fabrika Sahibi 10 Eylül Yayıncılık adına Sevda ERGİN Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Sevda ERGİN Yayın Kurulu S. Zeki TOMBAK ( zekitombak@fabrikadergisi.com )
Orhan GÖKDEMİR ( orhangokdemir@fabrikadergisi.com )
Metin KALFA Sevda ERGİN ( sevdaergin@fabrikadergisi.com )
Adem DEMİRBİLEK ( ademdemirbilek@fabrikadergisi.com )
Selin YAMAN Oktay YILMAZ Yönetim ve Yazışma Adresi Tünel, Asmalımescit Sk. 19 / 9 Beyoğlu / İstanbul Telefon: (212) 245 89 09 Web Sitesi: www.fabrikadergisi.com e-mail: fabrika@fabrikadergisi.com Hesap No: Sevda ERGİN İş Bankası Beşiktaş Şb. 1008 2639088 Basım: Kayhan Matbaası Tel: (212) 576 01 36 - 612 31 85
fabrika Sayı 3 Temmuz 2005
fabrika’dan 1
En Önemli İşimize Dair Sevda ERGİN 3
AB ve Türkiye İlişkilerinin Geleceği S. Zeki TOMBAK 5
Kelebekler, Kuşlar ve Komünistler Orhan GÖKDEMİR 17
Yurtseverlik Sinan DERVİŞOĞLU 27
Kürt Meselesinde Durum - 9 S. Zeki TOMBAK 39
Yeniden Ermeni Meselesi Sinan DERVİŞOĞLU 53
Alpertunga Babanızın Oğlu mu? Arif Sacit ŞAİR 61
Anti Network 69
fabrika’dan I. Söze Kazım Koyuncu kardeşimizi anarak başlayalım. Karadeniz’in müthiş çocuklarındandı. Birol Topaloğlu, Fuat Saka, Kazım Koyuncu, Volkan Konak ve bir kaç kişi daha, bu ülkenin büyük bir kültür damarını seslendirdiler. Kazım daha yolun başı sayılacak bir yaşta yayınladığı albümlerle olağanüstü bir yetenek olduğunu ortaya koydu. “Viya!” çok iyiydi ve “Hayde” müthişti. Hayde’nin ilk günleriydi, “O’nun topraklarından”, Hopa’dan İstanbul’a kadar, uzun bir yolculuk boyunca herhalde kırk defa dinlemiştik. Sonuncu görüşmemiz Cerrahpaşa’da idi. Enfeksiyon nedeniyle yatıyordu. Doktor arkadaşlarımız “kurtulma ümidi var” dediler. Durumunu takip etmeye devam ettik, ama görüşemedik bir daha. Sonra, İbrahim kaybettiğimiz haberini verdi. Öyle sahici bir işti ki yaptığı, her görüşten, her meşrepten, her toplumsal kesimden Karadenizli insanın sevgilisiydi. Ama müziği, Karadenizli olmayanları da sarsıyordu, kucaklıyordu, içinin en ince yerlerini acıtıyordu. Cemal Süreya’nın “Her ölüm erken ölümdür” dizesi, Kazım’ın alıp başını gitmesini anlatmaz. Sevgiyle bakıyoruz arkasından...
II Bu sayı polemik ağırlıklı bir sayı oldu. Orhan Gökdemir, “Sol Dergisi”nin sahibi ve yazarı Erkin Tufan Özalp’ın, “Aydınlanma Tarikatı” kitabı üzerine, fakat kendisinden “üç-beş kitap okumuş, batı’ya düşman olmuş” diye sözeden; derinliği bu olan yazısını “vesile” sayarak; sadece “ET” Özalp’in değil; SİP partisinin öteki “mühim bey” figürlerinin de öğrenip gelişmelerine yardımcı olmaya çalışıyor. Muallimin gayreti malum, fakat öğrenmek istek ve istidat ister. Orhan’dan hiçbiri, herhangi bir şey öğrenmemiş olursa, nedeni marksizm öğrenmeye zerre heves ve istidatlarının olmamasındandır. Sinan Dervişoğlu bu sayıya iki yazı yazdı. Birincisi “Yurtseverlik: Egemen sınıfa ve İdeolojiye Rağmen Ülkeyi ve Halkı savunma” başlığını taşıyor.
fabrika Temmuz 2005
Dervişoğlu kavramın sosyalist özünü ortaya koyarak, “yurtseverlik” kavramının arkasına saklanarak kemalizm ve MGK’cılık yapılamıyacağını gösteriyor. Diğer yazıda ise Sinan Dervişoğlu’nun Ermeni meselesi etrafında yürütülen tartışmalar ve gerilimlerle ilgili değerlendirmeleri yeralıyor. Bilindiği üzere Dervişoğlu Ermeni meselesi üzerine geçtiğimiz günlerde Ankara’da “Kartal Kürltür Merkezi” ile “Toplumsal Araştırmalar Vakfı”nda ve İstanbul’da “Tarih ve Toplum Bilimleri Enstitüsü”nde üç konferans vermişti.
III S. Zeki Tombak’ın “Kürt Meselesi” üzerine yazıları devam ediyor. Öcalan ve Kongra-Gel’in savaşı yeniden başlatma kararını merkezine alan bu yazıda, bu savaş ilanının siyasi talepleri bakımından dünyanın en ilginç ve ciddiyetsiz savaş ilanı olduğu, Aydınların “PKK’ye önkoşulsuz çatışmalara son verme” çağrısına Ö. Gündem’in iki yazarının verdiği gayrı ciddi tepkiler, Öcalan’ın “Demokratik Konfederalizm” mektubunun zarfında hangi adresin yazılı olduğu; Marksizmin ve Leninizmin bu defa hangi noktalardan “2000’lerde” aşıldığı gibi tuhaf mevzular ele alınıyor. Yazarımızın bir diğer yazısı ise Avrupa Birliği’nin krizi ve sürecin evrilme yönü, AB-Türkiye ilişkilerinin geleceksizliği, İmtiyazlı ortaklık ve benzeri başlıklar altında Türkiye siyasetinin güncel sorunlarını ele alıyor.
IV S. Ergin’ın kısa yazısı en önemli işimiz, “Komünist Partisi Girişimi” üzerine. A. Sacit Şair, “Alp”ler üzerine yazmayı sürdürüyor..
V 62. sayıyı muhtemelen bugüne kadar dağıtıldığı gibi dağıtmıyacağız. Dergi dağıtım şirketi üzerinden ve ülke geneline dağılacak. Bilgilerinize. Sevgi ve muhabbetle...
fabrika 1
2
Temmuz 2005 fabrika
En Önemli İşimize Dair Sevda ERGİN 1. Bu senenin 1 Mayıs’ından bir görüntü, zihnimi 5 yıl öncesine götürdü. Beyoğlu’nda, ilerici bir tiyatronun salonunda Nazım’ı anma toplantısı var. Salonda Rasih Nuri İleri ve Şahabettin Bakırsan da bulunuyor. Bir ara kürsüye “40 Kuşağı Şairleri” olarak bilinen, aralarında Enver Gökçe, A. Kadir gibi şairlerin de bulunduğu şair grubuyla anılan; ancak gündemde olma arzusu şairliğinden kuvvetli olduğu için her modaya uyma, her yükselen trendin içinde yeralma çabasına düşmüş bir isim, Arif Damar çıktı. Ne yalan söyliyeyim, aklım ermezdi, 60 sene şiir yazmakta ısrar et ve fakat bugüne kadar bir tek dişe dokunur şiir yazama... Bunlar nasıl olabilir?...Şiir yazma ısrarını değil ama, dişe dokunur bir tek şiir yazamama halini sanırım o konuşmayı dinlerken anladım. Bu 1 Mayıs’ta ise kanaatim perçinlendi. Damar o gün dedi ki, “Nazım’ın komünistliğine yapılan bu vurgu yanlış bir iştir. Önemli olan şairliğidir. Ben de komünist oldum, tevkifata uğradık, yakaladılar, uzun süren ağır işkencelere ve kötü muamelelere maruz kaldım. İnanıyorum ki, bunlar olmasaydı, ben çok daha iyi bir şair olacaktım. Fakat işkenceler benim yeteneklerime zarar verdi. Siz gençlere de tavsiyem böyle şeylere özenmeyin.” Duyardım sağda solda bu mealde ağlak konuşmalar yaptığını, fakat ilk defa kendi kulaklarımla işittim ve yüzüm kızardı. Daha sonra Rasih Nuri İleri Nazım’ın komünistliği üzerine çok önemli ve vurgulu bir konuşma yaptı. O salondan, Rasih Beyin’in güzel konuşmasının kollarında çıktık. Yoksa korkmuştum sokağa, caddeye çıkıp insanların yüzüne nasıl bakacağız diye... Bu sene 1 Mayıs’ta SİP Partisi biliyorsunuz “alternatif 1 Mayıs” yaptı. Beğenmediği 1 Mayıs mitingi için, beğenmediği tertip komitesinin izin aldığı meydanın kenarında, öyle, bedavacı bir kabadayılık gösterisi... Kendi parti olma iddialarını bu kadar yalanlayan; bu kadar basiretsiz çok az parti olmuştur. Ancak işte o alternatif 1 Mayıs kürsüsünde, bir de ne göreyim, trendy şair Arif Damar!.. Oradan şöyle sesleniyor: “Yoldaşlar, ben Nazım
fabrika Temmuz 2005
Hikmet’in izinden giden komünist bir şairim. Şimdi size bir şiirimi okuyacağım.” Karşılıklı ihtiyaç meselesi. Birisinin kalabalığa, kürsüden kötü şiirlerini okumaya ihtiyacı var. Öbürünün de vitrine koyacak “eski-püskü”ye. Biz “komünist partisina ihtiyacımız var” diyenlerin partisini kurmak üzere yola çıkmıştık. Doğru yapmışız. Partiyi ihtiyaçlı yapmamalıyız; ihtiyaçlıların gelip nasiplendikleri bir parti olmamalıyız. 2. Aynı 1 Mayıs’ta Savaş Yolu çevresinden gelen, kortejin çok gerilerinde kalmamak amacına dönük, pratik öneri üzerine, “Birlik Dayanışma Platformu” ortak adıyla yürüdük. Birlik Dayanışma adı, değerlerimizdendir. Yıpratmamak, üzerine toz kondurmamak gerektiğini düşündüğümüzü biliyorum. Kortejlerin oluştuğu ilk saatlerden başlayarak çok sayıda insan, Birlik Dayanışma platformu adından heyecan duyduğunu söyleyerek korteje geldi. Tanışmak istedikleriyle tanıştı, konuşmak istediklerinin daha çok olduğunu belirterek, orada ayak üstü konuşulabilecek olanları konuştu. Ancak bu türden yanyana görünmelerin yolaçtığı sorunlar var. Birincisi bir “birlik” hastalığı var ve ateş önemli ölçüde düştüyse de, tamamen geçmediği anlaşılıyor. “Neden birleşmiyorsunuz?”.. Komünist Partisi Girişimi bir birlik platformu değildir. Komünist partisinin ihtiyaç olduğunu düşünenler hiçbir protokole, hiçbir önce yanyana duralım da, eylem birliği yapalım da deme ihtiyacı duymadan girişim içinde yeralabilirler, sorumluluklara talip olabilirler. Sorumluluk üstlenebilirler. DİSK’in, KESK’in, Türk-İş’in eylem birliğinden sözedilebilir. Ama komünist örgüt kendi üyelerini harekete geçiren değil; politikaları doğrultusunda yığın örgütleri dolayımıyla yığınları harekete geçirmeyi hedefleyen örgütlerdir. Birlikçilik veya önce eylem birliği yapalımcılık, birbirimizi ayrı örgütler olarak tanıyalım, işi sürüncemeye sokalım ve o arada ortaya çıkabilecek küçük problemleri bahane ederek, küçük “işletmeleri” koruyalım zihniyetinin tezahürüdür. Biz kimseyle birlik yapmıyoruz, kimseyle eylem birliği yapmıyo-
3
En Önemli İşimize Dair
ruz. Birlikte komünist parti kurmak isteyenler için böyle lüzümsuz prosedürlere ihtiyaç yoktur. Onlar her kimse, Savaş Yolu dahil, lafı hiç dolandırmadan kuruluş sürecinin bütün işlerini üstlenebilirler. 3. Sovyetler Birliği’nin çözüldüğü sırada ilginç tezler vardı. Birisi “Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin en seçkin unsurları Kızılordu ve KGB’dedir. Dolayısıyla çözülüşe karşı bu yoldaşlar ve kurumlar harekete geçeceklerdir” tezi idi. 19 Temmuz darbesini “işte beklediğimiz an geldi, tezimiz doğrulandı” zannederek sevinçle karşılayanlar oldu. O zamanlar Özgür Ülke Gazetesi vardı. Hüseyin Aykol orada, sevinç duyanların açıklamalarını yayınlamış; “Bu yapılanın sosyalizmle, işçi sınıfının siyasi insiyatif alışıyla falan bir ilgisi yoktur. Bir kaç gün sonra giderler” şeklindeki açıklamamızı “hoşlanmadığı için” yayınlamamıştı. Bir diğer tez, SSCB’nin, bu çözülüşle birlikte Doğu Avrupa’da, Asya içlerinde ve Kafkaslardaki ağırlıklarından kurtulduğunu; asıl şimdi en gelişkin olduğu bölgelerde sosyalizmin şahlanacağını söylüyordu. Bir dilek ve temenni idi, tezden ziyade. Sonra TKP adına ortalarda dolaşan bir kaç kişiden, ciddi ciddi bu çözülüşün SBKP’nin “gizli” bir Kongresinde planlandığını, olan biten her şeyin aslında öngörüldüğünü ve yakında SBKP’nin sürece yeniden el koyacağını dinlemiştik. Bu görüş ise, bırakalım tezi, dilek ve temenniyi, tıbbi yardım gerektiren bir duruma işaret ediyordu. Şimdilerde Rusya’da SBKP adıyla komünist parti kuruldu. Yakın zamanda görüştüğümüz birkaç arkadaşımız, bu partinin Avrupa’daki partilerle de ilişkiler geliştirdiğini, yakın zamanda toplanabilecek bir “Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı”nın sonrasında bir merkezin oluşacağını ve bu merkezin Türkiye’deki komünist harekete baktığı zaman, karşılarında Moskova’da toplanan 1988 TBKP birlik kongresinin taraflarını görmek isteyeceklerini anlattılar. Meğer bizi de “TİP”li görüyor ve o yüzden değer veriyorlarmış. Teşekkür ederiz. Aramızda TİP’ten gelenler de var, Türkiye sosyalist hareketinin hemen her geleneğinden de... Ama TİP’in devamı değiliz. Devamcısı değiliz. Zaten o TBKP ile hiç alakamız olmadı. Biz 10 Eylül 1920’te Bakü’de kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin siyasi devamcısıyız. Bunlar ve başka fikirler elbette dile getirilebilir. Getirilmeli ve tartışılmalıdır. Ama bir komünist partisi böyle mülahazalar üzerinden kurulmaz. Bizim Komünist Partisi Girişimi’nin “Komünist”
4
adıyla veya “TKP” adıyla partileşeceğini tahmin edip, bizimle görüştükten sonra apar topar önce KP, sonra TKP adıyla parti kuranların, “28 Şubat solun önünü açacak, önemli olan yer tutmaktır” türünden yaklaşımlarıyla da kurarsınız, ismi alırsınız, ama taşıyamazsınız. Komünist parti kurmanın yegane sebebi, komünist fikirler ve politikalar etrafında işçi yığınlarını, aydınları, gençleri örgütlemek ve bağımsız bir siyasi özne olarak sınıf mücadeleleri içinde yeralmak ihtiyacıdır. Bu ihtiyacı duyan komünistlerin ihtiyacı kucaklamasıdır. Biz sadece bu temel üzerinden, aynı ihtiyacı paylaşan her komünistle, geldiği gelenek hangisi olursa olsun, partiyi inşa etmeye çalışıyoruz. 4. Parti inşası bir fikri derinliğin kurulmasıdır, fikri merkezin inşasıdır. Bunu yapmaya devam ediyoruz. Parti inşası elbette bir örgütün inşasıdır. Burada da mesafe almaya çalışıyoruz. Fakat parti inşası aynı zamanda bir tavrın, bir davranış tarzının, bir terbiyenin inşasıdır. Burada mesafe alabiliyorsak, tartışmalarımızı yaparız, birbirimizden ve başkalarından öğreniriz, yaptığımız yanlışları düzeltme imkanımız olur. Bu ciddiyettir. Ciddiyet ve güvenilirlik yoksa, ne gelinen geleneğin, ne ilişkilerin ve bağlantıların, ne geçmişteki ünvanların, ne görüş ortaklıklarının veya ayrılıklarının ve ne de imkanların zenginliğinin önemi vardır. Burada imalı imalı konuşuyor olmak istemem. İşimiz dosdoğru konuşmaktır. TKP’nin adı “gaspedildi” diye yıllardır ortalıkta dolaşanlar var. Hayrullahoğlu’nun mezarının başında da böyle bir konuşma yapılmıştı bu yıl. Z.Tombak “Bu mezarın başında 10 yıl daha bu konuşmayı yapamazsınız” dedi. “Adınız gaspedildiyse, adına sahip çıkacak bir parti olmadığı için yapıldı bu. Ancak TKP likide edildi diye de senelerce ağlanamaz. Çıkar partiyi kurar, adınızı alırsınız. Hem parti kurma konusunda ayak sürüyüp hem şikayet edilemez.” Komünist Partisi Girişimi, bir tasfiyeyi gerçekleştirmek zorundadır. Bu tasfiyenin asli konusu ise, Türkiye Komünist hareketi zeminindeki her türlü ciddiyetsizliğin tasfiyesidir. Bu zeminde “yer tutmayı” misyon edinenler de, partimiz likide edildi diye 15 senedir, adımızı gaspettiler diye 5 senedir ortalıkta dolananlar da tasfiye olacaklardır. Bu tasfiye için, kendi çabaları, bizimkinden az değildir. Temmuz 2005 fabrika
Avrupa Birliğinin Geleceği Türkiye - AB İlişkilerinin Geleceği S. Zeki TOMBAK “Bakalım AB Kalır mı?” 29 Mayıs’ta Fransa’daki AB Anayasası referandumunda, “Hayır” sonucunun çıkması üzerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin meclis grubunda, Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin 10-15 yıl süreceğini hatırlatarak şu değerlendirmeyi yapmış: “Bakalım o zamana kadar AB kalacak mı?” Uzun süredir, Türkiye AB ilişkileri üzerine politika yapmayı “Evet” veya “Hayır” demek zannedenlerden farklı olarak, bizatihi bu sürecin özgürlükler alanının genişlemesi yönünde politika geliştirmenin bir imkanı olduğuna işaret eden değerlendirmeler yapıyoruz. Dolayısıyla AB’ye “Evet”in veya “Hayır”ın argümanlarını toplamak ve öne çıkarmaktan ibaret olmayan çözümlemelerle önümüzü görme çabasındayız. Tam da bu yüzden Erdoğan’ın şimdi farkına vardığı ihtimali, çok önceleri kaydettik. 1. “AB bir blok. Ebediyetten gelmiyor. Geçtiğimiz yüzyılda iki büyük savaş çıkartmış ve birbirinin boğazını kesmiş devletleri birleştiren bir blok. Her iki savaşın öncesinde de Avrupa’da bloklar oluşmuştu. Birbiriyle değil; her blok kendi içinde ticaret yapardı. Ticari bloklar bir süre sonra askeri bloklara dönüştü. Şimdi ne 20. yüzyılın başındaki bloklaşmalardan eser var; ne ikinci savaş öncesinde oluşanlardan. Dolayısıyla bir ekonomik/siyasi ve bir perspektif olarak askeri bir bloklaşmadan başka bir şey olmayan AB’nin ömrünü sonsuzmuş gibi düşünmenin alemi yok. İç birliğini nereye kadar derinleştirebileceği ve sürdürebileceği hakkında kimsenin bir şey söyleyemeyeceği bir bloklaşmadan sözediyoruz. Ancak siyasi/
fabrika Temmuz 2005
askeri birlik konusunda kimsenin fazla bir hayal kurabileceğini düşünmüyoruz. (Z. Şerifoğlu, Fabrika s.56, syf: 97, Ekim 2003) 2. “- Siyasi birliğin asli unsurlarından belki de en önemlisi paylaşılan ortak demokratik değerler değil; ortak askeri güçtür. Avrupa ordusu fikri çok uzun süredir tartışılmakla birlikte AB’nin dikkate alınır bir ortak askeri güç oluşturması ve bu gücü kullanabilir hale gelmesi uzun bir zaman gerektirecektir. - Avrupa Birliği, ABD’nin tek hegomonik güç durumunda olduğu bugünün dünyasında iç birliğini güçlendirerek sürdürme şansına muhtemelen sahip olamayacaktır. AB’nin hegemon devletleri ile ABD arasındaki çıkar, politika ve üslup farklılıkları, hem birliği içinden sürekli bölmekte ve hem de rekabet iddiasındaki devletleri de kendi politikalarının arkasına ayağını sürüyerek de olsa çekmektedir. ABD kendi politikalarını bütün ‘batı’ dünyasının politikası haline getirmektedir. Bu çatışmalı, gerilimli birlik hali, Avrupa Birliği’nin bir blok olarak uzun ömürlü olmamasının asli dinamiğini oluşturacaktır.” (S. Z. Tombak, Fabrika s.60, sf. 9-10) AB’yi siyasi bir birlik düzeyine yükseltecek stratejik adımlardan birisi herhalde Avrupa Birliği Anayasası’nın kabulü olacaktı. Fransa’nın “hayır”ı tek başına bile siyasi birliğin veto edilmesi anlamına gelecek önemdeyken; Hollanda’danın “Hayır”ının Fransa’nınkini izlemesi ve Tony Blair hükümetinin İngiltere’de yapılacak referandumu rafa kaldırması ile Avrupa Birliği’nin, Anayasa’yı hazırlayan siyasi elitin beklentileri yönünde gelişecek bir siyasi birlik süreci yaşayacağı hayali duvara çarptı.
5
AB ve Türkiye İlişkilerinin Geleceği
Avrupa Birliği’nin Batılı, ancak ABD’den ayrı bir küresel aktör olacağına dair umutlar sona erdi. Esasen, ABD’nin başını çektiği koalisyon güçlerinin Irak’ı işgali öncesinde AB üyelerinin, Fransa ve Almanya’yı yalnız bırakarak koalisyondan yana tutum alması ile birliğin gelişme imkanlarından hangisine yöneleceği açık seçik ortaya çıkmış bulunuyordu. Elbette ileriye doğru gelişme kanalları tıkanmış süreçler, mevcudu korumakta zorluğa düşecek ve gerileyecektir. “Bir süper devletin kurucu metni” olarak kaleme alınmış AB Anayasası’nın ölü doğmuş ilan edilmesi, sadece referanduma konu olan anayasa metninin ölümü anlamına gelmiyor. Bundan sonra aynı özü içeren yeni bir anayasa metninin kaleme alınması ve referanduma sunulabilmesi kolay değildir. Dahası, daha önce geçilmiş olduğu varsayılan ortaklıkların da korunamıyacağı anlaşılmaktadır. Hollanda referandumunun hemen ertesi gün, İtalya hükümetinin Kuzey Ligi’nden Çalışma Bakanı Roberto Maroni Euro’dan lirete dönmek için referandum yapabileceğini açıklarken; bu partinin Kurumsal reformlardan sorumlu bakanı Roberto Calderoli, Cumhurbaşkanı Ciampi’yi, “Ülkeyi Euro’ya bulaştıranlardan biri” olarak suçladı ve “artık yenilgiyi kabul etmesi gerektiğini” söyledi. AB bütçe görüşmelerinde ortaya çıkan kriz konusuna aşağıda değineceğiz. Korunamayan ve gerisine düşülen bir başka nokta ise, AB’nin taahhütlerine sadakati ile ilgilidir. Fransa, Türkiye ile müzakere sürecinin tamamlanmasını, daha önce hiç bir ülke için sözkonusu olmamış bir uygulama ile, Fransa’nın bu konuda yapacağı referanduma bağlamıştı. Böylece Türkiye’nin üyelik kriterlerini yerine getirmiş olması ile değil; Fransa’nın onaylamasıyla sona erecek bir müzakere sürecine dönüşmüş oldu. Fransa kendisine “veto” yetkisi tanımıştı. Fransa’nın Türkiye ile ilgili “veto” hakkı talebine itiraz etmeyen AB’nin diğer üyeleri, bizzat anayasanın Fransa tarafından “veto” edilişiyle sarsıldılar. Arkasından Fransız hükümetinin AB ile Türkiye arasında 17 Aralık’ta varılan mutabakatı da tartışmalı hale getiren açıklamaları geldi. Şimdi en ateşli AB savunucuları bile, Türkiye/AB ilişkileri üzerine sadece şu hususun gerçekleşeceğini kesin bir dille söyleyebiliyorlar: “3 Ekim’de müzakereler
6
başlayacaktır !..” Peki sonrası? Sonrası ile ilgili berraklık arttıkça, 3 Ekim’de müzakerelerin başlayacağı vaadinin de, sadece anlamsız değil; aynı zamanda geçersiz hale geleceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Peki, AB projesi bundan sonra nereye doğru ilerleyecektir? AB’nin, Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etmiş, Suriye ve İran’ı vurmaya hazırlanan; Kuzey Kore’yi tendit eden; geçmişin Doğu Avrupa halk demokrasilerini NATO’ya ve AB’ye katmakla kalmayıp Rusya’nın sınırlarında “Soros” devrimleri gerçekleştiren, ÇHC ile kendisi arasındaki gerilimli ve çatışmalı bir gelecek planladığını gizlemeyen ABD karşısında bir denge unsuru olacağı hayalinin, herhangi bir gerçekleşme şansının olmadığı biliniyordu. AB’nin inşa edilişinin tarihini, Çelik Birliği’nden AET’ye ve AB’ye, Fransa ve Almanya’nın kurucu iradesiyle izah edenler, Soğuk Savaş dönemi boyunca ABD’nin Avrupa tarihindeki kritik rolünü atlamış olurlar. Kapitalist Avrupa’nın istikrarı ve güvenliği Avrupalılardan ziyade, sistemin asli gücü olan ABD’nin stratejik varlığıyla şekillendi. Bilindiği üzere AB’nin eski halk demokrasilerini içerir hale gelmesinin mimarı da Fransa ve Almanya değildi. Hatta Almanya’nın Demokratik Almanya’yı yutmasında ABD’nin doğrudan veya dolaylı bir rolünün olmadığını iddia etmek tarihi gerçeklerle bağdaşabilir değildir. Fransa’nın NATO’dan ayrıldığı, ABD ile arasına mesafeler koymayı ve bu mesafenin görünür olması için çaba harcamayı en önemsediği dönemlerde kapitalist/emperyalist Avrupa’nın sosyalizme ve Sosyalist sisteme karşı güvenliğini sağlayan askeri güç NATO ve özellikle ABD ordusu idi. Kapitalist/emperyalist sistem adına soğuk savaşı kazanan güç, gene ABD oldu. AB’nin ABD karşısında uluslararası hukuku önemseyen, demokratik değerleri ve çoğulculuğu öne çıkaran, dünya barışına katkı yapabilecek bir güç odağı olacağını ileri süren yaklaşımlar da; AB’nin siyasi birliğini sağlamasıyla ABD karşısında denge unsuru olacak bir süper devlet olacağını hayal eden burjuva Avrupanın siyasi elitlerinin yaklaşımı da, Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra büyütülmüş hayallerdi. Fransa ve Hollanda’nın referandumları sonrasında ortaya çıkan şey, aslında bir hayalin sona erişi ve gerçeğin olanca Temmuz 2005 fabrika
AB ve Türkiye İlişkilerinin Geleceği
katılığıyla görünür hale gelmesiydi. AB’nin “Avrupa süper devleti” olabileceği hayalinin yaşadığı dönemin iki önemli aktöründen Chirac’ın, seçmen nezdinde itibarı yerlebir olmuşken ve Almanya’nın sosyal demokrat Başbakanı Schröder’in bu sonbahara aldırdığı erken seçimde koltuğunu Hıristiyan Demokrat Merkel’e bırakacağı hemen hemen kesinleşmişken; gerçeğin temsilcisi olarak Blair sahnede yerini aldı. Önce AB Anayasasının İngiltere’de yapılacak referandumunu rafa kaldırdı. Gerçekten de Fransa’nın hayır dediği bir Anayasa’yı sahiplenerek seçmen karşısına çıkmanın ve riske girmenin anlamsızlığı bir yana, Anayasa artık yaşamayan ve İngiltere’nin hiçbir zaman yaşamasından yana olmadığı bir hayalin ruhudur. Blair, Anayasa’nın onaylanması sürecinden geri çekilmekle yetinmedi. Hemen arkasından yaşanan bütçe krizinin kahramanlarından birisi oldu. İngiltere Avrupa Birliği bütçesine en büyük ikinci katkıyı yapan ülke ve tarımı küçük. Dolayısıyla tarım sübvansiyonlarından aldığı pay da çok küçük. İngiltere hem katkısının büyüklüğünden ve hem de tarım sübvansiyonlarından aldığı payın küçüklüğünden dolayı Margaret Thatcher’in Başbakanlığı döneminde, 1984’de, birliğe yaptığı katkınının bir bölümü olan 4.5 milyar eurosunun iade edilmesi tavizini, veto tehdidi ile koparmıştı. Bu iadeye rağmen 10 yılda birliğe yaptığı katkı Fransa’nın katkısının 2.5 katına ulaşıyor. Ancak iade konusu yürürlüğe girdiği günden bu yana, birlik içinde bir rahatsızlık konusu olmayı sürdürdü. Son olarak AB’nin 2007-2013 bütçesinin görüşmeleri esnasında, İngiltere’den bir dayanışma jesti olarak iadeden feragat etmesi istendi ve Chirac ile Schöder, İngiltere Başbakanı Blair üzerinde bu konuda bir baskı kurma girişiminde bulundular. Blair ise kesin bir tutum alarak sözkonusu feragat talebini reddetti. 16-17 Haziran’da gerçekleşen AB zirvesinde, bütçe üzerinde uzlaşılamadı. Birliğe katılan 10 yeni üye kendilerine ayrılan kalkınma yardımlarının İngiltere’ye verilmesini önerdiler; durumun “zengin ülke bencilliği” olduğu söylendi, dönem başkanlığını yürüten Luksemburg Başbakanı Junker’in “utanıyorum” dediği gazete manşetlerinde yazıldı. Blair böylece sahnenin tam ortasına kadar ilerlemiş oldu ve oradan AB’ye yapması gerekenleri söylemekle kalmadı,
fabrika Temmuz 2005
olması gerekeni de açıklıkla ifade etti. İngiltere AB dönem başkanlığını almaya hazırlanıyordu ve Blair, Birlik içinde tarımın sübvansiyonu politikasının radikal bir reforma tabi tutulmasını, AB’nin sosyal modelini değiştirmesi gerektiğini, sadaka değil istihdamı arttırıcı politikalar üretmesini, istihdam politikalarında köklü değişiklikler yapmasını vb. pür piyasacı önerileri, AB’nin uluslararası politikada alması gereken yeri göstererek tamamladı: İngiltere’nin ve ABD’nin yanı. Esasen birbirinden farklı ve birinin diğerini dengelediği “iki Batı” düşüncesinin bir fantazi olduğu ve bu fikrin bayraktarlığını uzun süre elinde bulunduran Fransa’nın, bu iddiayı hiçbir düzeyde taşıyamadığı ve altında ezildiği bayrağı Almanya’ya devrettiği biliniyordu. Schröder’in yerine gelmesi beklenen Hıristiyan Demokrat Merkel ve partisi ise, izlemeyi vaadettiği politikalara bakılırsa, sadece bayrağı taşımaktan uzak görünmüyor, aynı zamanda herhangi bir vizyona da sahip olmadığı anlaşılıyor. Tek merkezli bir dünyada yaşıyoruz. Merkezinde ABD’nin bulunduğu bir dünya bu. ABD bütün dünyadan önce, ve öncelikle Batı’nın merkezini oluşturuyor. Dolayısıyla ABD’de yükselenler, Avrupa’da da yükseliyor. Din ve milliyetçilik yükselenlerin başındadır. Yabancı düşmanlığı; ötekine, özellikle müslümanlara karşı tutum geliştirme Avrupa’da da yükseliştedir. Bu yükselişin sadece lumpenler, holiganlar, yoksullar ve emekçiler arasında gerçekleştiğini düşünmek doğru değildir. Aksine AB anayasasını hazırlayan komisyonun başındaki eski Fransa Cumhurbaşkanı D’estaigne gibi elitler de aynı etkileri kuvvetle taşımaktadırlar. Dindarlığın, milliyetçiliğin ve kültürel içine kapanmanın, dolayısıyla “öteki” düşmanlığının güç kazanmaya devam edeceği bir tarihsel sürecin içindeyiz. Bu durum, batının kendi içinde ayrışmasının, bloklara ayrılmasının ve rekabetinin değil; daha yüksek düzeyde entegrasyonunun yaşanacağı bir sürece işaret ediyor. AB’nin gelişme yönü de bu doğrultudadır. Avrupa ve genel olarak ABD’nin merkezinde bulunduğu batı, emek değerlerinin, demokrasi ve özgürlük temelinin zayıflayacağı; buna karşılık Hıristiyan, yabancı düşmanı, içe kapanmacı, milliyetçi ve ırkçı eğilimlerin güç kazanacağı bir döneme girmektedir. Bu resimle ilk defa karşılaşmıyoruz. Batı kendisini yeniden,
7
AB ve Türkiye İlişkilerinin Geleceği
Soğuk Savaş’ın arkasına saklanarak, gerçek bir hesaplaşmadan kaçtığı Avrupa kıta ırkçılığı ve Hıristiyanizmle tanımlar hale gelmektedir. Yakın geleceğin manzarası şudur: gündemlerini ve bakış açılarını Le Pen ve Haider gibilerin belirlediği Sarkozy ve Merkel gibi milliyetçi/muhafazakarların, sadece Fransa ve Almanya’da değil; Hollanda’da, Avusturya’da ve diğer AB üyesi ülkelerde iktidara geldiği bir Avrupa ve şimdiden İtalyan siyasetinde doğrudan taraf haline gelen Papa 16. Benedict liderliğinde bir Vatikan... “Türkiye’nin yönetici sınıfı ve kurumları Avrupa Birliği içinde yeralmayı, daha önceki bütün emperyalist kurum ve ittifaklar içinde olduğu gibi, yalnızlaşmamak, dışarda kalmamak endişesiyle kuvvetle istemektedirler. Buna TSK üst kademeleri de dahildir.” (Fabrika s.60, sf:10) Ancak özü, “dışarda kalmayalım, karşılığında güvenliğinize katkı yapalım” ısrarı, AB’nin temelindeki gerici birikimin açığa çıkmasını tahrik etmiş görünmektedir. Bakalım Siz Kalacak mısınız? Basında çok yazıldı. Türkiye’nin AKP’li Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “İçimde sanki bir tel koptu” demiştir; 17 Aralık’ta, Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi beklenirken, AB’nin bütün ağırlığıyla Kıbrıs konusunda Papadopoulos’un ultra milliyetçi kaprislerinin yanında yer alınca... Erdoğan ve hükümeti sanmış olmalılar ki, TBMM’den hızla geçirdikleri anayasa ve yasa değişiklikleri paketleriyle tatmin olmayan AB yetkilileri, “uygulamayı görelim” diyecekler ve engeller buradan çıkacak. Elbette yapılan mevzuat değişiklikleri, AB ile uyumu sağlamanın yanı sıra büyük bir demokratikleşme potansiyelini içlerinde barındırmaktadır; ancak bu potansiyeli gerçek kılacak olan şey sadece uygulamanın kendisi de değildir. Aynı zamanda çıkarları özgürlük ve demokratikleşmeyi gerektiren güçlerin, yasalardaki demokratikleşme potansiyelini açığa çıkarmaları; mevzuatın özgürlükçü bir yorumu için yargının ve bürokrasinin zorlanmasını gerçekleştirmeleri de gerekmektedir. Zaten önemli olan, AB yönetici organlarının Türkiye hükümetlerini yasalarda demokratikleşmeye zorladıkları noktaların tümünün, Türkiye ilericilerinin, solcularının, devrimcilerinin; bazan toplumun
8
her kesiminin, bedelini bin defa ödedikleri sorunlar etrafında olduğunun görülmesidir. Toplumsal muhalefet, bedelini ödediği ve ülke siyasetininin önüne çözmeksizin ilerleyemeyeceği biçimde koyduğu sorunları, kendisi iktidarı şekillendirerek (veya iktidarı alarak) çözememektedir. AB’nin “dışardan” desteği ise sorunun yasalardaki formüller itibariyle çözümünü sağlamakta veya bunun önünü açmaktadır. Konuyla ilgili önceki yazımızda da (Fabrika s.60) bu noktaya başka ülkelerin demokratikleşme süreçlerinden de örnekler vererek değinmiştik. İşkence sorunu tam da böyle bir sorundur. Ancak işkence konusunun tersine 12 Eylül’ün budadığı sendikal haklar konusunda AB yetkili organlarının neredeyse hiç bir itirazı bulunmamaktadır. Çünkü apaçık ortadadır; her solcu yayının büyük bir gönül rahatlığıyla en ağır eleştiri ve hatta hakaretleri yönelttiği sendika bürokrasileri bu konuda sayısız yayın yaptığı halde, geniş işçi yığınlarının sendikal hak ve özgürlüklere dair ne mücadelesi sözkonusudur, ne de bu mücadele dolayısıyla ödenmiş ciddiye alınır bir bedel mevcuttur !.. Evet, 17 Aralık canla başla AB üyeliği için çalışan hükümeti ve başbakanını şaşırtmış ve üzmüştür. Bu üzüntünün duygusal bir yanı olduğu kesindir. Ancak daha ağırlıklı olarak, “bir stratejik hata mı yaptık acaba? endişesi yaşanmıştır. Aynı zamanda, hükümetin elinin zayıflamasından yararlanmak isteyecek güçlerle ilgili bir endişedir bu. Açıktır, AKP Irak’ta, Kıbrıs’ta ve AB ilişkilerinde “devletin stratejik bakışı”nı sürdürmek ve TSK yönetim kademeleriyle aynı bakışı ve endişeleri paylaşmak yerine; TSK’nın iç siyasetteki ağırlığının azalması stratejisini benimsedi. AKP, 12 Eylül cuntasının “Türkİslam sentezi”ni devletin resmi görüşü yapan, “ılımlı islam”cı çizgisinin yarattığı toplumun islamizasyonu ile “komünizm tehdidinin önlenmesi” politikalarının ürünüdür. Ancak ilk ürün değildir. REFAHYOL Hükümeti döneminde islamizasyonun kontrol edilemez bir noktaya doğru geliştiğini düşünen devletin, islami hareketin yeniden denetim altına alınması için yürürlüğe koyduğu 28 Şubat operasyonunun da ürünü ve bir anlamda aracıdır. Dolayısıyla esas itibariyle sistemin ve devletin kabul sınırları içinde yeralan Milli Görüş çizgisinin ve bu çizgiyi iktidar ortağı yapan DYP’nin başına gelenin bilgisine sahiptir. Kendisi de sistemin içindedir ve Temmuz 2005 fabrika
AB ve Türkiye İlişkilerinin Geleceği
devletin kabul sınırları içindedir. Esasen AKP’nin ekonomik ve sosyal politikalarının veya iç güvenlik tercihlerinin devletin ve daha somut ifade etmek gerekirse TSK’nın geleneksel tercihleriyle çelişir bir yanı bulunmamaktadır. Rahatsızlık, kendi tabanının toplumsal hayatın daha da islamileştirilmesine yönelik kimi beklentilerine cevap vermek istediği noktalarda ortaya çıkmaktadır. Bu beklentiler geçmişte İsmet İnönü CHP’si dahil, düzenin sözde laik/seküler düzeni benimsemiş ve hükümet olurken bu düzeni savunma sorumluluğunu üstlenmiş DP, AP, Ecevit CHP’si/DSP ve ANAP gibi partilerin ve 12 Eylül cuntasının attığı adımların yarattığı adımlardır ve özellikle de eğitim alanında ortaya çıkmaktadır ve semboliktir. İmam Hatip Liselerinin sayısını çoğaltmak marifetse, bu liseleri bitirenlerin üniversiteye girmelerinin sağlanması beklentisi olacaktır. Lisede başı ve boynu örtmenin islamın icabı olduğu öğretiliyor ve kız öğrenciler başlarını örtüyorlarsa, bunu üniversitede de isteyeceklerdir. Başını örterek okulunu bitiren gençler kamuda işbulmuşlarsa orada da örtünmeyi sürdürmeyi isteyecekler; aileleri bu türden beklentiler içine girecektir. Bu beklentiler semboliktir. Ancak bu sembolik adımların ve bu adımlara gösterilen tepkilerin yarattığı birikimin; hangi devlet içi/sınıf içi/ egemenler arası itişmelerin üstünü örtmede kullanıldığını AKP kadroları da iyi bilmektedirler. Bütün bunlara bu partinin kadrolarının geçmişleri; bu geçmişten gelen ve sistemle bütünleşme yönündeki güçlü isteklerine rağmen vazgeçemedikleri kaba ve radikal islamcı tutum alma alışkanlıkları; ordu ve yargı yüksek bürokrasisinin laiklik konusundaki hassasiyetlerine ve özellikle ikincilerinin hassasiyetlerine karşı meydan okuma gösterilerinden vazgeçememeleri gibi unsurları da ilave etmek gerekir. Ve bunların üstüne DP’den bu yana sayısız örneği görülen, demokrasinin sadece seçimin ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinden tanımlanmasının ve Meclis çoğunluğunun, Meclis ve yargı denetiminden bütünüyle azade olarak her istediğini yapabilmesinin demokrasi olduğu düşüncesinin Türkiye sağına ve bu arada islamcı AKP’ye hakim olduğu gerçeği eklenmelidir. Dolayısıyla AKP’nin siyasetin, başka bir deyişle kendi hükümet etme alanını genişletme
