Doğu Avrupa’da Yunanistan 4kaçan politik 4sonbahara
Bilge Contepe: 4 Ekolojist ve
komünist ütopya farksız! Murat Bjeduğ424
devrimler
hazırlanıyor
Selçuk Eralp 432
Ceren Akkaya431
EKMEK & ÖZGÜRLÜK A Y L I K
S İ Y A S İ
D E R G İ
u
S A Y I
1 0
u
E Y L Ü L
2 0 1 0
u
2 T L
Başka bir cumhuriyet, bizim istediğimiz! Kılıçdaroğlu ve Erdoğan emekçileri böler. Bizim ihtiyacımız ve çıkarımız, Türk ve Kürt emekçilerin birleşmesinde, 12 Eylül diktatörlüğünü ortadan kaldıracak, emek ve özgürlüğe n Devletin barış korkusunu kırmak...
Ertuğrul Kürkçü Anayasa Mahkemesi bir kere daha adalet dağıttı:“Benim hakkım bana, Hükümetin hakkı hükümete!” Mahkeme, Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Meclis çoğunluğunun oylarıyla geçirilen Anayasa değişikliği kararının iptali için yaptığı başvuruyu geri çevirirken Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) seçimlerinde öngörülen
Kenan Kalyon444
n ‘Demokratik Özerklik’ ve sol Mustafa Çeçen414
n İşçi hareketi rotasını arıyor Hakan Koçak420
42
n Güvencesizlik: Tehdit değil, başımıza gelen şey
Ayaklarımızla oy kullanıyor, kendi yolumuzda yürüyoruz
47
Demet Dinler A. Cevat Paloğlu419
BDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Nihat Oğan
4Ne kadar
n Nükleer enerjinin gerçek alternatifi sosyalizm!
boykot, o kadar demokrasi 410
Deniz Gemici422
412 (Eylül)+12 (Eylül) 4 Kültür endüstrisi ve =24 (Ocak)
kapitalizm
4 Nusaybin: Kadın
eliyle yeni bir kent
Neoliberal dönemin ilk kuşak organik aydınları 12 Eylül sonrasında eski Marksistlerden devşirildi Ali Rıza Tura 444
Çetin Veysal 441
Aslı Sarıoğlu427
2 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Türkiye
Kürt sorununun gerçek çözümü Ali Yıldız 4Sayfa 28
Mersin’de ‘Boykot Cephesi’ engelleri aşıyor
Mersin’de Sosyalist Gelecek eylemcileri boykot afişlemesinde
Boykot Cephesi 14 Ağustos’ta Mersin Gazeteciler Cemiyeti’nde Ertuğrul Kürkçü arkadaşımızın da katıldığı basın açıklamasıyla kurulduğunu duyurdu. Açıklamanın ardından boykot önlüğü giymiş, 40-50 kişilik boykotçunun megafonla yapılan konuşmalar eşliğinde kent merkezinde ilk bildiriler dağıtıldı. İlk engellemeler güvenlik güçlerinin megafonu susturmaya kalkmasıyla başladı o günden bu güne devam ediyor. Ağustos sonunda Karacailyas’da bildiri dağıtan arkadaşlarımız engellenmeye çalışıldı. 27 Ağustos’da afiş asan 8 arkadaşımız keyfi olarak gözaltına alındı, her birine 143 TL para cezası kesilerek serbest bırakılmıştır.
Cephe’de dokuz kuruluş var
Mersin’de Boykot Cephesi 9 kuruluş tara-
fından kuruldu: BDP, SDP, TÖP, SGPH, EHP, ESP, DHF, Partizan, DİP’in katılımıyla her Salı bir araya gelinerek haftalık programlar çıkarılıyor. Ortak etkinliklere haftada 2-3 gün ayrılıyor. Ağustos sonuna kadar beş ayrı günde 8 binden fazla bildiri dağıtıldı. Kent merkezinde iki günde 200 afiş asıldı. Bildiri dağıtımları halkın yoğun bulunduğu semt pazarları, parklar, kalabalık caddeler de yapılıyor…
CHP’ye protesto 78liler derneğinin 21 Ağustos’da düzenlediği foruma toplamda 70 kişi katıldı. KAtılanların üçte birine yakını SGPH’lilerdi. Foruma CHP’lilerin de çağrılı olması eleştirildi, CHP İl Başkanı’nın konuşması sırasında salon boşaltılarak tepki dile getirildi.
Mersin Gazeteciler Cemiyeti’nde “Boykot Cephesi” kuruluşunu ilan ediyor
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 3
Türkiye
“Referandumu Boykot” kampanyası İnternet'te “Boykot Cephesi” İnternet'te de imza topluyor. İmza sayısı 4 bini geçti. Boykot sayfasında mevcut anayasa ve AKP'nin değişiklik paketini haklar ve özgürlükler üzerinden analiz eden bir de karşılaştırmalı tablo var 12 Eylül'deki anayasa referandumunda sandığa gitmeme çağrısı yapan boykot cehesi, kampanyasını İnternet'e taşıdı. Cephe referandumboykot.net adresindeki sayfalarında, "Anayasa paketi, hükümetin iddialarının aksine 82 anayasasının antidemokratik özünü ve niteliklerini koruyup pekiştiriyor. Ortaya konuş tarzından, içeriğine kadar darbe anayasasını anımsatan paketin oylanması 12 Eylül'ün meşrulaşması anlamına gelecek" diyor. Öte yandan pakete hayır denmesinin de 12 Eylül rejiminin sürmesine onay anlamına geleceğini vurgulayan grup, bu konuda, karşılaştırmalı bir anayasa tablosu hazırladı.
Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), Emekçi Hareket Partisi (EHP), Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP), Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP), Devrimci İşçi Partisi Girişimi (DİP), Sosyalist Gelecek Parti Hareketi, Demokratik Halklar Federasyonu (DHF), Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP), PSAKD Karşıyaka Şubesi, Komünist Köz, Türkiye Gerçeği ve birçok bireyin katılımıyla oluşturulan ‘Boykot Cephesi’ bileşenleri Konak Meydanı’nda bir araya gelerek ortak bir basın açıklamasıyla boykot gerekçesi kamuoyuna açıkladılar.
Değişiklik teklifi, 12 Eylül'le hesaplaşmıyor Boykot Cephesi adına basın açıklamasını Cavit Uğur yaptı. Uğur, ‘AKP, iddia ettiğinin aksine, 12 Eylül'le hesaplaşmıyor, 12 Eylül kurumlarında kendisine yer açmaya çalışıyor’ diyerek başladığı açıklamasında YÖK örneğini vererek, ‘AKP'nin hâkimiyeti, ne
Grup bu çalışmaya ilişkin "Çalışma, paketin temel hak ve özgürlükler, askeri vesayetin kaldırılması, yargı bağımsızlığı, kadın hakları, işçi hakları ve 12 Eylül'ün yargılanması konusunda iddia edilen adımları atmadığını ortaya koyuyor diyor ve ekliyor: "Buna göre, 1982 anayasasını darbe anayasası yapan ve ona askeri vesayet niteliğini veren maddeler aynen korunuyor. Darbe anayasasının en çok eleştirilen hükümlerinden olan, Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemler yine yargı konusu ya-
pılmıyor. Yargı alanında yapılan değişiklikler, yargıyı sivilleştirmeyi, bağımsızlaştırmayı ve demokratikleştirmeyi değil, AKP'nin yargısal denetimini hedefliyor."
bu kurumların işleyişini dönüştürüyor, ne de demokratikleşme getiriyor. Anayasa Mahkemesi'nde, HSYK’ da da yaşanacak olan budur’ dedi.
ronlaştırmanın, esnek-kölece çalışmanın, eğitimin-sağlığın ticarileştirilmesinin en büyük uygulayıcısı olmakla övünmektedir. Bu paket de aynı anlayış temelinde hazırlanmıştır” şeklinde konuştu.
Paketin cazibesini artırmak için konulan diğer maddelerin tümüyle göstermelik olduğunun vurgulandığı açıklamada, “Ne kadınlara pozitif ayrımcılık getirmekte, ne parti kapatmaları yasaklamakta, ne kamu emekçilerine grevli toplu sözleşme hakkını vermekte, ne zaman aşımı zırhıyla korunan 12 Eylül generallerinin yargılanabilmesini sağlamaktadır. AKP, bu maddelerle ezilenlerin talepleriyle oynamakta, göz boyamaktadır. AKP'nin paketi, hiçbir temel toplumsal-siyasal sorunun çözümüne yönelik adımları içermiyor. 12 Eylül Anayasası'nı makyajlayarak ömrünü uzatıyor” denildi. AKP’nin 'hesaplaştığını' iddia ettiği 12 Eylül darbesinin ekonomi politikalarının en vahşi yürütücüsü konumunda olduğunu ifade eden Uğur, “Özelleştirmelerin, taşe-
Pakete evet ya da hayır demekle, 12 Eylül rejiminin kendini yeniden üretmesine katkıda bulunmak istemeyen muhalif, sol , aydın ve aktivistlerin çağrısıyla kurulan grup, boykot için imza kampanyasını İnternet'te de sürdürüyor. İmzacıların sayısı hafta sonu itibarıyla 4 bin 250'yi geçti.
Cavit Uğur, “Bu pakette Kürt halkının demokratik taleplerinden bir tekinin bile karşılanmamış oluşu, AKP'nin anti-demokratik mantığını ele vermektedir” diyerek, “Kürt ulusunun inkârının sürdürülmesi, 'Evet' ve 'Hayır' cephelerindeki düzen partilerinin ortak zeminidir” dedi. Paketin hazırlanış ve referanduma götürülme sürecinin de eleştirildiği açıklamada, "AKP'nin bu paketi gündeme getirirken işçi sınıfının, Kürt ulusunun, ezilenlerin taleplerini görmezden gelmesi; örgütlü temsilcilerini muhatap almaması, onları adeta 'boykot etmesi'nin de kabul edilemez olduğuna" yer verildi.
4 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Türkiye
4Sayfa 28
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 5
Dünya
ILO’dan ‘kayıp kuşak’ uyarısı Bütün dünyada genç işsizlerin sayısı ve işssizlik oranlarındaki artış kaygı verici düzeye çıktı oranla daha hızlı artış kaydediyor.
Hükümetler soruna duyarsız
Londra’da iş arayan genç kadınlar. ILO’nun verdiği bilgilere kadın işsizliği daha yüksek
Uluslar arası Çalışma Örgütü (ILO)’nun düzenlediği bir rapora göre, geçtiğimiz yıl gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde 13’e yükselerek yeni bir dünya rekoru kırdı. 2007’de bu oran yüzde 11,9’du. ILO, insanca bir yaşam için düzgün bir iş bulma umudunu yitiren kayıp kuşak tehlikesine karşı sorumluları uyardı. 2010’da sorunun ağırlaşarak süreceği, 2011’de küçük bir iyileşme olabileceği tahmin ediliyor. 15-24 yaş grubunda, iktisadi açıdan faal durumda bulunan 620 milyon gençten 81
milyonu işsiz. Öte yandan çalışan gençlerin dörtte birinden fazlası, ağır yoksulluk koşullarında; kişi başına düşen gelirin günde 1,25 doların altında kaldığı hanelerde yaşıyor. Daha açık bir ifadeyle, 152 milyon genç bir işte çalışıyor olmasına rağmen kendisini ve ailesini yoksulluktan kurtaramıyor. Raporda genç kadınların iş bulmalarının erkeklere göre daha zor olduğu belirtildi. Genç kadınlar arasında işsizlik, erkeklere
İklimsel felaket: Sonun başlangıcı mı? Rize’de aşırı yağış sonucu heyelan 12 can aldı; Rusya’yı kuraklık, Çin’i ve Pakistan’ı sel vurdu. Uzmanlar daha kötülerine hazırlıklı olmamız gerektiğini söylüyor
ILO hükümetlere, gençlere iş olanakları sağlamak için destek programlarını sürdürmeleri çağrısında bulundu. Genel direktör Juan Somavia “Gençler ekonominin itici gücüdür. Bu potansiyeli boşa çıkarmak toplumsal istikrarı da tehdit eder” dedi. Ayrıca raporda, gençlik istihdamında meydana gelen gerileme nedeniyle toplumun eğitime yaptığı yatırımın boşa çıktığı, sosyal güvenlik sistemlerinin yükünün arttığı gibi sistem içi çözümü rasyonalize eden ifadelere de yer verildi. Ne var ki krizle başa çıkmaya çalışan hükümetler, neredeyse iki yıldır bütçe kesintisi yapmak ve bankaları kurtarmak dışında önlem almaya yanaşmıyor. İspanya ve İngiltere gibi gelişmiş ülkelerde bile gençlerin bir kısmının iş aramaktan vazgeçerek iktisadi faaliyetten çekildiği görülüyor. İşsizlik ve yoksulluk hayatı kuşattıkça umutsuzluk derinleşiyor. Türkiye’de şartlar, ILO raporunun ortaya koyduğu küresel tablodan çok daha ağır. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde 25 civarında ve dünya ortalamasının neredeyse iki katı. Başka bir ifadeyle, Türkiye’de her dört gençten biri işsiz. Birleşmiş Milletler (BM) Dünya Meteoroloji Örgütü’nün(WMO) raporua göre, son 150 yılın en sıcak yılını yaşıyoruz. Rusya’da büyük kuraklık, haftalarca süren ve 750 bin hektarlık alanda etkili olan orman yangınlarına yol açtı. Moskova’da bir gün içinde ölenlerin iki ka artarak 700’e ulaşması, aşırı sıcaklara bağlandı. Çin'de ise yağmur dinmek bilmiyor: Aylardır süren şiddetli yağışların yol açtığı toprak kaymalarında 2 bini aşkın kişi hayatını kaybetti, milyonlarcası evsiz kaldı. Çin’le Kuzey Kore arasındaki sınırı oluşturan Yalu nehrindeki taşkın, iki ülkeyi de etkiledi.
Pakistan’da insani kriz
Pakistan’da son 80 yılın en yıkıcı selinden 20 milyon kişinin etkilenmiş olabileceği tahmin ediliyor: Köprüler yıkıldı, kentler terk edildi, ekili arazi sular altında kaldı. Sel sularıyla kabaran İndüs nehri olağan kapasitesinin 40 katı su getirdi. Bin 600 olarak açıklanana ölü sayısının suların çekilmesiyle artabileceği söyleniyor. Yerinden yurdundan olan milyonlarca Pakistanlı açlık çekiyor ve gıda yardımları ye-
6 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Dünya
tersiz kalıyor. İki çocuğa bir yatak düşen hastaneler, pis su kaynaklı ishal vakalarıyla dolup taşıyor. Doktorlar kolera gibi büyük salgınlardan endişe ettiklerini söylüyorlar. Haksız da değiller, birkaç vaka görüldü bile.
Sera gazı etkisi
Aşırı meteorolojik olaylarla, Finlandiya’dan Kuveyt’e kadar uzanan bölgede görülen aşırı sıcaklar iklim değişikliğinin bir kanıtı olarak görülüyor. Sıcakların iklim değişikliğinden değil güneş ışınlarındaki değişimlerden kaynaklandığını söyleyen uzmanların itibarı, bu yaz yaşanan felaketlerden sonra bir hayli sarsıldı. WMO, kavurucu sıcaklarda fosil yakıt kullanımı ve sera gazı etkisinin önemli rolü olduğunu söylüyor. BM’nin 2007 İklim Paneli raporunda da, son elli yılda yaşanan sıcakların yüzde 90’ının insan kaynaklı olduğu belirtilmişti. 20. yüzyılda ortalama sıcaklık 0,7 derece arttı. Geçen yıl Kopenhag’da düzenlenen iklim zirvesine katılan ülkeler, ortalama sıcaklık artışını sanayileşme öncesine göre 2 dereceyle sınırlamak üzere anlaşmışlardı. Ancak, Çin’den sonra en çok sera gazı üreten ikinci ülke ABD gaz salımını sınırlamaya yönelik bir yasa çıkarmaya hâlâ yanaşmıyor. 2-6 Ağustos’ta Bonn’da toplanan 2010 BM İklim Paneli, ülkelerin uluslararası bir iklim antlaşması üzerinde görüş birliğine varabileceğine dair kuşkularla sona erdi. Sera gazı salımının sınırlandırılması acil bir ihtiyaç olarak kendisini bunca dayatmışken maliyet pazarlıkları sürüyor. Salımın azaltılmasının belli bir maliyeti var ve bunun ülkeler arasında nasıl paylaşılacağı üzerinde anlaşma sağlanamıyor.
2015’te kavrulacağız
Uzmanlara göre, 2010’da güneşteki etkinlik, yani güneş lekelerinin sayısı en düşük seviyedeydi. Beş yıl sonra güneşteki dev-revi etkinlik doruk noktasına çıkacak ve küresel ısınmayla bu doğal durum birleşince 2010 yılını bile aratan kavurucu bir yaz yaşayacağız.
New York’a cami, Yemen’e bomba Kamuoyu New York’un merkezine dikilecek camiyi tartışadursun, CIA başta Yemen olmak üzere, Somali, Cibuti, Kenya ve Etyopya’da gizli operasyonlar ve hava saldırıları başlatmaya hazırlanıyor maya başladı bile. Gerekçe hazır: “Somali’deki El Şabab ile El Kaide’nin Yemen’deki kolu AQAP işbirliği içindeler. Bütün bulgular Batılı hedeflere saldırmaya hazırlandıklarını gösteriyor. Bunları yönetenler, 11 Eylül saldırılarını düzenleyen El Kaide liderlerinden bile daha tehlikeli olduğuna göre yapabilecekleri kötülüğü varın siz düşünün!”
İnsansız hava araçları can alıyor
New York’ta cami yapımına karşı çıkanlara “din özgürlüğü”nü hatırlatanlar
New York’ta 11 Eylül saldırısında yıkılan ikiz kulelerin yakınına cami inşa etme projesi ABD’yi ikiye böldü. Cami karşıtları bu girişimi ölenlerin ruhuna saygısızlık olarak görür ve “Koca New York’ta başka yer mi kalmadı cami inşa edecek?” diye öfkelenirken projenin taraftarları Amerikan anayasasındaki din özgürlüğünden dem vuruyor. Eskiden ikiz kulelerin bulunduğu mekânı New Yorklular şimdi “sıfır noktası” olarak anıyorlar. Üzerine cami inşa edilecek arsa ise, bu noktaya sadece iki sokak uzaklıkta ve yaklaşık iki yıldır Müslüman sermayedarların mülkiyetinde. Camiyle beraber 13 katlı bir merkez inşa etmek için New York belediyesinden ruhsat almışlar. Kamuoyu yoklamalarına göre halkın yüzde 63’ü bu arsaya cami yapılmasına karşı. Obama’nın Beyaz Saray’da verdiği iftar yemeğinde proje lehinde konuşması olaya tuz biber ekti. Cami karşıtları ile taraftarları arasında çatışmaya varan kavgayı güvenlik güçleri barikat
kurarak engelledi. Cami karşıtları her gün protesto gösterisi düzenlerken, göbek adı Hüseyin olan Obama’nın aslında Müslüman olduğu ve ABD dışında doğduğu söylentileri yayılıyor. Malum, ABD dışında doğanlar başkan seçilemiyorlar. Beyaz Saray sözcüsü söylentileri yalanlamak üzere Obama’nın dini bütün bir Hıristiyan olduğunu ve sık sık dua ettiğini açıkladı.
Şimdi de El Şabab
ABD kamuoyu bunlarla uğraşadursun, CIA, başta Yemen olmak üzere Somali, Cibuti, Kenya ve Etyopya gibi Müslüman nüfusun yoğun olduğu ülkeler ülkelerde gizli operasyonlara girişmeye ve insansız hava araçlarıyla saldırılara hazırlanıyor. Cumhuriyetçi bir senatör, Batılı hedeflere yönelik yeni bir saldırının Somali ve Yemen’den gelme ihtimalinin çok kuvvetli olduğunu öne sürdü. ABD yönetimi, bu bölgedeki personel sayısını artırmak, özel takip sistemleri kurmak ve insansız hava uçuşlarını başlatmak için kongreden destek ara-
ABD yönetiminin devreye sokmaya hazırlandığı insansız hava araçları sanıldığı kadar “insancıl” değil. Pakistan’da geçen yıl en az 700 sivilin bu araçların taşıdığı silahlarca öldürülmüş olabileceği tahmin ediliyor. Uçuş sayısının 2009’a göre on kat arttığı ve neredeyse her gün bir füze saldırısının yapıldığı 2010’da sivil kayıpların daha da arttığı sanılıyor. Pakistan’daki büyük sel bile ABD’-nin katil robotlarını durduramadı. Ağustos’un üçüncü haftasında, Pakistan’ın Kuzey Veziristan bölgesinde gerçekleşen bir saldırıda, dördü kadın, üçü de çocuk olmak üzere 20 kişinin öldüğü bölgeden gelen haberler arasında Yemen’de ve öteki ülkelerde, El Kaide ya da El Şabab’a karşı başlatılacak bu operasyonlar belli ki buralarda yaşayan halkın acısını dindirmeyecek; sorunlarını ağırlaştırmaktan ve öfkesini bilemekten başka bir işe yaramayacak. 24 milyon nüfuslu Yemen’in dörtte biri kronik açlıktan muzdarip, neredeyse yarısı günde 2 doların altında bir gelirle yaşıyor ve Dünya Bankası’nın bildirdiğine göre Yemenli çocukların yüzde 43’ü beslenme yetersizliği çekiyor.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 7
Politika
Ayaklarımızla oy kullanıyor, kendi yolumuzda yürüyoruz derhal seçime gitmesini kaçınılmazlaştıracağı bilgisiyle hareket etti: Bu maddeleri bütünüyle reddetmeyerek hem sermayeyi bir ‘erken seçim’in politik ve mali külfetinden, daha da önemlisi ‘yatırımcılar’ı bir politik belirsizlik halinden kurtarmış, hem de AKP iktidarının ömrünü Temmuz 2011'e kadar sürdürmesini sağlamış oldu.”(Ekmek&Özgürlük, sayı 10, s. 1-2)
Ezilenlerin ve Emekçilerin Boykot Cephesi
İstanbul, Avcılar’da boykot çağrısını halka ulaştıran Sosyalist Gelecek eylemcileri
Ertuğrul Kürkçü SGPH Meclisi 24 Temmuz’da İstanbul’daki III. toplantısında “anayasa değişikliği referandumunu boykot çağrısında bulunma ve referandum süresince bir sosyal cumhuriyet hedefi güden bir anayasa çağrısını propaganda etmeyi” kararlaştırdı. 12 Eylül’de ayaklarımızla oy kullanıyoruz. Önümüze konulan sandıklara giderek “Anayasa Değişikliği” tasarısı için “Evet” ya da “Hayır” seçenekleri için “Tercih”te bulunmayacağız. Bu oylamayı terk ediyoruz. Bu “plebisiti” boykot ediyoruz. Bu kararımız Ankara’daki I. (17-18 Nisan 2010) Meclis toplantımızda oybirliğiyle alınan “Anayasa değişikliği çevresinde süren siyasi gerilimle ilgili tutum” kararının ve 27-28 Mart Konferans kararlarımızın ve bu sürede oluşan politik güç dizilişinin doğal ve mantıksal bir sonucu.
“Evet”e kapılar kapalı
Meclisimiz ilk toplantısını, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) anayasa değişikliği önerisinin oylamaya sunulup sunulmayacağının henüz belli olmadığı bir tarihte yapmış olsa da Anayasa Mahkemesi kararıyla 12 Eylül’de halkoyuna sunulması olası değişiklik önerisinin kabulüne kapıları kategorik olarak kapatıyordu: “Sosyalist Gelecek Parti Hareketi Meclisi, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin önerdiği değişikliklerin, mevcut anayasaya göre daha geniş özgürlükler ta-
nır görünmesine ve 12 Eylül diktatörlüğünün sorumlularına yargı bağışıklığı tanıyan Geçici 15. Maddesinin yürürlükten kaldırılmasını önermesine rağmen, yurttaşlara İslam dinini ve Türk kimliğini dayatan, milliyetçiliği ve devlete taparlığı resmi ideoloji olarak kurumsallaştıran mevcut anayasanın kuvvetler ayrılığını bir hayale dönüştüren tabiatında hiçbir esaslı değişiklik önermemesi, Cumhurbaşkanı, Meclis ve Hükümetin yanı sıra Yargı'yı da AKP hâkimiyeti altına sokarak tek parti hâkimiyetini pekiştirmeye yönelmesi dolayısıyla kabul edilemez olduğunu saptar.” Anayasa Mahkemesi AKP’nin Meclisten geçen anayasa değişikliği teklifine CHP’nin itirazını 7 Temmuz’da karara bağladı. Mahkeme, Anayasaya aykırı bulduğu bir iki ayrıntıyı tekliften çıkardı, geri kalanını mevcut anayasal normlara uygun buldu ve CHP’nin itirazını reddetti. CHP, özellikle Anayasa Mahkemesi’nin ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısı ve seçimiyle ilgili anayasa değişikliklerinin “yargı bağımsızlığı” ilkesiyle tam bir karşıtlık içinde olduğu iddiasının yüksek mahkemece reddedilmesini olasılık dışı tutuyordu. Ancak, önceki sayımızda da belirttiğimiz gibi Anayasa Mahkemesi “kendisini Meclis’in yerine koyma” işleviyle yetinmeyerek kendisine bir de "kriz kontrolü" rolü biçti. “CHP kadar Türk Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (TÜSİAD) de taleplerini göz önüne aldı. HSYK'yi ve kendisini ilgilendiren maddeleri ‘paket’ten çıkartmış olsa, AKP'nin
Anayasa Mahkemesi kararıyla 12 Eylül’de referandum yolu açılırken üçüncü toplantısını gerçekleştiren SGPH Meclisi 24 Temmuz’da, 17-18 Nisan’da saptadığı “tutum”unu bir adım ileri taşıdı. “Anayasa değişikliği tasarısının teşhiri ve halk oylamasına taşınması halinde geçersiz kılınmasını sağlamak üzere taktikler hazırlamak ve kampanyalar oluşturmak” kararını somutlaştırdı. Meclis İstanbul’da bir araya gelen üyelerinin yanı sıra, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Mersin, Adana ve Gaziantep’teki Sosyalist Gelecek yerellerinde sürdürülegelen tartışmaları da sonuca vardırdı: “Anayasa değişikliği referandumunu boykot çağrısında bulunma ve referandum süresince bir sosyal cumhuriyet hedefi güden bir anayasa çağrısını propaganda etmeyi” karara bağladı. Bu karar gereğince Barış ve Demokrasi Partisi’yle (BDP) Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP), Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP), Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP), Partizan, Demokratik Haklar Federasyonu (DHF), Emekçi Hareket Partisi (EHP), Sosyalist Gelecek Parti Hareketi (SGPH), Sosyalist Birlik Hareketi, Devrimci İşçi Partisi Girişimi (DİP-G), Demokrasi ve Özgürlük Hareketi (DÖH), Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP), Köz, Türkiye Gerçeği, Sosyalist Devrim Parti Girişimi’nin oluşturduğu Ezilenlerin ve Emekçilerin Boykot Cephesi içinde yer alıyoruz.
Plebisit’e doğru
Anayasa referandumunda takınılacak tutum bakımından, biz haklarında ne düşünürsek düşünelim, solda ve emek hareketinde bugün birbiriyle bağdaştırılması pratik olarak olanaksız üç çağrı var: nMerkezinde Devrimci Sosyalist İşçi Partisi ve EDP’nin yer aldığı bir kesim “Yetmez Ama Evet” sloganıyla halkı “referandum”da evet oyu kullanmaya çağırıyor.
4
8 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Merkezinde ÖDP, EMEP, TKP ve Halkev4nlerinin yeraldığı, DİSK ve TMMOB yönetim-
lerinin de desteklediği bir kesim “hayır” oyu kullanmaya çağırıyor. Biz ise “Ezilenlerin ve Emekçilerin Boykot Cephesi”ndeyiz. Haklar ve Özgürlükler Cephesi (HÖC) de referandumu boykot ediyor ancak cephe içinde yer almıyor.
Bokot kararımızın arka planı
“Boykot” kararımız, “Anayasa değişikliği çevresinde süren siyasi gerilimle ilgili tutum”umuzun fikri takibiyle doğrudan bağlantılı. Anayasa tartışmasını “siyasi gerilim”le ilişkilendirirken kendimizi yalnızca AKP’nin getirdiği değişikliklerin kabul edilebilir olup olmadığıyla sınırlamadık. Beri yandan “ana muhalefet partisi CHP ile MHP'nin muhalefetlerini özgürlük, halk egemenliği, Kürt halkının hakları, azınlıkların korunması, toplumsal haklar eksenini görmezden gelen ya da buna karşı bir eksende, devlet güvenliği ve bürokratik ayrıcalıkların korunması kaygısıyla sürdürdüğünü ve bu egemen yaklaşımın da AKP yaklaşımı kadar kabul edilemez olduğunu” saptadık. Dahası, “Barış ve Demokrasi Partisinin (BDP) mevcut anayasanın tek kimlikli ve baskıcı tabiatına yönelik itirazlarını ‘olumlu’ karşılayarak, BDP'nin Meclis'teki mücadelesini demokratik ve sosyal bir anayasa değişikliği için çok önemli bir dinamik olarak” gördüğümüzü açıkladık. Bu bağlam içinden bakıldığında Anayasa tartışmasını AKP’nin gündeme getirdiği değişikliklerle sınırlı olarak ele alamayacağımız; bunu “teknik” değil politik bir tartışma olarak, “tekil” değil Türkiye’deki politik güç dizilişi sürecinin bir momenti olarak görmeden edemeyeceğimiz; bir an için “yerçekimsiz” bir ortamda bulunduğumuzu varsaysak bile Türkiye’deki hakim politik kutuplaşmanın taraflarının bu varsayımımızı o an yerle bir edeceği açıktı. Konjonktür ve konunun kendine özgülüğü mahkemenin 2007’deki Cumhuriyet Mitingleri’ne öngelen Cumhurbaşkanlığı tartışmasındaki gibi davranmasına olanak vermeyip “Anayasa Mahkemesi kozu” bir anda AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın eline geçtiği andan başlayarak hâkim kutuplaşmanın “ulusalcı”-“laikçi” ucunda yer alanlar için Anayasa oylamasını Tayyip Erdoğan’a karşı bir plebisite çevirmekten başka bir manevra olanağı kalmıyordu. Erdoğan ve AKP’yi ordu hiyerarşisine dayanan bir askeri darbeyle saf dışı etme umutları “Ergenekon” ve “Balyoz” soruşturmaları ve son YAŞ kararlarıyla yerle bir olanlar için bir erken seçimin kapısı ancak “Anayasa” değişikliklerinin yerini “Tayyip Erdoğan gitsin mi, kalsın mı?” sorusunun aldığı bir plebisitle açılabilirdi. Önünden Deniz Baykal tıkacı çekilerek ezilen kitlelerle iletişim kanalları açılan CHP’nin başına Kemal Kılıçdaroğlu’nu taşı-
yan yeni politik güç dizilişini tanzim edenler ancak bu plebisit kaldıracını kullanarak dün Cumhuriyet Mitingleriyle mobilize edilen kitleleri bir erken seçim için umutlandırabilir ve bütün muhalefeti Kılıçdaroğlu CHP’siyle buluşturabilirlerdi. “CHP’nin Baykalsızlaştırılması” operasyonu ve onu izleyen meydan okuma karşısında bir nebze afallamış görünen Tayyip Erdoğan da, YAŞ toplantısından Silahlı Kuvvetlerle “kontrollü gerilim”i ipi kopartmadan sürdürebileceğini ve kısa vadede kışladan gelecek tek tehdidin CHP ve MHP’ye verilecek oylardan başka bir şey olmadığını gördü. Kendine güvenini kazanır kazanmaz medya ile büyük sermayenin olası yalpalamalarına da set çekecek şekilde resti gördü: “Bitaraf olan bertaraf olur!” AKP’nin değişiklik önerileri, bu andan sonra sadece 12 Eylül Anayasası zemininde bir hak ve çıkar tartışması sürdürebilmeyi hala mümkün görenler için bir Anayasal tartışma konusudur. Gerçek politik yaşamda Türkiye’nin bütün politik güçleri, bu sınırlı Anayasa değişikliği teklifinin ötesine, 13 Eylül sabahı içine uyanacakları yeni güçler dizilişine bakıyor ve politik hamlelerini buna göre tanzim ediyorlar.
Neden “Hayır” demiyoruz
SGPH de tıpkı politik ve toplumsal karşıtları, müttefikleri ve rakipleri gibi davranıyor. “Yurttaşlara İslam dinini ve Türk kimliğini dayatan, milliyetçiliği ve devlete taparlığı resmi ideoloji olarak kurumsallaştıran mevcut anayasa” zeminindeki biçimsel bir kuvvetler ayrılığı tartışmasına taraf olmakla yetinmek yerine, stratejik hedeflerine uygun olarak, anayasa tartışması sürecini “özgürlükçü ve antikapitalist bir emek ve özgürlük blokunun inşası” ve “demokratik bir anayasa ve kurucu meclis talebi”nin propagandası için değerlendiriyor. SGPH’nin Anayasa oylamasında takındığı “Boykot” tavrı yukarıda özetlediğimiz, Mart’tan bu yana olgunlaşmakta olan koşulları dikkatle izlemesiyle ve stratejik yönelimleriyle tutarlı bir taktiğe ve ittifak dizgesine bağlı kalmaya verdiği önemle doğrudan ilgilidir.
Konferans kararları
SGPH 27-28 Mart Konferansında “Kürt Sorunu ve Barış Üzerine Karar”ında şunları benimsedi: n “SPGH, Kürtlerin özyönetimini de öngören demokratik bir anayasa ve kurucu meclis talebini, yığınların burjuva hükümet ve egemenlik aygıtlarına güvensizliklerini örgütleyecek bir çerçevede siyasi programına içerir.” n “Kürt halkını toplumsal kurtuluş mücadelesinde işçi sınıfının dolaysız müttefiki olarak görür; bir politik kurtuluş stratejisi çevresinde ittifaka girdiği Kürt halkının emekçi çoğunluğuyla toplumsal kurtuluş hedefiyle de ortak mücadele zeminleri ve alanları yara-
tılması için çaba gösterir; mücadele ortaklığının antikapitalist bir program eksenine yerleşmesi ve enternasyonalizm ruhuyla sürdürülmesi için çaba gösterir.” Bu stratejik önemdeki karar, Anayasa tartışması toplumun önüne taşındığında Türkiye’deki anayasal krizin yurttaşlar açısından asıl kaynağına giden bir tutumu propaganda etmeyi karşımıza bir görev olarak koyuyor. Bu görev bugünkü anayasal krizin tam da merkezine yer alan “yurttaşlık anlayışı”nın reddi ve “Kürtlerin özyönetimi”, “demokratik anayasa”, ”kurucu meclis” propagandasını, bununla paralel olarak “Kürt halkının emekçi çoğunluğuyla toplumsal kurtuluş hedefiyle de ortak mücadele zeminleri ve alanları yaratılması için çaba” göstermeyi gerektiriyor. Bu çok açık. Öte yandan Konferans’ta kabul ettiğimiz “Sosyalist hareketin yeniden kuruluşu doğrultusunda karar” var. Bu kararımız, n “Özgürlükçü ve antikapitalist bir emek ve özgürlük blokunun inşasını, küresel buhrana ve rejim krizine ezilenlerin ve emekçi halkın güncel ve tarihsel çıkarlarından hareketle müdahalenin başlıca kaldıraçlarından biri” olarak belirliyor. n “Emek ve özgürlük blokuna siyasal kurtuluşla toplumsal kurtuluş arasındaki bağlayıcı halka ve Kürt özgürlük mücadelesiyle sosyalist hareketin stratejik ittifakının gerçekleşme biçimi olarak” yaklaşıyor. Konferans öte yandan aynı kararda SGPH’nin “sosyalist hareketin çeşitli kümeleriyle ilişkilerine yeniden kuruluş perspektifi ışığında” yaklaşmasını, “Yeniden kuruluşun müstakbel bileşenleriyle olabildiğince eşgüdümlü bir faaliyet ortaklığı kurmayı, müşterek zeminleri genişletmeyi, toplumsal mücadele alanlarında ortak deneyimler edinmeyi ve krizden çıkışın imkânlarını birlikte değerlendirmeyi” hedeflemesini de karar altına aldı.
“Hayır” SGPH için seçenek değil
Bugünkü güçler dizilişinin bağrında Anayasa oylaması bir plebisite dönüşür ve bir yanda AKP ve müttefikleri, öte yanda CHPMHP koalisyonu ve müttefikleri olarak hâkim kutuplaşmayı yeniden üretirken SGPH’nin salt AKP’nin Anayasa değişikliğini “kabul edilemez” bulduğu için kendisini müttefik ve muhataplarından ayırarak bir başına bırakan “Hayır” seçeneğini benimsemesi eski tabirle “eşyanın tabiatı”na aykırı olurdu. “Hayır” seçeneğinin, bu tavrı takınanların tümünü, fiili CHP-MHP koalisyonuyla zorunlu olarak eklemleyeceğini ileri sürmek haksızlık olur. Ancak mevcut kutupsallaşmanın 22 Temmuz 2007 seçimleri arifesindeki güç dizilişini yeniden ürettiği tespitimiz doğruysa, TMMOB ve DİSK yönetimlerinin ve TKP’nin -MHP unsurunu görmezden gelerek- Kılıçdaroğlu CHP’siyle bir se-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 9
çim ittifakına şimdiden kapıları kapatmayacaklarını öngörmek zor değil. TKP’nin Kılıçdaroğlu’nu her konuda “samimiyetle” “uyardığı” halde herkesin dilindeki “MHP koalisyonu”nu bir tek kez bile anmadığı mektubu bu açıdan yeterince semptomatik. Ancak SGPH söz konusu olduğunda bir politik hareketin “Hayır” diyenlerle bir ittifakı da hiçbir şekilde öngörmediği halde, bütün bir Anayasa referandumu dönemini bir başına, “Anayasaya Hayır” çağrısı yaparak geçirmeyi bir hedef olarak karşısına koyması politik bir açıklamadan yoksun kalır. SGPH Meclisi’nin, artık bir plebisite dönüşmüş olan referandumu “boykot” kararı hem “Kürt sorunu ve barış”, hem “sosyalist yeniden kuruluş” bağlamında hareketimizi bütün stratejik hedefleri ve konferans kararlarıyla tutarlı bir politik tutum ve mücadele çerçevesine kavuşturuyor hem de bugünkü politik koşullarda bir “emek ve özgürlük bloku”nundaki olası müttefiklerimizle bir faaliyet ortaklığı sürdürmemiz için elverişli bir politik eylem olanağı sunuyor. Bu bağlamda kendi stratejik yönelimlerimizle tutarlı kalacaksak “hayır” seçeneğinin bir değişken olarak bile bizim politik denklemlerimizde rol oynamasını tahayyül etmek çok zordur.
