Gelenek94

Page 1

İÇİNDEKİLER ► Okurlarla

3

► TKP 8. Kongre Raporu

7

► Kongre Belgeleri

25

► Devletin Çözülmesi: Mevcut Durum, Olasılıklar ve Görevler Metin ÇULHAOĞLU

47

► Orta Katmanların Korkularıyla Hesaplaşmak Erkin ÖZALP

57

ENTERNASYONAL GÜNDEM

► Doğu Sorunu Konferansı’ndan

73

► 20. Yüzyılda Siyonizm, İsrail ve Doğu Birliği Galip MUNZAM

83

► Filistin Sorunu Kronolojisi

107

GELENEK 94: Aylık Marksist Dergi (Şubat 2007) Yayın Kurulu: Ali Mert, Aydemir Güler, Erkin Özalp, Mesut Odman, Metin Çulhaoğlu

Sahibi: Erkin Tufan Özalp / Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Ekim Orhan İsmi / Kapak Düzeni: Sükun Öztoklu

yerel süreli yayın

Osmanağa Mah. Nihal Sok. No: 4 Kadıköy / İSTANBUL gelenek@tkp.org.tr Baskı: Kayhan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi D Blok No: 155 Zeytinburnu Yurtdışı Fiyatı: 9 avro / Haluk Arıcan Goettingen Sparkasse Almanya BLZ: 26050001 KONTO: 110118486



Okurlarla Gelenek’in 94. sayısı Türkiye Komünist Partisi 8. Kongresi’ni merkeze alıyor. İleriki sayfalarımızda, temel belge olan rapora ve kongre sürecini çeşitli yönleriyle yansıtmak açısından yararlı olacağını sandığımız kimi konuşma metinleri ile belgelere yer veriyoruz. Geride bıraktığımız ayın en kritik gelişmesi kuşkusuz Hrant Dink’in öldürülmesi oldu. Bu başlıkta Gelenek’in parçası olduğu yayınlar topluluğunda çeşitli değerlendirmeler yapıldı. Günlük İnternet gazetesi soL ve haftalık Komünist gelişmelerin hızlı akışına yetişmeye çalışıyor. Gelenek’in üstüne düşen bu hızlı akışa biraz daha soğukkanlı bir dönem analiziyle yaklaşmak olsa gerek. Şimdilik, bazı yazılarımızdaki değinmeler dışında konuyla ilgili TKP’nin iki açıklamasına yer vermekle yetiniyor, sözünü ettiğimiz açığı Mart sayımızda kapatmayı taahhüt ediyoruz. Yeri gelmişken Gelenek’in hacim sınırlılığına değinmek şart. Dergimizin sabitlerinden yalnızca Enternasyonal Gündem bu sayıda yer bulabildi. İstanbul’da TKP Kongresi’ne konuk olan çeşitli komünist ve işçi partilerinin yöneticileriyle yapılmış röportajlar gelecek sayılarımızı bekliyor. Yine Polemik bölümünde, Özgürlük Dünyası dergisi ile yürüttüğümüz tartışmanın devamı, elimizde hazır olmasına karşın gelecek sayımıza ötelenmek zorunda kaldı. Bir kez daha Ali Mert’in hazırladığı Okuma Notları ile başka yazarlarımızın çalışmalarının başına da aynı şeyin geldiğini ekleyelim. Mart sayısının içeriğine hakkındaki bu notları tamamlayalım. 95.sayımızın ana konusunu “gençlik” oluşturacak. Muhtemelen bu konuyla beraber Gelenek yeni yazarlar da edinmiş olacak… GELENEK

3


Okurlarla

TKP Siyasi Komitesi Dink’in ölümünün izleyen dakikalarda aşağıdaki açıklamayı yapmıştı: Milliyetçilerle emperyalistlerin ortak komplosu

Dink Cinayeti Hedefi 12’den Vurmuştur Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesi son derece üzücüdür ama hiç şaşırtıcı değildir. Türkiye emperyalistler ve milliyetçi/faşist odakların ortak çabasıyla son derece kırılgan bir duruma getirilmiştir. Her kurumu, her köşesi emperyalist projelere açılan, liberal ekonomi politikalar aracılığıyla bütün kaynakları ve maddi zenginliği piyasanın emrine verilen, gericiliğin ve ırkçılığın toplumu çılgınca bir isteriyle kuşattığı bir ülkede dengelere kurşun atmak en etkili siyaset yöntemlerinden birisidir. Bugünkü kurşun Hrant Dink’e isabet etmiştir. Halklar arasına düşmanlık tohumu ekmek isteyenler hedefi 12’den vurmuştur. Katil yakalanır ya da yakalanmaz ama olayın aydınlatılmayacağı kesindir. 1 Mayıs 77’yi, Kahramanmaraş’ı, Sivas’ı, Susurluk’u, Şemdinli’yi, yüzlerce cinayeti aydınlatmayanlar, Dink cinayetini de karartacaklardır. Ancak cinayetin arkasında duran güçler bellidir. Tarih boyunca bölgemizde halkları birbirine düşürerek kendi egemenliklerini pekiştiren emperyalistler, Ermeni halkının yaşadığı büyük trajediyi kullanarak kendi politikalarına alan açmak istedikleri için suçludurlar. Yıllar boyunca ABD ve diğer emperyalist ülkeler tarafından finanse edilen, eğitilen ve Türkiye’yi kana bulayan her türden faşist/ırkçı kadrolaşma, Ermenilere, Kürtlere ve diğer halklara karşı “cihad” ilan etmeyi vatanseverlik diye pazarladıkları için suçludur. Katilleri himaye eden, milliyetçi tosuncukların ilkel gösteriler yapmasına izin verip destekleyen, ülkede linç uygulamalarını yaygınlaştıran devlet, Hrant Dink’i hedef gösterdiği için suçludur. Şimdi Türkiye daha da kırılgan hale gelmiştir. Türkiye’nin kırılganlığının faturası emekçi halkımıza çıkmaktadır. Dink cinayeti ABD’nin elini güçlendirecektir, Avrupa Birliği’nin elini güçlendirecektir, bu türden puslu havaları seven faşist odakların elini güçlendirecektir, AB’ci liberallerin elini güçlendirecektir. Emekçi halkımızın elinin güçlenmesi gerekmektedir. Türkiye’nin kırılganlığını engelleyecek tek yol budur. Emekçi halkımız hızla örgütlenmeli ve memleketi kan içicilere ve emperyalistlere bırakmamalıdır. Bunu mutlaka gerçekleştireceğimizi kamuoyu ile bir kez daha paylaşır, Dink’in ailesi ve yakınlarına baş sağlığı dileriz. Türkiye Komünist Partisi Siyasi Komite 19.01.2007 4


GELENEK 94 Dink cinayetinin soruşturma sürecine TKP 3 Şubat’ta eylemli olarak tepki gösterdi. İstanbul Beyoğlu’nda gerçekleştirilen kitlesel protestoda okunan açıklama metni:

Türkiye Çetelerden Kurtarılmalıdır Ülkemiz hiçbir hukuki sınırlama olmaksızın faaliyet gösterip insan öldüren, sağa sola bomba atan, hiç kimseye hesap vermeyen ve devlet çatısı altında varlığını sürdüren kontrgerilla çetelerine teslim olmuştur. Ülkemiz devlet tarafından kollanan, desteklenen ve ilericilere, hakkını arayan işçilere, ülkesini seven aydınlara karşı cinayet şebekeleri olarak işlev gören faşist çetelere teslim olmuştur. Ülkemiz vatanı kurtarma bahanesiyle uyuşturucu ticareti yapan, kumarhane işleten, ihalelere giren sivil-resmi silahlı çetelere teslim olmuştur. Ülkemiz kah milliyetçilikten, kah ümmetçilikten beslenen ve dini tarikat görünümü altında halkımızı tehdit eden gerici çetelere teslim olmuştur. Ülkemiz Türklerle Kürtler arasında düşmanlık yaratmak, Türkiye’yi bir iç savaşa sürüklemek için her tür provokasyonu denemeye kararlı ırkçı çetelere teslim olmuştur. Bütün bunlar neyin sonucudur? Bütün bunlar ABD öncülüğünde yürütülen komünizme karşı mücadelenin ülkemizi alabildiğine kirletmesinin sonucudur. Bütün bunlar çetelerin genelkurmayı olan NATO’ya üyeliğin bir sonucudur. Bütün bunlar Türkiye’yi emperyalist Avrupa Birliği’ne mahkum etmenin sonucudur. Bütün bunlar toplumu tüccarlaştırma ve bencilleştirme girişimlerinin sonucudur. Bütün bunlar faşist Evren liderliğindeki 12 Eylül generallerinin suçlu sandalyesine oturtulmamasının sonucudur. Bütün bunlar Amerika’ya karşı olup, ona kafa tutmaktan korkan bir toplum haline gelmemizin sonucudur. Bu ülkeyi faşist çetelere, ırkçılara, gericilere, kontrgerilla müsvettelerine bırakma! Çetelere karşı sesini yükselt, Avrupa Birliği’nin sahte demokrasisine kanma! ABD’den korkma, teslim olmaktan kork! Memlekete sahip çık, Yurtsever Cephe’de örgütlen!

Türkiye Komünist Partisi

5



TKP 8. Kongre Raporu Ocak 2007

A. SİYASİ TEZLER BİRİNCİ BÖLÜM: DEVLETİN ÇÖZÜLMESİ

1. Türkiye’de devlet çözülmektedir. Devletin çözülmesi, Türkiye kapitalizminin mevcut devlet aygıtını taşıyamaz hale gelmesi demektir. Özgün iç ve dış dinamiklerin ürünü olan bu çözülme süreci, sınıflar arasındaki verili güç dengeleri hesaba katıldığında, geçici bir karakter taşımaktadır. Sermaye sınıfı, kendi egemenlik aracı olan devleti daha farklı bir içerikle yeniden yapılandırmak için arayış içerisindedir. Ancak bu arayış, emperyalist ülkelerin diğer ulus devletlere karşı sürdürdüğü saldırının da etkisiyle, plansız ve derin krizlere mahkum bir seyir izlemektedir. Bununla birlikte, işçi sınıfının ağırlığını koyarak çözülme sürecini başkalaştırmaması durumunda, sürecin doğrultusu hiçbir kuşkuya yer vermeyecek ölçüde belirgin hale gelmiştir. Şöyle ki: a) Devlet, geçmiştekinden farklı olarak kapitalist sınıfın gereksinimlerine daha dolayımsız ve açık yanıtlar vermeye başlamış, sınıflar arasında hakemlik yapma iddiasını tamamen yitirme durumuyla karşı karşıya kalmıştır. b) Sosyal politikalar büyük ölçüde terk edilmektedir. c) Ekonomik, siyasal ve kültürel yaşamda yerelleşme adı altında sermayenin müdahale alanı genişletilmekte, merkezi yönetimin rolü ve sorumluluğu azaltılmaktadır. d) İşçi sınıfının hak arama ve siyasal yaşama müdahale olanaklarını kısıtlayan yasalara ek olarak, ideolojik-siyasal süreçlerin kendisinin bizzat ticaret konusu haline getirildiği ve yoksulları tamamen dışlayan yönetme mekanizmaları oluşturulmaktadır. 7


TKP 8. Kongre Raporu

2. Devletin yeniden yapılandırılmasına dönük arayışları krize taşıyan bir çözülmeden söz etmemizin nedeni, sürecin büyük ölçüde emperyalist ülkeler tarafından kontrol edilmesidir. Zaman zaman farklı araçlar kullanmalarına karşın, gerek ABD gerekse Avrupa Birliği, Türkiye’nin bu dönüşümden daha zayıf, daha kısıtlanmış ve gerektiğinde küçültülebilir bir ülke olarak çıkmasını hedeflemektedirler. Liberal ekonomik politikaların uluslararası tekellerin hareket özgürlüğünü alabildiğine genişlettiği hesaba katılırsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin aynı anda hem batıyla daha gelişkin bir entegrasyona gitmesini hem de eski pazarlık gücünü korumasını isteyen statükocu kesimleri açık bir hayal kırıklığı beklemektedir. Bununla birlikte, emperyalist ülkeler, yalnızca piyasanın saldırılarına bel bağlamamakta, temel toplumsal ve siyasal sorunlardan yararlanarak Türkiye’yi Ortadoğu’nun yeniden biçimlendirilmesine en uygun çerçeveye oturtmaya dönük etkili hamleler gerçekleştirmektedirler. Krizi tırmandıran ve devletin yeniden yapılandırılmasını çözülmeye götüren, bu hamlelerdir. Kısa sayılacak bir dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının tartışma konusu haline gelmesinin başka bir açıklaması bulunmamaktadır. ABD ve Avrupa Birliği’nin ısrarlı ve kapsamlı müdahaleleri piyasa mekanizmalarının hoyratlığı ve sınır tanımazlığı ile birleştiğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanması/küçülmesi bir “düşünce” olmaktan çıkıp emperyalist projelerde yerini alan seçeneklerden birisi haline gelmiştir. 3. Burjuvazi, Türkiye’nin dünya kapitalist sistemine yeni bir içerik ve düzeyde eklemlenmesi sürecinde kontrolün emperyalist ülkelerde olmasını kabullendiği gibi, sürecin Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel yönetim mekanizmalarını aşındırmasına da onay vermiş durumdadır. Sermaye sınıfının bu yaklaşımı, asker/sivil bürokraside doğal olarak bir gerilime ve çıkışsızlığa yol açmıştır. Üst kademelerden başlayarak sermaye sınıfının bir uzantısı, kimi örneklerde ise organik bir parçası durumunda olan bürokrasinin şimdiye kadar sistemde üstlenmiş olduğu rol, söz konusu gerilim ve çıkışsızlığı ciddi bir dağılmaya taşımış ve devletin “ortak aklı” büyük ölçüde kaybolmuştur. Toparlayıcı bir stratejiden yoksun olmakla birlikte, bürokraside dönüşümün daha kontrollü olmasını isteyen pazarlıkçı unsurların varlığı bilinmektedir. Bunlarla süreci kanıksayan kesimler arasındaki sürtüşmeler, düzen içi alternatif bir programdan söz edilemediği için, açık bir kamplaşmaya yol açmamaktadır. Kaldı ki, pazarlıkçı kadrolar inisiyatifi ele almak için emperyalist ülkelerle ilişkilerde zaman zaman daha maceracı ve işbirlikçi politikaları savunabilmektedirler. Bu nedenle Türkiye Komünist Partisi, emperyalist ülkelerin dayatmalarına ve devletin yeniden yapılandırılması olarak adlandırdığı sürece karşı mücadele ederken, sistemin temel aktörleri ile bir işbirliği ya da ittifak arayışına hiçbir zaman girmeyecektir. Kabaca liberal ve statükocu olarak tanımlanabilecek

8


GELENEK 94

kesimlerin piyasacılık, halk düşmanlığı ve işbirlikçilik açılarından birbirlerinden kayda değer farklılıkları bulunmamaktadır.

4. Devletin çözülme sürecine girmesinde, dinci gericiliğin önemli bir etkisi vardır. Kemalist devrim Türkiye’de gerici toplumsal dokuya pek az müdahale etmiş, bu yapının siyasi alana olan etkisini sınırlandıran etkili mekanizmalar kurarak hedeflenen kapitalistleşme süreci için uygun üst yapısal ortamı sağlamıştır. Ancak sosyalist düşünceye ve işçi sınıfının mücadeleci bir kimlik edinmesine karşı sermaye sınıfının elindeki en etkili araçlardan birisi olan gericilik, ABD’nin Sovyetleri kuşatma stratejisinde islamiyete düşen rolün de yardımıyla, siyasi alanda kendisine her zaman bir yer bulmuştur. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ise sistemin siyasal alanı dinci toplumsal dinamiklerden kısmen koruyan yapısı büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Dinci tabanın kentlileşmesi, toplumsal ve siyasal yaşamın bütün olarak dincileşmesi sonucunu doğurmuş ve dinci ideoloji kendisini yenilerken, kentli emekçi sınıfların siyasal ve ideolojik dünyasında da ağırlık kazanmıştır. İşçi sınıfı mücadelesi açısından çok ciddi bir engel yaratan bu gelişmenin sistem açısından yarattığı sıkıntının kaynağında devletin önemli kurumlarının gerici toplumsal tabandan göreli bağımsız davranabilme alışkanlıklarının tehdit altında olması yatmaktadır. Yargı, silahlı kuvvetler ve üniversitelerde, gerici toplumsal dokudan güç alan yeni siyasal aktörler ile dinci gericiliği gerektiğinde kullanan ama onunla iktidarı paylaşmaya isteksiz geleneksel bürokrasi arasında ciddi bir mücadele sürmektedir. Bu mücadele de emperyalist ülkelerin müdahale alanını iyice genişletmektedir. Bir yandan “ılımlı islam” projesiyle şu anda AKP’de yoğunlaşan dinci gericilik bölgesel projelere taşınırken, öte yandan “dinci tehdit” gerekçesiyle laik kesimler ABD’nin öncülüğünde sürdürülen “teröre karşı mücadele”ye, dolayısıyla bölge halklarına dönük saldırganlığa bağlanabilmektedir. 5. Benzer biçimde Kürt sorununun da devletin çözülme sürecine girmesinde payı vardır. Kürtlere dönük inkârcı politikalarda ısrar eden devlet bu önemli başlıkta inisiyatifi büyük ölçüde yitirmiş ve emperyalist ülkelerin planlarına tâbi hale gelmiştir. Bir dönem Avrupa Birliği’nin söz sahibi olduğu Kürt sorununda, 1999’da Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi ve daha sonra Irak’ın işgal edilmesiyle birlikte ABD’nin mutlak bir ağırlığa sahip olduğu görülmektedir. Yıllarca “casus belli” olarak kabul edilen Kuzey Irak’taki Kürt devletinin artık fiili bir gerçeklik haline gelmesi ve daha da önemlisi, Türkiye’nin önüne Kürt sorununda çözüm olarak konması devletin çözülme sürecini tetiklemiştir. Türkiye Kürtlerine kıyasla küçük bir nüfusa sahip olan Irak Kürtlerinin, ABD desteğiyle önemli bir bölgesel güç haline gelerek Türkiye’nin Kürt sorununda söz söylemeye başlamaları,

9


TKP 8. Kongre Raporu

yakın gelecekte sermaye egemenliğindeki en önemli sorunlardan birisi olmaya devam edecektir. Şimdiye kadar bu gelişmeye kuşkuyla bakan Türk Silahlı Kuvvetleri dahil olmak üzere, sistemin bütün kurum ve siyasi aktörleri ABD işbirlikçisi Kürt oluşumuyla ittifaka girerek ABD-İsrailTürkiye-Kürdistan zincirini tamamlamayı kabullenmiş durumdadırlar. Ancak bu kabulleniş, sürecin getireceği ciddi maliyetlerin nasıl karşılanacağına ilişkin herhangi bir yanıt içermemektedir. Bu zincirin Türkiye’de Kürt sorununa yepyeni boyutlar getirmesi, aynı zamanda Türk dış politikasının zaten daralmış olan hareket alanını tamamen yok etmesi zayıf olmayan bir olasılıktır. 6. Devletin çözülme süreci, bir dizi devrimci olanak yaratmakla birlikte, işçi sınıfı açısından karmaşık görevler ortaya çıkarmaktadır. Süreç, şu ana kadar devrimci bir krize doğru evrilmemiştir. Zaten bu haliyle çözülme sürecine bir olumluluk yakıştırmak söz konusu olamaz. Gidişat, daha bağımlı bir ülke, sermaye karşısında daha çaresizleştirilmiş bir işçi sınıfı ve sınıfsal kimliği daha da sivriltilmiş bir devlet örgütlenmesi yönündedir. Devrimci alternatifin güçlenmesi, ancak Türkiye işçi sınıfının bu gidişata karşı etkili bir mücadele yürütmesinin ürünü olabilecektir. Bu anlamda, Türkiye işçi sınıfı yerelleşmeye, merkezi iktidarın rol ve sorumluluklarının azaltılmasına, egemenliğin Avrupa Birliği’ne devrine, toplumsal ve siyasal alanın dincileştirilmesine, Kürt ve Türk halkının birbirinden koparılmasına, Türkiye’nin emperyalist projeler doğrultusunda parçalanmasının gündemde tutulmasına karşı koymadan işsizlik, yoksulluk, özelleştirme, sendikasızlaştırma gibi başlıklarda söz sahibi olamayacaktır. Türkiye Komünist Partisi’nin görevi, devletin çözülme sürecinden emperyalizmin bu coğrafyadaki hegemonyasını pekiştirerek, sermaye sınıfının ise emekçi kitleler karşısındaki konumunu güçlendirerek çıkmasını engellemektir. Bu görevin yerine getirilmesi, sosyalist devrimci bir çıkışın önkoşulu olarak görülmelidir.

İKİNCİ BÖLÜM: EMPERYALİZM ve EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE

7. Türkiye’de sosyalist devrimin baskın bir anti-emperyalist karakter taşıyacağına ilişkin öngörünün sağlam örülmüş devrimci bir stratejiye dönüştürülmesi konusunda Türkiye Komünist Partisi’nin yürüttüğü siyasal, ideolojik ve teorik çalışmalar belli bir olgunluk düzeyine ulaşmıştır. Emperyalist saldırganlığın Türkiye’de ve dünyada ortaya çıkardığı yeni sorun ve gerilimler ile bu saldırganlığın farklı kesimlerde yarattığı hoşnutsuzluk ve tepkiler emek-sermaye çelişkisinden ayrı ele alınamasalar bile, doğrudan kapitalist sömürüye bağlanamazlar. Bununla birlikte, emperyalist saldırganlığın sınıfsal değil de ulusal bir eksende göğüslenmesi gerektiğine 10


GELENEK 94

ilişkin görüş, doğrudan burjuvazi tarafından emekçi kitleleri silahsızlandırıcı bir manipülasyon girişimi olarak gündeme gelmiyorsa, marksizmi ve uluslararası işçi sınıfı hareketinin mirasını çarpıtmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Bu görüş ile emperyalizme karşı mücadelenin ortaya çıkardığı yurtsever görevlere “antikapitalist” konumlanışı zedeleyeceği için sırt çevirenlerin hareket noktası aynıdır: Antiemperyalizm ile antikapitalizmi birbirinden ayırmak. Oysa bugün yalnız Türkiye’de değil dünyanın her yerinde, komünist bir strateji, tek tek ülkelerin özgün koşullarına uygun bir biçimde kapitalizme karşı mücadeleyle emperyalizme karşı mücadeleyi ortaklaştırmak demektir. 8. Emperyalizm çok uzun bir süredir elinde tuttuğu inisiyatifi yitirmeye başlamıştır. Bu durum ne tek başına dünya kapitalist sisteminin iç dinamikleriyle ne de tek başına emperyalist projelere karşı halkların direnişiyle açıklanabilir. Başta ABD olmak üzere, emperyalist ülkelerin ekonomik, siyasal ve askeri alanlarda vardıkları çıkmaz, kapitalizmin kriz üreten doğasının ürünü olduğu kadar, bu krizlerle baş etmek için biricik çare olarak gördükleri militarist politikaların insanlık duvarına çarpmasının da ürünüdür. Bugün dünyada egemen olan kapitalist düzenin bu politikalardan radikal bir biçimde koparak varlığını sürdürmesi olanaksızdır, önde gelen emperyalist ülkelerle bir bütün olarak kapitalizmin kaderi büyük ölçüde örtüşmüştür. Öyle ki, tarih boyunca hegemonik ülkenin zaman zaman yer değiştirdiği emperyalist hiyerarşide bugün ABD’nin devasa ekonomik güçlüklere karşın muazzam bir askeri/siyasal güçle korumaya aldığı başat konumunun sarsılması bile kapitalizm için öldürücü bir darbeye dönüşecektir.

9. Avrupalı emperyalistlerin ve onların temel kurumsallığı haline gelen Avrupa Birliği’nin ABD’nin yolundan gitmesinin ve var olan çelişki ve görüş ayrılıklarını kontrol altında tutmak istemesinin arka planında, ABD’nin son tahlilde kapitalist sistemin bekası için mücadele yürüttüğü gerçeği yatmaktadır. Bütün dünyada emekçi haklarının gasp edilmesi, çalışma saatlerinin uzaması, köle emeğinin yeniden yaygınlaşmaya başlaması, yaşamın bütün alanlarının metalaşması gibi sermaye sınıfının evrensel kazanımı olarak görülebilecek uygulamaların tamamı, ABD’nin öncülüğünde sürmekte olan emperyalist barbarlığa çok şey borçludur. Bu nedenle emperyalist ülkeler arasındaki rekabet ve çelişkileri değerlendirirken, hatta savaş olasılığı üzerinde dururken, emperyalizmden arındırılmış bir kapitalizmin mantık dışı olduğunu hatırlamak durumundayız. 1917 Ekim Devrimi’nde emperyalist ülkeleri sınırlandıran, baskı altına alan, kimi durumlarda geri adım atmaya zorlayan emekten yana çok büyük bir mevzi kazanılmıştı. Sovyetler Birliği’nin tasfiyesine varan trajik gelişme-

11


TKP 8. Kongre Raporu

lerden önceki 70 küsur yıllık dönemde de emperyalist saldırganlığın en uç örneklerine tanık olunsa bile, tek tek kapitalist ülkelerin hareket alanının genişlemiş olduğunu kabul etmeliyiz. Oysa kapitalizm artık ABD ve diğer emperyalist ülkelerin insanlığı köleleştirme operasyonunun başarısızlığıyla birlikte meydanı terk etme dönemine girecektir. 10. Emperyalistler elde edebileceklerinden fazlasını, insanlığın paranın gücü karşısında tamamen diz çökmesini istediler ve yanıldılar. 1980’lerin başından itibaren sistematik bir biçimde yürütülen karşı devrimci saldırıların bir sınırı olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Başta ABD olmak üzere, emperyalist ülkeler hemen her coğrafyada önceden hesaplayamadıkları bir direnç ile karşılaşmakta. Bu direnç henüz bir karşı saldırıya dönüşmüş değildir. Emperyalizmin zayıf yanları vardır ama onun güçsüz, dağılmaya hazır sıradan bir sistem olduğunu söylemek olanaksızdır. Yenilebilir, kendisine yakıştırılan mükemmellikten uzaktır, ama hâlâ dünyamızın temel gerçekliğidir. Çağımızın bir diğer gerçekliği, dünya sosyalist devrim süreci, kendisini yeniden hissettirmediği sürece, emperyalizmin gerilediğinden söz etmek için erkendir. Bu nedenle emperyalizmin bugün karşılaştığı direncin karakteri iyi incelenmelidir. Birkaç örnek dışarıda bırakılıp bir ortalama alındığında, direncin sınıfsal temelinin son derece karmaşık olduğu görülmektedir. Yoksul kitlelerin özlem ve iradesine dayanmakla birlikte, emperyalizmi planlarını sürekli yenilemeye ya da kısmen geri adım atmaya zorlayan güç, “işçi sınıfı” ve aldığı bütün darbelere karşın işçi sınıfının en diri siyasal temsilcisi olma özelliğini koruyan komünistler değildir. Uluslararası tekeller, emekçi kitlelere dönük yeni saldırılara yönelirken Soğuk Savaş döneminin ittifaklar politikasında önemli değişiklikler yapmak zorunda kaldılar. Siyasal düzlemde birçok ulus-devlet, ideolojik düzlemde kimi milliyetçi ve dinci akımlar emperyalizmin dolaylı ya da doğrudan darbelerine maruz kaldılar. Bu emperyalizm açısından bir tercihten öte bir zorunluluktu. Krizin başka türlü geçiştirilmesi söz konusu olmayacaktı; Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin ortadan kalkmasının yarattığı boşluğa büyük bir kuvvet ve zincirlerinden boşalmış bir yayılmacı histeriyle saldırdılar. Saldırının şiddetiyle orantılı güçlü bir direniş ortaya çıktı. Kimi örneklerde bu direniş İslamcı bir nitelik kazandı, devrimci olmayan iktidarların ürünü oldu, devlet bürokrasisinden kopan unsurlar tarafından örgütlendi; kimi örneklerde ise devrimci iktidar ya da hareketlerin mücadelesi ile özdeşleşti. Bu karmaşada komünistler somut gelişmeleri incelemeli, Irak, Afganistan ve Lübnan’da direnişin yapısını çözümlemeli, Venezuela ve başka Latin Amerika ülkelerindeki devrimci gelişmeleri değerlendirmeli, İran ve Suriye’nin ABD planlarına karşı koyma beceri

12


GELENEK 94

ve niyetini yakından takip etmeli, başta Ortadoğu, Balkanlar ve Latin Amerika olmak üzere dünya ölçeğindeki güçler dengesini sarsan yer değiştirmeleri hesaba katmalıdırlar. Ortaya yeni olanaklar çıkmış, komünistlerin tek tek ülkelerdeki mücadele hedeflerinin yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılan zengin bir deney birikmiştir. Ancak emperyalizme karşı mücadelenin sosyalizm hedeflenmeden ve işçi sınıfının ağırlığı olmadan arızi kalacağı, soluğunun tükeneceği de dikkate alınmalıdır. Komünistler için önemli olan, yeni yeni anti-emperyalist güçler keşfetmek ve onlarla ittifak arayışına gitmekten çok, emperyalizme karşı mücadelenin yakıcılığını hissetmek olmalıdır. Emeğin kavgasını emperyalizme karşı mücadeleyle birleştirmek, emperyalist ülkeler dahil olmak üzere bütün ülkelerdeki komünistlerin temel görevidir. Bu görev yerine getirildiği sürece gerçek ve devrimci ittifaklar kurulabilir, işbirliklerine gidilebilir. Unutulmamalıdır ki, bugün bazı ülkelerde emperyalizme karşı mücadelede dinci ya da milliyetçi akımlardan söz ediliyor olmasında, komünistlerin ve işçi sınıfı hareketinin bıraktığı boşlukların payı büyüktür. 11. Türkiye’de emperyalizme karşı mücadele, daha Kurtuluş Savaşı tamamlanmadan işçi sınıfının ve komünist hareketin üzerine yüklenen tarihsel bir sorumluluk haline gelmiştir. Türkiye’nin zayıf burjuva güçlerinin işgale karşı Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde giriştikleri silahlı mücadele, emperyalistlerle kapsamlı bir hesaplaşmayı değil, onlara Anadolu’daki yeni iktidarı kabul ettirmeyi hedefliyordu. Bu nedenle daha sonra gelişen bağımlılık ilişkisi, Mustafa Kemal sonrası yönetimlerin açık tercihleri kadar, başından itibaren emperyalist dünya karşısında pazarlıkçı bir tutumu benimseyen kemalist hareketin sınıfsal temeli ve Türkiye burjuvazisinin nesnel gereksinimleriyle de açıklanmak durumundadır. Burjuva devriminin belli bir süreliğine de olsa emperyalist sistemden mutlak bir kopuş iddiası taşımaması, sonraki dönemlerde “bağımsızlık”çı ideolojinin neredeyse tamamen sol tarafından temsil edilmesine yol açtı. Solun ve Türkiye işçi sınıfı hareketinin 1960’lardaki yükselişine de damga vuran özelliklerden birisi yine “bağımsızlık” talebiydi. Sovyetler Birliği’ne karşı mücadelenin cephe ülkelerinden birisi haline gelen kapitalist Türkiye’nin bütünüyle ABD emperyalizminin etkisine açılması ve bağımlılık ilişkilerinin yakıcı bir gündem haline gelmesi zaman zaman sosyalizm hedefinin üzerinin örtülmesi ve bağımsızlığın bir burjuva demokratik görev olarak algılanmasına neden oldu. Oysa Türkiye’de ülkeyi emperyalist sistemin yörüngesinden çıkartacak şiddette bir enerjiyi ancak sosyalist devrim yaratabilirdi. Kaldı ki, işçi sınıfının toplumsal kurtuluş mücadelesinde birlikte yürüyebileceği sınıf ve katmanların dışında emperyalizmden kopuş arayışı içerisinde olan sınıfsal güçler hiçbir zaman söz konusu olmamıştı. Bugün

13


TKP 8. Kongre Raporu

de emperyalist proje ya da uygulamalardan şikayetçi olan bazı burjuva kesimlerin tutumu en fazla pazarlıkçılıkla açıklanabilir. Bu kesimlerin sözcülerinin emperyalist ülkelerden daha fazla rol ve pay istedikleri ve emperyalist sistemin dışında bir Türkiye’yi hayal dahi edemedikleri açıkça görülmektedir. Bununla birlikte, emekçi sınıflar ve küçük burjuvazi içerisinde sosyalist bir perspektife hiç sahip olmayan ama emperyalist bağımlılıktan samimi olarak kurtulmak isteyen küçümsenmeyecek bir kesim vardır. Son yıllardaki gelişmelerden dolayı genişleyen bu kesim aynı anda hem milliyetçi hem dinci hem de liberal ideolojilerin etkisi altındadır. Bu kesimde yer alan milyonlarca kişinin söz konusu ideolojilerin etkisinden kurtarılmaları ve tutarlı bir anti-emperyalist mücadelenin unsurları haline getirilmeleri onların ille de sosyalizm perspektifine ikna edilmelerini gerektirmez. Sosyalizm mücadelesi ile bağımsızlık mücadelesini birleştirecek olan, bunu programatik ve stratejik düzeylerde gerçekleştirebilmiş bir işçi sınıfı partisinin etkinliği ve bu partinin anti-emperyalist mücadele cephesini emek-sermaye çelişkisinin uzağında değil bu çelişki temelinde kurma iradesidir.

12. 2005 Şubatı’nda Türkiye Komünist Partisi’nin çağrısı ve öncülüğünde kurulan Yurtsever Cephe, önümüzdeki dönem yakıcı antiemperyalist görevleri işçi sınıfı perspektifinden ayrılmaksızın yerine getirmeyi başarabileceğini göstermiş durumdadır. Bu nedenle ve bir kez daha, TKP’nin Yurtsever Cephe’ye geçici bir araç ya da açılım gözüyle bakmadığına ilişkin sık sık yinelenen vurguyu TKP’nin 8. Kongresi’nde yineliyor ve kayıt altına alıyoruz. Kurulduğundan bu yana önemli antiemperyalist eylemlere imza atan Yurtsever Cephe Türkiye’nin bugünkü koşullarına uygun ve emperyalizme karşı mücadelenin hızlı değişen gereksinimlerine yanıt üretebilecek özgün bir örgütlenmedir. Bu örgütlenme; a) Farklı siyasal örgütlerin değil, emperyalizm ve işbirlikçilerin cephesine karşı ilkeli bir mücadele vermek isteyen, bu mücadelede komünistlerin rol ve ağırlığından rahatsızlık duymayan toplumsal güçlerin cephesidir; b) Bir devrimci siyasi partiden farklı olarak, gücünü merkezi bir yapılanmadan çok, açık ve yalın ilkeler etrafında örülen taban inisiyatiflerinden almaktadır; c) Bütün sınıfları birleştiren bir “ulusal çıkar” olduğu yalanına dayanarak sermayenin emekçi kitleler üzerindeki tahakkümünü kolaylaştıran milliyetçi ideolojinin karşısına, memlekete sahip çıkarak emperyalist yağmaya dur diyen emekçi kitlelerin yurtseverliğini koymaktadır; d) Dünyada ve Türkiye’deki gelişmelere müdahale ederken “emperyalizm” olgusuna özellikle odaklanmakta ama sınıf mücadelesinin diğer başlıklarına kayıtsız kalmayarak değişik gündemler arasındaki bağlantıyı koparmamaktadır. 14


GELENEK 94

13. Yurtsever Cephe, bugün geldiği noktada kendi özgün mekanizmalarını yaratmış, partili olmayanlarla olanlar arasındaki ilişkiyi eşit ve özgür bir bağlama yerleştirmiş, Türkiye Komünist Partisi ile mesafesini “hukuki” ve siyasal düzeyde tarif etmiş, kısacası “TKP ile ilişkisi” konusundaki soru işaretlerini büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Bundan sonrası, Yurtsever Cephe’nin kendi program ve ilkeleri doğrultusunda gerçek bir toplumsal hareket haline dönüşüp dönüşmeyeceğine bağlıdır.

14. Yurtsever Cephe’nin yaşamsal görevlerinden birisi, Türkleri ve Kürtleri bir bütün olarak birbirlerinin karşısına koyan her tür “milliyetçi” eğilim ve akıma karşı, başta bu iki ulustan olmak üzere bütün emekçi ve yoksul kitleleri antiemperyalist bir zeminde birleştirmek ve ortak bir mücadeleye yönlendirmektir. Eğer kendi haline bırakılır ve özel araçlar geliştirilmezse, Türkiye’de yurtsever kimliğin oluşumunda Kürt unsuru zayıf kalacak ve işçi sınıfı hareketi açısından telafisi çok güç sorunlarla karşılaşılacaktır. Son dönemde ülkemizde yaygınlaşan Amerikan karşıtlığının önemli bir kaynağının ABD’nin “Kürt sorunu”ndaki tutumu olması, konuyu iyiden iyiye karmaşıklaştırmaktadır. Emperyalist ülkelerin Kürt sorunundaki projelerine karşı çıkmakla hiçbir ilgisi olmayan ve “Kürtlere karşı Türklerin desteklenmesini talep etmek” biçiminde basitleştirebileceğimiz bu milliyetçi yaklaşımlara karşı cesur bir tavır almak, bu yaklaşımların etkisi altındaki geniş yığınlar üzerinde siyasi ve ahlaki bir baskı kurmak gerekmektedir. Bu nedenle Yurtsever Cephe, emperyalist projeleri elinin tersiyle itip ortak bir yurtsever kimlik oluşturmaya istek duyan Kürt unsurları cesaretlendiren, öne çıkartan ve çoğaltan bir tarz geliştirmek zorundadır. 15. Türkiye Komünist Partisi Türk, Kürt, bu topraklarda yaşayan tüm emekçilerin partisidir. Üye yapısıyla, politikalarıyla, bölgesel gelişmelere dönük tutumuyla bu özelliğini korumaya, güçlendirmeye özen göstermektedir. Bununla birlikte, ezilen bir ulus olarak Türkiye ve bölgedeki siyasal, kültürel ve demografik ağırlıkları, Kürtleri özellikle öne çıkarmaktadır. TKP konuyu birbiriyle bağlantılı üç düzlemde ele almaktadır. Birincisi bir devrimci dinamik olarak Kürt hareketi, ikincisi emperyalizmin Ortadoğu ve Türkiye’deki etkinliği açısından Kürt sorunu, üçüncüsü bir sınıfsal kuvvet olarak Kürt emekçileri. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ciddi ölçülerde zayıflayan Türkiye işçi sınıfı hareketinden bağımsız bir çıkış yapan Kürt hareketi, bölgesel koşulların da yardımıyla bir süre devrimci karakterini korumuş, ayrıca Kürt coğrafyası söz konusu olduğunda siyasal canlılığı güneyden kuzeye kaydırmıştı. Türkiye solundan ayrı ve bağımsız bir devrimci Kürt hareketinin sınırları da bu dönemde açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Sınıfsal açıdan en ileri unsurları Türkiye’nin batısında ve Avrupa’da yaşayan Kürtlerin “ulusal” nitelikli bir mücadeleyi uzun süre 15


TKP 8. Kongre Raporu

devrimci bir çizgide tutmalarının nesnel ve öznel nedenlerle mümkün olmadığı görülmüş ve ağırlığı bir kez daha güneye kaymaya başlayan Kürt sorunu emperyalist projelerin konusu haline gelmiştir. Bugün bir devrimci dinamik olarak Kürt hareketinden söz etmek olanaksızdır, Kürt sorunu “emperyalizmin bölgesel açılımları” ve emekçi hareketin merkezi gündemlerinden birisi olarak değerlendirilmelidir. 16. Bir ulusal sorun ve dinamiğin emperyalist ülkeler tarafından değerlendirilmek istenmesiyle ilk kez karşılaşmıyoruz. Emperyalizmin henüz doğum aşamasında olduğu 19. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak, bugüne kadar “ulusal sorun” olarak tanımlanabilecek bütün başlıklar emperyalist projelerin vazgeçilmez parçası oldular. Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında emperyalist odaklar “uluslara özgürlük” sloganını kullanarak ve başka halkların acılarını ahlaksızca istismar ederek birbirlerinin üzerine çullandılar. Büyük Ekim Sosyalist Devrimi, ezilen uluslara gerçek kurtuluş kapısını araladığı oranda emperyalist ülkelerin “ulusal sorun”la oynama yeteneğinde ciddi bir azalma oldu. Ancak yine de yalnız köklü sömürgeci gelenekleri olan Fransa ve İngiltere değil, emperyalist pratiğe farklı bir mirası devralarak yönelen ABD ve Almanya ezilen ulusların özgürlük arayışını kendi emperyalist projeleri içerisine yerleştirmek konusunda her fırsatı değerlendirdiler. Sovyetler Birliği’nin dağılması, onlara çok büyük bir fırsat sundu. Zaten sosyalizmin Avrupa’dan tasfiye edilmesi için yürütülen sinsi ve sabırlı faaliyetlerin bir parçası olan “ulusal ve etnik ayrılıklar” 1990’ların başından itibaren emperyalist ülkelerin Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’daki yayılma stratejisinin temel araçlarından birisi olageldi. Türkiye Komünist Partisi, bütün bu gelişmeleri yok sayarak “ulusların kaderlerini tayin hakkı” ilkesini mutlaklaştıran bir yaklaşımı uzun bir süredir reddetmektedir. Bu tutum zamanında Yugoslavya için geçerli olmuş ve uzun yıllar barış içinde bir arada yaşayan ulusların emperyalistler tarafından birbirlerine karşı kışkırtılmasına, bu ülkenin parçalanmasına ve her bir parçanın tamamen uluslararası tekellerle savaş baronlarının denetimine girmesine tavır alınmıştır. Gelişmeler “özgürlük arayan” ulusların kaderlerinin emperyalistler tarafından teslim alındığını göstermiştir. ABD bugün bölgemizdeki en büyük uluslardan birisi olan Azerilerin ayrılıkçı bir yönelime girmesi için İran’da zaman zaman Türkiye Cumhuriyeti ve bazı Kürt örgütleri tarafından desteklenen örtülü faaliyetlerde bulunmaktadır. İran’daki molla rejimine hiçbir sempati beslememekle birlikte, Türkiye Komünist Partisi bu faaliyetlerin İran’da yaşayan emekçi kitleleri böleceğinin, ABD’nin bölgedeki ağırlığını artıracağının ve en kötüsü halklar arasına yeni düşmanlık tohumları ekeceğinin farkındadır. Ne yazık ki, ABD benzer bir yaklaşımla yıllar boyu büyük acılar çekmiş olan Irak Kürt-

16


GELENEK 94

lerini bölgesel planlarının içerisine yerleştirmeyi başarmış ve bugün işgal altında büyük bir direniş gösteren Irak’ta kendisi için güvenlikli bir bölge yaratmıştır. TKP’nin Irak’taki oluşuma dönük tutumu, Kürtlerin devlet kurma hakkını tanımamaktan değil, bu hakkın bugünkü uluslararası koşullarda bütünüyle emperyalist projelere bağımlı hale gelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu o kadar böyledir ki, ortaya çıkmakta olan Kürt devletinin İsrail’den sonra bölgedeki tek müttefiki, aradaki sorunlara karşın Türkiye Cumhuriyeti’dir.

17. Bu koşullarda Türkiye Komünist Partisi, a. Kürt sorununu antiemperyalist bir temelde değerlendirmenin biricik enternasyonalist tutum olduğunu kamuoyuna bir kez daha açıklar; b. Türkiye burjuvazisinin Kürtlere dönük inkarcı ve imhacı politikaları sürdürürken Irak’taki işbirlikçi Kürt liderliğiyle askeri, ekonomik ve siyasi yakınlaşma içerisine girmesinin sınıfsal mantığına dikkat çeker ve Irak’taki Kürt yoksullarının işgale karşı direniş cephesinde yer almalarını arzularken, Türkiye’deki Kürt emekçilerini emperyalizme ve sömürüye karşı Yurtsever Cephe’de örgütlenmeye çağırır; c. Kürt sorununda birlikçi, antiemperyalist, sınıf perspektifine sahip düşünce ve pratiğin geriye çekilmesinin ağır sonuçları olduğunu hatırlatır, Türk liberalleri ve milliyetçileri ile Kürt liberalleri ve milliyetçilerinin ABD’nin başını çektiği emperyalist ülkelerin açılımlarına bağımlı hale geldiğine işaret eder ve bu koşullarda ezen ya da ezilen ulus milliyetçiliğine hoşgörü ile yaklaşmanın söz konusu olamayacağını, bölgemizde Türk ve Kürt milliyetçiliğinin birbirlerini tamamlayarak ABD’ye büyük bir hareket serbestliği sağladığını vurgular; d. Türkiye’de Kürtler arasındaki anti-emperyalist damarın pragmatik yaklaşımlar uğruna kurutulmaması için ortaya çıkacak her tür fırsatı değerlendirmeye hazır olduğunu ilan eder. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: TÜRKİYE İŞÇİ SINIFI

18. Türkiye’de sosyalizm mücadelesinde aşılması artık yaşamsal hale gelen engel, işçi sınıfının örgütsüzlüğüdür. Sıradan, bildik, denenmiş yöntem ve araçlarla bu sorunun üstesinden gelinemeyeceği açıktır. Konuya ilişkin yoğun, cesur ve sürekliliği olan bir çalışma yürütmek için yeterli güncel veri ve teorik donanım olmasına karşın, işçi sınıfını atalete iten temel neden olan bölünmüşlüğe yeterince odaklanılmaması partinin sonuç alıcı hamleler yapmasını geciktirmektedir. Hemen herkesin diline düşen “bölünmüşlük” gerçeği karşısında yarım yamalak çözüm yolları denemenin hiçbir getirisi kalmamıştır. “Emek güçlerinin birliği” gibi kimsenin inanmadığı söylemlerle sorunun çözülmeyeceği de bellidir. Zaten 17


TKP 8. Kongre Raporu

sorun biraz da burada başlamaktadır. İşçi sınıfı kendisini bir sınıf olarak hissetmeyecek ölçüde bölünmüştür, bu bölünmüşlüğü veri alıp, bu bölünmüş zeminde parça parça örgütlenip daha sonra “emek güçlerinin birliği”ni sağlamaya çalışmak anlamsız bir uğraştır. Bugün işçi sınıfının bütün mücadele alanlarında “bölünme”ye meydan okuyan, birleştiren ve sınıfı yoğunlaştıran bir tarza ve bu tarza uygun araçlara gereksinimi vardır. Sorun, tek başına “siyasal örgüt” düzleminde çözülemez, çünkü sınıf ekonomik mücadele alanına ayağını attığı andan itibaren burjuva toplumunun kendisini parçalayan/bölen mekanizmalarını benimsemiş örgütlerle karşılaşmaktadır. Sendikaların işçi sınıfının çok küçük bir bölmesini kapsamakta oluşu, oynadıkları olumsuz rolü hafife almamızı gerektirmez. Bugün sendikal yapılar, temsil ettikleri örgütsel gücün çok ötesinde ağırlık ve etkiye sahiptir. Ayrıca sendikalar bu halleriyle işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi için gerekli ara temas yüzeyini kısırlaştırmakta, hatta çürütmektedir. Dolayısıyla işçi sınıfının bölünmüşlüğünü sınıfın örgütlenmesinin önüne geçen etmen olmaktan çıkarabilmek için sendikal alana köklü bir müdahalede bulunmak zorunludur.