fabrika Temmuz 2005
arzusunun önünde hem TSK’nın siyasetteki ağırlığı ve bu ağırlığın yarattığı daraltıcılık durmaktadır ve hem de TSK-siyaset ilişkisinin gelenekleri bu hükümet edişin üzerinde bir tehdit unsuru olarak durmaktadır. AKP’nin tutumlarından (aynen öncekilerde olduğu gibi) rahatsız olma noktasına gelindiğinde, TSK’nın tutumlarıyla cesaretlenen Anayasa Mahkemesi, TÜSİAD, büyük medya gibi anayasal veya sivil kurumların bu tehdidi dillendirmeleri, toplumsallaştırmaları ve bir ölçüde uygulamaları; TSK’nın siyasetteki daraltıcı rolünü, koşulları ortaya çıktığında güçlendirmekte ve meşruiyetini sağlamaktadır. AKP tam da bu yüzden özellikle TSK ile özdeşleşmiş ve ABD nezdinde de, AB nezdinde de memnuniyetle karşılanmayan stratejik tercih beyanlarıyla kendisini ayırmış ve ABD/AB’nin takdirlerini kazanmayı, devletin stratejik bakış bütünlüğünü korumaya tercih etmiştir. Elbette farklı ve bütünlüklü bir stratejik bakış yaratmak ve politikalarını bu bütünlük içinde geliştirmek meşrudur. Ancak AKP’nin böyle bir bütünlük yaratmadığı ve yaratamıyacağı, 17 Aralık sonrasındaki süreçte görülmüştür. 17 Aralık Zirvesi’nin yarattığı zayıf ümit ve ağır belirsizlik sadece AB zirvesinin Kıbrıs konusunda Rumların taleplerinin yanında tutum alması ve Gümrük Birliği’ne ilişkin ek protokolün 3 Ekim’den önce onaylanmasını müzakerelerin başlaması için şart haline getirmiş olması ile ortaya çıkmış değildir. AKP’nin, Kıbrıslı Türklerin, CTP ve özellikle Mehmet Ali Talat’ın Kıbrıs’ta Annan Planı çerçevesinde çözüm için ortaya koydukları ve zamanında AB tarafından hararetle desteklenmiş olan tutumlarının sanki hafızalardan tamamen silinmiş gibi davranılması umut kırıcıdır. Bunlar vardır. Ancak daha fazlası 17 Aralık’ın arkasından sökün edecektir. Durumu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, çok veciz bir biçimde dile getirmiştir: “Bazıları ‘lanet olsun” dememizi sağlamak için, bazıları ise fırsat varken ben de araya ne sokuşturabilirim, amacıyla çalışıyor.” “Lanet olsun” dedirtmek isteyenlerin de, fırsatları değerlendirip kendi talep ve beklentilerini araya sokuşturmak isteyenlerin motifleri nelerdi? En önde gelen motif elbete “Ermeni soykırımı” iddialarının, Türkiye üzerinde ağır bir uluslararası baskı kampanyasına
9
AB ve Türkiye İlişkilerinin Geleceği
dönüşmüş olmasıydı. Fransa 1915 olaylarını soykırım olarak tanımaktaydı ve Almanya parlamentosu da bu yıl, bütün partilerin oy birliği ile Türkiye’nin soykırımı tanımasını tavsiye eden bir kararı benimsedi. ABD her yıl olduğu gibi 24 Nisan öncesinde Türkiye’deki Amerikancıların yüreğinin ağzına geldiği bir gerilimi yaşattı. Ancak Bush “soykırım” kelimesini kullanmadı diye teselli bulundu. İsviçre “Ermeni soykırımı yoktur” dediği için Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu hakkında soruşturma açtı ve “gelip ifade vermesi”ni istedi. Ve başka AB üyesi ülkelerde de benzeri gelişmeler yaşandı. Bu arada Rusya parlamentosu da benzer bir kararı kabul etti. Elbette Türkiye’nin kendi tarihiyle yüzleşmesi gerekir. Üstelik sadece Osmanlı tebası Ermeni halkın yaşadığı trajedi ile değil; Cumhuriyet’in kendi yurttaşı Rumları “mübadele” etmesiyle ve sürekli zorunlu göç atmosferini canlı tutmasıyla; Hıristiyan azınlıkların kendilerini bu ülkenin eşit yurttaşları olarak görmelerinin Cumhuriyet tarihi boyunca sürekli imkansız kılınmasıyla; Kürtlerin daima zorla asimilasyonu peşinde koşulmasıyla; Kürt varlığının ve kimliğinin hep red ve inkarıyla; Alevi yurttaşların, üstelik Cumhuriyetin en sadık taraftarları olarak, kendi dinsel kimliklerini ve ibadet özgürlüklerini devlete kabul ettirememeleriyle vs. devletin ve toplumun yüzleşmesi gerekir. Burada sorun yok. Dahası, devletin Balkanlar’da, Kafkasya’da, Doğu Cephesinde ve nihayet işgal altındaki Anadolu’da sadece Osmanlı müslümanları oldukları için katliama maruz kalmış milyonlarca insanımızın yaşadığı ve ailelerinin, yakınlarının, komşularının yüreğine ve hafızasına bırakabildiği trajedilerle de yüzleşmek zorundadır. Burada sorun yok. Sorun, Ermeni sorununun bu yıl geçmişe kıyasla çok daha geniş ve güçlü bir kampanyaya konu olmasında, Türkiye/AB ilişkilerinin rolüdür. AB içinde, Türkiye’nin AB üyeliği fikrinden rahatsız olan; ancak bunu doğrudan ifade etmek yerine Yunanistan’ın veya Kıbrıs Rum yönetiminin itirazlarının arkasına saklanan çeşitli aktörler; bu defa Ermeni taleplerini Türkiye’nin üyelik hevesini kırmak amacıyla kullanmışlardır. Dolayısıyla Ermeni taleplerinin kabulü, Türkiye’nin AB üyeliği için bir koşul haline
10
getirilmiştir. Bunu en azından Fransa açıkça dillendirmiştir. Gümrük Birliği Ek protokolününün onaylanması ise müzakerelerin başlamasının bir önkoşuludur. Asıl koşul ise Kıbrıs sorununun çözülmesidir. Kıbrıs’ta Türk tarafı BM Genel sekreteri Annan’ın planını net biçimde desteklediğine ve çözüm planına Rum tarafının ve Papadopoulos hükümetinin hayır dediği bilindiğine göre, çözüm için çaba göstermesi amacıyla, AB tarafından Rum yönetimine baskı yapılıyor olması gerekirdi. Ancak AB yönetici organları, tam tersine davranmakta, Kıbrıs’ta Türk tarafına vaad ettiği yükümlülüklerini, Papadopoulos hükümetinin itirazlarının arkasına saklanarak yerine getirmemekte ve Haçlı seferlerinin gerekçesi olan “müslümanların eline geçmiş Hıristiyan toprağını kurtarma” amaç birliğini hatırlatırcasına, Grek ultra milliyetçilerine destek vermektedir. Alman Hıristiyan Demokratlarının lideri Merkel’in önerisi şudur: İmtiyazlı ortaklığa razı ol, Kıbrıs’ı çöz, Ermenilerle barış! Alman Başbakanı Schöder’in istekleri ise kısaca şunlar: “Heybeliada’daki Ruhban Okulunu açın, Rumlarla anlaşın, Ermenistan sınırını açın”... DEHAP Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’a göre, “AB için Kürt sorunu çözülmeli”dir. (25.5.2005 Ö. Gündem) İspanya Bask, Fransa Korsika, İngiltere İrlanda sorununu AB üyeliğinden önce çözdüğüne göre, tabii Türkiye de Kürt sorununu, kendi yurttaşlarıyla ilişkileri açısından değil, AB üyeliği için çözmelidir. Patavatsızlık yarışması cehalet yarışmasıyla içiçe yürütülmektedir. Bakırhan haksız değildir, AİHM, Bakırhan’ın demecinden bir hafta önce Abdullah Öcalan’ın yeniden yargılanması kararını vermiş bulunmaktaydı !.. AİHM’in, lider kadrosundan olması gerekmez, İRA savaşçılarından herhangi biri için İngiltere’den veya Carlos için/Korsika bağımsızlık hareketi mensuplarından birisi için Fransa’dan veya ETA üyeliğinden yargılanmış bir Bask’lı için İspanya’dan yeniden yargılama talep eden bir karar alması mümkün müdür? Öcalanla veya Türkiye devletiyle ilgili görüşleri bir yana bırakarak; Avrupa bilgisi ile bu soruya cevap vermek istendiğinde cevap tereddütsüz bir tanedir: Hayır!... Konunun ciddiyetinin anlaşılması Temmuz 2005 fabrika
AB ve Türkiye İlişkilerinin Geleceği
bakımından AB dönem başkanı Lüksemburg Başbakanı Junker’in Ege sorunlarıyla ilgili Türkiye’ye önerdiği harika fikirlerine başvurmak öğretici olacaktır: “Lüksemburg’un komşularıyla hava sahası, fır hattı, it dalaşı gibi sorunları yok. Çünkü hava kuvveti yok. Siz de sorunlarınızı bizim gibi yaparak çözebilirsiniz.” Haritadaki yerini bulmak isteyenlerin büyüteç kullandığı, ordusunun tören kıtasından ibaret olduğu, ordu komutanının itfaiye müdüründen daha önemsiz bir adam sayıldığı bir “devlet”in başbakanı olunca, bu kadar hamlık olacak.... Yunanistan ise Türkiye’ye yöneltilecek soykırım suçlamasının sadece Ermenilerle ve 1915’le sınırlı olmasından rahatsızdır. Onlar “Pontus soykırımı” ve “Küçük Asya soykırımı” için de Türkiye’nin uluslararası toplum tarafından suçlanmasını talep etmektedirler. Çok güzel !... Bir de 1919’da “Küçük Asya”yı “Büyük Yunanistan” hayaliyle ve İngiltere’nin desteğini arkalarına alarak işgal ve ilhak’a geldiklerini, bu gelişle birlikte oralarda yüzyıllardır yaşayan Rum/Ortodoks Osmanlı tebasını işgalin suçortağı haline getirdiklerini ve kendi yenilgileriyle birlikte o insanların bir bölümünün de felaketini hazırlamış olduklarını anlatmış olsalardı... Basında “Süryani soykırımının tanınması” talebini dile getiren ve fakat Amerika’da ve Fransa’da yaşayan, Anadolu’nun babalarının vatanı olduğunu söyleyen Süryani kardeşlerimizden de haberdar olduk. Modadır, söylemiş olabilirler. Hazır herkes Türkiye’den kendisine karşı işlendiğini iddia ettiği “suçunu” kabul etmesini isterken bir Katar gazetesi de, “Türkiye’nin Arap Vatanının bir parçası olan İskenderun Körfezini işgal altında tuttuğunu” kabul etmesini talep etmiştir. (Katar gazetesi Vatan, 4 Mayıs 2005) Sonuncular değil; ama Kıbrıs ve Ermeni meselelerine ilişkin talepler AKP hükümetinin şevkini fena halde kırmıştır. AB’den adeta ümidini kesen hükümet, yüzündeki demokratikleşme ve özgürlükçülük maskesini taşımaktan vazgeçmiş ve bir anda, AB ile uyum için çıkarılan yasaların aslında bir hiç olduğunu gösterme gayretine girmiştir. Bu gayret, devletin en gerici yanlarıyla yeniden barışma ve bütünleşme anlamına gelmektedir. - Basının ve demokratik kuruluşların özgürlüklerin aşırı daraltıldığını ileri sürerek yürürlüğe girmesinin ertelenmesini talep
fabrika Temmuz 2005
ettiği yeni TCK, iki aylık erteleme sonunda, basının hemen hiçbir talebinin karşılanmadığı, buna mukabil polisin, MİT’in, Jandarma’nın ve devletin bil cümle istihbarat örgütlerinin taleplerinin karşılandığı biçimde yürürlüğe girmiştir. TCK 312 ve TMY.8. madde için yıllar süren ve en ağır bedellerin ödenmesinin yarattığı meşruiyetle yürütülen savaşım TMY 8. maddenin tamamen ve TCK 312. maddenin en keyfi fıkrasının kaldırılması ile sonuçlanmışken, yeni yasada ifade özgürlüğüne ağır sınırlamalar getirilmiştir. - İşkence iddialarında 17 Aralık’tan bu yana gözle görülür bir artış sözkonusudur. Uluslararası Af Örgütü’nün 2005 raporunun Türkiye bölümünde işkence gene yerini korumakta, bu yıl içinde 21 sivilin güvenlik güçlerince öldürüldüğü belirtilmekte; polisin aşırı güç kullanmasıyla ilgili şikayette bulunanlar hakkında Toplantı ve gösteri Yürüyüşleri yasası’na muhalefet ya da kamu görevlisine mukavemet suçlaması yapıldığı; görüşlerini barışçı yollarla açıkladığı için kovuşturmaya uğrayanların olduğu ve gazetecilere ağır para cezaları verildiği vs.vs. anlatılıyor. (Radikal, 26.5.2005) Adli Tıp Kurumu tarafından hakim ve savcılar için düzenlenen “işkence” semineri son anda Adalet Bakanlığınca gerekçe gösterilmeden son anda iptal edilmiştir. Bu arada işkencecilerin ceza görmemesi şeklindeki temel devlet/hükümet politikası titizlikle sürdürülmüştür. Bir örnek: 1991’den bu yana devam eden Altunbaş davası mahkeme/ yargıtay/mahkeme yollarında zamanaşımını hedefleyen bir tarzda seyre devam etmiş, işkenceci katillerin tutuklanmalarına veya yurtdışına çıkmalarına tahdit getirilmesi yönündeki talepler reddedilerek dava başka bir tarihe ertelenmiştir. (29 Nisan 2005) - Haziran ayı başında gene bir telekulak rezaleti patlak vermiş ve Diyarbakır’da bir yerel mahkemeden alınmış karara dayanılarak MİT’in ve 90’a yakın başka mahkeme kararına dayanarak, Emniyet İstihbarat’ın Türkiye’deki bütün telefon konuşmalarını dinleme izni aldığı ortaya çıkmıştı. Konuyla ilgili haberde Diyarbakır 6. ağır Ceza Mahkemesi’nin sabit ve cep telefonlarının, bütün e-mail yazışmalarının, SMS mesajlarının iki ay boyunca izlenmesine ilişkin kararının benzerlerinin en az 90 kere
11
AB ve Türkiye İlişkilerinin Geleceği
verildiği bildirilmektedir. Aynı haberde AKP hükümetinin sözcüsü ve Adalet Bakanı olan Cemil Çiçek, bu durumda “keyfilik ve yasalara aykırı bir durum” olmadığını beyan etmektedir. (2 Haziran 2005, Hürriyet) Hükümet bu skandaldan sonra, TBMM’de yasal bir düzenleme yapmış ve kırsal kesimle sınırlı olmak kaydıyla Jandarma İstihbarat’a da telefon dinleme yetkisi tanımıştır. Jandarma dinleme ortak havuzundan ayrıca bilgi alabilecektir. AB ile uyum ve demokratikleşmenin özü, Hükümet tarafından böyle anlaşılmaktadır. - Türkiye’nin yargı sistemi çok hassastır. Ancak bu hassasiyet adalet dağıtımında değil; siyasi rüzgarların güç ve yönündeki değişimlerle ilgilidir. 2005 yılı içinde yeniden kaset/cd, kitap toplamalar çoğalmış; yapımcılar yeniden savcılara ifade verir olmuşlardır. Bu özellikle Kürtçe müzik yapımları için geçerlidir. Bu arada Türkiye’de en yığınsal Kamu Çalışanı Sendikası olan Eğit-Sen, tüzüğünde yeralan “anadilde eğitim hakkı” talebi nedeniyle yerel mahkemede aklanmış ve fakat Yargıtay’ın ısrarıyla kapatılmanın eşiğine gelmiştir. - 17 Kasım öncesinde polisin barışçı yürüyüş ve gösterilerle demokratik ve yasal haklarını kullanan protestoculara karşı sert davranması karşısında, en azından görünüşü kurtarmak amacıyla polis hakkında göstermelik soruşturmalar açan ve sertliği asla savunmayan hükümet mensupları; 8 Mart örneğinde görüldüğü gibi polisin kadın göstericilere karşı gösterdiği vahşice tutumu, Başbakan’ın ve Adalet Bakanı’nın ağzından savunmuş, göstericiler ise en ağır biçimde provokatörlükle suçlanmışlardır. Büyük medya ise bir süre sonra Fransa’dan ve Almanya’dan gösterici döven polis görüntülerini yayınlayarak hükümetle milli dayanışma içine girmişlerdir. - Newroz kutlamaları esnasında Mersin’de yaşanan Türk bayrağının yere atılması ve çiğnenmesi vakasının, ülke çapında bayraklı, büyük ve çok bayraklı ve kilometrelerce uzunlukta bayraklı yürüyüş ve gösterilerle cevaplandırılmasının hemen ertesinde, Nisan ayında bir grup TAYAD’lı, cezaevlerindeki tecriti konu olan bir bildiriyi, üstelik izni de alınmış bir dağıtımdır bu, Trabzon sokaklarında dağıtmak isterken
12
faşistlerin linç girişimine maruz kalmış ve saldırıya uğrayanların kendi anlatımına göre linç girişimi güvenlik güçlerinin gözetimi altında gerçekleştirilmiştir. - Vermek istediğimiz son örnek Bilgi, Sabancı ve Boğaziçi Üniversiteleri tarafından Boğaziçi Üniversite’sinde düzenlenmek istenen “Ermeni Konferansı” ile ortaya serilen tutumlarla ilgilidir. Adalet Bakanı TBMM kürsüsünden yaptığı konuşmada konferansı “arkadan hançerlenmek” olarak nitelendirmiş, halkı tutum almaya çağırmıştır. Bu çağrının “halk” tarafından bir “linç” daveti olarak algılanmaması için bir sebep yoktur. Derken İstanbul Valisi, konferansın güvenliğinin sağlanamayacağı yolunda bir açıklama yapmıştır. Bütün bunlar bırakalım demokratik hak ve özgürlüklerin korunmasını, bu çerçevede üniversitelerin bilimsel özgürlüğünün güvence altında olmasını, yurttaşların can güvenliğinin korunması yükümlülüğünden bile vazgeçmiş bir devlet görüntüsüdür. İstanbul’da 5 bin, 10 bin polisle futbol maçı güvenliği sağlayan devlet, bir konferansın güvenliğini ve haliyle düzenleyicilerin can güvenliğini sağlamaya niyetinin olmadığını açıklamıştır. Daha ne olsun! AB ile ilgili olarak hayal kırıklığı yaşayan ve ümidi kesmeye başlayan AKP Hükümetinin demokratikleşme ve özgürlüklerle ilgili sicili burada resmedildiği gibidir. Peki bunun 12 Eylül faşist rejiminin inşa ettiği devlet yapısından ve siyasi düzenden farkı nedir? Bir fark elbette yoktur. Zaten önceki yazılarımızda işaret ettiğimiz üzere AB’nin üyelik şartı olarak öngördüğü Kopenhag Kriterleri içinde, “tekelci devleti” çözülmeye zorlayan herhangi bir unsur yoktur ve darbecilerini yargılamaya bile niyetli görünmeyen bir ülkeye, “darbecilerini yargılamadan gelemezsin” denmemekte; bunu yapmadan da Avrupa’nın demokratik standartlarına ulaşılabileceği varsayılmaktadır. Eh, Avrupa Birliği de, daha fazla bir şey değildir. AKP’nin Önündeki Yol AKP Hükümeti 2005 yılına dış politikasında ciddi tıkanmalarla başladı. ABD ile ilişkiler Irak’ın işgali operasyonu öncesinden başlayarak kötüleşmişti ve 17 Temmuz 2005 fabrika
AB ve Türkiye İlişkilerinin Geleceği
Aralık’ta da AB’den ne Kıbrıs, ne PKK ile mücadele, ne kalıcı kısıtlamalar, hemen hiçbir konuda anlayış görmemişti. ABD’den, giderek yükseldiği iddia edilen anti-amerikanizme karşı hiçbir şey yapmadığı yolunda eleştiriler yükselmekteydi. Her yıl olduğu gibi 24 Nisan yaklaşırken ABD Başkanı’nın “soykırım” kelimesini kullanıp kullanmayacağı korkusu, AKP Hükümetinin de kabusuydu. Bu eleştirilerin ve 24 Nisan tehdidinin arkasında İncirlik üssünün kullanımına ilişkin yeni Amerikan isteklerinin karşılanması için yürütülen bir tür psikolojik savaşın bulunduğu herkesin bildiği bir sırdı. Türkiye-Amerikan Hükümetleri arasındaki ilişkilerin gergin seyrettiği o günlerde, Recep Tayyip Erdoğanla danışmanı Ömer Çelik arasında geçen konuşma basına sızdırıldı. Hürriyet’te Cüneyt Ülsever’in yazdığına göre, Çelik ABD’nin Suriye ve İran’ı da işgal edeceğini, Türkiye’nin de NATO üyesi olarak islam ülkelerinin Hıristiyanlar tarafından işgalinde rol oynamak zorunda kalacağı, uygun olanın NATO’dan çıkmak olduğu yolunda fikirlerini söylemiş ve Başbakan “düşünelim” diye cevap vermiştir. Bu özel görüşmenin nasıl dinlenmiş olduğu ve Ülsever’e kimler tarafından servis edildiği ayrı konudur. Ancak tesadüfi olmadığı ve profesyonellik gerektirdiği kesindir. Bu hikayenin hiçbir inandırıcılığı olmayabilirdi. Eğer Recep Tayyip Erdoğan daha önce İsrail’i “devlet terörü” yapmakla eleştirmemiş, Felluce’de ölenlerden “şehit” olarak sözetmemiş ve “işgalciye karşı vatan savunmasının meşru” olduğunu söyleyerek “vatanlarını savunanlarla teröristlerin bir tutulmaması” gerektiğini beyan etmemiş olsaydı. Gerçekte bu “sivri” çıkışlar İKÖ Konferansı öncesindeydi ve sistem adına İKÖ’ne müdahale edebilmenin bir gereğiydi. Neticede bu çıkışlardan alınan güçle İKÖ Sekreterliğine bir Türk, Prof. Ekmelettin İhsanoğlu seçildi. Ve bir daha bu çeşit laflar edilmedi. Ama sistemin, İsrail ve ABD’nin zihninde, “NATO’dan çıkma” tavsiyesinin Başbakana fısıldandığı esnada, bu lafların izi durmaktaydı. Cumhurbaşkanı Sezer’den sert uyarılar almaya alışmış görünen hükümete, yeni ve sarsıcı darbe, aldırmazlık edemiyeceği yerden geldi.
fabrika Temmuz 2005
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün Harp Akademileri’nde ve davetli basının önünde yaptığı, içinde “Türkiye’nin ABD’ye, ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacı vardır.” cümlesi de geçen uzun konuşması, tam da bu tablo içinde anlam kazandı. Özkök, TSK’nın Türkiye-ABD ilişkilerinin güvencesi olduğunu söylüyordu. Uluslararası ilişkiler üzerinden kendi varlığını güvence altına almayı ve TSK’nın siyasetteki ağırlığını azaltmayı strateji olarak benimsemiş hükümet, TSK tarafından varlığını dayandırmaya ve güç almaya çalıştığı alanda sıkıştırılıyordu. Durum budur. Güç sisteme sadakatte aranmakta, rekabet o zeminde gerçekleşmektedir. Özkök’ün “Türkiye ne bir İslam devleti, ne bir İslam ülkesidir. Laiklik ilkesi Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan tüm değerlerin kilit taşıdır.” eleştirisi ise, sıkça dillendirildiği gibi, muhatabı ima yoluyla işaret edilen, “iç piyasaya”, hatta “kurum içi”ne yönelik bir tüketim maddesi çeşidinden başka bir şey değildir. Ancak ABD’nin müttefiki olarak daha güvenilir olma yarışının üzerine konularak okunduğunda, hükümetin rahatını kaçırdığı açıktır. Zaten Özkök’ten beş gün sonra, 25 Nisan’da, bu defa Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin türban konusunda hükümeti şiddetle rahatsız eden bir açıklama yaptı. Gazetelerin köşelerinde “Taşlar yerinden oynadı” başlıklı yazılar çoğaldı. AKP Hükümeti yönünü zaten umut kırıklığı yaşadığı AB’den hızla ABD’ye döndü ve bu yönde az zamana üç büyük adımı sıkıştırdı. Orgeneral İlker Başbuğ’un, “TSK’nin aylar öncesinde onay verdiğini” söylediği İncirlik üssüne ilişkin kararname hükümet tarafından bu sırada Çankaya’ya gönderildi. Gerek hükümet, gerekse TSK önemli bir yenilik olmadığını iddia etseler de, kararname Resmi Gazetede yayımlanmadı. Irak’ın işgalinde “tezkere” geçmediği diye hala dizlerini dövenler umutlanabilirler, İran’a ve Suriye’ye yönelik bir emperyalist haçlı seferi düzenlenilirse, Türkiye boğazına kadar pisliğin içindedir. İkinci büyük adım ABD’ye davet edilebilmek için yapılması zorunlu İsrail gezisidir. Mayıs ayında büyük basının “Başına Kippa takacak mı, takmıyacak mı?” zevzekliği
13
AB ve Türkiye İlişkilerinin Geleceği
ile ele aldığı İsrail gezisi gerçekleşti. İsrail’e karşı, TC tarihinde hiçbir Başbakanın kullanmadığı ağır ifadeler kullanan; fakat bu lafların mürekkebi kurumadan soluğu İsrail’de alan bir fenomen olarak Recep Tayyip Erdoğan tarihe geçti. Siyonistler Erdoğan’ın performansından memnun kaldılar ve ABD için vize verdiler. Bush kendisini İsrail gezisinin hemen ertesinde ABD’ye davet etti. Amerika’nın Büyük Ortadoğu’daki kapısının İsrail olduğu bir kere daha ortaya kondu. Bu arada ABD’nin Ankara Büyükelçileri arasında en sömürge valisi edasıyla konuşma heveslisi olan Edelman’ın ülkesine dönüşü öncesinde belki hiçbir büyükelçiye nasip olmayan şekilde, Başbakan ve eşinin büyük yakınlık gösterileriyle uğurlanmasını da kaydetmek gerekir. Üçüncü ve en büyük adım ABD gezisi oldu. Amerika’ya bağlılık konuşmaları yolda başladı. Erdoğan Türkiye’deki Amerikan karşıtlığının kaynağını uçakta açıkladı: “Maalesef CHP Amerikan karşıtıdır!...” Bush ile görüşmede ise ABD’nin “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ne” Türkiye’nin desteği sunuldu. Bu kadar mı?.. Hayır !.. Başbakan Erdoğan, “ABD’nin küresel konumu ve gücünün dünya için önemli bir fırsat olduğunu” savundu ve “ABD dünya ile ilgilenmeye devam etmelidir” dedi. (Hürriyet, 11 Haziran 2005) Erdoğan’ın bir siyasi figür olarak tarihi önemi bir tarafa; Türkiye’deki siyasal islamcılığın sonu budur. Nerede Mehmet Akif Ersoy’un, nerede Ömer Muhtar’ın, nerede Abdülkadir’in, nerede Cezayir direnişçilerinin islamcılığı, nerede daha dört yıl önce “Haçlı seferi” başlattığını ilan eden; üç yıl önce sabah ezanı okunurken Bağdat’ı bombalayan; Felluce’yi müslümanların başına yıkan, Guantanamo’da Kur’an sayfalarını tuvalete atan Amerikan emperyalizminin başkanı Bush’a “daha fazlasını yapmalısın. Biz de yanında saf tutuyoruz.” diyenin islamcılığı... Mehmet Akif’in, Ömer Muhtar’ın, Abdülkadir’in, Cezayir direnişçilerinin islamcılığı, sömürgecilerin zulmüne karşı, mazlumların, müstezafların bir sığınma yeri; tutunacakları bir dal; düşmanla savaşmaya yarayan bir silahtı. Sultan Abdülhamit’in desteklediği islamcılık da buydu. Bunlarınki Kahire’deki İngiliz sömürge valiliğinin, Lawrence’lerin, müslümanları Osmanlı’ya karşı savaştırmak için icat ettikleri
14
“islamcılığın” devamıdır. Türkiye, eğer başında AKP hükümeti olacaksa, ABD ile birlikte komşularına karşı savaşmaya sadece hazır değil; heveslidir!.. R. Tayyip Erdoğan’ın ABD gezisinin ilk ve turnusol kağıdı gibi ayırdedici sonucu şudur: Gazeteci Hüsnü Mahalli Yeni Şafak gazetesinden, daha gezi sona ermeden kovuldu !... Bu arı gibi çalışkan Arap yurtseverinin Türkiye’deki İsrail’le ve Türkiye’deki Amerikayla savaşımı için mevzi mi yok !...Yeni Şafak, bu telaşlı kovma gayretiyle, kendi içindeki Doğu’yu, mazlumu, siyonizme ve emperyalizme karşı direnişi, artık ne kadar idiyse kapının önüne koymuştur. Ruhunu paketleyip teslim olanların eline ne geçer? Bakalım ne geçmiş: - Irak’taki PKK varlığına karşı Türkiye operasyon yapamıyor, ABD izin vermediği için. ABD ise operasyon yapmıyor, bölgedeki en sadık müttefiki olan Kürtleri gücendirmemek için. Erdoğan dahil, geziye katılan Orgeneral Başbuğ da, Abdullah Gül de bu konuda kalepkar oluyorlar; ancak ABD sadece PKK’dan 150 kişinin adını Irak’taki “arananlar” listesine dahil ediyor. Yani sonuç sıfır. - Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürdistan kurulmasın !. Türkiye adına en güçlü biçimde istenenlerden biri de budur. Önceden “kırmızı çizgiler” vardı. Artık unutuldular. Şu anda ABD’nin de gündeminde olan bir bağımsızlık sözkonusu olmadığı için, “tabii, tabii..” denilmiştir. - Kıbrıs’ta izolasyonların kaldırılması için yardım isteniyor. Bu alanda bir kaç sembolik adımı Amerikan tarafı atmıştı, yenilerini de atabilecekleri anlaşılıyor. Buna karşılık Suriye ile ilişki geliştirme gayretlerinden yan çizilecektir. İran’a karşı ABD ile birlikte kararlı bir tutum alınacaktır. Başka?... AKP’nin kendi tabanının islami hassasiyetlerini okşamak için yaptığı çıkışlar artık unutulacak, buna mukabil yeni fiyakalar yapılmayacaktır. Yani, Şeyh Yasin’in vurulması üzerine edilen “İsrail devlet terörü yapıyor” lakırdısının benzeri artık akıldan bile geçirilmeyecektir. Keza “Felluce’de şehit olan kardeşlerimiz” veya “Vatanını işgalciye karşı savunanlar” gibi bir dil tamamen unutulacaktır. Eğer ille de fiyaka yapılacaksa, “ABD ile stratejik ortaklık ilişkimiz var” türünden laflar edilecektir. Temmuz 2005 fabrika
AB ve Türkiye İlişkilerinin Geleceği
AKP, Amerikan yönetimiyle arasındaki problemleri bu çerçevede çözmüş görünüyor. Bundan sonra tabanın islami hassasiyetlerini okşamak gerekiyorsa, bu türbanla, imam hatip liseleriyle, Kur’an Kursları ile ilgili; yani zülf-ü yare dokunmayan mevzularda olacaktır. Kafa tutulacaksa, delikanlılık yapılacaksa İsrail’e veya ABD’ye değil; CHP’ye, Yargıya, YÖK’e ve haliyle Cumhurbaşkanı’na yapılacaktır. AKP’nin önündeki yol budur. Ve o yolda yürünmektedir. Türkiye/AB İlişkileri Ne Oldu? AB’nin geleceği belirsizdir ve Türkiye’nin AB üyeliği ihtimali sıfırdır. Bu bilgiler kesinlik kazandığında, o güne kadar telaffuzu bile “vatana ihanet” sayılan “imtiyazlı ortaklık” için toplumu “ısındırma” gayretleri uç verdi. Emekli Büyükelçi ve Radikal yazarı Gündüz Aktan ilk fişeği çaktı. “Chirac’a yakınlığıyla bilinen bir düşünce kuruluşunun başkanıyla görüştüm. Kendisini imtiyazlı ortaklık konusunda olağanüstü hazırlıklı görmek beni şaşırttı.” şeklindeki girizgahtan sonra şunları geliyor: “Üyelik müzakereleri 15-20 yıl sürecek; sonucu da belli değil. Oysa imtiyazlı ortaklığı gecikmeden oluşturmak mümkün. Kaldı ki, Türkiye’nin tam üyelikten vazgeçmesi de gerekmiyor. İki paralel müzakere süreci yapılabilir. Türkiye, Avrupa savunma ve güvenliği konusunda oy hakkına sahip olarak Savunma Bakanları Komitesi’ne üye olur. Türkiye’ye tam üyelik sürecinde ne kadar ekonomik yardım sağlanacaksa imtiyazlı ortaklık için de ona yakın bir meblağ sağlanır. Türkiye, üretim maliyetlerini büyük ölçüde arttıran AB standartlarını uygulamaktan kurtulur. Bu sağlık, çevre ve işyeri standartları, yeni 10 üyenin GSYİH’lerinin yüzde 34’üne ulaşmıştı. Türkiye için bu meblağ yaklaşık 9-12 milyar dolar olacak. Özel sektörün ödeyeceği, istihdam yaratmayan, belki de istihdamı azaltacak olan bu masraflar yüzünden, yeni üyelerin hangi sektörü müzakere edilirse, o sektör AB üyeliğine muhalif hale gelmişti. İmtiyazlı ortaklıkta sınırlarımızın korunması için birlikte önlemler alındıktan sonra Türklere karşı vize uygulaması
fabrika Temmuz 2005
yumuşatılacak. Konunun asıl cazip yönü, şimdi artık birer şart haline gelmiş olduğu için bizden tek yanlı ödün beklenen Kıbrıs (ve daha sonra Ege) sorununun AB gündeminden düşecek olması. Muhatabımız imtiyazlı üyelik (ortaklık diyecekken, aşırı ağız sulanmasından dolayı dil sürçmesi oluyor. z.t.) müzakere sürecinde Kıbrıs Rumları ve Yunanistan’ın veto hakkına sahip olmayacağını veya veto kullanmalarına izin verilmeyeceğini söylüyor. Tabii Ermeni soykırım iddialarının da esamisi okunmayacak ve Kürt sorunu Kopenhag siyasi kıstası niteliğini kaybedecek.” (Radikal 19.5.2005) Kısaca şöyle oluyor: Türkiye hiçbir şey kaybetmiyor, ama her şeyi kazanıyor. Beklemek yok. Hemen. Savunma ve güvenlikte tam ortaklık. Yani Türkiye halkıyla ve komşularıyla başbaşa kalınmıyor, korkacak bir şey yok. Ekonomik yardım hiç alınmayacaktı, çünkü AB’de böyle bir para kalmamıştı. Miktar belirtilmiyor ama aynı meblağ olacak, yani sıfır avro. Vahşi kapitalizme ve yağmaya devam ediyoruz. Çevre, sağlık ve işyeri standardını unutuyoruz. Kayıtdışılık, kuraldışılık, çevreyi mahvetme işlerinde kimsenin eli tutulmayacak. Vize işleri yumuşuyor. Bir Türk başka ne ister?.. Kıbrıs’ta çözüm yok. Ermeni soykırım iddialarının esamisi okunmuyor. Kürtlere kafamıza göre takılıyoruz. Her zaman olduğu gibi... Kopenhag kıstası falan dinlemiyor, basıyoruz odunu... Daha ne olsun !... Türkiye hakim sınıflarının rüyasını, elin Fransızı çözmüş. O rüyayı Gündüz beye anlatıyor, O da yazıyor. İki gün sonra Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök imtiyazlı ortaklık “hiç fena değilmiş” diye yazdı. İlter Türkmen 28 Mayıs’ta “hayal gücü ile milli sorunları çözmek mümkün değildir.” diye yazdı uyardı. Burada önemli olan şudur: Türkiye hakim sınıflarının farklı kesimlerinin sözcülerinin AB üyeliğine can-ı gönülden taraftar olanları da, AB üyeliğine şiddetle karşı çıkanlar da, mesafeli duralım diyenler de, gene Gündüz Aktan’ın aşağıda yeralan veciz ifadesine katılırlar: “Bugünün dünyasında, AB üyeliğimiz ve komşularımızla ilişkilerimizin ötesinde, Amerika ile güvenlik ve savunma alanında stratejik işbirliği içinde olmaya mecburuz.”
15
AB ve Türkiye İlişkilerinin Geleceği
Cümledeki “bugünün dünyası” ibaresi bütün zamanları içine alır. Amerika’nın yerine ise sözkonusu dönemin en büyük emperyalistinin adını koyabilirsiniz. Daima en büyük emperyalistin “stratejik ortağı” olma hayaliyle; her türlü emperyalist bloklaşma içinde yeralacaklardır. Kendilerini, sınıf olarak başka türlü güvende hissedemiyorlar. AB üyeliği, Amerika ile iyice bitiştikten sonra gündeme gelir. Orada da “güvenlik alalım, güvenlik hizmeti verelim. Ticaret olsun, para gelsin.”den sonra, “Ama demokrasi, özgürlük muhabbeti olmasın, kapitalizmimize çeki düzen vermek mecburiyeti ortaya çıkmasın; mümkünse işkenceydi, iç savaştı, solculara süresiz gözaltı, yargısız infaz, her türlü muhalefet akımına faili meçhul vb. işleri mevzu olmasın, kalbimiz kırılmasın.”. Budur. Bütün “ulusalcılık/ milliyetçilik” afur/tafuru da, devletin kendi halkına yaptığı ve yapacağı gaddarlıkların, bir iç iş, “ulusal egemenlik işi” kabul edilmesinden ibarettir. Üstüne bir de Ermeni meselesi unutulacak, Ege’de, Kıbrıs’ta her şey istediğiniz gibi olacak kaymağı konulunca, bu ekmek kadayıfına bizimkilerin hiçbir kesimi dayanamaz. Acaba Kıbrıs’a dış dünya karışmayacak olsa, bırakalım çözüm çabalarını, Annan planını, acaba M. Ali Talat’ın ve CTP’nin iktidarda kalması kaç gün daha mümkün olabilecektir? İmtiyazlı ortaklık üzerine toplumu bu fikre ısındırmak için yapılan spekülasyonların ne gerçekliği, ne de önemi vardır. 3 Ekim’de müzakereler başlayabilir ve bir süre sonra tıkanmalar başgösterir. Türkiye’de AB’de ve AB ile işler yolunda gittiği sürece etkisi büyük olan ve daha rasyonel bir kapitalizm, daha standartları yüksek bir demokrasinin elde edilmesinde bu süreci kritik bir imkan olarak gören, esasen çok geniş olmayan bir çevrenin sesi biraz zayıflar. Türkiye demokrasi güçlerinin bu sürecin dışında bedelini kat kat ödedikleri, ama çözülmeye başladığını bu süreç içinde ve bu sürecin katkısıyla gördükleri kimi sorunlar etrafındaki kazanımların bir anda buharlaşması gündeme gelir. AB karşıtlığında MHP ve İP ile yarışmaya çıkan çeşitli “sol”cuların, bugüne kadar üstünde tepindikleri kimi kazanımların da bu arada “meğer kazanılmamış” şeyler olduğu ortaya çıkabilir.
16
AB ilişkileri, Başmüzakereci Babacan tarafından, çok büyük ölçüde teknik bir süreç olarak ite kaka götürülür. Tıkandığı yerde, gene teknik çözümler aranır, bulunur, yeniden tıkanıklıklar yaşanır vb.vb. Önemli olan bu sürecin, hali hazırda bir iktidar gücü ve korunma yaratma kapasitesinin kaybolmuş olduğudur. AKP eğer, bir iktidar ve korunma zemini olarak ABD ile arayı düzeltecek ve bu çerçevede komşularımıza yönelik askeri operasyonların ortağı olacaksa; sadece İsrail ve ABD ile değil; TSK ve onun hassasiyetleriyle ters düşmemeye de özen göstermek zorunda kalacaktır. Çünkü o mecrada silahlı güçlersiz siyaset olmaz. AKP bu öngörüyü ve kıvraklığı gösterebilirse, bütünlüğünü ve iktidarını koruyabilir. Yok değilse, ABD-İsrail aksının Kopenhag kriteri benzeri kriterleri yoktur. Bu cephenin demokrasisi, seçim yapmak ve Amerikan çıkarlarıyla uyumlu adamları sandıktan çıkarmaktır. Kriterler budur ve bizde askeri darbe yapanların ilk açıklamalarında hep “demokrasinin” korunması ihtiyacı bir meşruiyet sağlayıcı olarak dillendirilmiştir. Herkesin bir yol ağzına doğru ilerlediği bir dünya konjonktürünü yaşıyoruz. Ve “herkes” ikiye ayrılıyor: Konjonktürün farkında olanlar ve konjonktürün farkında olmayanlar.
