Fransa ve Almanya’da sağ geriliyor mu ?
‘Devrim’ mi dünya düzeninin ‘yaratıcı yıkımı’ mı? Gaye Yılmaz 430
Engin Erkiner 427
EKMEK & ÖZGÜRLÜK Emek, demokrasi ve özgürlük için... A Y L I K
S İ Y A S İ
D E R G İ
n
S A Y I
1 6
n
M A Y I S
2 0 1 1
n
2 T L
En geniş katılım İstanbul’daki 1 Mayıs kutlamasıydı.
Çoşkuya kutlanan Mersin’deki 1 Mayıs’ın ön saflarında Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’u bağımsız milletvekili adayı Ertuğrul Kürkçü de vardı
‘Sosyalist Yeniden Kuruluş’ üzerine
Yeşim Dinçer44
Can Atalay410
Blok adayları
4Yeniden yapılanma tarihsel görevdir Tarık Oruç411
4Etkili bir özne olabilmek için...
Yeşim Dinçer 436
46
Polis devleti korkusu Mustafa Çeçen48
Ergin Öncü414
sürer
Kenan Kalyon42
Ezilenlerin talepleri
4Yeniden kuruluş için mücadele birliği
4Başkaldırı Uzun
12 Haziran’da Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’unun başarısı üçüncü bir kutbun yaratılması yolunda büyük bir adım olacaktır
4Dünya Kadın Konferansı
Sevtap Akdağ 425
4THKP-C’nin sessiz militanı: Sabo
Murat Bjeduğ439
2 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Emek, demokrasi ve özgürlük için... 12 Haziran’a kadar temel görevlerimiz belli: “Emek, Barış ve Özgürlük Bloku”nun başarısı için azami çaba ve bunun bir üçüncü kutba doğru evriltilmesi için kararlı bir çalışma sergilemek
Kenan Kalyon Sol ve sosyalist cenahtan kimilerine göre, 12 Haziran 2011 seçimleri, cumhuriyet tarihinin en önemli, en “kritik”, her durumda zincirleme sonuçlar doğurucu ve bu anlamda en tayin edici seçimlerinden biri. 12 Haziran, bir eşiği, kilit önemde bir uğrağı, tercih belirlerken seçmenlerin ezici çoğunluğu bunun farkında olsun veya olmasın Türkiye için bir “sırat köprüsü”nü simgeliyor adeta. Böyle düşünenlere ve bu tür telkinlerde bulunanlara inanacak olursak, 12 Haziran seçimlerine oy verme davranışlarında ciddi kaymaların olabileceği yüksek bir belirsizlik katsayısı ile gidiyoruz. Dolayısıyla, farklı olasılıklar pekala mümkün. Ama aynı cenahtan başkalarına ve kamuoyu araştırma şirketlerinin anketlerine bakılacak olursa, önümüzdeki genel seçimlerin şimdiden öngörülebilen kesin sonuçları üç
aşağı beş yukarı belli: AKP, yeniden tek başına iktidar; Kılıçdaroğlu CHP’si Baykal döneminin uzamaz-kısalmazlığını nihayet kıran ama çırpıcı bir sıçrama anlamına da gelmeyen belirli bir yükseliş kaydedecek; 22 Temmuz 2007 seçimlerine kıyasla baraj altı “diğer partiler”in oylarında azalma veya erime olacak; BDP’nin desteklediği bağımsızların oy oranında (o zamanki önceli DTP destekli bağımsızlara göre) kısmi bir artış görülecek Üstelik 12 Haziran seçimlerinin belirsizlikleri de “belli”: MHP’nin baraj altında kalıp kalmayacağı, bununla bağlantılı olarak AKP’nin tek başına ve referandumsuz anayasa değiştirecek çoğunluğu yakalayıp yakalamayacağı, BDP destekli bağımsızların sayısının kaça erişeceği bunların başlıcaları. Yani, bu belirsizlikleri ihmal edersek, seçimler şimdiden bitti gibi. Öyle ya, sonuçları peşinen belli bir seçim neden çok önemli ol-
sun ki?.. Zıt gibi gözüken bu iki bakış açısının hangisine göre davranmalı?..
Zıtların birliği… Galiba cevap hiçbirine olmalı. Lenin’in en büyük meziyetlerinden biri de, ilk bakışta zıt gibi gözüken bazı konumlanışların, aslında aynı kapıya çıktığını sergilemekti. Benzer bir durumla yüz yüze olduğumuz söylenebilir. Günümüz toplumlarındaki işlevleri hakkında çok şey söylenebilecek kamuoyu yoklamaları şöyle dursun, sol ve sosyalist hareket kaynaklı bu iki bakış açısının ortak paydası, hakiki bir çıkış yolu veya mücadele zemini önermeden bizi tevekkülcülüğe, suskunculuğa, etkili sonuç doğurmayacak tercihlere ve ehveni şer kabilinden kabullenmelere sevk etmeleridir. AKP’nin ilerlemesine ve fütuhatına set çekebilecek “büyük” seçenek olarak açıkça veya zımnen CHP’yi işaret et-
mek veya yeni ve otoriter bir rejimin kurulmakta olduğu tespitine rağmen, bir direniş cephesi örmeye koyulmak yerine Tuncay Özkan’ın “biz kaç kişiyiz” girişimini andırırcasına “boyun eğmeyenleri” saydıracak bir seçim taktiği izlemek, aslında aynı kapıya çıkar. Gizli bir CHP destekçiliğini boykotla veya seçimler konusunda anlamlı bir tavır belirsizliğiyle kılıflamak da öyle: Direnen ve mücadele halindeki dinamiklerin ve halk güçlerinin bir ittifakını, bir üçüncü kutbu adım adım kuvveden fiile çıkarmaktan ve buna parlamenter düzeyde de ifade kazandırmaktan kaçış…
Konjonktür ve seçimler Seçimlerin yapıldıkları konjonktürden ve genel siyasi bağlamdan kopuk kesitler olarak ele alınamayacağı apaçık bir gerçek. Sonuçları itibarıyla seçimler, kendilerine ön gelen süreçteki siyasi güç dengelerini, sınıf mücadelele-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 3
Politika rinin seyrini, yeni arayışları ve istikrarcı eğilimleri, ülkedeki kutuplaşma ve siyasallaşma düzeyini ve konjonktürün ruhunu bire bir olmasa da belirli sapmalarla yaklaşık olarak yansıtırlar. Bu nedenle, kamuoyu yoklamaları şöyle dursun, siyasi bir tahlile veya daha yerinde bir ifadeyle “somut durumun somut tahlili”ne dayanarak onların sonuçlarını önceden kestirmek mümkün. Bu, 12 Haziran seçimleri için de geçerli. Dolayısıyla, 12 Haziran’da şapkadan tavşan çıkmayacak ve herkesi afallatan bir sürpriz yaşanmayacak. Evet, göreli bir ekonomik toparlanmayı, referandum başarısını, bir tek parti iktidarının olanaklarını, yaygın bir medya desteğini, sermayenin ve orta sınıfların istikrar beklentilerini arkasına alan ve temsil ettiği toplumsal koalisyonu koruyup pekiştirerek seçimlere giren AKP, üçüncü kez tek başına iktidar olacağı bir galibiyete imza atacak. Ama sorunumuz bu sonucun önceden öngörülebilmesi olmadığı gibi, seçimlere karakterini verecek olan da bu değil. Asıl mesele Erdoğan’ın üçüncü iktidarına; kendi tabiriyle “ustalık” dönemine karşı bir yığınak yapılıp yapılamayacağı ve neyin gerçek bir yığınak anlamına geldiği. CHP’nin kısmi yükselişi mi, “Emek, Barış ve Özgürlük Bloku”nun başarı derecesi mi yoksa başka göstergeler mi? Erdoğan’ın iktidarının üçüncü dönemine bir kâbus senaryosu tedirginliğiyle yaklaşmak, olsa olsa atalet ve edilgenlik doğurur veya CHP’nin değirmenine su taşır. Bir direnişler ve mücadeleler dizisinden geçerek seçimlere gidiyoruz. Seçimlerin ertesi günü, AKP iktidarı ülkeyi kendi açısından sütliman hale getirecek değil. Tam tersine, temel toplumsal muhalefet dinamiklerinin kalıcı bir koalisyonu ve mücadele ortaklığı anlamına gelen bir üçüncü
Mersin’de bağımsız milletvekili adayı Ertuğrul Kürkçü 1 Mayıs’ın ön saflarındaydı..
kutup inşa edilebilirse, Erdoğan’ın “ustalık” dönemi kendisinin sandığından çok daha zorlu bir dönem olabilir. Hala eksik siyasal ve toplumsa bileşimine rağmen, ağırlık merkezinde Kürt hareketinin bulunduğu “Emek, Barış ve Özgürlük Bloku”, bu tür bir üçüncü kutbun seçimlerdeki tezahürü aslında. Evet, yeni bir rejim şekilleniyor; eski rejimin kabuk ve doku değiştirme süreci hızlandı; AKP-Cemaat ittifakı eski rejimin mevzilerini peş peşe düşürdü ve direnç odaklarını büyük ölçüde etkisizleştirdi. Ama bu durum, Türkiye’de rejim kavgasının nihayete erdiği anlamına gelmiyor. Daha temelde yaşanan kayma, bu kavganın mahiyetinin, taraflarının ve terimlerinin giderek farklılaşmasıdır. Eski rejimle ihtilaflı toplumsal ve politik dinamiklerin önemlice bir bölümü yeni rejimin de çerçevesine sığmıyor. 12 Haziran seçimlerine anlamını ve önemini veren de bu tür bir konjonktürden geçiyor olmamız. Kurulmakta olan tek parti rejiminin tekerine nereden çomak sokulabilir; hangi kaldıraç yeni hegemonyada gedikler açılmasını sağlayabilir? Karşımızdaki soru budur.
Yeni rejim ve kırılganlık Şekillenmekte olan, arzulanan veya silueti beliren yeni rejiminin temel karakteristikleri, şimdiye kadar olup bitenlerden ve çeşitli işaretlerden az çok belli. Bu, var olduğu kadarıyla kuvvetler ayrılığının budanması anlamında bütüncül (totaliter), sıradan bir kadrolaşmanın ötesinde devletle parti aygıtının iç içe geçirilmesi anlamında yekpare, çeşitli özerklik düzeylerini ve normatif bağlayıcılıkları elden geldiğince yok sayan veya delen keyfilikleriyle “kararcı”, aynı zamanda aşağıdan inşa edildiği için toplumun dokularına nüfuz eden ve kültürel bir dönüşümü de simgeleyen bir rejim olacak. Buradan bakıldığında, çeşitli zamanlarda Erdoğan’ın ağzından çıkan çeşitli sözler birer gaf veya Türk sağını ve milliyetçi muhafazakârlığını kendi etrafında toplamak için yapılmış geçici taktik çıkışlar sayılmamalı: “Ulemaya soralım”; “velev ki siyasi simge olsun”; “polis demokratik rejimin teminatıdır”; “karşılarına on bin genci çıkarırız”; “yargı belli bir mezhebin tasallutu altında”; “ucube” ve nihayet “Kürt sorunu artık yoktur” gi-
bi… Ama mutabakatla değil de, ciddi çatışmalardan ve güç mücadelelerinden geçilerek kurulan her yeni rejim bir oturma sürecine ihtiyaç duyar. Daha doğrusu oturmadıkça henüz tam kurulmuş ve istikrar kazanmış sayılmaz. 1920’lerde kurulan rejimin oturmak için yaklaşık bir on yıla ihtiyaç duyduğunu unutmayalım. Bu tür rejim değişikliklerine uçları budayan davalar eşlik eder. Böyle davalarla meşruiyet alanı yeniden belirlenir ve sınırlar hatırlatılır. Nominal değerinin çok ötesinde etkiler yaratan seçmeli ve simgesel vuruşlar yapılması ve bir tür “devri sabık” yaratılması rejimlerin oturma süreçlerine eşlik eden ve sık rastlanan görüngülerdir. Bugün bu tipik göstergelere tanık olmamız, yeni tek parti rejiminin artık oturduğu, yeni hegemonyanın artık pekiştiği ve 12 Haziran’dan sonra kimseye soluk aldırmayacağı anlamına gelmez. Tam tersine, başka bir gözle bakıldığında, bunlar aynı zamanda kırılganlık ve tedirginlik işaretleri. AKP’nin her ciddi toplumsal/sınıfsal mücadele ve hak arayışı karşısında kapıl-
4
4 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika telaş da öyle. 2010’ların 4dığı Türkiye’si 1920’lere veya 1950’lere benzer bir tek parti rejiminin kökleşmesine izin vermeyecek toplumsal muhalefet dinamiklerine, dirençlere, mücadele birikimlerine ve toplumsal karşılığı olan yeni arayışlara sahip bir ülke. Mesele bunları bakıştırmak, birbirlerinden güç almalarını sağlamak ve aynı mecraya akıtmak. Yeni CHP: Yeni hegemonyanın muhalefeti Deniz Baykal’ın yön verdiği, şekillendirdiği ve bazı konularda gitgide MHP’ye yaklaştırdığı CHP, eski rejimi temsil ediyordu. Daha doğrusu eski rejimin direnç odaklarından biriydi. Kemal Kılıçdaroğlu/Gürsel Tekin ikilisinin CHP’de önayak oldukları başlıca yenilik, bu konumun terk edilmesi, yenilginin kabulü ve artık yeni hegemonyayı veri alan bir yeni mevzilenişte, onun muhalefeti olunacak bir yeni doğrultuda karar kılınmasıdır. Yeniklerin himayesi anlamında, kimi Ergenekon sanıklarının aday gösterilmesi bu gerçeği değiştirmez. Buna kendi içinde, Baykal’ın bıktırıcı ve yenilgiye doymayan artçı savaşlarına göre bir iyilik atfetmek elbette mümkün. Ama aday tespitlerinde Demirel/Cindoruk ikilisinin tavsiyelerine uyup seçim bildirgesinde çubuğu hafifçe sola büken, emekçilere yarım ağız kimi vaatlerde bulunurken sermayeye katmerli güvenceler veren, AKP’nin emperyal ve yeni-Osmanlıcı dış politikasına dişe dokunur hiçbir itiraz yöneltmeyen, emperyalist merkezlere “AKP’nin seçeneği biziz” mesajı vermek için özel olarak didinen, neo-liberal dönüşümlerin içinden konuşan, “artık Kürt sorunu yoktur” diyen Erdoğan’ın karşısına “vardır” diyerek dikilemeyen, bir o yana bir bu yana bakmaktan şaşalayan “yeni CHP”, yeni hegemonyaya karşı şu
veya bu dozda bir meydan okumayı temsil etmiyor. “Yeni CHP” bir karşı hegemonya ve bunun ifadesi olacak yeni bir tarihsel blok inşa edebilecek neredeyse bütün niteliklerden, programdan, stratejiden, taktikten, dokudan ve tabii ki cesaretten yoksun. “Sokak sokak direniriz” lafı, Erdoğan’ın azarları karşısında bu yüzden çarçabuk geri alındı. Bu imkanı başka bir yerde, bir üçüncü kutupta, zaten her gün mücadele etmekte olan güçlerin toplumsal ve siyasal ittifakında aramak gerekiyor. “Yeni CHP”nin kendisini baskı altında hissederek sola doğru adımlar atması da buna bağlı.
Militan parlamentarizm Türkiye’de meclisin bir kürsü olarak etkili ve parlamento dışı muhalefetle eşgüdümlü kullanımı söz konusu olduğunda birinci TİP’ten söz etmek adettendir. Doğru ama artık eksik. Buna DTP/BDP deneyiminin, pratiğinin ve birikiminin de eklenmesi gerekiyor. İlk TİP’in açtığı çığırın bir geleneğe dönüşmek üzere olduğu görülmelidir: Sokağın nabzını tutan, sokakla meclis arasında mekik dokuyan, toplumsal muhalefetten hem güç alan hem de ona güç veren, risk üstlenen ve tabiri caizse “sine-i millet”ten hiç kopmayan militan bir parlamentarizm geleneği. 12 Haziran’dan sonra daha fazlası, bunun bir adım daha öteye taşınması, yeni hegemonyaya parlamento içi ile dışının eşgüdümlü ve geçişken mücadelesi ile meydan okunmasımümkün. O halde 12 Haziran’a kadar temel görevlerimiz belli: “Emek, Barış ve Özgürlük Bloku”nun başarısı için azami çaba, bunun bir üçüncü kutba doğru evriltilmesi için bilinçli faaliyet ve “sosyalist yeniden kuruluş” sürecimizi ilerletmek için güç biriktirme.
Ezilenlerin se Ezilen sınıfların seçim talepleri bu rejimin sınırlarına sığmaz. Ezilenlerin taleplerinin gerçekleşmesi için bu rejimin tarihe gömülmesini gerektiriyor Yeşim Dinçer Emek ve özgürlükten yana güçlerin sahipleneceği bir seçim bildirgesinin “olmazsa olmaz”ları var Hakim sınıfların iki kutbunu temsil eden partilerin seçim bildirgeleri –ya da onların verdiği isimle seçim beyannameleri- birer birer açıklandı. Yine gördük ki bu metinler, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan ezilen ve sömürülen kitlelerin, işçilerin, yoksulların, kadınların, gençlerin, çiftçilerin, emekçi köylülerin, Kürtlerin, Alevilerin, horlanan ve dışlanan azınlıkların taleplerini dışarıda tutuyor; onların sorunlarına hakiki bir çözüm getirmiyor. Öyleyse nasıl bir seçim bildirgesi? Emek ve özgürlükten yana güçlerin seçim bildirgesi, ikirciksiz biçimde kapitalist sömürüye karşı emekten yana olmalı, halklar arasında kardeşlik ve dayanışmayı savunmalı, “Kürt sorunu”nun demokratik, adil, onurlu bir barışla çözümünü önermeli, kadınların ve gençlerin taleplerini içermeli ve toplumda giderek yükselen ekolojik mücadeleyi sahiplenmeli.
Ekonomik hedefler Burjuva partileri, aralarındaki bir dizi anlaşmazlığa karşın, Türkiye’yi yerel ve küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmak; emekçilerin haklarını ve kazanımlarını elinden almak üzere anlaşmış durumdalar. Emekten yana bir seçim bildirgesi; n özelleştirmeye derhal son verilmesini; bugüne dek özel-
leştirilmiş kamu işletmelerinin işçi denetiminde yeniden kamulaştırılmasını; n sosyal hizmetlerin ticarileştirilmesine karşı çıkarak “parasız sağlık” ve “parasız eğitim”i, n yoksulluğun en önemli sebebinin işsizlik olduğu tesbitinden hareketle, işten çıkarmaların yasaklanmasını, n temel tüketim maddeleri üzerindeki vergilerin kaldırılmasını; rant gelirlerinin vergilendirilmesini, n güvencesiz ve sigortasız çalıştırma, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, 4/C uygulamalarına son verilmesini, n gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderilmesini; asgari ücretin insanca yaşanabilir düzeye yükseltilmesini, n yoksul köylüleri, tekeller ve neoliberal tarım politikaları karşısında koruyacak önlemleri savunacak ve taahhüt edecektir.
Politik hedefler Demokrasinin kazanılması, yurttaşların hak ve özgürlüklerinin sağlam güvencelere bağlanması, ezilenlerin ve emekçilerin sermaye hakimiyetinden kurtuluşunun en önemli imkânlarından biridir. O halde, n Türkiye’de halkın siyasi karar süreçlerine katılımını güvenceye alan demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi bir Anayasa yapılmalı, n ezilenlerin söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğünü sınırlayan yasaklar kalkmalı, n siyasi tutsaklar serbest bırakılmalıdır. Onurlu, adil, demokratik ba-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 5
Politika
çim bildirgesi..
rış Türkiye’de yaşayan Kürtlerin kimlik ve haklarının inkâr edilmesi, yoksul Türk ve Kürt emekçilerinin canı pahasına sürüp giden bir savaşa yol açmıştır. Savaş, halkın daha iyi yaşamasını sağlayacak maddi kaynakları heba ettiği gibi emekçilerin kimlik temelinde bölünmesine yol açmakta, şovenizmi yükseltmektedir. Demokratik, adil, onurlu bir barışı temel alan seçim bildirgesi, n operasyonların ve saldırıların durdurulmasını, n anadilde eğitimi, n Anayasa’da yer alan ve herkesi “Türk” potasında eritmeyi amaçlayan ifadelerin kaldırılmasını, n “Demokratik özerklik”in anayasal güvenceye kavuşturulmasını, n “Gerçekleri araştırma komisyonları”nın kurulmasını içerecektir.
İnanç özgürlüğü Seçim bildirgesi, “tüm inanç topluluklarının kendi inanç ve kültürlerini özgürce yaşama hakkı”nı savunmalı; devlet politikası uyarınca sistemli biçimde Sünni İslam’a asimile edilmeye çalışılan Aleviler ile öteki inanç toplulukları üzerindeki her türlü baskı ve ayrımcılığa karşı
çıkmalıdır. Bu kapsamda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılacağı, zorunlu din dersinin kaldırılacağı belirtilmelidir.
Ekoloji Emek ve özgürlük güçleri, kapitalizmin açgözlülük ve kâr hırsıyla maddi ve doğal varoluşunu tehdit altına soktuğu gezegenimizde, canlı yaşamın sürebilmesi için halkların yürüttüğü ekolojik mücadeleyle tam bir dayanışma içinde olmak zorundadır. Bildirgede, suyun metalaşmasının önüne geçileceği; HES projeleri ile nükleer santral yapımının derhal durdurulacağı; yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapılacağı; gıda güvenliğine özel bir önem verileceği; eko-sistemlerin tahribine yol açacak üretim faaliyetlerine son verdirileceği ifade edilmelidir.
Öğrenci gençlik Emek ve özgürlük güçlerinin bildirgesi, öğrencileri okulsınav-dershane cenderesinden kurtarmak üzere esaslı bir eğitim reformunu öngörmelidir. YÖK’ün lağvedileceği, dershanelerin kapatılacağı, başta tarih kitapları olmak üzere ırkçı, gerici müfredatın değiştirileceği, üniversitelerin özerk hale getirileceği be-
lirtilmeli; “parasız, nitelikli ve anadilinde eğitim” temel insan hakkı olarak savunulmalıdır.
Kadın mücadelesi Emek ve özgürlük güçleri, binlerce yıldır sürmekte olan erkek egemenliğinin, sermaye egemenliğiyle birleşerek kadınlar üzerinde uyguladığı her türden baskının, devlet eliyle korunup sürdürülmesini sağlayan cinsiyetçi rejime karşıdır. Bu duruşun bildirgedeki yansıması; n Kadınla erkek arasındaki toplumsal, siyasal ve ekonomik eşitsizliği doğuran, yeniden üreten ve derinleştiren yasal düzenleme, uygulama ve pratiklerin gözden geçirilerek değiştirilmesi, n Kadına yönelik erkek şiddetini önlemek; taciz, tecavüz ve cinayetlerin önüne geçmek ve kadınları korumak üzere bütün tedbirlerin alınması, n Kadınların mecliste, siyasi partilerde ve yerel yönetimlerde eşit temsiliyetinin sağlanması, n Tüm kadınların, aileden bağımsız bireyler olarak sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınması ve sosyal yardımlardan yararlandırılması, yönünde olacaktır.
1 Mayıs çoşkusu Türkiye’de bu yıl 1 Mayıs, 27 ilde büyük bir çoşkuyla kutlandı. En büyük katılımın İstanbul’da olduğu 1 Mayıs kutlamalarında emekçi sınıfların talepleri meydanlarda yankılandı Seçim arefesine gelen bu yılki 1 Mayıs kutlamaları başka bir heyecan ve motivasyon ile kutlandı. Türkiye’de 27 ilde yapılan kutlamalarda en büyük katılım İstanbul Taksim meydanında gerçekleşti. Emek, özgürlük, insanca yaşam, yeni anayasa taleplerinin dillendirildiği 1 Mayıs kutlamalarının en büyük katılımcılarından biri Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’uydu. Türk-İş, Hak-iş, DİSK, Memur-Sen, KESK, TMMOB, TTB ve TEB’in ortak organizasyonunun sonucu olan Taksim alanındaki kutlamalarda 1 Mayıs 1977 yılında katledilenler de anılırken alanda dev boyutlarda 1977 yılında kullanlıan zincirlenmiş işçi pankartı açıldı. Türkiye’nin her yerindeki kutlamalara Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’u milletvekilleri adayları da ön saflarda katılarak, 12 Haziran’da gerçekleştirilecek seçimlerde tüm emekçiler Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku adaylarına oy vermeye çağrıldı.
6 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Emek, Demokrasi ve Özgürl Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok'u 12 Haziran'da düzenlenecek seçimlerde destekleyeceği bağımsız adaylar netleşti. 38 ilden gösterilen 61 aday "Demokratik Özerklik, Demokratik Cumhuriyet için Özgürlük ve Demokrasi Adayları" ismi ile seçime girecek Buna göre BDP Eş Başkanlarından Selahattin Demirtaş Hakkâri’den, Gülten Kışanak Siirt'ten, DTK Eş Başkanlarından Aysel Tuğluk Van'dan, Ahmet Türk Mardin'den, eski DEP milletvekili Leyla Zana ile Hatip Dicle, Emine Ayna, Altan Tan ve Şerafettin Elçi Diyarbakır'dan aday gösterilecek. İstanbul'da Sabahat Tuncel 1. bölgeden, sinemacı ve yazar Sırrı Süreyya Önder 2. bölgeden, Emek Partisi Genel Başkanı Levent Tüzel ve BDP İstanbul il başkanı Mustafa Avcı ise 3. bölgeden aday gösterilecek. Ertuğrul Kürkçü Mersin'den, Akın Birdal Gaziantep'ten, Murat Bozlak Adana'dan, Gani Şavata Malatya'dan Ferhat Tunç ise Dersim'den aday gösterilecek. 13′ü kadın olan adayların yaş ortalaması 48. Adayların 35′i üniversite, 20′si lise, 5′i ise ilkokul mezunu. 6′sı eğitimci, 13′ü avukat, 5′i mühendis, 2′si işçi, 2′si doktor, biri ec-
Emek, demokrasi ve Özgürlük Bloku milletvekili adaylarını açıklıyor
zacı, 3′ü sanatçı ve biri ekonomist olan adayların geriye kalanları ise serbest meslekle uğraşıyor.
KCK sanıkları da bağımsız aday KCK operasyonlarıyla tutuklanan Kürt siyasetçilerden altısı
Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku tarafından bağımsız milletvekili adayı gösterildi. 1994'te milletvekilliği düşürülen ve tutuklanarak 10 yıl cezaevinde kalan DEP Başkanı Hatip Dicle, Diyarbakır'dan bağımsız milletvekili adayı. Dicle, 2004 yılında cezaevinden
çıktıktan sonra DTP ve DTK'nin kuruluş aşamalarında görev aldıktan sonra, 2009'da KCK operasyonu çerçevesinde tutuklanmıştı. Hatip Dicle'nin yanı sıra KCK operasyonunda tutuklanan Kemal Aktaş, Selma Irmak, Gülseren Yıldırım, İbrahim Ay-
Barış, demokrasi ve özgürlük için... Ertuğrul Kürkçü: Değiştireceğiz
Sosyalistler de bir çözüm dinamiği olarak cürümlerine yakın bir yer kazanmış olacak.
Mersin emekçilerin mücadele ettiği bir şehir. Demokrasi için ideal bir kent. Bloğun ortak bir stratejisi olacak. Emek, demokrasi ve özgürlük bloku olacak. Toplumu ve dünyayı değiştirmeye adayız meclisi de değiştireceğiz. Bu durum oradaki muhalefetin gücünü ikiye katlayacak. Çünkü gerçek anlamda bir sosyal muhalefet, siyasal muhalefet, rejimin kendisini tartışan güç sadece BDP ve bağımsızlardı. Bu dönem bu katlanacak. Daha önemlisi bu blok bir çözüm dinamiği haline gelecek. Sosyalist hareketlerin görünürlüklerinde ve sözlerinde bir artış olacak.
