İÇİNDEKİLER ► Dink’ten Newroz’a: Kırılma Noktasına Doğru Aydemir GÜLER
3
► Gençlik: Durum ve Görevler H. Meriç ALGÜN
11
► Üniversitelerdeki Mücadelemiz Doğan ERGÜN - Koray YALÇIN
27
► Üniversiteler Utku ÇAKIR
43
POLEMİK
► Bir Kez Daha Özgürlük Dünyası / H. Meriç ALGÜN
61
OKUMA NOTLARI
► Neruda’nın Soyutlamasındaki Başkalık / Ali MERT
77
RÖPORTAJ
► David Pestieau: “Uluslararası komünist hareket yeni bir başlangıç döneminde”
93
► Planlama Süreçlerinin Marksist Eleştirisi Mahmut Tuğrul KIRMIZI
107
► 159. Yılında Manifesto Atanur GÜNEYSU
117
GELENEK 95: Aylık Marksist Dergi (Mart 2007) Yayın Kurulu: Ali Mert, Aydemir Güler, Erkin Özalp, Mesut Odman, Metin Çulhaoğlu
Sahibi: Erkin Tufan Özalp / Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Ekim Orhan İsmi / Kapak Düzeni: Sükun Öztoklu
yerel süreli yayın
Osmanağa Mah. Nihal Sok. No: 4 Kadıköy / İSTANBUL gelenek@tkp.org.tr Baskı: Kayhan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi D Blok No: 155 Zeytinburnu Yurtdışı Fiyatı: 9 avro / Haluk Arıcan Goettingen Sparkasse Almanya BLZ: 26050001 KONTO: 110118486
Dink’ten Newroz’a
Kırılma Noktasına Doğru Aydemir Güler Hrant Dink cinayeti üzerine söylenenlerden biri de, Türkiye’de üstünden bir ay geçtikten sonra hakkında konuşulmaya devam edilen, konuşulanların da gündemin birinci maddesi olmaya devam ettiği başka bir suikast olmadığıydı. Bunun doğruluk derecesi önemsiz, saldırının çok önemli olduğu doğrudur. Gelenek, Türkiye’nin iç dinamiklerinin sistematik biçimde zayıf düştüğünü, zayıf düşürüldüğünü, gündemin ülke tarihinde belki hiç görülmedik ölçüde dış belirlenimli hale geldiğini uzun süredir saptamaktadır. Her karmaşık toplumsal-siyasal olay çok sayıda farklı bütünün içinde değerlendirilebilme özelliği taşır. Dink suikastı da burjuva siyasetindeki güç dengeleri, düzenin kontrgerilla örgütlenmesi, faşist-milliyetçi toplumsal ağırlık, toplumun ideolojik haritasında neden olduğu oynamalar, Ermeni sorunu gibi, sayısını daha da artırabileceğimiz boyutlara sahiptir. Bu boyutların her biri, farklı yorumcuların elinde açıklamanın özünü oluşturan bir bütüne dönüşebilmiştir. Bir analizin sağlamlığı, herhangi bir boyutu ihmal etmeksizin değerlendirmeye katmasıyla ölçülebilir; ancak bu boyutlar arasındaki hiyerarşinin tanımlanması boyut atlamamaktan daha da önemlidir. Tamam, bütün faktörler vardır işin içinde. Ama hangisi nerede? Dink suikastının Türkiye toplumunda çok güçlü bir altyapısı bulunan Ermeni düşmanlığıyla ilintisi açıktır. Ancak Dink’in 1915 sürecinin son halkası olarak katledildiği saptamasının denk düştüğü “boyutlar arası hiyerarşi” kesinkes yanlış tanımlanmıştır. Türk milliyetçiliğinin ve içindeki faşist damarın cinayetle birlikte kabardığı da açıktır. Ancak Dink’in öldürülmesinin milliyetçi yükselişin doğrusal bir çıktısı sayılması yanlıştır. Bu, her şeyden önce söz konusu akıma, egemen güçlerden ve emperyalizmden özerk bir kuvvet atfetmek anlamına
3
Dink’ten Newroz’a
gelir. Türkiye’de benzeri şiddet göstergelerinin çoğalması, Türkiye burjuvazisinin AB tipi uluslararası entegrasyonunu tabii ki zora sokmaktadır. Bu zorluk, AB emperyalizminin Türkiye’nin aday üyelik sürecine daha fazla terbiye edici unsur eklemesini kolaylaştırır. Ancak cinayetin Türkiye’nin AB’ye girişini engellemek için işlendiği tezi, sayısız yanlış içerecektir. Her şey bir yana, AB entegrasyonculuğunda yaşanan bariz geri çekilme konjonktüründe neden birtakım güçler AB sürecine karşı şok müdahaleye gerek duyar? Buna anlamlı bir yanıt vermek kolay değildir. Her şeyi AB üyeliğini engellemek için düzenlenmiş bir komplo sayan mantığın, herkes Türk’e düşman türünde fikirlerden daha incelikli olmadığı söylenmelidir. Türkiye solu bütün bunları yaptı. Çoğunlukla liberal kesimler yukarıdaki seçenekler arasında dolanıp durmuşlardır. Analiz, elbette boyut atlamamalıdır. Ancak birbirine eklenen boyutların eksiksiz olmasından daha önemlisi, kurulan “sistem”in kendisidir. Emperyalist komplo mu? Konuyla ilgili olarak TKP merkezinin açıklamaları, günlük İnternet gazetesi Sol ve haftalık Komünist’in yorumlarında vurgu az önce hatırlattığımız noktaya konulmuş, Türkiye’nin iç süreçlerinin dış belirlenim altına girmesine öncelik verilmiştir. Burada ayar veya açıklık gerektiren iki mesele vardır. Birincisi, az önce söylenen: “Odak noktası” diğer unsurların yok sayılması anlamına gelmez. İkincisi, dış belirlenimin ilk akla gelen biçimi emperyalist komplo olmakla birlikte, siyasal çözümlemede önemli olan biçim değildir. Türkiye tarihi, resmi soruşturmaların da siyasal mücadelelerin de somut mekanizmalarını ancak bir yere kadar deşifre edebildiği cinayet ve katliamlarla doludur. Deşifre etmek, toplumsal propaganda ve siyasal mücadele açısından kuşkusuz değer taşır. Ama bilinmelidir ki, deşifrasyonun başarısızlığı durumunda sadece hukuksal prosedürler kadük olabilir; siyaset ise yoluna devam eder… Siyaset, nedenler kadar, hatta nedenlerden daha fazla sonuçlardan ve olasılıklardan hareket etmek durumundadır. Örneğin Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a askeri müdahalesinin, adada faşist bir diktatörlüğü önlediği, milliyetçiliğin yükselişini temsil ettiği, Yunanistan’ın Osmanlı’dan bağımsızlaşması ile başlayıp Kurtuluş Savaşına bir iç savaş boyutu katan etnik hesaplaşmayı canlandırdığı, dönemin hükümet partilerinin iktidar mücadelelerinde bir faktör olarak işlev gördüğü… hepsi doğrudur. Sonuçlara bakmayan, bunlardan herhangi birinin ve hepsinin içinde boğulabilir.
4
GELENEK 95
Ancak sonuçta, Bağlantısızlar Hareketi ile ilişkili, bağımsızlıkçı ve Sovyetler Birliği ile dirsek teması kuran bir Kıbrıs ortadan kalkmış, iki NATO ülkesince paylaşılan, İngiltere’nin askeri üslerinin korunduğu, eski sömürgeci açık hegemonyanın yerini ise ABD’nin daha karmaşık egemenlik mekanizmalarının aldığı, anti-sömürgeciliğin anti-emperyalizme dönüşümünün kesintiye uğradığı ve emekçi sınıf güçlerinin zayıfladığı bir tablo ortaya çıkmamış mıdır? Sürecin her adımında hangi komploların kurulduğu mu kritiktir, bu genel sonuçlar mı? Osmanbey’de bir aydının başına sıkılan kurşunlarla ABD emperyalizmi arasındaki bağ da bu düzlemde ele alınmalıdır. Tetiğe basan alçaklık mekanizmasının her anı önemlidir. Ama sonuçta ne olduğunu saptamadan mekanizmayı anlamlandırmak zaten mümkün değildir. Bu düzleme işaret eden bir çözümlemenin somut mekanizmaların açığa çıkarılmasıyla tahkim olacağı kesindir, ama tersi, yani herhangi bir komplo bağlantısının saptanamaması çözümlemeyi geçersizleştirmez. Öte yandan emperyalizme vurgu yapan bir çözümlemeyi tahkim edeyim derken komplo kanıtlarından ibaret bir akıl yürütmeye hapsolmak ise aslında, ikna yeteneğinin yitirilmesine neden olmaktadır. Zira emperyalizmin ve yerli egemen güçlerin türlü araçlarla ve son derece karmaşık güç ilişkileri içinde kontrol ettikleri ve yönlendirdikleri bir alanda bilginin en arıtılmışına solun ulaşması, ulaştıktan sonra da onca “haber”in ve ideolojik aracın arasından sıyrılıp kitlelere bu arı bilgiyi taşıması, aşağı yukarı imkansızdır. Çözümlemenin yerini kanıtsız iddiaların aldığı bir mücadele, eğer karşı tarafın psikolojik savaş taktiklerinin bir unsuru değilse, zavallılıktır.* Emperyalizme işaret eden çözümlemenin düşünsel ve somut dayanakları çerçevesinde şu noktalar yeterli sayılmalıdır: Bir: Saldırıdan Türkiye’de bütünüyle kârlı çıkan herhangi bir kurum veya özne yoktur. İki: Türkiye’de siyasal öznelerin hareket alanı daralmış, bir bütün olarak siyasal dinamizm zayıflamıştır. Üstelik olayın öncesinde de kendi ayakları üzerinde durma yeteneği olmayan burjuva siyaseti ve düzeninin herhangi bir öznesinin şok yaratma sorumluluğunu alması makul görünmemektedir. Üç: Bu zayıflamadan yarar sağlayan dış özneler arasında, herhangi biri değil özel olarak ABD emperyalizmi öne çıkmaktadır. Burada Perinçek ekolünü değil bir yaklaşımı kastettiğimi, Perinçek’in ise bu yaklaşımın tipik ve belki en iyi örneğini oluşturduğunu söyleyeyim. Bu kesim Dink’in ölümünün ardından Ermeni Patriğine “cinayeti ABD’nin işlediğini biliyorsun, açıkla” diye seslenmiş, sonra da “cinayeti Fethullahçı Emniyet işledi” çıkışı yapmıştır. Bu düzeyde söylenenler ille de kanıt ister. Kanıt yoksa, inandırıcılık da yoktur. *
5
Dink’ten Newroz’a
Dört: Türkiye’de bu tür olayların adresleri hep kontrgerilladan geçer. Kural olarak büyük provokasyonlar özerk yapım değildir. Beş: Her zaman bir deli taşı kuyuya atabilir, ve Türkiye kuyular, taşlar ve delilerden geçilmemektedir. Ancak önemli olan sonrasında hangi güç veya güçlerin inisiyatif yitirdiği, kimlerin inisiyatif geliştirdiğidir. Türkiye’de ABD inisiyatifinin aldığı mesafe çıplak gözle görülmektedir. Şubat ayı içinde Kürt başlığında ABD perspektifi doğrultusunda yaşanan gelişmeler son derece çarpıcıdır… Peki bu çözümlemeden nasıl bir mücadele stratejisi çıkarılmalıdır? Başta sağlıklı bir çözümlemede farklı boyutların ihmal edilmemesi gerektiğini söylemiştim. Bu bilimsel titizlik adına yapılmış bir çağrı değildir. Bilimsel titizlik değerlidir, ama farklı boyutlar doğru mücadelenin üretilebilmesi için görev üstleneceklerdir; asıl önemli olan budur. Teslimiyetçiliği ve liberalizmi eleştirmeden milliyetçiliğe ve faşizme karşı verilecek bir mücadele, egemen güçlerin bütünlüğünü ihmal ederek yerel faşist çeteleri veya kontrgerillayı hedef gösteren bir propaganda, egemen güçler derken devletin görünen boyutuyla veya tam tersine resmi kurumları aklayacak ölçüde gizli organizasyonlarla yetinen bir eleştiri… Yanlış kurulmuş her dengeden, kim en fazla inisiyatif sahibiyse o nemalanır. Öyle ki, yukarıda değinildiği gibi, iç faktörleri önemsizleştiren bir komplo olarak emperyalist sorumluluğa parmak basmak, inandırıcılığı yok ederek yine aynı sonucu verecektir. Cenaze ve orta sınıflar Bu ara başlık yalnızca bir parantez. Cenazeyi organize ettiklerini düşünen, ancak fonksiyonları belirli bir sonucun ortaya çıkması için kurabilecekleri barajı kurmamaktan ibaret olan kesimler bulunmaktadır. Sonuca ve “organizasyona” yönelik eleştirilerimiz bu kesimlerin, en başta ÖDP’nin işine, doğaldır ki, gelmemiştir. Aradan geçen zaman bu konudaki istismarcılığı önemsizleştirdi. Yine de söylemeliyim, bu çevre bizim, eleştiriyi yüzümüze gözümüze bulaştırıp iki öğeyi, cenazenin toplumsal, ideolojik ve siyasal sonuçları ile kitlesini birbirine karıştıracağımızı sanmamalıdır. Türkiye ilericiliğinin Hrant Dink’in cenazesine katılan kitleyle empati kurmaması saçmadır ve duyduğum kadarıyla solda bu saçmalık nevi şahsına münhasır kimi öbeklerle sınırlı kalmıştır. Sol sıfatını kullanan faşistleri ise boş veriyorum. Siyasal cinayete karşı siyasal protesto işlevinden kaçırılan, siyasal protestonun önüne bariyer ama ABD Büyükelçisi dahil gerici bir protokole halı döşeyen, sol bir parti üyesinin cenazesinde ortaya çıkacak sol tonu zararlı bir gölge olarak gören, bu yaptığıyla liberal medyanın açık desteğini alan, aynı liberal medyanın bu doğrultuda neredeyse şantaj ve tehdit yön-
6
GELENEK 95
temlerine başvurduğu bir organizasyonu eleştirmememizi, hatta bu tablonun parçası olmamızı beklemek ise bir öncekinden daha saçmadır. İşin ilginç tarafı, cenazede buluşan kitlenin “ev sahipleri”yle kurduğu ideolojik ve siyasal bağ da son derece zayıftır. Nitekim birkaç günlüğüne öne çıkan kozmopolit dayanışma ideolojisi, faşist milliyetçiliğin karşı hamlesiyle orta sınıf ürkekliğinin kovuklarına geri çekildi. Burada, sorun kitlenin sınıf karakterinde ve sorumluluk bu insanlarda değildir. Bu kitle en genel tanımıyla “karanlık güçlere” meydan okuyabilir ve milliyetçilikle teslimiyetçilik karşısında solu psikolojik bir üstünlüğe taşıyabilirdi. Böyle bir sonuçtan bütün ilericiler, bütün sol, ama kuşkusuz en başta cenazenin ve evin sahipleri güçlenerek çıkmış olurdu. Sorun ve sorumluluk kitleden kaynaklanmamıştır. “Cenaze”nin burjuva politikasındakine benzer pragmatik kullanımı diye bir konuya ise hiç yer yoktur. Dink gibi bir kişiliğin ölümünün gericiliğe meydan okumakla bütünleştirilmesi alınabilecek en etik tutum olmaz mıydı? “Hepimiz Ermeniyiz” herhangi bir başka nedenle değil,* düşmanı Türk milliyetçiliğiyle sınırladığı, diğerlerinin sıyrılmasına ve inisiyatif geliştirmesine müdahale edemediği ve üstelik milliyetçi-faşist harekete çok kolay bir karşı hamle imkanını armağan ettiği için yanlıştır. Milliyetçiliğin toplumda çok büyük bir güce sahip olduğunu bazen abartarak saptayanlar, bu sloganın aynı toplumu en yalın ve en çirkin, üretmek için zerre kadar yaratıcılık gerektirmeyen şovenist yanıtla, “hepimiz Türküz”le baş başa bırakacağını nasıl olur da öngöremezler? Sonuç, faşizmin, milliyetçiliğin ve emperyalizmin topluca suçlu ilan edilmeleri ve toplum tarafından sorguya alınmaları olabilecekken, kontrgerilla ve faşist harekete güç gösterisi imkanı sunulmuş, milliyetçilik mükemmel bir provokasyon yatağı olarak tahkim edilmiştir. Emperyalizm ise değil suçlanmak, neredeyse Türk faşizmini dizginleyecek bir uygarlık müessesesi pozuna bürünebilmiştir! Bu sonuçtan zarar gören Türkiye ilericiliğinin tamamıdır. Bu sloganın kökeninin Nazizme karşı Yahudilerle dayanışmaya dayanması, yakın zamanda neo-nazilere karşı Alman ilericilerince Türkler için kullanılması, İsrail saldırılarına maruz kalan Filistin ve Lübnanlılara, ABD işgaline direnen Iraklılara uyarlanması durumu açıklamaya yetmiyor. Türkiye tam da kimlikler ekseninde bir yarılmaya uğrarken kimlikleri temel alan bir siyasal tutum, birliğe hizmet etmeyecektir. “Öteki ile empati kurma” ideolojisi ise postmodern çerçevede mıncıklanmaya başlanmadan çok önce de bir aydın tavrı olarak biliniyordu. Aydın tavrı, aydının müdahalesi için gerekir, kitleye olduğu gibi taşınamaz. Zor olan ve aydının asıl yapması gereken, birlik ve kardeşliğin üzerine bina edileceği eksenleri tanımlı hale getirmektir. Emperyalizme karşı birlikte mücadele gibi… Bu beğenilmiyorsa bir başkası aransın; ama aynı düzlemde olmak kaydıyla!
*
7
Dink’ten Newroz’a
Ortadoğu’da daha bağımlı olmak Bu tartışmalar ABD-Türkiye ilişkilerinin yanında gerçek değerini hızla yitirdi aslında. Soruşturma karmaşası ve ortak bir deyim olarak “haber kirliliği” istisnasız bütün “yerli” öznelerin her an iplerinin çekilebilir olması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla operasyonun birinci safhası tamamlanmıştır. İkinci safhada asıl kırılma noktası olarak Kerkük ve Kürt sorunu ön plana çıkmıştır. Dink cinayetinin Ermeni sorunuyla bir bağı olduğunu değil, nedeninin bu olduğunu öne sürmek, Ortadoğu’nun üstünü örtmekten başka ne işe yarayabilirdi ki? Bağımlılığın arttığı ortamda Türkiye’nin Ortadoğu’da emperyalizmin doğrudan hizmetine girmesinin uzun süredir bulunan formülü olgunlaşmıştır: Kürt karşıtlığı. Daha fazla bağımlılık Türkiye’nin ABD için daha önce yapmadığı, yapamadığı ne varsa, bunları üstlenmesidir. 2003’te uluslararası işgal koalisyonuna girmeyen Türkiye’nin günümüz emperyalizmi tarafından bu haliyle kabul edilip bağra basılmayacağı görülmüştür. Türkiye’nin arızası Kürt faktörü sayesinde giderilmektedir. Barzani Türkiye egemen güçlerini bağımsız devletle ve Kerkük’le korkutacak, ABD kah birinin kah diğerinin yanında görünecek. Türkiye, Kürtleri cezalandırmak için, ABD’nin suyuna gitmek için yola girecek… Dink suikastı Türkiye’nin yola girmesinde bir dönemeçtir. Toplum eşanlı olarak derin bir umutsuzluğa ve militarist-milliyetçi histeriye tutulmuştur. Provokasyon politikasının bu ülkede yaptıramayacağı ne olabilir! Türkiye’nin daha bağımlı hale gelmesiyle Kürtlere yönelik baskıların şiddetlenmesi arasındaki ilişki de görülmelidir. Batı ile ilişkilerin Kürtlerin daha fazla demokratik haklar edinmesini sağlayacağı son derece vülger bir yaklaşımdır. Bütün Kürt siyaseti ve liberal/sol-liberal akımlar bu yaklaşımı temel almaktadır. Oysa ampirik olarak bu doğrulanmamaktadır, bir. Kürtler son yıllarda yalnızca cesaret bulmuşlardır. Toplumsal, yasal koşullarda değişen bir şey yoktur. Cesaret ise Kürt milliyetçiliği için kullanılmaktadır. Kürt hareketinin eski ezberi, “Türkiyeli olmak, Türkiye partisi olmak…” çökmüştür. Kürt siyaseti Ortadoğululaşmakta, Türkiye’nin diğer kesimleriyle arasına yabancılık girmektedir. Batının, baskıların artması halinde Kürtleri koruyup korumayacağı ise başka faktörlerden bağımsız olarak yanıtlanacak bir soru değildir. Türkiye-Irak Kürdistanı ilişkilerindeki gerginliğin, aşılması mümkün olmayan bir üst sınırı vardır. İsrail, Kürdistan ve Türkiye Ortadoğu’da ABD’nin temel ekseninin üç ayağıdır. Genel olarak emperyalizm bağımlı bir grup ülkeyi ittifaka yönlendirdiğinde, bunların ilişkilerinin, aralarında
8
GELENEK 95
emperyalist patrona hizmet yarışı olacak kadar gerilmesini uygundur. Kimse dışarı çıkmaya cesaret edememeli, her yerel müttefik bir diğerinden çekinmelidir. Ancak aralarındaki çatışmanın ittifak ekseninin kendisini eğip bükmesine izin verilemez. Peki, örneğimize dönersek, Türkiye Kürtleri bu denklemin neresindedir? Açıkçası en dezavantajlı noktasında! Bir kırılma noktasında! Şubat ayı MGK toplantısından Kerkük/PKK konularında askeri müdahale sonucu çıkmamıştır. Ama toplantıyla neredeyse eş zamanlı olarak içerdeki Kürt çevrelerine dönük basınç bariz biçimde artmıştır. Oyunun kuralı gereği Türkiye kapitalizmi ABD’ye hizmet yarışında kendi Kürtlerine sertlikle yönelmektedir. Ve Mart ayı Newroz ayıdır… Bu koşullarda Türk milliyetçiliğini sosyo-psikolojik, kültürel faktörlerle açıklamak, aslında milliyetçiliği akıl almaz biçimde hafife almaktır. Türkiye solu Kürtlere dönük artan baskılara bu hafiflikle bakarsa kaçak dövüşmek zorunda kalır. Zira Kürt kimliği Türkiye toplumunda “öteki” kategorisine sıkıştırılamayacak kadar kalabalık bir nüfusa ve ileri bir sosyal iç içeliğe oturuyor. Ermeni sorunu, gerici sömürü düzeninin onlarca yıl önce tasfiye ettiği bir komşu halkla ilgilidir. Kürt sorunu Türkiye’nin sosyal dokusunun köklü biçimde değiştirilmesi olasılığını içermektedir. Türkiye solu “Hepimiz Kürdüz” diyemeyeceğini bu tür bir analizle değil sezgileriyle yakalayacaktır. Ancak yetmez. Kürt düşmanlığı gericiliktir ve kapitalist düzen ne zaman gericileşse sola vurmayı da ihmal etmemiştir. Sol, Türk-Kürt kimlik konfrontasyonunu önemsizleştirecek, birliğin yeniden inşası için güçlü bir kaynak anlamına gelecek bir temaya sarılmalı, iki kimliği eş anlı olarak barındıran ama kesinlikle her ikisinden farklı bir üçüncü karşı ağırlık geliştirmelidir. Emperyalizmin rolünden kendince yarar sağladığı hissine kapılan Kürt kitlelerin suyuna gitmek için anti-emperyalizmi sulandıran bir sol, en başta kendisinin ve işçi sınıfının altında kalacağı bir kırılma noktasından kaçınamayacaktır.