19. İşçi sınıfı bölünmüştür. Çalışanlar, geçici işçiler, işsizler, emekliler; sözleşmeli işçiler, kadrolu işçiler; beyaz yakalılar, mavi yakalılar; sendikalılar, sendikasızlar; sigortalılar, kayıtsız işçiler; sanayi işçileri, tarım işçileri, hizmet sektörü çalışanları; kamuda çalışanlar, özelde çalışanlar; memur statüsünde olanlar, işçi statüsünde olanlar; sermaye sınıfı tarafından yıllarca dayatılan 28 adet işkolu (bu sayı 2005 yılında hazırlanan ancak yasalaşmayan tasarıda 18’e düşürülmüştür)… İşçi sınıfı bunların hepsiyle bir bütündür, geliştirilen her araç bu bütünlüğü kucaklamayı hedeflemelidir. İşçi sınıfı partisi, belli öncelikleri gözetmesine karşın, merkezi siyaset ve örgüt anlayışı sayesinde sınıfın bütününü kucaklamak, onu birleştirmek için uygun bir ortam sağlamaktadır. Ancak ülkemizde “emek örgütleri” olarak adlandırılan sendika ve odalar tam tersine “bölünmüş” zemin üzerinde faaliyet göstermektedir. Herhangi bir antidemokratik uygulama ve sendikalar yasasının eski ya da yeni haliyle sendikaları kadük eden maddeleri “emek örgütleri”nin durumuna mazeret oluşturamaz. Yine sermayenin üretim sürecini işçi sınıfının örgütlenmesini güçleştirecek tarzda şekillendirme girişimleri de, bütün önemine karşın sendika ve diğer emek örgütlerinin yaşadığı tıkanmayı açıklamamaktadır. Emekçi sınıfların çıkarları açısından bakıldığında bugün meslek odalarının anlamı ve doldurdukları boşluk radikal biçimde sorgulanmalıdır. Mühendislerin, teknik elemanların, hekimlerin, avukatların proleterleşme sürecinde büyük mesafeler alınmışken, bütün bu kesimleri işçi sınıfından uzakta konumlandırmaya yarayan yapılanmaların “emek örgütü” olarak öne çıkarılması şaşırtıcıdır. Birçok ülkede sağın elindeki bu örgütlerde solun ağırlık sahibi olması,

18


GELENEK 94

sözünü ettiğimiz olumsuzluğu ortadan kaldırmamaktadır. Tam tersine, sanki bunlar kurumsallıklarıyla doğal olarak işçi sınıfının mücadele araçlarıymışçasına, bu örgütlerin içinde yürütülmesi gereken mücadele geriye çekilmekte, çoğu kez kongre kulislerine indirgenmektedir. İşçi sınıfının meslek örgütlerine sıkıştırılmak istenen eğitilmiş işçilere gereksinimi vardır. Ama ne olmaktadır? Bu örgütlerde sürdürülen anlamlı çalışmalar, kimi başlıklarda alınan sınıf tavrı, işçi sınıfının birliğinden çalınan enerji hesaba katıldığında, büyük ölçüde değersizleşmektedir. Artık öncelik işçi sınıfının birliğidir. Benzer biçimde, bugün Türk-İş, DİSK, KESK ve Hak-İş’in birbirinden ayrı durmalarının nedeni, sermaye sınıfının “bölünme”yi teşvik etmesi ve sendikal yapıların da bundan nemalanmalarıdır. Türk-İş, DİSK ve Hak-İş yönetimlerinin temel sendikal konularda birbirlerinden farklı düşüncelere sahip olmadıkları açık bir biçimde görülmektedir. Ayrı yasal mevzuata mahkum edilen kamu emekçilerinin grevli toplu sözleşmeli sendika hakkını yasal sınırları zorlayarak işçi sendikalarının bünyesinde kazanabilecekleri aşikarken, bölünmüşlük çoğu kez yan yana gördüğümüz DİSK ve KESK yönetimleri tarafından kabullenilmiş ve Türkiye işçi sınıfı -bağlı sendikalar ve meslek odaları hesaba katıldığında- 100’ü aşkın örgüte dağıtılmıştır. Buna bağımsız sendikaları da eklediğimizde ortaya şaşırtıcı bir manzara çıkmaktadır. Herkes “birlik” derken, işçi sınıfı sermaye sınıfının ekonomik, yasal ve siyasal düzenlemeleriyle bölünmektedir! Çünkü “birlik” ideolojik/siyasal düzeyde burjuvazi ile uzlaşılarak sağlanmakta, işçi sınıfının değişik kesimlerinin güçlerini birleştirmeleri hedefi “platform”lara havale edilmektedir. Artık tam tersini yapmanın zamanı gelmiştir. Sınıf uzlaşmacısı, sermaye işbirlikçisi kesimlerle açık bir bölünme göze alınmalı ama sınıfı nesnel bir zeminde birleştiren yeni ve yaratıcı bir açılım geliştirilmelidir. 20. Türkiye işçi sınıfının parçalanması elbette tek başına örgütsel/kurumsal bir çerçevede ele alınamaz. İşçi sınıfına dönük ideolojik kuşatma, sınıfı kimliksizleştirdiği oranda üretim sürecinin farklı nesnelliklerine mahkum etmiş, işçilerde kolektif bir sınıfın parçası olma bilinci gelişememiştir. İşçi sınıfının egemen ideolojinin etkisi altında kalması neredeyse kanıksanmış, sendikalar bu etkinin kalıcı olması için her tür çabayı gösterirken bazı sol anlayışlar işçi sınıfının bu etkiyi kırmaksızın devrimci misyonlarını taşıyabileceğine ilişkin bir düşünceyi sistematik biçimde propaganda etmişlerdir. Oysa milliyetçilik, İslamcılık, liberalizm ve sosyal demokrasi işçi sınıfının atomize olmasına yardımcı olmakta, onu mezhepçiliğe, cemaat kültürüne, hatta zaman zaman ırkçılığa sürüklemektedir. Bu nedenle, işçi sınıfının birliğini sağlamaya dönük siyasal/örgütsel açılımlar,

19


TKP 8. Kongre Raporu

ancak bu açılımlara çok güçlü ideolojik müdahaleler eşlik ettiği sürece başarılı olabilir. Yurtseverlik, bu ideolojik müdahaleler için yeterince güçlü bir altyapı oluşturmaktadır.

21. Türkiye işçi sınıfı 1960’lı yıllarda bütün zaaflarına karşın çok büyük tarihsel anlamı olan TİP-DİSK gerçeğini yaşadı ve yaşattı. Bu iki örgütün serpilip gelişmesi ve solun genel yükselişi, 15-16 Haziran gibi özel kesitler sırasında doğrudan işçilerin inisiyatifi sonucunda kurulan ve işyerlerine yaslanan örgütlenmeler için de olanak yarattı. Daha sonraki dönemlerde bazı yerellik ve sektörlerde tanık olduğumuz bu tarz örgütlenmeler ne yazık ki Türkiye işçi sınıfını karakterize eden bir olgunluk ve sürekliliğe hiçbir zaman kavuşamadı. Kendiliğindenlik yönü ağır basan, parti ile sendikaların tam olarak karşılayamadığı bir gereksinime denk düşen yatay örgütlenmeler Türkiye komünist hareketinin teorik ve pratik bir sorunu olmaya devam etti. Şu ana kadarki veriler ışığında, Yurtsever Cephe’nin en devingen ve süreklilik taşıyan unsurları haline gelen “işçi inisiyatifleri”nin birçok açıdan bu boşluğu doldurabilecek bir araca dönüşebileceği anlaşılmaktadır. Önümüzdeki dönemde işçi inisiyatiflerinin Yurtsever Cephe’nın asli misyonundan enerji çalmadan, tam tersine bu misyonu sınıfın fiziki ve ideolojik ağırlığıyla güçlendirerek, siyasi ve ekonomik mücadele alanları arasındaki kopukluğu ve en önemlisi işçi sınıfının parçalanmışlığını giderecek bir etki kazanması olanaklıdır. Sendikal alanın kendi iç dinamikleriyle bir silkiniş ve daha önemlisi kopuş yaşayamayacağının açık biçimde belli olduğu bir dönemde Yurtsever Cephe’deki işçi örgütlenmelerinin bu tür bir iddiayı ortaya atmaları tarihsel bir sorumluluk olarak değerlendirilmelidir. 22. Türkiye Komünist Partisi, işçi sınıfı temelini güçlendirici bir dönüşüm için gereken altyapıya sahip durumdadır. Yaklaşan seçimlerin parti örgütlerine bindireceği yüke karşın, bu dönüşüm için hiç zaman yitirilmemeli, partinin bütün dokusunda işçi sınıfı içerisindeki örgütlenme çalışmalarına yoğunlaşılmalı, adeta bir seferberlik başlatılmalıdır. İşçi sınıfının “kendine özgü” sorunları olduğuna dair ekonomist yorumları tamamen bir kenara atan parti, Yurtsever Cephe’nin yardımıyla daha sistematik hale gelen işçi çalışmalarını sadeleştirici ve toparlayıcı bir yaklaşımla ele almayı ısrarla sürdürmelidir. Bugün sermaye sınıfının saldırılarına tekil başlıklar üzerinden verilmeye çalışılan tepkiler giderek cılızlaşmaktadır. Oysa parti, işçi sınıfının değişik kesimlerini “ortak” gündemlerde birleştirmek ve tavır almaya özendirmek konusunda şimdiye kadar etkili bir biçimde kullanamadığı siyasal ve ideolojik olanaklara fazlasıyla sahiptir. Öte yandan işçi inisiyatiflerinin kurulması ve partide sektörel örgütlenme doğrultusunda gerçekleşen yeni yapılanma, azımsanmayacak sayıda işçi önderinin yetiş-

20


GELENEK 94

mesine yardımcı olmuştur. Parti içi yaşantıda bu gelişmenin hesaba katılması ve ortaya çıkan devrimci enerjiden partinin güçlendirilmesi için yararlanılması gerekmektedir.

B. KARARLAR KARAR NO: 1 İŞÇİ SINIFININ ÖRGÜTLÜ GÜCÜNÜ ARTIRMAK İÇİN 1. Sendikal yapılar bugün Türkiye işçi sınıfını temsil eden örgütler olmaktan çıkmıştır. 2. Sendikalar bir silkiniş için gerekli iç enerjiden yoksundur. 3. Sendikalar işçileri sermaye politikalarıyla birleştirmekte, buna karşın değişik katman, kesim ve çıkarlara bölmektedir. 4. Sendikal alandaki silkiniş yönetim değişikliklerine indirgenemeyecek kadar köklü olmalıdır. 5. Mevcut bölünmüşlüğü ve bu bölünmüşlüğü dayatan yasal düzenlemeleri veri almayan, tamamen farklı bir örgütlenme anlayışı Türkiye işçi sınıfının gündemine sokulmalıdır. 6. Sendikalarda ve asıl olarak sendikalara üye olmayan işçiler içerisinde bu yapılanmanın ilkeleri propaganda edilmeli, bütün sendika ve meslek odalarında bu ilkeler etrafında etkili bir çalışma yürütülmelidir. 7. Alternatif bir sendikal odak işçi sınıfını ayağa kaldırabilmek ve birliği sağlayabilmek için sermaye egemenliğinin parçası olan unsurlardan kopmayı göze almalıdır. 8. Mevcut sendikal yapılarda köklü bir altüst oluş zorlanmalıdır. Bununla birlikte bugünkü veriler dikkate alındığında, dışarıdan ve içeriden ne denli etkili bir müdahale yapılırsa yapılsın, silkinişin bu sendikal yapılarda gerçekleşmemesi güçlü olasılıktır. Bu durumda yeni ve özgün bir alternatif yaratma konusunda hızlı ve cesur adımlar atılmalıdır. Bu çerçevede Yurtsever Cephe’nin emekçi inisiyatiflerinin önemli bir referans noktası ve dinamizm kaynağı olarak dikkate alınacağı açıktır. 9. Konuyu etraflıca değerlendirmek ve Türkiye işçi sınıfının gereksindiği sendikal hareketin programatik ilkelerini netleştirmek için zaman yitirmeksizin bütün kesimlerden işçi temsilcilerinin katılacağı bir konferans düzenlenmelidir.

21


TKP 8. Kongre Raporu

KARAR NO: 2 TÜRK ve KÜRT HALKININ BİRLİĞİ İÇİN 1. Kürt sorununa ilişkin Sosyalizm Programına yazılan ilke ve hedeflerin güncel bağlantılarıyla birlikte emekçi kitlelere anlatılması için eldeki seslenme araçlarının etkili bir biçimde kullanılması ve bunların yetersiz kaldığı durumlarda yeni araçların geliştirilmesi konusunda parti merkezi daha fazla çaba göstermelidir. 2. Partinin Kürt emekçiler içerisinde yaygın bir örgütlenme sürecine girmesi için yeni ve köklü örgütsel düzenlemeler yapılmalıdır. 3. Tüm topluma ve konuyla ilgili bütün taraflara ABD ve Avrupa Birliği planlarını deşifre edici ve bozucu sistematik girdi yapılmalı, bu doğrultuda tek başına propaganda araçları değil, diyalog kanalları da geliştirilmelidir. 4. Kürt siyasi örgütlerinin “var olma ve siyaset hakkı”nın önünü açan yasal süreçler desteklenmelidir. 5. Emperyalist, milliyetçi ve liberal çözümlerin dışında Türk ve Kürt emekçilerinin ortak kurtuluşunu hedefleyenlerin bir araya geldiği bir konferans en kısa sürede düzenlenmelidir. 6. Kürt sorununda birlikçi, devrimci ve ortaklaştırıcı adımlar atılması için milliyetçi ve liberal düşüncenin kuşatması altındaki Türk halkına dönük ideolojik ve siyasal çalışmalar yoğunlaştırılmalı, Kürt sorunun aynı zamanda Türk sorunu da olduğu vurgulanmalıdır. KARAR NO: 3 EMEKÇİLERİN SEÇİMLERE DAMGA VURMASI İÇİN

Türkiye Komünist Partisi, seçimlere kendi adıyla ama Yurtsever Cephe’nin olanak, politika ve adaylarıyla girmeyi daha önce karara bağlamıştır. Türkiye’nin bütün yurtsever güçlerini bu karara ortak olmaya, seçim sürecinde Yurtsever Cephe’yle birlikte çalışmaya ve onu desteklemeye çağırıyoruz. Önümüzdeki seçimlerden Türkiye işçi sınıfının yepyeni güç ve enerjiyle çıkmasını sağlamak ellerimizdedir. TKP Kongresi, bu bilinçle aylar öncesinden Türkiye’nin dört bir yanında propaganda ve örgütlenme çalışması yürütmeye başlayan Yurtsever Cepheli dostları selamlar, Türkiye Komünist Partisi’nin seçim sürecinde emekçi sınıfların çıkarlarını tam bir devrimci seferberlik anlayışıyla savunacağını ilan eder. KARAR NO: 4 EMPERYALİST SALDIRILARI PÜSKÜRTMEK İÇİN

1. Halkın Avrupa Birliği’ne üyeliğe desteğinin azaldığına ilişkin veriler ve konunun eskisine göre daha az gündeme getirilmesi, AB’ye üyelik süre22


GELENEK 94

cinde emekçi halkımızın yaşadığı yıkımın hafiflediği anlamına gelmemektedir. Süreç, eskisine göre daha örtülü ama bütün boyutlarıyla işlemeye devam etmektedir. TKP başından beri kararlı bir biçimde karşı durduğu ve emperyalist bir saldırı olarak değerlendirdiği AB üyelik süreci konusunda bütün yurtsever güçlerin uyanık olmaya devam etmesi gerektiğini açıklama gereği duymaktadır. 2. Türkiye Komünist Partisi’nin 2004 Konferans belgelerinde yer alan “Avrupa Birliği ve üyelik sürecine ilişkin değerlendirmeler”, bugün de geçerliliğini olduğu gibi korumaktadır. Parti, bu değerlendirmeler ışığında emekçi kitlelere seslenmek, onları örgütlemek ve harekete geçirmek için elindeki bütün olanakları seferber etmelidir. 3. Türkiye Komünist Partisi, Avrupa’daki dost ve kardeş partileri “AB’ye üyelik sürecinin Türkiye’nin demokratikleşmesine yardımcı olacağı”na ilişkin yaklaşımı bütünüyle terk etmeye davet eder. Türkiye işçi sınıfıyla, komünistleriyle, ilericileriyle dayanışmak, antidemokratik uygulamaları protesto etmek için Avrupa Birliği’nin aracılığına gereksinim olmadığı açıktır. TKP, gerici burjuva iktidarla tavizsiz bir mücadele sürdürürken, Türkiye’nin emperyalist ülkeler ya da kurumlar tarafından masaya yatırılmasına ve amacı belli birtakım dayatmalarla karşı karşıya getirilmesine kayıtsız kalamaz. Türk ve Kürt emekçilerinin gerçek dostu olan Avrupalı komünist ve işçi partilerinden konuya bu duyarlılığı gözeterek yaklaşmalarını bekliyoruz. 4. Türkiye Komünist Partisi, Kıbrıs’ın bağımsız, birleşik, bütün yabancı üs ve askerlerden arındırılmış, egemen bir ülke haline gelebilmesi için “ortak bir mücadele” kültürünün yaratılmasına çaba harcayan Kıbrıslı devrimcilerle daha yakından dayanışma ve işbirliği sürecine girecektir. TKP, verili statükoya yaslanan, büyük güçlerin denetimindeki diplomatik arayışların hiçbir sonuç vermediğinin açıkça görüldüğü bugünkü koşullarda bu mücadelenin gerçek taşıyıcısı olan Kıbrıslı siyasi güçlerin ve bu mücadeleyi destekleme borçları olan Yunanistan ve Türkiye komünistlerinin konuya ilişkin ortak bir yaklaşım ve işbirliği sürecine girmesi için üzerine düşeni yapacaktır. Bu aynı zamanda, TKP’nin bir çağrısı olarak değerlendirilmelidir. 5. Türkiye Komünist Partisi, Amerika Birleşik Devletleri ve onun müttefiklerine karşı direnen yurtsever Iraklılara en içten kardeşlik duygularını iletir. İşgalciler ve işbirlikçilerinin yenilgisi yakındır. 6. Türkiye Komünist Partisi, ABD destek ve talimatları doğrultusunda Filistin ve Lübnan’da işgalci politikalarını sürdüren İsrail’e karşı mücadele eden bütün güçlerin sarsılmaz dostudur. 7. Parti BM Barış Gücü adı altında Lübnan’a gönderilen Türk birliklerinin zaman yitirilmeksizin geri çağrılmasını talep etmektedir. 8. Türkiye Komünist Partisi, her geçen gün daha büyük bir askeri güçle saldıran emperyalist ülkelere kafa tutan Afgan halkının yanındadır. Parti, 23


TKP 8. Kongre Raporu

NATO kapsamında bu ülkede bulunan Türk birliklerinin derhal geri çekilmesini de talep etmektedir. 9. Türkiye Komünist Partisi, ABD’nin sürekli tehdidini hisseden İran ve Suriye halklarının olası bir saldırı durumunda emperyalist saldırgana gereken yanıtı vereceğinden hiç kuşku duymamaktadır. Bir saldırı durumunda TKP, kardeşlerimizin yanında olacak, ülkemiz topraklarının emperyalist saldırılara üs olmasına izin vermeyecektir. 10. Türkiye Komünist Partisi, yalnızca halkımız için değil, bütün bölge için savaş ve işgal anlamına gelen tüm ABD ve NATO üslerine el konması, Türkiye topraklarının, hava ve deniz sahasının emperyalist ülkeler ve İsrail tarafından kullanılmasının yasaklanması için sonuna kadar mücadele etmeye kararlıdır. 11. Türkiye Komünist Partisi, Sosyalist Küba’yı, sosyalizm ve özgürlükten taviz vermeyen onurlu Küba halkını, komutan Fidel Castro’yu ve kardeş Küba Komünist Partisi’ni yoldaşça selamlar. Küba’ya karşı başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelerin sürdürmekte olduğu saldırgan ve hukuk dışı politikalara karşı bütün dünyadaki Küba dostlarıyla birlikte mücadeleye devam edeceğiz. ABD’de tutsak bulunan beş yiğit Kübalı yurtseverin özgürlüklerine kavuşması bu mücadelenin en önemli başlıklarından birisidir. Gerardo Hernández, Antonio Guerrero, Ramón Labañino, Fernando González ve René González serbest bırakılsın! 12. Türkiye Komünist Partisi, Latin Amerika’nın birçok ülkesinde yaşanan devrimci gelişmeleri heyecanla izlemekte, emperyalist barbarlığa dur diyen Venezuela ve Bolivya’nın devrimci iktidarlarını, yeni oluşan Ekvador ve Nikaragua hükümetlerini selamlamakta, kıtada söz konusu devrimci sürecin parçası olan tüm ilerici, yurtsever, komünist güçlere Türkiye işçi sınıfı adına en içten dayanışma duygularını iletmektedir. 13. Emperyalist saldırıları püskürtmenin önemli gereklerinden biri bağımsızlık mücadelesinin toplumda haklı ve meşru bir mücadele olarak yerinin güçlendirilmesi ve bunun karşısına dikilen engellerle hesaplaşmaktır. TKP’nin gençlik alanındaki gücü bu açıdan etkili bir şekilde değerlendirilmelidir. Bağımsızlık istemek suç değildir, burjuva kurumlarının pompaladığı gibi akılsızlık da değildir. Bağımsızlık istemek, onurlu olmanın gereğidir. TKP’li öğrenciler bu gereği zedeleyen her türlü siyasi, ideolojik ve hukuki engelle mücadele edecek, gençliğin yurtseverlik mücadelesine kazanılmasına öncülük edecektir.

24


Kongre Belgeleri 21 Ocak 2007, İstanbul TKP 8. Kongresi 2006 Kasım ayında Merkez Komitesi raporunun parti örgütüne sunulması ile başlamıştı. Gelenek’te yer verdiğimiz Kongre raporunun da son haline kavuşturulduğu 21 Ocak Türkiye Konferansı bu sürecin en önemli halkasını oluşturdu. Aşağıda bu toplantıdan kimi belgeleri sunuyoruz. Sırasıyla Siyasi Komite üyeleri Kemal Okuyan ve Aydemir Güler’in açış ve kapanış konuşmaları, Siyasi Komite’nin sunduğu seçim politikaları konulu bir açıklama ve uluslararası delegasyonun kongreye ilettiği dayanışma mesajı...

‘Daha Fazla İşçinin Benim Partim Diyebilmesi İçin’ Kemal Okuyan Sevgili Yoldaşlar, Değerli Parti Dostları, Yurtsever Cephenin Militanları, Sevgili Kardeş Partilerin Temsilcileri; Hepiniz Türkiye Komünist Partisinin 8. Kongresine hoş geldiniz! “Böyle bir parti var!” diye başladık. İddiamız budur ki “Böyle bir parti var!” Nedir bu parti? Türkiye’de sosyalist iktidarı kurma iddiasındaki parti, bu parti. Sevgili Arkadaşlar, Yoldaşlarım; Biz buraya Mustafa Suphilerin emeğiyle geldik. Şefik Hüsnülerin emeğiyle geldik, Nazım Hikmetlerin emeğiyle geldik, Doktor Hikmet’in, Laz İsmail’in, Behice Hanım’ın emeğiyle geldik. Bu birikim olmasaydı bugün Türkiye Komünist Partisi asla olamazdı. 25


Kongre Belgeleri

Türkiye’de komünizmin bayrağını büyük bir coşku ve kararlılıkla taşıyan bütün yoldaşlarımızı, saygı sevgi ve yoldaşlık duygusuyla selamlıyoruz. Ve Arkadaşlar; Denizler, Mahirler, 60’larda, 70’lerde ve 12 Eylül karanlığında Türkiye’nin devrimci, yurtsever, sosyalist, komünist birikimini taşıyan genci yaşlısı tüm devrimci dostlarımız, arkadaşlarımız, yoldaşlarımız olmasaydı Türkiye Komünist Partisi yine olmazdı. Mücadeleyi sokaklara, alanlara, fabrikalara, okullara taşıyan tüm devrimcilere, cezaevlerine taşıyan tüm devrimcilere selam olsun. Bu miras bizim için vazgeçilmezdir. Bu miras olmaksızın bugünkü Türkiye Komünist Partisi’ni anlamak da anlamlandırmak da mümkün değildir. Ama bizim mirasımız bundan ibaret değildir. Sevgili Dostlar; Eğer Türkiye komünist hareketini tasfiyenin eşiğine getiren, yalnız Türkiye komünist hareketini değil bütün dünyada işçi sınıfı hareketini yerlerde süründüren, bütün dünyada insanlığın umudunu karartan o tasfiyeci, o hain dönemde direnen, eğer bilinciyle, yüreğiyle, aklıyla tasfiyeye karşı, ihanete karşı direnen bir hareket olmasaydı, eğer direnenler olmasaydı, eğer Sovyet geleneğine karşı, 3. Enternasyonal geleneğine karşı tarihin en acımasız ve en alçak saldırılarına karşı direnen bir hareket olmasaydı, bugün yine Türkiye Komünist Partisi olmayacaktı. Bizim mirasımızda ihanete karşı mücadele de vardır. Biz buraya liberalizmle mücadeleyle geldik. Anti sovyetizmle mücadele ederek geldik. Stalin’e küfredeceğiz diye sosyalizmin bütün ilkelerini ayaklar altına almaya kalkanlarla, sözde ve sahte solcularla hesaplaşarak buraya geldik. Türkiye Komünist Partisi’nin mirasında bu da vardır. Bu miras olmadan Türkiye Komünist Partisi yoluna devam edemez. Bu nedenle dostlar, bir Marksist-Leninist parti olduğumuzdan hiç utanmadık, bunu savunduk, savunmaya devam edeceğiz. Türkiye Komünist Partisi; komünistlerin partisidir, Marksist- Leninist bir partidir, enternasyonalist bir partidir ve yurtsever bir partidir. Bu ilkelerle yola çıktık, bu ilkelere sahip çıkarak yolumuza, sosyalist devrim yolumuza devam edeceğiz. Bundan hiç kimse kuşku duymasın. Sevgili Arkadaşlar, Yoldaşlar; Bu bir kongre. Kongre döneminde eksikliklerimizi, yanlışlarımızı, boşluklarımızı herkesten önce biz dile getireceğiz. Kimse fark etmeden fark edecek ve biz çözeceğiz. Zaten bu nedenle tartışıyoruz iki buçuk aydır. Dolayısıyla arkadaşlar ben konuşmamda birkaç sorunumuza, gündemimize aldığımız ve yakın gelecekte mutlak olarak çözüme kavuşturacağımız

26


GELENEK 94

birkaç soruna değinmeden geçmeyeceğim. Birincisi arkadaşlar; böyle bir parti var diyoruz. Evet böyle bir parti var. Ama bu partinin geleceği için kadrolaşma dediğimiz o zorlu görevi biraz daha ciddiyetle ele almak zorundayız. Türkiye Komünist Partisi’ni bugüne taşıyan kadrolar, Türkiye’deki sosyalizm mücadelesinin şimdiye kadarki en gelişkin birikimini temsil etme iddiasındaki kadrolardır. Bu iddia geçerli bir iddiadır, haklı bir iddiadır. Bundan hic kuşku duymuyoruz. Bununla birlikte yoldaşlar, Türkiye Komünist Partisi’nin kadrolaşma dinamiklerinde belli sorunlar yaşamaktayız. Nedir bu sorunlar? Sevgili arkadaşlar, burası Türkiye, burası şaşırtıcı bir şekilde giderek gençleşen bir ülke. Türkiye’nin nüfus ortalaması her geçen gün giderek aşağıya doğru iniyor. Demek ki kadrolaşma sorununa biz başka ülkelerdeki gibi bakamayız. Bizim için kadrolaşmak sürekli olarak yeni genç kuşaklara ulaşmak anlamına gelmektedir. Türkiye Komünist Partisi genç kadrolarıyla, genç işçileriyle, genç öğrencileriyle övünen bir partidir. Bununla birlikte Türkiye Komünist Partisi’nin gençler arasında örgütlenmesi, yalnızca örgütlenmesi değil; gençlik içinden kalıcı kadrolar devşirmesi yavaşlamıştır. Bu yavaşlama Türkiye Komünist Partisi’nin geleceğini tehlike altına atmaktadır. Dolayısıyla arkadaşlar 21 Ocak’tan itibaren Türkiye Komünist Partisi’nin yeni seçilmiş Merkez Komitesinin ve bütün partili arkadaşlarımızın, bütün parti örgütlerimizin görevi gençlik içindeki çalışmalara daha fazla ağırlık vermektir. Türkiye Komünist Partisi bugün ulaştığı düzeyle avunacak, yetinecek bir parti değildir. Daha fazla genç, daha fazla genç işçi, daha fazla öğrenci! Hedefimiz budur. Sevgili Arkadaşlar; Bununla bağlantılı bir unsur daha var. Kadrolaşmak yalnızca örgütlenmek değildir. Kadrolaşmak kadro kimliği verdiğimiz, kadro olarak adlandırdığımız üyelerimizin, arkadaşlarımızın daha donanımlı hale gelmesidir. Donanım siyasallaşmayla mümkündür, donanım aklımızı güçlendirmekle mümkündür. Donanım dediğimiz budur. Türkiye Komünist Partisi her zaman teorik aklıyla övündü. Hatta Türkiye sosyalist hareketinin gelişkin düşünsel birikimi TKP’de toplanmıştır diye biz değil, dostlarımız söylüyor. Diyorlardı ki sizin şöyle eksikleriniz var, ama düşünsel olarak gelişkin kadrolarınız var... Sevgili arkadaşlar doğrudur, ancak bu açıdan da partimizde her şeyin yolunda gittiğini söyleyemeyiz. Daha fazla gayret gerekiyor. Biz, arkadaşlar iğne ile kuyu kazdık. Bugün bu noktaya gelene kadar sahip olduğumuz mirastan başka bize yardımcı tek rüzgar esmedi. Biz 12 Eylül karanlığında yürüdük, biz Garbaçovcu ihanet ortamında yürüdük,

27


Kongre Belgeleri

biz işçi sınıfı hareketinin tamamen geriye çekildiği bir dönemde yürüdük ve bugüne geldik. Eğer arkadaşlar iğne ile kuyu kazıyorsanız aklınızı sürekli açık tutacaksınız. Eğer bir an olsun düşünce birikiminizde gerileme olursa, aklınızda bir gerileme olursa bu ülkede liberalizm, reformizm sizi esir alır. Türkiye Komünist Partisi’nin kapısını liberter düşünceye, liberter solculuğa kapattık demiştik. Reformizme kapattık demiştik. Kapılarımızın sımsıkı kapalı olduğunu kontrol etmek için aklımızı sürekli açık tutmaktan başka çare yok. Teori arkadaşlar yalnızca yazmak için değil mücadele etmek için de gerekiyor. Partimizin kimliğini korumak için de gerekiyor. Bu nedenle biraz daha gayret yoldaşlar biraz daha gayret. Ve yalnızca reformizmle mücadele için değil, bizim devrimci teşhircilik diye vurguladığımız, radikalizm, radikal teşhircilik diye vurguladığımız eğilimlere, aslında devrimci siyasetten umudu kesmekten başka anlam taşımayan hastalıklarla mücadele etmek için de teorik aklımızı gelişkin tutmaya ihtiyacımız var. Bu yüzden arkadaşlar partimiz kadrolaşmayı içe ve dışa dönük örgütlenmeden ibaret görmemeli ve o çok övündüğümüz teorik geleneğimizi, teorik ihtilalciliğimizi de kuvvetlendirmenin yolunu bulmalıyız. Önümüzdeki ikinci sorun budur. Evet arkadaşlar bir başka meselemiz var. Toplumsallaşma, toplumda daha geniş kesimlere ulaşma açısından yavaş ilerliyoruz. İlerliyoruz, ilerlediğimiz ortada, ama yeteri kadar değil. Bundan 15 yıl önce çıkardığımız bir gazetenin kapağına yazmıştık; “Zaman sosyalistleri sıkıştırıyor.” diye. Az önce izlediğimiz filmi hazırlayan yoldaşlarımız o nüshayı kullanmışlar. Demek ki 15 yıldır zaman bizleri sıkıştırıyor. Yavaş ilerliyoruz. Düşmanımız, sermaye sınıfı bizden hızlı hareket ediyor hala. Arkadaşlar bizi yavaşlatan her tür faktörden arınmak zorundayız. Bizi yavaşlatan her şeye değinmeyeceğim burada. Partinin iç mekanizmalarını hızlandırmaya çalışıyoruz. Daha da hızlandıracağız. Ama bir mesele var ki çözmekte güçlük çekiyoruz. Türkiye Komünist Partisi hala içindeki kastlaşma tutkusunu aşamadı. Biz hala küçük bir örgüt psikolojisiyle davranmaya devam ediyoruz. Bunu da aşmak zorundayız. Çünkü Türkiye Komünist Partisi daha büyük kalabalıklarla hareket etmeye başlamıştır. Daha fazla işçinin umudu olmuştur, daha fazla aydının, öğrencinin umudu olmuştur. Küçük bir örgüt psikolojisiyle yolumuza devam edemeyiz. O zaman arkadaşlar içimizdeki kast duygusunu, kastlaşma duygusunu bir kenara atmak zorundayız. Kapsayıcı olmak zorundayız. Kapsayıcılık da arkadaşlar sadece ve sadece çağırmakla olmaz. Gelin birlikte mücadele edelim demekle olmaz. Bizim en büyük sorunumuz daha fazla işçinin bu partiye “Benim partim” demesini sağlayamamaktır.

28


GELENEK 94

Bunu dedirtmek zorundayız. Başka türlü Türkiye Komünist Partisi büyüyemez. Eski tipte büyüyebilmemiz için yolun sonuna geldik. Türkiye Komünist Partisi bir örgüt psikolojisiyle büyüyebileceği kadar büyümüştür. Şimdi artık bizi ilgiyle izleyen, bize umut bağlayanlara “Bu parti benim de partimdir aynı zamanda.” dedirtecek tarzda çalışmak gerekmektedir. Bizim sorunumuz budur. Türkiye Komünist Partisi’nin 8. Kongresinden bu sorunu geride bırakarak çıkacağız. Biz Türkiye Komünist Partisiyiz bu sorunu aşarız. Sevgili Arkadaşlar; Bu parti Türkiye solundaki, devrimci mücadele içindeki bazı alışkanlıkları değiştirmek için de çaba gösteriyor. Bazı yeni açılımlar geliştirmeye çalışıyoruz parti kültürümüzde. Bunlarda da yolumuza devam etmek zorundayız. Bunlara daha fazla sahip çıkmak zorundayız. Bakın solun yıllardır toplumsallaşamaması, küçük kalması nedeniyle bazı hastalıklar hepimize bulaşmış durumda. Türkiye solu ne yazık ki belli dönemler dışında toplumda büyük kesimlere, emekçi kesimlere ulaşma konusunda zorluklar yaşadı. Küçük kalan güdük kalır; güdük kalan hastalanır. Bu hastalıklar var, bizim içimize de bulaşmış durumda ve biz bunlarla nasıl mücadele edeceğimizi biliyoruz. Ama bu mücadeleyi daha etkili yöntemlerle yürütmek zorundayız. Mesela arkadaşlar, sol içe kapandıkça garip bir biçimde kendini tartışıyor. Siyasetten uzaklaşıyor, dedikoduculuk hakim oluyor. Birkaç örnek vermek istiyorum. Bakın; bu ülkenin yetiştirdiği en değerli evlatlardan birisi, Türkiye soluna çok büyük hizmetlerde bulunan, bugün yurtdışında Türkiye’nin adını onurla temsil eden iki kişiden birisi Aziz Nesin. Neyle gündeme geldi arkadaşlar bundan bir ay önce? Hem de oğullarından birinin marifetiyle. Neymiş efendim, eşi Aziz Nesin’i aldatıyormuş. Bütün gazetelerde bu yazdı... Türkiye solunun suçudur bu arkadaşlar. Türkiye solu bu hastalıkları defedemediği için, Aziz Nesin’in Türkiye soluyla hiç alakası olmayan oğlu bunları yazabildi. Aziz Nesin’i bugünkü kuşaklar tanımıyorlar ve böyle gündeme getirdiler. Öbür örnek; bizim solun tüm dünyada tanınan ikinci kişisi Nâzım Hikmet. Nâzım Hikmet’in yıkanmadığını yazdılar geçenlerde. Bir büyük gazetemizde daha doğrusu önemli bir gazetemizde Nâzım Hikmet’e ilişkin çıkan anılarda yazıldı bu. Belki iyi niyetle belki değil bilmiyorum. Önemli değil bu. Bunlar nasıl tartışılır arkadaşlar? Nâzım Hikmet’in Türkiye komünist hareketine, işçi sınıfına, dünya halk-

29


Kongre Belgeleri

larına nasıl hizmet ettiği, nasıl çileler çektiği, nasıl ürettiği... Tartışılması gereken bunlardır. Bunların dışında kalanlardan kime ne! Nâzım Hikmet’in az yıkandığından, yıkanmayı sevmediğinden kime ne! Bu alışkanlıkları değiştireceğiz. Bu küçüklük hastalığıdır, güdüklük hastalığıdır, bunun dışına çıkmak zorundayız. Başka ne var arkadaşlar? Bakın Türkiye Komünist Partisi kendi içerisinde yoldaşlık hukukunu yeniden yeniden üretmeye çalışıyor. Bu partide arkadaşlar ast-üst ilişkisini en aza indirmeye çalışıyoruz. Merkeziyetçi bir parti istedik, ama arkadaşlar burada herkesin birbiriyle yoldaşça dostça ilişkiler kurduğu bir parti içi yaşantı tesis etmeye çalışıyoruz. Bu da Türkiye solunda yeni zorladığımız bir şeydir. Alışkanlıklarımızı değiştirmeye çalışıyoruz. Türkiye solu içine kapandığı için bazı şeyleri fazlasıyla önemsiyor. Neleri önemsiyor, sıfatları önemsiyor. Zaten Türkiye’de işimiz zor, doğulu bir toplumuz. Doğulu toplumlarda ne hikmetse, sıfatlar, makamlar çok önemsenir. Herkes yönetmeye meraklıdır! Arkadaşlar biz komünistiz. Biz mücadele etmek için girdik bu partiye, yönetmek için değil. Bu partide herkesin birbiriyle ilişkisinde eşit olacağı bir parti içi yaşantı istiyoruz. Elbette bu partide yönetici kurullar olacak, ama bu parti yaşantısı Türkiye solundaki garip alışkanlıkları terk edecek, terk etmek zorunda. Biz devrime yürüyoruz, eşitlikçi, özgürlükçü bir topluma yürüyoruz; başka türlü yapamayız. Biz içimizde, arkadaşlarımızın birbirine, bizlere “Başkan, Sekreter” diye hitap etmesini engellemeye çalışıyoruz. Yok mu bu hastalıklar Türkiye solunda; var. Bunun dışına çıkmaya çalışıyoruz; dışına çıkacağız. Hiçbirimiz arkadaşlar, hangi pozisyonda olduğumuzu, hangi sıfatla görev yaptığımızı önemsemeyeceğiz. Ne yaptığımızı önemseyeceğiz. Bu mücadeleye nasıl katkı koyduğumuzu önemseyeceğiz. Onun için arkadaşlar bir şeyi rica edeceğim. Dışımızda gerekiyor hala, şimdilik. Bu partide Aydemir’e, bana, Süleyman’a başka şekilde hitap etmeyin ismimizle hitap edin. “Genel sekreter, başkan” lütfen demeyin. Yönetici yoldaşlarınıza da böyle hitap etmeyin. Biz bir görev üstlendik şu anda. İlelebet bu görevi zaten sürdürmeyeceğiz. Ama asıl yapmamız gereken sosyalizm mücadelesidir. Dolayısıyla yoldaşlar bu partide konumların, pozisyonların önemli olmaması için elbirliğiyle çalışalım. Bu toplumun önderlere mi ihtiyacı var; ihtiyaç duyulduğu anda Türkiye işçi sınıfı kendi önderlerini yaratır. Biz kendi kendimize öndercilik oynamayalım, biz bu partide her birimiz birer komünist olarak Türkiye Komünist Partisi’ne girdik, birer komünist olarak yaşamımız boyunca Türkiye Komünist Partisi’nde kalacağız. Bu hepimiz için geçerlidir.

30


GELENEK 94

(…) Şimdi arkadaşlar yurtseverlik dedik, memleketin partisi olacağız dedik. Biliyorsunuz bunu demeye ilk başladığımız zaman “Hooop! Ne yapıyorsunuz?” dendi. Nereden çıktı “bu memleket bizim” demek. Bugün bunlar aşıldı. Memleketin partisi olmak, memlekete sahip çıkmak bilinci yalnızca bir sorumluluk, bir iddia değildir arkadaşlar. Aynı zamanda sosyalizm mücadelesinde önemli bir kazanım ve evredir. Sosyalizm mücadelesinde herkes kolay kolay çıkıp ben memleketin komünist partisiyim diyemez. Neden diyemez? On yıl önce biz diyemiyorduk. Çünkü arkadaşlar bu ancak ve ancak sosyalizm mücadelesinde bir evreye ulaştığınız zaman, kendinize güveniniz geldiği zaman söyleyebileceğiniz bir şeydir. Daha öncesinde bu iddia ve güveni demek ki taşıyamıyorduk. Şimdi arkadaşlar; yurtseveriz diyoruz. Göğsümüzü gere gere yurtseveriz diyoruz. Ülkenin komünist partisi yurtsever olmak zorundadır. Bu mesele, Türkiye solunda, hatta solun dışında bütün boyutlarıyla tartışılıyor, tartışılmaya devam edecek. Arkadaşlar, başka şeyler de söyledik. Türkiye’de biz ulusal savunma sanayinden yanayız dedik. Hemen itiraz geldi: “Bunlar güçlü ordu istiyorlar!” Arkadaşlar mücadele bir bütündür. Türkiye’nin NATO’ya bağlılığı, Türkiye’nin yalnız silah değil ekonominin bütün cephelerinde dışa bağımlılığı bizim mücadelemizi güçleştiriyor. Yarın sosyalist iktidarımızın da işlerini güçleştirecek. Bu kadar basit. Bizim, arkadaşlar, sosyalizmde daha ilk günden itibaren silaha ihtiyacımız olacak. Bu ülkenin savunulması için, devrimin, emekçilerin savunulması için. Ne yapacağız biz, F16’larla mı savunacağız bu ülkeyi! O yüzden arkadaşlar bugünden ulusal savunma sanayini talep ediyoruz. Bu talebin milliyetçilik olduğunu düşünen solcularla da hesaplaşıyoruz. Hiçbir iddiaları yoktur. Ulusal savunma sanayini talep olarak dile getiremeyenin, kamulaştırmayı talep olarak dile getiremeyenin, dış ticarette devlet tekelini talep olarak dile getiremeyenin hiçbir iddiası olamaz. Neymiş efendim, Türkiye Komünist Partisi devleti büyütmek istiyormuş. Arkadaşlar, ciddi olalım. İktidarı istiyorsanız bu meselelerde ciddi olmak zorundasınız. Şaka gibi; Türkiye Komünist Partisi şaka gibi başlıklarla tartışa tartışa yoluna devam ediyor. O yüzden arkadaşlar lütfen, yurtseverliğimizi topluma taşıyalım. Yurtseverlik meselesini ciddiyetten tamamen uzaklaşan argümanlarla tartışmaktan vazgeçelim. Yurtseverliğin milliyetçilik olduğunu, MGK’cilik olduğunu iddia edenleri bir kenara bırakalım. Onlarla herhangi

31


Kongre Belgeleri

bir işimiz yok. Oyalanmaya, şaka yapmaya devam etsinler. Biz, sosyalizm mücadelesi veriyoruz. Arkadaşlar, bir de başkaları var. Diyorlar ki “madem Türkiye Komünist Partisi yurtseverim diye çıktı ortaya, Yurtsever Cephe diye bir proje ortaya attı, madem bunları yaptı, o zaman şu sosyalizm hedefinden vazgeçsin”. E, neden? “Çünkü sosyalizm hedefi emperyalizme karşı mücadeleyi zayıflatıyor. Hem sosyalizm diyeceksiniz, hem de emperyalizme karşı cephe için çağrıda bulunacaksınız; olmaz böyle” diyorlar. “Vazgeçin. Tamam, içinizde kalsın, programınızda kalsın sosyalizm hedefi, ama şu dönemde gelin hep beraber şu cepheyi genişletelim. Ne yapalım, emperyalizmden şikayetçi olan herkesi yan yana getirelim!”. Durun bakalım arkadaşlar, kim bu herkes? Neden vazgeçiyoruz? Diyoruz ki arkadaşlar, bu memlekette ekonomiden İstanbul Borsası anlaşıldığı sürece, bu ülke emperyalizme karşı mücadele edemez. Türkiye’nin ipini emperyalistler bir günde Borsayla oynayarak çekerler. Demek ki arkadaşlar, biz emperyalizme karşı mücadele ederken İstanbul Borsası’nı da kapatacağız. Türkiye’nin ekonomisine, kaynaklarına el koyan, kapitalistlerin mülkiyetine de el koyacağız ki emperyalizmle mücadele edelim. Ne yapalım, elimizden başka türlüsü gelmiyor. Yani biz sosyalizm mücadelesini erteleyerek ya da üzerini örterek emperyalizme karşı mücadele edemiyoruz. Etmeyi düşünen varsa buyursun görelim! Neye dayanarak mücadele edecekler, NATO’nun ordusuna mı dayanacaklar? 12 Eylülcü faşist generallerle mi mücadele edecekler, emperyalizme karşı? Buyursunlar yapsınlar. Bizden istiyorlar ki, İsrail’le anlaşma imzalasınlar bir yandan ama biz sesimizi çıkarmayalım. Hazır ulusalcılar, Amerika’dan şikayet etmeye başladı, biz de sosyalizm hedefinden, devrim hedefinden, eşitlikten özgürlükten, Marx’tan Lenin’den vazgeçelim… Sanılıyor ki o zaman bunlar bizimle beraber emperyalizme karşı mücadele ederler. Etmezler, bir. Biz onlarla birlikte olmayız iki. Bu kadar açık! Bizim birlikte olacağımız Türkiye’nin emekçi halklarıdır. Sevgili arkadaşlar, Biz yurtseveriz derken, halkların kardeşliğine ve Türkiye’nin emperyalist projeler bağlamında, ulusal çıkarlar adına birtakım maceralara atılmasına da karşıyız. Bunlara karşı da mücadele ederek yurtsever olmak zorundayız. Tek bir örnek, TKP yurtsever bir parti, TKP bu ülkenin her karışı için canını verecek militanlardan oluşan bir parti. Ama TKP Kıbrıs’taki işgale karşı da mücadele eden bir parti. Biz arkadaşlar, yurtseveriz, Türkiye’nin

32


GELENEK 94

her karışı için, bu ülkenin bütün zenginlikleri için kavga ederiz, komünistiz. Onlar ne yapıyorlar? Milliyetçiler ne yapıyorlar? İşgal ettikleri bir ülkede, bir adada Lokmacı geçidi ile uğraşıp emperyalizme karşı mücadele ettiklerini zannediyorlar. Olacak iş değil. Türkiye’nin her tarafı bağımlı hale gelmiş, Lokmacı geçidi ile uğraşıyorlar Kıbrıs’ta. Biz aklımızı, hedeflerimizi, kararlılığımızı, Türkiye’nin emekçi sınıflarına taşıyacağız, bu sahtekarlarla mücadele edeceğiz. Başka çaremiz yok! Yoldaşlar, Biraz da Kongre metnine gelmek istiyorum. Burada rapor ayrıntısıyla tartışılacak; ben birkaç noktaya işaret etmekle yetineceğim. Bir tanesi, “Kongre raporunda neden dinci gericilikle mücadele başlığı geriye çekilmiş, hatta az işlenmiş” sorusuyla karşılaştık. Arkadaşlar biz bu metinde bazı önceliklerle hareket ettik. Pek az başlığa değindik. Çünkü, partimizin, yoğunlaşmasını istedik bu dönemde. 2007 yılında, seçim yılında, büyük mücadele yılında bazı başlıklara yoğunlaşmak istedik. Bu demek değildir ki, Türkiye Komünist Partisi aydınlanmacı kimliğinden vazgeçiyor. Öyle şey olur mu? Türkiye adım adım gericileştirilmeye devam ediyor. Bakın arkadaşlar, inanılmaz bir şey, dün bir yoldaşımla gazetede okurken, önce gülmeye başladık, sonra gerçekten de çok üzüldük ülkemize. Ama gülünmeyecek gibi değil. Çok kısa anlatacağım. Alanya’da önce bir papaz yağmur duasına çıkıyor. Ondan sonra da bir müftü. O da yağmur duasına çıkıyor. Bir saat sonra yağmur yağmaya başlıyor. Alanya’da deniyor ki, “ya bunlar meteorolojiyle haberleştiler, yağmur yağacağını tam duydular, çıktılar yağmur duasına”. Buraya kadar traji-komik. Arkadaşlar, ne açıklama yapıyor biliyor musunuz müftü? Haşa öyle bir şey yok diyor, biz diyor, meteorolojiyle konuştuk gerçekten de, bize meteoroloji dedi ki diyor, yağacak yağmur ama, az yağacak, gelip geçecek, lütfen duaya devam edin dedi diyor… Arkadaşlar Türkiye’nin kurumları bu haldedir. Türkiye Komünist Partisi gericilikle mücadeleyi nasıl erteler? Böyle şey olur mu? Kongre metninde bir başka mesele, Kürt meselesi. Kürt meselesine ilişkin Türkiye Komünist Partisinin zorlu bir görevle karşı karşıya olduğu açıktır. Türkiye Komünist Partisi Kürt ve Türk emekçilerinin birliği için sonuna kadar mücadele edecek. Ve arkadaşlar, hiçbir açılımın bu hedefin önüne geçmesine izin vermeyecek. Dolayısıyla, Kürtlerin hakları için mücadele, Türkiye Komünist Partisi bu mücadeleyi veren bir partidir yıllardır, vermeye devam edecek. Ama birlikçi bir perspek-

33


Kongre Belgeleri

tifle. Bakın arkadaşlar Türkiye’de Kürtlerin ve Türklerin ayrılması durumunda -çatışmayı falan kastetmiyorum- yollarını ve yönlerini ayırması durumunda bizim gelecekte sosyalist cumhuriyetimiz olacak olan toprakların geleceği biter. Türklerin geleceği biter, Kürtlerin geleceği de biter. Yolları ayırdığımız zaman olacak olan budur. Dolayısıyla arkadaşlar bu tartışma burada bitmelidir. Türkiye Komünist Partisi, birlikçiliği dürüst ve açık bir biçimde savunan herkese el uzatacak. Kürt siyasi hareketleri olsun, Türkiye işçi sınıfı içerisinde örgütlü, Türkiye solu içerisinde örgütlü unsurlar olsun, hiç fark etmez. Türk ve Kürt emekçilerinin birliğini açık, samimi, kararlı bir biçimde savunan herkesle birlikte mücadele etmeye hazırız. Ama arkadaşlar, şöyle olmaz bu iş: biz birlik istiyoruz “ama” diyerek olmaz. Şu anda bu yapılıyor. Bir gün bir şey, öteki gün başka şey söyleyerek olmaz. Türk ve Kürt emekçilerinin, halklarımızın arasına kuşku tohumu düşürüldü. Efendim biz birlik istiyoruz ama, şöyle olmazsa Kuzey Irak’taki Kürt oluşumunu tanırız diyerek olmaz. Açık söylüyoruz, çıkılacak denecek ki, Kürtlerin Türkiye işçi sınıfıyla, Türk halkıyla birlikte olmaktan başka çaresi yok, Türklerin de birlikte olmaktan başka çaresi yok. Bu denecek ve mücadele bunun için yapılacak. O zaman arkadaşlar, Biz öyle yasal sınırlar falan tanımayız. Biz Türkiye Komünist Partisiyiz. Her türlü, her türlü birliğe açığız. Ama bir gün Amerikancılık yapacaksınız, ertesi gün Amerika’yı eleştireceksiniz, bir gün Barzanicilik yapacaksınız, ertesi gün Barzani’ye hain diyeceksiniz, böyle politika olmaz. Türkiye Komünist Partisi ilkesizlerle birlikte olmaz. Bu kadar açık. Bize ilkeli bir mücadele gerekiyor. İlkeli bir birlik gerekiyor. Zaten arkadaşlar bakın, kimlik dediğiniz nedir? Kürt kimliğinden söz ediliyor. Evet arkadaşlar, “Kürt diline, Kürt varlığına özgürlük!” Kürtler Türkiye’nin asli kurucu unsuru olmalıdır ve olacaktır. Bir mücadele ortaklığı içerisinde. Ama arkadaşlar, bakın Kürt kimliği, başka şeylerden bağımsız, üst bir kimlik değildir. Soruyorum size Barzani’yi Talabani’yi gördüğünüzde siz Kürt kimliğini mi görüyorsunuz? Ben görmüyorum. Ben onların şahsında ABD’nin çıkarlarını görüyorum. Böyle Kürt kimliği olur mu? Erdoğan’ı gördüğünüzde siz Türkleri mi görüyorsunuz? Maliki’yi gördüğünüz zaman Arapları mı görüyorsunuz? Öyle şey olur mu?

