Bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm yolunda
fabrika Sayı 50 - Temmuz 2001
İçindekiler fabrika’dan fabrika’nın 50. Sayısı - Sevda Ergin Yeni Bir Aydınlanma İçin - Orhan Gökdemir Kapitalimin Krizi, Türkiye ve Komünist Hareket - S.Z.Tombak Kriz Üzerine (1): tarihsel Miras - Uğur Tekin Küreselleşme, İdeolojik Şiddet ve Sol - S.Özdemir ÖDP’de Yolun Sonu - Doğan Varol Neyi, Nasıl, Kiminle Yapmalı? - Sevda Ergin A.İlhan Yanlış Yazıldığı Senaryodan Nasıl Silindi? Attila İlhan’ın “Claude Diye Bir Ülke”si - Sabit Kemal Bayıldıran Rus Entellektüel Hayatının Sola Yönelişi - Cengiz Özdemir Takalar Geçiyor Kanrevan Kıbrıs: Manevra İçin Yer Kalması - H.R. Kavuştu Memleket Hali Siyasal İslam Değişiyor mu? Değişince ne oluyor?- S.Z.Tombak Çürük yumurta
1 3 5 13 39 47 59 65 67 71 83 91 93 95 101 113
Kapaktaki Resim Beyazı Parçalayan Kızıl Kama El Lissitzky - 1919
Bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm yolunda
fabrika Sahibi İktidar Yolu Yayıncılık adına: Sevda ERGİN Sorumlu Yazı İşleri Müdür: Sevda ERGİN Yönetim ve Yazışma Adresi: Osmanağa Mah. Misak-ı Milli Sok. 68/3 Kadıköy / İstanbul Tel: 414 17 41 Hesap No: Halk Bankası - Taksim Şubesi 01205210 Sevda Ergin Basım: Kayhan Matbaası
fabrika'dan I. Türkiye, Dünya’nın krizini yaşadı. Krizlerin sayısını veya büyüklüğünü ifade etmek için “Dünya’nın krizi” demiyoruz. Türkiye, benzeri azgelişmişler gibi, Endonezya, Malezya, Arjantin gibi, kapitalist-emperyalist dünyanın krizlerini yaşıyor. Elbette krizlerin aktarılması için gerekli yollar uzun bir tarih boyunca döşenmiş; krizlerin aktarılmasını engelleyecek mekanizmalar ortadan kaldırılmıştır. Bütün bunları emperyalistler dayatmak istemişlerdir. Ama Türkiye burjuvazisinin herhangi bir dayatma beklemeden yalvaryakar talepkar olduğunu hatırda tutmak gerekir. Türkiye’yi yönetenlere ne NATO’ya girin diye dayatan oldu; ne Gümrük Birliği Anlaşmasını imzalayın diye bastıran bulundu. Türkiye burjuvazisi egemen olduğu 80 yılllık tarih boyunca, çürümüşlük, kokuşmuşluk ve faşizm dışında bir iktisadi/siyasi düzen kurma; başı dik, refah içinde bir toplum ve bir özgürlükler düzeni yaratma kabiliyet ve niyetine sahip olmadığını ortaya koydu. Yaşadığımız ve yaşamaya devam ettiğimiz iktisadi/siyasi krizlerin kaynağı; Türkiye burjuvazisinin, Cumhuriyet tarihi boyunca ve bu tarihin istisnasız her döneminde kendi isteğiyle çok yönlü bağımlılık ilişkileri kurduğu kapitalistemperyalist sistemdir; bağımlılık ilişkileridir. Ancak krizleri ülkeye davet eden, şartlarını oluşturan ve her kriz karşısında, yeni krizlerin yolunu döşeyen politikaları seçerek kendi tekelci sınıf çıkarlarını azamileştirmeye çalışan tekelci ve büyük burjuvazidir; burjuva devletin yüksek bürokrasisidir; bu sınıfın siyasi temsilcileridir; . O siyasi heyetler ki; iktidarıyla, meclis içi ve dışı muhalefetiyle, herbiri diğerinden daha milliyetçidir ve aynı anlama gelmek üzere hepsi Amerikancı’dır ve aynı anlama gelmek üzere antikomünisttir. Ve dolayısıyla hepsinin emperyalizm karşısında, kendisinin, yakınlarının, partisinin, çıkarlarını koruma amaçlı işportacı pazarlıkçılığı dışında, boynu kıldan incedir. Ve hepsi, hak aramaya niyetlenen işçinin, memurun, köylünün, esnafın, öğrencinin, işkence mağdurunun, cezaevindeki tutuklu ve hükümlünün ve ilerici aydınların karşısında aslan kesilmektedir. Egemen sınıf ve iktisadi/siyasi düzen çürümüş; ama halkımız neyin ne olduğunu bilen, tertemiz bir
fabrika Temmuz 2001
ahlak abidesi olarak yerli yerinde duruyor değil. Çürüme ve kokuşma, toplumun bütün kesimlerine, elbette işçi sınıfı ve sol/sosyalist siyaset erbabı dahil, derinlemesine nüfuz etmiş bulunuyor. Kapitalizme karşı çıkmadan “kahrolsun emperyalizm” diye bağıran nasyonal sosyalistler bir yanda; kapitalizme ve burjuva sınıfına toz kondurmamak için; Türkiye’deki hırsızlık ve zulüm düzenini eleştirirken; bütün vurguyu egemen sınıfların “yerli” karakterine yapan liberal solcular bir tarafta.. Birincilerin nasyonalizmi MHP’yi mahçup ediyor; ikincilerin kapitalizmi ve burjuvaziyi aklamak üzere, tarihten sınıfları ve sınıf ilişkilerini silmedeki cüreti, şiddetle karşı çıktıklarını iddia ettikleri Kemalizmin “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” sloganının mucitlerini hayrete düşürüyor. Düzen krizden krize yuvarlanırken; “solcu” CHP parçalanıyor; ÖDP bileşenlerine ayrılıyor ve sosyalist/devrimci akım, eğilim ve gruplar kendilerine akılalmaz meşgaleler bulabiliyor. II. Sevda Ergin Fabrika’nın 50. sayısı üzerine yazdı. Bu sayıda, kriz anabaşlığı altında bir ağırlık oluştu. S.Zeki Tombak’ın emperyalist-kapitalist dünyanın krizi üzerine 1946-70 dönemini hareket noktası yapan çalışması oldukça uzun. Ancak kendisi yazının uzunluğu yetmezmiş gibi, 49. sayıda yeralan “Küreselleşmenin I ve II. Dalgalarında, Osmanlı-Avrupa İlişkileri ve Batılılaşma” başlıklı uzun yazısının da bir kere daha okunmasını öneriyor. Uğur Tekin’in yazısı Şubat 2001 krizi üzerine. Çalışmanın ilk sayfalarında, anlatılanlara nüfuz edebilmek bakımından, kapsamlı bir iktisat bilgisi gerektiğini düşüneceğinizi biliyoruz. Bu engelin okuma şevkinizi kırmamasını diliyoruz. Hem ilerledikçe o zorluğu aştığınızı göreceksiniz ve hem de seçkin bir çalışmadan kendinizi mahrum etmemiş olacaksınız. S. Özdemir ise Küreselleşme ve propagandası karşısında solun cevaplarını tartışıyor. Doğan Varol’un yazısı ise ÖDP’de yaşanan kriz üzerine... Sevda Ergin’in yazısı, Sosyalist Politika’da
1
fabrika’dan
yayımlanan “Kritik Bir Süreç: Neyi, Nasıl, Kiminle Yapmalı?” başlıklı yazı üzerine tartışıyor. III. O. Gökdemir’in bu sayı için yazdığı “Yeni Bir Aydınlanma İçin” başlıklı çalışması; bizi eski Mısır dini Hermetizmden, Antik felsefeye, dinlerden Aydınlanma düşüncesine; aydınlanma düşüncesinin tarihselliğinden, Marksizme; burjuvazinin kendi devrimine ihaneti nedeniyle, bir zamanlar aydınlanma düşüncesiyle, boş inanca karşı gerçekleştirdiği devrimci atılımın gerisine düşüşüne; boş inançla boş akıl arasındaki mesafenin giderek kısalışına... uzun ve heyecanlı bir yolculuğa çıkarıyor. Orhan’a teşekkür borçluyuz. O. Gökdemir imzalı “Takalar Geçiyor Kan Revan” başlıklı yazı ise, cezaevlerindeki açlık grevleri ve ölüm oruçları üzerine, artık yayımlanmayan Özgür Gündem gazetesi için, yayımlandığı günlerde, gazeteden gelen talebe cevaben kaleme alınmış; ancak ifade özgürlüğüne en çok ihtiyacı olanların sansürüne takılmış ve yayımlanmamıştı. İbret olsun diye yayımlıyoruz. IV. A. İlhan’ın bir zamanlar komünistleri polise ihbar ettiğini anlatarak, piyasaya sürdüğü hatıralarına müşteri bulmayı uman Bedii Faik’i, yeni kuşak okuyucularımız tanımaz; 1980 öncesinde yaşamış ve okumuş olanlar da hatırlamaz. Hatırlayanlar da iyi hatırlamaz. Kendisi Son Havadis, Hürriyet, Tercüman gibi sağcı, faşizan gazetelerde ağdalı bir dille, ancak sığ ve seviyesiz bir müktesebatla, küfür ve yalana bulanmış, kışkırtıcı bir anti-komünizmin kalemşörlüğünü yapardı. Ne hatırlanmaya, ne sözü edilmeye değer birisidir. Böylelerinin saldırması, A. İlhan gibilere yardım ve dostluk elini uzatmak anlamındadır. Bu kayıkçı döğüşünü vesile sayarak,
2
hem o meş’um hikayenin aslını, bir itirafçı/dönek analiziyle birlikte anlatalım istedik; hem de A. İlhan üzerine, 1976’da, Birikim Dergisi’nin 35. sayısında yayımlanan, sıkı bir edebiyat incelemesini sizlerle paylaşmanın, daha keyifli olacağını düşündük. Çünkü okuyucularımız arasında, “A. İlhan’ın siyasi kişiliğini öğrendik; ama iyi şair” diyenler az değildi. Sabit Kemal Bayıldıran’ın 25 yıl önce kaleme aldığı bu inceleme, okuyucularımızın meraklarını fazlasıyla giderecektir. Sayın Bayıldıran’a, değerli incelemesi için teşekkür ediyoruz. Eğer haberdar olur ve bize ulaşabilirse, kendisini tanımaktan mutluluk duyacağız. V. Cengiz Özdemir “19. Yüzyılda Rus Aydınlarının Sola Yönelişi” başlıklı yazısıyla bu sayıda yeralıyor. Eminiz, hepimizde bu yoğun ve bilgi dolu yazı, arkadaşımızın başka çalışmalarını da okuma isteği yaratacaktır. VI. Kıbrıs konusundaki gelişmeleri H. R. Kavuştu, analiz etmeyi sürdürüyor. S.Z. Tombak, son altı ayda siyasal islamın dünyasından ülke gündemine taşan kimi başlıklar üzerine yazdı; FP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması ve “yeni oluşumlar” dahil... VII. Bu sayı, Fabrika’nın 50. sayısıdır. 50. sayı hakkında yazmak heyecanlı bir işti; Sevda Ergin’in üzerine yıktık. Sevda Ergin, Fabrika okuyucularına heyecanlı haberler de veriyor. Çürük Yumurta’nın kardeşi oldu: Memleket Hali.. Artık hangisinden başlarsanız... Yeniden görüşmek dileğiyle...
Temmuz 2001
fabrika
fabrika’nın 50. sayısı Sevda ERGİN I. Elinizdeki sayı ile Fabrika 50. sayıya ulaşmış bulunuyor. 9 yaşımızı tamamladık ve 10’dan epeydir gün alıyoruz. 50 sayı boyunca Fabrika’ya yazanlara, karikatür çizenlere, fotoğraf çekenlere; yazıları dizen, sayfa hazırlayan, çıkış alan, montaj yapan arkadaşlarımıza; matbaada basan, ciltleyen ve paketleyenlere; hiç azalmayan bir heyecanla matbaadan alıp kargoya verenlere; bulundukları şehirlerde çevrelerine ve kitapçılara dağıtanlara, Yazı İşleri Müdürü ve Sahibi statüsüyle sorumluluk üstlenenlere, alıp okuyanlara, okuyup eleştirenlere; yazar, Yazı İşleri Müdürü ve sahiplik sorumluluğu nedeniyle yargılanan arkadaşlarımıza hukuk desteği veren avukat dostlarımıza sonsuz teşekkür borcumuz var. Fabrika’yı üreten çabalarda ve aynı sayfalarda bir dönem yanyana gelmeyi başardığımız; sonra çeşitli nedenlerle bu yanyanalığı sürdüremediğimiz arkadaşlarımıza da, ortak çabamıza ve kişi olarak her birimize yaptıkları geliştirici katkılarından dolayı teşekkür etmemiz gerekiyor. Kendilerine sevgiyle başarılar diliyoruz. “Bir Fabrika Kuracağız” diyerek yola çıkmıştık. Dokuz seneyi aşan bir süre boyunca, aylık peryodlarla da çıktık; aranın 4-5 ay olduğu zamanlar da oldu. 50 sayının ilk beşi tabloid boyuttaydı. 6’dan 46’ya, kırk sayı gazete boyutunda yayımlandık. Nihayet son dört sayımız dergi boyutundaydı. Özel sayılarımız, broşürlerimiz, kapatıldığımız dönemde “İktidar Yolu”nun özel sayısı olarak çıkan bir sayımız oldu. İlk yazısını, tartışa tartışa, yeniden yeniden yazdırdığımız için bizden nefret eden; ama son halini yazmayı bitirdiğinde gözleri ışıldayan genç yazarlarımız az değildir. İlk bildirisini yıllar önce yazmış ve dağıtmış; ama kavga ede ede, ilk kitabını yazmasına yardımcı olduğumuz K. Tuncer gibi kıdemli işçiler de oldu; DGM
fabrika Temmuz 2001
savcılarının her yeni imzaya dava açması yüzünden bir kaç yazı dışında, yazılarını imzasız yayınladığımız pek çok arkadaşımız da...Tabii dava açılan imzasız her yazı için, “Ben yazdım” diye DGM’ye giden yazarlarımız da hep oldu. “Sendika ve yığın örgütlerinden bir kişi bile eksiltmeyelim” diye vazgeçtiğimiz son yıllara kadar, pankartımızı açıp mitinglere, yığın eylemlerine katıldık. İlk sayımızın çıktığı 1 Mayıs günü, mitinge babasının omuzunda katılan bebekler; annesinin elini tutarak yürüyen çocuklar vardı. Bebekler büyüdü ve çocuklar şimdi Fabrika’ya yazı yazmaya hazırlanıyor. Temel hedefimiz, Türkiye’de Komünist Partisi’nin yeniden oluşturulmasıydı. Bu ihtiyacı duyan başka komünistlerle birlikte, esinini Baku Kongresi’nden alan Komünist Partisi Girişimi’ni oluşturduk. Memleketi yıllardır karış karış dolaşıyoruz. Evet, bütün bunları yaparak, başlangıçtaki hedeflerimizin ancak pek azını gerçekleştirebildik; bütün komünistlerin inşasında ve içinde birleşeceği bir Komünist Partisi hedefiyle aramızda hala önemli mesafeler var. Kısacası bu yazı, zaferler kronolojisinden oluşmuyor. Ama dokuz seneyi çaba harcayarak; katkıda bulunanları çoğaltarak; ciddi bir fikri birikim yaratarak; bilgili ve bilinçli bir inadı ve ısrarı oluşturarak geçirdik. Bunun az mı, çok mu; ne kadar değerli veya değersiz olduğunu göstermek; bizim, muarızlarımızın veya muhasımlarımızın değil, tarihin işidir. O sınavdan yüzümüzün akıyla çıkacağımız iddiasıyla yürüyüşümüzü sürdürüyoruz. Yürüyüşümüzü başka yürüyüşlerle birleştiriyoruz. Ve başka başka yürüyüşlerle, birleşe birleşe yürüme umudumuzu büyütüyoruz. II. Derginin kimlik bilgileri arasında bir de EMail adresi var. Kullanırsınız umuyoruz.
3
Kitap Tanıtım
Kendisini Radikal’deki yazılarından, kitaplarından tanıyorsunuz. Perihan Mağden. Kendisinin söylediğine göre: “1960 yılının İstanbul’unda doğdu. Muhtelif iyi okullarda okudu. Hayata atılmamak üzere, anne evine dönüşler yaparak üç yıl Asya’da dolaştı. Muhtelif kötü işlerde çalıştı. Sonra can sıkıntısından ve aklına yapacak başka hiçbir şey gelmediğinden ilk kitabını yazdı. Haberci Çocuk Cinayetleri 1991’de basıldı. 1994’de anna-çocuk-içimizdeki çocuk meselesini, sonsuza dek içinden atmak üzre- gerçekleşti de bu “proje”- yazdığı Refakatçi yayımlandı. 1995’te ise on yedi yaşından beri basılan şiirlerinden oluşan Mutfak Kazaları. Derken tesadüfi bir şekilde yazmaya başladığı Pazartesi dergisi yazıları kitap oldu: 1997’de çıkan Hiç Bunları Kendine Dert Etmeye Değer mi? Sonra kendisini Radikal’de köşe yazarı olarak buldu. Orada çıkan yazılarından da iki kitap çıkardı (sıkarak): Kapı Açık Arkanı Dön ve Çık! (1998) ile Fakat Ne Yazık Ki Sokak Boştu (1999). Haydi hayırlısı! “ Son kitabı Dünya İşleri, Everest Yayınları tarafından Mayıs 2001’de yayımlandı. Kitapçılarda hala var. Dünya İşleri iyi kitap. Ayrıca editörü selamlıyalım: Dünya İşleri çok güzel kitap.
DÜNYA İŞLERİ Tozların tozunu aldım köşede bir hayvan elektrik süpürgesi: “Yamacıma gel de boğayım seni.” Başımı eğmemle ağzımdan şahrem şahrem bulaşık süngerleri saçılıyor yerlere Buzdolabının yan duvarı kir içinde İçerde hep birileri uyuyor, içerde hep birileri uyanıyor Kurumuş çamaşırlar arsız bir göbek: “Katla bizi, diz, yerleştir.” Sırıtarak üstüme üstüme
Plastik şişelerde pek çok toz ve sıvı Canıma okumaya nasıl da hazır: “Dök, ovala, bitir; yenisini getir!” Halıdaki kırıntılar cilveli, kırıtkan: “Hadi canım, sıkıysa yakala bizi.” Soğan, havuç, patates, kereviz, kabak ve maydanozlar ufak ufak doğranacaklar Bir kaşık irmik, bir kaşık pirinç, azıcık yağ; hafif ateşte hafif hafif karıştıraraktan Bileğimde mor güzel bir damar var.
Buzdolabının yan duvarı kir içinde
İçimde tertemiz çamaşırlar Üstümde sıkı bir pantalon, bir kazak Arka balkondan tam nereye düşülür Saçlarımı da sıkıca toplasam beni götürürlerken oram buram açılmaz
Bıçak takımı haince emin: “Kanın bulaşacak az sonra gövdemize, ellerini doğrarsın habire sersem” Makarnanın suyu taşmasın ne olur Fırını silemeyecem
Daha teras süpürülecek, yastıklar kabartılacak, havlular asılacak, çöp tenekesi yıkanacak Bir de o camdan aşağı giderken ağacın dallarını hesap etmeli.
Buzdolabının yan duvarı kir içinde
Buzdolabının yan duvarı
4
Temmuz 2001
fabrika
Köklü bir devrim sadece köklü gereksinmelerin devrimi olabilir Karl Marx
Yeni Bir Aydınlanma İçin Orhan Gökdemir Her çağda meşru olan, meşru görünen düşünme biçimleri, düşünme alanları olmuştur. Bu meşruiyetin yol açtığı entellektüel hiyerarşi aynı zamanda o çağın egemen düşüncelerini de ele verir. Örneğin Hıristiyan Ortaçağ, bize bu çağda düşünceye yön veren temel doğrultunun din olduğunu gösterir. Ortaçağ'daki düşünme, dinin kendisi üzerindeki vesayetini doğal ve meşru görmektedir; meşrudur çünkü egemenlik ilişkisi zaten o priori toplumda kurulmuştur. Dinsel düşünme, kilise babaları sınıfının açtığı kapıdan girer sadece. Kapıyı açan sınıf kilise babaları olunca, dine hizmet eden teoloji, bizdeki adıyla ilahiyat temel düşünme biçimi olarak belirir. Bir kez, böyle bir egemenlik ilişkisi kurulduktan sonra derhal bütün diğer disiplinler teolojinin bir parçası haline gelir. Felsefe, olabildiği kadarıyla fizik, kimya ve matematik ve elbette tarih, hepsi teolojinin içindedir ve varoluşları ancak bu ilişki ile ve bu ilişki içinde mümkün olabilir. Ortaçağ'da entellektüel ortamın yaratıcıları olan keşişler, yerine göre bilim insanı, yazar ve filozof rolünü üstlenirler. İşlerinin arasında elyazması kitapları yazarak çoğaltmak da vardır ve ortaçağın yazıcıları çoğalttıkları kitapların içerikleriyle ender olarak ilgilenirler. Kitap yazmak, genellikle dinsel ritüelin bir parçasıdır ve daha iyisi, bu kitaplar(basılmadığına göre) okunmak için üretilmezler, bunlar yazmak için verilen emek ve emek süresi ölçüsünde değerlidir ve ne anlattıkları hiç önemli değildir. Ortaçağ'ın entellektüel ortamı kapalı ekonominin paralelinde, kapalı bir kültürün işaretini verir bize. Orada tek bir kitap vardır; ve bütün disiplinler, bu tek kitabın şifresini çözmek içindir. Ortaçağ kültürü, bu hiyerarşi içinde azçok kararlılık gösterir. Kararlıdır, çünkü ortaçağda ilke olarak "yeni" bir fikir de üretilmez, çünkü ortaçağ "yeni"yi tanımaz. O yeni bir şey ürettiğinde de onun eski olduğu iddiasındadır, çünkü yeni, sap-
fabrika Temmuz 2001
kınlık demektir. Ardından gelen aydınlanma ise bütünüyle yenilik iddiasındadır; inancın yerine aklı geçirirken dünyayı altüst ettiğine değin köklü bir inancı vardır. Ama işte bir dönemi kendisi hakkındaki yargısına dayanarak algılayamıyorsak eğer, Aydınlanmaya da kendisi hakkındaki yargıdan kurtulduğumuzda gözlerimiz kamaşmadan bakabiliriz. Bir kez daha tekrarlıyalım; boş inanca karşı amansız bir savaş açmış olan bu devrimci atılımı saygıyla selamlıyoruz ama yenmiş gibi göründüğü boş inancın yerine geçirdiği şeyin de boş akıl olduğunu söylemeyi bir borç biliyoruz. Böyle olduğu için, devrimci sınıf kendi devrimine yüz çevirip ihanet batağına battıkça, boş inanç ile boş akıl arasındaki mesafe gitgide kısalıyor. Ve biz boş aklın yerine tarihsel aklı geçirmenin kendisinin bizzat tarihsel bir iş olduğunun farkındayız. Işığı olmayanlar artık ışık tutamaz; ışık devrimi sırtlayan yeni bir sınıfın marifeti olabilir ancak. Ve bütün ezilenlen sınıfların en lanetlisi olan bu sınıf, eski devrimci burjuvaziden farklı olarak boş inançla birlikte boş akılla da mücadele etmeye zorunludur. Bu ışıkla baktığımızda görebileciğimiz ilk şey şudur; hiç olmazsa "ilerleme" anlayışı ortaçağa egemen olan dinden miras kalmıştır bize. Eski Ahit ya da diğer adıyla Tarih-i Kadim, Musevilerin eski tarihidir. Batılı Hıristiyan da tarihi, kendi dininden ödünç alır ve tarihin niteliği olarak ilerleme fikrini dünyevileştirmekle yetinir. İnsanın, zamanın ve insani durumların niteliği ile ilgili bu tür bir tasarıma ulaşması hıristiyanlık sayesinde mümkün olmuştur. Tıpkı Musavilik'te olduğu gibi Hıristiyanlık da tarihsel bir dindir; bir geçmişe dayanarak bugünü tanımlar. Öte yandan İsa bir kez kendini göstermiş ve gelecekte kendini tekrar göstermek üzere çekilmiştir. Böylece geçmişten gelen ve belli bir sona doğru giden tarih anlayışı ortaya çıkar.(1) Ve buradaki ilerleyen tarih anlayışı
5
Yeni Bir Aydınlanma İçin
mesihçi içeriğiyle bugün de bilimlerin ilham kaynağı olmayı sürdürmektedir. İlerlemeye olan o köklü inanış olmasaydı ne Aydınlanma Çağı olurdu ne de Hegel'in tarih içinde dışlaşan ve insan faaliyetiyle sürecini tamamlayarak kendi kendinin bilincine ulaşan idesi. Nedensenlikle birlikte ilerleme fikri bugün de bütün entellektüel oluşumların çekirdeğidir; bunlardan farklı gibi görünen irrasyonel yaklaşımlar ise hiç olmazsa karşı olmak anlamında bu ikiliyle ilişkilerini sürdürmektedir. Öte yandan bir tarihin sonudur bu. Devrimci burjuvazinin ihanetinin bir tezahürü olan irrasyonalizm, boş akıldan uzaklaşarak yeniden boş inanca rücu demektir. "Tarihi" dinden öğrenen insanlık "nedenselliği" de antik düşünceye borçludur: "Yunan ve Roma dini bağımsız olarak doğa güçlerinin bu güçleri insanın iyiliği için işletmeye çalışma yöntemlerini de içeren yalın yorumlarıyla başladı. İlkel insanların düşünceleri genel olarak doğal bir nedensellik anlayışından yoksundur. Hiçbir doğa yasası yoktur, yalnızca ne oldukları önceden kestirilemez güçler vardır. Bu güçler ağaçlarda, kaynaklarda, taşlarda ve hayvanlardadır; her yerdedirler ve insanlar gibidiriler. Eğer bir ilkel insan karanlıkta başını bir ağaca çarparsa, der ki: 'Bu ağaç bana zarar vermek istedi. Yatıştırılması gerek.'…" (2) İlkelden kopuş nedensellikle olmuştur ve insanlığın entellektüel serüvenini buradan başlatmak uygundur. Burjuvazinin aydınlanması, köleci toplumun aydınlanmasının üzerinde yükselir. Bu nedenle modern aydınlanmışlar, yüzünü Helen uygarlığına dönmüştür. Devralınan ve reddilen miraslar bunlardır. Peki devrimci burjuvazinin omuzlarında gerçekleşen bu kopuştan sonra, dinsel ilerleme analayışını bir yana bırakırsak felsefi anlamda bir "ilerleme" olmuş mudur? Kuşkusuz evet, sorulara verilen cevapların çeşitliliği artmıştır, ancak antik düşüncenin boy vermesinden hemen sonra Engels'in deyişiyle "her ilerlemenin görece bir gerileme olduğu çağ" başlar. Düşünce, Orta Çağ diye adlandırılan uzun bin yılda pek az mesafe katetmiştir aslında, gerçeğe yaklaştığı o ilk anda bütün karanlık düşüncelerin boy verdiği o büyük bataklıkta kaybolmuştur. Demokritos'tan Plotan'a varan antik düşünce, bir büyük dinsel bataklığın da yaratıcısıdır. Bu yüzden onun ilerlediğine olan inancın yanında şu belirlemeyi de tekrarlamak gerek: "Bütün Batı felsefi geleneği üzerine en güvenilir genel nitelendirme onun Platon'a bir dizi dipnottan oluştuğudur." (3) Böyledir, tarihsel bir bakışla "yaratıcı felsefe" ve yenilik iddiasındaki
6
Aydınlanma Çağı hala bir dizi dipnottan ibarettir. Belki de bu yüzden, tarih duygusunun keşfi hem tarihin, hem de felsefenin teolojinin uşağı haline gelişine eşlik eder. İnsanlık bulduğundan ürkmüştür adeta, onu çamura bulamak için yüzyıllar boyunca uğraşmış ama ancak bulduğu mücevherin parıltısını yok edememiştir. Yine de Batılı Hıristiyan kültürü, İsa'dan öncesinin de bir felsefe çağı olduğunu yeniden keşfetmek üzere Yeniçağ'a kadar bekleyecektir; evet Antik Çağ bir felsefe çağıdır, bu çağda, insanın en temel sorunun elverişsiz araçlarla çözmeye çalıştığı bir zamanda felsefe en parlak dönemini yaşamıştır. Felsefe, bugün de varolan sorunlarını hemen hemen İsa'dan önce formüle eder ve özellikle Platones-SokratesAristotales döneminde din için ortamı hazırlayarak sahneyi uzun bir süre için terkeder. Mitoloji dine dönüşürken antik felsefenin varoluş koşulları ortadan kalkar; tanrının felsefeye galebe çalması aslında bu felsefenin olanaksızılğını da ele verir. (4) Yani onun katedebileceği yol katedebildiği kadardır. Ancak, antik felsefenin ve ardından gelen dinsel düşüncenin etkileşimi bir ve aynı yerdendir; mistisizm. Ana damarları bellidir: Konfüçyüsçülük ve Taoculuk (Çin), Brahmancılık(Hint), Hermesçilik (Mısır), Orfeosçuluk ve Pitagorasçılık (Yunan). Hepsinin ortak özellikleri halka kapalı olmaları ve törenlerinin gizli olmalarıdır. Sırf Afrikalı olduğu için tarihten Hıristiyan Batı tarafından kovulan Mısır'ın dehası ya da Hermetizmin her ikisi üzerindeki etkisi hala açıklanmaya muhtaçtır. Ancak Aydınlanma'nın açılımının bu sonuncusundan esinlendiğinin işaretleri var; inançla bulaşık akıl (Hermetizm), inançla mücadele eden akılla (Aydınlanma), inancın kurumu kilisenin baskısı altında buluşmuştur. 33. Dereceye ulaşmış bir mason olan felsefeci Orhan Hançerlioğlu "Dünya İnançları Sözlüğü"nde Hermetizme kaynaklık eden Üç Kez Hermes hakkında şu bilgileri veriyor: "Mısırlıların ay tanrısı Thot'a Yunanlıların verdiği ad… Üç kez büyük Hermes anlamındadır. Yunanlılar onu eski Mısır kralı, din adamı ve büyücülüğün kurucusu saymışlardır. Yunan inançlarına göre astroloji ve simya bilimlerini de o kurmuş. Tevrat'a göre o altınıcı kuşaktan bir peygamberdir ve adı Hanok'tur. Kur'an'a göreyse Adem ve Oğlu Şit'ten sonra gelen üçüncü peygamber İdris'tir. Kalemle yazı yazan ve dikiş diken ilk insan odur. Ondan önce insanlar hayvan derisini dikmeden ve olduğu gibi sırtlarına Temmuz 2001
fabrika
Yeni Bir Aydınlanma İçin
geçirirlermiş. İslam inançlarında ona 'göklerin esrarını bilen' denir ve tanrının onu göğe aldığına inanılır." Hermes-Tot'un hem Helen heme de mason düşünce gelenekleri üzerinde inkar edilmez izleri olduğu görülüyor. Ana Biritannica ise Hermes-Tot'un tanrısal vahiy arayışı içindeki insanların yöneldiği tanrılardan biri olğunu kaydediyor. Bu dönemde Üç kez Hermes'e atfedilen metinler arasında astroloji, tıp, simya ve büyücülük vardır, hepsinin amacı insanın Tanrı'ya ilişkin bilgi aracılığıyla tanrılaşmasını ya da yeniden doğmasını sağlamaktı. Ölümlü tanrılar olmak ve ölümsüz insanların bilgisine ulaşmak: giz budur. İşte bu Tanrı'nın bilgisini araştırma amacı, Aydınlanma'nın mistik, aynı anlama gelmek üzere karanlık yüzüdür. Daha yakın zamanlarda da bu amacın bilimlerin gelişmesindeki etkilerinin sürdüğü biliniyor. Einstein ve Hawking tıpkı aydınlanma filozofları gibi bu bilginin peşindedir. İkisi de bir efsane haline getirilmişlerdir, çünkü biri "E=mc2", digeri "Bigbank" kuramıyla o tanrısal gizi yakalamış gibidir. O eski batıni düşünce bu ikili de ete kemiğe bürünmüştür böylece. İrrasyonalizm, bilimsel bilginin yanıbaşında bitiveren mistisizmin özçocuğudur hep. Öte yandan Hermetizm 20. Yüzyılın başında ortaya çıkan bir modernist şiir akımına da adını verecek kadar günceldir. Ama yaratılan onca gürültüye karşın, kuşkunun kemirici etkisi işe koyulmuştur; o büyük teorilerinin arkasındaki ilkel idealizm sırıtmaktadır çünkü. Batı'nın Hermetizmle bağı kuşkusuz çok daha gerilere gidiyor. İlk önce belirtilmesi gereken etki ilk Hıristiyanların Mısır hayranı Yahudiler arasından çıkmış olması. "Yahudiler Tanrıyı Platonik terimlerde ya da Aristotales'in 'devinmeyen devindirici'si olarak görmeyi de öğrendiler. Aralarından kimileri Musa ve Osiris'i özdeşleştiriyor ve Yunan felsefecilerinin ilk esinlerini büyük İbrani öğretmenlerden aldıkları düşüncesini yaratıyordu. Hıristiyanlık erken yandaşlarını büyük ölçüde kimi eski düşüncelerini bir yana atan bu tür Helenikleşmiş Yahudilerden bulacaktı." (5) Ama öte yandan Hıristiyanlık içindeki sapkınlıklar da Mısır düşüncesinden kaynaklanacaktı. Gnostikler, antik Yunan düşüncesini gizemcilik ve Hıristayınlıkla kaynaştırmaya çalışıyorlardı. Gizzemsel, sezgisel bir bilginin bilinebileceğini savunuyorlardı; Gnosis, tanrının bilgisiydi, Logos da söz. Kutsal kitaba göre başlangıçta söz vardı. Yani tanrı bir logos olarak ele alınıyordu.
fabrika Temmuz 2001
Hıristiyanlığın oluşmaya başladığı yıllar bir büyük krize ve aynı anlama gelmek üzere bir büyük arayışa denk düşüyordu. Engels, tarihin bu ilginç dönemini şöyle anlatıyor: "Bu öyle bir zamanda oldu ki, Roma'da ve Yunanistan'da ama daha çok Küçük Asya'da, Suriye'de ve Mısır'da, en değişik halkların en kaba batıl inançlarının kesin olarak tehlikeli bir karışımı, herhangi bir inceleme olmadan kabul ediliyor, ve dindar hile ve doğrudan bir şarlatanlıkla tamamlanıyordu; burada mucizeler, kendinden geçmeler, hayaller, kahinlik, simya, kabala ve başka gizli büyücülükler başrolü oynuyordu. İlkel hıristiyanlığın içinde doğduğu ortam böyle bir ortamdı ve bu da, bu hayallere herkesten daha çok açık olan bir insanlar sınıfı içinde oldu. Çünkü Mısır'ın Hıristiyan gnostizm taraflıları başka şeylerin yanında Leyde papirüslerinin tanıtladıkları gibi, MS 2. Yüzyılda kendilerini adamakkıllı simyaya verdiler ve öğretilerine simya kavramlarını kattılar."(6) Bütün bunlar da Hermetik düşüncenin yönlendiriciliği iddiasını destekler niteliktedir; "ilk simyacı"nın Üç kez Hermes olduğu unutulmamalıdır. Belki de bu duruşlarının bir ürünü olarak Gnostikler'in hiç de dinsel sayılmayacak bir tavrı vardı: "Kilisede özellikle İsa'nın insanlığını yadsıyanlardan kaynaklanan heretiklikler doğdu. Bunlar İsa'nın yalnızca görünüşte insan olduğunu ileri sürüyorlardı; ruhu gerçekte hiçbir zaman özdek ile birleşmemişti. Heretik oldukları bildirilen bu öğretmenler tüm özdeğin bir yanılsama olduğuna ve Eski Ahit'in ya kötü ya da modası geçmiş olduğu için terkedilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Kendi aralarında ateşli anlaşmazlıkları olan bu heretikler çoğunlukla Gnostik çevrelerden geliyorlardı. Gnostizm bir Yunan felsefi kültüydü ve Hıristiyan-olmayan bir kökeni vardı. Öyle görünmektedir ki Gnostisizm Gnostiklerin türlülüğüne karşılık düşen bir türlülük göstermiştir. Gnostisizmin yandaşlarından yalnızca kimileri Hıristiyanlık ile ilişkiye girdi ve bunlar da kendi paylarına onu yeniden şekillendirmeye çalıştılar. Gnostikler için esenliğin birincil temeli tanrısal düzenin gnosisi ya da bilgisidir. Yalnızca çok az insan bu bilgiye yeteneklidir, çünkü gnosis yalnızca kült ile tanışık olanlara verilen gizli bir bildirişti… Kimi biçimlerinde soylu bir idealdi; başka biçimlerinde ise okkültizm, büyü ve boşinançtan başka birşey değildi. Gnostisizm ilk üç Hıristiyan yüzyılda Hıristiyanlığa baskın çıkma gözdağını verdi. Bu gözdağı sonuçsuz kaldı ama Gnostisizm Hıristiyanlığı çilecilik, gizemcilik ve ussal-üstücülük yönlerinde derinden etkiledi.
7
Yeni Bir Aydınlanma İçin
Hıristiyanlar İS. beşinci yüzyıla dek Gnostisizm ile çarpışmayı sürdüreceklerdi."(7) Onlar, tanrısal düzenin bilgisinin peşindeydi; bulup bulamadıklarını bilmiyoruz ama arayışları gnoseloji ya da epistomoloji adı altında modern felsefe içinde hala sürüyor. Peşinde olunan şey, ilahi gücün bilgisi, tanrısal düşünce ya da felsefenin diliyle saltık gerçektir. Gizemcilik ortaçağ gnostik düşünürleri ile modern çağın felsefecilerini birleştirmektedir. Şimdiye kadar, her aydınlığın bir karanlık yanı bulunması bu düşüncelerin ortak yanları olan sınıfsallıkları ile yakından ilgilidir. Ezen sınıfa dayananların aydınlığı hep yarım karanlıktır; ve karanlığı göremeyen ışığı asla göremez. Bu yarım aydınlanma ile ilgili olarak şimdilik şu kadarını aktarmakla yetinelim: "Mısır dininin Helenik putperest devamı olan neo-Platonculuk ve onun Yahudi-Hıristiyan karşılığı olan gnostisizmin zorlamasından sonra, Hıristiyan düşünürler Mısır dinin bir felsefe haline getirerek evcilleştirdiler. Bu süreç, Mısır Bilgelik Tanrısı Thot'un evimerizasyona uğratılmış ve rasyonelleştirilmiş versiyonu olan Hermes Trismegistos(Üç kez hermes. O.g.) adlı bir kişi ile özdeşleştirilmektir. Thot ile ilgili görülen ve Mısır dininin son yüzyıllarında yazılan bir dizi metin Hermes Trismegistos tarafından yazılmış kabul edilmektedir… Nitekim, bütün ortaçağ boyunca, Hermes Trismegistos Kitab-ı Mukaddes dışında kalan ya da kafir felsefe ve kültürün kurucusu olarak görülmüştür. Bu inanç bütün Rönesans boyunca devam etmiştir. 15. Yüzyılda Yunan araştırmalarının canlanması, Yunan edebiyatına ve diline karşı bir sevginin ve Yunanlılara benzeme isteğinin doğmasına yol açtı; fakat, hiç kimsenin aklına Yunanlıların, Mısırlıların öğrencisi olduğu gelmedi. Oysa onlara karşı da aynı ölçüde, belki de daha tutkulu bir ilgi duyuluyordu. Bu eski bilgeliğin küçük bir bölümünü muhafaza ettikleri ve aktardıkları için Yunanlılara hayranlık duyuluyordu. Paracelsus ve Newton gibi insanların deneysel etkinlikleri, bir ölçüde, bu kayıp Mısır kökenli, yeni Hermesçi bilgiyi yeniden elde etmek amacıyla geliştirilmişti. Bütün karanlık çağlar ve ortaçağ boyunca, Hermesçi Metinler'den pek azının Latince çevirisi bulunuyordu; bunların birçoğu 1460'ta bulunarak Floransa'daki Cosimo di Medici sarayına getirildi ve burada sarayın önde gelen bilgini Marsilio Ficino tarafından çevrildi. Bu metinler ve içlerindeki düşünceler, Ficino tarafından başlatılan ve kendisi de Rönesans hümanizminin tam merkezinde bulunan neo-Platoncu hareket için büyük bir önem taşımaktadır" (8) Burada not
8
edilmesi gerekenler şunlardır: ilki Rönesans hemen hemen Hermesci metinlerin bulunup Floransa'ya getirildiği yıllarda başlar; ikincisi bu yeniden doğuşun başlangıç noktası Floransadır. Üçüncüsü ise döneme adını veren "yeniden doğuş"un, Hermetizm ile birebir uyuşmasıdır, çünkü Hermetik felsefenin can damarı ruhsal olarak yeniden doğma fikridir. Böyle olduğu için rönesans düşünürleri hermetizm, kabala, simya gibi "gizli ilimler"in bir karışımı olarak karşımıza çıkıyor; ve elbette hümanisttirler. (9) Hümanisttirler, çünkü o gizli bilime göre "insanlar ölümlü tanrılardır". Bu kısa özetin anlamı şu: Hermetik düşünce, hem antik felsefe ve hem de dinsel düşüncenin kaynağıdır ve "sapkın" bir düşünce olarak dinsel ortaçağ boyunca varlığını ve çekiciliğini korumayı sürdürmeyi başarmıştır. Kopernikus matematiği Mısır kökenli Tanrısal güneş düşüncesinin canlanmasıyla ortaya çıkmıştır ki bunu yaratan Hermetizmdir. Daha iyisi Kopernik'in Güneş sisteminin merkezinde Dünya'nın değil de Güneş'in bulunduğuna dair çarpıcı iddiası bir keşif değil, kendisinin bir İtalyan Üniversitesinde Hermetik/ Eflatuncu felsefe öğrenimi gördükten sonra yaptığı bir seçimdir. Kopernik'in 1543'te yayımlanan Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine adlı eseri Üç Kez Hermes'in şu sözü ile başlar: Güneş Görünen Tanrı'dır.(10) Bruno ise, özgün ya da doğal dine, yani Mısır dinine dönülmesini savunmuş, bu nedenle de 1600 yılında Engizisyon tarafından yakılarak idam edilmiştir.(11) Listeyi çoğaltmak mümkündür; ancak unutulmaması gereken asıl şey Aydınlanma Çağı'nın hemen bütün önde gelen düşünürlerinin mason olmasıdır. Masonluk kendi dinini Mısır dini olarak, kendi işaretlerini hiyeroglif olarak, kendi localarını Mısır tapınakları olarak ve kendilerini Mısır rahipleri olarak görüyorlardı.(12) Hıristiyanlık düzenine en radikal saldırının onun Mısır düşüncesinin yanlış anlaşılması olduğunu iddia eden Fransız bilgini Charles François Dupuis'den geldiğini de burada not edelim. Onunki bir iddia elbet, ama gerçek olma ihtimali oldukça yüksek olan bir iddia. Dupuis, Heredotos'un izinden giderek, Yunan mitolojisi ile aynı gördüğü Mısır mitolojisini esas olarak takımyıldızların hareketleri için uydurulmuş simgesel anlatımlar olarak, Hıristiyanlığı ise sadece bu büyük geleneklerin yanlış anlaşılmış parçalarından oluşan bir derlemeden ibaret olarak görüyordu.(13) Özetle, Rönesans'la başlayıp Aydınlanma ile süren kilise karşıtı mücadelenin arkasında hiç kuşku duymadan bir batıni tarikat Temmuz 2001
fabrika
Yeni Bir Aydınlanma İçin
sayabileceğimiz Hermetizmin izleri vardı. Yeri burası olmamakla birlikte İslam geleneği içinde de Sühreverdi'den Hallac-ı Mansur'a uzanan aydınlanmışlar içinde de hermetizmin izleri takip edilebilir. Mansur'un "Enelhak"ı ile Hermetik gizemin "İnsanlar ölümlü tanrılar, tanrılar ölümsüz insanlardır; ölümlü tanrılar da ölümsüz insanlar da olmak bizim elimizde" sözü birbirine benzemiyor mu? Şaşırtıcı değildir, İslamın İdris peygamberi Hermes'ten başkası değildir. Rönesansın, giderek Aydınlanma'nın bir sekülerleşme, bir düşüncenin dünyevileşmesi ve rasyonelleştirilmesi hareketi olarak sunulması tamamen yeni sınıfın kendisi hakkındaki bilincine dayanmaktadır. Öyledir, her türlü gizzemciliğin özgürce boy verebilmesi için giderek totaliter bir hal alan dinin kontrol altına alınması gerekir. Zaten onun öncülü olan tüccarlar da ancak liberal görüşlü kentlerde boy vermemiş miydi? Böylece Hıristiyan kilisesi tarafından lanetlenen sapkınlıklar, olağan düşünme biçimleri haline gelir. İlginçtir, kabala, hermetizm, simya gibi "gizli bilimleri" taşıyanlar da, tüccarlar da aynı dinsel topluluk içinden, Yahudilerden çıkar. Merkezi hiyerarşiden kopmuş liberal kentler yani o meşhur deyimle "Sivil toplum", adeta bir Yahudi toplumudur. Bu yüzden bu sivil Yahudi toplumu, içinde geliştiği ortamdaki her türlü ayrıcalığı ortadan kaldırarak kendini ayrıcalıklı hale getirir. Çünkü doğuştan ayrıcalıkların kalkması, paranın ayrıcalıklı hale gelmesi demektir. Paranın ayrıcalığı ise bezirganın ayrıcalığıdır. İşte size insan haklarının gerçek toplumsal temeli; doğuştan hakları ortadan kaldırmali ki, hakkı paradan kaynaklanan bezirgan Yahudi özgür olabilsin. Ne diyordu Marx: insan hakları insanı dinden kurtarmaz, din özgürlüğü sağlar insana, mülkiyet hakkı mülkiyeti ortadan kaldırmaz, ama tam tersine mülkiyet hakkı sağlar insana…Kapitalizmin bir Yahudileşme, Yahudileşmenin ise bir kapitalistleşme anlamına gelmesi, eski aydınlanmanın ikici yapısına uygundur. Burada da aydınlık karanlık ile iç içedir. Ve Marx'ın dediği gibi Yahudiliğin toplumsal kurtuluşu da, toplumun Yahudilikten kurtulmasına bağlıdır. Marx, bu yüzden aydınlanma ile birlikte Hıristiyan düşüncesinin sekülerleşmesini genel bir Yahudileşme olarak ele alır. Yani Hıristiyanlık, Yahudi dininden doğmuştur ve şimdi tekrar kendini gene Yahudi dinine döndürmüştür. Şöyle
fabrika Temmuz 2001
sürdürür Marx: "Nedir Yahudinin bugünkü dünyamızdaki temeli? Pratik ihtiyaçlar, bencil çıkarlar. Nedir Yahudinin bu dünyadaki ibadeti? Bezirganlık. Nedir Yahudinin bu dünyadaki Tanrı'sı? Para. Pek güzel. O halde bezirganlıktan, paradan kurtuluş, yani gerçekteki Yahudilikten kurtuluş, zamanımızın kurtuluşu olacaktır."(14) Türkçesi, burjuva toplumdan kurtuluş, öyleyse sivil toplumdan ve onun insanın haklarından kurtuluşla mümkündür. Aydınlanma'nın felsefesi, bütün bu nedenlerle, sivil toplumun ve onun soyut insanının felsefesidir. Her ikisinin de -bezirganları saymazsak- pratik karşılığı yoktur. Bu felsefe "insan" derken, ezilenleri hiç hesaba katmaz. İnsan, eski organik toplumun yükümlülüklerinden kurtulmuş olan yeni bezirgan sınıfıdır. Onun topluma karşı hiçbir ödevi ve sorumluluğu yoktur, alıp satmakta tamamen özgürdür, sermayesini nereye yaratacağına kişisel olarak karar verir. Toplumsal ihtiyaçlar için değil kar için üretim yapan insan işte odur. Para sahibi olarak, bir alıcı veya satıcı kılığında özgür ve eşittir. Bu felsefe, özgürlük ve eşitlikten sözederken tam tamına demek istediği budur; dünyevidir ve olumsuz anlamda maddecidir. "Burjuva toplumunun üyesi olan bir insan, kendisini gerçekten insan, vatandaştan(Citoyen'den) farklı olarak bir insan(homme) sayıyor; çünkü maddi, kişisel ve dolaysız varlığı olan biridir. Oysa siyasi insan, soyut, yapma insandır, allegorik ve moral bir kişiliktir. Aktüel insan bencil kişiler şeklinde, gerçek insan ise soyut vatandaşlar şeklinde görülüyor."(15) Demek ki burada insanın insan haline gelmesi için toplumdan kopması, giderek inorganik bir varlık haline gelmesi gerekiyor. Öyleyse, "burjuva toplumu" da eninde sonunda bir toplum olmama halini ifade ediyor, burada toplum para aracılığıyla yeniden yanyana getirilmek üzere bencil bireyler halinde dağıtılıyor. Burada toplum kendi bencil çıkarları peşinde koşan insanların gerçek faaliyetlerinin bir yan ürünü olarak beliriyor. Böyle bakıldığında onun ilk bilimsel eleştirisinin bir sosyalizm ve bir komünizm olarak belirmesi şaşırtıcı değildir. Bir inorganik yapıya karşı yapılacak en yıkıcı eleştiri onu yeniden toplum olmaya, yeniden organik hale gelmeye davet etmektir. Onun soyut insanına toplumsal güçlerini hatırlatmaktır: Demek ki burada "düşünce" aydınlanmanın özgürlük ve eşitlik tanımlarından da ayrılmayı istiyor, çünkü bu bambaşka koşulları talep etmektir. "İnsanlık özgür-
9
Yeni Bir Aydınlanma İçin
leşmesi.., ancak ve ancak, kişi soyut vatandaş olmaktan çıktığı zaman, günlük hayatında, işinde, durumunda insan türünün bir üyesi haline geldiği zaman, kendi 'force propre'larını tanıdığı ve düzenlediği zaman, kendi gücünü toplumun güçlerinin bir parçası olarak tanıdığı ve bunlar siyasi güç olarak kendisinden ayrılmamış bir hale geldiği zaman gerçekleşebilir."(16) Öyleyse insan özgürlüğünden farklı olarak insanlığın özgürlüğü, toplumun özgürlüğüdür. Demek ki toplumun dışında ve onun karşısında bir özgürlük ve eşitlik tanımı mümkün değildir. Demek ki İsis tapınağının tepesine paranın gücüyle çıkanlar, bize özgür ve eşit olmak için yılanlar ve çiyanlarla dolu dehlizlerde yaşamayı reva görmektedir. Evrensel bilgi, terzi Hermes'in o özenle diktiği pantolunun yan cebinde değildir; gerçek, yaşayan somut insanlardan yola çıkmayan her düşünce dün olduğu gibi bu gün de eli Hermes'in cebindeyken yakalanmaya mahkumdur. Bu yüzden bir yeni aydınlanma talep etmek boş inançlarla birlikte boş akıllarla da mücadele talep etmektir. İşte size gerçek bir tarihi karşılaşma; Üç Kez Hermes'e karşı bir kez Marx…Boş akılla mücadele etmek o aklı yaratan koşullara karşı mücadele etmektir. Felsefenin eleştirisini teorik olarak yapmak, kapitalist düzenin eleştirisini pratik olarak yapmadan mümkün değildir. Gerçekte, modern çağın kültürüne şeklini veren bu boş düşünce, daha çok Aristo ve Platon felsefesi biçiminde, dinsel bir kabuğa bürünmüş olarak Ortaçağ boyunca varlığını sürdürdü; sonra yeni çağla birlikte tekrar bağımsızlığını elde etmeye başladı. Kendi egemeni olan dine ve teolojiye başkaldırdı, kendisine, tanrının yerine koyduğu aklın kılavuzluğunda yeni bir yol açtı. Giderek dindeki o büyük gizemi çözdüğü ölçüde, yeni egemen haline geldi. Kilise babalarının teolojisini ortadan kaldırdı, herkesi bir teolog haline getirdi. Bu felsefenin çözdüğü giz nedir? Din, insanla doğa arasındaki ilişkiye bir açılım getirmişti; İnsanı da, doğayı da yaratan tanrıydı, ilişkilerini de o düzenliyordu. O insanı yaratmaya karar vermişti ve olsun demişti. "Göklerin ve yerin yaratıcısı odur. O, herhangi bir şeyin olmasını isterse ona 'ol' der; o da oluverir." Böyle diyor kutsal kitaplar ve özneye varlık hakkında olabildiğince sade bir açıklama sunuyordu. Ezen de ezilen de tanrısal bir
10
düzen içindeydi. Felsefe ise, her ne kadar içinden çıktığı dinsellikten arınmamış olsa bile, insana, kendi aklını kullanmayı önermekte ve onu doğayla karşı karşıyaya bırakmaktadır. İnsan, demektedir, doğayla doğrudan ilişkiye girer, onu dönüştürür, üretir ve tüketir. Dolayısıyla felsefenin insanı düşünür de, üstelik düşündüğünü bilir. Felsefenin insanı, tanrısal bir güç olan düşünmeye sahiptir ve tarihi ele almak üzere, kutsal kitaplara değil, düşünmeye başvurmaktan geri durmaz. Devrim budur, insanla doğa arasındaki ilişkinin açıklanmasında tanrıyı aradan çıkarmak ve bu ilişkiyi açıklamak üzere aklı devreye sokmak. Bilimi de felsefeyi de olanaklı kılan gelişme böyle başladı; ancak sonsuza kadar böyle gitmeyeceği açıktır. Dolayısıyla hem insan ve doğa ilişkisini açıklama iddiası nedeniyle, hem de artık, teolojinin yerine başat bir disiplin olarak ortaya çıktığı için o ele aldığı ve adına konuştuğu insanın tarihi üzerinden de konuşur. Ancak tarih bizzat bu felsefi uğraşın bir yan ürünü gibi göründüğü için, tarih burada, tarih felsefesi olarak ortaya çıkar. Tıpkı, Ortaçağ'da aynı tarihin, tarih teolojisi olarak belirmesi gibi. Gerçekte, Ortaçağ'da inanıldığı gibi, insanların doğayla ilişkisinde tanrının aracılığı, kazma sallayan köylünün yükünü azaltmamıştır. Felsefenin söylediği gibi doğayla doğrudan, dolaysız ilişkiye geçen bir insan türü de olmamıştır. İnsanlar, hem teolojinin egemen olduğu çağda, hem de felsefenin onu genel olarak kavramlaştırdığı çağda, doğayla değişik biçimlerde ilişki kurar. Felsefenin algılayamadığı şudar: köylünün, işçinin doğayla ilişkisi ile efendilerinin doğayla ilişkisi hep farklı olmuştur. Oysa, onun insan kavramı bize bu ayrıntıları vermemektedir. İnsanın, feodal ayrıcalıklardan kurtulup, genel, soyut, eşit, özgür bir hale gelmesi, öyleyse felsefenin insanın da önkoşuludur. Felsefe, üzerinden konuşmak üzere yeni sınıfsal dengenin kurulmasını beklemek zorunda kalmıştır. Bu denge ise kurulmasını felsefeye değil bayağı maddi koşullara borçludur. Felsefi aklın eleştirisine öyleyse, bu soyut insan kavramından başlamak gerekir. Felsefeye insanın pratik karşılığını göstermesini önermek ve eğer biliyor ise onu nasıl soyutladığını sormak, bilmiyor ise onu kendi alanına çekilmeye zorlamak eleştirimizin ilk somut temelidir. Biz "ölümlü tanrılar"dan, gerçek yaşayan insanlara ancak böyle Temmuz 2001
fabrika
Yeni Bir Aydınlanma İçin
varabiliriz. İnsan, felsefenin hem devrimci hem de tutucu yanıdır. O, insandan yola çıktığı için aydınlanma çağında militan bir biçimde teolojinin egemenliğine karşı savaşmıştır ve yine bu nedenle tarihin karşısına dikilmiştir. Bu nedenle felsefe, insanla başlamıştır ve insanla birlikte sona erecektir. Marx, Feuerbach'ın incelediği soyut bireyin aslında belirli bir topluma ait olduğunu söyleyerek onun sınırlarını gösterir bize. Belirli bir toplumda ise, hiç olmazsa felsefi anlamıyla, soyut insanın karşılığı yoktur.
satılığa çıkarmalıdır. O sermaye dediğinde de bu, mülk edinilmiş üretim araçlarından başka bir anlama gelmemektedir. Sözünü ettiği emek ise düpedüz bir hayalet, gerçek, yaşayan insanın düpedüz bir soyutlaması, onun bir yeteneğine işgücünü kullanıbilme yetisine indirgenmesidir. Bu tartışma bizi o ünlü formülün kapısına getirip bırakır; toprak, emek, sermaye… Üretim artık bunların sihirli bir alanda yeniden biraraya gelmesiyle mümkün olacaktır.Ve burada insan, yeni kılığıyla, işçi olarak, toprak ve sermaye sahibi olarak belirir.
Felsefeye ilk itirazımız şudur: İnsan doğayla, pratikte sınıfsal bir ilişki kurar. Dolayısıyla, bir ücretli işçi ile bir burjuvanın doğayla ilişkisi birbirinden tamamen farklıdır. İşçi doğal zorunluluklarla daha açık bir biçimde karşı karşıyadır; onun özgür işçi olması bu zorunluluğu azaltmamıştır. Oysa, burjuva doğa karşısında görece özgür kılmıştır kendini; onu yönetir, kontrol eder, nimetlerinden yararlanır. Açıkça, doğa karşısında özne olan insan odur, felsefedeki özne de odur. Çünkü düşünmek için gereken serbest zamana bir tek o sınıf sahiptir.
Yine de felsefe bizi kendi aşamayacağı sınırlara getirip bırakır; yolu açmada devrimci bir iş görür. Düşünce tarihi içinde, tarih düşüncesi ilk önce felsefi olarak belirir; teolojiden aldığı bayrağı dik tuttuğu sürece ilerler ve bayrağı yere düşürdüğünde tarih sahneye çıkar. Dikkat edilmesi gereken şey bu tarih içinde felsefe ve iktisat arasında, ikincisinin ilkinin içinden çıkmış olması anlamında zaten varolan tarihsel bağın ötesinde kurulu paralelliktir. İkiside varolan bir somut toplumsal tarihsel sistemle ortakyaşardır. Bu yüzden iktisadın, felsefeye göre daha somut bir disiplin izlenimi vermesinin tersine, soyut ve gizemli olması anlamında örneğin bir "emek" kavramı ile "özne" kavramı arasında fark yoktur. Bunlar birbirlerine çevrilebilirler ve biri ancak diğeri olduğu için vardır. Ve her ikisi de gerçekte karşılıksızdır ve "düşünme"nin ürünüdür.
Doğayla girilen bu sınıfsal ilişkiye rağmen, işçiyi de burjuvayı da birbiriyle eşit ve bir iradeye sahip olmak anlamında özgür kılmak, felsefenin bir hokusfokusu değildir. Felsefe, insan derken, bunun bir karışılığı olduğunu hissetmektedir. Doğa ile gerçek ilişki alanı olan üretim alanında, herhangi bir sınıfa dahil olan insan, burjuva düzeninde özgür bireyler haline dönüştürülmekte ve genel olarak ele alınmak üzere soyut bir insan, bir kişi haline getirilmektedir. Fabrika ve üretim alanı değil, dolaşım alanıdır burası, bizi dönüştüren odur. Burada proleter sonsuz sayıda dolaşım odaklarından biri olarak proleter belirlemesini yitirir. Burada her birey, birer alıcı ve satıcı kimliğiyle bulunur ve bir para sahibi olarak diğerleriyle eşittir. Öyleyse, felsefe, onun adına konuşmadan önce, sınıfını belirlemelidir; çünkü üretimde onu olanaksız kılan ayrıcalıklar olduğu gibi el değmeden durmaktadır. Felsefe, bir sınıf adına konuşacaksa, üretimi, dolaşımı, emeği, ücreti, toprağı ve sermayeyi tanımlamalıdır. Felsefe, bunun yerine doğa der ama onu toprak sahipleri işgal etmiştir ve doğa artık özel mülk olduğu için, işçi onunla ilişkiye geçmek üzere emek gücünü dolaşım alında
fabrika Temmuz 2001
Her ikisi de o burjuva toplumunun üzerinde yükselen Novus Ordo Seclorum'un, Yeni Seküler Düzen'in ürünüdür ve bu düzen dünyevi niteliğini sürekli öne çıkarmasına rağmen, yeni bir mistisizmi ve gizli bir dini besler. Dolayısıyla bu düzenin paralelinde yürüyen modern felsefenin, teolojiden türemiş olması bir yana, onun tutarlı bir devamı olması şaşırtıcı değildir. Bu dinsel kültürü, biri idealist diğeri materyalist olmak üzere iki ana kanala ayırmak ve bunlardan materyalizmi bir din dışı öğreti olarak tanımlamak da tamamen bir söylencedir. Marksizm için yararlı iş gördüğü o kısa dönem bir yana, onun son temsilcilerinden Feuerbach'ın sonunda İsa rolüne soyunmuş olması öğreticidir. Öte yandan onun pekçok temsilcisinin, uygarlık tarihinin ilkçağlarından kalma tarikatların müritleri olmaları hem materyalist olmanın hem de dinsel bir tutumun birarada sürdürebildiğini gösteriyor bize. Son derce bulaşık bir tarihle karşı karşıyayız şimdi; kimyanın simyadan, bilimin büyüden türetildiği bir tarihtir bu ve hiç bir düşünür bu tarihin üstüne çıkarak kehanette bulu-
11
Yeni Bir Aydınlanma İçin
namamıştır. Demokritos'un atomlarının ruhlar aleminden ödünç alındığı ve terzi Hermes'in öğretilerinin de modern bilimle tanışık kulaklara bile çok yabancı gelmediği unutulmamalıdır. Doğanın ve toplumun zorunlulukları en mistik düşünürü bile nesnel davranmaya zorlayabilir; ama bu boş inançlardan ve bu boş akıldan feyz aldığı sürece bu onun niteliğini değiştiremez. Bilimin büyüye, felsefeye borcu ödenmelidir artık. Tarih bize, insanlar için olmayan bilgeliğin ne anlama geldiğini öğretmiştir: "Mısır yoksul kalacak. Her kutsal ses susturulacak. Karanlık aydınlığa tercih edilecek. Gözler gökyüzüne çevrilmeyecek. Saf olanların aklını kaçırdığı düşünülecek Ve saf olmayanlar bilge diye saygı görecekler. Deliye cesur gözüyle bakılacak Ve kötüler iyi sayılacak."(17) Böyle söylüyor Hermes. Söz doğru çıkış noktası yanlıştır; Mısır, Hermes'in gizli bilimini kaybettiği için değil, tarihin inişli çıkışlı seyrine ayak uyduramadığı için kehanet gerçekleşmiştir. Hermes'in içine battığı mistisizm içinde göremediği şeyi Marx çok sade bir biçimde özetler: kurtuluş da, yıkılış da tarihsel bir iştir. İdealizm veya materyalizm, tercih ne olursa
olsun tutum değişmez. Felsefi aklın eleştirisi, felsefenin ancak onun dışına çıkılarak eleştirilebileceğini gösterir bize. Emek değer teorisi ve materyalizm sınıflı bir toplumda ulaşılabilecek gerçek sınırdır; devrimcidir ancak içinde geliştiği toplumun sınırlılığı ile malüldür. Sınırın ötesine geçmek için ikisinden de kurtulmak gerekir. Oysa emek değer teorisi iktisadi aklı, materyalizm ise felsefi aklı reddetmez; ikisi de gerçek bir olumlamadır. Marksizm hem felsefi, hem de iktisadi akla yöneltilmiş en yıkıcı saldırıdır. Kapital, her ikisinin de üzerinde durduğu kapitalizmi deşifre eder ve bu toplumun tarihini kurar. Ancak bu tarih belli bir süre için ne iktisattan ne de felsefeden kaçıp kurtulabilir. Sorunumuz açıktır. İnsanın yeniden insan haline gelmesine hizmet etmeyen her bilim eninde sonunda kendi geçmişine ihanet edecektir. Doğrunun, gerçeğin pusulası ise Güneş Tapınağı değil, devrimci sınıfın ta kendisidir; bu pusulayı yitirenler için İsis tapınağının dehlizinde yazılı o kehanet hala geçerlidir… "Bilim ve güç isteyen deliler burada gebermişlerdir." Evet, biz de ışığı gereksiniyoruz ama bu tarihin bahçesinde aylak aylak dolaşmak için değil. Toplum, tarihin şafağında yeniden aydınlandığında ışığın anlamı da değişecektir.
Notlar 1- Gökdemir, Orhan. Felsefi Aklın Eleştirisi. Göçebe Yayınları. İstanbul 1997. s.45-46. 2- Artz, Frederick B. Orta Çağların Tini. Çev. Aziz Yardımlı. İdea. İstanbul 1996. s.18. 3- A.g.e. s.26. 4- Felsefi Aklın Eleştirisi. a.g.e. s.47. 5- Orta Çağların Tini. a.g.e. s.51. 6- Marx, Karl-Engels, Friedrich. Din Üzerine. Çeviren Kaya Güvenç. Sol yayınları. Ankara 1976. s.326 7- Orta Çağların Tini. A.g.e. s.18-60 8- Bernal, Martin. Kara Athena-Eski Yunanistan Uydurmacası Nasıl İmal Edildi? 1785-1985. Çeviren Özcan Buze. Kaynak yayınları. İstanbul 1998. s.75-76 Hümanist akımın önde gelenlerinin aynı zamanda kabala ve simya merakına birçok çalışmada değiniliyor. Rönesans, gerçekte temel metalleri değiştirecek "filozof taşı" arayışının bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. 9- Bu karışımın taşıyıcıları arasında şu isimleri sayabiliriz: Marsilio Ficino, Thomas More, Desiderius Erasmus, Francis Bacon. 10- Frehe, Tımothy- Gaudy, Peter. Hermetika-Hermes'in Kayıp Sözleri. Çeviren Semra Tuna. EgeMeta Yayınları. İzmir 2000 .s.16. 11- Kara Athena. A.g.e. s.76-77. 12- A.g.e. s.78. 13- A.g.e. .s.79. 14- Marx, Karl. Yahudi Meselesi. Çeviren Niyazi Berkes. Sol Yayınları. Ankara 1968. s.45. 15- A.g.e. s.41. 16- A.g.e. s.42. 17- Hermetika. A.g.e.