Ahmet Türk: Umuyorum başaracağız, başarmak zorundayız. Özlediğimiz bir tabloyu yakaladığımız için mutluyuz. Bir taraftan Kürtler arasında birliğin oluşması diğer taraftan ise emekçi, demokrat, aydın, sosyalist kesimlerin Kürtlerle birlikte yürümesi bizim için çok önemli. Hem halkların kardeşliğini savunuyoruz hem Kürtlerin geniş birlikteliği ve ortak sesini yaratmaya çalışıyoruz. Başardığımıza inanıyorum. Tabii bu halkımızın özgürlük, demokrasi mücadelesidir. Bu mücadelenin
başarıya ulaşması önemlidir. Biz bu mücadelenin adaylarıyız. Özgür demokratik bir gelecek için mücadele veriyoruz.
Levent Tüzel: Bu blok bizi ileriye taşıyacak İnanıyorum ki ülkenin bütün emek ve demokrasi güçleri olarak sendikaların, meslek odalarının, üniversitelerin, çevre hareketlerinin, inanç çevrelerinin, demokratik kitle örgütleriyle bir büyük blok olarak hareket edeceğiz. Türkiye’nin çözülmemiş sorunlarını işsizliğe, sömürüye, yoksulluğa, inanç ayrımcılığına, kadınlara dönük cins ayrımcılığına, parasız sağlık ve eğitim ta-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 7
Politika
ük Blok’u adayları han ve Faysal Sarıyıldız da BDP'nin destekleyeceği bağımsız milletvekili adayları arasında yer alıyor. Yönetmen Gani Rüzgâr Şavata da Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku tarafından Malatya'dan bağımsız milletvekili adayı gösterildi.
Kadın milletvekili adaylarından gelenler, gidenler BDP Van Milletvekili Fatma Kurtulan ile Şırnak Milletvekili Sevahir Bayındır, 12 Haziran seçimleri için aday olmazken kapatılan Demokrasi Partisi (DEP) milletvekillerinden Leyla Zana, 17 yıl sonra tekrar meclise girmek için mücadele verecek. 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri sonrasında BDP'den milletvekili olan Gültan Kışanak, Ayla Akat Ata, Emine Ayna, Sebahat Tuncel ve Pervin Buldan tekrar milletvekili adayı olurken 13 kadın bağımsız milletvekili adayından Nursel Aydoğan, Gülseren Yıldırım, Selma Irmak, Şehbal Şenyurt, Mülkiye Birtane ve Yüksel Avşar ilk kez milletvekilli adayı oldular.
Tuğluk ve Türk'e yeniden meclis yolu 2009'da Demokratik Toplum Partisi'nin (DTP) kapatılmasıyla milletvekillikleri düşürülen Aysel Tuğluk ve Ahmet Türk de bağımsız adaylar arasında. İnsan Hakları Derneği (İHD) üyesi ve Yurtsever Kadınlar Derneği kurucusu olan Aysel Tuğluk, Abdullah Öcalan'ın avukatlığını yaptı. Milletveki- Mersin bağımsız Milletvekili adayı Ertuğrul Kürkçü seçim çalışmasında li olarak ilk kez 2007 yılında Gültan Kışanak: ya konulan direnişlerin de tameclise giren Tuğluk, Ahmet Çözüm kaçınılmaz rihidir. Emek, Özgürlük ve DeTürk ile birlikte DTP'nin Eş Adayların tanıtıldığı basın mokrasi Bloku, işte bu direniş Genel Başkanlığı görevini yü- toplantısında “siyasal kon- geleneğinden gelenlerin ortak rüttü. DTP'nin kapatılmasıyla jonktür itibariyle 12 Haziran bir irade ile kendi gelecekleriAhmet Türk ile birlikte mil- seçimlerinin önemli olduğunu ni inşa etmeye kesin olarak letvekilliği düşürülen Tuğluk, ifade eden Kışanak; “tarihsel karar verenlerin oluşturduğu yine Türk ile birlikte DTK Eş olarak birikmiş sorunlarımı- bir bloktur. Bu klasik bir seBaşkanlık görevini yürüttü. zın, artık köklü çözümünün çim ittifakı değildir. Emek, öz"Emek, Özgürlük ve Demok- kaçınılmaz olduğu bir sürecin gürlük, demokrasi ve barış rasi Bloğu"; BDP, EMEP, KA- içindeyiz. Demokratik değişim hattında oluşturulan ortak DEP, EDP, SDP, Yeşiller Parti- dinamikleri, güçlü bir şekilde mücadele iradesidir. Bu blok si, EHP, DİP, DSİP, İSP, De- açığa çıkmış, örgütlü bir güce Cumhuriyet tarihi boyunca mokrasi ve Özgürlük Hareke- dönüşmüş ve bizleri bu tarih- iradesi yok sayılan, dışlanan, ti, İşçi Cephesi, KÖZ, Sosyalist sel süreçte rolümüzü oynama- hatta yok edilmek istenen öteBirlik Hareketi, Sosyalist Ge- ya davet etmiştir“ dedi. kilerin, ezilenlerin yani çolecek Parti Hareketi, Sosyalist “Türkiye Cumhuriyeti tarihi ğunluğu oluşturan geniş halk Dayanışma Platformu, Top- acılar, baskılar, katliamlar ta- kesimlerinin elit, oligarşik, lumsal Özgürlük Platformu rihidir“ diyen Kışanak, sözle- ırkçı, darbeci, darbe artığı yöve Türkiye Gerçeği’nden olu- rini şöyle sürdürdü: “Ama aynı netenlere karşı 'Demokratik şuyor. zamanda bu zulme karşı orta- Ulus' ittifakıdır.“
leplerine sahip çıkmak üzere böyle bir mücadele birlikteliği örmek üzere bu blok oluştu. Sadece seçimlerde bir başarı kazanmak değil ama seçim sonrasında da gerçek bir seçenek olacak. Türkiye’nin bir arada yaşama iradesini aynı zamanda yeni demokratik bir anayasayla halkların eşit, özgür ve kardeşçe eşit haklara dayalı biriliğini kuracak bir mücadeleyi de bu ittifak, bu blok, bu güç birliği ileriye taşıyacaktır.
Ferhat Tunç: Parlamentoya memurluk yapmaya gitmeyeceğiz Biz parlamentoda olacağız. Parlamentoya memurluk yapmaya gitmeyeceğiz. Evet, çok ciddi anlamda Türkiye'nin barışı için mücadele edeceğiz. Söylemlerimiz ve ey-
lemlerimiz buna dönük olacaktır. Çok anlamlı bir grup olacaktır. Ben bunu görüyorum. Türkiye'nin bütün renklerini, farklılıklarını içinde barındıran önemli bir grup olacak diye düşünüyorum. Çok umutluyum, Türkiye'nin barışı adına Türkiye'nin geleceği adına.
Şerafettin Elçi: Dileriz dökülen kanlar bir an önce biter Bu önemli bir ittifak. Ezilenlerin ittifakı. Bir toplumda ezen ve ezilen olduğu sürece o toplumda huzura kavuşması mümkün değildir. Bizim tek dileğimizin eşitlik, özgürlük içinde herkese bütün vatandaşlarımıza mutluluk sağlamaktır. Dileriz ki bu dökülün kanlar bir an önce
biter, bu Kürtlerin haklı ve yerinde olan talepleri yerine gelir. Türkiye huzur ve barışa kavuşur. Ve gelecek nesillere daha mutlu bir Türkiye devrederiz.
Sırrı Süreyya Önder: Tüm ezilenlerin sesi itirazı olacağız Bu meclis tarihsel bir meclis olacak. Bu blok barış iradesini ortaya koyan bir blok. BDP açık ve net bir tavır ortaya koydu. Seçilirsem emekçilerin ve tüm ötekilerin haklarını savunacağım. Bu ülkede her hanenin sorununu dile getireceğim. En büyük engel savaş. Herkes için en acil barış. Bu ülkede her yurttaşın önceliği barış. Tüm ezilenlerin sesi, itirazı olacağız.
8 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Polis devleti kokusu dört bir yanı kaplarken... Son gözaltılar bir “hakikat şimşeği” etkisi yarattı. Şimdi görevimiz, bu şimşeğin gürültüsünü büyütmek, bu gürültüye kendi sesimiz kadar, ilk fırsatta AKP'ye kaçmak için yol gözleyenlerin utangaç seslerini katmak ve kendi ritminde yürümeyi başarmış bir üçüncü kutup için güç biriktirmektir. Mustafa ÇEÇEN Ali Bayramoğlu, 04.03.2010 günü gerçekleştirilen gazeteci gözaltıları konusunda, devleti ayrı bir kendilik sanmaya devam ederek “Ergenekon'la ilgili ise Ergenekon'un gözümüzdeki değeri düşüyor, değilse polis devleti kokusu yayılıyor”, diyordu. İzleyen günlerde, başka bazı liberalleri de “bir Ergenekon şüphelisinin evinin önünde bekleşirken” görür gibi olduk; basında, “sözün bittiği yer” diyen de oldu; olan bitenin kapitalist devletle ilgisini görmezden gelerek, bir cemaat komplosu olduğu zannıyla, “bağır, bağır, bağır!” diyen de... Liberaller birkaç güne toparladılar, kimileri, bu hamlenin darbecilerle mücadele yolunda ilerleyen bir operasyonu bulandırmaya ve “Ergenekon gerçeğini” örtmeye yarayacak bir sapma olduğunu, başkaları ise, AKP açısından da stratejik bir hata oluşturduğunu yazmaya başladı. Tek parti hâkimiyetine çomak sokmak için… Ekmek ve Özgürlük'ün geçen (15.) sayısında vurgulandığı üzere; AKP tek parti iktidarının sosyal ve siyasal kontrolünü arttırarak, her geçen gün daha da fazla güçlenmesine yarayan olgulardan biri de, “asılsız polis operasyonları ve 'fiili meçhul' sanıkların yargılandığı Ergenekon, KCK, D. Karargah başta olmak üzere, Gaye vb. torba davalar yoluy-
Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmasını çok sayıda meslektaşı protesto etti
la toplumsal muhalefetin diri kesimlerinin kriminalize edilmesi”dir. Bu kriminalizasyona medya eliyle sürdürülen yargısız infazlar, başka bir deyişle, itibarsızlaştırma terörü eşlik etmektedir. Bu süreç, Odatv.com adlı haber portalı baskınından Hrant Dink cinayetinde kamu görevlilerinin sorumluluğunu araştıran Nedim Şener ve bizzat Ergenekon için bir “Anlama Kılavuzu” hazırlayan Ahmet Şık gibi gazetecilere kadar uzandı. AKP tek parti iktidarının derinleşmesi; bizzat kapitalist devletin geçirdiği dönüşüm sürecinin bir tezahürü olarak kavranmadıkça, demokratik muhalefet tarafından önlene-
mez. Demokrasiyi sadece şu ya da bu burjuva iktidarıyla, şu ya da bu klientalist ağa/ masonik cemaatle bir hesaplaşma konusundan ziyade, mevcut icracılar ve failler olarak onları da hedef alan ama esasta kapitalist devlete karşı yürütülen bir mücadele başlığı haline getirmedikçe, tek parti hegemonyasının koyulaşmasına set çekmek mümkün gözükmüyor. Halk muhalefetinin, demokratik güçlerin, AKP tek parti iktidarını deviremese bile ivmesini kırması, otoriter/ totaliter uygulamalarını püskürtmesi, kendisini bu tür bir karşıtlık ve kutuplaşma içinde kurmasına bağlı. Aksi halde, pekişen
tek parti iktidarı demokratik muhalefeti çözmeye, daha da vahimi sendikal hareketteki nüfuz alanını genişletmeye, sosyalist solun bir kesimini yedeklemeye, kendisine havariler ve avaneler devşirmeye devam edecek. Gaflet uykusundan çıkılıyor mu? Son gözaltı ve tutuklamaların ardından, hakikat şimşeği ortalığı bir an için aydınlatmış gibi oldu. Bu ani aydınlık, solun kimi kesimlerinde, özellikle de “yetmez ama evet”çi kamuoyunda bir “gerçeklik bunalımı ve bunaltısı” yaratmış görünüyor. Ancak, biraz abartı payıyla, her şimşek gi-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 9
Politika bi, bu hakikat anının da bu kesimler için kısa süreceğini, bunaltıdan derhal çıkmak için AKP'den, Başbakandan ve Cumhurbaşkanından merhamet dilenmeye başlayan bu erkek ve kadınların, şimşeğinin sonradan gelen gürültüsü de yatışır yatışmaz, AKP sofrasında kendilerine yer arayacaklarını öngörmek için de, kahin olmak gerekmez. Kimileri AKP yörüngesinde boş hayaller peşinden koşarken, bize “esaslı bir polis devletinin medya terörü eşliğinde kuruluyor olduğu” saptamasını yaptıran maddeci yöntem, abartımızın da yersiz olmadığını söylüyor. Emekçi hareketleri içinde, ezilenler katında hiçbir somut karşılığı olmayan, çoklukla neo-liberal dönüşümün ürünü yeni kültürel orta sınıf dinamiğinden beslenen bu kesimler, devrimciler tarafından daha çok demokrasi mücadelesi bağlamında müttefik sayılmışlardı. Devrimcilerin ve sosyalist solun geniş kesimlerinin liberal solla yürüttüğü ideolojik mücadelenin, bu kesimlerin sınıf mücadelesi içindeki konumunun geniş emekçi kitlelerce tanınmasına katkı sağlayacağı ve bunun da uzun vadede bir kazanım olarak görülebileceği söylenebilir. Ancak, tek parti iktidarının bu kadar derinleştiği bir eşikte, bu ideolojik mücadele, sosyalist harekete AKP karşısında en geniş halk kesimleriyle birlikte konumlanmak için başlı başına bir olanak sunmaz. Rejim kabuk değiştirirken… Geçen sayımızda, henüz hakikat şimşeği çakmadan yazdığımız üzere, “AKP'nin tek parti iktidarı henüz faşizm analizleri ile çözümlenebilecek bir sosyal ve siyasal kontrol düzeyine ulaşabilmiş değildir. Sözünü ettiğimiz diktatörlük ihtimalinde bile, bu
Ahmet Şık’ın bütün mesleki geçmişi karaşı karşıya kaldığı suçlamaların saçmalığını gözler önüne sermeye yetiyor
sosyal ve siyasal kontrolü sağlayıp sağlayamayacağı; işçi hareketinin, demokratik Alevi muhalefetinin ve Kürt özgürlük hareketinin neyi başarıp başaramayacağına bağlıdır. Ancak, özellikle polis ve yargının bu tek parti iktidarını sıradan bir baskı rejiminin ötesinde bir kontrol ve baskı uygulama bakımından olanak saydığı, mahalledeki muktedir imam/esnaf/militanla polisin, polisle yargıcın tek parti rejimi bağlamında kenetlendiği de akıldan çıkarılmamalıdır.” Dün, AKP tek parti ile gelenin bir “medya terörü eşliğinde kurulan bir polis devleti” olduğunu görmek ve söylemek, buna karşı herkesi ama özellikle solu siyasal uyanıklığa davet etmek dev0rimci bir görevdi. Son gazeteci gözaltıları, yürüyen siyasal kovuşturmalar ile birlikte değerlendirildiğinde bu eşiğin çoktan geçildiği söylenebilir. Hakikat şimşeği bir kez çaktığına göre, onun gürültüsünü büyütmek, bu gürültüye ken-
di sesimiz kadar, ilk fırsatta AKP'ye kaçmak için yol gözleyenlerin bile utangaç seslerini katmak, nihayet tüm bu kaotik hakikat sarsıntısından kendi ritminde yürümeyi başarmış bir üçüncü kutup için geniş bir ideolojik zemini temizleyerek ve kitleleri buraya kazanarak çıkmak… bugün görevimiz budur. Kırılgan hegemonya Anlatabildiğimiz her kesime, demokratikleşmenin AKP türü neo-liberal faillerin değil kitlelerin öz deneyiminin ürünü olabileceğini; operasyonları yeni bir derin devletin işi sayanlara da, eğer bu bir “yeni derin devlet” ise dahi, bunun, sırasal süzme sonucunda yeniden konumlanan “kapitalist devlet tarafından bir bütün olarak inşa edildiğini” anlatmak zorundayız. Her komplo teorisinin karşısına, sorunun eski veya yeni statüko değil, “dün devlet bugün cemaat” değil, ikisini mümkün kılan kapitalizm ve
onun siyasal biçimi olan kapitalist devlet olduğu basit gerçeğini, “dün de kapitalist devlet bugün de” yalınlığıyla, en geniş emekçi kesimlere de, en aydınlanmış kesimlere de anlatarak çıkmalıyız. Önümüzdeki mücadele eşikleri, siyasal davaları siyasal kampanyalara çevirmekten seçimlere güçlü bir blok olarak girmeye; emekçilerin ve ezilenlerin aşağıdan birleşik cephesini inşa etmek için her düzeyde siyasal kararlılık göstermeye uzanıyor. Emekçiler ve ezilenler hep birlikte geleceklerini kurmaya muktedirdir. Karşımızdaki “polis devleti kokusu” değil kırılgan hegemonya üzerinde yeniden konumlanan kapitalist devlettir. Devrimci görev de, bu tarihsel kötülüğü, bu kez giyindiği AKP ve cemaat gömleğiyle birlikte, emekçilerin ve ezilenlerin -Tunus ve Mısır'daki gibi- aşağıdan devrimci eylemiyle, tarihsel ve toplumsal gazabıyla yüzleştirmektir.
10 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Yeniden kuruluş için ileri Birbirimize vaat ettiğimiz demokrasi ve çoğulculuğun bir “dilek ve temenniler” demeti olmaması ancak bir mücadele programı ve yöntemi konusunda anlaşmamız ve gündelik tüm faaliyetlerimizi bu kapsamda, bu çerçeve içinde sürdürmemiz ile olanaklıdır. Can Atalay Mart 2010 tarihli Ekmek ve Özgürlük’te “Beklenti Öngörü ve Siyaset” başlıklı bir yazı yayımlanmıştı. Editörlerinin yazının öne çıkartılacak tümcesi olarak “spota” çektikleri, öne çıkardıkları tümce şuydu: “Ekmek ve Özgürlük’ kendisini Türkiye Sosyalist Hareketi’nin bölmelerinden biri değil, var olan konumlanışlarını ileri doğru taşıyarak yeniden kurulmasını zorlayacak bir kaldıraç olarak kurgulamalı” Şubat 2010 tarihinde kaleme alınan, okumakta olduğunuz yazının da ana fikri, savunusu budur. Yeniden kuruluş ya da yeniden yapılanma kavramları – en basit hali ile - Türkiye Sosyalist Hareketi’nin karşı karşıya bulunduğu sorunların “birlik” yapılarak çözülemeyeceğini, üstesinden gelinmesi gerekenin salt “teknik” bir mesele olmadığını ifade etti. Türkiye Sosyalist Hareketi emek hareketi içinden, emek hareketi ile birlikte ve onun sorunlarına çözüm bulabildiği kadar “aşağıdan” gelen bir müdahale ile yenilenebilecektir; ideolojiye geri kaçma halimize son verilecek siyasetin devrimci dünyasında söz alınabilinecektir. Sınıfın maddi koşullarında ve ötesi toplumsal formasyonun bütününde yaşanan yapısal dönüşüme, onun örgütlenmesine ve bu örgütlenmenin siyasi ifadesinin nasıl olacağına ilişkin bir yanıt bulmak bir yana bu dönüşümün “yasallıklarına” ilişkin kolektif bir zihni faaliyetten dahi söz edilemez-
Ortak mücadele pratiklerinin artması sosyalist soldaki yeniden kuruluş sürecini hızlandırıcaktır
ken salt “fikir” yetmeyecektir! Salt metinler arası bir tartışmanın yaratıcı, daha önemlisi dönüştürücü ve mücadelenin önünü açan bir sonuca ulaşamayacağı açık değil midir? “Skolâstik” tanımı bütün külliyatımızda olumsuz bir anlam taşırken “hayatın yeşil ağacı” içindeki denemelerden beslenmeyen bir “fikri faaliyet” hiçbirimize yetmeyecektir. Toplumsal güçler yığınağı içinden bir mücadele yükseltilmeksizin, bu konuda bir mücadele programı ve bir takvim üzerinde anlaşılması tüm diğer bahislerden daha önemlidir. Sekterlik, sebebi bilinmez bir musibet değil; somuta somutta yanıt verilmemesinin “mantıksal” sonucudur. “İç demokrasi” ya da “çoğulculuk” bahislerinin şu ana kadar el birliği ile üst üste yığdığımız, gerçekleştirmeyi kendimize ve birbirimize vaat edip altında kaldığımız bir “dilek ve temenniler” gündemi olmaması an-
cak bir mücadele programı ve yöntemi konusunda anlaşmamız ve gündelik tüm faaliyetlerimizi bu kapsamda, bu çerçeve içinde sürdürmemiz ile olanaklıdır. Stratejik ittifak vurgusu ile işaret edilen ortadadır, peki bizim stratejimiz nedir sorusu ise orta yerde durmaktadır. Emekçilerin ve ezilenlerin zihinlerinin ve tercihlerinin düzen içi hiziplerden bağımsızlaştırılması gerekmektedir. Ancak sınıf hareketi siyaset sahnesine temayüz edebilir deniyorsa, bu zorlu görevin altına hangi öncelik sıralaması ile girileceğinin kararlaştırılması büyük önemdedir. Bu kelimenin dar anlamı ile “sınıf mücadelesi” ile ilgili olan kısımdır. Haziran sonrasında içine girilecek “Anayasa Tartışmaları” ile ilgili temel yaklaşımların ne olması gerektiği, “kurucu meclis” önermenin doğruluğu ya da yanlışlığı, topyekun güvencesizleştirmenin karşısına na-
sıl dikilmek gerektiği, sınıf mücadelesinin keskinleşeceği alanlar ile ilgili beraber ne ve daha da önemlisi nasıl yapılacağına yanıt bulunması akla ilk gelenler. Bu soruların beraber yanıtlanmadığı bir hayatın “ortak” bir hayat olamayacağını gördük, bir kere aynı biçimde denenmemesinde eşsiz yarar vardır. Solun ve sınıfın yeniden kuruluşu mücadele programına ilişkin bir mutabakat sonucunda bileşiklik ve çoğulculuk konusunda kararlı birey ve çevrelerin katkı koyabileceği bir tartışma sürecini gereksinmektedir. Girmekte olduğumuz dönem, hem teker teker sosyalistlerin, hem birbirleri nezdinde sosyalist grupların hem de tüm sosyalist kamuoyu açısından çoğulculuğu, sınıfçılığı, halkların kardeşliği konusundaki ikirciksiz tutumu, yığınlarla buluşma iddiasının geniş kesimler için inandırıcı olmasını zorunlu kılmaktadır.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 11
Politika
Yeniden yapılanma tarihsel görevdir Yaşanan bu özgün dönemi kavrama ve alternatifini yaratma iddiasıyla hem teorik hem de politik alanlarda üretim içinde olmayı seçenler, yeni bir paradigma ve araçlarını yaratma görevi ile karşı karşıya bulunmaktadır Tarık Oruç Yeniden yapılanma süreci, bir süredir beş öznenin olgunlaştırdığı tartışmalar ışığında yeni bir konuma yerleşiyor. Konumlandığımız alan yaşanmakta olan tarihsel dönemin aktörü olma iddiamız ile belirleniyor. Bu dönem, otuz yılı aşkın süredir kapitalist sistemde yaşanan dönüşümlerle şekilleniyor. Söz konusu şekillenme tek yanlı değil; aynı zamanda emekçiler ve ezilenler, bir yandan bu dönüşümden etkilenirken, diğer yandan -siyaset alanındaki yansımalarıylabu sürecin etkin bir parçasını oluşturuyor. Sınıf mücadeleleri tarihinde Marksizm bunalım dönemleri yaşamış, ancak bu bunalımların aşılması paradigmal dönüşümlerden çok, politik tarz ve araçlara dair yeni çözüm arayışları ile mümkün olabilmiştir. Oysa yaşamakta olduğumuz bu özgün dönem, politik tarz ve araçlarının yanı sıra onların referansını oluşturan paradigmanın kendisinin de dönüştürülmesini dayatıyor. Aksi tutum tasfiye girdabında
sürekli debelenmek anlamına gelecek.
Bir kaç hatırlatma Bu yönlü çabaların uzun zamandır dünya ve ülke ölçeğinde yaşandığı aşikâr. BSP, ÖDP, SDP vb. deneyimlerde yeniden yapılanma iddiaları değişik düzeylerde dillendirilerek gerçekleştirilmeye çalışıldı. Başarısızlıkları öne çıkarılarak anılan bu deneylerin 12 Eylül faşizmi ve ardından reel sosyalizmin çözülüşüne bağlı olarak oluşan yenilgi ortamında yaşandığı unutulmamalı. Bu deneyleri yaşayanların dönemi tarihsel bütünlüğü içinde çözümleyemediklerinden bahsedilebilir. Tarihselliği de arkasına alarak yaşanan bu özgün dönemi kavrama ve alternatifini yaratma iddiasıyla hem teorik hem de politik alanlarda üretim içinde olmayı seçenler, yeni bir paradigma ve araçlarını yaratma görevi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Yeniden yapılanma tartışmaları, muhtevası gereği konjonktürel değil tarihsel bir çizgi yaratma
iddiasını taşır. Ve ancak buna uygun konumlananlar bu sürecin taşıyıcısı olabilir. Bu iddiayı taşıyan öznelerin geçmişin zaaflı konumlanışının bir parçası olduğu düşünüldüğünde, yeniden yapılanma alanına kalıcı bir şekilde konumlanabilmelerinin eski ile köklü ve bütünlüklü bir kopuşmayla mümkün olabileceği açıktır. Aynı zamanda yeni olanın toplumsal alanla istikrarlı ve güçlü bağlar kurabilmesi, yeni paradigmanın doğrulanması anlamına gelecektir.
Eleştirellik 20 yılı aşkın süredir yeniden yapılanma tartışmaları ve pratiği içinde olan özneler olarak geride kalıcı bir başarıdan bahsedemesek bile, bu ihtiyacı gerçekleştirme iddiasından kopmamak, bu tarihsel alanda konumlanmada ısrar etmek kendince bir başarıdır. Beş öznenin beraberce ya da farklı kulvarlarda yaşanan deneyimlerinin başarısız yönü hafızalarda öne çıkmışken, başarılı bir praksisin in-
şa edilebileceğine dair somut işaretlere ihtiyaç duyulduğu da açıktır. Geçmiş, gelecek ya da şimdiye dair tespitler yaparken bütünlükten kopuk, lokal kalan değerlendirmeler gelişimi parantez içine alarak dondurur. Eleştirinin değiştirme gücünü, yargıların statikleştiren etkisi ile boğar. “Nereden ve nasıl başlamalı?” sorusuna verilecek cevap, gelinen aşamada konumlandığımız alanın tarihselliği, sürekliliği ve meşruiyetinin mayalanmasını muştulayacak kapsam ve derinlikte olmayı gerektiriyor. Anı kurtaran bir başlangıç yapma, kurucu öznelerin hiçbirinde bir karşılık bulamayacak durumda. Sosyalist hareketin dünya çapında yaşadığı krizin çözüm yollarına dair devrimci Marksizmin kazanımlarını içselleştirip, toplumsal meşruiyetini hâlihazırda kurduğu ilişkiler üzerinden yaratarak ve buna süreklilik kazandıracak örgütsel formları üreterek, bu alanda kalıcı konumlanmayı başarabiliriz. Bu birikime ve beceri-
4
12 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika ye sahibiz. 4Çoğulcu kolektif parti Yeni dönemin açıldığının en somut göstergesi, geçmiş örgütlenme deneyimlerini içererek aşan yeni bir partinin kurulması olacaktır. Programı, tüzüğü örgütlenme modeli, siyaset tarzı, kadro kimliği ve ruh hali ile bir bütün olarak yeniden kuruluş yönündeki tüm kazanımları içselleştiren, geçmişin zaaflı konumlanışının nedenleri ve sonuçlarını bilince çıkarmış bir devrimci kolektif özne oluşturulmalıdır. Bu güne kadarki tartışmalarımız ve oluşan mutabakat zeminlerimizde “birlik” değil “yeniden kuruluş zemininde birlik” hedeflediğimiz net biçimde ortaya konmuştur. Sadece “birlik” zemininde ortaklaşmaya yönelseydik farklı partileri bir araya getiren form olan çatı partisi modelini baz almış olurduk. Eğer yeniden yapılanmacı bir anlayışı yaşamsal bir gereklilik olarak görmeseydik, geçmişe ait (aslında hiç var olmayan) homojen ve monolitik parti modelini çağrıştıran bileşik parti yaklaşımını savunabilirdik. Ancak bu modeli de içererek aşan yeni, çoğulcu bir parti formunun gerekliliği yeniden yapılanma tartışmalarının ışığında şekillenmiştir. Uzun erimli, kalıcı bir sürece savaş gücü yüksek parti formu ile girebilmek için, geçmiş pratiğin eleştirisi ile sınırlı kalarak önermelerde bulunmak tarihsel olarak doğmakta olana sırtını çevirmek olur. Bir başka ön kabulümüz de, kuruluş zeminimizi oluşturan ortak ve tartışmalı yanlarımız dâhil pratik-politik konumlanışımızı belirlerken ortak zemini esas alıp onu genişletmeyi başarmaktır. Hepimiz yeni bir sorumluluk daha üstlendik. Bu sorumlulukla şimdiki halimizden daha ileri sıçramak için yeni bir zemini önümüze almayı kararlaştırmış olduk. O zemin kurulmaya başlanmıştır. Bu süreç, her birimizden daha fazla zaman, daha fazla enerji, daha fazla iradeyi talep ediyor. O bizimle büyüyecek ama aynı zamanda artık bize de yön verecektir. Her birimiz farklı özeliklerimizle ona öncülük edeceğiz; ama aynı zamanda her birimizdeki farklı olumluluklarımız onda sentezleştiği ölçüde, o bize öncülük edecektir.
