ekmek_ve_ozgurluk_sayi8

Page 1

Kadınlar vardır, Sosyalist Gelecek'te Dinçer>> 17

Ortaklık Konferansı ve beklentilerimiz Kılınç >> 18

Kalyon>> 20

Yeniden kuruluş ve konferans Dalfidan >> 22

Evet, doğru yolda

EKMEK & ÖZGÜRLÜK A

Y

L

I

K

S

İ

Y

A

S

İ

D

E

R

G

İ

u

S

A

Y

I

8

u

N

İ

S

Emek ve özgürlüğün ‘anayasası’ 1 Mayıs’ta Taksim’de yazılacak “Anayasa” tartışmasını kışladan, devlet dairesinden ve mahkemeden çıkartıp işyerine, sokağa, okula, mutfağa, taşımak onu gerçek bir tartışma haline sokabilir Ertuğrul Kürkçü Hrant Dink’i bilirkişi raporuna karşın “Türklüğü aşağılamak”tan mahkum eden Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararını ya da Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) Şemdinli bombalamalarının ucunu Genelkurmay’a bağlayan Savcı Sarıkaya’yı meslekten ihraç kararını hatırlayın, “yüksek yargı”nın 12 Eylül’den bakiye diktatoryal devlet mimarisinden geriye kalanları sürdürmek için yemin etmiş bir bürokratlar topluluğu olduğundan herhangi bir tereddüdünüz vardıysa, hemen giderebilirsiniz. AKP’nin bu statükoya kendisini de dahil etmeye yönelik hamlesinden korunmak için “yüksek yargı”nın kopardığı canhıraş feryatların “adalet”i korumakla bir ilgisi olmadığı açık. Ancak, böyledir diye, onların “hasım”-larıyla ilgili sezgilerini de hiçe saymamalı. AKP’nin “A-nayasa değişikliği” teklifi-nin “yük2 sek yargı”yla ilgili maddele-

>>

Medyada itiraf rüzgarları Vaktinde söylenmeyen söz, sorulmayan soru, yapılmayan haber, atılmayan manşet artık ona kurban edilenlerin yanında uyumaktadır Adaklı>> 30

A

N

2

0

1

0

u

2

T

L

‘Lale Devri’yle ‘Lale Devrimi’ arasında Kırgızistan

Güneş>> 6

AKP’nin hegemonya hamlesi: Yargı Reformu Çeçen>> 9

Madde madde AKP’nin anayasa paketi Kılıç>> 11

Bilgi Üniversitesi’nde sendikalaşma

Odman>> 12

Sosyalistler Ahmet Türk ve Kürt halkıyla omuz omuza Samsun’da Ahmet Türk’e yönelik saldırı BDP’nin Türkiye siyasetine bütün gövdesiyle dahil olmaya başladığı görkemli Newroz ertesinde ve Anayasa tartışmalarında kilit rol üstlenmeye başladığı bir dönemde

gerçekleşti. Sosyalistler, bu saldırıya Kürt halkı ve politik temsilcileriyle bir emek ve özgürlük blokunda birleşerek ve KürtTürk çatışması üzerinde yükselmeyi amaçlayan faşist hareketi gerileterek yanıt verecek

Marksizm bilime AKP'nin yeni indirgenebilir mi? muhafazakâr Türkiyesinde aile kavramı ve eşcinseller

‘Sosyal Devlet’ bizi Gökçeklerden kurtarabilir mi?

Gemici>> 14

İtalya’dan içeri göçmenlerin İtalyası Casagrande>> 27

Loktantra Zindabad Olgaç>> 38

Altunpolat>> 34

Köksal>> 29


2 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Türkiye

>>

rinin de, bu mekanizmayı “a-dalet”in, “demokrasi”nin, “insan hakları”nın değil, hükümetin hizmetine sokmak istediği, “onların HSYK’si” yerine kendisininkini kurkmak istediği bir sır mı? Tartışmalar sürerken Erdoğan’ın yargıda değişiklik ihtiyacını gerekçelendirişi daha çok sözü gereksiz kılıyor: “Bir Galataport yaşadık, bir Haydarpaşa Port olayı yaşadık. Önümüzü kestiler.” Hiçbir mahkeme tarafından kısıtlanmamış sınırsız özelleştirme istiyor Başbakan ve hiçbir yasa tarafından sınırlanmamış bir egemenlik.

Anayasa için hukuk değil siyaset gerek

Bu iki güç arasındaki çatışma halkı yanıltabilir ama bunu gidermek sosyalistlerin görevi: Ne HSYK’nın yargı siyasallaşıyor çığlıkları yargı bağımsızlığı adına, ne de AKP’nin yargının yurttaş iradesini sınırladığı çığlıkları yurttaş egemenliği için. Yeni bir hukukun gerçekleşeceği alanın politika olduğuna kuşku yok. Hukuk, politikanın ve sosyal mücadelelerin bir yansımasından, politikanın kansız sürdürülmesi için öngörülmüş düzenlemeler toplamından başka bir şey değil. Her büyük ölçekli hukuksal düzenleme öncesinde daima kanlı ya da kansız sıkı bir mücadele olur. Hukuk mahkemede bitse de mahkemede başlamaz. Devlet iktidarını ele geçirmek, onu muhafaza etmek, sürdürmek için verilen çabalar siyasetin alanında gerçekleşir. Oysa, bu siyasetin, üzerine çıkarak gerçekleştirildiği toplumun büyük çoğunluğuna bu tartışmada “evet” ya da “hayır” demek dışında bir söz hakkı tanınmadığı, halkın bu tartışmada yeri olmadığı, çatışan iki taraf için de o kadar açık ki, “yüksek yargı”ya yeni düzen getirmek isteyenler de bu düzenlemelere canla başla karşı koyanlar da, demokratik standartlarla asla ilgilenmiyor.

Anayasa tartışması sokağa taşınmalı

Seçme hakkının önüne getirilmiş barajlar; ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engeller; sendika kurma, grev ve toplu sözleşme hakkına getirilmiş sınırlamalar; Kürt halkının kendi kimliğini gerçekleştirmesi önündeki zorbaca kısıtlar; sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının, barınma hakkının, çalışma hakkının gerçekleşmesinin önündeki sınıfsal engeller tartışmanın taraflarının konusu değil.

Tartışmanın terimlerini değiştirecek, her iki tarafın tezlerinin halkın gözünde anlamsızlaşacağı bir hamle yalnızca siyasetlerini işçi sınıfının ve Kürt halkının hakları üzerine kuran sosyalistlerden ve Kürt Özgürlük hareketinden gelebilir. “Anayasa” tartışmasını kışladan, devlet dairesinden ve mahkemeden çıkarıp halkın haklarının çiğnendiği yere işyerine, sokağa, okula, mutfağa, taşımak onu gerçek bir tartışma haline sokabilir. Tartışmanın terimleri ancak “HSYK’yı da istemiyoruz, AKP’nin HSYK’sini de”; “YÖK’ü de istemiyoruz, AKP’nin YÖK’ünü de”; “12 Eylül’ün Partiler ve Seçim Yasasını da, AKP’ninkini de istemiyoruz” diyebileceğimiz bir kürsü kurarak büyük çoğunluğun çıkarlarının olduğu yere taşınabilir. Bugünkü hali ve bağlamıyla “evet” ya da “hayır” seçenekleri, tartışma masasına hiçbir şekilde davet edilmemiş olan büyük çoğunluk için esaslı bir anlam ifade etmiyor.

Ahmet Türk’e saldırı halkın haklarına saldırı

Şu ana kadar tartışmanın terimlerini halkın haklarının olduğu yere, emek, özgürlük ve barışa taşımak için en anlamlı çabanın BDP’den geldiğini hiçbir şey anlatmıyorsa, Samsun’daki provokasyon anlatmalı. Samsun’da Ahmet Türk’e yönelik saldırının BDP’nin Türkiye siyasetine bütün gövdesiyle birlikte dahil olmaya başladığı görkemli Newroz ertesinde ve BDP’nin Anayasa tartışmalarında kilit rol üstlenmeye başladığı bir dönemde gerçekleşti. Türk-Kürt çatışmasına dayanan bir etnik gerilim atmosferinde Kürtlerin demokratik ve toplumsal haklarının kapsanması ihtiyacının geriye doğru itilmek istendiği, bu maksatla Kürt halkının kontrolsüz bir tepkiye itilmek istendiği apaçık. Bu saldırının Hrant Dink’in katledilmesinin sahne gerisi işlemlerinin gerçekleştirildiği Samsun-Trabzon hattında gerçekleşmesi, “olağan şüpheli”nin güç ve hâkimiyetinden henüz hiçbir şey yitirmediğinin elle tutulur bir göstergesi.

Sosyalist Gelecek Konferansı yol gösteriyor

Bu saldırı Kürt halkıyla ve politik temsilcileriyle dayanışma ve bağları sıkılaştırmak, ve Sosyalist Gelecek Parti Hareketi’nin kuruluş konferansında karşısına koyduğu hedefleri gerçekleştirmek için hız-

la harekete geçmenin de vesilesi olmalı. Sosyalist Gelecek “emek ve özgürlük blokunu, sermayeden ve devletten bağımsız bir işçi hareketinin verili koşullar altındaki tezahürü ve işçi sınıfının bütün ezilenlerin öncüsü konumuna yükselmesinin dolayımı saydığını” ve “emek ve özgürlük blokuna siyasal kurtuluşla toplumsal kurtuluş arasındaki bağlayıcı halka ve Kürt özgürlük mücadelesiyle sosyalist hareketin stratejik ittifakının gerçekleşme biçimi olarak yaklaştığını” açıkça ortaya koyduğu konferans kararının bir gereği olarak “Anayasa” tartışmalarında BDP’nin bir “sosyal taraf” olma kapasitesini geliştirmesine katkıda bulunmalı. Ancak bu yönde atılacak bir dizi sistematik adım sosyalist hareketi mevcut ikiliğin terimlerini değiştirmek için anlamlı bir toplumsal dayanakla buluşturabilir.

1 Mayıs ve “üçüncü kutup”

Bu çerçevede 2010 1 Mayıs kutlamaları istisnai bir önem kazanıyor. Taksim “üçüncü kutbun” bütün gövdesiyle ortaya çıkışına tanıklık edebilir. İşçi sendikalarının TEKEL direnişinin de verdiği itilimle 1 Mayıs’a Taksim’de birlikte çıkma eğilimlerinin güç kazanması, Kürt hareketinin sosyalist hareketle ve işçi hareketiyle buluşma yönünde gösterdiği kararlılık, kadın hareketinin ve Alevilerin e-mekçiler ve diğer ezilenlerle toplumsal bir ittifak geliştirme arayışlarının güçlenmesi, Taksim 2010’nun bir emek ve özgürlük ekseni oluşturması için esaslı bir imkân sunuyor. İstanbul Valisi’nin işçi hareketini müttefiklerinden ayırmaya yönelik hamleleri bugünden boşa çıkartılmaya başlanabilir, emekçi taban ve sosyalist öncüler sendika liderlerini yüreklendirebilir ve daha önemlisi kuşatabilirse, bu imkanın gerçeğe dönüşmemesi için hiçbir neden yok. İşçiler, Kürtler, Aleviler ve kadınlar, toıplumun bütün ezilenlerinin sesi ve eylemi olacak, laik-dinci/küreselci-ulusalcı kutuplaşmasının ötesine bir üçüncü kutbun temelini bu 1 Mayıs’ta atabilirlerse, Anayasa tartışmalarının devlet güvenliği yerine emeğin hakları ve halkların özgürlüğüne dayalı yeni bir eksene de oturtmuş olacaklar. Sosyalist Gelecek Parti Hareketi konferans kararları, bu yolda yürümek isteyenlerin önünü aydınlatıyor.

Editörden Dergimizin bu sayısının ortasında bir ek bulacaksınız: Sosyalist Gelecek Parti Hareketi Konferans Kararları. Bu ekte yer alan metinler “Ortaklık Süreci”nin yeniden kuruluş atılımını ileriye taşımayı hedefleyen, 27-28 Mart 2010 günlerinde İstanbul Bilgi Üniversitesi Kuştepe Kampüsü Konferans Salonunda gerçekleştirilen Konferans’ta kabul edilen kararlardan oluşuyor. Bu kararların her birinin o kararın neden öyle alınması gerektiğini gerekçelendiren gerekçe bölümleri de vardı. Ancak derginin ekine sığmayacak ölçüde hacimli oluşları nediyle dışarıda bırakıldı. Bu metinler kısa süre içinde ayrıntılı olarak ayrı bir baskı halinde yayınlanacak. Dergimizin bu sayısı mutad olandan bir hafta geç elinize geçmiş olacak. Bunun nedeni Konferans sonrası dergide mutlaka yer vermek istediğimiz, Konferans katılımcılarının değişik eğilimlerinden gelecek değerlendirmeleri beklemeyi gerekli görmemiz. Değerlendirmelerin, konferansın hararetli tartışmalarını serinkanlıca ö-zetlemesi gerektiği düşünülürse bu kadar gecikme mazur görülebilir. Gene de gecikme için bütün okurlardan özür diliyoruz. Ekmek&Özgürlük’ü var eden irade, kendiyle ilgili tanımları değiştirmiş ve yeni bir adla adlanmış olsa da derginin adıyla ve peryoduyla ilgili bir tasarrufta bulunma gereği duymadı. Dergimiz bundan böyle de aylık ritmde ve aynı adla yayınlanmaya devam edecek. Ekmek&Özgürlük, hareketin ve dostlarının çoğul doğasınının gerektirdiği ifade olanaklarının gerçekleşmesi için üzerine düşenleri yerine getirecek; hareketin özgür sesi olmayı sürdürecek.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 3

Türkiye

AKP’nin Anayasa önerisine ‘evet’ demeyenlere biber gazı... "Sivil Demokratik Anayasa Platformu"nun İstanbul Kadıköy’de 10 Nisan Cumartesi günü düzenlenen mitingde kapatılan DTP'nin siyasi yasaklı Eşbaşkanı Ahmet Türk, Kürtlerin 90 yıl önce yapılan 1921 Anayasası'nın güncellenmesini istediğini söyledi. Yaklaşık 5 bin kişinin katıldığı mitingin düzenleyicileri arasında AKP’nin Anayasa teklifini onaylayanların da bulunması mitinge soldan katılımı zayıflattı. Sosyalist parti ve hareketler, alanda temsili olarak yer aldılar.

Türk: 1921 Anayasası bugünkünden ileride

Türk, "1921 Anayasası bugünkü anayasadan daha ilerici daha kardeşliği pekiştirme ruhuna sahip. Dünyanın hiçbir yerinde 90 yıl geriye doğru gitmez bir ülke. Halkımız 1921 anayasasını istiyor" dedi. "Sivil Demokratik Anayasa Platformu"nun çağrısıyla düzenlenen mitingde, alana girmek isteyen katılımcılar ile polis arasında çıkan tartışma taşlı sopalı kavgaya dönüştü. Milletvekillerinin bulunduğu platform yakınına biber gazı atıldı, DTP'nin eski eş başkanları Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk da gazdan etkiledni. Tertip komitesi adına Abdulbaki Boğapolisin tavrını protesto etti. İlkay Akkaya’nın konserinin ardından konuşan Ahmet Türk anayasaya ilişkin taleplerini şöyle sıraladı: "Anayasayı değiştiremiyoruz diyenler bir yandan fikirlerinden dolayı içerde yatan binlerce Kürt'e demokrata bu zindanlarda

çıkacak bir refleks göstermiyor. “Bu samimiyetsizlikten başka nedir? Eğer samimi iseniz TMK'yı kaldırın, Kürtçeye yasak olmaktan çıkarın. Anayasa değiştirmek önemli değil ruhunu değiştirmek önemli. Bizim demokratik refleksimiz Türkiye'yi değiştirilebilir. Halkları esas alarak birbirimizi kucaklayarak, demokrasiyi önemseyen herkesi yan yana getirerek, mücadeleyi yükseltmeliyiz. Bu mitingle sınırlı kalmamalı daha da büyümeliyiz." Sendikal talepleri dile getiren KESK Genel Başkanı Sami Evren de "İnsan haklarına

saygılı, emeğe saygılı kimlik ve kültürlere saygılı, demokratik bir anayasa” istedi. Evren, “Bize gaz bombasıyla demokrasi getiremezsiniz, saldırıyı şiddetle kınıyoruz. Bu saldırıyı yapan 12 Eylül ruhunu taşıyorlar,”dedi. Evren, “grevli toplu sözleşmeli adalet ve eşitlikten, kardeşlikten vicdan sahibi herkesin ortaklaşacağı bir özgürlükler anayasası için alanlarda olmaya devam” edeceklerini söyledi.

Azadiye Welat’a baskılar artıyor Gazetenin dağıtıcısı Metin Alataş ölü bulundu, yazı işleri müdürü Tanrıkulu tutuklandı, eski müdür Kurşun üç yıl hapis cezasına çarptırıldı Kürtçe günlük gazete Azadiya Welat’a yönelik baskılar giderek artarken gazete ile dayanışma çağrıları da yükseliyor.

Kurşun’a 3 yıl hapis

Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi, 30 Mart’ta, çatışmada öldürülen PKK’lilerin ölüm ilanlarına ve Öcalan’ın mesajlarına yer verdiği gerekçesiyle Azadiya Welat’ın tutuklu bulunan eski sorumlu müdürü Vedat Kurşun'u üç yıl hapse mahkûm etti. Kurşun’un

''örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek'' ve ''terör örgütünün propagandasını yapmak''tan toplam 525 yıl cezalandırılması isteniyor.

Dağıtıcı Metin Alataş ölü bulundu

4 Nisan’da Adana'da dağıtım yaptığı mahalleden ayrıldıktan sonra kendisinden haber alınamayan gazete çalışanı Metin Alataş (34), da Hadırlı Mahallesi'nde ölü bulundu. Uzun süredir tehdit altında olan Alataş 20 Aralık 2009’da 01 SD 443 plakalı araçtan inen, kimliği belirsiz sivil giyimli beş kişi tarafından Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) İl binası önünde gazete dağıttığı sırada dövülerek hastaneye kaldırılmıştı. Aracın plakasının bilinmesine rağmen soruşturma sonuçsuz kaldı. Alataş, sürekli izlendiğini belirterek Adana Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyuru-

sunda bulunmuş ancak bir sonuç alamamıştı. Ölü bulunmasından iki gün önce bisikleti çalınan Alataş, arkadaşlarına izlendiğini ve tehdit edildiğini söylemiş “Bir şeyler olabilir” kaygısını dillendişrmişti. Alataş’ın cesedi üzerinde herhangi bir kimlik çıkmaması da olay üzerindeki kuşkuları artırır nitelikte.

Kürtçe savunma cezası Alataş’ın ölü bulunmasından birkaç gün sonra da, gazetenin yazı işleri müdürü Mehdi Tanrıkulu, Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, Abdullah Öcalan için "Kürt Halk Önderi" sıfatı kullanıldığı ve "Kürt Özgürlük Hareketi" kavramı ile PKK'yi kast edildiği gerekçesiyle yargılandığı davada, Lozan Antlaşması'nın bu hakkı tanıdığını belirterek ifadesini Kürtçe vermek isteyince tutuklandı.


4 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Türkiye

TEKEL: 1 Nisan’da olmadı, final Ağustosta 1-2 Nisan eylemi bir kez daha gösterdi ki, eylemin ortaya çıkardığı öncü işçilerin işçilerinin en azından belli bir toplamının bakışacağı bir sol merkez sorunu henüz orta yerde duruyor

TEKEL işçileri Danıştay kararıyla ayrıldıkları Ankara’ya dönüşte Sakarya’yı polis işgali altında buldular

Cevat Paloğlu Bir aylık aradan sonra TEKEL işçileri yeniden Ankara’ya geldiklerinde konaklarlar diye Sakarya Caddesi civarına çay makineleri ve battaniyeler zulalanırken, daha işçiler evlerinden yola çıkmaya hazırlandıkları saatlerde Türk-İş binasına çıkan bütün yollar yayalara kapatılmaya başlandı. Buna bir de Türkİş yönetimince bina kapılarının kilitlenmesi eklenince 1 Nisan için planlanan 1 günlük konaklama eylemi bir anda boşa çıktı. Emniyetin yoğun güvenlik önlemleri beklentilerin bir sonraki gelişe ertelenmesinde önemli bir etkendi ama aradan geçen bir aylık sürede açığa çıkan zaaflar da gözden kaçmamalı. n Daha önceki gidiş gelişlerde işçilerin Ankara’ya taşınmasında önemli katkılar sunan Tek Gıda-İş Sendikası taşıma işine hemen hiç bulaşmadı. İşçilerin büyük çoğunluğu kendi imkânlarıyla Ankara’ya gelmek zorunda kaldılar. İstanbul’dan kalkan 9 otobüsün CHP li bir belediyece tahsis edildiği söylentileri dolaşıyordu ama sadece ikisinde işçiler vardı. n İşçilerin bölgelerine dönüşlerinden sonra geçen sürede giriştikleri komiteleşme çabaları sendikanın işçilerle inisiyatif kapışmasına girişmesine yol açınca 78 gün süren eylem boyunca devamlı işçilerin arasında gezinen yönetici kadro iki gün boyunca mümkün başta başkan olmak üzere olduğu kadar iş-

çiyle yan yana gelmemeye çalıştı. n Mustafa Türkel işçiler arasında yalnız kaldı. İki gün boyunca Türk-İş’e çıkan bütün yollar polis tarafından tutulmuş olmasına rağmen tek bir Türk-İş yöneticisinin bile ortalıkta olmaması gözden kaçmadı. Türkel basına yaptığı açıklamada bu durumda Türk-İş yönetiminin payı olabileceğini de ima etti. “Eğer Türk-İş’in eli varsa gerekirse Türk-İş binasını da yıkarız” tehdidi Türk-İş’in de yeniden yapılanma eşiğinde olduğunun bir ifadesiydi. Bütün bu süre zarfında Mustafa Türkel sadece KESK’ten Emir Ali Şimşek’le birkaç kez işçilerin arasında gözüktü. n Ankara’ya ulaşan işçi sayısının 2 bin civarında olduğu söylense de eylemin sürdüğü her hangi hiçbir anda eyleme katılan TEKEL

işçisi sayısı 500’ü geçmedi. Hatta polis barikatlarının açılmasına yönelik girişimlerin hemen hepsinde işçi yok denecek kadar azdı. Bir tek eylem takviminin açıklandığı son basın açıklamasında Tez-Koop-İş, Petrol-İş ve DİSK’in de katılımıyla işçi sayısı destekçilerinkini aşmıştı. Türkel’in “yollarının açık olması” temennisiyle bitirdiği eylem, işçilerin kısa sürede çekilmesi, biraz da Türkel’in gençlik gruplarının arasında sıkışıp kalması dolayısıyla göz altılı polis müdahalesi ile sonlanmış oldu. n Dört aya yakın süredir sürekli gündemde olan TEKEL işçilerinin en eski işe gireninin giriş tarihi 1989. Kamu işçi alımında hükümetlerin etkileri göz önüne alındığında işçilerin siyasal profillerini kestirmek zor olmasa gerek. Buna rağmen TEKEL işçisi içerisinde hatırı sayılır bir oranda öncü işçi açığa çıktı. Fakat 1-2 Nisan eylemi bir kez daha gösterdi ki, bu işçilerinin en azından belli bir toplamının bakışacağı bir sol merkez sorunu henüz orta yerde duruyor. Bu nedenle, bu kadar meşru bir zeminde dahi polis ablukasını zorlayacak bir örgütsel irade ortaya çıkamadı. Şimdi TEKEL takvimi gereği önümüzde 1 Mayıs var. Mustafa Türkel DİSK ve KESK’ in programına uyacaklarını ilan etti. 26 Mayıs’ta genel grev, 2 Haziranda ise yeniden Ankara. Bütün bu eylem programı içerisinde şu ana kadar ortaya çıkan sorunları aşmak zor. Ama TEKEL eylemi açısından Ağustos ayının final olacağı kesin. Tek Gıdaİş’in planı Ağustosun başından itibaren haklarını alana kadar eylemi kesintisiz sürdürmek. Mekan yine Ankara.

KESK Başbakan’ı mahkemeye verdi Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) 1 ve 2 Nisan'da TEKEL işçileri için yapılacak eylemin engellenmesiyle ilgili Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı mahkemeye verdi. KESK Başkanı Sami Evren, Erdoğan'ın yaptığı açıklamalarla Ankara'ya girişin zorlaştırılması, basın açıklamasına gidenlere polis şiddeti uygulanması emirlerini verdiğinin anlaşıldığını söyledi. KESK Erdoğan'ın yanı sıra, İçişleri Bakanı

Beşir Atalay, Ankara Valisi Kemal Önal, Ankara Emniyet Müdürü Orhan Özdemir ve toplumsal olaylara müdahalede görevli olan Güvenlik Şube Müdürü hakkında "gö-revi kötüye kullanmak"tan suç duyurusunda bulundu. Başbakan TEKEL işçilerinin ve onlara destek verenlerinin basın açıklamasını engellenmek için polisin Ankara'yı abluka altına almasını "Yasal olmayan eylemlere izin vermeyiz" diye açıklamış, eylemi yasadışı göstermeye çalışmıştı.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 5

Türkiye

Yeni proleterler eski kölecilere karşı

Kürt öğrencilere YGS sürgünü

Vodatech çağrı merkezi emekçileri, iş güvencesinden, sosyal güvenceden ve insanca ücretten yoksun çalışma şartlarına karşı seslerini yükseltiyor

Van, Mardin, Şırnak ve Hakkâri'li, öğrencilere sınav için Edirne ve Kıbrıs adres gösterildi. Eğitim-Sen “ayrımcılık” yapıldı diyor

Çağrı merkezlerinde çalışanlar henüz sendikalaşamadılar ama dernekleri aracılığıyla seslerini duyuruyorlar

İstanbul’daki merkez ofisinin dışında, Yalova'da yaklaşık 350 kişinin istihdam edildiği bir işletmesi bulunan; THY, Ray Sigorta, Garanti Bankası dâhil birçok büyük şirkete taşeron olarak çağrı merkezi hizmeti sunan Vodatech firması çalışanları, şirketin köleci uygulamalarına karşı mücadele açtı. Hedefte şunlar var: n Asgari ücretin altında ücret, n Güvencesiz çalıştırma, n Ücretlerden zorunlu kesintiler, n Zorunlu ücretsiz izin dayatması, n Yol ve yemek ücreti ödememe, n Sigorta primlerini tam yatırmama Vodatech çalışanları, yakın geçmişte sendikalaşma girişiminde de bulundular ancak bu girişimde yer alan arkadaşları işten çıkarıldı. http://vodatech.birakinbizyapalim.com adresinde açtıkları bir internet imza kampanyası aracılığı seslerini duyurmaya çalışıyorlar.

Vodatech işçisi yalnız değil

Yapığı bir basın açıklaması ile Vodatech çalışanlarına destek veren Çağrı Merkezi Çalı-

şanları Derneği, Vodatech’in, Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan’ın bir türlü yasalaştıramadığı “Bölgesel Asgari Ücret” uygulamasını fiilen yürürlüğe koyduğunu ve kendi Çin’ini Yalova’da yarattığını belirtti.

Vodatech denetlensin!

Devletin kurumlarını işleterek bu kanunsuzluğa göz yummaması, Bölge Çalışma Müdürlüğü’nün firma hakkındaki şikâyetleri değerlendirmesi ve Vodatech Çağrı Merkezi üzerinde denetleme yapması gibi talepleri dile getiren Dernek, Vodatech firmasını da iş güvencesi hakkını hiçe sayan ve sürekli işten işçi çıkarıp ihtiyaç olduğunda aynı işçileri yeniden işe alan firmayı bu “doldur boşalt”çı anlayışı terk etmeye davet etti.

Ana firmalar sorumluluk üstlenmeli

Açıklamasında, Vodatech’ten hizmet alan Türk Hava Yolları, Garanti Bankası, Ray Sigorta gibi kurumların da asgari ücretin altında işçi çalıştırılmasına göz yumarak insan emeğine saygısızlık yaptıklarını da belirten dernek, ana firmaları çalışanların haklarının verilmesinde sorumluluk üstlenmeye ve gerekiyorsa Vodatech ile imzalanan anlaşmaları gözden geçirmeye davet etti.

ÖSYM Van, Mardin, Şırnak ve Hakkâri'de "Derslik sayısının yetersiz olmasını" gerekçe göstererek, 11 Nisan pazar günü yapılan Yüksek Öğretime Geçiş Sınavı'na (YGS) girecek öğrencilere başka illeri adres gösterdi. Üç kentteki öğrenciler Erzurum, Elazığ, Erzincan, Malatya, Tokat ve Sivas'ta; kimi Türkiye'nin öbür ucu Edirne'de, bazıları ise Kıbrıs'taki okullarda sınava girdiler. Van'ın Bostancı Beldesi'nde oturan 21 yaşındaki Umut Hakan Ekinci, Yükseköğretim Kurumu Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi'nin (ÖSYM) başka bir ilde sınava girmesine karar verdiği öğrencilerden biri. “Van'dan Kayseri'ye nasıl giderim bilmiyorum. Üniversite sınavına giremezsem bir yılım boşa geçmiş olacak."diyor. "İtiraz dilekçeme sıra yerleri açıklandığı gerekçesiyle ret yanıtı geldi; değişiklik yapmak mümkün değilmiş. Valiye başvurduk, ondan da olumsuz yanıt geldi. Kayseri'ye gidebilecek miyim bilmiyorum ama mecburum." Kız öğrenciler için daha zor Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim - Sen) Van Şube Başkanı Lezgin Botan da tepkili. "Bazı aileler kızlarını okutması için zor ikna edilmişti, şimdi devlet 'sınav için başka bir şehre gönder' diyor, kızların aileleri de göndermek istemiyor. Kaç gündür dershaneleri dolaşıp ailelerle konuşuyoruz, ikna etmeye çalışıyoruz." "Vali medyaya 'Çocuklara yardım edeceğiz' dedi; uygulama tam tersi. Valiliğe başvuran ailelerde, önceden Sosyal Dayanışma ve Yardım Fonu'na kayıtlı olma şartı aranmış. Yardım isteyen aileler, geri gönderilmiş." Ayrımcılık yapılıyor Botan uygulamaya profesör İlber Ortaylı'nın ''Doğu ve Güneydoğu illerindeki öğrenciler hak etmeden kopya çekerek güzide üniversitelerimize yerleşmekte ve bize zarar vermektedirler'' sözlerinin neden olduğunu öne sürdü. Bu suçlama sonrası yapılan uygulama, ayrımcılık ve çok büyük haksızlıktır." dedi.


6 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Dünya

‘Lale Devri’yle ‘Lale Devrimi’ a Roza Otunbayeva’nın kurduğu geçici hükümet hükümet, devrik başkan Bakiyev’i teslim olmaya çağırdı ve altı ay içinde seçimlere gidileceğini açıkladı. Ancak büyük kayıplar vererek yolsuzluğa ve yoksulluğa karşı ayaklanan kitleler iş ve ekonomik güvence de istiyor Hakan Güneş Birleşik Halk Hareketi ve Sosyal Demokrat Parti Lideri Almazbek Atambayev iki hafta önce verdiği demeçte ülkenin artık bir "kara delik" olduğunu ifade etmişti. Üç gündür süren olaylar neticesinde Atambayev ve Ata-Meken (Anayurt) Sosyal Demokrat Parti lideri Ömürbek Tekebayev’in birlikte başını çektikleri muhalefet ile devlet başkanı Kurmanbek Bakiyev arasındaki iktidar mücadelesi bu kendisini doğrulayan kehaneti tam bir gerçeğe dönüştürdü. Yüz kadar ölü yüzlerce ağır yaralı ve devam eden yağmalamalar arasında Kırgızistan halkının daha müreffeh ve demokratik bir yönetime sahip olabilmesi hiç kolay görünmüyor. 2005 Mart'ın'da Ukrayna'daki "Renkli Devrim" havası Orta Asya semalarına ulaştığında yoksul halkın ve iktidarın dışladığı güneyli halkın öfkesini arkasına alan muhalefetin "Akayev Ket" (Akayev Git) sloganları arasında iktidar el değiştirmişti. Mevsim lale mevsimi olduğundan bu iktidar değişimine "Lale Devrimi" adı verilmişti. Laleler beş yıl sonra yeniden açarken bu kez Akayev'i deviren muhalefetin sözcülüğünü üstlenerek devlet başkanı olan Kurmanbek Bakiyev'e "ket" dendi. Bakiyev başkent Bişkek'ten "ketti". Başbakan istifasını bildirdiyse de bu yarı başkanlıkla yönetilen Kırgız sisteminde işin sadece kü-

İsyancılar devrik başkan Bakiyev’in makam odasında. Ayaklanmada Bişkek’in yoksul halkı başrolü oynadı

çük bir kısmı. Roza Otubnayeva liderliğinde bir geçici hükümet oluşsa da Bakiyev hala istifa etmediği gibi muhalefetin denetimi sağlayabilceği, daha önemlisi geçici bir uzlaşma sağlasa bile bunu ne kadar sürdüreceği sorusu hiç olmadığı kadar ciddiyet kazanmış durumda. Saray Darbesi üstüne Saray Darbesi! Şimdi özetle olayların gerisine ve gelişmelerin şu andaki seyrine ve politik almaşıkların sunduğu ihtimallere bakalım. Askar Akayev'i deviren muhalefet koalisyonu içinde dün Bişkek'ten başkanlık sarayını terk eden Kurmanbek Bakiyev (Akayev'in azledilen başbakanı), Rosa Otanbaeva (Akayev'in eski Dışişleri Bakanı ve yeni Sivil toplum Platformu sözcüsü), Muratbek İmanaliv (yine eski Akayev Dışişleri Bakanlarından) ve eski KGB şeflerinden ve o dönemde cezaevinde bulunan Akayev bürokrasisisin üst düzey yöneticilerinden Feliks Kulov (Ar-Namıs Partisi Lideri) yer alıyordu. Tümü saray içinden gelen bu isimler yoksul, aş, iş ve en önemlisi şehirde arsa-ev isteyen halkın öfkesini zayıf devlet yapısına sahip Kırgız yönetimi karşısında seferber etmiş ve Lale mevsiminde

bir "Lale devrimi" başarmıştı. Lale devrimi halkın elinden alınarak elitler arasında sağlanan bir uzlaşma ile Lale devrimin liderlerinden en önemli ikisinden Bakiyev'i Devlet başkanlığına, Kulov'u ise başbakanlığa getirerek bir devrimden ziyade bir saray darbesine dönüşmüştü. Ancak muhalefetin birliği çok kısa sürdü. Öncelikle geniş muhalefet koalisyonu içinde gençleri ve aktif demokratik unsurları birlikte devre dışı bırakan Bakiyev-Kulov birliği bir yılllık bir süreyi aştıktan sonra çatlamış, Kulov başbakanlıktan istifa ederek Ata-Meken Sosyal Demokrat Partisi lideri Tekebayev ve başka bazı unsurlarla birlikte ilk kapsamlı yeni muhalefet bloğunu oluşturmuştu. 2005 lale devriminin diğer unsurları bu muhalefette çoktan yerlerini almış olduklarından yalnızlaşan Bakiyev çok sık başbakan değiştirip çeşitli hamlelerle ayakta kalmaya gayret etti. Ancak bu başbakanlar'ı değiştirdikçe de gücünü arttırmak yerine muhalefet bloğunu güçlendiriyordu aslında. Ancak Bakiyev bunlardan çok daha temel bir unsuru unutmuştu. Lale devrimiyle gelen Lale devrimiyle giderdi. Akayev'e "ket" di-

yenler, Bakiyev'e de neden "ket" demesinlerdi ki? O bu konuda polis ve ordu teşkilatını kısmen güçlendirerek çözebileceği zannına kapılmakta hata ettiği işte beşinci lale baharında 2010 Nisanında acı bir biçimde gördü. Bakiyev sözünü verdiği temel hiçbir vaadini yerine getirmediği gibi, 2010 başlarında tüm elektrik, gaz, ısıtma, su ve vb hizmetlere yüzde 300'e varan zamlar yaparak başta başkent ahalisi olmak üzere tüm halk için rahatsızlığı doruk noktaya taşımış oldu. Kendisi Lale Devrinde yaşadığı sürece halkın ne yaşadığını umursamasa bile iktidar olanaklarından dışlanmış geniş muhalefet fırsatını yakaladığı anda ya seçimle ya da toplumsal bir hareketle Bakiyev'in ipini çekeceği anı kolluyordu. Bu kez Kuzey atakta! 2005’teki olaylar kuzey kökenli devlet başkanı Akayev'e karşı güneyin Oş ve Celalabad kentleri ateşi tutuşturmuş iken bu kez Güneyli devlet başkanı karşısında kuzeyin Talas kentinin ateşi tutuşturduğu, kuzeyli Narın gibi kentlerin son derece aktif bir biçimde hükümet karşıtı süreçte rol oynadığını görüyoruz. Talas’ta Salı günü başlayan muhalefet yanlılarının gösterileri


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 7

arasında Kırgızistan Çarşamba günü başkent Bişkek'te devam etti. Bişkek'te düzenlenen gösterilere katılımın yoğun olduğu gözlenirken, otomobilleri ateşe veren göstericilere polis müdahale etti.. Sosyal Demokrat Parti (SDP) binası önünde toplanan göstericileri göz yaşartıcı gaz kullanarak etkisiz hale getirmeye çalışan polis, çok sayıda göstericiyi de gözaltına aldı. Çarşamba günü aralarında Almazbek Atambayev (SDP) ve eski parlamento başkanı Ömürbek Tekebayev'in de (Ata-Meken SDP) bulunduğu bazı muhalefet liderlerini gözaltına alınması Perşembe günkü şiddetli olaylarında tırmanmasında kilit rol oynadı. BM ve uluslararası kuruluşların sükûnet çağrısı Perşembe olaylarını engelleyemedi. Göstericiler İçşişleri Bakanlığı parlamento ve ulusal televizyon kanalını ele geçirdiler. Halktan yaklaşık 100 kişinin açılan ateş sonucu öldüğü hemen hemen kesinlik kazandı. Sokaklarda bu tür olaylarda hep beklenen oldu ve gece boyunca yağmalama olayları ve başıboş çetelerin (hiçbir politik hedefi ol-

mayan yerel mafyatik gruplar) saldırıları sürdü. Muhalefetin tüm unsurları da bu gruplardan kaygılı ancak ellerinden bu konuda fazla da bir şey geldiği söylenemez. Şu anda neler oluyor? Muhalefet liderleri kurdukları geçici hükümetin başkalığına Askar Akayev döneminde de, onu deviren Kurmanbek Bakiyev döneminde de Dışişleri Bakanı olan Roza Otunbayeva’yı getirdiler. Otunbayeva her iki ayaklanmada da muhalefetin saflarına geçerek iktidarda kalabilen tek Kırgız lider oldu. Otunbayeva başbakan olur olmaz verdiği demeçte geçici hükümetin ülkenin yedi eyaletinden dördünde duruma hakim olduğunu ve Bakiyev’i başkanlık iddiasından vazgeçmeye çağırdığını söyledi. 10 Nisan’da ayaklanmada hayatlarını kaybedenler anısına düzenlenen törende 10 bin kişiye seslenen Otunbayeva ölümlerden Bakiyev’e bağlı güçlerin sorumlu olduğunu söyledi ve “Kır-

gızistan’da adil bir düzen kuracağız” sözü verdi. ABD ve Rusya şimdilik izlemekle yetinecek Bakiyev’in iktidarını korumak için ABD’ye yaslanması Rusya’ya karşı ABD’yi oynayarak denge tutturmaya çalışması onu alaşağı olmaktan kurtaramadı. Vladimir Putin’in geçici hükümet başkanı Roza Otunbayeva’yı iktidarın el değişitirmesinin hemen ardından arayarak başarı dilemesi de yeni hükümetin Orta Asya’daki güç savaşında Rusya’ya yanaştığı izlenimi uyandırabilir. Ancak gerçek daha karmaşık. Kırgızistan’da kendi hava üssüne sahip olan Rusya’nın yeni hükümeti etkilemek için boş durmayacağı açık olsa da SSCB döneminde Washington Büyükelçiliği görevinde bulunmuş olan Otunbayeva’nın ABD ile bir denge siyaseti izleyeceğinin işaretleri ilk günden geldi. Otunbayeva ilk demeçlerinden birinde Manas’taki ABD hava üssünün mutad faaaliyetlerini sürdüreceğini söyledi.

