Fabrika 2007 (09) 6

Page 1

fabrika

Sahibi 10 Eylül Yayıncılık adına Erdem BULUT Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Erdem BULUT Yayın Kurulu S. Zeki TOMBAK Metin KALFA Sinan DERVİŞOĞLU Selin YAMAN Oktay YILMAZ Yönetim ve Yazışma Adresi İstiklal Cad. Olivio Han Sok. No:5 Beyoğlu/ İstanbul Telefon: (212) 251 60 53 Web Sitesi: www.fabrikadergisi.com e-mail: fabrika@fabrikadergisi.com Hesap No: Erdem BULUT Vakıfbank 00158 1072 8134 2006 Basım: Kayhan Matbaası

Tel: (212) 576 01 36 - 612 31 85

Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. D Blok No:155 Topkapı


fabrika Sayı 6 Eylül 2007 fabrika’dan 1

Global Finans Piyasaları Bugünlerde Neden Sinirliler? Haluk LEVENT 5

Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor S. Zeki TOMBAK 11

Dış Politikada Sollama Yasağı S. Tuna BALKANLI 27

22 Temmuz Seçimlerine Giderken S.Zeki TOMBAK 37

22 Temmuz’da Ne Oldu? S. Zeki TOMBAK 53

Karadeniz – Hazar Havzası S.Tuna BALKANLI 59

Soğuk Savaş Kapıda Mı? S.Tuna BALKANLI 65

Türkiye’de Marksizmin İlk Damlaları Sinan DERVİŞOĞLU 73

Bilim ve Teknoloji: Doğu ve Batı, Gelişmiş ve Azgelişmiş Ülkeler Tuğrul. BÜYÜKKAYA 77

Şêrko Bêkes: Şiir ruhların ortak dili ve kesişim noktasıdır.. Söyleşi: Latif EPÖZDEMİR 81

Uzun Yol Hikayeleri: Kütahya Otostopçusu “Kıymatlım” Murat UTKUCU 85

Sen/Ölüm Bir Aşk Kusurudur... Mehmet GÖZEN 93


fabrika’dan

I Türkiye’de usul böyleydi. Sistemin olağan işleyişi tıkanmaya başlayınca; bu tıkanıklık, zamanında tedbir alınmadığı için bir krize doğru evrilince, sivil siyaset erbabı, olağanüstü yol ve yöntemlere başvurmada ya basiret ya da cesaret gösteremez. O zaman sistemin olağanüstü bir işleyiş yolu olarak darbe yapılır. Sivillerin cesaret edemedikleri ve üstelik geciktirdikleri olağanüstü tedbirleri askerler alır, aldırır. 27 Mayıs’ta da, 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de olan budur. Bu darbelerin birisinin ilerici/devrimci, ikisinin gerici/faşist olduğu da palavradır. Üçü de devleti reorganize etme, merkezileştirme ve güçlendirme amacıyla yapılmıştır. Üçü de devlet/sermaye arasındaki ilişkileri daha az dolayımlı hale getirmiştir. Üçü de Türkiye kapitalizminin önündeki her türden engeli kaldırmak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Üçünde de, (birinci de sol çok zayıf olduğu için daha az; diğerlerinde daha çok), sola yapılmadık zulüm kalmamıştır. 27 Mayıs’ta ilericilik bulan ve solculuk adına 27 Mayıs’ı savunanların çoğunun 12 Eylül’ü beğenmediği sanılır. Halbuki 12 Eylül Anayasası’nı, Prof. Zafer Üskül’e; 12 Eylül faşist rejiminin polis vazife ve salahiyetlerine dair düzenlemelerini AB’ye; 12 Eylül’ün 159. maddesini, şimdiki 301, Orhan Pamuk’a, Hırant Dink’e ve hepimize karşı arslanlar gibi savunmaktalar. Karısının çantası kapkaççılar

fabrika Eylül 2007

tarafından çalındı diye gözaltı süresinin uzamasını ve “bunların” falakaya yatırılmasını savunan solculardan, herkesin etrafında yeteri kadar var. İlk rütbelerini ve ödüllerini 12 Eylül’de “hak etmiş” üniformalılar şimdi en yüksek makamlarda. Onlar da şaşırıyordur, Faik Türün’e bugün bile toz kondurmayan Ordu’ya kimi solcuların bu teveccühü nereden? Şöyle diyorlardır: “Biz mi bir yerde yanlış yaptık, bunlar mı iyice aklını ve ahlakını kaybetti?” Hepsi birbirinden sağcı sivil siyasetçilerin bu tarihten çıkardığı ders, Süleyman Demirel’in ağzından şudur: “İşler keşke kriz noktasına gelmeden, darbe olmadan seçim kararı alınsaydı da, darbe olmasaydı.” Halbuki Süleyman Demirel 24 Ocak 1980 kararlarını aldığında, bırakalım seçimi, faşist bir darbe kararı aldığını, darbenin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı dahil bütün lider kadrosunu da görevlendirmiş olduğunu hala bilmiyormuş gibi yapıyor. Şaşırdığı şey, kendisinin de Zincirbozan’a gönderilmiş olmasıdır. Yoksa Demirel’in AP’si , MHP’den daha az mağdurdu. MHP’nin fikirleri iktidarda, kadroları “Dil Okulu”nda tutuklu iken, AP’nin programı ve kadroları iktidarda, sadece Demirel kenardaydı. 22 Temmuz, krizin öncesinde bir çıkış yoludur. Dışardan bakılınca bir darbeyi engellemiş olduğu sanılabilir. Fakat ordu neyin darbesini yapa-


fabrika’dan

caktı? Cumhurbaşkanı adayının kendisini veya eşini değil; eşinin baş örtüsünü rejime yönelik tehdit gören ve darbeyi bir bez parçasını önlemek üzere yapan ordu!..Sözkonusu bezin arkasına saklanan ise 12 Eylül anayasası, terörle mücadele yasası, polis vazife ve salahiyetleri yasası, ifade özgürlüğünü Türkiye’ye çok görme; işkenceyi ve işkencecileri koruma ve kollama, Ogün Samast’lar Yasin Hayaller, BBP’li ağabeyler, istihbaratçı büyükler, Malatya’da Hıristiyan kesenler, Korkut Ekenler, Veli Küçükler, Hallaçoğlu’lar ve öteki işler, şeyler, şahıslar duruyor. AB bizi bölecek, Kıbrıs’ı satan hainler, Kerkük Türk’tür, Türk kalacak klişeleri ve bu klişelerin ima ettiği her şeyi de ekleyelim.. Kısacası 22 Temmuz, Türkiye’nin uluslar arası sistemle uyumunda ortaya çıkan engelleri yolun kenarına çekme sorunuyla ilgilidir. Sistem açısından bakıldığında, AKP’nin gayet basiretli ve cesur davrandığını söylemek gerekir. Ümraniye’nin el bombalı eviydi, Saunaydı, şuydu, buydu türünden “yol kenarına dizme” işleri, işin kendisi değil; onlar, okuması gerekenlere “kenara çekilseniz iyi olur” tabelaları. Muhtemelen okuması gerekenler, bugünlerde Ergenekon fikrinin kendisinden değil; ama bu “malzeme”den kurtulmayı düşünüyorlardır. Bir de emekli gibi emekli olmak yerine “vatan kurtarma”ya niyetlenen “işi yok, vakti çok” kişilerin, emekli oldukları kurumun ayaklarına dolaşıp durmasından nasıl kurtulacaklarını düşünüyorlardır. Ve elbette İP ve ideolojik besinini Doğu Perinçek’ten alan Baykal CHP’si ile de aralarına mesafe koymanın şart olduğunu düşünüyorlardır. Burada “çok önemsiz, çok küçük” bir kaç sorun var. AKP de, karşısındaki cephe de, 1 Mayıs denilince “Taksim’i 12 Eylül rejiminin son namus kalesi” olarak işçilere ve emekçilere yasaklamada; gerekirse İstanbul’u hapisaneye, Taksim’e giden her yolu savaş alanına çevirmeye kararlıdır. Her iki tarafta yer alanlar da bugüne kadar bir tane işkencecinin mahkum olup cezasını çekmesini sağlayamamıştır. Her iki taraf da bir tane darbeciyi yargılamayı aklından geçirmemiştir. Bu liste çok uzundur. Fakat bez konusu varken, bu ufak tefek sorunlarla kimsenin vaktini almayı istemeyiz. Bir seçim dosyamız var. Bu her zamankinden daha uzun giriş seçim dosyasının da girişi oluyor. Dosyanın birinci parçası, “Seçimlerde Tutumumuz” kısa bir açıklamadır. Haluk’un kaleminden çıkmıştı. Seçim kararının alınmasından hemen sonra siteye koyuldu. Duyuruldu.

“22 Temmuz Seçimlerine Giderken Türkiye ve Bölge”, gene seçimlerden yaklaşık bir ay önce siteye konuldu. Bu çalışma ve seçim değerlendirmesi yazısı S.Z. Tombak imzalı.

II 22 Temmuz belki asıl, sosyalist sol için krizden çıkış imkanı olabilir. Seçim kampanyasına, İstanbul İkinci Bölge Bağımsız sol adayı Baskın Oran’a saldıran bir bildiriyle başlayan partiler; bütün kampanyası Baskın Oran eleştirisinden ibaret başka bağımsız adaylar, kendi partisinin Genel başkanı’nın bağımsız adaylığı ile kavgalı parti yöneticileri… Seçime giderken soldan bazı manzaralar bunlardı. Bu defakilerle birlikte, önceki iki seçimin sonuçlarına bakılırsa, solda siyaset yapmaya elverişli, bugün değilse ileride o noktaya ulaşabilecek evsafta bir yapının olmadığı açık seçik görünüyor. Bu açıklığa, İstanbul’da binlerce gönüllünün katılımıyla yürütülen bağımsız sol aday kampanyasının kendisini ve sonuçlarını ekleyelim. Baskın Oran seçilemese de çok yüksek bir oy aldı ve Ufuk Uras artık Mecliste. Bu açıklıkların bir krizden çıkış imkanı yaratması mümkün. Bu unsurlara, Türkiye’de 12 Eylül’ün yaratmayı istediği ve yarattığı ağır depolitizasyonun artık delik deşik olduğu ve siyasete ilginin, yeniden yükselmekte olduğu gerçeğini de ilave edebiliriz. Siyasete “dönen” kesimlerin içinde, sol açısından önemli birikimlerin bulunduğuna mutlulukla işaret edelim. Seçim sonuçlarını değerlendiren bu yazıyla konuyu kapatmıyoruz. Solun krizden çıkışı için yeni imkanlar üzerine konuşmaya, tartışmaya ve yazmaya devam edeceğiz.

III “Global finans Piyasaları Bugünlerde Neden Sinirli?”. Yazı, başlığından anlaşılacağı üzere, Ağustos ayı içinde ABD’de ve Avrupa’da türev piyasalarda yaşanan ve şimdilik bastırılmış görünen krizi ile alıyor. Haluk Levent yazısında, sadece krizle ilgili olarak değil, krizin geleceğiyle ilgili olarak da bizi aydınlatıyor.

Eylül 2007 fabrika


fabrika’dan

IV Sinan Dervişoğlu’nun yazısının başlığı “ Türkiye’de marksizmin ilk damlaları”. Yazı Rasih Nuri İleri yoldaşın, TÜSTAV yayınları arasından çıkan “Kurtuluş” dergisi tıpkı basımları üzerine bir değerlendirme çalışmasıdır.

V Tuna Balkanlı uluslar arası ilişkiler, jeostrateji ve jeopolitik konularında çalışan bir arkadaşımız. Bu sayıda iki önemli yazısı yer alıyor. “Karadeniz-Hazar Havzası” başlıklı yazı, bu jeopolitik alana ilişkin son yıllarda yazılan ve dile getirilen analizlerin kabalık ve sığlığını göstererek; bölgede, uluslar arası ve bölgesel güçler arasında süren çok katmanlı, çok cepheli mücadele ve ilişkileri ortaya koyuyor. Balkanlı’nın diğer yazısı ise “Dış Politika’da sollama yasağı” başlığını taşıyor. Solun dış politikada kendi analiz olanaklarını terk ederek, entellektül planda İslamcı veya milliyetçilerin izleyicisi haline geldiğini, böylece komplocu, ezoterik, gerici bakış açısıyla ortaklaştığını anlatıyor ve son yılların en gözde komplo teorilerinden birisini, “Türkiye ABD ve İsrail’in hedefinde” hikayesini sorguluyor. Bilgi dolu bir çalışma. “Soğuk Savaş Kapıda Mı?” Balkanlı’nın bu sayıdaki bir diğer yazısı. “Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor?” başlıklı uzun çalışma, S.Z.Tombak’ın.

VI Murat Utkucu, bir süredir “Uzun yol hikayeleri” yazıyor. Bunu uzun süredir yapıyor ama, biz son sayı ile bu sayının arasını biraz fazla açtığımız için, hikayelerin öncekileri sanal alemlerde dolaştılar ve hala dolaşmaktalar. “Kütahya Otostopçusu,

fabrika Eylül 2007

‘Kıymatlım’” yazdıklarının sonuncusu idi. Bize pek hoş geldi. Umuyoruz ki siz de beğeneceksiniz.

VII Şerko Bekes, Kürtçe’nin yaşayan en büyük şairi.. Esmer dergisinden ve Yaşam Radyo’dan arkadaşımız Latif Epözdemir’in Bekes’le yapılmış röportajının bir bölümü Esmer’de yayınlandı. Şiir festivali sonrasıydı, Bekes İstanbul’a geldi. Bir akşam, Latif kardeş, Avesta’dan Abdullah Keskin ve büyük şaire biz de katıldık. 2008 yılındaki Uluslar arası İstanbul-Beyoğlu Şiir Festivali’nde Bekes’in sesinden Kürtçe şiirin müziğini İstanbul’lu şiirseverler dinleyecek. Bu röportaj o güne bir hazırlık. Latif Epözdemir’e çok teşekkür ediyoruz. Bu yılın Sevda Ergin Şiir ödülünü alan Mehmet Gözen’in “Sen” dosyasından bir şiiri paylaşıyoruz sizlerle. Sonbahar’da da dosyanın kitap halini görmeyi umuyoruz.

VIII Başka yazılar da var dergide. Bir de olmayanlar var. Orhan Gökdemir artık Fabrika’da değil. Yaklaşık 7 yıl Fabrika’da beraber çalıştık. Bazen böyle olur, yürümez. Geride kalan 7 yıldaki arkadaşlığı için kendisine teşekkür ediyoruz. Başarılar diliyoruz. Fabrika’nın sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürlüğü nöbeti Erdem Bulut arkadaşımızda. Uzun süredir zaten mutfaktaydı. Erdem’e de başarılar diliyoruz.

65. sayıda buluşmak üzere...


Eyl端l 2007 fabrika


1987’deki Wall Street iflasında ilginç olan şey,felaketin belirsizliğidir Hakiki bir felaket oldu mu, yoksa gelecekte mi olacak? Yanıt: Gerçek bir felaket olmayacak, çünkü sanal felaket koşullarında yaşıyoruz. Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı

Global Finans Piyasaları Bugünlerde Neden Sinirliler? Haluk LEVENT

Ağustos’un başlarında yaşanan üç işgününü hatırlatarak başlayalım. Avrupa’nın en büyük bankalarından biri BNP, iki adet Mortgage temelli fonunda, “subprime mortgage” piyasası olarak adlandırılan piyasaların bazı segmentlerinde meydana gelen likidite buharlaşması sonucunda fiyat oluşmadığı gerekçesiyle alışverişi durdurdu. Fon katılım paylarını bankaya geri satarak paralarını almak isteyen yatırımcılar bu işlemi gerçekleştirme olanağı bulamadılar. Bu fonların katılım paylarının toplam değeri 2 milyar dolar civarındaydı. 9 Ağustos 2007 Perşembe günü Avrupa Merkez Bankası (ECB) piyasaya 95 milyar Euro (130 milyar dolar) verdi; takip eden saatler içinde ABD piyasaları açıldığında FED ABD bankacılık sistemine 24 milyar dolar enjekte etti. Ardından takvim yaprağı döndüğünde, Japonya Merkez Bankası 8 milyar dolar, Avustralya Merkez Bankası yaklaşık 4,5 milyar dolar verirken diğer Asya merkez bankaları ihtiyaç olduğunda talep edilen miktar kadar para vermeye hazır olduklarını açıkladılar. TCMB rutin işlemler Kredi geçmişi temiz olmayan, daha önceki kredilerinde ödeme zorluğu çekmiş ya da ödememe riski olan kişilere normalden daha yüksek faizle verilen krediler. ECB’nin piyasaya verdiği para denilince, finansal kurumlara kısa süre içinde geri almak üzere, ECB’nin hedeflediği faiz oranından finansal kurumlara verdiği borç para kastediliyor. Federal Reserve, ABD Merkez Bankacılığı sisteminde merkez bankası işlevi gören federal kurum

Eylül 2007 fabrika

dışında herhangi bir müdahalede bulunmadı. Cuma günü ECB 61 milyon Euro (83,6 milyar dolar), FED ise 38 milyar dolar daha verdi. Türk bankalarının likidite açısından sıkıntı yaşayan Avrupa bankalarına kredi açtıkları duyuldu. Pazartesi ise FED rutin 2 milyar dolarlık işlem dışında herhangi bir harekette bulunmazken ECB 47,7 milyar Euro (65,3 milyar dolar) ve ardından salı günü de 25 milyar Euro (34,2 milyar dolar) verdi. Gerek FED gerek ECB ihtiyaç duyulan likidite ne kadar olursa olsun piyasaya vermeye devam edeceklerini duyurdular. Takip eden iki gün boyunca “piyasalar sakinleşti” ancak alttan alta FED’in faiz indirmesinin uygun olacağını “düşünmeye” başladılar ve buna bağlı bir “sinirlilik” hali ortaya çıktı. Nihayet FED’in 23 ağustosta “ıskonto faizlerini” indirmesi ve vade uzatmasıyla birlikte “sakinleştikleri” görüldü. Ne zamana kadar? Bu sorunun yanıtı belirsizliğini koruyor, 24 ağustos cuma Hong Kong’un en büyük bankalarından Bank of China’nın “subprime mortgage” piyasasındaki gelişmeler dolayısıyla zor duruma düştüğü haberi geldi, birkaç gün önce de Almanya’da büyük bir bankanın da zor durumda olduğu konuşulmaya başlanmıştı. İlk bakışta, bütün bu gelişmelerin 1987 hisse senedi krizi, 1997 Rusya krizi vb. gibi onlarca kriz ile benzer bir kriz olduğu kanısı hâkim olabilir( Türk


Global Finans Piyasaları Bugünlerde Neden Sinirliler?

bankalarının Avrupa bankalarının likidite krizini çözmeleri için fon sağlamaları farklı ve başlı başına ilginç bir nokta); fakat acaba bu krizlerden çok, yeni bir 1929 krizi, bir 1973 krizi gibi bir kriz mi geliyor? Bu sorunun yanıtını bulabilmek için biraz daha ayrıntılara bakmak gerekiyor. Önce bir kaç soru. BNP’nin toplam 40 milyar dolar civarındayken ve batık sayılan 2 milyar dolarlık fonları, yönettiği fonlar içinde ihmal edilebilecek küçüklükte iken ECB neden 4 işgününde toplam 313 milyar dolarlık müdahalede bulunmak zorunda kaldı? BNP’nin açıklamasında yer alan “likidite buharlaşması, fiyat oluşmaması” ne anlama geliyor? Önce okuyucuyu sıkma pahasına da olsa bazı teknik ayrıntılara girerek işe başlamak gerekiyor. 2002 yılına geri dönelim ve bir New York Manhattan sakininin mahallesinde 120,000 ABD Doları tutarında bir daire satın almak istediğini varsayalım. Bu daireyi alabilmek için 100,000 ABD Doları tutarında bir krediye ihtiyaç duyacaktır. Bankalar, düzenli ve yeterli geliri olan birine bu krediyi vermek için hazırdırlar ve evin ipoteği karşılığında alınan banka kredisi ile ev alışverişi gerçekleşir. Bankalar (sadece mortgage işinde uzmanlaşmış bankalar da bulunmaktadır) bu tip kredileri daha rahat fonlayabilmek için, bu kredi alacaklarını karşılık göstererek mortgage temelli finansal varlıkları (MBS) finansal piyasada satarlar, böylece kendilerini likit kılarak (finansal varlıkları paraya çevirerek) yeni kredilerin verilebilmesi için fon yaratırlar. Buraya kadar her şey alışıldık işlemler ve halen ortada somut bir meta var ve bu metanın değeri üzerinden bazı finansal işlemler yapılıyor. Elde olanları bir kez daha kontrol edelim, 120,000 ABD Doları tutarında bir ev, bu evin ipoteği üzerinden alınmış 100,000 ABD Doları tutarında bir kredi, bu kredi üzerinden sahip olduğu ipoteği MBS’e çevirip ilgili finansal piyasada likide eden bir banka ve elinde MBS olan bir finansal aracı. Bu aşamadaki sorular şöyle: birincisi, MBS’in fiyatı nasıl belirleniyor? İkincisi, bizim finansal aracı kurum MBS’leri stoklayacak mı?

Bunların bir bölümü ülkemize de gelmekteler, bilindiği gibi mortgage, konut finansman sistemi ülkemizde de uygulanmaya başlandı. Üstelik henüz yeterli yasal altyapı ve daha da önemlisi düzneleme(regülasyon) altyapısı ve düzenleme işini gerçekleştirebileek uzman kadrosu yokken. Yeni bir banker skandalı ama bu defa kurumsal boyutlarıyla yaşanabilir. Mortgage Based Securities

MBS’lerin fiyatları, genel finansal varlık fiyatlamasından farklı değil, bir ödenmeme riski ve varlık değeri var. Bu ikisi birlikte değerlendirildiğinde, yani varlığın değeri ile geri ödeme olasılığı çarpıldığında fiyat oluşur. Bu noktada ödeme olasılığının rakamsal olarak değeri, diğer bir deyişle ödenmeme riski, risk algısına bağlı olarak kişiden kişiye değişmektedir. Risk algısı değiştiğinden dolayı da bir varlığın piyasa değeri yani fiyatı kişiden kişiye değişir. Bu durumda, risk algısına bağlı olarak varlık değerlemesi farklılaşır ve fiyat algısı değişir. Bazıları için değerini bulmuş olan finansal varlık başkaları için henüz ucuz gözükebilir ve alışveriş gerçekleşir. Bu bilgilerden sonra, elinde MBS bulunduran finansal kuruluşun bunları stoklamak yerine kendisi için uygun fiyatı bulduğunda elden çıkartması gerektiği üzerinde anlaşabiliriz. Böylece ikinci sorunun yanıtını da bulmuş olduk. MBS’ler “ikincil mortgage piyasası”nda işlem görürler. Bu piyasalarda faaliyet gösteren yatırımcı kuruluşlar bulunmaktadır. BNP’nin batan iki fonu bu tür yatırımcı fonlardır, varlıkları çeşitli mortgage servis sağlayıcısı kurumlar tarafından ihraç edilmiş bulunan MBS’lerden ibarettir ve öbür tarafta ise pay sahibi(fonun sermayesini sağlayan) kişi ve kuruluşlar bulunmaktadır. Emeklilik fonları, petrol zenginleri, Japon ev kadınları, vb. Bu noktadan itibaren artık finansal varlığa temel oluşturan meta ile bir ilişki kesin olarak kalmamıştır. Fonların değeri, portföylerinde bulundurdukları MBS’lerin değerine bağlı olarak her gün değişir. MBS’ler ise bir ipoteğe konu malın değerine ve ikinci olarak riske bağlı olarak değişmektedir. Aslında zincir burada sona ermemektedir. Fonların katılım paylarının bünyelerinde bulunduran başka yatırım fonları da bulunmaktadır. “Fonlar fonu” olarak adlandırılan bu girişimler de sahip oldukları fon katılım paylarını piyasa değerine göre yatırımcılarına getiri veya zarar yaratabilmektedirler. Öte yandan zincir bir de gelecekteki değer bağlı kontratlar üzerinden yürümektedir. Zaman içinde evin değerinin ve risk algısının değişimine bağlı bir kestirim yapılabilir. Elbette bu kestirimler kişiden kişiye değişecektir ve eğer bu kestirimlerin kendisi bir finansal varlık olarak piyasalaştırılabildiğinde burada da alışveriş olanağı yaratılır (futures, opti Burada kurumdan kuruma demek daha doğru, çünkü bu tip piyasalarda faaliyet gösterenler kişiler değil kurumlar. Ancak bu kurumlarda çalışanların her yıl işlem hacimlerine dayalı primler aldıkları ve bundan dolayı ‘risk iştahlarının’ yüksek olabileceği unutulmamalıdır.

Eylül 2007 fabrika


Global Finans Piyasaları Bugünlerde Neden Sinirliler?

ons vb.). Artık bir tür bahis oynanmaktadır; bu bahsin iddaa’dan tek farkı maçın 90 dakika finansal bahsin ise bir kaç hafta sürmesidir. Bütün bunları şematize edecek olursak belki biraz daha kolay algılanabilir. Yukarıdaki çizimde ortaya konulan bu yüksek düzeyde bütünleşme ihtiyacı nereden doğmaktadır? Küçük bir hesap bu nedeni kolayca tespit etmemizi sağlayabilir: son ölçümlere göre 2007’nin ilk altı ayında türev piyasaların (kabaca tanımlanacak olursa yukarıdaki çizimde MBS oluşumundan sonraki piyasaları-kutuları- kapsayan piyasaların tümü) işlem hacmi 370 trilyon USD olmuştur. Yıllık işlem hacmi yaklaşık 750 trilyon USD olur; öte yandan, 180 ülkenin toplam Gayri Safi Milli Hâsılasının 46,7 Trilyon USD olduğunu belirtelim. Türev piyasalarda gerçekleşen işlem hacmi dünyadaki toplam üretimin yaklaşık 16 katı kadardır. Hesaba devam edelim, bu 750 trilyon dolarlık işlem hacmi için, muhafazakâr bir tahmin ile %8 yıllık getiri oluştuğunu varsaysak 60 trilyon ABD Doları tutarında bir rakama ulaşırız. Dolayısıyla, 2007 yılı için sadece türev piyasalarından elde edilen 60 trilyon dolarlık getirinin alabileceği yeni finansal araçlar üretmek gerekmektedir. Bu miktara http://www.economywatch.com/market/derivative-market/ size.html http://www.economywatch.com/world_economy/world-eco-

nomic-indicators/world-gdp.html Finansal inovasyon günümüzün önemli kavramlarından biridir.

fabrika Eylül 2007

denk finansal araç üretilemezse bu defa piyasadaki finansal varlıkların değeri yükselir. Finansal varlığın değerinin yükselmesi aslında sorunu büyütür çünkü finansal getiri yükselir. Günümüzde finansal sistem bir Amok koşucusudur; gelen sinyallere bakılacak olursa da ölümü yakındır. Finansal piyasalardaki bu servetin reel ekonomide bir anlam taşıyıp taşımadığı meselesi önemlidir, ancak bu yazının sınırları kapsamında detaylara girmeden tartışmaya başlangıç olması için Kötülüğün Şeffaflığı10’na referans vererek geçelim. Elbette finansal yaratıcılığın bir sınırı vardır. Finansal sistemdeki büyümeye denk kaliteli finansal araç yaratmak kolay değildir. Son 3 – 4 yılda yakından gördüğümüz gibi, aşırı likidite yüzünden bir yandan kimi gayrimenkullerin, bazı menkul kıymetlerin fiyatları yükselerek anlamsız değerlere ulaştı, bir yandan da eskiden lafı bile edilmeyen kalitesiz (riski yüksek) finansal varlıkların işlem hacmi yükseldi. Riski yüksek finansal varlıkların işlem hacmi yükseldiğinden değerleri de arttı ve sonuçta riski düşük finansal varlıklar ile riski yüksek finansal varlıkların fiyatları arasındaki fark son derece azaldı. Diğer bir deyişle dünya çapında risk algısında aşırı bir düşüş oldu. Bunun da bir sınırı vardır; riskleri arasında yüksek fark bulunan finansal varlıkların değeri birbirine aşırı yakınlaşırsa, birilerinin hesap hatası yaptığı açıkça ortaya çıkar ve finansal piyasalarda hata cezasız kalmaz. 10 Baudrillard Jean (1995), Kötülüğün Şeffaflığı – aşırı fenomenler üzerine bir deneme-, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.


Global Finans Piyasaları Bugünlerde Neden Sinirliler?

Bu durumu somut bir örnek üzerinden izleyelim ve yazımızın başında 2002 yılında Manhattan’da ev alan New York’luya (NY’lu) dönelim. 2007 yılına gelindiğinde bizim NY’lu mutludur. Çünkü beş yıl içinde 120,000 USD’a aldığı evi yine muhafazakâr bir tahmin ile 200,000 ABD Dolarına yükselmiştir. Ama aslında, tüm NY’da fiyatlar yükseldiğinden bu yükselişin konut piyasasındaki alım gücü bakımından bir etkisi yoktur, genel alım gücündeki artış ise sınırlıdır; bir başka deyişle belki NY dışına, daha az artış görülen bir yere taşınmaya karar verirse bir servet etkisi ortaya çıkabilir (böyle bir yer varsa..! Paris, Londra, İstanbul gibi yerlerdeki fiyat artışlarını düşünün). Ancak, bunun finansal piyasalarda bir etkisi olmuştur; şöyle ki, prim ihtiyacı olan bir banka çalışanı evin değeri ile ipotek değeri arasında yaklaşık 100,000 ABD Doları tutarında bir fark olduğunu anladığında sunulacak teklif açıktır: 100,000 ABD Doları tutarında ipotek karşılığında yeni kredi... Çünkü son yıllarda bütün finansal piyasalarda çok olumlu gelişmeler olmaktadır, tercih edeceği herhangi bir yatırım fonu ile 100,000 doları için çok tatlı getiriler elde etmesi mümkündür vb... NY’lunun fonksiyonel geliri artmadığı halde yeni bir gelir kaynağı gökten düşmüştür. Bizim NY’lu eğer bu 100,000 doları ile gidip bir de MBS fonundan pay alırsa yeni bir gelir kaynağı elde edecektir; gerçi bunu finansal ensest olarak da tanımlamak mümkündür ama bu konuyu da şimdilik bir kenara bırakalım. Kısa bir durum değerlendirmesi yapalım; bizim NY’lu fonksiyonel olarak yeni bir gelir kaynağı bulmadığı halde finansal geliri arttı, ama reel olarak artan başka bir şey daha var NY’lunun borcu. Finansın genel kuralıdır, borç yükseldiğinde risk yükselir; dolayısıyla, bizim NY’lunun 5 yıl önce geliri ile uyumlu görünen riski düşük 30 yıllık mortgage kredisinin ödenme riski hafifçe yükselir; çünkü ipotek halen sağlam gözükmektedir. Ama bu sağlamlık 100,000 ABD Doları tutarında seviyede değildir artık ve 200,000’lık seviye “gerçekçi bir fiyatlamaya” değil küçük bir spekülasyona dayanıyorsa durum karışık bir hal alır. Mortgage sistemi, borçlunun işsiz kalması, gelirinin azalması vb. gibi ödememe riskine karşı fazla duyarlı değildir. Çünkü sistemin içinde bu gibi durumlar için sigorta oluşturacak mekanizmalar bulunmaktadır; ancak borçluların büyük bir bölümü ödeme zorluğu içine düşerlerse sistem buna uygun bir koruma içermediğinden çözülme başlar. Elbette, kurumsal ciddiyete sahip bazı mortgage

kuruluşları yukarıdaki yolu takip etmemişlerdir, ancak bu yolu takip edenlerin azımsanmayacak büyüklükte olduğu anlaşılmaktadır; MBS piyasaları risklere göre sınıflandırılmıştır, “subprime mortgage” riskli varlıkların ticaretinin yapıldığı piyasalardır. Son krizde de bu piyasalarda, işlem gören varlıkların risklerinin artık fiyatlanamayacak kadar büyüdüğü anlaşılmış ve birden bire bu piyasalarda talep kalmamıştır. BNP’nin “likidite buharlaşması” ile kastettiği budur. Hiç talep olmadığı için, 1000 ABD Dolarından işlem gören bir finansal varlığın fiyatı 100 ABD Dolarına indiğinde bile alıcı gelmemektedir. Dolayısı ile işlem olmamakta ve dolayısıyla fiyat oluşmamaktadır. Bir iflas durumu söz konusudur, ama bildiğimiz iflaslardan farklı olarak, kimin iflas ettiği tam olarak belli değildi. 11 Bizim NY’lu gibi bazı olağan şüpheliler vardır, bunlar sistem açısından sorun olarak görülmezler, evlerine el konulur, gelirlerine ipotek koyulur ve paranın bir kısmı uzun vadede kurtarılır; ama bir de bazı olağanüstü şüpheliler var ve sorun da burada başlıyor. Çizime geri dönecek olursak, bizim NY’lunun ipoteği ve onun taşıdığı riskler üzerinden ne kadar finansal varlık çıkartıldığı konusunda hiç bir fikrimiz yok. Hatta FED’in Bernanke’den önceki efsanevi başkanı Alan Greenspan, bir konuşmasında “kaldıraç oranını” hesaplayamadıklarından şikâyet etmiş ve bunun son derece kaygı verici olduğunu eklemişti. Bu durum, olağanüstü şüphelilerin sayıları, sahip oldukları ve/veya yönettikleri fonların miktarı ve finansal kaliteleri hakkında tam bir sis perdesi yaratmaktadır. Örneğin, bizim NY’lunun ilk ve sağlam ipoteğinden meydana gelen MBS’yi satın alan kuruluş bunu AAA rating12 alan fonunun bir parçası yaptıysa, ardından kaliteli bir fon üzerinden çok sayıda risk algısına dayalı farklı finansal varlıklar yaratıldıysa (vadeli işleme dayalı finansal varlıklar) ve bunu BNP gibi, China Bank13 gibi büyük bankalar yaptıysa çarşı karışmış demektir. Bu durumda, hangi finansal kurumun ne kadar risk taşıdığını bilmek mümkün değildir, bankalar 11 Baudrillard’ın sanal gerçeklik tarifine uygun bir durum 12 Risk ölçümü sözkonusu olduğunda uzman rating kuruluşları tarafından derecelendirmeler yapılır, AAA en kaliteli yani riski en düşük derece anlamına gelir. BNP’nin işleme son verdiği her iki fonu da AAA derecesine sahipti! 13 http://www.marketwatch.com/markets/globalmarkets,

25/08/2007, Subprime Hits China Bank

Eylül 2007 fabrika


Global Finans Piyasaları Bugünlerde Neden Sinirliler?

arasında para ve fon alışverişi durur. 9 Ağustos’ta olan budur, bankaların birbirlerinden borçlanmaları mümkün olmadığından merkez bankaları tüm bankacılık sistemine likidite sağlamışlar, yani borç vermişler ve borçların vadesini uzatmışlardır. FED ayrıca, ıskonto faizini düşürerek likiditeyi artırmıştır, bütün amaçları sistemin tekrar çalışmasını sağlamaktır. Eğer bankacılık sistemi yavaşlarsa bunun ekonominin işleyişi üzerinde son derece olumsuz etkisi olacağı ve ani bir büzülmeye yol açacağı açıktır. Sisteme ihtiyacı olan likiditenin verilmesi sadece panik havasını engellemiş, sorunun uzun vadeli etkileri üzerinde herhangi bir plan açıklanmamıştır. Önce orta ve uzun vadeli etkilerin neler olabileceği konusunu ele alalım. Daha önce yaşanan krizlerde, sorunun sınırları belirli ölçülerdeydi. Örneğin 1997 Rusya krizinde büyük bir yatırım fonu batmış ve bunun etkileri koordineli bir şekilde hareket eden oyuncular tarafından sınırlı tutulabilmişti. Ama bugün yaşadığımız krizde hangi fonun ne kadar zarar ettiği tam olarak bilinmemektedir; daha kötüsü sorunlu finansal varlıklar üzerinden ne kadar türev finansal varlık üretilmiş olduğu yani sorunun hacmi de bilinmemektedir. Bunu, normal koşullarda Merkez Bankaları tahmin edebilirlerdi fakat finansal sistemin ulaştığı küreselleşme tek bir merkez bankasının bu konuya hâkim olabilmesini ve yönetebilmesini neredeyse imkânsız kılmaktadır.14 Takip edilebilecek iki yol vardır: birincisi, merkez bankaları, sorunlu birincil piyasalara müdahale ederek sorunlu varlıkları satın alınmasını koordine ederler, bu yol daha önce bir kaç ufak sallantı sırasında bazı fonların tasfiye edilmesi için kullanıldı; ikincisi, fonların temizlik işinin piyasaya bırakılması. Birinci yol izlenecek olursa ciddi bir “ahlaki problem” (moral hazard) sorunu oluşur, yüksek getiri peşinde koşan risk iştahı kabarık kişilere hak etmedikleri bir finansman sağlanmış olur (bu kişiler eğer hükümetleri etkileme gücüne sahip büyük sermaye grupları ise pek sorun olarak görülmez)15 14 Uluslarüstü merkez bankaları ağı, bu krizin muhtemele sonuçlarından biri olabilir; üretimin yoğunlaşmasını 20. yy’da finansal sermayenin yoğunlaşması izledi; şimdi bunu 4-5 ülke merkez bankasının tüm dünya sistemini yönlendirmek üzere bir küresel ağ oluşturması takip edebilir. Sermayenin oligarşik karakterinin çıplak olarak görülebileceği bir dönemdeyiz 15 Türkiye’de bunun sayısız örneğini yaşadığımız için bizim açımızdan zaten bir sorun değildir, biz aşılıyız ve alışkınız!

fabrika Eylül 2007

Öte yandan bu yolun en önemli sonucu, risk algısının kalıcı olarak düşmesi ve ileride problemin daha büyük bir şekilde önümüze gelmesidir. Bu yolun ikinci sonucu da, merkez bankalarının artık sadece “paranın son kabul edicisi” (lender of last resort) durumundan çıkarak finansal piyasalarda, piyasa yapıcısı fonksiyonunu üstlenmek zorunda kalmaları olabilir.16 Şu anda FED’in, ECB’nin bu rolü üstlenebilecek teknik bilgi ve donanıma sahip oldukları kuşkuludur, diğerlerini ve bu arada bizimkileri ihmal edebiliriz. Bugünlerde tartışılan 17 bu yolun bir başka yönü de şudur. Şimdiye kadar alışık olduğumuz şey, piyasa yapıcılığı işlevini yüklenen kurumun(kurumların) piyasadaki diğer oyunculardan temelde farklı olmayan bir kurum olmasıydı. Kamunun, hem de büyük bir cesametle ve en azından teoride diğerlerinden farklı olarak piyasanın tam bilgisine sahipken, piyasa yapıcısı rolünü üstlenmesi yeni bir durumdur ve bunun neoliberal zırvalamalar ve özelleştirme salgını içinde nereye oturduğu neşeli bir tartışma konusudur. Bu problemi çözmek için Mandrake’nin güçlerine sahip olmak bile yeterli midir onu da bilmem.18 Ama bildiğim bir şey var, bu konu tartışıldığına göre büyük ihtimalle mitolojik anlamıyla yeni bir Titan’ın doğum sancılarına şahitlik ediyoruz demektir. Artık finansal plutokrasinin19 egemenlik çağına girmeye başladığımızdan söz edebiliriz. İkinci yol izlenecek olursa, yani, sorunun çözümü piyasaya bırakılacak olursa bu defa sorunun kontrol dışına çıkarak bütün bankacılık sisteminin riske edilmesi hiç de küçük bir olasılık değil. Bir kere, MBS’leri portföylerinde bulunduran bankalar var, ikincisi ve daha önemlisi, MBS’lerin alım satımını yapan uzmanlaşmış fonların katılım paylarını ellerinde bulunduran yatırım fonları, bankalar, emeklilik fonları var. AAA derecesine sahip bir fonun içinde çürük bazı finansal araçlar bulunması fonun kuruluş sözleşmesine aykırı bir durumdur20. Bu durumda kalan bir fonun risk algısı Aslında bu yol, servetin kamu eliyle eşitsiz bir biçimde yeniden dağıtılmasından başka bir şey değildir (bu defa sanal değil reel dünyada). 16 Bu, “Tarzan zor durumda” demektir. 17 Bkz. http://www.woxeu.org/index.php?q=node/459 18 Bkz. http://www.woxeu.org/index.php?q=node/459 19 Bürokrasi ile sermayenin ortak oligarşik diktatörlüğü. 20 Bunların çürümesi sonradan gerçekleşmiş olabilir. Örneğin bizim NY’lunun ilk ipoteğinden üretilen MBS, AAA derecesinde bir varlık iken birden bire NY’lunun ikinci kredisi dolayısı ile bu dereceyi hak etmeyen ama halen aynı derece ile kodlanan bir varlık haline dönüşmüş olabilir. Bunu, ikincil


Global Finans Piyasaları Bugünlerde Neden Sinirliler?

değişir ve bu tek çare olarak varlığın elden çıkartılması denenir(satıcılar arttı, alıcılar eksildi); eğer elden çıkartılamıyorsa bu defa diğer varlıklardan satış yapılarak risk düzeyi dengelenmeye çalışılır. Yatırım fonları ve bankalar için de farklı saiklerle benzer işlemlerin yapılması gerekir, hastalık diğer piyasalara da bulaşır. Nitekim, 9 Ağustos’u takip eden hafta içinde Japon Yeni ile ABD Doları arasındaki parite değişimi bir ölçüde bu tür bir hareketi işaret ediyordu. Etkisi hafif çaplı bir korku yarattı, ucuz Japon Yeni ile yüksek getirili Dolar ya da başka döviz cinsinden varlıklarını finanse ederek mutlu hayat sürenler (carry trade uzmanları) ki bizim gazetelere göre aralarında Japon ev kadınları da varmış, zor durumda kaldılar. Japon ev kadınları pek sorun değil, ama ya aralarında çeşitli faaliyetlerini bu şekilde finanse eden irili ufaklı şirketler veya düpedüz yatırım fonları varsa? Bu gidişle, Tarzan’ın bundan sonra gün yüzü görmesi mümkün olmayacak galiba... Şimdiye kadar ortaya koyduklarımız sis perdesini aydınlatmak bir yana perdeyi iyice kalınlaştırdı. Ama elde olanlardan yola çıkarak orta ve uzun vadede neler olabileceğine bakabiliriz: a. Şu ya da bu şekilde azımsanmayacak miktarda fon tasfiye edilecek b. Gayrimenkul piyasasındaki talep yavaşlayacak. c. Bazı bankalar ve büyük finansal kuruluşlar ciddi zarar yazacaklar. d. Çok sayıda NY’lu dünya vatandaşının servetinde erime olacak ve borçları ile servetleri arasıdaki zahiri ilinti gerçeğe dönüşecek. e. Şirketlerin bir bölümünün bilânçosu küçülecek. f. Bütün dünyada risk algısı yükseleceğinden finansal varlıkların fiyatlaması yeniden yapılacak. g. Bankacılık sisteminin aktiflerinde küçülme olacak. Bütün bunları bu açıklıkta olmasa da ve elbette çok daha iyimser bir tonda ve bir olasılık olarak, piyasalara, vadeli işlemlere vb. uzattığınızda sorunun ihmal edilebilecek boyutun çok ötesinde, bu fonları rahatsız edebilecek bir büyüklüğe ulaşmış olma ihtimali yüksektir.

10

FED’in başkanı Bernanke 17 Mayıs tarihli konuşmasında dile getirmişti21. Bilinmeyen nokta, bütün bunların ne kadar bir süre içinde gerçekleşebileceği. Eğer, yeterince uzun bir zamana yayılabilirse ve panik engellenebilirse kontrollü bir iniş gerçekleştirilebilir. Ama bunun çok yüksek bir koordinasyon olmaksızın sağlanması mümkün değildir. Eğer sağlanabilirse, dünya ölçeğinde büyüme yavaşlar ve uzun dönemli görece hafif bir durgunlukla geçiştirilebilir. Bence daha yüksek ihtimalli alternatif senaryoya göre ise, sorunun boyutlarının tahmin edilenden büyük olması ve zararların ciddi seviyelere ulaşması keskin bir düşüşle sonuçlanır ve bu durumda 1973 ve 1929 krizleri ile karşılaştırılabilecek bir krize girilir. Sonuç ne olursa olsun sistemin irrasyonel karakteri net olarak ortadadır. Aslında Kapitalizmin ilk dönemlerindeki lale soğanı krizinden bu yana sistemin mekanizmasında anlamlı bir farklılık yaşanmamıştır22. Her kriz genel bir yıkım ve tekelci yoğunlaşmanın daha da yükselmesi ile sonuçlanmıştır. Bugün de farklı bir durumda değiliz. Yazının çerçevesi dışında kalmakla birlikte bir kaç kelime de Türkiye’ye etkisinin ne olabileceğini tartışalım. Birincisi, ilk planda Türkiye’ye etkisi sınırlı kalmıştır, bu esas olarak, gelişmiş ülkelerde başlayan bir krizdir. Türkiye’de görünür etki likidite sıkışması ile birlikte gerçekleşecek ve 2002 – 2007 arasında likidite bolluğu dolayısıyla yaşanan ve kanımca kötü idare edilen bahar havası sona erecektir. Dünya’da ekonomik büyümenin yavaşlaması ve temel finansal piyasalarda belirsizliğin artışı büyük ölçüde, Euro/Dolar paritesinin yarattığı avantaj üzerinden dünya ekonomisi ile eklemlenen Türkiye ekonomisinde ciddi bir durgunluk tehlikesi yaratır. Artık AKP ile yoksullar arasındaki güçlü ekonomik ve kurumsal bağ, ekonomik temelden başlayarak zayıflayacaktır. Bu durumun yaratacağı fırsatlar ve tehlikeler canlı bir tartışmanın konusu olabilir.

21 http://www.federalreserve.gov/Boarddocs/speeches/2007/20070517 22 Kindelberger, Charles P. (2007), Cinnet, Panik ve Çöküş – Mali krizler tarihi-, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,

İstanbul

Eylül 2007 fabrika


Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor S. Zeki TOMBAK

ABD’de, İngiltere’de, önemli adlar veya kurumlardan “Irak’tan çekilelim”, “çekilmeyi hemen takvimlendirelim” çağrıları duyuyoruz, okuyoruz. Acaba amaçlarına ulaştılar ve bölgede işleri bitti, bu yüzden çekilme tarihini mi konuşmaya başladılar. Yoksa ABD liderliğindeki koalisyon güçleri yenildiler mi, yeniliyorlar mı? Bölgede daha fazla kalırlarsa, ABD’nin, süper devlet konumunu sürdüremeyecek ölçüde yıpranacağı ve 2. Harb-i Umumi öncesindeki gibi, yeniden içine kapanacağını, izolasyonist bir tutuma döneceğini söyleyenler var. Gerçekten ABD ve ortaklarının kayıpları ve savaş maliyetleri bu kadar ağır mı? ABD ve ortakları yeniliyorlarsa eğer, yenen kim? Araplar mı? Sünni Araplar mı, yoksa Şii Araplar mı? Arapların devletleri mi? Yoksa El Kaide gibi Arap örgütleri mi savaşı kazanıyor? Yoksa Sadr gibi, El Hekim gibi, rahmetli Sistani gibi Arap, Şii, cemaat önderliklerinin aşiret/örgüt/cemaat kırması organizasyonları mı savaşı kendi lehlerine çevirecek bir askeri başarı göstermekteler? Yoksa, kendisini de böylece bir kenarına iliştirebilme ve “biz” diyebilme ümidiyle, her şeyi muğlaklaştırmaya hazır, ideolojik bir omurga oluşturamamış, adını daha sonra anacağız, bazı sol çevreler gibi savaşı kazananın “anti-emperyalist cephe” veya “emperyalist işgale karşı direniş cephesi” veya “batının hakkından gelen doğu” ve nihayet “Ortadoğu Halkları” olduğu mu iddia edilecek?

fabrika Eylül 2007

Bir de savaş nerede kazanılıyor? Afganistan’da kazanılıyorsa, malum Afganistan işgal altında bulunuyor, Amerikan emperyalizmine ve ortaklarına karşı, Türkiye dahil, Taliban ve El Kaide kazanıyor olmalıdır…Çünkü Taliban’dan ve El Kaide’den başka savaşan birileri ortalıkta görünmüyor. Hatta Afganistan’da El Kaide’nin savaştığı da meçhul. Sadece Taliban’ın savaştığı kesin. Irak da işgal altında ve Irakla ilgili soruların küçük bir bölümünü, yukarıda sorduk. Ama vaktiyle İngiliz sömürgeciliğinin kendisine göre “Ortadoğu” dediği; Afganistan, Pakistan ve İran hariç, çoğu vaktiyle Osmanlı coğrafyası içinde bulunmuş, Müslüman coğrafyasından söz ediyoruz; bu coğrafyada “işgal”in her çeşidi var. Dolayısıyla öncelikle 1945’ten önce bu yana Filistin’deki işgal var. Eğer Ortadoğu’da kazanıyorsak, bölgenin ve bölgedeki bütün problemlerin kalbi orasıdır, demek Filistin’de kazanıyoruz. Lübnan’da, Suriye’de, Yemen’de, Kuzey Afrika’da, Suudi Arabistan’da, Birleşik Arap Emirliklerinde, Mısır’da, İran ve Pakistan’da; eğer Ortadoğu’da emperyalizm yeniliyor ve “biz” kazanıyorsak, demek bütün bu coğrafyada işler, “biz” artık neyi ifade ediyorsa; bize göre gelişiyor demektir. Acaba durum böyle midir? Belki emperyalistler çoktan kazandı, işlerini bitirdiler ve ayrılmayı konuşuyorlar.

11


Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor..

Belki de emperyalizmin bir yere gittiği yok….

Soruyu Doğru Sormak Gerekir Emperyalizm bölgede neden var? Emperyalist kapitalist sistemin bu büyük ve çok önemli bölgedeki çıkarlarını korumak için var. Bölge sömürgecilik döneminde de sömürgeci devletlerin ilgi alanındaydı, emperyalizm döneminde ilginin merkezindedir… 16. yüzyılın ortalarından itibaren Portekiz sömürgeciliği, çok kısa bir süre sonra İngiliz sömürgeciliği Doğu ticaretinin ve doğudaki sömürgeci faaliyetlerinin güvenliği için bölgede köprü başları oluşturmaya çalıştı. Osmanlı donanmasının 16. Yüzyıl ortalarından itibaren Kızıldeniz’den Hint Okyanusu’na açılma girişimleri de, bölgede Batılı sömürgecilerin yerleşmelerini engelleme ve okyanusa kaymakta olan ticaret yollarını kontrol altına alma amaçlıdır. Bölgedeki egemenlik mücadelesine 19. yüzyıl başından itibaren Napolyon liderliğinde Fransız sömürgeciliği de dahil olacaktır. Evet petrol, neft, kaya yağı, tiner… Artık hangi adıyla anacaksak, binlerce yıldır bilinmekte, inşaattan, kuşatma ve deniz savaşlarına, yol yapımından, ateşe tapma inancında kutsallaştırılmaya, şehirlerin aydınlatılmasına, gemilerin kalafatlanmasına kadar pek çok alanda kullanılmakla beraber, 1912’de İngiliz donanmasına bağlı gemilerin motorlarında yakıt olarak kullanılmaya başlayıncaya kadar stratejik bir enerji kaynağı değildi. Sadece 19. yüzyılın ikinci yarısında şehir aydınlatılmasında gazyağı kullanımında ciddi bir genişleme ortaya çıkmış ve bölgede, özellikle Musul’da toprağın yüzeyinden dereler halinde akan petrol, eski sömürgeciler gibi, Almanya başta olmak üzere sömürgeciler arasında yeni katılmış olan batılı devletlerin de ilgisini çekmektedir. Dolayısıyla bölge üzerindeki egemenlik mücadelelerinin petrolle ilgisinin tarihi bir buçuk asırlıktır, batılı sömürgecilerin kendi aralarında ve Osmanlı ile karşı karşıya geldikleri egemenlik mücadelelerinin tarihi ise en azından 500 yıllık bir tarihe sahiptir. Seçkin gazeteci ve değerli arkadaşımız Hüsnü Mahalli’nin zaman zaman, Arapların yaşadığı trajediye ilişkin olarak, “keşke petrolümüz olmasaydı da, bütün bunlar başımıza gelmeseydi” şeklinde yakındığını işiten çok kimse olmuştur. Bu yakınmanın, trajedinin yüz elli yıllık tarihini aydınlattığı doğrudur. Ancak Portekiz sömürgeciliğinin 16. yüz-

12

yıl içinde Hicaz bölgesini işgale giriştiği de bir hakikattir. Osmanlı faktörü olmasaydı, Arapların trajedisi belki de daha o dönemden başlayacaktı. Osmanlı egemenliğini trajedinin bir parçası sayan Arap kardeşlerimizin olduğunu da elbette biliyoruz. Bütün bunları bölgede olup bitenlerin hem bölgenin yapısından ve hem de tarihinden kaynaklanan karmaşıklık içinde anlaşılması gerektiğini; bölgedeki gelişmelerin genellemelere, günü birlik açıklamalara, hele hele üfürmelere hiç uygun olmadığını belirtmek için söylüyoruz. Bu hatırlatmalardan ve soruların çokluğuna işaret ettikten sonra, ABD liderliğindeki koalisyon güçlerinin bölgedeki işgallerine başlarken ortaya koyduğu sorun ve amaçlara yeniden göz atabiliriz. ABD yönetimine bakılırsa sorun 9/11 idi. Yani El Kaide örgütüne veya örgütler ağına mensup olduğu söylenen bir grubun New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’nin bulunduğu ikiz kulelere ve Pentagon’a uçaklarla saldırması, kulelerin yerle bir olması ve Pentagon’un hasar görmesi idi. ABD ilk kez kendi topraklarında saldırıya uğramış görünüyordu. Bush yönetimi 11 Eylül saldırısının, CİA’nin Afganistan’da Sovyetler Birliğine karşı savaşsın, savaşanlara önderlik etsin diye yetiştirdiği Usame bin Ladin’in liderliğini yaptığı El Kaide örgütünün düzenlediği bir eylem olduğunu ilan etti. Bush yönetimine göre örgütün önder kadrosu Afganistan’da bulunuyordu. Afganistan ağır biçimde bombalandı, sonra birlikler indirdi, El Kaide’ye “yardım ve yataklık yapan” Taliban rejimi şehirlerden atıldı ve sindirildi. İşgal güçleri Afganistan’da demokratik, yani batı yanlısı bir yönetim oluşturmaya girişti ve fakat El Kaide yöneticilerini bulamadığı gibi, Kabil dışında istikrarlı bir hakimiyet de kuramadı. Afganistan’dan sonra sıra Irak’a geldi. Gerçekte 10 yıl önce baba Bush’un oluşturduğu o zamanın koalisyon güçleri Irak’ın ve Irak ordusunun canına okumuştu. İran’da 1979’da kurulan Humeyni rejiminin enerjisini tüketsin ve İran’ın rejimi ihraç edecek gücü kalmasın diye, başta ABD olmak üzere, batılıların silah ve donanım akıttığı Saddam, İran-Irak savaşı milyonla Iraklı ve İranlı’nın hayatına mal olup, gene de “pat”la sonuçlandıktan sonra, emeklerinin karşılığı olarak Kuveyt’e el koymaya kalkmıştı. ABD tarafından darbeyle iktidara getirilmiş, kendisine yol verenlerle istedikleri şartlarda petrol kontratları yapmış; onlar adına komşusuyla 8 yıl savaşmış Saddam, bu kadarının da hakkı olduğuna inanıyordu. Bölgede İsrail’in kendisine yönelik bir tehdit olarak algıladıEylül 2007 fabrika


Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor..