12
Temmuz 2001
fabrika
Kapitalizmin Krizi, Türkiye ve Komünist Hareket S. Zeki TOMBAK Türkiye birbiri ardına gelen ve peryodu giderek kısalan, ağır krizler yaşıyor. Ekonomisi olağanüstü kırılgandır; her krizden sonra razı olunan istikrar programlarına, krizle çöken istikrar programı da eklenmiş; toplumun özgüveni, kendi yöneticilerine ve yönetici kurumlarına duyduğu güvenle birlikte yerlebir edilmiştir. Krizler, sistemi kırılma noktasına hızla yaklaştırmaktadır. Sistem iç muhalefet dinamiklerinin en zayıf olduğu şartlarda, en kapsamlı ve en derin siyasi krizle boğuşmakta ve yakın siyasi geleceğinin nasıl şekilleneceği büyük bir belirsizlik arzetmektedir. Siyasal sistem kendi iç alternatiflerini tüketmiştir. Zayıf, başarısız ve “alternatifsiz” hükümetlerle günü idare etmekte; alternatif üretecek, topluma umut ve heyecan verecek yeni siyasal kadrolar yaratamamaktadır. Türkiye’nin müttefikleriyle başı derttedir. Türkiye bir kere daha İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kendini bulduğu yerdedir. Bütün komşularıyla düşman, bütün müttefikleriyle kanlı bıçaklıdır. Bu yalnızlık içinde, kendisini Kıbrıs ve Ege sorunlarıyla, “Ermeni Soykırımı” konusunda razı olamayacağı pozisyonlara zorlayan; Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin nüvelerinin oluşturan ve şimdilerde “Osmanlı sonrası sınırların yeniden ele alınması ihtiyacı”nı dile getirmeye başlayan ABD’nin koruyuculuğuna sığınılmış; bir yandan da ABD’nin desteğiyle, aynı konularda benzer dayatmaların gelmekte olduğu Avrupa Birliği içinde yeralmaya çalışılmaktadır. AB, Türkiye’yi yönetenler açısından içinde yer alınıp kaynaşılacak bir birlik olmaktan ziyade, İkinci Savaşın ardından kurulan NATO gibi koruyucu bir şemsiye ve uluslararası bloklaşmalarda seçilen saf anlamına gelmektedir. Emperyalist-kapitalist Batı’ya Soğuk Savaş döneminde verilen hizmet ve Batı’nın bölgedeki stratejik çıkarları için hizmet vaadinin AB üyeliği için yeterli olacağı düşünülmektedir. Ancak Öcalan krizinde İtalya ve Yunanistan’la yaşanan gerginlikte eldeki kartların umulduğu kadar güçlü olmadığı anlaşılmıştır. Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’nden
fabrika Temmuz 2001
dışlanması karşısında NATO’da veto hakkını kullanması; buna Fransa’nın Ermeni Soykırımı yasası ile cevap vermesi de bu sonucu teyid etmiştir. Kendi coğrafyasında işbirliği yapabileceği yegane ülke olarak siyonist ve ırkçı İsrail öne çıkmıştır. Türk-İslam Sentezi yıllarında bir alternatif olarak görülen; ancak umulan yakınlığın bulunamadığı Arap dünyasına yüz çevrilmiş ve ABD’nin telkinleriyle, üstelik de 28 Şubat’ın mimarları eliyle, İsrail’de karar kılınmıştır. Ancak İsrail’le ilişkiler de İslama yakınlıktan kaynaklanan bir kırılganlıkla malüldür ve İsrail’in için Türkiye’nin yöneticileri her an FKÖ militanı olma tehlikesi taşımaktadır. Kuşkusuz bu ülkenin yöneticileri Türkiye ile ilişkilerinde bu tehlikeyi hep gözönünde bulundurmaktadırlar. Bütün bunlarla birlikte Türkiye, uluslararası ilişkilerde mirasçısı olarak göründüğü Osmanlı tarihinden sonra, 80 yılda yeni ve güçlü bir tarih yaratamamış; Ermeni sorunu gibi, tarihi sorunları çözememiş; çözemediği sorunlar listesine Kürt ve Kıbrıs sorunlarını da eklemiştir. Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasında, kendisine Kafkas ve Asya kapısının açıldığını düşünen Türkiye, kısa sürede bu kapının da kapandığını görmüştür. Rusya büyük devlet refleksiyle umulandan çok daha kısa sürede toparlanmış ve bölgede ağırlığını arttırmıştır. Türkçülük propagandası ve CİA desteğinde Fethullah Gülen okullarıyla yürütülen, “Türk islamı” misyonerliği ters tepmiş; bu plana karşı İran Rusya ile yakınlaşarak, bu kapıyı tutabileceğini göstermiştir. Dış politikada tıkanma, içeride krizler: Mevcut durum budur. Bu şartlar altında komünist ve devrimci hareketlerin, işçi hareketinin önünün açılmış olması; toplumsal muhalefetin yükseliş trendine girmesi beklenebilirdi. Oysa komünist ve devrimci hareketlerin varlığı, bütün bunlara rağmen ihmal edilebilir düzeydedir. İşçi sınıfı böyle bir ortamda ne yazık ki, siyasal değil, sosyolojik bir gerçekliktir. Daha somut bir ifadeyle, işçi sınıfı en az %50’lik bir devalüasyondan sonra “0” sözleşme teklif edilen ve bunun da altında bir sözleşmeye
13
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
razı edilen bir toplumsal sınıftır. Her iki durum da güçsüz ama güçlenmeye mecbur olan solun sorumluluklarını arttırmaktadır. Boşluk büyümektedir. Tarih üstümüze üstümüze gelmektedir. Şimdi, “Ne yapmalı?” sorusunu yeniden sormanın ve yeni bir cevabı oluşturmanın zamanıdır. Şimdi yeni bir programın tam zamanıdır. Her program, verili dünya ve ülke koşulları üzerinden şekillendirilir. 20. Yüzyılda oluşturulmuş programlarımız, kapitalist-emperyalist dünya üzerindeki derin etkileriyle birlikte Ekim Devrimini veri alıyordu. Bir tarafta bütün gerçekliğiyle sosyalist inşa süreçleri; diğer tarafta sosyal devlet yeralıyordu. Dünya sosyalist sisteminin desteği ile sömürgeciliğin son kaleleri de, ulusal kurtuluş savaşları tarafından düşürülüyordu. 1990’dan bu yana, artık dünya tek sistemlidir. Kapitalist dünyanın, Ekim Devriminin etkisi altında; sert, yaygın ve sürekli sınıf mücadeleleri sonucu razı olduğu sosyal devleti, burjuvazinin ayağında pranga olarak gören ve gösteren neoliberalizm, çözmeye girişmiş ve bu yönde önemli mesafe almıştır. 1960-70’lerin ulusal kurtuluşçuları kapitalizmin inşasına soyunmuş otoriter yönetimlere dönüşürken; emperyalistlerarası nüfuz mücadelelerinin basit aletlerinden başka mahiyeti olmayan gerilla hareketleri Afrika’da, Afganistan’da, Çeçenistan’da ve Asya içlerinde halklarının başına bela olmuş durumdadırlar. Türkiye yeniden 1917 öncesi olduğu yerdedir. 20. yüzyıl boyunca kalkınma fikrinin merkezinde sanayileşme yeralıyordu. Sanayileşmenin yegane yolu, özellikle geriden başlıyorsanız, ithal ikamesidir. Sosyalist hareket için de, sendikal hareket için de ithal ikameci sanayileşme, temel bir veriydi. 21. Yüzyılın başında Türkiye burjuvazisi, hem kendi isteğiyle, hem çok yönlü bağımlılık ilişkileri geliştirdiği emperyalist merkezlerin yönlendirmesiyle ithal ikamesinden de, sanayileşmeden ve kuşkusuz planlama fikrinden de vazgeçmiş bulunuyor. Bu yüzden artık “Dünya sosyalist sistemi” bütün etkileme gücüyle birlikte varlığını sürdürüyormuş ve Türkiye burjuvazisi ithal ikameci bir sanayileşme stratejisinde ısrar ediyormuş gibi düşünmeyi sürdüremeyiz. Programının temel dayanaklarının çöküşüyle birlikte, siyasal dayanakları da çökmüş, pek çok kadrosu fiilen veya zihniyet olarak, galiplerin saflarına sığınmış; sadece siyasal bakımdan değil; ahlaki ve moral bakımdan da dağılmış süreçlerin, elde kalanı korumaya çalışan inançlıları olmak, bu
14
ülkedeki sosyalist hareketin gelecek perspektifi olamaz. Amaca yürürken alınan yenilgi öğretmendir. Başarısızlık ise sadece yorar ve tüketir. Başarısızlığı strateji olarak benimsemek, yakın vadede son direnişçilerin sırtını da duvara yaslayacaktır. Dolayısıyla “Ne yapmalı?” sorusuna soğukkanlı ve devrimci bir cevap oluşturmak mümkündür, gereklidir. Olgun cevaplara ulaşmak bakımından kısa; bir dergi için oldukça uzun olan aşağıdaki çalışma, 20. yüzyıldan bugüne gelen değişimin seyrini anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Bu yazının, Fabrika’nın 49. sayısında yayımlanan “Küreselleşmenin I. ve II. dalgalarında, OsmanlıAvrupa İlişkileri ve Batılılaşma” yazısıyla birlikte okunmasının daha yararlı olacağını düşünüyorum. Yeni Dünya Düzeni ve Yeni Dünya Düzeni 1980’li yılların ikinci yarısında ABD ile SSCB arasında varılan silahsızlanma, karşılıklı kuvvet indirimi ve benzeri konuları kapsayan anlaşmalarla dünyada yeni bir düzenin başladığı ilan edilmişti. “Yeni Dünya Düzeni”, sosyalist sistem, kapitalist ülkeler işçi sınıfı hareketi ve ulusal kurtuluş mücadeleleri bütününün, dünyanın emperyalist kontrol ve sömürü alanı dışına çıkmış bölümünü büyütmek, sosyalizmi sınıfsız topluma doğru derinleştirmek hedefinden vazgeçmesi ve bu hedefin yerine; emperyalizmle SSCB arasında bir uzlaşma koymuş olmasını öngörüyordu. Dünya gene iki kutuplu olacaktı. Ama kutuplar arasında “gerilim ve çatışma” değil; “barış ve işbirliği” gerçekleşecekti. Bu dönemde, SBKP’ye “sınıfsız topluma ilerleme amacından uzaklaşma ve “kapitalist restorasyon” eleştirisi yapması gerekenler, “Militarizmden uzaklaşmış bir emperyalizm olabilir mi?” sorusunu sormaya ve bu soruya olumlu cevaplar vermeye çalışıyorlardı. Yeni Düzen’in ömrü kısa oldu. SSCB, 1990’ların başında, resmen dağıldı. “Sosyalist sistem” içinde yeralan Doğu Avrupa’daki “Demokratik Halk Cumhuriyetleri” birbiri ardı sıra, kapitalist restorasyon sürecine teslim oldular. Böylece birisi emperyalist/kapitalist, diğeri sosyalist olan, iki kutbun varlığı üzerinden dünyaya egemen olacağı varsayılan Yeni Dünya Düzeni, tanımı itibariyle sona erdi. Ve böylece Yeni Dünya Düzeni veya globalizm veya küreselleşme, kendilerine asıl anlamlarını yükleyen Soğuk Savaş galiplerinin, emperyalistlerin sözlüğündeki anlamlarıyla yaşamaya başladılar. Böylece içinde yaşayanlar açısından uzun ve kalıcı görünebilecek, ama insanlığın uzun tarihi Temmuz 2001
fabrika
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
açısından bakılınca pek kısa bir tarih dilimi boyunca, yeniden Büyük Ekim Devrimi öncesine benzer, sosyalizmin bir sistem olarak, emperyalist/kapitalist sisteme karşı, ondan bağımsız bir gerçekliğe sahip olmadığı bir dünyada yaşamaya başladık. Geçici olduğundan kuşku duymadığımız bu dönemin ömrünü kısaltabilmek için; hem 70 yıllık sosyalizmin inşası deneyinin; hem kendisini bir devrimle tamamlayamadığı için, sosyalist kuruluş süreçlerine yolaçamamış olan, “sosyalist sistemle” şu veya bu ölçüde ilişki içindeki, işçi sınıfı hareketlerinin birikimini çözümlemek ve anlamak durumundayız. Bununla birlikte, yıkmak üzere yola çıktığımız kapitalist/emperyalist sistemin; günümüz dünyasının da derinlikli bir kavrayışına sahip olmak durumundayız. Bu kavrayış, kapitalizm, emperyalizm, tekeller, devlet vb. hakkında, teorik planda da teslim olmuşların, ancak bir yenilgi anından cesaret alarak dile getirebildikleri bulanıklıklardan kurtulmak bakımından da zorunludur. Benzer bir bulanıklık kanalı ise, Kemalizme ve ulus-devlete sığınan, ordunun “anti-emperyalist” potansiyellerine umut bağlayanların ve Marksizm adına devleti sahiplenenlerin hiçbir zaman eksik olmayan kanalıdır. Marks “Yahudi Sorunu” adlı çalışmasında, Yahudi’yi etnik veya dinsel kökeni üzerinden değil, tüccar sınıfın en gelişkin temsilcisi olarak ele alırken; bugünlerde Marksizm adına, sınıf kimliği ve sınıf mücadelelerindeki konumu berrak kişilerin Yahudi veya Sabatayist olup olmadıklarını araştıran; dini ve etnik kimliği sınıfsal kimlik ve ilişkilerin yerine ikame eden Marksist “düşünür”lerimiz de bu “ikinci kanal”a eklemlendiler. Elbette Yalçın Küçük’ten sözediyoruz. Prof. Dr. Yalçın Küçük, keşke emeğe saygı gösterseydi de, bu işi kendisinden en az 30 yıl önce yapmaya başlayan Yesevizade’yi ve Harun Yahya’yı referans gösterseydi!.. Neoliberalizm Sahne Alıyor Neoliberalizmin ilk önemli deneylerini gerçekleştirdiği iki laboratuarın Pinochet darbesiyle Şili ve 1980 12 Eylül darbesiyle Türkiye olduğunda yaygın bir mutabakat bulunuyor. Şili’deki kanlı darbe sonrasında Behice Boran’ın Genel Başkanı olduğu II. dönem Türkiye İşçi Partisi’nin “Şili Halkıyla Dayanışma” eylemlerinin, enternasyonalist bilincin isabetli bir seçimine ve belki de çok önemli bir siyasal sezgi gücüne işaret ettiğini ifade etmeliyim. Her iki darbe de, güçlü sendikal hareketlerin bulunduğu, komünist ve devrimci hareketlerin oldukça yüksek bir etkiye sahip olduğu ve sosyal demokrasiyi olabileceği en sol
fabrika Temmuz 2001
noktaya çektiği ülkelerde gerçekleşti. Darbeciler neoliberal akıl hocalarının programlarını uygulamaya koydular. Birbirinden ayrılması mümkün olmayan sanayileşme ve planlama düşüncelerini terkettiler. Ülkelerini çok uluslu sermayenin hareketine açtılar. Sendikal hareketi felç ettiler. Yurtsever ve devrimci hareketleri önce fiziki olarak ezdiler, sonra bu hareketlerin topluma sindirdiği moral değerleri yerlebir ettiler. Böylece Sosyalist sistem henüz varlığını korurken; daha sonra bir sembole dönüşecek olan “Berlin duvarını yıkmadan” önce, emperyalist-kapitalist sistem kendisiyle çok yönlü bağımlılık ilişkileri içindeki ülkelerin “korumacılık duvarlarını” yıkmaya girişti. Çokuluslu sermayenin dünya çapındaki hareket özgürlüğünden önce, kapitalistemperyalist dünya içindeki hareketinin özgürleşmesi için, ulusal devletlere ilk yıkıcı darbeler indirildi. Bu iki ülkedeki deneyler, İngiltere başta olmak üzere merkez ülkelerdeki sınıf ilişkileri için veri oluşturdu. Sosyalist Sistemin çöküşü ise sadece dünya pazarının yeniden bütünleşmesi değil; ama neoliberalizmin hedeflediği biçimde bütünleştirilmesi için büyük bir ideolojik ve moral üstünlüğü, emperyalist Yeni Dünya Düzeni savunucularına sağladı. Şimdi, ABD önderliğinde, tek kutuplu değil; ama tek sistemli bir dünyanın şekillendirilmesi büyük ölçüde tamamlanmış bulunmaktadır. Kuşkusuz, başta Sovyetler Birliği olmak üzere Doğu Avrupa Halk Cumhuriyetleri dahil, geçmişin emperyalizm karşısında ağırlık ve denge unsuru olan rejimlerinin tıkanıklık ve bunalımlarının, bir kaç istisna dışında bir çözülmeye dönüşmesinin, esas itibariyle kendi yaşadıkları süreçlerden kaynaklandığı şeklindeki değerlendirmeler doğrudur. Bu süreçlerin çözülmeye dönüştüğü noktalarda bir hızlandırıcı olarak emperyalist komplo ve ideolojik/politik propagandanın saldırılarından bahsedilebilir. Gene de 1980’li yılların ikinci yarısında ABD emperyalizminin insiyatif kazandığı ve bu insiyatifle, sözkonusu ülkelerdeki tıkanıklıkların çözümsüzlüğe dönüşmesini hızlandırdığı düşünülebilir. Ancak “Sosyalist Sistemin” emperyalizm karşısında bir denge unsuru olmaktan çıkmasıyla, dünyanın bir bütün olarak sağa kayışının önündeki engeller kalkmış, emperyalist kontrol, saldırganlık ve emperyalistler arası rekabet hız kazanmıştır. 1970’li yıllarda uzun salınımlı ve derin bir bunalıma giren kapitalist/emperyalist sistemin, nasıl oldu da 1990’lara girerken tek sistemli bir dünyaya yönelecek insiyatifi elde ettiği sorusunun, “sosyalist sistem”e ilişkin cevaplarını, bu çalışma-
15
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
da araştırmayacağız. Ağırlıkla sözkonusu bunalımın dünyayı sağa çeken ve azgelişmiş, bağımlı ülkeler yönetici sınıflarını otoriter yönetim biçimlerine yönelten yanlarıyla tartışmak ve bu çerçevede Türkiye komünist ve devrimci hareketinin perspektiflerini araştırmak amacındayız. Kapitalizm ve Bunalım Kapitalist ekonominin tarihsel seyrinin, kendi iç dinamiklerinden kaynaklandığı için, kaçınılmaz olarak, aşırı üretim bunalımlarıyla gelişeceğini ve noktalanacağını Marks ortaya koymuştu. Gerçekten de, 1825 yılı başlangıç alınırsa, kapitalizmin 170 küsur yıllık evrimi boyunca 22 tane devri (çevrimsel) bunalım belirlenmiş; her bunalım dönemini, hemen hemen aynı uzunlukta bir yükseliş döneminin izlediği tesbit edilmiştir. Marks’ın sanayii üretimine ilişkin olarak ortaya koyduğu tez, yaşanan 22 dalganın belirlenmesi, çevrimsel dalgalanmaların süresinin de, 7.5 yıllık istatistiki ortalamaya yakın sürelerde gerçekleşmesi (7 ile 10 yıl arasında) ve dalgalanmaların kar için üretimle, özel mülkiyet düzeninden kaynaklandığının görülmesiyle doğrulanmıştır. Marks’tan sonra Parvus Efendi (Alexandre Helphand) ve van Gelderen gibi Marksist iktisatçılar, kapitalist ekonominin gelişimindeki iniş çıkışların Marks’ın işaret ettiği devresel hareketlerin dışında da bir tekrara sahip olduğunu farkettiler. Birden çok kısa süreli devresel dalgalanmayı içeren bu salınımlara “uzun dalgalar” adı verildi. Rus iktisat tarihçisi Kondratyev, bu kavramı geliştirdi ve kapitalist sanayinin geliştiği 19. yüzyıl başından itibaren, ortalama 50 yıllık süreler halinde iktisadi dalgaların tesbit edilebileceğini ortaya koydu. Kondratyev’e göre uzun dalgalar 25 yıllık yükseliş evrelerinden sonra, yükselişi izleyen 25 yıllık alçalma evrelerinden oluşmaktaydı. Mandel, 1960’ların ikinci yarısıyla 1970’li yılların başlarında yeniden ele aldığı ve geliştirdiği uzun dalgalar kavramında bir ayrımı ortaya koydu. Mandel, “Uzun çevrimler” ile “uzun dalgalar”ı birbirinden ayırdı. Mandel’e göre “Uzun çevrimler”, sanayi üretiminin olağan devri (çevrimsel) dalgalanmalarına benziyordu ve mekanik bir karaktere sahip olduğu izlenimini veriyordu. Uzun dalgalar ise, yükseliş döneminden alçalma dönemine çevrimsel dalgalanmalar gibi kapitalizmin iç dinamiklerinin, olağan işleyişinin sonucu olarak geçseler de; bunalımdan bir yükseliş dönemine çıkış otomatik karakterde değildi; iktisat dışı, dışsal bir başlatıcıyı, bir “sistem şokunu” gerektiriyordu. Bu şoklar, savaş, karşı devrim gibi büyük alt üst
16
oluşların ortalama kar haddinde köklü bir değişme yaratması, piyasanın köklü biçimde genişlemesi, kendi parasını “dünya parası” haline getirebilecek hegemonik bir devletin ortaya çıkması gibi dışsal faktörler olabilirdi. Bu teze göre, kar hadlerinde köklü bir yükselişin ve pazarda olağanüstü bir genişlemenin, az çok eşzamanlı gerçekleşmesi halinde, alçalma halinden yükselişe geçilebilirdi. “Uzun bir depresyonun sancısı içerisinde, elverişli bir ‘dışsal, iktisat ötesi etkenler’ bileşimi kar oranında ani bir artışa sebep olabilir, ve bu da birikimde ivme kazanan bir aşamayı başlatabilir.” “Bu aşamada iki şey vuku bulur: Kapitalistler yeni ve daha sermaye yoğun teknolojiye yatırım yaptıkça sermayenin organik bileşimi yükselir; ve verimlilik artışı genellikle gerçek ücretlerdeki artışı geçtiği için artık değer oranı artar. Artık değer oranındaki artış başlangıçta organik bileşimdeki artıştan daha hızlı olduğu için, kar oranı yükselmeye devam eder. Ama eninde ya da sonunda ulusal yedek ordular kurumaya başlar, gerçek ücret artışı ivme kazanır ve artı değer oranı yavaşlamaya ve hatta belki de durgunlaşmaya başlar. Bu kez ise sermayenin organik bileşiminin etkisi hakim etki haline gelir, kar oranı düşer ve ekonomi ivme kaybeden uzun birikim aşamasına girer. Bütüne bakıldığında ‘ivme kazanan ve kaybeden uzun birikim dalgaları’ kar oranının artış ve azalışlarındaki mütekabil uzun dalgalar’ın doğrudan ifadeleridir.” (E. Mandel 1980) Bir başka Marksist iktisatçı Anwar Shaikh ise, “Marks’ın uzun dönemli azalan kar oranı teorisinin bir uzun dalgalar teorisinin doğal temeli olduğunu” ileri sürmektedir. Kuramsal yapısı, teknolojisi, işbölümü, kontrol ve aktarım mekanizmalarıyla kendisinden önceki ve sonraki büyüme dönemlerinden farklılaşan her uzun büyüme döneminin, ayrı birikim tarzları olarak da algılanması mümkündür. Ancak birbirini izleyen iniş ve çıkışların birbirini hazırladığı; bunalım koşullarının bir sonraki büyüme döneminin dinamiklerini ortaya çıkardığı söylenebilir. Her bunalımın, kapitalizmin iç dinamiklerinden kaynaklanan bir devresel dalgalanma olarak ortak yanları şüphesiz bulunmakla birlikte, aynı zamanda her birinin, kendisinin ürünü olduğu büyüme döneminin veya birikim modelinin krizi olduğu ve bu yönüyle farklılıklar gösterdiğini belirtmek gerekir. Çünkü genel olarak bunalımlardan çıkışın ortak genel bir formülasyonu sözkonusu değildir. Yaşanılan bunalımın anlaşılabilmesi için bir önceki bunalımın ve bunalımdan çıkışla birlikte egemen olan birikim tarzının temel özelliklerinin kavranması gerekir. Temmuz 2001
fabrika
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
Krize Karşı Keynesçilik: 1945 Sonrası Ekonomik Yapılanma Emperyalizm, Büyük Ekim Devrimi’ne karşı tepkisini öncelikle devrimi boğma çabasıyla ortaya koydu. Emperyalist kuşatma ve emperyalizmin desteğinde süren kanlı bir içsavaşın, “geçici” olması istenen ve beklenen bu sorunu, çözeceğine inanıldı. Ancak Rusya’nın muzaffer işçi sınıfı, emperyalist saldırganlığa karşı iktidarını korumayı, büyük bir nüfus kırımı, ülke çapında maddi bir yıkım ve siyasal planda çok önemli kayıplarla birlikte başardı. Sovyetler Birliği’nin sosyalizmin maddi ve teknik alt yapısını inşa etme doğrultusunda yürürlüğe koyduğu merkezi planlamanın başarısını kanıtladığı 1920’lerin sonu, emperyalist/kapitalist sistemin yıkıcı bir bunalımla karşılaşmasına denk düştü. Sistem, sosyalizme yeni kayıplar vermemek için, Ekim Devrimini boğma çabasının dışında bir dizi önlem alma, yapısal değişikliklere yönelme ihtiyacında olduğunu farketti. 2. Paylaşım Savaşına yolaçan ve asıl hedefi Sovyetler Birliği olan Nazi saldırganlığı, sistemin devrim düşmanlığının yeni bir dalgasıydı. 2. Savaş Ekim Devrimi’nin daralttığı kapitalist-emperyalist sistemin kontrolündeki dünyanın biraz daha daralmasıyla sonuçlandı. Sistem bir yandan, savaşın bitirilmesi için kullanılması gerekmeyen, ancak Sovyetlere gözdağı vermek için gerekli gördüğü nükleer bombaları Nagazaki ve Hiroşima üzerinde patlatarak ve Nazi/SS artıklarını istihbarat örgütlerinde toplayarak, daha savaşın içinde sosyalizme karşı Soğuk Savaşın ilk adımlarını attı. Diğer yandan da sosyalizme karşı savunmasını kendi içinde kurmaya yöneldi. Savunmanın bir saldırganlık örgütü olarak NATO’nun kurulması ve bütün kapitalist ülkelerde Süper Nato’nun, kontrgerillanın örgütlenmesi boyutu var. Burada ilgilendiğimiz ekonomik politika boyutudur. Kapitalist-emperyalist metropollerde 1945 sonrası izlenen ekonomik politika, esas olarak 1930 iktisadi krizine tepki olarak geliştirilen tekil uygulamalardan oluşmaktaydı. Kısaca üretim fazlası ve talep yetersizliğinden kaynaklanan 1930 krizine tepki olarak geliştirilen politikaların merkezinde de ülke devletine yüklenen yeni rol bulunmaktaydı. Ülke devleti, piyasa mekanizmalarının işlemesi sonucu oluşan gelir dağılımını düzenleyici, geliri ve dolayısıyla talebi yeniden dağıtıcı iktisadi politikaların uygulayıcısı bir konuma oturtulmuştu. Üretim sürecinde oluşan artı değerin bir bölümünün devlet gelirlerini oluşturması ve bir bölümüyle de işsizlerin bir ücrete bağlanması,
fabrika Temmuz 2001
sağlık ve eğitim gibi alanlarda devletin rolünün büyümesi için gerekli fonların temini, devletin talep yaratıcı rolünü finanse etmekteydi. Devlet artan gelirleriyle, işçi sınıfının ücretlerini yükseltici, sermayenin iç çelişkilerini ve sermaye ile işçi sınıfı arasındaki ilişkileri düzenleyici rolünü yürütmekteydi. Yeni talep yaratmak amacıyla tek tek şirketlerin kendi işçilerinin ücretlerini yüksek tutması yerine; çünkü böyle bir uygulama sözkonusu şirketin karlılığını azaltmaktan başka bir sonuç vermez, devlet ekonominin bütününde, şirketlerin dışında ve üstünde bir rol oynayarak yeni talebi yaratmayı üstlenmişti. 1945 sonrası dönemde devlet harcamalarının toplam milli hasılaya oranının tüm gelişkin kapitalist ülkelerde sürekli artmış ve bazan %50 oranına ulaşmış olması, devletin iktisadi rolüne ilişkin anlamlı bir veridir. Devletin artan geliri ve dolayısıyla büyüyen rolü, gelişmiş kapitalist ülkelerde, üretimden aldıkları payı büyütmek isteyen işçilerin de, artık değerlerini büyütmek isteyen sermaye sınıfının da devletin gelirleri yeniden dağıtıcı rolüne yönelik taleplerini ve tartışmaları yoğunlaştırmıştır. Elbette bu talep ve tartışmalar uygun mekanizmalar ve araçlar üzerinden yürümektedir. Sendikalar ve sosyaldemokrat partiler, bu dönemde gelirlerin bölüşümü ve yeniden dağıtımı politikalarında önemli bir rol üstlenmişler ve sınıf çelişkilerinin yumuşatılmasındaki rolleri nedeniyle de düzen nezdindeki meşruiyetlerini alabildiğine büyütmüşlerdir. Ekonomilerin istikrarlı biçimde büyüdüğü şartlarda başta İngiltere İşçi Partisi olmak üzere, pek çok Avrupa ülkesinde sendikalarla sosyaldemokrat partiler bir ve aynı şey düzeyinde organik ilişkiler sürdürmüşlerdir. Böylece kapitalizmin karşısında somut bir gerçeklik ve çekicilik kazanmış olan sosyalizme karşı sistem sınıf mücadelelerini sertleştiren yaygın vahşetini sınırlama ve örtme ihtiyacı duyuyor; devletin, üretim araçlarının özel mülkiyeti düzeninin güvencesi oluşu rolünü güçlendirirken; O’na sınıf mücadelelerini şiddetle bastırma görevinin yanı sıra, yumuşatma işlevini de, elbette hem doğrudan ve hem de sendikal ve siyasal araçlar dolayımıyla, yüklüyordu. Kapitalist sınıfın örgütlenmiş şiddeti olarak devlet; ideolojik, siyasal ve ekonomik yeni işlevlerle güçlendiriliyordu. 1929-30 bunalımına devletin örgütlenmesi planında verilen “Tekelci devlet” cevabının ideolojik giysileri olan “Refah devleti”, “Sosyal devlet” gibi kavramlar ise, emperyalist-kapitalist sistemin kendi vahşetini yeniden düzenleme ve gizleme çabasının kavramları olarak, ideolojik bir saldırının motifleri oldular. Bu kavramlara “Hür Dünya” gibi sermaye
17
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
hareketlerinin özgürlüğünü ifade eden yalanlarla, içeriksiz ve ikiyüzlü bir “insan hakları” edebiyatı süreç içinde eklenecektir. 1945 sonrasının karakteristiklerinden biri de şirketlerin sanayi alanında kesin hakimiyetinin ortaya çıkmasıdır. 19. Yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmaya başlayan sermayenin örgütlenmesindeki gelişmeler ve tekelleşme; 1920’lerden sonra firmaların yapısındaki, yönetim alanındaki gelişmelerle birlikte, teknolojik araştırmaların da, finansmanı için kamu fonlarından yararlanılması sürmekle birlikte, firmalar tarafından yapıldığı bir dönemi hazırladı. Yoğunlaşma, merkezileşme, banka ve sanayi sermayesinin içiçe geçmesiyle gelişen tekelleşme sonucu, firmaların sektörlerinde önemli bir paya sahip olması, toplam ticaret içindeki payları, istihdam olanakları ülke ekonomilerini etkileyen boyutlara ulaştı. Bu yüzden tekelci rekabet fiyat rekabeti düzeyinde değil, mal ve teknoloji farklılaşması düzeyinde gerçekleşti. Ancak özellikle 1945 sonrası dönemde devletin ekonomide artan rolü teknoloji geliştirme ve üretme konusunda da devletin rolünü büyüttü. Uzay çalışmaları, nükleer araştırmalar gibi alanlarda devletin finanse ettiği teknolojik araştırma faaliyeti, yan ürün olarak ortaya çıkan sayısız gelişmenin de firmalar tarafından satın alınmak suretiyle, özelleştirilerek üretim alanına yansıtılmasını sağladı. Devlet faaliyetinin bir ürünü olarak ortaya çıkan bu teknolojik gelişmelerle a) Teknolojinin kendisi metalaştı, b) Verimlilik arttı, c) Meta çeşitlenmesi sağlandı ve d) Teknoloji firmalar tarafından satın alınarak özelleştirildi. Tekeller teknolojik gelişmelerin süratle üretim alanına yansıtılmasına tepki gösterilmesini engellemek için, bu teknolojinin uygulanacağı alandaki işçilerine yüksek ücretler verirken, teknolojik farklılaşma düzeyinde değil, maliyet düzeyinde rekabet yapan küçük firmalar, karlılıklarını yüksek tutabilmek için ücret düzeyini düşürmeye çalışıyorlardı. Tekellerle devlet arasındaki, sözkonusu tekeller yararına ilişki farklı bir alanda da görülmekteydi. Bu alan yeni malların üretiminde belirsizliklerin en aza indirilmesine ilişkin devletin üstlendiği rolle belirlenir. Geliştirilen bir teknolojinin üretim safhasına geçmeden önce devlet tarafından ürünün sipariş edilmesi veya satılacak pazarların bulunması, sözkonusu belirsizliği en aza indiren faktörlerden birisi idi. Ve özellikle silah sanayii tekellerin hem üretiminin ve hem de üretim için devlet kredilerinin sağlanmasının en sık gözlemlendiği alan durumundadır. Reklam kampanyaları ile malın pazarının yaratılması ve üreticinin koşullandırılması ise belirsizliği asgari-
18
leştirmenin diğer bir yoludur. Ancak üretim için gerekli para sermayenin bulunması konusunda da belirsizlikleri azaltan, şirketlerin geçmişten farklı bir uygulaması bu dönemde yaygınlaştı. Serbest rekabetçi kapitalizmden tekelciliğe geçişte önemli bir faktör olan anonim şirketleşme, şirketlerin büyüyen sermaye ihtiyacının karşılanması için sermayenin hisse senedi sahiplerinden toplanması, para sermaye sahibi hissedarların üretim süreci üzerinde söz ve karar sahibi oluşunun sonunu hazırladı. Üretimin planlanmasında ve yönetimde uzmanlaşmış profesyonellerin oluşturduğu yeni bir grup, şirketlerin yönetiminde söz sahibi oldu. Bu grup, şirketlerin büyümesinin ve yatırımlarının para-sermaye olarak kaynağını değiştirdi ve hisse senedi sahiplerine dağıtılacak kar payını kabul edilebilir asgariye çekerek, şirket karlarını yeni yatırımların finansmanında kullanmayı genelleştirdiler. (Bu yöntemin ahlaki olmadığı, bir tür dolandırıcılık olduğu açıktır. Ancak Türkiye’de ve yakın zamana kadar, KOÇ başta olmak üzere büyük gruplar, hiç temettü dağıtmamak gibi, açıkça gasp anlamına gelecek uygulamaları hiçbir sakınca görmeden gerçekleştirdiler.) Devletin ekonomik alandaki bir diğer rolü de, özendirici boyutları aşmasa ve ideolojik olarak karşı olunduğu için adı böyle konulmasa da bir planlama faaliyetine yakınlaşmasıdır. Çeşitli sektörlerin özendirilmesi, bölgesel eşitsizliklerin giderilmesi için, yatırımcılara ayrıcalıkların tanınması, belli bir büyüme oranının yakalanması veya uluslararası rekabet dolayısıyla bir sektörün güçlendirilmesi vb. nedenlerle kredilendirme, korumacılık, sübvansiyon veya vergi indirimi gibi yollarla müdahale, bu dönemde devletlerin rolleri arasına girdi. Bütün bu olanaklar devletle tekeller arasında seçmeciliğe dayanan ilişkilerin gelişmesine yolaçtı. Ancak yüksek oranlı bir işsizliğin yaratabileceği sorunlara ve işçi sınıfının politik hareketliliğine karşı bir önlem olarak devlet istihdam yaratıcı bir rol de üstlendi. Bu özellikle beyaz yakalı denilen öğrenim görmüş bir kesimin devlet hizmetinde görevlendirilmesi yoluyla sağlandı. Gerek ulaşım, enerji gibi alt yapı yatırımları yoluyla, sermayeye dolaylı bir hizmetin devlet tarafından gerçekleştirilmesi ve gerekse bu yolla veya devlet hizmetlilerinin sayısının büyümesi yoluyla isdihdam yaratılması devlet harcamalarını çok büyüttü. Bu ise devlet gelirlerinin, yani vergilerin sürekli artmasına yolaçtı. Şirketlerin el koyduğu artı-değeri düşürdü, karlılığı azalttı. (Türkiye’de memur (kamu çalışanı) sayısının çokluğundan sık sık yakınılır. Halbuki neoliberalizmi Türkiye gibi Temmuz 2001
fabrika
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
bağımlı ülkelere dayatan, ancak korumacı politikalarla birlikte Keynesçi istihdam ve talep yaratıcı politikalardan da vazgeçmeyen AB üyelerinin çoğunda nüfusa oranla memur sayısı Türkiye’dekinin kat kat üzerindedir.) Uluslararası Keynescilik Keynesci uygulama sadece gelişkin kapitalist (metropol) ülkelerle sınırlı kalmadı, kalamazdı. Emperyalizmle bağımlılık ilişkileri içinde bulunan azgelişmiş ülkelerle iktisadi ilişkiler de 1930 bunalımında çıkışın koşullarına göre yeniden düzenlendi. Bu uygulamanın azgelişmiş bağımlı ülkelerden de önce muhatabı, 2. Paylaşım savaşında harap olmuş Avrupa ülkeleri oldu. Doğal olarak kapitalist-emperyalist bir dünya devleti hiçbir zaman olmadı. Ancak Keynesci politikaları uluslararası ölçekte uygulayan, hegemonik bir devletin varlığını ve rolünü belirlemeden, Keynesciliğin uluslararası planda uygulanması açıklanamaz. Özellikle 2. Paylaşım savaşı sonrasında dünya çapında etkinliğini kaybeden İngiltere’nin hegemonik ülke rolü tamamiyle ABD’ye geçti. 19. Yüzyıl’da İngiltere’nin özellikle serbest ticarete dayanan egemenliğinden farklı olarak, ABD’nin egemenliği sermaye hareketlerinin serbestliğine dayanmaktaydı. Serbest ticaret ise, artık ikinci plandaydı. Korumacılık politikaları ise, işte bu yüzden ABD sermayesinin daha çok işine gelmekte ve korunan ülke pazarlarında tekelleşme imkanı yaratmaktaydı: “Malların dolaşımına karşı koruma önlemleri, sermayenin dolaşımına özgürlük!” Bu dönemde dünya ticaretinde bir azalma değil, aksine üretime oranla bir büyüme görülmüştür; ancak dünya ticareti artık üretimin güdümünde büyümektedir. Dünya ticaretinin üçte birinin çok uluslu şirketlerin şirket içi ticareti olarak gerçekleşmekte oluşu, ticaretin üretimin güdümünde geliştiğinin bir kanıtı sayılmalıdır. Bu eğilim bugün hızlanarak sürmektedir. (Birleşmiş Milletler’in Centre on Transnational Corparations’ın araştırmaları 1970’lerin başında 30 bin şubeye sahip olan 10 bin Çok Uluslu Şirket’in varlığını tesbit ederken, bu rakamlar 1970’li yılların sonunda 80 bin şubeye sahip 11 bin çok uluslu şirket düzeyine çıkmıştır. Şube sayısı 1993 yılında ise 206 bine ulaşacaktır. CTC’nin başka bir çalışmasında ise, ÇUS gelirleri içinde Denizaşırı şubelerin payının 1970’de %30 iken, 1980’de bu payın %40 düzeyine yükseldiğini ortaya koymaktadır. 1970’li yıllar aynı zamanda, ÇUS’ler arasında uluslararası bir entegrasyon, merkezileşme ve
fabrika Temmuz 2001
bankacılık sisteminin etkisiyle yoğunlaşmanın başladığı ve uluslararası düzeyde banka ve sanayi sermayesinin bütünleşmesinin hızlandığı yıllar olacaktır.) 2. Savaş sonrasında yıkılmış ve harap olmuş Avrupa’ya ABD sermayesi fonlar aktardı ve bu fonlarla Amerikan teknolojisi satın alındı. Avrupa sermayesinin ve dünya ekonomisinin büyüme sürecine girmesi, ABD sermayesinin büyümesi için imkanlar yarattı. Avrupa ülkelerinin çoğu 1950’lerin sonunda toparlanmalarını sağlamış ve resmi fonlara ihtiyaç duymaz hale gelmiş bulunuyorlardı. Bu durum ileri teknolojili Amerikan sermayesinin yatırım yapma şartlarını azaltmadı, aksine geliştirdi. Görece daha azgelişmiş bazı ülkeler ise, Amerikan sermayesi için hem bir pazar, hem de ucuz işgücü kaynağı durumundaydılar. Bu yüzden hem mal, hem de sermaye ihracı için koşulların hazırlanması gerekiyordu. İçlerinde Türkiye’nin de bulunduğu bazı azgelişmiş bağımlı ülkeler ise, 1930 Bunalımı sırasında ve sonrasında kendi sanayilerini bir ölçüde kurmaya ve geliştirmeye yönelmişlerdi. Bu bakımdan daha ileri bir sanayileşmeye hazır durumdaydılar. Diğer taraftan iç pazarları genişti ve geliştirilmeye ihtiyaç duyar haldeydi. Dolayısıyla iç pazara yönelik bir sanayileşmeye hazır durumdaydılar. Zaten 1930 bunalımının etkisiyle girişmiş bulundukları ithal ikameci sanayileşme, yeni yapılanma doğrultusunda geliştirilebilirdi. Burada ithal ikamesi üzerinde kısaca durmak gerekir. İthal ikamesi, bir malın ithal edilmesi yerine, ülke içinde üretilmesi anlamına gelir. Ülke içinde üretilen mal, ithal edilen malla aynı kalitede fakat maliyeti yüksek ise; ithalata gümrük vergisi koyarak fiyatları dengelersiniz. Böylece ülke içindeki üretimi ve bu üretimi yapan sanayii korursunuz. Maliyet yüksek ve kalitede düşük ise, daha yüksek bir gümrük vergisi koyar, yerli ve kalitesiz malın daha düşük, ithal malın daha pahalı olarak iç piyasada rekabet etmesini sağlarsınız. Veya en uç bir korumacılık yöntemine başvurur, ülke içinde üretilen malın maliyeti ve kalitesi ne olursa olsun, mademki ülke içinde üretiliyor, o halde ithalatı tamamen yasaklarsınız. Sanayini kurmakta olan her ülke, bu yöntemlerden birini veya hepsini kullanmıştır. Koruma olmadan sanayileşme olmaz. Koruma olmadan esasen istikrarlı bir tarımsal faaliyet de olmaz. Tarımınızı ve haliyle çiftçinizi, tabiat şartlarının ve dünya piyasalarının dalgalanmalarına ve insafına terkedemezsiniz. Sübvanse etmek ve korumak, milli ekonominin istikrarı ve büyümesi ve kendine
19
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
yeterliliği için şarttır. Ancak milli ekonomi denilince, sınıfların varlığını hatırlamak gerekir. Yerli burjuvaziyi, sanayiciyi, tüccarı ve büyük toprak sahiplerini koruyan ithal ikameci, korumacı politikalar; pratikte pahalı ve çoğu zaman tapon malların halka fahiş karlarla kakalanması anlamına gelir. Yüksek maliyetli ve kalitesiz malların dış pazarlarda rekabet şansı olmadığı için iç pazarda satılması, bunun için de ücretler genel seviyesinin yüksek olması gerekir. Türkiye’de 1960-80 arasında böyle olmuştur. Yada ücretlerin alabildiğine aşağıya çekilmesi ve üzerine yüksek ihracaat teşviklerinin, vergi iadelerinin verilmesi, böylece dış pazarlarda fiyat rekabetine girebilmesi gerekir. 1980 sonrasında da böyle olmuştur. 1960’lardan 1980’e kadar sendikal hareketin güçlenmesi ve sosyaldemokrat iddialı CHP’nin oylarını %30’dan %42’ye kadar çıkarmasında ithal ikameci sanayileşme ve kalkınma stratejisinin uygun bir zemin yarattığı ortadadır. Ancak ithal ikameci sanayileşme, ille de milli bir sanayileşme stratejisi anlamına gelmez. Bu birikim modeli içinde işçi sınıfının yarattığı artı değer, sadece yerli patron tarafından değil; aynı zamanda “yabancı” patron tarafından da sömürülür. Üstelik ülke kaynaklarının dışarıya transferi bununla da sınırlı değildir. Sanıldığının aksine, emperyalizme bağımlı, azgelişmiş ülkelerde ithal ikamecilik ve korumacılık, ekonomik bağımsızlığı geliştiren değil, arttıran bir etkiye sahip bulunmaktaydı. Korumacılık önlemleri yerli sanayii korumaktan çok, yerli ortaklarla çalışan yabancı sermayenin ülke içinde tekelleşmesinin imkanlarını sağlıyordu. Yüksek fiat, kar transferleri ve talep yaratmak maksadıyla ülke içindeki diğer sektörlere göre yüksek sayılabilecek ücret düzeyi, bu sanayileşmenin özelliklerinden bazıları oldu. Ancak yapılan üretimin ara malları, lisansıyla üretim yapılan çok uluslu şirketten ithalat yoluyla satın alındığı/sağlandığı için, üretim ne kadar artarsa, ithalat da o ölçüde artmaktaydı. Ödemeler dengesinin süreklilik kazanan açıklarının kapatılması için de geleneksel ihraç ürünlerinin uluslararası piyasalarda satışını arttırmak maksadıyla, sürekli devalüasyonlar ve dış borçlanma gerekiyordu. İthal ikameci sanayileşme stratejisinde Türkiye ve benzer durumdaki ülkelerin gösterdiği her başarı hamlesinden sonra dış ticaret açığının büyümesi, dış borç stoklarının artması, sanayi üretimini ve dış ticaretini sürdüremez hale gelmesi ve oldukça düzenli aralıklarla yüksek oranlı devalüasyonların yapılması tesadüf değildir. Tesadüf olmayan bir başka unsur ise, büyük sanayileşme hamlelerine rağmen, yüksek
20
oranlı devalüasyonların dış pazarlarda ucuzlattığı ve böylece ihracatının kolaylaştığı mallar çoğunlukla, geleneksel ihraç malları olan tarım ürünleri ve “taş-toprak-maden” sanayii ürünleridir. Türkiye’de sanayi ürünlerinin ihracaat içindeki payının büyümesi 1980’lerin sonlarına doğrudur. Burada ithal ikameci sanayileşme stratejisinin KİT boyutuna da kısaca değinmek gerekir. Türkiye’de kamu iktisadi işletmelerinin ortaya çıkışı 1930’lardadır. 1929-30 iktisadi krizi nedeniyle dünya ticaretinde olağanüstü bir daralma yaşanmış; bu şartlar altında ihtiyaç duyulan kimi temel ihtiyaç mallarının ülke içinde üretilmesi zorunlu olmuştur. Aynı zamanda bu yıllarda Osmanlı döneminden kalma yabancı sermaye yatırımlarının millileştirilmesi yoluna gidilmiştir. KİT’lerin kuruluşunda ve millileştirmelerde kapitalist özel mülkiyetle rekabet edecek bir sektör amaçlanmamış; özel sermayenin gücünü aşan işletmeler kamu fonlarıyla oluşturulmuş; her iki yoldan ortaya çıkan KİT’lerin, ilerde özel sektöre devri hedeflenmiştir. Aynı zamanda, ara malları üreten KİT’lerin ürünleri, son ürüne dönüştürecek özel sektör işletmelerine ucuza verilmiştir. Ve Sümerbank, Beykoz Kundura ve benzeri “emek malı” üreten işletmeler, ucuz ürünleriyle ücretler genel seviyesinin düşüklüğünü telafi edici bir rol oynamışlardır. KİT’ler aynı zamanda bölgesel eşitsizliğin giderilmesi; özel sektörün yatırım yapmadığı bölgelerde, şeker, sigara ve dokuma fabrikaları kurularak pancar, tütün ve pamuk gibi endüstriyel ürün tarımının ve köylünün desteklenmesi yönünde bir işlev görmüşlerdir. Sonuçta KİT’lerin özel sektöre devri amaçlanmış olmakla birlikte, çok uzun yıllar süreç ters yönde gelişmiş; özel sektörün batırdığı bankalar veya sanayi işletmeleri kamu mülkiyetine alınarak rehabilite edilme veya zararları kamu tarafından üstlenilerek tasfiyeleri yoluna gidilmiştir. Elbette özel tekellerin gücünü kırmak; özel mülkiyeti sınırlamak; toplumsal refah düzeyinin yükseltilmesi amacıyla mal ve hizmet üretimini büyütmek; üretimde ve tüketimde demokratikleşmeyi bir ölçüde sağlamak; iktisadi kalkınma programlarını desteklemek gibi; sol, ilerici iktidarların varlığını gerektiren amaçlar da, kamunun ekonomideki rolünü büyütebilirdi. Ancak Cumhuriyet tarihinde böylesine, halkçı-devrimci bir geçiş iktidarı hiçbir zaman gerçeklik kazanmamış; dahası gerçek bir alternatif durumuna bile yükselmemiştir. Kamunun iktisadi rolünü tanımlamak için, yukarıda işaret edilen ve ekonomik faaliyetlerini ticari esaslara göre yürüten özerk bütçeli KİT’lerin Temmuz 2001
fabrika
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
yanısıra; Devlet Su İşleri, Köy İşleri, Karayolları, YSE, PTT (şimdilerde Telekom), THY gibi katma bütçeli idarelere de işaret etmek gerekir. Bu kurumlar faaliyetlerinin tamamını ticari esaslara göre yürütmemekle birlikte, ekonominin bütünü içinde ağırlıklı bir rol üstlenmişlerdi. Son olarak da, 1970’lerde devletin yurttaşlarına karşı tabii bir yükümlülüğü olan ve kar amaçlı ticari bir faaliyet olarak görülmesi mümkün olmayan, sosyal devletin zorunlu bir fonksiyonu olarak eğitim ve sağlık hizmetlerini bu tabloya eklemek gerekir. Tablo işletme isimleri dışında, sadece azgelişmiş bağımlı ülkeler için değil; gelişmiş kapitalist ülkeler için de benzer özellikler göstermektedir. Örneğin “ İngiltere’de KİT’lerin GSMH içindeki payı 1962 ile 1979 arasında %10 ile %11.8 arasında değişmiş, 1975’ten itibaren de hep %11’in üzerinde olmuştur. (1979’da %11.8) Türkiye’de KİT’lerin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) içindeki payı da 1980, 1981 ve 1982’de %11 olarak gerçekleşmiştir.” (Oğuz Oyan, Dışa Açılma ve Mali Politikalar, Türkiye: 1980-1989, s. 301, V Yayınları, 2. Basım 1989 Ankara) Parantezi burada kapatabiliriz. 1960’larda Avrupa sermayesi ve Amerikan sermayesi büyüdü, ancak Avrupa’daki Amerikan sermayesi daha büyük bir hızla büyüdü. Avrupa’nın sanayiini kurmak ve geliştirmek için ABD’nin resmi ve özel fonlara ihtiyaç duyma noktasından çıktı. Azgelişmişler ve bu arada Türkiye, sanayileşmesini sürdürebilmek için borçlanmak zorunda kalmaya devam ettiler. Ancak bu yıllar boyunca sanayileşmekte olan azgelişmişlere ABD’nin dünya ekonomisini yönlendirmesinin aracı olan kuruluşlar, İMF ve Dünya Bankası bunlardan ikisidir, aracılığıyla veya doğrudan fon aktarılmaya devam edildi. Çünkü azgelişmişlere aktarılan gelir, katlanarak geriye dönüyordu. Sistemin ekonomik büyümesi, Amerikan sermayesinin büyümesinin imkanlarını yaratıyordu. Başka bir biçimde söylemek gerekirse, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki istikrarlı büyüme, sosyal barış, yüksek ücretler, kapitalist sistemin bütün olarak büyümesi yoluyla, bağımlı ülkelerden sağlanan kar transferinin büyüyerek geri dönüşünün istikrarıyla güvenceye alınmıştı. Hegemonik Devlet ve Uluslararası Para Kapitalist-emperyalist sistemin öncü sermayesi, en ileri teknolojiyi, üretim sürecinin örgütlenmesini ve yapılanmayı taşıyan sermayedir. ABD’yi bu dönemin hegemonik devleti yapan da; askeri/politik gücüyle birlikte, sermayesinin bu
fabrika Temmuz 2001
bakımdan öncü niteliği olmuştur. Ancak öncü sermayenin hareketinin gerektirdiği politik ve kurumsal düzenlemelerin yapılması, sistemin işleyişinin güvencelerinin yaratılması da, yer yer tıkanıklıkların, güç kullanımı dahil çeşitli yollarla açılması da hegemonik devletin rolünün bir parçası olmuştur. Sistemin istikrarlı işleyişinin koşullarından biri de uluslararası ortak bir değere sahip olunmasıdır. İngiltere’nin kapitalist-emperyalist sistemin öncüsü konumunda bulunduğu dönemde, dünya parası altın veya altın karşılığı Pound’du. Altın standardı sistemi, ulusal ekonomilerin ne ölçüde paraya sahip olabileceklerini belirliyordu. 1929-30 bunalımı ile, 1931’de İngiltere altın standardını terk etti, sistem yaşadığı krizi aşamadı. 1946’da Bretton Woods anlaşmasıyla ABD doları dünya parası olarak sisteme empoze edildi. Altın istenirse dolarla değiştirilebilecek ikinci planda bir standart haline geldi. ABD dolarının dünya parası olması, ABD sermayesi için çok önemli avantajlar sunmaktaydı. ABD’nin dış harcamaları döviz gelirlerinden büyük olsa bile, ülke içindeki matbaalarda basılan dolarla, Amerikan sermayesi, kur farkı, değişebilirlik düşünmeden, dünyanın istediği bir yerinde yatırım yapabiliyordu. Çünkü uzun bir süre için, ülke dışına çıkan doların Amerikan mallarına talep olarak geri döneceği düşünülüyordu ve sistem de böyle işliyordu. Krizin Başlangıcı: Yeni Büyükler Amerikan sermayesinin, diğer kapitalist ülkelere ve bağımlı ülkelere büyüyerek geri dönmesi için aktardığı fonlar, bir süre sonra Alman ve Japon mallarının, Amerikan mallarıyla boy ölçüşmeye başlamasıyla başka ekonomilere yönelen gelirler yaratmaya başladı. Başlangıçta bütün alanlarda olmasa bile, giderek genişleyen bir çeşitlilik içinde Amerikan teknolojisine yetişen, hatta onu yer yer geçen ekonomiler ortaya çıktı. Japon ve Alman malları dünya pazarlarında Amerikan mallarıyla yarışma noktasını aşıp, Amerika pazarında öne fırladılar. “İthalatının ABD gayrısafi milli hasılası içindeki payı 1970’de %4.1 iken, 1981’de %9.1’e ve 1989’da %18.1’e yükseldi.” (Tülay Arın, Dünya Düzeni: Emperyalizm Nereye?, 11. Tez Dergisi, sy.12, s. 29, 1992). ABD pazarı ithal malların işgaline uğramıştı. Diğer taraftan 1960’ların başından itibaren ABD hükümetinin dış harcamaları artmaya başlamıştı. Özellikle Vietnam savaşı dolar basımını ve dış harcamaları aşırı şişirdi. Böylece dünya
21
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
ticaretinin ve sermaye hareketlerinin getirdiğinden daha büyük miktarda dolar dünya piyasasında dolaşmaya başladı. Dolara talep azaldı. 1968’den itibaren De Gaulle, Fransa’nın elindeki dolar rezervlerini ABD’ye gönderip altınla değiştirmeye başladı. Doların istikrarı üzerinde kuşkular yoğunlaşmaya başlamıştı. Bu durumda ABD ya dolar basımını, dolayısıyla savaş giderleri başta olmak üzere dış harcamalarını kısacak ve örneğin Vietnam’ı terkedecek, ya da dünya çapında oynadığı rolün gereklerini yerine getirmekten vazgeçerek, dolar basımını iç politikaya bağlı hale getirecekti. Amerikan silah tekelleri Vietnam savaşından büyük karlar elde etmekteydiler ve bu sektör Amerikan ekonomisinin de motoru konumundaydı. Kaldı ki, Vietnam savaşı dünya çapında anti-komünizm ve Ulusal Kurtuluş mücadelelerine karşı vahşi bastırma tutumunun öncülüğünü yürütmek gibi, ideolojik/siyasal hegemonya konumunu garanti eden bir anlama sahipti. ABD açısından Vietnam batağının örtülü bir iç savaşa neden olduğunu görmek gerekir. J.F.Kennedy cinayeti, içsavaşın boyutlarını ortaya koymaktadır. Savaşın devamını isteyenlerin seçilmesini sağladığı Nixon başkanlığındaki ABD hükümeti, savaşı bitirmek için gereken en dramatik adımları atmak zorunda kaldı. Nixon Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşına ve bu savaşı destekleyen Sosyalist sisteme karşı bir destek arayışı amacıyla, Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanıdı. Savaşı Kamboçya ve Laos’a yaydı. Ama 1971 Ağustos’unda doların altından koptuğunu ilan etmekten kaçınamadı. Bu ilan dünya piyasalarında dolara karşı spekülasyon yapan Amerikan mahreçli bazı çokuluslu şirketlerin de talebi durumundaydı. Büyüklük ve etkinliklerini devletin koruma ve desteğine artık ihtiyaçları olmadığı şeklinde yorumlayan çokuluslu şirketlerin, bu tarz tutumlarının da gerçekçi olmadığı, kriz bütün boyutlarıyla yaşanmaya başlanınca ortaya çıktı. Bir yandan teknolojik gelişmenin öncülüğünün ABD ve ABD kökenli şirketlerden çıkmış ve yer yer başta Japon sermayesi olmak üzere başkalarına kaptırılmış olması, mal ve teknoloji farklılaşması temelindeki ulusal ve uluslararası tekelci rekabeti hızlandırırken, diğer yandan devlet harcamalarının ve dolayısıyla gelirlerinin sürekli büyüme göstermesi krizin asıl temelini ortaya çıkardı. Teknolojik yarış ve işçi sınıfının gerek ücretler, gerek sosyal ücretler bazındaki kazanımlarını koruma ve geliştirme yönündeki hareketliliği ve gerekse devlet giderlerinin büyüklüğü Keynesciliğin temel varsayımlarının artık geçerli olmadığını gösterdi: Enflasyon büyüme ve işsizliğin azalması demekti.
22
Stagflation adı verilen, enflasyon ve işsizliğin birarada görülmesi durumuyla karşılaşıldı. Büyüme yavaşladı. Birikim modelinin temeli olan, işin parçalarına ayrılması (Taylorizm) ve bant sistemine dayanan (Fordist) büyük ölçekli standart üretime dayalı sanayide kapasite fazlası görüldü ve kar oranlarının düşme eğilimi hızlanarak ortaya çıktı. Beş emperyalist-kapitalist ülkede sanayi üretimindeki ortalama büyüme oranları yükselme ve alçalma dönemlerinde şöyle gerçekleşti: ABD Japonya Fransa Almanya ›ngiltere
1951-73 4.4 15.2 6.2 7.6 3.1
1976-92 1.9 4.9 1.5 1.8 -0.2
Kar Oranlarının Düşmesi Eğilimi Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, değerin üretilmesi sürecinde; vergiler, gelirin bölüşümü sürecinde kar oranlarını düşürdü. Marks, kapitalist üretim tarzında, sermayenin organik bileşimi yükseldikçe kar oranlarının düşmesinin bir eğilim olarak sürekliliğini ve kritik önemini Kapital’de çözümlemişti. Dolayısıyla bu eğilim söz konusu birikim modelinin ortaya çıkardığı ve ancak o zaman farkına varılmış bir eğilim değildir. Ancak bu kez krizin asli dinamiği veya kriz belirtisi olarak görünen eğilimlerin hepsinin özeti olarak kar oranlarının düşme eğilimi ortaya çıkmıştır. Geçmişte bu eğilimin etkilerinin azaltılması için alınan çeşitli önlemler, tekil veya kısmi bir nitelik arzederken, bu kez krizin çözümü için alınması gereken önlemler, bütünüyle bu eğilimi yavaşlatmak veya etkilerini geciktirmek için alınmaya başlanmıştır. Bu eğilimin krizin asli yönü olduğu 1960’larda hissedilmeye başlanmış, Sweezy ve Mandel kapitalizmin krizinin bu temelde gelişeceğine ilişkin görüşlerini 1960’ların ortalarında ifade etmişlerdir. Bu tesbitte birleşenler arasına, 1960’ların sonlarına doğru bazı sermaye grupları da katılmıştır. 1930 bunalımı, üretim fazlası veya talep yetersizliğinin ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Tekeller talep yetersizliği karşısında fiatları düşürmek yerine üretimi azaltma yolunu seçtiler. Böylece karlarını koruyacaklardı. Üretim daha da kısılınca işsizlik büyüdü ve parasal ücretler düştü. Fiatlar düşmediğinden gerçek ücretler de düştü ve nihayet talep de azaldı. Krizin aşılması için, kapitalizm çok radikal dönüşümlere yöneldi. Temmuz 2001
fabrika
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
“Devlet’in önemli bir iktisadi işlev üstlenmediği bir kapitalizm aşamasının hiçbir zaman olmadığı doğrudur. ‘Liberal devlet’, rekabetçi kapitalizmin basit Jandarma Devlet’i bir masal olarak kalmıştır. Bununla birlikte, emperyalist aşamada Devlet’in yeni bir işlevi ortaya çıkar. Bu işlev, daha önceki biçimlerle kıyasla, kapitalist Devlet’in siyasal biçimlerde derin değişimler yaratması nedeniyle müdahaleci Devlet adını almaktadır. (N. Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, s.16). Bu müdahale, 1930 bunalımı çıkışında, yukarıda işaret ettiğimiz radikalizmi, ABD’de New Deal; krizin devrimci çıkış yolunun ciddiye alınır devrimci partilerle kendisini ortaya koyduğu İtalya ve Almanya’da faşizm olarak somutlandı. Yeni bir devlet biçimi arayışları olmaları bakımından aynı dinamiklerin ürünü olan, devletin nitelikleri ve gerçekleştirilen düzenlemeler bakımından da büyük paralellikler gösteren bu iki şekillenme, rejim tipi açısından birbirinden ayrılmaktadır. “Refah devleti” tanımlamasıyla New Deal, faşizmle, rekabetin azaltılıp tekelleşmenin hızlandırılmasında, işçilere karşı korperatist tutumda, iş garantisinde, devletin güçlendirilmesi ve mali sermayenin devletle bütünleşmesinde önemli benzerlikler gösterir. Emperyalizmin salt bir iktisadi süreç olmayıp, aynı zamanda ideolojik-politik bir bütünlük arzetmesi; emperyalizm dönemindeki her bir büyüme ve kriz döneminin de, salt iktisadi süreçlerle değil, bir ideolojik-politik bütünlük içinde tanımlanmasını gerektirir. 2. Savaş sonrası oluşan yeni büyüme aşaması da, böyle bir bütünlük içinde ele alınmak zorundadır. Dolayısıyla yaşanan kriz salt bir birikim modelinin çöküşü olmakla kalmamış, ideolojik ve politik düzlemlerde de bir çöküşü ve yeni arayışları gündeme sokmuştur. 2. Savaş sonrasının devlet biçimi, dünya çapında sermaye hareketlerinin serbestliğini sağlar ve buna bağlı olarak dünya ticaret hacmini büyütürken, kapitalist dünyanın tamamından hegemonik devletin sermayesine doğru ve süreç içinde bağımlı ülkelerden, gelişmiş kapitalist ülkelere doğru değer aktarımının kurum ve kanallarını yarattı, güvence altına aldı. Buna bağlı olarak kapitalist dünya içinde rekabetlerin savaşa dönüşmesini engelledi. Politik gerginliği sistemler arasındaki rekabetin ifadesi olarak sınırladı. Gelişmiş ülkeler işçi sınıflarını da, elde ettikleri hakları korumak ve sistem içinde kalarak geliştirmek gibi bir çizgide tuttu. İşçi sınıfını fabrikalarında tutan ve fabrika içindeki militanlıkla sınırlayan bu yapı, merkez ülkelerde sınıf mücadelelerini de barışçı bir potaya soktu, ücret
fabrika Temmuz 2001
sendikacılığını düzenin kabul sınırları içine almakla yetinmedi; gelirlerin yeniden dağılımında etkin kurumlara dönüştürdü. Ancak 1960’ların sonu ve 1970’lerin başı, kapitalist ülkeler işçi sınıflarının, Fransa’daki 1968 devrimci dalgası bir yana bırakılırsa, sistem dışına yönelmese de büyük bir hareketlilik geliştirdiği yıllar oldu. Grevlerde işgünü kaybı Almanya’da 1958-67 arasında yılda 373.000 gün iken, 1968-73 arasında 825.000 güne çıktı. Bu rakamlar aynı dönem için, İngiltere’de 3.324.000’den, 10.992.000 güne; ABD’de 27.670.000’den, 42.525.000 güne yükseldi. Japonya ise görece sakindi. Aynı dönemde grevler nedeniyle işgünü kaybı 4. 471.000’den sadece 5.480.000 rakamına çıktı. Sınıf mücadelelerinin yumuşak olduğu dönemin sonuna gelinmişti. Buraya kadar olan kapitalist dünyanın sınırları içindeki gelişmelerdi. Çünkü dünya pazarının önemli bir bölümü daha 2. Savaş sonrasında kapitalist-emperyalist dünyanın dışına çıkmış ve görece sert mücadeleler bu iki dünya arasına sıkışmıştı. Dünyanın iki kutupluluğu ve nükleer denge, sistemler arası mücadeleyi topyekün olmaktan çıkarmış ancak söndürememişti. Çin, Vietnam, Küba, Filistin, Nikaragua, Angola ve benzeri ülkeler ulusal ve toplumsal bir mücadeleyi yükseltir veya zafere ulaştırırken, emperyalist kontrol bir dizi Latin Amerika ülkesini faşist ve otoriter yönetimler altına soktu. Özetle söylemek gerekirse, 2. Savaş sonrası dönem, merkezlerde görece barışçı mücadelelere karşılık, sıcak çatışma ve kapitalizmden kopuşların zayıf halkalara yayıldığı bir dönem oldu. Ancak Çin ve Küba dışındaki kopuşların krizin derinleştiği döneme denk düştüğünü ayrıca belirtmek gerekir. Krize Karşı Neoliberal Çözüm Karlılığın düşmesi eğilimine karşı önlemler neler olabilirdi? Karlılığı düşüren etkenlerin ortadan kaldırılması veya geriletilmesi bu sorunun hemen verilebilecek cevabıdır. Bu da gelişmiş ülkelerde devletin gelirlerin bölüştürülmesinde oynadığı rolün geriletilmesi olarak ilk adımda gündeme geldi. Tekeller, işsizlik sigortası, parasız sağlık ve eğitim hizmetleri gibi sosyal ücretlerden vazgeçilmesini ve kapitalizmin bir iç dinamiği olarak “yaratıcı yıkıcılığın” serbest bırakılmasını ve nihayet “paranın disipline” edilmesini önerdiler. Neo-liberalizm ve Freidman’ın adıyla anılan para politikaları, bunalımın bütün yükünün işçi sınıfına ödetilmesini öngörüyordu. İşçilerin daha az ücrete, işgüvencesinden yoksun kalmaya, daha yoğun
23
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
sömürüye yol açacak çalışma şartlarına razı edilmeleriyle; kısacası çalışanlar üzerinde baskıcı, otoriter politikalar uygulanmasıyla sorun büyük ölçüde çözülecekti. Sosyal politikalardan ve ideolojik adıyla “refah devleti”nden vazgeçilir ve vergiler düşürülürse (kar hiç vergilendirilmese daha da iyi olurdu) ve enflasyon disiplin altına alınırsa; her şey, piyasanın işleyişine bırakılırsa bunalım ortadan kalkardı. Çünkü neo-liberallere göre bunalımın nedeni, piyasanın işleyişinin önündeki bu türden engellerin varlığıydı. Şüphesiz, Ekim Devriminin, bütün sonuçlarıyla ortadan kalkmasından önce, “sosyal devlet”, “refah devleti” gibi kavramlardan ve sosyal politikalardan vazgeçilmeye başlanması; iki tesbite izin veriyor. Birincisi, “Sosyalist sistem”in, bulunduğu durumda, dünya işçi ve emekçileri için çekiciliğini kaybetmiş olmasıdır. Bu etkiden ve çekicilikten emperyalizm artık korkmuyor. İkincisi ise, kriz bu tür korkuların hesaba katılmasına izin vermeyecek kadar şiddetlidir. Gene de, bu önlemlerin bir ilk adım ve asli çözümlere yönelmeden atılacak bir ilk adım olarak gündeme geldiğini kaydetmek gerekir. Gerçekten de, kapitalist devletlerin sosyal harcamaları en uç örnek olarak İngiltere’de ve görece daha az olmak üzere diğer gelişmiş kapitalist ülkelerde, 1980’li yılların ortalarında gündeme geldi. Verimli olmayan, rekabet koşullarına dayanamayacak bir üretkenlik ve karlılıkla çalışan firma ve sektörlerin yıkılmaya bırakılması olarak da tanımlanabilecek, (kapitalizmin anarşik yapısını ve üretici güçlerin tahribine yolaçan rekabeti bir meziyet gibi göstermeyi amaçlayan) “yaratıcı yıkıcılık” ise, ülke ekonomisinde kritik büyüklükteki tekelci firmalar dışında kalanlar için yürürlüğe konuldu. Chrysler’in iflasına izin verilemez, ama tekel dışı alandaki firmalar yıkılmaya bırakılabilir. Tekeller “muhayyel” serbest piyasanın mantığına aykırı değil mi, sorusunu atlayıp sendikaların piyasanın mantığına aykırı olduğu söylenebilir ve buna paralel olarak sendikal hakları kısıtlayıcı önlemler alınabilir. Okullar ve sağlık hizmetleri düşük gelirliler için de paralı hale getirilebilir, trenler ve belediyelerin ulaşım hizmetlerinde uygulanan sübvansiyonlar kaldırılabilir. Vergilerin yapısı değiştirilip, kar gelirlerinden alınan kurumların ödediği vergilerin payı azaltılırken, kişi başına alınan vergilerin ve dolaylı vergilerin payı arttırılabilir. İlk kez İngiltere’de gündeme gelen “kelle vergisi” vergilendirmedeki neo-liberal yönelişlere bir örnek olmuştur. Devlet bazı harcamalarından vazgeçmekte ve dolayısıyla bazı vergilerden de vazgeçmektedir. Ancak yeni vergilendirmelerle
24
devletin tekellere kaynak aktarmasının imkanları da genişlemektedir. Tekelci özel sermayeye kaynak aktarma yöntemleri, “.. sistemin tekelci devlet kapitalizmi evresinde sermayenin değer yitirmesi sürecinin (ortalama kar oranlarının düşme eğilimi) yolaçtığı bunalımın, kamusal fonların devreye sokulması ve bu arada doğrudan kamu girişimciliğinin geliştirilmesiyle hafifletilmesidir. Özel sermayenin -özellikle tekelci sermayenin- bölüşeceği kar kütlesinin azalmamasına yardımcı olabilecek kamu müdahaleleri, (a) Kamu fonlarının bir bölümünün ortalama kar oranının altında bir getiriye razı olarak büyük sermaye gerektiren (sermayenin organik bileşimi yüksek) alanlara yatırılması; (b) Özel firmalar için önemli dış yararlar sağlayan, pazar ölçeğini genişleten altyapı hizmetlerine (ulaştırma, haberleşme, enerji, araştırma-geliştirme, belediye hizmetleri) ağırlık verilmesi; (c) Emek gücünün yeniden üretim maliyetlerini düşüren ve emek verimliliğini yükselten harcamalara giderek büyüyen kaynaklar aktarılması; (d) Özel girişimlerin dolaysız ya da dolaylı olarak kamu fonlarıyla finansmanı, (e) Sermayenin değer yitirmesini selektif kılan ve tekelci sermaye birikimini kayıran pay senetli ortaklıkların (sermaye piyasasının) geliştirilmesi ve enflasyonist süreçlerin kullanılması olarak özetlenebilir.” (O. Oyan, Dışa Açılma ve Mali Politikalar Türkiye: 1980-1989 s.301, Vyayınları 2. Baskı Mayıs 1989, Ankara) Diğer taraftan parasal ücretlerin düşürülmesi, bir yandan sendikal hakların kısıtlanması yoluyla gündeme gelirken, diğer yandan iflas ve kapanan fabrikalar, daralan işletmeler nedeniyle çoğalan işsizler ordusuyla sağlanmaktadır. Her çalışan, işgüvencesinin olmadığı ve her an işini kaybedebileceği endişesiyle terörize edilmekte ve bu terör, çalışanları birbirinin rakibi haline getirirken; aynı zamanda patronlarının çıkarlarıyla, sınıf dayanışması ve örgüt bilincinden koparılmış tekil çalışanın çıkarlarını aynılaştıran bir zihniyetin gelişmesi için zemin hazırlamıştır. Buraya kadar söylenenler gelişkin kapitalist ülkelerde olup bitenlerle ilgilidir. Bunalımın aşılmasına, bu önlemler yetmemiştir. Petrol Krizi ve ABD’nin Yeniden Kontrol İmkanları Burada kısa bir özetle “Petrol Krizi”ne de değinmek gerekir. Çünkü gerek bunalımın seyrinde, gerek bunalımdan çıkış arayışlarında petrol krizi ve sonuçları önemli ipuçları vermektedir. 1973’de İsrail’e karşı Suriye ve Mısır’ın girTemmuz 2001
fabrika
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
iştiği askeri harekatla başlayan ve İsrail’in zaferiyle sonuçlanan Yom Kippur savaşı, o güne kadar batılı ülkelerin çoğunun korktuğu bir ihtimali, petrolün bir silah olarak kullanılmasını fiili duruma getirdi. Aslında 1967 Arap-İsrail savaşı sırasında Suveyş Kanalı’nın kapanması petrolün batıya taşınmasının maliyetlerini bir ölçüde yükseltmişti. Ancak 1969’da Libya Kralı İdris’in Kaddafi liderliğinde bir grup “devrimci” subay tarafından devrilmesi ve devrimcilerin ülke kaynaklarının petrol şirketleri tarafından soyulmakta olduklarının bilincinde oluşları petrol fiyatlarındaki ilk kıpırdanışları başlattı. O güne kadar hiçbir işlevi bulunmayan Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü, OPEC’in, bu kıpırdanmayla birlikte gerçek bir güce dönüşmeye başlaması petrol fiyatlarını yukarıya doğru hareketlendirdi. Bu hareketlenme karşısında batılı ülkelerin çoğu karşı bir kartel oluşturulması, alıcıların da üreticiler karşısında ortak tutum geliştirmeleri doğrultusunda ısrar göstermelerine rağmen, ABD hükümetleri fiyat artışlarına karşı “tarafsız” davrandı. ABD, Yom Kippur savaşı sonrasında fiyat artışlarına karşı birleşen ve petrolsüzlük tehlikesine karşı alternatif enerji politikaları arayışı içine giren batılı ülkelerin önderliğini yaptı; ancak, bu önderliği fiyatların belli bir düzeyden aşağıya düşmemesinin güvencelerini oluşturmak biçiminde yaptı. Petrol kriziyle ilgili pek çok senaryo bulunmakla birlikte, sonuçlarının da doğruladığı bir senaryo bize de gerçeğe en yakın geliyor. Bu senaryo da ABD’nin bu krizi istediği, desteklediği, hızlandırdığı ve meyvelerini topladığı şeklindedir. Savaştan yaklaşık 1 yıl sonra Enver Sedat’ın El Ahram gazetesine verdiği demeç, Arap-İsrail çatışmasının değil, özel olarak Yom Kippur’un nedenlerini şöyle açıklıyor: “1974 ufkunda bir somun ekmek bile bulacağımız kuşkuluydu. Bir kuruş dövizimiz yoktu, ne borç alacak ne de ödeyecek halimiz vardı. Eğer 1974’e böyle girseydik, İsrail tek kurşun sıkmadan işimizi bitirecekti. Mısır, Arap ülkelerinden mali yardım istiyor. Arapların cevabı, ‘İsrail ile ciddi bir savaş olmazsa size para veremeyiz’ oluyor. Anladık ki, kanımız pahasına (Kanal’ı) kahramanca geçmeden bir dolar almamız bile mümkün değildir.” (Ergun Türkcan, Dünya Krizi mi, Petrol Krizi mi? adlı makale. Dünya’da ve Türkiye’de Yaşanan Ekonomik Bunalım, s. 73. Dip Not: 28). ABD’nin Arap Dünyasındaki en sadık müttefiki Suudi Krallığı, “para istiyorsan önce İsrail’le savaşmalısın” diyor, Mısır’a. Bu sırada Suudi Arabistan’daki ABD Büyükelçisi bir Arap ve petrol uzmanı sayılan Akins’in böyle bir girişim-
fabrika Temmuz 2001
den habersiz olduğunu düşünmek yerine, savaşın başlamasından kısa bir süre önce bu göreve atanmış olmasının anlamlı olduğunu düşünmek daha doğrudur. Savaş sırasında gerçekten de Suudiler ve diğer petrol üreticisi Araplar Mısır ve Suriye’ye yardım etmiştir. Ancak yardım, çok kısa sürmüş savaşın yaralarının sarılmasına faydalı olabilmiştir. Üstelik savaşın ağır sonuçları, Mısır’ın anti-emperyalizminin de sonu olmuş ve fazla zaman geçmeden Camp David’de ABD’nin himayesinde İsrail’le masaya oturmak durumunda kalmıştır. Savaşın sonuçlarından en çarpıcı olanı 1974 başından itibaren petrol fiyatlarının sıçraması olmuştur. Petrol fiyatı 1972’de 2 dolar/varil iken, 1975’de 11 dolar/varil oldu ve yükselmeye devam etti. Petrol fiyatlarının yükselişiyle birlikte savaş zamanlarında bile karartma yapmayan Batı şehirleri karanlıkta kalmış, fabrikalar vardiya düşürmüş, otomobiller garajlarda beklerken yürümenin insan sağlığı üzerindeki olumlu etkileri magazin basınında propaganda edilmiştir. Batının enerji kaynağı petroldür ve gelişmiş kapitalist ülkeler içinde petrol üreticisi ülkelere bağımlılığı en az olan ülke ABD’dir. Petrol fiyatlarındaki yükseliş başta Japonya, Almanya, Fransa ve İtalya gibi gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere petrolü dışardan alan bütün ülkelerin dış ticaretine ağır bir yük getirmiştir. Bu da ABD sermayesini dünya çapında görece avantajlı hale getirmiştir. Aynı zamanda Arap Petrolünü üreten, işleyen, dağıtan ve satan çokuluslu şirketlerin çoğu ve en büyükleri Amerikan kökenli şirketlerdir. Üçüncü olarak, petrol fiyatlarının yükselişiyle birdenbire çok para kazanmaya başlayan Arap ülkelerinin ellerinde biriken fonların, ABD’nin sistemin bütününü kontrol imkanlarını güçlendiren bir faktöre dönüşmesinden sözetmek gerekir. Suudi Arabistan sanılabileceğinin aksine petrol fiyatlarının çok yükselmesinden yana değildir. Çünkü böyle bir yükselişin İran ve Irak’ın elinde büyük bir silahlanma ve dolayısıyla saldırganlık potansiyeli yaratacağına ve sonunda kendisinin bundan zarar göreceğine inanmaktadırlar. Diğer taraftan ne Suudiler, ne de Şeyhlik ve Emirliklerin ellerindeki birikimleri hızlı bir kalkınma ve sanayileşme için kullanmaya niyetleri yoktur. Çünkü ülkelerindeki geleneksel ve tabiri caizse antik toplumsal yapıyı hareketlendirecek ve hızla dönüştürecek bir kalkınmanın, kendi hanedanlıklarını tehlikeye sokacağından endişe duymaktadırlar. Bu endişeler bir yana, zaten ülkelerinin sanayileşme düzeyi, ellerindeki fonları emebilecek
25
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
gelişkinlikte değildir. O halde bu fonlar ne olacaktır? Dünya özel para piyasasına çıkan bu paralar da ABD’nin kontrolünü güçlendirmiştir: “Ancak, trilyon dolarla ifade edilebilen bu piyasanın kontrolü de, İMF, İBRD (Dünya Bankası), Ex-İm Bank vb. resmi kredi mekanizmalarının elinde olduğu kadar ABD hükümetine aittir. Altından ayrılmış bir dolar dünyasında, dalgalı kurlarla yaşanan uluslararası bir para sisteminde de, uluslararası likiditenin kontrolü, hem arz, hem de yeni doların bir şekilde bağlandığı meta, yani petrol üretiminin dolaylı ve dolaysız biçimde kontrolüyle dönüp-dolaşıp ABD’nin eline geçmektedir.”( Ergun Türkcan, A.g.e, s. 80-81) Gelişmeler içindeki rolünün ne olduğuna dair yeterli somutlukta kanıtlara şu an için sahip olmasak bile; ABD’nin, kapitalist-emperyalist dünya içindeki hegemonyasını güçlendiren bir faktör halinde kullandığı petrol krizinin asli faydalananı olduğu kesindir. Petrolün bu yolla kapitalist dünyanın kontrolünde kullanılması, uluslararası mali kuruluşlar eliyle likiditenin kontrolü, şeyhlik ve emirliklerin desteklenmesi yoluyla, onlar üzerinden petrol kaynaklarının kontrolü.. Bütün bunlar krizin derinleşmekte olduğu dönemin politikalarıdır. Daha sonra Petrol kaynaklarının doğrudan kontrolü gündeme gelecektir. 1990 yılı yazında Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan süreç, bu yolda atılan adımların en cüretkarı olacak ve ABD ordusunun, Körfez bölgesine bizzat konuşlanması için aranan altın fırsat yakalanacaktır. CİA destekli Vahabi ve Mafyoz “Çeçen Ulusal Kurtuluş Mücadelesi”, Fergana Vadisi’nde konuşlandırılmış, sıkıştıkça Afganistan’a geçen ve sonra geri dönen, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan’da istikrarsızlık yaratmaya çalışan CİA aleti “İslami Mücahit” birlikleri petrol kaynaklarına müdahalenin ortamını oluşturmak üzere 2000’e gelirken seferber edilmiştir. Aynı zamanda Irak’ın “lüzum görüldükçe” bombalanması, ABD’nin petrol bölgelerine müdahalesinin rutin bir biçimi olmuştur. Kriz Şartlarında Mali Sermayenin Büyümesi, Borç ve Borsa Krizleri, “Sıcak para” 1970’li yıllar boyunca üretkenlik geriledi, kar oranları düştü, enflasyon ve işsizlik yükselmeye devam etti. Uluslararası para sisteminin dağılması ve petrol fiyatlarında ortaya çıkan hızlı artış, büyük bir istikrarsızlık yarattı. Yatırımcılar için riskleri büyüttü. Bu durum ise sermayedarlar açısından sanayiye yatırım yapmayı çekici olmaktan çıkardı. Bankalar imalat sanayiinde yatırım yapacak kredi
26
müşteri bulmakta zorlanmaya başladılar. Beş sanayi ülkesinde, imalat sanayiine yapılan sabit sermaye yatırımlarına bakılabilir: 1955-69 ABD 4.43 Japonya 15.6 Almanya 6.4 Fransa 8.1 ›ngiltere 5.5
1970-80 2.75 5.6 3.2 3.05 0.95
1960-1980 arası dönemde imalat sanayiinde üretkenliğin yıllık büyüme oranları da aynı eğilimi ortaya koymaktadır: 1960-73 1973-81
Avrupa 5.7 4.2
Japonya 10.5 5.8
ABD 3.1 1.6