Temmuz 2005 fabrika
Kelebekler, Kuşlar ve Komünistler Üzerine
Orhan GÖKDEMİR
İyi çocuklardı, öyle hatırlıyorum. Yalçın Küçük’ün eteklerinde yetişmiş olmakla birlikte, civarda pek görünmüyorlardı. Solculuk yapmak için erken, Marksist olmak için tehlikeli zamanlardı. Çıkardıkları bir dergi vardı; Yalçın Bey “Kelebek” diyordu. Ne merak ettim, ne de ilgilendim. Benim eksikliğimdir. Bu “Kelebek” ile, bizi, Toplumsal Kurtuluş ekibini uzun hücre hapsinden sonra Ankara Merkez Kapalı’ya tıktıklarında bir kez daha karşılaştım. Yalçın Küçük’ü ve bu arada “bizi” eleştiriyorlardı. Ayrıntılarını çok iyi hatırlamıyorum ama Yalçın Bey’i ayırıp içerideki bizlere “küsurat” dediklerini not etmişim. Bu zor zamanlarda yanımızda olması gereken bu çocukların hangi nedenle ve ne tür bir hırsla arkamızdan küfür ettiklerini anlayamamıştım; hala anlamıyorum. Sonra bir gün, Cağaloğlu’nda çalıştığım büroya Aydemir Güler geldi. Parti kurmak ve program tartışmak istediklerini söyledi. Elindeki program taslağını bıraktı. Yazılı olarak ileteceğimi belirttim. Bunu bir katılma çağrısı olarak algılamış ve memnun olmuştum. Aydemir kardeşimin ziyaretinin akşamı oturup program hakkındaki görüşlerimi yazdım. Sabah, Aydemir ve arkadaşlarının parti kurdukları haberini aldım. O yazıyı, şimdi bir kez daha yayınlama gereğini duydum. Ektedir. Sonuncu “Kelebek” vakası, Komünist Partisi Girişimi’nin bir Ankara toplantısı sırasında yaşandı. Partiydiler, haber gönderip görüşmek istediler. Görüşmede, girişimimizin AB’ye uyum sürecinde Komünist Parti yasağının kalkaması beklentisi ile ilgili olup olmadığını sordular. Parti isminde
fabrika Temmuz 2005
Komünist kelimesinin olup olmamasının o kadar önemli olmadığını söylediler; girişimle ilişki geliştirmek istediklerini beyan ettiler. (Toplantıların tutanaklar elimizdedir) Görüşmeler sürerken, bir sabah “Komünist Partisi” oldular. Bir “ahlak” ortaya çıkıyor ve yazdıklarım bu ahlakı ortaya çıkarmak içindir. Yalçın Küçük’ün “Kelebek”i şimdi “Kuş” olmuştur... TKP adını, “Türkiye Kuşlar Partisi” olarak açmamızın, bu ahlak sergisinden sonra uygun olacağını söylemek durumundayım. Bu ahlakla nasıl komünist olduklarını anlamamız mümkün değildir, ortaya çıkan budur. Ama suçun büyüğünün bizde olduğunu da eklemeliyim; bu ülkenin komünistleri, “beceriksizliklerinden” partilerini kurda kuşa yem etmiştir. Bir Komünist Partisi Girişimi Meclisi üyesi olarak ben de suçlular arasındayım. Yapamadığımız için şimdi kelebekler ve kuşlarla uğraşıyoruz. Suçumuzun en büyük cezası olarak görüyorum... Bu yazı, aynı zamanda bir ceza çekme yazıdır. Bizimkisi ayrı; Bir de “K”yı “Komünist” sananlar var. Ne yazık ki, “K”nın kuş olduğunu bir takım düşük “Kral”lara anlatmaya gücümüz yetmemiştir. Krallar tebaalarıyla birlikte bunlara gitmiş ve kuşları üstlerine başlarına pisletmişlerdir. Beceriksizliğimizin büyük bir kısmı bu yeni kuş ve eski krallardan kaynaklanıyor. Ne yazık ki, bu iki “ahlak”tan bir yeni ahlak çıkarmak mümkün değildir. Bunları bilmekle birlikte, yanıt için beklememizi yanlış anlayanlar olduğu görülüyor. Temizlik gereğini hep hissediyoruz ve
17
Kelebekler, Kuşlar ve Komünistler Üzerine
deyim yerindeyse “işi ağırdan almamızın” bir nedeni var. Tasfiyecilerle, hırsız kargaların çekişmesinde taraf olmak vardı işin ucunda… Gecikmiş bir cevap yazma gereği, bu ağır tablodan doğuyor. Borçlar birikmiştir ve “Kelebek”in 83. Sayısında Erkin Tufan Özalp’in yazısını toplu borç ödemesi için vesile yapıyoruz. Dilerim, sonunda hesap kapatılmış olur. “Postmodernist Bir Marksistin Aydınlanma ve Avrupa Düşmanlığı”; Kelebek’e göre bu düşmanlığı ben yapıyorum. “Aydınlanma Tarikatı”nı okumak zorunda kalmış olduklarını anlıyorum. Kızmaları ve sert olmaları yerindedir; yerlerinde olsam aynı tepkiyi gösterirdim. Bir Marksist olduğum, hadi onların deyimiyle “Postmodernist bir Marksist” olduğum doğrudur. “Anlam”da anlaşmak kaydıyla, bunların bana söylenmesinde bir sakınca yoktur. “Özalp” kardeşimizi daha da rahatlatayım; düşmanlık lafı biraz abartı içermekle birlikte, “benim” Avrupa’ya ve Aydınlanma’ya eleştirel yaklaştığım açıktır. Bunların fazlası var ve eksiği yok. Fazlası şu; bu tavır “Orhan Gökdemir”in değil, Fabrika dergisinin tavrıdır. Son beş yılda, bu tartışma Fabrika’da yürütülmüştür ve bu dergi ile Komünist Partisi Girişimi Meclisi’nin ayrı tutulamayacağını herkes biliyor. Bu durumda, beş yıl önce de, STP’yi kurarken de yanlış yere gelmiş olduklarını anlıyorum. İnsan, parti olacaksa, gittiği yere bakar: Arap alfabesiyle yazmıyoruz, yazılanları okur, ona göre bir yön tayini yapar. Biz bu arkadaşlarımızı bir kez daha şaşırtalım. Avrupa ve Aydınlanma eleştirisi bir yana, Fabrika dergisi, aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa coğrafyasındaki birliğe katılmasından yana da irade beyan etmiştir. Bizim için bu, elbette Avrupa’yı bütünüyle sindirmek anlamına gelmiyor. Fabrika, bütün ırkçılıklara olduğu kadar Avrupa ırkçılığına da karşıdır. Fabrika, halkların birleşmesi ile devletlerin birleşmesi arasındaki farkı çok net bir biçimde çizmiştir ve eninde sonunda Avrupa ile de birleşileceğinin farkındadır. Avrupa ile birleşeceğiz ve kapitalizmin yarattığı bütün kirliliklerle hesaplaşacağız. Dolayısıyla bizim için, Avrupa’yı, Aydınlanma’yı, Modernizmi, İlerleme’yi tartışmadan Avrupa ile birleşmek bir ham hayaldir. Bunları tartışmak ise elbette Asya’yı, Oryantalizmi, Postmodernizmi ve Azgelişmişliği tartışmayı zorunlu kılıyor. 15 yıl önce de bu “Kelebek”çi dostları uyarmıştım; hiçbir şey olmamış gibi davranamayız. Sovyetler Birliği yıkılmıştır; “1992 yılı itibarıyla, yeni sosyalizm programları geleneği yardıma
18
çağıramaz. Artık, eski kostümlerle bir yeni oyunu sahnelemek mümkün değildir. Dünyanın bu coğrafyasında yaşayan devrimcilere bundan böyle ‘gelenek, gelenek’ diye türkü söyleyen ‘Sütçü Tevye’ rolünü biçmek hiç mümkün değildir. Kriz dönemleri hep devrimcidir ve direnmek boşunadır.”(Orhan Gökdemir. İnsan ve Doğa. s.110.) Şimdi daha ilerideyiz; Sovyetler yıkılmıştır evet ama daha kötüsü, “Aydınlama” da yıkılmıştır. Tarihin bildiği bir tek aydınlanma var ve dolayısıyla “Burjuva aydınlanmacılığının tükenişi” ve “Sosyalist aydınlanmacılığın artışı” gibi bir durum da ne yazık ki başgöstermemektedir. Bunlar Kelebek’te var ve olanlardan Kuşlar Partisi’nin bir aydınlanma yapma planı içinde olduğunu anlıyoruz. Aydınlanma, ne yazık ki bir partinin “planlı” çabalarının sonucu olmamıştır. O, kilise ile heretik tarikatların savaşının gayri meşru çocuğudur. Olduğunu varsaysak bile yine de bir uygunsuzluk var. “Kuşlar Partisi” bu işte olsa olsa “Kilise” ile eşleştirilebilir. “Kelebek” işte bu yüzden bizi solun Ortaçağı’na davet edip durmaktadır. Ama elbette, bu gerçek, “Kelebek”in “Sosyalist aydınlanmacılığı”na engel değildir. Sizinkinin farkı ne? Hiç! Hiçten ne çıkar? Başına sosyalist ekleyince, aydınlanmanın ışığı bizden yana akmıyor. Kapitalizm ile birlikte ortaya çıkmış bu zihniyet, bizim tarafa firar etmiyor. “Hiç” üzerine oturtulmuş aydınlanma severliğin sonu, bu imkansızlık yüzünden eninde sonunda kapitalizm severliktir. İşte bu yüzden, “...insanlık tarihinin kapitalizm öncesi döneminin ‘karanlık’ bir dönem olarak nitelendirilmesi, bugünden bakıldığında hiç de yanlış değil”(Gelenek. s.3)miş gibi görünüyor. Oysa, o aydınlanmanın piramitleri yaratan uygarlığa bakışı, sizinkinden oldukça farklıydı. Onlar, medeniyetin merkezinin Mısır olduğuna ve bilgeliğin orada kaybolduğuna inanıyorlardı. Aradıkları “Mısır bilgeliği”dir. Öte yandan, kapitalizmin herkesi aydınlattığı tezi de utanmaz bir yalandır. Avrupalılar İ.S. 17. yüzyılda köle ticareti için birbirini yerken, İ.Ö. 4. bin yıldan bu yana piramitlerin inşasında köle çalıştırılmamıştır. Kapitalizmin yaptığı olsa olsa “her ilerlemenin görece bir gerileme anlamına geldiği çağ”ın kapısını aralamış olmasıdır. Avrupalılar cahildiler, dünyayı yağmalaya yağmalaya ve dünyayı yeniden yağmalamak için öğrendiler. Ve Mısır’ın kutsal yazısı vardı evet, yalnızca rahipler bilirdi evet, ama bir de halk yazısı vardı. 4 bin yıl hüküm sürmüşler ama Nil’i yok etmeyi becerememişlerdir. Dünyanın bilgi merkezi olmuşlar ama kendi toprakları dışındaki halkları sömürgeleştirmemişlerdir. Temmuz 2005 fabrika
Kelebekler, Kuşlar ve Komünistler Üzerine
Sadece kapitalizmin “aydınlattığı” gibi kibir dolu bir söz bizim değildir... Kibir yersizdir ve kompleks gereksizdir. Bu kompleksi yıkmak için de aydınlanmayı ve ilerlemeyi tartışıyoruz. Ve elbette Avrupa merkezciliği de... Söylediğimiz şudur: Kapitalizm bitmiştir, aydınlanması da... Ve biraz daha ilerlerse, insan soyunun yok edileceği artık bir sosyalist kehanet de değildir. Bunları Özalp kardeşimizin yazısına karşılık olarak yazmıyoruz. “Kelebek” “aydınlatma” yapmaya karar vermiştir ve giriş yazısında bunlar vardır. Kapitalizme övgü, varacağı yere varmış Kemalizme övgü olmuştur. Açmaya gerek yok, girişte var ve şudur: “Osmanlıca, neden anlaşılmaz bir dildi? Çünkü halkın bu dili anlaması istenmiyordu. ‘Saray dili’nin, daha doğrusu devlet dilinin halk dilinden ayrıştırılması, son derece bilinçli bir tercihtir. Bilgisiz halk kolay yönetilir.”(Gelenek. s.3) Güzel ama sorularımız var. Artık Osmanlıca konuşulmadığına göre, demek halkımız kolay yönetilmiyor. Bilinçli bir tercih olduğuna göre, demek Osman torunlarından biri bu işi planlamış oluyor. Ama asıl trajik olan şu; Osmanlıca neden anlaşılmaz bir dil olsun ki? Arap elifbası kullanmak dışında bir sıkıntı yok. Bu Kelebeklerin bir kısmı TÜSTAV’a üye. Hızlandırılmış Osmanlıca kursları var, iki ayda öğrenmeleri mümkündür. İnsan yazmadan önce sağına soluna bakar, öğrenmek kolay mı zor mu öğrenir. (Meraklısına bir de not; Türkçe bugüne kadar 20’ye yakın alfabe ile yazılıp okunmuştur. Bir problem yaşandığını tarih not etmiyor. Ama Osmanlıca’dan Latin elifbe’sine geçtiğimiz gün bütün toplum cahil olmuştur. Mustafa Kemal neden baş öğretmen oldu sanıyorsunuz?) Osmanlıca sorunu bir yana sonuçta nasıl sosyalist sosyalist aydınlanacağız?.. Latin elifbesi de sorunu çözmediğine göre? Bu arkadaşlar kendilerini 1920’li yıllarda sanıyor. İşin kolayını da bulmuşlar; arap elifbesini atıp, koyuyorsunuz yerine Latin alafbesini, oluyor size aydınlanma. İnsan şüpheleniyor, sosyalist aydınlama da onu atıp yerine Kiril elifbesi koyacak diye! Peki nasıl olacak bu işler? Kelebek’ten izleyelim: “Burjuva aydınlanma süreçlerinin tümünün yarım kalmış ve bunları restorasyon dönemlerinin izlemiş olması boşuna değildir. Tıpkı eski Yunanistan’da ya da Ortaçağ Avrupası’nda olduğu gibi emperyalistkapitalist dünyada da, insanlığın bilgi birikiminden ve kültürel mirasından yararlananlar ve bunlara katkıda bulunanlar, çok küçük azınlıklardır. Geniş kitlelerin payına ise, sistemli bir şekilde üretilen
fabrika Temmuz 2005
cehalet ve kültürsüzlük düşmektedir.”(Gelenek. s.910.) E, hani kapitalizm bizi aydınlatmıştı! Olmamış demek! “Sosyalist aydınlanmacılığın temelinde, emekçilerin, her türden gericiliğe karşı harekete geçirilmesi vardır. Emekçilerin mücadelesine yaslanmayan her türden aydınlanma hareketi yarım kalmaya mahkumdur.”(Gelenek.s.10.) Olsun da, yarım kalsın! Kuşlar cephesinde vaziyet budur. Özetle emekçiler harekete geçecek, oluşan enerji ile sosyalizmin ampulü yanacak ve aydınlanma olacaktır. Kağıt üzerinde iyi durduğu görülüyor. Bu aydınlıkta, hem modernize olacağımızı, hem de ilerleyeceğimizi anlıyorum. Fabrikalar kuracağız, dereleri, gölleri, denizleri kirleteceğiz, çalışmayı bir “hak” olarak görüp insanları fabrikalara süreceğiz, az çalışana az, çok çalışana çok ücret vereceğiz, bütün toplumsal yapıları dağıtıp, onları birer kişi olarak beton silolara dolduracağız, mümkünse 15 gün tatile gönderip bitişik nizamda denize girmelerini sağlayacağız, en girişken olanlarına parti kimliği vereceğiz... Bir “program” var, bunu çok uzun zamandır biliyoruz ve izliyoruz. Bu “programa” başkaldıranların, nasıl susturulduğunu da duymaktayız. İpuçları yıllar önce verilmişti ve “aydınlatma” programının ne anlama geldiğinin uyarısı da yıllar önce yapılmıştı. Masonik örgütler kurup, muz cumhuriyetinin darbe programlarıyla yola çıkarsanız, gün gelir herkesi aydınlatacağınıza da inanmaya başlarsınız. Aydınlatamıyorsanız, dünkü yoldaşlarını sopayla hizaya getirmekten hicap duymayan, boynuna ip takıp sürükleyerek aşağılamaya çalışan kasları gelişmiş ama aklı kıt kalmış aydınlanmışlarla bir güzel parlatırsınız. Bu “meslekte” 60 yılını çoktan doldurmuş Sırrı Öztürk’ü tehditle nasıl parlattıklarını biliyoruz. Diğerleri hakkında konuşmak ise bize düşmez. Yalnız, Özalp kardeşimin, kendi dergisinde yazan Metin Çulhaoğlu’na hak olan aydınlanma ve ilerleme eleştirisini nasıl olup da Orhan Gökdemir’e yasaklamaya kalktığını anlamak mümkün değildir. Programınızda var, biliyoruz, kişisel hayatlarımızı denetlersiniz, ceza yasalarını işletip bizleri hapishanelere atarsınız, hatta savaş çıkarıp bizi idam da edersiniz. Belki çalışma kamplarına gönderip “çalışma hakkı”mızı kullandırmaya da kalkarsınız. Ama önce iktidar olmalısınız. Bunun dışında bize gücünüzün yetmesi mümkün değildir. Özalp kardeşim Yalçın Küçük’ü okumadığını söylüyor, beni de okumayarak cezalandırma hakkı
19
Kelebekler, Kuşlar ve Komünistler Üzerine
vardır. Ancak, Özalp kardeşim “Aydınlanma Tarikatı”nı okumuş olduğuna göre bu fırsatı da kaçırmış oluyor. Bu kadar! Şimdi gelelim cevaplara: 1. Erkin Tufan Özalp’in tersine, Yalçın Küçük’ün her okuduğunu okumaya çalışıyorum, okumadıklarını da okuduğumda mutlu oluyorum. Bazı kayıtlarım saklı olmak üzere, bir zamanlar onun öğrencisi olduğum için mutluyum. Ama benim Yalçın Küçük tedrisatım, Özalp’in ağabeylerinin yanında bir hiç kalır. 2. Marksizmin Avrupa-merkezciliğin etkisi altında olduğunda ısrarımı Özalp’in okuduğu kaynak dışında da sürdürdüm. Daha geniş bilgi almak istiyorsa, Fabrika’nın 59. Sayısındaki “Helonofil Marksizm” yazısını şiddetle öneririm. 3. Ben hiçbir yerde bir “Yahudi komplosu”ndan söz etmedim. Yalçın Küçük’ün de söz ettiğini sanmıyorum. Ancak Avrupa’nın kendisi, kendi medeniyetini bir “Yahudi-İngiliz” medeniyeti saymaktadır. Anglo-Sakson dünyada, Yahudilerle kurulan ittifakın tarihi “Aydınlanma Tarikatı”nın son bölümünde var. Erkin Tufan Özalp kardeşim bu konudaki edebiyatı izlemek istiyorsa internete başvurmalıdır. 4. Ancak, Erkin Tufan kardeşimin “bizim” Yahudi sorununa değinen yazılarımızda, Marx’ın da Yahudi olduğundan yola çıkarak bir eksiklik bulması ayıptır. Okuma yazması varsa, bu konuda bir dikkat eksikliği olmalı. Ben kendi adıma, Marksist yazın içinde “Yahudi Sorunu”nuna çok önem veririm. Ve kendimi bu konuda ondan daha radikal görmekten utanırım. Özalp kardeşime “Aydınlanma Tarikatı” ile birlikte beş vakit “Yahudi Sorunu” öneriyor ve acil şifalar diliyorum. 5. “Tarihsel ilerleme fikrini gözden düşürmek” suçunu işlemişsem inkar etmem. Fakat itiraf ediyorum, ben yapmadım! İlerlemeyle ilgili kuşkunun sorumlusu, Avrupa kapitalist sisteminin ta kendisidir. Daha fazla bu şekilde “ilerlersek” sonucun bir felaket olacağı bizden çok Avrupa tarafından dillendirilmektedir. Ben yapmadım!
20
6. Avrupa ırkçılığı meselesi “Mısır”dan kaynaklanmıyor. Tam tersine o kitapta, Avrupa ırkçılığı ortaya çıktığı için Mısır’ın gözden düşürüldüğü yazılıdır. Bir daha okumasını öneririm. Özalp kardeşim “Asıl kaynak” olmasaydı ne olurdu diye soruyor; Vallahi en azından Masonluk olmazdı. Aydınlanmanın asıl kaynağı o örgüttür, bilesiniz. Rönesans dönemi Avrupası’nda Hermetizm’i keşfedenlerin “revizyonist” olup olmadıkları ise benim sorunum değildir. Muhtemeldir ki Özalp kardeşimin dediği gibi buldukları Hermetik metinleri “işlerine geldiği gibi” yorumlamışlardır. Fakat, bu yöntemi ben yine de Kelebekçi Hermetiklere önermiyorum. İşinize geldiği gibi yorumlasanız da hermetizm hermetizmdir. 7. Kuşlar Partisi’nde “Yahudi Sorunu” ve “Avdetilik” konusunda bir hassasiyet olduğu saptaması bana ait değildir. Ancak isabetli bir saptama olduğunu da teslim ediyorum. Bununla birlikte önce Yalçın Küçük söyledi, dolayısıyla Özalp kardeşimin cevap hakkını önce ona kullanmasında fayda var. Biz bilsek bile, bu tür sırları ifşa etmek yanlısı değiliz. Erkin Tufan Özalp adı da “onomastik” açıdan elastik bir vaziyet arz etmektedir. Biz Yalçın Küçük’ün yalancısıyız. Elçiye zeval olmaz.... Ancak biz, Kuşlar Partisi’ni “Sebatayist etkiye açık” olduğu için değil, kuş olduğu için eleştiriyoruz. 8. “Aydınlanma Tarikatı”ndaki fizik yazısının Özalp kardeşimi niye bu kadar kızdırdığını anlamadım. Ne yazık ki geçen yüzyılın başından bu yana fiziğin kendisi bir “ilerleme” kabızlığı çekmektedir. Arada, fizikteki “ölçme sorununa” ait tezleri, gerçekliğe ait sanan salaklar olmuştur. “Göre gerçek” dönemi, ne yazık ki hala tartışılmaktadır ve içinden çıkılamamıştır. Hem, Özalp kardeşimin bana karşı savunmaya çalıştığı “bilimsel teorilerin” dünyada üç beş kişi tarafından anlaşıldığı sahipleri ve taraftarları tarafından şiddetle ileri sürülmektedir. Biz artık kimsenin anlayamadığı bu devrimlerin ne anlama geleceğini bilecek yaştayız. Orhan Pamuk’un “edebiyat şaheserleri”ni hatırlatırım, yeter. Özalp’in Aziz Yardımlı’ya itirazlarını benim üzerimden yapmasını ise yersiz buluyorum. O çalışmada “gerisi”de, “ileri”de var. Ayrıca “Yahudi Tarihi”ni de ne ben yazdım, ne de çevirdim. Yahudi Tarihi bir “Yahudiliğe övgü” kitabıdır ve bu Yahudi kardeşlerimizi, Özalp’in benden alıntıladığı gibi Temmuz 2005 fabrika
Kelebekler, Kuşlar ve Komünistler Üzerine
övmektedir. Yahudiden daha Yahudi kesilmek Özalp kardeşime yakışmamaktadır. 9. Einstein bir yana, Freud’un entelektüel ahlakı bozduğu yönündeki “Yahudi Tarihi” tezine katılıyorum. Yazdıkları bilim değildir ve bilim iddiası ortada olduğuna göre “şarlatanlık” kabul etmek zorundayız. Şarlatanlıktır. Psikoanaliz, ishal olduğunuz gerçeğini ortadan kaldırmaz, sizi ishalle birlikte yaşamaya alıştırır sadece. 10. İşin içine “Sovyet fizikçileri”ni katınca, Batıda imal edilmiş irrasyonel teoriler “sosyalist teori” haline gelmez. “Sosyalizmin tek ülkesi”ndeki fizikçiler içinde kaçının şarlatan olduğunu Özalp’e anlatacak kadar vaktim yok. İrrasyonel, Sovyetler’de de yaşasa irrasyoneldir. 11. Ne Yalçın Küçük’ün, ne de benim yazdıklarım, Özalp kardeşime aydınlatma imalatı için yardımcı olmaz. Yalçın Bey’i okumadığını artık biliyoruz, beni okuması ise beyhudedir. Özalp kardeşime burada son iyiliği yapıyor ve bu iş için ona en faydalı olacak eserin Munis Tekinalp’inkiler olduğunu haber veriyorum. Yeterince parlaktır ve halen hepimiz onun ışığında parlatılıyoruz. 12. Simya olmadan aydınlanma olmaz. Erkin Tufan kardeşimin yazısından simya tadı aldım. Yahudiler konusundaki hassasiyeti ise Kabala tadındadır. Bunlar, Kuşlar’ın aydınlanma yolunda epey ilerlediğinin delilidir. Dikkat edin gözleriniz kamaşmasın.
gezen uyuz eşek değildir. Yani, ortada bir aydınlanma eşeği olmadığı gibi, bir “sosyalist aydınlanma eşeği” de yoktur. Üzerine binemezseniz, binip çüşş diyemezsiniz. Onu taşımak için ise elbette tartışmak, tanımlamak, ortaya çıkarmak ve üzerine yenisini kurmak gerekir. Yandaş olsak da, kayıtla yanaşsak da eşek ilerlemiyor yoldaş Erkin! Uçmadan kuş olunmuyor. Bu yazının yoldaş Erkin’e katkısı şudur; o işler için gaga uygun bir araç değildir, akıllı ol, kanatlarını kullan. Hadi bakalım! EK: Henüz Kelebek iken Kuşlar üzerine: Parti Programları Özgürlüğü Kapsar mı? (STP Taslak Programının Eleştirisi) “Sosyalizm Programı” kamu oyunun bilgisine, sosyalist hareketin tarihi açısından çok nazik bir dönemde sunuldu. Dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi Türkiye diye adlandırılan bölgede yaşayan sosyalistler de bir düşüş döneminin ağır ve çeşitlendirilmiş baskıları altında varlıklarını sürdürmeye ve sosyalizmi tartışmaya çalışıyorlar. Sevindiricidir. Sosyalizm hedeflerine ve kimliğine sahip çıkan kim olursa olsun bu cephede olanları ancak onurlandırabilir. Onur vericidir. Ancak, içinde bulunduğumuz nazik dönem düşünme ve tartışma ihtiyacının köreltilmesine, geriye itilmesine son derece elverişli bir dönemdir. Duygudaşlıkların, soğukkanlı ve akıllı olmayı engellemesine izin verilmemelidir.
Uğurlu ve bir rivayete göre uğursuz rakama geldik. İbrani ulusunun 13. Boyu kayıptır. Hazar civarında izlerine rastlanmakta birlikte onların çoğunun Türkiye’de olduğu iddia ediliyor. Biz zenginlik sayıyoruz, sorun etmiyoruz. Anti-semitizm’e, en az semitizm’e olduğu kadar mesafeliyiz. Konuyu buraya kilitlemek başka bir kayıptır. Özalp kardeşimin bize kızması için “Aydınlanma” meselesinin ötesinde nedenler var. O noktada da eleştirilerini bekleriz.
Soğukkanlılık ve akıllılık, sosyalist hareketin en acil ihtiyaçlarından biri olan gelişmeleri tartışma ve anlama ihtiyacına ilişkindir. İlki, değişik düşüncelere açık olmak için, ikincisi ise sahip olduğumuz birikimleri ve mevzileri korumak için gerekiyor. Sosyalizmi, giderek sınıfsız toplumu kurma yönünde bir duygu birliğimiz var. Bununla birlikte, “Taslak Sosyalizm Programı” için daha önemli olan ikincisidir. Ama daha da önemli olan, böyle bir yaklaşımın taslağı hazırlayanlar tarafından kabul edilmesidir. Tartışma amacı belirtildiğine göre bunu ummak hakkımız var.
Bu kadar yeter: Erkin Tufan Özalp kardeşime kendi dergisindeki Metin Çulhaoğlu imzalı yazının başlığını hatırlatıyorum: “Aydınlanma: Bizi taşımaz, biz onu taşırız.” Yani, aydınlanma, çayırda
Bu umutla birlikte “Taslak Sosyalizm Programı”nı tartışmaya, maddeler üzerinde durmak yerine, onu genel bir bakış üzerine oturtan “Taslak Sosyalizm Programı Yolun Neresinde Duruyor?”
13.
fabrika Temmuz 2005
21
Kelebekler, Kuşlar ve Komünistler Üzerine
sorusuyla başlayabiliriz. Gerçekten, program Türkiye solunun “bütün iç öğelerinin ileri birikimini” ne ölçüde temsil ediyor? Ya da program, bir sosyalist iktidar programının ipuçlarını ne ölçüde veriyor? Ve enikonu her program bir politik metin olduğuna göre, muhataplarına bir ölçüde kırılmış olan umutlarını yenileme imkanı veriyor mu? Programların birer politik metin olmalarının başka sonuçları da var; bunlardan biri, program tartışmalarının dışa dönük olmalarıdır. Program tartışması “kendisi için bir tartışma” değildir. O, herhangi bir metinden daha fazla tamamlanmaya ihtiyaç duyar; nesnel gerçekliği etkileme iddiasında olan bir hareketin kılavuzudur çünkü. Programın “ulusal sorun”a yaklaşımı bu biçimiyle tamamlanırsa “sorun”u yaratanlar açısından hemen belli sonuçlar doğuracaktır. En azından “sorun olan uluslar” oryantalist söylemlerden biri ile daha karşı karşıya olduğunu düşünecektir. Ya da içlerinden bazıları, programı okuduktan sonra sosyalist hareketin, “yarattığı” sorunda çözümün değil, sorunun bir parçası olduğu yönündeki inancını daha da pekiştirecektir. Çünkü, “Taslak Sosyalizm Programı”na göre “sorun” olan ulusların ayrılma hakkı güvencededir ama kullanmamak koşuluyla. Üstelik bu program, eski bir kurnazlığı yenileyip, ulusal soruna sınıfsal bir çözüm getirerek işin içinden çıkıvermektedir. Bu elbette “babacan” bir tavırdır ama asla sosyalist bir tavır değildir. Böylece program, sadece ulusal sorunu yaratanlar açısından değil, sosyalist hareketin bütünü açısından da hemen önemli sonuçlar doğuracaktır. Bu açıdan, daha ilk sayfalarda “önceki programları” yenmek isteyen bir tavrın ötesinde, onları aşma yönündeki adımlar, temsil edildiği söylenen birikim açısından daha anlamlıdır. Bu sonuca varmak için uzun boylu düşünmeye gerek yok. Bizim tarafın üç on yıllık tarihindeki parti programlarına bakmak yeterlidir. 1992 yılı itibariyle, bunlarla çizilen mevzilerden geri adımlar atarak sosyalizm programı yapılamaz. Ama daha önemlisi, bunlara bakılarak hiç yapılamaz. Bu önermenin anlamı şu: 1992 yılı itibariyle yeni sosyalizm programları geleneği yardıma çağıramaz. Artık, eski kostümlerle bir yeni oyunu sahnelemek mümkün değildir. Dünyanın bu coğrafyasında yaşayan devrimcilere bundan böyle “gelenek, gelenek” diye türkü söyleyen Sütçü Tevye rolünü biçmek hiç mümkün değildir. Kriz dönemleri hep devrimcidir ve direnmek boşunadır. Bizler, devrimciyiz, kimliğimizin asıl belirleyeni budur. Vazgeçemeyiz. Sosyalizm ise bir
22
programdır ve kendisi için değil sınıfsız bir toplum için programdır. Eğer iyi bir yol olmadığı ispatlanırsa vazgeçebiliriz. O takdirde iyi ve doğru yolu bulmak devrimcilerin boynunun borcudur. Şimdi bir bunalım yaşanıyor ve bunalım büyük bir kolaylık geliştirdi. Bu kolaycılığı şöyle ifade edebiliriz; “Sosyalist ülkelerde yaşanan bu bunalımın bizatihi sosyalist dünya görüşünün, sosyalist ilke ve hedeflerin bunalımı, ya da bunların geçersizleşmelerinin göstergesi sayılmaları doğru değildir.” Programda böyle ifade ediliyor. Bu ifadenin, kendimizi olumlamanın dışında bir şey ifade etmediğini yazıcıları da biliyor. Sosyalist ülkelerle sosyalist ilkeler arasında daha çok kısa bir zaman önce kurulan özdeşliklere “pardon” diyebilirsiniz ama bu, o ülkelerin krizini açıkladığınız anlamına gelmiyor. Koskoca bir dünyanın yıkılışını “savunma harcamaları”, “kapitalizmin kendini stabilize etmesi”, “sosyalist ülkelerin bir sistem oluşturamaması”, “ideolojik hegemonya eksikliği” veya “önderlerin öznel hataları” ile açıklamak yeterli değildir. Ortada bir sorun-istenirse bunalım da denilebilir- var ve bu “reel sosyalizmin” bunalımıdır. Bu anlayış, bu bakış açısı, bu teorik sistem olgulara uymamıştır ve olguları onu karşılamayan teoriye uydurmaya çalışmanın kimseye bir faydası yoktur. Sosyalist dünyanın asıl sorunu, kapitalist dünyanın değerlerinin karşısına kendi değerlerini koyamamış oluşundadır. Dünyanın bu parçasında yaşayan sosyalistlerin büyük bir bölümü, “70 yıllık sosyalizm deneyi olan” eski Sovyetler Birliği’nin işçi sınıf(lar?)ından bu kötü gidişe dur demesini umuyor. Ne büyük trajedi! “Sosyalist ülkeler topluluğu”, savunma harcamalarından çok “insan hakları”, “demokrasi”, “piyasa” v.s. önünde diz çöktü. Ne büyük trajedi! Çözülen “sosyalist ülkeler topluluğu”, onların halkları, üretim özgürlüğü ile tanışamadı. 70 yıllık sosyalizm deneyinden geriye “Stahanovizm”, “planlama”, “gecikmiş tanrılar” vb.leri kaldı. Ne büyük trajedi! Ve bizler, Türkiyeli sosyalistler, artık çok geç de olsa bu konuda cesaretimizi toplamalıyız. Bu sorunun cevabı alınmadan yeni bir sosyalizm programı yapmak mümkün değildir. “Taslak Program”da da söyleniyor; “son gelişmelerde kapitalizmin tüketim ideolojisinin, burjuva milliyetçiliğinin ve dinci gericiliğin hızla yükseliş kazandığı görülmüştür.” Ancak bunu görmek 1992 yılı itibariyle marifet olmaktan çıkmıştır. Nedenleri Temmuz 2005 fabrika
Kelebekler, Kuşlar ve Komünistler Üzerine
görmek ise hala eski hurafelerle dolu kafalar için büyük marifetler gerektiriyor. Oluşturacağımız sosyalizm programı, tüketim ideolojisi, milliyetçilik veya dincilik önünde bozguna uğrayacaksa, kapitalizmin öz çocuğu “insan hakları” önünde diz çökecekse, onu yeniden yeniden düşünmekte yarar var. Sosyalistler, insan soyuna bu illetten kurtulmak için ne önerecek; mülksüz sınıflar, açlığın tehdidi ile çalışmaktan nasıl kurtulacak; bu toplumun inorganik koşullarına ve ilişkilerine karşı nasıl duracak; ve en son ona nasıl bir organik yapılanma öneriyoruz? Elbette işimiz parti kurmakla tamamlanmış olmuyor. Parti, sınıfsız toplumun sihirli değneği değildir; olmadığı anlaşılmıştır. Bir zamanların “ gerçekleşmiş sosyalizm rüyası” Doğu Almanya Cumhuriyeti partisinin Genel Sekreteri, yakın zamanda Federal Almanya Cumhuriyeti’nin lanetinden sığınacak yer bulamadı. Aziz Nesin, büyük bir iyilik yaparak evinde konuk etmeyi teklif etti. Hiçbir parti ve onun hiçbir üyesi bir daha bu duruma düşmemelidir. Bu duruma yol açacak partileri kurmamakta yarar var. Bu olayın bir de dolaylı çıkarımı var: İşçi sınıfının içinde debelenip durduğu bok çukurundan bir gün çıkacağımıza olan inancınıza bütün benliğimle katılıyorum, ama kokusundan kurtulması öyle kolay olmuyor. Sosyalizm programları, onları bu çukurdan ve kokusundan kurtarmanın ve arındırmanın bir yolunu bulmalıdır ve önermelidir; başka çaresi yoktur. Bizler, savaş durumlarında askerlerin idam edilebileceğini programlarımıza koymak yerine, gerçek bir insanlar toplumunun, bir sınıfsız toplumun ilkelerini ve değerlerini aramak, bulmak ve savunmak zorundayız. İşçi sınıfına –hazır olsun olmasın-bayraklarının üzerine üretim özgürlüğünü yazmasını önermek zorundayız. Çiklet, bluejean ve kola ile cezbedilen bir işçi sınıfının düştüğü koma halinden hepimiz sorumluyuz. Sosyalizm programları bu sorumluluğa sahip çıkmalıdır. Sorumluluğa sahip çıkma, “işçi sınıfı güçlüdür ve öncüdür” türünden bir retorik sorunu değildir. Öncülük, işçi sınıfına gökten zembille indirilmedi. Ve artık, sosyalizmin “tek ülkesi”nde heykellerine domates atılan o güzel insanların söylediği gibi “işçi sınıfı ya devrimcidir, ya da hiçtir.” Öyleyse, “sosyalizmin koşulları, proletaryanın bir toplumsal sınıf olarak belirdiği bütün topraklar-
fabrika Temmuz 2005
da” değil, onun bir devrimci sınıf olabildiği yerde aranmalıdır. Bu gün, sosyalizm her zamankinden daha fazla kendi iç sorunlarıyla karşı karşıyadır. Sosyalizmin geleceği için acil olan, işçi sınıfının devrimciliği sorunudur. Partilerin sihirli değnek olmaması, devrimci bir işçi sınıfına ihtiyaç duymasından kaynaklanıyor. Devrimci bir parti, komplocu bir parti, uzlaşmacı bir parti arasındaki salınımların önemli bir nedeni budur. Partiler, sınıf tandanslı partiler, sınıfın içinde örgütlenmelerdir. Sınıfın hiçlikle devrimcilik arasındaki kararsızlığından etkilenirler. Bu ve benzeri bir çok nedenle sosyalist iktidarlar tek başına politik hareketliliğe dayanamıyor. Mücadele edebilmek için de, iktidarı almak ve tutmak için de sınıfın kendi öz örgütlenmeleri hep can alıcı bir rol oynuyor. Sınıfın öz örgütlenmeleri, layık olduğu şekliyle sosyalizm programlarına henüz girememiştir. Sınıfın bu konudaki yaratıcılığı da henüz atıl durumdadır. İşçi sınıfı, kendi öz örgütlenmelerini yaratmadaki yaratıcılığını göstermeden içinde debelendiği çukurdan kurtulamayacaktır. 1992 yılı, yerleşik örgütlenmelerin-parti, sendika, vb.-sınıfın nezdinde eski inandırıcılığını yitirdiğine tanık oldu. Eski tarz örgütlenmeler, kendini yeniden üretmede ciddi tıkanıklıklarla yüz yüzedir. Politika cephesindeki bu krizi aşmadan tekbir adım atmak mümkün değildir. Sınıfın öz örgütlenmeleri ile “politik faaliyeti” birleştirmek tek çıkış yoludur. SBKP deneyimini, sosyalizmin tarihine işçi sınıfı kaldırdı; bunu göreceğiz. Onu bu tarihin dışına itmek ise başka bir kolaycılığı ifade ediyor. SBKP, sosyalizmin tarihinin dışında değildir. Bunu belki en iyi “Taslak Sosyalizm Programı”nın hazırlayıcıları biliyor. Reddedemeyiz ve kurtulamayız. SBKP’nin trajik sonu, sosyalizm düşüncesinde ciddi bir krize tekabül ediyor. Krizlerin devrimciliğinden kuşku duymamak gerek. SBKP deneyinden, onu tarihin dışına iterek değil; aşarak kurtulma şansımız var. Bu şansı kullanmalıyız. SBKP deneyi, sosyalistlerin seçtiği iktidar yollarından birinin başarısız olduğunu gösteriyor. Bu aynı zamanda onun üzerinde durduğu bakışın, yerleşik politika yapış tarzının yanlışlığını ifade ediyor. SBKP’nin temsil ettiği gelenek ve onun Marksizm anlayışı eksiklidir. Eksiklikler bizimdir. Eski marangozlar da, kullandığı aletler de eşitlikçi bir toplumu, sınıfsız bir toplumu kurmada yetersiz kalmıştır. Bu anlayışın ve onun Marksizminin gelebildiği yer budur.
23
Kelebekler, Kuşlar ve Komünistler Üzerine
Öyleyse sosyalizm programları, kolaycılığa kaçmadan bu yapılanma ve bu anlayışla hesabını kapatmalıdır. Bizler, Sovyetleri “Yalova Kaymakamlığı”, işçi sınıfını ise siyasetinin nesnesi yapan anlayışlarla yollarımızı farklılaştıracağız. “Taslak Program”da da söyleniyor; “Türkiye sosyalist hareketi bugün, artık, yeni bir döneme başlamak durumundadır.” Katılmamak mümkün değil. Ancak ona anlamını verecek olan “nasıl” sorusudur. Başlaması gereken yeni dönemin ihtiyaç duyduğu yeni insanı bu anlam çerçevesinde bulacağız. Yeni dönemin başlaması buna bağlıdır. Ve yeni insan için şimdiye kadar bulunabilen tek ölçü birimi vardır; devrimcilik! Sosyalizm programları bu yolu kapatmamalıdır. “Yeni insan” yalnızca “sosyalizmin aracı” değildir. Görmemezlikten gelinemez; ancak, “silahlı kuvvetler”, “parasız temel eğitim”, “topyekun savaş”, “devlet”, “demokratikleştirilmiş alt-üst ilişkileri”, “hiyerarşik düzen”, “korunmaya muhtaç ulusal ve etnik topluluklar”, “çalışma hakkı”, “tembellik”, “cezaevleri”, “profesyonel iç güvenlik örgütleri”, “ceza yasaları”, “kişisel yaşantıları denetlenen yöneticiler”, “mahkumlar”, vb. kavramların bir sosyalizm program taslağının yapılacak işler bölümünde bu kadar rahat ve bol kullanılması kaygı vericidir. Bunlarla ne yeni bir döneme, ne de sosyalizme başlamak mümkün değildir. Sosyalizm programları “muz cumhuriyetleri”nin askeri darbe planı değildir. Sosyalizm programı bir özgürlük programıdır. Köklerinde ütopyalar var. Ütopyasız yeni insan yaratılamaz. Bunların olmadığı bir yeni düzeni düşleyebilmeliyiz. Sosyalizm programları bu düşü içermelidir. Artık, devletin olmadığı, ceza yasalarının, disiplinin, hiyerarşik düzenlerin, mahkumların, tembellik suçunun, çalışma hakkının, profesyonel iç güvenlik örgütlerinin olmadığı bir program yapılmalıdır. Bunu, bundan böyle üretici güçlerin yeterince gelişmemesine bağlayamayız. Sosyalizm, giderek sınıfsız toplum, birer “üretim düzeni” değildir. Kapitalizm ve onun inorganik koşullarının ürünleri yalnız başına “bolluk”la aşılamaz. İnsanın, doğayı kontrol edememesinden kaynaklanan bağımlılıklarından kurtulması elbette önemlidir. Planlama bu zorunluluktan doğdu. Ancak sosyalizm sorunu, daha çok bu zorunluluğun tek taraflı olarak çalışan sınıfların, proletaryanın sırtına yüklenmesidir. Önce bundan kurtulacağız. Doğanın ve üretim araçlarının fiili ve entelektüel mülk edinilmesini ortadan kaldıracağız. Böyle
24
bir devrimin önkoşulu ise “çok çalışma”dan önce “özgür çalışma”dır. “İş” ile “yaşam”ın barıştırılması, giderek kaynaştırılmasıdır. Öyleyse sosyalizm programları, proletaryaya “kendini ortadan kaldırmayı” bugünden önerebilmelidir. “Özgür çalışma”nın ön hazırlığı ise yarına bırakılamaz. “Politik” ve “sendikal” mücadele arasındaki iş bölümünü reddeden “sosyal” bir örgütlenme, sınıfın tarihsel çıkarları etrafındaki öz örgütlenmesi böyle bir hazırlığı bugünden üstlenmelidir. Politik ve pedagojik araçlar, sınıfın devrimci yürüyüşünü sağlamada yetersiz kalmıştır. Sadece üretim sürecindeki değil, bütün zamanı kontrol edilen bir proletaryaya politik ve pedagojik araçlarla ulaşmak her zamankinden daha zordur. Sosyalizm programları proletaryaya, burjuva pratiğinin dışında yeni bir örgütlenme önermek zorundadır. Örgütlenme, günlük yaşamın devrimcileştirilmesinden, mücadele için gereken “fon”un sağlanmasına kadar, birleşmiş ve alternatif bir yaşamın gereklerini karşılayacak organik bir yapılanma olmalıdır. Hepsinden önemlisi ise “eşitlik ve özgürlük”ün, “tarihsel materyalizm”in yol göstericiliği ile dolaşım alanının dışında ve üretim alanının içinde yeniden tanımlanmasıdır. Piyasanın ve Benthamcılığın mümkün kıldığı eşitlik ve özgürlüğün, sınıfsal karakteri teşhir edilmek bir yana “bilimsel sosyalistler” için bile hala karmaşık ve anlaşılmaz bir sorun olmaya devam etmektedir. Bizim tarafta “İktisat bilimi” bu karmaşadan doğdu. “Eşitlik, özgürlük, demokrasi, piyasa ve Bentham” arasındaki ilişki ile üretimde eşitlik ve özgürlük; bu karşıtlık ve bu çatışma sosyalizm programının asıl gerekçesidir. Sosyalizm programları bu gerekçeyi içermelidir. “Taslak Sosyalizm Programı” için temennileri çoğaltmak mümkün; temennilerle onu bir program haline getirmek ise pek mümkün görünmüyor. Taslak program, ne yazık ki bir bütün olarak devrim ve sosyalizm yolunun epey uzağında duruyor. Üzerinde düşünmeye ve tartışılmaya ihtiyacı var. “Ulusal sorun”a yaklaşımını ise ayrı tutmak gerek; bu bölümün tartışılabilecek bir yanı yok. “Taslak Sosyalizm Programı”nın hazırlayıcılarının, söz ettikleri “sorun”dan verdikleri izlenim kadar uzak olduklarını sanmıyorum. Nedeni her ne ise, sergilenen yaklaşımın bizim taraf için bir talihsizlik olmasını engellemiyor. Yaklaşımın dili ve mantığı, ortalama düzen partilerinden bir adım ileride değildir. Şimdi Türkiye’de sorunu söylediği biçimde Temmuz 2005 fabrika
Kelebekler, Kuşlar ve Komünistler Üzerine
çözmek isteyen bir “baba” var ve onun rolüne talip olmak isteyenlerin işi zordur. Sosyalistler, Kürt ulusunun “hamisi” değildir. Ayrılma hakkı gibi birleşme hakkı da tarafların eşit siyasal özneler olduğunu varsayar. Başkalarının iradesine tabi olan ayrılma hakkı, hak değildir. Bu hakkın burjuvaca mı, proleterce mi kullanılacağı ise bizim tarafın partilerinin müdahale alanına girmemelidir. Dostluğun ve yol arkadaşlığının gereği budur. Başka örnekleri var ve yanlışlarda ısrarlı olmanın anlamı yok.
Türkiye’nin devrimci bir programa ihtiyacı var; bizler, böyle bir program yapmak için gereken güce ve birikime sahibiz. Bütün iş, duygu ortaklıklarının yeni ortaklıklarla geliştirilmesine kalıyor.
(Bu metin şu kitap içinde yer alıyor: Orhan Gökdemir. İnsan ve Doğa/Ölen bir ideoloji üzerine incelemeler. Ataol. İstanbul 1994.)