34


GELENEK 94

Sevgili arkadaşlar, Kongreye sunulan yazılı değerlendirmelerde bazı yoldaşlarımız haklı olarak uluslararası dayanışma bölümlerinde neden Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin geçmediğini sordular. Sevgili arkadaşlar Kore DHC’ne dönük her tür emperyalist saldırının karşısında duracaktır Türkiye Komünist Partisi; bundan hiç kuşkumuz olmasın. Ama istedik ki, Kore DHC’ndeki dostlarımız da uluslararası dayanışmaya, dünyada demokrasi için, devrim için, sosyalizm için verilen mücadeleye biraz daha özenle yaklaşsınlar. Zor bir dönemden geçiyoruz. Kore DHC emperyalist saldırılarda yalnız değil. Aynı saldırganlık Küba’ya karşı da söz konusu, Venezuela’ya karşı da söz konusu. Sosyalizmle hiçbir alakası olmayan İran’a karşı da söz konusu. Suriye’ye karşı da söz konusu. Bir ortak cephe yaratılmalı. Bu cephenin işini zorlaştırıcı adımlardan, söylemlerden kaçınmak gerekiyor. Biz kendimizce hiçbir ülkenin, hiçbir partinin içişlerine karışamayız. Biz mütevazı bir partiyiz, saygılı bir partiyiz. Ama Kore DHC’nin de dünyaya biraz daha özenli davranmasını talep etme, bunu düşünme, dile getirme hakkımız da vardır; bunu Kongrede yaptık. Ama arkadaşlar, TKP bu ülkeye ve onurlu halkına karşı en küçük bir saldırıda Kore DHC’nin, onun öncü partisinin yanında olacaktır. Sevgili arkadaşlar, Latin Amerika’daki gelişmelere de kısaca değinmek istiyorum. Metinde var, ama bir konuda bir uyarı yapmamız gerekiyor. Hepimiz çok heyecanlıyız, iyi şeyler oluyor. İyi gidiyoruz, bunu söyledik. Gerçekten de iyi gidiyoruz. Latin Amerika’da emperyalizm inisiyatif yitirdi. Çok önemli gelişmeler oluyor. Başta Venezuela’da. Tabii ki yıllardır tek başına direnen Küba halkını, Küba’nın yiğit komünist partisini unutmamak gerekiyor. Bütün bunlar iyi hoş… Ancak arkadaşlar, bir küçük not gerekiyor. Biz bilinçli insanlarız, biz komünist partisiyiz. Dikkatli olmak ve abartmamak gerekiyor. Latin Amerika’daki gelişmeler henüz kritik bir evreyi aşmamıştır. Biz umut aşılarken, umudu yayarken, dayanışma içinde olurken, bir yandan da ihtiyatlı olmak zorundayız. İki nedenle. Biz Sovyetler Birliğinin çözülmesini yaşadık, bir daha dolmuşa binmeyiz. Biz Sovyetler Birliği’nin çözülmesini atlattık. Kafamız dik atlattık. Latin Amerika’da kazara emperyalizm bir şekilde inisiyatif alırsa, gene bununla mücadele ederiz kafamızı dik tutarız. Bu başka. Ama arkadaşlar, biz Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin başka ülkelere kendi stratejisini empoze etmesini en Sovyetik olduğumuz dönemlerde bile eleştirdik. “Hata yapıyorlar” dedik. Hiçbir parti kendisi dışındaki güçlerin önerileriyle, açı-

35


Kongre Belgeleri

lımlarıyla hareket etmemeli dedik. Biz böyle yapıyoruz. Dünyada birçok parti böyle yapmaya devam ediyor. Latin Amerika’daki partiler ya da devrimci iktidarlar, hele hele Küba, tarihi boyunca başka hiç bir partiye şunu yapın dememiştir. Bu son derece onurlu bir davranıştır. O yüzden arkadaşlar biz kendi kendimize gelin güvey olup, dünyanın bir başka kıtasında olup bitenleri olduğu gibi kendi ülkemize kendi coğrafyamıza taşımaya kalkarsak, büyük hata yaparız. Latin Amerika’daki gelişmeler yenidir, tartışılması gereken gelişmelerdir, ihtiyatla tartışılması gereken gelişmelerdir. Büyük bir devrimci iyimserlikle karşılıyoruz, ama arkadaşlar kendi ilkelerimizi, kendi doğrularımızı Latin Amerika’daki gelişmelere yedirtmeye hiç niyetimiz yok. Türkiye Komünist Partisi’nin doğruları, programı, ilkeleri elbette yeni gelişmeler ışığında değerlendirilir. Ama arkadaşlar heyecana kapılıp bizi güçlü kılan bazı şeylerden vazgeçmeye kalkarsak büyük hata yaparız. Bu nedenle arkadaşlar Türkiye Komünist Partililerin önünde, hepimizin önünde dünyanın bütün her yerinde olduğu gibi Latin Amerika’daki gelişmeleri de teorik siyasal aklımızla, aklımızın süzgecinden geçirmek gibi bir görev vardır. Bunları söyledikten sonra devrimci dayanışma duygularımızı iletebiliriz Chavez’e, Morales’e ve diğer devrimci önderlere! Selam olsun Latin Amerika halklarına! Ve sevgili arkadaşlar, bu kongrenin kilit noktası işçi sınıfı başlığıdır. Türkiye işçi sınıfının örgütlenmesi diye bir problemimiz var. Ve bu problemin kaynağında Türkiye işçi sınıfının bölünmüşlüğünü gösterdi TKP Kongresi. Demek ki arkadaşlar önümüzde Türkiye işçi sınıfının bölünmüşlüğünü azaltmaya dönük zorlu bir mücadele olacak. 8. Kongrenin temel meselesi budur. Bunu tartışacağız, ama bazı şeyler yanlış anlaşılıyor arkadaşlar. Sanıldı ki, Türkiye Komünist Partisi en kısa sürede alternatif bir sendika kurmaya kalkacak! Arkadaşlar, tartıştığımız başka bir şeydir. Tartıştığımız şudur: Türkiye işçi sınıfının bölünmüşlüğünü giderecek, siyasetle ekonomik mücadele arasındaki boşluğu dolduracak bir örgütlenmeye ihtiyacımız var. Bu örgütlenmeyi sendikalar karşılayamıyor ve karşılayamayacaklar. Türkiye Komünist Partisi’nin de bunu tek başına karşılama şansı yok. Demek ki, arkadaşlar, bir ara yüzey oluşturmak zorundayız. Bunu tartışmaya başlayacağız. Bunu zaten tartışmaya başladık. Yakın gelecekte arkadaşlar, Mayıs ayında Türkiye işçi sınıfının öncü güçleri bu konu için toplanacaklar. Buraya Türkiye Komünist Partisi bazı hedefler sunacak. Üzerinde çalışıyoruz. Yurtsever Cephenin işçi inisiyatiflerinin neler yapacağını göreceğiz. Tartışacağız. Ama bu yıl arkadaşlar, bu yıl hep beraber göreceğiz ve göstereceğiz ki, Türkiye işçi sınıfının bölünmüşlüğünü gi-

36


GELENEK 94

dermeye dönük, azaltmaya dönük, hafifletmeye dönük yeni araçlara ulaşmaya başlayacağız. Bunu seçimlerden sonraya falan erteleyemeyiz. Biz seçim partisi değiliz. Zaten arkadaşlar, Türkiye işçi sınıfını örgütlemeye dönük kalıcı hamleler yapmadan 2007 seçimlerinde kendi adımıza herhangi bir başarı elde etme şansımız da yoktur. Bu nedenle arkadaşlar yarından itibaren işçi sınıfının bölünmüşlüğünü gidermeye dönük yeni araçlar üzerinde tartışacağız ve bu araçları olgunlaştıracağız. Burada bulunan delegelerin, parti üyelerinin ve dostlarımızın önemli bir bölümü ücretli emek sömürüsüne tabi unsurlar. Yani geniş anlamıyla işçi. Ama biz hala göğsümüzü gererek Türkiye’nin işçi sınıfını örgütledik diyemiyoruz! Neden? Çünkü arkadaşlar aynı zamanda Türkiye Komünist Partisi’nin içini de işçileştirmek zorundayız. Partinin yaşam tarzını işçileştirmek zorundayız. Hep söyledik; eleştiriyoruz kendimizi: Bu partideki işçiler kendilerini işçi gibi hissetmiyorlar. Bu bir eleştiridir kendimize; bu bir öz eleştiridir. TKP’nin örgütsel işleyişini, örgütsel standartlarını işçi sınıfının örgütlenmesi için daha uygun hale getireceğiz, getirmek zorundayız. Kongre sürecinde delege toplantısında bu konuyu uzun uzun tartıştık; TKP kendi içini gözden geçirmek zorundadır ki, daha fazla işçiyi örgütleyelim, daha fazla işçi bu benim partim, bu benim komünist partim diyebilsin. Bunu yapmak zorundayız. Sevgili arkadaşlar sözlerimi bitiriyorum. Uzun bir gün olacak. Bugünü Türkiye Komünist Partililere yakışır bir disiplinle geçireceğimizi düşünüyorum. TKP’nin daha büyük bir ciddiyetle, daha büyük bir özgürlükle tartışması gerektiğini düşünüyorum. Bugün iki buçuk aydır sürdürdüğümüz tartışmalara devam edeceğiz. Buradan çıkarken arkadaşlar, burada bulunan dostlarımızla beraber, şundan emin olacağız: “Böyle bir parti var!” diyeceğiz. Böyle bir parti var! Selam olsun bu partiye! Selam olsun Türkiye Komünist Partisi’ne!

37


Kongre Belgeleri

‘İş Başına’ Aydemir Güler Sevgili yoldaşlar ve konuklar, Dünya komünist ve işçi hareketinin değerli temsilcileri, Yurtseverler, Türkiye Komünist Partisi’nin 8. Kongre sürecini tamamlamamıza artık dakikalar kaldı. Bu toplantımızın iki gün öncesinde değerli aydın Hrant Dink’i vuran kurşunlar 2007 yılına emperyalizmin vermek istediği rengi de belli etmiştir. Türkiye iki gün öncesine oranla bugün emperyalizme daha mahkumdur. Türkiye üzerindeki kuşatma daha kalınlaşmıştır. Türkiye kenarında gezdirildiği uçuruma biraz daha yaklaştırılmıştır. Hrant Dink’in alçakça katledilişi 2007’yi kazanmak diye özetlediğimiz görevin ne denli acil, ne denli yakıcı olduğunun kanıtıdır. Saldırının mekanizması hiç karmaşık değil arkadaşlar… Emperyalizm, egemen işbirlikçileriyle birlikte, ülkemizin hafife alınması mümkün olmayan olanaklarını son noktasına kadar sömürmek kararlılığındadır. Türkiye’den bir muz cumhuriyeti imal edilmektedir. İç dinamikleri iktidarsızlaştırılmış, her an bir provokasyonla darbe vurulabilir bir ülkeden söz ediyoruz. Muz cumhuriyeti haline gelmek yeterince büyük bir felakettir. Ancak aslında bu aşağılayıcı deyim de durumu anlatmaya yeterli değil. Kardeşler, Ülkemiz ABD emperyalizminin komutası altına sokulmuş ucuz asker gücü, başı öne eğik bir köleler topluluğu, koca bir garnizon haline getirilmektedir. Bu garnizon emperyalizmin doğası gereği aynı zamanda rezil bir batakhane olmaktadır. Kimsenin kimseye güvenmediği, içinde yaşayanların, insanlığın tüm değerlerine yabancılaştığı bir çürümüşlük… Herhangi bir dayanağı, iç dinamiği bırakılmamış bir çaresizler, mahkumlar ülkesi… Nasıl bir yıl istediklerini belli ettiler dedim. 2007’de bizi bekleyen tehlikelerden biri, ya “aman ABD ile aramız bozulmasın” diyerek, ya da “milli çıkar” yalanıyla süslenmiş bir demagojiyle savaşa sokulmaktır. 2007’de bizi bekleyen tehlikelerden bir diğeri, çaresizler ülkesi haline gelmekte yeni kavşakların dönülmesi, örneğin tarım kesimindeki onmilyonlarca insanın üzerine koskoca bir çizik atılma noktasına gelmemizdir. Ya da Türkiye’de kamunun elinde kalan son tesislerin de özelleşti38


GELENEK 94

rilip yağmalanmasıdır. Ya da yoksul halkımızın sağlık hizmetlerinden yoksun bırakılışında, çocuklarımızın eğitim hakkının gasp edilmesinde yeni merhalelerin geçilmesidir… 2007’de bütün bunların yapılabilmesi için Türkiye’nin boynuna geçirilmiş ilmik biraz daha sıkılabilir ve halkımız bir iç savaş tehdidini daha yakından hissedebilir. 2007’de bu tehlikeler karşısında emekçiler ve aydınlar parmaklarını kımıldatamasın diye, egemen güçlerin yeni provokasyonları, baskı mekanizmaları halkımızın üzerine çökebilir… 2007’de bu kuşatmaya teslim olmuş, kişiliksiz bir işbirlikçilik, seçimlerde yeni mevziler elde edebilir. Bir diğer tehlike de budur. Arkadaşlar, Kongre raporumuz kapitalist düzen açısından bir “akıl yitimi” saptaması yapıyor. Karşımızda duran, göstere göstere yaklaşan tehlikelerin toplumumuzda kabına sığmaz bir tepkiye neden olmaması, akıl yitiminin tüm toplumu kapladığının kanıtı değil midir? Türkiye siyasetinde ilerici değerlerden, emekten, özgürlükten, adaletten yana olduğu varsayılan veya iddia edilen kesimlerin bu süreç karşısında elle tutulur bir çıkış tarif edemedikleri de bir gerçektir. Türkiye’de hala ABD emperyalizminin kendilerine nefes aldırdığını düşünen ve Kürt halkının özgürlüğü adına konuştuğunu iddia edenler var. Türkiye’de hala AB sürecinin getireceği özgürlüklerle daha yaşanır bir ortama kavuşma hayali kuran solcular var. TKP Kongresi tablonun buraya kadar söylenenlerden ibaret olmadığını savunmuştur. Kongremizin sonunda rahatlıkla söyleyebiliriz, bu salona bakıp cesaretle, iddiayla söyleyebiliriz ki, Türkiye buraya kadar söylenenlerden ibaret değildir. 2007 halkımızı ve ülkemizi kuşatan karanlığın delinebileceği yıldır. 8. Kongre bu iddiayı kuvvetle ortaya koymuştur. Türkiye Komünist Partisi olarak bu karanlığın zayıflıkları biliyoruz. Bu karanlıktan korkmuyoruz. Türkiye Komünist Partisi olarak ülkemizdeki işbirlikçi, pazarlıkçı güçlerden korkmadığımız gibi, solun bir kısmı dahil olmak üzere yaygın akıl karışıklığına bakıp moralimizi de bozmuyoruz. 8. Kongre diyor ki, biz kendimize güveniyoruz. 8. Kongre diyor ki, siyasetimize güveniyoruz. 8. Kongre diyor ki, yurtseverliğin gücüyle işçi sınıfını ayağa kaldırabileceğimize inanıyoruz. Ve bütün bunları nasıl yapacağımızı da biliyoruz… Sevgili dostlar, Komünistler, Yurtseverler, Kongremizin bu son dakikalarında 2007’de neleri nasıl yapacağımıza da-

39


Kongre Belgeleri

ir birkaç kritik örnek vermekle yetineceğim. Birinci nokta Amerika Birleşik Devletleri konusudur. ABD Dışişleri Bakanlığı müsteşarının gelmesinden bir gün sonra dökülen kan manidardır. ABD ile ilişkilerin Türkiye’ye bedelinin ne olduğu bu çakışmayla bir kez daha görülmüştür. ABD-Türkiye ilişkilerinde ortada iki gerçek vardır. Aleni işbirlikçilerin emperyalizme hizmet telaşı ile pazarlıkçıların bu hizmeti milli çıkarlar kılıfına sokma gayretkeşliği gerçeklerden bir tanesidir. İkinci “ülke gerçeği”, Türkiye toplumunun ABD’ye beslediği derin güvensizlik ve öfkedir. ABD yetkililerinin Türkiye’deki anti-amerikancılığın bir biçimde halledilmesi derdini ikide bir dile getirmeleri rastlantı değil. Üzerimize bir karanlığın çökmesini engelleyecek en önemli veri şu anda budur. Türkiye Komünist Partisi bu veriye tutunmak, bu veriyi güçlendirmek, bu veriyi bir ham gerçeklikten çıkarıp bir siyasal kuvvete dönüştürmek durumundadır. Bugünkü haliyle anti-amerikancılığın bir dizi handikapla yaralı olduğunu görmemek söz konusu olamaz. Ancak bu eksikli öfke anti-emperyalist mücadelenin topluma, emekçi halka kazınmasında kritik bir kalkış noktası oluşturmaktadır. Sevgili arkadaşlar, Biraz önce ilan edilen imza kampanyasının anlamı budur. Halkımızın anti-amerikancı sağduyusundan bir kitlesel siyasal kuvvet üreteceğiz. Yarından tezi yok, Türkiye Komünist Partisi ABD emperyalizmine karşı tepkileri gerçek bir toplumsal mücadeleye dönüştürmek için harekete geçecek. Yarım yüzyılı aşkın süredir ABD ile tesis edilen ilişkinin sonunun ne olduğu açıktır. Bu ilişki bağımsız bir ülke olarak Türkiye’nin varlığının reddidir. Bu ilişki onurlu bir halkın bencil, vurdumduymaz, yoz bir köleler kalabalığına dönüştürülmesi anlamına gelmektedir. Türkiye Komünist Partisi ABD ile Türkiye kapitalizminin kurduğu tarihsel ilişkinin bütün boyutlarıyla sorgulanmasını halkımızın önüne koyacaktır. ABD ve işbirlikçilerinin Türkiye’den defedilmesi, bağımsızlık ve onurun biricik yoludur. Ya bu yola girilecektir, ya da bu ülke, bu halk fiilen yok olmaya gidecektir. Türkiye işçi sınıfı ayakları üzerine dikilecekse, yeniden kişilik kazanacaksa, var ettiği ülkeye sahip çıkacaksa, emperyalizmin bu şekilde kökten sorgulanması biricik yoldur. ABD öldürerek, bombalayarak, provokasyonlar düzenleyerek yönetiyor. ABD’nin bu tarzına öfkelenenlere Amerika’dan korkmamayı öğretmeliyiz. Önümüzde arkadaşlar, milyonlarca insanla bizi temas ettirecek, milyon-

40


GELENEK 94

ların vicdanını kazanmamıza yardımcı olacak bir siyasal araç var. Bu araca iyi sahip çıkalım. İkinci olarak; yakın gelecekte Türkiye siyasetini işgal edecek olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Türkiye Komünist Partisi bu tartışmada bitaraf değildir. Ama Türkiye Komünist Partisi, dinci ve gerici bir cumhurbaşkanı mı, laik ve devletçi bir cumhurbaşkanı mı taraflaşmasında taraf değildir. Cumhurbaşkanlığı konusunda bu saflaşma büyük bir yalandır. Laisizmin son kalesi olarak Çankaya’nın düşmesinden bu denli dertleniliyorsa, dinci gericilerin ülkenin iki büyük kentini neredeyse 15 yıldır elde tutuyor olmaları sorun edilmiyor demektir! Çankaya’ya bir AKP’linin çıkması her şeyin sonu olacak deniyorsa, aynı partinin hükümete, meclise egemen olması çok da önemli görünmüyor demektir! Birileri Türkiye’de özelleştirmeleri şeriatçılar mı laikler mi yapsın sorusunun yanıtını çok önemli bulabilir. Birileri emperyalizme uşaklığa kimin imza atacağıyla yatıp kalkabilir. Bu birilerine söyleyecek sözümüz var. Bizim tarafımız işte bu sözdür. Şeriatçılara karşı Çankaya’yı savunmaktan söz edenler, çocuklarımızın tarikatlara teslim edilmesini ya doğrudan organize etmişlerdir, ya da buna göz yummuşlardır. Bizim sözümüz çocuklarımız adınadır. Çankaya’yı son kale olarak görmek kalenin önceki sahiplerine sahip çıkıldığını gösterir. O halde o önceki sakinlerin hesabını vereceksiniz! Çankaya darbeci katillere ev sahipliği yapmıştır, ve Türkiye bununla hesaplaşmamıştır. Çankaya zenginleri sevdiğini ilan edenlere ev sahipliği yapmıştır, ve Türkiye bununla hesaplaşmamıştır. Yağmacılar, hırsızlar, ahlaksızlar Çankaya’da çektirilen aile fotoğraflarından taşmıştır, ve Türkiye bununla hesaplaşmamıştır. 2007’de Cumhurbaşkanlığını mı tartışacağız? Peki kabul! Ama o halde, Türkiye’nin uçurumun kenarına getiren ihanet yolunun Çankaya durağını da tartışacağız. Türkiye Komünist Partisi, 8. Kongresinden sonra, hiç zaman yitirmeksizin, Cumhurbaşkanlığı gündemini emekçi halkımızın işbirlikçi, gerici, sömürücü düzenle hesaplaşma alanı haline dönüştürecektir. Üçüncü örneğimiz ise hepinizin tahmin edeceği gibi seçimdir. Türkiye Komünist Partisi 2007 seçimlerinden halkımız için bir kurtuluş çıkmayacağının farkındadır. Ancak bu, 2007 seçimlerinin çok önemli olduğu gerçeğini zerre kadar değiştirmemektedir. Yurtsever Cephe aleni işbirlikçilerle pazarlıkçı işbirlikçilerin kapışmasından ibaret bir seçime izin vermeyecektir. Bu iki düşman kardeşten iba-

41


Kongre Belgeleri

ret bir seçim platformunun hiçbir önemi yoktur. Bu kardeşlerin her biri emperyalist senaryolarda yer kapma çabasında olacaktır ve emperyalizmin senaryoları bu iki seçeneği de kapsayacak esnekliğe sahiptir. Az önce aklı karışık ve yolu belirsiz Türk solcularından ve Kürt siyasetlerinden söz ettim. Akıl karışıklığı ve yol belirsizliği ile, ya seçimden kaçarsınız, ya da emperyalist senaryolarda size de rol düşmesini beklersiniz. Özetle bu kesimlerin tabloyu değiştirmeye niyetleri ve yetenekleri yok. Tabloyu değiştirmek bizim işimiz. Yurtseverler, 2007 seçimlerinde Türkiye halkının bu ülkede oynanan büyük oyunun parçası olmayan bir gücün biriktiğini görmesi çok önemlidir. Ülkemizin trajedisinin en önemli unsuru tam da bu noktada şekillenmektedir. Türkiye halkı “durumu bilmiyor” değildir. Türkiye halkı düzen partilerinin kendisini kurtaracağına inanıyor da değildir. Türkiye halkı kurtuluştan umudu kesmiş haldedir! O halde bugün Türkiye’de önümüzdeki acil adım, kurtuluşun mümkün olduğunu göstermektir. Türkiye halkı kurban bayramını çaresizlik içinde bekleyen bir koyun sürüsü mü olacaktır, adam gibi bir halk mı? Türkiye halkı korkular içinde sabahı bekleyen bir hasta mıdır, yoksa korkunun ecele faydası yok deyimini yaratan tam da bu halk mıdır? Kurtuluşun mümkün olduğunu ise ancak, biz, sağlıklı bir biçimde gösterebiliriz. Yalnızca Yurtsever Cephe, anlaşılmaz dengelerden, iler tutar tarafı olmayan hesaplardan değil halkın gücünden söz etmektedir. Yalnızca Yurtsever Cephe, şu veya bu güç odaklarından aldığı icazeti pazarlamaya uğraşmamakta, bunun yerine emekçileri harekete geçirmeye çalışmaktadır. Yurtsever Cephe ve Türkiye Komünist Partisi düzenin rüzgarlarından yelkenini doldurma hayali görmeyecektir. Yalnızca biz, kendi gücümüze dayanacağız. Ne kadar örgütlüysek o kadar iş çıkartacağımızı biliyoruz. Bunun bir zayıflık değil avantaj olduğunu da biliyoruz. Çünkü bu ülkede herkes kitlelerden bucak bucak kaçarken, kalabalıklarla değil kapalı kapılar ardında siyaset yapmaya kalkarken, biz işimizi halkı örgütlemek olarak tanımlıyoruz… Özetle Yurtsever Cephe’nin 2007 seçimlerinde bu ülkede halkı yok sayanların yanıldığını göstermesi mümkündür. Ve bunu gösterecek olan biricik güç Yurtsever Cephe’dir. Bu sonuç, eğer elde edebilirsek, 2007 seçimlerinden hangi partinin hükümet hangi partinin muhalefet olarak çıkacağından çok daha önemli olacaktır. Çünkü, bizim alacağımız sonucun arkası gelecektir. Onlar çürümeyi,

42


GELENEK 94

çöplüğü, karanlık bir geçmişi temsil edecekler. Biz aydınlık geleceği. Hayata, siyasete geri dönüş işaretini alan bir halkı bu sarsak düzenin tutması mümkün olmayacaktır. Siyasete, örgütlenmeye yeniden ısınan bir işçi sınıfı zincirlerini kırmanın biricik yolunu kısa zamanda öğrenecektir. İşimizi yaparsak, gerisi gelecektir. Kardeşler, Zamanımız yok. Biraz sonra 8. Kongremizi tamamlayacağız. Diliyorum ki, kongremiz hepimize enerji katmış olsun. İnanıyorum ki, kongremiz partinin kendine güvenini tazelemiş olsun. İnanıyorum ki, dostlarımız Türkiye Komünist Partisi’ni daha iyi tanımış, tanıdıkça daha fazla sevmiş olsun… Kongremizin en büyük kazanımlarından biri böyle bir enerjiyi ortaya çıkarmasıdır. Kongreyi kapatacağız ve sonra hiç ara vermeksizin Türkiye’de emperyalizmle büyük bir hesaplaşmanın defterini açmak için işbaşı yapacağız. Cumhurbaşkanlığı seçimi parodisini düzenin çürüyüş tarihiyle bir diğer hesaplaşmaya çevirmek için çalışmaya koyulacağız. İşçi sınıfı saflarında yeni bir mücadele ve örgütlenme rüzgarı estirmek için bütün gücümüzle harekete geçeceğiz. Kürt kardeşlerimizi gerçek çıkarlarının bulunduğu yere, emekçi halkımızın saflarına kazanmak için elimizden geleni ardımıza bırakmayacağız. 2007’yi böyle böyle kazanacağız. 8. Kongrenin özeti budur. 8. Kongre işbaşına demektedir. Yoldaşlar, Haydi iş başına

Seçimlerde TKP’nin Tutumu Siyasi Komite Aşağıdaki metin TKP 8. Kongresi kapsamındaki Türkiye Konferansında Siyasi Komite tarafından yapılan açıklamadır. Metin toplantıda Siyasi Komite üyesi Süleyman Baba tarafından okunmuştur.

1. Türkiye Komünist Partisi, 2007 yılında yapılacak olan seçimlere bağımsız bir parti olarak, kendi ismiyle katılacaktır. 2. Türkiye Komünist Partisi, seçim politikalarının ve milletvekili adaylarının belirlenmesinde Yurtsever Cephe’nin eğilim, karar ve önerilerini dikkate alacak, çalışmaların fiilen Yurtsever Cephe tarafından yürütülme43


Kongre Belgeleri

sini sağlayacaktır. 3. Türkiye Komünist Partisi, seçimlere katılmaları durumunda diğer sol partilerle kesinlikle bir rekabet ya da polemiğe girişmeyecek, bütün enerjisini işbirlikçi sermaye sınıfına ve emperyalizme karşı mücadele için seferber edecektir. 4. Türkiye Komünist Partisi, seçim sürecini esas itibariyle sosyalizmin ve yurtseverliğin ülke çapında daha yaygın ve örgütlü hale gelmesi için değerlendirecek, ilke ve politikalarından kesinlikle taviz vermeyecek, bununla birlikte işçi sınıfının biricik sesi olarak mümkün olan en fazla oyu almak için çaba gösterecektir. 5. Türkiye Komünist Partisi, bugüne kadar olduğu gibi, yaklaşan seçimlerde de yalnızca üye ve dostlarının katkılarına dayanarak çalışacak, propaganda sürecinde emekçi sınıflara hesabını veremeyeceği tek bir kuruş bile kullanmayacaktır. Türkiye Komünist Partisi, bu ilkeler ışığında Türkiye’nin bütün yurtseverlerini, devrimcilerini, komünistlerini Yurtsever Cephe’ye katılmaya ve seçim çalışmalarını birlikte yürütmeye çağırmaktadır. Bu seçim, Türkiye toplumunun kişiliksizleşmeye, çürümeye, sürü psikolojisine isyan ettiği, koyunlaşmayı kabul etmediği bir dönemeç haline gelmelidir. Komünist şair, partili yoldaşımız Nâzım Hikmet “ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” demiştir. 2007 yılında bu dizeleri ters yüz etmek mümkündür: Türkiye’yi karanlıktan aydınlığa çıkarmazlarsa eğer, Türkü, Kürdü, bütün emekçilerin yanacağı gün gibi açıktır. Yanmamak için Türkiye Komünist Partisi saflarına!

TKP ile Dayanışma Mesajı 8. Kongre vesilesiyle TKP’nin konuğu olan komünist ve işçi partileri kongreye şu mesajı gönderdi:

Bizler, aşağıda imzası olan komünist ve işçi partileri, dünyanın dört bir yanında ABD emperyalizmi ve onun müttefiklerinin halklara yönelik artarak süren saldırısına karşı kararlılıkla mücadeleye devam edeceğimizi tüm kamuoyuna duyuruyoruz. Tüm dünyada emperyalizme karşı mücadele eden halkları en içten dayanışma duygularımızla bir kez daha selamlarken, kavgalarında onları yalnız bırakmayacağımızı ilan etmekten mutluyuz. Türkiye Komünist Partisi’nin 8. Kongresi için İstanbul’da bulunan bizler, 44


GELENEK 94

Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanların tam ortasında bulunan bu ülkede, bölgeye yönelik tehdidi tartışma olanağı bulduk. Bölgede süren karışıklığın, katledilen ve yaralanan insanların, yoksulluğa ve açlığa mahkum edilen milyonların yer aldığı bu tablonun sorumlusunun emperyalizm olduğunu iyi biliyoruz. Halkların arasına ekilen nefret tohumlarını yok etmenin yalnızca bir tane yolu var; emperyalizme karşı birlikte mücadele etmek. Bizler emperyalizme karşı halkların birliğini sağlamak için elimizden geleni yapacağımızı taahhüt ediyoruz. Emperyalizm yenilmez değildir. ABD ve müttefikleri bu bölgede ve dünyanın başka yerlerinde yenilebilir olduklarını bildikleri için, halkların üzerine daha büyük bir saldırganlıkla gitmektedir. İşte, emperyalizm döktüğü bu kanda boğulacaktır. Ayrıca, emperyalizmin dünya çapında gerilediğine dair işaretler mevcuttur. Latin Amerika’daki anti-emperyalist süreç tüm dünya halklarını haklı olarak heyecanlandırmaktadır. Bu gelişmelerin parçası olan bütün ilerici, yurtsever ve devrimci güçlere dayanışma duygularımızı iletiyoruz. Yıllardır emperyalizme kafa tutan sosyalist Küba’yı, sosyalizm ve özgürlükten taviz vermeyen onurlu Küba halkını selamlıyoruz. Ortadoğu’da bağımsız Filistin için süren mücadeleyi destekliyoruz. 8. Kongre’nin hemen ardından yoğun bir mücadele dönemine girecek Türkiye Komünist Partisi’nin tüm üye ve dostlarına ve Yurtsever Cephe inisiyatiflerinin tüm katılımcılarına, emperyalizme karşı mücadelelerinde başarılar diliyoruz. Kahrolsun emperyalizm, yaşasın enternasyonalizm. Belçika Emek Partisi, David Pestieau (Siyasi Büro üyesi) Bohemya ve Moravya Komünist Partisi, Vaclav Jumr (MK üyesi) Britanya Komünist Partisi, Geoff Bottoms (Siyasi Komite üyesi) Cezayir Demokrasi ve Sosyalizm Partisi, Nedjadi Boudjenah (Ulusal Yönetim Kurulu üyesi) Danimarka (Danish) Komünist Partisi, Sven Tarp (Uluslararası İlişkiler Sorumlusu) Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL), Stefanos Stefanou, (MK üyesi) Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi, Ahmad Eljah (Uluslararası İlişkiler Komitesi üyesi) Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi, Osameh Tameem, (MK üyesi) Filistin Halk Partisi, Asem J.R. Abdalhadi (Siyasi Büro üyesi ve Uluslararası İlişkiler Sorumlusu) Filistin Komünist Partisi, Mahmoud Saada (Genel Sekreter Yardımcısı) Gürcistan Birleşik Komünist Partisi, Temur Pipia (MK Sekreteri) Hırvatistan Sosyalist İşçi Partisi, Vladimir Kapuralin (Başkanlık Konseyi üyesi) Hindistan Komünist Partisi-Marksist, K. Varadajaran, (Siyasi Büro üyesi, Köylü Örgütü 45


Kongre Belgeleri

Genel Sekreteri) İrlanda Emek Partisi, Patrick Mannion (Merkez Yürütme Kurulu üyesi) İspanya Halklarının Komünist Partisi, Astor Garcia (MK üyesi) İsrail Komünist Partisi, Zaher Boulos (MK üyesi) İtalyan Komünistlerinin Partisi, Aladino Jose (Uluslararası Siyaset Departmanı üyesi) Küba Cumhuriyeti, Ernesto Abascal (Küba Cumhuriyeti Türkiye Büyükelçisi) Küba Komünist Partisi, Kenia Serrano (Ortadoğu ve Kuzey Afrika Masası Şefi ve milletvekili) Lübnan Komünist Partisi, Mazraani Sadallah, (Genel Sekreter Yardımcısı) Macaristan Komünist İşçi Partisi, Gyula Thurmer (Genel Başkan) İrlanda Emek Partisi, Gerry Grainger (Uluslararası İlişkiler Sorumlusu ve Merkez Yürütme Kurulu üyesi) Macaristan Komünist İşçi Partisi, Lajosne Karacs (Genel Başkan Yardımcısı) Malta Komünist Partisi, Victor Degiovanni (Genel Sekreter) Portekiz Komünist Partisi, Joao Frazao, (Siyasi Komite) Romanya Sosyalist Birlik Partisi, Stan Adina (Uluslarası İlişkiler Sorumlusu) Suriye Komünist Partisi (Bağdaş), Fozi Drowish (MK üyesi) Suriye Komünist Partisi, Hunein Nemer (Birinci Sekreter) Ukrayna Komünistlerinin Birliği, Tamila Yabrova (MK üyesi) Venezuela Komünist Partisi, Carolus Wimmer (Siyasi Büro üyesi) Yeni Yugoslavya Komünist Partisi, Kitanovic Branislav (Genel Sekreter) Yeni Yugoslavya Komünist Partisi, Nada Jevdjeviç (MK üyesi) Yeni Yugoslavya Komünist Partisi, Roman Mulic (Siyasi Büro üyesi) Yunanistan Komünist Partisi, Aleka Papariga (Genel Sekreter) Yunanistan Komünist Partisi, Dimitris Koutsoumbas (Siyasi Büro üyesi) Yunanistan Komünist Partisi, İlias Lengeris (MK üyesi) Yunanistan Komünist Partisi, Rizospastis, Anastasia Moschovou

46


Devletin Çözülmesi

Mevcut Durum, Olasılıklar ve Görevler Metin Çulhaoğlu Başlarken, sosyalist harekette “kuramsal analiz”in ne anlama geldiği ve kuramsal analizle siyaset arasında nasıl bir ilişki olduğu üzerinde kısaca durmak istiyorum. Kuramsal analiz, belirli bir olgunun ve/veya sürecin, tarihsel geçmişiyle, kendi bütünlüğüyle, içerdiği öğeler arasındaki etkileşimle ve olası seyriyle ilgili bir kurgu demektir. Bu kurgunun belirli bir değer taşıması için akla gelebilecek her ayrıntıyı ortaya dökmek yetmez (hatta kimi durumlarda gerekli de değildir); asıl önemli olan, olgu zenginliği içindeki kalın çizgiyi, belirleyici eğilimi ortaya koymaktır. Bu bakımdan, akademik ortamlardaki kuramsal analizle siyasal plandaki kuramsal analiz arasında önemli farklılıklar vardır. Bir kere, akademik ortamlardaki kuramsal analizin, siyasal ve pratik giriş (nüfuz etme) noktalarına işaret etme gibi bir maksadı olamaz. İkincisi, siyasal plandaki kuramsal analiz, pratikteki yüklenme noktalarını, analizin içerdiği her tür öğeden değil, bunları çeperinde toplayan kalın çizgilerden hareketle çıkarsar. Bu anlamda, siyasal planda kuramsal analiz, önsel bir misyona sahiptir ve bunun için yapılır: Pratik siyasal görevlere ışık tutmak. Siyasal harekette herhangi bir kuramsal analiz, verili olgu zenginliğini iki tarafından iki kalın çizgiyle sınırlandırır. Bu kalın çizgiler, sonsuza kadar değil belirli bir aralık içinde uzanır. Siyasette, bu şekilde ortaya konulan bir kuramsal analize karşı çeşitli tutumlar geliştirilebilir. Örneğin, sunulan kuramsal analiz karşısında “bu çizgiler doğru çizilmemiş” itirazı gelirse, bu tepki kuramsal analizin esastan reddedildiği anlamına gelir. Daha açık söylenirse, öyle eften püften değil belirli bir temele sahip olan ciddi kuramsal (ve siyasal) ayrılıklar burada ortaya çıkar. Bir başka tutum da şu olabilir: Sunulan kuramsal analiz, alıcılarının katkılarıyla zenginleşebilir ve kimi durumlarda bu katkılar sayesinde ilk su47


Devletin Çözülmesi

nulan analizdeki kalın çizgiler biraz daha öteye uzatılabilir. Aynı noktadan çıkan ve aralarında bir açı bulunan iki kalın çizginin bu şekilde uzatılması, arada serpişmiş duran olgulara ve olasılıklara yenilerinin de katılması anlamına gelir. Bu, katkıdır ve zenginleştirmedir. Siyasal harekette zaman zaman görülebilir. Bir de şu olasılık vardır: Çizilen çizgiler uygun görülür; bu çizgilerin daha öteye uzatılmasına gerek duyulmaz ve iki çizgi arasında kalan olgulara ve olasılıklara odaklanılır. Siyasal harekette, bu üç tutumdan görece en sık bu üçüncüsüne rastlanır. Bunun anlamı şudur: Kuramsal analiz kabul görmüştür ve insanlar artık kabul edilen analizi çerçeveleyen iki kalın çizgi arasındaki öğelerin işaret ettiği siyasal ve pratik uğraşlara yöneleceklerdir. Türkiye Komünist Partisi’nin 8. Kongresi’ne sunulan Siyasal Tezlerin ilk başlığını oluşturan “Devletin Çözülmesi”nde böyle olmuştur.1

Neden “yeniden yapılanma” değil de çözülme: Önce sorunun kendisi Bilindiği gibi günümüzde “devletin yeniden yapılanması”, dünyanın hemen her yerinde akademik tezlere ve çalışmalara yerleşik hale gelmiş bir başlıktır. Başlığın içeriği, kabaca şöyle özetlenebilir: 1990’larla yükselen neoliberal dalgayla birlikte benimsenen politikaların (ekonomik, sosyal, siyasal, idari, vb.) devleti hangi yönlerden yeniden yapılanmaya zorladığı ve bu yeniden yapılanmanın fiilen nasıl gerçekleştiği. Bu durumda, devletin yeniden yapılanması, neoliberal politikaların benimsendiği bütün ülkeler için geçerli bir olgudur. Önemli olan, her yerde görülen bu olgunun nerede ve neden daha yumuşak, nerede ve neden daha sancılı ve krizlere gebe süreçlerle kendini ortaya koyduğunu belirlemektir. Daha açığı şöyle: Yeniden yapılanma, Türkiye’de neden ve nasıl “çözülme” olarak ortaya çıkmakta ve yaşanmaktadır? Bu, kritik bir sorudur. Kritik olmanın ötesinde, belirli tuzakları davet eden bir yanı da vardır. Örneğin, Türkiye başka bir ülke değil Türkiye olduğu için başka yerlerdeki yeniden yapılanmanın burada çözülme olarak yaşandığı söylenirse, bunun ardından Türkiye’nin biricikliği (dikkat edilsin, “özgünlüğü” değil) tezleri gündeme gelir ve bunun sonrası Türkiye’yi kapitalist bir ülke saymamak, Türkiye’de ulus devletin başka hiçbir yerde rastlanmayan süreçler ve özelliklerle yerleştiğini düşünmektir. Tuzak buradadır. Bu tuzaktan kurtulmanın yolu ise bellidir. Bir kere, eğer folklordan, özel kültürel motiflerden, belirli yaşam tarzlarından değil de bir toplumsal formasyondan söz ediyorsak “biriciklik” kavramını sözlüAynı durum, “Devletin Çözülmesi” başlığının yanı sıra,”Siyasal Tezler”in “Kürt Sorunu”, “Anti-emperyalist Mücadele” ve “İşçi Sınıfı” gibi konularında da görülmüştür.

1

48


GELENEK 94

ğümüzden silmemiz ve bunun yerine “özgünlük” kavramını sahiplenmemiz gerekir. İkisi arasındaki fark şu kadar açıktır: Biriciklik, “biz Türkiye olarak (ontolojik anlamda) başka hiçbir yere benzemediğimiz için bizde bu işler böyle oluyor” dedirtir; “özgünlük” işe şu mesajı verir: “Tarihsel ve güncel, iç ve dış etmenlerin etkileşimi ve bu etkileşimden çıkan sonuç Türkiye’yi özel bir konuma yerleştiriyor.” O halde buradan (ikincisinden) devam edelim. Buraya sadık kalınacaksa, söylenebilecek olan, en doğrudan biçimde şöyle: Türkiye’de klasik anlamıyla iç ve dış dinamiklerin etkileşimi sonucunda ortaya çıkan durum, yeniden yapılanmayı çözülmeye dönüştürmüştür ve burada başat olan (kimi rezervlere yol açsa bile “üst belirleyen” de diyebiliriz) dış dinamiklerdir. “Başat” denildi diye acele etmek gerekmiyor, önce “iç dinamiklere” bakalım. Resmi ideoloji: “Her yer dolu” diyemiyor Uzatmadan, kestirmeden gidelim.2 Kimi liberal solcuların ileri sürdüklerinin tersine, “resmi ideoloji” ulus devletlerin oluşma ve yerleşme süreçlerinde, bugünkü “gelişmişler” dahil bütün kapitalist ülkelerde rastlanan bir ideolojik formasyondur. Bir ek yapmak gerekirse, Avrupa Birliği “resmi ideolojinin” ulus devletleri aşan birliklerin de ideolojisi olabileceğini göstermiştir! Böyledir, ama kabul etmek gerekir ki, bizdeki “resmi ideolojinin” gecikmiş burjuva devriminden kaynaklanan kimi özellikleri vardır. Türkiye’de resmi ideoloji asıl olarak 1930’lu yıllarda şekillenmiştir. Bu ideolojide, her biri “seküler” olan milliyetçiliğin, devletçiliğin, laikliğin ve popülizmin kendine özgü bir bileşimi görülür. Önemli sayılabilecek oynamalara, doz değişikliklerine ve bu ideolojik formasyonlardan her birinin zamanla içselleştirdiği yeni girdilere karşın, resmi ideoloji kendi bütünlüğünü 90’lı yıllara kadar önemli ölçüde koruyabilmiştir. Dahası, aynı ideoloji, sonraki adaptasyonlarıyla, çok partili rejimle, seçimlerle, kalkınma girişimleriyle ve uygulanan sosyal politikalarla kendini 1930’lara göre kitlelerle daha barışık hale getirebilmiştir. Gelgelelim, bu “devri saadet” 80’lerle birlikte bozulmaya başlamıştır. Hemen ve açıkça belirtmek gerekir: Dinci ideoloji ve liberalizm, 30’larda şekillenen ve ülkeyi olmasa bile devleti 1980’lere kadar taşıyan resmi ideolojide çok sınırlı denebilecek yerlere sahiptir. Çok basit bir örnek: Komü-

“İç dinamikler” başlığının ardından hemen ideolojiye ve “resmi ideolojiye” geçilmesi, Türkiye’de devleti çözülmeye götüren iç dinamiklerin salt ideoloji planında ortaya çıktığı anlamına gelmemektedir. Bununla birlikte, geniş halk yığınlarının siyasetle ilişkisinde ve devletin kitleler gözündeki meşruiyetini sağlamada ideolojinin belirli bir yeri olduğu için, bu kısa yazının sınırları içinde (başka parametrelerle bağlantısını unutmadan) ideoloji başlığına odaklanmayı yeğledim. 2

49


Devletin Çözülmesi

nizm, 1960’lara kadar, resmi ideoloji gözünde “Allahsızlık” değil, “sapıklık” veya “vatan hainliği”dir. Dincilerin ilerici, yurtsever ve sosyalist unsurlara karşı kullanımı 30’lardan, 40’lardan ve 50’lerden çok 60’lı yıllara ve sonrasına özgü bir tercihtir. Devam edersek, kimi tekil çıkışlar ve itirazlar dışında resmi ideoloji liberalizmi (hem ekonomik politikalar demeti, hem de siyasal ve ideolojik bir kanal olarak) en fazla bir kenarda tutmuş, içine almamıştır. Evet, kazın ayağı 80’lerle birlikte değişmeye başlamıştır. 80’lerden bu yana, dinci ideoloji ve liberalizm, resmi ideolojinin iç dengelerini de sarsacak ölçüde ağırlık kazanmaktadır. Başka bir ifadeyle, liberalizm ve dinci ideoloji, egemen ideolojide yerleri sağlam ideolojik formasyonları oraya buraya iterek kendilerine yer açmaya çalışmaktadır ve bunu başarmaktadır. Devlet düzlemindeki çözülmenin ideolojik boyutunda saptanabilecek en önemli öğe budur. Devam etmeden önce bir parantez açmak yerinde olacak. Dini bir kenara bırakıp daha yeni ve seküler ideolojilere (milliyetçilik, liberalizm, muhafazakarlık ve sosyalizm) bakıldığında, önce bunları gelişkin biçimiyle üreten mihrakları, sonra da üretilen ideolojilerin alıcısı olan kitleleri tanımlayabiliriz. Alıcı durumundaki kitleler, bu ideolojileri bütünüyle kavrayıp içselleştirmek yerine, kendi duyarlılık noktalarından ve yaşam deneyimlerinden hareketle, “verilen” ideolojilerde yer alan kimi özel vurgu, motif ve söylemlerle ilişkilenirler. Bu nedenle, kitlelerin ideolojik tercih ve yönelimleri daha esnek, eklektik ve değişken olabilir. Gelmek istediğim nokta şu: Türkiye’de çok partili rejimle birlikte, kitlelerin, sunulan ideolojilerle ilişkilenmelerinde en önemli aracılığı siyaset, daha doğrusu “devlet politikaları” yapmıştır. Bundan kastedilen, uygulanan yatırım politikaları, açıklanan taban fiyatları, tarımsal girdi maliyetleri, ücret ve istihdam politikalarıdır. Türkiye’de devlet, bu politikaları az çok kendi tercih ve kararlarıyla, belirli dengeleri gözeterek uygulayabildiği sürece kitleleri belirli ideolojik sınırlar içinde ve siyasetle ilişkili tutabilmiştir. Ancak bugün söz konusu politikalar, “popülizm” umacısıyla her önüne gelen tarafından karalanmaktadır. 90’larda ve günümüzde, özellikle Türkiye’de devlet, bu anlamdaki hükümranlığını büyük ölçüde yitirmiştir. Artık belirleyici olan, AB kriterleri, uluslararası finans kuruluşlarının dayatmaları, yabancı sermayenin ve “sıcak paranın” keyfidir. O kadar ki, örneğin 60’lardan, 70’lerden ve hatta bir ölçüde 80’lerden farklı olarak, Türkiye’de göğsünü gere gere “şuraya yatırım yapacağız”, “buraya fabrika kuracağız” gibi vaatlerde bulunabilen siyasetçi veya “devlet adamı” kalmamıştır. O halde “yukarıda neler oluyor?” sorusuna iki yanıt bulmuş oluyoruz. Birincisi, resmi ideolojinin kendi iç dengelerinin sarsılması; ikincisi de, devletin kendi adına az çok bağımsız politikalar izleme alanının hayli da-

50


GELENEK 94

ralmış olması. Adına “çözülme” denilen madalyonun bir yüzünde bunlar vardır. Madalyonun diğer yüzünde ise şunu görüyoruz: Daha önceleri “dış politika” veya “dış ilişkiler” başlığı altında ülkedeki ideolojik ve siyasal dinamikleri daha sınırlı ve dolaylı biçimlerde etkileyen süreçler, 1990’larla birlikte ülkeye daha fazla içselleşmiş, “dış ilişkiler” içerdeki ideolojik ve siyasal süreçlerin doğrudan etmeni haline gelmiştir.3 Gerçekten de, örneğin IMF ile ilişkiler 1990’larla birlikte ülke gündeminin daha belirgin bir başlığı haline gelmiş; AB üyeliği geniş kesimlerin umut ve beklentileri bağlamında bir yerlere oturtulmuş; dünya sosyalist sisteminin varlığında belirli bir statükoya oturan dış politika parametrelerinin yerini bu kez aranışlara, belirsizliklere ve olasılıklara oturan parametreler almış, daha önce hep “iç sorun” olarak görülen Kürt sorunu uluslararası boyut kazanmış, ABD’nin Orta Doğu ve Türkiye planları gündelik sohbetlere girmiştir. Güncel durum: Bileşke Bir özetleme gerekirse, az önce değinilen değişim ve dinamiklerin bileşkesi şöyle açıklanabilir: 1. Liberalizmin ve dinci ideolojinin, resmi ideolojinin yerleşik öğelerini itekleyerek kendilerine yer açmaya çalışmaları sonucunda egemen kesim içi gerilimler boyutlanmakta, alttan gelen bir baskı yokken bile düzenin tepesi iç gerilim ve itişmelere sahne olmaktadır. Ancak, şu an için, bu gerilim ve itişmelerin kitlelere doğrudan yansıdığını, kitlelerin tercih ve yönelimlerini de birebir belirlediğini söylemek mümkün değildir. 2. Ülke ölçeğinde izlenen genel politikalara liberal anlayışın damgasını vurduğu açıktır. Ne var ki, özellikle Türkiye söz konusu olduğunda, seküler ideolojiler arasında kitlelere nüfuz etme ve kitlelerce benimsenme anlamında en zayıf kalmaya mahkum ideoloji liberalizmdir. Liberalizmin, kendi adına, özünü koruyarak kitlelere ulaşma şansı yoktur. Bu nedenle, izlenen liberal politikaların, belirli bir tabana sahip başka bir ideolojiyle eklemlenmesi veya bununla ambalajlanması gerekmektedir. Bu bağlamda bugün gündemde olan, dinci ideolojidir. 3. Ne var ki, dinci ideolojik söylemlerle liberal politika ve uygulamalar Türkiye öteden beri emperyalizme bağımlı bir ülkedir. 50’lerde de öyleydi. Aradaki farkı görmek için bir karşılaştırma yapmak yeterli olacak. 1950’li yılların ortasında, Hüseyin Üzmez adlı bir kişi gazeteci Ahmet Emin Yalman’a suikast girişiminde bulunmuştu. Olay “milliyetçi ayran kabarması” olarak tanımlanmıştı ve kimsenin aklına “dış odaklar”, “Türkiye üzerine oynanan oyunlar” gibi temalar gelmemişti. Bir de geçenlerdeki Hrant Dink olayını düşünün ve kararı siz verin. “Milliyetçi ayran kabarması” türü sözler gene edilir de, inanan çıkar mı? 3

51


Devletin Çözülmesi

arasındaki ortaklığın eklektizmden uzak kalması, yapısal bir uyum içinde süreklilik kazanması son derece güçtür. Aynı şey, liberal politikalarla milliyetçi ideoloji arasındaki ilişki için de geçerlidir. Özetle, “yeniden yapılanmanın” ve izlenen politikaların kaynağı olarak liberalizmin, tepede dinci ideoloji ve milliyetçilikle sağlam bir sentez oluşturması mümkün görünmemektedir. Gelgelelim, liberalizm mutlaka bir ambalaj gerektirdiğinden, bu ambalaj bir yandan dinsel duyarlılıklar gıdıklanarak, diğer yandan da mikro ölçekte milliyetçi boşalmalara yeşil ışık yakılarak sağlanmaya çalışılmaktadır. 4. Oysa, Türkiye’nin gündelik yaşamına iyiden iyiye içselleştiğini, artık neredeyse bir “iç mesele” haline geldiğini söylediğimiz dış ilişkiler de dinci ve milliyetçi çubuk bükmeleri bozabilecek bir potansiyel taşımaktadır. Yukarıda sıralananların hepsi, bulanıklığa, eklektizme, yapaylığa ve kırılganlığa işaret etmektedir; “çözülme” olgusunun önemli bir boyutu da buradadır. Peki, bu durum “geçici” midir? Bir kurumun, hem de çok önemli bir kurumun, kendini hiç onarmadan sürekli “çözülme” süreci yaşaması mümkün değildir. Belirli uğraklarda, mutlaka bir toparlanmaya, yeni bir senteze, “ortak bir akla” hamle yapılacak, bunun için kimi girişimlerde bulunulacaktır. Bununla birlikte, bu yeni yapılanma veya sentezin, eskisine göre daha kırılgan özellikler taşıyacağı, başka bir deyişle “konsolidasyon” girişimlerinin arzu edilen yerleşikliği getirmeyeceğini söyleyebiliriz. Bir kritik başlık da burada ortaya çıkıyor. Başlığın hakkını vermek içinse çözülme” ve “konsolidasyon” kavramlarına ilişkin kimi açıklıklar gerekiyor. Bir kere, “çözülme” olgusunu, kurumların (TBMM, asker ve sivil bürokrasi, kamu yönetimi, uygulamacı bakanlıklar, eğitim ve üniversiteler, sosyal güvenlik, yargı ve daha dışarı çıkılacak olursa sermayenin örgütleri) istisnasız her birinin kendi içinden çözülmesi ve böylece ortaya post factum genel bir çözülme durumu çıkması şeklinde tasavvur etmemek gerekir. Çözülme sürecinde, kimi kurumların kendi içlerini konsolide edebileceklerini de düşünebiliriz. Ne var ki, kimi kurumlar kendi içlerini konsolide etseler bile, mevcut kurumlardan bir bölümünün kendi içinden çözülmesi, kurumlar arasındaki mesafenin açılması ve ortak zeminlerin belirsizleşmesi de genel bir çözülmedir ve böyle bir çözülme için “seyrelme” kavramı kullanılabilir. Sonuçta, çözülmenin “süreklilik taşıyamayacağı” doğrusundan hareketle yeni bir sentez ve “ortak akıl” çabalarının gündeme geleceğini kabul etsek bile, az önce işaret edilen saptamadan kalkarak bu yeni sentezin de seyrelmiş ve kırılgan bir sentez olacağını öngörebiliriz. Yeri gelmişken, akademik analiz ile siyasal analiz arasındaki önemli bir başka farka dikkat çekmek istiyorum. Akademik analizde, belirli bir olgu-

52


GELENEK 94

nun belirli bir andaki öğelerine, verilerine ve etkileşimlerine bakılır; bunlardan hareketle, kimi öznellikleri devreye sokmadan, salt nesnelliğe dayalı bir trend çıkartılır ve olasılıklara işaret edilir. Siyasal analiz ise, burada kalamaz. Siyasal analizde, siyasal öznenin, verili durumun yönelimlerini, kendi öznelliğini ve aktörlüğünü de işin içine sokarak kurgulaması gerekir. Buradan hareketle söylenebilecek olan ise şudur: Düzenin bulabileceği çözümler, sosyalist-yurtsever hareketin bugünkü durumunda kalması halinde bile eskisine göre gene kırılganlık taşıyacaktır; sosyalist-yurtsever hareketin bugüne göre güçlenip belirli bir kitlesellik eşiğine ulaşması halinde ise, kırılganlık daha da artacak, kurumların iç konsolidasyonunda bile ek güçlüklerle karşılaşılacaktır.