Bu durumu açıklamak üzere, emperyalizmin ideologları tarafından ileri sürülen ve daha çok sosyalistliğinin dayanakları kendi zihninde çökmüş solcu eskileri tarafından tekrarlanan bir tez ise, ekonomide üretici sektörlerin rolünün, artık kritik olmaktan çıktığı; iletişim, finans ve servis sektörlerinin öne geçtiği şeklindedir. Bu tez bilinçli, istenerek yapılmış bir tercihin değil, imalat sanayiindeki kar hadlerinin düşmesinden kaynaklanan bir tıkanıklığın kutsanmasından başka bir anlama gelmiyor. Zaten iletişim, finans ve servis sektörlerinin üretime yön verici bir konum kazanması, üretimin yerini alması değil; imalat sanayiinde maliyetlerin düşürülmesi, verimliliğin arttırılması ve böylece kar hadlerinin yeniden yükseltilmesi yönünde oynadığı rolle ilgilidir. Böylece emperyalist-kapitalist ülkelerde ortaya çıkan sermaye fazlası ile, Petrol üreten Arap ülkeleri yönetici sınıflarının elinde biriken ve bankacılık sisteminin kontrolüne giren büyük fonlar, merkez ülkelerden, azgelişmiş bağımlı ülkelere doğru hareket etmeye başladı. 1946 sonrasında ithal ikameci bir sanayi kurmaya girişen; ancak bu sanayi ne kadar gelişkinse, o ölçüde ara mallar ithalatı; dolayısıyla dış kaynak ihtiyacı artan bağımlı ülkeler, pazar potansiyelleriyle, işgücünün ucuzluğuyla, sermaye ihracı için çekiciliğe sahiptiler. Sermaye bu ülkelerde görece yüksek kar hadlerine doğru akmaya başladı. Sermayenin hızla uluslararasılaşması; sermaye ihracında bu hızlı artış; meta ihracında yeni pazarların aranması çabasıyla paralel gelişiyordu. Çok uluslu şirketler 70’li yıllardan başlayarak şube sayısı, üretim ve ticaret hacimleri itibariyle büyük bir hızla büyüdüler. Banka ve sanayi sermayesinin yüz yılın başından farklı Temmuz 2001
fabrika
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
olarak, uluslararası düzeyde merkezileşmesi, yoğunlaşması ve bütünleşmesi yaşanmaya başlandı. Azgelişmiş bağımlı ülkelerin borçları 19701983 arasında 68 milyar dolardan 620 milyar dolara yükseldi. Dünya Bankası bu rakamın 1984 yılında 895 milyar dolara çıkmış olduğunu tahmin ediyordu. Doğal olarak sistem, borçların faizleriyle birlikte geri ödeneceğinden kuşku duymuyordu. Ancak Meksika’nın 1982 yılında, borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etmesi ile büyük bir şok yaşandı. Bağımlı ülkelere akan fazla sermaye borç krizine girdi. ABD, Meksika krizinin uluslararası bir mali krize yolaçmaması için faizleri düşürdü ve düşürmeye devam edeceğini açıkladı. Krizden çıkış ve toparlanma beklentilerinin güçlendiği bir dönemle çakışan bu uygulama sermayeyi yeniden merkezlere yöneltti. Faizlerin düşürülmesiyle ABD’de borçlanmak kolaylaştı. Borçlanmanın kolaylaşmasıyla ABD ve Avrupa’da şirketlerin el değiştirmesi, birleşmeler hız kazandı. Bankalar da ellerindeki fonları bu tür spekülatif yatırımlara yönelttiler. ABD ve özellikle İngiltere hükümetlerinin uyguladığı monotarist politikalar sonucu vergilerin düşürülmesi ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle; haberleşme ve bilgi işlem teknolojisinin sıçramalı gelişmesi ve yaygınlaşması; bu sürecin önünü daha da açtı. Üretime değil, üretilmiş artık değerin yeniden paylaşılmasına dönük bu spekülatif gelişme rüyası, 19 Ekim 1987’de ABD ve Avrupa’da borsaların muazzam çöküşüyle, bir süre için de olsa bir kabusa dönüştü. Ancak bu rüyadan vazgeçmek istemeyen, Honkong ve Tokyo borsasına yönelenler de 1990’ların başında Tokyo Borsasının çöküşe geçmesiyle yüzlerini yeniden gelişmekte olan piyasalara döndüler. Zaten 1989’da yeniden ve daha güçlü biçimde ortaya çıkan durgunluk, bu dönüşü başlatmış durumdaydı. Sermaye ihracının yeniden azgelişmiş, bağımlı ülkeler piyasalarına yönelişi; sermaye piyasalarının globalleşmesinin büyük ölçüde tamamlandığı şartlarda gerçekleşti. Artık “Sıcak para” adı verilen mali sermaye, bu globalleşme sayesinde kendisini rizklerden uzak tutan, likit kalmaya özen gösteren, kısa vadeli, çok hareketli, gelişmiş teknoloji ile kolay ve hızlı biçimde yer değiştiren uluslararası bir mali sermayeye dönüşmüş bulunmaktadır. Kriz Çerçevesinde Merkez-Çevre İlişkileri 1.Krizin Bağımlı Ülkelere Aktarılması Özellikle petrol krizi sonrasında Türkiye dahil
fabrika Temmuz 2001
petrol ithal eden, azgelişmiş bağımlı ülkelerin ödemeler dengesi açıkları büyüdü. Likid fonları banka sisteminin kontrolü yüzünden, ABD hükümetinin sanayileşmekte olan, bağımlı ülkelere fon transfer etme imkanları daralmış durumdaydı. Kapitalist-emperyalist sistem içinde, ağırlıkla 1946 sonrasında gelişen devletlerarası borçlanmaların yerini, yüzyılın başında olduğu gibi, özel piyasalardan banka sistemi aracılığıyla borçlanma aldı. Bu gelişme ülkelerin kredi kullanımları üzerindeki banka kontrolünü getirdi. Meksika krizi öncesinde genel kabul gören “ülkeler iflas etmez sadece borçlarını ödemeleri gecikir. Gerekli politikaları uygulamalarına zaman tanınırsa, bu borçlar eninde sonunda ödenir” şeklinde özetlenebilecek teori inandırıcılığını kaybettiği için; sözkonusu kontrol; artık, kredilerin geri ödenmesini garanti edecek biçimde kullanılması, borçların ödenmesi ve ancak böyle bir performansın gösterilmesinden sonra yeni borçlanmalara imkan doğması gibi koşulları dayatmaktaydı. Borçların ödenebilmesi için uygulanacak “gerekli politikalar” bankacılık sistemi tarafından belirleniyordu. Bu ise hem üretimi ve hem de tüketimi sınırlayan etkiler yaratıyordu. Petrol fiyatlarının yükselmeye devam etmesi ise bu tür ülkeleri zaten daha çok borçlanmaya zorlamaktaydı. Bu görünüm, düşük bir kalkınma hızı, önemli ölçüde işsizlik ve ağır bir dış borç yükü ile karşılaşan bağımlı ülkelerin sanayileşme çabalarını durdurdu. Bu ülkelerin büyümesinin durması, dünya ekonomisinin büyümesinin ve dolayısıyla emperyalist metropollere talep ve gelir akışının tıkanması anlamına gelmiştir. Uluslararası Keynescilik sona ermiş, kriz aktarıldığı azgelişmişlerin duvarına çarparak geriye dönmeye başlamıştır. Bu arada Amerikan hegemonyasında gedikler açılmadan önce, uluslararası Keynesciliğin kurumsallaşması İMF üzerinden geçerken, bu kurum da kriz koşullarıyla dönüşmüş ve bankerlerin hakimiyeti altında, borçlu ülkelere dayatılan borçlanma ve ödeme koşullarının ve buna bağlı iktisadi politikaların takipçisi olmuştur. İMF’nin bu rolü krizin azgelişmiş, bağımlı ülkelere aktarılmasına uygundur. 1980-90 dönemi içinde borçları 800 milyar dolardan 1.300 milyar dolara yükselen çevre ülkelerin reel gelirleri, aynı dönemde %60 oranında gerilemiştir. Yoksul ülkelerde yaşayan ve dünya nüfusunun %56’sını oluşturan 3 milyar insan, toplam dünya gelirinin %5.4’ünü paylaşabilmektedir. Bu ülkelere dayatılan iktisadi politikaların sonucu ise, gelişmiş ülkelerin azgelişmiş ülkelere yaptıkları yatırımların 4 katını kar olarak
27
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
transfer etmeleri olmuştur. Sadece krizin aktarılmış olması dünya kapitalizminin krizden çıkışına yeterli olabilir mi? İkinci bir soru: aktarılan sadece kriz mi? Ve krizden çıkış çabalarının ideolojik ve siyasi anlamı nedir? 2. Uluslararası Yeni İşbölümü Öncelikle metropol ülkeler işçi sınıflarının ücretlerinin düşürülebilmesi için azgelişmiş, bağımlı ülkelerin imkanları harekete geçirilmeye çalışılmaktadır. Bu da ücret mallarının bu ülkelerden gelişmiş ülkelere ithalidir. Sanayileşmekte olan ülkeler esas olarak ücret malları üreten sektörlerde uzmanlaşmaya zorlanmakta, kendi ülkelerinin insanları için de hayati olan bu malların borç ödeyebilmek amacıyla en düşük fiyatlarla ihracı dayatılmaktadır. Gıda, tekstil ve sisteme katkısı biraz farklı olsa da turizm sektöründe uzmanlaşmanın dayatılmasının anlamı budur. Sanayileşmekte olan ülkelerin ihraca zorlandığı ücret malları, gelişmiş kapitalist ülkeler işçi sınıflarının ücretlerinin reel olarak düşürülebilmesinin imkanlarını yaratmaktadır. En az bunun kadar önemli olan ve sürecin bütünü içinde daha kalıcı görünen boyut ise, bağımlılık ilişkileri içindeki azgelişmiş ülkelerin birer ucuz işçi cenneti olarak görülmesi ve öyle tutulmak istenmesi üzerine kurulu uluslararasılaşma perspektifidir. Sadece ulusal ekonomiler arası bir işbölümü değil, aynı zamanda çokuluslu şirketlerin üretim sürecini, parçalarına ayırarak değişik coğrafyalarda gerçekleştirmesi yoluyla da bu uluslararasılaşma gerçekleştirilmektedir. Emek-yoğun sektörler azgelişmişlere aktarılırken, emek üretkenliğinin yüksek olduğu sektörlerin metropollerde tutulmasına dayanan ve dış ticaret yoluyla emperyalist sömürünün gerçekleştiği bu yol sistemin karakteristik mekanizmalarından birisidir. Doğal olarak eşitsiz rekabetin doğurduğu itirazlarla karşılaşan bu uygulamalar, şimdilik başta ABD ve Avrupa Birliği olmak üzere çeşitli gelişmiş ülkelerde yeni korumacılık önlemlerini yaratmış bulunuyor. Korumacılık politikalarının ekonomik boyutu kotalar ve vergilerdir. Ancak işin bir de ideolojik boyutu bulunmaktadır. Irkçılık, milliyetçilik, azınlık ve yabancı düşmanlığı koruma politikalarının gerisinde yükselmektedir. Neofaşist partilerin yükselişi Fransa, Avusturya ve İtalya ile sınırlı değildir. Ayrıca ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, sadece neofaşist partiler tarafından temsil edilmekle kalmıyor; bu türden önyargılar her eğilimden Avrupalı arasında örtülü biçimler kazanarak
28
yaygınlaşıyor. Vurguyu kültürel farklılığa, uyuşmazlığa ve giderek çatışmaya yapan ayrımcılık, neofaşistlerle sosyaldemokratlar arasında bir ortak önyargı zemini oluşturuyor. Kotalar ve uzun vadeli dış ticaret anlaşmaları gibi biçimlerde ortaya çıkan yeni korumacılık eğilimlerinin, uluslararasılaşma bu temelde derinleştikçe, en azından bloklar içinde aşılması beklenebilir. Ancak burada bir sorun vardır. Yeni uluslararası işbölümü ve bu yönelişin olası gelişmesi, tümüyle azgelişmişlerin ucuz işgücü cenneti olduğu gözlemine dayandırılmaktadır. Bu gözlemin maddi iki dayanağından bahsedilebilir. Birincisi bu ülkelerde ücret mallarının görece ucuzluğudur. İkincisi ise, bu ülkelerdeki yüksek oranlı işsizliğin varlığıdır. Bu iki faktörün de uzun vadede geçerli olması için iktisadi bir neden yoktur. Gerçekten de gelişmiş kapitalist ülkelerde, tasfiye edilecek ve özgür emek gücüne dönüştürülecek ara tabakalar artık yoktur. İktisadi gelişmeye bağlı olarak çözülecek ve kentlere bir işgücü akımı yaratacak küçük köylülük daha önce çözülmüştür. Gene kentli küçük üreticiler sınıfının işgücüne dönüştürülmesi imkanları sonuna kadar kullanılmıştır. Azgelişmişlerden bu ülkelere işgücü akımı ise, sosyal sorunlar yaratmaktadır. Kaldı ki, sürekli ve sistemin içinde anlamlı bir imkan da yaratmamaktadır bu tür işgücü göçleri. Kısa sürede bu işçiler de yerli işçilerin talepleriyle kendi taleplerini eşitlemektedirler. Azgelişmişlerde ise hem büyük bir işsiz kitlesi mevcuttur ve hem de kırda ve kentte çözülmesi ve sanayiye işgücü olanakları yaratması mümkün tabakalar söz konusudur. Zaten de hızlı bir çözülme süreci ve kentlere yoğun bir işgücü akını gözlemlenmektedir. Bu işgücünün taleplerinin ve örgütlenmeye yatkınlığının geri olduğu, kırla bağlantılarını henüz kesmedikleri için daha düşük bir ücrete rıza gösterme durumunda bulundukları ve tüketim kalıplarının henüz kentli sınıflardan farklı olduğu doğrudur. Ancak bu gözlemlerin hepsi de bugüne ilişkindir. Keza ücret mallarının görece ucuzluğu da geçici bir durumdur. Malların ucuzlatılarak ihraç edilmesi gibi nedenlerle, fiyatlar ülke içinde de hızla yükselme göstermektedir. İhracata zorlanma ve hızlı kentleşme bu malların ucuzluğu efsanesini yıkacak birer dinamik durumundadır. Yüksek oranlı işsizlik ise, bu ülkelere dayatılan stabilizasyon politikalarının ürünüdür. Büyümeyi en aza indiren, ekonomiyi küçülten iktisadi politikalarla zaten bir ölçüde yüksek olan işsizlik daha da büyümüştür. Ancak bu ekonomilerin tekrar büyümeye geçmesiyle birlikte işsizliğin de görece azalması, kapitalizm açısından “kabul edilebilir” Temmuz 2001
fabrika
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
sınırlara yaklaşması beklenebilir. Dolayısıyla bu ülkelerin ucuz iş gücü cenneti görünümünde olması uzun vadede yanıltıcı değerlendirmelere yolaçabilir. Emperyalizmin yeni uluslararası işbölümü öngörüsünün de böyle bir kaygan zemine oturduğunu düşünmek saflık olur. Perspektifin asıl üzerinde durduğu yaklaşım, bu ülkelerin ucuz işgücü cenneti olarak tutulması, bu görünümün aynen muhafazası yaklaşımıdır. 3. Ekonomik/siyasal Bloklaşmalar ve Yeni Korumacılık Politikaları 1929 Dünya iktisadi krizi ve krizin birbirini izleyen aşamaları esnasında, emperyalist bloklar oluşmuş ve bu bloklaşma 2. Dünya Savaşına yolaçmıştı. İki dünya savaşı arası dönemde Sterlin Alanı, Fransız Birliği, ABD bloklarının oluşması ve bloklar arasındaki ticaretin asgariye inmesi bir yandan; Almanya ve Japonya’nın bloklar dışında kalması, başka bir ifadeyle bloklaştırarak korumacılık duvarlarıyla çevireceği bir pazar oluşturamaması, 2. Savaşa yolaçan saldırganlığı büyük ölçüde açıklar. 1970’lerden itibaren ise, kriz global liberalizasyon ve sermayenin uluslararasılaşması sürecinin derinleşmesiyle aşılmaya çalışıldı. Serbest ticaret, uluslararası sermayenin hareketinin önündeki engellerin kaldırılması, korumacılık politikalarının terkedilmesi vb. Wall Street tanrısının kutsal emirleri gibi tekrarlandı. Ekonominin “evrensel ilkeleri” vardı ve bu ilkelere uymanın karşılığında refah ve zenginlik gelecekti. Bu programı dünyaya kabul ettirmeye çalışan emperyalist merkezler bir yandan kendi korumacı politikalarının pek azından vazgeçtiler; diğer yandan da yeni bloklaşmalar oluşturmaktan geri kalmadılar. “Blokların oluşması, sermayenin mülkiyetiyle ilgili bir olgu değil, görece kapalı, bölgesel ticaret ve ödeme ağlarının oluşması ile ilgili bir olgu. Bu da sermayenin hareketinin önüne engeller konduğu anlamına gelir. (...) Sermayenin uluslararasılaşması ile korumacılık ve sermaye hareketlerini sınırlayıcı pratikler beraberce ve çelişkili bir birlik içinde varolan ve varlıkları birbirini dışlamayan süreçler.” (Tülay Arın, a.g.y. s.63) Son yıllarda, adeta altından geçenin karakter değiştirdiği bir gökkuşağı gibi, her şeyin muhtevasını radikal biçimde değiştirdiği varsayılan sihirli bir kelimemiz var: Yeni! 1980’lerin sonunda, “Yeni politik kültür”, “Yeni Dünya Düzeni” gibi kavramlarla birlikte, “Militarizmden arınmış bir emperyalizm olabilir mi?” türünden, söyleyenin saflığını mı, ajanlığını mı açığa çıkardığını
fabrika Temmuz 2001
bilemediğimiz sorular sorulmaya başlanmıştı. Bugün de, iki savaş arasındaki bloklaşmalara benzer bir süreç hızla derinleşirken; bazı blokların “demokrasi, insan hakları, refah ve mutluluk” bloklaşmaları olduğu iddiasını dile getiren ve emperyalizmden sözedecek olursak, bu çeşit “demode” kavramları kullandığımız için, konuşmaya ilgisini derhal ve bütünüyle kaybeden “aydınlarımız” çoğalmış bulunuyor. Avrupa Birliği günümüzdeki bloklaşmanın ilk örneğidir. Tarihi II. Savaşın hemen ertesine kadar gitmekle birlikte, son yıllarda büyük bir “fedakarlıkla” Doğu Avrupa’nın dünkü “Demokratik Halk Cumhuriyetleri”ni üyeliğe ve üye adaylığına kabul etmektedir. Aynen Varşova Paktı feshedildikten sonra, bu paktın eski üyelerini kendi üyesi yapmak için çırpınan NATO ittifakı gibi. ABD, öncelikle Kanada’yla oluşturduğu Kuzey Amerika Serbest Ticaret anlaşmasına (NAFTA) 1994 yılında Meksika’yı da dahil etti. Kuzey Amerika bloku 2001 yılı başında, Küba hariç, bütün Amerika kıtasını içine alan bir ticaret anlaşmasıyla kendisini kıtanın tümüne genişletmeyi başardı. ABD’nin patronajında oluşan yegane blok elbette Amerika kıtasını içine alanı değildir. ABD aynı zamanda APEC (Asya Pasifik Ülkeleri) ve ASEAN (Güney Asya Ülkeleri Birliği- Tayland, Malezya, Singapur, Endenozya, Brunei) bloklarının da mimarıdır. ABD ile Avrupa Birliği arasında, NATO başta olmak üzere askeri ve siyasi ortak örgütlenmelerin; İMF ve Dünya Bankası gibi araçların, Süper NATO gibi yeraltı örgütlenmelerinin yarattığı geniş ve güçlü bir geçiş alanları ilişkisi vardır. Kaldı ki, İngiltere uzun süredir AB içinde ABD’nin temsilciliği gibi davranmaktadır. Türkiye’nin AB adaylığına kabulü de ABD’nin ısrarlı ikna çabalarının derin izlerini taşımaktadır. Uzakdoğu’da, Japonya ile birlikte, iktidardaki KP’nin sıkı kontrolü altında kendisini hızla serbest ticarete açan, kapitalistleşen Çin Halk Cumhuriyeti bölge ülkeleriyle giderek yoğunlaşan ilişkiler geliştiriyor. Başını Rusya’nın çektiği Bağımsız Devletler Topluluğu’nu da bir tür blok olarak değerlendirmek mümkün. Rusya, içine düşürüldüğü çöküntü ve dağınıklık ortamından özellikle Putin döneminde hızla çıkmaya ve geçmişte SSCB içinde yeralan bütün Cumhuriyetlerle yeniden siyasi ve ekonomik ortaklıklarını geliştirmeye başladı. Ancak dünyanın ABD’nin hegemonyasında tek kutuplu bir dünyaya doğru evrilmesine karşı, BDT, Hindistan ve Çin arasında stratejik ilişkiler, belki bir bloklaşmaya
29
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
doğru geliştirilme potansiyeli taşıyor. Japonya’nın bu bloklaşmayla yakın ilişkiler geliştirmesi; bu bloka İran’ın da, bölgesel düzeyde katılımı şaşırtıcı olmayacaktır. Elbette bloklaşma süreçleri de, bloklar arası ilişkiler de uzun süreli gelgitler yaşayabilir. Bloklar arasında birbirine karşı kapalılıktan kaynaklanan gerilim ve öte yandan uluslararası işbirliği arayışları, çelişkili bir birlikteliği sürdürecektir. Ancak genel eğilim, bloklar içi ticaretin yoğunlaştırılması; blokla ifade edilen pazarın blok dışına karşı vergi, kota gibi korumacılık önlemleriyle bir ölçüde kapatılması yönündedir. Blokun korumacılık politikalarıyla bir ölçüde kapalı bir pazar haline gelmesi ise; bu ortaklığın başını çeken emperyalist merkez veya merkezler için, blok içinde yeralması sağlanmış azgelişmişlerin açık pazara dönüştürülmesi, başka bir ifadeyle yeni sömürgecilik ilişkilerinin bloklaşma biçiminde yeniden tanzim edilmesi anlamındadır. Elbette bu süreç sadece ekonomik ilişkiler çerçevesinde gelişmemekte; çoğu zaman siyasi bir dönüşümün dayatılması gündeme gelmektedir. Endonezya’nın Doğu Timor sorununu, müttefiki ve yakın dostu ABD’nin yönettiği bir süreç içinde parçalanarak çözmesi; bu çözüme direnen Endonezya ordusunun, geçmişte kendi halkına karşı yürüttüğü kirli operasyonlara ilişkin belgeler CİA tarafından, aynı gün dünya basınına servis edilerek çökertilmesiyle gerçekleşmiştir. Bu yüzden “Endonezya korkusu”, ABD’nin müttefiki olarak, geçmişte kendi halkına karşı ve ABD politikaları doğrultusunda, kirli operasyonlar yürüten bütün orduların üst kademelerinin ortak korkusu durumundadır. 4.Ulus-Devletler ve Küreselleşme Neoliberalizm, daha sosyalist sistem ayaktayken, kapitalist dünyada, sermayenin özgürleşmesi için kimi düzenlemeleri gerçekleştirmeye girişmişti. Kuşkusuz aşama aşama gelişen bu süreç, sosyalist sistemin sükutundan sonra daha büyük bir hız ve derinlik kazandı. Bu düzenlemeler, azgelişmiş ve bağımlı ülkelere bir dizi politikanın önerilmesinden çok, bu politikaların dayatılması yoluyla gerçekleşti. Azgelişmiş ülkeler, hemen hiçbir kontrol gücüne sahip olmadıkları uluslararası piyasalara, giderek daha büyük ölçüde açılmaya zorlandılar. Her açılma adımı ise, bu ülkeleri kendilerini koruma mekanizmalarından biraz daha yoksun kılan şartlara yolaçtı. Her defasında daha kırılgan, krizlere daha açık hale gelen ve sık sık krizlerle sarsılan ve değer kaybeden ekonomilerinin
30
istikrarı için, daha çok liberalleşmeye, daha çok dışa açılmaya, daha az korumaya, daha az kamu hizmetine ve daha az sosyal güvenceye zorlanan azgelişmiş ülkeler; bu duruma inanılmaz maliyetler ödeye ödeye düşürüldüler. Geniş halk kesimlerinin yaşam düzeyi sürekli olarak düşürüldü, iç talep olağanüstü daraltıldı. Kamu hizmetlerinden vazgeçilerek gerçekleştirilen tasarrufların, yatırımların ve sanayinin büyümesine, her aşamada daha çok dışa açılınmasına ve çoğu zaman dış ticaret fazlası verilmesine rağmen istikrarsızlıktan kurtulma ve refah vaadi gerçekleşmedi. Emperyalizm azgelişmişlerin bu fedakarlıklarını, düşen dış ticaret hadleri, bu ülkelerin ihraç malları fiyatlarının düşmesi ve faiz hadlerinin sürekli yükselmesiyle giderek katlanan dış borç ödemeleri yoluyla kendisine akan bir servet aktarımı imkanı haline getirdi. “..Türkiye, 1970 başı-1979 sonu arasındaki on yılda anapara ve faiz toplamı olarak 3.7 milyar dolar dış borç ödemişti. Demek ki, 1970’lerde ödediği miktar, 1980’lerin onda biridir! Bu 3.7 milyar dolar şimdi (1985) Türkiye’ninsadece yıllık asgari dış borç ödemesi olmuştur (ve ayrıca 1985’te ödenecek olandan azdır). Ama Türkiye’nin milli geliri 1970’lerdekinin on katına ulaşmak bir yana, 1979’dakinden bile daha fazla değildir.” (Bilsay Kuruç, Bırakınız Yapsınlar, Bırakınız GeçsinlerTürkiye Ekonomisi 1980-85 adlı derlemeye önsöz, s.12, Bilgi Yayınları, Ankara, İkinci Basım Ekim 1985) Bu ekonomiler, uluslararası pazarlarda rekabet gücüne dayalı bir ihtisaslaşmaya yönlendirildiler. Böylece emek yoğun ve katma değeri düşük sektörlerin; üstelik çokuluslu sermayenin bu ülkelerdeki büyümesinin bir ifadesi olarak gelişmesine karşılık, gerçek bir sanayileşme perspektifini kaybettiler. Serbest ticaret anlaşmaları yoluyla gümrükleri üzerindeki egemenlikleri zayıfladı. Koruma politikalarını uygulamaktan ya vazgeçirildiler; yada böyle bir imkanları kalmadı. Ulusal paraları, ekonominin yüksek düzeyde dolarizasyonu nedeniyle bir tasarruf aracı olmaktan çıktığı gibi, değişim aracı olma işlevini de yitirdi. Dış pazarlarda rekabet gücü kazanmak için ulusal paranın değerinin sürekli ve hızlı düşürülmesi, ulusal paraya güveni sıfırladı. Bu şartlar altında eşitsiz gelişme eğilimleri, azgelişmiş ülkelerle, refah düzeyine yetişmeyi arzuladıkları emperyalist ülkeler arasındaki uçurumu derinleştirdi. Bu uçurum, neoliberalizmin içi ne kadar boşsa, o kadar sık ve kuvvetle tekrarlanan “kutsal” propaganda metin ve sloganlarıyla ve daha önemlisi, bu ideolojinin kendi ülkesindeki taşıyıcısı haline gelmiş; gelir dağılımının aşırı bozulması Temmuz 2001
fabrika
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
sonucu yüksek bir refah düzeyini yakalamış dar bir elitin şamatasıyla kapatıldı. Azgelişmiş ekonomiler bütünüyle bir “borç ekonomisi”ne dönüştüler. Bu ülkelerde yürürlüğe konulan “...parasalcı ekonomik politikaların temel işlevi öncelikle dış borçların anapara ve faizlerinin geriye ve düzenli olarak ödenmesidir. Bu noktada da önemli olan ne ekonomik büyüme, ne de enflasyonu önlemedir. Önemli olan her şeye karşın dışsatımın arttırılması, dış borçların bu sayede gedi ödeme planına uygun biçimde yeni dış borçlanma olanaklarından da yararlanılarak ve kesinlikle dışalımı azaltmadan iadesidir.” (Tuncay Artun, Türkiye Ekonomisi 1980-85 adlı derleme, s.41-42) Elbette ekonomik kaynakları üzerindeki denetimlerini giderek kaybeden ve görece bağımsız politikalar izlemelerine imkan tanıyan sınai ve tarımsal yapılarına uyguladıkları korumacı politikalardan adım adım vazgeçmek zorunda kalan bu ülkelerin, sadece dış politika tercihleri değil; toplumsal ve siyasal yapıları da bir yeniden düzenlenmeye maruz kalmıştır. 5.Çok Uluslu Şirketler Çok Uluslu Şirket ve şubelerinin sayılarındaki gelişmeye daha önce işaret edilmişti. ÇUŞ’ler eliyle azgelişmiş bağımlı ülkelere yapılan sermaye ihracı 1986-90 arasında yılda ortalama 37 milyar dolar iken, 1993’te 160 milyar dolara yükseldi. Bu şirketler, aynı yıl, dünya sınai üretiminin % 30’unu doğrudan kontrol etmekteydiler. ÇUŞ’lerin üretim, satış ve istihdamlarına ilişkin rakamlar, bağımlı ülkelere sermaye ihracının hızlanışını ortaya koymaktadır. Gene de uluslararası sermaye yatırımlarının düzeyi yüz yılın başındaki oranlara ancak yaklaşmaktadır. 1913 yılında yabancı sermaye yatırımlarının dünya üretimi içindeki payı %9 iken, aynı oran 1991 yılında %8.5’a ulaşabilmiştir. Uluslararasılaşmadaki asıl büyüme, yatırım ve üretim alanında değil, mali sermayenin büyümesinde ve asalaklığın korkunç boyutlara ulaşmasındadır. 1980’lerden itibaren tahvil ve hisse senedi piyasalarındaki işlemler her yıl katlanarak artış göstermektedir. Uluslararası piyasalarda parasal işlemlerde kullanılmak üzere dolaşan sermayenin 1991 yılında 1 trilyon dolar, 1993 yılında ise 3 trilyon dolar civarında olduğu tahmin edilmektedir. Kapitalizm dünya ekonomisini bir kumarhaneye çevirmiş bulunmaktadır. 6.Kapitalist Restorasyonun Açtığı Yeni Pazarlar
fabrika Temmuz 2001
Mandel’in uzun dalgalarda, bunalımdan çıkış için söylediklerini yeniden hatırlayalım: Mandel’e göre uzun dalgalar, yükseliş döneminden çevrimsel dalgalanmalar gibi kapitalizmin iç dinamiklerinin olağan işleyişi içinde, alçalma dönemine girebilirdi. Ancak bunalımdan bir yükseliş dönemine geçiş, otomatik karakterde değildi. İktisat dışı, dışsal bir başlatıcıyı, bir “sistem şokunu” gerektirirdi. Bu şoklar savaş, karşı devrim gibi büyük altüst oluşların kar hadlerinde köklü bir değişim yaratması, piyasanın köklü biçimde genişlemesi, kendi parasını “dünya parası” haline getirebilecek hegemonik bir devletin ortaya çıkması gibi dışsal faktörler olabilirdi. (Mandel’in kapitalizmin yaşadığı uzun dalgaya ilişkin değerlendirme ve öngörüleri için, Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları adıyla ve Doğan Işık’ın çevirisiyle, Yazın yayıncılık tarafından 1986 yılında yayımlanan kitabını ve özellikle kitabın dördüncü makalesi olan “Özgül Tarihsel Dönemler Olarak Uzun Dalgalar” adlı makalesini öneririz. Makaleler yazarın 1978 yılında Cambridge Üniversitesi Siyasal Bilimler ve İktisat Fakültesinin çağlısı olarak verdiği Alfred Marshall konferanslarının genişletilmiş şeklidir. Ve ilk dile getirilişleri bakımından da dikkat çekicidir. Z.T.) Bilindiği gibi 1990’da bir “harbi umumi”nin başlaması veya karşı devrimci bir dalganın, bir anda Ekim devriminin bütün kazanımlarını silip süpürmesiyle değil; çok uzun süredir devam etmekte olan iki savaşın sonuçlanmasıyla karşılaştık. Soğuk Savaş sosyalist sistemin yenilgisiyle sonuçlandı ve sosyalist sistem içindeki kapitalist restorasyon dinamiklerinin sisteme karşı yürüttükleri uzun süreli savaş, kapitalist yolcuların sistemi ilga etmesiyle sona erdi. Sovyetler Birliği’nin “Bağımsız Devletler Topluluğu”na dönüşmesi; Doğu Avrupa’daki demokratik halk cumhuriyetlerindeki rejim değişiklikleri; Çin Halk Cumhuriyeti’nde yönetimde ve rejimde köklü bir değişikliğe yolaçmaksızın kapitalist restorasyonun hız kazanması; acaba “piyasanın köklü biçimde genişlemesi” anlamına geldi mi? Bu gelişmeler kar hadlerinde köklü bir yükselmeye neden oldu mu? Emperyalistler arası pazar, nüfuz ve hegemonya mücadelesinin, bugün de bloklaşmalar şeklinde devam ettiğini görmüştük. Emperyalistler arası rekabetin ulusal devletler veya bloklaşmalar arasında; uzun süre bir süper şampiyon çıkarmadan devam edeceğini söylemek gerekir. Dolayısıyla dünyada, kendi parasını “dünya parası” haline getirmiş hegemonik bir devletin yükselişinden bahsedilemiyor. Dünün “sosyalist ülkeleri” ilk günlerin müthiş
31
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
paniği ve “büyük çöküş” ruh hali içindeyken, son pürüzler de dünün komünist parti yönetimleri tarafından giderildi. Rusya’da Yeltsin’in temsil ettiği politikalara direnmek isteyen komünist ve milliyetçi parlamento çoğunluğu, Duma binası topa tutularak ezildi. Neoliberalizm Şili 1974 ve Türkiye 1980 darbelerinde olduğu gibi, parlamentosunu topa tutan Yeltsin’in de “demokrasiyi” savunduğundan şüphe etmedi ve alkışladı. Emperyalizmle kucaklaşmaya en istekli olan Macaristan, Çekoslovakya (daha sonra iki cumhuriyete barışçı biçimde ayrıldılar), Bulgaristan ve duvardan düşen ilk tuğla olan Polonya, üstelik orada bir tuğlanın geçmişte de olup olmadığı meçhuldür, hemen; hem NATO’ya ve hem de AB’ye irtibatlandırıldılar. Demokratik Almanya Federal Almanya’ya iltihak ettirildi. Çavuşesku ailesinin kurşuna dizilmesiyle Romanya’da sorun çözülmüştü. Ve Yugoslavya sadece toprakları ve etnik kökenlerine göre halkları itibariyle değil; ruhuyla, temsil ettiği değerlerle de paramparça edildi ve parçalanmaya devam ediliyor. Bu ülkelerde direniş potansiyelleri bütünüyle kontrol altına alındıktan veya ezildikten sonra, üç hatta dört haneli enflasyonlar kontrol altına alındı ve örneğin Rusya Federasyonunda tek haneli bir düzeye indirildi. Doğu Avrupa’da kamu mülkiyetinin neredeyse tamamı özelleştirildi. Rusya’da bu süreç zaman içinde ilk hızını kaybetti. Gerek Doğu Avrupa’ya, gerekse Çin’e çok büyük mali kaynaklar aktarıldı ve aktarılmaya devam ediliyor. Çalışkan, kültürü ve mesleki eğitim düzeyi yüksek; buna karşılık örgütlü mücadele alışkanlıkları neredeyse yokolmuş ve üstelik müthiş bir propaganda ile yaratılan “büyük çöküş” ruh haliyle çok düşük ücret ve sosyal haklara razı hale getirilmiş bir işçi sınıfı uluslararası sermayenin sömürüsüne açıldı. Üstelik uluslararası sermayenin mallarını açısından, çok uzun yıllar boyunca tüketim sektörü batıya kıyasla gelişmemiş bu ekonomiler, potansiyel olarak büyük bir pazarı temsil etmektedirler. Emperyalist-kapitalizm bu ülkeler pazarına malları ve sermayesiyle girerken; bu ülkelerdeki sosyalist inşa süreçlerinin uğradığı başarısızlık nedeniyle sahip olduğu psikolojik bir üstünlüğü elinde bulundurmaktadır. Bütün bu unsurlara rağmen, kapitalizmin bugünü, sermayenin yaşanılan borç (1982 Meksika), borsa (1987 Newyork, Londra, 1990’ların başı Tokyo) ve para krizleri (1992 İngiltere, 5 Nisan 1994 Türkiye, Meksika, 1999 Rusya, Endenozya, Malezya, Kasım 2000 ve Şubat 2001 Türkiye ve Arjantin vd.) nedeniyle istikrarsızlığı; çok yüksek oranlı işsizlik ve enflasyon bek-
32
lentisiyle, sistem çapında durgunluğun aşılamadığını ortaya koyuyor. Almanya’dan sonra Fransa’da da işsizlik oranı 1996 yılında 2. Savaş sonrası rekorunu kırdı ve faal nüfusun %12.6’sı düzeyine yükseldi. (Fransız Ulusal İstihdam Ajansı ANPE’nin verilerine göre). Ve 20 yıla yakın süre düzenli bir büyüme döneminin sona erdiği ve bir resesyon döneminin işaretlerinin ortaya çıktığı, ABD, Japonya ve son olarak Almanya’nın büyüme hızlarının yeniden düşme eğilimine girmesiyle görüldü. Kar hadlerinde köklü bir değişikliğe yolaçabilecek genelleşmiş bir savaşın yıkımıyla henüz insanlık karşı karşıya bırakılmış değil. Ancak emperyalizm tarafından iki temel sorun etrafında bölgesel çatışmalar geliştiriliyor. Bu sorunlardan birincisi petrol, diğeri de kapitalizmin dünya pazarına yeniden katılmış bulunan ülkeler başta olmak üzere, pazar ve nüfuz rekabetleridir. Basra Körfezi ve Kafkas petrolleri, özellikle ABD emperyalizmi için, savaş da dahil, her yoldan denetlenmeye çalışılıyor. Körfez savaşı ve 1996’da yaşanan füze saldırıları petrol sorununun savaş nedeni olma potansiyelini ortaya koydu. Ermenistan/Azerbaycan; Rus/Çeçen savaşları da, petrol rezervlerinin etrafında çıkan diğer çatışma örnekleridir. Yugoslavya’nın dağılması sonrasında yaşanan Bosna trajedisi ise “yeni pazarlarda” nüfuz alanı rekabetinin yarattığı ve beslediği çatışmaların örneği olarak hatırlardadır. Yugoslavya’nın nüfuz mücadelelerinin sonucu olarak parçalanması Kosova ve Karadağ’a kadar, adım adım sürdürüldü. Bu çatışmaların dışında da, temellerini emperyalizmin sömürgeci politikalarının attığı bir dizi çatışma yaşanmaktadır. Bir yandan insani yardım edebiyatı yapan emperyalistlerin, bu çatışma ve gerilimlere esas itibariyle bir silah pazarı olarak baktıkları her olayda kanıtlanmaktadır. Kuveyt’i işgal eden Irak’ın karşısında Koalisyon kuranlar; Irak’a kimyasal ve biyolojik silahlar da dahil her türlü silahı satan ülkelerdi. Çok sayıda Alman firmasının, bu ülkeye kimyasal silah üretimi tesisleri kurduğu ortaya çıkmıştı. Ruanda’da başlayan ve Zaire’ye de yayılan Tutsi ve Hutu kabileleri arasındaki, yüz binlerce sivilin öldürüldüğü, bir buçuk milyon mültecininin her türlü hastalık ve açlıkla karşı karşıya kaldığı çatışmalarda kullanılan silahların ise İngiltere ve Fransa’dan geldiği belgelendi. Ortaya çıkan belgelere göre, katliamın bütün hızıyla sürdüğü 1995 yılında bile İngiltere katliamcılara silah satmaya devam etmekteydi. Afganistan’da yıllardır süren ve uyuşturucu parasıyla finanse edilen iç savaşın silah Temmuz 2001
fabrika
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
ihtiyaçları da, “barış ve insani yardım edebiyatı” yapan batının silah sanayii tarafından karşılanmaktadır. Çatışmaya dönüşen gerilimlerin yanı sıra, çatışma potansiyeli bulunan bölgelerde de, çatışmanın muhtemel tarafı durumunda bulunan devletlerin ve siyasal güçlerin silah talepleri gene emperyalistler için müthiş bir pazar durumundadır. İran ve Irak tarafından tehdit edildiğine inanan başta Suudi Krallığı olmak üzere, gerici Arap rejimleri; Kürt sorunu başta olmak üzere, bütün komşularıyla sorunları bulunan Türkiye; Türkiye’nin yayılmacı emelleri olduğuna inanan Yunanistan dünya silah sanayiinin belli başlı müşterileridir. Komünist Hareket ve Program 20. Yüzyılın kimi yönleriyle bu uzun tasviri, 1917’den itibaren, yeryüzündeki bütün toplumsal mücadelelere yön vermiş komünist ve devrimci programların dayandığı temel unsurların yüzyılın sonuna doğru geçirdiği köklü değişimin sergilenmesidir. Böylece artık altımızda bulunmayan bir zemini varsayan, geçmişe takılıp kalmış politika ve anlayışlarla zaman kaybetmek yerine, beş-on sene sonrasını öngörme ve geleceğe hazırlanma ihtiyacı ortaya konulmak istenmiştir. Türkiye, 20. yüzyılı belirleyen bütün temel dinamiklerin etkisini benzer gelişkinlik düzeyindeki başka ülkelere göre daha derinden yaşadı. Bugün de, dünyadaki değişim ve gelişmelerin etkilerini büyük bir şiddetle yaşamaktadır. Görmek gerekir ki, Ekim Devrimi bütün siyasal sonuçlarıyla tasfiye edilmiştir. Ekim Devrimi’yle başlayan bir tarih içinde, kapitalizmin egemenlik alanından çıkmayı başaran dünya coğrafyasının üçte birinden fazlasında kapitalizm yeniden restore edilmiştir. İşçi sınıfının iktidarı almasının ve sosyalizmi inşaya girişmesinin bir teorik imkan ve tahayyül değil; somut bir gerçek haline gelişi; Paris Komünü’nden sonra bir kere daha dünya proletaryasına ve bütün insanlığa, üstelik çok daha uzun bir süre için gösterilmiş; ancak bu devasa atılım da, geride bıraktığı müthiş deneyim ve ilham gücüne rağmen, Komün’ün akıbetine uğramıştır. Sosyalist Sistem, emperyalizm karşısında dengeleyici ve frenleyici bir unsur olarak ve kapitalist dünyadaki sınıf mücadelelerinin gelişimine varlığıyla sağladığı bir büyük imkan olarak, artık yoktur. Sosyalist sistemin çöküşü, emperyalist yeni sağ dalganın bütün dünyayı etkisi altına alması için çok elverişli bir zemin yaratmıştır. Gerçekten de, bütün dünyanın komünist ve devrimci hareketleri, çöküş
fabrika Temmuz 2001
sonrasında ağır siyasal sorunlar yaşamıştır. Hemen bütün partiler bölünmüş, yığınlar önünde inandırıcılığı zayıflamış ve yığın bağları ciddi ölçüde tahrip olmuştur. Türkiye komünist hareketinin iki ana kolu, TKP ve TİP, çöküşün hemen öncesinde sağ bir zeminde birleşmiş ve çöküşün hemen ertesinde, kendi yöneticileri eliyle bütünüyle tasfiye edilmiştir. Ancak sosyalist sistemin çöküşü, kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelelerinin gerilemesini hızlandırmış olmakla birlikte, bir milat olmamıştır. Aksine kapitalist ülkelerde işçi sınıflarına ve sınıf örgütlerine yönelik ideolojik, siyasal ve ekonomik plandaki saldırılar, sosyalist sistemin çöküşünden önce önemli sonuçlar almıştır. Kriz şartlarında kapitalist ülkelerde işsizlik olağanüstü boyutlara ulaşmış; işini kaybetme endişesi; emek sürecinin örgütlenmesinde meydana gelen “esnek üretim” ve “yalın üretim” gibi, emek sürecinin örgütlenmesinde kuralsızlaştırıcı yöntemlerin de katkısıyla, kapitalist dünyanın tamamında işçilerin bilincinde ağır bir çarpılmaya yolaçmıştır. Üretimin parçalarına ayrılması; büyük fabrikalarda binlerce işçinin birarada çalıştığı fordist üretim örgütlenmesini çözmüş; üretimin kimi safhaları fabrikanın dışına yan sanayi olarak veya emek yoğun bölümleri başka ülkelere çıkarılmıştır. 1946-70’ler arasında işçi sınıfının en modern ve dinamik kesimi olan metal işçileri; krizin asıl bu sektörde ortaya çıkmasıyla felç edilmiştir. İşçi sınıfının bir diğer savaşçı kolu, büyük mücadele gelenekleri olan madenciler, neoliberalizmin en şiddetli saldırılarına uğramıştır. İngiltere ve Türkiye’de bu bakımdan en bilinen örnekler yaşanmıştır. Sınıf mücadelesinde sembolleşmiş, çevresindeki fabrikaların işçilerine öncülük yapan sayısız fabrika, büyük şehirlerin dışına çıkarılmıştır. Büyük şehirler, modern proletaryadan önemli ölçüde arındırılmıştır. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde, gelirlerin yeniden dağılımında önemli bir toplumsal işlev üstlenen, sadece işçi yığınları nezdinde değil; sistemin işleyişinde önemli bir işlev ve meşruiyet kazanmış olan sendikal hareketler, zihinlerinde “Keynesçilik”ten başka bir ufuku bulunmadığı için, kriz döneminde karşılaştıkları tasfiye girişimlerinin geçici veya sınırlı olacağı beklentisiyle sınıfı mücadeleye sevketmekte tereddüt etmişlerdir. Bu tereddüt kapitalist dünyanın genelinde sendikalılaşma oranlarını çok aşağılara çekmiş; Fransa ve Türkiye gibi bazı ülkelerde %10 sınırının altına inilmiştir. İşçi sınıflarının en modern kesimlerinin mücadeleden, elbette konjonktürel olarak
33
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
düşürülmüş olması; feminizm, çevrecilik, cinsel azınlıklar ve benzerleriyle işçi sınıfını eşitleyen; hatta diğerlerine karşı “pozitif ayrımcılık” yapan, sivil toplumcu ve demokrasiyi sınıf muhtevasından koparmış bir solculuk biçiminin öne çıkmasına yolaçmıştır. Solda bir diğer eğilim ise, sınıfın bu kesimlerinden en azından orta vadede, hatta sosyalist inşa süreçlerine kadar vazgeçme; geçmişte bu kesimlerin temsil ettiği devrimci misyonu enformel sektör çalışanlarına, işsizlere ve kent yoksullarına yükleme eğilimidir. Sosyalist Sistemin çöküşü ve kapitalist ülkelerde işçi sınıfı mücadelesinin geriletilmesi; 1946 sonrasında kazanılmış çok önemli mevzilerin de tasfiyesini hızlandırmıştır. Dünün pek öğünülen sosyal devleti, herkese eşit, parasız eğitim ve herkese parasız sağlık hizmetinden vazgeçmiştir. Bu hizmetler, kar hadlerinin yüksek olduğu alanlar oluşturduğu kadar; sermayenin girişini meşrulaştıracak parçalılığa da sahiptirler. Çalışanlara ve alt gelir gruplarına yönelik ulaştırma, konut ve benzeri alanlardaki sübvansiyonlar kaldırılmış; sosyal güvenlik bir kar konusu olmuştur. Türkiye benzeri emperyalizmle çok yönlü bağımlılık ilişkileri içinde bulunan ülkelerde devletin sosyal fonksiyonlarından vazgeçmesi; gelişmiş kapitalist ülkelere göre daha büyük bir hızla gerçekleşmektedir. Bunda yerli tekeller ve siyasi temsilcilerinin bu hizmetleri metalaştırma ve kar güdüsüyle ele almadaki açgözlü istekliliği kadar; çokuluslu sermayenin dayatmaları da rol oynamaktadır. Benzer şekilde katma bütçeli devlet kurumlarının, Karayolları, DSİ, Köy İşleri, YSE gibi kurumların sosyal fonksiyonları da, bu fonksiyonları yerine getirmede kullandıkları donanım, araç ve gereçler de hızla özelleştirilmiştir. 17 Ağustos depremi sonrasında bu kuruluşların hareketsizliğinin gerisinde, bu türden kurumların geçirdiği değişim bulunmaktadır. Devlet yurttaşlarına karşı bütün sosyal sorumluluklarından vazgeçmektedir. Burjuvazi, hem sosyalizmin, hem işçi sınıfı mücadelelerinin frenleyici etkisinden kurtulmuş; vahşi kapitalizme geri dönmüştür. Komünistler bugün, Ekim Devrimi’nin derin etkilerini yaşayan; kapitalist vahşetin sınırlandığı ve burjuva devletin şu veya bu ölçüde sosyal işlevler üstlendiği bir dünyada esas alındığı gibi, kazanılmış mevzileri “koruma ve geliştirme” temelindeki savunmacı anlayışı bir tarafa bırakmak zorundadır. İthal İkamesi Bitti İktisadi gelişmeyi planlı bir sanayileşme ve
34
ithal ikamesi eksenine oturtan, kendi kendine yeterliliği bir başarı ölçüsü kabul eden Türkiye artık yok. Türkiye, emperyalizmle çok yönlü bağımlılık ilişkileri içinde olan benzerleri gibi, emperyalizmin dayatmaları ve kendi yönetici sınıfının rızasıyla dışa açılma ve liberalizasyon yolunda önemli bir mesafeden geçirilmiştir. İthal ikameci sanayileşmeden dışa açılmaya gidişi iyi bir özetten okuyalım: “1960 sonrasında planlı dönemle birlikte, Türkiye’de sanayileşme politikasının temelini sınai ürünlerin ithali yerine yerli üretimin sağlanması oluşturmuştur. Dönemin kendine özgü iç ve dış koşulları dolayısıyla, sınai temeli zayıf olan birçok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de birikim rejimi devlet himayesinde ithal ikameci bir özellik göstermiştir. Temel tüketim mallarında yerli üretim sürecini başlatan uygulamalardan sonra, 1970’lerde bu kez ara ve yatırım mallarının yerli üretimini gerçekleştirmek bu dönem sanayileşme politikalarının başlıca amacı olmuştur. İthal ikameci strateji pek çok ülkede olduğu gibi, büyük ölçüde iç pazarın genişliğine ve dinamizmine dayanmıştır. Devlet, yerli sanayii dış rekabetten koruyacak önlemlerin alınması, bazı temel mal ve hizmetlerin üretimi, kaynak dağılımını kontrol eden mekanizmalar, çalışma yaşamına ve işçi-işveren ilişkisine yönelik yasal-kurumsal düzenlemeler ile sanayileşme sürecinin içinde yeralmıştır. Bu yıllarda iktisadi gelişme politikalarının ana ekseni sanayileşmeye dayanmaktadır. İthal ikameci sanayileşme, tüketim mallarının ikamesine öncelik veren ‘erken’ aşamalarında pazarı geniş ve teknolojisi kolay malların yerli üretiminin gerçekleştirilmesinde pek sorun yaratmamıştır. İç pazarın, tüketim eğilimi yüksek ama düşük gelirli toplum kesimlerinin gelirlerindeki artışlarla da desteklenerek belli bir büyüklüğe ulaşması ve genişleyen özellikte olması nedeniyle bu malların üretimi karlı olmuş ve üretim artmıştır. Bu aşamada sanayinin gereksindiği döviz önemli büyüklükte olmadığından bir döviz darboğazı da yaşanmamış, geleneksel tarım ürünlerinin ihracatından sağlanan döviz, gerekli ithal girdileri kolaylıkla sağlayabilmiştir. Ancak ara ve yatırım mallarının ikamesini amaçlayan ‘ileri’ aşamalarda, ilk zamanlarda, küçük ölçek ve kolay teknoloji ile gerçekleştirilen yatırımlar giderek daha çok sermaye ve daha ileri teknoloji kullanımını gerektirmiştir. Üstelik sanayide üretimin artmasına bağlı olarak ithal gereksinimi de artmış, sanayinin bu dövizi üretemediği durumlarda önemli ithal tıkanıklıkları ortaya çıkmış, sanayi döviz darboğazından kaynaklanan ciddi üretim darboğazları yaşamıştır.” Temmuz 2001
fabrika
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
“...İç pazarın başlangıçtaki büyüklüğünün giderek daralması, verimlilik artışlarının yetersiz oluşu ve bu dönemde yaygın dış şokların yol açtığı maliyet artışlarının sürmesi, diğer taraftan bu dönemde bölüşüm ilişkilerinin çalışan kesimler lehine dönmesinin sonucu olarak ortaya çıkan ücret artışlarını telafi edecek ve sınai karlardaki düşüşü önleyecek mekanizmaların geliştirilememesi, ithal ikameci birikim rejimini bunalıma götüren etkenler olmuştur. “...Sınai üretim yaygın tekelci piyasa koşullarında gerçekleştiği ve tekelleşmeyi özendiren koruma rantlarının avantajları sürdüğü için, bu dönemde Türk sanayii verimliliği arttırma ve teknolojik değişme etkinliklerine yeterince yönelmemiştir. Küçük ölçek, düşük verimlilik, yüksek orandaki koruma ve artan maliyetlerle çalışan bir sanayi yapısıyla sanayileşmenin ‘son’ aşaması tamamlanamamış, birinci ve ikinci petrol krizleriyle ortaya çıkan elverişsiz konjonktürde sınai gelişme duraklamıştır.” (Türkiye’de Sanayileşmenin Yeni Boyutları ve KİT’ler, s. 1516, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Editörler: Korkut Boratav, Ergun Türkcan, Sanayi: Taner Berksoy, Uğur Esen, Hasan Kirmanoğlu, Murat Şahin Öcal, Nihal Tuncer, Oktar Türel, Ergun Türkcan; KİT’ler: Korkut Boratav, Aykut Ekzen, Yakup Kepenek, Sinan Sönmez, Oktar Türel; Üçüncü Basım, İstanbul, Ekim 1994) 24 Ocak 1980 tarihli “ekonomik istikrar önlemleri”yle neo-liberal reçete uygulamaya konulmuştur: Kamu sektörü daraltılacak, piyasa mekanizmasının serbestçe işlemesi hedeflenecek, sınai üretimin arttırılması piyasaya bırakılacak ve planlama fikrinden vazgeçilecektir. Böylece ekonominin dışa açılması ve kapitalist dünya ile bütünleşmesi amaçlanmaktadır. “Ocak 1980’deki büyük çaplı devalüasyonu takiben izlenen sürekli günlük kur ayarlamaları ve yoğun teşvikler, içeride göreli fiyatların ihracatın karlılığını artıracak yönde değişmesini sağlamış ve ihracat karlı bir ekonomik faaliyet haline getirilmiştir. Bazı yıllarda artış hızı düşük olmasına rağmen ihracat artırılmış, bunun önemli bir sonucu geçmişte ithalalttan kaynaklanan tıkanıklıkların büyük ölçüde giderilmesi olmuştur. Ancak bu gelişmenin sağlanmasında düşük ücret ve yüksek faiz politikalarıyla iç talebin kısılmasının da payı vardır. Dışa açık, ihracata dayalı bu strateji, kısa dönemde, mevcut sınai üretimin yapısında değişiklik yapmadığından iç talebin kısılması bu stratejinin temel öğesi haline gelmiştir. Bunun için gelir bölüşümünün bozulması gerekmiş, bu da ücret artışlarını sınırlama ve tarımsal ürünlere daha düşük fiyat verme şeklinde gerçekleşmiştir.”
fabrika Temmuz 2001
(A.g.e. s.18-19) Dikkatlerden kaçmadığından eminiz, yukarıdaki özette birikim modelinin değiştirilmesi, tamamen iç dinamiklerin bir gereği, zorunlu bir sonucu gibi görünüyor. Dışsal bir faktör olarak sözü edilen, “yaygın dış şokların yolaçtığı maliyet artışları”yla, iki petrol krizine işaret edilmektedir. Kitaba katkı koyan değerli iktisatçıların hakkını teslim etmek bakımından çalışmanın devamında, dış dünyanın Türkiye üzerindeki etkilerinin daha kapsamlı olarak ele alındığını belirtmeliyiz. Aktardığımız bölüm bakımından burada net olarak bir kere daha tekrarlamak gerekir; Türkiye’nin 1970’lerin sonunda girdiği ekonomik kriz, esas olarak Türkiye’nin çok yönlü bağımlılık ilişkileri içinde olduğu emperyalist-kapitalist sistemin krizinin, azgelişmiş ve bağımlı ülkelere aktarılması ihtiyacının bir sonucudur. Diğer taraftan aynı yıllarda İran’da, Afganistan’da ve Polonya’da olup bitenlerle, Türkiye’de komünist hareketin ve bu çerçevede işçi hareketlerinin kapsamı ve düzeyi de birlikte hatırlanmalıdır. Ve zaten, işçi sınıfının ve çalışanların neoliberal politikalara ikna edilmesi için, ABD başkanına “Bizim oğlanlar başardı” şeklinde haberi verilen, 12 Eylül 1980 faşist darbesinin yapılması, yüzbinlerce insanın tutuklanması, ağır işkencelerden geçirilmesi, sıkıyönetim mahkemeleri, idamlar, gözaltında ve yerinde infazlar, parlementonun, sendikaların, siyasi partilerin kapatılması vs. vs. gerekmiştir. Önemli olan, emperyalizmin kendi krizini bağımlı ülkelere aktarma ihtiyacı duyduğunda; devrim korkusuyla, ülkesinin ve halkının çıkarlarını emperyalizmin çıkarlarına feda eden bir burjuvazinin ve onun siyasi/askeri temsilcilerinin göreve hazır bulunmalarıdır. Dışa açılma, liberalizasyon ve 12 Eylül’ün kurduğu rejim birbirinin ayrılmaz parçaları halinde ve emperyalizmin açık destek ve bazan dayatmalarıyla adım adım derinleşmesini sürdürmüştür. Böylece, en azından son on yılda ve yakın gelecek için, Türkiye ekonomisini emperyalizmin krizinin ve anti-kriz politikalarının, her türlü engelleyici unsurdan büyük ölçüde arınmış bir mekanizmayla Türkiye ekonomisine taşınabilmesinin; ekonominin her türlü spekülatif kriz atağına açık hale gelmesinin yolu döşenmiştir. Türk Lirası para kimliğini kaybetmiş, ekonomi büyük ölçüde dolarize olmuş ve spekülatif para hareketleri üzerinde hiçbir denetim mekanizması oluşturulamamıştır. Borç ekonomisine dönüşüm, ülkede üretilen mal ve hizmetlerin TL’nin değer kayıplarına ve emeğin ucuzluğuna dayandırılan bir rekabet şansıyla ihracı; bu yolla ihracat rakamlarının sürekli yükselmesi ve
35
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
buna karşılık ithalatın daha büyük bir hızla büyümesi anlamına gelmektedir. Dış ticaret açığı hızla katlanan dış borçlara yolaçmakta ve borçların ödenmesinde giderek sıklaşan darboğazlar krizlere; krizlerse borç ekonomisinin daha da derinleşmesi anlamına gelen yeni istikrar programı ve dayatmalara imkan vermektedir. Son on yılda krizlerin sıklaşmasının ve giderek derinleşmesinin mekanizması budur. Devletin ekonomiye müdahalesinin 19301980 dönemindeki biçimi olan, doğrudan üretime yönelik ve ticari esaslara göre faaliyet gösteren KİT’ler, kapitalist kamu mülkiyetinden, kapitalist özel mülkiyete geçirilmektedir. Özelleştirme hareketi, bu defa zaman zaman örneği görüldüğü gibi, sermaye birikimi sürecinde ortaya çıkan dönemsel tıkanmaları aşmak için başvurulan bir hareket olmaktan ziyade, küreselleşme sürecinin stratejik bir gereği ve ideolojik bir yönünü oluşturmaktadır. 1990’ların başından itibaren mülkiyet biçiminin değişiminin değil; bu değişimin içinde anlam kazandığı siyasal programın ve özelleştirmenin sonuçlarının önemli olduğunu söyledik. Özelleştirme, dışa açılma, liberalizasyon, borç ekonomisine dönüşme, korumacı politika unsurlarından ve sanayileşmeden vazgeçme programının parçalarıdır ve sendikasızlaştırma gibi bir sonuç bu programın temel unsurlarındandır. KİT’lerin “halkın malı” olduğu yolundaki popülist ve gerçekdışı propaganda yanlıştı ve yanıltıcıydı. Keza KİT’lerin bir “kamulaştırma” örneği olarak görülmesi ve gösterilmesi de yanlıştır ve yanıltıcıdır. Kapitalist bir ekonomide ve özellikle neoliberal zihniyetin egemenliği altında, sosyalistlerin kendi programlarını açıklamak için atıfta bulunacağı bir kamusal mülkiyet örneği olamaz. Asıl görülmesi gereken ise, burjuva devletin ekonomiye müdehalesinde KİT’lerin artık geçmişte kalmış bir birikim modeline has müdahale biçimi olduğu ve başka biçimlerin öne çıktığıdır. Kapitalist ekonominin varlığını sürdürebilmesi ve iktisadi krizleri atlatabilmesi için kapitalist devletin varlığının ve gittikçe genişleyen bir müdahale ağının gerekli olduğu kesindir. Bununla birlikte devlet, ne sınıflar arasında, ne mülk sahibi sınıflar arasında, ve ne de burjuvazinin iç ayrışmasının ürünü olan kesimler arasında tarafsız bir düzenleyici değildir. Devlet, birikim tarzında ortaya çıkan krizlerin tekeller lehine çözümü için rol oynar ve tekellerle diğer burjuva ve mülk sahibi kesimler arasında tekeller lehine yeni bir denge kurar. Kapitalist dünyada, yirminci yüzyıl boyunca devletin, tekellerin ve çokuluslu şirketlerin eşzamanlı güçlenmesi tesadüf değildir.
36
Tekelci devlet kriz karşısında, kamu kaynaklarını devreye sokarak, özel sermayenin, özellikle tekelci sermaye gruplarının toplam kar kütlesinin azalmamasına yardımcı olacak müdahalelerde bulunur. KİT’ler bu müdahalenin geride kalan dönemdeki biçimlerinden sadece birisidir. Kamu kaynaklarının, sermayenin organik bileşiminin yüksek olduğu ve bu yüzden tekelci sermayenin doğrudan yatırım yapmak istemediği alanlara yatırılması; özel sermayenin uluslararası piyasalarda rekabet gücü kazanmasına ve pazar ölçeğini genişletmesine yönelik ulaştırma, haberleşme, enerji, araştırma-geliştirme yatırımlarına ağırlık verilmesi; bu alanlara yatırım yapacak sermaye gruplarına teşvik ve kar garantileri tanınması; özellikle savaş sanayi yoluyla özel tekelci sermaye için garantili talep yaratılması; özel sermayenin doğrudan veya dolaylı olarak kamu fonlarıyla finansmanı; sermaye piyasasının geliştirilmesi; enflasyonist politikalar; bankacılık sisteminin mevduat garantisinden, mevduat sigorta fonuna kadar bir dizi önlemle desteklenmesi vd. devletin ekonomiye müdahalesinin bilinen ve kullanılan yollarıdır. Bugün, sermayenin hareketinin özgürleşmesi için ve ağırlıkla ideolojik bir motif olarak emperyalist merkezlerin ve yerli tekelci sermayenin dayattığı özelleştirme politikası karşısında, KİT’lerin “finansal performans, verimlilik ve karlılık” gibi kriterlere göre özel işletmelerin gerisinde olmadığı, hatta azgelişmişlerde ve Türkiye’de KİT’lerin özel işletmelere göre daha yüksek bir performans gerçekleştirdiği şeklindeki savunma tarzı, özelleştirmenin gerisindeki temel yaklaşımların, asli siyasetin farkında değildir. Ne Türkiye tekelleri, ne küreselleşmeci güçler, bu savunmayı dikkate alma eğilimindedir. Diğer taraftan özelleştirme uygulamaları işçi sınıfının yığınsal ve sert direnişiyle karşılaşmıyor. Elbette tekelci medya ve siyaset üzerinden yürütülen ideolojik kampanyanın haklı görünen argümanlarının ikna ediciliğinin de bunda payı var. Gerçekten KİT’lerin yönetim kademeleri arpalık ve istihdam politikaları iktidardaki partilerin yandaşlarının maaşa bağlanması esasına dayanmaktadır. Teknoloji, yatırım ve finansman politikaları, 1980’lerin sonundan itibaren, KİT’lerin zarar ettiği propagandasına malzeme sağlayacak biçimde düzenlenmiştir. Ancak direnişin cılızlığının asıl nedenleri, kamu işyerlerindeki aşırı istihdamın, bugüne kadar ağırlıkla sağ partilerin bu kuruluşları kendi yandaşları için bir tür işsizlik sigortası olarak kullanması; geleneksel olarak bu işyerlerinde devlet eliyle Türk-İş’e bağlı sendikaların yetTemmuz 2001
fabrika
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
kilendirilmesi; mücadele geleneklerinin çok cılız olması; yaygın ve şiddetli anti-komünist siyasallaşma ve sahip olduğu imkanı korumanın yolu olarak tepkisizliği seçme eğilimidir. Türk-İş tepkisiz kalarak tasfiye edilmeyeceğini; işçiler tepkisiz kalarak, özelleştirilme halinde bile işten atılmaktan kurtulabileceğini veya başka bir KİT’te ve hatta özel sektör işyerinde işe yerleştirilebileceğini ümid etmiş ve etmektedir. Bu yüzden sosyalist mücadele adına özelleştirmeye karşı çıkan parti, örgüt ve çevreler, sıra kendisine gelmiş işyerlerinin bir kısım işçisi dışında yığınsal bir tepkiyle buluşamamaktadır. İşçi yığınları, doğru veya yanlış, bir hedef için direnir, mücadele eder ve sonunda yenilirse; bu yenilgi baştan görülebilir bir yenilgi bile olsa, yığınların kendi eyleminden, kendi yenilgisinden öğrenmeleri gibi bir kazanım sözkonusu olabilir. Ancak bizzat özelleştirmenin sonuçlarıyla yüzyüze olan işçi yığınlarının tepkisizliği, sınıf dayanışmasından uzaklığı bir tarafta; özelleştirme üzerine binlerce broşür, bildiri, yazı kaleme alan; afiş asan, miting düzenleyen ve yığınlarla biraraya gelemeden, kendi kendine bir dizi yenilgiyi hedefleştiren sol diğer taraftadır. Sosyalizm adına ekonomiye burjuva devlet müdahalesinin, gene burjuvazi tarafından terkedilen ve aslında geleneksel siyasetin terketmeye pek gönüllü olmadığı bu biçimine “kamu mülkiyeti”, “halkın malı”, “ulusal çıkarlar” gibi yanlış hareket noktalarından yaklaşarak zihinleri bulandırmak yerine; sadece yığınların eylem içinde öğrenmesi çerçevesinde ve sendikasızlaştırma, toplu işten çıkarmalar temelinde bakılabilirdi. İşçi yığınlarının çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi ve daha iyi bir hayat için mücadelesinin örgütlenmesiyle ilgilenmesi gereken sendikaların yöneticileri, sadece kapitalist mülkiyet biçimlerinin değişimiyle ilgilenmiş; ulusal çıkarlar, stratejik çıkarlar vs. edebiyatıyla devletin ve tekellerin nezdinde, bir meslek grubu olarak kendi tasfiyelerini önlemeye çalışmışlardır. Özelleştirme politikalarına ulusal çıkarlar edebiyatıyla yaklaşan bir diğer grup ise, sosyalist ve devrimci iddialı çevre ve partiler olmuştur. KİT işçilerinin yukarıda belirtilen genel ve ortalamayı temsil ettiği kesin olan görünümü ortadayken; üstelik de kapitalist kamu mülkiyetine asılsız anlamlar yükleyerek, dahası ulusal çıkarları temel hareket noktası yaparak mevcut sosyalist kadroları başarısızlıktan başarısızlığa koşturarak ezmenin ve tüketmenin gereği, elbette yoktu. Sosyalist birikim doğru mücadele zeminlerinde konumlanarak büyür, özgüvenini geliştirir ve
fabrika Temmuz 2001
sınıfla sağlıklı bağlar kurabilir. 1960’larda ne küreselleşme vardı, ne özelleştirme; sanayileşme stratejileri, egemenler tarafında da, bağımsızlıkçı, ulusalcı bir karşılık yaratıyordu. Buna rağmen devrim ve sosyalizm için mücadele vardı, sonuna kadar haklıydı ve meşruydu. O günlerde sosyalistler yanlış mı yapmışlardı? Yerli sanayii uluslararası rekabete açarak tasfiyeyle karşı karşıya bırakan; KİT’leri yeniden yapılandırarak özelleştiren; yeniden yapılandırılması mümkün görünmeyenleri tasfiye eden; bu esnada stratejik sektör alanını sürekli daraltan ve bu yolla sadık Türk-İş’i adım adım tasfiye eden; sosyal güvenlik kurumlarını üyelerine hizmet veremez hale getiren; böylece özel sosyal güvenlik fonlarının yolunu döşeyen; emekliliği erişilmez kılan küreselleşmeci ve tekelci politikalar; tarımda da çok önemli bir tasfiyeye girişmiş bulunuyor. Önümüzdeki yıllarda tarımda küçük üretim büyük bir hızla tasfiye edilecek ve kırsal nüfus çözülerek, işsizler ordusuna katılmak üzere şehirlere akacaktır. Geçmişte gecekondulaşmaya gösterilen hoşgörüyle, hem devletin yurttaşlarına karşı insanca yaşamaya uygun konut, alt yapı, çevre ve çalışacak iş sağlama sorumluluğundan yançizen; hem bu konutları ücretleri düşük tutmanın bir yolu olarak gören burjuva siyasi iktidarlar; işsizlerin, enformel sektör çalışanlarının, şehir yoksullarının ve işçilerin bu yolla mülk sahibi kılınmalarının siyasal sonuçlarından da yararlandı. 1970’li yıllarda gecekondulaşma hareketlerine önderlik eden sol ise, emekçi yığınların fabrikalarında, işyerlerinde daha iyi bir hayat için mücadele ve dayanışmasına öncülük etmek yerine, onları yığınlar halinde mülk sahibi haline getirdi ve kurduğu mahallelerden eli boş çıktı. Gecekondulaşma hareketlerine öncülük eden devrimci iddialı örgütlerin çoğu zaten köylü hareketleriydi. Kapitalizmin çözdüğü ve büyük şehirlere yığdığı kırsal nüfus içindeki hemşerilerinin gecekondu sahibi olmasına öncülük ve nezaret ediyor; gecekondu mahallelerinde, fabrika ve sendikalarda bölgecilik yaparak taban bulmaya çalışıyor; fabrikalarda iş bulamayan hemşerilerin bir kısmının inşaat sektöründe, çoğunun işportacılık gibi enformel alanlarda iş tutmasına destek oluyordu. Son yirmi yılda ise, gecekonduculuk, kentsel rantların paylaşımının bir yolu ve getirisi çok yüksek bir yatırım haline geldi. Gecekonduculukla birlikte inşaat sektöründe taşeronluk işleri, işportacılık ve benzerlerinde, siyasal islam, ülkücü mafya ve yer yer Kürt hareketi rant dağıtımının öncüsü oldu. Şimdi gecekonduların ve benzer tarzda işgal edilmiş
37
Kapitalizmin krizi, Türkiye ve Komünist Hareket
kamu arazilerinin üzerinde oturanlara veya üçüncü şahıslara satılması gündemdedir. Aynı zamanda, kırların çözülmesiyle şehirlere yönelecek milyonlarca yeni nüfusun, yeni bir gecekondulaşma dalgası yaratmasına karşı da ciddi tedbirler hazırlanmaktadır. Şehirlerdeki emekçi yığınların köyle bağları bitecek ve kentsel rantlardan küçük kırıntılar elde etmelerine izin verilmeyecektir. Küreselleşme, yoksullara, çalışanlara ve alt gelir gruplarına şiddet ve baskı dışında hiçbir kamu hizmeti ve refah vaad etmemektedir. Küreselleşmeciliğin işçi yığınlarını kontrol etmek için artık Türk-İş’e ihtiyacı yoktur. Aynı zamanda Türk-İş’e de, Türk-İş’leşmeyi varlığını korumak için bir yol olarak seçen bugünkü DİSK’e de, Hak-İş’e de tahammülü yoktur. Aynen köylü yığınlarını geleneksel sağ partiler ve onların kamu imkanlarının çoğunu tekellere, büyük bir bölümünü TOBB tarafından temsil edilen tekeldışı sermayeye ve daha az bir bölümünü büyük köylülere ve iyice küçük bir bölümünü küçük toprak sahibi köylüye dağıtarak yürüttüğü siyasete ve bu siyasetle köylü yığınlarını kontrol etmede kullandığı mekanizmalara ihtiyacı ve tahammülü olmadığı gibi... Komünistler, Türkiye egemen sınıflarının ithal ikameci, korumacı bir sanayileşme stratejisini; bunun sonucunda iç pazarın önem kazanmasını, iç pazarın geliştirilmesinde ve toplam talebin büyümesinde sendikal hareketin bu strateji içindeki rolünü; KİT, istihdam ve sendikal harekete yönelik politikalarını, bugün de devam ediyormuş gibi ele alamaz. Sonuçta bütün bunlar içinde siyasi mücadele yürüttüğümüz; ancak kurucusu olmadığımız ortamın temel çizgileriydi. Bugün de kaynağı emperyalist merkezler olan ve Türkiye tekellerinin de adım adım uyum gösterdiği küreselleşmeci dinamikler, farklı bir dünya ve Türkiye oluşturmaya çalışıyorlar. Bu değişim kendi içinde bir tutarlılığa ve “akıl”a sahiptir. Bu “aklı” görmek ve içinde siyasal mücadele yürüteceğimiz ortamın, görünür gelecekte alabileceği şekillenmeyi öngörmek; böylece 21. yüzyılın komünist programının temellerini oluşturmak ve buna uygun siyasal konumlar almak; takip eden ve sürüklenen konumundan çıkmak, komünist harekete zaman ve insiyatif kazandıracaktır. Neoliberalizmin, neredeyse rakipsiz göründüğü son on yıl içinde; insanlığa yaptığı vaadlerin tamamı asılsız çıktı. Dünya nüfusunun on yıl öncesine göre çok daha büyük bir bölümü yoksulluk ve açlık sınırlarının altında yaşıyor. Sistemin merkez ülkelerinde on yıla yakın bir süre kesintisiz
38
yaşanan büyümeye rağmen ücretler genel seviyesi yükselmedi. Gelir dağılımı bozulmaya devam ediyor. Japonya’nın arkasından ABD ve Alman ekonomileri de resesyon belirtileri gösteriyor. “Ekonominin evrensel yasaları” diye propaganda edilen neoliberal politikaların krizsiz işleyen bir birikim modeli oluşturamayacağı bir kere daha anlaşıldı. Emperyalist-kapitalist sistem, yüz yılı aşan bir süredir olduğu gibi bugün de, kriz üreten; ürettiği krizin faturasını merkez ülkelerin işçi sınıfları da içinde, dünya proletaryasına; azgelişmiş ve bağımlı ülkeler halklarına ödeten; krizden çıkış için, silah sanayi ve savaşa ihtiyaç duyan; kısacası üretici güçleri tahrip ederek kendisini yeniden üretebilen bir sistem olmaya devam ediyor. Küreselleşme süreçleri; Balkanlar’da, Ortadoğu’da bir dizi savaşı kışkırtarak, hazırlayarak ve adım adım geliştirerek ilerliyor. Silahlanma yarışına ve nükleer silahların geliştirilmesine sınır getiren anlaşmalar, ABD tarafından geçersiz kılınıyor. 1980’lerde rafa kaldırılan Yıldız Savaşları projesi için 200 milyar dolara yakın bütçe ayrıldı ve önemli bir bölümü harcandı bile. ABD’nin yeni yönetimi, doğanın tahribini önlemeye yönelik uluslararası anlaşmaların, kendisi için bir geçerlilik taşımadığını imzasını geri çekerek ilan etti. Emperyalist çıkarlar gerektirdiğinde, sınırların zorla değiştirilemezliği dahil, ulusüstü hukukun; insan haklarını düzenleyen anlaşmaların vb. Grenada örneğinde olduğu gibi, büyük bir pişkinlikle çiğneneceğinin işaretleri değil; somut ve utanç verici örnekleri vardır. Neoliberalizm, sadece sermaye için özgürlük; emekçiler için emperyalist tekellerin mutlak egemenliğindeki devletlerinin ve sistemin ölçüsüz şiddeti ve terörüyle baskı altında tutulmak anlamına geliyor. Emperyalizmin yeni dünya düzeni; tarihin bittiği değil; sermayenin emeğe karşı dünya çapında kazandığı zaferi kalıcılaştırmak için her türlü yolu denediği bir zaman aralığıdır. Marksizmin bütün temel yaklaşımlarının geçerliliğini koruduğu bir dünyada yaşamaya devam ediyoruz. Marksist düşünce sadece dünyayı açıklamanın değil; değiştirmenin imkanlarını da ortaya koymaya devam ediyor. İnsanlığın özel mülkiyetten ve sadece mülkiyetin sonucu olan her türlü ayrımcılık, baskı ve zordan özgürleşmesi ve bolluk üzerinde yükselecek yeni bir dünya kuruculuğu için yola çıkanların, bütün ilgilerini marksist düşüncenin temellerine yöneltmeleri; son yıllarda kaybedilen özgüveni yeniden üretmeye başlamanın yegane yoludur. Zaman, insiyatif ve özgüven, program demektir. Temmuz 2001
fabrika
İrrasyonel bir piyasada rasyonel olmak ölümcüldür Genel Teori, J.M. KEYNES
Kriz Üzerine (1): TA R İ H S E L M İ R A S Uğur Tekin Bundan bir kaç gün öncesine kadar Keynes’in sözünü belki biraz genişleterek irrasyonel bir ülkede iktisatçı olmak ölümcüldür şeklinde değiştirmenin yerinde olabileceğini düşünüyordum. Fakat, son yaşanan olaylar ülkede çeşitli akslarla açıklanabilecek irrasyonalitenin ardında derin bir rasyonelitenin olduğunu gösterdi. Dolayısıyla, son on yılda yaşanan ve giderek sıklaşan krizlerin bu akslar ve aktörlerin kendilerine özgü rasyonaliteleri çerçevesinde değerlendirilmesi bir zorunluluk haline geldi. İrrasyonalite, tanım gereği, herhangi bir öznenin kendi varlık nedeni ile bağdaşmayacak davranışları sürekli olarak yapması olarak da değerlendirilebilir. Bu yaklaşımdan yola çıkıldığında Türkiye’de yanıtlanması güç bir kaç soru bulunmaktadır. Birincisi, enflasyon bir fiyat belirsizliği yarattığına göre ve belirsizlik altında zarar etme riski yüksek olan esnaf neden antienflasyonist programa karşı direniyor? İkincisi, geçmişi lekeli TUSİAD neden demokratik programlar açıklıyor; hatta bu kapsamda hükümet, ordu vb. gibi devletin temel kurumları ile karşıt pozisyonlar alıyor? Üçüncüsü, hükümetin tek tek tüm bileşenleri yapısal reformlar başta olmak üzere uygulanmakta olan anti enflasyonist politikanın neredeyse tamamına karşı iken neden hükümet etmeye devam ediyorlar ve bu politikanın gereği olan yasaları, uygulamaları neden ve nasıl hayata geçiriyorlar? Koalisyondaki bakanlar hatta aynı partiden olanlar bile kavgalı iken koalisyonun devamını sağlayan güç nedir? Dünya gerçekten Türkiye’nin stabilize olmasını istiyor mu? İstiyorsa neden? Bütün bu soruların yanıtını vermeden önce Türkiye’nin son otuz yıllık serüveninin iktisadi bölümünü gözden geçirmekte yarar vardır. Sözkonusu dönem içinde temel dönüm nokta-
fabrika Temmuz 2001
larını sıralamak gerekirse ithal ikameci dönemin terk edildiği 1980, finansal liberalizasyonun gerçekleştirildiği 1989 ve AB ile gümrük birliğinin başladığı 1996 yılları öne çıkmaktdır. Kabaca onar yıllık dönemlerle incelenecek olursa son otuz yılda Türk ekonomisinin temel iktisadi büyüklükleri aşağıdaki Çizelge 1’de özetlenmiştir. Çizelge 1’de ilk bakışta görülen temel olgu, ithal ikameci dönemi 70’lerin sonunda yaşadığı büyük bir döviz krizi ile sona eren Türkiye’nin 1980 sonrasında başladığı dışa açılma süreci esas olarak başarılmıştır. 1989 yılında gerçekleştirilen finansal liberalizasyon ise dışa açılma sürecini derinleştirmiştir. Dışa açılma sürecinde ihracatın ithalatı karşılama oranı ise %45’lerden %70-75 aralığına kadar yükseldiğinden bu dönem boyunca asıl önemli dinamiğin ihracat artışı olduğu söylenebilir. İhracatın içinde sanayi ürünlerinin payı ise %35’den %90’a kadar çıkmıştır. Sanayinin ithalata bağımlı yapısı ithalatta görülen artışı açıklamaktadır. İhracatta görülen artışa bağlı olarak 70’li yıllarda görülen döviz yetersizliğinin de ortadan kalktığı anlaşılmaktadır.Döviz rezervleri GSYİH’ın %29’una kadar ulaşmıştır. Doksanlı yılların sonuna gelindiğinde gayri safi döviz rezervinin de 34 milyar dolar seviyesinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu noktada bir ara değerlendirme yapmak gerekirse, döviz yetersizliğinden dolayı bir krizin çıkması sürpriz olarak değerlendirilmelidir. Bu sürprize dair bir açıklamanın yapılabilmesi için Türkiyenin finansal serbestleşme sürecinin gerçek nedenlerini irdelemek gerekmektedir. Finansal liberalleşme, bir ekonominin dışa açılma sürecindeki son aşamadır. Finansal liberalleşme ile birlikte ülkenin mali piyasaları dünya
39
Kriz üzerine (1): Tarihsel Miras
mali piyasaları ile bütünleşirken, konvertibilite ile birlikte de ülkenin parası tüm dünyada geçerlilik kazanmakta buna karşılık yabancı paraların ülke içindeki geçerliliği ve kullanılabilirliği ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, finansal serbestleşme ile birlikte ortaya çıkan en önemli özellik yurtdışı mali piyasalardan borçlanma kolaylığıdır. Türkiye’nin Borçlanma Dinamiği
Milyon $ Gayri Safi Yurtiçi Hasıla İhracat İthalat İhracatın İthalatı Karşılama Oranı Döviz Gelirleri Döviz Giderleri Cari Denge + Net Hata Noksan Gayri Safi Döviz Rezervleri
1989
1999
92,774 2,261 5,069 0,446
107,012 11,780 15,792 0,746
183,755 29,326 40,692 0,721
4,798 6,271 -762 1,726
22,472 21,511 1,932 9,314
53,249 54,613 535 34,133
% Sanayi İhracatı / Toplam İhracat 34.7 78.9 90.0 İşçi Gelirleri / Döviz Gelirleri 35.3 13.5 8.5 Döviz Gelirleri / GSYİH 5.2 21.0 29.0 Döviz Giderleri / GSYİH 6.8 20.1 29.7 (Cari Denge+Net Hata Noksan) / GSYİH -0.8 1.8 0.3 Gayri Safi Döviz Rezervleri / GSYİH 1.9 8.7 18.6 Çizelge 1. Onar Yıllık Dönemlere Göre Seçilmiş İktisadi Büyüklükler
Türkiye’nin doksanlı yıllarına damgasını vuran temel sorunlarından biri kamu borç stoğundaki büyük artıştır. Çizim 1 kamunun iç ve dış borç stoğunun doksanlı yıllardaki gelişimini göstermektedir. Çizimden de anlaşılabileceği gibi doksanlı yılların sonuna gelindiğinde içborcun sürdürülebilirliği ortadan kalkmış durumdaydı. Burada bir noktanın altını çizmek gerekemektedir; Türkiye’de finansal serbestleşme aslında seksenli yılların sonuna doğru tıkanmış olan borçlanma imkanın genişletilmesi amacına yönelik bir uygulamadır. Finansal serbestleşme sonrasında yurt dışından bulunan kaynaklarla iç borçlanma olanakları artırılmış ve kamunun iç borç stoğunu çevirmesi mümkün olmuştur.