“Boykot” ve başarı şansı
Bununla birlikte, hareketimizin “Boykot” yerine “Hayır” tavrını benimsemesi gerektiğini ileri süren arkadaşlarımızla aramızda AKP’nin Anayasa değişikliği önerisinin “Anayasal anlam”ını kavrayışımız bakımından hiçbir fark yok. Bu konuda tam olarak anlaşıyoruz. Değilse, 17-18 Nisan Meclis kararlarını oybirliğiyle almış olamazdık. Ancak, aramızda iki kayda değer fark var. nBirincisi Lenin’in 1905-1907 devrimci döneminde Rusya’da politik mücadelenin özgül koşullarından yola çıkarak formüle ettiği “bir mücadele biçimi olarak boykot”un uygulanabilirlik koşullarının bu anayasa oylamasında var olmadığı saptaması. “Hayır” oyu kullanılmasını savunan arkadaşlarımız bunu Lenin’in “Aktif boykot, geniş devrimci bir yükseliş dışında bir anlama sahip değildir” belirlemesiyle gerekçelendiriyorlar. Bu argüman bizim dışımızda da esas olarak yalnızca Sosyalist Parti tarafından “boykot”a karşı kuvvetle savunuluyor. nİkincisi de “boykot”un pratikte “hayır” oylarını çalarak AKP’nin anayasa değişikliğini geçirmesini sağlayacağı iddiası/çekincesi.. “Hayır” oyu verilmesini savunan, başta CHP olmak üzere bütün sol ya da sağ politik hareketler “Evet boykota yarar” argümanını boykota karşı kullanıyorlar. İşin ilginç yanı tam karşı kutuptaki AKP liderleri ve sözcüleriyle Taraf gazetesi yorumcuları da “Boykot”un aslında “Evet’e teşne olan” Kürtleri sandıktan uzak tutarak “Hayır” oylarının baskın gelmesine yol aça-
cağını savunuyorlar. Yüksek Seçim Kurulu Başkanı oy kullanmayanlara “para cezası”nı hatırlatıyor, İçişleri Bakanı Beşir Atalay da “vatandaşın sandığa gidip, hür iradesini yansıtmasını istiyoruz. Hiç kimse özgür iradeye ipotek koymaya kalkmasın, demokrasinin özü budur.” diyerek aba altından sopa gösteriyor. Boykot’a karşı birinci gerekçenin bizim koşullarımızda bir geçerliliği yok. Çarlık Rusyası’nda istikrarsız bir anayasal monarşi alrında bir açılıp bir kapanan; temsil gücü sınıf mücadelesi koşullarına bağlı olarak daralıp genişleyen bir parlamentonun -anayasal monarşi ile devrimci demokrasi arasındaki toplumsal güç dengesine bağlı olarakyerini bir devrimci demokratik rejime bırakması imkanlarının değerlendirilmesinin ifadesi olan Lenin’in boykot formülasyonunun bir plebisite dönüşmüş olan bugünkü referandum için geçerliliğinden öz ve biçim açısından da özdeşliğinden söz edilemez. Yurttaşlar her ikisinde de bir sandığa oy attıkları için referandum parlamento seçimleriyle öyle kolayca eşitlenemez. Öte yandan bugün özellikle Kürt sorununun yol açtığı derin krizden geçerken ve Kürt Özgürlük Hareketinin fiili bir “özyönetim” hamlesini (Demokratik Özerklik”) politik gündeme taşıdığı koşullarda, referandumu boykot, yol açacağı bütün sonuçlarla birlikte onu çağıran güçleri politik hayatın merkezine taşıyarak politik hedeflerini açık ve seçik bir biçimde toplumun gündemine taşımayı sağladığı için korkulduğu gibi apolitisizme neden olmak bir yana, alışılmadık bir gündem etrafında bütün taleplerin etraflıca değerlendirildiği, çıkarların ve tutumların netleştiği bir politikleşmeye yol açıyor. İkinci gerekçeyse bu politik dizilişte hareketimizin kendine güvenerek bağımsız ve özgül çıkarların ifadesi olma iradesini ortaya koymasını; üçüncü bir politik kutup , bir “emek ve özgürlük bloku” oluşturma iddiasını yüksek sesle ifade etmesini; müttefikleriyle buluşma ve ortaklaşma kapasitesini harekete geçirmesini önlemekten başka bir sonuç yaratmıyor. Eğer hepsi stratejik yönelimlerimizin mantıksal ve politik sonucu olan konferans kararlarımız gereğince hareket ettiğimiz halde bu referandumda istediğimiz sonucu alamazsak bu sadece yeterince olgunlaşmadığımızı, kendi etrafımızda iddialarımıza denk bir güç toplamayı başaramadığımızı, ittifaklarımızın istenildiği gibi işlemediğini gösterir. Yönelimlerimizin yanlış olduğunu değil. “Başarı şansımız ne?” sorusunun yanıtı şudur: Çok basit bir aritmetik hesapla bile, hakim kutuplaşmada tarafların desteği “başabaş”a yakın – bu çok yüksek bir olasılık- giderken oylamaya katılmayanların oranı yüzde 33 olduğu takdirde, seçmen listelerinde yer alanların yüzde 33’ü evet, yüzde
33’ü hayır demiş, yüzde 33’ü de oylamaya katılmamış olacaktır. Referanduma katılım oranı düştükçe bu sonucun ortaya çıkması olasılığı yükselecektir. Bu sonuçlar içinde gerçek bir politik kararlılıkla oylamayı boykot edenlerin oranı hiçbir zaman tam olarak sayılamayacaksa bile, ister “hayır” ister “evet” baskın çıksın, seçmenlerin yüzde 66’sı gerçekleşen sonuç için oy kullanmış olmayacaklardır. Bu, elde edilen sonucun toplumsal meşruiyetini 13 Eylül’den başlayarak tartışılır kılacak ve Türkiye egemen güçleri bir anayasal krizle baş başa kalacaktır. Böyle bir kriz, mevcut formu içinde 12 Eylül Cumhuriyetinin sonunun ilanı demektir. Bu kriz, “sosyal cumhuriyet” çağrımızın gerçekleşmesi için Kürt halkı ve bütün emekçilerle omuz omuza mücadeleye atılmamızın manevi ve politik koşullarını bir anda dönüştürecek; toplumun, ta en içindeki değişim arzusunu sadece yüksek sesle haykırmakla kalmayacağı, kendi kendini yönetme cesaretini de bulacağı bu yeni politik iklimde bir adımda yedi fersah aşabileceğimiz “sihirli çizmeler”imizi kuşanma fırsatlarıyla karşılaşmamız da tamamen ihtimal dışı değil.
Kendi yolumuz Konferansta çizdiğimiz yol doğruysa, biz kendi yolumuzda yürüyelim! Boykot çağrımıza çoğunluğun katılmayacağını biliyoruz. Ama Kürt halkının boykotuna katılanların sayısı Türkiye’nin batısında ne kadar artar ve referanduma katılım ne kadar düşerse, sonuçta sandıktan ister “evet” ister “hayır” çıksın, kimseden utanmamız gerekmez. Bizim şimdi en az ihtiyacımız olan şey sağduyudur. Sağduyu bize değil, toplumu “evet” ve “hayır” ekseninde yaran hakim kutuplaşmanın iki ucunda yer alanlara gerekirdi. Madem ki, bizim oylarımız referandumun sonucunu tayin edecek kadar kıymetliydi, o zaman onların bunu hak etmek için bambaşka bir referandum bağlamı ve stratejisi ortaya koymaları, yüzlerini anayasal krizin ta bağrına dönmeleri gerekmez miydi? Kürtlerin kendi kaderini belirleme, halkın özgürlük, insan onuruna yaraşır bir işte çalışarak yaşama, korkusuzca düşüncelerini açıklama, dilediği inanca bağlanma, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya kurma arzusuna saygı göstermeleri gerekmez miydi. Referandum nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın yalnızca onlar kaybetmiş olacak. Kazanan biz olacağız. Referandumda ister “evet” ister “hayır” demiş olsunlar bütün ezilenler ve emekçiler, 13 Eylül’de, kendi kendilerini yönetecekleri bir sosyal cumhuriyet için mücadelenin eşiğine varacaklar. Bu eşiği geçmenin zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu görenlerin görevi o kapıyı herkesten önce çalmaktır…
10 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Neye yeter? Tektaş Ağaoğlu Kimi Evet’çiler, Evet’lerinin başına, “Yetmez ama” diye bir nakarat ekleyerek, 2010 referandum oylamasında AKP’nin ve BBP/Nizam-ı Âlem Alperenleri’nin yanında yer almanın günahını üzerlerinden atmak ister gibi bir tavır sergiliyorlar. “AKP’nin açtığı kapıdan biz geçeceğiz!” diyen müthiş devrimci çevreler dahi var aralarında. AKP’yi hak ettiği istiskale uygun bir yerde hazırlıksız yakaladıklarını düşündükleri anlaşılıyor! AKP’nin açtığı kapıdan geçerek ne yapacaklarsa bugün o kapıdan geçmek için yaptıkları ne, peki? Mesela kamu emekçilerinin grevsiz toplu sözleşme hakkına başka bir şey değişmeksizin toplu sözleşme hakkı denilmesine “Yetersiz ama Evettt!” demekle grevli toplu sözleşme hakkına Hayır! demiş olmayacaklar mı? Aziz Çelik açık açık yazdı. (Radikal İki. 25/07/2010.) AKP paketi işçilere 12 Eylül Anayasası ve sair Cunta yasalarıyla getirilen –ve hâlen de son 8 yıldır AKP iktidarınca sektirmeden uygulanan siyasi amaçlı grev, genel grev, hak grevi, iş yeri işgâli, iş yavaşlatma, vb… üzerinde kesin yasakların hiç birini kaldırmamaktadır. Paketteki 54/7’nin kaldırıldığına dair hüküm, hiç ilişilmeyerek yürürlükte kalan 54/1’le daha baştan geçersiz kılınmıştır. Evet’çiler AKP ricalinin sözlerine kanmakla kalmıyorlar, bir de herkesi kandırmaya kalkıyorlar. AKP’-nin anayasa “değişim” paketi, ülke çalışanlarının, yoksullarının, çaresizlerinin post-modern devlet tarafından büsbütün teslim alınmasında yeni bir aşamanın yolunun döşenmekte olduğunun açık habercisi. “Değişim/Statüko” teranesi ile ne denilmek istendiğini başka yerde değil, burada arayın!
Bu somut gerçekliği görmezden gelen ya da hiç kaale almayan eskimiş devrimci ve sosyalist-Marksist kişi ve çevreler AKP’nin topluma sunduğu “torba anayasa” tuzağına düştükleri için uzun boylu eleştirilmeseler de olur. Çok daha vahim bir konumdalar çünkü. Demokratikleşmenin toplumda AKP merceğinden bakılarak algılanmasına katkılarını esirgemiyor olmaları, sınıf mücadelesinde mevzilerini ne kerteye kadar şaşırmış olduklarının göstergesi. AKP’nin verdiği söylenen demokratikleşme kavgasında statükoya ve statükoculara karşı onun yanında saf tutmanın sınıf mücadelesi alanını şu kadarcık ya da bu kadarcık, şöyle ya da böyle temizlemek yerine, feci surette kirletip pislettiğini ya hiç farketmiyorlar, ya da kendi gerçek ötesi doktriner dünyalarında ciddiye alınmaya değer saymıyorlar. Bir başka deyişle, ileriye (bahtsız Başbakan’ın “ileri demokrasi” dediği yere) bakmaktan ayaklarının bastığı yeri görmüyorlar. 2010 referandumunda memurların yıllardan beri âcil talebi olan grevli toplu sözleşme hakkına Hayır! diyecek hâle gelecek kadar AKP’nin kuyruğuna tutunmanın düpedüz Struvecilik olduğu hiç akıllarından geçmiyor! Bunlardan kimilerinin bu yola düşmelerinin, Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) Kürt hareketinin bugünü ve geleceği adına pekâlâ geçerli olan boykotçu tavrına insiyâkî tepki duymalarından ileri geldiği dahi düşünülebilir. AKP ve şâibeli yandaşlarına bu kadar yakın düşmekten sakınmıyor olmalarının ardında, başka özgül durumlarda pekâlâ anlaşılabilir bir siyasi taktikten çok, mevcut durumda öyle bir taktikten işe yarar sonuç alınabileceği yanılsamasını besleyen sınıfsal ve ideolojik bir stratejinin sırıttığını söylemek çok mu insafsızlıktır?
BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş Çaldıran’da boykot çağrısında
Ne kadar boykot, o kadar demokrasi
Sandıktan “evet” de çıksa, “hayır” da çıksa Kürtler için değişen bir şey olmayacaktır Nihat Oğan (*) “Büyük bir çoğunluk da olsa, bir ülkenin vatandaşları eğer anayasa adı verilen bir sözleşme ile devletin egemenliği altına girerlerse… Ve doğal haklar ihlal edilirse bu sözleşme yasal değildir ve geçersizdir.” Lysander Spooner Kürt meselesinin gelip dayandığı noktanın anayasal bir çö-
züm olduğu tespitine başta partimiz olmak üzere meseleye duyarlı her kesim ve kişi katılmaktadır. Son dönemlerde çokça tartışılan demokratik özerklik çözümü de bu kapsamın dışında değildir, bilakis tam da anayasal çözüm dahilindedir. Yüzyılın sorunu olan kürt meselesi, toplumsal sözleşmenin yeniden kurgulanmasına bağlı olarak artık çözüm safhasında-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 11
dır. Nasıl ki, 1970’lerin başında resmi ve fiili “Kürt inkarı” hatta imhası (cumhuriyet dönemi de dahil olmak üzere özellikle 12 eylül darbesinden sonraki imha amaçlı yönelimler) bir isyanı koşulladıysa; geliştirilen direniş, gittikçe kabullenilen Kürt realitesi, toplumun barışa yönelik duyarlılığı da, barışçıl bir çözümü artık kaçınılmaz kılmıştır/kılmaktadır. Ve bu çözüm, mutlak anlamda anayasal olacaktır/olmak durumundadır. Kürtlerin devletle ilişki sorunsalı, son 30 yılın yaşananlarıyla birlikte daha da bunalımlı bir hal almıştır. Bunalım güvensizliğe dairdir. Hatta öyle bir güvensizlik ki, neredeyse her Kürt devlete ve devletin temsil ettiği her şeye korku ve kuşku dolu bir şekilde yaklaşmaktadır. Türk toplumunda nasıl ki, Sevr travması bellekler de yer edinmiş ve sürekli bu korku üzerinden komplo kurguları üretiliyor ve buna bir de inanılıyorsa, Kürtlerde de bir “Lozan bilinci” oluşmuş durumdadır. Bir daha yanılmayacakları ve aldatılmayacaklarına dair bir tarih bilincidir bu! Dolayısıyla, inkar ve imha dönemine nazaran Kürtlerin gönlünü okşayacak, hoş bir sedaya dönüşen varlığı kabule dönük söylemler olsa da, Kürtler bunun bir mecburiyet hali ve daha ziyade direnmenin bir sonucu olduğunu anlayacak kadar acı çektiler ve bilinç oluşturdular. Artık kaybetmek istemiyorlar ve bunun bir güvenceye kavuşturulmasını talep ediyorlar. Bu güvencenin adı yeni bir anayasadır. Yeni bir anayasa ancak eskinin reddi ve bir kenara atılmasıyla hazırlanabilir.
Lozan bilinci ve vaat
Hal böyleyken, 28 yıl sonra gündeme getirilebilen darbe anayasasını değiştirme isteği başlangıçta her kesimde bir heyecan yaratmışsa da, iktidar partisinin benimsediği yöntem, içerik ve kapsam sebebiyle özellikle Kürtlerde ciddi bir kaygı yaşanmasına yol açmıştır. Lozan bilinci dediğimiz olgu tam da budur. Zira BDP’den başından beri talep edilen hatta zaman zaman bir dayatma halini alan “kayıtsız şartsız deği-
şikliği destekleyin, evet oyu verin. Sonrasına bakarız, birlikte hallederiz” mealindeki söz ve siyasi yaklaşımlarının başka bir çağrışım yapması düşünülemezdi. Halen de farklı bir tavır gösterilmiyor. “kapıyı araladık, yeni anayasa yapacağız” açıklamaları bir güvence değil, vasat bir vaat olmaktan öteye gitmiyor. Türkiye siyasetinin vaat konusunda “gönlü zengin” karakteri düşünüldüğünde, anlam ve değer olarak bunun bir karşılığı olmadığına rahatça kanaat getirilebilir. Ki, Kürtlerde böyle bir kanaat oluşmuş durumdadır. Kürtlerin siyasi sözcülerinin süreci “anayasa komplosu” olarak adlandırması yine Lozan bilincinin tetiklemesiyledir. 26 maddelik bir pakette Kürtlere ve yaşanılan Kürt meselesinin çözümüne dair bir maddenin dahi yer almayışı, buna rağmen “aslında biz bu paketi Kürt sorununu çözümü önünde engel oluşturan vesayetçi kurumları değişime ve dönüşüme tabi tutacak bir niyetle hazırladık.” demeleri İsmet İnönü’nün Lozan’a giderken “ben Kürtlerin de temsilcisi olarak gidiyorum. Kürtlerin hakkını da Türkler kadar savunacağım” söyleminin fonetiğine ne kadar da uyuyor değil mi? Oysa biz biliyoruz ki, siyaset niyetlerle ve vaatlerle yapılmaz. Siyaset somut durumun somut tahliline dayalı bir diyalog sürecidir. Ve diyalog mutlaka sorunun unsurları (yaşayanları diye de okunabilir) kadar çözümün de aktörleriyle olmalıdır. Bu aktör de Kürtlerden başkası değildir.
Yeni bir toplumsal sözleşme
Yeni bir toplumsal sözleşme yapılacaksa eğer bu, toplumsal sistem içerisinde kendi statüsüne ve geleceğine dair belirsizlik, gerilim ve çelişki yaşayan Kürtlerle öncelikli olarak yapılmalıdır. Toplumsal uzlaşı için elbette tüm kesimler bu sözleşmeye dahil edilmelidir. Kürtlerin önceliği, yaşadıkları sorunun kapsamı ve “can alıcı” olması sebebiyledir. Ancak realite buyken, toplumsal barış arayışı her zemin ve kesimde yoğunlaşmışken, diyalog ve uzlaşı ortamı oluşmuşken,
Kürtler buna sonuna kadar imkan sunarken; bu yöntemin hiç denenmeyip hem siyaseten hem de değişiklik kapsamında dışlanmaları en nihayetinde Kürtleri boykot tutumuna vardırdı. Kürtler kendilerini yok sayanlara karşı “yok sayma” anlamına da gelen boykot iradesine ulaşmışlardır. Anayasa değişiklik paketinin demokratik kriterler ve standartlar gözetilerek yapıldığına dair söylem ve iddiaya Kürtleri inandırmak beyhude bir çabadır. Zira, son bir buçuk yıldır Kürtlerin yaşadığı ağır baskılar, tutuklamalar, DTP’nin kapatılıp Kürt siyasetinin en olgun ve duyarlı iki vekilinin (Genel Başkan) Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un vekilliklerinin düşürülmesi, savaşın tekrar başlaması ve cenazelere dönük vahşetten sonra üstüne bir de destek istenmesi pişkinlikten başka nasıl açıklanabilir ki? Somut bir adım, bir değişiklik yapılmadıktan sonra, acıyı bu denli derinden yaşamış bir toplum neye hizmet edeceği besbelli bu pakete destek vermeye nasıl meyletsin? Açık ki bu değişikliklerle bir iktidar mücadelesi başlatılmış ve bu oyuna Kürtlerde dahil edilerek başka bir boyuta taşınmak isteniyor. Yasalar değişmeden, anayasanın ruhuna ve tekçi felsefesine dokunmadan sadece iki kurum üzerinden sürdürülen kavga ve yapılan değişiklik iktidar savaşımından başka bir anlam taşımaz. Kemalist/elit kadroların yerine, muhafazakar hatta cemaatçi kadroların yerleştirilecek olması Kürtlerin ya da Türkiye’nin demokratik yaşamında/geleceğinde ne gibi bir değişiklik sağlayacak ki? Kürtler neden bu çatışmanın bir tarafında olsun ki? Kürtlerin kendi perspektifi, mücadelesi, amacı ve projesi varken,bunu kararlıca,en örgütlü ve yaygın şekilde sürdürüyorken, gerici diye nitelenen bu iktidar çatışmasına kendilerini neden dahil etsinler ki? İki tarafın da niyeti, hedefi belli. Hatta aynıdır. Burada farklı olan, farklı duran ve farklı tavır alan Kürtlerdir. Yıldırım Türker’in geçen hafta Radikal gazetesindeki köşesinde yayınlanan
yazısında belirttiği gibi ‘Evetçi’ cephe ile ‘Hayırcı’ cephe arasında süren berbat dalaşa bakınca söz konusu cephelerin aynı taraf olduğunu görmüyor musunuz?”
Boykot devrimci bir tutumdur
Kürtlerin boykot tutumu devrimci ve isyancı bir duruşa tekabül eder. Lütufla verilen/bahşedilenle değil, kendisine ait olanı, hakkı olanı ısrarla istemekle karakter kazanır. Özü; politiktir! Kendi gündemini toplumsal hayatla buluşturmak gibi özgün siyasi bir içeriğe sahiptir ve bu başarılmıştır da. BDP olarak en başından beri politik temsiliyeti olan bir güç olarak taleplerimizin olduğunu belirtiyoruz. Anayasanın demokratik ve özgürlükçü bir niteliğe kavuşmasının mücadelesini veriyoruz. Bu uzun erimli bir süreçtir ama baştan sona kadar anayasa değişmelidir. Parça parça değil, bir gücün, bir iktidarın kendi çıkarına göre hiç değil; tamamen toplumsal taleplerle örtüşen, farklılıkları kabul eden demokratik ve özgürlükçü bir anayasa yapılmasından yanayız. Bunun ortamının oluştuğuna inanıyoruz ve bu konuda tarafız! (Taraf olmamız bertaraf olmayacağımızın garantisi olamıyor maalesef. Bilakis bertaraf edilmek istenmemizin nedeni tam da taraf oluşumuzla ilgilidir!)
Somut bir işaret
Siyasi iktidarın yeni anayasaya ikna olduğuna, bunu gündemine aldığına dair bir güvence, bir somut işaret görmek istiyoruz. 82 darbesinin ürünü olan seçim barajı ve TMK’nın kaldırılması Kürtler de bu algıyı oluşturacaktır. AKP iktidarına yönelik sıfır güven noktasındayız. Bizim sübjektivizmimizle ilgili bir durum değildir bu. AKP’nin son 1.5 yıllık (öncesi de var) baskıcı, milliyetçi, zaman zaman faşizan siyasetiyle doğrudan ilişkilidir. Değiştirmek sorumluluğu AKP’ye aittir. Beklenti içinde olan BDP ve Kürtlerdir. Tutum değiştirmesi gereken taraf, siyasi iktidardır. Başbakan’dır… Dolayısıyla, 12 Eylül’den önce yapılacak olan seçim barajının
4
12 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
azından yüzde 5’e düşürülmesi, 4en TMK’nın kaldırılması, kamuoyuna açık çağrı olarak ifade edilecek olan yeni ana-
yasa deklarasyonu ve halihazırdaki ateşkese yönelik fiili operasyonsuzluk pozisyonu, Kürtlerin bir bütün olarak referanduma ve AKP’ye yönelik tutumunu gözden geçirmesine vesile olacaktır. Bunun dışında hiçbir söz ve davranış, boykot tutumunu tartışma konusu dahi yapmaya yetmeyecektir. Ki, bu kararlılık ve ısrar hem muhataplarına hem de referandum çalışmaları dolayısıyla kamuoyuna iletilmektedir.
Ha ‘Evet’ ha ‘Hayır’
Sandıktan “evet” de çıksa, “hayır” da çıksa Kürtler için değişen bir şey olmayacaktır. Kürtleri CHP-MHP seçeneğiyle korkutmak bir zorlama, bir dayatma, bir şantaj dışında anlam ifade etmemektedir. Son bir buçuk yıldır Kürtlere dönük savaş konseptinin kim tarafından sürdürülüyor yada sürdürülecek olduğu konusu önemsizdir. Burada esas olan, buna karşı geliştirilen direniştir. Baskı ve zor ne kadar tırmandırılırsa, diyalektiğin gereği olarak direnme de o denli güçlendirilecektir. Referandum sonuçları bu anlamda Kürtler tarafından değerlendirilmektedir ve her iki sonucun da Kürtlerin ya da ülkenin geleceğinde köklü bir değişikliğe yol açmayacağı kanısı oluşmuştur. Sonuçları bakımından etkili olacak tek tavır, boykottur. Kürtlerin büyük çoğunluğunun sandığa gitmemesi, mevcut anayasayı, resmi ideolojiyi, resmi uygulamaları kabul etmemek kadar, kendi seçeneklerini ya da projelerini uygulamak anlamına gelir ki, 13 Eylül’de esas sonuç bu olacaktır. BDP olarak hem Türkiye’ye hem de Kürtlere kazandıracak tutumun, mevcut iktidar çatışmasına bulaşmadan kendi özgün ve devrimci duruşunu korumak olduğuna inanıyoruz. O yüzdendir ki “ne kadar boykot o kadar demokrasi” dedik ve bu perspektifle yeni anayasa tartışmalarını boykot oranıyla paralel gündeme taşımak istedik. Sandığa gitmeyen her oyu yeni anayasa isteyenlerin desteği olarak göreceğiz ve özgün bir örgütlenme yaklaşımıyla bunu yeni anayasa isteyenlerin hareketine dönüştürme gayretinde olacağız. Yazımı sevgili Yıldırım Türker’in yazısından bir alıntıyla bitirmek istiyorum. “Ehvenişere tav olarak dünya değiştirilemez. Önce Kürt halkını eşit ve katılımcı olarak görmeyi hazmetmek zorundayız. Bu linç mevsiminde hayati olan, budur. Anayasayı değiştireceksek bunu Kürtlerle Türkler el ele yapacaktır.” 13 Eylül sabahı da ilk işimiz bu olmalıdır… * BDP Eş Başkan Yardımcısı
Politika
Demokratik anayasa hareketine doğru... SGPH referandumu boykot kararı almamalıydı. Anayasa değişikliği onaylanmamalıdır. Değişiklik hayır oylarıyla engellenebilir. Eğer bu değişiklik kıl payı geçerse boykotçular olarak ne denilecektir? Muhsin Dalfidan 16 değişiklikle 83 maddesi değiştirilen 12 Eylül anayasası; bu kez 17.değişikliğine hazırlanıyor. Referandum yoluyla yapılmaya çalışılan değişiklikle 12 Eylül anayasası bir kez daha onaylattırılarak meşrulaştırılmak istenmektedir. Sermaye ihtiyacı olanı yapıyor. Kürt ve Türk halklarının, işçi sınıfının ve ezilenlerin ihtiyacı ise demokratik bir anayasadır. Öyleyse, Sosyalistlerin görevi; boykot, hayır ve evet tavrı alan sosyalistler arası gerginlik ve çekişme yaratmak değil; demokratik bir anayasa talebini yükseltecek anayasa hareketini oluşturmaktır. SGPH, hareket içi demokrasi, çoğulculuk ve sosyalist demokrasi ilkeleri gereği doğru bulmadığım bir yöntemle (23 boykot 21 hayır oyu ile ) boykot kararı aldı. Yazıda yöntemle değil, tavrın içeriğini özetlemekle yetineceğim.
Seçim başka referandum başka denerek boykot kararı alınamaz
Burada temel bir yanılgı vardır. Elbette parlamento seçimleri ile anayasa referandumunun belirli farklılıkları vardır. Ama, her ikisinde de olan ortak ve temel öz halkın oyuna başvurulması durumudur. Seçimler komünistler için; nSiyasal gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracıdır. nProletaryanın devrim için olgunluğunun ölçüldüğü bir barometredir. nProletaryanın demokrasi mücadelesi ve demokrasi eğitimi için bir okuldur. nGüçlü olunduğunda işçi sınıfının ve ezilenlerin yararına burjuva yasallığına müdahale etme olanağı sağlayan bir araçtır. Seçimler için ortaya koyduğumuz bu ölçütler referandum içinde geçerlidir. Siyasi gerçekleri açıklamak referandumda da mümkündür. Proletaryanın demokrasi eğitimi hakeza aynı şekilde geçerlidir. Burju-
va yasallığına müdahale etmek seçimlerden daha kesin bir biçimde mümkündür. Sonuç olarak Komünistlerin seçimler için tutumu referandum içinde geçerlidir. Boykot bir taktik çizgi değil, özel koşullar altında uygulanabilir olan bir özel mücadele aracıdır. Boykotun sınıf mücadelesindeki yeri ve anlamı üzerine çok söz söylenebilir. Ama bunun gereği yok. Lenin’in Seçme Eserler, 3. cildindeki “Boykota Karşı” makalesinden alıntıları aktarmakla yetinelim. “Boykotun uygulanabilirlik koşullarını araştırmak zorundayız, devrimci yükseliş anlarında boykotun kesinlikle doğru bazen de kaçınılmaz bir yöntem olduğu inancını kitlelere vermek zorundayız (…) Fakat bu yükselmenin, boykot ilanının bu temel koşulunun mevcut olup olmadığı sorunu, bağımsız biçimde ortaya konup, olguların ciddi incelenmesine dayanılarak çözülebilmelidir. Gücümüz dahilinde olduğu ölçüde, böyle bir yükseliş anını hazırlamak, uygun bir anda yapılabilecek bir boykotu baştan reddetmemek, bizim yükümlülük ve boyun borcumuzdur, fakat boykot şiarını iyi de olsa kötü de olsa bütün temsilcilik kurumları için uygulanabilir saymak muhakkak yanlış olur (…) Boykotu, proletaryanın ve devrimci burjuva demokrasisinin bir kesiminin liberalizmin ve gericiliğin karşısına koyduğu taktik çizgi olarak görmek de aynı şekilde yanlış olacaktır. Boykot bir taktik çizgi değil, özel koşullar altında uygulanabilir olan bir özel mücadele aracıdır (…) Toparlıyoruz: Boykot şiarı özel tarihsel dönemden doğmuştur (…) Boykot şiarına ciddi bir ihtiyaç duyulduğu taktirde yükselme anlarında bu şiarı kullanmayı baştan reddetmeksizin, bugün tüm güçlerimizi, işçi hareketinin şu ya da bu yükselişini doğrudan ve dolaysız etkileme yoluyla, bütün gericiliğe, onun temel direklerine karşı, genel, geniş, devrimci ve ofansif bir harekete dönüştürmeye yöneltmeliyiz (…) Boykot için en güçlü ve
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 13
biricik Marksist gerekçeyi incelemeyi, açıklamalarımızın sonuna sakladık. Aktif boykot, geniş devrimci bir yükseliş dışında bir anlama sahip değildir” (abç) 10. sayımızın manşetinin yazarı Ertuğrul Kürkçü yoldaşımın bu gerçekleri bilmediğini düşünemeyiz. Nitekim 1979 ara seçimlerinde Halkın Kurtuluşu’nun boykot kararına karşı kaleme aldığı “Boykot mu, seçimlere katılmak mı?” başlıklı tümüyle katıldığım yazısında şunları ifade ediyor: “Demek ki, Halkın Kurtuluşu'na göre, boykot ayrıca, bir de, parlamentoyu boykot ve seçimleri boykot olarak ikiye ayrılırmış. Onlar, şu an ikincisinden, yani, sadece seçimleri boykottan yanalarmış (…) Halkın Kurtuluşu da, daha ileriki, 175. sayısında kendi boykotunun Komünist yazında tek bir anlamı olan boykotla (abç) bir ilişkisi olmadığını daha açık hale getirmeye çalışıyor (…) Elbette, eğer insan, bir mücadele metodu olarak boykotu onun özgül proleter anlamından sıyırıp ele alırsa, onu yemek boykotundan, ders boykotundan ayırdetmesine de imkan kalmaz (…) boykot verili bir kurumun içinde kalınarak değil, kurumun bizzat kendisine karşı, onun yerle bir edilmesi için, ona karşı dolaysız bir taarruz olarak kullanılabilecek bir mücadele biçimidir. Boykotun tarihsel çözümlenişinden Lenin'in çıkarttığı ve bütün Komintern partilerinin be¬nimsedikleri sonuç budur (…) Eğer öldürmeyeceksen kılıcını da kınından çıkartmayacaksın, eğer kılıcını kınından sıyırmışsan, öldüremesen bile hamle yapmak zorundasın. Değilse hiç kimsenin aldırmadığı naralar atarak gülünç bir savaş oyununa girişmiş olursun. Layık olduğun tek şey de blöf yaptığını hissettiren acemi bir silahşorun, başına gelmesi kaçınılmaz olandır; yenilgi, başarısızlık (…) Biz burjuva parlamentosunun kullanımı, parlamento seçimleri, ve boykot konusunda Lenin ve Komintern'in çözümlemelerinin ve tezlerinin, burjuva parlamentolarının, parlamento seçimlerinin temel ve genel karakterleri aynı kaldığı sürece geçerliliklerini korudukları düşüncesindeyiz. Bunlarda esasa ilişkin hiçbir ‘düzeltme’ye yer olmadığını savunuyoruz.” Bu satırların gereği boykot değil hayır tavrı olmalıydı. Siyasal mücadelede boykotun anlamı ve hangi koşullarda yaşama geçireceği yukarıda anlatılmaktadır. Boykotu farklı kategorilere ayırarak tutumumuzu açıklamamalıyız. Boykot boykottur. “Küçük harflerle boykot”, “büyük harflerle boykot”, “taktik olarak boykot”, “özel araç olarak boykot” vb. diye ayrımlara başladık mı bu işin sonu gelmez.
Hayır oyunun gerekçeleri Anayasada yapılan değişikliklerdedir
Referanduma sunulan anayasa değişikliğiyle;
n12 Eylül anayasasının eksik bıraktıkları tamamlanmaktadır. nÖzüne dokunulmadan yem maddelerle demokratikleşme yalanıyla yapılacak anayasa değişikliğiyle 12 Eylül Anayasası hem meşrulaştırılmak hem de hesaplaşma talebi zayıflatılmak istenmektedir. nKuvvetler ayrılığında zaten güçlü olan yürütmenin tüm erklerin üzerine çıkarılmasıyla Oligarşinin iktidarını yetkinleştirmesi; işçi sınıfı ve ezilenlerin hak alanının iyice daraltılması hedeflenmektedir. Burada temel mesele, yürütmenin güçlendirilmesidir. Diğer değişiklikler bu hedefi makyajlamak üzerinden kurgulanmıştır. Öyleyse yürütmenin güçlendirilmesinin ne anlama geldiğini biraz daha yakından bakmalıyız.
Kuvvetler ayrılığıyla ilgili her tartışma dolaysız olarak halkın haklarına ilişkin bir tartışmadır
12 Eylül anayasasını demokratikleştirme kisvesi altında yürütülen anayasa değişikliği referandumunun altında yatan temel neden; yürütmenin gücünü daha da artırarak, Oligarşinin daha güçlü,hızlı ve engelsiz olarak sömürüsünü ve iktidarını sürdürmesinin yolunu açmaktır. Burjuva anlamıyla “çağdaş demokrasilerden” söz edilecekse eğer; bunun turnusol kağıtlarından en önemlisi kuvvetler ayrılığı prensibinin varlığıdır. Yürütmenin devlet erki içinde dengeli bir erke sahip olmasıdır. Bu durum işçileri, emekçileri, ezilen halkları ilgilendirmektedir. Çünkü “Cumhurbaşkanı, Meclis ve Hükümetin yanı sıra Yargı'yı da AKP hakimiyeti altına sokarak tek parti hakimiyetini pekiştirmeye yöneldiği ortada. “Devlet içindeki kavganın kaynağı da burada. Ama, bu kavga sadece devlet erkanını ilgilendirmiyor. “Kuvvetler ayrılığıyla ilgili her tartışma dolaysız olarak halkın haklarına ilişkin bir tartışma. Bir burjuva devletinde, yürütmenin gücü ne kadar sınırlandırılmış, ne kadar geniş bir denetim ağıyla sarılmış olursa, emekçilerin rejim içindeki haklar alanının o denli genişleyebileceği nerdeyse bir fizik yasası hükmünde”dir. (Ertuğrul Kürkçü, Ekmek ve Özgürlük, Sayı 10). Hal budur. Öyleyse değişiklikler geçmemeli ve bunun için hayır oyu verilmelidir. AKP, kuvvetler ayrılığını yürütmenin lehine çevirmeye, yargıyı denetim altına almaya çalışıyor. Bütün kapitalist dünyada demokrasinin gelişmesinin sermayeye çıkardığı engeller yürütmenin güçlendirilmesiyle yok edilmeye çalışılmaktadır. AKP’nin yaptığı da budur. AKP’nin yapmak istediğini engellemenin yolu hayırdır. Bu tavırda, ne MHP ve CHP’nin yanına düşmek ne de 12 Eylül anayasasını savunma durumuna düşmenin zerresi bile yoktur. Bu tavır, işçi sınıfının, tüm ezilenlerin ve Kürt halkının
mücadelesinin yararına davranışın gereğidir. Anayasa değişikliğinin onaylanması veya reddedilmesi bizleri ilgilendirmiyor mu? Onaylanmamasını sağlamak boykot ile mi hayır ile mi mümkündür? Sorularına yanıt vermek zorundayız. Bu soruların üzerinden atlayarak kestirmeden “en devrimci” tavır şiarları atmamızın sömürülen işçi sınıfına, ezilen cinse ve ezilen uluslara bir yararı olmayacağı kanısındayım. Kürkçü’nün de işaret ettiği gerekçeyle anayasa değişikliği onaylanmamalıdır. Değişiklik hayır oylarıyla engellenebilir. Eğer bu değişiklik kıl payı geçerse boykotçular olarak ne denilecektir? Yazımızda Kürt hareketinin tavrından söz etmememiz yadırganabilir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin boykot tavrının irdelenmesi bu yazının boyutlarını aşmaktadır. Bu başka bir yazının konusu olabilecek kapsamdadır. Şu kadarını belirtmek gerekir ki; Kürt halkını yok sayan, Kürt sorununu görmezden gelen anayasa değişikliğine karşı Kürt özgürlük hareketinin tavrını ve tepkisini anlamak da gerekir. Ama bu anlamak tavrın doğruluğunu ifade etmek anlamına gelmez. Hele bu anlama bazılarının dediği gibi “Kürt Özgürlük Hareketi ‘Boykot’ değil de örneğin ‘Evet’i veya ‘Hayır’ı uygun görseydi, doğru ya da yanlış demeden onu da desteklerdik.” tavrını olumlu bulmamızı gerektirmemektedir. Ancak, bizim açımızdan hiçbir şey Kürt özgürlük mücadelesiyle stratejik ittifak içinde olma perspektifimizi değiştiremeyecektir.