9
Değiştirmek İçin Notlar
Gençlik: Durum ve Görevler H. Meriç Algün “Bitmedi daha sürüyor o kavga Ve sürecek Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek”*
Gençlik, üzerine çok düşünülen, çok konuşulan, çok yazılan bir başlık. Günlük gazetelerden magazin dergilerine romanlardan şiirlere gençliğin fazlasıyla konu alındığı pek çok alandan söz etmek mümkün… Bu çalışmamız gençliğin siyaset için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlatmayı amaçlamıyor. Üstelik böyle bir uğraşın gereksiz olduğu temel tezi ile yola çıktığımızı söyleyebiliriz. Gençliği siyasal seslenme ve örgütlenme çalışmalarının merkezi yerlerinden birisinde değerlendirmeyen bir siyasal organizasyonun 2007 Türkiye’sinde siyaset yapmaya çalışmasının pek bir anlamı kalmıyor. Buraya kadar söylenenlerden devamla genel olarak Türkiye toplam nüfusu içerisinde gençliğin kapsadığı alan ve bu alanın çeşitli açılardan muhakemesi ile devam etmek mümkün. Ancak biz çalışmamıza ülkemizdeki sosyalizm mücadelesinin, anti-emperyalist mücadelenin gençlik alanı içerisindeki durumuna ilişkin kimi saptamalarla başlayacağız. Bu saptamalardan hareketle, komünist gençlerin görev ve sorumlulukları ekseninde bir tartışmanın daha verimli olacağı kanısındayız. Ancak yine de çalışmanın merkezine “gençlik” kavramını oturttuğunuz zaman kaçamayacağınız bir alan var. “Gençlik derken neyi kastediyoruz?” Buna değinmek zorundayız. Kimilerinin gençlik denince neyin kastedildiğini herkesin anladığını ileri *
Adnan Yücel, Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek 11
Gençlik: Durum ve Görevler
sürmesi mümkündür, ancak mesela bu çalışma vesilesiyle aklımıza gelip tekrar göz attığımız Türk Dil Kurumu Güncel Sözlüğü’nde “genç”in karşılığı olarak verilen tanımlar bile bize bu tartışmaya ihtiyaç olduğunu göstermiştir. Aktaralım: “genç: 1. Yaşı ilerlememiş olan, ihtiyar karşıtı. 2.Gelişmesini tamamlamamış olan. 3. Gençlikteki özelliklerini koruyan, dinç. 4. Zihin bakımından yeterince gelişmemiş, toy. 5. Yeni gelişmekte olan, kısa bir geçmişi olan” 1
Burada verilen karşılıkların neredeyse tümünün negatif bir okumanın ürünü olduğunu yazmak durumundayız. Toplumsal alanda çok zaman haddinden fazla pozitif özellikler atfedilen bir kavram, iş tanımlamaya gelince tam tersi bir biçim alabilmektedir. Elbette meseleyi sadece dilbilim açısından tartışmanın sınırı var, dolayısıyla not etmiş ve geçmiş olalım. Ancak söz konusu olan siyaset olduğunda da işimizin kolaylaşacağını düşünmek hata olur. Biyolojik bir evreyi tanımlamak için kullanılan bir kavramı siyaset alanına doğrusal olarak taşıdığımızda da benzer sıkıntılar ile karşı karşıya kalıyoruz. Sadece burjuva siyaset arenasında 3 kuşak boyunca aynı isimlere (Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş akla gelen ilk örnekler) oy veren büyük kalabalıkların yaşadığı bir ülkede konuştuğumuz düşünüldüğünde bile siyasette gençlere özel bir anlam yüklenmesi belli açılardan anlaşılabilir. Türkiye tarihinde en azından bizim yaşadığımız dönemde sürekli bir gençleşme arayışı olmuştur. Öte taraftan meseleye Marksist bir yöntemle yaklaşmak iddiasında olan kimi kesimlerin de konuya yaklaşımlarında gençliğe kendinden menkul dinamizm, atılganlık vb. atfetmeye devam etmeleri açıklanmaya muhtaçtır. Dilcilerin negatiflik yüklü açıklamalarının tersine, siyaset söz konusu olduğunda “gençliğin” anlamı, pratikteki karşılığından bağımsız olarak söylemde aşırı olumlamacı biçimlere bürünebiliyor. Sözü edilen aşırı “pozitif” yorumların Marksizm etkilenimli alanlardaki yansımasında temel olarak iki neden öne çıkmaktadır. Birincisi Marksist-Leninist külliyatta gençlik alanına ilişkin devrim sonrası -kuruluş süreçlerine özgü- çalışmaların belirgin biçimde öne çıkmasıdır Devrim öncesi çalışmalar ise genel olarak işçi değerlendirmeleri içerisinde işçi gençliğe ilişkin değerlendirmelerin ağırlığı ile belirginleşmektedir. Lenin’in Gençlik Üzerine adıyla kitaplaştırılan çalışmaları buna verilecek en önemli örnektir. İktidardaki bir devrimci öznenin herhangi bir tophttp://www.tdk.gov.tr/TR/SozBul.aspx? F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF05A79F75456518CA
1
12
GELENEK 95
lumsal kesime dair değerlendirmelerini ve ona biçtiği misyonu birebir iktidar öncesi mücadele sürecine yansıtmak pek mümkün değildir. İkinci neden ise ülkemiz solunda bu alana ilişkin değerlendirmelerin oluşumunda aranmalıdır. 1960’lı yıllardan başlayıp gelen pratik süreçlerden kestirme sonuçlar çıkarmak, meseleye dair tarihsel-teorik bir çerçeve oluşturmaya baskın gelmektedir. Ancak buradan doğru sonuçlar çıkarıldığını söylemek de pek mümkün görünmemektedir. Her ne kadar her iki yaklaşıma dönük eleştirel duruşumuz kimi ipuçları veriyorsa da, bizim yaklaşımımızı -fakat daha sonra üzerine yeni çalışmalarla eğilmek üzere- kısaca ifade edeyim. Siyaset cephesinden baktığımızda, çeşitli etmenlerin devreye girmesi nedeniyle gençlik kategorisine farklı zaman ve coğrafyalarda farklı anlamlar yüklenebilir, bu kategorinin kapsamı daralıp genişleyebilir. Temel yanlış gençliği bir bütün olarak değerlendirip ona olumlu ya da olumsuz birtakım özelliklerin önsel olarak atfedilmesindedir. Örneğin bugün nüfusun yarısına yakınını oluşturan 24 yaş altını toplumun diğer kesimlerinden kesin çizgilerle ayırabilecek bir ideolojik-siyasal belirlenimden söz etmek doğru değildir. Ülkemizin siyasi tarihi incelendiğinde, bugüne devrolan ve bugün hâlâ geçerliliğini koruyan en sağlıklı yaklaşım, gençlik hareketleri kapsamında öğrenci gençliğin merkeze alınmasıdır. Türkiye’de eğer siyaseten aktif bir özne olarak gençliği tartışıyorsak bunun siyasal ve örgütsel karşılığı üniversitelerdedir. Bu çalışma içerisinde de gençlik ile kastedilen “öğrenci gençlik”, daha da daraltırsak üniversiteli gençliktir.2 Bu biçimde tanımlandığı zaman Gelenek çizgisinin gençlik alanına ilişkin yaklaşımlarındaki temel farklardan bir tanesini daha belirgin biçimde ifade etme şansımız artıyor. Gençliğin, “bağımsız” bir siyasi özne olarak tanımlanması yanlıştır. Gençlik, toplumun genelindeki siyasi ve sınıfsal yapılanmadan farklı, ondan bağımsız bir kategori olmadığı için sadece kendi içinde ortak hareket eden ve toplumdan bağımsız bir siyasi özne gibi değerlendirilemez. Bu yaklaşım gençliğin örgütlenmesi tartışmaları açısından da belirleyicidir. Bu yaklaşımımız nedeniyle gençlik örgütlenmesini, merkezinde “ana örgüt”ün durduğu çevredeki örgütlerden herhangi biri olarak gören yaklaşımlarla da köklü biçimde ayrı duruyoruz. Gençlik tanımımızda önsel pozitif veya negatif unsurlar bulunmamasının bir sonucu olarak gençliğin örgütlenmesi alanına yaklaşırken yönelimimiz; gençliğin toplumsal açıdan kimlik kazanan, misyon sahibi, aydınca karakter taşıyan ihtilalci bir mücadeleye örgütlenmesidir. En başta liselerde yaşanan siyasallaşma süreci, Türkiye kapitalizminin yönelimleri ve eğitim alanına dönük olarak gerçekleştirilmesi düşünülen değişimlerle beraber, önümüzdeki yıllarda bu kapsamın daha da genişleme olasılığı vardır. Ancak bu dinamiklerin ne ölçüde değiştirici olacağının incelenmesini başka bir çalışmaya borç olarak yazmak durumundayız. 2
13
Gençlik: Durum ve Görevler
Okuduğunuz çalışma gençlik adına bir şeyler anlatmaktan ziyade anlama ve müdahale etme arayışımıza yardımcı olmak amacıyla hazırlanıyor. Daha rahat ifade edebilmek konusunda her zaman yardımcımız olan Nâzım’ın sözleri ile söylersek “gideni ve gelmekte olanı” anlamaya çabalıyoruz. Anlamaya dair uğraşımıza, gelmekte olana ortak olma ya da birlikte yeniden kurma arayışı demek mümkündür. Gençlik konulu bir çalışmayı ağırlıklı olarak gençlerin okuyacağını da düşünerek bir paragraflık bir parantezle ek yapalım. Marx’ın 11. tezi diğer tüm eserlerinden, yazılan binlerce sayfadan daha fazla bilinir ve sık sık çeşitli vesilelerle ortaya atılır. “Filozoflar, dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır. Asıl önemli olan onu dönüştürmektir.” Gerçekten de sadece Marx’ın değil herhangi bir düşün insanının binlerce sayfalık eserlerini bu kadar özlü biçimde ifade eden cümleler bulmak kolay değil. Ancak her “özet”, içeriğin kuvvetlenerek aklınızda yer bulmasını sağlamayabilir. Kanımca Türkiyeli ortalama bir devrimcinin bu sözden çıkardığı anlam daha ziyade “yorumlamaya, anlamaya gerek yoktur, aslolan onu dönüştürmektir” biçimini almaktadır. Asıl bu bakışla bir dönüştürücü eylem gerçekleştirme şansı kalmamaktadır. Parantezi kapatalım. Geçmiş dönem değerlendirmelerine girmeden önce “giriş” satırlarımızda cevaplanması gereken bir soru daha önümüzde durmaktadır. Kısaca “neden bugün?” olarak yazabiliriz. Gelenek’in gençlik çalışmalarımızı merkeze alana bir sayı yayımlanmasına verilecek en kısa yanıt geçen Gelenek’te belgeleri yayınlanan TKP 8. Kongresi’dir. Daha açıklayıcı ve uzun olan için ise Komünist gazetesine başvurabiliriz. 8. Kongre’nin gençlik alanına taşınmasını tartışan çalışmanın girişi bu çalışmamız için de giriş olarak okunabilir. “Bugün Türkiye Komünist Partisi’nde vücut bulan siyasal irade yakın geçmişimizde Gelenek ismiyle yola çıkmış, Sosyalist Türkiye Partisi ve Sosyalist İktidar Partisi deneyim ve birikimlerinin ardından Türkiye Komünist Partisi adını almıştır. Sosyalist İktidar Partisi, henüz solun parçalı görüntüsü içinde bu parçalardan herhangi birisi olarak görülmekteyken pek çok tartışmaya girmiş ve çeşitli eleştirilere maruz kalmıştı. 90’lı yılların ikinci yarısında da devam eden bu tartışmalardan ikisi bu yazının ekseninde hatırlatılmayı hak ediyor. Birincisi, solun pek çok öznesi kendi örgütsel geçmişini doğrusal olarak 80 öncesi hareketlerden birisine bağlarken SİP için böyle bir örgütsel miras tarif etmek mümkün değildi. Bu kimileri için başlı başına bir problemken, bizim için taşıdığımız Gelenek ismi fazlasıyla yeterliydi. Zaman geçtikçe tartışma herhangi bir ‘miras’a yaslanmayan bir sol partinin nasıl olup da diğerleri arasından öne çıktığı noktasına doğru akmaya başladı ki bu açıkça ifade edilmemekle beraber saygıyla karşılanan bir gelişmeydi. 14
GELENEK 95 Ancak bu gelişime rağmen sol içerisindeki ‘kardeşlerimizi’ rahatlatan, sıkça kullanıldığını bildiğimiz başka bir iddia daha vardı. ‘Büyüyorlar ama sonuçta işçi sınıfı içerisinde bağları yok; bunlar öğrenci partisi’ biçiminde özetlenecek bu yaklaşım pek çokları tarafından eleştiri olarak ortaya konulsa da bu da partinin o günkü siyasal ve örgütsel yönelimleri düşünüldüğünde bizi mutlu eden bir eleştiriydi. Aslında bu eleştiriyi ortaya koyanların da kabul ettiği gerçek, 90’lı yıllarda sosyalizmin, bugün rahatlıkla geçici diyebildiğimiz yenilgisinin ardından gençlik içerisinde yeni damarlarla buluşmayı başaran ve sosyalizm mücadelesine genç kadrolar kazandıran en önemli öznenin Sosyalist İktidar Partisi olduğu idi. Uzatmaya gerek yok, parti buradan da aldığı enerjiyle 2000’li yıllara önemli bir kadro birikimiyle girmiş ve başta işçi sınıfı olmak üzere farklı toplumsal kesimlerle kurduğu bağları daha üst düzeyde bir mücadeleyi sürdürmek üzere Türkiye Komünist Partisi’ne taşımıştır. ‘Gelenek’ tartışması da aynı sürecin ürünü olarak noktalanmış, parti geleceğe doğru uzandıkça solun tarihsel birikimiyle daha sağlıklı ve daha kuvvetli bağlar kurmuştur. Türkiye Komünist Partisi’nde somutlanan gerçek, geleceğe uzandıkça ve güçlü bir gelecek perspektifiyle gençleri kazandıkça köklerini daha derine indirme başarısıdır. Türkiye Komünist Partisi bugün ülkemizin hem en eski hem de en genç partisidir.” 3
Yakın dönem Türkiye’sinde gençlik “Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler, Dalga, dalga aydınlık oldular, Yürüdüler karanlığın üstüne Meydanları zapt ettiler yine.” *
Gençlik hareketinin, Türkiye solunun yaklaşık 90 yıllık mücadelesinde kimi momentlerde en önemli toplumsal güç olma özelliğini de yüklenerek her dönem belirli bir ağırlığı temsil ettiği tartışılmaz. Daha önce Gelenek’te ifade edildiği biçimiyle söylersek; gençlik, sol açısından, toplumsal hareketlenmenin ve siyasal yaşamın ölçülmesini sağlayan bir barometredir. Tarihsel olarak baktığımızda 60, 71 ve 80’den çıkışta ilk hareket hep gençlik alanından gelmiştir. Amacımız özellikle 1990’lı yıllardan bugüne uzanmak, ancak daha eski dönemlere ilişkin ileride gerçekleştirilecek tarih çalışmaları için çerçeve notlar olarak düşünebileceğimiz kimi hatırlatmalarda bulunabiliriz.
3 *
Komünist; “Gençlik bağımsızlık kavgasına kazanılmalıdır”, Sayı: 303, 2 Şubat 2007, s. 4. Nâzım Hikmet, “Hürriyet Marşı”. 15
Gençlik: Durum ve Görevler
Ülkemizde ilerici, devrimci, gençlik hareketi ilk örgütlü çıkışını 1920’li yıllarda TKP’ye “ideolojik olarak bağımlı” Gençlik Cemiyeti ve Türkiye Komünist Gençler Birliği ile gerçekleştirmiştir. Bu dönem sınıf hareketinin genel seyrine paralel olarak Komünist Gençler Birliği üyelerinin İstiklal Mahkemelerinde yargılanması dışında dönem boyunca “haber niteliği” taşıyacak etkinlikler gerçekleştirilememiştir. Gençlik alanındaki kavganın egemen sınıfın cephesindeki örgütü olan Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) bu tutuklama ve yargılamaların ardından 1926 yılında -cumhuriyetin ilanı sonrasında yeniden- kuruluşunu da not etmek gerekir.4 Vedat Türkali’nin Güven adlı romanındaki tartışmalı anlatımıyla epey bilinir hale gelen küçük komünist hücreler biçiminde örgütlenme ve partiyi aramakla geçen yıllar, “gençlik hareketi” açısından da 30’lu yıllarla 1940’lara doğru gelirken görülen yegane siyasal eylemdir. Ardından özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle gençler de yeni arayışlara yönelmişlerdir. Yeni bir dünya kurulmakta ve herkes yerini almaktadır. Süleymaniye Camii minareleri arasına asılan “Saraçoğlu faşisttir” pankartı ile adını hatırladığımız “İleri Gençlik Birliği”, “İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği”, “Türkiye Gençler Derneği” gibi ağırlıkla TKP yönlendiriciliğinde kurulan öğrenci dernekleri bu dönemin ürünleridir. Tüm bu evreler boyunca egemen sınıfların baskısı bir an olsun eksik olmamıştır ve anlamlı bir toplumsal etki yaratılamamıştır. Gençliğin bir siyasal güç olarak kendisini hissettirmesinin gerçek tarihi 1960’lı yıllardır. 27 Mayıs arifesinde özellikle 28-29 Nisan ve 555 K (5.ayın 5’i saat 5’de Kızılay’da) eylemleri ile gençlik bir siyasal-toplumsal güç olarak siyaset arenasındaki en etkin konumlarından birisini almıştır. 60’lı yıllarda adını sıkça duyacağımız Fikir Kulüpleri de ilk kuruluşlarını bu evreye borçludur.5 16 Aralık 2006 tarihli Yeni Şafak’tan bir haberi paylaşmamız gerekiyor. “Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) 90’ıncı kuruluş yıldönümü bugün İstanbul’da kutlanıyor. Cağaloğlu MTTB Konferans Salonu’ndaki ‘yeniden teşkilatlanma’ törenine aralarında TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın da bulunduğu birliğe hizmet etmiş devlet adamları ile birliğin halen hayatta olan eski yöneticileri katılıyor. Kurulduğu 1916 yılından kapatıldığı 12 Eylül 1980’e kadar öğrenci hareketleri ve siyasi hayata önemli katkılarda bulunan, milliyetçi ve muhafazakâr kimliğiyle ön plana çıkan MTTB’nin buluşmasında birlik ve beraberlik mesajları verilip, yeniden kuruluş çalışmaları müzakere edilecek.” Bu haberi mutlaka not etmek gerekiyor. MTTB hem 1926’da hem 60’lı yıllarda gençliğin devrimci cephedeki hareketlenmesine karşı bir karşı-devrimci cephe örgütlenmesi olarak hizmet görmüştür, şimdi sembolik yeniden kuruluşunun da tek anlamının bu olduğunu sanıyorum. Yoksa yaşları 50-60 olan koca koca devlet adamlarının “talebe cemiyeti” kurmaları başka nasıl açıklanır ki?.. 5 H. Meriç Algün, “Fikir Kulüpleri Federasyonu”, Düşünce ve Eylem, Kasım 1999, s. 2. 4
16
GELENEK 95
Daha önce Gelenek’te yazılmış olmasına atıfla 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren hızla gelişen hareket içerisinde gençlik tartışmasına sadece değinerek geçme şansımız var.6 Kuşkusuz ülkemizin devrimci gençlik hareketi tarihinin, üzerine en fazla düşünülmesi, tartışılması gereken ve geliştirilmeye açık özellikleri bulunan dönemidir. Hâlâ pek çok tartışmanın başlangıç noktası olma özelliğini korumaktadır. Dönemin ana siyasal yöneliminin anti-emperyalizm olması da güncel tartışmalarımız açısından özellikle değerlidir. 12 Eylül öncesinin gençlik hareketlerinin temel karakteristiği 12 Mart öncesinde yakalanan gelişmenin verdiği özgüven ve iyimserlik ile neredeyse her sol çevrenin kendi “gençlik örgütü”nü kurduğu ve tüm gençliği buraya çağırdığı tarzın hâkimiyetidir. Kuşkusuz dönemin solunun genel etkisi ile paralel olarak birçok gençlik örgütü bugünkü ile mukayese edilemeyecek kitleselliklere ulaşmıştır. Ancak bütün bir gençlik bir yana ilerici, devrimci gençlerin bile ortak bir perspektif ile hareket edemiyor olduğu bir evre 12 Eylül darbesi ile sonlanmıştır. 1968 çıkışı, 1970’li yıllarda kendisini her açıdan fazlasıyla hissettirmiş, ancak 12 Eylül ile birlikte geriye süreklilik namına çok az şey bırakmıştır. 12 Eylül sonrası genel olarak solun yenilgisi ve bunun sol öznelere yansıyan biçimi olarak “çözülme” gençlik alanında da kendini göstermiş, gençlik hareketi 1990’lı yıllara kadar, ağırlıklı olarak arayış diyebileceğimiz bir deneme yanılma evresi geçirmiştir. Bu döneme gençlik alanından damgasını vuran ana mesele öğrenci dernekleri tartışmalarıdır. Dernekler başlangıçta bir toparlanma anlamına gelmiş olsa da, zamanla çeşitli nedenlerle ama siyasal ayrımların belirginleşmesine de vesile olarak sonlanmıştır. Bu dönemin bugüne en önemli mirası nelerin olamayacağının görülmesi ve YÖK karşıtı mücadelenin merkeze oturtulduğu tarzdır. 90’lı yılların ikinci yarısı ile birlikte gençlik hareketi açısından yeni bir dönemin sinyalleri de gelmeye başladı. Gençler, doğrudan 12 Eylül sürecinin ürünü olan bir siyasi ve toplumsal ortamda üniversiteye gelmelerine rağmen, 1994 yılında 5 Nisan tarihiyle anılan ekonomik krizin etkisi ve sermaye sınıfının bütünlüklü bir kurgu taşıyan yeni saldırı dalgası karşısında oldukça hızlı bir biçimde politikleşmiştir. Büyük hesaplaşma başlıklarından birisinin, siyaset ve ekonominin kesişme noktası olarak düşünebileceğimiz özelleştirme başlığında somutlanması bu açıdan tesadüf değildir. Üstelik aynı dönem, Kürt hareketinin 90’ların ikinci yarısında yaşadığı büyük kırılma öncesi son denemelerini gerçekleştirdiği, kamu emekçileri hareketinde belli bir canlanmanın kendisini gösterdiği, kent yoksulları Metin Çulhaoğlu, “68 Kuşağı Üzerine”, Gelenek 3, ve H. Meriç Algün, “68’e Bakmak, Fazlalıkları Atmak”, Gelenek 69.
6
17
Gençlik: Durum ve Görevler
alanından gür seslerin yükseldiği, kısacası solun ülke topraklarında parçalı ama neredeyse bütün alanlarda bir yükselişi zorladığı yıllardır. 90’lı yıllar boyunca süren yoğun siyasal mücadele ve yaşanan hızlı politikleşme, gençleri de ülkenin ve dünyanın siyasal tartışmalarında daha net konumlara doğru yönlendirmiştir. 1995-1999 arasındaki kısa dönem öğrenci hareketinde görece kitlesel eylemlerin örgütlenebildiği ve önemli siyasalideolojik çıkışların yaşandığı bir dönem olmuştur. Kuşkusuz bugünden bakıyor olmanın avantajıyla daha soğukkanlı ve sağlıklı değerlendirmeler yapma şansımız oluyor. Gençlik hareketi kendi içerisinde, 1996 yılında İstanbul Üniversitesi Merkez Binası’nın işgali ile tepe noktasına ulaşan hareketin ardından, iki ana eğilim ortaya çıkarmıştır. Büyük ölçüde bizim temsil ettiğimiz birinci eğilim, buradan aldığı enerji ile ülkedeki siyasal gelişmelere yanıt vermeye çalışan bir yönelim ile yeni bir evreyi zorlamış ve kadrolaşmaya da özel bir önem vermiştir. Buna karşın üniversitedeki sol güçlerin büyük bir bölümü kendilerini hareketin rüzgârına bırakmış ve öğrencilerin (en has, gerçek) öz örgütlülüğünü yaratma, demokrasi mücadelesi vb. başlıklara daraltılmış bir yönelimi tercih etmiştir. Daha kolay anlaşılması için örneklemek faydalı olabilir. Bence en çarpıcısı şudur: 3 Kasım 1996, Susurluk’taki malum kazanın gerçekleştiği gündür ve bundan sadece üç gün sonra 6 Kasım 1996 günü binlerce öğrencinin katıldığı YÖK karşıtı eylemde o günkü ifade ile “devlet-aşiret-çete üçgeni” kimi gruplarca alana hiç taşınmamış kimilerince ise sadece iliştirilmiştir. Bugünden bakıldığında öğrenci eylemleri için bu eylemi bir kırılma noktası olarak tanımlamak fazlasıyla mümkündür. Devamla gelen süreçte ülke çapında süren tartışmalar üniversitelere doğrudan yansımış, hatta türban gibi başlıklarla üniversitenin kendisi ülke gündeminin merkezine oturmuştur. Ancak sol içerisindeki problemli bakış, buradan devrimci bir mücadele başlığı türetmek konusunda gayret göstermek yerine demokrasicilik oyununa maalesef figüran olma tercihini üretmiştir. Hareket özellikle 96’nın yarattığı saygınlık ve olanaklar ile 2000’li yıllara kadar düşen bir ivme ile de olsa sürüklenmiş ancak, parçalı denemeler olsa da “gençlik hareketi” gelişen siyasal süreçlere hak ettiği ölçüde güçlü yanıtlar verememiştir. 2000’li yıllardan bu yana üniversite gençliği toplumun geniş kesimlerinin ilgisini çekecek, merak uyandıracak, umut verecek eylemler gerçekleştirme konusunda oldukça tutuk kalmıştır. 2000’li yıllarda siyasal gelişmelere yanıt üretme ve “yeni” nesnelliğe karşılık verme noktasında sol gerekli ataklığı ve cesareti sergileyememiştir. 2000’li yıllardan sonra öğrenci hareketindeki geri çekilişi, küçülmeyi/daralmayı kabullenen ve öğrenci kitlesi ile bağları gittikçe zayıflatan bir süreç izlemiştir.
18
GELENEK 95
Bu sürecin doğru muhasebesi aynı zamanda önümüzdeki dönemin kazanılması için verilecek kavganın da ilk işaretlerini bulmak konusunda yardımcımız olacaktır. 2000’lerde üniversitelerde neler oldu? Geride bıraktığımız 6-7 yıllık kısa döneme toplam olarak baktığımızda sol açısından kazanımlarla geçen bir dönem tanımlaması yapmak mümkün değildir. Genel olarak solun üniversiteler alanında bir mevzi kaybı içerisinde olduğunu korkmadan saptamamız gerekmektedir. Bugün en büyük üniversitelerimizde devrimci öğrencilerin tamamının ortak hareket etmesi durumunda bile gerçekleştirilen eylemler kadrajların dışında kalmaktadır. Bir öğrenci ya da gençlik hareketinden söz etmek ise mümkün değildir. Biraz daha gerilere giderek durumu daha açık hale getirmeye çalışalım. Kırılma noktaları arıyorsak, yukarıda söz etmiştim, önemli tarihlerden birisi 3 Kasım 1996’dır. “Susurluk Kazası” ile başlayan süreç bir bütün olarak Türkiye sermaye sınıfının kendi iktidar aygıtı ile toplum arasındaki ilişkileri, bu ilişkilerdeki konumlanışını yeniden yapılandırdığı bir evre olmuştur. İsterseniz tarihi 28 Şubat 1997 olarak da alabilirsiniz, sonuç değişmez. Restorasyon olarak adlandırdığımız bu evre ile ülkedeki tüm siyasal ilişkiler yeniden yapılandırıldı. Ana yönelimin emperyalizme tam boy teslimiyet olarak belirlendiği evrede bütün aktörlere yeni misyonlar tarif edildi ve bu misyonları kabullenmeyenler, engel olabilecekler, sürecin dışına itildi. Üniversitelerde de… Üstelik üniversite, bu dönüşüm tartışmaları sırasında, zaman zaman, doğal olarak taşıması beklenecek ağırlık bir miktar abartılarak kimi çatışmaların merkezine yerleştirildi. Önceleri türbanla üniversiteye girilip girilemeyeceği noktasında somutlanan bu gerilim, belli dönemlerde yükselerek belli dönemlerde geri çekilerek tarafların zaman zaman birbirilerinden kimi mevziler kopardıkları bir biçimde hâlâ devam ediyor. Başka vesilelerle çeşitli defalar ifade ettik, üniversitelerdeki gerilimin şu anda somutlandığı “taraf”ların üniversite ve üniversitenin ülkedeki rolü konusunda öz itibariyle bir farkları bulunmamaktadır. Somutlanması gerekirse her iki taraf, TÜSİAD tarafından emperyalizmin yönelimleri çok iyi okunarak hazırlanan üniversite programına uyum konusunda herhangi bir tereddüt içerisinde değildir. TÜSİAD demişken bir paranteze ihtiyacımız var. 1994 yılında Kemal Gürüz koordinatörlüğünde TÜSİAD için hazırlanan “Türkiye’de ve Dünya’da Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” başlıklı çalışmanın hakkını yememek gerek. Öncelikle, ülkenin en önemli sermaye kuruluşuna hazırlanan bir raporun altında imzası olan şahsın devletin yüksek öğretim kurulunun başına getirilmesi kapitalist sistemin mantığı açısından oldukça
19
Gençlik: Durum ve Görevler
tutarlı olmakla beraber, başlı başına önemli bir durumdur. Ancak sanıyorum burada oldukça önemli ve sıkça atladığımız bir nokta var. Genel olarak 96 hareketi olarak adlandırdığımız yükselişin çeşitli nedenlerine yukarıda kısa da olsa değindik; bu mücadelenin üniversiteler özelinde “TÜSİAD raporuna uygun üniversite” ile “Emek’ten Bilimden Aydınlanma’dan yana üniversite” kavgası olarak tanımlanması da mümkündür. Bir dizi çıkış ve kazanımına rağmen sonuçta dönemin öğrenci hareketinin TÜSİAD çizgisinin saldırılarını durduramadığını kabul etmemiz gerek. Eldeki olanak ve birikimlere yaslanarak oldukça önemli bir direniş sergilenmiş, hatta yakın tarihimiz içerisinde en önemli çıkış olarak hâlâ hatırlanıyor olsa da solun 2000’lerde yaşadığı geri çekilişin arka planında 96 yılında bu saldırıyı püskürtememiş olmak vardır. Sonuçta 90’lı yılların sonu ile başlayan süreçte, bir bütün olarak ülke gündemini belirleyen tartışmaların odağında durup, tabloyu değiştirecek müdahaleler gerçekleştiremezseniz o alanda lokal olarak dahi söz söyleme hakkınızın kalmayacağını hep beraber görmüş olduk. Restorasyon sonrası diye tanımlayabileceğimiz evre, üniversitelerde sermaye ve emperyalizm ile tam bir uyum sağlanan, bu konuda pürüz çıkarabilecek tüm öznelerin mümkün olduğunca etkisizleştirildiği bir noktaya taşınmıştır. 90’lı yılların sonunda bütün engeller aşıldıktan sonra üniversiteler cephesinde yaşadığımız, sermayenin üniversiteleri işgal etmesidir. Vakıf üniversitelerinin kuruluşuyla başlayan süreç, sembolik har(a)çlarla devam etmiş, nihayetinde üniversitelerin bilimsel-teknolojik üretim süreçlerinin de tamamıyla sermayeye bağımlı hale gelmesi ile sonuçlanmıştır. Anadolu’da bir deyim vardır; “ata yemini veren gemini takar”. Sermaye üniversitelere benzer bir biçimde yaklaşmış, emekçilerden çaldığı paranın bir kısmını üniversiteleri teslim almak için kullanmıştır. Sadece hatırlatmak için bile olsa eklemek gerek, her konuda her şeyi devletten beklemenin yanlışlığı kurgusuyla hayata geçirilen özelleştirmeler, üniversitelerde daha çok devletten alınan “destek” yoluyla hayata geçiriliyor. Özel üniversitelere bedavaya verilen arsalar ya da özelleştirilen yemekhaneleri satın alan şirkete yemek satıp satmamasından bağımsız olarak verilen paralar bir iki küçük örnektir. Ülkemiz sermaye sınıfı (ve devleti) elbette oldukça gelişkin bir sınıf kimliğine sahiptir, ancak üniversitelerimizde sürdürülen faaliyetlerin en önemli boyutlarından biri, emperyalizmin güncel yönelimleri ile son derece uyumlu olmasıdır. Belki de daha doğrusu, emperyalizmin gösterdiği yoldan gidildiğini söylemektir. Ancak bu, emperyalist kurumların sürecin sadece yönlendiricisi ve izleyicisi olduğu anlamında okunmamalıdır. Çeşitli büyük sermaye grupları gibi emperyalist kurumların da bizzat işin içerisine girerek örgütledikleri
20
GELENEK 95
bir süreçtir söz konusu olan. İçinde bulunduğumuz dönemde de gün gün planlanan müdahalelerle devam etmektedir.7 Sadece AB tartışmalarını izlemek bile üniversitelere dönük saldırıların en önemli öznesinin emperyalizm olduğunu görmek için yeterlidir. Eğitimin ve özel olarak yüksek öğretimin hedef ve amaçlarının yeniden saptanması, üniversitelerin bir kurum olarak yeniden örgütlenmeleri, bu düzenlemelere paralel olarak mali kaynakların oluşturulması gibi başlıklar AB müktesebatına uygundur. Üniversitelere dönük saldırı sadece ideolojik tahakkümün yoğunlaştırılması olarak da açıklanamaz. Mesele ağırlıklı olarak maddi temellere dayandırılmaktadır. Başta Avrupa Birliği’nin kendisi olmak üzere düzenin çeşitli kurumları önemli mali kaynakları oldukça sistematik bir biçimde üniversitelere akıtmış, tabir doğruysa üniversiteler satın alınmıştır. Maalesef şu anda sürece itiraz eder görünümdeki pek çok üniversite yöneticisi açısından da temel mesele bu kaynaklardan yararlanamamaktır. Buraya kadar, sürecin daha ziyade üniversitelere dönük kısmına değinmiş olduk. Ancak aynı dönemde emperyalizmin dünya üzerinde yeni bir saldırı hamlesi yapmış olduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Sadece ABD’nin 11 Eylül saldırıları sonrasında ilan ettiği “ya bendensin ya düşmansın” konsepti bile durumu anlatmaya yetecektir. Üzerine tartıştığımız, ABD emperyalizminin, kayıtsız şartsız egemenlik kurmasının önündeki her türlü engele var gücüyle ve sınır tanımaz bir şiddetle saldırdığı bir dönemdir. Üniversitelerdeki kırılma elbette bu sürecin etkin belirlenimi altında gerçekleşmiştir. Üniversitelere dönük bu son derece planlı ve çok yönlü saldırı, aslında, ülke çapında sürdürülen bir operasyonun belirli bir alana dönük çok iyi bir yeniden üretimi olarak da okunabilir. Solun, ilericiliğin, devrimciliğin, yurtseverliğin tasfiye edildiği üniversitenin aslında aynı anda kendini de tasfiye etmesi gerekir. Bu açıdan bakıldığında, geçirdiğimiz süreç oldukça öğreticidir. Bu tablo aynı zamanda bir kimliksizleşme, kişiliksizleşme sonucunu da doğurmuştur. Zaten sanırım üniversitelerde ya da genel olarak memlekette solu etkisizleştirmenin tek gerçek yolu söz konusu birimin içinin boşaltılması ve bütün değerlerinin yok edilmesidir. Üniversiteli gençlik hareketi bu sürece müdahale edemediği ölçüde geri çekilmiştir ve gelinen aşamada çürümüş, herhangi bir toplumsal sorumluluk taşımayan, toplum açısından da meşruluğu oldukça tartışmalı bir kurumun sözcülüğünü yapamamaktır. Bu müdahalenin iki örneği, özel üniversitelerdeki ajanlık faaliyetleri ve YÖK-AKP gerilimi için www.sol.org.tr adresinden yayın yapan “Düşünce ve Eylem” dergisinin 2. sayısına bakılabilir. 7
21
Gençlik: Durum ve Görevler
Üniversitenin kimlik yitimi, üniversitelilerin de kimlik yitimi ile devam eden bir sürecin başlangıcı olmuştur ve bugün hakim olan kabullenmişliğin ardındaki temel faktör budur. Yeni bir çıkış mümkün mü? “Bir yol ayrımındayız artık bitirdik yanlışları ve yanılgıları kalbimizi fırtınalarla yeniledik Elveda sararmış sayfaları hayatımızın elveda keder şimdi sevdiklerimiz için vuruşmaya geldi sıra” *
Yeni bir çıkış mümkündür. Tersinden söylersek, çeşitli biçimlerde analiz etmeye çalıştığımız haliyle ülkemizin ve dünyanın içine girdiği süreçte üniversitelerimizin ve gençlik hareketinin içinde bulunduğu ataletin sürmesi mümkün değildir. Bu açıdan önemsenmesi gerektiğini düşündüğümüz birkaç noktanın altını çizmek istiyorum. i) Çözümün anahtarı, emperyalizme karşı mücadeledir TKP 8. Kongresi bir dizi alanda komünistlerin aklını ortaklaştıran hedefleri berraklaştırdığı gibi gençlik alanında da yapılacak olanı hayli yalın biçimde ortaya koymuştur. “Emperyalist saldırıları püskürtmenin önemli gereklerinden biri bağımsızlık mücadelesinin toplumda haklı ve meşru bir mücadele olarak yerinin güçlendirilmesi ve bunun karşısına dikilen engellerle hesaplaşmaktır. TKP’nin gençlik alanındaki gücü bu açıdan etkili bir şekilde değerlendirilmelidir. Bağımsızlık istemek suç değildir; burjuva kurumlarının pompaladığı gibi akılsızlık da değildir. Bağımsızlık istemek, onurlu olmanın gereğidir. TKP’li öğrenciler bu gereği zedeleyen her türlü siyasi, ideolojik ve hukuki engelle mücadele edecek, gençliğin yurtseverlik mücadelesine kazanılmasına öncülük edecektir.” 8
Kısa, açıklayıcı ve çözüme işaret eden bir tanım yaptığımızı düşünüyorum.