ğı güçlenme girişimlerinin, nükleer çalışmaların, işgallerin, birleşmelerin ve düzenli ordulaşmaların, direniş örgütleyecek kapasitede organize olmaların vb. vb. sadece İsrail tarafından değil; çoğu zaman sistem tarafından da düşmanca bir gelişme olduğunu unutmuş görünüyordu. Hatırlattılar. Irak ordusuna İran’a karşı kullansın diye verdikleri; Irak’ın daha önceleri Varşova Paktı’ndan aldıkları dahil askeri gücünün çoğunu, ülkenin alt yapısıyla birlikte kullanılamaz hale getirdiler. Neredeyse sadece Saddam’ı ve çetesini yerinde bıraktılar. İşin orada kalmayacağı belli idi. Irak askeri güçlerine 36. paralelin kuzeyine çıkışı yasakladılar. Kuzey’de bugünkü Kürdistan Federe Devletinin temellerini, elbette Türkiye’nin de yardım ve katkılarıyla ve İncirlik üssünde konuşlu Çekiç Güç korumasında inşa ettiler. Irak’ta Saddam rejiminin sahip olduğu silah sistemlerini, ne kadarının kullanılabilir olduğunu, Irak’ın savaş kabiliyetinin sınırlarını iyi biliyorlardı. Ama 10 yıl sonra, gününün geldiğine karar verildiğinde; El Kaide’nin, 11 Eylül’de her türlü istihbarat ağını delerek, daha önce filmi bile çekilmiş bir senaryoyu uygulamasının mümkün olması da bu karara dahildir; Irak masanın üzerine konuldu. Açıkladıklarına ve bütün dünya basınının yazdığına göre, Saddam rejiminin elinde kitle imha silahları (kimyasal ve biyolojik) vardı. Nükleer bomba yapma çalışmalarını gizlice sürdürmekteydi. El Kaide’yi desteklemekteydi vs. vs. vs. ABD’nin askeri doktrini artık “önleyici saldırı” idi. Esasen bu doktrin, bölgede yeni bir Küba olmasın dile, solcuların iktidara geldiği her yeri işgal etmeyi kendine hak gören Reagan döneminde de, Grenada’nın, solcular iktidara gelir gelmez işgal edilmesinde olduğu gibi, uygulanmaktaydı. Bu doktrine göre, düşmanın elinde ABD’ye ve çıkarlarına zarar verme imkanı varsa, bu imkanın kullanılması beklenmeden saldırıya geçilecek ve zararın oluşması önlenecekti. Madem ki Irak’ın elinde kimyasal ve biyolojik silah stokları vardı ve nükleer çalışmalarını, daha önce İsrail’in aynı doktrine uygun olarak vurmuş olmasına rağmen sürdürüyordu ve asıl, El Kaide Saddam rejimi tarafından himaye ediliyordu, o halde vurulacaktı. Hikayenin sonrası biliniyor, Irak’ın elinde bu söylenenlerin hiçbiri bulunamadı ve El Kaide bağlantısı da ortaya çıkarılamadı. Ama Saddam devrildi ve konuşmasına imkan verilmeden idam edildi.

fabrika Eylül 2007

Ancak Irak’ı işgal etmeye karar veren Bush yönetimi, sadece Irak’a değil; bütün İslam coğrafyasına, ABD Büyük Ortadoğu diyor, yeni bir düzen vermek misyonuyla kendisini görevlendirmişti. Bölgeye “demokrasi” gelecek ve böylece “demokrasileri” tehdit eden diktatörler tasfiye olurken, “terörün” bölgede yuvalanması ve güç kazanması da önlenecekti. Eğer demokrasi ile kastedilen şey, temsili mekanizmaların varlığı ve işletilmesi, siyasi partiler, seçimler, gizli oy, açık seçim, seçimle gelen yönetimlerin seçimle gitmesi ve benzerlerinden ibaret olsaydı ve ABD, bölgede tam da bunu tesis etmek için bulunuyor olsaydı, Filistin’de seçime girmesi için batılılar dahil herkesin üzerinde baskı kurduğu ve bu baskı sonucunda katıldığı seçimi kazanan HAMAS’ın başına aşağıda değineceğimiz işlerin hiç birinin gelmemiş olması gerekirdi. Veya tersinden bir örnek verelim, demokrasi öyle bir şey olsaydı, Rusya Duması’nı, içindeki komünist ve milliyetçi muhalif milletvekilleriyle beraber top ve tank ateşine tutan Yeltsin’in İngiltere, ABD, Almanya, Fransa gibi demokrasileriyle ünlü devletlerin yöneticileri hararetle tebrik etmez ve kendisini Rusya’da demokrasinin gelişimine yaptığı bu büyük katkı için kutlamazlardı. Elbette demokrasinin şekli unsurları var ve bunlar önemli. Ama ABD ve ortakları için demokrasinin “özü” daha önemli. Temsili mekanizmalar şu veya bu gelişkinlikte olabilir; bazen temsili mekanizmaların işleyişi darbelerle kesilebilir; bazen, özellikle devlet başkanı seçimlerinde oy oranları, %90 ve üzeri gibi şaşırtıcı yüksekliklerde çıkabilir; liderlerin koltuğundan kalkmasının yolu öldürülmek veya darbeler olabilir. Yozlaşmış ve boğazına kadar yolsuzluklara batmış bir hakim sınıf ve siyasi, bürokratik elitin çürük kokusu burunları rahatsız edebilir… Ancak bunlar tolere edilemez şeyler değildir. Önemli olan rejimin batı ile ilişkileridir. Demokratik rejim, batı ile uyumlu rejimdir. Batıya eklemlenmiş rejimdir. Bu bakımdan bakıldığında, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün gibi gerici rejimler, ABD’nin en yakın müttefikleri olmayı sürdürmekte, emirlik ve krallık sistemi varlığını işgal öncesinde olduğu gibi sürdürmektedir. Suudi rejimi ile işgal öncesi ve esnasında bir gerginlik yaşandı. Belki de bu gerginliğin bir parçası olarak ortalıkta dolaşan ve Türkiye’yi de parçalanmış gösterdiği için pek meşhur olan harita hatırlanacaktır. Haritada Kral-

13


Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor..

lığın parçalandığını, bir bölümünün “Şiiistan’a”, bir bölümünün Ürdün’e verildiğini ve zerre kadar petrolü olmayan küçük bir bölümünün de Kutsal İslam Devleti adı altında Suudi hanedanına bırakıldığını görmekteydik. Biraz bu tehditlerin etkisi; biraz İran, Suriye, Hizbullah ittifakı ve Irak’ta Şii yükselişi ve Hizbullah-Hamas gibi radikaller karşısında bölgede bir “ılımlı/sistemle uyumlu”Sünni cephesi yaratma ihtiyacının ortaya çıkmasının etkisiyle Suudi Krallığı ile de ilişkiler balayı kıvamında seyrediyor. Son olarak Suudilere İsrail’in de memnuniyetle karşıladığı 20 milyar dolardan az olmayacak bir silah satışı gündeme geldi. Demek ki, Suudi Arabistan Krallığı da hızlı bir “demokratikleşme” tehdidi karşısında değildir. Mısır’da Hüsnü Mübarek rejimi, boğazına kadar yolsuzluğa batmış bir baskı rejimi olarak, tıpkı Suudi krallığı ve Ürdün krallığı gibi ABD’nin ılımlı/batı yanlısı Sünni cephesinin kurucu unsurlarından birisidir. Hüsnü Mübarek, bir ara başında bulunduğu rejimin demokratikleşmeye zorlanacağı endişesine kapılarak, görece özgür bir siyasal ortamda ve bu ortamın bir parçası olarak gerçekleşecek bir parça serbestleşmiş bir seçimde Müslüman Kardeşler’in iktidara gelebileceğini ve bunun sistem için daha fena olacağını anlatmak için çalmadığı Amerikan kapısı bırakmamış idi. Şimdilerde ABD demokratikleşme misyonundan hemen hemen hiç söz etmiyor ve Hüsnü Mübarek, başında bulunduğu baskıcı rejimin demokratikleşmeye zorlanacağından artık endişeli görünmüyor. Demek ki, Irak’dan, bulunulan an itibariyle batılı demokrasilere yönelik kitle imha silahlarıyla gerçekleşecek bir saldırı; Irak’ın nükleer programını gizlice sürdürmesi ve El Kaide’nin Saddam/Baas rejimi tarafından Irak’ta barındırılıyor olduğu ve dolayısıyla “önleyici saldırının” hiçbir meşruiyetinin ve açıklanabilir tarafının olmadığı kesindir. Bununla birlikte emperyalizmin bölgedeki askeri varlığının bir demokratikleşme misyonuyla da, alakası yoktur. Dolayısıyla işgalin sürmesinin veya sona ermesinin, bu unsurlar üzerinden, tartışılmasının bir anlamı yoktur. Ancak şu nokta asıl cevaplara yönelebilmemiz için açıklayıcı olacaktır. Irak elindeki askeri imkanlarla, ikinci Körfez Savaşı’nın başladığı günlerde bir tehdit oluşturmamakla beraber; 10 yıl önce Kuveyt’i ilhak etme girişiminde bulunarak,

14

bölgede sistemin kurduğu düzeni, dengeleri ve bunların güvenilirliğini ciddi biçimde tehdit etmişti. Bölgede, bu tarz bir Baasçı inisiyatifin gelişmesi belki Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden ve Suudilerden ziyade başka bir odak açısından tehdit olarak algılanmaktadır: İsrail! Bölgede organizasyonel ve askeri bakımdan güçlenen veya güçlenme çabası içine giren her devlet (ve örgüt, parti), eğer batı sistemi ile çok güçlü ve güvenilir bağlara sahip değilse İsrail tarafından, bir tehdit olarak algılanmaktadır. Irak İsrail için bir tehdit potansiyeliydi ve zaten İsrail tarafından nükleer programını sona erdirmek için, Osirak tesisleri bombalanmıştı. İsrail Başbakanı Şaron’un Bush’tan, “İran’ı vurmadan bölgeden gitmeyin” talebinde bulunduğunu biliyoruz. Hizbullah ve Suriye İsrail için bir tehdittir vs. Yeri gelmişken bu tehdit algılamasına uç bir örnek verelim. “The Jerusalem POST” gazetesinde Barry Rubin imzalı bir yazıda AKP’nin seçim başarısı şöyle değerlendiriliyor: “AKP’nin asıl gündemine dair şüpheler yersiz değil: Parti, İran’a ABD’den daha fazla sempati beslediği gibi, radikal İslamcılığın yenilmesini de istemiyor. Üstelik, uzun süre iktidarda kalırsa yargı, ordu ve eğitim kurumlarında İslamcı bir gündemle hareket etme ihtimali yüksek…” (Türkiye’deki İslamcılardan Çekinin, The Jerusalem POST, 29 Temmuz 2007, Radikal gazetesi çevirisi 3 Ağustos 2007). Sanki Baykal konuşuyor. Gazetede “Washington laiklerin tarafını tutmalı” başlıklı yazılar da eksik olmuyor. (Daniel Pipes, 16 Mayıs 2007, Radikal çevirisi, 18 Mayıs 2007) “İslamcı” AKP, üstelik HAMAS’ın siyasi lideri Meşal’i Türkiye’ye davet etmekle kalmamış, HAMAS hükümetinin Başbakanlığını yapmış Haniye’yi de davet edebileceğini hissettirmiş..Ve nihayet suçların en ağırını işleyenek, İran’la doğal gaz anlaşması da imzalamış..AKP hakkındaki bu kadar bilgi, partinin İsrail’den, ılımlı değil, HAMAS ve Hizbullah’ın kardeşi gibi görünmesine yeter. Dolayısıyla AKP’ye savaş açacak değiller, ama derin bir kuşku duydukları kesindir. Bölgenin, petrolün stratejik bir enerji kaynağı haline gelmesinden önce de batının doğudaki çıkarlarının güvenliği açısından kontrol edilmesi, ele geçirilmesi ve elde tutulmasnını hayati önemde bir bölge olduğunu söylemiştik. Sadece rezervlerinin büyüklüğü bakımından değil, yüksek kalitesi ve yüzeye çok yakın olduğu için çok düşük üretim maliyeti nedeniyle Ortadoğu petrolünün, kontrol altına alınması ve başka güçler tarafından kontrol altına alınmasının engellemesi stratejik önemde olan bir enerji kaynağı olduğunu da, bölgenin Eylül 2007 fabrika


Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor..

coğrafi öneminin altına yazalım. Bu iki unsur, İsrail’in neden Hindistan’ın Kuzeyinde, neden Madagaskar’da veya Orta Afrika’da veya Güney Amerika’da değil de, Filistin topraklarında kurulduğunu da açıklar. Emperyalizm bölgeye, bölgenin stratejik önemi için, petrol kaynakları üzerinde kontrol için, bölgede İsrail’i tehdit potansiyeli olan güçleri ezmek, parçalamak için; dolayısıyla batının çıkarlarını hem bugün, hem uzun vadede güvence altına almak için işgal gücü olarak geldi. Ama aynı zamanda “Haçlı seferi” gibi, “Kehaneti beklemek yerine kehanetin gerçekleşmesine yardımcı olmak gibi” Evangelist hezeyanların, Judeo-Hıristiyan kültür ve ideolojinin düşmanca, kışkırtıcı motifleri ve sloganlarıyla da bu geliş, siyasal/tarihsel ve dinsel bir anlam kazandı. O zaman, işgal güçlerinin çekilmesi, çekilmenin takvimlendirilmesi gibi öneriler sıkça ortaya atıldığında, bunun ne anlama geldiğini anlamak için, söz konusu amaçların ne ölçüde gerçekleşmiş olduğuna bakarak tartışmak yerinde olur.

Irak’ta Ne Oldu, Ne Oluyor?.. Irak’ta Talabani’nin Cumhurbaşkanı, Maliki’nin Başbakan olduğu merkezi bir devlet yapısı varmış gibi görünüyor. Sürecin başında ABD’nin “Irak’ın toprak bütünlüğü” konusunda çok hassas olduğu, Türkiye’nin büyük medyasında ve yöneticilerin açıklamalarında çok tekrarlandı. Bu daha çok, Türkiye’nin, Kürt Federe devletinin zaman içinde bağımsız bir devlete dönüşeceği yönündeki endişesinin karşılanmasına yönelikti. Ancak artık Kürt bölgesi Irak bayraklarının asılamadığı, Barzani hükümetinin kendi adına uluslar arası ilişkiler yürüttüğü, petrol kanunu gibi cüretkar kanunların çıkarıldığı bir konumda. Federe devletin kendi ordusu var ve güvenliğin sağlanmasında ABD güçlerine yardım etmek amacıyla 20 bin civarında peşmergenin oluşturduğu birliklerini Bağdat’ta görevlendiriyor. Barzani geçtiğimiz günlerde, Kerkük referandumunun hazırlığı anlamına gelen nüfus sayımının yapılamaması üzerine, “eğer Merkezi hükümet Kerkük referandumunu ertelerse iç savaş çıkar” tehdidinde bulundu. Sadece Barzani ve Talabani için değil, bölgedeki Kürt örgütlerinin belki de hepsi için, ABD’nin Irak işgali, belki bir daha hiçbir zaman Kürtlerin karşısına çıkmaya-

fabrika Eylül 2007

cak bir altın fırsat olarak görülmektedir. ABD’nin askerini Irak’tan çekse bile, Kürdistan’da önemli bir güç bulunduracağına dair işaretler, aynı çevrelerde büyük bir mutluluk ve geleceğe güven kaynağı durumundadır. Gerçekten de Kürt devletinin bağımsızlığı fikrinden, bu devletle sınırdaş olacak Türkiye’nin de, İran’ın da, Suriye’nin de ve hatta “Sünnistan”ın ve “Şiiistan”ın da rahatsız olacağı biliniyor. Ve bu nedenle ABD’nin Kürdistan’da inşa ettiği askeri havaalanı ve askeri tesislerden ve 40 bin civarında olacağı söylenen, bölgede kalıcı olarak konuşlanacak Amerikan askeri gücüne dair haberlerden Kürt yöneticileri pek memnundur. Bu tesislerin İran’a yönelik bir operasyonda kullanılma ihtimali ise yüksektir. Kürt yönetiminin İran’a yönelik bir askeri operasyona topraklarını açma hevesi, başlarını şimdiden İran’la belaya sokmaları anlamına gelmektedir Ancak daha yakın tehlike Federe devletin inşasına OYAK Çimento dahil, çok sayıda firmayla ve ürünle katılan; gıda, tekstil, beyaz eşya ve akla gelebilecek her sektörden firma ile halkın gündelik ihtiyacının karşılanmasında en büyük rolü oynayan Türkiye’nin, Kürdistan Federe devleti topraklarında üslenmiş PKK güçlerine karşı, ne Irak merkezi hükümetini, ne federe devlet yönetimini harekete geçirememesinden dolayı, kapıdadır. Barzani yönetimi, ABD’nin himayesine güvenerek, sanki geçmişte PKK’ye karşı TSK ile birlikte operasyonlara katılmamış; bunun karşılığında her ay düzenli para almamış gibi, Türkiye’ye ve TSK’ya karşı kışkırtıcı beyanatlarda bulunmakta ve PKK’ye karşı harekete geçmek bir yana, TSK’nın böyle bir girişimi çok ağır ödeyeceği gibi tehditlerde bulunmaktan kaçınmamaktadır. Türkiye’yi yönetenlerin ise, önünü gelenin Türkiye devletine ve TSK’ne efelenip, tribünlerinden puan alması için, yapmayacağı veya hemen yapmayacağı işleri, özellikle basın üzerinden tartışmak gibi basiretsiz bir politika içinde olduğu söylenebilir. Fakat neticede federe devlet çatısı altında kazanılmış siyasi, ekonomik, askeri ve alt yapıya ilişkin her şeyin tahrip olabileceği bir noktayı; bu noktaya ne zaman gelineceği bir yana; böylesine hevesle hazırlamak ise Kürt yönetiminin basiretsizliğidir. İşlerin bir çatışmaya doğru ilerlemesi hiç kimsenin yararına değildir. Hatta sıkça “sınır ötesi operasyona gelmeden yapılacak işler var, kapıları birkaç gün kapatalım, anlarlar hanyayı konyayı” türünden tehditler de uzun vadede kimsenin işine yaramayacak işlerdendir. Kısacası Irak’ın en istikrarlı, en güvenli bölgesi kabul edilen Kürdistan bölgesi, belki en büyük istikrarsızlık ve

15


Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor..

güvensizliklere maruz kalabilecek bir bölge olmaya adaydır. Diğer taraftan, Kürt bölgesi içinde yaşayan Yezidilere karşı Ağustos ortalarında girişilen saldırılarda 500’ün üzerinde can kaybı olmuştur. Anlaşılan odur ki, Irak’ın hiçbir noktası sivilleri hedef alan eylemlerden masun değildir. Şiiler, uzun süre Irak’ın bütünlüğünü savundular. Çünkü işgalin bir gün gelip sona ereceğini ve sayısal çoklukları nedeniyle Irak’ta yönetim sırasının nihayet kendilerine geleceğini umdular. Sadr’ın görece sert ve atak tutumlarını ise, bir tür provokasyon olarak değerlendirdiler. Ancak işgalcilerin ve şüphesiz Mossad’ın da katkılarıyla başlayan bombalı saldırılar, suikastler, toplu katliamlarla gelişen mezhep kavgalarının bütünlüğünü koruyan bir Irak fikrinin imkansızlığını gösterdiği ölçüde, kendilerini bölünmüş bir Irak fikrine hazırladılar. Artık Güneyde Şii Özerk Yönetimi oluşturma çabası içindeler. Basra Amara, Nasıriye, Divaniye ve Semave şehirlerinden aşiretleri temsilen 45 lider, güneyde bir özerk bölge kurma konusunda anlaştılar Sünni Arap cephesinde ise çeşitli odaklar var. Birisi El Kaide ve bir diğeri Baas’çılardır. Üçüncü bir grup ise, birlikte hareket etme ve birleşme kararı aldıklarını açıklayan, içinde Müslüman Kardeşlerin (veya Hamas) Irak kolu, Ensar el Sünni, 1920 Devrim Tugayı gibi grupların yer aldığı 7 Sünni direniş örgütünün oluşturduğu bloktur. Ancak Sünni coğrafyasını sadece silahlı direniş örgütlerinden ibaret saymak doğru değildir. Ciddi bir Sünni nüfus var ve bu nüfus Irak’ın görece en eğitimli, en modern, yönetim deneyimi bulunan kesimini oluşturuyor. Kürtlerin de, Şiilerin de toplumsal örgütlenme düzeylerinin aşiret ve dini gruplar halinde olduğu ortadadır. Bu nedenle Sünni nüfusun işgalcilerle veya merkezi Irak yönetimiyle ortak hareket eden kesimlerinin genişlemesi; Sünnilerin toplumsal/ siyasal hayata, elbette işgalcilerle veya hiç değilse merkezi hükümetle işbirliği yaparak katılımı çok önemsenmeye başlanmıştır. Irak Sünnilerinin öneminin artmasının bir diğer nedeni ise, işgal sonrası Irak’ta ve Hizbullah-İsrail savaşı sonrası genel olarak Ortadoğu’da etkisi ve nüfuz alanı genişlemiş görünen İran’a ve İran’ın moral motivasyon kaynağı olduğu propaganda edilen radikal İslamcı hareketlere karşı, Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün’ün içinde yer aldığı bir “ılımlı Sünni cephesi” inşasının gündemde olmasıdır. Irak’ta

16

Sünnileri bütünüyle sistem dışında bırakarak, Şiilere ve Kürtlere ezdirerek böyle bir cephe inşa etmeye girişmenin tutarsızlığı ortadadır. Ancak bütün dünyanın gözleri önünde cereyan ettiği üzere Sünniler, Şiiler ve Kürtler arasında ve aynı zamanda Türkmenlere, Yezidilere ve başka etnik veya dini gruba karşı hemen her gün, bir başka grup tarafından ağır saldırılar düzenlenmekte, sayısı artık iki yüz bin civarına ulaşmış olan sivil ölümleriyle Irak toplumunun bütün parçaları arasında kandan sınırlar çekilmektedir. Elbette at izinin it izine karıştığı bu ağır karmaşa ortamında istihbarat örgütlerinin yönlendirici, bombanın pimini çekici öncü provokasyonları da eksik olmamıştır. Sonuç olarak herkesin kendi bölgesine doğru çekildiği, bölgeler arasında karma ortamların etnik/dini/mezhepsel bir arınmaya uğradığı söylenebilir. Artık görünür gelecekte onarılması imkansız hale gelmiş kan davalarıyla bu gruplar birbirinden ayrılmış ve Irak’ın ruhu parçalanmıştır. Şimdi ABD’de ve dünyada Irak’ın bölüneceği konusunda kimsenin kuşkusu yoktur. Tartışılan şey, bölünmenin bütün unsurların razı edildiği federatif bir yapılanmayla yumuşak bir bölünmenin mi gerçekleşeceği; yoksa yaşanan iç savaşın çok daha fazla mı boyutlanacağıdır. Bir diğer boyut ise, bu iç savaşa komşu ülkelerin müdahil olmaları ihtimalidir. Şu anda bizzat ABD işgal güçlerinin gerçekleştirdiği bir bölünme ise Bağdat’ı güvenlik bölgelerine bölmeyi amaçlayan, İsrail’den kopyalanmış “duvar” inşasıdır. İşgal güçlerinin son komutanı General David Petreaus, İsrailli danışmanlarının önerisi üzerine, Sünni bölgelerini Şii bölgelerinden ayırmak suretiyle güvenlik sağlama gerekçesiyle duvar inşasını başlattı. Sünni bölgesi olan Adamhiya’nın çevresine çekilen 5 kilometrelik duvarın inşasıyla başlayan bu süreç, İsrail’in Batı Şeria’da diktiği 8 metre yüksekliğinde ve 600 kilometre uzunluğundaki duvar gibi bir utanç duvarı olarak sürekli uzayacak ve yükselecek. Ancak Irak’ta bu duvarın Filistin’deki kadar dahi etkili olması beklenmiyor. ABD güçlerinin işgal esnasındakinden çok daha büyük, yaklaşık 160 bin askerden oluşan gücüyle , Irak’ta çok zor durumda kalmış olduğunu söylemek, bugün itibariyle mümkün görünmüyor. Güvenlik sorunu var ve her gün birkaç Amerikan askeriyle birlikte, onlarca, bazı günler ise yüzlerce Iraklı hayatını kaybediyor. ABD açısından bu kayıpların tahammülü zor kayıplar düzeyine geldiğini söylemek mümkün değil. Kaldı ki, Irak’taki Eylül 2007 fabrika


Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor..

direniş, İran’a karşı nükleer bomba atma dahil, çeşitli askeri tehditlerin meşruiyeti için kullanılıyor ve direnişin arkasındaki güç olarak İran telaffuz ediliyor. Gerek asker sayısındaki artış, gerek Körfez’deki ve Körfeze yakın bölgelerdeki Amerikan donanma unsurlarının temsil ettiği güç; Kürt federe devleti bölgesinde inşa edilen büyük askeri tesisler ve hava alanı ve Amerikan yönetiminin İran’a karşı üslubunun giderek “düşman, her alanda savaş” gibi kavramlarla sertleşmesi, bir çekilmeden çok, kalıcılığa ve İran’a yönelik bir askeri hazırlığa işaret ediyor. Sonuç olarak ABD’nin Irak’ta kaybettiğini söylemek için gerçek herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Gündelik asker kayıplarının tahammül sınırlarını zorladığını söylemek mümkün değildir. Silah, mühimmat, donanım ve diğer sarf malzemesinin maliyeti ise Irak’ta kazanılanın ve kazanılmaya devam edilecek olanla ve Irak işgaliyle bölgede edinilen stratejik pozisyonun kazandırdıklarıyla kıyaslanmak zorundadır. Bunlarla beraber Irak parçalanmış durumdadır ve bu parçalanmanın önüne geçebilecek herhangi bir irade söz konusu değildir. Artık Irak’ın her parçası İsrail’in ağzına göredir. Ayrıca yöneticileri İsrail gibi olmaya çok özenen bir devlet daha ortaya çıkmaktadır. Irak’ta direnen güçlerden hiçbirisinin, direnişe verdiğimiz değer bir yana, “biz” denilerek kurulabilecek bir özdeşleşme veya yakınlık için elverişli olmadığı da açıktır. Fakat bu konuyu, Hizbullah/Hamas örnekleri üzerinden ele almak daha açıklayıcı olacağı için, şimdilik bir kenara bırakıyoruz.

Lübnan’da Feth-ül İslam Hikayesi Mayıs ayının sonlarına doğru, Lübnan’ın kuzeyindeki Trablusşam şehrinde Fetih el İslam adlı Sünni, radikal İslamcı bir grup banka soymaya teşebbüs eder ve Lübnan ordusu ile örgüt arasında şehri birbirine katan silahlı çatışmalar yaşanır. Birkaç gün içinde 80’den fazla insan bu çatışmalarda hayatını kaybeder. Örgüt Filistinli mültecilerin 1967 savaşından bu yana yaşadıkları Bahr el Berid kampında yerleşiktir. Şiilerin oldukça etkin olduğu Lübnan ordusu kampı “temizleme”ye dair hevesini gizlemez. FKÖ’ye bağlı El Fetih, 1969 anlaşmasına göre kampların içindeki bu tarz temizliği kendilerinin yapması gerektiğini söyleyerek, (bu anlaşma 1987’de Lübnan Meclisi tarafından iptal edilmiş olmakla birlikte fiilen yürürlüktedir), “işe” talip

fabrika Eylül 2007

olur. Başbakan Fuad Sinyora Fetih el İslam için “Kaideci teröristler” açıklaması yapar ve terörizme karşı savaşmak için derhal ABD’den 280 milyon dolarlık silah, mühimmat ve donanım talep eder. Buraya kadar anlatılanlar, hikayenin sonudur. Hikayenin böyle bir sona yönelmesi ise Pulitzer ödüllü Amerikalı gazeteci Seymour Herst’ün Mart ayında New Yorker gazetesinde yayınladığı uzun makalesiyle ilgilidir. Herst, Hizbullah karşısında İsrail’in yaşadığı başarısızlıktan sonra İsrail’i anmadan, ABD ve Suudi ortak yapımı bir operasyonu anlatır. Şii İran’ın ve Hizbullah’ın itibarını kırmak; iç savaş veya bir savaş halinde kullanılmak üzere; Vahabi, Selefi, radikal İslamcı bir örgüt yaratmak için kollar sıvanmıştır. Örgüte güçlü bir maddi destek sağlanır. Silahlar ise Amerikan silahlarıdır. ABD, ılımlı Sünni islamı İran’a ve radikal islama karşı bir cephe halinde birleştirmeye çalışırken, bu büyük planın gerisinde yürütülen örtülü operasyonlardan birisidir Fetih el İslam. Örgüt 2006 sonunda Suriye merkezli Fetih el İndifada’dan kopan ve Filistin sorunuyla alakası olmayan bir gruptur. 400 kadar adamı bulunmaktadır ve lideri Şakir el Abssi Filistinli’dir. Elemanlar ise Suudi, Yemenli veya Tunuslu’dur, toplamadır. Fetih el İslam, örtülü operasyon kapsamında para verilen ve önleri açılan örgütlerden sadece birisidir. Ain el Hilweh mülteci kampında üstlenmiş Esbat el Ensar, bu besleme örgütlerin en büyüğüdür. Herst’e göre örtülü operasyonun önemli aktörlerinden biri Fuad Sinyora hükümetidir. Asıl başrollerinde ise Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Ulusal Güvenlik Danışmanı Yardımcısı Eliot Abrams ile Suudi Arabistan’ın 22 yıl Washington büyükelçiliğini yapmış Suudi Prensi Bandar bulunmaktadır. Fakat makalenin yayınlanmasından, böylece “işin patlamasından” sonra, Amerikan tarafı operasyondan çekilir. Suudiler de para musluğunu kapatırlar. Feth-ül İslamcılar ise, elemanları için parayı bankalardan almaya karar verirler. Hikayenin sonrasını en başta anlatmıştık. Hizbullah konunun çatışmasız çözülmesini ve ülkede gerilim yaşanmamasını ister. Çatışmalar nedeniyle kampta yaşayan mültecilerin 14 bini yeniden yollara dökülür. Kampta bulu Klasik, yürek burkan Filistin hikayelerinden biri daha yaşanır. (Fetih el İslam’a dair bilgilerin çoğu Ceyda Karan’ın 28.5 2007 tarihli Radikal’deki yazısından alınmıştır. Yazıda çok daha renkli ayrıntılar var. Meraklısına.)

17


Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor..

Burada Lübnan’da kimin kazandığı sorusunu sorabiliriz. Hizbullah Fuad Sinyora Hükümetinin istifası ve bir milli birlik hükümetinin kurulması için yüz binlerce insanı Beyrut’ta alanlara dökmüş, uzun oturma eylemleri ve protestolar gerçekleştirmiş ve fakat, batılı devletlerin tam desteğini arkasına almış bulunan hükümetin istifasını sağlayamamıştı. Buna karşılık, İsrail karşısında ikinci kez gösterdiği çok önemli askeri başarıdan sonra yığınları demokratik, sivil eylemler için seferber edebilme yeteneğini gösterdi ve siyasal itibarını yükseltmeyi başardı. Hizbullah’ın sürekli artan bir itibara sahip olmasının İsrail ve ABD tarafından seyredileceğini ummak mümkün değildir. Fetih el İslam’ın da içinde olduğu örtülü operasyonlardan birisi patlamış olabilir, ama Lübnan’da Hizbullah’a karşı başka bir dizi tuzağın hazırlanmakta olduğundan emin olabiliriz. Nihayetinde, İran’a karşı bir saldırı söz konusu olacaksa, bu arada Hizbullah’a da vurulmak isteneceğini öngörebiliriz. Suriye? Elbette Suriye’de böyle bir saldırının hedefleri arasındadır. İsrail’in 1967 savaşından bu yana işgal altında tuttuğu Golan tepelerini geri vererek, karşılıklı tanıma ve sınırları kesinleştirme esaslı bir barış anlaşması için Suriye’ye mesajlar gönderdiğini bu günlerde basından sık sık okuyoruz. İsrail su ihtiyacının büyük bir bölümünü karşıladığı Golan tepelerini hiçbir zaman geri vermeyecektir. Golan veya başka bir yer, İsrail’den alınabilir, ama vermesi beklenemez. Bu manevralar ise, Suriye’yi Golan vaadi üzerinden nötralize ederek İran’ı yalnızlaştırma, Hizbullah’ın coğrafi derinliğini yok etme girişimleridir. Görüldüğü üzere Lübnan her düzeyde sert savaşımların cereyan ettiği bir savaş alanıdır. Hizbullah’a aşağıda yeniden, fakat başka bir bağlamda, solun ideolojik omurgası konusuyla ilgili olarak değinilecektir.

İki Filistin mi Bandustan Projesi mi? Filistin sorununun başlangıcına gitmeden gelişmeleri kısaca özetleyelim. İsrail 2005’in sonundan itibaren Eylül 1995’te Washington’da imzalanan Batı Şeria ve Gazze’nin ‘tek bir bölgesel birlik’ oluşturduğunu öngören (Oslo II) anlaşmasını ve ABD Dış işleri Bakanı Condolezza Rice’ın imzaladığı “Hareket ve Geçiş Anlaşmasını” en açık şekilde ihlal ederek Batı Şeria’ya giren Gazzelilere yönelik geniş kapsamlı yasaklar koydu. Bunun iki

18

bölgeyi birbirinden koparmak anlamına geldiği apaçıktı. 2006 Mart’ında yapılan Filistin seçimlerinden zaferle çıkan HAMAS böylece Gazze’ye hapsedilmiş oldu. Hamas’ın seçimlere katılması için ağır baskılara maruz kaldığına daha önce işaret etmiştik. Hem batılı çevrelerde ve bu arada İsrail’de, hem de Arap yönetimlerinde, yönetime gelmiş HAMAS’ın “direnişçi Hamas”a göre daha etkili biçimde törpülenebileceği, sivriliklerinden uzaklaştırılabileceği yaklaşımı egemendi. HAMAS’ın iktidara gelişiyle birlikte “eğitim” süreci de başladı. Gazze İsrail tarafından tam bir tecride maruz bırakıldı. Toplanan vergilerden Filistin’in payına düşen miktar İsrail tarafından bloke edildi ve HAMAS hükümetine verilmedi. ABD, Filistin’e verilen yardımın geri ödenmesini istedi ve HAMAS yönetimi bu parayı iade etti. HAMAS’ı “terörist örgüt” listesinin başına koyan İsrail, Filistin’in meşru hükümetinin uluslar arası ilişkilerini de, elbette ABD ile birlikte neredeyse tamamen sıfırladı. HAMAS’ın sürgündeki siyasi lideri Meşal’in Türkiye’ye gelişi, son derece istisnai bir durumdu ve Türkiye bu ziyareti İsrail ve ABD’ye ne kabul ettirebildi, ne unutturabildi. Öyle ki bu yılın Mart ayı sonunda Arap Birliği zirvesinde Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ı Türkiye’de ağırlamaya hazır olduklarını söylerken, HAMAS’lı Başbakan Haniye’yi de örtülü olarak davet etmesi İsrail’i ve Yahudi örgütlerini çileden çıkardı. İsrail Dışişleri Bakanlığı Türkiye’den açıklama isterken, “Ermeni soykırımı” tasarısının ertelenmesinde desteği beklenen ABD Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Lantos, Dış işleri Bakanı A. Gül’ü arayarak, “Davet varsa, destek yok” dedi. Gül, Türkiye Dış İşleri Bakanlığının yazılı bir açıklama ile böyle bir davet olmadığını açıklayacağını Lantos’a bildirmiştir. Türkiye’de durum buysa geriye ne kalıyor? İran, Suriye…Hamas hükümetinin maruz kaldığı baskı bundan ibaret değil. Milletvekillerinin R. Tayip Erdoğan, Riyad’da Mahmut Abbas ile görüşürken Filistin meselesinin çözümü için herkesle diyaloğun sürdüğünü söyledi. Başbakan Haniye buna karşılık, “Bizi dışlamayan tavrınızı takdir ediyoruz” diyerek, ziyaret arzusunu dile getirdi. Erdoğan da Filistin heyetini Türkiye’de ağırlamaktan mutluluk duyacağını aktardı. İsrail’in açıklama istemesi ve Lantos’un bir ziyaret için bulunduğu İsrail’den Abdullah Gül’ü arayarak, “Davet olmasın. Böyle bir davet gerçekten söz konusuysa Ermeni soykırımı tasarısı konusunda bizden hiç destek göremezsiniz.” tehdidi, bu görüşme üzerinedir. AKP Hükümetinin Ortadoğu politikalarının oluşmasında önemli ağırlığı olan Büyükelçi Davudoğlu da, davet konusunda Abdullah Gül ile aynı görüşü dile getirmiş ve gerçekte bir davetin söz konusu olmadığını, bunun “basın” tarafından ortaya atılmış olduğunu söylemiştir. İsrail ve ABD’den gelen tepki karşısında, ihtiyaç bu noktadadır.

Eylül 2007 fabrika


Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor...

ve bakanlarının İsrail tarafından tutuklandığı bir hükümetten söz ediyoruz. Hamas hükümetine yönelik bu tecrid ve baskıya devlet başkanı Mahmut Abbas ve ekibi de ciddi katkı koydular. Esasen, seçim yapması için 2005 yılında kendisini sıkıştıran ABD’ye, mevcut şartlarda yapılacak bir seçimden Hamas’ın yüksek bir başarıyla çıkacağını söyleyerek, seçim yapması için sıkıştırılmamasını isteyen M. Abbas idi. Uluslar arası tecrid ve baskı, İsrail izolasyonu ve FKÖ liderliğinin bu sürece yaptığı katkı nedeniyle Hamas, bir milli birlik hükümetine razı oldu. Ancak milli birlik hükümeti de, içinde Hamas olduğu için mevcut tecrit şartlarından kurtulamadı. Bu ağır baskı ve Mahmut Abbas ve ekibinin batı ile Hamas’ın iktidardan uzaklaştırılması konusunda açıktan yürütülen uzlaşma ve işbirliği görüntüleri, Hamas ve El Fetih arasındaki gerilimi Mayıs ayında hızla tırmandırdı. 10 Mayıs Pazar günü Gazze’de başlayan ilk çatışmalar Hamas’ın silahlı kanadı İzzeddin El Kassam Tugaylarının komutanlarından İbrahim Munya’nın El Fetih tarafından öldürülmesi üzerine çığrından çıktı. İsrail devletinin kuruluş günü (Nakba Günü) dolayısıyla yapılan ateşkes çağrıları da çare olmadı. Haziran ayı ortalarında ölenlerin sayısı hızla artmaya başladı. 15 Haziran’a gelindiğinde son hafta içinde ölenlerin sayısı 100(ü bulmuştu. Örneğin 14 Haziran’da 14 kişi öldü, 70 kişi yaralandı. Aynı gün Hamas, Tel el Hava’daki Önleyici Güvenlik Gücü Karargahını ele geçirdi. Teslim olan Fetihliler iç çamaşırlarına kadar soyularak televizyon kameraları önünde bina dışına çıkarıldılar. Bu kişilerin sokakta infaz edildiği haberleri de çıktı. Arkasından Gazze istihbarat merkezi ele geçirildi. Filistin’in Sesi radyosu ateşe verildi. Abbas’ın karargahı ile Başkanlık muhafızlarının bulunduğu saray da ele geçirildi. Hamas savaşçıları Abbas’ın makamında kameralara poz verdiler. Arafat’ın eşyaları dahil, Filistin mücadelesinin anıları yerlere atıldı, üzerinde gezildi ve çok sayıda Fetih yanlısı sivil Gazze’den kaçmak için İsrail’e açılan tünellerde günlerce aç, susuz ve pislik içinde yaşamak zorunda kaldı. Bu gürültü esnasında arabuluculuk yapmak üzere Gazze’de bulunan Mısır heyeti Gazze’yi terk etti. El Fetih güçlerinin bir kısmı da silahlarıyla birlikte Mısır’a geçtiler. Gazze’nin bütünüyle Hamas güçlerinin eline geçmesinden sonra, bu durumu “yasadışı militanların silahlı isyanı ve askeri darbesi” olarak nitelendiren Abbas, Haniye’nin başbakanlığındaki

fabrika Eylül 2007

3 aylık ulusal birlik hükümetini görevden aldı. Olağanüstü hal ilan etti ve mümkün olan en kısa zamanda seçim yapmayı vaat ederek, İMF deneyimli, ABD’de öğrenim görmüş, önceki hükümetin bağımsız maliye bakanı Selam Feyyad Başkanlığında yeni bir hükümet kuruluşunu duyurdu. Bu arada Fetih Batı Şeria’da çok sayıda Hamaslıyı tutukladı. Böylece Filistin nüfusu ve elde kalan topraklar gerçekte birbirinden koparılmış, izole edilmiş 5 bölgeye ayrılmışken; siyasi olarak da iki ayrı parçaya bölündü. Dünya basınının Hamasistan ve Fetihistan olarak anmaya başladığı bu bölünme, esasen Şaron’un öteden beri arzu ettiği ve çeşitli defalar dile getirdiği Bantustan modelinin fiilen gerçekleşmesi anlamına geliyor. Bantustan modeli ile kastedilen şu: Güney Afrika ve komşusu Namibya arasında, aynı etnik kimliğe sahip 20 kabile, 10’u Namibya ve diğer 10’u Güney Afrika’da olmak üzere bölünmüş durumda. En verimsiz topraklarda, tecrit edilmiş olarak yaşamaktalar. Sınırlı bir özerkliğe sahipler ve fakat yurttaşlık haklarına sahip değiller ve kendilerine “yabancı işçi” statüsü verilmiş, atalarının topraklarında bu statü ile yaşamak zorundalar. Siyonizmin Filistin halkı için, vermeye razı olmayı düşündüğü; elbette şimdilik, son kırıntı budur ve Filistin’in iki büyük siyasi örgütü bu Siyonist projeye katkı koyar durumdadır.

Filistin Davasındaki Yarılmayı Anlamak Gazze’de ve Batı Şeria’da yaşanan bu gelişmeler karşısında elbette her siyasi yaklaşım ve konumlanışın bir bakışı, bir değerlendirmesi olacaktır. Ancak çok uzun yıllardır Filistin davasına, en azından bir adalet ve insanlık sorunu olarak bakan geniş kesimler Hamas ve El Fetih arasındaki bu kanlı sürece ve bölünmeye derin bir hayal kırıklığı ile baktılar. Arafat’ın duvara asılı fotoğrafları önünde yağmalanan ofisler, birbirini donuna kadar soyarak aşağılayan Filistin’liler; canlarını kurtarmak için İsrail kapıları açsın diye tünellerde sefalet içinde bekleyen çoluk çocuk Filistinli siviller vs.vs. Mazlumların birbirlerine ve başka mazlumlara yapabildikleri kötülükler… Bu bilginin Filistinliler tarafından da bir kere daha doğrulanması…

19


Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor..

Bunlar Filistin davasının dünya kamuoyu nezdinde sahip olduğu haklılığın gölgelenmesi ve desteğinin zayıflaması anlamına geliyor. Ancak birbirinden sadece İsrail tarafından tecrit edilmekle kalmayan; aynı zamanda birbirinden kendi düşünce ve eylemleriyle de tecrit olmayı seçen iki parçalı bir Filistin’in ulusal bilinci zayıflatacağı hem İsrail yanlısı hem Filistin yanlısı yazarlar tarafından ileri sürülüyor. Gazze zaten ağır bir kuşatılmışlık altında ve İsrail işgali bitirip çekildiği Gazze’de istediği zaman kapsamlı veya sınırlı operasyonlar yapabiliyor. Şimdi kuşatmanın daha da sıkılaştırılacağı söylenebilir. Gazze de bol bulunan yegane şey şu an itibariyle silah ve mühimmat. ABD’nin Hamas’a karşı kullanmasını telkin ederek Mahmut Abbas’a verdiği bol miktarda silah ve mühimmat Hamas’ın eline geçti. Ancak yiyecek, içecek ve petrol stokları tükenmek üzere. Gazze’nin Arap dünyasına açılan tek kapısı Mısır. Ancak Müslüman Kardeşler’den nefret eden Hüsnü Mübarek rejimi için, Müslüman Kardeşlerin Filistin kolu Hamas daha az nefret edilmesi gereken bir güç değil. Bu durum Hamas’ı İran’a daha çok yakınlaştırabilir. Ama İran’ın Gazze’ye yardım edebilmesinin, izolasyon koşullarında çok zor olacağı aşikar. Gazze her zaman çok zor şartlar altındaydı. Ama şimdi daha zor şartlarda var olmaya zorlanacak. Batı Şeria ise, düne kadar esirgenen pek çok kaynağın Abbas yönetimine açılmasıyla nisbi bir ferahlama yaşıyor. İsrail’in bloke ettiği vergi payını serbest bırakacağını açıklamasının yanı sıra ABD de yardımlara başladı. Diğer taraftan 2006 Mart ayında Hamas’ın iktidara gelmesi ile kısmen askıya alınan AB-Filistin ilişkilerinin de normalleştirilmesi ve doğrudan yardım yapılması AB Dışişleri Bakanları toplantısında karara bağlandı. Ancak El Fetih üst yönetiminin boğazına kadar yolsuzluğa batmış mazisi ortada. Dolayısıyla batıdan gelen ve gelecek olan yardımların halka ulaşacağının bir garantisi yok. Mahmut Abbas ve El Fetih’deki ekibinin bir yandan yolsuzlukları, bir yandan İsrail ve ABD ile Hamas karşıtı işbirlikleri, eğer somut sonuçlar yaratmazsa; halkın refahında bir artış olmazsa; çözüm doğrultusunda herhangi bir gerçek mesafe alınmazsa, şu andaki sıkıntılarını dahi arayacaklardır. Hamas Batı Şeria’da etkisiz bir örgüt değil. Nablus başta olmak üzere her yerde El Fetih’in karşısında ciddiye alınır bir güce sahip. Bu güç, El Fetih’in bu kadar taviz ve çürümüşlükten sonra bir sonuç alamaması halinde, bütün Filistin’i silip süpürebilir. Bu nedenle Mahmut Abbas’ın çevresinde namuslu, dürüst, halkın sevgi duyduğu

20

ve yetenekli kadroların bulunması ve bu sürecin başarılı olması ihtiyacı, ABD’den ve İsrailli istihbaratçıların durduğu yerden bile görünüyor (Şin Bet’in eski yöneticisi, şimdi çevre bakanı Gideon Ezra, Abbas’ın yetenekli liderlere ihtiyacı var. El Fetih liderlerini serbest bırakmalıyız, açıklaması yaptı.). ABD’nin İsrail’e, hapisanelerindeki El Fetih kadrolarını serbest bırakması doğrultusundaki baskılarının nedeni budur. Örneğin Arafat’ın sağlığında O’nun halefi olarak görülen, 5 defa müebbed hapse mahkum edilmiş ve şu anda Hadarim cezaevinde tutulan Mervan Barguti’nin serbest bırakılması için ısrarın gerisinde bu var. Ancak Mervan Barguti’nin serbest kalacağına dair elle tutulur bir işaret henüz yok. Kısacası, Filistin halkını bugüne kadar çektiklerinden daha ağır günlerin beklediğini söyleyebiliriz. İsrail şu anda El Fetih’i Hamas karşısında güçlendirmek için kimi adımlar atıyor gibi görünebilir. Ama Filistinlilere verdiği sözlerinin hiçbirini tutmadığı, çözüm ve barış için imzaladığı hiçbir anlaşmaya uymadığı yüzlerce defa görülmüş olan İsrail’in yakın zamanda sözlerinden vazgeçmesi muhtemeldir. El Fetih, gerçekten de, bugüne kadar defalarca yazdığımız üzere, daha devlet olmadan, yolsuzluğa batmış; baskıcı, muhaliflere yapılan işkence ile lekeli bir maziye sahip. Bu kötü sicil, elbette Arafat dönemini de içine alıyor. Ancak FKÖ ve El Fetih’i büsbütün çürümüş bir gelenek olarak görmek hem doğru değildir, hem gerçeklere uygun değildir. Unutmamak gerekir ki, Filistin davasını Arap devletlerinin esen rüzgara göre dönen tutumlarına, değişken politikalarına tabi olmaktan çıkaran Arafat ve örgütüdür. Filistin halkını bekleyen pozisyonda tutan ve zaman zaman bizzat katliama tabi tutan Ürdün gibi devletlerin inisiyatifini sona erdiren El Fetih ve Arafat önderliğidir. Onlarla birlikte Filistin davası Filistin halkının çözeceği, uğruna savaşacağı ve savaşı kendi liderleriyle yöneteceği bir dava haline gelmiştir. Ve ilave edelim, El Fetih’in en sevilen, en güvenilen ve en namuslu kadroları İsrail tarafından ya yok edilmiş, ya ömürlerini cezaevlerinde geçirmişlerdir ve geçirmektedirler. Hamas’ı geçmişte El Fetih’i zayıflatmak için destekleyen İsrail idi. Şimdi de Hamas’ı zayıflatmak için El Fetih’e yol veren gene İsrail’dir.

El Fetih laik, demokratik bir rejimi amaçlamaktadır. Eylül 2007 fabrika


Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor..

Hamas Müslüman Kardeşler’in, İhvan-ı Müslimin’in Filistin koludur. İslamcıdır. “Allahın ve islamın hakimiyeti için” mücadele eder. Bugüne kadar, İhvan çizgisine uygun olarak dayanışmacı bir pratik geliştirmiş ve bu çizgiden farklı olarak silahlı, iktidarı hedefleyen ve direnişçi bir çizgi izlemiştir. Filistin davasının başlangıcından bu güne gelen en temel unsurlarını savunmakta ve hem de büyük kesimiyle halkın yanında, dürüst, kucaklayıcı bir çizgi izlemektedir. Kılık kıyafete müdahale, içki yasağı gibi şeriat düzeni oluşturmaya yönelik baskı girişimleri, üst düzey yöneticilerin açıklamalarının aksine, sıkça gündeme gelen pratiklerdendir. Bir tahammül çizgisi izlense de, laik, seküler çizgideki El Fetih başta olmak üzere, bu çizgideki bütün örgütlerle arasında İslamcılıktan kaynaklanan bir gerilim söz konusudur. Ve elbette Hamas, şiddetli anti komünist bir siyasi çizginin sürdürücüsüdür. Bu çizgi Mısır başta olmak üzere, etkili olduğu Kuzey Afrika ülkelerinden Ürdün’e ve Suriye’ye kadar, çürümüş, yozlaşmış batıcı rejimlerin, işçi, öğrenci ve aydınların ilerici muhalefetini sindirmek için, kullandığı güçlerden birisi olmaya her zaman talip olmuştur. Bu güçleri bütün yönleriyle birlikte kavramayan bir bakış açısının, gelişmeleri anlamlandırması ve bölgede ne olup bittiği hakkında bir fikir sahibi olması mümkün değildir. Hele hele, ABD’yi mono blok bir güç zannederek, Cumhuriyetçi Bush iktidarının Irak politikası hakkında eleştirel görüşler dile getiren Demokratların; emekli generallerin, düşünce kuruluşlarının, eski Dışişleri Bakanlarının açıklamalarından, bölgede kimin kazanıp kimin kaybettiği hakkında hüküm vermeye kalkanların, yanlışlıkla bile bir doğruya işaret etmeleri imkansızdır. Şunu söyleyebiliriz. ABD bir dizi yanlış yapmakla birlikte, işgali sürdürecektir. İran’a yönelik baskının yakın gelecekte artmaya devam etmesi beklenmelidir. ABD ve İsrail’in İran’a vurmaya çok istekli olduklarını söyleyebiliriz. Hatta bir “nükleer vuruş” tartışması da açıktan yürütülmektedir. Ancak İran’a yönelik muhtemel bir saldırının sınırlarının ne olacağını eldeki verilerle kestirebilmek imkanlı görünmüyor. Bölge ABD için bile çok kaygan bir zemin halindedir. Irak’ta işgalin kendisi kolayca gerçekleşti. Ancak süre uzadıkça ve yeniden şekillendirme önem kazandıkça, bölgenin çok aktörlü yapısının yarattığı boyutlar öne çıkmaya başlamaktadır. Bu durumda bölgesel aktörleri ve alt aktörleri; bu unsurların işgal güçleriyle ve

fabrika Eylül 2007

birbirleriyle ilişkilerini yönetmek giderek zorlaşmaktadır. Kaldı ki Batılı devletler arasında da, bölgedeki çıkarlar nedeniyle, sert ve değişken bir rekabet söz konusudur. Bu faktör de yerel aktörlerle ilişkilerin yönetilmesini zorlaştırmaktadır. Ancak Irak’ın bölünmesi kesinleşmiş görünüyor. İşgalden bu yana parçalar arasındaki yaratılan düşmanlıkların, görünür gelecekte giderilebilmesi mümkün görünmüyor. Irak’ın parçalarıyla komşu ülkeler arasında, kökleri geçmişe gitse de, işgalden sonra boyutlanmış, ısınmış problemler vardır. Lübnan’da Hizbullah’ın bütün enerjisini emecek bir iç savaş için hazırlıklara hiç ara verilmemiştir. Suriye-Hizbullah-İran zincirinin koparılması ve özellikle Suriye’nin aradan çıkarılması yönünde çok yönlü savaşlar yürütülmektedir. Filistin davasında ağır bir travma yaşanmaktadır. Eğer Irak bölünmeseydi Şii nüfusunun çokluğu nedeniyle Irak’ı bütünüyle nüfuzu altına alacağı, bu nedenle ABD’nin Irak’ın bölünmesine katkı yaptığı düşüncesine ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Çünkü zaten Irak Şiileriyle İran arasında Kum/Necef rekabeti bir yandan, 8 yıl savaşında Şii Arap nüfusun Irak ordusu saflarında Şii İran ordusuna karşı savaşmış olmasının “yarası” öbür yandan, böyle bir nüfuz ilişkisini zorlaştırmaktadır. Ancak arada hiçbir ilişki olmadığını söylemek de mümkün değildir. ABD İran’a yönelik tehditlerinde, direnişi besleme unsuruna giderek daha ağırlık vermekte ve bu konuyu muhtemel bir saldırısının meşruiyet ayaklarından birisi haline getirmektedir. Türkiye, bölgedeki bütün gelişmeleri, oldukça dolaysız biçimde iç siyasetine ithal etmektedir. Bölgedeki gelişmeleri anlamak, Türkiye’de olup biteni kavramak bakımından da giderek daha kritik bir önem kazanmaktadır. İran’la imzalanan enerji anlaşması, müthiş bir iştir ve müthiş bir anafor ve gerginlik yaratması muhtemeldir. Türkiye’nin bu anlaşmanın arkasında durabilmesi, elbette bu anlaşmadan en çok faydalanacak AB’nin de desteğiyle çok kritik önemdedir. 12 Eylül rejimi, dünyadaki bütün faşist yönetimlerin yaptığı ve altında kaldığı bir işi henüz yapmadı. Bu yanlış, dış maceradır. Fakat dış maceraya veya dış politika adımlarının maceraya dönüşmesi ihtimaline hiçbir zaman bugünkü kadar yakın olunmadı. Ülkenin dış maceradan karlı çıkmasının yegane yolu ise, bunu karşılayacak ve kazanca dönüştürecek vizyona sahip olanların yeterli güç ve hazırlıkta olmasıdır.

21


Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor..

Kalitenin en düşük olduğu, parçalanma ve içine kapanmanın tamamen akıldışı bir düzeyde seyrettiği, entelektüel birikime ve zihin açıklığına ihtiyaç duyanların mumla arandığı yer ise, tam da orasıdır.

Bu yüzden büyük düşünme, büyük siyaset yapma temrinlerine çok ihtiyacımız var. Türkiye’de böyle bir vizyonun ve enerjinin yaratılmasına, Osmanlı coğrafyasındaki halkların da ihtiyacı var.

İdeolojik Omurga Sorunu ve Yumuşakçalar Ortadoğu’daki gelişmeleri ele alırken; kendi evimizin önünü süpürmeyi ihmal etmemek gerekiyor. Ne yazık ki, sadece uzak solda değil; yıllarca Fabrika’yı okumakta olduklarını var saydığımız; iyi kötü eğitimlerimizden kulaklarında bir şeylerin kalmış olabileceğini umduğumuz insanların, özellikle bölgedeki gelişmeler söz konusu olduğunda, neler saçmalayabildiklerini görüyor ve utanıyoruz. Bu yüzden evin içini süpürmekle yetinmemek, önünü de temizlemek gerekiyor. Elbette önemli olan zihniyet ve görüşlerdir; yoksa hiçbir cehalet, sahibinin adını önemli yapmaz. Dolayısıyla burada, mümkün mertebe cehalet sahipleri değil; zihniyet ve görüşler ele alınacaktır. *** Irak, Saddam, Hizbullah ve Hamas denilince, sosyalizm ve solculuk adına akıl almaz saçmalıkta tutumların alındığı bir ortamda yaşıyoruz. Bir dönem, Saddam Hüseyin’in mahkemede yaptığı konuşmaları “anti-emperyalizm” olsun diye dergilerine basan, ne Irak’tan, ne Saddam’dan, ne antiemperyalizmden haberdar “solcu”lardan geçilmiyordu. Saddam’ın idamından sonra malzeme sıkıntısı doğmuş olmalı. Anti-emperyalistliğini Saddam’ınkinden beslemeye muhtaç olan “solcunun” durumundan daha acıklı, daha tiksindirici ne olabilir?...O Saddam ki, emperyalistlerin verdiği kimyasal silahları, kendi ülkesinin insanına karşı kullanan, binlerce sivil Kürt’ü kadın, çocuk demeden kimyasal silahlarla öldürtebilen bir alçaktı… *** Hizbullah İsrail’in Lübnan’a saldırısını durdurdu ve bir anlamda püskürttü. Tam da savaşın sıcak günlerinde, kendilerine “Şeyh Bedrettin Sinema Kolektifi” adını veren bir şarlatan grubu, Hizbullah lideri Nasrallah ile yaptıklarını iddia ettikleri bir mülakatı sağa sola göndererek yayınlatmak istediler. Birkaç ay önce de dünya çapında, aynı anda başlayan bir “anti-emperyalist kısa film festivali” düzenlediklerini, SUR TV’nin Latin Amerika, Evrensel gazetesinin Türkiye ve El Cezire’nin Ortadoğu’da basın sponsorluğunu üstlendiği, film gösterimlerinin işgal altındaki Irak’ta ve Gazze’de ve Caracas’ta vb vb. devam ettiğini falan anlatan yazılarını almış ve epeyce gülmüştük. Bu defa iş daha vahim bir sağlık sorununa dönüşmüş görünüyordu. “Asparagas” mülakat haberlerini bize göndermemelerini, mümkünse mail adresimizi listelerinden çıkarmalarını istedik. Çünkü savaş esnasında, Mossad’ın, CİA’nin dünyada en çok aradığı adam konumundaki Nasrallah’ın yüzde on bin güvenli olmayan bir görüşme yapacağına, hele hele böyle bir lümpen çevreyle görüşeceğine, okuduğunu anlayan, günlük gazete okuyucusu herhangi biri güler geçer. Bu mülakatın üzerine atlayan sazan balığı Evrensel gazetesi oldu. Çünkü içinde, güya Nasrallah, Deniz Gezmiş’i övmekte ve Deniz ve arkadaşlarının Filistin halkıyla enternasyonalist dayanışmalarına yüksek değer verdiğini vs anlatmaktadır. Bu mülakatın yalan olduğunu söyleyenlere gazetenin yöneticisi İ. Çaralan, bu görüşler Nasrallah’ın görüşlerinden farklı görüşler değil, neden asparagas olsun, şeklinde cevaplar kaleme aldı. Sonra iş patladı. Yalan mülakat yayınlandığı kesinleşti. Evrensel, yalan mülakatı yayınladıkları için özür dileyen yazı da yazdı. Ama bu çevre, asıl yapması gerekeni yapmadı. Nasrallah’ın başının üstüne bir devrimci halesini neden koymuş olduklarını, buradaki belkemiksizliği asla tartışmadı. ***

22

Eylül 2007fabrika


Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor..

Nasrallah ve liderliğini yaptığı Hizbullah İran çizgisinde, İslamcı bir harekettir. Hizbullah’ı ve siyasi çizgisini, eğer sosyalistler isek, en az iki yönden ele almak zorundayız. Birincisi Siyonist İsrail’in saldırılarına karşı direnişi örgütleyen, yöneten ve halkın desteğini yanına alan bir örgütü, o örgüt sosyalist bir örgüt değil diye görmezlikten gelmek; dünya politikasının kalbine, Ortadoğu’ya dair hiçbir şey anlamamak, hiçbir analiz yapamamak anlamına gelir. Hangi siyasi gelenekten olursa olsun, emperyalizme, siyonizme, diktatörlüğe, zulme vs. vs. direnen, halkın direnişini örgütleyen her örgütün başarısını görmek; bu başarıya değer vermek politik olarak doğru bir tutumdur. Ayrıca bu başarının hazırlanışını analiz ederek buradan bir şeyler öğrenmek imkanı da vardır. Hizbullah örneğinde, bu örgüt Lübnan’da İsrail işgaline karşı iğneyle kuyu kazarcasına bir direniş örgütlemiş; SSCB’nin sükutu sonrasında büyük güç kaybederek politik birer aktör olarak etkisizleşmiş sol örgütlerin boşalttığı alanı doldurmuş; halkın acıları karşısında ilgisiz kalmamış, yoksullar arasında çok ciddi bir dayanışma ağı yaratmış ve İsrail’i iki kez Lübnan topraklarını terk etmeye mecbur bırakmıştır. Bu büyük başarıya, bu örgüt ve geleneği üzerinden kayıtsız kalmak mümkün değildir. Hem ilgilenilmeyi, hem övgüyü fazlasıyla hak etmektedirler. Aynı durum Hamas için de geçerlidir. En azından bugüne kadar, İsrail’in izolasyon, işgal, işkence, cinayet ve katliamlarına karşı direnişi örgütleyen; bu arada halkın iyi ve kötü gününde yanında olan; açıkça ve ezici kısmı itibariyle yolsuzluk ve ahlaki çürümeden kendisini ve mensuplarını ve halkı korumayı önemsemiş ve başarmış bir harekettir Hamas. Manevi liderleri Şeyh Yasin, felçli ve yaşlı bir inanç insanı, İsrail füzesiyle evinin önünde vurulduğunda Fabrika’da resmini ve bir konuşmasını yayınlamıştık. Hamas’ın mücadelesine değer vermeden, Filistin davasının son on yıldaki gelişimini anlamak mümkün değildir. Peki, Hizbullah’ın ve Hamas’ın mücadelesine bakarak, sosyalistler olarak “Hamascı”, “Hizbullahçı” olabilir miyiz? Veya soldan kopyaladığı görüşlerle kendini var etmeye çalışan, fikir bulamacı İbda-C’deki solcu laflara bakarak, İbdacılığa öykünenleri, “Kumandan Salih Mirzabeyoğlu” resimlerini Che’nin, Deniz’in resimleri gibi oraya buraya asanları, hala solda sayabilir miyiz? Veya, dinin, ailenin, geleneğin batıda devrimin önünde engeller oluşturduğunu, bu nedenle Marksizmin dine, geleneklere ve aileye karşı çıktığını ve fakat “doğu”da durumun bundan farklı olduğunu; dinin, geleneklerin ve ailenin direnişe engel değil, destek olduğunu söyleyerek solda, sosyalizm tarafında kalmaya devam edebilir miyiz? Hayır!.. Utanç verici bir cehalettir ve omurgasızlıktır, ama böyle düşünen ve yazanlara rastlıyoruz. Zaten devrim ve direniş gibi kavramların içeriğini doğru dürüst tanımlamayan bir tartışmada kimin ne söylediğini anlamak mümkün olmaz. Marksizm, dünya kapitalizmine karşı, sınıfsız ve sınırsız bir dünya için, sömürüden çıkarı olmayan yegane sınıfın, proletaryanın öncülüğünde bir devrimden söz ediyor. Buna karşılık, ülkesini işgal eden bir güce karşı, tarihten bin tane örnek bulunabilir, her sınıftan ve her fikri/siyasi gelenekten direniş odakları çıkabilir. Bu direniş ulusal temelde olabilir; işgalci Siyonist veya Hıristiyan bir devlet ise, “Haçlılara” karşı veya siyonizme karşı İslami bir itiraz olabilir ve bunun ulusal bir yanı bazı durumlarda hiç olmayabilir. Ve tabii ki, bu hareketlerin tamamına yakını aynı zamanda şiddetli anti-komünist olabilir. Kendisini patlatmak üzere bombaları vücuduna sarmış bir gencin namazını kılıp ölmeye gitmesi islamiyetin; gencin anne, baba ve kardeşlerinin “şehit olmaya giden” gençle gururlanmaları ve o giderken gözyaşı dökmemeleri; bu ailenin ve doğudaki aile kurumunun devrimci; hele hele Marksist-Leninist anlamda devrimci bir din ve kurum olduğu anlamına asla gelmez. Kendini patlatmanın Marksizmle bir ilgisi olmadığı gibi, bu çeşit zırvaların da solculukla zerre kadar alakası yoktur. Ancak sosyalizmle fikri bağlarını tamamen koparmış ve pusulasını kaybetmiş birisi, artık “devrim” denildiğinde “İslam devrimi” anlayanların kuyruğuna takılmış birisi böyle saçmalayabilir.

fabrika Eylül 2007

23


Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor..

Buradan ikinci yöne geçebiliriz. Hizbullah, İran’ın desteğinde ve siyasi çizgi olarak İran İslam rejimiyle tam bir uyum içindedir. İran’da bu rejim, on binlerce komünisti, solcuyu, ilericiyi; komünist, solcu, ilerici oldukları için, en ağır işkencelerden geçirmiş ve çamaşır asar gibi asmıştır. Bu cinayetleriyle insanlığın gördüğü en şiddetli anti-komünist rejimlerden birisidir. Halen de rejim muhaliflerini takır takır asmaya devam etmektedirler. Hamas’ın Filistin kolunu oluşturduğu İhvan-ı Müsliminin tarihinden de örnek verelim: Bilindiği üzere Mısır’da, 1952’de Kral Faruk’a karşı Cemal Abdü’n Nasır liderliğindeki “ Hür Subaylar” cuntası darbe yaptı, iktidarı ele geçirdi. Cunta liderlerinin, Nasır dahil olmak üzere tamamının, 12 Şubat 1949’da Kral Faruk’un siyasi polisi tarafından düzenlenen suikast sonucu öldürülünceye kadar, İhvan’ın kurucu lideri Hasan El Benna ile ilişkileri çok güçlüydü. Cunta içinde olduğu gibi, kurulan hükümette de İhvan mensupları çoğunluktaydı. Cunta ile İhvan arasındaki ilişkiler git-gellidir, zaman zaman çatışmalar olmuş, örgüt Nasır’dan yana tutum alan üst düzey yöneticilerinden bazılarını atmak zorunda bile kalmış ve nihayet ilişkiler suikast düzenlemeye kadar da uzanmıştır. Arap milliyetçisi Nasır Cuntası, Asuan Barajı için Batı’dan destek ve kredi alamayınca, 1957’de Suveyş kanalını millileştirdi. İsrail, İngiltere ve Fransa’nın buna cevabı Suveyş’in işgali şeklinde oldu. Süveyş krizi sadece Mısır’ın Arap dünyasında lider bir ülke olmasıyla değil; aynı zamanda uluslar arası politikada da önemli kırılmaların ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. Bununla birlikte komünistlerin hep hatırda tutmak zorunda oldukları bir ders, Süveyş krizinde tekrarlandı: Sınıf düşmanlığı milli düşmanlıktan öndedir!.. İsrail’in kuruluşundan ve SSCB’nin bu kuruluşu tanımasından sonra Arap dünyasında komünist partilerin kitleselliklerinde önemli bir daralma yaşandı. Gene de Arap dünyasının en önemli Komünist partisi olan Mısır KP, Mısır işçilerini İngiliz şirketlerinin işyerlerinde greve çağırdı. Pek çok işyerinde grevler başladı ve yaygınlaştı. Toprakları İngiltere, Fransa ve İsrail tarafından işgal edilmiş milliyetçi/ihvancı yönetim ise, greve çıkan işçilerin üzerine polisi ve askeri birlikleri sürdü, grevci işçilerin üzerine ateş açıldı. İhvan/Hamas ve Hizbullah ne anti-komünizmden ibarettir; ne de siyonizme ve emperyalizme karşı direnişten… Bu yönlerden sadece birini görmek, resmin bütününü görmemek; dolayısıyla resmi görmemektir. En az bunun kadar tehlikeli bir cehalet ise, emperyalizme, siyonizme karşı mücadele etmeyi, kendi başına bir devrimcilik; bu tür bir mücadeleyi yürüten örgüt ve kişileri devrimci saymak ve üstelik bu devrimciliği, Marksist (ve Leninist) anlamdaki devrimcilikle aynı şey sanmaktır. Milli düşmanlık/sınıf düşmanlığı ilişkilerini bu kadar çok yazmış, anlatmış olan Fabrika’nın okurları arasından bu konuda hiçbir şey anlamamışların çıkması, elbette yüz kızartıcıdır.