Boykot yada hayır cephesi değil demokratik anayasa hareketi cephesi
Referanduma sunulan anayasa değişiklikleri sermayenin çıkarına değişiklikleridir. Seçim barajı yerli yerinde duruyor. Kürt sorunu, Kürt halkı ve özgürlük mücadelesi yok sayılmakta. Kürt sorununun çözümüne dair hiçbir ifadeye yer verilmiyor. Farklı inanç gruplarının sorunlarına hiçbir çözüm üretmiyor. İşçilerin, emekçilerin, gençlerin, kadınların haklarına yer vermiyor. Tersine var olanı da yok ediyor. Öyleyse, anayasa değişikliğine; 12 Eylül anayasası’na da, AKP aldatmacasına da hayır diyerek engellemek gerekiyor. Engellemek ilk adım olacaktır. Boykot, hayır yada evet tavrında farklılıklarına karşın sosyalistlerin ve demokrasiden yana güçlerin ortak talepleri yeni demokratik bir anayasadır. Bu talebi büyütmek elimizdedir. Referandum sürecinde ve sonrasında sermayenin oyununu bozacak, yeni bir anayasa talebinin zayıflamasına izin vermeyecek demokratik anayasa cephesinde buluşmalıyız.
14 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Demokratik özerklik ve sol Demokratik Toplum Kongresi “ayrılıkçı Türkler”in ırkçı fantezilerine karşı Kürt sorununun siyasal ve demokratik çözümü için uygulanabilir bir model sunuyor sistematik bir biçimde ileri sürdüğü Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sınırlarını esas alan ve bu topraklar üzerinde yaşayan halkların özgür siyasi birliğini savunan ‘Demokratik Özerklik’ önerisi(nin) savaşa son verecek ve çözüm yolunu açacak ciddi bir perspektif” içerdiği görülebiliyor (SPGH 1. Konferansı “Kürt Sorunu ve Barış Üzerine Karar”ı).
Ulusal sorun
Demokratik Özerklik çağrısı Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinde “Özerk Kürdistan”ın ilanı olarak okunuyor
Mustafa Çeçen Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök, Cumhuriyet yazarı Orhan Bursalı’nın, “Türk tarafının elinde tek koz var: Kürtlerin çoğunun ayrılmayı isteyip istemediği. Çünkü doğal veya anormal, tüm ayrılıkların, herkese bir faturası olacaktır. Bu nedenle, bu kozun güçlendirilmesi gerekir” tespitinden yola çıkarak, “Birlikte yaşamak zorunda mıyız” diye sordu (Hürriyet, 06.07.2010). Ardından, ana akım medyada, hararetli değilse de, bir tartışma gelişti. Milliyet dış politika yazarı Kadri Gürsel, bu tartışmanın ayrılıkçı Türkler’in Miloşeviç’çi fantezilerini beslediğini ileri sürerek eleştirdi. Gürsel’e göre, “ayrılıkçı Türklerin ırkçı fantezileri” gerçekleşse bile, “Kürt sorununu çözemediği trajik bir biçimde görülecek.” Tartışmayı ateşleyen Orhan
Bursalı, devam yazısında maksadına açıklık getirmeye çalıştı: “‘Türkler ve Kürtler birlikte yaşamak zorunda mı?’ sorusu tam da Kürt egemen siyasetini anlamak için soruldu.” Yanıt Kürt siyasetinden anında geldi: Kürtler “demokratik özerklik çerçevesinde birlikte yaşamak istiyor”du. 9 Ağustos’ta Diyarbakır’da toplanan Demokratik Toplum Kongresi (DTK), kendi ifadesi ile “90 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk tarafından önerilen, ancak şu an bölünme fobisine dönüştürülen 'Demokratik Özerklik' modelinde tutum belirledi”.
“Demokratik Özerklik” sorun mu imkan mı?
Kürdistan Sosyalist Partisi’nin (PSK) kurucusu Kemal Burkay’a soracak olursanız, ‘demokratik özerklik’, “Öcalan’ın altı ayda bir ortaya attığı”, “içi boş kavramlardan biri” (Star,
16.08.2010). Burkay 18-20 Haziran 1993’te aralarında PSK ve PKK’nin de bulunduğu 11 Türkiyeli Kürdistan kuruluşuyla birlikte “Kuzey Kürdistan Ulusal Demokratik Cephe Platformu”-nun kuruluşunu ilan etmişti. Bugün ise Öcalan ve PKK’yi çözüm ortağı değil sorun olarak görüyor. “Demokratik Özerklik” çağrısı, Burkay türü, aslında ayrılıkçı talepleri olan ve ulusal sorunu burjuva ulus algısı içinde çözmeye çalışan Kürt siyasetçilerin baktığı yerden “içi boş” görünebilir ama bu formülasyon devrimciler için önemli bir dönüşüm imkânı sunuyor. “Kürt halkının çeşitli düzeylerdeki temsilcileri, Kürt özgürlük hareketi kurumları, TBMM’deki milletvekilleri ve belediye başkanları ile tutsak PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı bağlamında 1999’dan bu yana
Kürt Özgürlük Hareketi’nin, demokratik özerkliği bir siyasal çözüm olarak, bir siyasal eşitlik projesi olarak ilan ettiğine şüphe yok. Ancak bunun da ötesinde, hareket, merkezidevletçi bakışın dışında özyönetimci bir perspektifi gerçekleştirmeyi demokratik özerk yapılanmanın temeli olarak görüyor. Kendi ifadeleriyle, “başta Kürt sorunu olmak üzere, erkek egemen, devletçi ve iktidarcı zihniyet ve kurumlaşmalarla mücadele”yi temel amaç olarak benimsiyor. “Toplumsal özgürlüğü kazanmayı” ve “Demokratik Türkiye'yi inşa etmeyi” bu amaca bağlıyor. Bu biçimiyle Demokratik Özerklik, Türkiye’deki Kürt ulusal sorununun siyasal ve demokratik çözüm projesidir. Önerenler de, bu bilinçle, “statükocu güçlere karşı, halklarımızın demokratik geleceğini güvence altına almayı” esas aldıklarını, “Kürdistan'da yaşayan tüm etnik, dini, kültürel, ekonomik ve sosyal kesimlerin ulusal birliğini sağladığı oranda bu proje(nin) hayata geçmiş olacağını” vurguluyorlar. Bu bakımdan Demokratik Özerkliğin “içi boş” olduğu ileri sürülemez. Ancak bu siyasal çözüm önersinin Kürt sorununu çözmeye yetip yetmeyeceği tartışılabilir. Lenin’den beri, devrimci Marksizm, “ulusların kaderlerini tayin hakkı”nın, de-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 15
mokratik bir düzeni zorunlu kıldığını savuna geliyor: Bu, yalnızca genel olarak demokrasi ile yetinilmeyen, özel olarak ayrılma sorununu demokratik olmayan yoldan çözüme bağlamanın olanaksız olduğu bir düzen. Demokrasinin, genel anlamıyla, militarist ve baskıcı bir milliyetçilikle bağdaşabildiğinin tarihsel olarak görüldüğü koşullarda; proletarya, bir ulusun
bir devlet sınırları içinde zorla tutulmasını olanaksız kılan bir demokrasiden yana olacaktır, bu tartışma konusu bile edilemez. Bu yüzden, “ulusların kaderlerini tayin hakkını ihlâl etmemek için”, “oylarımızı ayrılma lehinde vermek” yetmez, ayrılan bölgenin sorunlarını bizzat kendisinin çözüme bağlayabilmesine izin verilmesini de sağlamak üzere kullanmamız icap eder.
DTK’nin Demokratik Özerklik projesi, bize göre, Kemal Burkay’ın ileri sürdüğünün aksine, oylarımızı bu yönde kullanabilmemiz için gerçek bir fırsat yaratıyor. SPGH 1. Konferansı’nın, “demokratik özerklik” talebiyle sürdürülen kurtuluş mücadelesini destekleme kararı alması bu olanağın değerlendirilmesiyle ilgilidir. (Bkz. adı geçen karar).
mokratik Özerklik ilanı, Kürt sorununun “birlikte yaşam” temelinde çözülmesini savunan Türkiye devrimci hareketinin geneli açısından da saflarındaki çeşitli şoven yaklaşımlarla gerçek bir hesaplaşma ve “ayrılıkçı Türkler”in Miloşeviçci heveslerini, eşit, özgür ve demokratik bir Türkiye’de, bir sosyal cumhuriyet içinde aşabilmek için tarihi bir fırsattır.
Bunun ötesinde DTK’nın De-
DTK’nin ‘Demokratik Özerklik’ anlayışı Demokratik Toplum Kongresi “Demokratik Özerlik”i Kürdistan’la sınırlı görmüyor, halkın kendi özyönetim çözümünü devlete sunması için bütün Türkiye’ye öneriyor Demokratik Özerklik: nTürkiye’de Kürt sorununa kalıcı ve demokratik çözümün gerçekleşmesi ve Kürtler kadar Ortadoğu halklarının da tarihsel krizine çözüm olabilecek bir proje. nUlus-devlet yapılanmasının yarattığı kaos ve krizden çıkış arayışı olarak güncel ve tarihsel bir çözüm. nBağımsızlığa giden yolda bir ilerleme ya da devletin yereldeki uzantısı olarak tasarlanmıyor, “ayrı bir devlet ve iktidar paylaşımını içermeyen”, “devlet artı demokrasi formülüne dayanan”, “devletin demokratik yapıya duyarlı olmasını sağlayan bir ilişki biçimi.” nBirbirinden farklı topluluk veya kültürlerin kendi haklarında kendilerinin karar vermelerini, kendi kendilerini yönetme ve bundan sorumlu olmalarını; köy-sokak komünlerinden başlayarak, mahalle, kent ve bölge meclislerine dayalı bir örgütlülükle, kadın, gençlik ve emekçilerin özgün konfederal örgütlenmelerini öngören; tek bir kişinin dışında kalmayacağı bir örgütlenme düzeyi ile Kürt sorununu çözmeyen devlet karşısında, kendi çözümünü geliştiren, “Türkiye'de demokratik dönüşümü sağlama projesi.” Çözüm süreci: n “Demokratik, kültürel ve siyasal çoğulculuk, toplumun kendini yönetmesi, varlığını kendi imkânlarıyla sürdürmesi ve kimliğini koruması temel hedef”. Bu dönüşümün “yasal ve meşru mücadelesi içinde, tüm farklılıkların kendi öz yönetimlerini, örgütlülüklerini ve özerkliklerini yaratması” esas. nHalkların eşit-özgür birlikteliğinin temi-
Demokratik Özerklik Şırnak’ta da kitlesel bir katılımla selamlandı
natı olarak, yasal, Anayasal kabuller etrafında şekillenecek bir süreç. nBir zihniyet dönüşümü sürecinde, Demokratik Anayasa Hareketi'nin yaratılması, 12 Eylül Anayasası'nın değiştirilmesi. n“Demokratik Özerklik'i pratikleştirmede yerel yönetimlerin özerk yapılara kavuşturulmasının, yerel ve bölgesel özerklik esasına göre şekillenmesi; bu çerçevede Avrupa Yerel Özerklik Şartı'nda Türkiye'nin çekince koyduğu maddelerin kaldırılması,” bu sürecin bir parçası olarak alternatif yerel yönetimler yasasının hazırlanması ve kabulü mücadelesi yürütülmesi. nDemokratik komünal değerlerin açığa çıkarılması, demokratik, ekolojik, ekonomik, cinsiyet özgürlükçü bir yaşamın, toplumun ve sistemin geliştirilmesi, sömürgeciliğin ideolojik, sosyal, kültürel,
ekonomik alanlarda geriletilmesi, daha az devlet daha çok toplum, demokrasi ve özgürlük değerlerini kurumsallaştırılması ve yaşamda hakim kılınması. Sonuç olarak DTK, “devletin çözüme gelmemesinin, kendi çözümümüzü geliştirmenin önünde engel olmadığını”, “dayatılan tek dile karşı, çok dilliliği, anadilin vazgeçilmez ve devredilemez bir toplumsal varlık biçimi olduğunu, tek millete karşı demokratik ulusu ve çok kültürlülüğü, tek devletçiliğe karşı demokratik özerkliği” savunacağını, “radikal dönüşümlerle toplumsal demokrasimizi kurdukça, devlet(in) demokratik dönüşüm sürecine zorunlu olarak gireceğini”, “toplumsal adaleti ve vicdanı tesis etmek amacıyla tüm demokrat ve yurtsever kesimleri adalet ve hakikat etrafında buluşturmak ve toplumsal hukuku inşa etmeyi” esas alacağını, ilan ediyor
16 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Milliyetçilik ve kundakçılık
İnegöl’de 26 Temmuz gecesi başlayan olaylarda Kürtler’e ait işyerleri tahrip edildi. Müdahaleye çalışan polis de şiddetten nasibini aldı
İnegöl ve Dörtyol “İslam kimliği” etrafında karılma hedefinin Türk milliyetçiliği için önemsenmeyecek bir faktör olduğunu ortaya çıkardı. Kürtler’i yağmalayanlar onların İslam ahalisinden olmasıyla ilgilenmediler bile Fikret Karafâki Dörtyol ve İnegöl ilçelerinde patlak veren saldırganlık, pek yetkili ağızların ifade ettikleri gibi “birkaç kendini bilmez amigo”nun kendini kaybetmesi ve yüreklerinin kabarması ile nitelendirilemeyecek kadar vahim. Bu türden vakaların öncüllerini pek çok yerde görmek mümkündür. Siyasi iktidarın, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) mensuplarına karşı, sözcüleri vasıtasıyla her fırsatta ortaya koyduğu saldırganlık, Kürt ve Türk yurttaşların bir arada yaşayabilme iradelerine darbe indiriyor.
AKP’nin sorumluluğu
Siyasi iktidarın geçtiğimiz sezon Diyarbakırspor-Bursaspor futbol karşılaşmalarında, Bursaspor “amigolar”ının önderliğinde başlayan, çeşitli illerde süren Kürtler’e karşı saldırıları “münferit” vakalar olarak nitelemesi; Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) kimi zaman milliyetçilik, kimi zaman din faktörünü kullanarak yarattığı gerilimler; kendi milliyetçiliğinin ve milliyetçilerinin çözüm bulamadığı sorunları, dışarıdaki milliyetçileri ve milliyetçiliği ateşleyerek çözeceğini sanması Dörtyol ve İnegöl olaylarının önünü açtı. Bu saldırılar, iktidar destekli ulusal medyanın da katkılarıyla, olayları izleyenlerin zihinlerine, milliyetçi şiddeti aşıladı. AKP iktidarının sergilediği “mahalle kabadayısı” halleri, Kürtler’in hak ve hukuk arayışları söz konusu olduğu zaman daha da kabarıyor. Bu mahallenin bekçisinin kim olduğunun unutulmaması için de, mahallenin milliyetçileri göreve çağrılıyor. Milliyetçilik ve din ile palazlandırılmış güruhlar “önlerine ne gelirse onu” değil, daha önceden zihinlerine yerleştirdikleri şemadakileri, yakıp yıkarak bu şemanın gereklerini yerine getir-
me konusundaki sınırsız arzuyu açığa vurdular. Bu türden vakalar, pek yakın tarihimizde kerelerce ortaya çıkmasına rağmen, yetkili yetkisiz kolluk kuvvetlerinin cengâverce müdahaleleri ile söndürülmedi ve çok geçmeden bir başka “yakın tarih vakası”nın daha oluşmasına engel olunamadı. Dörtyol ve İnegöl’de meydana gelen olayları öfkeli güruhların kendini bilmezliği olarak tarif etmek, yakın tarihimizin orasına burasına serpiştirilmiş benzer vakalardan ders alınmadığını ve alınmak istenmediğini bir kez daha gösterdi.
Osmanlıcılık palavrası
Olaylar pek çok şeyi aşikâr kıldı. Zihnimizde çakan ilk şimşekler arasında şu var: Tayyip Erdoğan ve tayfasının “Yeni Osmanlıcılık Ülküsü”nün en yapıştırıcı yanı sayılan “İslam kimliği” etrafındaki karılmanın, Türk milliyetçiliği için, kendileri gibi İslam ahalisi söz konusu olsa da pek önemsenmeyecek bir faktör olduğu, Kürtler’in ev ve işyerlerini yağmalamalarıyla su yüzüne çıktı. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının patinajları, kendi çevresinde attığı kulaçlar, ötesini berisini düşünmeden patlattıkları
demeçler, meselenin derinliğini görünmez kılmaktan başka bir işe yaramadı. İçişleri bakanının “Amanos’ları temizleyin!” emri, hem siyasi iktidarın meseleye yaklaşımının sığlığını gözler önüne serdi hem de bu ve benzer vakaların, yapanın yanına kâr kalacağı anlayışının da sürüp gittiğini gösterdi.
Hadi yakalım, yıkalım!
Benzeri vakalardan edindiğimiz deneyimlerle, bu türden vakalarda “kutsallık” halesiyle taçlandırılmış her şeyi yapmaya pek gönüllü güruhların, geçmişte olduğu gibi bugün de kendileri gibi düşünmeyenlerin yaşamlarını şiddetin envai çeşidini kullanarak tehdit etmeyi bir borç bilmiş olmalarını yadırgamadık. Ama AKP iktidarının yaşadığımız toprakları kuşatan bu yakıcı meseleyi küçümseyerek, “hadi canım ne var bunda, biz istedik mi çözeriz” türünden hazırlopçukları; vaatlerle, sataşmalarla, ötekiler yaratıp onların sırtlarına taş dolu küfeler koyarak “çözme”ye yönelişi aslında çözümsüzlüğe kapı açıyor. Milliyetçilik, vatanperverlik maskesinin arkasından, saldırıları “halkın olağan tepkisi” olarak nitelemek, benzer olayların
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 17
Politika türlü biçimlerde ortaya çıkmasının da önünü açtı. Dahası, İnegöl ve Dörtyol olaylarını değerlendirirken AKP, CHP ve MHP’nin pek çok noktada uzlaştıklarını, birbirlerini suçlarken dahi, birbirlerinin “vatanperverliklerine” toz kondurmadıklarını söylemek mümkün. Bu türden saldırıların, iktidar cephesinde olduğu kadar kimi muhalif cephelerde de yaprak bile kımıldatmaması, beraberinde, şiddete maruz kalanların yok sayılmasını, görmezden gelinmesini de getirdi. Sorunun çözümüne katkıda bulunmak isteyenlerin muhatap kabul edilmeyişleri ise, yangının büyümesini durdurmak bir yana, yangının yayılmasına yol açtı.
Bu yangın nasıl söndürülür?
Yangın söndürme cihazlarının kullanım talimatnamesinde, altı temel kural sayılıyor. Yangın söndürürken, siyasi iktidarın yangının nasıl ve hangi teçhizatla söndürüleceğine dair ciddi sıkıntıları mevcut. Elbette, talimatlar okunmaz ise yangın çıktığında apışıp kalırlar. Talimatları okurken ezberlemeyelim onları, her aşamasında tatbiki olarak tetkik edelim. İşe nereden ve nasıl başlanacağına dair, tarihin tekerrür etmeyişinden de feyz alarak bir dizi toplumsal yasaya ulaşmak mümkündür. İşte yasalar: nİlkin, yangını söndürürken rüzgârı arkanıza alın. nİkincisi, yangın söndürme cihazını alevin tam dibine tutun. nÜç, yangın söndürme cihazını yangının doğduğu yere tutun. nDört, öncelikle önü sonra ileriyi söndürün. nBeş, yangın tamamen sönmeden yangın mahallini terk etmeyin. nAltı, ki, en sevdiğim budur, yangın söndürme cihazını omuz hizasına asın. Tabii, yangın söndükten sonra.
Bağlamından ve konjonktürden koparılarak yorumlanır veya yüzeyden ve sırf olgusal karşılaştırma düzleminden bakılırsa, 2010 Yüksek Askeri Şurasında (YAŞ) ve devir-teslim törenlerinde yepyeni ve (Orgeneral Başbuğ’un not edilmesi gereken konuşması ile aile efradına minnettarlık ifade edilirken cereyan etse de bir bunaltının dışavurumu olan ağlaması hariç) “ilk” olarak nitelendirilebilecek bir durum yok. Öyle ya, zaten “milli şef” ve “paşa” olmanın verdiği müktesep bir hak ve yetkiyle Mareşal Fevzi Çakmak’ı harcayan İnönü bir yana, Menderes, Demirel, Ecevit ve Özal komuta kademesinin şekillenmesine müdahale edip, TSK’nin (görev mekânı gereği sermaye ile hemhal olma imkânı bulan 1. ordu komutanı daima kara kuvvetleri komutanı olur ve genelkurmay başkanı da kara kuvvetlerinin tercihen NATO turnikesinden geçmiş rütbelilerinden gelir gibisinden) teamüllerine çomak sokmadılar mı? Bunun “modern” veya post-modern darbeleri önlemeye yetmediği aynıyla vaki değil mi? TSK’nin tarihi bir dizi geniş çaplı tasfiyeye ve iç çalkantıya tanıklık etmiyor mu? Geçmişte, bir komutanın (Hasan Iğsız) emekliye sevk edilmesinin, bir komutanın ise (Atilla Işık) emekliliğini istemesinin yol açtığı kaydırmalara ve “teamül” ihlallerine benzer örnekler yok mu?
Görünüşün ötesi: “En buruk 30 Ağustos…”
Ama olguları bağlamına yerleştirerek ve uzunca bir dönemdir yaşaya geldiğimiz bir “rejim krizi” sürecinin içinden bakarak anlamlandırdığımızda, kazın ayağının bir tekerrürden çok ama çok fazlasına işaret ettiği de apaçık bir gerçek. Zamanında Marx söylemişti; dış görünüşle şeylerin
özü aynı olsaydı bilime ne hacet vardı diye. Aslına bakılırsa, durumun farklı olduğunu anlamak için çok fazla “bilimsel” titizlenmeye de gerek yok, birazcık feraset ve algı keskinliği yeter de artar bile. Nitekim 30 Ağustos tarihli Posta gazetesinde, Mehmet Ali Birand, adeta yazıklanan ama gene de serinkanlı bir ruh hali içinde, “ilk”in ne olduğuna dair oldukça yerinde bir tespitte bulunuyor: “Ancak, ilk defa öyle bir 30 Ağustos yaşanıyor ki, bugüne kadar hiçbir asker böyle bir durumla karşı karşıya kalabileceğini düşünemezdi. Muvazzafı, emeklisi ve sivil destekçileriyle birlikte, Türkiye’nin askeri ön planda tutan, laik kesimin bir güvencesi gibi gören kesimi şok içinde bir bayram kutluyor. Artık ortada ne eskisi gibi dev bir siyasi güç var, ne de her şeyin üstünde tutulan bir konum. Bitti artık…” Birand’ın bu tasvirinin, “sivil destekçileri” bir yana, Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) hali pür me-
lalini anlatmakta yetersiz kaldığı dahi söylenebilir. Durumu aslına uygun olarak resmetmek ve göze batırmak için daha keskin vurgular gerekiyor: TSK, bu 30 Ağustos’a kesif bir moral bozukluğuyla, artan intiharlarla (Türkiye’nin dünya birinciliğine oynadığı kışladaki er intiharları ve “eğitim zayiatları” ile değil, subay intiharlarıyla), istifalarla, Kürt savaşında başarısızlık ve çift yönlü hırpalanma hissiyle, nazire olsun diye Büyükanıt’ın kulaklarına çınlatacak olursak “BBG evi”ne dönme çaresizliğiyle, ekip ve “asparti” kenetlenmesinin buharlaştığı bir iç güvensizlik iklimiyle, mahkemeye düşmüş emekli paşaların birbirlerine ve muvazzaf paşalara tarizleriyle, astların kifayetsiz buldukları genelkurmay başkanına veya “kaptan”a ağız dolusu saydırarak kendilerini rahatlattıkları bir can sıkıntısı ile ve habire bilgi-belge sızdıran “ihbarcılar” hariç rütbelilerinin ezici bir çoğunluğunun çok yönlü bir itibarsızlaşma nedeniyle muzdarip olduğu bir bi-
4
18 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
4linç karmaşası ve “var oluşsal” semptomlarla, vb girdi. Balyoz soruşturmasında adı geçen ve terfi alamadığı için istifa eden Deniz Harp Okulu Komutanı Tuğamiral Türker Ertürk’ün sözlerinde ifadesini bulan ruh hali çok kişisel sayılmamalı: “İhbar mektupları öldürücü, TSK’de anormal boyutlara gelmiş… Bu bir dar’ül-harp. Savaş var, her yol mubah. Karalama, çirkeflik serbest. İmzasız ihbarlardaki ahlaksızlığın boyutunu anlatamam… Bir sürü ihbar var. Ya istifa et, ya intihar et, diyorlar.” Ama bütün bu toz dumanın, hasarın ve burukluğun gerisinde bir gerçek duruyor: Öncesinde yaşananlarla birlikte 2010 YAŞ’ı ve 30 Ağustos’u, aynı zamanda, Dolmabahçe mutabakatıyla düğmesine basılan bir tasfiye sürecinin esas itibarıyla bitirildiğinin, TSK’nin kendisini Ergenekonculuktan ve Avrasyacılıktan arındırdığının, komuta kademesini buna göre şekillendirdiğinin ve yeniden yapılanmanın ana hatları konusunda kendi içinde ve hükümetle belirli bir mutabakata vardığının da ilanıdır. Başbuğ’un zor bir dönemde görev yaptığından yakınması ama gene “fırtınalı denizde gemisini en az hasarla karaya yanaştıran kaptan” olmakla övünmeye çalışması bu anlama geliyor.
Tersinmez olan
Burasının gerisine gidilemeyecek bir dip noktası olup olmadığı tartışma götürürse de, şimdi bu haldeki bir TSK’nin başına, hiçbir soruşturmada adı geçmeyen ve Wall Street Journal’ın nitelendirmesiyle AKP onu engelleyecek gerekçe bulamasın diye “pamuklara sarılıp saklanmış” ve ilk önemli icraatı TSK’nin belalısı Taraf gazetesinin taze bir iddiası için anında idari soruşturma emri vermek olan bir komutan, Orgeneral Işık Koşener oturdu. Yeni komutan, zamanında Hilmi Özkök’ün yanında saf tuttukları için çeşitli darbe planlarından uzak durmuş olsalar da bir geçiş döneminde görev yapan Büyükanıt ve Başbuğ’un yüklerinden ve bulaşık hallerinden münezzeh olabilir. Başbuğ ona ezerek, tasfiye ederek
ve hizaya getirerek “mıntıka temizliği yapılmış” bir TSK devretmiş olabilir. Ama bu, TSK’nin şimdiki veya müteakip komuta kademelerinin marifetiyle iktidar bloku içindeki eski ağırlığına şu veya bu yolla yeniden kavuşacağı anlamına gelmez. İktidar bloğunun yeniden şekillenmesi, TSK’nin buradaki ağırlığının ve payının göreli olarak azaltılması (bloğun dışına çıkarılması değil) artık kalıcı ve tersinmez bir durumdur. Yukarıda anılan yazısında, Birand, bu hususta da doğru bir noktaya parmak basıyor: “Doğrusunu söylemek gerekirse, TSK’nin konumundaki büyük değişiklik henüz ciddi şekilde anlaşılabilmiş veya hazmedilebilinmiş de değil. Hâlâ, sanki geçici bir durumla karşı karşıya bulunulduğunu, bu ortamın bir gün değişebileceğini hatta eski günlere dönüleceğini düşünenler var. Bazıları, adeta kötü bir rüya görülüyormuş ve yakında yeniden uyanılacakmış gibi davranıyor.”
Hale sökmek
Olup biteni ve tersinmez olanı Marx’ın yardımına başvurarak daha da belirginleştirebiliriz. Marx, Manifesto’da burjuvazinin başarımlarını ve kendi suretinden bir dünya yaratma sürecini anlatırken, “burjuvazi o zamana kadar saygı duyulan ve huşu ile bakılan her mesleğin halesini söküp attı” der. Yakın zamanlarda TSK’nin başına gelenleri de değişik bir açıdan bir tür gecikmiş hale sökümü olarak adlandırabiliriz. Kökeni cumhuriyetin kuruluş yıllarına dayanan, silah gücüyle desteklenen, eşitsiz gelişmenin bürokrasiye aşırı bir özerklik kazandırmasının ürünü olan, Marx’ın Louis Bonaparte dönemi için kullandığı “burjuvazinin siyasi olarak mülksüzleştirilmesi” halini, en azından bir çeşit eksik pay verme biçiminde müzminleştiren, TSK’nin ayrıcalıklı bir zümreyi andıran var oluş tarzından hem beslenen hem de onu meşrulaştıran bir halenin sökümü… Bunun İs-
Hanefi Avcı öpücüğü Rejimin çatlakları sıvanamadı. Haliç’te Yaşayan Simonlar kitabıyla saf değiştiren Hanefi Avcı TSK’nin “imdadına” yetişti İktidar bloğunun yeniden şekillenmesi, burada güç ve alan paylaşımı, sermaye birikimi süreçlerinde muslukların yönü çevresinde dönen mücadele bitmedi. Yeni biçimlere bürünerek sermaye hizipleri arasında, devlet kurumları içinde uluslararası yansımalarıyla birlikte sürüyor. Görünür bir gelecek için dinecek gibi de gözükmüyor. İşin doğrusu; halk kitlelerini kendi yörüngesine çekerek kutuplaştırması bir olumsuzluk olsa bile, çatlağın kapanmaması solun lehine. Elbette, bağımsız bir hatta ve bir başka kutupla çatlaktan yararlanmak kaydıyla. Önümüzdeki dönemde düzen içi kutuplaşmada taşların yeniden dizileceğini haber veren göstergeler artıyor. Bunların en tazesi Hanefi Avcı’nın saf değiştirerek “Haliç’te Yaşayan Simonlar” başlıklı kitabıyla cemaati ihbar
etmesidir. Bunun hükümet ve cemaat için kötü bir haber, karşı kamp içinse adeta rahatlatıcı bir öpücük olduğu muhakkak. İstifa eden Tuğamiral Türker Ertürk’ün “Hanefi Avcı’nın kitabı imdadıma yetişti” diye sevincini belli etmesi nedensiz değil. Hükümetin şu anki suskunluğu ve hükümet yanlısı kalemlerin “ne yani cemaat mensubu olmak suç mu” türünden savunmalarla işi pişkinliğe vurması, olayın geçiştirilebileceği anlamına gelmiyor. Zira, Avcı, devletin bütün kurumlarında kendi kurallarına göre çalışan ve ayrı bir hiyerarşisi olan gizli ve paralel bir örgüt var diyor; demekle kalmıyor alenen ve kanıtlarla ihbar ediyor. Saf değiştirmesini ise hep “mazlum taraf”ta olmakla açıklıyor. Kendi davranışını nasıl açıklarla açıklasın, Avcı’nın çıkışının önemli sonuçları
lamcı bir hükümet dönemine denk gelmesi ise tarihin bir ironisi olsa gerek. Aslına bakılırsa, TSK içindeki Avrasyacılık, halisane duygularla memlekete bir stratejik yön değişikliği önermekten ziyade, önerenlerin ayrıcalık koruma ve ikbal arayışlarının bir ifadesiydi. Hakeza, eski “simetrik” günlerin ardından hayıflanırcasına, “asimetri” sözcüğünün TSK literatüründe kötücül bir anlam kazanmasını da, hale sökücü dinamiklere bir tür içgüdüsel tepki addedebiliriz.
Erdoğan’ın başarısı mı?
Başbakan Erdoğan ve partisinin “başarılı” denebilecek hamle ve taktiklerle iktidar kavgasında şu ana kadar mevzi kazana geldikleri, kendilerini destekleyen sermaye hiziplerinin ağırlığını arttırdıkları, aşağıdan ve yukarıdan çift yönlü bir hareketle hakimiyet alanlarını genişlettikleri bir gerçek. Ama TSK’nin geriletilmesi söz konusu olduğunda, Erdoğan bir ilki başaran ve kimsenin yapamadığını yapan bir kahraman değil. Unutmayalım, öncesinde Özal’ın denemesi var. Ama daha mühimi şudur: Erdoğan ve partisinin elini güçlendiren ve zarının düşeş gelmesini sağlayan; TSK’nin komuta kademesinin kendisini bir iç temizlik yapmak zorunda hissetmesi ama bunu sadece kendi iç dengelerine dayanarak, uluslararası dinamiklerin, yargının, kamuoyunun, hükümetin, polisin, vb. yardımı ve dahli olmaksızın yapamayacak durumda olmasıydı. Büyükanıt’la başlayan ve Başbuğ’la süren Dolmabahçe mutabakatı bu zorunluluğun ürünüydü. Erdoğan’ın ve cemaatin bunu kendileri bakımından bir fırsata dönüştürdükleri, sınırları sık sık zorladıkları ve bilinen soruşturmaların ötesinde bir bütün olarak TSK ve müttefiklerini geriletmek için durumdan azami ölçüde yararlandıkları muhakkak. Bu açıdan da bakıldığında, başarı sadece Erdoğan’a ve cemaate ait değil, öncesinde Büyükanıt’ın, sonrasında gemiyi en az hasarla karaya yanaştırdığını iddia eden Başbuğ’un da hakkı teslim edilmeli!..
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 19
Emek
Güvencesizlik: Tehdit değil, başımıza gelen şey...