Moskova’daki sol yorumculardan Boris Kagarlitskiy ABD’nin de Rusya’nın da, ellerinde fazlaca bir imkan olmadığından bekle ve gör siyaseti izlemekten başka birşey yapamayacakları kanısında. Kagarlitskiy "Moskova da Washington da Kırgızistan’la gerçekten ilgileniyor ama şu anda ellerinde denetleyici hiç bir düzenek yok , yapabilecekleri tek şey seçkin gruplara kur yapmak” diyor. Asıl sorun, ayaklanmada başrolü oynayan ve çok büyük kayıplar veren halk kitlelerinin yeni hükümetten tatmin olup olmayacakları. Otunbayeva yeni anayasayı yapacak bir kurucu meclis toplayacaklarını ve altı ay içinde seçimlere gideceklerini açıkladı. Ama işsizlikten kırılan halkın tek beklentisi bu değil. Dahası, halk sahip olduğu gücün farkına vardı. Kagarlitskiy’nin de dediği gibi Kırgızistan ayaklanmasının sarsıntıları bütün Orta Asya’da duyulacak. Kagarlitskiy "Kısa vadede bu bir domino etkisi yaratacak, bütün Orta Asya liderleri vidaları sıkacaklar, bu da daha çok denetim ve daha otoriter yönetimlerle sonuçlanacak” diyor. “Asıl soru bu rejimlerin daha ne kadar sürebileceği.”

Tayland’da diktatörlüğe karşı halk ayakta Aile başına üç bin dolar borç yüküyle yaşayan yoksul köylülere dayanan muhalefet ordu destekli hükümeti seçimlere zorlamak için çabalıyor Tayland'da "kırmızı gömlekliler" diye anılan hükümet karşı protestocuların eylemleri üçüncü haftasını doldurdu. Eylemler 3 Nisan'da, beş yıldızlı otellerin ve mağazaların da bulunduğu, Bangkok'un ünlü bir iş merkezine taştı. Cumartesi günü göstericilerin sayısının en az on bine ulaştığı tahmin ediliyor. Protestolar, seçimlerde usülsüzlük olduğunu öne süren ve hükümeti istifaya zorlamak üzere harekete geçen Demokrasi için Diktatatörlüğe Karşı Birleşik Cephe (UDD) tarafından örgütleniyor. Bu amaçla hafta başında, Seçim Kurulu'nu büroları ablukaya alınmış; işgalciler seçime yönelik itirazların 20 Nisan'da -öngörülen süreden bir hafta önce- görüşüleceği sözünü aldıktan sonra binayı boşaltmışlardı. Gerginlik artınca acil durum ilan eden Başbakan Abhisit Vejjajiva, göstericileri dağıtmak ve

en azından, kontrol altındaki bir bölgede kalmalarını sağlamak üzere elli belli bin polis ve askeri seferber etti. Bu arada UDD'nin önde gelenleri tutuklandı. Fakat UDD liderleri Başbakan istifa etmediği takdirde gösterilerin süreceği konusunda ısrarlı. Diğer talepleri de seçimlerin bir an önce yenilenmesi. Bangkok sokaklarını dolduran göstericiler, 2006'da askeri bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılan eski başbakan Thaksin Shinawatra'nın yandaşlarından oluşuyor. Çoğu, ülkenin kuzeyinde ve kuzeydoğusunda yaşayan kır yoksulları. Sağ kanattan milyarder Thaksin'i destekliyor olmalarının nedeni de, popülist politikacının vaktiyle bu bölgede sınırlı toplumsal reformlar gerçekleştirmiş olması. Askeri darbeden sonra Tayland'da ordu, 2007'de yeni bir anayasa tesis ettikten sonra yönetimi terk etmiş; iktidar böylece, askerler, bürokratlar ve yargıçlardan oluşan geleneksel yönetici elite geri dönmüştü. Bununla birlikte, Thaksin’in destekçileri seçimi kazandı ve orta sınıfın süreğen itiraz ve protestoları altında hükümeti kurdu. 2008'de yargı, yolsuzluk ve seçimlerde usülsüzlük iddiasıyla başbakanı görevden alınca, Abhisit'in başında olduğu mevcut koalisyon hükümeti

işbaşına geldi. Ne var ki koalisyon o günden beri sallantıda. Hükümet karşıtı gösterilerin son raundu, geçtiğimiz ay, yüksek mahkemenin, Thaksin'in hatırı sayılır tutardaki kişisel servetinin bir kısmına el koymasıyla başlamıştı. Protestolara şimdiye dek 150 bin kişinin katıldığı tahmin ediliyor. UDD, tepkileri erken seçim talebiyle sınırlamaya çalışsa da gözlemciler gösterilerin sistem karşıtı bir yanı olduğu konusunda hemfikir. Örneğin The New York Times, yoksullar arasında bürokratların ve askerlerin zenginlere hizmet ettiği algısının güçlü olduğunu belirtti. Time dergisi ise bir küçük işletme sahibinin, "Tahsin'in sevmiyorum ama protestolar sadece onu desteklemek için yapılmıyor. Asıl sorun, hükümetin sadece zenginleri umursuyor olması", sözlerini aktardı. İktisadi büyümeye rağmen Tayland'da zenginle yoksul arasındaki uçurum büyüyor. Özellikle ülkenin kuzeydoğusundaki kırsal alanda yaşayan çiftçilerin durumu, düşen tarımsal ürün fiyatları ve artan hanehalkı borçları nedeniyle perişan. Bölgede aile başına, ortalama üç bin dolar civarında borç yükü düşüyor.


8 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Dünya

ABD-Rusya stratejik silah indirimi ABD ve Rusya stratejik silahları azaltırken taktik silahlara kaynak aktarma olanağı yaratıyorlar. Mevcut nükleer kapasitenin dünyayı yok etme olasılığı anlaşmadan sonra da aynı kalıyor ABD Devlet Başkanı (ABD) Obama ile Rusya Federasyonu (RF) Devlet Başkanı Medvedev arasında 8 Nisan’da Prag'da imzalanan Stratejik Silah İndirimi Anlaşması'yla her iki taraf da kullanılmaya hazır atom silahlarının sayısını 1550'ye indirmeyi kabul etti.

Stratejik taşıma sistemleri olarak da adlandırılan uzun menzilli roketlerin sayısı da 800 ile sınırlı olacak. ABD Başkanı Obama bu anlaşmayı “ b a r ı ş için bir güvence” saysa da Stratejik nükleer silahların yüzde 30 oranında azaltılması pratikte dünyanın 10 kere yok edilmesiyle 7 kere yok edilmesi kadar bir fark sağlıyor. Stratejik nükleer silahların yüzde 90'dan fazlası ABD ve Rusya Federasyonu'nda. NATO içinde de ABD 1550, Fransa 345, İngiltere 185 silaha ahip. Bu üç ülkenin stratejik nükleer silahlarının toplamı Rusya Federasyonu'ndan daha fazla... Bunları 160 ile Çin Halk Cumhuriyeti izliyor. Nükleer silahların azaltılmasının arkasındaki hesap barıştan çok nükleer program-

ları tatktik amaçlarla kullanma gereksinimi. ABD önümüzdeki yıllarda taktik nükleer silahların geliştirilmesi programına büyük yatırım yapacak. Burada asıl amaç "mini atom bombası"nın geliştirilmesidir. Bu plan yıllardan beri söz konusu olmakla birlikte bugüne kadar hayata geçirilememişti. Amaç, Afganistan dağlarında uğraşmak yerine, birkaç küçük atom bombasıyla "işi bitirmek.” Obama Prag'da İran'ı nükleer araştırma programını durdurması konusunda yeniden uyardı ve gerekirse başka önlemlere de başvurabileceklerini belirtti. Ancak İsrail'in nükleer silahlarından hiç söz etmedi. Oysa İran'ın nükleer silah edinme olasılığı ABD’yi değil doğrudan doğruya İsrail’i ilgilendiriyor.

İtalya: Sol Birlik yenildi... Silvio Berlusconi'nin başını çektiği merkez-sağ birlik yerel seçimlerden kazançlı çıktı

Muahalefetteki Demokratik Birlik ittifakı işçi merkezlerinde yerel yönetimleri sağa kaptırdı

Yirmi bölgeden on üçünde sandık başına giden İtalyanlar, muhalefetteki Demokrat Parti'ye (DP) meyletmedi. Merkez-sağ, solun dört kalesini daha alarak toplam altı bölgede seçimin galibi oldu. Daha da kötüsü, Berlusconi koalisyonuna katılan ırkçı Kuzey Birliği Partisi'nin oylarını kayda değer oranda artırmasıydı. Merkez-sol yedi bölgede seçimi kazandı ama başkent Roma'yı da içine alan Lazio bölgesini ve işçi sınıfının kalesi Piemonte'yi kaybetti. Bu başarısızlık DP'nin ve onun yörüngesindeki merkezsol siyasetin iflası anlamına geliyor. Üstelik bu yenilgi, ekonomik krizin olumsuz sonuçlarının iyiden iyiye hissedildiği, işsizliğin hızla arttığı, toplumsal kutuplaş-

manın büyüdüğü, Berlusconi hükümetine olan tepkinin arttığı bir dönemde geldi. Anlaşılan o ki sol birlik içinde yer alan partilerden hiçbiri, toplumun büyük bir bölümünün karşı karşıya olduğu toplumsal sorunları dillendirecek ve Berlusconi'nin politikalarıyla mücadele edebilecek politik bir program geliştiremedi. Seçime katılım, yüzde 64 ile son yılların en düşük düzeyindeydi. Bununla kıyaslanabilecek en son seçimde bu oran yüzde 72 olarak gerçekleşmişti. Toskana, EmiliaRomagna gibi ötedenberi kızılların kalesi olan bilinen bölgelerde seçime katılım, beş yıl öncesine kıyasla on puan kadar gerideydi.

Merkez-solun yanlışları

Merkez-sol seçimlerde Berlusco-

ni'yi sadece taktik açıdan eleştirdi. Bankaların ve yönetici elitin çıkarlarını savunmaktan geri durmadı. Berlusconi rejiminin alametifarikası olan yozlaşma ve skandalları kullanarak Yunanistan'a dayatılan esaslı kemer sıkma politikalarının İtalya'da da yürürlüğe girmesini engelleyebileceği vehmine kapıldı. Berlusconi'den kurtulmayı istedi ama bunu gerçekten sağlayabilecek kitlesel hareketliliği teşvik etmedi. Hatta merkez-sol politikaları vurabileceği için işçi sınıfının harekete geçmesini özellikle engelledi. Merkez-sol birliğin siyaseten korkaklığı, demokratik olmayan bazı seçim manevralarına başvurmasıyla iyice açığa çıktı. Ber-

lusconi'nin lideri olduğu Halkın Özgürlüğü Partisi (PDL)'nin aday listelerini geç teslim ettiğini, dolayısıyla seçimlere katılma hakkının bulunmadığını öne sürdü. Berlusconi gibi birinin bu tip bürokratik manevralar karşısında gerileyeceğini ummak merkezsol açısından büyük bir yanılgıydı. Nitekim mahkemeye yaptığı başvurulardan sonuç alamayan Berlusconi, aday listelerinin teslimi için oluşturulan takvimi geriye dönük olarak yeniden düzenledi. Kararname, PDL'nin çoğunlukta olduğu Senato'dan kolayca geçiverdi ve Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano tarafından da onaylandı. Sonuçta merkez-solun siyasi iflası Berlusconi'nin zaferi olarak tezahür etti. Seçimlerden birkaç hafta önce yapılan kamuoyu yoklamalarında partisinin ciddi bir gerileme içinde olduğu görülüyordu. Fakat seçimlerden hemen sonra basının önüne çıkarak "tarihsel zafer"inden söz edebildi. Aslına bakılırsa, seçimden kârlı çıkan, yüzde 13'lük oy oranıyla Berlusconi'nin koalisyon ortağı, ırkçı Kuzey Birliği Partisi oldu. Sözümona "sol" cenahın uygulanan kapitalist politikaları açıkça reddetme yürekliliğini gösterememesi, aşırı sağın ekmeğine yağ sürdü.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 9

Politika

AKP’nin yeni hegemonya hamlesi: Yargı Reformu Yapılması gereken, AKP'yi daha fazlası için zorlamaktır; seçim barajının düşürülmesi, Siyasi Partiler Yasası'nın demokratikleştirilmesi, yargı üstündeki vesayetin tümüyle kaldırılması, ILO standartlarında sendikal hakların tanınması, temel geçim ücreti, konut hakkı, çevre hakkı, tam istihdam ve ötesi için...

Mustafa Çeçen

Karikatür: Bahadır Boysal, Leman

AKP Anayasa Değişikliği Teklifini, TBMM'ye sundu. 12 Eylül darbecilerinin ve darbe döneminde yapılan idari tasarrufların yargı konusu yapılmasını engelleyen Anayasa'nın Geçici 15. Maddesi'nin kaldırılmasını, kadınlara, çocuklara ve engellilere dönük pozitif ayrımcılığı, kamu çalışanları için toplu sözleşmeyi, TBMM'ye bağlı bir ombudsman kurumunu, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkını (Anayasa şikayetini) ve parti kapatmanın zorlaştırılmasını da içeren bu yeni paket, esasen Anayasa Mahkemesini (AYM) ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunu (HSYK) yeniden yapılandırmaya yöneliyor.

AKP hegemonyasının kaldıracı olacak bir anayasa teklifi

Paket, biçimsel olarak ele alındığında, Adalet Bakanının ve Müsteşarının HSYK'daki konumunu muhafaza etmesi ve AYM ve HSYK'nın tümüyle AKP kontrolüne girmesi, ve bu uğurda Anayasa'yı bir yönetmelik metnine dönüştürmesi dışında (!), sırf Geçici 15. Maddenin kaldırılması yönünden bile, AKP yapıyor diye tümüyle karşı çıkılabilecek bir paket değil. Şunlar da şeklen doğru görünüyor ve propaganda etkisi azımsanmamalı: Tasarı bu haliyle yasalaşırsa, herhangi bir yurttaş, AİHM'den önce AİHS kapsamında AYM'ye başvurabilecek, idarenin şikayet ettiği uygulamalarını TBMM'ye bağlı Ombudsman'a taşıyabilecek. Böylece kurumsal garantileri artmış görünen bireysel yurttaşın dünyasında, bütün bunların mevcut olandan daha kötü bir imge yaratmayacağı kesin. Öyle ki, ordudan çıkarılan bir subay da meslekten çıkarılan bir hakim ya da savcı da yargı yoluna gidebilecek ve muhtemelen bu siyasi İslam tarafından esaslı bir kampanyaya konu edilecektir. Elbette, emekçiler ve ezilenlerin öz mücadeleleri olmaksızın, sermayenin içinde bulunduğumuz kriz çağında AKP türü bir hegemonyadan demokrasi beklemek, defalarca

yazdığımız gibi, hayalden ibarettir. Sonuçta bunlar, yasada yazanın lafzi yorumundan doğan bazı iyimser varsayımlar. Biri abartıp, “kamu çalışanlarına grev hakkı teklife yazılmadı ama toplu sözleşme hakkı açıkça yazıldığından, grevsiz de toplu sözleşme olamayacağına göre, tamamen gelişecek mücadelelere bağlı olarak, AYM'ye toplu sözleşme hakkının özü grevdir kararı alması için yapılan başvurular belki de lehe sonuçlanabilecek” de diyebilir. Doğrudur, yargı Türkiye'de vesayet altındadır ve Anayasayı yönetmeliğe çeviren aynı teklif yasalaştığında, yargı üzerindeki vesayet rejimi kısa vadede daha da güçlenecektir. Mevcut haliyle hiçbir demokratik niteliği olmayan ve verdiği her kararda daha da fazla demokratik normlara yabancılaştığı görülen yüksek yargı için vesayet rejiminin sürmesi anlamına gelen bu değişikliklerin sırf bu nedenle desteklenmemesi bizim ilgi alanımızda olacak bir sorun değil. Sonuçta, sadece yıllardır kaldırılmasını savunduğumuz Anaya-

sa'nın Geçici 15. Maddesi'nin olmadığı bir Türkiye bile, tamamen bizim mücadelelerimize bağlı olarak başka bir Türkiye olma potansiyelini daha çok içerir. Elbette bu tasarı, aynı zamanda, tipik bir AKP yasaması örneği; AKP kendi hegemonyasının yargı örgütünde yayılmasını engelleyen ne varsa ortadan kaldırmak için Anayasa'yı yönetmeliğe çeviriyor. Amaç, yargı bağımsızlığı ya da hakim teminatı falan değil, mevcut yargı örgütü içindeki güçleriyle en yüksek temsili elde edebileceği şekilde AYM'yi ve HSYK'yi yeniden yapılandırmak. Çok basit bir örnek: Cumhurbaşkanı tarafından avukatlarca gösterilen adaylar arasından da HSYK'ya üye seçilecek. Bu yanlış bir şey değil, aksine yerinde bir uygulama ama demokratik ilkeler gereği bu adayların tüm avukatlar tarafından, olmazsa Türkiye Barolar Birliği genel kurulu tarafından seçilmesi beklenir. Mevcut teklifte, seçme yetkisi, her birinin tek aday için tek oy hakkı olmak üzere baro başkanlarına bırakılıyor. AKP kur-

>>


10 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Politika mayları muhtemelen ellerinde kaç tane baro başkanı olduğunu sayıyorlar ve makul bir sayıya ulaştıklarını düşündüklerinden olsa gerek, yetkiyi baro başkanlarına bırakıyorlar. Sayıları arttırılan AYM ve HSYK'ya seçilecek üyeler için, AKP işi riske etmek istemediğinden olsa gerek, değişiklik teklifi buna benzer düzenlemelerle dolu.

Yargı reformu ihtiyacı

Türkiye'de gerçek bir yargı reformuna olan ihtiyaç ise açık. Bu reformun bir ayağını elbette, Adalet Bakanı ile Müsteşarının HSYK'dan tamamen çıkarılması, şu anda tamamen bakanlığa bağlı olan HSYK'ya mevcut tekliftekinden çok daha güçlendirilmiş bir idari örgüt (genel sekreterlik) kurulması, hakim ve savcıların atama, teftiş ve mesleğe alınma ile özlük haklarının HSYK tarafından genel sekreterliği eliyle yürütülmesi, HSYK üyelerinin nitelikli çoğunluğunun doğrudan hakim ve savcılar, diğer bazılarının ise doğrudan avukatlar ile TBMM tarafından seçilmesi, sair hakim güvenceleri, bunlar yanında adli kolluğun kurulması vb. yargı bağımsızlığının güvencelerinin arttırılması oluşturuyor. Bu, sık söylenen ve çok bilinen, önemli ama yurttaşı ilgilendirmeyen reform bağlamı, bunlar kadar önemli başka konular da tartışmayı kışkırtmalıdır: n Türkiye'de adalet bir hizmet olarak içten içe özelleştirilmekte, yurttaş mevcut yasal çerçevede bile hak arayamamaktadır. n Adli yardım hizmetleri ve zorunlu müdafilik güçlendirilmeli iken, Bakanlıkça “alternatif uyuşmazlık çözüm yolları (uzlaştırıcılık)” teşvik edilmektedir. n Açılan davalar yıllarca sürmekte, -örneğin, parmağını kaybetmiş ve SGK tarafından maluliyet maaşı bağlanmalı iken bağlanmamış olan bir işçi dava açtığında, hakim tarafından kolu mühürlenerek ta İstanbul'a giderek maluliyet oranının nihai tespiti için rapor alması istenmekte benzeri yollarla- yurttaşlar için adli tıp hizmetleri işkenceye çevrilmekte, özetle, halk için mevcut yasalarda öngörüleni kadarı ile bile adalet çoklukla gerçekleşmemekte, kazara gerçekleşirse de gecikmektedir.

Cezaevleri

n Öte yandan cezaevlerinde F tipi tecrit ve tretman işkencesi

sürmekte, diğer cezaevlerinde de sıklıkla insan hakları ihlalleri yaşanmakta; adliye çalışanlarının çoğunluğunun geçimlik hakları sefalet koşullarında seyretmektedir. n Avukatlık hizmeti, GATS çerçevesinde yeniden yapılandırıldığından ötürü, neredeyse tümüyle kamu hizmeti vasfını yitirmekte, kaldığı kadarı ile CMK avukatları olarak zorunlu müdafilik hizmetini sağlayanlar bakanlık ve savcılık vesayeti altında, düşük ücretle hizmet üretmeye çalışmaktadır. n Genç avukatların çoğu, büyük hukuk büroları ya da diğer avukatlar yanında hızla proleterleşmektedir. Bu koşullarda, HSYK'nın AKP yandaşlarınca doldurulması, -ihtimal ki, bunlar, örneğin, “çocukların öldürülmesini” cezalandırılmazlık kapsamında hukukileştirecek ya da Agos'ta yazarsan küfrü hak edersin” diyecek kadar iğrenç kararlar alırken (ki, daha alalarını alacaklarına kuşku yoktur) devrimci katli ile övünen kimi kendisine Kemalist diyen milliyetçi yüksek yargı bürokratlarından ne daha az ne de daha fazla vicdanlı olmayacaklarından-, yukarıda saydığımız teklif kapsamındaki yurttaş lehine değişikliklerden daha önemli değildir. Yapılması gereken, AKP'yi daha azı için değil daha fazlası için zorlamaktır; seçim barajının düşürülmesi, Siyasi Partiler Yasası'nın demokratikleştirilmesi, yargı üstündeki vesayetin tümüyle kaldırılması, ILO standartlarında sendikal hakların tanınması, temel geçim ücreti, konut hakkı, çevre hakkı, tam istihdam ve ötesi için... Aksi durumda, anayasa, özel mülkiyetin, sermayenin anayasası oldukça, ha yönetmeliğe dönmüş ha dönmemiştir. Gene de aradaki farkın, hukuki güvenlik bakımından, mahkemeye çıkarılmakla yargılanmadan sokakta kurşunlanmak kadar olmasa da küçümsenmemesi gerektiğini hatırlatalım. Eğer inisiyatif bu AKP'ye ve milliyetçi CMHP muhalefetine kalırsa, göz boyamak için konan ne varsa bu tasarıdan çıkarılacak, referanduma sunula sunula AKP yandaşlarını AYM ve HSYK'ya sokmaya yarayacak Anayasa'yı yönetmeliğe çeviren değişiklikler sunulacaktır.

Madde mad

Anayasal reform paketi içerisindek hak kırıntılarından bahsediliyor. İlker Kılıç* Buna anayasal reform diyorsanız Ecevit ile Bahçeli’yi büyük devrimciler olarak anmak gerekiyor. Cumhuriyeti kuran kadrolar için reform yapmakla yasa yapmak aynı anlama geliyordu. Peki şimdi? Kemalizm eleştirisinde muhafazakâr-liberal ittifakın avadanlığında kullanılabilecek neler varsa bugün bunlarla bizatihi bu ittifakı eleştirmek mümkün: Toplum mühendisliği, gardırop devrimciliği, pozitivizm vb… Hükümetin her çıkardığı ya da çıkarmaya çalıştığı yasayı reform olarak allayıp pullayanlarda devlet merkezli epistemoloji bütün siyasal ve hukuksal çözümlemeye hakim ve kuramsal çerçeveleri üst yapı kurumlarına odaklı: Ordu, hükümet, yargı, HSYK vb. Sanki bütün toplumsal sorunlar bu kurumlarda cisimleşmiş ve bunlar da kanun maddelerinde ve dava dosyalarında çözümlenebilirmiş gibi. Çözümleneceğini iddia edenlere pozitivist diyoruz. Maddeler Paketten kimileri adına iktidar çıkarken halk adına özgürlük çıkmıyor. Eşitliğe ilişkin 10.

Karikatür:, Leman Derdisi, Şubat 2008

>>


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 11

dde AKP’nin anayasa paketi

ki elma şekerlerini görünce şaşırmıyor, sapını unutmuyoruz. Reform paketini geçirebilmek için Ne büyük reform! maddede öngörülen değişiklik zaten uluslararası sözleşmeler, içtihat ve doktrinle yerleşmiş olan pozitif ayrımcılık, yani malumun ilamı. Özel Hayatın Gizliliğine ilişkin 20. maddede öngörülen değişiklik, kişisel verilerin korunmasına ilişkin ve yine sözleşmelerle, doktrin ve içtihatlarla yerleşmiş bir düzenleme. Üstelik bu verilerin hukuka aykırı bir şekilde toplanması ve kullanılması konusunda hükümetin kendi görevini ne kadar yerine getirdiği ortadayken, bu değişikliğin hayata geçirilmesine ilişkin beklentimiz fazla değil. Nitekim zamanın Ulaştırma Bakanı da çare olarak “telefonla konuşmamayı öneriyordu”. 53. madde de kamu çalışanlarına sadece toplu sözleşme hakkı getiriyor. Bu hak zaten var: Sendika hakkı daha önce anayasaya konulmuş idi. Grev ve toplu sözleşme sendika hakkının özüdür, böyle olmasa sendika hakkı ile dernek kurma hakkının arasında bir fark kalmaz. Sendika hakkının grev ve toplu sözleşme hakkını içermediğini iddia etmek Anayasa’nın 13. maddesini ihlal etmektir, yani hakkın özüne dokunmaktır. Siyasi parti kapatma konusunda getirilen yenilikler daha önce kamuoyuna yansımış idi. Ama bir saçmalık hemen dikkatimizi çeki-

yor:“İdarenin işlem ve eylemleri, odaklaşmanın tespitinde gözetilemez.” Bu madde iktidar partisinin kapatılamayacağına ilişkin liberal hukukçular tarafından zaman zaman dile getirilen saçma düşünceyi yansıtıyor. Diyelim herhangi bir hükümet belli bir etnik grubun tehcirine ilişkin karar alacak bu idari işlem niteliğinde olduğu için hükümetteki parti sorumlu olmayacak, bizler o partiye faşist diyebileceğiz ama Anayasa Mahkemesi bunu diyemeyecek. 74. Maddede öngörülen düzenlemeyle kamu denetçiliği öngörülüyor. Seçimi de Meclise bırakılıyor. Kamu Etik Kurulunun kurulmasına ilişkin yasadaki gibi birçok istisnanın burada da yer almasını beklemek kötümserlik değil. SGK’daki bir personel çocuğunu sigortalı gösterdiği için kınanabiliyor ama aynı işlemi yapan devlet büyükleri kınanamıyor. 125. maddedeki değişiklik ile YAŞ kararları yargı denetimine açılıyor. Hukuk devleti açısından olumlu fakat yargıya ilişkin diğer değişikliklerle birlikte düşündüğümüzde alt metin amacın farklı olduğunu söylüyor. Aynı maddedeki değişiklikle mahkemelerin yerindelik denetimi yapamayacağı öngörülüyor. Kural olarak aksini iddia eden de yok zaten, bu hüküm konmasa da yerindelik denetimi yapamazlar, değişikliğin bir anlamı yok. 148. Madde ile anayasa şikayeti yolu açılıyor. Ama hemen daraltma çalışması başlıyor. Şikayet sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleri ve anayasal haklarla sınırlı. Dolayısıyla AİHM’ne başvuruyu kısıtlamak anlamına geliyor mu diye düşünüyoruz. Özel çıkar kamusal yarar kılıfında Denetleyici değil destekleyici kamuoyu özlemi hükümetin tüm icraatına yansımışken bile, reformlarına toplumsal bir talep yaratmak konusunda başarılı oldukları ya da olacakları söylenemez: Her arz kendi talebini yaratmıyor. Peki devletin tepesinde keman çalındığı zaman, aşağıdakilerin oynamaya koyulmamalarını nasıl bekleyebiliriz? Gönüllü oynayanların köşe yazarları, televizyon müdavimleri, parti fanatikleri, siyasal ya da hukuki polemiklerde ikbal kollayanlar olduğunu kaydediyoruz. Bunların arasında oyuna ilkel kabile dillerindeki sözcük sayısıyla katılan liberallere özel önem veriyoruz. En önde liberal hukukçuları görüyoruz. Kemanın kıvrak ritimlerine en iyi onlar eşlik ediyor: Nikâh törenlerinde gelin cenaze törenlerinde ceset olmak istiyor. Hümanist yanımız depreşiyor. Onları, iktidarın nikâhında

görmeyi toprağın altında görmeye tercih ediyoruz. Liberalleri bugün işbaşında tutan şey baskının olduğu yerde bir eksikliği tamamlamak: Rızayı. Tekel işçilerine, “yedikleri copun aslında acılarının ilacı olduğu”, tersane işçilerine, “yakamozları seyretmek için gece vardiyasını tercih etmeleri gerektiği” konusunda sofistçe nutuklar atarken görebilirsiniz onları. Ancak gaz sıkışmasının sadece midede değil, kömür ocaklarında da olabileceğine ikna edemezsiniz. Poulantzas’ın söylediği gibi, hukuksal sistem, bir yandan var olan mülkiyet ve mübadele ilişkilerini onaylayıp üretim koşullarının yeniden üretilmesini sağlarken, diğer yandan siyasal işlevler üstlenir; bir sınıf ya da fraksiyonun ötekiler üzerinde hegemonyasını düzenler. Bu gün de özel çıkarlar kamusal yarar kılığında piyasaya sürülüyor: Bir kliğin beka kaygısına bugün anayasal reform deniyor. Özgürlüksüzlüğün Magna Cartası Ancak Büyük İskender bile sadece kılıcın gücüne güvenmedi: Gündemdeki anayasal reform paketi içerisindeki elma şekerlerini görünce şaşırmıyor, sapını unutmuyoruz. Reform paketini geçirebilmek için hak kırıntılarından bahsediliyor. Ne büyük reform! Bunlar zaten var, fiili olarak kullanılamamaları baskıdan ve sendikaların renginden ileri geliyor. Bu hakların anayasal düzeyde tanınmaları bir ilerleme olarak değerlendirilse bile bunun anlamını iktidarın özgürlüklere düşkünlüğünde değil, bir mübadele ilişkisinde arıyoruz: Rızayı satın almak için ödenecek ucuz bir bedel. Liberaller ise fiyatı düşürmek için var güçleriyle çalışıyor: “Yargı reformu herkes için gerekli”, “Hâkimlerin iktidarı demokrasiyi engelliyor.”, “Demokrasi dalgası geliyor”. Sonuçta belirlenecek olan özgürlüksüzlüğü kimin dayatacağı. Marx’ı hatırlıyor, anayasa reformlarına özgürlüksüzlüğün Magna Carta’sı diyoruz. Özgürlüksüzlüğün uygulayıcıları değişiyor özgürlüksüzlüğün sınırları ve ilkesi değişmiyor. Sadece halk desteği hiçbir iktidarı demokrat yapmıyor. Bu yüzden hiç kimse Hitler’e demokrat demiyor. Wallerstein ekliyor, “Halk egemenliği uygulamasını ehlileştirmenin hikâyesi liberal ideolojinin hikâyesidir.” Onlardan ötesini beklemiyoruz. * Dr., Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi


12 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Emek

Bilgi Üniversitesi’nde sendikalaşma deneyimi 1300 çalışan ortak “çıkarlar” ekseninde, temsiliyet birimlerini “dert birliği alt birimleri” ismi altında oluşturmaya ve bir tabandan doğurgan örgütlenme şeması çıkarmaya çalışıyoruz

Aslı Odman * 2007’den berri Tuzla Tersaneler Bölgesi’nde yasadışı taşeronlaştırmaya ve bunun insan canına ve hayatına olan etkilerine şahit olmak durumundayım. İşkolu ile ilgili, altişverenlik hükümlerinin Tuzla’da nasıl çiğnendiği ile ilgili, Tuzla’da yaşamın ritmi ile ilgili bir sürü şey öğrendikten sonra, gelebildiğim yer hep aynı idi: Görünen köy kılavuz istemezdi. Tuzla’da taşeron şirketler yasadışı çalıştırılıyordu. Böyle parça bölük çalışma ile seri iş kazaları arasında doğrudan bir ilişki vardı. Ama işçiler bir araya gelip, sendikalaşamadıkları için ölümlere yol açan nedenler değiştirilemiyordu. İçi tabandan güç ile dolmayınca yasa işletilemiyordu. İş güvencesinin ucu ise insan hayatına bağlıydı: İkisine sahip çıkmak için de orayı emeği ile her gün varedenler sermayenin çerçevesi dışında bir araya gelmeli, örgütlenmeli idi: Bunun adı da verili hukuki çerçeve içerisinde Sendika idi...

