, mücadelelerin ve harekette bilinçlenmenin gerçekleştiği Sovyetler içindeki tartışmaların bir ürünü olarak. Dolayısıyla işçiler ve askerlerin eylemleri tamamen kaynaştı, birleşti: “geçişme (ozmos) fenomeni ortaya çıktı, özellikle Petrograd’ta. Ajitasyon, işçi mahallesi Vyborg ve başkentte konuşlanan asker alayını birleştirdiğinde, ikisi arasında fermantasyon gerçekleşti. İşçiler ve askerler hissettiklerini ifade etmek için sürekli sokaklara çıktı. Sokaklar onlara aitti. Hiçbir güç, hiçbir kuvvet o sırada onları, talepleri için ajitasyon yapmaktan ya da devrimci marşlarını avazı çıktığı kadar bağırarak söylemekten alıkoyamazdı” (G. Soria, Los 300 dias de la Revolucion Rusia, Chapter IV, ‘Un era de crisis'). Temmuzdaki yenilgiden sonra burjuvazi nihayet bu kâbusa bir son verebileceklerini düşündü. Bu nedenle, Kerenski’nin ‘demokratik’ cephesi ile ordunun başkumandanı olanKornilov’un açıkça gerici cephesi arasında işbölümüne giden askeri darbe yaptılar. İkincisi, hala burjuva düzene bağlı gözüken Kazak ve Kafkas birliklerini işin içine sokarak onları Petrograd üstüne sürmeye kalktı. Fakat bu girişim büyük bir fiyasko oldu. Devrimci Savunma Komitesi -Petrograd Sovyeti’nin kontrolündeydi daha sonra Askeri Devrimci Komite’ye dönüşecekti- içinde örgütlenmiş işçiler ve askerlerin muazzam kudreti, Kornilov’un birliklerini teslim aldı ya da bloke etti, hareketsiz kıldı -ya da birçok durumda olduğu üzere, bu birlikteki askerler birliklerini terk ettiler ve işçiler ve askerlerle birleştiler. “Komplo hayatta hiç bir şey yapmamaya alışmış; aşağıdakiler, işçiler, topun ağzındakiler, emir erleri, uşaklar, kâtipler, şoförler, hamallar,
31
aşçılar, çamaşırcılar, makasçılar, telgrafçılar, seyisler, arabacılar olmadan hiç bir şey yapmayı bilmeyen çevreler tarafından yürütülüyordu. Oysa tüm bu küçük, fark edilmez, sayısız, elzem, insani dişliler Kornilov’a karşı ve Sovyetlerden yanaydılar. Devrim her yerdeydi. Her yere nüfus etmiş, komplonun çevresini sarmıştı. Her yerde gözü, kulağı ve eli vardı. İdeal askeri eğitim, askerin komutanlarının gözetimi dışında da onların gözü altındaymış gibi hareket etmesidir. Oysa komutanlarının gözleri önünde dahi resmi emirleri yerine getirmeyen 1917’nin Rus asker ve denizcileri büyük bir iştahla devrimin emirlerini havada kapıyor ve daha emir almadan bunları kendi inisiyatifleriyle yerine getiriyorlardı… Onlar (kitleler) için söz konusu olan, hükümeti değil, devrimi savunmaktı. Mücadeleleri de bir o kadar kararlı ve yılmazdı. İsyana direniş sanki raylardan, taşlardan, havadan bitiyordu. Luga garındaki demiryolu işçileri askeri birliklerin kalkışına inatla izin vermiyorlar ve lokomotif yokluğunu bahane ediyorlardı. Kazak kıtaları da yirmi bin kişilik Luga garnizonuna bağlı silahlı askerlerle çevrilmiş bulunuyorlardı. Çatışma olmadı; çok daha tehlikeli bir şey oldu, karşılıklı temas, bilgi alışverişi, anlaşma oldu” (Troçki: Cilt 2, ‘Burjuvazi Demokrasiyle Ölçülür’, sayfa 234, 242). Bilinçli bir hareket Burjuvazi işçi sınıfının