* 8
Ahmet Telli, “Zulmün defteri eksik tutulmuştur”, Dövüşen Anlatsın, s. 29. TKP, 8. Kongre Raporu, Karar No: 4, Madde 13. 22
GELENEK 95
Çok mu abartıyorum? Önce bir hikayecik; iyi bir komedyen bir arkadaşı vasıtası ile yeni dahil olduğu grupta, insanlarla sohbet ederken konu doğal olarak güldürmeye doğru gelir. Yeni tanıyanların “hadi bizi bir güldür” talebi üzerine biraz düşünen komedyen kısacık bir sürenin ardından çok basit bir hareketle salonda bulunan herkesi kahkahalara boğar. Gülmelerin ardından gelen ilk yorum, “helal olsun adama, iki dakikada hepimizi gülmekten kırdı geçirdi” olunca bu defa gülen komedyenin kendisi olur, “yirmi yıl artı iki dakika” diye düzeltir. Bence yukarıdaki özlü görev de benzer bir nitelik taşımaktadır. Uzun yıllara dayanan bir mücadelenin, birkaç yıldır süren somut arayışların ve güçlü bir ülke ve dünya değerlendirmesinin üzerine oturan bu birkaç satır, gençlik hareketinin ihtiyaç duyduğu açılımın anahtarlarıdır. Kuşkusuz anahtar kapıyı zorlayan bir öznenin elinde olmalıdır. Öncelikle bugün üniversitelerdeki temel siyasal güçlerden birisinin TKP’li öğrenciler ve TKP’li öğrencilerin aktif bir özne olarak içinde yer aldıkları Yurtsever Cepheli Öğrenciler olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlatmak gerekir. Mevcut durumları itibariyle bu örgütlülüklerin kendi öz güçleri ile tabloda köklü bir değişim gerçekleştirme şansları olmadığı açık. Ancak üniversiteler cephesinden, arkasında bu siyasal hattın durmadığı anlamlı bir çıkışın gerçekleşme şansı yoktur. TKP’li öğrenciler elde ettikleri mevzilerin aynı zamanda tarihsel-toplumsal bir sorumluluk ile yüklenmeleri anlamına geldiğini bilerek hareket etmelidir. Ardından söylenebilecek olan, daha genel bir nitelik taşımaktadır. Emperyalizme karşı mücadeleyi etkin, güçlü bir siyasi hat olarak toplumsal alana taşıyamayan herhangi bir sol siyasi çıkışın içinde bulunduğumuz konjonktürde Türkiye ölçeğinde herhangi bir ciddi etki yaratma şansı yoktur. Yukarıda değinmeye çalıştık; üniversitelilerin kimlik yitimi aynı zamanda emperyalizmin azgın saldırı döneminin ürünüdür. Tersinden üniversiteliler ve gençlik bir kimlik kazanacaksa bu mutlaka yurtseverlik, bağımsızlıkçılık sıfatları ile birlikte yükselecek bir kimlik olacaktır. Aslında toplumun geniş kesimlerinde olduğu gibi gençlik içerisinde de özellikle ABD ama gittikçe gelişen bir biçimde AB emperyalizmi de gerçek kimlikleri ile ortaya çıkmaktadır. Buradaki temel problem ideolojik hakimiyetleri ile kendilerinden bağımsızlaşmanın mahvolmak ve yok olmak anlamlarına geleceği fikrini geniş kesimlere işlemiş olmalarıdır. Bu zaman zaman korku zaman zaman da çaresizlik temelinde karşımıza çıkan bir kabullenme halidir. Bunun ötesi yoktur. Avrupa Birliği’nin bir medeniyet projesi olması, özelikle ABD’nin dünyanın çeşitli bölgelerine demokrasi taşıyan bir hayırseverlik ile hareket ediyor oluşu artık inandırıcılığı sıfırlanmış palavralardır. Sanıyorum özneyi daha fazla önemli kılan, örgütsel birikimi temsil bir
23
Gençlik: Durum ve Görevler
eden güce daha fazla ihtiyaç duyulan nokta da burasıdır. Emperyalizmin bir kurtarıcı olarak inandırıcılığının kalmadığı bir noktadan mücadele edilecek bir düşman olarak tanımlanmasına gidilecek köprünün inşası ısrarlı ve örgütlü bir çalışmaya ihtiyaç duymaktadır. Buradaki ana halka emperyalizme karşı mücadele etme düşüncesi oluşmuş kesimlerin, bu düşüncelerini eylemli bir sürece akıtabilecekleri mücadele zemininin doğru işletilmesidir. Bu açıdan doğru işleyen süreç, emperyalizme karşı mücadele etme düşüncesinin daha geniş kesimler tarafından paylaşılmasını sağlayabilir. Üniversitelerdeki tablo olağanüstü gelişmelerle bir anda değişmeyecekse, öncelikli olarak siyasallaşmış kesimler “hareket”e geçmeli, “hareket”in daha geniş kesimleri siyasallaştırması amaçlanmalıdır. Üniversitelerdeki durum buna olanak sunmaktadır. Bu açıdan en önemli noktalardan birisi emperyalizme karşı mücadele başlığını çeşitli güncel gelişmeler ve alanlardaki somut başlıklarla zenginleştirmektir. Ülke çapında sürdürülen siyasal kavga alanlarda yeniden üretilmeli, zenginleştirilmelidir. Somut mücadele başlıkları, somut hesaplaşma alanları ortaya konmalıdır. Üniversiteler bu açıdan fazlasıyla zenginleşmiştir. Son olarak gençlik hareketi tarihimizin “anti”lerle malul olduğu düşünüldüğünde bununla sınırlı kalmayan bir mücadele arka planına ihtiyaç duyduğumuzu da eklemek gerekir. Gençlik içerisindeki çalışmalarımız elbette anti-emperyalizmi öne çıkaracaktır, ancak yurtseverliğin, bağımsızlığın sosyalizm hedefinin de mümkün olduğunca kuvvetle örülmesi gerekmektedir. ii) Okumuş insanlar emekçi halka karşı sorumludur Üniversitelerdeki karşı-devrimci saldırı dalgasının en önemli başarılarından birisi üniversite ile toplum arasındaki ilişkinin törpülenmesi olmuştur. Üniversiteler, toplumsal sorunların derli toplu bir biçimde sunulduğu ve somut bir mücadele başlığı haline getirilip kavgasının verildiği kurumlar olarak toplumsal algıda kendilerine yeniden yer bulmak zorundadırlar. Bu gerçekleşemediği sürece üniversitelerin kendi içlerine dönük olarak sürdürecekleri tartışmalardan çözüm niteliğini taşıyan sonuçlar çıkarma şansları yoktur. Daha açık ifade etmek gerekirse, gençlik hareketinin görece etkin olduğu bütün dönemler gençliğin “halk” ile arasında somut bir siyasal ilişki tarif edebildiği dönemlerdir. Bugünden oldukça naif bulunabilir ama 68’lerde köyüne köprü yapan, toprak işgalinde yanında durandır, bu halkın sempatisini kazanan gençlik. 29 Şubat’ta üniversite işgal etmesine rağmen halkın desteğini alan gençler, sadece kendileri için değil emekçi çocuklarının üniversitede okuyabilmesi için bir eylem gerçekleştirdiklerini anlatabildik-
24
GELENEK 95
leri ölçüde destek görmüşler, meşrulaşmışlardır. Şu aşamada üniversitelerde yapılacak en büyük hata, güç toplayalım düşüncesi ile daha dar, içe dönük başlıklara yoğunlaşmak olacaktır. Memlekete seslenmeyen, memlekete dair sorumluluk duymayan bir gençliğin üniversite içerisinde etkin bir güç olma şansı yoktur. Üniversite öğrencileri (elbette akademisyenler ile birlikte) üniversite ile toplum arasındaki ilişkinin yeniden sağlıklı bir biçimde kurulması görevi ile karşı karşıyadır. Bu alanda verilecek kimlik kavgası aynı zamanda üniversite öğrencilerinin çeşitli araçlarla sıkıştırılmaya çalışıldığı bireyselliğin de yıkılması anlamına gelecektir. Toplumsal misyonlara sahip olmayan insanların bireyselliklerini fazla önemsemeleri kaçınılmazdır. Dönemin bütün pozitif renklerini içinde taşıyan, bunlarla zenginleşen ve zenginleştiren bir kolektif kimliğin yaratılması önümüzdeki dönem gençlik hareketinin üzerinde yoğunlaşması gereken önemli bir başlıktır. iii) Aydınlanmacılık üniversitelinin kimliğidir Üniversitenin son yıllarda kazandığı anlamdan bağımsız olarak bizim ülkemizde üniversiteli, okumuş adamdır. Bunun yeniden kazanılması gereken bir kimlik olduğunu saptamak durumundayız. Metin Çulhaoğlu’nun başka bir vesile ile kurduğu bir denklem vardı, onu ödünç almak derdimizi anlatmak açısından faydalı olabilir. Üniversiteli yakın geçmişe kadar okumuş adam olarak kabul edilirdi ancak bu kimliği geliştirmek yerine geriletmiştir. Şimdi artık geri konumunu ancak oldukça ileri bir kültürel formasyonla aşabilecek durumdadır. Emperyalizmin kolay hakimiyet kurmasının ardındaki en önemli nedenlerden birisi sistemli bir biçimde gericiliği pompalamasıdır. Gençlik ve üniversite söz konusu olduğunda bu saldırı daha da önem kazanmaktadır. Üniversitelerin bir kurum olarak bu başlıkta katabilecekleri oldukça tartışmalıdır. Gençlik hareketi bir silkiniş gerçekleştirecekse bunun kültürel bir birikime yaslanmadan gerçekleşme şansının bulunmadığını açıkça ortaya koymalıyız.
iv) İhtilalci iddialıdır Son olarak üniversitelerde rüzgarın bugünden yarına başka türlü esmeye başlayacağını düşünmek için elimizde yeterli veri olmadığını da söylemeliyiz. Fakat doğru planlanmış çıkışlar, zamanında değerlendirilecek olanaklarla “öğrenci hareketi” üzerindeki ölü toprağını atmak mümkündür. Asıl büyük çıkışlar da bundan sonra gerçekleştirilebilir. Belki tüm gençliğe atfetmek doğru olmaz, ancak üniversitelerde belli bir ağırlığı temsil eden komünist öğrencilerin, akıllarını ve yüreklerini yan yana koymalarını en çok gerektiren bir dönemden geçtiklerinin farkında
25
Gençlik: Durum ve Görevler
olmaları gerekir. Ülkemizde anti-emperyalist kavganın ilk seslerinin üniversitelerden yükselmesi tarihsel deneyimlerin yarattığı bir beklenti olmanın ötesinde komünist gençlerin iddiası olmalıdır. Şiir, eğer iyi yazılırsa duygu ve düşüncelerimizi belli bir soyutlama düzeyinde en özlü biçimde ifade eden anlatım biçimidir. Bu çalışmamız içerisinde zaman zaman derdimizi anlatmamızı kolaylaştırmak üzere yardımımıza yetişen dizelere, satırlarımızı sonlandırırken de başvurmak, derdimizi anlatmanın en verimli ve en güzel yöntemlerinden birisi olacaktır. Bu ülkenin komünist gençlerinin iddiası olarak okunabilir. “ey tarih aç solgun yapraklı defterini ve kaydet dövüşenlerin hikâyesini…”*
*
Ahmet Telli, a.g.y. 26
Üniversitelerdeki Mücadelemiz Doğan Ergün - Koray Yalçın Bu yazıda, Türkiye Komünist Partili öğrencilerin, üniversitelere ve gençlik hareketine dair sözlerini söyledikleri ilk günden bugüne kadar yaşanan süreçlerin bir muhasebesini yapmaya çalışacağız. Partinin üniversite ve gençlik alanına ve bu alanın örgütlenmesine dair temel ilkeleri ve tutumu ile bu ilke ve tutuma zemin hazırlayan koşullar bir bütünlük içinde değerlendirilmeye çalışılacak. Türkiye Komünist Partisi’nin gençlik alanındaki “partililik” vurgusu, “emekten yana üniversite” ya da “yeni bir ülke ve yeni bir üniversite” gibi sloganlarda kendisini somutlaştıran üniversite algısı, Okul ve Ülke ile başlayıp, Düşünce ve Eylem ile devam eden yayıncılık faaliyetimiz ve bunun bize kazandırdıkları bu yazıda ele alınacak. Bunların dışında, üniversitelerdeki siyasi mücadelemizde öne çıkan ve bizi öne çıkartan gündemler üzerinde de durmaya çalışacağız. Özelleştirme saldırısının ön planda olduğu bir dönemde üniversitelerde “Eşit, parasız eğitim” sloganıyla birlikte kamucu anlayışın öne çıkarılması, gericiliğin toplumda tartışıldığı ve “türban” gündemin açıldığı dönemde Türban Neyi Örtüyor? broşürüyle örülen çalışmamız ve bir bütün olarak emperyalizme karşı verdiğimiz mücadele; yaptığımız somut çalışmalar ve kampanyalarımızla birlikte bir tarihsellik içinde aktarılacak. Bu sayede, siyasi ve örgütsel tarihimizin son noktası olan Yurtsever Cepheli Öğrencilerin nasıl bir siyasi ve örgütsel arayışın ürünü olduğunu anlamaya çalışacağız. Gençliğin örgütlenmesi ve parti Yıllardır öğrenci hareketine ilişkin olarak yapılan bütün değerlendirmelerin, öğrencilere hitap eden bütün yazıların 12 Eylül’ü referans olarak almaları bir gelenek olagelmiştir. Başta zorunluluk olarak görülüp “anlaşılabilecek” bu durum, zaman içinde siyaset üretememenin de bahanesi olarak kullanılmaya başladı. Zira üniversitelerde mücadele eden örgütler, 12 Eylül’ü yalnızca okulların ilk günü dağıttıkları bildirilerde anmıyorlardı;
27
Üniversitelerdeki Mücadelemiz
bütün bir mücadele aynı temel paradigma üzerinden temellendiriliyordu. “Faşizme karşı özgürlük” sloganı, buna göre şekillendirilen siyasi pratikler ve mücadele tarzı güncel siyasi mücadeleye bir şey tahvil etmediği oranda marjinalleşmenin de başlıca sebebi oluyordu. Bu yazıda da 12 Eylül’ü önemli bir referans noktası olarak değerlendiriyoruz. Ancak bu yazıda amaçlanan, Türkiye’de komünist hareketin öğrenci-gençlik hareketinin/örgütlenmesinin geçirdiği aşamaları değerlendirmektir. 12 Eylül’ün üstünden 26 yıl geçmiştir ve bu talihsiz tarihin Türkiye komünist hareketinin ve gençlik örgütlenmesinin tarihine yaptığı etki açısından soğukkanlı bir değerlendirme yapmanın zamanı gelmiştir. Öğrenci-gençlik hareketinin geleceğini şekillendirmek önemli ve heyecan verici bir konudur; işte bu nedenle bugün soğukkanlı bir değerlendirmeye gereksinim duyuyoruz. Evrensel sorun Komünist hareketin gençliğe ve genç kadrolara duyduğu ihtiyaç ne ölçüde evrensel, ne ölçüde Türkiye’ye özgü yanlar taşıyor? Önemli bir soru. Bir açıdan bakıldığında, dünyadaki pek çok komünist partisinin en önemli sorunlarından biri genç kuşaklar içerisinde örgütlenmektir. Komünist partilerin genelde yaşlı bir profil çizmesi, ülkeye ilişkin değerlendirmelerde gençlikten umudun “en azından bugünlük” kesilmesi komünist hareketin evrensel bir sorunu olarak önümüzde duruyor. Öte yandan, partiler içerisinde bir tasnife gidersek, hareketli ve devrimci siyaset üreten komünist partilerinin gençlik örgütlenmesinde de yol almış olmaları bir tesadüf olmasa gerek. Özellikle Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden silindiği bir siyasal ortamda, sosyalizmin gerçek kazanımlarını yaşamış ve siyasi bilinci böyle bir ortamda şekillenmiş “eski” kuşakların ötesinde bir toplumsallık kazanmak, komünist hareket açısından bir gelişkinlik göstergesi oluyor. Daha fazla gencin komünist kimliğe sahip çıkması ve örgütlü mücadele içerisinde yer alması bugün hem evrensel hem de güncel bir sorundur. Emperyalist sistemin ideolojik saldırısının hedefinde gençliğin de önemli bir yer tutması, bütün dünyada lise ve üniversitelerin yeni bir anlamla yüklenerek yeniden inşa edilmeleri, örneğin müfredattaki gerici unsurlar gibi kimi veriler, emperyalizmin gelecek açısından işini ciddiye aldığını gösteriyor. Tam da bu sebeple gençliğin örgütlenmesi, gündelik siyasette büyük bir önem taşıyor. Yukarıda “gelişkinlik göstergesi” olarak not ettiğimiz özellik, konunun diğer bir ayağını oluşturuyor. Gelişkin komünist partiler, parti içerisindeki gençlik dinamizmini kadro kaynağı olarak da değerlendirebiliyor. Gençlik içerisinde örgütlenme konusunda önemli mevziler kazanan partiler, bu mevzilerini örgütsel devamlılıkları açısından daha rahat bir şekilde kullanabiliyorlar.