Güvencesiz çalışmanın önde gelen mağdurlarında kot taşlama işçileri örgütlenerek seslerini duyurdular
Güvencesiz işçilerin ulusal çapta örgütlenmesi, işçi sınıfının en geniş hareketine dönüşebilir, çünkü güvencesizler, şimdiden ücretli emekçilerin çoğunluğunu oluşturuyor Demet Dinler - A. Cevat Paloğlu Güvencesiz ve esnek çalışma biçimleri sermaye stratejileri ve hükümetlerin düzenlemeleriyle yaygınlaştı. Enformel sektörlerde sigortasız, sözleşmesiz, uzun saatli, mesai ücretsiz çalışma biçimleri zaten mevcuttu. 2003’deki İş Yasası’nın kabulüyle bu tarz stratejiler özel sektörde yasal biçime de büründürüldü. Taşeronlaştırma ile birlikte kamu kurumları da bu stratejilerden nasiplenmiş oldu. Yani güvencesizlik genel olarak işçi sınıfını bekleyen bir tehdit değil, içerisinde mücadele edilen genel bir çerçeve haline geldi. Bu nedenle, kamu personeli rejimi yasalarındaki değişiklikler sermayenin mevcut stratejilerine tama-
men uyarlandığında güvencesizler sınıf örgütlenmesinin daha önemli hatta en önemli aktörleri haline gelecek. Forum Güvencesiz işçiler ve işsizleri örgütleyen dernek, sendika ve kooperatif gibi inisiyatifler deneyimlerini paylaşmak üzere bir süredir bir dizi toplantılar düzenleniyorlar. Ulusal çapta örgütlenmesi planlanan ‘forum’ fikri bileşenlerin ortak önerisi. Fikir henüz ham. Bileşenler de büyük oranda bu hamlığın korunmasından yana. Bu nedenle yol haritası her an her türden değişikliğin potansiyel olarak içinde barındırıyor. Şimdilik, toplantılarda aktif rol alan örgütleri şöyle sıralayabiliriz:
nKuruluşunu izleyen iki ay içinde üye sayısı bine ulaşan ve bazı tıp fakültesi hastanelerinde sözleşmeli sağlık çalışanlarını örgütleyen Taşeron İşçileri Derneği. nİlk olarak Genel İş sendikasının konut işçileri şubesi altında örgütlenen, bunun yanısıra yakınlarda bir dayanışma derneği kurmaya hazırlanan, tam zamanlı hastabakıcılık, çocuk bakıcılığı, ev temizliği yapan Ev İşçileri. nTürkiye’nin dört bir yanında örgütlü, yakın zamanda sendikalaşmayı başaran Ev Eksenli Çalışanlar. nBir işkolu olarak tanımlanmadığı için dernekleşen, Gerçeğe Çağrı Merkezi internet sitesini yöneten Çağrı Merkezi Çalışanları. nİşçi mahallelerinde işsizlere iş bulma ağları, gençlere yaz kampı gibi pek çok faaliyet yürüten Bir Umut Derneği. nİşçi sınıfının örgütlenmesinde dayanışma araçlarının kullanılması gerektiğine inanan Anadolu Yaşam Kooperatifi.
nGüvencesizlerin merkezi sendikasını öneren İşsiz ve Güvencesizler Sendikası Girişimi. nÇalışma ve Sosyal Güvenlik Hakları Derneği (Çalış-Der). nBunların dışında toplantılara gözlemci statüsüyle TekstilSen, İşçi Evleri, Halk Kültür Merkezleri, Tekstil ve Kundura İşçileri Derneği, Sosyalist Feminist Kolektif, Katılımcı Sendikal İnsiyatif, İMECE Toplumun Şehircilik Hareketi, Limter-İş katıldılar. Süreç içinde foruma dahil olması umulan oluşumların arasında ise Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu, Geri Dönüşüm İşçileri Derneği, İşçi Hakları Dernekleri, Sosyal Haklar Derneği, Tersane İşçileri Derneği’ni sayabiliriz. Bunlara rağmen sınıfın yeni bileşenlerini omuzlayacak, en azından belli bir toplamının ortak bakışacağı siyasal bir özne henüz açığa çıkmış değil. Cılız bir öznenin omuzlarına yüklenecek olan girişim, niyetlerinden bağımsız olarak, öncesi girişimlerin kaderini paylaşmak zorunda kalabilir. Ama sadece bu nedenle ve hiç bir imkan denenmeden bu girişim baştan ön yargıya tabi tutulamaz. Biriken deneyimler Bugüne kadar güvencesiz işçilerin sorunlarıyla ilgili pratik ve kuramsal girişimler yapılmadı değil. Ana ve taşeron şirket arasında sözleşmelere müdahale eden ve işçileri örgütleyen Enerji Yapı-Yol-Sen, sağlık alanında sözleşmeli personeli örgütleyen Dev Sağlık-İş ve taşeron tersane işçilerini örgütleyen Limter-İş’in alanda biriktirdiği deneyim göz ardı edilemez. Bunun dışında 2001’de İstanbul Bahçeşehir taşeron postane işçilerinin direnişi örgütlenmesinde aktif rol alan ancak İş Mahkemesi tarafından kapatılan Birleşik İşçi Sendikası (BİS) güvencesiz çalışanları
4
20 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Emek 4örgütlemeyi hedefleyen sektörler dışı özgün bir sendika
deneyimi olduğu için not edilmeli. 2003’te Gebze’de düzenlenen Taşeron İşçilerin Sorunları ve Çözüm Yolları başlıklı toplantıya Gebze Halkevi, sözleşmeli öğretmenler ve sağlık çalışanları, PTT işçileri, tekstil işçileri katılmış, bugün hala devam eden güvencesizlik ve esneklik sorunlarını ele almıştı. Bu listeye 2008’de güvencesizlik sorununu ele alan TÜSAM Sınıf Çalışmaları Sempozyumu’nu Mayıs 2010’da KESK ve DİSK tarafından düzenlenen Güvencesiz Çalışma Güvencesiz Gelecektir başlıklı sempozyumu eklemek mümkün. Ancak bu forumun büyük sendika konfederasyonlarının düzenlediği sempozyumlardan ciddi ölçüde farklı olması planlanıyor. Öncelikle akademisyen ve sendika uzmanlarının konuştuğu, çalışanların ise dinleyici olduğu bir formata karşı, her isteyenin (çalışanlar, akademisyenler, örgüt temsilcileri) serbestçe söz alıp deneyim ve bilgilerini paylaşacağı bir alan kurgulanıyor. Tartışmaların daha verimli geçmesi için iki günlük süre zarfında sabahları paralel atölye çalışmalarının yapılması, öğleden sonraların ise en geniş katılımla forum tartışmasına ayrılması planlanıyor. Atölye çalışmaları arasında 1980 sonrası esnek üretim ve yeni emek biçimleri, işkolu sendikacılığının sorunları ve yasal mevzuat, güvencesiz işçilerin ortak sorunları ve farklılıkları, kadın emeği ve güvencesizlik, alternatif örgütlenme biçimlerinin olanak ve sınırları (dernek, kooperatif, sendika) öne çıkıyor. Bu alanda kısmi kazanımlar elde etmiş olan kurumların kazanımlarını kendi potaları içinde eritmelerinden daha doğal bir istek olamaz. Ancak bu girişim için bir handikap da oluşturabilir. Forum girişimi, hem bu durumu aşmak hem de ön gördüğü olanağı açığa çıkarmak için öncesi deneyimlerden fazlasını yapması gerektiğinin farkında. Kafa- kol emeği ayrımı aşılmalı
Forum, klasik anlamda kafa ve kol emeği ayrımını aşacak bir birliktelik öneriyor. Sinema emekçisiyle tekstil işçisinin, banka çalışanıyla ev işçisinin güvencesiz alandaki ortak sorunları üzerinden birarada deneyimlerini paylaşacağı bir ortamı zihninde kuruyor. Forum, elbette artan proleterleşmenin çok farklı tipte çalışma ve yaşam biçimleri olduğu gerçeğini dışlamıyor. Şu an elimizde olduğundan çok daha canlı, dinamik ve karmaşık bir sınıf haritasının ortaya çıkarılmasına, sadece güvencesizliğin bildiğimiz yanlarının belirginleşmesine değil (uzun çalışma saatleri, keyfi idari müdaheleler, belirgin olmayan iş tanımları, sigortasızlık…vs), yapılan işlerin ayrıntılı bir dökümüne, her kesimden çalışanın yaşadığı özgül sorunların, gündelik yaşam pratiklerinin görünür kılınmasına katkı sunacağını düşünüyor. Forum, belki bütün soruları yanıtlayamaz; ancak daha doğru soruların sorulmasına, bugüne kadar açığa çıkmamış olanakların açığa çıkmasına olanak yaratabilir. Karmaşıklaşan sınıf ilişkileri ve profilleri beraberinde çoğul, çok katmanlı ve yeni dolayımlarla yüklü sınıf çelişkilerini de getiriyor: Sözleşmeli işçi, taşeron firma ve kamu kurumu arasında; ev işçisi, iş bulma ajansı ve işveren arasında sözleşmeli öğretmen ve devlet arasındaki ilişkiler gibi. Tüm bu karmaşa içinde sınıf nasıl bir birleşik mücadele hattı izleyecek ve bunun organları neler olacak? İşte forum tam da bu soruya cevap bulmayı hedefliyor. Başka bir deyişle sınıf hareketine olduğu kadar sosyalist harekete de bir makas değişikliği öneriyor. Forumun nicel ve nitel birikimi nedir ve hedeflediği şeyin ne kadarını gerçekleştirebilir? Bu sorunun bir ölçüsü olmadığına göre önceden cevaplamanın olanağı da yok. Ama halk deyimiyle “eşeğin aklına karpuz kabuğunu düşürebilirse”’ hedeflediğinin büyük çoğunluğunu gerçekleştirmiş sayılır.
İşçi hareketi da rüzgarlar aras rotasını arıyor
Kasım 2009’da Ankara’da genel direniş için sokağa çıkan kamu emekçileri önl
Güvencesizleşme ve kriz işçilere dönüştürücü deneyimler sunmaya devam ediyor. Bunlara verilen ilk sezgisel tepkiler, öncü çıkışlar, sonuçsuz kahramanlıkların ardından çok daha politikleşmiş ve kitleselleşmiş örneklerin gelmesini beklemek hiç de hayalci değil Hakan Koçak
çatlaklar seçilebiliyor.
Üç temel dinamik
Türkiye işçi hareketi farklı yönlerden esen rüzgarların ve yüzeyin altında meydana gelen hareketlerin yarattığı dalgalanmaların etkisinde bata çıka yeni denizlere doğru ilerliyor. Yüzeyde ilk anda görünen daralma, yozlaşma, etkisizleşme ve uyumlulaşma gibi yoğun semptomlar olsa da daha derin katmanlara bakıldığında işçi sınıfının sosyal yapısında oluşan esaslı dönüşümlerin yansımaları olarak uç veren direniş biçimleri, yeni arayışlar, derinleşen
Bu dönüşümleri belirleyen başlıca üç temel dinamikten söz edilebilir. nBirincisi, işçi sınıfın her kesiminde yaygınlaşan güvencesizleştirme süreci, farklı araç ve yollarla ama benzer sonuçlar ortaya çıkaracak biçimde işliyor. nİkincisi, işçilere önce kitlesel işsizlik ve işyerlerinde ani hak kayıpları, daha sonra yoğunlaşan sömürü olarak yansıyan ve sonu görünmeyen kriz süreci devam ediyor. nÜçüncü olarak da iktidarın
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 21
algalar, ında
erine dikilen polis barikatını aşıyor
sendikal mücadeleyi etkisizleştirmek ve mutlak hegemonya altına almak yönündeki politikası hem gündeme gelen hukuksal düzenlemelerle hem de fiili manevralarla giderek belirginlik kazanıyor. Birbirleriyle iç içe gelişen bu süreçler karşısında işçilerin ve sendikaların tepkileri de yeniden şekilleniyor. Krizin ilk evrelerinde işyeri işgalleri, direnişler öne çıkarken, krizin devamında işyerleri yeniden üretimlerini yoğunlaştırırken işçiler için bu sömürünün katlanılmaz hale gelişi demek oluyor ve sendikal örgütlenme arayışları hız kazanıyor.
Sendikalaşma arayışları
Şu anda ulaşımdan tekstil ve deriye; otomotiv yan sanayiinden metale hemen her sektörde binlerce işçi sendikalaşmak için arayış içinde ya da mücadele veriyor. Bunun olumlu sonuçları öncelikle birçok sendikanın örgütlenme becerilerini ve kapasitelerini artırmaları biçimine
gözlenebiliyor. Uluslararası mekanizmaların kullanımından bireysel işyeri önü direnişlerine, işgallerden iş yavaşlatmalara, düzenli gösterilerden kamuoyu kampanyalarına kadar bir dizi araç ve yöntem artık sendikal hareketin geneli için sürekli ve başarılı biçimde kullanılır hale geliyor. Tüm bunların sonucunda da mütevazi ama anlamlı bir dizi başarı kazanılıyor. İşten çıkarılanlar geri aldırılıyor, işverene sendikanın varlığı kabul ettiriliyor, toplu sözleşme hakkı elde ediliyor. Her yeni başarı özellikle genç işçilerle dolu sanayi bölgelerinde yeni arayışları tetikliyor. Son dönem işçi hareketlerinde belirgin bir radikalleşme eğilimi gözlendiği burada not edilmeli. En kitlesel ve uzun süreli örneğini Tekel işçilerinin eyleminde gördüğümüz fiili meşru çizgideki taban radikalizmi ve yaratıcı eylem repertuarı daha küçük ölçeklerde bugün birçok işyerinde deneniyor. İşçilerdeki arayış ve radikalleşmenin sendikal harekette de karşılıkları olması elbette şaşırtıcı değil. Uzun yıllardır özel sektörde militan tarzda bir örgütlenme çizgisi izlemiş sendikaların yanısıra kamunun tavsiyesi ile buradaki üye potansiyellerini kaybetmiş veya kaybetmekte olduğu için özel sektörde örgütlenme çabalarını artırmış sendikalar da giderek ciddi bir dinamizm yakalamaya başlıyorlar.
Türk-İş’te çatlaklar
Yukarıda işaret ettiğimiz iktidar politikalarının öncelikli muhatabı haline gelmiş sendikaların gösterdikleri direnç de sendikal hareketin ana gövdesi içindeki dinamizm –tabii aynı zamandave çatlak oluşturucu nitelikte gelişmelerin ortaya çıkışını belirlemekte. Türk-İş yönetiminde yakın zamanda yaşanan iki istifa bunun en somut örneklerinden. Tekel eylemleri boyunca Türk-İş yönetimince yalnız bırakılan Tek Gıda-İş Genel Başkanı Mustafa Türkel’in ve ardından belediyelerdeki yandaş sendika hakimiyeti kurma politikasının mağduru Belediye-İş Genel Başkanı Nihat Yurdakul’un istifaları SSGS karşıtı platformun eylem günlerinden, 1 Mayıs Taksim tartışmalarından, genel grev kararlarının et-
kisizleştirilmesi ya da rafa kaldırılması hamlelerinden beslenerek büyüyen konfederasyon içindeki çatlağı daha da derinleştiriyor. Anayasa referandumunda tutum açıklamaktan kaçınan Türk-İş’e bağlı muhalif sendikaların kendi inisiyatifleri ile aldıkları “hayır” eksenli ortak tutum, İstanbul Sendikalar Birliği gibi alternatif oluşumların sendikal camiada konuşulmaya başlanması gibi örnekler bu cephede yeni arayışların işaretlerini vermiyor değil ancak bunun kısa vadeli sonuçlarını beklemek çok gerçekçi görünmüyor.
DİSK yalpalıyor
Bu noktada gözlerin ister istemez DİSK’e yönelmesi doğal. 1960’ların yükselen işçi hareketi dalgası içinde alternatif arayışlarının adresi olarak ortaya çıkan DİSK başta söylediğimiz çok yönlü rüzgarların etkisinde bir türlü rotasını bulamadan ilerliyor. Bu ilerleyişte neredeyse her önemli atılımı, bir geri çekiliş, uzlaşmacı bir hamle takip ediyor. Avrupa’dan esen rüzgarlar, dipten gelen dalgaların üzerine binerek hız kazanacak DİSK gemisinin yalpalamasına neden oluyor.
DİSK’te TÜSİAD etkileri
Son örneğini konfederasyon başkanının medyatik TÜSİAD ziyaretinde gördüğümüz sınıflar arası diyalog, uzlaşma, ortaklaşma çabaları; yeniden faaliyete geçtiğinden beri DİSK’in tepesinde esen Avrupai rüzgarların dinmeyen etkisini gösteriyor. Hatırlanacağı gibi bu ziyaret sonrası iki örgütün başkanları yaptıkları açıklamalarla birçok temel memleket meselesinin çözümünde örnek bir fikir ortaklaşması yaşadıklarını ve ortak politikalar geliştirmek için de sabırsızlandıklarını belirtmişlerdi. Avrupa’da sosyal demokrat partilerde ve sendikaların büyük bölümünde epey zaman önce moda olmuş ve günümüzde artık geçersizleşmeye başlamış dogmatik düzeydeki sosyal diyalogçuluğun buralarda halen taraftar bulması belki son zamanda esen Kılıçdaroğlu rüzgarıyla da bağlantılı görünüyor. Konuyla ilgili bir yazımızda da belirttiğimiz gibi, CHP lideri bir
parti başkanı olarak girdiği bu yeni sol kulvarın sonuçlarını, alacağı seçmen desteğine bakarak belli bir vadede görebilir ama bir sendika başkanının sınıf hareketiyle doğrudan bağlantıları içinde böylesi bir şansı olmayacağı açık. Sınıf mücadelesinin gündelik hali içinde hergün yeniden ve giderek daha sert biçimlerde kendisini gösteren sınıf karşıtlıklarının derinlemesine bir sınıfsal algıya/bilince eriştirdiği binlerce işçinin giderek artan mücadele talepleri karşısında kendisini sınıflar uzlaşmasına vakfetmiş bir sendikal önderliğin yaşama şansı pek görülmüyor.
Yeni dalga yeni modellerle geliyor
Yukarıda genel çizgileriyle resmetmeye çalıştığımız yapısal değişimler işçi sınıfını yeniden şekillendirirken işçi hareketini yukarıdan etkileyen ideolojik rüzgarlarla aşağıda kabaran dalgaların eşzamanlı etkisi DİSK’in yaşadığı türden şizofrenik durumları bir süre daha yaratacak gibi. Sokakta yapılanla/yapılmak durumunda olunanlarla masada, salonda söylenenler farklı duruşları, bakışları temsil edecek. Ama nereye kadar? Herhalde çok uzun süre daha değil. Çünkü her yeni işçi dalgasının kendi kadrolarını, önderlerini ve modellerini yarattığı unutulmamalı. Güvencesizleşme ve kriz işçiler için devam eden dönüştürücü deneyimler ve bunlar karşısındaki ilk sezgisel tepkiler, öncü çıkışlar, sonuçsuz kahramanlıkların ardından çok daha politikleşmiş ve kitleselleşmiş örneklerin gelmesini beklemek hiç de hayalci değil. Şimdi hem sendikal önderlikler için hem de gözünü sınıf hareketine dikmiş, yeniden inşa sürecini buradan hareketle kurmayı hedeflemiş sosyalist hareketler için verimli ve bir o kadar da zorlu bir yol belirginlik kazanıyor. Dip akıntıları güçlü, kaptanlara doğru rüzgarları bulup yelkenleri de şişirmek düşüyor ki: Dalgaları karşılayan gemiler gibi, gövdelerimizle karanlıkları yara yara çıkalım güneşin sofrasına…
22 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Ekoloji
Nükleer enerjinin gerçek alternatifi sosyalizm! Petrole alternatif olarak sunulan biyolojik yakıtlar gıda krizini nasıl derinleştirdiyse, rüzgâr ve güneşten elektrik üretiminin de benzer sonuçlara yol açması kaçınılmaz, kapitalizm altında ne üretirseniz üretin eninde sonunda kriz üretirsiniz Deniz Gemici
Enerjik bir dönemden geçiriyoruz. Nabucco ile başlayan doğalgaz boru hattı anlaşmalarını, enerji alanında Rusya ile imzalanan yirmiye yakın işbirliği protokolü izledi. Katar Emirliği ile doğal gaz boru hattı döşenmesi konusunda anlaşmaya varıldı. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Şam'a giderek Türkiye ile Suriye arasında doğalgaz ve elektrik satım anlaşmaları imzaladı. 2010 ilkbaharı ise Sinop’ta ve Mersin Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santraller için sırasıyla Güney Kore ve Rusya Federasyonu ile yapılan protokollere tanıklık etti. Rusya Federasyonu ile yapılan anlaşma Temmuz ortasında TBMM Genel Kurulunda kabul edilerek yasalaştı. 10 Ağustos’ta Özelleştirme İdaresi tarafından yapılan ihaleler sonucu dört bölgenin elektrik dağıtım hizmeti özelleştirilerek sermaye gruplarının kontrolüne bırakıldı. 11 Ağustos tarihli gazeteler “Kore minnet borcunu nükleerle ödeyecek” başlığıyla çıktı. Ankara Büyükelçisi Bae, Güney Kore’nin Sinop’a nükleer santral kurma ihalesini Kore Savaşı’nın 60. yıldönümünde minnet borcu ödemek için almak istediğini söylüyordu. Verilen bilgiye göre, aynı hafta sonu Kore’nin elektrik üreten kamu şirketi KEPCO başkanı Ankara’ya gelecek ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldızla bir görüşme daha yapacaklardı. Yıldız, Güney Kore ile görüşmelerden “u-mutlu”ydu. Sinop’a nükleer santral anlaşmasındaki “ufak pürüzleri” KEPCO ile “ağustos sonuna kadar” çözebileceklerini söylüyordu.
Kapitalizm ve enerji Kapitalizmin tarihi boyunca hiçbir sektör, enerjinin sahip olduğu ayrıcalığı tahtından indirmeyi başaramadı. Büyümek veya yok olmak ikilemi arasında azap çeken sistemin enerjiye bağımlılığı her geçen gün arttı ve artmaya devam ediyor. Uluslararası Enerji Ajansı verilerine göre, 1999 temel alındığında, dünya enerji ihtiyacı 2020’de
Danimarka açıklarında denizde rüzgar türbinleri.
yüzde 60 ve 2050’de yüzde 129 artacak. Kapitalizmin tarihsel ve doğal sınırlarıyla yüzleştiği günümüzde iktisadi krize eşlik eden enerji krizi, sektörün stratejik önemini hayatileştirerek adeta bir savaş üretecine dönüştürüyor. Türkiye’de de büyük sermaye gruplarının teker teker enerji sektörüne girme hedeflerini açıklamaları, termik, hidrolik ve rüzgâr santrali ihaleleri furyası ve enerji sektöründeki her türlü kamu denetiminin ortadan kalkması ve özelleştirilmesi bu sürecin yansımalarından biri.
Nükleer, enerji arzının neresinde? Halihazırda dünya birincil enerji tüketiminin yüzde 35,6’sı petrol, yüzde 28,5’i kömür, yüzde 23,8’i doğalgaz, yüzde 5,5’i nükleer, yüzde 6,4’ü hidrolik, yüzde 0,2’si yenilenebilir ve atık kaynaklardan sağlanıyor. Dünya toplam elektrik üretiminde kul-
lanılan birincil kaynaklar ise; yüzde 40,1 kömür, yüzde 19,4 doğalgaz, yüzde 15,9 hidrolik, yüzde 15,8 nükleer, yüzde 6,9 petrol ve yüzde 1,9 diğerleri olarak dağılıyor. Uluslararası Enerji Ajansı tahminleri, nükleerin bu tablodaki payının 2030 itibarıyla, tüketimde yüzde 5 ve üretimde yüzde 10’a gerileyeceği yönünde. Sistem nükleer enerjiye fosil yakıtlara göre daha az bağımlı. Ancak büyük miktarlarda sermaye gerektirmesi, piyasa oyunlarına elverişliliği ve nükleer silahlarla diğer enerji kaynakları üzerinde denetim sağlama olanağıyla nükleer teknolojinin önemi süregiden krizde artıyor. Dolayısıyla nükleer teknoloji, sektördeki oransal ağırlığından bağımsız olarak sermayenin sömürü ve şiddetinin tarihsel evriminin bugün geldiği aşamayı karakterize ediyor. Bölgesel güç olma hevesleriyle birlikte düşünüldü-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 23
ğünde Türkiye egemenlerinin nükleer teknolojideki ısrarları daha bir anlam kazanıyor. Bu ısrarın yegâne gerekçesi hükümetin iddia ettiği üzere ülkenin enerji ihtiyacını karşılama zorunluluğu olsa mühendis odalarının on yıllardır ısrarla söyledikleri gibi enerji nakil hatlarında yapılacak bir iyileştirmeyle bile nükleer enerji gereksinimi ortadan kaldırabilirdi.
Alternatif enerji kaynakları neye alternatif? Uluslararası Enerji Ajansının yukarıda belirtilen tahminlerine göre dünya enerji ihtiyacının yüzde 92’si fosil yakıtlardan karşılanacak. Fosil yakıt tüketimi açısından en büyük artış da doğalgazda gerçekleşecek. Yenilenebilir enerjilerde de artış bekleniyor. Ancak toplam artışla kıyaslandığında uygarlığın fosil enerjiye olan bağımlılığının katlanarak artacağı ortada. Peki yenilenebilir enerjilerde ortaya çıkacak yenilikler krize çare olabilir mi? Enerjideki kapitalist teknolojik gelişmeler, her defasında sistemin enerjiye daha fazla bağımlı hale gelmesine ve emeğin ve doğanın daha fazla talan edilmesine yol açan daha fazla enerji talebi yarattı. J.B.Foster’ın belirttiği ve daha önce de bu dergi sayfalarında dile getirildiği gibi, W.S.Jevons’un 1865 yılında “Kömür Sorunu” adlı çalışmasıyla ortaya koyduğu ve “Jevons Paradoksu” olarak bilinen görüşleri, enerji krizi etrafında dönen tartışmaların kapitalizmin tarihsel eğilimlerini göstermesi bakımından bugün de geçerliliğini koruyor. 19.yüzyılın başından beri kapitalizmin gelişmesi, sürekli artan bir enerji ihtiyacını ve farklı doğal varlıkların enerji ihtiyacı için tüketilmesini ve buna uygun teknolojilerin seferber edilmesini de beraberinde getirdi. Buhar makinesi, elektriğin icadı, petrolün kullanılması ve nükleer teknoloji gibi yeni teknolojilerin yaratılması bu maddi ihtiyaçtan kaynaklandı. Jevons, “yakıt ekonomisi” olarak adlandırdığı kömür gibi bir doğal kaynağın kullanımındaki etkinliğin artmasının, bu kaynağa yönelik talepte bir azalmaya değil, sadece bir artışa neden olduğunu saptamıştı. Bu da etkinliklerdeki iyileştirmelerin kapitalist sistemde genişleyen bir üretim ölçeğine neden olmasından kaynaklanmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak açlık sorunu karşısında GDO’ların, petrole alternatif olarak sunulan biyolojik yakıtların gıda krizini daha da derinleştirmesi gibi rüzgâr ve güneşten elektrik elde edilmesinin de kapitalist sistemde aynı akıbete uğraması kaçınılmazdır. Son birkaç yılda güneş, rüzgar, hidrolik ve jeotermal enerji gibi yenilenebilir enerji kaynakları da sermayenin elinde fosilleşmektedir. Bunu anlamak için HES yağmasına bakmak yeterlidir. Yenilenebilir kaynak olma-
Tarihin istihzası Resmen 1910’da başlayan Japonya’nın Kore işgali, 1945’te Sovyetler Birliği’nin Japonya’ya savaş ilan ederek Kore’ye kuzey bölgesinden girişinin ardından sona erdi. Kore’nin Bağımsızlığını Hazırlama Komitesi’nin kurduğu halk komitelerinin seçilmiş delegelerinin topladığı Ulusal Meclis, Kore Halk Cumhuriyeti’ni ilan etti ve hükümeti oluşturacak 55 kişilik bir Merkez Komite seçti. Güneye yerleşen ABD birlikleri komitedeki komünist ağırlığından rahatsız olurken milliyetçi ve muhafazakârları da saflarına çekerek 38. paralelin güneyindeki tek yasal gücün ABD askeri hükümeti olduğunu açıkladı ve seçilmiş meclisi tanımadı. Sovyetler Birliği’nin Kuzey Kore’de bir himaye rejimi kurma kararının komünistlerce onaylanması komünistlere güneyde güç kaybettirerek ülkenin bölünmüşlük durumunu daha da derinleştirdi. 1950’de başlayan, ABD ve Birleşmiş Milletler güçleri ile birlikte Türkiye’nin de Güney Kore safında yer aldığı Kuzey-Güney savaşı, Hiroşima’ya atılan atom bombası ile başlayan Soğuk Savaş döneminin ilk meyvelerinden biri olarak 3 milyona yakın insanın yaşamına mal olduktan sonra l953’te sağlanan ateşkesle sona erdi. Ne ilginçtir ki, bugün Güney Kore Türkiye’ye minnet borcunu ödemek için nük-
sı, işletme ve bakım masraflarının az olması, çevre kirliliği yaratmaması ve en önemlisi ulusal bir kaynak olması gibi argümanlarla cilalanan 1500’ü aşkın proje, SANKO ve ZORLU gibi büyük şirketlerin yanı sıra irili ufaklı pek çok yerel mühendis-yatırımcı arasında yerel güç ilişkileri de devreye sokularak paylaşılırken bir yandan ülke, özellikle de Karadeniz bir şantiye alanına çevriliyor, diğer yandan su kullanım hakkı sahipliği üzerinden metalaştırılıyor.
Sonuç Ekoloji mücadelesi pratiğinin genelinde tıpkı nükleer santrallere karşı yürütülen mücadelede olduğu gibi alternatif arayışına girmek gibi yaygın bir hata yapılır. Oysa, kapitalizm ne istediğimiz veya neye ihtiyaç duyduğumuzu bize sormadan üretir ancak bunun maliyetini topluma ödetir, bu yönüyle aynı zamanda bir demokrasi sorunudur. Hal böyleyken demokratik, planlanabilir bir üretimi mümkün kılmaksızın kaynak arayışına girmek ekolojik krize çare olmayacağı gibi mücadeleye zarar verecektir. Çünkü kapitalizmde kârın kaynağı
leer santral kurarken ABD Kuzey Kore’nin nükleer programını ileri sürerek bu ülkeyi hedef gösteriyor ve savaş bulutları bir kez daha Kore semalarında görünüyor. Emperyalizmin böldüğü bir halk, yine emperyalizm tarafından tehdit ediliyor, güneyin egemenleri ise Türkiyeli egemenlere minnet borcunu öderken, nükleer tehdit bu süreçlerin tümünde baş aktörlerden biri olarak tarih sahnesindeki yerini alıyor. Ne var ki, egemenler arasındaki vefa ilişkileri halklar cihetinde bir karabasana dönüşüyor. Milyonlarca Koreli’nin hayatını kaybettiği kanlı bir savaşa verilen destek, bugün diğer ülke halkına nükleer tehdit olarak geri dönüyor. Ancak, Demokrat Parti hükümetinin ABD liderliğindeki Birleşmiş Milletler güçleriyle birlikte savaşmak üzere Kore’ye asker gönderme kararına karşı duran ve bu yıl 100. yaşı vesilesiyle bir kez daha Galata köprüsünde ilk kez 1950’de dağıtılan savaş karşıtı bildiriler dağıtılarak anılan Türk Barışseverler Cemiyeti kurucu başkanı ve TİP eski Genel Başkanı Behice Boran ile bugün nükleer santral karşında kararlı bir biçimde duran güçlerin büyük bir bölümünün aynı siyasal gelenekten geliyor oluşu tarihin cilvesi olmasa gerek. Bugün bu izleği mantıki sonuçlarına ilerletmek, ekoloji mücadelesinde sosyalistlerin pozisyonuna ilişkin tartış-
emeğin ve doğanın sömürüsüne dayanır. Toplumsal ihtiyaçlar ve doğal gereklilikler sermaye birikimiyle çeliştiği sürece, kapitalizmin aşması gereken engellerden başka bir şey değildir. O halde ekolojik mücadele, antikapitalist olmalıdır. Hudut tanımayan ekolojik kriz karşısında enternasyonalist olmaktan başka çare yoktur. Aynı zamanda bir demokrasi mücadelesidir, savaş karşıtıdır. Doğanın sömürülmesine karşı durmak için bir dolayımı olduğu emek sömürüsünün de önünde durulmalıdır. Emeğin kurtuluşu ile doğanın kurtuluşu arasındaki bu paralelliği görmemek için kör olmak gerekir. Dolayısıyla sosyalistlerin ekoloji mücadelesini, içinde kimi politik imkanlar barındıran bir alan faaliyeti olarak görmeyi bırakıp ekolojik mücadelenin sınıf kavgası olduğunu kavraması ve faaliyetini bu bakış açısına göre şekillendirmesi bu dinamizmin geleceği bakımından hayati bir önem taşıyor. Sorunu “yeşil yakalı” teknokratların elinden alma zamanımız geldi de geçiyor!
24 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Ekoloji
Bilge Contepe: Ekolojist ve komünist ütopya farksız! Yeşiller Partisi’nden Bilge Contepe ile Murat Bjeduğ, sosyalist ve ekolojist hareketin ortak mücadele olanaklarını tartıştı. 1978’den bu yana Yeşil hareket içinde yer alan Contepe ekolojistlerin artık “ne sağdayız ne soldayız” söylemine son vermesi gerekliliğini vurguluyor Şu anda politik olarak kendini nerede tanımlarsın? Seninle ilk Yeşiller Partisi’nde politik olarak ortak görüşlerimiz olduğunu iyi hatırlıyorum. Birçok tartışmada politik dilimiz sosyalist ekolojist savunularda buluşurdu. Yani kısaca yeşil politikanın eko-sosyalist kanadında idik diyebiliriz. Ben ikinci kez kurduğumuz partide de aynı yerdeyim. Sen ise bu kez Yeşiller Partisi’ne girmedin. Sosyalist Gelecek’te aynı görüş ve düşünceleri savunuyorsun. Bu söyleşiyi, özellikle sermaye tarafından sömürülen doğanın ve emeğin savunusunun ortak mücadele etiği olarak temellendirerek geliştirmesi için değerlendireceğin düşüncesindeyim. Benim de düşüncem ve politik beklentim hep bu yönde olmuştur.
Devletin çevre ve ekoloji politikalarına genel olarak nasıl yaklaşmalı? Nasıl olabilir ki? Devlet sistemin savunularak yürütülmesi için vardır. Sistem ise kapitalist piyasa ekonomisine bağlıdır. Devlet bu sistemin bekçisi ve tüccarıdır diyebilirim. Bu sistem sömürü iktisadı sistemidir. Doğanın ve emeğin sömürülmesi ile var olan bu sistem hükümetin sermaye yanlısı politikaları ile bir arada yaşamı im kansız hale getiriyor. Hükümetin çevre politikası, çıkardığı yasalarla doğanın metalaştırılarak sömürülmesine yönelik. Çevre, doğa ve ekoloji düşmanı AKP siyasi iktidarı ırmakları, çayları, akarsuları HES’lerle; dağları maden ocakları ile, ovaları, tarım alanlarını çimento fabrikaları termik santrallerle donatıyor; Akdeniz’in, Karadeniz’in cennet doğasını nükleer
Bilge Contepe Güllük Körfezi’nde, denizin kâr amacıyla doldurulmasına önleme çabasında
santrallerle radyasyon cehennemine çevirmek istiyor. Devlet ise “güvenlik” gerekçesiyle ormanları yakıyor, insanların yaşam ortamlarını yok ediyor, geleceğe ipotek koyuyor, halk-
tan toplanan vergilerle silaha, topa, tüfeğe, savaş araç gereçlerine yatırım yapıyor. Hükümetin, devletin çevre/ekoloji politikası yakıcı yıkıcı ve geleceği yok edici. Doğaya ve insana, tüm yaşama düşman vahşi
‘Doğduğumda babam hapisti...’ 1950’de, Gaziantep’in Nizip ilçesinde doğmuşum. “İdealist” komünist doktor Ziya Oykut’un (yoldaşları onu Tatar Ziya diye bilirdi) kızıyım. Babam 1951 “TKP tevkifatı”ndan cezaevindeyken doğmuşum. Kürt illeri ve ilçelerinde geçti ilk çocukluk ve gençlik yıllarım. Babam göz doktorluğu ihtisasını bölgedeki, körlüğe de yol açan müzmin göz hastalığı trahomla mücadele için orada yapmayı seçmiş. Siyasi çalışma için de bölgede kalmış. Ailece hayatımızın uzun yılları Kürdistan’da geçti. Yatılı okuduğum Çamlıca Kız Lisesindeki edebiyat öğretmenim Melahat Güllü yazdığım kompozisyonlara bakıp “sen sosyalistsin” der, yazılarımı, şiirlerimi sosyalist dergilere gönderir, beni sosyalist gençlerin toplantılarına götürürdü. Özgürlükçü, devrimci gençlik hareketlerinde, kadın hareketlerinde mücadele içinde yer aldım. 1974’te şimdi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olan İstanbul Devlet Güzel sanatlar Akademisi’ni bitirdim. 1978’de Bodrum’a yerleştim. Burada doğanın değerini, coşkusunu, muhteşemliğini keşfettim Yüzümü doğaya
döndüm. Doğayı yok eden kısa vadeli kâr uğruna uzun vadeli yanlışlıkların temeli atılırken gitgide doğa için mücadele etme gereği duygu ve düşüncesine kapıldım. Almanya’da 68’lilerin başını çektiği devrimci ekoloji mücadelesinin yayılışını ilgiyle izledim. “Ankara Güven Parkı otopark olmasın” eylemi, Dalyan’da deniz kaplumbağalarını (caretta caretta) korumak için otel yapımına karşı eylem, İstanbul, Şile’de bir köy eylemi derken yeşil eylemlerde yer almaya başladım. Bodrum’da da bir gurubumuz oldu. “Bacasız sanayi” dediğimiz çok yıldızlı otellerin doğal ve tarihsel sit alanlarını tahribi ve antik kentlerin yağmasına karşı eylemleri başlattık. Almanya’da Yeşiller Partisi kuruldu. Petra Kelly’den etkilendim. Türkiye’de de parti için toplantıları başlattık. 1987’de Yeşiller Partisi’ni kurduk. Mücadele içinde sosyalizmin “komünist ütopya”sının yeşil politikadan farkı olmadığını daha iyi gördüm; kendine yeterli, yaşanılabilir eşit, özgür, bir toplumun kurulması için devrimci ekoloji
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 25
Kent Mücadelesi kapitalizmin uygulanması.
Ekolojist hareket ve solun ilişkisi hakkında yeterince kafa yoruyor muyuz? Ben ve birçok yeşil politika savunucusu arasında yoğun tartışılan bu konuda benim politik görüşüm şu doğrultuda: Sosyalizmin belli bir türü ile yeşil politika tamamen aynı şey aslında! Bununla birlikte sosyalizmin hem sosyal demokrat hem Marksist varyasyonları endüstriyel büyümenin gerekliliği vurgusuyla üretimci olmaya eğilimliler. Yeşillerin başka türlere karşı sorumluluğumuz olduğunu kabul ettiği gibi Marx ve Engels insanlığın doğanın bir parçası olduğunu açıkça kabul ederler. Marksizm’in temelinde kimliklerin ilişkilerden doğduğu yolunda ekolojik bir felsefe vardır. Oysa Marksist sol bunu genellikle unutur. Yeşil politikanın temel değerleri olan ekoloji, sosyal adalet, şiddetsizlik ve taban demokrasisi, ademi merkeziyetçiliğin sosyalizmin de değerleri olması gerekir. Çevreyi düşünmeden, sadece üretim güçlerinin inşası üzerine kurulu bir sosyalizm yeşil politikayla çelişir. Aynı şekilde demokratik olmayan, yukardan aşağıya sol politikalar da yeşil politikayla çelişir. Ama bütün sosyalizmler yeşil politikayla çelişmez. Ekososyalistler “ne sağdayız ne soldayız” söylemine artık yeter demek gerekliliğini düşünüyorlar. Kapitalizmi ve sosyalizmi aynı madalyonun iki ayrı yüzü gibi görerek reddetmenin uygun olmadığı kanısındalar. Sosyal adalet olmadan ekoloji yeşil değildir. Zaten solu sağdan ayırt eden de sosyal adalettir. Ekososyalistler aynı zamanda ekolojik yıkımı kapitalizmin ürünü olarak görürler. Ekolojik kriz kapitalizme meydan okumadan çözülemez. Bugünlerde hepimizi etkileyen küresel ısınma ve iklimlerin değişmesi sorunu çevre/ekoloji mücadelelerini yoğunlaştırdı. Sosyalistlerin de bu mücadelede var olması, aktif olması gerekir. Aslında sonlu bir gezegende sonsuz ekonomik büyüme sağlayamayız. Bu sloganla sosyalistler Marksistler, yeşiller, ekolojistler, gönüllü çevreciler bir araya gelerek bir “Ekososyalist Forum” düzenlemeliyiz. Bu forumda kirli politik kararlarla yok edilen geleceğimizi geri almak için politik mücadele birlikteliğimizi ve gücümüzü oluşturmalıyız. Emek sermaye çelişkisine doğa çelişkisini de koyarak ortak mücadelenin zamanı gelmiştir.
Munzur Festivali yenilenmek istiyor
Seyid Rıza heykelinin açılışını yöre Alevilerine özgü sılemanu oyunuyla kutlayan varvara grubu
BDP Belediyesi ile solun geri kalanı arasındaki gerilim şenliğin neşesini kaçırıyor, dahası, yerel halkın alıcı rolüne yerleştirildiği tek yönlü işleyiş festivali kısırlaştırıyor, tüketiyor Kamil Karerli Dağların sarıp sarmaladığı, görkemli vadileri boyunca her yöresinin ayrı bir hikayesi, şarkısı, ağıdı olan özel bir coğrafya… Doğası ve insanıyla ülkenin en ilgi çekici yerlerinden biri olan Dersim’in kısa sürede popülerleşen “Munzur Festivali”nin bu yıl onuncusu düzenlendi. Bölgede yapılan ve yapılması planlanan barajlara gönderme yapılarak, “Dersim’de İkinci 38’e Hayır” şiarıyla düzenlenen festival için kente, her sene olduğu gibi Türkiye ve dünyanın pek çok yerinden binlerce ziyaretçi geldi. Medyaya Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in bir panelde “Demokratik Özerklik”e ilişkin demeci dolayısıyla konu olan festivalin merkezinde 1937-1938 ayaklanmasının ve katliama direnişin simge ismi Seyid Rıza heykeli ve parkının açıl-
ması vurdu. 10. festivalden söz ederken böylesi tarihsel önemde bir olayı dahi gölgelediği söylenebilecek olan -artık vakayı adiyeden sayılmaya başlayan- Tunceli Belediyesi/Barış ve Demokrasi Partisi’yle (BDP) solun geri kalanı arasındaki gerilimin üzerinde durmak gerekir.