devrimlerini toplu bir cinnet, kendiliğinden ortaya çıkan ve yine kendiliğinden biten bir karmaşa olarak görür. Burjuva ideolojisi, sömürülenlerin kendi inisiyatifleriyle hareket edebileceklerini kabul edemez. İşçilerin çoğunluğu tarafından gerçekleştirilen kolektif eylem, dayanışma, bilinçli eylem, bu eğilimler burjuva düşüncesinde doğaya aykırı olarak değerlendirilirler (çünkü burjuvazi için “doğal” olan herkesin herkese karşı savaşı ve büyük insanlık kitlesinin küçük bir elit grup tarafından manipüle edilmesidir).“Daha önceki bütün devrimlerde, işçiler, küçük zanaatkârlar, bir kısım öğrenciler barikatlarda dövüşmüş; askerler onlara katılmış; ama sonra, çatışmaları temkinli bir vaziyette izlemiş olan tuzu kuru burjuvazi gelip iktidara konmuştur. Ama 1917 Şubat Devrimi daha önceki devrimlerden kıyas kabul etmez sosyal
karakteriyle ve devrimci sınıfın yüksek siyasi düzeyiyle… ve bunun sonucunda da, zafer sırasında yeni devrimci iktidar organı, kitlelerin silahlı gücüne dayalı bir Sovyet’in kurulmasıyla ayrılıyordu” (Troçki: Cilt 1, ‘Şubat Devriminin Paradoksu’, sayfa 171-172). Ekim Devriminin bu tamamen yeni doğası, sömürülen ve aynı zamanda devrimci bir sınıf olan ve kendini ancak kolektif ve bilinçli bir şekilde hareket edebildiğinde özgürleştirebilecek olan proletaryanın doğasına tekabül ediyordu. Rus Devrimi, sadece berbat nesnel koşulların pasif bir sonucu değildi. O aynı zamanda bilincin kolektif gelişiminin bir sonucuydu. Derslerin çıkarılması, üzerine fikir yürütme, sloganlar, anılar; bunların hepsi, 1871 Paris Komünü’nü,1905 devrimini, Komünist Ligi, Birinci ve İkinci Enternasyonal mücadelelerini, Zimmerwald Solu’nun ve Bolşeviklerin mücadelelerini birbirine bağlayan proletaryanın deneyim sürekliliğinin parçalarıydı. Açıkça, savaşa, açlığa ve Çarlığın barbarca can çekişine karşı bir tepkiydi, proletarya hareketinin tarihsel ve dünya çapındaki devamlılığının yol gösterdiği bilinçli bir tepkiydi. Bu net olarak, Rus işçilerin 1888, 1902 büyük mücadelelerinde ve 1905 Devriminde, 1912-1914 savaşında edindiği muazzam deneyimlerde açıkça ifadesini buldu. Bu süreç, aynı zamanda 2. Enternasyonal’in sol kanadında Bolşevik Parti’yi doğurdu. “Genel kitle değil, 1905 Devriminden, …Aralık 1905’teki Moskova ayaklanmasından geçen Petrograd ve tüm Rusya işçileri kitlesiydi gerekli olan; bu kitlenin içinde... devrim perspektiflerini özümseyen, ordu problemini sayısız kez inceleyen, bu çevrede olup biteni yakından gözleyen ve gözlemlerinden devrimci sonuçlar çıkartabilen ve bunları başkalarına da iletebilen işçilerin bulunması gerekiyordu” (Troçki: Cilt 1, ‘Şubat Ayaklanmasını Kim Yönetti?’, sayfa 160). 1917 Devriminden 70 yıldan fazla bir zaman önce, Marx ve Engels şöyle yazmıştı:“devrim, sadece egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu değildir, aynı zamanda onu deviren sınıf, ancak devrim ile asırların pisliğinden arınmayı başarabilir ve yeni bir toplum kurmaya uygun hale gelebilir” (Marx and Engels, The German Ideology, chapter 1, ‘Feuerbach').