Çözülmenin topluma yansıması Yukarıdaki çözülme, geniş halk kesimlerinin ideoloji ve siyaset haritasına, kuşkusuz dolaylı yollardan, ama tam bir belirsizlik ve savrukluk biçiminde yansımaktadır. Kitlelerin, ideolojilerle ilişkilenme biçimi üzerinde daha önce durulmuştu. Bir kez daha anımsayalım: Toplumda nesnel olarak varlığını sürdüren tekil ideolojik motiflerin kapsamlı ideolojik formasyonlarla şöyle veya böyle ilişkilenmesi ve bunun sonucu olan angajman. Bugün var olan durumun ise, tekil ideolojik motiflerin ana ideolojik referans çerçevelerini yitirmesi ve aradaki bağın önemli ölçüde kopması şeklinde değerlendirilebileceğini düşünüyorum. Bu çerçeve yitimi ve bağ kopması ise şu sonucu getiriyor: Kitleler düzleminde ele alındığında, yerleşik sayılabilecek, çerçeveye oturtulabilecek, tanımlanabilir bir ideolojik koşullanmışlıktan çok, korku ve endişenin belirlediği ortamlarda boy veren kaypak, değişken ve tutarsız tercihlerin baskınlığı. Kuşkusuz, ideoloji sahneden büsbütün çekilmiş değildir. Yalnızca şu vardır: İnsanlar, tanımlanabilir şu veya bu ideolojik çerçeveden hareket etmek yerine, mevcut korku ve endişelerinden kalkarak birtakım ideolojik motif ve söylemlerin alıcısı olmaktadır. Bu durum, anti-emperyalist ve sosyalist mücadele açısından ikili bir yan taşımaktadır. Bir yanıyla, bugünkü belirsizlik, kaygı ve korku ortamının, savunma refleksleriyle bugünkünden de katı bir dincilik ve/veya milliyetçiliğe taşınması mümkündür. Buna karşılık, aynı ortamın üzerine net perspektifler, söylemler ve en önemlisi pratiklerle yürünmesi, böylece bir hareketlilik yaratılması anti-emperyalist ve sosyalist mücadelenin önünü açabilecektir. Dikkat edilmesi gerekiyor: Bugünkü kaygı ve korku ortamının, kocaman bir dalga veya tersyüz oluşla kendiliğinden bir direnç, kararlılık ve mücadele ortamına dönüşüvermesini beklemek hayalciliktir; gerçekçi olan, parçalanmışlığın karşısına bütünlüğü ve yekpareliği temsil eden bir güç çıkarmaktır; edilgenliğin karşısına hareketliliği dikmektir; söylemi, ideolojik ve siyasal mesajları demonstrasyonla takviye etmektir. Özetle, her durumda, bütünlüğü, gücü, kararlılığı ve aktivizmi ortaya

53


Devletin Çözülmesi

koymaktır. Toplumda genel olarak olumlu bir dönüşüm sağlanacaksa, bunun ön koşulu, gene toplum içinde böyle bir odağın ve gücün varlığını sağlamaktır. Bir adım daha atacak olursak, söylenebilecek olan şudur: Bugünkü verili durumdan kuşkusuz işçi sınıfı da olumsuz etkilenmektedir; ancak, bütünlükse sınıfın bütünlüğü, hareketse sınıfın hareketliliği, demonstrasyonsa işçi sınıfının ortaya koyacağı direnç ve mücadelecilik örnekleri toplumun tümünü etkileyecek, sınıf hareketi toplumun diğer kesimleri için de bir referans noktası haline gelecektir.4 Yineliyorum: Toplumun toptan dönüşmesini beklemek yerine, toplumu dönüştürme potansiyeline sahip özel bir odak yaratmak gerekiyor. Denecektir ki, toplumda mücadeleye ve örgütlenmeye ciddi bir talep yok. Okurların izniyle, TKP’nin 8. Kongresinde başvurduğum bir örneği burada yinelemek istiyorum. 18-19. yüzyıl Fransız iktisatçılarından JeanBaptiste Say “Mahreçler Yasası” ile anılır. “Yasa” basittir: Arz kendi talebini yaratır. Bu “yasa” Marksist ekonomi politik açısından kuşkusuz yanlıştır. Arz kendi talebini her durumda yaratsaydı, kapitaliz aşırı üretim krizleri yaşamazdı. Ancak, bu “yasanın” Türkiye’nin ve sol hareketin bugünkü durumu açısından bir geçerliliği olduğunu düşünüyorum. Öyle bir ortamdayız ki, “talebin oluşmasını” beklemek yerine, kendi arzımızla kendimize talep yaratmamız gerekiyor. Biz örgütlenme, eylem ve hareket “arz edelim”; bu “arz” kendi talebini mutlaka yaratacaktır. Bir de, hiç unutmayalım: İçerdiği olumsuzluklara karşın, bugünkü nesnel durum özellikle belirli bir noktada aşırı kırılgandır; verili durumun altında bir “fay kırığı” uzanmaktadır. Bu fay kırığını, düzenin başta ABD’ninkiler olmak üzere emperyalist projeler karşısındaki çaresizliği ve teslimiyeti oluşturmaktadır. Daha açık söylenirse, ABD’nin Irak’ta, İsrail’in Filistin’de yaptıklarını, Kuzey Irak’taki gelişmeleri, ortalıkta dolaşan “geleBirleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde çocukların “temel hakları” ortaya konur. Bunlar çocuğun geri alınamaz haklarıdır. Yaşama hakkı dışında en önemli haklar olarak gelişme, korunma, beslenme ve katılma hakları sıralanır. Sözleşme’nin tanıtılması çabaları çerçevesinde ilkokul çocuklarına sayılan son dört haktan en önemlisinin hangisi olduğu sorulmaktadır. Yanıtlar değişmektedir. Kimine göre gelişme en önemlisidir; çünkü çocuk gelişemezse diğer hakları da anlamsız kalır. Ancak, katılma hakkını en başa koyanlar da vardır; bu çocuklara göre, çocuk ancak kendisini etkileyen karar süreçlerine katılabildiğinde diğer haklarını eksiksiz elde edebilecektir, vb. vb. Bu örneği vermenin nedeni şu: TKP’nin 8. Kongresi’ne sunulan Siyasal Tezler arasında “en önemlisi” hangisi diye sorulduğunda, akademik bir bakış, kuramsal çerçevesinden ve derinliğinden kalkarak “Devletin Çözülmesi” diyebilir. Oysa, siyaset açısından bakıldığında en önemli başlığın “İşçi Sınıfı” olduğunu düşünmek gerekir. Nedeni de çok açıktır: Kendini toplayan, birliğini sağlayan ve ortaya hareket koyan bir sınıf, devletin çözülmesini de, Kürt sorununu da, anti-emperyalist mücadeleyi de temelden yeniden belirleyecek ve yön çizecek bir etmen olacaktır. 4

54


GELENEK 94

ceğin Orta Doğusu haritalarını”, uluslararası şirketlere peşkeş çekilen varlıkları, “normal”, “günümüzün gerçeği” veya “kaçınılmazlık” saydırmanın ve bunu topluma kabul ettirmenin bir sınırı vardır. Bu sınırı daha aşağılara itmek de bizim görevimizdir.

55



Orta Katmanların Korkularıyla Hesaplaşmak Erkin Özalp TÜBİTAK’ın (Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu) Popüler Bilim Kitapları dizisinden, AKP’nin bu kuruma yeni yöneticiler atamasından bu yana, çok az yeni kitap çıktı. Tükenen kitapların yeni baskılarını yapmak konusunda da acele edilmiyor. Bilim ve Teknik dergisinin Ocak 2007 sayısındaki listeye göre baskısı tükenmiş olan kitaplar arasında şunlar da var: Hayatın Kökleri, Gen Bencildir, Evrenin Kısa Tarihi, Modern İnsanın Kökeni, Galileo’nun Buyruğu (ciltsiz baskı), Kör Saatçi (ciltsiz baskı), Tüfek Mikrop ve Çelik, Evrim ve Tuhaf Bu DNA’lılar. Evrimle ilgili kitapların yeni baskılarının yapılması konusunda daha bir isteksiz olunduğu anlaşılıyor... Yine Ocak 2007 itibarıyla, “Genel Dizi”den çıkmış son kitap, birinci baskısı Haziran 2006’da yapılmış olan Milyarlarca ve Milyarlarca’ydı.1 Carl Sagan’ın ölmeden hemen önce hazırladığı ve tamamlayamamış olduğu bu kitap, “Milenyum Eşiğinde Yaşam ve Ölüm Üzerine Düşünceler” alt başlığını taşıyordu. Kitabın arka kapak yazısının son cümlesi şöyle: “(...) Sagan’a göre, gelecek yüzyıllarda karşılaşacağımız sorunları ancak bilimi ve duyguyu birleştirerek çözebiliriz.” Editörler, belki de içlerine sindiremediklerinden, yazarın gerçek mesajını çarpıtma ihtiyacını duymuş. Sagan, bu kitabında, bilimle “duygu”yu değil, “din”i birleştirmeyi öneriyor. Herhalde kitabın basılabilmesinin bir nedeni de bu... Milyarlarca ve Milyarlarca’nın üç ana bölümünden en uzunu, dünyamıCarl Sagan, Milyarlarca ve Milyarlarca, çev: Füsun Baytok, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara, Haziran 2006.

1

57


Orta Katmanların Korkuları

zı felaketlere sürükleyebileceği iddia edilen sorunlara ayrılmış. Söz konusu bölümün sonunda da çözüm önerisi yer alıyor: Din ile bilimin ittifakı. Sagan, bu ittifakı savunduğu yazısında, 1990 yılının Ocak ayında, yani Sovyetler Birliği’nin resmen dağıtılmasından yaklaşık iki yıl önce, Moskova’da düzenlenmiş olan bir toplantının ayrıntılarını aktarıyor. Sosyalizmin yıkıcıları Mihail Garbaçov ile Edvard Şevardnadze, “Din ve Parlamento Liderleri Küresel Forumu”na bizzat ev sahipliği yapmıştı. Bazı bilim insanları tarafından imzalanarak söz konusu toplantıda “dini liderlere” sunulan “Dünya’yı Korumak ve Yüceltmek, Bilim ve Din için Ortak Yükümlülük” başlıklı bildiride yer alan paragraflardan biri şuymuş: “Çevreye karşı girişilen (...) saldırıların sorumlusu tek bir siyasi grup ya da tek bir kuşak değil. Özleri bakımından bu saldırılar uluslar aşırı, kuşaklar aşırı ve ideolojiler aşırı. Dolayısıyla akla gelebilecek bütün çözümler de öyle. Bu tuzaklardan kurtulmak için, gezegenimizin tüm halklarını ve gelecek tüm kuşakları kucaklayacak bir yaklaşım gerekli.” 2

Sözü edilen çevre sorunları, “ozon tabakasının incelmesi” sonucu ortaya çıkan “küresel ısınma” ile “küresel bir nükleer savaş olasılığı”... “Küresel ısınma” tezi ile nükleer silahların oluşturduğu tehdit, sosyalizmin çözülüş sürecinde çok önemli bir işlev üstlenmişti. Sosyalizmin yıkıcıları, kapitalizmden ve emperyalizmden çok daha tehlikeli ve emperyalist ülkelerle işbirliğini meşrulaştıracak bir “ortak düşman”a gereksinim duyuyordu. Carl Sagan, daha 1988 yılında, ABD’de ve Sovyetler Birliği’nde çok okunan iki dergide (Parade ile Ogonyok) eşzamanlı olarak basılacak bir makale yazmaya davet edilmiş.“Ortak Düşman” başlığını taşıyan bu yazıda dönemin ABD başkanı Ronald Reagan’ın “eğer uzaylılar gezegenimizi işgal etmek üzere olsalardı, o zaman ülkelerimiz ortak düşmana karşı birleşebilirdi”3 sözünden hareket eden Sagan, bir yerine iki ortak düşman tarif etmiş: “Küresel ısınma” ile nükleer silahlar...4 a.g.y., s. 168. a.g.y., s. 175. 4 Garbaçov’un ekibi, sosyalist ideolojiyi zayıf düşürmek için ABD’li yazarlardan yardım almakla kalmamış... Yazıyı sansürleyerek yayımlamışlar! Sagan, bu konudaki nihai sorumluluğun, Garbaçov’a danışmanlık yapan Georgi Arbatov’a ait olduğunu düşünüyor. Sosyalizmin yıkıcıları, Sagan’ın sansürlenen tezleriyle hesaplaşma olanağını ortadan kaldırarak, bu tezlerin hiç de hak etmedikleri bir önem kazanmalarını sağlamış. Sansürlenen “tez”lerden biri şu: “... Çözüm bulmak zaten yeterince zordur. 18. yüzyıl ya da 19. yüzyıl siyasi doktrinleriyle tam uyum sağlayan çözümler bulmaksa çok daha zor olacaktır.” (s. 188) Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin tepesine yerleşmiş olan ekip, çağımızın sorunlarının Marksist yaklaşımla 2 3

58


GELENEK 94

Aradan geçen süre içinde, “küresel ısınma” korkusu olmasa bile, nükleer silah korkusu hayli azaldı. Bunun tek nedeni, nükleer silahlarda belirli bir indirime gidilmiş olması mı? Bugün de, ABD’nin elinde, dünyayı bir harabeye çevirmeye yetecek sayı ve güçte nükleer başlık bulunuyor (yaklaşık 6 bini kullanılmaya hazır olan yaklaşık 10 bin adet). Ne var ki, artık, nükleer silahlardan çok, nükleer enerji santrallerinden ve genel olarak radyasyondan korkuyoruz. Nükleer silahlarsa, yalnızca “teröristlerin” ya da “terörist devletlerin” eline geçmeleri riski oranında korku uyandırıyor. Oysa nükleer silahlar bugüne kadar yalnızca ABD tarafından kullanıldı! ABD’nin elindeki nükleer silahlar, insanlık için, nükleer santrallerden çok daha büyük bir tehdit oluşturuyor. Reel sosyalizmin çözülüşü, “küresel savaş” olasılığını azaltmak bir yana artırdı. Asıl önemlisi, pek çok cephede savaş yürüten ve bu konuda pek de başarılı olmayan ABD emperyalizminin, yenilgileri kabullenmek yerine nükleer silahlara başvurması son derece ciddi bir olasılık. Ayrıca, diğer “kitle imha silahları” da, “teröristlerden” çok ABD tarafından kullanılıyor. Çağımızın büyük korkuları son derece sistemli bir şekilde üretiliyor ve işleniyor. Örneğin, dünyada her yıl 1 milyon 200 bin insanın ölümüne yol açan otomobillerden korkmuyoruz. Ama zamanında ABD Başkan Yardımcılığı yapmış ve başkanlığa adaylığını koymuş olan Al Gore’un öncülük ettiği bir proje kapsamında hazırlanan “Uygunsuz Gerçek” (An Inconvenient Truth) adlı filmde 25 yıl içinde “küresel ısınma” nedeniyle yılda 300 bin insanın ölmeye başlayacağı iddia edilince korkuyoruz! Sera gazı etkisi yaratarak Dünya’nın ısınmasına yol açtığı düşünülen (ve bunun dışında zararı bulunmayan, her nefes verişimizde atmosfere saldığımız, bitkilerin besin kaynağı olan) karbondioksitten korkuyoruz, ama otomobillerin saldığı zehirli gazlar bizi çok daha az endişelendiriyor. Ekonomik ömrünü doldurmuş otomobil lastiklerinin, akülerin ve diğer otomobil parçalarının yarattığı çevre sorunlarını iyiden iyiye küçümseyebiliyoruz. “Küresel ısınma” nedeniyle kaç yıl içinde kaç kişinin ölebileceği (ve bunun ne tür yollarla gerçekleşebileceği) bir yana, şu anda, her yıl, bulaşıcı hastalıklar ve parazit hastalıkları nedeniyle 10 milyon 904 bin kişi ölüyor! çözülemeyeceği tezinin tartışılmasını yasaklıyor! Bunun, Marksizmi savunmak adına yapılmadığı açık. Bir yandan “her şey özgürce tartışılsın” derken, diğer yandan Sovyet Marksistlerinin burjuva tezlere yanıt üretmesini engellemeye çalışmışlar. Sansürlenen bir başka “tez”: “... Ancak bu iddianın zayıflığı, eğer Sovyetler Birliği başka ülkeleri yutma alışkanlığında olmasaydı daha iyi anlaşılırdı.” (s. 188) Sagan, söz konusu tezin, kendisini korumak ve Sovyet okurları nezdindeki inandırıcılığını zayıflatmamak için sansürlendiğini anlayamamış! “Sovyetler Birliği’nin başka ülkeleri yutma alışkanlığı”na sahip olduğu gibi aptalca bir iddiaya, ancak emperyalist propaganda mekanizmalarının aptallaştırdığı insanlar inanabilir... 59


Orta Katmanların Korkuları

Verem yüzünden ölenlerin sayısı 1 milyon 566 bin, açlıktan ölenlerin sayısı ise 485 bin. Yalnızca kızamık nedeniyle ölen çocukların sayısı 611 bin. Bunlar, Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) verileri.5 Diğer taraftan, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) verilerine göre, her yıl 2 milyon insan, iş kazaları ve iş hastalıkları nedeniyle ölüyor. Yine ILO’ya göre, 5-14 yaşlarındaki 250 milyon çocuk işçiden 120 milyonu tam gün çalıştırılıyor.6 Tüm bu ölümler, bilinmenin ötesinde, çareleri de bulunan ya da kolaylıkla bulunabilecek sorunlardan kaynaklanıyor! Ama bu sorunların çözülmesi için toplumsal kaynakların insanlığın çıkarları doğrultusunda kullanılmasını sağlamak, bir başka deyişle bugünkü sistemle mücadele etmek, onu değiştirmeye çalışmak gerekiyor. Zor tabii... Bunların yerine, “ideolojiler üstü” olmanın yanında, çözümüne herkesin bireysel katkıda bulunabileceği sorunlar tarif edilse, böylece insanları korkutmanın yanında onlara vicdanlarını rahatlatma olanağı sağlansa, çok daha güzel olmaz mı? İşte “küresel ısınma” tezi, tam da bu amaca hizmet ediyor. 1990 yılında bazı bilim insanlarının din adamlarına sunduğu bildiride şöyle ifade ediliyordu: “Çevre bunalımı sadece kamu politikasında değil, aynı zamanda bireysel davranışlarda da köklü değişiklik gerektirmektedir. Tarih gösteriyor ki dinsel eğitim, örnek oluşturma ve önderlik, kişisel davranışları ve kararları güçlü bir şekilde etkileyebilir.”7 2007 yılında ise, bir banka, “Gezegenimizi küresel ısınma ile tehdit altında bıraktık. Acilen önlem almazsak, çocuklarımızı ve hatta bizi belirsiz bir gelecek bekliyor” diyerek tanıtıyor, “çevreci” olduğunu iddia ettiği kredi kartını... “Biz” yapmışız; o yüzden de “bizim” çözmemiz gerekiyormuş... Anlaşılan o ki, bunu “yapmamız” da mümkünmüş... “Küresel ısınma”ya nasıl bakmalı? Bu yazının ana konusu, “küresel ısınma” tezi değil. Ama hakkında yaratılan korkuyu, daha doğrusu korku üretme mekanizmalarını daha iyi anlayabilmek için, bu tezleri de bir miktar tartışmak zorunlu... Burada, “küresel ısınma”nın bir gerçek olup olmadığını da tartışmayacağız... Bu bile tartışmalı aslında. 1970’li yılların popüler tezi “küresel soğuma”ydı. Dolayısıyla, bir ya da iki on yıl sonra “küresel ısınma” tezinin bir The World Health Report 2004, WHO, Annex 2, http://www.who.int/whr/2004/annex/topic/en/annex_2_en.pdf 6 Safety in Numbers, International Labour Organization (ILO), Geneva, 2003, http://www.who.int/whr/2004/annex/topic/en/annex_2_en.pdf 7 Carl Sagan, a.g.y., s. 169. 5

60


GELENEK 94

kenara bırakılması ihtimali de bulunuyor. Kuşkusuz, aradan geçen süre içinde teknolojik ilerleme sayesinde daha hassas ve kapsamlı ölçümlerin yapıldığı, bu nedenle güncel tezin daha sağlam dayanaklara sahip olduğu ileri sürülebilir. Ama bugün bile “küresel ısınma” tezine kuşkuyla yaklaşan pek çok bilim insanı var ve önümüzdeki yıllarda daha gelişkin teknolojiler ve daha yeni gözlemler sayesinde daha farklı bulgulara da varılabilir. Yine de, “küresel ısınma”yı bir gerçek olarak kabul edebiliriz... Burada başka bir soru çıkıyor karşımıza: Bu ısınma sürecine insanlığın katkısı var mı ve varsa ne düzeyde? “Herkesin” bildiği üzere, insanlığın ürettiği “sera gazları” yüzünden ısınıyor havalar... Kanıt mı? İşte:

(Global Temreratures: Küresel Sıcaklıklar; Annual Average: Yıllık Ortalama; Five Year Average: Beş Yıllık Ortalama; Temperature Anomaly: Sıcaklık Anormalliği) http://www.globalwarmingart.com/images/f/f4/Instrumental_Temperature_Record.png

Kolaylıkla görülebileceği üzere, 1860 yılından bu yana, kimi dalgalanmalar yaşanmış olsa bile, sıcaklıklarda “ciddi” bir artış var. Kömür ve petrol gibi fosil yakıtlar bu dönemde giderek daha yoğun bir şekilde kullanılmış ve başta karbondioksit olmak üzere yanma ürünü gazlar atmosfere yayılmış olduğuna göre, temel nedenin insanlığın sınai faali61


Orta Katmanların Korkuları

yetleri olduğu açık değil mi? Değil! Bir de şu grafiğe bakın:

(relative temperature: göreli sıcaklık; Rome: Roma; fall of Rome: Roma’nın düşüşü; Vikings: Vikingler; cahtedrals: katedraller; Black Death: Kara Ölüm (Avrupa’daki veba ölümleri); little ice age: küçük buz çağı; global warming: küresel ısınma) Richard A. Muller, Gordon J. MacDonald, Ice Ages and Astronomical Causes, http://muller.lbl.gov/pages/IceAgeBook/history_of_climate.html

İnsanlığın tarihinde görece önemli bir yeri olan Roma İmparatorluğu’nun en güçlü olduğu dönem, bugünküne oranla çok daha sıcakmış! Dünya’nın tüm iklim tarihi bir yana (şu anda bu tarihin buzul çağlarından birinde bulunuyoruz!), son 12 bin yıllık döneme ilişkin sıcaklık tahminlerinden hareketle çizilen bir grafik şu şekilde:

62


GELENEK 94

(temperature: sıcaklık; agriculture: tarım; date: tarih) Richard A. Muller, Gordon J. MacDonald, Ice Ages and Astronomical Causes, http://muller.lbl.gov/pages/IceAgeBook/history_of_climate.html

En azından bu grafiğe göre, uygarlık tarihinin en “sıcak” döneminde olmadığımız gibi, kısa, yani birkaç yüzyıllık bir süre içinde bu tür bir dönemi yaşama ihtimalimiz de çok yüksek görünmüyor. Diğer taraftan, insanlık, bugünkünden daha sıcak dönemleri yaşamak için “sera gazlarına” (ya da bugünkünden çok daha soğuk dönemleri yaşamak için bu gazları azaltmaya) o kadar da çok ihtiyaç duymamış. İklim değişiklikleri hakkındaki bilgilerimiz, bugün için, çok yetersiz. Yukarıdaki grafiklerin ne kadar doğru olduğu da tartışılabilir. Kesin olanlar şunlar: Henüz geçmişteki iklim değişikliklerinin nedenleri konusunda bile genel bir mutabakata varılmış değil. Gelecekteki iklim değişiklikleri konusunda ise, en “olumlu” deyimle, yalnızca kimi tahminler yürütülüyor... “Sera gazlarının” etkisi (daha doğru bu etkinin boyutu ve yönü) konusunda söylenenler henüz yalnızca birer varsayım... “Belirli gazların atmosferdeki yoğunluğu artıyorsa, bunun iklim üzerinde de bir etkisi vardır” denebilir elbette. Ve bu önerme hiç kuşku yok ki doğru olmak zorundadır! Atmosferdeki gazların bileşimi, hiç kuşku yok ki, iklim üzerinde de etkide bulunuyordur... Ama ne kadar? Ve bu etki olumlu mudur yoksa olumsuz mu? İşte bu konularda yalnızca “hipotezler”, yani kanıtlanmamış kimi varsayımlar var. 63


Orta Katmanların Korkuları

Tüm bunları, iklim değişikliklerini çok fazla ciddiye almak gerekmediğini savunmak için yazmıyorum. Tam tersine, bu konuyu önemsemek, olası felaketlere karşı önlem almak gerekiyor. Ama örneğin, Katrina Kasırgası’nın New Orleans’ta yarattığı felaketi önlemek için “küresel ısınma” konusunda duyarlı olmak gerekmiyordu. Kasırga bölgesinde kasırga çıkmasından daha doğal ne olabilir? Küba, en az birkaç yılda bir, büyük kasırgalarla baş ediyor. “Küresel ısınma” ile ilgili (bilimsellikten büsbütün uzak olmayan) felaket senaryolarının korku üretebilmesi, yüz yıllık bir döneme yayılacak gelişmelerin üç günde yaşanacak gibi tartışılmasından kaynaklanıyor. Örneğin, buzulların erimesi nedeniyle 100 milyon insanın göç etmek zorunda kalabileceği iddia ediliyor. Bu sayı, ilk bakışta tedirginlik uyandırabilir tabii ki. Ama sözü edilen, bugünkü dünya nüfusunun yüzde 1.5’i. Üstelik, bu da, her 1000 kişiden 15’inin bir iki hafta içinde göç etmek zorunda kalacağı anlamına gelmiyor. En “hızlı” senaryolarda bile, birkaç on yıllık döneme yayılacak süreçlerden söz ediliyor. Birleşmiş Milletler verilerine göre, 1975 ile 2005 yılları arasında uluslararası göçmenlerin sayısında 104 milyonluk bir artış yaşanmış (http://esa.un.org/migration/). Aynı dönemde kendi ülkeleri içinde göç edenlerin (köyden kente taşınanların ve şehir değiştirenlerin) sayısının kaç milyar olduğunu tahmin etmek bile zordur... Dünya’nın iklimi her koşulda değişecek, daha doğrusu dalgalanmalar gösterecek. Soğuk yıllar da sıcak yıllar da bir yerlerde felaketlere yol açacak. Yüzyıllardır, daha doğrusu binyıllardır olduğu gibi! Benzer şekilde, daha soğuk ya da daha soğuk onyıllar, hatta yüzyıllar yaşanacak. Doğa olaylarının toplumsal felaketlere yol açmasını önlemek ya da en azından etkilerini hafifletmek mümkün. Ama “çevreci” kredi kartları kullanmanın ya da bireysel enerji tasarrufunun, çok büyük olasılıkla, bu konuda zerre kadar katkısı bulunmayacak! Bu söylenenlerden, çevreyi koruma çabasının anlamsız olduğu sonucu çıkmıyor. Ama buna, “küresel ısınmayla mücadele” için değil, zehir solumaktan kurtulmak, sağlıklı koşullarda çalışmak ve yaşamak için ihtiyaç duyuyoruz! Dahası, “küresel ısınmayla mücadele gereği” de ileri sürülerek önümüze konan seçeneklerden pek çoğu, daha fazla çevre sorunu yaratıyor. Örneğin, Türkiye’nin linyit rezervleri kullanılarak akışkan yataklı kazanlarla elektrik üretilmesi ve konutların bu şekilde üretilen elektrik kullanılarak merkezi sistemlerle ısıtılması, yalnızca iktisadi açıdan değil, çevrenin korunması açısından da, bugünkü biçimiyle doğalgaz kullanımından çok daha doğrudur. Ulaşımın en “çevre dostu” otomobillerle yapılması bile, toplu taşımacılıkla karşılaştırıldığında, çevreye büyük bir zarar verilmesi anlamına gelir. Güneş enerjisini depolamak için kullanılan piller, ömürlerini doldurduklarında, en zararlı atıklar arasındaki yerlerini alır.

64


GELENEK 94

Diğer yandan, her tür teknolojik ilerlemenin çevreye zarar vereceği düşüncesi, kapitalizm koşulları altında “anlaşılır” yanlar barındırmakla birlikte, yanlıştır. Kapitalizmin bu denli kirlettiği bir dünyada, çevre tahribatlarını gidermek için bile teknolojiye ihtiyacımız var.

Korku üretme mekanizması Peki, nasıl oluyor? Birileri, bir yerlerde toplanıp, “insanlığı şu şekilde korkutalım”, “küresel ısınmadan korkmaları iyidir, ama çalışırken soludukları zehirli gazları ya da toplumsal eşitsizlikleri o kadar da dert etmesinler” türü kararlar mı alıyor? Aslına bakılırsa, işin içinde bu da var! Garbaçov ve ekibi, yaşlı Dünya’mızın sorunları arasından “küresel ısınma”yı seçerken, son derece bilinçli bir şekilde hareket etmişti. Bu yılki Davos Zirvesi’nin ana gündem maddelerinden birinin “küresel ısınma” olması da, işin içinde bir “komplo” boyutunun bulunması gerektiğini düşündürüyor. Emperyalist ve kapitalist ülkelerin devlet ve hükümet başkanları ile en büyük şirketlerin yöneticilerini bir araya getiren Dünya Ekonomik Forumu’ndan “küresel ısınma çok ciddi bir sorun, onunla mücadele etmek gerekir” mesajının çıkması, en azından, sermaye sahiplerinin bu başlıktaki tartışmalardan rahatsızlık duymadıklarını gösteriyor. Bu tür komploların tutabilmesi için, komplocuların varlığından daha fazlası gerekir. Örneğin, küresel ısınma tezini büyük bir inançla savunabilecek insanlara ihtiyaç vardır. Ama bu da kolay: Araştırma fonu elde etmek ve medyanın ilgisini çekmek isteyen iklim bilimcilerin tek yapması gereken, küresel ısınmayla ilgili “yeni bulgu”larını tartışmaya açmak. En azından bugün için, başka şekilde ilgi çekmeleri de pek kolay değil... Daha önemli ihtiyaç, “küresel ısınma” korkusunu paraya çevirme olanağının bulunması. Bu da fazlasıyla var. Petrol tekellerinin bile “çevreci” bir imaj çizmeye çalıştığı bugün, “küresel ısınma” korkusu, dünyanın kirlenmesine en fazla katkıda bulunan otomotiv şirketlerine bile yeni pazarlar açıyor. En önemli ihtiyaçsa, “küresel ısınma”dan korkmaya hazır toplum kesimlerinin varlığı. Herkesi her şeyle korkutamazsınız. Kış mevsimini bir felaket olarak yaşayan yoksullar, “havalar keşke biraz daha hızlı ve biraz daha fazla ısınsa” diyecektir. Buna karşın, belirli bir yılda kar yağışının gecikmesi nedeniyle kayak tatillerini ertelemek zorunda kalanlar, “küresel ısınma”nın ciddi bir sorun oluşturduğunu düşünmeye daha yatkın olacaktır. Ertesi yıl kar yağışının “zamanında” ya da “erken” başlaması ise onlar için özel bir haber değeri taşımayacak ve kolaylıkla unutulacaktır (bu arada sıcaklar gibi soğuklar da “küresel ısınma”yla açıklanabiliyor zaten!). İşte bu noktada, burjuva ideolojisinin en önemli dayanak noktasına geli-

65


Orta Katmanların Korkuları

yoruz: Orta katmanlar... Küçük burjuvalar, orta kademe şirket yöneticileri, belirli bir düzeyin ötesinde gelire sahip ama zengin olmayan mühendisler, hekimler, avukatlar, öğretim üyeleri vs. Yoksullar, paraları neye yetiyorsa onu yer. Gelir düzeyleri görece yüksek olanlarsa, “organik ürün” satın alarak, daha sağlıklı beslendiklerine ve doğanın dengesinin korunmasına katkıda bulunduklarına inanma olanağına sahiptir. Bu ürünlerin satıldığı yerlere otomobilleriyle gidip dönerek doğaya ne kadar zarar verdiklerini ise çoğu kez hiç düşünmezler! Orta katmanlar, korkularında son derece seçmecidir. Bastırmak istedikleri korkuları vardır. Her şeyden önce de, proleterleşme korkusu... Dolayısıyla, mesele, yalnızca bir “eğitim” meselesi değil. Bugün, en “eğitimli” insanlar, bir yandan çalıştıkları yabancı şirkette kazanılan paraların yurtdışına transfer edildiğine tanıklık ederken diğer yandan “Türkiye ekonomisinin ayakta durması için yabancı sermaye girişi şart” diye düşünebiliyor.8 Bu düzende aksayan çok fazla şeyin bulunduğunu ve başkalarının sırtına binerek yükselmiş olduklarını yeterince hissediyorlar. “Vicdan rahatlatma” ihtiyacını başkalarına oranla daha fazla hissetmelerinde bunların da payı var. Tüm toplum ve hatta tüm insanlık adına bir şeyler düşündüklerine ve yaptıklarına inanmak istemelerinde de... “Biz insanlar bu güzel Dünya’yı mahvediyoruz” ifadesindeki “biz” kimliğini bu denli kolay benimsemelerinde de... Ama aynı “biz” kimliği, bir yandan da, mevcut düzenin olduğu gibi korunmasına yönelik çok güçlü bir tutuculuğu içinde barındırıyor. Proleterleşme korkusu, orta katmanların bilincine, “istikrarsızlık” korkusu biçiminde yükseliyor. Her tür ekonomik dalgalanmadan korkuyorlar, çünkü kendilerini ilk boğulacaklar arasında görüyorlar. Her tür ciddi siyasi gerilimden korkuyorlar, çünkü bu gerilimlerin ekonomik dalgalanmaları tetikleyebileceğini biliyorlar. Orta katmanların ekonomik kriz dinamikleriyle siyasi kriz dinamikleri arasındaki bağlantıyı tersinden kurması ve her tür komplo teorisine fazlasıyla alıcı olması, basit (yani sadece “gerçekleri anlatarak” düzeltilebilecek) bir yanlış düşünüş tarzının ürünü değil. Kendilerini de belirli bir refah Genel olarak “eğitimli” insanlar bir yana, mühendisler bile, teknolojik ilerlemeyi ve sanayileşmeyi başlı başına birer sorun olarak görebiliyor, daha fazla ya da hızlı kalkınmanın dünya ölçeğinde felaketlere yol açabileceğini düşünebiliyor. Türkiye, benzer konumdaki pek çok kapitalist ülke gibi, zaten teknoloji üretemiyor ve sanayisini geliştiremiyor. Bunun yerine, pek çok ürün ithal ediliyor ve dış ticaret açıkları yeni krizlerin haberciliğini yapıyor. Bu sayede çevreye daha az zarar verilmiş de olmuyor. Türkiye’nin üret(e)meyip satın aldıkları, başka ülkelerde üretiliyor. Üstelik, teknolojiyi geliştirip aynı ürünleri çevreye daha az zarar vererek (ya da hiç zarar vermeden) üretme olasılığı da ortadan kalkıyor! 8

66


GELENEK 94

düzeyine yükselten ekonomik büyüme dönemlerinin geçici bir nitelik taşıdığını ve çok daha büyük ekonomik krizlere zemin hazırladığını bilseler bile, daha iyisinin olabileceğine inanmadıkları ölçüde, krizlerin ertelenmesi, onlar için her şeyden önemli hale geliyor. Meselelere bu şekilde yaklaşıldığında, her zaman haklılar! Cumhurbaşkanı anayasa kitapçığını tam da falanca gün fırlatmasaydı, gerçekten de, ekonomik kriz o hafta değil bir sonraki hafta, hatta belki bir sonraki ay patlak verebilirdi! Bu da bir maaş daha almalarını, birikimlerinin bir bölümünü daha dövize çevirmelerini sağlayabilirdi... Yine aynı nedenle, ekonomiyi yıkıma sürüklemekle birlikte burjuvazinin önünü açan tüm “önlem”ler, yani özelleştirmeler, yabancı sermaye girişlerinin önündeki engellerin kaldırılması, eğitimin ve sağlığın paralı hale getirilmesi, sosyal güvenlik kurumlarının tasfiye edilmesi, tarım sektörünün çökertilmesi gibi “reform”lar, orta katmanlar tarafından ya destekleniyor ya da kabulleniliyor. Kapitalizm, dünyanın her yanında, orta katmanların korkuları sayesinde ve bu korkuları besleyerek ayakta duruyor. “Terör” de asıl olarak orta katmanları hedef alıyor. İstatistiksel açıdan bakıldığında ve diğer tehditlerle karşılaştırıldığında, sıradan insanlara yönelik terör eylemlerinin insanlığa zararı ihmal edilebilir düzeyde. Ama 11 Eylül saldırıları özellikle emperyalist ülke halklarının bilincine çok sağlam bir şekilde kazındı. 11 Eylül’e ilişkin komplo teorileri de aynı amaca hizmet etti ve etmeye devam ediyor... Orta katmanlar, görünürde en fazla “infiale” kapıldıkları anlarda bile, “huzur, güven ve istikrar” arayışıyla hareket ediyor. Bunların pamuk ipliğine bağlı olduklarını hissetmeleri, korkularını artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Aynı nedenle, Hrant Dink cinayeti benzeri provokasyonlar da ters tepmeyebiliyor, tam tersine amaçlarına ulaşabiliyor...

Dink cinayeti ve orta katmanlardaki bölünmüşlük Hrant Dink’in öldürülmesi sonrasında yaşananlar, Türkiye’nin orta katmanlarındaki ideolojik bölünmeleri yeniden açığa çıkardı ve yeniden üretti. Ama baskın çıkan, yine tutuculuk oldu... Dink’in cenaze törenine katılanlar, olanca içtenlikleriyle, “böyle şeyler bir daha yaşanmasın” demiş oldu. Bir açıdan bakıldığında, gerçekten çok iyi bir şey yaptılar. Ermeni olduğu için öldürülen bir yazara sahip çıkarak, Türkiye’nin o kadar da karanlık bir ülke olmadığını gösterdiler. Ama aynı cenaze töreni, liberal solcuların katkılarıyla (asıl niyetleri bu olmasa bile) toplumdaki bölünmüşlüğü güçlendirdi. Cenaze töreninin düzenleyicileri, düzenin ve emperyalizmin temsilcileriyle (bakanlarla, milletvekilleriyle ve hatta ABD büyükelçisiyle) herhangi bir sorun yaşa-

67


Orta Katmanların Korkuları

mazken, daha doğrusu yaşamamak için, tepkileri kontrol altına almaya yönelik bir yaklaşım geliştirdi. Ortada somut bir mücadele hedefi yokken “inadına isyan” diye haykıranlar, tam da bir şeylere isyan etme vakti geldiğinde, “susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganını da unutarak, sessizliği tercih etti. Asıl sorun, bir “eylem biçimi” olarak sessizliğin seçilmesi değil, somut hedef göstermekten ve gerçek bir mücadele çağrısı yapmaktan uzak durulması, dahası bunun engellenmesiydi. Türkiye’de bir siyasal cinayet işlenerek ABD’nin eli güçlendiriliyor, bu basit tahlili en apolitik vatandaş bile yapabiliyor, ama liberal solcular emperyalizmle mücadele başlığını öne çıkarmayı akıllarına bile getirmiyor. Bunun yerine, “kimlik siyaseti” yapılıyor... Oysa kimlik siyaseti, tam da emperyalizmin ülkedeki toplumsal gerilimleri güçlendirmek için kullandığı bir silah durumunda! Avrupa Birliği dendiğinde akıllarına demokrasiden başka bir şey gelmeyenler, AB üyesi ülkelerin “Ermeni kartı”nı kullanmalarındaki ikiyüzlülüğün karşısına Hrant Dink gibi çıkamadıkları gibi, Türkiye’deki Ermeni düşmanlığının güçlenmesine katkıda bulundular. Üstelik, tam da “aman, bir tatsızlık çıkmasın, bir gerilim yaşanmasın” diye diye! Ermeni sorunu açısından bakıldığında, bugünün Türkiye’si, Varlık Vergisi döneminin Türkiye’sinden çok farklı. Türkiye burjuvazisi, Ermeni sermaye sahiplerinin mülklerini yağmalayarak zenginleşme türünden bir beklentiye sahip değil. Çünkü güçlü bir Ermeni sermaye sahipleri topluluğu bulunmuyor artık. Aynı nedenle, Türkiye’deki Ermeni düşmanlığının toplumsal zemini de geçmişe oranla çok daha zayıf. 6-7 Eylül Olayları’nın yinelenmesi olasılığı da yok. Nitekim, 12 Eylül sonrası dönemde Ermeni düşmanlığının yeniden canlandırılması, bir başka emperyalist tezgahla, Asala adlı örgütün eylemleri sayesinde mümkün olmuştu. Bugün de Türkiye’nin bir Ermeni sorunu var, çünkü hem emperyalist ülkeler hem de Türkiye’deki faşist örgütlenmeler buna ihtiyaç duyuyor! Soykırım tartışmaları ve kimlik siyaseti, sorunun çözümüne hizmet etmek bir yana, gerilimleri güçlendirmeye yarıyor. Bu tabloda Türkiye’de yaşayan az sayıdaki Ermeni yurttaşla dayanışma içinde bulunma gereği başka bir şeydir, Ermeni düşmanlığıyla mücadele etmek bambaşka bir şey... Ermeni düşmanlığı, emperyalizme yönelik tepkilerin çarpıtılmış bir biçimi, daha açığı ABD düşmanlığının panzehiridir. MHP yönetiminin ABD’ye karşı düzenlenen eylemlere katılan parti üyelerini ihraç etmesinin hiçbir tepki uyandırmamasında, yeniden yükseltilen Ermeni düşmanlığının ABD düşmanlığını ezmesi de yok mu? Tersinden bakıldığında, Türkiye’deki Ermeni düşmanlığını geriletmenin yolu, ABD’yle mücadeleyi yükseltmektir. Türkler, Ermeniler, Kürtler ve diğer halklar, ancak ortak bir mücadelenin içinde oldukları ölçüde, onları

68


GELENEK 94

birbirlerine düşürmeye çalışanların provokasyon girişimlerini boşa çıkarabilir. “İyi de, Ermeni düşmanlığı yapan ırkçı-faşist katillerin hiç mi suçu yok?” diye sormaktan daha anlamsız bir şey olamaz. Toplumsal dokuya sinmiş milliyetçiliğin gerçek/ciddi bir sorun oluşturduğunu vurgulamanın da, kendi başına, büyük bir anlamı bulunmuyor. Evet, Türkiye’de bir toplumsal bölünmüşlük var ve her türden milliyetçilik de buradan besleniyor. Ve tam da bu nedenle, bölünmüşlükleri gidermeye yönelik bir çaba içinde olmak gerekiyor. Örneğin, bir birey olarak Orhan Pamuk’un 1 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü söyleme hakkı elbette vardır. Bu nedenle tehdit edilmesi kabul edilemez. Aynı nedenle mahkum edilmesi de... Ama Orhan Pamuk, 1 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü söyleyerek, Türkiye halklarının kardeşleşmesine, halklar arasındaki düşmanlıkların ortadan kaldırılmasına ve milliyetçiliğin geriletilmesine yardımcı olmadı. Tam tersine, bunları daha da zorlaştırdı. Hrant Dink’in cenaze töreni için de benzer bir değerlendirme yapılabilir. Orta katmanların milliyetçi, dinci ve liberal ideolojilerin etkisi altındaki farklı kesimlerini ortaklaştıran, toplumu bütünleştirecek bir mücadele içine girmekten korkmaları. Milliyetçi ideolojinin etkisi altındaki kesimler de, bir yandan Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin Türkiye’nin başına bir sürü çorap öldüğünü düşünürken, diğer yandan özellikle ABD’ye boyun eğmekten başka bir çarenin bulunmadığını kolaylıkla kabullenebiliyor. Proleterleşme korkularını “istikrarsızlık” korkusu olarak algılayan orta katmanlar, ABD’ye kafa tutmaya kalkışacak bir Türkiye’nin bölüneceğini, dünyadan soyutlanarak içe kapanacağı, ekonomik açıdan ayakta duramayacağını, demokrasiden büsbütün uzaklaşacağını vb. düşünüyor. ABD’ye boyun eğmenin sonucu, ülkenin adım adım bölünmeye doğru gitmesi, tüm komşularıyla düşmanca ilişkiler içine girerek dünyadan soyutlanması, bir ekonomik krizden diğerine sürüklenmesi olsa bile... Ve böylesi bir ülkede demokrasi olabilirmiş gibi! Korkularla hesaplaşmanın yolu TKP’nin 8. Kongre belgelerinde, meslek odalarıyla ilgili önemli bir saptama yer alıyor: Emekçi sınıfların çıkarları açısından bakıldığında bugün meslek odalarının anlamı ve doldurdukları boşluk radikal biçimde sorgulanmalıdır. Mühendislerin, teknik elemanların, hekimlerin, avukatların proleterleşme sürecinde büyük mesafeler alınmışken, bütün bu kesimleri işçi sınıfından uzakta konumlandırmaya yarayan yapılanmaların ‘emek örgütü’ olarak öne çıkarılması şaşırtıcıdır. Birçok ülkede sağın elindeki bu örgütlerde solun ağırlık sahibi olması,

69


Orta Katmanların Korkuları

sözünü ettiğimiz olumsuzluğu ortadan kaldırmamaktadır. Tam tersine, sanki bunlar kurumsallıklarıyla doğal olarak işçi sınıfının mücadele araçlarıymışçasına, bu örgütlerin içinde yürütülmesi gereken mücadele geriye çekilmekte, çoğu kez kongre kulislerine indirgenmektedir. İşçi sınıfının meslek örgütlerine sıkıştırılmak istenen eğitilmiş işçilere gereksinimi vardır. Ama ne olmaktadır? Bu örgütlerde sürdürülen anlamlı çalışmalar, kimi başlıklarda alınan sınıf tavrı, işçi sınıfının birliğinden çalınan enerji hesaba katıldığında, büyük ölçüde değersizleşmektedir. Artık öncelik işçi sınıfının birliğidir.”