Cehalet Öğrenilmez! Hamas bilindiği üzere İsrail’i tanımıyor. İran İslam Cumhuriyeti de İsrail’i tanımıyor. Konu hakkında kulaktan dolma bilgi sahibi insanlar, sadece bu iki “tanımama” tutumundan haberdar oldukları için, bizim “Yıkılsın İsrail” sloganımızı, “Hamas’la aynı ağzı kullanmak” şeklinde küçümsemeye niyetleniyorlar. Cehalet öğrenilmez!.. İsrail’i Arap dünyasında tanıyan devlet sayısı galiba 1’dir. Mısır tanımış ve Enver Sedat bundan dolayı kasap Menahem Begin ile birlikte Nobel Barış Ödülü almıştı. Hatırlanacağı üzere Suudi Arabistan öncülüğünde, Batı ile en sıkı fıkı ilişkiler içinde bulunan Arap devletleri, birkaç yıl önce “1967 öncesi sınırlarına çekilmesi karşılığında İsrail’i tanıma” planı yapmışlardı. Plan bu günlerde yeniden masanın üzerine çıkarılmaya çalışılıyor. Buradan neyi anlıyoruz? Suudiler de, Yemen de, Ürdün de, Birleşik Arap Emirlikleri de, Suriye de vd.vd. İsrail’i tanımıyorlar. Dolayısıyla Filistin topraklarının yabancı bir güç tarafından işgal edilmiş olduğunu var sayıyorlar. Kaldı ki, sadece tanımamakla kalmıyorlar, 1948, 1967 ve 1973’te bu devletlerin çoğunun aktif olarak yer aldığı veya desteklediği savaşlar,

24

Eylül 2007 fabrika


Ortadoğu’da Kim Kazanıyor, Kim Kaybediyor..

İsrail’i yıkmak ve Yahudilerin de, Hıristiyanların da, Müslümanların da birlikte yaşadığı tek ve birleşik bir Filistin devletinin kurulmasını sağlamak amacına yönelikti. Elbette Mısır Gazze’yi, Ürdün Batı Şeria’yı ve Şeria vadisinin tamamını kendi elinde tutmayı istemiş olabilir. Ancak resmi amaç bunlar değildir. Bizim İsrail’in yıkılmasını savunmamızın amacı da, (savaş suçlusu olmayan veya insanlığa karşı şuç işlememiş veya Arap komşularının evlerine, arazilerine el koymak amacıyla onların canına kastetmemiş, çocuk ve sivil öldürmemiş veya gözaltındaki, tutuklu ve hükümlü Filistinlilere, bazen da Yahudilere işkence yapmamış olan) Yahudilerin de yaşadığı ve kurucu unsur olduğu tek ve birleşik bir Filistin’in kurulmasıdır. Diğer taraftan bizim “İsrail’i meşru bir devlet olarak” tanımayan, bu işgalci, ırkçı suç organizasyonunun yıkılması çağrısı yapan sloganımızı Hamas’ın ve Ahmedinecat’ın yaklaşımlarına benziyor diye küçümseyenler; Filistin’in ve Filistinlilerin uluslar arası anlaşmaların güvence altına aldığı, hiçbir bireysel ve ulusal hakkını tanımayan, Siyonist, şeriatçı ve terörist bir oluşumun varlığını ve insanlık dışı pratiğini meşrulaştırmaya bilerek, bilmeyerek katkı sağlıyorlar. 2002’de Ramallah’ta, Arafat’ın karargahının bir odası dışında tamamı İsrail’in tankları ve iş makinaları tarafından yıkılmıştı. Suyu, elektriği ve telefon bağlantısı kesilmiş bu odada, ilerlemiş yaşına rağmen, inatla çalışmasını sürdüren Yaser Arafat’ı hatırlıyorum… Şaron, Filistin’in bütün alt yapısını; kanalizasyon, su ve elektrik hatlarını; okul ve hastaneleri yok etmiş, Cenin kampını cehenneme çevirmiş ve bu kampta ne olduğunu gözlemek isteyen AB heyetini yüz geri etmişti. Bu dünyaya karşı bir meydan okumaydı. Şaron aynı zamanda Arap insanının çaresizlik duygusunu sonuna kadar yaşamasını ve böylece ruhunun ezilmesini sağlamak için, Al Cezire dahil, basını Cenin’e soktu. Siyonist vahşeti Arapların görmesini sağladı. Şimdi de Filistinlilerin son sembolünü; Yaser Arafat’ı, dünyanın gözleri önünde aşağılamaya çalışıyordu. Tanklar kalan son odanın duvarlarını mahmuzluyor ve dozerlerin bıçakları son odanın kapısına, çatısına çarptırılıyordu…Bu sahneleri hatırlamayanlar, Lübnan’a yönelik son İsrail saldırısını ve sayısız çocuk cesedini hatırlasınlar… Bilgisizliğin gerekçe olmadığı yer burasıdır. İnsanın yüreğinde adalet duygusunun kırıntısı yoksa, ona hiçbir şey öğretilemez. Bize “Yıkılsın İsrail” demeyi, “Maalesef Hamas da böyle söylüyor” cahilliğiyle yasaklamaya kalkanlar, “Ama bu slogan orijinal değil ki…” züppeliğiyle burun kıvıranlar; bu lafları Filistin sorunuyla ilgilendikleri için değil; bizimle ilgilendikleri için ediyorlar. Sadece dönekler, dün inandığı her şeyin değersiz; bildiği her şeyin yanlış; yaptığı her şeyin beyhude; saygı duyduğu herkesin “meğer değmezmiş” olduğuna; bugünse nihai doğruyu bularak yepyeni bir hayata başladığına inanır. Döneklikle itirafçılık arasında ise sadece derece farkı vardır.

fabrika Eylül 2007

25


26

Eyl端l 2007 fabrika


Dış Politikada Sollama Yasağı S. Tuna BALKANLI

Memleketimizin kimi mümtaz sol hareketleri, sulandırılmış bir enternasyonalizm ve inadına burjuva hümanist mefkûreler ışığında dış politika görüşlerini diyaloğa kapalı ılımlı/ılımsız İslamcı ve nasyonal sosyalist cenahtan intihal etmeye başlayalı beri dünyayı sol bir gözlükle okuma yeteneğimizi yitirirken, hayaller âleminden canlı yayınla Saddam ve Bin Ladin gibi yeni kahramanlara kavuşma mutluluğuna da nail olduk. Sol, bir yandan da radikal modernizmin tepeden inmeci projelerine neredeyse onlarca yıldır bu projeden nemalanan sivil ve askeri bürokrasi ölçüsünde sahip çıkmaya başladı. Meşhur borsa deyimiyle, halk ile sol arasındaki makas da bu suretle açıldıkça açıldı. Ak Partinin seçim başarısını “göbeğini kaşıyan adamların” (Bekir Coşkun, Hürriyet) ve “bidon kafalı adamların” (Yılmaz Özdil, yine Hürriyet) Cumhuriyete hıyanet ve dalaleti olarak yorumlayan yazıları okuyunca, akla ’80 askeri darbesini izleyen ‘çorak’ yıllarda kitleleri duyarsızlıkla, apolitik olmakla suçlayan, hala aynı huyunu sürdüren sol hareketlerimiz geliyor. Solun önemli bir bölümünün bu seçkinci, modernist kanat ile aynı ideolojik şerbetten tatmış olması gerçekten de ilginç bir sosyopolitik olgu. Tabii, Galyalı Oburiks gibi şerbet kazanına düşenler de var, o ayrı. Analiz edilse iyi olur elbette, ama çok da önemli değil. Önemli olan, sol adına Eylül 2007 fabrika

hareket edenlerin attığı köprüleri yeniden kurmak, yeni bir solu halkla birlikte yeniden inşa etmek. İkidir halk diyorum diye içerleyenler olacaktır. Nedir bu halk? İş bu yazıda halk kelimesini işçi sınıfı ile sınırlı olmayan, sadece sistemin kıyısında bucağında yaşayan değil, sistemin içinde bizatihi özgül sömürü mekanizmalarına muhatap olan tüm yurttaşlar anlamında kullanıyorum. Maksadım, sınıflar arası bir kriz ya da Marksizm içi bir temaşa yaratmak değil. Halk işte, Ayşe Teyze, Mehmet Amca yani… İşte bu halk sol deyince, Deniz Baykal’ı, Doğu Perinçek’i, bir de onların suyundan giden sair zevatı anlıyor, sair sol da kendisini bu zat-ı muhteremlerden ve temsil ettikleri siyasetten son günlerin meşhur deyimiyle yalnız sözde değil, özde de ayıracak yani arasına kalın bir çizgi çekecek adımlar atmakta yüce ‘Atalet ve Rehavet’ tanrısının engeline takılıyor ya, maruzatım budur! Konuya dönelim. Türkiye’nin dış politikasına dair soldan bir cümle kurmak için iki büyük engeli aşmak gerekiyor. Bunlardan ilki tüm kapitalist dünya-sistem mekanizmasını, Amerikan saldırganlığı ile eş tutma kolaycılığına kaçarak son derece kaba bir anti-Amerikancı analiz üzerinden günü kurtardığını düşünen karikatürleştirme eğilimi… İkincisi ise temcit pilavı gibi biteviye piyasaya sürülen komplo teorilerinin yarattığı rehavetle koca bir

27


Dış Politikada Sollama Yasağı

Marksizm literatürünü iç eden mirasyedi eğilim… Solda ‘karikatürist’ler ve mirasyediler çoğalınca sağa da gün doğuyor elbette. Her seferinde büyük bir umutla sayfalarını açtığımız gazete ve dergilerimizde, sıradan bir bulvar gazetesinde rastlanan türden sığ analizlerle karşılaşınca hafif bir sarsılıyor insan. Yok, hayal kırıklığı değil, daha çok kızgınlık. Soros’a sınıflar üstü bir toplumsal dönüştürücülük payesi verenler mi dersiniz, Amerika’ya kadiri mutlak bir kutupsal güç izafe edenler mi, Saddam’a methiye düzenler mi dersiniz, Bin Ladin’e “Vur Ladin vur, Amerika’yı vur!” diyenler mi, yoksa Hizbullah mollası Nasrallah’ın Deniz Geçmiş hayranlığından dem vuranlar mı… Bırakalım koca diyalektik ve tarihsel materyalizm geleneğini, bildiğimiz akıl izan gitmiş yerini eksen ve perspektiften yoksun bir sayıklama hali almış. Muvazene bozulmuş… Kimya gitmiş, yerine simya baş tacı edilmiş… Ezoterik, eksantrik, falan filantirik analiz metotları muteber olmuş… Sözün özü, Türkiye’de dış politikaya “Sol”lama yasağı getirilmiş… Bazı ‘sıcak’ dış politika gelişmelerine solun verdiği tepkiler ufuk açıcı olmak bir yana iç karartıcı olsa da, bir kez başladık işte… Bir örnek verelim...

Türkiye ABD ve İsrail’in hedefinde… Metal Fırtına türevi derin entelektüel literatürde, bu literatüre katkıda mı bulunduğu yoksa birinci elden ilham kaynağı mı olduğu pek anlaşılamayan apaydınlık Aydınlık türevi dergilerimizde, Türkün sesini cümle âleme makul bir ücret karşılığında duyuran, ağzından köpük çıkmadan cümle kuramayan kimi tetikçi medya organlarında günaşırı dillendirilen bir tez vardır: ABD, İsrail ile birlikte, Türkiye’ye saldıracak. Baykal halet-i ruhiyesindeki Michael Rubin, yeni muhafazakâr, Hıristiyano-faşist ABD çevrelerinin ve onların etrafında kümelenip, ABD Dışişleri Bakanlığı Türkiye sorumlusu Matt Bryza ile nişanlanıp, Hudson Enstitülerinde, Washington Times gazete köşelerinde Türk iç politikasında manipülasyona tevessül eden Zeyno Baran gibi bazı yurttaşlarımızın ipe sapa gelmez şeriat tehdidi vb. tarih dışı demeçlerini göstererek de sözüm ona gerekçelendirilen ABD veya İsrail askeri saldırısı modeli, bu saldırıyı sabah akşam dillendirip de herhangi bir gerekçe üretemeyen zevatın yaptığının aksine, kendi başına bir olay olarak analiz edilemez. Başka bir deyişle bu model,

28

denklemin bir tarafına ABD + İsrail, diğer tarafına Türkiye konularak açıklanamaz. Bir ABD-İsrail saldırısı modeli olsa olsa bir dünya savaşı senaryosu içerisinde ele alınabilir. Olası bir dünya savaşının Ortadoğu nedeniyle çıkacağı ve bunun Türkiye’ye sirayet edeceği beklentisi ve kehaneti çok önemli noktaları atlıyor. Türkiye’yi ABD ve İsrail’in hedefinde gösteren hâkim görüş bir sonraki adımın Türkiye’nin bölünmesinin olduğunu sıklıkla, hatta sıkıntı verecek sıklıkta dile getirmektedir. ABD politikalarına destek vermezsek bu politikaların bir gün bize de sirayet edeceği, Sevr’in canlandırılacağı şeklinde kehanette bulunanlar, ülkemizin zaten dünya-kapitalist sisteme çoktan entegre olduğunu, hatta G-8 demokratik ortak, G-25 üyeliği, NATO, AB vb. kurumlar ile bu sistemin merkezine doğru bir yolculuğa başladığını ve jeopolitik ve jeostratejik olarak Türkiye’ye bu politikaları uygulamaya ‘artık’ gerek kalmadığını, zaten zamanında yeterli müdahalenin yapılmış olduğu gerçeğini gözden kaçırmaktadır. Sol, 12 Eylül ile başına ne geldiğini ne yazık ki hala anlayabilmiş değil. Sol, kıyafet ve sloganları beğenilmediği için hedef olmamıştı. Dünya sisteme entegrasyon için bir geçiş dönemi yaşaması gereken Türkiye’de muhalefete tahammül yoktu. Sistem için zorunlu bu dönemin ezilenler için sorunlu olacağı da aşikârdı. Sola yapılan müdahale, devrimi önlemek için değildi. Türkiye’nin kapitalizm yolculuğunu bir sonraki aşamaya geçirmeyi amaçlıyordu. 12 Eylül, 24 Ocak 1980 tarihli, Turgut Özal imzalı ekonomik önlem paketinin selametle uygulanabilmesi için yapılmıştı. Parantezi kapatalım. Emperyalizmi salt ABD emperyalizmi ile eş tutan ve Türkiye’yi, ABD emperyalizminin kuklası olarak görme alışkanlığı olan analizler, geçmişi bırakalım son birkaç yılda birçok kez yanlışlanmış olmasına rağmen, hala dile getirilebiliyor. ABD’nin Kuzey Irak’tan bir cephe açmasını engelleyen teskere kararı, ABD’nin Karadeniz’de Romanya, Bulgaristan ve Gürcistan yedeğinde donanma unsurları bulundurma, NATO daimi görev kuvveti atanması isteğinin geri çevrilmesi üstelik Karade 24 Ocak 1980 kararları, ekonomide Friedman gibi ekonomistler tarafından formüle edilen ve döneminde başta Ronald Reagen (ABD) ve Margret Thatcher (İngiltere) eliyle uygulanan monetarist politikaları temel alan ve Türkiye’nin dünya kapitalist sistem ile entegrasyonu öngören kararlardı. Bu kararlar, işçi sınıfının kazanılmış sendikal ve siyasi haklarının köklü bir biçimde geri alınması anlamını da taşıyordu. Aksi durumda bu kararlar uygulanamayacaktı.

Eylül 2007 fabrika


Dış Politikada Sollama Yasağı

niz ülkeleri donanmalarının katılımıyla daimi bir görev kuvveti oluşturulması (Karadeniz Uyum Harekâtı), Kuzey Irak’ta görünürde PKK, aslen Kerkük referandumu neticesinde bağımsız bir Kürt devleti kurulması olasılığı konusunda her iki ülkenin bodoslama karşı karşıya gelmesi, son olarak da İran ile imzalanan doğal gaz anlaşması yeterli örnekler olmalıdır. Şimdi okuyucu şöyle düşünebilir: “İşte bakın siz de söylüyorsunuz, ABD’nin Türkiye’ye saldırması için her türlü gerekçe oluşmuş!” Oysaki durum böyle değildir. Soğuk savaş yıllarının kurgusal ideolojik saflaşma modelini tek hakikat belleyip, tüm analizleri iş bu paradigmadan yeniden kurgulayan, tarihsel perspektiften yoksun görüşler zaman dışı kalmış durumda. Soğuk savaşın iki kutuplu ittifak ve husumet modeli yerini günümüzün çok katmanlı, çok kutuplu ittifak ve husumet modeline bırakmıştır. Başka bir deyişle, belli konularda farklı ulusal çıkar ve öncelikler tanımladıkları için ciddi görüş ayrılığı içinde olan ülkeler, başka bazı konularda/ coğrafyalarda can ciğer kuzu sarması bir ittifak ruhu sergileyebilmektedir. Irak’ta karşı karşıya gelen kimi AB ülkeleri ve ABD’nin, Lübnan ve Afganistan’da nasıl ‘üstün’ bir ittifak anlayışı ile hareket ettikleri ortadadır. Bunun nedeni, soğuk savaş döneminde olduğu gibi görünürde tek bir hegemonya mücadelesine taraf olan NATO ve Varşova Paktı ile ‘Aman bize bulaşmayın!’ diyen Bağlantısızlardan oluşan bir uluslararası sistem kurgusunun ortadan kalkmasıdır. Günümüzde aynı küresel ve bölgesel güçlerin eş zamanlı olarak bazen yan yana bazen karşıt kutuplarda konumlanmasının temel nedeni küresel ölçekte üç esasa dair hegemonya mücadelesinin eş zamanlı olarak yürümesidir: 1. Soğuk Savaşın sonlandırılması ve tüm ülkelerin (burada esasen İran, Irak, Suriye ve Kuzey Kore, nam-ı diğer haydut devletler –rogue states– kastedilmektedir) dünya-sistem ağına dâhil edilmesi; 2. Atlantik ve Avrasya ittifaklarının yeniden yapılandırılması; ve 3. Yeni küresel, bölgesel oyuncuların ortaya çıkışı ve Avrasya/Atlantik ittifaklarının bu bölgesel oyunculara karşı taktik ve stratejik mevziler elde etme savaşına girişmeleri.

fabrika Eylül 2007

Bu çerçevede, Türkiye’nin bir ABD saldırısına maruz kalması için yukarıdaki üç hegemonya mücadelesinden herhangi birisinde ABD çıkarlarını telafisi mümkün olmayan, maddi ve hakiki bir biçimde zedeliyor olması gerekmektedir. ABD’nin haydut devlet sınıflandırmasına tabi tutarak hedef aldığı ülkelerle yürüttüğü savaşları örnek alarak Türkiye’ye bir ABD saldırısı kehanetinde bulunmak katıksız bir bağlam ve tarih dışılık örneğidir. Haydut devlet tanımlaması türlü alt metinleriyle birlikte aslen (i) dünya sisteme ekonomik entegrasyonunu tamamlamayan ve dolayısıyla küreselleşme önünde bir engel oluşturan, (ii) çeşitli küresel ve bölgesel stratejik güçlerin tetikçiliğini yapan, (iii) kitle imha silahları olarak kullanılabilecek kimyasal, biyolojik ajanlarla başlayıp, bu maddeleri hedefe götürmek için balistik füze geliştirmeye yönelen ve neticede nükleer silaha sahip olma isteği olan veya bu silahlar sahip olan (iv) belli stratejik bölgelere erişim yolu üzerinde bulunan ancak dünya sistem ile bu erişim hakkını paylaşma konusunda sıkıntısı ve/veya isteksizliği olan ve bölgelerinde bağımsız politikalar izleyebilen ülkeleri kastetmektedir. Haydut devlet olabilmek için tüm bu şartların sağlanması gerekmektedir. Örneğin Pakistan (iii, iv) ve Hindistan (iii, iv), hatta Türkiye (iv) bahse konu koşulları sağlasalar bile haydut devlet sınıflandırmasına girmemektedir. ‘Haydut devlet’ sınıflandırma parametrelerine uyan önemli bir örnek de İsrail’dir. İsrail, (i) maddesi hariç yukarıdaki diğer tüm haydut devlet koşullarını sağlamaktadır. İsrail, kapitalist dünya sistemin Ortadoğu çıkarları açısından son derece önemli olmasının yanı sıra kuruluşunu ve devamını dünya sistemin ekonomik, siyasi ve askeri desteğine borçludur. İsrail’in dünya-sisteme tam entegrasyon sağlamış, gelişmiş kapitalist bir ülke olması onu dünya sistem gözünde haydut devlet sınıflandırmasından çıkarmaktadır. Ne nükleer silahlara sahip olması, ne işgal altında bulundurduğu topraklarda süregelen insan hakları ihlalleri, ne Çin, Hindistan gibi ülkelerle kimi kez ABD ekseninden sapan bağımsız girişimleri onu ‘haydut devlet’ yapmamaktadır. Patronajı günümüzde G–8 tarafından yapılan kapitalist dünya sistemin kafası oldukça nettir: Temel parametre dünya-sisteme entegrasyondur. Türkiye de Özal dönemi ile birlikte bu entegrasyon sürecini tamamlamıştır. Bu nedenle de Türkiye dünya sistemin ve acar jandarması ABD’nin hedefi olmak bir yana

29


Dış Politikada Sollama Yasağı

dünya sistemin yeniden üretiminde ayrıcalıklı ve önemli bir rol üstlenmektedir. ABD – İsrail ikilisi ile Türkiye arasındaki ilişkileri ele alırken, daha doğrusu bu ilişkinin düzeyini anlamaya çalışırken değerlendirilecek en önemli parametrelerden birisi de silah ticaretidir. Saldıracağınız bir ülkeye en son teknoloji ürünü silahlar satmaz, üstüne üstlük üretime dâhil ederek kritik bilgi transferi yapmaz ve yapılacak satışlardan büyük bir pay önermezsiniz. Bir örnekle devam edelim: ABD, Türkiye’ye radara yakalanması güç, son teknoloji ürünü F–35 Lightning II uçakları satmaktadır. Türkiye’de yerleşik bazı havacılık şirketleri de bu projede belli iş payları üstlenmiştir. Bu sayede, yalnız Türkiye ayağı toplamda 11 Milyar ABD Doları tutarındaki proje bütçesinin hemen hemen yarısının Türkiye’ye geri döneceği değerlendirilmektedir. Projenin, ABD’nin geçtiğimiz yüzyıldan beri gerçekleştirdiği hemen hemen bütün operasyonlarda (Kore, Vietnam, Irak, Afganistan, Somali vb.) doğrudan yer almış yakın müttefikleri olan İngiltere, Avustralya, Kanada, Danimarka, İtalya, Hollanda, Norveç, Singapur ve Türkiye’yi kapsaması manidardır. İlginç olan nokta ABD’nin projede, daha önce Çin’e ABD hilafına teknoloji transferine kalkışan İsrail’e yer vermemiş olmasıdır. ABD’nin müttefiklerine verdiği silah sistemleri ile müttefiklik düzeyi arasında dolaysız ve kolay anlaşılır bir bağ mevcuttur. Türkiye 1990’lı yıllardan başlayarak ABD’den son derece ileri teknoloji ürünü birçok silah sistemi satın almış veya ABD tarafından servis dışı bırakılan birçok sistem Türkiye’ye hibe edilmiştir. Körfez Savaşı sonrasında meşhur 7/10 oranının Türkiye lehine bozulmasına direnen Yunanistan’a ABD’nin yanıtı hala hatırlardadır: ABD, mealen “Siz onların karşı karşıya olduğu risklerle karşı karşıya değilsiniz. ABD artık kendisini bu oranla bağlı hissetmektedir!” demişti. ABD silah sistemleri, Türkiye’ye FMS (Yabancı Ülkelere Askeri Satışlar), DCS (Doğrudan Ticari Satışlar), EDA (Kullanım Fazlası Savunma Malzemeleri) ve Güney Kanat yardımları kapsamında gelmiş, SSCB’nin dağılmasının ardından da Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler İndirim Antlaşması (AKKA) kapsamında Avrupa ülkelerinde izin verilen sınırları aşan çok sayıda silah 7/10 oranı, ABD tarafından Türkiye ve Yunanistan’a yapılacak askeri yardımlarda Yunanistan’a 7, Türkiye’ye 10 katsayısı verilmesini öngörüyordu. Bu oran, Türkiye tarafından nüfus, karşı karşıya olunan askeri riskler vb. gerekçelerle kabul edilemez bulunuyordu.

30

sistemi bu transfer edilmişti. Gelen yardımlar arasında, bölge hava savunma kabiliyetli firkateynler (Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki donanma üstünlüğünü ortadan kaldırmıştır), tanklar, stratejik önemi olan havada yakıt ikmal uçakları, genel maksat ve saldırı helikopterleri, hava erken ihbar ve kontrol uçakları, gelişmiş saldırı mühimmatı sayılabilir. Bunun dışında, F-16C/D Av-Bombardıman uçaklarının ortak üretimi gibi birçok proje de hayata geçmişti. Askeri gözlemciler, bu silah transferleri sonucunda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en az 35 – 40 yıl gençleştiği yorumlarında buluşmuşlardı. ABD Reagan, Clinton ve Baba Bush döneminde Oliver Hazard Perry sınıfı (Gabya sınıfı) firkateynler ve AH-1W saldırı helikopterleri gibi Yunan lobisi ve Kongre’nin itiraz edeceği gerekçesiyle uygulamaya konulmayan bazı projeler dışında Türk Silahlı Kuvvetleri’ne kuşak atlatan transferler yapmıştır. ABD belli başlı bazı silah sistemlerini de en yakın, en stratejik müttefiklerine sağlamaktadır. Türkiye bu ülkeler arasında yer almamaktadır. Deniz kuvvetlerinde kullanılan ileri teknoloji ürünü Aegis radar ve atış kontrol sistemi ile bu sistemin temel silahı olan denizden havaya uzun menzilli Standart-II füzeleri buna bir örnektir. İsrail ile sıkı askeri ilişkiler daha 1974 ABD silah ambargosu sırasında başlamış, Türkiye yedek parça ve kimi mühimmat ihtiyacını bu ülke üzerinden görmüştü. İsrail ile stratejik ittifak dönemi, paradoksal bir biçimde (yoksa değil mi?) Necmettin Erbakan hocamızın Başbakanlığı esnasında Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu bölgesi bu antlaşma sınırları dışında olduğu için, Türkiye teorik olarak istediği sayıda silah

sistemini topraklarında konuşlandırabilecekti. Firkateyn transferi konusundaki ‘pürüz’ daha sonra çözülmüş, Türk Deniz Kuvvetlerinde Gabya (G) sınıfı olarak anılan bu firkateynler, sahip oldukları Standart I yerden havaya füzeleri ile Türkiye’ye Ege, Karadeniz ve Akdeniz’de rakipsiz bir bölge hava savunma kabiliyeti kazandırmıştır. Öte yandan, AH-1W Cobra saldırı helikopterlerinin transfer edilmemesi neticesinde, Türkiye ABD ve sair ‘müttefik’ ülkelerle yapılan uzun pazarlıklar sonucu İtalyan Mangusta saldırı helikopterini seçerek, özgün görev bilgisayarı vb. gibi özelleşmiş çözümlerle Türkiye’de üretimi konusunda anlaşmaya varmıştır. Her iki özgül olay, ABD firmalarının Türkiye’de hava kuvvetleri dışında yeni bir kontrat kazanamadıkları bir dönemi başlatmıştır. Bu silah sistemi, hâlihazırda İspanya, Almanya, Hollanda, Güney Kore ve Japonya donanmaları tarafından kullanılmaktadır. Aynı sistemin balistik füzelere karşı savunma amaçlı yeni versiyonları ABD ve Japonya donanmalarında hizmete girmiş olup, meşhur “Füze Kalkanı” projesinin önemli bir ayağını oluşturmaktadır.

Eylül 2007 fabrika


Dış Politikada Sollama Yasağı

imzalanan silah anlaşmaları ile perçinlenmiştir. Nitekim havadan yere uzun menzilli ve çok etkili Popeye füzeleri, Harpy silahlı insansız hava araçları, F-4E – 2000 modernizasyon projesi, M-60A1 tanklarının SABRA standardına modernizasyonu ve son dönemde Heron insansız hava araçları gibi daha birçok başka ortak proje yürütülmüştür. İsrail ile teknik düzeyde yaşanan sorunlar nedeniyle belli başlı projelerde son dönemde pürüzler olsa da ne Meşal’in ziyareti, ne AK Partinin yeniden iktidara gelişi bu ilişkilerin esas niteliğini değiştirmemiştir. Önemli bir nokta da ABD ve İsrail’in PKK’ya karşı Türkiye’ye sundukları destektir. İsrail OFEQ– 5 askeri uydusu üzerinden, ABD kendi askeri istihbarat uydularıyla elde ettikleri görüntü ve verileri Türkiye’ye vermiştir. İsrail’den alınan bir Heron insansız hava aracı sistemi, hâlihazırda Batman ilimizde bizatihi İsrailli operatörler tarafından işletilmektedir. Bu noktada hemen itirazlar gelecek biliyorum: “Ya o ortalarda dolaşan haritalara ne diyeceksin, bakalım? Büyük Kürdistan, Ermenistan, İsrail haritalarına ne diyeceksin?” ABD açıkça Kürtleri, Ermenileri, Yahudileri desteklemiyor mu? Türkiye’yi bölmek istemiyor mu? Haritalar, günümüzde sadece turistik ve ticari bir anlam ifade ediyor ya da coğrafya derslerinde tahtaya asmak için kullanılıyor sanılabilir. Ancak haritayı imparatorluğunuzu tanımak ve genişletmek için yapar ve kullanırsınız. Harita size müstakbel hükümranlık alanlarınızı, karşılaşacağınız riskleri, meydan okumaları ve hasımlarınızla müttefiklerinizi gösterir. Öte yandan aklıevvel bir ABD Albay eskisinin ortaya çıkarttığı, askeri, genci, yaşlısı, işçisi, köylüsü, meşrubatçısı, teşrifatçısı ve baca temizleyicileri ile memleketi toptan bir infial ve hezeyana sürükleyen harita veya Diaspora uluslarının Taşnak vb. en gerici unsurlarının canları sıkıldıkça ortak bir tarih anlayışına varmak yerine, milliyetçi kaslarını geliştirmek amaçlı çıkardığı fanteziden öteye gitmeyen Büyük Bilmemne haritaları veya gerçek hayatta İsrail kendi etrafına duvar örerken, ülkenin sınırlarını Dicle’nin ötesine uzanmış gösteren bir harita yukarıda bahsettiğim türden haritalardan değildir. Fantezi türündeki haritaların bir ülkede bizdeki gibi hastalıklı bir kendini koruma refleksi yaratabilmesi için özel bir çalışma yapılması yani psikolojik harp yöntemlerinin uygulanması gerekir. Beşinci sınıf bir düşünce kuruluşunun, kimsenin dikkate almadığı tasnif dışı

fabrika Eylül 2007

bir üyesinin ileri sürdüğü bir haritanın, Türkiye’de bu denli önemsenmesi için bu ülkede iflah olmaz bir özgüvensizliğin, cehaletin ilmek ilmek örgütlenmiş olması gerekir. Türkiye’nin bu haritalara bakarak dış politikasını geliştirmesi, dış politikada paranoyak adımlar atması olsa olsa dünyadan yalıtılmasına ve dış politikada etkisizleşmesine yarayacaktır; üstelik de şayet varsa “Türkiye’ye yönelik düzenlenen tertip”lere karşı savunma veya direnme kapasitesinde herhangi bir katkı da sağlamayacaktır. Esas dikkate alınması gereken haritalar, uluslararası sistemin görünür kılındığı ve BM, NATO, AB, OECD vb. gibi kurumlarla güvenceye alınan siyasi haritalardır. Bir önlem alınacaksa da işte bu haritalar dikkate alınmalıdır. Bu parantezi kapatalım. Askeri açıdan bir değerlendirme yapılacak olursa, yapılan analizlerin sığlığı net bir biçimde anlaşılmaktadır. NATO sınıfı bir orduya sahip olan Türkiye, bir ABD, İsrail saldırısına maruz kalmayacak kadar büyük bir lokmadır. Türkiye, benzersiz coğrafyası sayesinde önemli stratejik derinlik ve avantajlara sahiptir. İyi eğitimli, ciddi operasyon tecrübesi olan güçlü bir ordusu vardır; lojistik ve iletişim olanakları son derece gelişmiştir. Irak’ta olduğu gibi birkaç yüz seyir füzesi (Cruise), ardından 200 – 300 uçakla ortadan kaldırılamayacak bir askeri, siyasal ve ekonomik potansiyeli bulunmaktadır. Türkiye’ye yapılacak bir askeri saldırının başarıya ulaşabilmesi için uzun vadeli bir savaşın göze alınması gerekir. Bu da ABD ordusunun büyük kayıplar vermesi anlamını taşır ki aslen ABD’nin en büyük sıkıntısı da budur. Zira ABD’nin herhangi bir savaşı sürdürme süresi, tıpkı Vietnam ve günümüzde Irak’ta olduğu gibi çoğu kez asker kayıplarının artmasıyla gelişen iç muhalefetin tepe noktasına ulaştığı süre kadardır. Nasyonal sosyalist çevrelerde, ABD’nin Türkiye’ye verdiği silah ve mühimmatın kaynak kodlarını elinde bulundurduğu, bir düğmeye basarak Türkiye’deki bütün askeri gücü bloke edeceği, uçakların uçamayacağı, füzelerin hedefini bulamayacağı türünden fanteziler dillendiriliyor. Konu bu kadar basit olsaydı ABD, SSCB’nin Afganistan müdahalesi ardından Afgan Mücahitlere sağladığı ABD, bir ölçüde bu muhalefeti hafifletmek için henüz ABD vatandaşı olmayan ve askerlik süresi sonunda Yeşil Kart elde etmeyi uman binlerce kişiyi ABD ordusuna alarak ‘sorunu’ çözmeye çalışmaktadır. Zaten öteki sınıflandırmasına tabi olan, ABD ile hiçbir vatandaşlık bağı olmayan, öldüğünde, kaldığında yeşil kart umudunu yitirmemek için sessizliğe bürünen yakınları dışında ağlayanı olmayan binlerce asker…

31


Dış Politikada Sollama Yasağı

ve bugün bir kısmı Taliban milislerinin eline geçmiş olan omuzdan atılan yerden havaya Stinger füzelerini tanesine 1 milyon dolar ödeyerek piyasadan toplamaya çalışacağına, o meşhur düğmeye basar işi bitirirdi. ABD’nin Irak’a müdahalesi iki aşamadan oluşmuştu. İlk önce uzun menzilli seyir füzeleri ve radara yakalanmayan uçaklarla belli başlı radar, iletişim, komuta ve kontrol merkezleri, karargâh ve hava savunma üsleri, ardından Saddam’ın sarayları vurulmuş; sonra konvansiyonel uçaklarla ikincil önemdeki askeri, ekonomik ve siyasi hedeflere bomba yağdırılmıştı. Buraya kadar her şey kolaydı. ABD askeri kayıpları ihmal edilebilir düzeydeydi. Körfez savaşında bütün askeri ve ekonomik altyapısı büyük bir darbe almış olan Irak zaten ABD ordusu ile askeri bir karşılaşmayı göze almamış, hatta kimi generaller daha savaş başlamadan ABD ile ücret mukabilinde transfer ve teslim görüşmeleri yapmaya başlamıştı. Türk medyasında görüşlerine başvurulan emekli paşalarımızın ileri sürdükleri bütün tezleri yerle yeksan edercesine ABD tankları, Ümmü Kasır ve Nasıriye de olduğu gibi ufak tefek bir iki çatışmanın ardından kısa sürede soluğu Bağdat’ta almıştı. Savaş kazanılmıştı. Ancak bugün Irak’ta muzaffer ABD ordusunun 162 bin askeri, Vietnam ile karşılaştırılamayacak ölçüde düşük olsa da hala kayıp vermeye devam ediyor ve harekâtın asli amacını, yani Irak’ta dünya-sistemle entegrasyonu sağlayacak siyasi, ekonomik, askeri kurumların ve asgari demokratik (parlamenter demokrasiye dayalı) bir rejimin tesisini gerçekleştirmek hala mümkün olmadı. Savaşlar, açık bir politik sonuç elde etmek üzere yapılır. Hiçbir güç, tarihin hiçbir evresinde ‘iş’ olsun diye savaş yapmamıştır. Görünürdeki dini, psikolojik vb. nedenlerin bir savaşın asli nedenini açıklayamayacağını Marksist teori açıkça belirtir. Avrupa’daki dinsel savaşların, gerçekte ardında yatan siyasi amaçlar, sınıf savaşımı Marksist literatürde enine boyuna incelenmiştir. Ancak, mümtaz sosyalistlerimiz, sisteme yaranma, bir parçası olma, kabul edilme, bağırlara basılma ve değerlerinin bilinmesi dürtüsüyle nasyonalist ön ekini alınca, ABD’nin emelleri de Evangelizm, dünyayı yöneten gizli örgütler, Yahudi loncaları vb. terimlerle açıklanmaya başlıyor. Böylece, ABD’nin Irak ve sair politikalarını anlama, dolayısıyla mukabele etme araçları da ortadan kaldırılmış oluyor. Aynı tutum ABD ile Türkiye arasındaki ilişkinin mahiyetinin saptırılması, yaratılan ipe sapa gelmez bir

32

ABD saldırısı paranoyası ile memleketin entelektüel kapasitesinin akamete uğratılması ‘görevini’ de üstleniyor. İsrail’in son Lübnan ve Gazze şeridi operasyonlarında, ülkemizin herhangi bir vilayetinden çok daha küçük bir alanda süre giden savaşta yaşadığı büyük yenilgiyi düşünelim. Elinde İran teknolojisi ile evde imal edilmiş Kassam füzeleri vb. sınırlı sayıda savaş değeri olan silah sistemi olan Hizbullah, çok sayıda Merkava tankını, zırhlı personel taşıyıcısını yok etmiş, hatta İsrail deniz kuvvetlerinin gözbebeği Eliat sınıfı korvet tipi bir savaş gemisini savaş dışı bırakmıştır. Asimetrik savaş yöntemleri ve şehir harbi İsrail gibi askeri gücü kuşku götürmez bir ülkeyi çaresiz kılmıştır. Savaş, İsrail’in hava bombardımanları dışında sınırda birkaç kasaba ile sınırlı kalmış, İsrail birlikleri Lübnan içlerindeki stratejik noktalara yaklaşamamışlardır. İsrail yedeğinde ABD saldırısı türünden komplolar medya ve bazı güzide siyasi parti ve sivil hareketlerce, çoğu kez her dediğini tarihin yanlışladığı emekli sivil ve askeri bürokratlarca fazlaca pompalandığı için bir tür aşırı hassasiyet, sürekli kasılma haline giren yurttaşlarımızdan bazıları, kızıl elma solcularının ve sonradan uydurulmuş olduğu yönünde kuvvetli işaretler bulunan Bursa Nutku’nun verdiği ilhamla “Tanrım, yetkililer benim gördüklerimi nasıl göremiyor, her şey çok açık, ortada...” ya da “Demek ki bu tehlikeleri göremiyorlar bunların topu hain, işbirlikçi…” türünden bir psikoloji ile iyi yetiştirilmiş birer özel harp vasıtası, birer mayın olarak toplum içinde dolaşmakta. Gerçekten de Türkiye’de yerli ve yabancı kamuoyu araştırma şirketlerince yapılan araştırmalar, ABD’nin Türkiye için bir tehdit olduğunu düşünen yurttaşlarımızın ezici bir çoğunluk olduğunu gösteriyor. Yurttaşlarımızın ezici bir çoğunluğunun ABD’nin Irak’a, İran’a vb. müdahalesine, Türkiye’nin ABD’ye bu konuda yardımcı olmasına karşı olduğu da biliniyor. Bu icat edilmiş, kurgusal ABD düşmanlığı meselesinin hakikiliğini sorgulamak için tek bir soru yeterlidir: Ülkemizde komplocu, siyasi rantçı nasyonal sosyalistler ve milliyetçi, mukaddesatçı kesimler eliyle özene bezene yaratılan bu refleks, bu hezeyan hali Türkiye’nin kurgulanan ABD saldırısına ve/veya tahakkümüne direnme kapasitesine bir katkıda bulunmuş mudur? Bunun yanıtı çok net ve açık bir biçimde hayırdır. Hatta bunu test etmek için kolay bir yol da bulunmaktadır. Yarın, ABD büyükelçiliği, 1.000 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını ücretsiz (yok Eylül 2007 fabrika


Dış Politikada Sollama Yasağı

hatta ücreti mukabilinde) ABD vatandaşı yapacağını, ilk gelenin Yeşil Kartı kapacağını ilan etsin. Büyükelçilik ve konsolosluklar önünde birikecek milyonlar arasında ön sıraları kapanların en bir namlı, inanmış ABD düşmanları olduğu gözlerden kaçmayacaktır. Sağın ABD düşmanlığı sahtedir. Ne milliyetçi kesimler kendilerini devrimcilere karşı örgütleyip iş, güç, çoluk, çocuk sahibi yapan, senelerce yediren, içiren, giydiren, donatan büyük birader ABD’ye sırt çevirebilir, ne ılımlı İslamcılar ABD’nin koruyucu şemsiyesinden vazgeçebilir. Komedi beş perde düzeyindeki bu monologun deşifre edilmesi solun görevidir. Sağın derdi başkadır, ABD karşıtlığı kontrol edilebilir, başka bir deyişle dış politikada anlamlı sonuçlar üretmeksizin münhasıran iç politikaya yönelik bir alet olarak kullanılabilirse seçimlerde, meçimlerde işe yarayabilir. Aksi durumda bizatihi ABD ile teskere öncesi görüşmelerde yer alan MHP’nin yeni dış politika prensi Deniz Bölükbaşı, Türkiye’nin ABD ile birlikte Irak’a girmesi ve teskerenin geçmesi görüşünü savunmaya devam etmezdi. ABD’nin Türkiye karşıtı tertipler içinde bulunduğu savıyla oy toplamaya çalışan bir partinin ayrıntıları kamuoyu ile paylaşılmamış olsa da 60 ilâ 125 bin ABD askerinin Türkiye’de konuşlanmasını ve/veya Türkiye’den Irak’a cephe açmasını öngören bir plana hala açık destek veren ve iktidara gelmeleri halinde Dışişleri Bakanı olması beklenen bir üyeye kapılarını açması yeterince açıklayıcı olmalıdır. Olay bundan ibarettir, başkaca bir analiz de gerekli değildir. Buna solun teşne olması ise bir utanç vesilesidir. Ülkemizin esasen sola dayalı entelektüel kapasitesinin her gün yeni bir maden (bor, toryum, moryum, oditoryum, feneryum) icat eden, her gün yeni bir düşman, bir kumpas keşfeden, her gün şeytan ABD ile İsrail’in, AB’nin, Rusya’nın, Çin’in vb. yeni bir planını deşifre eden, köşeye sıkıştırılmış kedi örneğinde olduğu gibi ona buna pençe sallamaya çalışıp her durumda sadece kendini yaralayan paranoyak ruh halinden çıkarılması gerekiyor. Her Genelkurmay bildirisinden sonra kendisine vazife çıkarıp, ‘işte şimdi solun zamanıdır’ türünden reel politika kisvesi altında katıksız gericilik örnekleri sergileyen bir sol, kamuoyu araştırma şirketlerinin verileri ile kurgusal bir ABD düşmanlığından nemalanmaya çalışan bir sol, entelektüel kapasitesini yitirmiş, ortak hayal kuramayan bir sol ile bu mümkün değil elbette.

Sorun ‘ABD ve İsrail bize saldırır mı, ya saldırırsa biz ne yaparız?’ sorunu değil, ABD ve İsrail’in Türkiye’ye saldırmasını kaçınılmaz bir jeopolitik koşul haline getiren gerekçeler nelerdir sorusuna cevap verebilmektir. Takdir edersiniz ki, Fatih’te Ortodoks Patrikliği devleti kurulması, toryum madenlerine el konulması, Sevr’in hayata geçirilmesi gibi gerekçeler fena halde bayatladıkları için artık temcit pilavı olarak dahi bir kıymeti bulunmamaktadır. Ama bir kıymeti olduğu da açıktır yoksa bu kadar taliplisi de olmazdı… Ülkemizi, daha doğrusu çek senet tahsilâtı rehavetiyle kendinden geçtikten sonra Cumhuriyet mitinglerine bile gidecek mecali kalmamış eskizinde kuvvetleri, komünizm aktüel bir tehdit olmaktan çıkınca gayrete getirecek herhangi bir tehdit kalmayınca, malum İslami tehdit ‘halk’ engeline takılıp, Kürt kartı da artık eskisi gibi işe yaramayınca 1. Geleneksel Bul Komployu Al Parayı dönemi gerekli oluverdi. Piyasada sağdan soldan pıtrak gibi çoğalıveren komplo simsar ve tacirlerinin, ülkemizin çok bir eğitimli, pek bir yüksek mevkilerde, tercihan uluslararası şirketlerde çalışan, metropollerde yaşayan, hangi etle hangi şarabın içileceğini bilir gibi yapan, en az bir e-posta grubuna üye, kredi kartı ile tatile çıkan, marka tutkunu, oğluyla tuttuğu takımın formasını internetten sipariş veren, cep telefonu ile hızlı SMS, MMS mesajı atabilen, TEMA Vakfı aracılığıyla 3 buçuk çam fidanı olan, çağdaş yaşamı sözde değil, özde destekleyen, lahmacun yemeyen, okuma faaliyeti elektronik posta kutusuna düşen komplo mesajları ile sınırlı, çok bir bakımlı, pek bir modern giyimli, ağzı laf yapar, karısının başı açık, WASP özentili az gelişmiş beyaz ve pembe yakalıların desteğini alması da uzun sürmedi elbette. Bu işin paraya tahvil edilebileceği, adamı meşhur edeceği hemen anlaşıldı. Yalnız bu halk yok mu? Hani o göbek kaşıyan, bidon kafalı, apolitik ve duyarsız halk… Bu görüşlere itibar etmedi, heyhat! Eh, tabii, eğitim şart. Halkımız, komplo edebiyatına edebi bir değer dahi vermediğini seçimlerde gösteriverdi. Apaydınlık Aydınlık türü dergilerinde iktidar müjdesi verenler, rejim gitti gidiyor diye veryansın edenler de sırra kadem bastı. Sola dair, halkların çıkarını gözeten bir dış politika analizi yapabilmemiz için ulus devletin inşa sürecinde yeniden kurgulanan tarihimizi sorgulamak, cumhuriyet öncesi tarihimizi lise ders kitapları çerçevesinin dışında yeniden değerlen WASP: Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan

fabrika Eylül 2007

33


Dış Politikada Sollama Yasağı

dirmek, bütün tez ve görüşleri tarihsel bağlamına oturtmak, dönemselleştirmek ve her zaman bir anlam ve bağlam oluşturma kaygısını gütmek ve kuşkusuz komplo teorilerinden uzak durmak gerekiyor. Halk ile gündelik yaşamını ortaklaştıramayan, gündelik yaşamı kuşatamayan, kendisine sadece İstiklal Caddesinde (o da kalabalığa karışabildiği ve bir nevi kitlesellik hazzı duyduğu için) ve bazı CHP’li belediyelerde (o da çalışmaya mecali olduğu zaman) yaşam alanı bulabilen bir solla bu mümkün mü? Yapılması gereken şey, halka karışmaktır. Komplo teorisi aslen sistemin bir silahıdır ve kitleleri sistemin idamesine yönelik belli projelere katkıda bulunacak şekilde harekete geçirmek, başka bir deyişle kolektif rızalarını almak veya tam aksine paralize etmek için kullanılırlar. Sol, sistemi takip ederek komplo teorilerini siyasal gündeminin bir aracı haline getiremez. Kitleleri, sistem içi manipülasyonlarla harekete geçiremez. Konu sadece solun bu yöntemin maddi araçlarından yoksun olması konusu değildir. Dolayısıyla da bir teknik kapasite sorunu olarak görülemez. Esas mesele, solun temel ekseninin geleceği beraber inşa etmeyi öngörmesinde yatmaktadır. Gelecek dediğimiz hadise yalanlar, manipülasyonlar ve cehalet üzerine inşa edilemez. Sol, bilime ve geleneğine sırt çevirdikçe, solu sollayanlar kervanının çok daha uzayacağı açıktır. Sol, gidecek önce bir Ayşe Teyze ile Mehmet Amca’nın ellerini öpecek, mahallerde, fabrikalarda, okullarda, bütün alanlarda mevcudiyet gösterecek. Halktan, komplo teorilerine nasıl bağışıklık kazandıkları, bunca yıllık insan mühendisliği çabalarından nasıl paçayı sıyırdıkları, bütün bunları yaparken de ocakta kaynayan çorbayı nasıl idame ettirdikleri öğrenilecek. Komplo, seviyesizlik üretim merkezleri olarak çalışan dergiler, mergiler, birahaneler boşaltılacak, halka (tabii destur istenerek) gidilecek. Dış politikanın bir yüksek politika konusu değil, çağımızda bizatihi iç politikayı doğrudan belirleyen, gündelik yaşamımızda önemli bir gün-

34

dem haline gelen bir parametre olması, dergi bürolarında ezberden komprime hap şeklinde, suda çözünür çözünmez gazı uçuveren analizler yapan kardeşlerimizi sıkıntıya düşürmüş, çaresizlikle radikal modernistler, İslamcılar ve nasyonal sosyalistlerle aynı dalga boyunda şakımalarına neden olmuş olabilir. Bu tutum, solun sahiciliğini, farklılığını, çözüm üretme kapasitesini ve ezilenlere umut verme özelliğini yerle yeksan etmiş durumdadır. Sol, esasen uluslararası düzlemde bir hegemonya mücadelesinden ibaret olan ve sınıf savaşımı ile esasa dair ortaklıkları ve özgül nüansları bulunan dış politika meselelerinde kolektif tahayyülü, kolektif tarih bilincini canlandıracak şekilde çok daha ciddi bir araştırma faaliyeti yürütmelidir. Sol, bu ülkenin yurttaşlarına, Ortadoğu’nun ezilen halklarına “Irak’ta savaşa hayır!”, “ABD Ortadoğu’dan Defol!” ya da içi her gün biraz daha boşaltılarak canım Hrant Dink’i mezarında sekiz kere döndüren “Hepimiz şuyuz, buyuz!” sloganlarından, bir zamanlar ABD beslemesi olduğu halde bugün ABD’ye İsrail’e kafa tutar gibi görünen zatları kahramanlaştırmaktan, örnek, model olarak ileri sürmekten çok daha fazlasını borçludur. Solun esas meselesi bir dünya-sistem olarak kapitalizmdir, ABD değildir. Apaydınlık Aydınlık türü dergilerimizde apaçık önerildiği gibi türlü emperyalizmler içinden ehven olanı seçmek, memleketi emperyalist ve irredentist bir ülkeye dönüşme yolunda teşvik etmek, kışkırtmak ya da anti-ABD yaygara kopararak muhalefet ediyormuş gibi yapmak değildir. Söz etmeden geçemeyeceğimiz başka bir uç savrulma hali daha var: PKK’nın ABD ile işbirliğini sorgulayanlar, “Biz, ABD’yi kullanıyoruz!” yanıtını alıyor. Özeleştiri ve tevazudan bu kadar yoksun olunabilir mi? ABD’yi kullanmak… Solun istisnalar olmakla birlikte süper devrimci dış politika algısı, analiz gücü ve politik görünümü bu işte: ABD’yi her şeye kadir bir güç belleyenler ve ABD’yi kullanabileceğini iddia edenler. Biraz hakikat lütfen, beni geçin, Ayşe Teyze ile Mehmet Amcanın hatırı için, biraz hakikat…

Eylül 2007 fabrika


6 Ağustos 1993

ÖĞRENDİM, KOLAYMIŞ SÖYLEMEK Haldun’umuza her su, yüksekten başlar büyük sulara doğru yolculuğuna, bazan dağın derininden, bazan kıyısından ovanın yatağın ve eğimin çocuğudur hız ve öf ke, çokluğun değil. nasıl denize yakın büyük ovalarda güçsüzlüğü değilse ırmağın bazan, bilirsin, belli olmaz ırmak nerde bitti, nerde başladı deniz. ırmakta tuzu denizin, denizde ırmağın rengi. yüksekten başlayan yollar, bazen inmez ovalara eğim azalırsa da, zemin kaya, yatak dar, yolculuk kısa bir uçurumdur büyük sularla buluşma anı uzun yolculuklar dilerdim sana birlikte yaşanacak büyük sükunetler, usta sabırlar.. ama derdim, hazırlan uçurumlara da öğrendim, kolaymış söylemek, başım dönerek dinlerken, arkanda bıraktığın uğultuyu ve içime dökülen şelaleden yüzüme yükselen nemle Z.T

fabrika Eylül 2007

35


22 Temmuz Seçimleri ve Bağımsız Sol Adaylar

22 Temmuz Seçimleri ve Bağımsız Sol Adaylar Yaklaşan seçimler yakın tarihimizdeki en ilginç seçimlerden biri olmaya adaydır. Verilen emuhtıra, CHP’nin sağcı milliyetçi çizgiye kayarak milli şef partisi kimliğini pekiştirmesi, uluslararası koşulların bölgede yarattığı durum, 12 eylül rejiminin sınırları içinde kalınarak karşı karşıya olduğumuz toplumsal sorunların çözümünü imkansızlaştırmıştır. Genel anlamda bir toplumsal altüst oluş hali yaşanmaktadır. Toplumsal ve siyasi kimlikler zeminlerini yitirmişlerdir. Merkezde yer aldığı varsayılan partilerin aday listeleri incelendiğinde “soldan sağa” geniş yelpazeye yayılan bir aday deseni ile karşılaşılmaktadır. Partilerin programatik olarak da birbirinden herhangi bir farklılığı bulunmamaktadır. Otuz yıldan bu yana izlenen neoliberal politikalar fiili olarak sosyal devleti tasfiye etmiş ve başta emekçiler olmak üzere geniş halk kesimlerinin kazanımlarını ellerinden almıştır. Yıllardan bu yana oluşan bu tabloda tüm sistem partilerinin sorumluluğunun olduğu açıkça algılanmaktadır. İçinde bulunduğumuz durumdan rahatsız olan ilerici kesimlerin taleplerini karşılayabilecek bir siyasi oluşum bulunmamaktadır. Sosyalist solun yaklaşık 40 yıldan bu yana yaygın olarak izlediği defansif “soldaki” en güçlü partiyi destekleme veya sosyalizm propagandası yapmak üzere seçime katılma politikası da var olan siyasi krizin yarattığı olanaklardan yararlanma adına yetersiz kalmaktadır. Bu koşullarda doğru politika “solun siyaset yapma tarzını değiştirmek” ve geniş kitlelere dönük siyaset yapmak üzere harekete geçmektir. Üç aylık bir çalışma ile oluşturulan “Solda Bağımsız Ortak Aday” kampanyası bu anlamda geniş imkanlar yaratmaktadır. Bu kampanya etrafında örülen sol birlik içinde pek çok değişik eğilimi barındırsa da, genel anlamda asgari müştereklerde birleşmeyi başarmış ve bağımsız sol adaylar ile seçime girme kararı almıştır. Solda bağımsız ortak adaylar hareketinin temel amaçları şöyle sıralanmaktadır: o

Savaşa ve emperyalizme karşı olmak

o

Darbe ve tehditlerine karşı demokrasiden yana tavır almak

o

Irkçılığa, milliyetçiliğe karşı olmak

o

Emekçilerin çıkarlarını savunmak

o

Neo-liberal IMF politikalarına karşı çıkmak

o

Kürt sorununun adil, demokratik barışçıl çözümünü savunmak

o

Kadın hak ve özgürlüklerinin yanında yer almak

o

Çevresel yıkıma karşı durmak

Fabrika Dergisi olarak, bu hareket kapsamında belirlenen , İstanbul 1. bölgede Ufuk Uras ve 2. bölgede Baskın Oran’ı desteklemekteyiz. Öte yandan, Fabrika Dergisi, bu iki bölge dışında ÖDP’yi destekleme kararı almıştır.

Bu yazı 07/ 06/ 2007 tarihinde www.fabrikadergisi.com adresinde yayınlanmıştır.

36

Eylül 2007 fabrika


22 Temmuz Seçimlerine Giderken* S.Zeki TOMBAK

12 Eylül’ün Sağı ve Solu 12 Eylül faşizmi, 1970’lerde yaşanan iktisadi ve siyasi krize, tekelci sermayenin verdiği teröre dayalı cevaptı. Solun kökünü kazımak ve bir daha yeşermemesi için gerekenleri yapmak üzere gerçekleştirildi. Korkudan önce Ordunun içini kazıdılar. Üniversiteye YÖK karakolu kuruldu. Devlete memur olacakların, soyunda ilerici, devrimci olmaması kural haline getirildi. 12 Eylül rejiminin mimarları halkın taleplerinin ve katılımının en asgariye çekildiği ve olabildiğince şekli kılındığı bir sistem inşa etmeyi istedi. Cumhuriyet tarihi boyunca genel seçimlerin beş yılda bir yapılmasını akıl eden ilk diktatörlük dönemi 12 Eylül’dür. Elbette adayların veto yoluyla ayıklanması; ön seçim yerine parti liderlerinin parlamentoya girecek kişileri atamasının yol olması, yerel örgütlerin etkisizleştirilmesi ve özellikle dünyanın en yüksek seçim barajı hep aynı zihniyetin ürünleridir. Türkiye’nin sağ siyaseti hep seçkinlerden, askerler başta olmak üzere, yüksek yargıdan, bürokrasiden ve üniversite hocalarından; kısacası seyfiye, ilmiye ve kalemiye sınıfının tepeden inmeci batıcılığından şikayet eder görünür. Yakınılanlar “devlet”tir ve bir de “millet” vardır, sağ kendini işte o muhayyel “milletin” temsilcisi ve sözcüsü konumuna tayin etme iddiasındadır. Ama 12 Mart’ın da, 12 Eylül’ün Eylül 2007 fabrika

de, tepeden inme, batıcı, anti-komünist darbelerinin bütün halk düşmanı mirasını tevarüs eden sağ siyasettir. Türkiye sağ siyaseti, sözde kendini ayırmaya çalıştığı cumhuriyet eliti gibi, hep emperyalist kampta yer almak için çırpınmış, NATO’cu, IMF’ci, Amerikancı olmuştur. Bu tercihlerin doğal sonucu olarak, her zaman, Türkiye halkının, özellikle işçi ve emekçi yığınların en haklı en insanca taleplerinin düşmanı olmaktan çekinmemiştir. Her hangi bir ülke sorununun özgürlükler alanını genişleterek çözümüne karşıdır, demokratikleşme dinamiklerinin önünde en esaslı engeldir. Şikayet eder göründüğü tepeden inmeci devletin darbeleri memleketin başına hangi çorapları örmüşse, o melanetleri sonuna kadar savunmuştur ve savunmayı sürdürmektedir. 12 Eylül’ün işkencecilere sonsuz ihtiyaç, sonsuz tolerans zihniyeti, sağ iktidarlar sayesinde uzun bir ömre sahip olmuştur ve halen de ömür sürmeye devam etmektedir. Dünyanın en yüksek seçim barajı herhangi bir muhalefete ve özellikle Kürt muhalefetine karşı 12 Eylül’ün ördüğü faşist bir duvardır. Ne AB edebiyatı, ne demokratikleşme palavraları bu barajın, bırakalım kaldırılmasını, aşağıya çekilmesini bile sağlayamamıştır. Bunlar TCK’nın 159’unu kaldırır, yerine 301 yazarlar. CHP, tek parti diktatörlüğünün partisi idi. Halk önüne çıkan ilk fırsatta CHP’yi iktidardan indirdi. CHP’den nefret etmek, solcu olmanın, sos-

* Bu yazı 10/06/2007 tarihinde www.fabrikadergisi.com adresinde yayınlanmıştır.