32
Rus Devrimi bu pozisyonu tamamen doğruluyor: hareket kendisiyle beraber kitlelerin öz eğitim araçlarını da beraberinde getirdi. “Devrim öğretir, hem de hızlı öğretir. Gücü buradadır. Her hafta kitlelere yeni bir şey öğretiyordu. İki ay bir çağa bedeldi. Şubat sonunda ayaklanma; nisan sonunda silahlı işçi ve askerlerin Petrograd’daki gösterisi; temmuz başında çok daha geniş ve daha vurgulu sloganlarla yeni bir gösteri; ağustos sonunda Kornilov’un kitlelerin püskürttüğü darbe girişimi; ekim sonunda da iktidarın Bolşeviklerce fethi. Çarpıcı bir düzenlilikteki bu hadiselerin ritmi altında işçi sınıfının heterojen unsurlarını bir siyasi bütün halinde birleştiren derin moleküler süreçler olgunlaşıyordu” (Troçki: Cilt 1, ‘Kitleler Arasındaki Yeniden Gruplaşmalar’, sayfa 419)“Bütün Rusya okuma yazma öğreniyor ve okuyordu (politika, ekonomi, tarih ne bulursa) , çünkü öğrenmek istiyordu… Uzun yıllar eğitime susamış olan halkta devrimle birlikte delice bir okuma hastalığı başlamıştı. Yalnız Smolni Enstitüsü’nden ilk altı ay içinde her gün tonlarla, vagonlar dolusu, trenler dolusu basılmış kitap, dergi, gazete sevk edilip yurda dağıtılmıştı. Rusya her okunacak şeyi kızgın toprağın suyu emmesi gibi emiyor, bir türlü doymuyordu… Sonra konuşma… Laf, bol bol laf… Carlyle’ın “Fransız laf seli” dediği şey, bu konuşmaların yanında damla kalır. Konferanslar, tartışmalar, söylevler… Tiyatrolarda, sirklerde, okullarda, kulüplerde, Sovyet toplantı salonlarında, sendika binalarında, garnizonlarda… Cephelerdeki siperlerde, köy meydanlarında, fabrikalarda mitingler… Putilovski Zavod’un (Putilov Fabrikası) kırk bin işçisinin, Sosyal Demokratları, Sosyalist Devrimcileri, anarşistleri, anlatsınlar da ne anlatırlarsa anlatsınlar diye dinlemeye koştuklarını görmek müthiş bir şeydi! Petrograd’da olsun, bütün Rusya’da olsun, her sokak başı aylarca bir halk kürsüsü oldu. Trenlerde, tramvaylarda her zaman kendiliğinden bir tartışma ortaya çıkıveriyordu, her yerde… Toplantılarda sözcülerin konuşma süresini sınırlamak için verilen önergeler kabul edilmiyor ve herkes kafasından geçenleri istediği gibi söylüyor” (John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, sayfa 37, 38, Yordam Yayınları, 2006). “Demokratik” burjuvazi, “ifade özgürlüğü”nden çok fazla dem vurur fakat deneyim bize bunun manipülasyon, tiyatro ve beyin yıkama anlamına geldiğini gösterir: gerçek ifade özgürlüğünü, proletarya kendi devrimci eylemiyle kendisi için ele geçirecektir: “Her fabrikada, her şirkette, her askeri bölükte,
Enternasyonal Bakış 2 2009 Sonbahar – Kış
her kahvede, ordu hastanelerinde, her istasyonda ve hatta terk edilmiş köylerde moleküler düzeyde bir devrim fikri ilerleme kaydediyordu. Her yerde kendisinden bilgi edinilen ve ağzından çıkacak söz beklenilen yorumcular bulunuyordu. Bunların çoğu işçiydi… Sınıf içgüdüleri siyasi kriterle incelmişti ve tüm fikirlerini sonuna dek götürmeseler de, düşünceleri yine de aralıksız, inatla, her zaman aynı yönde ilerliyordu. Tecrübe, eleştiri, inisiyatif, özveri gibi unsurlar kitlelerin içine yayılıyor ve bilinçli bir süreç olarak devrimci hareketin içsel, ilk bakışta kavranılamayan, ama yine de belirleyici mekanizmasını oluşturuyordu” (Troçki: Cilt 1, ‘Şubat Ayaklanmasını Kim Yönetti?’, sayfa 160, 161). Bu derinlemesine düşünme, bu bilinçlenme süreci, “işçi sınıfının üzerine yıkılan tüm maddi ve manevi haksızlık, insanlık dışı sömürü, çok düşük ücretler, kapitalistler ve patronlar tarafından yürütülen ve insanlık onurunu çiğneyen gelişmiş ceza ve aşağılama düzeni, içine kıstırıldığı perişan ve rezil koşullar ağı, kapitalizmin esareti altında proletaryanın gündelik kaderini gösteren bu cehennem” koşullarını açıkça ortaya serdi. (Rosa Luxemburg, ‘In the Revolutionary Hour'). Aynı nedenle Rus Devrimi, politik ve ekonomik