‘Demokratik özerklik’ üzerine notlar
Yeniden yapılanma ve birlik birbirini dışlamaz; tersine gerektirir ve tamamlar. Öyleyse, sürecimiz hem birlik hem de yeniden yapılanma; daha doğrusu yeniden yapılanma temelinde birlik sürecidir Mehmet Saltoğlu Kitlesel, devrimci ve çoğulcu bir sınıf partisinin inşası için kendi aralarında bir ön mutabakata varan Sosyalist Gelecek Parti Hareketi (SGPH), Sosyalist Demokrasi Partisi(SDP), İşçilerin Sosyalist Partisi (Sosyalist Parti), Toplumsal Özgürlük Platformu(TÖP) ve Sosyalist Birlik Hareketi(SBH), başlattıkları süreci “sosyalist yeniden kuruluş” olarak tarif ediyorlar. Sağlıklı biçimde ilerleyebilmesi için, bu yeni sürecin açık ve şeffaf biçimde kurgulanması; tarif edilen zeminde tüm sosyalist kadroların sürece katılımını arttıracak yöntemlerle sorunlarımızı tartıştırması son derece önemli. Hem birlik hem de yeniden yapılanma İki farklı yaklaşım, iki farklı bakış açısı gibi değerlendirilen “birlik” ve “yeniden yapılanma”, aslında birbirini tamamlayan olgular. Bunlar birbirinin alternatifi
olamaz. Zira başlattığımız “sosyalist yeniden kuruluş” sürecinin gerisinde iki temel ihtiyaç yatıyor. Birincisi; sosyalist hareketin geçmişten bugüne süregiden aşırı parçalı, zayıf ve etkisiz halinin - birkaç ciddi denemeye rağmen – hep gündemde tuttuğu birlik ihtiyacı. Her geçen gün daha da artan bu ihtiyaç, bugün de kendisini yakıcı biçimde hissettirmeye devam etmektedir. İkincisi ise; öncelikle ve özellikle bulunduğumuz coğrafyada sosyalist hareketin krizinin aşılması; ülke koşullarına ve kapitalizmin geçirdiği dönüşümlere uygun bir sosyalizm seçeneğine kitleler nezdinde yeniden inandırıcılık kazandırılması ve buradan doğan yeniden yapılanma ihtiyacı. Bu iki ihtiyaç birbirini dışlamaz ve ötelemez. Öyleyse, sürecimiz hem birlik hem de yeniden yapılanma; daha doğrusu yeniden yapılanma temelinde birlik sürecidir.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 13
Politika Birlik yorgunluğu ama… Akamete uğramış geçmiş birlik deneyimlerinin pek çok kadroda “yılmış ve usanmış” bir haleti ruhiye doğurduğu apaçık bir gerçek. Birlik yapmaya adeta “tövbeli” olmak, her türden birlik çabasına peşinen mesafeli durmak bu ruh halinin en uç ifadesi. Bunu “yoğurdu üfleyerek yeme” tutumu takip ediyor. Kitle bağları zayıf, dar ve dağınık örgüt yapılarımız içerisinde üreyen bu “birlik yorgunluğu”nu ve bunun çeşitli tezahürlerini anlamak mümkün. Ama arayış içindeki kitleler ve sosyalizm sempatizanları birlikten kaçınmayı, dar ve dağınık yapılarla yetinmeyi haklı olarak anlayamıyorlar. Devrimci mücadele zeminlerinde elle tutulur bir politik seçenek inşa etmek yerine, "kılı kırk yaran" tartışmalara gömülmeyi, birliğin kaderini bu tür tartışmalara bağlamayı hiç anlamıyorlar. Onların beklentisi farklı. Onlar günlük hayatlarında çok basit sorulara çok basit cevaplar veren ve gündelik hayata müdahale edebilecek bir sınıf partisi istiyorlar. Kitlelerin her şeyden önce toplumsal değişim ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir örgüt beklentisi içerisinde olduklarını unutmamamız gerekiyor. Bu gerçekten hareketle "birlik" ve "yeniden yapılanma" kavramlarının birbirini olumsuzlayan, yok sayan bir yerden kullanılması gerçek duruma uymuyor. Geçmiş deneyimlere baktığımızda gelenekçi, eski aidiyetlere dayalı alışkanlıkları ve ezberleri bir türlü bozamadığımız için, çok değer verdiğimiz mevcut örgütlerimizin yerini alabilecek tek bir yapıyı ve anlayışı geliştiremedik. 12 Eylül darbesiyle yenilmiş, dağılmış yapılar, 90'lı yıllardan sonra hiç bir şey olmamış, yenilen başkasıymış gibi kendilerini yeniden gelenekleri üzerinden var etmeye çalıştılar. Kendini eskinin üzerinden “yeniden var etme" çabalarıy-
la gerçek birlik arayışları birbiriyle çeliştiği için, birlik denemelerimiz çarpılmaya uğradı. Aynı yapı içerisinde ayrı örgütler olarak var olmak kaçınılmaz oldu. En azından bu gün böyle birliktelikler istemediğimizi biliyoruz.
Koşullar yeniden yapılanmayı dayatıyor Bugünkü koşulların 15-20 yıl öncesine göre çok farklı olduğunu görmemiz gerekiyor. Örgütlerin ve önder kadroların, “kendi doğrultumuzda olsa olsa 12 Eylül öncesi ölçeğimize ulaşabiliriz, ama bunun da yetmediğini biliyoruz" noktasına gelmiş olması, koşullara uygun, devrimci bir mücadele hattı oluşturmamız gerektiğini bilince çıkartmamızı sağladı. Yeniden yapılanmayı koşullar zorluyor. Yani hayat bizleri doğasına uygun davranmaya zorluyor. Dolayısıyla, "yeniden kuruluş girişimi" beş parti, hareket ve çevrenin sadece kendileriyle sınırlı bir birlik olmayacaktır. İhtiyacın sosyalist hareketin yeniden yapılanması ve dizilişi olduğu konusunda hemfikiriz. Burada bir ihtilafımız yok. Ama varış noktasında yaptığımız iş aynı zamanda bir birlik olacaktır. Birliğimizin
yeniden yapılanma temelinde gerçekleşeceğini söylemek duruma daha uygun olanıdır. Bu iradeyi döneme özgü yeni bir girişim olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Geçmiş denemelerden dersler çıkartmak, yeni süreçte eski hatalara düşmemek yolumuzu açacak yaklaşımlardan biri olacaktır. Bir arada kalamamanın, ayrılıkların ve dağılmaların nedenlerini anlamak, bunları bilince çıkarmak ve aşmak önümüzdeki “mayınların” temizlenmesini ve var olan birikimlerin ileriye taşınmasını sağlayacaktır. Özetle, sürecimizi, "yeniden yapılanma temelinde birlik" olarak nitelendirmek koşullara daha uygun ve daha gerçekçi bir yaklaşımdır.
Ucu açık bir süreç "Sosyalist yeniden kuruluş" süreci, ön mutabakat metninde şöyle ifade edilmiş; "...hedefinde sosyalist solda yeni dizilişlere yol açacak birleşik bir partinin bulunduğu bir ortaklaşma sürecini başlatma, bu süreci yeniden kuruluşçu bir perspektifle kurgulayıp ilerletme..." Sosyalist hareketin derlenip toparlanması için ön protokol-
de belirtilen bu ortak yaklaşım, sürecin sadece başlatanlardan ibaret olmadığını ön kabul olarak aldığımız anlamına geliyor. Mutabakat metninde sosyalist örgüt, çevre ve bireylere açık bir sürecin başlatıldığı ifade ediliyor. Hedefi net ama ucu açık bir süreç tarif ediliyor. Tarihi takvimi belli bir vadede, belirlenen hedefe mümkün olan en geniş kesimlerle varılması amaçlanıyor. Yüreği sosyalizm için çarpan örgütler, çevreler ve kişiler olarak yeniden kuruluş için ortaya atılacak tüm soruların cevaplarını hep birlikte verebiliriz. Geçmiş deneyimlerin ışığında yeniden kuruluş/yapılanma için “tek yürek, tek yumruk” olabiliriz. Sosyalist hareketin koşullara uygun mücadele anlayışıyla güçlü, devrimci bir örgüt yaratma potansiyeli vardır. Bu gücü küçümsemeyelim. Bu günden yapabileceklerimizi yarına havale edip, süreci heba etmeyelim. Koşullar sosyalistlerin önüne, kitlelere güven verecek devrimci komünist partisini kurma görevini koyuyor. Böylesi bir partinin kuruluşunu, yeniden yapılanma zemininde birlikte başarabiliriz ancak.
14 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Etkili bir özne olabilmeli Ergin Öncü yoldaşımız iki yıldır cezaevinde. Haksız ve mesnetsiz suçlamalarla ilk “Devrimci Karargâh” operasyonunda tutuklandı. Sosyalist yeniden kuruluş tartışmalarına katkıda bulunmak üzere cezaevinden Ekmek ve Özgürlük’e gönderdiği yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz Bugüne kadar çeşitli biçim ve düzeylerde tartışılagelen sosyalistlerin birliği ya da “yeniden kuruluş” tartışmaları, geçmişte olanlardan birçok açıdan farklı. Tüm katılımcıların, “sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer” misali, sürece daha temkinli, daha olgun yaklaştığını söylemek doğru olur. Hem bu açıdan, hem de sosyalist hareketin içinde ve dışında ortaya çıkan olağandışı denebilecek kimi gelişmeler, sürecin daha özenli ele alınışını da beraberinde getiriyor.
Yeniden kuruluş bir zorunluluk değil, bir ihtiyaç Uzun zamandan beri sosyalist hareket saflarında bulunan rehavet durumunu ortadan kaldırma, toplumsal siyasal alana etkili bir politik özne olarak girme çabası olumludur. Fakat mevcut süreci sadece sosyalist hareketin aşırı parçalı durumunu gidermek olarak da görmemek gerekir. Zira zorunlu olarak bir araya gelmiş olanların kuracağı “birlik”; “platform/cephe/çatı”’ olma niteliğini aşamaz. Bu oluşumlar da değersiz olmamakla birlikte mevcut ihtiyacımızı karşılamayacak, eleştirdiğimiz eskinin bir tekrarı niteliğinde olacaktır. Buna karşın “dinç ve taze güçlere, henüz sosyalist olmayan işçilere, kadınlara, gençlere ve aydınlara ulaşmak, onlarla birleşmek” hedefi de kendi içinde bir eksikliği içermektedir. “Sadece bi-
Ergin Öncü, mesnetsiz suçlamalarla iki yıldır cezaevinde tutuklu.
raraya gelmek için çaba harcamıyoruz, bizim dışımızdaki potansiyeli de hedefliyoruz” sözü, esasında yeniden kuruluşun oluşum sürecini silikleştirmekte, görünmez kılmakta; eskiye oranla “vizyonu daha geniş” bir ‘’birlik’’ oluşturma tehlikesini önümüze koymaktadır. Yeni girdiler ve çıktılar kadar, sürecin nasıl işlediği ve hangi temeller üzerinde işletildiği de önemlidir. Sürece dahil olan her bireyin ya da grubun kendine bakışı, geçmişten günümüze kendisini özeleştirel bir süzgeçten geçirme isteği ve çabası, süreç niteliği üzerinde belirleyici olacaktır. Yeniden kuruluş için birçok açıdan koşullar uygundur. Uygun olmakla birlikte üzerimizdeki ölü toprağını atmak için bu bir ihtiyaçtır da. Bir zorunluluk değil bir ihtiyaç.. Ayrıca
sosyalist hareketin içinde ve dışında ortaya çıkan kimi değişimler, yeni durumlar, yeniden kuruluş için uygun bir politik zemin sunmaktadır. Sermayenin ulusal ve uluslararası düzlemde geldiği nokta, kapitalist sistemin yıkılabilmesi için maddi koşulları fazlasıyla uygun bir hale getirmiştir. Avrupa ve Kuzey Afrika’daki son gelişmeler bu açıdan bize ayna tutmaktadır. Türkiye’de de çoğunluğu lokal kalmakla birlikte işçi eylemlerinin, grevlerinin giderek arttığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte giderek gelişen kadın hareketi, öğrenci eylemlilikleri ve nihayet “demokratik özerklik” atılımıyla ülke siyasi hayatının doğrudan odağına yerleşen Kürt özgürlük mücadelesi. Tüm bunlar sınıfın ve ezilenlerin taleplerini politikanın ana gündem mad-
desi yapmada yeterli olanakları bize sunmaktadır.
Orta vadede ideolojik harmanlanma mümkün “Yeniden kuruluş” için yola çıkanlar, 71 devrimciliğinin ve Kıvılcımlı geleneğinin devamcıları ve sahiplenicileridir. Mevcut bileşenler geçmiş deneyimlerin dersleri ışığında bir fırsatı daha heba etmeyecek olgunluğa sahiptirler. Aynı zamanda aktüel ideolojik-politik konumlanışlarının önemli oranda birbirine denk düştüğünü söyleyebiliriz. Özellikle referandum süreci Türkiye sosyalist hareketinde olması gereken bir saflaşmayı da sağlamıştır diyebiliriz. Mevcut politik arenanın her iki hakim kutbunun gündemleştirdiği sorunlardan, politik dilden bir an önce kendimizi sı-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 15
Emek yırmalı, kendi gündemimizi, ezilenlerin gündemini toplumsal siyasal alanın merkezine koymalıyız. Üçüncü cepheyi pratik olarak da gündemleştirmeliyiz. Bugün elimizde böyle bir fırsat vardır. Hem pratik açıdan hem de ideolojik açıdan “yeniden kuruluşu” gündemleştiren mevcut siyasi çevreler birbirine birçok açıdan yakındır. Sisteme karşı tutum almada ve toplumsal politik konumlanmada turnusol görevi gören “kürt sorunu”, “Kemalizm”, “kadın sorunu” gibi konularda mevcut aktörler birbirine oldukça yakın durmaktadırlar. Bu durum kısa vadede nitelikli bir “birlik”i mümkün kılarken, orta vadede ideolojik harmanlanmanın da ipuçlarını vermektedir. Son olarak bizim kendimizi nasıl gördüğümüz kadar hasımlarımızın da bizi nasıl gördüğünün önemli olduğunu söylemek doğru olur. Yeniden kuruluşu kendisine dert edinen siyasi çevrelerin taraftarlarının, sözcülerinin ya da yöneticilerinin Devrimci Karargâh davası kapsamında tutuklanmaları oldukça manidardır. Bu operasyonlar sadece referandumda alınan “boykot” tavrına bağlanmamalıdır. Bu, aynı zamanda söz konusu siyasi çevrelerin yukarıda sözü edilen, turnusol niteliğinde olduğunu söylediğimiz konularda takındıkları doğru tutumlarla da ilgilidir. Kürt özgürlük mücadelesi ile ilişkiler, sisteme karşı alınan ideolojik tutum ve nihayet barındırılan devrimci potansiyel.. Bunlar gözönünde tutulduğunda daha doğru tespitler yapmak mümkün olacaktır. Bu bağlamda “yeniden kuruluş”u, “şerden hayır çıkarma” işi olarak da görebiliriz artık. Zor değil. Hepimize kolay gelsin... º
Fotoğraf: Ahmet Şık
Ölenler öldü, kalanlar sağ mı? Organize sanayi (sömürü) bölgelerinde iş kazaları artıyor çünkü işçi hareketinin örgütlülük düzeyi buralarda alabildiğine zayıf. İslamcı liberal kalemler ise “zihinleri şantiyeye dönüştürmek”ten söz ediyor Ali Cevat Paloğlu Türkiye Sanayi Stratejisi Belgesi 2011-2014 ‘e göre, Çin’in son yıllardaki yüksek performansı, küresel ekonomideki gelişmeleri doğrudan etkiliyor. İhracata, yabancı yatırımlara ve teknoloji yoğun girişimlere yönelik bir strateji benimseyen Çin, eğitim alanında da ciddi adımlar atıyor. Belgede, bu adımların yüz milyonlar boyutundaki ucuz işgücünün niteliğini arttırarak diğer gelişmekte olan ülkelerin istihdam yaratma performansı-
nı kısıtlayacağı belirtilmekte. Hindistan’ın da Çin’dekine benzer bir büyüme sürecinden geçtiği tesbitinden sonra, bu iki ülkenin reformlarına devam etmeleri durumunda büyüme hızlarını sürdürecekleri ve küresel rekabet ortamını uzun bir süre etkileyecekleri vurgulanıyor. Belgenin asıl niyeti ise, son yıllarda Türkiye’nin yakalamış olduğu büyüme rakamlarının nasıl devam edeceğine ilişkin öngörüyle açığa çıkıyor: “Bu yeni gelişmelerin de etkisiyle, geçmiş yıllarda geliş-
mekte olan ülkeler için, ucuz işgücüne ve hammaddeye sahip olmak, rekabet edebilmek için yeterliyken, günümüzde etkin işleyen bir piyasa mekanizmasına, elverişli bir yatırım ortamına ve kurumsal yapıya, küresel ölçekte rekabet edebilecek yetkinliklerle donatılmış bir işgücüne, girdileri nitelikli ve ucuz sağlayan altyapı sektörlerine sahip olmanın önemi artmıştır. Gelişmekte olan ülkelerin rekabet güçlerini arttırmaları, ekonomik büyümenin verimlilik artışlarına dayanmasına ve yeni sektörlerde/faaliyetlerde yet-
4
16 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Emek arttırmalarına bağ4kinliklerini lıdır.” Kendisini bu büyüme stratejisinin uygulama ortağı olarak gören sermaye birlikleri, genel stratejiyle uyumlu sektör raporlarını açıklamaya başladılar bile. TOBB’un hazırladığı Türkiye İnşaat Malzemeleri Sektör Raporu bunlardan sadece bir tanesi. Raporun kaygılarını giderecek yasal düzenlemeler Torba Yasa ile meclisten geçti. Geriye bir tek mevcut durumun ideolojik pompalaması kalıyor. İslamcı liberal basın da işin bu kısmını üstlendi. Yeni Şafak Gazetesi yazarlarından Yaşar Süngü, TOBB’un raporuna referansla kaleme aldığı yazısının başlığını, “zihinler şantiyeye dönüşmezse fırsatları göremezsin” diye atarak görevini yerine getirmiş oluyor. Süngü’ye bakılırsa, “Ortadoğu bölgesinde yaşanan siyasal değişimin ardından gelecek olan ekonomik gelişmeler dünyanın eksenini değiştirecek”miş.
Madalyonun öteki yüzü • 12 Ocak: Ümraniye’deki yol çalışması sırasında Kazım Çalım (60), bir kepçenin döktüğü toprak altında kalarak hayatını kaybetti. Ümraniye Belediyesi’nin ihaleye çıkardığı yol inşaatını Ünal Mühendislik’in kazandığı, ancak işi daha sonra taşeron NEMO İnşaat Hafriyat’a devrettiği ortaya çıktı. Ölen işçi taşeron firmada çaycı olarak çalışıyordu. • 3 Şubat: Ostim ve İvedik Organize Sanayi Sitelerinde meydana gelen iki patlamada toplam 20 işçi yaşamını yitirdi. • 7 Şubat: Antalya limanında Petrol Ofisi dolum tesislerinde bir patlama meydana geldi. Patlamada ilk belirlemelere göre 2 işçi öldü. • 10 Şubat: Afşin-Elbistan Termik Santrali’nin kömür üretim sahasında, Turgay Ciner’e ait madende dört gün arayla iki göçük yaşandı. 6 Şubat’ta yaşanan ilk göçükte 1 işçi yaşamını yitirdi. Dört gün sonraki ikinci
Alişim Kasnağından fırlayan kayışa kaptırdın mı kolunu Alişim! Daha dün öğle paydosundan önce Zileli’nin gitti ayakları. Yazıldı onun da raporu: “İhmalden! ” Gidenler gitti Alişim, boş kaldı ceketin sağ kolu... Hadi köyüne döndün diyelim, tek elle sabanı kavrasan bile sarı öküz gün görmüştür, anlar işin içyüzünü! Üzülme Alişim, sabana geçmezse hükmün Ağanın davarlarına geçer... Kim görecek kepenek altında eksiğini kapılanırsın boğazı tokluğuna. Varsın duvarda asılı kalsın bağlaman beklesin mızrabını. Sağ yanın yastık ister Alişim, sol yanın sevdiğini. Ama kızlar da, emektar sazın gibi, çifte kol ister saracak! Rıfat Ilgaz göçükte hayatını kaybeden 9 işçinin cesedi çok masraflı olacağı gerekçesiyle çıkarılmadı. • 17 Şubat: TPAO’ya ait doğalgaz sahası dolum tesisinde meydana gelen patlamada 3 kişi hayatını kaybetti. Batman’ın Kozluk ilçesi Eskice köyü yakınlarındaki tesiste bekçilik yapan Sabahattin Sönük ile taşerona çalışan işçiler İbrahim Çelik ve Hasan Hüseyin Deniz, ilk maaşlarını bile alamadan gaz sıkışması sonucu yanarak can verdiler. Yakın döneme ait bu olaylardan da anlaşılacağı gibi, son yıllarda meydana gelen toplu ölümlü iş kazalarının önemli bir bölümü, ya daha önce kamuca yapılan işlerin özele/taşerona devredildiği işletmelerde ya da son yıllarda hemen bütün büyük kentlerin etrafını kuşatan Organize Sanayi [Sömürü] Bölgelerinde (OSB) yaşanmış. Kaza yükü yüksek işlerin bu bölgelere kaymasının nedeni ise açık. Birincisi, iş güvenliği ve işçi sağlığı maliyetleri yüksek. İkincisi de, çalışan sınıfların büyük yığınağına rağmen işçi hareketinin örgütlülük düzeyi bu bölgelerde alabildiğine zayıf.
Tüm etkenler birleştiğinde Türkiye’nin büyüme hedefine kimlerin emeği ve hayatı pahasına ulaşacağı bütün çıplaklığıyla açığa çıkıyor. Üstelik av sahası olarak ulusal sınırlar da yeterli görülmüyor. TOKİ’nin Nijerya’da ve Venezuela’da konut inşa edeceği haberlerinin ardından Pakistan ile de protokol imzaladığı duyuruldu. TOKİ’nin yeni OSB’ler imal etme girişimleri de var. Yeni Şafak Gazetesi yazarı Yaşar Süngü’yü heyecanlandıran işte bu haberler. Kazalar karşısında sorumluğu bulunan kurumların tutumu Enerji Bakanı Taner Yıldız, Türkiye’nin toplam linyit rezervlerinin yüzde 46’sının bulunduğu 1,5 kilometrekarelik alanda meydana gelen toprak kaymasıyla ilgili kimsenin kabahatinin olmadığını kanıtlamak için, “Afşin’deki çöküntünün dünyada benzeri olmadığını” savundu. Ostim ve İvedik Organize Sanayi Bölgelerindeki 20 kişinin ölümüyle sonuçlanan patlamalarla ilgili ise Çalışma Bakanı Ömer Dinçer, Bakanlığı tarafından 2009 yılında çıkarılan 50’den
fazla işçi çalıştıran işyerlerinin işletme belgesi alma koşulunu düzenleyen yönetmelikten habersiz gibi “İşletme belgesi bile yok” diye geçiştirmekle yetindi. Başbakan ise geçtiğimiz yılın Mayıs ayında Zonguldak Karadon maden ocağındaki patlamada yerin 540 metre altında canlı canlı gömülü kalan 30 maden işçisi ile ilgili yaptığı açıklamada “bu işin fıtratı böyle” demişti. Başbakanın yetiştiği kültür ve geldiği siyasal gelenek itibarıyla “doğası gereği” yerine “fıtrat” sözcüğünü tercih ettiğini düşünebiliriz. Oysa, “fıtrat” sözcüğü İslam dininde “yaradılış maksadına uygun olan; Allahü teâlânın, mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratması” olarak da kullanılır. Sermaye bütün bileşenlerince yekvücut bir tutum sergilerken işçi hareketi kendisine yönelik saldırılar karşısında bir o kadar parçalı ve savunmasız. Yabancısı olduğu makineye kolunu kaptıran Aliş’in hikayesini anlatan Rıfat Ilgaz’ın dizelerini hatırlamaktan başka yollar da olmalı.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 17
Emek
Yeni sömürü pratiklerinde göçmen emeği Kapitalist dünya düzeni ile ulus devlet politikaları arasına sıkışan, dahası koyu bir emek sömürüsüne maruz kalan göçmenler en temel insan haklarından bile mahrum Ayşe Akalın Burak Baysun Göçmen Dayanışma Ağı En az yerleşik olmak kadar eski bir durum olan göçün siyasallaşmasının tarihi en geniş biçimde ‘ulus-devlet’lerin oluşumuna tekabül ediyor. Modernizmin doğuşundan bugüne, ‘göç’ olgusunun anlam kayması yaşadığı bilinse de esas kırılma ulus-devletlerin uluslaşma-millileşme politikalarıyla ayyuka çıktı. Sınırlar keskinleşti. Savaşlar, mübadeleler, tehcirler, soykırımlar palazlandı. Yaşam, devletler elinde pazarlık un-
suru oldu, iktidarlar tarafından yine yeniden metalaştı. Savaş, açlık, yoksulluk sebebiyle göç, doğrudan siyasi se-
beplerle göç, lgbtt bireylerin uğradıkları ayrımcılık sebebiyle göç etmeleri, göçmenlere yönelik emek sömürüsü ya
Türkiye’nin göçmen siyaseti İçeriği henüz resmi olarak paylaşılmayan yeni bir düzenleme üzerinde çalışılıyor Türkiye’nin, -bugünkü anlamıyla- çok boyutlu bir mesele olarak göç ile tanışması 1990'ların başına tekabül ediyor. Kuruluşundan bugüne değin göç alan bir ülke Türkiye. Ancak şimdiye değin resmi politikasında göçü “Türk soylu olmak” diye tanımlanan muğlak ve ideolojik bir çerçeve ile yönetti. 1990'lı yıllarda yaşanan değişiklik ise -çok farklı coğrafyalardan- o döneme kadar olanın çok üzerinde sayılarda insanın Türkiye’ye göç etmeye başlaması. Resmi kurumlarca paylaşılan istatistiklerin yetersizliği ve alınan göçün bir kısmının kayıtlara geçmemesi sebebiyle meselenin gerçek boyutlarını bilmek mümkün olmasa da 1990'dan itibaren Türkiye'ye bir milyonun üzerinde göçmenin geldiği tahmin edilmekte. Türkiye, özellikle 2003'ten beri dış göçü düzenlemek amaçlı çeşitli yasal değişikliklere gitti. Ancak bunlar belirttiğimiz üzere göçmenlerin sorunlarını değil sınırların değişmez varlığını ve devletin âli çıkarlarını merkeze alan düzenlemeler olageldi. Önümüzdeki günlerde ise göç ve iltica alanlarını beraberce düzenleyecek yeni Yabancılar ve Uluslararası Ko-
ruma Kanun Tasarısı'nın parlamentoda görüşülüp kabul edilmesi sözkonusu. İçeriği resmi olarak paylaşılmayan bu taslak göçmenlerin yadsınamaz varlıklarını resmi mecrada teyit etse de onları bir güvenlik sorunu olarak ele almaya devam ediyor. Göçmenler halen yakalanıp vatandaş olanlardan tecrit edilecek bir grup suçluymuşcasına ele alınıyor. Göçmenler kaçak çalışmaya zorlanıyor Göçmenlerin eski adıyla ‘Misafirhane’ yeni adıyla “Geri Gönderme Merkezi” olan hapishanelere gönderilmesi olgusu göçmen emeğini dolaylı yoldan istismar ve sömürüye açık hale getiriyor. Yakalandıkları anda kapatılacaklarını bilen göçmenler tam da bu yüzden kendilerini korumanın tek aracı olarak görünmezliği seçmek zorundalar. Buna, -siyasi ve ekonomik sistemle resmi olarak ilişkilenmelerinin temel unsurlarından olan çalışma ya da oturma izinlerini almanın neredeyse imkânsızlığı eklendiğinde varolan sistemin göçmenleri adeta “kaçak” olmaya zorladığını söyleyebiliriz. Bu durum göçmenlerin kaçınılmaz olarak enformel sektörün içine hapsolmalarına, sağlık ve eğitim hakkı gibi en temel haklardan dahi mahrum kalmalarına sebep oluyor.
da doğrudan emek sömürüsünün nesnesi olacak şekilde konumlandırılmaları, göçmen kadınların ve çocukların yaşadıkları… Hepsi temelde aynı ırkçı, ayrımcı, sömürü politikalarını bize işaret eden gerçekler.