28
GELENEK 95
Türkiye’ye bakarken Türkiyeli komünistler açısından gençliğin bugünkü önemini kavramak için son 25 yıllık sürecin bize dayattığı zorunlulukların neler olduğunu bilmek gerekiyor. Dönemi ve geride bırakılanı anlamadan tarihsel sürekliliği ve kopuşları anlayamayacağımızı biliyoruz. Öncelikle şunu söylemeliyiz ki, eşitlik ve özgürlük mücadelesi verenler açısından 12 Eylül ikili bir tahribat yaratmıştır. 1980 öncesinde devrime duydukları inançla mücadele edenlerin, yaşanan darbe ve darbeye verilen “toplumsal destekle” yaşadıkları travma kolay tedavi edilebilecek türden değildir. Dikkat edilirse burada, darbeye giden yolda Türkiye solunun bıraktığı ideolojik, teorik ve siyasi boşlukları tartışmıyoruz. Elbette Türkiye solunun askeri bir darbeyi karşılayabilecek ideolojik ve siyasi gelişkinlikte olup olmadığı da ciddi bir sorundur; ancak şu anda işaret etmeye çalıştığımız sorun, 12 Eylül’den sonra mücadelenin sürekliliğinin nasıl bir insan malzemesiyle sağlandığıdır. Şöyle ki; devrime olan inancın ağır bir darbe yemesi bir kuşak için onarılamaz tahribatlar yaratmıştır. Öte yandan, yaratılan süreklilik yalnızca anlamsız kimi “sol içi” tartışmaların bugünlere kadar getirilmesi olmuştur. Sosyalizm mücadelesiyle henüz tanışmamış, biyolojik olarak tanışma imkanı olmayan kişileri bir yana bıraktığımızda, geçmişten devralınan miras, genel olarak devrim fikrine inançsızlığın ve korkuların darbeyle pekiştiği, iktidar fikrinden uzak bir düşünsel ortamda yetişmiş olan kadro profilinde somutlanmıştır. Bu anlamda geçmişten devralınan kadro birikiminin ancak küçük bir kısmı sahip olduğu önemli deneyimleri gelecekteki mücadeleyi güçlendirmek için kullanmayı ve sosyalizm yolunda ilerlemeyi tercih etmiştir Siyasette kuraldır, mücadele eden ayakta kalır. Ayakta kalmak isteyen de, yüzünü mücadele edebilecek olana döner. Demek ki, 1980 sonrasında Türkiye solu bir iktidar mücadelesini örgütlemek ve böylelikle ayakta kalmak istiyor idiyse, yüzünü genç kuşaklara dönmek zorundaydı. Öyle de olmuştur. Geçtiğimiz 25 yıllık süreç içerisinde Türkiye solu kimi zorunluluklarla baş başa kalmış, bu zorunluluklardan olanak çıkarmaya çalışanlar çeşitli kazanımlar elde etmiştir. Yeni bir kuşak yaratma görevi bu zorunlulukların başında geliyordu. Türkiye Komünist Partisi’ni ve Türkiye Komünist Partili Öğrenciler’i biraz da bu gözle değerlendirebilmek gerekiyor. TKP en başından beri öğrencilerin ve genç kuşakların yüzlerini partili mücadeleye dönmeleri konusunda çaba sarf etmiştir. Öğrenci hareketinin gündemini ülke gündemi ile birlikte ele almak, bunları birbirinden bağımsız düşünmemek zaten bizim geleneğimizde bulunuyor. Lenin’den bu yana öğrenci gençliğe ilişkin tasnifler yapılırken toplumun genelindeki siyasi parametreler veri alınıyor. Toplumun sınıfsal yapısı öğrenciler için de belirleyicidir. Bununla birlikte, Türkiye komünist hareketi açısından öğrenci gençliğin siyasetin
29
Üniversitelerdeki Mücadelemiz
merkezine doğru çekilmesi çabası aynı zamanda öznel bir ihtiyaca da denk düşmüştür. Başka türlüsü düşünülemezdi. Bir eğilim belirlerken, o eğilimin yaratacağı boşlukları da değerlendirmek gerekir. Ancak bu değerlendirmenin ortalamacı bir uç vermemesine özellikle dikkat edilmelidir. Örneğin, çok genç kuşakların partili mücadeleye yüzlerini dönmeleri ve bu noktadan hareketle, partili mücadelenin bizzat içerisinde yer almaları bir tercihtir. Bu tercihin yaratabileceği bir dizi boşluk da olabilir. Sonuçta partililik belli bir teorik ve siyasi donanım, mücadelede deneyim, oturmuş ve gelişkin bir kişilik gibi kimi önemli özellikler gerektirmektedir. Genç kuşaklarda bu açıdan kimi sorunlar yaşanabileceği açıktır. Öte yandan, gençliğe dair kimi “özgün” gündemlerin parti siyaseti ile kapsanabilmesi belli koşullarda mümkün olmayabilir. Komünist partilerde gençliğin “bağımsız” örgütlenmesine dayanan komsomol modeli biraz da bu tür boşlukların kapatılması için tasarlanmış bir örgütlenme biçimidir. Fakat, Türkiye’de komünist hareketin yaşadığı kadro ve kuşak problemlerini bir kenara koyup, ezbere nutuklar atmak yanlışın en büyüğüdür. TKP her dönem gençlik hareketini, onun ihtiyaçlarını gözetti; ancak, şu ana kadar asıl gündemi genç ama sağlam, partili mücadelenin önemini kavramış, teorik ve siyasi açıdan gelişimine önem veren kadrolar yaratmak oldu. Bu bir ayakta kalma mücadelesiydi aynı zamanda ve sonuçları ortadadır. Mücadelede gündem sorunu Şu ana dek TKP’nin gençlik örgütlenmesindeki örgütsel ihtiyaçlarına kısaca değindik. Ülkenin ve partinin ihtiyaçlarının nasıl bir örgütsel model yarattığına dikkati çekmeye çalıştık. Vardığımız nokta, gençliğin, özellikle öğrenci gençliğin partili kimlikle verdiği mücadelenin önümüzü açtığı oldu. Öğrenci gençlik alanı dendiğinde akla gelen bir diğer önemli konu ise mücadele gündeminin nasıl belirleneceğidir. Özelikle üniversitelerdeki mücadelenin gündeminin nasıl belirleneceği her zaman sorun olmuştur. Şu ana kadar çeşitli vesilelerle ve defalarca dile getirdiğimiz, bu yazının da bütününe yedirilmeye çalışılan “ülkenin gündemi önemlidir” tezimizi bir defa daha uzun uzadıya aktarmaya ihtiyacımız bulunmuyor. Ancak, bu konuyla ilgili farklı bir noktaya temas etmekte fayda var. Bu konuda kimi sadeleştirmelere gitmenin yararlı olacağını söyleyebiliriz. Örneğin, eğer ülkede ve üniversitede genel bir tepkisizlik hali varsa, insanlar ne genel olarak memleket meselelerinde ne kendi yaşamlarına doğrudan etki eden sorunlar karşısında kendilerini bir güç olarak göremiyor demektir. Böyle bir durumda güç biriktirmek için “okul gündemlerinin yardımcı olacağı” tezi yanlıştır. Sorun zaten, daha çok genel bir siyasallaşmanın yaşandığı dönemlere ilişkin bir öncelik sorunudur. İnsanların tepkilerini daha rahat ortaya koyabildikleri, siyasi hareketliliğin arttığı dönemlerde öncü rolü
30
GELENEK 95
oynayan özne esas hedef olarak neyi gösterecektir? Mesele bu kadar basittir. Ya gündelik ve öğrenci olmaktan kaynaklanan meselelerimiz önemsiz olmaya devam edecek, ya da bu tür meselelere dönük tepkilerin de iktidar mücadelesine aktarılan bir ek kuvvet olması sağlanacaktır. Son olarak, böylesi dönemlerde öğrencilerin yalnızca okulda karşılaştıkları sorunlar nedeniyle harekete geçmeleri, hele ki Türkiye gibi tarih boyunca öğrenci gençliğin siyasi süreçlerde fazlaca etkili olduğu bir ülke için söz konusu olamaz. TKP’li Öğrenciler meseleye her zaman bu kadar sade bir şekilde bakmıştır. Mücadelenin gündemini belirlerken bir diğer önemli nokta da, “üniversite yerelliği”nin nasıl tanımlanacağı sorunudur. Üniversiteler, düzenin yarattığı pislikten ne ölçüde bağımsızdır, yahut üniversitelerin demokratikleştirilmesi ve düzenden özerk kurumlar haline getirilmesi mümkün müdür? Üniversitelerin “özgürleştirilmesi” hedefi gerçekçi midir? Bütün bunlar defalarca sorulmuş ve cevabı değişik öznelerce farklı şekillerde verilmiş sorulardır. TKP’li Öğrenciler’in cevabı hep olumsuz olmuştur. “Kapitalizmde bilginin sınıfsal kullanımı bir yasallık haline gelmiştir. Kapitalizmin kendi evrimi içinde, bilimsel ve zihinsel faaliyetin sınıfsal kullanıma göre biçimlenmesi, onun üretim pratiğine ve toplumsal ihtiyaçlara yabancılaşmasını getirdi. Bu kopuş ile birlikte, üstyapı kurumlarına hakim olan sınıf, burjuvazi, hem bilginin -üretim sürecinin pratik gereksinimlerine göre- kullanımına sahip olur, hem de bilgi üretiminin kendi ideolojik çerçevesinde gerçekleşmesini sağlar. Kapitalist özel mülkiyet ilişkilerinin egemen olduğu koşullarda sadece bilgi değil, öğrenciler ve öğretmenler de yeniden üretilir, sadece meta değil emekçiler de yeniden üretilir, biçimlendirilirler. Zihinsel faaliyetin maddi üretim ve bölüşümünden özü itibariyle arıtılması, onu işçi sınıfından bağımsızlaştırarak, egemen sınıfların denetimi altına sokar. Akademik alan yalnızca bilginin değil, bu denetimin de yeniden üretildiği bir alandır. Eğitimin sınıfsallığı asıl anlamını böyle kazanır.” 1
Geldiğimiz noktada iki tuzakla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Ülke gündemine yapılan vurgunun üniversitedeki mücadeleyi kısırlaştırıcı, yaratıcılıktan uzaklaştıran bir şekilde yorumlanması önemli bir tehlikedir. Bu tehlike ancak, kapitalist düzenin kendini yeniden ürettiği bir kurum olarak üniversitelerin bu işlevlerine dönük ilgiyi sürekli canlı tutarak bertaraf edilebilir. Her gün yeni misyonlar edinen üniversitelerin bu durumu deşifre edilmeli, öğrencilerin yaşadıkları sorunlar da bu bağlama yerleştirilmeli ve hiçbir gündem kaçırılmamalıdır. Siyasi canlılık ve yara-
1
Gelenek, Emeğin ve Eğitim Kurtuluşu Yolunda Gençlik, Aralık 1989, s. 15. 31
Üniversitelerdeki Mücadelemiz
tıcılık ancak böyle sağlanabilir. İkinci bir sorun ise “yeni bir ülke ve yeni bir üniversite” sloganının gündelik siyasette iddiasızlığa alan açma ihtimalidir. Bugünkü düzende üniversitelerin yerini tanımlayabilmek ve düzenin temel parametreleri değişmeden üniversitelerin bambaşka mekanlar, özgür alanlar haline getirilemeyeceğini bilmek, sınıflar mücadelesine üniversite alanında yaratılacak gücün rüzgarını taşımaya engel olarak görülmemelidir. Üniversiteler, hele ki Türkiye gibi bir ülkede düzenin zayıf karnı olarak değerlendirilmelidir. Bu zayıf noktaya uygulanacak ideolojik, siyasi ve örgütlü şiddetin, düzenin işleyişinde onulmaz yaralar açacağı asla unutulmamalıdır. Sosyalizm mücadelesi öncülere, öncü güçlere, ideolojik motiflere ihtiyaç duyar. Bu öncülük misyonunun kökeninde, işçilerin sınıfsal yapısı ve kapitalist toplumsal formasyon yatmaktadır. Sınıflı toplumlar ve bunun son aşaması olan kapitalist toplum bir bütün olarak gelişip ilerlememekte, eşitsizlik olgusunu her geçen gün yeniden ve yeniden üretip derinleştirmektedir. Elbette bu toplumsal biçimlenme en çok da kendisini dönüştürmeye aday öznelerin şekillenişini ve mücadele pratiğini etkilemektedir. Sınıfın iktidarı için, gerek sınıf içerisinden gerekse toplumun bütününden öncülere ihtiyaç duyulmaktadır. Öğrenci gençliğin mücadelesi ve gündem maddeleriyle ilgili olarak karşılaşılabilecek ve yukarıda özetlemeye çalıştığımız sorunların aslında tek bir ilacı bulunmaktadır: bu öncülük misyonunu, öğrenci gençliğin örgütlü mücadelesinde merkezi bir konuma yerleştirmek. Toplumsal mücadelede buzkıran işlevi görmek… Öncülükten kastedilen tam olarak budur. Buzkıran, donmuş deniz, göl veya ırmaklarda ulaşımı öteki gemilere kolaylaştırmakta kullanılan, buzları kırarak yol açmak için yapılmış gemi anlamına geliyor. Öğrenci gençliğin mücadelesine “buzkıran” görevi verdiğimizde ne amiral gemisinden görev çalmış oluyoruz ne de gençlik mücadelesini kısır bir alana sıkıştırmış oluyoruz. Öyleyse, iddiamızın kaynağına bu siyasi bilinci yerleştirilmeliyiz. TKP’li Öğrencilerin ortaya attığı ve kavgasını verdiği bütün gündem maddeleri bu gözle değerlendirildiğinde yukarıda dile getirilen iddianın hiç de lafzi olmadığı görülecektir. Mücalelenin somut tarihi Düşünce ve Eylem ile atılan ilk adım Sosyalist İktidar Partili Öğrencilerin üniversitelerdeki mücadelesinin somutlaştığı ve örgütsel bir ağırlık kazanmaya başladığı ilk döneme damgasını vuran Düşünce ve Eylem, 1995’in Şubat’ında ilk kez İstanbul Üniversitesi özelinde hazırlandı. Ancak sözünü İstanbul Üniversitesi ile sınırlı tutmayıp, yaptığı çağrıda büyük hedeflerin peşinde olduğunu vurguladı.
32
GELENEK 95 “REDDEDİYORUZ, ÖYLEYSE DEĞİŞTİRECEĞİZ!” “(...) ya reddettiğimiz bir dünyada o dünyanın bir nesnesi olup, köleleşipköleleştireceğiz; ya da reddiye denilen tavır alışı, özneleşerek, değiştiricilik ve dönüştürücülük fiiliyle üreteceğiz.” 2
Düşünce ve Eylem dergisi bu iddialarla yola çıktı. Kapitalist sistemin akıl dışılığından ve üzerinde yükseldiği sömürüden rahatsız olanlara yapılan bu çağrıda iki önemli ipucunun gizli olduğunu söyleyebiliriz. Bu ipuçları Düşünce ve Eylem’in durduğu noktayı anlamak için oldukça değerlidir. Öncelikle Düşünce ve Eylem bu düzeni baştan “reddetmiştir”. Düzen içi küçük rötuşlar peşinde koşmaktansa, çarpıklığın kaynağında düzenin kendisinin durduğu gerçeğini teslim edip daha büyük hedeflerin peşine düşmüştür. İkinci olarak Düşünce ve Eylem bir hareketi öngörmektedir. Adlı adınca “sosyalizm” hedefine doğru bir harekete geçişin temsilcisi olma iddiasındadır. 1995’in Mart ayında İstanbul Üniversitesi’nin yanı sıra diğer üniversitelerde o alana özgü, farklı içeriklerle yayınlanmaya başladı Düşünce ve Eylem. Boğaziçi Üniversitesi’nde yayımlanan ilk sayısında üniversitesermaye ilişkisine geniş yer ayrılıyor. İlk sayının en ilgi çekici bölümü, manşete de taşınmış olan, ABD’den gönderilen bir üniversite bursu önerisine karşı Düşünce ve Eylemciler tarafından hazırlanmış cevap mektubu. Mektup şu cümlelerle bitiyor: “Burs önerinizi reddediyorum. Bazı şeylerin değişmesi gerekiyor ve değişimin başlayacağı yer buna en fazla ihtiyaç duyan coğrafya olacaktır. Bu yüzyılın başında pek çok Rus matematikçisinin, mühendisinin, doktorunun yaptığını yapmayı düşünüyorum. Ülkemde kalacağım ve kavga edeceğim. Ülkemin, ülkenizin ve ülkelerin çaresiz insanları benimle birlikte kavga etmeye hazırlar çünkü...” 3
Eylül 1995 tarihini taşıyan ilk broşür ise 1996’nın Şubat’ında üniversitelerde kopacak fırtınanın bir habercisiydi. “Daha az paralı değil, EŞİT PARASIZ EĞİTİM” başlığını taşıyan broşür, daha manşetten bir hesaplaşmaya girişmiş oluyordu. Bu hesaplaşma, bir yanıyla eğitimin paralılaştırılmasından sorumlu burjuva düzeni ile bir yanıyla da bu saldırıya “pazarlıkçılık” yaparak yanıt vermeye çalışan “muhalif” kesimlere dönük bir hesaplaşma idi: “(...) sembolik ücretlerle başlayan harçların, yavaş yavaş ‘can’ yakması bek-
2 3
İstanbul Üniversitesi’nde Düşünce ve Eylem, Şubat 1995, sayı:1 s. 1. Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyalist Düşünce ve Eylem için: Düşünce ve Eylem, Mart 1995, s. 1. 33
Üniversitelerdeki Mücadelemiz
lenir bir sonuçtur. Demek ki, eğitimin fiyatlandırılmasını mantık olarak bir kez kabul edersek, yüksek fiyatları da kabul etmiş oluyoruz. Bizim bunlardan çıkardığımız ders şudur: yeni harç zamlarına karşı hızlı tepki vermeliyiz. Tepkimizi eğitimin fiyatlandırılmasına yöneltmeliyiz. Biz bu yüzden, ‘daha az paralı eğitim’ değil, herkese eşit parasız eğitim diyoruz.” 4
Düşünce ve Eylem Ekim 95’ten itibaren tüm üniversitelerden haberler içeren ama daha çok işlediği başlıklarla üniversitelerin geneline seslenen yeni bir tarza kavuştu. Bu sayede üniversiteler alanındaki siyasal mücadeleye daha etkin bir müdahale aracı haline gelmiş oldu. Yazımızın bundan sonraki bölümlerinde bu siyasal müdahaleleri daha yakından inceleyeceğiz. 1995 yılının önemli olaylarından biri de Sovyetler Birliği’ni ortadan kaldıran en önemli hainlerden birinin, Mihail Gorbaçov’un bir bankanın davetlisi olarak üniversitelere yaptığı ziyaretlerdi. 1990’ların ortası Türkiye’de piyasa ekonomisinin ve özelleştirme ideolojisinin egemen kılınmaya çalışıldığı bir döneme denk düşüyordu. Elbette Sovyetler Birliği’nin belleklerden kazınması da bu ideolojik mücadelenin önemli ayaklarından birini oluşturuyordu. Gorbaçov’a karşı sosyalizmi sahiplenen bir duruş sergilemek hem Türkiye hem de dünya siyaseti açısından devrimci bir ısrar anlamına geliyordu. Nisan 1995’te önce Boğaziçi Üniversitesi’ne gelen Gorbaçov burada Sosyalist İktidar Partili Öğrenciler’in de aralarında bulunduğu devrimci öğrenciler tarafından protesto edildi. Öğrenciler Gorbaçov’u ellerinde Stalin ve Lenin’in resimleri ve “Yaşasın devrim ve sosyalizm” sloganlarıyla karşıladı. Yüzlerce öğrencinin protestosuyla karşılaşan Gorbaçov, şaşkınlığını gazetecilere söylediği şu sözle dile getiriyordu: “Sizde hâlâ komünist mi var? Kendimi Kızıl Meydan’da sandım.” Daha sonra ODTÜ’ye de giden Gorbaçov burada da benzer bir manzarayla karşılaşacaktı.
29 Şubat İstanbul Üniversitesi işgali Ülke çapında yürütülen özelleştirme saldırısı üniversitelere harçlara yapılan zamlar olarak yansımıştı. 96’nın başında harçlara yapılan yüzde 300 oranındaki zam bu saldırıların en somut örneğiydi. Bu saldırıya yanıtını henüz öğretim döneminin başında çıkarttıkları broşürle veren Düşünce ve Eylemciler bundan sonra mücadeleyi emekçi halkın gündemine taşımaya ve kamucu zihniyetin toplum nezdinde meşruiyet kazanmasına gayret edeceklerdi. Türkiye’de özelleştirme ideolojisinin yerleştirilmeye çalışıldığı bu dönemde Sosyalist İktidar Partili Öğrenciler, bir yandan kamucu düşünceyi ete kemiğe kavuşturmak, bir yandan da yaşanan saldırıları net bir şekilde tarif edip düzen dışı bir tavır ortaya koymak gibi zor bir görevle
4
Düşünce ve Eylem, Eylül 1995, Özel Sayı: 4 34
GELENEK 95
karşı karşıyaydı. Düzenle mücadeleyi kopardığı indirimin oranına bağlayanlardan farklı olarak Düşünce ve Eylemciler harçlarını ödememe kararıyla “Eşit parasız eğitim” talebinin arkasını siyasal bir tavırla doldurdu: “Artık bizler, bu noktadan sonra siyasi bir tavır almak zorundayız. Bu tavır bir direnç noktası olacak şekilde davranmak durumundayız. Birçok siyasi öznenin, tereddüt geçirerek alamadığı bu politik tavrın, SİP’li Öğrenciler hanesine yazılacak önemli kararlardan biri olduğunu belirtmek istiyoruz. Paralı eğitime karşı verilecek mücadelenin, özelleştirme saldırısına karşı verilecek mücadeleden geçtiğini bildiğimiz için sadece üniversitelerde değil toplumun bütün kesimlerinde yankısını bulacak araçlar yaratmak gerektiğini biliyorduk.” 5
Bu saldırı üniversite gündemine sıkışmış bir başlık olmaktan çıkarılıp, doğru siyasal taleplerle ve bu talepler üzerinden büyütülecek tepki vasıtasıyla asıl muhatabı olan emekçi sınıfların gündemine taşınmalıydı. Harçların artırılması en başta üniversitenin kapılarının emekçi çocuklarına kapatılması anlamına geliyordu. Dolayısıyla örülecek çalışmanın toplumla kuracağı bağ da önem kazanıyordu. Harçlarını ödemediklerinden okuldan atılma tehlikesi yaşayan öğrencilerin mücadelesini yükseltmek ve üniversitelerde verilen özelleştirme karşıtı mücadeleyi emekçi halka anlatmak için İstanbul’un merkezi noktalarında imza masaları açıldı. Üniversitelerde yürütülen çalışmaların bir bütünlük oluşturarak daha etkin bir hale getirilip, özelleştirmeye karşı bir eylem birliğinin sağlanması amacıyla üniversitelerde çalışma yürüten devrimci yapılar bir araya gelip Üniversite Öğrencileri Platformu (ÜÖP) adıyla bir birliktelik oluşturdular. Üniversitelerde bu çalışmalar yürütülürken 13 Şubat günü SİP yöneticileri de bir basın açıklaması yaparak, eğitimin paralı hale gelmesine, giderek toplumsal bir hak olmaktan çıkarılıp alınır satılır bir mal olmasına, diplomaların da bir tapu olarak görülmesine karşı çıktı ve diplomalarını yakarak üniversitelerdeki özelleştirme saldırısını protesto etti. 29 Şubat günü SİP’li Öğrencilerin de içerisinde aktif olarak bulunduğu ÜÖP, harçlarını ödemeyen öğrencilerin kayıtları yapılana kadar İstanbul Üniversitesi Merkez Kampusu’nu terk etmeme kararı almıştı. Eylem Beyazıt meydanında bir mitingle başladı. Miting sonunda topluca merkez kampusa giren öğrenciler görüşecek bir muhatap bulamayınca 32 saat süreyle üniversiteyi terk etmediler. Üniversitenin fiili işgali anlamına gelen bu eylem kazandığı toplumsal meşruiyet sayesinde basına ilk gün herhangi bir karalamaya maruz kalmadan yansıdı. “(...) eylemin siyasi etkisi, burjuvazinin zor ve medya aygıtlarıyla bastırmaya 5
Düşünce ve Eylem, Ekim 1996, “Perspektif”. 35
Üniversitelerdeki Mücadelemiz
çalışmasını geçersizleştirmiş, emekçi kesimler tarafından 29 Şubat eylemi kabul görmüştür.” 6
Gerçekleştirilen üniversite işgalinde öne çıkan siyasi talepler Sosyalist İktidar Partili Öğrencilerin öncülüğünde belirlendi. SİP’li Öğrenciler düzenin harç saldırısına karşı “eşit, parasız eğitim” sloganını öne çıkardı. Komünistlerin, çözümü düzen alternatiflerinin dışında aramak ve ortaya çıkan hareketliliği devrimci taleplerle yönlendirmek şeklinde ifade edilebilecek siyasi mücadelesi işgalin de rengini belirledi.
YÖK Sorunu 1980 askeri darbesi ile üniversitelerin başına musallat edilen YÖK, bu kurumlara birçok açıdan zarar vermiştir. Ancak sadece bu zararlardan herhangi birine ya da birkaçına karşı verilen mücadele çoğu zaman bir gerçeğin üstünün örtülmesine de yaramıştır. YÖK’ün Türkiye kapitalizminin bir ihtiyacı olduğu unutulmuş, üniversitelerdeki baskı ve gericilik sanki sermayenin tercihi değilmiş gibi bütünlüklü bir şekilde yükseltilmesi gereken düzen karşıtı mücadelenin yerini, tekil başlıklara sıkışmış bir mücadele pratiği almıştır. Bu başlıkta Düşünce ve Eylem’in müdahalesi tam yerine oturmuştur. Bilimin Önünde Engel YÖK broşürüyle sermaye sınıfının planları doğrultusunda, topluma yön veren bilimsel kurumlar olmaktan çıkarılmaya çalışılan üniversitelerin, YÖK eliyle düzene nasıl entegre edilmeye uğraşıldığı gösterilmiştir. YÖK sermayenin dolaysız sözcülüğü görevini bazen baskıcı uygulamalarla ilericilere göz açtırmayarak, bazen gericiliği besleyerek bazen de vakıf üniversitelerinin yolunu açarak gerçekleştirmiştir. Kimi kesimlerce YÖK’e karşı yükseltilen özerk-demokratik üniversite talebi ise çaresiz bir şekilde günümüzde adım adım sermaye söylemiyle aynı noktaya gelmiştir. Daha demokratik bir üniversite, hemen hiç kimsenin karşı çıkamayacağı bir söylemken, özerk üniversite, finansman açısından devletten bağımsızlık ancak özel sektöre bağımlılık anlamına gelmektedir. Sermaye düzeninin talebi de geldiğimiz noktada bu hedefle uyumludur. Bu yan yana gelişten kaçınabilmenin tek yolu YÖK’ü bağlı olduğu sınıf iktidarından ayrı düşünmeden mücadele edebilmektir. “YÖK’e hayır” derken, bugün de yıllar önce broşürü bitirirken kullandığımız cümleleri tekrarlıyoruz: “(...) kapitalizmin üniversiteleri çöpe! Yeni bir ülke, yeni bir üniversite!” 7 Ancak 2000’li yıllarla birlikte YÖK tartışmalarında yeni bir evre açıldı. Siyasi mücadeleyi özgürlükler sorununa indirgeyen ve bu açıdan YÖK
6 7
a.g.y. “YÖK Sorunu” broşürü, Düşünce ve Eylem Kasım 1998, Özel Sayı: 6 36
GELENEK 95
karşıtlığını ideolojik anlamda gerici kesimlerle de paylaşmakta beis görmeyen sol liberalizme karşı komünist öğrenciler mesafeli davrandı. Ülkede özellikle liberalizm tarafından yaratılan ve YÖK’ü sermaye sınıfının saldırı araçlarından biri olarak değil bir özgürlükler meselesi olarak gösteren siyasi atmosferde TKP’li Öğrenciler, 6 Kasım eylemlerinin bu atmosfere hizmet eden içeriğine itiraz etti ve düzenledikleri eylemlerde ülke ve dünyada sermaye düzeninin gençliğe ve emekçilere karşı saldırısını gündeme taşıdı.
Türban Neyi Örtüyor? Bir dönem, “geldi mi, gelecek mi?” gibi sorular üzerinden tartışılan dinci gericilik, özellikle 1997 yılının başından bu yana daha farklı bir biçimde gündeme oturdu. Aslında “geldi, gelecek” soruları üzerinden yürütülen tartışmalar, kapitalist sistemin hem ideolojik hem de siyasal hamurunda her zaman var olan dinci gericiliğin konumunu kavramak açısından yanlıştı. Bu yanlışlık, 1997’den bu yana sistemin alabildiğine çirkin bir biçimde kendini kusmasıyla açığa çıktı ve aşıldı. Artık haklı olarak kimsenin gündeminde dinci gericiliğin “gelip, gelmediği” gibi bir sorun yok, gericilik zaten tam boy hazır bulunuyor! “Hazır bulunan gericilik” üniversitelerde de kendini türban eylemleri ile gösterdi. Restorasyon sürecinde dinci gericiliğe iktidar yolunda operasyon yapılmasının ardından kamu kurumlarına türbanla girilmesi yasaklanmıştı. Bu yasağa karşı en örgütlü tepki üniversitelerdeki dinci unsurlardan geldi. Bir anda üniversiteler ülkenin siyasi arenasında bir hesaplaşma alanı haline gelmişti. Bu hesaplaşma, gericilikle mücadelenin konusuydu ve ilerici öğrenci ve öğretim üyelerine karşı mücadelesiyle gericiliğe taban yaratan YÖK’ün ya da şeriata karşı laik cepheyi oluşturduğunu iddia eden ama pratikte gericilikle hesaplaşmaktan her koşulda kaçınan sosyal demokrat öğelerin bu mücadeleyi veremeyeceği ortadaydı. Üniversite yönetimi yalnızca türban yasağını uyguluyor, ancak düzenlenen eylemlerde özgürlüklerin savunulması adı altında gericilik propagandası yapılıyor ve gericiliğin meşruiyet alanını genişletme çabası gösteriliyordu. Bu durumda takınılması gereken ilerici, aydınlanmacı, tutarlı siyasal tavır tamamen solun eline kalmışken kafası karışık birçok “sol” yapının özgürlükler adına bu eylemlere destek olması çok büyük bir yanlıştı. Düşünce ve Eylem’in İstanbul Üniversitesi’nde yayınlanan ilk sayısında gericilikle mücadele konulu bir yazıda şu ifadeler yer alıyordu: “(...) bu ülkede ilericilik misyonunun tek taşıyıcısı sosyalistlerdir. Çünkü sosyalizm, her türlü gericiliği üreten ve besleyen burjuva düzeni karşısına alan tek ideolojidir.” 8
8
“Türban Neyi Örtüyor?” broşürü, Düşünce ve Eylem, Eylül 1998, Özel Sayı: 5 37
Üniversitelerdeki Mücadelemiz
SİP’li Öğrenciler herhangi bir kafa karışıklığı yaşamadı. Tablo netti; gericilik üniversitede bu yolla meşruiyet kazanıyordu. Buna izin verilemezdi. Beyazıt Meydanı, türban eylemlerinin yanı sıra bir de SİP’li Öğrencilerin gericilik karşıtı eylemine ev sahipliği yaptı. Çeşitli fakültelerde “karanlığa karşı aydınlanma forumları” düzenlendi. Çalışmanın doruk noktası Türban Neyi Örtüyor? broşürüydü. SİP’li Öğrenciler var oldukları her yerde bu broşürü dağıttı. Türbanın, dinci geriliğin “hangi ayıbını” örttüğünü sordular. Dinci gericilik dayattığı ortaçağ düşüncesiyle, sermayeyle arasındaki kan bağıyla, imzasını taşıyan katliamlarla, Çorum’la, Maraş’la, Kanlı Pazar’la, Sivas Katliamıyla suçluydu. SİP’li Öğrenciler yaptıkları çalışmalarda bu suçları teşhir ettiler. Üniversitelerde ilericiliği temsil eden ve solun onurunu koruyan bir odak olmayı başardılar. Emperyalizme karşı mücadele
“ABD ordusunun gizli yumruğu olmadan piyasaların gizli eli asla işlemeyecektir.” (Madeleine Albright, Eski ABD Dışişleri Bakanı)
90’ların başındaki ilk Körfez Savaşı, emperyalizm için “yeni” bir döneme tekabül ediyordu. Sömürü düzeninin -ya da piyasanın gizli elinin- ihtiyacı biraz daha kan dökülmesi ise bunun için çoktan hazırdı emperyalist savaş makineleri. Reel sosyalizmin çözüldüğü bir dünyada emperyalistler inisiyatifi yeniden tekellerine almışlardı. Körfez Savaşı’nı, Balkanlar’a yapılan müdahale izledi. Eski Sovyet cumhuriyetlerini sisteme entegre etme çabaları ve bugün de tanık olduğumuz Büyük Ortadoğu Projesi… Emperyalistlerin tüm bu projelerinde önemli bir yere sahip bir ülke olarak Türkiye’de üniversitelerin de bu durumdan etkilenmemesi düşünülemezdi. Emperyalizm ve Türkiye ilişkileri, ABD’nin saldırgan politikaları yanında Avrupa Birliği, NATO, IMF gibi çok önemli diğer kurumların müdahalesiyle şekillendi ve şekillenmeye devam ediyor. Bu açıdan emperyalizm, her geçen gün Türkiye’nin daha da içsel bir gündemi olarak önemini artırıyor. Partili öğrencilerin emperyalizme karşı mücadelesi ülke genelindeki bağımlılık ilişkisine karşı gelmenin yanında üniversite alanında da bu karşıtlığı yeniden üretmenin yollarını aradı. Giderek belirleyici bir kimlik haline gelen anti-emperyalizm ve yurtseverlik mücadelesinde, bugünkü noktaya yıllar süren ve pek çok başlıkta harekete geçilen bir eylemlilik süreciyle ulaşıldı. Emperyalizmin Yugoslavya müdahalesi üniversitelerde yeni bir mücadele evresinin açılması anlamında önemli bir anlam taşıyordu. Partili Öğrenciler bu müdahale sırasında yaptıkları çeşitli eylemlerle ABD, NATO ve Avrupa ülkelerinin yıkıcı müdahalelerini protesto etti. 1999 yılına gelindiğinde dönemin ABD başkanı Clinton, bölgemize ve Türkiye’ye bir ziyaret 38
GELENEK 95
gerçekleştiriyordu. Ülkemizden önce Yunanistan’a da uğrayan ancak burada kitlesel eylemlerle karşılanan Clinton Türkiye’de de karşısında antiemperyalistleri buldu. Ankara ve İstanbul başta olmak üzere çeşitli şehirlerde gerçekleştirilen ve kimilerinde polisin sert müdahaleleriyle karşılaşılan eylemlerde partili öğrenciler en ön safta yer alıyordu. ODTÜ’den Mc Donald’s’ın kovulması Tüm dünyada emperyalizmin simgelerinden biri olarak görülen Mc Donald’s’ın, devrimci öğrenci hareketimiz açısından çok önemli bir yere sahip olan ODTÜ’de açtığı şube, açıldığı ilk günden itibaren eylemlere konu oldu. 2001’e gelindiğinde ise Sosyalist İktidar Partisi ve partili öğrenciler, anti-emperyalist mücadelenin ivme kazanması açısından önemli bir adım olan Mc Donald’s’ın kapatılmasına dönük siyasi bir kampanyaya başladı. “Bergama’da Eurogold, İncirlik’te Üsler, ODTÜ’de Mc Donald’s İstemiyoruz” sloganıyla ODTÜ’de başlatılan kampanyanın önemli başarılarından biri Mc Donald’s simgesiyle birlikte Türkiye gündemine emperyalizmin sokulması oldu. Kampanyanın merkezinde “ODTÜ Mc Donald’s’ı Hazmeder mi?” başlıklı broşür durdu. Bergamalı köylüler ve çeşitli aydın ve sanatçılarla birlikte yürütülen kampanya Sosyalist İktidar Partisi’nin de “Mc Donald’s Zararlıdır” sloganıyla yaptığı afişleme ile ülke genelinde ses getirdi. Okul içinde ve dışında yürütülen çalışma sonucunda 2002 yılının başında şirket ODTÜ’deki şubesini kapattı.