Bir adım daha atarak, şu söylenebilir: Bugün, solcuların yönettikleri de dahil olmak üzere meslek odalarının temel işlevi, üyelerinin “ayrıcalıklı olma” hislerinin zayıflamasına engel olmak. Odaların birer “emek örgütü” olarak öne çıkarılması da bununla bağlantılı. Meslek odaları, gerçekten de, sendikaların yapmadığını yaparak üyelerinin ekonomik çıkarlarını korumaya çalışıyor. Ama bu durum, onları solculaştırmak yerine, solcuların da sağcılık yapmasına neden oluyor. Mühendis odalarının ticarileştirilmesi örneğinde olduğu gibi... Bugünün parasıyla 600-800 liralık bir aylık ücretle işe giren, yıllar sonra 1000-1500 liradan daha fazlasını alamayan ve işsizlik tehdidini sürekli hisseden mühendislerin kendilerini “ayrıcalıklı” hissetmeleri aslında hiç kolay değil. Buna karşın, düşük ücretli mühendislerin çoğunun kendilerini işçilerle bir saymadıkları, burjuva ideolojisinin etkisine çok daha açık oldukları, bu açıdan bakıldığında orta katmanlara dahil oldukları da açık. Zaten, temel sorun, ayrıcalıkların niceliği değil. İşsizliğin alıp başını gittiği bugün, asgari ücretle çalışan bir işçi de kendisini ayrıcalıklı hissedebiliyor ve ekonomik kriz korkusu yaşayabiliyor. Orta katmanların korkuları emekçilerin daha yoksul kesimlerine doğru yayılıyor. Orta katmanlar proleterleşirken, işçiler de orta katman ayrıcalıklarının bazılarıyla tanışarak, zincirlerini kaybetme korkusunu paylaşmaya başlıyor. Kredi kartları ve tüketici kredileri işçilerin de başına bela ediliyor. Yoksul emekçiler belki “küresel ısınma”dan o kadar korkmuyor, ama borçlarını ödeyememe ve haciz korkusu toplumun çok daha geniş bir kesimini teslim alıyor. Bu korkular, boyun eğmeciliği güçlendirerek çürütücü bir etki yaratıyor. Ya biriken tepkiler? İşte liberal, milliyetçi ve dinci siyasi özneler bu noktada devreye giriyor. Biriken tepkileri belirli hedeflere yönlendirmek için değil, bunların en uygun noktalarda, bir başka deyişle düzen açısından en zararsız şekillerde boşaltılmasını sağlamak üzere... Bu arada, bir kesimin tepki patlaması, diğer kesimler için bir korku kaynağı haline getiriliyor... Hiç korkmayan tek bir taraf var: ABD! 70


GELENEK 94

Türkiye ne kadar karışırsa, ABD’nin Türkiye üzerindeki etkisi o kadar artıyor. Üstelik, bunu herkes biliyor, görüyor... Uzun yıllardır televizyonlarda ve gazetelerde, yani halkın gözü önünde yürütülen “strateji” tartışmalarının merkezinde, ABD’ye bağımlılığın kaçınılmazlığını kabul ettirme çabası var. Bu denli çok komplo teorisinin üretilmesinin ardında da... Bir yandan sorulduğunda neredeyse herkes ABD’den nefret ediyor, diğer yandan sermaye partilerinin tümü ABD’ye her zamankinden daha bağımlı hale gelmiş durumda. Bu tablo çok uzun süre olduğu gibi korunamaz. Bir geçiş döneminde bulunuyoruz. Bugünkü biçimiyle “istikrar”ın “sürdürülebilir” olmadığı kesin. Aslına bakılırsa, bunu da herkes görüyor. Görülmeyen tek şey, gerçek bir çıkış yolu... Sol, bu tabloya, bir çıkış yolu tarif ederek müdahale edebilir mi? Bir yandan evet, bir yandan hayır... Eğer çıkış yolundan kastedilen, solun, basit olarak kendi toplumsal projesini, yani sosyalizmi propaganda etmesi olacaksa, bu tür bir çabanın hiçbir başarı şansı olmayacaktır. Hakkını aramayan, adaletsizliklere gözünü kapatan, mücadele etmeyen, gerçek tepkilerini açığa vurmaktan korkan, boyun eğen bir halk, sosyalizmin hayata geçirilebileceğine zaten inanamaz. Emekçilerin ve orta katmanların bugünkü ideolojik yönelimleriyle hesaplaşmayan, bu topraklara gerçek bir mücadelenin damgasını vurmayan bir sol, çıkış yolu da tarif edemez. Peki, bugünkü ideolojik yönelimlerle hesaplaşmayı mümkün kılacak tutamak noktalarına sahip miyiz? TKP, yine 8. kongresinde, şu saptamaları da yapmıştı: “(...) emekçi sınıflar ve küçük burjuvazi içerisinde sosyalist bir perspektife hiç sahip olmayan ama emperyalist bağımlılıktan samimi olarak kurtulmak isteyen küçümsenmeyecek bir kesim vardır. Son yıllardaki gelişmelerden dolayı genişleyen bu kesim aynı anda hem milliyetçi hem dinci hem de liberal ideolojilerin etkisi altındadır. Bu kesimde yer alan milyonlarca kişinin söz konusu ideolojilerin etkisinden kurtarılmaları ve tutarlı bir anti-emperyalist mücadelenin unsurları haline getirilmeleri onların ille de sosyalizm perspektifine ikna edilmelerini gerektirmez. Sosyalizm mücadelesi ile bağımsızlık mücadelesini birleştirecek olan, bunu programatik ve stratejik düzeylerde gerçekleştirebilmiş bir işçi sınıfı partisinin etkinliği ve bu partinin anti-emperyalist mücadele cephesini emek-sermaye çelişkisinin uzağında değil bu çelişki temelinde kurma iradesidir.”

71


Orta Katmanların Korkuları

Bir başka açıdan yaklaşılırsa, Türkiye’de bir “anti-emperyalist mücadele cephesi”, ancak “emek-sermaye çelişkisi temelinde” kurulabilir. Çünkü, yine kongre belgelerinde vurgulandığı üzere, anti-emperyalizmin taşıyıcılığını yapmaya niyetli, emperyalizme ve özellikle ABD’ye karşı mücadele etmeyi göze alabilecek hiçbir düzen içi özne bulunmuyor ve bu tür bir öznenin ortaya çıkması da mümkün görünmüyor. Ama ABD’ye karşı mücadele edebilmek için de, yine, orta katmanlardan işçi sınıfının bütününe yayılan korkularla hesaplaşmak gerekiyor. “ABD’den korkmuyoruz” çıkışı, bu nedenle çok önemli. ABD’den korkmamak, bu ülkenin bağımsızlaştırılabileceğine, kendi başına ayakta durabileceğine (daha doğrusu ayağa kalkabileceğine), toplumsal bütünlüğünün sağlanabileceğine inanmak demektir. ABD’den korkmamak, bu ülkedeki toplumsal dinamiklere ve en başta emekçilerin gücüne güvenebilmeyi gerektirir. ABD’den duyulan korkuyla hesaplaşmak, Türkiye toplumunu çürüten korkularla hesaplaşmanın anahtarıdır. Kuşkusuz, bu sözün arkasında emekçilerin örgütlü iradesini şekillendirmek koşuluyla...

72


ENTERNASYONAL GÜNDEM

Doğu Sorunu Konferansı’ndan 20 Ocak 2001, İstanbul 20 Ocak 2001 Cumartesi günü İstanbul’da TKP’nin ev sahipliğinde Doğu Sorunu başlıklı bir uluslararası konferans toplandı. Toplantının katılımcılar, TKP Kongresi için Türkiye’de bulunan komünist ve işçi partilerinin temsilcileriydi. Bu sayımızda Doğu Sorunu Konferansında TKP adına Siyasi Komite üyesi Kemal Okuyan’ın ve Belçika Emek Partisi adına Siyasi Büro üyesi David Pestieau’nun yaptıkları konuşmalara yer vereceğiz.

Emperyalizme Karşı Mücadele Birleştirir Kemal Okuyan Değerli dostlar, kardeş ve dost partilerin sevgili temsilcileri yoldaşlarımız. Bizleri burada yalnız bırakmayan Yurtsever Cephe’den yol arkadaşlarımız mücadele arkadaşlarımız ve bu toplantıyı izleyen, izlemek için burada bulunan gazeteci dostlarımız. Bu toplantının konusunun belirlenmesinde, ne kadar isabetli bir seçim yaptığımızı çok acı bir gelişmeyle görmüş olduk. Bildiğiniz gibi dün, Türk ve Ermeni halklarının, daha doğrusu bu coğrafyada yaşayan halkların kardeşliği için kalemini oynatmış, yalnızca yazılarıyla değil, eylemleriyle ve tutumuyla da önemli misyonlar üstlenmiş bir Ermeni gazeteci aydınımızı yitirdik. Hrant Dink’in öldürülmesi çok çeşitli senaryoların bir parçası olabilir, ama artık biliyoruz ki dünden beri Türkiye’de çok sık kullandığımız bir sözcük var “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”, Türkiye yeni bir döneme girmiştir. Bugün konuşacağımız başlıklardan bir bölümü doğal olarak Hrant Dink’in öldürülmesine neden olan bölgesel çekişmelerin, emperyalist müdahalelerin birtakım ayrıntıları olacaktır. Ve ben buradan başlamak istiyorum. Doğu sorunu diyoruz. Aslında Doğu sorunu emperyalizm ve halklar arasındaki mücadelenin sorunudur. Doğu sorununu herhangi bir şekilde emperyalizm olgusunu merkeze

73


Doğu Sorunu Konferansı’ndan

koymadan tartışabilmek, değerlendirebilmek, ortaya çıkan güncel sorunları yanıtlayabilmek mümkün değil. Ermeni sorunu da öyle. Doğu sorununun her zaman önemli bir parçası olan bu başlığın emperyalizm olgusu algılanmadan herhangi bir şekilde tartışılması mümkün değil. Bakın Anadolu coğrafyasında bundan çok değil, diyelim ki yüz yıl önce bugünkü kompozisyonun çok çok dışında bir etnik yapı vardı. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan özellikle genç kuşaklar sadece Türklere ait olduğunu düşündükleri kentlerin bile Rumların, Ermenilerin çoğunlukla ve Türklerle Kürtlerin kardeşçe yaşadığı bölgeler olduğunu bilmezler. Ermeniler açısından söylemek gerekirse Anadolu coğrafyasındaki Ermeni toplumu, Ermeni halkı, Ermeni kültürü aslında silindi. Bu inanılmaz bir trajedidir. Bu trajedinin arkasında, bugün bu trajediyi istismar ederek emperyalizmin bölgesel etkinliğini artırmak isteyen büyük süper güçler var. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi parçalanma dönemidir ve aynı zamanda biliyoruz ki Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı öncesinden başlayarak emperyalist ülkelerin paylaşım kavgasının en önemli konularından bir tanesi oldu. Eğer büyük Ekim Sosyalist Devrimi olmasaydı bu kavgaların, bu rekabetin, bu gizli pazarlıkların birçoğunu öğrenemeyecektik. İşte Ermeni trajedisi, Ermeni halkının başına gelen trajedi bu paylaşım kavgasının ürünüdür ve bu paylaşım kavgasına suç ortaklığı yapan Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetici sınıfının ürünüdür. Bir kültürü ortadan kaldırdılar... Ancak, bugün biz eğer geçmişte yaşanan trajediyle hesaplaşacağız diye geçmişte yaşadıklarımızı bugün toplumun bilincine çıkaracağız diye, emperyalist projelere yardımcı olursak, bugün bu mesele üzerinden yalnız Türkiye değil, Irak, İran ve bölgedeki diğer ülkeler üzerinde etkinliklerini, egemenliklerini artırmak isteyen emperyalist planlara karşı çıkmazsak başka bir hata daha yapmış oluruz. Çok açık olarak şunu bilmek gerekiyor ki: geçmişin trajedisini toplumsal hafızaya çıkarmak, geçmişimizle yüzleşebilmek için önce bugünü kazanmak zorundayız. Bugün de emperyalizme karşı mücadele olmaksızın kazanılamayacak. Dolayısıyla Ermeni meselesinde, yalnız Ermeni meselesinde değil, tarihte bu halkların birbirine düşman edilmesi, halkların birbirini kırmasıyla ilgili bütün başlıklarda, Yunanlılarla Türkler arasındaki çelişkilerde de tek bir ilkeyle hareket etmek zorundayız: Emperyalizme karşı mücadelenin birleştirecek olmasıyla. Yoksa bununla baş edemeyiz. Kıbrıs’ta Türk ve Yunan toplumlarının kavgasını başka türlü engelleyemeyiz. Yunan ve Türk halklarının kavgasını başka türlü engelleyemeyiz. Aleviler ve Sünniler arasındaki kavgayı başka türlü engelleyemeyiz. Ve çok güncel bir başlık olarak Kürt-Türk çatışmasını da başka türlü engelleyemeyiz. Dolayısıyla tarihi kazanmak istiyorsak bugünü kazanacağız ve bugün ancak ve ancak ortak düşmana karşı mücadelede kazanılabilir. Sevgili dostlar, böyle bir giriş yapmamın nedeni doğal olarak dün yaşadığımız olaydı. Yarın TKP’nin kongresi var. TKP bugün tartışacağımız başlıkların bir bölümüne ilişkin kongre değerlendirmeleri, siyasi tezler sundu. Yarın bunları tartışmaya devam edeceğiz. Bununla birlikte ben bugünkü toplantıda sürenin de kısıtlı olmasından kaynaklı olarak üç başlığa değinmek istiyorum. Dediğim gibi yarın konu kongremizde de gündeme gelecek. Kongremizin siyasi değerlendirmelerini okuma fırsatı bulan dostlarımız ve yoldaşlarımız, hatırlayacaklardır;

74


GELENEK 94 emperyalizme karşı mücadele Türkiye Komünist Partisi’nin 8. Kongresinin en temel başlıklarından birisi. Bu nedenle ben bugün biraz da Doğu Sorunu etrafında hangi ilkelerle hareket ettiğimizi ve hangi başlıkları özellikle tartışmamız gerektiğini sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Birincisi arkadaşlar, emperyalizme karşı mücadele dendiğinde, geride bıraktığımız yüzyılda uluslararası komünist hareket, hep kapitalizme karşı mücadelenin yani burjuva iktidarlara karşı mücadelenin dışında, daha genel bir başlık olarak algıladı emperyalizme karşı mücadeleyi. Bunun haklı nedenleri olabilir. 20. yüzyılda zaman zaman emperyalizme karşı mücadeleyle kapitalizme karşı mücadelenin konusu birbirinden farklılaşmış olabilir. Ancak bugün bunları tartışırken bütün coğrafyalarda şunu bilmemiz gerekiyor: Kapitalizme karşı mücadeleyle emperyalizme karşı mücadele birbiriyle fazlasıyla çakışmaya başladı. Şimdi biz eskiden şunu söylerdik: Emperyalizme karşı sağlıklı bir mücadele verebilmek için, kapitalizme karşı mücadele vermek gerekir. Yani anti-kapitalist bir perspektifle bakmak gerekir. Sanıyorum çağımızda, özellikle bugün bizim bölgemizde, biraz tersine çevirmemiz gerekecek: Kapitalizme, burjuva iktidarlara karşı sosyalizm ve demokrasi için verilecek olan mücadele emperyalizme karşı açık, kararlı, ilkeli bir mücadele olmaksızın mümkün değil. Şimdi bu vurguyu yapma nedenim şudur: Bölgemizde şu tartışılmaktadır; “tamam, emperyalizme karşı mücadele önemli, ama bölgemizdeki gerici iktidarlara karşı -bu İran için söz konusu olabilir, zamanında Ortadoğu’daki başka iktidarlar için geçerli olabilir ve bazı açılardan Irak için de geçerli olabilir- mücadele ne olacak?” Emperyalizme karşı mücadele edeceğiz diye örneğin İran’daki molla rejimine karşı mücadelemizi erteleyecek miyiz? Bu mücadeleden vaz mı geçeceğiz? İlk soru bu. Dolayısıyla şu anda demin sözünü ettiğim ilişkiyi tersine çevirmenin tam zamanıdır. İran’da molla rejimine karşı mücadele etme hakkı ve yükümlülüğü bütün komünistlerin üzerindedir. Dünyada hiçbir gelişme bir komünist partisinin ya da bir devrimci gücün kendi gerici iktidarına karşı, kendi sömürücü sınıfına karşı mücadelesini ertelettiremez. Bu mücadele ertelenemez. Her komünist partisinin bu mücadeleyi sürdürme hakkı vardır. Ama bugün özellikle altını çizmek gerekiyor ki, bu mücadele en fazla emperyalizme karşı mücadele verilerek gerçekleştirilebilir. İran’daki ya da bir başka ülkedeki gerici bir iktidara karşı mücadelenin ön koşulu emperyalizme karşı tavır almaktır. Biz Irak Komünist Partisi’nin tarihsel hatasının bu gerçeği görmemek olduğunu düşünüyoruz. Saddam rejimiyle hangi sorunu olursa olsun, Saddam rejimine karşı mücadele hakkını elinde tutsa bile, komünistler emperyalizme karşı mücadeleyi asla ve asla geriye itme hakkına sahip değillerdi. Bunu yaptıkları için çok ağır bir sorumlulukla karşı karşıyalar. Irak sadece bir örnek. Bu bütün ülkeler için geçerli, bizim ülkemiz için de geçerli. Türkiye Komünist Partisi emperyalizme karşı mücadeleyi gündeminin birinci maddesi yapmış durumda. Ama bu bugünkü Türkiye’deki gerici sermaye iktidarına karşı mücadeleden vazgeçtiğimiz anlamına gelmiyor; ya da Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sahipleri olan birtakım kurumları destekleyeceğimiz, -Türk ordusu da dahil olmak üzere- anlamına gelmiyor. TKP bugünkü sistemi değiştirmek için de emperyalizme karşı mücadelenin son derece önemli olduğunu

75


Doğu Sorunu Konferansı’ndan

düşünüyor. Değerli dostlar, benzer bir sorun İslamcı hareketlerle ilgili olarak da karşımıza çıkmaktadır. Bugün “Doğu Sorunu” diye tartıştığımız meselenin önemli bir parçası bölgemizde giderek daha büyük bir etkiye sahip olan değişik türlerdeki İslamcı hareketlerle komünistlerin, devrimcilerin ilişkisidir. Bu önemli bir sorundur. Komünistlerden, hiç kimse hiçbir nedenle kendi aydınlanmacı kimliklerinden vazgeçmesini talep edemez. Bizim din karşısındaki tutumumuz devresel kimi karakterler kazanabilir ama ilkesel bazı özelliklere sahiptir. Biz insanların inancına karışmayız ama kendi değerlendirmelerimizden asla vazgeçmeyiz. Bizim bir aydınlanmacı geleneğimiz var… Peki o zaman bugün şu veya bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri’ne, İsrail’e ya da genel olarak emperyalizme karşı mücadelede rol üstlenen İslamcı hareketlerle ilişkimiz ne olacak? Arkadaşlar, dostlar, bu soru eksik bir sorudur. Önce şu soruya yanıt vermemiz gerekiyor. İsrail, ABD ya da bir bütün olarak emperyalizme karşı mücadelede komünistler yükümlülüklerini ne kadar yerine getiriyorlar? Biz bu mücadeleyi İslamcılara nasıl yaklaşacağız diye değerlendiremeyiz. Bu ayrı bir konudur. İlk önce biz anti-emperyalist mücadelede yükümlülüklerimizi yerine getireceğiz, öncülüğü ele geçirmeye çalışacağız, ondan sonra ilişkilerimizi tarif edeceğiz. Evet Ortadoğu’da bugün bir çok noktada, bölgemizde İslamcı hareketler Amerika Birleşik Devletleri, İsrail ya da genel olarak emperyalizme karşı mücadelede öne çıkmış durumdalar. Biz bunu yok sayamayız. Bu anlamda ilişkilerimizi elbette gözden geçirmek zorundayız; eğer ortada gerçek bir mücadele varsa. Ama İslamcılar damga vuruyorlar diye, İslami hareketler damga vuruyorlar diye eğer biz kendi anti-emperyalist mücadelemizi geriye çekersek, bundan vazgeçme eğilimleri içine girersek çok büyük bir hata yaparız ve sanıyorum herkes, bu konferansta yer alan değerli arkadaşlarımız, yoldaşlarımız, bütün konuklarımız şu saptamada benimle aynı fikirdedirler: Bugün İslamcı hareketlerin bölgede ağırlık kazanmasının temel nedenlerinden bir tanesi solun, devrimcilerin, komünistlerin bıraktıkları boşluklardır. Dolayısıyla biz, ortada gerçek bir mücadele varsa İslamcı hareketlerle yan yana düşmekten korkmayız, ama asla ve asla kendi kimliğimizi, bağımsızlığımızı, komünist, devrimci karakterimizi İslamcı hareketlerle işbirliği adına kaybetmeyi göze almayız. Bu her ülkenin koşullarında sağlıklı bir şekilde değerlendirilebilecek bir konudur. Türkiye için de geçerlidir bu konu, başka ülkeler için, Lübnan için, Irak için de. Ama ben Türkiye için bir şeyi hatırlatmak istiyorum. Türkiye’de İslamcı hareket her zaman ABD ve Almanya tarafından denetlenmiş ve finanse edilmiş bir harekettir. Dolayısıyla bizim cephemizde bizim ülkemizde, ABD ve emperyalizme karşı mücadelede İslamcılarla işbirliği yapıp yapmamak gibi bir gündemimiz yok. Bizim ülkemizde ağırlıklı olarak Müslüman olan bir toplumu, inançlı bir toplumu anti-emperyalist mücadeleye örgütlemek gibi bir gündemimiz var. Yoksa Türkiye Komünist Partisi oturmuş, şu İslamcı hareketle işbirliğine girelim mi girmeyelim mi diye bir tartışma yürütmüyor. Çünkü Türkiye’de emperyalizme karşı mücadele eden tek bir İslamcı hareket bile yok. Ortada bir demagoji var. Biz bu demagojiyi ortadan kaldırmak, bu demagojinin etkisini tasfiye etmek için uğraşıyoruz...

76


GELENEK 94 Son olarak, ulusların kaderlerini tayin hakkı. Değerli dostlar, Doğu Sorunu dediğimizde bizim açımızdan ve belki de bölge açısından en önemli başlıklardan biri Kürt meselesidir. Türkiye Komünist Partisi’nin Kürt meselesine yaklaşımı emperyalizme karşı mücadeleyi ve sosyalizm mücadelesini eksen almaktadır. Başka hiçbir şey, hiçbir gerekçe, hiçbir ilke TKP’nin Kürt sorununda emperyalizme karşı mücadele ve sosyalizm için verdiğimiz mücadelenin önüne duvar öremez, onu örtemez, önüne engel çıkartamaz. Kürt meselesi Türkiye’nin sosyalist devrim meselesidir. Türkiye’de kaç Kürt insanının, Kürt kökenli insanımızın yaşadığı çok tartışmalıdır. Ama biliyoruz ki, Türkiye Kürt nüfusunun en kalabalık olduğu ülkedir. Biz Türkiye’de gerici iktidara karşı, sermaye düzenine karşı mücadele ederken bu kuvveti yok sayamayız. Kürtler Türkiye sosyalist devriminin, bu coğrafyanın sosyalist devriminin asli unsurudur, gelecekteki sosyalist cumhuriyetimizin de asli unsuru olmak durumundadır. Kürtleri Türklerden ayırın, Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyalizm adına pek şansı kalmayacaktır, daha da gericileşecektir. Kürtleri Türklerden ayırın, Kürtlerin ABD’nin bir eyaleti olmaktan başka şansı yoktur. Bu gerçekler ışığında hareket ettiğimizde Türk ve Kürtlerin ortak anti-emperyalist bir mücadele vermesi dışında bir çözüm göremiyoruz. Eğer bunu göremiyorsak, ulusların kaderlerini tayin hakkı başlığında yeni şeyler söylememiz gerektiğini de görmüş oluyoruz. Sevgili dostlar, ulusların kaderlerini tayin hakkı Marksist bir ilke değildir. 20. yüzyılda ortaya çıkmış bir ilkedir. 20. yüzyılda bu ilke büyük ihtilalci Lenin tarafından gündeme getirildiğinde, ileri sürüldüğünde dünyada emperyalizme karşı halkların kurtuluş savaşları söz konusuydu. Dolayısıyla ulusların kaderlerini tayin hakkı aynı zamanda dünyadaki sömürgeci sistemin dağılması, sömürgeciliğe karşı halkların uyanışı anlamına geliyordu. Ama biliyorsunuz ki, geride bıraktığımız yüzyılda ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesini emperyalistler de kullanmaya çalıştılar. Ne zaman ki biz büyük referans noktamızı yitirdik, Ekim devriminin kazanımlarını yitirdik, Sovyetler Birliği’ni yitirdik, o günden itibaren emperyalistlerin ulusların kaderlerini tayin hakkı konusundaki ağırlığı arttı. İşte Yugoslavya, işte eski Sovyet Cumhuriyetleri ve işte Irak. Ulusların kaderlerini tayin hakkı adına yürütülen emperyalist propagandanın ürünü ortadadır. Biz buna direnmek zorundayız. Bu ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesinin üzerini çizmek anlamına gelmiyor. Bu bir başka ilkeyi ulusların kaderlerini tayin hakkının üzerine çıkartmak anlamına geliyor. O da şu: emperyalizme karşı mücadele etmeden hiçbir halk özgür olamaz. Irak’ta bugün Kürtler istedikleri kadar çaba göstersinler, bugün Irak’ta ortaya çıkacak Kürt devleti Amerika Birleşik Devletleri’nin basit bir eyaleti olacaktır. Biz böyle bir ulusların kaderlerini tayin hakkı uygulamasını reddediyoruz. Yugoslavya için de reddettik, reddetmeye devam edeceğiz. Buradan herhangi bir şekilde halklarımıza ne kardeşlik, ne refah, ne de eşitlik gelir. Peki arkadaşlar, nasıl becereceğiz bunu? Başta söylediğim, bölgemizdeki halkları birleştirecek olan biricik unsurun emperyalizme karşı mücadele olduğunu bilerek. Ondan sonra biz karar veririz nasıl devletler kuracağımıza, nasıl kardeşçe yan yana yaşayacağımıza. Ama önce emperyalizme karşı mücadelede birleşmek zorundayız. Arkadaşlar, burada Filistin halkının yiğit temsilcileri aramızda. Ortadoğu’da İs77


Doğu Sorunu Konferansı’ndan

rail saldırılarına karşı direnen Lübnan halkının temsilcileri burada. Her an emperyalist bir saldırıya uğrayabilecek, buna karşı kendi ülkesini savunmak için mücadele eden, emperyalizme karşı duran Suriyeli komünist arkadaşlarımız, dostlarımız burada. Burada Ortadoğu’nun genişletilmiş versiyonunda yer alan, ABD projelerine dahil edilmiş olan Cezayir’den arkadaşlarımız var. Dolayısıyla bugün buradaki tartışmalar diğer konuk dostlarımızla beraber hayatın içerisinden gelen, mücadelenin içinden gelen insanlar, temsilciler tarafından yürütülecek. Ben bugün birkaçına değindiğim kimi sorunların burada etraflı bir biçimde, verimli bir biçimde değerlendirileceğini düşünüyorum. Yarınki kongremizde de bu sorunların Türkiyeli cephesini tartışan delege yoldaşlarımızı dinleme fırsatı bulacaksınız. Ben tekrar bizi Kongremizde yalnız bırakmayan bütün kardeş ve dost partilerimizin yöneticilerine, temsilcilerine teşekkür etmek istiyorum, hoş geldiniz diyorum...

Emperyalist Stratejinin Dünyadaki Önemi ve Ortadoğu Halklarının Mücadelesi David Pestieau* Belçika Emek Partisi adına, Türkiye Komünist Partisi temsilcilerine partinin 8. Kongresine davet ettikleri için en içten duygularımla teşekkür etmek istiyorum. 1989-1991 karşı devrimlerinin dünyadaki güç dengelerini değiştirmesinin üzerinden 15 yıl geçti. O dönemde, bazı burjuva tarihçileri “tarihin sonu”nu ilan etmişti. Bugün emperyalizmin eski zafer söyleminden geriye pek fazla bir şey kalmamış durumda. Sosyalizmi ve komünist hareketi tamamen tasfiye etme planlarında başarısızlığa uğradı. Ekonomik üstünlüğü azaldı. Tüm dünya üzerinde mutlak askeri egemenliğini kurmayı başaramadı. Tersine ulusal bağımsızlığı ve sosyalizmi amaç edinen devrimci hareket için nesnel perspektifler daha da netleşti. Ortadoğu’da halkların mücadelesinin bu değişime önemli katkıları oldu. 1. ABD emperyalizminin küçük Üçüncü Dünya ülkelerine, önce Afganistan sonra Irak’a karşı büyük savaşlar açmak amacıyla kullandığı 11 Eylül saldırılarının üzerinden beş buçuk yıl geçti. Bush’un Irak’taki savaşın sona erdiğini ilan etmesinin üzerinden neredeyse 4 yıl geçti. Bugün ABD emperyalizmi Irak ve Afganistan’da büyük bir yenilgiyle karşı karşıya. 2001 yılında Bush hükümeti, emperyalizmden bağımsız olmaya çalışan ya da bağımsızlıklarını korumaya çalışan halklara ve ülkelere karşı emperyalizmin küresel savaşını çarpıcı bir biçimde artırdı. ABD yaşadığı derin ticari açığını,

*

Belçika Emek Partisi Siyasi Büro üyesi, haftalık Solidaire dergisinin yayın yönetmeni. 78


GELENEK 94 uluslararası süper güç konumundan faydalanarak yıllık yabancı sermaye akışıyla telafi etmeye çalışıyor. (2005 yılında bu rakam, 700-800 milyar dolar olarak tahmin edilmektedir, başka bir ifadeyle ülkenin GSYİH’sının yüzde 6’sından daha büyük bir rakam.1) Ancak, ABD emperyalizmi, dünyanın en güçlü ekonomisi olma konumunu korumak için: - dünyadaki petrol rezervlerini özellikle Ortadoğu’dakileri (dünya petrol rezervinin üçte ikisi) kontrol eden tekel olmak için savaşıyor. Bunun için emperyalist Avrupa Birliği’ni ve diğer büyük güçleri de karşısına aldı. - Üçüncü Dünya ülkelerinin özellikle Çin Halk Cumhuriyeti’nin ekonomik gelişmesine (2015 yılında ABD ile aynı GSYİH rakamlarına ulaşabilir) karşı savaşıyor. 2. ABD, bu hedeflerine ulaşmak için giderek büyüyen bir askeri bütçeye dayanıyor (500 milyar dolardan daha fazla). ABD’nin bugünkü askeri bütçesi dünyadaki diğer ülkelerin askeri bütçelerinin toplamından daha fazla. Dünyanın toplam askeri bütçesinin dörtte üçünden fazlası Washington ve NATO müttefiklerine 2 ait. ABD emperyalizmi ulusalcı hükümetleri ve kurtuluş hareketlerini ezmek zorunda. Dünyada yeni ABD üsleri kurarak askeri hakimiyetini yaygınlaştırmak zorunda. 3. 2001 yılından bu yana, emperyalistlerin egemenliğini sarsan iki olay yaşadık: - Pek çok üçüncü dünya ülkesinin yaşadığı ekonomik büyüme ve GüneyGüney işbirliğinin gelişmesi - ABD-İngiltere işgaline karşı Irak direnişi, Afgan halkının direnişi ve Lübnan ve Filistin halklarının Siyonizme karşı direnişleri. Bu iki durum arasında belli bir bağ bulunmaktadır. Latin Amerika’yı ele alalım. Bu yüzyılın başlarında Washington kıtaya egemen olmak için ALCA’yı dayatmayı denedi. Ancak şimdiye kadar, ABD’nin girişimleri küresel anlamda sonuçsuz kalmıştır. Venezuela, Küba, Nikaragua ve Bolivya buna ALBA ile karşılık verdi. Diğer ülkeler de bunları izlemekte ısrarlı. Antiemperyalist akım giderek öne çıkıyor. ABD emperyalizmi, pek çok yol kullanarak Latin Amerika’ya müdahale etmeye çalışmakta ancak, istediği ölçüde başarılı olamamaktadır. Bunun en temel nedeni Ortadoğu’dur. Venezuela Devlet Başkanı Chavez ve Küba Devlet Başkanı Fidel Castro, birçok kez Irak direnişinin önemini vurgulamış, ayrıca Latin AmeriCouncil of Economic Advisers (2006), The Annual Report, in Economic Report of the President (Ekonomi Danışmanları Konseyi Yıllık raporu, Başkanlık Ekonomi Raporu içinde), Washington, Şubat 2006, s.125. 2 “Bush pushes to increase defence spending. Jump of 7% would top rest of world’s military budgets” (Bush savunma harcamalarını arttırıyor. Yüzde yedilik sıçrama ile dünya askeri bütçesinin geri kalanı aşılacaktır) Eric Rosenberg, San Francisco Chronicle, 12/02/2006, s.7, http://www.sfgate.com/cgi-bin/article.cgi?f=/c/a/2006/02/12/MNG41H78RK1.DTL 1

79


Doğu Sorunu Konferansı’ndan

ka`da büyüyen anti-emperyalist gelişime de dikkat çekmişlerdir. Dış İlişkiler Konseyi Başkanı Richard Haas Bush yönetiminin ilk dönemde olduğu kadar manevra yeteneği kalmadığını doğrulamıştır: “Irak savaşı dünyanın geri kalan yerlerindeki fırsatları etkilemiştir. Bu nesnel bir gerçekliktir. Amerikan dış politikası zeminini yitirmiştir.” Petrol meselesini ele alalım. Üçüncü Dünya ülkelerinin dünya ekonomisindeki yerinin önemi, petrol rezervleri ve hızla azalan diğer doğal kaynak rezervleri açısından giderek artmaktadır. Dünya petrol rezervlerinin yaklaşık 1200 milyar varil olduğu söylenmektedir. Kimi uzmanlara göre petrol kıtlığının ilk ciddi etkileri 2040 yılında hissedilecektir. Ancak başka araştırmalar 2018 yılından itibaren üretimin talebi karşılamayacağını belirtmektedir.3 Irak’taki güçlü direniş, diğer “petrol ülkeleri”ne ABD’nin karşısına çıkmak için fırsatlar sunmuştur; örneğin OPEC’te İran ve Venezuela (dünyanın 4. ve 5. üreticileri) arasında işbirliği artmaktadır. Direniş, Suudi Arabistan gibi ABD ekonomisinin direkleri konumunda bulunan, emperyalizm yanlısı petrol ülkelerinde de çelişkileri körüklemektedir. 4. Irak, özgür olmak isteyen 25 milyonluk bir halkın dünyanın en saldırgan gücünü yenebileceğini göstermiştir. Lübnan da Siyonist devletin yenilebileceğini kanıtlamıştır. Bush ve Bağdat’taki kukla hükümet, “teröristler”i katliamla suçlayarak kendi kirli savaşlarını haklı bir zemine oturtmaya çalışıyorlar. Ancak her zaman “unuttukları” bir şey var ki, ABD ve Bağdat Üniversitesi’nden uzmanların tespitlerine göre Mart 2003-Haziran 2006 arasında ABD’nin saldırgan savaşı nedeniyle 4 yaklaşık 655 bin Iraklı sivil hayatını kaybetmiştir. Bahsetmeyi unuttukları başka şeyler de var: ABD Savunma Bakanlığı’nın İstihbarat Birimi DIA, 3 Ağustos 2006 tarihli raporunda bu yalanları boşa çıkardı: “2006 yılının Haziran ayında düzenlenen bombalı saldırıların yüzde 70’i Amerikan askeri gücüne karşı yapıldı. Yüzde 20’si Irak güvenlik güçlerini vurdu. Ve patlamaların yüzde 10’u sivilleri vurdu”. Direniş ise sivilleri hedef alan patlamalarla ilgili olarak hiçbir şekilde sorumlu olmadığını açıklıyor. Savunma Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili, New York Times’a şöyle konuşuyor: “İsyan halktan daha fazla destek almaktadır ve daha fazla insanı harekete geçirme yeteneği olduğu görülmektedir.” 5 Pentagon’un son raporu Irak’ta 2006 Ağustos-Kasım ayları döneminde haftada (yüzde 70’i ABD ve koalisyon güçlerine karşı) ortalama 959 saldırı yaşandı-

Resource Depletion: Modelling and forecasting oil production (Kaynakların Tükenmesi: Petrol üretiminin modellenmesi ve tahmin edilmesi) - Michael Smith, Oil Depletion Analysis Centre, http://www.odac-info.org/ 4 Tıp Dergisi The Lancet`e göre (AFP, 11 Ekim 2006). 5 NYT, 17/08/2006, “Bombs Aimed at G.I.s in Iraq Are Increasing”, Michael R. Gordon, Mark Mazzetti ve Thom Shanker, http://travel2.nytimes.com/2006/08/17/world/middleeast/17military.html 3

80


GELENEK 94 ğını kaydediyor.: Bu rakam, 2004 Nisan-Temmuz döneminden 2,5 kat fazladır. 6 Şu ana kadar 3 binden fazla ABD askeri yaşamını yitirdi. Yaklaşık 45 bin ABD askeri de ciddi bir biçimde yaralandı. Yenilgi hayaleti süper güç ABD’yi usandırdı. 2006 Temmuz-Ağustos döneminde İsrail’in Lübnan’a karşı başlattığı savaş bütünüyle başarısızlıkla sonuçlandı. Lübnan Komünist Partisi’nin de aralarında bulunduğu direniş güçlerinin elde ettiği zafer, bu saldırıya uzun bir zamandır hazırlanan Washington ve Tel Aviv açısından ciddi bir yenilgi oldu. Direniş, saldırı öncesi döneme göre güçlenirken, Suriye’yi istikrarsızlaştırmak için Lübnan’ı kullanmak isteyen emperyalizm yanlısı güçler zayıfladı. 5. Ancak emperyalizm, özellikle Ortadoğu’da, ne pahasına olursa olsun, dünyaya hakim olma hırsını terk etmeyecektir. Bush’un iki hafta önce, Irak’a 21 bin 500 asker daha göndereceğini kamuoyuna duyurması ABD’nin saldırganlığı artırmak konusunda kararlı olduğunu göstermektedir. Bush’un planladığı büyük asker “dalga”sının arkasındaki itici güç ABD’nin petrol çıkarlarını koruma ihtiyacıdır. Bush yönetiminin politikası, ekonomik krizle ve ABD emperyalizminin 1992 yılında Wolfowitz, Rumsfeld ve Cheney’in ön ayak olduğu sağcı PNAC grubu tarafından kamuoyuna duyurulan uzun dönem stratejisiyle ilişkilidir. Bizler nasıl hayatta kalabilmek için suya, gıdaya ihtiyaç duyuyorsak ABD emperyalizminin de ayakta kalabilmesi için petrol kaynaklarını kontrol etmesi gerekiyor. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, 1999’da şu soruyu sordu: Dünyanın bitmek bilmez ihtiyacını gidermek için “petrol nereden gelecek?” Ardından cevabını yine kendi verdi: “Dünya petrolünün üçte ikisini barındıran ve maliyetlerin en düşük olduğu Ortadoğu’dan.” Ve sonra şöyle devam etti: “Ortadoğu petrolünü kontrol eden ülke küresel ekonomi üzerinde de mutlak egemenlik kurabilir.” ABD emperyalizminin “küresel ekonomi üzerinde mutlak egemenlik kurabilmek” için (diğer emperyalist güçlere ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı) ödemeye hazır olduğu bedel çok yüksektir. Başka bir ifadeyle, bu bedel yüz binlerce Iraklı ve binlerce ABD gencinin yaşamıdır. Bu bedel İran ve Suriye’ye savaş açmaya kadar gidebilir. ABD emperyalizmi son birkaç haftadır özellikle İran’a dönük provokasyonlara başlamış durumda. Bu, Türkiye dahil olmak üzere komşu ülkeleri de kapsayan daha geniş çaplı bir savaşa yol açabilir. Göze alınan bedel, (Avrupa da dahil) tüm dünyayı etkileyecek, milyonların geleceğini karartabilecek ve dünyanın ezilen kesimlerinde yaşayan milyonların zaten zor olan yaşam koşullarını daha da ağırlaştırabilecek bir ekonomik kriz bile olabilir. 6. Emperyalizme ve tekelci güçlere karşı başarılı bir mücadeleye duyulan ihti-

6

De Standaard, 20 Aralık 2006 81


Doğu Sorunu Konferansı’ndan

yaç ve bu mücadelenin olanakları büyümektedir. Ortadoğu bu noktada temel bir rol oynamaktadır. Temel olarak iki görevimiz var. Öncelikle, emperyalizme karşı tüm dünyada birleşik cepheyi güçlendirmek. Birincisi, öncelikle Ortadoğu’da emperyalizme karşı çıkmak için Irak direnişine, Filistin ve Lübnan direnişine destek vermek bizim için her zamankinden daha önemlidir. İran ve Suriye’ye karşı açılabilecek yeni bir savaşa karşı kitlelerin harekete geçmesi de bir o kadar önemlidir. 18 Mart’ta ABD’de ve NATO ile emperyalist Avrupa Birliği’nin merkezi Brüksel de dahil olmak üzere tüm Avrupa’da gösteriler olacaktır. İkincisi, Güneyde çeşitli biçimler altında gelişen bir işbirliği eğilimi vardır ve desteklenmesi gerekmektedir. Son olarak Havana’da toplanan ve 118 ülkeyi bir araya getiren Bağlantısızlar Hareketi Zirvesi gerçekten başarılı olmuştur. Çin, Şanghay İşbirliği Örgütü’nü Asya, Afrika ve Latin Amerika’dan birçok ülkeyle işbirliği anlaşmaları yaparak güçlendirmiş ve genişletmiştir. Ne mutlu ki bu tip girişimler giderek artıyor. Bu girişimler, bağımsızlığını ve halklarının kendi geleceklerine karar verme hakkını korumayı hedefleyen ülkelerin birleşmesinde ilerleme kaydedildiğini göstermektedir. Bu birlik, ABD’nin egemenlik planlarına ve diğer emperyalist güçlerin projelerine ciddi bir engel teşkil etmektedir. Bizler, Avrupa’da, Kuzey Amerika’da ve dünyanın geri kalan kısmında barışı ve demokrasiyi savunmak için, Dünya Barış Konseyi’nin geliştirilmesine önem vererek anti-emperyalist çabalarımızı yoğunlaştırmalıyız. Öte yandan, gerçekten devrimci, bilimsel sosyalizmi temel alan, enternasyonalist ve geniş kitlelerle sağlam bağlara sahip komünist partilerin eksikliği durumunda halkların mücadelelerinin uzun soluklu başarısının güvencesi yoktur. Sadece emperyalizmi geçici olarak yenilgiye uğratmak için değil, savaşları ve sömürüyü bertaraf edecek yeni tipte bir toplum olarak sosyalizmi yaratmak için de buna ihtiyacımız var. Kendi partim adına konuşursam, komünist hareketimiz ilerleme kaydetmekle birlikte gerçek ihtiyaçların göre gerisinde kalıyoruz. Partilerimiz birbirinden ayrı durmaya devam ederek zayıflıklarını kolay kolay aşamayacaktır. Komünist partilerimiz arasında daha güçlü bir işbirliği ve koordinasyona ihtiyacımız var. Bu konferansı bu anlamda ilerleme sağlamak için bir fırsat sayıyorum. Çok teşekkürler. Yaşasın proletarya enternasyonalizmi.