Her yerde olup da görülmemek Teknik bir analiz adına göçmenleri mülteciler, sığınmacılar, düzensiz, transit ya da mekik göçmenler gibi alt başlıklar ile ele almak mümkün olsa da bu yaklaşım, göçmenler arasında suni olarak inşaa edilen kategorik duvarları güçlendirmekten başka bir işe yaramamakta. Zira yolculuk etme hali ya da yöntemi ne olursa olsun göçmenler, kendilerini kapitalist dünya düzeni ile ulus-devlet politikaları, sınırları arasına sıkışmış bulan insanlar. Neoliberal dünya düzeninin son yirmi yılda -kendi güvencesi adına- hem majör siyaset alanında hem de ulusdevlet siyasası dâhilinde kurguladığı ayrımcı/ötekileştirici 'güvenlik toplumu' ideasının mağduru olarak yer değiştiren
4
18 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Emek en büyük ''suç''u ise sınırların 4göçmenlerin bir tarafından diğerine geçerken ‘gereken’ icazeti almamaları. Kimin ne zaman kayıtlı/kayıtsız, ne zaman kaçak/legal olduğunu belirleyenin siyasi sistemin kendisi olduğunun unutturulması ile onları sadece polislerin yakaladığı, sınır dışı ettiği insanlar olarak duyuyoruz. Peki tüm bunlara karşın onları ne kadar biliyor, tanıyoruz? Aslında göçmenler her yerdeler. Beyoğlu'nda saat satan Afrikalılar, komşunun çocuğuna bakan Türkmenistanlı kadınlar, inşaat işçisi Ermeniler, tekstil atölyelerindeki Azerbaycanlılar, hamallık yapan Iraklılar... Göçmenlere ve içinde bulundukları duruma dair konuşabileceğimiz bir dilin araçlarını dahi yeni keşfediyor olmamız ise tesadüf değil. Öte yandan göçmenler üretim ilişkilerinin geçirdiği dönüşümün gizli aktörleri. Göçmenleri içine düştükleri statüde koruma altına alabilen tek şey görünmez olmaları. Devletin bu alanda göçmenleri ve sorunlarını merkeze alan insanî bir
düzenlemeye gitmemesinin uzantısı olarak polisin gündelik denetimleri ise işverenlerin göçmenleri hesap vermeksizin çalıştırabilmelerine imkân sağlamakta. Tabii çok düşük ücretlerle ve dahî ödemeksizin...
Yaşama ve çalışma özgürlüğü Güvencesizler Platforumu’nun 15- 16 Ocak 2011 tarihlerinde düzenlediği forumda ele alınan en önemli mesele, Türkiye’deki ötekileştirici, ayrımcı siyasetin emek sömürüsüne katkısı ve siyasi ayrımcılık ile ekonomik sömürünün birbirini besleyen faktörler oluşu idi. Forumda iç/zorunlu göç mağdurlarının vurguladığı, siyasi ve sosyal alanda devam eden ayrımcı politikaların emek alanına da doğrudan yansıdığı tespiti, dış göçmenlerin başlarına gelenlerle aynı sebep ve sorunları işaret etmekte. Bu açıdan bakıldığında tüm göçmenlerin yaşadıkları sorunlar aynı saiklerle varedilmekteler. İç ya da dış göçmenler aslında vatandaşlık halinin eksiltil-
miş biçimlerinin taşıyıcıları. Ortadaki tek fark ise iç/zorunlu göç mağdurlarının ikinci sınıf vatandaşlık olarak özetlenebilecek ayrımcılıklara maruz kalmasına karşılık dış göçmenlerin ‘vatandaşlık dışı’ olarak özetlenebilecek politikalara maruz bırakılmalarıdır. Bu noktada Göçmen Dayanışma Ağı olarak biz göçmen sorunları ve güvencesizliği üzerinden yürütülecek mücadelenin sömürüsüz bir dünya tahayyülüne ilişkin en önemli alanlardan biri olduğunu düşünüyoruz. Herkesin serbest dolaşım hakkının, istediği yerde yaşama ve çalışma özgürlüğünün savunulması gerektiğine inanıyoruz. Yunanistan’daki güvencesiz emekçi ve göçmenlerin 25 Ocak’ta başlayan ve 44 gün süren açlık grevi, geçici oturma izni de dahil bazı hakların kazanımıyla sonuçlandı. Çoğu Kuzey Afrika’dan gelen 300 kadar göçmen güvencesizlik ve olumsuz hayat koşullarına karşı direndiler ve kazandılar. Direniş ve dayanışmayla!
‘Sağlıkçı’ mitinginden yükselen çelişkili sesler Ankara’daki mitingin mottosu, ‘çok ses tek yürek’ti. Kitlesel katılıma, sağlıkta piyasalaşmayı reddeden genel bir duruş sergilenmesine karşın çelişkili sesler de duyulmadı değil Alaattin Kesim Türk Tabipleri Birliği (TTB)’nin lokomotifi olduğu en kitlesel ‘sağlıkçı’ mitingi, 13 Mart’ta Ankara’da gerçekleşti. Miting alanını dolduran, polise göre 22, TTB’ye göre 30 bin kişi mitingin adına uygun şekilde çok sesliydi: Meslek örgütleri, odalar, uzmanlık dernekleri, sendikalar, öğrenciler.. Mitingin öne çıkan teması, sağlığın piyasalaştırılması ve buna karşı bir duruş sergilemenin gerekliliği oldu. Sağlık bakanının “tuzu kuru hekimler tepki gösteriyor” iddiasının aksine ‘tam gün çalışma’
bile savunulmakta, miting afişinin balonlarından birini bu talep oluşturmaktaydı. Peki ne oldu da bu kitlesellikte bir ‘sağlıkçı’ mitingi gerçekleşebildi? Bu sorunun izini belki de TTB’nin lokomotif olma özelliğinden sürmek mümkün.
Hekimin kutsal halesi Eskiden bir kutsiyet halesiyle çevrili olan meslek erbabının, kapitalizmde ücretli işçi haline geleceği tespiti hiç de yeni değil. En azından 163 yıl önce Komünistler Birliği programında dile getirilmişti. Ancak bu, o an için gerçekleşmiş bir durumun tespiti olmanın ötesinde, kapitalizmin devrimci
eleştirisinden süzülmüş bir öngörü olarak da okunabilir, okunmalı da. Canlı insan faaliyetinin meta üretimi ve sermaye birikimi süreçlerine ta-
bi olduğunda hangi nitelikleri kazanacağının bir öngörüsü. Öngörülen dönüşüm fasılalarla yaşandı. Ama bütünüyle homojen olarak gerçekleştiği
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 19
Emek dı. Üstelik sonradan gelmenin avantajıyla (!) hepimiz Alman papazın hikayesini bilip naklediyorduk.
‘Mesleki özveri’ edebiyatı ve angarya
söylenemez. Uzunca bir süredir ‘ücretli işçi’ olarak nitelenebilecek hekimler gittikçe ve katlanarak artmakta, hekimlik mesleğinin ana gövdesini oluşturanlar canlı emek saflarını çoğaltmakta. Bunun yanında çok daha az sayıda hekim özel hastane kuruculuğu, ortaklığı gibi yollarla ölü emek saflarındaki yerini almakta. Belki şöyle bir eleştirel değerlendirme yapılabilir; mesleklerin eski kutsiyetlerini yitirdiği doğrudur ama herhangi bir mesleğin tüm mensuplarının aynı sınıf saflarında buluştuğu söylenemez.
‘Sağlık hakkı’nı savunmak yeterli mi? Aslında mitingin çeşitlilikten öte çelişkili niteliği de buradan geliyor. TTB bir meslek örgütü olmanın doğası gereği bu farklılıkları mesleki çıkarlar zemininde birleştirmek zorunda. Oysa var olan gerçeklik bu birleşmenin imkansızlığını dayatıyor. Bu gerçek çelişkiyi ‘sol’ bir jargonla aşmak için ‘sağlık hakkı’na vurgu yapmaktan başka çare kalmıyor. ‘Sağlık hakkı’ ise salt mesleki çıkarlarla özdeşleşemeyeceği için popülist bir söylem karşısında tutunamı-
yor. Sağlık bakanı ‘tuzu kuru’ hekimlerin çıkarlarına karşı halkın sağlığa ulaşımın hakkı demagojisine başvurduğunda, ‘tuzu kuru’ meslektaşların da dışlanmaması adına ‘sağlık hakkı’nın altı doldurulamıyor. Sermaye birikiminin krizine bulunan bir çözüm olarak ‘kamusal’ hizmetlerin sermaye birikimine açılması son otuz yıla damgasını vuran ana olgu. Bu hizmetlerin odağında olan ‘meslek’ler aslında çoktandır parçalanmış durumda. ‘Kamu emekçileri sendikaları’ bir yanıyla bu saldırıya emekçiler cephesinden yanıt oluşturmanın bir ürünü. Bu sürecin sağlık alanındaki temsilcisi Sağlık Emekçileri Sendikası (SES) de mitingin bileşenlerinden biriydi. Mitingdeki SES duruşu, başkanlarının kürsü performansı ve kitlesel katılımıyla sağlığın sosyal bir hak olarak savunusunda ortalama söylemden ileri sıyrılmış göründü. Yine de yeni-liberal saldırılara karşısında yapısal çelişkilerden muaf olduğunu söylemek çok mümkün değil.
Görmezden gelmenin bedeli Geleneksel olarak ‘kamusal alan’ olarak nitelenen eğitim
ve sağlık gibi hizmet alanları doğrudan sermaye birikimine açılırken bu alanlarda örgütlenen kamu emekçileri, bu gelişmenin ürünü olan taşeronlaştırmaya karşı etkili bir mücadele yürütemedi. Taşeronda çalışan işçilerle birlikte örgütlenmenin taşeronu tanımak anlamına geleceği bahanesiyle taşeron işçileri görmezden gelindi. Bu gün ‘kamusal’ olanın tasfiyesiyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya iken bile kurtuluş 657’de aranıyorsa meşhur Alman papazı hala güncel demektir. Papazın gerçekte ne dediği hâlâ tartışma konusu. İlk sırada komünistlerin geldiği tartışma götürmez. Ama Yahudilere sendikacılardan, papazlara Yahudilerden önce mi sonra mı sıra geldi, sendikacılar sıranın neresindeydi? Tarihin derinliklerinde bu sıralamayı arayabiliriz. Ancak kendi yakın tarihimizde sağlık alanında aramaya gerek duymadan bildiğimiz sıralar var. Sıra hastanelerde, temizlik, çamaşır, yemek, hastabakıcılık gibi en alttaki işleri yapanlardan başladı. Hemşireler ve nihayet doktorlara geldi. Sıra kendisine geldiğinde bile “... sıra sana gelecek” diyenler eksik olma-
Çapa Tıp Fakültesi’nden eyleme sekiz otobüs kalktı. Bunların altısını öğrenciler doldurmuştu. Mitinge katılan gençlerin oranına bakıp sevinmek mümkün. Oysa aynı gençlerin başka bir üniversitede, Hacettepe’de, hocalarından el alarak yaptıkları ve basında geniş yer bulan ısınma eylemlerinde SES’in katılımına hoş bakmadıkları da bir gerçek. Üstelik bu eylemlerde 33 saat kesintisiz çalışmalarını bu mesleğe, okula vb mensup olmanın katlanılması gereken meşakkati olarak gören hocalarına baş köşeden yer verdiler. Mesleki önyargıyı bırakın bir okula olan aidiyetin angarya çalışmayı meşrulaştırabildiği koşullarda gençliğin tazeleyici bir güç olduğu tespitiyle avunmak mümkün mü? İstanbul Tabip Odası (İTO) tarafından 13 Mart eylemini taçlandırmak için 20 Mart’ta Taksim’de bir final eylemi yapılması kararlaştırıldı. Belki de mitingin çelişkilerini en çok gözler önüne seren çağrıydı bu. Aynı tarihte yüz binleri aşan ezilenin Newroz nedeniyle Kazlıçeşme’de olacağı bir sır değildi. “Cumhuriyet” tarihinin en büyük sağlıkçı mitingini yapmakla övünenlerin Amed’den sonraki ikinci büyük Newroz mitingini ıskalamasını “Hangi cumhuriyet?” sorusuna verilen yanıtta bulabilir miyiz? Meslek ve sınıf örgütlerinde ‘sol politika’ adına var olan ayrıcalıkları koruyup kollamaktan öteye gitmek için; işçi sınıfı içinde ücret, cinsiyet, ırk-etnisite, din, yöre, kıdem, kültür, meslek ve vatandaşlık farkları üzerinden yaratılabilecek her türlü ayrımcılığa karşı uyanık ve tavizsiz bir mücadele yürütmek gerekiyor.
20 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Çevre
Anayasa tartışmaları ve çevre hakkı ‘Sürdürülebilir kalkınma’ ilkesinin Anayasa’ya girmesi, gelecek kuşakların sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını elinden alacak Mehmet Horuş AKP, çevreciler lehine her seferinde elde edilen yargı kararlarının temel hukuksal gerekçesi olan çevre hakkını, Anayasa’da “sürdürülebilir kalkınma” ilkesine yer vererek aşma çabasında. Kürtler, Aleviler, kadınlar, Anayasa’da kendileri için yeni ve daha ileri hakların tanınmasını talep ediyor. Ekolojik talepler konusunda ise Bergama’dan bu yana elde edilen hukuksal kazanımların yok edileceği, 1982 Anayasası’nın bile daha gerisinde bir Anayasa değişikliği öngörülüyor. Bu nedenle çevre direnişleri, toplumsal muhalefetin diğer bileşenleri ile birlikte seçimin ve Anayasa tartışmalarının asli muhataplarından biri olarak seslerini daha fazla duyurmaya çalışıyor.
Kapitalizmin ‘kalkınma’ miti “Sürdürülebilir kalkınma” hukuksal değil, bir Anayasa metninde yer alamayacak kadar ideolojik yönü ağır basan bir kavram. Sermayenin tercihlerinin ekolojik kriz karşısındaki sorumluluğunu masum göstermeye ve gelecekteki çıkarlarını teminat altına almaya çalışan politik-programatik bir içeriğe sahip. Kapitalizm, emeğin ve doğanın sömürüsüne dayalı sanayileşme ideolojisini “kalkınma” miti etrafında ördü. Bu şekilde gelişmiş olan kapitalist ülkeler, bundan sonrası için “sürdürülebilir kalkınma” adı altında, az gelişmiş ülkelerin de benzer bir kalkınma stratejisi izlemelerini ve pastadan pay almalarını engellemeye çalışıyor. Böylece, sermayenin büyüme hastalığının ve ekolojik krizin fa-
turasının yoksul ülkeler tarafından ödeneceği küresel kapitalist bir işbölümü yaratılmaya, emperyalizmin çıkarları korunmaya çalışılıyor. Daha temel diğer bir nokta, ekonomik kalkınma gerekçesiyle doğal varlıkların ticarileştirilmesi ve fiyatlandırılmalarıdır. Şirketlerin özel ekonomik çıkarı ile kamusal çıkarın çatışması halinde “sürdürülebilir kalkınma” sermayenin elinde sihirli bir anahtara dönüşüyor. Ekolojik açıdan kabul edilemeyecek projeler, sürdürülebilir kalkınma ambalajı içinde pazarlanıyor. Hukuksal çerçevede tanımlanmış bu piyasa mekanizması çarkı içinde doğanın kirlilikle baş etme ve doğal varlıkların kendini yenileme kapasitesi göz ardı ediliyor. Kalkınma propagandası ile projelerin gerçekleştirilmesi yeterli bir kamu yararı gerekçesi olarak sunuluyor. Son tahlilde sürdürülebilir kalkınma ideolojisi ile insan-doğa ilişkisinin sürdürülebilirliği sorunu, kapitalizmin “sürdürülebilir” kılınmasına
indirgeniyor. Doğayı katlederken çevreciliğinize de halel gelmiyor. Bundan sonra Başbakan “çevrecilerin daniskası”, Çevre Bakanı “en çevreci hükümet” olmakla övünüyor.
Rio kararları BM Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu tarafından 1992'de düzenlenen Rio Zirvesi’nde sürdürülebilir kalkınma, uluslar arası çevre hukukunun temel stratejik ilkesi olarak resmen kabul edildi. Ancak iklim değişikliği başta olmak üzere acil çözüm bekleyen ekolojik sorunlar karşısında sermayenin ihtiyaçlarına öncelik tanıyan bu ilke etrafında tarif edilen kararların çözüm üretmediği kısa sürede ortaya çıktı. Rio'nun devamı ve aradan geçen süredeki gelişmeleri değerlendirmek amacıyla 2003 yılında toplanan Johannesburg Zirvesi'nde açlık ve yoksullukla ekolojik sorunlar arasındaki ilişki daha net tanımlandı. Ama mevcut kötü gidişatı durdur-
maya dönük anlamlı bir adım atılamadı. Geçen her dakikanın insanlığın aleyhine işlediğine dair vurgularla yetinildi. Çevre hakkının ilk defa kabul edildiği 1972 yılındaki Stockholm Konferansı’ndan bugüne gelindiğinde, BM düzeyindeki bu uluslar arası girişimlerin ekolojik sorunların çözümünde başarısız olduğu artık bu toplantılara katılan resmi hükümet temsilcileri tarafından da itiraf edilmeye başlandı. Son on yılda Kyoto Protokolü ve sonrasına ilişkin tartışmalarda, sermayenin büyüme hastalığının önüne geçilmeden iklim değişikliğinin durdurulamayacağı açıkça ortaya çıktı. Bir türlü somut adım atılamayan bu zirveler, BM’nin ekolojik sorunlarla mücadelede inandırıcılığını daha da kaybetmesine yol açtı.
Çevre mi? Kalkınma mı? Resmi çevreciliğin anayasası olan Rio kararları, Türkiye Cumhuriyeti tarafından da ta-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 21
Çevre nınıyor. Çevre Kanunu başta olmak üzere çevreyle ilgili temel kanunların tamamında yer almaya başladı. Fakat muhalif kamuoyunda bile sürdürülebilir kalkınma yeterince deşifre olmuş değil. Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’ın da bu ilkeye dayanan kararlarının sayısı artıyor. AKP ve geçmiş bütün hükümetler, kazanılan çevre davalarının kararlarının gereğini yerine getirmekten her seferinde kaçındılar. Anayasa’nın 125. maddesinde idarenin yargısal denetimini sınırlayan değişiklik, Anayasa Mahkemesi tarafından da uygun bulundu ve 12 Eylül referandumunda oylanmasına gerek kalmadan yasalaştı. Şimdi sürdürülebilir kalkınma Anayasal bir ilke düzeyine yükseltilerek şirketlerin önündeki “hukuksal pürüzler” giderilmeye çalışılıyor. Bir kere tartışma “Çevre mi? Kalkınma mı?” iklimine sıkıştırıldığında tercihin her zaman birincisinin aleyhine olacağını yeterince sınama şansımız oldu. Ekolojik sorunların bütünlüklü karakteri içerisinden baktığımızda, sürdürülebilir kalkınma ile asıl işlevsiz kılınmak istenen “sosyal hukuk devleti” ilkesidir. AKP, ihtiyaç duyduğu meclis çoğunluğuna erişirse sermayenin yatırım programlarına peşin bir teminat sağlayan bir ilkeye Anayasa’da yer verebilir. Fakat bu içerikteki bir metnin artık hukuk tekniği açısından da bir “Anayasa” olarak nitelendirilebilmesi oldukça güçtür. Anayasa’yı değiştirmek için yeterli meclis çoğunluğunu sağlamak, ne AKP’ye ne başka bir siyasi partiye ne de herhangi bir bileşenden oluşan yasama organına, bu ülkede yaşayanların ve gelecek kuşakların sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını elinden alma ve kendi siyasal hükümranlık alanını da var eden coğrafyayı yok etme hakkını vermez. Her fırsatta hatırlatmakta fayda var.
Viranşehir Komünü Viranşehir’de inşaa edilmeye çalışan komün hakkında Metin Yeğin, “İnşa etmeye çalıştığımız Komün ile bugünü değiştirmeye çalışıyoruz” diyor. Ve ekliyor, “Mesela her şeyin parayla ölçüldüğü bu dünyada başka bir şey yapıyoruz. Konut inşası ile ayakta durmaya çalışan kapitalizmin tekerine çomak sokuyoruz” Viranşehir’de kerpiç evlerden oluşacak bir Komün projesi gündemde nedir projenin esası? Aslında birçok şeyi ortasından yıkmaya çalıştığımız bir şey bu. Barınma hakkını savunuyoruz. Konuşmaya şöyle başlıyoruz: “Senin evin var mı? Yok. Eve ihtiyacın var mı? Var. Aynı zamanda ev hakkın da var. Yani bu ülkede, bu dünyada yaşayan her ailenin ev hakkı var.” İkincisi beton evler yapmıyoruz. Kerpiç evler yapıyoruz. Neden? Çünkü pratik ve ucuz. Daha da önemlisi, beton evler insanları öldürür. Bizse yaşayan, nefes alan ve özellikle bölge için en sağlıklı evleri, kerpiç evleri inşa ediyoruz. Bunu yaparken doğrudan inşaat tekellerine karşı çıkıyoruz. TOKİ ve kentsel dönüşüm projelerine karşı, topraktan, sudan ve kolektif çalışmadan meydana gelen evler yapıyoruz. Yani bir yanda müteahhit dünyası öte yanda yoksulların kendi elleriyle inşa ettikleri Ax u Av Ekolojik evler kolektifi. TOKİ konutları üst sınıfın rant aracı, orta sınıfın da gelecek yirmi yılına, yani yaşamına ipotek konulması, aynı anda en az bir milyon kişinin evlerinden atılması demek iken, biz ekolojik bir mahalle yapmaya çalışıyoruz. Hiyerarşik uzmanlar dünyasının yanı başında kolektif kararları temel alan demokratik bir mimari. Erkeklerin dışında kadınların ve 6 yaşından büyük çocukların da evlerinin nasıl olacağı kararına katıldıkları bir mimari. Projenin netleşmesinin ardından bir tartışma yaşandı. Mutfak ve salonun bir arada olmasının kadını geleneksel işbölümünden kurtarmadığı; bunun komünde nasıl olabileceği üzerine. Öncelikle şunu söylemeliyim. Bence bu, bütünden çekilerek alınan soru üzerine ortaya çıkan bir tartışma. Telefonda yapılan bir röportaj içinde, “mutfak salonun içine inşa ediliyor bu kadının özgürleşmesi demek midir?” gibisinden bir sorunun cevabı. Bana da sorulsa, “bence değildir, tabiî ki kadının özgürleşmesi değildir” derdim ama biz böy-
Metin Yeğin
le bir şey demiyoruz ki. Yani zaten kadının özgürleşmesini niye benim üstüme yüklüyorsunuz; tersini söylesem, “ben kadını özgürleştireceğim” desem komik olur. Projenin ne olduğunu bilmeden konuşmak en büyük sakınca. Yani bütün olarak ne istediğini. Yukarda saydıklarım ve saymadıklarımla beraber. Bu yüzden her şeyin paylaşıldığı, her şeyin kolektif olduğu bir komün değil zaten bu. Böyle olduğunu da iddia etmiyoruz. Ayrıca sadece oturdukları yerden konuşanlar mesela Zapatista komünlerinde her şeyin kolektif olarak yapıldığını mı zannediyor ya da MST-Topraksız işçi hareketinde… Viranşehir’de kadınlar bu tartışmayı nasıl karşıladı? Bunun hakkında konuşanlar gerçekten hiç Viranşehir’e geldi mi acaba ya da geçti mi en azından? Her şeye rağmen orada bir kadın belediye başkanının olması bir devrim. Şu anda Leyla Güven KCK davası nedeniyle cezaevinde tutsak da olsa bu bir devrim kadar önemli bir şey. Mesela bir görüşmede katılan kadınlardan birine; “evin esas sahibi sizsiniz, siz her şeye karar vereceksiniz” diye anlatıp, “sen ne dersin?” diye sorduğumda; “ne diyeyim, ben buraya ilk defa geldim, kendimi Avrupa’da hissediyorum” diyordu. Sonra bu kadın koordinatörlerden biri oldu. Birkaç yerde de “neden kadınlar ve erkekler ayrı toplanıyor?” eleştirilerini okudum. Kadınlar ve çocuklar kendilerini rahat ifade edebilsinler diye ayrı toplanıyor, kararlar alıyorlar. Şimdi bizim sadece 8 erkek koordinatörümüz varken 10 kadın ko-
4
22 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Çevre var ve her geçen gün ka4ordinatörümüz dınların katkısı artıyor; bu inşanın temel unsuru oluyorlar. Bu arada 4 de çocuk koordinatörümüz var evlerin nasıl olması gerektiğine karar verirken çocukların katılımını koordine eden…
Demokratik bir biçim yani? MY: Tabii kesinlikle. Mesela Zapatista komünlerinde kimse yukardan aşağıya, toplum mühendisliğine soyunmaz çünkü o zaman topluluğun karar alma, komün temel ilkesini çiğner. Biz Viranşehir’de, “hadi erkekler toplanın, bundan sonra siz de yemek yapacaksınız” diyerek nasıl yumurta kırıldığını gösterip yemek tarifleri mi vermeliydik? Bu ne kadar gerçekçi? Mesela MSTTopraksızlar hareketinde, 25 yıllık komünlerde, herkes 8 saat çalışıp eşit ücret alır ama kadınlar 4 saat çalışır ve erkeklerle eşit ücret alırlar. Çünkü kadının mutfaktaki işlerini, ev işlerini ortadan kaldıramadıkları için en azından çalışma saatlerini yarı yarıya düşürerek kısmi bir eşitlik kurmaya çalışmışlardır. 25 yıllık toprak işgali mücadelesi bile henüz bunu sağlayamamıştır. Sokakta olmayanlar anlayamaz bunu. Biz kadının karara doğrudan katılmasını sağlayarak özgürleşmeci bir alan yaratmaya çalışıyoruz. Bunun daha ötesi, mücadelenin kendi öznesi, kadınların işi. Sürdürülebilirliğine ilişkin ne düşünüyorsun? Yani Ax u Av - Toprak ve Su kolektifi daha sonraki yıllar devam edecek mi sence? Yoksa normal bir mahalleye mi dönüşecek? Bilmem... Biz devrimciler bugünü değiştirmeye çalışıyoruz. Bana göre gelecek vaadi de geleceğe sahip olma, tahakküm altına alma dışında bir şey değil. Biz mesela her şeyin parayla ölçüldüğü bu dünyada başka bir şey yapıyoruz. Konut inşası, müteahhit dünyası ile ayakta durmaya çalışan kapitalizmin tekerine çomak sokuyoruz. Bugünü biraz olsun değiştirebildiğimizde yarın daha az kötü olacak en azından. Biz sorunsuz bir şey, mükemmel bir şey yaptığımızı söylemiyoruz. Mükemmel bir toplum hayali faşizmdir. Biz yaşayan, sorunları olan ama bunları aşabilen bir toplumsal bir yapı olacağını düşünüyoruz. Ben süreceğine inanıyorum ama bugün bile bitse, insanların kafasında başta söylediğim, ‘senin evin var mı? Yok. Eve ihtiyacın var mı? Var. Aynı zamanda ev hakkın da var. Yani bu ülkede, bu dünyada yaşayan her ailenin ev hakkı var’, cümlesinin, sadece bu cümlenin bile çok şey değiştirdiğini düşünüyorum. Ax u Av-Toprak ve Su kolektifi mutlaka bir iz bırakacak.