Yurtseverlik mücadelesi her yerde Üniversitelerde yürütülen anti-emperyalist mücadelenin bir ayağını da okullara konuşma yapmak üzere gelen emperyalizm temsilcilerine yurtsever gençliğin sesini duyurmak oluşturuyordu. ODTÜ’den CIA ajanı Graham Fuller’in kovulması, 2001 ekonomik krizinin ardından ABD’den sömürge valisi olarak ülkemize getirilen Kemal Derviş’in protesto edilmesi, Kocaeli Üniversitesi’nde ABD’li bir subayın protesto edilmesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nden AB temsilcilerinin kovulması gibi eylemler ülke gündeminde de yansımasını bulmuş mücadele örneklerimiz oldu. ABD’nin önce Afganistan’a ardından Irak’a müdahalesi üniversitelerdeki çalışmaların merkezine oturan gelişmelerdi. Bu gelişmelerle birlikte partili öğrencilerin çalışmasının nitel bir değişiklik yaşadığını belirtmek gerekiyor. Anti-emperyalist ve yurtsever dinamiklere daha fazla gözünü diken, örgütlü kimliğinde bu dinamiklere daha fazla yer açan bir çalışma tarzına geçişin sırtını bu döneme yasladığını söyleyebiliriz. ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesine karşı gerçekleştirilen eylemlere baktığımızda, Irak işgalinin ilk gününde okullarda gerçekleştirilen boykotlar ve kitlesel eylemler, ODTÜ öğrencilerinin ABD askerlerinin konuşlandığı Mardin’e düzenledikleri gezi, İstanbul’da üniversite öğrencilerinin Dolmabahçe yürüyüşü gibi
39
Üniversitelerdeki Mücadelemiz
mücadele örneklerinin tarihimizde önemli bir yerinin olduğunu görüyoruz. 2004’ten itibaren partinin siyasi gündemleriyle uyumlu olarak NATO ve AB karşıtı mücadelede üniversiteler yerlerini aldı. 2004 Haziranı’ndaki NATO’nun İstanbul Zirvesi’ni partili öğrenciler de “İstanbul NATO’ya Kapılarını Kapatıyor” sloganıyla karşıladı. 27–28 Haziran tarihlerinde İstanbul’da düzenlenen kitlesel miting ve eylemlere geniş bir örgütlülükle katılan partili öğrenciler eylemlerin ardından İstanbul’da, uluslararası komünist gençlik örgütlerinden temsilcilerin de katıldığı 4 günlük bir “Gençlik Kampı” düzenledi. AB söz konusu olduğunda ise üniversiteler aracılığıyla düzenin salgılamaya çalıştığı liberal ideolojinin etkisinin kırılmasında TKP’li Öğrencilerin önemli bir payı olduğu öne sürülebilir. Düzenin propaganda ettiği “her derde deva AB” mitinin en zirvede olduğu bir dönemde 2004 yılının Kasım ayında partili öğrenciler Kadıköy İskele Meydanı’ndaydı: “(...) okullarda yıllardır AB’ci düşüncenin hegemonyası kurulmaya çalışılmıştır, hatta AB’cilik bir tür ‘resmi ideoloji’ konumuna yükseltilmiştir. AB perspektifi lise kitaplarına sindirilmiş, üniversitelerde AB enstitüleri açılmış, dahası okullar AB ile maddi/manevi işbirliği konusunda sistemin diğer kurumlarının önüne geçmiştir. Doğal olarak AB konusunda topluma yalan söylemek konusunda en büyük görev basınla birlikte üniversitelere verilmiştir. Ancak görüldüğü gibi işler istendiği gibi gitmemektedir.” 9
Meydanda toplanan binlerce öğrenci işlerin gerçekten de istendiği gibi gitmeyeceğini gösterdi. Eylem günü olarak 6 Kasım’ın seçilmiş olması da şimdiye kadar YÖK gericiliği ile anılan bu tarihe güncel bir değer katarken, emperyalist gericiliği yerli örnekleriyle beraber mahkum ediyordu. “Emperyalizme karşı mücadelemizin ve solun kimliğine işlenen yurtseverliğin tarihi uzundur. Komünizmin bu topraklardaki doğumu emperyalizme karşı kavganın içinde gerçekleşti. Bugün her niyete yenmek istenen 68 gençlik çıkışını en fazla sembolize eden kişi kuşkusuz Deniz Gezmiş ve bu çıkışın en belirgin teması da yine kuşkusuz emperyalizme karşı mücadeledir.” 10 Ve 6 Mayıs 2005’te Denizler’in 6. Filo eylemlerinde yükselttiği bayrak Adana İncirlik’teki ABD Üssü’ne taşınıyordu. TKP’li Öğrenciler memleketin dört bir yanından yola çıkıp İncirlik’te buluşmuştu. İncirlik eylemi emperyalizme karşı mücadelede kararlılığı göstermesi açısından o gün için çok değerliydi. Ama asıl değeri 6 Mayıs’ta Denizler’in idamını anma göste-
9
Komünist, 12 Kasım 2004. Komünist, 13 Mayıs 2005.
10
40
GELENEK 95
rileri düzenleme kalıbının dışına çıkılması ve mücadelenin üzerine ekleyerek ilerletilebileceğini göstermesiydi. Tabii ki bir de şu önemli noktayı su yüzüne çıkarıyordu bu eylem: “TKP’li öğrencilerin İncirlik yürüyüşü herhangi bir gençlik eylemi değildir. Bütün ülke adına, bütün halkımızın vicdanını temsilen, İncirlik’teki katliam üssüne hayır denmiştir.” 11
Yurtsever Cephe’nin üniversitelerdeki örgütlenmesi 2006’ya gelindiğinde Yurtsever Cepheli Öğrenciler imzasını taşıyordu. Yurtsever Cepheli Öğrenciler bu tarihle birlikte kendi kurullarını ve kurumsallaşmalarını yaratmak konusunda da önem bir yol aldı. Üniversitelerdeki yurtsever dinamiğin kendini Yurtsever Cepheli Öğrenciler çatısı altında ifade etmesi henüz tam anlamıyla başarılmış değil. Yola Çıkış Deklarasyonu’nda bu durum şöyle ifade ediliyordu: “Ancak, daha yolun başında olduğumuzun, üniversite öğrencilerinin henüz çok azına ulaşabildiğimizin ve önümüzde uzun ve zorlu bir yol bulunduğunun farkındayız. Yurtsever Cepheli Öğrenciler bugün Türkiye’nin her yerinde yola çıkma iradesini göstermenin adıdır.”
Yurtsever Cepheli Öğrenciler yeni bir mücadele tarihini alandaki mücadelesiyle yazmaya başlamıştır. Bitirirken Yazımızın özellikle ilk kısmında ifade etmeye çalıştığımız öğrenci gençlik hareketi ve örgütlenme sorunu bağlamında Yurtsever Cepheli Öğrenciler’in bir yeniliğe karşılık geldiği açık olsa gerek. Üniversite gençliğinin örgütlenmesi konusunda öncelikle işaret edilen adresin artık kendi kurulları olan yeni bir örgüt olduğunu görüyoruz. Şimdi bu noktayı ve bu noktadan doğacak yeni sorunları bir gelecek perspektifiyle tartışmamız gerekiyor. Öncelikle bu noktadan itibaren, TKP’nin öğrenci-gençlik çalışmalarının ve öğrenci alanı üzerinde yürüttüğü örgütsel ve düşünsel mesainin öneminin arttığını kaydetmeliyiz. Bütün kitlesel örgütlenme hamleleri çok sağlam bir merkeze ihtiyaç duyar. Bu merkez yaratılamadığında, örgütlü kimliklerin pratik mücadelede birbirlerinden ayrıştırılmasının imkansız olduğunu söyleyebiliriz. Bir genç komünist, kendi bulunduğu yerin her zaman çok net bir şekilde farkında olmalıdır. Bu yeri anlayamayan, anlamsızlaşır. Bu açıdan, bu toprakların genç komünistlere duyduğu ölüm-
11
a.g.y. 41
Üniversitelerdeki Mücadelemiz
cül ihtiyaç bir kez daha hatırlanmalıdır. Yazının başına atıfla, 12 Eylül’ün üzerinden evet 27 yıl geçmiştir ancak, 2007 Türkiye’si 1980 Türkiye’sinden daha kolay bir toplumsal zemin sunmamaktadır. Üniversiteler açısından da durum aynen geçerlidir. Peki, bu 27 senede değişen/gelişen ne olmuştur? Çok net bir şekilde ifade edelim: üniversitelerde değişen ve gelişen tek şey komünistlerin biriktirdiği mücadele deneyimleridir. Yani bugün Yurtsever Cepheli Öğrenciler konusunda atılmaya çalışılan cesur adımlar; örneğin kendi ayakları üzerinde durması konusunda gösterilmesi gereken rahatlık ya da mücadele dilini yeniden üretme konusundaki cüretkar çıkışlar sırtını iki önemli veriye yaslamaktadır. Birincisi, anti-emperyalist mücadelenin yakıcılığı; ikincisi de bu deneyimin yarattığı özgüvendir. Ancak önümüzdeki dönemin temel sorunu gerçekten de güven sorunu olacaktır. Güvensiz bir atmosferde kendimize güvenin sınırları ne kadardır? Güvensizlikten güven, olanaksızlıktan olanak çıkarmak… Bu görevlerin ne ölçüde üstesinden gelinebileceği, dünya mücadele tarihine yapacağımız katkıyı da belirleyecek. Çok somut bir örnek vermek gerekirse, gerici ve faşizan bir iktidara alan açan bir toplumsal yapıda, bu yapının üniversitelerdeki tezahürlerinde anti-emperyalizmi öne çıkarmak, başarılabilir mi? Şimdiden bilemiyoruz, ancak bildiğimiz çok net bir şey var; bunun dışındaki her türlü hedef bizi devrimden uzaklaştırmaktadır. Gençlik mücadelesinin buzkıranlık misyonu yine bu örnekle bir kere daha değerlendirilmelidir. Bugün Türkiye’de bir buzkırana ihtiyaç vardır ve bu ihtiyaç öğrenci gençliğin mücadelesi ile karşılanmalıdır. Yurtsever Cepheli Öğrenciler’in geleceğini bu sorunlar belirleyecektir. Bu sorulara sağlıklı bir cevap verilebilmesi toplumsal anlamda öncülük görevinin, üniversitelerdeki kitlesel bir hareketlenmeyle karşılanmasına da bağlıdır. Yani yukarıda tarif ettiğimiz dönemin öncülüğü, kitlesel bir hareketi, kitlesellik arayan bir mücadeleyi gerektirmektedir. Gelecek dönemin kitlesel öğrenci hareketi Yurtsever Cepheli Öğrenciler ile birlikte anılmalıdır. Türkiye Komünist Partili öğrenciler ise yukarıda söz ettiğimiz özgüvenle kendi ayaklarının üzerinde durmayı daha fazla bilen, alanına ilişkin olgun değerlendirmeleri olan, inisiyatif alan ve gerektiğinde inisiyatif devreden bir yapıya bürünmelidir. Tekrarlamak gerekirse, gençliğin Türkiye komünist hareketindeki merkezi konumu güncelliğini korumakta ancak artık Türkiye Komünist Partisi’nin ulaştığı toplumsal değer, daha donanımlı, mücadele içerisinde sınanmış, kendi alanında aldığı kararlarla deneyim biriktirmiş, disiplinli ve yaratıcı bir ekolden gelen genç komünistlere ihtiyaç duymaktadır.
42
Bir Kimliksizleşme ya da Kimlik Arayışı Hikayesi
Üniversiteler* Utku Çakır “Bana kaç kişi olduğumuz sordu. Sekiz deyince, ‘Deli misiniz? Sekiz kişi ne yapabilir ki?’ diye çıkıştı. Babam, ihtiyardı hoş görülebilir. Zaman da farklıydı. Ama sen gençsin, Konsomol’dasın, gözü pek olmalısın. Yan çizmek niye? Senin ruhunun büyüklüğünü biliyorum. Niçin onu zincire vuruyorsun?” 1
Sezdiğimiz, gözlemlediğimiz, analiz ettiğimiz, içinde ve karşısında durduğumuz, değiştirmeye çalıştığımız üniversitelerin baskın görüntüsüne ilişkin bir tarifle başlayalım: “Artık bu ülkede ‘her şey’, üniversite öğrencileri için, farksızlık eğrileri üzerindedir. Bir söğüt bedeni kadar idraksızdırlar; ülke, bağımsızlık, insan veya aşk ve onur kavramlarından yoksundurlar. Yakup Kadri, Yaban’da, ‘bunu yazarken, ellerim titriyor’ diyordu. Şimdi üniversite halkı, öğrencisi profesöründen ve profesörü öğrencisinden cahil üniversite halkı, şimdi ülkenin en yabanı’dırlar. Üniversite öğrencileri mi, hazzı ve duymayı hiç bilmiyorlar. İnsandan çıkışı tarif ettiğimi biliyorum.” 2
Görüntünün baskınlığı, akademisyenlerin ve öğrencilerin bütününü kapsamasından değil, karşısında güçlü bir alternatif olmadığı ölçüde, ana eğilim olarak belirmesinden ve üniversitenin her iki temel unsuru için de belirleyici olmasından kaynaklanmaktadır. Açıktır ki, üniversitelerdeki ilerici, aydınlanmacı unsurlar ya kadrajın dışında kalmış ya da çerçevenin Anneme ve babama... “Uzun” üniversite öğrenciliğimdeki sabırları ve destekleri için. İlya Ehrenburg, Buzların Çözülüşü, s.103. 2 Yalçın Küçük, Gizli Tarih, Salyangoz Yayınları, Haziran 2006, s. 17. *
1
43
Üniversiteler
içerisinde “etkisiz eleman” olarak yer almıştır. Ancak söz konusu tanım ile üniversite nesnelliği arasında, matematik terimleri ile açıklamaya devam edecek olursak, “bire bir ve örten” bir ilişki yoktur. Karanlık belirleyendir ama yükseköğretimin bütünü değildir. Zaten aksi, bu yazının, hatta sadece bu yazının değil, üniversitelerde siyasi mücadelenin baştan önemsizleştiği anlamına gelirdi. O halde, önümüzde bir soru durmaktadır: Bahsi geçen ana eğilim eksi yönde artan bir ivme ile birlikte mi anılacak, yoksa ani bir dönüşümün, bu anlamda bir kopuşun parçası mı olacaktır? Kestirme yoldan, bu soruya sınıflar mücadelesinin nihai sonucunun cevap vereceğini söylemek, eskilerin deyimi ile “son tahlilde” doğrudur. Sınıflar mücadelesinde üniversitenin tuttuğu yer küçümsenmeyecekse, bu alandaki siyasi, ideolojik ve teorik mücadele başka yerlere havale edilmeyecekse eğer, düzenin tercihleri ve müdahaleleri doğru okunmalı, kendi açımızdan değerlendirildiğinde üniversite-toplum ilişkisi göz önünde tutularak gerekli yanıt güçlü bir şekilde verilmelidir. Bu nedenle de, bu yazının bir durum değerlendirmesinden ziyade, mücadele başlıklarının belirlenmesi niyeti ile okunmasında fayda vardır. Darbenin altında kalan üniversiteler...3 Türkiye’de, siyaseten en çok referans gösterilen yıl hangisidir diye sorsalar, azımsanmayacak bir çoğunluğun 1980 diyeceği aşikardır.4 Ve bunun nedeni, tek başına, öncesinde ve sonrasında çekilen acılar, darbe olmuş daha ne olsun sitemi, kaybetmiş olmanın verdiği üzüntü vs. değildir. Topluma ve özel olarak sol harekete yönelik diğer etkileri bir yana, Eylül darbesi ve darbenin sonraki taşıyıcıları, insan aklına büyük bir şiddet ile saldırmış, toplumsal hafızanın silinmesine yönelik önemli mevziler kazanmışlardır. Bir anlamı ile, 1980, öncesi ve sonrası olmayan bir tarih olarak kalmıştır. 1980, Türkiye halkları için “akıl tutulması”dır. Ve tutulan akıllara müdahale gecikmemiştir. “(...) karşı-devrim, üzerinden yükseldikleri dahil olmak üzere tüm ideolojik, kültürel ve siyasal unsurların yeni bir değişim rotasına sokulması anla-
Yükseköğretim sistemi içerisinde sadece üniversiteler yer almamaktadır. Ancak, kullanım rahatlığı ve sadeleştirmenin olanaklarını kullanabilmek için, lisans, yüksek-lisan, doktora eğitimi veren her kuruma üniversite denilecektir. 4 Bu vesile ile belirtmekte fayda var; son zamanlarda, “ilk üç”e 1923 yılının da girmiş olması Cumhuriyet tarihi açısından ayrı bir ironi olarak değerlendirilmelidir. Kuruluş sürecinin tartışılması, devletin çözülmesinin sonuçlarından biri ve aynı zamanda çözülüşün tetikleyicilerinden biri durumundadır. 3
44
GELENEK 95
mına da”5 geldi ve bu değişim rotasının adı, dünyada 80’lerin başında Thatcher ve Reagan ile birlikte anılan liberalizm oldu. Ülkemizdeki ana taşıyıcısı ise, pervasız ve görgüsüz, “zenginleri seven” Turgut Özal’dı. “Karşı-devrim, burjuva terörünün sonuçlarını miras edinen liberalizmin eliyle sürdürüldü. Bu nokta, yani ANAP liberalizminin ‘has ve ortalama modern burjuva ideolojisi’ sayılırken aynı zamanda karşı-devrimci bir karakter taşıması önemlidir. 12 Eylül, düzenin ideolojik ve siyasal yelpazesinin aşırı daraltıldığı, burjuva demokratizmi ile faşizmin örtüştüğü bir yapılanmanın açılışını yapmış, Özallı ANAP bu yapılanmanın programını yazmıştır.” 6
Programın temel hedefi, ekonomik bir müdahaleden çok, ideolojik alanda liberalizmin yerleşiklik kazanması ve toplumun içerisinde yer edinmesidir. Doğası gereği, kitleler ile arasına mesafe koyan liberalizm, bir yandan, darbe koşularının hemen sonrasında toplumun örgütlü siyasetten uzaklaştırılmasının bir aracı oluyor, bir yandan da kamuculuk, aydınlanmacılık, kalkınmacılık gibi değerlerin tasfiyesine soyunuyordu. Düzenin en önemli ideolojik kurumlarından biri olan üniversitelerde bu süreç, olanca ağırlığı ile hissedildi. Öyle ki, yaklaşık on yıl boyunca düzenin üniversite programında yazan tek başlık, solun üniversitelerdeki düşünsel varlığına ve beslenme kaynaklarına müdahale edilmesi oldu. Özelinde ifade edecek olursak; 1982 yılında YÖK’ün kurulmasıyla, üniversiteler üzerindeki merkezi otorite artırıldı ve işe solcu, ilerici akademisyenlerin görevlerinden uzaklaştırılması veya üniversite içinde yalnızlaştırılması ile başlandı. Yükseköğretim kurumlarında, gerici örgütlenmelerin önü açıldı. Liberalizm, gericiliği besleyerek ve gericilikten beslenerek bilimsel akla saldırdı. Türk-İslam sentezi bu saldırının adıydı.7 1984 yılında ise, “kâr amacı gütmeyen vakıf yükseköğretim kurumu” statüsü ile (bu statü, 1992 yılında yasalaşmıştır) Bilkent Üniversitesi faaliyete geçti ve vakıf üniversiteleri için kapı aralanmış oldu. Eş zamanlı olarak, yükseköğretimde, Amerikan modelinin merkeze alınması ile birlikte, biAydemir Güler, Son Kriz, Gelenek Yayınları, Mayıs 1999, s. 46. a.g.y., s. 12-13. 7 Gerici ideolojilerin üniversitelerde yer edinmeye başlaması elbetteki sadece 1980 ile sınırlanamaz. Ancak, özellikle, ‘70lerin sonunda yükselen sol hareketin karşısına çıkarılmak üzere, devlet eli ile üniversitelere yerleştirilmeye çalışılan gerici ideolojiler, darbenin hemen sonrasında solun tasfiyesi ile rahat bir hareket alanı bulabildiler. Bu alan, dinci gericiliğin ve faşist hareketin, büyük bir hızla kentli karakter kazanmasına neden olan etmenlerin başında geldi. Bu anlamda, restorasyon sürecinin yürütüldüğü ilk kurumlardan birinin üniversiteler olması, türban başlığının bu kadar öne çıkması şaşırtıcı değildir. 5 6
45
Üniversiteler
limsel bilgi üretimi büyük bir hızla terk edilmeye başladı. Her ile bir üniversite fikrinin temelleri bu yıllarda atıldı. Açılan yeni üniversiteler, gerici örgütlenmeler için bir kaynak anlamına gelirken, ilerici öğretim üyeleri için sürgün yeri oldu. Yakından bakıldığında, ortaya çıkan tablo çok sadedir. 1980’den 1990’ların başına kadar geçen süre içerisinde, Türk-İslam sentezi ile aydınlanmacılığın, toplumun bütününde estirilen özelleştirme furyasına paralel olarak vakıf üniversiteleri aracılığı ile de kamuculuğun karşısında büyük bir yığınak oluşturulmuş, üniversiteler sermayenin ve emperyalizmin saldırılarına açık hale getirilmiştir. Vakıflardan bir kez daha söz etmişken, bir başlığı atlamamakta fayda vardır. Vakıf üniversiteleri, paralı eğitim kapsamında değerlendirilemeyecek kadar önemli bir işe daha sevk edilmişlerdir. “Türkiye solunun 15 yılda edindiği kadro birikimini 12 Eylül kırabildiğince kırdıktan sonra Özal dönemi geliyor ve kırgınların düzene kazanılıp aktif hale getirildikleri sürecin önemli araçlarından biri oluyor vakıflar. Eğitim, kültür, araştırma gibi konularla birlikte sol değerler sermayeye vakfediliyor.” 8
YÖK üniversitelerinde kendilerini rahat hissedemeyen, çalışma alanlarına yeteri kadar kaynak aktarılmayan öğretim üyelerinin bir kısmı, para da dahil olmak üzere kendilerine vakıflar aracılığı ile sunulan “sorunsuz” olanaklara geçiş göstermişlerdir. Bu süreç, hem vakıf üniversitelerinin hak etmedikleri bir popülerliğe ulaşmasına hem de önemli bir aydın birikiminin etkisizleştirilerek, düzen için “sorunsuz” hale gelmesine neden olmuştur. Bu çerçeveden bakıldığında, Hrant Dink cinayetinin hemen sonrasında tanık olduğumuz durum, aslında Türkiye siyaseti açısından pek de yabancı değildir. Sol düşünce, bir kez daha faşizm/yükselen milliyetçilik tehlikesi ile korkutularak, liberalizme ve sermayeye mahkum edilmektedir. “(...) eylülizm, insan öldürmeyi bir şölen, insanı onursuzluk ile yaşam arasında tercihi zorlamayı bir ayin haline”9 getirirken, bir alternatif yaratılabileceğine dair düşünceyi toplumsal algıdan tamamen silmiş gözükmektedir. “Ya bedenini, ya ruhunu” hikayesi gerçek olmuş, şeytan ile pazarlık yapılmayacağı unutturulmuştur. Yeni üniversite stratejisi: sıfır artı sıfır, elde var sıfır 1990’lara gelindiğinde ise, düzenin kendi geleceğine dair tereddütleri bir-
8 9
Ali Mert, Omurgayı Çakmak, Gelenek Yayınları, Ocak 2002, s. 145. Yalçın Küçük, Marksist Damar, Önsöz, Dönem Yayınevi, Ekim 1992, s. 7. 46
GELENEK 95