82


Yirminci Yüzyılda Siyonizm, İsrail ve Doğu Birliği Galip Munzam Öyleyse Yaz ilk sayfanın en üstüne İnsanlardan nefret etmiyorum Haddimi aşmadığım gibi Ama gaspçının gözleri Dikilirse benim ekmeğime Kork... Kork... Açlığımdan ve öfkemden Mahmut Derviş, Kimlik Kartı Yahudiler, emekçi halkın düşmanı değildir. İşçilerin düşmanı tüm ülkelerin kapitalistleridir. Yahudiler arasında emekçiler mevcuttur ve bunlar çoğunluğu oluştururlar. Onlar tıpkı bizim gibi sermaye tarafından ezilen bizim kardeşimizdir; onlar bizim sosyalizm için birlikte mücadele ettiğimiz yoldaşlarımızdır. Yahudiler arasında, tıpkı Ruslar ve tüm milletlerden insanlar arasında olduğu gibi, kulaklar, sömürücüler ve sermayedarlar vardır. Sermayedarlar, farklı inançlardan, farklı milletlerden ve farklı ırklardan işçiler arasına nefret tohumları ekmek ve işçiler arasında fesat çıkarmak için çabalar. [...] Zengin Yahudiler, aynen zengin Ruslar ve tüm ülkelerin zenginleri gibi işçileri baskılamak, ezmek, soymak ve onların birliklerini bozmak için ittifak halindedirler. Lenin, Yahudi Karşıtı Pogromlar Üzerine, Mart 1919

83


Siyonizm, İsrail, Doğu Birliği

Hobsbawm Türkçe’ye Kısa Yirminci Yüzyıl üst başlığı ile çevrilen kitabına esas olarak dilimizdeki çevirisinde alt başlık olan Aşırılıklar Çağı adını uygun görmüş. Bu isme şaşırmamak gerekiyor. Hobsbawm’ın soyutlaması ile 1914’te başlayıp 1991’de biten bu kısa yüzyılın kısalığının yanı sıra bir diğer alamet-i farikası yoğunluğu. Bu yoğunluğun sonuçlarından biri, dönemin herhangi bir unsurunu yalıtarak incelemenin neredeyse olanaksız olması. Bunun iki temel sebebinden bahsedebiliriz. Bu durum ilk önce kapitalist sistemin söz konusu dönemde ulaşmış olduğu entegrasyon düzeyi ile ilgilidir. Ulaşılmış olan bu entegrasyon düzeyi, kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçişi anlamını taşımaktadır. Emperyalizm ise artık kapitalizmin rekabetçi yapısını bütünüyle terk ederek tekelci bir karaktere bürünmesi ve bu karakterin ülkeler sisteminde yepyeni bir ilişkiler ağını ortaya çıkarması anlamını taşımaktadır. İkinci sebep ise kapitalist sistemin işleyişini altüst eden önce bir sosyalist ülkenin ardından bir sosyalist sistemin ortaya çıkmış olmasıdır. Sosyalizmin ete kemiğe bürünmesi, kendisini büyük oranda ulusal sınırlar dahilinde hissettiren sınıflar mücadelesinin, uluslararası ilişkiler sahasında da esas belirleyen haline gelmesine neden olmuştur. Uluslararası ilişkiler sahasında ortaya çıkan yeni durumda Soğuk Savaş ile somutlanan bu çelişki, ulus-devlet sınırları dahilinde yürüyen sınıflar mücadelesinin dinamiklerini de doğrudan etkiler ve kimi zaman belirler bir düzeye ulaşmıştır. Durum böyle olunca yirminci yüzyıla ilişkin söz söylerken dikkate almamız gereken ve analizimizi üzerine inşa etmemiz gereken eksenleri şu şekilde ifade edebiliriz: Emperyalizm düzeyine ulaşmış kapitalist sistem ve kapitalist-emperyalist sistemin işleyiş mekanizmalarını dumura uğratan sosyalist sistemin varlığı. “Kısa yirminci yüzyıl”ı değerlendirirken bu iki unsurdan birinin üzerinden atladığınızda, ne kadar soldan vurmaya çalışırsanız çalışın tarihsel olarak düşeceğiniz yer kokuşmuş liberal cenah olacaktır. Sanıyoruz ki vereceğimiz örnek ne demeye çalıştığımızı açıklayacaktır. 1989’da ne oldu dersiniz? Bu soruya emperyalizmin varlığını, sınıflar mücadelesinin uluslararası ilişkiler arenasında almış olduğu biçimleri ve bunun hem sosyalist kuruluş sürecine hem de ulusal birimlerdeki yansımalarını ve tabii ki sosyalist sistemin iç dinamiklerini dikkate alacak bir yanıt Gelenek’in sayfalarında çok kereler verilmeye çalışıldı. Gelin 1989’da ne olduğunu çıkışları itibariyle kendilerini Marksizmin bir yorumu olarak sunup, entelektüel camiada bu kimlikle yer edindikten sonra adlı adınca anti-Marksist -ve Marksizmi liberalizmin bir varyantı sayacak kadar solcu(!)- dünya-sistemci ekolden dinleyelim: “Esaslı bir biçimde yeniden yapılandırılmış bir sivil toplum ile, komünist yönetimin kemikleşmiş kurumları arasındaki uçurum öylesine büyük bir hal almıştı ki, bu ikisini uyum içine sokma işine, Regis Debray’nin deyişiyle ‘çılgınca

84


GELENEK 94 bir enerji ile saldırmak gerekiyordu’. Ve 1968’de, Batı Avrupa’nın kurumsal çağdaşlaştırılmasında nasıl bir ‘çılgınlık rüzgarı’ görüldüyse, 1989’da da Doğu Avrupa’nın kurumsal çağdaşlaştırılmasında böyle bir ‘çılgınlık rüzgarı’ görülmekteydi.” 1

Debray, çılgınlık rüzgarı derken hadisenin esas belirleyeni olarak sunulan sivil toplum-devlet restleşmesinin üzerine sol bir sos dökülmeye çalışılıyor. Bugün artık ayan beyan biliniyor, sivil toplum-devlet dikotomisi egemen sınıfın “elveda proletarya” şiarını kodlamasından başka bir şey değildir. Çokça dem vurulan neoliberal saldırı programının en merkezi öğelerinden birisidir. Elbette bu kadar uzağa gitmeye gerek yok denebilir. Boyalı gazetelerin herhangi birinin köşelerinde belli periyotlarla yer bulan “Efendim; Almanya İkinci Dünya Savaşı’na girdi yerle bir oldu. Japonya iki tane atom bombası yedi. Biz, İkinci Dünya Savaşı’na girmememize rağmen...” ile başlayan özgünlük şampiyonu tezlerden tutun da Güney Kore’den “mucize” üreten “bilimsel” çalışmalara kadar pek çok alandan örnekler verilerek de bu zaafın altı çizilebilirdi elbette. Ancak bu faslı çok uzatmadan konumuza dönmemiz gerekiyor. Velhasıl yirminci yüzyılda Yahudiliğe ve İsrail’e bakarken de atlayamayacağımız noktalar yukarıda anmış olduğumuz iki unsurdur. Yazımızın Gelenek’in 92. sayısında yayımlanan ilk bölümünde İsrail devletine giden yolun emperyalist çıkarlar ile nasıl döşenmiş olduğuna değinmiş ve son söz olarak Theodore Herzl’in İsrail Devleti’ni tanımlarken kullanmış olduğu “Batı çıkarları için müdafaa duvarı” ifadesine yer vermiştik.2 Bu küçük metafor dahi bizim yukarıda anlatmış olduğumuz iki dinamiği iç içe barındırır niteliktedir. Herzl, İsrail’i reel sosyalizmin bölgede artan etkinliğine karşı emperyalist çıkarları koruyacak bir unsur olarak sunmakta ve bu şekilde “büyük devletler”i iknaya çalışmaktadır. Ancak aşırılıklar çağına daha yakından baktığımızda çizmeye çalıştığımız tablo ile pek de uyuşmayan bir gelişmenin var olduğu hemen göze çarpacaktır. Sovyetler Birliği, Birleşmiş Milletler’in bölünme planı tartışılırken İsrail Devleti’nin varlığından yana tavır almıştır. Yazımızda üzerine odaklanacağımız bir nokta, kayıtlara “pro-Siyonist” olarak geçen bu kısa süreli Sovyet politikası olacak. Bu başlığı ele alırken aynı zamanda İkinci Savaş önceG. Arrighi, T. Hopkins, I. Wallerstein, Sistem Karşıtı Hareketler (çev.: C. Kanat, B. Somay, S. Sökmen) İstanbul: Metis Yayınları, 1995, s. 125 2 Yazımızda teknik bir aksaklıktan dolayı yer veremediğimiz bir nokta da yok değildi. “! ‫”פרולטרים של כל הארצות התאחדו‬ Yani yazıya giriş notu yaptığımız İbranice ifade düşmüştü. Geriye ise yazarın köylü kurnazlığı zannedilebilecek “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin! - İbranice” ifadesi kalmıştı. Tüm okuyucularımızdan şansımızı zorlamayıp Türkçe özür diliyoruz. 1

85


Siyonizm, İsrail, Doğu Birliği

sinde artan Nazi baskısı ve zulmüne karşı Yahudiler ve sosyalist ideoloji arasında kısalan mesafeye de dikkat çekmeye çalışacağız. Yazımızda üzerine odaklanmayı hedeflediğimiz bir diğer nokta ise 1947’den yirminci yüzyılın sonuna değin İsrail’in bölgedeki varlığının bölgeye olan siyasi ve özellikle iktisadi etkisi olacak. Bolşevikler ve Yahudi Sorunu / Sovyetler Birliği ve İsrail: Teori ile “Reel Politika” arasında Sovyetler Birliği ve İsrail ilişkisini anlayabilmek için bu ilişkiyi tarif etmemize yarayacak iki ana düzlem tanımlamak gerekiyor. Bunlardan ilki Bolşeviklerin ve Sovyetler Birliği’nin “Yahudi sorunu”na ve Siyonizme bakışıdır. Diğer düzlem de Sovyetler Birliği’nin ve Komünist Enternasyonal’in Ortadoğu’ya yönelik geliştirdiği siyasi açılımlardır. Sanıyoruz ki bu iki düzlemi bir arada ele alarak 1947’de Sovyet Dışişleri Bakanı Andrei Gromiko’nun şu sözlerini açıklığa kavuşturabiliriz: “Hiçbir Batı Avrupalı devletin Yahudi halkının temel haklarının korunmasını sağlayamamış olması ve onu faşist cellatların vahşetine karşı muhafaza edememiş olması, Yahudilerin kendi devletlerini kurma isteklerini açıklamaktadır. Bunu dikkate almamak hem bir adaletsizlik olacak hem de Yahudi halkının bu isteğini gerçekleştirmesi hakkının inkarı anlamına gelecektir. Yahudi halkının, özellikle İkinci Dünya Savaşı esnasında maruz kaldıkları düşünüldüğünde, bu hakkın inkarının savunulabilir yanı yoktur.” 3

O halde Bolşeviklerin “Yahudi sorunu”na bakışları ile başlayabiliriz. Başta Lenin olmak üzere Bolşevikler, kuramsal olarak özerk bir “Yahudi sorunu”nun varlığını reddetmişlerdir. Bu nedenle “Yahudi sorunu” Bolşevik literatürde “ulusal sorun”un özgül bir yansıması olarak görünmektedir. Ancak, bir ulusal sorun başlığı olarak “Yahudi sorunu”, Rusya’da kendisini oldukça kuvvetli biçimde hissettirmektedir. “Yahudi sorunu” kendisini o denli kuvvetli hissettirmektedir ki kimi araştırmacılar Siyonizmin doğuşunu Herzl’in Judenstaat’ından (1896) önceye alıp, coğrafi olarak da Rusya’ya yerleştirmektedir. Ülkede Yahudilere karşı uygulanan tüm baskı ve pogromlara karşı Hovevei Zion (Siyon Sevdalıları) isimli örgütün Rusya kolunun 1890 yılında “Suriye ve İsrail Ülkesi’ndeki (Erez-İsrail) Yahudi Çiftçi ve Zanaatkarlara Destek Topluluğu” adıyla resmileştiği ve Basel’de toplanan Birinci Siyonist Kongresi’nden önce Rusya’da bu örgütün ilk MidEast Web Historical Documents, http://www.mideastweb.org/gromyko1947.htm (İndirilme tarihi: 12.11.2006) Konuşmanın tam metninin İngilizce çevirisi bu sayfada bulunmaktadır. 3

86


GELENEK 94

konferansını topladığı biliniyor.4 Kapitalizmin “ulusal sorun” meselesini demokratik yollarla çözme ehliyetini gelişiminin çok erken evrelerinde kaybettiği göz önüne alınarak bu meselenin yalnız devrimden önce değil, devrimden sonra da varlığını hissettirdiğine ilişkin yapılan akıl yürütmeyi yalnız bizim örneğimizde değil, daha pek çok olayda tarih desteklemektedir. Bu nedenle, Bolşeviklerin devrim öncesinde ve devrim sonrasında teorik düzlemde otonom bir “Yahudi sorunu”nun varlığını reddetseler dahi, Yahudilere dönük olarak özel politika geliştirmiş olduklarını görebiliyoruz. Bolşeviklerin Yahudi politikası özellikle Lenin’in 1903 yılından itibaren Bund ile yapmış olduğu polemiklerin izi sürülerek anlaşılabilir. Bund’a karşı girişilen mücadeleden önce Lenin’in hangi soyut zemin üzerinde hareket ettiğini göstermeye çalışalım ve uluslar meselesine ilişkin Marksist-Leninist programın bazı temel kuramsal ve siyasi öğelerini belirlemeye çalışalım. Yukarıda değindiğimiz amaca yönelik olarak Lenin’in 1913 yılında kaleme aldığı “Ulusal Sorun Üzerine Eleştirel Düşünceler” metninin özel bir öneme sahip olduğuna inanıyoruz. Lenin bu metinde uluslar meselesine yaklaşımdaki yöntemsel dehasını ve bugüne ışık tutan yaklaşımını sergilemektedir. “Gelişen kapitalizm ulusal sorun konusunda iki tarihsel eğilime sahiptir. İlki, ulusal hayatın ve ulusal hareketlerin uyanışı, tüm ulusal baskılara karşı mücadele ve ulusal devletlerin ortaya çıkmasıdır. İkincisi, her biçimde uluslararası münasebetin gelişmesi ve büyümesi, ulusal engellerin yerle bir edilmesi, sermayenin, iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. uluslararası birliğinin yaratılmasıdır. Her iki eğilim de kapitalizmin evrensel yasalarıdır. İlki, gelişme döneminde baskınken; sonraki, sosyalist topluma dönüşmeye yüz tutmuş olgun kapitalizmde baskındır.” 5

Burada bir dipnot ile belirtmekte fayda var. Devrim-öncesi Rusyası’nda on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde kendisini bir şekilde Yahudi kimliği ile ifade eden, politik yelpazenin hemen her bölmesinde konumlanmış özneler mevcuttu. Bizim burada anmış olduğumuz Siyon Sevdalıları örgütü, Siyonist-sosyalizmin ilk temsilcisidir. Siyon Sevdalıları’nın önemli teorisyeni Nahman Syrkin, 1892 yılında Yahudi Sorunu ve Sosyalist Yahudi Devleti adlı kitabını yayımlamıştır. Bu devlet, Yahudi işçilerin vereceği sınıf mücadelesi sonucu vaat edilmiş topraklarda kurulacak sosyalist bir devlet olacaktır. Dolayısıyla örgütün programı acil bir Yahudi göçünü öngörmektedir. Bunun dışında en bilinen sosyalist Yahudi örgütler Lenin’in hem “örgüt teorisi” hem de “uluslar meselesi” başlığında sıkça polemiğe girdiği Bund (Yiddiş dilinde Birlik), Yahudi Sosyalist İşçi Partisi ve Siyonist-Sosyalist İşçi Partisi’dir. 5 V. I. Lenin, “Critical Remarks on the National Question”, Collected Works (4. İngilizce Baskı) c.20, Moskova: Progress Publishers, 1964, s. 27. 4

87


Siyonizm, İsrail, Doğu Birliği

Lenin, Marksistlerin ulusal programının her iki eğilimi de dikkate alması gerektiğinin altını çizmektedir. İlk eğilim Marksist programda ulusların ve dillerin eşitliğinde ifadesini bulmaktayken, ikinci eğilim her çeşidiyle burjuva milliyetçiliğine karşı mücadele ve işçi sınıfı enternasyonalizmi olarak tezahür etmektedir. Lenin’in bir diğer önemli çıkış noktası kapitalizmin bir eğilim olarak geniş, merkezileşmiş devletler olmadan işleyemeyeceği yönündedir. Bundan bir adım ötede, Lenin, işçi sınıfının da federasyon ve ademi-merkeziyetçi çözümlerden yana olamayacağını belirtmektedir: “İşçi sınıfı mümkün olan en geniş devletten yana tavır alacaktır.”6 Burada elbette “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” olarak kodlanan Leninist siyasete ilişkin söz söylemek gerekmektedir. Lenin’in pek çok defalar tekrarladığı gibi ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ayrılma ve bağımsız devlet kurma hakkının tanınması anlamına gelmektedir. Yine bu sayfalarda pek çok kereler yazıldığı üzere söz konusu hakkın pratikte işlerlik kazanması, Leninist program açısından hiç de kayıtsız şartsız değildir. Açık konuşmak gerekirse, kendi kaderini tayin hakkı, zaman ve mekan sınırından bağımsızlaşmış bir siyasi açılım olarak ele alınırsa karşımıza bu konuda “ilkesel” olarak oldukça cesur ve istekli bir Lenin çıkarken, işin “pratik” boyutunda oldukça gönülsüz ve “bin dereden su getiren” bir başka Lenin çıkacaktır. Burada esas belirleyen söz konusu siyasetin sosyalist mücadelenin ve sonrasında sosyalist kuruluşun çıkarlarıyla paralellik taşıyıp taşımadığıdır. Devrimci politikanın rehberi olarak Leninizm, ulusal meseleyi devrimin hizmetine koşmaya çalışmaktadır. Lenin ve onun sadık takipçileri olarak bizim için mesele bu denli yalındır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı bu şekilde anlaşılmadıkça, işçi sınıfının mümkün olan en geniş devletten yana nasıl tavır alacağının, siyasi ve toplumsal haklarını koruyarak azınlıkların “gönüllü asimilasyon”undan Lenin’in nasıl bahsettiğinin, devrimci önderin sık kullandığı tabirle amalgamlaşmanın nasıl olup da gerçekleşeceğinin anlaşılmasının olanağı yoktur. Lenin’in “Yahudi sorunu”na bakışı da Bund ile girişmiş olduğu mücadele de işte bu çerçevenin bir sonucudur. Bund (Litvanya, Polonya ve Rusya Yahudi İşçileri Genel Birliği), 1897 yılında kurulmuş ve 1898 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) kurulduktan sonra 1903 yılına değin RSDİP içinde “özerk” faaliyet göstermiştir. Lenin ve Bund’u karşı karşıya getiren ilk mesele Bund’un ulusal soruna yaklaşımı değil, ekonomist tarzıydı. Bund’un siyasi mücadelede benimsediği tarz Aleksandr Kremer’in 1895’te yazmış olduğu “Ajitasyon Üzerine” metnine dayanıyordu. Metnin özü kısaca soyut teorizasyonlardan ziyade, ekonomik mücadele içinde edinilen deneyimin

6

s. 45. 88


GELENEK 94

işçileri sınıf bilincine ulaştıracağı tezi ile özetlenebilir niteliktedir. Lenin’in elbette ekonomizme karşı yürütmüş olduğu amansız mücadeleden Bund’un su katılmamış ekonomizm yorumu da nasibini almıştır. Lenin’in RSDİP’in bir parçası olarak Bund’u ikinci kez karşıya alışı 1903 yılında Bund’un RSDİP’ten ayrılmasıyla beraberdir. 1901 yılında “ulusal-kültürel özerklik” talebini (Avusturya Marksistlerinin ve daha sonrasında Menşeviklerin de ulusal sorun başlığında getirdikleri çözüm bu taleptir) programının asli unsuru haline getiren Bund, bunun ertesinde RSDİP ile kurmuş oldu bağı federatif olarak tarif etmeye başlamıştır. 1903 yılında Lenin’in Bund’a karşı mücadeleyi sertleştirme kararı almasının ertesinde Bund’un Parti’den ayrılmasına müteakip iki yıl içinde üye sayısını 5 binden 30 bine çıkarması yatmaktadır. Bund’un örgütlenme ivmesinin artışı önemli bir tehlike işaretidir. Ancak tehlike “eyvah onlar örgütleniyor, biz örgütlenemiyoruz.” habisliği değildir. Lenin, 1903 yılında kaleme aldığı Yahudi Proletaryasının “Bağımsız bir Siyasal Partiye” İhtiyacı Var mı? makalesini şu cümlelerle noktalamaktadır: “ [...] Otokrasiye karşı mücadeleye dair başlıklarda, tüm Rusya’da burjuvaziye karşı mücadele ederken tek ve merkezi bir militan örgüt olarak hareket etmeli, tüm proletaryayı dil ya da milliyet farkı gözetmeden arkamıza almalıyız. Proletaryanın birliği ise teorik ve pratik, taktiksel ve örgütsel sorunlara sürekli birlikte mücadelesi ile perçinlenir. Her biri kendi yollarından ayrı yürüyecek örgütler kurmamalıyız, sayısız bağımsız örgütlere bölünerek saldırı gücümüzü zayıflatmamalıyız, uzaklaşmamalı ve yalnızlaşmamalıyız ve ondan sonra meşhur “federasyon” bandajları ile suni biçimde içimize sızan hastalığı tedavi etmeliyiz.” 7

Lenin başka siyasal ve örgütsel meselelerden dolayı pek çok yol arkadaşı ile yollarını ayırdığı ya da ayırmaya hazırlandığı bir dönemde, ulusal farklılıklardan dolayı işçi sınıfının birliğini bozacak bir ayrışmaya karşı çıktığını bu satırlarda açıkça dile getirmekte. Bund ise 1903’te Parti’den ayrılması ile birlikte bir daha geri dönülemeyecek kadar derinlikli bir karşı devrimci pozisyona sürüklenmiştir. Bund ile mücadele ve Bund’un Bolşevikler ile mücadelesi 1921 yılında örgütün devrimin zaferine ikna olarak V. I. Lenin, “Does the Jewish Proleriat Need an ‘Independent Political Party’?”, Collected Works (4. İngilizce Baskı) c.6, Moskova: Progress Publishers, 1964, s. 335-36. Lenin’in Yahudi işçilerin ayrı bir çatı altında örgütlenmesine karşı çıkmasının ardında yatan en önemli sebeplerden bir tanesi, Yahudilerin Rus sosyal demokrasisi için önemli bir “kadro” kaynağı olmasıdır. Eleştirel Düşünceler’de Lenin “Yahudilerin demokratik hareketler ve proletarya hareketi içindeki oranı, her yerde Yahudilerin toplam nüfusa oranlarından fazladır” demektedir. 7

89


Siyonizm, İsrail, Doğu Birliği

kendisini feshetmesine kadar devam etmiştir. Ulusal soruna ilişkin “birlikçi” bir bakış açısı geliştiren Lenin, ulusal sorunun varlığından faydalanarak işçi sınıfı saflarına sızmaya çalışan burjuva ideolojilerine sert biçimde karşı çıkmaktadır. Lenin, Siyonizmi bilimsel olarak temelsiz açık bir gericilik olarak adlandırmaktadır. Siyonizm ya da ona hizmet eden her akım, işçi sınıfının tarihsel çıkarları ile derinden çelişmektedir. Örneğin, Siyonistler tarafından da eleştirilen Bund’u federasyonu savunarak son kertede Siyonizme hizmet etmekle ve Yahudilere dönük pogromları kendi ayrılıkçı propagandasına meze yapmakla suçlamaktadır. Burada bir tesadüften bahsetmemek olmaz. 1910 Nisanında Lenin ile Haim Weizmann -İsrail’in ilk başbakanı olacaktır- Paris’te bir kafede karşılaşmıştır. Bu karşılaşmanın büyük tartışmalara sahne olduğu biliniyor. Lenin’in bu tartışmalarda kendi politik duruşunun antiSemitizm ile hiçbir ilgisinin olmadığını ve bilimsel bir temele yasladığını sabırla anlattığı kaydediliyor.8 Büyük Ekim Devrimi ertesinde izlenen somut politikalar da dönem dönem dalgalanmalar gösterse de bu hatta devam etmiştir. Hem Yahudilere olan saldırıları engellemek hem de “Yahudi sorunu”na kalıcı bir çözüm bulmak için 1926-1928 yılları arasında yoğun çabalar olduğu görülmektedir. Çözüm önerilerinden birisi olarak Sovyetler Birliği sınırları dahilinde bir Yahudi cumhuriyetinin ilanı özellikle Kalinin’in yoğun çalışması sonucu gündeme gelmiştir. Sovyet yönetimi söz konusu cumhuriyet için Mançurya yakınlarında bir Uzak Doğu bölgesini (Birobidzhan) göstermiştir. Birlik yönetimi, bu sayede bir yandan kendi iç sorununu çözerken diğer yandan yürürlükte olan ve nüfus kaybetmesine yol açan Filistin’e göçü temel alan Siyonist planların da üstesinden geleceğini düşünmüştür. Ancak bir süre sonra tarafların karşılıklı itirazları sonucu bu plan geçersizleşmiştir. Bu dönemde Yahudileri devrime kazanmaya çalışan Sovyetler Birliği, 1930’larla birlikte kendisini hem sınırları dahilinde hem de uluslararası anlamda sıkıştıran bu soruna siyasi bir çözüm bulmak ve yanı başındaki emperyalist varlığa karşı mücadele etmek için Ortadoğu’da inisiyatif almaya karar vermiştir. Kendi sınırları dahilinde ve Ortadoğu’da inisiyatif almaya karar veren Sovyet yönetimi; içeride Yahudi yurttaşlarını devrimci bir duruştan uzak tutan, Ortadoğu’da ise Britanya ile kol kola girmiş Siyonizme karşı güçlü bir kampanya başlatmıştır. 1931 yılında Komintern, Siyonizm hakkında ilk kez resmi bir belge yayınlamıştır. Bu belge, Filistin Komünist Partisi’nin (Kuruluş: 1919, Komintern’e kabul: 1923) merkezi yayını olan Ila el-Aman’da yayınlanmıştır. Komünist hareketin Siyonizm Arnold Kramer, The Forgotten Friendship-Israel and the Soviet Bloc, 1947–53, 1974: Illionis: Illionis Üniversitesi Yayınları, 1974, s. 6. 8

90


GELENEK 94

konusundaki resmi görüşü Filistin Komünist Partisi’nin yayın organında şu şekilde ifade edilmiştir: “Siyonizm, Doğu Avrupa’daki Yahudi ulusal azınlıkların maruz kaldığı zulmü emperyalist politikaların amaçları doğrultusunda bu politikaların bekası için kullanan Yahudi burjuvazisinin sömürücü ve baskıcı çabalarının ifadesidir. Bu amaca ulaşmak için Siyonizm manda ve Balfour Beyannamesi yoluyla İngiliz emperyalizmi ile ittifak kurmuştur. Karşılığında İngiliz emperyalizminin artan desteği sonucu, Siyonizm kendisini Arap kitlelerinin ulusal bağımsızlık hareketini bastırmak için bir araca çevirmiştir.” 9

Komünist hareketin, ilkeler ile reel politika arasındaki gerilimden doğan sınavı bu dönemle birlikte başlamıştır. 1936-39 yılları arasındaki Büyük Arap İsyanı, Sovyetleri İngiliz emperyalizminin bölgeden uzaklaştırılması konusunda ümitlendirse de başka bir tehlikeyi de bünyesinde taşıyordu. 1933 yılında Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesi ile beraber günbegün dozajı yükselen Yahudi karşıtı Alman politikası, Araplar arasında hızla prestij kazanmaya başladı. Oysa ki Hitler’in izlediği politika Filistin’e Yahudi göçünü artırmakta ve de facto biçimde Siyonist projeyi beslemekteydi. Tablo 1: Filistin Yerleşik Nüfusunun Dinlere Göre Dağılımı, Değişimi Yahudi Müslüman Hıristiyan 1930 164.796 662.289 84.986 1931 174.606 693.147 88.907 1932 192.137 712.250 92.520 1933 234.967 731.953 96.791 1934 282.975 747.826 102.407 1935 355.157 770.135 105.236 1936 384.078 796.177 108.506 1937 395.836 816.893 110.869 1938 411.222 833.697 111.974 % Değişim 149,5 25,9 31,8 Kaynak: R. Owen, Ş. Pamuk, 20. Yüzyılda Ortadoğu Ekonomileri Tarihi, İstanbul: Sabancı Üniversitesi Yayınları 2001, s. 335

Nazi politikalarının, Araplar arasında yaygınlaşan anti-Semitizmden faydalanarak Sovyetler Birliği’nin politikalarından daha hızlı alan kapat9

age. s.7 91


Siyonizm, İsrail, Doğu Birliği

ması, anti-Semitizmden ziyade anti-komünizmde ifadesini bulan faşizmin güç kazanması Sovyetler Birliği’ni bölgede İngiliz etkisinden çok daha ciddi biçimde rahatsız etmeye başlamıştı. Kudüs Baş Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyini, Sovyetler Birliği/sosyalizm ve islam arasında uzlaşmazlık olduğu iddiasıyla etkin biçimde Nazi propagandası yapıyordu. Sovyetler Birliği, faşizme karşı kurulacak en geniş cephenin peşindeydi. 30’ların başında Komintern tarafından geri bir ideoloji olarak adlandırılan Siyonizm şimdi bir bölgesel ittifak unsuru olarak görülmeye başlanmıştı. Üstelik 1939’da Uluslararası Siyonist Kongresi’nin İngiltere karşıtı bir tonda toplanmış olması tüm bu süreci tamamlar nitelikteydi. (Artan basınca karşı Siyonistler, izinsiz kitlesel göçler organize etmeye başlamıştı ve bu durum, İngiltere’nin sert tepkisi ile karşılaşmıştı.) Yalnız Ortadoğu’da değil, Doğu Avrupa’da da ilk planda Siyonistler olmasa dahi Yahudiler ile sosyalizmin arasında bir ittifak ve bağ oluşmaya başlamıştı. Söz konusu bağ Ribbentrop-Molotov paktının 1939’da imzalanması ile bir miktar örselense de bu stratejik hamlenin kısa sürede miadını doldurması ile birlikte ilişkilerin kaldığı yerden devam etmesi mümkün olmuştur. “Başta Siyonist olan pek çok genç Yahudi, komünist oldular; zira, Yahudilerin çektiği ıstıraplar aşikar olsa da, bu evrensel zulmün sadece bir parçasıydı. Julius Braunthal, yüzyılın başlangıcında sosyalizme dönüşünü şöyle tarif ediyordu: ‘Terk ettiğim Siyonist arkadaşlarım için üzülüyordum; fakat onları bir gün küçük amaçların büyüklere dönüşmesi konusunda ikna edebileceğimi umdum.” 10

Hobsbawm, otobiyografisinde pek çok aydının, daha doğrusu dünyanın belki de en “eşitlikçi” faaliyeti olan savaş dolayısıyla buna benzer pek çok sıradan insanın portresini sunmakta. Baskı ve zulüm silsilesinin zirvesi olarak faşizm koşullarında insanlığın yaşamadan tasavvur edemeyeceği olayların yaşanmış olması, Avrupa’daki pek çok Yahudiyi evrensel bir kurtuluş aramaya itmiş ve pek çok Yahudinin tavrını eşitlik, özgürlük ve belki de en fazla kardeşlikten yana koymasına ve bu ideallerin yegane temsilcisi olarak komünizmi seçmesine sebep olmuştu. Yeri gelmişken söylemekte fayda var; 20. yüzyılı bir de siyasi gelgitleri olan ancak ne olursa olsun yaşamının elli yılını partili olarak geçirmiş olan yetkin bir tarihçinin gözlüklerinden bakarak görmek isterseniz Tuhaf Zamanlar’ı mutlaka okuma listenize dahil etmelisiniz. Tuhaf zamanlar, tarihin tecellisinin beklenilenden farklı biçimde gerçekleşmesi ya da beklenilenlerin sonuçlaEric Hobsbawm, Interesting Times – A Twentieth-Century Life, Londra: Abacus 2005, s. 137. 10

92


GELENEK 94

rının bir hayli farklı olması ise, yirminci yüzyılın yazımızın girişinde belirttiğimiz gibi en âlâsından bir tuhaf zaman olduğunu söyleyebiliyoruz. Bu durumun burada anlatmaya çalıştığımız olaylar dizisinden daha iyi kanıtı ne olabilir ki? Devam edelim. Ortadoğu’ya dönük bu dönemki Sovyet stratejisinin değiştiğinin işaretleri savaşın geç dönemlerinde ve sonrasında net biçimde gözlenebilecek sonuçlar doğurmaya başlamıştır. 1943 yılında Filistin Komünist Partisi Yahudiler ve Araplar olmak üzere iki hizbe ayrılmıştır. Savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nin bölgeye dönük önceliği kendi güneyinde tarafsız bir tampon bölge oluşturmak biçimde kodlanabilir niteliktedir. Filistin’deki Arap-Siyonist kutuplaşmasına Sovyet çözümü birleşik bir Arap-İsrail devletidir. Gromiko’nun yukarıda alıntıladığımız konuşması esnasında dahi Sovyetler Birliği’nin A planı birleşik bir Arap-İsrail devletidir. Ancak görüşmelerin sonuçsuz kalacağının anlaşılması üzerine Sovyetler Birliği 1947’de bölünmeden yana oy kullanmıştır. 1947’ye giderken Filistin’de Siyonistler ile İngilizler arasında muazzam bir çekişmenin başladığını gözlemleyebiliyoruz -Söylediğimiz gibi söz konusu durum Sovyetler Birliği’nin bölgeye bakışında oldukça etkili olmuştur. Aynı dönemde Mısır hükümetinin İngiliz silahlı güçlerinin ülkeyi terk etmesi için yaptığı baskı da İngiltere’yi bölgede zorlayan bir diğer gelişmedir. Buna karşılık İngiltere bölgede tutunabilmek için çeşitli önlemler alma yoluna başvurmuştur. Filistin’de Yahudilerin İngiliz otoritesini tanımayan davranışlarına dönük olarak uyguladığı önlemler ise Yahudi Direniş Hareketi tarafından cevapsız bırakılmıyordu.11 Söz konusu direniş hareketinden yalnızca İngilizlerin nasiplendiğini düşünmek elbette saflık olacaktır. Direniş Hareketi’nin tarihinde oldukça ilginç olan bir başka ayrıntı ise Haganah’ın Çekoslovakya ile kurmuş olduğu ilişkidir. Bu ilişki başlı başına bir yazı konusu olabileceği için bu şekilde değinerek geçmek zorundayız. Yalnız burada söylememiz gereken nokta, iktisadi gerekçelerle Çekoslovakya, İkinci Savaş’ta esir alınan Alman askerlerinden toplanan silahları Suriye’nin de talip olmasına rağmen “ihale”de daha fazla fiyat öneren Yahudilere satmış olmasıdır. Söz konusu dönemde Yahudilerin bağımsız bir yönetim olarak kabul edilmedikleri için dünyanın hiçbir ülkesinden silah satın alamadıklarını belirtmemiz gerekmekte. Arnold Kramer, a.g.y., s. 11. “David Ben-Gurion’un yönetimindeki Yahudi Ajansı tarafından kumanda edilen Yahudi Direniş Hareketi, yeraltı ordularına bölünmüştü: Haganah (Genel askerî yapı - yaklaşık 75 bin kişi) ve Palmaç (Yigael Allon’un doğrudan komutasında olan 20 bin ila 26 bin savaş bölüğünden oluşan Haganah’ın savaşçı birlikleri). İlaveten, Menahem Beygin önderliğindeki sağ-kanat Siyonist Revizyonist Parti, Irgun Zvi Leumi (IZL) olarak adlandırılan kendi terörist grubunu örgütlemişti ve yaklaşık 4 bin kişiden oluşuyordu.” (a.g.y.., s. 11, dipnot 16.)

11

93


Siyonizm, İsrail, Doğu Birliği

14 Mayıs 1947’de toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurul toplantısında Sovyetler Birliği’nin önce iki toplumlu çözüm önerisini desteklemesi, ardından da bölünme yönünde oy kullanması Arap dünyasında tam bir infial yaratmıştı. Araplar ilginç bir şekilde meselenin esas kazananının “ABD doları” olduğunda diretirken, “Sovyetler Birliği’nin kendilerini çok ucuza sattığını” belirtiyorlardı. Arapların emperyalist sistem içindeki değişim emarelerini Sovyetler Birliği’nden daha iyi okuduğunu görebiliyoruz. Ancak Araplardan gelen bu tepkinin Sovyetler Birliği’ni söz konusu politikasını değiştirmesi konusunda ikna ettiğini söyleyemiyoruz. 26 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletlerde Gromiko bu kez Filistin’de bir Yahudi devletinin meşru bir hak olduğunu söylemekte ve tıpkı ilk konuşmasında olduğu gibi Yahudilerin son dönemde maruz kalmış olduğu muameleye dikkat çekmektedir. Aynı konuşmanın sonunda Gromiko, Arap devletlerinin Sovyetler’den destek beklediğini belirtmektedir. Söz konusu toplantıya ilişkin bir diğer ayrıntı ise Genel Kurul esnasında Sovyet delegasyonunun Arap devletlerinin temsilcileri ile tek tek görüşerek onlara ısrarla yakında Sovyetler Birliği’nin onların dostu olduğunu anlayacaklarını söylemesidir. Gerek Sovyetlerin bu vurgusundan gerekse oturumun hemen ertesinde Arap ülkeleri komünist partilerinin yayın organlarında üst düzey yöneticiler tarafından kaleme alınan metinlerden, Sovyetler Birliği’nin attığı adımın, bölgede öngördüğü “aşamalı devrim”in bir parçası olduğu açığa çıkmaktadır. Bu aşamalı devrimin ilk adımı “emperyalizmin motor gücü” olan İngiltere’nin bölgeden defedilmesidir. Buradan anlaşıldığı kadarıyla Sovyetler Birliği hâlâ emperyalist sistemin merkezini Londra olarak görmektedir. İngiltere-karşıtı Siyonist hareket ile her ne pahasına olursa olsun girilen yakınlaşmayı başka bir akıl yürütme desteklememektedir. Sovyetler Birliği, dış politikasını yanlış bir “somut durumun somut analizi” üzerine kurmaktadır. Buna bir ek yapmak gerekebilir. Filistin’de en etkin olan Siyonistler Ben-Gurion’un önderliğindeki sosyalist Siyonistlerdir ve bir Yahudi sosyalizmi kuracaklarını ilan etmektedirler. Bu iddia, bölgede sosyalizmin hem güncel hem de uzun vadeli çıkarları için önemli olanaklar vaat eder gibi görünmektedir.12 Bir yandan diplomatik olarak bu süreç işlerken öte yandan 1947’de Sovyetler Birliği bir belgesinde Siyonistleri “İngiliz emperyalizminin burjuva dalkavukları” olarak tanımlamaktadır. Sanıyoruz ki bu tanımlama, diplomatik cenahta yürüyen sıcak ilişkilere karşı, Sovyet sınırları dahilinde yükselme ihtimali olan Siyonist akımlara karşı ideolojik bir önlem niteliğindedir. Burada eklemek istediğimiz bir diğer husus Siyonizmin belli açılardan imajının konjonktür tarafından çarpıtılmış olduğudur. Sovyetler Birliği’nin her sosyalizm diyene kucak açmayacak kadar dikkatli olduğu bilinmektedir. Ancak Yahudilerin İkinci Savaş’ta maruz kaldığı uygulamalar ve soykırım, buna ek olarak anti-faşist cephede kurulan dirsek teması, diğer yandan Siyonistlerin İngilizler ile dönemsel karşı karşıya geliş ve Ben-Gurion’un sosya12

94


GELENEK 94

Bundan sonraki diplomatik trafiği es geçerek şunu söyleyebiliriz. 15 Mayıs 1948 tarihinde Filistin’de İngiliz mandası sona ermiştir. Diakanoff’un deyişi ile 16 Mayıs’ta ABD İsrail Devleti’ni de facto biçimde, Sovyetler ise 17 Mayıs’ta de jure tanımışlardır.13 İngiltere ülkeyi terk ettiğinde Araplar ve Yahudiler arasındaki asimetri çok daha netlikle fark edilebilir olmuştur. Yahudiler, süreç içinde başkenti Tel-Aviv olan bir devleti tüm kurum ve organları ile hazır hale getirmişlerdir. Oysa Arapların böyle bir hazırlığı mevcut değildir. Hazırlıksızlık, mücadelenin bugüne kadar devam eden hemen her evresinde kendini hissettirecektir.

Bir terörist devletin kuruluşu “Terörizmin en önemli psikolojik kaynağı, daima bir çıkış arayışı içindeki intikam hissi olmuştur.” diyor Trotsky terörizme ilişkin yazmış olduğu meşhur “Marksistler Bireysel Terörizme Neden Karşıdırlar?” makalesinde. Siyonizmin ve dolayısıyla onun ete kemiğe bürünmüş hali olan İsrail devletinin serüvenini, eğer bu şekilde tarif ediyorsak, terörist sıfatı dışında çok az sıfat tanımlayabilecektir. Siyonizm ideolojisi, Yahudilerin çektiği acılı yüzyılların öcünü almaya programlanmış görünüyor. Siyonizmin ortaya çıkardığı insanlık dışı uygulamaları başka nasıl açıklayabiliriz ki? Biz yazımızın bu bölümünde siyasi mücadele dahilinde pek az ele alınan bir meseleyi, İsrail egemen sınıfının ekonomik açıdan herkesin çok iyi bildiği terörist faaliyetlerini nasıl desteklediğini ve ülkenin tüm ekonomisini bu terörist yapıyı nasıl besleyecek biçimde kurguladığını göstermeye çalışacağız. Bunun dışında İsrail’in terörist faaliyetlerini ve genel olarak Ortadoğu tarihini aktaracağımız bir kronolojiyi yazımızın sonuna iliştirmiş bulunuyoruz. Tarihsel olaylar detayıyla oradan takip edilebilir. Bu bölümün amacını aktardığımıza göre devam edebiliriz. Şubat 1947’de İngiltere’nin meseleyi Birleşmiş Milletler’e havale etmesinin ardından gelişen diplomatik trafiğe önceki bölümde bir miktar değindik. Bu diplomatik trafik sonucunda BM Genel Kurulu 29 Kasım 1947’de Filistin’i bir Arap devleti, bir Yahudi devleti ve Kudüs, Betlehem ve çevresini tarafsız bir uluslararası komitenin yönetimine bırakacak olan tavsiye kararını almış oluyordu. Arap dünyası bu kararı şiddetle reddediyordu. Zira BM’in aldığı karar her ne kadar Arap çıkarlarını da gözettiği iddiasını taşısa da su kaynaklarının önemli bir bölümünü ve daha önemlisi ekilebilir toprakların yarısından fazlasını İsrail’e bırakıyordu. Oysa bu dönemde Yahudi nüfusu toplam Filistin nüfusunun yaklaşık %35’i civarındadır.

list olma iddiası ile birleşince Siyonizm gerçekte olduğundan oldukça farklı bir görünüme bürünmektedir. 13 Igor M. Diakonoff, Tarihin Yörüngeleri (çev.: Mete Tunçay), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 2004, s. 463. 95


Siyonizm, İsrail, Doğu Birliği

Dahası Araplar ekilebilir toplam arazinin %90’ından fazlasını resmen ellerinde bulundurmaktadır. Tavsiye kararının ardından, İsrail 14 Mayıs 1948 tarihinde bağımsızlığını ilan ettiği vakitlerde Arap Devletleri Filistin topraklarını korumak üzere İsrail Devleti’nin işgal ettiği topraklara askeri bir müdahale hazırlığı içindeydi. 15 Mayıs’ta yedi Arap devletinin birleşik güçleri bu müdahaleyi başlattı. Temmuz 1949’a kadar süren savaşın sonucunda iki tarafın da birliklerinin bulundukları yerlerde kalmaları koşulu ile bir mütareke imzalandı. Söz konusu savaşın Arap devletleri açısından tam bir hezimetle sonuçlandığını söylemek mümkün. Zira bu müdahaleden önce yukarıda belirttiğimiz gibi Filistin topraklarının yarısından biraz fazlasını elinde tutan İsrail, mütareke sonrasında Filistin topraklarının yaklaşık %80’ini denetimi altına almış oluyordu. Resmi istatistiklere göre bu dönemde 750 bin civarında Arap, eski Filistin yeni İsrail topraklarından Batı Şeria, Gazze, Ürdün, Lübnan ve Suriye’ye göçmek zorunda kalmıştır. 1948 ve ardından 1956 savaşları (üstelik bu savaşlarda Sovyetler Birliği Arap devletlerinin -özellikle Suriye- İsrail tehdidine karşı silahlanması konusunda ciddi yardımlarda bulunmuştu.) bir noktayı tüm açıklığıyla gözler önüne seriyordu: 40 milyonluk Arap dünyası, 650 bin nüfuslu İsrail karşısında diz çökmüştü. Bunun en önemli sebeplerinden bir tanesi İsrail’in kurulurken hatta kurulmadan oldukça önce dayanmış olduğu iktisadi kaynaklardı. İngiliz ve Fransız manda yönetimlerinin bölgeden çekilmesinin ardından prematüre Arap ekonomileri karşısında kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahip olarak ortaya çıktı. Bunun yanı sıra kendine özgü bir iktisadi politika izleyen İsrail, bu kendine özgü iktisadi politikaya “ulus yaratımı” adını verdi. İsrail ekonomisinin bel kemiğini çalışma sektörü ve onun en önemli parçası olan İstadrut (Yahudi Genel İşçi Federasyonu) oluşturuyordu. Bütünüyle kapalı bir Yahudi ekonomisi oluşturma hedefiyle ve göç ile Filistin’e yerleşen Yahudi işçilerin iktisadi yapı içine dahil olmalarını düzenlemek amacıyla İstadrut, 1920 yılında kurulmuştur. İstadrut’un kuruluşundaki ilginç nokta, bu işçi federasyonunun Filistin bölgesinde tek bir gerçek sanayi girişimi yokken kurulmuş olmasıdır. Kurgulanan ekonomik yapı o denli kapalı, korumacı ve hatta plancıdır ki, ücretlerin belirlenmesi bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Bu dönemde Yahudiler arasındaki en ilginç iktisadi uygulamalardan bir tanesi de “aile ücreti” denen uygulamanın ücret politikası olarak geçerli olmasıdır. Aile ücreti, ücret farklılıklarının yapılan işe ya da statüye göre değil, haneye giren toplam ücret miktarına ve hanenin nüfusuna göre belirlenmesidir. Çalışma sektörünün en aktif öğesi durumundaki İstadrut, devletin inşası döneminde de etkin biçimde rol almıştır. Çünkü İstadrut sözü geçen yıllarda isminin çağrıştırdığı gibi basit bir sendika değildir, aynı zamanda en önemli işveren pozisyonundadır ve bünyesinde pek çok şirket barındırmaktadır. Esasen İstadrut,

96


GELENEK 94

ekonomideki devlet sektörünün adıdır. Çalışma sektörü için Owen ve Pamuk şu tespitte bulunuyorlar: “1950’li yıllarda İstadrut ve ortak olduğu şirketler aktif nüfusun yaklaşık yüzde 25’ini istihdam ediyordu. Ayrıca 1948-1957 arasında inşa edilen 268.000 konutun yarısının yapımını gerçekleştiren Sol Boneh gibi örgütler aracılığıyla göçmenlerin iskânında ve İsrail’in iktisadi kaynaklarının gelişmesinde kilit bir rol oynamıştı.” 14

Arap işçilerin İsrail sınırları dahilinde yasal olarak çalışabilmesinin önü ancak 1950’lerin sonunda açılmıştır. Ancak Arapların düzenli iş edinmeleri ve maaşlı hale gelmeler yasaklanmıştır. Dolayısıyla Araplar yalnızca gündelikçi işçi olarak İsrail’in işgücü piyasasına dahil olabilmişlerdir. Çalışma sektörünün bu denli önemli olarak kurgulandığı bir ekonomide, İsrail egemenlerinin Yahudi göçü konusundaki ısrarları hiç de şaşırtıcı görünmüyor. Yahudi göçünün yanı sıra ekonominin sırtını dayadığı bir diğer önemli husus ise Yahudi diasporası ile kurulmuş olan ilişkidir. Zira kuruluş aşamasındaki İsrail ekonomisinin en önemli özelliği, aynı yerde belirtildiği üzere, üç önemli kaynaktan gelen yüksek düzeydeki sermaye akışıydı. Bunlar, diaspora, ABD hükümeti ve İkinci Savaş nedeniyle kazanılan tazminatlardı. Bu kaynaklar o denli yoğundu ki 1949-65 yılları arasında 6 milyar ABD doları düzeyinde sermaye girdisi sağlanmıştır ve bu girdinin üçte ikisini faiz ya da anapara ödemesi gerektirmeyen tek yönlü transferler oluşturmuştur.15 Kuruluş döneminde sermaye piyasasına devlet hemen her alanda yaptığı gibi ciddi müdahalelerde bulunmuştur. Bunun nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz: i. “Sosyalist Siyonistler”, kendi iktisadi politikalarını sermaye piyasalarının devletleştirilmesi üzerine inşa etmişlerdi. Devletin özel sektörden daha etkin bir yatırım politikası izleyebileceği düşüncesi bu programın esas rasyoneliydi. ii. Kuruluşta devlet politikası olarak kâr değil, ulusal ihtiyaçlar göz önünde tutulmuştur. Başından itibaren sürekli bir savaş ekonomisi üzerine inşa edilen İsrail, diğer yandan iskan politikası gibi masraflı zorunlulukları iktisadi programın ilk sıralarına yazmıştır. iii. İsrail ekonomisinin kuruluşun ilk yıllarında yüksek enflasyonR. Owen, Ş. Pamuk, age., s. 239 age. s. 237-8. Aynı yerde söz konusu transferlerin hangi alanlarda kullanıldığı da aktarılmaktadır. 1967’ye kadar bu transferler İsrail’in hem askerî gücünü perçinleme tutkusu, hem de sanayisini büyütmek amacıyla yaptığı ithalatlar sonucu ortaya çıkan muazzam dış ticaret açığının finansmanı için kullanılmıştır.

14 15

97


Siyonizm, İsrail, Doğu Birliği

dan mustarip olması. (1952’de enflasyon oranı %66) İsrail’e yönelik sermaye transferlerinin önemli bir bölümü hükümetler-arası nitelikte yani özel sektörün kullanımına kapalıydı. v. İsrail devletinin harcamalarının -özellikle askeri harcamalar- büyük bölümünün devlet sırrı olarak saklı tutulmasıdır. Kuruluş döneminde bütçe içindeki payının %50 civarında olduğu tahmin edilen askeri harcamalar, resmi istatistiklerde savaş dönemlerinde dahi sadece %11 olarak görünmektedir. Askeri harcamalar, İsrail için hep bütçesinin önemli bir kalemi olagelmiştir. Henüz İsrail devleti kurulmadan önce, Ben-Gurion tarafından görevlendirilen Haganah ajanları yasadışı yollarla dünyanın dört bir yanından son teknoloji ürünü silahlardan, hurdaya çıkmış tanklara kadar ne buldularsa almışlardır. Silahların Filistin’e taşınması ise türlü “senaryolar” ile olmuştur. Örneğin, oldukça ünlü bir İngiliz reklam şirketinin özel izinle çekim yapmak için havalandırdığı uçaklar bir daha asla ada topraklarına iniş yapmamıştır. Dünyanın dört bir yanında bu ve benzeri senaryolar için fason şirketlerin kurulduğu bilinmektedir. Bu askeri harcamalar kuruluş döneminde aynı zamanda getirisini kısa vadede alınan yatırımlar haline dönüşmüştür. İlk bölümde aktardığımız gibi İsrail, Arap devletleriyle girişmiş olduğu savaştan ekilebilir toprakların büyük bölümünü eline geçirerek çıkmıştır. Bunun yanı sıra örneğin 1967’de gerçekleşen ve İsrail’in esas kuruluş manifestosu niteliği taşıyan Altı Gün Savaşı ile bölgedeki en önemli rakibi Mısır’ı yenerek, bu ülkenin ekonomisini önemli ölçüde tahrip etmiştir. Bu savaş sonucunda İsrail Batı Şeria, Sina Yarımadası, Gazze Şeridi ve Golan Tepelerini ele geçirmiş ve İngiliz manda yönetiminin ardından Filistin topraklarının tamamına sahip olmuştur. 1967 yenilgisinin 3 yıl ardından Nasır’ın ölmesi ile birlikte Mısır, İsrail için bir tehdit olmaktan tamamen çıkmıştır. Bunun en somut göstergesi Nasır’ın halefi Enver Sedat’ın İsrail Parlamentosu Knesset’te yapmış olduğu konuşmadır. Mısır, bu konuşmanın ardından iflah olmamıştır denebilir. Tarım sektörü, İsrail ekonomisi içinde hiçbir zaman can alıcı unsur olmadıysa da daha başından itibaren İsrail’in hem verimli toprakların önemli bölümünü elinde tutması hem de yoğun tarım tekniklerine dayalı zirai programı sayesinde yüksek verim alınan bir sektör durumundadır. Tablolar bu durumun açık kanıtını sunmaktadır. Kuruluş yıllarındaki bu açının ilerleyen dönemlerde çok daha fazla arttığını söyleyebiliriz. iv.