Gecekondunun devrimci damarı bugün bize ne söyler?
1970’lerin Çayan Mahallesi Devrimcilerin kurduğu mahallelerde zamanla konut sorunu siyasallaşarak, sosyalist hareketlerin sistem karşıtı ideolojileri içinde kendine yer açmıştır. Fakat piyasa hukuku içerisinde alternatif bir “kamu mülkiyeti” formüle edilememiştir. Besime Şen
Şükrü Aslan 1970’lerin başında sosyalist bir örgüt bugün hala Çayan Mahallesi diye bilinen bir mahalle kurar. Hem de öyle böyle değil, devrimciler arazinin elde edilmesinden, alanın konut alanı olarak planlanmasına kadar halkın beklentilerini, ihtiyaçlarını karşılamak üzere işe başlarlar. Eyüp’te Güzeltepe Mahallesi’nin bir bölümünü oluşturan Çayan Mahallesi bugün büyük çoğunluğu apartmana dönüşmüş olan konutlardan oluşmaktadır. Yaşayanlarının çoğunluğu Alevidir. Bugün % 70’i ise kiracı olan mahallenin ilk bakışta göze çarpan en önemli görsel özelliği hemen tüm duvarlarında sosyalist sloganların yer alıyor olmasıdır. Duvarlara başınızı kaldırıp baktığınızda, sokak adlarının büyük ölçüde kadın isimlerinden seçilmiş olduğunu görürsünüz. Bütün bu yazılar ve isimler mahallenin politik kültürü ve kimliğinin etkisini taşımaktadır. 1960’lı yıllardan başlayarak Güzeltepe çevresindeki kamu arazileri, aralarında kamu görevlilerinin de bulunduğu aktörler tarafından yönlendirilmiş ve bu durum buradaki “gecekondu piyasası”nın temel kaynağı olmuştur. İlginç olan, bu piyasayı kontrol eden aktörler arasında bölgenin ticaret zenginleri ve belediye başkanlığı yapmış kamu görevlilerinin de bulunması ve bunların Kâğıthane Spor Kulübünü birlikte yönetmeleridir.
Gecekondu ve belediyecilik 1963 yılında belediye statüsü kazanmış
olan Kâğıthane’de belediye başkanlığını 1973 yılında sosyalistlerin de destek verdiği CHP’li Celal Altınay seçilmiştir. Başkanın gecekondu meselesine olan yaklaşımının toplumcu bir temelde olduğu görülmektedir. Başkan, bu on yıllık sürede gecekondu ticaretinin geliştiğini; yoksul halkın sırtından gecekondu spekülasyonu yapan vurguncuların devlet malını adeta kendi mallarıymış gibi tasarruf ederek, el senetleriyle binlerce vatandaşa satarak haksız kazanç elde ettiklerini vurgulayarak kendi tavrını ortaya koymuştur. Bu dil sosyalist hareketin dilinden farklı değildir. Aynı başkan daha sonra belediye arazisine ruhsatsız ev yapanlara 1975 yılından itibaren tapularını dağıttıklarını belirtir. Dönemin siyasal ortamı, gecekonduyu sorun olmaktan çıkaran bir yaklaşımla şekillenirken, İstanbul bir sanayi kenti olarak göçmen nüfustaki en hızlı artışa ev sahipliği yapmaktaydı. Kimi zaman “popülizm” yada “halkçı” olarak eleştirilecek bir sol siyaset, gecekonduculara hitap etmede zorluk çekmemiştir. Fakat her şeye rağmen dönemin sosyalist örgütleri ile sosyal demokrat partileri arasında hem politik hem de pratik ayrımlar vardır. Çünkü onların mahalle kurma halleri ile amaçları, tavırları bir başka türlüdür: “Eskiden solcular, bu tür arazileri mafyanın elinden bir biçimde alır ve parselasyonu yaparak halka devrederlerdi. Ümraniye/Çakmak’ta, Türk-İş Konutları civarı, Emirgan/Reşit Paşa civarları ve Kâğıthane/Nurtepe böyle yerlerdendi. Devrimciler ama bir kere olsun üzerlerine bir arsa, bir binalık yer geçirmemişlerdi(r). Al, vakıf kur, dernek yap.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 23
Çevre
2 Eylül 1977 yılında İstanbul Ümraniye’deki 1 Mayıs mahallesi sakinleri yıkımlara karşı direnişe geçmişti
Yok böyle bir şey. Nurtepe’de ikinci köprünün inşaatı ve yan yolları henüz yapılırken de böyle bir pozisyon vardı. Kars’tan Erzincan’dan gelenlere yer verildi. Temel kazılmasına yüzlerce öğrenci yardım etti. Briket, kum ve çimento taşınırken de. Hatta ucuzundan satın alınsın diye, bu türden zerzevatın satıldığı bir dükkân da açılmıştır. Faşistler, akıllarına esince gelir bu yerleri kurşunlar, kaçarlardı.” Arazi üzerinde tam bir hâkimiyet sağlandıktan sonra araziler parsellenir. Kurucuların belirttiğine göre bu konuda İTÜ’den gelen “arkadaşlar” yardımcı olurlar. Her parsel eşit şekilde 120 metrekare olarak bölünür ve yaklaşık 700-800 parsel arsa üretilir. Kurucu komite parselleme işini tamamladıktan sonra ilk olarak 40 parseli “siyasi harekete” ayırır. Siyasi hareket, bu parselleri kendi uygun gördüğü kişilere verecektir. Diğer parseller için el ilanları hazırlanıp fabrika çıkışlarında dağıtılır. Belirlenen tarihlerde başvuru yapılması istenir. Başvuru sırasında mülakat yapılacağı da belirtilir. Kuruculardan biri mülakat gününü şöyle anlatıyor: “Mülakat günü binlerce insan geldi. Görüşme yapacağımız
her kulübenin önüne sıra yaptık ve gelenleri mülakata aldık. Görüşmede sorular soruyorduk. Politik sorular, kimliği, nerede çalışıyor, arsayı hak edebilecek nitelikleri taşıyor mu diye sorular soruyorduk. Ben özellikle Gazhane’de çalışanları bir tarafa topladım. Yani ben istedim ki daha çok işçiler gelsinler. Serbest çalışanları çok gözüm tutmuyordu... Gelmesini istediğimiz insanlar gelmedi. Korktular. Mülakattan geçen insanlar korktu ve kaygı nedeniyle gelmediler. Gayet düzgün ve disiplinli bir düzen vardı ve bu da kaygı yarattı. Tabii öyle silahlı falan değildik… Evet, kendiliğinden bir otorite var. Ama o kadar. Ben kendim neredeyse bütün gazhane işçilerine yer ayırmıştım. Ama kimse gelmedi. Onlar gelmeyince yerleri başka insanlara verdik. İstanbul’un çeşitli yerlerinden gözü kara ve niteliğini çok bilmediğimiz insanlara da yer verdik.” “İstenen kimselerin gelmemesi” faaliyetleri durdurmaz. Gelenler ile işe devam edilir. Parsel dağıtımı sırasında kimseden arsa karşılığı para alınmaz. Sadece tarlalardaki sebzelerin parasını vermek için mülakata gelenlerden bir miktar para toplanır. Bir de daha sonra yerleşim tamamlanınca
altyapı hizmetleri için para toplanıyor. Kepçe getirmek, mazot parası vermek vb. için bir bütçe gerekmektedir. Kısacası bir tür imece usulü ile kolektif bir dayanışma çalışılır. Katılanların sınıfsal konumları farklılıklar taşısa da maddi koşullar açısından benzerlik vardır. Herkes mülksüzdür.
Mahalle ve politika Sosyalist örgütlerin bu bölgeye yerleşme ve örgütlenme süreci birkaç farklı araç üzerinden gerçekleşmiştir. Bunlardan biri, bölgedeki sanayi işçilerini örgütleme çabasıdır. Elbette gecekondu süreçlerine yapılan bu tür siyasal müdahalelerin etkili sonuçlar verdiği görülmektedir: “O zamanlar bu tarlalarda sebzecilik yapılıyor... Bunun üzerine konuşmaya, toplanmaya başladık. 40 kişiydik. Bizim birinci tarla dediğimiz üst tarlada buğday ekiliydi. Biz evvela, bu kişiye, “burayı sizden parayla almak istiyoruz” diye yaklaştık. Tabii grup olarak yaptık bunu. Bizi böyle çok kalabalık görünce kaygılandı tabii. Kim, neye alıyor diye. Tabii biz bekledik. Ekin biçildi. O aşamada bu grup tam politik değildi aslında politikleşmeye çalışan bir gruptu. Grupta şöyle bir düşünce vardı. Biz burayı parselleyip dağıtaca-
ğız. Niyetimiz bu. O zaman DY (Devrimci Yol), DS (Devrimci Sol) gruplarının ayrışması vardı. Tam o dönemdi. O zamanlar bizimle ilişki kuran arkadaşlar DS grubundandı. O zaman sanki politik bir isim verdirme gündeme geldi. Gayri eylem olunca bir düzen olmaya, disiplin olmaya başladı.” 1970’lerdeki siyasallaşma ve söz konusu mahallelerdeki sınıfsal dinamikler, gecekonduya siyasal bir temsil gücü kazandırmıştır. Dolayısıyla bu dönemde yoksulların kentte elde ettikleri kazanımlar ekonomik ve mekânsal boyutlarla sınırlı kalmayıp aynı zamanda buraların siyasal ve kültürel odaklar biçiminde gelişmelerine ön ayak olmuştur. Sosyalistler, kentsel sorunların ve sınıfsal eşitsizliklerin belirgin biçimde yaşandığı bu mahallelerde hızla etkili olmaya başlamıştır. Bu sorun alanları üzerinden başlayan sosyalist örgütlenme çalışmaları, kısa sürede konut sorununu kendi gündemine taşımıştır. Yani konut sorunu siyasallaşarak, sosyalist hareketlerin sistem karşıtı ideolojileri içinde kendine yer açmıştır. Fakat piyasa hukuku içerisinde alternatif bir “kamu mülkiyeti” formüle edilememiştir. Dolayısıyla başta Kurucu Komitenin amaçladığı “emekçilerin konut ihtiyacını karşılama” amacı yerine gelse de amaçlanmayan ekonomik değer artışları ve özel mülkiyet de gerçekleşmiş ve bu durum önlenememiştir. Dolayısıyla Çayan Mahallesi’nin tarihi, “sistem içindeki adacıklar”ın sürdürülebilirlik sınırlarına da işaret ediyor. Mülksüzlerin, emekçilerin hak talepleri ile politik gündemlerini esas alan sosyalist bir yaklaşım, kapitalist ilişkiler içinde kaldığından kolektif niteliğinin zedelenmesini engelleyememiştir. NOT: Bu çalışma Şükrü Aslan ile birlikte yapıldı ve makale Toplum ve Bilim Dergisi’nin son sayısın(Sayı 120)’da yayınlandı.
24 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Emek
Güvencesizler hareketine neden ihtiyaç var? 3 Nisan’da üç farklıetkinlik çağrısı yapıldı. İlginçlik aynı gün farklı eylemler için çağrı yapılmasında değil; üçünün de aynı soruna işaret etmesinde. Tümünün ortak keseni, “güvencesizlik” Arif İnci 3 Nisan’da yapılan etkinliklerden ilki, Dev Sağlık-İş öncülüğünde, DİSK, Türk-İş ve KESK’e bağlı 20 sendika ve TTB tarafından “Yaşamları parçalanırken kaderleri birleşenler” çağrısıyla yapılan “Güvenceli iş, insanca yaşam” mitingiydi. Dev Sağlık-İş’in örgütlenme pratikleri, Sağlık Emekçileri Sendikası (SES) dolayımıyla gerçekleşiyor. Örgütlendiği alanlarda hızla bu dinamikten kendini ayrıştırması gibi bazı yapısal sorunlarına rağmen; kamudaki taşeron sağlık işçileri alanındaki örgütlenme iddiası ve pratiği ile, güvencesizler alanında bir eyleme öncülük etme iradesi birbirini tamamlayan özellikler. Sendikalar güvencesizleri örgütle(ye)miyor Diğer örgütleyici ve katılımcı sendikalara baktığımızda ise, Limter-İş gibi örnekleri dışta tutarsak, güvencesizleri örgütleme konusunda aynı coşku ve sicili bulamıyoruz. Sınıfın büyük bir bölüğü buralarda örgütlenemiyor, Ama bu sendikalar örgütlenebilecek konumda olanların ne kadarını örgütleme girişiminde bulunuyorlar? Bir çoğu, bırakın güvencesiz yeni işçileri örgütlemeyi, kendi saflarında örgütlü işçilerin güvencesizleşmesine karşı kararlı bir duruşu bile sergileyemiyor. Mitingin çağrıcılarından olan Tek Gıda-İş sendikası gibi yangına su serpen örnekler sınıfın ihtiyaçlarını ne kadar önemsiyor? İşçi sınıfının haklarından daha büyük bir yasa olmadığı herkesin kabulü. Buna rağmen örgütlenememe ve örgütleyememe
var olan yasalara referansla tanımlanıyor. Güvencesizler alanında uzunca bir süredir örgütlenme gayreti içinde olan bağımsız sendika, dernek, kooperatif, dayanışma platformları gibi oluşumlar varken, güvencesizlikle ilgili bir miting çağrısının geleneksel örgütlü kurumlarca yapılması, DİSK ile Türkİş’in genel kurulları ve seçimler gibi güncel gelişmeler göz önüne alındığında soru işaretleri oluşturuyor. Bu durum, güvencesizleştirme gibi sınıfın tümünü kesen bir saldırıya karşı bütünsel bir karşı duruşu örgütleme çabasına gölge düşürüyor. Çağlayan’da işçi kurultayı 3 Nisan’daki ikinci etkinlik, doğrudan güvencesizlikle ilgili değilmiş gibi görünse de, “Neden işçi örgütleri olan sendikalarımızla biz işçiler arasında bir kopukluk var?” sorusunu gündemleştirmesiyle bu başlık altına girmeyi hak ediyor. “Konuşma sırası bizde, İşçi kurultayında buluşalım” başlığıyla yapılan çağrının altında, bu kez sendika genel merkezlerinin değil, şubelerin imzası var. Yer de Ankara
değil, Çağlayan. Yerel bir kurultay olduğundan olsa gerek, çağrıcılarda da ölçek küçültülmüş; genel merkezlerin yerini, başta Haber-İş 1 nolu şube olmak üzere, Şişli bölgesinden Türk-İş ve KESK’e bağlı şubeler almış. Belli ki bu şubelere üye işçilerin bu kurultayın örgütlenmesi hakkında bilgisi ve iradesi yok . Buna rağmen kurultayda cevap aranan sorulardan biri, “Neden sendikalarımızla biz işçiler arasında bir kopukluk var?” Bu örgütleme pratiğine rağmen soruyu soranın sendika şubeleri olmasında bir gariplik yok mu? Soruyu soran özne işçiler gibi görünüyor; ama çağrıyı yapan ve yanıtı arayan sendika şubeleri, işçilere de dinlemek ve biat etmek düşüyor. Bu çelişkili durum bir gizli öznenin varlığını akla getiriyor. Daha önce 13 Mart’ta Maltepe’de “güvencesizlik” başlığıyla Türk-İş ağırlıklı sendikaların düzenlediği şaşırtıcı bir işçi kurultayı gerçekleşmişti. 3 Nisan’daki etkinlik, yöntem olarak ve çelişkileriyle büyük ölçüde bu kurultayı andırıyor ve meseleye var olan sendi-
kal yapıların penceresinden bakıyor.
ESP’nin konferans çağrısı Üçüncü etkinlik, “Güvenceli çalışma ve yaşam hakkımız için örgütleniyoruz, İşçi konferansında buluşuyoruz”, başlığıyla yapıldı. Bu kez çağrıcı özne gizli değil; Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP). Konferansın iki gündemi var: “İşçi sınıfı hareketinin durumu, mücadele araç ve biçimleri” birinci gündem. İkinci gündem, “işsizlik ve güvencesizlik, örgütlenme modelleri”. Aynı gün aynı gündemle yapılan üç etkinlik içerisinde, belki de en tutarlı olanı bu. Bir kez çağrıcı açık, kendini farklı dolayımlarla örtmüyor, sınıfın yerine ikame etmiyor. Gündemiyle de sınıfın gündemini yakalıyor. Öte yandan etkinliklerden hiçbiri, sınıfın bütünü için ortak ve acil bir mücadele programı etrafında seferberliği sağlayan bir çekim merkezi oluşturacak konumda değil. Güçlerinin ve enerjinin dağılmasının önüne geçilmesi: Sadece bu ihtiyaç bile “Güvencesizler Hareketi” için bir ön kabul sayılmalı.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 25
Kadın Mücadelesi
Dünya Kadın Konferansı hayal kırıklığı yarattı Caracas’ta yapılan konferans, kadınların enternasyonalist birliğini ve dayanışmasını sağlamaya dönük kayda değer bir adım atamadı Sevtap Akdağ Çeşitli ülkelerde uzunca bir süredir hazırlıkları süren 2011 Dünya Kadınlar Konferansı 48 Mart tarihleri arasında Venezuela'nın başkenti Caracas'ta gerçekleştirildi. Konferansa 37 ülkeden 102 delege katıldı.¬ 4 Mart günü stadyumda gerçekleştirilen açılış etkinliğinin ardından Simon Bolivar üniversitesinde konferansın başlatılacağı bilgisi verildi. Ancak oraya gidildiğinde eğitimin sürdüğü gerekçesiyle kadınlar içeri alınmadı. Dünyanın dört bir yanından gelen kadınlar önce kalacak yer sorunu ile karşılaşmıştı şimdi ise konferans yerinin de hazır olmadığını öğreniyorlardı. İnisiyatif komitesi, meseleyi teknik bir sorun gibi yansıtarak konferansın ertesi gün başlayacağını iletti. Özeleştiri vermeye yanaşmadığı gibi sağlıklı bilgi de veremedi. Delegeler arasında, “ev sahibi Ana Soto örgütünün Chavez hükümeti ile ilişkilerinin çelişkili oldu-
ğu, bu nedenle konferansın hükümetten destek alamadığı” söylentileri dolaşıyordu.
Kürt delegeler konferanstan çekildi Hazırlık süreci boyunca kendini hissettiren “açıklık ve eşit katılım sorunu” konferansın ilk anından son dakikasına kadar yaşanmaya devam etti. Konferansın temel ilkelerinden kabul edilen “eşit söz hakkı” sözde kaldı. Tüm süreç organizasyona önayak olan dört ülkenin belirleyiciliğinde yaşandı. Organizasyon eksikliklerine ve sürecin anti demokratikliğine ilk isyanı yükselten Kürt delegelerin, sorunları tüm delegasyonla birlikte tartışma ve çözüm arama önerisini “konferansı bölmekle” itham ederek dışlayan komite, kendini tartıştırmama noktasında çok katı bir tutum aldı. Kürt delegeleri konferanstan çekilmeye zorlayan bu tutum, başta Türk delegeler olmak üzere tüm konferans tarafından mahkûm edilince kısmen geri adım attılar. Sonrasında gelen öneri ve eleş-
tiriler geçiştirici, oyalayıcı tavırlarla karşılandı.
Atölyeler ve sonuç bildirgesi Konferans içerik açısından da derinlikten yoksundu. Her ülkede kadın hareketinin nasıl geliştiği, örgütlenmelerinin ne durumda olduğu ve nasıl bir enternasyonal örgütlenme yaratılabileceği gündemlerini tartışması beklenen genel mecliste, ancak ülke raporları niteliğinde bilgiler paylaşılabildi. Tartışmak ve birbirinin deneyiminden öğrenmek ise hiç mümkün değildi. Raporların ortak noktası, tüm dünyada kadınların çoğunluğunun yoksulluk ve şiddet ile karşı karşıya olduğu gerçeğinin altını çizmesiydi. Üç gün boyunca sürdürülen atölye çalışmaları, daha çok tabandan gelen kadınların, somut meselelere yoğunlaşan paylaşımlarını sağlayan niteliğiyle genel manzaranın istisnasını oluşturdu. Atölyelere Venezuela’dan katılan -Ana Soto’lu veya Chavezci-kadınlar,
coşkuyla toplumlarındaki dönüşümden, bu dönüşümün sorunlarından ve onlarla başa çıkma yöntemlerinden bahsediyorlardı. Konferansın genel meclisinde hissedilmeyen paylaşım ve sahicilik duygusu atölyelerde yaşandı. Buralardan çıkan sonuçlar da son gün katılımcılarla paylaşıldı. Sonuç bildirgesinde temel eylem prensibi, kadınların kurtuluşu için ve kapitalizme, emperyalizme karşı ve daha iyi bir dünya umudunun cevabı olan sosyalist bir alternatif için mücadele olarak belirlendi. “Bunun için küresel, militan kadın hareketi birlikte çalışmalı, arkadaş olmalı, birbirinden öğrenmeli ve birlikte mücadele etmelidir” denildi. 8 Mart'ın tarihsel özünü yeniden geri almak için çalışma yürütülmesi; 1 Mayıs'lara güçlü katılıp, özellikle kadın işçilerin hakları için ve çocuk emeğinin sömürülmesine karşı tavır konulması; 25 Kasım’larda kadınların maruz kaldığı her türlü şiddete karşı mücadele edilmesi önerileri benimsendi. Ülke sınırlarını aşarak birlikte çalışma ve militan dünya kadın hareketini güçlendirmek için, alternatif iletişim kanallarını kullanma ve karşılıklı dayanışma biçimlerini geliştirme hedefi dile getirildi. Konferansa damgasını vuran soyut ‘sosyalizm’ vurgusu sonuç bildirgesine sınıf indirgemeci yaklaşım olarak yansıdı. Gerek kadın mücadelesinin gerekse sosyalizm mücadelesinin somut kazanımlarını içermeyen, cinsiyet özgürlükçü bir içerik taşımayan bir sonuç bildirgesi ortaya çıktı. İkinci konferansın beş yıl sonra yapılması öngörülüyor. Bu etkinliğin dünya kadınlarının enternasyonalist birliğini ve dayanışmasını sağlamaya dönük ciddi bir adım olabilmesi, ancak ve ancak, ilk konferansa damgasını vuran anlayışın mahkûm edilmesi ve yepyeni bir anlayışı hayata geçirecek öznelerin ortaya çıkmasıyla mümkün olabilecek.
26 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Kadın mücadelesi
Neden sosyalizm iyidir?’ Venezuela’da yoksulluk karşıtı politikalar, bizzat en yoksulların katılımı ve kararıyla yürütülüyor. Orta sınıf, Chavez’in uygulamalarına mesafeli ya da karşı Sevtap Akdağ Dünya Kadın Konferansına katılmak için geldiğim Venezuela'nın Caracas hava alanında dev afişler karşıladı beni: ‘Neden sosyalizm iyidir?’. Sağlıkta, eğitimde, ucuz gıda dağıtımında yapılan çalışmaları örnekleyen ve ‘neden sosyalizm iyidir’i anlatan afişler. Sonrasında şehrin en kalabalık mekanlarında tekrar gördüm bu afişleri. Hava alanından çıkarken ve şehrin pek çok noktasında dikkat çeken bir diğer şey, rengarenk boyanmış, birbirine yaslanarak ayakta kalan teneke evler. Caracas dağlarla çevrili bir alana kurulmuş, tüm yamaçlar yoksul mahallelerle kaplı. Araçların çıkamadığı bu dik yamaçlara yoksullar küçük dik merdivenleri tırmanarak çıkarlarmış. Ancak Chavez üç yıl önce buralara teleferik bağlantısı yaptırmış. Her durakta sosyal bir yapılanma (sağlık merkezi, spor tesisi, tiyatro vb.) kurulmuş ve halk bunları ücretsiz kullanma hakkına sahip. Chavez iktidar olduktan sonra ilk elden yoksul halkın temel ihtiyaçlarına el atmış. Ev kadınlarına maaş bağlanmış; herkesin üye olduğu, açık toplantıların yapıldığı mahalle örgütlenmeleri kurulmuş. Bu örgütlenmeler aracılığıyla halk önceliklerini belirliyor, bunlar için proje oluşturup devlete sunuyor ve kaynak alıp o projeyi hayata geçiriyor.
Chavez politikalarını ‘misyonlar’ aracılığıyla harekete geçiriyor; ‘konutlandırma’, ‘herkese okuma yazma’, ‘ucuz gıda dağıtımı’ misyonu gibi. Yerellerde kurulan bu misyonlar ağ şeklinde birbiriyle koordineli çalışıyor. ‘Daha önce olmayan bir şeye sahibiz’ Konferansta atölyelerden tanıştığımız genç bir kadın ile onun gönüllü çalıştığı ‘tek anneleri destekleme misyonu’nun olduğu bir mahalleye gittik. 30-40 m2’lik evlerde 2-3 ailenin birlikte yaşadığı yoksul bir mahalle. Burada kocasından ayrılan ve terk edilen 80 kadar ‘yalnız anne’ye yönelik bir projeyi hayata geçirmeye çalışıyorlar. 0-3 yaş arası çocukların bakımı ve ardından okul öncesi eğitim koşulları tam gün ve ücretsiz olarak sağlanıyor. Aynı zamanda annelerin kendilerini geliştirebileceği olanaklar yaratılıyor. Devlet bu kadınlara asgari ücretin yüzde 80’i kadar bir maaş bağlamış durumda. Karşılığında onlardan beklenen bir misyonun çalışmasına destek vermeleri. Orada tanıştığımız kadınlardan biri olan İsmenia 46 yaşında. Engelli abisi ve iki çocuğuyla yaşıyor, kendisi de iyi göremiyor. Göz sorunu olanları Küba’ya yollayıp ameliyat ettiren bir misyon aracılığıyla o da ameliyat olmayı planlıyor. Evi yıkılmak üzere, dökülüyor.