Sosyalistler, bu “sorun”da “savsaklamak” ile yaltaklanmak” arasındaki uç tavırlarla taraf olamaz.
fabrika Temmuz 2005
25
Yurtseverlik: Egemen sınıfa ve ideolojiye rağmen ülkeyi ve halkı savunma
Sinan DERVİŞOĞLU Son dönemlerde Türkiye’de “ulusal refleks” denen davranışın kamuoyu içinde güçlendiği gözleniyor. Çok değişik toplumsal kesimlerden, ve siyasi eğilimlerden insanlar, “Türk” ya da “Türkiyeli” olmayı, siyasal bir tepkinin ve bir tavır alışın çıkış noktası olarak ortaya koyuyorlar. Türk sağı ve gericilik, kendi varlığını bu eğilim ve davranış üzerine inşa etmeye çalışırken, sol içinde de bu davranış üzerinden siyaset yapma, onu sol amaçlarla kullanma eğilimi kendini göstermektedir. Önce bu refleksi kavrayabilmek için son 15 yıllık siyasi tarihimizi göz önüne alarak, onu yaratan ve güçlendiren unsurları teşhis etmeye çalışalım: 1) Kürt meselesi: Kürtlerin kendi kimliklerini meşru kılmak için sürdürdükleri mücadele Türklerde önce şaşkınlık, hatta yer yer sempati yarattı; ancak gerek sol hareketin güçsüzlüğü, gerekse Kürt hareketinin sorumsuz eylemleri, ideolojik inisiyatifin şovenizmin eline geçmesine neden oldu. “Şehit cenazeleri” ve “bölünmezlik” histerisi ile, artık Kürtler adına atılan (barışçı dahi olsa) her adım, Türkçülüğün hanesine yazılmaktadır. 2) Ermeni iddiaları: Ermeni diasporasının ve Batılı devletlerin giderek yoğunlaşan “soykırım” iddiaları, kendisine olayın şimdiye kadar sadece tek tarafı, Ermenilerin yaptığı katliam gösterilmiş olan Türk kamuoyunda gene aynı tepkiyi yaratmaktadır. 3) AB kriterleri ve AB’nin Türkiye’den beklentileri: AB’ye girince elde edilecek siyasal kazanımların lafı ortada dolaşmakla birlikte,
fabrika Temmuz 2005
Türkiye’nin AB’ye girip girmeyeceği belli değildir. Bu konuda Avrupa devletlerinin takındığı ikiyüzlü tavır doğal olarak halkımızda nefret uyandırmaktadır. Aynı haklı tepki, Kıbrıs Türklerinin uzattığı eli iten Kıbrıs Rum yönetimi ve Yunanistan için geçerlidir. Türk düşmanlığı ve nefreti, Meriç nehrinin batısında neredeyse folklorik bir olgudur; ve bu olgunun her tezahürü, Türk halkında öfkeyle karşılanmaktadır. Bunlar, yalnızca bu tepkiyi besleyen unsurlardır; ve Türkiye’de siyasetin ana belirleyici unsuru olan devlet göz önüne alınmadan yapılacak her açıklama yarım kalmaya mahkumdur. Sorun, SSCB’nin yıkılışı sonrasında ve ABD’nin Yeni Dünya Düzeni içerisinde eskisi kadar vazgeçilmez olmayan Türkiye Cumhuriyeti devletinin, Batı tarafından dışlanma, ya da belli tavizler için sıkıştırılma noktasına geldiğinde duyduğu panik, ve bu paniğin üstesinden gelmek için kendi halkı nezdinde destek bulma ve yaratma arayışlarıdır. Dolayısıyla bu “refleks”te devletin, özellikle derin devletin parmağını görmemek için kör olmak gerekir, ve bu aktif müdahale, özellikle Kürt ve Ermeni meselesinde yaratılan histeride son derece barizdir. Sahnede rol alan aktörler ise her zamanki “olağan şüpheliler”, yani medya ve ülkücü faşistlerdir. Ancak bu tepkide bir boyut vardır ki, devlet onu yaratmak şöyle dursun, bütün yaptığı onun önünü açmak, onu örten kapağı hafif kaldırmak, ya da öfke vanasını kontrollü ve hafif bir şekilde açmaktır. Bu tepkiyi devlet yaratmış olamaz,
27
Yurtseverlik
çünkü varlığı TC devletinden daha eskidir ve halkımızın birkaç kuşağının zihnine kökleşmiştir: Batı düşmanlığı. Türkiye halkının büyük bir kısmı, kendini Batılı gibi gören ve Türkiyeli olmaktan utanç duyan bir yaldızlı azınlık dışında, ABD ve Avrupa’ya karşı, yüzyılların çatışmasının bir tortusu olarak en hafif deyimiyle güven duymamakta, genelde ise bu güvensizlik çok rahatça açık tepkiye dönüşebilmektedir. 80 yıldır Batıyı yörünge olarak alan, “Batı ailesinin bir ferdi” olmayı temel politika olarak benimseyen bizim devlet, bu nefreti sürekli kontrol ve baskı altında tutmuş, bu olguyu kullanmak isteyen siyasi akımları ezmiştir. 80 yıl sonra ise Batı kendisini daha da alçalmaya zorladığında, bu tepkiye müracaat etmekte, onun “ucunu açarak” aklınca Batıya korku vermektedir. Kürt düşmanlığının ve Ermeni nefretinin düpedüz şovenizm olduğu ortadadır ve sol siyaset adına burada konuşulacak bir şey yoktur. Ancak soru şudur: Şu anda canlanan “ulusal refleks”in önemli bir bileşeni olan “Batı düşmanlığı”, diğer bileşenler gibi baştan sona gericilik midir ? Bu sorunun cevabı “hayır”dır. Kapağı aralayan, musluğu tutmaya çalışanlar gerici olabilir; ancak kapağın altında yer alan yüzyılların sıkıştırılmış öfkesi halkımıza ait bir gerçektir; her gerçek gibi Türkiye sosyalistlerince ele alınması gerekir. Ayrıca, onun kontrolünü her türden Batı uşaklarına bir “Batıya naz yapma” aracı olarak terk etmiş olmak da bizim bir an önce düzeltmemiz gerek bir ayıbımızdır. Şimdi bu konuyu açalım. Enternasyonalizm adına nihilizm Sol içinde bu olgudan yaralanma eğilimlerinin değerlendirmesine ve eleştirisine geçmeden evvel, ters noktadan işe başlayıp, sol hareketimizde ulusal refleks karşısında gelişen “doktriner refleks”e kısaca değinmekte yarar var. Aydınlık ve İP çevresinin geleneksel faşizm işbirlikçiliğine karşı alınan tavrı daha da genelleştirerek “ulusal” olan her şeyi bir potansiyel kötülük kaynağı olarak gören yaklaşımlar da gelişmektedir. Çoğu sözlü olan ve kısa yazışmalarda dile gelen bu görüşler şöylece özetlenebilir: 1) Ulusalolgulardevrimcisiyasetiilgilendirmez, zira işçi sınıfını vatanı yoktur 2) Ulusal olan ve siyasette öne çıkarılan her unsur burjuvaziye ve gericiliğe hizmet eder
28
3) Yurtseverlik ve milliyetçilik aynı şeydir. 2.Enternasyonal hainleri de kendilerine “yurtsever” diyordu. Bu görüşler, esas olarak reel sosyalizmin yıkılışıyla ortaya çıkan ve bu yıkımı daha da trajik kılan ulusal düşmanlıklara bir tepki olarak şekillenmektedir; ancak her ne kadar “saf Marksizme” dönüş havasını taşısalar da 20 yüzyıldaki Marksist birikimin önemli bir bileşeni olan anti-emperyalist vizyonu ve bakışı kaybetmekte, saflık adına apolitik bir nihilizmi savunmakta ve gerçekte Marksizmde bir tür “taş devrine dönüş”ü simgelemektedir. Daha genel olarak, ulusal her motifin kullanılması karşısında “işte milliyetçilik !” diye ürperen bir tavır da oldukça yaygındır; ve geçmişte, her devrimci şiddet kullanımına “işte goşizm” diye saldıran marazi hassasiyeti andırmaktadır. Elbette devrimci şiddetin sorumsuz kullanımı ile ortaya çıkan bir “goşizm” mevcut olabilir; ancak bu, Marksist teorinin mücadele yöntemleri konusundaki devrimci yaklaşımını kulak ardı etmemize sebep olmamalıdır. Aynı şekilde, Aydınlık ve İP sahtekarlarının yarattığı tiksintiyle her türlü yurtseverliğe aynı irkilmeyle yaklaşmak da daha az marazi olmayan bir reflekstir, ve diğeri gibi, son tahlilde pireye kızıp yorgan yakmaktır. Bu bakış açısındaki apolitikliğin temel göstergesi saf ve çıplak bir sınıf mücadelesi arayışı ve beklentisidir. İşçi sınıfının taraf olduğu tüm toplumsal mücadeleler değişik biçimler altında tezahür eder: Demokratik haklar için mücadele, çevre için mücadele, daha yüksek ücret için mücadele vs. Bunların hepsinin özünde olan sınıf mücadelesi, bazı koşullarda bir ulusal mücadele şeklinde de kendini ortaya koyabilir. Amerika’nın Vietnam’ı işgalini ele alalım. Bunun Amerikalılarla Vietnamlılar arasında bir milli düşmanlık, bir toprak kapma mücadelesi olduğunu ancak bir cahil iddia edebilir. Gerçekte ise bu, Amerikan burjuvazisinin, Vietnamlı işbirlikçi burjuvazi ile birlikte Vietnam emekçilerini ezmek ve sola yönelimi durdurmak için giriştikleri bir bastırma hareketiydi; bu anlamda işgale karşı verilen bu ulusal mücadele, sapına kadar işçi sınıfının ve yoksul köylülüğün taraf olduğu bir sınıf mücadelesiydi. Vietnam İşçi Partisi, bu mücadeleye yurtseverlik motifini de kullanarak önderlik etmekle 2. Enternasyonalcilik değil gerçek anlamda devrimcilik ve komünistlik yapmıştır. Onun yerine “Vietnam’daki işçilerin vatanı yoktur. Ulusal motifler taşıyan bu savaşta Temmuz 2005 fabrika
Yurtseverlik
bizim işimiz yoktur. Amerikan işçileriyle birlikte Vietnam ve ABD burjuvazisine karşı mücadele etmeliyiz” deyip mücadeleye sırt çevirselerdi namlı birer ahmak olarak tarihe geçerlerdi. Ulusal bir mücadelede yer almak için, bu mücadelenin emekçiler önderliğinde yapılması da gerekli değildir. Filistin’de İsrail saldırganlığına karşı verilen mücadelede sadece emekçiler değil, Filistin burjuvazisi de aktif rol almaktadır; ancak bu mücadeleye sırt çevirmek için bir sebep olamaz. Filistin örneğinde olduğu gibi, bir takalım sosyalist politikayı, genel olarak hiçbir politika, toplumsal yaşamı bu kadar derinden etkileyen haklı bir tepkinin dışında kendini tanımlayamaz ve var olamaz. Sosyalizm de kendini bu zeminde yer alarak var etmek, kitlelere bu haklı zemin içinde yer alarak ulaşmak, kendi farklılığını ve üstünlüğünü bu zemin içinde göstermek zorundadır. Bunun haricindeki her politika, acınası bir apolitiklik olacaktır. Yurtsever motiflerin kullanılması, sadece açık işgal durumlarında mı geçerli ve anlamlıdır ? Bu soruya verilecek “evet” cevabı, ancak büyük bir politik kısırlığın ve dar kafalılığın ürünü olabilir. Emperyalizmin, hele içinde yaşadığımız globalizm çağında, emekçi halkların yaşamında yarattığı yıkım, sadece askeri işgalle sınırlı olsaydı bu cevap makul gelebilirdi. Ancak, özellikle SSCB’nin yıkılışından sonra, ABD ve Avrupa’nın dünya halklarına karşı hayatın her alanında takındığı dizginsiz küstahlık, insanlarımızı sadece birer emekçi olarak fakirleştirmekle kalmamakta; onları birer Doğulu, birer Müslüman, birer Türk, Arap, İranlı, Hintli olarak aşağılamakta ve ezmektedir. Amaç, kölelik ruhunu dayatmak, kabul ettirmek ve meşrulaştırmaktır. Ebu Garip cezaevinde işkence yapmak da, bu işkenceyi dünya TV’lerinde yayınlamak da aynı politikanın, kişisel onuru kırarak köleleştirme politikasının uzantısıdır. Guantanamo’da Kuran’ı yırtarak tuvalete atmak, sadece orada tutuklu islamcı militanları değil, dünyadaki yüz milyonlarca Müslümanı ezmektedir. Latin Amerika’da ve Ortadoğu’da ABD politikalarına muhalefet eden hükümetlerin haydut ülkeler olarak ilan edilmesi de, Ortadoğu’da İsrail’in vahşet politikasının insanlıkla alay edercesine desteklenmesi de aynı yaklaşımın sonuçlarıdır. Bunlara paralel olarak kültürel planda emperyalizmin ucuz ve aptallaştırıcı “popüler kültür”ü, medya şovları, müzik grupları ve fast food’larıyla bir çamur seli gibi gezegenimizi kaplamakta; halk-
fabrika Temmuz 2005
ların tarihten süzülüp gelen ulusal kültür değerlerini ve hazinelerini kirletmekte, kemirmektedir. Batıda Mozart’ı, Türkiye’de Dede Efendi’yi “out”, Michale Jackson’ı “in” yapan bu saldırı, yukarıdaki politik ve askeri saldırıyı kültürel planda tamamlamaktadır ve olayın bütünü tek bir amaca yöneliktir: Dünya emekçilerine boyun eğdirerek onları uysal köleler haline getirmek ve kârlarını maksimize etmek. Bu anlamda tüm bu tanımladığımız çerçeve bizzat bir sınıf mücadelesidir; ve sosyalistler yukarda saydığımız tüm alanlarda emperyalizme tepkiyi örgütlemek durumundadır. Hala “bunlar ulusal, dinsel, bölgesel motiflerdir, bizi ilgilendirmez, biz sınıf mücadelesi veririz” diyenler varsa, bir an önce yakamızdan düşmeli ve kendi siyasi mağaralarına geri dönmelidir. Bu noktada, ilkesel bir vurgu yaparak ulusal bir mücadelede komünistleri burjuva milliyetçiliğinden ayıran esasların altını çizelim: 1) İşçi ve emekçilerin sınıfsal çıkarlarını (yaşam seviyesi, demokratik haklar, toplumsal kazanımlar), koruma 2) Sosyalist hareketin örgütsel bağımsızlığını ve sosyalizm perspektifini titizlikle koruma 3) Ulusal planda oluşan düşmanlığı tümüyle bir ulusa değil, onun hakim sınıfına yöneltme. Düşmanımız Amerikan halkı değil, ABD tekelleri ve gericilerdir. Bu yaklaşım, ABD içinde çıkabildiği ölçüde demokratik güçlerle işbirliğini de zorunlu kılar (1) Ezilen bir halk olarak Türk halkı 1970’lerde sol içinde başlayan Kürt meselesine ilişkin tartışmalarda, Kürt halkının “ezilen halk” olması üzerine yapılan vurgu öylesine güçlü, öte yandan Türkiye gerçeğine yönelik politik ve kültürel ilgi öylesine zayıf olmuştur ki, Türk halkı neredeyse “ezen halk”, ya da İngiliz ve Fransızlar misali bir tür emperyalist “metropol halkı” olarak algılanmaya başlanmıştır. Kürt hareketine destek sağlamanın neredeyse bir tür asli iş haline geldiği 1985 sonrasında bu vurgu daha da güçlenmiştir. Bugün, halkına yabancılaşmış olmanın en hazin örneklerinden bir olan bu körlüğü bir an önce reddetmek ve Kürt halkının yanı sıra bizzat Türk halkının ezilmişliğini
29
Yurtseverlik
görmek, ve onu bir ezilen halk olarak kavramak zorundayız. Bu körlüğü yaratan âmillerin başında, ortalama solcumuzun emperyalizmi ve antiemperyalist mücadeleyi ancak 1968’e, 6.filo protesto gösterilerine kadar geri götürebilmesi, bundan önceki geçmişin ise kafalarda bir tür silinmiş alan olması yer almaktadır. Sağlıklı bir tarihsel bakış ise tam bu noktada, daha geriye giderek, Anadolu halkının tarihsel macerasını daha gerilerden ele alarak elde edilebilir. Bugün Türkiye halkının kökeninin teşkil eden Anadolu ve Rumeli Müslümanlarının gene bugünkü emperyalizmin öncülü olan Batı sömürgeciliği ve yayılmacılığı ile çatışması, ve bu çatışmada yaşadığı trajedi, somut biçimleriyle 1800’lerin başına kadar geriye götürülebilir. Kökü daha eskiye dayanan ve sebeplerinin ayrıntısına girmeyeceğimiz bir olgu, bu yüzyılın başından itibaren bariz hale gelmişti: Bu, Osmanlı’nın Batı Avrupa karşısında gerilemesiydi. Ekonomik, mali, askeri açıdan Avrupa’nın gerisinde kalan Osmanlı karşısında Avrupa’nın güçleri, bir zamanlar kıtanın yarısını kontrol altında tutan ve kendileri için bir korku kaynağı olan bu devlet karşısında saldırıya geçmekte, öte yandan da onun egemenliği altındaki halkları ve toprak parçalarını kopararak genişleyen pazarlara ihtiyaç gösteren kendi ekonomilerini ve jeo-stratejik avantajlarını güçlendiriyorlardı. Herkesin “Doğu sorunu” olarak tanımladığı sorun, esas olarak Osmanlı’nın ortadan kaldırılması sorunuydu ve bunu geciktiren temel unsur, belli bir andan sonra Osmanlı’nın gücünden çok Batılı sömürgecilerin kendi aralarındaki ganimet kapma çatışması olmuştu. Temel mantığı Osmanlı’yı esas olarak Avrupa’dan, genel olarak da tüm hakimiyet alanlarından söküp atmak olan bu çatışmada Batının ana desteği, ulusal bağımsızlık arayışı içine giren Hıristiyan tebaa olmuştur. İngiliz Krallığı ve Çarlık Rusya’sının inayetiyle elde edilen bağımsızlığın ve kurulan ulusal devletlerin ne denli çarpık ve hastalıklı bir şekilde yola çıktığı, bu çıkışın içerdiği çarpıklığın bugünün politikasına kadar süregelen hastalıklara nasıl kaynak teşkil ettiği ayrı incelenmesi gereken bir konudur. Burada odaklanacağımız konu, bu Osmanlıyı tarihten silme mücadelesinde Batının saldırganlığına hedef ve kurban olan kitlenin trajedisidir: Rumeli, Anadolu ve Kafkasya’nın Müslümanları. Bu kitle, Osmanlı devletine olan bağlılığı nedeniyle, gerek savaşlarda, gerek Batı desteğiyle çıkartılan isyanlarda
30
hedef kitle olmuş; Avrupa ve yerel işbirlikçileri için kendi güvenlik ve istikrarları açısından her zaman riskli ve güvenilmez buldukları bu kitleyi kendileri için ayak bağı olmaktan çıkarmak için katliamdan sürgüne kadar her türlü yöntemi kullanmıştır. 1820 Yunan İsyanı’ndan 1914’e kadar olan sürede yaşanan drama ilişkin her Türkiyeli ailenin dolaylı veya dolaysız bir hikayesi mevcuttur; ancak tüm ülkeye dağılmış bu öykülerin ötesinde olayın global olarak değerlendirilip boyutları anlaşılmaya çalışıldığında ortaya kelimenin tam anlamıyla tüyler ürpertici bir tablo çıkmaktadır. “Batıyla bütünleşme” yi ana düstur olarak benimseyen Cumhuriyet hükümetlerinin 70 yıldır bu konuda gösterdiği utanç verici (ve elbette ki bilinçli !) suskunluğu kırmak, sonunda dürüst bir Amerikalı akademisyen olan Justin Mc Carthy’ye düşmüş, bu şahıs ****’de 19 yüzyılda Balkanlar ve Kafkasya’daki nüfus hareketlerini incelemek için başlattığı çalışmanın sonunda aşağıdaki çarpıcı tabloya ulaşmıştır. Bu tablo 1820 – 1915 arası Balkanlar ve Kafkasya’da ölen Müslüman nüfusu göstermektedir: Yunan Ayaklanması ........... 25.000 Kafkas Savaşları (1827) .....Bilinmiyor Kırımdan sürülme ...............75.000 Kafkasya’dan sürülme .......400.000 Bulgaristan 1877 .............. 270.000 Doğu Savaşı (1877) .........Bilinmiyor Balkan Savaşları .............1.450.000 Kafkasya 1905 ..................Bilinmiyor Doğu Anadolu (1914-21):1.190.000 Kafkasya (1914-21) ..........410.000 Batı Anadolu (1914–21):1.250.000 ------------------------------------------------------TOPLAM ........................ 5.060.000 Bu resmin günümüz politik literatüründeki adı “soykırım”dır ve bu olguya verilmesi gereken doğru isim de “Osmanlı Soykırımı”dır. Milyonlarca insan, Türk, Kürt, Çerkez, Pomak, Boşnak, sırf bir zamanlar Batıyı yenmiş, aşağılamış ve tehdit etmiş bir devletin, şimdi de can çekişen haliyle bile Batının yayılTemmuz 2005 fabrika
Yurtseverlik
masına engel teşkil eden bir imparatorluğun sadık tebaası olduğu için katledilmiş, evinden kovulmuş, tecavüze uğramış, mallarına el konmuştur. Dramdan Anadolu’ya düşen pay ise, bütün bu saldırıları göğüslemek için yapılan savaşlarda Anadolu halkının yüz binlerce evladını geri dönmemek üzere cephelere göndermesi olmuştur. Bu manzaraya eşlik eden ekonomik yıkım ve sefaletse, yalnızca resmi tamamlayan tali öğelerdir. Bütün bu tarihsel trajediyi anımsatmanın solculukla, sosyalizmle ilgisi nedir? Önce, içinde yaşadığımız toprağı ve halkı tanımanın gerekliliğine dikkat çekelim. Yukarda tasvir ettiğimiz kan ve gözyaşı dolu süreç, bugün ülkemiz oluşturan insanlara birkaç nesilden beri aktarılan bir nefretin ve kuşkunun yaratıcısı olmuştur. Bugünkü TC topraklarında, yukarda bahsettiğimiz Batı yayılmacılığı ve onun işbirlikçilerine karşı 100 yıllık savaşa ait özel bir anısı, yaşanmış bir dramı olmayan tek bir aile, tek bir hane yoktur ! Bu da Batı düşmanlığını, Türkiye’nin ve orada yaşayan halkın son derece önemli ve ciddi bir ideolojik realitesi haline getirmektedir. Peki bu ideolojik realitenin mahiyeti nedir? Baştan aşağı “şovenizm”le damgalanıp göğüslenmesi gereken bir unsur olarak mı görülmelidir? Bu soruya, yukarıdaki sorularla birlikte cevap vermeden önce, bu realitenin son 80 yıllık serüvenine bir göz atalım. 1918’de İngiliz ve Fransızların, Anadolu’yu Yunan orduları vasıtasıyla sömürgeleştirme planları Anadolu halkının direnişine çarptı, ve özellikle Sakarya sonrası bu planın yürümeyeceği belirginleşti. Bu noktadan sonra, Anadolu hareketinin önünde iki yol vardı: İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı tavır alışı sürdürmek ve bölgesel bir güç olma vizyonunu koruyarak yola devam etmek; veya her türlü iddiayı bırakarak, Anadolu’yla sınırlı ulusal bir devlet kurup kendi bağımsızlığına saygı gösterilmesi kaydıyla Batıyla uzlaşmak, “Batının şerefli bir ferdi” olmayı hedeflemek. Direnişin önderliğini ele geçiren ekip, içinde bulunulan zor koşulları gerekçe göstererek, ama esas itibariyle kendi sınıfsal ve siyasal tercihleri dolayısıyla ikinci yolu seçti, ve bu tercihini içerde komünist hareketi vahşice bastırarak daha da belirgin hale getirdi. Sonuçta Anadolu toprakları üzerine kurulan, ve bölge (yani Doğu) üzerindeki her türlü iddiasından vazgeçmiş olan Türkiye Cumhuriyeti, bir parça soluk alabilen Anadolu halkı için küçük bir zafer; Ortadoğu’nun kontro-
fabrika Temmuz 2005
lünü kayıtsız şartsız ele geçiren Batı içinse büyük bir zafer oldu. “Batıyla dostça geçinme”yi temel stratejik rota haline getiren TC, yukarda saydığımız Batı nefretini her zaman bastırdı. 93 harbinin, Balkan savaşının, 1. Dünya Savaşı’nın gözyaşı dolu anıları asla açığa çıkarılıp ortak kamu bilincine yansıtılmadı ve aile sohbetleriyle sınırlı kaldı. 200.000 kişiye yakın kayıp verdiğimiz Çanakkale savaşları bile, Kemalistlerin İngiliz ve Fransızlarla neredeyse “enternasyonal dayanışması” için kullanıldı; ölen askerlerin centilmenliğinden dem vuruldu; ölen yabancılar “evlatlarımız” ilan edildi; ama kimse bunların burada ne aradığını, ve onların emperyalist gururları uğruna kurban edilen ve çoğu bir aydın kuşağımızın birer ferdi olan yüz binlerin kaybının bizi nasıl fakirleştirdiğini vurgulamadı. Özetlemek gerekirse, TC, Batı ile olan tüm geçmiş hesapların tek taraflı kapatılması, “sıfırlanması” üzerine kuruludur. Bu, TC’nin kurucularının Batıya verdikleri zımni bir taahhüttür. Ancak bu temel ilke, bir karşılıksız aşk kadar zavallıcadır; zira Batı, hiçbir şeyi sıfırlamamıştır. Ermeni meselesindeki tavır bunun en somut örneğidir. Görünen odur ki, geçmişimizde kendince bulacağı her açığı, sonuna kadar sömürmeye kararlıdır (2) .Batıyla olan çatışmada 1923 öncesi ve sonrasının bu açıdan bir ayrımı vardır: Osmanlı döneminde Batıyla savaşıyor, ve eziliyorduk. Şimdi ise Batıya hem yaltaklanıyor, hem eziliyoruz. “Medeniyetçi” söylemlerle önü kesilmeye çalışılan Batı nefreti, önceleri islami muhalefette kendini ifade etti. Ancak 1960’larda, artık Batıyla dostluğu vazeden figür, Mustafa Kemal gibi etkin bir şahsiyet değil de Süleyman Demirel haline gelince, çağdaş ve aydın kesim de, kendisinde var olan Batı nefretini, solun antiemperyalist söylemleri üzerinden açığa çıkardı. ABD üslerine, 6.Filo’ya, Ortak Pazar’a ilişkin 68’in sol sloganların kitleler içinde bu denli yankı yaratmasının ardında, bu büyük tarihsel birikimin varlığını görebilmek gerekir. 80 sonrasında solun yediği darbelerle kitlelerin gündeminden çekilişi, islami hareketin ise 28 Şubat ve AKP ile ehlileştirilmesi sonucu, bu birikim, yani bu “kazandaki tazyikli buhar” sahipsizdir. Devlet, yukarda belirttiğimiz gibi vanayı ara sıra açarak bunu bir pazarlık unsuru gibi kullanmaktadır; ancak vananın kapatılabilir olması onlar için çok önemlidir; zira bu enerjinin kontrolsüz açığa
31
Yurtseverlik
çıkması durumunda geride ne kazan, ne vana, ne onu 80 yıldır tutan eller ayakta kalabilir.
devletin manipülasyonuna açık kılınmakta, daha doğrusu ona teslim edilmektedir.
Bu noktada yukarıdaki sorumuza geri dönelim: Halktaki geleneksel Batı nefreti, Türkiyeli komünistlerin yanlarına almaları gereken bir motif midir ? Cevabımız kesinlikle “evet” tir. Bugün Ortadoğu’yu kana bulayanlar, bundan 100 yıl önce Balkanları kana bulayanların torunlarıdır. Bugün İsrail’i kurdurup Yahudileri Arap halklarının üzerine salanlar, bundan 100 yıl önce Bulgarları, Yunanlıları ve Ermenileri, Türklerin ve Kürtlerin üzerine salanlardır. Bugün Irak’ta yüz binleri öldürenler, 90 yıl önce Çanakkale’de bizden yüz binlerin ölümüne sebep olanlardır. “Emperyalizme karşı mücadele” diye bir gündemi olan her sosyalist, halkımızdaki bu tarihsel birikim ve potansiyel ile bağ kurmak, onu tanımak, ona sola açık bir perspektif kazandırmak zorundadır. Bu potansiyelin şovenizme kayması, faşizm tarafından manipüle edilmesi sadece ve sadece solun kabiliyetsizliği ile mümkündür ve bu bizim tarihsel günahımız olacaktır; zira İslamcılar dahil hepsi Batıya göbekten bağlı olan Türk sağının ve gericiliğinin saflarında hiçbir akımın radikal ve tutarlı bir anti-Batı söylem geliştirebilmesi mümkün değildir. Bu şansa sahip olan yalnızca bizleriz; bizim ise hedefimiz vanayı tutmak değil, kazanı patlatmak olmalıdır.
Bu eğilimin en bilinen temsilcisi Aydınlık ve İP çevresidir. Son dönemde dergilerinde Genelkurmaya akıl veren, onları “uyanık” davranmamakla eleştiren Perinçek ekibi, 1975’den beri aynı polisiye-provokatif çizgiyi sürdürmektedir, ve sade vatandaşlarda bile diğer solla “farkı fark ettiren”, sıradan demokratlarda dahi artık tiksinti yaratan bu çizgiye ilişkin daha fazla mürekkep harcamanın alemi yoktur. Türkiye sosyalistlerine, hem Türkiye, hem de sol için bir utanç olan bu ekipten fiziksel olarak kurtulacakları güne kadar, rahat ve huzur olmayacaktır.
Yurtseverlik+ resmi ideolojiyle flört: SİP’in tehlikeli karışımı Sosyalist mücadelenin anti-emperyalist boyutuna, ve onu Türkiye’de sahip olduğu özgül potansiyele değindik. Bu noktada, belli prensiplerin göz ardı edilmesi durumunda, doğru bir yaklaşım olan yurtseverliğin nasıl vahim hatalara dönüşebileceğinin altını çizmek gerekir. Yukarda, komünistleri anti-emperyalist mücadelede küçük burjuva milliyetçilerden ayırt eden prensiplerden bir olarak “sosyalizmin ideolojik ve örgütsel bağımsızlığını koruma”yı zikretmiştik. Ancak bugün Türkiye’de, yukarda değindiğimiz püriten/nihilist tavırdan daha belirgin bir “Kemalizmle karışık yurtseverlik” peydahlanmıştır ve bu, kaba Marksist tavırdan daha yaygın ve tehlikelidir. Daha tehlikelidir, zira komünistler için son derece yaratıcı bir açılım olacak yurtseverlik, Kemalizme bulaştırılarak
32
Bu karşı-devrimci ekibi bir taraf bırakırsak, TKP (SİP) de son dönemlerde Yurtsever Cephe açılımı ile anti-emperyalist motifleri günlük söyleminde öne çıkarmaktadır. Propagandada değişik toplum kesimlerinin (işçi, öğrenci, kadın, Kürt...) ağzından dile gelen anti-emperyalist sloganların, basitlik ve yüzeysellik dışında gözle görülür bir yanlışı yoktur, ve çoğu 68’in tekrarıdır. Sloganlarda yaratıcı olma konusunda SİP’e eleştiri yapmak bize düşmez. Dolayısıyla, bu tespit saklı kalmak kaydıyla, yapılan çalışma Türkiye’de solun yurtseverliğe sahip çıkması doğrultusunda anlamlı ve yararlı görülebilirdi. “Görülebilirdi” diyoruz, zira SİP’in bu yeni hattında söylenenler değil, söylenmeyenler önem kazanmakta; bazı vurguların eksikliği, ya da yokluğu, söz konusu “yurtseverliği” son derece karanlık ve tehlikeli sulara yelken açar hale getirmektedir. Bahsettiğimiz vurgu, Kemalizmle aramızda çizilmesi gereken çizgidir. SİP kurulduğu günden itibaren, bir zamanlar Gelenek dergisinin ilk yıllardaki sayılarında yapılan oldukça isabetli Kemalizm eleştirilerini neredeyse unutmuş, toplumsal yaşamda Kürt meselesi, türban sorunu, sola yapılan baskıların açığa çıkması, Cumhuriyet’in otoriter karakteri ..vs gibi bir dizi konuda Kemalizm yıpranır ve prestij kaybederken, bu ideoloji ve onun temsilcisi olan siyasi güçlerle karşı karşıya gelmemeye sistematik bir özen göstermiş, Kemalizmi bir kere olsun eleştirmemiştir. Somut birkaç örneğe değinelim: 1) 28 Şubat tamamen ve açıkça desteklenmiştir: Silahlı kuvvetlerin, 12 Eylül’de kendi yarattıkları bir canavar olan, Güneydoğuda Temmuz 2005 fabrika
Yurtseverlik
PKK’ye karşı açıkça destekleyip eğittikleri siyasi İslam’a karşı, kontrolden çıkma eğilimi gösterdiğinde giriştiği “ince ayar”, yani 28 Şubat, açıkça bir tür askeri darbe olmuştur. Dahası, demokrat kesimleri “ülkeyi irticadan kurtarma” demagojisiyle teslim alan, fiiliyatta ise ordunun siyasal düzen içindeki güç ve etkinliğini artıran bu adımı teşhir etmek her ilericinin görevi iken, SİP tam tersine, ve tam da bu noktada bütünüyle “anti-irtica” bir söylemi öne çıkararak estirilen havaya paralel davranmış, madalyonun öbür yüzünü açığa çıkarmak için hiçbir şey yapmamıştır. Bir ÖDP dahi “Ne Refahyol, Ne Hazır ol” diyerek topluma son 20 yıldır dayatılan bu sahte ikilemi teşhir etmeye çalışırken, konuştuğumuz SİP’i arkadaşlar bu tavra “apolitik” diyerek dudak bükmüştür. Anlaşıldığı kadarıyla, toplumda esen rüzgarlardan birini arkasına alarak ilerlemeyi ve yükselmeyi bu arkadaşlar “somut ve etkin politika” olarak değerlendirmekteler. Ancak sizin mi rüzgarı, rüzgarın mı sizi kullandığı her zaman kritik bir konudur ve son tahlilde bu sorunun cevabını somut, pratik güç verir. Arkalarına aldıkları MGK rüzgarı SİP’li arkadaşları öylesine savurmuştur ki, o dönemde içinde bulundukları kitle örgütlerinde (örneğin mühendis odalarında) islamcı üyelerin haklarını korumayı reddetme, onlara mesleki iş yapma lisansı vermeme, veya üyeliklerin iptal etmeyi önerecek kadar budalaca noktalara varılmıştır. 2) Son dönemlerde sol çevrelerde Mustafa Suphi ve 15’ler olayı tartışılıp, Mustafa Kemal ve ekibinin bu konudaki oynadığı gerici rol her geçen gün açığa çıkarken, Genel Başkan Aydemir Güler şöyle bir yazı yazmıştır: Türkiye burjuva siyasetinin tekelci karakterinin oluşmasına ne büyük katkıyı yapan kişinin Mustafa Kemal olduğunu düşünmek için çok nedenimiz var. Kurtuluş Savaşı büyük ölçüde bu tekelcilik sayesinde kazanılıyor. 192021 kavşağında Ankara “kurtuluşçu platform” üzerinde hegemonyasını tesis etmekle kalmıyor, reel ve potansiyel her türlü rakibini tasfiye ediyor. Mümkünse fiziksel olarak...Bu başarıldığı ölçüde Türkiye ulusal kurtuluş hareketi tüm dünyaya Anadolu’da bir devlet olarak varlığını sürdüreceğini kabul ettirmiş oluyor. ...Kuşkusuz siyaset tekelinin
fabrika Temmuz 2005
kurulmamış olması halinde... Sevres’in yol göstericiliğine sadık kalınırdı. (Aydemir Güler, “Atatürk ve Sınıf”, Gelenek dergisi, sayı 68, s.21, Ekim 2001) Kanımızca bu görüşler için kullanılacak en hafif ifadeler “esef verici” ve “ayıp” olabilir. Komünistleri katletme pahasına kazanılan “bağımsızlık”ın ne anlama geldiğini her komünist bilir; A. Güler’in de bilmesi gerekir. Mustafa Suphi’lerin cesetleri üzerinden elde edilen Türk bağımsızlığının nasıl sakat doğduğu, bu cinayetin nasıl emperyalizmle müstakbel işbirliklerinin tohumlarını attığı, emperyalizme kapılanmanın Doğan Avcıoğlu ve İlhan Selçuk gibi kemalist papazların veregeldikleri vaazlarının aksine DP ile değil, çok daha önce temellerinin atıldığı son dönemde geniş ölçüde yazıldı, çizildi. Komünist bir önderin öldürülmesini (üstelik bunu Mustafa Kemal’in yaptırdığını tartışma konusu bile yapmadan) böylesine kolay kabullenmenin, onu Kemalist “istiklal” projesi için zorunlu bir iç malzeme seviyesine indirmenin, komünizmle nasıl bir bağı olabilir anlamıyoruz. SİP’li arkadaşlar M. Suphi’ye ilişkin bu değerlendirmeyi aynen kabul ediyorlarsa, onun resmini 1 Mayıslarda niçin ve ne adına taşıdıklarını, niye altına “ölümüyle Anadolu’da devlet kurulmasını mümkün kılan kahraman” yazmadıklarını, ya da onun resmi yerine niye (yeni yurtseverlik çizgisi adına) basitçe Atatürk resmi taşımadıklarını açıklamak zorundadırlar. 3) SonseçimlerdeSİP’insloganı“Boşverme!” idi. Seçmeni umutsuzluğa kapılıp köşesine çekilmekten ve oy vermeyip fiilen tarafsız kalmaktan alıkoymaya çalışan bu slogan, (şayet SİP, vatandaşlara yurttaşlık görevlerini hatırlatma gibi bir amme hizmeti görmediyse) kimi ve neyi hedef aldı ? Bunun SİP seçmenlerine yönelik olmadığı açıktır; zira her sosyalist parti seçmeni gibi, SİP seçmeni de “boş verecek” profilde değildir. O zaman kim ? Cevap, Türkiye’de siyasilerin kısır iç çekişmelerinden bıkan, ve aralarında yalancılık ve hırsızlık konusunda hiçbir fark görmeyip “lanet olsun” diyerek köşesine çekilen seçmen kitlesidir. Aslında bu kitle, sonuna kadar haklıdır ve oranı, seçmen kitlesinin % 60’ını aşabilse, bu fiili boykot, mevcut siyasal rejime atılacak iyi bir
33
Yurtseverlik
tokat olabilir. Aksine SİP bu insanları mutlaka oy vermeye çağırmaktadır. Kendine oy vermeye mi ? Hayır, zira bu durumda açıkça “SİP’e oy verin” demekle yetinilebilirdi. O zaman kime karşı ? Herkesin bildiği kuraldır. Seçimlerde tarafsızlık, kazanmaya en yakın olanın ekmeğine yağ sürer. Tarafsızlıktan ve boş vermişlikten vazgeçme çağrısı da, açıkça, kazanmaya en yakın olan partiye karşı vatandaşa yapılmış bir uyarıdır. O seçimin favorisi (ve de galibi !) AKP olduğuna göre, SİP, seçmene AKP’nin ekmeğine yağ sürecek bir tarafsızlığa düşmemesi için uyarmaktadır. Mesaj açıktır: “Boş vermişliğe kapılma. AKP geliyor. Onu durdur. Ne yap yap, onun dışındakilere oy ver “ Bu sloganın gerçek siyasi özünü anlayabilmek için mantıksal sonuçlarını sonuna kadar götürmek gerekir. Bir an için tüm Türkiyeli seçmenlerin SİP’in çağrısına uyarak “uyandıklarını” ve AKP dışı partilere oy yağdırarak AKP’nin iktidara geçişine set çektiklerini varsayalım. O zaman kimler meclisi dolduracak ve hatta iktidara gelecekti ? Sayalım: Cellat Ağar’ın DYP’si, yüzsüzlük ve şovenizmden başka hiçbir sosyal demokrat özellik taşımadığı ortaya çıkan (ve bugün seçmenlerinin suratına tükürmek için aradığı !) D. Baykal CHP’si, katil arıların partisi ANAP, faşist aile şirketi DSP..vs. Bu resimde emekçi halk ve sol için AKP iktidarından daha iyi ne vardır ? Hiçbir şey ! Bu resimdeki tek fark, bütün bu partilerin aynı parti olması, MGK açısından AKP’ye göre daha uyumlu ve tanıdık bildik partiler olmasıdır. Dolayısıyla aradaki fark halkın değil, MGK’nın memnuniyetiyle ilgilidir; SİP’in ana seçim sloganı da pratik olarak MGK mutluluğunu hedeflemektedir. Yaptığımızın laf ebeliği, ya da öküz altında buzağı aramak olmadığını anlamak için basını izlemek yeterlidir. Gerçekten de mesaj alınmış, doğru yere ulaşmış, MGK’nın kiralık kalemi Fatih Altaylı seçim öncesi Hürriyet’teki köşesinde bu slogana duyduğu takdiri dile getirmiştir. Örnekler çoğaltılabilir. Ancak bariz olan şudur: SİP yönetimi, (Aydınlık’ın aksine ballandırmadan ve aklınca çaktırmadan) ordu ve MGK’nın gölgesinde, onlarla uyumlu politika yapmaktadır. Hiçbir şekilde bu kurumlarla karşı karşıya gelmeyen SİP, her sol derginin Kürt meselesi yüzünden yüzlerce yıl hapis cezası aldığı dönemi bu sayede sıyrıksız atlatabilmiştir. Devrimci politikada, darbe yemek tek başına bir meziyet olmayabilir. Ancak her sosyalist örgüt, kendi gücü oranında gerçekleri emekçi halka,
34
en azından kendi kadrolarına açıklamak ve net bir bilinç yaratmak zorundadır. Onun yerine, hangi mantıkla olursa olsun, hakim siyasi gücün topluma dayattığı sahte ikilemleri aynen kabullenen, onun ideolojik idollerine övgüler düzen bir yapı, işe daha baştan çarpık başlamaktadır; ve bu çarpıklığı hiçbir keskin doktriner görüntü düzeltemez. Parti çizgisi böylesine “Kemalizan” olan bir örgütün, yurtseverlik çizgisi ne olabilir ? Yukarda değindiğimiz gibi, yurtseverlik, sizin dışınızdaki siyasi ve sınıfsal güçlerle bir araya gelebileceğiniz bir platformdur; ve bu noktada yaratılacak ortak söylemin, sizi sürüklemesini, sizi burjuva ideolojisinin stepnesi haline getirmesini engelleyecek net bir ideolojik çerçeveniz olması şarttır. Başka bir deyişle, yurtsever motiflere yaptığınız siyasi yatırımın burjuva politika ve ideolojisinin değirmenine su taşımasını, oraya uçup gitmesini engelleyecek; bu eforun direkt olarak emekçi halktan yana bir güç olarak size dönmesini sağlayacak sağlam bir ideolojik “yalıtıma” ihtiyacınız vardır. Türkiye’yi şu anda yöneten MGK egemenliğinin ideolojik ve siyasi temeli olan Kemalizme karşı ideolojik yalıtımı yukarda değindiğimiz gibi evlere şenlik olan, doğrusu bu ideolojiye karşı son derece geçirgen olduğu her geçen gün belirginleşen SİP’in, “yurtseverlik” açılımıyla Kemalizmle ve onu temsil eden güçlerle çok daha fazla kucak kucağa geleceği aşikardır. Kullanılacak her motif de bu süreci daha da hızlandıracaktır. Kurtuluş Savaşı’nı ele alalım. Bu elbette ki, yapılması gereken her yurtsever ajitasyonda öne çıkarılması gereken, komünistlerin de sahip çıktığı bir motiftir. Ancak zaferin gerçek sahibi olan, kanını ve canını kahramanca feda eden “Anadolu’nun mazlum amele ve rençberleri”ni öne çıkarmak, onların Kemalist burjuvazi tarafından nasıl kullanılıp zaferden sonra ikinci plana itildiklerini belirtmek, emekçileri dışlayan bir yurtseverliğin nasıl daha 1923’den itibaren hızla yozlaştığını vurgulamak kaydıyla! SİP , Kemalizmle yaptığını hissettiğimiz “tarihsel uzlaşma” dolayısıyla muhtemelen bunları söyleyemez; ancak bunlar söylenmediği takdirde de ortaya çıkan çizgi, 1968’in Atatürkçü yurtseverliğinin karbon kopyası olacaktır. 12 Mart öncesinde, sol güçlerin Atatürkçü bir söylemle giriştikleri mücadelede bizzat Atatürkçüler tarafından kullanılması ve manipüle edilmesi bir trajediydi; bunu 40 yıl sonra tekrar etmek bir komedi olacaktır. Bilinçli hiçbir komünist, bunu tekrarına izin vermemelidir.
Temmuz 2005 fabrika
Yurtseverlik
Bu Kemalizm “hormonlu” yurtseverlik, SİP’e belli bir büyüme ve gelişme de sağlayabilir. Bu da doğaldır; zira bir yandan Türkiye’de sol potansiyel büyümektedir; öte yandan da Kemalizm, islamiyet kadar popüler bir milli din haline gelmiştir; üstelik bu ikisine de kapısını aynı anda açan parti, bir de devleti rahatsız edecek söylemlerden özellikle kaçıyorsa, büyümesi kaçınılmazdır. Ancak yanlış hesap Bağdat’tan döner. Türkiye, SİP’ten 10 kat daha kitlesel ve militan yapıların, sırf taraftarlarına sağlam bir ideolojik çerçeve kazandırmadığı, bu konudaki görevlerini eyyamcılıkla geçiştirdiği için, bir gün içinde un ufak olduğunu görmüş ve yaşamış bir ülkedir. 12 Eylül ertesinde binlerce taraftarın “Kenan Evren hiç değilse faşist değil Atatürkçü” diyerek kendini uyutması ve fiilen mevzilerini terk etmesiyle tepetaklak olan “alçı ayaklı dev”lerin enkazları, hala bir açık hava müzesi gibi etrafımızdadır. MGK’nın Kemalizmi kullanarak atacağı daha sert adımların, insanları siyasi bir tercihe, bir yol ayrımına zorlayacağı her momentte, Kemalist illüzyonları okşanarak kazanılmış taraftarların SİP’i nereye götüreceği, daha doğrusu nereye çekeceği meçhuldür . Dileğimiz, SİP’lilerin resmi ideolojiyle süren bu ilkesiz ve tehlikeli flörte bir an önce son verecek netliği ve kararlılığı gösterebilmeleridir. Sosyalizme açık bir yurtsever çizginin ana hatları Sosyalist mücadelede anti-emperyalist ve yurtsever bir çizginin gerekliliğine, ve bu çizginin devletin resmi ideolojisinden bağımsız olmasının zorunluluğuna işaret ettik. Ancak tek başına bu iki vurgu, bu çizginin ne olması gerektiğini tanımlamak için yetersizdir ve daha net bir çerçeveye ihtiyaç vardır. Bu çerçevenin birinci ilkesi, Türk milliyetçiliğine karşı Anadolu yurtseverliği olmalıdır. Önce kavramsal düzeyde milliyetçilik-yurtseverlik ikilemine değinmekte yarar var. Bu ikisi arasındaki ayrımın, hatta karşıtlığın, pratikte sık sık kaybolduğu; “yurtseverlik”ten bahsedenlerin kolayca milliyetçi ve sosyal-şoven konumlara savrulduğu (2. Enternasyonal örneğinde olduğu gibi) bilinmektedir. Ancak biz gene de, bulanıklığı ve savrulmayı mümkün olduğunca engelleyecek bir ayrım yapmaya çalışacağız. Öncelikle belirtelim ki milliyetçilik “millet”, yurtseverlik ise “yurt, toprak” kavramıyla bağlantılıdır. Millet kavramı, ortak özellikleri olan ve birlikte yaşayan bir insan kitlesinin birlikteliğine bir tarihsel geçmiş yaratan, bu birliğe tarih içinde de
fabrika Temmuz 2005
geriye doğru bir süreklilik kazandırmaya çalışan bir fikirsel projedir. Bu projeye damgasını buran da, millete hakim olan sınıfın bakış açısı ve ideolojisidir. Türk milleti kavramını ele alalım. Bize sunulan, Oğuzlar’dan günümüze kadar uzanan; Hunları, Göktürkleri, Selçukluları da kapsayan, atının nalları altında çiğnenmedik toprak bırakmamış, ortak kültürel özellikleri olan bir kavmin, bir zincir misali tarihin derinliklerinden bugün bizlere kadar uzanan tarihsel sürekliliğidir. Ancak bu konseptin, gerçeğin deforme edilmiş bir projeksiyonu olduğu gün gibi aşikardır. Bugün Türkiye’de yaşayan Türklerin, 1923’e kadar, Araplardan ve İranlılardan, Rumlardan ve Ermenilerden, diğer Anadolu ve Balkan kavimlerinden bağımsız, onların dışında ve kendi içinde (“biz bize”) yaşadığı bir tarihi asla yoktur; hiçbir zaman da olmamıştır. Bu meşhur “15 Türk devleti” (sayı artabilir ya da azalabilir; ama sonuç değişmez) mitosu veya tarihi, bugün burada yaşayan bizlerin kendimizi tanımamız ve anlamamız için gerekli olan bilginin yalnızca bir kısmıdır; en büyüğü ve önemlisi olduğu da şüphelidir. Bunların yanında İslam tarihi, Bizans tarihi ve Anadolu medeniyetleri tarihi olmadan, Anadolu Türklerinin kendi kendilerini “tanımaları” ham hayaldir; ve sırf bu bileşen üzerine kurulu bir “Türk milli kimliği” şoven bir palavradır. Bu söylem, 1923’de iktidarı ele geçiren kadronun ve sınıfın, kendi siyasal projesinin gerekleriyle uyum içinde yarattığı bir kurgudur. Benzer kurgular, Osmanlı dışında “milli” bir tarih yaratma adına aynı türde yalanların atıldığı Yunanistan, Bulgaristan ve diğer Balkan ülkelerinde (sonuçta TC de son kurulan Balkan tipi devlettir) de geçerlidir. Özet olarak denilebilir ki millet, ideolojik bir kurgudur; ve sahibinin, yani bizim pratiğimizde burjuvazinin, damgasını taşır. Yurt ise daha somut ve elle tutulur bir kavramdır. Kendi içinde coğrafi bütünlüğü (veya tanımı) olan bir toprak parçasını, ve o toprak üstünde yaşayan tüm insanları ifade eder. Burada bir etnik köken, bir dil birliği temelinde ayrımcılık değil, o toprak üzerinde yaşayan, üretim yapan, ve hayatı iyileştirmek için mücadele eden herkesi kucaklayan bir yaklaşım söz konusudur; bu açıdan da sosyalist mücadeleye daha uyumludur. Anadolu yurtseverliği, bu topraklar üzerinde yaşayan tüm renkleri; hakim unsur olan Türklerin
35
Yurtseverlik
yanı sıra, Anadolu’nun en eski halkı olan Kürtleri, 700 yıl birlikte yaşadıktan sonra yollarımızı ayırdığımız eski komşuları, yani Rumları ve Ermenileri; Lazları ve 1800’lerden sonra aramıza katılan Çerkezleri tanımayı, sevmeyi, ve kucaklamayı hedeflemelidir. Bu halkların her birinin diğerinden ne kadar çok şey öğrendiğini, bunlardan birini tanımadan diğerlerini tanımanın ve anlamanın mümkün olmadığını ortaya koymalı; ve her türlü ulusçu şovenizme karşı bu gerçekler üzerinden mücadele etmelidir. Son olarak emperyalizme karşı tavır alırken, bu halkların birlikteliğini temel almalı; geçmişte Rumlarla ve Ermenilerle Türkleri karşı karşıya getiren komploları teşhir ederken, bu gün benzer komploların, örneğin Türkler ve Kürtler arasında yeniden tezgahlanmasına şiddetle karşı koymalıdır.
taşımaktadır. Bu uzantılara önyargısız ve dostlukla yaklaşan bir yurtsever çizgi, onların bağlı olduğu ana gövdelerle de etkin ve samimi bir birlikteliğin temellerini atabilir. Başka bir deyişle, Rumların Anadolu’daki tarihi varlığını önyargısız ve komplekssiz bir biçimde bilince çıkaran ve kabullenen bir yaklaşım, Yunanistan halkıyla da gerçek bir dostluğun ilk adımlarını atabilir. Ermenilerin Anadolu’daki tarihini ve 1915 trajedisini her yönüyle ortaya koyan bir tavır, Ermenistan’da ciddi ve anlamlı bir yankı uyandırabilir. Aynı şekilde, Anadolu kültürünün İslamiyet üzerinden Arap kültürüyle olan muazzam etkileşimini, resmi ideolojinin aksine, bastırılması gereken bir kompleks olarak değil, bir zenginlik olarak gören bir tavır, kardeş Arap halklarıyla verimli ve geleceğe uzanan bir ilişkinin başlatıcısı olabilir.