mücadeleler arasındaki sürekli ve ayrılmaz bütünlüğü ortaya koydu: Her politik eylem dalgasından sonra, içinden binlerce ekonomik savaş başağı fışkıran verimli bir yenilgi kalmaktadır geriye. Ve tersine: İşçinin kapitalle sürekli biçimde savaş durumunda oluşu, politik durgunluk dönemlerinde mücadele enerjisini canlı tutuyor, bir bakıma proleter sınıf gücüne her zaman taze depolar sağlıyor ve politik savaş hep bu taze güçlerden başlayarak hâkimiyetini yeniden ele geçiriyor. Aynı zamanda proletaryanın bıkmadan usanmadan sürdürdüğü ekonomik didişme, her an sağda solda kesin anlaşmazlıklara yol açıyor ve bu anlaşmazlıklardan ister istemez büyük çapta politik patlamalar doğuyor (Rosa Luxemburg, Kitle Grevleri, Maya Yayınları, 1976). Bilicin gelişimi, Haziran-Temmuz’da işçileri, enerjilerini bin farklı ekonomik çatışma içinde harcayıp dağıtmamaları ve devrimci politik mücadeleye odaklanmaları gerektiği konusunda netleştirdi. Bu acil talepler için mücadele etmeyi reddetmek anlamına gelmiyordu. Aksine bu, ekonomik mücadelelerin politik sonuçlarının peşine düşmek anlamına geliyordu: “Askerler ve işçiler tüm diğer sorunların -ücretler, ekmek fiyatı, uyuşulmayan hedefler yüzünden cephede ölüp gitme zorunluluğuülkenin burjuvazi tarafından mı yoksa kendi
sovyetleri tarafından mı idare edileceğine bağlı olarak, iktidar sorununa getirilecek çözüme tabi olduğunu düşünüyorlardı” (Troçki: Cilt 2, ‘“Temmuz Günleri”: Hazırlık ve Başlangıç’, sayfa 24-25). İşçi kitleleri arasında bilincin gelişimi, Troçki’nin hayran bırakacak şekilde tasvir ettiği, Ekim ayaklanmasıyla doruğa ulaştı: “Kitleler safları sıklaştırmanın gereğini hissediyorlardı, herkes kendini başkaları karşısında denetlemek istiyordu ve herkes dikkatli ve gergin biçimde farklı nüans ve özellikleriyle bilinçlerinde tek bir düşüncenin nasıl geliştiğini görmeye çalışıyordu. Muazzam kalabalıklar en popüler Bolşeviklerin en son çağrıları duyurarak konuşma yaptıkları sirklerde ve diğer büyük binalarda toplanıyorlardı… Ama bu ayaklanma öncesindeki son dönemde kıyas kabul etmez biçimde daha etkili olan, hiç kuşku yok ki, birbiri peşi sıra sempatizanlar kazanan, son kuşkuları yok eden, son tereddütleri yenen isimsiz kahramanların, işçilerin, bahriyelilerin, askerlerin yürüttükleri küçük küçük ajitasyonlardı. Son aylardaki hararetli siyasi yaşam taban içinden sayısız kadro yaratmış, siyaseti yukardan değil, aşağıdan gözlemlemeye alışkın ve dolayısıyla da olguları ve kişileri akademik tarzdaki hatiplerin her zaman yakalayamadığı bir doğrulukta değerlendirebilen yüzlerce, binlerce otodidaktı eğitmişti… Kitle artık kendi içindeki tereddütkarlara, kuşkuculara, tarafsızlara hoşgörüyle bakmıyordu. Herkesi ele geçirmeye, kendine çekmeye, ikna etmeye, fethetmeye çalışıyordu. Fabrikalar alaylarla birlikte cepheye delegeler gönderiyorlardı. Siperler yakın cephe gerisindeki işçiler ve köylülerle birleşiyorlardı. Bu havalideki kentlerde, içinde asker ve denizcilerin eylemlerini işçi ve köylülerinkiyle birleştirdikleri sayısız miting, toplantı ve konferans yapılıyordu” (Troçki, Rus Devriminin Tarihi, Cilt 3, sayfa 79- 80, 81, 82, Yazın Yayıncılık, 1998) “Evrimin mutlak gereklerine kulağını tıkamış, hiçbir şeyi öngörmeden, hayaletlerin peşine takılmış olan resmi toplum -ayrı katmanları, grupları, partileri ve klikleriyle, yönetici sınıfların oluşturduğu çok katlı bir üstyapıbayat fikir kırıntılarıyla beslenerek, otomatiğe bağlanmış bir atalet içinde günübirlik yaşarken, işçi kitlelerinde derin ve kendiliğinden gelişen, yalnızca yöneticilere karşı artan bir kinlenme değil, güçsüzlüklerine eleştirel bir bakış, bir deneyim birikimi ve devrimci ayaklanma ve ulaştığı zaferle doğrulanan bir yaratıcı bilinçlenme süreci yaşanıyordu deme hakkımız var” (Troçki: Cilt 1, ‘Şubat Ayaklanmasını Kim Yönetti?’, sayfa 162).