37


22 Temmuz Seçimlerine Giderken

yalist olmanın insani, halkçı ve kültürel temelidir. 1960’larda TİP’in önünü kesmek için, CHP kendisini “ortanın solunda” ilan etti. Ortanın solcusu Ecevit’in misyonu, Demirel gerici-faşist Milliyetçi Cephe ile sola cepheden saldırırken, solun içini boşaltmak, solu iktidarsızlaştırmak, MC’nin kapatamadığı ilerici dernek, sendika ve kurumları kapatmak oldu. İmam Hatip Okullarının ortaokul bölümlerini açan Ecevit idi. 1980 sonrasında ise aynı Ecevit Fethullah Gülen’in “mütefekkir” kimliğini keşfetti. Ecevit’in “Kotrgerilla” edebiyatıyla halkın (ve solun) desteğini kazandığı seçimlerden sonra, kontrgerillanın bırakalım üstüne gitmeyi, hamiliğine soyunduğu kimseden gizli değil. 12 Eylül’ün “sosyaldemokrat”ların başına geçirdiği ilk kişi, 12 Eylül’ün ilk başbakanı Bülent Ulusu’nun özel kalem müdürü Necdet Calp idi. Daha sonra bu konuma, 12 Eylül cuntasının adaylığını veto ettiği Erdal İnönü geldi. Başbakan yardımcılığı esnasında, Sivas’ta Madımak Oteli’nde yazarlar, şairler yakılırken, saatler boyu tedbir almayan, alamayan bir başbakan yardımcısı olarak tarihe geçti. Demirel’in yardımcısı idi, Tansu Çiller’in de yardımcılığını yaptı. Daha ne yapsın!... Deniz Baykal siyaset sahnesine Ecevit’in koltuğunun altında çıkmıştı. Ecevit 12 Eylül’ün hemen ertesinde, bütün siyasi partiler faaliyetten yasaklanmış iken “CHP Genel Başkanlığından” istifa ettiğinde, partide “solculuğunda samimi” bulduklarıyla ve Baykal’la yolunu ayırdı. Baykal ne solcuydu ve ne de samimi idi. Ama “ekibi” vardı, bu yüzden O’na “hizipçi” etiketini yapıştırdı. Esasen Ecevit’e her şeyiyle en çok benzeyen Baykal’dı. Ecevit’in yapamadığını yaptı. CHP’yi kontrol edemediği herkesten temizledi. Partiyi sağın sağına geçirdi ve MHP ile emekli paşalarla, 301’ci Kerinçekçilerle aynı zemine yerleştirdi. Hatta öyle ki, MHP’nin 12 Eylül öncesinde Genel İdare kurulu üyeliği ve bu partiye teorisyenlik yapan “Doğan Holding liberali” Taha Akyol, CHP genel merkezine gittiğinde “Bütün eski arkadaşlarımı orada gördüm” diyerek manzarayı özetlemek ihtiyacı duydu. Baykal’la birlikte şu söz vecize düzeyine yükseldi: “Artık sağ-sol ayrımı kalmadı.” Halbuki “12 Eylül öncesine göre” sağ daha da sağa kaymıştı, ama kendisine sosyaldemokrat veya demokratik sol diyenlerde solun zerresi kalmadığı ve bu partileri dışardan, kenardan ateşleyecek, dinamizm kazandıracak kitlesel bir ilerici-devrimci hareket de bırakılmadığı için sistem içi siyasette tek renk hakim kılınmış, solun rengi de, tonları da hatırlanmaz olmuştu.

38

“İstikrar Bozulmasın Aman…” Artık, 12 Eylül’ün kurduğu sistemin sağı ve soluyla hakim siyaseti, kaba, tutarsız bir ABD düşmanlığı yığınlara pompalansa da Amerikancı’dır, piyasacıdır, İMF’cidir. Demokratikleşme sadece şeklidir ve en şekli adımlar bile dış baskılar karşısında atılabilmektedir. AB üyeliği gibi, dış baskıların teşvik edici boyutu gündemden çıktığında; başka bir deyişle piyasacı bir entegrasyon umudu zayıfladığında: bu umut uğatılmış demokratikleşme adımlarından derhal geri dönülmektedir. Bütün partiler, 12 Eylül’ün yasakçı zihniyetinde hemfikirdir; emekçilerin taleplerine karşı bütünüyle duyarsızdır. Kürt sorununun çözümü konusunda herkes askeri ve polisiye çözümle yetinme arzusundadır ve bu alan askere/polise bırakılmıştır…Ancak sorunun özgürlükçü çözümüne karşı olmak ortak payda olduğu için; “Önce terör sona ersin, sonra çözeriz” edebiyatı, çatışmasız uzun bir süre yaşandığı halde unutturulmuş ve ABD’nin Irak’ı işgaliyle ortaya çıkan yeni şartlarda, çözümsüzlük yeni bir çatışma sürecine zemin oluşturmuştur. Artık memleketin her köşesine, her gün genç tabutları gitmektedir. Ülke ekonomisinin “artık krizlere karşı dayanıklı” olduğu iddia edilmektedir. Ancak dünyada en yüksek faizle borçlanabilen ülke Türkiye’dir. İMF denetiminde en uzun süre kalan ve daha da kalacağı anlaşılan ülke Türkiye’dir. Gelir dağılımı o kadar kötü, o kadar dengesizdir ki, Türkiye’deki dolar milyarderlerinin sayısı Japonya’dakinden fazladır ve medya bunu sanki bir gelişmişlik gibi haberleştirmektedir. İşsizlik oranı %15’ler mertebesindedir. Toplumun yarısı yoksulluk sınırının altında yaşamını sürdürmektedir. Bölgesel gelişmişlik farkları olağanüstü boyutlardadır. Biraz da bu nedenle büyük ve denetimsiz bir demografik hareketlilik, 1960’lı yıllardan bu yana sürmekte; iç göç alan büyük kentler çarpık, plansız bir gelişme yaşamaktadır. Bu her çizgisi olumsuz tablo, Türkiye’nin egemenleri ve emperyalist merkezler bakımından, sürdürülmesi için her fedakarlığın yapılması gereken bir tablodur. AKP’den CHP’ye, TÜSİAD’dan Genelkurmay’a ve büyük medyaya, İMF’den ABD yönetimine herkes “istikrar”dan söz etmektedir. “Dolar fırlar, borsa düşer”, bu kesimlerin ortak tehdit cümlesidir. Bu tablonun istikrar kazanmasını istemek, işsizliğin, yoksulluğun, demokrasisizliğin, savaşın, tekelleşmenin ve uluslar arası ilişkilerde Eylül 2007 fabrika


22 Temmuz Seçimlerine Giderken

sürekli kaybeden bir dış politikanın sürmesini istemek anlamındadır.

Amerikancılar Savaşı… Tablo böyledir, ama Türkiye’de bu tablonun ortaya çıkmasında en çok sorumluluğu olanların oluşturduğu iki cephe arasında yaşanan bir mücadele gündemi belirlemektedir. Tarafların kendilerine yakıştırdığı pozisyonlar bile Amerikan siyasetinin aktörlerini hatıra getirmektedir. Cumhuriyetçiler var, kndilerine aynı zamanda ulusalcı diyorlar, pozisyonlarını Cumhuriyetin kendisini ve değerlerini savunmak olarak tarif ediyorlar. Karşı taraf ise kendisini demokrat ilan ediyor ve darbecilere, tepeden inmecilere karşı demokrasi mücadelesi verdiklerini söylüyorlar.

- AKP’nin AB’ciliği Mücadelenin bir tarafında AKP bulunuyor. AKP Amerikancıdır, neo liberal politikaların tavizsiz bir uygulayıcısıdır, piyasacıdır. Sağcıdır, şiddetli anti komünisttir.. Parti liderliği ordunun politikadaki rolünü zayıflatmak ve dolayısıyla ordunun hükümet etme alanlarını sınırlama veya hükümetlerine bir darbeyle son verme gücünü ortadan kaldırma vaadi olmasa; AB’ye üyelik sürecinin demokratikleşme ve insan haklarını koruma ve geliştirme yönündeki gerekleriyle hiç ilgilenmeyebilirdi. Bu gene de Türkiye hakim sınıflarının, Cumhuriyetin temellerinin atıldığı tarihlerden bu yana, batılı emperyalist blokların dışında kalmaktan; başka bir deyişle Türkiye halkıyla ve Türkiye’nin ait olduğu coğrafyanın halklarıyla baş başa kalmasından duydukları güçlü korku nedeniyle AB’ye üyelik peşinde çaba harcayacakları anlamına geliyor. Ama aynı zamanda Bu amaca kendilerinden önceki CHP, AP, ANAP, DSP, DYP, MHP gibi partilerin tutumuyla yaklaşacakları anlamına da geliyor: Bu tutum, emperyalistlere Türkiye’nin, Pazar büyüklüğünü, ucuz işgücünü, stratejik önemini ve TSK’yı pazarlayarak bloka dahil olmaya çalışma; blokun hakim rengi olmasa da, sahip olduğu güçlü bir renk olarak demokratik standartların, Türkiye’deki sisteme dahil edilmesine istekli olmama tutumudur. Şimdi, öncelikle, kaba ve kalın kafalı solcunun, her zaman

olduğu gibi, bu cümleyi okur okumaz seslendireceği itiraza cevabımızı verelim: AB elbette sömürgeci geçmişleri olan güçlü emperyalist devletlerin kurucusu ve şekillendiricisi

fabrika Eylül 2007

- AKP ve Sınır Ötesi Harekat: “İçerdekiler bitti mi ki….” Ancak AKP’nin, karşı cephe ile yaşadığı çatışmada yegane dayanağı AB ile üyelik sürecinin, bu partiye sağladığı ve sağlayacağını umdukları politik avantajlar değildir. Burada iki çok önemli avantajdan daha söz etmek gerekir. Bunlardan birisi “PKK’ya karşı, Kuzey Irak’a operasyon yapma olduğu bir bloktur. Ancak Avrupa aynı zamanda modern sınıf mücadelelerinin, iki yüzyıl boyunca en keskin ve en gelişkin biçimlerde yaşandığı coğrafyadır. Bu mücadelelerden proletarya zaferle çıkamamış olmakla birlikte, kıtada yüksek demokratik standartların ortaya çıkmasına ciddi katkı yapmıştır. Bu katkının bir hiç olduğuna veya bugün bir hiçe dönüşmüş olduğuna inanan cühela ile konuşulacak bir şey yoktur. Unutmamak gerekir ki, insanlığın sınıf savaşımlarından biriktirdiği ileri insanlık değerlerinin güçlendiği bir trendi yaşamıyoruz. Aksine bu değerlerin aşındırılması için, egemenlerce her yolun denendiği bir dönemden geçiyoruz. Diğer taraftan, Avrupa değerleri denilen standartların sadece dolaysız sınıf mücadelelerinin ve proletaryanın eseri olmadığını da biliyoruz. Kadınların eşitlik mücadelesinin kazanımları; Avrupa ırkçılığının Yahudilere, Çingenelere, dini, ulusal ve cinsel azınlıklara ve engellilere uyguladığı vahşete ve ayrımcılığa karşı, çoğu zaman proletaryanın da içinde olduğu, çok daha geniş toplum kesimlerinin yarattığı ortak toplumsal vicdan ve vahşi kapitalizmin ve endüstrileşmenin sadece çalışan sınıflara değil; doğal çevreye de verdiği ağır zarara karşı oluşan yeni toplumsal bilinç, Avrupa değerlerinin oluşturucularındandır. Bu değerleri yaratanlar iktidar olmayabilir. Ama egemenlerin bu değerleri yok sayan bir AB yarattıklarını; bu değerlerin bugünkü AB müktesebatında, çok güçlü bir biçimde var olmadığını kimse söyleyemez. Türkiye AB’ye üye olur mu olmaz mı, bu çok önemli değildir. Ancak AB üyelik süreci içinde, bu değerler üzerinden baskı altına alınmasını biz, Türkiye’deki demokrasi güçlerinin, demokratikleşme dinamiklerinin çok güçlü bir desteğe sahip olması anlamına geldiğini düşünüyoruz. Bu bakımdan Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin sadece desteklenmesini doğru bulmuyoruz; ayrıca bu süreç boyunca demokrasi savaşımının yükseltilmesi ve kağıt üstündeki, şekli kazanımların, emekçi yığınlarca kullanılarak kazanım haline getirilmesi gerektiğini de düşünüyoruz. Ve ayrıca polis vazife ve selahiyetlerine ilişkin düzenlemelerde olduğu gibi, kazanılmış olanın kısa bir süre sonra geri alınabildiğine işaret ederek; bu durumda, Türkiye demokrasi güçlerinin sahiplenmemesinin de payı bulunduğunun altını çiziyoruz. Halbuki bugün küçümsenerek burun kıvrılan kazanımlar için, bizzat küçümseyiciler, solcular ve devrimciler en ağır bedelleri ödediler. 301. maddeden (geçmişte 159 idi) birkaç yıldır liberaller de yargı önüne çıkarılıyor. Geçmişte bu maddeden sadece solcular yargılanırdı ve halen de yargılanıyor. Fakat liberallerin yargılanması öne çıktı diye, solcu, sosyalist arkadaşlarımız, 301’in kaldırılması yolundaki savaşıma burun kıvırmaya başladılar. Liberallere düşmanlık devlete karşı tutumun önüne geçti. Dar kafalı, devletçi, apolitik solcu tipinin tercihi demek ki şudur: Sessizce yargılanıp, mahkum olmaya devam edelim.

39


22 Temmuz Seçimlerine Giderken

ve sınırda bir tampon bölge oluşturma fikrine” bu partinin gösterdiği dirence ABD’nin verdiği yüksek önem dolayısıyla, ABD’den gelen özel destektir. Bu ne anlama geliyor? Konu herkesin ezberinde olduğuna göre kısaca özetleyelim. PKK’nin ana karargahı Irak Kürdistan Federe Devleti sınırları içinde bulunan Kandil Dağı’ndadır. Bu dağ, Türkiye sınırından kuş uçuşu 80 km uzaklıktadır. TSK, askeri olarak bu hedefin vurulmasının mümkün ve faydalı olacağını Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt’ın ağzından açıklamıştır. Türkiye-Irak sınırı, dağların bittiği ve düzlüğün başladığı bir yerden veya düzlük üzerinden çizilmiş, dolayısıyla kontrolü kolay bir sınır değildir. Sarp, çetin bir arazinin üzerinden geçirilmiş bir sınırdır ve dolayısıyla korunması son derece zordur. TSK, Kandil operasyonuyla birlikte, siyasi sınırla coğrafi sınır arasındaki mesafeyi insansızlaştırma, denetim altına alma ve dolayısıyla PKK sızmalarını önleme amaçlı bir tampon bölge yaratmayı hedef olarak belirlemektedir. Irak Kürdistan Federe devleti yetkilileri, başta Barzani olmak üzere bu fikre şiddetle karşı çıkmaktadır. Öncelikle bu fikrin her dillendirilişinde, şiddetle karşı çıkmak, Barzani’nin (ve Talabani’nin) ulusal önderlik iddialarına meşruiyet kazandırmaktadır. Karşılığında da hiçbir bedel ödenmediği için, bu projeyi sık sık dile getirenlerin ve fakat gerçekleştirmeyenlerin Barzani ve Talabani’nin en kolay yoldan karizma geliştirmelerine destek verdikleri düşünülebilir. Diğer taraftan bu itirazların iki gerekçesini kaydetmek gerekir. Birincisi, geçmişteki “sınır ötesi operasyon”ların PKK kovalamanın yanı sıra, bölgedeki bugün federal devlet diye adlandırılan yapılanmanın gelişimini ve bölgede kurmaya çalıştığı istikrarı akamete uğratmayı da hedeflemiş olduğu iddiasıdır. Bu iddianın inandırıcılığının yerlerde süründüğünü ifade etmek gerekir. Çünkü PKK’ya karşı gerçekleştirilen sınır ötesi operasyonlarda TSK verdiği destek karşılığında, Türkiye tarafından Barzani’ye aylık 200-300 bin dolar ödeme yapıldığını biliyoruz. Bu operasyonlarda, TSK ile birlikte binlerce peşmergenin görev almış olduğu da gizli değil. Eklemek de fayda var, şu anda Kürdistan Federe devleti bölgesinde bulunan 2000’e yakın TSK personelinin, kırk civarında tankın ve kullanılmaya hazır ve iyi korunan, havaalanı dahil askeri tesisin, bölgedeki varlığının başlangıcı bir “barış gücü görevi” dolayısıyladır. 36. Paralel’in kuzeyindeki, korunaklı bölgede, “ellerine geçmiş tarihi fırsattan” faydalanacaklarına, birbiriyle itişen

40

Talabani’nin KYB’si ile Barzani’nin KDP’si arasında barış tesis etmek, edildiğinde de barışı korumak üzere TSK, 1990’ların başlarından bu yana bölgede sürekli asker bulundurmaya başlamıştır. Yani “TSK gelince, kurduğumuz asayişi, yapmakta olduğumuz seçim hazırlıklarını bozuyordu” edebiyatının bir inandırıcılığı yoktur. İkinci itiraz daha gerçekçi görünmektedir: “Artık Kürdün Kürt ile savaştığı dönem geçmişte kaldı.” Barzani’nin sık sık tekrarladığı bu cümle, KDP’nin PKK ile artık çatışmayacağını söylemektedir. Barzani için, para Türkiye’den geldiği sıralarda Kürd’ün Kürd’e silah çekmesinde sorun yoktu. Ne zaman patron ABD oldu ve “Bütün Kürt örgütleri bana lazım” dedi, o zaman Kürd’ün Kürd’e silah çekmesi mazide kaldı… Ne kadar milli bir yaklaşım değil mi?... Burada çok önemli bir noktanın altını çizelim. KDP, tam da bu nedenden, istese bile PKK’ye karşı silah kullanamaz. Çünkü KDP ve KYP ABD için ne kadar önemli ise, PKK ve uzantıları da o kadar önemlidir ve bölge planları açısından o kadar gereklidir. Türkiye’nin PKK’ya karşı sınır ötesi operasyonuna engel olan ABD, PKK ve PJAK’a karşı başka bir gücün askeri operasyonuna da onay vermez. PJAK şu anda, İran’ı ABD adına istikrarsızlaştırmanın en önemli araçlarından birisidir. ABD Irak’ta ciddi bir asayiş sorunuyla karşı karşıyadır. İşgale karşı direniş, ABD ve koalisyon güçlerinin bölgede “kaybettiğini”, dolayısıyla “bizim kazandığımızı” söylemek gibi, ne gerçeklerle desteklenen, ne de “biz” ile kastedilen özne hakkında bilgi veren, “sallama” analizleri destekleyecek boyutta değildir, ancak sürmektedir. ABD, direnişin Bağdat ve civarında sona erdirilmesi “gerekçesi”yle Irak’a ek 30 bin kişilik bir güç daha getirmiş ve anılan bölgede 10 bin kişinin katıldığı operasyonlar düzenlemektedir. Ancak bir yandan direnişin sıfırlanması mümkün değildir, diğer yandan ABD işgali, bu düzeydeki direnişle birlikte yaşayabilir. Direnişten çok daha kanlı olan süreç ise, Sünni, Şii ve Kürt unsurların ve bu unsurların iç bileşenlerinin birbirlerine karşı yürüttükleri kanlı savaştır. Bu çerçevedeki çatışma, sabotaj ve suikastlarda ölen Iraklıların sayısı işgalcilerin kaybının onlarca katıdır. ABD’nin ve İsrail’in bu “asayiş” sorununu bir “sorun” olarak gördüğü kuşkuludur. Sorun daha çok bu çatışmaların yönlendirilmesi, manüplasyonu ile ilgili olarak yaşanıyor olmalıdır. ABD ve müttefikleri Irak’ı yeniden şekillendirir ve İran’a yönelik, çeşitli düzeylerdeki hazırlıklarını Eylül 2007 fabrika


22 Temmuz Seçimlerine Giderken

sürdürürken; bölgedeki en sadık müttefiki olan Kürtlerin, Türkiye’nin sınır ötesi operasyonu ile ABD’ye güvenini; dolayısıyla sadakatini kaybetmesini istemez. Bu güvenin inşası KDP ve KYB için olduğu kadar PKK için de birinci Körfez Savaşından bu yana sürdürülen istikrarlı bir faaliyetle mümkün olmuştur. PKK’den ne zaman söz etsek, son yıllarda “yekpare bir PKK” fikrinin doğru bir hareket noktası olmadığını söyleyerek uyaranlarımız çoğalıyor. Doğrudur. Sosyalist süslerden arındıkça, üst düzey yöneticiler arasında bir güvensizliğin; “her yere” çok sayıda koruma ile gidip gelmenin, adeta “kendi pkk”sini yaratma halinin geliştiğini biliyoruz. Örgütsel olarak böyle bir hal olabilir. Ama bu halin aynı zamanda ideolojik farklılıklara tekabül ettiği kanaatinde değiliz. ABD’nin bölgedeki işgalci varlığına; ABD ile ilişkilere ve Barzani ile ilişkilere bakışta bir yarılma söz konusu değilse; diğer görüş farklılıklarının ne önemi olabilir?.. Buraya “doğrudan halktan insanlara zarar vermeyi hedefleyen bomba eylemlerine karşı tutum”u da bir kriter olarak ekleyebiliriz. Şimdi sorumuzu yeniden sorabiliriz: ABD, açıktan koruyup kolladığı bir güce karşı TSK’nın bir askeri operasyon düzenlemesine rıza gösterir mi? Göstermez. Böyle bir girişimde bulunacak olanın, kendisini ABD’ye hizmette bu örgüte/örgütlere ikame etmesi bile ABD’yi tatmin etmeyecektir. AKP, hem ABD’nin bölgedeki girişimlerine destek verme konusunda güçlü bir istek ortaya koymaktadır ve hem de PKK’ye karşı sınır ötesi operasyon fikrine ne ölçüde karşı olduğunu Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın ağzından, “İçerdekiler bitti mi ki, dış operasyon yapmaya sıra geldi?” şeklinde net bir ifadeyle dile getirmiş bulunmaktadır. Seçim kampanyası esnasındaki, Abdullah Gül’ün 29 Haziran tarihli gazetelerde yer alan, “uygun zaman gelince gireriz, ABD’nin yapmadığını biz yaparız” açıklaması türünden, seçmen avlamaya dönük “kahramanca”, muhtemelen ABD icazetli konuşmalar bir yana, AKP’nin pozisyonu budur ve ABD bu pozisyonu bir sadakat ve itaat pozisyonu olarak değerlendirmektedir. ABD açısından Irak’ın ve özellikle Kürt federe devletinin ekonomik canlılığına ve bir ülke olarak inşasına neredeyse %100 katkı yapmayı; Kürt meselesinin Irak ayağı ile ticaret ve inşaat faaliyetleri üzerinden ilişki kurmayı politikasının ana ekseni

fabrika Eylül 2007

yapan; iktidarı boyunca Habur kapısını kapayarak Barzani yönetimini tehdit etmek yerine, ticaret hacmini büyütmeyi başa koyan AKP hükümeti, ihtiyaç duyulan partnerdir. Bu tutum, sınır ötesi operasyona karşı çıkışla tamamlanmıştır. Böylece, ülke içindeki cepheleşmede AKP, ABD’nin desteğini arkasında bulmakta zorlanmayacaktır.

-“Kontrgerillayı bile tutuklarım icap ederse…” AKP’nin şimdiye kadar TSK ile başı belaya girmiş hiçbir İslamcı veya sağcı hükümete nasip olmamış bir şansı bulunduğunu açıklıkla belirtmemiz gerekir. Bu şans Emniyet İstihbaratı’dır. Gerçekten de hükümeti zor durumda bırakacak her psikolojik operasyona, emniyet istihbaratı eliyle anında cevap verebilen, belki de ilk Cumhuriyet hükümeti AKP hükümeti olmuştur. Sorun çoğu zaman, emniyet istihbaratının önüne koyduğu malzemeyi kullanmakta hükümetin yeterince cesur olmamasından kaynaklanmaktadır. Şemdinli’de Başbakan “Gittiği yere kadar” demiş, fakat daha sonra ne Cumhuriyet Savcısına, ne mahkeme heyetine sahip çıkabilmiştir. Sauna Çetesi’nin gerçekte ne olduğunu, bu devleti bilen herkes anladığı halde, hükümet konunun üzerine gene gidemedi, bu cesareti gösteremedi. Atabeyler operasyonunda da öyle. Danıştay saldırısından sonra Emniyet İstihbaratı kontrgerillanın izlerini hükümetin önüne gene açık seçik koyduğu halde, hükümet gene korkakça davrandı ve geri çekilmeyi tercih etti. Bu arada Genelkurmay Başkanı Orgeneral Y. Büyükanıt, yeni Emniyet Genel Müdürü’nü makamında ziyaret ederek, iki kurum arasındaki ilişkileri sıcaklaştırıcı bir adım attı. Hrant DİNK cinayetinin arkasında ne çeşit organizasyonların bulunduğu da aşikardı. Hükümet bu defa olayın üzerine gitmek isterse Emniyet İstihbaratı ile ilişkilerinin de problemli hale gelebileceğini gördü ve heveslenmedi. Ancak sonunda, provokasyonlar zincirinin asla bitmeyeceğini anlamaya başlamış olacak ki, ayağına verilen topa çıkmaya nihayet cesaretlendi: Türkiye tarihinde ilk defa kontrgerillanın bir ucundan açığa çıkarılması, polisten ve yargıdan müsamaha görmemesi ve cezaevi kapısından içeri girmesi süreci başladı. Devam eder mi? Muhtemelen pazarlıkların belirli bir noktaya gelmesinden sonra, konu yargı sürecinin labirentlerinde buharlaştırılmak istenecektir.

41


22 Temmuz Seçimlerine Giderken

Ama konunun mahiyeti hakkında birkaç cümle söylemekte yarar var.

CHP iktidara gelirse darbe yapmayı planladığı söylenen, dönemin Özel Harp Dairesi Başkanı Korgeneral Namık Kemal Ersun, emekliye sevk edildi.

- Ergenekon destanı ve Reina’da fedailik işleri

Burada çok önemli bir noktanın altını çizelim: Özel Harpçiler, adlandırmada “Harp” geçiyor diye, veya general Namık Kemal Ersun’dan söz edildi diye, hep “asker” gibi görünebilir. Bu yapılanmanın içinde asker de, emniyetçi de, doktor da, tüccar da olabilir. Siyasi görüş itibariyle bu yapılanmaya şiddetli anti-komünist olmayanlar alınmayacağına göre; onlar anti-komünizmin bu derecesine “vatansever”lik diyorlar, yapının içinde solcu, sosyalist olmayacaktır. Namık Kemal Ersun zihniyetindekiler için, 1970’li yıllardaki CHP bile komünist idi. Dolayısıyla bu teşkilata süzme sağcı, faşist zihniyetli insanların dahil olduğunu söyleyebiliriz. Bir ara emekli general Kemal Yamak, teşkilatta CHP’lilerin olduğunu ve Ecevit’in de bunları bildiğini söylediğini ancak Ecevit’in bu iddia için “yalan” dediğini hatırlatalım. Yapılan budur: Devlet, yurttaşlarının yarısını komünist sayarak hedef görecek, bu hedefe yönelik silahlı eylem dahil her türlü saldırıyı ve “harekatı” gerçekleştirebilecek bir organizasyonun ülkede kurulması ve gelişmesi için, kendi yasalarını ihlal etmek dahil her şeyi göze alıyor ve bu örgütün nihai olarak uluslar arası bir organizasyon olmasını da baştan kabulleniyor. Yurt dışındaki imamların maaşını “rabıta örgütü” ödedi diye kıyameti koparanlar; Özel Harp Dairesi personelinin maaşlarının yıllar yılı ABD tarafından ödenmesini normal karşılıyorlar.

Bilindiği üzere NATO ittifakının bir de “Kontrgerilla” veya “Gladio” ayağı vardı. “Hür dünya”ya dahil olan ülkelerde komünistler iktidara yaklaşırsa veya bu ülkelerde komünist bir işgal gerçekleşirse, komünistlere karşı savaşmak üzere, daha bu tehdit söz konusu değilken, her ülke bir organizasyon gerçekleştirecekti. Bu örgütün kullanması için çeşitli yerlere silah ve mühimmat depolanacak, bu organizasyona mensup kişilerin komünizme karşı mücadele adına yaptıkları eylemlerden dolayı hukuki, cezai kovuşturulması söz konusu olmayacak, kısacası kanunlar karşısında yasama, yargı ve yürütmeden himaye görecekler, Cumhurbaşkanı dahil herkes bu örgütün faaliyetlerini kolaylaştıracaktı. Esinini İttihat ve Terakki Partisi’nin Teşkilat-ı Mahsusa’sından alan (Özel Örgüt), Özel Savaş, Özel Örgüt, Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler vs. adlarıyla bilinen ve NATO ittifakının gereği olan anti-komünist bir örgütlenme olarak Kontrgerilla’nın Türkiye’deki ilk organizasyonu “Seferlik Tetkik Heyeti” idi. 1952’de işe böyle başlayan örgüt, 1961-71 arasında TİP’le başlayan sosyalist yükselişe kadar muhtemelen tamamen dar, bir yapılanmaydı. Ancak 1944’te Sovyetlerin Nazi ordularını Stalingrad ve Moskova önlerinden başlayarak perişan etmeye başlamasıyla İsmet İnönü’nün tutuklama gösterisine giriştiği ve kısa süre içeride tuttuğu Nihal Atsız gibi sivil ve askeri mahreçli faşistlerden Alpaslan Türkeş, savaşın hemen akabinde ABD’ye kontrgerilla eğitimine gönderildi ve dönüşte bu yapılanmanın içinde yer aldı. Teşkilat 1960’ların ortalarından itibaren CKMP adlı partiyi paravan örgüt olarak ele geçirdi ve parti MHP adını aldı. Partinin gençlik çalışması adı altında, kontrgerilla ülkenin dört bir tarafında “komando kampları” kurdu. 1960’ların ikinci yarısından başlayarak 1970’li yılların tamamında ilerici, devrimci gençlere, işçi önderlerine, sosyalist ve ilerici aydınlara karşı işlenen cinayetlerin arkasında bu yapılanma ve onun içinde yuvalandığı MHP vardı. Ancak işin merkezi her zaman ordunun içindeydi. Bülent Ecevit’e yapılan ve yapılmak istenen suikastın başarısız olmasından sonra, eğer

42

Bülent Ecevit 1973 ve 1977 seçim kampanyalarını “kontrgerilla”dan şikayet ederek yürüttüğü ve bu örgüt bizzat kendisine suikast düzenlediği halde Başbakanlığı döneminde bu örgüte karşı hiçbir şey yapmadı. Aksine “suikastın izleri devletin içine doğru gidiyordu, o yüzden arkasını bıraktım” gibi, bu örgütü koruyucu ve kollayıcı tutumlar içine girdi. Ecevit’in konuyla ilgili konuşmalarından biliyoruz ki, 1970’lerin sonuna kadar bu örgütün maaşları bile ABD kaynaklarından ödenmiştir. Kısacası, organizasyonun, parasını Amerikalılardan alan, gayrı-milli bir örgüt olarak o tarihlere kadar geldiğini söylemek isabetli olur. Seçim kampanyalarında “Kontrgerilladan hesap

soracağım” diyen Ecevit, kendisine de iki kez suikast yapan bu örgütle ilgili olarak “Elinden gelen her şeyi yaptığını” söylüyor. Bakalım ne yapmış: “Ben özellikle 1978-79 hükümet dönemimizde, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’den, öncelikle bu soruna çözüm getirmesini istedim ve O da, bir ölçüde bir şeyler yapabildi.

Eylül 2007 fabrika


22 Temmuz Seçimlerine Giderken

Örgüt 12 Eylül’den sonra, PKK’nın uzantılarına karşı suikastlar düzenledi. 1980’lerin sonunda komünizm gündemden düşmüştü. Bu dönemde bütün “hür dünya’da”, kontrgerillanın, bizdeki adıyla Ergenekon’un var oluş şekillerinde kimi belirsizlikler ortaya çıktı. Kural şudur: “Özel Harpçiler emekli olmaz.” Subay, astsubay veya başka bir konumda olsun, Özel Harpçiler, malulen bile emekli olsalar, faaliyetlerini sürdürürler. Dolayısıyla bu şahısların ister muvazzaf konumda olsunlar, Şemdinli gibi, ister emekli görünsünler; Ümraniye’de silah ve mühimmat dolu bir gecekonduda yakalansınlar, konumlarından ve eylemlerinden dolayı yargılanmaları istisnai durumlarda olur ve fakat yargılanmanın mahkumiyetle veya yapılanmaya yönelik bir hükümle sonuçlanması söz konusu değildir. Böyle bir yargı önüne çıkma durumu söz konusu olmuşsa, eninde sonunda yargı dışına, bizzat yargı mekanizmaları tarafından çıkarılacaklardır. Nitekim Şemdinli böyle olmaktadır. Saunacılar, Atabeyler vb. dosyalar hep takipsizlik kararıyla sonuçlanmıştır. Ümraniye’deki bir gecekonduda ortaya çıkarılan silah ve mühimmat meselesi ise, arkasından çorap söküğü gibi gelen ilişkilere, bağlantılara bakılırsa, emniyet istihbaratın üzerinde uzun süredir çalıştığı, devamı olan bir dosya olmalıdır. Ortaya çıkarılan görüntüler yeterince fikir vericidir. Evde depolanmış silah ve mühimmat var. Özel Harpçi malulen emekli Oktay Yıldırım mühimAma o bile bunun çekirdeği bir askeri birim olduğu halde, istediği sonucu elde edemediğini itiraf ediyor. Bugün daha elverişli bir ortamdayız, bu soruna bir çözüm getirilebilmesi için.” (1992) Evren’in “Bir ölçüde yapabildiği” şeyler, 12 Eylül faşist darbesidir. Ama Ecevit yanlışlığı orada görmüyor: “(Ülkücüleri) o zamandan beri kullanmışlar. Ben Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantılarının tehlikelerine dikkat çekmiştim. Askerin belli bir disiplini vardır. Belli kuralları vardır. Ama bir takım siviller hiçbir kuralar, yasaya dayanmaksızın kullanılmaya başlanınca bunun tehlikeli olabileceğini söylemiştim. O kişilere ömür boyu vatansever olarak bakılıyordu. Böylece bir takım karanlık ilişkilerin tohumları ekilmiş oldu. 1980’lerde bu daha da yaygınlaştırıldı.” (Cumhuriyet, Ağustos 1998) Bu lafların özeti şu: Ecevit ülkücülerin ÖHD bünyesinde kullanıldığını Başbakanlığı sırasında biliyor. O esnada ÖHD içinde ülkücü katillere ömür boyu vatansever olarak bakıldığından da haberdar. O dönemde yaptıkları işlerden, yani sola karşı işlenen cinayetlerden rahatsız değil. Sonradan ortaya çıkan para, uyuşturucu işlerine karanlık ilişkiler diye bakıyor. İşte, Ecevit’in kendi sözleriyle kısa portresi!.. (Demokratik Sağcı Arçelik Partisi, Fabrika sayı 43, Aralık 1998)

matın sahibi görünmektedir. Fakat rahatlık had safhadadır. El bombalarını, “Hasdal Kışlası’nın çöplüğünden topladım” diye açıklamaktadır. Bütün bu gürültünün geçici olduğundan emindir. Çünkü Özel Harp faaliyeti yasalarla bağlı değildir. Ama yasalara bağlı olmaksızın savaşılacak düşman sıkıntısı olduğundan; sıkıntı gidermek amacıyla sosyetenin eğlence mekanında fedailik işleri de yapılmaktadır. Vatandaşlar 301. maddeden yargılanan yazarların duruşmalarında gösteriler yapmanın yetmediği zamanlarda, Kuvvayi Milliye Güç Birliği gibi kuvvetli teşkilatlar yapmaktadır. Artık sadece milliyetçi zeminde değil; kendisine “ulusalcı” diyenlerin zemininde de, türban hassasiyeti yüksek “vatanına, dinine, bayrağına bağlı” kesimler içinde de çalışılmakta; “devşirmeler”le Danıştay baskını gibi, Akın Birdal Suikastı gibi, Cumhuriyet Gazetesine el bombası atmak gibi, işin içine giren eller bakımından biraz daha farklı olmakla birlikte Dink cinayeti gibi operasyonlar gerçekleştirilmektedir. Ve tabii eski Emniyet Özel Harekat Şb Md. Yardımcısı İbrahim Şahin, Korkut Eken ve Sami Hoştan gibi karanlık ilişkileriyle şöhret yapmış kişilerle dayanışılmakta ve Veli Küçük beyle ahbaplık edilmektedir. Elbette zorla “bağış” toplanmakta ve vermeyenlerin iş yerleri kurşunlanmaktadır. Ülke içinde kendi vatandaşlarına ve devletin kurumlarına karşı yürütülen, ideolojik seçimle yüklü, istihbarat ve operasyon kapsamlı ve yasalarla bağlı olmayan faaliyet olması bakımından “Özel Harp” zaten bir “dejenerasyon” halidir. Ancak organizasyonun bugünkü “görünen” haline bakılırsa, bu dejenerasyon da çoktan aşılmış ve mafyozo hayat, asli yaşam formu haline gelmiştir. Ama manzaranın “sabitleri” bundan ibaret değildir. Yargının, önüne çıkarılmış Özel Harpçiye karşı tutumuna ilişkin işaretler de sabitlerdendir. 22 Haziran 2007’de Oktay Yıldırım, Binbaşı Muzaffer Tekin ve Mahmut Öztürk’ü tutuklayan İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talebi üzerine, Basın Kanunun 3. Maddesi gereğince soruşturma ile ilgili yayın yasağı koymuştur. Gerekçe “basında çıkan haberlerin kamu düzenini, kamu güveni ve toprak bütünlüğünün korunması, devlet sırlarının açıklanması veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması” unsurlarını kapsıyor. Herhalde olayımızda devletin bir “sırrı”na tesadüf ettiğimizin herkes farkındadır. Kontrgerilla devletin bir sırrıdır.

fabrika Eylül 2007

43


22 Temmuz Seçimlerine Giderken

Gene tesadüfe bakınız ki, Danıştay’a saldırı ve Cumhuriyet Gazetesine bomba atılması davası da aynı gün Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesinde görülmektedir. Bu değerli mahkememiz ise bomba stokçusu Oktay Yıldırım’la ilgilenmeksizin, Muzaffer Tekin ve Mahmut Öztürk’e ilişkin soruşturma evrakının birer nüshasının kendisine gönderilmesini istemeye karar vermiştir. Ancak mahkeme heyeti Cumhuriyet gazetesine atılan bombaların menşeinin soruşturulması talebini de reddetmiştir. Bu arada basında yer alan haberlere göre, olayda silah ve mühimmat söz konusu olduğu için, konunun askeri yargının alanına girdiği gerekçesiyle, askeri savcılık da soruşturma yürütmeye karar vermiştir. AKP Hükümetinin önünde müthiş iki imkan vardır. Birinci imkan, kontrgerilla yapılanmasını, (kökten tasfiye, elbette devlet durdukça söz konusu olmayacaktır; ama) seçilmiş hükümetlerin ve parlamentonun denetimi altına almak; yasalara tabi kılmak ve denetim dışı unsurları tasfiye etmek imkanıdır. Bu aynı zamanda, başından itibaren ulusal devletin ve onun makamlarının denetimi dışında var olmak üzere oluşturulmuş kontrgerilla organizasyonunu, devletin denetimine almak anlamına gelir. Burada mevcut devlete emperyalizmden bağımsızlık; ordu, polis, istihbarat yapılanmaları ve kontrgerilla yapılanması gibi kurumları bakımından, emperyalist kurumların nüfuzundan azade olmak gibi nitelikler izafe ediyor değilim. Burada AKP’nin önündeki imkanlardan söz ediyoruz. Muhtemelen AKP bu yola girmeye cesaret etmeyecektir. Çünkü bu yapılanmayı T.C. makamlarının denetimi ve yasal zemin içine alma gayretinin, desteğine çok ihtiyaç duyulan ABD’nin hoşnutsuzluğunu çekeceği de aşikardır. Kaldı ki çok büyük teknik imkanlarla her yönüyle ciddiye alınması gereken bir kapasiteye ulaşmış bulunan emniyet istihbaratının da, vermeye hazır olduğu hizmetin sınırları vardır ve olacaktır. Dolayısıyla ikinci imkandan söz edebiliriz. AKP, emniyet istihbaratının sağladığı bu önemli imkanın değerini bilerek, bu yapılanma içinde, kendisini rahatsız eden unsurların tasfiyesini gerçekleştirebilir. Ve muhtemelen bu çerçeveye bugünkü Genel Kurmay da büyük ölçüde rıza gösterecektir. Her durumda sistemin bu karanlık tarafına dair ciddi bir bilgilenme imkanı ortaya çıkacaktır. Bu bilginin her kırıntısı, eğer değerlendirebilirsek,

44

demokratikleşme ve hesap sorma süreçleri için imkandır.

- AKP’nin medya tekeli AKP beş yıllık iktidarı boyunca en çok hangi alanda güçlendi? Bu sorunun tartışmasız cevabı “Medya alanında” olmalıdır. Beş yıl önce hükümet cephesinde Yeni Şafak, Zaman, Türkiye ve Vakit gazeteleri ile Kanal 7 Televizyonu, TGRT ve Samanyolu TV vardı. TMSF Star grubuna el koyduktan sonra, gruba ait mecraları AKP’ye yakın sermayedarlar aldılar. Grup en son Kanal 24 ile etkin ve başarılı bir haber kanalı eklendi. Son olarak Sabah Grubu TMSF’ye geçti ve etkili yerlerine AKP’ye yakın isimler tayin edildi. TRT ise beş yıl içinde, bütün kanallarıyla birlikte AKP ile uyumlu hale geldi. Geriye Kanaltürk, Akşam, Cumhuriyet ve Vatan gazeteleri ile Doğan Grubu kalıyor. Doğan Grubu AKP ile gerilimsiz bir ilişki yaşıyor. Zaman zaman gerginlikler yaşansa da, buna yol açan “sorun” pazarlıklar, ihaleler, tahsisler, kayırmalar yoluyla çözülüyor. Kısacası, AKP hükümeti tarihte misli görülmemiş bir medya desteğini elinin altında tutmaktadır. Şimdi karşıdaki cephe üzerine konuşabiliriz.

-“Aralarında Milli Görüşçüler olmasa…” Karşı cephede hangi unsurların olduğuna yukarıda işaret etmiştik, ama yeniden söyleyelim; Silahlı kuvvetler başta olmak üzere, yüksek yargı ve yüksek bürokrasi bu cephenin temel unsurları olarak görülüyor. Artık klişe haline gelmiş bir ifadeyle, “Efendim, AB sürecinde eski güç ve konumları zayıflayan unsurların, geçmişteki ayrıcalıklı konumlarını geri almak için demokrasinin gelişimine engel olma gayretleri bunlar…”. Bu iddiayı ileri sürenlerin, demokratikleşmenin seyri hakkında herkese açık seçik bir dizi belirti göstermeleri iyi olurdu. Onlar gösteriyorlarsa da, biz henüz ortada demokrasiye benzer bir şey görebilmiş değiliz. Bu yüzden çatışmanın ana konularına bakmak daha aydınlatıcı olabilir: Eylül 2007 fabrika


22 Temmuz Seçimlerine Giderken

- “PKK Terörü”ne karşı mücadele, sınır ötesi harekat - Rejimin karşı karşıya bulunduğu tehdit. Genelkurmay Başkanı ve zaman zaman TSK’nın başka üst düzey yöneticileri, PKK’ye karşı sınır ötesi harekatın gerekli, mümkün ve faydalı olacağını dile getirdiler ve bunun için hükümetten siyasi bir kararlılık ifadesi olarak görevlendirme beklediklerini ifade ettiler. Org. Y. Büyükanıt, bu konuyla ilgili olarak Haziran başında yaptığı açıklamada, bir sınır ötesi harekat halinde PKK’nin dışında, Barzani güçleriyle karşılaşılırsa ve Amerikan birlikleriyle çatışma durumu olursa ne olacağını açık seçik sordu. Esasen bahar aylarından itibaren sınıra büyük bir güç yığıldı. Tehdit üstüne tehdit dillendirildi. Fakat bu konunun her dile getirilişinde ABD’nin her düzeyden yetkilisi, böyle bir girişime ABD’nin karşı olduğunu açıkladı. Aynı zamanda, kredi değerlendirme kuruluşlarından AB yetkililerine, Türkiye’nin bir parçası olduğu veya olmaya çalıştığı bütün batılı kurumlar, bir sınır ötesi harekat girişiminin Türkiye için ağır maliyetleri olacağını söylemekteler. TSK yetkilileri bu defa, savaşmakta olduğu örgütün kullandığı silah ve mühimmatın batılı müttefiklerinden geldiğini veya onların koruyup kollamasıyla sağlandığını duyuruyor; Genelkurmay Başkanlığı’nın sitesinde PKK’nin kullandığı mayın, silah, mühimmat ve donanımın kaynakları liste halinde yayınlanıyor. Keza, örgütün Türkiye’nin batılı müttefiklerinin hoşgörüsü altında mali kaynaklar bulup geliştirdiği; bu ülkelerde yaşayan üst düzey yetkililerinin yakalanıp Türkiye’ye iade edilmediği, bu çerçevede bir himayenin söz konusu olduğunu ısrarla dile getiriliyor. Bazen operasyonlar yapılsa ve üst düzey yetkililerin bazıları yakalansa da, gerçekten Türkiye’ye iade edilmiyor ve salıveriliyorlar. Irak Hükümeti kendi topraklarından Türkiye’ye yönelen saldırıların “Ana karargahı”nın kendi ülkesinde olduğunu biliyor ve herhangi bir harekete geçmiyor. İşgal gücü ve Türkiye’nin müttefiki olarak ABD’nin PKK’ye karşı harekete geçmeyeceğini ve başkalarının oparasyon yapmasına da onay vermeyeceğini daha önce söylemiştik. Son olarak Barzani ve Talabani de, bırakalım PKK’ye karşı bir tutum geliştirmeyi, aksine bu konu her dile getirildiğinde kışkırtıcı bir dille, meydan okuyan cevaplar vererek Türkiye’yi yönetenlerin sinirini oynatmaya devam ediyorlar.

fabrika Eylül 2007

Bu durumun Türkiye’ye karşı hasmane tutum alma şeklinde yorumlanması elbette mümkündür. İşin böyle bir yanı da vardır. Ancak en çarpıcı yan, Türkiye’nin, on yıllardır çok yönlü ittifak ilişkileri içinde olduğu, bölgedeki çıkarlarına geçmişte de, bugün de bekçilik ettiği; halen de yeni yakınlıklar tesis etmeye çalıştığı batılı dostlarının Türkiye’nin karşı karşıya olduğu duruma gösterdikleri kayıtsızlık halidir. Adeta Türkiye’nin hiçbir önemi yokmuş, kırılmasından, küstürülmesinden endişeye mahal bulunmuyormuş gibi davranılmaktadır. Elbette küsünce, kırılınca, önemli, ciddiye alınır tepkiler veren, verebilen bir ülkeye karşı böyle davranılamazdı. Gerçek bir tepki verilemediği için, sürekli yükselen perdeden posta koymalar, tehdit etmeler ise, ülke içinde beklentilerin düzeyini yükseltmiştir. AKP hükümetinin de, Genel Kurmay başkanlığının da, ABD ile çatışmayı göze almaları mümkün görünmüyor. Ancak manzara şudur: TSK hükümet tarafından verilecek her görevi yapmaya hazır ve heveslidir. Ama AKP hükümeti bu kararlılığı gösterememekte; dolayısıyla PKK bombalarının, uzaktan kumanda ile patlatılan mayınların ve çatışmaların sonucu hayatını kaybeden sivillerin ve askerlerin, sorumlusu AKP hükümeti olmaktadır. Konu tamamen bir iç politika malzemesi halindedir ve AKP karşıtı cephenin iki partisi, CHP ve MHP hükümete bu noktadan saldırı üstüne saldırı düzenlemekte; Ağar da kampanyasını büyük ölçüde bu zemine oturtmaktadır. Ancak bu kampanyanın belki bu partilerden daha etkili unsuru, bir “ağ”dır. İP’ten başlayarak, yüzlerce internet sitesinden, onlarca “Kuvvacı”, “Ergenekon”cu dernekten, Türk Solu ırkçılarına ve Habertürk’ten SKY Türk kanalına, ART Tv’den, Tuncay Özkan- Cüneyt Arcayürek ikilisine ve Yalçın Küçük’e genişleyen bu “ağ”ın ürettiği, yaydığı ve dönüştürdüğü “bilgi”lerle, CHP-MHP’ye cephane sağlanmakta ve zihinler aşağıdaki eleştirilere hazırlanmaktadır: AKP ve hükümeti, - ABD karşısında teslimiyetçi politika izlemektedir, çünkü Amerikancıdır. - AB karşısında teslimiyetçi politika izlemektedir. - Daima “Bir adım önden olma” politikası ile Kıbrıs’ı teslim etmiştir.

45


22 Temmuz Seçimlerine Giderken

- Bilgisizdir, donanımsızdır, devlet kurumlarını ve geleneklerini hiçe sayarak dış politika oluşturmaktadır. - Gayrı millidir, ihanet içindedir. vs.

- Ayrıca önde gelen isimleri Yahudi kökenlidir

Daha önce defalarca altını çizdiğimiz birkaç noktaya gene değinelim. Öncelikle Türkiye’yi 80 yıldır yönetmiş olan egemenlerin tamamı, emperyalist-kapitalist kampta yer almayı; bu kampın bir parçası olmayı seçmişlerdir. Emperyalist kampın en büyük gücü İkinci savaşın sonuna kadar İngiltere idi. Türkiye’nin egemenleri 1930’lı yılların ortalarına kadar İngiltere’nin yanında olmayı önemsediler. İkinci savaşın öncesinde Tek Parti yönetimi Almancı oldu ve Ebedi Şef, Milli Şef edebiyatı ve badem bıyıklı devlet yöneticileri o yönelişin ürünleridir. Savaş başladığında Türkiye dış ticaretinin %70’ini Nazi Almanyası ile yapmaktaydı. Almanların savaşı kaybetmeye başlamasıyla birlikte ibre yeniden İngiltere’ye ve emperyalist dünyanın yükselen yıldızı ABD’ye döndü. Savaş sonrasından bu yana da Türkiye’nin dış politikası, ekonomisi, savunması, iç işleri vs.vs. ABD emperyalizmi ile uyum içinde yürütüldü. Türkiye’nin şimdi en fazla anti-Amerikan gösterilmeye çalışılan kurumu TSK, ABD ile en sistematik, düzenli ve komplike ilişkisi olan kurumdur. Türkiye’yi AKP’den önce de hep Amerikancı yönetimler yönetti. Darbeciler Amerikan emperyalizminin izni ve desteği ile darbe yapıp, solun, ilerici işçi hareketinin, ilerici aydınların ve böylece ülkenin canına okudular. Darbeci paşalar, darbe mağduru Menderesler, Bayarlar, Demireller, Ecevitler, hepsi Amerikancı idiler. En anti-Amerikan geçinen emekli paşalardan bir tanesi bile “NATO’dan çıkalım” ve “İncirlik’i derhal kapatalım” demiyor. Ve dünün anti-komünizm paydasıyla Amerikan emperyalizmine uşaklık eden MHP’li faşistleri, dünün anti-Sovyetizm paydasıyla ABD’yi müttefik ilan etmiş Aydınlıkçı rezilleri, dünün ve bugünün kontrgerillacıları; 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün en karanlık günlerinde subaylık veya polislik kariyerlerinin ilk yıllarını yaşayan ve ilk takdirnamelerini solcu avından kazanmış; örgüt operasyonlarından prim almış, emekli “ulusalcılar”, anti-emperyalist, anti-amerikancı işkenceciler; belkemiksiz, sosyalizmin rüzgarı hem dünyada, hem Türkiye’de zayıflayınca, kendisini Atatürkçülüğün, devletçiliğin, genel kurmaycılığın ideolojik kollarına bırakmış, geçmişte milliyetçi kelimesiyle

46

kavga ettiği için “ulusalcı” olmaya karar vermiş “eski devrimciler”, protest sanatçılar, kırmızı atkı üzerine kalpak takıp gezen mütefekkirler, “darbe isteyen” sanatçılar; hep birlikte ABD’ye kızıyorlar ve anti-emperyalistlik oynuyorlar. Bu oyunun özü, AKP’yi Amerikancı-İsrailci gösterirken; sanki tarihin ilk Amerikancı-İsrailci iktidarı bunlarmış gibi yapılarak, Süleyman Demirel ve Ecevit bile Amerikancılıktan aklanıyor, ülkenin ABD ile en komplike ilişkileri olan kurumu, Anti-Amerikan, anti-emperyalist mücadelenin asli gücü gibi gösteriliyor. AKP’nin Amerikancılığı kesin olduğuna göre, İsrailciliği de, emperyalistler karşısında teslimiyetçilikleri de, KKTC’yi satmış oldukları da ve nihayet, önde gelenlerinin Yahudi-Sabatayist kökenden olduğu da “kesin” oluyor. Ve AKP’ye karşı cephede yer alanlar da bütün bu “günahlardan” arınmış oluyor. Anti emperyalizm ve anti-Amerikanizm hem anti-kapitalist bir muhtevadan ve hem de tarihsel derinlikten tamamen soyutlanınca; Türkiye, dünyada Amerikan karşıtlığının, anketlerde en yüksek çıktığı ve fakat anti-emperyalist halkımızın sürekli ülkedeki en Amerikancı partileri iktidara getirdiği ve getirmeye devam ettiği; toplumun her kesiminin Amerikan hayat tarzına özendiği açıklanması zor bir tuhaf ülke gibi görünüyor. Aynı tuhaflığın ikinci ana kavga başlığında da karşımıza çıktığını göreceğiz.

-Rejim tehdit altında, Cumhuriyetimizi ve Cumhuriyet değerlerini koruyalım… Türkiye toplumunun bu korku şemsiyesinin altına davet edilmesinin uzun bir tarihi var. Ama ünlü 28 Şubat’tan bu yana TSK, sivil kurumları ve toplumu bu amaçla tutum almaya çağırıyor. Tabii “Ordu göreve” pankartı açarak, veya “darbe istiyorum” demeci vererek orduyu darbe yapmaya çağıran siviller de eksik değil. 28 Şubat bir deneyimdi ve halkın yığınlar halinde katılımından ziyade, Tansu Çiller’in acemiliği, Demirel’in becerikliliği, Erbakan’ın korkak ve kaypak karakteri, kendi kitlesini harekete geçirme yeteneği pek de yüksek olmayan “sivil” kurumların medyatik gösterileri ve “ordu artık solun önünü açacak, önemli olan yer tutmak, bundan sonra hep ileri…” diyen bazı parti ve şahsiyetlerin kendi kendine heyecanEylül 2007 fabrika


22 Temmuz Seçimlerine Giderken

ları ve yaşam tarzını koruma endişesine düşmüş insanların, bu endişeyle 28 Şubatçılara destek vermeleriyle amaçlarına ulaştı. Refahyol hükümeti düştü. Refah Partisi Anayasa Mahkemesince kapatıldı bu basınç altında bölünmeye zorlandı. “Milli Görüş gömleğini çıkardığını” ilan eden ve İslamcı süslerinin çoğunu bir tarafa bırakıp neo-liberal piyasacı, net sermayeden yana, Amerikancı ve AB’ci; elbette Arap’lardan ziyade İsrailci Recep Tayip Erdoğan-Abdullah Gül ekibi, AK Parti adıyla partileşti. Büyük sermaye, büyük medya, TSK, yaşam tarzından endişesi olanlar, herkes memnun oldu, destekledi. Recep Tayyip’in önündeki yasal engeller, Siirt’te yeniden seçim yapılması, Erdoğan’ın Siirt’ten adaylığı vs. vs. önündeki bütün engeller hızla kaldırıldı, bütün makaslar açıldı. Bu engellerin bazılarını bizzat Deniz Baykal kaldırdı. AKP’nin, İMF programını en tavizsiz, emekçiler ve yoksullar açısından en acımasız biçimde uygulaması; zaten alt gelir grupları için aşırı kötü olan gelir dağılımının daha da bozulmasına yol açan politikalar izlemesi; özelleştirmeyi bir tür yağma biçiminde sürdürmesi, aynı çevreler tarafından takdirle ve alkışla karşılandı. Seçimlerde yoksul mahallelerde AKP’ye çıkan oy oranıyla askeri lojmanlara yakın sandıklarda çıkan oy oranları aşağı yukarı birbirine yakındı. AKP hükümetinin 12 Eylül’ün Taksim’i 1 Mayıslara kapatan yasağını uygulamadaki ölçü tanımaz pervasızlığına da “ulusalcı-cumhuriyetçi” takımından ciddiye alınır bir tepki gelmedi. Peki sorun ne? Sorun artık gülünçlük noktasındadır. Recep Tayip Erdoğan’ın veya Abdullah Gül’ün Başbakan olmasında, Dış İşleri Bakanı olmasında, MGK toplantılarına katılmasında bir sorun yok. Ama eşlerinin başı türbanlıdır diye Cumhurbaşkanı olmalarının bir rejim sorunu yaratacağını söylemek; Cumhurbaşkanı olan kişinin değil; eşinin değil; eşinin başının örtüsünün tehdit ettiği bir rejim fikrini böyle derin bir korkuyla dile getirmek, gerçekten inanılacak gibi değildir. Türban konusunun bir sembol olduğu söylenebilir. Hem türbanın dini bir sembol olması anlamında bu cümle doğrudur ve hem de Cumhurbaşkanlığı seçiminin tıkanmasında ve bir rejim krizinin ortaya çıkmasında türbanın sembol olduğu doğrudur. Ama büyük güçlerin çatıştığı durumlarda semboller olağanüstü bir anlam, çağrışım gücü, anlamsal derinlik kazanır. Türban burada da böyle bir güç kazandı ve “türban”ın Çankaya’ya çıkmasının önlenmesi amacıyla, akıl almaz anayasa

fabrika Eylül 2007

yorumları yapıldı. Bir yandan da gece yarısı bildirileriyle AKP, geçmişte Refah Partisi’ne yapıldığı gibi baskı altına alındı. AKP ise bu baskıya Ergenekon operasyonlarıyla cevap verdi ve veriyor. Son aylarda yaşadıklarımızın en üzücü yanı, 12 Eylül rejiminden ve onun hazırlattığı deli gömleği faşist anayasadan en çok nefret etmesi gereken dünkü solcu-devrimcilerin, 12 Eylül Anayasası’nı ve bu acayip ötesi yorumlarını canla başla savunduğunu görmektir. Ama dahası var. TSK, 28 Şubat deneyimini 2007 Nisan’ından itibaren fersah fersah aştığını ortaya koydu. Öncelikle son yıllarda kendisinden çokça söz ettiren emekli subay örgütleriyle; emekli generallerin yönetimini üstlendiği ADD ile ve pıtrak gibi çoğalan, gerçekte kaç kişiyi ve nasıl temsil ettiği belli olmayan emekli subay- astsubayların yönetiminde yer aldığı “sivil” derneklerle ve tehdit altında olduğuna inanılan “çağdaş yaşam”ı destekleme amaçlı dernek ve vakıflarla, çok kapsamlı bir toplumsal mühendislik gerçekleştirildi. 14 Nisan’da Ankara Tandoğan’da başlayan, sonra İstanbul Çağlayan ve sonra İzmir Gündoğdu’da ve çeşitli illerde yapılanlarla olağanüstü kalabalıkların seferber hale getirildiği “Cumhuriyet Miting”leri ile AKP’nin rejimi İslamileştirmesinden endişe duyan ve Cumhuriyeti ve laik rejimi ve bu çerçevede kendi yaşam tarzlarını tehdit altında görerek korumak isteyenler; AKP’yi, ABD’yi protesto etmek isteyenler, ellerinde bayraklarla alanlara koştular. Gerçekten bir araya gelmeleri şaşırtıcı unsurlar alanlara aktılar, kürsülere çıktılar. Hayatlarında ilk defa mitinge katılan, ilk defa slogan atan, ilk defa siyasal bir eylemin kalabalığına karışan yüz binlerce insan İslami bir rejimden duydukları endişeyi ve farklı farklı bir dizi korkuyu ifade ettiler. 12 Eylül’de ABD’nin yönlendirmesi, onayı ve desteğiyle, emir kumanda zinciri içinde darbe yapan ve solun önünü kesmek için şiddeti yeterli görmeyerek, toplumu dindarlaştırmaya karar veren; ve Türk-İslam Sentezini devletin resmi ideolojisi yapan TSK’nın; bu amaçla psikolojik harekat ve toplum mühendisliği projelerine çalışan ÖHD’nin ve Toplumla İlişkiler Başkanlığının (TİB), o günlerde toplumu İslamileştirme planı için çalışmış kadroları, elbette artık emekli ve “sivil” olarak, mitinglerin çağrıcı ve organizatörleri arasındadır. Bugünün modasına uygun olarak mitingleri düzenleyen “Ulusalcı ve sivil” kurumların, geçmişi karışık ve karanlık yöneticileri işin bir yanıdır. Yakın geçmişte solun, sosyalistlerin gecelerinde, yığınsal eylemlerinde sahne alan Edip Akbayram, Bulutsuzluk Özlemi

47


22 Temmuz Seçimlerine Giderken

gibi müziğin “solcu markaları”nın kürsüye çıkması işin bir başka yanıdır. Şüphesiz onları yarın gene solun etkinliklerinde göreceğiz. Solun kendisi neyse sanatçısı da odur ve sanatçısı ne ise solun kendisi de odur.