Seyid Rıza heykeli ve parkı: Yeni kamusal alan
“Sizin yalanlarınızla, hilelerinizle baş edemedim bu bana dert oldu. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun”. Seyid Rıza heykelinin içinde yer aldığı park 1938 döneminden kalma Kışla Meydanı’nda, Belediyeye ait eski bir iş hanının yıkılmasıyla kazanılan alanda inşa edildi. Açılışta konuşan BDP Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis, Dersim katliamını ima ederek, “Bu meydanda insanlarımızın başına getirmedik şey bırakmayanlara sesleniyorum. Artık bu meydan Özgürlük Meydanı olarak tarihe geçecektir" diye konuştu. Ancak açılışa katılanların sayısı 700-800’ü geçmiyordu. Festival nedeniyle şehre en az 10 bin kişinin geldiğini söyleyen Halis, gelmeyenleri, “Bugün buraya heykelini diktik, kimse gelmiyor. Kitle bu kadar olmamalıydı, bugün bu meydan dolmalıydı. Şimdi soruyorum; yakın zamana kadar Seyit Rıza'nın arkasına sığınarak siyaset yapanlar
4
26 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
bugün nerede? Hangi dere kenarında, ağaç 4gölgesinde eğleniyorlar?” diye eleştirdi.
BDP-Sol Gerilimi
BDP’li Halis’in hedefinde Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) Demokratik Haklar Federasyonu’na (DHF) Tunceli’de BDP dışında kalan bütün bir sol kesim vardı, “kendilerini çekemeyen bu gruplar töreni boykot etmişlerdi”. İzleyicilerin büyük kısmı ise katılımın azlığında etkinlik saati olarak havanın en sıcak olduğu 12:30’un seçilmiş olmasının etkili olduğunu söylüyordu. Katılmayanlara öfkelenmektense Halis’in ve BDP’lilerin üzerinde asıl düşünmeleri gereken, en az beş on kat büyük bir katılımla sahiplenilebilecek tarihsel bir olayın böylesine buruk bir biçimde gerçekleşmesine yol açan etmenleri nasıl ortadan kaldırabilecekleri sorusudur. Gerilimin karşı ucundakilerden CHP Tunceli milletvekili Kamer Genç açılış törenini neden terk ettiğini şöyle açıklıyordu: ''İki senedir, özellikle BDP'li bu Belediye Başkanı (Tunceli Belediye Başkanı Edibe Şahin) seçildikten sonra, Munzur Festivali Tuncelililerin müşterek değeri olmaktan çıktı ve BDP'nin propaganda aracı olarak kullanılmaya başlandı. Böyle şey olur mu?'' Genç pek çok kişinin paylaştığı bir yargıyı ifade ederken, eleştirilenler de “CHP ve Tunceli Dernekleri’nce organize edilen ilk festivallerin içinin boş olduğunu, genelde hep aynı Dersimli sanatçıların katıldığı bir müzik programından ibaret olduğu”nu söylüyordu. Bunları duyunca insanın “herhalde en iyi festivaller 2004-2008 arasında düzenlenmiş” diyesi geliyor ama Dersimli’nin her şeyde bir kusur bulan ezeli melankolikliğini de hesaba katmak gerekiyor. Gerilimin görünür sebebi, BDP’nin, belediyenin yönetiminde olmasından dolayı festival programını fazlasıyla kendi çizgisine ve sorunlarına uygun bir içerikte belirlediği yargısı. Bunun gerisinde Türkiye sosyalist hareketinin de hiç bağışık olmadığı tekçilik hastalığının yattığı söylenebilir. Ancak, Dersim’de yaşanan siyasal gerilim, bu bölgenin Türkiye sosyalist hareketinin yerel düzlemde, doğuda BDP’nin temsilcisi olduğu ulusal hareketle rekabet edebilecek güce veya etki alanına sahip olduğu tek yer olmasından kaynaklanıyor. Dersim’in kültürel çoğulluğuna karşılık tek gündemli ve tek kimlikli bir anlayışla hareket etmesi BDP’nin hegemonya kapasitesini sınırlıyor. Solun göreli gücü büyük ölçüde bu karşıtlıktan kaynaklanıyor. BDP bu şekilde davranmasa kentsel siyasetteki etkinliği ne kadar farklı olurdu bilinmez, fakat siyasi darlığına karşın üst perdeden ve çatışmacı bir dil kullanması onu yerel siyasette sahip olması gereken lider konumundan uzaklaştırıyor hatta yalnızlaştırıyor. Bağımsız adayla girdiği belediye seçimini
az farkla kaybeden Demokratik Haklar Federasyonu’nun belediye ve BDP’ye dönük tepkilerden kârlı çıktığı, kentte bir diğer önemli güç olan Emek Partisi’ninse (EMEP) eski müttefiki BDP’ye mesafe koymakla birlikte kararsız kaldığı, bundan dolayı da güç kaybına uğradığı görülüyor. Kılıçdaroğlu’nun hem il düzeyindeki genel etkisi hem de özel olarak BDP’nin de destek aldığı Kureyşan aşiretinden olmasının yaratacağı etki, EMEP’le ilişkilerindeki bozulmayla birlikte değerlendirildiğinde, Kürt ulusal hareketinin önümüzdeki süreçte Dersim kentsel siyasetinde daha da güç kaybedeceği öngörülebilir. Heykel açılışında yaşanan ayrışmanın benzeri barajlara karşı düzenlenen yürüyüşte de yaşandı. Yürüyüşün adının “Operasyonlara” ibaresi eklenerek “Barajlara ve Operasyonlara Karşı Munzur Yürüyüşü” biçiminde değiştirilmesini eleştiren çevreler geri çekilince geçtiğimiz Ekim’de 30 bin kişinin katıldığı baraj protestosuna katılım
bin 500’de kaldı. Katılımcıların büyük çoğunluğuysa kente festival için gelenlerdi. Yerel halk, Belediye ve Dersim Dernekler Federasyonu’na (DEDEF) kalan bu etkinliğe de pek rağbet etmedi.
Yeni eğilim: Festivali ilçelere taşımak
Belediyenin festival programını açıklamasıyla yeni bir tartışmanın da fitili ateşlenmiş oldu. Resmiyette belediyeyle kentin etkili parti/çevre ve kitle örgütleri arasında aylar süren toplantılarla belirlenen programın son dakikada başkan ve danışmaları tarafından değiştirildiği söyleniyordu. Bazı dergilerin festival özel sayılarından anlaşıldığı kadarıyla, belli isimler programdan çıkartılmış, bir takım yeni isimler eklenmişti. Bunun sonucunda önceki yıllarda yarım günlük programlarla gerçekleştirilen ilçe etkinliklerinin bu yıl boyutlandığı görüldü. Önceki yılların tersine festival program kitapçığında yer verilmeyen bu etkinliklere katılan konukların sayısı en
Seyid Rıza devlete hâlâ dert...
Seyid Rıza Elazığ’da son duruşma için mahkemeye götürülürken...
1937-38 Dersim isyanının öncüsü Seyid Rıza Eylül 1937’de vali aracılığıyla görüşmeye çağrıldığı Erzincan’da beraberindekilerle tutuklanmıştı. Elazığ’a götürülüp orda toplanan diğer Dersimli esirlerle birlikte askeri mahkemede Dersim’i isyana teşvikten ve bu isyana katılmaktan dolayı yargılandı. 15 Kasım 1937’de 6 yoldaşı -oğlu Resik Hüseyin, Kamer Ağa’nın oğlu Yusufanlı Fındık, Şeyhan reisi Usê Seydi, Demenan reisi Cebrail veya oğlu, Kureşanlı Hasan ve Haydaranlı Kamer Ağa- ile birlikte şafak vakti Elazığ Buğday Meydanı’nda asılarak idam edildi. Dönemin Malatya Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’in aktardığına göre Seyid Rıza’nın son sözleri şunlardı: “Evladı Kerbelâyık, bihatayık, ayıptır, zulümdür, cinayettir!” Tunceli’de Seyyid Rıza Park ve Heyke-
li’nin açılmasının üzerinden 24 saat geçmeden Emniyet Müdürlüğü, Valiliğin talimatıyla Cumhuriyet Savcılığı'na başvurarak, heykelin kaldırılması için hukuki bir süreç başlattı. Tunceli Belediyesi ve BDP de bir imza kampanyası başlatırken, halk ve yerel politik temsilciler durumu tepkiyle karşıladı. Heykelin akıbeti yasal süreçten çok, yerel yetkililerin halkın daha geniş bir kesimini bu mekana çekebilmesine, burayı bir buluşma, karşılaşma ve tartışma mekanı olarak daha yoğun kullanmasına, yani kentin kalbinin attığı bir kamusal alan haline getirebilmesine bağlı olacak. Değilse, kentin girişindeki aslanlı kadın heykelinin terk edilmişliği kadar olmasa da heykel hiç hak etmediği şekilde Dersimlilerin gündelik yaşam ve zihinlerinde bir ayrıcalığı olmayan, sıradan, olağan bir düzenleme olarak görülmeye başla-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 27
Kent Mücadelesi az ilçelerin nüfusu kadardı. Özellikle Ovacık ve Hozat’ta sabah kahvaltısıyla başlayıp, ertesi sabahın ilk ışıklarına kadar süren etkinlikler yoğun ilgi gördü. Festival için gelen yüzlerce kişinin kent merkezindeki etkinliklere katılmak yerine her gün başka bir ilçeye taşınması aynı zamanda, BDP’li belediyenin programını “boykot” anlamını taşıyordu. Festivalin ilçelere taşınmasının iki önemli olumluluğundan söz edilebilir: Köylük bölgelerdeki insanların katılımını kolaylaştırması ve yılda birkaç gün de olsa ilçelerde bir sosyal, kültürel, ekonomik bir canlanma yaratması.
Nusaybin: Kadın eliyle yeni bir kent
Munzur Festivali’ni yeniden düşünmek Sonuç olarak, gerilim Dersim’de ilk festivallerden beri eksik olmayan bir şey. Kimi zaman çatışmaya dönüşen ilk yıllardaki gerilimin tarafları devlet ve demokrasi güçleriydi. Son iki festivalde kamplaşmanın-gerilimin demokrasi güçleri arasında tezahür etmesi moral bozucu. Munzur üzerinde yeni baraj projelerinin uygulamaya konmaya çalışıldığı bugünkü süreçte, bu görüntünün ortadan kaldırılması için belediye başta, tüm kurumlara büyük sorumluluk düşüyor. Munzur Festivali’nin mevcut gerilimlerin ötesinde malul olduğu ciddi bir başka sorun, halihazırda belediyeBDP ve sol grupların panelist-sanatçı taşıdıkları, büyük maliyetlere mal olan, tek yönlü bir kültürel alışveriş süreci olması. Bu anlayış sürdükçe gelecekte ilçelerdeki etkinlikler için de “Dersim’e dair her şeyin tüketildiği, çevrenin tahrip edildiği, sadece konser ve birkaç panelin yapıldığı” eleştirileri gelecek. Bu anlamda festivalin dayatmalardan uzak biçimde; yörenin özgünlükleri ve çoğulluğunu gözeten biçimde bu yörenin kültürünü, dilini, sosyal ve siyasal dokusunu yansıtması, yöre insanına “ekonomik canlanma” dışında bir şeyler katması, yörede yıl içerisinde üretilen ürünlerin (resim, fotoğraf, şiir, tiyatro, film, belgesel, halk oyunları, yöresel yemekler, vs.) sergilenip, tanıtılmasına ve ticari olmayan biçimde alınıp-satılmasına hizmet eden bir yönünün olması, yani yerel halkı üretken ve aktif katılımcı kılması, halkın büyük kutsallık atfettiği eşsiz doğasına sahip çıkışının doruğuna vardığı günlere dönüştürülmesi gerekiyor.
Belediye’nin projesinde fotoğraf çekmeyi öğrenen Nusaybini kadınların gözüyle Nusaybinli kadınlar
Yerel yönetimce uygulanan kadın eksenli ve rant önleyici politikalardan hepimizi kuşatacak yepyeni bir yaşam filizleniyor Aslı Sarıoğlu Güneşin çocukları, Mor Yakup’un torunları Nusaybinli kadınlar yeni bir dünya kurmak üzere kolları sıvadılar ve üç tarafı mayınlarla çevrili sınır kenti Nusaybin’de 1825 Temmuz tarihleri arasında “Sınırsız Kadın Hareketi”ni başlattılar. Bu çalışma kenti, kadın aklıyla tekrar düşünmeyi, kadın emeğini kentin her yanında görünür kılmayı ve ranta uzak bir kent yaşamı oluşturmayı hedeflemek üzere gelişti. Hareketin kuşkusuz en önemli öncüsü 2009 yerel seçimlerinde Belediye Başkanı olan Ayşe Gökkan’dır. Belediye aracılığıyla gerçekleştirilen ve bir haftalık yoğun bir çalışmayla tamamlanan 1.Sınırsız Kadın Emeği Nusaybin’de Buluşuyor Projesi, kadınların kent yaşamına ve yönetimine yeni bir yak-
laşım getirme fikrine büyük katkı sağladı. İstanbullu ve Nusaybinli kadınları bir araya getiren proje, “başka türlü bir kent tahayyülü” ile başta belediye başkanı olmak üzere, kadınların umut ve heyecan veren buluşmasına vesile oldu. Heykel, sinema, fotoğraf, erbane, cam altı boyama, tiyatro, kadının insan hakları, Kürtçe ve kent gibi çok sayıda alanda gerçekleştirilen atölyeler somut işler çıkarmayı hedefledi. Yeni yeni filizlenen bu çalışmaların meyveleri alınmaya başladığında savaşla anılan Nusaybin başka bir biçimde görünür olmaya başlayacak.
5 bin yıllık bir kentte belediyecilik
İ. Ö. 4500’lü yıllarda Subarular tarafından Mezopotamya’nın bereketli topraklarında kurulan Nusaybin, tarihi boyunca Sümerlerden Akatlara, Asurlara, Emevilere, Eyyübilere, Mervanilere, Selçuklulara kadar birçok medeniyete 5 bin yıldır tanıklık etti. Ancak son otuz yıldır savaşla anılan kentin ekonomisi bu süreçte bozulmuş ve boşaltılan köylerden göç aldığı için 1975’li yıllarda 14 bin olan nüfus, günümüzde 100 bine ulaşmış. Yoksulluk savaşla birle-
4
28 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
başlayan ve öncelikle belediye kadrolarının yapılanmasında da kendini hissettiren süreç, Nusaybin’de yaşayanlar arasında iş alanlarını yaratmak ve gelir dağılımında adaleti sağlamak, ranta direnen kent politikaları geliştirmek, Nusaybinli kadınları evlerinden çıkaracak yöntemler bulmak ve tüm bunları yaparken de ekolojik bir kent politikasını sürdürmek gibi büyük hedefler içeren, kenti kentlilerle birlikte geliştirmek anlayışını benimseyen uzun vadeli bir oluşuma evrilmiş.
Kadın emeği Nusaybin’de buluşuyor
Bilinen en eski adı Nsibis olan Nusaybin’deki tarihsel mirasın bir parçası: Dara harabeleri
4şince halk daha da ağır koşullarda yaşamaya başlamış. Yine de savaşın bütün yı-
kımlarına rağmen şehir, uzun soluklu tarihinden gelen çok kültürlü yapısını korumaya başarmış. Nusaybin'de Kürt, Türk, Arap, Süryani ve Mıtrip nüfus beraberce yaşıyor ve belediyenin her türlü basın açıklaması yaşayan dört dilde yapılıyor.
BDP’nin kadın belediye başkanı: Ayşe Gökkan
Nusaybin Belediye Başkanı 1999 yılından bu yana Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ile onun önceli partilerden seçiliyor. Bu yönetim dönemlerinde kentte olumlu yönde birçok değişim yaşanmış. Öncesinde hiç park bulunmayan kentte bugün bazılarında çocuk oyun alanlarının da bulunduğu 18 park ve bir de fidanlık var. 2009 yerel seçimlerinde kent bir ilki daha yaşamış: Ayşe Gökkan’ın seçilmesiyle bir kadın belediye başkanı ile tanışan Nusaybin’de iki temel ilke çok belirgin olarak öne çıkıyor: Ranttan uzak ve kadın eksenli bir politika! Bu iki ilke, Türkiye belediyecilik deneyimleri açısından oldukça radikal bir yaklaşım olarak görülebilir. Günümüz neoliberal kent politikası ortamı ile gelenekselliğin, ülkenin hâlâ yaygın sosyal yapısını oluşturduğunu göz önüne aldığımızda, belediyenin çokça desteğe ve teşvike ihtiyacı olduğu ortaya çıkıyor. Nusaybin için belirlenen “Kadın Kenti” kimliğinde kadın belediye başkanının muhakkak önemli bir etkisi var. Kadın Kenti projesi, Nusaybin’in son yıllardaki çarpık yapılaşmasını kadın gözüyle yeniden düzenlemekten başlayarak kadınlara gelir getirici işler yaratmayı, kreşler ve yaşlı bakım evleri açarak kadınları
eve bağlayan başlıca işleri toplumsallaştırmayı içeren kararları, yine kadınların etkinliği ile hayata geçirmeyi hedefliyor.
Kadın eksenli planlama
Zaten hepimiz belediye çalışmasında etkin bir kadın ortamı gördük. Herkes kararlı ve ihtiyaçların oldukça farkındalar. Fakat bu ihtiyaçların giderilmesinde ciddi mali katkı ve uzmanlık desteği gerekiyor. Ranta karşı verdiği mücadele ile kentsel rantı artırmaya mesafeli duran Nusaybin belediye politikası aslında Türkiye açısından inanılmaz bir yürekliliği ve aklı yükseltiyor. 2009 seçimleri sonrasında belediyenin en önemli çalışması dokuz ay boyunca uzun uğraşılarla hazırlanan Stratejik Plan olmuş. Bu Stratejik Plan’ı diğer belediyelerce hazırlanan benzerlerinden ayıran önemli özelliği ise belediyenin kadrolarında kadın kotasına yer vermesi ve diğer alanlarda da kadına karşı pozitif ayrımcılığı gözetmesi. Yine Stratejik Plan’da kentsel yaşamın problemlerine açıklıkla yer verilmiş, çözüm bekleyen acil sorunlar ötelenmemiş ve eksiklikler görünür kılınmış. Ayşe Gökkan’ın başkanlığı döneminde kentte çok detaylı bir anket çalışması yapılarak kentin sosyo-ekonomik yapısı çıkarılmış; daha önceki dönemlerde başlayan ve önü alınamayan imara aykırı bina yapımına karşı savaş açılmış. Mor Yakup Kilisesi ile Zeynel Abidin Camii arasında kalan alanda Kültür ve İnanç Parkı geliştirmek için ve Nusaybin’in Kaçakçılar Çarşısı olarak da bilinen tarihi kapalı çarşısını yenilemek için projeler hazırlanmış. Kentin altyapı eksikleri giderilmeye çalışılmış. Ayrıca kentin ortasından geçen Çağçağ deresinin ıslahı başlatılmış. Stratejik Plan’la
Bu uzun vadeli kadın kenti oluşumunun ilk adımında Belediye, İstanbullu kadınlarla iletişime geçerek 18-25 Temmuz tarihleri arasında 1. Sınırsız Kadın Emeği Nusaybin’de Buluşuyor Projesini gerçekleştirdi. On gün boyunca sadece bir kadın kenti nasıl olmalı diye tartışılmadı; İstanbullu ve Nusaybinli kadınların beraberce yürüttükleri atölyelerde heykelden sinemaya, fotoğraftan erbane öğrenmeye, cam altı boyamadan tiyatroya, kadının insan haklarını tartışmaya uzanan çok sayıda faaliyetle kadın emeği kente yansıtıldı. Yapılan çalışmalar tiyatro gösterisinden, fotoğraf ve cam altı boyama sergisine ve tüm kadınların on gece boyunca el ele çalışarak bitirdikleri kadın heykeli gibi ürünlere dönüştürüldü. Aynı zamanda projenin her aşaması bir belgesel hazırlamak amacıyla kayıt altına alındı. Nusaybinli ve İstanbullu kadınların beraberce çalıştıkları bu proje, Nusaybin’de bir süredir devam eden değişimin görünür yüzü oldu. Aynı zamanda Türkiye topraklarında başka türlü bir belediyecilik açısından örnek oluşturmak üzere fikri tohumları attı.
21. yüzyılın umut ışığı
Nusaybin’de süreç uzun ve zorlu: Kentin yaklaşık yarısında altyapı yok. Yapıların büyük çoğunluğu imarsız ve kaçak kat ise çok yaygın. İşsizlik yüzde 80'lere ulaşıyor ve savaştan dolayı tarım ve hayvancılık büyük darbe almış. Yani her biri ötekinden çetin problemler çözüm için sırada bekliyor. Ayrıca merkezi yönetimin karakol ve polis gücü dışında Nusaybin'e sağladığı hizmetlerde ciddi eksiklikler var. Yüz bin kişilik nüfusa küçük bir devlet hastanesi ve iki sağlık ocağı cevap vermeye çalışırken, kentte bulunan 14 okulun sınıf mevcudu ise 40-50 kişiyi buluyor. Ama diğer yandan Nusaybin halkı daha yaşanabilir bir kentin dayanışma ile kurulabileceğinin farkında. Yapılacak olan her şeyin tohumunu bu farkındalık oluşturuyor. Nusaybin’de sadece yeni bir kentsel süreç başlamıyor aynı zamanda hepimizi biçimlendirecek yeni bir yaşam filizleniyor. Mezopotamya toprakları 21. yüzyılda tekrar tüm Anadolu’ya umut ışığı oluyor.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 29
Uluslararası
İsrail’e akademik boykot: Boğaziçi başlangıç olsun!
taysa şu: Boykot Girişimi’ni kaygılandıran bilgiler doğruysa, Temmuz’da Boğaziçi Üniversitesi’ni ziyaret edenler Beyt Berl’in öğretim ve araştırma kadrosundan –çalışma alanları ve görüşleri ne olursa olsunbireyler değil, Rektör ve Dış İlişkiler Direktörü. Yani –kişisel görüşleri ve çalışma alanları ne olursa olsun- kurum kimliğinin temsilcileri. Yazdıklarını, yaptıklarını eleştirmek yerine boykottan söz edilmesinin, Boğaziçi – Beit Berl ilişkisinin meşru bir boykot hedefi olmasının nedeni de bu.
İsrail-Türkiye akademik ilişkileri
Türkiye’nin İsrail akademik kurumlarıyla ilişkileri, kuşkusuz, çok daha geniş boyutlarda. İki devlet arasındaki “Kültür, Eğitim, Bilim Alanlarında İşbirliği Anlaşması" ve Türkiye TÜBİTAK’ ile İsrail Bilim, Kültür ve Spor Bakanlığı arasında imzalanan ‘Bilimsel ve Teknolojik İşbirliği Uygulama Protokolü’ çerçevesinde Türkiye üniversiteleri ve TÜBİTAK İsrail kurumlarıyla çeşitli alan ve biçimlerde işbirliğini sürdürüyor. Bunların en önemlisi ya da en kötüsü aranırsa öncelik Boğaziçi – Beit Berl ilişkisinde olmayabilir. Ama Boğaziçi Üniversitesi’nde her yıl düzenlenen Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı’nın 2010 yılı konuşmacısı Naomi Klein’ın dediği gibi, “boykot dogma değil, bir taktik”. Boğaziçi öğrencileri Gazze’ye destek duyarlıklarını İsrail’i Boykot konusunda da göstereckler mi?
Boğaziçi Üniversitesi, İsrail Beyt Berl Yüksek Okulu ile akademik işbirliğinden vazgeçmeli Harun Turgan
kaynak ayrılıyor. Tsafi Saar Haaretz gazetesindeki yazısında İsrail akademisinin bu gelişme ışığında “birörnek bir militarist ruh dünyasının aleti, bilgisini genişletmek isteyen insana değil inanılmayacak kadar dar bir açıdan saptanan ülke çıkarlarına hizmet eden bir kurum” olarak göründüğünü söylüyor.
Neden boykot Geçtiğimiz Temmuz’da Beyt Berl yetkililerinin Boğaziçi Üniversitesi’ni ziyaret edeceği ve iki akademik kurum ve birimleri arasında çok yönlü ilişkiler kurulacağı haberleri üzerine Filistin İçin İsrail’e Karşı Boykot Girişimi Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü’ne bir açık mektup yazarak kaygılarını dile getirdi. Bu konuda Beyt Berl’in internet sayfasından verilen Boğaziçi Üniversitesi bağlantısı dışında bir açıklama yapılmadığından işbirliğinin hangi alanları kapsayacağı henüz bilinmiyor. İki kurumun da vermeye özen gösterdiği görünüm dikkate alınırsa eğitim bilimleri ve toplumsal cinsiyet araştırmaları gibi alanların öne çıkması beklenebilir. Eleştirel çalışmalar yürüten, hatta bu yüzden İsrail sağı tarafından “anti-Siyonist” olmakla suçlanarak hedef alınan bilim insanları başka İsrail üniversite ve yüksek okullarında olduğu gibi Beyt Berl kadrosunda da var. Gerçi toplumsal cinsiyet araştırmaları programı ekonomik gerekçelerle kapatıldı. Şimdi “toplum ve güvenlik” gibi programlara daha çok
Boykot ölçütü olarak önem taşıyan nok-
Bir yerden başlamak gerek
Boğaziçi Üniversitesi, orada en kötüsü yapıldığı için değil, vazgeçirme olanakları daha büyük olduğu için öne çıkabilir. Daha önce değilse Klein’ın konuşmasıyla, yani Türkiye’deki örgütlenmenin gelişimi açısından erken sayılacak bir tarihte, akademik boykot çağrısından haberdar olan Boğaziçili akademisyen ve öğrenciler, “tutarlı olmanın gücü”nü “Saatli Bina”daki Büyük Toplantı Salonu’nda bırakmadıklarını göstermek isteyeceklerdir.
İsrail’e Karşı Akademik ve Kültürel Boykot Kampanyası (PACBI) İsrail’e karşı uluslararası Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) kampanyasının en önemli bileşenlerinden biri, Filistinlilerin İsrail’e Karşı Akademik ve Kültürel Boykot Kampanyası (PACBI). PACBI, Filistinli kişi ve örgütlerin daha eski tarihli çağrılarına dayanmakla birlikte 2004 Nisan’ında doğdu. Ramallah’ta bir grup akademisyen ve aydının girişimiyle yayımlanan, Filistinli öğretmenlerin, üniversite öğretim üyeleri ve çalışanlarının, yazarların, sanatçıların ve gazetecilerin sendikal ve mesleki örgütlerini içeren onlarca kuruluşun desteğini alan kampanya çağrısıyla Filistinli
bilim ve kültür emekçileri bütün dünyadaki meslektaşlarından İsrail akademik ve kültürel kurumlarının ayrımsız boykot edilmesini istedi. İsrail üniversiteleri ve yüksek okulları, bilgi üretimi ve aktarımını savaş aygıtı ve işgal yönetiminin hizmetine sunmalarının yanı sıra, eğitim ve bilim alanında da hüküm süren köklü ayrımcılığı bilimsel özgürlük ve çoğulculuk görüntüsüyle örterek, İsrail’in normalleştirilmesine, ilişki kurmaktan kaçınılması gerekmeyen bir devlet olarak algılanmasına yönelik özel bir işlev görüyor. Boğaziçi Üniversitesi ile İsrail Beyt Berl Yüksek Okulu arasında ilişkilerin geliştirilmesi kararı da bu bağlamda yorum-
30 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası
ABD, Irak’tan çekilebilecek mi?
ABD Irak’tan çekilirken geride giyim kuşamıyla kendisine benzettiği bir yerel güvenlik gücü bırakıyor
ABD Irak’tan muharip birliklerini çekerken, Türkiye üzerinden Güney Kürdistan’a yerleşiyor
riz” dedi. Bu açıklamalardan şimdilik anlaşılan, ABD’nin Irak’ı askeri olarak boşaltmayacağıdır. Ne kadar ABD askerinin kalacağı gelişmelerle belirlenecek.
Engin Erkiner
ABD’nin Irak’tan çekilmesi iki büyük boşluk ve iki büyük sorun bırakacak. nBirincisi; İran’ın ülkedeki etkinliğinin artması. İran’ın kuşatılması ve bölgedeki gelecek saldırının hedefi kılınmasıyla bu boşluk önemli oranda dolduruluyor. İran’ı kendilerine karşı tehlike olarak gören bölge ülkeleri ABD silahları almaya başladılar. Suudi Arabistan 84 F-15 savaş uçağı alırken, Kuveyt, bu küçücük ülke, 209 Patriot füzesi satın alıyor. İran yönetimi, yıllar önce, kendilerine saldırılması durumunda bölgedeki bütün petrol kuyularını ateşe vereceğini söylemişti. Bu silahlanma olası bir İran hava saldırısına karşıdır. nİkincisi; Kürtlerin durumu. ABD’nin çekilmesinin ardından Araplarla Kürtler arasında çatışma çıkması bekleniyor. Gerçi önümüzdeki yılın sonuna kadar ülkede kalacak 50 bin ABD askerinden bir bölümü peşmergeleri eğitiyor, ama gerilla savaşına alışmış peşmergenin düzenli ordu savaşına uyması yine de hayli zor iş.
ABD Irak’tan aşamalı olarak çekilmeye karar verdi. Açıklanan plana göre 2011 sonunda bütün muharip güçlerini Irak’tan çıkarmış olacak. Arkada bırakılacak sayısının 30-50 bin arasında değişeceği öngörülen “bakiye güc”ün görevinin ise Irak güvenlik güçlerine eğitim ve danışmanlık sağlamak, Irak’ta görev yapan ABD ve müttefik misyonlarını korumak ve “terörle mücadele”de Irak güçlerine destek vermek olacağı söyleniyor. Resmi karar böyle olmakla birlikte, bunun pratikte nasıl işleyeceği bilinemiyor. Irak’ta durum, ABD için Afganistan’daki kadar kötü olmamakla birlikte, halen kararsızlığını koruyor. ABD’nin ülkede en az on yıl kalması gerektiğini söyleyen Irak Genelkurmay Başkanı Zebari’ye göre çekilme tarihi çok erken. ABD, Irak ordusu ve polisinin denetimi büyük oranda sağlayabileceğine güvenirken, Genelkurmay Başkanı farklı düşünüyor. ABD Savunma Bakanı Gates de, “Irak hükümetiyle çekilme konusunu yeniden görüşebili-
İki büyük sorun
Irak Kürdistanı ve Türkiye
Resmi adıyla Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin asıl güvencesi Türkiye ve ABD de öncelikle Türkiye’ye güvenerek ülkeden çekiliyor. Kuzey Irak Kürtlerini kendi güvenliğine karşı tehlike olarak gören Türkiye, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin gayri resmi garantörü rolüne nasıl geçti? Türkiye şirketlerinin bölgede büyük yatırımları var. Bölge daha şimdiden ekonomik olarak Türkiye’ye bağımlı durumda. Türkiye’nin bölgedeki kültürel etkisi ise, oraya giden herkesin görebileceği kadar açık. Bunlardan daha önemli başka bir faktör daha var: Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtler için çekiciliğini önemli oranda kaybetmiş durumda. Yolsuzluk ve rüşvetin büyük boyutlara ulaştığı, Erbil havaalanının Barzani ailesine çok uzun süreliğine kiralandığı, büyük bir zenginlikle yoksulluğun yan yana var olduğu, basında katı sansürün uygulandığı bölgede demokrasiden başka her şey var.
Kadın hakları ihlalleri
ABD, demokrasi götürmek iddiasıyla işgal ettiği ülkelerde, zorluklarla karşılaşınca, tıpkı Afganistan’da yaptığı gibi, kültürel gelenekleri kabul eder. Irak’ta ise bu geleneklerin başında kadının durumu gelir.Kadın sünneti yaygındır, erkekler
için çok eşlilik yasal güvence altındadır ve kadın, “kötü yola düşeceği” gerekçesiyle sokağa bile rahatça çıkamaz. Türkiye’de Türk ve Kürt kadınlarının durumunun çok da iyi olduğu söylenemez, ama Irak’taki Kürt kadınlarıyla karşılaştırılamayacak kadar iyi olduğu söylenebilir. Kuzeydeki Kürtlerin özgürlük mücadelesinde önemli rol oynayan kadınların Güney’deki Kürt toplumuyla birlikte yaşamak isteyeceğini düşünmek bile zordur. Güney eski çekiciliğini büyük oranda kaybetmiştir. Eskiden, ”bölgedeki Kürt sorunu önce Irak’ta çözüldü ve diğer ülkelerdeki çözüm de bu çerçevede şekillenecektir” diye düşünülürken, şimdi merkez çözüm yeri Türkiye olmuştur. Önümüzdeki dönemde Güney’in artan oranda Kuzey’e bakacağını söylemek abartma olmaz. AKP Hükümeti bunu biliyor ve Kürt çocuklarına ve seçilmiş politikacılarına karşı bu denli pervasız hareket etmesinde bu bilginin de rolü büyük. “Güney seçenek değil, Kuzeydekilerin de gidebilecekleri başka yer yok” bilgisi, pervasızlığı artırıyor. Türkiye, Barzani’yi PKK’ye karşı kışkırtmaktan hiçbir zaman geri durmadı. Bu kışkırtmayla sonuç alması şu anda mümkün görünmüyor ama iki kesim arasında önemli farklılıklar da var. Türkiye’nin bu farklılıkları kullanması ve Barzani’ye sürekli olarak “bunlar sizin de başınıza bela olacak” mesajını vermesi beklenmelidir. Şu anda asıl hedef İran olmakla birlikte, bölgedeki çelişkilerin sertleşmesinde yeni aktörlerin ön plana çıkması her zaman mümkündür.ABD, Irak’a önemli oranda yerleşip ondan sonra gidecektir. Bu yerleşmede ön planda olanın asker olması gerekli değildir. Zaten 50 bin “bakiye güç” de bu amaçla Irak’ta kalacaktır.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 31
Uluslararası
Atina sonbahara hazırlanıyor Grevler Yunanistan’da mücadelenin temel taşı, kapitalist krize asal tepki mekanizması. Ağustos durgun geçse de herkes grevlerin Eylül’de hız kazanmasını bekliyor grevlere büyük bir katılımın olduğu açıkça görüldü. Özel sektörde çalışan işçilerin sendikaları da dahil olmak üzere birçok sektörden işçi ve emekçinin desteği ile grevler bir direnişe dönüşmüş durumda. Belki de ‘Genel grev böyle olur’ dedirtircesine…
Genel grev: Hayatın olağan akışı
Kamyoncular Atina kent merkezine girmelerini önlemeye çalışan polis güçleriyle didişiyor
Ceren Akkaya Yunanistan’da yaz grevler açısından durgun bir dönem olarak geçse de en azından iki genel greve tanıklık etme fırsatım oldu. Türkiye’de hiç yaşamadığım bir deneyimdi bu. Dil sorunu dolayısıyla olayları biraz geriden takip etmek zorunda kalsam da, bir ülkede bir gün haberlerin yayınlanmaması, gazetelerin çıkmaması ne demekmiş buna tanık oldum: Ülke tam anlamıyla felce uğruyor genel grevin hakkını verircesine…
Bu hak gaspına karşı protestolar başladı. Ama protestolardan daha etkili olan yol genel grevdi. Yunanistan, Şubat 2010’dan bugüne kadar, sonuncusu Temmuz’da olmak üzere tam altı genel greve gitti. Genel
Haziran’dan beri Atina’da, olayların göbeğinde durumu gözlemleyip, en azından o havayı soluyarak en başta grevlerin artık ülkede çok olağan karşılandığını söyleyebiliriz. Halk, her hafta bir grevin başlamasına alışmış durumda. Bir genel grev olmasa da, her hafta mutlaka bir iş kolunda grev oluyor. Gündemi düzenli takip etmiyorsanız her iş kolunda yaşanan grevi algılayamıyorsunuz, ama özellikle ulaşım grevleri varlığını hemen hissettiriyor. Haftada bir, gideceğiniz yere yürümek ya da taksi kullanmak zorunda kalıyorsunuz. Ama bunun bir mücadelenin ürünü olduğunu bilmek ve belki de artık duruma alışmış olmak yaşamın zorluğunu azaltıyor. Gerçi pek çok çalışan işine giderken taksi-
4
‘Kardeşimsin Aleksis...’
Yunanistan halkının sermaye saldırısına boyun eğmeyeceği iki yıl önce Aleksis cinayetinin ardından sokaklara dökülmesinden belliydi
Kriz yüküne işçi isyanı
2010 başında küresel ekonomik krizin sonuçlarının bütün derinliğiyle ortaya çıkması ve ardından IMF ve Avrupa’dan gelen mali yardımların dayattığı koşullar hükümetin “kaynak yaratmak” amacıyla bir önlem paketi hazırlamasına neden oldu. Bu paket kamuda ücretlerin dondurulmasını, iki maaş olan Noel ve bir maaş olan Paskalya ve yaz ikramiyelerinin yarım maaşa düşürülmesini, emekli maaşlarının azaltılmasını, emeklilik yaşının yükseltilmesini ve emekçi gelirlerinden başka bir dizi kesinti yapılmasını kapsıyordu. Yunanistan’ın 11 milyon dolayındaki nüfusunun yarıya yakını, 4.5 milyonu, ücretlilerden oluşuyor. Ocak 2010'da bu emekçiler arasında işsizlik son 6 yılın en yüksek oranıyla yüzde 11.3, kadın işsizliği yüzde 15 ve 15-24 yaş arası genç işsizliği yüzde 30’du. 2010 sonunda işsizlik oranının yüzde 20'ye çıkacağı ve 1 milyon 200 bin kişinin işsiz kalacağı öngörülüyor.