Bu sürecin gerçekleşebilmesi kur ve enflasyon oranına göre oldukça yüksek reel faizlerin ödenmesi ile mümkün olabilmiştir. 1992’de başlayan dış kaynağa dayalı iç borçlanma stratejisi yaklaşık on yıllık dönemde ödenen çok yüksek reel faizlerin yarattığı aşırı borç stoğu ile 1999’a gelindiğinde GSMH’nın %60’ına ulaşan toplam borcun artık sürdürülebilmesi mümkün değildi. Aslında, sözkonusu borç miktarı, iktisadi dengeleri bozuk olmayan bir ülke için normal karşılanabilecek bir orandadır. Fakat Türkiye’nin yaklaşık 30 yıldır yüksek ve değişken bir enflasyon oranına sahip olması dolayısıyla ortaya çıkan büyük belirsizlik ortamında talep edilen yüksek risk primine dayalı reel faizler ve daha da önemlisi üç aya kadar düşen vade yenilenmesi gereken borç miktarını hızla büyütmüş ve 1999’dan itibaren borç sarmalı sürdürülemez seviyelere ulaşmıştır.
40
1979
Burada açıklanması gereken olgulardan biri de, Türkiye’de bu kadar yüksek reel faizin anlamlı olup olmadığıdır. Reel faizlerin, fon talebi ile fon arzı arasında büyük bir dengesizlik olması durumunda, diğer bir deyişle tasarruf yetersizliği halinde yükselmesi gerekir; bir de buna ek olarak borç talep edenin güvenilirliğine / ödeme kapasitesine bağlı olarak belirlenen risk primini dahil etmek gerekir. Dolayısıyla yüksek reel faizlerin ne ölçüde gerçekçi olduğu bu kıstaslara bağlı olarak değerlendirilebilir. İlk olarak tasarruf yetersizliği ile ilgili durumu değerlendirmek üzere Çizelge 2 irdelenecek olursa görülen rakamlardan da anlaşılabileceği gibi Türkiye’de bir tasarruf yetersizliği bulunmamaktadır. Öte yandan, bu bilgiyi Çizelge 1 ile birlikte yorumladığımızda Türkiye’nin yurt dışından döviz borçlanarak kapatması gereken bir yurtiçi tasarruf yetersizliği hiç yoktur. Bu durumda yüksek reel faizlerin kaynağı olabilecek unsurlardan biri olarak tasarruf yetersizliğini elemek gerekmektedir. İkinci olarak kamunun borçlanma gereğinin aşırı yüksek olması dolayısıyla faizlerin yükseldiği iddiası ele alınabilir. Çizim 2 incelendiğinde 1990 – 93 arası faiz dışı kamu dengesinin eksi yedi seviyesine kadar, yani GSMH’nın %7’si kadar bir açık verdiği görülmektedir. Ancak 1994 krizinden sonra faiz dışı kamu açığı %2 mertebesini aşmamıştır. Bu durumda ilk bakışta, kamu açığının da reel faizleri bu derece yüksek kılacak Temmuz 2001
fabrika
Kriz üzerine (1): Tarihsel Miras
ÇİZİM 1. İç ve Dış Borç Stoğunun GSMH'ya Oranı ve Reel Faizler 90 80 70 60 Dış Borç Stoku 50
İç Borç Stoku Reel Faiz Oranı
40 30 20 10 0 1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
bir seviyede olmadığı söylenebilir, ancak burada unutulmaması gereken iki nokta daha bulunmaktadır: bütçe dışı fonlar ve kamu bankaları kanalıyla yaratılan açık. Sayıştay’ın 2000 yılı mali raporuna göre bu türden kayıt-dışı uygulamaların Milyar Dolar Altın Stoğu Döviz Rezervi Dolaşımdaki Döviz Miktarı Yurtdışı Mevduat Toplam Varlık Toplam Borç Tasarruf Fazlası
60 35 15 25 135 100 35
Çizelge 2. Toplam Varlık ve Borç engesi Kaynak: Asaf Savaş Akat
boyutu son yıllarda artmış ve toplamda ise inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Aşağıdaki alıntı kayıtdışı harcamanın boyutları boyutları hakkında bir fikir vermektedir: “1971 yılından 1999 yılına kadar geçen dönemde; Bütçe açıkları toplamı 109 milyar dolar, Borçlanma hasılatları toplamı 225 milyar dolar, Bütçede gösterilmeden harcanan kaynak toplamı 116 milyar dolardır.” Borçlanma ihtiyacının iki katından fazla borçlanılmış, ve tamamen hiç bir denetime konu olmaksızın harcanmıştır, ayrıca Sayiştay raporuna
fabrika Temmuz 2001
1997
1998
1999
2000
2001
göre “görev zararı borçları” gibi kayıt dışı borçlanmalar bu rakamlara dahil değildir. Görev zararlarının ulaştığı boyutu ise “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programından” bir alıntıyla irdeleyelim. Çizelge 3’den de görülebileceği gibi, 1992 yılı Türkiye’nin kamu bankalarında görev zararı kavramı ile tanıştığı yıldır. 1999’a gelindiğinde ise, “görev zararı” GSMH’nın %16’sına görev zararı dışında kalan toplam borç stoğunun ise dörtte birinden daha yüksek bir miktara ulaşmıştır. Burada bir parantez açmak gerekmektedir, görev zararı denilince Ziraat Bankası’nın tarım sübvansiyonları, Halk Bankası’nın esnaf kredileri tek başlarına sorumlu değildir. Oğuz Oyan’ın Cumhuriyet gazetesindeki bir yazısında ortaya koyduğu gibi kamu bankalarının yarattıkları «görev zararlarını» fonlamak üzere mali piyasalardan gecelik borçlanmak zorunda kalmaları ve yüksek reel faizler, sözkonusu zararın birkaç yıl içinde büyük oranda artmasına yolaçmaktadır. Dolayısıyla görev zararı adı altında, görevin nesnesi konumundaki kesimlerin yanısıra yüksek faiz geliri elde eden rantiyeler de fonlanmaktadır. Öte yandan, kamu bankalarındaki görev zararları, zaman içinde, tanımı belirsiz pek çok harcamanın, ‘iktidardaki çetenin’ etrafında yer alanlara verilen ve geri dönmesi mümkün olmayan kredilerin de atıldığı, halının altına süpürülen pisliklerin toplandığı, bir hesaba dönüşmüştür. Görev zararı mekanizmasının dışında da çetenin
41
Kriz üzerine (1): Tarihsel Miras
ÇİZELGE 2. GSMH'nın Yüzdesi Olarak Faiz Dışı Kamu Dengesi 4 2,9
2,7 2 0,5 0 1990
1991
1992
1993
1994 -0,2
1995
1996
1997
1999
2000
-1,2
-2
-2,1 -4
1998
-1,9
-3,6
-6
-5,6 -6,2 -7
-8
geliştirdiği pek çok «yasal» işlem bulunmaktadır. Sayıştayın raporundan seçilen uzun alıntıdan bunların bir bölümü izlenebilir: ‘Devlet muhasebesinde bu tür giderlerin gizlenmesini sağlayacak bazı “torba hesaplar” vardır. Bu hesaplara gizlenmek istenen giderler, kur farkları vb. çeşitli nitelikte kayıtlar yapılmakta ve hesaplar devir vermediğinden, hiçbir anlam ifade etmeyen bu rakamlar yıl başında sıfırlanmaktadır. Bütçe dışında harcanan bu tutarlarla hangi işlerin finanse edildiğini tam olarak tespit etmek mümkün değildir. Mevcut sistem içinde bu giderler sadece kamuoyundan ve Meclis’ten gizlenmekle kalmaz, bizzat uygulayıcılar da gerçek verileri elde etme olanağını yitirirler. Yarı mali işlemlerin ortaya çıkmasında önemli bir faktör, merkezi hükümetin kaynaklarını aşan taahhütlere girmesi ve bütçe imkanlarının kısıtlılığı nedeniyle bu taahhütlerin bütçe dışında gerçekleştirilmesidir. Örneğin görev zararı borçları karşılığı verilen tahviller tamamen bu tür bir uygulamanın ürünüdür. Bütçeleştirilmeyen işlemler temel olarak kamu açıklarını az gösterme ve sorumluluktan kaçınma kaygısından kaynaklanmaktadır. Bu işlemler bir yandan devletin borç stokunu artırırken diğer yandan yapılan gider bütçeleştirilmediğinden, bütçe açığı olduğundan daha az gösterilmektedir. Örneğin, dış borçlanmayla finanse edilen harcamalar aynı yıl içinde tespit edilmesine rağmen, Maliye Bakanlığınca bütçeleştirilmemektedir.
42
1999 yılında bütçeleştirilmeyen dış borç kullanımlarının tutarı 605 trilyon liradır. Diğer taraftan, bu harcamaların gerçekleştirildiği dönem ile borç ve gider kaydı yapılması gereken dönem arasında önemli süre farkı ortaya çıkabilmektedir. Önce harcama gerçekleştirilmekte ve devletin bu harcamayı gerçekleştiren kuruluşa borcu doğmaktadır. Borcun miktarının kesinleşmesi bile bazen birkaç yıldan fazla sürmektedir. Kayıt yapılması ise borcun kesinleşmesinden de sonra, bu borç için tahvil ya da bono verildiğinde söz konusu olmaktadır. Giderlerin ve borçların gerçekleştiği anda kaydedilmemesi, muhasebe sistemimizin nakit esaslı olmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin, 1993 yılında pamuk destekleme primi uygulamasından doğan borç için 1999 yılında TC Ziraat Bankasına tahvil verilmiştir. Bu durumda borç ve gider kaydının 1999 yılında yapılması, hesap verme sorumluluğunun sağlanmasına değil yanlış yönlendirilmesine yol açmaktadır. Bu nedenle idare, önceki dönemlerde yapılmış olan kamu harcamalarını kaydetmeye yanaşmamaktadır. Mevzuatta yer alan mali disipline aykırı düzenlemeler (tahkim uygulamaları, bütçe kanunlarında yer alan ve bazı borçlanma işlemlerinin bütçe dışındaki hesaplarda izlenmesine imkan veren borçlanmaya ilişkin istisnai hükümler ve borçlanma limitlerinin etkin olmaması) buna zemin hazırlamaktadır. Yarı mali işlemlerin çoğunlukla yasal dayanakları mevcuttur. Bütçe kanunları veya özel kanunlar ile bazı giderlerin bütçede Temmuz 2001
fabrika
Kriz üzerine (1): Tarihsel Miras
gösterilmeden gerçekleştirilmesine imkan sağlanmaktadır. Ancak, bu işlemler yasal olmakla birlikte, mali disipline ve temel ilkelere aykırıdır. Bütçe dışında kalan konularda Meclis’in denetimi ve kontrolü sınırlıdır. Bu işlemlerin bir kısmı ödeneklere bağlı olmadan gerçekleştirilmekte, Meclis adına denetimden azade kalmakta ve işlem tamamlandıktan sonra da Meclis’e hesabı verilmemektedir. Bu işlemler üzerinde Meclis’in doğrudan denetim mekanizmaları –bütçe ve kesin hesap süreci- etkisiz kaldığı gibi dolaylı denetim mekanizmaları –Sayıştay denetimi- de yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla Meclis’in iradesi ve denetimi dışında Hazine aracılığıyla kamu giderleri yapılmaktadır. Bu durum, esasen devletin veznesi ve finansman temin eden kuruluşu niteliğinde olması gereken Hazinenin fonksiyonlarında bir değişmeye işaret etmektedir. Hazine giderek diğer kamu kurumlarının görevlerini de üstlenen dev bir uygulayıcı birime dönüşmektedir. Tarımsal destekleme uygulamaları, otoyol yatırımları, fonlar, teşvik uygulamaları, enerji yatırımları, YİD projeleri, KİT’ler bunun açık örneklerini oluşturmaktadır.’ Görüldüğü gibi Sayıştay’a göre kamu harcamalarının önemli sayılabilecek bir bölümü tamamen denetim dışındadır. Denetimin ortadan
olağandışı yollardan yapıldığından mali piyasaların bütün dengesi bozulmuştur. Kamu bankaları, bankacılık sistemindeki fonların kamunun borçlanma ihtiyacını karşılamak üzere devlete aktarılmasında aracı olarak kullanılmıştır. Ancak, fon ihtiyacı arttıkça finansal piyasaların fon yaratma kapasitesi yetersiz kalmaya başlamış ve bunun sonucunda reel faizler giderek yükselmiştir. Bu durum bankacılık sistemi açısından tatlı ve kolay karların oluşmasını sağlarken, sistemin kırılganlığını da artırmıştır. Öte yandan mali piyasalar, oluşan yüksek reel faizler ve kamunun fonları emmesi nedeniyle, asli işlevleri olan reel sektöre kredi aktarma özelliklerini yitirmişlerdir. Kısaca özetlemek gerekirse, kamu muhasebe kayıt sistemi tamamen işlevsiz kılınarak harcamalar üzerindeki kamu denetimi ortadan kaldırılmış, ve devletin kendisi kayıtdışı ekonominin en büyük aktörü haline dönüşmüştür. Kayıtdışılık, bir kavram ve davranış biçimi olarak toplumun tüm kesimlerinin titizlikle sahip çıktığı ve uzun zamandır uyguladığı bir tür toplumsal davranış bozukluğudur. Bulaşıcıdır. Üstelik, kayıtdışılığa az ya da çok bulaşmış kişiler / kurumlar başta olmak üzere tüm toplumun lanetlediği ve herkesin mücadele etmek için ant içtiği bir olgudur. Ancak, mücadele alanı her zaman bulaşılan kayıtdışılık alanının dışında kalan tüm
ÇİZELGE 3. Kamu Bankaları Görev Zararının GSMH'ya Oranı (%) %18,0 %16,0 %14,0 %12,0 %10,0 %8,0 %6,0 %4,0 %2,0 %0,0 1990
1991
1992
1993
1994
1995
Senede Bağlanmamış
kaldırılması ile birlikte ise çeşitli kurumlar geleneksel işlevlerinin ötesinde bazı özelliklere sahip kılınmışlardır. Oluşturulan çeşitli mekanizmalar aracılığıyla kamu ödeme kapasitesinin çok ötesinde borçlandırılmış ve bu borçlanma
fabrika Temmuz 2001
1996
1997
1998
1999
2000
Senede Bağlanmış
alanları kapsayacak şekilde tanımlanır. Toprak sahibi köylü, ürün ve girdi fiyatlarının dünya fiyatlarından çok farklı belirlenmesini “ulusal dava” olarak görür, ve desteğin nasıl dağıtıldığının ve desteğin sağlandığı kaynağın belirsiz kalmasını
43
Kriz üzerine (1): Tarihsel Miras
esas kabul eder; sigortalı işçi, bağ-kurlu esnaf asgari ücretin üzerinde gelir elde etmesine rağmen asgari ücret üzerinden vergi ve sigorta primi ödenmesine karşı çıkmazken sigorta kapsamındaki sağlık hizmetinin ne kadar kötü olduğundan, emekli maaşlarının ne kadar düşük olduğundan şikayet etmekten geri kalmaz; sigortasız işçi çalıştıran patron, bunun aslında bir tür teşvik olduğunu aksi halde “rekabet etmesinin imkansız olacağını” ve işyerinin kapanması halinde yüzlerce ailenin aç kalacağını (dolayısıyla, patronluk aslında bir tür sosyal yardım faaliyetidir) propaganda ederken, ödenmeyen primlerin ve vergilerin yaratacağı boşluğun ancak kamu fonları ile doldurulabileceğinin farkında olmak istemez; çeşitli devrimci hareketlerin halk mücadelesi kapsamında oluşturulan gecekonduları, her onyılda alansal olarak ikiye katlanan şehir azmanının yarattığı rant dalgaları ile apartmanlara dönüştüren, oğullarının ve kızlarının kanları ile yıkanmış mülkiyet kalelerinin sahipleri için kayıtdışılık seçim dönemi öncesi elde edilen tapuların ötesinde başlar, gecekonduyu yapanın mücadele edenin değil tapuyu verenin saltanatı hüküm sürer. Bu örnekleri sınırsız ölçüde artırmak mümkündür. Bu durum, katılan bütün oyuncuların ahlaksızlığı kabul ederek çıkarlarını en yüksek kılacakları toplamda ise kaybın mutlak olduğu bir oyuna dönüşür. Kuralsızlığa boyun eğmeyen kaybeder; kaybettiğini fark eden kuraldışılığın alanına geçebiliyorsa geçerek kaybını ortadan kaldırmayı temel tercih olarak kabullenir. Bu oyunun sürmesi, sisteme dış kaynağın sürekli ve artarak girmesi (dış borç); gelecekte yaratılacağı varsayılan değerlerin bugünden kullanılması (dış ve iç borç); eldeki servetlerin çözülmesi (kamu mallarının satışı); servet artışı yanılsamasının yaratılması (karşılıksız ödeme) ile mümkün olabilir. Ahlaksızlık bulaşıcı olduğu kadar sınır tanımaz bir nitelik kazanır, sınır tanımazlık yarattığı korkuyla karışık bir şekilde daha geniş kitleleri esir alır. Artık katilliği tescillenmiş mafya babaları havaalanında omuzlara alınarak karşılanıp spor kulubü başkanlığına, milletvekilliğine, adalet dağıtma işine soyunmakta beis görmezler. Mafya, yerine getirdiği çeşitli toplumsal fonksiyonlar ile devletin bir parçası haline gelirken, devletin kendisi de mafya olarak örgütlenmiştir. Bu oyunun sürmesinde devletin merkezi bir önemi bulunmaktadır. Sonuç olarak, yeterli olmayan değerin hangi kanallardan nasıl dağıtılacağı devletin devleti oluşturan temel birimlerin nasıl ve kimler tarafından kontrol edildiğine bağlı olarak belirlenir. Ancak devlet merkezli
44
kliantelizmin sürgit devam etmesi mümkün değildir; sistemin bir noktadan sonra sürdürülebilirliği mümkün olamamaktadır. Kalp Para Bir şeyin aslı kalp olunca, kalpın da kalpı yapılır mı? Kalpazanlık Bile Yapılamıyor, Aziz Nesin
Sistemin sürdürülebilirliği, paylaşılacak değerin sisteme enjeksiyonunun kesilmesi ile ortadan kalkmaktadır. Bu anlamıyla yaklaşıldığında, 1990’larda Demirel iktidarı ile birlikte hız kazanan her turlu yontemin kullanılması(hazine bonosu, kamu kuruluşlarının görev zararı vb.) ile doldurulan iç borçlanma havuzu, havuzu dolduran vananın, yabancı para kaynağının kesin olarak kapanması ile birlikte kurumuştur. Dış kaynağın kesilmesi aslında 1993 yılı sonunda gerçekleşmiştir. 1994 krizi ile birlikte uluslararası derecelendirme kuruluşları tarafından “yatırım yapılabilir” ülke statüsünden çıkartılan Türkiye’ye artık spekülatif sermayenin bile girmesi imkansızlaşmıştır. Bir anlamda, bugün yaşadığımız kriz aslında geçiştirildiği sanılan 1994 krizinin bir devamı olarak da kabul edilebilir. Demirel kliantalizminin finansmanını sağlayan dış borçlanma imkanı kalmadığından, sistemin sürdürülebilmesi, Türkiye’den dışarı çıkmış, karaparanın döndürülmesi, görev zararı ile devlete güven esasına dayalı emeklilik fonları, konut edindirme yardımı vb. gibi fonların kullanılması yoluyla mümkün olabilmiştir. Diğer bir deyişle, kamu elindeki her turlu likiditeyi kullanarak sistemi ve içborçlanma olanaklarını sürdürmeyi denemiştir. Devlet ve soyguncu türediler bir ve aynı kişilikte buluşmuşlardır. Hiç bir sermaye yeterliliği olmadığı halde kurduğu bankanın içini boşaltan “aileden iş adamı” ile kendisine emeklilik döneminde güvence sağlamak üzere emanet edilen primleri değerlendirmek yerine cari harcamalarının finansmanında kullanan devletin içerik ve ahlaksızlık açısından hiç bir farkı yoktur. Her ahlaksızlığın bir de bedeli olmalıdır. Cari harcamalarını karşılayabilmek için son derece yüksek reel faizleri ödemeyi göze alan, elindeki tüm nakit imkanlarını sefer eden devletin yitirdiği güven, sözkonusu devletin bastığı parayı da kalp para kadar değersizleştirmiştir. Para onu piyasaya süren kurumun çıkarttığı bir borç senedi gibi düşünülebilir. Her borç senedi gibi onu piyasaya sürenin güvenilirliği ile kaimdir. Temmuz 2001
fabrika
Kriz üzerine (1): Tarihsel Miras
Paranın temel işlevleri değer saklama, hesap birimi ve alışveriş birimi (genel eşdeğer mal) olma özellikleridir. Türk lirası değer saklama işlevini yitireli 25 yıl kadar oluyor. Son 25 yılda gördüğümüz minimum enflasyon oranı %30’lar seviyesindedir ve yüksek bir oynaklık göstermektedir. Bu ortamda uzun vadede paranın değeri ile ilgili risksiz ve güvenilir bir hesap yapmak mümkün değildir. Bu kadar yüksek bir enflasyon ortamında orta vadede hesap birimi olma özelliğini de yitirmiş bulunmaktadır. Hatta sahip olduğu bu kadar sıfırla birlikte basit aritmetik işlemlerin yapılması bile pek çok vatandaş açısından zorluklar içermektedir. Son olarak, doksanlı yıllarda Türk Lirası alış-veriş birimi olma özelliğini de fiili olarak yitirmiştir. Fiyatlar artık yabancı para cinsinden veilmekte, bazı durumlarda devletin kendisi bile vatandaşları ile arasındaki alışverişlerde ya bir yabancı parayı ya da memur maaş katsayısı gibi bir indeksi kullanmak zorunda kalmaktadır. Hatta giderek Merkez Bankasının teknik deyimiyle “son borç veren kurum” yani bastığı paranın karşılığını garanti eden kurum olma özelliğini de yitirmeye başladığı söylenebilir. “Vadeli çek” yöntemi ile Merkez Bankasının bu özelliği çek karnesi sahibi vatandaşlar tarafından ikame edilmektedir. Artık vadeli çek kesen ile para basan Merkez Bankası güvenilirlik açısından en azından eşdeğer kabul edilmektedir; hatta, vadesi geldiğinde vadeli çekin karşılığının olması dolayısıyla ödenme ihtimali, Merkez Bankasında paranın karşılığının olması ihtimalinden daha yüksektir, dolayısıyla vadeli çekin daha itibarlı olduğu
fabrika Temmuz 2001
kabul edilebilir. Biraz daha ileri gidersek, sevgili Aziz Nesin’in hikayesinde anlattığı gibi, bizzat paranın basılması işinin bile vatandaşlar tarafından Merkez Bankasından daha etkin ve daha ucuza gerçekleştirilmesi ihtimal dahilindedir. Belki de hikayenin kahramanı kalpazanlar kralının “Merkez Bankasının özelleştirilmesi” isteği de yerinde bir istek olarak değerlendirilmelidir! Türk parası artık hiç bir değer ifade etmemekte, kendisinden tanımı gereği beklenen hiç bir işlevi yerine getirememektedir. Bunun sonucunda da hiç kimse elinde TL bulundurmak istemediğinden Saltikov-Sçedrin’in “vicdanı” gibi ortada kalmaktadır. Artık Türk ekonomisi büyük ölçüde dolarize olmuş, TL’nin kullanımını sağlamak büyük maliyetlere katlanmakla mümkün kılınmaktadır. Hiç kimsenin elinde bulundurmak istemediği bir para cinsinden borçlanabilmek için ise katlanılması mümkün olmayan reel faizler ödenmektedir. Sonuç olarak, içinde yaşadığımız kriz, çoğunlukla finansal terimlerle ifade edilen bir kriz olmasına rağmen, derin bir kurumsal güvensizlikten kaynaklanmaktadır. Finansal sistem tümüyle çökmüş ve ortaya çıkan derin güvensizlik ortamı, temel ekonomik faaliyetlerin büyük ölçüde durmasıyla sonuçlanmıştır. Krizin toplumsal sonuçları katlanılamayacak ölçüde derin ve yıkıcıdır. Bu krizin geleneksel iktisadi önlemlerle çözülme ihtimali büyük ölçüde tüketilmiştir. Yazının ikinci bölümünde başarısızlıkla sonuçlanan istikar programı ve muhtemel sonuçlar ele alınacaktır.
45
Kitap Tanıtım
Şair Didem Madak. Şiiri yakından takip etmiyorsanız, atlamış olmanız ihtimali yüksek. 8 Nisan 1970’te doğdu. Lise eğitimini İzmir’de tamamladı. Öğrenimini Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde sürdürüyor. (Artık bitirmiş olmalı. Fab.) Şiirleri Sombahar ve Ludingirra dergilerinde yayınlandı. İlk kitabı Grapon Kağıtları 200 yılı İnkılap Kitabevi Şiir Ödülü’nü aldı. Ve aynı yayınevi tarafından yayımlandı. Didem’i tanımıyor olsanız da çoğunuz iyi şiiri tanırsınız ve bazılarınız, aşağıdaki şiirin kendisine yazıldığı Kalbiye’yi de tanır. Kitabı bulursanız kaçırmayın. Didem’i takip edin.
KURABİYE Zaman zaman çok yalnızım Kalbiye Arsız sarmaşıklar gibi her sabah Bıkmadan tırmanıyorum güneşin tahta perdesine Mor çiçeklerle açılmak için dünyaya. Güneş tozlar püskürtüyor koca ağzından Aslında hiçbir şey görünmüyor Kalbiye Kalbim kocaman bir kelebekti Kalbiye Bir elmasın içinde unutulmuş yıllar önce. Pembe bir merhemle doğardı günler Saçlarımı çözerdim, taze elmalar gibi soyardım bedenimi Bahar, simit, salatalık, midye kokardı her yan Dünya artık bir daha hiç Bir okul çıkışı gibi kokmayacak mı? Hayatın Kalbiye, o iri dudaklı çingenenin Ellerini hiç tutamayacak mıyım bir daha? Elmasın çatlarken çıkardığı sesi duyuyor musun, Bedenime çarpan incilerin sesini?
46
Bir kadeh içindeki tozu üflüyor Her şeyi bir veba salgını gibi hatırlayarak Bekliyorum beklediğim neyse onu. Zaman Kalbiye, zaman şimdi Kalbimde habire uzayan bir minare Zaman zaman çok yalnızım Kalbiye Bugün ağlayarak kurabiye yerken, Çay fincanında kendimi seyrederken Çay beni içti, ben de çayı Kalbiye Ruhumdan çaylar aktı saatlerce Aşık olduğu için kahve döküyordu terliklerine Heinrich Böll’ün Palyaçosu Mary onu bırakıp gitmişti, yalnızdı. Sonra yosunun Latincedeki adı Laminarya’ydı... İçimde gezinen salyangozun tırnakları Her hatırladığım şey için bir santimetre uzuyor Kalbiye Aslında hiç istemiyorum ama Ne yapsam rutubetim sözlere bulaşıyor Kalbiye.
Temmuz 2001
fabrika
Küreselleşme, İdeolojik Şiddet ve Sol S. Özdemir Küreselleşmenin bir tür “muz” haline getirildiği ortadadır. Siyasi akım ve eğilimler, kendi meşreplerine göre küreselleşme süreçlerini tarif etmekte; kendi tarifine uygun olmayan yanlarını görmemeye ve göstermemeye çalışmaktadırlar. Türkiye toplumunun zihni tam bir propaganda bombardımanı altındadır. Emperyalist propaganda, emperyalizmin Türkiye’deki örgütlü güçleri ve mevzilerinden halkın zihnine saldırırken; Türkiye’yi emperyalizmle mevcut çok yönlü ve güçlü bağımlılık ilişkileri içine sokmuş faşist ve faşist kırması sağ partiler yelpazesi, sözümona bağımsızlıkçılık, ulusalcılık, milli gurur vb. gösterileri sahnelemeye çalışıyor. ABD emperyalizmi, kendi sözcülerine ve buradaki “Amerikan pazarı” işportacılarına bakılırsa, Türkiye’de yolsuzluklara, demokrasisizliğe, ekonominin verimsizliğine, insan hakları ihlallerine, işkenceye, gözaltında kayıplara, yöneticiler tarafından halka sistematik yalan söylenmesine, kamu bankalarının görev zararı adı altında, kamu kaynaklarını iktidar yandaşlarına dağıtmasına vs.vs. karşıdır ve Kürtlerin eşitlik ve özgürlüğünden, Türkiye’nin demokratik, çağdaş, hukukun üstünlüğüne dayalı bir demokratik cumhuriyet olmasından, düşünce ve inanç özgürlüğünden ve benzeri özgürleşmelerden yanadır. Başkan Clinton ve Bush bu amaçla Ecevit’in arkasını sıvazlamışlardır. Gene bu yüzden, reformlar sürecinde ayak sürüyen hükümete ve bilhassa MHP’ye, çağdaşlaşma yolundaki Türkiye’nin parlak geleceğini tehlikeye düşürdükleri ve bu son altın fırsatın kıymetini bilemedikleri için sitem etmekte, hatta “ara rejim” tehdidinde bulunmaktadırlar. Türkiye mutlaka çağdaş devletler ailesi içinde yerini alacaktır. Seve seve (SS 1) yöntemiyle olmazsa, SS 2 yöntemiyle bu sonuç elde edilecektir. (Bu formüller Hürriyet’te Cüneyt Ülsever tarafından yazı başlığı haline getirildi ve anlamayanlar olabilir diye, tekrar tekrar izah edildi.)
fabrika Temmuz 2001
İktidardaki ve muhalefetteki, meclisin içindeki ve dışında kalmış olanıyla; siyasi partilerin hiçbirisi a) Kapitalizm karşıtı değildir. b) ABD karşıtı değildir. c) AB karşıtı değildir. d) Küreselleşme karşıtı değildir. e) İMF ve Dünya Bankası karşıtı değildir. Bu partilerin hepsi, kendi beyanlarına bakılırsa a) Yolsuzluklara karşıdır. b) Demokratikleşme ve sivil bir anayasadan yanadır. c) İşkenceyi insanlık suçu saymaktadırlar. d) İnsan hakları ve ifade özgürlüğünü, yabancılar istiyor diye değil; halkımız bunlara layıktır diye istemektedirler. e) Hukukun üstünlüğü hepsinin ortak idealidir. Ama bütün bu açık gerçeklere ve beyanlara rağmen; aynı idealleri paylaşan iç dünyaya, aynı idealler için dış dünya SS 1 olmazsa SS 2 metodu ile yaklaşmaktadır. Metodlardan hangisi yürürlüğe girerse girsin; eğer sözkonusu değişimler, hak ve özgürlüklerin genişlemesi yönündeyse, Türkiye’yi yönetenler imza atmakta, yasa çıkarmakta ve halkın hayatında değişen hiçbir şey olmamaktadır. Eğer değişimin bir maliyeti varsa, ki her zaman vardır; bu halka gene her zaman SS 2 metoduyla aktarılmaktadır. Dış dünya’nın Türkiye’yi yönetenlere daha önceleri SS 1 ve 2 metodlarıyla uygulattığı değişimleri hatırlayalım. Yakın Tarihin SS 1 ve SS 2 Uygulamaları - 1946 tarihli 5 yıllık kalkınma planımızı “ihtiraslı bir sanayileşme”yi hedeflediği için beğenmemişler, II. Savaşın harab ettiği Avrupa’nın kalkındırılması sürecinde, onları beslemek ve ham madde temin etmekle bizi görevlendirmişlerdir. Marshall programından kredi alabilmek için, İsmet İnönü 1946 planını ve hazırlayanları çöpe atmış; 1947 planını hazırlatmıştır. Türkiye’yi yönetenler Seve Seve uyum göstermişlerdir. Bunun adı, Türkiye’nin “Hür Dünya”nın bir parçası olmasıdır.
47
Küreselleşme, İdeolojik Şiddet ve Sol
- Türkiye’nin NATO’ya girişi, Seve Seve’den öte, aşkla, şevkle olmuştur. NATO Türkiye’yi Sovyetler Birliği’ne karşı batı dünyasının güvenliği için bir ileri karakol olarak görmüş ve görevlendirmiştir. Türkiye’de çok sayıda Amerikan üssü kurulmuş; Türkiye’nin bilgisi ve denetimi dışında silah depolanmış ve askeri harekat planlanmış hatta icra edilmiştir. Böylece Türkiye’yi yönetenler, komünizm tehlikesine karşı Hür Dünya saflarında yer almış ve Kore’de hem Kore’nin bağımsızlığı için savaşanların, hem Mehmetçiğin kanını dökmüştür. - NATO ile birlikte Süper NATO’ya da şevkle ve aşkla katılmış bulunan Türkiye, ülkesinde komünist hareketin gelişmesini önlemek üzere, ABD merkezli ve yasadışı bir silahlı örgütün kurulmasını, kendi solcu yurttaşlarının canına kastetmek dahil her türlü suçu işlemesini himaye edeceğini, soruşturma ve yargı dışında tutacağını taahhüt etmiş ve bu taahhütünü fazlasıyla yerine getirmiştir. Binlerce cinayet, binlerce faili meçhul, gözaltında kayıp vs. ve 1960’ların ortasından itibaren 30 yıldan fazla süren bir iç savaş... Böylece Türkiye’nin yönetici sınıfı, “Bir kış ansızın gelecek komünizm tehlikesine karşı” hür dünya ile bütünleşerek “demokrasisini” korumuştur. - 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül tipik SS 1 uygulamasıdır. Özal ekonomik planda, Evren cuntası siyasi planda sistemin kendilerinden beklediğini, sistemin istediğinden de fazla ve daha hızlı gerçekleştirmişlerdir. Bu defa da Türkiye, ekonomisinde “devrimler” yapmış; sağ-sol çatışmasına ve kardeş kanı dökülmesine son vermiştir. Görüldüğü gibi, uygulamalar hangi SS metoduna uygun olursa olsun; halkın bu uygulamaların bedelini ödemesinde, daima SS 2 metodu geçerli olmuştur. Şimdi Türkiye’den istenilen ve dünyanın bir parçası olacaksa, ister SS 1, ister SS 2 formülüyle uygulamak zorunda olduğu bildirilen bütün değişimler; Türkiye’nin sistemle geçmişte kurduğu ilişkilerin sonuçlarını konu almaktadır. Yolsuzluk, Türkiye’de “aman sol gelmesin” diye, ABD Başkanıyla birlikte çektirilen fotoğraflar dahil, sistemin her türlü desteği verdiği sağ, anti-komünist siyaset erbabının eseridir. Sistemin pek beğendiği, ekonomik devrimlerine herkesin hayran olduğu Özal, yolsuzlukların istisna değil, kural olmasını sağlamıştır. Bu ülkede marksizmin yasaklanması, ifade özgürlüğüne getirilen her türlü kayıt, Cumhuriyeti kuran kadro tarafından başlatılmakla beraber, sis-
48
temin Soğuk Savaş dönemindeki ihtiyaç ve yönlendirmeleriyle güçlenmiş ve sürekli hale gelmiştir. İşkence, sistemin katkısıyla yaygın ve sitematik hale gelmiştir. İşkenceciler ABD’de eğitilmiş, işkence alet ve edavatı ABD’den ve İngiltere’den ithal edilmiştir. 1951 tevkifatı dahil, bizimkilerin bütün bildiği “muhtelif ebatta meşe odunuyla”, falakayla, tırnak sökmeyle sınırlı idi. Bugünkü bilim ve fennin bu sahaya girişi, hür ve medeni dünyanın, çağdaş batının katkısıyla olmuştur. İçinde devrim yapılan ekonomi de, bildiğimiz kapitalist ekonomidir ve şimdilerde devrilenler “son sosyalist devletin” kurum ve mekanizmaları değil; Keynesçi modelin unsurlarıdır. D’Altan ailesinin Mehmet’i şöyle söylüyor: “Devleti burjuvalar yönetse, onlar zenginleşmeyi isterler ve korkuları fakirliktir. Ama devleti MGK yönetince, askerlerin iç tehdit/dış tehdit gibi mesleklerinden kaynaklanan korkuları ülke gündemini belirliyor.” Burjuvalar gerçekten de zenginleşmeyi isterler. Bu amaçla özel mülkiyetin ve sömürünün güvence altına alınması için devlete ve orduya ihtiyaç duyarlar. Bu yetmez NATO’ya, Süper NATO’ya sırtlarını dayarlar. Mülkiyete itiraz Marksizmden geldiği için, ifade özgürlüğüne kayıt koydururlar; komünistleri tehdit olarak gördükleri için, tevkifatlar ve işkenceler ve cezaevleri gerekir. Bu polise, işkenceciye, düşünceyi yasaklayan kanuna, kanunu uygulayacak savcıya ve yargı sistemine ihtiyaç demektir. Burjuva egemenliğinin bütünlüğünü görmeyen ve göstermeyen Mehmet D’Altan’ın ünvanı profesördür; ama bilimsel kalibresi kahvehane muhabbetinden ve işportacı çığırtkanlığından öteye değildir. Engels, “Tarihte Zorun Rolü”nde, Robinson’un Cuma’yı köleleştirdiği için onun emeğini ekonomik faaliyetlerinde sömürmediğini; tersine, ekonomik faaliyetleri köleyi gerektirecek ölçüde gelişkin olduğu için Cuma’yı köle haline getirdiğini 150 yıl önce anlatmıştı. Ordu ve MGK kendiliğinden ortaya çıkmaz. Devletin sınıf karakteri, mülkiyete dayalı düzenin devamı için orduyu ve MGK’yı gerektirir. MGK’nın korku ve endişeleri; esasen egemen sınıf burjuvazinin korku ve endişeleridir. D’Altan ailesi, küreselleşmenin propagandistleridir. Propagandanın Gücü ve Karakteri Temmuz 2001
fabrika
Küreselleşme, İdeolojik Şiddet ve Sol
Burada propaganda yoluyla körlük ve hafıza kaybı yaratmanın seçkin bir örneğini; seçkin bir isimden aktaralım: “...Bunları sol muhaliflerin çoğu da dahil Amerikan aydınlarının, propaganda sisteminin zincirlerini kırmadaki yetersizliklerini gözler önüne sermek için anlatıyorum. Bugüne kadar, Amerika’nın Güney Vietnam’a saldırdığı temel gerçeğini kabullenemedik. Aslında Amerika, tarihteki en şaşırtıcı propaganda başarısını elde etti. Suçu Vietnamlılar’a yüklemeyi başardı. Mağdur olan bizdik. Bu nedenle savaşın sonundan ta bugüne kadar sorduğumuz soru, Vietnamlılar’ın davranışlarının, onların medeni dünyaya girmelerine izin vermek açısından bizim için yeterince iyi olup olmadığıdır. Başkan olduğu dönemde George Bush’un New York Times’ın ön sayfasında konuyla ilgili bir konuşması yeraldı. Bush, Vietnamlılar’ın bize karşı işlediği suçlar için cezalandırılmalarını istemediğimizi, sadece yapıp ettiklerini dürüstçe kabullenmelerini istediğimizi ve Hanoi’nin bunu anlaması gerektiğini söylüyordu. Bu yazı, Japonlar’ın karakterlerinde biraz bozukluk olduğunu kibarca ifade eden onlarca makaleden yaklaşık birisiyle aynı dönemde çıkmıştı. Bu karakter bozukluğu yüzünden Japonlar, İkinci Dünya Savaşı sırasında işledikleri suçları kabul edemiyorlardı.” (...) “Bundan başka, Kristof’a göre Japonlar Asya halklarına büyük acılar çektirdikleri gerçeğine ilişkin ciddi kabuller beyan etmelerine rağmen gerçekten aklanmış olmadılar. Bunları, öteki saldırganlık ve sömürgecilikler bağlamına oturtarak hala suçlarını hafifletmeye çalışıyorlardı. Bu saçmalıktı tabii. Asya’da Japonlar’dan başka kimse sömürgecilik vahşeti işlemedi ve saldırganlık yapmadı. Hollandalılar hiç yapmadı. İngilizler hiç yapmadı. Fransızlar hiç yapmadı. Biz hiç yapmadık. Filipinler’i fethetmemizin ve iki yüz bin insanı öldürmemizin kötü bir şey olmadığını, bunların yalnızca bir hoşgeldin partisi olduğunu kim söyleyebilir? Vietnam’a gelince; orada dört milyon ındoçinli ölmüş olabilir. Ama bu, Kuzey Vietnamlılar’ın kabahatidir, bizim değil. Ve bu, yine aynı paragrafta söyleniyor! Bahsettiğim haber, Japonların özür dilemedeki isteksizliğine herkesin katılmadığını göstermek için bir tür Japonya’nın New York Times’ı olan Asahi Shimbun’dan alıntı yapıyor. Asahi’de, Japonya’nın eksiksiz olarak özür dilemeyi reddetmesini kınayan bir başyazı
fabrika Temmuz 2001
yayınlandı.” (Noam Chomsky, Soğuk Savaş & Üniversite, Savaş Sonrası Yılların Entellektüel Tarihi, Makaleler toplamı, s.199-200, Çev: Musa Ceylan, Kızılelma Yayıncılık, Birinci Basım, İstanbul, Kasım 1998) Vietnam halkının önce Fransız sömürgeciliğine karşı, sonra Japonlara karşı, II. Dünya Savaşı’nın bitişinde, düşman saflarda bulunan Fransız ve Japonların ortak sömürgeciliğine karşı ve son olarak Fransa’nın bağımsızlık mücadelesiyle baş edemez hale gelince duruma el koymasını istediği ABD emperyalizmine karşı neredeyse 150 yıl, kendi ülkelerinde, onurlarıyla ve bağımsız olarak yaşama savaşları, insanlık tarihinin şahit olduğu en büyük destanlardan birisidir. Ve sadece ABD’de değil; Türkiye gibi, bütün TV kanalları Amerikan televizyonu olan ülkelerde de, bugünün kuşakları “zalim, vahşi ve işkenceci Vietnamlılar’a karşı, Rambo gibi iyilik, özgürlük ve kahramanlığın temsilcisi Amerikalılar’ın savaşı” olarak biliyor Vietnam’ın, Ho Amca’nın mücadelesini. Emperyalizm ve tekeller çağında, propaganda silahları, milyonlarca insanın yeraldığı tarihsel süreçleri, insan zihninden silebilmekte; olguları silemediğinde nedenlerini ve sonuçların büyük bir cüretle, zihinlerde değiştirebilmektedir. Kapitalist/ emperyalist sistemin önde gelen ülkelerinden, azgelişmiş bağımlı ülkelere yaygınlaşan Tekelci devlet biçimi, salt ordu/polis/gizli haberalma ve operasyon örgütleri/ özel birlikler eliyle kullandığı şiddet tekeli bakımından değil; artık tekelci medyayı da içererek ideolojik aygıtlar bakımından da görülmemiş bir şiddete ve büyüklüğe sahip hale getirilmiştir. Sistem, 1980’lerden itibaren, sınıf mücadelelerini yumuşatıcı politikaları bir tarafa atarken; kendisini geleceğin sert sınıf mücadelelerine hazırlamaya girişti ve güçlerini tahkim etti. Bu hazırlıkta ideolojik şiddet özel bir önem kazanmıştır. İletişim, bilgilenme şiddetle yükleniyor, medya tekelci devletin şiddet tekelinin asli bir parçası haline geliyor. İletişim ve medya alanındaki tekelleşme ve büyük banka/sanayi komplekslerinin medya alanında büyümeleri tesadüf değildir. Medyadaki tekelci gelişmeyi “güvenilir” bir kaynaktan aktaralım: “Amerika’da, ABC, CBS, NBC gibi üç büyükler diye anılan TV kanallarının hisse sahiplerinin dörtte üçü bankalardır. Örneğin... Chase Manhattan, Morgan Guaranty, Bankers Trust, Citibank, Bank of America... Büyük medya kuruluşlarının mali ve idari yapısı, havacılık, otomotiv, silah sanayi, nükleer
49
Küreselleşme, İdeolojik Şiddet ve Sol
enerji, kömür, petrol, sigortacılık, telefon, tarım sanayi gibi sektörlerdeki dev firmalarla iç içe geçmiştir. Dünyanın en güçlü gazetesi New York Times’da Ford’un temsilcileri yer almıştır. ABD’de başkan deviren Washington Post’un ve ünlü Los Angeles Times’ın yönetim kurullarında da Ford’un temsilcisi vardır. NBC, hisselerinin kontrolünü, sanayi ve elektronik devi General Electric elinde tutmaktadır. CBS’nin yönetim kurulunda ITT, IBM, Philip Morris, Rand Corparation, AT& T bulunmaktadır. Washington Post’un yönetim kurulundaki sanayi devleri, IBM, Johnson and Johnson, Heinz, Coca Cola, General Electric’tir. İtalya’da sanayici Berlusconi’nin medya imparatorluğunun yanı sıra, Fiat ve Olivetti de medya gruplarında hissedardır. Fransa’da inşaat sektörü devi Bouygues, silah sanayiinde Matra gibi gruplar, TV kanallarının sahibidir. Le Figaro ve bazı Fransız gazetelerinin sahip Robert Hersant inşaatçıdır.” (Güneri Civaoğlu, 23 Kasım 1996 tarihli Milliyet: “Bilgisiz Fikir”) Şüphesiz Güneri Bey, bu bilgileri medyadaki tekelleşmeyi, sanayi/finans/medya kaynaşmasını eleştirmek için vermiyor. Türkiye medyasındaki tekelleşmeye; medya patronlarının enerji, finans, sanayi yatırımlarına girmesine yönelik itirazlara cevap olarak aktarıyor. Tekellerin bilgisi budur. Bu bilgi konu hakkında fikir sahibi olmanın yegane temelidir. Aydın Doğan grubu sınai/finans/medya tekelidir. RTÜK yasasını meclisten takır takır geçirtmekte; Alman Cumhurbaşkanı tarafından “devlet töreni” ile karşılanmakta; RTÜK yasasının Meclisten geçişinde canla başla çalışan hükümete kıyak olsun ve kendi yolsuzluklarına da sıra gelmesin diye, yolsuzluklarla mücadeleyi fazla ciddiye almış görünen İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’a karşı büyük bir karalama kampanyası açabilmekte ve koltuğundan atılan bakanı bir “Hitler özentisi, faşist, ırkçı, tarikatçı” olarak boyayıp bir kenara koyabilmektedir. Suçlamalar elbette asılsız değildir. Ama cezaevlerinde operasyon yaparken akıllara gelmeyenler, yolsuzluk soruşturması Doğan grubuna ve siyasi dayanaklarına gelince hatırlanmıştır. Bugün Türkiye burjuvazisinin ve devletin sahip olduğu en büyük, en yoğunlaşmış şiddet, ne polistir, ne TSK, ne MGK.. Bütün bunlar üzerinde de yönlendirici ve şekillendirici bir güç olarak, tekelci medya
50
bulunuyor. Elbette, sistemle aynı yönde hareket ettiği; uluslararası sermayenin ortak çıkarlarının gereği olan küreselleşme süreçlerine karşı, kendi çıkarlarını çıkarmadığı sürece.. Milyonların zihnini tekelci medya belirlediği ve yerli tekeller sistemle tam bir çıkar ortaklığı temelinde, ideolojik şiddeti topluma yönelttikleri için; Kemal Derviş halkın parti kurmasını en çok arzu ettiği lider olmaktadır. Clinton, en büyük Türkiye dostudur. Küreselleşme ve neoliberalizm, insanlık ortak geleceğidir. Ekonominin ve demokrasinin ortak evrensel kuralları vardır. ABD ve AB Türkiye’yi bu yasalara uymaya zorlamaktadır. Bayrampaşa cezaevinde solcu hükümlü ve tutuklular askeri vurmuş, içeriyi top dahil her türlü silahla donatmışlardır. Türkiye’de işkence münferittir. Köylülere verilen taban fiyatları Türkiye’yi batırmıştır. Kamu bankaları kara deliktir. SSK kara deliktir. Sendikalı işçiler, işsizliğin sebebidir. vs.vs.vs. Artık Derviş, Mesut Yılmaz, Ecevit, Recep Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli ve diğerleri, birer “ürün”dür. Siyaset, en temel siyaset konularından sonra, ekonomi alanından da dışlanmakta; partilerin programları çöpe atılmaktadır. Artık partiler, bir şirket olarak düşünülen ülkeyi teknik ve idari becerileriyle yöneteceklerdir. Program artık bir tanedir ve evrenseldir. Zihinlerimiz ise, tekelci medyanın istediği gibi yoğurmak, mıncıklamak, yeniden şekillendirmek hakkını ve gücünü kendisinde gördüğü; hoşlanmadığı hatıra ve bilgilerimizi silip, yerine yenilerini koymaya yeltendiği bir alandır. Medya için on yıl önce Ortaçağın Kilisesi denilmişti. Bugün bizzat tanrı rolüne soyunmuş bulunuyor İtalya’nın medya tekeli Berlusconi ise tevazu gösterip, başbakanlıkla yetinmektedir. Küreselleşmeci propaganda, sıradan yurttaşı, geleneksel siyasi partileri olduğu gibi, solu da derinden etkilemektedir. Tekelci propagandanın büyük gücüne ve bu gücün sınıf karakterine dair oldukça uzun olan bu açıklamanın amacı; sol adına ileri sürülen tuhaf politikaların gerisini görmeyi ve göstermeyi kolaylaştırmaktır. Milliyetçi Muhafazakar Solun Cevabı Küreselleşme sürecinin Türkiye’deki işleyişi karşısında komünistlerin tutumu ne olmalıdır? Bu soruya, sol ve sosyalizm adına verilen cevaplardan birisi, ulusalcılıktır. Buna bağlı olarak ulusalcı güçlerin “Ulusal-halkçı-devletçi iktidar programı”dır. Temmuz 2001
fabrika
Küreselleşme, İdeolojik Şiddet ve Sol
Öncelikle, milliyetçiliğin sağa, ulusalcılığın sola ait kavramlarmış gibi gösterilmesinin ucuz bir sahtekarlık olduğunun altını çizelim. Bilindiği gibi milliyetçilik kapitalizmin iktidara tırmanış sürecinin ideolojisidir. Milliyetçilik kapitalizmi üretmemiş; kapitalizm, iktidara yönelişi döneminde bu ideolojiyi üretmiştir. Milliyetçilik, katıksız bir burjuva ideolojisidir. Kapitalizmin görece geç geliştiği ve milli birliğin geç kurulduğu ülkelerde ırkçılıkla, başka milletlerden üstün olma tezleriyle de takviye edilmiş versiyonları olduğu gibi; Mussolini İtalya’sında Katolik inancıyla, Yunanistan’da Ortodoks Kilisesi’yle, ABD’de protestanlıkla, Türkiye’de “Türk-İslam Sentezi” tezleri üzerinden islamcılıkla karışık versiyonları da olmuştur. Elbette ırkçılık veya dini motif ve yorumlar milliyetçiliğe yamanmış yabancı bir ek değil; milliyetçiliğin kendisiyle çelişmeden ve kolaylıkla varabileceği bir noktadır. Hatırlayalım, Balkanlar’da Osmanlı’ya karşı milli kurtuluş mücadelelerinin ilk adımı, Fener Patrikhanesi’nden bağımsız milli kiliselerin oluşturulmasıydı. Kapitalizmin eşitsiz gelişimi insanlığa, bir ideoloji olarak milliyetçiliğin farklı ifadelerinin eşzamanlı olarak varolmasını ve çatışmasını 2. Dünya Savaşı boyunca büyük acı ve bedellerle yaşatmıştır. Soğuk Savaş boyunca milliyetçilik, emperyalizme bağımlı ülkelerde anti-komünizmin bir saldırı silahı olmuştur. En büyük anti-komünist yalanlar; en vahşi baskı rejimleri, en ahlaksız yolsuzluklar, ABD emperyalizmine en aşağılık hizmetkarlıklar, en kapsamlı iç savaş ve cinayet kampanyaları, milliyetçilik genel başlığı altında yürütülmüştür. Gerek Türkiye Cumhuriyeti tarihi, gerekse 1960’lı yıllarda ortaya çıkan BAAS türü milliyetçiliklerin tarihi, milli kurtuluşcu Cezayir yönetimi dahil; milliyetçi rejimlerin halkı bu ideolojiyle kontrol altında tuttuğu; işçi sınıflarını alabildiğine sömürdüğü, ilk fırsatta emperyalizmle çok yönlü bağımlılık ilişkileri kurduğu ve alabildiğine çürümüş, yolsuzluklara batmış, işkenceyi sistematik hale getirmiş, siyasi cinayetlerde ustalaşmış ve yönetici elitin çıkarlarıyla çelişen hiçbir görüşe ifade özgürlüğü tanımamış baskı rejimlerinin tarihidir. Bu milliyetçi rejimler, gerçekler ne kadar tahrif edilse de, önder isimlerine ve kuruluş dönemlerine yaldızlı methiyeler düzülse de, kendi halkına karşı bir zamanlar mücadele ettiği sömürgecilik ve emperyalizm kadar yabancıdır, düşmandır. Elbette kapitalist-emperyalist sistemle bağ kurdukları ve komünizme karşı oldukları sürece emperyalist sistem bu tür milliyetçi rejimlerden
fabrika Temmuz 2001
rahatsız olmamış; aksine bu ülkelerdeki en baskıcı rejimleri desteklemiş, oluşumuna önayak olmuştur. Nasır rejimi gibi başlangıçta sosyalist sisteme yakınlaşan, ancak kapitalizm temeli aynı kaldığı için anti-emperyalistliği geçici olan rejimlerle de ilk fırsatta yakınlaşma kanalları açık tutulmuştur. Dün anti-komünizmde ortaklık, emperyalist sistem için gerekli şarttı. Bugün ise uluslararası sermayenin hareket özgürlüğü için, milliyetçiliğin eski süslerinden ve iddialarından vazgeçmesi ve “pop milliyetçilik”le yetinmesi isteniyor. Korumacılık, sanayileşme, gümrük duvarı, tarıma sübvansiyon, milliyetçi siyaset erbabının “sürdürülebilir yolsuzluk hakkı” artık sermayenin hareketi için ayakbağıdır. Emperyalist ülkelerin çoğunda tarıma sübvansiyon, ithalata kota, yabancı sermayenin hareketine sınırlama getirme uygulamaları sürüyor. Bu ülkelerde yabancı düşmanı, ırkçı akımların genel bir yükseliş içinde olduğu da biliniyor. Ancak bu devletlerin hükümetler düzeyinde dile getirilen resmi ideolojileri ve bağımlı ülkelere önerdikleri dünya görüşü; artık dünya vatandaşlığıdır, insan hakları ve uluslararası hukuk normlarıdır, egemenliğin devridir, sivil toplum insiyatifleridir, demokratik standartlardır; kısacası globalizmdir. Türkiye’nin tekelci medyası, daha düne kadar Kürt meselesinde en şiddetli milliyetçi kampanyaları yürütmüş olduğunu bir yana bırakarak, TÜSİAD’ın fikri lojistiğine; ABD’den ve elçiliklerden esen rüzgarlara arkasını verip bu ideolojinin taşıyıcılığını yapıyor. Üstelik bir yandan da “pop milliyetçilik” temelinde MHP’yi kollamayı ihmal etmeden. Tam da burada şu soru sorulmalıdır: Sosyalistlerin işi burjuvazinin eskitip attığı, üzeri Mustafa Suphi ve yoldaşlarından başlayarak binlerce komünistin, aydının ve emekçinin kanıyla lekeli milliyetçiliği sahiplenmek mi olmalıdır? Birincisi milliyetçilikle sosyalizm yanyana getirilemeyecek iki siyasal akımdır. Sadece karşı karşıyadırlar ve savaşırlar. Bu iki kavramı birbirine ekleyenler, istisnasız Hitler ve Mussolini’nin izinde ve sermayenin hizmetindedirler. Çapları hangi melanetlere yeter ayrı konudur. Ama nitelikleri aynıdır. İkincisi, kapitalizme ve kapitalist sınıfa karşı çıkmadan küreselleşmeye karşı çıkmak ahlaksızca bir gözboyamadır ve “milliyetçi sosyalist” Aydınlıkçılar, tam olarak bunu yapmaktadırlar. Diğer taraftan, Türkiye burjuvazisinin bir bölümüyle, Türkiye kapitalizminin geçmişine; Aydınlıkçılara göre 1930’lara, Mümtaz Soysal’a göre hiç değilse 1960’lara dönme önerisi gelişimi
51
Küreselleşme, İdeolojik Şiddet ve Sol
ve sonu belli bir filmi geri sarıp yeniden, “sevilen bölümünden” başlayarak seyretme önerisidir. Yalçın Küçük ise, filmin bir yerinden başrol oyuncusu olarak sızabileceği hayalindedir. Huy ve alışkanlıktır. Aslan Başer Kafaoğlu, iktisattan anlamayan ve ilkeleri olmayan bir emekli mali müşavirdir. Televizyon programlarının aranan bir rengi olmakla yetinebilir. Acaba böyle bir geri dönüş programını taşıyacak güçte burjuva bir kesim var mıdır? Devlet imkanlarını yandaş ve yakınlarının çiftliğine çevirmeyi siyaset edinmiş siyaset erbabı; kamu bankalarını siyasetçilerle birlikte kemiren tekelci ve tekeldışı burjuvazi var. Henüz uluslararası pazarlara açılacak kadar büyümemiş veya bağlantı kurmayı başaramamış, küçük ve beceriksiz sermayedarların örgütü, “Ulusal sanayici ve İşadamları Derneği” var. “İMF’den para gelsin; yabancı sermaye Türkiye’ye aksın, sendika olmasın, ücretler yerlerde sürünsün, DGM’ler yerinde dursun, polis ve asker muhalif akımların üstünde tepinsin, cezaevlerini içindekilerin başına yıkalım; ama eski usul yüksek enflasyondan, devletin borçlanma ihtiyacından faydalanalım, ihalelere sadece biz girelim; banka, televizyon, enerji, her işin parasını biz kaldıralım” diyen Sabancı, Aydın Doğan ve Koç’lar da var. NATO üyeliğinden memnun ve Avrupa Ordusu’na alınmadığına üzgün Genelkurmay Başkanlığı, MİT ve Emniyetin ulusalcı (milliyetçi) kanatları ve bir kısım eski bürokratla, Perinçek’in fasulyeden partisi de var. Ancak bu koalisyonun hayali oluşu bir yana; bütün unsurlar kurulan hayal dünyasında bile iki programlı. Türkiye’nin sistemle kurduğu güçlü bağımlılık ilişkilerinin bu tür fantazilere ne ölçüde uygun olduğu bir yana; kapitalist sistem içinde kalarak bu tür bir geriye dönüş programını denemek, ancak bir askeri darbeyle birlikte hayal edilebilir. Böyle bir siyasal imkanın sahiciliği, tarihin sadece bir döneminde, 1960’lı yılların sonunda Doğan Avcıoğlu ve ekibi tarafından pratik bir siyasi teşebbüs halinde araştırılmış ve sahici olmadığı 12 Mart darbesiyle anlaşılmıştır. Ancak tarihte bir kez “trajedi” olarak yaşanmışı, ikinci defa yaşamak isteyenler her zaman çıkmıştır. Yalçın Küçük’ün Aydınlık yazarlığı gecikmiş bir II. Doğan Avcıoğlu teşebbüsüdür ve ne Avcıoğlu’nun sahiciliğine, ne de gücüne sahiptir. “Ulusal-halkçı-devletçi program”ın döküntülüğü, sözcülerinin ağızlarını her açısında görülüyor. Aydınlık yazarı Arslan Başer Kafaoğlu televizyonlarda, “Nuh’un Ankara Makarnası”,
52
“Marshall” gibi Türk firmalarının yabancı sermaye eline geçtiğini anlatıyor, hep birlikte gözyaşı dökmemizi istiyor. Türkiye burjuvazisi de Türki Cumhuriyetlerde, Balkanlar’da, Avrupa ülkelerinde ve hatta ABD’de şirket, banka satınalıyor, işletme kuruyor. Sermayenin geçmişteki ve günümüzdeki hareketi böyledir. Nerede yeterli ve çekici oranda kar varsa, oraya akacaktır. Marshall’ın patronunun Türk olması ile Türk olmaması arasında, işçi sınıfı için ne fark vardır? Hatta tüketici için ne fark vardır. Kötü, kalitesiz ve pahalı boya veya makarna üreten Türk patrona, yıllarca koruma duvarları arkasında bizi kazıkladığı için şükran mı duymalıyız? Türk Silahlı Kuvvetleri Afrika’da, Asya’da, Balkanlar’da çok sayıda ülkenin, subaylarını ve bazan doğrudan ordularını eğitiyor. Tekelci sermayenin ürettiği savaş sanayi mallarının, silah ve teçhizatın bu ülkelere satılmasının zeminini oluşturuyor. Amerikan silah firmaları, Fransız, Alman silah sanayii emperyalist; Türk tekelci sermayesinin üretimine el attığı zırhlı personel taşıyıcılar, kundağı motorlu obüsler anti/emperyalist ve barış aracı mı oluyor? Telekom’un özelleştirilmesi ve bir kısım hissesinin yabancı sermayeye satılabilecek olmasının, “ulusal çıkarlarımıza” aykırı olduğunda neredeyse bütün solcular hemfikirdir. TSK’nın, MİT’in Emniyetin ve bütün merkezi idarenin telefon faturalarını ödemekten; telefonlarımızın dinlenmesinden, MHP’ye kadro beslemekten herkes memnun görünüyor. İşçi sınıfının çıkarları ne zamandan beri “milli” oldu ve burjuva milliyetçiliğiyle, hatta MHP ile aynı dili konuşmaya başladık?..Ne zamandan beri komünistler, devrim stratejisi üzerine düşünmek yerine, burjuva devletin “stratejik çıkarları” üzerine kafa yormaya başladılar? Küreselleşmeye, emperyalizme karşı çıkmak için milliyetçi olmak gerekmez. Ancak kapitalizmi ağzına almadan küreselleşmeye ve emperyalizme karşı çıkıyor görünenler; MHP ile aynı ağzı kullanmaktadırlar. Milliyetçi sol veya milliyetçi sosyalizm, kapitalizmin yerlisini; burjuvazinin milli olanını, MİT’in CİA’cı olmayanını, polisin Fethullahçı olmayanını, Ordunun küreselleşmeye karşı ve güçlü olanını seviyor. Peki bu tercihlerin neresinde sol var, neresinde sosyalizm var?..Bu arkaik burjuva program, ekonomik planda Keynesçi, hatta merkantilist bir gericiliği ifade ediyor. Zaten, bu programı savunanlar açısından 1923-1950 arasında yapılması gereken Kemalist iktidarın desteklenmesi; 1950-80 arasında, burjuvaziye ve burjuva Temmuz 2001
fabrika
Küreselleşme, İdeolojik Şiddet ve Sol
devlete değil; komprador, işbirlikçi burjuvaziye ve tabii Sovyet Sosyal Emperyalizmine ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadeledir. Peki bunun neresinde sınıf mücadelesi var? Okuyanlara tuhaf gelebilir, bu takım ÇHC’nin, Kemalizmin ilkelerini uyguladığı için son yıllarda sosyalizmin inşasında büyük açılımlar yaptığını söylüyor. Demek ki Tansu Çiller haklı. Türkiye sadece son sosyalist devlet değil; aynı zamanda 1923-49 arasında sosyalizmin asıl beşiğidir, anayurdudur. Ve bu yıllarda kemalizmin katlettiği başta Mustafa Suphi olmak üzere TKP üyeleri gerçekte hiç yaşamamışlar, en ağır işkencelerden geçirdiği Şefik Hüsnü ve M. Kemal’in öz yeğeni Reşat Fuat Baraner gibi komünistler hayal görmüş; TKP yasadışı çalışma fantazisini tatmin için gizli çalışmış; kendisine bir mitoloji yaratmak için gerçekte olmayan tevkifatları uydurmuş ve basınını yasak olduğu için değil, böyle olmasından hoşlandıkları için illegal yayınlamıştır. Aydınlıkçıların “milli ekonomi” konusundaki tutumları “İlaçta Milli Cephe” somutunda örnekleniyor. Böylece milli solun hangi sınıf ve grup çıkarlarına çalıştığı da açıklık kazanmaktadır. Ancak asıl acıklı olanı; neredeyse solun ezici çoğunluğu, küreselleşmeye Aydınlıkçıların baktığı yerden bakıyor. Çünkü programlarının özü antiemperyalizmden ibarettir. Kendilerini Aydınlık’tan ayıran siyasi pratikleri gerçekleştiremez oldukları ölçüde; Aydınlıkla aynı görüşleri; ancak daha ürkek, bulanık ve amatörce savunma durumuna gelmektedirler. Aynen 12 Eylül’de, MHP’nin sokaktan çekilmesi, MHP ve Ülkücü hareketin kadrolarının içeriye alınmasıyla, antifaşizmle, hatta anti-MHP ile sınırlı solculuğunun nesnesini kaybeden ve darbeye karşı direnemez hale gelen sol gibi... Elbette o sol, bugünkü solun yakın geçmişidir. Liberal Solun Cevabı Liberal solun programı ise demokratizmle sınırlıdır. Küreselleşme karşısında bu kesimden gelen cevaplar, Türkiye’deki sistemi küreselleşme sürecinin gerekleri doğrultusunda dönüşmeye zorlayan emperyalist merkezlerin, kendi dayatmalarına meşruiyet kazandırmak için amacıyla dile getirdikleri gerekçelerden oluşuyor. 1. “Türkiye’deki siyasi rejim bir yolsuzluklar rejimidir. Siyaset erbabı kamu olanaklarını yandaşlarına yağmalatarak ve bu esnada ceplerini doldurarak varlıklarını sürdürüyorlar.” Bu eleştiri Dünya Bankası’nın yolsuzluk araştırmaları raporunda da dile getiriliyor; İMF
fabrika Temmuz 2001
yetkilileri de ifade ediyor, merkez ülkelerin yöneticileri ve basını tarafından da sürekli tekrarlanıyor. Ancak bu siyasi sistemin, bütün kepazeliğiyle birlikte, soğuk savaş boyunca kendileri tarafından üretildiği ve desteklendiği gerçeğinin unutulduğundan da eminler. Tekelci medya bir yandan bu eleştirileri tekrarlıyor ve bunun için liberal sola yazılı ve görsel basında söz ve yer veriyor. Ancak aynı tekelci medya, yolsuzluk operasyonlarının hızını kesmek için de bütün imkanlarını kullanıyor. Tekeller yolsuzluğa değil; yolsuzluk denilen sermaye birikimi kanallarından başkalarının yararlanmasına karşıdırlar. Liberal sol ise, kamu imkanlarının siyasetin kontrolünden çıkarılmasını; kamu bankalarının kapatılmasını vs. yolsuzluklara karşı çözüm olarak öneriyor. Yolsuzluklara karşı çözüm olarak böyle bir öneride bulunmak için sol olmak gerekmez. Ne Dünya Bankası sol, ne İMF, ne ABD...Şikayet edilen yolsuzluk türlerinin tümü kapitalizmin ürünüdür. Yolsuzluklara karşı çıkmak; ancak kapitalizme karşı çıkma tutumuyla birleştiğinde sol bir tutum haline gelir. Kapitalizm karşıtlığının bir yakınmadan öteye geçebilmesi için, kapitalizme karşı işçi sınıfının tarihsel rolünü de içermesi gerekir. 2. Liberal sol, genel olarak kapitalizmi eleştirse bile, Türkiye’deki siyasal ve toplumsal düzenin kapitalizm olduğunu kabullenmeye yanaşmaz. Burjuvaziyi eleştirmemek için, Osmanlı tarihine, “Doğu Despotizmine” müracaat eder ve Türkiye’de sınıfsız bir toplumsal yapı tesbit eder. Böylece ne kapitalizm kalır ortada, ne burjuvazinin egemenliği. Burjuvaziden ille de sözetmek gerekse bile, A. İnsel’in yaptığı gibi, onun “yerli” karakterine vurgu yapılır. Rejimin bütün pislikleriyle sorumlusu olarak “Devlet sınıfları” vardır ve bunlardan “ilmiye sınıfı” ortada görünmez. Sadece seyfiye, yani asker sınıfı ve bürokrasi rejimden sorumludur. MGK kaldırılsa, ordunun siyasal rolü batıdaki örnekler düzeyine geriletilse; böylece toplum üzerinde ordunun vesayeti çözülse, sorun çözülecektir. Çözüm yolu da önümüzdedir: İşkence, cezaevleri, ifade özgürlüğü üzerindeki yasak ve baskılar, sivil toplumun gelişememesi ve benzerleri; Avrupa Birliği sürecinde ortadan kalkabilecektir. Murat Belge’nin veciz ifadesiyle “Demokrasi dışardan gelir”. Sınıfsal karakteri olmayan bir rejime karşı; sınıf muhtevasından yoksun bir demokrasi talebi dile getirenler ve “Neredeymiş bu işçi sınıfı, yerde mi, gökte mi, göğün yedinci katında mı?” diyenler için, demokrasinin “dışardan gelmesi” ne kadar
53
Küreselleşme, İdeolojik Şiddet ve Sol
akla uygunsa; kendilerinin dışarıya, demokrasiye gitmeleri de o kadar akla uygundur. Ve çoğu zaman da böyle olmaktadır. 3. Türkiye burjuvazisi soğuk savaş boyunca “Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik önemini” pazarladı. Bu “malın” alıcısı da hiç eksik olmadı. Liberal sol şimdi de, bir demokratikleşme boyutuna sahip olduğundan kuşku duymadığı küreselleşme sürecinin ve özellikle Avrupa Birliği’nin, soğuk savaş döneminde kalmakta ısrar eden siyaset erbabı ve “devlet bürokrasisi” yüzünden Türkiye’den vazgeçebileceğinden korkanlara, aynı malı satıyor: “Türkiye gibi stratejik bir konumda bulunan bir ülkeyi, dünya bırakmaz, kendi dışında tutmaz. Türkiye eninde sonunda, dış dinamikler tarafından demokratikleşmeye zorlanacaktır.” 4. İMF programı Türkiye tarımını radikal şekilde yeniden düzenlemeyi ve kırsal nüfusu hızla çözmeyi dayatıyor. Liberal sol ise, verimsiz köylü yığınlarının Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve kültürel planda çağdaşlaşmasının önündeki en büyük engel olduğunu söylüyor. Bir zamanlar İsmet Özel “Köylüleri niçin öldürmeliyiz?” şiirini yazmıştı. Liberal sol, aynen İMF programı gibi köylülüğün hızla çözülmesinden yanadır. Ancak aynı zamanda büyük şehirlere yeni bir içgöç dalgasının yaşanmasına da, her orta sınıf mensubu gibi karşıdır. Köylüler öldürülecektir ama nasıl? Meraklılarına, bu sorunun cevabı için önereceğimiz bir okuma parçası var: Kapital, Cilt I. Sekizinci Kısımdan itibaren s.729-794 arası. Başlık: İlkel Birikim. Özetle liberal solun küreselleşme sürecinin işleyişine verdiği cevaplar; esasen bu sürecin kendisini meşrulaştırıcı gerekçelerinin sol bir dile çevrilmesinden ibarettir.
eden çiftçiler de cenaze namazı müsameresi oynuyor, Bayram Meral’in başkanı olduğu Türk-İş mensubu işçiler de... Daha önceleri de saçlarının ve bıyıklarının bir tarafını traş ettiren işçiler vardı. Müsamerelerin amacı, taleplerini dile getirmek değil. Tekelci medyada, maskaralıkların on saniye görünmesi. Tekelci medya bu tür soytarılıkları derhal ödüllendiriyor. On saniye ekranlarda görünüyorlar. Ve Reha Muhtar’ın haberlerinden, bira müptelası eşek görüntüsü kadar, seyredenlerin içinde bir yakınlık duygusu uyandıramıyorlar. Bu ilkellikler, ilkellere yakın gelir; ama ilkeller arasında modern sınıf dayanışması örneği görülmez. Sol tarafa ise “halay çekme” sanatının düştüğü anlaşılıyor. Her durumda ve her eylemde, yerli yersiz, refleks halinde bir halaycılık hastalığı ve ilkelliği solculuğun markası halindedir. Müzik varsa, her türlü müzikle; yoksa kendileri yaparak; alan varsa, alanın büyüklüğüne göre kalabalıklaşan gruplar halinde; yer darsa, bu bir otobüsün içi de olabilir, bir nezarethane de olabilir; küçük gruplar; hatta bir kişinin kendi kendisiyle oynaması şeklinde de olabilir, derhal ve kaçınılmaz biçimde “tey tey tey” diyerek halay çekilecektir. Eylemin amacı nedir, talepleri nelerdir? Bunlar önemli değil. Halay her eylemin, her talebin dile getirilişinin asli ve hatta yegane biçimidir. Kriz sonrası canı yanmış esnafın, ciddi ve vakur biçimde yürümesi bile; işçilerin, memurların, eylemlerinden çok daha etkili ve etkileyiciydi. Artık ciddiyetsizliğin eylem olmadığının; ciddiyetsizlikten rahatsız olan herkes tarafından dile getirilmesi zamanıdır.
Tey Tey Tey Solculuğu
Biz Yıkmazsak Kendileri..
Sanat konusunda bir işbölümü yapılmış görünüyor. Sağ eğilimli Kamu-Sen, mitinglerinde ajit-prop müsamereler tertip ediyor. Koca koca herifler, bunlar istikrar programından zarar görmüş memurlar oluyor; bağıra bağıra ağlıyorlar. Meğer “memur ölmüş”, üzülüyorlarmış.. Sonra üzerinde memur yazılı bir tabut, yürüyorlar. Bir sonraki eylemde kızgın asfaltın üzerine yumurta kırıyorlar, ekmeklerini banarak “asfaltta yumurta” yiyorlar. Çok yoksulu oynuyorlar. Bir sonrakinde birisi imam oluyor ve memurun cenazesini kaldırıyor. Bu maskaralıklar, Türk halkı tarafından çok beğenilmiş olmalı ki, istikrar programını protesto
Türkiye burjuvazisi, 80 yıllık tarihi boyunca özgürlükçü, demokratik, hukukun geçerli olduğu, varlıklı bir toplumsal düzen; başı dik, onurlu bir toplum yaratma niyet ve kabiliyetinde olmadığını ortaya koydu. Çürüyecekler ve yıkılıp gidecekler mi? Hiçbir çürüme ve hiçbir iktisadi kriz burjuva egemenliğinin sonunu getirmez. Ancak bu düzenin temellerine yönelen bir toplumsal muhalefet siyasi bir kriz yaratabilir ve burjuva düzeni yıkarak yerine yeni bir düzen, yeni bir hayat kurabilir. Türkiye solunun, geniş kesimleri itibariyle, fikri planda böyle bir hazırlığa sahip olmadığını biliyoruz. Bu fikri zayıflık, gerçekten büyük emek-
54
Temmuz 2001
fabrika
Küreselleşme, İdeolojik Şiddet ve Sol
lere, ısrarlara, olağanüstü fedakarlıklara rağmen, emekçi yığınlar içindeki siyasi çalışmaların sonuç alıcı olmasını engelliyor. Dolayısıyla bütün çürümüşlüğüne rağmen, burjuvazinin egemenliği kendisini yeniden üretmenin; yeni koşullara uyarlamanın ve her değişimin faturasını emekçilere ödetmenin bir yolunu bulacaktır. Krize giren birikim modeli; bu modelin mekanizmaları; bu mekanizmaların aktörleri, siyasiler dahil; krizin aşılmasının bir parçası olarak aşılacak ve terkedilecektir. Eğer ulusal planda böyle bir tasfiye dinamiği işlemiyorsa; yıkıcı dinamik uluslararası plandan gelecektir. Türkiye’nin bugünkü yöneticileri, seve seve, yani Özal gibi insiyatif alarak terkedilmekte olanı yıksalar, sorun ekonomik boyutlardan fazla taşmayabilirdi. Üstelik bugün böyle bir geçişe direnecek ölçüde güçlü bir devrimci hareket de yok. Ancak Türkiye’yi yöneten soğuk savaş kadroları, partileri ve kurumları, kendilerinin vazgeçilmezliğinden emin ve güçlerinin farkındadırlar. Sistem açısından vazgeçilmez olmadıklarını biliyoruz. Ancak öyle zorlayarak, hiçbir taviz vermeden ve bir anda alaşağı edilecek ve yerlerine başka kişi ve mekanizmaların konulacağı bir durum da sözkonusu değildir. Hem direnme imkanları vardır, hem pazarlık güçleri.. Bu direnişin ve pazarlıkların millilikle ilgisi olmasa da, böyle gösterilmesi mümkündür ve öyle yapılmaktadır. Sistem ise “uluslararası sermayenin özgürlüğü önündeki engeller kalksın; yüksek kar hadlerinin bulunduğu sektörlere çok uluslu şirketler istediği gibi ve güvenceli yatırımlar yapsın” diye değil; demokrasi, insan hakları, zenginleşme sloganlarıyla yaklaşmaktadır. Bu propagandanın etkili olduğunu biliyoruz. Sistemin içerde güçlü mevzileri ve yandaşları bulunmakta; eski konumunu korumak isteyenlerin, içerdeki güçlerine ek olarak, uluslararası ilişkilerde pazarlık güçlerini arttıracak alternatifleri oluşmaktadır. Silah ihtiyacını ABD yerine ÇHC’den karşılar; Rusya ile enerji ve Küba ile dostluk ilişkileri kurar; Irak’la ticaret yaparsan; bütün bunlar asıl amacın haline gelmese ve ihtiyaçlarını tam olarak karşılamasa da pazarlık gücünü büyütür. Sonuçta krizin siyasi boyuta tırmanmasına ve derinleşmesine neden olan; sistemle içerdeki güç odakları arasındaki mücadelenin sürmekte oluşudur. Sistem, Ermeni Soykırımı, Kıbrıs, Kuzey Irak’ta Kürt devleti ve kredi vermeme tehditlerinin yetmediği noktada, Milliyet Washington muhabiri Yasemin Çongar’ın kaleminden “ara rejim” tehditlerinde bile bulunmaktadır. Ordu, orduyla tehdit edilmektedir.
fabrika Temmuz 2001
Basında köşe yazarlarının “Ben şahsen korkuyorum” diyerek dile getirdikleri, MGK toplantısında Hükümetin dikkatinin çekildiği “sosyal patlama” ise; böyle bir toplumsal öfkeyi örgütleyecek ve savaşımını yönetecek bir partinin yokluğunda; suç oranlarının artışı; yağma ve yaygın tahribat olaylarının görülmesi gibi biçimlerin aşmayacak; buna karşılık sosyal patlama korkusuna yolaçan politikalar uzun süre uygulanırsa; toplumsal çürümenin daha da derinleşmesine yolaçacaktır. Neoliberalizme karşı uluslararası planda iddia ve çekiciliği olan fikri bir barikat oluşturmanın; bunun için Marksist bir programı bugünün dünyasında ve Türkiye’sinde üretmenin; Marksizmi her türlü bulaşıklıktan arındırmanın zamanıdır. Şimdi kendimizi milliyetçi soldan ve liberalizmden kalın çizgilerle ayırmanın zamanıdır. Şimdi Komünist Partisi’nin tam zamanıdır. Şimdi şu veya bu geleneğin değil; şu veya bu dönemin devamı olan değil; bütün komünistlerin birlikte oluşturacağı Komünist Partisi için, birlikte çaba harcamanın tam zamanıdır. Türkiye komünist hareketinin küreselleşme süreçlerine vereceği en güçlü cevap; bütün komünist çevrelerin eteklerindeki taşı dökerek; küçük, dar ve etkisi sınırlı yapılarını aşacak bir partinin inşası için, çaba harcamasıdır. İlk cevap, Komünist Partisi’dir. Diğer cevapları Parti verecektir. “ULUSAL İLAÇ CEPHESİ” NASIL KURULUR HEDEF GRUBU’NUN SÖZCÜLÜĞÜ NASIL YAPILIR ?.. 24 Haziran 2001 tarihli Aydınlık’ın orta sayfasında İstanbul Eczacı Odası Başkanı Erkan Önsel’le, “Ulusal Kanal”da yapılan bir söyleşi yeralıyor. Başlık: “Ulusal İlaç Cephesi’ni kuruyoruz.” Önsel, “Öncülüğünü Turgut Özal’ın yaptığı”, son 20-25 yılın politikalarından sözederek, “Bu ekonomik politikalara karşı çıkanların da bir alternatif programı oluşturduğunu görüyoruz. Biz de Eczacılar Odası olarak ilaçta bir ulusal cephe politikası izlemeye çalışıyoruz. Ulusal İlaç Cephesi’ni kuruyoruz. Üretim aşamasından dağıtım aşamasına oradan halka sunumuna kadar bütün aşamalarda sorunları tesbit ederek bunlarla mücadele etmeye çalışıyoruz. Bu yürüttüğümüz çalışmaların adını da “Ulusal İlaç Sanayii ve Ulusal İlaç Politikası” olarak adlandırıyoruz.