İkinci ilke, ülkenin tarihine ve değerlerine yaklaşırken “şan-şöhret-zafer”i değil, emeği ve üretimi başa koymaktır. Kübalı devrimci Jose Marti’nin şu sözleri bugün de bize ışık tutmaktadır: “Dünyanın tüm askeri zaferleri, bir incir çekirdeğini doldurmaz”. Bizlerin birer Türkiyeli, birer Anadolulu olarak gururlanmamız ve sahip çıkmamız gereken değerler, şu ya da bu askeri zaferden çok, bu toprağın aydınlarının ve emekçilerinin ürettiği ve insanlığa kazandırdığı eserler olmalıdır. Bu açıdan Selçuklunun Anadolu’da yarattığı camiler, külliye ve medreseler, bir Malazgirt zaferinden; ya da Osmanlı’nın Konstantin İstanbul’unu bir Dünya Başkenti haline getiren muazzam şehircilik çalışması Fetih’in kendisinden daha büyük ve övgüye değer olgulardır. Bu ülkenin aydınlarının ve emekçilerinin alın teri, göz nuru ve hünerleriyle yarattıkları ve insanlığa armağan ettikleri tüm güzellikler, Sultanahmet’in mücevherimsi vitraylarından Ayasofya’nın muhteşem kubbesine, Akdamar’ın kabartmalarına, Karadeniz yaylalarının hüzünlü ezgilerinden Kürt kilimlerin göz alıcı renklerine, Kütahya’nın çinilerinden Nazım’ın dizelerine kadar her şey, yurtseverliğin sahip çıkması; yani globalist kültürün vandalizmine, kapitalist aç gözlülüğün tahribatına, resmi ideolojinin çarpıtmalarına ve kültürel duyarsızlığın boş vermişliğine karşı koruması ve geleceğe taşıması gereken değerlerdir.
Türkiye halkı ve onun parçası olan Türkiye komünistleri, büyük bir medeniyetin ve tarihsel zenginliğin mirasçısıdır. Etki alanı ve uzantıları coğrafi sınırların çok ötesinde olan bu muazzam birikim, ne yazık ki emperyalizme göbekten bağlı, halkından korkan, onun bağrından çıkmış dürüst ve değerli insanları ezmeyi refleks haline getirmiş asalak bir egemen sınıfın ve onun siyasi aygıtının elinde heba olmaktadır. Bu tespit, bizi yazımızın başlığına geri götürmektedir. Ülkenin ve halkın bu zenginliğine tüm çeşitliliğiyle sahip çıkmak, ancak egemen sınıflara rağmen ve onlara karşı mücadele ederek mümkün olabilir; bu da komünistlere hem yeni bir sorumluluk, hem de yeni bir perspektif sunmaktadır. Günlük mücadelede işçi sınıfın alın terini savunmak için mücadele eden komünistler, geçmiş yüzyıllardaki tüm emekçilerimizin ve aydınlarımızın alın terini savunur noktaya gelebilirse, ve bunu resmi ideolojiye bulaşık aldatmacalardan sıyrılarak etkin bir politik dille kitlelere ulaştırabilirse, etki alanlarının çok daha genişleyeceği, gündemlerinin çok daha zenginleşerek mücadelenin yepyeni boyutlar kazanacağı şimdiden aşikardır. Bize düşen önümüzdeki günlerde bu yaklaşımı somutlaştırarak hayata geçirmek olacaktır.
Altını çizmek istediğimiz üçüncü ilke ise, Anadolu yurtseverliğinin Ortadoğu ve Balkanları hedefleyen bölgesel bir açılıma yönelmesidir. Bu, yurtseverliğimizin enternasyonalizmle buluştuğu, daha doğrusu ona dönüştüğü noktadır. Kavimler Kapısı olan Anadolu, Balkanların, Kafkasya’nın ve Mezopotamya’nın kesişme noktasındadır ve bu üç bölgenin de etnik/kültürel uzantılarını bağrında
36
(1) Bu tavrın en çarpıcı ve soylu örneğini 2.Dünya Savaşında Jean Pierre Timbaud adlı Fransız direnişçi vermiş, bir komünist olan Timbaud kendisini kurşuna dizecek Nazi idam mangasının suratına “Yaşasın Alman Komünist Partisi!” sloganını haykırmıştır.
Temmuz 2005 fabrika
Yurtseverlik
(2) Geçtiğimiz günlerde Ermeni meselesi hakkında görüş bildiren emekli büyükelçi Gündüz Aktan, “Onlar Ermeni meselesini bu kadar deşerlerse, biz de Balkanlar’da ve Kafkasya’da ölen Türklerin dosyalarını açarız” demişti. Bu sözlerden akan sefalet, zavallılık, ve ucuz kabadayılık, eminiz Batılıları da bir hayli eğlendirmiştir. Sen kendi babaların ve dedelerin olan bu milyonlarca insanın dramının üstünü örtmeyi 80 yıldır bir devlet politikası haline getirip, Yahudilerinkinden hiç de geri kalmayan bu soykırıma, değil dünya kamuoyunun, kendi kamuoyunun önünde bile bir kez sahip çıkmaz, bu dramın varlığını hatırlatmak zahmetine 80 yıldır katlanmazsan, “açıklarım haa” dediğinde kargaları bile güldürürsün.
fabrika Temmuz 2005
37
38
Temmuz 2005 fabrika
Kürt Meselesinde Durum - 9
Bu Savaşı Kim Başlattı, Neden Başlattı
S. Zeki TOMBAK
Tekelci medyanın, halkı balık hafızalı yaptığı; başka bir ifadeyle “hafızasını sildiği” çok uzun zamandır söyleniyor. Yalçın Küçük tekelci medyayı bu yüzden, tezgahın üzerini temizlemede kullanılan “kasap süngeri”ne benzetir. Ancak “hatırlıyorum” diyenlerden; örgütü toplumsal hafıza olarak tanımlayanlardan, bugünü anlamak için dünü, önceki günü analiz edenlerden hoşlanmayan sadece tekelci medya ve ona karakterini veren tekelci kapitalizm değil. Şarap olmadan sirke olan muhalif akımlar da, sadece üst düzeyleri değil; tabanları itibariyle de, “hafızasını” muhafaza edenlerden huzursuz oluyor. Kulaklar sadece hoşa gidecek sözleri duymaya ayarlıdır...Bu işler fazla kurcalamaya gelmez, “Dün dündür, bugün bugündür.” Kürt hareketi uzun süredir böyle. Her eleştirinin cevabı, eğer Kürt değilseniz “milliyetçilik” yaptığınız iddiasıdır. Bu suçlamayla karşılaşmadan ne Talabani’yi eleştirebilirsiniz, ne “Güneydeki aşiret yapısını”..Ne Kongra-Gel’in “ateşkese son verme” kararını, ne Öcalan’ın “teorik” açılımlarını... Peki bir faydasını görüyorlar mı? Bu sorunun cevabını araştırması gereken biz değiliz. “Giriş”i burada keselim, cevaplarını bizim araştırmamız gereken sorular üzerine konuşalım.
fabrika Temmuz 2005
I. Silahlı Mücadeleye Son, Ateşkese son, Operasyonlara son! Gelişmeleri medyadan izlemeye ve anlamaya çalışıyorsanız işiniz zor. Haberler tuhaf, açıklamalar hafızadan yoksun, teorik açılımlar emperyalizme “mesaj” ve köşe yazılarının cehaleti tiksindirici... İki hatırlatma ile başlayalım: “Bu yaklaşımda Kürtçe resmi dil olsun, arkasından federasyon gelsin tehlikesi de yoktur. Bazı şoven milliyetçi yaklaşımlar hep bu demogojiyi dile getirirler. Gerçek bir demokrasinin ayrı bir devletten de, federasyondan da daha değerli ve haklar getiren bir rejim olduğunu anlamadıklarından, bu safsataları ileri sürmektedirler. Demokrasilerin gücü, eşsiz çözüm yeteneğinden ve en geniş koalisyon uzlaşması gerçekleştirme özelliğinden ileri gelmektedir. Demokrasi üstün bir rejim olmasa, belki ayrılık ve federasyon tehlikesinden bahsedilebilir. Bir azınlık bunu iddia edebilir. Ama tam demokrasinin her zaman halkları, grupları, hatta sınıfları azami yarar seviyesinde tutan biricik rejim olduğu üstünlüğüyle kanıtlanmıştır.” (A. Öcalan. Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru, Cilt II, 28 Eylül 2001 tarihinde İmralı’da kaleme alıp Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine verdiği savunma, Mem yayınları, İstanbul, 2001, s.125-126)
39
Kürt Meselesi - 9
“Belki bazı Kürt milliyetçi odakları bundan rahatsız olabilir. Buna yüzyıllık Kürt davasına ihanet de diyebilirler. Ama tıpkı hakim ulus şoven milliyetçiliği gibi bu milliyetçilik de çözüm yerine hep düşmanlık, ayrılıkçılık, acı ve kandan, maddi ve manevi kayıplardan başka bir değer üretmemiştir.” (A.g.savunma, s.126) Öcalan’ın, yukarıdaki demokrasi övgüsünün AİHM yargıçlarını bile gülümsetmiş olduğundan emin olarak şu tesbitleri yapalım: 1) Bağımsızlık, federasyon veya otonomicilik yolunu terkediyoruz. (O zamanlar “devletsiz konfederasyon” hikmetinin dile getirilmesi için gereken bölgesel şartlar henüz ortaya çıkmamış, ABD’nin bölgedeki misyonu bütün boyutlarıyla belirmemişti.) 2) Hakim ulus şoven milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliği arasında ürettikleri olumsuzluklar bakımından bir ortaklık vardır. İkinci hatırlatmamız yol değişince, yöntemin de değişmesine ilişkindir. Öcalan’ın “yakalanıp” Türkiye’ye getirilmesi üzerine, aynı yıl, 1999’da yapılan PKK 6. Kongresi’nde savaşın boyutlandırılması yönünde sert ve tehdit yüklü kararlardan sonra 2000 yılı 2-23 Ocak tarihleri arasında yapılan 7. Kongre’ Öcalan’ın yeni açılımlarını aynen benimseyen bir dizi karar aldı ve Öcalan’ın “Demokratik Cumhuriyet” tezi Kongre tarafından kayda geçirildi, partinin resmi görüşü oldu. PKK 7. Kongresi Öcalan’ın silahlı mücadele yönteminin rolünü büyük ölçüde tamamladığı yolundaki görüşlerini ve silahlı mücadeleyi terketme kararını benimseyerek, teyiden karar altına aldı. 7. Kongre elbette Öcalan’ın idam edilmemesi ve siyasi çalışma özgürlüğü taleplerini de kayda geçirdi. Hatırlatmalar bunlar. Şimdi bugüne geliyoruz ve aktüel gelişmeleri izliyoruz: Kongra-Gel barış için çaba harcayanları övüyor; Kürt basınında “canlı kalkan” haberleri, “operasyonlar dursun” çağrıları yeralıyor. Özgür Gündem’de “editör” imzasıyla, “Barış hızla bizden uzaklaşıyor. Oysa 1999’dan sonra barışın mümkün olabileceğini görebilmiştik.” deniliyor. Aynı gazetede Caner Canerik’in hazırladığı, “Savaşa Yakın, Barışa Uzak!” başlıklı dosya söze şöyle giriyor: “Yeniden silah sesleri ve ölümlerin yaşandığı günlere dönme sinyalleri
40
var. Askeri sevkiyatlar, operasyonlar çoğaldı... Çatışma haberleri artmaya başladı. Basında ölen asker ve gerillalardan sıkça bahsedilmeye başlandı...” (10 Mayıs 2005). Hergün mayında, pusuda ölen asker cenazeleri Türkiye’nin dört bir tarafında toprağa veriliyor; gerilla cenazelerinin yakınlarından habersiz gömülmesi üzerine Van’da, Diyarbakır’da gerilimler oluyor. Hergün ele geçen “C-4” plastik patlayıcı haberleri basında yeralırken, trenlere, demiryollarına yönelik plastik patlayıcılı, mayınlı saldırılarda ölümler oluyor. Ve devletin “operasyonlara son vermesi” çağrıları yapılıyor. Hatta adını neredeyse 12 Eylül’den bu yana, hemen hiçbir siyasi bahis dolayısıyla duymadığımız insanların başkanlık ettiği “Barış Komisyonu” falan kuruluyor. Ne oldu? PKK silahlı mücadeleyi bıraktıktan ve küçük bir miktar dışındaki askeri gücünü “güneye” indirdikten ve 2005’e kadar bekledikten sonra devlet, “fırsat bu fırsattır” diye saldırıya mı geçti? Bildiğimiz kadarıyla önce Abdullah Öcalan savaşın yeniden başlayabileceğine, bu defa öncekinden de boyutlu olacağına dair 2004’ün bahar aylarında tehdit edici görüşler ileri sürdü. Arkasından Kongra-Gel Başkanlık Kurulu, düzenledikleri bir basın toplantısı ile Başkan Zübeyir Aydar’ın ağzından, “ateşkese son verme” kararını açıkladı, 2004 yılının Haziran’ında. Sonra son verme kararı önce Aralık ayına ertelendi. Ama silahlı mücadeleye son vermiş bir örgütün yerine kurulan Kongra-Gel’in, sanki daha önceki karar “Ateş kes” kararı imiş gibi yeniden “ateş” etmeye başlama kararı vermesinin tuhaflığı bir yana ve “demokratik cumhuriyet” amacının silahlı mücadeleyle elde edilip edilmeyeceğine ilişkin teorik tartışma da bir yana; o esnada ülke siyasetinde yeniden silahbaşı yapmayı gerektirecek olağanüstü bir gelişme de sözkonusu değildir. Evet, dağdakileri indirecek bir genel af beklentisine, devlet bir “pişmanlık yasası” ile cevap verdi. Evet, AB ile uyum için atılan her hukuki adımın arkası eski kafa tüzük ve yönetmeliklerle dolduruldu; özgürlüklerin sınırı güvenlik görevlilerinin insiyatifi ile belirlenmeye devam edildi. Evet AKP hükümeti Kürt sorununun çözümü yönünde, AB’ye üyelik sürecinin doğrudan veya dolaylı olarak yarattığı imkanlar dışında hiçbir adım atmadı, Başbakan Kürt kelimesini ağzına bile almaktan imtina etmeyi sürdürdü. Bölgedeki Temmuz 2005 fabrika
Kürt Meselesi - 9
işsizliğe, yatırım yokluğuna, kaynaksızlığa, kısacası ekonomik ve sosyal sorunlara bir çözüm aranmadı. Kürtlerin siyasete katılımının kanallarını açmak yerine, %10 gibi yüksek bir baraj, AB’nin de defalarca uyarmasına rağmen aşağı çekilmedi. Ancak Haziran 2004, AB’den müzakere tarihi alma umuduyla Kıbrıs konusunda, demokratikleşmenin hukuki altyapısını kurma konusunda, insan hakları konusunda hükümetin de devletin diğer kurumlarının da azami özeni gösterdiği bir tarihtir. Dolayısıyla “savaş başlatma” kararının gerisinde, o tarihte, Türkiye devletinin veya hükümetin tutumlarıyla ilgili herhangi bir olağanüstü olumsuzluk gerekçe gösterilemez. Aksine olağanüstülük, savaş ilan edenlerin, savaştıkları taraftan taleplerine bakıldığında ortaya çıkmaktadır: Kongra-Gel/ PKK muhatap alınsın; Genel af çıkarılsın. Savaşanların, savaştıkları tarafı bir genel af çıkarmaya zorlamak için savaştıkları, tarihteki ilk savaştır bu. Peki, Demokratik Cumhuriyet’ten mi vazgeçilmiştir? Öcalan’ın veya Kongra-Gel’in bu görüşü açıktan reddettiğini duymadık. Ancak Öcalan’ın Mart 2005’ten bu yana dillendirilen “devletsiz konfederalizm” tezi var. Öcalan’ın “Sadece Kürtler ve Ortadoğu için değil, Yezidiler ve Aleviler için de önemli olduğu”nu söylediği bu açılım, Öcalan’ın pek çok tezi gibi “muz”a benzemektedir. Ne niyetine yerseniz, o tadı vermesi amaçlanarak kaleme alınmıştır. Yığınla malumatfuruşluk vardır, ama ele aldığı konunun kendisiyle ilgili olarak zerre kadar derinlik ve açıklayıcılık yoktur. Tam ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde “demokratik uygarlık nüvesi”nin, bütün uygarlıkların doğum yeri olan Mezopotamya’da kurulacağını, bunun için “Sümer Rahiplerinin kurduğu sınıflı toplumun” benzeri olan mevcut diktatörlük yapısının güçlü bir darbe ile yıkılacağını..., sözümona teorik bir açılım olarak söylemiş ve legal Kürt siyasetinin garibim önderleri Amerikan işgalinden yana olmakla olmamak arasında bir süre gidip gelmişlerdi...Sümer rahipleri, mezopotamya, uygarlık nüvesi vs. bunların hepsi, savunulması son derece güç ve riskli olan güncel politik önermenin üzerini örtmeye yarayan süslerdir. Hem işgali desteklersiniz; hem de işler istendiği gibi gelişmezse, o cümlenin bambaşka bir şeyi anlattığını açıklar, etrafa “Beni CIA anlıyor, siz anlamıyorsunuz” türünden fırçalar atarsınız. Çünkü o süsler
fabrika Temmuz 2005
sonradan vazgeçmeye, görüş değiştirmeye ve sorumluluktan kaçınmaya imkan veren, kurnazlık unsurlarıdır. Demokratik Konfederalizm safsatasına derinlik kazandırmak için uzun uzun tefrika edilen sözümona teorik çalışmalardan fikir olsun diye bir paragrafı paylaşalım: “Köleci imparatorluk güçlerine karşı içte eyalet veya şehir yöneticileri, dışta sayıları artan ittifak ve birlikler bağımsızlık talepleriyle büyürler. Aryenler, sürekli saldıran köleci saldırılara karşı, iç müttefiklerle bir kabileler federasyonu tarzında direniş gösterirler. Etnik yapılar üzerine soykırım uygulayarak hakimiyetini kanlı biçimde sürdüren Asur İmparatorluğuna karşı 3000 yıllık köleci düzenini yıkarak insanlığa nefes aldıran, Med-Pers çıkışı, bir aşiretler konfederasyonu aşamasını teşkil ettiği dönemdir. Organizasyonun Ekbatan’da merkezileşmeye çalıştığı görülmektedir.” (Ö. Gündem, 6 Mayıs 2005) Bu dili bozuk metnin altında “Haber merkezi” yazdığına göre, bir haber olarak ele alacağız. Yeni bir haberdir. Ve ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Kürt coğrafyasındaki gelişmelerden esinlenen ve bu gelişmelerin dışında kalmak istemeyen bir yaklaşımın haberidir. Netice itibariyle PKK’nın 7. Kongresinin aldığı kararların artık geçersiz olduğuna dair bir karar sözkonusu değildir. Savaşa Öcalan/Kongra-Gel, kendi iradesiyle karar vermiş; bu arada Öcalan’ın İmralı’dan yürüttüğü çabalarla ve bir miktar tasfiye de gerçekleştirilerek, PKK’nin yeniden kurulması gündeme gelmiştir. O zaman bu barış ağlaşması, “Operasyonlar dursun” çağrıları, Barış Komisyonları, canlı kalkanlar neyin nesidir? Savaş ilan ettiğinde, bunun SAVAŞ olduğunu bilirsin. Bir devlet, 700 bin kişilik bir ordu, dünya polis, sürü sepet korucu bulunduracak; bunları donatacak, besleyecek, maaşlarını verecek, masraflarını karşılayacak ve sınırları içinde binlerce silahlı unsuru olan bir gücün sadece varlığı karşısında değil; üstelik savaş ilanı karşısında hareketsiz kalacak, operasyonlarını durduracak, hergün bir yerlerde patlayan mayınları, ülkeye geniş çaplı C-4 girişini, yolcu ve yük trenlerine yapılan saldırıları görmezlikten gelecek, böyle bir durum tahayyül edilebilir mi? Böyle bir tahayyülün gerçek olma ihtimali sıfır olduğuna göre, demek savaş ilan
41
Kürt Meselesi - 9
ederken başka bir şey tahayyül edilmiştir. Veya bu “şikayet ve yakınmalar” işin “halkla ilişkiler” tarafıdır; savaş ilanından umulan siyasi gelişmeler için, şimdi yakınılan kayıplar göze alınmıştır. Savaş ilanından umulan siyasi gelişmeler konusunu aşağıda ele alacağız. II “Tatlı Su Aydınları Hareketi Demedim” 2005’in bahar aylarıyla birlikte, hadi adını koyalım Newroz’la birlikte Türkiye’de daha önce olmayan şeyler olmaya başladı. Mersin’deki Newroz kutlamaları esnasında Türk bayrağı, sonradan kimlikleri tesbit edilen ve yakalanıp tutuklanan bir kaç çocuk tarafından yere atılıp çiğnendi. Elbette provokasyon yorumları yapıldı. “Birkaç kendini bilmez” denildi. Ancak Türk bayrağının çiğnenmesi türünden, duygu yüklü bir “sembolik” eylemin, fevkalade istisnai bir durum, hiçkimsenin aklının ucundan bile geçirmeyeceği bir şey olduğu resmi demeçlerde söylense de, biliyoruz ki öyle değildir. Neticede bu türden “sembollere” yönelik saldırılar da “sembolik” bir anlam taşımaktadır ve her defasında sembolik bir cevap oluşturmak amacıyla bayrak gösterileri yapılır. Türkiye’de bayrak gösterileri, sadece rejimin karakterinden; bu karakterin milli sembollerle ilgili ritüelleri yığınların zihniyet dünyasını belirlemek için kullanmayı tercih etmesinden dolayı değil; biraz da bu tür siyasi müptezellikler nedeniyle neredeyse süreklilik ve kurumsallık kazanmış haldedir. Televizyon ekranlarının köşelerinde, otomobillerin üzerinde bayrak, maçlardan önce İstiklal Marşı, en büyük bayrak, en uzun bayrak, maçlara 60 bin bayrak, Ertuğrul Özkök’ün köşe yazılarında “en güzel bayrak” vs. artık kalıcılaşmış bayrak ritüellerimizdendir. Ayrıca Mehmet Ağar DYP’si herkesin isterse evine törenle bayrak çekebilmesini öngören yeni bir “Bayrak” kanunu hazırlamış bulunmaktadır. Fakat Mersin’deki “bayrak gösterisi”nden sonra son yılların en büyük bayrak tepkisi gerçekleşti. Genelkurmay’ın konuyla ilgili açıklamasının arkasından, Hükümet, RTÜK Başkanı, siyasi partiler ve İstanbul Emniyet Müdürü ve herkes açıklamalarda bulundu. Bir kaç gün öncesine kadar, kapkaçları önleyemediği, hırsızlıklarla
42
başedemediği için, yani üstüne vazife olan asıl işi yapamadığı için Hürriyet’te hergün teşhir edilen İstanbul Emniyet Teşkilatı ve bu yüzden istifanın eşiğine gelen İst. Emniyet Müdürü, Şişli’den Taksim’e 1 kilometrelik bayrakla yürüdü ve emniyeti eleştiren her türlü yayın aniden kesildi. Devletin medyası, polisi, şusu busu yeniden birbirine kenetlendi. Açıklamaların sonrasında DEHAP’ın Eskişehir ve İsparta il binaları saldırıya uğradı. Bursa il binasına tehdit mesajı asıldı. Ülkü Ocakları çeşitli illerde gösteriler yaptı ve üniversitelerde solcu öğrencilere saldırılar düzenlendi. Nisan ayında Trabzon’da F Tipi cezaevleri ve tecrit konusuyla ilgili izinli bildiri dağıtan TAYAD’lılar, “PKK bildirisi” dağıttıkları gerekçesiyle linç edilmek istendiler. Benzeri bir linç girişimi Sakarya’da da gerçekleşti. Elbette başka olaylar da oldu. Ancak şu görüldü ki, Türkiye’de 1984’ten 1999’a kadar süren savaş boyunca yaşanmayan olaylar yaşanmaktadır; Türkiye’nin her yeri, halkı da içine alacak bir boğazlaşmaya sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Burada çok yükseldiği söylenen ve anti-amerikanizm denilen, belki anti-batı da denilebilir, ruh halini besleyen gelişmelere işaret etmek yerinde olacaktır. 1 Mart tezkeresinin reddinden sonra, Amerikan yönetiminden bazı isimlerin Türkiye’yi açıkça aşağılayan açıklamalar yapmaları ve ABD yönetimi ağzıyla Türkiye’yi tehdit eden Cengiz Çandar, Yasemin Çongar gibi “gazeteci”lerin paralel açıklamaları; müttefik denilen ABD’nin Kuzey Irak’ta TSK’ya mensup özel kuvvetler unsurlarının başına çuval geçirerek tutuklamaları, kelepçelemeleri; aynı Kuzey Irak’ta ABD desteğinde bir Kürt federatif devletinin kurulması, burada Kürtlerin Kürt olmayan nüfus üzerinde yaptıkları ileri sürülen taşkınlıkların işgalci koalisyon güçlerince sorun edilmemesi; Türkiye’nin stratejik müttefiki olduğu söylenen ABD’nin Kuzey Irak’taki Kandil dağında yerleşik PKK karargahına ve yığına karşı, Türkiye’deki çatışmaların yoğunlaşmasına rağmen harekete geçmiyor ve Türkiye’nin harekete geçmesine de izin vermiyor olması; Kıbrıs’ta Türk tarafının Annan Planına “evet” demesine rağmen “hayır” diyen Rum tarafının bütün Kıbrıs’ı temsilen AB’ye alınması ve Temmuz 2005 fabrika
Kürt Meselesi - 9
AB’nin Kuzey Kıbrıs’a yönelik vaadlerinin hiçbirini yerine getirmemesi, Rum vetosunu bu isteksizliğin bahanesi yapması; AB üyesi ülkelerde Türkiye’yi dışlayan ve hiçbir aday ülke için sözkonusu olmamış “referandum” gibi engeller yaratan yaygın tutumların görülmesi; Kıbrıs Rum kesimini bütün Kıbrıs’ın temsilcisi olarak tanıma anlamına gelecek “Gümrük Birliği Ek Protokolü”nün imzalanmasının müzakerelerin başlaması için bir şart haline getirilmesi; Ermeni meselesine ilişkin topyekün bir kampanya yürütülmesi ve “soykırım” yapıldığını kabul etmenin Kopenhag kriterleri düzeyinde bir şarta dönüşmesi vs.vs. Bütün bu ulusal ezikliklerin, doğru veya yanlış, haksızlığa uğramışlık hissinin; maruz kalındığına inanılan adaletsizliğe duyulan öfkenin; yukarıdaki paragrafta arka arkaya sıralanan gerekçeleri kimin nasıl anladığından ve değerlendirdiğinden bağımsız olarak akacak mecra araması şaşırtıcı değildir. Bu birikimin provoke edilebileceği ve devletin de bir anlamda bu provokasyonun önünü açabileceği ortadadır. Ve bu tabloya aynı günlerde yoğunlaşan çatışma ortamı ve çatışmalarda ölenlerin sayısındaki vahim artış eklendi, İşte böyle bir ortamda, 150 Türk, 250 kadar Kürt aydınının, ayrı ayrı imzaladığı bir bildiri yayımlandı. Bildiri şöyle: “Son günlerde yoğunlaşan çatışma ortamından derin kaygı duyuyoruz. Sadece geçen ay 50’ye yakın insanımızı yitirdik. 15 yıl süren ve 30 bini aşkın insanımızın kaybına yol açan, taraflarca “düşük yoğunluklu çatışma” veya “kirli savaş” olarak adlandırılan dönemin acıları, milyonlarca insanımızı derinden yaraladı. Artık insanlarımız ölmesin, barış içinde ve adil bir yaşam sürelim. PKK’nin silahlı eylemlere derhal ve önkoşulsuz son vermesini istiyoruz. Hükümetin, kalıcı barışın sağlanması ve herkesin demokratik toplumsal hayata katılabilmesi için gerekli yasal düzenlemeleri gerçekleştirmesini talep ediyoruz.” Bildiriye Özgür Gündem sayfalarından ilk ilgi, en “sazan” yazar Pınar Selek’ten geldi. “Sazan” hanım, “Ah tatlı su aydınları...” diye önce bildiriyi imzalayanları, doya doya aşağıladı. Biz aynı aydınlara, aynı bildiriden dolayı Emin Çölaşan’ın “entel, liboş, Kürtçü” demesiyle, “sazan” hanımın “tatlı su aydını”
fabrika Temmuz 2005
demesi arasında bir fark göremedik. Halbuki varmış. Emin Çölaşan’a aydınlara yaptığı saldırılardan dolayı kimse “Yanlış yaptın. Düzeltme yazısı yaz.” demiyor. Deseler bile Emin Çölaşan aydınlardan özür dilemez. Hoş, Pınar Selek de özür dilememiş. Ama uyarılmış olmalı ki, aşağıdaki lafları etmek zorunda kalmış. “....Aydınların vatan haini muamelesi gördüğü Türkiye’de, tatlı su aydını geleneği ön planda. Tatlı sular tatlı kalmıyor. Tuzlanıyor. Kirleniyor. Ama tatlı su aydınları bu kiri temizlemek yerine, kendilerine yeni sular arıyorlar. Bu nedenle toplumsal travmaları aşamıyor, demokratik aydınlanma yolunu açamıyoruz. 150 aydın, tam da bu ortamda savaşa karşı çağrı yaptılar. Ben de bu çağrının etkisine, geleceğine dair kaygılarımı paylaştım. Ama aydın bildirisini, bir tatlı su aydın hareketi olarak nitelemedim. Kaldı ki barış çağrısı yapan 150 aydının büyük bir çoğu, aydınlık fikirleri yüzünden hayatlarında büyük bedeller ödemiş insanlar. Eğer böyle anlaşıldıysa, şu kadarını söyleyeyim: Atılan bir adımı daha baştan ‘ölü doğmuş’ diye nitelemek, onu hemen mahkum etmek, saygısızlıktır. Fakat en büyük saygı da, açıkça kaygılarımızı, endişelerimizi paylaşmaktır ki hata yapmayalım.” (Ö. Gündem, 21 Haziran 2005) Murat Belge şöyle söylemişti: “Aydınlara entel diyen herkes faşisttir.” Pınar Selek “entel” demiyor. O “tatlı su” ile ne denmek istendiğini bilmeyen ve merak etmeyen, haliyle “açık deniz”in karşıtı olarak kullanıldığı akıl edemeyen bir köşe yazarı. Demek Selek’lerden böylesine meraksız, birikimsiz ve haddini bilmez bir Pınar hanım çıkacakmış. Yazık. Konuya takılan diğer bir “yanaşma” yazar ise Veysi Sarısözen. Hani şu, ÖDP’den AB’ye “Havet” diyenlerle birlikte politika yapamadığı için ayrılan ve sadece AB’ye değil, ABD’ye de “evet” diyenlerle ittifak yapmak için SDP’yi kuranlardan Veysi Bey. V. Sarısözen “Sözcüğün gerçek anlamında aydın olmak, diyalog cesaretine, güvenine, ahlakına sahip olmaktır. Cehaletin dili yoktur, bilginin dili vardır.” dedikten sonra, Türk devlet kurumları ile ABD ve AB ‘nin devlet kurumlarının PKK hakkında “terörist örgüt” tezini kabul etmiş olduklarını belirtiyor. “Ancak, aydınların bu resmi
43
Kürt Meselesi - 9
tezi kabul etme zorunlulukları yoktur. Bilimsel bir yaklaşım, PKK’nin terörist bir örgüt olmadığını kolaylıkla ortaya koyabilir. Elbette hukuksal bir yaklaşım, PKK’nin silahlı ve illegal bir örgüt olduğunda birleşecektir. Böyle bir örgütün eylemlerinin yürürlükte olan yasalara göre suç olduğuna da, başta PKK’nin kendisi olmak üzere kimse itiraz bile etmeyecektir. Bir eylemin, örneğin ‘silahlı örgüt kurma ve ayaklanma’ suçu olması başka şey, bu eyleme ‘terör eylemi’ demek başka şeydir. Nitekim 150 aydının çağrısında, ‘PKK’nin silahlı eylemlere son vermesinden’ söz edilmiştir. İşte bu yaklaşım diyalog için ilk ve önemli adımlardan birisidir. ‘Terörist eylem’ siyasal bir içerikten büyük ölçüde yoksundur. Ancak her silahlı ayaklanma eylemi, siyasal içeriğe sahiptir. Siyasal olmayanı askeri araçlarla çözmeye kimsenin diyeceği olmaz. Ama bir eylem, suç bile olsa, eğer siyasal içerikli ise, siyasal olarak çözülebilir bir soruna işaret eder. Çözüldüğü zaman da, çözümsüzlüğün kaçınılmaz kıldığı suç, suç olmaktan çıkar. PKK eylemlerini ‘terörist’ olarak değil de, silahlı eylem olarak tanımlayan aydınlarımızın, Kürt sorununda siyasal çözüm talep etmeleri, en tutarlı davranış olacaktır.” diyor. (21 Haziran 2005) Aktardığımız bu fikirlerle ilgili bir kaç notu kaydedelim: 1. “Terörist eylem”in siyasal içerikten tamamen veya “büyük ölçüde” yoksun olduğu iddiası doğru değildir. 2. Bir siyaset tarzı olarak terörist eylemin ayırdedici yönü, sivil halka bilerek isteyerek zarar vermesi veya böyle bir zarar verme imkanını göstererek, korku ve endişe yayması, muhatab devletin bu dolayımla ikna edilmesidir. 3. PKK’nin terörist değil, siyasi bir örgüt olduğunu, buralarda “kimseler” yokken, DGM duruşmalarında defalarca savundum. Ö. Gündem’in o dönemlerdeki avukatlarından bu husus sorulup, meraklar giderilebilir. Ancak bu siyasi örgütün, “silahlı mücadele”sini “kirlettiğini”, “mavi çarşı” yangını gibi, halktan insanların yoğun olarak bulundukları ortamlarda, halka zarar vermeyi hedefleyen eylemler yapmak gibi pis işlere kalkıştığını ve son günlerde iki kez trenlere uzaktan kumanda
44
ile patlatılan plastik patlayıcı ile saldırarak, bu kirli çizgiye istikrar kazandırdığını; bu bakımdan İspanya’da yolcu trenine saldıran El Kaide’nin eylem çizgisi ile kendisininkini ayırdetme imkanını kısa sürede kaybedeceğini söylemek istiyorum. Kaldı ki, eylemlerin kentlere yayılacağı yolundaki tehditlerin “kirlilik” vaadettiğini düşünmek için, geçmişten gelen yeterince gözlemimiz var. Bunun önemi nedir? Bunun önemi, bu yazı içinde dile getirilen başka nedenlerle birlikte, bu nedenden dolayı da, bu örgütün, sosyalistleri, ilericileri kaybetmeyi çoktan göze almış olduğu gerçeğine işaret etmesidir. Bir süre sonra sözkonusu bildiriyi yayınlayan 150 aydının yaptığını yapacak üç-beş kişiyi mumla arayacaklardır. 4. Silahlı mücadeleyi başlatmak veya sona erdirmek, netice itibariyle ilgili örgütün kendi kararıdır. Fakat bu savaşın siyasal haklılığını/haksızlığını, etkilerini ve muhtemel sonuçlarını değerlendirmek örgütün tekelinde değildir. Yukarıda da değerlendirdiğimiz üzere, örgütün “ateşkese son verme” kararının düzgün, bir izahı mümkün değildir. Türkiye halkı, Türküyle Kürdüyle yaşanan savaşta çok ağır bedeller ödedi. Türkün de Kürdün de binlerce evladı toprağın altına girdi. Türk halkı ve özellikle Kürt halkı çok yoruldu. Mutlak bir zorunluluk yokken, “silahlı mücadele de neticede bir siyaset enstrumanıdır, istediğim zaman çalarım” diyenler; her iki halka ödettikleri bedellerin altında kalırlar. Yanlarında kendisine ve halkına saygısı, sevgisi olan hiç kimseyi bulamazlar. Giderek yalnızlaşırlar ve çevrelerinde sadece itibar arayan, önemsenmeye ihtiyaç duyan, bu işlerin de nemaları vardır, oralardan nemalanmaya çalışan kurnazlardan başka kimseyi bulamazlar. Onlar da zor zamanlarda, o mevkilerden uzaklaşmak için bahane bulmakta zorlanmayacaklardır. Ve bahane bulma günleri maalesef yakındır. 5. Savaşın bu evresinin meşruiyetini, haklılığını/haksızlığını yazdığın köşede tartışamıyorsan; bildiriyi tartışmanın, metni kaleme alan aydınlara “tutarlılık” dersi vermenin ahlaki bir soruna işaret ettiği kesindir. Siyasete I. TİP’te başladın. 1973 sonrası TKP’de, sonra ÖDP’de ve nihayet SDP’de yönetici pozisyonlarda sosyalizm mücadelesi içinde yeraldın. Sosyalizm mücadeleleri içinde geçmiş bir hayatın insana öğretmesi gereken asgari ders şudur: Temmuz 2005 fabrika
Kürt Meselesi - 9