98


GELENEK 94

Tablo-2: Yahudi ve Arap ekilen ve sulanan arazi alanları Yıl 1950 1951 1952 1953 1954 1955 1956 1957 1958 1959 1960 1961 1962 1963

Yahudi Tarım Arazileri Toplam Sulanan Alan Yüzde 2.705 464 17,0 2.985 539 18,6 2.960 638 21,5 2.940 754 28,7 2.365 873 29,4 3.030 946 31,2 3.145 1.079 34,2 3.240 1.161 35,8 3.350 1.209 26,1 3.330 1.277 38,3 3.265 1.131 40,9 3.180 1.385 43,5 3.145 1.434 45,5 3.460 1.518 43,9

Arap Tarım Arazileri Toplam Sulanan Alan Yüzde 645 10 1,5 680 11 1,9 590 12 2,0 620 151 2,4 635 17 2,7 655 19 2,9 675 21 3,1 700 24 3,2 755 26 3,4 745 28 3,3 885 29 3,3 850 30 3,6 820 31 3,8 890 31 3,6

Kaynak: Sabri Jiryis, The Arabs in Israel, Beyrut: Filistin Çalışmaları Enstitüsü 1969, s.142.

Tablo-3: Yahudi ve Arap rekoltesinin değeri Yıl 1950 1951 1952 1953 1954 1955 1956 1957 1958 1959 1960 1961 1962

Ekilen Alan (Bin dönüm) Yahudi Arap 2.705 645 2.985 680 2.960 590 2.940 620 2.365 635 3.030 655 3.145 675 3.240 700 3.350 755 3.330 745 3.265 885 3.180 850 3.145 820

Tahmini Rekolte (Bin İsrail Poundu) Yüzde Toplam 65.172 5.798 137.860 17.113 202.834 20.468 303.216 28.547 353.237 24.168 445.099 37.604 537.408 39.199 641.981 39.500 671.245 41.767 709.149 40.615 813.708 51.051 914.066 51.094 1.097.732 58.777

Kaynak: a.g.y., s.162

99

Dönüm Başına Ürün (İsrail Poundu) Sulanan Alan Yüzde 24,09 8,99 47,27 28,51 68,52 34,69 103,13 46,04 119,13 38,67 146,90 57,41 170,88 58,07 198,11 56,43 200,36 55,32 212,96 54,52 249,22 57,68 287,44 60,11 349,04 71,67


Siyonizm, İsrail, Doğu Birliği

Tarım denince akla hiç kuşkusuz sulama gelmektedir. Oysa Ortadoğu’da yalnız tarım için değil, hemen her şey için kıt bir kaynak olarak suyun varlığı oldukça büyük önem taşımaktadır. Suyun, başından itibaren Siyonist projenin özenle üzerinde durduğu bir başlık olduğunu söylemeye bilmiyoruz gerek var mı? Weizmann, Llyod George’a şöyle akıl vermektedir: “Filistin’in tüm iktisadi istikbali sulama ve elektrik gücü için gerekli olan su kaynaklarına bağlıdır ve su kaynakları da esas olarak Hermon Dağı’nın yamaçlarından, Ürdün’ün membalarından ve [Lübnan’daki] Litani Nehri’nden sağlanmalıdır. Biz, Filistin’in kuzey sınırının Litani Vadisi’ni içine alması gerektiğini düşünüyoruz [...]” 16

İsrail kurulduktan sonra ise Siyonizmin oldukça saldırgan bir su politikası izlediğini görüyoruz. İsrail 1949’da ülkenin su kaynaklarını millileştirdiğini ilan ediyor ve kaynakların yönetimini İsrail Su Komisyonu’na bırakıyor. Su Komisyonu, iki ana bileşenden oluşuyordu: Mekorot (İsrail Su Şirketi) ve Tahal (İsrail Şirketi için Su Planlaması). İsrail, bu alanda ilk hamle olarak Batı Şeria’dakiler de dahil olmak üzere mevcut rezervuarları İsrail mülkiyetine aldı ve hemen ardından su kaynakları açısından zengin kuzeyden, çorak güneye su taşıyacak ve tüm bölgesel sistemleri birleştirerek tek bir su taşıma sistemi haline getirecek olan Ulusal Su Nakledicisi Projesi’ni hayata geçirdi. Bunun yanı sıra adına Hayes Planı denilen plan uyarınca komşuların su kaynaklarını sömürmeyi önüne ikincil hedef olarak koymuştu. Bu kapsamda Suriye, Lübnan ve Ürdün’ün çeşitli su kaynakları farklı teknik ya da zor yöntemleriyle İsrail kullanımına açıldı. Örneğin, Ürdün Nehri sularının Necef’in güneyine saptırılması için gerekli adımlar atılmaya başlandı. Söz konusu adıma karşılık Araplar misilleme olarak İsrail’e giden Banyas ve Dan nehirleri üzerine baraj inşa etmeye giriştiler. Bu barajların yapımı tamamlanabilseydi İsrail’in, Ürdün’den elde ettiği suların %35’i Arap denetimine geçecekti. Ancak barajlar bitmeden 1967’de Altı Gün Savaşı sonucu Golan Tepeleri’ndeki su kaynakları ve Ürdün Nehri’nin kaynağı İsrail’in, yani Mekorot şirketinin denetimi altına girmiştir.17 Bugün hâlâ gerek ölümü göstererek sıtmaya razı ettirme ilkesiyle imzalatılmış anlaşmalarla, gerekse uluslararası hukuku hiçe sayan uyguHaim Weizmann’ın Lloyd George’a yazdığı mektuptan aktaran Jeffrey D. Dillman, Water Rights in the Occupied Territories, Journal of Palestine Studies, Vol. 19, No. 1. (Güz, 1989), s. 48 17 Abdullah Kıran, Ortadoğu’da Su - Bir Çatışma ya da Uzlaşma Alanı, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2005, s. 166. Buradan sonra, su meselesine ilişkin sayısal veriler aksi belirtilmedikçe Kıran’ın çalışmasından aktarılacaktır. 16

100


GELENEK 94

lamalarla İsrail, Filistin’de açılan artezyen kuyularına dahi kendi yeraltı rezervlerini tüketebileceği gerekçesi ile müsaade etmemektedir. Üstelik yeraltı kaynaklarının bilinçsiz kullanımını bahane ederek Arap çiftçilere kuyu açma izni vermeyen İsrail, su rezervlerine oldukça büyük zarar verdiği bilinen 750 metre derinliğe varan artezyen kuyuları açmaktadır. Arap kuyularının derinliği genellikle 100 metre kadardır. Üstelik İsrail bölgenin su kaynakları konusunda oldukça detaylı bilgilere sahipken bu bilgileri “ulusal güvenlik” gerekçesi ile kamuoyu ile paylaşmamaktadır. Kıran, bölgede su kullanımına ilişkin üç önemli eşitsizlikten bahsetmektedir. Bunlardan ilki Yahudi yerleşimciler ile Araplar arasındaki kullanılan su miktarının arasındaki uçurumdur. Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimciler arasında fert başına 368 litre/gün kadar su düşmekteyken, bir Arap için miktar yaklaşık 88 l/gün’dür. Üstelik Yahudi yerleşimcilere şehir şebekesinden su sağlanırken, Arap köylerinin önemli bir miktarına tanker ile su taşınmakta ve buna rağmen bir Arap suyun birim miktarına bir Yahudi’nin altı kat daha fazla ücret ödemektedir. Gazze Şeridi’ndeki mülteci kamplarında ise evlerin yüzde 40’ında su bulunmadığını BM, 1992’de yayımladığı bir rapor ile tespit etmiştir. Nasıl özgünlükler taşırsa taşısın bir kapitalist ekonomi olarak İsrail ekonomisi kapitalizmin küresel dalgalanmalarından azade değildir. 1967 sonrasında savaşın etkisi ile atıl kapasitenin harekete geçmesi ve kazandığı zaferle birlikte dünya Yahudiliği önünde prestiji pekişerek ülkeye göçün yoğunlaşması sonucu İsrail ekonomisi bir genişleme dönemi yaşadı. Ancak bu dönem yarattığı umutları boşa çıkaracak denli kısa sürdü. İsrail’in büyük ekonomisinin kırılgan yapısı dünya kapitalizminin girdiği gerileme dönemi ile birleşince, hiperenflasyon, borçlanmanın artışı, verimlilik artışının azalması (gerçi ABD hibeleri bu konuda İsrail’in yardımına koşmuştur.) gibi “tanıdık” problemler İsrail ekonomisini ciddi biçimde sarstı. 1987 yılında başlayan Birinci İntifada’nın da, elbette, söz konusu süreçteki payını yadsımamak gerekir. Bu sarsıntıdan kurtulmanın yolunu katı devletçiliğini bırakarak özelleştirme ve liberalizasyona yönelmekte bulan İsrail’in Oslo Süreci (1993) adeta imdadına yetişmiştir. Oslo Süreci’nin İsrail’e iktisadi olarak nasıl faydalar sağladığını Marwan Bishara kabaca şu şekilde özetlemektedir: - Modern kapitalizmin putlarından istikrar nihayet uzun bir süre sonra İsrail topraklarında da kendisini göstermiştir. Işığa uçan pervaneler misali istikrarlı yere gittiğine inanılan yabancı sermaye girişi İsrail’de de artmıştır. - Yeni yatırımlar ve ona eşlik eden iktisadi büyüme yeni dağılmış olan Sovyetler Birliği’nin Yahudi nüfusu için İsrail’in çok ciddi bir cazibe merkezi haline gelmesini sağladı. Bu kalifiye işçi göçünün sonucunda 1995-1999 arasında GSMH yüzde 50 oranında büyüdü 101


Siyonizm, İsrail, Doğu Birliği

nüfus ise sadece yüzde 10 artış gösterdi. 1992 yılında yüzde 11,2 olan işsizlik oranı, alınan yoğun göçe rağmen 1995 yılında yüzde 6,9’a geriledi. - Buna karşılık, İsrail’in azalan askeri harcamaları sayesinde yabancı ülkelerdeki yatırımı yüzde 46 oranında artarak 2000 yılında GSMH’nın yüzde 7’sine ulaşmıştır. - Dış ticaretin yapısı Arap boykotunun kalkması ile tamamen değişmiştir. - İkinci ve üçüncü kademe Arap boykotlarının kalkması ile birlikte 70’li ve 80’li Arap Devletleri ile iş yapan şirketler İsrail’e de yöneldi. Bu ekonomik patlama, hem İsrail’de hem de Filistin’de İsrail-Filistin sorunu ile yakından ilgilenmeyen yeni bir zengin tabakanın oluşmasına neden oldu. Özellikle Yahudi “yeni zenginler” İsrail’in işgalci devlet imajından bir an evvel kurtulması gerektiğinden dem vuruyordu. Bir diğer “yeni” kesim ise Filistinlileri tamamen İsrail işgücü piyasasına ucuz emek gücü olarak dahil edebilmek için Filistinlilerle yakınlaşılması gerektiğini savunan “küçük üretici”lerdi. Bu ikinci yaklaşımın ağır bastığını ve Oslo süreci sonunda bağımlılık ilişkilerinin yeniden tesis edildiğini söyleyebiliriz. Sürecin etkilerinin devam ettiği yıllarda İsrail’in kurt politikacısı Şimon Peres Le Monde’da yayımlanan “50. yılında İsrail, Neden Bir Filistin Devleti’ne İhtiyacımız Var?” isimli makalede (02.05.1998) bu iki kesime de göz kırpan siyasi temalar etrafında dönüp durmaktaydı. Daha dün Lübnan’da masum halkı gözünü kırpmadan bombalayan hükümetin başbakan yardımcısı olan Nobel Barış Ödüllü Şimon Perez, “Çok önemli bir hata yaptık; bizden başka bir halkın varlığını yok saydık.” demekteydi. Dediğimiz gibi Filistin’de de süreçten istifade eden bir asalak kesim oluşmuştu. İsrail’e kaçak işçi gönderen, taşeron şirketler ortaya çıktı. Son rakamlarla işsizliğin yüzde 80 civarında olduğu söylenen Filistin’de bu şirketler o denli çoğaldı ki Gazze Şeridi’nde taşeron firmalar ağı kuruldu. Bu da Filistinli ucuz emek gücünün İsrail emek pazarına eklemlenmesini sağladı. Tabii Filistin’in “yeni zenginleri” bunlarla sınırlı değildi. -

“Birçok Filistinli uzman ve danışman İsraillilerin planlarını destekledi. Barış sürecinden çıkar sağlayan yeni bir sınıf oluşturan, bu sürecin evrelerinin doğruluğunu ve hakkaniyetini pek o kadar da umursamayan bu birkaç bin ‘VIP’, Dünya Bankası ve Avrupa Topluluğu himayesindeki İsraillilerin hükmettiği ‘barış ekonomisi’ ve ‘barış sanayii’nden ciddi kazançlar temin etti ve oldukça serbest bir biçimde yolculuk etmelerine de izin verildi. Yeni bir güvenlik sorumluları ve memurlar ağı, himayelerindeki işadamlarıyla birlikte süreçten çıkar sağladı. Ucuz işgücü taşeronluğu yapıp uluslararası mali kuruluşlarla tekelci ilişkiler sürdürerek İsraillilerle iş yaptılar. İçlerinden pek azı Filistin’deki reel sektöre yatırım yaptı; çoğu, İsrail sanayi kollarıyla Filistin işgücü ve çoğunluğu 102


GELENEK 94 yoksul tüketiciler arasında aracılıkla yetindi.” 18

Oslo Sürecini takiben Filistin’e proje başı sağlanan yardımlar da büyük bir tuzaktı. Avrupa Topluluğu ve ABD tarafından yapılan ekonomik yardımlar İsrail-Filistin ortak projelerini desteklediğinden, Filistinlilerin iktisadi bağımsızlığını artırmak bir yana bağımlılık ilişkilerini derinleştirdi. Oslo’nun en ciddi sonuçlarını Hamas’ın -Batı standartları açısındandemokratik biçimde seçilmesi sonucunda gördük. AB’ye ve İsrail’e yüksek düzeyde bağımlı hale gelen Filistin ekonomisi, AB, ABD ve İsrail tarafından çemberin iktisadi olarak daraltılmasına çok kısa süre dayanabildi ve siyasi dayatmaları kabul etmek zorunda kaldı. İktisadi olarak eli kolu bağlı Filistin’i yönetmeye talip olan Hamas, siyaseten süreci taşıyabilecek yetenekte değildi. O dönem aylık olan soL dergisinde bizim kaleme aldığımız Filistin seçimleri değerlendirmesinden biraz uzun da olsa bir pasaj alarak ve sürecin ne yazık ki bizi haklı çıkardığını kaydederek yazımızın bu bölümüne son verelim. “Filistin seçimleri aslında pek kimseyi şaşırtmadı. Şaşırtmadı derken yanlış anlaşılmasın, son güne kadar el-Fetih’in lehine seçim anketleri yayınlayan uluslararası “sivil toplum kuruluşlarını” ve haber ajanslarını bir kenara koyuyoruz. Seçime saatler kala ABD’nin desteğini ve İsrail’in onayını alarak ile seçimlere giren el-Fetih, anketlerde “birkaç puan” önde görünüyordu. (Hemen belirtmek gerekir ki ABD’nin el-Fetih’e destek için 2 milyon dolar harcadığı belirtiliyor.) Ama nedense Filistin’e ilişkin tüm haberlere Hamas damgasını vuruyordu. Hamas vurgusunun iki nedeni olabilir: İlki, kamuoyunu etkilemek için hazırlanan anketlerin etkisiz kalacağı belli olmuş, Hamaslı günler tartışmaya açılmıştır. Diğeri ise ABD’nin ve İsrail’in ısrarla Hamas karşıtı açıklamalarda bulunarak emperyalizm seçimlerde Hamas’a oynamıştır. İkincisinin daha gerçekçi olduğu kanaatini taşıyoruz. Seçimler, anketlerden bir hayli sapma göstererek Hamas’ın ezici çoğunluğu ile sonuçlandı: Hamas, oyların %60.3’ünü aldı ve parlamentonun %57.6’sına tekabül eden 76 sandalyenin sahibi oldu. Bu durum Ortadoğu’daki ibrelerin ne yöne doğru çevrileceği sorununu gündeme getiriyor. Hamas’ın, el-Fetih’in bir süredir -özellikle Arafat’ın ölümünün ardından- yürüttüğü uzlaşmacı siyasete tepki olarak ve buna ek olarak ABD ve İsrail’in açık baskısının halk üzerindeki negatif etkisiyle seçimleri açık ara kazandığını söylemek sanırız ki yanlış olmayacaktır. Emperyalizmin bu adımı açıktır ki Filistin’i siyasi başlıklar üzerinden sıkıştırma stratejisine dayanmaktadır. Emperyalizm Marwan Bishara, Filistin/İsrail Barış veya Irkçılık (çev: Ali Berktay), İstanbul: Kitap Yayınevi 2003, s. 95 – 96 18

103


Siyonizm, İsrail, Doğu Birliği

Hamas ile Filistin’i nasıl sıkıştırabilir? Burada öncelikle bir parantez açmak gerekiyor: Hamas’ın ne kadar direngen bir unsur olduğu, kapitalist-emperyalist sistem ile ne ölçüde çelişkileri olduğu oldukça tartışmalıdır. Bölgedeki kökten dinci hareketlerle ABD’nin tarihsel bir bağlaşıklığı mevcuttur. Buna ek olarak İsrail’in ise uzunca bir süre FKÖ’ye karşı Hamas’ı desteklediği bilinmektedir. el-Fetih’in Hamas’a miras bıraktığı miras Hamas’ı meclis çoğunluğuna taşıyan atmosfer ile uyumlu değildir. İsrail ile yapılacak müzakereler, ABD’nin basıncı, “barış” amacı ile AB’den gelecek fonlar için atılacak taklalar, Hamas’ın mizacı ile hiç de uyumlu başlıklar olarak görünmemektedir. Hamas da bunun farkındadır ve bu nedenle el-Fetih’e koalisyon teklifinde bulunmaktadır. el-Fetih’in Arafat sonrası önderliği 50 yılın yükünden arınmak için bu teklifi kabul etmemiş, bunun ardından Hamas yöneticileri ilk planda İsrail’e olmasa dahi ABD’ye göz kırparak “ABD düşmanımız değildir” mesajını vermişlerdir. Dakika bir, gol bir... Böyle bir durumda kanımızca bakılması gereken yer, Filistin’de Hamas’ın ne yapacağından çok, ne yapamayacağıdır. Zira Hamas’ın yeni yönetimi oluşturması durumunda “gelişerek değişmek” adı verilen siyasi mutasyonu geçirmesi çok muhtemeldir. Hamas’ın yapamayacaklarını ise şu şekilde sıralayabiliriz: i. Hamas, Filistin siyasetini taşıyamayacak kadar şu anki tablonun dışına kendisini konumlandırmış bir özne olarak çıkışsız durumdadır. Bu çıkışsızlığını el-Fetih ile kuracağı karşılıklılık ilişkisi ile çözmeyi deneyecektir. Bu yolun çıkmaz olduğunun işaretleri henüz bu proje olgunlaşmadan açığa çıkmıştır. ii. Yalnız bırakılan Hamas, mevcut radikal tavrını uzun süre muhafaza edemeyecektir. Ancak bu, Hamas’ın siyasal bir program ortaya koyarak sorunu çözebileceği anlamına gelmemektedir. iii. Hamas, İsrail’in şu an yürüttüğü “çözümcü” görünen stratejinin risklerini omuzlayacak yetenekte değildir. Tahminimiz odur ki İsrail mevcut politikasını Hamas bahanesiyle sıkılaştırarak, Hamas’ın geçmişini ve büsbütün arınamayacağı kimi özelliklerini kullanarak Filistin’i marjinalize etmeyi deneyecektir. iv. Arafat faktörünün varlığında dahi dağılma sinyalleri veren Filistin siyasetinin değişik unsurları arasındaki konsensüs, bir daha sağlanamamak üzere bozulmuştur ve bu kurumsallaşmıştır. Emperyalizmin seçimi, hiçbir işe yaramadıysa dahi buna yaramıştır. “Hamas, bu süreci geriye doğru işletebilecek bir özne midir?” sorusunun yanıtının olumlu olma ihtimali hayli düşüktür. Böyle bir nesnellikte Filistin’in savunmasız kaldığı söylenebilir. Bu daha seçimin ilk gününden belli olmuştur. v. Hamas, uluslararası alanda da etkili biçimde hareket edemeyecektir. Bunda İran’ın ciddi bir tehdit ile karşı karşıya olması da etkilidir. Sanıyoruz ki, emperyalist merkezlerin borazanları şu anki panik havasını bi104


GELENEK 94 linçli biçimde yaratmaktadır. Kalkan tozdan kimsenin önünü görmemesi en fazla emperyalist-siyonist eksenin işine yaramaktadır. Burada dikkatler “Filistin’de intifada yeniden örgütlenebilir mi?” sorusuna odaklanmalıdır. Bir kere “demokrasi” virüsü Filistin’e bulaşmıştır. Filistin siyaseti kaotik bir mecraya sürüklenmektedir. Pandora’nın kutusu açılmıştır. Üstüne üstlük siyaseten karşı karşıya gelmiş olan tarafların silahlı güçlerinin olduğu hatta taraflardan birinin devlet ile özdeşleştiği, seçim sonuçları ertesinde el-Fetih göstericilerinin “silahlı kanadının” polisler olduğu hatırlanmalıdır. Filistin’de iç unsurların silahları belki de ilk kez bu kadar net biçimde birbirine dönmektedir. Bu durumda elFetih’e havuç, Hamas’a sopa stratejisinin ısrarla takip edileceği anlaşılmaktadır. İntifadanın yeniden örgütlenebilmesi bu süreçte sağlıklı bir ayrışma yaşanmasına bağlıdır. Irak direnişinin rüzgarının daha güçlü hissedildiği bir atmosferde bunun daha kolay olacağına kuşku yok.” 19

Ortadoğu’da barış için İnsanlık bir kez daha barış için savaşmak zorunda. Ortadoğu’ya baktığımızda içimizi acıtan tablo bunu gösteriyor. Bir süredir söylüyoruz; emperyalizmin bütün araçları ile saldırdığı bu coğrafyada, karanlığın bölgede tutunmasını sağlayacak lanetli bir eksen oluşturuluyor. İsrail-TürkiyeKürdistan ekseni... Eksen, parçalarından ilkinin terörist karakteri, ikincisinin çözülüş paniği ile saldırganlaşma potansiyeli, üçüncüsünün ise Anadolu’nun pek güzel ifadesi ise “buldumcuk” oluşu ve karşılığında kayıtsız şartsız teslimiyetçiliği birleştiğinde, Arabı, Kürdü, Türkü, Yahudisi, Süryanisi, Dürzisi, Marunisi, Sünnisi ve Şiisiyle tüm inançlardan bütün halklar için uğursuz günleri haber vermektedir. Bu uğursuz günlerin karşısına bölgenin tüm ilerici, anti-emperyalist güçleri beraber dikilmeli, emperyalizme karşı mücadele ederek emperyalizmin bölgeye demirlemesini sağlayacak bu eksen dağıtılmalıdır. Eksenin kuşku yok ki güçlü ve görece özerk hareket edebilme yeteneğine sahip öğesi İsrail’dir. İsrail’in bölgesel etkinliğinin azaltılması, Filistin direnişinin çürümeye yüz tuttuğu şu günlerde hepten önem kazanmaktadır. İsrail’in bölgesel etkinliğini kıracak olan hiç kuşkusuz Doğu birliğinin örülmesi, yıllardır emperyalizm tarafından aralarına nefret tohumları ekilen halkların birliğinin sağlanmasıdır. Halkların birliğini sağlamak yazımızın ilk kısmında Bolşevik deneyimden aktararak anlatmaya çalıştığımız gibi ancak mücadele birliği ile olmaktadır. Bugün Doğu’da mücadele birliğini sağlayacak zemin mevcuttur. Anti-emperyalizm ve anti-Siyonizm mücadele birliği için uygun zeminin adı olmaktadır. Bu zeminin siyasi açıdan anlamlı kılınabilmesi için tablo-

19

Galip Munzam, Emperyalizmin Filistin Seçimi, soL 243.

105


Siyonizm, İsrail, Doğu Birliği

da kızıl renge ihtiyaç duyulmaktadır. Kızıl rengin baskın olduğu bir tablo kimsenin kuşkusu olmamalıdır ki insanlığın evrensel kurtuluşunun tablosu olacaktır. Bizim ülkemizde, bu eksenin bir parçası haline getirilmek için çürütülmeye çalışılan ülkemizde, bu görevin somut yansıması çok açık ki en fazla toplumsal çürümeye karşı durmak ve bu çürümenin siyasi boyutuna karşı savunmasız hale gelen Kürt kardeşlerimizi Kuzey Irak’a teslim etmemektir. Hrant Dink’in öldürülmesi bir kez daha göstermiştir ki; ülkemiz atmosferinde “yaşasın halkların kardeşliği” sloganının dolduramadığı bir boşluk mevcuttur. Komünistler mevzilenecekleri mevkiyi daha ileride konumlandırmak durumundadırlar. Ülkemize düşen görev budur. Ülkemize düşen görev halkların kardeşliğinden halkların birliğine nasıl sıçranacağını göstermektir. Galiba TKP’nin 8. Kongresinin altını kalın kalın çizdiği başlıklardan birisi budur.

106


Filistin Sorunu Kronolojisi (1517-2006) Kronoloji, esas olarak www.mideast.org adresindeki İngilizce kronolojinin çevirisine dayanmaktadır. Kronolojinin orijinali kimi spekülasyonlar içerdiği ve İsrail’in haklılığını verili kabul eden kimi siyasi yorumlarda bulunduğu için kimi yerlerde değişiklikler yapmayı uygun bulduk. Ayrıca çeviriye yardım eden Gözde Kök’e teşekkür ediyoruz. (G.M.) 1517 Filistin’in Osmanlı tarafından fethi. 1537-41 Kanuni Sultan Süleyman tarafından Kudüs’ün surlarla çevrilmesi. 1799 Napoleon Yafa’yı ele geçirdi. Napoleon’un Yahudi Devleti Beyannamesi ölü doğdu ve Yahudilere eşit haklar veren bildirisi 1806’da yürürlükten kaldırıldı. 1831 Filistin’in Mısır tarafından (Mehmet Ali) fethi. Kavalalı Mehmet Ali, 1840 yılında Avrupalı müttefiklerince geri çekilmeye zorlanmıştır. 1834 Kudüs’te Mısır yönetimine karşı isyan. İsyan sonunda bastırıldı. 1839 Tanzimat’ın ilanı. 1843 Haham Alcalay ve Haham Kalischer tarafından ilk Siyonist metinin kaleme alınması: Emuna Yeshara. 1844 Kudüs’te ilk nüfus sayımı: 7120 Yahudi, 5760 Müslüman, 3390 Hıristiyan. 1856 Toprak reformu 1860 Kudüs surları dışında ilk Yahudi yerleşiminin kurulması: Mişkenot Şa'ananim 1878 İlk Siyonist yerleşim- Petah Tikva. 1892 Kudüs’ten Yafa’ya demiryolu 1897 İsviçre Basel’de Birinci Siyonist Kongresi 1906 Sosyalist Siyonist hareketlerin başlaması 3 Temmuz 1908 İkinci Meşrutiyet’in ilanı 1908 Hayfa’da ilk Arapça gazetenin basılması: al-Karmil, Al-Karmil. Bu Gazete siyonistlere toprak satışına muhalefet ediyordu. 1909 Siyonistlerce Yafa yakınlarında Tel-Aviv’in kurulması. 1911 Yafa’da Filistin isimli büyük bir gazetenin kurulması 15 Haziran 1914 Bağdat demiryolu ve Mezopotamya üzerine İngiliz ve Fransızların anlaşması. Ağustos 1914 1. Dünya Savaşı’nın başlaması Kasım 1914 Türkiye’nin İttifak Devletleri ile savaşa girişi 17 Aralık 1914 Mısır, İngiliz himayesine girdi; Prens Hüseyin Kemal Hidiv 107


Filistin Sorunu Kronolojisi oldu. Temmuz 1915 Hüseyin – McMahon yazışmaları: İngiltere, Arabistan’a bağımsızlık sözü verdi. 29 Nisan 1916 İngilizler Kut’ta Türklere teslim oldu. Mayıs 1916 Sykes-Picot Antlaşması Mezopotamya’yı temel olarak İngiltere ve Fransa arasında, kimi yerlerde de Arapların bağımsızlığının kabul edildiği egemenlik alanlarına böldü. Haziran 1916 Şerif Hüseyin, İngilizlerin bağımsızlık sözleri ve T. E. Lawrence adlı ajanın askeri operasyonlarda desteği ile Osmanlı’ya karşı açıktan isyan başlattı. Hüseyin, ekim ayında krallığını ilan etti. Ancak İngilizler 1902 yılından bu yana Riyad’ın kontrolünü elinde tutan ve 1915’te kendileri ile bir anlaşma imzalayan Suud’u destekledi. 1 Ocak 1917 İngiltere, Fransa ve İtalya, Hüseyin’i “Hicaz Kralı” olarak tanıdılar. 2 Kasım 1917 Filistin sınırları dahilinde Yahudilere bir “ulusal yuva” vaat eden Balbour Beyannamesi İngiltere tarafından açıklandı. Aralık 1917 General Sir Edmund Allenby, Kudüs’ü zaptetti. Nisan 1918 Siyonist komisyon Filistin’e ulaştı. Haziran 1918 Emir Faysal ve Weizmann Akabe yakınlarında görüştü. Ekim 1918 İngiliz ve Arap kuvvetler Şam’ı, Fransızlar da Beyrut ve İskenderun’u işgal ettiler. Kasım 1918 Yafa’da Yahudilerin artan etkinliğine ve bir “Yahudi anavatanı” fikrine muhalefet için ilk Müslüman-Hıristiyan Derneği oluşturuldu. Hemen ardından bir diğer dernek Kudüs’te kuruldu. Almanya ve İtilaf Devletleri arasında 11 Kasım günü ateşkes ilan edildi. Ocak 1919 İlk Filistin Kongresi, Filistin’in Büyük Suriye’ye dahil olması gerektiğini savundu. 18 Ocak 1919 Paris Barış Konferansı başladı. 28 Haziran 1919 tarihinde Versailles Anlaşması ile sonuçlandı. Mart 1919 İngiltere karşıtı faaliyetleri bahane edilerek kimi milliyetçi önderlerin tutuklanması ve Zehlül Paşa’nın sürgün edilmesi üzerine Mısır’da İngiliz yönetimine karşı büyük bir ulusal isyan başladı. Wafd Partisi oluşturuldu. Mayıs 23 1919 İngilizlere karşı Süleymaniyeli Şeyh Mahmud Berzenci önderliğinde, bağımsız Kürdistan hedefi ile bir Kürt ayaklanması başladı. Ayaklanma 1931 yılına değin sürdü. Temmuz 1919 Suriye Genel Kongresi (Lübnan, Suriye, Filistin ve Maveraürdün’ü içine alıyordu.) Şam’da toplandı. Kongre’nin gündemi Siyonizme muhalefet ve Suriye’nin bölünmeden bağımsızlığının tanınmasıydı. İngiltere, Kongre’nin ardından, Suriye üzerindeki yetkilerini Fransa’ya devretti. 28 Ağustos 1919 Başkan Wilson tarafından bölgeye gönderilen Uluslararası İnceleme Komitesi’nin ABD’li üyeleri Henry King ve Charles

108


GELENEK 94 Crane bölgede yaptıkları inceleme üzerine hazırladıkları ve bir Yahudi devleti kurulmasına karşı çıkan raporlarını açıkladılar. Şubat - Mart 1920 Yahudi yerleşimlerine dönük ciddi saldırılar gerçekleşti. Mart 1920 Şam’da toplanan 2. Suriye Genel Kongresi’nde Faysal, Büyük Suriye’nin kralı seçildi. Toplantı Büyük Suriye’nin Fransa’dan bağımsızlığını savundu. Balfour Beyannamesi ve Sykes-Picot Anlaşması ise reddedildi. İstanbul, İtilaf Devletleri tarafından işgal edildi. Nisan 1920 Kudüs yöneticisi Musa Kazım el-Hüseyni yerine Ragıb elNaşaşibi geçirildi ve bölgede aşiretler arası gerilim arttı. Nisan, 1920 Hacı Emin el-Hüseyni be Aref el-Aref tarafından önderlik edilen Arap ayaklanmaları sonucu Kudüs’te 46 Yahudi öldü. 25 Nisan 1920 San Remo Konferansı-Yüksek Müttefikler Konseyi Mezopotamya’da manda uygulamasına geçilmesini karara bağladı. Buna göre Filistin İngilizler’e, Suriye ve Lübnan Fransızlara bırakıldı. Haziran 1920 Yahudi Direniş Örgütü Haganah kuruldu. Temmuz 1920 Herbert Samuel Filistin Yüksek Komiseri oldu. Kral Faysal Fransız mandasını tanıdı. Fransızlar İngiliz kuvvetlerin eşliğinde Şam’ı yeniden ele geçirdi. İngilizler Faysal’ı destekleyen Filistin ileri gelenlerini tutukladı. Aralık 1920 İstadrut (Yahudi Genel İşçi Federasyonu) kuruldu. Mayıs 1921 Yahudilere karşı Arap ayaklanmaları 10 Mayıs 1921 Hacı Emin el-Hüseyni, 1920’de düzenlemiş olduğu ayaklanmalar nedeniyle on yıl hapis cezasına çarptırılmış olsa da İngiliz Yüksek Komiseri Herbert Samuel tarafından Baş Müftü olarak atandı. Ocak 1922 Hacı Emin el-Hüseyni Yüksek İslam Konseyi başkanlığına tayin edildi. Mart 1922 İngiltere Mısır’ın bağımsızlığını tanıdı. 3 Haziran 1922 Churchill Raporu olarak bilinen açıklamada Balfour Deklerasyonu’nun yalnızca Filistin’de bir Yahudi anavatanından bahsettiği ve Doğu Filistin’in Maveraürdün’e bırakılacağında dikkat çekiliyordu. 24 Temmuz 1922 Filistin Manda Yönetimi İngilizler tarafından oluşturuldu. Maveraürdün ayrı bir devlet olarak resmen ilan edildi. 25 Mayıs 1923 Maveraürdün Emir Abdullah’ın yönetiminde bağımsızlığını ilan etti. 29 Mayıs 1923 Filistin Anayasası Arapların hükümette yer almayı reddetmeleri üzerine İngilizler tarafından askıya alındı. 24 Temmuz 1923 Lozan Barış Anlaşması imzalandı. 29 Eylül 1923 Filistin manda yönetimi resmen geldi. 19 Şubat 1924 İran’da Şah Ahmed tahttan indirildi; Rıza Han vekaleten tahta geçti.

109


Filistin Sorunu Kronolojisi Kasım 20, 1924 Sir Lee Stack’a düzenlenen suikast sonrasında İngiltere’nin verdiği ültimatom üzerine Mısır, askerlerini Sudan’dan çekti. 1925 Kudüs İbrani Üniversitesi resmi törenle açıldı. 20 Temmuz, 1925 Suriye’de Dürzi isyanı başladı ve 1927’ye kadar sürdü. 12 Ekim 1925 Suriye’de Fransız mandasına karşı isyan başladı. 8 Ocak 1926 İbni Suud şimdi Suudi Arabistan olarak bilinen Hicaz’ın kralı oldu. 23 Mayıs 1926 Fransa Lübnan Cumhuriyeti’ni ilan etti. 20 Mayıs 1927 İngiltere Suudilerin bağımsızlığını tanıdı. 14 Aralık 1927 İngiltere Irak’ın bağımsızlığını anlaşma hükümlerince tanıdı. Manda yönetimi devam etti. 20 Şubat 1928 İngiltere anlaşma hükümlerince Maveraürdün’ün bağımsızlığını tanıdı. 5 Temmuz 1928 Sir John Chancellor Filistin Yüksek Komiseri oldu. 19 Temmuz 1928 Kral Fuad Mısır parlamentosunu dağıttı ve basın özgürlüğünü askıya aldı. Ağustos 1929 Hebron’da ilk büyük Arap isyanı gerçekleşti. 21 Ekim 1929 Mısır Anayasası yürürlüğe kondu. 1930 Yahudi göçünün durdurulması gerektiğini belirten HopeSimpson Raporu yayınlandı. 21 Ekim 1930 İngiliz Passfield Raporu Filistin’e olan Yahudi göçünü sınırlandırılmasını önerdi. 1931 Jabotinsky önderliğinde Revizyonist Siyonistler Haganah’tan ayrıldı ve IZL’yi kurdular. 3 Ekim 1932 Irak’taki İngiliz mandası sona erdi. Temmuz- Ağustos Irak’ta Süryanilere dönük katliam yapıldı. 1933 8 Eylül 1933 Irak Kralı Faysal öldü. Yerine oğlu Gazi geçti. Mayıs-Haziran 1934 Yemen ve Suudi Arabistan arasında savaş 2 Kasım 1934 Suriye Parlamentosu süresiz askıya alındı. 30 Kasım 1934 Mısır’da 1930 Anayasası askıya alındı. 14 Ocak 1935 Irak-Akdeniz petrol boru hattı açıldı. Nisan 1936 Faruk 1. Fuad’ın ardından Mısır Kralı oldu. Filistin’de Arap Yüksek Komitesi oluşturuldu. 1936-1939 Büyük Arap İsyanı. 5,000’in üzerinde Arap öldürüldü. Yahudiler tarafından “gece mangaları” oluşturuldu. Hüseyni önce Irak’a ardından Nazi Almanyası’na kaçtı. 26 Ağustos 1936 Mısır ve İngilizler arasında yapılan anlaşma uyarınca Mısır’da Süveyş Kanalı bölgesi hariç bütün bölgelerdeki askerî işgali sona erdi. 29 Ekim 1936 General Sıdkı Bakr Irak’ta yönetimi ele geçirdi. 1937-1938 Filistin’de küçük bir Yahudi devletinin bir de daha geniş Arap devletinin kurulması gündeme geldi. 110


GELENEK 94 11 Ağustos 1937 General Sıdkı Bakr suikaste uğradı. 1 Ekim 1937 İngiltere Filistin’deki Yüksek Komite’yi yasadışı ilan etti. 16 Ekim 1937 Kudüs Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni önce Suriye’ye sonra da Irak’a kaçtı. Ocak-Mart 1939 Londra’da Arap ülkeleri, Siyonistler ve Filistin temsilcilerinin katılımıyla bir yuvarlak masa toplantısı yapıldı. 17 Mayıs 1939 1939 Hükümet Raporu Filistin’e Yahudi göçünün toplamda 75 bin ile sınırlanmasını, Yahudilere toprak satışının kısıtlanmasını, bir Arap-Filistin devletinin kurgulanmasını karara bağladı. Yahudiler yasadışı göçler düzenlemek için Mossad’ı kurdular. 3 Eylül 1939 Fransa ve İngiltere Almanya’ya savaş açtı. 25 Kasım 1940 Avrupa’dan mültecileri taşıyan ve yasadışı Yahudi göçünün yapıldığı Patra isimli gemi Hayfa’da İngilizler tarafından alıkonuldu. Gemi, Haganah tarafından güvenlik gerekçesi ile havaya uçuruldu ve 252 kişi öldü. 1 Nisan 1941 Sürgündeki Hacı Emin el-Hüseyni’nin çalışmaları sonucu bir darbe organize edildi. Bu arada Miğfer devletlerini destekler bir hükümet Raşit Ali tarafından Irak’ta kuruldu. Mayıs -Haziran 1941 İngiltere Bağdat da dahil olmak üzere Irak’ın bir bölümünü işgal etti. Raşit Ali ve Miğfer yanlısı diğer devlet adamları İran’a ve Almanya’ya sığındı. Bağdat’ta İngiliz kuvvetlerinin müdahale etmediği bir pogrom düzenlendi. Haziran 1941 Fransız ve Avustralyalılar Suriye ve Lübnan’ı işgal etti. İngiliz ve Fransızlar Suriye’nin bağımsızlığının teminat altında olduğunu açıkladı. 24 Şubat 1942 Yasadışı göçmenleri taşıyan Struma gemisi, Türkiye’den kuzeye doğru gitmeye zorlandı. Stuma, Alman gemisi zannedilerek bir Sovyet denizatlısı tarafından vuruldu ve 428 erkek, 269 kadın ve 70 çocukla birlikte battı. Ekim 1942 El-Alameyn Savaşı- General Montgomery komutasındaki İngiliz ordusu, Rommel'in Afrika kuvvetlerini yenerek Mısır’a dönük Nazi tehdidine sona erdi. 9 Mayıs 1942 Biltmore Programı – Weizman ve Ben-Gurion önderliğindeki Siyonist liderler New York’ta Biltmore Otelinde savaş-sonrası projeksiyonlarını geliştirdiler. Program, İngiliz mandasının sona ermesini ve Filistin’e göçün Yahudi kontrolüne verilmesini öngörüyordu. 7 Ekim 1944 İskenderiye’de Arap Liderleri savaş sonrası planlarını görüşmek üzere buluştular. Toplantının gündemi, bağımsızlık ve Filistin’de Yahudi kontrolünü ve ağırlığını sona erdirmekti. 6 Kasım 1944 Lord Moyne, Kahire’de Yahudi yeraltı örgütünün düzenlediği suikast sonucu öldü. Anti-siyonist olarak bilinen Moyne 1939’daki Hükümet raporunu uygulayan Ortadoğu’dan sorumlu devlet bakanıydı. Mar, 1945 Tüm Arap devletleri, İngiltere’nin etkisiyle Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti.

111


Filistin Sorunu Kronolojisi 22 Mart 1945 Arap Devletleri Ligi kuruldu. (Mısır, Lübnan, Irak, Suriye, Maveraürdün, Yemen, Suudi Arabistan, Filistin) Ligin kararları İskenderiye Protokolü’yle açıklandı. Filistin’in bağımsız bir ülke olmasını isteyen Protokol Yahudilerin büyük tepkisini topladı. Mayıs-Haziran 1945 Lübnan ve Suriye Krizi- İngiltere’nin ültimatomu üzerine Fransızlar kuvvetlerini bu ülkelerden çekti. Ağustus 1945 ABD Başkanı Truman, İngiltere’den 110 bin Yahudinin göçüne izin vermesini istedi. Eylül, 1945 İngiltere aylık göç miktarını 1500 kişi ile sınırladı. Kasım 1945 İngiliz-Amerikan Soruşturma Komitesi kuruldu. Mart 1946 İngiliz-Maveraürdün arasında imzalanan anlaşmaya göre İngiltere Emir Abdullah’ı kral olarak tanıdı. Nisan 1946 Komite 100 bin Yahudi’nin Filistin’e göçünü tavsiye eden bir rapor yayınladı. Haziran 1946 Hacı Emin el-Hüseyni Nazi yandaşlığı nedeniyle tutuklu bulunduğu Fransızların elinden Fransız işbirlikçilerin yardımıyla kaçtı. 22 Temmuz 1946 Yahudi yeraltı örgütü İngiliz Merkez Bürosunu havaya uçurdu. 91 kişi öldü. Ağustos 1946 Yasadışı Yahudi göçmenler, İngiltere tarafından Kıbrıs’taki toplama kamplarına sürülmeye başlandı. Eylül 1946 Filistin yuvarlak-masa toplantısı Londra’da başladı. Aralık 1946 Nokraşi Paşa, yeni Mısır Başbakanı, İngiltere ve Mısır arasında yapılan anlaşmayı tanımadığını ilan etti. Şubat. 1947 İngiltere, Filistin meselesini BM’ye taşıdı. Mayıs 1947 BM Genel Kurulu, BM Filistin Özel Komitesini (UNSCOP) atadı. 18 Temmuz 1947 İngiltere yasadışı göçmen gemisi Exodus’a açık denizde müdahale etti. Gemi Hayfa’ya çekildi. 1 Eylül 1947 UNSCOP, Filistin’in bölünmesi yönündeki raporunu yayınladı. 29 Kasım 1947 BM Bölünme Önergesi (GA 181) – Filistin, bir Arap devleti, Yahudi devleti ve uluslararası komisyonun yönetimine verilecek Kudüs ve çevresi olmak üzere üçe bölünecekti. ABD ve SSCB planı destekledi. Arap devletleri önergeyi reddetti. 1 Aralık 1947 Kudüs’te Arap isyanları başladı. Kudüs, Araplar tarafından kuşatma altına alındı. Ocak 1948 Arap Kurtuluş Ordusu’nun Filistin’e girişine Yahudi yerleşimlere saldırmamaları koşuluyla İngilizler tarafından izin verildi. Yahudi Ajansı Çekoslovakya’dan silah almak için bu ülke ile anlaştı. Ancak silahların büyük bölümü Mayıs 1948’de İngilizlerin Filistin’i terk edişine kadar Filistin’e ulaşmadı. BM, ABD de dahil olmak üzere, Filistin’e silah ambargosu koydu. Ancak Yahudiler yasadışı yollarla silah naklini sürdüler. Şubat 1948 Irak’ta İngiliz yanlısı hükümetin yönetime gelmesi üzerine Bağdat’ta İngiliz-karşıtı isyanlar çıktı. 112


GELENEK 94 Mart 1948 Tel-Aviv’de geçici Yahudi hükümeti kuruldu. Araplar Hayfa’dan göç etmeye başladılar. 6-8 Nisan 1948 Kudüs çevresindeki Arap kuşatması kırıldı. Önde gelen Filistin askeri önderleri Yahudi nöbetçileri tarafından öldürüldü. 9 Nisan 1948 Kudüs’ün Yasin köyünde 100 sivil Arap, Yahudi yeraltı örgütü tarafından öldürüldü. 13 Nisan 1948 Yasin köyü katliamına misilleme olarak Araplar Hadasah Hastanesine giden doktor ve hastalara bir saldırı düzenledi. 22-31 Nisan 1948 Hayfa’nın kontrolünü ele geçirmek için Haganah seri operasyonlar düzenlemeye başladı. 12 Mayıs 1948 Haganah,Safed şehrini ele geçirdi. Araplar şehir Yahudiler tarafından ele geçirilmeden önce kenti terk etmişti. 13 Mayıs 1948 Yafa, Haganah’a teslim oldu. 14 – 15 Mayıs 1948 İngiliz Yüksek Komiseri Cunningham Filistin’i terk etti. İsrail Devleti, Şabat günü öcesi ilan edildi. ABD tarafından hemen tanınırken, Sovyetler Birliği, 17 Mayıs günü tanıdı. 15 Mayıs 1948 İngilizler Filistin’i terk ettiler. Mısır, Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün ve Suudi Arabistan İsrail’e savaş ilan etti. Mısır, Suriye ve Ürdün askeri müdahaleye başladı. 17 Mayıs 1948 Haganah Akre’yi ele geçirdi. 18 Mayıs 1948 Suriye ordusu Massada Merom Hagolan’ı ele geçirdi. 28 Mayıs 1948 Ürdün Lejyonu Kudüs’ün Yahudilere ait bölümünü ele geçirdi. Burada yaşayanlar herhangi bir linç tehlikesinden yine bu lejyon tarafından korundu. Savaşmayanlar Batı Kudüs’e gönderildi. Yaklaşık 300 Haganah mensubu tutuklandı ve Ürdün’e gönderildi. Bölge, lejyonun tüm uğraşlarına rağmen Araplar tarafından tahrip edildi. 59 sinagogun 58’i yok edildi. 11 Haziran 1948 8 Temmuz’a kadar sürecek ilk ateşkes başladı. 23 Haziran 1948 BM ambargosuna rağmen silah ve göçmen getiren bir İsrail gemisi, İsrail yeraltı örgütleri arasındaki gerilim neticesinde İshak Rabin’in emri ile batırıldı. 28 Haziran1948 Kudüs’ün Araplarda kalmasını öneren ilk barış önerisi ortaya atıldı. 8 Temmuz 1948 Mısır ordusu Ateşkesi bozdu. İsrail’in Felluce’ye düzenlemiş olduğu karşı saldırı başarısısz oldu. Bundan sonra İsrail saldırıları kuvvetlendi. İsrail, Kahire ve Şam’ı bombalamayı başardı. İsrail Kudüs’ü ele geçirdi. 10 Temmuz 1948 Arap Ligi, Filistin’in Araplar elinde olan bölgelerinde geçici bir Filistin sivil yönetimi ilan edileceğini duyurdu ancak bu hiç hayata geçmedi. 12 Temmuz 1948 Mısır’ın İsrail birlikleri üzerine büyük bir güçle saldırması ciddi bir başarısızlıkla sonuçlandı. İsrail ordusu 5 ölü ve 16 yaralı verirken, Mısır ordusu yaklaşık 300 kayıp verdi. 19 Temmuz 1948 İkinci ateşkes ilan edildi. 17 Eylül 1948 İsveçli bir BM aracısı Bernadotte Kudüs’te suikaste uğradı. 113


Filistin Sorunu Kronolojisi “Lehi” üyelerinden şüphelenildi. İsrail hükümeti bu örgütü yasadışı ilan etti ve merkezi Kudüs’te olan yayını, Hamivrak’ı kapattı. Lehi’nin yöneticileri askeri bir mahkeme tarafından uzun süreli hapse mahkum edildi, ancak daha sonra genel afla serbest bırakıldılar. 22 Eylül 1948 Filistin Genel Hükümeti (Hukumat 'Umum Filastin) ilan edildi. Bağımsızlık Beyannamesi, 1 Ekim tarihinde Hacı Emin tarafından Gazze’deki Ulusal Konsey’e bildirildi.Buna göre Hacı Emin devlet başkanı, Ahmet Hilmi Abdülbaki başbakan, Cemal el-Hüseyni dışişleri bakanıydı. Bayrak olarak 1916 Arab İsyanı’nda kullanılan bayrak belirlendi. Kudüs, başkent; Gazze ise hükümet merkeziydi. 15 Ekim 1948 İkinci ateşkes sona erdi. İsrail’in güçlü saldırıları, Mısır kuvvetlerinin Necef’teki İsrail yerleşimleri üzerindeki kuşatmayı kırdı. Beerşefa İsrail tarafından ele geçirildi. Kuzeyde, Hiram operasyonu ile Arap Kurtuluş Ordusu yenilgiye uğratıldı. İsrail, girdiği hemen her yerde büyük katliamlar yaptı. 11 Aralık 1948 BM Karar No:194 çatışmaların sona ermesini ve mültecilerin öncesinde yaşadıkları yerlere barış içinde geri dönmelerini öngörüyordu. Bu BM’in temsilcisinin öldürülmesine bir tepkisi olarak yorumlandı. Aralık 1948 İsrail Mısır içlerine doğru ilerledi. Mısır Başbakanı Nokraşi Paşa suikaste uğradı. 19 Aralık 1948- 7 İsrail Gazze’yi ve Sina’yı ele geçirdi. İngiliz ve ABD kuvvetleri Ocak 1949 İsrail’in geri çekilmesi için müdahale etti. İsrail beş İngiliz keşif uçağını düşürdü. 7-10 Mart 1949 İsrail, Güney Necef’i bir dirençle karşılaşmadan ele geçirdi. Şubat-Haziran 1949 İsrail ve Arap devletleri ayrı anlaşmalar ile ateşkes ilan ettiler. İsrail, BM’in Bölünme Planı’nın öngördüğü bölgenin %50 daha fazlasını ele geçirmiş oldu. Savaş 780 bin Filistinli’nin mülteci duruma düşmesine neden oldu. 27 Nisan– Eylül 1949 Lozan Konferansı- Sonuçsuz ateşkes görüşmeleri yapıldı. Somut bir sonuç elde edilemedi. Aüustos 1949 Suriye’de Askeri Darbe – Başbakan Zaim idam edildi. Albay Hinavi iktidarı ele geçirdi. Aralık 1949 Suriye’de Askeri Darbe – Albay Hinavi idam edildi. Albay Şişaklı iktidara geldi. Ocak 1950 Wafd Parti Mısır seçimlerini kazandı. Nahas Paşa başbakan oldu. Nisan 1950 İngiltere İsrail’i ve Büyük Ürdün’ü de jure tanıdı. Mayıs 1950 ABD, İngiltere ve Fransa, Ortadoğu’da istikrar ve barışın ortak çıkarları olduğunu ilan etti. 2 Mayıs 1951 İran, petrol sanayisini millileştirdi. Temmuz 1951 Ürdün Kralı Abdullah, suikaste uğradı. Abdullah suikaste uğramadan önce İsrail ile yakın ilişkiler kurmaya çalışıyordu. 7 Eylül 1952 Necip, Mısır’ın başbakanı oldu. 114


GELENEK 94 16 Ocak 1953 Necip’e karşı komplo iddiasıyla Raşid Mehanna tutuklandı, siyasî partiler feshedildi. Necip, 3 yıllık seçimsiz bir geçiş dönemi olacağını açıkladı. 18 Ocak 1953 Sovyetler Birliği hem içerde hem de dışarıda Anti-siyonist bir tavır geliştirmeye başladı. 18 Haziran 1953 Mısır, Necip’in başkanlığında bir cumhuriyet olduğunu ilan etti. 12 Temmuz 1953 Şişaklı Suriye devlet başkanı oldu. 7 Eylül1954 Ben-Gurion İsrail başbakanlığından istifa etti. Yerine Moşe Şaret geçti. Ekim 1953 Ariel Sharon komutasında bir kuvvet bir Ürdün köyüne yaptığı baskında 69 sivili öldürdü. 25 Şubat 1954 Nasır, Necip’i görevinden azletmek amacıyla bir askeri darbe düzenledi ancak Necip 2 gün sonra yeniden göreve geldi. 27 Şubat 1954 Şişaklı Suriye’den kaçmak zorunda kaldı. 18 Nisan 1954 Nasser, Mısır’ın başbakanı oldu. Temmuz 1954 İsrail hükümetinin ajanları, Mısır’da ABD ve İngiliz mülklerine dönük bir sabotaj girişiminde bulunarak Mısırlı grupların üzerine atmayı planlıyorlardı. Bu sayede İngiltere, Süveyş Kanalı’ndan çekilme planını erteleyecekti. Planın başarısızlığı, Ben Gurion’un partisi Mapai’de bir bölünmeye yol açtı. Savunma Bakanı istifa etti. Mısır, bu komploya karışan Yahudilere dönük soruşturma başlattı. 19 Ekim 1954 İngiliz askerlerinin Süveyş Kanalı’nı boşaltma planları Mısır ile yapılan anlaşma ile resmileşti. 27 Ocak 1955 Mısır’da yakalanan iki İsrail ajanı Kahire’de bir askeri mahkeme tarafından ölüme mahkum edilerek idam edildi. Şubat 1955 İstifa eden savunma bakanın yerine Ben Gurion geçti. Şubat 1955 İsrail’in Hetz Shahor adını verdiği operasyon sonucu 38 Mısırlı öldü. 24 Şubat. 1955 Irak Krallığı, Türkiye, İngiltere, Pakistan Yönetimi İran arasında Bağdat Paktı oluşturuldu. Bağdat Paktı, İngiliz ve ABD’nin bölgedeki Sovyet etkisini kırmak için hayata geçirdikleri bir girişimdi. 27 Eylül 1955 Mısır ve Çekoslovakya arasında silah anlaşması yapıldı. 2 Kasım 1955 Ben-Gurion öncesinde görevi bıraktığı Şaret’in yerine İsrail başbakanı oldu. Şaret, dışişleri bakanlığına geldi. 11 Aralık 1955 İsrail, Suriye’ye yönelik bir saldırı gerçekleştirdi. 5 Nisan 1956 İsrail ile Mısır-Suriye arasındaki gerilim yükseldi. Üç İsraillinin ölmesi üzerine düzenlenen saldırıda İsrail çoğu sivil 59 kişiyi öldürdü, 100 kişiyi yaraladı. Bunun üzerine Mısır ve Suriye İsrail’e karşı fedailer ve komando baskınları ile mücadele yoluna gitti. Haziran 1956 Şaret İsrail Dışişleri Bakanlığı’ndan istifa etti yerine Golda Meir geçti. Son İngiliz kuvvetleri, Süveyş kanalını 13 Haziran’da terk etti.