55
Küreselleşme, İdeolojik Şiddet ve Sol
İlaç üreticileri de zor durumdalar. Çünkü Türkiye’de ilaç üretimi yapmak imkansız hale getirildi. Eğer ilaç üretimi teşvik edilse Türkiye’de enflasyon oranı da düşer, faiz oranları da düşer.” Erhan Önsel’in ilaç sektörünü araştırmageliştirme aşamasından değil de, üretimden başlayarak, dağıtım ve halka sunum şeklinde aşamalandırması, unutkanlıktan değil. Devam ediyor: “Hammadde kaynakları açısından dışarı bağımlı bir durumdayız.” Milli cephe içinde işçi sınıfına yer yok mu? Var. “İlaç İşverenleri Sendikası’nın açıklamasına göre, ülkemizde, ilaç sanayiinde 18.000 işçi istihdam edilmektedir.” Sektördeki milli cephenin mimarı, sektördeki işçilere dair bilgiyi, İlaç İşverenleri Sendikası’ndan alıyor. Neticede “Hepimiz aynı gemideyiz”in yerini “Hepimiz milli cephedeyiz” almış oluyor. İşverenler cephenin merkezinde duruyor ve işçiler bir rakam halinde cepheye yerleştiriliyor. Acaba ilaç üreticileri neden zor durumdalar ve milli kuvvetler, hangi milli politikalarla, üreticileri teşvik etmelidirler? “Sağlıkta Patent Yıkım Oldu” Erhan Önsel ilaç üreticilerinin neden zor durumda olduklarını açıklıyor ve çözüm öneriyor: DYP-SHP Hükümeti döneminde “Türkiye beş yıl daha patentsiz ilaç üretme hakkından vazgeçti. Bu ulusal ilaç sanayiine yapılmış en büyük hıyanettir. Yani patenti alınmış bir ilacı Türkiye’de üretemiyorsunuz.” (...) “Yeni bulunmuş bir ilacın taklidini üretmenin insanlığa hizmet açısından ne gibi bir sakıncası var. Bunun tersi bizim gibi ezilen ülkelerin ilaç üretme hakkını elinden almaktır.” (...) “Türkiye’nin önemli deneyimleri var. Yetişmiş insan gücü oldukça fazla ve nitelikli. Kamu ilaç üretimini teşvik ederse başarıyla ilaç üretebilir, Güney ülkelerine ihraç edebiliriz.” Her cümlenin içine “ulusal” kelimesini koyarak önerilen şeyin ne olduğunu açıklayalım: Gelişkin bir ilaç sanayiine sahip olan Küba’nınkiler dahil, dünyadaki pek çok ilaç firması; araştırma/geliştirme faaliyetine büyük fonlar ayırıyor. Binlerce madde üzerinde yapılan araştırmaların sonunda, ortalama 2 bin araştırmadan biri, ilaca dönüşüyor. Her ilacın bulunuşundan patent alınışına kadar, deney ve araştırma safhası en az 5 sene. Sonunda patent alınıyor ve patent hakları, 10 sene için geçerli. On yıl boyunca bu ilacı üretmek isteyenler, patent sahibi firmanın lisansıyla ve ham
56
maddeleri o firmadan satınalarak üretmek zorundalar. Bizim milliyetçi solcular, “Araştırmageliştirme faaliyeti için emek ve para harcamış olanlara para ödemeyelim; onlar araştırıp bulsun, biz hırsızlayalım. Devlet patent hakları anlaşmalarından imzasını çeksin ve bizi hırsızlık hakkı tanıyarak teşvik etsin” demekteler. “Hammadde kaynakları açısından dışarı bağımlı bir durumdayız” ve “teşvik istiyoruz” sözlerinin Türkçesi bu. Ulusal ilaç politikasının temelini, hırsızlık hakkı oluşturuyor. Üstelik yeni çıkmış bir ilacın formülünü tesbit etmek ve taklidini üretmek için de ciddi bir analizin yapılması, bunun için yeterli laboratuarların kurulması gerekli. Bizim milliyetçiler taklit için gerekli formülleri de, Hindistan gibi ülkelerde bu işin altyapısını kurmuş firmalardan satınalıyorlar. Bazı firmalar araştırıp bulacak; bazıları ilacın formülünü tesbit edecek; bizimkiler o formülle ilacın taklidini üretecek ve bunun adı da “Ulusal İlaç Sanayii” olacak.. Ama hırsızlığın bir de utanmazca mazereti var: “Şöyle bir bakış açısıyla olaya yaklaşırsanız bunu doğru bulabilirsiniz. ‘Canım adamlar emek vermiş, yeni bir ürün keşfetmiş bunun karşılığını almasınlar mı?’ Bu düz mantıktır. Emperyalist Batı ülkeleri araştırma-geliştirme fonlarının kaynaklarını bizim sırtımızdan çıkardılar. O zenginliklerle sırtımızda yeni bir tekel oluşturuyorlar.” Erbakan da şöyle söylemişti: “Sıfır’ı biz (Araplar) bulduk. Şimdi batılıların “O”dan faydalanarak kazandıklarından payımızı istesek, ayaklarındaki donu alırız.” Emperyalist sömürü, Türkiye gibi ülkelerdeki işverenlerin değil; bu işverenlerin de ortaklığıyla Türkiye işçi sınıfının sömürülmesi demektir. Emperyalist batının zenginliği de, Türkiye İlaç İşverenleri Sendikası’na üye işverenlerin zenginliği de, gerçekte işçi sınıfının el konulmuş ve biriktirilmiş emeğinden ibarettir. Eğer zihinleri “düz mantık”tan kurtaracaksak; sonuna kadar kurtaralım. Üstelik emperyalist sömürüden şikayet eden milliyetçi Erkan Önsel, devlet hırsızlığı himaye ederse, yani “Kamu ilaç üretimini teşvik ederse, başarıyla ilaç üretebilir, Güney ülkelerine ihraç edebiliriz.” diyor. Nereye? Güney Ülkelerine... Bizden daha fukara olanlara ihraç edip, nasıl batı Türkiye gibi azgelişmişleri sömürdüyse, Erkan Önsel’in sözcülüğünü yaptığı “İlaç İşverenleri” de, Temmuz 2001
fabrika
Küreselleşme, İdeolojik Şiddet ve Sol
“bizim gibi ezilen” Güney ülkelerinin sırtından para kazanacak. Böylece enflasyon oranı düşecek, faizler aşağı inecek, Türkiye düze çıkacak... İşte nasyonal solcunun anti-emperyalizmi böyle bir şey olmalıdır. Adama sormazlar mı, DYP-SHP hükümetine kadar hırsızlık serbestti, neden kazanılan paralarla araştırma-geliştirme fonları oluşturmadınız? Neden avuç içi kadar Küba’nın onurlu, haysiyetli yolundan gitmediniz? Aksine Küba’ya yapılan ziyaretlerden sonra, Türkiye’de “Küba ilaç sanayiinin temsilciliği bizde, Küba patentli ilaçları Türkiye’ye ithal etmek isteyen, İP’ne şu kadar dolar komisyon ödeyecek” diye gezen Ferit İlsever gibi nasyonal sosyalistler oldu. Sanki Küba’nın diplomatik temsilcilikleri yok, Ticaret ataşeliği bu madrabazlara devredilmiş... “Yeni bulunmuş bir ilacın taklidini üretmenin insanlığa hizmet açısından ne gibi bir sakıncası var?” Sanki taklit ilaç üretildiği zaman, üretici firma kar etmiyor; insanlığa hizmet için, maliyetine dağıtıyor. Ulusalcılık, insanlığa hizmet, emperyalist sömürüye karşı çıkış...Bütün bu cafcaflı lakırdılar, birileri daha kolay para kazansın diyedir. Ve böyle bir “ahlaksız teklif”, solculuk diye yutturulmaya çalışılıyor.
açıklamalar yaparak, “Halkçı/Devletçi Ulusal Ekonomi programı”nın ilaç sektöründeki ayağını oluşturduğunu söyleyen Erkan Önsel’in de, Cengiz Celayir’in de “Ethem Abisi”dir. Bu durumda akla gelen ilk soru: Hedef Grubu, açık veya örtük, üretime mi giriyor? sorusudur. Böyle bir girişim olmasa bile, Erkan Önsel’in ve Aydınlıkçıların feryatlarının arkasında, Hedef Grubunu dolaysız olarak ilgilendiren problemler var. Lisanslı üretim yapan Eczacıbaşı gibi firmalar veya fabrikasını buraya kurmuş, üretimini kendisi yapan yabancı firmalar, ilaçlarını 90 gün vade ile dağıtıma veriyorlar. Üstelik dağıtım payı neredeyse %1 mertebelerine düşüyor. Yerli ve taklit ilaç üreten firmalar ise 9 ay vadeyle çalışıyor. Marj yüksek. Dahası ilaç fiyatlarına zam geldiğinde, üstünde yeni fiyat olan kutular bastırarak, hem dağıtımı ve eczacıları rahatlatan; hem de eski fiyattan hesap gören yerli firmalar, dağıtımcı için büyük avantaj anlamına geliyor. Patent yasası, bu irili ufaklı, taklit ilaç üreten firmaları vurdu ve dolayısıyla Hedef Grubu’nun daha yüksek bir marjla çalışmasını engellemeye başladı. Erkan Önsel’in “İlacın Kuvayı Milliyesi” diye anlattığı uzun hikayelerin gerisinde, Hedef Grubu’nun sıkıntıları okunuyor.
Hedef Grubu Üretime mi Giriyor?
“Osman Durmuş, İthal İlaç Konusunda Doğru Yapıyor”
Türkiye’nin ilaç piyasasından haberdar olmasanız bile, yukarıda anlatılanlar yeteri kadar açıktır. Ama ilaç piyasası hakkında biraz bilginiz varsa, bu durum açıklıktan çıkar, müstehcenlik noktasına taşınır. Türkiye’nin en büyük ilaç dağıtım firması HEDEF Grubu’dur. Grubun başka sektörlerde de yatırımları var. Ama ilaç dağıtımı alanında tekel durumundalar. Grubun Yönetim Kurulu Başkanı Ethem Sancak. Eski Ortağı Nuri Emrah gibi, E. Sancak da eski Aydınlıkçılardan. Bir ara CHP’den Kağıthane Belediye Başkanlığına aday olmaya teşebbüs ettiyse de, bu adaylık gerçekleşmedi. İlaç dağıtımı alanında en büyük handikap, dağıtıcı firmanın aynı zamanda üretime de girmesidir. İlaçlarını dağıttığı firmalarla üretim alanında da rakip haline gelmeleri, dağıtım firmaları için sıkıntı yaratır. Bu yüzden olmalı, Hedef Grubu üretim işine bugüne kadar girmedi. Girmedi ama, Erkan Önsel’in sözünü ettiği İlaç İşverenleri Sendikası Başkanı Cengiz Celayir, ilaç üretimi yapmayan Hedef Grubu’nda çalışıyor. Ethem Sancak, Ulusal Kanal’a ve Aydınlık’a
fabrika Temmuz 2001
Erkan Önsel, MHP’li Sağlık Bakanı Osman Durmuş’la iki kere görüştüğünü anlatıyor. “İthal ilacın sınırlanması için uyguladığı program esas olarak olumlu. Eczacı kar hadlerine dokunması bu programın olumsuz yönünü oluşturuyor. İthalat yapan firmaların kazancını %20’den %6’ya düşürdü. İthal ilaç kar oranını düşürdü, depocuların kar oranını düşürdü. Bu arada eczacıların da kar oranını düşürdü ve bizi bitirdi. Yerli sermayeye sahip çıkmak için bunları yaptı. Ancak, eczacıları karşısına almak gibi bir hataya düşmese bu programla başarı kazanmak mümkündü.” Bu kadarı Aydınlık için bile çok olmalı ki, röportajı yapan Adnan Akfırat, derhal teşekkür ediyor ve görüşmeyi sona erdiriyor. İlaçta Ulusal Cephe programı ile MHP’li Sağlık Bakanı Osman Durmuş’un programı arasında kar marjları dışında hiçbir farkın olmadığı itirafından sonra daha ne konuşulacak? İşte size, nasyonalist solun Küreselleşme karşıtlığının somut muhtevası...
57
Kitap Tan覺t覺m 58
Yazarlar覺: Talat Turhan Orhan G繹kdemir
Temmuz 2001
fabrika
ÖDP’de Yolun Sonu... Doğan VAROL Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP)nin sonuna gelindiği tesbitinde, bu partinin bütün bileşenleri birleşmiş görünüyor. Sosyalist hareketin bağımsız bir odak; bir siyasal akım olarak ülkenin tarihinde oynadığı rol bakımından değil; ama sosyalist ve ilerici hareketin kendi iç tarihi bakımından bir dönemin sonuna gelindiği anlaşılıyor. Sol içinde, 1980’lerin sonlarına doğru güçlenen ve daha sonra kendi kongresi tarafından kendi tüzel kişiliğine son verilen TBKP’den başlayarak; SBP, BSA-BSP ve nihayet ÖDP ile zirvesine ulaşan “birlik” temasının öne çıktığı dönem böylece; sadece bu oluşumlar dizisi açısından değil; farklı zeminlerde ve daha dar çerçevelerde yürütülen ve daha önce başarısız olan birlik çabaları da dahil olmak üzere sona ermek üzeredir. Konjonktür Ama “birlik teması”nın, kendi başına bir döneme karakterini kazandırmasından ziyade; bir konjonktürün, 12 Eylül’de yenilmiş ve uzun süredir yeniden ayağa kalkma teşebbüslerinin başarısızlığıyla yaşamaya alışmış çok sayıda sol geleneğin; birbirine dayanarak ayakta durmayı denemelerinin iklimini yaratmış olmasından bahsetmek daha doğru olur. Bu konjonktürü karakterize eden eğilimlerin başlangıcı sosyalist sistemin çöküşünden daha gerilere gider. Sonuç olarak sosyalist sistem çökmüş, kapitalist ülkelerdeki işçi hareketi gerilemekte, sendikal hareket içerden ve dışardan kuşatılmış, gerilla hareketleri barış anlaşmaları yaparak legal partilere dönüşüyor, sosyaldemokrasinin solculuğu tükenmiş ve yasal partileşme alanı dışında şiddet mekanizmalarını aşırı geliştirmiş ve kullanmakta tereddüt etmeyen devlet var. Bu esnada daha önce de varolan, ama herkesin varolduğu koşullarda göze çarpmayan yeni toplumsal hareketler; çevrecilik, feminizm ve cinsel azınlıkların özgürlük çabaları görünür hale gelmiştir. Bitti mi? Hayır. Bütün dünyada komünist partiler sağa doğru
fabrika Temmuz 2001
bölünmekte; sağ kanat teorisyenleri proletarya diktatörlüğünden enternasyonalizme, işçi sınıfının toplumsal ve tarihsel rolünden partiye, bütün komünist kavramları büyük bir çalışkanlıkla reddetmektedirler. Nasıl olsa çökmüş bulunan sosyalist sistem karşısında, Stalinizm eleştirileri, bürokratik diktatörlük, devlet kapitalizmi tesbitleri havada uçuşmakta; kendilerinin gününün geldiğine inanan Troçkist ve yeni sol akımlar öne çıkmaktadırlar. Önce Brezilya İşçi Partisi ve bu örnekten esinlenen yeni tip, “parti olmayan parti” örnekleri çoğalmaktadır. Bu arada, bütün dünyada kendi kendisini bütünüyle tasfiye etmeye karar vermiş iki partiyi hatırlatalım: Brezilya Komünist Partisi ve TBKP... Tesadüf olmalıdır. Konjonktür budur ve her konjonktür gibi tarihseldir. Başı ve sonu vardır. Şirin olan bu dönem boyunca, siyasal kariyerine “TİP oportünizmine karşı mücadele” ile başlamış 1968 kuşağından gelen kadrolar ve liderler açısından aynı TİP’in , yegane esin kaynağı olmasıdır. “Hangi partiye karşı mücadele ederek devrimci oldun? TİP’e karşı!.. Nasıl bir parti istiyorsun? TİP gibi!..” Ve Aktörler Elbette ve her şeye rağmen, çok sayıda devrimci, ilerici, sosyalist geleneğin, toplumsal mücadeleler içinde kendi başlarına olduğundan çok daha etkin bir güç halinde yeralmak amacıyla, fikri kapasitelerini, kadrolarını, yığın bağlarını ve eylem potansiyellerini birleştirmeyi denemeleri küçümsenmeyi haketmiyor. Zaten bugünkü başarısızlığı yaratan, tarif etmeye çalıştığımız saygıdeğer amaç değildir. O gün de bugün de, ulusal planda 12 Eylül 1980 ve uluslararası planda, büyük Ekim Devrimi ile başlamış sosyalist inşa süreçlerinin başarısızlığının açığa çıkmasına paralel olarak yaşadığımız iki büyük yenilginin “üzerimizdeki” sonuçları yeterli derinlikte kavranılmış
59
ÖDP’de Yolun Sonu...
gözükmüyor. Ülkemizdeki sosyalist ve devrimci gelenekler, geçmişte ürettikleri meziyetlerin ve iddiaların taşıyıcısı olarak ve hep birlikte daha yüksek meziyetler üretmek üzere “birlik” kavramını siyasetin merkezi değeri haline getirmediler. En parıltılı başarılarını elde ettikleri dönemlerde bile, sınıf mücadelesi zeminlerinde değil; diğer sol karşısında ve yerel iddialar üretebilmiş, sosyal-demokrasiyle, Kemalizmle hatta burjuva demokratizmiyle arasına sınıf çizgisi çekememiş çok sayıda gelenek; yenilmiş, kolu kanadı kırılmış ve iddialarını kaybetmiş bir haldeyken;geçmişlerine dair en hayati konuların birinde bile ciddiye alınır bir özeleştiri veya değişimi açıklama gereği duymadan, iddiasızlıklarını biraraya getirmişler; birbirlerinde bir sığınak inşa etmişlerdi. Partili geçmişten gelen önder kadrolarda komünist idealler; hareket geçmişinden gelenlerde eylem örgütleme refleksi ve devrimci tutumlar çoktan geride kalmıştı. ÖDP, daha kurulmadan, içinde ve çevresinde çok önemli bir aydın birikimini birleştirmişti. Bu birikimin politikayı zenginleştirmesi yerine, her grubun bir diğerinin meziyetlerini törpülediği; aydın yaratıcılığının “örgüt şeflerinin” yüksek bilgi ve fikri müktesebatı karşısında sıradanlık nezarethanesine tıkıldığı bir parti elde edildi. ÖDP işçi sendikalarının iyiden iyiye etkisizleştiği; ama kamu çalışanlarının sendikal hareketinin en parlak yükselişini yaşadığı bir dönemde kuruldu ve ilk iş bu hareketin “kontrol altına alınması” oldu. KESK işçi sendikalarını ateşlemenin bir imkanı olabilirdi; kısa sürede KESK’e işçi sendikalarının en kötü gelenekleri taşındı. “Söz, yetki, karar, çalışanların” diye diye, KESK ve bağlı sendikaların kongreleri üç-beş “şefin” pazarlıklarıyla bağlanır oldu. Aynı yoldan KESK Genel Başkanlığına “getirilmiş” Siyami Erdem, şimdi kendisini genel başkan yapan mekanizmanın, başka birisini genel başkan yapmış olmasından şikayet ediyor. ÖDP’nin çatısı altında, kendisini her zaman “o parti” olarak gören veya bir gün kendi toparlanmasını gerçekleştirdikten sonra “o parti”yi yaratacağına inanan ve “şimdilik” küçük küçük “tırtıklamalar” yaparak ÖDP’ üyeliğine “katlanan” zihniyet; ÖDP’nin Sultanahmet Mitingindeki başarısından sonra “günün geldiğine” karar vererek frenlerinden boşaldı, en fasulyeden düzen partilerinde dönen “naylon üye kaydetmek”ten, başka siyasal akımlarla el altından iş pişirmeye kadar her türlü acaip işi gerçekleştirmekte tereddüt etmedi. Eğilimlerin ezici çoğunluğu ÖDP’yi “ele geçirmek”, “sola çekmek”, “komünistleştirmek”,
60
“özgürlükçü kılmak”, “akıl vermek” vs. peşindeydi. Kimsenin ÖDP’li olmaya niyeti yoktu. ÖDP’ye katılmadan önce yayını olmayanlar; yayınına ara verenler; ÖDP içinde yayın çıkardıkları gibi, onların iç hizipleri de yayına başladılar. ÖDP “Bremen mızıkacıları”na dönmüştü. Parti içinde kadroların yeni bir harmanlanması; partinin önüne çıkan, gündemine giden siyasal sorunlar etrafında yeni safların oluşması neredeyse “ihmal edilebilir” düzeyde kaldı. Ve ÖDP, önüne çıkan ve parti olarak bir politika üreterek cevap vermesi gereken her önemli konuda, ancak “ne şu ne bu” siyaseti yapabildi. Esasen başka türlü olması da mümkün değildi. Bileşenleri sosyalist sistemin varolduğu, kapitalist dünyada Keynesçiliğin hakim olduğu, sanayileşerek kalkınma stratejisinin bağımsızlık ve ulusallık temalarının hakim sınıflarda da bir karşılığını yarattığı 1960’lı, 1970’li yıllarda programlarını kurmuşlardı. ÖDP’nin içine doğduğu ise, küreselleşme süreçleri ve neoliberalizm rüzgarının bütün kuvvetiyle estiği bir konjonktürdür. Sol adına ara programlarla, Keynesçiliğe tutunmaya çalışan fikir kırıntılarıyla ayakta durmaya çalışanları bu rüzgar hızla silip süpürdü. İşaret edilen geleneklerin büyükleri sadece esinlendikleri Marksizmlerini tahkim ederek; derinleştirerek direnebilecekleri bir rüzgar önünde, Marksizmden esinlenmekten de vazgeçtiler. Asıl sahiplerinin çöpe attığı Keynesçi programla; bu programın etkin olduğu dünyaya ait mevzileri koruma çabasıyla ve geçmişin kırık dökük hatıralarıyla işleri idare etmeye çalıştılar. Zaten yüzlerini, bir zamanlar temsil ettikleri toplumsal güçler adına, bu yığınların mücadelesini örgütleyerek siyaset yoluyla değiştirmek ve yerine tam olarak anlamış olmasalar da bir yenisini oluşturmak istedikleri toplumsal dengelere değil; parti içi dengelere çevirmişlerdi. Bu durumda temsil iddiası ileri sürülen toplum kesimlerinin partiye ve politikalarına karşı kayıtsızlığı; partinin bu kesimlerin çalışma ve yaşam koşullarını siyaset yoluyla değiştirme konusuna karşı kayıtsızlığıyla birleşti. Partiyle orta sınıf aydınlar, Hürriyet başta olmak üzere büyük basının köşe yazarları ilgiliydiler. Bu kaygan zemine köşeli siyaset uymuyordu. Ne o, ne bu, ne şu siyaseti, partinin iç hayatı kadar, partiyle ilgilenen ve partinin değer verdiği bu ilgi sahiplerinin köşesizliğine de denk düşüyordu. Kürt sorununda tutum alınamadı. 28 Şubat konusunda tutum alınamadı. Avrupa Birliği projesinde tutum alınamadı. Hiç bir net tutum, içeriye de, dışarıya da uymuyordu. Kaybetmekten korkanın kazancı bu kadar oluyor. Temmuz 2001
fabrika
ÖDP’de Yolun Sonu...
Sonuçta gelinen nokta, parti olmayı başaramamış bir birlik projesinin; proje olarak da başarısızlığa uğraması ve bileşenlerine ayrılmasıdır. Başarısızlık bölücüdür. Soldaki hiçbir başarısızlık, sadece bu başarısızlığın mimarlarına zarar vermez. Bir kesimin başarısızlığı, ona ortak olmayan oluşumları genellikle güçlendirmiyor. ÖDP içinde yeralmayan; o dönemde de, şimdi de, ÖDP’yi ilerici bir siyasal parti olarak gören, başarılı olmasını dileyen ve aynı zamanda bütün komünistlerin birlikte inşa edecekleri bir Komünist Partisi için mücadele eden bizler de, ÖDP’nin başarısız bir deney haline gelmesinden; hem kendi hedefimizin, hem de sınıf mücadelelerinin zarar göreceğini biliyoruz. ÖDP’nin Tasfiyesi ve Gruplar... Burada, ÖDP içi tartışma metinlerinden manzaranın mümkün olduğu kadar anlaşılır bir resmini ortaya koyalım: “İki ÖDP’yi bir ÖDP’ye indirmek durumundayız. Yoksa arkadaşlar, yeni bir dünya kurulur ve ben orada yerimi alırım. Ama bu saatten sonra sizin, siz derken büyük harfle siz anlamında herkesi kastetmiyorum, yüzünüze kim bakar, söylediklerinizi kim ciddiye alır, bilemiyorum. Bu arada sakın kimse ÖDP’yi çürütüp başka zeminlerde bu işi sürdürmenin de yanlış hesabını yapmasın. HADEP Kongresi’ndeki konuşmamda, ‘Herkes aklını kendine saklasın. Başkalarının akla ihtiyacı olduğu zehabına kapılmasın. Kendine hayrı olmayanın kimseye olamaz’ diyerek bunun işaretlerini verdim.” (Genel Başkan Ufuk URAS’ın 2. Olağanüstü Parti Meclisi Açılış Konuşması) Metnin arkasında Sosyalist Eylem Platformu’nun (SEP) muhalefet şerhi eklidir: “... Parti içi bir platform olan Sosyalist Eylem Platformu, metinde iddia edildiği gibi kendisini parti hukukunun dışına çıkarmış değildir. Hiç kimsenin kendi subjektif yargılarıyla kendi dışındakileri parti dışında görme ya da parti dışına çıkarma hakkı da yoktur, yetkisi de. ÖDP projesinin tasfiyesi ÖSP (Özgürlükçü Sol Platform) tarafından, parti programına ve tüzüğüne, parti kuruluş mantalitesine ve çoğulcu perspektife aykırı olarak ‘parti içi iktidar’ anlayışıyla ve dayanışmanın yerine rekabeti geçirerek gerçekleştirilmektedir. Programından, ideallerinden ve hedeflerinden partiyi uzaklaştırarak, partinin politik
fabrika Temmuz 2001
ve örgütsel bir çürüme yaşamasına neden olanlar ÖDP projesini sürece yayarak tasfiye ile yetinmemiş, şimdi de bu yönelime ve sürece karşı partiye sahip çıkma perspektifiyle direnç gösterenleri ve harekete geçenleri partiden tasfiye etmeye yönelmişlerdir. (....) Nihayet bu görüşe, Genel Başkan Ufuk Uras da ortak edilmiştir. Gelinen noktada Ufuk Uras Parti Genel Başkanlığı yerine ÖSP genel başkanlığını tercih etmiştir.” (M. Belli, Şadi Ozansü, Veysi Sarısözen, M. Kemal Kaçaroğlu, Merdan Yanardağ, İlhami Aras, Mustafa Kahya, Temel Demirer, Sibel Özbudun, Bilge Contepe, Seyfi Öngider, Kadir Akın.. toplam 25 imza.) Aynı imzalar 2. Olağanüstü PM Toplantısında alınan tek karara muhalefet şerhi koymuşlar, iki karar da reddedilmiştir. SEP’in şerhinde ÖDP projesinin ÖSP tarafından tasfiye edildiği iddia edilmektedir. İlgili PM’nin çoğunlukla aldığı kararda ise SEP’in ÖDP projesini tasfiye ettiği ileri sürülüyor: “4. Parti Meclisinin bu kararına rağmen kendilerini ‘Sosyalist Eylem Platformu olarak adlandıran çevre, özellikle son dönemde, MYK’nun ve çeşitli il ve ilçe yönetim kurullarının almış olduğu kararlara rağmen partinin içinde ve dışında gerçekleştirmiş olduğu ayrı ve bağımsız eylemlerle, parti hukukuna aykırı tutumlarını ısrarla sürdürerek partiyi ciddi bir krizin içine sürüklemiştir. 5. Bu tutum ÖDP projesinin öngördüğünden farklı bir modelin, parti organları tarafından karara bağlanmadan ve ortak bir kabul haline gelmeden fiilen uygulanması, dolayısıyla ÖDP projesinin tasfiyesi anlamına gelmektedir.” Anlaşılır olmak bakımından, birbirini “ÖDP’yi tasfiye” ile eleştiren platformların bileşenlerini tarif etmemiz gerektiğinin farkındayız. Bunu yaparken, muhtemel küçük hatalar için hoşgörünüzü talep ediyoruz. Malum, hiçbir zaman ÖDP’nin içinde bulunmadık ve bu konuda merakımızla meşhur değiliz. Özgürlükçü Sol Platform: Devrimci Yol geleneğinden gelenler ve ÖDP içinde bu çevreyle birlikte hareket eden bir kısım TİP’li, TKP’li, eski Aydınlıkçı Atila Aytemur, Tony Clif’çi Saruhan Oluç gibi isimlerin oluşturduğu platform. Sosyalist Eylem Platformu: İki ayrı eğilim halinde Kurtuluş, Emek, Yeni yol, Sungur Savran ve arkadaşları, Sosyalist Politika, Ertuğrul Kürkçü ve arkadaşlarının Ekmek ve Gül platformu. SEP’ten ayrılan Sosyalist Politika ve Ekmek ve Gül Platformu, daha sonra grup halinde davran-
61
ÖDP’de Yolun Sonu...
mamak koşuluyla “Bağımsızlar”la ortak toplantılarda yeralmış ve bu platforma da, bilmiyoruz neden “Maçka İnsiyatifi” adı verilmiştir. Gözü Dışarda Olanlar Ortak Aklı Arayanlar SEP taraftarları iddia etmektedir ki, ÖSP, partiden (ÖDP) ümidi kesmiş ve “sosyaldemokrasiden sosyalizme” geniş bir yelpaze halinde solu biraraya getirme yönünde bir kararı da, “çaktırmadan” kongre kararı haline getirerek, CHP’den kopanlar yeni oluşumcularla temas kurmuşlardır. Sosyaldemokratlarla ortak parti için, ÖDP’de ayakbağı olacak unsurlar tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Şüphesiz “parti” fikri ÖDP’nin iç işleyişlerini kavrayacak kadar çağdaş olmayan bizler, “çaktırmadan karar çıkarma” işlerini anlamakta güçlük çekmekteyiz. ÖSP taraftarları ise iddia etmektedir ki, yukarıda Ufuk Uras’ın Olağanüstü Parti Meclisi açış konuşmasında da ima ediliyor; Kurtuluş HADEP’le ortak partileşme dahil bir yakınlaşma çabası içindedir. İlginç olan, HADEP ve genel olarak Kürt siyaseti, “Demokratik Cumhuriyet Programı”yla birlikte temel yönelişini AB’ye ve batı eksenine yapmıştır. Bunun yeni bir yöneliş olmadığını, Öcalan’ın İmralı savunmasından önceki yıllarda da, o cihette bu yönelişin adım adım güçlendiğini kaydedelim. En azından biz defalarca yazdık. ÖSP’nin de Avrupa Birliği projesine karşı HADEP kadar sıcak yaklaştığı da biliniyor. Kurtuluş, eğer Kürt siyasetiyle yakın olmayı çok önemsiyorsa, ki geleneksel olarak önemser; Kürt siyasetiyle asgari bir rezonans için Avrupa Birliği taraftarı pozisyonları paylaşması beklenirdi. Halbuki SEP, AB projesine şiddetli itirazlarda bulunmuştur ve itirazlarını sürdürmektedir. Bu durumda ortaklaşma çabalarının zemininin en azından “tek taraflı” olduğu söylenebilir. Bu zeminden Kurtuluş ve Kürt hareketini içine alan ortak bir projenin çıkması mümkün değildir. Diğer taraftan Kürt hareketi “kimlik” problemini merkezi sorun olarak ele aldığı için; çok sınıflı, çok siyasal yüzlü bir harekettir. Solcuyla konuşacak solcu yüzü, islamcıyla konuşacak islamcı yüzü, Avrupa ile ilişki kuracak “insan hakları ve demokratikleşme” yüzü; Yunan ve Ermeni milliyetçilerine sıcak gelecek bir başka yüzü vs.vs. olmuştur. Bunda şaşılacak bir yan yoktur. Ama her görüşenin, asıl problemi aklında tutması ve kendisine yakın bulduğu görüntünün, merkezdeki kim-
62
lik probleminin prizmasında kaçınılmaz olarak kırılacağını hatırda tutması gerekir. Sonuçta, her iki geleneği de tanıyoruz: Kurtuluş, Kürt siyasetiyle ortaklık projesi yapmış olabilir. Devrimci Yol, yeni oluşumcularla ortaklık projesi yapmış olabilir. Ekmek ve Gül Platformu ile Sosyalist Politika Platformu’ndan parti meclisi üyeleri, partinin bütününü, sorunları gerçek mahiyetleriyle ve serinkanlılıkla tartışabilmesi için uyarmak amacıyla, PM üyeliklerinden istifa etmişler; ancak “ortak aklı ve ortak vicdanı harekete geçirmek için” yapılan bu girişim; ÖSP ağırlıklı merkez tarafından yerlerine derhal atama yapılarak cevaplandırılmıştır. Kurtuluşçular da partiden ihraç mekanizmasının hedefi halindedir. Parti lokallerine birbirini sokmama ve Birikim dergisinde Sezai Sarıoğlu’nun açıkça yazdığına göre gencecik çocuklara, 1970’li yılların bir rezaleti olan “pantalon vakası” hatıralarını anlatma çabaları sürmektedir. Hatıra diye bunların anlatılmasıyla, yıllardır her şeyin başına “yeni, yeni, yeni” ekleyerek ifade edilen politik kültürler, 21. yüzyılın sosyalizmi projeleri vs. demek sonunda aslına rücu etmiş bulunuyor. Bunların Kralları hiç giyinmez mi? Çare Tükenmez ÖDP’nin bugün içinde bulunduğu iç gerilim ve çatışmalar sürecinden bütünlüğünü koruyarak ve birliğini oluşturan ideolojik-siyasal temeli güçlendirerek çıkması ihtimali çok düşük görünüyor. Herbiri, ÖDP’de birleşmeden önce de, ÖDP projesinin bütünüyle geçersizleşmesi halinde de, belki zayıflamış olarak Türkiye solunun birer geleneği olmaya devam edecek olan grupların; bu gerilim döneminde kendilerini, birbirlerini ve genel olarak solun görünümünü daha fazla tahrip etmemelerini dilemek durumundayız. Sonuçta ayrı ayrı da, başka yol arkadaşlarıyla da partileşebilirler ve pekala İngiltere’deki “sosyalist ittifak” benzeri ittifaklarda yanyana da gelebilirler. Önemli olan ÖDP projesinin neden başarısız olduğu konusunda, nesnel, serinkanlı ve başarısızlığın tekrarına mani olacak derinlikte çözümlemelerin yapılabilmesidir. Bu arada her grubun kendi tutumlarını, kendi önder kadrolarının çapını ve ferasetini de gözden geçirmesinde sayılamayacak kadar fayda vardır. Avrupa’da burjuva siyasetçilerin başarısız olmaları halinde bulundukTemmuz 2001
fabrika
ÖDP’de Yolun Sonu...
ları konumları başkalarına bırakmalarını bir olumlu tutum olarak gören ve bunu Türkiye’deki, koltuğuna yapışmış siyasetçilere öneren solcular; neden kendi şeflerinin bir yere milim kıpırdamadığı üzerine kafa yormalıdır. Başarısızlık mı? İşte ÖDP projesinin hali.. Ama 20 yaşındaki gençlere, henüz doğmamış oldukları günlerde yaşanmış “pantalon vakasındaki” kahramanlıklarını ve haklılıklarını anlatabilenlerin, bu başarısızlıkta da her şeyi karşı tarafın günahlarıyla izah etme ustalığını göstermeleri şaşırtıcı olmayacak; fakat fevkalade derin bir bıkkınlık ve hatta tiksinti duygusu yaratacaktır. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren, 12 Eylül’de iyi bir sınav verilmemiş olmasına rağmen; olağanüstü bir değere, cazibeye ve kuvvete sahip olduğunu gördüğümüz gelenek ve köken unsuru; lider kadrolarının adları etrafında yaratılmış efsanelerin derin etkisi; ÖDP projesinin içine girdiği tıkanıklık ve çözülüş süreciyle birlikte, kendisini aşındırmanın da kritik bir eşiğine gelmiştir. Türkiye solunda, 12 Eylül öncesi kastedilerek kökene atfedilen önem, artık hiçbir zaman bugün olduğundan daha yüksek bir anlama sahip olmayacaktır. Sonuç ÖDP’nin yaşadığı başarısızlık, başından itibaren SBP, BSP, ÖDP süreçlerinde yeralmayan bizi; solun ÖDP dışındaki unsurlarını ve tabii ki komünist hareketin yeniden partileşme çabalarını da olumsuz etkileyecektir. 12 Eylül’den bu yana yaşanan bir dizi ve çok daha şiddetli olumsuzluktan sonra bunun etkisinin marjinal olacağı düşünülebilir. Ancak ÖDP sürecindeki boş ve temelsiz güvenler, bugün biraraya gelme konusunda aşırı bir güvensizliğe ve tedbirliliğe yolaçabilecektir. Pek çok ilerici aydın, genç, işçi, memur, sosyalistlerin doğru dürüst bir siyaset yapabileceklerinden, içerden yaşadıkları bu kötü tecrübe
fabrika Temmuz 2001
nedeniyle umudu keseceklerdir. Sonuçta birlik fikrinin parıltısı ve cazibesiyle biraraya getirilen ölçüsüz emek ve fedakarlık, kendileriyle karşılaştırılması haksızlık olan bir sonuç yaratmıştır. Bu durum, zaten pek çok çevreyi etkisi altına alan içe kapanma, yerelleşme, darlık ve kendi sınırlı pratiğiyle, gözlem ve analiz kapasitesiyle yetinme eğilimine, kimi başka çevreleri de sürükleyecektir. “Birlik” kavramı, 1990’ların ilk yıllarının aksine müthiş bir iticilik kazanacaktır. Açıkcası Fabrika’yı yayınlamaya başladığımız 1992 yılında “Birlik” kavramı bize de aynı duyguları vermekteydi. Ve bugün de vermeye devam ediyor. Biz, birleşmeyi değil, birlikte inşa etmeyi öngören Komünist Partisi Girişimi’nde, güvenin ve yoldaşlığın da birlikte inşa edilmesi fikrini savunuyoruz. Bunun yolu, biraraya gelen herkesin iddialarıyla, meziyetleriyle ve kendi hesabını isteyen herkesin önüne koyabilecek bir özgüvenle sürecin bir parçası haline gelmesidir. Komünist Partisi, ortalamaların, birbirinin meziyetlerini törpülemenin, birbirini sıradanlaştırmanın ürünü olamaz. Siyasal yetenek ve kapasitelerini Komünist hareket için özgürleştirerek seferber etmek isteyenlerin ÖDP’deki tecrübeden sağlıklı sonuçlar çıkarması mümkündür. Ve son söz: işçi sınıfı partisi, komünist parti, TKP diye diye ÖDP’ye giden; ÖDP’yi “komünist parti” olarak görmeye ve göstermeye çalışan; bu partiyi sola çekmeye, “emek eksenine oturtmaya”, “Komünist Partisi’ni daha sonra hep birlikte kurarız, şimdi ÖDP’de birlikte çalışalım” diye bize çağrı yapan sevgili arkadaşlarımıza önerimiz; bu defa komünist siyaset yapmak için dolambaçlı yollar ve ertelemeci gerekçeler aramamalarıdır. Komünistler, komünist idealler için, işçi sınıfı içinde siyasal savaşım vermek isteyenler; komünist partisinin inşası için, bütün komünistlerle biraraya gelmenin yegane kestirme ve doğru yol olduğunu bu defa hatırlamalıdırlar.
63
64
Temmuz 2001
fabrika
Sosyalist politika soruyor:
Neyi, Nasıl, Kiminle Yapmalı? Sevda ERGİN Sosyalist Politika, ÖDP içinde yeralan bir grubun yayını. Fabrika okurları Sosyalist Politika’yı bir ölçüde biliyor ve görüşlerinden haberdarlar. Derginin Haziran 2001 sayısında “Kritik Bir Süreç: Neyi, Nasıl, Kiminle Yapmalı” başlıklı bir makale yeraldı. Derginin açıkladığına göre, bu makale Sosyalist Politika grubu tarafından “Partili” adıyla yayımlanan bültenden (Sayı 3, Mayıs 2001) alınmıştır. Makale bir dönemin kapandığı tesbitiyle başlıyor: “Kapanan, 12 Eylül yenilgisinin, dünyadaki (ve bu arada Türkiye’deki) değişikliklerin ve sosyalizmin evrensel gerileyişinin belirli bir açıdan değerlendirilmesinin ardından başlayan aranışların ve çeşitli girişimlerin damgasını vurduğu dönemdir.” Makaleye göre, “bu muhasebe üzerinden gerçekleştirilen girişimler, aradan geçen on yıl içinde Türkiye sosyalist hareketine eşik atlattıramamış, solun marjinalliği bu girişimlerle aşılamamıştır.” “..Söz konusu girişimlerin hepsi kendi özel kanallarında yıpratıcı tıkanmalar ve sorunlar yaşamış, hemen hepsinde ciddi iç ayrışma-kopma süreçleri devreye girmiştir. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, 1990’lı yılların ilk yarısında bütün bu girişimlere temel olan dünya ve Türkiye değerlendirmeleri bir ölçüde eskimiş ya da geçersizleşmiş, böylece bütünlüklü yeni değerlendirmelere duyulan gereksinim daha belirgin hale gelmiştir.” Sınıf mücadelesinde anlamlı bir güç halinde değilsek; dönem tesbitlerinin türkçeye tercümesi genellikle şöyle olur: Önümüze bir iş koyduk, çalıştık, çabaladık, ama sonuç alamadık. Şimdi başka bir iş tarif etmeli ve çalışmalıyız. Biz de dahil, solun bütün kesimleri, zaman zaman “Yeni dönem ve görevlerimiz” başlıklı makaleler yayımlarız. Kapanan ve açılan dönem, daha çok bizimle ilgilidir, dünyanın ve Türkiye’nin değil, daha çok “biz” diye kastedilen her neyse, ona ait bir dönemdir. Bu yüzden, değerlendirme sahipleriyle o dönem boyunca yanyana olmamış, aynı işi yap-
fabrika Temmuz 2001
mamış siyasi güçler, hatta sosyalistler açısından böyle bir dönemlendirme açıklayıcı olmayabilir. Sosyalist Politika’nın dönem değerlendirmesi, bizim baktığımız yerden elbette tartışılmayı gerektiriyor. Ama asıl baktığımız ve tartışmayı istediğimiz yer, bir dönemin kapandığını söyleyenlerde, yeni bir dönemi açma konusundaki kararlılığın var olup olmadığıdır. Sosyalist Politika sadece böyle bir kararlılık beyan etmiyor; aynı zamanda yeni bir dönemi açmanın aracını ve bu aracı oluşturmanın genel çerçevesini de bir öneri olarak ortaya koyuyor. Makalede araç olarak “kitlesel bir sosyalist parti” öneriliyor. Kitlesellik elbette partinin sosyalistliğinin bir gereği olarak değil; bir hedef olarak konuluyor. Ancak neden komünistlerin birlikte inşa edecekleri bir komünist parti değil de, “kitlesel” denilerek “yumuşatılan” bir partiden sözetmek ihtiyacı duydukları önemlidir. Çünkü kendilerini “komünist bir kadro hareketi” olarak görenlerin, komünist parti yerine “kitlesel bir sosyalist parti” önermeleri, bir ifade sorununa işaret etmiyor. Net ve hesaplanmış bir öneridir. Önerilen, bileşenlerinin oluşturduğu siyasal yelpazenin daha dar olduğu bir ÖDP; dolayısıyla asıl parti değil; bugünkü ihtiyaçlar için, komünist parti öncesinde bir aşama partisidir. “Bir dönemin kapanması”nın yegane siyasal sonucunun, yelpazesi daha dar bir ÖDP olarak somutlanmasını, doğrusu isabetli bulmayız. Sosyalist Politika’nın önerisi, Fabrika’nın içinde yeraldığı Komünist Partisi Girişimi’nden esaslı bir farklılığa sahip görünüyor. Biz devrime ve sosyalist inşa süreçlerine öncülük edecek bir partiyi ve böyle bir parti içindeki yoldaşlığı hedefliyoruz. SP ise, geçici bir parti öneriyor. Kimsenin asıl partisi olarak görmediği, kendisinin oradaki varlığını geçici olarak belirleyenlerin birarada bulunduğu dönem partilerinin, ortak devrimci sorumluluklar bir yana, bir yoldaşlık duygusu bile yaratamadığını bizden daha iyi SP yazarları biliyor olmalıdırlar. Esaslı bir tartışma konusu buradadır.
65
Neyi, Nasıl, Kiminle Yapmalı?
Diğer taraftan komünist partisinin, ancak devrim dönemlerinde oluşacağı yönündeki görüşlerin, Parti/Cephe geleneğinin “partileşme süreci” teziyle akraba olduğuna işaret etmeliyiz. “Kitlesel” ekiyle beraber; bir dönem için, asıl partiyi öncelemek üzere parti fikri ve mahiyeti bu yaklaşım tarafından belirlenen bir “çoğulculuk” tartışması; Sosyalist Politika’nın bu önemli açıklamasının, bizce en sorunlu bölümüdür. SP yazarlarının, ÖDP’nin varlığını sürdürmesi için gerekli olduğu belirtilen “mucizeler” gerçekleşirse, partili olarak üstlerine düşeni yapmaya devam edecekleri yönündeki beyan da önemlidir. Mucizeler, olayları böyle anlamlandıranlar olmasaydı, insanlığın uzun hikayesinde belki de hiç yeralmayacaklardı. Sözkonusu açıklama üzerine buraya kadar söylediklerimiz elbette, SP’nin ÖDP’de bundan sonra olacakları ÖDP’nin varlığının sürmesi için gereken mucizeler olarak değerlendirmeyeceği
66
varsayımına dayanmaktadır. Sosyalist Politika, “Neyi, Nasıl, Kiminle Yapmalı?” sorularına, yukarıda işaret edilen öncelikle tartışılması gerekli noktaların ötesinde geniş ve gerekçeli cevaplar veriyor. Bu cevapların oluşturduğu çerçeveyi; ÖDP’nin geleceğinin ne olacağına; dolayısıyla ÖDP-SP ilişkilerinin berraklaşmasına bağlı olarak ve tabii işaret ettiğim öncelikli noktaların sorun oluşturmaktan çıkması halinde ele almak yararlı olacaktır. Biz gelişmeler ne yönde olursa olsun, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, Sosyalist Politika dahil, ÖDP içinde yeralan çeşitli çevrelerle aramızdaki dostluk ilişkilerini korumayı ve geliştirmeyi sürdüreceğiz. Siyasi ilişkilerin gerçek bir güven temeline oturması, çoğu zaman uzun, ısrarlı ve güven geliştiren gayretleri ve her zaman net siyasi tutumları gerektirir. Bütün dostlarımıza, gayret ve siyaset vaadediyoruz.
Temmuz 2001
fabrika
Bedii Faik İfşa Ediyor:
A.İlhan yanlış yazıldığı senaryodan nasıl silindi? “çünkü ne beni yanlış yazıldığım bu senaryodan siliyorlar ne de senin elinde fahişeliğinden başka bir şey var” (A. İlhan, Bela Çiçeği, s.29) Attila İlhan’ın TKP tarihi ve özellikle Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi üzerine Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde yazıp çizdiklerini neden önemsediğimiz artık biliniyor. Komünist hareketin geçmişi üzerine tartışırken; asıl olarak geleceği üzerine tartışmaktayız. Mustafa Kemal ve kemalist kadro, Türkiye burjuva demokratik devriminin en güçlü hamlesi olan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda, başka siyasal güçlerle birlikte ve bir yandan bu güçlerle de iktidar ve insiyatif mücadelesi vererek misyonlarını yerine getirmiş ve tarihteki yerlerini almış şahsiyetlerdir. Tartıştığımız bu tarihi simalar değil; komünist harekete geçmişte musallat olmuş bir hastalığın yeniden ve daha güçlü biçimde nüksetmesinin önünü almaktır. Komünist hareketle Kemalizm arasından geçen ve böylece bu iki siyasi akımı birbirinin tam karşısına koyan sınıf çizgisi geçmişte silinmiş ve bu komünist hareketin kendi siyasal olgunlaşmasını gerçekleştirmesinde ciddi bir sorun oluşturmuştu. Günümüzde de hem komünist hareketin içinden, hem Kemalizm adına bu çizgiyi yok saymaya; komünist hareketi Kemalizmin sol kanadı gibi görmeye ve göstermeye çalışanlar mevcuttur. Bir yandan ulusal sol, milliyetçi sol, milli sosyalist gibi, basbayağı nasyonal sosyalist, orta sınıf hareketleri böyle bir çaba içindedir; diğer yandan kendisini kemalizmin sol kanadı olarak gösteren Attila İlhan gibileri, tarihi açık ve utanç verici biçimde tahrif ederek komünist harekete ve genç kuşaklara milliyetçilik ve kemalizm virüsü bulaştırmaya çalışmaktadırlar. Bünyenin bu virüse karşı “hassas” olduğunu da kaydetmek gerekir. 1. Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin hemen bütün geleneklerinde sınıf hareketi olma niteliği ya hiç yoktur, ya da zayıftır. Üstelik bugün sınıfın içinde bulunduğu atalet ve gerilik bu zayıflığın giderilmesi yönündeki çabaların kısa
fabrika Temmuz 2001
vadede kayda değer sonuçlar yaratmasını imkansız kılmaktadır. 2. Türkiye sosyalist ve devrimci hareketlerinin hemen bütün geleneklerinde enternasyonalist bilinç fevkalade zayıftır. Bilinen formüllerin tekrarlanması ve dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşanan mücadelelere dair haberlere yayınlarda yer verilmesi; zaman zaman Zapatistalar veya Küreselleşme Karşıtı eylemlerde yeralan sivil toplum örgütlerine gösterilen ilgilerin proletarya enternasyonalizminin somutlanması olmadığı açıktır. Dünya çapında komünist ve işçi hareketlerinin dönemsel geriliği dikkate alındığında, enternasyonalist bilincin besleneceği zeminlerin yakın vadede güçlü oluşumlara yolaçmayacağı da ortadadır. 3. Türkiye sosyalist ve devrimci hareketlerinin hemen bütün geleneklerinde, burjuva devlete karşı konumlanma geleneği çok zayıftır. Bu bakımdan bir “kopuş” olduğu çok tekrarlanmış 1971 hareketi ise, devlet güçlerine karşı silahlı mücadele pratiğine rağmen, ideolojik olarak Kemalistlerin “karşı devrim” olarak nitelendirdikleri 1950 sonrasındaki iktidarlara, “komprador, işbirlikçi vs.” burjuvaziye; oligarşiye karşı konumlanmıştır. 1971 hareketinin önderlerinin yazdıklarında, Kemalizme karşı dişe dokunur tek bir eleştiri yoktur. Kaypakkaya’nın eleştirileri ise kısmidir, ulusal soruna ilişkindir. Kısmi eleştirinin varabileceği en son noktanın neresi olduğu, Öcalan’ın “Demokratik Cumhuriyet Programı” ile somutlanmıştır. Bugün solun küreselleşme süreçlerine karşı ortaya koyduğu tutumlar, bütünüyle sol Kemalistlerin tepkileriyle çakışmaktadır. Kimi hareketlerin yakın geçmişte devrimci pratikler yaratmış olması başka şeydir; programlarının devrimci olması başka şeydir. Sanki özelleştirmeler olmasa, İMF’nin istikrar programları reddedilse, yabancı sermaye yatırımları millileştirilse, İncirlik kapatılsa vb.vb. kısacası 1930’lara, 1940’lara, hatta 1960’lara dönülse; Türkiye solu-
67
A.İlhan yanlış yazıldığı senaryodan nasıl silindi?
nun geniş kesimleri için programsızlık sorunu ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla bünye bu bakımdan da virüs almaya çok açıktır. Attila İlhan’ın görüşleriyle hesaplaşma; bu zayıf anda, komünist ve devrimci hareketlerin bağışıklık sistemlerini harekete geçirmek ve güçlendirmek içindir. Esasen bu işi tamamladığımızı düşünüyorduk. Ancak okurlarımızın pek çoğundan “Tamam, siyasi görüşlerini anladık, ama Attila İlhan iyi bir şair.” türünden tepkiler aldık. Bu tepkilere “iyidir/kötüdür” gibi, bir siyasi yayının üstlenmesi gerekmeyen ve uygun da olmayan bir rol üzerinden cevap vermek istemedik. A. İlhan şiiri üzerine 1976’da kaleme alınmış ve sonuçta A. İlhan şiiri üzerine olumlu değerlendirmelerde bulunsa da, çalışmanın bütününde bu şiiri oldukça derinlemesine ve karşılaştırmalı olarak analiz eden bir yazıyı yayınlamayı tercih ettik. Yazı öbür yandan A. İlhan’ın siyasi fikirlerinin gelişimini de analiz ettiği için, kendisi hakkında önceki sayılarda yazdıklarımızı tamamlayan bir meziyete de sahipti. Tam bu esnada Bedii Faik’in, A. İlhan’la ilgili ifşaatları patladı !.. Biz de haberi Tempo’dan ve Hürriyet’ten okuduk. Pek eğlenceliydi. 1946’da, yani gençliğinde, “O sıralar sağcı solcu ayrımı olmasa da solculukla eleştirilen Tan gazetesi ile savaştaki tutumu nedeniyle tamamen faşist bulduğu Cumhuriyet’i” okuyan (Hürriyet Pazar, 10 Haziran 2001) Bedii Faik, Tasvir-i Efkar gazetesinde başladığı fıkra yazarlığını, Son Saat, Dünya, Ulus, Yeni İstanbul gazetelerinde sürdürmüş ve Son Havadis ile Hürriyet’ten sonra Tercüman son durağı olmuştu. Son üç durak, Bedii Faik’in sivri dili, gerçekleri çarpıtmada tereddüt etmeyen yazarlık ahlakı ve şiddetli sol düşmanlığıyla, Türkiye’de solun yükseliş dönemine denk gelmişti. Kendisi şimdilerde “kendimi mescitte smokinle gezen bir adam gibi hissediyordum” diyerek küçümsemeye çalışsa da, 1970’lerin Tercüman’ına pek yakışmıştı. Sonra ortadan kayboldu ve neredeyse 20 yıl sonra, onu unutmuş olmanın hazzını bize çok görerek yayınladığı anılarıyla, karanlık hatırasını yeniden canlandırdı. Kitabının çok satılmasını sağlamak için olmalı, eski meslekdaşlarının röportaj yardımlarıyla yetinmedi; A. İlhan’la bir kayıkçı döğüşü ile işe başladı. Elbette A. İlhan’ın kişiliği hakkında bir fikir sahibi olmak için Bedii Faik gibilerine ihtiyacımız yok. Üstelik Bedii Faik gibi kaşar bir anti-komünistin A. İlhan hakkında
68
söyledikleri, muhatabına bir tür yardım eli uzatmak anlamına da gelir. Öyle de oldu. Önce B. Faik’i “unutulmuş bir yazarın, unutulmamış ve her alanda at oynatan bir yazara saldırarak tiraj arayışı” içine girmekle suçlayan ve küçümseyen A. İlhan, Faik’e cevap vermek için, neredeyse Cumhuriyet’teki köşesini Mayıs ve Haziran ayı boyunca ona ayırdı. Bedii Faik’in Tempo dergisindeki “Attila İlhan, Komünistlerin İçyüzü’nü polise sattı” başlıklı röportajında şöyle söyleniyordu: “Bedii Faik Dünya Gazetesi’nin sahibiyken gazeteye ‘Türkiye Komünistlerinin İçyüzü” başlığıyla bir dosya ulaştığını belirterek şunları söyledi: ‘Baktım bu başlık altında bir sürü isim ve not. Bu isimler dosyayı getiren kişinin arkadaşlarıymış. Ama herkes var. Dönemin I. Şube Müdürü Ahmet Topaloğlu’nu aradım. ‘Bu tefrikayı neşredersek devletin tahkikatına zarar verir mi?’ diye sordum. Güldü, ‘Filanca mı, daha önce bu dosyayı bize sattı. Gönül rahatlığıyla yayımlayabilirsiniz.’ dedi. Çilingiroğlu’na (Müessese Müdürü) dosyayı teslim ettim ve ‘Bu adamı iyi tanıyın, bir daha kapıdan içeri sokmayın’ dedim.” (Hürriyet, 17 Mayıs 2001) A. İlhan Bedii Faik’e cevap veriyor: “Emniyet’te bir görevlinin, ancak İstihbarat’taki bir meslektaşına yapabileceği, o laubali ‘açıklama’ doğru mudur? Uzak bir ihtimal ama ‘kara mizah’ tablosunun tamamlanabilmesi için, bir şey daha eklenmeliydi. Paris dönüşü, Galata Rıhtımı’ndan ‘Kısm-ı Siyasi’ jeep’iyle, ‘mevcutlu’ getirilen Attila İlhan’a; zamanın ünlü Emniyet Amiri ‘Parmaksız’ Hamdi Bey, masasının üzerinde duran kalın bir klasörü göstererek demişti ki: “..iğneden ipliğe her şeyi anlattılar, İlhan! Aranızın açık olduğunu biliyoruz; malumatına müracaat edilecektir.” Dosyalar, 1951 Tevkifatı dosyalarıydı; şu işe bakın, ‘kimler’, ‘neleri’ anlatmış olabilirdi ki?” (Cumhuriyet, 4 Haziran 2001) - A. İlhan, polise dosya götürdüğü iddiasına cevap vereceğine; polisin Bedii Faik’e “laubali” bulduğu açıklamayı yaptığı “doğru mudur?” sorusunu soruyor. Parmaksız Hamdi böyle bir laubalilik yaptıysa, tabii ki ayıp etmiş olmalı...Devletin ideoloğu olmuştur; artık O’nun dert ettiği, “devletin emniyet görevlisinin” laubalilik edip etmediğidir. - Parmaksız Hamdi “masanın üzerindeki kalın klasörü” gösteriyor; ama A. İlhan, “dosyaların” 51 Tevkifatı dosyaları olduğunu hemen anlıyor. Demek klasörün üzerinde “51 Tevkifatı dosyaları” yazıyor ve A. İlhan’a en azından bu okutuluyor. Laubalilik yok ama, bir yakınTemmuz 2001
fabrika
A.İlhan yanlış yazıldığı senaryodan nasıl silindi?
lık, bir sıcaklık olduğu anlaşılıyor. - A. İlhan, Parmaksız Hamdi’nin “her şeyi anlattılar” sözünün doğruluğundan şüphe duymuyor ve polisin “sınırsız işkence hürriyeti”ni aklına getirip rahatsız olmuyor. Tersine polis amirinin verdiği “bilgi”ye dayanarak komünistleri küçümsemeye çalışıyor: “işe bakın, kimler, neleri anlatmış olabilirdi ki?” Tam anlamıyla itirafçı/dönek ahlakıdır. İtiraf etmekle yetinemezler. Saf değiştirirler. Kendi geçmişlerine ve eski arkadaşlarına itirafçılığın utancı ve rezilliği ölçüsünde düşman olurlar. Korkularının hizmetine girer; bunu polise ve özellikle işkencecilerine, kendilerinden böyle bir hizmet beklenmiyor olsa bile hizmetkarlık ederek gerçekleştirirler. - A. İlhan, “aslında Falih Rıfkı’ya”, “o tarihte” iki dosya verdiğini kabul ediyor ve “her ikisi, sonradan yayımlandığı için, içlerinde ne var ne yok, okuyan herkes biliyor: Roman ‘Zenciler Birbirine Benzemez’ adını taşır, Moskova Komünistliği’nin edebi eleştirisidir; 5 kez basılmıştır; ötekisi, aynı ‘inek toplumculuğu’ üzerine denemeler ve eleştirilerdi, elbette isim ve olay da içeriyordu; o tarihte ‘Bozuk Yıldız’ başlığını uygun görmüştüm; daha sonra, ‘Hangi Sol?’ başlığını tercih ettim, 4. basımındadır: Tarihin haklı çıkardığı bir kitap.” (Cumhuriyet 21 Mayıs 2001) Ancak 1 Haziran tarihli yazıda “Bozuk Yıldız”la ilgili iki açıklama var: 1) “..önce ‘Bozuk Yıldız’ başlığı altında toplayıp, sonra ‘Hangi Sol’ başlığı altında geliştireceğim, tartışma, yergi ve öneriler paketi...” 2) ..o tarihte henüz ‘Bozuk Yıldız’ adını taşıyan, ‘Hangi Sol’un eskiz, not ve müsveddeleriydi.” Demek ki, “sonradan yayımlandığı için, iç(ler)inde ne var ne yok, okuyan herkes”in bildiği “Hangi Sol” kitabından değil; onun müsveddesi olduğu, sonradan geliştirilerek “Hangi Sol” adlı kitaba dönüştüğü söylenen, bir başka dosyadan sözedilmektedir. Şüphesiz Hangi Sol’u okuyanların, okuduğu kitapla Dünya Gazetesine ve Emniyete verilen eskiz, not ve müsveddelerin aynı şeyleri içerdiğini bilmesine imkan yoktur. - A. İlhan Hürriyet’e, “Benim Moskova Solu hakkındaki düşüncelerim bilinmektedir” açıklaması yapmıştır. “...Bedii Faik (...) O yüzden, ‘ifşaat’ zannettiği sorun ve kişilerle, onun (A. İlhan’ın) bir ömür boyu uğraştığını bilmiyor..” (Cumhuriyet 8 Haziran) A. İlhan’ın “Moskova Solu” ile Türkiye Komünist Partisi’ni, “Ankara Komünisti” ile Yunus Nadi gibi sahte TKF mensuplarını kasdet-
fabrika Temmuz 2001
tiğini biliyoruz. “Çünkü ‘İnkılap’, daha başlangıcında, ‘Halk Zümresi’, ‘Yeşil Ordu’ ve ‘Türkiye (Ankara) Komünist Fırkası’ ile ‘kendi’ komünistlerini yaratmıştı; yani Kemalizm, Emperyalizm’e, Kapitalizm’e iyi gözle bakmıyordu; Sosyalizm’le ise dosttu; kendi hesabıma ‘tam bağımsız’ ve ‘ulusal’bir sosyalizm tasarlıyorsam, elbette. ‘Moskova Komünisti’ bunu -Bedii Faik gibi‘hainlik’ sayardı.” (Cumhuriyet, 6 Haziran) TKP A. İlhan’ı hain saymış mıdır, bilmiyoruz. Ancak A. İlhan’ın milliyetçi bir kişilik olarak Komintern üyesi TKP’yi “hain” gördüğü ve itirafçı/dönek psikolojisiyle eleştirmeyi yeterli görmeyip, “milli polise” isimli/olaylı ihbar raporu yazdığı anlaşılıyor. İhbar raporu hazırlaması bizi iki açıdan şaşırtmıyor. 1) A. İlhan övünerek söylüyor: “Bedii Faik Bey’in terbiye sınırını aşan bir üslupla sözünü ettiği Dünya gazetesine -aslında Falih Rıfkı Bey’e- tevdi edilmiş ‘gizli ifşaat’ dosyası, yani ‘belgeler’ yayımlayarak, -Kruşçof gibi, Gorbaçov gibi, - ‘durumu’ herkese duyurmak, Sosyalistleri uyarmak- istediğim; ‘Zenciler Birbirine Benzemez’le; o tarihte henüz ‘Bozuk Yıldız’ adını taşıyan, ‘Hangi Sol’un eskiz, not ve müsveddeleriydi.” Kendisine bakılırsa, sosyalistleri uyarmak için bu dosyaları yayımlanmak üzere Dünya gazetesine götürmüştür. Komünist tevkifatlarının birbirini izlediği, komünistlerin tabutluklarda, işkence tezgahlarında kanlı paçavralara çevrildiği, mahkemeye çıkarılmadan aylarca hücrelerde tutulduğu bir ülkede, sosyalistleri uyarmak için, “elbette isim ve olay da içeren” dosyaların emniyete veya aynı anlama gelmek üzere sağ bir gazeteye götürülmesi ancak aptalları ikna edecek bir masumiyeti anlatmaktadır. Şöyle düşünmüş olamaz mı, masumane: “Nasıl olsa solcuların hepsini tanıyan siyasi polis. Uyarılarımı onlara götürsem, sosyalistlere birer nüsha tebliğ ederler!..” Kimbilir... 2) A. İlhan, TKP muhaliflerinin toplandığı Esat Adil Müstecaplı’nın partisi TSP’ne üyedir. TSP’yi Sovyetler Birliği’nin diplomatik temsilciliğinden basın ataşesi ziyarette bulunmuştur. Tevkifatta polis tarafından, basın ataşesi ile görüşme hakkında bilgi vereceklerin sanık değil tanık olarak mahkemeye çıkarılacağı vaadedilir. A. İlhan bilgi verir ve mahkemeye tanık olarak çıkar. Ancak kısa süreli tutukluluğu esnasında ailesi kendisini kurtarmak için “deli raporu” almaya çalışmaktadır. Ailenin hatırlı dostları olduğu anlaşılıyor. Kendilerine bu yol tavsiye edilmiş ve
69
A.İlhan yanlış yazıldığı senaryodan nasıl silindi?
raporun dikkate alınacağı vaadedilmiş olmalıdır. Yoksa bugün bile bir siyasi tutuklu için, böyle bir problemi olmadığı halde “deli raporu” verecek doktorun canına okurlar; hastalık ve rapor gerçek olsa bile, “yukarılardan” sahiplenen olmazsa, o raporu dikkate almazlar. Rapor alınmıştır, ancak aile her şeyi düşünür ve “ilerde mağduriyete sebebiyet vermemesi için” teşhis olarak “melankoli” yazılır. Bu tarihten sonra bütün çabalarını, en başta yeralan mısra özetlemektedir: “çünkü ne beni yanlış yazıldığım bu senaryodan siliyorlar” Halbuki silinmiş ve başka bir senaryoya yazılmıştır. Türkiye sosyalist hareketinin ilk itirafçı/döneklerinden değilse de, önemlilerindendir. Devlet televizyonlarında senaryoları dizi yapılan,
görüşlerini anlatsın diye kendisine program tahsis edilen ve elbette Cumhuriyet Gazetesi’nde TKP tarihi hakkında yalan yanlış ve çarpıtıcı bilgiler verdiği bir köşe açılan A. İlhan, ömrünün en temel hedefine, adını yanlış yazıldığı o senaryodan sildirme amacına çoktan ulaşmıştır. “Ulusalcı sosyalistlerin”, solu polise ihbar etme geleneğinin Doğu Perinçek’in Aydınlık’ı ile başladığını sananlar, şimdilerde Aydınlıkçılarla pek sıkı fıkı olan A. İlhan’ın bu geleneğin daha önceki bir halkası olduğunu, bu tartışmayla öğrenmiş oldular. Bu bilgi için ne Bedii Faik’e, ne A. İlhan’a teşekkür etmek gerekir... Artık A. İlhan şiiriyle ilgilenmeye başlayabiliriz. Bunun için Sabit Kemal Bayıldıran’ın pek keyifli yazısına geçelim.
Sabit Kemal Bayıldıran imzalı inceleme, Birikim Dergisi’nin 35. sayısında ve 1976 yılında yayımlandı. Derginin o sayısı artık tarih olduğundan, “okunmasını” önermek gerçekçi olmayacaktı. Oldukça uzun olan yazının tamamı aşağıdadır. Bir kaç dizgi hatasını düzeltmek dışında hiçbir değişiklik yapmadık. Buna karşılık bizim kullandığımız programın bir olumsuzluğu olarak, “uzatma ve inceltme” işareti kullanamadık. Bu yüzden özellikle şiirlerin canına okuduğumuzun farkındayız ve özür diliyoruz. Yazarın bugün yeniden gözden geçirse değiştirmeyi tercih edeceği pek çok nokta bulunabilir. Bizim de gerek edebiyat eleştirisi ve şiir anlayışı planında, gerek cinsel tercih farklılıklarını tanımlamada kullanılan kavramlar itibariyle ve gerekse kimi siyasi değerlendirmeler bakımından yazıyla ortaklaşmadığımız noktalar var. Ama yazı bütün bu kayıtları aşan meziyetlere sahiptir. Yazı A. İlhan’ın “Claude Diye Bir Ülke” adlı şiirinden yola çıkmakla birlikte, şairin eserinin, görüşlerinin ve kişiliğinin gelişimini 1976’ya kadar yayımlanmış bütün şiirleri üzerinden incelemektedir. Bu durumda daha sonra yayımlanmış “Elde Var Hüzün”ün inceleme dışında kaldığı düşünülebilir. Yazı okunduktan sonra bu kitabı hatırlayanlar; bizim S. Kemal Bayıldıran’ın bu kitabı öngörmüş ve çözümlemiş olduğu değerlendirmemize muhtemelen katılacaklardır. Gene bizim kanaatimiz odur ki, daha sonra yayımlanan “Korkunun Krallığı”, “Ayrılık Sevdaya Dahil” ve “Kimi Sevsem Sensin” olan kitaplarının, A. İlhan’ın şiirinde kötü tekrarlar olmanın dışında bir yeri yoktur. Son kitabı, Ertuğrul Özkök’un Hürriyet’teki köşesine malzeme olmuştur. Daha ne olsun !.. (s.z.t.)