kaç yıla damgasını vurmuştur. Tereddüde yol açan temel etmen, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüdür. Kendisini sürekli olarak bir düşman tarifi üzerinden anlamlandırmaya çalışan Türkiye egemen sınıfı, çözülüşün hemen sonrasında, önemini yitirdiği korkusuna kapılmış, kendisini yalnız hissetmiştir. Sovyetler yoktur... Sosyalist blok dağılmıştır. Sosyalizm tehdidi yoktur... Bir dönem için, emperyalist-kapitalist sistem içerisinde Türkiye’nin varlığını önemli olarak sunmasına olanak sağlayan “tehlikeler” ortadan kalkmıştır. Bu sefer, kendisini daha büyük bir tehlikede hisseden sermaye sınıfı, Avrupa’ya ve ABD’ye daha da yakınlaşmış, kurtuluşu emperyalizmin açılımlarına sıkıca tutunmakta bulmuştur. Sovyetlerin çözülüşü sonrasında “ortada kalan” eski sosyalist ülkeleri düzenin içine çekmek için NATO’nun aracı kurum olarak çalışmasına karar verilmesi ve bu doğrultuda geliştirilen yeni düşman tanımı ve genişleme planı, kendisini çaresiz hisseden egemen sınıfın aradığı cevaptır. Konumuz açısından üniversitelere döndüğümüzde, uluslararası alanda sistemin yeni hareket alanlarını belirlemesine kadar geçen süre içerisinde, düzen üniversitelerin yapısına yönelik bir strateji oluşturamamıştır. Bir boşluktan bahsetmek mümkündür. Her ne kadar, bu boşluk, sol siyasetin kendisini üniversitelerde yeniden var etmesi için bir olanak yaratmış olsa da, üniversitenin bu süre zarfında iyiye doğru yöneldiğini ya da en azından olduğu gibi kaldığını söylemek mümkün değildir. Üniversitelerde, liberalizm ve gericilik, hâlâ artan bir etkiye sahiptir. Bunu liberalizmin doğası gereği saymak mümkündür. Vücuda enjekte edilmiş bir zehir gibi, özel bir itkiye ihtiyaç duymaksızın, toplumun bütün dokusuna yayılabilmekte, dokulara işlevlerini kaybettirmekte, onları çürütmektedir. Çürüme, içten içe ilerlemektedir. Yükseköğretimde “Gürüz” dönemi Evet, liberalizm, bıraksan durmayacak bir yapıya sahiptir. Ama aynı zamanda düzen açısından işlevleri net, sermaye ve emperyalizm ile bağları daha sağlam ifade edilmiş bir üniversite için, yapısal bir düzenlemeye ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaca ilk cevap, 1994 yılında Kemal Gürüz’ün Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) için hazırladığı “Türkiye’de ve Dünya’da Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” raporu ile gelmiştir. Rapor oldukça önemlidir. Mali yapısından yönetim biçimine, eğitimin şeklinden sermaye ile ilişkilere kadar geniş bir alanda bütünlüklü bir üniversite stratejisine işaret etmektedir. “Türkiye’nin hiçbir döneminde kendi içinde tutarlı bir yükseköğretim, bilim ve teknoloji politikası olmamıştır ve halen de yoktur. Bu konuların artık kendi
47
Üniversiteler
başlarına bir üretim faktörü oluşturduğu ve dolayısıyla ülkenin genel ekonomik politikasından ayrı düşünülemeyeceğinin ülkemizde henüz farkına varılmış değildir.” 10
İki cümle ile Kemal Gürüz ve arkadaşları, niyetlerini açıklamıştır. Dikkatlice bakarsak, şunlar anlatılmaktadır: a. Yükseköğretimde yapısal değişikliklere gidilmelidir. b. Verili andan itibaren, yükseköğretim politikasının temel metni bu rapor olmalıdır. c. Yükseköğretim, bilim ve teknoloji, her biri ayrı ayrı üretim süreçlerinde yerlerini almıştır ve bu nedenle sermayenin ilgisini çekmektedirler. Birer yatırım ve rekabet alanı olarak düşünülmelerinde fayda vardır. d. Ülkemizdeki temel ekonomik politika, piyasa ekonomisi olduğuna göre, üniversitelerin piyasanın dışında bırakılmasının bir anlamı yoktur. e. Dünyada, bütün bunların farkında olanlar vardır. Onların yükseköğretim uygulamaları örnek alınmalıdır. Hazırlanan raporun hemen sonrasında, Kasım 1995 itibarı ile YÖK Başkanlığı’na Kemal Gürüz’ün getirilmesi rastlantı değildir. Oldukça kaba bir biçimde ifade edecek olursak, sermaye temsilcileri taleplerini iletmiş, sermaye devleti de talepleri yerine getirebilmesi için Gürüz’ü başkanlık koltuğuna oturtmuştur. Gürüz’ün ilk icraatı, 1996 yılının ikinci döneminde, üniversite harçlarına yaklaşık yüzde 300’lük zam olmuştur. Ayrı bir yazıda, bu dönemde verilen siyasi mücadeleye yer ayrıldığı için üzerinde durmayacağım, ama eklemeden edemeyeceğim bir başlık var. İstanbul Üniversitesi’nin işgali ile taçlandırılan mücadele, Kemal Gürüz’ün o kadar içine oturmuştur ki, yıllar sonra iletişim fakültesi öğrencileri ile yaptığı bir röportajda “istedikleri kadar bağırsınlar, paralı eğitime geçilecek”11 diyerek hem kinini kusmuş hem de niyetini ayan beyan açıklamıştır. Kaldığımız yerden devam edelim... Gürüz’ün YÖK Başkanlığı, kağıt üzerinde yazılanların hayata geçirilmesi, üniversitelerin sermaye ve emperyalizm ile doğrudan bağlar kurmasının sağlanması açısından önemli bir adımdır. Ancak, Türkiye siyasetinin içerisinden geçtiği dönem, bir kez daha üniversitelere müdahalede önceliklerin sırasını değiştirmiştir. Bahsettiğimiz dönem, restorasyon sürecidir. Restorasyon süreci ile birlikte, Türkiye kapitalizmi, kontrolü dışına çıKemal Gürüz (koordinatör), Kazım Türker, Ersin Yurtsever, Erdoğan Şuhubi, Celal Şengör, Türkiye’de ve Dünya’da Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji, TÜSİAD, 1994, s. 244. 11 Ayşegül İpek ve Faruk Bilsin’in Kemal Gürüz röportajı, 16.04.2003, http://ilef. ankara.edu.tr/gorunum/yazi.php?yad=1182 10
48
GELENEK 95
kan kontrgerilla faaliyetlerini törpülemeye, farklı bir forma itmeye karar vermiş, uzun yıllardır kendi eliyle beslediği dinci gericiliğin toplumsal bir güç haline gelmesinden ve iktidarı talep etmesinden korkarak gerici örgütlenmelere müdahale etmiş ve bunların dışında Kürt siyasi hareketinin düzen sınırlarına çekilmesi için adım atmıştır. Türkiye egemen sınıfı, 1980 ile solda yarattığı tahribatın kendisini de vurduğunu düzen partilerine baktığında acı bir şekilde anlamıştır. Düzen partilerinin birbirlerinden farkı yoktur, hepsi aynılaşmıştır. Müdahale, siyasi parti gibi hareket eden TSK’den gelmiştir. Yine politik cinayetler işlenmiş, Susurluk kazası ile o dönemin çok popüler sloganı “devletsiyaset-çete” üçgeni yaratılmış, hepsinin sonucunda toplum kontrollü olarak politize edilerek, aşırılıkları budamaya, sistemi bir dengeye ulaştırmaya çalışılmıştır. Böylesi bir dönemde, “üniversitelerin kendi problemleri ile uğraşalım, üniversite stratejimizi hayata geçirelim” türü bir talebin hem düzen hem de toplumun herhangi bir kesimi tarafından dile getirilmesi elbette mümkün değildir. Zaten, bir yanı ile bakıldığında, düzen kendi hesabına attığı politik adımlarda ne kadar başarılı olursa, bir alanda planladığı değişimleri hayata geçirmesi o kadar kolaylaşmaktadır. Bu vesile ile bir parantez açacak olursak, hem ‘80ler hem de ‘90lara bakıldığında (günümüz için de benzer bir durum söz konusudur), üniversitelerin kendi gündemleri olarak anılabilecek başlıklara (mali yapı, yönetim biçimi vs.) yönelik düzenlemelerin, Türkiye kapitalizminin siyasi ihtiyaçları değerlendirildiğinde, tereddüde düşmeden geriye itilebileceği, ertelenebileceği rahatça gözlemlenmektedir. Tablo, üniversitenin ülke siyasetinden fazlasıyla etkilendiğini ve üniversitelere yönelik öncelikli müdahalenin nereden yapılması gerektiğini açıkça göstermektedir. Bu nedenledir ki, ülke siyasetinde güç olamayan, kendi tarafını oluşturamayan bir öznenin, üniversitenin iç gündem başlıklarına köklü bir müdahalede bulunma ihtimali yoktur. Parantezi burada kapatabiliriz. Restorasyon, toplum için de bir dönüm noktası olduğundan, şimdiye kadar üniversitelerin genel gidişatında özel olarak bahsetmediğimiz, üniversitenin iki asli unsuruna, akademisyenlere ve öğrencilere yakından bakabiliriz şimdi. ‘90ların başından itibaren, 1980 darbesinden haberdar olan/darbeyi yaşamış, sonrası ile kıyaslandığında çok daha kültürlü (kabaca ifade edersek; dünya klasiklerini okumuş, güncel gelişmeleri takip eden, kendisi ile daha barışık) bir kuşak girmiştir üniversitelere. Bu kuşağın en belirgin özelliği herhalde özgürlükçü, daha doğrusu liberter olmasıdır. Sonuçta, kendine güvenen, atak, ama ataklığını kendisine fırsat yaratmak için kullanan, üniversite sonrasında özel sektöre yönelen (kurulu bir şirketin içinde çalışmaktan ziyade, kendi şirketini kurmayı planlayan) bir toplam söz konusu-
49
Üniversiteler
dur. Akademisyenler de, artık, üniversiteyi tek çalışma alanları olarak görmekten çıkmakta, başta danışmanlık hizmetleri aracılığıyla olmak üzere şirketlerle temasa geçmektedirler. Düşünsel anlamda da, “sağ-sol çatışması üniversiteleri kötü yerlere sürüklemektedir” derken, bütün ideolojilerin uzlaşması gerektiğini savunmaktadırlar. Bir bütün olarak, sürüleşme psikolojisinin özellikleri ortaya çıkmaktadır. İşin ironik yanı, “sürüden ayrılmak” kavramının, bizzat düzen tarafından sürüye katmak için kullanılan ideolojik bir saldırı silahı olmasıdır. Geçerken söyleyecek olursak, günümüzde, düzeni reddebilmek ve kapitalizmin karşısında ortak bir kimlik oluşturabilmek bir erdem haline geldiği için, sürüden ayrılmak sol hareket tarafından teşvik edilmelidir. Elbette ki bahsettiğim, bireyselliğin teşvik edilmesi değil, amiyane tabiriyle “herkesin kafasına göre hareket ettiği” bir dönemde, örgütlü mücadelenin ayrıcalığını vurgulamaktır. Üniversitelerde, elbette ki sadece sürüleşen öğrenciler ve akademisyenler yoktur. Genelleme yapmanın bir avantajı sadeleştirme olurken, bir yandan da verili alanın ortalamasını almaktan kaynaklanan eksik tanım, bu problemi yaratmaktadır. Zaten, 1996 yılında, “eşit, parasız eğitim” mücadelesi, ortalamanın dışında kalan, üniversitelerin toplumculuğuna ve öncü misyonuna sahip çıkan akademisyenlerin ve öğrencilerin ellerinde yükselmiştir. 1996 yılındaki çıkış önemlidir ve sol kısa bir süre için de olsa, bu dönemden güçlenerek çıkmıştır. Oysa bu yıldan sonra üniversiteler, tepki vermekten adım adım uzaklaşmış, sadece örgütlü sol özneler tepki üretebilmiştir. Nedeni, Türkiye’de tepki verilecek gelişmelerin yaşanmaması değil, üniversitelere yeni bir tipolojinin hakim olmaya başlamasıdır. “Leman gençliğin hem zekasını bilemekte hem de kolaycı, gevşek özgürlüğünden taviz vermeyen, espri ile geçiştirilebilir kaçışların önünü açmaktadır. Gören, bilen, anlayan ama bunun hakkını vermeyen, dalgasını geçip mücadeleden kaçan bir ‘yaşam tarzını’ özendirmektedir.” Okurlarıyla birlikte yazarlarının da başvurduğu ‘ti’ye alma hali’, aynı zamanda bir korunma refleksi, ‘hiçbir şeyi takmama’nın kendinden menkul gerekçesidir.” 12
Dikkat edildiğinde, toplumun göreli olarak politize edildiği restorasyon sürecinde bile, düzen, sokak bağlantısını olabildiğince sınırlı ve kendi elinde tutmaya özen göstermiştir. Amaç çok sarihtir, üniversitenin içinde bulunduğu “gören, bilen, anlayan ama hakkını vermeyen” tarzı korunmak
12
Ali Mert, a.g.y., s. 178. 50
GELENEK 95
istenmiş, hatta bu tarz toplumun bütününe taşınmıştır. Bu dönemin politik cinayetlerinde, “okumuş, üniversiteli aydın” sıfatlarının diğer kimlikler kadar önemli olması, önde tutulması biraz da bu nedenledir. İç siyasette dizginleri eline alan Asker Partisi, topluma muradını bir de üniversiteler üzerinden anlatmıştır. Özellikle, cenaze törenlerinde bir araya gelen üniversiteliler ve toplumun geri kalanı, her ikisinin de düzen tarafından yönlendirildiği bir ortamda birbirine benzetilmiştir. Hatırlanacağı gibi, bunun bir diğer başlığı türban meselesidir. Restorasyon sürecinde dinci gericiliğin düzen sınırları içerisine çekilmesi için üniversitelerin seçilmesi, düzenin topluma seslenme ve onu dönüştürme kanallarından biri olarak nasıl kullandığının basit bir örneğidir. Ve sadece bu nedenle bile, mücadelemiz açısından üniversiteler önemli bir yer tutmaktadır. Toparlayacak olursak, restorasyon süreci, 1994 TÜSİAD raporunun hayata geçirilmesini bir süreliğine kesintiye uğratmış, ancak daha önce de söylediğimiz gibi, düzenin kendi adına başarılı adımlar atması, sonuçta üniversiteleri saldırıya daha açık hale getirmiştir. Üniversitelerin yeniden konuşulmaya başladığı vakit ise, restorasyonun yeni bir evreye girmesinin hemen sonrasına denk gelmiştir. Ve YÖK’ün başında yine Kemal Gürüz bulunmaktadır. Bir yanı ile bakıldığında, başkanlık koltuğunda kimin oturduğu değil, hangi programın hayata geçirildiği önemlidir denilebilir. Ama Türkiye’de yükseköğretim piyasaya nasıl bağlanacak gibi bir soru varsa ortada, 1987 yılından beri, üniversitelere dair atılan her önemli adımda imzası olan birinin söyledikleri önemsenmeli, “hakkı verilmelidir”. Bunları yazdıktan hemen sonra, Gürüz’den bir alıntı beklenir herhalde. Ama şimdilik bir başkasına kulak verelim ve yükseköğretime nasıl bakılmaya başladığını birlikte görelim. “Eğitim yarı kamusal bir hizmettir. Bu sebeple eğitim amacıyla yapılan yatırımların, biri toplumsal, diğeri kişisel olmak üzere iki tür getirisi vardır. Kişisel getiri eğitim görmüş olan kişinin yaşam boyunca bundan elde edeceği ek gelirin, toplumsal getiri ise kişinin eğitim almasından dolayı yaratılan ek katma değerin, o kişinin eğitimi için yapılan yatırıma oranıdır. Eğitim kademesi yükseldikçe bağıl olarak kişisel getirisi de artmaktadır. (...) Hiçbir ülkenin, eğitimin en pahalı şeklini ücretsiz olarak isteyen herkese sunamayacağı dünyada artık anlaşılmıştır. Kendilerine sağladığı yararlar göz önüne alınarak öğrenciler ve mezunları istihdam eden kurumlar ve iş-verenler
51
Üniversiteler
yükseköğretim giderlerine daha fazla katkıda bulunmalıdır.” 13
Yukarıdaki iddialar, kimimiz için şaka gibi gelebilir ama oldukça ciddiler. Buram buram serbest piyasa kokan bu cümleler, eğitimin artık bir meta olduğunu doğallaştırmak üzerine kuruludur. Toplumsal bir varlık olarak insan gitmiş, yerine kendisi için birey getirilmiş, bireye yönelik katkıların karşılığı mali olarak da istenir hale gelmiştir. Yakın bir zamandan örnek verecek olursak, birçok üniversitede hayata geçirilen akıllı kart uygulaması, düzenin sadece güvenlik kaygılarına seslenmemektedir. Kütüphane, spor salonu vs. gibi olanaklar, kişisel gelişimin destekleyicileri olarak görülmekte, bu alanların kullanımı için yakın bir zaman içinde, harçlar dışında ek ücret talep edilmesi planlanmaktadır. Kamusallığın yarısının yollanıp diğer yarısının bırakılmasının nedeni ise, üniversitelerin topluma yönelik hizmetlerine açık kapı bırakmaları değil, özel eğitim kurumlarının çoğaldığı bir alanda, kamudan vakıflara para aktarımını garanti altına almak istemeleridir. “(...) devlet, maliyeti karşılayamayan öğrencilerin katkı payını üniversitelere ödemelidir” cümlesi, aynı metinde yer almaktadır. Geçtiğimiz yıllarda, özel okulların yoksul öğrencileri de alabilmesi ve bunun karşılığında vergi indirimi sağlanması için bir yasa tasarısı hazırlandığı hatırlanacaktır. İş daha da ileri götürülmüş, “düşük” harçların yoksullara zarar verdiği iddia edilmiştir. “Bugünkü sistemde, her öğrencinin ödediği eşit ve sembolik düzeydeki katkı payları, ancak popülist anlamda sosyal adalete uygun gibi gözükür. Gerçekte ise bu uygulama ‘öğrenci maliyetini’ fazlası ile karşılayabilecek öğrencilere daha yoksul öğrencilerden kaynak transferidir.” 14 (vurgular yazarlara ait)
Bu kadar cinlik de, sadece liberallere mahsus olsa gerek. Cevap yazmaya gerek görmüyorum. Dönemin bir diğer önerisi ise, içlerinde vergi rekortmenlerinin, patron örgütlerinin ve işçi sendikası temsilcilerinin de yer almasını düşünülen “sosyal konsey”lerdir. Konseylerin iki temel hedefi bulunmaktadır. Bunlardan ilki piyasa koşullarının üniversiteler üzerinde düzenleyici rol üstlenmesi, ikincisi ise, sınıflar arası uzlaşmanın sağlanmasıdır. Zaten, sermaye ideologlarına göre bilim ve teknoloji çağına giren dünya, emek-sermaye çelişkisini terk etmiş, endüstri toplumundan bilgi topluLatif Mutlu, Yükseköğretimin Finansmanı, TÜSİAD, Ekim 2000. Üstün Ergüder, Süha Sevük, Mehmet Şahin, Tosun Terzioğlu, Öktem Vardar, Yükseköğretimin Yeniden Yapılandırılması: Temel İlkeler, TÜSİAD, 2003, s. 26. 13 14
52
GELENEK 95
munda geçilmiştir. Artık önemli olan sivil toplum ve yönetişimdir. Üniversiteler de, gelişim modellerini bu ihtiyaçlar üzerinden kurmalıdır. “(...) yirminci yüzyılın sonu, üretim merkezli ekonominin karşısında bilgimerkezli ekonominin gelişimine tanıklık etmiştir. Bunun sonucu olarak, şimdi, bilgi ve bilgili insan üretimin ana etmeni, ilerlemenin başlıca sürdürücüsü ve rekabetin temel belirleyenidirler. Teknoloji belirlenimli küresel ekonomi güçlü bir rekabet ile tanımlanmaktadır. Bu nedenle, dünyada yükseköğretimin gündemi üç bağlaşık fenomen tarafından tayin edilmektedir: teknoloji, küreselleşme ve rekabet” 15
Sürecin doğru değerlendirilebilmesi için, bir süreliğine, üniversitelerden çıkıp, ülke siyasetine bakılmalıdır. 2000 sonrasında, Türkiye siyasetinin temel dinamiklerden biri Avrupa Birliği üyelik sürecidir. Bu çerçevede hayata geçirilen reformlardan biri de eğitim alanındadır ve 1999’da imzalanan, adını imzalandığı şehirden alan Bologna Deklarasyonu’nu merkeze almaktadır. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin Bologna’yı seçmesi rastlantı değildir ve nedenleri tarihte yatmaktadır. “1088 yılında kurulan ve genellikle ilk üniversite olarak kabul edilen Bologna Üniversitesi’nin aslında öğrenciler tarafından kurulduğunu belirtmek ilginçtir. Üniversite bir universitas scholarium, öğrenci locasıdır. Bu, profesörlerin maaşlarının öğrenciler tarafından ödenmesi, öğrencilerin kendi aralarından birini, kuralların denetimine ek olarak, yönetim ve mali görevlerle üniversitenin rektörü olarak seçmeleri anlamına geliyordu. Öğrencilerin böyle bir kurum kurmalarının ve masraflarını karşılamalarının nedeni, yatırımlarının kendilerine önemli bir geri döndüsünün olduğunu düşünmeleriydi. Başka bir deyişle, üniversite, pazar talebine göre belirlenen özel bir kurum olmaya hayata geçmişti. Ancak, bu özel yönetim biçimi kısa sürdü. (...) Fakat, öğrenciler tarafından ödenen harçlar, temel finans kaynaklarından biri olmaya devam etti. Ortaçağ üniversiteleri, temel olarak pazar belirlenimli olmaya devam etti.” 16
Önceki bir alıntıda ifade edilen yarı kamusal hizmet tanımına ne kadar da benziyor, değil mi? “Titre ve kendine dön” sloganını kullanan milliyetçilerin karşısında toplumu duyarlı olmaya çağıran liberal akılların, üniversiteleri titretip, yaklaşık bin yıl öncesine döndürmesine şaşırmamak gere-
15 16
Kemal Gürüz, Higher Education in Global Knowledge Economy, 2003, s. 8. Kemal Gürüz, a.g.y., s. 16-17. 53
Üniversiteler
kiyor galiba. Emperyalizm, tek kelime ile Ortaçağ’a öykünmektedir. Fransız Devrimi’ni yaşayan, eşitlik, özgürlük, kardeşlik kavramlarını dünyaya armağan eden Avrupa, acınacak hale gelmiştir. Doğrudur, 1848 devrimleri sonrasında, burjuvazi gericileşmiştir. Ama, bu kadar geriye gitmenin kendisi de, insana pes dedirtmektedir.17 Sermaye egemenliği, insan aklını kemirmektedir. Peki, ne olmuştur da Avrupa bu hale gelmiştir? Elbette ki, bütün başlıkları burada değerlendirmek mümkün değil. Ya da, kabaca tek neden kapitalizmin kendisidir, diyerek başlığı geçiştirmek de... Yakın dönem açısından değerlendirildiğinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD emperyalizminin, özellikle İngiltere aracılığı ile Avrupa’ya dayattığı piyasa saldırısının dizginlerinden kurtulduğu anların önemsenmesi gereklidir. (Yazılanlardan, Avrupalı emperyalistlerin konumunun küçümsendiği kesinlikle çıkarılmamalıdır. Vurgu yapılmak istenen, ABD’nin, çözülüşün öncesinden itibaren, Avrupa’nın gidişatında söz sahibi olmak istediği ve bu alanı boş bırakmadığıdır.) Tarih iki olaya işaret etmektedir. Birincisi Berlin Duvarı’nın yıkılması, ikincisi ise onu takip eden süreçte Sovyetler Birliği’nin çözülüşüdür. 1980’lerde Thatcher eliyle İngiltere’de yürütülen liberalizm propagandası, Avrupa’nın sosyal devlet anlayışı içerisinde gedikler açmış ancak Sovyetler Birliği’nin varlığında bazı sınırları aşmak konusunda gerekli itkiyi yaratamamıştır. Bu anlamda, her iki olay da, sınırları oldukça geriye çekmiştir. Gelişmelerin etkisi üniversitelerde de fazlası ile hissedilmiştir. Bu zamana kadar, Avrupa’daki yükseköğretim modeli, ülkelere göre bazı değişiklikler göstermekle birlikte, İngiltere’yi dışarıda bırakırsak, Alman modeli olarak kodlayabileceğimiz Von Humboldt üniversitesidir. Bu üniversite, 19. yüzyılda ulus-devletlerin bir parçası olarak ortaya çıkan, çıkışında aydınlanma felsefesini barındıran, devletin merkezde durduğu, bilimsel üretimi temel alan bir modeldir. Türkiye’deki üniversite yapılanması da, uzun süre bu model üzerine inşa edilmiştir. 1999 Bologna toplantısı, Mart 2000’deki Lizbon toplantısı, 2001 Mayıs’ındaki Prag ve 2003 Eylül’ündeki Berlin toplantıları, Avrupa’da ve çevre ülkelerde piyasaya daha bağımlı bir üniversite modeline geçişin temellerini oluşturmak üzere gerçekleştirilmiştir. Örnek alınan model ise, ABD üniversitesi modeli, “mültiversite”dir. Türkiye’de de uygulamaya konulan Bu satırları yazarken, gözlemci olarak katıldığım bir toplantı aklıma geldi. DİSK öncülüğünde yapılanan öğrenci sendikasının (Genç-Sen’in) kuruluş toplantılarından birinde, liberal sol bir partinin üyesi olan bir arkadaşımız, Fransız Devrimi ile birlikte üniversitelerin özerkliğini kaybettiğini söylediğinde içimden bu kadar da olmaz demiştim. Bologna sürecini daha ayrıntılı okuduktan sonra, özür dileme gereği duyuyorum. Az bile demişim...