Rus Devrimi
Proletarya: tek devrimci sınıf Burjuva politikası yönetici sınıftan oluşan küçük bir azınlık tarafından yürütülürken, proleter politika tüm insanlığın faydasının dışında bir fayda peşinde koşmaz: “Proletarya aynı zamanda tüm toplumu sömürüden kurtarmadan, onu sömüren sınıftan [burjuvaziden] kurtulamaz”. (Engels, Komünist Manifesto’ya Önsöz, 1883) Proletaryanın devrimci mücadelesi, tüm ezilen kitleler için tek özgürlük umududur. Rus Devriminin gösterdiği üzere, işçiler askerleri (çoğunlukla bu üniformayı taşıyanlar köylülerdi) ve köylü nüfusu kendi davasına kazanabilmişti. Böylece proletarya, sosyalist devrimin sadece kendi çıkarlarının gerçekleştirilmesinin değil, aynı zamanda savaşı durdurmanın ve genel olarak kapitalist sömürü ve baskı ilişkilerine son vermenin tek yolu olduğunu kanıtlamış oldu. İşçi sınıfının diğer ezilen sınıflara perspektif kazandırma isteği, köylüler ve askerlerle birlik oluşturmak adına proletaryayı kendi özerk sınıf savaşından ve sosyalist devrimden vazgeçirmeye çalışan Menşevikler ve SR’ler tarafından ustalıkla manipüle edildi. İlk bakışta, bu düşünce oldukça “mantıklı” görünüyor: eğer diğer sınıfları da kazanmak istiyorsak, üzerinde ortaklaşıp, birleşebileceğimiz asgari müştereklere ulaşmak için taleplerimizi esnetmemiz gerekir. Ancak; “alt orta sınıf, küçük imalatçılar, dükkân sahipleri, zanaatçılar, köylüler orta sınıfın parçaları olarak, varlıklarının son bulmasını engellemek için burjuvaziye karşı savaşırlar. Bu nedenle devrimci değil, muhafazakârdırlar ve hatta tarihin tekerini geriye doğru döndürmeye çalıştıkları için gericidirler” (Marx, Engels: Komünist Manifesto). Bu yüzden, sınıflar arasında ittifakta, proletarya her şeyini kaybedebilir. Böylesi bir durumda, proletarya diğer ezilen sınıfları kazanmış olmaz; aksine, onları sermayeye yedeklemiş ve kendi birliğini ve bilincini kesin olarak zayıflatmış olur. Kendi taleplerini ortaya koymaz ama onları sulandırır ve reddeder, bu durumda sosyalizm yolunda ilerlemez; aksine, çöken
33
kapitalizmin bataklığında saplanıp kalır ve boğulur. Aslında, bunun küçük burjuvazi ve köylülük katmanlarına yararı olmaz; aksine, onların kapitalizm sunağında kurban edilmesine katkıda bulunmuş olur. Çünkü “halka ait” talepler, burjuvazinin kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için kullandığı örtüdür. Halk, işçi sınıfının çıkarlarını yansıtmaz, aksine burjuvazinin tamamının sömürücü, ulusal, emperyalist çıkarlarını temsil eder:“Menşevikler ile Sosyal- Devrimcilerin ittifakı, bu koşullarda, proletaryanın köylülerle işbirliği değil, proletarya ve köylülükle bozuşmuş olan partilerin varlıklı sınıflarla ortak bir blok oluşturmak için koalisyon kurmaları anlamına geliyordu” (Troçki: Cilt 1, ‘Yürütme Komitesi’, sayfa 231). Şayet proletarya, toplumun sömürmeyen katmanlarını kendi davasına kazanmak istiyorsa, kendi taleplerini, kendi varoluşunu ve kendi sınıf özerkliğini ısrarlı bir şekilde ileri sürmelidir. Sömürmeyen diğer katmanları: “Kazara devrimci olsalar bile, bu proletaryaya katılmak üzere olduklarından ötürü böyledirler. Şu halde, o andaki çıkarlarını değil, gelecekteki çıkarlarını korumakta, proletaryanın bakış açısını edinmek için kendilerininkini terk etmektedirler”(Marx, Engels, Komünist Manifesto, Sol Yayınları, sayfa 128) Rus proletaryası, mücadelesini emperyalist savaşa son verme üzerine kurarak; kır sorunun çözümü için bir perspektif ortaya koyarak 62 ; Sovyetleri ezilenlerin tümüne ait bir örgütlenme haline getirerek; ve hepsinden önemlisi, iflasın eşiğine gelmiş kaos içindeki kapitalist topluma karşı yeni bir toplum alternatifi sunarak tüm ezilenlerin öncüsü haline gelmeyi başardı. Onlara üzerinde birleşip mücadele edebilecekleri perspektifi nasıl kazandıracağını biliyordu.