Bilgi’de taşeronlaştırma planları

‘Biz sana Bilgi Üniversitesi’ni sorduk, Tuzla ezberine döndün gene!’ demeyin. Yedi senedir araştırma görevlisi olarak çalıştığım İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Eylül 2009’da dönem “taşeronlaştırma” dedikoduları ile ağır bir havada başlamıştı. Taşeronlaştırılması düşünenler temizlik, güvenlik ve teknik hizmetlerden üçyüzü aşkın arkadaşımızdı. “Arkadaşımız”’ tabirini fos, sınıfsal farkın altını çizen yapmacık bir mütevazilik ile kullanmıyorum. Bilgi Üniversitesi, 1996’da kurulduğu günden beri neredeyse aralıksız olarak bu “destek personeli” tabir edilen emekçileri kendi kadrosunda çalıştırıyor ve bu destek personelin çoğu üniversitenin kampüslerinin kurulu olduğu mahallelerde, özellikle de Kuştepe’de oturuyor. Bilgi, şehrin tam içinde bir “kent üniversitesi” olmasını merkezi semtlerin hemen çeperlerinde irtifak/kullanım hakkını edindiği çoğu kamusal arazilere borçlu (Kuştepe Metruk Mezarlığı üzerindeki Kuştepe, Silahtarağa Elektrik Fabrikası’nın yüz dönümü aşkın arazisi üzerindeki santralistanbul, eski Toyota Plaza, yeni Dolapdere Kampüsü ve Tophane rıhtımdaki yurtlar). Para ödeyerek okuyan öğrencilerin üniversiteye taşıdıkları hayat stili ve gösterişçi tüke-

Bilgi Üniv. IMF Başkanı’nın ayakkabıyla eleştirimesine tanık olmuştu sıra yönetimin sendikayla imtihanında

tim araçları ile kurulduğu varoş mahallelerinde göze batan bu vakıf üniversitesini, mahallenin insanı ile koruyup temizlemek, kurucu yönetim tarafından bakıldığında akıllıca bir seçim. Çalışan mahalleliler tarafından bakıldığında ise Bilgi’de temizlik ve güvenlikte çalışmak Türkiye “iş piyasası”ndan daha yüksek bir iş güvencesi ve sosyal haklar sağlıyor. Bu doğrudan istihdam politikası ile bir nebze olsun bu kamusal arazilerden elde edilen gelirler mahalleliye dağıtılırken, kampüslerinin de mahallelerdeki sosyal hayatta patlamasız varolabilmesi sağlamış oluyor. Bu “organik mekansal entegrasyon” üniversiteye, babacan bir “Bilgi Ailesi” görüntüsü de kazandırmıştı. “Aile”’ formunun beraberinde getirdiği tüm renklerle tabii ki. Peki ne oldu da bu denge, bu hesap değişti? “Aile” dağıldı?’. ‘Bilgi Ailesi’’nin 340 temizlik, güvenlik ve teknik işçisi neden ‘kadroda fazlalık’ gözükmeye başladı?

Kâr amaçlı olmayan bir çerçeveye sığmaya çalışan bir şirket: Laureate Education, Inc.

Türkiye’de eğitim ücreti verilerek okunan

tüm üniversiteler halen Vakıflar Kanunu çerçevesinde düzenleniyor. Her ne kadar ağzımız “özel üniversite” demeye alışmış olsa da, 1982 Anayasası’nın 130. maddesine göre bu üniversiteler, “kamusal nitelikli iş gören ve doğrudan kazanç amacı gütmeyen” vakıflar teşkil ediyorlar. Fakat YÖK başkanı Yusuf Ziya Özcan da, her perşembe VATAN gazetesindeki köşesinde eğitim vizyonu ile ilgili örnekler veren Bilgi’nin yeni Mütevelli Heyet Başkan Yardımcısı, Laureate’in Bilgi nezdindeki CEO’su (İcra Kurulu Başkanı) Rıfat Sarıcaoğlu da ‘kazanç amaçlı üniversitelerin’ Türkiye eğitim sisteminde ne kadar önemli olduğunu sistematik olarak dillendiriyorlar. ‘Laureate de ne oluyor?’ diye mi sordunuz?: Bilgi Üniversitesi, merkezi New York’ta olan, yönetim kurulundakilerin çoğunun finans kökenli olduğu, kısa zamana kadar Nasdaq borsasında işlem gören Laureate Education, Inc. adlı şirkete adım adım “satıldı”. Vakıflar resmen satılamadığı için, tam olarak vâkıf olamadığımız hukuki şekillerde 2006 – 2009 arasında adım adım “devredildi”. Bilgi’nin eski yöneticileri ile Laureate Grubu arasındaki


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 13

Ekonomi davalı bir süreçte Laureate galip geldi ve Şubat 2009’da önce Vakıf Mütevelli Heyeti’nin, sonra Rektörlüğün, daha sonra da üniversite idari bürokratlarının kompozisyonu bu sermaye değişikliğini yansıtacak şekilde değişti.

Endişelerle ekşimek mi, Sendikayla ‘umuda yolculuk’ mu?

Bilgi Üniversitesi’nin 1300 kişiden oluşan temizlik, teknik, asistan, öğretim görevlisi, idari sekreter, bahçıvan, doçent, bilgi-işlemci kadrosu, bu uzun ve kavgalı devir süresince biriktirdikleri endişeyi Kasım 2009’dan beri somut bir sendikal örgütlenmeye kanalize etmiş durumdalar. Bu süreçte Ocak 2010’da yapılan “taşeronlaştırmaya karşı imza kampanyası” sendikal örgütlenmenin önemli ivmelerinden biri oldu. Bu kampanyada “üniversite, yalnızca eğitim hizmeti veren bir yer değil, eğitimin temelindeki bilgi ve bilimi de üreten, idari, destek, akademik birimlerin ortak çalıştığı, eleştirel akıl ile işleyen bir bütündür” dedik. Bu vesile ile üç kampüste, birimler-bölümler arasında dert ortaklığı üzerinden tanışıklıklar, sohbetler kuruldu. Taşeronlaşmanın geriye çekilmesi, özgüvenimizi artırdı. Bizi bu “gerekli deli işine girmeye” bir kez daha ikna etti. Mart ayından itibaren de 17. no’lu, her nevi “büro işçisini kapsayan” işkolunda, Sosyal-İş Sendikası’nda örgütleniyoruz. Zira “hocalar” dahil, vakıf üniversitelerinde her çalışan özel hukuk, yani 4357 no’lu İş Kanunu çerçevesinde çalıştırılıyor. Bu süreçte güvenlikte çalışan Erhan’ın ücretsiz fazla mesai sorunu, ingilizce hocası Alev’in özgürce uygun eğitim materyalini seçme kaygısı, asistan Aslı’nın çalıştığı bölümün burslu öğrenci kontenjanın azaltılması derdi, yardımcı doçent Şerife’nin fazla ders saati yükü derdini yatay kesen çıkarlarımız var: İş güvencemiz, iş güvencesiz sağlanamayacak huzurlu, iletişimi doğal iş yerimiz, kreşimiz, işyerimizi etkin olarak şekillendirebilme ve önümüzü görebilme ihtiyacımız. Üç ana birimimiz iletişim şekli ve mesai tarzı üzerinden şekilleniyor: Bilgisayarla çalışmayanlar, bilgisayarla çalışan idari kadro ve bilgisayarla çalışan akademik kadro. Şu anda bu ortak “çıkarlar” ekseninde, temsiliyet birimlerini “dert birliği alt birimleri” ismi altında oluşturmaya ve bir tabandan doğurgan örgütlenme şeması çıkarmaya çalışıyoruz. “Akademik olan ile sendikal olanının birbirini beslediği alanlar” hakkında çalışma gruplarında çalışıyoruz. Toplu İş Sözleşmesi yetki hakkına sahip olma yolunda en kalıcı kazanım, bu sözleşmeden de öte bu “karınca işi” gibi gözüküyor. Şirket devirleri, atamalar, önümüze çıkarılan “eski yönetimyeni yönetim” karşılaştırmaları zirvelerinden, ayağımızı toprağa bastığımız, yavaş yavaş yürüdüğümüz bir yola inmeye çalışıyoruz. Gidiyoruz. Bu konuda hepinizin deneyimlerine ihtiyacımız var. * Bilgi Üniversitesi araştırma görevlisi

AKP-IMF: Ayrılsak da beraberiz AKP hükümeti IMF ile anlaşma imzalamadıysa da, IMF’nin de onayıyla hazırladığı Orta Vadeli Program aracılığı ile emekçilere saldırmaya devam ediyor

Erdoğan ve Babacan Ekim 2009 İstanbul IMF zirvesinde Dünya Bankası ve IMF başkanlarıyla

Tolga Tören Hükümet ile IMF arasında bir süredir devam eden görüşmeler, geçtiğimiz ay IMF heyetinin anlaşma imzalamadan masadan kalkması ile sona erdi. Hükümet, IMF ile anlaşma imzalanmamasını, Türkiye’yi bağımsızlığa kavuşturan muzaffer komutan edası ile kamuoyuna duyurdu: “Artık IMF’ye ihtiyacımız yok”.

Ekonomi eşrafı: “Eyvah!”

Medyada kalem oynatan ekonomi eşrafı ise, anlaşma imzalanmamasını, biraz da panikle yutkunarak ve genelde pek de hayırlı olmadı yollu imalarla açıkladı. Kimine göre hükümet, seçim arifesinde IMF tarafından önerilecek ve seçim harcamalarının önünde engel olacak politikalarla karşı karşıya kalmak istemiyordu, kimine göre, IMF tarafından önerilen ve hükümetin kamu gelirleri üzerindeki kontrolünü kısıtlayacak Gelir İdaresi’nin özerkleştirilmesine sıcak bakmıyordu. Konuya teknik boyuttan bakıldığında, bu tür yorumların doğru olduğunu söylemek mümkün. Evet, hükümet seçim harcamalarını kısmak istemiyor olabilir; evet, hükümet,

çeperindeki sermaye gruplarına kaynak aktarmada önemli bir mekanizma olan Gelir İdaresi’nin özerkleşmesini istemiyor olabilir... Ancak, bu tür açıklamaların, konuya bütünsel bir bakış sunmadığını, dolayısıyla ancak kısmi doğruları içerdiğinin altını çizmek gerekiyor. Konunun açıklanmasında, sadece teknik boyut ile sınırlı kalmanın, sadece görünenlere/olgulara değinmenin, o olguları açığa çıkaran dinamiklerin anlaşılması önünde engel oluşturacağının da. Bu son ifadenin daha iyi anlaşılması için öncelikle konuyla ilgili, sermaye sınıfının farklı kesimlerinin verdiği tepkilerin, sonra da bu tepkilerin nedenlerinin anlaşılması gerekiyor.

İslamcı sermaye: IMF ile anlaşma gerekli değil

Örneğin, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) Başkanı Ömer Vardan, Ocak ayı başında, IMF ile anlaşmanın, sıcak para akışına ve TL’nin değerlenmesine yol açarak ihracatı olumsuz etkileyeceğini belirtti. Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) başkanı Mehmet Büyükekşi de benzer bir noktaya vurgu yaparak, IMF ile anlaşma imzalamaması dolayısıyla hükümete teşekkür etti. Büyükekşi’ye göre, IMF ile imzala-

>>


14 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kent Mücadelesi

>>

nacak bir anlaşma, kısa vadeli sıcak parayı tetikleyecekti. Oysa Türkiye’nin ihtiyacı kısa vadeli ve kâr transferi peşindeki sıcak para değil, sanayi üretimini ve ihracatını artıracak yabancı sermaye idi. Gülen cemaatine yakın sermayedarların örgütü olan Türkiye İşadamları ve Sanayicileri Konfederasyonu (TUSKON) ise, IMF ile anlaşmaya MÜSİAD ve TİM kadar net karşı çıkmasa da, anlaşmanın imzalanması durumunda gelecek kaynağın, faizleri düşürmek amacıyla kullanılmasını, yani reel sektöre aktarılmasını talep etti.

‘Sosyal Devlet’ Gökçeklerden k

TÜSİAD: Anlaşma iyi olacaktı

TÜSİAD ise, 2008 yılından bu yana, IMF ile imzalanacak bir anlaşmanın krizin daha az zararla atlatılmasında önemli rol oynayacağını belirtiyordu. Mustafa Koç da, geçtiğimiz Aralık ayında gerçekleştirilen TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısında, IMF ile anlaşmanın öneminin göz ardı edilmesini ve bu yolla gelecek 30-40 milyar doların elin tersiyle itilmesini anlayamadığını belirtmişti.

Türkiye sermayesinden farklı sesler

Yukarıdaki açıklamalar da gösteriyor ki, Türkiye sermayesi IMF ile imzalanacak bir anlaşma konusunda ortak bir görüşe sahip değil. Peki, bu durumun nedenleri neler? Türkiye sermayesinin TÜSİAD’da örgütlü ana akımı, son yıllarda katma değeri yüksek mallar üretiminde yoğunlaşmış durumda. Marksist kavramlarla ifade edecek olursak, mutlak artı değer üretiminden göreli (nispi) artı değer üretimine geçmiş durumda. Sermayenin bu kesimi açısından bakıldığında, sıcak para girişi ve buna bağlı olarak TL’de meydana gelen değerlenme, yatırım malı ithalatını ucuzlatması dolayısıyla büyük önem taşıyor. 1998–2007 yılları arasında en yüksek büyümeyi gerçekleştiren sektörlerden birisinin yüzde 16,6 ile taşıt araçları sektörü olması ve 2005 yılından itibaren özel sektörün sabit sermaye yatırımlarının, büyük ölçüde TL’nin değerlenmesine bağlı olarak gerçekleşen yatırım malı ithalatından kaynaklanması, yukarıda bahsedilen her iki durumu da açıklar nitelikte. IMF ile imzalanacak bir anlaşmadan dolayı gelecek kaynağın daha çok bu kesimler tarafından kullanılacak olması da cabası. MÜSİAD, TÜSKON, TİM gibi örgütler içinde örgütlenmiş sermaye kesimleri için ise durum farklı. Bu kesimler için, düşük değerli bir TL, dış pazarlarda ihracat avantajı kazanabilmek için büyük önem taşıyor. Bu durum, MÜSİAD ya da TİM başkanlarının IMF ile anlaşılmasına karşı çıkmasını da TL’nin değerlenmesinden neden çekindiklerini de açıklıyor.

Emek düşmanı Orta Vadeli Program (OVP)

Ancak AKP hükümeti, sermaye sınıfının tüm kesimlerine ortak bir zemin de sunması gerektiğinin farkında. Hükümetin, ihtiyacımız kalmadı dediği ve en azından şimdilik anlaşma imzalamadığı IMF’nin de onayını alarak, 2010-2012 yılları için hazırladığı Orta Vadeli Program (OVP), içerdiği birçok emek düşmanı politika ile tam da böylesi bir zemini ifade ediyor: n Sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesi, n Özelleştirilmelere devam edilmesi, n Çalışanlara gerçekleşen değil beklenen enflasyona göre ücret zammı yapılması, n Esnek, yani güvencesiz, sosyal ve sendikal haklardan yoksun çalışmanın yaygınlaştırılması OVP’nin göze çarpan emek düşmanı ögelerinden bazıları. Dolayısıyla, IMF ile anlaşma imzalanmamış olması emekçiler açısından herhangi bir anlam ifade etmiyor. Ancak IMF ile anlaşma imzalanmadan da emek düşmanı politikalar izlenebileceğini, dolayısıyla sosyalistlerin ve emek hareketinin, antikapitalist bir hatta sahip olmadan sadece IMF karşıtlığıyla yetinmesinin yetersizliğini ortaya koyuyor.

Hak kavramını sermayeye karşı kullanmak pekala mümkün. Ama unutmayalım: Hiç bir kapitalizmde halkın iradesi kâr ve birikimin gerekliliklerine öncelenmez

Deniz Gemici Sol son dönemlerde, İstanbul’daki metrobüs eylemleriyle kendini görünür kılmaya başlayan “ulaşım hakkı” temelinde yükselen etkili bir muhalefet yürütüyor. Ankara’da yürütülen mücadele ise 1.85 TL’ye varan ulaşım ücretlerinin, tüketici derneklerinin açtığı dava sonucunda iptal edilmesinin ardından Melih Gökçek’in bir taraftan ulaşım ücretlerini 2004 fiyatı olan 90 kuruşa indirirken, bir taraftan da dolmuş ve halk otobüsü sahiplerine dava açmalarını telkin etmesi ve sefer sayılarını azaltmasıyla yeni bir sürece girdi. Ulaşım ücretlerinde altı yıl önceki tarifenin geçerli olmasını sağlayan UKOME kararına ilişkin Ankara Minibüsçüler Odası’nın açtığı ve avukatlığını, Gökçek’in de vekili olan Mehmet Ali Alan’ın yaptığı davada, yürütmeyi durdurma kararı verildi. Ankara’da belediye otobüs bileti fiyatının yeniden 1.85 liraya çıkması üzerine mücadele ivme kazandı. ODTÜ ve Hacettepe’li öğrencilerin "parasız ulaşım hakkı"nı kullanma eylemleri ve kitlesel gözaltılarla Danıştay’ın kararının ardından bir kez daha Erdoğan’ın genişletilmiş Başkanlar kurulu Toplantısı’nda yaptığı konuşmayla gündeme oturdu: “Bu komünist düşünce, komünist mantık var ya zaten o yaşadığı ülkeleri, geçmişte onları iflas ettirdi. Ondan sıyrıldılar onlar, bizdeki komünistler hala bundan kurtulamadılar. Bunlar milletten yana değil, bunlar illetten yana.”

Reel sosyalizm deneyimlerinin neden başarısızlıkla sonuçlandığına veya pek yenilikçi ve demokrat başbakanımızın her gerçek muhalefet karşısında geleneksel sağ söylemlere ne kolay sarıldığına ilişkin tartışmalar bu yazının konusu değil ama Erdoğan ve Gökçek’in kapitalist mantığına ve sonuçlarına şöyle bir bakmakta yarar var.

Sermaye, kent ve kent içi ulaşım sorunu

Modern anlamda kentin öyküsü, sanayileşmeyle başladı. Sermayenin, mekân düzenlemelerini birikim rejiminin gereklilikleri üzerine yeniden ve yeniden inşa etmesiyle devam ediyor. Sermaye daha önceleri iç içe olmasını tercih ettiği üretim ve yaşam alanlarını, esnekleşme ihtiyacının bir sonucu olarak birbirinden ayırdı. Bazılarına otomobil sattı, diğerleri için ise bir zamanlar kamusal olarak sunulan toplu ulaşım hizmetini artık kârın konusu haline getirdi. Müsebbibi olduğu trafik sorunu yüzünden yolda geçirilen zamanlar arttıkça bunun üzerinden yeni kâr alanları açmayı da ihmal etmedi: Uyumak isteyene yastık, ötekine iPod sattı.

İki başkan, iki belediye, bir yasa! Kendine yeni kâr alanları açmak için hayatın her alanını metalaştıran kapitalizm, daha önce kamusal olarak tanımladığı hizmetleri şimdi sermayeye açıyor. Kamu kaynaklarının yerel sermayede yoğunlaşmasının bugün için tek geçerli kalkınma yolu olduğu düşüncesinin büyük sermaye kesimlerinin de desteğiyle genel bir sermaye politikası durumuna gelmesi,


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 15

bizi kurtarabilir mi?

Ulaşım zamlarına karşı Ankara’da özellikle öğrenci gençlerin başlattığı protestolara halk da destek verdi

kuşkusuz bunun yasal dayanaklarının oluşturulmasını da zorunlu kılıyor. Kentsel hizmetlerin piyasalaştırılması için en kapsamlı hazırlık olan yerel yönetimler yasası, verili devlet geleneği ve “güvenlik hassasiyetleri” yüzünden henüz yürürlüğe konamasa da bu özlemin izlerini yürürlükteki pek çok yasada görmek mümkün. Örneğin, “4736 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Ürettikleri Mal ve Hizmet Tarifeleri İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”un 1. maddesi şunu hüküm altına alıyor: “Diğer kamu kurum ve kuruluşlarının yanı sıra belediyelerce üretilen mal ve hizmetlerde, işletmecilik gereği yapılması gereken ticarî indirimler hariç herhangi bir kişi veya kuruma ücretsiz veya indirimli tarife uygulanması yasaktır.” Hakkında medyada çıkan haberler dışında bir bilgiye sahip olmasam da Dikili Belediye Baş-

kanı Osman Özgüven’in en azından bazı uygulamaları yönünden sosyal belediyecilik adına belli kazanımlara imza attığını düşünüyorum. Kendi başının da kömür dağıtımları yüzünden dertte olduğu bir sırada, Özgüven’in 10 metreküpün altında kalan su tüketiminin ücretlendirilmemesi uygulaması yüzünden bu yasa uyarınca yargılanması konusundaki haberlere tepki gösteren Melih Gökçek, "AK Partili bir belediye yardım yapınca `sadaka` oluyor, sosyal demokrat belediyeler yardım yapınca `örnek belediyeciliğe soruşturma açıldı` deniliyor" diyerek şaşkınlığını dile getiriyor. “Sosyal sorumluluğun gereği” olarak yardımlara devam edeceğini muştuluyordu. “Oy kaygısı”, “sadaka kültürü” gibi argümanlar bir yana, kenti bir sosyal mekân olarak görmeyen, bizatihi kenti ve kent yaşamının zorunlu kıldığı temel ihtiyaçları değişim değeri üzerin-

den alınır satılır bir mal olarak gören neoliberal belediyecilik anlayışının başarılı temsilcisinin bu şaşkınlığının ve sorumluluk aşkının samimi olduğunu kabul etsek de sonuç değişmiyor. Kolektif ihtiyaçları metalaştırarak piyasaya tabi kıldığınızda, “sosyal sorumluluk” projelerinin, kapitalizmin kar maksimizasyonunu hedefleyen kendine özgü zorunluluklarının baskısı altında kişisel tercihlerinizden bağımsız olarak, bir halkla ilişkiler faaliyetinden ve sosyal risklerin kontrol altında tutulmasından başka bir amaca hizmet etmeyeceği ortadadır. Peki kamusal yarar veya hak kavramı, sınıfsal olduğu apaçık olan bu mücadelede elverişli birer vasat olabilir mi?

Sermayeyi kendi silahıyla vurmak mümkün mü?

Sermayenin tüm hayatımızı kuşatarak ve boğazımıza kadar gelip dayandığı bir metalaştırma pratiğinde bunu geriletecek her

direniş, her karşı atak kuşkusuz ilgiye mazhardır. Ancak sınıflara bölünmüş eşitsiz bir toplumda gerçekten herkesin yararına olacak bir iktisadi politika bulmak mümkün müdür? Veya her biri uzun ve acılı mücadeleler sonucu elde edilmiş olsa da, Alan Meiksins Wood’un kapitalizmin sosyal haklarla imtihanını ele aldığı makalesinde haklı olarak vurguladığı üzere, bizzat kapitalizm tarafından yaratılan sosyal sorunların gerekli kıldığı ve yine kapitalizmin gereklilikleri ile süre giden geriliminin onları kırılgan ve müphem kıldığı sosyal hakları korumanın bir yolu var mıdır? Hak kavramını, teorik açmazlarına rağmen, politik içeriğini güncel talepleri nihai hedeflerden hareketle belirlediğimiz bir yaklaşımla doldurmak kaydıyla, sermayeye karşı kullanmak pekala mümkün. Ancak bölüşümün her düzeyinde süre giden kavganın sınıf mücadelesi olduğunu hem kendimiz hem de kitlelerin nezdinde bilince çıkarmak ve politikleşmiş bir işçi sınıfı hareketinin inşasına dair programımızda yerli yerine oturtmak zorundayız. Yine Wood’un sözleriyle; kapitalist demokrasinin neoliberalden sosyal demokratik olanına kadar hiçbir türü halk iktidarınca yönetilmez, hiçbir kapitalizmde halkın iradesi kar ve birikimin gerekliliklerine öncellenmez ve yine hiçbir kapitalizm yoktur ki hayatın temel koşullarını kar maksimizasyonu belirlemesin. Dolayısıyla sermayenin her yeni çitleme atağında ister istemez bizi kaynak tartışmasının içine çeken, ufkumuzu daraltan, gitgide inandırıcılığını yitiren ve adeta bir ruh çağırmaya dönüşen sosyal devleti göreve çağırma kolaycılığından vazgeçmeliyiz. Çünkü böylesi bir kolaycılık, Nasrettin Hoca öyküsündeki gibi bir ilişkiye kapı aralar: Kazanın doğurduğuna inanacak kadar saf olanın öldüğüne de aklı yatacaktır. Ne diyordu Erdoğan; “bunlar bu eylemleri komünistliklerinden yapıyorlar; illetten yana bunlar.” Hay ağzını seveyim, ben de bunu diyorum; ne yaparsak komünistlikten (domuzluğuna) yapalım, ne yaparsak yapalım sermayeyi illet edelim. Zira kamuya en çok sosyalizm yarar!


16 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Ekoloji

AKP nükleer için bastırıyor Hükümet nükleerde ısrar ediyor çünkü başka hiçbir icraatı AKP’ye otoriter ve anti demokratik uygulamalarını meşrulaştırmak ve kendi bölgesinde güçlü bir devlet görüntüsü vermekte nükleer teknolojinin sunduğu imkanları sunmuyor

Mehmet Horuş Türkiye’nin nükleer enerji macerasında bundan yirmi yıl öncesine göre, ne ekonomik ne de teknolojik açıdan farklı bir durum söz konusu. Buna rağmen AKP, her türlü açık hukuksuzluğu göze alarak ve hiçbir altyapı hazırlığı olmadan nükleer santral ihalelerini tamamlamaya çalışıyor. Çünkü AKP’nin, kurulması planlanan nükleer santrallerden elde edilmesi düşünülen elektrik enerjisinden daha çok; kendi tek parti devletini inşa ederken hayata geçirmeye başladığı otoriter ve antidemokratik politikalarına “nükleer ideolojinin” sunacağı katkılara ihtiyacı var. Nükleer santral için atılan ilk somut adımda, Türkiye’de yapılmak istenen santrallerin akla ve mantığa sığmayan bir iş olduğu ortaya çıktı. Devlet desteğine rağmen tek bir firma dışında açılan ihaleye başvuran olmadı. Bu şekilde ihale yapılamayacağı belli olmasına rağmen “ihale” konusunda Danıştay yürütmeyi durdurma kararı verinceye kadar ısrar edildi. Yargı kararları ortada dururken Başbakan Tayip Erdoğan, Rusya Federasyonu gezisi sırasında Rusya Başbakanı Vladimir Putin ile “Türkiye’de Nükleer Santral Tesisi Konusunda İşbirliği Ortak Beyannamesi”ni imzaladı. Ardından da Enerji Bakanı Taner Yıldız, Sinop’ta nükleer santral kurulması için Güney Kore ile protokol imzaladı. Her

iki anlaşmanın da yasal dayanağı yok. Hatta Başbakan, açıkça Danıştay kararını kastederek nükleer santral kurulma sürecinde yargıya taşınamayacak devletler arası bir formül üzerinde çalıştıklarını açıkladı.

Nükleer ideoloji

Nükleer teknoloji, yarattığı tehlikeler yanında pahalı olması, santral yapımının uzun sürmesi, atık sorunu, kendisinin de enerjiye bağımlı olması gibi teknik gerekçelerle birlikte taşıdığı ideoloji nedeniyle de itiraz edilmesi gereken bir teknolojidir. Nükleer teknolojinin merkeziyetçi, savaşçı, antidemokratik, gizlilik esasına dayanan, hegemonik devletlerin gücünü ve bu ülkelere olan bağımlılığı artıran, güvenlik adına askeri denetimini meşrulaştıran, büyük rüşvetlerin döndüğü bir teknoloji olması, bilinen ideolojik yönlerini anlatmak için yeterlidir. Bu anlamda öteden beri teknolojinin bilimsel ve politik olarak tarafsızlığını reddeden endüstriyelizm eleştirilerinde nükleer bahsinin özel bir yeri olmuştur. Nükleer teknolojiye sahip olmak, her zaman endüstrileşmenin en karakteristik ve ileri sembolü sayılmıştır. Son yıllarda ise tartışmanın nükleere karşı alternatif enerjiler üzerinde yoğunlaşması, tartışmayı dar anlamda teknik bir zemine sıkıştırmış ve sorunun bu ideolojik boyutunun göz ardı edilmesine neden olmuştur.

Nükleer karşıtı hareket

Türkiye’de de Akkuyu’daki nük-

Çernobil’den geriye kalan trajedi AKP’ye ibret olmuyor

leer santral projesinin ilk ortaya çıkışından bu yana bir nükleer karşıtı hareket var. Sinop’taki nükleer santral projesine karşı da Sinop halkı başta olmak üzere ciddi bir toplumsal tepki ortaya konulabildi. Ama bugün, projeler hayata geçirilme aşamasındayken ve nükleer santraller, kamuoyunun çok daha fazla gündemindeyken nükleer karşıtı tepkinin cılız kaldığını görüyoruz. Bunun pek çok nedeni yanında nükleerin ideolojik boyutunun ihmal edilmesinin azımsanmayacak bir payı var. Çernobil sonrası Karadeniz’de kazaya bağlı kanser vakalarının artışına ilişkin halen gerçek bir bilimsel çalışmanın yapılmadığı, inkar edilen ve üzeri granitle kapatıldığı söylenen radyasyonlu çayların üniversite bahçesinde çıktığı, kaç proje olduğu, bunların nasıl hayata geçirileceği, atık sorununun nasıl giderileceği, güvenlik tedbirlerinin nasıl sağlanacağı konusunda kimsenin bilgisinin olmadığı, ihale sürecinde TAEK ile ilgili rüşvet iddialarının basına yansıdığı, nükleer santrallerin dev-

let desteği olmadan kurulamayacağının ortaya çıktığı bir ülke haline gelinmiş olması, nükleer teknoloji için gerekli elverişli koşulların sağlandığı anlamında da yorumlanabilir. Hükümetin, nükleer enerji santralleri kurma hedefi, rejimin bekası için vazgeçilmez görülen bir devlet politikası haline getirilmiş durumdadır. Rejimin otoriter yapısındaki artışa paralel olarak nükleer santral projelerinde de yol alınmaktadır. Türkiye’de rejimin bütünlüklü niteliği üzerinden tavır almadan, savaşa ve sömürüye karşı çıkmadan, demokratik talepler için mücadele edenlerle bir araya gelmeden nükleer santrallere karşı tutarlı ve toplumsal bir karşı koyuş sergileme olanağı görünmemektedir. Nükleer karşıtları, bu yıl da Çernobil’in yıldönümü olan 26 Nisan’da sokaklarda olacaklar. Ama özetlemeye çalıştığımız nedenlerle 1 Mayıs’ın da en az 26 Nisan kadar nükleere karşı çıkmak için anlamlı bir gün olduğunu unutmamak gerekiyor.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 17

Konferans

Kadınlar vardır, Sosyalist Gelecek'te

cak. Kadınlar, temsiliyet esasına dayanmayan bu meclise doğrudan katılarak kendi kararlarını alabilecekler. Faaliyeti karara bağlanan organlar arasında, kadın üyelerin, yüzde 10'unun talebi üzerine, mümkün olan en kısa sürede toplanacak bir kadın konferansı da bulunuyor. Hareketimizin kadın kurtuluş mücadelesine dair eğilimini belirleyen metinler üzerinde son sözü kadın konferansı söyleyecek. İlk kadın konferansının yaz başında toplanması öngörülüyor.

Karma mecliste kadınlar

Sosyalist Gelecek Parti Hareketi eşit temsiliyeti hayata geçirdi; 45 kişiden oluşan karma meclisin 23'ü kadın Yeşim Dinçer Konferansta cinsiyetçi olmayan bir sosyalizmi bağımsız bir seçenek olarak var etme yolunda kararlı adımlar atıldı. Fakat bilhassa kadınlar, özgürlüğe giden kestirme bir yol olmadığının bilincindeler. Mücadele çetin olacak.

Kadınların kurtuluşu

Kadınların kaleme aldığı "kadınların kurtuluşu için karar" metni, karma oturumda okundu ve oylama yapılmaksızın kabul edildi. Metin, "emeğimiz bedenimiz kimliğimiz bizimdir" başlığını taşıyordu ve ilk saptaması şöyleydi: "İnsanlık tarihinde insanın insan üzerindeki bilinen ilk tahakküm biçimi olan erkeklerin kadınların emeği, bedeni ve kimliği üzerindeki denetim ve tahakkümü bugün de sistematik bir biçimde sürüyor. Günümüzde kadın kurtuluş mücadelesi/ hareketinin patriyarka (erkek egemen sistem) olarak tanımladığı bu sistem; tarihsel olarak kapitalizm tarafından devralınmış, dönüştürülmüş ve onun maddi temeliyle eklemlenmiştir." Kadınların kararları, sadece kadınların katıldığı ara oturumlarda hararetle tartışıldı; itirazlar dikkate alınarak düzeltildi ve karma oturuma sunulmadan önce son halini aldı. Kadınlar, bu süreçte oylama yönteminden kaçındılar; "ikna" ve "yol verme" yöntemle-

rine başvurdular. Yol verme yöntemi, itirazı olan ve ötekileri ikna edemeyen kadınların sürecin önünü tıkamamak adına, görüşlerini saklı tutarak geri çekilmesine dayanıyor. Kadınların kararları, onların bu yöndeki isteği uyarınca karma oturumda tartışmaya açılmadı ve oylanmadı.

Kadın meclisi ve kadın konferansı

Konferans, Sosyalist Gelecek Parti Hareketi'nde yer alan tüm kadınların organik/doğal üyesi olduğu bir kadın meclisinin oluşturulmasını da karara bağladı. Kadın meclisi, Sosyalist Gelecek'in tüm politikalarının cinsiyetlendirilmesi, cinsiyetçiliğin aşındırılması, kadınların eşit söz, karar ve yetki sahibi olmalarının güvencesini yaratmak üzere çalışa-

Bununla birlikte, kadınların Sosyalist Gelecek içindeki varlığı ve faaliyeti, kadın meclisiyle sınırlı değil. İşleyiş kurallarında temel alınan "pozitif ayrımcılık, eşit katılım ve eşit temsiliyet" ilkeleri gereğince, karma meclisin yüzde 50'si kadınlardan oluştu. Bu, Türkiye sosyalist hareketinin tarihinde çok önemli bir eşik. Kadınlar tüm bu süreçte, hevesli ve heyecanlıydılar. Katılmaya, sorumluluk almaya kendiliğinden talip oldular; erkeklerin yönlendirmesine ihtiyaç duymadılar, prim de vermediler. Bu enerjinin açığa çıkmış olması, oranlardan ve sayılardan daha önemli ve değerli. Patriyarka yıkılana dek, kadınlar evde, işte, sokakta olduğu gibi toplumsal mücadeleye katıldıkları yapılanmalarda da -örneğin sendikalarda, partilerde, derneklerde- erkek egemenliğiyle mücadele etmek zorunda kalacaklar. Sosyalist Gelecek çölün ortasında bir vaha olabilecek mi? Kadınların çoğu -en azından kısa vadede- bu denli iyimser değil. Fakat cinsiyetçi olmayan, kadınların da kurtuluşunun önünü açacak bir sosyalizmin inşası için atılan bu adımları önemsiyorlar. Pozitif ayrımcı önlemler, kota, kadın dayanışmasının örülmesi, Sosyalist Gelecek içinde kadınlara olanak tanıyacak; cinsiyetçi tüm tavır, söylem ve pratiklere karşı mücadele verirken onlara güç katacak.

"Kadınların kurtuluşu kararı"ndan:

Patriyarkal kapitalizm ve emeğimiz "Kapitalizm ve patriyarkanın işbirliği çerçevesinde kapitalizm kendisi için her dönemde yeni açılımlar/kâr alanları oluştururken, patriyarkanın ona sunduğu olanaklardan yararlanmayı ihmal etmez. Bunu yaparken de patriyarkayı yeniden-üretir. Karşılıksız ev emeğinin güçsüzleştirdiği kadınlar, ancak düşük ücretli, sosyal güvencesi olmayan işlerde, kesintili olarak çalışabilirler. Bu işler ise kadınların aileye ve erkeklere olan bağımlılığını yeniden üretir. Kadınların, kapitalizmin krizi ve sosyal hizmetlerin çökmesiyle birlikte artan ev içi yüklerinin yanı sıra, istihdam olanakları azalır. Üretimin esnekleşmesi ve yarı-zamanlı güvencesiz işlerin yaygınlaşmasıyla, kadınlar patriyar-

kal baskıya çok daha açık hâle gelir. Kadının iş yaşamına girerek özgürleştiğini düşünürken; kendini güvencesiz çalışmanın yaygın olduğu havzalarda, hizmet sektörünün en alt basamaklarında ve fuhuş sektöründe güvensiz, güvencesiz, şiddet ve aşağılanmayla örülü bir yaşamın içinde bulurlar. Kadınların büyük çoğunluğu için kapitalizmin krizi ve yeni yönelimleri daha çok şiddet, daha çok karşılıksız ev ve bakım emeği, aileye ve kocaya daha çok bağımlılık anlamına gelir. Ayrıca engelliler ve özellikle de engelli kadınların mevcut toplumsal koşullar içindeki konumu özel bir durum oluşturmaktadır. Kadının mevcut ikincil konumu, engelli olması ile katmerlenmektedir."