17
54
GELENEK 95
bu dönüşümün temel dinamikleri aşağıdaki gibi toparlanabilir:18 1. Karar mekanizmalarına üniversite dışı örgütlerin katılması 2. Üniversitelerin finansmanının, devlet, öğrenciler ve iş çevreleri arasında paylaştırılması: Devlet düzenleyici olmaktan çıkarak, sadece değerlendiren bir yapıya dönüşecektir.19 Türkiye’de devlet üniversitelerinin herkese açılması bu yönde bir adımdır. Bir sonraki adım, tıp fakültelerinin ayrı üniversitelere dönüştürülmesi olacaktır. 3. Akademisyenler arasında meslektaşça (collegial) yönetim anlayışından, giderek “girişimci” ekipler eli ile yürütülen bir yönetime geçiş: Burada anlatılmak istenen, verili durumda, üniversitenin çok kurullu yapısının, piyasa kurallarının işleyişini yavaşlattığı ve bu nedenle değiştirilmesi gerektiğidir. TÜSİAD raporlarında ve Kemal Gürüz’ün uluslararası toplantılarda önerdiği model, karar yetkilerinin rektör elinde toplanması, rektörün de kendi seçtiği ve sayısını da kendisinin belirleyeceği rektör yardımcıları ile çekirdek bir kadro oluşturmasıdır. Rektör, bu kadronun ve üniversitenin tek temsilcisi olarak, üniversite dışı temsilciler ile masaya oturacak ve üniversitelerde yapılacak olan araştırmaya, yetiştirilmesi gereken ara elemana, işgücüne vs. karar verecektir. Ayrıca, “modern işletim uygulamalarının hayata geçirilmesi” adı altında üniversitelerde performans kriterleri uygulanacaktır. 4. Eğitimin niteliklerinin değişmesi: a. Üniversite öğrencilerinin seçilerek alındığı bir süreçten yığınsal eğitime geçilmesi: İlk bakışta oldukça olumlu gibi gözüken, herkese üniversitenin kapılarını açıyormuş hissi veren bu değişim, hem yeni bir yatırım alanı olarak yükseköğretimin “talebini” arttırmakta, hem de beraberinde üniversiteler arasında işbölümünü/farklılaşmayı getirmektedir. 2002 tarihine ait olmakla birlikte, “kamu ve özel harcamaları da kapsayacak şekilde küresel eğitim sektörünün 2 trilyon dolarlık bir piyasa olduğu tahmin edilmektedir.”20 Yığınsal eğitim bu anlamı ile, ulusal eğitimin, diğer ülke vatandaşlarına açılması anlamındadır. Bir sonraki maddede işlenecek akreditasyon ile gündeme gelen ortak müfredatlar da yığınsal eğiİlhan Tekeli, “Üniversiteye Dair Konuşmak”, Toplum ve Bilim, sınıflandırma konusunda s. 128’deki tablodan yararlanılmıştır, Güz 2003. 19 Bu iki başlığa dair yukarıda, ayrıntılı olarak değinildiği için, diğer başlıklardan farklı olarak burada açıklanmayacaktır. 20 H. A. Patrinos’tan aktaran, Angela C. De Siqueira, Eğitimin Dünya Ticaret Örgütü / Hizmet Ticareti Genel anlaşması Aracılığıyla Düzenlenmesi, çev: Özgün Akduran, Düzelti: Mutahhar Aksarı, s. 5. 18
55
Üniversiteler
tim ile birlikte değerlendirildiğinde, “dünya genelinde eğitim ticaretini kolaylaştırmak için globalleşmiş, daha homojen ve farklı ülkeler arasında ticareti daha kolay yapılabilir bir eğitimin ortaya çıkması”21 sağlanacaktır. İşbölümü ise, araştırma-öğretim, sanayi ilişkileri, lisans-lisansüstü eğitim eksenleri üzerinden tanımlanmaktadır. b. Tek disiplin eğitiminden, iş piyasasında geçerli beceri kazandırmaya yönelik çok disiplinli ve modüler olmaya eğilimli eğitime ve akreditasyon uygulamasına (ulusal alanda geçerli diplomadan, uluslararası denkliği hedefleyen diplomaya) geçilmesi: Nitelikli eleman yetiştirme faaliyetinin lisans eğitiminden çıkarılarak yüksek lisans eğitimine kaydırılması düşünülmektedir. Ancak, bu tasarının temel gerekçesi, Avrupa’da büyük bir toplamı içerisine alan işsizlik problemine çözüm bulmaktır. Ortadaki durum şudur: Avrupa, diplomalar arasında denklik sistemi kurarak, öncelik sistemi oluşturmakta, Bologna Deklarasyonu’nu kabul eden çevre ülkelere bu şekilde mühendis, doktor vs. yollamayı planlamaktadır. Mühendis ve doktor örneği bilerek verilmiştir. Hafızalar biraz zorlandığında, üç hafta öncesinde meclisten Türkiye’de yabancı doktorların çalışmasına izin veren yasanın geçtiğine, aynı hafta içerisinde mühendisler için benzer bir yasanın hazırlandığına dair haberler hatırlanacaktır. Yaklaşık üç ay öncesinde, Avrupa Birliği eğitim uzmanlarının yaptığı “çok fazla nitelikli eleman yetiştiriyorsunuz, genel eğitime ağırlık kaydırın” uyarısı da buna eklendiğinde, Türkiye’yi bekleyen tehlike ortaya çıkacaktır. Ülke genelindeki birçok üniversitenin diploması değersizleşmektedir. Liselerin de bu doğrultuda değişim göstermesi planlanmaktadır. Meslek liseleri ve teknik liselerin bir kısmı kapatılacak, ara eleman yetiştirme görevleri ön lisans eğitimi veren Meslek Yüksek Okulları’na bırakılacaktır. c. Belirli bir yaş kuşağının eğitiminden hayat boyu eğitime geçiş: Bir yandan düzenin deyimi ile eğitim “sektörü”nün hitap alanının genişletilmesi, bir yandan da teknolojinin üretimde kullanılması ile işgücü geçişkenliğinin artırılması ve bunun sonucunda işgücünün ucuzlatılması hedeflenmektedir. d. Merakla güdülenen araştırmadan, iş çevrelerinin yönlendirdiği araştırma ve geliştirmeye geçiş: Yeteri kadar açık oldu-
21
Angela C. De Siqueira, a.g.y., s. 10. 56
GELENEK 95
ğunu düşünüyorum; parayı veren düdüğü de çalacaktır. Piyasa merkezli üniversite modeline geçiş, Avrupa Birliği açısından ABD’nin bu alandaki dayatmalarını kabul etmek anlamına gelirken aynı zamanda ABD ile rekabeti de içermektedir. Beyin göçünün Avrupa lehine döndürülerek, nitelikli toplamın Avrupa Birliği’nin genişleme projesinde kullanılması da planlanmaktadır. “Avrupa Birliği’nin eğitim politikası kesinlikle yüksek öğrenimde (bir) Avrupa sistemi hedeflememektedir, daha çok diğer ülkelerdeki sistemlerin ve kurumların Avrupa boyutunu güçlendirmek istemektedir.” 22
Alıntıdan anlaşılacağı gibi, süreç sadece eğitimin paralı hale getirilmesi olarak tanımlamayacak kadar gelişkin ve planlı bir yapıyı içermektedir. Olabildiğince hızlı bir biçimde eğitimin bütün aşamalarının paralı hale getirilmek istendiği doğrudur; hatta “eğitimin paralılaştırılması” sloganı belirli ölçülerde propagandif içeriğini korumaktadır. Ancak, sorun daha köklüdür. Dönüşüm programının etki alanına giren Türkiye yükseköğretim sistemi, AB ve ABD ile bağlarını ve sermaye uzantılarını kuvvetlendirmektedir. Saldırı, sadece halkın cebine değil, insan aklınadır. Saldırı aynı zamanda bir sömürgeleştirme operasyonudur. Arada ifade edecek olursak, ODTÜ ve Boğaziçi gibi üniversiteler, kuruluşlarından itibaren Amerikan modelinde geliştikleri için kendilerini bu sürecin lokomotif gücü olarak görmektedir. Biraz da bu nedenle, her ortamda ayrıcalık talep etmekte, oldukça cüretkar adımlar atabilmektedirler. Her iki üniversitenin de Türkiye’den önce Avrupa Birliği’ne girmiş oldukları söylemeleri oldukça önemlidir. Geldiğimiz nokta itibarı ile, 1980’den günümüze üniversitelerde yaşanan gelişmeleri ve bundan sonrasına dair düzenin planlarına yakından bakmaya ve bir çerçeve oluşturmaya çalıştık. Şimdi elimizde, devletin ideolojik aygıtlarından biri olarak üniversitelerin “devletin çözülmesi” olarak tanımlanan süreçte konumu ne olacaktır sorusu ve bu tabloda sol siyasetin yapması gerekenler başlığı kalmıştır. Çözülen devletin omurgasız kalmış kurumları Devletin çözülmesi sürecinde, üniversitelerin ideolojik ağırlığına değinmek bilinçli bir tercihtir ve bu tercih, çözülme sürecinin en çok siyaset Helmut de Rudder, On the Europeanization of Higher Education, University of Lüneburg, Germany, http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=7. 22
57
Üniversiteler
alanında ve onun uzantısı olan ideolojik alanda kırılmalar yaratacağını yansıtmaktadır. Öncelikle, konumuz açısından sürecin öne çıkan başlıkları yazımıza taşıyalım.23 1. Türkiye, 1930’lar ve 1960’larda olmak üzere, iki temel ideolojik yapılanma yaşamıştır. Türkiye egemen sınıfı, siyasal pragmatizmini ve bunu büyük ölçüde besleyen geç kalmışlık sendromunu her iki yapılanmaya da yansıtmıştır. 2. 1930’lar kuruluş paradigmalarını ideoloji alanında tanımlar ve yerleşiklik kazandırırken, 1960’lar burjuvazinin artan ağırlığının hissedildiği ve emperyalizm ile kurulmaya başlayan yeni dönem ilişkilerinin toplum üzerindeki tahakkümü ile ayrışan bir dönemdir. 3. “60’ların ideolojik yönelimlerinde bir yandan 30’ların idelojik birikimi yeniden yorumlanırken, bir diğer yandan 30’ların dışladığı dinci ideolojiye ve liberalizme yönelişler başlamıştır.” 4. “İdeolojiler alanında yüzer gezer durumda olan oluşumlara çeki düzen vermek, bu arada dünyanın genel gidişatına uygun bir ideolojik standardizasyon ve konsolidasyon sağlamak” hedefi vardır. 5. Fark edileceği üzere, yeniden yapılanmanın en önemli temellerinden biri, kimin inisiyatif aldığından bağımsız olarak, ortada egemen sınıf adına bir planın bulunmasıdır. Aynı zamanda, her iki dönemde de, bugüne kıyasla, sermaye düzeninin kendi başına karar verme ve hareket etme alanın çok daha geniş olduğu da gözlenecektir. İçinden geçtiğimiz dönemi yeniden yapılandırma olarak tanımlamamamızın nedeni, her iki başlığa dair de, burjuvazi açısından olumsuz yanıt vermemizdir. Bir programları yoktur ve dış belirlenime açık olmak ne demek, teslim olmuş durumdadırlar. 6. Çözülüş sürecinin tetikleyicilerinden biri, restorasyon süreci sonucunda ortaya çıkan liberal-gerici sentezdir. Kapitalist Türkiye’nin emperyalizm için işlevliliğinden bahsedilirken, cumhuriyetin kuruluş paradigmaları ile mi yoksa yeni paradigmalar ile mi devam edileceği sorusuna cevap bulunamamış olması, bu ikisi arasında gerçekliği tartışma götürmez ama emperyalizm ile ilişkiler söz konusu olduğunda önemsizleşen bir gerilim yaratmaktadır. 7. Gerilimin her iki unsuru için de, işçi sınıfının bir daha siyaset sahnesine çıkmayacağı ön kabulü bulunmaktadır. Nesnelliğin değişmeyeceğine dair inançları, biraz da rahat hareket etmelerini sağlamaktadır. Metin Çulhaoğlu, İdeolojiler Alanı ve Türkiye Örneği, Öteki Yayınevi, Eylül 1998. Maddelemeler, kitaptan yararlanılarak çıkarılmıştır. Aksi belirtilmediği durumlarda, alıntılar da bu kitaba dahildir.
23
58
GELENEK 95
8.
Çözülüşün konumuz açısından üniversitelere en büyük yansıması toplumsal çürümedir. Dönüştürme gücünü kaybeden ya da kaybettiğini düşünen toplum, oyunun kurallarında kendisine yer bulmaya çalışmaktadır. Farkında olma ve hareketsiz kalma hali, gidişatın farkında olan ve gücü temsil edenler gibi olmak isteyen bir tipoloji üretmektedir. Çürüme, göz göre göre bataklığın içerisine girilmesi ve bu eylemin meşrulaştırılmasıdır. Çürüme, ölümü göstererek toplumun sıtmaya razı edilmesidir. 9. “Çözülüşün kendisi ise, bir yanıyla ölümü içerirken diğer yanıyla zıddını, yeniden doğuşu ve canlanmayı anlatıyor.”24 Umudumuz ve mücadelemiz, ölümün bu düzene kalması, yeniden doğuş ve canlanmanın ise emekçi halkımız ile anılmasıdır. Mademki, geriye sol hareketin ne yapması gerektiği sorusu kaldı; adında çözülüş geçen ama başka bir çözülüşü anlatan bir romandan alıntı yaparak ve roman ile tanışmamı sağlayan yoldaşıma gönül borcumu bildirerek bitireyim yazımı. “(...) Toplum yaşayan insanlardan kurulmuştur. Sadece aritmetikle iş bitmez. Akıllıca tedbirler almak yetmez, bunların uygulanması gereklidir. Bu uygulamadan herkes sorumludur. Her şeyi bir komisyon formülüne indirgeyemezsin. ‘Bu onaylanmıştır! Şu karara varılmıştır!’ diye. Toplumun geleceği, yaşama, çalışma şeklinize, başkalarıyla ilgilerinize bağlıdır. Niçin küçümsemeyle ‘tek insanın elinden ne gelir ki’ diyorsun? Seni anlayamıyorum. Çok eskiden, Devrimden altı yedi yıl önce, bir arkadaşımı görmeye giderdim. Toplanır, Lenin’i, Plehanov’u okurduk. Bunu babama anlatmıştım. Sakin, çekingen bir adamdı. Bana kaç kişi olduğumuz sordu. Sekiz deyince, ‘Deli misiniz? Sekiz kişi ne yapabilir ki?’ diye çıkıştı. Babam, ihtiyardı hoş görülebilir. Zaman da farklıydı. Ama sen gençsin, Konsomol’dasın, gözü pek olmalısın. Yan çizmek niye? Senin ruhunun büyüklüğünü biliyorum. Niçin onu zincire vuruyorsun?” 25
24 25
Yalçın Küçük, Marksist Damar, Dönem Yayınevi, Ekim 1992. İlya Ehrenburg, Buzların Çözülüşü, s. 103. 59
Bir Kez Daha Özgürlük Dünyası H. Meriç Algün Türkiye solundaki tartışma ortamının verimli, merak uyandıran, geliştiren bir ortam olduğunu söyleyebileceğimizi sanmıyorum. Takip edebildiğimiz kadarıyla görece zorlayıcı ve arayışçı kesimler de yaratıcılıklarını daha ziyade “tarihsel” gündem maddeleriyle tüketmek durumunda kalıyor. Bu saptamayı tartışma ve arayışları küçümsemek için yazmıyorum. Eski gündem maddelerinin pek çoğunun hakkıyla tüketilemediği ve hâlâ oralarda olduğumuz düşünülebilir belki; ancak bunu kabullenmeyi de içime sindiremiyorum. Tartışmaların toplumsal karşılığının bulunması, yaratıcılık barındırması ve yüzünün gerçekten geleceğe dönük olması gibi iyi polemiklerde uyulması gereken kıstaslardan bağımsız olarak, solun tüm kesimlerinin yakın geçmişte yoğunlaştığı bir konu başlığı Yurtsever Cephe olmuştur. Tekrara düşmek pahasına söylersek, neredeyse bütün sol dergiler bir biçimde Yurtsever Cephe hakkında yayın yaptı. Buradan Özgürlük Dünyası yazarı Kadir Yalçın’ın anladığı gibi kendimize bir pay çıkartmıyoruz. Yalnızca solun belli bir öznesinin açılımının başkalarında söz söyleme ihtiyacı duyurmasını önemsiyoruz. Tartışmak iyidir… Gelenek’in 89. sayısında yer verilen çalışmamızda iki tartışmacının, İşçi Partisi ile Emek Partisi’nin Yurtsever Cephe eleştirilerini ele almış, değerlendirme hatalarına ve bu hataların ideolojik-teorik nedenlerine ilişkin düşüncelerimizi paylaşmıştık.1 O sıra İP’in Aralık ayındaki kongresinde bağlanacak olan yeni tüzüğü H. Meriç Algün; “İP ve EMEP’in Yeni Ortak Noktaları: Yurtsever Cephe’yi Eleştirmek”, Gelenek 89, s. 85-104.
1
61
POLEMİK: Özgürlük Dünyası
henüz hazırlık aşamasındaydı. Çalışma bitti ve İP sol içi bir muhatap olmadığını bir kez daha alenen ilan etmiş oldu. Geride kalanlardan biri de İP’in sol bir jargonla yürütmeyi denediği Yurtsever Cephe polemiğidir. Dolayısıyla bu tartışma bitmiştir. İP Kongresi değerlendirmelerimizi doğrulamış, haklılığımızı ortaya koymuş oldu. Özgürlük Dünyası’nın 176. sayısında ise çok uzun bir yazıyla cevap verildi.2 Doğrusu yanıt yazıp yazmamayı biraz düşündüğümüzü itiraf etmeliyiz. Burada birinci neden amacımızın kişisel bir polemiği sürdürmek olmamasıdır. İkincisi, Özgürlük Dünyası yazarı maalesef saygı sınırları içerisinde tartışmayı becerememektedir. Kendisine dönük tüm çağrılarımıza cevap yetiştirmeye uğraştığı yeni çalışmasında, sadece hakaretleri nedeniyle özür dilemesini istediğimiz bölümü görmezden gelmiş, hatta kişisel hakaretlere devam etmiştir. Elbette olabilir; bir polemik yazarı zaman zaman maksadı aşan ifadeler kullanabilir. Tartışmayı devam ettirmek üzere masa başına yeniden oturulduğunda ise, önceki sefer yazılmış, nedeni ne olursa olsun maksadı aşan ifadelere ilişkin bir düzeltme samimiyet göstergesi olacaktır. Bunun yerine, üstüne yeni hakaretler bindirmek artık düpedüz saygısızlıktır. Eğer kişisel olarak üzerimize alınsak ya da muhatabımız sadece yazarın kendisi olsa bu yazı yazılmazdı. Ancak çalışmanın bir “sosyalist teori ve politika dergisi”nde yayımlanması ve bu derginin öznesinin EMEP olması nedeniyle muhataplık kabul edilir olmuştur. EMEP’li arkadaşlar derginin önemli bir bölümünü kapsayan bir çalışmayı bastıklarına göre yazara ve harcadığı emeğe değer veriyorlar; bunu yok saymak yakışık almazdı. Ancak mümkünse, bu son olsun istiyoruz… Bu tartışmanın yeni verilerle zenginleştirilerek verimli bir biçimde sürdürülmesinin pek olanaklı olmadığını seziyoruz. Son olarak iki not daha ekleyerek makaleyi değerlendirmeye geçelim. Ele aldığımız yazı bir dergi makalesi için fazla uzundur ve içerdiği bütün tez ve iddialara cevap vermek bu nedenle bile bu yazının sınırlarını aşar. Ayrıca daha önce defalarca yapılmış gereksiz ve yararsız tartışmalarla kağıt ve zaman israfına neden olmamak gerekir. Umarız yine “istediklerine cevap veriyor, istediklerine vermiyor” eleştirisine maruz kalmadan önemli noktaları yakalama ve derdimizi ifade etme başarısını gösterebiliriz. İkincisi, yazar cevabını yazarken sürekli olarak kafasında aynı hüküm var: “Meriç Algün ve arkadaşlarının anlayışı kıt.” Olabilir tabii, kimi meseleleri bazı insanlar daha çabuk kavrar, kimilerini başkaları; ve bu anlayış kapasiteleri ile ilgilidir. Ancak yine de bir yazar, üstelik siyasi iddialar Kadir Yalçın; “Geleneksel Solculukla Anti-Emperyalizm Üzerine Bir Tartışma”, Özgürlük Dünyası 176, s. 26-53. 2
62
GELENEK 95
taşıyorsa, derdini karşısındakine anlatma ihtiyacı içinde olmalıdır. Mesela biz geçen seferden çıkardığımız dersle, bu sefer daha kolay anlaşılabilir olmak için yazarın sistematiği içerisinde ve onun alt başlıklarını aynen tekrarlayarak yazmayı deneyeceğiz; bakalım faydası olacak mı? İP’le yakınlıklar kimin? Özgürlük Dünyası’ndaki arkadaşlarımızın İP ile yan yana anılmaktan büyük öfke duyduklarını görüyoruz. Gerçi girişte işaret ettik ama “anlaşılır olmak” için tekrar yazalım: Gelenek 89’da İP ile EMEP’in aynı makalede yan yana ele alınmalarındaki temel neden, Yurtsever Cephe’yi eleştirirken solun diğer pek çok öznesinden farklı, ama birbirlerine oldukça yakın olmalarıdır. Bunun dışında bu yakınlığın nedenlerine ilişkin düşüncelerimizi bir iki cümle ile ifade etmiştik. Ancak madem bu konu tartışmaya açılmış bulunuyor, bu konudaki fikirlerimizi daha geniş olarak yazma hakkımız da doğmuş oldu. Önce geçen yazımızda yer alan ve arkadaşlarımızı fazlaca öfkelendiren satırları hatırlayalım; “Emek Partisi ile İşçi Partisi pratik konumlanışları itibariyle kıyaslanmayacak noktalarda bulunmalarına rağmen, benzer kaynaklardan beslendikleri için olsa gerek, pek çok zaman birbirlerine paralel pozisyonlar aldıklarını söylemek haksızlık olmayacaktır.” 3
Kadir Yalçın’ın makalesinin giriş bölümünde sayfalarca (yedi sayfadan fazla) yanıt verdiği bölüm asıl olarak bu satırlardan ibarettir. Burada ilgili ilgisiz çok şey söylenmektedir, ancak en önemli kısım hemen başlardadır. “Yazar benzerlikten söz ettiğinde herhalde ‘Maoculuk’u kastediyor olmalıdır. Evet bir dönem Aydınlıkçılar Maocudurlar. Ama hiçbir dönem devrimci olmamışlardır. (...) Bizim geçmişimize gelince 77 1 Mayıs’ında açık ve köklü bir eleştirisi başlatılan birkaç yıllık ‘Maoculuk’ değil ama, bir Mao’dan etkilenme dönemi vardır.” 4
Teşekkür ediyoruz! Bizim de iddiamız bundan ibaret! Yazar burada “benzer kaynaklar” ifademizin haklılığı dışında bir şeye işaret etmiş olmamaktadır. Sağ Maoculuk, sol Maoculuk ya da “Maoizm” ile “Mao Zedung DüşünAlgün, a.g.y., s. 99. Yalçın, a.g.y. s. 27. Alıntıda (...) ile geçtiğimiz pasajda Aydınlıkçıların “sağ Maocu” oldukları anlatılmaktadır. 3 4
63
POLEMİK: Özgürlük Dünyası
cesi”… Bunlar Maocuların kendi iç ayrımlarıdır ve ilgimiz olmayan bir tartışmaya girmediğimiz için eleştirilmek açıkça haksızlıktır. Bakın, biz kalkıp başka kaynaklardan bugüne gelen sosyalistleri bizim kaynağımızın iç meseleleriyle yoruyor muyuz? Örneğin Fidel Castro’nun kimilerince “modern revizyonizm” diye adlandırılan geleneksel solda konumlandığını, ancak Castro ile, ülkesi Alman emperyalizmi tarafından ilhak edildikten sonra hapishanede yazarak kavgasını sürdüren ve Şili’de sürgünde ölen Honecker’in hayli farklı yaklaşım ve pratiklerinin olduğunu, karşı-devrimciler tarafından eşiyle birlikte katledilen Romanya Devlet Başkanı Çavuşesku’nun da bütün farklılıklarıyla geleneksel sol kaynakta yer aldığını, Stalin ile Andropov’un farklarını ve bizim tüm bunlardan hangilerine daha yakın, hangilerine daha eleştirel durduğumuzu kalkıp geleneksel solcu olmayanlarla tartışmaya çalışıyor muyuz? Dolayısıyla bizim için benzerliğin ikrarı yeterlidir. Kadir Yalçın da durumun farkındadır ve bu itiraftan “şişinme payı” çıkarmamamız gerektiği konusunda bizi uyarmaktadır. Birdenbire Yalçın bize “tencere dibim kara, seninki benden kara” demektedir. Anlaşılır gibi değil. Maoculuğun karasını kabul edenin kim olduğu bu tartışmada bellidir. Gelenek ise, kendi geleneğini sahiplenmeye devam etmekte, benzeri bir özeleştiri vermeyi hiç düşünmemektedir. Maalesef kabul edemeyeceğiz! Sovyetler Birliği’nde “reel” karşılığını bulan sosyalist kuruluş sürecini bütünüyle mirasımız sayıyor ve Sovyetler Birliği’ne karşı emperyalist ideologlar önderliğinde sürdürülen saldırıların, isterse “devrimci”, hatta “komünist” ön ekleriyle yapılmış olsun, işçi sınıfının uluslararası mücadelesine zarar verdiğini düşünüyoruz. Bu “aşırı ortodoks” Marksizm olarak nitelendiriliyorsa, öyle olsun. Söz konusu olan Sovyetler Birliği olduğunda tavrımız hâlâ aynı; hatalarımız olabilir, bunlar da bizimdir, utanacak bir durumda da değiliz; hatalarımız daha iyi ve daha gelişkin ama yine “reel” bir sosyalizmi kurma sürecimizde başvuru kaynaklarımız arasında yer alacaktır. Üstelik içinden geçtiğimiz günler (Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir dünya) Sovyet deneyiminin ne derece önemli olduğuna dair somut örnekler vermektedir. Buna rağmen Sovyetler Birliği düşmanlığına devam etmek anlaşılmazdır. Bu tutumun tam karşılığı, “hiçbir göz görmek istemeyen bir gözden daha kör olamaz” dışında bir şey değildir.5 Yeri gelmişken “aşırı ortodoks” tanımı içerisine yerleştirilen “her şeyi sosyalizmle başlatıp sosyalizmle bitirme hastalığımız”a dair düşüncelerimizi de birkaç kelime ile ifade edelim. Bu tartışma ile bizim geçen yazıGelenek külliyatında konuyla ilgili oldukça fazla sayıda makale vardır. Bu konuda okumaya meraklı olacaklar için -mesela Kadir Yalçın’ın yazılarını sıklıkla takip ettiği anlaşılan- Kemal Okuyan’ın Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-Tezler isimli kitabını önermek isterim. 5
64
GELENEK 95
mızda kullandığımız ve yazarımızı fazlasıyla öfkelendiren “Emek Partisi sol içerisinde genel kabul gören tanımıyla ekonomist, uvriyerist, sol siyasal bir örgütlenmedir” saptaması ile ilgili tartışma birlikte yürütülmek durumdadır. Öncelikle yazarın bu hatırlatmamıza bu derece öfkelenmiş olmasına gerçekten çok şaşırdığımızı yazmalıyız; sanki ilk defa duymuş gibi aşırı bir heyecan ve öfkeyle cevaplamaya çalışmış. Bunun sol içerisinde genel kabul gören bir şey olduğunu ispatsız olarak ileri sürdüğümüzü iddia etmiş. Söylediklerimizin doğru olmadığı ileri sürülebilir, yanlış anlaşıldıklarını iddia edebilirler; ama “ispatsızlık” komik olmaktadır. Bizim dediğimiz Türkiye solunda EMEP’e belli bir biçimde bakıldığıdır. İspatı kolaydır. Yazar, içinde EMEP ile ilgili değerlendirme olan herhangi bir sol dergiyi arkadaşlarından istetsin.6 İspat etmeye ne zaman gerek duyulacağı konusunda ise önce kendi kaleminden çıkanlara baksın. “Yazar ve arkadaşları, üç işçi ile bir araya gelmemiştir, işçilerin dertlerinden, ihtiyaç ve arayışlarından habersizdir.”7 Haydi Kadir Yalçın, gel şimdi bunu ispat et… Geçelim… Aslında tartışma bu derece karmaşık da değildir. Yazarımız her ne kadar önemsemese de bu başlıktaki pozisyon alışlar her iki hareketin doğumundan izler taşımaktadır. Özgürlük Dünyası sayfalarında da kabul edildiğine göre artık rahatça yazabiliriz, EMEP Maoculuktan “etkilenerek” doğmuş bir siyasi harekettir. Özellikle hareketin “inşa” döneminde bu etkilenme güçlüdür ve doğuşta kazanılan birtakım özellikler siyasette, özel bir çaba ile sistemli bir biçimde mücadele edilmediği sürece kalıcı izler bırakır. “Maoculuk”un Türkçeye tercümelerinden birisi de “köylücülük”tür. Bu birinci veri. Özgürlük Dünyası yazarı yine kızıp köpürmesin; biz kendisine kolejli, şımarık, bön gibi gayrı siyasi nitelemelerde bulunmuyoruz. “Köylü” türünden elitist aşağılamalarla da işimiz yok. Biz bir ideolojik, kültürel, siyasal yaklaşım olarak köylücülük’ten söz ediyoruz. İki; özellikle soldan, devrimci düşünceden vazgeçenler incelendiğinde onlarda sola düşmanlığın hiç sola bulaşmamışlara kıyasla çok daha kuvvetli olduğunu görürüz. Bunun sanırım Yalçın Küçük tarafından yapılan formülasyonu, “dönenler döndükleri noktada daha ortodoks dururlar” biçimindeydi. Gördüğüm bütün örneklerde ispatlandığı için tartışmasız doğru kabul ediyorum. Kesinlikle EMEP’i karşı-devrimcilerle bir tutmak gibi bir niyetle yazmıyorum, üstelik EMEP’in “dönüşü” ileri doğrudur ama Yazıyı son düzeltmeler için okurken ilginç bir biçimde “istetsin” diye yazdığımı fark ettim, sanırım bunun nedeni bu yazıyı yazan kişinin ya hiç sokağa çıkmadığını ya da Türkiye’de yaşamadığını düşünmüş olmam. Bu hissiyatımda hatalıysam özür dilerim, ama düzeltme yerine bu dipnotu eklemekle yetiniyorum. 7 Yalçın, a.g.y., s. 34-35. 6