70
Temmuz 2001
fabrika
Attila İlhan’ın “Claude Diye Bir Ülke”si Sabit Kemal BAYILDIRAN Claude Diye Bir Ülke claude diye bir ülke siyah palmiyelerin değişerek her gece genç kızları öptüğü yanlış erkekler gibi çizdiği raphael’in şüpheli dudakları ayva tüyü claude diye bir ülke kuşların ürküttüğü tüylü sevişmesini yağmurlu geyiklerin kırık mısralarının uzaktan görüntüğü lesbos adasındaki bitmemiş şiirlerin claude diye bir ülke mermer prensesin ağzıyla emdiği yılanların südünü o kadar korktuğu ibrani peygamberin ay doğunca yaşıyan ay batınca ölü radyoaktif etkilerle saçların birden balmumu bir heykelin başında uzaması rontgen yansımaları seramik gözlerinden ellerin inadla gözlerini araması boşlukta katılaşan bir kadın kahkahası akvaryum yeşili flamand resimlerinden kaşların aynada incecik alınması her şimşek çakışta kendiliğinden saba melikesinin odalık hareminden kudüslü bir kızın azeri ağlaması serviru sultanın yahudi dişlerinden çıplak ten aydınlığına işleyen sızı claude diye bir ülke neuilly’de damgalanmış fransız pullarının paris laciverdine kendinden başlayarak herkeste yanılmış rüyalar işleyince eksik erkekliğine claude diye bir ülke değişmek sebebine bütün köprüleri bir gecede atılmış tozlu bir melankoli sinmiş şehirlerine sınırları dikenli tellerle kapatılmış claude diye bir ülke hiç kimse uğramamış okyanus diplerinden yoğun sessizliğine dünya haritasından oyulup çıkarılmış uluyan bir köpek bırakılmış yerine (Bela Çiçeği, İstanbul 1962, s.37)
fabrika Temmuz 2001
“Claude Diye Bir Ülke”, A. İlhan’ın deyişiyle “erkek/kadın, kadın/erkek” dünyasını betimleyen, eş cinsellerin durumuna dikkati çekmek isteyen bir şiirdir. Bu konu, edebiyatımıza ilk kez A. İlhan tarafından getirilir. Gerçi eşcinsel şairlerimiz vardır; eşcinsellik konusunda “duygularını, eğilimlerini, hazlarını” dile getirmişler ama eşcinselliği bir sorun olarak ortaya koymamışlardır. İslamlık öncesi Türk şiirinde eşcinsellikten hiç sözedilmemiş. İslamlıkla birlikte şairlerin eşcinsel eğilimlerden, eşcinsel ilişkilerden sözettiklerini görüyoruz. İslamlık, eşcinselliği yasakladığı gibi, Kur’an’da “eşlerinize arkadan yaklaşmayınız” biçiminde buyruklar da vardır. Ama bu eğilimlerin yok edilmediği de bir gerçektir. Nitekim eşcinsel eğilimleri frenlemek için, müminlerin cennette bu ilişkileri kurabilecekleri söylenmiştir. Sözgelimi Yazıcıoğlu Mehmet (XV. Yüzyıl), Muhammediye’de: Göbekten yukarısı gözel oğlan Aşağısı kız oğlan dinle ey can .... Gelir hem bir rivayete en edna kimseye on bin Şol oğlanlar verile kim gözü nergis boyu şimşek diyerek, eşcinsellere cennetin övgüsünü yapmaktadır. İlk dizede oğlan-kız arası bir yaratık dikkati çekiyor. Ayrıca “en bayağı kişiye on bin oğlan” vaad ederek, eşcinsellerin eğilimlerini baskı altında tutuyor. Osmanlılar zamanında yazılan dini kitaplarda eşcinseller sık sık uyarılırlar. Eşrefoğlu Rumi, Müzekki’n-Nüfus’ta “Tanrı mutlak olarak güzel ve tüysüz oğlanlara bakmayı haram kılmıştır” diyor. Ama dini yönü olmayan kitaplarda eşcinsellikten iyi bir şeymişcesine söz edilir. Hatta Mercimek Ahmed’in Kabusname’sinde “Ve yaz olucak avretlere meylet ve kışın oğlanlara, ta ki tendürüst (sağlam) olasın. Zira oğlan teni ıssıdır (sıcaktır), yazın iki ıssı bir yere gelince azıdur ve avret teni soğuktur, kışın iki sovuk bir yere gelse teni kurudur, vesselam.” demektedir. (1)
71
Attila İlhan’ın “Claude Diye Bir Ülke”si
Mevlana’nın Mesnevi’sinde de sapıklıklardan sözediliyordu; bu gibi hikayelerde Mevlana okura “öğüt” vermeyi amaçlamaktadır. Divan edebiyatında hamamları ve buradaki “oğlan”ları anlatan kasidelere hammamiye adı verilir. Bu kasidelerde oğlanların çekicilikleri, işveleri anlatıla anlatıla bitirilmez. Divan şairleri, eşcinsel ilişkilerden hoşlandıklarını gizlemezler; bir üstünlükmüşcesine anlatırlar yaptıklarını. Günümüzde olduğu gibi, bu övüngen tutum, yalnız etken eşcinseller içindir. Zaten divan şairleri arasında edilgen eşcinseller bu konuları dile getirmemişlerdir. Şairler, oğlanlarının ne kadar çekici olduklarını şiirleştirirken, dini tabulara karşı gelmekten de çekinmemişlerdir. Sözgelimi Zati, Ahmed adındaki oğlanını Kabe ile kıyaslamaktan çekinmez: Kabe-ves kalbe safa verir visali Ahmed’in Niçin olmayayım visalinden safalı Ahmed’in Divan edebiyatında oğlanlara eğilimini en “nezih” biçimde dile getiren Nedim’dir. Ama o da öbürleri gibi “erotik” şiir yazmayacaktır; divan edebiyatı erotizme kapalıdır. Nedim ünlü şarkısında: İzin alıp cuma namazına deyü maderden Bir gün uğrayalım çerh-i sitem perverden Dolaşıp iskeleye doğru nihan yollardan Gidelim serv-i revanım yürü Sa’d-abad’a diyecek, cuma namazına gidiyorum diye anasından izin almasını istediği oğlanını gizli yollardan Sa’d-abad’a götürmeyi düşünecektir. Nazını “kızoğlan” nazına benzettiği on beş yaşındaki oğlanına: Belasın ben de bilmem kız mısın oğlan mısın kafir deyip, onun niteliklerini şöyle sıralayacaktır: Şivesi nazı edası handesi pek bi-bedel Gerdeni püskürme benli gözleri gaayet güzel Sırma kakül sim gerden zülf tel tel ince bel Gül yanaklı gülgüli kerrakeli mor hareli Eşcinselliği konu edinen eserlerin en “ilginci” Enderunlu Fazıl’ındır. Şair, Hubanname’de, değişik ülkelerin, toplumların oğlanlarını anlatır. Bunlarda “zevk verme sanatı”nın nasıl olduğunu, en bayağı biçimde dile getirir. Divan edebiyatı bir “erkek” edebiyatı olduğundan, sevicilik şiire konu olmamıştır. Ama
72
sayısı çok az olan kadın şairlerin şiirlerinde “vasfeyledikleri” sevgililerin bir erkek gözüyle anlatıldığını düşünürsek, bu şairlerin seviciliğe eğilimli olduklarını varsayabiliriz. Aşık edebiyatında eşcinsellik konusu yok gibidir. Bunda, aşıkların bu şiirleri, çocukların da bulunduğu kadınlı erkekli topluluklarda okuyup “mal”larını paraya çevirdiklerini düşünürsek, bu gibi eğilimlerin dışa vurulmamalarının nedenini anlayabiliriz. Ama Osmanlı egemen sınıfının edebiyatı olan divan şiirinde, bu sınıfın konumu yüzünden eşcinsellik rahatça işlenebilmiştir. “Dört kadınla evlenme hakkı”ndan egemen sınıfın yararlandığı yetmiyormuşcasına İslamlığın “cariyelerinizin de gönlünü hoş etmeyi ihmal etmeyin” buyruğu gereğince “mal” durumunda olan kadından yeterince doymuş olan Osmanlı egemen sınıfı, tüm işretlerini erkekler arası yaptığı için, kendilerine hizmeti de bu meclislerde seçme oğlanlar sunduğundan, “yasak aşk” bunlar için çekici olacaktır. Ancak belirli ellerde bulunan divan yazmaları, okurların da birbirlerini tanımış olmalarından gelen rahatlıkla, eşcinselliği anlatan şiirlerle dolmuştur. Geniş bir kitlenin bu şiirlere ya da şiirlerin onlara- ulaşması sözkonusu olmadığından, şair kamuoyunun baskısını da düşünmeyecektir. Doğmakta olan burjuvazinin en kavgacı şairleri olan Tanzimatçılar, değil eşcinsel ilişkileri, “aşk” konusuna bile değinmemişlerdir. (İşçi sınıfının dünya görüşünü benimseyen ilk şairlerimiz de önceleri “aşk”ı işlemeyi erteleyecekler, öncelikle “kavga” şiirleri yazacaklardır). Tanzimatçıların ikinci kuşağı ve Servet-i Fünuncular “aşk”ı işlerler ama bu aşkta cinsel olan hiçbir şey yoktur (Cinsel gücünden çok sözedilen Hamid’in şiirlerinde bile). Sevgili “uzaktan” sevilir. Tanzimat’tan bu yana ilk sağlıklı aşk Nazım’ın şiirinde dile gelir. “Yanlış aşk”ı işlemek de Attila İlhan’a düşer. Attila İlhan 1949’da Paris’e gider. Amacı, Nazım’ın hapisten kurtulması için Batı’da açılan kampanyaya katkıda bulunmaktır. Yirmi dört yaşlarında bir genç olan şair, bir yıl önce Duvar’ı yayımlamıştır. Türkiye’de burjuva demokrasisinden eser yoktur. Sosyalizm, kulaktan dolma bilgilerle, karanlıkta el yordamıyla öğrenilmeye çalışılıyor. Attila İlhan, bilebildiğince sosyalist sanmaktadır kendini. Daha ilkokulun üçüncü sınıfına giderken şiir yazmaktadır. Ortaokulun üçüncü sınıfındayken Nazım’ın şiiriyle karşılaşır. Nazım’ın şiirini seven A. İlhan, onun dünya görüşüne de bir yakınlık duyar. Lisenin birinci Temmuz 2001
fabrika
Attila İlhan’ın “Claude Diye Bir Ülke”si
sınıfındayken “komünistlik”ten tutuklanır. Aile, çocuğunu kurtarmak için onun “deli” olduğunu ileri sürer. (*) A. İlhan, bu yüzden bir süre akıl hastanesinde delilerle birlikte kalır. Bütün bunlar A. İlhan’ı çok etkileyecektir. “Bunların daha on altı yaşında iken başına gelmesi elbette dünyasını altüst eder, içine bir başkaldırma duygusu doldurur”(2) Küçük burjuva bir aileden gelme A. İlhan’da bütün bunlar Paris’te tanıyacağı Troçkistlere karşı bir yakınlığın doğmasına imkan hazırlayacaktır. Çünkü o, sosyalist olmayı, bilinçlenme ve sınıf ilişkilerinin dışında düşünmeye eğilimlidir. Şöyle diyor bir yazısında “Toplumculuğun en toz pembesi bile kilit altında tutulurken ‘Ben Toplumcuyum’ demek (...) yoksa ruhbilimsel çeşitli complexe’lerin dürtüklemesinden mi?” A. İlhan’daki bu başkaldırma duygusu bugüne dek kendini sürdürecektir. O, yerleşik tüm kurumlara, yargılara, davranışlara başkaldıracak, kendi yargı ve davranışları bir “raya girince”, kendine de başkaldırmaktan geri kalmayacaktır. Şiir okumanın (ya da yazmanın) neden suç olabileceğini bir türlü anlayamayan A. İlhan, düzene karşı kinlenecek, İnönü’nün cumhurbaşkanlığı zamanında tutuklandığı, Sansaryan Hanı’nda işkence gördüğü için “İnönü Atatürkçülüğü”ne düşman kesilecek, Mustafa Kemal Atatürkçülüğünü, sınıfsal bir farklılığı olmasa da İnönü Atatürkçülüğündün özenle ayıracaktır. Paris’te ülkelerinden kaçmış anarşistlerin arasına düşen A. İlhan, bu kez Troçkistlerin, Bakuninistlerin, Kropotkinistlerin açısından sosyalizme bakacak, Türkiye’de öğrendiği yarım yamalak sosyalist anlayışa da başkaldıracaktır. Attila İlhan, ikinci Paris yolculuğunda (19511952) eşcinsellerin arasına düşecektir. Şair, bu kez cinsel sapıklıkların nedenleri üzerinde düşünmeye çalışır. (Sonraları yazacağı Hangi Sol’da sapmaları, Hangi Seks’te sapıkları savunacaktır A. İlhan). Özellikle Margot diye imza atan ressam erkek/kadın’ın metresi “kalçaları zengin ve kalabalık” Janine’i “tavlamak” isteyen A. İlhan, bu çevrenin etkisinde kalacak; bu kez Troçkizme Freudizm katacaktır. Şair, Margot’nun üzerindeki etkisini şöyle anlatır: “Paris yıllarında karşıma Margot gibi bir kadın ve çevresi çıkmasaydı, cinselliğin ve cinsel dalgalanmaların, insan yaşantısında oynadığı rolü bu kadar merakla incelemeyebilirdim. Gittikçe fikrim de kanılarım da değişti, ilk bakışta olağan dışı yaşamaların bulunduğu ortama beni iten gücün, o zamanlar ‘sosyalist gerçekçi’ dediğimiz edebiyat ve sanatta farket-
fabrika Temmuz 2001
meye başladığım yavanlık ve tekdüzelik olduğunu farkettim.” (3) Margot ve Dr. Brander gibi sevici dostlarının uyarılarıyla Attila İlhan “Marks’ın toplumsal ve ekonomik çözümlemeleriyle Freud’un çözümlemeleri arasında yeni bileşimler deneyen düşünür” Marcuse’le Reich’a yönelir. “Claude Diye Bir Ülke” bu yönelişin ürünlerinden biridir. Şiirde adı sık sık geçen Claude, A. İlhan’ın arkadaşıdır. İstanbul’da şairin konuğu olmuştur. (4) Nedim’deki eşcinselliğe dikkatini çekmiştir A. İlhan’ın. Şiir, Claude’un bir ülke olarak nitelendirilmesine dayandırılmış. Bu ülkenin ilginç özelliği, her türlü eşcinsel ilişkiyi içinde barındırmış olmasıdır. A. İlhan, anılarında Claude’un cinsel özelliklerinden hiç söz etmemiştir ama şiire dayanarak onun hem kadınlık, hem de erkeklik nitelikleri taşıdığı söylenebilir. Hiç olmazsa şiirdeki Claude böyle yorumlamaya elverişlidir. Çünkü hem erkek, hem de kadın eşcinsellerden söz edilmiştir. Ve bir “ülke” olan Claude, bunların tümünü içinde yaşatmaktadır. Kadının ülke olarak nitelenmesi divan şiirinde de vardır: Hal kafir zülf kafir çeşm kafir el-aman Ser-be-ser iklim-i hüsnünü kafiristan oldu hep beytinde de Nedim, sevgilisinin beni, saçı, gözü siyah olduğundan onu “kafiristan” olarak nitelemiştir. Cemal Süreyya, sevgilisini anlattığı şiire “Ülke” adını verecektir. Ama “ülke”yi özgün olarak kullanan ilk kişi A. İlhan’dır. A. İlhan, eşcinseller ülkesinin şiirsel betimini yaptıktan sonra, şiirin son iki dizesi ile ortaya koymak istediği soruna dikkati çekiyor. “Dünya haritasından oyulup çıkarılmış” dizesinin de belirttiği gibi, şair, egemen ahlak anlayışının eşcinselliği yok sayma eğilimine karşı çıkıyor. “Yok sayma” sorunu çözülmediğinden, “uluyan bir köpek” toplumu sürekli rahatsız etmekte; sorun, varlığını duyurmak istemektedir. Egemen ahlak anlayışı, sapıkları yeraltına inmeye zorlamıştır. Şiirin ilk iki dizesi bunu veriyor. Siyah palmiyelerin her gece değişmesi ile, gündüz ahlak kurallarına uyanların, gece değişerek gerçek kimliklerini bulmaları anlatılıyor. A. İlhan, Hangi Seks’te bunların yeraltı dünyasını ayrıntılarıyla verir. Belirli yerlerde, Paris’in tüm eşcinselleri toplanıp kendi dünyalarını yaşamaktadırlar. Freud’a göre “ormanlık” kadının cinsel organını anlatır. (5) A. İlhan “palmiyeler” kelimesini sevici kadınların
73
Attila İlhan’ın “Claude Diye Bir Ülke”si
simgesi olarak kullanmıştır. Bu kadınlar, geceleri değişerek genç kızları öpmektedirler. Gündüzleri ise normal bir kadın görünümündedirler. Şairin “palmiye”yi kullanmasının bir nedeni de kelimenin yarattığı görüntüsel değerdir. A. İlhan, şiirde görüntüye çok değer verir. Bu yüzden renkleri ya da renk çağrışımı güçlü olan adları bol kullanır. Bu anlayışın gelişmesinde Margot’nun etkisi vardır. Şairin ressam Margot’yu tanımadan önce yazdığı ürünlerinde renkler belirgin değildir. Zaten şiirde geçen “Raphal, Flamand ressamları” gibi sözler, şairin Margot’yu tanıması sonucu oluşan bir etkilenmenin işaretidir. A. İlhan, renkleri değişik sözlerle niteler. “Claude Diye Bir Ülke”de “akvaryum yeşili, paris laciverdi”, başka bir şiirinde geçen “orospu maviler” ilginç örneklerdir. O, adlara ilginç sıfatlar vermeye düşkündür. Bu sıfat takımları şiirin hem görsel değerlerini artırıyor, hem de okurun imgelem gücünü zorluyor. şüpheli dudakları ayva tüyü tüylü sevişmesini yağmurlu geyiklerin kırık mısraların uzakta göründüğü kudüs’lü bir kızın azeri ağlaması serviru sultan’ın yahudi dişlerinden rüyalar işleyince eksik erkekliğine tozlu bir melankoli sinmiş şehirlerine örneklerinde görüldüğü gibi şair, adlarla ilginç sıfatlar vererek, pitoresk bir şiire yönelmiştir. Böylece şairin betimleyici tutumu ortaya çıkar. Ama bu betimlemeler oldukça özneldir, özgündür. Betimleyiciliği şairin “kuşkucu” yanını besliyor. Çünkü o, genellikle bir yargı belirtmez; çağrışımlarla, imgelerle okurda bir izlenim bırakmayı daha doğru bulur. “Claude Diye Bir Ülke”de şair, okurda eşcinsellikle ilgili bir izlenim uyandırmayı amaçlamış, sorun karşısındaki tavrını, bizde bırakmak istediği izlenimden yola çıkarak ortaya koyabiliriz. Bu tutum, şairi varılacak yargıların sorumluluğundan kaçmaya götürebilecek bir esnekliği de bağrında taşımaktadır. Şair, erkeklerdeki eşcinselliği Raphel’le vurguluyor. Raphel’in resimlerindeki “yanlış erkekler”, ressamdaki eşcinselliğin sanatına yansıdığının işareti olarak belirtilmiştir. Oğlanlara düşkün bir Raphel’in erkeklerinde bıyık yerine “ayva tüyü” bulunması, ressamın cinsel hayatının bir sonucudur. claude diye bir ülke kuşların ürküttüğü tüylü sevişmesini yağmurlu geyiklerin
74
dizeleri, II. Yeni’nin izlerini taşıyor. Attila İlhan, Mavi hareketi ile, şiirden imgeyi kovan I. Yeni’ye karşı haklı bir savaş açmıştır. Ona göre içlemci bir şiir görüşünün temel öğesi” imgedir. (6) Bu anlayışın, “dünyayı dönüştürmek” isteyen bir dünya görüşüne ters düştüğü açıktır. “Temel öge” olarak imgeyi ele alan bir şiir, olsa olsa duyarlıkları dönüştürür! Zaten yukarıdaki dizeler Freudist bir anlayışı yansıtıyor. Freud, “Kürkün, fetiş olarak kullanılması mons veneris’in (Venüs Dağı) tüylü oluşunda aranmalıdır.” (7) diyor. Burada “tüylü” olmanın yarattığı cinsel çağrışıma yaslanıyor A. İlhan. Ayrıca “yağmurlu” sıfatı da Freud’a dayanılarak kullanılmış. Freud’a göre su (bu şiirde yağmur) anne rahmindeki su’dur. (8) “Yağmurlu geyikler” de eşcinsellerin sevişmelerinin imgesel anlatımıdır. Şair, sevişenleri kuşların (egemen ahlak anlayışını taşıyan insanlar) ürküttüğünü okura hatırlatıyor. Ürkek olarak bilinen kuşların ürkütme işini yapmaları şairin yerleşik yargılara karşı çıkma eğiliminden kaynaklanıyor. Bu simge yoluyla şair okurda egemen ahlak anlayışının kolayca yıkılabileceği “izlenim”i yaratmak istemektedir. Şiirde geçen Lesbos adasıyla, şair, adını anmadan Sappho’yu anıştırıyor. Sappho, M.Ö. VII ve VI. yüzyılda yaşamış, adı geçen adada genç kızların eğitimini yöneten, lirik şiirler yazan, evli, çocuk sahibi bir kadındır. Yetiştirdiği genç kızlarla yanlış aşk yaşamıştır. A. İlhan, Sappho’dan sonra Saba melikesi Belkıs’ı anıştırıyor. Belkıs, bir efsane kahramanıdır. Efsaneye göre, evli olmayan Belkıs’ın sarayında yalnız kadınlar bulunmaktadır. Attila İlhan, Saba melikesinin odalık hareminden Kudüslü bir kızdan söz ederek Belkıs’ın seviciliğine işaret ediyor. Şiirde adı geçen Serviru Sultan da sevicidir. Osmanlı padişahlarının haremleri, genellikle Türk olmayan kadınlardan oluşuyordu. Haremdeki kadınlar, erkeksizlikten doğal olarak seviciliğe yöneliyorlardı. Serviru sadisttir. Freud’un tanımıyla “sadizm, cinsel içgüdüde bulunan saldırganlığın gereğinden fazla gelişmesi, bağımsızlaşması, ön plana geçmesi”dir. (Attila İlhan’ın “bireysel diyalektik” diye adlandırdığı şey, genellikle Freud terminolojisi ile açıklanır.) Serviru’nun olması gereken “Yahudi” sıfatını şairin “dişler”e vermesi, onun sık sık başvurduğu bir yöntemdir. Bu yönteme II. Yeniciler’de de sık raslanır. claude diye bir ülke mermer prensesin ağzıyla emdiği yılanların südünü dizelerinde yine Freudist anlayış vardır. Freud’e Temmuz 2001
fabrika
Attila İlhan’ın “Claude Diye Bir Ülke”si
göre “erkek cinsiyet sembolleri balık ve yılandır. Yılan en meşhur semboldür.” Burada değişik bir sapıklıkla karşı karşıyayız: Dudak ve ağız mukozasının cinsel kullanılışı. Kadına “mermer” sıfatının verilmesinin nedeni her ne kadar onun beyaz ve pürüssüz vücudunu duyumsatmaksa da, bu sıfat, canlılık niteliğini yok ettiğinden, şiirin kurgusal olması durumunu ortaya çıkarıyor. Şiirin ikinci kıtasında A. İlhan’ın radyoaktif etkilerden sözetmesi, şiirin bütünlüğü ile ilgisi olmayan bir doldurmadır. Radyoaktif etkiler XX. yüzyılın konusudur. Bu etkilerin cinsel sapmalarla ilgisi olamaz. Çünkü şiir, ilk çağlardan günümüze süregelen (Sappho, Belkıs, Raphel, Serviru, Claude) bir sorunu işliyor. Olgu, XX. yüzyıla özgü olmadığı için, bunu şairin abartma merakına bağlayabiliriz sadece. “Balmumu bir heykelin başında saçların birden uzaması” da şairin imgeye ve abartmaya düşkünlüğünden kaynaklanıyor. A. İlhan’ın kaynaklandığı şairlerden Nedim de: Akıbet gönlüm esir ettin o gisularla sen Hey ne cadusun ki ateş bağladın mularla sen beytinin ortaya koyduğu gibi, sevgilisinin kıllarla ateşi bağladığını belirterek, Doğu’ya özgü bir abartmaya başvuruyor. İkinci kıtanın ilk altı dizesi, yukarıda belirttiğimiz nedenlerle, şiirin bütünlüğünü bozmaktadır. Aynada kaşlarını incecik alan kişinin kadın olduğunu, kahkaha kelimesinin tamlayanından anlıyoruz. Tamlayan yüzünden onu, kadınlığa özenen bir erkek olarak yorumlayamayız. Şairin, kaşların incecik alınmasını içten, kendiliğinden gelen bir dürtüye bağlaması, kişiyi toplumdan ve çağından soyutlamasına dayanıyor. (Kaşların incecik, kalın alınması, ya da Ortaçağdaki gibi tümden yolunması, egemen sınıfların yarattığı “moda”ya bağlıdır.) Şiirin ikinci kıtasında geçen Neuilly, Paris dolaylarında bir kasabanın adıdır. Şair bu kasabada otururken, İstanbul doğumlu Claude ile tanışır. Attila İlhan, özellikle Duvar’dan sonraki şiirlerinin çoğunda çıkış noktasını bireysel yaşantısından kaynaklandırmıştır. Özellikle Paris’e gidişinden sonraki şiirlerini anlamak için, şairin hayatını ayrıntılarıyla bilmek gerekir. Bu yüzden olsa gerek, kitaplarının yeni basımlarında şair, okura “Meraklısı İçin Notlar” başlığı altında ipuçları vermek zorunda kalmıştır. A. İlhan, Notlar’da şiirlerini hangi olay üzerine yazdığını, dizelerin altında neler yattığını, şiirlerde geçen özel adların kimler-
fabrika Temmuz 2001
den kaynaklandığını açıklıyor. Böyle kullanılmış özel adların şiire düşman olduğu bir gerçektir. Şiirin özüne inebilmek için okuru bir sürü kişiyi özellikleriyle tanımak durumunda bırakan tutum, zorunlu olarak Notlar’ı doğurmuştur. Gerçi Nazım’da da bolca özel adlara raslanır. Ama bu adlar topluma malolmuş kişilerin adlarıdır. Ya da o kişileri şiirde tanırız ama kim olduklarını bilmesek de şiiri kavrar, özüne inebiliriz. Burada Nazım’ın bireyselden toplumsala açılma yönteminin tutarlılığıyla karşılaşıyoruz. Oysa A. İlhan’ın yönteminde bu tutarlılık yoktur. A. İlhan’ın Paris yolculuklarından sonraki şiirlerinde “ben” ağır basar. Artık şiirleri I. tekil kişiyi anlatır. Gerçi Yasak Sevişmek’ten sonraki (1968) şiirlerde “ben”in azalması gibi bir durum görünürde vardır. Fakat şair, bu kez A. İlhan yerine başkalarını “ben” olarak öne sürer. Sonuçta yine “ben”ci bir şiirle karşılaşmış oluruz. Hatta bu bencillik A. İlhan’ın düzyazılarında narsist nitelikler gösterir. Bu yönüyle A. İlhan, sağın Necip Fazıl’ına benzer. Üçüncü kıtada geçen “eksik erkek” tamlaması, edilgen bir eşcinsel erkeği anlatıyor. Bu eşcinselin yanılması, libidosunun yanlış yöneliş içinde olmasından ileri geliyor. Böylece, oluşan değişme, onun “İbrani peygamber”in ahlak anlayışı ile arasındaki köprüleri yıkmasının nedeni oluyor. “Şehirlerine” kelimesinin III. çoğul kişi iyelik zamirinin ulanması, burada cinsel sapıklığın her türüne raslandığını anlatmak içindir. “Tozlu melankoli” sözleri de bu kişilerin içinde bir kırıklığın bulunduğunu (aldıkları ahlaki eğitim bu durumu yaratıyor) işaret ediyor. Sınırların dikenli tellerle kapatılmış oluşu da, bu sapıklarla toplum arasındaki kopukluğu vurgulamak içindir. Son iki dize, şiirin en güçlü imgesini taşıyor içinde. Şair de asıl söylemek istediğini bu iki dizeye koymuştur. Analizin de ortaya koyduğu gibi, “Claude Diye Bir Ülke” bir genel bakış niteliğindedir. Şiirde birey de yoktur, toplum da. Şiiri sakatlayan en önemli nokta soruna Freudist açıdan yaklaşmak olmuştur. Çünkü anlatılan sapıklar, toplumun içindeki birey olarak verilmemişler, toplumdan soyutlanmış bir biçimde sunulmuşlardır. Bu nedenle şiir başarısızdır. Oysa A. İlhan, sevici Margot’yu, aynı bakış açısıyla anlatırken, onu birey olarak sunabildiği için daha başarılıdır: margonun yanlışlığı kadınlığında aynalar aldanır onu kim aldatsın kendini sevmesi hoyrat çapkınlığında
75
Attila İlhan’ın “Claude Diye Bir Ülke”si
en yoğun noktası yanlışlığının erkeğim sandığı her anda kadın sırılsıklam erkek her kadın anında iki ucu cehennem her yaşantısının iblis bıçağını biliyor ortasında (11) Buradaki başarı, hem betimlemenin bir bireyde yoğunlaşmasından, hem de söyleyişte ve imgelerde rahatlığın yakalanmasından doğuyor. A. İlhan, “Claude Diye Bir Ülke”de işlediği konuyu, daha sonra birçok şiirinde dile getirecektir. Bu sorunla ilgili düşüncelerini çeşitli yazılarında ve özellikle Hangi Seks’te anlatır. Denilebilir ki Wilheim Reich, Herbert Marcuse, Erich Fromm v.b. Marksizme Freudizmi katarlarken, A. İlhan Freudizme Marksizm katar. Attila İlhan bu noktaya nasıl gelmiştir? A. İlhan, yirmi bir yaşındayken, Esat Adil’in 1946’da kurduğu Türkiye Sosyalist Partisi’nin yayın organı Gerçek gazetesi ve Gün dergisinde çalıştı. TSP, genellikle TKP’sine muhalif olan eski solcuların yer aldığı bir partiydi. Programında “milli beraberliğin siyasi ve iktisadi tam bir hürriyet ve bağımsızlıkla devamını sağlamak” (12) amacını ortaya koyan TSP’sindeki bu sağ sapmayı A. İlhan, 10.11.1966 tarihli bir yazısında “Türkiye Sosyalist Partisi ve sorumluları, (...) hiçbir diktatörlük niyetleri olmadığını, hiçbir arka niyetlerinin bulunmadığını Türk adaletine ‘tescil’ etirmişlerdir.” (13) sözleriyle olumlar. Bu dönemin şiirleri Duvar’da (1948) toplanmıştır. Duvar’daki şiirler, Köroğlu, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal gibi saz şairlerinin deyişine yaslanan “hürriyetin, halkın ve demokrasinin şarkılarını söylemeye” çalışan, hümanist öğeler taşıyan, antifaşist şiirlerdir. Cumhuriyetin ideolojisinde yer alan “halkçılık” ilkesi, sanatçıların halk şairlerine yaslanmalarını gerektirmişti. Burjuva şairleri, halk şiirinin ölçüsünü ve biçimini kullanırken, toplumcu ve sosyalist şairler, Nazım’ın biçimi parçalamasından etkilenerek, halk şiirinin biçimine fazla önem vermediler ama deyişine, edasına, gereçlerine sık sık başvurdular. A. İlhan da Duvar’daki şiirlerinde “geniş soluklu bir koçaklama şiiri tutturmak istiyordu.” Böylece “milli sesi bulmuş olacak”tı: nihayet bu derde düçar olduk derdimiz dağlardan yücedir devası bulunmaz tarifi müşkül dedik bir ağıt yakmak diledik sorup sual edilmeden canına kıyılan insan oğluna (Duvar, s.50)
76
O zamanların toplumcu ve sosyalist şairlerindeki halk deyişine özenme, aşağıdaki örnekte olduğu gibi, türkülerden dizeler (kimi zaman bir iki kelime değişimiyle) almaya dek varır: adana’nın yolları taştan yola çıkıp maraş’tan ezanla birlikte vardık bir akşam urfa’ya bursa’nın ya bursa’nın ufak tefek taşları (Duvar, s.65) A. İlhan, Paris’te Troçkist olur. (14) Bu arada sakalını Troçki gibi kestirir. (15) Bu Troçkist özellikler onda uzun zaman sürer. Ve hiçbir şiirinde Lenin’in adı geçmediği halde (ki Lenin’i bir komitacı olarak görür A. İlhan) Troçki’ye şiirlerinde üç kez yer verir: bir de gözlük vardır sürgünde bir gözlük meksika’da troçki mi ne sonradan çekiçle kırılacak (Tutuklunun Günlüğü s.15) o yağmur çaydanlığında fıkırdarsa majeste viyana bir yalnız troçkiy’dir emperyal camlara dayamış alnını (Tutuklunun Günlüğü, s.107) gözlüğünü takar takmaz o kumsal troçkiy’nin büyükada’da yalınayak dolaştığı sönmüş bir yanardağ gibi üzgün bir elinde balık oltası ötekinde tabancası var çünkü devriminden sürgün (Böyle Bir Sevmek, s.84) Son dizedeki “devriminden” kelimesindeki III. tekil kişi iyelik zamiri ilginçtir. Bu zamirle Devrim, işçi sınıfının olmaktan çıkıp Troçki’ye maledilmiş oluyor. Bir tartışmasını şöyle özetliyor A. İlhan: “Entellektüel kapasitesi, devrimci kuruluşu ve liderlik yetenekleri yönünden, Troçkiy’in, mutlaka Vladimir İlyiç’in yerine geçmesi gerektiğini ileri sürüp Stalin’le acı bir karşılaştırmasını yaparak Radiçef’i adeta teslim alıyorum. (16) (Lenin, Stalin v.b. kişilerin tanındıkları adla değil de resmi adlarıyla anması, şairin entellektüellik tutkusuna verilmelidir.) A. İlhan’ı Troçkist yapan etkenlerden biri de serüvene düşkün oluşudur: “Beni Duvar’a aşk şiirlerini de aldığım için mi kınamışlardı, inadına aşk şiirleri yazıyordum. Temmuz 2001
fabrika
Attila İlhan’ın “Claude Diye Bir Ülke”si
Yolculuk şiirleri sanatçının toplumsal uğraştan kaçması diye mi yorumlanmaktaydı, inadına yolculuk şiirleri yazıyordum. Aslına bakılırsa çocukluğumdan bu yana ufkun arkasını görmek en müthiş tutkumdu benim. Daha bacak kadar bir oğlanken, Bremen’de, Hamburg’da, ne bileyim, Liverpool ya da Brest’te, kendimi bıçkın gemiciler, liman orospuları ve yolculuk insanları arasında tasarlar, bundan şimdi bile kolay kolay anlatamayacağın gizli zevkler duyardım.”(17) (Yukarıdaki “inadına” kelimeleri, daha önce A. İlhan’ın tepkiselliğiyle ilgili yargımızı destekliyor. Ayrıca “ufukların arkasını görmek tutkusu” ile Yahya Kemal’in “ufukları aşmak iştiyakı” arasındaki paralelliğe dikkat etmek gerek. Yahya Kemal bu duyguyu atalarından “tevarüs” ettiğini vurgular.) Küçüklüğünde okuduğu serüven kitapları A. İlhan’ın şiirlerine yansıyacaktır. “Büyük Yolların Haydudu” şiirinde kendini şöyle anlatır: işte sımsıcak lejyoner sakalları içinde margot’in sigarillosuna ateş tutuyor tersine dönük gözkapakları uygusuzluktan ......... margot’un paletinden bir siyah götürecek kusuk siyah kendine geceler boyamak için izmir’de istanbul’da nasıl yapıyor bilmiyorum bir türlü aklım almıyor beyoğlu’ndan st. placide’e çıkıyor basmane’den passy’e (18) (Ben Sana Mecburum, s.163) Yine Ben Sana Mecburum’daki “İstanbul Ağrısı”, “Yorgun Serüvenci”, “Telsizci Hamdi”, “Tansion a Smyrne” vb. şiirler, şairin serüvenciliğini dile getiriyor. Bu şiirleri yazdığı dönemdeki durumunu şöyle açıklıyor şair: “Zaten hayatımın o döneminde ‘başka yerlerde olmayı’ bir yaşama biçimi haline getirmiştim. O başka yerlerde de, yerleşik ve düzenli hayatlar değil, oteller, garlar, gece klüpleri, v.s. arasında mekik dokuyan çarpıntılı yaşantılar düşlüyor ve yaşıyordum.” (19) Bu serüvencilik merakına gerekçeyi “serüven tutkusu (...) ilk bakışta sanıldığı gibi bir serüven kişisel çıkara bağlı, ya da geniş ölçüde yanlış bir hayalperestliğin sonucu değildir, ozan, çok küçük yaşından başlayarak karıştığı toplumculuk uğraşının giderek kişisel yaşantısını temelinden etkileyen bir serüvene dönüşmesi yüzünden bu içeriğe ulaşmıştı.” biçiminde verirse de, asıl neden, o zamanlar toplumculara yapılan baskılar sonucu, şairin “kaçış mekanizmasına” sığınmasıdır. A. İlhan, askerliğini Erzincan’da yapar. Bu
fabrika Temmuz 2001
dönemde önemli bir değişme olur A. İlhan’da. “Toplumun küçük burjuva kesiminde yer alan kimi radikalin, asker ve sivil bürokrasinin ideolojisi” (20) olan Kemalizme yakınlaşan şair, birçok küçük burjuva gibi, bu ideolojiye olmadık misyonlar yükleyecektir. “Türk toplumcu sanatının eninde sonunda Atatürk ilkelerine bağlı ve yerli bir bileşimle” (21) yapılabileceğine inanan A. İlhan, 12 Mart döneminin 11’lerini diktatörlükle suçlayıp “ordunun demokrasiyi korumakta kararlı” (22) oluşunu alkışlar!.* Şair, “Mustafa Kemal’in Sofrası”nda: akşama yarın akşama gelin işte gelin hepinizi bekliyorum siz de gelin pamuk halkı tütün milleti hemen öyle gelin yabancı mıyız ağrı çobanları sizi de beklerim raman sen de gel çocuklarını da getir sofrada şenlik olsun içim açılsın siz olmadınız mı yalnızım yadsıyım yabancıyım siz yok musunuz varlığım ne kelime yarın akşama gelin ama mutlaka gelin buğday konuşacağız (Ben Sana Mecburum, s.87) diyerek, halkı mustafa Kemal önderliğinde “II. Kuvay-ı Milliye”ye çağırır. Bu görün Yön çizgisi ile çakışır. A. İlhan’a göre “Yön dergisi, siyasal tutumunda (....) geçerli ve sağlamdır.” (23) “Kuvayı Milliye bu halkı harekete geçirebildiği için başarılı olmuştur.” (24) yargısını ileri süren A. İlhan, İstiklal Mahkemeleri ile halkın, kimler adına, ne adına harekete geçirildiğini gözardı eder. Oysa adı geçen hareketin yöneticileri, işçi sınıfı partisinin önderlerini katlettirmişler, partiyi kapatmışlar, güdümlerinde olmayan milis kuvvetlerini imha etmişler, 12 saatlik iş-günü ile işçiyi alabildiğine sömürüp burjuva yetiştirmeye kalkmışlar, emperyalizme karşı çıkan herkesi cezaevlerine kapatıp sömürücülere dikensiz gül bahçesi hazırlamışlardır. Kemalist ideoloji, A. İlhan’daki milliyetçilik duygusunu daha da geliştirmiş, Fransa’da milliyetçileri Hangi Batı’da örnek gösterip “Onlar böyle yapıyorlar, biz niye yapmayalım” diyerek okura “milliyetçilik” öğütlemiştir: emperyalizme karşı süngü benim adım mustafa kemal’den bu yana mehmet sıradağlarıyım ........
77
Attila İlhan’ın “Claude Diye Bir Ülke”si
özgür bir sosyalizme doğru her adım benim adım nazım hikmet’ten bu yana mehmet sıradağlarıyım (25) Yukarıdaki dizelerde geçen iki adın yanyana nasıl düşünüldüğünü ister istemez sormak gerekir: Nazım Hikmet, Mustafa Kemal zamanında cezaevlerinde kaç yıl yattı? kıvılcımlar tutuşuyor onuncu yıl marşından dizesi de A. İlhan’ın sınıf anahtarını elden nasıl kaçırdığının bir işaretidir. (Onuncu Yıl Marşı’nın en ünlü yanı ise sınıfsız bir toplum olduğumuz gerçeğini (!) açıklamasıdır.) Şairin sosyalizme “özgür” sıfatı eklemesi de ilginçtir. ABD’nde “sevicilerin birbirleriyle evlenme hakkı için mücadele eden kadın örgütlerine hoşgörüyle bakılıyor” diye bu ülkedeki özgürlükçülüğü kutsayan A. İlhan, faşizmle sosyalizmi karşılaştırıp “bürokrat ve totaliter sosyalizm uygulamalarının verdiği görüntünün, hiç değilse, toplumsal iç yaşantı bakımından (faşizmden) aşağı kalır yanı var mıdır?” diye sorar ve “özgürlükçü bir toplumculuktan, demokrasiden yanayım” deyip sosyal demokrat bir çizgiye girer. (26) Nitekim ona göre Soljenitsin gibi bir burjuva oyuncağı “büyük sosyalist çilekeş”tir.(27) A. İlhan, toplumu, sınıfların egemenliği açısından değerlendirmez. Onun ölçülerinde biri de “endüstri toplumu”dur. Oysa kapitalist toplum da, sosyalist toplum da “endüstri toplumu”dur ama bu iki toplum arasında hiçbir benzerlik ve yakınlık yoktur. A. İlhan’ı sosyalizmin dışında tutan en büyük etmen, işçi sınıfına inanmayışıdır. Batı’da burjuvazinin geliştirdiği “sömürüye ortak işçi sınıfı” teorisine (!) A. İlhan da inanır. Hangi Sol’da (s.138) işçi sınıfımızı “pısırık” olarak niteler. Oysa kitap, 16 Haziran olaylarından altı ay sonra yayımlanmıştır. Milliyetçiliği, A. İlhan’ın şiirine sık sık yansır: ve uzaktan uzağa bizans çakalları iç asya’dan daha oymaklar gelir uçarı bir yürek kadar aydınlıktırlar (28) (Yasak Sevişmek, s.65-66) usul usul karanlıkta kürtçe konuştular ağaç suratlı iki adam (29) (Ben Sana Mecburum, s.29) Attila İlhan’a göre Türkler “aydınlık”,
78
Bizanslılar “çakal”, Kürtler “ağaç suratlı”dır. Bu milliyetçilik, şairin oluşturmak istediği “ulusal bireşim”de de kendini gösterir. A. İlhan, burjuva kozmopolitliğine, işçi sınıfı enternasyonalizmiyle değil de, burjuva milliyetçiliğiyle karşı çıkar. Bir yanlışın karşısına başka bir yanlış konmuş olur böylece. Edebiyatta millilik, bizde Tanzimat’tan sonra gündeme gelir. Hececi akım, Osmanlı’nın kullandığı biçime karşı çıkıp aşık edebiyatının ölçüsünü ve birimini kullanır. Bu, onlarca Ziya Gökalp’in “halka doğru” ilkesinin edebiyata yansımasıdır. Sözgelimi Faruk Nafiz Çamlıbel, “Bizim Memleket”te: Başı boş kırlara salar tayını, Elinden düşürmez okla yayını, Ellere bırakır aslan payını, Memleket yolunda kurban olurlar! deyip aslan payını ellere bırakan (egemen sınıfa bırakan, demek istiyor) halkı kutsar! Dörtlük ve hece “halka doğru” gitmenin yolu olmuş olur. Elbette bu tutum şiirin yolunu tıkayacaktır. Aşık edebiyatının feodal “kalıpları” içine burjuva ideolojisi yerleşince, şiir yerine hilkat garibesi doğar. (Aynı garabet, çalıp söyleyen devrimci “ozan”larda da görülüyor.) Devlet güdümünde limonlukta yetiştirilen burjuvazi, altı yüzyıllık Osmanlı kültür birikimini (ki bunu Selçuklulara kadar uzatmak daha doğru olur) alt edecek bir kültür oluşturamayınca, “devrim”lerle Osmanlıyla arasındaki tüm bağları koparır. Osmanlı aradan kalkar, Hunlar, İskitler, Etiler, Sümerler, Göktürkler devreye sokulur. Bu arada Yahya Kemal, “mektepten memlekete” kuralı uyarınca, bir istisna olarak, öbür burjuva şairlerinin dışında bir bireşime dayanır ve Osmanlı şiirine yaslanır. Öbürlerine göre de şiire daha çok yaklaşmış olur. Toplumcu şairler, uzun yıllar halk şiiri geleneğine yaslanırlar. Özellikle “halkçı” şairler aşık edebiyatının biçimini bırakıp bu edebiyatın sesine, motiflerine yaslanırlar. Bunların içinde en başarılısı da Cahit Külebi olacaktır. Sosyalist şairlerden Enver Gökçe, Ahmet Arif gibileri, aşık şiirinin sesine, edasına yaslanırlar. Özellikle devlete başkaldıran aşıkların şiirlerindeki öfkeyi yakalayıp sağlam ürünler verirler. Nazım Hikmet şiirine uygulanan yasak, şiirimiz için Nazım’ın getirdiği sağlam, tutarlı sentezin gözlerden kaçmasına neden olur. 1960 sonrası sosyalist harekette nicel ve nitel gelişme bu kez şiirimizin kitlelerle bağı konusunu gündeme Temmuz 2001
fabrika
Attila İlhan’ın “Claude Diye Bir Ülke”si
getirir. II. Yeni akımın dar bir küçük burjuva dışına çıkamayışından dolayı -istese de çıkamazdıpolitize olmuş geniş kitlelerin şiir arayışları için yeni yollar aranır. Nazım Hikmet şiirinin yasak zincirini kırmasıyla, kitlelerin aradığı şiir, sahibini bulmuş olur. Bu arada Ahmet Arif’in şiirleri de dergi sayfalarından gün ışığına çıkar. 1968’de yayımlanan kitap, 1977’de 14. baskıyı yapar. Bu da şairlerimizi, kitleyle diyalog sorununu tartışmaya yöneltir. Bu ortamda gelenek gündeme gelecektir. A. İlhan’ı da “ulusal bireşim” konusunda deneylere sokan bu koşullardır. A. İlhan, gerçek sahibi kitleleri bulan Nazım Hikmet şiirindeki sentezi yorumlar. Gerçi 1953’te Yeni Ufuklar’da şöyle yazmıştır: “...yeni kuşak öncülerin taklitçisi olmayacaktır. Batılı herhangi bir sanatçının da taklitçisi olmayacaktır. Her şeyden evvel milli ve Türk olacaktır. Memleketçi ve milliyetçi olacaktır. Fakat aynı zamanda bütün batı sanat ve kültürünün şanlı geleneğini, aynı zamanda bütün doğu-islam-Türk sanat ve kültürünün şanlı geleneğini iyice içine sindirmiş, eline uygar ve batılı metodların anahtarını almış olacaktır.” Alıntının da ortaya koyduğu gibi A. İlhan “milli ve Türk” bir şiirin peşindedir. Hem Doğu, hem Batı kültürünü özümseyecek, İttihatçıların çok kullandığı “uygar ve Batılı metod”u kullanmak isteyecektir. Şüphesiz “uygar ve Batılı” bir metod yoktur. Bugün ya burjuva yöntemi kullanılır ya da diyalektik maddeci yöntem. Burada A. İlhan’ı Marksist anlayıştan ayıran önemli nokta “gelenek”e hiçbir eleştiriye ve elemeye yer vermeden sahip çıkmasıdır. Marksist anlayış, ister Doğulu, ister Batılı olsun, insanlığın yarattığı kültürün yalnızca olumlu öğelerine sahip çıkar. Çünkü kültürü ve kültür geleneğini, sınıflarüstü, ya da sınıflar-dışı olarak göremeyiz: “Her milli kültürde, pek az da gelişmiş olsa, halkçı sosyalist bir takım kültür unsurları vardır. Çünki her millette emekçi ve sömürülen kitle vardır. Bunların yaşama şartları mutlaka halkçı ve sosyalist bir ideoloji doğuracaktır. Ama her millette bir burjuva kültürü (ve çoğu zaman, gerici ve papaz taraftarı bir kültür) de vardır; bu kültür yalnız ‘unsurlar’ şeklinde değil, hakim kültür şeklinde yaşar. İşte onun için, ‘milli kültür’ genellikle toprak sahiplerinin, papazların ve burjuvazinin kültürüdür.” “...biz her milli kültürden yalnız halkçı ve sosyalist unsurları almış, her milletin burjuva kültürüne milliyetine karşılık olarak hiç kısmadan
fabrika Temmuz 2001
ve yalnız bu unsurları almış oluyoruz.” (30) Lenin’in işaret etmiş olduğu seçmeyi A. İlhan yapmaz. Doğu’nun ve Batı’nın şiir biçimlerini çok serbestçe alır. Ama bu şiirlerin içeriklerinin işçi sınıfından yanalığı tartışma götürür. Sözgelimi, A. İlhan, “miri mal” divan şiirine yaslanma gerekçesini ileri sürerken şöyle der: “Türk petrolü ya da Türk boraksı için ulusal mücadelelere gönüllü olanların, Türk sanat musukisi ya da Divan şiiri için yukarıdan konuşması düpedüz patalojik bir klinik olgusu sayılmak gerekir. Zira bu topraktan fışkıran petrol ne kadar bizimse, bu topraktan yüzyıllar boyunca üretilmiş olan şiir, beste, fikir ve nakış da o kadar bizimdir: nasıl petrolü çağdaş kılabilmek için türlü işlemden geçirmek gerekiyorsa, ötekileri de türlü işlemlerden geçirip çağdaşlaştırmak bize düşer.” (31) Aslında A. İlhan, Türkiye petrolü ile Türkiye kültürünü eşlerken yanlışa düşmüş oluyor. Petrolü emperyalistten alıp emekçilerin yararına kullanmak olası. Petrolün kendisi değil, kullanma alanı ve amacı değişiyor. Oysa kültür, olduğu gibi değil, değiştirilerek başka alanda ve amaçta kullanılabilir. Burjuvazinin kullandığı uçağın kendisi değişmeden emekçilerin yararına kullanılırken, burjuvazinin kültürü değiştirilmeden kullanılamaz. Kültürü “türlü işlemlerden geçirmek” de, eğer sınıf anahtarı kullanılmazsa, davul zurna ile “şehnaz faslı” çalma durumunu çıkarır ortaya. Şimdi Divan edebiyatının muhammes-i müzdeviç nazım biçiminden hareket ederek A. İlhan’ın yazdığı “Mahur”un ilk kıtasına bakalım: şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız o mahur beste çalar müjgan’la ben ağlaşırız gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız o mahur beste çalar müjganla ben ağlaşırız. (32) (Tutuklunun Günlüğü, s.79) Dize sayısı, uyaklar, şairin muhammesi örneksediğini gösteriyor. Ama ölçü yok. İçerik ise “türlü işlemlerden geçirilip çağdaşlaştırıl”mamış. Şair ve sevgilisi, o mahur bestenin dağılmış şenliği hatırlatması yüzünden ağlaşmaktadırlar. Burada A. İlhan, biçimin tuzağına düşmüş; eski bir biçimi kullanırken, eski içerikten kendisini sıyıramamıştır. Oysa daha önceki bir şiirinde, sonradan deniyeceği yolun bir çıkmaz olduğunu çok iyi bir biçimde dile getirir: Olmuyur neyleyim olmuyur velinimetin efendim olmuyor yirminci asırda
79
Attila İlhan’ın “Claude Diye Bir Ülke”si
tarz-ı kadim üzre gazeller söylemek beşiktaş’a yakın hanesi yerle yeksan oldu nedim’in baki o enis-i dilden bir yahya kemal kaldı hal-ü hazırda ayıptır efendim iç bade güzel sev demek var ise akl-ı şuurun ayıptır bu zamanda yar deyip yar işitmek kıvılcım kaymalı insanlarım dedikçe şair kaleminden zaten ömrümüz rüzgarlı sular gibi dalgalı kimseler başalamaz medar-ı maişet derdinden kim okur kim dinler siham-ı kazayı? (33) (Sisler Bulvarı, s.19) Daha sonraları, “Hanesi yerle yeksan olan Nedim”i Nazım Hikmet’le buluşturur A. İlhan: gördün sessizce buluştuğunu nazım’la nedim’in lacivert ıssızlığında yıldızlı bir serviliğin birinin elinde varidat-ı simavnalı bedreddin’in birinin ağzında gül elinde mey kasesi vardı (34) (Yasak Sevişmek, s.84) “O mahur beste çalar müjgan’la ben ağlaşırız” dizesinin altına imza atan A. İlhan, II. Dünya Savaşı’nın en karanlık günlerinde: Sevgilim, bu ayak sesleri, bu katliamda hürriyetimi, ekmeğimi ve seni kaybettiğim oldu fakat açlığın, karanlığın ve çığlıkların içinden güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan gelecek günlere güvenimi kaybetmedim hiçbir zaman... dizelerini yazan Nazım Hikmet’in bilimsel iyimserliğini yanlış yorumlayarak şöyle der: “İyimser geçinenlerin iyimserliği de kof, göstermelik. Nazım’da bile böyledir bu.” (35) Aslında Nedim ile Nazım’ın buluşturması, A. İlhan’ın Nazım’ın oluşturduğu sentezi anlamayışından dolayıdır: “Nazım, özellikle cezaevine girdikten sonra, Divan edebiyatından, hatta islam edebiyatının öteki büyüklerinden de yararlanan ulusal bir bileşim şiirine yönelmişti, -diyor A. İlhan- biz de bunu biliyor, ona göre çalışıyorduk.” (36)
Nazım Hikmet, divan edebiyatından, İslam edebiyatından yararlanmıştır, yararlanması da gerekirdi. Ama Nazım’ın bu ham maddeyi kullanımı ile A. İlhan’ın kullanımı arasında çok büyük ayrım vardır. Nedim’in:
80
Bir elinde gül bir elinde cam geldin sakiya dizesini, Yahya Kemal: Bir kanlı gül ağzında ve mey kasesi elde biçiminde kullanır. A. İlhan da: birinin ağzında gül elinde mey kasesi vardı biçiminde kullanarak, gelenekten yararlanma konusunda Nazım gibi değil, Yahya Kemal gibi davranmış olur. (Kaldı ki, deyişte, A. İlhan Nedim’i de, Yahya Kemal’i de aşmış değil!.. İlk iki şair gül imgesini bir kadın için kullanırken, A. İlhan’ın erkek için kullanması, deyişin inceliğini de yok ediyor. “Vardı” yükleminin uyak belasına kullanılmış gereksiz bir kelime olduğunu da belirtelim.) Nazım Hikmet, olgunluk döneminin ilk eseri olan Şeyh Bedreddin Destanı’ndan bu yana Doğu kültürüne eğilmiş, bu kültürden diyalektik maddeci özü olan şiirler yazmak için “ham bir malzeme” olarak başarıyla yararlanmıştır. Sözgelimi: Bir gerçek alemdi gördüğün ey Celaleddin heyülu filan değil, uçsuz bucaksız ve yaratılmadı, ressamı illeti-ula filan değil. Ve senin kızgın etinden kalan rubailerin en muhteşemi: “suret hemi zillest..” filan diye başlayan değil.. dizeleri Doğu’nun rübaisinden yararlanılarak yazılmış. Ama rübainin klasik içeriği olumsuzlanmış. Nazım “heyüla, illeti-ula” gibi sözleri Mevlana’dan alarak, bu öğeleri onun idealist felsefesinin yanlışlığını sergilemek için kullanmış. Oysa A. İlhan’ın ferahfezaları, nihaventleri, mahurları, modern bir müzede sergilenen eski eserler gibi duruyor; bütünle ve üretici güçlerin düzeyiyle çelişiyor. Divan şiirine yönelmeden önce, A. İlhan şiirinde belirgin olan bireysel romantizm, şair divan şiirine yöneldikten sonra daha da belirginleşmiş oluyor. İlk dönemindeki (özellikle Sisler Bulvarı’nda başlar) serüvenciliği, bohemi trajik bir edayla işleyen bireysel romantizmin egemen olduğu ürünler, ikinci döneminde (Yasak Sevişmek’le başlar) yaşlanmanın da etkisiyle, trajik niteliğni yitirir. Şiire artık hüzün egemen olmaya başlar. Onda trajik durumu yaratan ögelerden biri de Temmuz 2001
fabrika
Attila İlhan’ın “Claude Diye Bir Ülke”si
“sosyalizme” nasılsa kapılmış; sosyalist çevrenin içine girmiş olmasıdır. Oysa A. İlhan, bu “senaryo”dan silinmek istemektedir:
tik şiirlerde fiiller çok belirgindir. Bu da şairin hareketli hayatından kaynaklanıyor. İkinci dönem şiirlerinde ise artık fiiller en aza indirgeniyor:
ışıkları söndür diyorum kapansın bütün kapılar da siyah bir orkide koklayayım sevişe sevişe çünkü ne beni yanlış yazıldığım bu senaryodansiliyorlar ne de senin elinde fahişeliğinden başka bir şey var bırak öyleyse bırak kısa devre yapsın yeniden siegmund freud’un kulaklarımıza fısıldadığı (37) (Bela Çiçeği, s.29)
aklın durur düşündükçe siperde savaş sonrasını ağır ağır sonbahara boğaz’ın uzaklaşmasını salacak’ta yağmuru, fatih’te iftar sofrasını yıldızlara dağılan o genç kız kahkahasını çalgılar susunca yorgun mühürdar’da ansızın (39) (Yasak Sevişmek, s.90)
Marx’ın değil, Freud’un sesi vardır artık A. İlhan’ın kulaklarında. Faşizmle Duvar’da yaptığı kavganın yerini, artık bir kız için yapılan kavga almaktadır: beni bir kere dövdüler çok gözlüklüydüm daha bere giyiyordum bıyıklarım da duruyor büyükdere’de dövdüler emirgan ve birileri senin için dövdüler dişlerimi tükürdüm Bu dönemdeki şiirlerinde, dövüşmek, kaçmak, intihar, ölüm sık sık raslanan kavramlardır. Yasak Sevişmek’ten bu yana yazdığı şiirlerindeki hüznü, özellikle divan şiirinde yoğun bir biçimde bulunan hüzünden besler. Kapitalistleşmiş, sınıf çelişkilerinin son derece artmış olduğu bir toplumda A. İlhan’ın şiirindeki durağanlık dikkati hemen çeker. Şair, Türkçeyi çok iyi kullanmanın verdiği rahatlıkla, gerek deyişinde, gerekse biçimde ustalaşmıştır artık. Şiire başladığından bu yana A. İlhan, sürekli bir arayış içindedir. O bir simyacı sabrıyla şiirin altınını aramaya koyulmuş, deyişte, biçimde, imgede ulaştığı ustalığı, ideolojik tutarsızlığı kösteklemiştir. A. İlhan, Nedim’in: Çünkü şairsin hayal-i tazedir senden murad dizesindeki anlayışı baş ilke olarak benimseyecektir. I. Yeni’ye şiirden imgeyi kovduğu için haklı olarak çatan A. İlhan, bu kez imgeyi amaç olarak ileri sürdüğünden bir başka açmaza düşecektir. elimin arkasında güneş duruyordu aylardan kasımdı üşüyorduk ağacın biri bulvarda ölüyordu her köşe başında öpüşüyorduk (38) (Sisler Bulvarı, s. 7) kıtasında görüldüğü gibi her dizenin sonu aynı kiple bitiyor ve şair yarattığı kakafoninin farkına bile varmıyor. Birinci döneme ait bireysel roman-
fabrika Temmuz 2001
Yaşlılık, geçmişe özlemi ön plana çıkarıyor. Şair, sık sık anılarına yaslanırken, dünü sürekli özler: çocukluktan çıktığımızı sanmak çocukçadır ne yapsam içimde o eski sinemalar
aslında
A. İlhan, elli iki yaşında eskiye duyduğu özlemi şiirleştirirken “Claude Diye Bir Ülke”de dile getirdiği sorunu yorumlayarak şiirine konu yapar: Pornografik şiirler yazar. Hangi Seks’ten bir yıl sonra yayımlanan “Böyle Bir Sevmek”te “Jilet Yiyen Kız” ara başlığı altında topladığı şiirlerde seviciler, mazohistler, edilgen eşcinsel erkekler, sadistler, konu edilmiş. “Porno” adlı şiirde (s.65) Yüksekkaldırım’dan şairin kendisi olan “gözlüklü, şiir meraklısı, biraz fakülteli velet”e gönül vermiş bir fahişeyi anlatıyor A. İlhan: hüneri dört kişiyle sevişmekmiş ikisi kadın olacak ince belli yok canım yoksulluktan düşmemiş yaradılışı kahpe ruhu işveli galiba hiç kimse baş edemezmiş Dikkati çeken nokta, şairin, fahişeliği “yaradılış”a bağlamasıdır. Oysa “fuhuş, özel mülkiyete dayanır ve onunla yok olur.”(40) A. İlhan, cinselliği, kişinin davranışlarında en belirleyici etken olarak ileri sürüyor. Bunu da Freud’la kanıtlamak çabasındadır. Freud’un, cinselliği belirleyici tek etmen olarak almasındaki yanlışlık, bilimsel olarak kanıtlanmıştır. “Bütün davranışlarımızın özeti, alınan uyarımlar ile, bunlara verilen cevaplardan oluşmaktadır. (...) Uyanık bir canlı, duyu organları aracılığıyla dış dünyalardan gelen uyarımlardan haberdar olur ve onlara karşı gerekli davranışları gösterebilir. “Bu uyarımların algılanmasında ve yorumlanmasında temel işlev beyin kabuğundadır. Beyin kabuğunun gelişimini yapılan iş7in ve üretimin oluşturduğunu biliyoruz.” (41)
81
Attila İlhan’ın “Claude Diye Bir Ülke”si
Diyebiliriz ki, A. İlhan, Marksizm, anarşizm, Freudizm, Kemalizm, hümanizm, varoluşçuluk arasında dolaşır durur. Ama şurası da bir gerçektir ki, 1940 Kuşağı diye adlandırılanlar (H. İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe, Ahmet Arif, Şükran Kurdakul) ideolojik tutarlılık bakımından A. İlhan’dan ilerideyseler de, A. İlhan, şiir üzerine düşünmek, araştırmak yönünden adını saydıklarımıza göre daha ileridedir. Geniş kültürünü eklektik bir biçimde sergileyen şair, I. ve II. Yeni’lere karşı açtığı savaşla, şiirimizde saygın bir yere sahiptir. A. İlhan’ın dünya ve Türkiye analizlerine katılmasak bile, şu gerçeği açıkça söylemek gerek: Şiir kültürsüz yazılamaz. Günün birkaç şiirini okumak, o kişiyi şair yapmaya yetmez; yetenekli
de olsa. A. İlhan, gerek Türk şiirini, gerek dünya şiirini (özellikle Fransız şiiri) geçmişe doğru derinlemesine bilen kişidir. Bilmek ve değerlendirmek şüphesiz ayrı şeylerdir. A. İlhan’ın değerlendirmelerine katılmasak bile, bu ilgisinin onun şiirini oldukça etkilediğini ve yer yer başarılı kıldığını söylemeliyiz. 1940 Kuşağı diye adlandırılanlar (A. İlhan dışındakiler) toplumu daha çok sosyo ekonomik açıdan tanımaya çalışmışlar, toplumun kültürel geçmişini araştırıp dönüştürme gereğini duymamışlardır. Ya da baskılar, işkenceler nedeniyle buna imkan bulamamışlardır. Ama şiir konusunda derinlemesine düşünen, araştıran A. İlhan, tüm bu imkanları kullanarak belirli bir düzeyin altına düşmemeyi başarmıştır.
(*) Toplumculuk 1960 sonrası, “sosyalizm” sözü yasallaşana kadar kullanılan bir kelimeydi. A. İlhan, bu kelimeyi “sosyalist” anlamında kullanır. Bu kelime, edebiyat alanında, bireycinin karşıtı olarak, “toplum sorunlarına eğilmiş” anlamında kullanılmalıdır. Sözgelimi Ahmet Haşim de, Mehmet Akif de işçi sınıfının dünya görüşüne karşıdırlar ama A. Haşim, burjuva dünya görüşü açısından da olsa toplum sorunlarına eğilmediğinden bireyci, Akif toplumcudur.
17. Yağmur Kaçağı, 1971, “Önsöz Yerine”, s.8 18. Ben Sana Mecburum, İstanbul 1963, s.163 19. A.g.e. s.160 20. İsmail Cem, Tarih Açısından 12 Mart II. İstanbul 1975, s.169 21. Mehmet Seyda, Edebiyat Dostları, s.279 22. Faşizmin Ayak Sesleri, s.297 23. Hangi Sol, s.38 24. Ben Sana Mecburum, s.163 25. Yasak Sevişmek, Ankara, 1971 26. Faşizmin Ayak Sesleri, s.336 27. Hangi Sol, s.38 28. Yasak Sevişmek, s.65-66 29. Ben Sana Mecburum, s.29 30. V. İ. Lenin, Sanat ve Edebiyat, çev: Şerif Hulusi, İstanbul 1968, s.181 31. Faşizmin Ayak Sesleri, s.300 32. Tutuklunun Günlüğü, Ankara 1973, s.79 33. “Tarz-ı Kadim”, Sisler Bulvarı, Ankara 1960, s.19 34. Yasak Sevişmek, s.84 35. Hangi Batı, s.124 36. Hikmet Altınkaynak, Edebiyatımızda 1940 Kuşağı, İstanbul 1977, s.250 37. Bela Çiçeği, İstanbul 1962, s.29 38. Sisler Bulvarı, s.7 39. “Yüzbaşı Kazbek Rıza’ya Beşleme”, Yasak Sevişmek, s.90 40. Marx, Engels, Lenin, Stalin, Kadın ve Marksizm, Çev: Ö. Ufuk, İstanbul 1977, s.120, alıntı Engels’tendir. 41. Dr. Serol Teber, Davranışlarımızın Kökeni, İstanbul 1975, s.53, 88, 89
1. Alıntılayan: Konur Ertop, Milliyet Sanat dergisi, “Türk Edebiyatında Seks”, sayı: 197, 17 Eylül 1976. 2. Mehmet Seyda, Edebiyat Dostları, İstanbul 1970, s.269 3. A. İlhan, Hangi Seks, Ankara 1976, s.268 4. A. İlhan, Hangi Batı, Ankara 1972, s.151 5. Dr. Sigmund Freud, Dr. İbrahim Türek, Rüyalar Üzerine İki Deneme, İstanbul 1965, s.171 6. A. İlhan, Hangi Sol, İstanbul 1970, s.147 7. Sigmund Freud, Cinsiyet ve Psikanaliz, İstanbul 1967, s.62 8. Dr. Sigmund Freud, Dr. İ. Türek, a.g.e. s.174 9. S. Freud, a.g.e. s.64 10. S. Freud, Dr. İ. Türek, a.g.e. s.170 11. “Margot”, Yasak Sevişmek, Ankara 1971, s.21 12. Muzaffer Sencer, Türkiye’de Siyasi Partilerin Sosyal Temelleri, İstansbul 1974, s.216, abç. 13. Faşizmin Ayak Sesleri, Ankara 1975, s.46 14. Hangi Sol, s.8 15. Hangi Batı, s.37 16. A.g.e. s.8
82
Temmuz 2001
fabrika
Rus Entelektüel Hayatının Sola Yönelişi Cengiz Özdemir leri bağlı, idam mangasının karşısında soğuk terler Bütün 18. Ve 19. Yüzyıl boyunca Rus aydındöktürürken af hükmünü son ana bırakarak alıyorları hep burjuva demokrasisinden ve giderek du. Aynı Çar yıllarca sürgünde çürüttüğü sosyalizmden yana tavır koydular. Lenin'in "Asya Dostoyevski'nin sürgün yıllarını anlattığı "Ölü ve Avrupa'nın en zorba düzeni " olarak Evinden Hatıralar" kitabını gözyaşları içinde okur. adlandırdığı Çarlık rejimi Avrupa'daki mutlak Çağını en büyük şairi Puşkin de aynı cezaya rejimler içindeki en gerici olanıydı ve yüzyıllar uğradı. Belki O, Dostoyevski gibi küreğe mahkum boyunca Çarlık düzeninin yıkılması Rus intellijandeğildi ama uzak bir Sibirya kentine sürgüne gönsiyasının tek amacı oldu. Bütün iktidarını çok ulusderilecek belki de daha ağır bir cezaya katlanmak lu bir halklar mozaiği üzerinde kurduğu zorbalık zorunda bırakıldı. Gogol kendi yazdıklarından ve baskı ile şekillendiren Çarlık, Fransız Devrimi korka korka yarı deli bir adam olup çıktı. Herzen, ile birlikte gelişen uluslaşma bilincine, her türlü Belinsky, Çernişevsky, Turgenyev gibilerini de özgürlük ve eşitlik talebine şiddetle karşı durdu. benzer bir kader bekliyordu. Çarlık rejimi için elbette Osmanlı İmparatorluğu Şiddet toplumsal yaşama o derece girmişti ki iyi bir laboratuardı. Çok uluslu bir imparatorluk okur yazar kitle için edeolan Osmanlı, kendini biyat siyasal ve toplumbilimde ve sanatta sal düzlemden ayrı yenileyemediği, değişen düşünülmesi neredeyse dünya koşullarına ve üreimkansız bir olguydu. tim ilişkilerine ayak 1880'lere dek aydınlar uyduramadığı için dağıldenilebilecek kesimi Rus maktaydı. Rusya ise hem soyluları temsil ederken, Osmanlı'nın yaptığı hatabu misyonu giderek lara düşmek istemiyordu, "İntellijansiya" denilen hem de batılılaşma bir aydın sınıfa bıraktı. hareketinin doğal Sergide temel formlar görünüyor Geçmişte muhafız sonuçları olan yukarıda alayının bir subayı tarafından temsil edilen aydın, saydığımız akımlara kendini kapatmaya çalışıyorşimdi kendinden başka güvenecek kimsesi du. Batının teknolojisini, üretim tarzını, kültürünü olmayan ve dünyayı değiştireceğine mistik bir almakla beraber tüm bunların doğal sonucu olan inançla bağlı yoksul bir üniversite öğrencisi siyasal düşüncelere kendini kapamanın en kolay tarafından temsil edilmekteydi. yolu aydınlar üzerine uygulanacak şiddetti. Rus Rus edebiyatı, Batı Avrupa edebiyatına göre aydınları içinde - Tolstoy dışında - devletinin elbette daha "amaca yönelik " ti ,misyonerdi. doğrudan şiddetine maruz kalmamış aydın Kendi döneminde birkaç kez (1848-1871) yenilneredeyse yoktur. Rusya'nın uçsuz bucaksız giye uğramış, düş kırıklığı yaşamış olan Avrupa ormanlarının ve steplerinin içinde köylerin durudevrimlerinden farklı olarak Ruslar, 19. Yüzyıl mu neyse, toplum içindeki aydının durumu da boyunca coşku ve iyimserlikle devrime inandılar. oydu : Yalnızdı. Rus aydını her zaman karşısında Fransa ve İngiltere'de natüralizmin edilgin bir köylülükle çarlığın sarsılmaz ittifakını buldu. Bu izlenimciliğe dönüştüğü yıllarda Rusya'da natüraittifak Onun narin ve kırılgan yapısını çoğu kez list edebiyat taze, coşkun ve umut veren tarzını tuzla buz etmeye yetti. Çar, Dostoyevski'den korur. Rus aydının iyimserliği, halklarının çektiği intikamını uydurma bir suikast suçlamasıyla uzak acıların ve gösterdikleri özverinin bir gün mutlaka bir Sibirya köyünde kurşuna dizilmek üzere göz-
fabrika Temmuz 2001
83
Rus Entelektüel Hayatının Sola Yönelişi
karşılığını görecek olduğuna duydukları sarsılmaz inançtan kaynaklanıyordu. İşte bu nedenle Rus edebiyatı kendi çağının en ileri, en canlı edebiyatı olur. Dostoyevsky ve Tolstoy yüzlerce yıllık Batı Avrupa edebiyatının psikolojik alanda ulaşamadığı bir yetkinliğe ulaşır. Özellikle Dostoyevsky romanlarındaki kişilik çözümlemeleri ile kahramanlarının ruhlarını adeta didik didik eder. Onun romanlarında ezilenlere karşı duyulan yakınlık ve dayanışma duygusu örneğin bir Dickens ya da Balzac'tan çok daha inandırıcıdır. Çünkü yazarın kendisi de bu romanları yoksulluk içinde yarı aç yarı tok karanlık odalarda izbe köşelerde yazmıştı. Onun romanındaki gerçekçilik sislerin gerisindeki bir gerçekçilik değil, hemen burnumuzun dibinde olup biten bir şeydir ve son derece inandırıcıdır. Kont Tolstoy ise henüz yaşarken Voltaire'in ününe Goethe'nin otoritesine kavuşmuş ve Rousseau kadar halkın sevgisini ve saygısını kazanmıştı. Yaşadığı Yasnaya Polyana köyünde kendini ziyarete gelenleri mujik kıyafetleri içinde karşılayan bu "Kont" tüm uluslardan ve tüm sınıflardan" herkesin sevgisini ve saygısını kazandı. Thomas Mann Onun ölümünden sonra "Avrupa'nın sahipsiz kaldığı" duygusuna kapılacaktı. Yıl 1910'du ve uzak bir taşra tren istasyonunda ölen yalnızca Tolstoy değil aynı zamanda Avrupa'nın vicdanıydı. "İLK AŞKINI UNUTAMAYAN, SONUNCUSUNU DA YAŞAYAMAZ" 1910 ve onu izleyen üç-dört yıl Rus sanatında ve edebiyatında bir dönüm noktası olmuştur. Kandinsky ilk kez 1910'da yayınlanan "Sanatta
Kızıl Atlılar -K.Maleviç - 1927-32
Zihinsellik Üzerine" adlı kitabında bilinç altını keşfederek sentetik sanatı, yeni bütünsel ahengi ve yaratıcı sürecin ardındaki algılar dünyasını anlamaya yöneldi. Sanatta öznel olanı öne çıkardı.