18 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Konferans

Ortaklaşma konferansı ve beklentilerimiz Ortaklaşılan çağrının ilkelerini hayata geçirmek, stratejik ve taktik siyasal yönelimleri fiile çıkarmak, işçi, kadın, ekoloji, gençlik alanlarına dönük perspektifleri somutlaştırmak, Kürt sorunundaki görevleri praVakkas Kılınç Konferans öncesi yaptığımız değerlendirmelerde konferans’tan beklentilerimize, ama aynı zamanda da Konferansta doğabilecek olası tehlikelere dikkat çekmiştik: “Ortaklaşma kendini uzun süre siyasal birlik üzerinde tutamaz. Tutarsa tavsama başlar, hayata müdahalede yetersiz kalır. Bu haliyle devam etmemeli. Konferans, süreci sadece siyasal yönelim kararlarıyla kurmamalı. Bu siyasal kararları yönetecek, uygulayacak örgüt ve örgütlenme yönelimi yoksa doğru kararlar kağıt üzerinde kalmaktan öteye geçemez. Ortaklaşma; ülke sorunları ve sınıf mücadelelerinin geçtiği pratiğe uygun olarak, ileriye fırlamak için, yeni bir tarza geçmelidir. Bunu ya şimdi yaparız ya da uzun süre politik merkez olarak kalırız. Bu eşik kritiktir. Ya bu eşiği örgütle ileriye taşıyacağız ya da tökezleyeceğiz.”

Tıkanma ve kendiliğindencilik aşılabilirdi, olmadı

Ortaklaşma; çağrı ilkeleri üzerinde bölgelerde yapılan tartışma toplantıları ve yayının düzenli olarak çıkması sayesinde ilk altı ayda olumlu sonuçlar doğurdu. Üretilen politik perspektifler, çalışmalardaki ortaklaşma ve bu biçimde yapılan etkinlikler, heyecan ve morali yükselten süreçler olarak işledi. Bu çalışmaların ardından başarılı bir Konferans beklentisine girmek doğaldı. Aralık ayında siyasal ve örgütsel hazırlıklar için adımları sıklaştırma heyecanı bu beklentiyi besledi. Ne var ki “Siyasal yönelimimiz” başlığı altında tek metin değil iki metin dolaşıma girdi. Her birinin kurgusu, öncelediği görevler, üstlendiği rol, farklı strateji ve taktik yönelimleri de işaretledi. Bu metinler sürecin işleyişinde birtakım sorunlar olduğunu fark etmemizi sağladı. Tıkanıklığı aşmak için “siyasal taktiklerimiz ve mücadele ve eylem programı” içerikli yeni metin üretildi. Ancak herkes kendi metnine sahip çıkınca bu metin de kadük kaldı, sürecin tıkanmaya doğru gittiği ortaya çıktı. Hazırlık için merkezden yerellere doğru bir dolaşım da olmayınca, kendiliğindencilik konferans ha-

tiğe dökmek, sosyalist yeniden kuruluşun ihtiyaçlarını pratik içinde karşılamak ve krizin sonuçlarına müdahale etmek için örgütlenme sorunu hayati önemdeydi, atlanmamalıydı.

zırlığına hakim oldu. Bu nedenlerden dolayı heyecan düştü ve ikinci altı ay verimsiz geçti. Tıkanma ve kendiliğindencilik aşılabilirdi. Öncelikle konferans ertelenebilir ve bu süreç üçüncü metnin işaretlediği konulara ilişkin karar tasarılarına odaklanarak değerlendirilebilirdi. Üst üste yapılacak toplantılarla tıkanıklık aşılabilirdi. Merkezdeki yoldaşlar yerel örgütleri dolaşarak tabanın enerjisini, basıncını, beklentisini ölçebilirdi. Bunlar yapılmadı. Böylece ortaklaşma kolektif olarak hazırsızlığa, eğilim sahipleri ise kendi hazırlıklarını yapmaya itildi.

Hazırlıksız hazırlık

Nasıl bir hazırlık yapılırsa ona yakın bir sonuç ortaya çıkar. Kimi müdahaleler hariç olan tam da bu oldu. Ortaklaşma kurulu; siyasal ve örgütsel hazırlık sürecini ileriye sıçratmanın kaldıracı olarak konferansı kurup, yönetemeyince, bütün sıkıntıların dışa vuruşunun zemini haline getirildi. Birçok karar tasarısı ortaklaştırılamadan konferansa taşındı. Konferans bu ağır yükü taşıyamazdı ve tökezledi. Kimi karar tasarılarının değişiklik önergeleriyle ve orada ortaya konulacak katkılarla ortaklaştırılması da mümkün olmadı.

Ortaklaşma sürecinde konferans

Aslında 14 maddelik çağrı metninin işaret ettiği yönelimler Konferansta ortaya çıkacak mücadele programına zemin sunuyordu. Konferansın ürettiği birçok karar, sınıf mücadelesinde sınanmak için birçok politik perspektif üretti. Kolektif aklımızı harekete geçirecek kararlar üretildi. Fakat aynı zamanda karar süreçlerinde ortaya çıkan kimi tutumlarımızla hâlâ hamlıklarımızın devam ettiğini, henüz belirli bir olgunluk düzeyine ulaşamadığımızı da gördük. Örgütsel yürüyüşümüzü hızlandırmak, birbirimizi anlamak ve ortaklaşmamızı derinleştirmek için daha epey çabaya ihtiyacımız olduğu açığa çıktı. Her şeye rağmen Ortaklaşma Konferansımız kimi konulara ışık da tuttu. Birincisi, bu zamana kadar üretilen politikaların onaylanmasıydı. İkincisi, yeniden kuruluş tartışması üzerinden sınıf ve sosyalist hareketin gerçekçi fotoğrafı çekildi. Üçüncüsü bu ikilinin siyasal güce dönüştürülmesinde izlenecek stratejik ve taktik mücadele hattı için gereken örgütsel

eşiği de somutladı.

Gündem değişikliği beklentiyi alevlendirdi

Konferans gündemine adeta bomba gibi düşen “Kurucu Dönem Görevleri Üzerine, Bekleme Odası Değil Örgütlü Hazırlık” başlıklı karar tasarısı oldu. İç işleyiş kurallarının arkasından gündeme gelen bu tasarı, daha önceden yeterince tartışılamadığı için herkesi hazırlıksız yakaladı. Adeta konferansın üzerine karabulut gibi çöktü. Beş dakikalık konuşmalar durumu, çıkışı ve örgütsel yönelimi anlatmaya yetmezdi. Konuşmacılar da birbirini anlamayan, birbirine değmeyen, birbirine anlamak için çaba sarf etmeyen bir tutumla diyalogsuzluğu seçti. Doğal olmayan şey, konferansta siyasal yönelim metinleri olmasına rağmen, sözü edilen tasarıyı reddetme eğilimindeki yoldaşların alternatif bir örgütsel yönelim metinlerinin olmamasıydı. Örgütlenme tasarısı iyi okunamadı. Belki bu konferansta eğilim yoklamasıyla yetinilebilir, basiretli davranılarak bu sorunun neticeye bağlanması altı ay sonraya ertelenebilirdi. Altı ay sonrası için sadece örgütlenme meselesiyle ilgili bir konferans önerilebilirdi. Fakat ortaya çıkan kriz iyi yönetilemedi ve sağlıklı bir tartışmayı bırakalım, diyalogun bile imkansız hale geldiği bir ortamda karşılıklı ikna çabaları yerine her konuda parmak sayısına başvurmanın önü açıldı.

Azınlık-çoğunluk parmak sayısıyla ölçülürse?

Ortaklaşmanın en önemli güvencesi olan çoğulculuk, konferans kararlarının tartışılması süreçlerinde bir anda çoğunlukçuluğa evrildi. Azlık ve çokluk herhangi bir konuda ortaklaşma, ikna süreçleri bitmiş, tartışmalar olgunlaşmış, buna rağmen bir oydaşma sağlanamamış ve bir karar varılmasının da zorunlu olduğu hallerde kullanılması gereken bir yöntemdir. Tek yol değildir, olmamalıdır. Çoğulculuk, sınıf ve sosyalist hareket içindeki eğilimsel yaşamın güvencesidir. Değişik konularda farklı yaklaşımlar, eğilimler olabilir. Bu her konuda ayrı olmak, ayrı durmak anlamına gelmez. Bir kişi A konusunda ayrı B önergesinde ayrı düştüğü bir eğilim ile C konusunda buluşabilmedir. Anlamı burada işlevlenir. Peki, öylemi


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 19

oldu? Kendinden gelmeyen her öneriye gözünü kapama, her ilerletici konuşmaya kulakları kapama, hayır ve evet oylarıyla sonuca gitmeye çalışma, yakın tarihimizden tanıdık bazı şeyleri çağrıştırmıyor mu? Yıllardır bu tarzın eleştirini yapmadık mı, bu hareketi tam da bu konularda eski alışkanlıklardan, eski tarzlardan kopmak için kurmadık mı? Parmak sayısı demokrasisinin iç demokrasiyi, çoğulculuğu nasıl ketlediğini yeterince tecrübe etmedik mi?

Olması ve olmaması gerekenler

Yeniden kuruluşu tartışıyoruz. Bunu ileriye taşımada konferans ara duraktır. Örgütsel kuruculuk burada daha büyük rol oynamalıydı. Sadece siyaset üreten değil, iç problemlerimizi gören, bunları çözmek için sorumluluk üstlenen bir Konferans gerçekleştirebilmeliydik. İç hukuk metninde, meclis bileşiminde, kadın ve gençlik kararlarında mutabakat geliştiren bir anlayış diğer konularda da aynı hassasiyetle davranabilirdi. Kürsüyü kullanarak ağzını çalkalamadan her şeyi söylemek marifet değil. Marifet, kürsüyü sınıf mücadelesine örgütlü bir müdahalede bulunmanın araçlarını geliştirmek, en azından bu hedefe giden yolda bir adım atmak için kullanabilmektir. Yoksa, ön kesmek, hamle yapmak, restleşmek, yoldaşlarının feryadına kulak tıkamak değildir. Ortak kurul ya da divan, konferansın her aşamasını görme, duyma, algılama, nabız tutma, konuşmaların düzeyini yükseltme yolunda kimi adımlar atabilirdi. Tansiyonu düşürmek ve konferansın sağlıklı ilerlemesini sağlamak divanın göreviydi. Divan bunu başaramadı, kötü bir yönetim gösterdi. Hatta kimi konularda tansiyonun yükselmesinde divanın rolü oldu.

Ortaklaşmayı perdeleyen red ve kabüller

Kadın ve gençlik karar tasarılarının üzerlerinde lehte ve aleyhte konuşma yapılmadan kabul edilmesi ortaklaşma sürecinin en azından bazı konularda iyi gittiğinin göstergesi oldu. Fakat Konferans öncesi karar tasarılarının hepsi dolaşıma çıkarılamadığı için tartışmalarda yeterli bir derinliğe ulaşılamadığı da görüldü. Karar tasarılarının görüşülmesinde izlenen yol yetersizdi. 3 dakikada aleyhte ya da lehte konuşmaların yetmediği görüldü. Siyasal birliği örgütsel birliğe yükseltmede önerilen karar tasarısının reddedilmesinde, üzerinde yeterince konuşulmamış olmasının da payı vardı. Divan, ilk konuşmalar sürecinde zamanı esneterek, sonra da daha önemli konularda katılaşarak süreci iyi örgütleyemedi. Kararlar kurulu ise ek önerileri, yakın karar önerilerini birleştirmek yerine zorlaştırıcı işler gördü. Konferansın en sağlıksız yanı, karar tasarılarının oylanması sırasında içeriğe değil de tasarıyı kimin sunduğuna bakılarak el kaldırılmasıydı. Kadınlar ve gençler konferansın bileşiminde önemli yer tuttu. Aynı şeyi sendikalı ve güvencesiz çalışanlar için söyleyemeyiz, bu konulara yeterince mesai harcanmadığı görüldü. Katılımda yeni iller ve yeni yüzler umudu ço-

ğalttı, moral verdi. O kadar sert tartışmalara rağmen; salon doluydu ve ilgi yoğunluğu azalmadı.

Kadınlar nasıl bir renk kattı

Kadınların kendi konferanslarını yapmaları, kalabalık oluşları, sürece müdahalede irade olmaları anlamlıydı. Ancak bu müdahale süreçlerinde bildiğimiz mor renk yoktu. Yer yer egemen erkek davranışının etkisi görülüyordu. Erkek egemen yaklaşımın yıkılması onlara benzeyerek yapılamaz. Maalesef kadınların konuşma, tutum ve davranışında bu baskın bir eğilimdi. Oysa ortaklaşmanın yakaladığı düzeyi ileriye taşımada daha fazla kadın diline ve enerjisine ihtiyaç var. Üç konuda ileride sıkıntıya düşme olasılığı var. Birincisi, erkeği dönüştürme mücadelesinde egemen erkek tavrından kaçınılmalı. İkincisi, kadınlarla ilgili karar tasarısı, ileride bir parti programına dönüşeceği için, salt kadınların kararı olarak görülmemeli. Tasarı Konferansın eleştirisine, katkı ve önerilerine açık olmalıydı. Üçüncüsü, kadınların kendilerini bir irade olarak kurmaları olumluydu, ancak her konuda kendi fikirlerini dayatmaları ve ille de ayrı bir seksiyon gibi hareket etme eğilimleri ileride kimi sıkıntılara yol açabilir. Taciz konusundaki tutum anlamlıydı. Ancak “kadın beyanı yeterlidir” yaklaşımı konuyu “gündeme alma” olarak ele alınmaz da nihai sonucu oluşturmak için yeterli görülürse, bu keyfiyetin kötüye kullanılma olasılığı göz ardı edilemez.

Gençlik gelecekse

Gençliğin Konferansa bir karar tasarısıyla gelmesi iyiye işarettir. Karar tasarısı, eleştiri ve önerilerle zenginleştirilseydi daha iyi olacaktı. Karar tasarısının üzerinde konuşma yapılmadan mutabakatla çıkması hem iyi, hem de ham olan konulara işaret eder. Salonun gençliğin kararını çoşkuyla alkışlaması iyi bir moraldi. Ancak alkış yetmez. Ağabeycilik yapmadan kimi deney ve birikimlerin aktarılması ve bir yıllık süreç içinde yapılmayanların artık hayata geçirilmesi gereği açıkta duruyor. Gençliğin kendine güveni, kendini bileşik iradenin parçası olarak görmesi ve etki alanını genişletme iradesi gelecek için umut veriyor. Gençliğin önü açılmalıdır.

Metinlerde yoğunlaşma

Konferansa sunulan kimi metinlerde görülen teorik yetkinlik dikkat çekiciydi. Yeniden kuruluş, sınıfın siyasallaştırılması, emek hareketinin mücadele programı ve ekolojik kriz konularındaki tasarılar, hakkı verilmesi gereken önemli karar tasarılarıydı. Fakat bu kararların uygulanabilmesi bir irade ve çok yönlü sorumluluk istiyor. Fakat Konferans örgütsel bir hamle yapmayı reddettiği için bu kararlar da mantıki sonuçlarına kavuşturulamadı.

Unutulan halka herşeyi yutan bir çığa dönüştü

Önümüze koyduğumuz hedef ve görevleri yerine getirmek ancak örgütsel bir atılımla hayata geçirilebilirdi. Fakat bu konudaki tasarı Konferansta esaslı bir tartışmaya hatta yarılmaya yol açtı. Ortaklaşılan çağrının ilkelerini

hayata geçirmek, stratejik ve taktik siyasal yönelimleri fiile çıkarmak, işçi, kadın, ekoloji, gençlik alanlarına dönük perspektifleri somutlaştırmak, Kürt sorunundaki görevleri pratiğe dökmek, sosyalist yeniden kuruluşun ihtiyaçlarını pratik içinde karşılamak ve krizin sonuçlarına müdahale etmek için örgütlenme sorunu hayati önemdeydi, atlanmamalıydı. Örgütlenme konusundaki tasarının geçmesiyle bir sekte dönüşeceğimiz, dışımızdaki sosyalist sol ile yeni ortaklıklar kurmayı engelleyeceğimiz gibi iddialar doğru değildi. Üstelik tasarının reddedilmesini önerenler herhangi bir alternatif öneri de getirmediler. Varolan tasarıyı değişiklik önergeleri vererek tartışmayı daha sağlıklı bir zemine çekmeyi denemediler. Karar tasarısının savunucusu ya da reddiyecisi olalım, en azından bu tasarının hareketi daha ileriye taşımak amacıyla hazırlandığını görebilmeliydik. Yine de evet diyenler iyi örgütçü, hayır diyenler örgüt istemiyor kolaycılığına kaçmayalım. Karar oylamasında red, evet, çekimser kalınabilinir. Bundan daha demokratik bir şey olamaz. Fakat sorun hâlâ önümüzde duruyor, tasarının reddedilmesi ihtiyacı ortadan kaldırmıyor. Salt örgütlenme ile ilgili bir konferans ya da mecliste bu gündemli toplantılar örgütlenerek sorun bir an önce giderilmelidir.

Kürt sorunu ve barışı eleştirel sahiplenmek Kürt sorunu ve barış karar tasarısı iç içe geçmiş kimi doğru ve yanlışları bir arada taşıyordu. Sosyalist solda bu konudaki genel yaklaşımlar biliniyor. Karar tasarısındaki kimi yaklaşımlar sıkıntılıydı. Kürt Hareketi konusundaki her eleştiriel yaklaşımı “bu milliyetçi yaklaşımdır” diyerek reddetmek sağlıklı bir tutum değildi. Olması gereken, kimi konularda ihtiyatlı ve eleştirel davranarak yan yana durmaya çalışmaktı. Bunu yeterince tartışamadık. Karar tasarısına karşı çıkmak tutmuş olduğumuz eli itmek gibi anlaşılacaktı, bu yüzden ikircikli bir tavır ortaya çıktı. Tasarıyı reddetmek stratejik ittifak anlayışını reddetmek, barış sorununda görev üstlenmekten kaçış olarak algılanacaktı. Kabul etmek ise Kürt coğrafyasında ulusal demokratik hareketin dışındaki sosyalistleri görmeme ve onlarla ilişkilenmeme gibi bir sonuca yol açacaktı. Bu konuda daha fazla tartışmaya ihtiyacımız olduğu açıktı, olmadı. Konferansta kurulan siyasete bakıldığında fazlaca konjonktürcü olduğu için genel duruşu perdeleme riski taşıyordu. Bir de Lozan Kürtler için inkar, parçalanma, yıkımı çağrıştırdığı için onun 45 maddelik yapısına atıfta bulunarak azınlıkların haklarını istemek talihsizlik oldu. Yine de karar tasarısına haksızlık etmemek için bir iç tutarlılığa sahip olduğunu kabul etmek gerekiyor. Barış için somut adımlar önermesi en olumlu yanı.


20 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Konferans

Evet, doğru yolda

İhtiyaç ortadadır; yeniden kuruluş bağlamı ve çerçevesi içine yerleştirilmiş bir örgütlenme tartışması kaçınılmazdır. Bu tartışmayı açıp yaygınlaştırdığımızda görülecektir ki, herkesin söyleyecek sözü, paylaşacak deneyimi var Kenan Kalyon

Bu satırların yazarı, Ekmek & Özgürlük’ün önceki sayısındaki “Doğru Yolda” başlıklı yazıda konferanstan beklentisini şöyle ifade etmişti: “Konferansımızın yapacağı iş bellidir: Şimdiye kadarki yürüyüşümüzün bir ara bilançosunu çıkarmak, yolun bundan sonrasına olabildiğince projeksiyon tutmak, giriştiğimiz işin anlam ve gereklerinin kolektif bilince mal olmasını sağlamak, ‘yeniden kuruluş’ iddiasına örgütsel ve siyasal bakımdan biraz daha içerik kazandırmak… Bu da az şey değil ve hatta konferanstan beklentileri verili koşulların turnikesinden geçirdiğimizde, ‘ideal’ veya ‘optimal’ olandır.” Şimdi konferansımızı hepimizin malumu olan bazı sıkıntılar ve bir karar tasarısının reddedilmesinin doğurduğu ihtilaflı bir du-

rumla birlikte geride bıraktığımıza göre, sorulabilir: Bu beklenti gerçekleşmiş midir ve “doğru yolda” mıyız?

Bardağın dolu tarafı

Önce bardağın dolu tarafına bakalım: nKonferans, kabul ettiği karar tasarılarıyla çağrı metninin ötesine geçti, bu metni çeşitli yönleriyle açımladı, ortak bir müktesebatın biriktirilmesine anlamlı katkılarda bulundu ve böylece ortaklaşma zeminini önemli ölçüde genişletti. nYeniden kuruluş sürecinin bir bakıma “yol haritası”nı çıkardı, bu iddianın çeşitli ima ve içerimlerini açıklaştırdı ve bunların işaret ettiği görevleri bir dereceye kadar somutlaştırdı. nKonuyu gündemimize sokan iki ayrı metnin geri çekilmesinden beri askıda olan “siyasi yönelimler” ve taktik tartışmasını raftan indirdi ve bu sorunu çözmese bile, aldığı kararlarda çözümün kimi nirengi noktalarını kayıt altına aldı. nHareketin bütün bileşenlerini, sürece katılan bütün bireyleri ve bütün yerelleri birbiriyle dolaysız temasa geçirerek, herkesin çağrımızın yankıları, sürecimizin gücü, kadro potansiyeli, kısıt ve imkanları hakkında fikir sahibi olmasını sağladı. nHareketin yaygınlaşmasının, gençleşmesinin ve giderek güçlenecek bir kadın dinamiğine kavuşmasının imkan dahilinde olduğunu, sürecimizi takip eden bir izler çevrenin oluştuğunu ve başlangıçta öngörülen “aritmetik toplamın ötesine geçme” hedefinin kısmen tutturulduğunu gösterdi.

n“Sosyalist Gelecek Parti Hareketi” adını benimseyerek, bir yandan yürüyüşümüzü bir partileşme süreci olarak adlandırdı; öte yandan ise süreci buraya kadar taşıyanların eski adlarından vazgeçmeye, yeni karılmalara ve gerektiğinde yeni adlar almaya açık bir esnekliğe sahip olduklarına tanıklık etti. nReddedilen karar tasarısıyla ilgili oylama tablosu da, şayet bundan sonra bir tersinmeden veya aslına rücu etme eğilimlerinden kaçınmayı başarırsak, karılma yönünde mesafe kat ettiğimizin karineleri sundu. Zira bu yapılmaması gereken oylamanın bize sunduğu veriler, bileşenlere göre bir ayrışmaya işaret etmiyor. Yani, bardağın dolu tarafından bakıldığında, evet, doğru yoldayız.

Farklılıklar ve sorun alanları

Konferans ve sonrasındaki çalkantı ve tartışmalar ortaklaşma ve yeniden kuruluş sürecine; bu serecin ritmi, doğası, gerekleri, yöntemi ve uğraklarına dair belli belirsiz kavrayış, yaklaşım ve algılama farklılıklarının daha bariz biçimde görülmesini sağladı. Ayrıca, bir bakıma askıya alınmış siyasi yönelimler ve taktik tartışmalarının ne gibi imaları olduğunu veya olabileceğini, bunların hasıraltı edilemeyeceğini de büyük bir çoğunluğa sezinletti. Bu bir eşitlenme halidir. Sürece erken veya geç katılmış, ortak kurul toplantılarının protokollerini okumuş veya okumamış, protokollerdeki özetlerden sonuçlar çıkarmış veya çıkarmamış, iki ayrı siyasi yönelim metni üzerinde yeterince düşünmüş veya düşünmemiş, katıldığı ve izlediği genel kurul top-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 21

lantılarını yorumlamış veya yorumlamamış, kendi yereli ile genel gidişat arasında bir köprü kurmuş veya kuramamış olan herkesin, farklılık ve sorun alanlarımızla açıkça karşı karşıya kaldığı bir eşitlenme hali, daha doğru bir tabirle imkânı. Konferansımız herkesi sorun alanlarımız hakkında düşünmeye ve kendi fikrini oluşturmaya davet etmektedir. Biz mutlak bir ön anlaşma ile yola çıkmadık. Çağrı metnimizin izleyeceğimiz yönteme dair ibare ve şıkları, bir ve aynı anda hem yürümekten, hem eylemekten, hem örgütlenmekten hem de tartışmaktan söz ediyor. Dolayısıyla, bu durumu konferansın bir sürprizi veya beklenmedik bir cilvesi olarak görmek için de her hangi bir neden yok. Süreç ilerledikçe, bir eşiği atlamak için giderilmesi gereken farklılık ve sorunlar da kendisini daha keskin biçimde duyurmaya başlamıştır. Karşımızdaki soru şudur: Bunların üstüne sıkı durarak ve cesaretle gitmeye var mıyız? Bunu başarır ve tartışmalarımızı vıdı vıdılardan, saptırıcı ekten ve müdahalelerden elden geldiğince arındırırsak, eşitlenme imkânı olabildiğince bir gerçekliğe dönüşecek, katılımcılık ve kurucu girişkenlik artacak, “müsademe-i efkârdan barika-i hakikat” şu veya bu şekilde doğacaktır. Farklılık ve sorun alanlarımıza da bu gözle bakarsak, evet, doğru yoldayız.

Boş taraf veya temel eksikliğimiz

Konferansımız odaklanamamış, işlerin sırasını karıştırmış, kendisini daha sonra gündeme gelmesi gereken “kısır” bir örgütlenme tartışmasına boğmuştur. Bir numaralı eksiğimiz budur. Ama burada anonim, adresi ve faili bir belirsiz bir hata tespiti yaparak işin içinden sıyrılamayız. Buradaki hatanın asli faili, bu satırların yazarının da mensubu olduğu, konferans hazırlıklarından sorumlu ortak kuruldur. Son anda yapılmış ve “yeniden kuruluş ve ortaklaşma süreci” hakkındaki genel görüşmeyi başa alma şeklindeki gündem değişikliği önerisi, işi rotasına oturtmaya, değişik beklentileri bu rotaya soğurmaya yetmemiştir. Konferansımızın odaklanması gereken yer şurasıydı: Şimdiye kadar çağrı metnine yaslanarak ilerleyen ortaklaşma ve yeniden kuruluş sürecimizin zeminini mümkün olduğunca genişletmek, buna takip edecek her turlu örgütlenme ve örgütlülük iddiasına içeriğini vermek, bütün katılımcıları bir misyon sahibi kılmak, onları bir iddianın, bir çağrının ve bir misyonun taşıyıcıları haline getirmek, aralarındaki iç farklılar ne olursa olsun dışa karşı bir dil ve söylem birliğine kavuşturmak, bir kopuş iddiası varsa bunu kolektif bilince çıkarmak, vb… Unutmayalım, aramızda çağrı metnini eline alıp bir tek yeni insana gitmemiş, bir tek yeni insanı sürecimizle ilişkilendirmemiş olanların sayısı az değil. İlk önce bu sorunu çözmeli ve bilince çıkarmalıydık. Bizim durumumuzda, bir iddia, bir çağrı, bir misyon ve bir kopuş -elbette süreklilik içinde bir kopuşörgütlenir. Aksi halde, bütün örgütlenme çağ-

rıları teknik bir çerçevede kalmaya ve içeriksiz bir uğraşa dönüşmeye mahkûmdur. Bilmem kaçıncı sekt olmayacağız vurgusu ortak ve kulağa hoş gelen bir kabulümüz olabilir. Ama bunu söylerken, kendimize dair bir belirleme yapmakla yetirmiyorsak, yeniden kuruluşla ilgili kararda da ifade edildiği gibi, Türkiye sosyalist hareketinde sektler dönemini kapamak gibi devasa bir işe kalkışıyoruz demektir. Ancak hem bu büyük görevin hem de sekt olmaktan kaçınmanın gerekleri konferansımızı pek az meşgul etmiştir. Öte yandan, konferans sonrası tartışmalar, çağrı metnimizin bile hareketin tüm mensupları tarafından bütünüyle benimsenip özümsenmediğine işaret ediyor. Metinde yer alan (örneğin, pozitif ayrımcılık gibi) kimi hususların tartışma konusu yapılması bu anlama gelir. Yani hala yer yer ve yüksünmeden al baştan yapmaya, kopuş iddiasının kendi saflarımızda daha fazla karşılık bulması için gayret sarf etmeye ihtiyaç var.

Sorunun adını doğru koymak

Reddedilen karar tasarısına gelince, önce meseleyi sadeliği içinde ne ise öyle germekte sayısız yarar var. Olaya kulplar bulmak, rivayet ve tevatürlere sığınmak sadece bir sis perdesi yaratır, o kadar. Reddedilen karar tasarısı sorununun iki yönü var: Usul ve içerik. Konuyu önce usul ve yordam açısından ele alırsak; ortaklaşma sürecimiz, bugün ve görünür bir gelecek için mutabakatlarla veya belirli ikna süreçlerinden sonra mümkün olabilen en yüksek çoğunluk onamasıyla ilerlemek durumunda olan bir süreçtir. Hatırlayalım; iki ayrı metin üzerinden yürüyen siyasal yönelimlerimizle ilgili tartışmalarda bu bilinçle hareket edilmiş, bir mutabakatın oluşmadığı ve konunun henüz tüketilmediği görülerek oylamadan kaçınılmış ve metinler geri çekilerek başka bir yol aranmıştır. Reddedilen karar tasarısında, usul açısından bunun tersi yapılmıştır. Çeşit düzeylerde yeterince mesai harcanarak pişirilmemiş ve olgunlaştırılmamış bir konu üzerinden, bir mutabakatın oluşmadığı açıkça görüldüğü halde, ara formüllere de itibar edilmeyerek, konferans oylamaya sürüklenmiştir. Son gün iki ayrı metni birleştirerek bir karar tasarısı haline getirenler, bütün eğilimler ve yerellerle bir müzakere sürdürme ve onların rızasını alma gereğini de duymamışlardır. Tasarının içeriği tamamen doğru olsa bile, bu ciddi bir usul hatasıdır. Bir karşı karar tasarısı hazırlamak elbette mümkündü. Ama unutmayalım; arkamızda bir deneyim var: Siyasi yönelimler tartışması…

Reddedilen nedir?

Gelelim içerik bahsine. Peşinen belirtelim ki, konferansa sunulan bir tasarı var ve biz bunun hakkında konuşuyoruz. Meselemiz tasarının altındaki imzalar veya birleştirilen metinlerden hangisinin damgasını taşıdığı değil ve olamaz. İşte, tasarıyı reddetme gerekçelerim: nTasarı daha alt başlığından başlayarak sorunludur: “Bekleme odası değil, örgütlü ha-

zırlık!”. Tasarıyı hazırlayanlar mevcut durumumuzu bir “bekleme odası” hali olarak tanımlıyor ve tasvir ediyorlarsa, o zaman gerekçelerinde eleştirilerini açıkça ve somut olarak belirtmeli ve karar önerilerini de buna dayandırmalıydılar. Ayrıca, kanaatimce, biz bir yıldır bekleme odasında değiliz. Bir yıldır eyliyor, tartışıyor, örgütlenmeye ve sürecimize insan kazanmaya çalışıyoruz. Arkada bıraktığımız bir yıl çeşitli açılarda eleştirilebilir ama bir bütün olarak bakıldığında, biz geçmek zorunda olduğumuz bir süreçten geçtik. nTasarının gerekçesi ile karar önerileri arasında anlaşılır ve bariz bir ilişki yoktur. Gerekçe “her şey hakkında”dır. Bu nedenle ya diğer karar tasarılarında söylenenleri tekrarlamakta ya da diğerlerinde daha net biçimde kayıt altına alınmış olanı muğlâklaştırmaktadır. nTasarı, iki kurulu doğrudan konferansta yetkilendirmenin, hem de aşırı yetkilendirmenin ve meclis ile merkez yürütme kurulunu bileşim belirleme dışında hükümsüz ve yetkisiz kılmanın doğuracağı sorunları, hiçbir şekilde dikkate almadan kaleme alınmıştır. nTasarı, örgütlenme bahsinde yaşadığımız sorunların esasta “örgütsel merkezileşme” eksikliğinden kaynaklandığı gibisinden hatalı bir öncüle yaslanmakta, örgütsel merkezileşmenin dertlerimizin çoğuna deva olacağı yanılsamasına yol açmakta, yeniden kuruluşun aynı zamanda bir aşağıdan kuruluş ve inşa olduğu gerçeğini göz ardı etmekte ve böylece çağrı metnimizde ifadesi bulan “yerellerde gövde bulma” çizgisinden uzaklaşmaktadır. nTasarı, “konferansımız, siyasal taktiklerin yaşam bulabilmesinin gerektirdiği politik, örgütsel görevleri yerine getirmeyi, bu taktiklerin üretilmesi önceliğinin ayrılmaz bir parçası sayar” şeklinde, anlaşılır olmayan, en azından tarafımdan anlaşılamayan bir karar hükmü barındırmaktadır.

Evet, örgütlenme

İhtiyaç ortadadır. Yeniden kuruluş bağlamı ve çerçevesi içine yerleştirilmiş bir örgütlenme tartışması kaçınılmazdır. Bu tartışmayı açıp yaygınlaştırdığımızda görülecektir ki, herkesin söyleyecek sözü, paylaşacak deneyimi var. Yine görülecektir ki, örgütlenme sorununun pek çok cephesini birlikte görmek durumundayız: Kadrolaşma, alan çalışmaları, partileşme sürecinin derinleştirilmesi, kitle çalışması zeminleri açma, meclisin iç görev dağılımı ve organlaşması, çağrımızı yayma, kendimizi misyon sahibi kılma, yerellerde gövde bulma, yerel çeşitlilik ve özerkliğe alan açma gibi pek çok veçhesi bulunuyor. Örgütlenme konusunda mümkün olan en geniş mutabakata dayalı yönelimler bu tartışmadan çıkacaktır. Bir usul hatası yaşanmış olsa bile, tasarıyı hazırlayan arkadaşlarımızın örgütlenme bahsinde kışkırtıcı bir rol oynamaları, her şeye rağmen yararlı olmuştur.


22 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Konferans

Yeniden kuruluş ve konferan

Konferansımız olumlu sonuçlar üretmiştir. Aldığımız kararların gereğini yerine getirecek bir süre tir. Ayrılıklarımızın daha görünür hale gelmiş olması olumsuzluk olarak değil, ortaklaşma imkânı Muhsin Dalfidan Yeniden sosyalist kuruluş perspektifine bağlı olarak yaklaşık bir yıl önce başlattığımız ortaklaşma sürecimizin geldiği düzeyi değerlendirmek amacıyla 27–28 Mart 2010 tarihlerinde konferansımızı gerçekleştirdik. Konferansımız bir yandan ortaklaşma sürecini ileri sıçratacak kararlara imza atarken; diğer yandan aramızdaki farklılıkların karakterinin açıklığa kavuşturulması yönüyle de işlevli olmuştur. Yürüyüşümüzü olgunlaştıran, dışımızdaki birey ve örgütlü güçlere güven verecek olan işçi sınıfının durumu, Kürt sorunu ve en önemlisi yeniden kuruluşa dair kararlar kazanımlarımızdır. Ayrıca, konferansımız eksikliklerimizi ve hatalarımızı da görünür kılmıştır. Yazı, konferansımızın işaret ettiği farklılıklarımızdan; sosyalizm, parti/örgüt ve demokrasi anlayışına tekabül edenlerinin değerlendirmesiyle sınırlı olacaktır. Çünkü bu farklılıklar siyasal program ve programı yaşama geçirecek araç olarak parti için, olmazsa olmaz bir şekilde giderilmesi gereken farklılıklardır. Giderilemediklerinde sosyalizm, sosyalist demokrasi, siyasal program ve parti anlayışındaki sahici farklılıklar olarak, ayrı örgütlenme hakkının/özgürlüğünün yaşam bulmasını gerekli kılan farklılıklardır. Konferansımızın daha bir görünür kıldığı farklılıklarımızı başlıklar halinde aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz.

Yeniden kuruluşun örgütsel inşa ayağına bakış farklılıkları

Yeniden kuruluş bütünlüklü bir süreçtir. Sürecin birbirini öncelemeyen sacayaklarından birincisi; sosyalizm anlayışının temel taşlarının oluşturulmasıdır. İkincisi; emperyalist kapitalizmin ayrıntılı analizi ve sosyalizm anlayışı üzerinden siyasal programın oluşturulmasıdır. Üçüncüsü; sosyalizm anlayışına uygun ve sosyalizm amacını gerçekleştirecek siyasal program ortaklığına ulaşmış partinin inşasıdır. Ayrıca, bu sacayaklarının kendi için siyasallaşmış işçi sınıfı hareketinin üzerinde yükseleceğini belirtmeliyim. Sürecin bu gerçekliğine rağmen “siyasal ve örgütsel merkezileşme ihtiyaçlarına yaklaşım konusunda, …tam bir netlik sağlayarak” yürünebileceği gerekçesiyle, konsensüs sağlamaktan çok uzak olduğumuz “Örgütsel Merkezileşme” karar tasarısı sunulmuştur. Karar tasarısının; önerdiği örgütsel modelin doğru olup olma-

dığından öte bir sorunu vardır. Bu sorun, siyasal program, siyasal yönelim ve taktiklerde biriktirdiklerimizin çok az olduğu bir durumda sacayakları arasındaki paralelliği göz ardı eden örgütsel merkezileşme önermesidir. Dolayısıyla, konferansımız yeniden kuruluşun sacayaklarının birbirinden beslenerek birbiriyle uyumlu gelişmesi gerekliliğinde ortaklaşamadığımızı göstermiştir. Örgütsel inşayı önceleyen anlayışların varlığı görünür hale gelmiştir. Bu önümüzdeki süreçte tartışacağımız öncelikli bir başlık olmalıdır.