Düşmanının karşısında olduğu gibi, dostunun karşısında da başını dik tut. Çünkü birini yapamayan, öbürünü de yapamaz. Dolayısıyla 150 aydının soruna “siyasal çözüm talep etmeleri” tutarlı olmanın gereğidir ve zaten de etmektedirler. Haliyle “siyasi çözümün” ne olduğu üzerinde konuşmak gerekmektedir. III. Bireysel Haklar Kollektif Haklar AB Bir Hayal Kırıklığı mı? DEHAP Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, Sosyalist Enternasyonal’deki konuşmasında, “Türkiye’nin AB’ye üyelik yolunda önemli mesafe katettiğini belirterek, Türkiye’nin de dahil olmasıyla daha da genişleyecek AB projesinin sorunsuz yürüyebilmesi açısından ‘Kürt sorununun’ çözümünün önemli olduğunu” söylemiş. (25.5.2005) Burada “Kürt sorunu”nun ne olduğu üzerine iki farklı yaklaşımı görünür kılmak yararlı olur. 1. AB çerçevesindeki çözüm: Sorunun, Kürt, Türk ayırmadan ilgili devletin bütün yurttaşları için bireysel özgürlükler tanıması yoluyla çözümüdür. Hiç kimse için dil yasağı olmayacaktır; hiçkimse için inanç yasağı, hiç kimse için ifade özgürlüğüne sınırlandırma olmayacaktır vs.vs. AB çerçevesindeki çözüm, etnik, dinsel veya bölgesel topluluklar için kollektif haklar sağlamayı içermez, aksine kollektif hak taleplerinden oluşan çözüm önerilerini dışarda bırakır. Haliyle özerklik, federasyon, konfederasyon veya bağımsızlık türünden “çözümler” AB çerçevesinin tamamen dışındadır. Dolayısıyla AB açısından Kürt sorunu; AB üye adayı Türkiye devletinin Kürt kökenli yurttaşlarının kimliklerini, dillerini, müziklerini özgürce dile getirememiş olmaları ve öteden beri varolan bu sorunları vahim biçimde ağırlaştıran, bölgede süren uzun savaşın yolaçtığı yurttaşlık haklarının ağır biçimde kısıtlanmış olmasıdır. Uzun süreli gözaltına almalar, yaygın işkence, faili meçhul cinayetler, tabii hakim ilkesine uymayan ve asker üyeleri nedeniyle sivilleri yargılamaması gereken DGM’lerin varlığı, cezaevi koşulları; köy boşaltmalar, zorunlu sürgünler, koruculuk kurumunun yolaçtığı adli, siyasi, mülkiyete
fabrika Temmuz 2005
ilişkin suçlar vb. insan hakları ihlallerinin yaygınlığıdır. Bölgedeki ekonomik faaliyetin güvenlik nedeniyle yapılmış sınırlandırmalar yüzünden bir toplumsal/ bölgesel eşitsizlik halinde olmasıdır. İşsizliğin, eğitimsizliğin, sağlık hizmetlerinden yoksunluğun aşırı boyutlarda olması gibi bir kalkınma ve gelir dağılımı sorunudur. Bu sorunların çoğu için AB’nin önerdiği çözümler ise yasaların iyileştirilmesi, buna bağlı olarak uygulamanın iyileştirilmesi ve bu süreçleri güvence altına alacak, denetleyecek ve güçlendirecek bir unsur olarak siyasete katılımın imkanlarının genişletilmesidir. DGM’ler, sıkıyönetim ve OHAL kalkmışsa, işkence şikayetleri azalmış; insan hakları örgütlerinin faaliyetleri kolaylaşmışsa, Kürtçeye konuşma, yerlere ve çocuklara ad koyma, şarkı söyleme gibi sınırlamalar getirilmiyor; bu dili öğrenmenin ve öğretmenin önünde bir yasak bulunmuyorsa; insanlar köylerine dönmüş, mülklerinin sahibi olabilmişlerse; siyasete katılım kolaylaştırılmış, baraj aşağı çekilmişse; ekonomik eşitsizliği giderme yolunda adımlar varsa vs.vs. AB açısından Kürt sorunu sorun olmaktan çıkmıştır. Ondan ötesi gelişmedir. Burada Irak’taki, Suriye’deki, İran’daki Kürtlerle ilgili bir yön yoktur. 2. Anti-sömürgeci çözüm: “Kürdistan parçalıdır ve uluslararası bir sömürgedir. Sömürgecilik uluslaşma sürecinin bir ulusal devlet kurulması suretiyle tamamlanmasını engellemiştir. Bu durumda sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş mücadelesi verilecek, nihai hedef olan bağımsız-birleşik Kürdistan kuruluncaya kadar savaşılacaktır.” Böyle bir çözümün AB’nin kurumsal yapısıyla bir ilgisi yoktur. Gerçekte böyle bir çözüme inanan, ancak siyasi ortamın iyileşmesi ve normalizasyon için AB sürecini destekleyenler olabilir. Öcalan’ın savunmasında çizilen çerçeve AB çerçevesindeki bir çözüme yakındır. Ancak Öcalan için geçmişi daha gerilere gitse de, PKK etkisindeki yığınlar için anti sömürgeci çizgiden demokratik cumhuriyet çizgisine geçiş “ani” olmuştur ve bu geçişin her noktasında takılıp kalmış olanlar bulunmaktadır. AB’nin “Kürt sorununun çözümü” için ne önermekte olduğu açıklıkla tartışılmadığı ölçüde, AB yandaşlığı da yanlış bir içeriğe sahip olabilmektedir. Acaba bölümün başında
45
Kürt Meselesi - 9
atıfta bulunduğumuz Tuncer Bakırhan “Kürt sorununun çözümü” ile neyi kastediyor. Veya Veysi Sarısözen aydınlara “tutarlı olun, siyasal çözüm talep edin” derken neyi kastediyor? Veysi Bey ÖDP’den ayrılırken, Türkiye’nin AB üyeliğine kuvvetle “Hayır” denilmesini savunmaktaydı. Şimdi AB’ye kuvvetle “evet” diyen bir gazetede yazıyor ve partisi “ Kürt sorununun AB sürecinde çözümü”nü isteyen Kürt siyasetiyle seçim ittifakı başta olmak üzere ittifaklar yapmayı savunmakta ve yapmaktadır. Kuvvetini belirsizlikten ve ima’dan alan bir dil yerine; kimin çözümden ne anladığının berraklıkla ortaya konulabildiği, dolayısıyla üzerinde yanyana gelinebilecek ve ilerlenebilecek bir politik zemin herhalde böyle kurulabilir. Tabii “siyasi çözüm” tavsiyesi yaparken, Öcalan/ Kongra-Gel, PKK tarafından ilan edilmiş ve sürdürülmekte olan savaşın taleplerini hatırda tutmak gerekir: Muhatap alınmak ve genel af!... Aydınlara tavsiyede bulunulurken, “Siyasi çözüm”ün bu taleplerle kuracağı ilişkiyi aydınlatmak, sadece aydınlar için değil; savaşanlar için de faydalı olurdu herhalde... IV. Devrimin Dili Yerine “Çatal Dil”... Öcalan Sosyalizm Vurgusuna Neden Geri Dönüyor? Fabrika’nın bir önceki sayısında “Geniş Ortadoğu Projesinin Yeni Adımları” başlıklı yazının içinde geçen şu paragrafın kimi Kürt kardeşlerimizi çok hiddetlendirmiş olduğunu haber vermek isterim: “Şimdi bunca uzun ve acılı dönemden sonra bir zamanların mağdurlarının kardeşliği koruyarak ve güçlendirerek yaşamaları umulurdu. Ancak tarihten öyle olmadığını biliyoruz. Yoksa Siyonizmin Filistin halkına uyguladığı jenosit nasıl izah edilebilirdi? Belli ki bugün de işgal güçlerinin ve özellikle ABD’nin desteğini alan Barzani ve Talabani yönetiminin geçmişte yaşanan acıları kardeşlikle telafi etmek yerine, Araplara ve Türkmenlere karşı yeni acılar üretecek bir tutumla hareket etmektedirler. Talabani fırıldağının arkasını dayadığı gücün borazanını üflemesi şaşırtıcı olmamakla beraber; her iki partinin tabanının da yağma ve talan aşamasını geride bırakmamış topluluklar olduğunu
46
biliyoruz. Peşmerge güçleri çatışmalarda en fazla bu nedenle telafat vermektedir. Kerkük’ü Kürtleştirme adına Kürt olmayan unsurları rahatsız eden ve dışlayan tutumların, bu arada yağma ve talanın, işgalciliğin yürürlükte olduğu bilgilerini çok çeşitli kaynaklardan öğreniyoruz.” Hiddetlenmiş Kürt kardeşlerimiz bu paragrafta dile getirilen görüşlerimizi, “milliyetçilikle” eleştirdiler. Eminim hiddetlenmiş ama bize ulaşmamış/ulaşamamış olan başkaları da vardır. Sordum, “milliyetçilik kötü bir şey midir?” Aynı cevabı verdiler, “Ezen ulus milliyetçiliği kötüdür, ezilen ulus milliyetçiliği iyidir, olumlu bir şeydir.” Sordum, “Marksist, Leninist ve Stalinist misiniz?” Cevap verdiler, birisi liberal demokrasiye inanıyormuş; diğeri ise sosyal değil, ulusal kurtuluş devrimcisi imiş. Elbette bu tartışma iki somut insanla değil; bu tezin kendisiyle ve belirli bir kullanım tarzıyla yapılmak zorundadır ve bizim yaptığımız da budur. Milliyetçilikler arasında bu ayrımı yapan ne liberalizmdir, ne milliyetçilik !... Bu ayrım bize, sosyalistlere aittir. Konjonktüreldir ve ilk tanımlandığı zaman bile doğruluğu çok özel şartlara bağlı olan bir ayrımdır. Sosyalist sistemin mevcut olduğu dönemde, sistemin desteği ve dayanışması altında yürütülen, kapitalist gelişmenin ve modern sınıfların ortaya çıkışının en alt düzeyde olduğu ülkelerde bile başından itibaren kendisini sosyalizan değerlerle tarif eden önderliklerin başını çektiği ulusal kurtuluş savaşları için yapılmış olan bu ayrım, bütün zamanlara ve bütün milliyetçiliklere genişletilemez. Pekala daha en başında, Balkan ulusal hareketleri, Yunan ulusal hareketi dahil, etnik temizlikçi ve katliamcı hareketler olarak geliştiler. Daha en başında tamamı, sırtını bir sömürgeci/emperyalist devlete dayamayı ulusal bağımsızlıkçılıkla çelişir bulmadı. Yunan bağımsızlık mücadelesi hedefine ulaşıp Osmanlı’dan bağımsızlıklarını elde ettiklerinde, bir demokrasi inşa etmediler. Avrupa’nın güçlü devletleri Yunanistan’ın başına Bavyeralı küçük bir Aristokrat olan Otto’yu Yunan kralı olarak geçirdi. Bağımsız Yunanistan’ın siyasi partilerinin adları ise, İngiliz Partisi, Alman Partisi, Fransız Temmuz 2005 fabrika
Kürt Meselesi - 9
Partisi, Rus Partisi idi. Bu mudur “ezilen ulus milliyetçiliğinin” erdemi?...İsmail Beşikçi hoca, Ö. Gündem’in sorularını cevaplandırırken aynı tuzağa çekilmek isteniyor: “ ‘Kürt ve Türk milliyetçiliği deniliyor, bu bilim dışı bir bakış açısı. Türk milliyetçiliği 80 yıldır iktidarda ve aynı zamanda sosyal, ekonomik ve politik evresini tamamlamıştır. Türk milliyetçiliği aynı zamanda hakim güçtür.’ Beşikçi, Türk milliyetçiliğinden bahsedilebileceği, ama Kürt milliyetçiliğinden bahsedilemeyeceği görüşünde. Ona göre hakim Türk milliyetçiliğine Kürdü yok saydığı ve baskı yaptığı için karşı olunmalı. Fakat Kürt milliyetçiliği, Kürtlerin temel insani haklarını istemek, Kürtlerin ezilmesine karşı çıkmak ise, bunun doğal karşılanması gerektiğini ifade ediyor. Beşikçi’ye göre milliyetçiliğin içeriği ayrıdır. ‘Kürtler baskıya, horlanmaya karşı bir duruş sergilediğinde bu niye milliyetçilik oluyor? diye soruyor Beşikçi.” (Ö. Gündem, 13 Mayıs 2005). Beşikçi’nin olumlama sınırı son derece belirgin: “Kürtlerin temel insan haklarını istemek, Kürtlerin ezilmesine karşı çıkmak, baskıya horlanmaya karşı bir duruş sergilemek”, sınır buraya kadar. Bu tanıma göre biz de yıllardır demek, olumlu anlamda Kürt milliyetçiliği yapmışız. Hatta Beşikçi hoca, bu sınırlar içindeki tutumların milliyetçilik olarak adlandırılmasına razı olmuyor, çünkü böyle bir milliyetçilik tanımı bilim içinde kalarak yapılamaz, “... bu niye milliyetçilik oluyor?” diye kendi söylediklerini düzeltiyor. Beşikçi’nin söyledikleri içinde ne Yunanistan istihbaratıyla, Yunan milliyetçileriyle ve Kilisesiyle ilişkiler var, ne de Türkiye/Türk düşmanlığı üzerinden girilen öteki ilişkiler... Ama asıl önemlisi, bu ayrımı yapan cümleler marksistler arasındaki konuşmalarda bir referans değeri taşır. Marksist olmayanların, bizlerle konuşurken, sadece işlerine geldiğinde bizim dilimizi kullanmaları, samimiyetsizliktir. Her şeyi kullanabileceğini sanma kurnazlığıdır. Aynı şekilde dindarlarla ilişkilerde, hareket içinde yeralan melleler Kur’an’dan ayetler okuyarak; “Zulüm karşısında susan dilsiz şeytandır” vs. hadislerini hatırlatarak çalışma yaptılar. AB ile ilişkilerde ise Öcalan’ın savunmasında da görüleceği üzere
fabrika Temmuz 2005
demokrasinin erdemleri üzerine Avrupalıların bile inanmayacağı övgüler yapıldı: “Demokrasilerin gücü, eşsiz çözüm yeteneğinden ve en geniş koalisyon uzlaşması gerçekleştirme özelliğinden ileri gelmektedir. Demokrasi üstün bir rejim olmasa, belki ayrılık ve federasyon tehlikesinden bahsedilebilir. Bir azınlık bunu iddia edebilir. Ama tam demokrasinin her zaman halkları, grupları, hatta sınıfları azami yarar seviyesinde tutan biricik rejim olduğu üstünlüğüyle kanıtlanmıştır.” (Öcalan, AİHM savunması, s.126) Demokrasi övgüsünün, 20. yüzyılın sonunda sosyalizm karşısında zafer kazanmış olduğu tesbitine kadar götürüldüğü örnek cümleler de vardır. Peki Kürt kardeşlerimiz “milliyetçilerle” hangi dilden konuştular? Türk milliyetçilerinden sözetmiyoruz. Örneğin Yunan milliyetçileriyle hangi değerler üzerinden konuşup dostluk yaptılar, dayanışma gördüler? Biz söyleyelim: Türk veya Türkiye düşmanlığı üzerinden!...Yunanistan’da Kiliselerde bağış toplayan ERNK’lı görüntülerini, bu ülkeye seyahat eden arkadaşlarımızdan ilk duyduğumuzda inanamamıştık. Sonra inandık maalesef...Çeşitli ülkelerde Yunan, Ermeni ve Kürt protestocular sık sık yanyana geldiler. “Ortak düşman”ı veya bir temsilcisini protesto etmek üzere. Orada da “milli kimliğin oluşturucu unsuru olan milli düşmanlığın” diliyle konuşuldu. Sonuç olarak, bütün bu çok dilliliğin zavallı izahı “Biz büyük hareketiz. Bu işler böyle olur”a dayanıyor. Hatırlayan hatırlar, Kürt hareketi sosyalizm vurgusu güçlü bir devrimci hareket olduğu dönemde, yoksul ve inançlıların omuzlarında yükseldi. Dosta düşmana karşı, özü ve sözü birdi. Önderliği gözünü Özal’a, Genelkurmay’a, AB’ye dikmeye başladığı, sosyalizmin gözden düşüp sosyalistliğin hakaret anlamı kazanmaya başladığı dönemden itibaren de o mirası yiyor. Şimdi ise moda “Beni CİA anlıyor, siz anlamıyorsunuz” modasıdır. Göz epeydir oralara dikilmiştir. Son zamanlarda Öcalan’ın yeniden sosyalizm vurgusunu güçlendirdiğini söyleyenler var. Gördük, yeniden sosyalizm üzerine konuşmaya başlamış. İşte harikulade açılımlar: “Öcalan açıklamalarında
47
Kürt Meselesi - 9
Demokratik Konfederalizm’in, aynı zamanda uzun süredir bir tıkanma yaşayan ‘dünya çapında solun yeni açılımı’ olacağının da altını çizdi. Marx ve Lenin’i 2000’lerde aşarak bunu gerçekleştireceklerini kaydeden Öcalan, 2000’lerde Demokratik Konfederalizm’de bunun ideolojik temellerinin var olduğunu söyledi. Öcalan, Karl Marx’ın 1848’lerde ortaya koyduğu düşüncelere de değinerek, şu eleştiri ve önerilerde bulundu: ‘Bunlar 2000’lerde aşıldı. Marx’ın değer teorileri bir fecaat. Bu değer teorisi hakkında benim kuşkularım var. Yeni sol buna yeni yaklaşıyor. Çokluk’un yazarları Wallerstein ve Boockhin bunları yazıyorlar. Ama biz sistematize etmede daha ileriyiz. Daha pratiğiz. Değer teorisinin kapitalizme karşı bir karşı koyuşu yok. Radikal bir çıkışı yok. İki yüzyıl daha kapitalizmi yaşattı. Bugüne getirdi. Bu değer teorisinde aslında toplumun çözümü, dini, siyasi çözümü yok. Sadece ekonomik tanım var. Bu teori Avrupa merkezli bir teoriydi. Böylelikle Avrupa dışı halkları silahsız bıraktı. Bütün dünya halklarını silahsız bıraktı. Bu konuda ciltler dolusu yazılabilir ama ben burada kısa geçiyorum. Sanıldığının aksine kapitalizmi güçlendirdi ve bugünkü çılgın aşamaya getirdi. Rusya pratiği ortada. Uzun yıllar kapitalizmi ayakta tuttu. Şimdi de Çin, kapitalizmi ayakta tutuyor. Bu durumda dünya halkları kaybediyor. Böyle olunca kadın, çevre, ekoloji geri planda kalır, gündeme gelmez. Alttaki güçler ezilir gider. Ne kadın sorunları, ne ekoloji sorunları çözülür. Bir avuç finans kapital ve ulus-devletçi alır götürür. Burada muazzam bir çelişki olduğu görülüyor. Reel sosyalizmin çöküşü de bunu ortaya koydu. Ben bunları ortaya koydum. Dünya çapında sol bu temelde gelişebilir. Analık hakkı üzerinden Öcalan emek teorisinin bir çok yönden olduğu gibi analık hakkı açısından da ele alınıp yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini belirtti. Öcalan, ‘Bir ana düşünün. Çocuğunu dokuz ay taşıyor, doğurup büyütüyor, karşılığında ise aldığı bir tokat. Fakat bu emeğinin karşılığı var mı? Ama bir işçi düşünün bir saat çalışsa, karşılığında ücretini alıyor. Ana emeğinden Marksist değer teorisini açacağım. Yeni
48
bir değer teorisi. Ananın hakkı üzerinden değer teorisinin eleştirisine geçeceğim. Bir milyon yıldır insanlık çalışıyor. Avrupa 1500’lü yıllardan sonra insanlığı ele geçirdi ve kullanıyor. Avrupa’da işçiye emeğinin karşılığını veriyor ama bunu yaparken Avrupa dışındakileri korkunç sömürüyor. Bu söylediklerimin bilimsel çok sağlam felsefik temelleri var. Dini incelemişim, teknolojiyi anlamışım.’ şeklinde konuştu.” (Ö. Gündem, 20 Mart 2005) Gözünü ABD’ye CIA’ye diken, Genelkurmay’a, Recep Tayyip Erdoğan’a mesajlar gönderen bir önder eğer sosyalizm vurgusuna yeniden dönecekse, böyle dönecektir. Marx’ın en bilinen tezlerini bile, saçma sapan bağlantılar kurarak eleştirmeye, ve “analık hakkı üzerinden” aşmaya girişecektir. Marksizme saldırmadan, en kaba ve cahilane tarzda tahrifata girişmeden o muhitlere sevimli görünmeyeceği düşüncesine kapılmış olmalıdır. Biz de bu dini biliyoruz, bu teknolojiyi anlıyoruz. V. Savaş neden açıldı Asıl kime zarar veriyor Öcalan’ın sürece olağanüstü tutunuşu Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesiyle, Kürt hareketinin Türkiye’de, PKK üzerinden yükselişi bir “yenilgi” ile sonuçlanmış gibi göründü. Esasen Kürt meselesinin gündeme çıkarılması, taleplerinin toplumsallaştırılması ve önemli bir bölümünün fiili kazanımlar haline gelmiş olmasıyla yenilgiden değil; bir başarıdan bahsetmek daha doğrudur. Ancak bunu “çözüm”den saymayan anlayışlar bir yana, bir yenilgi “görüntüsü” oluştuğunu söyleyebiliriz.. Diğer taraftan PKK’nın aşiret yapısına dayanması nedeniyle ilkel ve geri bulduğu Kuzey Irak’ta Barzani liderliğindeki IKDP ve Talabani liderliğindeki KYP, iki Körfez savaşı arasında ABD ve bir ölçüde Türkiye tarafından toparlanan, himaye edilen ve desteklenen bir süreç sonunda, ikinci Körfez savaşının yarattığı imkanlarla Federal bir devlet statüsüne yükseldi ve Öcalan’ın sık sık “Caş” olarak nitelendirdiği fakat her defasında, başka rakip, hasım ve düşmanlarının olduğu gibi Öcalan’ın da yanında görünmeyi başarmış olan Talabani Irak Cumhurbaşkanı oldu. Bu görünümden de Güney’in başarılı Temmuz 2005 fabrika
Kürt Meselesi - 9
olduğu sonucu çıkarıldı haliyle... Böylece Kuzeyde Öcalan’ın liderliğindeki PKK’nın başarısız olduğu, Güneyde ise Öcalan’ın çok eleştirdiği Talabani ve Barzani’nin başarılı olduğu karşılaştırılması biraz yaygın olarak yapılır hale geldi. Bir tarafta Kürt coğrafyasının en gelişkin bölgesinde ortaya çıkan, işe sosyalist bir kimlikle ve devrimci bir inatla başlayan ve olağanüstü ağır bedeller ödeyen modern bir hareketin “yenilgisi”; diğer tarafta, aşiret yapısını aşamamış, Öcalan’ın sıkça söylediği gibi hep kendisinin dışında bir yerlere bel bağlamış, sosyalist ve devrimci değerlerle hiç işi olmamış; TSK’nın yürüttüğü sınır ötesi harekatlar esnasında 3 bin, 5 bin peşmergeyle PKK’ya karşı operasyonlara katılmış; savaşın en zorlu günlerinde ceplerinde TC’nin kırmızı pasaportuyla dünyaya açılmış ve nihayet Amerikan emperyalizminin himayesinde federatif bir devletleşmeyi gerçekleştirmiş Barzani/ Talabani’nin “başarısı”... Karşılaştırma böyle yapılınca, ne ilkelerin, ne emperyalizme, sömürgeciliğe ve gericiliğe karşı olmanın, ne devrimci ve emeğe dayalı değerlerin bir “değeri” olmuyor: Gemisini kurtaran kaptan!... Bu kaba ve ilkel karşılaştırmanın yığınların zihnine nüfuzunda, PKK’nin büyük katkısı olduğunu görmek gerekir. İlkeleri, devrimci değerleri, sosyalizmi çoktan bir tarafa bırakmış ve böylece bu söylenenleri hiçbir zaman benimsememiş olanlarla kendinizi ve mücadelenizi eşitlemiş olursanız; herkes sonuca bakacaktır. Ve haliyle Güney’in gelişmeleri, Kuzeydeki Kürt hareketini derinden etkilemeye başladı. PKK içinden Osman Öcalan’ın da içinde bulunduğu bir grubun ayrılması ve partileşmesi, bir tür “erken ürün” bölünme bile sayılabilir. Bu bir erozyondu. Ancak başka bir yerde, başka bir erozyon daha sözkonusu idi. Öcalan’ın yargılanmasının üzerinden bir süre geçip, idam cezasının infaz edilmeyeceği de belli olduktan ve böylece tansiyon düşmeye başladıktan sonra; çatışmalar neredeyse tamamen bitip, ülke içinde kalmış gerillaya devlet; devletin güçlerine gerilla ilişmemeye dikkat etmeye başladıktan sonra ve sadece ülke içindeki dağda “duran” değil, İran ve Irak dağlarında “duran” gerilla da geniş bir “af” beklentisi içine girdikten sonra; sivil siyasetin önü açılmaya başladı. Bunda elbette
fabrika Temmuz 2005
Türkiye/AB ilişkilerinin gelişmesinin büyük payı vardı. Özellikle de AKP Hükümetinin AB konusundaki istekliliği Kürt sivil siyasetinin faaliyet alanını daraltan uygulamaları zayıflattı. DEHAP gerçi bu dönemde, kurulan ittifak ilişkilerine rağmen bir seçim başarısı gösteremedi ve hatta giderek daha başarısız olabileceğinin işaretlerini verdi. Ama yerel yönetimlerde kazanılan mevzilerin, özellikle AB ülkeleri nezdinde, DEHAP’lı yerel yöneticilerin, “Kürt halkının seçilmiş meşru temsilcileri” ve bir tür “muhatab” olarak algılanmasına yolaçtığı kesindir. Böylece DEHAP’lı yerel yönetimlerin merkezinde yeraldığı, bir ölçüde DEHAP üzerinden de geçen ve AB kurumlarıyla doğrudan bağlı bir süreç gelişmeye ve etkinleşmeye başladı. Bu sürecin etkinleşmesi, AB çerçevesindeki çözümün de güç ve inandırıcılık kazanması anlamına geliyordu. Bunun bir erozyon yarattığını görmek gerekir. Nerede? Gerillası af bekleyen, yığın bağları, seçilmiş başkanlarAB eksenine çekilen; aynı zamanda da Güney’deki Kürdistan federal devleti oluşumundan etkilenen ve heyecanlanan bir siyasi merkez iseniz, bunun etki alanınızda, gücünüzde bir erozyon anlamına geldiğini düşünürsünüz.Öcalan’ın ve Kongra-Gel’in savaşı yeniden başlatma analizlerinin merkezinde bu erozyon endişesinin ve dolayısıyla “muhatab”lık sorununun yeraldığını tesbit etmek gerekir. Öcalan, AİHM’e gönderdiği savunmasında, yeniden savaşmanın şartlarını şöyle ortaya koyuyordu: “Benim İmralı sürecim bu savunmamın ruhuna uygun olarak devam edecektir. Tutumum yarın olacakmış gibi barış ve demokratik uzlaşıya her an hazır olmak kadar, yarın benden başlayacak bir imha savaşına da sonuna kadar karşı olmak ve her zaman inançla, kararlılık ve hazırlılıkla buna cevap vermektir. Bunun dışında ne yaşam tanırım, ne de anlarım. Çok büyük yetersizlikleri olsa da, umut ve bağlılıklarını her zaman bana sunanların, bu gerçeğin ne anlama geldiğini tüm yönleriyle anlamaları ve içinde bulundukları koşullara göre gereğini yapmaları, kendileri için de bir yaşam sorunudur. Bağlı olmayı bilmek ve ölçülerine göre hareket etmek son derece önemlidir: Yaşamını olası her türlü gelişmeye karşı tümüyle örgütlü ve hazırlıklı tutmayı gerektirir.”
49
Kürt Meselesi - 9
(A.g. savunma s.205) “Nasıl ki daha önceki süreç ‘ben ve savaş’ olgusu olarak anlam bulmuşsa, bu yeni süreçte de ‘ben ve barış’ olgusu anlamına gelmektedir.” (A.g. savunma 209)
Kuzey Irak’taki devletleşmeye karşı ağır bir eleştiri kampanyası yürütmüştür. Ancak burada kesin bir etki yarattığını ve Türkiye’deki Kürt siyasetinin oradan etki almasını önleyebilmiş değildir.
Söylenenlerin özünü iki noktada toplayabiliriz:
İkinci yön Kürt sivil siyasetinin AB çerçevesindeki açılımlarıyla ilgilidir. Büyük yetenekleri olduğunu biliyoruz. Cezaevinde örgütü yeniden toparlamış, savaşı yeniden başlatmış, böylece Kürt siyasetinin bütün unsurlarını yeniden denetimi altına almış ve etkisizleştirmiştir. Newroz ölçüdür. Tamam. Ancak bütün bunlar o kadar subjektif, o kadar meşruiyeti kendinden menkul işlerdir ki...
1. Öcalan’dan başlayan, “idam” cezasının infazıyla diyelim, bir imha savaşının başlaması, savaş sebebidir. 2. PKK örgütü, örgütün tarihi, mücadelesi vs. hepsinin merkezinde Öcalan vardır ve savaş Öcalan’ladır, barış Öcalan’ladır. Zaten Öcalan vardır ve “çok büyük yetersizlikleri olsa da umut ve bağlılıklarını” Öcalan’a sunanlar vardır. Öcalan için savaşın da, barışın da kurgusu budur. Merkezde o vardır ve muhatab odur. Bu kurgunun palavra olmadığını biliyoruz. Böyle trajik bir durumun nasıl bir örgüt yapısı yarattığı, bu örgüt yapısıyla yürüyen bir mücadelenin herhangi bir “özgürlük” vaadinin olup olmayacağı sorularını bir tarafa bırakalım, durum böyledir ve trajiktir. Ancak o tarihte Öcalan, bir “imha” savaşının kendisinin “idamı” ile başlayacağını düşünmektedir. Somut durum böyle düşünmeyi gerektirmektedir. Halbuki 2004’e gelinirken başka bir “idam” ve “imha” süreci gelişmeye başlamıştır. Öcalan içeridedir, gerilla gevşemiş ve dağılma sürecine girmiştir. Yığın desteği yüzünü başka taraflara döndürmeye başlamıştır. AB’cilik bir taraftan, Güney diğer taraftan... Bir süre sonra sadece “sevilen” ve “kendisi için üzünülen”, cezaevinde yıllardır yatmış ve yatmaya devam edecek bir insan haline gelecektir. Örgütsüz ve siyaseti belirleme gücü elinden alınmış bir Öcalan’la, idam edilmiş bir Öcalan arasında, Öcalan için fark yoktur. Üstelik bu Öcalan’ın dışarı çıkma ve açık siyaset yapma umudu da olmayacaktır. Öcalan’ın dışarı çıkma umudunun yegane kaynağı siyaset yapmayı ve Kürt siyasetine hakim olmayı sürdürebilmesidir. Bu amaçla üç yönlü bir programı uygulamıştır.
50
Emekli Büyükelçi Gündüz Aktan şöyle söylüyor: “Bizde de PKK yeniden faaliyete başladı. Öcalan’ın serbest bırakılması ve Leyla Zana ekibinin siyasi taleplerinin yerine getirilmesi için güvenlik güçlerine mayınlı saldırılar düzenliyor. Bu arada giderek yolcu trenlerine saldırmaya ve turistik yerlere yönelmeye başladı. Türkiye’nin siyasi hak vererek terörizmi tatmin etmeyeceğini, 15 yıllık tecrübesinden bilmiyor mu? Bu nedenle AB üyesi olamayacak Türkiye’nin neler yapabileceğini tasavvur edemiyor mu? Tabii ediyor, ama irrasyonel amaç gütmekten de kendisini alamıyor.” (12 Temmuz 2005) Aktan, kabaca “idam” vaadediyor değil, filmi geriye sarmaktan sözediyor. Kürt halkını yeniden, çok ağır bedellerle yüzyüze getirecek bir sürecin açılması için bu kadar hevesli olmamak gerekirdi. Ve eğer bir bedel ödeniyorsa, bunun mühim bir kısmı Türkiye’nin her türlü demokratik hak ve özgürlük kırıntısı için, ödenebilecek en ağır bedelleri ödemiş sosyalistlerine, ilericilerine gelecektir. Üçüncü yön ise ABD’nin etkilenmesi konusundadır. Yukarıda da işaret ettik, Demokratik Konfederasyon, Ortadoğu’ya yeniden bir düzen ve şekil vermeye çalışan ABD için hazırlanmış bir projedir. Belli ki Kandil Dağındaki PKK varlığına karşı hareket geçmeyen ve Türkiye’nin harekete geçmesini de engelleyen ABD’den yana bir umut doğmuştur. Marx’ın 1848’de yazdığı eserlere bir tek kelimesini bile anlamadan, “fecaat” diyen ve okumadığı ve kimden duyduysa Temmuz 2005 fabrika
Kürt Meselesi - 9
bir tek kelimesini anlamadığı değer teorisi üzerine, tam bir deli saçması konuşma yapan ve özetle marxizmi gözden düşürme yeteneğini birilerine göstermeye çalışan Öcalan, neden ara sıra durup dururken Marks’a, Lenin’e değer teorisine, şuna buna çamur atma ihtiyacı duyar? En büyük övünmesi “Beni CIA anlayor, siz anlamıyorsunuz.” olan bir önderden sözediyoruz. İhtiyaç buradadır. Kendisini okuduğunu ve anlamaya çalıştığını düşündüğü merkezlere malzeme üretmek!.. Ancak bir uyarı. Kandil Dağındaki PKK varlığı Türkiye’yi rahatsız ediyordu. Bu varlık bugün itibariyle büyük ölçüde Türkiye içindedir. 2004 başında ülke sınırları içinde bin kişi civarında olan PKK askeri varlığının, Öcalan’ın yakalandığı dönemdeki mevcuduna geldiğini TSK söylüyor. Demek ki sınırları açmışlar, gelen gelsin, Kandil boşalsın. Ama Kandil’de hala bir şeyler var. Dolayısıyla TSK’nın Kuzey Irak’a girmesi için sebep var. Bugün olmazsa, ABD çekildiği zaman. Bu durumdan geçmişte de TSK ile birlikte PKK’ye karşı operasyon yapmış Barzani ve Talabani rahatsızdır. Türkiye ile bu bakımdan yanyana düşmeleri ihtimal dahilindedir.
fabrika Temmuz 2005
PKK’nin İran’da barınma imkanları artık eskisi gibi değildir. Suriye için bu daha çok geçerlidir. Türkiye, içeriye gelmesine bir anlamda tepki vermediği PKK için ne yapması gerektiğinde tereddütlü idi. AB var, Kopenhag kriterleri var. Şimdilerde AB konusunda giderek yayılan bir umutsuzluk var ve operasyonlar giderek sertleşecektir. Ölen her Kürt gencinin ve Anadolu’nun ve Rumeli’nin şehirlerine, kasabalarına ve köylerine gelen her asker cenazesinin sorumluluğu, kendisini her şeyin merkezine koyan ve “muhatab” alınmayı Kürt halkının çekeceği acılardan daha çok önemsediği için, hiçbir siyasi talebi olmayan bir savaşı başlatanların üzerindedir. Bu defa sosyalistleri ve sosyalistleri önemsemenin kendiliğinden yarattığı sınırları ve değerleri önemsemiyor görünenler; evet bu defa sosyalistler tarafından önemsenmeyecek ve kimse “sana gelen bana gelsin” demiyecektir. Bu defaki “savaş”ın ayırdedici yanı budur.
51
52
Temmuz 2005 fabrika
Yeniden Ermeni meselesi:
MGK ve Taşnak’ın alkışçıları
Sinan DERVİŞOĞLU
Geçtiğimiz aylarda Ermeni meselesi gene alevlendi. Daha önceden de belirttiğimiz gibi, TC hükümetlerinin Batıya kendilerince her “karşı çıkışlarında” onların üzerinde sallandırılan bir tür Demokles Kılıcı olan Ermeni meselesi, bu sefer de muhtemelen İncirlik’in kullanımı, Irak’ta ABD’ye yardım ..vs gibi konular etrafında canlandı ve kapalı kapılar ardında verilen tavizlerle gündemden kalktı. Ancak konunun neredeyse periyodik olarak gündeme gelmesiyle, her defasında aynı pandomima sergilenmekle beraber, her yeni çevrim yeni olguların ve gerçeklerin de açığa çıkmasını sağlamaktadır. Bu yazıda, son birkaç aylık tartışmanın Türkiye’nin ve ilericilerin gündemine getirdiği yeni olguları ortaya çıkarmaya çalışacağız.
2)
Tarihsel kökleri olan sorun, esas olarak 1915’te, Osmanlı’nın içinde bulunduğu yıkılma süreci ve bu süreci hızlandırması muhtemel olan 1. Dünya Savaşı içinde, Ermeni milliyetçiliğinin, Çarlık Rusya’sı ve Batı emperyalizmi ile birlikte Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurmak üzere Osmanlı’ya karşı tavır almasıyla tetiklenmiştir. Kaçınılmaz sonucu (tıpkı Balkanlarda olduğu gibi ) Türklere ve Kürtlere yönelik etnik temizlik olan bu milliyetçi projenin tarihsel anlamı, yüzyıllar boyu birlikte yaşanılan Türklerin ve Kürtlerin arkadan hançerlenmesidir.
3)
Bu durum karşısında iktidarda olan İttihatTerakki partisinin yönetiminde, özellikle Balkan yenilgisi ardından gelişen şovenintikamcı eğilim, cephe gerisini güvence altına alma gibi haklı ve meşru bir gerekçe adına, sorunu (Balkanlarda bize yapıldığı gibi) kökünden çözmek için etnik temizlik yapmak gibi gayri meşru bir adım atmıştır. Sonuçta, tehcire tabi tutulan Anadolu Ermenilerinin önemli bir kısmı, bu alçakça emre direnen dürüst bir kısım memur ve askerlerin direnişi bir tarafa bırakılırsa, sistematik olarak katledilmiştir. İttihat Terakki’nin gizli örgütü Teşkilat-ı Mahsusa tarafından yürütülen bu toplu cinayet, ülkemiz tarihinde bir kara lekedir.
4)
O ana kadar Ermenileri sistematik olarak destekleyen ve kışkırtan İngiltere, Fransa, ABD, ve Rusya, 1915 sonrasında Ermenileri unutmuş; ancak olaydan 70
Buna geçmeden önce, geçtiğimiz senelerde Fabrika’da ortaya koyduğumuz (1) , son birkaç ay içinde çeşitli ortamlarda verdiğimiz seminerlerde vurguladığımız tavrı, Ermeni meselesine bakışımızın ana çerçevesini özetleyelim: 1)
Ermeni meselesi, 3 bileşeni, 3 ana aktörü olan bir trajedidir: Batı emperyalizmi, Ermeni milliyetçiliği, ve Türk şovenizmi. Bu 3 bilinmeyenli denklemi sağlıklı çözebilmenin tek yolu, 3 alandaki verileri de göz önüne almaktır. Bunlardan birindeki veriyi görmezlikten gelmek ya da kulak ardı etmek, sonsuz bir döngüde debelenmekten başka bir sonuç vermez.