84
1909'da Marinetti'nin Paris'te kaleme aldığı fütürist bildiride eski ve bilinen her şeyden tiksindiğini ilan ediyordu. 1912'de Vladimir
Mayakovski
Mayakovsky tarafından kaleme alınan "Genel Beğeniye Tokat" bildirisinde şunlar ifade ediliyordu : " Puşkin'i, Dostoyesky'yi, Tolstoy'u, vb. çağdaşlık gemisinin bordosundan fırlatıp atmak gerekir. İlk aşkını unutamayan sonuncusunu da yaşayamaz". Gerçekten de fütüristler sürekliliğin artık ihlal edilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Statükoya (aile, din, devlet) karşı çıkıyor ve şok edici etkilerle topluma mesajlarını iletmeye çalışıyorlardı. Geçmişin peygamberlerini bu nedenle fildişi kulelerinden alaşağı ediyorlar ve onları hiçe sayıyorlardı. Yıllar sonra ülkemizde de Nazım Hikmet "Putları Yıkıyoruz" kampanyasıyla benzer bir çıkış yapmıştır. LEF dergisinin programına da şunları yazıyordu Mayakovsky: "Sanatsal çalışmanın diyaklektiğinin yerine peygamberliğin ve papazlığın metafiziğini koymaya çalışanlara yöneliyor darbelerimiz". Görünürde İtalyan fütüristleri ile Rus fütüristleri benzer şeyleri söylemelerine rağmen temel ayrılıkları vardı. Ruslar bu nedenlerle İtalyanlardan kendilerini ayırmak için kendilerine "Kübofütüristler" diyorlardı. İtalyanlar gücü, hızı, mitralyözleri, savaşı, savaşın yaratıcı yıkıcılığını ve sonuçta doğal olarak milliyetçiliği savunuyorlardı ki vardıkları sonuç elbette İtalyan burjuvazisinin milliyetçilik politikası ile örtüşüyordu. Oysa Rus fütüristleri tüm burjuva değerlere bu arada milliyetçiliğe de karşı çıkan, bunu yaparken de her türlü yola, gürültüye, alaya, rezalete başvurmaktan çekinmiyorlardı. Ayrıca Ruslar İtalyanların yere göğe sığdıramadıkları savaşa kesin tavır alırlar. Savaşın sınıfsal yönünün her zaman farkındadırlar. Temmuz 2001
fabrika
Rus Entelektüel Hayatının Sola Yönelişi
Savaş patlak verdiğinde Mayakovsky şunları yazar:" İlk çarpışma. Savaş bütün korkunçluğuyla boy gösterdi. Rezillik savaş. Cephe gerisi daha da beter. Anlatmak içinde yaşamak gerekir. Gönüllü yazılmaya karar veriyorum, almıyorlar. Siyasi teminat eksikliğinden" Mayakovsky cepheye elbette savaşmaya değil "bozgunculuk" yapmaya gidecekti. Bunu yapamayınca Çar'la alay eden bir dizi savaş karşıtı afiş tasarladı . Afiş tasarımlarını devrim sonrasında da sürdürdü. Fütüristler aydın işi incelikli bir şiir yerine halk işi kaba ve gürültücü bir şiire yöneldiler. Akımın mistik şiire saldırısı, Marks'ın "Dinin kitlelerin afyonu" olduğuna dair görüşüyle de örtüşüyordu. Çünkü onlar eski şiirin yaşamı daha canlı, daha iradeli kılacağı yerde uyuşturduğunu düşünüyorlardı. Eski şiiri de, dindarların sofistike dünyasının bir parçası gibi düşünüyorlardı. Oysa yirminci yüzyıl hımbılların, tembellerin, "pelteleşmiş beyinlilerin" değil, "ruhunda tek bir ak saç taşımayanların" yüzyılıydı.
ten kudurtsun beni, - ve gök gibi, renk değiştirerek ansızın ister misiniz öylesine yumuşayım, sevecen olayım ki öylesine hani, erkek değil de pantolonlu bir bulut desinler bu ! İnanmıyorum çiçekli Nice diye bir yerin var olduğuna! Benimle göklere çıkarılacaktır yeniden hastane gibi bayatlamış erkekler, ve atasözleri gibi yıpranmış kadınlar da ... Vladimir Mayakovsky, 1915 Bir kısım şair de mantıkdışı söz oyunlarıyla yeni etkiler ve anlamlar arıyorlardı. Bu yazarlar
PANTOLONLU BULUT tan (Giriş)
Pelteleşmiş beyninizde kirden parlayan bir kanepede yan gelip yatmış semiz bir uşak gibi pinekleyen düşüncenizi, kanlı bir yürek parçasıyla tedirgin edeceğim, dalga geçeceğim, geberesiye küstah ve zehir dilli. Tek bir ak saç yok ruhumda, yaşlılığın mızmızlığı yok onda ! Dünyayı bozguna uğratarak sesimin gücüyle yürüyorum - yakışıklı, yirmi iki yaşında. Mızmızlar! Kemana yatırırsınız aşkı siz. Kabalar, onu trampete yükler. Fakat, tersyüz edebilir misiniz kendinizi benim gibi, Öyle ki dudaklar kalsın ortada, salt dudaklar! Çık da gel konuk odasından gel de bir adam tanı; kibirli, patiskadan ve melek soylu memur karısı. Sen ki dudaklar çevirirsin aynı kayıtsızlıkla, hiç aşçı kadın nasıl çevirirse yemek kitabının sayfalarını. İster misiniz
fabrika Temmuz 2001
Ivan Klyun’un Portresi
bir yandan sözcükleri belli bir anlam tutarlılığı olmadan yan yana getirirken, bir yandan da mevcut kelimeleri parçalayıp yeni ve anlamsız kelimeler yaratıyorlardı. Fütüristlerin bu öncü şiir anlayışı plastik sanatların da önünü açmaya başladı. Kasimir Malevich 1913 yılında yaptığı İvan Klyun' un Portresi adlı resimde Fütürist yıkıcılığa yeni bir yaklaşım geliştirdi. Varolan re-
85
Rus Entelektüel Hayatının Sola Yönelişi
simdeki alanları kırdı ve yeniden kurdu. Portrenin çeşitli bölümlerini birbirinden ayırarak yeniden bir araya getiriyordu. Ancak ortaya çıkan "şey" artık bir portre değildi. Yine 1914 de yaptığı Moskova'da Bir İngiliz resminde de nesneler bilindik anlamlarının dışında yepyeni bir kimlikle karşımıza çıkarlar. Birbiriyle alakasızmış gibi duran pek çok nesne (balık, kılıç, merdiven, şamdan) bir araya geldiğinde artık başka bir şey oluyorlar ve mevcut anlamlarından kopuyorlar. O kadar ki resmin asıl kahramanı olan "İngiliz" bile bir figürden çok resmin ikincil bir elemanı gibi okunmaya başlanmıştır. Resmin üst kısmına
nist sanatı için çok belirleyici yıllardı. 1913'te genç Rus ressamı Tatlin Paris'te Picasso ile görüşmüş ve bu yıllarda bazıları ağırbaşlı, bazıları ise şakacı nitelikte değişik malzemeler kullanarak bir çok Konstrüktivist heykelle bireşimsel konstrüktivist, kübist resimler yaptı. Yine aynı yıllarda Malevich radikal karşı çıkışlarına yenilerini eklemeye başlamıştı. 1914'te ilk kez resimlerinin içinde monokrom dikdörtgen ve kare yüzeyler boyamaya başladı. Temel yapılar ve özerk monokrom alanlar Malevich'in büyük buluşu ve non-objektif sanatın başlangıcı haline geldi. Geleneksel resim kompozisyonunu ters yüz etti. Yine de bu buluşu onun resim serüveninin küçük bir parçasıydı. Uluslararası savaş, devrimin ve iç savaşın yarattığı güçlükler ve daha sonra da devrimi baltalamak için gönderilen birliklerin saldırılarına karşı koymak durumunda kalan Sovyet Rusya, devrimi ve devleti korumak için her türlü etkinlikten yararlanmak zorunda kaldı. Sokaklar meydanlar Fütürist propaganda afişleriyle doldu. Bunların bir kısmını bizzat Mayakovsky tasarladı. 1911'de ilk T modeli Ford otomobilinin bant sistemiyle üretildiği ucuz ve kitlesel üretimin yaygınlaştığı bir çağa girilmişti. Şair Osip Brik 1923'te yazdığı bir yazıda "İşçilere bir şeyler öğretirken onlardan da bir şeyler öğrenin" der. Buradan yola çıkan bir diğer yorumcu Dimitriev'e göre ise "Sanatçı artık sadece bir yapıcı ve teknisyen, bir önder ve ustabaşıydı." Tatlin'in tasarladığı birçok şey arasında ucuz bir sobayla kışlık giysilerin ilk tasarım örnekleri de vardı. Lenin Fordist üretim tarzının "devrimci" olduğunu ilan ediyordu. GÜNEŞE KARŞI KAZANILAN ZAFER
Moskova’da bir Ingiliz
yapıştırılmış kırmızı tahta kaşığı ise daha sonraları sözcüklerin egemenliğine karşı çıkan Mayakovsky ve arkadaşlarının ceketlerinin yakasına yapıştırılmış olarak göreceğiz. 1913-1914 yılarında Rus Fütüristleri bir turne düzenlediler. Yapıtlarını tanıtmak zorundaydılar. Çünkü yapıtları yayınevleri tarafından basılmıyordu. İlk kez Mayakovsky halkın önünde ezberden şiir okuma geleneğini başlattı. Toplantıları sık sık polis tarafından basılıyordu. Oysa bir kaç yıl sonra bizzat yeni kurulan Sovyet devletinin izniyle propaganda gezilerine katıldılar. Bu yıllar Rus moder-
86
Şunu hatırlatmak gerekiyor ki tüm bu sanatsal akımlar Avrupa'nın en geri ülkesinde şekilleniyordu. Bu gerçekten ilginç bir tezattı. Sanatın başkenti hala Paris olmasına rağmen İtalya ve Rusya sanatsal açıdan Avrupa'nın en canlı merkezleri oldular. Dönemin en ileri resmi Paris'te icat edilmekte, ama karşılığını mujikler ülkesi Rusya'da bulmaktaydı. Oysa ilk modern resim galerisi henüz 1911 de kurulabilmiş, ilk demokrasi deneyimini de 1905 devrimiyle açılan ve kısa süre sonra da kapatılacak olan meclis (duma) ile yaşamıştı. Bu kadar geri bir köylü ülkesi olan Rusya'nın sanatçıları ise nesnesiz, kozmik bir dünyanın projelerini hazırlıyorlardı. Bu durumu Trostky şöyle açıklıyordu: "Tarihte bir kaç kez yinelenen bir olgu, bir kez daha görülüyordu: Herhangi bir kültür düzeyine ulaşamamış geri ülkeler, ileri ülkelerin gerçekleştirdiklerini kendi Temmuz 2001
fabrika
Rus Entelektüel Hayatının Sola Yönelişi
ideolojilerinde daha büyük bir güç ve parlaklıkla yansıtıyorlardı. 18. ve19. Yüzyılın Alman düşüncesi, İngiltere'nin ekonomik ve Fransa'nın da politik başarılarını yansıtmıştı, aynı şekilde Fütürizm en parlak anlatımını Amerika ya da Almanya'da değil, İtalya ve Rusya'da buluyordu." Malevich 1915 Aralığında ilk kez Petrograt'taki Dobychina galerisinde sergilediği 39 soyut resimle yeni bir dönemi başlattı. Bu sergide yalnız değildi. Onunla birlikte İvan Klyun, Vladimir Tatlin, Lyubov Popova ve İvan Puni' de eserlerini sergilediler. Serginin adı " 0,10" du.(Resim 1) Daha önce teknolojinin doğaya, modern insanın güneşe karşı kazandığı zaferi konu edinen "Güneşe Karşı Kazanılan Zafer" operası için kostüm tasarımları da yapan sanatçı, giderek Fütürizmden uzaklaşmıştı. 1915 sergisi ilk Süprematist sergiydi. Malevich'e göre Süprematizm' kozmik duyarlılığın ve coşkunun bir ritmiydi. Malevich de tıpkı Mayakovsky gibi yıkıcıydı ve bu yıkıcılığa Rus düşüncesine özgü bir bağnazlıkla sarılıyordu. Sıfır- biçim Malevich'e göre yalnız sanat için değil insanlığın kurtuluşu içinde tek yoldu. Resimleri artık nesnelerden bütünüyle arınmış olan Malevich kök- biçimlere yöneldi. "Siyah Kare", "Siyah Haç", "Siyah Daire", "Dinamic Süprematizm", "Süprematizm" gibi pek çok resim yaptı. (Resim 3- Resim 4Resim 5) Başlangıçta Malevich, doğal formların bağımsızlaşmasına doğru gelişim gösteren bir ressamdı. Daha sonra özerk renkli formlar ortaya koydu. Bunlar mevcut formların yeniden düzenlenişiydi. Amerikalı minimalist ressam Donald Judd 1974 şunları söylüyordu:" 1915'den önce ne form, ne renk, ne yüzey, ne hiçbir şey kendiliğinden varolmuyordu" Malevich'i formlardan ve renklerden bağımsız, kendi formülasyonlarını yaratması için içgüdüleri zorluyordu. Bunlar, karelerden, dairelerden ve haçlardan oluşan temel elemanlardı. O'nun için soyut (non- objectif) dünyanın temel formları nesnelerin duyarlılığını sembolize ediyordu. 1927'de şöyle yazıyordu: "Süprematistlerin kareleri ve bu karelerden doğan formlar ilk insanların ilkel çizgileri ile karşılaştırılmalıdır. Birlikte ele alındıklarında bunların süslemeyi değil, ritim duygusunu ifade ettikleri görülecektir.
fabrika Temmuz 2001
Süprematizm sadece yeni bir duygular dünyası oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda mevcut duygular dünyasının doğrudan ifadesidir" Malevich'e göre Süprematizm çağı yaratıcılık çağı olacaktı. Nesneler dünyasından kurtulan insan hiçlik dünyasına girecek ve onun içinde eriyecekti. Nesnelerin boyunduruğundan kurtularak özgürleşecek olan insan artık, Kandinsky'deki gibi "ruhsal titreşimlerle" değil, "evrensel titreşimlerle" sarsılacaktı. O'na göre evrenselliğe ulaşabilmek için doğaya bağlı olan dünya görüşleri temelden yıkılmalıydı. Maddi dünyanın dar kalıpları yıkılmadıkça insanlık, yaratım özgürlüğüne kavuşamayacak ve evrene (kosmosa) ulaşamayacaktı. Ekim devriminin hemen ertesinde sanatsal pratik özneye ve nesneye dayalı iki temel çıkış noktası yakalamıştır. Kandinsky, yaratıcı sürecin ardındaki algılar dünyasını, bilinçaltını keşfederek sentetik sanatı, yeni bütünsel ahengi yakalamaya çalıştı. Malevich'in Süprematizmi ise tersine nesneden hareket ediyor, ancak nesnesiz bir dünyaya ulaşıyordu. El Lissitzky ise resim düzlemindeki bu kompozisyonları üçüncü boyuta taşıyarak fazlalıklardan arınmış yeni bir mimarinin temellerini atmaya çalışır. Vladimir Tatlin ise tasarladığı Üçüncü Enternasyonal Anıtıyla konstürüktivizmde yeni bir çığır açar. Bu kule yuvarlak bir plana göre yarılan iki sarmal rampanın tepeye doğru çıktığı yüksek koni biçiminde eski bir ziguratı andırıyordu. Bu kule Eski Ahit'in başlangıç kısmında insanlığın ortak dilini yitirmesine sebep olan Babil Kulesinden başkası değildi. İnsanlık Tanrıya meydan okuduğu için ortak dilini yitirmişti. Şimdi ise Komintern sayesinde insanlık kaybettiği ortak diline yeniden kavuşacaktı. Bu tanrıya bir meydan okuyuş, Babil Kulesine verilmiş cüretkar bir cevaptı. Petrograt'ta Neva ırmağının ağzına yapılması planlanan Enternasyonal Kulesinin tepe noktası, 60 derecelik bir açıyla kutup yıldızını gösteriyordu. 400 metrelik uzunluğuyla Paris'teki Eyfel Kulesine de cevap olabilecek bu anıtın küçük bir maketi tıpkı bir azizin heykeli gibi tüm Rusya'da yürüyüşlerde sergilendi. Ancak bu romantik düşten çabuk uyanıldı. Genç Sovyetlerin böyle bir anıtı gerçekleştirecek imkanı yoktu. Buraya harcanacak çelikle Beyaz Orduları püskürtecek topların dökülmesi tercih edilmeliydi. Lenin bu tasarıyı sanatçı çılgınlığının tipik bir
87
Rus Entelektüel Hayatının Sola Yönelişi
örneği olarak gördü. Trostky bile Tatlin'in fazla ileri gittiğini düşünenlerdendi. Devrimin tüm coşkusunu yüreklerinde hisseden Mayakovsky ve arkadaşlarıysa kolları sıvayıp devrim için propaganda afişleri tasarladılar ve uyguladılar. ROSTA Pencereleri adı verilen bu afişlerden bizzat Mayakosky'nin üç bin tane yaptığı biliniyor. Bunlardan günümüze çok azı kalmıştır. Bir mektubunda sabah erkenden kalkıp çalışmaya koyulabilmek için başının altına yastık yerine odun koyduğunu yazar. "Sokaklar fırçalarımız, alanlar paletimizdir" düşüncesiyle hareket eden konstürüktivist sanatçılar, Petrograt ve Moskova'nın alanlarında sokak tiyatroları sergilediler ve bu gösterilere askeri birlikler ve siviller oyuncu olarak katıldı. Bu gösterilerin en ünlüsü 7 Kasım 1920'de üç yıl önceki kışlık sarayın basılarak iktidarın ele geçirilişinin yeniden canlandırılmasıydı. Bu gösterinin gerçekleşmesi için pekçok yönetmen, kostümcü ve sahne dekorcusu çalıştı. Yüksek bir kuleden telefonlarla yönlendirilen altı bin kişinin gerçekleştirdiği bu gösteriyi yüz bin kişi seyretmişti. Yine benzer bir yöntemle devrimin amaçlarını ve hedeflerini tüm Rusya'ya duyurmak amacıyla özel propaganda trenleri oluşturuldu. Çeşitli afiş, pankart ve bayraklarla süslü bu trenlerde şairlerde yolculuk etti ve halka coşku dolu şiirler okudular. Brecht ve Meyerhold'un epik tiyatro anlayışına uygun sokak tiyatroları her yerde sergileniyordu. Seyircinin de oyuna etkin ve bilinçli katılımını hedefleyen bu tarz tiyatroda başlı başına bir devrimdi. Meyerhold'un yakın arkadaşı Eisenstein ise sinemaya getirdiği yenilikçi kurgu anlayışıyla başlı başına bir çığır açtı. El Lissitzky'nin 1919'da yaptığı (Beyazı Parçalayan Kızıl Kama) afişi (48.3x 58.5 cm) Sovyet- Polonya savaşına yönelik bir propaganda afişiydi. (Resim 6) Beyaz düşman çemberine şiddetle çarpan ve onu parçalayan uzun kırmızı üçgen Kızıl Orduyu sembolize ediyordu. Bu Süprematist
88
afiş neredeyse Ekim Devriminin sembolü oldu. 1917 de ilk Sovyet bayraklarını çizen El Lissitzky, Sovyetler Birliğinin elinden her iş gelen sanatçılarından biridir. Mimari eğitimi almış, mimar, ressam, grafik sanatçısı, matbaacı, fotoğrafçı ve sanat yorumcusuydu. Devrimden sonra Sanat Komisyonunun bir üyesi oldu. 1919'dan itibaren Malevich'le birlikte Vitebsk akademisinde ders vermeye başladı. Malevich'in etkisiyle konstürüktivistlerin tasarım ilkelerini yakından tanımaya başladı. Resimlerine renkli geometrik alanlar ve bedenler yerleştirmeye başladı. Vitebsk'te mimarinin Süprematist örnekleri üzerinde çalışmaya başlayan Lissitzky için Malevich'ten farklı olarak önemli olan politika ve sanat arasındaki bağlantı idi. O, Sovyetler Birliğine şekil verenlerden biri olmak istiyordu. Vitebsk'te Malevich'in kurduğu Sanatta Yenilikçiler (UNOVİS) gurubunda yer aldı. Akademizm karşıtı olan bu grup, yeni öğretim metodlarını benimseyerek, devrime özgü bir çalışma anlayışı geliştirmeye çalıştı. Uluslararası bir akım olan konstrüktivizm ençok Sovyetler Birliği'nde taraftar topluyordu. Çünkü yeni kurulacak toplumun teknolojiyle insanın barış içinde birarada olmasıyla kurulabileceğine inanıyorlardı. Yeni doğmakta olan sinema sanatı ise konstrüktivistlerin elinde en yetkin anlatım araçlarından biri oluyordu. Ünlü Sovyet sinemacısı Dzida Vertov "Biz" başlıklı bildirisinde şöyle diyordu: "Biz makinenin ruhunu keşfediyoruz, tezgahında çalışan işçiyi seviyoruz, traktöründeki çiftçiyi seviyoruz, lokomotifindeki makinisti seviyoruz. Her türlü mekanik etkinliğe yaratıcı bir sevinç getiriyoruz. İnsanla makine arasındaki barışı sağlıyoruz. Yeni insanı eğitiyoruz" "KÜTÜKTEN KAFALARI YONTARIZ BİZ DE" ŞAİR İŞÇİDİR Temmuz 2001
fabrika
Rus Entelektüel Hayatının Sola Yönelişi
Bağırırlar şaire: "Bir de torna tezgahı başında görseydik seni. Şiir de ne? Boş iş. Çalışmak harcınız değil demek ki..." Doğrusu bizler içinde en yüce değerdir çalışmak Ve kendimi bir fabrika saymaktayım ben de. Ve eğer bacam yoksa işim daha zor demektir bu... Bilirim hoşlanmazsınız boş laftan kütük yontarsınız kan ter içinde Fakat bizim işimiz farklı mı sanırsınız bundan: Kütükten kafaları yontarız biz de. ............. V. Mayakovsky Her devrimde olduğu gibi Bolşevik devrimi de kendi aşırılıklarını içinde barındırıyordu. Geri bir tarım ülkesinden bir sanayi toplumu yaratmanın zorlukları, bir yandan iç savaş koşulları, sabotajlar diğer yanda bağlı olunan ideolojik referanslarla yaşanan gerçeklerin çatışması, hayal kırıklıkları, ihanetler... Devrimin tek ülkede sıkışıp kalması, bürokrasinin giderek bir hakim sınıf karakteri kazanması, küçüleceğine giderek güçlenen devlet, halkın genel cehaleti, resmi çizginin dışındaki her görüşe şüpheyle bakılması, toplumda otoriter eğilimlerin geçmişten beri çok güçlü olması... Tüm bunlar devrimin ilk yılarının coşku ve heyecanı geçtikçe karşılaşılan hayati sorunlardı. Nitekim 1921'de partinin de desteğini arkasına alan Proletkult bir bildiri yayınlayarak Fütürizmi şöyle mahkum eder:" Fütürizmin emperyalist burjuva kültürünün son dönemine ait bir ideolojik akım olduğunu düşündüğümüz için, işçi sınıfına düşman bir yönelim olduğunu ileri sürüyoruz". Bu dönemde Mayakovsky, bürokratik uygulamaları alaya alan "Durmadan Toplananlar" şiirini yazar. Bu şiiri okuyan Lenin şiir hakkında
fabrika Temmuz 2001
şöyle der: "Şiirinde toplantıları tuzla buz edercesine yere çalıyor ve toplantı yapan komünistlerle alay ediyor. Şiirin değeri nedir, bilmem, fakat siyasal bakımdan söylediğinin doğru olduğundan en ufak bir kuşkum yok. Bizler gerçekten de durmadan toplanan, komisyonlar kuran, planlar yapan ve aynı şeyleri bıkıp usanmadan tekrarlayan insanlar konumundayız ve bu durumun çok aptalca olduğunu söylemek gerek" Genel olarak Lenin'in kültürel eğilimi (nosyonu) geleneksel ve tutucuydu. Yanlızca kolay anlaşılabilir olana ilgi gösteren Lenin sanat aracılığıyla halk yığınlarını heyecanlandırıp kışkırtmayı hedefliyordu. Ancak yine de " Her sanatçının ya da kendini sanatçı sayan herkesin tam bir bağımsızlık içinde, kendi idealine uygun şekilde, tam bir hürriyet içinde yaratmak hakkı vardır" der ve ekler "Ekspresyonizme, fütürizme, Kübizme ve daha başka izm'lere sanatçı dehasının en yüksek ifadesi gözüyle bakmak bir türlü içimden gelmiyor. Bu okulları anlayamıyorum. Hiç biri bana zevk vermiyor." Ne zaman ki ressam ve heykeltraşlardan 19.yy realizmini ve antikiteyi rehber edinmeleri istenmiştir, o noktada Malevich gibi sanatçılar buna karşı çıkmışlardır. Yine Lenin'in devrimin kahramanlarının anıtsal heykellerini dikme isteğine Malevich olumsuz tepki vermiştir. Tutucu sanat anlayışının giderek güçlenmesine rağmen Lenin'in ölümüne kadar nispeten daha özgür bir sanat ortamı vardı. Bunda eğitim halk komiseri Anatoly Lunaçarsky'nin de etkisi vardı. İyi eğitimli ve liberal bir kişi olan Lunaçarsky çoğu zaman sanatçıları iktidarın saldırılarından koruyordu. Lenin'in ölümünden dört gün sonra Malevich otuz sayfalık bir broşür yayınladı. Bu bildiride temel olarak Lenin'in bir çeşit aziz ilan edilmesine karşı çıkıyordu. Tüm bu çağrılar Stalin'in Lenin'i putlaştırmasını engelleyemedi. Tüm sanat alanlarında Stalinist iktidarın resmi sanat görüşü olan Sosyalist Gerçekçilik anlayışının uygulanması dayatıldı. Bu politikaya paralel olarak Malevich'te 1927'de Leningrat'taki Sanat Tarihi Enstitüsü'ndeki görevinden alındı.
89
Rus Entelektüel Hayatının Sola Yönelişi
Bunun üzerine Malevich, enstitünün müdürüne yaşadığı düş kırıklığını yansıtan bir mektup yazdı. Malevich mektubunda şöyle diyordu. " Devrimin başından beri dinmek bilmez bir coşkuyla sizleri destekleyen halk şimdi hesaba katılmıyor" 1930 dan sonra iyice unutturulan Malevich ancak 1962 den sonra yeniden hatırlanır ve pekçok çağdaş sanatçıya yol gösterir. (Minimalistler, Josef Albers- Donald Judd vb) Mayakovsky ise sekter tutumlarını eleştirdiği halde 1929 da RAAP'a (Tüm Rusya Proleter Yazarlar Birliği) üye olur. Bir süre sonra da intihar eder. Geri bir köylü ülkesi olmasına rağmen Rusya 19. Ve 20. YY sanatına damgasını vurabilmiş bir ülke olmuştur. 1930 da bu şansını artık kendi elleriyle boğmuş bir ülkedir. Devrimci süreç Rusya'nın hem şansı hem de şanssızlığıydı. Şanstı, çünkü bu toplumsal iklim olmasaydı geri bir Asya ülkesinden bu derece nitelikli sanat ve edebiyat ürünleri çıkamazdı. Rusya'da iki ya da üç kuşağın şahit olduğu büyük alt- üst oluşlar belki de normal zamanlarda bir kaç yüzyılda yaşanacak türdendi. Şanssızlıktı, çünkü bu alt üst oluş sırasında enkazın altında yine Rus intelligentsiyası kaldı. Rus entelektüel hayatı kısacık yaşamına pek çok yeniliği sığdırmayı bildi.
90
Temmuz 2001
fabrika
Bu yazı artık kapanmış olan ve yayını sürerken demokratik cumhuriyet isteyen bir gazete tarafından istenmiş ancak yazı yazıldıktan sonra içinde geçen ağlak oğlan, teneke sesli türkücü ve yazdıklarına ihanet eden romancı nitelemelerinin değiştirilmesi talep edilmiştir. Bunun üzerine yazarı yazısını geri çekmiştir. Yazı cezaevleri operasyonun hemen ardından yazılmıştır.
"Takalar geçiyor allı yeşilli" Bülent Ecevit
Takalar geçiyor kan revan Hep kanla yıkandı bu topraklar, o yüzden yeşili kurudu, bir çöl sessizliğine gömüldü Anadolu. Uygarlık burada doğmuştu, barbarlık burada kök saldı ve kanla yıkadı nefes alınıp verilen her metrekaresini. Acılara tutunulmazdı, acılara tutunarak hayat yakalanamazdı, bu topraklar acılara tutunarak hayatı yakalamaya çalıştı hep. Ve o hayat, o bir kez daha parmaklarının arasından uçup gidiyor, barbarlığın son kalesi binbir güçlükle kendi içerisinde yeşeren son yeşilliği yoketmek üzere seferber oluyor. Ve barbarlığın son kalesi, kendi yarattığı kan gölünün içinde, son yeşilini de yokederek intihar ediyor.
tanlar acılar içindeyken, aynı cezaevinde aynı çatı altında yatan hırsızlar, uğursuzlar, ana, kardeş ve evlat katilleri utanmaz bir bayrama hazırlanıyor. Sırf bir öğünü erteledi diye midelerini doldurmanın çılgın telaşı içinde evlerine koşanlar, televizyonlarının karşısına geçip 60 küsür gündür boğazından bir lokma geçirmekten imtina edenlere bakıp "gebersinler" diye iç geçiriyor. Ve büyük açlıktan kurtarılmak üzere, genç insanlarımız diri diri yakılırken, "büyük çoğunluk" bir mangal partisinden yeni çıkmış gibi yaşamayı sürdürüyor. Barbarlık budur, ve barbarın şiiri yoktur!
"Auschwitz'den sonra, şiir yazmak barbarlıktır.." demişti Adorno, evet şimdi şiir yazmak barbarlıktır. Çünkü, yüzü ve belki kaç kez taradığı, bel ki kaç kez kesmeye kıyamadığı saçları, barbarları bile utandıracak bir vahşetle yakılmış o genç kızın "hepimize, altı bayanı diri diri yaktılar" diye haykırışından sonra, hangi şiir hangi acıyı anlatabilir bize. Barbarın şiiri yoktur, barbarın şiiri esir aldığı altı genç kadını diri diri yakmaktır. İşte bu yüzden, şair bir başbakanın öncülüğünde onlarca genç erkek ve genç kadın diri diri yakılmıştır, sorgusuz kurşuna dizilmiştir. "Allı yeşilli takalar" içleri cansız gençlerle dolu olarak geçmektedir şimdi; ve şair başbakan geçen yanık ceset yüklü takaların ardından "vatana millete hayırlı olsun demektedir". Onlarca gencimizi daha, bir kasap soğukkanlılığıyla parça parça edip köpeklerin önüne attık; vatana ve millete hayırlı olsun!
Şu ülkenin okumuş yazmışlarının sayıklamalarına bir bakın, şu ülkenin gazetelerini bir okuyun, televizyonlarına bir göz gezdirin, Alman'ın Auschwitz'i Yahudiler içindi, bizimkinde hepimiz yanıyoruz, gaz odalarında insanlığımızdan çıkarılıyoruz. Ölüm ayinin dördüncü gününde bir televizyon kanalının en arsız yöneticisi ayini tartışmaya açıyor. Taraflar karşılıklı oturtulmuş, ölümü ve hücreyi savunanlar masasının önünde iki kadın okumuş-yazmış. Adı Yazgülü olanla tanışıklığım var, Alev olanını yazdıklarından tanıyorum, karşılaşmadım. Yazgülü'nün dünya güzeli bir oğlu var biliyorum, hücreyi savunuyor, iyidir diyor; karşı çıkanların öldürülmesini doğal karşılıyor. Anaların oğullara ölümü reva gördüğü yerdir burası. Ve daha kötüsü, adı Alev olanı, elinden gelse canlı çıkan gençlerimizi de ihtirasının alevinde yakacak. "Ölümden kötü ne olabilir ki" diyeceği oluyor, ölüme direnişi yalanlamak üzere. Yanıt bir dinleyiciden geliyor, "Ölümden kötü olan sizin bu düşünme tarzınızdır." Bu insanlık çölünde, nefes alıp verebiliyorsak hala bundandır. Ah Anadolu'nun acılı toprağı, bunca yangından ve ihanetten sonra yeşile bu kadar
Ve bu ölüm ayini sürerken, Anadolu'nun savaş yorgunu tanrısı bir kez daha elleriyle kapatıyor yüzünü ama utancını gizleyemiyor. Utanmalıdır; sırf bir dört duvar arasında, yoldaşanın nefesini hissetmek için yaşamlarını düzenin suratına fırla-
fabrika Temmuz 2001
91
Takalar geçiyor kan revan
tutkun olmanın sırrına hiçbir ölümlü anlayamayacak. Ve bir kez daha burada tekrarlıyorum, düzenin en gerici, en şoven, en baskıcı ve en irrasyonel unsurudur bu medya; bakanı öldüren bir atom bombasıdır. Bu kadar çok kırılmamızın, bu kadar çok insanlıktan çıkışımızın, bu kadar şiddete tapınmamızın ilk nedinidir. Cezaevinde ölümüne direnenler neyse ya, bu ayine katılmasının tek nedeni bir oğul doğurmak, bir kız yaratmak olan analara dil uzatıyorlar baksanıza. "Bu analar sahte diyenin" bir anası var mıdır dostlar, bu oğulu bağrına basmışmıdır, emzirmiş midir, başına bir iş gelse kendisini ambulansların önün atar mı, beni de yakın diye bağırır mı kardeşler. O ölen iki yoksul askerin anasına hanginiz "sahte" diyebilirsiniz, hanginiz o ananın akıttığı gözyaşından keyif alabilir? Hanginiz intikamı duygusunun içine anaları da katabilir, bu nasıl kindir, bu nasıl öfkedir kardeşler? Bu kan banyosunun, bu ölüm ayinin kutsayıcıları onlardır, "plazalar"da insanlığını dolarla maaşa endeksleyenler hepimizi insanlığından kurtarma operasyonunun özel timleridir. Ve bu utanmaz işi yapıyorlarsa, ölümü kutsarken o sırıtkan
92
ifadelerini koruyorlarsa kabahatin çoğu bizdedir kardeşler. O pazarlıkçı teneke sesli türkücüyü de siz yükselttiniz, o ağlak köşe yazarını da, o şişirme romancıyı da siz yarattınız. Şarkışla'da siz düştünüz, o mal mülk sahibi oldu, ihanet etti, adam yerine koyuyorsunuz. O ağlak olanı, gençlerimizi kandırdı, iyi adamı oynadı, tek değerinin para olduğunu bilemediniz, anlayamadınız. Ve İnce Memet ihanet yüzünden öldü, yazanının her türlü iktidara tapındığını göremediniz. İnsan kılığına girmişlerle insanları ayırmayı hiç öğrenemediniz. Ve bir şairin yönettiği mangalar önünde can veriyorsunuz. O şairin şairliği de sizdendir bilesiniz. Kabahatin çoğu sizdedir! "Auschwitz'den sonra, şiir yazmak barbarlıktır.." demişti Adorno. Oysa biz uzun yazı okumayı ve uzun düşünmeyi sevemedik hiç, şiire düşkün olduk. Adorno'nun şiir yazmayı barbarlık ilan ettiği bir zaman aralığında topyekün şair olduk. Belki de bu barbarlığımızın bir nedeni Ecevit'i okumuş, Adorno'yu okumamış olmamız ve hayatı artık tekerlemeye dönüşmüş şiirlerle anlamaya çalışmamızdır, kim bilir? Hep yana yana mı öğreneceğiz?
Temmuz 2001
fabrika
K I B R I S :
Manevra İçin Yer Kalmadı H.R.Kavuştu Yunanistan ve Türkiye arasındaki ilişkilerin seyrini belirleyen merkezi sorun Kıbrıs. Ne zaman Kıbrıs’ta kılıçlar çekilse, gerilim yükselse, İsmail Cem ve Papaandreu birlikte yemek yer, rakı içer. Bu defa Yunanistan Dışişleri Bakanı eşinin yanısıra kardeşlerini de yanında getirmişti. Beraber zeybek oynadılar. Demek ki, artık işlerin düzelecek yeri kalmadı. AB’nin Belçikalı dönem başkanı, Kıbrıs’ın AB’ye üyeliği için tek şartın hazır olmaları olduğunu Türkiye’de açıkladı: Çözüm olursa iyi olur; olmazsa, bu Kıbrıs’ın üyeliğini engellemez. İsmail Cem’in açıklaması ise, manevra alanının darlığını ortaya koymaktaydı: Kıbrıs’ı alan, başına dert alır. Ancak Dışişleri Bakanı İsmail Cem, başkalarını dertle tehdit edeceğine, Kıbrıs’ın kuzeyindeki, adına KKTC denilen oluşumun hem Kıbrıs’taki Türklerin ve hem de Türkiye’nin derdi haline gelmiş olduğunu görmelidir. Derttir; çünkü Türkiye’deki siyasi rejim, kendisinin tıpkısını Kuzey Kıbrıs’ta inşa etmiştir. İnşaatın başında ise her zaman Denktaş bulundu. AB-Kıbrıs ilişkilerindeki takvimin işlediği ve bütün tehditlere rağmen birlik sürecinin kesilmeyeceği anlaşılınca; aniden KKTC hükümeti, hiçbir somut gelişmeyle izah edilmeksizin bozuluyor ve yeni hükümet yarım saatte yazılan programıyla ve bir haftada hazırlanan Bakanlar Kurulu listesiyle oluşturuluyor. Oğul Denktaş artık koalisyon ortağı ve Bakan’dır. Hükümeti yıkılması öncesinde bir bomba Başbakanlık girişindeki polis kulübesinin bitişiğindeki çöp bidonunda, bir bomba da muhalif Avrupa gazetesi binasında patlatılıyor. Türkiye’yi vuran ekonomik kriz misliyle Kıbrıs Türklerini vurduğu için zaten geçim derdindeki halkın, soygun ve hortumculuk dışında iktidarı bulunmayan hükümetin değişmesine tepkisi de olmuyor. Bu esnada yasallığından sadece Denktaş’ın kuşku duymadığı ve “vatanseverdirler, yakında hukuki prosedürü tamamlarlar” diyerek arka çıktığı Ulusal Halk Hareketi’nin kuruluşu açıklan-
fabrika Temmuz 2001
mıştır. Ulusal Halk Hareketi koordinatörü Taner Erkin’in açıklamalarından kısa pasajlar, bu örgütün ne kadar tanıdık bir örgüt olduğunu açıklıyor: “UHH’nin hedefi, KKTC’yi her alanda güçlendirmek ve ulusal merkez Anavatan Türkiye ile bütünleştirmektir.” Derviş Eroğlu da, hükümeti bozmadan kısa bir süre önce, daha önce karşı çıktığı “Entegrasyona” evet demiş bulunuyordu. “UHH, milli uyanıklığın devamlı olmasını sağlar. Ulusal dava aleyhindeki yıkıcı faaliyetlere karşı topyekün mücadele stratejisi uygular.” “UHH’nin mensupları KKTC’ne, Ulusal Dava’ya, Anavatan Türkiye’ye ve Atatürk ilkelerine inançla bağlı kişilerden oluşur.” “UHH, halkın bağrından çıkan bir milli halk hareketidir. Ulusal direniş ruhuna ve dinamik bir örgüt yapısına sahiptir.” “Ulusal kurtuluş ve özgürlük mücadelesinin her aşamasında, bu mücadelenin bedeli alın teri, kan ve can olarak ödenir.” 3 Haziran 2001 tarihli Aydınlık gazetesinde yeralan bu açıklamalar, gerçekten her şeyi açıklıyor. Türkiye’yi yönetenler ve Denktaş, Güney Kıbrıs yönetimini, AB’yi ve bütün dünyayı, bir savaşa hazırlanmakta olduklarını göstererek korkutmaya çalışıyorlar. Ancak savaşa hazırlığın, aynı zamanda, belki de her zaman devam etmiş olan iç savaşın yoğunluğunu yükseltmeye hazırlık anlamına geldiğini de görmek gerekir. Bu durumda MGK’nın Denktaş’a, BM. Genel Sekreteri Kofi Annan’ın gözetimindeki aracılı görüşmelere dönmesini önermesi ve Denktaş’ın da dönmeye hazırlanması, hiçbir inandırıcılık taşımıyor. DAVA KAYBEDİLDİ BİLE Türk tarafı için Kıbrıs davasının özü, 1963’ten 1974’e kadar, Rum tarafının Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı önünde bir engel olarak gördükleri Türk nüfusa karşı uyguladığı etnik te-
93
Manevra İçin Yer Kalmadı
mizlikti. Sampson darbesi etnik temizliğe hız vermek; bu amaçla sola karşı siyasal bir temizliği de gerçekleştirmek girişimiydi. Gerçekte sol muhalefete karşı siyasi cinayetler Denktaş’ın mukavemet teşkilatı eliyle de işleniyordu. Bu bakımdan Denktaş’ın eli de temiz değildi. Ancak Kıbrıs harekatınının meşruiyetini, uzun süreli etnik temizliğe ve Sampson darbesine dayandıran Türkiye; harekattan sonra denetimine giren bölgede, ne ekonomik, ne siyasi, ne toplumsal, ne ahlaki bakımdan saygıdeğer en küçük bir gelişme yaratamadı. Evet KKTC’ye karşı Rum tarafının önerisiyle AB tarafından en katı biçimde uygulanan bir ambargo var. Ama Kıbrıslı Türkleri yoksullaştıran, daha ziyade yönetimde bulunan dar ekibin, doğrudan veya yakınları eliyle gerçekleştirdikleri hortumlamalar ve soygunlardır. Artık Kıbrıslı Türkler, Türkiye’ye ihracatın 50 milyon dolar; Türkiye’den gelen yardımın bir kaç yüz milyon dolar ve Türkiye’den ithalatın 1 milyar dolar olduğunu; dolayısıyla yoksulluklarının nedeninin bu ticaret dengesizliğinden kaynaklandığını düşünmektedirler. Son ekonomik kriz ise Kıbrıs’ın ekonomik ve toplumsal yapısını bütünüyle çökertmiş bulunuyor. Kumarhaneler, kıyı bankacılıkları, eroin ve kara para cenneti olma niteliği de Kıbrıs’a ekonomik bir katkı sağlıyor değil. Zaten böyle bir getirisi olsa, Türkiye kumarhaneleri kapatmaz, kıyı bankacılığını teşvik ederdi. Adanın kuzeyi, adeta Türkiye’nin en kirli yanlarının biriktiği bir ahlaki çöplüğe dönüştürüldü. KKTC’de siyasal bakımdan da sınıfta kaldı. Son derece çürümüş, baskıcı, sağ, demokrasi ve özgürlüklerin zerresinin bulunmadığı, siyasi cinayetlerin faillerinin asla yakalanmadığı, siyasi partilerin iktidar alanının neredeyse soygunlanla sınırlı olduğu bir siyasi sistem oluşturuldu. Rum tarafı ise ekonomik gelişmesini sağlamakla kalmadı. Demokrasisini tıkır tıkır işletti. Darbecileri yargıladı ve cezalandırdı. Toplumsal bütünlüğünü sağladı. Ve sonuçta AB üyeliği standartlarını yakaladığı gibi, Kuzey’den pek çok Türk için önemli bir cazibe de yarattı. Buna güvenerek, Kıbrıs’ta sorunun 1974’teki Türk müdahalesiyle başladığı tezini uluslararası platformlarda rahatlıkla dile getirdikleri gibi, Türk nüfusu da bu yönde iknada başarılı olmaya başladılar. Kıbrıs’ta Türk tarafı, kendi yöneticileri ve Türkiye’nin bu yöneticiler eliyle oluşturduğu yapı
94
nedeniyle, haklılığını kaybetti. Denktaş, Kıbrıs konusunda uluslararası platformlarda uzun süredir yaşanan ve giderek daha da artacağı kesin olan sıkıntıların asıl sebebidir. Arkasındaki düzen, Denktaş’ın inandırıcılığını tamamen sıfırlamıştır. Halkını Kaybetmiş Dava Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü, Rum tarafının tarihi haksızlığı ve Yunanistan’a ilhak düşüncesiyle birlikte, Türk tarafının ilhakı çoktan planlamış olmasına dayanıyor. Rum tarafının taleplerini yükseltme tutumu; gücünü, AB üyeliğine yaklaşmış olmanın yanısıra, Denktaş’ın temsil ettiği rejimin saygınlıktan yoksun oluşundan alıyor. Denktaş’ın savaş ve içsavaş hazırlığı ise, Türklerin giderek daha fazla KKTC rejiminden ve yoksulluktan rahatsızlık duyması; bu yüzden birlik ve AB’ye katılıma ikna olmasının sonucudur. Tahminen 200 bin nüfuslu KKTC’de, AB üyeliği ve bütünleşme fikri gittikçe daha çok taraftar topluyor. UHH’nin oluşturulması, Denktaş’ın bu örgüte arka çıkması ve örgütün açıklamaları; kapı altlarına atılan bildirilerin emredici ve tehdit edici dili; örgütün afişlerinin polis nezaretinde asılması; halkın açıkça tehdidi mahiyetini kazanıyor. Ada’dan giden, Kıbrıs pasaportu alanlar çoğalıyor. Ama asıl, KKTC ve Türkiye’nin tezlerinin halk nezdinde inandırıcılığını kaybetmesi; davanın halksız bir dava haline gelmekte oluşu önemlidir. Kıbrıs 25 sene önce önemli haklılıkları bulunan bir davaydı. Şimdi sadece askeri dilde anlam ve önem kazanıyor. Orası, stratejik bir değerdir. Halkı ister olsun, ister olmasın. Bu duruma kadar gerilemiş bir haklılığın ise, silahla savunulması çok güçtür. Türkiye KKTC’yi bu hale getirerek; getirilmesine yardımcı olarak; getirenleri sonuna kadar destekleyerek başına büyük dert almıştır. Bu derdin bir maceraya dönüşmesi ihtimali giderek yakınlaşmaktadır. Denktaş ve şürekasının emekliye ayrılarak Kıbrıs’tan uzaklaştırılması; halkın iradesinin gerçekleşmesine imkan tanınması; şeffaf, demokratik, özgürlükçü bir düzenin oluşumu; bu çıkmaz yoldan geri dönüşün ilk adımları olabilirdi. Ama 26 yıldır Denktaş zihniyetinde ısrar edenlerden böyle basiretli bir tutumu ummak için hiçbir sebep yoktur.
Temmuz 2001
fabrika
Memleket Hali AB tipi terörist! Ocak ayında İstanbul'da Şişli Emniyet Müdürlüğü'ne bir bombalı saldırıda bulunuldu. Basının deyişiyle "Canlı bomba" Gültekin Koç azılı bir "suçlu"ydu. Gazeteler Koç'un 1996'da Kadıköy'de yapılan 1 Mayıs gösterilerinde gözaltına alındığını özenle not etmişti. Biz aradan çok zaman geçmiş olmasına rağmen uyarıyoruz; Kadıköy'deki 1 Mayıs gösterilerine katılan yüz bine yakın kişiye sesleniyoruz: aman dikkat. Hepiniz bu ölçüye göre "yasadışı bir sol örgüt" üyesisiniz! Şişli Emniyet müdürlüğü'ne yapılan saldırıda ölen polis Memuru Naci Canan Tuncer'in cenazesinin kaldırıldığı gün Hürriyet gazetesinde bir saldırı haberi daha vardı. Çevik Kuvvet otobüsünü tarayıp iki polis memurunun ölümüne yol açan tetikçi Zeynel Karataş yakalanmış ve DGM tarafından tutuklanmıştı. Bu eylemi hatırlayacaksınız; hani şu Çevik Kuvvet polisinin topyekün kazan kaldırmasına neden olan saldırı… İşte size at izinin it izine karıştırdığı olaylardan biri daha. "Tetikçi" Zeynel Karataş'ın DGM koridorunda çektiği anlaşılan çok şık resmi 5 Ocak tarihli Hürriyet gazetesinin neredeyse yarım sayfasını kaplıyor. Görüntü şöyle, gülümseyen mutlu bir yüz, üzerinde çok şık ve marka kıyafetlerle alafranga bir "terörist". Üstelik zafer işareti yaparak yürürken sanırsınız Boğaz kıyısında akşam yürüyüşüne çıkmış. Polis "terörist" Karataş'a kelepçe takmaya bile gerek duymamış. Zeynel'in uzun süre polis misafirliğine rağmen elbiseleri bile buruşmamış, eziyet çektiği yönünde en ufak bir işaret yok. Zeynel'in bu fotoğrafını göre çoktan Avrupa Topluluğuna girmişiz sanır. Karataş DGM'de bir de ifade vermiş. Şöyle; "Örgüt üyesi değilim ama eylemi yaptık. Maskeli bir kişi talimat verdi." Zeynel'in yasadışı olduğu kesinlik kazanıyor, ama yasanın sol tarafında mı, sağ tarafında mı yoksa tam ortasında mı işte o belli değil. Oysa AB tipi Zeynel'in karıştığı olay aslında Türkiye'nin yakın zamanlarının en ilginç olaylarından biri olmayı çoktan haketmişti. Çevik Kuvvet polisleri, arkadaşlarının ölmesi üzerine hemen bütün büyük şehirlerde silahlar elde, Ağar'a,
fabrika Temmuz 2001
MHP'ye ve bilumum yasalara meydan okuyarak korsan gösteriler yaptılar; engel olmak isteyen amirlerini tartakladılar, içişleri bakanını yuhaladılar. Doğrusu olay biraz Osmanlı'daki Kapukulu ayaklanmalarını hatırlattıysa da, bir Emniyet Müdürü yürüyüşçülerin henüz asaleten kapıkulu bile olmadıklarını hatırlatınca uyandık. Yürüyen ve kendilerine herhalde yürüdükleri için Çevik Kuvvet adını yakıştırılan memurlar kapukullarının "Azap"larına benziyordu. Öne sürülmüş, kayıp verince de geriye dönmüşlerdi. Her zaman olduğu gibi palalı yeniçeriler dönenleri caydırmak ve ileriye doğru sürmek için bekliyor muydu bilinmez. Ama Emniyet müdürleri bu geriye yürüyüşü şöyle değerlendiriverdi; Bunlar polis molis değil, çapulcu! Tamam da, demek ki bunca zaman, halkın, öğrencinin, işçinin üzerine hep çapulcuları saldırdınız anlamına gel miyor mu bu. Ayıp oluyor beyler! Hacı hacıyı Mekke'de çapulcu çapulcuyu dakkada… Türkiye Büyük Polis Kıyamının birkaç gün öncesinde Ankara'da bir ilginç polisiye olay daha yaşanmıştı. F Tipi cezaevlerini protesto etmek isteyen bir gruba Ankara polisleri ile paramileter parti MHP'nin ülkücü gençleri birlikte saldırmıştı. Olayların ardından polisin gözaltına aldığı F Tipi protestocuları aynı paramiliter grup tarafından linç edinilmek istenmişti. Bütün bunlar olup biterken henüz aralarından hiçbiri öldürülmemiş olan Çevik Kuvvet polisleri yine yürüyüş yapıp slogan atmakla meşguldü. Paramileter parti yandaşları bu polislerin panzerlerinin arkasından taşlıyordu diğer gençleri. Çatışma bittiğinde, polis sokaktan topladıkları ile yetinmeyip bir sıra sol partiyi de basarak içeride bulduklarını gözaltına almıştı. Linç edilmek istenenler arasında bunlar da vardı ama bir tek paramiliter parti yandaşı yakalanmamıştı. Polisi politize ederek ülke yönetmeye kalkanlar memlekette ki çapulcu sayısını o kadar arttırmıştı ki şimdi artık onları birbirinden ayırmak mümkün olmuyordu. Onlar da ayrımın artık anlamsız olduğunun farkına varmış olacaklar ki, yürüyüşlerinde sola karşı savurdukları tehditleri bu kez paramiliter partiye yöneltmekte duraksamadılar. Bunu yaptıklarında aralarından ikisi öldürülmüştü.
95
Memleket Hali
Çevik Kuvvet'in en anlamlı sloganı böyle türedi: Bizi satanı biz de satarız! Satış ilamı ise 30 Aralık 2000 tarihli Binyıl gazetesinde yayınlandı. Habere göre artık ülkücü MHP'yi berbat buluyordu. Bu bir anket sonucuydu; ülkücülere ait www.ulkucu.com adresli internet sitesindeki ankete katılan ulkucu'ların yüzde 56'sı MHP'nin Türkçülükten vazgeçtiğine, yüzde 45'i hükümetteki performansının berbat olduğuna inanıyordu. Şu tanrının işleri; ülkücülerin bir internet sitesi olsun, bu adı bol dabılyulu adresin bol miktarda ülkücü ziyaret etsin, hazır bu kadar ulkucu birarada toplanmış ve yapacak bir dolu şey, atılacak bir dolu kurşun varken onlar kuzu kuzu anket formu cevaplandırsın ve tartışma götürmez partilerine berbat desin. Bu da olsa olsa bir "çapulcu paradoksu" dur. Şöyle birşey oluyor bu; Partileri muhalefetteyken, çapulcularla seçkinleri ayırmak güçtü; şimdi iktidar olanlar koca koca bakan, komisyon, meclis başkanı oldular. Siyah mercedeslere kuruldular. Geride kalanlar asıl çapulcuların kendileri olduklarının farkına vardılar. Bu işe acil bir çözüm bulunmazsa son Türk devletinin koruyucu meleklerinin işi kötü; MHP'yi Tanrı lumpen Türk'ün gazabından korusun. Bu temennimizle birlikte Türkleri kan bağına göre değil, sınıfsal konumuna göre sınıflandırmış olmamıza kimse gücenmesin. Anavatan'ın, yavruvatan kökenli "Başbuğ"u ölüp gidince arkasında bir dizi banka hesabı da bıraktığı anlaşıldı. Bir gazete, ortaya dökülen banka cüzdanlarına bakarak Türkeş için "Paranın da Başbuğ'u" başlığını atmıştı. Tanrı Türkü bir kez daha korusun, çünkü Başbuğ paraları bir öz Türk bankasına değil Deutsche Bank'a yatırmış, memleket batsa bile kendisinin batmamasını güvence altına almıştı. Demek ki mark-dolar hesapları Türklüğe bir halel getirmiyor. Üstüne üstlük Türkeş, bu paraları mal beyanında belirtmemişti. Parti adlarını bile kapatma gerekçesi sayan Anayasa Mahkemesi ortalıkta uçuşan dolar ve markları sorun etmedi; ama kızları Ayyüce ile Ayzıt ve Umay'ı mahkeme kapılarına düşürdü. Gazete haberlerine göre 600 bin mark, 900 bin dolar ve 400 bin sterlin'den oluşan kaynağı belirsiz paraların örtülü bir kaynağı vardı: Bunlar Türki cumhuriyetlere akın düzenlesin diye Türkeş'e devletin örtülü ödeneğinden ödenmiş, ama paralara esir Türkleri kurtarmak yerine Türkeş'in örtülü kasalarına girmişti. Para böyledir, bir yahudi icadıdır, tutanı cimri ve bezirgan yapar! Aslında bütün bunlar ne MHP, ne de son Türk devleti için bir sorun değildi; adamlar Türkleri kurtaracağız derken açlıktan ölecek değillerdi ya… MHP'li Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz tarafından bu
96
paranın Türkeş tarafından tassarrufla biriktirildiği bile iddia edildi. Adı öksüz ya, devlet baba'nın kesesinin farkında değil henüz. Ama olmazlanmayalım hemen, Çiller'e annesinden kalan çıkının 10 yılda ne hale geldiğini hatırlayın. Neyse Türk milliyetçiliğine asıl öldürücü darbe sonradan ve hiç umulmadık bir noktadan geldi. Kurulduğu günden bu yana Dışişleri Bakanlığı'na bağlı olduğu söylenen ama asıl kökeni bir türlü saptanamayan TİKA(Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) adlı kuruluş Moğolistan'da yaptığı derin araştırmalar sonucunda Türklerin ortak damgasının kurt değil keçi olduğuna karar vermişti. Gazete öldürücü sonuçları olacak haberi "Meğer Asena keçiymiş" başlığıyla veriyordu. Haber doğruysa, bozkurt efsanesi de sona ermiş olacak; olsun, teke partinin içine düştüğü durumu daha iyi karşılıyor. TİKA Azeri darbesinde planı Aliyev'e oturtamadıysa bile bu kez tekeyi MHP'ye çut uydurmuştur. Sizi gidi teke yavruları sizi… Çapul mapul derken insanın aklına geliyor; hani bir zamanların muktedir bir babası daha vardı hatırlayacaksınız. Boynuz kulağı geçermiş, şimdi kayboldu gitti derken yeğeni nedeniyle sık sık kulağı çınlatılmaya başlandı. Fabrika, bu babanın düşmesi için iyi dileklerini belirtmişti henüz iktidardayken. İktidarsız Ecevit desteğinde 2x5 falan derken, iş oldu 4x4. Yani baba hem düştü, hem düştü. Tanrı kimseyi Fabrika'nın diline düşürmesin, amin. Ailenin apalak oğlu Yahya Murat Demirel, ailenin küçük suntacısı olmaya soyununce herşeyi yüzüne gözüne bulaştırdı. Bankayı kaptırdığı yetmiyormuş gibi paçayı da kaptırdı; giderken de baba çocuğu kim varsa arkasından sürükledi; Rauf Tamer mi dersin, Nail Keçili mi istersin… Arkasından, ailenin manevi evlatları Çağlarlar, Çörtükler. İyi saatde olsunlar, iş gelip üçüncü derece akraba olan Gürbüz Çapan'a bile dayandı. Bir baba düşünün bütün evlatları ahlaken eksik çıksın ve kendisi ahlak abidesi olsun. Son elli yılın özeti böylece defterden siliniyor, bilginiz olsun. Bu arada baba gitti gitmesine ama, batan bankalar, hortumlanan paralar derken Türkiye dünya yolsuzluk liginde dördüncülüğe kadar yükseliverdi. Aslında şampiyon olacaktı ya hakemler hakkını yedi koca ülkenin. Tabi birinci Çin ve İkinci Rusya düşünüldüğünde altyapı eksikliği de hemen dikkati çekiyor. Gelecek yıl şampiyon oluruz inşallah! Ancak, Türkiye şampiyonadan kupasız dönmüyor yine de: Türk Lirası en değersiz para olarak Guiness Rekorlar Kitabı'nda yerini çoktan aldı. 1.2.2001 tarihli gazete haberlerine göre Zambia Kvaçası bile tamı tamına 150 Türk Lirası ediyordu. Bize ta ilkokul yıllarından beri belletilTemmuz 2001
fabrika
Memleket Hali
meye çalışan bir Türk dünyaya bedeldir deyişinin anlamı bu olsa gerek. Liranın arkasında o kadar çok sıfır var ki, insan bütün dünyanın sıfırlarını o kağıtlara sığdırmaya çalışıyorlar sanıyor. Az bekleyin bütün sıfırlar arkaya dizilince dünyada sıfır kıtlığı başgösterecek, hepsi sıfır dilenmek için Türkün kapısına dizilecek. Bu arada Türkün egemenliğini engellemeye çalışanlara dikkat çekelim. Semirmiş çapulcular, birbiri ardından yakayı ele vermeye başlayınca, devlette bir imaj sorunu ortaya çıktı hani. Turizm Bakanı Erkan Mumcu işadamları ve bürokratlarının ellerine kelepçe takılmalarının Türkiye'nin imajını bozduğu kanısındaydı; bir süre düşündükten sonra da semirmiş çapulculara kelepçe takılmasının "Simgesel açıdan tatsız bir şey" olduğuna karar vermişti. Yazarına gazetecisine kelepçe takan devlet, Türkiye'nin imajının bezirgan çapulcuya ve soyguncu bürokrata bağlı olduğunun bilincindeydi. Kesin çözümü, ÇFR, Bilderberg gibi bilumum Amerikan kuruluşlarının üyesi işadamı Rahmi Koç'tan geldi. Koç hortumcu ve rüşvetçilerin villada hapis edilmelerini önerdi. Biz de Fabrikacılar olarak buradan devlete çağrı çıkarıyoruz; villalardan birini bize tahsis edin. Gelecekteki cezamıza binaen şimdiden tahsis edeceğiniz herhangi bir villa da hapse razıyız. Hatta bize ömür boyu hapis bile verebilirsiniz; söz valla, yakınırsak villada hapis nasip olmasın. Türkiye'nin başına imaj sorunu açan işadamıbürokrat taifesi de bir ilginç topluluk. Öyle sanıldığı gibi koluna kelepçe takılan ve takılma potansiyeli olanları birbirinden ayırmak kolay değil. Tabii adama villada hapis cezası verileceğine göre, hapsedileceklerin birer villası olması şart. Adı bürokratlar hanesinde yazılı olan eski Olağanüstü Hal Valisi Hayri kozakçıoğlu, bu gerekliliği önceden görüp birkaç villa birden edinenlerden. Olur da, hapsedilirse villa villa gezme ihtimali yüksek olduğu için gönül rahatlığıyla geziniyor şimdi. Damadı Silivri'deki bu villalardan birinde manken Rana Yörük'e tecavüz etmeye kalkışınca yeni zengin aile başına olmadık içler açmıştı. Villaların suyunun nereden geldiği yönünde basında ilginç haberler çıktı; Olağanüstü Hal Valiliği sırasında alımı yapılan uçak ve termal kameralardan komisyonlar alınmış mış, İstanbul Valiliği döneminde hayali ihracat olayına karışmış mış, Birleşmiş Milletler'in Kürt mülteciler için gönderdiği paraları iç etmiş miş, vay efendim bu yolsuzluğun ortaya çıkmasından sonra Demirel'in müdahalesiyle kurtulmuşmuş. Devletin koca valisi… hem biz onun Emniyet müdür olduğu dönemleri de biliriz. Komünizme ve Kürtlere karşı bu
fabrika Temmuz 2001
kadar fedakar mücadeleler veren bir bürokrat bunları yapar mı? Villalar olsa olsa önlem içindir. Hem bütün bunlar Mehmet Ağar'la Ünal Erkan'ın yeni bir komplosudur bel ki. Hani hatırlayacaksınız, hesaptaki parayı tek başına iç ettiği için, Ağar ve Erkan'la aralarının açıldığı, hesapla ilgili bilgilerin bu ikili tarafından sızdırıldığını da bu basın yazmıştı. Altı üstü Kürt parası, onlar yiyeceğine devlete bu kadar hizmet eden aslanlar yesin; değil mi? Hem bu basının tavrı da insana pes dedirten cinsten; şu Savaş Ay'ın aylarca reklam yaptıktan sonra toplayıp Kürtlere gönderdiği pılı pırtının, içine yerleşmiş bol miktarda bitten dolayı gönderildiği yerlerde topluca yakılmak zorunda kalındığını yazmıyorlar hiç. İşleri güçleri devletin sadık bir bürokratını karalamak! Bu valilerin ne işlere yaradığını çabuk unuttular; onlar devleti ne tuzaklardan kurtarmıştır Allah bilir… İşte size son örneklerden biri: Polis Aydın E Tipi Cezaevi civarına yerleşen Kürt vatandaşların tünel kazıp kazmadığını araştırmak üzere cezaevi civarında operasyona çıkıyor. Evleri basıyor tabi, kimlik soruyor. Resul Aydemir diye bir densiz evni basan ve yatak odasına kadar giren polise direniyor. Polis de tabi bir miktar zor kullanıyor. İyi niyetle görev yapan memurlardan biri zorun miktarını biraz kaçırınca vatandaş ölüyor; vay sen misin ölen! Bütün mahalle ayaklanıyor. Aydın Valiliği olmasa olay bir Şeyh Sait isyanına dönüşecek. Ne yapıyor vali; herkesi sinir eden bir açıklama yaparak ölen Resul Aydemir'in sinir hastası olduğunu, kalp krizinden mütevellit öldüğünü açıklıyor. Hoş, copla yeterince dürtüp, bir de tekme tokat döverseniz herkesi sinir hastası yapıp kalpten götürebilirsiniz ya, neyse. Bu açıklama yapıldı da olaylar sona erdi. Mazallah ya valilerimiz olmasaydı, böyle bir açıklama yapmak kimin aklına gelirdi, değil mi? Vallahi insan bu tür yazılar yazarken sinir hastası oluyor. Of, of bu işler böyledir işte; çalış çabala devleti ihya etmeye çalış sonra zibidinin biri kalksın çamur atsın. Ya da bu işlerin nasıl yapıldığını bilmeyen, gerçekten hukuk varmış sanan hakimin birine çat, çat diye ceza versin. İçerliyor insan, efkar basıyor. 13 Şubat tarihli Hürriyet gazetesi Susurluk sanıklarının bu insanı durumuna dikkat çekerek "Susurluk'u Efkar Bastı" başlığını kullanmış. Ne olmuş efendim, vatan kurtaran kahramanlara DGM'den ceza çıkmış. Tosuncuklar ve onları sevk ve idare eden amirlerine ceza yağmış. Korkut Eken'in olay sonrası bir fotoğrafı var, insanın içi parçalanıyor, o kadar öyle yani. Eken diyor ki "Beni de İmralı'ya hapsedin, perhiz yemeklerinden ben de yararlanayım, midem ağrıyor, Apo'nun dok-
97
Memleket Hali
torları bana da baksın". Ey ulu tanrım, beğendin mi yılların MİT'çisi, polisi, kontrgerilla şefini düşürdüğün halleri. Apo'ya gösterdiğin şefkati bunlardan esirgiyorsun, oldu mu yani? Daha aldıkları mercedes ve Range Roverlerin bile zevkini çıkaramadılar tosuncuklar. Yakıştı mı. Yakışmadı. Mehmet Ağar ve Sedat Bucak da sıyırttılar üstelik. Gerçek sorumlulara dokunamayan yasayı ben ne yapayım? Eleştirmeyeyim de besleyeyim mi? Bak şimdi, bu Mehmet Ağar, ileriyi düşünerek ya bir partiye kapağı atar ya da bir parti kuruverir. Sedat Bucak'ı da partisine transfer eder: Al sana Türkiye Korku Partisi. Alfred Hitckook gelse bu kadarını hayal edemez yani. Oy vermeyin de görelim, birinci parti olurlar birinci parti. Karadeniz ayağını da biz önerelim. Bu yılın başında Trabzonspor'un başından bir ANAP operasyonu ile uzaklaştırılan eski politikacı, eski bakan, eski patron, eski kulüpçü Mehmet Ali Yılmaz, düşürülmesinin hemen ertesinde gazetecilerle oradan buradan konuştu. Trabzonspor için cebinden harcadığı 30 küsür milyon doların 11 milyonunu kulübe bağışladı, gerisini geri istedi ama devrettiği kulüp kasasında borç kayıtlarının dışında hiçbir şey yoktu. Trabzonspor'un kasasının MAY'in cebi olduğu böylece ortaya çıktı. Mevzu o değil, bu adam milyon dolarları cebinde nasıl gezdiriyor, bu paraları nasıl kazanıyor. Bir söyleşide ipuçlarını bulabiliyoruz; MAY, Alaattin Çakıcı'nın "canı ciğeri olduğunu" söylüyor. Demek ki paraların kaynağı can ciğer ortağının ilgi alanında; anlarsınız ya. İkisi de Ağar'ın partisine yakışır. Mafya deyince neden söz dönüp dolaşıp devlete geliyor sırrına eremedim ama MAY da sonunda "canım çiğerim" sohbetini devlete getirip dayıyor. Uzun birikimlerin sonucu olduğu anlaşılan devlet çözümlemesi Hürriyet'in 7 Ocak 2001 tarihli sayısında şöyle akıyor: "Türkiye'de ne mafya var ne de bildiğiniz devlet var. Türkiye'de olan derin devlet, mafyadır. Devletin dışında birini mafya kabul etmek, devletin dışına çıkarmak çok yanlış. Durup duruken biri kimsenin canına kıymaz. Meslek haline gelirse, iyi irdelemek lazım. Türkiye'de çözülemeyen böyle çok olay var. Çözüme de kimse yanaşamaz. Susurluk niye çözülmüyor? Araştırsınlar bakalım? Araba kazası mı olur, bilmem. Çakıcı'nın mafya olduğunu düşünmüyorum. Pırıl pırıl bir gençken alınıp da bu hale sokulmuşsa, bu hale getirenler suçlu." Bu lafların üzerine laf söyleyecek muhalifin anlnını karışlarım. Adam "devlet mafyadır" derken aslında "ben devletim" demek istiyor. Soruyu soran Hürriyet muhabiri, basının o gelenek haline gelmiş
98
şavalaklığı içinde verilen cevabın da, onun normal sonuçlarının farkında değil bu ilişkide bir terslik aramaya devam ediyor. Devletle konuşuyor farkında değil. Polis falan derken Gaffar Okkan olayı okka altına gitmesin. Bu genç polis şefi Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü'nün birkaç yüz metre yakınında öldürülünce zaten yürümekte olan Anti-Hizbullah kampanya yeniden alevlendi. Hizbullah yapmıştı; bu kadar basitti. Ancak bir süre önce büyük darbeler yiyen Hizbullah'ın böyle bir eylemi yapacak gücü nereden bulduğu asla sorulmadı. Olayın beyaz Enerji kavgasıyla ilgili yanları da elbette ortaya dökülmedi. Bu iş vallahi son Türk devletini böler. Okkan eski Jandarma Genel komutanı Rasim Betir'in akrabasıydı; Jandarma bu operasyonun en önemli taraflarından biriydi. Okkan, bu operasyon nedeniyle şimdilerde partisinden kopmak zorunda kalan Sadattin Tantan'ın adamıydı. Öte yandan, saldırının yapılış biçimi bir gizli örgütün boyunu çok aşıyordu. Okkan neredeyse göstere göstere vurulmuş ve saldırganlar büyük bir maharetle kaybolmuştu. Böyledir, nerede devletlü bir cinayet varsa orada fail yoktur. Tıpkı Mumcu olayında olduğu gibi bir süre sonra bu cinayetin de sanıklarını saymaktan yorulur vazgeçeriz. Aradan şunca zaman geçti, Okkan suikasti nedeniyle yakalananları saymaktan yorulduk. Daha çok sayarız. Hoş Hizbullah yapmışsa bu da aynı kapıya çıkar. Bu örgüte yıllar önce bölge halkı en uygun adı takmıştı: Hizbulkontra. Büyük Türk bilgesi Mehmet Ali Yılmaz'ın çözümlemesini hatırlatırız: devletin dışında Hizbullah mı var sayın arkadaşlar. Bu arada Okkan'ın başında olduğu Diyarbakır Spor birinci lige "bileğinin hakkıyla" sıçradı. Başında bir Emniyet Müdürü ve arkasında asker desteği vardı ama olsun; bu kadar kusur olur. Hem Gaziantep Spor'da olduğu gibi Belediye Başkanı'nı başkan yapma olanağı yoktu. Zira Diyarbakır Belediye Başkanı bir HADEP'liydi. Mazallah kırk yıllık Diyarbakır spor'un "Bölme Spor" olması işten değildir. Asker ve polislerimiz bu işi spor olsun diye yapıyor, bu kesin. Genelkurmay Başkanı da Fenerbahçeli, onların şampiyonluğundan da mı şüpheleneceğiz şimdi? Yine de ölçülü olmak lazım. İnsan hemen Kenan Evren'i hatırlayıveriyor. Hani düşmüş Ankaragücü MGK kararıyla ligde kalmıştı da ligin sayısı bile feleğini şaşırmıştı. Siirt'di Van'dı derken, birilerinin elinden gelse ligi Güneydoğu ligine çevirecekler. Ey futbol sen nelere kadirsin. Yine de futbolla ülkeyi yönetmeye çalışanlara yaşanmış bir futbol hikayesini burada hatırlatalım da bizden günah gitsin. Bölgedeki çatışmaların çok yoğun olduğu yıllar. Temmuz 2001
fabrika
Memleket Hali
Güneydoğu'nun adı lazım değil iki ilinin takımı karşılaşıyor. Polisin baskısı müthiş, sahada kuş uçurtulmuyor. Maçın başında bir sessizlik; sonra sessizlik sahanın vasat oyuncularından biri yüzünden bozuluyor. İki takımın taraftarı da bu oyuncuya çılgın bir tezahuratta bulunuyor. Oyunucunun adı Apo! Eee, top yuvarlaktır, kimin kalesine gol olacağı belli olmaz. Dikkat edin Diyarbakır Spor, Apo adında bir oyuncu almasın. Bu arada insanın aklına takılmıyor değil, devlet herşeyi özelleştirirken niye futbolu devletleştiriyor? Oldu olacak, eliniz değmişken şu televoleleri de devletleştirin. Bunların zararlı neşriyattan olduğu bizzat MİT Müsteşarı tarafından açıklanmış ve gizli bilgi olmaktan çıkmıştır. Biz komünizmin bir işçi sınıfı hareketi olduğunu sanıyorduk, Şenkal Atasagun bunun televole programlarının bir uzantısı olduğunu açıklayıverdi. Yalnız hesabında bir yanlışlık var, programın aldığı rating'e bakacak olursak komünizmin bu topraklarda bir kaç kıştan bu yana hüküm sürüyor olması gerekiyordu. Acaba dozunda mı bir problem var, yoksa bunları komünizme karşı efsunlu olanlar mı seyrediyor, anlayamadım. Ayrıca Atasagun niye komünist olmamış ve bu örgüt yıllardır sonuçta televolelerin ürünü olan komünistlere niye eziyet edip duruyor, bunu da anlayamadım. Atasagun'dan Fabrika'nın ricası; bilgi doğruysa dinlediğiniz telefonlarımızın birinden bize bildirin lütfen. Yıllardır uğraşıp duruyoruz, olmuyor. Sorun belki bizim bu derin çözümlemeyi yapamayışımızdadır. Sorun değil sloganımızı da değiştiririz, "bütün ülkelerin işçileri televole seyredin" deyiveririz. Hatta bu yayın mayın işlerini bırakıp hep birlikte televole bile seyrederiz. Maksat bu kış komünizm gelsin. Bu arada eski MİT'çi, her zaman CIA'cı Mehmet Eymür sitesinde Özel Kuvvetler Komutanlığı'nın sivil ve askerlerden oluşan Beyaz Kuvvetler biriminin Ecevit'in sağlığını korumak üzere toplandığını açıkladı. Toplantının nedeni Ecevit'in sağlık sorunlarıydı. ÖKK, Ecevit'in altıyedi ay içinde ağır hasta olma ihtimalini görüşmüş önlem almaya çalışıyordu. Bu Eymür, gittiği gurbet ellerde aklını da şaşırmış durumda. Haberin yalan olduğu şuradan belli: önce birinin hastalığından endişe etmek için onun sağlıklı olması gerek. Sonra Hüsamettin Özkan var. Prostatla ilgili sorunları o hallediyor. Hafıza problemi ise henüz endişe verici boyutlarda değil. Yaptığı ufak tefek gaflar son Türk Devletine zarar veremez; Ecevit bir yetmiş yıl daha yaşasa bu konuda Tansu Çiller'in rekoruna ancak yaklaşır. Bişeycik olmaz; hem bu ülkede hafızaya ne hacet. Unuttum, ne diyorduk… Nazım Hikmet diyordum; Nazım'a yurttaşlık işi
fabrika Temmuz 2001
MHP'lilere takıldı. Türk vatandaşları vatandaşlıktan istifa etmek için devlete dilekçeler yazarken bir takım aklı evveller onu da bu yükün altına sokmak için didinip duruyor. MHP'lilerin imzasıyla onu vatandaşlığa alacaklar da evcilleştirecekler güya. Bu işler yasayla olsaydı, Nazım'ı şiir cumhuriyeti vatandaşlığından da atarlardı bilesiniz. Global milliyetçi MHP'ye teşekkürü biz sizin yerinize burada ediyoruz; Başbuğları şiirini okudu diye böyle oyunlara gelecek tosuncuklar değil onlar. MAİ icat oldu mertlik bozuldu, aralarından bazıları Türkeş deyince "Bas bas paraları Leyla'ya" şarkısını söylüyordur eminim. Ayrıca o şiirin sadece "Dört nala geldik uzak Asya'dan" bölümü akıllarında kalmış, gerisini hatırlamıyorlar. Ne mutlu dünya vatandaşlarına, Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala. Bu vatan takıntısı sadece solcularda kaldı bir. Nazım'a Vatan haini diyenlere bakın. Yer Gebze Organize Sanayi Bölgesi. Vatansever partimiz MHP'nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli tesis açıyor. Tesisin adı "Alarko Carrier". Sahibi Yahudi Kamhi ile ABD Wilis Carrier. Olayda, ülkücü gençlerin parmakların bozkurta benzetmek için zorlayıp, bir iki gazateciyi dövmesinden başka milli yan yok. O söz hala geçerli: nasıl camcı cam değilse, Türkçü de Türk değildir. Bunların vatanseverliklerinin konusu da vatan değildir aslında. Vatanı seviyorlar, çünkü satılacak mal muamelesi demek bu. Başkaları yanlış anlıyor. Bozkurt olmuş teke, Başbuğ olmuş paranın Başbuğu. Çırpınırdı Karadeniz havaları değişti, paraları basacak Leyla arama devri şimdi. Vatanseverlik dedikleri vatanı satarken en önde olmak; Nazım Hikmet vatan hainliğine devam etmesin de ne yapsın?. Bu arada hain derken, geçtiğimiz aylarda şu Nükleer santrallerle ilgili küçük bir haberi unutmayalım. Biliyorsunuz bu vatanseverlerin bir kısmı Akkuyu'ya da bunlardan bir tane yapmak istiyor yıllardan beri. Çevrecilerin mücadelesi olmasa, Nükleer tesisin kıyısında güneşleniyor olacaktık belki de. Güneşlendikten sonra da ışıl ışıl parlayacaktık, fazla radyasyondan. Allah gecinden versin, bu Akkuyu işi de patlayıverdi de bir vatanseverlik örneğinin ne anlama geldiğini anlayıverdik. Vatanseverlerin bu cennet kıyıya yapmak istedikleri santral Almanların lisansız santrallarından biriymiş. Komisyonu bol olsa gerek hala uğraşıp duruyorlar. Neden bu memleketin severleri ve milliyetçileri hep suçlu çıkıyor hiç düşündünüz mü? Tanrı bizi vatanseverlerden ve milliyetçilerden korusun, amin. Size bol radyosyonlu vatanlar diliyorum, başınıza da Akkuyu kadar taş düşsün inşallah.
99
Memleket Hali
Sacit Kayasu'yu hatırlayacaksınız, hani şu Kenan Evren hakkında giderayak iddianame hazırlayıp ceza istemişti. İnanmayacaksınız ama Kayasu, bu eylemi nedeniyle bir yıl hapse mahkum oldu. Ben davayı açmakta geç kaldığı için ceza verildi sandım, saflık işte, oysa ona Evren'e hakaret ettiği gerekçesiyle ceza vermişler. Marmaris Kaymakamı falan diyorsunuz ama adam hala darbeci paşa; koyduğu hukuk da tıkır tıkır işliyor. Bunu sadece Evren'in cezalandırılmasını isteyen savcıya verilen cezadan yola çıkarak söylemiyoruz. Şu hapishanelerin haline baksanıza. Cezaevlerine yönelik büyük fetih hareketini söylemiyoruz; gerçi bu Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul seferinden sonra Hikmet Sami Türk (Bu Türk soyadından hep şüphelenmişimdir, sahiplerinin Türk olmama ihtimali yüksektir) komutasında çıkılan en büyük seferdir ama kıyıcılık geleneksel olduğu için bunda yenilik bulamadım. Ama 12 Eylül'de bile cezaevlerinde böyle görüntüler yaratılamamıştı. F Tipi cezaevleri 12 Eylül hukukunu cezaevleri için fiili ve kalıcı bir hale getiriyor. Bu cezaevlerinde herkese dayak herkese eziyet var. Üstelik ömür boyu hücre cezası da çabası. Biz bir sürü sağ içişleri bakanı gördük ama hiçbiri bunlara cesaret edememişti. Bir Nahit Menteşe'yi hatırlıyorum; polisin kanlı operasyonlarından sonra bile yüzünde bir sırıtışla ortaya çıkardı. Bunun yüzünde o ifade bile yok, hiçbir şey duymadığı kesindir. Bu eylemlerde 14. Kişinin ölümü üzerine şöyle söyleyebiliyor: "benim vicdanım rahat, terör örgütleriyle pazarlık yapmamız beklenmesin." Aynı bakan bir başka gün de ölüm oruçlarının aileler istediği için yapıldığını, ölümlerden de ailelerin sorumlu olduğunu söyleyebiliyor. Görünüşe göre bu ülkenin bakanının sorumlu olduğu birşey yoktur; onlar vicdanı rahat elleri ceplerinde dolaşsın diye seçilmişlerdir. Olmayan şeyin rahatlığıdır bu: Hiç tanımadığı insanların ölüm emrini verirken bu kadar soğuk kanlı olanını bu topraklar bile görmedi. Demek ki düzenin solu da böyle oluyor. Sonuç itibariyle Hikmet sami Türk'ün hayata dönüş operasyonu hayatları karartmaya devam ediyor. Bu soldan cezaevi bakanının halleri. Bir de soldan cezaevleri yazarları var. Bunların bir özelliği hiç cezaevi görmemiş hatta hiç kapısından
100
geçmemiş olmasıdır. İkincisi, bu olaylar boyunca insani tek satıra bile geçit vermeyen büyük medyada kapılanmış olmaları. Bunlardan biri Ahmet İnsel, bütün o eleştirel görünme kaygısını bir yana bırakarak, Birikim dergisinin haftalığı Radikal İki'de içerdekilere sataşmayı tercih etti. Bu eylemin hataları üzerine Fabrika, Ahmet İnsel'le fikir birliğine varabilir. Ama ahlaki bir problem var aramızda; o yazar biz yazmayız. Üstelik bizim bunları Fabrika'da yazma hakkımız, Ahmet İnsel'in Radikal'de yazma hakkından daha fazladır. Çünkü biz insan hakları satmıyoruz; radikal'de sırf bu ticari durum nedeniyle eleştirel tutum alır görünenlerin bir altkatta Milliyet yazıişlerinde "Gebersin pezevenkler" tavrı içinde olduklarını bilmiyorsa, biz buradan hatırlatıyoruz. Mahçup olmak kötüdür; solun "dinsel tutumu"nu Ali Bayramoğlu gibi sosyete yazarlarından da öğrenecek değiliz. İnattır bu; her zaman mantıklı olması beklenemez. Cezaevlerindeki o inatçı çocukları selamlıyoruz, hangi tutum içinde olursa olsunlar. Uyarı ise ancak dostlara arasında yapılıyorsa uyarıdır. Biz ise "yazsın pezevenkler" edası içinde değiliz; notlarımızı alıyoruz. Günü geldiğinde sahibine misliyle iade ederiz. Hadi size bol birikimler… Kriz devam ediyor; Ankara'daki büyük Esnaf kalkışmasından bu yana, ülkeyi yönetenler krizi çözmek için tek adım atamadılar. Şimdi parsel parsel ülkeyi satıyorlar. Krizi çözmek istemeyen güçler ise ne isterse alıp gidiyor. Üç ay geçti, mevcut duruma "kriz yönetimi" diyorlar, bu ülkeyi krizle yaşamaya alıştıracaklar güya. Milliyet gazetesi esnafın Ankara eyleminin ardından "Kriz Bahane" başlığını kullanmıştı. Anlamak mümkün değil, Aydın Doğan'ın partneri Mesut Yılmaz daha geçen yıl memuru ayaklanmaya davet etmişti. Bundan şahane bahane mi olur? Halkına ekmek bulamayanın, halkının ekmeğine göz koyanın ne ülkesi olur ne de vatanı. Fabrika uyarıyor; esnafınki hiçbir şey değil; bir de işçiler uyanırsa başlık atacak kağıt bulamazsınız. Bir batı ülkesinde Globalizme karşı yapılan bir gösteri de görmüştüm; son yılların en yaratıcı en espirili sloganıydı bu. Ekmek kavgasının dünyanın en politik işi olduğunu yaşayarak öğrendiğimiz bugünlere de yakışıyor: "Ekmek bulamıyorsanız zenginleri yiyin!"