62
Bu makalenin çerçevesi içersinde, Bolşeviklerin ve Sovyetlerin kır sorununa buldukları çözümün doğru olup olmadığını tartışmak için yeterli yerimiz yok. Deneyim, Rosa Luxemburg’un çok doğru ifade ettiği gibi, doğru olmadığını gösteriyor. Bu esas noktanın önemini azaltmamalı: proletarya ve Bolşevikler, proletarya iktidarına ve sosyalist devrim için mücadeleye dayanan çözümün gerekliliğini ciddi bir şekilde ortaya koydular.
Proletaryanın kendi özerkliğindeki ısrarı, onu diğer ezilen katmanlardan ayırmadı. Aksine ezilen katmanları burjuva devletten ayırmasına olanak sağladı. İşçilerin 8 saatlik işgünü talebinin “bencilliği” hakkında Rus burjuvazisinin kampanyasının askerler ve köylüler üzerindeki etkisine tepki olarak,“İşçiler tehlikeyi sezdiler ve yetkin bir hazırlığa giriştiler. Bunun için onlara gerçeği anlatmak, savaş karlarının rakamlarını vermek, askerlere makinelerin homurtuyla çalıştığı fabrika ve atölyeleri, ocakların cehennem alevlerini -işçilerin sayısız kurban verdikleri sürekli cephegöstermek yetiyordu. İşçilerin inisiyatifi üzerine, garnizondan birlikler özellikle savunma sanayi için çalışan fabrikalara düzenli ziyaretler yaptılar. Askerler bakıyor ve dinliyor, işçi gösteriyor ve açıklıyordu. Ziyaretler görkemli bir dostluk kurulmasıyla sona eriyordu” (Troçki: Cilt 1, ‘Yürütme Komitesi’, sayfa 249). “Ordu iflah olmaz derecede hastaydı. Devrimde söyleyecek bir şeyi hala vardı. Ama savaş için çoktan ortada yoktu” (Troçki: Cilt1, ‘Ordu ve Savaş’, sayfa 266). Ordunun “iflah olmaz hastalığı”, işçi sınıfının özerk mücadelesinin bir ürünüydü. Bunun gibi çöküş içindeki kapitalizmin sadece çözmekte aciz olmakla kalmayıp aynı zamanda durmaksızın ağırlaştırdığı kır sorunuyla karşı karşıya kalan proletarya kararlı bir biçimde müdahale etti. Her gün, ajitatör grupları, fabrika komitelerinden ve sovyetlerden delegeler mücadeleyi canlandırmak ve tarım işçilerini ve fakir köylüleri örgütlemek amacıyla sanayi şehirlerinden ayrılıyorlardı. Sovyetler ve fabrika komiteleri, köylülerle dayanışma içinde olduklarını beyan eden ve kır sorunun çözümü için somut önlemler sunan pek çok karar aldılar, “Petrograd fabrika ve işyerleri komiteleri konferansı dikkatini toprak meselesine hasretti ve… köylülere yönelik bir manifesto hazırladı: proletarya kendini yalnız özel bir sınıf olarak değil, halkın önderi olarak da görüyordu” (Troçki: Cilt 3, ‘ÖnParlamentodan Çekiliş ve Sovyetler Kongresi için Mücadele’, sayfa 83) Sovyetler Burjuva politikası, çoğunluğu manipüle edilecek kitleler olarak görür. Bu yolla devlete verilen iktidara demokratik bir izlenim vermeyi amaçlar.