İdeali iyi bir ev sahibi olmak. Marika, sağlık komitesinin koordinasyonunu yapıyor. Mahalledeki sağlık ocağına 8-12 arası yardım ediyor. Öğleden sonra mahalleye çıkıp aile planlaması için ilaç dağıtıyorlar. Sağlık ocağında Kübalı bir doktor var. Önce 20 bin doktor gelmiş, şimdi başkalarını eğitiyorlarmış. Yoksulların, ilaç dahil hiçbir şey için para ödemeden hizmet alabildiği söyleniyor buradan. “Daha önce olmayan bir şeye sahibiz. Zenginler bunu görmüyor olabilir. Çünkü petrol gelirini bizimle paylaşmak zorunda kaldılar”, diyor Marika, kendisine daha yaşanabilir bir hayat sunan sistemini savunurken. Özgür toprak, özgür insan Bizlere Venezuela’nın ünlü kahvesini ikram eden yoksul tek annelerle vedalaşıp şehre bir saat uzaklıktaki bir ‘tarım misyonu’na gittik. Büyük toprak sahiplerine karşı devletin küçük üreticileri ve topraksız köylüleri korumak için oluşturduğu bir misyondu. Bu tarım kolektifinin yeri bir latifundia ağasının eviymiş. 94 hektarlık bir alan. Şimdi tarım bakanlığına bağlı bir ağın parçası. Ülke çapında böyle 98 ko-
lektif varmış. Geçtiğimiz Aralık ayında 90 bin kişinin evsiz kalmasına neden olan sel felaketi üzerine Chavez, bütün misyonları dayanışma için göreve çağırmış, bu misyon da geçici olarak okul haline getirilmiş. Bu kolektif bankası, fon kurumu, depoları, zirai makinelerin bakımını yapan teknik işletmeleri olan güzel bir çalışmaydı. Kolektifin şiarı “Özgür toprak, özgür insan”, bayrağında da bu yazıyor. Yakın tarihte 14 hektar toprağı işgal ederek buraları işleyecek topraksız köylülere, 1’er hektar olarak dağıtmışlar. Başka yerleri de işgal etmeyi düşünüyorlardı. Sınırlı bir sürede pek az şey görebildik ama ilk gözlediğimiz, yoksulların-özellikle en yoksulların- tartışıyor, karar alıyor, deniyor, sonuçlarını yaşayıp değerlendiriyor olmalarıydı. Gittiğimiz bütün misyonlarda kadınlar karşıladı bizi. Chavez bütün projelerde kadınları ön saflara taşımış, bütün sorumlular, koordinatörler kadındı. Projelerini büyük bir istekle anlatan kadınların yüzlerinden iki şey okunuyordu: Yaptıklarından duydukları gurur ve kazandıkları özgüven. Bunu hissetmek benim için ayrı bir mutluluktu.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 27
Uluslararası
Fransa ve Almanya’da sağ geriliyor mu? Yerel seçimlerin sonuçları üzerinden Fransa ve Almanya’da sağın gerilediği hükmüne varmak yüzeysel bir değerlendirme olur oranlarını neredeyse iki katına çıkardılar. Baden Württemberg’de ilk kez eyalet başbakanı Yeşiller’den olacak. SPD az oranda oy kaybederken, Sol Parti üç seçimde de başarılı olamadı.
Engin Erkiner Fransa’da yerel seçimlerde Sarkozy’nin partisinin geri plana düşmesi, Almanya’da ise Baden Württemberg eyaletinde 58 yıllık Hıristiyan Demokrat (CDU) iktidarının sona ermesi, Liberal Parti’nin bu eyaletin yanı sıra Rheinland Pfalz eyalet ve Hessen yerel seçimlerinde de bozguna uğraması, Avrupa Birliği’nin eksen ülkeleri sayılan Almanya ve Fransa’da “sağ geriliyor mu?” sorusunu gündeme getirdi. Solda yaygın kanının aksine soruya “hayır” cevabının verilmesi şaşırtıcı olabilir. Öncelikle aynı kavramların bizdekiyle bu ülkelerdeki anlamının farklı olduğu üzerinde durmak gerekir. Geçtiğimiz yıl Fransa’da genel grevin yanı sıra işçiler, memurlar ve öğrencilerin haftalar süren gösterileri olmuştu. Böyle bir gelişmenin bizde büyük önem taşıyacağı saptamasından hareketle, benzeri bir durumun Fransa için de söz konusu olabileceği düşünülmüştü. Gerçek ise hiç böyle değildi. Genel grev Fransa’da alışılmış bir eylem türüydü. Çalışanların genel greve gitmesi, sola kaydıkları anlamına gelmezdi. Nitekim yerel seçimlerde alınan sonuç da bunu gösteriyor. Sağ sosyal demokrat sayılan Fransız Sosyalist Partisi’nin (SP) başarısı dışında solda sadece kıpırdanma görülüyor.
Fransa’da yerel seçim ölçü değil İkinci nokta, Fransa’nın merkezi sisteme sahip olmasına karşın, yerel yönetimlerin önemli özerkliğe sahip olmasıdır. Yerel
FDP’den başlarsak…
Fransız faşist lider Jean Marie Le pen ve kızı
seçim sonuçları, genel seçim ve devlet başkanlığı seçimi için ölçü olarak alınamaz. Fransa’da yerel seçimlerde SP yüzde 36, Sarkozy’nin partisi 20, Ulusal Cephe (FN) ise yüzde 11,7 oy aldı. Bu sonuçlardan hareketle önümüzdeki yıl yapılacak devlet başkanlığı seçimlerinde Sarkozy’nin şansının olmadığı söylenemez. Dahası, Sarkozy yine de “iyi sağ” sayılır. FN, söylemini gizlemeye gerek görmeyen açık yabancı düşmanı bir partidir. Bu partinin yüzde 11,7 oy alması, devlet başkanlığı seçiminde de yüzde 20 civarında oy almasının beklenmesi, “Fransa’da sağ geriledi” saptamasını
yalanlıyor. Sarkozy’nin ne yapacağı bellidir: FN’in söylemini benimseyerek bu partinin oylarını kendisine çekmeye çalışmak. Bu nedenle, devlet başkanlığı seçimi yaklaştıkça, Fransa’da sağın daralacağını değil, yükseleceğini söylemek daha doğru olur.
Almanya’da klasik sağ geriledi, ama kim yükseldi? CDU aynı gün yapılan iki eyalet parlamentosu ve bir eyalet yerel seçiminde oy kaybetti. Liberal Demokratlar (FDP) da her yerde büyük oy kaybına uğradılar. Yeşiller ise hemen her yerde oy
Bu partinin son aylardaki durumu tam bir şaşkın ördek misalidir. Önceki genel seçimde büyük başarı gösteren parti, kendisine oy verenlerin yarıdan çoğunu kaybetti. Burada belirleyici olan, neo liberalizmin krizden muaf olmadığının görülmesi değildir. Öyle olsaydı, CDU’nun da aynı büyük kaybı yaşaması gerekirdi, ama yaşamadı. FDP değişen koşullara kendisini uyduramadı ve yandaşlarını kaybetti. CDU daha akıllıca davranarak muhafazakar ilkelerinde esnekleşti. Almanya çok sayıda ülkeyi saran ekonomik krizi –en azından şu ana kadar- görece hafif geçiren ülkelerden birisi oldu. FDP ise, kendisi için uygun olmayan koşulların yanı sıra, “burnundan kıl aldırmayan” beceriksiz bir yönetime de sahip olunca, derin bir krize girdi. Japonya’daki nükleer felaket Almanya’da Yeşiller’in yükselmesine önemli bir ivme kazandırdı. Yeşiller’in yükselmesi daha önce de kamuoyu araştırmalarında görünüyordu ve bu yükselmeyi sadece Japonya’ya bağlamak yanlıştır. FDP, solun tipik uygulamasını taklit ederek, nükleer enerji karşıtı bir parti olma hamlesi yaptı. Bugüne kadar nükleer kapatılmasına, santrallerin “ucuz enerji üretiyorlar” gerek-
4
28 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası karşı çıkan bu partinin 4çesiyle “tipik sol” manevrasından bir
şey çıkmaz. FDP’nin beceriksizce denediği, CDU’nun bir süreden beri iç çatışmalarla yapmaya çalıştığıdır: Almanya sağının değişmesi… Başbakan Merkel döneminde CDU’nun, iç çatışmalar ve zikzaklarla yaşadığı değişimi görmek gerekir. Ülke nüfusunun önemli bir bileşenini oluşturan göçmenlere yaklaşımları değişti. Ülkenin her yanında minarelerin yükselmesini onayladılar. Bazı eyaletlerde kendi getirdikleri ek üniversite harçlarını, protestolar sonucu, kaldırdılar. Nükleer enerji kullanımına artan oranda karşı çıkmaya başladılar. Bunun zemini de var, zira Almanya yenilenebilir enerji üretimi teknolojisinde oldukça gelişmiştir. Yani bu gelişme dün başlamamıştı. Sağdaki geri adım atabilme, kaybetmeyi ve değişebilmeyi bilmek kapasitesi hayret vericidir. Almanya kapitalizmi kabuk değiştiriyor ve bu değişim de onun en önemli partisi CDU’da kendini gösteriyor. Yeşil kapitalizm: yenilenebilir enerji üretimini esas alan, göçmenlere daha açık, eskisi kadar neo liberal olmayan bir kapitalizm…Yeşiller sağı da solu da reddediyorlar. Onların bile sol olmak iddiası yokken, onları sol olarak görmek olmaz. Almanya’da sağ gerilemiyor, yenileniyor. Yeni bir aktör, Yeşiller daha ön plana çıkıyor. FDP kaybolurken, CDU kendini yeniliyor. Bir başka kaybeden: Sol Parti Sol Parti’nin (SP), abartılı olmakla birlikte gerçeklik de taşıyan bir değerlendirmeye göre, Batı Almanya’daki yükselmesi sınıra ulaşmıştır. Üç seçimde de alınan başarısız sonuç bunu gösteriyor. SP’nin açıklamasına göre, Japonya’da yaşanılanlar sosyal konuları gölgede bırakmıştır. Bu açıklamada gerçeklik payı bulunmakla birlikte, gerçeğin tümünü açıklamıyor. Örneğin, SP’nin Stuttgart’ta
merkez garın yeniden inşasına karşı kent halkının muhalefetinin önemini kavramakta nasıl geride kaldığını, Yeşiller’in bu alanda da öne fırlamasını açıklamıyor. Yoksulların önemli bir bölümünü oluşturan göçmenlerin, harcanan onca çabaya rağmen, neden SP’ye uzak, SPD ve Yeşiller’e yakın olduklarını da açıklamıyor. Baden Württemberg eyaletinin başkenti Stuttgart örneği açıklayıcıdır. Bu kentteki SP içinde SPD’nin sol kesiminden gelenlerin önemli ağırlığı bulunuyor. Bunlar genellikle sendikacılardır ve sosyal adaleti daha fazla ücret, sosyal yardım ve gelecek güvencesinden ibaret sanırlar. Demokrasinin genişlemesi bağlamında bir kentte hayata geçirilmek istenilen büyük projelerde halkın desteğinin alınması gerektiği akıllarına bile gelmez. Protestolar başlayınca önce bakakalırlar, sonra da talepleri programlarına alırlar ve böylece de bir şey olacağını sanırlar. Sosyal adalet, otuz yıl önceki sosyal adalet değildir, içeriği genişlemiştir. İnsanların, halk içindeki grupların demokratik ve kültürel haklarının genişlemesi de artık sosyal haklar içindedir. SP, solun ezeli hastalığını sergiliyor: Geçmişe yönelik olarak çok iyi analiz yapıyorlar. Bugünü de esas olarak geçmişe dayanarak kuruyorlar, buradan gelecek için çıkarsamalar yapıyorlar ve genellikle de yanılıyorlar. “Gelecek de en az geçmiş kadar bugünü etkiler”, demişti Nietzsche… Bugünün kuruluşunda geleceğe daha fazla önem vermek, hayallere dalmadan uygulanabilir bir geleceği dikkate almak ve onu gerçekleştirmeye çalışmak… Unutulmamalıdır ki, gelecek, dünün ve bugünün sadece devamı değildir; o aynı zamanda başka bir içeriğe de sahiptir. Solun bu konuda yıllardır süren sorunu bulunuyor.
Ortadoğu’da 21. yüzyıla başlangıcına Ortadoğu ülkelerindeki devrim dalgasının damgasını vurduğunu söylemek abartı olmaz. Bu dalga düşünsel, siyasal ve toplumsal bazda barış demokrasi ve sosyalizm savunucularına yeni bir ufuk, birikim ve değerler bırakacağını söylemek pekala mümkündür. Bereket Kar Tarihte çok ciddi toplumsal olaylara tanıklık yapan Ortadoğu coğrafyası bugün de tüm bölge halklarını yakından ilgilendiren halk ayaklanmalarına tanıklık ediyor. Başta, Tunus, Mısır, Yemen, Ürdün, Bahreyn, Libya, Suriye ve İran gibi ülkelerde baş gösteren halk ayaklanmalarının niteliğini, birleşimini ve nereye evrilebileceğine geçmeden bu kalkışmalara ön gelen yakın tarihsel sürece gözatmanın yararlı olacağını sanıyorum. 20. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte, Suriye, Mısır, Yemen, Cezayir, Lübnan ve Irak gibi ülkelerde gelişen ulusal kurtuluş mücadeleleriyle, halk Fransız ve İngiliz sömürgeciliğinden kurtularak bağımsızlıklarını ilan ederken bir çok Körfez ülkesi emperyalist güçlerin desteğiyle ihdas edilmiştir Sömürgeci güçler, kendilerine karşı yükselen Arap direniş hareketlerini kırmak ve varlıklarını garantiye almak amacıyla İngiliz dışişleri bakanı Vad Belford’un hazırladığı planla, yani Filistin’e dışarıdan taşınacak Siyonist Yahudilerin, Filistin’e yerleştirilmesi ve bir İsrail devletinin kurulması yoluyla sağlanacağına inanmışlardır. Yenilmez “Güç” İsrail Ortak dil, din, kültür, toprak ruhi şekillenmeye sahip olan Arap ülke yönetimleri, halklarından gördükleri destekle, Arapların birlik ve beraberliğini yeniden kurmak hedefiyle
22/mart/1945’de Arap camiasını kurmuşlardır. Ne var ki, Arap camiasının kurulması, Belford planının emperyalist-sömürgeci güçlerce, 1948’de hayata geçirilerek İsrail devletinin kurulup ilan edilmesine engel olmamıştır. İsrail’in kurulmasıyla giderek daha da ısınan bölge “6 gün savaşı” adıyla bilinen 1967 Arapİsrail savaşına sahne olmuş ve bu savaşta, İsrail, Arap ordularını bozguna uğratarak, Mısır’da Sina bölgesini, Suriye’de Golan Tepelerini ve Filistin’in büyük bir bölümünü işgal etmiştir. Bu süreçten sonra İsrail, Arap yönetimlerinin hafızalarına yenilmez efsanevi güç ve korkulu rüya olarak yerleşmiş, 1973’de Tişrin Savaşın’da Suriye ordusunca geriletilip, Kunayta Kenti geri alındıysa da, bu durum Arap yönetimlerinin İsrail korkusunu yenmesi için yeterli olmamıştır. İsrail, ABD ve Batılı emperyalist güçlerden aldığı destekle, bölgeyi adeta, bitip tükenmeyen bir çatışma ve terör sarmalına sokmuştur. İsrail-Filistin ve Arap çatışmaları olarak yansıyan bu sarmalın kökeninde ise, Ortadoğu’nun petrol yatakları ile sömürgeci güçlerin bunun üzerindeki hakimiyet kavgası olduğu sır değildir. Emperyalizmin planı BOP ABD tarafından bölgeye ilişkin sunulan onlarca projenin sonuncusu olan,’ BOP’ olarak bilinen barış planı, Filistin ve Arap halklarının çıkar ve güvenliğini gözetmek bir yana, İs-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 29
Uluslararası
tutuşan ateş sönmeyecek rail siyonizminin işgallerini aklayan ve tek taraflı olarak İsrail’in çıkarlarını koruyan bir plan olması, işbirlikçi Arap yönetimlerince (Mısır, Ürdün, Arabistan) benimsenmesine rağmen, Filistin’in ve Arap halklarının mücadelesiyle boşa çıkartılmasına neden olmuştur. Yarım asırdır bu konsept üzerinde, emperyalizmin ve siyonizmin destek ve işbirliğiyle varlığını sürdüren, totaliter Arap devletlerinin büyük çoğunluğu halklarını, işsizlik, açlık ve sefalet sınırında yaşatırken, her türlü baskı ve şiddet ve işkenceyi uygulayarak, muhalefetlerinin de sesini keserek, baskılamıştır. Süresi on ile kırk yıl arasında değişen aile saltanatları, ülke servetlerinin büyük çoğunluğu, hakim, kral, emir ya da reisin elinde ve ailesinde toplanması, ülkeyi sıkı yönetim kanunlarıyla yönetmesi, iktidarın babadan oğla devredilmesi, hiçbir muhalefete izin verilmemesi, güvenliği, devlet ve iktidar güvenliğinden ibaret sayması gibi onlarca uygulama, gerici Arap yönetimlerinin ortak paydası sayılabilir. Emperyalizimle girilen ekonomik, ticari ilişkiler sonucu gelişmişlik düzeyi itibariyle, siyasal toplumsal, kültürel ve ekonomik anlamda ülkeler arasında farklılaşmaların da yaşandığı bir gerçek. Sömürü sisteminin kendini hissettirdiği ülkelerin başında Mısır gelirken, petrol gelirlerinden pay alan kimi körfez ülkelerinde dahi, yoksulluğun arttığı, Yemen’de açlığın baş gösterdiği biliniyor. Yılların birikiminın patlaması Reel Sosyalist sistemin yıkılması her yerde olduğundan çok, Ortadoğu’da etkili olmuştur. Bu sürecin hemen ardından siyasal siyasi İslamın bölgenin bütününde tırmanışa geçtiği gözlemlenebilir. Ne var ki Arap yönetimlerinin bütününe yakınında İslam ve şeriatın savunuluyor olması nedeniyle, muhalif İslami hareketler Filistin ve Lübnan dışında sanıldığı kadar yoksul, iş-
siz ve dışlanmış emekçi halk kitlelerinde inanç ötesinde etkili, örgütlü bir güç haline gelememiştir. Her din ve renkten kitlelerin on yıllardır mahrum kaldığı insan hak ve hürriyetleri, karşılaştığı baskı şiddet ve giderek düşen yaşam standartı, kitlelerin kendi yönetimlerine karşı inanılmaz kin ve nefret başlatmıştır. Muhammet Buazzi’nin yaktığı ateş Tunus’da ekmek teknesine el konulan Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasıyla tetiklenen halk ayaklanması, bastırılmışlığın bir dışa vurumudur. Arap camiasının yirmi iki ülkesinde hissedilen,Tunus depremi, sırasıyla, Mısır, Ürdün, Yemen, Bahreyn, Libya ve son olarak Suriye’ye taşınması ne tesadüf ne de, kimilerinin sandığı gibi, emperyalist güçlerin,düğmeye basmasıyla olmuştur, tamamiyle bu bölgede yaşayan halkların, karşı karşıya kaldığı, ortak baskı ve zulüme karşı taşıdıkları öfkenin bir boşalmasıdır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da alanları dolduran milyonların geri dönülmez bir değişim ve dönüşüm sürecini başlattığını söylemek abartı değildir. Artık ayaklar baş olmuştur, kitlelerin gücüyle alanlar ve sokaklar zaptedilmiştir. Ayaklanmanın, Tu-
nus’da, Mısır’da, Yemen, Libya ve Suriye’de devlet başkanlarını hedeflemiş olması, barışçıl olması, hiçbir şekilde küçümsenmesine neden olmamalı ya da taşıdığı çok yönlü değerleri azaltmamalıdır. Bugün kimi aydın ve siyasi çevrelerde, bu devrimci ayaklanmalara karşı takınılan ikircikli tutumlar, kaygılar ve yöneltilen eleştirilerin iyi niyetli ve masum olduğunu söylemek mümkün değildir. Medyada programlara katılan ya da gazete köşelerinde yazan kimi Ortadoğu uzmanları dikta yönetimlerine, yoksullara, baskı ve şiddette karşı, demokrasi ve özgürlük için toplu halk ayaklanmasının, adını koymaktan korkarken, bunu bir ABD projesi olduğunu rahatlıkla iddia ediyor. Türkiye’de yaygın hale gelen bu görüşler, kendini komünist olarak tanımlayan bazı güçlerce de paylaşılmaktadır. Bu ayaklanmalarından kendimize dersler çıkarmak yerine ‘Araplara’ ders verme gibi ukalalıklara kadar vardırılarak ’Türkiye Yönetimini’ model göstermeye kalkışılmaktadır. Türkiye’nin Araplara model tartışmasına girenler, AKP’nin ve dolayısıyla ABD’nin Ortadoğuya ilişkin görüşlerinin destekçileridir. Halkın öz gücüyle gerçekleşen ve her türlü dış müdaheleyi reddeden bu ayaklanmala-
rı kontrol etme ve yönlendirme çabaları, Türkiye dahil emperyalist güçlerin tümünü içermektedir. Zira gerek Tunus’da gerek Mısır ve Yemen’deki halk ayaklanmasına katılan güçler, genç ve kadınların yanı sıra, işçi, emekçi ve sistemden zarar gören herkes, örgütlü güçler olarak, komünistler, demokratlar, liberaller, Nasırcılar ve İslami güçlerin farklı grupları katılmıştır. Yükseltilen ortak talepler, devlet başkanlarının istifası, kurucu meclisin oluşturulması, anayasanın yeniden yazılması, geçici hükümetin kurulması, seçimlerin yapılması ve özgürlük gibi devrimci taleplerdir. Bu yanıyla geleneksel devrimlerinden farklılıklar taşıyan bu halk devrimlerinin, 21. yy koşullarında taşıdığı özellik ve önem açısından tartışmak ve dersler çıkarmak gereklidir. Sonuç itibariyle, aynı şiddete olmasa bile kuzey Afrika dan, Türkiye dahil Ortadoğunun tüm ülkelerini sonuçlarıyla etkileyecek olan, 21.yüzyılın en ciddi toplumsal siyasal gelişmesi sayılan bu devrimci halk ayaklanmalarının düşünsel, siyasal ve toplumsal bazda barış demokrasi ve sosyalizm savunucularına yeni bir ufuk, birikim ve değerler bırakacağını söylemek pekala mümkündür.
30 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası
Halk hareketleri ve uluslararası güçler Komplo teorilerine yaslanan ve kaba bir anti-emperyalizmle hareket eden küçük bir kesim dışında dünya ve Türkiye solunun Arap İsyanlarına karşı tutumu olması gerektiği gibi enternasyonalist, devrimci ve 21. Yüzyılın da devrimlere gebe olduğunun bilincindedir. Hakan Güneş Ortadoğu rejimlerinin tartışmasız en diktatör olanı Suudi Arabistan’ın ev sahibi olduğu ziyarette, son 20 yılın en kanlı müdahele ve işgallerine imza atmış NATO’nun bir üyesi olan Türkiye’nin Başbakanı, Sarkozy liderliğindeki ilk Libya müdahalelerine yine “one minutes” edasında sesleniyordu: “NATO Libya’ya, Libya’nın Libyalılara ait olduğunu teslim etmek üzere girmeli, Petrol ve zenginliklerin paylaşılması için değil”. Sanki konuşmasını Suudi Arabistan’da değil de İsveç de yapıyor ve adeta NATO değil de Uluslararası Kızılhaç Örgütünden bahsediyor gibi konuşan Başbakan’ın sözlerinin her satırından damlayan ABD himayeli yeni Osmanlıcı diskur bölgenin dinmeyen çalkantıları ortasında daha ne kadar iş görecek? Tunus’ta başlayan halk hareketleri Mısır’dan Yemen’e Ürdün’den Libya’ya her ülke’de başka başka sonuçlar doğurdu. Süreç hem yeni ülkelere doğru hem de her biri açısından başka sonuçlara doğru ilerlemeye devam ediyor. Ortak noktaları Ortadoğu’da halkların dikkate alınmadan hesap yapmanın eskisi kadar kolay olmayacağı bir dönemin başlamış olması. Öte yandan hangi ülkede bu sürecin başlangıçtaki taleplerine yakın sonuçlar üreteceği ise büyük bir soru işareti. Ortadoğu’yu sarsan ve henüz tam olarak ne ile sonuçlanacağı ve nerede duracağı belli olmayan bu süreçte gerek dünya gerekse Türkiye solunun büyük bir çoğunluğunun sağlıklı tepkiler verdiğini söyleyebiliriz. Zulme, diktatörlüğe karşı çıkan, hak, adalet
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve NATO Genel Sekreteri Rasmussen
eşitlik ve özgürlük isteyen kitlelerin seslerine kulak vermemek, onlarla dayanışma içinde olmamak elbette beklenmezdi soldan. Solun temel saikleriyle değerlendirmelere başvurmak yerine komplo teorilerine yaslanan ve kaba bir anti-emperyalizmle hareket eden küçük bir kesim dışında dünya ve Türkiye solunun bölge gelişmelerine dair saptamalarını şu başlıklarda özetlemek mümkün görünüyor: 1. Şarkiyatçı ve Avrupa merkezci Ortadoğu analizleri sınıfta kalmış, Ortadoğu’nun “bon pour Orient” den daha fazlası için mücadele edebileceği görülmüştür. Özellikle 11 Eylül sonrasında oluşmuş donuk ve tektip “despotik” İslam dünyası değerlendirmelerinin yersizliği hiçbir söze gerek bırakmayacak bir dalga ile tarihteki yerine iade edilmiştir. Liberal analizlerin gücü de facebook ve twitter’dan halk hareketi çıkarmaya odaklanarak olayların gerisini anlamak ve geleceğini öngörmekten uzak ma-
gazinel analizlere hapsolmuştur. Sol ise sosyal dinamiklerin ve değişimin analizinde iradi iyimserlikle aklın gerçekliliğini bütünleştirerek olaylara yaklaşma basireti gösterebilmiştir. 2. Henüz şekillenmemiş bir süreç içinde olunmakla birlikte Tunus’tan Mısıra, Yemen’den Bahreyn’e olayların istikametinin bir sosyal devrime en fazla kapı aralar nitelikte olup, bölgedeki hiçbir örnekte emek ve özgürlük güçlerinin en azından bu aşamada hegemonik olduğu ileri sürülmemiştir. Gerçek de budur. Olaylar bir sosyal devrimden çok rejim değişikliklerine yol açan siyasal devrimler dairesinde cereyan etmektedir. Üstelik birçok yerde yerlerini gerici bir dalgaya, ağır bir uzlaşmaya bırakma eğilimi yok sayılmaz. Yine tüm bu ülkelerin emek ve özgürlük güçleri için siyaseti sokakta kendi özgücüyle belirlemeye kalkışmış yüz binlerce gencin ortada olması üzerinde sosyal bir davanın inşa edilebileceği büyük bir
zemin teşekkül etmiştir. Marks’ın dediği gibi “Teori, kitlelerin arasına girdiği andan başlayarak, maddi bir güç haline gelir”. Sol Ortadoğu sokaklarında özgürlük ve eşitlik sözünün dolaştığını görebilmiştir. 3. Olaylar, gerek müesses nizamin değişmez bir mutlak olgu olduğunu propaganda eden sistem güçlerine, gerekse buna boyun egen sol kesimlere değişimin ve devrimin 21 yüzyılda hala kitlelerin elinde ve sokaklarda olduğunu göstermiştir. Milyonlarca insanın tarih yazdığı olayların orta sınıfların facebookculuğuyla yahut Soros vb. ABD uzantılı kurumlarının sivil toplum komploculuğuyla meydana geldiğini düşünen gözleri bağlı küçük bir kesim dışında sol 200 yıldır doğru bildiği emekçi kitlelere dayalı halk hareketleriyle değişim ve devrim peşinde koşmanın umutsuzca ardından gidilen bir hayal olmadığını yeni kuşaklara da gösterebileceği yeni ve canlı bir de-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 31
Uluslararası neyim alanına daha sahip oldu. 4. Sol tüm bu gelişmelerin muhtemel istikameti konusunu Marks’tan bu yana aklından çıkarmadığı şu sağlam kriterle ele aldı: Sınıflar mücadelesinde politik zaferin sahibini belirleyecek yegane kriter ezilen ve sömürülenlerin kendisini egemen sınıf olarak örgütleyecek güce erişip erişmediğiyle ölçülür. Değişim rüzgarı altındaki tüm ülkelerin emek ve sosyalizm güçlerinin açıklamaları da bu yöndedir. Onlar diktatörlerin yerini yeni diktatörlerin almaması için yeni anayasalar, gerçek demokrasi için serbest seçimleri acil taleplerinin başına yazarken kendi zaferleri için halk içindeki çalışmalarını derinleştirmeleri gerektiğinin farkındalar. Siyasal devrimleri sosyal devrime çevirmek hiç kolay olmasa da eşitlik ve özgürlük mücadelesinin kök salması için yeni bir eşlikte olduklarının farkındalar. Uluslararası müdahale’nin insaniliği Tüm bu gelişmeler yaşanırken Libya isyanının Kaddafi güçlerince yenilmesi arifesinde Birleşmiş Milletler’in Libya hava sahasını uçuşa kapalı bölge ilan etmesiyle başlayan uluslararası müdahale Ortadoğu değişim rüzgârının üzerine kara bir bulut gibi çöktü. Bingazi merkezli muhalif güçlerin Tripoli hükümet güçlerince yenilmeye başlandığı günlerde BM güvenlik Konseyi üyelerinin hiçbirinin red oyu vermediği bir kararın Sarkozy Fransası öncülüğünde hava saldırılarıyla uygulanmaya geçmesi çeşitli tepkilere neden oldu. Uluslararası kamuoyu Bingazi’ye girmesi durumunda Kaddafi’nin kıyıcılığı elden bırakmamış olacağını teslim etmekle birlikte müdahelenin hiç de “insani” ve “meşru” olmadığını ortaya koyan çok sayıda tepkiyi yansıttı. Aynı günlerde Bahreyn’e Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ordu ve polis gücünün sevk edilmesiyle dış müdahalelerin ne zaman ve hangi şartlarda meşru olabileceği tartışması dış politika analistlerin öncelikli gündemi hali-
ne geldi. Bahreyn ve Libya müdahaleleri iki ayrı tür müdahale olmakla beraber ABD ve Batılı güçlerin gelişmelere askeri araçlar dahil olmak üzere çeşitli yollarla ve daha da yakından müdahale etmeye başladıklarının apaçık kanıtları oldular. Bahreyn muhalefetinin İngiliz ve ABD çıkarları için risk oluşturma olasılığı kuvvetle muhtemel iken Libya muhalefeti müdahaleye davetiye çıkarmak suretiyle çoktan müttefik adayı olarak nereye hangi taraftan müdahale edileceğini belirleyen yegane faktör oluyordu. Özetle ABD, İngiltere ve Fransa üçlüsü Libya’da muhaliflerden yana, Bahreyn’de ise iktidardan yana müdahalelere doğrudan ve dolaylı olarak taraf olmuşlardır. Çekimser müdahalecilerin söylemi ve eylemi BM oylamasında çekimser oy kullanan Çin, Rusya Brezilya gibi ülkeler kararın uygulanmasına dair kaygılar dile getirdiler. Vladimir Putin Fransız hava saldırılarını “haçlı seferlerine” benzetecek kadar ileri gitti. Bu gruptaki ülkelerin tepkisinin karara değil kararın uygulanma biçimine ve uygulayıcılarının niyetlerine ilişkin olduğu kısa sürede anlaşıldı. Türkiye de “çekimserler” grubuna paralel açıklamalar yaptı. Elbette Filistin sorunu üzerinden İslam dünyası hamiliği rolüne ısınmaya çalışan bir ülke olarak Türkiye’nin beyanları müphem populist bir bulamaçla aslında Türkiye’nin müdahiller grubundan
dışlanmış olmasına yönelikti. NATO’nun devreye sokularak Sarkozy’nin inisiyatifinin dengelenmesi, ama hepsinden önemlisi Libya’ya deniz ablukası uygulayacak olan NATO gücüne Ankara’nın 4 firkateyn ve 1 denizaltı ve ile katılması ile Türkiye’nin yaklaşımının değil karşı olmak, hatta değil ilk anda göründüğü gibi çekimserler safında olmak, “aktif müdahiller safında” olduğu anlaşıldı. Meğer AKP dışişleri Osmanlı’nın Afrika’da kaybettiği son topraklara çekimser çekimser bakmak değil yakın plandan müdahil olmak istemiş de Sarkozy’nin işgüzarlığı buna kısa bir süreliğine engel olmuş. Sorun çözüldü: Şimdi Libya ablukasında Türkiye Donanması ağırlıklı bir yer tutuyor. Arap sokağının aklında yine Erdoğan’ın “one minute” vari sözleri kalmış olsa da kısa sürede hem Arap sokağına mavi boncuklar dağıtmak hem de askeri müdahele unsuru halinde bulunmanın uzun sürdürülemeyeceği görülecektir. Türkiye 2. Dünya Savaşından bu yana sürdürdüğü politikayı Davutoğlu döneminde tabiri caiz ise teorize etmiş ve statükocu çekincelerini de bir yana bırakarak aktif bir bölge gücü olmaya kalkışmış durumda. Özellikle bölge siyaseti açısından nötr yada etkisiz bir eleman olmaktan aktif bir unsur haline gelmek anlamında Türk dış politikasında bir değişimden bahsedebilsek dahi, öte yandan bir temel stratejik unsur değişmiş denemez: İster Davutoğlu’nun for-
mülasyonu ile “Oku doğuya gererek Batıda daha ileriye fırlatmak” diyelim, ister ABD’nin merkezinde yer bir ittifak kümesinine dayanarak bölgede iş görmeye kalkmak diyelim, sonuçta Türk Dış politikasının bağımsızlıkçı, güneyci bir yönelimle değil soğuk savaş dönemindeki gibi büyük abinin kanatları altında politikaya devam ettiği görülür. Türkiye’nin göreli özerkliğini büyütme adına ABD ve İsrail ile girdiği tartışmalar, AB’ye mesafeli duruşu henüz De Gaulle’izm ölçeğine dahi ulaşmış değildir. Bu yolda olduğuna şüphe yok ancak, henüz tarikat merkezleri de askeri kontrol de ABD’nin elindedir. Peki, ama Türkiye bu hali ne kadar sürdürecektir? Dünya’nın her bölgesine asker göndermeye başlamış bir ülke hala ortadoğu’da mazlum millet hamiliği anlatabilecek midir? Üstelik kendi topraklarında sivil itaatsizlik yeni bir “Tahrir”e doğru ilerlerken bu sorulara pozitif yanıt vermek için insanın üç dönem üst üste artan oranda oy alması ama mutlaka emperyal bir kibre sahip olması gerekir. Libya’da küçük bir azınlık olan emek ve özgürlük güçleri hem kaddafiye, hem hem batılı müdahil ordulara, hem onları davet eden yerel işbirlikçilerine ve hem de Türk ve İtalyan hamiliğine karşı en az dört cephe de savaş vermek durumundalar. Bu dört cephe Türkiye ve Dünya solu içinde geçerlidir.