Temmuz 2001
fabrika
Siyasal İslam Değişiyor mu? Değişince ne oluyor? S.Zeki TOMBAK “Tarikat ve mezheplerin önde gelenleri ile kurulan diyaloglar ve bu çerçevede sürdürülen çalışmalar sonucu, bu grupların devlet ve hukuk sisteminin içersine çekilmesi ve devletin yanında yer almaları noktalarında önemli mesafeler alındı.” Yukarıdaki cümle 2001 yılının, 29 Haziran’ında toplanan MGK’ya sunulmuş bir raporda yeralıyor. 30 Haziran’da Hürriyet Gazetesi’nin manşeti “Rapordaki İlginç Cümle” şeklindeydi. İlginç olduğu doğrudur; ancak Türkiye’de din-devlet ilişkisini bilenler için hiçbir yenilik ve şaşırtıcılık içermemektedir. Üstelik ABD’nin başını çektiği küreselleşmeci zihniyetle de tam bir uygunluk içerisindedir. “Devletin yanında yer almaları noktası”, Türkiye’de temel çizgileri hiç değişmeyen; özü itibariyle baskıcı, sağ, en demokratik dönemlerinde bile faşizan bir sınıf diktatörlüğünü ifade eden siyasal/toplumsal düzenin, muhalefet potansiyellerine karşı 80 yıllık yaklaşımını özetliyor. Devletin yanında yer alan islamcılık; devletin yanında yer alan Kürt aşireti; devletin yanında yer alan MHP ve Ülkücü Hareket; devletin yanında yer alan solculuk çeşidi... Devletin yanında yer almanın, her durumda bir takdir güvencesi oluşturmadığını da bilen bilir. Devletin yanında yeralan Kürt aşireti liderleri, gün gelir sürgün edilir; devletin yanında sola karşı savaşmış MHP ve Ülkücü Hareketin lider kadrosu da, 12 Eylül’den sonra Mamak’ın tadına bakar; devletin yanında yer alan Doğu Perinçek de, 12 Eylül’de devletin yanından, devletin şefkatli kucağına çekilir.. Saidi Nursi her zaman, devletin yanında ne demek; Teşkilat-ı Mahsusa’nın adamı olarak devletin içinde yeralmış; büyük Atatürkçü ve MİT’in tarihçisi Cemal Kutay’ın hayranlık ve hürmetini kazanmış olmasına rağmen; oradan oraya sürülmüştür ve mezarının yeri bile belli değildir.
fabrika Temmuz 2001
Rapor söyleyeceğini açık söylüyor: Bu gruplar, “devlet sisteminin” ve “hukuk sisteminin”, “içerisine çekilmişlerdir. Devlet sistemini, devlete yaranma gayretleri esnasında ve tuhaf ilişkilerine rağmen anlayamayan nasyonal sosyalistler; 28 Şubat’ta heveslenmiş, “Ordu Cumhuriyet Devrimi mevzisine girmiştir” diye heyecanlanmış ve “Yakında kurulacak, merkezinde İP’in olduğu milli hükümet” gibi esasen psikiatristlerin ilgi alanına giren hayallenmelere kendilerini kaptırmışlardı. Şimdi bu raporun “ABD provokasyonu” olduğunu yazmalarını bekliyoruz. Kimbilir, belki de öyledir. ABD zaman zaman MGK’da böyle şeyler yapıyor olabilir. Türkiye Din Üzerine Çok Konuşuyor 21. Yüzyılın başındayız ve din/toplum/devlet ilişkileri, Türkiye gündeminin önemli bir başlığı olmayı sürdürüyor. Halbuki Cumhuriyet, 1920’lerde görünürde oldukça katı bir laiklik anlayışı tarif ederek; bu çerçevede tarikatları yasaklayarak; sünni islamı Diyanet İşleri Başkanlığı ile kontrol altına alarak işe başlamıştı. Dini gericilik bir siyasal akım olarak, “ilerici” Kemalist rejim tarafından ezilmiş; bununla birlikte rejime yönelik tehditler arasında kalıcı bir ideolojik motif halinde yerini almıştı. Ülkede kapitalist ilişkiler yaygınlık ve derinlik kazandıkça, Kemalist rejimin sınıf zemini güçlendikçe, modern bir hayat tarzı oluştukça ve toplum kuşaklar boyunca din/toplum/devlet ilişkilerine dair laik düşünce doğrultusunda “eğitildikçe”, taşların yerine oturması umulmuştu. Ancak süreç, başlangıçta oluşturulan perspektife uygun gelişmedi. Plan siyasal islamın marifetli çıkmasından dolayı bozulmadı; düzenin ihtiyaçları ortaya çıktı; bazan düzenin siyasi temsilcileri; bazan devletin ta kendisi, siyasal islamın önünü açtı. Kemalist kadro siyasal islamı Cumhuriyet’in
101
Siyasal İslam Değişiyor mu?
oluşum sürecinde de, Cumhuriyet tarihi boyunca da politik bir rakip ve tehdit potansiyeli olarak ele aldı. Neticede çok katı olduğu söylenen laiklik anlayışını da, hemen hemen tamamiyle politik bir çerçevede geliştirdi. Kemalist laikliğin ideolojik boyutu, esin kaynağı olan Fransız Devrimi’nin çok gerisindedir. Bilmezlikten değil; İngiltere ve Fransa burjuvazisinin tarihsel deneyinden, bütün dünya burjuvazisinin öğrendiği gibi, Mustafa Kemal ve kadrosu da öğrenmişlerdir. Bu laik modelin Fransa’dakinden temel bir takım farklılıkları da sözkonusuydu. Cumhuriyet Diyanet İşleri Başkanlığı ile sünni islamı denetim altında tutmayı amaçlarken; aynı zamanda topluma din hizmeti sunmayı da üstlenmişti. Laik devlet topluma din hizmeti sunmayan devlettir. Kaldı ki bu kurum laikliğin bir gereği ise, devletin inançlar arasında, (inançsızlık dahil) bir mesafe eşitliği kurması; Diyanet’in diğer dinlerin inananlarına ve Alevilere de hizmet veriyor olması icabederdi. Ancak Diyanet’in devlet içindeki yeri “hizmet sunma” fikri etrafında tasarlanmamış olduğu için, hangi inanışlara din hizmeti sunulduğu veya sunulmadığı önemli görülmedi. Önemli olan, devletin kimi rejim için potansiyel tehdit olarak gördüğü ve bu potansiyeli ne ölçüde kontrol edebildiği idi. Her devletin dış tehdit tesbitleri olur. Her devlet, egemen sınıfın örgütlenmiş şiddet ve baskı aygıtıdır. Dolayısıyla özel mülkiyetli düzenin devamı için, ezilen ve sömürülen sınıfların siyasal hareketleri iç tehdit olarak devletin daimi gündemindedir. Cumhuriyet devleti için iç tehdit ve dış tehdit algılaması genellikle birbirinden bağımsız olmamıştır. Komünist ve devrimci hareketler “kökü dışarda, beynelmilelci cereyanlar”dır. Kürt siyasal hareketleri “emperyalizmin maşası”dır vs.vs. Süleyman Demirel’in 1960’lardaki bir İçişleri Bakanı “Solcuların nefeslerini dinliyoruz” demişti. Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş ise, 2000 yılında, “içimizde 200 bir hain var” açıklaması yaptı. Devlet “iç ve dış düşmanlar” tesbit etmekle birlikte, her tehdit, her zaman eşit ağırlıkta değildir. Tehditlerin “iç uzantıları” her zaman bir öncelik hiyerarşisi oluşturmaktadır. Tarih, konjonktürel olarak yükselen tehdidin karşısına, diğer tehdit potansiyellerini kendi yanına çekerek çıkmanın, bir devlet geleneği oluşturduğuna tanıklık ediyor. Görülebileceği gibi, din/toplum ve din/devlet ilişkilerinde taşların yerine oturmasına; istikrar kazanmasına engel olan asli etken, devletin din ile dini oluşum ve kurumlaşmalar karşısında; politik ihtiyaçlarının değişimine bağlı olarak farklı mesafeler almış olmasıdır. Bu durum,
102
Türkiye’deki rejimin bir orijinalliği değildir. İleride örnekleri verilecek, burjuvazi din karşısında hemen her ülkede politik ihtiyaçlarına göre değişkenlik gösteren tutumlar takınmıştır. Burjuvazinin kendi tarihiyle savaşması, genellik arzeder. Türkiye’deki sorun; Kemalizm tarafından Anadolu ve Rumeli halkının yoğurulacak, şekillendirilecek ve renkleri boyanacak bir hamur gibi görülmesi ve halkın dilinden, kültüründen, değerler dünyasından, kıyafetinden, müziğinden, inanışına, her şeyinin bir dizi “devrim/inkılapla” reddedilmesi ve yerine başka bir şeyin konmasıdır. Toplumun kendisine yabancı bir deli gömleği giymeyi zorlanması; esasen toplumsal değişimin doğal akışı içinde olabilecek değişimlerin de; bu değişim gerçekleşiyor olsa bile, ideolojik/siyasal düzlemde bir direniş üretmeyi sürdürmesine yolaçmıştır. Diğer taraftan, kendisinden bir ulus yaratmaya çalıştığı halkın, yukarıda işaret edilen değerlerini ve hayat tarzını, yukarıdan aşağıya, zorla ve hızla değişmesi gereken; yabancı ve zararlı unsurlar olarak gören Kemalist düzen; kaynağını kendisinden değil, toplumsal hayattan alan her dinamiğe potansiyel bir tehlike; kontrol altına alınması gereken; alınamıyorsa şiddetle üzerine gidilmesi, ezilmesi, yasaklanması gereken bir tehdit gözüyle bakmıştır. Toplumsal hayatın ürettiği sınıfsal, etnik, dinsel, siyasal dinamiklerin çokluğu ise, bu dinamikler birbirinin karşısına çıkarılarak; sahteleri üretilerek, saptırılarak, kısacası kendi içinde ve birbirine karşı “kullanılması” ve bu arada ilkesizliğin devlet siyaseti haline getirilmesi gibi bir geleneğe yolaçmıştır. Dün ezilmek istenen, öbür gün devlet eliyle örgütlenmiş; kendiliğinden gelişmesin diye kontrol için üretilen kadro ve kurumlar bir süre sonra kendiliğinden gelişmenin etkisi altına girmiştir. Sonuç olarak Din/toplum/devlet ilişkileri, dengelerin bir türlü istikrar kazanmadığı; git-gellerin yaşandığı ve zorlandığı bir mücadele zemini olarak varolmayı sürdürmüş; dolayısıyla sürtüşmenin yaşandığı alanlar, biçimler ve araçlar hep gündemde kalmıştır. Tabii ki, tek faktör Devlet’in konuya yaklaşımındaki mesafe değişiklikleri değil. Dış dünyadan hem devlete ve hem de dini kurum ve oluşumlara gelen güçlü etkiler var. Ve siyasal islam edilgen, sabit ve sınıf ilişkileri dışında değil. Son üç-beş ayda din, dini oluşumlar ve siyasi islam üzerine, gündemden düşmeyen kimi başlıkları hatırlayalım: - Fazilet Partisi’nin kapatılma davası; bu partinin gelenekçi ve yenilikçi olarak bölünmesi/ Yenilikçilerin kendi içinde bölünmeleri/ Light Temmuz 2001
fabrika
Siyasal İslam Değişiyor mu?
Parti/ Recep Tayyip Erdoğan’ın siyaset yasağı.. - İhlas Finans’ın batması üzerine, İhlas grubu ve faizsiz bankacılık konusu.. - Kurban bayramı dolayısıyla kurban geleneği ve ilkellik tartışması - Nakşibendi şeyhi Esat Coşan’ın ölümü, Süleymaniye’ye gömülmesi için kararname, kararnamenin Sezer’den dönmesi, Coşan’ın yerine kimin geçeceği - Serdar Turgut-E. Özkök paslaşması: Dinci Entellektüel Daha mı Kuvvetli.. - Üniversite sınavları dolayısıyla Türban tartışması - Erbakan’ın Düğünü.. Bunlar büyük basından. Siyasal islam projesinin bitip bitmediği tartışmaları; “12 Eylül bir toplum mühendisliği ise, 28 Şubat bir marangozluktur” tesbitleri; “Lumpen islamcılık” çözümlemesi; tarikatların sosyolojik bir vakıa olarak evrimi; tarikatlar, inanç özgürlüğü ve liberal demokrasi sorunu; tarikatlar esasen felsefe geleneğidir iddiaları vs.. Bunlar bazı dergilerde veya büyük basının köşelerinde yayınlanmış yazılar Evrim Teorisi/Yaratılış Teorisi ve bu çatışmanın ara biçimleri üzerine yürütülen tartışmalar; Sümer efsaneleri “kutsal kitapların asıl kaynağı mı? tartışması, İlahiyat Fakültesi Dekanı Zekeriya Beyaz’ın İslama göre neyin nasıl olması gerektiğine dair iddialarını konu alan tartışma programları ve benzerleri.. Bunlar da televizyonlarda; özellikle Ceviz Kabuğu programında karşımıza çıkanlar... Görüldüğü gibi, din/toplum/devlet ilişkileri üzerine çok konuşmaktayız. Türkiye’nin dünyanın bir parçası olduğunda genel bir mutabakatın bulunduğunu, kimseye haksızlık etmeden söyleyebiliriz. Dünya sözcüğü, tabii ki yerküre anlamında kullanılmıyor. Geçmişte “hür dünyanın” parçasıydık. Tevatür, daha önceleri de “mazlum milletlerin” dünyasında yeralmış olduğumuz yönündedir. Şimdilerde ise emperyalist küreselleşme sürecinin etkisi altında dönüşmekte olan bir dünyanın parçasıyız. Hangi dünyanın parçası olduğumuzu hatırlatmak, esasen tartışmalarımızın da bu dünyadan kopuk, kendi iç dünyamızda yürüttüğümüz tartışmalar olmadığına işaret etmek içindir. Üstelik bu tartışmaların gerisinde, uzun bir tarih duruyor. Önce tarihten başlayalım: Siyasal İslam, İkiz Doğmuştur.. Siyasal islamın modern zamanlarda doğuşu
fabrika Temmuz 2001
19. yüzyılın sonudur. Birinci doğumun ebesinin Padişah II. Abdülhamit olduğu söylenir. Avrupa sömürgeciliğinin, Mısır dahil, Kuzey Afrika’daki topraklarına tecavüzüne karşı Osmanlı, kendi topraklarını savunabilecek güçte değildir. İstanbul, yerli müslüman ahalinin Hıristiyan sömürgeciye karşı direnişine gizli-açık destek verir ve antisömürgeci direnişin islami bir ruh ve kimlikle yürütülmesi, siyasi islamın birinci doğumu anlamına gelir. İkinci doğumun ebesi ise İngiliz sömürgeciliğidir ve İngilizlerin Hindistan’daki sömürgeci pratiklerini Osmanlı topraklarına taşıması ve yaratıcı biçimde kullanması anlamına gelir. Hindistan’da sömürgeciliği destekleyen “müslüman” tarikatlar oluşturmayı başaran İngiltere, kanlı ayaklanması Osmanlı’nın Mısır Valisi tarafından aynı ölçüde kanla bastırılmış Vahhabilik’ten siyasal islamın ikinci doğuşunu sağlar. Birinci çocuk Avrupa sömürgeciliğine düşmandır; ikincisi ise Osmanlı’ya düşman... Osmanlı’nın yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise Arabistan’daki İngiliz çocuğu siyasal islamın kendisini arkasından vurmasını affedememiştir. Ancak Cezayir Bağımsızlık mücadelesi örneğinde olduğu gibi, sömürgeciye karşı savaşan siyasal islamın da yanında değil karşısında yeralmıştır. Siyasal islama karşı olduğu için değil; emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı savaşan herkese karşı, emperyalistlerle birlikte hareket etmeyi dış politika sandığı için... Türkiye, Osmanlı’nın “hayırlı evladı” olan anti-sömürgeci siyasal islamla, emperyalistleri küstürmemek için bütün ilişkisini kesmiştir; ama emperyalizm kendi siyasal islamıyla bağlarını zaman içinde daha da geliştirmiş ve güçlendirmiştir. Üstelik Türkiye de, Cumhuriyet batı değerlerini tercih ederek yola koyulduğu için, kendi içindeki batı karşıtı siyasal islamcılığa hiç hoş bakmamış; zaman içinde komünizm tehlikesine karşı, batıya karşı üslubun kalıntıları sürse de, kapitalist dünyayla barışık, bir sermaye hareketi olarak siyasal islamın gelişmesinin önünü açmıştır. İslam dünyasındaki anti-sömürgeci direniş damarında kendisine bir dost ve müttefik potansiyeli bulan ve bu ilişkiyi tanımlayıp güçlendiren Ekim Devrimi olmuştur. Doğu Halkları Kurultayı’nın Ekim Devrimi’nin muzaffer proletaryasıyla mazlum milletler arasında kurduğu kardeşlik köprüsü, SSCB’nin işçi sınıfları pek zayıf olan Ortadoğu ülkeleriyle, 1950’li yılların ortalarından itibaren geliştirdiği iyi ilişkilerin mayası olmuştur. Elbette mayanın varlığı, sosyalist
103
Siyasal İslam Değişiyor mu?
inşa süreçlerindeki milli, dini ve toplumsal zorlamaların, dayatmaların ve zulmün olmadığı anlamına gelmiyor. Müslüman-Türk ahaliyi Sovyet Halklarına karşı savaştırma politikasına Kafkaslar’da, Azerbaycan’da ve Kırım’da, Hitler Nazizminin sınırlı da olsa destek ve gönüllü bulabilmesinin gerisinde bu zorlama ve zulümlerin de payı vardır. Bolşeviklerin yönetimi altında, Baku’daki Müsavatçı direnişi kırmak bahanesiyle, Ermenilerin müslüman Azeri halka karşı gerçekleştirdiği katliam net bir örnektir. II. Savaş’tan sonra, emperyalist dünyanın bayraktarlığını İngiltere’den devralan ABD emperyalizmi ise sosyalist sistemi güneyinden kuşatmak için işbirlikçi yönetimleri eliyle, halkı müslüman olan ülkelerden “yeşil kuşak” oluşturmuştur. Soğuk Savaş dönemi boyunca sosyalist ülkelerin müslümanları, emperyalizm tarafından bir “Truva Atı” yapılmak istenmiş; Bulgaristan komünistlerini “Büyük Bulgar milliyetçiliğine” karşı ısrarla uyarmış Dimitrof’un ülkesinde, Dimitrof’tan sonra gelen yöneticilerin sosyalizmin özüne taban tabana zıt uygulamaları yüzünden, bu amaca bir ölçüde ulaşmıştır da... Afganistan’daki Sovyet siyasi-askeri varlığına karşı direniş, ABD emperyalizminin desteğindeki islamcı güçlerle, İran desteğindeki islamcı güçlerin çelişkili ve çatışmalı ortaklığı üzerinden gelişmiştir. Taliban Hareketi, net bir CİA operasyonudur ve Afganistan’da Sovyetler’in çekilmesinden sonra, İran etkisinin de bitirilmesi anlamına gelir. Sovyetler’in dağılması sonrasında, Orta Asya Cumhuriyetleri üzerindeki nüfuz mücadelesi İran, Türkiye ve Suudi Arabistan üzerinden, islamı bir çizgide gelişmiştir. İran islamına karşı, Türk islamı ve Arap İslamı. Son ikisinin aynı zamanda Amerikan islamı olduğu kesindir. Afganistan’da pekala yürürlüğe sokulmuş ve desteklenmiş; hatta oluşturulmuş radikalizmin, o coğrafyadakilere “hak” olduğu düşünülmüş olmalı ki; Balkanlar’da, Asya’da ve kısmen Kafkaslar’da islamın “ılımlısı” modelleştirilmek istenmiştir. Ilımlı islamı bu coğrafyalara, ABD çıkarlarını güvence altına almak için taşımakla görevlendirilen Türkiye’ye ise, artık pek katı bulunan laiklik anlayışını gözden geçirmesi ve ılımlı islamın asıl rengini vereceği bir “liberal demokrasi” önerilmektedir. Gerçekte bu modelin temelleri 12 Eylül faşist darbesiyle atılmış; Türk-İslam sentezi medyaya, üniversitelere, devlet kurumlarına ve hatta Cumhurbaşkanlığına kadar egemen kılınmıştır.
104
Tam da, “Tamam inşallah” denildiği bir anda, Türkiye’nin ihmal edildiği anlaşılan “devlet geleneği” 28 Şubat Kararlarıyla sürecin genişleyerek ve derinleşerek devamında bir kritik eşik oluşturmuş; işler bu noktadan sonra eski haliyle daralma, gerileme ve liberalleşerek genişlemeye çalışma safhasına girmiştir. Arap İslamı bütünüyle bir kenara atılmış değildir. Elbette MNP-MSP-RP çizgisinde Osmanlıcılık iddiaları kuvvetle ileri sürülmekle birlikte, güçlü bir Arap rengi bulunmaktadır. Bu renk, hem İsrail’in, hem ABD’nin kuşkularına yolaçarken; TSK’da ise I. Dünya Savaşı yıllarına ait bir ihanet hatırasını canlandırmakta, bu hatıraya rejimin temellerine yönelmiş bir tehdit tesbiti ve Cumhuriyet tarihi boyunca güven duyulmamış, mesafeli olmaya özen gösterilmiş ve hatta aşağılanmış Arap aleminin yabancı varlığına duyulan milliyetçi öfke de eşlik etmiştir. Erbakan’ın 28-30 defa Hac’ca ve bir çok defa da umreye gitmesinin, Suudi ailesinden davet almasının, askerlerde yarattığı öfke bazı paşaların kişisel yaklaşımlarından değil, bu genel hassasiyetten kaynaklanır. ABD ise Arap İslamı’nın radikal biçimlerini, aynı bölgelerin radikal müdahale ihtiyacı beliren noktalarında kullanmayı; bunun ötesinde Suudi sermayesi ile islamlaştırma çizgisini sürdürmeyi seçmiştir. Çeçenistan’daki Vahhabi-MafyaTaliban kırması CİA operasyonu; bu operasyonun bir kolunun Fergana vadisine konuşlandırılmış benzeri güçlerle Tacikistan ve Türkmenistan’a yöneltilmesi ve Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde aynı güçlerin Balkanlar’da da devreye sokulması hatırlardadır. Özetlemek gerekirse, günümüzde de emperyalizmin siyasal islamla çok yönlü, yaygın ve güçlü bağları vardır ve sürmektedir. Bu ilişki, bir başka süreçle de birleşerek gelişmesini sürdürecektir. Küreselleşme, sadece bir iktisadi ve siyasi süreç değil; henüz nihai zaferini kazanmadığı için daha çok ideolojik yönün öne çıktığı bir süreçtir. Tarihin tanıdığı her türlü gericiliği içeren ve yeniden üreten tekeller ve emperyalizm; yani siyasi gericilik, dinle de yeni bir ilişki oluşturma çabasındadır. Bu ilişki dinin günlük hayattan dışlanmasına yolaçan katılığından uzaklaştırılması; böylece günlük hayatın bütün hücrelerine, mistisizmin başka biçimleriyle birlikte nüfuz etmesi ve böylece farklı bir katılığa dönüşmesi yönündedir. Dinin, Mistisizmin, Astrolojinin Yükselişi Temmuz 2001
fabrika
Siyasal İslam Değişiyor mu?
“İki savaş arası dönemde, tipik duraklayıcı ortamıyla birlikte, Birinci Dünya Savaşı’nın ve Rus devriminin şoku altında, birçok emperyalist ülkenin, özellikle kıta Avrupası ve Japonya’nın aydınları arasında irrasyonelliğe ve mistisizme genel bir kayış vardı. (AngloSakson ülkelerinde bu trend tümüyle yok değilse de daha az belirgindi). Bu, Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde hüküm süren rasyonalizme, doğa bilimlerine ve insanlığın ilerlemesine duyulan iyimser güven havasıyla keskin biçimde çelişiyordu. Aslında çoğu Avrupa ülkesinde ve Japonya’da, faşizm siyasal iktidarı ele geçirmeden çok önce, faşist ya da yarı-faşist öğretiler üniversite öğrencileri ve hatta üniversite profesörleri arasında hegemonyasını kurmuştu. 1948-68 döneminde bu trendin güçlü biçimde tersine dönmesi yaşandı. Önceki yıllarda insanlığın tanık olduğu muazzam felaketlere rağmen (Hitler ve Stalin, Auscwitz ve Hiroşima) yine bir iyimserlik havası, doğa bilimlerine güven, neredeyse sınırsız iktisadi büyümeye duyulan inanç hüküm sürerek, neredeyse insanlığın sınırsız ilerlemesine yöneldi. Bu hava içinde, sağ kanat ve aşırı sağ kanat güçleri üniversite düzeyinde her yerde geri çekilme içindeydi. Ve tarihsel faktörlerin bir bileşimi, 1960’ların Avrupa öğrenci kuşağına, üniversite tarihinde benzeri görülmemiş müstesna bir kitlesel sol ve pro-Marksist bir itki verdi. Genişleyici uzun dalgadan duraklayıcı uzun dalgaya geçişle birlikte, bu da yine değişmiştir. Fransa’daki ‘yeni düşünürler’, birçok aydın çevrelerinde yine hüküm süren şüpheciliğe, irrasyonelliğe ve mistisizme doğru daha genel bir geri dönüşün örneğinden başka bir şey değildir. Bu, hiç de ‘kıyıda köşede kalmış çılgınlar’la sınırlı değildir. Tam tersine, sosyal Darwinizmi, sosyobiyolojiyi, ırkçılığın ve toplumsal eşitsizliğin ‘bilimsel bakımdan’ geçerliliğini akademik çevrelerde yeniden saygın hale getirmek için güçlü bir saldırı varlığını sürdürmektedir. Bu saldırı aynı zamanda burjuvazinin hakim siyasal partilerinin, muhafazakar ve hatta ‘liberal-muhafazakar’ olanlarının bile iç çevrelerine derinine nüfuz etmektedir. Bu saldırıya popüler ‘alt kültür’de astrolojinin ve ‘şeytancılığın’ sadece iki çarpıcı örnek oluşturduğu irrasyonel, insanı hor görücü, alçaltıcı trendlerin daha az güçlü olmayan bir yükselişi eşlik etmektedir; bu da
fabrika Temmuz 2001
yine 1930’ların başlarında Almanya’da ve öteki ülkelerde olup bitenlere çok benzeyen bir şeydir.” (Ernest Mandel, Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları, s.90-91, Çev. Doğan Işık, Yazın Yayıncılık, 1986, İstanbul) (*) Mandel’in bu kitapta yeralan makaleleri, 1978 yılında verdiği bir dizi konferansın genişletilmiş şeklidir. Anılan makalelerin, aktarılan küçük bölümde de örneği görüldüğü gibi çok önemli çözümleme ve tesbitler içerdiğini, çok gecikmiş bir haber olarak okuyucularımıza duyurmak ve kitabı okumalarını önermek isteriz. Ve elbette Fabrika, Troçkist hareketin bu seçkin teorisyeninin Stalin’i Hitlerle eşitleyen yaklaşımını paylaşmamaktadır.) Mandel, irrasyonalizmin, mistisizmin, astroloji ve “satanizmin” yükseliş trendi ile, emperyalistkapitalist dünyanın bunalımları arasındaki ilişkiyi 1978’de gösteriyordu. Le Monde Diplomatique’in Mayıs 2001 tarihli sayısında ise şöyle söyleniyor: “...Amerikan Kongresi, 1998’de kabul ettiği yasayla, İnanç (Din) Özgürlüğü’nü korumak ve yaymak amacıyla yeni bir örgüt oluşturmuştu: ‘Uluslararası İnanç Özgürlüğü Ofisi’ / Office of İnternational Religous Freedom’; bu yasa örgütün başına bir büyükelçi getiriyor, yanına Dışişleri’nden beş yetkili veriyordu; ayrıca yeryüzündeki bütün ABD büyükelçiliklerinde, Ofis’in bir ‘ajanı’ bulunacaktı...” “...başa getirilen ilk büyükelçi, kim olacaktı? Elbette, yerli yersiz: ‘bireysel haklar Tanrı’nın bir lütfu olduğu için evrenseldir’ demeyi adet edinmiş, eski bir deniz piyadesi: M. Robert A. Seigle. (...) Onu bu yarı papaz, yarı asker niteliklerinden dolayı, o göreve seçmemişlerdi; asıl sebep, on bir yıl boyunca, önceden World Vision İnc. adındaki bağnaz İncil Örgütü’ne hizmette kusur etmemiş olmasıydı. Bu örgüt, her iki yarımküredeAsya’da olduğu kadar Latin Amerika’da dabinlerce projeyi finanse etmiş, milyonlarca kişiyi kendisine bağlamıştı...” (Aktaran A. İlhan, Cumhuriyet Gazetesi, 15 Haziran 2001) Ofis, Fransa, Almanya, Avusturya ve Belçika’yı “İnanç özgürlüğü”ne riayet etmemek ve onu çiğnemekle suçlamaktadır. Ofis’in Türkiye’deki laiklik uygulamasının inanç özgürlüğünü çiğnediğini söylememesi için herhangi bir sebep olduğunu düşünür müsünüz? G. W. Bush, daha başkanlığının ilk günlerinde, topluma daha çok din hizmeti sunulabilmesi için dini kurumlara federal bütçeden büyük bir pay ayırılacağını açıkladı. Bu tutumun Clinton yönetiminden bir farklılaşma anlamına gelmediğini belirtmek gerekir. Clinton yönetimi, dinler arasın-
105
Siyasal İslam Değişiyor mu?
da diyaloğun, İbrahim peygamber ortak paydasında üç tek tanrılı dinin birliğini amaçlayan çalışmaların siyasal destekçisi idi. Aynı Clinton, İslam aleminin Papa benzeri bir temsilcisinin bulunmamasından duyduğu üzüntüyü dile getirmişti. Bu politikalardır ki, Fethullah Gülen’e haritalarda yerini gösteremeyeceği ülkelerde okullar açtırmış; Papa ile görüşmesini sağlamış; adamcağızın sırmalı kaftanlar diktirerek kendisini Halife sanmasına yolaçmış; Erbakan’ı, Recai Kutan’ı, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ı ABD yollarını aşındırır hale getirmiştir. Küreselleşme, 20. yüzyıl boyunca, kapitalistemperyalist vahşete, sömürgeciliğe, feodalizme ve emperyalizmin yeniden ürettiği her türlü gericiliğe karşı; sayısız devrimle ayağa kalkan ve temelini özgürlük ve bolluğun oluşturduğu yeni bir dünya kurmaya yönelen insanlığı ortaçağla terbiye etme sürecidir. İnsanı herşey yapan bir yüzyılın büyük hatırası, zihinlerden ve yüreklerden din süngeri geçirilmeden silinemez. Üstelik burjuvazinin bu kirli süngerden medet umması ilk kez iki savaş arasında da olmadı: “Ve bugün, İngiliz saygınlığı, Kıtalı burjuvaların özgür düşüncesine ve dinsel gevşekliğine karşı zafere ulaştı. Fransız ve Alman işçileri, başkaldıran olup çıktılar. Hepsi de sosyalizm hastalığına yakalandı; ve pek yerinde gerekçelerle kendi üstünlüklerini sağlama bağlamalarına yarayan araçların yasadışı olmasına hiç aldırmadılar. Orada puer robustus (gürbüz çocuk) günden güne daha daha malitiosus (kötücül) oluyordu. Fransız ve Alman burjuvazisi için son çare, tıpkı bir geminin güvertesinde çalımla tüttürdüğü purosunu, deniz tutunca, usulcacık denize bırakıveren delikanlı gibi, özgür düşüncelerini sessizce bırakıvermekti; alaycı kişiler, birbiri ardına, görünüşte sofulaştılar, kiliseden, onun dogmalarından ve ayinlerinden saygıyla sözettiler, ve hatta sonunculara, kaçınamadıkları ölçüde, uydular. Fransız burjuvası, cuma günleri perhiz tuttu; ve Alman burjuvaları, pazar günleri, kilisedeki yerlerinde, uzun protestan vaızlarını sonuna kadar dinlediler. Materyalizm başlarını belaya sokmuştu. ‘Die Regilion muss dem Volk erhalten werden’-din, halk için muhafaza edilmelidir-.Toplumu kesin yıkımdan kurtaracak biricik ve son araç din idi. Onların talihsizliğine bakın ki, dini bir daha dirilmemecesine yıkmak için ellerinden gelenin en iyisini yapmadan önce, bunu anlamamışlardı. Ve şimdi, alay etmek ve şöyle demek sırası İngiliz burjuvasındaydı: ‘Hay budalalar hay, bunu size iki
106
yüzyıl önce söyleyebilirdim!” (F. Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, s.60-61, Çev. Öner Ünalan, Sol yayınları, 6. baskı, Ankara 1990) Neoliberalizmin olduğu kadar, hiçbir burjuva dalganın din’e (mistisizm, irrasyonalizm, astroloji ve benzerlerine..) ihtiyacı olmamıştır. Din, küreselleşme süreçleriyle bağlı bir yükseliş trendindeyse; Türkiye’de din/toplum ilişkileri üzerine konuşulanların bu yükselişle bağını kurmak; Türkiye’deki Amerika’nın, konuya dahil oluşunu bu çerçevede anlamlandırmak gerekir. Cumhuriyet tarihi boyunca din kurumunu köylülere bırakan kibirli modernistler; kaba-saba imanla karşılaştıklarında, her şeyin bilgisine sahip olduklarından kuşku duymadan ve “cehaleti” küçümsemeyi ihmal etmeden dine akıl izafe eder ve “İslamiyet akıl dinidir” derlerdi. Şimdi bir yandan dinselleştirdikleri bir aklı dinin yerine koymaya; bir yandan da mevcut dine felsefe geleneği, entellektüel derinlik ve modernizm izafe ederek, onun dostluğunu kazanmaya gayret etmektedirler. Dün kendilerini siyasal islamdan ayırmaya harcadıkları çabaları, bugün tanrıtanımazlıktan ve neredeyse siyasal islamla aynı şiddette tanrıtanımaz bir yorum olarak gördükleri 28 Şubatçı laiklik anlayışından ayırmaya harcamaktadırlar. Esasen Stendhal, Ertuğrul Özkök, Nazıl Ilıcak, Cüneyt Ülsever, Taha Akyol, Şerif Mardin, Nilüfer Göle ve benzerlerinin durumunu çok önceleri anlamlandırmıştı: “Gündelik yaşamında dine aldırış etmez, diye düşünüyordu Julien; sınıfının çıkarlarına yararlı olduğu için bağlı ona.” (Stendhal, Kırmızı ve Siyah, s.365). Şüphesiz işaret ettiğimiz grup içinde yeralan, ancak aklı o kadarına ermeyen ve bu yüzden sadece ABD’den esen rüzgarın yönünü kollayarak bu kervana katılanlar da vardır. Din konusunda ABD’den esen rüzgarlara uyum göstermenin en uygun aracı ise, Amerikan sosyolojisi olmuştur. Kapitalizmin günlük ilişkilerine katılımın, zenginleşmenin, kadınların lise ve üniversiteye gitmelerinin, siyasi hayata ve piyasaya dahil olmalarının; kentleşmenin yaratacağı sosyolojik süreçlerin siyasal islamın mahiyetinde de ciddi değişimlere yolaçacağı, islamcı ve modernist, “melez desenler”in ortaya çıkmaya başladığı görüşleri bu yazarların temel argümanlarıdır. Erbakan kızı Elif’i, Çırağan Sarayındaki düğününde, çigan müziği eşliğinde ve kolunda nikah masasına götürmekte; 7 milyon dolarlık villasında oturmaktadır: İşte size sosyoloji işportasında pazarlanan melez desenler!.. Halbuki siyasal islamın esasen bir sermaye hareketi olduğunu; aynı camide namaz kıldığı, Temmuz 2001
fabrika
Siyasal İslam Değişiyor mu?
aynı partinin üyesi işçilerini diğer patronlar gibi, hatta çoğu zaman kayıtdışı çalıştırarak sömüren, işyerine sendika sokmayan; sendika üyesi olan işçisini terörle mücadele polisine ihbar eden, üretim ilişkileri içindeki yeri burjuvadan başka bir şey olmayan kadrolar üzerinde yükseldiğini biz yıllardır yazıyoruz. Burjuvadırlar ve özellikle yeni kuşak islamcıların, öbür burjuvaların hayat tarzına ayak uydurduğunu, “yatsı namazından sonra” Andromeda benzeri diskoteklere “takıldıklarını”, beş yıldızlı otellerde düğün yaptıklarını, “haşema” mayolarıyla otel havuzlarında güneşlendiklerini vb. kendi basınlarından takip ediyoruz. Tesettür defileleri; haremlik/selamlık 5 yıldızlı tatil köyleri; spor arabalar, sadece alkollü içkinin olmadığı partiler, düğünler; süper-lüks villa/sitelerde oturmalar vb. Bütün bunlar modernleşme ve değişimin göstergeleri olmaktan ziyade, Türkiye için zaten yeni olan bir zenginlik tarzının, islamcı zenginleri de içine çekmekte olduğunun göstergeleridir. Aslında Türkiye’nin islamcı olmayan burjuvazisi de, geniş kesimleri itibariyle gece hayatıyla, beş yıldızlı tatil köylerinde tatille, beş yıldızlı otellerde düğün yapma fikriyle; dışarda yeme-içme kültürüyle vb. son yirmi yılda tanıştı. “Tanışmasına tanıştılar da, öğrendiler mi?” sorusu ayrıdır. “İslami sosyete” sadece biraz geriden geliyor. Diğer taraftan, toplumsal hayattaki gelişmenin, kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak siyasi ve toplumsal fikirleri değiştireceği düşüncesi de, “düşüncelerin maddi hayatı değil; maddi hayatın düşünceleri belirleyeceği” şeklindeki Marksist önermenin mekanik bir tekrarıdır. Bütün bu değişimler, üç yıl içindeki sosyolojik süreçlerin eseri olarak görülebilir mi? Evet toplumsal değişim süreçleri işlemekte ve zihniyetlerde ve hayat tarzlarında değişimlere yolaçmaktadır; tabii aradaki 28 Şubat’ı görmezden gelecek olursanız. Üstelik değişim dedikleri de, 28 Şubat korkusuyla da olsa; mülkiyet, zenginleşme, burjuvalaşma temelinin, ideolojik planda küreselleşme süreçleriyle uyumlu hale gelmesi ve bu değişimin arkasına ABD ve AB’yi alarak 28 Şubat’a direnmeye çalışmasıdır. Sosyolojik Bir Gerçek Olarak Tarikatların Evrimi Eskilerin “yüzünden kötülük akan” anlamında “Nursuz, pirsiz” dediklerini biliyoruz. Osmanlı, sol liberal cühelanın ısrarla ve bilgisizce tekrarladığının aksine sınıflı bir toplumsal formasyondu. Üstelik sınıfsal köken konusunda, belki çağdaşı
fabrika Temmuz 2001
imparatorlukların çoğundan daha hassastı. Osmanlı aynı zamanda dini mensubiyeti ifade eden “milletler”den oluşuyordu. İsevi ve Musevi milletleri bir tarafa, müslüman ahali için dini mensubiyeti tamamlayan bir unsur ise tarikat mensubiyetiydi. Tarikatlar bağlıları açısından sadece dini bilgilerin edinildiği değil; bir ahlakın, bir kültürün, bir ruh disiplininin de verildiği kurumlardı. Bir tarikata, bir şeyhe bağlanmak, toplum içinde yüksek ahlak, bilgi ve ruh olgunluğu ile itibar kazanmanın neredeyse yegane yoluydu. Tarikat olgusunun islamın kendisiyle çelişip çelişmediği, elbette tarikat mensuplarının ve öteki müslümanların sorunudur. Tarikatlar çeşitli nedenlerle yüzyıllar boyunca değişim geçirdiler, dallara, kollara ayrıldılar, bazıları unutuldular ama bir gelenek ve kurumsallaşma yaratmış olanlar bugünlere gelmeyi ve varlığını sürdürmeyi de başardılar. Toplumsal bir gerçekliğe denk düştükleri sürece, Cumhuriyetinki dahil, herhangi bir yasaklamanın tarikatları yokedeceğini düşünmek ne bilimsel, ne siyasi açıdan gerçekçi değildir. Tarikat yasağının en sıkı uygulandığı ülkenin Suudi Arabistan olduğunu da kaydedelim. Yasaklansın veya faaliyetlerini serbestçe sürdürsünler, dinin kendisi gibi dini oluşumlar da, kendilerini ortaya çıkaran maddi gerçekliğin dönüşümünden az veya çok etkilenerek, zaman içinde bir evrim geçirirler. Tarikat ve kendi kendini ihbar olmasın diye kullanılan “cemaat” kavramıyla ifade edilen kurumlaşmalar da gerek Osmanlı devletinin çok uzun hayatı boyunca, gerekse Cumhuriyet döneminde, belirli ihtiyaçları karşılama kabiliyetleri çerçevesinde varolmuşlar ve toplumsal değişimden çeşitli biçim ve ölçülerde etkilenmişlerdir. Elbette bu etkilenmenin en önemli boyutlarından birisi, bu cemaatlerin kendi varlıklarını yasaklayan Cumhuriyete, Mustafa Kemal’e, yasakları savunduğu varsayılan CHP’ye karşı; ve sağ siyasi partilerden yana bir siyasileşme yaşamış olmalarıdır. Nefes borularını soğuk savaş döneminde ve sağ iktidarlar eliyle yeniden yakalamış olan bu oluşumların özel mülkiyetçi, sermayeci ve anti-komünist bir kimliği ifade ettikleri de kesindir. Kaldı ki, Nakşibendilik ve onun bir kolu olarak Halidilik, Osmanlı yenilikçiliğine karşı da şiddetli bir direniş göstermesiyle bilinmektedir. Bütün bunlarla birlikte, kapitalizmin geliştiği, üretici güçlerin belirli bir gelişkinlik düzeyini yakaladığı, kentleşmenin nüfusun yarısından fazlasını içerecek bir oranı yakaladığı, gazete ve radyodan sonra televizyonun da neredeyse her eve
107
Siyasal İslam Değişiyor mu?
girdiği; paranın olağanüstü bir önem kazandığı bir ülkede, tarikatların bütün bu gelişmelerden kendilerini yalıtarak varlığını sürdürmeleri mümkün değildir. Öyle de olmuştur. Ancak bu değişim, cemaat/tarikat yapısında daha önce hiçbir dönemde görülmemiş bir dönüşümü ve yozlaşmayı da ortaya çıkarmıştır. Yasaklar ve gizlilik bahane edilerek, sadece güven esası üzerine kurulmuş cemaat/tarikat ilişkileri, hayal edilmesi bile zor ahlaksızlıkların bu zeminden yükselmesine imkan vermiştir. Sorun, Taha Akyol gibi neoliberal gericilerin savunduğu türden, “sosyolojik bir gerçeklik olarak tarikatların evrimi” formülüyle açıklanabilir boyutların dışına, ahlak, ruh düşüklüğü ve dolandırıcılık alanına taşmıştır. İhlas Finans ve Enver Abi “Olayı” Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu, Şubat ayı başlarında İhlas Finans’ın tasfiyesini istedi. Kurumdan toplam 1.1. milyar doları bulan alacaklarının peşine düşen katılımcılara, devletin gösterdiği sadece uzun bir hukuk süreci oldu. Fabrika okurları İhlas Grubu olarak tanınan Nakşibendi kökenli Işıkçılar Cemaatinden sıkça sözettiğimizi hatırlayacaklardır. Işıkçılar Özal dönemine kadar, katı, sekter bir gruptan ibaretti. 1970’li yıllarda AP’de yuvalanır, MHP’ye çalışırlardı. Evlerine televizyon sokmazlar, nifak olarak gördükleri için kadınlar konusunda benzerlerine göre en katı davranışları savunurlardı. Özal’ın “Yürü ya Enver Ören” demesiyle birlikte önce Türkiye Gazetesi, Eminönünde, vapur iskelelerinde bağıra bağıra satılan bir marjinal gazete olmaktan çıktı; sağda Tercüman gazetesinin boşalttığı yere yerleşti. Bütün sağı destekledi, ancak MHP’yi en çok destekledi. Bütün polis karakolları Türkiye Gazetesi abonesiydi. Cemaat ilişkileri İhlas Grubunun pazarı, cemaat mensupları pazarlamacıları oldu. Uzakdoğudan ithal mutfak eşyaları, masaj aletleri vs. bu yolla pazarlandı. Ne zaman TGRT kuruldu, Işıkçıların evlerine, gene İhlas üzerinden olmak üzere televizyon, arkasından bilgisayarlar girdi. TGRT, Mehmetçik programı ve benzerleriyle, TRT’nin “Perde Arkası” ve “Anadolu’dan Görünüm” programlarını geride bırakmıştı. 28 Şubat’a kadar islami görüntü korunmaya çalışıldı. Ancak 28 Şubat sonrasında cemaate el altından “Bize devlet zorla dayattı” açıklaması yapmayı ihmal etmeden, Ali Baransel TGRT’nin başına getirildi. Türkiye’nin en seviyesiz programlarında, en çok kadın oynatıldı, göbek attırıldı. Artık İhlas Holding’in
108
yönetim kademelerine profesyonel yöneticiler atanıyor, cemaatten gelenler alt kademelerde işçi, pazarlama elemanı ve tahsilatçı olarak çalıştırılırken; kriz anlarında ilk onlar işten çıkarılıyor, maaşları düşürülüyordu. Cemaatin bütün mal varlığı önder Enver Ören’in üzerineydi ve Enver Ören cemaat önderinden ziyade Holding sahibi olarak görünüyordu. Ama cemaatin inananları için böyle görünüyor muydu, bilinmez. Enver Ören sadece Türkiye tarihinde değil; herhalde islami tarikatların da tarihinde ilk defa, “Doğum Günü Partisi” veren tarikat lideri ünvanına sahip oldu: 11 Şubat 200. Partide, elbette cemaatin, kendisini hala tarikat ehli sayan saf mensupları değil; Sibel Can, Bülent Ersoy, Gülben Ergen ve Semra Özal’lar önde gelen davetlilerdi. Enver Ören cemaatin kurucusu, Kuleli Askeri Lisesi’nin Kimya öğretmenliğinden emekli Albay Hüseyin Hilmi Işık’ın damadıydı. Nedense ilim ve irfan, malk mülk sahibi olan ve maldan ayrılamadığı için kokuşan tarikatlarda ya oğula, erkek evlat yoksa damada geçebilen; cemaatte, aileden olmayanlara bulaşmayan bir niteliktir. Enver Ören’in ilim ve irfanı da, haliyle oğlu Ahmet Mücahit Ören’e intikal etmiş bulunmaktadır. İhlas Finans’ın yönetim kurulu başkanlığından tasfiye kararıyla ayrılan “Mücahit” bey ise, Amerikan halifesi Fethullah Gülen gibi soluğu ABD’de almış ve 18 Haziran 2001 tarihli Hürriyet’in haberine göre ABD vatandaşlığı için yemin bile etmiştir. Türkiye’de milliyetçilik Amerikan milliyetçiliğiyle genellikle bir ve aynı şey olduğu için, asker kaçağı ülkücü mafya liderlerine, çocuğunu ille de ABD topraklarında doğurma meraklısı milliyetçilere ve Amerikan vatandaşlığına sığınma refleksi kuvvetli milliyetçimuhafazakar ve dolandırıcı zenginlere sıkça raslamaktayız. Amerikan Mücahidi’nin bizi şaşırtması şüphesiz mümkün değildir. Bu cemaatin sosyolojik bir realite olarak evriminden ziyade, bir sermaye grubu olarak evriminden ve Taha Akyol’a göre “modernist bir hayat tarzına doğru” evriminden ziyade; inançlı müslümanları ve cemaat mensuplarını dolandırmak için “modern” düzenbazlık yöntemlerine tevessül etmek; cemaatin malvarlığını kendisinin ve ailesinin zimmetine geçirmek ve zenginleşmek için TGRT’de her türlü seviyesizliğe yönelmek şeklinde bir düşüklükten sözedilebilir. Bir İlim Sahibi Veliaht Daha Nakşibendilerin Halidiye kolunun bugünkü Temmuz 2001
fabrika
Siyasal İslam Değişiyor mu?
uzantılarından biri olan İskenderpaşa cemaati lideri Mahmut Esat Coşan ve oğlunun yaşı küçük olduğu için veliahtı olarak görülen damadı, gene Şubat ayında, Avusturalya’da geçirdikleri bir trafik kazasında hayatlarını kaybettiler. Basın bu trafik kazası sonrasında iki konuyla ilgilendi. Birincisi cenazelerin Sülaymaniye Camii’ne gömülüp gömülemiyeceği ve ikincisi Esat Coşan’ın postuna kimin oturacağı idi. 12 Eylülcüler önceki Şeyh Mehmet Zahit Kotku’nun, Turgut Özal’ın nakşibendi annesi Hafize Özal’ın ve Esat Coşan’ın babası Halil Necati Coşan’ın Sülaymaniye avlusuna gömülmesine izin vermişti. Esat Coşan’ın ölümünden bir süre önce de, Yusuf Bozkurt Özal, gene Süleymaniye avlusuna gömülmüştü. Hükümet derhal kararname çıkararak Esat Coşan’ın da aynı yere defnine izin vermeyi denedi. Ancak “Dedemizi oradan çekeriz” diyen Osmanlı ailesi mensupları dahil toplumdan yükselen itirazlar ve Cumhurbaşkanı’nın zamanında müdahalesiyle kararname iptal oldu. İkinci merak konusu ise, “cemaat”in başına kimin geçeceğiydi. Esat Coşan, M. Zahit Kotku’nun damadı olduğu için, ilahiyatçı olmadığı halde, hem cemaatin başına, hem şirketlerin başına geçmişti. MNP, MSP geleneğinin önder kadrosunun M. Zahit Kotku’ya olduğu gibi kendisine de biat etmesini talep etmiş; Erbakan ve çevresi bu talebi ciddiye almayınca yeni bir parti kurmaya bile gerişmiş ve başarısız olmuştu. Bu defa kendisiyle birlikte damadı da beklenmedik bir anda yaşamını yitirince, basın haklı olarak yerine kimin geçeceği sorusuyla ilgilendi. Görüldü ki, zaten bütün şirketlerin başında 34 yaşındaki oğul Nurettin Coşan bulunmaktadır ve posta da bu delikanlı oturacaktır. “Veliaht büyük patron çıktı” (Hürriyet, 10 Şubat 2001) başlığı altında Nurettin Coşan’ın cemaate ait Server Holding ve Holdinge bağlı 12 Şirket’in yönetiminde bulunduğu bilgisi var. Ertesi günün Hürriyet’inde ise, veliahtın Amerika’da işletme tahsil ettiği bildiriliyor. Artık tarikat şeyhliğine hazırlanmak için ilahiyat değil, işletme tahsili şart! Tahsil Amerika’da yapılmışsa, ilim daha kuvvetli oluyor. Çünkü malum, zamane tarikatlarında ilim ve irfan sadece zürriyet yoluyla yeni kuşaklara aktarılabilmektedir. Ya oğula, ya damada. Ve ilim irfan, cemaatin aileye maledilmiş zenginliklerini büyütmek için gerekir. Sıradan yurttaş ara sıra adını duyduğu bu tür tarikatların kendi hayatında nasıl bir yer işgal ettiğinden haberdar değildir. Elektrik dağıtımının özelleştirilmesinin ilk örneği olan ve İstanbul’un
fabrika Temmuz 2001
Anadolu yakasını sahte ve şişirilmiş faturalarla haraca kesen; sözleşmesi yargı kararıyla iptal edildiği halde, siyasi bağlantılarının gücüyle gemisini yürütmeye devam eden AKTAŞ Elektrik de Nakşibendi ağırlıklıdır. Bilmem bu örnek yeteri kadar açıklayıcı mıdır?.. Tarikatların değişimi konusunda bu iki güncel örneğin yeteri kadar açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Her iki tarikat de doğrudan siyasal islamın içinde olmakla birlikte, bizatihi birer parti değildir. Dolayısıyla Siyasal islamın değişimini, RP-FP ve yeni oluşumlar üzerinden de gözlemlemek gerekir. Fazilet Refah’tan Farklıdır Fazilet Partisi’nin kapatılması davası sonuna yaklaşırken; basında Fazilet Partisi’nin Refah’ın devamı olmadığı yolunda yazılar yayımlandı. Fazilet “Adil Düzen” programını savunmuyordu. Refah Batı karşıtıydı. Halbuki Fazilet Avrupa Birliği yanlısıydı. Refah’ta bariz ölçüde anti-semitizm, Yahudi düşmanlığı vardı; Fazilet ise ABD’de, en büyük Yahudi kuruluşlarıyla ilişki kurdu. Söylenenlerde gerçek payı olduğu doğrudur. Ancak bu değişimi doğru anlamak gerekir. Devlet 28 Şubat’ta siyasal islamın marjinal unsurlarıyla uğraşmadı. Doğrudan ana gövdeyi ve O’nun liderini hedef aldı. Önce hükümetten düşürülen ve sonra hakkında kapatma davası açılan Refah Partisi, her şeyiyle kamuoyunun gözleri önünde teşhir edildi. Bu geleneğin video kayıtlarıyla propaganda alışkanlığı ayağına dolanmıştı. Her gün yeni bir kaset ortaya çıkıyor; kendi yandaşları önünde kahramanca atıp tutan ve desteksiz yalanlar söyleyen, belden aşağı laflar eden seçkin propagandistleri birer birer ayıklanıyordu. Erbakan da ameliyat masasına yatırıldı. Ne Adil Düzen zırvası, ne Meclis grubunda yaptığı konuşmalar, ne Libya ve İran ziyaretleri ihmal edildi. Hem sonuna kadar eleştirildi hem de hakkında davalar açıldı. Parti kapatıldığında, partinin görüşlerinin, iddialarının ve en gözönünde olan kadrolarının, partinin çekirdek tabanı dışında, savunulacak yeri kalmamıştı. Zaten çoğu da yargılanmış, mahkum edilmiş ve siyasi yasaklı hale gelmişti. Fazilet Partisi, kapatılma korkusu içinde ve geriye çekilerek savunma mevzii oluşturmak üzere kuruldu. Refah’ın devamı olduğu gerçeğini örtmek zorundaydı ve iktidarı almak için siyaset yapan RP’nin tersine bir geri çekilme ve mümkün olan en ileri noktada tutunma örgütüydü. Mevcut siyasi rejimin dışına çıkma programı olarak öne-
109
Siyasal İslam Değişiyor mu?
rilen Adil Düzen Programı, zaten RP zamanında, Refahyol koalisyon hükümeti kurulurken, Erbakan tarafından çöpe atılmıştı. Fazilet, hükümet ortaklığı yapabilmek için Erbakan’ın vazgeçmekte tereddüt etmediği, üstelik hiçbir ciddiyete sahip olmayan bu programı unutmaya hazırdı. RP’nin propagandası batı karşıtlığı üzerine kurulmuştu. Ancak bu karşıtlığın herhangi bir derinliği yoktu. Kapitalizme herhangi bir itirazı bulunmayan; yönetici kadroları bakımından da bir sermaye hareketinden başka bir şey olmayan MNP-MSP-RP-FP çizgisinin Batı karşıtlığı tabanın hoşnutluğunu hedeflemekteydi. Belki bir parça da kültürel bir boyuta sahipti. RP’nin kapatılmasından sonra siyasi yasakların kaldırılması ve FP’nin kapatılma korkusundan kurtulabilmesi için, siyasi çizgisi her zaman olağanüstü oportünist nitelikler gösteren bu hareket için geçmişte söylediklerini yalayıp yutmak sorun olmadı. Kendileri değil, Avrupa ve Amerika değişmişti. Kendilerinin savunduğu insan hakları, vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve demokratik değerler, nihayet batı tarafından da benimsenmişti. Bu anlama gelen sözleri ABD gezisi sırasında Recai Kutan söylüyordu. ABD’deki Yahudi kuruluşlarıyla görüşmesi esnasında, partisinin propagandasında anti-semitist tonun çok kuvvetli olduğunu, ancak şimdi kendilerine başka bir dille konuştuğunu söyleyen ve açıklama isteyen kuruluş temsilcilerine Abdullah Gül “Bu Türkiye siyasetinin bir özelliğidir.” cevabını vermişti: Rahatlıkla yalan söyleriz. Rahatlıkla söylediklerimizden yan çizeriz. Esasen oy avcılığı için, islami önyargılarına seslenilen bir seçmen kitlesine Yahudileri kötülemek sonuç vermekteydi ve öyle yaptılar. Burada asıl sorun, insan malzemesinin, kadroların ilkesizliği ve kalitesizliği sorunudur. Doğrunun peşinde olmayan, doğruyu aramayan; kendi doğrularını savunmayan ve konumundan, iktidar hırsından başka hiçbir ısrarı bulunmayan bir malzemeden sözediyoruz. Elbette herkesi bir torbaya koymak isabetli olmaz. Bülent Arınç, Abdüllatif Şener, Bekaroğlu gibi hem kişilikleriyle, hem müktesabatlarıyla kendilerini diğer isimlerden ayıran şahsiyetler de vardır. Yakından tanımadığımız için ismini saymadığımız benzerlerini de tenzih ederiz. Ama Erbakan, Kutan, Şevket Kazan, Oğuzhan Asiltürk gibi asli unsurlar için prensip yoksunluğu temel karakterdir. Fazilet Partisi kuruluşundan kapatılışına kadar, pek az konuda muhalefet görevi yürüttü. İktidar adayı olmadığını ve olamayacağını bili-
110
yordu ve özetle fırtınanın geçmesini bekliyordu. Burada Erbakan için söylenen bir benzetmeyi tekrar edelim: Erbakan lastik bir top gibidir. Üzerine basar ezdim sanırsın. Ayağını çekince yeniden eski haline gelir. Elbette benzetme bütünüyle geçerli değil. Gerek Erbakan ve gerekse hareketin bütünü, devletin baskısı ve tabanlarının bundan gördüğü zarar karşısında ciddi biçimde rejimle karşı karşıya gelmek veya fikirlerinden, programlarından geri basmak, yeni bir programa doğru değişmek ikilemiyle karşı karşıya kaldılar. Birinci yolun tercih edilmesi ne ulusal ne uluslararası planda gerçekçi değildi. Tabanın eğilimleri değişime işaret ediyordu. Zaten yönetici kadrolar da eğer siyaset yapacaklarsa sistem içinde kalarak yapabileceklerini, dış dünyanın da bu yönde imkanlar açtığını; esasen islami bir iktidarın gerçekleşmesinin de, yaşamasının da, uluslararası konjonktür ve Türkiye şartları içinde mümkün olmadığını görmeye başlamışlardı. Esasen, hep propaganda ettikleri, ancak gerçekleşeceğine kendileri de inanmadığı için bir fantaziden öteye üzerinde fazla düşünmedikleri islami iktidar fikrinden hızla kurtuldular. Ayrıca ezici çoğunluğun hayat tarzı, böyle bir radikalizme hiçbir zaman uygun olmamıştı. Bu durumda, “Madem ki sistemin dışına çıkma imkanı yok; sistemin içinde, daha rasyonel bir konum nasıl tarif edilebilir?” sorusu etrafında fikri bir değişim uç verdi. Gerçeğin algısı, değişimin kapısın açmıştı. Yenilikçiler/Gelenekçiler Partinin bütününü içine alan değişim eğilimi, bir ritm farkına ve gerilime yolaçmakta gecikmedi. Fikri aidiyetlerin oluşum süresi ve biçimi kadrolar arasında bir yarılmaya yolaçtı. MNP-MSP-RP ve FP tarihi boyunca “Milli Görüş Hareketi” ve önder elit içinde yeralmış olanlar, kendi programlarını değiştirmeyi uygun bulmuşlardı. Milli Görüş Hareketi ve fikriyatıyla ilişkileri daha yeni olanlar ise, mevcut programı değiştirmek yerine; sistemin önlerine koyduğu programı benimsemeye yöneldiler. O programa uyum sağladıkları ölçüde önlerinin açılacağını farketmişlerdi. Elbette ABD’ye gidip gelerek; ABD ile burada ilişkiler kurarak. Yarılmanın ikinci bir boyutu ise, fikri aidiyetlerin oluşum biçimiyle ilgilidir. Hareketin tarikatcemaat bağları içinde öne çıkmış ve partinin vitrininde olmaktan ziyade, gerisindeki ilişkilerden kuvvetini alan kadrolar gelenekçi tarafta kaldılar. Yıldızını siyasette parlatanlar, asıl gücünü buradan alanlar ise yenilikçi kanatta yeraldılar. Temmuz 2001
fabrika
Siyasal İslam Değişiyor mu?
Yenilikçilerin, yenilikçiliği hakkında pek az somut açıklama olduğunu biliyoruz. Ama yenilikçi olduklarına biz de katılırız. Sistem, ekonominin ve demokrasinin evrensel yasa ve kuralları olduğunu; dolayısıyla siyasetin bir tek programın uygulanmasındaki beceriden; projecilikten ibaret olduğunu uzun süredir empoze ediyor. “Bir tek ekonomik model var. Bu modele göre ekonomik faaliyetlere dair teknik ve idari kararlar alacaksın. Demokrasinin bir tek biçimi var. Bu biçim içinde, genellik kazanmış kuralları uygulayacaksın. Sistemi oraya buraya çekiştirmeyeceksin. Bunun için ülke sathında geniş, yaygın ve kalabalık örgütler kurman gerekmiyor. Halkın siyasete katılımının bu kanalı bile popülizme neden olabilir. Bunları istemiyorum.” diyor. Yenilikçiler bu programı seçtiler. Gelenekçiler ise, kendi programlarını sistemin programına yakınlaştırmak ve uyumlu kılmak yönünde değiştirseler de, bir programları var. Bu program hala sistemin standart programından farklı. Recep Tayyip Erdoğan, “Ayrı parti kurmuyoruz. Yeni bir parti kuruyoruz.” diyerek gelenekle kendi oluşumu arasındaki göbek bağını tümden kopardı. Recai Kutan’ın “Recep Beyin siyasi yasağı var. O parti kuramaz” açıklaması ise, zihniyet dünyalarının kopuşuna iyi bir örnek. O hala, parti içi rekabetle iştigal ediyor. Yenilikçilerin, RP-FP geleneği bakımından bir yenilik ifade ettiği doğrudur. Ancak bundan ötesi, bu oluşumun sağ bir sermaye partisi kimliği inşa ettiğidir. DYP’nin “ülkücülerini”, FP’nin en gerici-faşist isimlerini ve MHP’nin kimi milletvekillerini toplayarak partileşmektedirler.
fabrika Temmuz 2001
Şansları var mı? Sağın yeni bir parçasıdırlar. ANAP ve DYP’nin tasfiyesinden, MHP’nin küçülmesinden pay alabilirler. Ama Türkiye siyasetine hiçbir yenilik getirme şansları ve kapasiteleri yoktur. Özgürlükçü ve demokratikleşme yönündeki her adımın önünde niteliği ve malzemesi eski, kendisi yeni bir tıkaç olacaklardır. Vitrinlerini kolaylıkla oluşturacağa benziyorlar. Ama sosyal tabanın, neredeyse sıfırdan oluşturulması zaman, enerji ve beceri ister. Şansları ilk seçimde ayakta kalabilirlerse, zamanı nasıl kullandıklarına bağlı olacaktır. Kalıcı olmamaları bizi şaşırtmaz. Gelenekçiler ise bir inat partisi olarak varlığını sürdürmeyi deneyecek; küçülerek ve değişmeyi sürdürerek, sağ, anti-komünist, demokratikleşme ve özgürlükler için kılını kıpırdatmayan bir parti olarak yaşamını devam ettirecek ve yeni parçalanmalar yaşıyacaktır. Bunun ille de yeni siyasi partiler olarak somutlanması gerekmiyor. Belki daha çok, tabanından, sosyal ve kültürel farklılaşmalardan dolayı parçalanacaktır. Kadınları siyasete, üniversitelere, toplumsal hayata bu kadar yönlendirdikten sonra; bunun partiye ve cemaatlere geri yansımasının olmaması mümkün değildir. Gençliğin islami iktidar fikrinin terkedilmesinden ve herhangi bir iktidar imkanından uzaklaşılmasından sonra bu partinin tabanında enerjisini tutması da beklenmemelidir. İlk seçimde iki partinin birden barajı geçmesini ummak için bir neden görünmüyor. Siyasal islamın siyasi parti olarak değişiminin imkan ve sınırları bunlardır. Bundan sonrası, sistemden beslenme imkanlarına bağlıdır.
111
çürük yumurta EY MEDYA ŞAŞIRMA SABRIMIZI TAŞIRMA Medyayı sadece biz eleştirmiyoruz. Cumhuriyet Gazetesi yazarı; uzun yıllar Süleyman Demirel’in imajına kadife Cüneyt Arcayürek, medyayı eleştirmek ne demek; celallenmiş, heyheylenmiş !.. “IMF dayatmalarını siper edinen Derviş’e karşı ulusal onur adına savaşım veren MHP olmasaydı; örneğin DSP ya da ANAP bu savaşımı başlatıp sürdürebilselerdi ulusal basınımız hareketi yerde gökte nereye koyacağını bilemeyecekti... Ama; İMF dayatmalarına, İMF sözcülüğünü üstlenen Derviş’e sesini yükselten sadece MHP !..Medyamızda çoğu kalemler MHP’nin, Derviş’in özdeşleştiği İMF’ye karşı çıkmasını bir türlü sindiremiyor. Böylesine ulusallık içeren bir konuda MHP’yi ‘fazla parlatmamaya’ çalışmak ne kazandırıyor ülkemize, siyasal yaşamımıza, anlamak olanaksız.”(C. Arcayürek, 30 Mayıs 2001, Cumhuriyet) Ulusal basınımızın haddini bilmesi ve Sütçü İmam’ı da unutmaması lazım. MHP, cesaretle parlatılmalıdır. Bu işler hep Cumhuriyet yazarlarına mı kalacak? MHP’yi parlatmaktan, solcu görünmeye yer kalmıyor “kuzum”.
AMERİKAN PAZARI “1945’e gelindiğinde Birleşik Devletler, uluslararası alanda belki de tarihte bir benzeri olmayan bir üstünlük düzeyi yakalamıştı.” (..) “Bu güç kaymasının, kültürel alanda ve üniversitelerde de bir yansıması söz konusuydu. Bunun komplike bir arkaplanı vardı. Tepkilerin bir kısmı, kültürel açıdan Amerika’nın Avrupa’nın gerisinde olduğu savaş öncesindeki aşağılık duygusuna karşı idi. O sıralar, Amerikalı bir ressam ya da yazarsanız Paris’e giderdiniz. Bir matematikçi yahut fizikçi idiyseniz Almanya’ya giderdiniz.
112
Eğer bir filozof idiyseniz İngiltere’ye giderdiniz filan. Amerika’nın kültürel açıdan bir şekilde geri olduğu düşünülüyordu.” (...) 1940’ların sonunda ve 1950’lerin başında bu tepki; tüm ağırlığı ile uygulanıyordu. Tüm dünyada Amerikalı planlamacılar bir çeşit “başarabilirsiniz” anlayışı geliştirdiler. Avrupa medeniyeti, bir çeşit başarısızlık örneği olarak görülüyordu. Her şeyden önce, çökmüş bir medeniyetti o. Planlamacılar, artık o enkazla ilgili kaygılanmak istemiyorlardı. İşler, bizim yoğurt yiyişimizle, doğru olan Amerikan ulusüyle yapılacaktı. Amerikan zaferi, gücü ve küresel üstünlüğünün desteklediği bir aşırı milliyetçilik vardı.” (Noam Chomsky, Soğuk Savaş ve Üniversite, s.187-188, Kızılelma yayıncılık, 1997) ABD’nin II. Dünya Savaşından ekonomi, teknoloji ve askeri yönden büyük bir üstünlük sağlayarak çıkması nedeniyle, Amerika’lı ressamın, Amerika’lı yazarın, Amerikalı filozofun, resmin, edebiyatın ve felsefenin anayurdu olarak kendi ülkesini görmesi nedir? Dangalaklık, hödüklük... Hödüklük karşısında duyulan aşağılık kompleksi ve hayranlık ise, bizim ülkemizde modadır. Son yirmi yılda Newyork’un dünyanın kültür merkezi olduğunu, tiyatronun, edebiyatın, mimarinin, resmin kabesinin ABD’de bulunduğunu söyleyenler çoğaldı. Mehmet Barlas Newyork’un sanat başkentliği üzerine çok konuşurdu. Sonra hayran olduğu Türk Sanat müziği icracısının Mustafa Keser olduğunu öğrendik. Seviye anlaşıldı. “Türkiye gibi ülkelerde komünist devrim yapmak, Amerika’daki bireysel hak, özgürlük ve fırsat eşitliklerini Türkiye’ye getirip uygulamaktan bin kat daha kolaydır. Çünkü bugün bizim hayalimizde bile görsek inanamayacağımız bireysel özgürlüklerle kaplıdır Amerika Anayasası ve buna bağlı yasalar. Bunları söylediğimde hep tepki gördüm, en büyük tepki de solcu arkadaşlardan geldi. Şimdi hem fikrine, hem de yazın yaşamına saygı duyduğum Mehmet Altan bir kitap yazdı. Temmuz 2001
fabrika
Çürük Yumurta
Adı ‘Amerikan Rapsodisi’. Sol bakışlı bir insanın Amerika’yı bir anlamda ‘keşfedişinin’ öyküsü bu. (...) Entelektüel dürüstlüğüne inandığım bir yazarın bu geldiği nokta beni hem sevindirdi, galiba bazı şeyler değişiyor diye, hem de üzdü. Üzdü, çünkü lüzumsuz ve bilgiye dayanmayan tartışmalarla kaybettiğimiz zamanları hatırladım yine bir anda.” (Serdar Turgut, Hürriyet) Solcuyuz ve Serdar Turgut’un arkadaşı falan değiliz. Kızdığımız da yok. Sadece iğrenç buluyoruz. Aynı Amerikan Anayasası ve yasaları McCarthy döneminde de yürürlükteydi yanlış hatırlamıyorsak. Ve kömünizm suçlamasıyla çıkılan “cadı avını” hayal edebiliyoruz. Rosenbergler’in idam edilişlerini de... Vietnam savaşını da hayal edebiliyoruz. Şili’de Amerikan destekli faşist darbeyi bildiğimiz gibi “Missing” filmini de hatırlıyoruz. Amerikan desteği ve onayıyla gerçekleşen 12 Eylül 1980 faşist darbesini unutmaya bizim taraftaki kimsenin fırsatı olmadı. Şimdi sırtlarında “FBI” ve “CİA” yazan, Amerikan bayraklı kılıklarla sokaklarda dolaşan 12 Eylül sonrasının çocukları farkında değildir ve Mehmet Altan, Serdar Turgut gibiler yokmuş gibi davranır ama Irak’ta, Yugoslavya’da sivilleri bombalayan da, aynı özgürlüklerle kaplı Anayasa’nın devletiydi. M. Altan zor bir iş yapmış; Türkiye gibi, Amerika’nın kirli ve kanlı elinden çok çekmiş bir ülkede, Amerika’ya hayranlıklarını anlatan bir kitap yazmış. D’Altan ailesinin işi budur. Serdar Turgut’un yazısı da bir görev yazısıdır: “Bozacının şahidi, şıracı..” Bir de “entelektüel dürüstlük” kavramı var ama, ne Serdar’la ne D’Altanlar’ın şişmanıyla bu kavramın bir alakası olmadığından, geçiyoruz.
ERTUĞRUL ÖZKÖK VE ŞOGUN SİYASETÇİSİ Çürük devekuşu yumurtası. “Ya Sev Ya Terket” şarkıcısı Ercan Saatçi’nin kayınpederi. Geçmişte solcu olduğunu anlatır. Solculuk adına ne yaptığını ne bilen var ne hatırlayan. İnandırıcı olsun diye sık sık “ben döneğim” yazıları yazar, dönekliğin erdemlerini araştırır. Hafta sonları, köşesinde kalitesiz pop şarkıları üzerine ucuz hisler pazarlar. MHP’nin imaj cilacısıdır. Hem MHP’yi imajın içine girmeye çağırır, hem kendisi MHP’nin olduğu yere gider, imaj yapar. Ülkü Ocakları’na ilim irfan yuvaları olduğunu, Ocaklarda bilgisayarlar bulunduğunu, gitmiş gör-
fabrika Temmuz 2001
müş gibi anlatır. Bilgisayarların “porno sitelerine” girmek için kullanıldığını bilmezden gelir. Esas olarak Doğan Grubu’nun çıkarlarıyla ilgilidir. Grubun çıkarlarına hizmet edecek her türlü yalanı manşete taşır; işine gelmeyen her şeyi cüretle örter. Soldan nefret eder. Solcunun pop milliyetçisini sever. Baykal’ın “Onların Şeyh Bedreddin’i iyi de, bizim Şeyh Edebalimiz kötü mü?” vecizesine bayılmıştır. Ama en çok bayıldığı Türkeş’ti. Avni Özgürel’in, “Türkeş’in ölümünden sonra bir baktım, herkes MHP’liymiş. Meğer şımarmasınlar diye oy vermezlermiş” diye anlattığı Hürriyet/Radikal ekibidir; Ertuğrul Özkök’tür. Türkeş’ten sonra Bahçeli’ye bayılmaktadır. Portreyi burada keselim. İşte Özkök “hamamda nasıl bayılır” klasiği.. “Bir Şogun Siyasetçisi” “Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli’nin dün MHP Grup toplantısında yaptığı konuşma siyasi ahlak açısından çok önemliydi. Yaşadığımız ekonomik kriz ile ilgili şu sözlerini bir yana kaydedelim: ‘Siyasi sorumluluğun birinci derecede hükümetimize ait olduğunun idraki içinde bulunduğumuzun bilinmesini istiyorum... Milletimize mazeret üretmek ya da sorumluluğu başkasının üzerine atmaya çalışmak gibi bir niyetimiz yoktur. Bizim siyaset anlayışımızda, sorumluluktan kaçmak veya hedef şaşırtmak gibi bir yaklaşım, millitemizin iyi niyetini ve güvenini sarsmakla eşdeğerdir.’ Bunca yıldır siyasetçileri izliyorum. Birçok ekonomik ve sosyal kriz yaşadım. Ama sorumluluklarının arkasında böyle dimdik duran bir Türk siyasetçisine fazla raslamadım. Bu tavır bana, iş ve siyasette ‘Japon ahlakını’ hatırlattı. Karşımda bir ‘Şogun siyasetçisi’ görür gibi oldum. Böyle cesur, samimi ve dürst duruşları ne kadar özlemişiz. Siyasetçiler bu duruşun oy kaybına neden olacağını sanırlar. Ben ise tam aksini düşünüyorum. İnsanlar kendilerini aldatmayacak, gerçekleri söyleyecek siyasetçileri istiyor.” (14.3. 2001) “Ekonomik krizin sorumluluğu bizdedir” diyen, ama üç ayda iki krizin sorumluluğu karşısında ne kendisi istifa eden, ne bir bakanından vazgeçmeyi düşünen Devlet Bahçeli’ye bu övgüler, bu yalakalık sınırlarını zorlayan iltifatlar acaba neden?
113
Çürük Yumurta
Nedenini Cumhurbaşkanı’nın veto ettiği RTÜK yasası ile öğrenmiş olduk. Yasa yeniden Meclis gündemine gelsin, bu defa “Şovalye siyasetçi” yazısı okuyalım.
İKİNCİ İHTİMAL MEDYASI Tekelci medyanın bir ayağı sanayide, bir ayağı bankacılıkta, bir ayağı enerji ihalelerinde. Siyasetteki ve ekonomideki her gelişme, gazete sayfalarına, televizyon ekranlarına doğrudan, ilgili tekelci grubun çıkarlarına uygunluk prizmasında kırılarak geliyor. Hisseleri borsada işlem görüyor. Bankaları devletin borçlanma ihalelerindedir. Örneğin “Takasta büyük başarı” başlığı, gazeteyi okuyanlar tarafından, hazinenin iç borcu dış borca çevirerek rahatladığı şeklinde anlaşılabilir. Ama bu başlık Hürriyet’teyse, Dış Bank’ın takastan çok karlı çıktığını anlamak gerekir. Dış basından veya İMF yetkililerinin demeçlerinden, “işleriniz iyi gidiyor, dediler” başlıklı haberler sıklaşmışsa, anlayın kriz geliyor; bu grupların bankaları dolara yattı; borsada son vurgunlarını vuracaklar. Örnek verelim: “Bahçeli: Bu kriz çok öğretici oldu.”(6.Aralık 2000) “İMF: Krizi atlatıyorsunuz.” “Davos’ta süren Dünya Ekonomik Forumu toplantılarına katılan İMF Birinci Başkan Yardımcısı Stanley Fischer Türkiye’nin geçen yılın sonunda yaşanan ekonomik krizden hızla çıktığını, piyasaların yeniden dengeye gelmeye başladığını söyledi.” (Hürriyet, 27 Ocak 2001) “Ha gayret iyiye gidiyorsunuz.” “Dünya Ekonomik Forumu toplantılarına katılan Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn, Türkiye’nin krizden çıkmaya başladığını belirterek, ‘Türkiye ekonomisi daha iyi duruma gelecek.’ dedi.” (31 Ocak 2001) Bu çeşit haberler neredeyse günaşarı ekonomi sayfalarında yeralmayı sürdürdü. Ta 25 Şubat’a kadar. Sonra ne oldu? Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizi patladı. Bahçeli’nin Kasım krizinden ne öğrendiğini merak etmez misiniz? İMF Birinci Başkan Yardımcısı ve Dünya Bankası Başkanı gerçekten böyle mi konuştular?.. Bu sözler gerçekten kendilerine mi ait; yoksa Hürriyet cımbızlama ve uydurma yöntemiyle haber mi yapıyor? Gazetenin başında Ertuğrul Özkök olunca, banko ikinci ihtimal !...
114
EMİN BEY ŞAŞIRIYOR Emin bey 12 Haziran tarihli köşesinde tereddütler içinde. Kadiri tarikatı Ankara’da miting düzenlemiş. “Ankara’nın göbeğinde, tarikat mitingi” diyerek babalanacak; ama aldığı bilgiler, “devlete toslar mıyım?” endişesine düşürmüş Emin Beyi. Miting tarikatın başı, Prof. Dr. Haydar Baş adına düzenlenmiş. Emin bey de bilgiyi toplamış: “Başın yakın çevresine göre ise İslamın ulusal bağımsızlık boyutunu temsil ederler. Kendilerini Kuvayı Milliyeci olarak görürler. Atatürk mandacılığa ve emperyalizme nasıl karşı çıktıysa, onlar da Türkiye’nin iç ve dış sömürüsüne karşı çıkarlar. Erbakan, Tayyip vesaire gibilerin amansız karşıtları olduğunu vurgularlar. Bunun bir takiyye olup olmadığını bilemem. Tartışmaya açık bir konudur.” Şimdi “tarikat mitingi” diye babalansa, adamlar devlet bağlantılı çıkar, Kuvayı milliyeydi, ulusal bağımsızlıktı, Erbakan-Tayyip karşıtlığıydı, derken yanlış bir iş olabilir..Devlet bu, hangi kılıkta dolaşacağını nereden bileceksin?.. Hiçbir şey yazmasa, okuyucular merak eder.. En iyisi “Bunun takiyye olup olmadığını bilemem. Tartışmaya açık bir konudur.” diyerek sıyırmak. Ama “esasta tereddüt olsa bile” diyerek, “usulden” soruları patlatıyor: “Başkentte ‘kişiler adına’ miting düzenlemek serbest mi? Yarın bir başka vatandaş Ankara Valiliğine başvurup Tandoğan’da miting düzenlemek isterse, Valilik ne diyecektir? Bu işin kuralı nedir? vs.vs.vs.(12 Haziran 2001) Cevap aynı gün veriliyor: “Valiliğin açıklamasından, ikinci sorunun yanıtını ben de yeni öğrendiğimi itiraf ediyorum. Miting düzenlemek serbestmiş. Silahsız, saldırısız ve kanunun suç saymadığı amaçlarla olmak koşuluyla, önceden izin almaya bile gerek yokmuş.” Memlekette, fiiliyatta herkes için, özellikle solcular için geçerli olmasa da, miting düzenleme özgürlüğünün olduğunu öğrenmek Emin Beyi şaşırtıyor. İçinden şöyle geçmiştir: “Allah Allah.. Böyle özgürlükler varken, bu memleket bugüne kadar nasıl ayakta kalabilmiş?...”
AYDINLIK’TAN HABERLER “İşçi Partisi’nin merkezinde yer alacağı Temmuz 2001
fabrika
Çürük Yumurta
milli hükümet, iki kararnameyle iç piyasadaki ve banka döviz mevduatlarındaki doları Türk lirasına çevirecektir.” (24 Haziran 2001) Tevazuya bakın: Neden İşçi Partisi Hükümeti değil de, sadece merkezinde İşçi Partisi’nin olduğu bir hükümet... Olmuyor ama... “Türkiye’nin dört bir yanında İşçi Partisi Rüzgarı” (20 Mayıs 2001) “İşçi Partisi’ne bütün partilerden katılım” (27 Mayıs 2001) Biz de bunu söylüyoruz işte. İşçi Partisi neden tek başına hükümet olmak istemiyor? “Ulusal Halk Hareketi Koordinatörü Taner Erkin’le röportaj” (3 Haziran 2001) “UHH, Batı emperyalizmine ve mandacılara karşı mücadele edecek.” UHH, KKTC’de Denktaş’ın yeni paketinden çıktı. Başbakanlık binasının önündeki çöp kutusunda bomba patladı. Avrupa gazetesi bombalandı. İktidardaki koalisyon hiç bir gerekçe olmadan bozuldu. Derviş Eroğlu’nun UBP’sı Serdar Denktaş’ın partisiyle koalisyon kurdu ve Bu arada hem hükümete hem muhalefe gözdağı vermek üzere UHH adıyla kontrgerilla kendisini bir örgüt olarak ilan etti. “UHH, milli uyanıklığın devamlı olmasını sağlar. Ulusal dava aleyhindeki yıkıcı faaliyetlere karşı topyekün mücadele stratejisi uygular.” (Röportajdan) Böyle bir örgütü kim heyecanla karşılar? Elbette Aydınlık! “DSP Kongresinde ABD Provokasyonu!” (Aydınlık, kapak) Mevzu ne? Sema Pişkinsüt’ün aday olduğu
fabrika Temmuz 2001
halde konuşturulmaması, oğlunun tartaklanması falan değil; adaylığı!.. Aslında çarpıcı başlık çok. Ama her şeyi tadında bırakmak lazım. Bize göre, İP’nin gidişi gayet iyidir. Hız kesmezlerse, MHP-BBP’den sonra faşist partiler sıralamasında üçüncü yeri almaya adaylar. Hadi hayırlısı!..
TEK BAŞINA İKTİDAR Deniz Baykal, yeniden Genel Başkanlığa seçildiği CHP 29. Olağan Kongresinde “Tek başına iktidarı” hedeflediklerini açıkladı. Hem İşçi Partisi’nin merkezinde olduğu milli hükümet, hem “domates”in Başbakan olduğu CHP hükümeti. Demek hayali hükümet sıkıntısı çekilmeyecek... İP %1’e yaklaşsın, CHP barajı geçsin, dişimizi kıralım.
İRMİK’E ZAM Haberiniz olsun, irmik, şeker, süt ve çam fıstığına zam gelecek. İnternette “Ecevit öldü” diye uyduruk bir haber, telefondan telefona, kulaktan kulağa yıldırım hızıyla yayılmıştı, hatırlarsınız. Sonra Ecevit, ortada görünmesi yetmiyormuş gibi, “Ben ölmedim” diye bir de açıklama yapmıştı. Biz tabii, hala internetteki habere inanıyoruz. Haberi duyan bakkala koşmuş, komşuların anlattığına göre. Helva için malzeme stokları tamamlanmış... Mühim olan malzemenin bayatlamaması; Allah gecinden versin.
115