34
İşçilerin politikası ise büyük çoğunluğun kendi çıkarları için yürüttüğü özgür ve bilinçli bir iştir. “Sovyetler, delege konseyleri ya da işçi asambleleri delegasyonları, ilk defa 1905’te Rusya’da gerçekleşen büyük kitle grevinde kendiliğinden ortaya çıktı. Bunlar binlerce işçinin fabrikalardaki ve mahallelerdeki asamblelerinin doğrudan bağrından doğdu. Bu asambleler işçilerin hayatında o zamana kadar örneği görülmemiş şekilde çoğalarak her yere yayıldı. Paris Komünü’nün bıraktığı yerden mücadeleyi devralıyormuşçasına, işçiler Komünardların niyetlendiği örgütlenme biçimini pratikte genelleştirdiler: seçilmiş ve geri çağrılabilir delegeler aracılığıyla merkezileşmiş bağımsız asambleler”. Şubatta Çar’ın işçiler tarafından devrilmesinden sonra, Petrograd, Moskova, Harkiv, Helsinki ve diğer sanayi şehirlerinde, işçi Sovyetleri delegeleri hızla oluşturuldu. Bunlar asker delegeleri ve sonrasında da köylülerinkiyle birleşti. Proletarya ve diğer ezilen kitleler, sovyetler etrafında, asamblelere, açık tartışmaya ve tüm ezilenler tarafından alınan kararlara dayanan mücadele örgütleri ağı oluşturdular: mahalle sovyetleri, fabrika komiteleri, köylü komiteleri…“Bütün Rusya topraklarını kaplayan işçi ve asker temsilcileri yerel konseyleri ağı, bir bakıma devrimin kemikten iskeletini oluşturuyordu. Sadece varlıklarıyla, her türlü geçmişe dönme girişimini son derece zor, hatta olanaksız kılıyorlardı” (D. Anweiler, Rusya’da Sovyetler, 3. Bölüm, 3. Kısım, ‘Taşradaki işçi ve asker temsilcileri konseyi, sayfa 167, Ayrıntı Yayınevi, 1990). Burjuva “demokrasi”si, kitlelerin “katılım”ını, burjuvazi için ne gerekiyorsa onu yapacak olan bir adama, dört beş yılda bir oy vermeye indirger. Bunun aksine Sovyetler, devasa asamblelerde toplumun tüm sorunlarını tartışan ve bunlar hakkında kararlar veren işçi kitlelerinin sürekli ve doğrudan katılımını sağlar. Delegeler seçilir ve her daim geri çağrılabilirler ve bu delegeler belirli yetkilerle kongrelere katılırlar. Burjuva “demokrasi”si, “katılım”ı sadece seçim sandığı aracılığıyla karar
Enternasyonal Bakış 2 2009 Sonbahar – Kış
veren özgür birey sahtekârlığı olarak tasavvur eder. Bu nedenle de, azınlığın ve sömüren sınıfın yararlandığı atomizasyonun, bireyciliğin, herkes herkese karşı fikrinin, sınıf farklılıklarının üstünün örtülmesinin kutsanmasıdır. Sovyetler ise, herkesin bütünün gücünü ve kuvvetini hissedebildiği, teker teker kendi kapasitelerini geliştirirken aynı zamanda kolektifi de güçlendirdikleri kolektif tartışma ve karar alma üzerine kuruludur. Sovyetler işçi sınıfının özerk örgütlenmesinden doğmuştur ve bu temel üzerinden hareketle sınıfların ortadan kaldırılması için mücadele eder. İşçiler, askerler ve köylüler sovyetleri kendi örgütleri olarak görüyordu: “Yalnızca işçiler ve cephe gerisindeki koca koca garnizonlardaki askerler değil, kentlerin o çok renkli küçük insanları, zanaatkârlar, işportacılar, küçük memurlar, arabacılar, hamallar, hizmetkârlar, vs. de geçici hükümetten ve onun bürolarından uzaklaşıyor ve kendine daha yakın, daha kolay ulaşılabilir bir iktidar arıyordu. Tavriçeskiy Sarayına sayıları giderek artan köy heyetleri