22 Temmuz Seçimleri TBMM’nin cumhurbaşkanı seçecek güce sahip olmadığının anlaşılması üzerine seçim kararı alındı. Esasen büyük sermaye, büyük medya, hatta Genel Kurmay uzun süredir Recep Tayip Erdoğan’ı seçmişti; ama Başbakan olarak kalsa mı daha iyi, Cumhurbaşkanı mı olsa daha iyi ona karar verememişlerdi. Şimdi egemenlerin çoktan yapmış oldukları bir seçimin, topluma onaylatılmasının mekanizması olarak seçim yapılıyor. Ancak seçim tek aşamada olmayacak. Her şey onların arzu ettiği gibi giderse, AKP yeniden birinci parti olarak Meclise girecek, R. T. Erdoğan önce başbakanlığa yeniden gelecek ve sonra Cumhurbaşkanı’nı doğrudan halkın seçmesinin yolu açılabilirse, hem başbakan ve hem cumhurbaşkanı olmayı başaracak…Bu arada türban konusunda hassasiyeti yüksek toplum kesimlerinin bir parça yumuşatılması için medya kolları sıvayacaktır. AKP cephesinden de bu konuyu kaşımama yönünde, seçim bildirgesinde konudan hiç söz edilmemesi ile açılışı yapılan yaklaşımın devamı gelecektir. Seçimin, Mecliste hangi partinin birinci sırayı alacağı kısmına, verili koşullarda solun, sosyalist hareketin yapabileceği anlamlı bir müdahale söz konusu bile değildir. Sosyalist solun, bütün partilerin sosyalistliğini muteber kabul ederek konuşsak bile, meclise bir parti halinde temsilci sokabilmesi, gene verili koşullarda ihtimal dahilinde değildir. Kürt siyaseti ile sol arasında 1987’den bu yana, blok halinde seçimlere katılma deneyimleri yaşandı. Kürt siyaseti konuya pragmatik yaklaştığı için, sosyalist solla blok politikasını, Erdal İnönü’nün Genel Başkanı olduğu SHP ile işbirliği yapabildiği ilk ve tek fırsatta terk etti ve TBMM’ye girmeyi başardı. Leyla Zana’nın kürsüden Kürtçe yemini tarihi bir vak’adır ve bu tarihi hadise, HEP’li milletvekillerinin başlarından bastırılarak polis otolarına tıkılmaları ve yasadışı örgütün üyesi, yöneticisi, yardım ve yataklık edeni gibi suçlamalardan hüküm giymeleri ve ömürlerinin uzun yıllarını zindanda geçirmeleriyle sona erdi. Burada, geçtiğimiz

48

günlerde kaybettiğimiz, parlamentodaki bu hazin hikayenin kahramanlarından Orhan Doğan’ı ve cinayete kurban giden Mardin milletvekili Mehmet Sincar’ı rahmetle, sevgiyle anmak isterim. Ankara’daki cenazesinde kafası gözü yarılan, doktorların dikiş yetiştiremediği Fabrika okurlarını, Abuzer kardeşimi ve bu arada sevgili Sevda’mızı da o günkü hallerini hatırlayarak anıyorum. Daha sonraki seçimlerin tamamında sosyalist sol, Kürt siyasetinin partisinin adı o günlerde her ne ise, DEP ile, HADEP ile, DEHAP ile seçim platformları oluşturmaya en geniş kesimleriyle hevesli oldu. Bu platformlar ne sosyalistleri, ne Kürt siyasetinin temsilcilerini TBMM’ye sokabilecek düzeyde başarılar elde edemedi. Ama aynı zamanda kalıcı işbirliklerini de beceremedi. Öncelikle sadece “bölgede” değil; büyük şehirlerde de Kürt siyasetinin kimlik üzerinden siyaset yapması, sosyalistlerle Kürt siyaseti arasında konuların ortaklaşmasını ve ortak bir dilin geliştirilebilmesini önledi. Öbür taraftan kimlik siyasetinin davet ettiği, ANAP, Refah, DYP, CHP-SHP gibi partilerden ayrılarak Kürt siyasetinde yer alan, solcu olmayan ve partide solcuların varlığından da hoşlanmayan; solla seçim işbirliğine ise, katlanılması gereken geçici bir kötülük olarak bakan, ama saygılı davranmayı başaramayan unsurlar, her yeni partileşmede biraz daha baskın renk haline geldiği için kalıcı işbirliği yapılamadı. Zaten 1989 sonrası Kürt siyasetinin entelektüel kaynağında, kısaca Öcalan’ın görüşlerinde diyelim, ideolojik kırılma ortaya çıkmıştı. Öcalan ve arkasından, Kürt siyasetinin değişik düzeyleri, sosyalizan görüşlerini önce değiştirmeye girişti ve sonra adım adım ayıkladı. Bu durumda sol olmayan, kendi içinden hem fikir planında, hem örgüt ve kadro planında solculuğu temizleyen bir hareketin gündelik ihtiyaçlarıyla, solcuların, seçimden seçime Kürt siyasetiyle işbirliği heveslerinin çakışması sonucu platformlar oluşturuldu. Bu arada Kürt siyaseti, Özgür Halk Dergisi başta olmak üzere, yayınlarında Türkiye sosyalist hareketini, 1990’lı yıllar boyunca en düzeysiz biçimde aşağıladı, köksüz bir kibirle yukarıdan laflar etti, bu yaklaşımı ilişkilerde bir tarz haline getirdi. Kürt siyaseti Irak’ta ABD işgaline karşı çıkmadı. Aksine 1 Mart teskeresi öncesi solun “Barış” mitinglerini sabote etti. Kadıköy mitinginde olduğu gibi, miting alanının çevresinde bir Vandallık gösterisi yaptı, otobüs duraklarını, çevre esnafın camını çerçevesini indirdi. Aynı şekilde Barzani-Talabani ikilisinin, Amerikan emperyalizminin Irak’ta vahşi bir kan dökücülükle yürüttüğü Eylül 2007 fabrika


22 Temmuz Seçimlerine Giderken

işgalin himayesinde, ABD’ye sadakat zemininde Kürdistan Federe devletini inşa etmelerinde bir yanlışlık görülmedi. Aksine bunu büyük bir başarı addederek yüzlerini oraya çevirdiler. Böylece 1984- 93 arasında, bir özgürlük hareketi olarak bölgede ve dünyada büyük önem kazandırdıkları Kürt sorununu; Barzanici bakışın hakim olmasıyla ABD’nin bölgedeki işgal planlarının bir ayrıntısı haline getirdiler. Kürt siyasetinin bu genel eğilimine yönelttiğimiz eleştirilerin hareket noktası, Kürt halkının taleplerinin karşılanmamış ve dolayısıyla Kürt sorununun çözülmemiş olduğu gerçeğidir. Kürt siyasetinin işaret ettiğimiz yönelişi, sorunu kısa vadede çözer gibi görünse de, uzun vadede tam tersine Kürt halkının yaşadığı acıları çoğaltacak bir yaklaşımdır. Dolayısıyla Kürt sorununun çözümü için, doğru yaklaşımlar geliştirecek eğilimleri desteklemek; doğru çabalar üzerinden işbirlikleri yapmak bizim tercihimizdir. Dolayısıyla seçimlerde yıllardır olduğu gibi, hemen DTP ile işbirliği platformu yaratmaya girişenlerle de; solu bu işbirliğinin, ebediyen kazanılmış unsuru sayanlarla da seçim işbirliği yapılmasını tercih etmedik, etmiyoruz. Elbette mevcut haliyle Kürt siyasetinin, Kürt halkının eşitlik ve özgürlük taleplerinin karşılanması için, nasıl bir yol önerirse önersin, Kürt siyasetinin TBMM’ye girmesini kendisi için bir tehdit olarak gören ve bunu önlemek üzere %10’luk seçim barajı koyan sistemin bu engelini aşmak üzere, bağımsız adaylarla seçime katılması meşrudur ve akla uygundur. Kürt siyasetinin sadece seçimlerde değil; başarıldığı takdirde TBMM’de de başarılı olmasını diliyoruz. Ancak İstanbul 3. Bölge adayı dışında, komünistlerin DTP’ye destek vermesini doğru bulmuyoruz, imkanımız, gücümüz her neyse, DTP’yi desteklemeyeceğiz. İstanbul 3. Bölgede ise DTP yöneticisi ve Kadın Komisyonu üyesi Sebahat Tuncel’i, “yasadışı toplantıya katılmak” suçlamasıyla Gebze M Tipi cezaevinde 8 aydır tutuklu bulunan bir Kürt muhalifi olarak, TBMM’ye seçilmek suretiyle “firarına” yardımcı olmak amacıyla desteklenmesini herkese öneriyoruz. Bu durumda sosyalist solun en geniş kesimlerinin ortak platformunun yaratılması için çalışmak bir politika seçeneği olarak düşünülebilirdi. Açıkçası biz solun “en geniş kesimleri” ile hiç ilgili değiliz. Solun en geniş kesimlerinin herhangi bir

fabrika Eylül 2007

platformunun, bu gün itibariyle dikkate ve övgüye değer bir sonuç yaratacağına inananlardan da değiliz. Biz doğrudan doğruya, geleceğe ilişkin bir motivasyon, bir coşku, dolayısıyla bir enerji yaratmanın imkanlarıyla ilgileniyoruz. Değerli okuyucu, izninle, derdimizi anlatmak için bir metafora başvurmak istiyoruz. Camdan bir kap düşünelim, şişe, kavanoz benzeri bir şey. Solun geçmişten taşıyıp getirdiği ve giderek daha kırılgan hale gelen; çünkü giderek daha işe yaramaz bir malzemeyle inşa ettiği ve uzun süredir, özünü yenileyemediği, bunu başaramadığı her durumda “yenilerini” kurduğu örgütü temsil etsin bu camdan eşya. Şişeler ve ya kavanozlar, uzun süredir çatlak. O’nu, şişe veya kavanoz, bir bütünlük içinde tutan ve var oluşunun nedenini oluşturması gereken fikri zeminle, cam kap arasındaki bağ artık o kadar zayıftır veya o kadar yoktur ki, çatlama veya dağılıp gitmede, aklı başında insanlar için şaşılacak bir durum da yoktur. Kapların içindeki kırmızı sıvı çatlaklardan sızıyor ve zemine akıyor. Şişedekiler ise her gidenin arkasından homurdanıyor ve onların “kötü yola düştüğünden”, başka bir ifadeyle düzenin hizmetine girdiğinden emin olan analizler yapıyorlar. Fakat bir yandan şişedeki sıvı seviyesi aşağıya iniyor, bir yandan homurdanmaların gücü, sesler tizleşse ve hırçınlaşsa da azalıyor. Sıvı çatlaklardan akıp gitmesin diye yapılan hiçbir atraksiyon; birlik, sert disiplin gösteriler, legal partilerde bile gelişmiş konspirasyon uygulamaları; giderek daha kuvvetli iman geliştirici sembollerin kullanılması vb. sızıntıyı durduramıyor.

Peki çatlaklardan zemine doğru sızanlar ne oluyor? Hırant Dink’in cenazesinde gördük ki, bir yere gitmemişler. 12 Eylül’den bu yana, bir dönem arkadaşımız olan ve sonra yollarımızın ayrıldığı neredeyse herkesi o gün orada gördük, aynı ağır başlı öfkeyle yürürken. Elbette sadece eski örgütlü, şimdi örgütsüz solculardan ibaret değildi oradaki kalabalığın büyük bölümü. Bugünkü örgütlerle ilişki kuramayan pek çok genç, yeni solcu da orada, aynı saflarda, aynı vakarla, aynı öfkeyle yürümekteydi.

49


22 Temmuz Seçimlerine Giderken

Şimdi yatayda var olan bu büyük nüfusla sosyalist hareket ilişkisini nasıl kuracak? Onlar madem oralardalar, onları bir şekilde toplayıp, mevcut örgüt formlarından birinin içine, yani dibi çatlak şişelere onları yeniden nasıl doldurabiliriz? Sorulardan birisi budur. Ve beyhude bir sorudur. Diyelim doldurdun, o insanların, o yapıların içinden akıp gitmesine neden olan çatlaklar, o yapılarda var ve giderek çatlaklar büyüyor. Biz o yapılara o insanların geri dönmeyeceğini biliyoruz. O insanların sosyalistler olarak, ilericiler olarak, örgütlü yapılardakilerden daha yüksek bir formasyona sahip olup olmadığı sorusuyla da hiç ilgilenmiyoruz. İçerdekilerin kaybettikleri de önemlidir, dışarıdakiler kaybettikleri de… Yapıların, bazıları daha çok, bazıları daha az, kendilerinin bir zamanlar varlık nedeni olan fikri zenginliğe kapılarını kapatmış olduğu aşikardır. Dahası kapılarına gelen entelektüel birikimle ilişki kurmama konusunda yapıların birbiriyle yarış halinde olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi ne bir mevcut organizasyonun güçlendirilmesi, ne mevcutların birleştirilmesi, ne bu amaçla yan yana getirilmeleri, mevcut tıkanıklığın aşılmasının bir imkanını oluşturacaktır. Şimdi iki imkanı yaratmaya ihtiyacımız var. Birincisi Marksist düşüncenin yenilenmesini ve zenginleşmesini bir ihtiyaç olarak gören ve bu amaçla fikri bir odağın yaratılmasına katkı yapabilecek bir siyasi zeminin ortaya çıkması. Dolayısıyla bu ihtiyacı hissetmeyen kaba solculukla yolunu ayırabilecek yetenekte bir ortaklık. İkincisi, yukarıdaki metaforda sözünü ettiğimiz büyük, geniş kırmızı lekeyi heyecanlandıracak, hareketlendirecek ve burada yakalanacak bir başarı ile ileri doğru bir geniş yürüyüşü motive edebilecek bir açılım… Bağımsız Sol Aday projesinde, projeyi yapanlar belki farklı şeyler gördüler. Biz bu iki imkanı görüyoruz. Burada bir başarı ihtimali vardır. Eğer çalışırsak ve çok çalışırsak, ve elbette çok çalışılmasının organize edilmesine katkı yapabilirsek, iki bağımsız aday, Baskın Oran ve Ufuk Uras’ın herkesin başarı addedeceği bir oy almasını sağlaya-

50

bilirsek ve elbette bunun gerisinde yaygın bir yerel inisiyatif birikimi, organizasyon ve kitle içinde siyasi çalışma deneyimi biriktirebilirsek; önümüzdeki yerel seçimlerde bu sonuçlar, sayısız yerel inisiyatifin yaratılabilmesinin ve sosyalist solda bir yenilenmenin, taze bir enerjinin ortaya çıkmasının imkanına dönüşebilir. Bu aynı zamanda sola rasyonel düşüncenin, ciddiye alınır bir aklın ve bilginin nüfuzunun da bir imkanı olabilir. Baskın Oran’nın adını “Baskin” olarak okuyup, işte “Sabatayist bir kökenden gelen bu şahıs….” şeklindeki ırkçı yaklaşımlara beş paralık değer vermeyiz… “Baskın Oran’ı destekleyenler liberal, Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nden adamlar” edebiyatından korkmayız. Biz kimseyle anlaşma imzalamadık, ittifak yapmadık. Ama yapabilirdik de… Bugün, mümkün ve gerekli olan bir ileri adımda bizimle ortaklaşanlardan utanmayız. Eğer bu adım politik olarak ileri bir adımı temsil ediyorsa, dün polemik yaptığımız ve aramızdaki farklılıkları ve ortaklıkları aleni tartıştığımız Ahmet İnsel’le yan yana düşmek, bizi ayrıca memnun eder. Bir de “Partisinin bile desteklemediği Ufuk Uras” eleştirisi var. Sanırsınız bunu söyleyenler, o partinin Parti Meclisi kararlarına her zaman en büyük değeri vermişler… ÖDP Parti Meclisi’nin hangi Saiklerle Baskın Oran’a tam ve fakat kendi genel başkanlarına eksik destek vermiş olduğu, ÖDP’lileri ilgilendirir. Sonuncusu şudur: Bu adamlar sosyalist mi, Ufuk’un ufku mu var, Baskın’ın basacak hali mi var?... vs. vs. Bu soruları yüksek perdeden soranlara soralım: Sizin destekleyeceğiniz adayın Marksist-Leninist olması gerektiğini anlıyoruz. Peki kendinizin veya kafayı kırmış küçük çevrenizin dışında Marksist-leninistliğini kabul edeceğiniz ve kendisini desteklemek için nüfusu 5 milyonu geçen bir bölgede fır dönerek kampanya yürüteceğiniz birisi var mı? Olabilir mi? Baskın Oran’ın bölgesinde DTP aday çıkardı. Birkaç Troçkist grup Sungur Savran’ın adaylığını destekliyormuş. Liberal değil, “Devrimci Marksist” bir aday olarak. Red dergisi ve herhalde Leman’ın Tuncay Akgün’ü, İşçi Kardeşliği Partisi’nin de desteklediği değerli bir sendikacı kardeşimizi, Ercan Atmaca’yı aday göstermişler. Vs. Vs.. Eylül 2007 fabrika


22 Temmuz Seçimlerine Giderken

Solun en geniş kesimleri, sadece “birkaç Troçkist grup” değil; her sorunun cevapları arasında “yanlış” şıkkı derhal bulabilen ve işaretleyebilen bir haldedir. Ama herhalde en yanlışı, “seçimleri boykot edelim”ciliktir. Elbette en keskini gibi görünüyor. Ama örneğin devrim arifesindesindir veya Portekiz Devriminde olduğu gibi, süreç yığınları tüm iktidarı almaya hazırlamaktadır ve burjuvazi sürecin önüne sandığı koyar… Reddeder boykot edersin. Boykot etmişsen, seçimi yapılamaz hale getirirsin. Yoksa 15 kişisin ve Pazar günü evde mangal yellemek istiyorsun, bunu devrimci bir sosa bulamanın anlamı yoktur. Ayıptır. Geçersiz oy tutumu da vardır. Sosyalistlerin hiçbir biçimde seçim zeminine müdahalesine imkan verilmiyorsa, 1980’li yıllarda böyle seçimler gördük, sosyalistler gidip “tak tak” yaptılar, geçersiz oy verdiler. Ama kendilerini saydırdılar, düşmana, güçleri her ne kadarsa gösterdiler.

Biz bağımsız sol aday politikasını, yukarıda açıkladığımız gerekçelerle, sadece bu seçimler için değil, önümüzdeki yerel seçimler içinde geçerli bir seçenek sayıyoruz. Baskın Oran ve Ufuk Uras kampanyalarına doğrudan katıldık, katılıyoruz. Bu iki adayın dışında Sebahat Tuncel’e oy verilmesini istiyoruz. Ve bulunduğumuz her yerde, Türkçesini kendimizinkine yakın bulduğumuz ÖDP’yi destekliyoruz. Ve ilave ediyoruz. Bu siyasi bir tutumdur. Biz hiçbir yerde çok değiliz, kalabalıkların eylemini yönetmiyoruz. Ama biz Fabrika’yız. Neyi doğru buluyorsak, onun gerçekleşmesi için kaç kişiysek, kime sözümüz geçiyorsa, o doğru için çalışırız.

Bugün boykot veya geçersiz oy taktiğini, gülünç olma arzusu hariç, haklı kılacak bir ortam söz konusu değildir.

fabrika Eylül 2007

51


52

Eyl端l 2007 fabrika


22 Temmuz’da Ne Oldu? S. Zeki TOMBAK

22 Temmuz 2007 Genel Seçimi sonuçlarının nasıl anlamlandırılabileceği veya anlamlandırılması gerektiği üzerine, herkesin yaklaşımı kendi meşrebine uygun olmak kaydıyla sayısız yorum yazısı yazıldı ve bir o kadar da televizyonlarda tartışma programları yayınlandı. İster istemez herkesin, en azından bir bölümünden haberdar olduğu bu yorumlar nedeniyle, buradaki değerlendirmelerin de sıkıcılık riski bulunuyor. Bu yüzden değerlendirmelerimin çoğunu kısa notlar halinde yapmak istiyorum. 1. Seçim kampanyasını, AKP iktidarıyla bağlı olarak, rejime ve ülkenin bütünlüğüne ilişkin bir tehdit teması üzerinden yürütmek isteyen partiler inandırıcı olamadılar ve bu temayı seçimlerin merkezi teması düzeyine taşıyamadılar. Bunlardan sadece MHP, 2004 yerel seçimlerinde, genel seçime en yakın sonucu veren “il genel meclisi” oylarına bakılarak da anlaşılacağı üzere, 2002’de indiği en alt düzeyden yukarıya doğru, oldukça istikrarlı tırmanışını sürdürdü. (Bknz. Tablo 1)

TABLO 1: Son üç seçimde AKP, CHP ve MHP oylarının seyri.

Eylül 2007 fabrika

Seçim tarihi Alınan oy Oy oranı (%) AKP

2002

10.770.704

34.29

2004

13.447.287

41.67

2007

16.198.597

46.52

19.38

CHP

2002

6.087.120

2004

5.882.810 18.23

2007

7.273.553

20.90

8.35

MHP

2002

2.624.419

2004

3.372.249 10.45

2007

4.968.452

14.27

53


22 Temmuz’da Ne Oldu?

CHP, son üç seçimdir, seçime katılma oranına bağlı olarak küçük değişiklikler gösteren bir oy aralığına sıkıştı. Kendisini sağa açmak isterken, Doğu Perinçek’in ideolojik önderliğinin etkisi altında ve Bayrak mitinglerinin kaynaştırıcı havası içinde, MHP’ye yakınlaştı. MHP’ye bu seçimlerde muhtemelen büyük oranda oy kaybetmedi. Ancak aynı zemine girildiği için, önümüzdeki seçimlerde bu partiden ümidini kesen CHP’ye oy vere gelen seçmenin MHP’ye yönelmesi mümkün olabilecektir. Şarkıcı Erkin Koray, bu bakımdan MHP’nin bir “erken hasadı” sayılmalıdır. Ancak bu siyasi zeminin kendisinden rahatsız olan CHP seçmeni, eğer varsa/kaldıysa, farklı sol seçeneklere yönelebilecektir.

buluyorum. Ancak EMEK Partisi’nin durumu, solculuktan uzak durursam, Türk-İş’in ortalama profesyonel sendikacı figürüyle ters düşmemeyi başarırsam, 1 Mayıs’larda DİSK “Taksim’e gidelim” derken, Türk-İş’e uyup Kadıköy’e gidersem, toplumsal desteğim artar mı, şeklinde merakı olan siyasi çevrelere ders olmalıdır. ÖDP’nin ise, ne yapmak istediğine karar verme ihtiyacıyla karşı karşıya olduğu açıktır.

Önceki Meclis’e bakarak, AKP’nin eksilen milletvekillerinin DTP’ye, CHP’ninkilerin ise MHP’ye gittiği yorumları, CHP ile AKP’den diğerlerine bir kayma olduğu anlamına hiçbir şekilde gelmez. Bu sadece rakamlara bakılarak yapılan, gerisinde bir analiz bulunmayan çıkarsamalardandır.

Soldaki partilerin, (elbette İP’ten söz etmiyoruz) bir tıkanıklık yaşadığı ortadadır.Bu tıkanıklığı konjonktürle açıklamayı ve gerekirse on yıllarca bu hali sürdürmekte ısrarlı olmayı bir “kararlılık” olarak açıklamak mümkündür. İsteyenler bunu yapabilir. Hatta arada bir seçmen sayısındaki artış oranının çok gerisindeki küçük “oynamalar”dan zafer tadı almayı seçenler de olabilir. Ama tıkanıklığın programa, zihniyete, örgüt anlayışına, hayatla ilişkilere dair yanları varsa; yani kabahatin tamamı veya önemli bir kısmı konjonktürde değilse, konjonktür dışı sabitlerde on yıllarca ısrar etme fantezisi bir kararlılık olmaktan çıkar, başka bir iş olur. Zaten bu konumda kimse yıllarca tutunamaz. Tıkanıklığı aşmanın yolu bulunamayınca, mevcut hal de korunamayacaktır.

Yukarıdaki temanın asıl mucidi ve ideolojik kaynağı olarak, bir “Toplumla İlişkiler organizasyonu” ve faşist bir yapı olan İP, her seçimden önce olduğu gibi, bu defa da “Barajı aştık” yalan haberini Aydınlık dergisinden haftalar önce ilan etmiş olsa da, istikrarlı çizgisini sürdürdü, % 0.37 oranında kaldı. Burada, toplumun her türlü olumsuzluğa rağmen, “malı” tanıma yeteneğindeki istikrardan söz etmek her halde daha doğru olacaktır. Seçmen nezdinde tabanını hiçbir zaman genişletemese de, CHP ve Baykal başta olmak üzere, “ulusalcılık” tan nasipdar olan yelpazedeki herkesin fikri öncülüğünü yapan bu “organizasyonun” önümüzdeki 20 seçimde de aşağı yukarı aynı sonucu alacağını ve her defasında “barajı aştık, birinci parti olmaya yaklaştık” yalan haberlerini Aydınlık kapağından yayınlayacağını söyleyebiliriz. SİP partisinin de, aynı ideolojik önderliğin tesiri altında olduğunu ve ulusalcı/genelkurmaycı siyasi hassasiyetlerin, bayraklarının üzerine iliştirdikleri bütün sembolleri örttüğünü söyleyebiliriz. Seçim sürecinde AKP’ye, MHP’ye bir şey söylemeden, ilk iş Baskın Oran hakkında bildiri yayınlamış, özellikle İstanbul’da, bağımsız sol adaylara karşı propaganda yapmaktan yorgun düşmüş bir çevredir. Bu parti de son üç seçimde sırasıyla yaklaşık 60 bin (2002), 85 bin (2004) ve 79 bin (2007) oy aldı. Seyir budur. (Bknz. Tablo 2). EMEK Partisi için her hangi bir değerlendirme yapmayı beyhude

54

İP’in dağılıp gitmesi ve toplumun zihnini kirletemez hale gelmesi için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız. Övünmek gibi olmasın, Fabrika, bu yaklaşımı en uzun süredir ve istikrarlı biçimde sürdürmektedir.

TABLO 2: Sol partilerin ve nasyonal sol İP’in son üç seçimde aldığı sonuçlar. Seçim tarihi Alınan oy sayısı Oy oranı(%) ÖDP

2002

106.023

0.34

2004

12.379

0.038

2007 52.055

0.15

Bu tablodaki rakamlar İP ve TKP için açıklayıcıdır. Her iki parti de, bu üç seçimde kimseyle ittifaka girmemiş, bağımsız aday göstermemiş, başkalarını desteklememiştir. ÖDP ve EMEK P. aralarında yaklaşım farkları olmakla beraber, 22 Temmuz’da Bağımsız Sol Aday taktiğini benimsemişlerdir. Dolayısıyla son seçim sonuçlarını bu tutumla birlikte açıklamaya çalışmak gerekir.

Eylül 2007 fabrika


22 Temmuz’da Ne Oldu?

TKP(SİP)

2002

59.180

0.19

2004

85.178

0.264

2007 79.258

0,23

EMEK P.

2002 ---

---

2004

0.058

2007 26.292 0.08

18.695

İP

2002

159.843

0.51

2004

79.774

0.247

2007 128.148

0.37

2. AKP, karşı cephenin rejime ve ülke bütünlüğüne ilişkin tehdit iddialarına karşı gerilimi düşürmeye çalışan bir tutum izledi. Seçmene kendi gündemiyle gitti. Bize kalırsa DP (DYP-Anavatan birliği) projesinin zemini, AKP tarafından iktidarı döneminde büyük ölçüde çözülmüş durumda idi. Önümüzdeki yerel seçimlerde, bu zeminin geri kalanından da AKP’ye bir kayma olacağını ve AKP oylarının en az birkaç puan daha yükselebileceğini söylemek mümkündür. 3. Bu seçimlerin en başarılı ikinci partisi DTP oldu. Seçime bağımsız adaylarla giren DTP, 20 milletvekili ile TBMM’de grup kurmayı başardı. Esasen kendi yetkililerinin de ifade ettiği üzere DTP daha fazla temsilci çıkarabileceğini ummaktaydı. AKP’nin bölgede de oylarını arttırması ve bağımsız aday taktiğinin kendisinden kaynaklanan nedenlerle sayı 20’de kaldı. ( Örneğin Mardin’de AKP 105 bin oy ile 4 milletvekili çıkarırken, bağımsızlara verilen 95 bin oy iki milletvekilinin seçilmesine yetti. Daha çarpıcı bir örnek ise Diyarbakır’dır. Bu ilde bağımsızlara verilen 219 bin oyla 4 milletvekili seçilebilirken, AKP 191 bin oyla 6 milletvekilini Meclise gönderdi.) AKP’nin bölgedeki oylarını arttırması ile, Kürt nüfusun yoğun olduğu İzmir, Ankara, Mersin ve İstanbul’da DTP adaylarına verilen oyların bek-

fabrika Eylül 2007

lenenin oldukça altında kalması gerçeği arasında aynı sosyal ve siyasi nedenlerin olduğu düşünülebilir. Burada ilginç iki noktaya dikkat çekmek yararlı olacaktır. Birincisi seçim kampanyası boyunca, TBMM’ye DTP’nin en azından bir grup kuracak güçle girmesi ihtimali apaçık görülürken, büyük medyada ve televizyonlarda bu ihtimalin yol açabileceği siyasal gelişmeler üzerine hemen hiçbir tartışmanın yapılmamış olmasıdır. İkinci nokta ise Cemil Çiçek’in Adalet Bakanlığı bu ihtimali dikkate almış olması ve her zamanki gibi her gelişmeye karşı yasakçı bir tedbir alma tutarlılığını göstererek, DTP milletvekillerinin Abdullah Öcalan’ı ziyaret etmesini engellemek üzere, “milletvekillerinin cezaevlerini ziyaretlerine izin veren yönetmeliğe” yeni kısıtlamalar getirmiş olmasıdır. Yeni düzenlemeye göre, TBMM’nin ilgili komisyon üyeleri dışındaki milletvekilleri, “terör suçluları ile devlet ve devrim yasalarına karşı suç işleyen hükümlü ve tutukluları” ziyaret edemeyecektir. Eskiden, milletvekilleri ceza infaz kurumu idaresine bilgi vererek hükümlü ve tutukluları ziyaret edebiliyorlardı. Bu arada Bakanlık hazır eli değmişken, yukarıda anılan tutuklu ve hükümlüleri ziyaret etmek isteyenler hakkında, kolluk güçlerinin araştırma yapabilmesini ve sakıncalı görülenlere görüşme izni verilmemesini de yönetmeliğe koymuş. Böylece eskiden görüşebilen yakın akrabaların da bir bölümünün ziyareti engellenmiş oldu. Belki Öcalan’ın kardeşlerini de bu kapsamda İmralı’ya almamayı denerler. DTP, gerek seçim sürecinde bağımsız sol adaylarla ilişkilerinde (İstanbul ikinci bölgeden Doğan Erbaş’ın adaylığı dışında); gerek Meclis’teki diğer partilerle ilişkilerinde ve gerekse devletin hassasiyetleri karşısında son derece dikkatli bir çizgi izlemekte ve değer verilmesi gereken bir politik olgunlukla davranmaktadır. Bu olgunluğun kendilerine siyaset yapmak ve siyasetlerini zenginleştirmek için genişleyen bir alan açması beklenir. Ancak Emin Çölaşan ve Hasan Celal Güzel gibi köşe yazarları şimdiden, her türlü provokasyona zemin hazırlayıcı tarzda hedef gösterici yazılar yazmışlar ve DTP milletvekillerini doğrudan “PKK temsilcileri/sempatizanları mecliste” diye adeta hedef göstermişlerdir. Yarın bir siyasi cinayet veya saldırı söz konusu olursa, bu yazarların da “asla tasvip etmiyoruz”, “yakınlarına sabır, Allah’tan rahmet diliyoruz” lakırdıları edeceğinden ve bu çerçevede insanlık, hukuk, demokrasi vs. için timsah gözyaşı dökeceğinden şüphemiz yoktur. Bu çeşit kışkırtmalar, hiç kimsenin beklemediği, şaşır-

55


22 Temmuz’da Ne Oldu?

tıcı işler değildir. Dolayısıyla DTP’lilerin böyle bir ihtimali dikkate alarak gündelik hayatlarını düzenlemelerinde de yarar vardır. DTP’ye ilişkin son bir not ise, bu partinin Diyarbakır’daki bağımsız adayları arasında bulunan Sosyalist Demokrasi Partisi Onursal Başkanı Akın Birdal’ın Meclise girmesi ve DTP’ye katılmasıdır. Hiçbir seçime kendi adıyla katılmamış SDP’nin, gerek bu yaklaşımı, gerekse Akın Birdal’ın şahsında gözlemlediğimiz siyasi tercihler; bu partinin, belki de bir parti olarak varlığını sürdürüp sürdürmeme konusundaki kararı anlamına gelmektedir. 4. Solun ortak bağımsız adaylarına gelmeden önce, solun tutumlarına örnekler verelim. En apolitik yaklaşım, elbette “boykot”çuluktur. Ancak boykotçular ikiye ayrılır. Birincilere örnek vermek gerekirse, eksantrik bir çevrenin sözcüsü olarak Mücadele Birliği dergisinin seçimlerle ilgili sayısı “Aslolan Devrimdir, Seçimleri Boykot Et, Devrim İçin Savaş” başlığıyla çıktı. Tabii, aynı kategori içinde yer alan, ne yaptığı, ne söylediği belirsiz, siyasi ve entelektüel açığını keskin lakırdılarla kapatmaya çalışan ve bu defa da “seçimleri boykot edelim” sloganı atan başka nevzuhur cehalet erbabı da oldu. Yazıp çizdiklerine bakılırsa, boykotçuların hiçbirinin seçim boykotunun ne olduğu ve hangi koşullarda böyle bir taktiğin gündeme gelebileceği hakkında bir fikri ve bilgisi yoktur. İkinci grupta yer alan boykotçular ise, geçmişte bir yandan SHP’li, CHP’li başkan adaylarıyla, belediye kurumlarına eleman aldırma, büfe ve pazar yeri pazarlıkları yapar, bir yandan da öteki sola, dergiyle, bildiriyle, afişle, duvar yazısıyla, en keskininden boykot selamı gönderirdi. Şimdi “kel yağ bulsa, başına çalacak”. Dolayısıyla CHP’den ümit yoktur. Ve her iki kategoridekiler birlikte, yukarıdan aşağıya boykot keskinliği, sadece dik durma gösterisi ile, “arkadaşların” kendilerini çaresiz hissetmemesini sağlama gayretidir. Çünkü bu taktiği kendi çevresine önerenlerin kendileri de ümitsiz bir çaresizlik içindedirler. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde boykot önermek, her durumda sosyalist solun mevcut etkisizliğine razı olmak ve sürdürmektir. Etkisizliği sorgulayan, aşmaya çalışan bir tutum değildir. Elbette hiçbir pratik eyleme ve örgütlenmeye tekabül etmemektedir. Seçime kadar ve seçim gününü, her zaman nasıl yaşıyorsan öyle yaşarsın, sahada ter dökenler hakkında dedikodu üretir, yayar, rahatlarsın.

56

Bir başka yaklaşım ise, üzerinde geniş mutabakat bulunan adayların solculuğunu beğenmeyen ve ortak aday arayışı, kendi çevresinin benimsediği biri üzerinde birleşmeyince; yani kendi adayı ortak aday olarak benimsenmeyince, kendi adayını ortak adayın karşısına çıkaran anlayıştır. Bir kısım Troçkist çevre Sungur Savran’ı, İşçi Kardeşliği Partisi ise Ercan Atmaca’yı Baskın Oran’ın ve onu ortak aday olarak benimseyenlerin kampanyasının karşısına aday olarak çıkarmışlardır. Bu isimlerden birisi 143 birisi 147 oy almıştır. İşçi Kardeşliği Partisi’nin bu taktiği benimsemesinde Şadi Ozansü’nün herhalde önemli bir payı olmuştur. Bu sonuca, Radikal 2’de okuduğumuz, özetle “özgürlük işçilerle gelecek.” fikrini ve Baskın Oran’ın bu fikri atlamış olduğunu anlatan yazısından varıyoruz. İşçi Kardeşliği Partisi’ne hayırlı başarılar diliyoruz. Kendi çevresinin adayını çıkarıp çevreyi ve yanlışlıkla verilen oyları saydırmak da, etkisizliği benimsemenin, siyaseti kendi çevresi için yapmanın bir başka biçimidir. Bu arada, Birgün Gazetesi’nde, Ufuk Uras’ın bağımsız adaylığına yönelik çanak sorulara, sert ve eleştirel cevaplar veren Masis Kürkçügil mülakatını da hatırlıyoruz. Etkisizliğe aşkla bağlanmak yaygın bir tutumdur. Zaten bütün olarak toplumsal planda etkisizleşmiş ve etkisizleşmeye devam eden sosyalist soldan söz ediyoruz. 5. Solun ortak bağımsız adayları taktiği önemli bir başarı kazanmıştır. Ufuk Uras 110 bini aşan bir oyla milletvekili seçilmiştir. Bunda elbette DTP’nin bu bölgede Uras’ı desteklemesinin payı önemlidir. İstanbul 2. Bölgede Baskın Oran 32 binin üzerinde, DTP’li bağımsız aday Doğan Erbaş ise 45 bin civarında oy almış ve ikisi de seçilememiştir. Ancak alınan oy küçümsenmesi mümkün olmayan bir oydur. Baskın Oran kampanyasının bizzat kendisi çok önemli bir deneyimdir. Kampanyaya, sokak sokak, yüz yüze yapılan çalışmaya, aydınların, basının katılımına, bu kampanyanın yıllar ve yıllar sonra yeniden sokağa çıkardığı, bildiri dağıtmaya, bire bir çalışmaya çektiği sosyalist insanlara değil; Baskın Oran’ın şu sözüne, bu sözüne bakan ve oralara takılanlarla her yerde karşılaştık. Baskın Oran’ın bazı fikirlerine, yaklaşımlarına, cümleEylül 2007 fabrika


22 Temmuz’da Ne Oldu?

lerine bu satırların yazarı da katılmıyor. Siyaset, ancak birbirinin görüş ve yaklaşımlarına bütünüyle katılanların birlikte yapabileceği bir faaliyet değil; bugünün ana halkasını birlikte yakalayanların birlikte yaptıkları bir iştir. Solcu itirazcılar ne derlerse desinler, Baskın Oran sokaktaki insana solun, hatta sosyalist solun ortak adayı olarak göründü. Zaten iddia da buydu. Üçüncü bölgede Sabahat Tuncer, Gebze cezaevinde tutuklu olarak yatan bir Kürt muhalif siyasetçiydi. Milletvekili seçilmek suretiyle cezaevinden çıkmasına katkıda bulunmak için çağrı yapmıştık. Seçildi, cezaevinden çıktı ve Meclise gitti. Kutluyoruz ve ne kadar mütevazı olursa olsun, katkı yaptığımız için mutluluk duyuyoruz. Gerek 1. ve gerekse 2. bölgelerde yürütülen ortak kampanyanın hem yakaladığı başarı ile, hem de yarattığı birikim, deneyim ve enerji ile, solun önüne çok önemli imkanlar koyduğu ortadadır. Bu imkanları, kendisi olarak kavramak; olduğundan başka bir şey haline getirmek üzere çekiştirmemek ve en geç 2009 Mart’ında yapılacak yerel seçimlere hazırlanmaya, bu deneyim üzerinden ve hemen başlamak çok önemlidir. Bu deneyim başka illere ve bölgelere yayılabilir. Sistemin deşifrasyonu, sistematik teşhiri için yerel yönetimlere katılmak çok önemli fırsatlar yaratabilir.

fabrika Eylül 2007

Biz bu imkanı önemsiyoruz. Bu imkanın ortaya çıkmasında payı olan herkesle, farklılıklarımız ne olursa olsun, bu farklılıkları bilerek, ama politika yapmanın önünde engel hale getirecek takıntılara dönüştürmeden, özgüvenle çalışmak isteğindeyiz. Solun ortak bağımsız adaylarla seçime katılması politikasının üretilmesi aşamasından başlayarak, sürecin her aşamasında her iki yakada çalışmalara bizzat katılan bütün arkadaşlarımıza teşekkür ediyor ve “iş asıl şimdi başlıyor” diyoruz. Çeşitli nedenlerle çalışmalara katkı koyamayanlar için de, “iş asıl şimdi başlıyor!..” bir davettir. Peki “iş” nerede başlıyor? O işe neresinden ve nasıl tutarak, asıl şimdi başlayacağız? Elbette bu sorulara cevabı olan çevreler, örgütler, kişiler var. Kampanya deneyiminden elde edilmiş yeni sorular ve cevaplar da var. Şimdi bu soruları çoğaltmak, sürecin önünü açacak tarzda tutumların ve gelişmelerin ortaya çıkması için kararlılıkla hareket etmek zamanı…Aynı zamanda bütün bunlar üzerine eş zamanlı düşünmenin, fikri olanları dinlemenin ve bir yandan da yapılmakta olan işleri yapmaya devam etmenin zamanı.

57


58

Eyl端l 2007 fabrika


Karadeniz – Hazar Havzası S. Tuna BALKANLI

Giriş Ülkemizde siyasi yelpazenin neresinde yer alırsanız alın, bazı istisnalar olmakla birlikte, dış politika algısı, analizleri ve bunları temel alan politika önerileri arasında büyük benzerlikler var. Siyaseten taban tabana zıt parti ve hareketlerin yan yana asılan dış politika konulu afişleri arasında içerik, biçim, hatta kullanılan sloganlar açısından büyük bir benzerlik görülüyor. Bir başka benzerlik de analiz yöntemlerinin ve varılan sonuçların yüzeyselliği… Bunun bizim açımızdan en önemli nedeni, ülkemizde entelektüel alanda bilgi üretiminin açık ara önderliğini yapan solun günümüzde içinde bulunduğu içler acısı durum olmalı. Artık solda ufuk açıcı bir entelektüel pratikten bahsetmek mümkün değil. Solun bu ataleti, gerçekte resmi veya (kimi düşünce kuruluşları eliyle çıkarılan ve resmi tezi desteklemeyi, derinleştirmeyi öngören) gayri-resmi tezlere doğru adım adım bir yakınlaşmayı da beraberinde getiriyor haliyle. Sol kararlı adımlarla dünyayı sağın, resmi/gayri-resmi tezlerin gözlüğüyle okumaya başlarken nasyonal sosyalist, nam-ı diğer kızıl elma ekseni bir zamanlar sola ait olan analiz ve politikaları, hatta sloganları bağlamından kopararak kendisine mal ediyor. Sağ için tarih ve zaman dışı olmak bir sorun değil, neticede maksat sistemi güçlendirmek, yeniden üretmek… Ancak solun, bağlamından koparılarak Eylül 2007 fabrika

ve tarih dışı bir temele yerleştirilerek devşirilen öz be öz kendi görüşlerini bu kadar hızlı bir biçimde yaban ellere teslim etmesi anlaşılır gibi değil. Esas anlaşılmaz olan da türlü manipülasyonlarla bağlamından koparılmış, sistem-içi bir eksene oturtulmuş olan bu görüşlere giderek daha fazla yakınlaşılması bir yandan da tarihsel analiz yönteminin terk edilmesi... Milliyetçi ve mukaddesatçı çevreler ile radikal modernist elit arasındaki ittifak giderek derinleşip memleketimizde söylem üstünlüğünü ele geçirirken, dış politika meselelerini algılama, tartışma biçimimizi hatta terim ve kavramlarımızı belirlerken solda sadece atalet yok, aynı zamanda bu terim ve kavramlara, bu analiz metotlarına eklemlenme hali var. Dolayısıyla esasen ideolojik bir sorunla karşı karşıyayız diyebiliriz. Türkiye’de solun durumuna dair genel bir analiz bu yazının ve yazarının sınırlarını aşar. Bununla birlikte, solun entelektüel hegemonyasını yitirmesinde mevcut durumunun önemli bir etkisi olduğunu, bu etkinin de solun sağa doğru ideolojik ricat harekâtının bir veçhesi olduğunu söyleyebiliriz. Sol ne zamandır toplumsal dinamikleri analiz ederken sistemin gerçekte bir manipülasyon ve yanlış bilgilendirme aracı olarak başvurduğu komplo teorilerinden yararlanıyor? Sol ne zamandır, kendi geleneğinin en önemli parçalarından birisini oluşturan ve temel bilimsel analiz paradigmasını sunan

59


Karadeniz - Hazar Havzası

tarihsel materyalizm yerine ezoterik sayıklamalarla yetiniyor? Sol ne zamandır, tarihin motorunun sınıf savaşımı olduğu yaklaşımını terk edip toplumsal hareket ve dinamiklerin örneğin Soros eliyle gerçekleştiği/gerçekleştirilebildiği yönündeki katıksız sistem tezlerini bu kadar benimseyebiliyor? Yanıt açık: Sol, sol olmayı bırakalı, ütopyalarını yitireli beri… Bu yazıda, coğrafi olarak ülkemizin kuzey ve kuzey doğusunda uzanan Karadeniz ve Hazar Havzasını Türkiye bakış açısıyla jeostratejik olarak haritalandırırken yukarıda eleştirilen yaklaşımların dışında bir model oluşturmak amaçlanıyor. Okuyucu bu yazıda kolay yanıtlardan daha çok sorularla karşılaşacaktır. Kimisi yanıtlanmaya çalışılmış, kimi açıkta kalmış sorular..! *** Hazar havzası, Kafkasya ve Orta Asya arasında uzanan bu bölge jeopolitik açıdan son derece önemli. Genelde bütün algı, analiz ve eylem çerçevesini muğlâk bir anti-Amerikan söylem üzerinden kurgulayan sol, sağ veya İslâmcı yaklaşımlar için bölgenin jeostratejisi az çok bellidir: Soğuk Savaş sonrasının tek kutuplu dünyasında adeta rakipsiz kalan ABD, dünya-sistem üzerindeki hegemonik gücünü pervasızca kullanmakta ve etki alanını genişletmek için ya ‘yumuşak gücünü’ Soros vb. simsarları aracılığıyla harekete geçirerek bu bölgelerde egemenlik tesis etmekte ya da üstün askeri gücünü tereddütsüz olarak kullanarak veya kullanma tehdidine başvurarak bölgeyi kendisinin bir uydusu haline getirmek istemektedir. Öte yandan Sovyetler Birliği’nin dağılması ile yaşadığı şaşkınlığı yavaş yavaş üzerinden atan Rusya Federasyonu, özellikle de net enerji ihracatçısı konumunu pekiştirecek karşı adımlarla iş bu ABD emperyalizmine ve AB’ye karşı her geçen gün yeni bir mevzi kazanmaktadır. Analiz burada biter. Yüzeysel ve öğrenilmiş tepkilerle ABD, AB ve Rusya’nın birbirine karşı konumlanışlarını ele almak, başka bir deyişle tek tek ülkelere, bloklara ve bunlar arasındaki varsayımsal savaşıma indirgenmiş bir jeostratejik analize başvurmak bu bölgeye ilişkin görüş oluştururken yeterince açıklayıcı olabilir mi? Klasik jeostrateji kuramlarının izinden gidecek olursak Hazar havzası Avrasya ve Atlantik jeostratejik çıkar fayı boyunca uzanmaktadır. Bu ana

60

fay hattını, Orta Asya’nın ve Afganistan üzerinden Çin’e kadar götüren, diğer tarafta Kırım üzerinden Kuzey’e çıkan tali fay hatları kesmektedir. Bugün bu bölgelerde radikal olarak tanımlayabileceğimiz (başka bir deyişle rejim ve blok değişikliği içeren) çeşitli gelişmeler olmaktadır. Ukrayna, Kırgızistan, Gürcistan, Azerbaycan belki pek yakında Ermenistan, Türkmenistan ve Beyaz Rusya hep bu ana fay ve tali fay hatlarında yer alan ülkelerdir. Bir dünya-sistem olarak kapitalizmin idare merkezi yoktur. Bundan ziyade küresel bir ağ üzerinde sermayenin temel faktörlerinin sürekli dolaşımını garanti etme ve bu dolaşımı yönetme temelinde çeşitli işbölümü düğümleri olduğu düşünülebilir. Kapitalizm, bu gün küreselleşme temelinde büyük bir iç çekişme yaşamaktadır. ABD ve AB içinde İngiltere, kısmen Hollanda ve giderek artan bir biçimde Almanya’nın başını çektiği grubun küreselleşme yanlısı bir politika izlediklerini, bu politikalara okyanus ötesinden Japonya, Avustralya ve Güney Kore gibi ülkelerden destek bulduklarını doğrulayan birçok gelişme söz konusudur. Öte yandan Fransa’nın başını çektiği ve kapitalist ulus devlet modelini benimseyen ve yeniden üreten ülkelerin dünya sistemin küresel kapitalizmin yeni aşamasına geçiş konusunda ayak dirediği ortadadır. Bu çok genel ifadenin ışığında dünya üzerinde (dünya kapitalist sistem ile ilişkili) üç temel hegemonya mücadelesinin eş zamanlı olarak geliştiği ileri sürülebilir: 1. Soğuk Savaşın sonlandırılması ve tüm ulus-devletlerin dünya-sistem ağına dâhil edilmesi 2. Atlantik ve Avrasya ittifaklarının yeniden yapılandırılması 3. Yeni küresel ve bölgesel oyuncuların ortaya çıkışı ve Avrasya/Atlantik ittifaklarının savunma önlemleri Bu üç mücadele farklı ittifak ve husumet potansiyellerini bünyesinde barındırmaktadır. Avrasya ve Atlantik blokları arasındaki temel çelişkilerin tüm bu hegemonya mücadelelerinde -son kertede- başat motor gücünü oluşturduğu varsayımından hareket edilebilir. Dolayısıyla, bu yaklaşımla konuyu ele aldığımızda Hazar havzasında yürüyen hegemonya mücadelesinin aslen ABD ile Rusya veya AB ile Rusya arasında cereyan etmediği sonucuna varıEylül 2007 fabrika


Karadeniz - Hazar Havzası

labilir. Sözgelimi mücadelenin arka planını fazla kabalaştırma riskini göze alarak bölgenin petrollerinin yalnızca ABD ve Rusya için değil AB ve Çin - Hindistan için de son derece önemli olduğunu belirterek bu duruma bir açıklık getirebiliriz. Hazar Havzası küresel hegemonya mücadelesinin temel muharebe alanlarından birisidir diyebiliyorsak bu mücadelede, soğuk savaşın iki boyutlu ittifak ve husumet modeli yerine günümüzün çok katmanlı, çok boyutlu ittifak ve husumet modeli ile karşı karşıya olduğumuzu teslim etmemiz gerekir. Çok katmanlı ve çok boyutlu modelde aynı ülkelerin/ blokların farklı, hatta kimi kez çelişik politikalar izlediği bir atmosferden bahsedebiliriz. Bu çok katmanlı analizin neden gerekli olduğunu daha iyi kavrayabilmek için enerji konusuna daha yakından bakmak gerekir. Fazla ince eleyip sık dokumadan son günlerdeki gelişmeleri ele alalım. Rusya Federasyonu, elindeki enerji kozunu daha da büyütecek adımlar atarak, Hazar Havzası ve Orta Asya hidrokarbon kaynaklarının AB ülkeleri ve Çin’e pazarlanması konusunda bir tekel oluşturmak istemektedir. Görevi yakında sona erecek olan Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Putin, Kazakistan ve Türkmenistan doğal gaz kaynaklarının Batı’ya pazarlanması konusunda son derece önemli bir inisiyatif elde etmiştir. Öte yandan, bir Türk – İtalyan – Rus ortak girişimi olan Mavi Akım boru hattına alternatif arayışına girerek Burgaz – Dedeağaç boru hattı ile Bulgaristan ve Yunanistan üzerinden Adriyatik Denizine ulaşacak yeni bir boru hattını devreye sokacak anlaşmayı imzalamıştır. AB içinde temel olarak ABD’nin has müttefiki Polonya’nın ayak diremesiyle istediği sonuçları almakta zorlanan Rusya’nın temel isteği Hazar ve Orta Asya havzası enerji kaynaklarının hem Batı’da AB ülkeleri, hem de Doğu’da Hindistan ve Çin gibi net enerji ithalatçısı ülkelere pazarlanmasında tekel oluşturmaktır. Türkiye ise enerji konusunda temel jeostratejik konumunu, bir enerji terminali olmak şeklinde belirleyerek gerek Bakû – Ceyhan hattı, gerek Mavi Akım, gerekse (AB ile ortak proje olan) Nabucco projesi gibi iddialı projelerle bu amacını gerçekleştirmek istemektedir. Türkiye ile İran arasında yapılan son anlaşma, İran ve Türkmenistan doğal gazının (Nabucco projesi kapsamında) Türkiye pazarına ve Türkiye üzerinden AB ülkelerine ulaştırılması konusunda önemli bir inisiyatiftir. Üstelik de bu proje ABD ve Rusya tarafından desteklenen sırasıyla Bakû

fabrika Eylül 2007

– Ceyhan ve Mavi Akım projelerine bir alternatif oluşturması bakımından da ilginçtir. Nitekim bahse konu anlaşmanın ardından hem ABD, hem Rus enerji makamları Türkiye’ye baskı uygulamaya başlamışlardır. Yukarıda verilen kısa özet bile bölgedeki ilişkilerin grift niteliği konusunda önemli ipuçları barındırmaktadır. Rusya, AB üyesi Yunanistan ve Bulgaristan sayesinde başka bir AB üyesi olan Polonya engelinin etrafından dolaşmakta, Türkiye’nin enerji terminali olma isteğine ket vurmaktadır. ABD’nin kuklası yaftası yapıştırılan Türkiye hem Rus, hem de ABD taleplerinin hilafına güya büyük problemler yaşadığı Avusturya için de temel önemi olan Nabucco projesinde, bir zamanlar rejim ihracı ile suçladığı, Irak’ta muhtemelen ciddi bir çatışma yaşama potansiyelinin bulunduğu İran ile işbirliğine girmektedir. Bölge ülkelerini dünya sisteme entegre etme konusunda atılan adımlar da analizimiz için esasa dair bir önem taşımaktadır. Sözgelimi AB ülkeleri, özellikle de Almanya ve İngiltere’nin katkısıyla Transkafkasya ülkelerini (Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan) komşu ülkeler tanımına dâhil ederek 2007’den itibaren önemli fonlar ayırmaya karar vermişlerdir. Ancak aynı AB, Fransa’nın başında olduğu bir “Nyet” (Hayır) cephesinin girişimleriyle Gürcistan’ın silahsız bir sınır gözetim görevi önerisini reddederek Hazar havzasının anahtarı olan Transkafkasya’da önemli bir mevzi kaybına uğramıştır. Gürcistan’ın aynı günlerde tıpkı Ukrayna’nın yaptığı gibi Rus hükümeti ile ülkelerindeki Rus askeri üslerinin boşaltılması müzakereleri yürüttüğü, üstelik bu üslerin AKKA (Avrupa Konvansiyonel Kuvvet İndirimi Antlaşması) uyarınca zaten kaldırılması gerektiği ortadayken bu çelişik AB tavrı sadece Rusya’nın bölgedeki emperyal gücüne destek, ABD’nin emperyal heveslerine karşı çıkış olarak yorumlanabilir mi? Rasyonel bulunabilir mi? Benzer bir tartışmayı Ortadoğu manzarasında da yaşamamış mıydık? ABD’nin Irak’a müdahalesi öncesinde Fransa, Rusya ve Çin ile birlikte bu müdahaleyi önleme rüşvetiyle, Irak’tan on milyarlarca dolarlık petrol işletim hak ve imtiyazlarını almamış mıydı? ABD’nin Irak’a müdahale için öne sürdüğü medyatik, popülist gerekçelere eş ölçüde medyatik ve popülist nedenlerle AB içerisinde müdahale kar-

61


Karadeniz - Hazar Havzası

şıtı bayrağı açtığında kimse Fransa’nın tutumunu eleştirel bir gözle görmemişti. Ancak aynı Fransa, Baas rejimlerine verdiği desteğin nihayetinde kendi ulusal çıkarları üzerindeki yıkıcı etkisini hissettiği Irak deneyiminden sonra bu kez Lübnan’daki Hariri suikastı sonrasında eski sömürgesi Suriye ve Suriye Baas rejimine karşı ABD ile birlikte tavır almaktan çekinmedi. AB’nin genişleme sürecinde Fransa’nın kendi ulusal çıkarlarının Almanya lehine erozyona uğradığı gerçeği Fransa’nın AB içerisinde Avrupa-merkezci, tek-kültürlü (Fransız ulus devleti modelinde) bir oluşuma aleni ve zımni olarak destek vermesini beraberinde getirdi.

Öncelikle Hazar havzası için yapılan mücadelenin taraflarından birisi ABD, diğerleri de Rusya, Çin, Hindistan ve dünyanın geri kalanı iddiasını yanlışlığına değinmek gerekir. Zira bu iddia taraflar arasında gerçek çıkar ilişkilerine ve jeostratejik çıkarlara dayalı olmayıp daha çok popülist politik bir kurguyu yansıtmaktadır. Zira havza üzerinde Çin ve Rusya, Rusya ve AB, AB ve ABD, ABD ve Rusya gibi farklı çekişme noktalarını, farklı çatışma faktörlerini devre dışı bırakarak aşırı bir sadeleştirmeye ve neticede gerçek dışı bir yaklaşıma dayanmaktadır. Karadeniz havzasının iki temel bölgesel jeopolitik oyuncusu Osmanlı (ve Türkiye) ile Rusya’dır.

62

Bu uzun parantezi açmakta amacım Hazar havzasının jeopolitiğini tek tek ülkelerin politik tutumlarıyla açıklamaya girişmenin daha baştan prematüre bir sonuç doğurabileceği düşüncemdir. Aşağıdaki haritaları inceleyip tartışmak bize kolaylık sağlayabilir. Devam etmeden önce kafamıza takılan bazı sorulara yanıt aramalıyız: 1. Karadeniz Havzası konusunda hâkimiyet mücadelesi kiminle kimin arasında geçiyor? 2. Türkiye bu mücadelede bir taraf mı? Bu mücadelenin sonuçlarından nasıl etkilenecek?