Ortaklaşma sürecinin gerçeklerini okuma farklılıkları

Bütünlüklü bir sosyalist kuruluş için girişilen ortaklaşma sürecinin doğru yönetilmesi ve başarıya ulaşması, öncelikle sürecin gerçeklerini doğru okumayı gerektiriyor. Gerçeklere dair ilk okuma, henüz ortak olmayan ama ortaklaşma iradesini gösteren farklı birey ve kolektiflerin varlığıdır. Bizim sürecimizde kolektifler biçimsel yapılarını aşmışlardır ama ayrı birer sosyal olgu, siyasi kültürel şekillenme birliği/yakınlığı olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Geldikleri siyasal yönelim bağını henüz aşamayan kümelenmeler, amaç olarak sosyalizm ve araç olarak parti, mücadele biçimleri, tarz, politik yönelimler vb. alanlarda farklılıklarını sürdürmektedirler. Farklılıkların giderilmesi tartışmaları henüz tüketilmekten uzak bir noktadadır. Bu birey

ve yapılardan gelenler, aralarındaki farklılıkları siyasal program ortaklığı içine sığacak düzeye indirebileceklerini ön görmektedirler. Bu ön kabulün maddi temeli, ön tartışma üzerinden oluşturulan çağrı metnidir. Yukarıdaki tespitlerin ortaklaşma sürecinin temel gerçeklikleri olduğu herkesin malumudur. Öyleyse süreç bu gerçeklikleri gören bir yerden ilerlediğinde sonuç alına bilecektir. Ancak, konferansın konsensüsle bu gerçekleri tam olarak görerek davrandığı söylenemez. “Örgütsel merkezileşme” tasarısını öneren anlayış sürecin gerçeklerine uygun davranamamıştır. Sosyalizm anlayışında, siyasal program ve siyasal programın ışık tutacağı siyasal yönelim ve taktiklerde henüz ortaklaşamayan ve bu anlamıyla yolun ilk yarısında olan sürecimizin gereği durumumuzu fazlasıyla aşan “örgütsel merkezileşme” için şekil şartları ileri sürmek olmamalıydı. Olması gereken ne kadar siyasal programatik görüş ortaklığı, ne kadar siyasal yönelim ve taktik ortaklığı var ise, o kadar eylemlilik ve o eylemliliği örgütleyecek/yürütecek kadar örgüttür.

Ortaklaşma sürecinin yürüyüş çimine dair farklılıklar

bi-

Ortaklaşma süreci biriktirerek ilerler. Konferans; bunu göremeyen eğilimlerin varlığını açığa çıkarmıştır. Farklı kolektiflerden gelenlerin yeniden kuruluşun sacayağı olan konularda ortaklaştıkları her adım bir birikimdir.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 23

ns

eci örgütlemek bizleri ilerletecekı olarak değerlendirilmelidir

mızda da eğer seçim yapılacak ise ilke olarak nispi temsil sistemine göre seçim yapılabilirdi. Ancak ilke olarak doğru olan nispi temsil sisteminin de somutumuzda uygulanması sürecimizi ilerletmeyecektir. Çünkü sürecin bileşenleri her ne kadar şekli yapılarını sonlandırmış olsalar da, siyasi kültürel şekillenme ve anlayış yakınlığı olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Bu durumda doğaldır. Eğer sürecimizde nispi temsile göre aday listeleri oluşturulacak olsa, listeler esas olarak sürece giren bileşenler temelinde şekillenecektir. Böylesi bir şekillenme bileşenlerin sürece girdikleri haliyle kendilerini var etmelerini pekiştirecek ve yapmak istediğimiz işe hizmet etmeyecektir. Öyleyse sürecimizin gerektirdiği kurullar konsensüsle oluşturulmalıdır. Seçim ve oylama sürecin yöntemi olmamalıdır. Oylama olacaksa konsensüse yakın bir ön kabule ulaşılmış konularda olmalıdır.

Sosyalist demokrasi/muhalefet ve iktidar ilişkisi anlayışındaki farklılıklar

Bu birikimler amaç ve araç ortaklığının açığa çıkacağı düzeye geldiğinde nitel bir sıçrama yaşanacaktır. Bu eşiğe kadar biriktirerek ilerlenmelidir. Örgütsel inşa ve eylemlilik biriktirdiklerimiz/ortaklaştıklarımız kadar olabilir/olmalıdır. Süreç her konuda konsensüsle ilerlediği ölçüde sahici bir ortaklaşma güvence altına alınabilir.

Ortaklaşma sürecinin/biriktirerek ilerlemenin gereği seçim değil konsensüs olduğu görülememiştir

Konferans bu konuda da anlayış farklılıklarını açığa çıkarmıştır. Ortaklaşmadığı sosyalizm amacı için, oluşturmadığı dolayısıyla ortaklaşmadığı siyasal programı yaşama geçirmek için, ortaklaşmadığı bir parti/örgüt anlayışı için süreci yönetmek adına seçimle üstelik çoğunluk sistemine dayalı bir seçimle, Meclis seçiminin süreci ilerletecek demokratik bir yöntem olduğu savunulabilmiştir. Ortaklaşma süreçlerinde seçimle organ seçmek sürecin ortaklaşmasını engelleyecektir. Çünkü süreç farklı eğilimlerin ağırlığına göre değil ortaklaştığımız zemin üzerinden ilerlemek durumundadır. Ayrıca çoğunluk sistemine dayanan seçim her durumda anti demokratiktir. Çoğulculuğu gözetmeyen, hiyerarşi üreten, iktidar/muhalefet karşıtlığını doğuran, dayanışmayı değil rekabeti besleyen bir sistemdir. İşçi sınıfı demokrasisinin/ sosyalist demokrasinin gereği nispi temsil sistemine göre seçim yapmaktır. Konferansı-

Konferansımızda bu alandaki farklılığın dışa vurumu, reddedilen “Örgütsel merkezileşme” karar tasarısını veren arkadaşlardan dört arkadaşımızın Meclis’ten geri çekilmelerinde görülmüştür. Geri çekilme tutumu çoğunluk iktidarının önünü açarak muhalefete çekilmek olarak gerekçelendirilmiştir. Sosyalist demokrasinin temel ilkelerinden biri üretim araçlarının özel mülkiyetinin reddi temelindeki toplumsal çoğulculuk ise, sosyalizmde kapitalizmdeki gibi iktidar ve muhalefet ayrımı olmayacaktır. Proletarya demokrasisinde işçi sınıfının farklı programa sahip örgütleri ve diğer ezilen sınıfların temsilcileri her türlü örgütlenme içinde kendilerini var edebileceklerdir. Sosyalizm, bu yönüyle her anlayışın söz, yetki, sorumluluk ve karar süreçlerinde var olacağı toplumsal örgütlenme biçimidir. “Devlet olmayan devlet” olan proletarya demokrasi ve sosyalist toplum; iktidar ve muhalefet yalıtılmışlığının /ayrılığının olmadığı bir toplumdur. Aynı anlayışın örgüt içi demokrasideki karşılığı ise, nispi temsil sitemine göre her eğilimin örgüt/parti içinde söz, yetki, sorumluluk ve karar süreçlerinde yer almasıdır. Parti içi demokrasi ve çoğulculuk bu yönüyle yaşam bulacak ve geliştirici bir işleve sahip olacaktır. Çoğulculuk ile çoğunluk sistemi tümüyle iki farklı demokrasi anlayışına tekabül eder ki; çoğunluk sistemi anti-demokratik bir sistem olarak bizden ırak olmalıdır. Dolayısıyla çoğulcu ve demokratik bir örgüt/parti içinde süreci yöneten ve sürecin yönetilmesinde yer almayan iktidar/muhalefet ayrımı olmaz/olmamalıdır. Bu vazgeçilmez örgütsel ilkelerden biri olmadığı sürece farklılıkların bir arada olabilmesi, farklılıkların zenginlik ve geliştirici öğeler olarak var olabilmeleri ve giderek her türlü iktidar biçiminin sönümlenmesi mümkün değildir. Hele bizim sürecimizde “iktidarın önünü açmak” adına kurullarda yer almamak temel

yaklaşıma aykırı davranmanın ötesinde bir anlam içermektedir. Bu anlam yaptığımız işin niteliğinden gelmektedir. Biz ortaklaşma süreci yaşıyoruz. Ortaklaşıp ortaklaşamayacağımız henüz belli değildir. Bu süreç devam ettiği sürece hiçbir eğilim ben çoğunluk oldum diyerek süreci yönetme hakkına sahip değildir. Aynı şekilde hiçbir eğilim ben azınlıktayım, çoğunluğun işleri nasıl yürüttüğüne bakarak muhalefet edeceğim deme hakkına sahip olmamalıdır. Aslında ortaklaşma olduktan sonrada böyle bir hak olmayacaktır/olmamalıdır. Dolayısıyla hiçbir eğilimin iktidar ya da muhalefet olma durumu olamaz. Bir eğilimi iktidar bir eğilimi muhalefet olarak görün bir süreç ortaklaşma süreci değildir. Bunun içindir ki, biriktirerek yürünecek yolda ortaklaştığımız işleri ortaklaşa yönetebiliriz. Kurullarda yer almamak somut sürecimize de, genel ilkelerimize de uymamaktadır. Bunun içindir ki; sürecin nasıl yönetileceğini karar verecek muhatap “konferans çoğunluğunun iradesi yönünde görev üstlenen Meclis” değildir. Muhatap çekilen arkadaşlarında yer alacağı meclistir. Konferans çoğunluğu ve azınlığı kavramlaştırmaları sürecimizi ifade etmemektedir. Sürecimizi çoğunluk, azınlık olarak ayrıştırarak ilerletemeyiz.

“Konferansta yarılma oluşmuştur” tespiti gerçekliğimizi yansıtmıyor

Çünkü yarılma olması için yarılacak bir bütünlüğün olması gereklidir. Bizim sürecimiz, henüz bir siyasal program bütünlüğünde ortaklaşma durumuna uzaktır. Böylesi çoğulcu bir örgütsel bütünlüğe ulaşabilmenin imkânlarını gördüğümüz için bir araya geldik. Farklılıklarımızı program ortaklığı içine sığacak düzeye indirmek için eylemli bir süreci örmekteyiz. Bu süreçte farklılıklarımızın ortak bir programa sığmadığını baştan beri biliyor ve görüyoruz. Bu farklılıklar konferansta ortaya çıkmadı. Konferansta sadece daha görünür hale geldi. Bu da doğaldır. Konferansı farklılıklarımızı ve ortaklıklarımızı görünür kılarak sürecin neresinde olduğumuzu ve süreci bu değerlendirmeler ışığında nasıl sürdüreceğimizi görmek için yapmadık mı? Bunun için yaptık ve sonuç aldık. Sonuçları ortaklaşma imkânının kalmadığı biçiminde okumak gerçekçi değildir. Konferans sonuçları biriktirdiklerimizi gösterirken, farklılıklarımızı da daha görünür kılmıştır. Bu bir imkândır. Henüz hakkıyla yapmadığımız ve tüketmediğimiz konular dururken yarılmadan söz edilmemelidir. Sonuç olarak, konferansımız olumlu sonuçlar üretmiştir. Aldığımız kararların gereğini yerine getirecek bir süreci örgütlemek bizleri ilerletecektir. Yine, ayrılıklarımızın daha görünür hale gelmiş olması olumsuzluk olarak değil, ortaklaşma imkânı olarak değerlendirilmelidir. Şimdi önümüzdeki sorun alanlarının neler olduğunu daha net görebiliyoruz. Görebilmek gördüğüne uygun davranma iradesini doğuracak ve sorun alanlarının üzerine el birliğiyle giderek işimizi yapabileceğiz.


24 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Uluslararası

Hellas, hellas ne oldu sana? Kapitalizmin ölümcül krizini devrimci krize dönüştüremeyen ve hatta engel olan Yunanistan solu bir tarihi fırsat daha kaçırdı Ersen Olgaç Avrupa'nın en doğusu ile en batısındaki iki küçük ülke, Portekiz ve Yunanistan tüm Avrupa'nın daha doğrusu kapitalist sistemin içine düştüğü derin krizi direniş ve grevlerle göğüsledi. Her iki ülke de yirminci yüzyılda Türkiye'den farklı olarak bir proleter devrimine çok yaklaşmıştı. Özellikle Yunanistan'ın devrimci gelenek ve görenekleri günümüze kadar süregelen militan direnişlere damgasını vurdu. Yunan iç savaşından kalan devrimci miras, bir dizi direnişler ve 1967-74 askeri darbe kesintisini saymazsak, 17 Kasım'la buluştu. 17 Kasım 1973'de Atina Politeknik Üniversitesindeki öğrenci direnişinin Yunan ordusunun saldırısı üzerine yirmi öğrencinin ölümüyle sonuçlandığı günün anısına atfen kurulan ve otuz yıl boyunca devrimci kavgayı sürdüren 17 Kasım örgütü yüzyılın başında çökertilince, mücadelenin bittiğini sanan Yunan finans kapitali, bu kez kitle direnişine yakalandı. İkinci Dünya Savaşı ertesinde Yunanistan'ı devrimden 'kurtaran' Stalin'in yerine, bu kez aynı toplumu 22 milyar avroluk fonla kapitalist çöküşten kurtaran Avrupa Birliği karşımıza çıktı. Yunanistan'ın gerçek kurtarıcıları ise, Pasok'a indeksli sendika yöneticilerinin haince uzlaşma politikaları izlemeleri nedeniyle, kapitalist sistemi yıkarak bir işçi hükümeti oluşturma yolunda engellendiler. Yunanistan Avrupa Birliği'ne dahil edilince pompalanan avroların buraya ebedi huzur ve refah getireceğine olan inancın, bu küçük ülkeyi kapitalist sistemin çöküşünün sembolü haline dönüştüğü görüldü. Kapitalizmin genel kuralı burada da istisnayı bozmadı. 1990'lardan 2000'li yılların ortalarına kadar sömürü oranınına paralel olarak karlarını da arttıran sermayenin, son yıllarda ücretlere oranla üretkenliği artan

23 Mart’ta Atina’da krizin yükünü emekçilere yıkan düzenlemelere kaşı gösterilere meşaleyle katılan bir itfaiyeci

bir hızla yavaşladı. Kapitalizmin global krizi nedeniyle, üretim 2009'un ilk yarısında, 2008'in aynı dönemine oranla %51.5 oranında düştü. Özel sektörün bankalardan borç alabilme kapasitesinin azalması, yatırım oranlarını düşürerek gelir ve kar azalmasına yol açtı. Bankaların politikasını besleyen de global kapitalizmin krizine paralel olarak, aşırı borç talebi ve ödenen borçların geri ödenememesiydi. Bu durum diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi devleti harekete geçirdi. Kapitalist ekonomiyi kurtarmak için bankalara 28 bilyon avroluk kredi temin edildi. Bu politika, krizi emekçilerin lehine çözeceği vaadiyle seçimi kazanan Pasok hükümetince de sürdürüldü. Sonuç olarak medya aracılığıyla yapılan yaygarayla topluma Yunanistan'ın çöküş ve iflasın eşiğinde olduğu fikri aşılandı. Bunun en büyük amacı proletaryayı psikolojik silahla terörize ederek, ülkenin karşı karşıya olduğu felaket karşısında ücretlerin düşürülmesini ve dondurulmasını meşrulaştırmak, emekçileri disiplinli ve dayanışmacı olmaya davet etmekti. Emekli yaşının yükseltilmesi,

doğrudan ve dolaylı yeni vergiler, polis kontrolunun arttırılması gibi yeni tedbirleri Pasok 'milli birlik' sloganı ile hazmettirme çabasında. Çalışma Bakanı'nın açıklamasına göre Haziran ayına kadar bir milyonun üzerinde kişi işsiz kalacak ve bu da neredeyse iş gücünün yüzde yirmibeşini oluşturuyor.

Sendikalar ve sol

Başlıca iki büyük sendika konfederasyonu GSEE (özel sektör sendikalarının şemsiye organı) ve ADEDY (kamu sektörünün örgütü) tamamen Pasok'un denetimi altında olduğundan, gerçek bir direnişten uzak durmak için ellerinden geleni yaptılar. Alttan gelen baskılara dayanamayan GSEE ve ADEDY yöneticilerinin 24 Şubat'da ilan ettikleri ilk genel grev çağrısına 2-2.5 milyon çalışan katıldı. Kimi sektörlerde greve katılım oranı yüzde 70 100 arasındayken, özellikle kamu kesiminde bu oran yüzde 20 ile 50 arasında değişiyordu. Grev mitingine katılan gösterici sayısı da 40.000 in üzerindeydi. GSEEADEDY düzenlediği grev mitinginden beklenmeyen gelişmelerin başında, banka ve ticari mağazaların camlarının kırılması ve

polise karşı aktif ve militan bir direniş geliyor. Göstericiler Atina'nın burjuva semti Zonar'dan geçerken, şampanya içerek keyfedenlerin oturduğu lüks burjuva kahveyi işgal ederek, kek ve pastaları katılımcılar arasında paylaştırdılar. Böylece Aralık 2008'deki isyan ruhunun yeniden canlanması, polise, kapitalist kuruluşlara, bankalara, alışveriş merkezlerine yönelik şiddeti tekrarlattı. GSEE-ADEDY 11 Mart tarihinde yeni bir 24 saatlik genel grev kararı aldı. Bu kez katılım 24 Şubat'daki grevden çok daha yüksekti. Mitinge katılanların sayısındaki iki katlık artış da bunun kanıtıydı. Ancak bir önceki mitingdeki militan atmosferi engellemek için, sendika önderliğinin polisle aktif işbirliği dikkat çekiciydi. Polisin müdahalesi sonunda yürüyüş ikiye bölündü ve bunun amacı, yürüyüş kolunun başına eylemci radikal unsurların yerine, sendika yöneticilerinin geçmesini sağlamaktı. Pasok kuyrukçusu sendikalar, işçilerin direnişlerini bölebilmek ve dinamikliğini söndürebilmek amacıyla, eylemleri sonuç vermeyecek protestolarla sınırlı tut-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 25

Uluslararası ma konusunda kararlılıklarını gösterdiler. Bir yandan emekçilerin sırtına yüklenen kesinti ve tasarruf tedbirlerine karşı çıkarken, diğer yandan da enerjilerini kapitalist sistemin stabilasyonuna harcadılar. Bunu yaparken sahte sol yapılanmalara güvendikleri apaçık ortaya çıkmıştır. Kendine 'Radikal Solun Koalisyonu' diyen SYRIZA ve geçen baharda 'Devrim için anti-kapitalist solun İşbirliği' olarak kurulan Antarsya gibi örgütler, sendikaların önderlik etmediği mücadelenin mümkün ve hatta meşru olmadığını savunabilmişlerdir. Ama iki başlıca konfederasyonun, işçi sınıfını ve çalışanları hedef alan Pasok'un müttefikleri olduğu görmezlikten geldiler. Oysa ki, işçi sınıfının gerçek birliği sendika federasyonlarına karşı durarak, sosyalist bir perspektifle yeni ve demokratik işçi organlarının inşasıyla mümkündür. Emekçi kitleleri Pasok'a göbek bağıyla bağlı sendikalardan uzaklaştırarak, bir işçi hükümetini hedef almak gerekiyordu. Küçük burjuva sol örgütlerin sendikalarla tartışma ve uzlaşma politikaları, bu örgütlerin burjuva politkasının sınırlarını bir türlü aşamayarak, düzenin parçaları olmalarına yol açmaktan başka sonuç vermediğini ortaya çıkarmıştır. Sendika bürokrasisinin etrafında bir tabaka oluşturan sözümona bu sol örgütler, işçi sınıfının bağımsız eylem ve örgütlenmelerine karşı önemli bir engeldir. Syriza ve Antarsya gibi örgütlerin sağa kayarak, Pasok'la radikal bir kopuşu gerçekleştirememelerinin nedeni, iktidar partisinin arka bahçesini oluşturan işçi konfederasyonlarıyla olan bağlantılarından kaynaklanıyor. Pasok'un kapitalizmin krizinin faturasını Yunan emekçilerine ödettirme politikasına karşı 24 Şubat'da başlayan ilk büyük direnişi, 11 Mart'da daha da büyük direniş, bir dizi gösteriler, çatışmalar ve daha küçük grevlerin izlemesi, devrimci bir krize dönüşmüş durumda değil. Kapitalizmin ölümcül krizini devrimci krize dönüştüremeyen ve hatta engel olan Yunanistan solu bir tarihi fırsat daha kaçırmıştır. Eğer Yunanistan ve Portekiz emekçileri yaşanan deneylerden gerekli dersleri çıkarabilirlerse, bu ülkelerde Fadonun ve Rembetikanın hüzünlü sesleri değil , devrimci ayaklanmanın sevinçli rüzgarları esecektir.

ABD-İsrail ilişkilerinde değişen ne? İsrail’in ABD için eski önemini yitirdiği yorumları , verilerle desteklenmeyen abartılı çıkarsamalar. ABD önemli hiçbir konuda İsrail’in burnunu sürtmeye yönelmiş değil

Filistinliler yeni İsrail yerleşimlerine karşı bayraklarını kıble ederek namaz kılıyor. Geride İsrail askerleri.

Bereket Kar ABD’nin her yeni başkanının dış politikadaki başarı veya başarısızlığının aynası genellikle Ortadoğu olmuştur. Bu Obama için de geçerli. Zira 1950’lerden bu yana İsrail-Filistin ve İsrail-Arap çatışmalarıyla kaynayan Ortadoğu, ABD ve diğer emperyalist ülkeler için stratejik bir bölge olma özelliğini hala koruyor. Biliniyor; Ortadoğu camiasının temel ve müzmin sorunu, Filistin sorunudur. Filistin’e Yahudi göçü ile başlayıp, 1948’de İsrail’in kuruluşuyla birlikte yeni bir biçime bürünen bu

sorun, zamanla genelleşti ve aynı zamanda Arap halklarıyla emperyalizm ve İsrail arasındaki bir çelişkiye dönüştü. Arap yönetimlerinin çoğunluğu Filistin davasından desteklerini çekerek çözümü ABD’ne havale etmiş ve İsrail’le ayrı ayrı masaya oturmuş olsalar bile, Arap halklarının algısı değişmedi.

Benzersiz ilişki

Yine biliniyor; ABD-İsrail ilişkilerinin, “devletlerarası” bir ilişki olarak tarihte eşi benzeri hemen hemen yoktur. İsrail, kuruluşundan itibaren ABD tarafından her açıdan desteklenmiş, himaye edilmiş, BM’de her zaman kollanmış, en ileri askeri teknoloji ile donatılmış ve büyük bir askeri güç haline getirilmiştir. Buna karşılık İsrail ve Yahudi lobisi de

>>


26 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Uluslararası

>>

ABD’nin iç ve dış politikasına etkide bulunan önemli bir etmen olagelmiştir. Öyle ki, İsrail, duruma göre, ABD’nin hem stratejik müttefiki, hem ayrıcalıklı ortağı, hem denizaşırı 51. eyaleti, hem ileri karakolu, hem de Ortadoğu’daki en güvenilir dayanağıdır. İsrail bu sayede Filistinlilere ve Araplara karşı işlediği insanlık suçlarının hiçbirinin hesabını vermedi. BM kararlarına uymadı ve iki devletli çözümü yaşama geçirmesi yönündeki bütün uluslararası çağrılara kulaklarını tıkadı. Kendisini nükleer denetim mekanizmalarının dışında tuttu. Sürekli savaş ve yayılmacılık politikasını pervasızca sürdürdü. Sıkça savaş suçları işledi. Uluslararası anlaşmalar karşısındaki yükümlülüklerinden sıyrılmak için işgal altında tuttuğu toprakların statüsünü belirsiz bıraktı. Filistinlileri yurtsuzlaştırmaya ve yeni yerleşim yerleri açmaya devam etti. Filistin topraklarını duvarlar ve tel örgülerle birbirinden yalıttı.

ABD Oslo sürecini canlandırma peşinde

Ama bu durum ABD-İsrail ilişkilerinin her zaman “sıfır sorunlu” ve pürüzsüz olduğu, iki ülkenin çıkarlarının her konjonktürde bire bir örtüştüğü anlamına gelmiyor. İsrail’in, ABD’nin küresel çıkar ve yönelişlerini yeterince gözetmediği, aşırı özerk ve hatta başına buyruk davrandığı ve ABD’ye karşı da casusluk faaliyetlerine giriştiği hallerde iki ülke ilişkileri gerilmiştir. Geçenlerde bu gerginliklerden bir yenisi patlak verdi. Arap ve İslam dünyasındaki imajını düzeltmeye ve ABD karşıtı akımları güçten düşürmeye niyetlenen Obama yönetimi, bu amaçla yerlerde sürünen Oslo-Madrid barış görüşmeleri sürecini canlandırmak istiyor. El-Fetih lideri ve Filistin Ulusal Konseyi Başkanı Mahmut Abbas, uğradığı onca düş kırıklığına rağmen ve tam da yeni bir intifadanın belirtilerinin ortaya çıktığı bir sırada, Obama’nın baskısıyla dolaylı barış görüşmelerini yeniden başlatmaya “evet” dedi. Obama, aynı amaçla yardımcısı Biden’i İsrail’e gönderdi ve ön işaretleri gözlenen gerginlik de bu sırada açığa çıktı. İsrail’deki aşırı sağ koalisyonun başbakanı Netenyahu, Filistin topraklarında 1.600 konutluk yeni bir yerleşim birimi inşa edileceği açıklamasını, Biden İsrail’deyken yaptı. İsrail’in, aynı sıralarda, Beytüllahim ve El-Halil’deki tarihi ve kutsal yerleri, kendi tarihsel mirasına katma niyetini açığa vurması da cabası. ABD, kendisini İsrail karşısında aciz gösteren ve barış görüşmelerinin tekrar başlatılmasını olanaksızlaştıran bu oldu bittiyi sineye çekemezdi. ABD yetkililerinin ve medyasının İsrail’e karşı seyrek görülen bir tonda konuşması bundan sonra başladı. İlişki başkalaşıyor mu? Bu durum, “ABD-

İsrail köklü bir dönüşüm geçiriyor” veya “İsrail, ABD için eski önemini yitiriyor” yollu yorumlara davetiye çıkardı. Bizce bunlar, verilerle desteklenmeyen abartılı yorumlar. Bir kere, ABD önemli hiçbir konuda İsrail’in burnunu sürtmeye veya himayesini kaldırmaya yönelmiş değil. ABD-İsrail ilişkilerini yeni bir rotaya oturtmak istediği iddia edilen Obama yönetimi, İsrail’in Gazze saldırısına ve burada uyguladığı vahşete itiraz etmedi. Halen sürmekte olan ve yakıcı insani sorunlara yol açan kuşatmanın kaldırılması için baskı uygulamıyor. Filistinlilerin, masaya oturma koşulu olarak öne sürdükleri, yeni yerleşim birimlerinin yapımının durdurulması talebine dahi arka çıkmıyor. İsrailli yetkililerin savaş suçlusu olarak yargılanmasına onay vermedi. Gazze’ye uygulanan ambargonun kaldırılması yönündeki Arap teklifini BM’de desteklemedi, vb. Biden’in ziyaretinin bir krize dönüşmesinin ardından, Obama’nın Netenyahu’ya yaptığı çağrı şu unsurları içeriyordu: Açıklamanın Biden ziyaretine denk gelmesinin araştırılması, Kudüs planlama ve inşaat komitesinin kararını gözden geçirmesi, jest amacıyla yüz kadar Filistinli tutuklunun serbest bırakılması, Gazze sınır geçişlerinin yumuşatılması ve Batı Şeria’daki yoğun kontrolleri kaldırılması, sınırlar, mültecilik, Kudüs, güvenlik, su ve yerleşim birimleri gibi görüşmelere konu edileceğinin ilan edilmesi. Bunların hiçbiri İsrail’in canını yakacak talepler değil ve bu yüzden de ABD-İsrail ilişkilerinde bir yenilik anlamına gelmiyor. Tam tersine, şimdiye kadar, uzatmalı ve sürüncemeli barış görüşmelerinde zaman hep İsrail’in lehine işlemiştir. İkincisi; ABD-İsrail ilişkilerinin seyrinde bir “ilk”i temsil etmeyen olayın mahiyeti, Netenyahu’nun daha sonraki yarım ağız özründen de bellidir: “Açıklamanın Biden’in ziyaretine denk gelmesi bir şanssızlık. Ama her iki ülkenin ortak çıkarları olsa bile, İsrail’in hayati çıkarları uyarınca davranmak zorundayım…” Yani, İsrail aşırı özerk veya başına buyruk çıkışlarından birini daha yapmıştır ve böyle durumlarda, Washington’da “bu İsrail de fazla oluyor” sesleri hep yükselmiştir. Üçüncüsü, ABD yönetim çevrelerinde ve medyasında dile getirilen eleştirilerden de anlaşılacağı gibi, tek kaygı ABD’nin çıkarları değil, aynı zamanda İsrail’in kendi kendine zarar vermeye başlamasıdır. Kısacası, İsrail’i ABD’nin sözüm ona baskıları değil, ancak Gazze –Ramallah ikili iktidar yapısına son vererek FKÖ çatısı altında kendi ulusal birliğin yeniden tesis etmiş bir Filistin hareketi ve öncekilerden daha örgütlü bir Filistin intifadası durdurup geriletebilir.

İtalya’dan göçmenler İtalyası

Milano’daki Afrikalı işçiler İtalyan toplumunun “Bizsiz bir g

1 Mart’taki göçmen işçi grevi İtalya’da başarılı oldu. İtalyanların yapmak istemediği işleri yapan göçmen işçiler işi durdurdular mı ülkenin ciddi sıkıntıya gireceğini gerçekten gösterebildiler Orsola Casagrande Kimi greve çıktı. Kimi yüzlerce kentte ve yüzlerce alanda düzenlenen yüzlerce mitingden birine katıldı. Kimileri, bir çiçeğin taçyaprakları gibi farklı dilleri bir araya getirerek yaptı derslerini. Çocuk, kadın, erkek özel bir 1 Mart için bir araya geldiler, bizsiz bir gün geçirsinler, ya da onların da olduğu bir gün, daha iyisi hep beraber bir gün geçirelim diye. İtalya’da yaşayan göçmenler bütün Avrupa’da düzenlenen protestolara katıldı. Bir bildirim, bir varlık bildirimi olan bir protestoydu bu. Biz buradayız, burada, hemen yanı başınızda omuz omuza yaşıyoruz, evlerinizi temizliyor, yaşlılarınıza bakıyoruz, fabrikalarınızda çalışıyoruz. Biz görünmeziz ama biz ol-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 27

içeri rin

Daha kuzeye, Trentino Alto Adige’ye çıktığınızda lezzetiyle ünlü elmaları toplayanların Afrikalılar ya da Arnavutlar olduğunu görürsünüz. Hatta Piemonte’de yalnızca Polonyalı madencileri çalıştıran eski bir maden bile var. Yeni İtalya’daki yolculuğunuz Toscana’daki Çinli işçiler, Calabria’da domates toplayan kuzey Afrikalılar ile sürerken orada neler olduğunu gördük:“Mafya yasaları” ile iç içe geçmiş sömürü, sonunda şiddetli bir ayaklanmaya ve çatışmaya yol açtı. İtalyanların gözleri, köleliğin hâlâ var olduğunu, hem de yalnızca Filipinler’deki terhanelerde değil, her köşebaşında olduğunu görerek açılıverdi. Gene de bu uyanışın İtalyanları aman aman etkilediği sanılmasın: Sonuçta gitmek zorunda kalanlar, ayağa kalkıp patronlarının karşısına dikilen göçmen köleler oldu… Tıpkı bir iki yıl önce Romanların, İtalyan gençleri karavanlarını yakarken İtalya’nın güneyinden ayrılmak zorunda kalmaları gibi kovuldular… Ve ağzını açıp bir tek söz söyleyen olmadı. Ya da neredeyse olmadı. Birileri dürüstçe kalkıp olan bitenin korkunçluğunu ve ırkçılık olduğunu haykırdı. Ama yüzlerce insanın ülkeden ayrılmasını önlemeye yetmedi bu.

Berlusconi iktidarında ırkçılıkta iki kat artış

gün”ün nasıl birşey olduğunu öğrenmesine yardım ediyor

masak ülke durur. Nitekim durdu da. Başka hiçbir şeye yaramadıysa bile 1 Mart göçmen emek gücünün İtalya için ne denli önemli olduğunu gösterdi. İtalya’nın Gayrisafi Milli Hasılasının neredeyse yüzde 10’u göçmen emeğinin ürünü. Her 10 aileden birinin yaşlısına bir göçmen bakıyor. Hastanelerdeki hemşire ya da yaşlı bakıcıların çoğu da İtalyan değil.

Göçmelerin oluşturduğu yeni İtalya

İtalya’nın yeni haritasına kuzeyden güneye bir göz attığımızda, kuzeyin derinliklerinde ırkçı Kuzey Birliği’nin kalbinde deri işleme fabrikalarında, tabakhanelerde çalışanların çoğunun Nijeryalı işçiler olduğunu görürüz. Deriyi Hollywood’da satılan pahalı ceketlere onlar dönüştürüyor. Ve Kuzey Birliği’nin egemen olduğu küçük Vedelago kentindeki fabrikalarda geri dönüştürülen çöpün yüzde doksanını çoğu kadın olan Afrikalı işçiler işliyor. Kentlerin lokantalarında göçmen kadın ve erkek servis işçileri görmek hiç de zor değil ama göçmenlerin katkılarının büyüklüğünü görebilmek için asıl mutfaklara bakmak gerek. Artık İtalyan aşçılardan söz etmek boşuna. İster “pasta matriciana”, ister “melzane parmigiana” olsun, yerken parmaklarınızı ısırdığınız bu yemekleri pişiren aşçılar Hintli ya da Kuzey Afrikalı.

Berlusconi ve hükümeti iki yıldır iş başında ve bu ülkede yaşayan göçmenler aleyhindeki yasa ve girişimlerin sayısı iki katına çıktı. Yani ırkçı tutum ve davranışlarda açık seçik görülen tehlikeli artma eğilimini tersine çevirmek için pek de bir şey yapmamış olan önceki merkez-sol koalisyon döneminin iki katına. Berlusconi iktidara geldikten sonra bu tutum ve eğilimler ne yazık ki hemen elle tutulur hale geldi. Irkçı dürtülerden kaynaklanan şiddet suçlarında korkutucu bir artış yaşandı. Darplar, tehditler, linçler ve saire. 1 Mart gösterisi baştan beri coşkuyla karşılanan bir düşünceydi. Nitekim aylar boyunca dernekler, gruplar, sendikalar bu gösteriyi örgütlemek için seferber oldu. Sonuç, İtalya’nın dört bir yanından farklı inisiyatiflerin oluşturduğu bir mozaikti. Kuzeyde 1 Mart eylemini örgütleyenlerin başında işçiler geliyordu.

Kooperatif sömürüsü

Göçmen işçiler ağırlıkla kooperatiflerde çalışıyor. Övülesi bir ortak çalışma biçiminin yalnızca adını taşıyan kooperatifler İtalya’da en sömürücü, en nefret uyandırıcı patronaj biçimlerinden birine dönüştü. İster kızıl (yani eski Komünist ya da Sosyalist) ister beyaz (yani eski Hıristiyan Demokrat ya da Katolik) olsun, kooperatiflerin işçilere davranışı irkiltici. Ücretler çok düşük. Kooperatife “ortak” olmak (çünkü kooperatifte çalışınca kendiliğinden kooperatifin hem üyesi, hem işçisi olunuyor) çok geçmeden ayak bağına dönüşüyor. En yaygın sonuç, kooperatif sözleşmeli bir işi bitirdiğinde kooperatiften atılmayıp üye olarak kalmanız, ama işsizlik yardımı da almadan aylarca iş beklemeniz oluyor. Bu arada, işsizlik yardımı İtalya’da genel olarak çok az ve geçicidir, en fazla sekiz ay süreyle

ödenir. Oysa kooperatifler başka şirket biçimlerinden farklı olarak esnek ve kendileri için elverişli bir vergi mevzuatından yararlandıkları (açıkçası daha az vergi ödedikleri) için kazançlı girişimler. Ne var ki avantajlarını işçilere daha iyi koşullar ve daha iyi bir çevre sağlamak için kullanmazlar. Aslında tam tersi olur. Bir örneğe bakalım: Kuzey İtalya’da, Padova’da bir kooperatif çokuluslu ulaştırma şirketi TNT’den bir ihale kazanıyor. Kooperatif ihaleyi Ocak 2009’da alıyor. Haziran’a gelindiğindeyse kapanıyor ve adını değiştiriyor. Patronlar aynı, isim değişik. İşçilerse “yeni” kooperatif için çalışmayı kabul etmezlerse atılacak -yeni kooperatife yeni işçiler. Kabul ederlerse işte kalacaklar ama o güne kadar kazandıkları bütün hakları kaybetmiş olarak. Başka bir deyişle, kooperatif değişince işe yeni başlamış gibi oluyorsunuz. Kooperatiflerin denetimi de hayli gevşek. Dolayısıyla aslında üretim hattında, kamyon yükleme-boşaltmada çalıştığınız halde temizlikçiler için yapılmış işkolu sözleşmesine tabi olabilirsiniz. Kooperatifler bugünlerde esas olarak yabancı işçi çalıştırıyor, çünkü onlar daha korumasız. İşçi değişimi de yüksek.