fabrika Temmuz 2005
53
Yeniden Ermeni Meselesi
– 80 yıl sonra, TC hükümetlerini hizaya getirmek için yeniden hatırlamış ve olayı ısıtmıştır. Boğaziçi sempozyumu: Hükümet sponsorluğunda linç projesi Netleşen ilk yeni olgu, bir aldatmacanın daha açığa çıkmasıdır: “İşi tarihçilere bırakma” yalanı. Daha önceki sayılarımızda biz dahi, bunu olumlu bir yaklaşım, hiç değilse bir ilk adım olabileceğini söylemiş, gene de olabilecek kışkırtmalara karşı bir çekince koymuştuk. Ancak son gelişmeler şunu açığa çıkarmıştır: Sapına kadar siyasi olan ve son sözleri siyasilerin söylediği bu konuda, “işi tarihçilere bırakmak” fiilen kamuoyu önünde sorumluluğu sırtından atmayı amaçlayan bir kurnazlıktır; umulduğu gibi tarihçilerin yapacağı ortak çalışmanın bir ilk adım olabilmesi için öncelikle tarihçilerin siyasiler tarafından “rahat bırakılması” gerekir. Bunu mümkün olmadığı ise son Boğaziçi Sempozyumunda açığa çıkmıştır. Mayıs ayında bir grup aydın ve akademisyen, bazı yabancı ve Ermeni meslektaşlarının da katılımıyla Boğaziçi Üniversitesi’nde 1915 konulu bir sempozyum düzenlemiş, konferansın programı kamuoyuna duyurulmuştur. İlk gelen tepki, organizatörlerin ve konuşmacıların hep “tek taraftan” ve “Ermeni tezlerine yakın” olduğu, devletin resmi görüşüne yakın kimsenin yer almadığı biçiminde olmuştur. Bu tepkinin saçmalığı ortadadır; zira bu konferans sivil bir girişim olup, herkesi kapsama iddiasına da, zorunluluğuna da sahip değildir. Devletin resmi görüşünü savunanlar, rahatsız olmuşlarsa, yapmaları gereken yegane şey alternatif bir konferans düzenlemekti ve bu konuda yoğun destek alacakları da aşikârdı. Bu ilk tepkiden sonra derin devlet dişlerini göstermekte gecikmedi. Önce Valilik, verilecek tüm tebliğlerin metninin kendilerine önceden iletilmesini istedi. Sonra gene Valilik ve Emniyet müdürlüğü, (yüz bin kişilik mitinglerin güvenliğini sağlayabildikleri bir şehirde) konferansın güvenliğini sağlayamayacağını duyurdu. En son da Adalet Bakanı Çiçek, sempozyuma karşı kışkırtıcı suçlamalarda bulunduktan sonra “halkı göreve çağırdı”. Senaryo belliydi: Konferans yapıldığı takdirde, başta ülkücüler olmak üzere birtakım serseriler, güvenlik kuvvetlerinden aldıkları “zımni” izinle konferans mahallinde önce gösteri, sonra saldırı düzenleyecek; polisin seyirci kalacağı saldırılarla
54
konferans fiilen sona erecekti. İptal durumunda “halk yaptırmadı” denecek, ölüm ya da yaralanma durumunda da “galeyana gelen halk saldırdı” ya da “halkı tahrik eden konferans kan dökülmesine sebep oldu” diye yazılacaktı. Tıpkı “1915’de galeyana gelen halk Ermenilere saldırdı” ya da “galeyana gelen halk Mustafa Suphi’lere saldırdı” gibi. Görünen odur ki, devleti yönetme felsefesi, 1915’den bu yana pek değişmemiş, daha doğrusu ucuz komploculuk ve kan dökücülük açısından kimi özellikler aynen süregelmiştir. Konferans doğal olarak iptal edildi; ancak devletin Boğaziçi Üniversitesi’ni “hizaya getirme” yönündeki çabalarının süreceğine ilişkin duyumlar alınmaktadır ve önümüzdeki dönemde bu yönde gelişmelere tanık olmamız kuvvetle muhtemeldir. Konferans katılımcılarının görüşleri eleştirilebilir, (ve nitekim bu yazıda bir kısmı eleştirilecektir); ancak bu durum, konferansa karşı düzenlenen bu pespaye Teşkilat-ı Mahsusa komplosunu nefretle kınamamızı engellememektedir. Konferans dolayısıyla akademisyenler arasında ve basında gelişen tartışmalar oldukça öğretici ve ayırt edici oldu. Bilgisine ve fikirsel üretimine her zaman saygı duyduğumuz Prof.İlber Ortaylı’nın resmi devlet çizgisinden yana tavır alması; üstelik bunu “Ben hukuk sorununu İngiliz Filolojisi hocası Murat Belge ile mi tartışacağım ?” türünden şımarıkça ve ucuz gerekçelerle yapması gerçekten üzücü olmuştur; ancak gene de bu bir netliktir. Unutulmamalıdır ki saygın imajlar zor oluşur, kolay yıkılır. Ortaylı’nın, bu tavrın kafalarda bıraktığı izin kendisini gelecekte hep takip edeceğini unutmaması gerekir. Resmi çizgi doğrultusunda çıkışlar daha sonra da devam etti. 1915’deki katliam iddialarına en çok referans gösterilen kaynaklardan birine, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın meşhur Mavi Kitap’ına yönelik olarak resmi devlet görüşünü, MHP’den daha milliyetçi, MİT’ten daha MİT’çi olan Baykal CHP’sinin milletvekili, emekli büyükelçi Şükrü Elekdağ kaleme aldı. Ancak raporun yayınlanmasını ertesi günü büyük foya meydana çıktı. Elekdağ’ın raporu, baştan aşağı (kullanılan ifadelere kadar) Amerikalı akademisyen Justin Mc Carthy’nin bu konudaki bir çalışmasının kopyasıydı (2). Bu sayıdaki diğer yazımızda da ismini zikrettiğimiz Mc Carthy, gerçekten değerli bir akademisyendir ve Türkiye’yi destekleyen çıkışlarıyla tanınmaktadır. Resmi tarihin tüm sefaleti de şu soruda sırıtmaktadır: Temmuz 2005 fabrika
Yeniden Ermeni Meselesi
Mc Carthy olmasaydı TC ne yapardı ? Devlet, kendi resmi bakışını kafalara yerleştirmek için yüzlerce tarihçi beslemektedir; ancak bunların topu bir Mc Carthy edememektedir! Balkan ve Kafkasya Müslümanlarının trajedisinin gerçek boyutunu bir Amerikalının açığa çıkarmış olmasının ayıbı daha kapanmadan, Mavi Kitap’a ilişkin iyi-kötü anlamlı bir eleştirinin gene ancak bu Amerikalıdan intihalle (kopyayla) yapılabilmiş olması, resmi Türk tarihçiliği için bir skandaldir. Görünen odur ki resmi tarihçilerin yeteneksizliği yüzünden, TC’nin ABD’ye bağımlı olduğu maddelere, petrol ve askeri donanımdan sonra bir kalem daha eklenmiştir: Tarih araştırması ! Gelelim Elekdağ- Mc Carthy tezlerinin eleştirisine. Mavi Kitap, 1915’de Anadolu’da bulunan ve sistematik bir katliama işaret eden çok sayıda kişisel tanıklığı içermektedir. Eleştirilen nokta ise şudur: “ 150 tanıklıktan 59 kadarı Anadolu’da görev yapan Hıristiyan misyonerlere, 7 kadarı da Taşnak partisi ile bağlantılı Ermenilere aittir. Dolayısıyla güvenilir bir referans olarak kabul edilemez.” Sadece bir referans kaynağına ilişkin akademik bir tespit olan bu görüş, şu sorulara cevap vermemektedir: 1) Tarafgir olduğu söylenen 66 (yani 59 + 7) tanık dışında kalan 84 tanığı ne yapacağız? Bunlar ne misyoner, ne de Taşnakçı olmayıp katliamdan mağdur olmuş sıradan Ermeni vatandaşlardır ve bunların da tanıklılarını reddetmek için bir bahane mevcut değildir. 2) Misyoner olmak, hayal görmek ya da %100 yalan söylemek anlamına gelmez. Bunlar Hıristiyanlık dolayısıyla tarafgir bile olsalar, yapabilecekleri en fazla bir mübalağa ve “şişirme” olabilir. Ama onların tanıklıklarına böyle bir gözle dahi, yani mübalağa payı koyarak ve küçülterek dahi bakılsa, manzaranın korkunçluğu fazla değişmemektedir; zira aktarılanlar gerçekten tüyler ürperticidir. 59 tane misyonerin hepsinin aynı anda bunları sıfırdan uydurduğunu iddia etmek ise tarihçiliğin değil, düz demagojinin sınırlarına girer. Sonuçta debelenmenin anlamı yoktur. Bu topraklarda Ermeni halkına karşı bir suç işlenmiştir, ve zaten tanıklıklar Mavi Kitapla da sınırlı değildir. Resmi çizgi yönünde bir diğer çıkış, tarihçi Murat Bardakçı’dan gelmiştir. 6 Haziran
fabrika Temmuz 2005
2005 tarihli Radikal Gazetesinde Neşe Düzel’le yaptığı röportajda Bardakçı, gerçeğin öbür yüzüne, Ermeni partilerinin Osmanlı’ya karşı düzenlediği komplolara değinmiştir. Özellikle Taner Akçam’ın bazı iddialarını eleştirirken doğru noktalara değinen M. Bardakçı, mesele tehcir esnasında oluşan Ermeni kayıplarına geldiğinde resmi çerçevede “kıvırtmaktadır”: Soru: Kendi tebaanı, askerinin intikamından bile koruyamıyorsan bu cezalandırma değildir de nedir ? Cevap: Psikolojik şeydir. Tehcir, 20 sene boyunca olanların bir sonucudur. Ben, “Ermenilerin hepsi yolda hastalıktan öldü demiyorum” ama halkın psikolojisini de dikkate almak lazım. Zamanında Ermeni saldırılarında yüz binlerce Müslüman ölmüş. Ermeni kafilelerine intikam için de silahlı halk saldırıyor. Annesi, babası Ermenilerce öldürülen asker de bazen öldürüyor. Halkın saldırısından ölenleri makul karşılayacaksınız. Orda ölüm kaçınılmazdı.” Topu “halka” atmak o kadar kolay değil. Bir kere 19.yüzyıl sonundan itibaren Ermeni meselesinde başlayan gerginliğin 1915’e varıldığında Türk ve Kürtlerde, ve tüm Anadolu sathında Ermenilere karşı “ bıraksan parçalayacaklar” türünde zincirlenmez bir nefret yarattığı” iddiasının gerçekle uzaktan yakından ilgisi olamaz. Önce “zamanında” ölen “yüz binlerce Müslüman” yalanına bakalım. Hürriyet gazetesi, Genelkurmay arşivlerine dayanarak, 18 Nisan 2005 günkü sayısında “Ermeniler 520.000 Türkü öldürdü” diye yazmış; ve ölümlerin tek tek yer ve tarih bazında dökümünü vermiştir. Burada her satırı ve kalemi doğrulama şansımız yok; ancak bu haberde göze çarpan nokta, Ermenilerin Türklere karşı işlediği kayda değer cinayet ve kıyımlara ilişkin bilginin 1915 Van isyanı ile, yani neredeyse Tehcir ile beraber başlamasıdır. Bütün diğer 4 ve 5 haneli kıyımların (Erzurum: 8500 ölü, Pasinler : 9287 ölü. vs.) bu tarihten sonraya ve1920’ye kadar geçen zaman dilimine rastlamaktadır. 1915, yani Tehcir öncesine dair Türklere karşı Ermeniler tarafıdndan yapılmış toplu kıyım anlamında tek bir veri dahi bu Genelkurmay raporunda yoktur ! Hürriyet kendince kaş yapayım derken göz çıkarmış, Ermenilerce yapılan bütün katliamların Tehcir sonrasına denk geldiğini göstererek bir anlamda “Ermenilerin yaptığı tamamıyla Tehcir’e tepkiy-
55
Yeniden Ermeni Meselesi
di” şeklindeki Ermeni yanlısı tezi fiilen doğrulamıştır! Devlet tezini savunanlar için “aptal dostun olacağına akıllı düşmanın olsun” sözünü hatırlamanın tam vaktidir. Gelelim 1915 öncesine . Evvela 1915’e kadar geçen süreçte sorunun kilometre taşlarını hatırlayalım: 1896 İstanbul olayları, 1909 Adana olayları, Sason ve Zeytun ayaklanmaları. Bunların hepsinde (belki her zaman haklı taraf değil, ama) asıl mağdur ve daha fazla kayba uğrayan taraf Ermeniler olmuştur. Birincisinde Ermenilerin İstanbul’da başlattığı bir kışkırtma halkın da işin içine girmesiyle bir arbedeye dönüşmüş; çoğu Ermeni olan birkaç yüz kişi ölmüştür. Adana olaylarında, bir provokasyon sonucu kışkırtılan Müslümanlar Ermenilere saldırmış, asıl kayıplar bu kesimden olmuştur (nitekim Ermeni halkı içinde silahlanma ve kendini koruma fikri bu olaydan sonra yaygınlaşmıştır) . Sason ve Zeytun’da Ermeniler yerel özerklik adına ayaklanmış, yer yer çevredeki Müslüman köylerine de saldırmış; ancak bu ayaklanma Osmanlı ordusu tarafından şiddetle bastırılmıştır. Başka bir deyişle Ermeniler 1915’e kadar, terör anlamında yaptıkları her çıkışın karşılığını fazlasıyla görmüştür. Ermenilerin karşılıksız kalmış yegane saldırıları, 1896 tarihinde Sadettin Paşa’nın raporunda belirtildiği gibi, Ermeni fedailerin müslüman köylere baskın düzenleyip kaçmaları biçimindedir. Bunların da amacı katliam değil, müslüman halkı tahrik ederek Ermenilere saldırtmak, bu tepki karşısında da Ermenilerin şehirlerdeki yabancı konsolosluklara sığınmalarını sağlayarak bu devletleri işin içine sokmaya çalışmaktır (3). Ölü sayısı neredeyse ihmal edilebilir olan, (ve genellikle de cezalandırılan) bu vakalar dışında, 1915 öncesinde “Ermenilerce öldürülen yüz binlerce Müslüman”ın nerede ve nasıl öldüğünü anlamak mümkün değildir. Yalan, halkın gerçek davranışları göz öne alındığında da sırıtmaktadır. Tehcir esnasında Türklerin ve Kürtlerin Ermeni kafilelerine saldırmasına ilişkin tanıklıklar vardır; ancak bunlar “intikam, kin, nefret” gibi nispeten affedilebilir motiflerden değil, neredeyse tamamen yağma, tecavüz, kadın seçip götürme gibi soysuz amaçlarla yapılmıştır. “Katli hak, malı helal” icazetini dini ve askeri otoritelerden alan Anadolu’nun açgözlü mütegalibesi, kendilerinden daha zengin olan Ermenilerin mallarına ulaşabilmek için bu yağmaya katılmıştır. Ancak cinayetlere ilişkin tanıklıkların büyük çoğun-
56
luğu, sivil halk kaynaklı saldırıların bu maddi hedef (yağma ve kadın kaçırma) ile sınırlı kaldığını, toplu öldürmelerin ise esas olarak askeri güçler ve onlarla işbirliği içinde Teşkilat-ı Mahsusa’nın mobilize ettiği çetelerce yapıldığını ortaya koymaktadır. Sonuçta, aç ve fakir Anadolu Müslümanları kendilerine Ermenilerin malları hedef gösterilerek işin içine çekilmiş, katliamın gerçek aktörleri bu kesimin önüne bir parça kemik atarak onları kendi cinayetlerinin kamuflaj malzemesi olarak kullanmak istemiştir. “İstemiştir” diyoruz, zira bu sivil saldırıların Anadolu halkı için asla genelleştirilemeyeceğini, hatta egemen tavır dahi olmadığı aşikardır. Halkta Ermenilere karşı büyük “kin ve nefret” olduğunu savunan, neredeyse “bıraksan parçalayacaklar” diyen Bardakçı ve benzerleri, o zaman niçin merkezi ve yerel askeri otoritelerin Ermenileri saklayanlar için çok sert cezalar (ölüm ve evini yakılması) öngördüğünü (4) ve yer yer uyguladığını açıklamak durumundadır. Ancak yapılacak tek açıklama, böyle genel bir tepkinin olmadığıdır. 1915’de Ermeni sorunu, halkın değil devletin sorunudur ve Müslümanlar ve Ermenilerin dostça yaşadığı bir çok yerde halk, Ermenilerin niye tehcir edilmesinin gerekli olduğunu anlamakta zorlanmıştır. Bazı beldelerde (örneğin Eskişehir’de) halk Ermenilerin tehcir edilmemesi için toplu istida (dilekçe) vermiştir (5) Ermenileri saklayanlar için ölüm cezası konulmuş, ve bu suçu işlediği tespit edilen iki kişi Ankara’da evinin önünde idam edilmiştir.(6) Ama dahası, tehcire ilişkin Ermeni anlatımlarının hemen hemen hepsinde kendilerini saklayan ve koruyan Türk ve Kürt komşulara ilişkin bir anı, bir tanıklık mevcuttur. Bugün baktığımızda bu tanıklıklar, yalnızca bu halkın yüz akı ve onuru olmakla kalmamakta, aynı zamanda “bu işi öfkeli halk yaptı” deyip işin içinden sıyrılmak isteyenlerin de çanına ot tıkamaktadır. Açıktır ki, ellerindeki kanı halkın üstüne silerek kendilerini temize çıkarmak isteyenlerin oyunları o gün de tutmamıştır, bugün de tutmayacaktır; Bardakçı ve gibileri onlara çanak tutsa da... Taner Akçam ve diğerleri: Ermeni sorununu çözmek mi, Taşnak’a (ve AB’ye) yaranmak mı? Gelelim madalyonun öbür yüzüne. Son yıllarda Türkiye’de aydınlar arasında güçlenen bir AB yanlısı lobi olduğu bilinmektedir ve bu kesim, Temmuz 2005 fabrika
Yeniden Ermeni Meselesi
Ermeni meselesinde de esas olarak Ermenilerin mağduriyetini ve bundaki Türk idarecilerin sorumluluğunu ortaya koymakla (dolayısıyla tabulara karşı tavır almakla) birlikte, Ermeni burjuva milliyetçiliğinin ve Batı emperyalizminin bu dramda oynadığı meşum role ilişkin tek kelime söylememektedir. Bu yaklaşımın, ağrı bir suçlama da olsa, bir tür “sahibinin sesi” tipi tavır olduğunu düşünmek için çok sebep vardır. Gerek mali olarak, gerekse politik ve hukuksal planda AB içindeki odaklardan destek alan bu kesimin, 100 yıldır Avrupa burjuvazisinin uşaklığını yapan Taşnak’a saldırmaktan imtina etmesi, ancak bu çerçevede anlaşılır olmaktadır. Elbette bu gerçek, bizi bu kesimi ve onun en tutarlı sözcüsü olan Taner Akçam’ı eleştirme görevinden vareste kılmamaktadır. Önce, eski bir Dev-Yol lideri lan Taner Akçam’ın görüşlerinin, sırf bu geçmiş unvanı adına, ÖDP içindeki kimi Dev-Yol kökenli kadrolar arasında bir itibar yarattığını, ve Akçam’ın tezlerinin (muhtemelen bu Dev-Yol bağı dolayısıyla) bir tür “resmi tez “ gibi kabul gördüğünü haber aldık. Bunun pek hazin bir durum olduğunu ifade edelim. Taner Akçam’ın 1980 sonrasında Dev-Yol’un dağılmasında, daha doğrusu likide edilmesinde nasıl bir rol oynadığı birçoğunun hala hatırındadır. Durum böyleyken, Akçam’a hala “Dev-Yolculuk” üzerinden bağlılık duyabilenler varsa, onlar Dev-Yol’un, yani 1980 öncesinde Türkiye’yi sarsan bu saygıdeğer devrimci örgütün değerleriyle ne kadar bağları kaldığını kendi kendilerine sorgulamalıdırlar. Taner Akçam’ın o dönem yaptıklarının detayına girilmesi, muhtemelen her anlamda (akademik, siyasi, insani) kendisine duyulan ve duyulabilecek her türlü saygıyı sıfıra indirmeye yeterlidir. Merak edenler , gerekli bilgiyi o dönemi yaşamış DY’cu ağabeylerinden alabilir. Biz gene de belden aşağı vurmamak ve konuyu dağıtmamak adına, “Dev-Yol önderi T. Akçam”ı değil, Minnesota Üniversitesi öğretim üyesi T. Akçam’ı ele alacağız. Akçam’ın 1992’de basılan “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni sorunu” adlı kitabı, bu konuda resmi tezlerin dışında yazılmış ilk Türkçe eserdi; Ermenilerin mağduriyeti ve İttihat-
fabrika Temmuz 2005
Terakki yöneticilerinin bu alandaki sorumluluğunu ortaya koyma anlamında da önemli bir eserdi ve olumlu bir işlev gördü. Ancak o kitapta da var olan kimi hatalar, daha sonra Akçam’ın konuya yönelik müdahalesinin belirleyici unsuru haline geldi. Kitap, baştan aşağı bir öz suçlama (özeleştiri değil) mantığıyla yazılmış olup Türk ulusal kimliği” neredeyse bir tür kötülüklerin anası niteliğinde ortaya konulmuştur. “Türk ulusal kimliği insan hakları ve demokrasiyi, onuruyla oynanması olarak görür”, “Türk ulusal kimliği sürekli aşağılanmaya tepkidir”...vs gibi, içi belki belli argümanlarla doldurulabilen, ancak gene de böyle formüle etmenin neye ve kime yaradığının kestirilemediği bir dizi hipotez kitapta yer almaktadır. Kitap, halkın işgale karşı gösterdiği yüksek bir inisiyatif olan Kuvayi Milliye’yi de (liderleri dolayısıyla) Ermeni katliamı sürecinin bir tür devamı olarak tanıtma gibi “iddialı” tezlere de sahiptir. Akçam’ın sıra dışı ve farklı olmak için gösterdiği bu azim, bize ister istemez İsmail Beşikçi’yi hatırlatmaktadır. Kürt gerçeğine parmak basma ve Türk şovenizmini mahkum etme adına yola çıkan Beşikçi, sonunda düz ve alalade bir Türk düşmanlığına savrulmuştu. Ancak aradaki büyük bir farkı da burada belirtmeden geçersek büyük haksızlık yapmış oluruz: Beşikçi bu tezlerini kararlılıkla savunduğu için hapislerde çürüdü (uğradığı teorik deformasyonda, maruz kaldığı bu büyük zulmün de etkisi vardır), Akçam ise bunları Minnesota’dan neşretmenin rahatlığını yaşamaktadır, herhangi bir zulme uğramamıştır; deformasyonu da “natürel” dir. Biz daha çok Akçam’ın bu kitabında Ermeni meselesine ilişkin bir yaklaşımına odaklanacağız. 1915’deki gelişmeleri aktarırken, İT liderlerinin eylem ve tasarruflarına yönelik ayrıntılı bilgi verilirken Ermeni partilerinin attığı adımlar üstünkörü geçilmektedir: Şöyle yazılmaktadır: “..Taşnak Partisi, 2- 14 ağustos 1914 tarihleri arasında Erzurum’da kongre yapar. İttihat Terakki, kongreye ..Bahattin Şakir başkanlığında bir delege yollar ve Ermenilere Rusya ile olası bir savaş durumunda beraber çalışma teklifinde bulunur, Eğer Taşnak Partisi Rus Ermenilerini ayaklanmaya teşvik ederlerse işgal edilecek yeni toprakları da içine alan otonom bir Ermeni idaresine izin verilecektir. Ermeni liderler bu öneriyi
57
Yeniden Ermeni Meselesi
reddederler ve tarafsızlık politikasını savunurlar” (7) Bu “tarafsızlık” sözü gerçekten gülünçtür. Koca devletlerin, örneğin bir Osmanlı’nın bile tarafsız kalamadığı, istese de kalamayacağı 1.Dünya Savaşı’nın cehennem girdabında, Doğu Anadolu’da bir azınlığı temsil eden bir partinin tarafsızlık sözü vermesi komiktir; ancak daha komiği, bir akademisyen olan T. Akçam’ın buna inanması ve bizim de inanmamızı istemesidir. Osmanlı’nı ve Çarlığın tüm güçleriyle birbirlerine gireceği bu ateş denizi içinde, Ermeni cemaatinin tarafsız olabilmesi fiziken mümkün değildir. Taşnak liderlerinde bir parça feraset olsa, savaştan sonra Osmanlı’dan koparacakları tavizlere koz olarak, hiçbir şüpheye yer bırakmaksızın kayıtsız şartsız Osmanlı’nın yanında yer alırlardı. Ancak Osmanlı’ya “gidici” gözüyle baktıkları bellidir, ve tavizi başka yerden, Çarlık ve Avrupa’dan koparmaya çoktan karar vermişlerdir. İttihat-Terakki yöneticileri ise aptal değildir; mesajı almış, ve kendi bildikleri yönde harekete geçmişlerdir. Diğer bir tez, Doğu’da gerçek anlamda bir Ermeni ayaklanması olmadığı, olan birkaç olayın tehcir için İ-T tarafından kullanıldığı biçimindedir. Kanıt, tehcire gerekçe olarak gösterilen Van ayaklanmasının Nisan 1915’de (o da birkaç bin gönüllüyle) gerçekleştiği, ancak Tehcirin fiilen Mart 1915’de başladığı olgusudur. Resmin bütünün gözden kaçırıp tek tek münferit vakalara takılırsanız, böyle sözde saflıklara saplanmanız kaçınılmazdır. Van ayaklanması, genel ve köklü bir eğilimin kendini ortaya koyduğu, kuvveden fiile geçtiği noktadır; ve arkadaki birikimi ya da hazırlığı göz ardı ederek yapılacak tespitler, Taşnak’ın kirli çamaşırlarını temizlemekten başka bir işe yaramaz. Talat Paşa, anılarında Taşnak’ın Şam şubesine yazılmış bir talimatı yayınlamıştır. 1914 tarihli talimat şunu demektedir: Ruslar sınırı geçip Osmanlı ordusu çekilmeye başladığı zaman, varolan araçlardan yararlanılarak her tarafta genel bir ayaklanma başlatılmalıdır. Osmanlı ordusu böylece iki ateş arasında kalmış olacaktır. Bütün resmi binalar uçurulacak, hükümet içerde işgal edilecek ve Alman taşım araçlarına saldırılacaktır. Osmanlı ordusu ilerlediği takdirde Ermeni askerler silahlarıyla kıtalarından ayrılacaktır; çete oluşturup Ruslarla birleşecektir.(8)
Osmanlı Meclis-i Mebusan mensubu Ermeni milletvekilleri Pastırmacıyan ve Boyacıyan’ın savaş başladığında komiteci kıyafetleri kuşanarak bizzat Türk köylerine baskın düzenleyen çetelere reislik yaptığı yazılmaktadır (9) . Ama daha öncesine bakmak gerekirse, Ermeni araştırmacı Anahit Ter Minasyan, Taşnak’ın bir süredir “Bulgar tipi çözüm” peşinde olduğuna, büyük devletlerin askeri ve politik müdahalesini devreye sokarak bağımsızlık elde etme stratejisini güttüğüne işaret etmektedir. (10) Bu eğilim ve stratejinin, Van ayaklanması dışında somut bir meyvesi ya da göstergesi var mıdır ? Bu sorunun tartışılmaz derecede net ve somut bir cevabını gene T. Akçam vermektedir. Neşe Düzel’le 30 Mayıs 2005 tarihinde Radikal gazetesinde yaptığı söyleşide şunu söylemektedir Akçam: “... Taşnak, dış devletlerin yardımıyla İttihat Terakki’ye diz çöktürmek istedi ve başarılı oldu. 1914’de Ermeni reform anlaşması yapıldı. Doğu Anadolu iki vilayete ayrılacak, yönetim Hıristiyanlarla Müslümanların katılımıyla yapılacaktı. İki yabancı vali atanacaktı ve atandı da...... Ama Osmanlı yöneticileri bunu bağımsız devlete ilk adım olarak algıladı.” (a.g.y) Yani “1914 arafesinde Doğu Anadolu’yu, Taşnak marifetiyle iki yabancı ve Hıristiyan vali yönetmektedir, fakat İ-T bunu kötüye yorumlamıştır” !.. Her hükümran devlet gibi Osmanlı devleti için bundan daha “kötü”sü ne olabilir merak ediyoruz? Akçam’ın Osmanlı’dan beklediği tavır, karısını başka bir erkekle yatakta görmesine rağmen “durun bakalım ne olacak” diyen kocanın tavrına benzemektedir. Görüldüğü kadarıyla “olan olmuş”tur, ve ancak 1.Dünya Savaşı’nın ilanı sayesinde “yataktaki yabancı” defedilebilmiştir. Açıktır ki Balkanlarda 100 yıl boyunca ortaya konan oyun, 20 yüzyıl başında Anadolu’da da sahneye konulmuştur; Taşnak da bunu taşeronluğunu yapmıştır. Başarıya ulaşsaydı, her yerde azınlıkta oldukları bir bölgede “ulusal devlet” kurmanın tek yolu olarak bu sefer Türklere ve Kürtlere karşı etnik temizlik kaçınılmazdı. Bu anlamda İ-T “kafasındakini başarmış” bir Taşnak’tır, Taşnak da başarısız bir İT’dir. Akçam, söz konusu söyleşisinde Atatürk’ün de İ-T liderlerinin ve yandaşlarının bu konudaki sorumluğunu bildiğini ve onlar için “Katiller” diye bağırdığını yazmaktadır. Bu Akçam için de gerçekten hazin bir noktadır. Bu denli gayrı-resmi tezlerin savunulması için sonunda gene resmi tarihin ana ikonası olan Atatürk imajına sığınılıyorsa, ortada hem bir tutarsızlık, hem de bir zaaf var demektir. Anadolu’daki ulus-devlet’in kurucusu olan ve Kürt meselesindeki tavrı bilinen Atatürk’ün, Ermeni meselesinde nasıl olup da bir “referans” haline getirilebildiğine şaşma-
Yeniden Ermeni Meselesi
mak elde değildir. Ama yanlış hesap Bağdat’tan döner. Bir hafta sonraki söyleşide Murat Bardakçı, Atatürk’e yapılan referansların gerçek dışı olduğunu, Atatürk’ün bu tepkisini nakleden Amerikalı gazetecinin mevcut olmadığını, ayrıca Atatürk’ün, Enver Paşa’nın kızı dahil olmak üzere Ermeni tehcirinde sorumluluğu olan tüm İ-T kadrolarına (Dr. Nazım gibi kendine muhalif olanlar elbette hariç) manen ve maddeten sahip çıktığını örnekleriyle göstermiştir. Sonuçta Taşnak lobisinin Atatürk’lü reklamı tutmamıştır. Taşnak’ın maceralarının burada bitmediği bilinmektedir. Filmin bundan sonraki kısmı, bu partiye karşı yalnızca bir Türkiyeli olarak değil, öncelikle bir komünist olarak niçin düşman olunması gerektiğini ortaya koymaktadır. Anadolu Ermeni halkının kaderiyle böylesine pervasızca kumar oynamış bu burjuva milliyetçisi parti, 1915 sonrası eyleminin ağırlığını Kafkasya’ya yöneltmiş; Çarlık yıkılınca da münhasıran eski efendilerinden İngiltere’nin hizmetine girmiştir. Burada Ekim Devrimi’ne, Lenin’e ve Kızıl Ordu’ya karşı savaşan Taşnak, İngiliz altını almış ve Bolşevik kanı dökmüştür. O yılları bizzat Kafkasya’da yaşayan Türk komünisti Süleyman Nuri’nin anıları, Taşnakçılar’la Ermeni, Azeri ve Rus Bolşevikleri arasındaki dişe diş mücadeleyi tasvir eden tanıklıklarla doludur (11). İç savaş sonrası buradan da defedilen Taşnak, yüzyıla yakın Batı Avrupa ve ABD’de Ermeni diasporası içinde yuvalanmış, kin ve intikam söylemiyle varlığını idame ettirmiş, günü geldiğinde kullanılmak üzere Batılı efendilerinden destek görmüştür. SSCB’nin yıkılışıyla o gün gelmiş, başta Ermenistan olma üzere tüm dünyada Taşnak sahneye çıkmıştır. 1915’de yaşanan trajedinin İ-T ile beraber baş faillerinden biri olan bu partiyi bugün aklamanın, oynadığı rolü görmezlikten gelmenin yegane anlamı, bu tavrın sahiplerinin de Taşnak’ın 100 yıldır uşaklık ettiği malikanenin hizmet “kadrosuna” yeni dahil olmalarıdır. Ermeni halkıyla gerçek dostluk, pohpohlama ve yaltaklanmayla değil, acı ama somut gerçeklere parmak basarak olabilir. Olay açıktır: Her iki halkın politik liderleri, emperyalizm ile birlikte bu suçu işlemiştir, halklar da bu suça “dur” diyecek
fabrika Temmuz 2005
inisiyatifi gösterememiştir. Herkes kendi eteğindeki taşı görmeli, görmeyene de gösterilmelidir. Bugün gerek Türkiye Ermenileriyle, gerekse Ermeni diasporasıyla gerçek bir dostluk, bu gerçeğin tüm yönleriyle altını çizerek kurulabilir. Onun dışında bu “Taşnak Aklama Servisi” tavrı da, tıpkı mevcut Türk şoven milliyetçisi tavır gibi, Türk ve Ermeni halkları arasında gerçek bir dostluğun önüne engeldir. Yürek ferahlatan iki ses: Baskın Oran ve Hırant Dink Ermeni meselesinde yıllardır süregelen ve iki örneğini verdiğimiz bu kayıkçı dövüşünde, artık sağlıklı bir tavrın da temsilcilerini görmeye başlıyoruz ve bu bizleri sevindiriyor. Değerli araştırmacı Baskın Oran, Erivan’da katıldığı toplantıda resmi devlet tezinin dışında ve Tehcir’deki trajediyi kabul eden bir tavır sergilemekle birlikte, Ermeni aydınlarına cesurca bir eleştiri yapmıştır. Bu olaya çok fazla kilitlendiklerini, yaratıcı olamadıklarını, bu sebeple Türklerle girişecekleri bir ilişkinin bu sürece katabileceği artılardan yoksun kaldıklarını belirtmiş ve şunun altını çizmiştir: “Kaç tane Halil Berktay’ınız, kaç tane Taner Akçam‘ınız var? Kendinden kuşku duyuyor olmak en büyük avantajdır. Bu avantajı sağlayacak adamınız yok. Bu konuda Türkiye sizden daha iyi bir yerde.” Ermenistan tarafında bu meseleye eleştirel (ya da özeleştirel) gözle bakan unsurların yokluğu ya da azlığı ciddi bir sorundur. Nitekim B. Oran’ın bu çıkışı karşısında salonda önce bir sessizlik olmuş, sonra da yer yer protestovari nidalar (“olmuyor!” sesleri) belirmiştir. Toplantı sonrasında kendisiyle tanışmaya gelen bir Taşnak partisi üyesi,”Beni yetiştiren teyzemle eniştemi iki Türk kadını iki yıl evlerinde sakladı ve kocasız olduklarını söyleyerek askerleri sokmadı. Siyasi açıdan söylemek istemiyordum (abç – SD) ama arkadaşlarım git söyle dediler” Muhafazakar tavır, Ermenistan tarafında bizdekinden maalesef çok daha güçlüdür ve bu, meselenin aşılması gereken bir diğer boyutudur.
59
Yeniden Ermeni Meselesi
Hırant Dink ise Fransa’da katıldığı bir toplantıda “Tehcir’e ilişkin bedel ödemesi gereken esas taraf Batıdır” diyerek dünyadaki Ermeni cemaatleri içinde (bizim bildiğimiz) ilk defa Batı emperyalizminin bu dramdaki rolünü teşhir eden bir tavır takınmıştır. Argüman açıktır ve haklıdır: Yüzyıl boyunca bu trajediye giden yolda Ermenileri teşvik eden, cesaretlendiren, destek olup yol gösteren Batıydı; Ermeni halkının bundan doğan mağduriyetini de üstlenmesi gereken gene Batıdır. Bu tavır, herhangi bir ciddi maddi beklenti ifade etmekten çok, bu sorunda tarafsız hakem rolü takınan Batının ikiyüzlülüğünü ve aslında nasıl direkt bir taraf olduğunu cesurca ortaya koymaktadır; ve Hırant Dink, Batıyla kapışma pahasına da olsa Türk halkıyla birlikte olmayı seçmiş bir Ermeni kardeşimiz olarak övgüye layıktır. TC hükümetlerinin Batı karşısındaki açmazları sürdükçe, Ermeni meselesi gündemden kalkmayacaktır; öte yandan bulunduğumuz noktada, 2-3 sene öncesinden dahi daha ilerde olduğumuz göz önüne alınırsa; önümüzdeki senelerde haklı ve doğru seslerin daha da yükseleceğini söylemek mümkündür. 100 yıldır gündemi belirleyen şovenizmin ve emperyalizmin oyununu bozmak, Türk, Kürt ve Ermeni halkları arasında yepyeni bir dönemin başlamasını sağlamak bizim ellerimizdedir. Bu soylu hedefe doğru yürüyüşümüzü adım adım sürdüreceğiz.
60
Kaynakça: (1) “Ermenisorunu:ŞovenizmlerinKayıkçıDöğüşü” S. Dervişoğlu, Fabrika sayı 49, Ocak 2001 (2)
Radikal gazetesi, 16 Mayıs 2005 Pazartesi
(3)
Popüler Tarih,sayı 40, Aralık 2003, s.48
(4) “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu”, T. Akçam, s.110 (5)
“İki Komite, İki Kıtal”, A. Refik, s. 36
(6)
Un Génocide Exemplaire”, J.M.Carzou, s. 122
(7) “Türk Ulusal Kimliğive Ermeni Sorunu”, Taner Akçam, s. 106 (8)
Talat Paşa’nın Anıları, s.67
(9)
Popüler Tarih, sayı 56, Nisan 2005, s.37
(10) “Ermeni Devrimci Hareketinde Milliyetçilik ve Sosyalizm”, A. Ter Minasyan, s. 35, ve 37 (11) ay.
“Uyanan Esirler” Süleyman Nuri, Tüstav Y
Temmuz 2005 fabrika
Alp Yazıları:
Alpertunga Babanızın Oğlu mu?
Arif Sacit ŞAİR
Alpmalp derken, Alplerden biri geldi Fabrika duvarına işedi. “Eceli gelen sol görünümlü şahıs Fabrika duvarına işermiş” sözü mucibince, Alp yazılarına devam etmek şart oldu. Ayten Alpman’ın memleketim şarkısının kaynağını geçen sayıda yazmıştık. Çağrımıza rağmen, Fabrika’ya gelip şarkının orijinalini dinlemeye teşebbüs eden bir vatan evladı çıkmadı. Ya herkes biliyor, ya da herkes kulağının üzerine yatmayı tercih ediyor. Var bir bit yeniği... Biz araştırdık, soruşturduk, hatta internet alemine dalıp, sörf yaptık ve bir sürü Alp bulduk. Hiçbirinin Alpertunga ile bir akrabalığı kaydedilmemişti ama yüce Türk tarihinde Alp namıyla ün salmış ne kadar vatan evladı varsa birbiriyle akraba görünüyordu. Ama bu arada önümüze başka bir şahıs çıktı, izini sürdük Alp mevzunu unuttuk. Yazının sonu gelirse dalarız yine o alemlere. Ama Soros çocuklarının izini bulmuşken bırakmak olmazdı. Bırakmadık ve... Soros çocuklarının aslında Rothschild çocukları olduğunu öğrendik. Diyecekseniz ki, o izi nereden buldun. Mahkeme kayıtlarından. İnanmayacaksınız ama evet oradan. Bu kayıtların zaman zaman ne kadar işe yaradığını bilemezsiniz. Efendim, malum bir vakıf mektebi nedeniyle, bizim meşhur cemaat birbirini mahkemeye vermiş. Bu işlerde boşboğazlığıyla meşhur Ilgaz Zorlu Bey de ne biliyorsa bir kez de mahkemeye söylemiş. Gerisini anlatmak bize düşmez; sözü Zorlu Bey’e bırakıyoruz:
fabrika Temmuz 2005
“Sabetaycı cemaatin ‘Kapancılar’ koluna mensup olan Sayın Can Paker, Türk Henkel isimli bir Alman firmasının yönetim kurulu başkanıdır. Sayın Paker uzun yıllar politika ile ilgilenmiş, bir dönem Deniz Baykal’ın danışmanlık görevini üslenmiştir. 1970’li yıllarda Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi içinde Turan Güneş ve Deniz Baykal’ın bir arada oluşturdukları bir grup vardır. Bu grubun içinde şu an Şişli Terakki’nin Yönetim Kurulu üyesi olan Prof. Ahmet Yücekök’te görev almıştır ( Sayın Yücekök’ün eşi de sabetaycı kökenli bir aileden gelmektedir). ( Aynı grupta yer alanlar arasında Şişli Terakki’nin yönetiminde uzun yıllar yer alan Bülent Tanla da bulunmaktadır.) Bu kişilerin (şu an elimizde belge olmadığı için tam olarak bilinemeyen bir şekilde) bir siyasi partiye ait bazı taşınmazlara sahip olduklarına dair bir iddia vardır. Sabetaycı cemaat içinde yer alan bazı söylentilere göre bu kişilerin arasında varolan bazı ilişkilerden dolayı menfaat teminleri olduğu da iddia edilmektedir. Ancak bunlar şu an elde belgeler olmadığından ispat olunamamaktadır. Tabii bu, iddiaların araştırılmayacağı anlamına gelmez! Sayın Can Paker aynı zamanda Şişli Terakki Lisesi Yönetim Kurulu üyesi olan Lütfü Paker’in kız kardeşi ile evlidir, eşi Mihriban Paker’in babası Sabetaycı hareketin önemli dini liderlerinden biriydi. (Memduh Paker) İspanyolca dini bilgisinin yanında geniş kabalistik bir bilgiye de sahipti. Can Paker eşiyle aynı soyadı taşımaktadır. Dr. Can Paker aynı zamanda Amerikan Fullbright
61
Alpertunga Babanızın Oğlu mu?
ve A.F.S. burs kurullarıyla temaslarda bulunmuş, bir dönem A.F.S. bursunun Türkiye başkanı da olmuştur. Zaten kendisi de lise yıllarında bu bursla A.B.D de bulunmuştur. Dr. Can Paker’in kız kardeşi gazeteci Canan Barlas’tır. Kendisi müflis işadamı Halil Bezmen ve eşiyle Türkiye temasını sağlamaktadır. Bilindiği gibi işadamı Halil Ali Bezmen Türkiye’de hileli bir şekilde iflas ederek ABD ye kaçmış, orada Yahudi olduğu için ezildiğini bildirmiştir. Greenwich Time adlı gazeteye yaptığı açıklamalar arasında ‘Yahudi dönmesi olduğumuzdan Türkiye’de müslümanlar bizi hep dışladı’ şeklinde bir beyanda bulunmuştur. Konu iki gün boyunca Hürriyet Gazetesi’nde manşet olmuştur. 05.05.1998 tarihinde yine Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanan bir habere göre Mecbure Canan Barlas (sabetaycılarda çift isim vardır, bunlardan biri Yahudi ismini temsil eder), Halil ve Selma Bezmen ile birlikte ABD de New York şehrinde Sofya adlı bir restoranda yemek yemekte iken Gülçin Telci ile karşılaşmışlar ve Sayın Canan Barlas kendisine kötü sözler söylemiştir. Dr. Can Paker’in Deniz Baykal ile olan ilişkilerinin yanı sıra şu an Şişli Terakki Lisesi’nin Yönetim Kurulu Başkanı olan Haluk Arığ ile de yakın temasları vardır. Arığ uzun yıllar Şişe Cam ve Gameda firmalarında çalışmış. Daha sonra buradan ayrılmıştır. Ancak bu ayrılmalar konusunda bazı soru işaretleri olduğu şeklinde iddialar da vardır. Okula merhum Reşat Atabek tarafından getirilmiştir. Bilindiği üzere merhum Avukat Reşat Atabek kendisi de bir sabetaycıydı ve kabbala konusuyla yakından ilgiliydi. Nitekim Hür ve Kabul edilmiş Mason Locası’nda yayınlanan kitabı ‘Masonluk Üzerine’ de özellikle sembolizmle ilgili makaleleri bunun ispatını teşkil eder (Yenilik Basımevi İstanbul 1994). Tüm bu ilişkiler Şişli Terakki Lisesi’nin bir cemaat okulu olduğunu ispat etmektedir. Zaten okulun hem kurucuları ve hem de ilk mezunları Selaniklidir. Sabetaycı tarihin anlatıldığı bir makale (Selanikliler – Yaşam Sanatı Ocak 1995) de de bu okulun yönetim kurulu üyelerinin bir arada fotoğrafları bulunmaktadır. Bunun yanı sıra Osman Ergin’in Türk Maarif Tarihi adlı eserinde de bu konuda önemli bilgiler mevcuttur. ( Türk Maarif Tarihi / Osman Ergin / s: 468-69 dan özetle) Sayın Haluk Arığ aynı zamanda şu anda Sabetaycı basın patronu Dinç Bilgin’in Sabah Yayın Grubunda da danışmanlık görevindedir.“ Buraya kadar anlatılanlardan, dava açılmadan önce Zorlu Bey’in, adı geçen şahıslar hakkında bir takım ipe sapa gelmez iddialarda bulunduğunu anlıyoruz. Sonra efendim, bu sapsız iddialar üzerine, Ilgaz
62
Zorlu aleyhine bir hakaret davası açılıyor. Zorlu da, bunun üzerine zorlu bir savunma yazıyor. Bakalım savunmasında neler söylüyor: 1-Bu da özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sabetaycı cemaatin resmi adayı olan Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı sayın İsmail Cem’in etrafında dönen tartışmalar sonucunda kendisinin seçilememesi üzerine bu cemaate mensup olan kişilerin başlattıkları bir kampanyanın neticesidir. Bu sebeple hiçbir hakaret isnadı olmayan ve tamamen bana ait olan ifadelerin açıklanmasını savunmamda yapacağım. Yalnız dava öncesinde bir kuşkumu dile getirmek isterim: Kendisi de sabetaycı kökenli olan sayın Rahşan Ecevit’in 1970’li yıllardan itibaren kurduğu ve bugün Türkiye Devleti’nin hükümetinde bulunan bu siyasi ekibin dikkatle incelenmesi gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’ni bir başka ülkenin mandası altına sokma fikrinde olan bu kişiler; Can Paker, Prof. Asaf S. Akat, Kemal Derviş, Hasan Bülent Tanla , Prof. Ahmet Yücekök isimli kişilerdir. Sayın Devlet Başkanı Kemal Derviş Türkiye’ye geldiğinde basında da yer aldığı şekilde İstanbul’da Sayın Paker’le uzun uzun görüşmeler yapmış, sayın Asaf S. Akat’ın evinde misafir olmuş ve ekte fotoğrafları verilen Şişli Terakki Vakfı Genel Kurulu üyeleriyle de muhtelif ilişkiler kurmuştur. 2-Sayın Paker kendini adaletin üstünde Türk Milleti’nin üstünde bir kişi gibi görmekte ve adeta mahkemenizi etki altında bırakacak şekilde hareket etmektedir. Fakat tarih önünde bir hakikat vardır, sabetaycı liberal sol grup olarak adlandırabileceğimiz ve Rahşan Ecevit’in uzun yıllar boyunca çabaları sonunda kurulan bu grup kendisini Türkiye’de diğer insanların üstünde addedilmektedir. Uzun yıllar boyunca cemaat mensubu olan Prof. Sahir Erman gibi ceza hukukçularının bilirkişilik görevleriyle beraber bu kişiler hakkında her hangi bir dava açılamamış, “ben Türküm” demenin neredeyse suç kabul edilerek T.C.K nın 312. Maddesine kapsamında değerlendirildiği ve kişilerin cezalandırıldığı ülkemizde “Ben Sabetaycıyım Baskı Görüyorum” sözlerini ABD’de bir gazetede açıklayan ve Türkiye’de günlerce Hürriyet Gazetesi’nde sözleri konu olan Halil Bezmen gibi bölücü sabetaycılara hiçbir şey yapılamamıştır. Eğer bu sözleri bir Kürt asıllı ya da Ermeni asıllı bir Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı söyleseydi D.G.M Savcıları bu kişiler aleyhinde davalar açmazlar mıydı? Aralarında Tansu Çiller, İsmail (Şmuel) Cem İpekçi, Rahşan (Raşel) Ecevit, Kemal (Samuel) Derviş gibi Türkiye’nin yönetim kademelerine gelmiş kişilerin bulunduğu bu cemaate mensup olan kişiler Türkiye Devleti’nde, devletin ve anayasanın üstünde Temmuz 2005 fabrika
Alpertunga Babanızın Oğlu mu?
muamale görmektedirler. Bu husus Türkiye’de azınlıklara baskı olduğunu sık sık tekrarlayan Avrupa memleketleri karşısında mutlaka ve mutlaka bilinmesi gereken bir husustur. Bu cemaat mensubu kişiler hakkında en küçük bir soruşturma açılabilmesi dahi mümkün değildir. Devlet bu kişilerin sözleri ve eylemleri karşısında eli kolu bağlı durumdadır. 3-Uzun bir süreden beridir bazı araştırmacı yazarlar benim özellikle yıllardan beridir aralıksız olarak savunduğum sabetaycılığın bir Yahudi tarikatı olduğu şeklindeki iddialarımın kamuoyunda islamcı tabir edilen medya tarafından anti-semitizm maksadıyla kullanıldığını ve benimde buna alet olduğumu belirtmişlerdir. Oysa 1990’lı yıllarda da bazı yazarlar benim İsrael Devleti’nin ajanı olduğum iddialarını ortaya atmışlardı. Tüm bu haksız isnatları yanıtladım, ancak aşağıda sunacağım savunmam sonrasında yine özellikle bazı araştırmacıların beni antisemit olmakla suçlayacaklarının bilincindeyim. Savunmam sırasında sık sık yineleyeceğim bir noktayı burada ele almak istiyorum. Bu savunmada özellikle altını çizerek belirtmek istiyorum, bir kimsenin geçmişi ve kökeni nedeniyle eleştirilmesi çok açık bir biçimde ırkçılıktır, böyle bir şekilde insanların itham edilmesi de ortaçağ zihniyetidir. Ama bir kişi kendisi ile aynı kültürel özellikleri gösteren, kendisi ile aynı kökenden gelen kişilerle işbirliği yaparak bir gruplaşma içine giriyorsa bu tabii ki toplumbilimin ilgi alanına girer, ama bu davada beni suçlayanların yaptığı gibi bir örgüt kurarak devletin düzenini bir başka ülkenin çıkarlarını gözeterek değiştirme amacı güdüyorsa bu devletin ilgili organlarının araştırması gereken bir iştir. 1919 yılından beri başlayan Atatürk’ün Nutuk isimli eserinde açıkça belirtilen bir başka ülkenin himayesini arzulayan (manda özlemi) bu kişilerin amaçlarının mutlaka ama mutlaka engellenmesi gerekmektedir 4-Bu kişiler ve kendilerine kan bağı ile bağlı olan akrabaları; Türk Basını içinde kökenleri 1919’lara kadar dayalı bir şekilde bir menfaat grubu oluşturmuşlardır. Aynı şekilde Şişli Terakki isimli bir cemaat okulunun da yönetiminde bir arada bulunmak suretiyle hiç kimsenin dikkatini çekmeden bir örgütün faaliyetlerini sürdürmektedirler. Sabetaycıların on dokuzuncu yüzyılda aynı gizli örgüt mantığı ile yer aldıkları Mason Locaları, Melami Tarikatı ve İttihat Terakki Partisi bugün yerini Şişli Terakki Lisesi’ne bırakmıştır. Dışarıdan bakıldığında sıradan bir okulmuş gibi algılanan bu okulun yönetiminde yer alan Prof. Asaf Savaş Akat, Prof. İlter Turan, Prof. Ahmet Yücekök, Dr. Nafiz Can Paker bugün
fabrika Temmuz 2005
Türkiye yönetimine hazırlanan ve perde arkasında da çok ciddi politik ilişkileri olan kişilerdir. Yine kendisi de Sabetaycıların Yakubi Grubu’na mensup olan ve kamuoyunda “banka hortumlamak” olarak anılan bir suçtan yargılanan ve halen cezaevinde olması gerekirken bir takım doktor raporları ile hastanelerde beş yıldızlı otellerdeki konfor içinde yaşayan Dinç Bilgin’e ve ortağı Nevzat Ak’a da, bu ekip Şişli Terakki Lisesi’nin çok kıymetdar bir mülkünü ucuz yolla kullanıma vermeye çalışmaktadır. Okul binası, binamız, Selanik’te cemaat gençlerine din eğitimi verme maksadıyla kurulmuş olan bu güzide eğitim yuvası bu çete tarafından açık ve seçik olarak tasarruf edilmeye çalışılmaktadır. Rabbe inanan hiçbir vicdan sahibi kimse atalarımızın duaları ve dini çabaları ile kurulmuş olan ve altında uzun yıllar ibadethanelerimizin bulunduğu bu binanın haksız tasarrufuna sahip çıkmayacaktır, çıkmamalıdır da. Bu konuda mahkemenizde bir hakem konumunu üslenmektedir, zira Nafiz Can Paker isimli iyi eğitim almış ve Türkiye’de ki tüm insanların üstünde olan bu yurttaşımızda sadece kökeninden dolayı okulla hiçbir bağı ve ilgisi bulunmadığı halde kaydı hayat şartı ile mütevelli heyetine seçilmiştir. Kendi ifadelerinde de belirttiği gibi hiçbir görev almadığı bu okulun Genel Kurulu’nda neden bulunmaktadır? 5-Şu an bu davaya konu olan Şişli Terakki Lisesi Yönetim Kurulu üyeleri sayın Can Paker, sayın İlter Turan, sayın Lütfü Paker, sayın Haluk Arığ‘ın birinci ve ikinci dereceden akrabaları olan ve Avrupa’da yaşayan insanlar bu iddianın hedefidirler. Bu kişiler yurtdışında ki işlemlerinde sabetaycı olduklarını söyleyerek bazı menfaatler temin etmektedirler, Türkiye devlet sisteminde bazı menfaatler temin etmektedirler, Halil Bezmen örneğinde olduğu gibi bunu açıkça yapmaktadırlar, ama iş Türkiye’ye gelince bir anda müslüman kimliği altına girmektedirler. İşte Şişli Terakki Lisesi’nin sabetaycı cemaat üyesi olan bu kişilerin durumunun mahkemenizce tespitini talep etmekteyim. 6-Dikkat edelim. Türkiye’de Türk Henkel isimli Alman firmasının dışında Özel Sektörde pek çok firma varken ve bu firmaların Genel Müdürleri ve Üst Düzey yöneticileri sayın Paker
63
Alpertunga Babanızın Oğlu mu?
gibi bir Musevi bağlantısı olmadan tamamen kendi güçleriyle bu mevkilere gelmişken her nedense bu kişilerin hiçbiri şu anda Türk basınında sayın Can Paker kadar etkili ve yetkili bir biçimde boy gösterememektedir. Sayın Can Paker Türk Siyaseti’nde giderek eski gücünü kazanan Sabetaycı lobinin Türkiye Cumhuriyeti’nde ki gelecekteki başbakan adayıdır! Çok değil önümüzdeki, ilk seçimlerde başbakanlık koltuğuna oturacak ve Naim Talu, Recep Peker gibi geçmişin önemli Sabetaycı Devlet adamları gibi bir konuma yine sabetaycı kökeni nedeniyle getirilecektir. Kendisi ile ilgili Amerikan Musevi Lobisi’nde çalışmalar şimdiden başlatılmıştır. Ben sayın Can Paker ile çok uzak bir biçimde akrabayım. Çünkü yüzyıllar boyunca sadece kendi içinden evlilikler yapan Kapancılar kolunun bir mensubu olarak sayın Paker ile aynı soyağacında yer alan ve fakat çok uzak akrabalığı bulunan bir kişiyim. Bizzat çok yakın akrabalarım kendisi ile uzun yıllar Henkel A.Ş de birlikte çalışmıştır. Yine anne tarafından yakın akrabam olan (annemin teyzesinin oğludur) sayın Yaşar Malta Can Paker’in eşi Mühriban Paker ve Lütfi Paker’in de ortağı olduğu Yeni Tekstil isimli firmanın da ortağıdır. Bu sebeple benim burada sunacağım bilgiler tamamen aynı cemaate mensup olmamızdan dolayı bildiğim ve gerçek olan bilgilerdir. Ayrıca bu savunma ekinde kendisi de Sabetaycı olan ve bu aile ile uzak akraba olan Hürriyet Gazetesi yazarı merhume Gülçin Telci’nin de bu aile ile ilgili yazmış olduğu gazete haberlerini vereceğim. 7-İpekçi koyu bir Kemalist, koyu bir solcuydu ve tabii ki yaşadığı dönemde bir Amerikan karşıtıydı. Gariptir Galatasaray Liseli olduğu halde Robert College mezunları derneğinin de başkanlığını yapmıştı. Burada hemen küçük bir açıklama yapayım, Tansu Çiller, Can Paker, Cengiz Çandar, Halide Edip Adıvar gibi en önemli sabetaycı isimlerin ortak özellikleri ya Robert College’den ya da benzeri bir Amerikan okulundan mezun olmalarıdır. Böylelikle ABD de özellikle NewYork’ta çok ciddi bir etkisi olan Amerikan Yahudi Lobisi’ne de yakın bir konuma gelmekteydiler. Bugün Sabetaycı grubun kapancı kolunda ABD pasaportlu çok önemli kişiler mevcuttur ve bunların çoğu da bu ekiptekilerle aynı okullardan mezundurlar. Lütfen dikkat edelim ABD mandasını 1919’larda savunan kişilerin Robert College ile olan ilgileri göz ardı edilemez, edilmemelidir.