Bu ikili Karadeniz’den başlayarak Orta Asya’ya uzanan yay üzerinde sürekli karşı karşıya gelmektedir. Bu rekabet ilişkisi hem her iki ülkenin de Karadeniz, Transkafkasya ve Orta Asya’yı kendi ekonomik ve politik hinterlandları içinde görmeleri, dolayısıyla da yeraltı kaynakları üzerinde doğrudan egemenlik tesis etmek istemeleri, hem de mevcut yeraltı zenginliklerinin (doğal gaz ve petrol) dünya piyasalarına sevk edildiği yollar üzerinde egemenlik tesis etmeleri ile görünür kılınmaktadır. Gerçekten de Hazar havzası ve Orta Asya petrol ve doğal gazının en önemli alıcılardan AB ülkelerine ulaştırılması için her ülkenin de birbiEylül 2007 fabrika


Karadeniz - Hazar Havzası

rine rakip kendi projeleri vardır. Bu projeler farklı küresel ve bölgesel güçlerle ortak geliştirilmiştir. Bakû-Ceyhan-(Hayfa) hattı ile Krasnodar-Burgaz hattı buna bir örnek olarak verilebilir. Bu rekabet öylesine ilginç boyutlar alabilmektedir ki Rusya, İsrail’in ihtiyacı olan doğal gazı Yunanistan üzerinden ulaştırmayı teklif edebilmektedir. Bu havzanın yeraltı kaynaklarına ihtiyacı olan ve temelde ne yeraltı kaynakları ne de bu kaynakların sevk hatları üzerinde egemenlik tesis edemeyen küresel ve bölgesel güçlerin temel stratejik yönelimi ise bölgenin tek bir jeostratejik ittifaka ait olmayacak, dolayısıyla sevk ve arz alternatifleri sunan bir yapıda olmasıdır. Sözgelimi belli AB ülkeleri (başta Fransa), Çin ve Hindistan için geçerli olan temel politikalar, bölgede ne Rus liderliğinde bir Avrasya ne de ABD liderliğinde bir Atlantik ittifakının mutlak hegemonya kurmamasına yöneliktir. Başka bir deyişle Çin yalnız ABD değil, Rus politikalarına karşı da eşit mesafede durmaktadır. Ancak öte yandan AB ile Çin arasında da Hazar havzası yeraltı kaynaklarına ilişkin önemli bir çekişme bulunmaktadır. İşin aslı azalan petrol kaynaklarına rağmen AB ve Çin - Hindistan bölgesinde bir talep patlaması yaşanmaktadır. Bu talep patlaması Hazar havzası üzerinde önümüzdeki dönemde önemli gelişmeleri tetikleme potansiyeli taşımaktadır.

fabrika Eylül 2007

Nitekim Ukrayna’dan başlayarak Transkafkasya’ya uzanan yay üzerinde bulunan ülkeler AB tarafından yakın komşu ilan edilmiştir. Bunun temel amaçlarından birisi AB’nin Hazar havzası enerji kaynaklarının esas müşterisi/alıcısı olmak istemesidir. AB’nin bu eğilimi ile ABD politikaları arasında bir paralellik mevcuttur. Nitekim Hazar havzasının enerji kaynaklarının işletim hakları ağırlıklı olarak ABD ve AB şirketleri arasında paylaşılmıştır. ABD ve AB ülkeleri, Afganistan’da, yani gerçekleşmesi artık giderek zorlaşan Hindistan - Çin enerji iletim hatlarının planlandığı bu Orta Asya’nın müstahkem mevkiinde yoğun işbirliği halinde bulunmaktadır. Yeni bir gelişme ile Kazakistan petrol kaynaklarının Hazar denizinin altından geçerek Bakû-Ceyhan hattına bağlanması, bu bağlamda Kazakistan’ın Rus ve Çin teklif ve taleplerine sırt çevirmesi manidar bir gelişmedir. Üstelik de Kazakistan’da bir ‘devrim’ de gerçekleştirilmemiştir. Bununla birlikte, aynı Kazakistan doğal gaz konusunda da Rusya ile işbirliği yapmaktadır. Bu konjonktürde, taktik bir Rus-Çin yakınlaşması beklenebilir, ancak bu asla stratejik bir değer taşımamaktadır. Açık konuşmak gerekirse, Hazar Havzası paylaşım savaşı neredeyse sonuçlanmak üzeredir. Rusya, Kafkas sıradağlarının kuzeyinde yer alan bölge ile Karadeniz kıyısında hala elinde kalan sınırlı alan üzerinde hâkimiye-

63


Karadeniz - Hazar Havzası

tini devam ettirmekle beraber, Transkafkasya’dan Çine kadar uzanan, öte yanda, Baltık Denizi’nden Karadeniz’e çekilen hattın batısında kalan bölge ve ülkelerde Batı (Atlantik) ittifakı ile Avrasya ekseni arasında ciddi bir mücadele sürmektedir. Anılan bölgede Batı sistemine ve genel anlamda dünyakapitalist sisteme entegrasyon ilk olarak ABD’nin askeri/politik inisiyatifiyle, ardından da AB’nin ekonomik ve siyasi yapılanma inisiyatifiyle devam eden bir model izlemektedir. Bu bölgelerde olup biteni Doğu Avrupa’nın (yani Avrasya’nın anahtarının) Batı sistemine entegrasyonu süreci ile karşılaştırmak mümkündür. Hatırlanacak olursa bu bölgelerde de Sovyet egemenliğinin ortadan kalkışı mor, sarı, yeşil devrimlerle gerçekleşmişti. Bugün anılan bölgeler Alman tarihsel stratejik hinterlandı (Lebensraum) içinde yer almakla birlikte, bizatihi Sovyet egemenliğini sona erdiren ABD inisiyatifi nedeniyle hem ABD hem de Almanya önderliğinde AB ülkelerinin etki alanına girmiştir. Velhasılı kelâm, ortada çok oyunculu, çok ittifaklı bir denklem yer almaktadır. Türkiye’nin, Karadeniz’de yukarıdaki haritalarda yer alan boru hatlarının korunması ve enerji kaynaklarının Batıya güvenli bir biçimde ulaştırılması konusunda esasa dair bir rol istediği bilinmektedir. Türkiye Karadeniz ülkeleri içinde Bulgaristan, Romanya ve Gürcistan’ın yanı sıra Ukrayna’ya bağlı Kırım’da tarihsel, kültürel, ekonomik, siyasi, askeri bağlar kurmuştur. Bu bağları da Osmanlı nostaljisi ile bezeli ama aslen NATO ve AB destekli bir siyaset üzerinden kurmuştur. Dolayısıyla da Türkiye, bağımsız harekât alanını idame ettirmekle beraber Atlantik ittifakının Karadeniz’deki akıl hocası, örgütleyicisi ve eyleyicisi olarak davranmaktadır. Nitekim ABD ve/veya NATO deniz kuvvetleri unsurlarının Karadeniz’de kapsamlı bir varlık göstermelerine karşı çıkarken, bir yandan da Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin katıldığı bir Karadeniz daimi deniz kuvvetinin de öncülüğünü üstlenmektedir. Paradoksal olarak bu durumun ABD ve AB’nin stratejik çıkarlarına da uygun olduğu söylenebilir. ABD, her ne kadar İran ile yapılan son anlaşma konusunda çekincelerini belirtmiş olsa da neticede bu bölgede dünya-kapitalist sistemin en önemli ortağı Türkiye’dir. Türkiye’nin Hazar Havzası üzerine yürütülen mücadelede tarafı uzun zamandır az çok

64

bellidir: Batı ittifakı. Türkiye enerji koridorları üzerinde Batı ittifakı sayesinde ve kendisinin de bir parçasını oluşturduğu Batı ittifakı için bir egemenlik tesis etmektedir/edebilmektedir. Bölge jeopolitik boşluklara izin vermemektedir. Soğuk savaş dönemi hariç Türkiye her zaman anılan bölge üzerinde hâkim bir pozisyon almıştır. İpek Yolu’ndan beri aynı süreç işlemektedir. Soğuk savaş döneminde Sovyet-Rus egemenliğine giren bölgeler de teker teker eski jeopolitik-jeostratejik yönelimlerine geri dönmektedir. Atlantik ittifakının anılan bölgelerde temelde Rus karşıtı olan ‘devrim’ hareketlerini desteklemesi ya da olanaklı kılması konunun yalnız bir yönünü açıklamaktadır. Aslen bölge ülkelerinde ve halklarında mevcut olan ‘Rus’ etkisinden kurtulma ve bir ideal olarak gördükleri Batı sistemine, bir dünya-sistem olarak kapitalizme eklemlenme isteği, renk devrimlerinin görünürdeki kurgusallığının ardında yatan temel hakiki gerekçeyi oluşturmaktadır. Dolayısıyla tüm olup biteni bir konspirasyon olarak kodlayan yaklaşımlar da hem bölgenin tarihini hem de halkların tercihlerini fena halde ıskalamaktadır. Yazımızın başlangıcında okuyucunun kolay yanıtlardan daha çok sorularla karşılaşacağını belirtmiştik. Bu yazı, eğer okuyucuda Karadeniz ve Hazar Havzasında süre giden jeostratejik mücadelenin Amerikan karşıtlığı, Soros, Rus yayılmacılığı vb. gibi aslen altı boş kavramlarla anlaşılamayacağı yönünde bir esin oluşturabilmişse amacına ulaşmış demektir. Soruları üstünkörü yanıtlamak kolaydır. Zor olan, bize sunulan çerçeve ile yetinmeyip mevcut jeostratejik verileri bölge halklarının yararına okumak, yorumlamaktır. Bu konuda yapılması gereken şey aslında bellidir. Sistemle bir sorunu olanların kolektif okuma, tekrar okuma, daha çok okuma, sonra yeniden okuma, sonra bilgileri paylaşma, bir daha paylaşma, kolektif çalışmaları temel alan metinler üretme, eleştirilmeyi, yanlışlanmayı göze alma, kendisine sunulanı hep sorgulama ve eleştirme yeteneğini, alışkanlığını, refleksini yeniden kazanması gerekiyor. Bu alanda entelektüel önderliği, resmi ve gayri resmi strateji merkezlerinden ve nasyonal sosyalistlerden geri almak için de korkarım çok çalışmak gerekiyor. Esas olan Karadeniz ve Hazar Havzasında halk iradesini egemen kılarak, bölgesel ve küresel güçlere karşı bir mevzi tutabilmek ise önümüzde uzanan yol, attığımız adımlara nazaran çok daha uzun. Eylül 2007 fabrika


“Tarihte büyük olaylar iki defa tekrar eder.” Hegel “Hegel’in unuttuğu bir şey var: birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak...” Marx

Soğuk Savaş Kapıda Mı? S.Tuna BALKANLI

Soğuk Savaş döneminin yeniden başlayıp başlamadığı tartışmaları cevval ulusal ve uluslararası basın için yeni bir magazin malzemesi olmaya aday. Soğuk savaş dönemini en iyi karakterize eden imgelerden birisi de Sovyet keşif ve/veya bombardıman uçakları ile NATO av/önleme uçaklarını aynı kare içinde gösteren resimlerdi. Bugünlerde benzer resimler yine gazetelerin baş sayfalarını süslemeye başladı. Henüz sekiz sütuna manşet değil belki ama umutluyuz; mortgage krizi biraz daha alevlenip, daha çok küresel paça tutuşursa belki onu da görürüz. Konuya magazin yönüyle yaklaşmayan ciddi medya organları ve yorumcular da son dönemlerde yaşanan bazı gelişmeleri temel alarak soğuk savaşı andıran yeni bir saflaşmanın ortaya çıktığı kanısını paylaşıyorlar. Bu gelişmeler arasında, ABD’nin Füze Kalkanı projesi ve bu projeye misilleme olarak Rusya’nın Avrupa Konvansiyonel Kuvvet İndirimi Antlaşması’ndan çekilmesi, Rusya Devlet Başkanı Putin ve Genelkurmay Başkanı General Yuri Baluyevski’nin Rusya’nın konvansiyonel ve nükleer yeteneklerini idame ve geliştirme çabalarına hız verileceği açıklamaları, Rus uçaklarının neredeyse 15 – 20 yıl sonra yeniden uzun menzilli keşif, gözetleme ve istihbarat çalışmalarına başlamaları, Rusya’nın Doğu Akdeniz’de bir deniz üssü elde etme girişimleri, ABD’nin Arnavutluk, Eylül 2007 fabrika

Hırvatistan, Makedonya, özellikle Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya dâhil olmasına olanak sağlayan NATO Özgürlük Konsolidasyon Kanunu’nu (NATO Freedom Consolidation Act of 2006) imzalaması vb. sayılabilir. Tüm bunlar tarihsel ve stratejik bağlamından koparılarak ele alınacak olursa bazı yüzeysel karşılaştırmalar üzerinden soğuk savaş yeniden başlıyor sonucuna varmak mümkün. Şimdi bu gelişmelerden bazılarını ele alalım.

Füze Kalkanı Projesi Her iki tarafın nükleer silahlarının caydırıcılığına dayalı olarak bir dengenin korunabildiği Soğuk Savaş döneminde kıtalararası balistik füzeleri (ICBM), füze başlıklarını, stratejik bombardıman uçak sayılarını ve menzillerini vb. sınırlamaya yönelik birçok girişimde bulunuldu. Stratejik Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri (SALT) adıyla anılan bu süreç 1969 yılında başlatıldı ve ikinci bir turla (SALT II) 1979 yılına kadar devam etti. Bunu, Sovyetler Birliği’nin sükûtundan sadece beş ay önce söz konusu dengenin daha az sayıda stratejik silahla idamesine yönelik olarak imzalanan Stratejik Silahların İndirimi Antlaşması (START I) izledi. ABD ve Rusya, 2002 yılında nükleer silah envanterlerinde 2/3 oranında bir indirimle, başlık sayısının

65


Soğuk Savaş Kapıda Mı?

2000’e düşürülmesini öngören “Başlıca Yeni Silahların Azaltılması Anlaşması”nın (Major New Arms Reduction Deal)’ imzaladılar. Soğuk Savaş döneminin garabet listesinin en başlarında hiç kuşkusuz 1972 tarihli Anti-Balistik Füze Sistemlerini Sınırlandırma Antlaşması (ABMT) gelmektedir. Savunma sistemlerinin sınırlandırılması konusunda bir uzlaşıya varılması paradoksal görünebilir. Bununla birlikte, nükleer silahların caydırıcılığına dayalı olan hassas denge, bu silahları önleyebilecek etkili silahlar yapılabilirse ortadan kalkacaktır. Aksi halde denge taraflardan biri lehine bozulabilirdi. Bu antlaşma, ABD’nin tek taraflı olarak antlaşmadan çekildiği 2002 yılına kadar yürürlükte kaldı. Bu gelişme üzerine Rusya da kıtalararası birden çok sayıda termonükleer başlık içeren balistik füzelerin (MIRV) yasaklanmasını öngören ‘Start-II’ Antlaşması’ndan çekiliverdi. ABD’nin nükleer başlık taşıyan kıtalararası balistik füzelere karşı ulusal güvenliğini sağlama alma çabaları çok eskilere dayanıyor. Büyük bütçeli ve amiyane tabirle attığı taşların ürküttüğü kurbağalara değmediği türden birçok proje çoğu kez uygulamaya konulamadı. Ancak ABD’nin bu konudaki istekliliği hiç sona ermedi. 1980’li yıllarda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin (SSCB) petrol fiyatlarında görülen düşüş ile birlikte seyreden ekonomik sıkıntısını birliğin dağılması için bir fırsat kapısı olarak gören ABD, Rusya ile yeni bir silahlanma yarışı başlatarak bu süreci hızlandırmaya karar vermiş olacak ki Stratejik Savunma İnisiyatifi (SDI) ya da daha yaygın bilinen adıyla Yıldız Savaşları Projesini başlatarak rakibini uzayda kündeye getirmeye çalıştı. Bu çok iddialı ve maliyetli proje, Sovyet nükleer silahlarını uzaya yerleştireceği bir uydu sistemi marifetiyle yok etmeyi öngörüyordu. Stratejik Savunma İnisiyatifi, Stratejik Savunma İnisiyatifi (SDI) ya da popüler adıyla Yıldız Savaşları (Star Wars), 1980’li yıllarda, Amerika Birleşik Devletleri’nde o zamanki başkan Ronald Reagan tarafından tasarlanan bir askeri tasarıdır. Bu proje, Amerika’nın Soğuk Savaş dönemindeki rakibi SSCB’nin kıtalar arası balistik füzelerini uzaydan kontrol edilen lazer ışınları ile henüz Amerikan topraklarına ulaşmadan yok etmesi üzerine kuruludur. Tasarıya, uzayda belirli koordinatlarda konuşlandırılmış Amerikan uyduları, merkezden veya kendilerinin tespit ettiği kıtalar arası balistik füzelerin, güçlendirilmiş lazer ışınlarının üzerlerine odaklanıp havada yakılmaları, böylece bir tehdit oluşturmadan imha edilmelerini sağlamaya yöneliktir. Yıldız savaşları tasarısı, 1980’lerde ekonomisi çökmeye başlayan SSCB’nin kaldıramayacağı kadar büyük bir yük getirdiğinden SSCB bu tasarıya eş değer veya daha üstün değerde bir karşılık verememişti. Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Y%C4%B1ld%C4%B1z_ Sava%C5%9Flar%C4%B1_(politika)

66

Sovyetler Birliği’nin sükûtu sonucunda gereksiz kaldı ve rafa kaldırıldı; ta ki fikri iktidarda, kendisi şükürler olsun artık emekli, eski ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld tarafından ABD’nin soğuk savaş sonrası yeni stratejik tehdit algılaması doğrultusunda yeniden ısıtılıp sofraya getirilinceye kadar: Ulusal Füze Savunması Projesi ya da halk arasında geçtiği şekliyle Füze Kalkanı Projesi. Bu proje, haydut devletler sınıflandırmasına tabi tutulan Kuzey Kore, Irak ve İran’dan gelebilecek bir balistik füze tehdidine karşı anayurdu savunma girişimi olarak pazarlandı. Özellikle 11 Eylül olaylarının ardından iyi de sattı. Bugüne kadar 100 milyar ABD Dolarının üzerinde bir bütçe ayrılan proje etkinliği yönünden büyük eleştiriler alıyor. Sözün kısası maliyet-etkinliği tartışılıyor. Ancak esas tartışılan konu bu değil, Rusya Federasyonu, NATO ve AB ülkelerinin verdiği tepki… ABD’nin ulusal güvenliğini kendi eliyle, ulusal bir proje olarak tesis ederken bunu hür dünyayı savunma girişimi olarak pazarlaması ilk kez karşılaşılan bir olgu değil. Ne var ki soğuk savaş sonrasında, dünya kapitalist sistemin idamesine yönelik bütün tasarruflarda askeri gücünü tek başına, müttefiklerine söz hakkı tanımaksızın kullanma konusunda tereddüt etmeyen ABD bu konuda artık yeterince rahat değil. Öncelikle müttefikler, bu geleneksel ‘atıl kurt’ yaklaşımından şikâyetle ‘katıl kurt’ konumuna gelme isteklerini daha yüksek sesle ifade ediyorlar. ABD’nin en son Irak savaşı konusunda sergilediği tek yanlı müdahale pratiğine de karşı çıkan Almanya, Fransa, Kanada, Türkiye gibi müttefikleri Füze Kalkanı Projesine esastan olmasa bile şeklen karşı çıkıyor ve ABD’yi bu projeyi NATO ve AB ile ortak yürütmesi gerektiği konusunda ikna etmeye çalışıyorlar. Füze Kalkanı projesinin askeri ve stratejik sonuçlarından doğrudan etkilenecek Avrupa ülkeleri, ABD’nin bu konuda AB içinde bir mutabakat aramadan ikili ilişkileri aracılığıyla Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ni ‘kafaya alması’na çok öfkeliler. G. W. Bush’un kadim dostu, tesadüf bu ya bazen Füze Kalkanı Projesi, “ABD milli projesi olarak 1990’lı yılların sonlarında başlatılmıştır. Projenin genel amacı; dünyanın her bölgesinde Amerikan toplumuna yönelik füze saldırılarının hedefine ulaşmadan tespit ve imhası için küresel bir füze savunma kalkanı oluşturulması ve geliştirilmesi olarak tanımlanabilir. Füze Kalkanı Projesinin, Yıldız Savaşları Projesi’nden belirgin farkı gelen füzelerin satıhta konuşlandırılan silahlarla imhasının düşünülüyor olmasıdır. Ayrıca, Yıldız Savaşları Projesinin dayandığı pahalı sistemleri içeren uzay savunma silahlarına yer verilmeyecektir.” Füze Kalkanı Bunalımı, Yılmaz Aklar, 30 Nisan

2007, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

Eylül 2007 fabrika


Soğuk Savaş Kapıda Mı?

Yeltsin’i hatırlatan şen insan Sarkozy bile ABD’nin bu çabasına anlam veremiyor. Tabii bu protestocu kalabalık arasında İngiltere’yi ve ABD’nin diğer sadık müttefikleri Hollanda, Norveç, Danimarka, İtalya ve İspanya’yı saymamış olduğumuz gözlerden kaçmamıştır. Daha ileri gidenler de oldu elbette. Avusturya Savunma Bakanı Norbert Darabos, ABD’nin bu çabasını bir provokasyon olarak görüyor: “Avrupa’da bir füze savunma kalkanı inşa etmenin hiçbir anlamı yok. Gereksiz ve eski Soğuk Savaş tartışmasını başlatmaktan başka bir işe yaramayacak.” Ancak, proje kapsamında topraklarına bir radar sitesi kurulacak olan Çek Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Karel Schwarzenberg aynı kanıda değil gibi görünüyor: “Bakanın esasa dair bir yanlış yaptığı kanısındayım. Bu asla bir provokasyon değil, gelecekte Avrupa’nın ve müttefiklerin güvenliğini sağlayacak bir önlemdir.” Gelgelelim Çek Cumhuriyetinde yapılan kamuoyu yoklamalarına göre Çek halkı Sayın Schwarzenberg ile aynı kanıda değil, halkın %65’i her ne kadar gerekçesi ayrı bir inceleme konusu olsa da projeye karşı, bu radar mevzii nedeniyle terörizmin hedefi haline gelmekten çekiniyor! Öte yandan Immanuel Wallerstein’in bu konuda daha başka bir teorisi var: “Hepsi de bu aralar travma sonrası stres sendromunu yaşıyor. Bu ülkelerin her birinde sağ kanat güçler kendi iç gündemlerini dayatmak için bu korkuyu istismar ediyor. Aslında bu güçler Rusya’nın askeri ve hatta siyasi baskısından korkmuyor. Onlar Batı Avrupa’nın Rusya ile siyasi bir anlaşma yapmasından ve bu anlaşma konusunda kendilerine fazla söz hakkı tanınmamasından korkuyorlar.” Polonya’nın AB – Rusya arasındaki enerji işbirliğini etkili bir biçimde bloke etmesi de bu kapsamda değerlendirilebilir. Beklendiği şekilde Rusya ve Çin bu konuda çok daha sert bir tutum izliyor. Nitekim Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, görevinin sona ermesine az bir süre kala önemli bir açıklamada bulundu. Rusya, ABD’nin ‘füze kalkanı’ uygulaması çerçevesinde kimi Doğu Avrupa ülkelerine kara konuşlu anti balistik füze sistemlerini yerleştirme projesini protesto etmek maksadıyla AKKA Avusturya Savunma Bakanı Norbert Darabos ile Mülakât, Die

Presse, Avustury Gazetesi, 23 Ağustos 2007 Immanuel Wallerstein, “A Missile Defense Shield: Crazy Idea or Rational Objective?”, Yorum Yazısı No. 211, 15 Haziran 2007, Fernand Braudel Center, Binghamton University

fabrika Eylül 2007

antlaşmasından çekilmeliydi. Zaten kısa bir süre sonra da bu adım atıldı. Devam etmeden bu proje konusunda daha fazla ayrıntı vermeliyiz: ABD, kara konuşlu balistik füze önleme sistemlerinden Alaska’ya 40, Kaliforniya’ya 4 ve Avrupa’ya (Polonya ve Çek Cumhuriyeti) 10 adet konuşlandırmayı planlamaktadır. Bir sistemin de Guam adasına yerleştirilmesi gündemdedir. Bu sistemlerle birlikte Avrupa’da konuşlandırılacak algılayıcılar, ABD’nin Rusya’nın Avrupa kıtasında yer alan bütün bölgelerini, Ural Dağlarına kadar gerçek zamanlı olarak izlemesine olanak tanıyacaktır. ABD, kendisine gelen itirazlara yönelik olarak Avrupa konuşlu olarak kazanılmak istenen kabiliyetin esasen İran kaynaklı balistik füze tehdidine yönelik olduğunu dile getirmektedir. Bu yaklaşımın, salt Avrupa esaslı olmak üzere kısmen doğru olduğu öne sürülebilir. Bununla birlikte, büyük resim, başka bir deyişle Alaska’daki sistemler, Standard SM–3/4/5 yerden havaya füzeleri ile Japonya’ya kazandırılmakta olan deniz konuşlu balistik füzelere karşı füze (ABM) kabiliyeti ve Guam gibi örnekler düşünüldüğünde bahse konu sistemlerin münhasıran İran’a karşı olduğu tezi çok geçerli görünmemektedir. Kanımızca bahse konu sistemlerin esas etkisi askeri kabiliyetlerinden ziyade görünür kıldığı stratejik saflaşmadan kaynaklanmaktadır. Öncelikle, henüz daha kanıtlanmış bir etkinlikleri bulunmamaktadır. Öte yandan, terminal aşamada, yani balistik füze hedefine yaklaşırken bir önleme yapacak olmaları, nükleer biyolojik ve kimyasal (NBC) başlık taşıyan bir füzenin vurulsa bile hedefte büyük bir yıkıma yol açmasına engel olamaz. Bu türden balistik füzelerin, daha az yıkıma yol açacak veya tamamen etkisiz kalacak şekilde vurulması için önlemenin atmosfer dışında yapılması gerekir. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Şubat ayında Münih Güvenlik Konferansında yaptığı ve Türk Genelkurmay Başkanlığı sitesinde emekli paşamız Tuncer Kılınç’ın Harp Akademilerinde yaptığı Avrasyacı konuşmayı hatırlatırcasına yayınlandığında hafif şaşkınlık ve tebessümlere yol açan konuşması, bu projenin amacı konusundaki muğlâklığı bizatihi projenin gerekçelerini sorgulayarak ortaya koyan bir yaklaşım sergilemiştir. Kıtalararası balistik füzeler atıldıktan sonra atmosfer dışına çıkarlar ve sonra tekrar atmosfere girerek hedeflerine balistik olarak yönelirler.

67


Soğuk Savaş Kapıda Mı?

“Sözüm ona problem ülkelerde Avrupa için tehdit oluşturacak, beş bin - on bin kilometre menzilli füze bulunmuyor ki. Ve yakın gelecekte de bulunmayacak; tahmin bile edilmeyecek. Ve Amerika topraklarına Avrupa üzerinden olası herhangi bir füze gönderilmesi, mesela Kuzey Kore füzesi, füze bilimine aykırı bir durumdur.” Bahse konu kabiliyetin daha önce önerildiği Türkiye, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerde pek taraftar bulmadığı bilinmektedir. Bahse konu ülkeler her ne kadar Atlantik Antlaşmasının tarafı olsalar da doğrudan NATO askeri planlaması ile ilintili olmayan bir ABD mahreçli ABM kabiliyetini istememektedir. Öte yandan Polonya bu konuda başka bir örnek oluşturmaktadır. ABD’nin, soğuk savaşı sona erdiren ve sözde ‘Demir Perde’nin çöküşünü hazırlayan ilk ‘Dayanışma’ ateşini tutuşturan Polonya ile özsel bir ilişkisi bulunmaktadır. Polonya’nın AB içinde esas Troya Atı olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Sıkı Almanya bağları dahi ABD’nin bu ülke üzerindeki etkisini hafifletememiştir. Polonya’nın Irak konusunda ABD’ye verdiği destek unutulmamalıdır. F-16C/D, Oliver H. Perry sınıfı firkateynler vb. birçok ABD mahreçli savunma sistemi Polonya ordusu envanterine katılmış ve/veya katılmaktadır. Aynı cümleden olmak üzere Polonya, AB ile Rusya arasındaki enerji nakil antlaşmasına uzun süredir engel çıkartmaktadır. Başka bir deyişle, uzak-Atlantik yanlısı tutumu, AB ile Rusya arasındaki esasa dair bir bağın oluşturulmasına yönelik Alman-Fransız girişimlerini bugüne kadar bloke edebilmiştir. Bu bağın ne kadar önemsendiğine dair temel örnek olarak eski Alman Şansölyesi Gerhard Schroeder’in Gazprom’un danışmanlığına getirilmiş olması verilebilir. Füze sistemlerinin Polonya’ya yerleştirilecek olması, bu ülkenin yukarıda kısaca özetlenen stratejik konumlanmasının ABD tarafından pekiştirilmesi olarak yorumlanabilir. “Mevcut ABD Vladimir Putin’in 43. Münih Güvenlik Konferansında Yaptığı Konuşma, Genelkurmay Başkanlığı Resmi Kurumsal Internet Sitesi, www.tsk.mil.tr Rusya, şayet tehdidin gerçekten İran olduğu düşünülüyorsa, bu sistemlerin Bulgaristan, Romanya ve Türkiye’ye yerleştirilmesinin daha makul olacağını, hatta istenirse Azerbaycan’da atıl durumda olan eski SSCB döneminden kalma radar tesisinin yeniden bu amaç için devreye sokulabileceğini belirtmiştir. ABD ve Rusya arasında bu konudaki görüşmeler devam etmektedir. Rusya, adı geçen ülkelerle yeniden müzakere yapılmasını önermektedir. Aynı silah sistemleri, 1980’li yılların ortalarından itibaren Türkiye’ye de ortak üretim ve hibe yoluyla verilmiştir.

68

yönetiminin politikası, sözde eski Avrupa’nın politik rolünü daraltmak ve sınırlamak için sözde yeni Avrupa’yı kullanmak; başka bir deyişle Doğu Avrupa hükümetlerini, Batı Avrupa hükümetlerine karşı kullanmak. ABD, özellikle de Bush rejimi, ABD politikalarından ayrı bir siyaset izleyecek güçlü bir Avrupa görmek istemiyor. Ve Rumsfeld doktrininin şu ana kadar makul oranda başarılı olduğu söylenebilir. Doğu Avrupa’ya füze savunma kalkanlarının yerleştirilmesi ABD’yi İran’a veya Rusya’ya değil Batı Avrupa’ya karşı korumaya yönelik; bu da Almanların tavrını açıklıyor.” Bu durumda hem çekirdek AB ülkeleri hem de AB ile kendisinin baskın olduğu bir enerji ilişkisi kurmak istenen Rusya’nın proje konusundaki hayal kırıklığı kuşkusuz çok daha artmış olmaktadır. Ukrayna’nın da Polonya örneğini (stratejik anlamda) izleyecek olması öngörüsü kuşkusuz Rusya’yı daha sert bir savunma çizgisine itmiş bulunmaktadır. Zira bu gelişmeler, temelde Alman stratejisinde lebensraum olarak adlandırılan ve Almanya ile Rusya arasında stratejik bir mücadele sahası olan ülkelerin ABD çizgisine daha çok yaklaşmakta olduklarını düşündürmektedir. Böyle bir gelişmenin sonuçları Rusya ve belki Almanya açısından stratejik anlamda yıkıcı olabilir. Bahse konu bölge Avrasya kıtasının tam ortasında, Batı ile Doğu arasındaki temel fay kırıklarından birisinin üzerinde yer almaktadır. AB ile Rusya arasında ABD müdahalesi olmaksızın tesis edilebilen pat durumu bölge dışı bir güç lehine bozulmaktadır. Şimdi geldiğimiz noktada eldeki verilerle soğuk savaşın yeniden başlayacağı yorumunda bulunabilir miyiz? Wallerstein’in analizi üzerinden gidecek olursak, hayır. Zira bu iki ana stratejik eksen arasında değil bizatihi Atlantik eksenine dâhil olan müttefikler arasında bir mücadeledir. Öte yandan, Avrasya ekseninin lideri Rusya’nın attığı adımları incelememiz gerekir. Zira Soğuk Savaş, her şeyden önce iki ana stratejik eksen arasında bir askeri, ideolojik ve ekonomik denge dönemidir. Avusturya Savunma Bakanı’nın ‘provokasyon’ suçlamasına ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Gonzo Gallegos’un verdiği yanıt da taraflardan en azından birisinin Soğuk Savaş tanımını kabul etmediğini göstermesi açısından ilginçtir: “Bize göre Soğuk Savaş bitmiştir. Bu tür yorumların kimseye bir yararı yok ve bizler şimdi Soğuk Savaş düşüncesinin ötesine geçmemizi gerekli kılan yeni Immanuel Wallerstein, a.g.e.

Eylül 2007 fabrika


Soğuk Savaş Kapıda Mı?

bir stratejik ortamla karşı karşıyayız.”10 Nitekim Rusya Devlet Başkanı Putin de bu terimi kullanma konusunda isteksizdir, hatta ABD ile benzer analiz birimlerini kullanıyor olması da ilginçtir: “(…) her savaşta olduğu gibi, Soğuk Savaş bize patlamamış bombalar bırakmıştır; bunu sembolik olarak söylüyorum. Burada kastettiğim, ideolojik düşünce kalıpları, çifte standartlar ve Soğuk Savaş bloğuna özgü düşünce biçiminin diğer yansımalarıdır.”11 Soğuk savaşın iki eski lideri, artık Soğuk Savaş paradigmasının bir kenara bırakılması konusunda söz birliği etmiş gibi görünüyor. Şimdi, Rusya’nın ABD tarafından askeri planda atılan adımlara yanıt verebilme kapasitesi nedir, bunu sorgulamalıyız.

Silahlanma Yarışı Başta Rusya Devlet Başkanı Putin olmak üzere Rus yetkililer son günlerde Rusya’nın bir silahlanma atağına başlayacağını açıkça dile getiriyorlar. 1989 yılında SSCB’nin savunma bütçesi, resmi rakamlarla 30 Milyar ABD Doları olarak biliniyordu. Bu rakamın esasında çok daha yukarıda olacağı kestirilebilir. Bütçe içinde saklanan fonlar, örtülü ödenekler gibi bir çok enstrüman da devrede olmalıdır. Nitekim ABD kaynaklı Global Security adlı düşünce kuruluşunda 260 Milyar Dolar tahmini yapılmaktadır. Sovyetlerin sükûtunun ardından Sovyet askeri sistemi bir bütün olarak çökmüştür. Bu süreçte konvansiyonel kuvvetlerde çok büyük bir gerileme yaşanmış, kısmen silah indirimleri, kısmen bakımsızlıktan ötürü envanter Sovyet dönemine göre %50 – 80 arasında daralmıştır. Öte yandan, Rusya’nın caydırıcılığının esas unsuru olan nükleer silahlar ve özellikle de nükleer denizaltılar, savunma bütçesinin neredeyse tamamının harcanması yoluyla bir dereceye kadar bugünlere kadar idame ettirilebilmiştir. Ancak Sovyet döneminden kalan askeri envanter ya tamamen ıskartaya çıkmış durumdadır ya da acil ve kapsamlı bir modernizasyon gereği vardır. O dönemden beri kapsamlı bir yeni askeri tedarik programı yürütülememiştir. Rus Hava Kuvvetlerinde durum çok parlak görünmemektedir. ABD’nin, radara zor yakalandığı için popüler dilde hayalet uçak olarak geçen stealth 10 U.S. missile shield is provocation: Austrian minister, Reuters,

23 Ağustos 2007 11 Vladimir Putin’in 43. Münih Güvenlik Konferansında Yaptığı Konuşma, a.g.y.

fabrika Eylül 2007

teknolojisi ile ürettiği dört nesil uçak bulunmaktadır: F-117A Nighthawk, B–2 Spirit, F–22 Raptor ve F–35 Lightning II. Bunlardan ilk ikisi 1990’lı yılların başından beri Irak da dâhil olmak üzere birçok harekâtta kullanmışlardır. Yakın dönemde F–22 Hava Üstünlüğü uçakları envantere dâhil edilmiştir. F–35 Müşterek Taarruz uçağı ise önümüzdeki yıllarda aralarında Türkiye’nin de olduğu ABD müttefiği ülkelerle birlikte hizmete girecektir. Rusya’nın buna verdiği yanıt olarak değerlendirilen/lanse edilen Sukhoi Su–50 (proje ismi ile T–50) ise ilk uçuşunu 2008 yılında yapacaktır ve hizmete girişi ve harekâta hazır hale gelmesi için en az 10 yıl daha gerekli olacaktır. Bu da kaba bir hesapla arada en az 30 yıllık bir teknolojik farklılığın olduğu anlamını taşımaktadır. Hatta ilk kuşak F-117A’lar hizmet dışına çıkarılmaya başlamışlardır ki bu durumun vahametini daha belirgin kılmaktadır. Kara Kuvvetlerinde de benzer bir durum söz konusudur. Sözgelimi, NATO ülkeleri ve genelde Atlantik ekseni müttefiklerinin envanterlerine kattıkları Leopard II (Almanya), M-1A2 SEP (ABD), Merkava IV (İsrail) ve K–2 (Güney Kore) modeli 3+ ve 4. nesil tanklar hem nitelik, hem de nicelik açısından Rusya’nın önüne geçmektedir.12 Rus Kara Kuvvetlerinde bugün itibariyle 22 bin civarı tank olduğu tahmin edilmektedir. Ancak bunların çoğu, eski teknoloji ürünü T–62 ve T–72, modernizasyonu gereken T–80 tanklarından ve kısmen daha modern sayılabilecek T–90 tanklarından oluşmaktadır. SSCB’nin sükûtunun ardından Rus donanmasının içine düştüğü durum, Rusya’nın yeni bir silahlanma yarışını sürdürme kapasitesi ve bu yarış sonrasında askeri dengeyi yeniden sağlama olasılığı konusunda iyi bir fikir verebilir. 1997 yılında Koramiral Valery Aleksin tarafından kaleme alınan makalede donanmanın durumu şu sözlerle özetlenmektedir: “Geçtiğimiz altı yılda, donanmamız yarıya indi. (…) Yakın deniz gemileri ve ganbotlar filonun %57’sini oluşturuyor; okyanusta harekât yapabilen gemilerin oranı %18,7. Gemi inşa kapasitemiz de düştü. 1990 yılına kadar her yıl beş ilâ altı nükleer denizaltı ve beş adede kadar majör su üstü gemisi denize indiriyorduk. 1990 yılından beri bir SSBN denize indirmiş değiliz. 1991 yılından beri yalnızca bir SSN, (Severodvinsk) ve bir SSBN (Yuri 12 Nicelik konusu özellikle önemlidir. Sovyet askeri doktrininde V. İ. Lenin’in “Niceliğin kendisi de bir niteliktir.” sözünü hatırlatan bir sayısal üstünlük amacı güdülmüştür. NATO kuvvetlerinin nitelik üstünlüğüne karşı, çok sayıda, daha düşük maliyetli sistemin konuşlandırılması esas alınmıştır.

69


Soğuk Savaş Kapıda Mı?

Dolgoruk) kızağa koyabildik.13 Eğer finansman, yakıt durumu ve tersaneleri eski haline getiremezsek 21. yüzyılın başlarında elimizde en çok 6 ilâ 8 adet harekâta hazır SSBN kalacak. (…) Bundan başka 20–25 göreceli olarak modern çok maksatlı SSN ve 10 civarında konvansiyonel denizaltımız olacak. Harekâta hazır su üstü gemilerine gelince, elimizde 1 uçak gemisi, 2 – 3 güdümlü füzeli kruvazör, 7–10 güdümlü füzeli destroyer, 10 – 12 güdümlü füzeli firkateyn ve 30 mayın tarayıcı ile 30 -40 hücumbot kalacak. Bu gemiler beş yalıtık deniz ve okyanus harekât alanına yayılacak ve bu alanlar arasında manevra yapma şansları olmayacak. 2000 yılında Baltık denizindeki deniz gücümüz İsveç’in yarısı ve Almanya’nın üçte biri ilâ dörtte biri nispetinde olacak. Karadeniz’de deniz gücümüz Türkiye’nin yarısı kadar olacak, ana Karadeniz Filosu üssü olarak Sivastopol’u kaybedersek14 bu oran dörtte bir ilâ beşte bir nispetine gerileyecek. Toplam Donanma muharebe potansiyelimiz İngiltere ve Fransa’ya eşit olacak. Münhasır ekonomik bölge ve kıta sahanlığımızın bu ülkelerinkine nazaran 15 – 20 kat fazla olduğu göz önünde tutulursa sınırlarımızı savunmak ve deniz menfaatlerimizi korumak konusunda nispi olarak daha düşük bir kabiliyetimiz olacaktır.15 2004 yılında yapılan bir analizde Rus donanması açısından bu konuda bir gelişme yaşanmadığı ortadadır. “Rus Deniz Kuvvetleri su üstü unsurları Sovyetler Birliği’nin çöküşünden beri birçok kez azaltılarak savaşa hazırlık düzeyleri hatırı sayılır ölçüde düşmüştür. Filo komutası, yaşanan ciddi finansman sıkıntısı karşısında, Stratejik Nükleer Deniz Kuvvetlerinin idame ettirilmesini birinci öncelik olarak belirleyerek konvansiyonel su üstü kuvvetlerine bütçeden çok az tahsisat ayırmıştır. Her ne kadar, Kuzey ve daha az olmak üzere Pasifik Okyanusu Filosu nükleer denizaltılara kıyı sularında destek sağlayabilseler de Baltık ve Karadeniz Filoları geçtiğimiz birkaç yıl içinde filotilla düzeyine

kadar indirilmiştir ve en mütevazı askeri maksatları bile karşılamaları güç görünmektedir.”16 Sovyetler Birliği’nin sükûtundan beri geçen yaklaşık 15 sene içerisinde sürekli devam eden kan kaybını çok daha umutsuz sözlerle ifade eden yetkililer de olmuştur: “Şubat 2005’te, Rus Deniz Kuvvetleri Komutanı Vladimir Kurodeov, bir kurmay toplantısında mevcut idame düzeylerinin sürmesi durumunda 2010 yılından sonra su üstü gemi sayısında kaçınılmaz olarak büyük bir azalma meydana geleceğini ve 2020 tarihi itibariyle filoda hizmet verebilecek durumda en çok 50 gemi kalacağı konusunda uyarıda bulunmuştur.”17 Yeni açıklanan silahlanma atağı ile Rus Savunma bütçesinin resmi rakamlarla 30 Milyar ABD Doları olacağı öngörülmektedir. Her ne kadar bu rakamın aslında daha yüksek olabileceği düşünülse de SSCB dönemi olanaklarına ve koşullarına sahip olmayan Rusya’nın bu rakamın çok üzerinde bir bütçeyi idame ettirebileceği öngörüsü gerçekçi değildir. Yine de 2000 yılında 7,3 Milyar ABD Doları olan bütçenin Putin’li yıllarda ciddi bir artış seyrine girdiği kuşku götürmemektedir. Ne var ki ABD silahlanma bütçesi ile karşılaştırıldığında bu rakamlar oldukça düşüktür. ABD, 2007 yılında silahlanma ve askeri operasyonlar için yaklaşık 530 Milyar ABD Doları ayırmıştır.18 Bütçede görülen artışın yeni ve iddialı tedarik projelerinden ziyade yaşanan kan kaybını azaltacak modernizasyon projeleri, kısmi ve geçici düşük maliyetli tedariklere tahsis edileceği açıkça ortadadır. Öte yandan bütçenin önemli bir kısmının yine nükleer kabiliyetlerin, stratejik caydırıcılığın idamesi için kullanılacağı öngörülebilir. Nitekim “El mahkûm, çoklu savaş başlığı taşıyabilen RS–20 ve RS–18 füzelerinin hizmet sürelerini genişlettiler. 29 Mayıs’ta manevra kabiliyetine sahip kıtalararası balistik RS-24’ü başarıyla denediklerini duyurdular. Hâlihazırdaki kısa menzilli İskender füzesine dayalı yeni güdümlü füze denemesi yapıldı. ABM’e karşı

13 SSBN: Balistik füze atma kabiliyeti olan nükleer denizaltı; SSN: Nükleer denizaltı

16 Mikhail Barabanov, A Survey of Russian Naval Forces: The Surface Fleet in Decline, Moscow Defense Review, No.2, 2004,

14 Sivastopol deniz üssü, Ukrayna ve Rusya arasında yapılan ikili antlaşma ile 2017 yılına kadar Rus Donanması tarafından kullanılmaya devam edecektir. Rusya, her ne kadar bu antlaşmayı uzatma eğilimde olsa da Ukrayna’daki gelişmeler ışığında Novorossiysk limanında yeni bir deniz üssü kurma çabalarına hız vermiştir.

s.8

15 Russia Needs a Strong Navy, Rear Admiral Valery Aleksin,

Russian Navy, Proceedings, Aralık 1997

70

17 Safronov I. Russian fleet threatened with reductions by 2020 // Kommersant, 7 Şubat 2005, aktaran Mikhail Barabanov, The Russian Military: Still Saving for a Rainy Day, Moscow Defense Review, No.1, 2005 18 2007 Mali Yılı Milli Savunma Bütçesi Tahminleri, Savunma Bakanlığı, Savunma Müsteşarlığı (Murakıp), Mart 2006, http:// www.defenselink.mil/comptroller/defbudget/fy2007/.

Eylül 2007 fabrika


Soğuk Savaş Kapıda Mı?

kendi kalkanlarını 2013’te devreye sokacaklar. Sovyet döneminden beri ilk kez nükleer denizaltılar kıtalararası balistik füze Bulava ile donatılacak.”19 Bu kısa askeri analiz neticesinde, Rusya’nın ABD veya NATO ile askeri anlamda bir yarışı sürdürebileceği konusunda derin kuşkular olduğu anlaşılmaktadır. Bu Atlantik ve Avrasya eksenleri arasında ideolojik, askeri ve ekonomik bir dengenin henüz daha oluşma olasılığının olmadığı şeklinde de yorumlanabilir. Üstelik pek çok kez dile getirildiği üzere ABD ve Rusya arasında, kapitalist dünya sistemin nasıl yönetileceğine dair usul tartışması dışında belirgin bir ideolojik farklılıktan bahsetmek mümkün olmadığı gibi Rusya’nın başta AB ülkeleri olmak üzere Atlantik ittifakıyla geliştirdiği ekonomik ilişkiler de bir saflaşma olasılığını dışlamaktadır. Bütün bu verilere rağmen Soğuk Savaş’ın yeniden başladığına hükmedilebilir mi? Durun, daha karar vermeyelim.

Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması Rusya’nın, ABD’nin Füze Kalkanı Projesine misilleme olarak Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşmasından (AKKA) çekilmesi bir saflaşma anlamına gelir mi sorusunu irdeleyelim. 1990 yılında imzalanan AKKA, Avrupa ülkelerinin konvansiyonel silahlarda büyük indirimlere gitmesini beraberinde getiren tavanlar belirlemekte ve ülkelerin Antlaşmaya uyup uymadıklarının diğer taraf ülkelerce denetlenmesini öngörmektedir. Soğuk Savaş sonrası dönemde konvansiyonel silahlanma yarışını önemli ölçüde durdurmuştur. Taraf devletler her yıl, kara, hava ve hava savunma kuvvetlerinin kuruluş yapısı ve personel miktarı ile bağımsız tabur, tugay/alay, tümen ve eşdeğer düzeydeki birliklerine ait silah/araç mevcutlarını içeren bilgi değişimi verilerini karşılıklı olarak değişirler.20 Rusya’nın AKKA antlaşmasından çekilmesinin Soğuk Savaş’ın yeniden başladığını gösteren bir işaret olduğu değerlendirmesi birçok açıdan eksiktir. Öncelikle, AKKA işlevini yerine getirmiş, miadını doldurmuş bir antlaşmadır (Varşova Paktı orduları tasfiye edilmiş, bu ülkelerin orduları NATO standartlarında yeniden yapılandırılmıştır). Öte yandan 19 Ceyda Karan, “Rusya neden kalkanla yatıp kalkanla kalkıyor?”,

Radikal Gazetesi, 4 Haziran 2007

20 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. www.tsk.mil.tr

fabrika Eylül 2007

Rusya zaten hiçbir zaman AKKA antlaşması gereği yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmiş değildir. Rusya, AKKA hükümlerini özellikle de Kafkasya ülkelerinden sınırdaşımız Ermenistan ve Gürcistan’daki askeri varlığı ile geçmişte zaten ihlal etmiş; Türkiye bu konudaki şikâyetlerini NATO nezdinde defalarca dile getirmiştir. Hâlihazırda, Gürcistan’daki askeri üslerini boşaltmak durumunda kalan Rusya, Ermenistan’daki askeri varlığında herhangi bir azaltmaya gideceği yönünde sinyal vermemekte, bilakis hem Ermeni, hem Rus cephesinden gelen açıklamalar askeri ilişkilerin artarak süreceğini düşündürmektedir. Rusya’nın, ABD’nin füze kalkanı projesi bahanesiyle AKKA antlaşmasından çekilmesini haklı ya da meşru kılan herhangi bir hukuki dayanak bulunmamaktadır. ABD, ATBM Antlaşmasından çekilmiştir, Avrupa dışı bir ülke olarak zaten AKKA antlaşmasına tabi değildir. Yerleştirilen sistemler, öz-savunma sistemleridir; bu nedenle sistemlerin konuşlandırılması planlanan, örneğin Polonya gibi AKKA antlaşmasına taraf ülkeler için de bir ihlal söz konusu değildir. Şu halde Rusya’nın AKKA tavrı semboliktir ve pratikte bir etkisi olmayacaktır. Ancak sembolik, psikolojik etki önemli bir stratejik olguyu ön plana çıkarmaktadır. ABD’nin çekirdek AB ülkeleri ile saflaşmasında, nesnel olarak ABD’ye büyük bir destek söz konusudur. AB ülkeleri, ABD garantisi ve dayatma gücüyle idame ettirilebilen AKKA antlaşmasının fiilen ortadan kalkmasıyla birlikte özellikle enerji konusunda Rusya’dan gelebilecek dayatmalara daha açık bir hale gelmiştir. Zira ABD askeri gücü olmadan AB ülkelerinin Rusya’ya karşı herhangi bir taktik veya stratejik üstünlüğü bulunmamaktadır. Şayet komplo mantığı ile düşünürsek birbirine en sert lakırdıları sarf etmekten çekinmeyen iki stratejik eksen liderinin ortak çalıştığı bile söylenebilir. Amaç, AB çekirdek üyelerinin direncini kırmak olmasın? Kuşkusuz hem ABD, hem Rusya’nın bundan önemli çıkarları olacaktır. Ancak uzun vadede, kazançlı çıkanın kim olacağını şimdiden kestirmek zor görünmektedir. ABD, himayesine aldığı AB üyesi Doğu Avrupa ülkelerini ekonomik olarak idame ettirecek güce sahip değildir. Finansmanı AB tarafından karşılanan bir projede, çekirdek AB üyelerine karşıtlığı üretmenin de bir sınırı olacağı açıktır. Rusya, er ya da geç net enerji ihracatçısı olarak sürdürülebilir

71


Soğuk Savaş Kapıda Mı?

bir ekonomiye kavuşacak ve askeri yeteneklerini bu kez silahlanma yarışını gerçek anlamda sürdürebilecek bir aşamaya geçecektir. ABD ise Irak Savaşı dâhil bütün tek taraflı eylemlerinin, tek kutup söyleminin ve askeri gücünün ima ettiğinin aksine gerileme dönemine girmiş bulunmaktadır. ABD’nin bütün askeri harekâtlarını küresel üstünlüğünü yitirme ivmesini azaltma çabaları olarak okumak da esasen mümkündür. Jimmy Carter’ın dış politika danışmanı Brzezinski’nin deyimiyle, “(Amerikan küresel üstünlüğü) de bir noktada yok olacak, bazılarının dilediğinden daha geç ve birçok Amerikalının değerini bilmediği kadar erken.”21 Bu durumda, ABD’nin halen Rusya tarafından da nesnel olarak desteklenen eski Avrupa ile didişme halinin bir süre daha devam edeceği ve kısa vadede önemli getirileri olacağı öngörülebilir.

tanımına uygun olabilmesi için birçok temel koşul bulunmaktadır: (1) Rusya ile ABD arasında küresel ölçekte bir saflaşma yaratma potansiyeli olan ideolojik bir farklılık peyda olması, (2) askeri dengenin kurulabilmesi ve sürdürülebilmesi için Rusya’nın ABD’ye makul ölçüde yanıt verebileceği bir silahlanma bütçesini idame ettirebilmesi, (3) Rusya ile ABD ekonomilerinin karşılaştırılabilir büyüklük ve etkinlik düzeylerinde olması ve nihayet (4) Rusya ile birlikte lebensraum bölgesini kendi hinterlandı kabul eden Almanya’nın ve Rusya ile hemen hemen bütün dış politika konularında beraber davranma niyeti gösteren Fransa’nın denkleme Rusya yanında ve bölge dışı güç olarak ABD karşıtı bir konumla dâhil olması. Bu koşulların gerçekleşme olasılığının eldeki veriler ışığında düşük olduğu değerlendirilebilir.

Şu halde hangi Soğuk Savaş? Soğuk Savaş’ın eski liderleri, Soğuk Savaş’tan kalan bir davayı halletmek için işbirliği yapıyorlar gibi görünüyor. Kendi ittifaklarının yeniden yapılanması süreci içinde ulusal çıkarlarının öngördüğü adımları atıyorlar. Soğuk Savaş artık Atlantik ittifakının içindedir. Rusya ile Atlantik ittifakı arasında geçen ‘reklâm kokan’ didişme halinin bir soğuk savaş

Dolayısıyla, ortada bir soğuk savaş varsa da bu bir trajedi olan ilkinin aksine bir komedidir. Normalde, İngiltere’nin haydi abartalım ikinci dünya savaşından kalma Spitfire avcı uçakları ile önlenebilecek eskortsuz uçan Tu–95 Bear uzun menzilli bombardıman uçaklarına, teknoloji harikası Eurofighter uçakları ile ‘NATO’ protokollerine uygun bir biçimde müdahale edip jenerik, reklâm resmi çektirmesinin başka bir anlamı da yoktur.

21 Tercih: Küresel Hâkimiyet mi? Küresel Liderlik mi?, Zbigniew

Brzezinski, İnkılap Yayınları, İstanbul, s.14r

İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri bağlısı Eurofighter uçakları Rus T-95 bombardıman uçağına ‘önleme’ yaparken..

72

Eylül 2007 fabrika


Türkiye’de Marksizmin İlk Damlaları Sinan DERVİŞOĞLU

Geçtiğimiz günlerde Rasih Nuri İleri’nin “Kurtuluş” başlıklı çalışması TÜSTAV (Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı) yayınlarından çıktı. TÜSTAV, kuruluş amacı itibariyle Türkiye sol ve işçi hareketinin tarihini araştırmayı, belge toplamayı, bu belgeleri arşivlemeyi ve yayınlamayı amaçlayan bir vakıftır ve bu doğrultuda 43 kitabı bulan başarılı bir yayın çizgisini hayata geçirmiştir. R.N.İleri ise, birçoklarının bildiği gibi Türkiye sol hareketinin duayenlerindendir. Uzun yıllarını örgütlü devrimci mücadelenin içinde geçiren, yargılanan, hapis yatan Rasih Nuri, Türkiye Solu’nun tarihine yönelik çalışmalarıyla da tanınmaktadır. Bu son eseri 1976 yılında Anadolu yayınlarından yayınlanmış “Kurtuluş” un gözden geçirilmiş yeni basımınının yanısıra, o dönem DGM’de yargılanan eser için yazarın yaptığı savunmayı içermektedir. DGM’nin karanlık ve yasakçı zihniyetine karşı R.N.İleri’nin verdiği kavga, övgüye değer bir hukuk mücadelesi teşkil etmektedir ve ayrıca okunmayı haketmektedir. Bizse bu tanıtımımızda daha çok 1919-20 yıllarından Berlin’de yayınlanan “Kurtuluş” dergisi hakkında birkaç gözlemimizi paylaşmak istiyoruz.

1919’daki Dünya “Kurtuluş” dergisi, Osmanlı devleti tarafından Almanya’ya gönderilen öğrenci ve işçilerin, Alman solundan esinlenerek oluşturdukları bir siyasi çevrenin yayın organı olarak kuruldu. Derginin önde gelen

fabrika Eylül 2007

ismi, uzun yıllar Türkiye komünist hareketine damgasını vuracak bir isim olan Şefik Hüsnü’dür. Aynı şekilde sol hareketin önemli isimleri olan Ethem Nejat, Sadrettin Celal, Ali Cevdet de diğer yazarlar arasındadır. Dergi, Mustafa Suphi’lerin ölümünden sonra T.K.P yönetiminde önemli bir ağırlık sahibi olan İstanbul’daki “Aydınlık” grubunun da bir tür nüvesi niteliğindedir; bu açıdan (Mustafa Suphi’lerin 1919’da Rusya’daki oluşumlarına paralel olarak) dar anlamda “marksist” düşüncenin Türkiye’deki ilk şekillenişine, bunun koşullarına, teorinin algılanış biçimine, diğer düşünce akımlarıyla olan ilişkilerine yönelik önemli bilgiler sunmaktadır. Önce ilk Türkiye’li marksistlerin gözlerini açtıkları dünyayı tanımaya çalışalım. Mekân, Lenin öncesi marksist geleneğinoldukça güçlüolduğu Almanya’dır. Büyük Savaş bitmiş, 2.Enternasyonal politik olarak iflas etmiş, Ekim Devrimi gerçekleşmiştir; ancak Lenin ve Bolşeviklerin etkisi henüz Almanya’da yeterince güçlü hissedilmemektedir. Marksist hareketin sol kanadı olarak Rosa Lüksemburg’un çizgisi ön plandadır; ancak onun da bir Bolşevik, ya da “leninci” olmadığı bilinmektedir. Dolayısıyla “Kurtuluş”un marksizmi kavrayışı bu ara dönemin güçlü izlerini taşımaktadır. 2. Enternasyonal’in uzlaşmacılığı reddedilmekte, “dürüst sosyalist partiler”den bahsedilmektedir. İngiltere’de Lloyd George’un işçilere işletmelerden kâr payı vererek onları yanına çekme çabaları teşhir edilmektedir;

73


Türkiye’de Marksizmin İlk Damlaları

dolayısıyla “işçi aristokrasisi” konusunda net bir tavır alış söz konusudur. Dürüst ve radikal bir anti-militarizm tüm yazılara egemendir. Savaşın bitiminden sonra 2.Enternasyonal’in insanlığa vermeyi başaramadığı barışçı ve anti-militarist mesajı vermeği amaçlayan bir “Aydınlar Enternasyonali” kurma çabaları coşkuyla selamlanmaktadır. Bunlar, marksizmi benimsemiş kadronun girdiği yoldaki tutarlılığı ortaya koyan önemli işaretlerdir. Buna karşılık, aynı kadronun gelecekteki konumlanışına nazaran ilginç farklılıklara da değinmek gerekir. Lenin’in “Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky”yi yazışından 1 yıl 3 ay sonra dahi Kautsky muteber bir marksist otorite olarak bazı yazılarda zikredilmektedir. Sosyalizm üzerine yazı dizisi yayınlanan Amerikalı sosyalist Hilquitt’in tezlerinde, devlet (ister kapitalist, ister sosyalist olsun) sadece sınıflar üstü bir düzenleyici (regulateur) güç olarak algılanmaktadır. “Devlet ve İhtilal” 2 yıl önce yazılmasına rağmen etkisi henüz oralara ulaşmamıştır; ve “egemen sınıfın baskı ve tahakküm aracı olarak devlet” şeklindeki leninist anlayışın henüz pek izi yoktur. Benzer bir detay da masonluğa ilişkindir. Avrupa’daki mason örgütlerinin 2.Enternasyonali desteklediği haberi, Kurtuluş’da olumlu ve sevindirici bir haber olarak aktarılmaktadır; halbuki aynı yıl kurulan Komintern ise, 21 şartına ek olarak bir süre sonra getireceği 22. şartta “küçük burjuvazinin gizli örgütü masonlukla her türlü bağın kesilmesi”ni zorunlu kılacaktırr. Kısaca, Alman Solu açısından normal sayılabilecek bu ayrıntıları, daha sonra leninci geleneği benimseyecek TKP’nin müstakbel yönetici kadroları açısından da bir geçiş döneminin sancıları ve hamlıkları olarak algılamak gerekir.

Türkiyeli Marksistler Diğer Fikir Akımları Karşısında Osmanlı dünyasının son günlerinde ortaya çıkan bir fikir akımı olarak marksizm, diğer fikir akımlarını nasıl algılamakta, ve onlar tarafından nasıl algılanmaktadır ? O dönem ortaya çıkan ve giderek popülerleşen Türkçülük (ki henüz “ya sev ya terket” bayağılığından oldukça uzaktadır ve birçok araştırmacının işaret ettiği gibi güçlü bir halkçı söylem taşımaktadır) “en çok ihtiyaç duyduğumuz ekonomi alanında pek yavan bir düşünce” olarak eleştirilmektedir. İslami bir dergiden yapılan alıntıda “İslâmiyetin sendikalizm ve kapitalizmden ziyade sosyalizm ve komünizme yakın olduğu” görüşü aktarılmaktadır. Dolayısıyla Doğu’da M.Suphi ve Sultan Galiev’in islamı sos-

74

yalizm yanına çekme refleksinin, Batı’da yeşeren Kurtuluş çevresi için de belirli ölçülerde mevcut olduğu görülmektedir. Ancak en önemlisi, her türlü moderm düşünceyle birlikte sosyalizmin de içinden çıktığı “değişim” (ıslahat-modernizasyon) sürecinin değerlendirilmesidir. “Kurtuluş Yolu” başlıklı yazıda “bizdeki değişiklikler Batı uluslarında olduğu gibi gücünü halktan alan birtakım sosyal akımların ürünü değil, belki daha çok dış baskıların etkisiyle zorla yapılan yenileşme hareketlerinden ibaretti.” değerlendirmesi yapılmaktadır. Bu, o güne kadar Osmanlı’nın siyasal ve kültürel yaşamına egemen olan “ıslahat/yenilenme yanlısı olmak – muhafazakar olmak” ikileminin dışında farklı bir bakış açısıdır, ve yeni bir “Aydınlanma” projesinin müjdecisidir. “Değişim”in geleneksel savunucuları olan asker-sivil aydınlarla olan polemik ise, gelecekte sol hareketin bu kesimle yaşayacağı çatışmanın habercisidir. Şefik Hüsnü, bu kesimden (ismini vermediği) bir muarızıyla yaptığı polemikte Türkiye’de marksizme yapılan ilk eleştirileri şöyle aktarmaktadır: “Türkiye’de sanayi yoktur, dolayısıyla işçi sınıfı yoktur. Ayrıca temel sorun fakirlik değil, halkın cahilliği ve onun beslediği taassuptur”. Birinci cümle, oldukça klasiktir ve 1960’ların sonuna, 15-16 Haziran’a kadar Türkiye’de sık sık marksistlerin karşısına çıkarılacaktır. İkinci argüman ise son derece karakteristiktir ve bir paradigma farklılığına, hatta zıtlığına işaret etmektedir. Bir yanda temel sorun olarak yoksulluk ve sömürüyü gören, halkı da bu doğrultuda verilecek müadelenin öznesi olarak tanımlayan sosyalist anlayış; öte yanda halkı cahilliği dolayısıyla riskli bir kitle olarak gören, onu seçkinler tarafından gerçekleştirilecek bir aydınlanmanın nesnesi olarak tanımlayan elitist bir anlayış karşı karşıyadır. Bu karşıtlığı farkeden Ş.Hüsnü, “Bugünkü Proletarya ve Sınıf Şuuru” makalesinde sosyalist düşünceye en büyük muhalefetin, kendilerini hala “seçkin” zannetmeye devam eden bu asker-sivil bürokrat kesimden geldiğinin altını çizmektedir. Bu akıllıca tespit, 1950’lere kadar Türkiye komünist hareketinin yaşayacağı kaderin de şaşırtıcı bir özetidir. Doğaldır ki, “Kurtuluş”un temsil ettiği bu yeni görüşe, marksizme, muhalefetin yanı sıra farklı kesimlerden sempati de söz konusudur. O dönemin Darülfünun Terbiye Müderrisi ve Maarif Nezareti Heyet-i Teftişiye Reisi (Üniversite pedagoji profesörü ve Milli Eğitim Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanı), kendisiyle yapılan ve dergide yayınlanan röportajda, sosyalizm düşüncesinden övgüyle söz etmektedir. Ekim Devrimi’nin Anadolu ve İstanbul’da yarattığı sarsıntının izleri Eylül 2007 fabrika


Türkiye’de Marksizmin İlk Damlaları

henüz tazedir; ve profesörün görüşleri, o dönemde Anadolu’ya ilişkin tanıklıkların (bkz. “Aralov’un Anıları”, “Mustafa Suphi’ler: Dönüş Belgeleri”) Anadolu halkında varolduğunu sık sık dile getirdiği Sovyet ve bolşevizm sempatisinin İstanbul’daki uzantısı ya da karşılığı niteliğindedir.

İki Önemli İsim: Reşat NURİ ve Falih RIFKI “Kurtuluş”un yazarları arasında, sosyalist kimlikleriyle tanınan Ş.Hüsnü, Ethem Nejat, Sadrettin Celal’in yanısıra, sol düşünceyle ilişkileri pek bilinmeyen iki isime, Reşat Nuri ve Falih Rıfkı’ya rastlıyoruz. Bu iki aydının sosyalist bir çevreyle kurdukları bağ, ve yazdıkları yazılar, onların daha sonra sergileyecekleri profilde dolaylı olarak hissedilen bir yönlerini, halktan yana dürüst ve kişilikli birer aydın olma özelliklerini daha iyi kavramamıza imkan vermektedir. Falih Rıfkı, yazısında o dönem bir moda gibi gelişen “halkçılık” söylemlerini ele almakta; egemenlerin ya da seçkinlerin savundukları kapsamı ve hedefi belirsiz sahte halkçılığı teşhir ederken net ve ayırdedici bir tanım getirmekte, halkın esas olarak “rençber, yani alnının teriyle yaşayan ve sefaletten kurtulamayan kitleler” olduğunun altını çizmektedir. 1920 Meclisinin dürüst ve idealist halkçılarıyla, halka “bir süre tahammül edilmesi gereken bir nesne “ olarak bakanların karşıtlığı F.Rıfkı’nın yazısında hissedilmektedir. Reşat Nuri ise yazılarından birinde anti-militarist edebiyatı yüceltmekte, bir diğer yazısında ise sosyalizmden sempatiyle bahsetmektedir. Sol düşünceye bu denli yakın olmuş iki yazarın, daha sonra solla bu denli ilgisiz görülmeleri, ya da bilinmeleri, onlar açısından bir tür “vazgeçme”, ya da “dönme” midir ? Kanımızca durum oldukça farklıdır. Bu iki yazarın Kurtuluş’la temaslarıyla somutlaşan sol eğilimleri, 30’lu yıllarda farklı biçimlerde varlığını sürdürmüş; F.Rıfkı “Çankaya” da 1923 devriminin yozlaşmasını ve halktan kopmasını acı bir dille ortaya koyarken, R.Nuri ise tanınmış eseri “Çalıkuşu”nda Anadolu’daki sefaleti yansıtmakla kalmamış, onun kadar tanınmış olmayan, ama onun kadar önemli bir diğer eseri “Yeşil Gece”de kendini halka adamış bir devrimcinin öyküsünü aktarmıştır. Öykünün sonunda saltanat yıkılmış, Cumhuriyet kurulmuş, ama (yazara göre) devrimcinin işi bitmemiştir. Anlaşılan odur ki her türlü sosyalist düşünce ve örgütlenmenin yasak olduğu 20’li ve 30’lu yıllarda bu iki yazar, Kurtuluş’ta paylaştıkları değerleri, oldukça bastırılmış bir ideolojik-siyasi çerçevede ifade etmek

fabrika Eylül 2007

zorunda kalmıştır. Sosyalizme karşı daha müsamahakâr bir siyasi rejimde, bu iki yazarın açıkça sol bir söylem ya da çerçevede kendilerini tanımlamalarının ya da anılmalarının pekâla mümkün olabileceğini düşünmek için çok sebep vardır.