Aralık 2008’de 15 yaşındaki Andreas Aleksis Grigoropulos’un bir polis tarafından öldürülmesiyle tüm gözler Yunanistan’a, başkent Atina’ya çevrilmişti. Büyük bir duyarlılıkla halk her gün protestolarını sürdürüyordu. Bu kıvılcım diğer ülkelere, dünyanın birçok yerine sıçramıştı o zamanlar. Biz de ‘Kardeşimsin Aleksis’ sloganıyla destek vermiştik buradan, Her yıl onlarca kişinin polis şiddetine maruz kalıp öl-
dürüldüğü bir ülkenin vatandaşlarının komşuda öldürülen bir genci “kardeşimsin” diyerek sahiplenmesi bir o kadar manidardı belki de… Yunanistan halkı o zamanlar ‘sokağa dökülmek’ deyiminin hakkını verircesine sokaklardaydı. Demem o ki, bir tek kıvılcım Yunan halkını sokağa dökmeye yeterken, ekonomik krizin yarattığı sarsıntı ve kemer sıkma politikalarına karşı çıkmak, sokaklara dökülmek zor olmayacaktı…
32 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası 4ye binmek zorunda kaldığı ve yol masrafları arttığı için öfkeli ama mücadele olmadan da hiçbir hak kazanılmıyor.
Kıskanılacak kararlılık
Eylül’de genel grevlerin tekrar başlayacağı şimdiden duyuruluyor. IMF reçeteleriyle kanına neo-liberalizm enjekte edilmeye çalışılan Yunanistan işçi ve emekçileri buna karşı durmaya kararlı gözüküyorlar. Ekonomik krizin faturasını ödemeye hiç niyeti olmayan bir emekçi kesim düşünün, her an grev yapmaya, sokağa dökülmeye hazır olan… Bizde eksikliğini hissettiğimiz birçok şeyi, biraz hayranlık ve belki biraz da kıskançlıkla gözlemler oldum açıkçası. Kıskanmamak elde değildi, çünkü benzer zihniyetteki hükümetlerin halka dayattıklarına karşı tepkiler, daha doğrusu tepkisizlikler çok farklı Ege’nin iki yakasında… Son zamanlarda etkisini en çok duyuran ve ülkeyi etkileyen grev Temmuz’daki kamyon ve TIR şoförlerinin başlattığı grevdi. Yunanistan’ı çok sıkıntıya soktuğunu söyleyebiliriz bu direnişin. Özellikle benzin yokluğu ulaşımı aksatırken, gıda ve ilaç sektöründe de ihtiyaçlar karşılanamaz hale geldi. Hükümetin tutuklama ve ruhsatları iptal tehdidi ve gözdağı karşısında bile şoförler kararlılıklarını sürdürdüler, güzel bir direniş örneği sergilediler. Hükümet bu kararlılık karşısında benzin ve ilaç sıkıntısını bir nebze de olsa gidermek için özellikle sendikaya bağlı olmayan şoförleri kullandı, askerden de destek aldı. Artık hükümet de grevlere karşı bağışıklık kazanmış görünüyor. Grevi kıramayınca, talepleri karşılamaya da niyeti olmayınca işin içinden en az zararla çıkmanın yolunu bulmaya alışmışlar.
Eylül’de yeniden…
Grevler Yunanistan’ın temel taşı, asal tepki mekanizması halinde sürüp gidiyor. Ağustos durgun geçse de herkes grevlerin Eylül’de hız kazanmasını bekliyor. Halkın bir bölümü mutlu, bir bölümü mutsuz böyle yaşamaktan… Mutsuzlar, grevlerin işe yaramadığını, üstelik emekçilerin taleplerini yeterince yansıtmadığı ve hatta onların hayatını daha da zorlaştırdığını düşünürken, grevciler ve destekçileri gidişten gayet memnun. Ses çıkarmadan, beraber hareket etmeden bir şeylerin kazanılmayacağını düşünüyorlar. Sonuç alınır mı alınmaz mı bunu zaman gösterecek. Bizim gözlerimiz de başkent Atina’nın üzerinde olacak. Örgütlülük bilincinin bir şeyler kazandıracağını er ya da geç herkese göstermeye çok yakınlar kanımca.
Doğu Avrupa’da kaçan politik devrimler
Leipzig’de 9 Ekim 1989’daki ilk büyük gösteri. Bir ay sonra duvar yıkıldı...
Doğu Almanya, Çekoslavakya ve Romanya’da rejimler büyük kitlesel ayaklanmalar ile devrildi. İktidar bürokrasiden burjuvaziye değil proletaryaya da geçebilirdi. Selçuk Eralp Almanya denince akla derhal birleşme gelir. Oysa, birleşme sloganı Doğu Almanya’da ilk sokağa dökülenlerin ağızlarına almadıkları bir slogandı. Leipzig’de 9 Ekim’de 70 bin kişilik ilk büyük gösteri yapıldığında sloganlar şunlardı: “Gorbi, Gorbi Halk biziz!”, “Yeni Forum serbest bırakılsın!”, “Çapulcu değiliz!”, “Polisler, gelin bize katılın!”. Devrimin zirveye ulaştığı 4 Kasım’da Doğu Berlin Alexander Meydanı’ndaki bir milyonluk gösteride yazar Christa Wolf şöyle diyebilmişti: “Bir düşünün, bu sosyalizmdir ve hiç kimse ülkeyi terketmiyor.” Bu devrimci bir durumdu. Yani klasik tanımıyla, yukarıdakilerin eskisi gibi yönetememeleri, aşağıdakilerin de eskisi gibi yönetilmeyi istememeleri, durumuydu. Bu birilerinin entrika ya da manüpülasyonlarıyla ortaya çıkan bir durum değildi. Doğu Almanya, Çekoslavakya ve Romanya arasında
entrika ve manüpülasyonun en fazla rol oynadığı ülke Romanya olmuştur. Ancak orada da, devrimci durum bir entrika sonucu ortaya çıkmamıştır. Tam tersine ordu, devrimci duruma tabi olmayı benimseyebildiği için özgün bir rol oynayabilmiştir. Orduyu müdahaleye çeken de, genel olarak bürokrasiyi felce uğratan da, halk ayaklanmasıdır. Doğu Almanya ve Çekoslovakya’da işçilerin ve halkın değişikliklerdeki rolü daha kolay gözlemlenebilir. Bu ülkelerde ordu pasiftir. Bu ordular Sovyetler’in askeri gücünün bir uzantısı durumundaydılar. Doğu Almanya’da 170 bin Doğu Alman askerine karşılık 400 bin Sovyet askeri vardı. Çekoslovakya’da, Romanya’daki ordunun yaptığı ebelik görevini, iki saatlik genel greviyle işçi sınıfı üstlenmiştir.
Ortak özellikler
1. Bu ülkelerde klasik bir işçi ayaklanmasıyla değil, bir halk ayaklanmasıyla, bir vatandaş ayaklanmasıyla karşı karşıyayız. Ayaklanmaların bu karakteri, ilk ortaya çıkan muhalif örgütlerin isimlerinde dahi karşılığını buldu. Doğu Almanya’da Yeni Forum, Çekoslovakya’da Vatandaş Forumu, Romanya’da Ulusal Kurtuluş Cephesi gibi. Bu durum, katılan kitlelerin çoğunluğunu işçilerin oluşturmasına rağmen böyledir. 2. İşçiler ve halk, egemen bürokrasiye karşı, yani politik bir değişiklik için sokağa dökülmüşlerdir. En acil talep, mevcut politik
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 33
rejimin yıkılmasıydı. 1953 Berlin Ayaklanması’na geri dönüp bakarsak, ilk sokağa dökülen inşaat işçileri “çalışma saatlerinin yükseltilmesine hayır” gibi bir ekonomik taleple harekete geçmişlerdi. 3. Bu hareketler, halkın, egemen bürokrasiye karşı, ne kapitalistlerin ve gericilerin ne de devrimcilerin çağrısına uyarak başlamıştır. Kitlelerin kendiliğinden politik eylemidir. 4. Bu devrimleri bir bakıma devrimci programsız, devrimci stratejisiz, devrimci örgütsüz devrimler diye tanımlayabiliriz. Devrimci örgütlerin yokluğu burjuva illüzyonların yaygınlaşması ve burjuva partilerine yönelinmesi için uygun bir ortam yaratmıştır. Leipzig’de ilk sokağa dökülenler Yeni Forum’un serbest bırakılmasını istiyorlardı. Kitlelerin umudu Yeni Forum’du. Yeni Forum ise kendisine sarılınmasından korkunca, diğer muhalif örgütler, önce SPD, daha sonra da CDU öne geçtiler. Çekoslovakya’da durum biraz değişikti. 1968’i yaşamış, muhalif entelijensiya geleneğini 1977 Charta haraketiyle kesintiye uğratmadan sürdürebilmiş bir kadro vardı. 1977 Chartacıları muhalif Marksistleri dışlayarak hareketin başına geçtiler. İktidarı paylaştıktan sonra da vatandaş devrimini güdükleştirmek için gayretlerini arttırdılar. Orduda asker ve astsubay komiteleri oluşmaya başladığında “savunma bakanı bizden” diyerek bu komiteleri tasfiye ettiler. Parlamenter düzene geçildiğinde de, mahalli ve işyeri vatandaş komitelerini feshetmeyi, Vatandaş Forumu’nu sembolik bir kulübe dönüştürmeyi planlıyorlardı. 5. Bu ülkelerin diğer bir ortak karakteristiği de, işçi konseyleri ya da sovyetler tipinde organların yokluğu idi. Çekoslovakya’da iki saatlik genel grev nedeniyle oluşan işçi komiteleri dışında, başka ülkelerde fabrika komiteleri bile ortaya çıkmadı. Ayrıca Çekoslovakya’daki genel grev proletaryanın alışılagelmiş genel grevlerinden iki açıdan farklıydı. Birincisi, işçiler ögrencilerin çağrısına uyarak genel greve gitmişlerdi. İkincisi, iki saatlik genel grevin doğurabileceği üretim kaybını önlemek için, aynı gün, iki saat ek olarak çalışmışlardı. Bu durum, bürokrasinin iktidarı tarafından proletaryanın bilincinin ve yeteneklerinin ne kadar felce uğratıldığını göstermeye yeter.
Kitlesel destek
Bu ülkelerdeki kitleselliğin boyutları dünyada az devrimde raslanır bir düzeye ulaştı. Doğu Almanya’da 30 Ekim-9 Kasım arası on günlük süre içinde, 18 şehirde iki milyon kişi gösterilere katılmıştı. 4 Kasım günü Alexander Meydanı’nda (Doğu Berlin) bir milyon kişi gösteri yaparken, 6 Kasım’da Leipzig’de 500 bin kişi vardı. “Almanya, babavatan birleş” sloganının öne çıktığı dönemi bir yana bıraksak bile, sadece daha önceki dönemde üç milyon kişi gösterilere ka-
tılmıştı. Ayrıca bunlardan bir çoğunun onlarca defa gösterilere katıldığını ve bu sayının üç milyon farklı kişi olarak anlaşılması gerektiğini de hatırlatmakta yarar var. Bu sayı toplam nüfusun altıda birinden daha azdır. (Diğer bir deyişle, Türkiye, ya da Batı Almanya için on milyon kişi demektir.) Mitingler Doğu Berlin, Leipzig, Dresden, KarlMarx-Stadt gibi sadece büyük şehirlerde değil, benim tespit edebildiğim en azından 34 şehir ve kasabada yapılmıştır.
Devrimlerin kansızlığı
Doğu Almanya ve Çekoslovakya’da “burun dahi kanamadı” dersek yanlış olmaz. Romanya’da Securitate’nin ilk resmi açıklamalarının aksine, en fazla bin kadar insanı öldürdügü tahmin ediliyor. Buna Çavuşeskular ilave edilebilir. Ama Romanya’da ayaklanan halk hemen hemen kimsenin canına dokunmadı. Burada bir yanlış anlamaya yol açmamak için devrimlerin zorsuz değil, kansız olduğunu vurgulamak isterim. Çünkü muazzam bir kitlesel zor vardı. Kansızlıkta tayin edici rol, sanıyorum, Sovyetler’in konumu idi. 1953 Berlin ayaklanması Sovyet tanklarıyla ezilmişti. (1968 Çekoslovakya yukarıdan bir reform hareketi olarak başladığı için içeriden ezilmesi zaten sözkonusu olamazdı.) Bu defa, bu ülke bürokrasilerinin arkasında Sovyetler’in askeri desteği yoktu. Politik destek ise sınırlıydı.
Tarihte eşi olmayan devrimler
Daha önceki Çekoslovakya, Macaristan ve Berlin ayaklanmaları, politik değişikliğe yol açmadan bastırılmışlardı. O nedenle, kapitalizm sonrası ülkelerde devrimlerle ilk defa karşılaşılıyordu. Ancak bu ülkelerin hiçbirisinde iktidarın bürokrasiden proletaryaya geçmesi anlamında bir politik devrim gerçekleşmedi. Politik devrim sadece önceki politik yapıyı değiştirmekle yetindi. Komünist partilerin tekçi iktidarına son verildi, çok partililiğe geçildi, gizli polis dağıtıldı, v.s. Ama politik devrim güdük, yarım, bürokrasiyle uzlaşmacı kaldı. Onun bu güdüklüğü, yarımlığı da Batı kapitalizminin onu ele geçirme ve eğitme olanaklarını arttırdı. Ancak kapitalist restorasyonu geciktiren yığınla faktör de bu süreçte rol oynadı. Bunların başında bu ülkelerde yerli bir kapitalist sınıfın yokluğu gelir. Bir ülkede kapitalist sınıfın bir kanunla, “üretim araçları üzerindeki devlet mülkiyetini kaldırdım” demekle yaratılamayacağını herkes bilir. Bu on yılları alacak bir iştir. Batı kapitalizmi tarafından üretim araçlarının doğrudan devralınması ise, bu ülkelerin sömürgeleştirilmesi demektir. O nedenle, bu ülkelerin, şimdiye kadar kullandığımız kavramlarla açıklanamayacak bir sosyoekonomik yapıya sahip olmaları türünden burjuva devletleriyle karşı karşıya kalacağız. Sürecin bu karmaşıklığı, kapitalist restorasyonu geciktirici bir rol oynamaktadır. İş-
çi sınıfı ve diğer ezilenler bu süreçte toparlanıp bu ülkeleri başka bir yola sokabilecekler mi? Yoksa Stephan Heym’in deyimiyle, örnegin Doğu Almanya’dan geriye sadece bir dipnot mu kalacak?
Özgüvenini yitirmiş proletarya
Son olarak, bu ülkeler proletaryasının kendine güvenini yitirmiş bir konumda olmasının nedenlerine değinmek istiyorum: Proletarya, kendisi için daha geri talepleri öne çıkaran bir konuma, başka ezilenler için ise genellikle mücadele etmeyen dar görüşlü bir sınıf durumuna itilmiştir. Bunda Batı proletaryası üzerindeki ekonomizmin egemenliğinin rolü inkar edilemez. Doğu ülkelerinin durumu daha trajik. Daha fazla ücret için daha fazla çalışmaya hazır bir işçi sınıfı var. Doğu Alman isçileri “800 Doğu Alman Mark’ı alıp yönetmektense, 3 bin Batı Alman Mark’ı alıp sömürülmeyi tercih ederiz” diyorlar. Doğu ülkelerindeki proletaryanın, kapitalist ülkelerdeki devrimci, ya da devrim öncesi şartlarında raslanmayan boyutlardaki bu felç oluşu, kendi örgütünü yaratma yönündeki isteksizliği, CDU ve Demokratik Forum gibi gerici partilere eğilim göstermesi nasıl mümkün olabilmiştir? Kanımca, bunda proletaryanın kendi içinden bir ihanete uğramasının büyük bir rolü vardır. Bolşevik kadronun benzer durumuyla bir analoji yapmak istiyorum. Bilindiği gibi, eski Bolşevik kadro çarlığa ve burjuvaziye karşı büyük bir mücadele yeteneği göstermişti. Çarlığa, burjuvaziye karşı direnmek nisbeten kolaydı. Çünkü düşmanın kendileriyle hiçbir sınıfsal, sosyal akrabalığı yoktu. Stalinizm karşısında ise direnemediler. Çünkü düşman kendi içlerinden çıkmıştı. Aynı durum bu ülkelerin proleterleri için de geçerlidir. Bürokrasi, çarlık bürokrasisi, kapitalist bürokrasi olsaydı, onu daha baştan düşman olarak göreceklerdi. Çünkü onunla aralarında herhangi bir sınıfsal akrabalık yoktu. Ama karşılarındaki işçi bürokrasisi idi. Kendi içlerinden çıkmış, ama kendilerine karşı bir bürokrasiydi. Proletaryanın yıllarca esas olarak boyun eğmesinin ve bugün kendisi hakkındaki umutsuzluğunun önemli bir nedeni bu durumdur. Proletarya kapitalist restorasyona karşı olduğunu ilan ederek değil, ama fiilen karşı bir konumda en temel haklarını korumak için direnecektir. Ama bu direnişin burjuvazinin ideolojik etki alanından kurtulması her zamankinden daha zor olacaktır. O nedenle, kısa vadede, Marksistler için, proletaryanın marksizme yönelmesi anlamında bir umut olmayabilir. Özellikle bu ülkelerdeki Marksistler, uzun yıllar marjinal kalmaya mahkum olabilirler. Proleterlere “bizim düşündüklerimizi yapıyorsunuz, ama neden bize karşı çıkıyorsunuz” demek zorunda kalabilirler.
34 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası
Türkler Balkanlar’a geri dönüyor Türkiye’nin Balkanlar’da artan siyasi ve ekonomik etkinliğine Fettullah Gülen cemaatinin üniversite ve okulları eşlik ediyor. Sırbistan hükümeti ilişkilerin gelişmesinden memnun ama Sırp ulusalcılar kaygılı
Vesna Periç Zimonyiç
sında paylaşılmıştı.
Sırp ulusalcılar kaygılı
Belgrad’ın günlük Politika gazetesinin dört dış haber sayfasının ikisini bir ülkeyi methetmeye ayırması pek görülmüş şey değildir ama Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz ay ülkeyi ziyaretinde Türkiye, Sırbistan’ın ve Balkanlar’ın en önemli paydaşlarından biri olarak göklere çıkarıldı. Gazete, Türkiye’nin ekonomik başarısını ve bölgedeki yatırımlarını sıralarken Arnavutluk’taki yatırımlarının 1 milyar Avro’ya (1,92 milyar TL), komşu Bosna-Hersek’tekilerin ise milyonlarca Avroya ulaştığını yazdı. Türkiye’nin NATO üyeliğinden de övgüyle bahsedildi ve Sırbistan’ın da on yıl içinde katılmayı hedeflediği AB üyeliği desteklendi. Erdoğan, Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadiç ile birlikte güney Sırbistan’daki Novi Pazar kentine giderek Atatürk’ün adı verilen ilk Türk kültür merkezinin açılışını yaptı. Sancak bölgesindeki kentin nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman Boşnaklardan oluşuyor. Balkanlar’da 500 yıl süren Osmanlı egemenliğinin 19. yüzyılda sona ermesinden sonra bölge Bosna ve Sırbistan ara-
Ne var ki devlet medyası ve gazeteler Türkiye ile işbirliğine methiyeler düzdükçe, Sırp ulusalcıları kendi organlarında “Balkanlar’a yeniden teşrif eden Türkiye”nin yaratacağı tehlikeden, “bizi (Hıristiyan Sırpları) Avrupa yolundan alıkoyan karanlık Osmanlı idaresi”nden dem vurur oldular. Yorumcuların çoğu Türkiye’nin bölgeye gelişini mantıklı buluyor. Belgrad Üniversitesi’nden Prof. Darko Tanaskoviç IPS’ye, “Türkiye’nin, uluslararası sahnede aktif bir rol üstlenmeyi hedeflediği pragmatik bir siyasi projeyle haşır neşir olduğu”nu söyledi. Sırbistan’ın Ankara Büyükelçiliği görevinde de bulunmuş olan Tanaskoviç bölge İslamı konusunda uzman.
“Türkiye laikliği terketti”
Tanaskoviç’e göre Türkiye, Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’n yenilgisiyle dağılmasının ardından yönetimi ele geçirerek modern bir ulusun kuruluşuna önderlik yapan Kemal Atatürk’ün laik ideolojisini terk ederek, Balkanlar’dan Asya’ya uzanan eski imparatorluk mülkü üzerinde etkili olmak isteyen, “katı İslamcılığını ustaca gizlemiş bir ülke.”
Sinema Türkiye, Sırbistan’ın komşusu Bosna-Hersek ve başkenti Saraybosna’da, 1992-95’te Sırplar’la savaşta büyük kayıplar veren Boşnaklara dinsel ve mali destek sağladı. Bunda yalnız da değildi. Suudi Arabistan, Saraybosna’nın dış mahallesi Alipasino Polje’de, devasa Kral Fahd camisine bitişik bir kültür merkezi inşa ettirdi.
“İslam ülkeleri başını örten Boşnaklara yardım sağlıyor”
Suudi Arabistan’ın yanı sıra, Endonezya ve Malezya’dan bazı hayır kuruluşları, geçimlerini sağlayan bireylerini savaşta kaybetmiş ailelere, dine sıkı sıkıya bağlı kalmaları ve tesettüre girmeleri şartıyla mali destek sağladı. Savaşta eşini ve oğlunu yitirmiş Saraybosnalı öğretmen Fuada (54), “dini bütün Müslüman olarak ayda 400 Avro (700 TL) alıyoruz” diyor. “Bana ve kızıma yetiyor.” Fakat ikisi de işsiz. Gelirini kaybetmekten korkan Fuada, tam adını vermek istemiyor. Fuada’nın kızı Enisa, Suudiler tarafından finanse edilen ve aile içi dinsel pratiklerin öğretildiği İslami bir kız lisesinden mezun. Saraybosna’da turist rehberi olarak çalışan Ziyad Yusufoviç de, “Türklerin gelişi daha memnuniyet verici çünkü hem iş sağlıyorlar hem de dinsel konularda ısrarcı değiller” diyor ve ekliyor: “Geçtiğimiz birkaç yıl içinde burada 300’e yakın firma açtılar, insanların beklediği de bu –iş ve refah”. Türkiye’nin Bosna’da eğitim yatırımları da var. Saraybosna’daki Türk menşeli iki üniversiteden biri, Uluslararası Saraybosna Üniversitesi (IUS) bir grup Türk işadamı, tanınmış kişiler ve Bosnalı mevkidaşları tarafından kurulmuş; Uluslararası Burç Üniversitesi’nin (IBU) kurucusu ise, İstanbul merkezli, kurucuları arasında Fethullah Gülen’in de bulunduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı. Gülen’in takipçileri, Orta Asya’dan Balkanlar’a uzananTürkiye’yi de içine alan, bir özel okullar ve üniversiteler ağı yaratmış durumdalar. (IPS)
Balkanl sinema Eski Yugoslavya'yı oluşturan uluslar, kendi bayraklarına sahip olmak için birbiriyle bunca savaştıktan sonra, şimdi aralarındaki sınırı fiilen ortadan kaldıracak diye, Avrupa Birliği'ne dahil olmak için yarışıyor Necati Sönmez Balkanlar deyince ilk elde aklımıza ne geliyorsa, Balkan sineması denince de aşağı yukarı o geliyordur: Kendine has bir 'ruhu' olan, etnik yönden karışık, biraz absürd ve fevri bir hayat sürülen, mistisizm kokan, Avrupa treninde ancak 3. mevkide yer bulabilmiş bir kaos ve çelişkiler diyarı... 1980-90'lı yıllarda bu coğrafyadan çıkan filmlerin çoğu bu tür klişelerle hesaplaşmak bir yana, tersine onları zekice yeniden üretmeyi tercih etmiştir. Böyle bir bahiste herkesin anacağı ilk isim olan Emir Kusturica'nın 'marka' haline getirdiği, özellikle “Çingeneler Zamanı”nda (1988) doruğa ulaşan coğrafi/beşeri tasavvuru düşünün... Kusturica, Avrupa'nın ötekileri olan Balkan halklarının da ötekisi olan Çingeneleri, trajikomik bir dünyanın egzotik kahramanları olarak çizmiş, onlara dünya çapında başka hiçbir etnik azınlığa nasip olamayacak bir popülerlik kazandırmıştı. Belki bu sorunun yeri ve zamanı değil ama; o zaman Çingenelerin perdedeki renkli imajına aşık olan kitleler, şimdilerde Fransa ve İtalya gibi 'medeni' ülkelerden silkelenip atılan, ca-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 35
arın sineması nın Balkanları
çetin şartlarda bile sinemada katalizör işlevi görüp şaşırtıcı üretimlere vesile olabiliyor. İşte mesela, gerçek anlamda bir sinema sektörü bulunmayan Makedonya gibi bir ülkeden, bakıyorsunuz “Yağmurdan Önce” gibi ölümsüz bir film çıkıvermiş. Aynı şekilde Bosna Hersek'te tek bir filmin dahi yapılamadığı yıllarda, Bosnalı genç bir yönetmen kalkıp “Tarafsız Bölge” (No Man's Land, 2001) diye bir film çekmiş ve Oscar'ı bile kazanıvermiş, vb. Buradaki hikmeti açıklamak için aynı klişeye başvurmak kaçınılmaz gibi görünüyor: Böylesi 'mucizeler' ancak Balkanlar’da mümkün!
Saraybosna Film Festivali ile DokuFest
Prizren’deki DokuFest’e Türkiye’den katılan “Kamera’da İzdivaç” belgeselinden
dı avına maruz kalan aynı halk için ne hissediyor acaba? Tanrı bilir... Biz yine konumuza dönelim: 1990'ların Balkan sineması, Batı'nın bu coğrafyaya dönük ötekileştirmeci bakışını bizzat sahiplenerek, hatta onu en uç noktalara taşıyıp mevcut klişelerin grotesk bir versiyonunu yaratarak, bir bakıma “Alın size beklentinize uygun Balkan imajı!” diyen, böylelikle oryantalizmin oyuncağını elinden alan bir sinemaydı. Kültür araştırmacısı Tomislav Longinoviç'in adlandırmasıyla, bir tür “kendi kendini Balkanlaştırma sineması”ydı (cinema of self-Balkanisation) sözkonusu olan. Üstelik bu refleks, bölgenin gerçekten de önyargıları haklı çıkaracak şekilde en 'Balkan' haliyle tarih sahnesine çıktığı bir dönemde gelişiyordu. Zaman, Yugoslavya topraklarında etnik huzursuzlukların, savaş ve çatışma ortamının, Romanya,
Bulgaristan gibi diğer ülkelerde ise ekonomik ve siyasi çalkantıların sinema sektörüne darbe vurduğu, devlet desteğinin ortadan kalktığı yıllar üstelik. Ama paradoksal biçimde, dönemin Avrupa sinemasına damgasını vuracak en kayda değer filmleri, örneğin biri Altın Aslan diğeri Altın Palmiye ödüllü olmak üzere, “Yağmurdan Önce” (Before the Rain, Milço Mançevski, 1993) ve “Yeraltı” (Underground, Emir Kusturica, 1995) gibi yapımlar, yine aynı yıllarda Balkanlar’dan çıkıyor. 90'lar sinemasında birer kilometre taşı olan bu filmlere, Kusturica'daki sürrealizmin tersine dönemin Sırbistan'ını katı-gerçekçi bir gözle resmeden, Balkanlılık klişesini bu sefer en karanlık tonlarına bulayan “Barut Fıçısı”nı (Bure Baruta, Goran Paskaljeviç, 1998) eklemek gerekir mutlaka. Demek ki, Balkanlar’ın özgül sosyo-kültürel dinamikleri, en
Benzer bir durum Balkanlar’daki festivaller için de geçerli. Olmadık zamanlarda beklenmedik yerlerde filiz veren kimi etkinlikler, kısa zamanda birer kültürel fenomene dönüşebildi. Savaşın yakıp yıktığı Saraybosna'da, şehir henüz kuşatma altındayken başlayan ve sonradan bölgenin en büyük sinema etkinliği haline gelen Saraybosna Film Festivali gibi... Yine doğru dürüst film üretilemeyen Kosova'nın, tek bir işlek sinema salonu dahi bulunmayan Prizren gibi bir kentinde bölgenin en önemli “belgesel ve kısa film” festivallerinden birinin (DokuFest) dokuz yıldır gerçekleşiyor olması gibi. Kosova'yı dünya, Yugoslavya iç savaşında son perdenin oynandığı sahnenin ismi olarak tanımıştı. Etnik yaraları henüz kapanmamış, büyük meselelerini derin dondurucuda bekleten iki milyon nüfuslu bu toprak parçası, şimdi de meşruiyet arayan taze bir devletçik olarak gündemde. Priştina'dan Prizren'e giden tek şeritli yolda sıkça karşımıza çıkan, trafiği çorbaya çeviren düğün konvoyları bile, 'bağımsız' Kosova'nın temel çelişkilerinden birini gözönüne seriyor. Her arabadan iki bayrak sarkıyor; biri Kosova'nın, diğeri Arnavutluk'un... Hayrola, Arnavutluk sınırları içinde miyiz, dedirten bir manzara ama şaşırtıcı değil. İki buçuk yıl önce verilen ABD-NATO-AB destekli 'bağımsızlık' kararı, Yunan milliyetçilerinin 'megalo idea'sına benzer bir Büyük Arnavutluk
serabını canlandırmış görünüyor. Bu çifte bayrak olayı, iki yaz öncesine ait bir başka Balkan anekdotunu anımsattı bana. Avrupa Futbol Şampiyonası'nda Türkiye ile Hırvatistan karşı karşıya gelip de bizimkiler son dakika golleriyle maçı kazandığında, Mostar başta olmak üzere Bosna Hersek'in bazı bölgelerinden çatışma haberleri gelmişti. Hırvat asıllı Bosnalılar ile Boşnak asıllı Bosnalılar birbirine girmişti! Görmüş geçirmiş yaşlı bir amca, olaylar karşısında şaşkınlığını gizleyememişti: “Bu insanları anlamak mümkün değil. İki taraf da başka bir ülkenin takımı için sokağa dökülüp kavga ediyor.” Tarihin ironisine bakın ki, eski Yugoslavya'yı oluşturan uluslar, kendi bayraklarına sahip olmak için birbiriyle bunca savaştıktan sonra, şimdi aralarındaki sınırı fiilen ortadan kaldıracak bir projeye, Avrupa Birliği'ne dahil olmak için yarışıyor! Bölgede AB üyeliğini hedeflemeyen ülke yok gibi... İşte böylesine gelgitlerin yaşandığı bir coğrafyada, sağaltıcı bir alan olarak kültüre, özellikle de sinemaya çok iş düşüyor. Saraybosna Film Festivali ile DokuFest gibi oluşumlar, bu misyonun hayata geçmiş birer örneği gibi. Birbirinden hayli farklı iki festival; biri kurmaca sinemasının yaldızlı dünyasına, öteki sinemanın arka bahçesine adanmış. (Ayrıca bugünün Saraybosna'sı ne kadar Avrupalılaşmışsa, Prizren o denli Balkan kalmış bir kent.) Ama her iki festivalin, bölge sinemacılarına sahip çıkmak ve aralarında köprü kurmak gibi ortak bir misyonu var. Biraz da bu köprüler sayesinde, yapım alanında komşular arası sıkı işbirliklerine tanık olunuyor son yıllarda. En hafifinden, eskinin 'düşman' şimdinin 'komşu' ülkelerinden gelen gençler, Saraybosna'da güncel filmleri tartışıp yakın geçmişin muhasebesini yapıyor. Bir festivalin böyle bir platforma dönüşmüş olması az şey değil! Hele ki, “yanyana yaşayan kan davalı toplumlar” klişesiyle başetmek durumunda olan Balkanlar için...
36 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Gençlik
Umulanın ötesinde, ummakla kalmamak… Sosyalist gençler mücadelede birliğin yukarıda kurulmasını beklemeden, aşağıdan yeniden kuruluşun ilk taşlarını dizmeli. Ortak eylemlilikler bizi, görünür farklarımızı ortadan kaldırmaya veya çoğulcu bir eksende tartışmaya götürecektir Fırat Can Kalyon Birliğin yeni yolları aranıyor. Sosyalistler kendi içlerinde liberalizmi eleştirir, 70’lerden bu yana uzanan sık tartışmalı, hatta kavga-gürültülü zamanların deneyimlerini özetler, aynı zamanda kendi hatalarıyla hesaplaşırken, sosyalist siyaset halen “grupların” üzerinden süre gidiyor. Bunun sebebi salt görüş ayrılığından ibaret değildir. Bırakamadığımız gelenekler, isimler, vazgeçemediğimiz gruplar, “önderler” ve kesinlikle –öyle gözükmese dahi– hesaplaşamadığımız bir geçmiş var. Ardından yazılan sayfalar dolusu eleştiri notlarından sonra bunları tek tek sıralamak gereksiz. Ancak bu karmaşanın çok genel bir değerlendirmesi yapılabilir: Eğer öncelik her zaman sosyalist hareketi canlı tutmak olsaydı, durum böyle süregitmeyecekti. 1848’de Marx ve Engels ünlü manifestolarında şöyle diyordu: “(…) Komünistler, öteki işçi partileri karşısında ayrı bir parti oluşturmazlar. Bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarından ayrı ve farklı hiçbir çıkarları yoktur. Proleter hareketi kalıba dökmek üzere hiçbir sekter ilke ileri sürmezler.” Şimdi tarihsel geçmişimizi, güncel durumumuzu düşünüp bunu tekrar okuduğumuzda, “herhalde Marx bizden bahsediyor olamaz” demeliydik. Eğer bu parçalı yapı geleneksel duruşlara değil, derin siyasal ayrımlara dayanıyorsa burada pek deşilmesi gereken bir durum yok. Ancak ayrılıklar, birlikler yapaysa ve bunu bile bile evimize dönüp gelip aynısını tekrar ediyorsak bu bir trajedi olur. Otuz yıl önce birbirini hiç tanımadan, düşman ilan eden sosyalistler şimdi aynı meydanlara –henüz aynı kortejde olmasa dahiomuz omuza giriyorlar. Bu henüz gelecekteki tablosunu çizemediğimiz bir ilerleme. Özetle şimdi sosyalist hareket, küreselleşen ve içsel bir olgu halini alan kapitalist devranda, kendileri için bambaşka bir evreye adapte olmak zorunda. Bu eksende sosyalistler kendilerini yeniden kurmak, tarif etmek ve güçlerini birleştirmek zo-
İstanbul’daki IMF karşıtı gösterilerde bir genç eylemci...
rundalar. Bu zorunluluk, kendiliğinden bir akışa bırakılamayacak kadar önemli. Atılacak somut adımlar belirlenmeli, yeni bir dil geliştirilmeli. Bu tam da yeni bir tanımlamanın, içsel krizimizi çözebilmek için yeni devrimci çözüm yollarının bulunabilmesi ile ilgili. Yeniden yapılanmak, salt kitlesel çoğalmanın ötesinde, fikirsel çoğalmanın, yeni tariflerin gereğidir.
Gençler nerede olmalı
Kitle hareketinin kendisini işçi sınıfı eksenli olarak yeniden kurma sürecinde, fikirsel ve kitlesel çoğalma için atılacak somut adımlardan kasıt; kitleleri birbirine bağlamak, birliğin önünü açabilmektir. Bu bağlamda kurulacak ilk zemin, gençlik zeminidir. Gençlerin bir arada, beraber mücadele içerisinde olması, -öğrenci gençlik mücadelelerinin birbirine çok benzediği göz önünde bulundurulursa- yeniden kuruluş sürecini tabandan besleyecek ve hızlandıracaktır. Bürokratik, yapay zeminlere sıkıştırılmış birlik deneyimlerine göre gençlerin bu hamlesi, kendileri de dâhil çeşitli kitlelerin inancını, güvenini kazanacaktır. Geçmiş deneyimlerde olduğu gibi gençlerin yukarıdan yapılan anlaşmalardan sonra bir ara-
ya getirilmesi yerine, bu süreç tam tersine yatay bir evrede başlamalı ve gençler bunun ilk taşları olmalı.
Ortak eylem
Öğrenci gençlik mücadelesinin, kendini devamlı diri ve canlı tutabilmesi için, yine biz gençlerin ortak-birlikte çabaları gerekiyor. Hem yaşam koşulları, hem mücadele koşulları zorlaştıkça, işimiz de hayli zorlaşıyor. Daha engebeli yollar var artık aşmamız gereken. Gençlik mücadelesinin enerjisi kesinlikle –bu dönemin kendine özgü koşulları olsa da, büyük gençlik birliklerinden söz ediyoruz- ‘68 kadar diri ve güçlü değil. Bu enerjiyi şimdi oluşturmalıyız. Yeniden Kuruluşun önemli bir ayağı olan gençlik çalışmalarının/örgütlerinin oluşturacağı samimiyetin göstergesi, süreci birlikte ve tartışarak örebilmeleridir. Ancak bu şekilde karılmanın özneleri, oluşturulacak birliği içselleştirmiş olacaktır. Bunun ötesinde her deneme, bireyleri esas almayacak, grupları ortadan kaldıramayacaktır. Yapacağımız ortak eylemlilikler bizi, görünür farklarımızı ortadan kaldırmaya veya çoğulcu bir eksende tartışmaya götürecektir. Bu noktadan sonra yapılması gereken artık, aramızda yeni bir dilin gelişmesi ve
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 37
Gençlik realitede var olmayan tüm farklılıklarımızın ortadan kaldırılması yani gerçek birliğin oluşturulması olacak. Bürokrasiye pirim vermeden, bir birey olarak herkes bu ortak direnişe el vermeli. Bunları kafalarında hiçbir ön yargı olmadan ilk önce hayata geçirebilecek olanlar, gençlerdir. Yeniden yapılanma da, bu süreçte ütopik bir çizgiden, sağlam temellere oturacaktır. Umulanın ötesi dediğimiz, tamda budur.