32 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası
‘Devrim’ mi yeni dünya düzeninin “yaratıcı yıkımı’ mı? Emperyalist güçlerin Mısır halkının ayaklanmasını güdümlemek, ve az çok denetimli bir “geçiş süreci”ne yöneltmek ve yeni düzenin kendi çıkarlarına uygun olarak biçimlenmesini sağlamak için çaba harcadıklarını söylemek halk hareketinin küçümsenmesi anlamına gelmez. Gaye Yılmaz Tunus’la başlayıp, Mısır’la devam eden ve giderek Yemen ile Libya’yı da sarsmaya başlayan halk isyanları başta siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler olmak üzere sosyal bilimlerin pek çok disiplinini daha uzun süre meşgul edecek gibi görünüyor. Tartışmalar esas olarak yaşananların birer “devrim” olup olmadığı; Ortadoğu’da yeni dengelerin ne şekilde oluşacağı ya da bu süreçte ABD, AB gibi emperyalist güçlerin etkisinin ne kadar olduğu gibi sorulara odaklanıyor. Toptancı değerlendirmeler Değerlendirmelerin bazılarında, Ortadoğu’daki yeni gelişmelerin emperyalizm ama özellikle de ABD açısından yeni zorunlulukları ve sıkıntıları beraberinde getireceği belirtiliyor. Egemenlerin isyanların diğer ülkelere de yayılacağı endişesini enselerinde hissettikleri öngörüsünden yola çıkan bu yorumlarda, ABD’nin bölgedeki tarihsel ittifaklarını birer birer kaybedebileceğinin altı çiziliyor (Lotta, 2011). Ancak, bütün bu analizlerde, Ortadoğu’nun her biri diğerinden farklı özgünlüklere, farklı siyasal geçmişlere, kültürlere, demografik özelliklere sahip bu ülkelerini ve halklarını aynılaştırıcı vurgulara da rastlanıyor.
Farklılıklar ve benzerlikler Oysa, örneğin Tunus, güçlü bir orta sınıf, oldukça eğitimli bir nüfus, görece küçük bir ölçek, AB ile göç kaynaklı bağlar, küre-
sel finansal krize karşı daha yüksek bir duyarlık, nispeten küçük bir ordu ya da ABD çıkarlarının göreli önemsizliği gibi karakteristikleriyle diğer Ortadoğu ülkelerinden ayrılıyor. Diğer yandan, bu ülkelerin hiçbir şekilde birbirine benzemediğini söylemek de kolay değil. Zira en azından diktatör yönetimlerle idare edilmeleri, dil ve dinlerinin aynı olması dolayısıyla önemli benzerlikleri de vardır. Gerek bölgede yaşanan isyanlar gerekse daha önceki gelişmeler, dikta yönetimlerinin kendi iktidarlarını sürdürmek için aynı zamanda birbirlerinden öğrendikleri süreçlerdir de. Bu bağlamda, söz konusu yönetimler, bir yandan bu süreçlerde bir nebze olsun “demokratikleşme”nin artık kendi çıkarları açısından kaçınılmaz bir zorunluluk haline geldiğini görüyor; öte yandan yeri ve zamanı geldiğinde şiddet ve güç kullanımını yeniden devreye sokmaları gerektiğini de öğreniyorlar.
Dolayısıyla Mısır’daki protestoların dün güç kullanılarak bastırılmamış olması, yarın da böyle olacağını göstermiyor (Middle East Foreign Policy, 2011).
Mısır örneği ve ABD çıkarları ABD’nin bölgedeki çıkarlarının zedelenip zedelenmediği konusunda, ilk bakılacak örneklerden biri, son 30 yıldır ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli müttefikleri sıralamasının başlarında gelen Mısır’dır. Bu ülkenin çeşitli noktalarına konuşlandırılmış üsler sayesinde, Amerikan savaş uçakları bölgedeki her türlü askeri müdahalede rahatça devreye sokulmakta ve bütün Batılı ülkelerin Süveyş Kanalını ticari ve askeri amaçları için kullanmalarına koşulsuz izin verilmekteydi. Mübarek rejimi bir yandan da, köktendinci hareketleri öne sürerek Batı’lı müttefiklerinin yüreğine korku salıyordu. Bu dönemde, Mısır bir “barış ortağı” olarak, artık
bir müttefik olduğu İsrail’e askeri yoğunlaşmasını Mısır-İsrail sınırının dışındaki bölgelere kaydırma olanağı bahşediyor, böylece İsrail, bütün gücüyle Batı Şeria ve Gazze başta olmak üzere işgali altındaki Filistin topraklarına saldırabiliyordu. Eldeki verilerin pek çoğu, Mısır başta olmak üzere Ortadoğu’daki gelişmelerin genelde ABD’nin, özelde ise İsrail’in çıkarlarını zedeleyecek bir mahiyet taşıdığını gösteriyor. Ancak, burada göz ardı edilmemesi gereken bir başka gerçeklik de, kapitalist sistemin egemen güçleri açısından, halkların birikmiş ve patlama noktasına gelmiş tepkilerinin de en az bölgedeki müttefikleri kaybetmek kadar büyük ve önlenmek zorunda olunan bir tehdit olarak algılandığıdır.
İsyanın arka planı Gerçekten de iktisadi açıdan ele alındığında, Mısır halkları 1970’lerde temeli atılan ve
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 33
Uluslararası 1990’lı yıllarından ortalarından bu yana IMF ve Dünya Bankası tarafından uygulanan yapısal reformların ve neo-liberal sermaye birikiminin pençesi altındadır. Bu bağlamda, kamusal alanlar yerli ve yabancı sermaye gruplarına satılmış; barınma, ulaşım, eğitim, sağlık gibi en temel kamusal hizmetler piyasaya terk edilmiştir. Son on yıl boyunca yaşanan büyük grevler ve toplumsal protestolar, ülke haklarının hızlı yoksullaşmanın yanı sıra 30 yıldır tasallutu altında oldukları bir diktatörlük rejimine artık sessiz kalamayacağının bir belirtisi idi aslında. Özellikle ülke nüfusunun 1980’lerdeki 40 milyondan bugün 80 milyona yükselmesi, yani yüzde yüz oranındaki artışı bu yoksullaşma sürecini katmerleştirdi; bugün 30 yaş altı nüfusun üçte ikisi işsiz durumdadır. İşgücü nüfusu bu kadar hızlı büyürken; işçi sınıfının çoğunluğu çok düşük ücretlerle, her türlü koruma ve güvenceden yoksun bir biçimde çalışmaktadır. Emeğin tamamen korumasızlaştırıldığı bu koşullar, Çin’den Rusya’ya ve Türkiye’ye kadar pek çok ülkeden kapitalistlerin iştahını kabartmış; başta turizm ve müteahhitlik işleri olmak üzere ülke yabancı sermaye akınına uğramıştır. Bunun yanı sıra, tarımda uygulanan neo-liberal politikalar tarım emekçilerinin ve yoksul köylülerin büyük kitleler halinde Kahire ve İskenderiye’ye göç etmesine ve kentli emekçi nüfusa eklenmesine yol açmıştır. Tarım yapılabilen topraklar toprak ağalarının ve büyük tarım tekellerinin eline geçerken Mısır halkı en temel gıda ihtiyaçlarının yarıdan fazlasına ithalat yoluyla ulaşabilir hale getirilmiştir. Öyle ki, Mısır bugün dünyanın en büyük buğday ithalatçısıdır.
Yoksullaşma ve gıda fiyatları Öte yandan, aynı süreçte hem dünya ölçeğinde hem de Mısır özelinde doğal kaynak tahriba-
tının en üst aşamaya ulaşmış olması tarımsal gıda fiyatlarının hızla yükselmesine ve ülke halkının açlıkla yüz yüze kalmasına yol açtı. Haziran-Kasım 2010 tarihleri arasında Şikago Borsasındaki buğdaya endeksli future sözleşmelerinin yüzde 74 oranında yükselmesi, devlet desteklemelerine rağmen Mısır’daki gıda fiyatlarının yüzde 30 oranında arttırdı. Sonuç olarak, bugün Mısır halkının yüzde 40’ı mutlak yoksulluk sınırında (günde 2 $) ya da bu sınırın altında yaşamaktadır. Gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde 75’tir. Mısır üniversitelerinden mezun olan gençlerin yüzde 30’undan fazlası işsizdir. Kahire kent nüfusu 18 milyona dayandı ve bu nüfusun yarısı gecekondularda yaşamaktadır (Lotta, 2011). Bu koşullar altında, emperyalist güçlerin Mısır halkının kontrolsüz bir şekilde patlamasının beklenmeyen ve istenmeyen sonuçlarına katlanmak yerine, bu patlamayı güdümlemek, öngörülebilir ve az çok denetimli bir “geçiş süreci”ne yöneltmek ve böylece bölgedeki yeni düzenin kendi çıkarlarına uygun olarak biçimlenmesini sağlamak için çaba harcadıklarını söylemek halk hareketinin küçümsendiği şeklinde okunmamalıdır.
Zıt yorumlar Gerçekten de, süreci tersten okuyan ve Batı medyasının pek fazla rağbet etmediği yorumlar da var (Engdahl, 2011) . Bu yorumlarda Mübarek rejiminin ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”ni omuzlayamayacağı, Mısır’ın ve bölgenin Gürcistan ve Ukrayna’daki gibi “turuncu devrimler”e ihtiyaç duyduğu belirtiliyor. Örneğin, 2008 yılında Pentagon için hazırladığı bir raporda RAND , ABD’nin özellikle 11 Eylül sonrasında Arap dünyasında daha geniş bir demokratikleşmeden büyük bir çıkarı olduğunu itiraf ettiğini belirtmekte, bu görüşünü de Başkan G. W. Bush’tan alıntılarla desteklemektedir.
Yine RAND tarafından 2008 yılında yapılan bir başka çalışmada da Amerikan Hükümetinin Mısır’da reform hareketlerini (STK’lar) teşvik etmek, eğitmek ve şiddet içermeyen eylemlere hazırlamak için sürdürdüğü diğer faaliyetlerin ayrıntıları veriliyor:“ABD Hükümeti, Mısır’daki STK’ları desteklemeli, reformculara bir koalisyonun nasıl kurulacağı, demokratik reformları gerçekleştirirken iç farklılıklar sorununun nasıl çözüleceği de dahil olmak üzere eğitimler vermeli. Bu eğitimler Amerika’daki siyasi partilerle ilişkileri olan STK’lar ve Amerikan üniversiteleri tarafından düzenlenmeli. ABD ayrıca yeni bilgi-iletişim teknolojilerinin nasıl kullanılacağı konusunda da reformcularla yakın temas halinde olmalı.” Benzer şekilde, Obama’nın Mayıs 2009’daki Kahire ziyaretinin hemen oncesinde, Hillary Clinton, genç Mısır’lı aktivistleri konuk etti. Bu aktivistlere ABD’de asıl ev sahipliği yapan kurum ise, daha once Gürcistan, Ukrayna ve Sırbistan’daki “renkli devrimler” sırasında son derece aktif çalışmalar yapan Washington merkezli “Freedom House” isimli bir STK. ABD, 2001-2003 Irak ve Afganistan’a açılan savaşlardan beri Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde mevcut rejimleri “şiddet içermeyen” yollarla değiştirme ve “demokrasi için ulusal donatım” (NED) programını uygulamaya izin verecek ortamları hazırlama amaçlı bir dizi politika ve strateji uygulamaktadır. Bu çerçevede, Başkan G. W. Bush,
2005 yılında NED üzerine yaptığı bir konuşmada şunları söylemişti: “Teröre karşı başlattığımız savaşın bir diğer unsuru demokrasiyi bütün Ortadoğu’da uygulanan bir rejim haline getirmektir. Bizim geleceğimiz, Orta Doğu’nun geleceğine bağlıdır. Eğer Ortadoğu halklarının kendi kaderlerini tayin etmesine izin verirsek aşırı uçlar ancak bu koşullarda marjinalleştirilmiş olacak ve İslam dünyası Batı’yı düşman olarak tanımlamaktan vaz geçecektir.”
Sonuç Yerine Yazının başında da belirtildiği gibi, Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinin bazılarında son iki aydır heyecanla izlemekte olduğumuz halk isyanlarının her biri kendi tarihsel, kültürel özgünlüğü içersinde analiz edilmeye muhtaçtır. Bu yazıda bu ülkelerden yalnızca Mısır –o da özetle- ele alındı. Bu ülkede yaşananları bir “devrim” şeklinde yorumlamanın neden doğru olamayacağının yanıtı, hem reformcuların yalnızca Mübarek’in görevden gitmesi ile sınırlı kalan taleplerinde hem de Mısır işçi sınıfının politik örgütlülük düzeyinde aranmalıdır. Toplumsal süreçlere her zaman birden çok ve bazen çelişen etkenler yön verirler. Mısır’daki gelişmelerde de halkın kendi doğallığında kabaran öfkesinin önceki ve sonraki “dış” müdahalelerle biçimlenerek Sosyalistlerin görmeyi arzu etmediği bir mecraya doğru yöneldiği gözleniyor.
34 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası
Alasiya savaşçıları nereye koşuyor Kuzey Kıbrıs’da CTP-BG iktidarının bir çözüm üretemediği ve aksine Ada’daki statükoyu devam ettirmekten başka bir işlev görmediği anlaşıldı. Yeni kurulan hükümet ise eskinin devamından başka bir şey vaad etmiyor. Ama Kuzey’de halk artık kendi ülkesinin efendisi olmak istiyor. Remzi Yekta 1974’te ABD ve İngilizler tarafından projelendirilmiş iki ardıl NATO operasyonu (15 Temmuz Yunan cuntası darbesi ve 20 Temmuz Türk istilası) sonucunda, Kıbrıs’ta oluşturulan “son düzenleme” yani statüko, yeni yüzyılla birlikte sürdürebilirlik anlamında ciddi sıkıntılar yaşamaya başladı. Ada’nın kuzeyinde yaşayan Kıbrıslıların statükoya karşı ilk başkaldırısı, UBP-TKP (Ulusal Birlik Partisi-Toplumcu Kurtuluş Partisi) koalisyonu döneminde (1998-2001), uygulamaları Özal iktidarlarına kadar dayanan ve “KKTC”yi sıkıntılardan kurtarma iddiasıyla TC tarafından gönderilen “ekonomik paket” reçeteleriyle ivme kazanır. Bu süreçte muhalif partiler, sendikalar ve sivil toplum örgütleri, Bu Memleket Bizim Platformu adı altında muhalif bir cephe oluşturur. Muhalefetin sokakta yükselen kavgasına, Ortak Vizyon adıyla sermaye kesiminin de katılımıyla, ada tarihinde eşine rastlanmayan gösteriler düzenlenir. Mandıranın sınırları zorlanmaya başlar… Aynı dönemde, Kıbrıs sorununu çözmek ve sorunsuz bir Kıbrıs’ın AB’ye (Avrupa Birliği) katılımını sağlamak için BM’de (Birleşmiş Milletler) Annan Planı olarak bilinen girişim yoğunluk kazanır. Bunun Ada’ya yansıması, “paket”e karşı başlayan muhalefetin evrilerek, “barış, çözüm ve AB” hedefine dönüşmesi şeklinde olur. AKP’nin de AB beklentile-
ri anlamında destek verdiği “barış, çözüm ve AB” isteği en uç sağ kesimler hariç, Kuzeyde yaşayan halkın -TC’den göçürülenler dahil- ortak talebine dönüşür. Yapılan mitinglerde binlerce insan alanlara akar.
Muhalefete verilen tavizler Statükonun sürdürebilirliği konusunda paniğe kapılan egemenler, yükselen muhalefeti etkisizleştirmek için yeni arayışlara girerler: • TC’nin talimatıyla 2003 yılında kapıların açılması; sokakta yükselen muhalefeti, “mandıra” koşullarını yumuşatarak hafifletmekle birlikte; 6-7 bin dolayında kuzey Kıbrıslıya da “Güney”de iş bulma olanağı sağlar. • 24 Nisan 2004’te her iki kesimde ayrı ayrı gerçekleştirilen Referandum da Annan Planı, “Kuzey”de %64.90’la (evet) kabul görürken, “Güney”in tavrı
%75.83 oxi (hayır) olarak yansır. Gösterilerle sokağa dökülen Kuzey Kıbrıslıların beklentileri anlamında bu sonuç tam bir hayal kırıklığı yaratır. Egemenler, bunun gerçek nedenleri göz ardı edip etnik temelde olaya yaklaşarak; “Güney’e uzattığınız el havada kaldı” diye kamuoyu oluşturmaya yönelir. Tüm bunlara rağmen Kuzey Kıbrıslılar, Kıbrıs Cumhuriyeti kimliği (1) alarak kendilerini AB vatandaşlığına taşımak suretiyle “teselli” bulurlar. Ancak işgal altında yaşadıkları topraklar, AB müktesebatı dışında kalır. • Egemenler son operasyonu, 2005 seçimlerinde gerçekleştirirler. Halkın sokaktaki öfkesine paralel olarak; kökleri sömürge dönemine kadar uzanan Denktaş ve kronik UBP iktidarlarına son verilir. Bu Memleket Bizim Platformu’nda yer alan “eski solcu-
lar”ın partisi CTP (Cumhuriyetçi Türk Partisi) kıvrak bir manevrayla CTP-BG (Birleşik Güçler) olarak adını değiştirir. Kendini olabildiğince daha da sağa çeken CTP-BG, milletvekili adayı listelerine sağdan, sermaye kesimlerinden ve platformda yer alan sendika başkanlarını taşıyarak seçimlere girer. Seçimlerden zaferle çıkan CTP-BG, “meclis”te (2) birinci parti konumunu elde ederken, kısa süre sonra gerçekleşen “cumhurbaşkanlığı seçimleri”nin ardından Talat’ı da “II. Cumhurbaşkanı” olarak saraya gönderir. Bu sürecin sonunda, Bu Memleket Bizim Platformu eylemleri son bulur. Aralarında yer alan bir parti, onların içinden çıkan CTP-BG’ler artık iktidardadır; hem de çok güçlü bir şekilde. Gelenek yıkılmış, umutlar CTP-BG iktidarına taşınmıştır.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 35
Uluslararası Halkın, sabırlı bekleyişi 2005 seçimlerinde %45 oy desteğiyle iktidara gelen CTPBG, önce DP (Demokrat Parti) (3) ardından da ÖRP (Özgürlük ve Reform Partisi) (4) ile 2009 yılına kadar iktidarda kaldı. CTP ilk hükümet deneyimini, 1994-1996 yılları arasında DP’yle iktidarın küçük ortağı olarak yaşar. Bu dönemin rezilliğini ve günahlarını, “küçük ortak” gerekçesiyle savunmaya çalışan CTP, yeni iktidar döneminde “küçük ortak” gerekçesinin arkasına saklanacak olanağını da yitirmiş bulunmaktaydı. Dört yıla yakın iktidarda kalan CTP-BG, önceden ve iktidar sürecinde kendilerini eleştiren tüm kesimleri haklı çıkarmak için elinden geleni yapar. Kısa sürede maskesi düşen CTP-BG, seçim arifesi söylemleri ve iktidardaki eylemleri arasındaki derin uçurumu toplum önünde adeta deklere eder. Kendine verdiği zararın ötesinde, “…solcular’da aynı; gelen gideni arattı” izleniminin halk içine yerleşmesini sağlayarak, genelde sol’un itibarını ve etkinliğini yok ederler. Bununla da kalmazlar; Güney Kıbrıslıların, barış ve çözüm anlamında kendilerine en yakın buldukları bu parti, “Türkiye’nin çıkarlarını temsil ettiğini/koruduğunu” ve Kıbrıs Cumhuriyetini ise “ceberut devlet” olduğunu ilan etmesiyle, tüm beklentileri çöker. TC’nin asimilasyon ve entegrasyon programlarının aksamadan yürümesine çanak tutarak, sol adına rejimin devamlılığını sağlarlar. AKP hükümetinin “paket”ini kabul eden CTP-BG ağırlıklı iktidar, paketin toplumdaki yansımasını önceden sezinleyerek, istifa edip apar topar seçime gider. Seçim sonuçları, geçmiş iktidar sürecine cevap niteliğindeydi. “CTP-BG gitsin da ne isterse olsun…” yaklaşımıyla sandığa giden seçmenler, UBP’yi yeniden iktidara taşıdılar. Artık TC makamları Kıbrıs’ta
yapılan seçimlere müdahale etmeyi bile düşünmüyor. Giden-gelen kim olursa olsun, statüko devam ettikçe bunun bir sıkıntı yaratması söz konusu değil. Kısacası rejim, “eski solcular”a koltuk sunarak, onları ehlileştirmeyi bile başarmıştı. Kucağında bulduğu “paket”i, önceki iktidarları dönemindeki vurdum duymazlıkla yürürlüğe koyan UBP iktidarı, Kıbrıslının mangalına (5) dokandı ve ardından beklenmedik bir toplumsal muhalefetle karşılaştı. Sendikal Platform adı altında toparlanan sendikalar, muhalif siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri 28 Ocak’ta, önceki dönemde gerçekleştirilen mitingleri aratmayacak boyutta bir gösteri gerçekleştirirler. TC ve AKP karşıtı pankartlar alana girdiğinde, oldukça coşkulu karşılanması gözlerden kaçmadı. Ardından da Erdoğan’ın o bildik lafı ve hakaretleri geldi: “Beslemeler”! (6)
Muhalefetin yeni özellikleri AKP’nin tehditleri, baskılar, Rum parmağı iddiaları, fısıltılarla yayılan ‘ciddi olaylar olacak’ söylemleri ve nihayetinde muhalif bir gazetenin kurşunlanmasıyla gelişen olaylara rağmen, Kuzey Kıbrıslılar 2 Mart’ta, daha da yüksek katılımla -Erdoğan’a bir tokat gibiikinci “varoluş mitingi”ni gerçekleştirdiler. Yukarıda özetlemeye çalıştığım Bu Memleket Bizim Platformu dönemine kıyasla, oldukça farlılaşan yeni süreçte ortaya çıkan olguları ele aldığımızda: • Geçmiş dönemde “barış, çözüm ve AB” hedefli politik yaklaşım, yeni dönemde ortadan kaybolmuş gibi gözüküyor. Çözüm ve barış için “uzattığı ele karşılık bulamayan” Kuzey Kıbrıslılar, Güney’den umutlarını kesmiş durumda. AB’den beklenilen; Kıbrıs’ta TC işgaline son verecek hamlenin de
“satranç masasında” kaldığını gösteriyor. Kıbrıs Cumhuriyetinin AB’ye girmesiyle, AB toprağı da işgal edebilir konumuna yükselmiş bulunuyor. Hem de -2009-2010 dönemi- Güvenlik Konseyi üyesi etiketiyle! • Son iki miting, kendini tanımladığı “varoluş” adı altında, Kıbrıslılık ve Kıbrıslı Türk aidiyeti ile temellendiriliyor. Kıbrıs’ın bölünmesine (böl-yönet) hizmet etmek için mobilize edilen etnik temelde ayrılıkçı politikaların dayandırıldığı temel unsurlardan bir olan ve Kıbrıs Cumhuriyetine karşı ileri sürülen self-determinasyon politikası, anlaşılan bu yeni dönemde ikinci bir hedefi de önüne koymuş gibi. Artık Kuzeydeki Kıbrıslılar, TC’ye karşı da self-determinasyon hakkını kullanma eğiliminde. Ancak Kıbrıslılar için bu, yeni bir yaklaşım değil. Makarios ve yandaşları –AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi) dahilEnosis mücadelesinde Ada’yı Yunanistan’a bağlamak için yola düşmüş olmakla birlikte, Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulmasıyla giderek yerleşen bağımsızlık eğilimi, Yunanistan’la birleşmeyi rafa kaldırıp Kıbrıs Cumhuriyeti öne çıkarmıştı. • Uluslararası tanınmışlığı olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Yunanistan’a ihtiyaç duymadan sürdürülebilir bağımsız konumu, uluslararası tanınmışlığı olmayan ve asla tanınmayacak olan; 170 bin Rum, Ermeni ve Maronit’in terk etmek zorunda bırakıldığı toprakları üzerinde kurulan
“KKTC” için bir seçenek olarak gözükmüyor. • Kuzey’de ‘kendi ülkemizin efendisi olmak’, ‘kendi kendimizi yönetmek’ talebi ve bunun sonucunda ‘Ankara’nın elini yakamızdan çekmesi’; 1974’ün 15 ve 20 Temmuzunda “düzenlemeyi” gerçekleştirenler için sorun yaratmayacaktır. Bu “yeni” yaklaşım, onların ayarları dışında bir seçenek değil. Etnik temelde ayrılığa dayalı bölünmüşlük, Taksim’den başka bir şeyi işaret etmiyor.