İlginç Bir Olgu Kurtuluş’da mevcut görüş ve tespitlerin yanısıra, yokluğu ilgimizi çeken bir unsurdan da bahsetmek gerekir: 1919’da Anadolu’da başlayan ulusal direniş ! Dergide Türkiye’nin sömürgeleştirilmesinden (Rosa Lüksemburg ve Kautsky’den alıntılarla) bahsedilmekte; ülkede yaşanan yıkımın daha sonra kapitalistler için bir zenginleşme fırsatı olarak kullanılacağı belirtilmektedir. Ama işgal edilerek bağımsızlığı elinden alınan bir halktan, ya da bu işgale karşı direnişten bahseden tek bir kelime dahi yoktur. Kurtuluş’un yayınlandığı Mayıs 1919 ile Şubat 1920 tarihleri arasında Anadolu’nun dört bir yanında silahlı direniş müfrezelerinin teşkil edildiği, bunların (örneğin Aydın’da) işgalcilerle sıcak çatışmaya girdiği, Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin kurulduğu bilinmektedir. Aynı dönemde Rusya’da sosyalist, ve süreç içinde giderek Bolşevik bir örgütlenmeye yönelen Türkiye Sosyalist hareketinin diğer kolu, yani Mustafa Suphi ve ekibi, tüm yazı ve neşriyatlarında “Anadolu Kıyamı”nı kendi siyasi gündemlerinin başına koyarken, Kurtuluş grubunun bu direnişe ilişkin tavır geliştirmemiş olması ilginçtir. “Haberlerin Almanya’ya ulaşmaması” şeklinde bir açıklamanın zorlama olacağı açıktır. Bu tavırsızlığın muhtemel iki sebebinden biri, “marksizme en fazla muhalefet gösteren” asker-sivil bürokratların, bu mücadelenin de başını çekiyor gözükmesi olabilir. Bir diğer sebep ise, Kurtuluş’un içinden çıktığı Alman klasik marksist geleneğinin sosyalist mücadeleyi işçi ve emekçilerin sınıfsal hedefleri için sürdürdükleri mücadeleyle sınırlı tutmaları, bunların dışındaki çelişkileri, yani anti-emperyalist mücadele, milli mesele, köylülük gibi konuları Bolşevikler kadar sosyalist mücadelenin içine yerleştirmekten kaçınmaları olduğu düşünülebilir (Roza Lüksemburg’un milli mesele karşısındaki tavrı bu konuda oldukça karakteristiktir) “Kurtuluş”un devamı olan “Aydınlık” grubunun Kurtuluş savaşı karşısında ilerde takınacağı pasif destek tavrı, Türkiye sosyalist hareketinde önemli bir tartışma konusu olduğu için, “Kurtuluş”taki benzer tavrın sebep ve kökleri üzerinde düşünmenin de bu bağlamda yararlı olacağı kanısındayız.

75


76

Eyl端l 2007 fabrika


Bilim ve Teknoloji: Doğu ve Batı, Gelişmiş ve Azgelişmiş Ülkeler Tuğrul BÜYÜKKAYA

Hemen her bilim felsefecisi veya tarihçisinin karşılaştığı temel bir soru vardır: Neden modern bilim, yani Doğa ile ilgili hipotezlerin matematikleştirilmesi ileri teknolojiye ilişkin tüm tezahürleri ile birlikte yalnızca Galileo döneminde Batı’da meteorik bir sıçrama gerçekleştirmiştir? Bu soruya verilen yanıtların bilimsel olmaktan çok daha fazla ideolojik olduğu açıktır. Gelişmişlik ölçüsü Batımerkezci terimlerle tanımlanmaktadır ve tarihsel gerçeklerle de bağdaşmamaktadır. Aslen olup bitene ideolojik bir gözle baksak ve aynı genelleme eğilimiyle hareket etsek bizim de Batı’nın yaptığı kendi tarihini ve mevcudiyetini haklılaştırmaktan (justification) ibarettir dememiz gerekirdi.

Divide” vb. tanımlamaları arasında anlamlı bir ideolojik farklılık bulunmuyor.

Batılı bir entelektüel -ki çok saygın Ernest Gellner de bir istisna oluşturmuyor- her ne zaman özellikle de gelişmişlik - azgelişmişlik bağlamında Batı ile Doğu arasındaki fay hattını, ayrım noktalarını tanımlamaya girişse fena halde Oryantalist/Batı-merkezli bir reçete ile çıkageliyor. Gellner’in “Big Ditch” soyutlaması ile diyelim Huntington’ın “Clash of Civilizations” veya başkalarının “Great

“(Arap-İslam bilginleri de) bir icat yaptıklarında ne üstünde çalıştıklarına ilişkin konsepti de anlamışlardır.”

Roger Hart, “Beyond Science and Civilization: A Post-Needham Critique,” Stanford University, Program in History and Philosophy of Science

http://uts.cc.utexas.edu/~rhart/papers/beyondsciciv.html#fn34

fabrika Eylül 2007

“Asya medeniyetlerinin yaptıkları katkılar araştırma yoluyla tedrici olarak ortaya çıktıkça buna muhalif bir eğilim, Yunanlıların rolünü uygunsuz bir biçimde yücelterek ve yalnız modern bilimlerin değil, bilimin de en baştan beri Avrupa’nın ve yalnızca Avrupa’nın karakteristik bir özelliği olduğunu iddia ederek Avrupa’nın biricikliğini korumaya çalışıyor. (...) Bu yaklaşımı Avrupalı olmayan medeniyetlerdeki bütün bilimsel gelişmelerin gerçekte teknolojiden başka bir şey olmadığını göstermek için gösterilen kararlı çaba tamamlıyor.?

Joseph Needham, “Poverties and triumphs of the Chinese scientific tradition,”

http://uts.cc.utexas.edu/~rhart/papers/beyondsciciv.html#fn34

Huff, Toby. The Rise of Early Modern Science. 1993

http://www.hyperhistory.net/apwh/essays/comp/cw24sciencechinaottomaneurope.htm

77


Bilim ve Teknoloji: Doğuve Batı, Gelişmiş ve Azgelişmiş Ülkeler

Yukarıdaki alıntılar göz önüne alındığında Gellner’in “Gelişmiş ülkelerde bilim uygulamadan gelir; az gelişmiş ülkelerde uygulama bilimden gelir.” tezi aykırı bir ses mi oluşturuyor? Bu soruyu yanıtlamaya geçmeden “innovasyon” denince akla ilk gelenlerden birisi olan Thomas Alva Edison’a kulak verelim: “Hayatta temel amacım daha fazla buluş yapabilmek için para kazanmak!” “Dünyanın neye ihtiyacı olduğunu bulurum sonra onu icat etmeye yönelirim!” “Başlıca işim başkalarının parlak ama yanlış yönlendirilmiş düşüncelerine ticari değer kazandırmaktır!” “Elektrik ışığı beni en çok uğraştıran iş oldu ve en ayrıntılı deneyleri yapmamı gerektirdi. (...) Yıllar boyunca bu konuda deneyler yaparken bir kez bile bağlantılı bir keşif yapmadım. Tümdengelimseldi... Elde ettiğim sonuçlar icadın sonucuydu -bu kadar basit ve net. (...) Bir teoriden vazgeçince hemen bir başkasını geliştirdim. Bunun sorunları çözmek için olası tek yol olduğunu çok erken zamanda kavradım.” Edison’un yenilikçi ve buluşçu yönünü iyi yansıttığı düşünülebilecek bu alıntılarda, Gellner’in kurduğu çerçevenin Edison’u anlamamıza yardımcı olmadığını görmek gerekir. Öncelikle, Edison’un yenilik ve buluşlarını bilimsel bilgi haline getirmekten ziyade “ticari değere” dönüştürmek maksadıyla yaptığı görülmektedir. Edison’un yenilik ve buluşları bilim dünyasına önemli bir malzeme kazandırmamıştır ya da uygulamadan bilim çıkmamıştır. Tam tersine, Edison deneyler, hipotez kurma vb. gibi modern bilimin temel yöntemlerini, ticari değer oluşturmaya yönelik yeni tarihsel momentle birleştirmiştir. Yenilik ve buluş sürecinde kuramlar geliştirmek, bu kuramları test etmek gibi temel bilimsel araştırma aşamalarından geçtiğini belirtmektedir. Burada Edison’un sunduğu çerçevede belki de en önemli husus, “Dünyanın neye ihtiyacı olduğunu bulurum sonra onu icat etmeye yönelirim!” cümlesinde gizlidir. Bu kendini iyi ortaya koyan yaklaşım Gellner’in ırkçı neticeler de doğu http://www.thomasedison.com/ adresinde verilen alıntıların tercümesi.

rabilecek sınıflandırmasının ötesinde ve üzerinde açılımlar sağlamaktadır. Edison’un yaklaşımı yeni ve Batı?ya mahsus mudur? Neticede insanoğlunun adına dünya denen gezegenle imtihanı uzun dönemler boyunca uygulamanın doğurduğu çeşitli ihtiyaçlara verilen pratik karşılıkların (uygulamanın) daha sonra, çoğu kez de yenilik ve icat sahibi değil de başkaları tarafından sistematize edilmesi (bilim) ile yürümüştür. Başka bir deyişle uygulama -> bilim paradigmasının gelişmişlik düzeyi ile bir ilişkisi yoktur. Kabaca ifade edilecek olursa gelişmiş ülkelerle azgelişmiş ülkeleri ayıran temel nokta ihtiyaçların farklılığı meselesidir. Gelişmiş ülkelerde hem bireysel hem de ulusal düzeyde tanımlanan ihtiyaçlar az gelişmiş ülkelere göre çok daha fazladır. Öte yandan gelişmişlik ihtiyaçlarını iyi tanımlayabilme ve kaynaklarını bu ihtiyaçların karşılanmasına yönelik olarak sinerjik ve ekonomik olarak seferber edebilme becerisi olarak tanımlanabilir. Ancak bu uluslararası politika veya kültürlerarası çalışmaların nesnesi olarak “gelişmişlik - azgelişmişlik” terimlerinden bağımsızdır. Zira bugünkü pratikte Gelişmiş ülkeler, Azgelişmiş ülkelerin ihtiyaçlarını da tanımlar olmuşlardır. Bu faaliyetin uluslararası politikada tezahürleri “Size uçak değil traktör gerek!” ile başlayan süreçte “Size bizim atayacağımız bir vali gerek!” ya da “Size demokrasi gerek!” adımları ile devam etmektedir. Kanımca ihtiyaçlara yönelik yenilik ve buluş paradigması yaşadığımız yüzyılda yalnızca tatlı bir hatıra olarak kalmaktadır. Bugün en önemli güç başkalarının ihtiyaçlarını tanımlayabilme, onlardan önce öngörebilme, değiştirebilme ve karşılayabilme gücü olarak ifade edilebilir. Burada “ihtiyaç tanımlama” fiili neticesinde tanımlanan ihtiyaçların, gerçek ihtiyaçlara ne kadar tekabül edeceği meselesinin yalnızca tali bir önemi vardır. Başka bir deyişle azgelişmiş ülkeler kendilerinin tanımladığı ihtiyaçlarına kendi çözümlerini geliştiren ülkeler değildir. Gellner’in tezi burada fena halde tarihe takılmaktadır. Aksine azgelişmiş ülkeler kendilerine dayatılan ihtiyaçlar ve kendilerine dayatılan çözümlere dayalı bir bilim ve teknoloji politikasına tabidir. Tüm dünyada azgelişmiş ülkelere yönelik savunma sanayi satışlarını düşünmek, ihtiyaçlar ile bu ihtiyaçların karşılanma ve gerçek ihtiyaçlara tekabüliyet oranı arasında ciddi bir makas olduğunu hemen akla getirecektir.

78

Eylül 2007 fabrika


Bilim ve Teknoloji: Doğuve Batı, Gelişmiş ve Azgelişmiş Ülkeler

Çok anlatılan bir hikâyecik vardır: Yılın yarısını (kutup gündüzünü) avlanarak geçiren ve kalan yarısında (kutup gecesi) dinlenen Eskimolara işlerini kolaylaştırmak ve ticari değer elde etmek için ateşli silahlar ve motorlu kayıklar dağıtıldığında, eskiden altı ayda bitirebildikleri işlerini birkaç haftada halleder olmuşlar, ancak yılın avlamaya müsait sair zamanlarında ava devam etmek veya avlarını satmak gibi bir gaileye bulaşmamışlardır. Maksat ihtiyaçların karşılanması olduğuna göre birkaç haftalık çalışma ve yılın on bir ayı dinlenmeye dönük bir hayata geçmişlerdir. Bunu bilim ve teknoloji tartışmasına taşırsak, Batı aslen spesifik ihtiyaçlara karşı geliştirilen spesifik araçlar olarak kabaca tarif edilebilecek teknoloji konusunda bir inhisar kurmaktadır. Kendi teknolojisini belki bu teknolojiye ihtiyaç duymayan ve bu nedenle azgelişmiş olarak tanımlanan ülkelere bilim inhisarını vermeden pazarlamaktadır. Bu pazarlama işlemi her zaman Eskimolarda olduğu gibi mizahi denebilecek neticeler de doğurmamaktadır. Teknolojinin pazarlanabilmesi, ihtiyaçların küreselleştirilmesine bağlıdır. Bugün küreselleşme

fabrika Eylül 2007

bağlığı altında yapılan tartışmada belki de en çok gözden kaçırılan husus da budur. Aynı tartışma ulusal düzleme taşındığında ise bir ülkenin bağımsızlığının temel parametrelerinden birisinin de o ülkenin kendi öz ihtiyaçlarını tanımlayabilme, öngörebilme ve karşılayabilme becerisi olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla ulusal teknoloji çok önemli bir ulusal değer ve bağımsızlık ölçütüdür. İster uygulamadan bilime, ister bilimden uygulamaya gidişi öngören ve kanımızca son derece dar olan paradigmayı esas alarak bir bilim ve teknoloji stratejisi geliştirin bilimsiz yapamazsınız. Ülkemizde temel bilimler alanı en ihmal edilen alanlardan birisidir. Yalnız pozitif bilimler değil, aynı zamanda felsefe ve sosyoloji gibi sair temel bilim alanlarında da büyük eksiklikler bulunmaktadır. Bu bilim dalları, yenilik ve buluş öncesinde, esnasında veya sonrasında üstlendikleri esasa dair rolün yanı sıra aslen ihtiyacın belirlenmesi ve tanımlanması gayretlerinin çok önemli bir parçasını oluşturmaktadır.

79


80

Eyl端l 2007 fabrika


Şêrko Bêkes: Şiir ruhların ortak dili ve kesişim noktasıdır.. Söyleşi: Latif EPÖZDEMİR

1940 yılında Süleymaniye de doğdu. Ünlü Kürd şairi Faik Bêkes’in oğludur. Faik Bekes’in de Kürd edebiyatında önemli bir yeri olduğunu biliyoruz. Şerko Bekes, bu güne kadar inanılmaz sayıda şiir yazdı, bu şiirler bir çok dile tercüme edildi. Bir çok Avrupa dili yanı sıra, Türkçeye de Doz yayınları tarafından kazandırıldı. Şair yaşayan en önemli toplumsal gerçekçi Kürt şairdir. Bu güne kadar iki önemli ödül almıştır. 1987 yılında İsveç Pen’i tarafından TOCHOLSKI ödülüne layık görüldü. Daha sonraları da kendi ülkesinin kendinden önceki önemli şairlerinden PİRE MERT adına tahsis edilen ödülü aldı. Halen 1998 de kurulmuş olan Serdem adlı kültür merkezinin başkanlığını yürüten şairin 31 adet yayımlanmış kitabı vardır. 1993 yılında Kürt Federe Devletinde 1 yıl süre ile Kültür Bakanlığı da yapmış olan şair ; mensubu bulunduğu hükümetin anti demokratik kimi uygulamalarına tahammül etmeyerek kabineden ayrıldı ve bir daha benzer görevler almadı. Kürt şiirinde kısa şiir geleneğinin öncüsü olan şair, Abdullah GORAN’ dan sonra çağdaş Kürt şiirinin en önemli ismidir. Şêrko Bêkes’in yaşamı henüz o hayatta iken Yönetmen SİRWAN REHİM tarafından filme anılarak bir belgesel haline getirildi. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da konuk ettiğimiz şair ile gazeteci yazarı Latif Epözdemir Kürtçenin Sorani lehçesi ile bir söyleşi yaptı. Söyleşinin bir bölümü Esmer Dergisi’nin Haziran 2007 tarihli sayısında yayım-

fabrika Eylül 2007

landı. Buradaki söyleşinin bütünüdür. Bu söyleşi ile birlikte, şairin birkaç şiirinden kısa dizeleri de Türkçeye çevirerek sizlere sunuyoruz. SIZI ( ÊŞ ) Ben uzun boylu bir sızıyım Başka bir acının omzuna konmadan Yaralar nerede ise Beni bulur, yoksullar nerede ise Ben onları bulurum. Yaşayan en büyük Kürd şairlerinden biri olduğunuzu söyleyen eleştirmenlerin görüşlerine katıldığımı belirtmek isterim. Bu konuda tevazuya gerek olmadığını da biliyorum. Şêrko Bêkes, bu konuda neler düşünüyor? Bu konuda bir şey söyleyemem. Ben kendini öven şairlerden değilim. şiirlerimi ve kendimi fazla övecek değilim. Eğer halk böyle takdir etmişse, insanlar böyle görüyorsa bir bildikleri vardır ama ben kendime dair olarak belirtmek isterim ki, halkla aynı görüşte değilim. Özellikle Soran Kürdleri arasında en çok sevilen ve Türkiye de tanınan bir şairsini.z Türkiye’deki Kürdler de sizi çok severek beğe-

81


Şêrko Bêkes: Şiir Ruhların Ortak Dili ve Kesişim Noktasıdır...

nerek okuyorlar. Hatta çoğu birkaç şiirinizi ezberlemiş durumda. En son iki yıl önce Diyarbakır Belediyesinin düzenlediği bir festivale katıldınız ve o festivalde şiirler okudunuz. Dinleyenlerin tepkisi konusunda ne düşünüyorsunuz. Ne tür tepkiler aldınız? Benim rüyamdı bir gün, Diyarbakır gibi önemli bir kentte sahneye çıkıp Kürdçe şiir okumak. İki yıl önce bu rüya gerçek oldu. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı sayın Osman Baydemir’e teşekkürlerimi sunuyorum. O etkinlikte beni sahneye bizzat kendisi davet etti ve beni sahneye davet ederken şunu söyledi: ‘Her ne kadar Şérko’ nun soyadı BÊKES ise de Şêrko Bêkes kimsesiz değildir o kırk milyon Kürd ‘ün akrabası ve kardeşidir, babasıdır, dedesidir. Tüm Kürdler onun akrabasıdır dolayısıyla soyadının Békes (kimsesiz) anlamına geliyor olması gerçekte bir şey ifade etmiyor’ aşağı yukarı bir saat sahnede kaldım ve Kürdçe şiirler okudum. Sorani lehçesinden şiirler okudum. Sorancanın da Türkiye’de anlaşılmadığını çok iyi biliyorum; ancak ben sahneden indikten sonra salondaki birkaç kişiye sordum “hepiniz sessizce beni dinlediniz, peki acaba benim neler söylediğimi anlayanınız var mı?” Dediler ki :”’ Hayır, biz Soraniceyi anlamıyoruz. Ne dediğinizi de anlamadık ama ruhlarımız kesişti ruhen sizi duyabildik .” Ve her halde şiirin en önemli özelliği de zaten bu olmasa gerek: Ruhların ortak dili ve kesişim noktası..

DARP Bana göre Şiirin ve çivinin Başı birbirine benzer, İ kisinin de, Sivri uçları dalınca derinlere Şiirin üstünde acının Çivinin üstünde ise çekicin izleri durur. Kürd dilindeki farklı lehçeler sorunu nasıl çözülebilir.? Kürdler birbirlerini farklı lehçelerden ötürü çok iyi anlayamıyorlar? Bu durum kendi aralarındaki iletişimi nasıl etkiliyor. Bu bir siyasal iktidar sorunudur. Yani Kürdlerin siyasal yönetimleri ancak bu soruna çözüm getirebilir. Bir özgür Kürd yönetimi bunu çözebilir. Hazır Kuzey Irakta bir Kürd yönetimi varken, sanırım bu hepimizden önce onların sorunu olmalı. Bunun üzerine çalışmalar yapmaları gerekiyor. Ayrıca bizim kendi aramızda bu lehçeler sorununu çözmemiz, yani farklı lehçelerdeki farklılıkları giderip tekleştirmemiz, yani özcesi farklı lehçeleri tekleş-

82

tirmemiz, dili tekleştirmemiz, iletişim sorununu çözmez, dil ile iş aynı anda kullanılmaya başlanırsa, dil ile ekmek aynı anda kullanılmaya başlanırsa, o zaman çok kolay bir biçimde karşılıklı olarak kişilerce meramlar anlaşılacaktır.Yani teorik olarak karar almak yetmiyor. Pratik gerek. Bu pratik ise somut yaşama uyarlanıp orada zorunlu koşulmazsa lehçe ayrılıkları sürer ve yakınlaşma sağlanamaz. Ekonomik yaşamın ticaretin ortaklaşması, pazarın ortaklaşması, ortak Pazar dilini zorunlu olarak yaratır zaten.Kürdçe’nin iki büyük lehçesi var: Sorani ve Kurmanci. Bu lehçeler çok yaygın olarak kullanılıyor. İki farklı alfabe de var. Kanaatime göre, bu iki lehçede kullanılmalıdır. Her ikisi de özgün halleriyle kalmalıdır, iki alfabe de özgün halleriyle kalmalıdır. Biz birbirimizi anlayabilmenin farklı yollarını denemeliyiz. Bu iki farklı lehçenin ve alfabenin özgün olarak kalması Kürdler için bir zenginliktir.Türkiye Arab harflerinden Latin harflerine geçiş konusunda Mustafa Kemal’in harf devrimine uydu. 1929 harf devrimi sırasında Mustafa Kemal bir yandan, ülkenin politik çehresini değiştirirken, diğer yandan dilini de değiştirdi ve dil ile yeni hayat birlikte koşmaya başladı, birlikte yol almaya başladı. Dolayısıyla çok kısa zamanda yeni alfabe de, Türk siyasal yaşamına, sosyal yaşamına girmiş oldu. Türk ulusu bu yeni değişime hızla entegre oldu. Bu bir bakıma çok iyi oldu. Ama bir bakıma da ,Türk kültürü Osmanlı kültürü, Arabça da saklı kaldı. Türkçeye dönemedi. Latin harflerine dönemedi yani Türklerin Latin harflerine geçmesi çok olumlu bir durumken o Türk kültürünün Türk arşivinin edebi değerlerinin de Arab harflerinde saklı kalması, bugün ki Türkler için bir fakirlik yarattı. Bu bir talihsizlik oldu aslında keşke Arab alfabesi de korunabilseydi ve bugün o hazineden de istifade edilebilinseydi. Kürdler lehçeleri birleştirmek konusunda kendilerine bir problem çıkarmamaları gerekiyor yeni bir angarya çıkarmamaları gerekiyor, bu çok önemli bir farklılaşmaya yol açmaz. Yani birden çok lehçe pek de zararlı sayılmaz. Ayrıca bu durum çok da önemli değildir, süreç içerisinde lehçelerarası bir yakınlaşama sağlanır. Kürd Edebiyatın durumunu nasıl yorumlarsınız? Kürdler çok yaygın bir coğrafyada yaşıyorlar ve farklı koşullarda hayatlarını sürdürdükleri için bir bütün halinde Kürd edebiyatının durumunu ele almak çok sıkıntılı çok zahmetli bir iş olur. Ama parça parça bunu ele alıp bir takım bilgiler verebiliriz. Şu ayrımı yapmadan geçemeyeceğim. Türkiye ve Suriye’deki Kürdlerin durumu, İran ve Eylül 2007 fabrika


Şêrko Bêkes: Şiir Ruhların Ortak Dili ve Kesişim Noktasıdır...

Irak’taki Kürdlerin durumundan çok farklı. Çünkü Irak ve İran da hiçbir zaman Kürdçe yasaklanmadı. Dil özgür olduğu zaman edebiyatın gelişme şansı daha büyük olur. Suriye ve Türkiye’de ise Kürdçe yasaklı olduğu için daha çok edebiyat sürgünde şekillendi. Dolayısıyla dil yasaklı olduğu için edebiyat gelişemedi. Bu büyük atlası parça parça ele alıp değerlendirmek gerek. Dediğim gibi Baban beyliği ve Erdelan Beyliği sırasında Kürd edebiyatı önemli bir gelişme kaydetmiştir. Bu beyliklerin hepsi kendi çatısı altında önemli şairler ve yazarlar bir araya getirmiştir. Örneğin Cizre Beyliği sırasında Ehmedi Xani, Melayé Cızıri, Feqiye Teyran gibi şairler varken, Baban beyliğinin çok önemli üç şairi, Nali ,Salim ve Kurdi nin Kürd edebiyatına çok büyük bir nefes kattıklarını söyleyebiliriz.

UMUT ( HEVİ ) Eğer sevdan bir yağmursa İşte altında duruyorum. Eğer ateşse sevdan Bak ortasında duruyorum. Ey ülkemin sevdası Benim şiirim der ki ; Yağmur ve ateş olduğu sürece Ben de olurum. Erdelan Beyliği döneminden gelen bir miras var. O dönem Kürd şairler, Havramani lehçesinden ve Germiyan yöresinde çok önemli şiirler yazdılar ve Kürd edebiyatının mihenk taşlarını oluşturdular. Edebiyatın önemli simaları arasındaydılar o şairler. Ama maalesef Türkiye ve Suriye’deki Kürdler kendi dilleri asimilasyona uğrayıp unutulduğu için, örneğin Selim Berekat gibi çok önemli bir yazarımız olmasına rağmen Kürdçe yazamadı. Arabça yazdı .Türkiye’de de keza buna benzer çok yazar var. Biliyorum ki çoğu sürgünde yazmak zorunda kaldı. Bir çok edebiyatçı ve yazar, kötü koşullar ve baskılardan ötürü, Avrupa’ya kaçtı. Çeşitli koşullardan dolayı Türkçe yazdılar. Yılmaz Güney ve Yaşar Kemal’i biliyoruz. Kendileri Kürd olduklarını kabul ettikleri halde bütün eserleri Türkçedir. Ahmed Arif de bir Kürd şairdi, fakat Türkçe yazmak zorunda kaldı. Çünkü Kürdçe yazamadı. Hem dil yasaklıydı, hem de dil unutturulmuştu. Bu durum bilinen bir gerçek.Türkiye’dekilerle ilgili benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak bu durum onların hatası, ya da, kusuru değildir. Edebiyatın dili özgür olursa edebiyatın kendi de özgür olur. Yani hürriyet, edebiyat için çok önemli bir gerekliliktir. Bu yüzden ben Suriye ve Türkiye’deki Kürdleri kanatları kırılmış kartallara benzetiyorum.

fabrika Eylül 2007

Türkiye ve Suriye’de, bazen dil üzerindeki baskılar geriliyor bir takım edebi ürünler ortaya çıkıyor aradan bir müddet geçiyor, bir de bakıyorsunuz ki, o özgürlük yok oldu tekrar baskı dönemi başladı. Dolayısıyla çok ileri bir Kürd edebiyatından bahsetmek çok mümkün değil Türkiye ve Suriye Kürdleri bakımından. Ama İran ve Irak Kürdleri, bu bakımdan çok daha ileridirler. Çok daha şanslıdırlar. Uzunca dönem, Avrupa’ da yaşadınız. Bir müddettir de, Kürd Federe Devletinde, Süleymaniye’de yaşıyorsunuz. Artık Güneyde bir yerel yönetim var. Her iki yaşam tarzını karşılaştırdığınızda neler söyleyebilirsiniz? Ne eksikleri var Süleymaniye’deki yaşamın Avrupa’dakine kıyasla…? Çok sayıda Kürd Avrupa da yaşıyor ve bu Kürdlerin, kendi keyiflerinden oraya gitmediklerini, bir çok nedenden ötürü sürgün gitmek zorunda kaldıklarını biliyoruz. Bunların başında özellikle Iraklı Kürdler için Halepçe katliamı ve 1980’li yıllarda 180 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan Enfal geliyor. Bu katliamlardan sonra bir çok aydın ve düşünür Avrupa’ya gitmek durumunda kaldı. Günümüzün özgürleşme durumunda ise, aradan yıllar geçtikten sonra ancak, bir çoğu ülkelerine döndü. Avrupa’da kendi dillerini koruyabilmek konusunda çok ciddi çabaları olmadı, olamazdı da. Bütün dünyanın ortak olarak benimsemiş olduğu gibi, diller konusunda oraya entegre olmaya çalıştılar, oradaki aydınlar ve yazarlar gibi. Fakat Avrupa’daki yaşam tarzına varabilmek için Kürdlerin daha çok şey yapması gerekiyor. Ülke bir kan gölünden henüz kurtulmuşken Avrupa’nın her hangi bir ülkesi ile kıyaslamak ve karşılaştırmak olanaksız. Bütün dünyada milletlerin millet olarak varlıklarını tesis etmelerinde romanın çok büyük önemi var, Türkiye’de de Türk romancılığı, 1910’larda başlamış ve Türk ulusal mücadelesine çok önemli katkılarda bulunmuştu. Kürdler böyle bir süreçten geçtiler mi? Bizde roman geleneği çok geç başladı. 1950’li yıllardan sonra ancak, roman yazımı başladı. Neden ? Çünkü roman gelişkin bir edebi üründür. Teknoloji ve sanayi devrimiyle ilişkili bir türdür. Çünkü üretim ilişkilerinde bir yenileşmeyi öngörmektedir ve daha önemlisi kentleşmenin bir ürünüdür roman. Kentleşme ve şehirleşme olgusu da Kürdlerde çok geç başladığı için Kürd romanı biraz geridir; ancak eğer roman sayılacaksa Cemil Saibin uzun hikaye

83


Şêrko Bêkes: Şiir Ruhların Ortak Dili ve Kesişim Noktasıdır...

şeklindeki 1920 de yazdığı eserini, ilk Kürd romanı sayabiliriz. Ancak roman olup olmadığını tartışabiliriz. Ama Jana Gel Kürd romanının başlangıcıdır. 1956 yılında İbrahim Ahmed tarafından yazılan bu eser, Kürd romanının başlangıcı sayılabilir. Yani diyebiliriz ki ilk çağdaş Kürd romanı, Jana Gel dir. Hüsên Arif, Mehemed Mukri ve Mehmet Uzun, Abdulla Saraç , önemli Kürd yazarlarıdır. Yeni ve modern bir süreçe damgasını vurup , ötekilerden çok farklı olarak, Kürd romanını yeni bir yüze, yeni bir çehreye kavuşturan, romanımızı ileri bir aşamaya sürükleyerek ileri götüren ilk Kürd romanı Êwara Perwanê dir. Bu roman Kürd romanında önemli bir konağın, önemli bir sürecin başlangıcıdır. Keza, Bexitiyar Eli, Köln de yaşıyor ve bu gün bu isim, çağdaş Kürd romanının en önemli simasıdır. Belki de çağdaş Kürd romanının bana göre babası Bextiyar Eli’dir.. Kırk yaşında olduğu halde inanılmaz bir yazma yeteneğine ve deneyimine sahiptir. Bugüne kadar dört tane roman yazdı. Ama Êwara Perwanê, çok önemli bir roman. Keza, Apdulla Saraç’ın, romanları da çok önemli romanlar. Ezizê Melayê Reş ile Selah Omer ve ötekiler de, çok önemli romancılardır kuşkusuz. Modern Kürd romanının çehresini değiştiren ve dünya standartlarına kavuşturan ilk roman olarak da, Êwara Perwanê’yi saymalıyız. Bunu tekrar tekrar söylemekte sakınca yok. Şiir konusundaki görüşleriniz nelerdir Kürd şiiri ne durumda? Son dönem çağdaş Kürd şiirinin geldiği düzey konusunda neler söylersiniz ? Romana göre ve diğer edebi türlere göre Kürd şiiri çok ileri bir aşamada. Her döneme damgasını vuran önemli şairler oldu. Çok sayıda şair yetişti bu topraklarda ama, her döneme damgasını vuran o dönemi sembolize eden bazı şairler var. Mevlevi döneminde, Nali döneminde, Ehmedê Xani döneminde Kürd şiiri, çok önemli aşamalar kaydetti. Kürd şiirinin klasik dokusunun yanı sıra bu gün artık çok sayıda genç şairi var. Kürd şiirinin çok daha eskiye dayanan bir geçmişi var, çok hızlı bir gelişme gösteriyor bizim şiirimiz. Bizim jenerasyonumuzdan sonra, özellikle çok hızla gelişiyor.. Biraz bana yakın Ebdulla Peşêw, Latif Helemet gibi önemli Kürd şairleri var. Refik Sami de onlardan. Daha sonra da önemli bir kuşak, genç bir kuşak yetişti ve bunlar ümit vaad eden şairlerdir. Kürd şiiri adına önemli işler yapıyorlar. Bunların içinden özellikle üç isim, Cemal Xembar, Dilaver Qeredaği ve Kerim Deşti ön plana çıkıyor. Bu üç şair çok önemli bir aşamaya getirdiler Kürd şiirini. Aslın-

84

da denilebilinir ki, son yirmi yılda önemli şairler yetişti. Bu süreçte hatırı sayılır genç kadın şair de yetişti. Dolayısıyla şiir bugünkü aşamada çok önemli bir yerde. Kültür ve toplum ilişkisi nasıl yorumlanmalıdır? Ya da, kültürün toplumsal gelişim üzerindeki etkisi nasıldır? Kültür hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır. Kültür ruh halinin yansımasıdır. Eğer kültürel gelişim olmazsa ruhun devinme şansı olmaz. Bu gün, toplumların hızlı dönüşümünün en önemli aygıtı kültürdür. Baban döneminin şairleri : NALİ, SALIM, KURDİ Bu alandaki gelişmeler kültürel değerlerin, kültürel mirasın ve malzemelerin korunması, toplumsal hayatın idamesi ve zenginleşmesi bakımından çok önemlidir. Kültürel etkinlikler bu yüzden desteklenmeli ve hızlandırılmalıdır. Kültürel değerler de korunmalı ve toplumun yararına sunulmalıdır. İki yıldır İstanbul da düzenlenen Şiiristanbul festivaline önümüzdeki yıl için davet edileceğinizi biliyoruz. Bu davetin haberini size vermemiz istenmişti. Bu konuda neler söyleyeceksiniz ? Çok memnun oldum. Böyle etkinlikler ulusların birbirlerini tanımaları dillerin ve farklı şiirlerin birbirleriyle kaynaşması anlamına gelir. Ben eğer böyle bir teklif alırsam seve seve gelirim ve İstanbul’da öteki, dünya şairleriyle birlikte, kendi şiirlerimi okurum. Çok teşekkür ederim Festival komitesine. Eğer beni davet ederlerse bu daveti kırmayacağım.

EĞER Eğer benim şiirimden Gülü çıkarırlarsa Yılımın bir mevsimi ölür, Eğer şiirimden sevgiyi çıkarırlarsa İki mevsimim ölür, Eğer Ekmeği çıkarırlarsa Üç mevsimim ölür, Eğer Özgürlüğü çıkarırlarsa Bütün yılım ölür, ben de ölürüm …

Eylül 2007 fabrika


Uzun Yol Hikayeleri: Kütahya Otostopçusu “Kıymatlım” Murat UTKUCU

Simav Kütahya ayrımına nihayet ulaşabildim. Saat on ikiye geliyor ve önümde kat etmem gereken yüz kilometrelik bir yol daha var. İstikamet Kütahya… Tabelanın hükmüne uyup sola dönüyorum. Daracık asfalt üzerinde yol alırken karşıdan gelen araçlarla her an kucaklaşma ihtimaliyle düşük hızda seyretmek epey zaman kaybettirse de ara yollara saklanmış İç Ege’nin yeşil ve sarısını harmanlayan manzarayı sindire sindire izlemenin keyfini sürüyorum. Yıllar önce ilkokul’dayken Türkçe kitabında yer alan bir hikaye aklıma geliyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa Refik Halit Karay’ın Anadolu Hikayeleri eserinden. “Anadolu,” diyor Üstad. “Öyle ilginç bir yerdir ki saatlerce gidersiniz tek bir ağaç tek bir çalı göremezsiniz derken bir tepeyi aştığınızda sizi yemyeşil bir vadi ağaçlar arasında kaybolmuş tarlalar, şırıl şırıl akan bir dere karşılar. Uzak tepeler, boyunlarında yeşil bir kürk sarmış gibi sizi selamlar!”. Masal tadındaki bu cümleleri hiç unutmadım ve şimdi çocukluk anılarımdan çıkıp gelen bu satırların ne anlattığını anlıyorum. Gediz ilçesini geçiyorum. Manzara değişiyor. Toprak üzerindeki yeşil kürkü bir anda çıkarıp atsa da buğday sarısının hükmü devam ediyor ovada… Yollar dar bakımsız ve virajlı. Ancak Doksan kilometre hızla gidiyorum. Plan basit. Bu hızla gidersem

fabrika Eylül 2007

Kütahya’ya bir buçuk gibi ulaşabileceğim. Bu da iyi. İşleri bitirip akşam karanlığına kalmadan dönüş için yola çıkmak gerekiyor. Gece yolculuğunu sevmiyorum. Geceleri daha dikkatli araba kullanmak mecburiyeti hâyâllere dalmamı engelliyor. Hâyâlin dışına sürüldüğünüz bu saatlerde, direksiyon ve vitese aracılık eden mekanik bir kola dönüştüğümü hissediyorum. Şarlo’nun modern zamanlardaki çarka dönüşmüş işçisi…. Trafik levhalarına göre Çavdarhisar’a yaklaşıyorum. Daha önce bu yolu kullanmamıştım. Hiç bilmediğiniz bir yol sizi en az hiç tanımadığınız bir kadın kadar heyecanlandırmaz mı? Varış yerinde sizi nasıl bir şehrin karşılayacağını aşağı yukarı tahmin etseniz bile yolun kendi masalsı bilinmezliği ve sürpriz ihtimali, nihayetinde bilinmeyenin huzursuzluğu heyecanın şiddetini artırıyor. Ovada ilerliyorum. Yol boyunca sıralanmış ağaçlar, ağaçların arkasında tarlalar ovanın uzak uçlarına serpiştirilmiş köyler… Biraz ileride karaltı halinde bir yayanın ağaçların hizasında asfalt boyunca tek başına yürüdüğünü fark ediyorum. Görünürde bir köy yok. Bir çiftlik evi yok. Bir durak ya da durulacak yer yok. Burada ne arıyor acaba? Merak uyandıran şahsa iyice yaklaştım. Yaya bir an dönüyor, elini kaldırıyor.

85


Uzun Yol Hikayeleri: Kütahya Otostopçusu “Kıymatlım”

Bir otostopçu. Evet! Ancak tek tük aracın geçtiği, anayolların gölgesinde yitip gitmiş şu yolda bir otostopçu. Bu sıcak havada yol arkadaşı iyi gider diye düşünüyorum. Perveri, geliyor aklıma. İçim burkuluyor. Otostopçum belki de kararsızlığından elini kaldırmakta geciktiği için arabayı güç bela ama elli metre ötede durdurabiliyorum. Koşarak aracın yanına geliyor. Altmışına merdiven dayamış bir köylü, üstünde eskimiş bir çizgili kahve tonlu takım elbise başında kasketi kavrulmuş yüzünde iki parlak kıymetli taş gibi duran çakır gözleri ve üst dudağını örten gür bıyıklarıyla bana candan gülümsüyor. Önce ne dediğini anlamıyorum. Ellerini ovuşturarak gürültülü bir sesle “Selamın Aleyküüüm. Sen dünyanın en kıymatlı insanısıın.Öyle bahtiyar ettin ki beni. Aboo kıymatlıım kıymatlıım benim .Varolasın sağolasın” Bu gürültülü takdir cümlelerine beni şaşırtıyor .Gülümsüyorum “Hoş geldiniz buyrun lütfen” Otostopçu ile sürücü arasındaki aksan ve cümle farkları göze ve kulağa fazlasıyla batıyor. Dil farkı, sadece farklı halklara mensup olmakla ilgili değil. Yurttaşlar arasındaki konuşma farkları belki de lisan farkı kadar derin olabiliyor. Şehir ve köy dilleri arasındaki fark herhalde tüm toplumlarda geçerli. Sınıf farkının getirdiği dil farkı ise bir başka realite. Cins farklılığının sebep olduğu dilsel ayrılığı da unutmamak gerekiyor. Şehirli bir küçük burjuva olarak köylüyü selamlamanın anlamı üzerine düşünüyorum. Bir köylü gibi selamlaşsam mevcut kimliğimle örtüşmeyen sahte bir tavır olacak bu. Bu selamlaşmanın sahteliğini köylü de bilecek üstelik. Ve son olarak bu selamlaşmada, riyakarlığın ötesinde aşağılayıcı bir yan olacak. “Aleykümselam emmi buyur gel hele” Size ait olmayan bir dilin kan uyuşmazlığı kelimelere sirayet ediyor. Egemen ve bu anlamda daha üstün bir sınıf diline sahipken bu dili tercih etmeyip karşı tarafın dilini benimser ve o sınıfın seviyesine iner gibi yapıyorsunuz. Halbuki bu dile sadece

86

yabancı değilsiniz. Aynı zamanda bu dilin kültürünü de aşağı görüyorsunuz. O halde bu riyakarlık ve ucuz bir sahtekarlık değil mi?Politikacıların ya da demagogların iyi bildiği bir sanat bu. Belki ötekinden olduğunu kanıtlamak için başvurulacak en kolay ve en etkili yalan. Sakıp Sabancı adındaki serveti dünyadaki bazı ülkeleri satın alacak kadar büyük olan bir kapitalistin ölünceye kadar yerel aksanıyla konuşmayı bırakmamasını anlamak mümkün mü? Sözü edilen iyi kötü aksan meselesi değil. Zamanla şehirleşmesi gereken aksanın saklanmasındaki tavrın siyasi niteliğini sorguluyorum. Köylü kapıyı açtı ve her zamanki gibi ön koltuğu işgal etmiş bir çanta dolusu malzemeye göz attı. Bu kez konuşma fırsatı vermiyorum. “Bir dakika hemen koltuğu boşaltıyorum.” Elime gelen ne varsa arka koltuğa fırlattıktan sonra. “Buyrun” diyorum. Köylünün tavırlarında bir tuhaflık varsa da bir arkadaşımın hikayelerimdeki yokluğundan şikayet ettiği “Anadolu Bilgesini” bu kez yol kenarında bulmaya karar verdiğimden Otostopçu köylünün heyecanlı tavırları üzerine düşünmeye gerek duymuyorum. Bazen hayatı ve aklı oluruna bırakmak gerekiyor. “Ah kıymatlıım, kıymatlıım benim. “O gadar heyecanlıyım ki” ellerini kalbine götürüyor “İnene kadar tek kelime konusmaya takadım yok” “Bak” diyor, bakıyorum. “Kalbim heyecandan nasıl da atıyor.” Elleriyle yüzünü kapatıyor. “Sen dünyanın en hayırlı insanısın belli. Allah senden razı olsun!” Bu kadar duaya nail olduktan sonra şu Allahsızlığımı bir kenara bırakmayı düşünüyorum. Cennet varsa bu denli duayla herhalde yaklaşmış olmalıyım menzile.Yine de aklıma çengel atan soru işaretlerinden kurtulamıyorum. Otostopçuyu bu haziran sıcağında araca almanın “sevabını” ve Eylül 2007 fabrika


Uzun Yol Hikayeleri: Kütahya Otostopçusu “Kıymatlım”

minnet duygusunu anlarım. Ama sevap ile minnet arasında bir ölçü olması gerekmiyor mu? Yoksa kötü niyetli miyim? Saf bir Anadolu köylüsünün yüreğinden çıkan sözleri ve samimi tavrı anlamayacak kadar şehirli mi oldum ne? Bilemiyorum. Konuşkan bir köylü. Otostopçu arkadaşlarım konuşkan insanlar oluyor. Belki de sevap kazananın konuşma ihtiyacı olduğunu düşünüyorlar. Ama sanıyorum asıl sebep birbirlerini hiç tanımayan iki insan arasında kurulacak hassas güven köprüsünü kelimelerle bir an önce örme isteği. “Kıymatlıım adın ne senin?” “Murat!” Bir an Utkucu demeyi düşünüyorum sonra vazgeçiyorum. Perveri olsa çok gülerdi herhalde. “Ne o Usta derdi. Hani soyadın senin adındı. Bak şu “kıymatlııı halk”ını soyadınla şereflendiremiyorsun!” “Kes Perveri” Sesini kesecek bir Perveri yok artık. Adımı duyunca köylü amca neredeyse haykırıyor. Aboo bak işte ne kadar kıymatlı bir insan olduğun nasıl da belli. En sevdiğim amcamın adı da Murat. Şu garibi arabana aldın; Zaten kıymatlıydın benim için.. Şimdi iki kat daha kıymatlı oldun. Herhalde hayatım boyunca duyduğum kıymetli kelimesinin kat be kat fazlasını şu beş dakika içinde yol arkadaşım benim için telaffuz ediyor. Hayır, tabii ki bu iltifatlardan şikayetçi değilim. Sadece otostopçumun tebdili kıyafet içindeki Hızır Aleyhisselam olmasını diliyorum. Hadi hayırlısı!

Belki de daha bir elle tutulur hale geliyorlar birbirleri için… “Nereye gidiyorsunuz?” diye soruyorum. Cevap hiç de kısa değil “Köyümüz Altıntaş. Gediz’e hanımın akrabalarını ziyarete gelmiştim de yürüye yürüye dönüyordum. Epeydir yolum düşmemişti buralara. Hısım akrabayı boşlamamak lazım. Allah da sevmez böyle yapanları, değil mi ama! Madem bir kez yola koyulduk bir de Kütahya’daki akrabayı ziyaret edeyim dedim. Orada bir emmim var. Beni çağırıp dururdu. Yarım saattir yürüyoğdum. Ama benden iş geçmiş Muradım. Eyice yaşlandım artık. Hele o kazadan sonra nefes aldığıma dua eder oldum. Ama bak yüce Mevla’m seni çıkardı karşıma. Böyle kıymatlı bir insanı. Burası cennet! İnan olsun cennet.” Dışarısı ile arabanın içi arasında klimanın sebep olduğu sıcaklık farkı herhalde cennet benzetmesinin nedeni... Dışarısı gerçekten cehennem gibi… Dikkat ediyorum. İdris Emmi konuşurken hiç yüzüme bakmıyor. Gözlerini yola dikmiş vaziyette devam ediyor anlatmaya. Sanki yolda birileri var da onlara konuşuyor. Üstelik onca yol yürümüş bir yaya için pek terlemiş de gözükmüyor. Araya giriyorum. “Gediz’den buraya yürüyor musunuz yani. On kilometre mesafe ve bu sıcakta!” “Yok yok. Bu yakınlarda tarlasına bakmaya gelen senin gibi bir hayırseverin aracıyla buralara kadar geldim. Yarım saattir de yürüyom.” “Anladım.” İdris Amca araç konsolunun üzerinde duran pipoyu fark ediyor.

“Sizin adınız nedir?” “Şu garibin adı İdris.” “Memnun oldum İdris Bey.” Sakar Geçidindeki otostopçu hikayemizden sonra bu kez adlarıyla tanışıyor yolcu ve sürücü.

fabrika Eylül 2007

“Ooo kıymatlım ağızlığın da pek gözelmiş doğrusu. Bu ağızlıkla bizim köyü satın alırsın allasen.” “Matah bir şey değil. Elli liralık bir pipo. Yanıltmasın sizi İdris Bey.

87


Uzun Yol Hikayeleri: Kütahya Otostopçusu “Kıymatlım”

Söylediklerimin saçma olduğunu biliyorum. Köy ve değeri üzerine otostopçu İdris Emmi’nin sözleri şaşırtıyor beni. Sigara içiyor musun kıymatlım, ben de Maltepe var. Eğer lütfedersen sana da ikram edeyim… “Teşekkür ederim ama içmiyorum.” Ah isabet… Şu mereti içmemek gerek ama alışmışız deyyusa bir kere. yor.

İdris Emmi aslında başka bir şey demek isti“Sigara içmeme müsaade var mı kıymatlım”

Eskiden olsa “Ne demek tabii” derdim? Ricaları kırmak geleneklerimize uymaz. Ama gelenekleri kırmak gerekmiyor mu? İçmezseniz sevinirim İdris Bey. Ben de araçta pipo tüttürmüyorum. Şimdi camlar kapalı. Sigara içerseniz camları açmak gerekecek. O zaman, cennet demiştiniz ya. İşte o cenneti kaybetmiş olacağız.” Sanırım bu yanıtı beklemiyor İdris Amca “ Daha once de senden kıymatlı olmasın yine yolda yürüyorum bir öğle vakti. Yollarda kimsecikler yok Baktım bir araba geliyor. El ettim. Durdu sağolsun. Arabasına aldı beni. Senin kadar Allah’ın sevgili bir kulu. Hoş sohbetten sonra “sigara içer misin?” dedim ona. İçmiyormuş. “Tamam” dedim. Rahatsız etmemek için içeyim mi diye de sormadım. Ama içine kurt düşmüş bu kıymatlı beyin. “Neden sordun? Dedi. Sigara içmek isterim ama siz içmeyince deyince “Hiç olur mu öyle şey sen benim misafirimsin. Bizde misafirin her dediği olur.” İnan öyle mübarek bir zat ki kendisi… Elini birden benim tarafa uzattı. Ben ne oluyo demeden kapağı açtı. Bir de ne göreyim? Paket, paket parlement cigara. “Al!” dedi “Hadi yak! “Hayır!” dedim “Yakmam! “Şuracıkta canımı alsan yine de yakmam!” “Peki!” dedi “Öyle olsun.” Öyle iyi hayırsever bir insandı ki Allah tuttuğunu altın etsin. Halimi vaktimi sordu. Anlattım ben de. Sonra ayrılık vakti geldiğinde bana para

88

uzattı. “Çoluk çocuğun için kullanacaksın ama sigara alma tamam mı?” dedi. Sonra da bütün parlament sigaralarını uzattı. “Allah senden razı olsun!” dedim. Ne iyi insanlar var cennetlik kullar.” İdris Emmi sustu. Hikayedeki kıssayı anlamaya çalışırken Çavdarhisarı geçtik. Vadi arasında yeşil daracık bir kasaba. Sanki kayaların arasına oyulmuş gibi… Sahi İdris Emmi ne anlatmak istemişti. Misafire pek saygılı olmadığım açıkça tebliğ edilmişti, o tarafı anlamıştım ama ikinci kıssada hayırseverliğin öneminden mi söz ediliyordu inceden yoksa… “Evet gerçekten Allahın sevgili kuluymuş” dedim cümlesine eşlik etme zorunluluğu duyarak. Devam etti. Bir hafta sonra yine karşılaştık. Bana yine sigara uzattı. Dedim ki ona “Ben arabada sigara içmemin karşılığını öyle fazla aldım ki öldürsen beni yine de içmem.” Çok güldük. Anladın değil mi kıymatlım! Daha önceki hayırsever de kendisiydi. Anlıyordum elbette. Hikayeler artık menkıbe tadı almaya başlamıştı. Sadece kıssalı değildi aynı zamanda dini temeli de vardı anlattıklarının. Yok yok bu adam kesin Hızır Aleyhisselam. “ İdris Bey kaç doğumlusunuz.” “59 ya sen “67. Aramızda çok yaş farkı yok.” Dedim. Ama çok yaş farkı görünüyordu. Anlaşılan İdris Emmi’yi toprak ya da aslında topraksızlık fena halde yıpratmışa benzetiyordu. Köylülük zaten erken yaşlanmak için iyi bir sebep. Hele yoksul köylü olmak genç yaşta kocalmak değil mi? “Rençper misiniz İdris Bey?” “Ağzına sağlık Muradım. Tam da ben söyleyecektim. Reçperim. “Toprak var mı? “Var birkaç dönüm. Onu ekip biçiyoruz. Bir de köyde sağolsunlar bazen boş tarlaları bize veriyorlar ekip biçmek için. Bir seneliğine mahsulü biz kaldırıyoruz. Böylece yaşayıp gidiyoruz işte. Eylül 2007 fabrika


Uzun Yol Hikayeleri: Kütahya Otostopçusu “Kıymatlım”

“Yarıcılık ortakçılık yapıyor musunuz peki? “Yok be Muradım. Bizim taraflağda yok öyle şeyler. Hem benim de halim kalmadı kazadan sonra. İdris Amca hakkında her şeyi öğreniyoruz. “Kaza!” “Garıları taşıyoğdum pancar sökmek için. Romörk ayrılmış traktörden.. Kanala uçuveedik. İdris Emmi’nin dili şehirli Egelilerden farksız. Bazı kelimelerde aksanı açıkça anlaşılıyor. “Yaa! Geçmiş olsun İdris Bey. Ölen oldu mu? “Garılardan yirmisi yaralandı. Ama Allaha şükür ölen olmadı. Ben de Eskişehir’de bir ay yattım.” “Demek epey ağır yaralanmışsınız!” “Ölümlerden döndük Muradım. Reçperlik neyin kalmadı artık bizde. İşte ekmek için didinip dururuz. Ama bizden geçmiş artık.” “Olsun ama! Bakın, daha kötü de olabilirdi.” “Buna da şükür Kıymatlım. Bizim hanımın eniştesi çağırmıştı geçenlerde. Bir günlük yevmiyeli bir pancar işi. Akşam oldu işi bitirdik. Baktım bana iki yevmiye parası verdi. “Olmaz.” dedim. “İdris Emmi” dedi “Senden geçmiş artık, dinlenme vaktin gelmiş. Al bu iki yevmiyeyi hakkını da helal et.” Ya işte böyle Muradım İdris Emmi’nin hikayeleri nerede ve nasıl başlarsa başlasın aynı ana fikre ulaşıyordu: Hayırseverliğin meziyetleri… Aracına bindiği adamlar, yanında çalışmaya gittiği köylüler, yoldan geçenler, Allahın börtü böceği kumu çakılı, hep aynı şarkıyı terennüm ediyorlardı: “İdris Emmi’ye yardım etmeli! İdris Emmiye el vermeli,” “İdris Bey çocuğunuz var mı?” “Olmaz olur mu var Allah bağışlasın iki oğlum bir kızım var. Büyük oğlan Kütahya’da okudu. Bir de torun vağ ellerinizden öper. Karaböcü diyorum ben ona.”

fabrika Eylül 2007

“Anlamadım!” “Karaböcü karaböcü. Hani vağ ya Neşe Karaböcük, işte onun adından… “Haa Karaböcek!” “Tamam işte karaböcek” Elini cebine atıyor. Gözüm yolcunun yan ceket cebine gidiyor. İki oyuncak sarı ördek başlarını uzatmış bana bakıyor. Hayret nasıl da bu manzarayı fark edememişim. Ördeğin birisini çıkartıp burnuma dayıyor. “Bak hele” diyor heyecanla. Oyuncağı ortasından sıkıyor. “Ciiiiiiyk” İdris Emmi neşeyle gülüyor. Ne güzel değel mi. Toruna aldım. Sevinsin sabi… Evet ne hoş. Sevinir muhakkak” diyorum korku hikayesi tadında… Konuyu okumuş oğluna getiriyorum yine. “İdris Bey, oğlunuz hangi okulu bitirdi. Din öğretmenliği okulundan aldı diplomasını geçen sene. Tayini de çıktı öğretmen olarak. Şimdi askere gidecek Allah nasip ederse. Aslında bizde para nerdee, oğlanı okutamazdık da en büyük emmim, sağ olsun, çok yardımı dokundu. Gittiği okulda da Süleymancılar bizim oğlana arka çıkmışlar yemeğini yatağını neyin vermişler.” Dikkat kesiliyorum. “Süleymancılar öyle mi” “Evet.” Konuyu okumuş oğluna getiriyorum yine. “İdris Bey, oğlunuz hangi okulu bitirdi. Din öğretmenliği okulundan aldı diplomasını geçen sene. Tayini de çıktı din öğretmeni olarak. Şimdi askere gidecek Allah nasip ederse. Aslında bizde para nerdee, oğlanı okutamazdık da en

89


Uzun Yol Hikayeleri: Kütahya Otostopçusu “Kıymatlım”

büyük emmim, sağ olsun, çok yardımı dokundu. Gittiği okulda da Süleymancılar bizim oğlana arka çıkmışlar yemeğini yatağını neyin vermişler.” Dikkat kesiliyorum. “Süleymancılar öyle mi” “Evet.” Tarikat çalışması hakkında bu kadar rahat bilgi vermesi tuhaf geliyor bana. Acaba yüzümde “Süleymancı” havası mı var?” “Eh Allah onları da başımızdan eksik etmesin o halde.” “Yaa çok yardımları oldu. Onlar olmasa biz nerden bulup ne koyacaktık ki çocuğun avucuna…. Şimdi Emet’te öğretmenlik yapıyor. Okul kapandı ama çocuklara ders veriyor şimdi.” Dersin ne olduğu belli değil mi? Yine de soruyorum: “Kuran kursu mu?” Hee ya! Kuran öğretiyor çocuklara. Sevabına... “Hayat zor olmalı değil mi İdris Bey? Geçimi hep yardımla sağlamak.” “He valla çok zor Muradım. Ama buna da şükür ne diyelim artık. Sizin gibi kıymatlı hayırseverler sayesinde yaşayıp gidiyoruz.” Aklıma İzmir’de Mülkiye Dağcılık Kulübünün İzmir Cumhuriyet Mitinginde taşıdığı bir pankart geliyor: “Sadaka Aldığımız için değil Sadık olduğumuz için buradayız.” Bu slogandan hoşlanmadım. Kaba ve saldırgan dili rahatsız edici. Karşı tarafı dilenci statüsüne indirgeyerek tartışmayı fikri çerçeveden başka noktalara kaydırıyor. Allah yoluna can verdiğini düşünenlerin mesela İntihar eylemcilerinin sadaka ile bu hale getirildiklerini söylemek de çok açıklayıcı olmasa gerek. Üstelik sadakayla sadık duruma getirilenler ve herhangi bir sebeple sadık olanlar arasında sada-

90

kat temelinde bir çakışma görüyorum! Nihayetinde sadakat, eleştirinin devre dışı bırakıldığı bir ilişki türü değil midir? Yine de Sadaka kavramı dikkatimi çekiyor. Köylü İdris Emmi sadaka ekonomisi üzerine hayatını kurmuş durumda. Çocuklarına sadakalarla bakıyor. Hayatını, anlaşıldığı üzere sadaka üzerine idama ettiriyor. Çalışıyor mu, çalışarak geçimini sürdürmesi mümkün mü, yardımla yaşamak kendi tercihi mi bilemiyorum. Ama ortada sistemleşmiş bir ekonomi görüyorum. “Yine senden kıymatlı olmasın bir araba aldı beni. Ama araba öyle böyle değil. Çok lüküs bir araba… İçeri girdim. Kocaman bir şey… İçerde yok yok. “Ooo!” dedim. “Bu arabanın halıları bizim köyde yok.” Çok güldüler. “Bak!” dedi arabayı kullanan. “İdris Amca şimdi ben sana para vereceğim. Ama söz ver bunu oğlunun okul masrafları için harcayacaksın.” “Söz!” dedim onlara. “Emanet olarak alıyom bu parayı ve sahibine teslim edene kadar da bi daha bakmayacam!” “Sonra aralarında konuştular. .Bu sefer şoforun yanındaki onların patronu gibi duran adam sözü aldı. “İdris emmi” dedi. “Oğlanın parasını verdik. Senin gönlün kalmasın. Sana da biraz yardımımız dokunsun. Artık dua edersin bizim için.” “Ooo” dedim. “Siz kıymatlımsınız benim. İyi insanlarsınız Allah sizin gibi eli bol gönlü bol kullarını gözetsin korusun.” Aldım parayı. Oğlana götürüp verdim. Oğlan “Baba paraya ihtiyacın varsa söyle?” dedi. “Yok!” dedim. “Oğlum var benim param.” Sonra küçük oğlana biraz para verdim. Hanım biraz bozuldu. “Bağa bişey yok mu bakalım.” dedi. Gittim ona da üç metrelik kumaş aldım. Onun da gönlünü yapıveğdim.” “Yaa böyle işte kıymatlı Muradım. Yuvarlanıp gidiyoz işte…” Evet dedim. Yuvarlanıyoruz işte. Ama kimimiz ipek çarşaflı on metrakerelik yataklarda kimimiz lağım çukurunda…. Hayır! İdris Bey bunları duymadı. Duysa da ne önemi vardı ya… Eylül 2007 fabrika


Uzun Yol Hikayeleri: Kütahya Otostopçusu “Kıymatlım”

Mutasavvıf İbrahim Ethem’in çok sevdiğim öyküsü geliyor aklıma. İbrahim Ethem Hindistan’da racadır. Müstebit kötü bir adam. Bir gün hizmetçisini, haşmetli yatağında uyurken yakalar. Müthiş öfkelenir. Zavallıyı dövmeye başlar. Vurur, vurur. Kızcağız önce ağlar inler sonra gülmeye başlar, kan revan içinde kalana kadar döver raca ama o kahkahalarla gülmeye devam eder. Zalim İbrahim Ethem yorulur. Soluklanmak için durur ve durunca sorar “Be kadın nasıl gülüp duruyorsun bunca acına rağmen?” Cevap açık ve korkunçtur. “ Kıymetli efendim. Beş dakikalık huzur dolu uykunun karşılığı olarak insanlıktan çıktım her yanım kan revan. Ey İbrahim Ethem hayatın boyunca bu yatakta yatmanın bedelinin öbür tarafta ne olacağını hiç düşündün mü? İşte ona gülüyorum?

Sadaka ekonomisi yoksulu daha yoksul kılıp zenginlere sevap kapısı açıyor.

Bu hikayeyi seviyorum. Kadının devrimci sesini seviyorum.