Üniversite, gençlik ve mücadele hedefi
Tarih tekerrür etmemeli
Tüm dünyada kapitalist sistemin krizinin etkisiyle ciddi anlamda işsizlik, yoksulluk, sosyal güvencesiz insan sayısı hızla artıyor. Eğitim sistemleri küreselleşen kapitalizmle beraber sermayeye hizmet edecek tarzda düzenleniyor, ekolojik kriz hızla büyüyor. Günümüzde sosyalist hareket evrensel anlamda bir güç kaybıyla karşı karşıya olsa da, Türkiye’deki durumun kendine özgü özellikleri var. Milliyetçi dalganın hızla yükseldiği, Kürdistan'daki iç savaşın giderek büyüdüğü, otoriter-milliyetçi blok ve muhafazakâr-İslamcı cenahın siyaset gündeminin önemli bir bölümünü oluşturduğu koşullarda, üçüncü cephe zayıf kalıyor ve güç toplayamıyor. Bu süreçte tarihteki deneyimlerimizden çıkaracağımız sonuçları önümüze koymalı, bunları görerek yeni bir yol tahlil etmeli, yeni bir dil ve üslup bulmalıyız. Bunu başarmanın ve içselleştirebilmenin en önemli şartı bürokrasiyi çöpe atmaktan geçecek. Hayat bürokratik zeminlere sığdırılamayacak kadar geniştir. Bu eksende yek diğerimize karşı değil, kendimize karşı takınmamız gereken ciddi bir eleştirel tutum olmalı. Daha sonra bu eleştirel verileri, pratiğe dökebilmeli. Sosyalist cephe kendisine yeni bir kültür oluşturmalı. Bu kültür birbirimizle ilişkilerimizi değiştirmeli, aynı zamanda toplumsal, sınıfsal bir bağlama oturmalı. Toplumun işçi, köylü, yoksul, emekçi, ezilen kesiminin geniş sosyalist bir mücadeleye ihtiyacı var ve biz bunu beraber öreceksek; bu görev ihtilafımızı aşabilecek bir irade halini sağlamalı. Gençler de dahil herkes, sadece gençlik mücadelelerini değil, tüm kitleleri birbirine bağlayacak iradeyi ortaya koymalı. Bir sosyalist, karşısındaki sosyalistin farklılığını tanımak istemiyor ve ona kulaklarını tıkayabiliyorsa, bu geleneği de çöpe atmalı. Bu düşünceye inat, çoğul, çoğul ve daha çoğul olmayı başarabilirsek, pratiğin sonucuna doğru ilerlemeye koyulacağız. Hepimizin inancı ve enerjisi heba edilemeyecek kadar değerlidir! Tarih tekerrür etmemeli ve bu ummakla kalmamalı.
YÖK’e karşı çıkmak kadar geleceğin eğitim süreçlerini bugünden inşa etmek de önemli...
Sermayenin ideolojik aygıtlarından bağımsız, özyönetimin bir parçası olmak adına, demokratik ve özerk eğitim kurumları için mücadele etmek ve bunun araçlarını yaratmak gerekiyor Erdem Çevik Toplumsal yeniden üretim sürecinde eğitimin temel işlevi, bireyin, sosyal bir varlık olarak kendini gerçekleştirebilmesinin imkânlarını sunmaktır. Mevcut toplumsal ilişkiler bütünü içinde bireyin, kendisini özgürleştirebilecek niteliklerinin bilincine varmasına yardımcı olmaktır. Ancak eğitimin, bu temel işlevini ne kadar yerine getirdiğine, kapitalist toplumsal ilişkiler içinde neye hizmet ettiğine bakmak gerekmektedir. Kapitalizmin çeşitli gelişim evrelerinde eğitim, yüklendiği misyon açısından farklılıklar göstermektedir. Kapitalizmin ilk gelişim evresinde eğitimin sahip olduğu misyon, kapitalist üretim ilişkilerinin üzerinde gelişebileceği alt yapıyı hazırlamak olmuştur. Ulus devletin ihtiyacı olan yurttaşlık bilincini almış bireyler, kapitalist gelişimin ilk evresinde buna uygun ulusal eğitim
stratejileri çerçevesinde yetiştirilmiştir. Bilimsel ve teknik bilgiyi geliştirebilecek ölçüde vasıflı işgücünü yetiştirmeye ihtiyaç duymuştur. Ancak 1940’lar sonrası sermayenin uluslararasılaşmasının önündeki birçok engelin ortadan kalkmasına ve kurumsallaşmasını tamamlamasına bağlı olarak, 1970’ler döneminde Neo-liberalizm adı altında, serbest piyasayı kutsayan yeni türden ekonomi politikaları üretilmiştir. Mal ve hizmet dolaşımının önündeki her türden engeli kaldırmaya yönelik tam bir serbestlik tanıyan ve her türden nesneyi piyasanın bir konusu haline getirmeye çalışan bu tür politikalardan, eğitim sektörü de nasibini almıştır. Özellikle 1980 sonrası tüm dünya da olduğu gibi 24 ocak 1980 kararları ile birlikte Neo-liberal politikalar, Türkiye’de de geçerlilik kazanmaya başlamıştır. 12 Eylül askeri faşist darbesi bu sürecin hazırlanmasında ve hızlanmasında önemli rol oynamıştır. Eğitim ve eğitim kurumları, sermayenin ve sermayenin ideolojik aygıtlarının istediği biçimde şekillenmiştir. Neo-liberal politikaların, eğitim alanında uygulanmaya başlanmasıyla birlikte eğitim, kamusal bir hizmet olmaktan çıkmış, özel teşebbüsün ciddi bir yatırım alanına dönüşmüştür. Bilgi metaya, eğitim kurumları ticari bir işletmeye, hizmet alan ise müşteriye dönüşmüştür. Eğitim, artık pi-
4
38 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
4yasa ekonomisinin bir konusu olmuştur. Neo-liberal politikaların uygulanabilirliği
açısından, eğitim kurumları üzerindeki denetim ve baskı mekanizmalarının artması için sermayenin ideolojik aygıtlarına önemli misyonlar yüklenmiştir. Özellikle Türkiye gibi sınıfsal çatışmaların yoğun olarak yaşandığı, gelişmekte olan ülkelerde, askeri faşist darbelerin temel gerekçelerini neo-liberal politikalar oluşturmaktadır. Eğitimin, piyasalaşması ile kitleselleşmesi arasında doğrusal bir bağlantı bulunmaktadır. Çünkü iktisat teorisi açısından, bir mal ya da hizmet ne kadar çok alıcıya ulaşırsa o oranda getiri sağlar. Dünya da ve Türkiye’de orta ve yüksek öğrenim kurumlarının sayısının hızla arttırılması ve eğitim sürelerinin uzatılarak zorunlu hale getirilmesi, eğitim piyasasının, kitlesel bir müşteri potansiyeline duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanır. Örneğin Türkiye’de, son zamanlarda onlarca özel ve vakıf üniversitelerinin, yeni bölümlerin açılması ve öğrenci kontenjanlarının yükseltilmesinin temel nedeni budur. Eğitimin, piyasalaştırılmasının bir sonucu olarak kitleselleşmesi artık eğitimi, toplumun birçok kesimi açısından lüks olmaktan çıkarmıştır. Bu durum kapitalizmin ilk evrelerinde bilimsel ve teknik açıdan duyduğu vasıflı işgücünün yetiştirilmesine olanak veren eğitim stratejilerini terk etmesini sağlamıştır. Çünkü gelişmiş teknolojik üretim düzeyi, vasıflı işgücüne eskisi kadar ihtiyaç duymamaktadır. İhtiyacı olanı ise piyasada bulabilecek kadar imkâna sahiptir. Bireylerin, kendilerine yeni nitelikler yüklemek adına verdiği yarış da zaten bu ihtiyacı karşılamaya yöneliktir. Eğitimi kârlılık alanı olarak gören, öğrenciyi müşteri konumuna sokan, bilgiyi ticari bir metaya indirgeyen, entelektüel emek ürünlerini sermayenin nesnesi haline getiren, bireyi kolektif yaratıcı özelliklerinden soyutlayarak, düşünmeyen sorgulamayan birbirinden yalıtık tek tip bireyler haline getiren bir tür eğitim anlayışı dayatılmaktadır. Tüm bu dayatmalara karşı, özgür insan faaliyetlerinin gerçekleşmesine katkı sunacak bir eğitim modeline ihtiyacımız vardır. Eğitimin, tüm toplumsal kesimler için bir kamusal hak olduğunu, bilginin geçmiş toplumların ortak üretiminin bir sonucu olduğunu ve bundan hareketle sermayenin tekelinde metaya dönüştürülemeyeceğini ifade etmek gerekmektedir. Parasız, bilimsel, anadilde kamusal eğitim ve demokratik- özerk eğitim kurumları hakkı için, geleceksizleştirilmeye karşı güvenceli iş, güvenceli gelecek talebiyle aşağıda belirtilen kimi alan saptamalarından hareketle bir mücadele perspektifi geliştirilmelidir.
Eğitimin ticarileştirilmesi ve bilginin metalaştırılması
Toplumların ortak üretiminin bir sonucu olarak var olan bilgi, sermayenin tekeline ve denetimine girmesi ile birlikte, herkesin istediği gibi yararlanabileceği ve istediği an ulaşabileceği kamusal bir hizmet olma niteliğini kaybetmiştir. Bilgi, piyasa koşullarında alınıp satılan bir metaya dönüşmüştür. Harçlar, burslar, krediler, yardım ve katkı payları ile eğitim kurumları, bir ticari işletmeye dönüştürülmüştür. Ne eğitim kurumları bir işletme, ne bilgi ticari bir meta ne de bu kamusal haktan yararlanmak isteyen toplumsal kesimler bir müşteridir.
Entelektüel emeğin proleterleştirilmesi
Entelektüel emeğin var olduğu alanlarda, bu türden emeğin ücretlendirilmesi ve sermayenin yatırım alanlarına dönüştürülmesi, ciddi bir proleterleştirme dalgası yaratmaktadır. Üniversite-sanayi işbirliği çevresinde gelişen politikalar, staj sömürüsü, projelendirme, part-time çalışma biçimleri bunların en önemli örnekleridir. Öğrencinin, tüm entelektüel birikimi sermayenin bir konusu haline gelmektedir. Her türlü güvenceden yoksun ve yoğun bir emek sömürüsüne dayalı olarak gelişen bu türden uygulamalara karşı, anti-kapitalist zeminde sınıf mücadelesi perspektifinde mücadele etmek önemlidir.
Aydın misyonunu yeniden kazanmak
Uzmanlaşmaya dayalı kapitalist toplumsal işbölümü, üretimin diğer alanlarında olduğu gibi eğitim alanında da, bireyleri, fen ve sosyal bilimlerin farklı alt birimlerinde uzmanlaşmaya sevk etmektedir. Fen ve sosyal bilimlerin farklı alt birimlerinde uzmanlaşmış ya da bu alana hapsolmuş bireyler, birimler arasında ilişki kurmakta zorlanmaktadır. Böyle bir durumda, tarihsel ve güncel olanı mevcut toplumsal çelişkilerden hareketle bütünsel olarak kurmanın imkanları da ortadan kalkmış oluyor. Bütünü görebilen, toplumun değişim dinamiklerini açığa çıkarabilen, içinde bulunduğu topluma ve doğaya karşı sorumlu davranabilen, bu ve buna benzer sınıfsal nitelikleri ile var olabilen yeni bir aydın tipinin oluşması için gerekli çalışma biçimleri ve araçlarının tariflenmesi ve bunun için mücadele edilmesi gerekmektedir.
Bilimin tarihsel-toplumsal rol ve işlevinin gerçekleşmesi
Bilimin, tarihsel ve toplumsal açıdan, feodalizme dayalı toplumsal ilişkilerden kurtulma adına üstlendiği ilerici ve özgürleştirici rolü, burjuvazinin kapitalist toplumsal ilişkiler üzerindeki hâkimiyetini kurması ile son bulmuştur. Bilim, gerçeği arayan, eleştirel, aydınlanmacı karakterinden hızla uzaklaşıp; sermayenin tekelinde ge-
ricileşmiş ve bir dogmalar bütününe dönüşmüştür. Bununla birlikte, sadece sermayenin yeniden üretimi sırasında ihtiyaç duyduğu bilimsel ve teknik bilginin üretimine odaklanmıştır. Bilimin yeniden ilerici, devrimci ve özgürleştirici bir misyon kazanması için mücadele edilmesi gerekmektedir.
Sermayenin kültürel hegemonyası ve boş zamanın piyasalaştırılması
Sermaye, kendi kapitalist bireyini ve toplumsal ilişkilerini yaratma adına güçlü bir kültürel hegemonya geliştirmiştir. Tüketim kültürü üzerinden şekillenen bu hegemonya, boş zamanın değerlenmesi üzerine de ciddi yatırımlarda bulunmaktadır. Ayrıca kendi kültürel hegemonyasına geliştirmek adına gençliği önemli bir araç olarak görmektedir. Boş zamanı sürekli tüketim, eğlence vb aktivitelerle doldurarak, gençliğin kendi kolektif, yaratıcı özelliklerini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Her bireyi, piyasanın doğal bir üyesi haline getirerek, sosyal yaşamdan uzaklaştırarak özgür insan aktivitelerinden soyutlamaktadır. Sistemin kültürel hegemonyasını kıracak, kolektif ve yaratıcı bireylerin kendi sosyal-toplumsal yaşamlarını kuracak düzeyde bir çalışmaya ve araçlara ihtiyaç bulunmaktadır.
Eğitim kurumlarının demokratik ve özerk bir yapıya kavuşması
Eğitim kurumlarının, sermayeden ve sermayenin ideolojik aygıtlarından bağımsız, özerk bir yapıya kavuşması, eğitimin, tarihsel ve toplumsal açıdan özgürleştirici rolünün açığa çıkması açısından önemlidir. Eğitim kurumlarının, sermaye ve sermayenin ideolojik aygıtlarından bağımsız olmaması, sermayenin ihtiyaç duyduğu işgücünün ve kapitalist birey tipinin, sistemin biyopolitikaları ile şekillenmesine ve yetiştirilmesine imkân verir. Bu durum, özgür bireyin kendini gerçekleştirme olanaklarını ortadan kaldırır. Eğitim kurumlarının, özerk bir yapıya kavuşması için verilmesi gereken mücadele, eğitim kurumlarının demokratikleştirilmesi için verilen mücadeleden bağımsız kurulamaz. Eğitim gibi kamusal bir hizmetten yararlanmak isteyen her birey, eğitim kurumlarının tüm aşamalarında söz, yetki ve karar mercilerinde bulunmak ve özyönetimin bir parçası olmak zorundadır. Bunun için, sermayeden ve sermayenin tüm ideolojik aygıtlarından bağımsız, özyönetimin bir parçası olmak adına, demokratik ve özerk eğitim kurumları için mücadele etmek ve bunun araçlarını yaratmak gerekmektedir. Tüm bu alan saptamalarından hareketle özgür insanın işi söz söylemek değil, eylemdir. Çünkü düşünmek eylemektir.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 39
Eğitim
Öğretmenin bir proleter olarak portresi Emeğinin metalaşması konusunda çoğunun kafası karışık olsa da öğretmenlerin ait olduğu sınıf gayet açık Bilal Yeşilöz Beverly Silver’ın Emeğin Gücü adlı kitabında “eğitim endüstrisi” adlı bölümdeki öğretmen tarifini okuyan her öğretmen, ait olduğu yer, sınıf, statü konusunda varsa kafa karışıklığının büyük bir kısmını giderebilir. Silver, “Öğretmenler proletaryadır. Öğretmenlerin pek çoğunun kendi üretim araçlarının sahibi olduğu yıllardan günümüze epey bir zaman geçti ve şimdi hayatta kalmak için kendi emeklerini (genellikle devlete) satmak zorundalar. Yine de sosyal bilimciler öğretmenleri çoğunlukla işçi statüsü içinde değerlendirmiyorlar. Bunun nedeni yaptıkları işin vasıflı olarak değerlendirilmesi ve/veya müfredat ve sınıfları üzerinde bir ölçüde de otonomileri olması ve/veya devlet memuru olmaları olabilir. Ayrıca her ne kadar devletler öğretmenlerin çalışma koşullarını ciddi biçimde etkileyen mali krizlere maruz kalsalar da, eğitim sistemi genellikle kâr amacı güden bir özellik göstermemektedir.” cümleleri ile biz öğretmenlere ait olduğumuz sınıfı net olarak gösterirken, üretim ilişkilerinin ve tarihin özneleri olma yönünde büyük gücümüz olduğunu vurguluyor. Ne var ki Silver’ın kitabını yazdığı 2003’ten bu yana, eğitim alanındaki piyasalaştırma ile özelleştirmenin inanılmaz artışı ve esnek çalışma koşullarının uygulanışı, Silver’ın eğitim sisteminin kâr amacı güden özelliği olmadığı konusundaki düşüncesini çürüttüğünü en azından Türkiye örneğinde söyleyebiliriz. Hizmet Ticareti Genel Anlaşması (GATS) ile hizmetler sektörünün değer üretilmeye ve piyasa koşullarına tabi olduğu yasalarla belirlenmiş olduğunu zaten biliyoruz.
Öğretmen ağır işçi
Yaşanan olumsuzluklar; özelleştirme, piyasalaştırma ve aynı emeğe farklı ücret uygulamasına dayalı politikalara, öğretmenlerin gösterdiği tepki yetersiz kalmıştır. Bütün bunlardan etkilenen ve Türkiye ölçeğinde kendini proleter olarak düşünen (sınıf bilincine sahip) öğretmenlerin sayısına bakarsak, Silver kadar iyimser olma-
Öğretmenler artık proleterlerden de proleter... İkinci işte çalışırken yaşamını kaybedenler bile var
yabiliriz. Nispeten daha iyi koşullara sahip olduğunu düşünen öğretmenlerin çoğunun, emeğinin metalaşması konusunda bir kafa karışıklığının olduğunu söylemek zor. Çoğu ağır işçi olan öğretmenlerin büyük çoğunluğu, vasıflı olduklarını ve yaptıkları işin kol gücüne dayalı emekle eşitlenemeyeceği görüşündeler ya da bu konuda bir fikirleri yok. Çok tatillerinin olması ve genellikle yarım gün çalışmaları yaptıkları işin rahat ve kolay olduğuna dair yaygın görüş de bu anlayışı desteklemektedir. Sendikalaşmayı, sınıf bilincine sahip olma yönünde bir adım olarak kabul edersek, durumun o kadar da kötü olmadığını söyleyebiliriz. 2006 verilerine göre 725 bin öğretmenden yaklaşık 345 bininin bir sendikaya üye olduğu görülüyor. Bu da öğretmenlerin sendikalaşma oranlarının yüzde 50’ye yakın olduğunu gösteriyor. Buna rağmen yasaların çıkmasına karşı tepkisizlik, sektördeki nitelik sorununu tartışma konusu yapıyor. Sendikalı öğretmenlerin üçte birinin Eğitim-Sen’li olması; Eğitim-Sen içinde aktif, örgütlü öğretmen sayısının çok fazla olmaması, Eğitim-Sen’li öğretmenlerin nitelik tartışmasını da gündeme getiriyor. Emeği parçalamaya yönelik esnek çalışma da, örgütlenme konusunda en büyük engellerden biridir; kadrolu öğretmenlerin dışındaki öğretmenler yasal olarak sendikalaşma hakkına sahip değiller. Sendikaların, zaman zaman ücret artışı ile ilgili başarıları, öğretmenlerin bilinçlerindeki sıçramadan çok küçük burjuva eğilimlerini doyurmaktadır. Zaten işçi
sınıfının tarihi bu tür hikayelerle doludur; çartizm, işçi aristokrasisi, refah devleti… Güvencesiz çalıştırılan özel ya da resmi eğitim kurumlarındaki öğretmenlerin, örgütlenme şansları olmadığı için emekleri daha çok sömürülmekte. Bu tür kurumları genellikle veliler finanse ettiği için okuttuğu öğrenci kadar patronu olan öğretmenler tedirgin olmaktadır. Öğretmenler halen elli kişilik sınıflarda ders işlerken, üç yüz bine yakın atanamamış öğretmen, hazır bekleyen bir emek ordusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Örgütlenmekte ve mücadele etmekte yetersiz kalan atanamayan öğretmenler yine de kurdukları platformla (AYÖP) seslerini bütün topluma, kamuoyuna duyurmaya çalışıyorlar ancak sendikaların ve sivil toplum kuruluşlarının sözde desteğinden başka yardım alamamaktadırlar.
Mesleki ve insani gelişim
Her ne kadar eski Milli Eğitim Bakanlarından Hüseyin Çelik “Ne iş yapıyorlar ki kahveye gitmekten başka!” dese de, o da şimdiki bakan Nimet Çubukçu da, yine eski bakanlardan Metin Bostancıoğlu’nun “Türk Milli Eğitimi amaçlarına ulaşmaktadır” tespitine katılacaktır. Bu bakımdan öğretmenlerin başarısız olduğunu kimse iddia edemez. Üstelik bu durum sisteme içeriden bakan bazı araştırmacıların yaptığı “Öğretmen Doyum Anketi” gibi istatistiklerde, öğretmenlerin mutsuz olduğu ispatlanmasına rağmen böyle. Öğretmenler, “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı, vatanını ve milletini seven” bireyler yetiştirme-
4
40 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
4nin yanı sıra, krizlerle kendini yenileyen piyasa koşullarını meşrulaştıran bireyler
yetiştirmektedir. Okullarda öğrendiği bilgi ve beceriler sayesinde birçok vatandaşın meslek sahibi olduğu, hayatının kolaylaştığı gerçeğini de kimse reddedemez! Eğitime içeriden bir bakışla yeni mezun öğretmenlerin kendilerini yetiştirdikleri söylenebilir. Mesleki gelişim açısından, akademi yeni programlara uyumlu bir eğitim-öğretim vermekte, Milli Eğitim Bakanlığı da hizmet içi eğitim kursları ile öğretmenlerini eğitim-öğretime hazırlamakta ancak okulların altyapıları tam olarak yeni müfredatlar ve programlara hazır değil. Kişisel gelişim açısından, akademi, yöneticiler ve müfettişler, öğretmenlere nasıl bir öğretmen olması gerektiği konusunda sürekli telkinlerde bulunmaktadırlar: Öğretmenlerden sosyal olmaları; velilerle, yö-
neticilerle ve işyerindeki diğer çalışanlarla iyi ilişkiler içinde olması; sinemaya, tiyatroya, konserlere gitmesi; okuması, yeni çıkan yayınları (kişisel gelişim ve mesleki gelişim kitapları ya da dergileri) takip etmesi bekleniyor. Dışarıdan bir bakışla (eleştirel pedagoji açısından) öğretmenlerin eleştirel bir anlayışı neredeyse hiç kazanamadığını iddia edebiliriz. Buna kanıt olarak bu anlayışı destekleyen yayınların (altı baskı yapmış olan Ezilenlerin Pedagojisi kitabını bunun dışında tutarsak) 800 binlik eğitim ordusu içinde bin iki bini bulamadığını gösterebiliriz; üstelik bu yayınları eğitimcilerin dışından satın alanlar olduğunu düşünürsek. Daha çok aksiyon romanları ve kişisel gelişim kitapları okuyan öğretmenler, kişisel gelişim kitaplarındaki resmi, yapay, iletişimci, empatik bir dilin (ben dili, etkin dinleme vs.) etkisi altındalar. Daha çok pazar-
lama teknolojilerinden ithal edilen bu dil, öğrenciye müşteri, öğretmene de hiç kızmayan bir varlık muamelesi yapıyor. “Mutsuz olmak için hiçbir sebebiniz yok, varlığınız size yeter” diyen “Sevgi” ve başka kişisel gelişim kitaplarının yazarı Leo Buscaglia’nın intiharı ise bizi çevreleyen gerçek dışı dünya için çarpıcı bir örnektir. Medyada, kitaplarda, filmlerde yıllarca bize başarı öyküleri anlatıldı; koşullar ne olursa olsun başarılı olan, sınıf atlayan portreler gösterildi bizlere. Fakir Baykurt’un romanlarında toplumun dışarıya açılan penceresi olan biz öğretmenler, Buscaglia ve onun gibilerinin sahip olduğu anlayışa değil de, başa dönersek, Silver gibilerine yüzümüzü dönmeliyiz; kim olduğumuzu, nerede durduğumuzu ve nasıl bakmamız gerektiğini düşünmek için.
Kürt çocukların kurtuluşu: Bugünden çok yarın Kürtlerin kendi hayatlarını kendilerinin kurması kararlılığına karşılık devlet “makbul olmayan çocuk”larını yemekte tereddüt göstermedi. TMY değişikliğine karşın sorun olduğu yerde duruyor Erhan Üstündağ Hükümet dört yıl boyunca cezaevinde ıslah etmeye kalktığı Kürt çocuklarına haklarını, en ufak bir pişmanlık belirtmeden, kısmen de olsa iade etti. Çocukları bilinçli olarak bir şiddet politikasının nesnesi kılması, çocukları koruma yükümlülüğünü bir kenara bırakarak onları açıkça hedef alması ve bunu tüm demokratik mekanizmaları yok sayarak yapması, hükümetin ideolojisi hakkında çok şey söylüyor. Bunun için başbakana teşekkür edelerle hükümetin Kürtleri yok sayan otoriter yaklaşımını eleştirenler arasındaki gerilimse sürüyor.
Değişiklik, bu kanunun ilgi alanına giren suçları işleyen çocukların da yetişkinlerle aynı şekilde yargılanmasını öngörüyordu. Kanun, savunma hakkını kısıtlıyor, cezaları ağırlaştırıyordu. Yani ceza kanununda zaten suç olarak tanımlanan eylemlerin yaptırımını daha da katmerli hale getiriyordu. Milletvekilleri de hükümet de ne yaptığının farkındaydı. Eylemlerde çocukların yer almasından rahatsızlardı ve bunu kesin olarak engellemek istiyorlardı. Onları kızdıran Kürt direnişinin değişen ve kitleselleşmeye yönelen yüzüydü.
Nereden nereye
Dönüm noktası 26 Mart 2006’da PKK’lilerin cenazeleri sırasında Diyarbakır’da başlayan ve dört gün boyunca bölge illerine yayılan eylemler oldu.
Terörle Mücadele Kanunu, Haziran 2006’da değişti. İktidarda Adalet ve Kalkınma Partisi vardı. Adalet Bakanı Cemil Çiçek’ti.
Çocuklar hedefte
Her gün kolluk güçlerinin eylemcilere yönelttiği şiddet ertesi gün yeni bir eylem olarak döndü. Bilanço ağırdı, altısı çocuk on kişi öldürüldü. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “kadın da olsa çocuk da olsa…” diye başlayan cümleyi o arada kurdu. Kanun değişikliği olayların üzerine geldi. Bundan sonra her eylemde gözaltına alınan, mahkemeye taşınan çocuklar artan oranda cezaevine gönderilmeye, uzun hapis cezaları almaya başladı. Çocuklar için öngörülen hapis cezasına alternatif yaptırımlar onlar için geçerli değildi. Avukatlarıyla görüştürülmeden sorgulanabiliyor, yargılama sırasında ceza ehliyetlerinin bulunup bulunmadığı araştırılmıyordu. Sorun çocukların gözaltına alınmasıyla başlıyordu. Eylemi dağıtan kolluktan şiddet görüyorlardı. Gözaltındayken şiddet görüyorlardı. Tutuklu yargılanabiliyorlar, okuldan ve ailelerinden uzak kalıyorlar, sonunda da uzun bir süreliğine cezaevine gönderilebiliyorlardı.
Kampanya başlıyor
Çocukların durumu ilk kez 2008 sonlarında bir grup hak savunucusunun davaları izle-
meye başlamasıyla gündeme geldi. Bölgedekiler bir ölçüde daha duyarlıydı ama aslında kimsenin olayın gerçek boyutuyla ilgili bir fikri yoktu. Kısa zamanda örgütlenildi. Hak savunucularının örgütlediği kampanya başlarında ikiye bölündü. Bir grup örgütlerin birlikteliği üzerinden hareket etmeyi amaçlarken, İstanbul merkezli bir diğer kampanya “her fikirden insanı, hiyerarşisiz biçimde, sadece çocuklar için” buluşturmak üzere yola çıktı. Yaygınlık kazanan ikincisi oldu. Altı bin kişinin imzasıyla başlayan girişimin ilk tartışması Kürt sorunuyla çocukların durumu arasındaki açık bağlantıyı kurup kurmamak üzerineydi. Birinci fikri savunan bazıları ayrılırken grupta ikinci yönelim hakim oldu. Kampanya esas etkinliğini medyada gösterdi. Haberlerin yanı sıra Kürt sorununa ilgi göstermeyip Kürt çocuklarının haklarını savunmaya girişen köşe yazarları sayesinde de sorun gündemde tutuldu. Öte yandan çocukların hakkını savunacağım derken haklarını ihlal edenler çoktu. “Taş atan çocuklar” klişesi böyle türetildi ve
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 41
Kültür yerleşti. Meselenin arka planını aydınlatmaya girişenler sınırlı sayıda kaldı. Çözümün nasıl olacağında da fikir birliği yoktu. Öne çıkan öneri TMK’nin eski haline döndürülmesi için hükümet üzerinde baskı kurmak oldu. Hükümet üyeleri de dahil hiçbir parti varolan düzenlemeyi savunmuyordu ama harekete geçmekte de tereddüt gösteriyorlardı. PKK saldırıları çocukların uğradığı hak ihlalini telafi etmemenin bahanesi olarak gösteriliyordu. Sonunda beklenen değişiklik 2010 ortasında geldi. TMK değiştirildi ve çocuklar belli şartlarla kanun kapsamından çıkarıldı. Değişikliğin ardından çocukların dosyaları tek tek ele alınarak büyük bir kısmı tahliye edildi. Diğerleriyse diğer kanunlarla suçlandıkları ya da bürokratik işlemler nedeniyle hala cezaevinde.
Kültür endüstrisi ve kapitalizm
Sonuç
Kampanya kendini feshederken öne çıkan isimlerden Lale Mansur ve Mehmet Uçum’un başbakana teşekkür etmeye gitmesi, bu görüşmede de tüm grubun adını kullanarak referandumda “evet” diyeceklerini söylemesi ve politik bir tavır alması tepki gördü. Başından beri kampanyayı kurmaya çalışan Mehmet Atak’ın Hürriyet’e verdiği röportajda “Çocukları kurtaran adam” diye sunulması her şeyin üzerine tuz biber ekti. Hükümet çocukları PKK’ye karşı rehin almaya kalkışırken, bir grup aktivistin de kampanyaya imza atan isimleri kendi görüşleri için rehin aldığı konuşuldu. Dört yıl boyunca sayıları tam bilinemese de birkaç bin çocuğun mağdur olduğu tahmin ediliyor. Şimdi, serbest kalan çocukların rehabilitasyonu için özellikle bölgedeki hak kuruluşları ve çocukların ailelerince bir çaba örgütleniyor. Öte yandan eylemlerde hala çocukların gözaltına alınması ve tutuklanması, yapılan değişikliğin çok sınırlı kalacağını söyleyen hak savunucularının endişelerinin geçerli olduğunu gösteriyor. Cemil Çiçek’se Adalet Bakanlığı’ndan başbakan yardımcılığına terfi etti.
ABD’li sanatçı Andy Warhol, taklidi yücelterek kitlesel tüketim nesnelerini popüler sanat ürünlerine dönüştürdü
Kültür endüstrisi, taklit sanayisidir. Burada yaratıcılık yerine pazar ve meta kavramları devreye girer Çetin Veysal “Hiçbir kötülük, kötülük olarak tarif edilmekle düzeltilememiştir.”
Theodor W. Adorno Kültür endüstrisi kavramı, öncelikle, “Frankfurt Okulu”nun kurucularından olan Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno’nun “Aydınlanmanın Diyalektiği” adlı ortak çalışmalarında tartışılmıştır. Frankfurt Okulu, sorunların temeline, “var olanın eleştirisini” yerleştirir. Var olanın eleştirisinden hareket ederek, şimdi ve burada olanın, hakiki olmayanın, eksik, yanlış ve kötü yanlarının eleştirilmesi; böylelikle de hakiki, doğru ve iyi olanın tartışmaya açılmasını sağlar. Bu yaklaşım, şimdi ve burada olanı, yalnızca maddi varlık olarak ele almadığından, şimdi ve bu-
rada dile gelen düşünce ve kuramlara da yönelir. Bu nedenle kendi dışında kalan dünyaya eleştirel yaklaşırken, diğer taraftan kendilerini de eleştirinin nesnesi kılarlar. Bu etkinliği, Horkheimer “bambaşka olana özlem”; Adorno ise “negatif diyalektik” olarak tanımlar. Horkheimer ve Adorno, kültür endüstrisiyle var olan toplumsal bütünü hedef alıp, kapitalizmin eleştirisine odaklanırlar. Bunu yaparken de Marx’ı temel alırlar. Marx, kapitalizmi, özel mülkiyet hukuku ve ilişkilerinin yaşama egemen olduğu, toplumun küçük bir kesiminin var olan tüm zenginliklerin büyük bölümünü ele geçirmiş olmasıyla; politik ve hukuksal kurumları da kendi yönetimi ve denetimi altına alarak şekillendirdiği bir bütün olarak tarifler. Kapitalist toplumda zenginlik ve zenginler, emek sö-
mürüsü aracılığıyla zenginliğe, dolayısıyla da egemenliğe ve iktidara ulaşmaktadırlar. Bu bağlamda, “kültür endüstrisi” ifadesinin, kültür ve endüstri kavramlarına vurgu yaptığı açıktır. Ancak burada kültürün anlamı “endüstri” kavramıyla olumsuz bir içeriğe taşınmaktadır. Bu olumsuzluk nereden gelmektedir? Ne oluyor da kültür, endüstriye dönüştüğünde kendi içeriğini dışlamaktadır? Bu sorular ve bunlara verilecek yanıtlar üzerinde durulmalıdır.
Kültür ve insan
Kültür, insanların yaratmış oldukları değerleri ve insana özgü etkinlikleri ifade eder. Burada, yaratılan olguların insan yaşamının belirleyenleri olduğu görülür. Bu belirleyenler, insanın kendi elleriyle kurduğu uygarlığa katkıda bulunan faaliyetlerdir. Demek ki kültür, insanın özgün yaratılarını ifade eder. Özgünlük ise, bir insan ya da bir grup insan tarafından yaratılan ve daha önce aynısı olmayan yeni türden yaratılara işaret eder. Sorun da buradadır. Endüstri
4
42 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
4ya da sanayi aracılığıyla kültür, özgün yaratılar olmaktan çıka-
rak, taklide, geliştirmeyen içeriksiz öykünmeye, edilgin bir seyirciliğin dikte edilene katılımına; nihayet özne, birey ve kişi olmaktan çıkarılmaya dönüşür. Böylesi bir durum, özgür iradesiyle hareket eden; etkin, yaratıcı, özgün ve tercihleri olan insanın, kendiliğinden bir nesneye dönüşmesini anlatır. O halde, kültür endüstrisi ile ortaya çıkan ilişkiler, insanın zaten var olan yabancılaşmasını artırmaya, onu nesneleştirmeye, totaliter yönlendirmenin egemenliğini güçlendirmeye yarar. Demek ki basmakalıp, dogmatik, tekrar eden düşünce ve eylem, insanı kendisi olmaktan alıkoymaktadır. Bu anlamda kültür, sanayi ürünü olarak, bir kalıba dökülür. Bu kalıp, sonsuz sayıda benzer metayı “ürün” olarak pazara sunar. Burada sanayi, kalıbı oluşturan kendinin aynını üretendir. Sanayiye sahip olan ise sermayedir. Sanayiye sahip olan sermaye, tüm yaşam alanları için kalıplar döker. Bu kalıplardan çıkan metalar, pazara, insanın gereksinimlerini karşılamak üzere tüketime sunulur. Bu tüketim, sermaye bağlamında nelerin insan ve toplum için gereksinim ya da gereklilik olduğunu, sermayenin tüketim biçimine göre belirler. Böylelikle, sermayenin belirlediği unsurlar, bir bütüne, totaliteye ilişkin hâle gelir. Bütünü kapsar ve bu nedenle totaliterdir. Totaliter olan baskıcıdır. Bu baskı da, onun her şeyi kalıba dökmesi, benzerlerini çoğaltmasından kaynaklanmaktadır. Aynıyı kabul etmek zorunda bırakmak, taklidi genelleştirmek, istediği gibi şekillendirmek, şiddetin bir başka hâlidir. Kültür ürünleri, kültür endüstrisi sürecine girer girmez, özgün tasarımlar olmaktan çıkarak taklide dönüşürler. Kültür endüstrisi, taklit sanayisidir. Burada yaratıcılık yerine pazar ve meta kavramları devreye girer. Yalnızca pazar ve meta değil, insanın düşünce ve eylemi de taklide yönelir ve totaliter yönetimin dikte ettiklerine boyun eğmek zorunda bırakılır. Günümüzde ise kültür endüs-
trisi, kapitalist sosyoekonomik sistemin gereksinimlerini karşılamaya yönelik olarak düzenlenmektedir. Her egemen dizge, kendi bütünlüğünü koruyup sürdürmeyi amaçlayarak kurumlaşır. Kapitalizm de böyle yapmaktadır. Kapitalist sistem, sermayenin kâr ve daha çok üretim amacıyla, toplumu her alanda düzenleyen ilişkiler ağını üretir.