1 Kıbrıs Cumhuriyeti resmi makamlarının açıkladığına göre bu sayı 89 bin dolayında. 2 “KKTC Meclisi” olarak işgal edilmiş bina ile alanı; Diyanellos sigara fabrikası olarak bilinen ve sahiplerinin de İnsan Hakları Mahkemesine başvurduğu bölge. 3 Denktaşların partisi. 4 DP ile bozulan koalisyon sonrasında, UBP’den kopan vekillere CTP-BG desteğiyle koalisyon için kurdurulan parti. 5 Kıbrıslıların hafta sonları asla vazgeçmedikleri kebap adeti. 6 1974 sonrası TC tarafından Kıbrıs’ta uygulanan insan mühendislisi programıyla, sayısı net olarak bilinmeyen ve resmi makamlarca dünya kamuoyundan saklanan nüfus transferi sonucunda ulaşılan rakamın, en düşük 400- 500 bin arasında olduğu varsayılmaktadır. Ayrıca TC’nin Kıbrıs’ta 45 bin askeri de bulunmaktadır (her iki Kıbrıslıya bir silahlı asker!). Hastanelerde sağlık hizmeti alan 5 kişiden 4’ü, okullardaki öğrencilerin %80’i TC kökenlidir. TC’nin finanse ettiği, Kıbrıs’ta altyapı yatırımlarıyla ilgili açmış olduğu ihalelere, TC firmaları katılmakta ve işler onlara kalmaktadır. Kumarhanelerin nerdeyse tümü, otellerin tümüne yakın bölümü, TC sermayesinin elinde bulunmaktadır. TC’nin “KKTC”ye yapmış olduğu ihracat, Erdoğan’ın yaptığını söylediği yardımın tam üç katıdır.
36 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Kültür-Sanat
Başkaldırı uzun sürer Oya Baydar ile Melek Ulagay yakın siyasal tarihimize kendi aynalarından baktılar Yeşim Dinçer ‘Bir Dönem İki Kadın-Birbirimizin Aynasında’, Oya Baydar ile Melek Ulagay’ın birbirleriyle yaptıkları bir nehir söyleşi. 1940’lardan başlayarak çocukluk ve ilkgençlik yıllarını, 68 olaylarını, sosyalizm fikriyle tanışmalarını, üyesi oldukları parti ve örgütlerle ilişkilerini, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin yarattığı kırılmayı, Berlin duvarının yıkılışını anlatıyorlar. Çalışmanın yakın tarihe dair sıradan bir tanıklıktan ibaret olmadığını, yakın tarihi sorgulamak, geçmişle yüzleşmek gibi bir amaçlarının olduğunu da söylemişler. Bu saygıdeğer çaba bihakkın yerine getirilebiliyor mu? Derli toplu, sistemli yapılmayınca ister istemez konudan kopuluyor, metnin akıcılığını zedeleyen bir hal alıyor. ‘Eleştirel tutum’, araya girerek laf çakmaya dönüşüyor: “Kitle tabanı olmayan, silahla devrimciliği eşitlemiş küçük gruplar, bir süre sonra terörist yuvarlara dönüşüyorlar, lümpenleşiyorlar.” (s.230) “Savunduğumuz dünya ve ülke tahayyülü şablon bir modeldi. Kendi modelini kurmaya kalkıştığında reel sosyalizm de denilen dünya sosyalist sisteminin dışına itiliyordun” (s.232) “Bizim Leninist modele özenen, öyle olmakla övünen partilerimizde çelik çekirdekler, teneke çekirdeklerdir aslında. Bu yüzden de işler büsbütün sarpa sarar; parti ağaları, küçük despotlar türer. (s.285) “Kitle denetiminin ve muhalefetin olmadığı ya da çok zayıf olduğu yapılarda bozulma kaçınılmazdır: Tek tek çok iyi, ahlaklı, fedakâr olan insanlar, siyasete daldıklarında, bir si-
Melek Ulagay ile Oya Baydar birbirleri ile yaptıkları söyleşi 1940’lardan günümüze uzanıyor
yasal yapılanma içinde olduklarında, hele bu illegal bir yapıysa, bir süre çarkların dişlileri arasında öğütülüyorlar, yapının şeklini alıyorlar.” (s.286-287) Yukarıdaki alıntıların tamamının Oya Baydar’a ait olduğunu da hatırlatalım.
Oya Baydar ve TSİP Oya Baydar gerek siyasi gerekse de yazar/edebiyatçı kimliğiyle sosyalist kamuoyunun aşina olduğu bir isim. 1974’te, henüz otuzlu yaşlarındayken, TSİP’in kurucuları arasında ve politbürosunda yer aldığı, birkaç yıl sonra eşi Engin Aydın ile birlikte TKP’ye geçtiği, bu partilerin merkezi yayın organlarında yıllarca kalem oynattığı biliniyor. Öyleyken eleştirilerini bu denli dışsallaştırmasını,
her şey onun dışında olup bitmiş gibi anlatmasını yadırgıyoruz. Türkiye’de sosyalistlerin hangi baskı koşullarında, kendi tercihleri dışında illegal mücadeleye zorlandıklarını o da bilmez değil.. Baydar’ın eleştirileri büsbütün temelsiz ya da sadece “dönemin gereği” olarak açıklanabilecek türden değil. Fakat “iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır” demişler. Baydar tutuyor, TSİP’ten ayrılma gerekçelerini açıklarken; “Kısa bir süre TSİP’te örgütte ağırlık kazanmayı denedik, yani hemen havlu atmadık. Mesela merkezdekilerin önem verdikleri, yönetimde de önemli bir yere sahip Zülfü Dicleli ile birlikte, İstanbul ilini bize verin pazarlığı yaptık. Burada belli bir etkimiz,
saygınlığımız vardı. Ama vermediler tabii, delegeler merkeze yakın olanlardan ayarlandı” (s.284) deyiveriyor. Kısacası, siyasetin herhangi bir burjuva partisinde olduğu gibi “güç ilişkileri” ve pazarlık üzerinden yürüdüğünü anlatırken ve bunu eleştirirken, kendisinin de buna dahil olduğunu söylemiyle ele veriyor. Baydar, TSİP’ten sonra katıldığı TKP içindeki durumunu da, “yağmurdan kaçarken doluya tutuldum”, diye özetliyor. Tanklara karşı Kalaşnikof Melek Ulagay’a gelince; 68’i hazırlayan ortamı Paris’te yaşayarak sosyalizme açıyor gözlerini. 68’de Türkiye’e dönerek Aydınlık hareketine katılıyor. Melek Ulagay’ın anlattıkları, özellikle de Filistin mülteci kampına yapılan bas-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK
37
Kültür-Sanat kında İsrailliler tarafından öldürülen Bora Gözen ve Türkiyeli devrimcilerin hikayesi, kitabın en ilginç bölümlerini oluşturuyor. Bunda sanırım Ulagay’ın eleştirilerine insani bir nitelik katabilmesinin, Türkiye’deki baskı koşullarından ötürü sığınmak zorunda kaldığı Kürt ve Filistin halklarına duyduğu sahici yakınlığı ve sempatiyi bize de yansıtabilmesinin payı var. Türkiye’nin ilk ilaç sanayicilerinden Ulagay ailesinin torunu olan Melek Ulagay, 12 Mart’ı izleyen dönemde örgütlü politika içinde yer almamış. Kimi olaylara getirdiği tarihsel stratejik yaklaşım göz önüne alındığında, bu bir kayıp sayılmalı kuşkusuz. “Elrom’un kaçırılması ve öldürülmesi, amaç ne olursa olsun sonuçları bakımından tam bir provokasyondu” (s. 147), diyen Oya Baydar’ı şöyle yanıtlıyor: “Neden o dönemde dünyanın çeşitli ülkelerinde darbeler oldu? Endonezya’yı, Filipinler’i düşün. Büyük ordular kendi halklarına karşı kullanıldı. Orduları kullanmak genel bir stratejiydi ve Türkiye de bu stratejiden kendi payına düşeni aldı. Bu süreçte İsrail Ordusu dünyanın beşinci büyük ordusu haline getirildi. 1967 Savaşı’nda İsrail’in Arap orduları karşısındaki zaferi ve yeni toprak işgalleri Filistin direniş hareketini doğurdu. Bu kadar büyük askeri hareketlere karşı ancak gerilla hareketleriyle karşı konulabilirdi. Militarizm böyle tırmandı. (…) Büyük ordular karşısında çaresiz kalan halklar için silahlı mücadeleden başka çözüm bırakılmamıştı. Kalaşnikof bir semboldür, gerilla hareketlerinin, halk direnişlerinin sembolü: tanklara karşı Kalaşnikof. Bu genel çerçeve içinde bakmak lazım Elrom olayına ve diğer eylemlere.” (s. 149-150) Ulagay aktif siyaseti bırak-
‘Kızımın parçalarını eteğimde taşıdım’ Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nca düzenlenen Ateşin Düştüğü Yer adlı sergi, hakikatle yüzleşme fırsatıydı
Resim: ateşindüştüğüyer. Öldürülen çocuklardan bir demet (Alfabetik sırayla) Ahmet İmre, Aslı Keçeci, Canan Saldık, Ceylan Önkol, Çağdaş Gemik, Dilara Dumrul,, Diren Basan, Edanur Avcı, Enes Ata, Enver Turan, Erdal Eren, Halil İbrahim Çoban, Jale Yeşilnil, Mahsun Mızrak, Maziye Aslan, Mehmet Nuri Tançoban, Mizgin Özbek, Oğuzcan Akyürek, Özge Keyikçi, Soner Çankal, Uğur Kaymaz, Umut Akdoğan, Umut Furkan Akcil, Yahya Menekşe.
Mustafa Sütlaş Sergide beyaz bir duvar üzerinde “bold” harflerle yazılmıştı bu cümle. Tanıdık geldi. Sonra anımsadım: Sergide aynı pano içinde sergilenen 24 çocuktan birisi olan ve havan mermisiyle ölen Ceylan Önkol’un annesi Saliha Önkol’un ağzından çıkmıştı bu sözler. Hepsini toplayamamıştı acılı anne. Üç gün sonra olay yerine giden savcı da tutanağına benzer cümleleri not etmişti. Çocuklarının, eşlerinin, anne babalarının ölü bedenlerine bile kavuşamamış insanlara göre şanslı sayabilirsiniz Saliha Önkol’u. Bu yazı yazıldığı sırada 312 kez “kayıplarını aramak için” Galatasaray Meydanı’nda toplananlar bu gerçeği çok iyi biliyor. Ya kendi kolunu, bacağını bulamayanlar? Bir de geçmişini bile bulamayan insanlar var bu toplumun içinde. Tabii o geçmişi hiç bilmeyenler de. Kurulalı 20 yıl olan Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın arşivlerinde, o arşivlerden yararlanarak hazırlanan kitaplarda bunların hepsi var ve kayıtlı. Vakıf kurulduğundan bu yana, bu ülkenin ve insanının “insan hakları belleği” durumunda. Kuruluş yıldönümü etkinlikleri kapsamında, o bellekte kaydı olan insan hakları ihlâlleri bir kez
tıktan sonra Helsinki Yurttaşlar Derneği ile çeşitli sivil toplum kuruluşlarında çalışmış; belgeseller çekmiş.
12 Eylül’ü kim, hangi ge-
daha anımsatıldı. “Sürmekte olan toplumsal travmayla baş etme projesi” kapsamında Depo İstanbul sergi mekanında gerçekleştirilen “toplumsal travma paneli”nin öncesinde karşılaştığım vakfın şimdiki başkanı sevgili arkadaşım Şebnem Korur Fincancı, orada sergilenenlerin çokluğunun kendisini de şaşırttığını söyledi. Haklıydı. İzlerken ben de çok şaşırdım: Şaşırtıcı olan bu ülkenin “insan hakları ihlâlleri” ile ilgilenen sanatçılarının ve onların bu konudaki üretimlerinin çokluğuydu. Aslında birçok yerde başka yapıtlar olduğunu da kuvvetle tahmin ediyorum. Ama yine de toplu olarak bir mekanda hem de güzel bir düzenlemeyle görünce ilk duygu “şaşkınlık” oluyor. 22 Nisan’da sona eren sergi, “küratörsüz ve sponsorsuz” olarak 131 sanatçının katkısı ve katılımıyla gerçekleşti. Pek çoğu sergiye eser veren 12 kişilik bir çalışma grubu, kolektif bir çalışmayla serginin organizasyonunu üstlendi. Sergi asıl olarak insan hakları ihlalleri konusunda toplumsal belleği canlı tutmayı ve hakikatle yüzleşme sürecine katkıda bulunmayı amaçlıyordu.
rekçeyle olumladı? Kitaptaki olayların kırk yıl gibi uzun bir zamana yayıldığı düşünülecek olursa, siyasal/kültürel alanda etkili pek
çok figürün yer alması da şaşırtıcı değil: Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Doğu Perinçek, Yalçın Yusufoğlu, Oya Köymen, Zeynep Oral, Nuri
4
38 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Mücadele tarihinden Orhan Taylan, Veysi Sa4Çolakoğlu, rısözen vb. 12 Eylül’den sonra yurt dışına çıkmak zorunda kalan Baydar, on iki yıl Almanya’da sürgünde yaşıyor. Henüz TKP ile ilişkili olduğu yıllarda eğitim almak için gittiği Moskova’yı “muhteşem bir şehirdi” diyerek anlatıyor. 12 Eylül cuntasının en zalim olduğu günlerde Pravda’da çıkan ve cuntanın kimi imar işlerini olumlayan bir habere nasıl isyan ettiğini ise şöyle nakletmiş: “Sanırım sınıftaki herkes bu haberlere bozuldu; öyle ya, askeri diktatörlük var ve hem Kâbemiz hem sığınağımız kabul ettiğimiz Sovyetler Birliği, zalimlerimize katillerimize methiyeler düzüyor. Ben, her zamanki gibi bozulmakla da kalmadım, ‘Bunlar doğru değil!’ diye itiraz ettim. (…) TKP Politbüro üyesi Veysi (Sarısözen) de dersteydi. O bazı derslere giriyor, galiba ayrıca özel bir eğitim de alıyordu. Hoca ‘Türkiye’de neler oluyor?’ diye doğrudan Veysi’ye sordu bu defa. O da, 12 Eylül’e giden günlerde çatışmalar olduğunu, çok kan döküldüğünü, ordunun çatışmaları sona erdirdiğini, MHP’lilerin tutuklandığını, Maocu-goşist hareketlere darbe vurulduğunu, bazı aşırı tasarruflar ve uygulamalar olsa da ülkeye görece sükunet geldiğini, buna benzer şeyler söyledi.” (s.361-362) Oya Baydar’ın Sarısözen’in bu tutumuna dair iki yorumu var: Birincisi, “Veysi de cuntanın faşist olduğuna bal gibi inanıyordu ama Sovyet Partisi veya devletinin taktik hattının milim dışına çıkmaktan, gerekirse bu hat konusunda ağırlık koyup öyle değil böyle deme gücünden yoksun”du (s.362) Sonraki paragrafta ise şunları yazıyor: “Veysi’nin anlatımından da çıkardığım kadarıyla, bizimkiler, ‘askerler öteki sol hareketlere vururlar, kendimizi koruyalım, az hasarla atlatalım, bir süre sonra meydan bize kalır’ hesabındalar belki de.” Fakat hesaplar tutmuyor. Cuntanın ülkeye ve sosyalist harekete verdiği hasar külliyen ağır oluyor. Güçlü olanın ardına sığınma fırsatını kaçırmak istemeyenler, “gerçek”in yanında saf tutma cesaretini gösterebilselerdi keşke..
THKP-C’nin sessiz 30 Mart 1972 tarihinde Kızıldere’de katledilen devrimci hareketin önder kadrolarından biri de SBF Öğrenci Derneği yöneticisi Sabahattin Kurt’du. Arkadaşları ona Sabo derlerdi. Sabo’nun kısa ve devrimci yaşamı üzerine. Murat Bjeduğ Rönesansın başlatıcılarından Mikelanj, PİETA isimli heykelinin görkemi karşısında, bunu nasıl yapıyorsunuz diye sorulması üzerine, onu ben yapmıyorum, o zaten mermerin içerisinde duruyor, ben fazlalıkları atıp onu ortaya çıkarıyorum, der. Teşbihte hata olmaz: Sabo için Pieta benzetmesini yapmak hiç abartılı olmayacak. O zaten eşsizliği ile devrimci hareketin tarihinde yerini almış, sessiz kahramanlar galerisinde duruyor. Sadece, Sabo’ya dair, klavyenin başına geçmek, ya da kalemi almak yeterli idi; yani Mikelanj olmak gerekmiyor. 28.08.1949 tarihinde Van’ın Gevaş ilçesinde, sağlık teknisyeni bir baba ve ev hanımı bir annenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Daha çocukluğunda okumaya meraklı, çok çalışkan ve derslerinde çok başarılı bir öğrenci olarak dikkat çekti. Ev içi yaşamında da az konuşan, sessiz, sobanın arkasında hep elinde bir şeyler okuyan kardeş olarak hatırlanıyor İlk ve ortaokulu Gevaş’ta bitirdikten sonra, baba, bu zeki ve çalışkan oğlunu, Van ve Gevaş ‘taki lise tedrisatının düzeyini düşünerek, daha iyi yetişsin diye, o yılların güçlü liselerinden Malatya Turan Emeksiz Lisesi’nde okutmak üzere akrabalarının yanı-
Sabahhattin Kurt Kızıldere’de öldürüldüğünde 23 yaşındaydı
na götürdü. Sabo orada da aynı Sabo’ydu. Sessiz, çalıkan, gösterişsiz… Liseyi bitirdiği yıl, sınav tercih listesinin en başında yer alan Mülkiyeyi kazandı.1966-67 döneminde, Siyasal Bilgiler fakültesine 1.11.1966 tarihinde kaydını yaptırdı.Artık Siyasallı bir öğrenci olarak, mülkiye yurduna yerleşti. Okula geldiği ilk yıldan, sıcaklığı, tevazusu, dost canlısı sevecenliği, samimiyeti ile yeni oluşan arkadaş çevresinde bu Vanlı Kürt delikanlısı çok sevildi.Tevazusu hakiki idi, kişiliğinin içselleşmiş ayırt edici bir vasfıydı. İçerisinden geldiği ezilen sınıfın kurtuluş ideolojisini benimsemekte geç kalmadı. Politik – ideolojik evrimi
ile o dost canlısı sevecenliği, can yoldaşlığına dönüşecek, bu uğurda, davası ve sosyalist idealleri için üzerine yağan şarapneller, kurşunlar ve bombalar altında canını vermekte tereddüt etmeyecekti. Mülkiye kantinin de, hiç beceremediği futbol oyununda, Mahir’in sektirdiği naylon topu almak için yaptığı hızlı atak karşısında, Mahir’in attığı zarif çalım sonrası ancak duvara toslayarak durabilmesi arkadaşlarını gülmekten yerlere yatıracaktı. Komplekssiz, kaprissiz Sabo, kendisi de çok gülecekti bu duruma. Artık yavaş yavaş asude öğrencilik dönemi sona eriyordu.Türkiye’de de dünya ile senkronize biçimde öğrenci işçi-gençlik
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 39
ama kararlı militanı: Sabo kıpırtıları eylemliliğe dönüşüyordu. Faşistler, köşe başlarında devrimcileri vurmaya başladılar. Okullar basılıyor, kıstırılan, yakalanan devrimci - solcu öğrenciler dövülüyor, okulları ele geçirmek amacıyla, polis desteği ve korumasında organize saldırılar artıyordu. Örgütlenme artık kendini dayatmıştı; hem faşist saldırılara karşı hem de DEVRİM amacını gerçekleştirmek için
FKF’li ve Dev-Genç’li oluyor Devrimci öğrenciler Fikir Kulüpleri Federasyonu etrafında örgütlenmeye başladılar. Sabo önce FKF daha sonra da DEV-GENÇ örgütlenmesinin başlangıçlarından itibaren yer aldı, sorumluluk üstlendi ve çok vasıflı bir militanı oldu. 1970-71 döneminde son sınıf öğrencisiyken SBF - DER yönetimine seçildi. 18 Mart 1970 tarihinde sivil faşistlerin Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ne yaptıkları baskına karşı koymak ve devrimci öğrencilerin yardımına koşmak üzere, Mülkiye kantininden fırlayan devrimci öğrenciler arasında Sabo da vardı. Çıkan kavgada faşistlerin silahlı saldırısı sonucunda yaralandı. Vurulduğu bu çatışmada üzerindeki silahını kullanmadı. Yaralandığı ve kan kaybettiği halde yığıldığı yerde sessizce bekledi. Arkadaşları faşistleri püskürttükten sonra, toparlanıp Mülkiye’ye (bu kavgadaki isimler sonraki 40 yıl boyunca devrimci mücadele içerisinde yer aldılar ) dönme hazırlığı esnasında Sabo’nun durumunu fark ettiler. Acı içinde kıvrılmıştı; öylesine sessiz, öylesine onurlu. Arkadaşları hayranlık ve sevecenlikle omuzlayıp götürdüler
1972 30 Mart’ında Kızıldere Köyünde gerçekleştirilen katliamdan sadece Ertuğrul Kürkçü sağ kurtulabilmişti
Sabo’larını.
THKPC saflarında FKF, DEV-GENÇ – THKP-C dönüşümünde aynı kararlılık aynı militanlık aynı fedakarlıkla Karadeniz bölgesinde köylü üreticilerin örgütlenmesi çalışmalarına katıldı. Bölgede çalışma yürüten devrimcilerin, yerel kadroların arasında çok sevilen bir devrimci oldu. Daha çok Karadeniz bölgesinde çalışırken, Osmaniye – Adana yöresinde örgütlenme çalışmalarında da görüldü. 12 Mart gelince artık devrimcilere yönelik ölümcül sürek avı başladı. Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı delik deşik edilerek öldürülürken, sıra Koray Doğan’a geliyor ve Koray sırtından vurulup yaşama veda ediyordu. Ünlü Maltepe firarı sonrasında THKO ve THKP-C’li devrimciler, Deniz’lerin idamını durdurmak için eylemler planlarken, daralan çember Ankara ve İstanbul’da barınma olanağını ortadan kaldırıyordu. Tek çare kalmıştı; Karadenize
geçmek. Gerilla eylemleri hazırlığı aşamasında, Sabo da arkadaşları ile birlikte Karadeniz’de faaliyetler içerisinde yer almıştı. Bu defa yoldaşları ile birlikte bir daha geri dönmemek üzere Karadeniz’e tekrar gelmişti, Sabo. Kızıldere köyünde birkaç gün arayla 10 yoldaşı ile o meşum evde buluştular. Adım adım takipte olan güvenlik ve istihbarat güçleri adresi tespit edip saklanılan evi çembere aldılar. İçerideki İngiliz rehinelere rağmen İngiltere hükümetinin Türk devletinden bir talebimiz yoktur açıklaması üzerine havanlar, bazukalar, ağır makineli tüfekler ile evin içi dışı kalbura döndü.Yoğun muhasara sonrası artık yaşama şansı kalmamış olan devrimcilerin ölü vücutları, hınçla birer kez daha taranıp son kez de alınlarına birer kurşun sıkıldı. Kıyamet dindikten sonra cenazeler yakınları tarafından birer birer alınırken, son kalan cenazenin tanınmaz haldeki yüzü nedeniyle teşhis edilememesi üzerine Ertuğ-
rul Kürkçü, yaşadığı o korkunç olaydan sonra bir de sevgili yoldaşını teşhis etmek üzere cenazenin yanına getirilir. Giysilerinden O’nu tanıyan Ertuğrul Kükçü, evet der, bu Sabahattin Kurt. Haberi radyodan duyan ve ağır bir şok geçiren aile, Sabo’larını almaya gidemez. Çok inandırıcı olmasa da bir umut vardır içlerinde; belki bir isim benzerliği, belki bir yanlışlık. Ama, 2 Nisan 1972 tarihli Gün gazetesinin ilk sayfasındaki çok net ve büyükçe resim, o son kalan ümidi de yerle bir eder. Çünkü Mahir yoldaşının hemen yanıbaşında uzanan cenazenin, kanlı ama duru ve sakin yüz ifadesindeki belirgin olan kaşından, aile oğullarını tanır. Arkadaşlarının 39 yıl sonra ‘’bir pırlantaydı’’ diyerek andıkları Sabo, bu dünyaya 23 yaşında veda eder. Niksar’ın ŞAVŞAK mezarlığına gömülür. Sessizce yaşadığı hayat sonrası aynı sessizlikte şimdi, yani, 39 yıldır sessiz ve sitemsiz yatıyor SABO, ŞAVŞAK mezarlığındaki çam
EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Yerel süreli yayın u Ortaklaşa Yayıncılık u Sahibi ve Sorumlu Md. Erdal Çınar, 847 Sk. No.:14/201 Kemeraltı/İzmir u Yazı Kurulu: Tektaş Ağaoğlu, Yeşim Dinçer, Ertuğrul Kürkçü, Osman Soyer, Ersen Olgaç u Yayın Kurulu: Yeşim Dinçer, Erdal Çınar, Besime Şen, Ertuğrul Kürkçü, Nevra Akdemir, Mustafa Bayram Mısır u Basıldığı Yer: Ezgi Matbaacılık,Tel: 0212 452 23 02, Çobançeşme Mah., Sanayi Cad., Altay Sk., No. 10-A Blok, Yenibosna - Bahçelievler/İstanbul u Yönetim Yeri: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi, Tel Sok. No. 28, Kat 3, Beyoğlu-İstanbul u Mali İşler: Şaban Devrez, Hesap No: İş Bankası 10420711753 u İnternet sitesi: www.ekmekveozgurluk.net u Tel: 0212 293 6220
"Baba, Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne kadar üzülmeyin desem de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle karşılamanızı istiyorum, insanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler, önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir. Bu nedenle erken gitmeyi normal karşılıyorum ve kaldı ki, benden evvel arkadaşlarım hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de düşmeyeceğimden şüphen olmasın, oğlun ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir, o bu yola bilerek girdi ve sonunun da bu olduğunu biliyordu, seninle düşüncelerimiz ayrı ama beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil Türkiye'de yaşayan Türk ve Kürt halklarının da anlayacağına inanıyorum."
Deniz Gezmiş