Göçmenler uyanıyor

Ne var ki işçiler sömürünün böylesine hayır demeye başladı. Son birkaç yıl içinde kooperatiflerde çalışan göçmen işçilerin birçok grev ve protestosuna tanık olundu. 1 Mart’ta ön saftakiler de onlardı. Başlıca sendikalar (CGIL, CISL ve UIL) onaylamadığı halde greve çıktılar. Çoğunlukla otonom ya da bağımsız sendikalara üyeler. 1 Mart’ta da grevi onlar istedi. Bütün ulaştırma sektörünün temelde göçmen işçilere bağlı olduğu (esas olarak yabancıları çalıştıran kooperatiflerin elindeki) Padova sanayi bölgesinde hayat durdu. İşçiler Padova kentinde de bir gösteri düzenleyerek valiliğe yürüdüler ve geçen yıl ikiye katlanan evden çıkarmaların durdurulmasını istediler. Çünkü ekonomik kriz işsiz kalmak, işsizlik de, örneğin, kira ödeyememek demek. 2009 yılına kira ödeyemeyecek durumdaki ailelerin evlerinden çıkarılmasındaki artış damgasını vurmuştu. İtalya’da toplam 60 milyonluk nüfus içinde 4,3 milyon kalıcı göçmen var. En büyük göçmen topluluğu, 953 bin kişiden oluşan Rumenler (Romanyalılar). Arnavutlar 472 bin, Faslılar 433 bin kişi. Bu üç topluluk bir arada İtalya’nın bütün yabancı nüfusunun yüzde 43’ünü oluşturuyor. 1 Mart gösterisi İtalya’da genel olarak başarılı oldu. Çünkü göçmen işçiler işi durdurdu mu ülkenin ciddi zararlar göreceğini gerçekten gösterebildi. Göçmen işçiler İtalyanların yapmak istemediği işleri yapıyor. Nakarat değil hakikat bu. Genç İtalyanlar yaşlı bakıcılığı gibi, Calabria ve Sicilya bahçelerinde domates ya da elma toplayıcılığı gibi işlere girmiyor. Fabrikalarda çalışmaya gelince, göçmen işçiler orada da İtalyanların istemediği işleri yapıyor.


28 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Uluslararası

Loktantra Zindabad * Katmandu’da halk sokaklara dökülürken bir prenses olan ev sahibem dedi ki, “Amerika ve Avrupa gibi oluyoruz, yakında hepimiz kendi evimizi kendimiz temizlemek mecburiyetinde kalacağız”

Elif Köksal Katmandu’da bir tapınağın önünde kendilerine özgü giyim kuşamlarıyla poz veren Nepalli Hindularla birlikte

Elif Köksal Nisan 2006 Sevgili Arkadaşlarım, Nepal'de tuhaf tuhaf vakitlerin ortasındayız yine. Şöyle bir Çin bedduası varmış: "İlginç vakitlerde yaşayasın" derlermiş. Kralı devirme direnişi Cana Andolan´ın üçüncü haftasındayız. "Halk hareketi" demek. Cana Andolan´dan başka bir de Loktantra Zindabad duyuyoruz her yerde. "Yaşasın demokrasi" yani. Sokağa çıkma yasağı, genel grev, günde yedi saat elektrik kesintisi ile günlerimiz geçiyor. Mektup yazmak için bulunmaz vakitler... Katmandu´da son onaltı günün hepsinde ya hükümet sokağa çıkma yasağı ilan etti ya da yedi parti genel grev dedi. İkisinin aynı anda olduğu da oldu. Genel grev, bandha yani, Güney Asya kavramlarından biri. Kapalı demek. Dükkanların açılmadığı, sokağa araba, motosiklet, hatta son zamanlarda bisiklet çıkmadığı günler. Dokuz senedir ayda en az bir iki bandha gördük, bizim için yürüyüş yapma günleri. Yedi parti birliği bu ayın dördünden itibaren süresiz bir bandha ilan etti, yani Vadi de kapandı. İki haftadır Katmandu

vadisine ya da dışarıya otobüs, araba çalışmıyor. Sebze, tüpgaz, benzin de gelmiyor. Okullar süresiz olarak kapalı. Cana Andolan´a bankalar da katılıyor ve işlem yapmayı reddediyorlar. Geçenlerde Merkez Bankası´nda (Kralın) İçİşleri Bakanı´nın imzaladığı bir çeki bozmayı reddeden oniki memur tutuklandı. Evden seyredebildiğimiz tek televizyon kanalı Kantipur Kral'a öyle muhalif ki Kral gitmez kalırsa onların buralardan gitmeleri gerekecek. Televizyonda her akşam altı haberlerinde Cana Andolan´a kimler, hangi sivil toplum

Elif Köksal

örgütlenmeleri katılmış onları görüyoruz. Ticaret Odası, doktorlar, avukatlar, engelliler... Bir de polisin kafasını gözünü yardığı insanları gösteriyorlar. Annemle haberlerin karşısında oturup ağlıyoruz. Üniversitenin önünde günlerdir oturan kalabalığı çok güldüren bir delikanlı var, televizyonda görüyoruz, annem ona benim oğlan diyor. Hastanelere kafa travmasıyla gelen, güvenlik güçlerinden dayak yemiş insanlar öyle çok ki, her akşam onlarca yeni kırık kafa. Kafası kırılmış sokak çocukları. Her nedense Andolan´ın ilk günlerinde önlerde çok sokak çocuğu vardı, onlara da eğlence çıktı. Pankartları bir ucundan "1997-2008 arası Nepal'in başkenti Katmandu'da yaşadım. Dünyanın tek Hindu krallığının son on yılına, Nepal'in iç savaşına denk geldim. Sonunda Maocu gerillalar Kral'ı devirdi. Yeni cumhuriyetin ilk yıllarını gördüm.” diyor Elif Köksal, Metis yayınlarından çıkan kitabı Katmandu’da Ev Hali’ni anlatırken. “Nepal'e ilk gittiğimde, birtakım komünist öğretmenler yeraltına inip iç savaşı başlatalı bir sene olmuştu. Katmandu Postası gazetesinin üçüncü sayfasında küçük haberlerde, uzak köylerde Maocu gerillaların yaptıklarından ara sıra bahsediliyordu. Zaman geçtikçe savaş büyüdü, Nepal'i, hayatımızı bir çeşit kuşattı.” Köksal devrim günlerine ilişkin bir izlenimini Ekmek&Özgürlük okurlarıyla paylaştı.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 29

yakalamış yalınayak çocuklar ön saflarda sırıtarak yürüdüler, ilk dayağı onlar yediler. Prenses olan ev sahibem, devrim olacak diyor. Prens kardeşi, kral hiç bir yere gitmeyecek, neden gitsinmiş diyor ama. Nepal´in eski bir Maharacası olan dedelerinin tahttan düştükten sonra Hindistan´a gidip derviş olmasının üzerinden sadece altmış sene geçmiş. Prenses ev sahibemin, onaltı yaşına gelinceye kadar halktan biriyle konuşması yasakmış, çocukken bir fili, bir de midillisi varmış. Bugün beraber CNN seyrettik, hizmetçilerden konuştuk. Evlerinde ayda sekiz dolara çalışan üç hizmetçi var. Ev sahibem dedi ki, Amerika ve Avrupa gibi oluyoruz, yakında hepimiz kendi evimizi kendimiz temizlemek mecburiyetinde kalacağız. Hizmetçi bulmak ne kolaydı tahmin edemezsin, dedi. Ev sahibemin doğduğu Aslan Saray´da hizmetçiler için beşyüz oda olduğunu biliyorum; Guinness rekorlar kitabı cariyeler diye yazıyor gerçi. Bu mektubu yazmaya bu sabah başladığımda daha üç insan ölmemişti, yüzden fazla insan da yaralanmamıştı. Ambulanslara sokakta olma izni verilmeyeceğini ve yaralıların şehri çevreleyen anayolda saatlerce yatacağını da bilmiyordum. Bugün şehrimde sayısız insan sokağa çıkma yasağını ve sokağa çıkanları vurma emrini takmayarak sokaklara döküldü. Hindistan dün Kral'la konuşsun diye uzaktan

akrabası son Keşmir Maharacası´nı özel elçi gönderdi. Bakalım Kral ne yapacak. İktidardan vaz geçmek kimbilir ne zor bir şeydir.. Nepal Kralının sıfatı Şri Panç Maharaca. Beş kez saygı duyulası büyük kral demek. Kral üç sene önce son darbeyi yaptığında telefon hatları ve internet bir haftaya yakın kesik kalmıştı. Belki kesilir yine. Neyse. Evde her şey yolunda, ekmek yapıyorum. Yerleri süpürüyorum, bulaşık yıkıyorum.. insana iyi gelen işler.. Sokağa çıkma yasağı var ama BBC radyonun dediğine göre yollarda kralı protesto eden onbin kişi varmış şimdiden. Bugün için planlanan dev protesto, sokağa çıkanı vurma emrine rağmen gerçekleşiyor gibi. Derse gidebildiğimiz günlerde gördüğüm kadarıyla öğrencilerim son haftalarda çok huzursuzlar. Vadi iki haftadır izole durumda, yiyecek de gelmiyor. Soğanın kilosu normalin beş altı katına, yüz rupiye çıktı. Papayaları meyvaları, şehircek günler önce yedik bitirdik. Bizim göbekli manav diyor ki sabahları bir kova taze tofudan başka şey gelmeyeli iki hafta olmuş. Dün dükkanda bir iki kucak dolusu bayat sebze kalmıştı. Dükkanların çoğu iki haftadır kapalı, üç beş tane dışında araba da yok. Loktantra zindabad! Yaşasın demokrasi. Bir de murdabad diye bağırıyorlar, o da "Kahrol-

sun" demek. Oğlum diyor ki gidip krala bir güzel sarılmamız lazımmış, kimse sevmiyor onu diye. Aynı zamanda Kral ve Kraliçenin dev olduklarını da düşünüyor, masallardaki devlerden. Ne yediklerini merak ediyor. Altı yaşında. Sevgiyle, Elif. Hamiş: Aşağıda bu haftaki Nepal Vakitleri gazetesinden, olanları benden iyi anlatan bir yazı var. Hamiş, 2010: Halk kazandı. Annem sokaklara fırlayıp mutluluk resimleri çekti. Her şeyi değiştiren Cana Andolan günlerinde 16 kişi öldü ama Kral geri adım attı, dört sene önce kapatılan parlamento yeniden açıldı. Bir ay sonra parlamento Kral’ın bütün yetkilerini elinden aldı. On senelik iç savaşın, onaltıbin ölümün yapamadığını, bütün partilerin, halkın, yıllardır devletle savaşan Maocuların birlik olduğu barışçıl protesto gösterileri yaptı. Kasım 2006'da iç savaşı sona erdiren barış imzalandı, Maocular yeraltından çıktılar. 2008 Nisan seçimlerinde Maocular yüzde otuz oy alıp koalisyonla iktidara geldiler. 2008 Haziran başı Kral tamamen gitti. Şu anda komünist parti başkanlığında yeni bir koalisyon var, başkent Katmandu’da günde oniki saat elektrik kesiliyor. * Yaşasın demokrasi

Hareket hızlanırken bütün taraflardan, açlardan bile destek topluyor... Naresh Newar, Sayı 295 (21- 27 Nisan 2006) www.nepalitimes.com Shiba Ram Balaju´da barışçıl bir miting sırasında polislerden fena dayak yemiş, yüzündeki yarayı gösteriyor. Onaltı yaşında. Acımıyor, burada olduğum için mutluyum, diyor. Bu aptalca soruları bırakın, diye tersleniyor yanındaki, çünkü Gagan Thapa´yı dinlemek istiyor. Gagan Thapa, Kral Gyanendra ve bakanları hakkında anlatığı taşlamalı fıkralarla binden fazla protestocunun oluşturduğu kalabalığı büyülemekte. Bu polislerden, askerlerden ya da kraldan artık korkmuyoruz, diyor genç bir kız ve çabucak bir grup kadın göstericiye liderlik etmek için ilerliyor. İsmi Sabitri. Sabitri´yi takip eden elli kişilik gruptan bir ev kadını, bizi artık bir şey durduramaz, bu halkın hareketi, diyor.

Daha iki hafta önce, yedi siyasi parti süresiz genel grev ve toplu protestoları ilan ettiğinde yüzlerce gösterici tutuklanmış, dövülmüş ve kimileri güvenlik güçlerince vurulmuşken, çok kimse bu muhalefetin bir kaç günden uzun sürmeyeceğini düşündü. Ne ki ülkenin her yanında sokaklardaki protestocuların sayısı her gün çoğalıyor ve son rakamlara rağmen göstericiler pes edecek gibi görünmüyor. Şimdiye kadar 3000´den fazla kişi tutuklandı, 1000 yaralı hastanede, 10 kişi öldü. Polis onları kovalamaktan yorulmuş görünüyor. Arkadaşlarıyla beraber bir kaç kez coplarla giriştikleri kalabalığın tekrar tekrar Katmandu´nun Balaju bölgesine döndüğüne şahit olan bir polis memuru, ne faydası var ki, yine gelecekler, diyor. Siyasi partiler de bu kadar geniş bir kesimden ve meslek örgütlerinden gelen ezici destek karşısında şaşkınlar. Gazeteciler, avukatlar, mühendisler, öğretmenler, ev kadınları, çocuklar... kendi güvenliklerini ve tutuklanma korkusunu düşünme-

den sokaklara döküldüler. Hareket öyle güçlendi ki Maocular da katıldılar. Hareketin sıcaklığı hükümette de hissediliyor. Memurlar artık açıkça loktantra'yı halkın demokrasisini- savunuyorlar. Nepal Petrol Korporasyonu´ndan bir üst düzey memur, arkadaşlarıyla kollarına siyah bantlar takmak için toplantı odasında bir araya gelirken, şimdi sessiz protesto zamanıdır, diyor. Partiler stratejilerini planlarken halk liderli ya da lidersiz bir şekilde protesto etmek için sokakları dolduruyor.Başkentin Gongabu mahallesinde orta yaşlı bir kadın omuzlarına gri bir şal geçirmiş, erkek göstericilere kalabalığın önüne geçip silahlı polis kordonunu yarmalarını haykırıyor. Bir yandan bize, burada lider yok, halkın gücü herkese yol gösteriyor, diyor. Kırmızı sarili yaşlı bir kadın bir polis memuruna, bırakır mısın geçelim genç adam, diye soruyor. Bir başka kadın gösterici, arkadan iten arkadaşlarıyla birlikte, normalde cop sallayan polislerin arasından kendine yol açarken, eh, size bir

defa sorduk, şimdi nasıl geçtiğimizi seyredin, diyor. Kadınlar ve genç kızlar zaferle gülümserken polisler çaresizce seyrediyor. Gösterileri o kadar barışçıl ki polisin tek yapabildiği yol vermek, sonra da polis kamyonlarına koşup yüzlerce kadın göstericinin yaklaştığı Samakosi´de yeni bir cephe açmaya gitmek. Günün sonunda Balaju´da tek bir gösterici bile yaralanmadı, taş atılmadı, polis silah ya da cop kullanmadı. Geçen hafta burası savaş alanı gibiydi, 25´ten çok gösterici polisin açtığı ateşle yaralanmıştı.Yine de harekete katılan herkes mutlu değil, çünkü direniş günlük hayatı etkiliyor. Kalimati sebze halinde bir hamal, açım, günde bir öğünden fazla yiyemiyoruz artık, diyor. Halde çalışan arkadaşlarının çoğu işsizlikten Katmandu´yu terk etmişler, yürüyerek üç gün süren Dhading´deki köylerine dönmüşler. Bir başka hamal, Ramesh Gauli, şikayet etmek istemeyiz çünkü hareketi tamamıyla destekliyoruz ve sanıyorum demokrasiye ulaşmak için çektiğimiz zorluklara dayanmak gerekiyor, diyor. O da Dhading´e, evine dönmek istiyor ama o kadar yürüyecek gücünün olmadığını söylüyor.


30EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür & Zihniyet

Medyada itiraf rüzgârları Vaktinde söylenmeyen söz, sorulmayan soru, yapılmayan haber, atılmayan manşet artık ona kurban edilenlerin yanında uyumaktadır

Geçtiğimiz ay Taraf yazarı Neşe Düzel’in Dinç Bilgin’le yaptığı röportajla ortaya dökülen “itiraflar”, Türk medyasında bir dizi tartışma başlattı. Ergun Babahan’la süren “itiraf” dizisinde, Türk Genelkurmayının PKK ile mücadelesinden 28 Şubat’a ve oradan “MİT ajanı gazeteciler”e (özellikle Fatih Altaylı, Tuncay Özkan, Fatih Çekirge) uzanan bir dizi konuda hâkim medyanın askerler ve hükümetlerle kurduğu kirli ilişkiler, bir kez daha gündemi işgal etti. 1985’te büyük bir teknoloji yatırımıyla basına iddialı bir giriş yapan Sabah’ın kurucusu Dinç Bilgin, samimiyeti son derece tartışmalı bir dille özellikle orduyu, en son da kendisini eleştirdi. Bu itiraflardan öğrenilecekler, çıkarılacak dersler vardır muhakkak ama gazetecinin konuştuğu kişiyi neden seçtiğine dair bir giriş bile bir yazıyı hak ediyor: “Bu ilişkileri çok iyi bilen, bizzat yaşayan ve yapılan hataları görüp değerlendirecek bir olgunluğa erişen Dinç Bilgin’e medyanın bu ülkedeki güç odaklarıyla ilişkilerini sorduk.” Bilgin’in vaktiyle yediği naneleri “o zaman da karşıydım ama elimden bir şey gelmiyordu” şeklindeki özürcü tavrıyla hafifletmeye çalışması, Düzel’in bu olumlu ve sakin tavrından, soru sorma tarzından da destek alıyordu kuşkusuz . Taraf’ın Düzel’i ile Bilgin, milyonlarca insanın son 30 yılını hızla ya da yavaş yavaş cehenneme çeviren olayları ele alış tarzlarıyla, 28 Şubat dışındaki darbelere olan ilgisizlikleriyle “tatlı tatlı” söyleşirlerken, aslında o dönemde ve bizzat kendi sözlerinde saklı dehşeti kovuyor, artık omzu kalabalıkların bu ülkede kimseye zarar veremeyeceği, o kötü günlerin geride kaldığı gibi bir yatıştırıcı etki de salgılıyorlardı. Oysa belaların geride kalanları da birlikte yaşamak zorunda kaldıklarımızı da bir vudu ayiniyle çekip gidecek gibi görünmüyor pek… Şiddetli bir meşruiyet krizinin tam ortasındayız ve “yüzleşme” ya da “hesaplaşma” sözcükleri bol bulamaç kullanılsa da hakikatte hiçbir şeyle yüzleşilmeyen şu günlerde egemenliğin bütün unsurları yerli yerinde duruyor: Ordu, cemaat, bürokrasi, büyük sermaye…

İtiraflar, iftiralar…

Bu ülkede medya üzerine araştırma yapan birini en çok besleyen kaynaklardan biri ne

Karikatür: Bahadır Boysal,Tuncay Akgün, Leman

Gülseren Adaklı

yazık ki “itiraflar”dır. Bu itiraflarda, vaktiyle söylense belki de “hayat kurtaracak”, ya da hayatımızı daha az karartacak bilgiler vardır. Şimdi karşımıza geçip itirafa soyunanlar ise kendilerini “O tarihte norm oydu. Askere karşı çıkılmıyordu ve karşı çıkmak düşünülmüyordu bile”, “sol çökünce geriye laiklik ve kemalizm kaldı”, “sanki beynimiz yıkanmıştı” gibi utanç verici mazeretlerle savunmaya kalkıyor. 1998’de Diyarbakır Jandarma İstihbarat Merkezi’nde hayata geçirilen andıç va-

kasında bile bile “Korkunç ifşaat”, “Sakık’tan itiraflar” manşetlerini atanlar aynı kişiler. Oktay Ekşi’yi, 25 Nisan 1998 tarihli Hürriyet’te çıkan “Alçakları tanıyalım…” başlıklı o korkunç yazısına atıfla eleştiren Babahan’ın o tarihlerde yaptırdığı haberlere, attığı manşetlere ne demeli? Bu haberlerin, manşetlerin akabinde Akın Birdal’a suikast düzenlendi… Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand, Ahmet Altan, Mehmet Altan gibi isimler, onların “PKK’den para al-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 31

dıkları” yönünde ifade vermeye zorlanan Şemdin Sakık’ın daha sonra ortaya çıkacak olan sorgu detaylarının kurbanı oldu… Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’le geleceğin Genelkurmay Başkanı, dönemin Diyarbakır 7. Kolordu Komutanı Yaşar Büyükanıt bizzat andıç tezgâhının arkasında yer alıyordu. (Bölge halkının köy yakmaların sorumlusu olarak gördükleri için “Neron” lakabıyla andığı Büyükanıt yıllar sonra “pardon, hatalıydık” diyecekti!). O tarihlerde Aydın Doğan, Dinç Bilgin, Erol Aksoy ve diğer medya patronları editörlerini de yanlarına alarak hazırola geçtiler… Üstelik Bilgin şu günlerde yeni bir gazete kurma hevesinde, Ergun Babahan hükümete yakın Star Gazetesinde köşe yazıyor ve oradan Haber Türk’ün Fatih Altaylı’sına ahlak dersi veriyor… Bu itiraflardan anladığımız; vesayet rejimi, askeri vesayet, hak ihlalleri, vb. gibi faşizan uygulamaların, gazeteciler başta olmak üzere kendisini çok demokrat, çok özgürlükçü gören kesimlerin pasif ya da aktif rızasıyla hayat bulabildiğidir. Silahı, basitçe, işlevi halka gerçekleri sunmak olduğu düşünülen habercilere doğrultmak, toplumsal rızayı örgütlemenin klasik yoludur. Washington’un bu iş için ayırdığı bütçeler medyada artık daha sık boy gösteriyor. En demokratından en faşizan devletine kadar dünyanın pek çok bölgesinde çeşitli biçimlerde görülen, gazeteci özerkliğini şu ya da bu biçimde ortadan kaldırmaya dönük bu tehdidinin farkında değilse, “adeta beyni yıkanabiliyorsa” hakiki bir gazeteci orada gazetecilik yapmamalıdır…

Medya ve güvenlik

Medya kontrolü, öteden beri genelkurmayı, bürokrasisi ve sermayesiyle Türkiye devletinin “kendini” koruma ve kollama yöntemleri arasında önemli bir yer teşkil etmiştir. Mustafa Kemal’in İzmit’te yaptığı ilk basın toplantısının (16/17 Ocak 1923) üzerinden neredeyse 90 yıl geçti ama devlet ricalinin basını yönlendirme siyasetinde yapısal, radikal bir değişimden söz edemeyiz. Bu ülkede devlet erkânının basının seçkinleriyle yüz yüze görüşmeleri, toplumsal özgürlük talep edenler için hayırlı sonuçlar doğurmadı. Bugünkü medya manzarasının oluşumuna yön veren 24 Ocak 1980 Kararları ve 12 Eylül 1980 darbesi esasen yeni birikim rejimini tesis etmek üzere gerçekleştirilmişti ve başlangıçta doğrudan askerler, daha sonra ise sivil görünümlü cunta artıklarının yönetiminde Türkiye, medyasına da ayar vermek zorundaydı, verdi de… General Evren de, Özal da basındaki “partnerleriyle” sıkça yemekli toplantılarda buluşup, memleketin gidişatı için gerekli esasları anımsatmayı, yeni esasları duyurmayı alışkanlık haline getirdiler. Bu tip toplantıların en kritiklerinden biri, 6 Nisan 1990’da Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın gazete patronları ve genel yayın yönetmenleriyle gerçekleştirdiği buluşmaydı. Buluşmaya Cumhurbaşkanı, gazete patron-

ları ve editörlerinin yanısıra şu zevat da katılmıştı: Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Org. Sabri Yirmibeşoğlu, MİT Müsteşarı Tmg. Teoman Koman, Olağanüstü Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu... Devlet erkânının tam kadro katıldığı buluşmanın ertesi günü haberlerde, masadaki salataya kadar detay verilirken, esasa ilişkin bir bilgi yer almadı, “Güneydoğu meselesinin hallinde” varılan mutabakat “devlet sırrı” olarak saklandı. 3 gün sonra (9 Nisan 1990) Özal başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, 413 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Olağanüstü Hal Bölge Valiliğinin yetkilerini arttırdı; Bölge Valiliği, savcılıklar ve İçişleri Bakanlığı'na, basına sansür uygulayabilme yetkisi verdi, basın cezalarını arttırdı. İçişleri Bakanlığı'nın sürgün cezası uygulayabilmesi ve Bölge Valisi'nin bölgedeki grevlerin engellenmesi için yetkiler tanıdı. Daha da güzeli, İçişleri Bakanı ve Bölge Valisi’ne karşı, verilen yetkilerin kullanılmasıyla ilgili idari işlemler dolayısıyla dava açılamayacağını kararlaştırdı. 13 Nisan’da basın cezalarının uygulama alanı genişletildi ve bu süreçte peşpeşe Türkiye’nin en karanlık cinayetleri işlendi. Dinç Bilgin’in “ben ona bayılırdım, çok tontondu” dediği Özal, bizzat Bilgin’in ve diğer hâkim medya patronlarının aktif katılımı olmadan bu kararları biraz zor uygulardı… Aslında Türk basınının yapabileceği ama yapmadığı ve yapmaması gereken ama yaptığı haberlerin, hegemonya mücadelesinde ne kadar ya da nasıl “etkili” olduğu da çok tartışmalı. Zira hegemonya hiçbir zaman, hiçbir yerde tek başına medya içerikleriyle ya da medya manipülasyonuyla sağlanan bir şey değil . Lakin 1990’ların ortalarında Türkiye’nin en önemli haber ve bilgi kaynağı, basından ziyade televizyon oldu ve televizyon, hem finansman, hem etki bakımından basından daha üstün bir körleştirici dinamik olarak kitlelerin oturma odalarına sinsice girdi. Artık salt geleneksel gazetecilikle değil, başta televizyon olmak üzere medyanın her türünde kurduğu üretim ve dağıtım ağları ile holdingler, eşitsizliğin, emek düşmanlığının, kadın bedeninin metalaştırılmasının, düz ve sembolik şiddetin, dinsel tabuların, güce tapmanın, kısacası burjuva dünyasına ait her şeyin “doğallaştırılmasında”, normalleştirilmesinde etkin roller üstlendi.

Medya dün neyse bugün de o

Bakmayın siz şimdi Bilgin’lerin, Babahan’ların “özeleştiri”lerine. Burada söz konusu olan özeleştiri filan değil, güç ilişkilerinin yoğunlaştığı merkezlerden onay almak, ikbal sahibi olabilmektir. Zira haber, bir anlamda zamanın fonksiyonudur, vakti geçtiğinde haber diye bir şey kalmaz. Gazeteci, bu kadar şiddetli bir kirli savaşın ortasında savaşın taraflarından biri lehine haber yapmışsa, yıllar sonra “pardon” diyemez. Kürt muhalefetinin sesini duyurmak için çıkardığı 30’a yakın gazetenin ve bu gazeteler-

de çalışanların sistematik olarak imhasına seyirci kalamaz, bırakın muhalifleri, kendi arkadaşları hakkında düzenlenen genelkurmay andıçlarını, düzmece ifadeleri sürmanşetlerden bağıra bağıra ilan edemez. Bir gazete hükümetin kuruluşunda aktif rol alamaz. Ve yıllar sonra o gazetenin patronu kalkıp da geçmişteki hatalarını asker baskısıyla açıklarsa, “hükümeti kurmanız için kim baskı yaptı” diye sorulur kendilerine, sorulmalıdır. Kısacası, şimdi bu itiraflarla kendini aklayamaz, bağımsız bir medyanın gelişimine katkı da sunamaz. Vaktinde söylenmeyen söz, sorulmayan soru, yapılmayan haber, atılmayan manşet artık ona kurban edilenlerin yanında uyumaktadır… Bu kısa hikâyeden devşirilecek önemli hakikatlerden biri, burjuva medyasının yapısal olarak dün neyse, bugün de o olduğu; dün askerle, hükümetle, bürokratlarla iç içe olanların bugün daha ziyade AKP’yle, tarikatlarla hemhal olmaları gerçeğidir. Hâkim Türk medyası, bir zamanlar var idiyse bile artık göreli özerkliğini tümden yitirmiştir. Patronundan en alt kademe işçisine kadar hepsi bağımsızlık fikrinden zilyon kilometre uzaktadır.

Bağımsız medyanın gerekliliği

Medyayı göreli de olsa bağımsız bir güç olarak görmek; gerek bilimsel, gerekse popüler medya eleştirilerinin kronikleşmiş bir hastalığıdır (buna paradigma da diyebilirsiniz). Ama popüler dile bazan oldukça banal, bazan da sofistike biçimde sızan bu liberal öğreti, özellikle gazetecilik etiği tartışmaları aracılığıyla Türk medyasının artık tamamıyla bir sermaye kompleksi, dolayısıyla egemen güçlerin bir bileşeni olduğu gerçeğini gizlemeye devam ediyor. Bu tartışmalarda örneğin Türk medyasının güya model aldığı, yeri geldiğinde politikacıları, bürokratları, askerleri “dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayacak” uygulamaları nedeniyle eleştirmesi abes kaçıyor. Türk medyası, bir yandan dünyanın önde gelen haber kurumlarında gerçekten de örneğine az rastlanan, rastlandığında en azından büyük gürültü koparan uygulamaları, diğer yandan kendisinin de bir parçası olduğu bu iktidar kompleksini bir bütün olarak görmezden gelmeye devam ederken, ya egemenlere boyun eğmeye zorlandığını, ya memleketin ali çıkarları, ya da halkın tercihleri gibi maskeleri takarak bu sorumluluktan sıyrılmayı başarıyor. Az çok derin bir entelektüel birikimin olmadığı, insanların kitlesel olarak kolayca manipüle edilebildiği, okumuşların cahilliğinin, okuyamamışlarınkine galebe çaldığı, egemenlerin halkı doğru bilgilendirme sorumluluğunu duymadığı böylesi bir ortamda, sağlıklı bilgi akışının, bağımsız ve kitlelerle buluşabilen bir medyanın önemi şiddetle artıyor. Bu tür bir medya ise ancak etkili bir sol politikayla, bu ülkede ezilen ve sömürülen miyonlarla kader birliği edenlerin üreteceği bir sosyalist harekette vücut bulabilir…


32 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür & Zihniyet

AKP’den hesap sormak için Kürt çocukların büyümesini beklemeyelim Muhalifler AKP’yle şimdi hesaplaşmaktan kaçınırsa, çocuklar büyüdüğünde şüphesiz kendi hesaplarını kendileri görmek isteyecek Erhan Üstündağ Dört yılda yüzlerce çocuğu cezaevlerinde terbiye etmeye kalkışan hükümetin bu durumu değiştirmekte gösterdiği tereddüt Kürt sorununun çözümünde gideceği yolun sınırını da gösteriyor. Açılım çerçevesinde üzerinde anlaşılması en kolay düzenlemelerden biri olarak gündeme getirilen yasa değişikliği, aylar geçmesine rağmen Meclis koridorlarından dolaşıp genel kurula gelemedi. Öte yandan, açılımın kadük kalmasıyla başka bahara bırakılan barış umutlarının yerini baharla birlikte çatışmanın yükselmesinden duyulan endişe alıyor. Bu endişenin gerçeğe dönmesi ölüm, şiddet, militarizm ve milliyetçiliğin yeniden ilk sayfalara yerleşmesinin yanı sıra, zaten dolu olan koğuşlara daha fazla çocuğun sıkıştırılması anlamına gelecek.

Çocuk cehennemi

1990’larda PKK’yi sindirmek için ceza kanunun yetersiz kalacağı öngörülerek oluşturulan Terörle Mücadele Yasası’nın ruhu “reformlara rağmen” değişmeden bugüne ulaştı. Çocukların öne çıkmasıysa 2006’da yaşananlara ve hükümetin devlet aklını kendi siyasi geleceğiyle iyice birleştirmek için yaptığı manevraya dayanıyor. Öcalan’ın yakalanmasının ardından yaşanan suskunluk ve vurdumduymazlık, başbakanın Güneydoğu turunda canlanan sokak gösterileriyle bozulmuştu. Erdoğan “kadın da çocuk da olsa gereken yapılacak” derken yeni bir mücadele dönemini muştuluyordu. İnsanlığın çocukları koyduğu ayrıcalıklı yeri belirleyen ve altına imza attığı ulus-

lararası sözleşmeleri hiç düşünmeden çiğneyen Meclis, 15-18 yaş grubunu da TMY’nin içine soktu. Yargı, idare ve yıllar boyunca kendisine sunulan terör deneyimiyle bilenen polis de mesajın gereğini yerine getirmekte tereddüt etmedi ve zaten güllük gülistanlık olmayan Türkiye çocuklar için cehenneme döndü.

Yargı cenderesi

Şimdi önümüzdeki tablo şu: Hükümet açıkça belirttiği üzere Güneydoğu’yu istiyor. Bunun için sadaka musluklarını açıyor, din birliği kozunu öne sürüyor, kalkınma vaat ediyor, kültürel görünürlük için kapıları aralıyor. Silahlı isyana karşı Dolmabahçe’de kafa kola aldığı ordunun

elini tutmuyor; orduyu yeni silah anlaşmalarıyla, sonuna kadar açılan bütçe musluğunu kısmadan, her Türk gencini silah altına alarak besliyor. Ankara’da atıştığı yargıyı önüne katıp Kürt muhalefetini baskı altına almaya çalışıyor. “KCK operasyonları”yla binden fazla insan bir yıldır cezaevlerinde. Bununla birlikte Kürt muhalefetinin bu baskının altında kalmayacağı ortada. 1990’ların ikinci yarısından itibaren silahlı isyanı siyasi mücadeleye de evriltmeyi başararak ve hayatın her alanına müdahale edebilecek araçları yaratarak, muhalif Kürtler bu topraklarda kök saldı. Dağdaki militanların yanında kentleri, köyleri kitlesel olarak mücadeleye kat-

mayı başardı.

Mücadele dönüştü

Ne yazık ki, kalkışanların içinde çocuklar da var. Sorun kısmen mücadelenin bugün aldığı şekilden, kısmen de Kürt isyanının kendi çocuklarını devlet şiddetinden korumak için azami özeni göstermemesinden kaynaklanıyor. Belediye eliyle çocukların Kürtçe/Türkçe gazete çıkarması gibi devrimci bir fikri hayata geçirebilen Diyarbakır Bağlar, polisin karşısında en fazla çocuğu bulduğu semtlerden biri. Geçen yıl ziyaret ettiğimizde Van’ın dış mahallerinden birine kurulu iki katlı binada yedi memuruyla –yasa öyle emretse deçocukları koruyamadığından ya-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 33

Kültür & Zihniyet kınan Çocuk Büro amirinin karşısına göğe doğru beş, arzın merkezine doğruysa bilinmeyen şekilde uzayan Terörle Mücadele şubesini koymaksa, devletin bakışını özetliyor.

AKP’nin “çocuk politikası”yla hesaplaşmak

Bir çocuk için gözaltına alınmak, tutuklanmak; şiddet görmek, eğitimden, ailesinden uzak kalmak, “terörist” olarak damgalanmak anlamına geliyor. Yaşadıkları ruhsal ve fiziki travma bir yana, bu süreç çocukların hayatlarının kalanını sosyo-ekonomik olarak olumsuz şekillendirme potansiyeline de sahip. Bu politikanın yaratacağı toplumsal kırılmayı gören çok sayıda hak savunucusu 2008 sonundan itibaren sorunu gündeme getirmek ve değişim için baskı yaratmak üzere çalışmaya başladı. Farklı siyasi görüşlere sahip yüzlerce insanın çabalarıyla özellikle medyada konu gündeme geldi ve Meclis üzerinde baskı oluştu. Beklentileri tam karşılamasa da AKP’nin değişiklik taslağı ortaya çıktı. CHP ve MHP görüşülen taslağa soğuk bakıyor. Meclisin araçlarını kullanarak meseleyi gündemde tutan BDP’yse eksiklerini vurgulamakla birlikte destek veriyor.