115


Filistin Sorunu Kronolojisi 26 Temmuz 1956 Nasır Süveyş Kanalı’nı millileştirdi. Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler geliştirmeye başladı. İngiltere, Fransa ve ABD, malî yaptırım uygulayacaklarını ilan ettiler. 16 Ağustos 1956 Mısır Süveyş Kanalı için toplanan Londra Konferansı’nı boykot etti. 10 Eylül 1956 Mısır 18 ülkenin Süveyş Kanalı’na ilişkin önerileri reddettiğini, tasarruf yetkisinin kendisinde olduğunu ilan etti. 19 Eylül 1956 Süveyş üzerine ikinci konferans toplandı. 23 Eylül 1956 İngiltere ve Fransa Süveyş Kanalı üzerindeki çelişkiyi BM gündemine getirir. 1957 El-Fetih resmi olmasa da kuruldu. Resmi kuruluş: 1964 1957 İsrail nükleer reaktör inşasına başladı. Fransız teknolojisini kullanıyorlardı. 1 Şubat 1958 Mısır ve Suriye Birleşik Arap Cumhuriyeti olarak birleşeceklerini açıkladı. Mısır Sovyetler Birliği’nden ulusal sanayisini güçlendirmek için ilk kez borç aldı. 14 Temmuz 1958 Irak’ta krallık ve İngiltere karşıtı bir “devrim” gerçekleşti. Kral, başbakan öldürüldü. 15 Temmuz 1958 ABD Deniz Kuvvetleri Lübnan’a çıkartma yaptı. 17 Temmuz 1958 İngiltere Ürdün hükümetine Irak’ta olanlardan sonra askeri destekte bulunmak için asker gönderdi. 18 Kasım 1959 İsrail, Ürdün ile yapmış olduğu su anlaşmasını bozduğunu ve kendi başına bir Ulusal Su Taşıma projesi geliştireceğini açıkladı. 1959 Yaser Arafat önderliğinde Filistin Kurtuluş Komitesi kuruldu. 1960 İsrail ajanları savaş suçlusu Nazi Subayı Adolf Eichmann’ı Arjantin’de yakaladı. 1961 Eichmann duruşması televizyondan yayınlandı ve 1962’de idam edildi. 25 Haziran 1961 Irak, Kuveyt’in kendi toprağı olduğu iddiasında bulundu. 29 Eylül 1961 Suriye, Mısır ile kurduğu birlikten çekildiğini açıkladı. 27 Eylül 1962 Yemen’de askeri darbe oldu. Abdulla el-Sallal başbakan oldu. Nasır, askeri darbeyi desteklediklerini açıkladı. 5 Kasım 1962 Suudi Arabistan Mısır ile ilişkilerini kesti. 8 Şubat 1963 Irak’ta Basçı askeri darbe. Devlet başkanı Kasım’ın idamı televizyondan yayınlandı. Ülkede komünist kıyımı yaşandı. 8 Mart 1963 Suriye’de Baasçı darbe gerçekleşti. 14 Mart 1963 Mısır, Suriye ve Irak Kahire’de birlik toplantılarına başladılar. Görüşmeler sonuçsuz kaldı. 24 Haziran 1963 Ben-Gurion, Lavon meselesinde yaratmış olduğu hayal kırıklığından dolayı İsrail başbakanlığından istifa etti. 18 Kasım 1963 Irak’ta Baas karşıtı bir darbe gerçekleşti. Baas hükümeti üyeleri sürgüne yollandı ve Suriye ile oluşturulmuş olan askeri birlik bozuldu.

116


GELENEK 94 13-17 Ocak 1964 Nasır’ın önayak oluşu ile ilk Arap Zirvesi Kahire’de toplandı. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kurulması kararı alındı. Bu ve Eylül’de gerçekleşen ikincisi İsrail’de büyük panik yarattı. Mayıs 1964 Filistin Kurtuluş Örgütü kuruldu. 13 Eylül1964 İkinci Arap Zirvesi İskenderiye’de toplandı. İsrail’in ana su kaynaklarından olan Ürdün sularının yönlerinin değiştirilmesi ve bölgesel Arap ordularının güçlendirilmesi kararını aldı. İsrail, BM Güvenlik Konseyi’ne başvurdu. 18 Eylül 1965 Üçüncü Arap Zirvesi Casablanca’da toplandı. İsrail’e karşı kademeli bir planın yürülüğe konması planlandı. İlkin Suriye, Ürdün ve Lübnan’ın orduları kısa süre içinde güçlendirilecek, bu süre zarfında İsrail ile savaştan kaçınılacaktı. 13 Nisan 1965 Irak Devlet Başkanı Aref bir helikopter kazasında öldü. 13 Kasım 1966 İsrail, Ürdün’e ani bir baskında bulunarak 15 asker, 3 sivil öldürdü ve 125 evi dinamitle. Bunun üzerine yapılan misillemede 3 İsrail askeri mayına çarparak öldü. Filistin Kurtuluş Örgütü destek kazanmaya başladı. Mayıs 1967 Mısır, Tiran Boğazı’nı İsrail gemilerine kapattı ve BM Barış Gücü’nü ülkeden çıkardı. Tiran Boğazı’nın yeniden açılması için ABD aracılığı sonuçsuz kaldı. 27 Mayıs 1967 İsrail’in planı öğrendiğinin ortaya çıkması ile Mısır düzenleyeceği bir operasyonu erteledi. 30 Mayıs 1967 Ürdün, Mısır ile bir savunma paktı imzaladı ve Ürdün lejyonunun komutasının Mısır’a verilmesini bu pakt ile kabul etti. 2 Haziran 1967 Moşe Dayan, İsrail kabinesine Savunma Bakanı olarak katıldı. Ulusal Birlik Hükümeti kuruldu. 5-10 Haziran 1967 Altı Gün Savaşı: Uzun süreli bir gerginlik döneminin ardından İsrail gerçekleştirdiği bir saldırı ile Mısır’ın hava gücünü ortadan kaldırdıktan sonra, Sina ve Gazze’yi işgal etti, Batı Şeria’yı ve Golan Tepelerini ele geçirdi. Ağustos Eylül 1967 Hartum Konferansı’nda Araplar İsrail ile yapılacak olan barış görüşmelerini reddetti. 4 Eylül 1967 50 Mısır subayı Nasır’a karşı komplo içinde oldukları gerekçesiyle tutuklandı. Tutuklular arasında bulunan Başkomutan Ömer, intihar etti. 22 Kasım 1967 BM, İsrail’in geri çekilmesi gerektiğini ve barış görüşmelerinin başlamasını 242 no.lu kararını açıkladı. 21 Ekim1967 Mısır, savaş gemisi İsrail destroyerini batırdı. Bunun üzerine misilleme olarak İsrail Süveyş rafinerisini bombaladı. 30 Kasım 1967 Güney Yemen Halk Cumhuriyeti kuruldu. Son İngiliz birlikleri de Aden körfezini terk etti. 16 Ocak 1968 İngiltere 1971 yılında İran Körfezi’nden çekilme niyetini açıkladı. 21 Mart 1968 Karameh Savaşı - Ürdün ve Filistin Kuvvetleri İsrail’in bir Ürdün kasabasına saldırısının ardından gerçekleştirdikleri karşı

117


Filistin Sorunu Kronolojisi hücumda İsrail’i ağır bir yenilgiye uğrattılar. Bu bölge gerilla saldırılarının başlangıç yeri ve FKÖ/El-Fetih gerillaları için bir üs haline geldi. El-Fetih bunun büyük bir zafer ilan etti. Bu savaşın yıldönümleri hala Filistinlilerce kutlanır. Haziran 1968 Süveyş Kanalı üzerine gerilimin tırmanması. 20-30 Temmuz 1968 Baasçı General Ahmed el-Bakr Irak’ta Arif rejimini devirdi. Saddam Hüseyin’in yükselişi. 21-30 Kasım 1968 Mısır’da öğrenci isyanları Aralık 1968 FHKC Atina’da El Al uçağına saldırdı. Bir İsrailli öldü. İsrail, buna 28 Aralık’ta Beyrut Uluslararası Havayollarına düzenlediği helikopter saldırısıyla yanıt verdi. Komandolar 13 Arap uçağına yok etti ve havaalanını tahrip ettiler. 6 Ocak 1969 Fransa İsrail’in kamuoyuna duyurduğu silah arzını yasakladı. 27 Ocak 1969 Irak 9’u Yahudi 14 kişiyi İsrail ajanı oldukları gerekçesiyle astı. 1-4 Şubat 1969 Beşinci Filistin Ulusal Konseyi Kahire’de toplandı. El-Fetih Yasser Arafat’ın Yürütme Kurulu başkanı ilan edilmesi ile resmi kontrolü kazandı. Konsey; Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerden oluşan laik demokratik bir devlet hedefini ilan etti. Şubat 18, 1969 FHKC Zürih’te El Al uçağına saldırdı. Şubat 20, 1969 FHKC Kudüs’te bir süpermarkete saldırdı. Şubat 24, 1969 Israil Şam yakınlarında iki El-Fetih kampına hava saldırısı düzenledi. Çok sayıda insan öldü. El-Fetih pozisyonunu güçlendirmek için Ürdün’e geçti. FHKC Batı kuklası olarak görülen Kral Hüseyin’in devrilmesi yönündeki çağrısını daha açıktan yapmaya başladı. Şubat 1969 Suriye Baas Partisinde iç çatışmalar: Hafız Esad, Savunma Bakanı Suriye silahlı kuvvetlerinin tüm kontrolünü ele geçirdi. Sivil kurumlar Başkan Atasi’nin kontrolüne bırakıldı. Mar 11 1969 Golda Meir, Levi Eşkol’ün ölümünün ardından İsrail Başbakanı oldu. 29 Ağustos 1969 Leyla Halid yönetimindeki grup Tel Aviv’e uçan TWA uçağını kaçırdı. Mart 1969 Süveyş Kanalı konusunda Mısır ve İsrail arasındaki gerilim Mısır’ın Sovyetlerden SAM-2 radar ve pilotları, İsrail’in ABD’den Fantom jetleri ve Hawk füzeleri almasıyla kızıştı. 23 Nisan 1969 İsrail ve Mısır arasında zaiyat saldırıları – Nasır resmen ataşkese daha fazla uymayacağını deklare etti. Sürekli top atışları ve havada itdalaşı ile birlikte Mısır hedeflerine İsrail Hava Kuvvetleri bombardımanı başladı. ABD, Nasır’ın ateşkesi ihlal ettiği ve yeni bir savaş hazırlığı içinde olduğuna yönelik İsrail raporlarıyla aynı fikirde olduğunu duyurdu. 1 Eylül 1969 Libya’da askeri darbe ile Kral İdris devrildi. Muammer Kaddafi iktidarı ele geçirdi ve Cumhuriyeti ilan etti. 9 Eylül 1969 Mısır’a geniş çaplı İsrail saldırıları.

118


GELENEK 94 22 Ekim 1969 Filistinli gerillalar Lübnan güvenlik güçleriyle çatıştı. 3 Kasım’da El-Fetih ile Lübnan arasında bir uzlaşmaya varıldı. 26 Kasım 1969 Suudi Arabistan ve Güney Yemen birlikleri arasında alWadeiah’ta çatışma. 9 Aralık 1969 ABD Başkan yardımcısı (US Secretary of State) William Rogers İsrail-Mısır barış planı önerisini sundu (Roger Planı), iki taraf tarafından da reddedildi. 21-23 Aralık Rabat’ta altıncı Arap zirvesi’nde uzlaşma sağlanamadı. Temmuz 1970 Temmuz 1970’de ABD ve Sovyetler Birliği’nin her iki taraf üzerindeki baskısı sonucu, zaiyet savaşı ataşkesle sona erdi. Eylül 1970 “Kara Eylül" – Ürdün Kralı Hüseyin FKÖ’nün artan tehditlerine karşı harekete geçti. Filistinli gerillalar Ürdün’den çıktılar; Lübnan’da yerleşimler oluşturmaya başladılar. 6 Eylül 1970 FHKC Swissair, BOAC, PanAm and TWA uçaklarını kaçırdı ve onları Ürdün’e yönlendirdi. 310 yolcu rehin alındı ve Filistinli tutsakların serbest bırakılması konusunda varılan anlaşma ile serbest bırakıldı.Uçak kaçırmaların ardından Lufthansa gerilla hareketlerine haraç vermeye başladı, Fransa anti-İsrail bir politika izleyeceğini taahhüt ederek Air France için dokunulmazlık satın aldı. 28 Eylül 1970 Nasır Ürdün-Filistin ateşkesinin ardından geçirdiği bir kalp krizi sonucu öldü. Yerine Enver Sedat geçti. 30 Mayıs 1972 FHKC ve Japon Kızıl Ordusu Lod Havaalanına saldırdı, 27 kişi öldü. 5 Eylül 1972 Kara Eylül hareketi Münih’te İsrail Olimpiyat takımını katletti. İsraillilerin sistematik sürek avı bu olaydan sonra başladı. 6 Ekim 1973 Yom Kippur Savaşı (Ekim SAvaşı). Yahudi kefaret gününde gerçekleştirilen sürpriz bir saldırıyla, Mısır Süveyş Kanalını ve karşı taraftan dar bir şeridi geri aldı. Suriye Golan Tepelerini geri aldı. ABD’nin yaptığı silah yardımının ardından, İsrail Suriye’yi geri püskürtmeyi başardı ve Şam’ı almakla tehdit etti. Sina’da, İsrail Süveyş Kanalı’nı geçti ve Mısır Üçüncü Ordu’sunu yok etti. İsrail’in verdiği kayıplar çok yüksek orandaydı, bu yüzden hem Suriye hem de Mısır savaşın yıldönümlerinde zaferlerini kutlamaktadırlar. 22 Ekim1973 BM 338 Nolu Güvenlik Konseyi Kararı ile ateşkes çağrısında bulundu. İsrail Sina’nın bir bölümünden Mısır üçüncü ordusunun toparlanmasıyla aşamalı olarak geri çekilmeye başladı. Benzer şekilde Golan tepelerinin de küçük bir bölümünden geri çekildi. 21-29 Aralık 1973 Ortadoğu Barış konferansı Ürdün, Mısır, Sovyetleri Birliği, ABD ve İsrail’in katılımıyla Cenova’da toplandı (Suriye katımayı reddetti). Birincil amaç askerlerin savaş alanından çekilmesiydi. 10 Nisan 1974 Golda Meir, Yom Kippur Savaşı üzerine düzenlenen bir halk protestosunun ardından İsrail Başbakanlığından istifa etti.

119


Filistin Sorunu Kronolojisi Yerine eski Genelkurmay Başkanı ve İsrail’in ABD Büyükelçisi İshak Rabin atandı. 11 Nisan 1974 Kiryat Şmona Katliamı – FHKC Filistin’li tutsakların serbest bırakılması için bir binadaki insanları rehin aldı. İsrail insanların tutulduğu binayı ateşe verdi. İsrail’in Güney Lübnan’a akınları BM tarafından kınandı. 15 Mayıs 1974 FKÖ güney İsrail’de Ma’alot isimli köyde bir okulu tutsakların serbest bırakılması talebiyle ele geçirdi. 25 kişi öldü, pek çok kişi yaralandı. 31 Mayıs 1974 Golan üzerinde Suriye-İsrail asker çekme anlaşması. Haziran 1974 Filistin Ulusal Konseyi, “Filistin Kurtuluş Örgütü, Filistin toprağını özgürleştirmek ve halkın ulusal, bağımsız ve mücadeleci otoritesini özgürleştirilecek her karış Filistin toprağında kurmak için her araçla mücadele edecektir.” kararını aldı. Bu kararın yaratmış olduğu fikir ayrılığı üzerine Filistin Halk Kurtuluş Cephesi Filistin Kurtuluş Örgütü’nden ayrıldı. 29 Ekim 1974 Rabat’ta toplanan Arap Ligi Zirvesi’nde, Filistin halkının tek meşru temsilcisinin FKÖ olduğu açıklandı. 13 Kasım 1974 Yaser Arafat BM Genel Kurulu’nda konuştu. BM Genel Kurulu Filistin’in egemenlik hakkının olduğunu ve FKÖ’nün gözlemci statüsünde genel kurullara katılmasını onayladı. Kasım – Aralık 1975 3379 sayılı BM Genel Meclis Kararı, Siyonizmin ırkçılık olduğunu karara bağladı. 31 Mayıs 1976 Suriye, Maruni Hıristiyanlar tarafından Lüban’a çağrıldı. Haziran-Temmuz Filistinliler bir Air-France uçağını Uganda’ya kaçırdı. İsrail 1976 Savunma Kuvvetleri Uganda’ya iniş yaptı. Operasyon düzenleyerek rehinelerin büyük bölümünü kurtardı. 20 Haziran 1977 Likud Partisi, hükümeti kurdu. Batı Şeria ve Gazze’deki İsrail yerleşimleri Likud’un yükselişi ile birlikte yoğunlaşmaya başladı. 20 Kasım 1977 Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat, Kudüs’e geldi ve İsrail parlamentosu Knesset’te bölgesel sorunlar ve barış üzerine bir konuşma yaptı. 15 Mart 1978 Hayfa otobanında Tel-Aviv’e giden bir otobüsün kaçırılmasını bahane ederek İsrail Lübnan’ı işgal etti. Birleşmiş Milletler, İsrail’in Lübnan’dan derhal geri çekilmesi yönünde bir karar aldı. 17 Eylül 1978 Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ve İsrail Başbakanı Menachem Begin ABD’nin gözetiminde Camp David’de toplandı ve Ortadoğu’da ve İsrail ile Mısır arasında barış için bir çerçeve anlaşması imzalandı. 26 Mart 1979 İsrail ve Mısır, barış anlaşması imzaladılar. 7 Haziran 1981 İsrail, Irak’ın nükleer reaktörünü yok etti. 6 Ekim 1981 Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat suikast sonucu öldü. 29 Nisan 1982 İsrail barış anlaşması uyarınca Sina’yı Mısır’a terk etmeyi

120


GELENEK 94 tamamladı. 3 Haziran 1982 İsrail Büyükelçisi Şlomo Argov’a suikast girişiminde bulunuldu. FKÖ, İsrail’e ilk kez roket saldırısında bulundu. 6 Haziran 1982 FKÖ’yle mücadele etmek bahanesiyle İsrail bir kez daha Lübnan’ı işgal etti. BM’nin İsrail’in çekilmesi yönündeki yeni kararlarına rağmen Beyrut’a doğru ilerlemeye devam etti. 13 Haziran’da başkenti kuşatma altına aldı. İsrail kabinesinde Şaron’un savaş planına dair bir bölünme yaşandı. 9 Haziran 1982 Suriye’nin Sovyetler Birliği’nden almış olduğu radar sistemini İsrail yok etti. Yaz 1982 Lübnanlı Şii örgüt Hizbullah kuruldu. 22 Ağustos 1982 FKÖ, Beyrut’u tahliye etti. Yaklaşık 14 bin kişi başkenti terk etti ve FKÖ Karargahı Tunus’a taşındı. 23 Ağustos 1982 Beşir Cemayil Lübnan Devlet Başkanı oldu. 14 Eylül 1982 Beşir Cemayil suikasta uğradı. Suikastın Suriye tarafından yapıldığı öne sürüldü. 15 Eylül 1982 İsrail Batı Beyrut’u işgal etti. 16-17 Eylül 1982 İsrail’in desteği ile Lübnan’lı Falanjistler, Sabra ve Şatilla katliamlarını gerçekleştirdi. 400 ila 800 Filistinli sivil mülteci katledildi. 24 Eylül 1982 İsrail’de “Barış Şimdi” hareketi rekor düzeyde bir katılımla (yaklaşık 300 bin) bir miting düzenlendi. 11 Kasım 1982 Tire’deki İsrail askeri karargahı havaya uçtu. 8 Şubat 1983 Ariel Şaron ve diğer askeri yetkililer Sabra ve Şatila Katliamlarından dolaylı olarak sorumlu bulundu. 18 Nisan 1983 Hizbullah Beyrut’taki ABD elçiliğine intihar eylemi düzenledi. 17 Mayıs 1983 İsrail ve Lübnan saldırmazlık anlaşması imzaladı. 3 Eylül 1983 İsrail Lübnan’dan kısmen çekilmeye başladı. 23 Ekim 1983 Hizbullah intihar bombacısı, ABD’nin Beyrut’taki deniz üssünü havaya uçurdu. 20 Eylül 1984 Hizbullah, Beyrut’ta yeniden inşa edilen Amerikan elçiliğini bombaladı. Haziran 1985 İsrail Ulusal Birlik Hükümeti işgal altındaki Lübnan topraklarından çekilme emri verdi. Kasım 1985 Jonathan Pollard, İsrail için ajanlık yaptığı nedeniyle ABD yetkilileri tarafından yakalandı ve ömür boyu hapse mahkum edidi. 8 Aralık 1987 Birinci İntifada başladı. Ocak 1988 Hamas kuruldu. 15 Kasım 1988 Filistin Ulusal Konseyi, Filistin Devleti’ni ilan etti. 15 Mayıs 1989 İsrail Barış Planı Kasım 1989 Taif Mutabakatı ile Lübnan İç Savaşı sona erdi. Ağustos 1990 Irak Kuveyt’i işgal etti.

121


Filistin Sorunu Kronolojisi Ocak 1991 Çöl Fırtınası Operasyonu (Körfez Savaşı) başladı. Irak, Kuveyt’ten çekilirken İsrail’i vurdu. 20 Mayıs 1991 Suriye-Lübnan İşbirliği Anlaşması imzalandı. 30 Ekim 1991 Ortadoğu sorununun barışçıl çözümü için Madrid Barış Konferansı toplandı. 23 Haziran 1992 Eski general, İşçi Partisi lideri İshak Rabin İsrail’in başbakanı olarak seçildi. 16 Nisan 1993 Hamas’ın ilk intihar saldırısı gerçekleşti. 13 Eylül 1993 Oslo Beyannamesi – İsrail ve Filistin birbirlerini karşlıklı olarak tanıma konusunda uzlaştılar. Yaser Arafat ve FKÖ’nün Gazze’ye dönmesine izin verildi. FKÖ ve Filistin yönetimi İsrail’e karşı terör eylemlerini kınadı. İsrail küçük bir alandan çekildi, ancak Gazze ve Batı Şeria’dan çekilmedi. İsrail hiçbir yerleşim bölgesini boşaltmadığı gibi yerleşim bölgeleri genişletirken, Yahudi yerleşimcilerin sayısı ciddi biçimde arttı. 25 Şubat 1994 Baruch Goldstein isimli yerleşimci, Hebron’da Hz. İbrahim Türbesinin Camisi’nde ibadet eden müslümanlara ateş açtı. 30 müslüman öldü. Katliamın ardından İsrail hükümeti türbeyi uzun süreliğine ibadete kapattı. Goldstein, sağcı İsraillilerce türbe haline getirildi.Türbe 2000 yılında İsrail Hükümeti tarafından yıkıldı. Nisan 1994 Hamas İsrail köylerine bombalı saldırıda bulundu. Mayıs 1994 Mısır'ın başkenti Kahire'de Özerklik anlaşması imzalandı. Gazze kenti ile Batı Şeria'daki Eriha, ilk Filistin özerk bölgeleri oldu. Yaser Arafat Gazze’ye vardı. 19 Ekim 1994 Hamas, Tel-Aviv’de bir otobüse intihar saldırısında bulundu. 24 Temmuz 1994 Hamas Tel-Aviv’de bir otobüse intihar saldırısında bulundu. 26 Ekim 1994 Ürdün ve İsrail arasında barış görüşmeleri başladı. Mayıs 1995 İsrail ve Suriye barış görüşmeleri sonuca ulaşabilecek kadar olgunlaştı. 28 Eylül 1995 Oslo Geçici Anlaşması imzalandı. 4 Kasım 1995 İsrail Başbakanı İshak Rabin bir Yahudi tarafından öldürüldü. 5 Ocak 1996 İsrail Güvenlik Servisi 60 kişinin ölümünden sorumlu tuttukları Filistinli Yihyeh Ayaş’ı bir suikast ile öldürdü. Ayaş’ın ismi Filistin Ulusal Meclisi tarafından bir meydana verildi. 25 Şubat 1996 Hamas Kudüs’te bir otobüse intihar saldırısında bulundu. Hemen ardından Aşkelon’da İsrail askerlerinin bulunduğu bir nokta havaya uçtu. 3 Mart 1996 Hamas Kudüs’ten Yafa’ya giden bir otobüse intihar saldırısında bulundu. Bu önceki haftaki eylemle aynı yerde ve aynı zamanda gerçekleşmişti. 4 Mart 1996 Dizengoff Merkezi bombalaması gerçekleşti. Bombalamayı Hamas üstlendi. Haziran 1996 Likud lideri Benjamin Nethanyahu, seçilerek başbakanlık görevini Şimon Peres’ten devraldı. 122


GELENEK 94 18 Ocak 1997 İsrail ve Filistin Batı Şeria’da İsrail yayılmacılığı üzerine bir anlaşmaya vardı. 21 Mart 1997 Hamas Tel-Aviv’de bir kafeye intihar saldırısında bulundu. 30 Temmuz 1997 Tel-Aviv’de Hamas ve İslami Cihad’ın düzenlediği iki intihar saldırısı gerçekleşti. Eylül 1997 İsrail ajanları Ürdün’de Hamas liderlerinden Halid Meşal’i öldürme girişiminde bulundular, ancak bu büyük bir fiyasko ile sonuçlandı. Ürdün’deki kamuoyu tepkisini hafifletmek için İsrail, Hamas lideri Şeyh Ahmet Yasin’i serbest bıraktı. Ekim 1998 Wye River Görüşmeleri başladı. İsrail ve Filistin Oslo Anlaşmasındaki hükümlere uyacaklarını ilan etti. İsrail, siyasî tutukluları bırakacağını açıklarken, Filistin Yönetimi fazla polis gücünü dağıtacağını ve yasa dışı silahları toplayacağı güvencesini verdi. 17 Mayıs 1999 İsrail’de eski general, yeni İşçi Partisi lideri Ehud başbakan oldu. Barak, barış sürecinin hızlandıralacağını duyurdu. 4 Eylül 1999 İsrail Başbakanı Barak ile Filistin Lideri Arafat, barış müzakerelerine yeniden başladılar. 13 Eylül'e kadar tam kapsamlı nihai barış anlaşmasının hazırlanması ve bir yıla kadar bu anlaşmanın imzalanması ilkesi kabul edildi. İsrail askerlerinin çekilme takvimi belirlendi, Filistin'e liman yapma hakkı tanındı. İsrail ve Filistinli yetkililer, güvenlik sorunlarıyla ilgili bilgi değişimi konusunda işbirliği yapmayı kabul etti. Ocak 2000 İsrail-Suriye barış görüşmeleri Ehud Barak tarafından sürdürüldü. Mart 2000 İsrail-Suriye barış görüşmeleri başarısızlıkla sonuçlandı. Mayıs 2000 İsrail’in Lübnan’da uluslararası sınırlara çekilmesi Hizbullah gerillalarının ısrarlı mücadelesi sonucu tamamlandı. İsrail, üç askerinin Hizbullah tarafından kaçırıldığını iddia etti. 10 Haziran 2000 Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad öldü. Yerine oğlu Beşar Easd geçti. Temmuz 2000 Camp David görüşmeleri başladı. 28 Eylül 2000 Likud Partisi lideri ve Sabra ve Şatilla katliamlarının müsebbibi Şaron'un Kudüs'te Haremmüşşerif'i ziyaret etmesiyle, ikinci Filistin İntifadası patlak verdi. 17 Ekim 2000 Arafat ve Barak, ABD Başkanı Bill Clinton'ın arabuluculuğunda Mısır'da yapılan Şarm El Şeyh zirvesinde ateşkes kararı aldı, ancak karar uygulanamadı. Bu esnada Mısır şiddet kullanmama kararını bozduğunu açıkladı. 21-22 Ekim 2000 Arap Ligi Olağanüstü Zirvesi Hüsnü Mübarek’in ev sahipliğinde toplandı. Mısır lideri, İntifada’nın yanında olduklarını açıkladı. Aralık 2000 Bollard Askeri Üssü Görüşmeleri ve 2001 Ocak’ında Taba’da sürdürülen görüşmeler tümüyle sonuçsuz kaldı. 6 Şubat 2001 Likud lideri Ariel Şaron, başbakanlığa seçildi ve “barış ve güvenlik” sözü verdi. 123


Filistin Sorunu Kronolojisi 27-28 Mart 2001 13. Arap Ligi Zirvesi Beyrut’ta toplandı ve İsrail’e karşı Arap boykotunun yeniden başlamasını karara bağladı Nisan-Mayıs 2001 İsrail ve Filistinlilere “Mitchell Komisyonu” olarak bilinen Ortadoğu Araştırma Komisyonu tarafından hazırlanan rapor sunuldu. Raporda, yeni Yahudi yerleşim birimleri oluşturma projelerinin dondurulması, şiddetin tamamen sona erdirilmesi ve barış görüşmelerinin yeniden başlaması önerildi. 1 Haziran 2001 Tel-Aviv’de bir diskotekte intihar eylemi gerçekleşti. Eylemi hem Hamas, hem de İslami Cihad üstlendi. 13 Haziran 2001 Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA) Başkanı George Tenet arabuluculuğunda taraflar ateşkes ilan etti, ancak bu da yürümedi. 9 Ağustos 2001 İslami Cihad Kudüs’te bir pizzacıyı bombaladı. 27 Ağustos 2001 İsrail, FHKC’nin Genel Sekreteri Abu Ali Mustafa’yı suikast ile öldürdü. 11 Eylül 2001 DTÖ’ye 11 Eylül saldırıları gerçekleşti. 17 Ekim 2001 FHKC, İsrail Turizm Bakanı’na suikast düzenledi. İsrail, yönetimi Filistin Özerk Yönetimi’nden müdahale etmesini istedi. FÖY’nin etkili biçimde müdahale etmediğini bahane ederek İsrail Batı Şeria’ya girdi. Mart 2002 Beyrut’ta Arap Ligi Zirvesi yeniden toplandı. Zirvede Suudi Prensi Abdullah, yeni Arap-İsrail barış planını sundu. Plan, başkenti Kudüs olan Filistin devletinin tanınması ve mültecilerin haklarının geri verilmesi karşılığında, İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesini öngörüyordu. Mart-Nisan 2002 İsrail, intihar bombacılarının eylemlerini bahane ederek, Batı Şeria’da bir “Müdafaa Duvarı” inşa edeceğini açıkladı. Filistin liderlerini tutukladı, FÖY Başkanı Arafat’ı Ramallah’ta karargahında (Mukata) tutsak etti. Cenin’deki mülteci kampına yapılan operasyonda en az 50 sivil öldü. Mayıs 2002 Mukata kuşatması sona erdi. 30 Mayıs 2002 FÖY Lideri Arafat, FÖY Anayasası’nı yürürlüğe koydu. 24 Haziran 2002 Bush, İsrail’in geri çekilmesi ve Filistin Devleti konularında çağrıda bulunan bir konuşma yaptı. İsrail tüm Batı Şeria’yı yeniden işgal etmek için harekete geçti. 23 Temmuz 2002 İsrail Hamas liderlerinden Salih Şehadeh’i bir suikast ile öldürdü. Ekim 2002 Libya Arap Ligi’nden ayrıldığını açıkladı. Ocak 2003 Filistinli gruplar ilk kez Kahire’de bir araya geldi. Konferansta İsrail’in ateşkes çağrısı konusunda bir görüş birliğine varılamadı. Hamas ve İslami Cihad FKÖ’nün artık Filistin halkının çıkarlarını temsil etmediğini söyledi. 5 Ocak 2003 Hamas, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin artan basıncına karşı Tel-Aviv’de çifte intihar saldırısında bulundu. 28 Ocak 2003 Ariel Şaron yeniden başbakanlığa seçildi.

124


GELENEK 94 Şubat 2003 İsrail Şubat aynın sonuna doğru Nablus ve Batı Şeria’ya bir dizi saldırıda bulundu. Çok sayıda sivil öldü. 5 Mart 2003 Hamas Hayfa’da bir otobüste intihar eylemi düzeledi. Batı Şeria’dan atılan füzenin İsrail’in güney bölgesi Sderot’u vurması üzerine İsrail Gazze’yi yeniden işgal etti. 19 Mart 2003 Irak, ABD tarafından işgal edilmeye başlandı. 9 Nisan 2003 ABD Bağdat’ı ele geçirdiğini duyurdu. 24 Nisan 2003 Arafat, bazı yetkilerini devrederek Mahmud Abbas'ı başbakan olarak atadı, ancak güvenlik güçlerinin denetimini vermeyi reddedince Abbas istifa etti. 29 Nisan 2003 ABD, yeni yol haritasını açıkladı. 4 Haziran 2003 Akabe Zirvesi - Bush-Şaron-Abbas, yeni barış planını ele almak için Ürdün'deki zirveye katıldı. İslami Cihad ve Hamas, eylemlerini sürdürdü. 10-11 Haziran 2003 İsrail, Hamas liderlerinden Ahmed Rantisi’ye suikast girişiminde bulundu. Girişim başarısızlıkla sonuçlandı. Hamas, bunun üzerine, Kudüs’te intihar eyleminde bulundu. 20 Ağustos 2003 Hamas, Kudüs’te intihar eylemi düzenledi. 21 Ağustos 2003 İsrail, Hamas liderlerinden İsmail Ebu Şenab’ı düzenlediği suikast ile öldürdü ve Batı Şeria’da büyük çaplı bir operasyona başladı. 6 Eylül 2003 Mahmud Abbas istifa etti. İsrail, Hamas’ın ruhani lideri Ahmed Yasin’e bir başarısız suikast girişiminde daha bulundu. 8 Eylül 2003 Filistin'de başbakanlığa, Meclis Başkanı Ahmed Kurey getirildi. 10 Eylül 2003 İsrail’de çifte intihar eylemi düzenlendi. Bunun üzerine İsrail bir kez daha Yaser Arafat’ın karargahı Mukata’yı kuşatma altına aldı. Condoleeza Rice yol haritasının “hâlâ masada” olduğunu belirtti. 10 Eylül 2003 İsrail, Yaser Arafat'ı öldürmek için ilke kararı aldı. 4 Ekim 2003 İslami Cihad, Hayfa’da bir restorana intihar saldırısı düzenledi. 5 Ekim 2003 İsrail jetleri Suriye’de bir kampı ABD onayı ile bombaladı. 9 Ekim 2003 Ahmet Kurey, kabinedeki uyumsuzluk ve Arafat ile görüş ayrılıklarını gerekçe göstererek istifa etti. 12 Kasım 2003 Ahmet Kurey yeni hükümeti oluşturdu. 19 Kasım 2003 BM Güvenlik Konseyi, yol haritasını desteklediğini bildiren bir karar aldı. 24 Kasım 2003 İsrail Başbakanı, yol haritasının başarısızlığa uğraması halinde de, “terörizme son vermek için” tek taraflı biçimde İsrail kuvvetlerinin çekileceğini açıkladı. 8 Aralık 2003 İsrail'in inşa ettiği duvarın meşruiyeti konusu, Uluslararası Adalet Divanı'na taşındı. Adalet Divanı, İsrail'in “güvenlik duvarını” uluslararası hukuka aykırı buldu. 22 Mart 2004 İsrail Savunma Kuvvetleri Hamas lideri Ahmet Yasin’i tekerlek-

125


Filistin Sorunu Kronolojisi li sandalyesi üzerinde bombalayarak öldürdü. 14 Nisan 2004 Şaron, destek için Bush ile görüştü. 17 Nisan 2004 İsrail Savunma Kuvvetleri Hamas lideri Abdül Aziz Rantisi’ye suikast düzenledi. Mayıs 2004 Şaron’un açıklamış olduğu geri çekilme planı Likud Partsi’nin oyları ile geri çevrildi. İsrail bir kez daha Gazze’ye girerek sivil yerleşimcileri katletti. 9 Temmuz 2004 Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’in güvenlik duvarının insanlık dışı bir uygulama olduğuna karar verdi ve duvarı gayrı meşru ilan etti. 12-19 Temmuz 2004 Filistinli güçler arasında ciddi çatışmalar başladı. 31 Ağustos 2004 Bir otobüste düzenlenen intihar eylemi sonucu 16 İsrailli öldü. Bir başka intihar eylemi de Kudüs’te gerçekleşti. İsrail bunun üzerine Batı Şeria ve Gazze’deki operasyonlarını yoğunlaştırdı. 26 Eylül 2004 Hamas lideri Şeyh Halil Şam’da suikast sonucu öldü. Hamas, İsrail dışındaki İsrail hedeflerinin de gündeme alındığını duyurdu. ABD’nin baskısı ile Hamas liderleri Şam’dan çıkartıldı. 29 Eylül 2004 İsrail’e karşı roket saldırısı düzenlendiği gerekçesi ile İsrail Gazze’nin büyük bölümünü yeniden işgal etti. Evleri yıktı ve 80 sivili öldürdü. 7 Ekim 2004 Taba’daki Hilton Oteli’nde intihar eylemi düzenlendi. Filistinli hiçbir grup saldırıyı üstlenmedi, bunun üzerine gözler El Kaide’ye çevrildi. 25-26 Ekim 2004 İsrail parlamentosu Gazze’den çekilme kararını onayladı. 11 Kasım 2004 Yaser Arafat öldü. Filistin’de Arafat sonrası bir politik kargaşa dönemi başladı. 5 Aralık 2004 Mısır, İsrail’e ajanlık yaptığı gerekçesi ile tutuklamış olduğu Azzam Azzam’ı serbest bıraktı. 12 Aralık 2004 Hamas ve Fatah Kartalları İsrail’e karşı büyük bir bombalama eylemi düzenledi. 14 Aralık 2004 Mısır, ABD ve İsrail üçlü bir ticaret anlaşması imzaladı. Mısır, ABD’nin gümrük uygulamayacağı ürünlerin üretileceği ve İsrail’in %11’lik hisse ile dahil olacağı Vasıflı Sanayi Bölgeleri oluşturacağını ilan etti. 9 Ocak 2005 Mahmud Abbas, Filistin’in devlet başkanı oldu. 10 Ocak 2005 Ariel Şaron bir birlik hükümeti oluşturdu. 8 Şubat 2005 Şarm el Şeyh Konferansı yapıldı. İsrail 900 Filistinli tutsağı serbest bıraktı. İntifada sona erdi. Mısır ve Ürdün İsrail’e elçi gönderdiler. 14 Şubat 2005 Refik Hariri suikastı. 25 Şubat 2005 İslami Cihad, Tel-Aviv’de bir intihar eylemi düzenledi. 1 Mart 2005 İngiltere’nin ev sahipliği ile toplanan Londra Konferansı Filistin güvenlik güçlerinin yeniden düzenlenmesi ve Filistin Yöneti-

126


GELENEK 94 mi’nin malî olarak desteklenmesine karar verdi. 16 Mart 2005 Kahire Konferansı toplandı. 26 Mayıs 2005 Mahmud Abbas, Beyaz Saray’da Bush tarafından kabul edildi. Bush ek 50 milyon dolarlık yardım sözü verdi. Bunun dışında 1949 Ateşkesi’ndeki sınırların tanınması gerektiğini söyledi. İsrail Filistin topraklarından çekilirken 400 tutsağı serbest bıraktı. 21 Haziran 2005 Condoleeza Rice’ın bölgeye düzenlediği gezi sonrası buluşan Abbas ve Şaron bir sonuca ulaşamadı. 30 Haziran 2005 Gazze’yi boşaltması gereken Yahudi yerleşimciler sert gösterilerde bulunmaya başladılar. Bir Filistinli gence linç girişiminde bulunuldu. 13 Temmuz 2005 İslami Cihad, bir alışveriş merkezine intihar saldırısında bulundu. İsrail ve Filistin arasındaki çatışmalar büyüdü. İsrail yeniden işgale başladı. Hamas, İsrail topraklarına roket atışında bulundu. İsrail, suikastları yeniden gündeme aldığını açıkladı ve ardından Gazze’ye giriş çıkışı yasakladığını ilan etti. 15 Ağustos 2005 İsrail Gazze’deki yerleşimlerini boşaltmaya başladı. 24 Ağustos’ta bu işlem sona erdi. 12 Eylül 2005 Son İsrail askerleri de Gazze’yi terk etti. 15 Eylül 2005 Şaron, BM’ye başvurarak İsraillilere İsrail’in birleşik bir Kudüs hakkının ve teröre karşı mücadele kararlılığının tanınmasını istedi 15 Eylül 2005 İsrail Yüksek Mahkemesi, “duvar”ın uluslararası yasalara aykırı olmadığına karar verdi. 23 Eylül 2005 Filistin Yönetimi, Hamas’ın son silahlı gösterisinde meydana gelen patlamayı neden göstererek Gazze’de silahlı gösteri yürüyüşlerini yasakladı. İsrail, Hamas’ın faaliyetlerini bahane ederek yeni saldırılarda ve nokta atışlarında bulundu. Ekim 2005 Filistin’de yerel seçimleri yapıldı. El-Fetih 55 sandalye kazanırken, Hamas 24 sandalye kazandı. El-Fetih ve Hamas arasındaki çatışma sonucu 3 kişi öldü. Kasım 2005 Amir Perez İşçi Partisi’nin yeni lideri oldu. İşçi Partisi’ni koalisyondan çıkardı. Likud içinde yükselen muhalefet nedeniyle Şaron partisinden istifa ederek yeni bir siyasî oluşum çağrısında bulundu. Kadima Partisi kuruldu. 4 Ocak 2006 Ariel Şaron şiddetli bir sağlık problemi nedeniyle hastaneye kaldırıldı ve İsrail ile yeni Kadima Partisi’nin liderliğini fiilen bırakmış oldu. İsrail’in ve Kadima’nın yeni lideri Ehud Olmert oldu. 26 Ocak 2006 Yapılan seçimler sonucu Hamas, Filistin Yasama Konseyi’nde çoğunluğu ele geçirdi. İsrail, AB ve ABD ile ilişkiler gerildi. Filistin’e tüm mali yardımlar durdu. Mart 2006 İsrail Filistin’e yeni bir saldırı düzenledi. 28 Mart Ehud Olmert İsrail Başbakanı seçildi. Kadima, seçimlerde tek başına hükümet kuracak çoğunluğu sağlayamadı. 127


Filistin Sorunu Kronolojisi 11 Mayıs 2006 Filistinli tutsaklar ulusal birlik belgesi yayınladılar. Bu belge, Gazze ve Batı Şeria’da bir devletin tanınmasını, Filistinli mültecilerin geri dönmesini içeriyordu. Hamas söz konusu belgeyi ve imzalayan Hamaslı tutsakları tanımadığını ilan etti. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas anlaşmazlık halinde belgenin onayı konusunda bir referandum düzenleneceğini açıkladı. 28 Haziran’da gözden geçirilmiş belge yayınlandı. El-Fetih ve Hamas uzlaştı. Ancak Abbas yine de referandum çağrısı yaptı. Haziran 2006 İsrail, Gazze ve Batı Şeria’ya nokta atışları düzenlemeye devam etti. Hamas bunun üzerine İsrail’e roket saldırısında bulundu. 25 Haziran 2006 Filistin Yönetimi’nin ilan ettiği ateşkesin ardından, Hamas bir İsrail askerini kaçırdı. Filistinli tutsakların serbest bırakılmasını talep etti. İsrail, pazarlık yapmayacağını söyleyerek askerin serbest bırakılmasını istedi. 27 Haziran 2006 Hamas ve El-Fetih Filistinli Tutsaklar Belgesi’ni imzaladılar. İsrail, kaçırılan asker bahanesiyle Yaz Yağmuru Harekatına başladı ve tüm Gazze'yi işgal etti. 12 Haziran 2006 İsrail, Hizbullah’ın askerlerini rehin aldığı gerekçesi ile Lübnan’ı işgal girişiminde bulundu, ancak hiç beklemediği bir direniş ile karşılaştı. Sivil yerleşimlerine dönük akıl almaz saldırılar düzenleyen İsrail, İran Savaşı’nın zeminini hazırlayan adımı Ortadoğu’da atmış oldu. İsrail, Lübnan’ın iç kesimlerine ilerleyemedi. Bir süre sonra siçinde Türkiye’den giden askerlerin de bulunduğu BM Barış Gücü Lübnan’a yerleşti.

128


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.