İşine gelene binlerce kuruş bulabilen bu devlet iş yoksullara gelince işten kaytarmayı tercih ediyor. Devlet zenginin devleti, Allah zenginin Allahı; Kuran, zenginin Kuranı; Laiklik zenginlerin laikliği…

Sufi geleneğin pirlerinden İbrahim Ethem’in yolunu “doğrultan” ve gerçekliği elbette şüpheli bu olay İslamın sol kanadının sesidir. Bu ses aslında dünyada cenneti hayal edenlere ışık verir. Ama bugünün İbrahim Ethem namzetleri, yollara düşmek yerine İdris Emmilere üç kuruş yardım edip cennetteki yataklarını hazır etme derdindeler. Üç kuruş verince İdris Emmileri değil Sünni vicdanlarındaki mülk hırsını aklıyorlar. Sonuçta sadece İdris emmilerin sayısı artmakla kalmıyorlar Tüm idris emmileri şekilsiz varlıklara dönüştürüyorlar. Onlar sevap kazanırken yoksullar daha da onursuzlaşıyor adalet ayetlerin kelamında şahsilesiyor.

Eğitim paralı, sağlık paralı, su paralı asgari ücret hemen hemen parasız… İdris Emmilerin çocukları ancak hayırla ve Süleymancıların aşıyla tuzuyla okuyabiliyor. Sonra Süleymanın tarikatına kapılanıyorlar. Sadakayla Müslüman yapılıyor bu halk… Üç kuruşa Allahlarını satın alıyorlar…. Sonra da Malatya’da üç gariban Hıristiyanın kesilmesinden gizli sevinç duyuyorlar.

Lüks otellerin İslamcıların eline geçtiği için şikayet eden modernler o lüks otellere ne İslamcı ne de laik yoksulların girebildiğini tartışmıyorlar bile. İslamcılar yeni orta sınıf olduklarını kasılarak söylüyor neo İslam tarzı hayatlarıyla iftihar ediyorlar. Mesele bu sermaye sosyologlarına göre otellerdeki haşemanın bikiniye türbanlı şeriat otellerinin açık laiklere oranı. Mesele açlığın tokluğa oranı değil.

Ucuz hayır!

Varlık içinde yokluk yaşıyoruz.

Ucuz sevap!

Tokluk içinde açlık

Ucuz din!

Gündüz içinde bir koyu gece yapışmış etimize.

Ucuz hümanizma!

Ama bu gecenin bildik sloganlarla ilgisi yok.

Ucuz ekonomi!

İslamcılar kapitalist!

Ucuz hükümet!

Laikler kapitalist!

Ucuz devlet!

ABD kapitalist!

Bonmarşe goverment!

Siyonizm kapitalist!

Sistem işliyor.

Ulusçular kapitalist!

fabrika Eylül 2007

91


Uzun Yol Hikayeleri: Kütahya Otostopçusu “Kıymatlım”

Lakin tabiat yanma derecesinde. Nereye kadar ne zamana kadar sürer bu devran bu ekonomi bilinmez. Sadaka ekonomisinin sadece İslamla ilgisi de yok aslında. Bakın Hollywood’a zenginin erkekliğine aşkını veren yoksul kız ya da zengin kızın mülkünü bilmeden kalbine el koyan yoksul genç… Zenginin sadakasından nemalanıp sonsuza kadar mutlu yaşayan hayal kahramanları… Üç kuruşa mahkum şehirliler köylüler Ortadoğulular Afrikalılar Çinliler Japonlar, Latin Amerikalılar, Yankeeler, Televizyonu şırınga gibi gözlerine batıranlar…. Hem de kimse onları zorlamamışken… Bilerek ve isteyerek ve umutsuz oldukları için… Bir paçavra bulup üzerine umut yazıp bir kırık değneğin üzerine asıp başkaldırılar çağını kim ilan edecek? Bir asi arıyorum. Bir çulsuz! Bir yüreği mülksüz…. Uzun süren tırmanıştan sonra tekrar geniş virajlar alarak aşağı inmeye başlıyoruz. Ortada şehir gözükmüyor. Ama Kütahya’ya geldik. Çırılçıplak tepeler beyaz çöl toprakları, kıraç bir coğrafya, boynu bükük zavallı bir bitki örtüsü…. Bu şehri sevmedim. Acaba içi nasıl? Şehir merkezine gitmek için çevre yolundan sola saparak Kütahya’nın yeni kurulmakta olan çok katlı bloklardan oluşan dış mahalleleri arasında yol alıyoruz. İdris Emmi “tamam” diyor “ben artık burada ineyim.” Halbuki şehir merkezine daha çok var. Burada ne yapacak İdris Amca acaba? Vedalaşıyoruz. “Allah razı olsun senden. Buradan devam edersen hükümet konağına çıkarsın.”

İndi. Birinci vites gaz ve hızla uzaklaşıyorum. Aynadan İdris Emmi’ye bakıyorum. Hayır dönüp bakmıyor. Bir ihtimal ara sokaktan çevre yoluna çıkıp bu kez aksi istikamete giden bir araca otostop yapacak. Bilemiyorum acaba şehrin kirli fikriyatı aklımı ve kalbimi esir mi almış. Bir Anadolu Bilgesi hakkında yanlış ve şer yüklü kanılarla mı yüklüyüm? Kim bilir? Şehir merkezine doğru yola devam ediyorum. İşleri bitirip bir an önce İzmir’e dönmeliyim. Ama sahi bu Kütahya nasıl bir şehir? Kütahya’da umut var mı? Utkucu Kitap Odası İlahiyat İzmir Pazar 20:44 24 Haziran 2007 Kıymetli okuyucu! Altıntaşlı İdris Bey’in kimliği hakkındaki soru işaretlerimi yanıtlamanızı sizden rica ediyorum. Kolaylık olsun diye seçenekler sunmayı uygun gördüm. Zahmet olmasın diye o kadarını yaptım. Buna göre efendim İdris Emmi; a) Hızır Aleyhisselam’dır. b) Anadolu Bilgesidir c) Yol boyunca otostop yapıp yarı gerçek yarı hayal hikayelerle yardım toplayıp hayatını idame ettiren otostopist dilencidir. d) Rutin bir otostopçu değildir. Karşılaşmayı planlamış değildir. Vak’a tamamiyle tesadüf eseridir. Bir Allahsız Sakallıperver olarak a şıkkını işaretliyorum efendim.

Sağolun İdris Bey. Kolay gelsin size.

92

Eylül 2005 fabrika


SEN/ÖLÜM BİR AŞK KUSURUDUR… Mehmet GÖZEN

Bir yolu, Bir denizi, Bize bir daha oku, Oku ve çöz… Dün geceden ne kaldı? Ne kaldı sana dünden? Yeşil atlaslı bir yelkenle, Derin maviliklere bir daha git. Git ve kurtul kendinden, Ve öl, Ölmeden… Dönen bir dolabın ezelini, Bir çarkın ebedini bul. Ve sonra, Bize bir yolu, Bir gülün gecesini, Ve mekikten mekiğe geçen, İpeğin çilesini yaz… Yeni dalın sırmalı mülklü, Sen hüznü bize bırak Ve unut. Umuttan derlenmiş Bir türküyle, Aşkı yeniden doku, Ve bir daha gel. Bu çarkı devran içinden, Ey can aynası… Göreceksin, yorgun yolculardan önce Tedirgin ve korkaktır, Yelkenler kolon vurdukça denize, Onlar, toprağın denizden uzaklaştığını Düşünecekler… fabrika Eylül 2007

Sen de eski yurduna Dön artık, Korkular hisarıdır Çürümüş, korkunç, muazzam Fars kaçkınıdır Kaftanı içinde giderek küçülen, Molla haydar, Veya namı diğer, İblisi azam… Kapatmış aşka yüzünü Eskiler satmada haraç mezat, Bir O’na bakıyor, Bir icazet mülküne, Korkak, tedirgin. O, inanmış, rahat, Fakat, Kızgın bir duvar Elleri dirgen Yüzü nar… İşte ayna, İşte terazi. Baktı, ne anlatırsan anlat, Ne söylersen boştur; O, aklı miktarınca anlamakta, Ağzı köpüklü ve sarhoştur. Sustu, Konuşmadı bir daha. Baktı; Kendine çevirdi yüzünü Duydu; Gelen atların seslerini… Uzayan gölgeler gibi, Uzaklaşan, yaz güneşi Ömrümüz… 93


Sen/Ölüm Bir Aşk Kusurudur...

Şimdi sen bize Büdelayı anlat, Ateş yürümüş kalmış Şimdi sen bize Bir dilrübayı anlat, Gitmiş, kul olmuş, Veya Hallaç’ı, Kelamı hançere Yazmış… Çarşılar, medreseler, Ve bir cümle ahali, Çınarlar, selviler, Ve sultani mülk, Eğersiz çıplak bir atla Karanlıklardan gelen kanlı süvari… Gördüler ki; Son sözle kararlı bir yolcu gibi, Ve tereddütsüz, Konuşmadan, Kızmadan, Ve gülmeden, Yol ayrımını geçti dümdüz… Bindi yağız bir atın çıplak tenine, Geçti yıldızlı uzak dağları, Lacivert kuşaklı bir denizi, Aşkın ve acının Derin mülküne… Kapkara bir ormana Bir kapıdan ilk girişini, Kuşkunun ilk dirilişini, Acılar kuşatmasında İlk kanlı direnişini, Düşündü bir çarmıhta. Şimdi, ne kadar uzak, Ne kadar uzun, Ve ne kadar güzel çocuktular O ve o’nun Yol arkadaşları… Şimdi git, Bakmadan ve dokunmadan, Celalini, Ve cemalini gör, Gör ve yan… Şimdi, çarşılar eski pazardır. Anın gölgelerinden Ak atlı, bir atlı gibi, 94

Bulanık bir nehrin akarına karışıp, Ak sazlarla, Duru bir göl yüzünde Yeniden belirecekler… Ve uzun çinili çarşılar, Çarşının bir ucunda, Tunçtan bir sebil, Bir ucunda Kurulu divan-ı harp Divan-ı harpta Kitabı kebir… Yalımlı bir yağmurun arzusuyla Toprağa düşeceksin, Tohumu ağaca sürerek, Yabani ahlatlar gibi, Bir büdela yüzünde Yeniden belireceksin… Gitti. Giderdi evvel yaz, Şimdi göç zamanıdır aşka, Artık sen de kuşan, Üşürsün… Ellerin Eflatunidir Yüzün safrani güz. An gelir, Ekinler biçilir, Tarumar bir bahçeden, Yalazlı bir rüzgar gibi Geçilir… Şimdi bak ve gör; Gülün pula satışını, Çiçeğin dağlara yürüyüşünü Ve sırra kadem basarak… Ve her çocuk gibi, Ölümle oynayarak, Ve her çocuk gibi Hükmü alaya alarak… Aşk’a Ateş’e Ve suya Yürüyüp bir çocuk gibi, Ölümün; Bir aşk kusuru Veya, Bir eylül tutkusu olduğunu Sanarak…

Aralık 2005 fabrika


Çürük Yumurta

İstifa Etmeye Ettim Ama… Demokrasiye ve demokratik değerlere bağlılığıyla meşhur Türkiye sağının, en demokratik partisinin başına, 12 Eylül’ün Ankara’da ünlü DAL işkence merkezinde, kariyer ve şöhret basamaklarını tırmanmaya başlamış; sonra adının etrafında giderek büyüyen ve koyulaşan karanlıkla Susurluk’ta zirve yapmış, yerli karanlıklar prensi MAĞAR bey geçmişti. Sayın MAĞAR, halkın sağduyusuna ve zekasına çok güvenen bir insandı. Susurluk kazasından sonra, “Ne var bunda, Sayın Bucak ve Sayın Kocadağ, Abdullah Çatlı’yı yakalamış, teslim etmeye getirirlerken, kaza olmuş.” açıklamasını yapmıştı. Seçim öncesi gazete ilanlarında da, “din, dil, etnik köken ve siyasi görüş farklılığından ötürü bir tek kişiyi incitmedim.” Demişti. Ya her zaman olduğu gibi halkın sağduyusuna ve zekasına hitap ettiğini düşünüyor; ya da incittiği kişilerin çok olduğunu, asla “bir tek kişi” ile yetinmediğini söylemeye çalışıyor. Artık, bilemiyoruz. Halkın sağduyusuna ve zekasına güven konusunda şüpheye mi düştünüz?

fabrika Aralık 2005

Sorun şu ki, halkın başına vurulan çekiç bizzat kendisiydi. Nereye, ne kadar vurduğunu en iyi bilecek durumda olan elbette Sayın MAĞAR’dır. Geriye ne kaldığını da o bilir ve tam olarak o kadarına güvenir.. Fakat 12 Eylül’ün halkın başına başına vurmalarının tesiri geçmeye başlamış olmalı ki, emniyetten emekli Sayın Mağar, 22 Temmuz gecesi de siyasetten emekli edildi. Bu kendilerinin ilk kez “başına vurulması” olayıydı. Bu nedenle darbenin sadme tesiriyle, “istifa ediyorum” dedi. Böylece halktan puan toplayacaktı, hatta topladığı da söyleniyor. Fakat sonra düşündü. Siyasetten ayrılırsam, kazandığım bu puanları n’apacam ki… Bu günlerde, “Evet istifa ettim, ama Kongreye kadar, gene de Genel Başkan sayılırım” diye diye Genel merkez binasına gelip gidiyor. Sayın MAĞAR, buna gerçekten gerek yok. Evvela yeniden genel başkan olsan bile, tırışkadan bir genel başkanlık sizi Susurluk davasında yargılanmaktan hukuken koruyamaz. İkincisi, evet milletvekili dokunulmazlığı gitti, ama bütün dünyanın ismen ilgilendiği Birtan Altunbaş davasını 16 yıldır sonuca bağlamayan, dört polisini cezalandırıp hapse koymaya kıyama-

95


Çürük Yumurta

yan ve başka her hangi bir işkenceciyi de hapse koymamış; kazara mahkum olan polis çıkarsa; bizzat Adalet Bakanı Çiçek bey ve öteki çiçek gibi Adalet bakanlarımızın “yazılı emirle bozma” yazıları kaleme almakta gecikmediği devletimiz, sizin gibi bir kıymeti elbette koruyacaktır. İşkence şikayetlerine ve davalarına sıfır tolerans hukukunun geçerli olduğu ülkemizde, endişeye mahal yok, sayın MAĞAR bey. Rahatınıza bakınız.

“İsrail, Sözünün Eri, Delikanlı Devlet…” Değerli Basın mensubu Fatih Çekirge’ye düşkünlüğümüzü herkes biliyordur. Yazılarını ne kadar okusak doymuyoruz. Türkiye-İran doğal gaz anlaşmasının cevapsız kalmayacağını biliyorduk. ABD ve İsrail mutlaka ceza kesmeye yeltenecekti. Ve anlaşmanın imzası kurumadan ABD’deki en büyük Yahudi kuruluşlarından Anti Defamation League (ADL), kendince cezayı kesti. Bir kasabadaki şubelerinden başlayan taban insiyatifinin sonucu olarak, bu örgüt, 1915 olaylarının Ermenilere yönelik bir “soykırım” olduğuna, bugünlerde karar vermiş. Tabii taban öyle karar vermişse, taban demokrasisine göre işleyen teşkilatın tepesi de başka türlü düşünemez. Ve elbette Amerikan Temsilciler Meclisinde her yıl olduğu gibi bu yıl da Ermeni tasarısı gündeme geldiğinde destekleyeceklermiş. Bu tehdidi ABD’deki kuruluşlardan birinden başlatıyorlar ki, Türkiye eğilip bükülsün, anlaşmayı iptal etsin falan… Maksat pazarlığa yer açılsın. AKP hükümeti, AB’nin de desteğini arkasına alabileceği böyle bir anlaşmanın arkasında durabilir mi? Dileriz durabilsin. Ama alçaklık anlaşmasına bakınız: Dönemin Osmanlı Hükümeti kendi tebası Ermeni vatandaşlarına karşı, kendince hangi nedenle olursa olsun, önce tehcir kararı vermiş ve tehcir esnasında bu insanların yüz binlercesinin öldürülmelerini örgütlemiş ve bir kısmını da engellememiş… Bu trajediyle bugüne kadar yüzleşmek zorunda kalmamış olan Türkiye Cumhuriyeti de, “Azınlıklar tali komisyonu” gibi organizasyonlarla veya Halaçoğlu gibi “bilim adamlarıyla” ülkede adını

96

dinini değiştirerek kalmış veya nasılsa kendi adıyla, diniyle, kimliğiyle kalabilmiş olanları takip etmiş, anasından emdiğini burnundan getirmiş… Yüzleşilse, belki gene alttan alta kin organizasyonları, ırkçılıklar, ayrımcılık sürüp gidebilirdi. Ama utanılırdı, böylelerini utandırmaktan korkulmazdı, bir İçişleri Bakanı’nın “Ermeni dölü” diye hakaret etmek aklının ucundan geçmeyebilirdi…. Bütün bu pislik hala akıp gidiyorsa, Cumhuriyet’in, Osmanlı’nın bu ağır günahını bu kadar aleni sahiplenmesindendir… Ve İsrail’in bu konuda Türkiye’ye verdiği ahlaksız destektendir. Her yıl, her yıl, her yıl, süren bu utanmaz pazarlık; bu iğrenç himaye belki de, ümid ediyoruz ki, artık bitiyor. “Oylamada Yahudi lobileri Türkiye’yi destekledi..” klişesiyle dile gelen bu utanç verici suç ortaklığı ve Türkiye’yi yönetenlerin korkularını kullanma; halka da bunu bir dostluk ilişkisi olarak yutturma pisliği belki de artık tarihin çöplüğüne atılacak. Böylece Dış işleri Bakanlığı açıklamasında yer alan, “Türkiye İsrail’in stratejik derinliğidir” kepazeliğini bitirmenin de yolu açılmış olur. “ABD’nin stratejik müttefikiyiz” geri zekalılığının “sınır ötesi operasyon/Kandil seyahatine izin” dilenciliğiyle deşifre olması gibi, Türkiye-İsrail ilişkilerinin de ne olduğu daha görünür bir hale gelir.

Peki Çekirge’ye ne oldu? Şöyle inciler var yazısında, birlikte okuyalım: “Bu olay bizi Türkiye’de giderek yayılan iki düşmanlığı körükleyecek bir sonuca götürüyor. Birisi Amerikan düşmanlığı.. Öbürü antisemitizm.” “…İşte şimdi Ankara’nın önünde çok özel bir not durmaktadır. Bu olayın bir İsrail düşmanlığını tetiklemesine kesinlikle izin verilmemelidir. Çünkü İsrail Türkiye için çok önemli bir müttefiktir. Kararı alan lobinin üyelerinin aslında birer ABD vatandaşı olduğu unutulmamalıdır. Aralık 2005 fabrika


Çürük Yumurta

Bu bağlamda sorunun ABD merkezli çözümü esas alınmalıdır.

Başkanı şöyle demişti: “İkinci kez girdiklerinde ne olacağı bellidir..”

Evet, ben bugüne kadar Türk-İsrail ilişkilerinde İsrail’in hep sözünü tutan bir devlet olduğunu gördüm.

Tabii Türk halkının %77’si belki değil ama, bu oranın bu kadar yüksek çıkması için sabah akşam komplo teorisi üreten “arkadaşlar” heyecanlanmıştı. Bu defa işler sertleşiyor diyerekten…

İsrail arkadan dolanan, pusu kuran, ikili oynayan bir devlet değildir. Türkiye, İran, İsrail ve Ortadoğu politikalarına din eksenli değil, bu açıdan bakmalıdır. İsrail düşmanlığına izin vermemelidir.” (27 Ağustos 2007 Hürriyet) Çekirge bey, bu yazısının hemen altına başka bir başlık atmış: “K. Irak İçin Geri Sayım” Yalanını seveyim. Türkiye basınının en doğrudan, en dobra lobicisidir. ADL’ye teşekkür ediyoruz. Belki açılan bu yol, Çekirgelerin de üçüncü sıçraması olur. Hadi hayırlısı…

“Kahrolsun ABD emperyalizmi!” Haber şöyle: “Türklerin % 77’sine göre ABD askeri tehdit!” (26 Temmuz 2007, Hürriyet) Amerikan Pew Araştırma Merkezi’nin, 47 ülkeyi içeren Küresel Eğilimler raporuna göre Türk halkının yüzde 77’si ABD’yi potansiyel askeri tehdit olarak görüyormuş. Nisan-Mayıs aylarında 47 ülkede yapılan ve Türkiye bölümünde 971 kişinin yer aldığı anketin verilerinden yararlanılarak hazırlanan raporda, Türk halkının % 64’ünün de ABD’yi Türkiye’ye yönelen en büyük tehdit kaynağı olarak değerlendiği belirtilmekteymiş. Bu haberin üzerine aşağıdakini koyalım: Haziran başında iki Amerikan F-16’sı Çukurca semalarına doğru, sınırdan dört kilometre kadar girince ve Türk hava sahasında birkaç dakika kadar kalınca, durum Genelkurmay Başkanlığı internet sitesindeki, o güne kadar sadece Ege’de Yunan ihlallerinden oluşan “ihlal”ler listesine bir ilk olarak konulmuş, ABD’ye Nota verilmiş ve Genelkurmay

fabrika Aralık 2005

Olaydan birkaç gün sonra, Dışişleri Bakanlığı, ABD’nin İncirlik Üssü’nden lojistik amaçlı yararlanma iznini bir yıl uzatan kararname taslağını hükümete gönderdi. İzin 2003’ten beri verilmekteymiş, haliyle kesintisiz olarak. Taslak şöyle diyor, “Genelkurmay başkanlığınca belirlenecek ilkeler ve usuller ile tesbit edilecek liman, havaalanı ve üslerin, BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarında öngörülen amaçlar doğrultusunda, dost ve müttefik ülkelerce, askeri malzeme/teçhizat ve personel nakli de dahil lojistik destek maksadıyla kullanılmasına” izin verilmesi… Anlaşıldı mı belli olanın ne olduğu!... Sıkıcı olmadan birkaç “sır” verelim, meraklısına... İncirlik 1955’ten bu yana ABD tarafından kullanılıyor. 1991’den 2003’e kadar da Çekiç Güç misyonuyla Saddam’ın 36. paraleli’in kuzeyine çıkmaması için, her gün İncirlik’ten kalktılar, Türkiye hava sahasından Irak hava sahasına ve sonra yeniden İncirlik’e gidip gidip geldiler. Amerikan F-16’larının, bu arada İsrail’in, İtalya’nın, Pakistan’ın, Yunanistan’ın ve başka “dost ve müttefik” ülkelerin F-16 filolarının eğitimleri de Türkiye’de yapılıyor. Yani öyle iki dakikalık hava sahası ihlallerinden harp çıkmaz!... Komploculuk az bilgiden çok sonuç çıkarma sanatıdır. Komplocu gerçeğin bilgisiyle ilgilenmez. O tekeden süt sağar. Yorumla değil, aşırı yorumla işini görür. Gerçekler kendisini doğrulamıyorsa, o kendisini doğrulayacak yalanlar bulmakta gecikmez. Halkımız uzun süredir, bilgi diye, politika diye, polemik diye, kitap diye, televizyonlardaki tartışma programları diye komplo ile besleniyor. Ve nihayet doğrudan doğruya komplo teorisyenlerine, bir tür postmodern vaizler olarak TV kanalları program yaptırıyor.

97


Çürük Yumurta

Sonuç, halkımız Amerikan hayat tarzına bayılır. Yaşayamasa da yaşayanların hayatını izlemeye bayılır. Magazin programları, diziler, şöhret kapısı açıyor görünen yarışma programları… En çok merak ettiği şeylerdir. Bu ülkede en çok Amerikan filmleri izlenir. Fast food’un, kolanın, Amerikan arabalarının meraklısı azalmaz. Ve anketlerde Amerikan, İsrail ve batı düşmanlığının en yüksek çıktığı ülke burası… ABD’den hoşlanmamakla kalsalar iyi… Askeri tehdit olarak görenler de %77…. Aynı ezici çoğunluk, sadece Amerikancı partilere oy verir. “ABD’nin en büyük dostu” The Washington Post gazetesi köşe yazarlarından Jackson Diehl’e göre (28 Ağustos 2007 Hürriyet) Abdullah Gül imiş. Gül Cumhurbaşkanı seçilemeyecek diye gücenen, kırılan, üzülen halkımız da bu %77’nin herhalde içinde…Şimdi yüzleri gülmüş, mesut olmuşlardır… Ya anketçiler bizimle kafa buluyor; ya halkımız anketçilerle… Anti-emperyalizmin içinin bu kadar boşaldığı, neredeyse sadece bir iki yüzlülük haline geldiği başka bir ülke acaba var mıdır?

Emin Bey’i Harcadılar… Doğan Grubu Emin Çölaşan’ı Hürriyet’ten kovdu… Dili bozuk, ad takıyor, iftira ediyor…Ertuğrul Özkök’ün konuyla ilgili yazdığı yazıdaki gerekçeler bunlar. Herhalde dili yeni bozulmuş, ad takmaya yeni başlamış, ilk iftirasını yeni kaleme almış… AKP’nin Emin beyden rahatsız olduğunu bilmeyen yok. Ama 6 ay önce atsalar, Sabah Gazetesi havada kapacak. Nasıl Sabah’ın attığı Emin beyle aynı hamurdan Yılmaz Özdil’i Hürriyet havada kaptıysa…

98

Ertuğrul Özkök’e bakılırsa, büyük medyamız küfürbazlıktan, faşistlikten, iftiradan, seviyesizlikten hiç hoşlanmıyor; para ve güç kaliteden, müktesebattan, empatiden, medeni ilişki ve yaklaşımlardan kazanılıyor…. Hazır, Sabah TMSF’ye geçmiş, yani AKP’nin kontrolünde… AKP seçimleri rakiplerini eze eze almış. Şimdi bir daha seçim olsa, gariban Demokrat Parti’ye giden %5.4’ün de en yarısını götürür. Emin bey ise, seçimden sonraki gün “uzaylı” olduğunu itiraf etmiş olsa da, hız kesmiyor. Eh bu durumda Aydın Doğan bey de bir hareket yapacak. Yapılanın ne kadar ahlaki, demokratik, medeni bir iş olduğunu izah etme işi de haliyle E. Özkök’e düşecek. Hoş olan, Emin Çölaşan’ın yıllarca, “Hürriyet’te bir tek gün Aydın Doğan ne yazacağıma karışmamış, yazdıklarımla ilgili bir tek kelime telkinde bulunmamıştır.” yalakalığı yapmış olmasıdır. Yazına karışmaz, çünkü senin ne yazdığını bilerek işe aldı. Küfürbazlığının lazım olmadığı gün, keser biletini ve kıçına tekmeyi basacağı günü bekler. Sen de yaptığın yalakalıkla kalırsın. Fakat sevinmeyelim, üzülmeyiniz; Emin bey yakında başka bir yerden uzatır kafasını…Bir tek faşist zayi olmaz bu ülkede…

Büyük Affedici… İlhan Selçuk, Cumhuriyet’te yazmış; bu gazeteyi artık merak bile etmediğim için, sonradan haberim oldu. Vatan için, bağımsızlık için rejimin bekası için, irtica devletin bütün kalelerini fethetmesin diye vs vs vs. “İşkencecileriyle bile barıştığını” söylemiş. Şaşırdık tabii… Aralık 2005 fabrika


Çürük Yumurta

İşkencecilerle nasıl barışır diye değil, elbette… Şaşkınlığımız, “gene mi?” şaşkınlığı. Faşistlerle barışma işini yıllar yıllar önce yapmıştı bildiğimiz kadarıyla. Sonra aradaki farkların silinmesi için İlhan bey ve dava arkadaşı Doğu Perinçek ve ekibi çok çalıştılar. Faşistler gerçi oyun bozanlık yapmadılar değil. “Ya Allah Bismillah Allahuekber” sloganı da attılar, tekbir de getirdiler. Türk-islam sentezcisi olduklarını da yeniden yeniden ilan ettiler ve İlhan Selçuk’u tekzip ettiler. Fakat büyük affedici İ. Selçuk bey, (İ. Melih, gibi anlamayalım lütfen) asla alınganlık göstermedi bu çeşit tekziplere… Bu son çıkışı hakkında şöyle düşünüyorum, hani empati yaparak, kendisinin ne düşünmüş olduğunu, kendimi onun yerine koymak suretiyle anlama gayreti içine girerek.. “Evet MHP’yi övdüm, Devlet Bahçeli’yi yere göğe koyamadım, rahmetli Attila İlhan biraderle beraber…Fakat, bana şahsen işkence yapmış veya yapılırken orada hazır bulunmuş veya işkence emrini vermiş olan öteki “vatansever” insanlar, şahsıma karşı yaptıklarından dolayı, kendilerini, öteki vatansever insanlardan ayırabileceğimi düşünüp, kendileriyle barışmamış olduğum kanaati taşıyabilirler. Ben bu nüansı nasıl atladım?...En iyisi bu durumu da açıkça ortaya koyayım, dışarıda hiçbir vatansever kalmasın…” Böyle düşünmüş olabilir. Bu işkenceci vatanseverler çok hisli olurlar çünkü… Misal, Faik Türün Paşa çok hisliydi. Bu son ayrıntı da halledildiğine göre, İlhan Selçuk beyin bizi bir daha şaşırtmayacağını umabiliriz.

Komşumuz Vietnam Bu bölümde Doğu Perinçek’in adı geçmese olmaz. Partisi gene seçimlerden bir ay önce “barajı aşmıştı” ve gene %0.3 civarında bir aldı. Ankete cevap veren halkı, aniden alıp başka bir ülkeye götürdü adi CİA çünkü ve yerine başka bir halk getirdi, seçim günü, sabaha karşı…

fabrika Aralık 2005

2002 seçimlerinden sonra, elbette baraj çoktan geçilmiş ve bir hamle daha yapılırsa birinci parti olma eşiğine gelinmiş olduğu halde, sandıktan gene makus talih %0. küsur oy çıkınca, “İP oylarını bölmek için Genç Partiyi kurdurdular” şeklinde bir teoriyi yumurtlayarak, palavra alanında en yüksek cesaret unvanını hak etmişti. Bu defa Aydınlık’ın seçim sonrası sayısını alamadım. Eğer temin edebilirsem, ileride, İP’in barajı nasıl geçtik değerlendirmeleriyle seçim sonrası durumu izah eden gerekçe yazılarını bir kitap halinde toplamayı düşünüyorum. Memleketin mizah sanatına bir katkımız olsun bir yerde…. Madem seçim sonuçlarına dair gerekçe elimizin altında yok, başka bir zeka gösterisini bu köşeye misafir edelim: Bu takım bir zamanlar solculuk iddiasında olduğu için, parti bayrağını kırmızı üzerine sarı renkli yıldız yapmışlardı. Rahmetli kurnaz Hasan Yalçın, teşkilat MHP ile milliyetçilik yarışına girdiğinde, bu yıldızdan duymaya başladıkları sıkıntının bir ifadesi olarak, seksen yıllık devrimci yıldızı, “çoban yıldızı” yapmaya yeltenmişti. Sonra ellerinde sürekli Türkiye Bayrağı taşıyarak, bu soldan çaldıkları bayrağı gizlemeye yeltendiler. Yani komünist yıldız ellerini yakmaya başladı. Ne halt edeceklerini bilemediler. Tabii partiye topladıkları emekli subaylar yer mi? Yemez!.. “Bu nedir, komünist bayrağı arkasında yürütüyorsunuz bizi…” homurdanmaları ayyuka çıkınca, Perinçek bir açıklama yaptı. Haber şöyle: “İşçi Partisi, sosyalistlerin renklerini simgeleyen 40 yıllık kızıl zemin üzerine sarı yıldız olan amblemlerini, Türk bayraklarından esinlenerek, kırmızı beyaz olarak değiştirdi. Genel Başkan Doğu Perinçek, değişikliğin halktan gelen talep üzerine yapıldığını bildirdi. Perinçek, amblem değişikliği üzerine Hürriyet’e şunları söyledi: “Biz 40 yıl önce sosyalistlerin renklerini temsil ettiği için almıştık. Ancak aynı yıldız, Vietnam bayrağında olduğu için karıştırılıyor. Çoban yıldızımız artık kırmızı beyaz olacak. Vs vs.” Neymiş, halkımız oy pusulasında İpçi amblemini görünce, “Ulan oyumuzu Vietnam’a mı veriyoruz acaba?” tereddüdü yaşamaktaymış. Veya İP ilçe binalarını görünce Vietnam konsolosluğu sanıp vize başvurusunda bulunuyormuş… Yahut Doğu’nun arkasında amblemi görünce konuşma

99


Çürük Yumurta

yaparken, “Allah Allah, Vietnam devlet başkanı Türkçe konuşuyor” diye şaşkınlık geçiriyormuş… Bahse girelim, bu değişiklik o emekli Albay ağabeyleri kesmez. Hele özel harp paşalığından emekli büyük dayı Turhan Olcaytu’yu, Allah uzun ömürler versin, hayatta kesmez. O yıldız gidecek kardeşim, yerine Genç Parti’ninki gibi, milli bir amblem gelecek. O kadar.

FANTOM Tarihi Yeniden Yazıyor TKP Tarihine Dair Bir Efsane Metin Esasen Çürük Yumurta bölümünde solla ilgili tartışmalar yer almıyor. Bu defa TKP bakiyesi çevrelerde adeta efsane haline gelmiş, fakat tamamı Türkçeye herhalde çevrilmemiş olduğu için, bölüm bölüm alıntılanan bir yazının tamamını yayınlıyoruz. Yazıyı kaleme alan Hindistan Komünist (Marksist) Partisi’nin bir temsilcisi: K Varadha Rajan. 19 Ocak 2007 günü İstanbul’a gelmiş. 20 Ocak’ta SİP Partisi tarafından düzenlenen “Doğu Konferansı”na ve 21 Ocak’ta bu partinin “8’inci” olduğunu iddia ettiği Kongresine katılmış. Yazı, partisinin haftalık yayın organı “Halkın Demokrasisi”nin 11 Şubat 2007 tarihli sayısında yayımlanmış. Yazarın ne çürükle ilgisi var, ne yumurtayla… Sorun orada değil. Sorun yazıda yer alan ve SİP partisi/TKP konularında; elbette Hindistan’dan gelen yoldaşın uydurmasına imkan olmayan yüz kızartıcı yanlış bilgilerdir. Bu partiye ve yöneticilerine herhangi bir yakınlığı, hiçbir zaman duymamış olduğumuzu, daha önce yazılmış yazılardan herkes hatırlayacaktır. Ama solda duran, binlerce insanın ölçüye gelmez fedakarlık ve emekleriyle kendini sürdüren ve büyütmeye çalışan bir yapının, düzgün siyasetler izlemesini ve toplumsallaşmasını istiyor insan, kavrulup gideceğine…Yönetici takımı ara sıra oturup gerçek bir muhasebe yapıyor mu bilemeyiz. Ama yapıyorlarsa burada geçen “kavrukluk” ile kastedilenin çoktan gerçekleşmiş olduğunu, en azından hissetmeye başlamış olmalıdırlar. Eğer siyasetin bir alanında bu kadar çok yalpalama ve bugün ne söylüyorsa yarın tersini söyleme durumu varsa; diğer alanlarda da işlerin aynı tarzda

100

yürütülmeye çalışıldığını anlamak feraset gerektirmez. SİP Partisi’nin Türkiye Komünist Partisi’nin adına ve siyasal mirasına yaklaşım gibi temel bir konudaki manevralarına ve kırılma noktalarına işaret edelim. 1. 2000 Nisan’ında, Komünist Partisi Girişimi adına, SİP Ankara örgütünde bir görüşmeye davet edildik. Toplantıda SİP yöneticisi “Komünist adını, Türkiye’nin AB üyeliğine adaylığı nedeniyle mi almak istiyorsunuz?” şeklinde tuhaf bir soru sordu. 2. 2000 yazında, SİP Partisi, başlarında Yalçın Cerid olmak üzere bir grup üyesine “Komünist Parti” adında bir parti kurdurdu. “KP”nin kuruluşunu izleyen günlerde SİP Genel Sekreteri Kemal Okuyan Yunanistan Komünist Partisi’nin radyo ve televizyonunda yaptığı açıklamada, bu “KP”nin SİP’e ait bir kuruluş olduğunu (biz kısaca SİP partisi diyoruz) gizlemeden, neden “TKP” değil de, “KP” adıyla bir parti kurduklarını şöyle açıkladı: “TKP’nin devamı gibi gözükmek istemiyoruz.”, “Bu partinin adı (TKP oluyor) Türkiye’deki sosyalist mücadelenin mirasını temsil etmez.” “Bu ad (TKP) Kürt ve Türk emekçilerinin aynı örgütte örgütlenmesine engeldir.” “Mevcut engeller karşısında, (Siyasi Partiler Kanunundaki “Komünist, faşist, anarşist adıyla parti kurulamaz” yasağına işaret ediyor.) kurulacak bir Komünist Partisi; majestelerinin partisi olacaktır.” (Bu sözünü hatırladığı için, aynı Kemal Okuyan, 2002 seçim kampanyasında durmadan “Majestelerin partisi olmayacağız” dedi durdu. Malum, dil çürük dişe gidermiş.) “TKP hiçbir zaman milliyetçi önyargılardan kurtulamamıştır.” (Gerçekten Enternasyonalist olamadı, demeye çalışıyor.) Bu sözler gerçekten de Okuyan’ın ve SİP’in Türkiye Komünist Partisi’ne ve onun tarihi mirasına bakışını ortaya koyuyordu. Bu yüzden parti yöneticisi Kuzulugil’in bir televizyon programında, faşist Mehmet Gül’le polemik yapma heyecanıyla, TKP’yi ve TKP’lileri anlatmak üzere dile getirdiği, “Sovyetler Birliği’nden, devrim yapmamaları karşılığında para alan asalak hıyarlar” şeklindeki Aralık 2005 fabrika


Çürük Yumurta

görüş asla dil sürçmesi veya kişisel yaklaşım falan değildi. 3. SİP’liler bütün bunlardan sonra, 11 Kasım 2001’de düzenledikleri Kongre’de ad değiştirerek TKP adını aldılar. 4. Ve geldik aşağıdaki yazıya. Hindistan Komünist (Marksist) Partisi temsilcisinin yazısında, kendisine verilen bilgilerle anlatılan bir TKP tarihi var. Birlikte okuyalım: “TKP hakkındaki önemli bir gerçek onlarca yıl boyunca egemen sınıf tarafından baskı altında tutulmuş olması ve özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Türkiye’deki komünist hareket nerdeyse tamamen sona erdi. Fakat daha sonra yeniden etkin olarak çalışmaya başladı. 1920’de kurulan TKP Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesinde önemli bir rol oynamıştı. 1970’ler ve 80’lerde bir çok gruplara bölünen parti 1990’da neredeyse bir sona gelmişti. Türkiye kanunları o tarihte her hangi bir partinin adında komünist ibaresi ile çalışmasına izin vermediği için parti 1993’te Sosyalist İktidar Partisi olarak yeniden adlandırıldı ve 2001 de bu isim tekrar Türkiye Komünist Partisi (TKP) olarak değiştirildi. Halâ da kanunen , adında komünist ibaresi ile kayıtlı bir parti olamaz ancak değişen koşullar nedeniyle ve demokratik haklar için verilen halk mücadelesi sayesinde TKP’nin bu isimle aleni olarak çalışmasına izini verilmektedir. - Anlatılan tarihte Kemal Okuyan-Aydemir Güler ekibinin kurduğu ilk parti, Sosyalist Türkiye Partisi (STP) yok. Buharlaşmış. Madem yeniden kurmak istediğimiz palavra tarihe fazla geliyor, fazlaları keseriz. Okuyan/Güler tarihçiliğine hoş geldiniz. - Anlatılan tarihte TBKP de yok. Madem fazla, biz Okuyan/Güler’iz, onu da tarihten keseriz. - 1993’te “Türkiye kanunları, her hangi bir partinin (majestelerininki dahil.z.t) adında komünist ibaresi ile çalışmasına izin vermediği için parti 1993’te Sosyalist İktidar Partisi olarak adlandırıl”mış. - “ve 2001’de bu isim tekrar Türkiye Komünist Partisi (TKP) olarak değiştiril”miş.

fabrika Aralık 2005

Son cümlede her şeyi bir kez daha utanmazca söylenmiş bir yalana dönüştüren anahtar, “tekrar” kelimesidir. Son kırılma budur. Ama kırılma sadece Türkiye Komünist Partisine ve onun tarihi mirasına yaklaşımı, yalanlardan bir tarih inşa etme noktasına taşımaktan ibaret değildir. Burada en az TKP tarihiyle ilgili çarpıtma kadar utanç verici, yüz kızartıcı olan başka iki şey daha var: Birincisi bu takımın enternasyonalizm anlayışı... 29 Ülkenin komünist partilerini konferans ve kongrene çağırıp, içlerinde bu tarihin gerçekte ne olduğunu bilen Komünist Partilerin, örneğin Yunanistan Komünist Partisi temsilcilerinin gözlerinin içine baka baka yalan söylüyorsun. Gerçek TKP’nin enternasyonalizmini beğenmeyenin, TKP ile SBKP arasındaki ilişkiyi “devrim yapmama karşılığında para alma” şeklinde anlayan ve anlatanın ve TKP’yi milliyetçi önyargılardan hiçbir zaman kurtulamamış olmakla eleştirenin, enternasyonalizmine bakınız. İkinci nokta enternasyonalizm anlayışındaki felaketten daha önemsiz değildir. Eninde sonunda bu yalandan hikaye, partinin ve partililerin önüne konuluyor. Yaklaşım şudur: “Evet yalan söylüyoruz, ama bu yalan parti için faydalıdır. Dolayısıyla parti bu yalanın arkasında durmalı.” Komünizmin, partinin, komünist siyasetin düşürüldüğü yer burasıdır. Elbette düşüren Okuyan veya Güler değil; onlar bu kavramları bu halde buldular, sorgulamak yerine, “gelenek” kabul ettiler, tekrarlayabildikleri kadar da tekrarlıyorlar. İşin tuhafı, geleneği böyle kavrayanlar, sorgulayanlardan çoktur ve sorgulayanlara ellerine geçen her etiketi yapıştırırlar. Aşağıdaki yazıda, siyaset yapma tarzına dair en az bunlar kadar ağır başka noktalar da var. Birine değinelim: Yazar diyor ki, “ İstanbul’a indiğimde havaalanında beni karşılamaya gelen yoldaşlardan aldığım ilk mesaj Türkiye’deki durumu göstermekteydi. 19 Ocak sabahı, İstanbul’da insafsız bir cinayet işlenmişti—Agos gazetesinin genel yayın yönetmeni ve solcu bir entelektüel olan Hrant Dink o gün öldürülmüştü. Kuşkulanılan şey, emperyalist güçlerin ve Türkiye’deki faşist grupların bu suçu ortaklaşa gerçekleştirdikleri idi.” Yazar acaba biliyor mu, bu cinayetin arkasından iki yüz bin kişi Hrant Dink’in arkasından

101


Çürük Yumurta

yürüdü, “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganları attı. Peki bu cinayeti “emperyalist güçlerin ve Türkiye’deki faşist grupların ortaklaşa gerçekleştirdikleri”nden kuşkulanan SİP Partisi bu büyük protestoya katıldı mı? Hayır, son derece dünyevi, son derece süfli gerekçelerle katılmadı. Kim bilir belki de devletin bu gösteriden duyacağı rahatsızlığı önceden hissetmişlerdir. Son olarak aşağıdaki paragrafı birlikte okuyalım: “Türkiye’nin emperyalistlerle işbirliğine gitmesi ve emperyalistlerin ülkeye nüfuz etmesi ihtimali ülkedeki bir çok politik örgütü etkisiz hale getirmektedir ve TKP’yi emperyalizme karşı ülkenin korunmasında ağır bir sorumluluk altında bırakmaktadır. Şubat 2005’te TKP’nin öncülüğünde Yurtsever Cephenin kuruluşu emperyalizme karşı mücadelede önemli bir dönüm noktası oldu. Kuruluşundan sonra bir buçuk yıl içinde önemli sayıda çalışan insanı, öğrenci ve aydını emperyalist güçlere ve onların işbirlikçilerine karşı harekete geçirmeyi başaran cephe, olgunlaşarak kısa bir süre sonra 2006 yılında kurumsallaştı. Doğal olarak Yurtsever Cephe TKP politikalarında merkezi bir konuma geldi. Böylece 8. TKP kongresi Yurtsever Cephenin büyük olasılıkla politik arenada önemli bir aktör olarak ortaya çıkacağı yeni bir dönemin başlangıcına damga vurdu.” “Ülkedeki bir çok politik örgüt etkisiz hale gelirken” “emperyalizme karşı mücadelede bir dönüm noktası” oluşturmak, “Emperyalistlerin nüfuz etmesine karşı ülkeyi korumak” gibi iri lafları bir yana bırakalım. Önce “Halk muhtıra veriyor” açılımı yapıldı. Arkasından “Yurtsever Cephe” ilan edildi. “Leninist Parti” vurgusu sessizce geriye çekildi ve durmadan övgüler düzülen cephe, tıkanan partinin yerine ikame edildi. Artık cephe bir dönem açabilir, döneme damgasını vurabilir. Eğer 22 Temmuz seçimlerinden, kampanyanın kazanımları konusu dahil, alınan sonuç nedeniyle “Cephe” balonunun hala patlamamış olduğu kabul ediliyorsa… Şimdi siz değerli okuyucuları, efsane metinle baş başa bırakalım. TKP Kongresi Hakkında Hindistan Komünist Partisi Temsilcisinin Değerlendirmesi

102

Türkiye Komünist Partisi Kongresi: Baskılar Altında Gelecekten Emin K Varadha Rajan Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) 21 Ocak’ta yapılan 8. kongresine ve 20 Ocak’ta yapılan “Doğu Sorunu” konulu uluslar arası konferansa tüm dünyadan 29 parti katıldı. Cezayir Demokrasi ve Sosyalizm Partisi, Bohemya ve Moravya Komünist Partisi, Büyük Britanya Komünist Partisi, Kuba Komünist Partisi, Danimarka Komünist Partisi, Yunan Komünist Partisi, Hindistan Komünist (Marksist) Partisi, İsrail Komünist Partisi, Malta Komünist Partisi, Portekiz Komünist Partisi, AKEL, Romanya Birleşik Sosyalist Partisi, Hırvatistan Sosyalist İşçi Partisi, Suriyenin Komünist Partisi, Suriye Komünist Partisi (Bir diğer parti), Gürcistan Birleşik Komünist Partisi, Ukrayna Komünistleri Birliği, Belçika İşçi Partisi, İrlanda İşçi Partisi, İspanya Halkın Komünist Partisi, Venezüella Komünist Partisi, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi, Macaristan Komünist İşçi Partisi, Lübnan Komünist Partisi, Yugoslavya Yeni Komünist Partisi, Filistin Komünist Partisi, Filistin Halk Partisi, Italyan Komünistleri Partisi bunlar arasındaydı. Benim temsilciliğini yaptığım Hindistan Komünist Partisi de Güney Asya’dan kongreye katılan tek kardeş parti idi.

TKP İçin Zor Görev Kongrenin ve ardından yapılan konferansın detaylarına girmeden önce, şuna işaret etmeliyim ki bu iki etkinlikte yapılan mütalaalar, özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra birçok ülkedeki komünist hareketin durumunu net bir şekilde yansıttı. Sosyalizm düşmanları tüm dünyada komünist hareketin bittiği propagandasını yapsalar da, Türkiye de gördüğüm manzara bunun tam tersini söylüyordu. TKP kongresi emperyalist saldırıların dünya genelinde bir çok ülkede güçlü bir direnişle karşılaştığı bir dönemde yapıldı. Latin Amerika’daki anti-emperyalist hükümetler Küba ile beraber Aralık 2005 fabrika


Çürük Yumurta

emperyalizme karşı güçlü bir cephe oluşturma çabası içindeyken, işgale karşı Irak direnişi, Filistinlilerin devam eden mücadelesi ve İsrail’in Lübnan işgalindeki hezimeti göstermektedir ki Orta Doğu Halkları kendi egemenlikleri, onurları ve bağımsızlıklarını savunmak konusunda kararlıdır. Avrupa’da neo-liberal politikalara karşı gittikçe artan muhalefet, tarihteki en kalıcı emperyalist gruplaşma olan Avrupa Birliği’ni bozguna uğratacak potansiyeli taşımaktadır. Bu umut verici gelişmelerin karşısında, emperyalist güçler hınçla, politik, ideolojik ve ekonomik alanlarda sayısız taktik kullanarak tepki vermektedirler ve askeri saldırganlıklarının dozajını giderek artırmaktadırlar. Ancak Avrupa, Orta Doğu ve Latin Amerika’daki komünist ve işçi örgütlerinin artan etkisi gelecek için umut vericidir. TKP kongresi Türkiye’deki komünistlerin ağır sorumluluklar alması gereken kritik bir dönemde yapıldı. İki temel süreç, yani ülkenin AB’ye girme çabaları ve Orta Doğu’daki emperyalist saldırılar Türkiye’nin emperyalistlerle ilişkilerini yeni bir seviyeye getirmektedir. Bir yandan ekonomik ve toplumsal alanlardaki çarpıcı değişiklikler, çalışan kitleleri mahvedici sonuçlar üretirken, Türkiye öte yandan ABD’nin yayılmacı emperyalist planlarını aktif olarak desteklemek konusunda sürekli baskı altındadır. Afganistan’da NATO kumandası altındaki askeri varlığının yanı sıra Türkiye burjuvazisi Lübnan’a emperyalist çıkarları korumak üzere asker göndermeyi kabul etmiştir. Hükümetin emperyalistlerle işbirliği sayesinde görünen odur ki Türkiye yakın zamanda Irak işgalinin ve İran’a muhtemel bir emperyalist müdahalenin içinde de aktif olarak yer alacaktır. Türkiye’nin emperyalist planlar içinde yer alması sadece bölge için tehlike arz etmemektedir. Türkiye’nin emperyalistlerle işbirliğine gitmesi ve emperyalistlerin ülkeye nüfuz etmesi ihtimali ülkedeki bir çok politik örgütü etkisiz hale getirmektedir ve TKP’yi emperyalizme karşı ülkenin korunmasında ağır bir sorumluluk altında bırakmaktadır. Şubat 2005’te TKP’nin öncülüğünde Yurtsever Cephenin kuruluşu emperyalizme karşı mücadelede önemli bir dönüm noktası oldu. Kuruluşundan sonra bir buçuk yıl içinde önemli sayıda çalışan insanı, öğrenci ve aydını emperyalist güçlere ve onların işbirlikçilerine karşı harekete geçirmeyi başaran cephe, olgunlaşarak kısa bir süre sonra 2006 yılında kurumsallaştı. Doğal olarak Yurtsever Cephe TKP politikalarında merkezi bir

fabrika Aralık 2005

konuma geldi. Böylece 8. TKP kongresi Yurtsever Cephenin büyük olasılıkla politik arenada önemli bir aktör olarak ortaya çıkacağı yeni bir dönemin başlangıcına damga vurdu.

İç Bölünmeler İstanbul’a indiğimde havaalanında beni karşılamaya gelen yoldaşlardan aldığım ilk mesaj Türkiye’deki durumu göstermekteydi. 19 Ocak sabahı, İstanbul’da insafsız bir cinayet işlenmişti—Agos gazetesinin genel yayın yönetmeni ve solcu bir entelektüel olan Hrant Dink o gün öldürülmüştü. Kuşkulanılan şey, emperyalist güçlerin ve Türkiye’deki faşist grupların bu suçu ortaklaşa gerçekleştirdikleri idi. Ülkede Amerikan emperyalizmi ve destekçileri de farklı grupları birbirine karşı kavga etmeye kışkırtmaktalar ve bu süreç ülkenin bölünmesine yönelik bir tehdit oluşturuyor. Bu nedenle Türkiye Komünist Partisinin ana meselesi ülkeyi nasıl birlik altında tutacağı ve insanları ülkenin birliğini tehdit eden emperyalist destekli gerici ve dinci hareketlerden kendi tarafına nasıl çekeceğidir. Bu gruplaşmalar işçi sınıfını da çok fazla etkilemekte ve bir çok yerde işçilerin bölünmesine sebep olmaktadır. TKP’nin değerlendirmesine göre, örneğin, Türk ve Kürt işçiler bölünmüş durumdadır. Sendikalar, bugün ülkede işçi sınıfını birleştirmekten çok onu bölmeye yardım etmektedir. Kongredeki tartışmalarda bu mesele en temel tartışma konularından birisi olarak ele alındı. Bölünmüş olmanın yanı sıra aynı zamanda işçi sınıfının büyük bir kısmının hiçbir sendikaya üye olmadığı da belirtildi. TKP kongresi bu durumda, nasıl bir alternatif sendika hareketi oluşturulacağı ve işçilerin politik bilinçlerinin nasıl geliştirileceği konularında çözüm aradı. Tartışmaya getirilen diğer bir önemli konu da Türk ve Kürt halkları arasındaki bölünme idi. Kürt nüfusu arasında çok cılız olan komünist hareket konuyu enine boyuna tartıştı ve Kürt Halkı ve Kürt proletaryası içinde yaygın bir örgüt için kapsamlı yeni bir örgütsel düzenlemenin yapılmasına karar verildi. Günümüz Türkiye’sinde egemen sınıflar Kürtlerin var olmak ve politik faaliyet göstermek için her türlü politik örgütlenme hakkını bastırmak ile

103


Çürük Yumurta

meşgul. Söylemek gereksiz, eğer bu baskı sona ermezse, bir birlik inşa etmek mümkün olmayacak. Bu parti kongresinin oldukça yerinde bir saptamasıydı ve Kürt halkının hakları için mücadele etmek bir kaçınılmaz bir zorunluluktur. Türkiye’nin AB’ye girmesi ülkede en çok tartışılan konulardan birisi. TKP Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı. Bununla ilgili olarak kongre bildirisi şöyle diyor: “Türkiye Komünist Partisi olarak, tüm dost ve kardeş partileri AB üyeliğinin Türkiye’nin demokratikleşmesi sürecine yardım edeceği yaklaşımını tamamen terk etmeye çağırıyoruz. İşçi sınıfı ile, komünistlerle ve ilericilerle dayanışma içinde hareket etmek için ve Türkiye’deki anti-demokratik uygulamaları protesto etmek için AB’nin arabuluculuğu gerekli değildir. TKP gerici burjuva güçlere karşı ödün vermeden mücadele etmeye devam ederken, emperyalist ülke ve kurumların Türkiye ile ilgili planlarına ve belli amaçlara birtakım yaptırımlar konmasına kayıtsız kalamaz. Türk ve Kürt proletaryasının gerçek dostu olan Avrupalı komünist ve işçi partilerinin bu meseleye hassasiyetle yaklaşacağını umuyoruz.” Türkiye’nin ilginç bir özelliği de ülkenin ne bir Asya ne de bir Avrupa ülkesi olmaması. Ülke hem Asya hem de Avrupa’da yer alıyor. Aslında, ülkenin başkenti İstanbul şehir olarak hem Asya hem Avrupa’ya uzanmış durumda. Havaalanından konferans mekanına giderken Avrupa ve Asya’yı ayıran tarihi köprüyü geçtik.

Dünyanın En Genç Komünist Partisi TKP kongresi 450’si oy hakkına sahip 2000’den fazla delegenin katılımı ile gerçekleşti. TKP hakkındaki önemli bir gerçek onlarca yıl boyunca egemen sınıf tarafından baskı altında tutulmuş olması ve özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra

104

Türkiye’deki komünist hareket nerdeyse tamamen sona erdi. Fakat daha sonra yeniden etkin olarak çalışmaya başladı. 1920’de kurulan TKP Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesinde önemli bir rol oynamıştı. 1970’ler ve 80’lerde bir çok gruplara bölünen parti 1990’da neredeyse bir sona gelmişti. Türkiye kanunları o tarihte her hangi bir partinin adında komünist ibaresi ile çalışmasına izin vermediği için parti 1993’te Sosyalist İktidar Partisi olarak yeniden adlandırıldı ve 2001 de bu isim tekrar Türkiye Komünist Partisi (TKP) olarak değiştirildi. Halâ da kanunen , adında komünist ibaresi ile kayıtlı bir parti olamaz ancak değişen koşullar nedeniyle ve demokratik haklar için verilen halk mücadelesi sayesinde TKP’nin bu isimle aleni olarak çalışmasına izini verilmektedir. Böylece bir anlamda TKP dünyanın en genç komünist partisi olmaktadır. Kongrede verilen bilgilerde de bu durum görülmektedir. En son seçimlerde TKP’nin aldığı 58.000 oyun büyük kısmı (yaklaşık %50’si) TKP üyelerinden ve sempatizanlarından gelmişti. TKP üyelerinin yaş ortalaması 23, merkez komite üyelerinin yaş ortalaması ilse 35. Kongreye katılan 2000 delegenin %90’ından fazlası 20’li yaşlardaydı ve altı çizilmesi gereken önemli bir nokta da kadın ve erkek olarak dağılımın eşit olmasıydı. Bu gençler kongrede konuştuklarında, adanmışlıkları ve geleceğe duydukları güven çok iyi hissediliyordu. 22 Ocak sabahı bir Merkez Komite üyesi ile bir konuda görüşürken, farklı ülkelerden gelen komünist parti temsilcilerinin partide gençlerin bu derecede baskın olmasından ve Yurtsever Cephe oluşumu üzerinden gelecekte partinin tabanını genişletmek ve derinleştirmek planlarından çok etkilendiklerini belirtti. Ayrıca Yurtsever Cephenin bir yıl içinde yapılacak bir sonraki genel seçimlerde etkili olacağını beklediklerini ve bunun da partinin yaşamında bir dönüm noktası olacağını ifade etti. Umarız ki bu Türk yoldaşlarımız hedeflerine ulaşır ve daha da ileriye giderler.

Aralık 2005 fabrika


Tarih ve Toplum Enstitüsü geniş alanlı bir stratejik düşünce kurumudur. Akademik disiplinler arası bağları güçlendirmek, tarihi ve güncel sorunlara geniş kapsamlı açılımlar getirmek, en nihayetinde yeni bir uygarlık projesinin temsilcisi olmak iddiasındadır. Enstitünün kendine belirlediği misyon, iki boyutta tanımlanmaktadır. Birincisi, toplumsal mücadelelerin perspektiflerine ilişkindir. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve saldırganlığı giderek ürkütücü bir hal alan global sermayenin dünyada belirleyici hale gelmesi, bizleri barışın, özgürlüğün, ve toplumsal adaletin belirleyici olduğu bir toplum projesi üzerine yeniden düşünmeye sevk etmektedir. Bu anlamda, sosyalizmin 200 yıllık umut ve idealleri hala canlılığını korumaktadır; bize düşen, geçmişin tüm deneyimlerine eleştirel bir bakışla sahip çıkarak bu umudu, yeniden düşünülmüş bir toplumsal teoriyle mücehhez kılmaktır.

Batı ise kazanmış ve kibirli. Kompleksi ve kibiri kaldırmak ve tartışmayı özgürleştirmek bizler için şarttır.

Bu iki boyuttan, yani global kapitalizmi aşma ve Doğu’yu yeniden kazanma ihtiyacından hareket eden Enstitü, Avrupa ve Doğu kökenli zihinsel kalıpların dışında, tüm dünya için yeni, kapsayıcı, ve açık bir uygarlığın gerekliliğini savunur. Bu doğrultuda bir geleceğin temellerini bu sefer tüm insanlık için, bölgesel olmayan bir medeniyet vizyonuyla ilişkilendirerek önermek olağanüstü önemde bir görevdir. Enstitü bu ihtiyacı temsil eder ve bu ihtiyaç doğrultusunda faaliyetlerini sürdürür. Bu doğrultuda akademik, politik ve felsefî araştırmalar, tartışmalar, paneller, seminerler düzenler. Sanat ve edebiyatın tüm kollarındaki açılımları destekler, bu doğrultuda kurslar, atölyeler programlar, yayınlar yapar.

Bu, bizi enstitümüzün misyonundaki ikinci boyuta götürmektedir. Marksizm dahil, tarih ve toplum bilimlerinin çıkış noktaları Avrupa’dır, ve bugün durdukları yer itibariyle, bütün evrensellik iddialarına karşın, yerelliklerini korudukları yönünde sayısız belirti vardır. Tarih ve Toplum Enstitüsü, öncelikli olarak Batı düşüncesinin, bir yandan egemenlerin sınıfsal bakışıyla, diğer yandan bir kıta ırkçılığı ile malül benmerkezli kurmalarını sorgular ve eleştirir. Avrupa bakışlı olmayan bir düşünsel duruşun bize yüklediği en somut görev ise, kendi toprağımızdan başlayarak biraz daha fazla Doğu’ya bakmaktır. Gerek Batı’lı, gerekse onların yörüngesindeki yerli egemenlerin kitlelerin hafızasından silmeye çalıştığı Doğu’nun (bu arada da Anadolu’nun) kültürel hazinesi, tüm değerleri ve tüm zaaflarıyla keşfedilmeli, tanınmalı ve bilince çıkarılmalıdır.

Tarih ve Toplum Enstitüsü, bu anlamda, yerel olarak bu coğrafyada doğmuş, ama amaçları açısından evrensel hedefleri olan, düşünsel bir yenilenme hareketidir.

Teoride de, politikada da, tutarlı bir evrenselliğe ulaşmanın başka yolu yoktur. Asırlar süren mücadelelerin ardından Doğu kaybetmiştir ve komplekslidir;

Tüm arkadaşlarımızı bu zorlu ve bir o kadar da iddialı, ama hepimiz için hayatî önemde olan düşünsel serüvenin, heyecanını paylaşmaya davet ediyoruz.

fabrika Aralık 2005

Enstitü bu yenilenme görevini tanımlarken, geçmişin tüm ön yargılarından uzakta ve klâsik politik ayrımların üzerinde hareket etmenin önemini saptar. Bu anlamda, siyasi görüşü ve duruşu ne olursa olsun, birikimiyle bu çerçeveyi aydınlatacak herkesin katkısına kendini açık görür ve bunu ilan eder. Geçmişin tüm toplumsal mücadelelerinin insanlık için yarattığı birikime ve kazanımlara kıskançlıkla sahip çıkarak, bu mücadelelerden yeni dersler çıkarmanın ve tarihi yeniden, bu topraklarda yazmanın bizim açımızdan artık zamanı gelmiştir.

105


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.