Kültür endüstrisinin tarihsel kökenleri
Kültür endüstrisinin tarihsel kökenlerine bakıldığında, hem Antik Roma’da hem de Orta Çağ ve sonrasında kültür endüstrisinin ilk örnekleri olan ve insanın gelişimine doğrudan katkısı bulunmayan; hatta onları edilgenleştiren yönleriyle öne çıkan oyalayıcı eğlence, sihirbazlık ve oyunlar, dönemin egemenlerince kitleleri eğlendirmeye ve eğlendirirken de uyuşturmaya yarayan bir işlev kazanır. Eğlence, kitlelerin edilgenleşmelerinin önemli bir aracı olarak ortaya çıkar. Burada, asıl insani etkinlik olarak tanınan sanat ve felsefe de artık bir eğlence, içeriği bozulmuş “boş zaman” faaliyetine dönüşür. Boş zaman, çalışan bireyin dinlenmek amacıyla kendine ayırdığı zaman olarak tarif edilir. Oysa “boş zaman”, insanların yeniden üretime katılmalarını sağlayacak dinlenme ve eğlence olarak değil; kendi bireysel yeti ve gelişmelerine, kendini gerçekleştirme sürecine vurgu yapar. Boetié’ye göre, söz konusu etkinliklere katılarak, kitleler efemine kılınmakta, iradeleri törpülenmekte, boyun eğmeye kendiliğinden katılmaktalar ve böylelikle kendi yaşamları hakkında koymaları gereken iradeyi iktidarlara bırakmayı, gönüllü kulluğu benimsemektedirler. Bu gönüllü kulluklarıyla, kitleler baskı ve şiddete gereksinim duyulmadan yönetilebilmekte; böylece, yoksulluk ve yoksunluk kitlenin tinine sindirilerek içselleştirilmektedir. Kültür endüstrisi, egemenlerin iktidarlarını sürdürmelerini sağlamaya ve yönetilenlerin iktidara karşı gelememelerine; onları, somut gerçeklik ve sorunlardan uzak-
laştırarak duyarsızlaşmaya itmektedir. Kültür endüstrisinin modern medya vasıtasıyla görsel, yazılı ve işitsel uyaranları harekete geçirerek; kitleleri toplum yaşamının politik, toplumsal, ekonomik ve kültürel alanlarında istedikleri yönde düşündürüp eyleme geçirdiği görülmektedir. İktidarların ürünü olan tüm kültür metaları, egemenlerin talepleri uyarınca üretilmekte; tüm yaşamımız kültür endüstrisinin denetiminden geçmektedir. Kültür endüstrisi tarafından ortaya konan etkinlikler ve bunların sonuçları; egemenlik ilişkilerinin pekiştirilmesine hizmet edecek şekilde, iktidar ve onun baskısını ortaya koyar. Kitlelere, söz konusu yaratımların taklitlerini sunarak, bu çoğaltılmış taklitler aracılığıyla onları uyarıp, bu yolda yönlendirerek, kitlelere bu taklitleri içselleştirmelerinin yolunu açar. Böylelikle kitleler, egemen yapıya bağlanır.
Kültür endüstrisi, dezenformasyon ve bilim
Kültür endüstrisi, politik alanda olduğu gibi, toplumsal ve kültürel alanlarda da dezenformasyon çıktılarıyla kitle kültürünü yaratıp yönlendirmede önemli bir işleve sahiptir. Kültür endüstrisi, yanıltmaca ve yalana dayalıdır. Dezenformasyon aracılığıyla gerçekler saklanır ve kitleler istendik bilgilerle istendik tarzda düşündürülüp eyleme geçirilir. Kültür endüstrisinde en tipik düşünme ve eylem modeli, kapitalizmin çelişkilerinin gözden ırak tutulmasıdır. Ne zaman kapitalizmden ve onun egemenliğinden söz edilse, kapitalizmin yarattığı hastalıklar yokmuş gibi davranılır; gözler başka yere çevrilir, kulaklar duymaz, dil söylemez olur. Kültür endüstrisinin kitleleri duyarsızlaştırması, diğer tüm bilim alanlarının da üretim ve pazarın hizmetine sunulmuş olmasıyla desteklenir. Belki, bugün bilimin önündeki en önemli görev kapitalizmin gizlediklerini ortaya çıkarmaktır. Kapitalizmin, iktidarların büyük sermaye gruplarınca yönetilip yönlendirildiği, demokra-
sinin yalnızca egemenlere özgü olduğu; eşitlik, adalet ve özgürlüğün egemen güçlere, yani yönetimi elinde bulunduran sermayedarların ve onlar adına hükümet edenlere ait olduğunun bilinmesi gerekir. Yönetilen kitlelerin ise, devletin baskı ve ideolojik aygıtları aracılığıyla olduğu kadar, kültür endüstrisi aracılığıyla da denetim altında tutularak; yalnızca egemen iradelerin dikte ettiklerine uyduğu-uydurulduğu, yoksulluk ve yoksunluğun kader diye bilinmesinin sağlandığı, hak aramanın olanaksızlığına inandırıldığı, varlığını sürdürmek ve “sözde” insan olarak yaşamanın ancak olanaklı olduğu bilinçlere kazınmaktadır. Kültür endüstrisi, kapitalizmin temelleri olan miras hukuku, özel mülkiyet ve egemenliğin meşruluğunu özgürlük, adalet ve eşitlik adına kitlelere yayar; onları hakikatten uzaklaştırır, var olan eşitsizlik ve adaletsizliği olağan kılar, insani olmayana uyumu olağanlaştırır. Tüm alanları kuşatarak hakiki özne olmanın ortadan kaldırıldığını bilen ama hakiki özne olmanın bedelini de göze alamayan birey ve kitleler, sermayenin dikte ettiği yaşam biçimini onaylamaktan başka yol da bulamadıklarından; denetlenen yaşamlarında, boşlukta amaçsızca dolaşan nesnelere dönüşürler. Böylece, kitlelere sermayenin hukuk, ahlak, politika ve kültürünün tek gerçek ve doğru olduğu anlatılır. Egemen sistemin güdümündeki birey, nesneleşip şeyleşerek özne olmaktan çıkar. İnsan olarak insan değil, pazar ve üretimin aracı olarak insan, söz konusudur. Her şey pazara endekslenir. Var olmak, iktidara, yani egemenliğe katılana özgüdür. Özetle, insanın yaratıcı bir varlık olmaktan çıkarak üretimin bir parçası olması, tek tipleşmesi, yaratıcılığının törpülenmesi, kapitalizm ve ona eklemlenmiş kültür endüstrisinin sonucudur. Taklitçilik ve “taklidi mutlak olarak sunmak” özgünleşme ve yaratılardan yabancılaşarak “-mış” gibi yaparak yaşamak zorunda kalan insanı yaratır kapitalizm.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 43
Tarihimizden
70. yılında Troçki cinayetinin arkaplanı
Troçki 1931’de , SSCB’de çalışma masasında ABD Komünistler Birliği’nin yayın organı The Militant’ı okurken
20 Ağustos bir ölüm yıldönümünden çok, teorik ve tarihsel bir senkronizasyon kaynağı olabilirse, devrimci mücadele için daha anlamlı bir içerik kazanır Ersen Olgaç Yirminci yüzyılın özellikle 1930-40 dönemi karanlıklar ve karşı-devrimler çağıdır. Önce Almanya’da faşizmin iktidara gelmesi, Fransa’da Halk Cephesi’nin iflası, İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçiler’in yenilgisi, yeni bir emperyalist dünya savaşının başlaması, Sovyet-Nazi paktı, faşizmin Sovyetler’e saldırısı ve nihayet 20 Ağustos 1940’da Lenin’le birlikte Ekim Devrimi’nin mimarı olan Troçki’nin katledilmesi ile yirminci yüzyılın geceyarısı diyebileceğimiz dönem noktalanır. Politik yaşamının sadece 12 yılında özgür yaşayan ve geri kalan kısmını ya hapislerde, ya da sürgünlerde geçiren Troçki’nin Stalin’in bir celladı tarafından
70 yıl önce katledilmesinden sonra kalan teorik ve politik mirasın sahiplenilmesi uğruna bitmeyen bir yarışma ve kapışma hala sürmektedir. Bu türden bir paylaşım kaygısından uzak olarak, Troçki’nin yaşam ve mücadelesinin devrimci Marksizm için taşıdığı anlam ve katkıların bilince çıkarılmasına duyulan gereksinim inkar edilemez. 1917 Ekim Devrimi’nin ertesinde başta devrimin en azılı düşmanı İngiltere olmak üzere tüm kapitalist batı 1923’lere kadar Sovyet iktidarını Lenin’in ve Troçki’nin rejimi olarak adlandırmıştı. Tüm karşı devrimci yazılar, karikatürler, anti-komünist kampanyalarda hedef LeninTroçki iktidarı ve onun yıkılmasıydı. Bu iki devrimcinin adlarıyla eşleştirilen Ekim Devrimi’nin tarihsel arka planında ise, Lenin’le Troçki farklı mevzilerde duruyorlardı.
Asgari ve azami program
Yüzyılın başında BolşevikMenşevik ayrışmasında en başta örgüt konusundaki farklılıklardan dolayı yolları ayrılan Lenin ve Troçki Ekim Devrimi’nin arifesinde birleştiler. Onları birleştiren eski ayrılıkların Lenin’in
Nisan Tezleri sayesinde ortadan kalkmış olması ve sosyalist devrimin gündemin başına oturmasıydı. Oysa 1905’de Lenin partinin asgari programının gereği olarak işçilerin ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü altında önce bir demokratik devrim projesi ile Rusya’nın gerilikten sıyrılarak, sosyalist bir devrim için olgun hale gelmesini savunuyordu. 1905 devrimine aktif olarak katılan ve Petrograd Sovyeti’nin başkanlığına getirilen Troçki ise, Rus devriminin izlemesi gereken yol hakkında başka bir önseziyle hareket ediyordu. Lenin’le işçi sınıfının önderliği konusunda aynı şekilde düşünüyordu, ancak bağımsız bir sınıf olmayan köylülük ancak işçi sınıfını destekleyebilir, devletin sınıf karakterine damgasını vuramazdı. Tarih işçilerin ve köylülerin demokratik diktatörlüğü diye bir devlet biçimi tanımıyordu. Üretici güçlerin gelişme düzeyinden bağımsız olarak geri bir ülkede politik olarak gelişmiş işçi sınıfı köylülüğün desteğiyle iktidarı ele geçirebilir ve demokratik devrimle kaprisli bir kucaklaşma içinde sosyalist devrimin görevlerine soyunabilir-
di. Ulusal planda başlayan bu devrim, uluslararası plana sıçrayarak bir dünya devrimine doğru yürümek zorundaydı. Devrimi asgari ve azami program diye iki ayrı aşama olarak düşünmek, iktidarı ele alacak olan devrimci sınıfın önüne barikat çekmek demekti. Troçki’nin sürekli devrim ve kimi devrimci Marksistlerin kesintisiz devrim adını verdikleri teorinin özü buydu. 1917 baharına gelindiğinde Lenin, Rusya’yı ancak bir işçi iktidarının kurtarabileceği konusundaki yeni açılımı gündeme getirdiğinde, Troçki ile arasındaki ayrılığın da sona erdiğini belki bilmiyordu, ama Bolşevik partisinin eski asgari/azami program anlayışıyla yetişmiş yönetici kadrosuyla tam bir çelişki içine düştüğünü görüyordu. Troçki’nin Bolşeviklere katılmasıyla örgüt konusundaki ayrılık da tarihe gömülmüştü. Ernest Mandel bu yeni durumu şu veciz ifadeyle dile getirir: “Devrimin perspektifi konusunda Lenin Troçkist, örgüt konusunda da Troçki Leninist olmuştu.” Ekim devriminin akabinde dünya devrimi hedefi için kurulan 3. Enternasyonal’in ilk dört kongresinin aldığı bir dizi kararlar arasında eski asgari/azami program anlayışını tarihin çöplüğüne havale eden şu devrimci yeni perspektif ibret vericidir: “Komünist partileri bu mücadelede kapitalizmin sallantıdaki yapısını güçlendirmeye ve düzeltmeye yönelik bir asgari program ileri sürmezler… Reformistlerin ve merkezcilerin asgari programlarının yerine, Komünist Enternasyonal, proletaryanın somut gereksinmeleri için mücadeleyi; bir bütün olarak alındıklarında burjuvazinin iktidarını parçalayan, proletaryayı örgütlendiren ve proletarya diktatörlüğü için mücadelenin adımlarını oluşturan bir talepler sistemini koyar.” (12 Temmuz 1921’de Komintern Kongresinde kabul edilen Taktikler Üzerine Tezler’den) Çok değil, bu karardan birkaç yıl sonra 1925 Çin devrimi sırasında Stalin bu kararı bir kenara atarak, Rus sosyal demokrasisinin yüzyılın başındaki asga-
4
44 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
4ri program anlayışına geri dönerek, Çin Komünist Partisi’ni burjuva devrimini tamamlamak adı altında Guomindang’la (Çin Milli Halk Partisi), yani burjuvaziyle sınıf işbirliğine zorlayacaktır.
Bürokrasiye karşı sol muhalefet
Lenin’in bürokrasiye karşı başlattığı ancak sağlık nedenleriyle sürdüremediği mücadeleyi, aralarında Troçki, Rakovski, Muralov, Antonov-Ovseenko, Radek, Piyatakov, Sosnovski, Preobrajenski gibi, devrim ve iç savaşın en önde gelen 46 Bolşevik’inin kurduğu Sol Muhalefet üstlendi. Sol Muhalefetin başlıca istemleri, partide tartışma özgürlüğünün arttırılması, parti merkezinden alt parti organlarına atamalar yapılmasının durdurulması, işçi sınıfının güçlü bir toplumsal etken haline gelmesi ve sanayinin hızla geliştirilmesiydi. Sol Muhalefetin bu taleplerine yanıt, Troçki’ye karşı Lenin’le olan eski görüş ayrılıklarının silah olarak kullanılmaya başlanması ve Stalin, Kamenev ve Zinovyev triumvirası tarafından hayali bir “Troçkizm” kavramı icat edilmesi oldu. Oysa ki, Troçki’nin o tarihlerden başlayarak tüm muhalefet yılları boyunca yaptığı, Lenin’le birlikte gerçekleştirdikleri Ekim devriminin ve Komintern’nin ilk dört kongresinin teorik ve pratik kazanımlarını savunmak olmuştur. “Komünist Enternasyonal, proletaryanın somut gereksinmeleri için
mücadeleyi; bir bütün olarak alındıklarında burjuvazinin iktidarını parçalayan, proletaryayı örgütlendiren ve proletarya diktatörlüğü için mücadelenin adımlarını oluşturan bir talepler sistemini koyar” anlayışı, Troçki’nin daha ileriki yıllarda gündeme getirdiği Geçiş Programı’nın teorik arka planını oluşturur.
Birleşik işçi cephesi
1925-27 yılları partiye egemen olan Stalin-Buharin çizgisine karşı, Birleşik Sol Muhalefet’in partiyi reforme etmek için parti içi demokrasi, sanayileşme ve ‘tek ülkede sosyalizm’ konularındaki mücadeleleri sayesinde önder kadrolar üzerinde önemli bir etki sağlanmasına rağmen, bürokratik yöntemlerle muhalefetin partiden püskürtülmesi süreci başlar. Troçki partiden atılmasına ve İstanbul, Büyükada’ya sürgüne gönderilmesine rağmen, Uluslararası Sol Muhalefeti kurarak mücadelesini sürdürürken, hala reformlar yoluyla partinin ıslah edilebileceği umudunu taşır. Bu umut Almanya’da faşizmin bir iç savaş yaşanmadan, Komintern’nin en büyük seksiyonu olan Alman Komünist Partisi hiçbir direnme göstermeden iktidara gelmesiyle sona erdi. Troçki’nin faşizm konusundaki yazıları, geçerliliği sadece acı deneylerle kanıtlanan o döneme özgü devrimci taktiklerle sınırlı olmayıp, aynı zamanda burjuva devleti, bonapartizm ve faşizmin karakterine
Bir Sovyet ikonu: Devrimci şövalye Troçki karşı devrim canavarını yok ediyor
ilişkin teorik katkılardı. Troçki, Komintern’nin sekter “Üçüncü Dönem” saldırı politikasına, işçi sınıfının birleşik cephesi önerisiyle yanıt vererek, “biz proletaryayı saldırıya geçmeye değil, aktif bir savunma uygulamaya çağırıyoruz… ancak, savunma ile sınırlı kalmayıp ilk fırsatta saldırıya geçmeye kararlı olan kimse kendini savunabilir” diyordu. Komintern’nin 1935’teki son ve ölüm kongresi diyebileceğimiz 7. Kongresinde, bu kez yeni bir dönüş yapılarak, faşizmin iktidara gelmesini kolaylaştıran sekter ‘Üçüncü Dönem’in yerini Halk Cephesi politikası aldı. Bu yeni sağ yöneliş, barışı ve demokrasiyi korumaktan yana olduğunu iddia ettiği bir dizi “demokrat” kapitalist ülkeye ve tek tek ülkelerdeki “anti-faşist” burjuvaziye cephe çağrısı yaparak, devrimi ve sınıf çizgisini gündemden çıkaran ve mevcut emperyalist statükoyu korumaktan başka bir anlam taşımayan reformist bir politikayı temsil ediyordu. Halk Cephesi politikasının en büyük kurbanı, Komintern'in direktifiyle "iki devrim" teorisinin arkasına gizlenerek, devrimi demokratik Cumhuriyet'in korunmasıyla sınırlı tutan anlayışa karşı Troçki, faşizmin arifesinde Alman komünistleri ve işçilerini sekter Üçüncü Dönem politikasına karşı uyardığı gibi bu kez de İspanyol devrimcilerini sağ Halk Cephesi politikasına karşı uyarıyordu: "Sizlere İspanyol komünistlerine büyük devrimci sorumluluk düşmektedir. Zayıflıklarınıza gözlerinizi kapamayın, hayallere kapılmayın. Devrim laflara bakmaz. O her şeyi dener; daha doğrusu her şeyi kanla dener. Sadece proletarya diktatörlüğü burjuvazinin düzenini yıkabilir. Daha 'basit', daha 'ekonomik', güçlerinize daha uygun bir 'ara' devrim yoktur, olmayacaktır ve olabilemez de. Tarih herhangi bir geçiş diktatörlüğü, bir ikinci sınıf diktatörlük, bir tenzilatlı diktatörlük icat etmeyecektir. Kim size böyle bir diktatörlükten bahsediyorsa yalan söylüyordur. Hazırlıklarınızı proletarya diktatörlüğü için yapın; yorulmadan, inatla, ciddiyetle hazırlanın." (Trotsky, Spanish Revolution, s.127-28)
4. Enternasyonal
Alman proletaryasının yenilgisi ve bu yenilginin muhasebesinden yola çıkan Troçki, Komintern’nin dejenerasyonunun artık reformla düzeltilemeyecek boyutlara ulaşarak, onun devrimci bir güç olarak tükendiği ve yeni bir enternasyonalin kurulmasının uluslararası işçi sınıfının en acil gereksinmesi olduğu sonucuna vardı. Üçüncü Enternasyonal’in milyonlarca üyesinin olduğu bir dönemde yeni bir enternasyonalin inşası pek kolay görünmüyordu. İlkesel ayrışma döneminden örgütsel yapılanış dönemine geçişte, tecritten kurtulmak, bir dizi ittifakları ve diğer muhalif komünistlerle rekompozisyon gerektiriyordu. Troçki’nin 1933’den 38’e kadar hayatının en önemli gö-revi olarak gördüğü bu yeni enternasyonalin inşasındaki şu özlemi, ne yazık ki 4.Enternasyonal’in gerek kuruluşunda ve gerekse tarihinde yerini bulamayacaktır: “Dördüncü Enternasyonal sadece Bolşevik-Leninistlerden oluşmayacaktır… Bolşevik-Leninistler kendilerini, inşa halinde olan enternasyonalin bir fraksiyonu olarak görmektedir ve gerçek devrimci öteki fraksiyonlarla el ele çalışmaya tamamen hazırdırlar.” (Leon Trotsky, Writings, 1936-37, s.151) Troçki, yaklaşan emperyalist savaşın bilincinde olarak 4. Enternasyonal’i derhal inşa etme konusundaki aciliyetin nedenini, emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürerek Avrupa’da sosyalist devrime ve Sovyetler’de de Stalinist bürokrasiye karşı politik devrime önderlik oluşturmak olarak açıklıyordu. Stalinist bürokrasi de bunun bilincinde olmalı ki, Sovyetler Birliği içinde potansiyel tehlike oluşturabilecek Bolşevik kadroları katlederken, tüm dünyada “antiTroçkist” sürek avına başlanacaktı. Bir ülkeyi barış zamanında baskı ve terörle yönetmek, savaş zamanında olduğundan daha kolaydır. Savaş sadece ülkeler arası silahlı boğuşma değil, sonuçları zafer ya da yenilgiye bağlı olan kriz demektir. Stalinist bürokrasi de Bolşevik partisinin tarihinden bu konuda gerekli dersleri çıkarmıştı. "Yirmi yıl kadar önce sürgündeki bir
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 45
Kültür başka mülteci, bir avuç taraftarını yönetmek için Rusya'ya dönmüştü ve altı ay içinde iktidarı ele geçirdiler."(Adam B. Ulam, The History of Soviet Foreign Policy, s.244) Böyle bir sonucu engelleyebilmek için 20 Ağustos 1940’da Almanya’nın Sovyetlere saldırısından dokuz ay önce bürokrasinin baltası en büyük “düşman”ın başına inecekti. Troçki’nin arkasında bıraktığı örgütsel gelenek özellikle savaş sonrasında bölünmeler yaşayarak, 68 isyanında önemli bir güç ve taze kan kazanarak, arkadan bir dizi yeni ayrışma ve bölünmelerle bugünlere geldi. Dünya üzerinde en az bir düzine örgüt, grup ve eğilim bu geleneğin paylaşımı için yarış içindeler. Bu gelenekten gelen ama tarihsel ve teorik olarak olaya paylaşım perspektifinden bakmayan Daniel Ben Said’in değerlendirmesi öğreticidir: “Troçkist sıfatını Stalinistlerle mücadelemizde kabullendik; ne var ki ondan nörotik bir kimlik inşa etmeye teşebbüs etmedik; öte yandan bu mirasın önemini küçümsemeye de kalkışmadık. Genel olarak bu tür etiketlemelere eşlik eden basitleştirmeleri daima reddettik. İndirgemeci ortodoksluğa her zaman karşı çıktık. Her ne kadar Troçki’nin katkılarına büyük değer verdikse de, politik eğitimimiz daima işçi sınıfı hareketinin çoğulcu hafıza ve kültüründen beslenmeye çalışmıştır. Bunun içinde Rosa Luxemburg, Gramsci, Mariategui ve Blanqui kadar, Labriola ve Sorel de, kısacası Ernst Bloch’un ‘Marksizmin ılık akıntısı’ dediği birikimin tümü vardır.” Sosyalizmin 20. yüzyıldaki serüvenini anlamayan ve gerekli dersleri çıkarmayan bir sosyalizm projesi yaşananları tekrarlama potansiyeli ile malul kalmaya mahkûmdur. 20 Ağustos bir ölüm yıldönümünden çok, teorik ve tarihsel bir senkronizasyon kaynağı olabilirse, devrimci mücadele için daha anlamlı bir içerik kazanır. Unutmayalım ki, “Tarihi Bilmeyen Çocuk Kalır!”
12 (Eylül)+12 (Eylül) =24 (Ocak) 12 Eylül sonrası dönem her şeyden önce toplumda aydınlar alanında bir dönüşümün damgasını taşıyor.neoliberal dönemin ilk kuşak organik aydınları bu dönemde eski Marksistlerden devşirildi
Hürriyet, eski yayın yönetmeni Özkök devşirmeliğin sefasını sürerken Beyaz Türkleri Kürtlere karşı kışkırtıyor
Ali Rıza Tura 12 Eylül darbesini Türkiye solunun bütünü açısından dönüm noktası kılan, tarihi boyunca aldığı tek kitlesel yenilgi olmasıdır. Altmışlı yılların ikinci yarısından itibaren emekçi sınıfların mücadele dinamiği zemininde öne çıkan ve yetmişli yıllar boyunca küçümsenemeyecek bir kitlesel güç haline gelen Türkiye sol hareketi 12 Mart darbesini izleyen iki üç yıllık kısmi yenilgi süreci bir kenara bırakılırsa tarihinin ilk ve tek kitlesel yenilgisini 12 Eylül diktatörlüğü sürecinde yaşamış oldu. Bunun dolaysız bir anlamı şu: Yenilgi sonrası dönemde yenilgi koşullarında varlığını sürdürebilme, kendini yeni koşullara uygun olarak yeniden inşa edebilme geleneğinden, bilgi ve deneyiminden yoksun bir hareket için 12 Eylül yenilgisi bir yıkımın eşiğine getirmiş oldu Türkiye solunu. İkincisi 12 Eylül Türkiye solu için sadece deneyim ve gelenek yoksunluğu bakımından değil teorik ve moral olarak da donanımsız olduğu bir yenilgiydi. Moral olarak: 80 öncesinde Nazım’ı
bilirdik: “Güneşin zaptının yakın” olduğunu sandığımız yıllarda “ölenlerin matemini tutmaya” bile zamanımız yoktu. Kayıplarımızı bir yas etiğinin içinden geçerek sahiplenmek yerine efsaneleştirmeyi öğrenmiştik 12 Mart’ta. Eski Marksist Hilmi Yavuz’un 12 Eylülün hemen sonrasında yazdığı dizeler bize uzaktı: “Hüzün en büyük muhalefettir şimdi”. Teorik olarak: Elimizdeki teorik donanım, muzaffer devrimlerin tarihsel birikimine dayanıyordu: Ekim Devrimi, Çin Devrimi, Küba Devrimi , Vietnam zaferi vb. Yenilginin içinden geçen, yenilginin acılarından damıtılmış bir teorinin kavramsal birikimi ile belki 12 Eylül’ün hemen arifesinde tanışmış, ama var olan teorik dağarcığımızla bütünleştirememiştik onu Evet Gramsci’den söz ediyorum, çağının yenilgisinden bulanık kavramlarla da olsa hüznün renklerini içeren bir teorik zemin oluşturabilmiş belki de tek büyük Marksist düşünürden. Benim de dahil olduğum son derece sınırlı sosyalist aydının belki darbe öncesinde okuduğu, kavramsal avadanlığından olur olmaz kavram yürüttüğü, ama teorinin eksik de olsa derin
4
46 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
olan anlamına ancak 80’li ve 90’lı yıllarda vakıf olmaya çalıştığı Gramsci, 12 eylül sonrasının hikayesini yeniden düşünmemize imkan verebilecek en önemli Marksist diye düşünüyorum.
Organik ve “İnorganik” (Kemalist) Aydınlar sorunu
“Hegemonya”, “Konsensüs”, “Tarihsel Blok”… son otuz yılda en sık kullandığımız Gramsci kökenli kavramlardan en ö-nemlileri. Hatta Liberalizm safına geçen eski Marksist aydınların sınıfsal içeriklerinden kopararak artık burjuva siyasal söyleminde dolaşıma soktukları kavramlar oldukları bile söylenebilir bunların. Ama en semptomatik olgu, bu kavramlara bütünsel anlamını veren organik aydınlar kavramının unutulmuş olması. Oysa 12 Eylül sonrası dönem her şeyden önce toplumda aydınlar alanında bir dönüşümün damgasını taşıyor. Üstelik organik aydın katlarındaki bu dönüşüm ve kayma yeni dönemin zihniyet değişikliklerine damgasını vururken, aydın kavramı, tıpkı aydınların toplumsal değerler bütünü içinde hızla itibar kaybetmesi gibi, teorik olarak da eski stratejik konumundan çok şey yitirmiş durumda Marksist söylemde. Ama sadece 12 Eylül sonrası ve öncesi açısından değil Cumhuriyet’in Kuruluş sürecine dek uzatılabilecek ve ancak bu tarihsel bütün içinde bir yere yerleştirilebilecek bir dönüşümün öyküsü bu. Öyleyse baştan alalım.
Münevver’den Entelektüel’e
Aydın ve tevellüdü İttihat Terakki yıllarına uzanan ablası Münevver, Türk modernleşme tarih yazımının en popüler kahramanları oldu 1980’li yıllara kadar. Sonra hızla değer yitirerek sık sık küçümseyici bir tınıyla anılan Entelektüel’e bıraktı yerini ( “entel dantel muhabbetler”, “entel takılmak”vb.) Oysa Türkiye’de sınıf mücadelelerinin tarihi en azından Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren aydınların hem öznesi hem de nesnesi olduğu bir “aydın muharebeleri” boyutu taşır. Bu çerçevede ilk muharebe Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlıca İstanbul ve İzmir’de yaşayan büyük ticaret burjuvazisinin siyasal temsili ekseninde yaşanmıştır. İşgal döneminde İngilizler ve İstanbul hükümetiyle birlikte davranan büyük ticaret burjuvazisinin büyük zafer sonrasında hâkim sınıflar bloğuna dâhil edilmesi iki önemli adımı gerektirmiştir Kemalist önderlik için. Birincisi 1923 tarihli İzmir İktisat Kongresi’dir ve amacı yeni devletin tam da emperyalizmle yeniden bağlar kurmak isteyen büyük ticaret burjuvazisinin programı doğrultusunda liberal bir iktisadi düzeni benimsediğini kayıt altına almaktır. İkincisi ise hakim sınıflar blokunun siyasal temsil biçimiyle ilgilidir. Daha milli müca-
dele yıllarında Anadolu egemen sınıfları üzerinde bu sınıfların kurucu unsuru olarak Bonapartist bir iktidarı gerçekleştiren Kemalist bürokrasi, büyük ticaret burjuvazisinin siyasal temsiline aday organik aydınları şiddetle tasfiye edecektir. Aynı yıllarda “İzmir Suikasti” bahane edilerek başlatılan cadı avı ve “İstiklal Mahkemeleri”nin asıl hedefi İttihat Terakki döneminden itibaren Türk büyük burjuvazisinin siyasal temsilcisi rolü üstlenen veliberal ideolojinin temsilcisi organik aydınları idam sehpalarını içeren bir şiddetle yok etmek ve sindirmektir: Eski maliye nazırı Cevat Bey’in idamı, kara Kemal bey’in bir kümeste intihar etmek zorunda kalması, İstanbul ve İzmir’in liberal eğilimli gazetecilerinin ağır cezalara çarptırılması vb. Bir taşla iki kuş: Türk büyük burjuvazisinin liberal iktisat politikalarıyla resmen iktidar bloğuna alınmasının tescili, ama aynı zamanda bu temsilin Kemalist önderliğin Bonapartist diktatörlüğü altında gerçekleşmesini sağlayacak Türk büyük burjuvazisinin organik aydınlarının tasfiyesi. 1933 Dar’ül Fünun Reformu bu sürecin ideolojik olarak perçinlenmesi amacıyla liberal aydınların akademik dünyadan da atılmasını perçinleyecektir. Bonapartist bir rejim temelinde temelleri atılan yeni devlet, ihtiyacı olan yeni aydın katlarını nev-i şahsına münhasır bir yöntemle oluşturacaktır: Anadolu’nun kimi kent merkezlerinde oluşturulan parasız yatılı mektepler, eğitim seferberlikleri, Kemalist önderliğin tam denetimindeki Harp okulları vb. yoluyla Osmanlı’nın devşirme yönteminin laik bir versiyonunu andırır biçimde, yeni devletin ideolojisinin taşıyıcıları olacak yeni tipte genç aydın kuşaklar üretilecektir. Varlık nedenini ve meşruluğunu topludan ya da toplumsal sınıflardan değil geleceğe dair misyonundan alır görünen bu Bonapartist rejim böylece kendi ideolojisini toplumun tüm dokularına taşıyacak yeni bir adın tipi oluşturacaktır. Gramsci’nin hakim sınıflara kapitalist piyasa zemininden dolayımlanarak bağlanan organik aydın katlarından farklı olarak, bu sınıflar bloğunun Bonapartist temsilini üstlenen devlet aygıtı dolayımıyla varon bu Kemalist aydın tipolojisine “inorganik aydınlar” demek daha doğru olurdu herhalde.
Sol Kemalizm: Solun yarattığı Kemalizm
Kuşkusuz Bonapartist rejim sillesini sadece liberal aydınlara indirmemiştir. Mislini daha milli mücadele yıllarından itibaren Emekçi sınıfların organik aydınları olma adaylarına yani komünist kadrolara ayırmıştır. Ne var ki Sovyetler Birliği yönetiminin emperyalist kuşatmaya karşı bir tampon bölge olarak Türkiye’deki yönetimi
“milli komünizm” zihniyetiyle destekleme politikası ve Stalinist aşamalı devrim perspektifi ( ki Türkiye komünistleri için ikisi de aynı kapıya çıkmıştır) TKP’ye Kemalist rejime kayıtsız şartsız biat etmekten başka bir yol bırakmamıştır. Bu dünya tarihsel koşullarda TKP eski yöneticilerinin çıkardığı Kadro dergisi, “aydın muharebelerinde” anılması kaçınılmaz bir alt başlık olmuştur. Doğası gereği, hakim sınıfları bir arada tutmak üzere pragmatik bir karaktere sahip Kemalist önderlik, böylece kendi doğasında olmayan “anti emperyalist”, “ulusal kurtuluşçu”, “ilerici”, ”devrimci” ve hatta giderek “anti kapitalist” niteliklerle donatılmıştır, üstelik bizzat kendi “dışındaki” sol kadrolar tarafından. 27 Mayıs Darbesi’ne zemin hazırlayan öğrenci/aydın dinamikleri üzerinde yeşeren YÖN dergisi solun yarattığı bu Kemalizm efsanesini yeni yeni ortaya çıkan gerçekten sosyalist öğrenci ve genç aydın kuşaklara taşıyacaktır 60’lı yıllar boyunca. 12 Mart darbesiyle devrimci asker/sivil bürokrasi (yani Gramsciyen problamatik içinde “inorganik aydınlar”) konusundaki yanılsamalar kırılsa bile, bütün bir yetmişli yıllar Kemalist rejimin ürünü olan ve solun yarattığı Kemalist mitlerden zihnini tam olarak temizleyemeyen sosyalist kadroların önderliğinde yaşanacaktı.
Artık başa dönelim
Claudie Weill, “ 1898 – 1904 Arasında Rus Marksistleri ve Alman Sosyal Demokrasisi adlı kitabında ilginç bir saptamada bulunur: Batı’da sosyalizmin zaman içindeki doğuşuna burjuva demokratik hareketlerin yol açtığını oysa Rusya’da bunun tam tersinin olduğunu yani Rus Liberalizminin Rus Marksist hareketi içinden doğduğunu belirtir. Bu önemli saptama Lenin’inin zaman zaman paranoyakça gibi görünen polemikçiliğini açıklayan öneme sahiptir aslında. Lenin’in “Oniki Yıl Derlemesi’ne Önsöz”üne kulak verelim: “Ne var ki genellikle gözden kaçırılan bir gerçek de, liberalizmi sosyalizme tercih etme konusundaki aşırı tutkunun, genelde kapitalist ülkelerde [yaşayan Rus göçmenlere ilişkin –ART] koşullarda, özelde burjuva devrimi koşullarında ve özellikle bizim aydınlarımızın iş ve yaşam koşullarında fazlasıyla yeşerdiğidir”. Lenin politik sezgisiyle Rusya’da yaklaşık yüz yıl önce Liberalizmin Marksizm içinden çıkacağını biliyordu. Biz ise yüz yıl sonra Türkiye’de bir benzerini yaşayarak öğrendik: 24 Ocak kararlarıyla kayıt altına alınan ve ancak 12 Eylül diktatörlüğü altında gerçekleştirilen neoliberal sisteme geçişte Türkiye büyük burjuvazisinin elinin altında gerçekten entelektüel birikime sahip bir organik aydınlar tabakası yoktu.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 47
Ama Özal iktidarı dönemiyle birlikte entelektüel üretime dayalı yeni emek piyasaları (reklamcılık, yıllarca solcu aydınların cefakar emeğine dayanarak varolan, ama artık finans sektörünün damgasını vurduğu yayıncılık, bizzat güçlü bir atılım yapan finans sektörü,kapitalist pazarın gözbebeği haline gelen özel televizyonlardaki çeşitli entelektüel pozisyonlar, giderek sınıf atlama vasıtası haline gelen yazarlık, koçluk vb.) eski tipte, yani Kemalizmin ve sol hareketin dayanağı olduğu aydın tiplerinin yerine yeni aydın kategorilerinin altyapısını oluşturdu. Burjuvazinin neoliberal ideolojisinin taşıyıcısı, üstelik bu ideolojiyi sözüm ona” demokrat”-muhafazakâr rötuşlarla bezeyecek, yani entelektüel emek süreçlerini liberal piyasa ekonomisi dolayımıyla büyük burjuvazinin ideolojik iklimine taşıyacak nesnel ekonomik koşulları yeni aydın tabakalarının alt yapısını oluşturdu. Ama gene de el altında hazır bir birikime sahip burjuvazinin liberal organik aydınları hiç değilse seksenli ve doksanlı yıllarda yetişmemişti. İşte tam da bu koşullarda neoliberal dönemin ilk kuşak organik aydınları eski Marksistlerden devşirildi. 12 Eylül’ün sillesini yiyen, buna karşılık geçmişinde ciddi bir yenilgi deneyimi olmayan esti kipteki solcu aydınların piyasa koşullarına uyarlanabilen kesimleri, sınıfsal içeriği belirsiz bir “demokrasi”, askeri vesayete dayanmayan bir “sivil toplum”, sınıfsal zulmü es geçen bir “insan hakları” söylemiyle yeni sermeye birikim rejiminde burjuvazinin eksikliğini hissettiği liberal organik aydınların ilk payandasını oluşturdular.
Ve bugün
Bir yanda Silivri’de tarihin hilesinin kurbanı eski tipte aydınlar ve onların faşizmle kader kardeşliğine dönüşmüş sol Kemalizmleri, değer yanda kapitalist piyasanın nimetleriyle burjuvazinin ilk kuşak organik aydınları olmayı bize “insan hakları”, “demokratik açılım”, “küreselleşme”, “Avrupa Birliğinin erdemleri” nakaratlarıyla meşru göstermeye çalışan, kapitalist küreselleşmeyi ve cemaatçiliği aynı anda savunmayı yeni değerler olarak yutturmak isteyen Marksizm eskileri. Gramsci, işçi sınıfının organik aydınlarından da bahsederdi; işçi sınıfının en önemli organik aydınlarından biri olarak. 30 yıl sonra belki ama neden olmasın?
EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Yerel süreli yayınu Ortaklaşa Yayıncılık u Sahibi ve Sorumlu Md. Erdal Çınar, 847 Sk. No.:14/201 Kemeraltı / İzmir u Yazı Kurulu: Tektaş Ağaoğlu, Yeşim Dinçer, Ertuğrul Kürkçü, Osman Soyer, Ersen Olgaç uYayın Kurulu: Yeşim Dinçer, Erdal Çınar, Besime Şen, Ertuğrul Kürkçü, Nevra Akdemir, Aysel Sağır, Mustafa Bayram Mısır uBasıldığı Yer: Ezgi Matbaacılık,Tel: 0212 452 23 02, Çobançeşme Mah., Sanayi Cad., Altay Sk., No.:10-A Blok, Yenibosna - Bahçelievler / İstanbul uYönetim Yeri: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi, Tel Sok. No. 28, Kat 3, Beyoğlu-İstanbul u İnternet sitesi: www.ekmekveozgurluk.net uTel: 0212 293 6220
Angela Davis Kadın, Irk ve Sınıf, 1981