geliyordu. Kitleler devrimin zafer taklarını ziyaret eder gibi Sovyetlere akıyorlardı. Sovyetlerin dışında kalan bir tür devrimin dışında kalmış gibiydi, sanki bir başka dünyaya aitti. Durum aynen böyleydi. Sovyetlerin dışında tüm renkleri tek bir korumacı boz-pembede erimiş olan varlıklı sınıflar dünyası bulunuyordu” (Troçki: Cilt1, ‘Yeni İktidar’, sayfa 204). Tüm Rusya toprakları üzerinde Sovyetler dâhil olmadan hiçbir şey gerçekleşemezdi: Baltık Denizi ve Karadeniz donanmaları temsilcileri, 16 Mart’ta Geçici Hükümetin kararlarına sadece sovyetlerin kararıyla örtüştürse uyacaklarını beyan ettiler. 1720. Alayın tavrı çok daha netti: Ordu ve halk sadece Sovyetlerin kararına uymalıdır. Sovyetlerin kararlarına karşı gelen hükümet emirleri yerine getirilmeyecektir, uygulanmayacaktır.” Geçici hükümet bakanı büyük kapitalist Guchkov, şöyle bir açıklama yaptı:“maalesef, hükümet henüz etkili bir iktidara sahip değil: birlikler, demiryolları, posta ve telgraf, hepsi Sovyetlerin elinde ki bu da hükümetin sadece Sovyet izin verdiği sürece var olmaya devam edeceğini gösteriyor”.
Dünyanın bilinçli ve devrimci dönüşümünü amaçlayan bir sınıf olarak işçi sınıfı, tüm eğilimlerini ve düşüncelerini ifade edebileceği ve kapasitesini tamamen gerçekleştirebileceği bir organa, kitlelerin evriminin ve gelişiminin sentezini her an yapabilecek bir organa, çoğunluğun iktidarına el koymaya yönelik her türlü teşebbüsü reddedip bununla mücadele etmesine olanak tanıyan, muhafazakârlığa saplanmayacak ve bürokratikleşmeyecek bir organa ihtiyaç duyar. Hızlı ve çevik bir şekilde olmasına rağmen aynı zamanda kolektif ve bilinçli bir şekilde karar alınan bir çalışma organı; biçimi, kendisini çalışmasının bir parçası olarak hissetmesine imkân tanıyan bir organ: “[Sovyetler] Hiçbir yetki bölüşümü kuramına boyun eğmiyorlar ve ordunun yönetimine, iktisadi anlaşmazlıklara, iaşe ve ulaşım sorunlarına, hatta hukuk işlerine müdahale ediyorlardı. Sovyetler, işçilerin baskısıyla, sekiz saatlik işgünü kararnamesi yayınlıyorlar, çok gerici buldukları idarecileri saf dışı ediyorlar, geçici hükümetin en katlanılmaz komiserlerini görevden alıyorlar, tutuklamalara ve arama taramalara girişiyorlar, hasım gazeteleri yasaklıyorlardı” (Troçki: Cilt1, ‘Birinci Koalisyon’, sayfa 357). İşçi sınıfının bir araya gelebildiğini, yaratıcı enerjisini ifade edebildiğini, örgütlü ve kolektif bir şekilde hareket edebildiğini ve son olarak misyonu sınıfsız ve devletsiz yeni bir toplum kurmak olan devrimci sınıf olarak toplum nezdinde kendini kurabildiğini gördük. Fakat bunu yapabilmesi için işçi sınıfının, sınıf düşmanının iktidarını yıkması gerekti: Geçici Hükümette tezahürünü bulan, somutlaşan, temsil edilen burjuva devlet. Kendi iktidarını kurmak zorundaydı: Sovyet iktidarı Bu makalenin ikinci kısmında, burjuvazinin safına geçen eski sosyalist partilerin- Menşevikler ve SR’lerSovyetler içinde yürüttüğü baltalama girişimleriyle sınıfın nasıl başa çıktığını, sovyetleri iktidarı almaya uygun hale getirmek için nasıl baştan sona yenilediğini, Bolşevik Partinin oynadığı rolü ve bunun Ekim ayaklanması içinde nasıl doruğa ulaştığını inceleyeceğiz. Adalen