Kadının yaşama hakkı! Kadın cinayetlerine dur demek için kadın dayanışmasının yaygınlaştırılması, büyütülmesi kadın kurtuluş hareketinin önceliklerinin başında yer alıyor

Neden çözümsüz

Çocuklar İçin Adalet Girişimi ve Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları’nın halen süren yoğun çabasına rağmen çözüm yönünde fazla yol alınamamasınınsa birkaç sebebi var. Birincisi aktivistlerin sorunun doğası hakkında net bir karara varamamış olması. Sorunun salt bir çocuk meselesi olarak kavrayan ve “bugün Kürt çocukları yarın diğerleri” diyen argüman ikna edicilikten uzak. Nitekim çocuklar da, çocukların peşinden sokağa çıktığı hareket de, çocukların cezalandırılması savunanlar da çözüm önerileri taban tabana zıt olsa da sorunun adını tastamam Kürt sorunu diye koyuyor. Dolayısıyla, siyasi bir çerçeveye sahip bir çocuk politikasından yoksun kaldıkça –hali hazırdaki yasa değişikliği geçse bile- sorun çözülmeyecek. Muhalifler AKP’yle şimdi hesaplaşmaktan kaçınırsa, şüphesiz çocuklar büyüdüğünde kendi hesaplarını kendileri görmek isteyecek.

Güldünya Tören’in kardeşlerince katli kadın cinayetlerine karşı duyarlığın artmasında dönüm noktası oldu

Nihal Tümay

Kendi seçimi olmadığı halde, doğanın biyolojisine külfeti mi armağanı mı olduğu tartışılır doğurganlık özelliği, insan yavrusunun tüm gereksinimlerini bedeninden karşılayan kadınları, embriyodan bebek oluşumuna ve oradan doğuma uzanan süreçte “can taşıyıcı” haline getiriyor. Türüne “can” vererek devamını sağlayan kadınların canlarının, aynı türün erkekleri tarafından herhangi bir şey bahane edilerek kolayca alınması ise tesadüfi olmayıp sistematik olarak gerçekleşiyor. Toplumsal ilişkilerin taraflarından kadın ve erkeklerin, özel ve kamusal yaşamda eylediklerini birbirinden farklı görmenin/düşünmenin yanılgısı kadın cinayetlerinin de münferit olaylar olarak değerlendirilmesine imkân sağlıyor.

Ölen ve öldürülen arasındaki ikili ilişkiye sıkıştırılan kadın cinayetlerinde erkeklerin öldürme gerekçelerinin tüm çeşitlemeleriyle ortak olması, aslında bu cinayetlerin politik olduğunu da göstermekte. Çünkü; özel olan politiktir! Namus, bekâret, törelere karşı gelme/çiğneme, itaatsizlik/itiraz/başkaldırı (örneğin izinsiz sokağa çıkmak, çalışmak veya çalışmayı istemek), cinsellik, kadın bedeni üzerindeki erkek iktidarına karşı gelme ve reddetme (örneğin giyim kuşam, süslenme) vb. şeklinde sıralanarak kadınların katledilmesine gerekçe gösterilen tüm nedenler, toplumsal cinsiyetin dayattığı ve patriyarkanın koşulsuz iktidarına işaret eden rollerin dışına çıkma girişiminden kaynaklanmakta. Çünkü; kadın cinayetleri politiktir!

Haksız tahrik

Adalet Bakanlığı’nın açıkladığı istatistikler, kadın cinayetlerinin 2002’den 2009’a kadar olan yedi yıllık sürede yüzde 1400 oranında arttığını;

>>


34 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür & Zihniyet

>>

2002’de 66 kadın öldürülürken 2009’un ilk yedi ayında bu sayının 953’e yükseldiğini gösteriyor. (Feminist Politika, sayı 5) Kadın cinayetlerinin 2010 yılının ilk çeyreğindeki dehşet verici artışını da göz önüne alırsak, erkek egemen sistemde öldürülmek için kadın olmanın başlı başına bir neden olduğunu kolayca görebiliriz. Kadın cinayetlerinde katillere uygulanan “haksız tahrik” indirimini katleden -erkeklehine işleterek erkekten yana/eril yargılama yürüten yargı sistemi, özellikle feminist avukatların ve elbette feministlerin dikkat çekmek/farkındalık yaratmak istedikleri konuların ilk sırasında yer alıyor. TCK'nın 29. Maddesi, “haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet ve şiddetli elemin etkisi altında” suç işleyen kimseye verilecek cezanın indirilmesini söylerken; mahkemeler, boşanmak istediği için, sevişmeyi reddettiği için, izin almadan gezmeye gittiği için, beyaz tayt giydiği için, çantasında doğum kontrol hapı veya aşk şiiri taşıdığı için öldürülen kadınların haksız bir davranış içinde bulunduğuna, katillerinin de bu haksız davranışların etkisiyle “hiddet ve şiddet” altında suç işlediklerine kanaat getirerek cezalarında indirim yapıyor. Tam tersi bir durum söz konusu olduğunda, örneğin evliliği boyunca sürekli şiddet gören bir kadının kocasını öldürmesi halinde - Adana’da feministlerin ve feminist avukatların takip ettiği iki davada kocasını öldüren kadınlar için- haksız tahrik indirimi yapılmaması, hukuk sisteminin nasıl cinsiyetçi, erkek egemen yargıladığını kanıtlamakta. Kadın katlinin, katillerce en eski ancak hiç değişmeyen gerekçelerinden namus cinayetlerinde de, kadının ölümü hak ettiğine hükmeden haksız tahrik uygulaması, caydırıcı değil cesaretlendirici olmaya devam ediyor. Kadınların bedenine, emeğine, kimliğine el koyan erkek egemen sistem, kadınların yaşamlarının da ne zaman, nasıl sonlandırılacağı kararının kendi tekelinde olduğundan gayet emin öldürüyor. Kadınlara uygulanan şiddeti ve kadın cinayetlerini, erkeklerin eğitimsizliği, psişik hastalıkları olması, yoksulluk, sapıklık gibi gerekçelerle açıklamak bu cinayetlerin tesadüfi olmadığı gerçeğini örtemediği gibi doğru da değil. Kadın cinayetlerine dur demek için kadın dayanışmasının yaygınlaştırılması, büyütülmesi kadın kurtuluş hareketinin önceliklerinin başında yer almakta ve artık, kadınlar şiddet görmenin, öldürülmenin kaderleri olmadığını haykırmaktalar. Kadınların yaşama hakkı erkeklerin elinde değildir! Yaşasın kadınların kurtuluşu! Yaşasın kadın dayanışması!

AKP'nin yeni muh aile kavramı ve eşc

Aile, yeni muhafazakâr Türkiye’yi inşa çabasında olan A Remzi Altunpolat Kadın ve aileden sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, tam da 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nden bir gün önce Hürriyet gazetesinden Faruk Bildirici ile yaptığı söyleşide, “eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inandığını”, “tedavi edilmesi gereken bir şey olduğunu düşündüğünü”, “dolayısıyla eşcinsel evliliklere de olumlu bakmadığını” ifade etti. Aynı söyleşide, “Aşk-ı Memnu dizisindeki öpüşme sahnelerinin dejenerasyona yol açtığını”, kendisinin sadece Kurtlar Vadisi’ni izlediğini söyledi.1 Bakanın bu sözlerine yönelik başta LGBTT ve kadın örgütlerinden gelen tepkiler üzerine, aralarında insan hakları alanında gösterdiği faaliyetler ile temayüz etmiş ve bir ara İnsan Hakları Ortak Platformu’na dahil olmuş Mazlum-Der’in de içerisinde yer aldığı, muhafazakâr-İslamcı sivil toplum örgütleri bir basın açıklamasıyla Kavaf’a olan desteklerini kamuoyuna duyurdular. Söz konusu örgütler tarafından kaleme alınan “Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Sayın Selma Aliye Kavaf'a Açık Mektup” başlıklı metinde; “bütün ilahi dinlerin eşcinselliği bir bozulma, sapma, gayri ahlaki bir tutum, tabii olanın dışına çıkma ve günah olarak gördüğü”, “birçok İslam ülkesinde eşcinselliğin yasal olarak yasak ve bu yasağın amacının toplumun ve insan neslinin korunması ve bu anormal yönelimin yaygınlaşmasının önüne geçilmesi” olduğu, bu nedenle “ahlaki olmayanın ve günahın hukuki kural olmasına ve meşruiyet kazanmasına asla destek verilemeyeceği”, “insanlığın geleceğini ve nesil emniyetini tehdit eden eşcinselliğin sapma ve anormal bir durum olarak görülmemesinin, sorunu yaşayanların tedavi/terapi talebini körelteceği ve durumun yaygınlaşmasına sebep olacağı”, “bu durumun meşrulaştırılması ve doğal bir durum gibi kabul edilmesinin hayatın kendisine karşı bir ihanet” olduğu belirtiliyordu. Üstelik eşcinselliği doğal bir seçim olarak kabul ettirmeye çalışan bir kesimin bu sapma durumunu toplu-

ma yaymak için ciddi lobi faaliyetleri yürüttüğü, diğer insanlara da sirayet ettirmek için akla gelmeyen yolları denediği, dizilerden yarışma programlarına, kliplerden haber bültenlerine ve tartışma programlarına kadar her alanı zorladıkları 2 feryâd-u figân ilan ediliyordu.

Muhafazakâr kuşatma

AKP hükümetinin kimi bakanlarının (Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Başmüzakereci Egemen Bağış) ve yine AKP mensubu kimi milletvekilerinin (Nursuna Memecan, TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı Zafer Üskül) Kavaf’a katılmadıkları yönündeki beyanlarına rağmen, aslında Kavaf ve ona destek olan örgütlerin öne sürdükleri görüşler, muhafazakârlığın/İslamcılığın eşcinselliğe dair tasavvur dünyasının mücessem hale gelmesiydi. AKP, iktidara geldiği günden bu yana toplumsal alanının bütününü, belli bir tarz otoriterleşmeyi de beraberinde getiren -liberallerin iddia ettiğinin aksine- muhafazakârlık doğrultusunda dizayn etmeye çabasında oldu. Geçtiğimiz yıllarda gündemi uzun süre meşgul eden “mahalle baskısı” ve “Türkiye Malezya olur mu?” tartışmaları bağlamında Türkiye’de dinselleşmenin arttığı, toplumun muhafazakârlığın cenderesine girdiği dillendirildi. Söz konusu muhafazakâr kuşatmanın en görünür olduğu alanlardan biri de “müstehcenlik” ve “Türk aile yapısına uymadığı ya da zarar verdiği” gerekçesiyle kimi televizyon progmalarına yönelik olarak RTÜK’ün getirdiği yasaklamalardı. Yukarda söz edilen Aşk-ı Memnu adlı dizi nedeniyle diziyi yayınlayan kanala verilen uyarı cezaları, travesti şovmen Huysuz Virjin’in programlarının yayından kaldırılması ve hiçbir kanalda program yapamaz hale gelmesi bu uygulamanın en bilinen örnekleri. RTÜK, son olarak, kablolu bir kanalda yayınlanan, bir baba ile eşcinsel oğlunun yaşantısının anlatıldığı ‘Hung’ adlı diziye, “kamusal alanda eşcinsellik gibi sapkın ilişkilerin normal görülemeyeceği, bu durumun toplumun cinsel sağlığını bozacağı gerekçesiyle uyarı cezası kesti. 3


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 35

hafazakâr Türkiyesinde cinseller

AKP’nin tedrici toplumsal dönüşümü sağlamak bakımından öne çıkaracağı bir nosyon masına katkı sağlayacak bir uğrak olarak görülmesi gerektiğinin altını çizer, uzun vadeli toplumsal dönüşümlerin öngördüğü güç ve enerjinin ailede birikmiş olduğunu belirtir. Bu bağlamda aileyi, yeni muhafazakâr Türkiye’yi inşa çabasında olan AKP’nin tedrici toplumsal dönüşümü sağlamak bakımından öne çıkaracağı bir nosyon olarak değerlendirmek yerinde olacaktır. Hobsbawm’dan ödünç alabileceğimiz bir kavramsallaştırmayla AKP aile üzerinden geleneği icad etmekte8 yani eski kültürel ve tarihsel malzemelerden yeni amaçlar için tarihsel süreklilikler inşa edebilmek için büyük ölçüde sun’î “bizi biz yapan Müslüman-Türk aile yapısı” mugâlatasına başvurmaktadır. 1. http://tinyurl.com/ydza6g7 2. http://tinyurl.com/ye3jr25 3. http://tinyurl.com/ybr7czr

Haziran 2009’daki eşcinsel onur haftası, LGBBT’lerin de katılımıyla İstanbul Taksim’de açık hava gösterileriyle sürmüştü.

Mukaddes aile ocağı ve eşcinseller

Ailenin yüceltilmesine dayalı bütün bu söylemsel vurgunun temelinde, kuşkusuz AKP’nin temsil ettiği muhafazakâr-İslamcı ideolojinin, aileye, gelenek ve göreneklerin, geçmişten gelen değerlerin korunması ve toplumsal hayattaki sürekliliğin sağlanması açısından merkezi bir önem atfetmesi yatıyor. AKP iktidarının ilk yıllarında bir nev’i partinin ideologu görevini üstlenmiş bulunan Yalçın Akdoğan, Muhafazakâr Demokrasi adlı risalesinde “muhafazakârlığın en önemli bulduğu kurumun aile olduğunu, geleneğin ve toplumsal değerlerin taşıyıcı kurumu olan ailenin çözülmesinin modern dönemin en olumsuz yanı” olduğu vurgusunu yapmıştır. Söz konusu zihniyet bizim en büyük ve henüz

bozulmamış temel değerimizin aile olduğunu, aile yapımızın üzerine titrememiz ve sakınmamız gerektiğini vaz’eder. Bu kurguda aile ve ahlâk değerleri, Müslüman-Türk toplumunu evlilik dışı ilişkiler, cinsel savrulma ve sapmalar dolayısıyla tam bir çöküntü içindeki Avrupa’dan farklı kılan temel hasletler olarak kodlanır.4 İşte eşcinseller bu mukaddes ocağı yok etmek isteyen ve bunun için her türlü yolu mübah sayan şer odaklarıdır (!) Bu noktada Zygmunt Bauman’ın kavramsallaştırmasına başvuracak olursak eşcinseller muhafazakârlığın-İslamcılığın “kavramsal Yahudi”sidir.5 Bir dış unsur, sağlam toplumsal dokuya bozulmayı sokan yabancı bir beden, aşağı/ikinci sınıf ve fakat güçlü ve fesat... Diğer taraftan ailenin çöktüğü ve

eşcinselliğin bu dejenerasyonda başat rol oynadığına dair tez, bugün merkez kapitalist ülkelerde önemli ölçüde aşınma yaşamış olsa da muhafazakârlığın avadanlığındaki ortak argümanların başında yer almaktadır. Yeni Sağın/Yeni Muhafazakârlığın 1968’in bakiyesine karşı huruç ettiği 1980’lerde öne çıkarılan aile kavramı etrafında eşcinseller AİDS’in yayılmasına sebep olan lanetli varlıklar olarak damgalanmıştı. “Demir Leydi” Margaret Thatcher’i hatırlayalım.6 Ahmet Murat Aytaç, siyasî aklın aileyi kavrama biçimini eleştiriye tabi tuttuğu kitabında7, ailenin salt toplumu ayakta tutma ve iktidara dayanak teşkil etme dolayımında ideolojik yeniden üretim ve sosyalizasyon işlevlerinin dışında toplumsal yapının dönüştürülmesine ve iktidarın oluş-

4. Bu zihniyetin analiz eden bir çalışma olarak bkz. Özlem Tür & Zana Çıtak, “AKP ve Kadın: Teşkilatlanma, Muhafazakârlık ve Türban”, AKP Kitabı: Bir Dönüşümün Bilançosu, (Ed: İlhan Uzgel & Bülent Duru), Phoenix Yayınevi, Ankara, 2009, s. 614-629. 5. Zygmunt Bauman, Modernite ve Holocaust, çev: Süha Sertabiboğlu, Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1997. 6. En büyük idolü Thatcher olan Kavaf’ın diskur ve ritüeller açısından Thatcher ile arasında bir ünsiyet olduğuna şüphe yok. Gus Van Sant’ın yönetmenliğini yaptığı “Milk” (2008) filmindeki Anita Bryant karakteri söylemsel ayniyeti çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. 7. Ahmet Murat Aytaç, Ailenin Serencamı: Türkiye’de Modern Aile Fikrinin Oluşması, Dipnot Yayınları, Ankara, 2007. 8. Eric Hobsbawm & Terence Ranger, Geleneğin İcadı, çev: Mehmet Murat Şahin, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2006.


36 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kavramların evreninde

Kültür & Zihniyet

Özgürlük Özgürlük, tarihi boyunca insanlığın ürettiği en güçlü kavramlardandır ve uğruna binlerce ve belki de milyonlarca insanın yaşamını feda etmeye hazır olduğu en büyük değerler arasındadır. Bu bakımdan

özgürlük, insanlığın peşinden gittiği ve gerçekleştirmeye çalıştığı en büyük idealdir. Bu özelliğinden dolayı aynı zamanda en çok kötüye kullanılan ve mistikleştirilen kavramlardandır.

Doğan Göçmen Alp Hakan Güvenir Özgür olma isteği, herkeste bulunan bireysel ve bütün halklarda varolan toplumsal bir yetinin ve durumun gerçekleştirilmesine dair bir arzu ve çabadır. Özgürlük, bir tür olarak insanlığın doğada ve birey olarak insanın toplum içinde kendini gerçekleştirebilmesi için gerekli toplumsal düzenin ne olduğuna dair bir arayıştır. İnsan yaşamına anlam veren bu gücünden dolayı özgürlük, sayısız insanı harekete geçirebilmektedir. Bu, ancak bu idealin tahmin edilemez ilham verici ve motive edici, şevk ve heyecan verici gücü ile açıklanabilir. Popülerlik ve atfedilen anlam ve önem bakımından bir ideal olarak ne adalet ne de eşitlik özgürlüğe yetişebilir. Hatta bugün ekmek ve su kadar gerekli olan dayanışma kavramı bile onun çok gerisinde kalır. Onunla belki barış ve demokrasi kavramları boy ölçüşebilir. Fakat bu kavramlar da sıkça özgürlük ile eş anlamda kullanılır. Barış kavramında dayanışma ve demokrasi kavramında ise eşitlik kavramı zaten saklıdır. Bu nedenle özgürlük, kaçınılmaz olarak eşitlik ve dayanışmayı içerir; kapsayarak farklı ve sahici bir bağlama kavuşturur. Bu nedenle özgürlük kavramı barış ve demokrasi’den ayrı düşünülemez ve ancak bu kavramlarla beraber kurtuluşçu bir düşüncenin ifadesi olabilir.

Herkes özgürlükçü, herkes barıştan yana 19. yüzyıldan bir T. Alexandre Steinlen taşbaskısı: Özgürlük simgesi Marianne işçi grevine yol gösteriyor

Neoliberal ideolojinin baş temsilcileri Milton Friedman da, Fri-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 37

edrich A. Hayek de kendilerini özgürlük savunucusu ilan etmişlerdi. Bu ideallerini gerçekleştirmek için Friedman, Pinoşet’e, Hayek ise Thatcher’e danışmanlık yaptı. Diğer taraftan ömrünü Apartheida karşı mücadeleye adamış ve bunun 36 yılını Robin Island’ta hapis yatarak geçirmek zorunda kalan Nelson Mandela, anılarını “Özgürlüğe Uzun Yürüyüş” başlığı altında yayınlamıştır. Frantz Fanon, entelektüel ve siyasi mücadelesinin amacını sömürgeciliği içselleştirmiş “renkli insanın kendisini kendisinden”, yani içselleştirilmiş olduğu sömürgeci ruhtan kurtarmak olarak tanımlamıştır. Yirminci yüzyılın ve çağımızın kuşkusuz en büyük kişiliklerinden bu iki insan, Afrika’nın sömürgecilikten ve geri bıraktırılmışlıktan kurtulmasının, “renkli insan”ın bütün dünyada kendi kendisini küçülten ve alçaltan sömürgecilikten kurtarıp özgürleşmesinin sembolü olmuştur. Aynı şekilde bugün Amerika’nın bütün halklarının emperyalizmden ve ondan da öte Afrika’nın sömürgecilikten kurtuluşunun canlı sembollerinden olan Fidel Kastro, yaptıkları devrimin amacının “Kübalıları, insanın tam onuruyla” şereflendirmek olduğunu belirtiyor. Eski çağ Yunan düşünürlerinden Aristoteles’in belirttiği gibi, onurluluk demokratlara göre özgürlüğün diğer adıdır. Kendisini “Marksist-Leninist” ve bu nedenle “devrimci” olarak tanımlayan Kastro, bu uzun özgürlükçü geleneğin devamcısıdır. Modern çağda hemen her savaşın barış amacıyla başlatılması dikkat çekicidir. Örneğin Martin Luther King’in 1967 yılında yaptığı “yeryüzünde Barış” başlıklı konuşmasında işaret ettiği gibi, Hitler bile yaptığı her şeyin amacının barış olduğunu ileri sürmüştür. İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı olan Polonya’nın Hitler orduları tarafından işgalinin amacı da savaş çıkarmak değil, barışı sağlamak olarak açıklanmıştır. Bugün dünyada tek bir sosyal veya politik hareket yok ki, özgürlükçü olduğunu iddia etmesin. Hemen herkes, sağcısı da, solcusu da özgürlükçü, demokrasi ve barıştan yana olduğunu iddia ediyor. Fakat nedir özgürlük, nasıl bir değerdir milyonlarca insa-

nı gerekirse hayatları pahasına harekete geçiren?

Özgürlük bütündür, bölünemez

Marx çağımızda da en büyük özgürlükçü düşünür ve devrimci olmaya devam ediyor. Basın özgürlüğü ve sansür üzerine yazılarında belirttiği gibi özgürlük, bölünmez olan değerlerdendir. Aynı şey örneğin eski Roma düşünürlerinden Seneca’nın işaret ettiği barış, eşitlik ve dayanışma gibi değerler için de geçerli. Zira özgürlüğün “her biçimi, vücudun bir organının diğerlerini şart koştuğu gibi, diğerini gerektirmektedir.” Eğer belli “bir özgürlüğün” varlığı sorgulanıyorsa, bir bütün olarak “özgürlük sorgulanıyor” demektir. Eğer “özgürlüğün bir biçimi reddedilmiş ise” bir bütün olarak “özgürlük reddedilmiş” demektir. Bu durumda “kölelik kural ve özgürlük rastlantısal ve keyfi” olur. Bu nedenle özgürlük, yaşamın bütün alanlarını koşulsuz kapsayabildiği ve her alanında bütün olarak gerçekleştirilebildiği oranda bir anlam ifade edebilir. Özgürlüğün yaşamın bütün alanlarını içerecek kapsamlılığı ve her alanda istisnasız herkes tarafından yaşanacak mutlaklılığı, Marx’a göre onun “varolma yokolma” sorunudur. Marx’ınki kadar açık bir şekilde ifade edilmemiş olsa da, aynı düşünceyi Hayek de ifade etmeye çalışmaktadır. “Özgürlüğün Kuruluşu” adlı kitabında belirttiği gibi, “özgürlüğün birçok kullanılış” biçimi olsa da “özgürlük tektir”. Özgürlükler sadece özgürlüğün olmadığı yerde ortaya çıkar ki bunlar aslında özgürlük değildir, “grup” ve “bireyler”in elde ettiği “imtiyazlardır”. İmtiyazların olduğu yerde ise Hayek’e göre, özgürlüğün olması mümkün değildir. Bu, gerçekten de garip bir benzerliktir. Komünist olan Marx da, komünizmin hep korkulu rüyası olduğu Neoliberalizmin baş ideologu Hayek de ilk bakışta özgürlüğün bölünmez olduğunu belirtiyor. Bu düşünce Marx’ın hem erken yazılarında ifade edilmiştir hem geç yazılarında. Geç yazılarında Marx, kapitalist toplumda özgürlüğün gerçekleşmesini engelleyen baskıcı yapıları araştırmış ve sistematik eleştirel çözümlemeler yapmıştır. Hayek’in bu belirlemesine ne kadar sadık kaldığını özgürlük kavra-

mını eşitlik ve dayanışma kavramlarıyla nasıl ilişkilendirdiğine bakınca görebiliriz.

Marksizmde ve neoliberalizmde özgürlük (kimin ve neyin özgürlüğü?)

Marksizm ile Neoliberalizmin özgürlük kavrayışları arasındaki fark kendisini her şeyden önce negatif ve pozitif özgürlüğe yaklaşımlarında göstermektedir. Negatif özgürlük, insanın özgürlüğünü sınırlandırmak isterken; pozitif özgürlük ona hiçbir engel koymadan kendi bilincine ve vicdanına dayanarak davranabilmesi için gerekli toplumsal koşulları sağlamayı amaçlamaktadır. Marksizm, toplum ve birey üzerindeki insanın özgürlüğünü sınırlayıcı bütün tahakkümcü siyasi kurumları ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Diğer bütün burjuva ideolojileri gibi Neoliberalizm ise insanın üzerinde baskıcı kurumlar olmadan özgürlüğün mümkün olmayacağından hareket eder; yani “özgürlüğün” gerçekleşmesi, ancak ondan vazgeçilmesi ile mümkündür! Özgürlük ile “güvenlik”i karşı karşıya getiren; ezilen ve sömürülen geniş yığınların bilincinde, özgürlüğü güvenlik uğruna vazgeçilmesi gereken bir ideal; güvenliği ise özgürlük ile satın alınabilecek bir gerçeklik haline getiren de budur. Bu nedenle Marksizm pozitif özgürlüğü gerçekleştirmek isterken; bütün burjuva ideolojileri özgürlüğü sınırlayan negatif özgürlüğü temel alır. Marksizm tek bir negatif özgürlük türü tanır: insana doğal zorunlulukların koymuş olduğu sınır. Fakat bu sınır da insanın üretken emeği sonucu toplumsal pozitif özgürlüğe dönüştürülebilmektedir. Fransız Devrimi’nin özgürlük, eşitlik, kardeşlik ideline karşı hâkim kesimlerin sözcüleri, eşitlik ve kardeşlik/dayanışma ilkesini kategorik olarak reddeden “doğal fark” hakkını ileri sürmüşlerdi. Burjuva devrim, “kendi” ülküsünü gerçekleştirdi ve siyasal hukuksal anlamda bir özgürlük, eşitlik ve kardeşlik toplumu kurdu. Burjuva devrimin ve burjuva demokrasisinin, demokratik bir rejim oluşturma eğilimi içerisinde olması, insanlığın tarihsel-kültürel biriminin ve ezilen-sömürülen yığınların mücadelelerinin sonucu olan kimi kazanımları içermek zorun-

da olmasıyla ve temsil ettiği hak ve özgürlüklerin yalnızca burjuvazinin tarihsel ve sınıfsal ihtiyaçlarından doğmamış olmasıyla ilgilidir. Ancak burjuva demokrasisinin sınırları yaşamın tüm alanlarında sermaye egemenliği tarafından çizildiğinden ötürü, bu eğilimin mantıksal sonuçlarını üretmesi olanaksızdır. Burjuvazi, bu hak ve özgürlüklerin ifadesi olan “ideallerini”, sınıfsal/toplumsal eşitsizliklerin üzerini örterek siyasal, hukuksal zeminde sınırlamaya, birbirleri ile aralarındaki tamamlayıcı bağı kopartmaya mahkûmdur. Bu sebepten dolayı Neoliberaller, toplumsal mülkiyete dayalı “olanak eşitliği” ve dayanışma ilkesine karşı “özel mülkiyet hakkı”nı savunmaktalar. Yani Hayek’in, diğer neoliberallerin ve burjuva ideologlarının savunduğu özgürlük, eşitlik ve kardeşlik/dayanışma ilkesinden soyutlanmış özel mülkiyete dayalı bir özgürlük anlayışıdır. O halde Hayek’in savunduğu bütünlüklü özgürlük mülkiyet sahibi sınıfların özgürlüğüdür. Özgürlük, eşitlik ve dayanışma kavramlarıyla beraber düşünüldüğü zaman bir anlam ifade etmektedir. Aksi taktirde, bireyler, cinsler, grup ve sınıflar arası tahakküm ilişkilerine dönüşüp özel mülkiyete dayalı sınıf farkını ve imtiyazlarını mutlaklaştıran faşist rejimlerin savunulmasına kadar varabilir.

Emek ve özgürlük

Varolan her şey tarihseldir, toplum ve siyaset de. Bu nedenle tarih üstü bir özgürlük kuramı yoktur. Toplumsal ilişkilerin tarihsel olarak ne durumda olduğunu ve bu ilişkilerde özgürlüğün nasıl şekillendiğini görebilmek için insanın bütün etkinliklerinin ve özgürlüğünün temelini oluşturan emeğin durumuna bakmak gerekir. Kapitalist toplumda emekçi modern köle ve emek zorunlu emektir. İşyerinin kapısı, bütün hak ve hukukun ve dolayısıyla özgürlüklerin pratik olarak bittiği sınırdır. Sınırın ötesi, kelimenin gerçek anlamında bugün barbalığın başladığı yerdir. Herkesin kendi hayatına anlam verebilmesi ve kendisini gerçekleştirebilmesi için, herkesin herkesi kardeşçe kucakladığı, kısacası herkesin özgür olduğu toplumun kurulabilmesinin önkoşulu emeği köleleştirilmiş durumundan kurtarmaktır.


38 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür & Zihniyet

Marksizm bilime indirgenebilir mi? Komünizm anlayışı gelecekteki olası tarihsel gelişmeleri kâğıt üzerinde şemalara dökerek değil, yaşamı bununla örerek yığınlarda kan ve can bulabilir.

Ersen Olgaç Bize ne için sosyalist teori gerek? İçinde yaşadığımız dünyayı doğru yorumlamak için. Ama sosyalistler sadece dünyayı yorumlamakla yetinemezler, aynı zamanda onu değiştirmekle de yükümlüdürler. İçinde yaşadığımız dünya, sınıflı toplumun en gelişkin biçimi olan finans kapital diktatörlüğünün dünya egemenliği anlamına gelen global kapitalizmdir. Bu sistemin anlaşılması, yorumlanması ve yıkılması için elimizdeki en gelişkin teorik silah Marksizm’dir. Böylece Marksizm, kapitalizmin doğuşundan günümüze kadar olan süreçte kapitalizmin en bilimsel eleştirel teorisidir. Marksizm’in kapitalizmi en bilimsel biçimde eleştiren bir teori olması başka şey, Marksizm’in bizatihi bir bilim olarak kabullenilmesi ve sunulması başka şeydir. Yirminci yüzyılın resmi reel sosyalizmi dediğimiz, başta Sovyetler Birliği olmak üzere diğer devletler, Marksizm’i bir bilim adı altında üniversite ve bürokratik kurumlar içine hapsederek, hayatın her alanına müdahale etme yetkisine sahip skolastik bir teoriye dönüştürdüler. Marksizm en yüce bilim ilan edilerek, diğer bilimler Marksizm’e hizmet eder hale bile dönüştürüldü. Kuantum, rölativite ve kimyadaki rezonans teorilerinin burjuva teoriler olarak eleştirildiği, bilimin proleter ve burjuva diye ikiye ayrıldığı dönemler yaşanmıştır. Marx ve Engels’e ait olmayan ve Plehanof’un mucidi olduğu “diyalektik materyalizm” kavramı sayesinde hayatın bütün alanlarına müdahale meşrulaştırıldı. Marksizm’i bir bilim olarak kabul etmek ve dayatmak, geçmişte yaşananlardan hiçbir ders almamak ve Marksizm’i kabalaştırmak demektir. Marksizm’in bir bilim olduğu yolunda akademik bir tartışma ortamına girmek, ne Marksizm’i daha fazla devrimcileştirir ve ne de devrimcileri daha fazla Marksistleştirir. Bunun yerine Marksizm’i, tüm ezilenlerin kurtuluşu için, içinde yaşanılan kapitalist sistemin en bilimsel eleştiri silahı, devrime cüret etmenin ideolojik kılavuzu olarak ele alıp, bu devrimci teoriyi skolâstiklikten kurtar-

mak gerek.

Evrimci ve devrimci Marksizm

Geçen yüzyılın başlarında Marksizm iki ayrı ana bölünmeye uğramıştır. Bunlardan birincisi, Avrupa sosyal demokrasisinin başını çektiği ve daha sonra içi boşaltılmış olarak reel sosyalizmin kullandığı geleneksel evrimci Marksizm, diğeri ise başta Rosa Luxemburg, Troçki ve Lenin’in temsil ettiği devrimci Marksizm. Bu yüzden de Marksizm kavramının başına devrimci sözcüğünün eklenerek günümüze kadar Devrimci Marksizm adıyla taşınması gerekli olmuştur. İkinci Enternasyonal’in evrimci Marksizm’i Rus devriminde ifadesini Menşeviklerde bulmuştur. Bu geleneksel evrimci Marksizm anlayışının

ürünü olarak, Plehanof Ekim devriminin akabinde hasta yatağından, “biz Rusya’da sosyalist bilinçlendirme faaliyetine galiba erken başladık” derken, evrimci Marksizm’in üretici güçler teorisini çok veciz bir şekilde dile getirmiş oluyordu. Ekim Devrimi’nin “Kapital’e karşı bir devrim” olduğunu söyleyen anlayış da, geleneksel Marksizm’in evrimci üretici güçler teorisinden gıdasını alan anlayıştı. Klasik Marksizm de diyebileceğimiz evrimci Marksizm’in entelektüel yapısı, sosyalist devrimin olgunlaşmış kapitalist burjuva toplumunda gerçekleşeceği varsayımı üzerine temellenmiştir. Eşit olmayan ve birleşik gelişme yasasının gereği olarak cüretkâr davranan devrimci Marksizmin önü bu kez, reel sosyalizm adını alan evrimci Marksizmin vül-


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 39

ger (kaba) biçimiyle kesildi. Marksizm kapitalizmin işleyişine, kapitalizmin çözülüp dağılma beklentisine ve daha da ötesi bu sistemde insanların diğer insanlarla, kendi sınıfıyla ve diğer sınıflarla ilişkisine ve tavrına yönelik derin bir tarihsel anlayış sunar. Ama kaba Marksizm dediğimiz, evrimci ve bürokratik sosyalizm anlayışının bunlara gereksinmesi yoktu. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının hemen ertesinde gerek evrimci bürokratik diktatörlüklerin önderleri ve gerekse Üçüncü Enternasyonal geleneğinden miras kalan dünya komünist partilerinin hızla sosyal demokrasiye dönüşmeleri, evrimci Marksizm’den beslenen karakterlerinin doğal sonucudur. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki milyonlarca işçi bu bürokratik devletlerin çöküşlerine en ufak bir direnme göstermek bir yana, sevinçle kucak açtı. Sosyalizm, komünizm. Marksizm, kolektivizm gibi iki yüz yıla yakın mücadelenin ürünleri olan kavramlar anlam ve içeriklerini kaybederek itibardan düştü ve yığınların gözünde lekelendi.

Marx’a geri dönüş mü?

Bu durum aynı zamanda işçi hareketi için entelektüel çöküş devri anlamına da gelir. Bir zamanlar Rosa Luxemburg, Avrupa sosyal demokrat hareketin otuz kırk yıl propaganda ve ajitasyonunu Marx’ın Kapital’inin birinci cildine, yani Marx’ın ekonomi teorisinin bir parçasına dayanarak sürdürdüğünü söylemişti. Kapital’in sadece bir parçacığı olan entelektüel muhtevanın, yıllarca işçi hareketini zihnen beslediğini söyleyebiliriz. Daha sonra bu hareketin bütün entelektüel standartları feci bir biçimde hasara uğrarken, geriye baktığımızda devrimci Marksist birikimin cephaneliğinin zenginliği yine de güvence kaynağı oluyor. Yıkıntıdan kurtuluş Marx’a geri dönüş teorisiyle değil, Marx’tan geçerek içinde yaşadığımız dönemi algılayabilmek ve devrimci Marksizm’in cephaneliğine müracaat etmekle mümkündür. Var olmayan bir sosyalizm karikatürünün yıkılışından sonra, sermayenin diktatörlüğüne karşı sosyalizmi yeni bir çekim merkezi haline getirebilmek için, arkamızdaki yüzyılın trajedilerinin bir bilançosunu yapmak gerekiyor. Marx’a dönüşün devrimci çözümü de budur. Marksizm’in entelektüel arka planı, sosyalist devrimin olgunlaşmış kapitalist toplumda gerçekleşeceği varsayımı üzerine temellenmiştir. Oysa, yirminci yüzyılın kapitalizm sonrası düzenleri, Marksizm’i az gelişmiş toplumların kalkınma projeleri haline sokmuştur. Reel sosyalizm denen kaba Marksizm’in, sosyalizm ve komünizm kavramlarını bu denli lekeleyip kirletmelerine rağmen, devrimci teoriyle pratiğin bütünleşeceği geleceğe güvenle bakmalıyız. Modern isçi hareketi devrimci Marksizm’den başka yaratıcı ve üretken bir doktrin bulamaz. Mülkiyetin bireysel niteliğiyle üretimin sosyal niteliği arasındaki çelişki uzun süre anlaşma içinde devam edemez. Çatışmanın çıkması gerekir. Böyle bir çatışma çıkmaz ve toplumsal çözümler

üretilemezse, insan soyunun kaderi sermayenin kaderinin önüne geçebilir. İnsanın sömürüsü ile doğanın sömürüsü artık bir bütün haline gelmiştir. Hava, su, toprak gıda, deniz, orman metaya dönüşmüş, bir piyasa nesnesi haline gelmiştir. Bu durum bir ekolojik yıkımın tam eşiğine ulaştığımızı haber veriyor. Emeğin ve doğanın üzerindeki tahakkümün tasfiyesi için varoluş kavgası gerekiyor. Ücretli emekle sermaye arasındaki çelişki, yaşamla sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiye dönüşmüştür. Bu çelişkinin çözümü aynı zamanda bir özgürlük mücadelesini gerektiriyor. O yüzden günümüzde Marksist felsefe olsun, ekonomi politik olsun, tüm teorik çabalar ve kazılar bu amaca yönelik militan bir karakter taşımak zorundadır.