64
Yalman ve Paker aynı A.B.D Üniversitesi’nde yükseköğrenim yapmışlardır. Bunu yalanlamak mümkün değildir. Sayın Bay Paker’de iddia edildiği gibi meşakkatli bir eğitim almamış, sabetaycı olmasının avantajından yararlanarak bunu tamamlamıştır. Yalman kendisi Yakubi Grubu’na mensup olmakla birlikte diğer gruplardan gelen sabetaycılara karşı da ciddi şekilde yardımcı olmaktaydı. Nitekim kendisinin Türk Basını’nda özellikle 1950’lerde edinmiş olduğu yer çok ama çok önemliydi. Yalman sabetaycıları belki de Cumhuriyet Dönemi’nde örgütleyen ve kurduğu bu örgütle de Türkiye’de çok önemli işler yapan bir gazeteciydi. Asla sadece bir gazeteci olarak kalmadı, Türkiye’nin yönetim kademesinde daha sonraları çok daha komplike hale gelebilecek bir örgütlenmeye gitti. Tatko grubunun sahibi oldu, böylelikle basın-ticaret- politika üçgenini kurup bugünkü siyasi yapının da temelini oluşturdu. Yalman Türk Basını’nın kendi içindeki kavgalarla bir sonuca ulaşılamayacağını biliyordu. Ona göre uluslararası bir hale gelmek gerekiyordu. Bu sebeple Uluslararası Basın Ajansı’nın da üyesi oldu. Uluslararası Basın Ajansı Üyeliği yoluyla Türkiye’de daha pek çok sivil toplum kuruluşunun yöneticisi olan, yıllarca bu görevlerde kalan “liberal sol sabetaycı grup” Ahmet Yalman 1950 –1970 arasında Türkiye gündemini sürekli olarak “laiklik” sorunu ile meşgul etmiştir. Sadece dine inanma suçu olan insanları Prof. Sahir Erman’ın bilirkişi raporları ile “mürteci” konumuna getirmiştir. 8-Burada dikkatinizi çekmek istediğim diğer bir nokta daha var; sayın Abdi İpekçi’den sonra Milliyet Gazetesi’nin yeni başyazarı kim olmuştur? Neden olmuştur? İşte bu davanın kilit noktası buradadır. Abdi İpekçi sonrasında Milliyet’in başına sayın Nafiz Can Paker’in kız kardeşi ile evlenen ve bu yolla kendisi sabetaycı bir aileden gelmediği halde bu evlilik sayesinde cemaate giren Mehmet Barlas’tır. Mehmet Barlas’ın siyasi geçmişine baktığımızda şunu görüyoruz. Kendisi 1974 seçimi sonrasında iktidara gelen C.H.P hükümetinde 31 Yaşında sadece bayan Raşel Ecevit’e ve ekibe yakın olduğu için TRT Genel Müdürlüğü’ne getirilen İsmail Cem İpekçi (ki sabetaycı bir aileden geldiği için bundan utanan ve siyasi kariyerini soyadını değiştirerek kurtaramaya çalışan İsmail Cem mahkeme kararı ile soyadından vazgeçmiştir)‘nin ilk icraatları arasında TRT Haber Dairesi
Temmuz 2005 fabrika
Alpertunga Babanızın Oğlu mu?
Başkanlığı’na Mehmet Barlas’ı getirmek olmuştur. 9-Burada sabetaycıların kendilerini ifade ettikleri bir filmden de söz etmek istiyorum: Fransa’da çevrilen ve Türkiye’deki bazı sabetaycı ailelerle yapılan özel konuşmaları kapsayan “Son Dönmeler” isimli bir filmdir. Bu filmin satışı Fransa’da olmaktadır, ancak Türkiye’de bu filmin gösterilmesine bizzat yapımcıları izin vermemektedir. Çünkü Türkiye’nin çok tanınmış aileleri bu filmde konuşmalar yapmışlardır. Kendileri Yahudi olduklarını, zorla Müslüman yapıldıklarını belirtmişler ve filmin tümü boyunca Türk Milletiyle aralarındaki temel farkları fütursuzca anlatmışlardır. Sayın Bali bu filmden Fatoş A.‘nın beyanatlarını almıştır. Fatoş A. isimli kişi Şişli Terakki Lisesi Yönetim Kurulu Başkanı olan Haluk Arığ’ın eşi Fatoş Arığ’dır. Liberal Sol Sabetaycılar tamamen devlet içinde yaptıkları örgütlenme ile Türkiye’de istedikleri bir yönetim şeklini Avrupa Birliği standartlarına aykırı olarak laik ve demokratik bir sistem olarak benimsetmişlerdir. Bunu bir devlet politikası haline getirmişlerdir ve bunun da savunuculuğunu yapmaktadırlar. 10-Bay Paker kendisinin iyi bir işadamı olduğunu belirtmektedir. Hemen belirtmek isterim. Bir kişinin iş hayatında çok başarılı olduğu sadece bir firmadaki çalışmaları ile belirlenemez. Sayın Can Paker tıpkı ailemizin diğer mensupları gibi iş hayatına Türk Henkel firmasında başlamıştır. Kendisinin bu firmaya girmesi Yeni Tekstil firmasının sahibi ve Sayın Paker’in kayınpederi olan Memduh Paker kanalı ile olmuştur. Bu firmanın Türkiye’ye gelmesini sağlayan kişi burada adını vermek istemediğim ailesi Selanikli olan ama sabetaycı olmayan gerçek bir Musevi bir işadamıdır, kendisini Türk Kimya sanayiine adamış bu kişi sayın Can Paker’e her zaman yardım etmiş, kendisinin kısa zamanda yükselmesini sağlamıştır. Bu çok önemli bir noktadır. Henkel firmasının en üst seviyelerine kadar gelen Bay Paker kısa sürede Amerikan Devleti ile de yakın ilişkiler kurmuştur. Görünürde görev yaptığı hayır işleri tamamen 1919’da Yalman ile filizlenen Mandacılık doktrininin Türkiye’de yerleşmesi maksadını taşımaktadır. 11-Evet Bayan Canan Barlas ve Bay Can Paker sıradan insanlar değillerdir. Onlar Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde bulunan insanlardır, yaptıkları araştırma konusu dahi edilemez. Bugün Doğuş Grubu’nun onlarca yetenekli yöneticisi varken NTV isimli TV kanalında on beş günde bir ülke ve dünya
fabrika Temmuz 2005
ile ilgili yorumlar yapmak üzere Bay Can Paker devrededir? Neden ve niçin? Bu çok açıktır. Yine dikkat edelim. Ülkemizi bir anda yok eden 21.02.2001 Kararlarından kaç gün sonra Sayın Can Paker Sabancı Holding yönetim kuruluna girmiştir? Neden? Acaba bu olay sırasında Bay Paker’in servetinde nasıl bir artış olmuştur? Kendisi bir vakıf okulunun mütevelli heyetinde olduğu halde mal beyanında bulunmamaktadır. Benim tüm iddialarıma karşılık devlet bu konuda hiçbir şey yapamamaktadır. Bay Paker aynı zamanda TESEV isimli, bir vakfın da yönetim kurulu başkanıdır. Bu vakıf ABD deki bazı örgütlerden para alarak raporlar yazmaktadır. Bu raporlar acaba Amerikan istihbarat birimlerince Türkiye ilgili kararlarda dikkate alınmakta mıdır? MİT bu konuda bir araştırma yapmış mıdır, yapmakta mıdır? Mahkemenizi kanalıyla bunun sorgulamasını ayrıca talep etmekteyim. Bu kadar! Gördünüz ipin ucunu. Diyeceksiniz ki Soros ve ağababası bunun neresinde? E, bekleyin bakalım, araya parça giriyoruz. Şimdi, Fabrika duvarına işeyen ve adında Alp taşıyan şahsa geliyoruz. Bunun için biraz gerilere gidiyoruz ve tarihten bir yaprak açıyoruz. Açıyoruz dediğim sözün gelimi, önümüze gelen bir dosyaya tıklıyoruz, makine kendisi açıyor. Bir de ne görüyoruz?... İşte: “Maşat, sözcük olarak meşhed’den yani şehitlikten geliyor; Müslüman olmayanların ve özellikle de Yahudi mezarlıklarına verilen ad. İzmir’in ünlü maşatlığı artık yok, geçmişte Karataş semtinin dibinde olan yere bugün Bahri Baba Parkı deniyor. Sabetay Sevi’nin yakınlarının mezarları da buradaymış. Maşatlığın İzmir için daha çok bilinen özelliği Maşatlık’ta yapılan ünlü toplantı -ya da miting diyelim- ve burada İzmir’in işgali olarak bilinen olaya karşı direniş ve örgütlenme çağrısının yapılması. Bunun mimarlarından birisinin Hasan Recep Tahsin ya da gerçek ismiyle Osman Nevres olduğu biliniyor. Her yıl özellikle 9 Eylül günü Hasan Tahsin hakkında medyada bazı şeyler yer alıyor ayrıca kendisinden bahsedilen yazılar, kitaplar yayınlanıyor. Hasan Tahsin hakkında en çok da nasıl Orta Asyalı Türk olduğu, ailesinin Konya’dan
65
Alpertunga Babanızın Oğlu mu?
Sizce neden TARKAN, BURAK KUT, RAFET EL ROMAN gibi Türk popunun starları buralara klip çekmeye gelirler. Neden Hürriyet Gazetesinin değerli yazarlarından Serdar TURGUT NEW YORK’tan bahsetmeden yazısını yazamaz. Naçizane olarak ben yanıtlıyayım. YOLLARI KESİŞİYOR DA ONDAN . Ama Sezen AKSU’nun en ilginç öğrencisi AŞKIN NUR YENGİ. İsimbilim gel beni incele diyor. AŞKIN Yetkin olmak. Yetkin olmak belirli dereceleri aşmakla olur. NUR malumunuz IŞIK ve Niye daldık dosyanın bu kısmına. Çünkü Alp yok MASONİK bir kavram. YENGİ ise zafer demek. ama ikinci isim olarak “Tufan” var. Tufan mufan, enin Yani yetkin olan Işıgın Zaferi. Kim koyduysa her de sonun da rüzgar. Yazın ortasında, bulunmaz şey. Alp’i halde bizim ulaşamayacağımız bir mertebededir.” Fabrika okurları zaten biliyor. İkinci isim olarak Tufan’ı Demek ki neymiş, o dernekten plaket alacak da yakalamış durumdayız. “İlerleriz” biz buradan, hatta konunun “post”unu çıkarırız. Işık vurur yüzümüze, kadar Aşkınmış! Allahtan Alp’i yok. Onu da, nazik bir beyefendi şarkıcıya bırakalım. aydınlanırız...
Selanik’e göç ettiği yazılıyor, söyleniyor. Bu palavraların baş aktörlerinden birisi, İzmir “Tarihçisi” Yaşar Aksoy. Aksoy, Dinç Bilgin’in gazetesinde ve televizyon kanalında çalışıyor. Peki Aksoy bilinmeyen Tufan ismiyle de, tam ad olarak Yaşar Tufan Aksoy bu yalanı neden sürdürüyor? Şişli Terakki 1994-1995 mezunu Ersoy Can Aksoy, İzmir-Karşıyaka doğumlu Yaşar (Tufan) Aksoy’un oğlu. Bir diğer palavracı daha ünlü bir “tarihçi” : Cemal Kutay. “
Efendim, Alpman’dan sonra, en sıkı eski popçumuz kim. Tabii ki Alpay. Onun Alp’i olmakla birlikte Biz dönelim yine Soros meselesine. Bir tıkta, bakın soyadını bilmiyorduk. Tıklattık öğrendik. Siz yine ne buluyoruz? önden buyurun: “TÜRK AMERİKAN DERNEKLERİ “Alpay Nazikioğlu’nun annesi Daime Hanım; FEDERASYONU FAALİYET ÖZETİ Şanar, Oktay, Onur ve Lale (Mansur) Yurdatapan’ın -Can DÜNDAR ,Nebil ÖZGENTÜRK, da babaları olan Korgeneral Daniyel Yurdatapan; Coşkun ARAL gibi tanınmış gazeteciünlü Mason üstadı Can Arpaç’ın annesi Emine lerin katıldığı sempozyum düzenledik Danende Arpaç ve ayrı anneden doğan, savcılık -New York Belediye Meclisi seçimlerinde aday yapmış Danış Yurdatapan’la kardeştir. Mevhibe— olan TÜRK asıllı Jak KARAKO ya destek verdik. Servet Paşa çiftinin kızı olan Daime Hanım’ın -Türk Kültür festivalinde görkemli balomuzla noktaladedesi de Hersekli Mehmet Ali Paşa’dır. Mehmet dık. Bu seneki Hayat Boyu Başarı ödülünü ATLANTIC Ali Paşa’nın bir diğer çocuğu ise Atatürk’ün de RECORDS’un başkanı Ahmet ERTEGÜN’e verildi. yakın çevresinde bulunmuş Hüsrev Gerede’dir: -Yılın TÜRK AMERİKALISI ödülüMevhibe Hanım’ın hayatını birleştirdiği Servet Paşa nü sayın DR MEHMET ÖZ’e verdik ise; muhalefeti sebebiyle, Sultan II. Abdülhamid -G ö n ü l l ü olarak yürüyüşümüze katılan sanattarafından Van’a sürülmüş Ferik Hüsnü Paşa’nın çı Aşkın Nur YENGİ’ye TÜRKİYE’deki basın oğludur.” MENSUPLARI’nın da bulunduğu bir toplantıda teşekkür plaketi sunduk.” Nazik Alpay Bey’in soyağacını görüyorsunuz. Daha doğrusu, kamaşmamışsa görüyorsunuzdur. Görüyorsunuz, hiç şaşıyorlar mı? Körler Ama kim bilebilir ki, bu Alp parantezinde dolaşırken sağırlar, birbirlerini ağırlar vaziyetleri. yolumuzun yine Soros’a çıkacağını? Mesala şu Aşkın hanım. Bayılıyorum ona. Ses desen onda, kültür-fizik desen onda. Buyurun devamına... “Talat ve Cavit Bey, 1911 yılında hükümetten istifa etmek zorunda kalıyor; Talat ve Cavit’in siyonist “Aşkın Nur YENGİ düet yapma modaolduğu yolunda gösterilen aşırı tepki ve sonunda bu sında ise RAFET-EL ROMAN’I seçiyor. tepkiye dayanamayıp istifa ediyorlar. Mehmet Talat 1968 Edirne - Havsa doğumlu. 7 yaşına kadar Sai(Talat Paşa), o esnada mason maşrık-ı azamı duruUZUNKÖPRÜ Ömerbey Köyünde anneannesiyle mundadır. Karakaş’lardan Cavit Bey 33. Dereceden yasıyor.1.sınıfı okuduktan sonra Almanya ya gidiyor masondur. Asılmaması için Rothschiller ailesi yoğun 1997 yılında SU-EL isimli kızı dünyaya geliyor. Zaten baskı yapmıştır.” Yine geldik aynı yere. Akraba olmaKendi ismi de bize ROMANO’lardan yani EŞKENAZİ salar şaşardım. Tabii o zamanlar henüz Soros ortada soyundan gelen ipucunu veriyor. Rafael pardon Rafet’in yok ama ünlü ailemiz hep iş başında. Bunları hep küçükken Kuran Kursuna gittiğini de belirtelim. bir beyaz atlı Rothschil destekliyor, görüyorsunuz. Deren KORAY Hürriyet 19-3-2002 NEW YORK’U ANLATIYOR VE ŞÖYLE SORUYOR: ***
66
Temmuz 2005 fabrika
Alpertunga Babanızın Oğlu mu?
Şimdi geliyoruz Can Paker’e. Kimin için çalışıyor: Soros Vakfı. Vakfın arkasında kim var: Rothschiller! Bir de sözümüz vardı, Nihal Atsız Bey’le ilgili. Biz ne demiştik: Türkçüler Türk değildir! İçinden biri çıksın dişimi kırayım. Başlıyor... içinde Alp de var! Erol Mütercimler “Susurluk Konferansı”na verdiği bildiriden, Ergenekon’un Turgut Sunalp ve Alpaslan Türkeş tarafından ve CIA tarafından Kıbrıs’ta kurulduğunu öğreniyoruz. Araştırıyoruz, Ergenekon’un kuruluş tarhinde Turgut Sunalp’in albay ve Kıbrıs’ta olduğunu öğreniyoruz. Hüseyin Feyzullah, yani A. Türkeş de Kıbrıslı. Yakubilerin okulu Boğaziçi Lisesi Mezunu Rauf Denktaş’ın babasının çiftliği. Sabetaycı Turgut Sunalp ile Sabetaycı Rauf Denktaş ve Kıbrıs. Rauf Denktaş’a karşı muhalefet eden Kıbrıslı Gazeteci Kutlu Adalı, Uzi marka silahlarla öldürülmüştü yani İsrail tarafından Susurlukçulara verilen, resmi kayıtları, tutanakları olmayan, Mercedes’ten de çıkan suikast silahı olarak bilinen silahla. Nihal Atsız mı? “Irkçılar ile ilgili dava bir başka dönüş noktasıyla birlikte başladı. Faşizmin Stalingrad önlerinde yenilgiye uğramasından az sonra ortaya çıktı. Şubat 1943 tarihinde Stalingrad önlerinde Alman faşizminin yenilgiye uğramasından bir yıl kadar sonra Türkiye savaşın kaderinin kesinlikle belli olduğuna karar verdi. 1944 yılı Mayıs ayında, Müttefiklerin ısrarlarına rağmen sürdürdüğü Almanya’ya krom ihracatını durdurdu. Bunu 18 Mayıs 1944 tarihte bir sıkıyönetim tebliği izledi. Bir araştırmacı bu tebliğ için “bomba gibi patladı” deyimini kullandı. Bu tebliğ tahrikçilerin meydana çıkarıldığından, gizli teşkilat kurarak rejim aleyhinde çalışanlar hakkındaki kovuşturmaya boşlandığından söz etmektedir. Faaliyet programları, gizli şifre ve parolaları ele geçmiş, Atsız, Zeki Velidi, R. O. Türkkan ve Dr. Hasan Ferit Cansever’le arkadaşlarının evlerinde belgeler bulunmuş, 23 kişi tutuklanmıştır.” (Baskın Oran, İç ve Dış Politika ilişkisi Açısından İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de Siyasal Hayat ve Sağ-Sol Akımlar, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Eylül 1969, Cilt IV, sayı 3, sayfa 253) Dünyada faşizmin yenilgisi belli olunca Türkiye’deki faşistler tutuklanıyor.
fabrika Temmuz 2005
Sıkıyönetim Mahkemesi davayı sürdürüyor ve 1944 yılı Eylül ayında duruşmalara başlıyor. Irkçılardan Nihal Adsız ile ilgili iddiada buram buram ırkçılık kokuyor. Nihal Adsız için, iddianamede, şu bilgi yer alıyor: “Menfi ruhlu olan bu maznun, 1905 senesinde İstanbul’da doğmuş. Babası Mehmet Nail, Gümüşhane’nin Midi köyünden İstanbul’a hicret eden çarkçı kolağası Hüseyin Efendi’nin oğludur.” (Turancıların Muhakemeleri Hakkında İstanbul Örfi İdare Komutanlığının İlk Duruşmalara Ait Raporu, Aynı Tarihi, Eylül 1944, sayı 130, sayfa 34) Bilgi şöyle devam ediyor: “Hüseyin Efendi de, Midi köyünde yaptırılan tetkikat neticesinde ‘Nihal’in Üçüncü Babası’ Çiftliği lakabiyle tanınan dönme olduğu mervi Ahmet’in oğludur. Esasen kendi taraifine göre Türk diye ‘üç batın Türk olduğunu ispat edenlerdir’ demesinin sebep ve hikmeti üçüncü batını olan Çiftçioğlu Ahmet’ten biraz yukarı çıkınca ırkının karışacağından.” Böylece, Sıkıyönetim Komutanlığı, bir zamanların ünlü ırkçısı Nihal Atsız’ın kanının da saf olmadığını açıklamış oluyor. Bu önemli bilgi Midi köyünde yapılan incelemeler sonucunda elde ediliyor. Aynı iddianamede, bir başka sanık hakkında da, şu bilgiler veriliyor: “332 senesinde Kıbrıs’ta, Lefkoşa’da doğmuştur. Küçük yaşta asker ocağına iltihat eden Alparslan Türkeş 1937-1938 senesinde Nihal Adsız’ın pencesine düşmüş ve siyasi faaliyetten tamamen uzak askeri camianın temiz havasını bulandırmağa yeltenmiştir. Adsız’ı gölgede bırakacak derecede ırkçı, turancı ve menfidir.” İddianamede yer alan bu bilgiler ırkçıların mahkum edilmeleri için yeterli sayılıyor.” Bu internet acaip bir dünya. Gerçekler sanal, sanal olanlar ise gerçek görünüyor. Buradaki sanal gerçeklerden biri de şöyle: “MİT Müsteşarı Atasagun’a sormuşlardı, ‘Cumhurbaşkanını da dinliyor, izliyor musunuz’ diye; cevap bir dehşetin itirafıydı : ‘Gerek yok bizim istemediğimiz kimse zaten Cumhurbaşkanı olamaz!’ Resmi olarak memur olanların iktidar, resmi olarak iktidar olanların memur olduğu bir ülke...”
67
68
Temmuz 2005 fabrika
“Her bankerin yazılmış bir tarihi vardır; fakat bir tanesi tarih yazmıştır” J.A Robson
Anti-Network
Rothschild: Soros’un Ağababası
Rothschild hanedanlığının savaş ticareti, Napolyon’un, İngiltere ile yaptığı Waterloo Savaşı’yla başladı. Waterloo Savaşı’nda İngiltere’ye mal kaçıran ve birlikleri finanse eden aile bir yandan da her iki tarafa yüksek faizlerle borç veriyordu. 1820’lerden sonra finans çevrelerinde şu yargı genel bir inanç haline gelmişti: Avrupa’da tek güç vardır, bu da Rothschild’lerdir. Etkileri o kadar güçlüydü ki, hiçbir savaş Rothschild’lerin yardımı olmadan gerçekleşemezdi. Politika ve ticarette öyle güçlü bir pozisyona yükseldiler ki bir anlamda Avrupa’nın diktatörleri oldular. İngiliz kraliyet ailesini Çin’le savaşa ikna etmeyi başaran Lord Rothschild, finans için de söz verdi. “Afyon Savaşı”nın ardından, aile Hong Kong’un kontrolünü ödül olarak aldı. Burada kurdukları HSBC, sadece Rothschild’lerin para baronluğunu dünya üzerinde tescillenmesini sağlamadı, ay zamanda afyon ticaretinin de kontrolünü beraberinde getirdi. Osmanlı topraklarının çözülmesi ile birlikte Rothschild hanedanlığı iki koldan Orta Doğu’ya sızmaya başladı. Bir kolunu Irak’ın oluşturduğu sızmanın en önemli nedeni, Mezopotamya’daki zengin petrol yataklarıydı. Rothschild’ler, bölgenin güneyinde ise Siyonizm’i siyasal ağırlık merkezi haline getirdi. Filistin topraklarının Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmasının ardından harekete geçen Lord Rothschild, İngiliz hükümetine baskı uygulayarak, İsrail’in kurulmasına start veren
fabrika Temmuz 2005
Balfour Bildirisi’nin (1917) yayınlanmasında etkili oldu. Filistin topraklarının Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmasının ardından harekete geçen Lord Rothschild, İngiliz hükümetine baskı uygulayarak, İsrail’in kurulmasına start veren Balfour Bildirisi’nin (1917) yayınlanmasında etkili oldu. Eğer Rothschild Ailesi, buna karşı koyarsa, herhangi bir Avrupa ülkesinin ciddi bir savaşa girebileceğine inanan var mı gerçekten? Başta J.P. Morgan olmak üzere Rothschild’lerin Amerika’daki uzantıları olan finans kurumları, önce “Dawes Planı” sonra da “Young Planı” ile 1924 yılından sonra Almanya’yı adeta paraya boğdu ve böylece kısa bir süre içinde, yerle bir olan bu ülke, Hitler’in inanılmaz yükselişine zemin hazırladı. Rothschild Ailesi’nin finanse ettiği I.G Farben şirketi, Yahudi toplama kamplarında kullanılan ölümcül gazları Naziler için üretti. Bir çok Alman şirketin yanı sıra Hitler’e destek veren Amerikan sermayesi arasında General Motors, DuPont ve Ford gibi devler de bulunuyor. .... Tüm dünya ABD’nin, Saddam Hüseyin’in silahsızlandırılması veya Irak’ın demokratikleştirilmesinden ziyade, bu ülkedeki zengin petrol yataklarının peşinde olduğunu biliyor. Irak 115 milyar varil ile kesinleşmiş petrol rezervleri bakımından Suudi Arabistan’ın arkasından dünyada ikinci sıra-
69
Anti Network
da yer alıyor. Ancak kesinleşmemiş rezervle birlikte Irak’ın toplam petrol kapasitesinin 250 milyar varili bulduğu tahmin ediliyor. ABD ve İngiltere’nin iştahını kabartan bu büyük pastanın tutarı yaklaşık 7 trilyon doları buluyor. Bu muazzam servet, sadece ABD ve İngiltere’nin iştahını kabartmıyor; birçok devletinkinden daha büyük bütçelere sahip dev şirketleri ve zengin aileleri de yakından ilgilendiriyor. Tıpkı, yaklaşık iki yüz yıldır yaşanan savaşların ve kanlı iç çatışmaların birçoğunun finansörü ve ganimetçisi Rothschild Ailesi gibi. Sermayesinin savaşlar ve kan olduğu bilinen, servetinin bugün 3 trilyon dolar olduğu tahmin edilen Rothschild hanedanlığı, dünya bankacılık ve finans sisteminin kurucusu olarak biliniyor. Sahip oldukları yüzlerce şirket ile iki yüz yıldır dünyanın finans ve siyasal dengelerini elinde tutan aile, birçok katliamın da finansörü olarak tanınıyor. Bu dönemde Paris’teki tüm bankerlerin servetlerinin toplamı 300 milyon Frank iken, Rothschild’lerin sadece bu şehirdeki sermayesi, 600 milyon Frankı buluyordu. Lionel Nathan İngiliz Meclisi’ne seçilen ilk Yahudi’ydi ve oğlu Nathan Mayer (1840-1915) ilk Baron Rothschild oldu. Savaş tüccarlığından paranın efendiliğine Almanya’dan İngiltere’ye göçen Yahudi Mayer Ainschel Rothschild (1743-1812) ve Paris, Londra, Frankfurt, Napoli ve Viyana’ya gönderdiği 5 oğlunun (Amschel Mayer, Salomon, Nathan, Kalmann, Jakob Mayer) bankerlik kariyeri ile temelleri atılan hanedanlığın savaş ticareti, Napolyon’un İngiltere ile yaptığı Waterloo Savaşı’yla başladı. Waterloo Savaşı’nda İngiltere’ye mal kaçıran ve birlikleri finanse eden Nathan Mayer (1777-1836), bu dönemde bir yandan savaşı finanse ederken diğer yandan da hükümetlere yüksek faizlerle borç para veriyordu. Waterloo Savaşı’nın sona ermesi ve Napolyon’un kaybettiği haberi yine Nathan Rothschild’in güvercinleri sayesinde ilk olarak İngiltere’de duyuldu. Nathan Mayer, Waterloo’daki İngiliz zaferini, kurduğu erken istihbarat ağı sayesinde çok önceden öğrendi ve Londra borsasına koşarak aldığı hisseleri ertesi gün çok büyük miktarla satarak bir gecede inanılmaz bir servet elde etti. Kardeşlerinin yardımı ile Nathan Mayer, ayrıca İspanya’daki İngiliz ordusunu finanse etmek amacıyla Fransa’dan altın da taşıdı. Bu çabaları, Nathan’a İngiliz Hazinesi’nin temsilcisi unvanını kazandırdı. Savaşın sonunda, Rothschild Ailesi Fransa ve Avusturya’ya borç vermeye başladı. Bu dönemde Paris’teki tüm bankerlerin servetlerinin toplamı 300 milyon Frank iken, Rothschild’lerin sadece bu şehirdeki sermayesi, 600
70
milyon Frankı buluyordu. Lionel Nathan İngiliz Meclisi’ne seçilen ilk Yahudi’ydi ve oğlu Nathan Mayer (1840-1915) ilk Baron Rothschild oldu. Avrupa’nın diktatörleri Rothschild’lerin kurdukları bu hanedan ağı, onlara büyük bir ekonomik güç getirdi. Alman tarihçi Werner Sombart, Jews and Modern Capitalism (Yahudiler ve Modern Kapitalizm) adlı kitabında şöyle der: “1820 sonrasındaki dönem ‘Rothschild’lerin çağı’ olarak bilinir. Öyle ki yüzyılın ortasında finans çevrelerinde şu yargı genel bir inanç haline gelmişti: Avrupa’da tek güç vardır, bu da Rothschild’lerdir.” John Reeves ise, The Rothschilds; The Financial Rulers of Nations (Rothschild’ler: Ülkelerin Finans Patronu) adlı kitabında şöyle diyor: Nathan Rothschild’in İngiliz Hükümetine ilk yardımı 1819’daydı ve 60 milyon dolarlık borç verdi; 1818-1832 arasında 105.400.000 dolar miktarında sekiz adet borç daha verdi; aşağı yukarı 700 milyon dolarlık 18 adet hükümet borcu oluşturdu. Etkileri o kadar güçlüydü ki hiçbir savaş Rothschild’lerin yardımı olmadan gerçekleşemezdi. Politika ve ticaret dünyasında öyle güçlü bir pozisyona yükseldiler ki bir anlamda Avrupa’nın diktatörleri oldular.” Afyon Savaşı ve dünya liderliği Avrupa kıtasında birçok hükümeti borçla haraca bağlayan ve servetlerine servet katan Rothschild hanedanlığı “Afyon Savaşı” ile Çin ve Uzakdoğu’yla tanıştı. Bu dönemde Çin’de afyon ticareti yapan İngiliz tüccarların Çin İmparatorluğu ile ters düşmesinin ardından, İngiliz tüccarlar İngiliz Kraliyeti’nin desteğini almak üzere Rothschild ailesine başvurmuştu. İngiliz kraliyet ailesini ikna etmeyi başaran Lord Rothschild, Çin’e karşı yapılan “Afyon Savaşı”nı (1840) finanse etmeyi taahhüt etti. Çin’in mağlubiyeti ile biten savaşın ardından savaşın finansörü olan Rothschild Ailesi, İngiliz hakimiyetine geçen Hong Kong’un kontrolünü yardımlarının karşılığı olarak aldı. Yeni Hong Kong’da ilk önemli şirket olarak kurulan Hong Kong Shangai Bank Corporation (HSBC) sadece Rothschild’lerin para baronluğunu dünya üzerinde tescillemesini sağlamamış, aynı zamanda Çin’deki afyon pazarını da tekeline almasını sağlamıştır. Balfour Bildirisi ve İsrail’in kuruluşu Temmuz 2005 fabrika
Anti Network
Rothschild Ailesi için 19. yüzyılın ilk yılları en yoğun geçen yıllar olmuş; bir yandan Almanya’da sanayi devrimi sonrası Siemens, Bosch, AEG, Krupps gibi birçok şirketin kuruluşunu finanse etmiş, diğer yandan Amerika kıtasına geçerek altın uğruna yerli katliamlarında önemli roller üstlenmişti. Amerika kıtasının yeraltı zenginliklerini keşfeden Rothschild’ler, ilgisini altın ve diğer madenlere kanalize etti. Rothschild hanedanlığının bugün dünya altın ve elmas gibi yeraltı kaynaklarının yüzde 40’ına tek başına sahip olmasının temelleri o yıllarda atıldı. 19. yüzyılın ilk yılları Rothschild’ler için Ortadoğu’ya açılmaları açısından da önemli olmuştur. Osmanlı topraklarının çözülmesi ile birlikte Rothschild hanedanlığı iki koldan Orta Doğu’ya sızmaya başladı. Bir kolunu Irak’ın oluşturduğu sızmanın en önemli nedenini, Mezopotamya’daki zengin petrol yatakları oluşturdu. Rothschild’ler BP-Amoco firması ve Royal Duth Shell ile Irak pazarına girdi. Sermaye hareketini Orta Doğu’nun kuzeyine kaydıran Lord Rothschild, bölgenin güneyinde ise Siyonizm’i siyasal ağırlık merkezi haline getirdi. Filistin topraklarının Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmasının ardından harekete geçen Lord Rothschild, İngiliz hükümetine baskı uygulayarak İsrail’in kurulmasına start veren Balfour Bildirisi’nin (1917) yayınlanmasını sağladı. İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Balfour’un adını taşıyan bu belgeyle, Birinci Dünya Savaşı ile Osmanlı’nın elinden alınan Filistin’de bir “Yahudi vatanı” kurma hedefinin desteklendiği açıklanıyordu. Lord Rothschild, Yahudi Devleti’nin siyasi oluşumuna zemin ararken diğer yandan da kurduğu 2 milyon sterlinlik fon ile Filistin topraklarının satın alınmasını organize etti. Çok kısa bir zaman içinde Filistin topraklarının en verimli bölgeleri, bu fon sayesinde Yahudilerin eline geçti. Birinci Dünya Savaşı Birçok ünlü tarihçinin bu dönemdeki ortak kanısı, 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa kıtası dahil dünyanın herhangi bir yerinde savaşların Rothschild’lerin onayı ile başlatıldığı ve onay gelmese asla bir savaşın çıkmasının mümkün olamayacağı yönündeydi. Amerikalı ünlü tarihçi Hannah Arendt, “The Origins of Totalitarianism” (Totalitarizmin Kökenleri) adlı kitabında Rothschild’lerin gücüne değinirken 19. yüzyılda pek çok devlet adamının günlüklerine yeni bir savaş çıkmayacağını, çünkü Rothschild’lerin şimdilik böyle bir şey istemediklerini yazdıklarına dikkat çekiyor. Arendt, özellikle Tarihçi J. A. Robson’ın Imperialism (Emperyalizm) adlı kitabında yazdığı şu satırların altını çiziyor:
fabrika Temmuz 2005
“Eğer Rothschild Ailesi, buna karşı koyarsa, herhangi bir Avrupa ülkesinin ciddi bir savaşa girebileceğine inanan var mı gerçekten?” Bu, Rothschild’lerin tek başlarına bir devlet kadar güç elde ettikleri anlamına geliyordu. İşin bir başka ilginç yanı da Rothschild’lerin bu kazançlarının çoğu kez başkalarının yıkımını getirmesiydi... Yerel savaşların hakimi durumundaki Rothschildler, aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı’nın perde arkasındaki en önemli güç konumunda bulunuyordu. Amerikalı yazar Eustace Mullins, “The World Order: Our Secret Rulers” (Yeni Dünyanın Düzenleyicileri) adlı kitabında, Birinci Dünya Savaşı ile Rothschild’ler arasıdaki bağlantıyı kurarken savaş sonunda oluşan durumun dikkatle incelenmesi gerektiğini vurguluyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması ve buna bağlı olarak yeni çizilen Ortadoğu haritası ile Çarlık Rusyası’nın dağılma sürecine girmesinin dünyayı yeniden şekillendiren gelişmeler olduğunu kaydeden Mullins, Rothschild’lerin savaşan her iki tarafı da yönlendirdiğini, kitabında bahsettiği finansörler arasındaki hiyerarşik ilişkiye dayanarak söylüyor. Mullins’e göre, ilişkinin hiyerarşik olması ise Yahudi finansörler arasında asırlardır süren bir gelenek. Birinci Dünya Savaşı’nın geçtiği yıllarda ise hiyerarşinin tepesinde Yahudi finans dünyasının bir numarası olan Rothschild’ler oturuyordu.
Rothschild’in parası Hitler’in sermayesi oldu Birinci Dünya Savaşı’nın ardından ekonomik anlamda yerle bir olan Almanya’nın yeniden inşası da Amerikalı finans çevrelerine ihale edildi. Başta J.P. Morgan olmak üzere Rothschild’lerin Amerika’daki uzantıları olan finans kurumları, önce “Dawes Planı” sonra da “Young Planı” ile 1924 yılından sonra Almanya’yı adeta paraya boğdu ve böylece kısa bir süre içinde yerle bir olan bu ülke, Hitler’in inanılmaz yükselişine zemin hazırladı. Hitler’in savaştan önceki yıllarda inanılmaz savunma harcamaları ve büyüyen askeri gücü Rothschild hanedanlığının onayı ve yardımlarıyla oluşturuldu. Amerikalı tarihçi Anthony C. Sutton’un “Wall Street and the Rise of Hitler” (Wall Street ve Hitler’in Yükselişi) kitabında bu dönemi özetlerken Amerikalı finans kuruluşlarının sadece Almanya’nın yeniden yapılanması için değil, bilinçli bir biçimde Hitler ve onunla birlikte yeni bir canavarın doğuşunu da sağladıklarını kaydediyor.
71
Anti Network
Nazi gazlarına Yahudi sermayesi İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’nın parlayan yıldızı kimya ve ilaç sektörüydü. Özellikle bu alanda Almanya’da ortaya çıkan şirketler sadece Avrupa’nın değil, tüm dünyanın kimya ve ilaç alanlarında bir kartel oluşturdu. Bunlar arasında en büyüğü Rothschild’lerin finanse ettiği ve diğerlerinden farklı bir konuma sahip olan I.G. Farben Firması’ydı. I.G Farben, kömürden benzin üretmenin yöntemini geliştirerek, bu buluşunu Amerikalı Standart Oil şirketi ile imzaladığı anlaşmayla daha da geliştirdi. David Rockefeller’in, Standart Oil Şirketi (514 bin hisse) ile ortak olduğu ve Rothschild Ailesi’nin finanse ettiği I.G Farben firması, daha sonra geliştirdiği ürünlerle önce Alman sanayisini beslerken daha sonra toplama kamplarında kullanılan ölümcül gazları Naziler için üretti. Birçok Alman şirketinin yanısıra Hitler’e destek veren Amerikan sermayesi arasında General Motors, DuPont ve Ford gibi devler de bulunuyor. Almanya’da her iki dünya savaşında yaşananların bir benzeri Rusya’da, bu kez daha büyük bir çapta karşımıza çıkıyor. Rusya topraklarındaki zengin yeraltı zenginliklerini ele geçirmeye hevesli şirketler, Rus Çarı’na karşı oluşacak bir ayaklanmayı finanse etmekten çekinmediler. Bolşevik İhtilali’nin (1918) başarı ile sona ermesi ve Rus Çarı’nın idam edilmesinin ardından isyancılarla ilk anlaşma imzalayan ve Hazar Petrolleri’nin çıkarılması için imtiyaz elde eden şirket Standart Oil (Rockefeller) oldu. İsyanın finanse edilmesinden Hazar petrollerinin çıkartılmasına kadar, Rockefeller ile birlikte bu işten en karlı çıkan aile ise savaşlarla para kazanmak konusunda oldukça tecrübelenen Rothschild hanedanı oldu. Kara kıtada 1 milyon ölü insan Afrika’da 90’lı yıllarda Ruanda ve Burundi’deki iç çatışmalarda 1 milyondan fazla kişinin öldüğü katliamlar yaşandı. Buradan parlayan olaylar, Zaire’ye sıçramış ve Mobutu Sese Seko’nun devrilmesiyle sonuçlanmıştı. İlk bakışta Hutu ile Tutsi kabileleri arasındaki etnik farklılıkla açıklanan savaşın temelinde aslında çok başka bir neden vardı: Elmas. 1 milyondan fazla kişinin ölümüne, yüz binlerce insanın göç etmesine neden olan bu iç savaşın perde arkasındaki mimarı, dünyanın en büyük altın ve elmas üreticisi olan Rothschild hanedanlığına ait Debeers Firması’ydı. On binlerce insanın ölümüne neden olan savaşın sahnelendiği ülke ise, dünyanın en önemli elmas yataklarına sahip 5 ülkeden birisiydi... Bugün serveti 3 trilyon doları aşan Rothschild
72
hanedanlığı dünyanın en büyük ilk 10 bankasının 3 tanesine sahip. Dünya yeraltı zenginliklerinin yüzde 40’ına da bu aile hükmediyor. Aile bireyleri kendilerini vakfa veya bilime adamış gözükmesine rağmen, başta Yahudi George Soros gibi birçok para baronu Rothschild’lerin emri altında. Dillere destan bu servet ve itibarın gerisinde ise okyanusları dolduran kan, vahşet ve dünya savaşları var... Osmanlı Rothschild’lere borçlandı Osmanlı ekonomisi, Rothschild hanedanlığı ile ilk kez Ruslar’a karşı yapılan Kırım Savaşı’nda (1853-1856) tanıştı. Osmanlı İmparatorluğu, savaşı finanse etmek için Londralı bankerlerden yüksek faizle borç aldı. (24 Ağustos 1854) İngiliz bankerlerden yüzde 6 faizle 3.000.000 sterlin alan Osmanlı tarihindeki bu ilk borcuna karşılık Mısır’dan alınan vergiyi teminat göstermişti. Yine 27 Haziran 1855’te ikinci bir anlaşma ile Osmanlı yönetimi, Kırım Harbi masraflarını karşılayamadığı için Rothschild aracılığı ile İngiltere’den borç aldı. Mısır vergisi, Suriye ve İzmir gümrük gelirlerinin teminat olarak gösterildiği anlaşmayla Osmanlı yönetimi, 5.500.000 lira borç aldı. Bu borçlanmalarının ardından da Osmanlı’nın ekonomik çöküşü hızlandı. “Novus Ordo Seclorum” İkinci Dünya savaşının sona ermesi yeni sınırların çizilmesine neden oldu. Yeni ülkeler doğdu ki bunların en başında İsrail geliyor. İsrail açısından sadece sınırlarının çizilmesi değil, bir başka anlamı daha vardı İkinci Dünya Savaşı’nın. Rothschild hanedanlığının baskısı sonunda yayınlanan Balfour bildirisi, Filistin topraklarının Osmanlı hakimiyetinden alınmasını ve bir devletin kurulmasını belki sağlamıştı ama gerekli Yahudi nüfus yoğunluğu istenilen seviyeye getirilememişti. İkinci Dünya Savaşı, satın alınan topraklardaki hızlı nüfus artışının da istenilen seviyeye gelmesini sağladı. Savaş sonunda en az bilinen fakat en önemli konulardan birisi de savaşın Amerika üzerindeki ağır maliyetiydi. İkinci Dünya Savaşı Amerika’ya 400 milyar dolara mal oldu. Bu maliyeti karşılayamayan ABD bütçesi 200 milyar dolar açık verince, başta Rothschild olmak üzere onunla birlikte hareket eden bankerler, “yeni Amerika”yı yani “Yeni Dünya Düzeni”ni finanse etmeye başladı... Mâlik sihirli kelimleri böyle söylemiş, denklemi güzel özetlemişti: “Irak halkını bırakmak ya da bırakmamak!” Temmuz 2005 fabrika
Anti Network
“Rambouillet barış anlaşması”nın gizli eki Mâlik’in konuşmasından beş yıl önce, İngiliz ordusu o zaman da Balkan halklarını “bırakmama” kararı almış, bir başka “ihtiyaç” anında onların “yardımına koşmuştu.” Ocak 1999’da İngiliz hükümeti, Fransa ile birlikte, Kosova’ya askeri müdaheleye direnen Avrupa ülkeleri arasından çekilip Clinton yönetimin “bombardıman” politikası”nı desteklemeye başlıyordu. Bundan birkaç ay sonra, Mart ayının son haftasında NATO bombardımanı başlayacak ve Balkanlar, son 10 yılda tanık olduğu cehennemlerin bir yenisine tanık olacaktı. Bombardımanı tetikleyen son büyük gelişme, Yugoslav hükümetinin “Rambouillet barış anlaşması”nı imzalamayı red etmiş olmasıydı. İngiliz dışişleri yetkilisi Lord Gilbert, Rambouillet anlaşmasındaki “B Bölümü”nün
Belgrad yönetiminin masadan kalkması ve görüşmelerin tıkanması için anlaşmaya özellikle eklendiğini sonradan itiraf edecekti Bir süre gizlendikten sonra sızan ve Fransız basınında yayınlanan “Ek B” şunları içeriyordu “NATO personeli, araçları, uçakları ve ekipmanları ile birlikte, hava sahası ve kara suları dahil olmak üzere, Yugoslav Federal Cumhuriyeti’ndeki herhangi bir yere özgürce ve sınırsız olarak girme hakkına sahip olacaktır. Açıkta kamp yapma, manevra yapma, kışla kurma, destek, eğitim ve operasyonlar için gerekli alan ve tesislerin kullanımı buna dahildir..” Yugoslav yetkilileri, “NATO’nun ihtiyaç duyduğu kamu tesislerini, bir bedel talep etmeksizin sağlamakla yükümlüdür..” Yugoslav yetkilileri, “istendiği takdirde, NATO’nun belirleyeceği çerçevede, operasyon için ihtiyaç duyulan tüm telekomünikasyon hizmetlerini, yayın olanakları dahil, sağlamakla yükümlüdür..”
Karadeniz’in toplumcu bir gazetesi var...
Ardeşen’de ve tüm Doğu Karadeniz’de Tel: 464 - 715 46 36
fabrika Temmuz 2005
73