Sınıfsız topluma giden bir kurtuluş hareketi

Sosyalizmi bir kalkınma projesi olarak değil, sınıfsız topluma doğru ilerleyen emansipasyon hareketi olarak algılarsak, geçmişin karanlığına, geleceğe ilişkin hazır toplumsal şemalarıyla yanıt veremeyiz. Bugün sadece fabrikaları değil, toplumun geniş bir kesimini proleterleştiren ve işçi sınıfının bir parçası haline getiren geç kapitalizmin işleyiş mekanizmalarını akademik bir ezop diliyle değil, hızla maddi güç haline gelebilecek militanca ve devrimci teorik çözümlemelerle açıklamak ve sergilemek zorundayız. Komünizm anlayışı gelecekteki olası tarihsel gelişmeleri kâğıt üzerinde şemalara dökerek değil, yaşamı bununla örerek yığınlarda kan ve can bulabilir. Marx’ın Gotha Programı’nın Eleştiri’sindeki son derece sınırlı, kısa açıklama ve tanımlamaları ayet biçiminde algılamak ve mutlak çıkarsamalara varmak devrimci Marksist bir yöntem olamaz. Marx’ın deyimiyle “Allah bizi böyle Marksistlerden korusun.” Yeni kaybettiğimiz Daniel Bensaid’in radikal bir komünizmin güncelliğini çağrıştıran şu sözlerine kulak vermek gerekiyor: “Komünizm bir saf düşünce ya da doktriner bir toplum modeli değildir. Bir devlet düzeninin ya da yeni bir üretim tarzının adı da değildir. Komünizm, daha çok, sürekli olarak kurulu düzenin ötesine geçen ve ondan kopan hareketin adıdır. Ama o, aynı zamanda bu hareketten doğan, ona kılavuzluk eden ve bizi neyin ona yaklaştırıp neyin ondan uzaklaştırdığını görmemizi sağlayan hedeftir. Komünizm ilkesiz siyasete, amaçsız eyleme ve günübirlik doğaçlamalara karşı bir kalkandır. Komünizm, komünizm olarak kendi araç ve amaçları olan bir bilimsel bilgi biçimi değil, daha çok düzenleyici bir stratejik hipotezdir. Bununla eş zamanlı ve kopmazcasına bağlı olarak bir başka adalet, eşitlik ve dayanışma dünyası hayalini; kapitalizm çağında kurulu düzeni yıkma peşindeki sürekli hareketi ve bu hareketi mülkiyet ve iktidar ilşkilerinde – gerçekte bütün dünyaların en kötüsüne giden en kestirme yol olan daha az kötüye razı olmaktan tamamen farklı- köklü bir değişikliğe yönelten hipotezi kurar.”

Özgür Üniversite 2010 Bahar Programı

Özgür Üniversite, İstanbul Şubesi 2010 Bahar Programı 20 Mart cumartesi Fikret Başkaya’nın “Kalkınma diye bir şey var mı?” başlıklı konuşması ile başladı. Haziran’a kadar sürecek Bahar Programı’nda Filistin sorunundan Spinoza felsefesine, ekolojik kriz’den psikanalize, mitolojiden, kapitalizmin süre giden krizine kadar onlarca konuda sunumlar gerçekleştiriliyor. 22 Mart’tan başlayarak on üç hafta boyunca sürecek olan “Kriz ve Devrimci Seçenek” başlığını taşıyan program her Pazartesi 19:30’da. Önümüzdeki haftalarda aşağıdaki konular ele alınacak. * Krizin Aynasında Ekolojik Kriz Mehmet HORUŞ * Kapitalizm Ve Kriz 1929-2009 Ahmet TONAK * Kriz ve Gericilik-I:Ulusalcılık, Irkçılık, Neo-Faşizm Yurdaer ERKOCA * Kriz ve Gericilik-II: Dinsel Temel cilik (İslam, Hristiyanlık, vd) Hakan GÜNEŞ * Kriz Karşısında Geleneksel Emek Örgütleri Kenan KALYON * Sermaye Devletinin Krizi Mustafa Bayram MISIR * Kriz ve Toplumsal Mücadele Deneyimleri Nazır KAPUSUZ * Kriz ve Yoksulluğun Kadınlaşması Yeşim DİNÇER * Yeni Bir Enternasyonal İçin Ertuğrul KÜRKÇÜ Bugüne kadar ele alınan konular ise şunlar: * Sermaye Çağının Sınırları: Küresel Krizi Anlamlandırmak; Kriz, Buhran, Bunalım Kenan KALYON * Kriz Ve Hegemonya: Dünya Kapitalizminde Egemenlik Mücadeleleri Haluk YURTSEVER * Sermayenin Kente Saldırısı: Kentsel Dönüşüm ve Sınıf Mücadelesi Besime ŞEN ............................................................................ Özgür Üniversite: Kumbaracı YokuşuNo: 5, Tünel- Beyoğlu Tel: (0 212) 243 54 81 - (0 212) 249 12 92

www.ozguruniversite.org


40 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür & Zihniyet

Vavien: Kurmayı öğrenmek Dilediği kadar haritadaki konumunu işaretlesin, ad ve san belirtsin, hiç de Tokat’ın Erbaa ilçesinde geçmek zorunda olmayan, dünyanın herhangi bir köşesinde geçebilecek bir hikâyedir Vavien Aslı Yazır Vavien filminin senaristi Engin Günaydın filmden sonra yaptığı bir söyleşide “Zihin vavien gibidir, bir açılır bir kapanır” der. “Açık olduğunda mutlu olmak, kapalı olduğunda ise düşünmek lazım.” Yakın dönem memleket sinemasında, bizzat başlığında ve yaratıcısının sözlerinde meramının bu kadar net ifade bulduğu bir filmle daha karşılaşmak zordur. Ampulü farklı yerlerden açıp kapamayı sağlayan iki anahtarlı bir elektrik devresi anlamına gelen vavien teriminin soyut bir kavram olmaktan çıkıp ete kemiğe büründüğünü, yaşadığımız ve özlediğimiz hayatlarla kurduğumuz ilişkinin alegorisi olarak filmin bütününe yayıldığını görürüz gerçekten de. Yalnızca hayatla, hayatın dağılıp buluşan farklı yüzleriyle kurduğumuz ilişkinin alegorisi mi? Film yapmak, hikâye anlatmak, bu hikâyeyi paylaşmak bir vavien bağlantısı kurmaktır der gibidir sanki film. Vavieni kurmakla yetinmez, vavienin kendisi olur, bizzat nesnesi ve meramı olmayı göze alır. Kendini nasıl adlandırıyorsa öyle kurar anlatısını, aynı sahneyle başlayıp biter: sonradan milletvekili olduğunu öğreneceğimiz bir kadın iştahla dolmasından kalan son lokmayı yer, tabağını sıyırır ve merdiven ışığını yakıp üst kata çıkar. Tek bir farkla; ilkinde vavien bağlantısı olmadığından ışık açık kalırken ikincisinde kapatılır, vavien kurmak öğrenilmiş, çevreyle kurduğumuz ilişkideki bir sorun çözülmüş, filmin başında açılan parantez kapatılmıştır artık. Film açıp kapattığı iki parantez işareti arasındaki ışıkta hikâyesini anlatmakla kalmaz, aynı büyük parantez içinde birbirini destekleyen farklı pek çok parantezi de açıp kapatır, hep birbirinin aynı işaretlerle başlayıp

Vavien’in başarısında Engin Günaydın’ın senaryosu kadar Binnur Kaya’nın güçlü ouyunculuğunun da payı var

biten, farklı atılan tek bir ilmeğin örgünün tamamını değiştirdiği parantezlerdir bunlar.

Aç - kapa

Paranteze dayanan anlatı yapısı tesadüf değildir elbette. Aslen Fransızca olan, Sevilay’ın aksine uzak dünyalarda yaşayıp çok sevilen bir kadının adını çağrıştıran vavien –va-et-vient- kelimesi, örneğin cinsel ilişki ya da göz kırpma hareketinde somutlanan gitme-gelme, açma-kapama anlamına gelir. Hayatın temel yarığına yuvalanmış, tekrara olduğu kadar kopuşa da dayalı, birbiri olmaksızın düşünülemeyecek hareketlerdir bunlar. Aşıkla maşuk misali birbirine eğilen iki ucu gerektirirler, parantez gibi tıpkı. Hayatın kendisi de bu tekrarlardan oluşur, yaşamak demek mesela yürüme, göz kırpma, lokmaları çiğneme gibi bitimsiz tekrarlardan oluşan hareketleri tekrarlayıp durmak, bir parantez içinde yaşama eylemini tekrar etmektir. Bir ömre sahip olmak da bir parantezi açıp kapatmaktır, içine doğduğu metnin hem parçası olmak hem de ondan kopmak demektir. Uyuyup uyandığı-

mız, kötüleşip iyileştiğimiz –merkezinde inatla paranın durduğutekrarları birbirine bitiştiren, döngüyü ancak bir ilmeği farklı atarak tamamlayabileceğimiz bir parantezi. Sevilay’ın aynı kabloyla –göbek kordonuyla- gidip geldiği, kapanıp açıldığı, öldürülüp diriltildiği, ölüme atılıp ölümden alındığı bir parantez. Aynı işaretle, tekrarlarla açılıp kapanan bir parantez. Sibel’in pavyonda söylediği şarkıdaki gibi ömür boyu sürecek, dudaklarımızda yıllarca bitmeyecek bir şarkı parantezi. Öyle ki film bu tekrar ve parantezlerin altını çizer ısrarla. Sözcüklerdeki, şakalardaki, davranış ve eylemlerdeki tekrarlardan otomatik olan ve olmayan kapıların devamlı üstümüze kapanmasına, ergen cinselliğinin hep aynı şekilde yakalanmasına, “ben bir yemeğe bakayım”lara kadar bitmeyen bir tekrarlar dünyası kurar. Dahası, örneğin bizzat afişindeki gibi ya da Celal’in baca deliğinde –evin parantezlerindesakladığı porno filmlere ulaşması sahnesinde, “ince küpeli kız” ile onun daha donuk ve çökük versiyonunun oluşturduğu pa-

rantez arasında kalmasında olduğu gibi görsel düzlemde parantez sahneleri de kurar. Dahası tekrara dayanan hareketleri de vurgular durmadan; Sevilay’ın TV karşısında örgü örmesi, Mesut’un porno film seyrederek mastürbasyon yapması, Cemal’in Neşet Ertaş’ın video görüntüleri eşliğinde saz çalması gibi bir ekranın –aynanın- karşısında suret ve surat gibi yine birbirine muhtaç ikiliyi gerektiren, her biri birbirinin tersi olup aynı hareketi tekrar eden eylemlere vurgu yapar.

Hüzünlü bir malzeme

Yine de bu tekrarlar öylesine hayatvaridir ve taşrayı şimdiye kadar birlikte düşündüğümüz bitimsiz bir boğuntudansa hazza dairdir ki, Vavien’in taşrada olmaya değil, dünyada olmaya dair bir söz söylediğini söyleyebiliriz rahatlıkla. Parantez içre olmaya, tekrarlara mahkûm olmaya dair bir söz. Hüzünlü bir sözdür bu, hüznünü dayatmayan, kara komediyle de arasında ayrıca bir vavien bağlantısı kuran, teşhir etmektense Binnur Kaya’nınki gibi her yerde rastlayamayacağımız


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 41

oyunculuklar sayesinde o içre hüzne dokunarak onu tanımamızı sağlayan, onu bir parçamız kılan, sırıtmayan ve haykırmayan bir hüzün. Malzemesinden kaynaklanan bir hüzün. Motosikletten düşmenin kafaya kakılmasının, zarar gibi görülmenin, özlenen hayattan, sevilenden gelmiştir diye heyecanla açılan yüzde kırk indirimli kablolar mesajlarının mahkûm olduğumuz hayatları kafamıza kazımasının, sevilen için örülse de “kadın hırkası bu” denip istenmeyen bir hırkanın, o hırkayı kendin giymek zorunda kalmanın, üzerinde o hırkayla bir çuvaldan kurtulur gibi öldürülmüş olmanın, adın Sevilay olsa da sevdiğin adamın gözünde çuvaldan farksız olmanın, mutluluğun hep yanı başımızda, karşı evde ya da şehirde olmasının ama bizim kendi evimizde ve kasabamızda kalmamızın, “az daha ileride indirseydin bari”lerin, yangında son kurtarılacak şey olmanın, cahil olup küçük evlerde örgü örmenin, vekil hanımlara dolmalar yapmanın bizi dış dünyanın kötülüklerinden koruyamamasının, Ingeborg Bachmann’ın deyimiyle “faşizm ikili ilişkilerde başlar”ın, Hannah Arendt’in deyimiyle kötülüğün bayağılığının, bizim deyimimizle kötülüğe isyan etmemenin ve bu kötülüğün kolaylıkla mutlu aile tablosuyla tamamlanabilmesinin, o tabloya hiç ikna olamamamızın hüznü. Bu mutluluk tablosunun ancak filmin sonundaki, huzurevi inşaatının açılış sahnesindeki sırıtan suratları ortasından kesen bir vinç görüntüsüyle verilebilmesinin hüznü. Bu yüzden dilediği kadar haritadaki konumunu işaretlesin, ad ve san belirtsin, hiç de Tokat’ın Erbaa ilçesinde geçmek zorunda olmayan, evet Coen Biraderler’in filmlerindeki gibi dünyanın herhangi bir köşesinde geçebilecek bir hikâyedir Vavien. Göz kırpılan ya da cinsel ilişkiye girilen, saz çalınan ya da örgü örülen herhangi bir köşede. Bir merkez de tayin etmez zaten film, ama dışarıya vurgu yapıp onu içeriden kılmayı da ihmal etmez. Sevilay’ın babası Almanya’dadır örneğin ve Mesut’un Celal’in çıkışmalarına karşı sarf ettiği “elimden geleni yapıyorum baba” cümlesini Celal de kayınpederin çıkışmalarına karşı sarf edecektir. Merkez tayin etmediğinden de taşrayı imgesele dönüş, dönemeyiş, çıkamadığı-

mız ama aynı zamanda da sığamadığımız bir ana karnı olarak kurgulamaz, bu anlamda bir git gelle ilgilenmez. Taşrayı merkezin içinde kurulan bir parantez olarak düşünmez. İşte bu anlamda yeni bir filmdir Vavien, aynı ölçüde savunmasızdır da; Coen Biraderler’in dünyanın merkezinde yaptıklarından olsa gerek kimsenin merkez mi taşra mı gibi bir soru sormayı aklına getirmediği ne de buna yeltendikleri şeyi bu soruya indirgenmeyi göze almalarına neden olan bir mekânda, Tokat Erbaa’da gerçekleştirir. Ne de olsa tıpkı ABD’de olduğu gibi Erbaa’da da hayattayızdır, dört yanımız otoyol ve uçurumlarla, ağaçlar ve başka hayat özlemleriyle, o hayatlardan yediğimiz dayaklarla çevrilidir. Parantez açılıp kapanır, o parantezde adımız Sevilay olabilir ve sevilmeyebiliriz, adımız Mesut olabilir ve hayatımızın temel sorusu “ellerini yıkadın mı oğlum?” olabilir. Küçük hayatlarımız, sır olmayı beceremeyen, dolayısıyla bize sır kalan sırlarımız, taşrada yaşıyor olmamız hayatta olmamızdan, kalmamızdan başka anlama gelmeyebilir. Herkes her yerde karısını öldürebilir ve hiç kimse hiçbir yerde hayatını adadığı şeyler ve kişiler tarafından sevilmeyebilir, vavien yapmayı bilmeyebilir. Evin kadını karşı eve özenirken evin oğlu o karşı evin kızıyla kırıştırabilir ve adam da pavyonun andaval ışıltılarında arayabilir mutluluğunu. Her yerde görmek demek göz açıp kapamak demektir. Bu yüzden Vavien yeni bir dil edinmeyi öğütler bize, ’90 sonrası Türkiye sinemasının imgesele dönüş, dönemeyiş anlamındaki, Nurdan Gürbilek’in bahsettiği biçimiyle çocuklukla anılmasının, gitmeye, gelmeye dayalı taşra kavramından ya da örneğin Camus’nün Yabancısı’nın ölüme ve sevgiye kayıtsızlığından farklı bir dil. Sınıfı, sınıf mücadelesini tam da unuttuğumuz bir anda, bu satırlar yazılırken sınıfın Kızılay’daki çadırlarda yetmiş ikinci gününde geri dönüşünü muştulaması için de yeni bir dil bulmak gerekiyor belki de. Tıpkı göbek kordonu yardımıyla öldürülmüş olmanın, yine aynı göbek kordonuyla dönmeyi, dirilmeyi muştuladığı Vavien’de olduğu gibi.

Emek Sineması’nı yıktırmayacağız! Emek Sineması’nın yıkılmasına karşı kampanya yürütenler Kültür Bakanı Günay ve İKSV Başkanı Eczacıbaşını yıkıma onay verdikleri için borazanlarla protesto etti Kampanya büyüyerek devam ediyor. İstanbul Beyoğlu’daki tarihsel yapılardan, Türkiye sinema tarihinin en önemli mekanlarından biri olan Emek Sineması’nın yıkılarak yerine bir alış veriş merkezi inşa edilmesi projesine yönelik tepkiler büyüyor. “Emek Benim İstanbul Benim, Yıktırmıyorum” kampanyası yürütücüleri 2 Nisan Cuma akşamı Lütfi Kırdar Kongre Merkezi'nde gerçekleşen 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali Açılışında İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı ve Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın konuşmaları sırasında Emek Sineması’nın hem kentsel rantın hem de kültür endüstrisinin mağduru olarak sahipsiz bırakılmasını borazan çalarak protesto etti. “Emek Benim İstanbul Benim, Yıktırmıyorum” kampanyası kapsamında açılış öncesinde yapılan çağrıda şöyle deniyordu: "Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin ya da öncesinde Sinema Günleri’nin bütün önemli etkinliklerinin gerçekleştirildiği Emek Sineması’nın son sekiz aydır kapalı olmasına İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı başta olmak üzere tüm ‘sanat’ çevresinin sessiz kalışına isyanım var! "Yıkanların, yıkımı gizleyenlerin, bütün bunlara şahit olup da susanların cepleri kentsel dönüşümün rantıyla dolu. AKP hükümetinin 2002’den bu yana küresel kent olma yolundaki İstanbul'da kentsel dönüşüm, yenileme, yeniden canlandırma kavramları arkasına gizlemeye çalıştığı tüm uygulamaları kamu yararına aykırı bulduğum için Emek Sineması’nın yıkılmasına karşıyım." Kampanyacılar, 3 Nisan Cumartesi akşamı alternatif film festivali açılışlarını Emek Sineması’nın önünde gerçekleştirdiler. Yaklaşık 200 kişinin katıldığı açılışta sokağa kurulan perdede Vertov’un “Kameralı Adam”ı gösterildi, müzik eşliğinde dans edildi, hep bir ağızdan İstanbul üzerinde döndürülen rant oyunlarının parçası olunmayacağı, Emek Sineması ve nicelerinin insanların kişisel tarihlerinin bir parçası olmaktan çıkarılıp yatırımcıların defterlerindeki rakamlara dönüşmesine artık sessiz kalınmayacağı haykırıldı. Protestocular, İKSV’yi festivalin kapanışını Emek Sineması’nda yapmaya davet etti ve bunun gerçekleşmesi için ellerinden geleni yapmaya söz verdi. Emek Sineması'nın yıkılarak yerine alışveriş merkezinin yapılacak olması, Tarlabaşı- Fener Balat Ayvansaray ve daha da birçok bölgede kentsel dönüşüm projeleri, eğitim-sağlık kurumlarının özelleştirilerek şehir dışına taşınmalarına karşı özverili ve şiddetli bir şekilde durulması gerekiyor. Daha da ötesi bu konudaki insanların duyarsızlığının kırılmasının ve kent mücadelesinde herkesin söyleyecek sözünün olmasının zorunlu olduğu bir dönemde, “Emek Benim İstanbul Benim, Yıktırmıyorum” kampanyası, hem içeriği hem eylemliğiyle ilerisi için umut veriyor.

Cansu Yapıcı


42 EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Kültür & Zihniyet tüne boca edilmiş sisin, tozun, çöpün altında kalmış demekti.

Yedikule zindanları bu yaraya...

Bırindar bı bırina xwe zane* Newroz’da sadece Kürt kimliğini değil, emekçi kimliklerini, yaşayış ve kendilerini ifade ediş biçimleriyle öylesine doğal sunuyorlardı ki, uluslararası sermayenin modernizm diye sunduğu herkesi düzleştiren ama sınıfsal farkları ustaca gizleyen sinsi ideolojisine karşı meydan okuyorlardı adeta Aysel Sağır Vatan Caddesi’ndeki tramvay durağına doğru yürüyenler boylu boyunca sıralanan işportacıları iyi bilir. Tezgahlarının üzerinde; saat, tespih, gözlük, çakı, jilet, çorap, kulaklık, teyp, yara bandı, eldiven, atkı, bere, yünlü iç giyim, simit, kuruyemiş, midye dolma, çiğ köfte, meyve gibi akla gelebilecek her türden tüketim maddelerini satmak için sergileyen işportacılar, tam da tramvay girişinde sonlanırlar. Yaklaşık sekiz yıl önce soğuk bir Aralık günüydü. İşte onların yayılarak sonlandığı tramvay girişinde, bir hareketlenme oldu. Zabıta olduklarını düşündüren ama zabıtadan çok sivil polise benzeyen siyah manto-

lu, sert bakışlı iri yarı adamlar, birer ikişer dağılarak tezgahlarının önünde bekleyenlere sille tokat girişmeye başladılar. Bir akış halinde olan tramvay yolcuları, o an yaşananlara daha önceden de tanık olmuşçasına bildiklerini görmemek için adeta tramvaya doğru yürüyüşlerini hızlandırmışlardı. Ama bir kaç kişi de gördükleri karşısında şaşkına dönmüş, birebir göz önünde sergilenen haksızlık ve vahşet karşısında öfkeyle kalakalmış, kımıldıyamıyorlardı. Siyah giysili, iri yarı adamlardan biri ağza alınmayacak küfürler ederek, tezgahının başındaki ince yapılı genci bir vuruşta yere kapakladı. Kürt olduğu anlaşılan işportacı genç yerden kalktı. Bir şey yapamamanın ve haksızlığa uğramanın verdiği öfkeyle kendisine vuran adama diklenerek baktı. Adam bütün hışmıyla, küfürlerini daha da arttırarak gencin yüzüne kuvvetli bir tokat daha indirdi, ardından tekmelemeye başladı. Yaprak gibi titriyordu genç, ağzı kan içinde kalmıştı. Ekipten diğerleri de Nazi Almanya’sındaki SS’leri çağrıştıran bir pervasızlıkla, bir iki işportacıya daha aynı vahşeti uyguluyorlardı. O işportacılar gibi ben de “niye?” diye bile soramamanın, bir şey yapamamanın çaresizliğini yaşıyordum. Onlara yapılanlanlar bana da yapılmıştı aslında. Yani orada bulunan tüm insanlara yapılmıştı. Bazı insanların öfkeden, çaresizlikten yumruklarını sıktıklarını görmüştüm. Tokatlanarak yere kapaklandırılan o Kürt gencini unutmam mümkün değildi artık. Eğer kentin yüreği bu ise, bu yürek üs-

21 Mart Newroz şenliği o genci bana yeniden hatırlattı. Zira gördüğüm gençlerden çoğu o zabıtanın (polis) yere yıktığı işportacıya benziyordu. Meğerse ne kadar çokmuşlar... Bir milyondan fazla insanı birarada ilk defa görüyordum. Orada bulunanların hepsi İstanbul’da mı yaşıyordu? Zira, Diyarbakır gibi Kürt insanının yoğun olduğu yerlerden gelmiş olabilirlerdi. Ama, “gelmeyenler de var. Biz İstanbul’da yaşayan Kürtler olarak bu gördüğünüz kalabalıktan biraz daha fazlayız” diyorlardı. Newroz’un kutlandığı Abdi İpekçi Spor Alanı’na bağlı yaklaşık üç-dört kilometreyi kapsayan yollar boylu boyunca dolduran Kürt halkı, alanda bulunan insanlarla aralarında bir zincir oluşturmuşlardı. Kürt ezgilerinin yaydığı ritmin coşkusuna rağmen, gözlerinde tüm ezilmişlik ve dışlanmışlığın verdiği acıyı silebiliyorlar mıydı? Faili meçhullerı, tutuklu çocukları da unutmamışlardı elbette. İstanbul’un bütün kayıt dışı alanlarında çalışan Kürt emekçileri, tüm işportacılar, midye dolması satıcıları, merdiven altı işçileri, çocuk işçiler, kağıt, çöp toplayıcıları, sekizdokuz çocuk doğurmuş gündelikçi Kürt kadınları, Kürt gençleri bayramlarını kutluyorlardı evet, ama büyük bir yarayı da açığa çıkarırcasına. Yedikule zindanları bu yaraya bakıyordu, az ilerde banliyö trenleri gidip geliyor, tam da kalabalığın olduğu istasyonda yolcularını salıp, diğerlerini içine alırken, kente özgü yoksulluğun yarattığı tipolojinin de altını çiziyordu. Kentte yoksul olmak, Kürt olmayla aynı anlama mı geliyordu? “Büyük bir kent büyük bir yaradır – hiçbir zaman iyileşemeyen bir yara”ydı da aynı zamanda. Öyle ya, en altta olanlara onlar da eklemlenmekle kalmamış, buralara renklerini vermişlerdi. Demek ki söz konusu zabıtapolis, o gence vururken iki şeye de birden vuruyordu. Yani hem yoksula, hem de Kürt’e. Zira “kentleştirilmek zorunda olan fakir ve yerli, sömürgeci-emperyalist ideolojinin diğer başlıca görünümü” oluyordu. Bir taraftan Türklük megalomanisiyle baş etmeye çalışırken, diğer taraftan kentteki yaşama tutunan Kürt emekçileri, kapitalizmin değerleriyle ilişki içerisinde olmadıklarından bir halk olarak özgünlüklerini koruyorlardı. Newruz şenliğinde öylesine göze çarpan buydu. Sadece Kürt kimliğini değil, emekçi kimliklerini, yaşayış ve kendilerini ifade ediş biçimleriyle öylesine doğal sunuyorlarda ki, uluslararası sermayenin modernizm diye sunduğu herkesi düzleştiren ama sınıfsal farkları ustaca gizleyen sinsi ideolojisine karşı meydan okuyorlardı adeta. * Yaralı yarasını bilir


EKMEK & ÖZGÜRLÜK 43

Kültür & Zihniyet

Sabri Günay Akarsu:

Sosyalistlerin yüz akı bir tiyatro emekçisi

Sabri Günay Akarsu yaşamı ve yaptıkları, yapmaya çalıştıkları ile bu coğrafyadaki sınıfsal tiyatro tarihinin kilometre taşlarından biridir Orhan Kazbek Akarsu 1933’te İstanbul’da doğdu; 1982'de gene İstanbul'da, henüz 49 yaşında iken öldü.Sahneye koyduğu yapıtlar, yetiştirdiği öğrenciler ve kurduğu topluluklar ile tiyatro tarihimizde derin izler bıraktı. Geçtiğimiz sonbahar, Mitos-Boyut Yayınları'ndan çıkan bir derleme onun değişik dergi ve gazetelerde çıkan yazılarından oluşuyor. "Toplumcu Tiyatroya Adanmış Bir Yaşam: S. Günay Akarsu" adıyla çıkan kitap, “İstanbul Merhaba Gösteri Topluluğu”nun çabasıyla basıldı. İçeriğine ve amacına bakıldığında hoş bir anı, değerbilirlik olmaktan öte bir anlam taşıyor. Herhangi bir sanat yapıtının, kültürel etkinliğin anlaşılmasının ön ve temel koşulu, o sü-

reç içerisindeki toplumsal yaşam biçiminin bilinmesidir. Bu bilimsel yöntem sanat emekçilerinin tanınmasında, yaptıklarının anlaşılmasında da geçerlidir. S. Günay Akarsu'yu anlayabilmek için de aynı yolu izlemek, yaşadığı süreçteki dünyayı ve ülkeyi; ekonomik, politik ve kültürel ortamı tanımak gerekiyor. Onun yazıları, hayat-sanat ilişkisinin örtüştüğünün belgeleri gibidir. Sanatla sınıf mücadelesi arasındaki ilişkiyi doğru bir dil ile, egemen sanatı ve sınıfı karşısına alarak kurar. Mücadelesindeki dil, sanat alanındaki mücadelenin olması gereken ödünsüz dilidir.

Merhaba Gösteri Topluluğu

S. Günay Akarsu, 1976 Ekim'inde, İzmir Merhaba'dan sonra İstanbul'da tüm amatörlere yönelik bir kurs çalışması başlattı. Şehir Tiyatroları'na bağlı Tepebaşı Deneme Sahnesi'nde mevcut 180 kişinin katılımıyla başlatılan kursun amacı, "amatör tiyatroların ana gereksinimlerini saptamak ve belli ilkeler ışığında bir güç birliğinin koşullarını yaratmak"tı. Kursun sonunda İstanbul Merhaba Gösteri Topluluğu kuruldu. Topluluğun “sanayi proletaryasını temel alacak" oyunlarındaki öz ve

biçim buna göre oluşturuldu. Topluluk değişik sendikalar ve örgütlerle çeşitli geceler, grev yerlerinde gösteriler yaptı. Gösterilerin çoğu izinsiz "korsan" sokak oyunlarıydı. Toplumsal değişime bilinciyle ve yüreğiyle sımsıkı bağlanan Merhaba Gösteri Topluluğu, gücünü sosyalist ideolojiden ve proletaryaya olan inancından alıyordu. Karadeniz ve Marmara Bölgesinde örgütlenen grev ve direnişlere büyük bir coşkuyla destek verildi, oyun sonrası direnişteki işçilerle sohbetler edildi; sendikalarla kurulan sıkı ilişkiler topluluğun etkinliğini yükseltti.

Aykırı bir ses kendi kürsüsünü zorunlu kılar

S. Günay Akarsu, tiyatronun toplumsal işlevine inanmış; teoriyle pratiği, yazdıklarıyla yaptıklarını örtüştürmüş bir aydın, bir kültür emekçisiydi. Değişim ilkesinden yola çıkarak oluşturduğu tiyatro kuramıyla her zaman dogmalara ve yoz sanat ve kültüre karşı çıktı. Bir yandan egemen sanat ve onun uzantılarıyla savaşırken, öte yandan politik örgütlerin bu alandaki eksiklik ve yanlışlıklarını acımasızca eleştirdi. Kurduğu İzlem yayınevinde pek çok yeni kitabı okur ile buluşturdu; özellikle Bertolt Brecht'in yapıtlarını tanıttı. Yetmişli yıllarda pek çok politik muhalefet odağının saygıyla yaklaştığı Akarsu, siyasi dergilerde sanat, kültür konusunda imzalıimzasız yazılar yazdı. Sınıf, sanat, mücadele alanında "Nasıl bir devrimci sanat?" arayışı yazılarının başlıca konusuydu. Hayatın her alanının tam anlamıyla politikanın denetimine girdiği kanlı yıllarda bile inatla devrimci tiyatroyu ve sanatı savundu; sanatın insan yaşamındaki önemini çıkardığı dergilerle, eleştiri yazılarıyla ve kurduğu topluluklarla gösterdi. Ona göre, verili tiyatro biçimleri ve kurumlarıyla açık ve bilimsel doğrular ışığında hesaplaşmadan sağlıklı çözümlemeler ve yeni oluşumlar üretmek mümkün değildi. Tiyatronun işlevine olan inancı, özgürce yazma isteği tiyatro dergileri çıkarmasını zorunlu kıldı. Oyun ve Tiyatro 70 dergilerini çıkarttı. Altmışlı yıllarda çıkan Oyun, kendi alanında bir ilkti. Akarsu, amatör tiyatrocuları yaşamı boyunca özel bir ilgiyle izledi; pek çok konuda onları destekledi. Çıkardığı dergiler amatörlerin merkezi yayın organı oldu. Ona göre “tiyatrodaki gişe kaygısı tiyatroda yaratıcı özgürlüğü sınırlayan çok ciddi bir sorun"du. Ölümünden kısa bir süre önce, tiyatrolara yapılan devlet yardımına, bunun tiyatroları bağımlılığa iteceği kaygısıyla karşı çıktı. Milliyet Sanat'a 1982 yılında verdiği yazı, "günün koşulları" gereği yayınlanmadı. Onun bu öngörüsü, doksanlı yıllarda yardım alan toplulukların kaçınılmaz olarak muhalif özelliklerini kaybedip (AST, Dostlar Tiyatrosu vb.) düzene eklemlenmesiyle doğrulanmıştır. S. Günay Akarsu'nun yazıları, dünden bugüne, bugünden yarına tutulan ışık niteliğinde. Kültürel ve sınıfsal mücadele kaygısı taşıyan herkesin başucunda durmayı hak ediyor.


EKMEK & ÖZGÜRLÜK

Yerel süreli yayın u Ortaklaşa Yayıncılık u Sahibi ve Sorumlu Md. Erdal Çınar, 847 Sk. No.:14/201 Kemeraltı / İzmir u Yazı Kurulu: Tektaş Ağaoğlu, Yeşim Dinçer, Ertuğrul Kürkçü, Osman Soyer, u Yayın Kurulu: Can Atalay, Erdal Çınar, Muhsin Dalfidan, Kaya Eker, Kenan Kalyon, Vakkas Kılıç, Şaziye Köse, Ertuğrul Kürkçü, u Basıldığı Yer: Ezgi Matbaacılık uTel: 0212 452 23 02, Çobançeşme Mah., Sanayi Cad., Altay Sk., No.:10-A Blok, Yenibosna - Bahçelievler / İstanbul u Yönetim Yeri: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi, Tel Sok. No. 28, Kat 3, Beyoğlu-İstanbul u İnternet sitesi: www.ekmekveozgurluk.net u Tel: 0212 293 6220

Tarihçilik geleneği, denebilirse eğer düne dairdir; Thorstein Veblen’in insan gelişiminin “yırtıcılık evresi” diye adlandırdığı evrenin üstesinden gerçekten hiçbiryerde gelmiş değiliz. Gözlenebilir ekonomik olgular bu evreye aittir hatta bunlardan türetebildiğimiz yasalar da diğer evrelere uygulanabilir değldir. Sosyalizmin asıl amacı insan gelişiminin yırtıcı evresinin ötesine doğru ilerlemek olduğuna göre halihazırdaki iktisat bilimi geleceğin sosyalist toplumuna pek az ışık tutabilir. İkincisi, sosyalizm bir toplumsal-ahlaki sonuca yöneliktir. Oysa bilim sonuçlar yaratamaz, hele hele bunları insanların içine hiç sokamaz; bilim en çoğundan onlar aracılığıyla belirli sonuçlara ulaşılabilecek araçları sağlayabilir. Ama sonuçların kendileri yüce etik idealleri olan kişiliklerce kavranır ve –eğer bu idealler ölü doğmuş değil, canlı ve güçlüyseler- toplumun ağır evrimini, bunun tam da bilincinde olmaksızın belirleyen bu insanlarca benimsenir ve ileri götürülürler. Bu nedenlerle insani sorunlar söz konusu olduğunda bilimi ve bilimsel yöntemleri abartmamalı ve toplumun örgütlenmesini etkileyen sorunlar konusunda görüş dile getirmenin yalnızca uzmanlara has olduğunu kabullenmemeliyiz.

Albert Einstein Neden sosyalizm?, Monthly Review,1949


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.