65
POLEMİK: Özgürlük Dünyası
köylücülükten işçiciliğe sürüklenen EMEP vardığı noktada iyice uca savrulmuş ve kuyrukçu olmuştur. Buna “buldumculuk” da diyebiliriz. Özellikle işçi sınıfı hareketinin bir gelişim içinde olmadığı dönemlerde bu EMEP’in iyice sağcılaşması ile devam etmiş ve bugün yaşadıkları kimlik bunalımının en önemli nedeni olmuştur. Bugün TKP’de somutlanan Gelenek hareketi ise aynı dönemde öncülük ve önderlik vurgularının ağır bastığı bir doğumun ertesinde kendi örgütsel inşasını sürdürerek, sınıf hareketinin bütün dalgalanmalarına rağmen sınıf ile kurduğu ilişkide belli bir sürekliliği ve öncü örgütlenmeyi yakalamış, şu anda da sınıfın diri unsurları ile siyasal bağları kuvvetli bir ilişkiyi geliştirerek sürdürmektedir. EMEP’li arkadaşlarımız doğal olarak kendi durdukları yerden bunu anlayamamakta ve açıklayamamaktadır, öfkelerinin bir nedeni budur. Gerçekten de yüzeysel bir bakışla, işçilerin huyuna giden, bunun için “işçinin sağcısı solcusu olmaz” diyebilecek kadar yolunu şaşıran bir uvriyerizmin sınıf içinde gerilemesi, buna karşılık “her şeyi sosyalizme bağlayan” bir akımın mesafe kat etmesi içinden çıkılacak bir durum değildir. Bunun temel nedeni ülkemizde sendikal alanda simgelenen hareketlenmenin oldukça önemli bir kesiminin işbirlikçi ve sınıf uzlaşmacı kesimlerin egemenliğinde olmasıdır. EMEP “buldumcu” heyecanıyla kendini sendika bürokrasisine bağladığı için, onların düşüşü ile beraber ciddi bir gerileme yaşamış, şimdilerde kendini var etmenin yolunu başka bir güçlü harekete, “Kürt Ulusal Hareketi”ne bağlanmakta bulmuştur. Ancak korkarız ki, burada da EMEP’in kaderi aynı olacaktır. Zira emperyalizme karşı konumlanışta ikircikli davranan herhangi bir hareketin, sol adına gelişmenin, ilerlemenin adresi olması mümkün değildir. Anti-emperyalizmi ilke ilan eden EMEP’in ittifaklarında bu ilkeyi aramaması bir çelişkidir ve bunun içinden bize hakaret ederek çıkılamaz. Bu noktada İP ile “paralellik” bahsine dair bir iki çift laf daha etmemiz gerekmektedir. Öncelikle paralellik, kelime anlamı itibariyle çakışma değildir. Örneğimizden devam edersek EMEP her dönem kendi dışında birtakım güçler, tabir doğruysa elinden tutacak ve onu taşıyacak birtakım güçler aramıştır. Geçmişte sendikalar, bugünse Kürt hareketi. İP açısından ise örnek bir dönem için Kürt hareketi iken, ertesi gün ordu, bugün ulusal burjuvazi olabilmektedir. Bu yazarımızın ispat istediği paralelliğe denk düşer mi bilemem, ama bize göre bu tam olarak “benzer kaynaktan beslenmiş olma”nın getirdiği bir paralelliktir. Burada ünlü “benzer kaynak”, hükmünü bir metodoloji olarak icra etmektedir. Maocu yaklaşımın çelişkileri son derece kaba biçimde tasnif etme alışkanlığı, sınıflar mücadelesinin sürekli farklı kompartımanlarda yapılan bir yolculuk olarak algılanması biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bir gün baş çelişki bir türlüdür, ve sendika bürokratlarıyla birlikte olmak
66
GELENEK 95
mümkün ve gereklidir. Ertesi yıl baş çelişki değişir ve bu kez ezilen ulus milliyetçiliğinin kompartımanında yer ayırtılır… Metodolojinin göze çarpan bir diğer özelliği de, bu ittifaklar pratiğinin özneyi pragmatikleştirmesi, kişiliksizleştirmesidir. Paralellik demiştik, ama çakışma örnekleri vermek de mümkündür. Maalesef Türkiye solunda program okunmaz. Oysa bir partiyi veya örgütü en net olarak ifade etmesi gereken belge programdır. Bu konuda örnek bir çalışma, Gelenek dergisinin 54. sayısında yayımlanmıştır. Yazarımıza ulaşmamış olduğunu düşündüğümüz yazının konusu yine EMEP ve İP idi ve programatik bir karşılaştırmaya dayanmaktaydı. Sanırım, Kadir Yalçın, eğer heyecanında ve öfkesinde bir azalma olmaz ise mutlaka adı geçen çalışmayı bulup okuyacaktır. Ancak bu konuda daha az merak duyacak okurlarımız için iki partinin programlarından yapılan alıntıları aktaralım. “İP: Türkiye emperyalist-kapitalist dünya sisteminin ezilen kutbunda yer alıyor ve bağrında Ortaçağ kalıntılarını barındırıyor. Bugünkü aşamada, üretici güçlerin özgürce gelişmesini engelleyen, emekçilerin refah ve mutluluğunun karşısına dikilen güçler; emperyalizm, işbirlikçi burjuvazi ve feodal kalıntılarıdır. EMEP: Türkiye bağımlı ve uzunca bir süredir kapitalizmin hakim olduğu, ama feodal kalıntıların da varlığını sürdürdüğü bir ülkedir. Emperyalizm, egemenliğini işbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin iktidarı aracılığı ile onlara dayanarak sürdürmektedir. İP: İşçi Partisinin yakın hedefi, ülkemizin Meşrutiyetlerle başlayıp milli kurtuluş savaşı ve Cumhuriyet Devrimi’yle büyük bir atılım yapan, yüzyıllık demokratik devrimini işçi sınıfı önderliğinde kesin bir başarıya ulaştırarak demokratik halk iktidarını gerçekleştirmek ve durmaksızın sosyalizmin kuruluşuna geçmektir. EMEP: Emek Partisi, yakın hedef olarak, emperyalizmin , kapitalizmin ve yarı feodal kalıntıların tasfiyesini öngörür. Bunu için demokratik halk iktidarını amaçlar.” 8
Sözü edilen çalışmada daha pek çok örnek bulmak mümkün, ilgilisi mutlaka bakmalıdır. Özellikle İşçi Partisi’nin son program değişikliği ile beraber aslını ilan etmesi, yazıda ileri sürülen tezleri ve bizim iddialarımızı geçersizleştirmemektedir. Zira İP bütün tarihi boyunca çeşitli nedenlerle benzer kaynaktan beslendiği bütün akımlar içerisinde mantıksal sınırlarına en hızlı ilerleyen harekettir. “Cevap”taki iddia İP’in de bozuk saat gibi günde iki kere doğruyu göster-
8
Cevat Sevinç; “İP ve EP: İki Parti İki Program” Gelenek 54, Mayıs 1997, s. 161-168. 67
POLEMİK: Özgürlük Dünyası
diğidir. Ancak programlar üzerinden tartıştığımızda elimizdeki bozuk saatlerin sayısının daha fazla olduğu görülmektedir. İlgilisine tavsiyemiz EMEP, İP, ÖDP, SDP, TKP ve diğer parti programlarının, bu partilerin eski programlarıyla beraber okunmasıdır. Bakalım en yakın programlar kiminkiler olacak? Bu bölümü uzatmadan kapatmak için, arkadaşlarımızın sosyalizmin somutluğunun bilincine varmış olmasından büyük bir memnuniyet, işçi sınıfının devrimci 1 Mayıs kutlama hakkının ve iradesinin taşıyıcısı olmaktan ise onur duyduğumuzu, işçi sınıfının kendisini sadece ve sadece devrimci öznesi aracılığıyla siyaset sahnesinde var edebileceğine olan inancımızı sürdürdüğümüzü ve tartışmak isteyen herkesle bu başlıkları her platformda tartışabileceğimizi ekleyelim. Bütün buralara aşırı ortodoksluktan, her şeyi sosyalizmle başlayıp bitirmekten, sosyalizmin soyut mu somut mu kavrandığından geldik. Uzatmayacağız. Yalçın’ın dediği gibi meselemiz sosyalizmin “bilinçsiz işçi için soyut” olmasıdır. Peki “işçi yığınlarının aydınlanması ve belirli bir siyasal mevziye (ve en ötesinde sosyalizm mücadelesine katılmaları)…” hedefleniyorsa, bu hedef ile “işçinin sağcısı solcusu olmaz”9 veciz ifadesi arasında nasıl bir bağlantı vardır? Bu sözün yol göstericiliğinde işçilerin sosyalizm doğrultusunda bilinçleneceklerini iddia etmek, ancak sosyalizmi tam anlamıyla “soyut” algılayanların harcıdır. Sosyalizmi siyasal mücadelede, örgütlenme çalışmalarında, gündelik faaliyette bir türlü somutlayamayanların, subay kökenli bir TKP üyesinin miting konuşmasındaki anti-emperyalist vurguyla sosyalizm hedefi arasındaki bağı algılamaları da mümkün olamamaktadır. Kadir Yalçın’ın Murat Papuç’un bir konuşmasına attığı laflar aslında anlaşılmaktadır: Yalçın önce TKP’lilere “her cümleyi sosyalizmle başlatıp sosyalizmle bitirme” özelliği atfetmekte, sonra birimizin bunu yapmamış olmasını eleştirmeye çalışmaktadır. Kadir Yalçın’ın değindiği eylem kitlelere doğrudan sosyalizm eğitimi vermeyi değil, İskenderun’a dönük ABD planlarını deşifre etmeyi ve anti-emperyalist mücadelenin gereklerini tarif etmeyi hedefliyordu. Yurtsever Cephe’nin İskenderun’da anlamlı bir miting organize etmesinin bir başka anti-emperyalist parti tarafından neden karalanmak istendiği ise anlaşılır şey değildir. Yazar sol ve sağ tanımlarını neden kullanmadıklarını geçerken açıklıyor (s. 35). Buna göre başkalarıyla, örneğin İttihatçılarla, İP’le, CHP’yle karıştırılmamak için… Sol ve solcu yerine “proletarya sosyalizmi, Marksist vb. kavramlarını kullanmayı tercih” edince sorun hallolmuyor. Biz bile “her lafı sosyalizmle bağlayanlar” olarak bilinçsiz işçilerle bu kavramları kullanarak konuşmamayı biliyorsak, EMEP’lilerin işçilere proletarya sosyalizminden söz etmediklerinden emin olabiliriz… 9
68
GELENEK 95
Kurgu, el çabukluğu ve yok sayma Yazar ikinci ara başlığında eleştirilerini istediğimiz gibi anladığımız, kurguladığımız ve kimi eleştirilerine cevap veremediğimiz için yok saydığımız iddiasında. Alındığı iki temel nokta var. İlki yine İP ile benzerlik konusu. Belli ki çok dokunmuş! İkinci nokta işçi sınıfına güvensizlik ile uvriyerizm eleştirilerimiz. Her ikisi de kurgu imiş. Öncelikle, madem bunlar kurgu, neden sayfalarca aksini ispatlama çabası içerisine giriyorsunuz, diye sormadan edemiyoruz. Örneğin biz “TKP ya da Yurtsever Cephe için uydurduğunuz İP ile paralellik bizi zerre kadar düşündürmemekte; işte programlar, işte pratikler” diyerek, cevap verme gereği bile duymadan geçebilmekteyiz. Siz neden bunu yapamamaktasınız? Her iki meseleye dair görüşlerimizi bir üst bölümde açıkça yazdık; ancak uvriyerizm başlığını bir miktar daha açmakta ve el çabukluğuna örnek vermekte yarar var. Öncelikle karar vermemizi istedikleri bir tartışma var. Soru şu: “Karar verin, uvriyerist miyiz işçi sınıfına güvensiz miyiz?” Onların kurgusunda uvriyerizm ile işçi sınıfına güvensizlik arasında çok önemli ayrımlar olabilir. Biz, diyalektiği Mao’dan öğrenmediğimizden olsa gerek, uvriyerizm ile sınıfa güvensizliğin buluşabileceğini düşünüyoruz. Her iki anlayış da işçi sınıfının bağımsız devrimci öznesinin inkarı üzerinden şekillenmektedir. EMEP’in uvriyerist bir politik hat belirlemesi ile işçi sınıfından kopmasında ve işçi sınıfına güvensizlik duymasında tutarsızlık değil mantıksal süreklilik vardır. Şimdi “kurgu”dan “el çabukluğu”na doğru bir örnekle geçelim. “Bugünkü çerçeveleriyle sendikaların güçsüz kalmalarının işçi sınıfının hayrına olduğu notunu düşerek konudan uzaklaşmayalım. Sendikal yapılar, aralarındaki kimi ayrımlara karşın asli olarak birbirlerini tamamlamakta ve milliyetçilikle liberalizmin harmanlandığı işbirlikçi bir çizgiyi emekçilere dayatmaya çalışmaktadır. Bu girişimlerin zayıf düşmesi bizi neden tasalandırsın?.. Yeter ki; yurtseverlik işçi sınıfını fabrikalarda, işyerlerinde örgütlü kılsın ve hesaplaşmayı bu örgütlülükle gerçekleştirsin.”
Her kelimesinin altına imza atacağım bu satırlar Kemal Okuyan tarafından Komünist’in 7 Ağustos 2006 tarihli sayısında yazılmış ve Kadir Yalçın tarafından da “kurgu, el çabukluğu” başlıklı bölümde alıntılanmış. Kalınlaştırmalar da bizzat Yalçın’a ait... Yazar herhalde sadece kalınlaştırdığı pasajların okunmasını yeterli görüyor. Okuru alıntılarla boğmak istemiyorum, ancak Kadir Yalçın yukarıdaki
69
POLEMİK: Özgürlük Dünyası
alıntıdan yola çıkarak10 bizim “yeni solcu” olduğumuzu iddia ediyor. Sonra bunlara cevap vermediğimiz için kızıyor… Bunun nesine cevap verilebilirse.... EMEP’li dostların görüşleri şöyle midir? “Biz sendikaların bugünkü çerçeveleriyle güçlenmesini istiyoruz.” “Sendikal yapıların milliyetçilikle liberalizmin harmanlandığı işbirlikçi bir çizgiyi emekçilere dayatma girişimlerinin güçlenmesini istiyoruz. Bu girişimlerin zayıf düşmesinden tasalanıyoruz.”
Bu örnekten sonra gereksiz sayılabilir ama yazarın bu ara başlıkta sayısız saldırısı var. Devrim’de zorlama var mıdır yok mudur ile başlayan tartışmadaki duruşu gülünçtür. Daha önceki yazısında utanmazca ve düşüncesiz bir biçimde komünist sözcüğünün partimizin adına “iliştirildiğini” söyleyen yazara, biz de ülkemiz tarihinde bir zamanlar adında devrimci ve komünist ibareleri taşıyan bir partinin “var” olduğunu hatırlatmış ve bugün komünist ismini inat, ısrar ve onurla taşıyan bir partiden söz ederken saygılı olması gerektiğini hatırlatmıştık. Ama bunu da geçelim, sağcısı solcusu olmayan bir işçi sınıfına inananların, başkalarının komünist sıfatıyla ilgilenmeye hakları yoktur! Sonra sıra illegalite derslerine geliyor. Tamam, diyelim ki okuduk… Okuduk ama şu “birkaç kez silahlı zorlamada bulunmuş bir hareket” derken neden bahsettiğini anlayamadık; onu da kıtlığımıza versin. Bir de öz örgüt meselesi var: “Sendika(lar) işçi örgütüdür, işçilerin öz örgütüdür…” 11 Merak eden olabilir; alıntının devamında az yukarıda yazarın Okuyan’ın bazı sözcüklerini kalınlaştırarak yaptığı demagoji var. Sendikaların güçsüzleşmesi iyidir, diyormuşuz falan… Sendikaların güçsüzleşmesi iyidir dediğimiz ne kadar doğruysa sendikaların işçilerin öz örgütü olduğu da ancak o kadar doğrudur. Kadir Yalçın sendikal örgütlenmenin tarihi, farklı tipleri, sınıf-parti ilişkileri, Leninist öncülük teorisi gibi konularda biraz bilgisini arttırmalı, kalemi ondan sonra eline almalıdır. Sendika işçilerin öz örgütüdür demek teorik olarak cehalettir. Bugün ise sadece Türkiye’de değil dünyada da, sendika ağalarını nasıl aklayabiliriz diye oturup kafa yorsanız, bundan iyi formül bulamayacağınız açıktır. Yazar bir miktar alıngandır; ekleyelim ki kızmasın… Bu alıntıya ek olarak, “örgüt-hareket, bilinç-kendiliğindenlik diyalektiği yüz yıl öncesinin kalıplarına sıkıştırılamaz”, “kuralımız zorlamak” gibi çeşitli yayınlarımızda yer alan bir iki cümleyi daha delil olarak kullanıyor... 11 Yalçın, a.g.y., s. 34. 10
70
GELENEK 95
Farklı ülke ve devrim tipleri EMEP ile devrime bakışımız farklı. Her tartışmada bir kez daha ispatlanan önemli bir ayrıma sahibiz. Bu normal ve tartışılabilir; ancak tartışırken samimi ve dürüst davranmak durumundayız. Mesela cımbızlama alıntılar yaparak arkadaşları köşeye sıkıştırdığımız iddiası kesinlikle içinde bulundukları sıkışma durumundan kurtulmanın bir arayışıdır. Örneğin devrim tartışması sırasında bakın ne yapmışız. “Alıntılanan paragrafın başında ‘Türkiye somutu bir tarafa bırakılarak teorik olarak konuşulduğunda’ diye yazılıdır ancak cımbızlanıp atlanmıştır.” 12
Bu iddia ile ortaya atılan tez daha büyük bir saçmalıktır. Zira Sosyalist Devrim Teorisi evrensel bir geçerliliğe sahiptir. Ekim Devrimi’ninden sonra bunu tartışmak abesle iştigaldir. Kimi özel durumlarda ve özgün ülkelerde işçi sınıfının sosyalist iktidar yürüyüşü alternatif güzergahlar kullanmak durumunda kalabilir. Dolayısıyla yazarın “Türkiye somutunu bir kenara bırakması” durumunda başı daha büyük bir belaya girmektedir. Birtakım nedenlerle Türkiye vb. ülkelerde devrim şöyle bir yol izlemelidir görüşü, Marksistlerce tartışılabilirdi. Mesela işçi sınıfının gücü belli bir somutlukta var mıdır yok mudur, ittifak gerekli midir, mümkün müdür, değil midir, tartışılabilir. Ancak “evrensel bir teorik doğru” olarak demokratik devrimi savunmak kadar geri bir konumlanış olamaz. Eğer ortada bir cımbızlama varsa bu sizi sıkıştırmak için değil, “yok, bu kadar da geri olamazlar, anlam kayması var herhalde” diye düşünmemizden olabilir. İlla ısrarcıysanız, tamam sizin bu kadar geri tezler savunabileceğinizi düşünememiştik, özür dileriz, diyebiliriz. Bu bölüme dair eklenmesi gereken bir diğer not, farklı ülkelerde farklı devrim modellerinin söz konusu olabileceğidir. Ancak önemli olan bunlardan hangilerinin evrensel değer taşıyacak teorik formülasyonlar geliştirmeye olanak sağlayacağı, hangilerinin özgün koşulların yarattığı olanakların işçi sınıfının devrimci öncüsü aracılığıyla gerçekleştirdiği doğru hamlelerle onu iktidara taşıdığının saptanmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Ekim Devrimi, daha sonra gerçekleşen ve devrimci iktidarla sonuçlanan bir dizi ayaklanmayla zenginleşmesine karşın hâlâ temel referans kaynağıdır. Bu arada devrimin karakterinin temel kriterinin sosyalist dönüşümlerin hızı olarak sunulması ise bir başka tuhaflıktır. Devrimin karakterini, sınıf kompozisyonu, önderlik yapısı gibi bir dizi öğeden biri olarak sosyalist dönüşümlerin uygulanma hızı da elbette belirler. Ancak belirli bir sektör-
12
Kadir Yalçın, a.g.y., s. 36. 71
POLEMİK: Özgürlük Dünyası
de kamulaştırmanın devrimin kaçıncı ayında veya yılında yapıldığı, kendi başına belirleyici bir ölçüt olamaz. Ekim Devriminin sosyalist karakteri kabul görmekte, ve yıllar sonra -bir gecikme bile değil, toplumsal mülkiyet açısından pratikte gerileme olarak- gündeme gelen NEP, bu karakteri değiştirmenin ölçütü sayılmamaktadır. Yazarımızın bu ara başlık altında ileri sürdüğü bir diğer iddia, yine Kemal Okuyan’a atıfla aktardığı “sosyalist iktidar mücadelesi verilmeksizin emperyalizme karşı mücadele edilemez” saptamasına ilişkin eleştirileri karşısında suskun kaldığımızdır. Ya daha önceki makalemiz okunmamıştır ya da okunanları anlamamak konusunda özel bir hassasiyet geliştirilmektedir. Gelenek 89’da yayınlanan yazıda tam bir sayfa (s. 101) bu konu tartışılmış ve yanıt verilmiştir. Yanıtı beğenmeyebilirsiniz, ama atlamadan, atlatmadan söz edemezsiniz. Burada tekrarlara gerek yok, yazar bizim açıklayamayacağımızı düşündüğü Latin Amerika’da yaşanan devrimci sürece ilişkin olarak Gelenek 92’yi okumalıdır. Lübnan ve Hizbullah meselelerine dair bizim söyleyecek çok sözümüz var, ama Evrensel’in röportaj rezaletinden sonra, hiç olmazsa bir süreliğine susmanız gerektiğini düşünüyoruz!13 Demokratik devrim-sosyalist devrim tartışmasında, geçen yazımızda aktardığımız gibi, “sorun kafalardadır”. İşçi sınıfının gelişmesi, kentleşme, burjuvazinin toplu gericileşmesi, büyük sermayenin diğer mülk sahibi kesimleri kendisine bağımlı hale getirmesi… Bütün bunlar demokratik devrimin evrenselliğine sarılanlar için fazla bir şey ifade etmemektedir. Ancak EMEP’liler bilmelidir ki, 1960’larda, 70’lerde dünya devrim pratiklerinin önemli bir bölümünü oluşturan demokratik, anti-emperyalist karakterli mücadeleler döneminde yaşamıyoruz. 2000’lerde, eski Üçüncü Dünya hatıralarından beslenen bir demokratik devrimciliğin işi çok zordur. Şu röportaj konusu da bir laf sokuşturma sanılmamalıdır. EMEP’liler Deniz Gezmiş’ten söz eden bir Hizbullah lideri duyunca balıklama atlamaktan kendilerini alamamışlardır. Bu kafayla bu tuzaktan kaçınmak imkansızdır. Anlayış kıtlığı ve anti-emperyalizm Israrla iddia ediyoruz ki, bu ülkede Marx, Engels, Lenin ve Stalin okunmasına en çok neden olan yazılar, TKP üzerine eleştiri yazılarıdır! Şeyh Bedrettin Film Kolektifi denen birilerinin Hizbullah lideri Nasrallah’la düzmece söyleşileri geçen Ağustos’ta Evrensel gazetesinde yayınlandı. Söyleşinin bir sahtekarlık olduğu iddialarına karşı gazetenin bir yetkilisi, Kamil Tekinsürek önce şunları yazdı: “Gazetemizde yayımlanan Nasrallah röportajı büyük yankı uyandırdı. Röportaj pek çok sol parti ve örgüt tarafından ilgi ile karşılandı. Genel olarak komünist ve sol partiler, Nasrallah’ın röportajdaki sözlerini olumlu buldular.” (Evrensel, 22 Ağustos 2006)… Sonra özür dilediler. 13
72
GELENEK 95
Sanırsınız ki, ustalar bütün eserlerini ileride TKP diye bir parti çıkacak, şimdiden onu eleştirelim diye yazmışlar. Umuyoruz ki bu okumalar zamanla iz bıraksın ve eleştirmenlerimize kendi düşünce sistematiklerini geliştirmelerinde faydalı olsun. Özgürlük Dünyası’nda yayımlanan makalenin “Farklı ülke ve devrim tipleri” ara başlığından itibaren arka arkaya Lenin, Stalin ve Komintern alıntılarıyla devam eden sayfalarla karşılaşıyorsunuz. Beklenen, muhatabın hesabının görülmesi olmalı. Oysa dikkatle okunduğunda, ortada tam anlamıyla oradan buradan aktarmalarla süslenmiş bir laf salatasının bulunduğu anlaşılıyor. Mesela Lenin okumaları açıkça eksiktir. Anti-emperyalist mücadele üzerine tartışırken Lenin’in Emperyalizm kitabı bir kenara bırakılmakta, emperyalizm ne olduğu belirsiz, mücadele edilmesi gereken bir hayalet olarak ortaya çıkarılmaktadır. Lenin’in emperyalizm çözümlemesini uzun uzun tartışmayalım, meraklısı bu çalışmayı bulmalı ve okumalıdır. Ancak Lenin’in kitabının tam adını, “kapitalizmin en yüksek aşaması, emperyalizm”i neden hatırlamayız? Galiba Özgürlük Dünyası yazarı, emperyalizmden sadece ve sadece ABD’nin silahlı gücünü anlıyor da ondan. Sormak gerekir, bugün ABD’nin dünya üzerinde estirdiği teröre, işgallere tepki duyan, ama sadece buna tepki duyan ve öfke biriktiren kitleler antiemperyalist midir? Yoksa başat emperyalist güç olan ABD ile sınırlı bir tepkinin sahibi geniş kitleler, işçi sınıfı ve onun öncüsünün yürüteceği mücadele olmaksızın, kendiliğinden bir bilinç sıçraması yaşayarak antiemperyalist mücadelenin aktörü olabilecekler de, biz mi göremiyoruz? Sorulara devam edelim; diyelim ki sizin iddia ettiğiniz gibi “sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerde sorunlar yalnızca emek-sermaye çelişkisi dikkate alınarak anlaşılıp çözülemez.”14 Peki tersi doğru mu? “Gelişkin kapitalist” ülkelerde sorunlar yalnızca emek-sermaye çelişkisi üzerinden anlaşılabilir veya çözülebilir mi? Ya da dünyada sadece emek-sermaye çelişkisi üzerinden gerçekleşmiş bir saf sosyalist devrim var mıdır? Mesela Büyük Ekim Sosyalist Devrimi “Ekmek, Barış, Özgürlük” sloganları ile hangi çelişkiye nasıl müdahil oldu? Rusya gelişkin bir kapitalist ülke miydi, yoksa orada gerçekleşen sosyalist bir devrim değil miydi? Küba’da yahut Doğu Avrupa’da yaşadığımız sosyalist kuruluş süreçleri sadece emek-sermaye çelişkisi üzerinde mi gerçekleşti? Ama sanıyoruz, anti-emperyalist görevlere sosyalist görevlere göre öncelik vermek gerekir deyip de, anti-emperyalizmi reddeden güncel ittifaklara giren örnek bulmak mümkün olmayacaktır!
14
K. Yalçın, a.g.y., s. 41 (altını çizen K.Y.). 73
POLEMİK: Özgürlük Dünyası
Burjuvazinin gericileşmesi ve köylülük İtiraf etmeliyiz ki, bütün yazı boyunca bize en “ilginç” gelen ara başlık burasıdır. Temel kalkış noktası bizim geçen makalemizdeki “1848 sonrasında işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasıyla beraber burjuvazinin toptan gericileştiği” tezimiz. Gerçekten literatürümüzün oldukça farklı olduğu anlaşılıyor. Yukarıdaki cümleye yöneltilen ilk itiraz işçi sınıfının 1848 öncesi varlığını inkar ettiğimiz. Bu komik iddia sınıf tanımındaki farklılıktan çıkıyor. İşçi sınıfı fabrikada, atölyede, üretim başında kimsenin küçümseyemeyeceği kadar güçlü ve önemlidir. Ancak işçilerin bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkması için, memleket ve dünya meselelerine dair siyasal tavır alması, talepler geliştirmesi gerekir. Bunun dışında işçi sınıfına kendinde bir önem atfetmek en basit haliyle idealizmdir. Bundan daha önemli olan burjuvazinin toptan gericileşmediğini ispata girişen yazarımızın şu satırlarıdır: “Emperyalizm döneminde de burjuvazinin gericileştiği toptancılığı doğru değildir; bu bir burjuva tabaka olarak köylülük gericileşmediği gibi, devrimci potansiyel taşımaya devam etmekte ve burjuva demokratik hareketin önemli bir dayanağını oluşturmaktadır.” 15
Alıntıyı uzatmayalım, tahmin edileceği gibi bundan sonrası “TKP’nin troçkizmi” diye devam ediyor. Yukarıdaki cümleyi oluşturan bütün parçaların yanlış olduğunu söyleyerek başlamalıyız. Yazarımızın köylülüğe dair umutları, köylülüğün bir burjuva tabaka olmasından ileri geliyormuş. Şaşkınlıkla da olsa öğrendiğimiz bu bilgi için teşekkür ederiz. İlginç bilgi köylülerle değil, yazarın köylüleri kavrayışıyla ilgilidir. Düzgün bir yanıt vermemiz gerekirse, birincisi burjuvazi tartışmasız gerici bir sınıftır. İki; köylülüğü burjuva tabaka olarak önemsemek bizim açımızdan anlaşılması mümkün olmayan bir durumdur. Üç; köylülük ancak iç sınıfsal ayrışması sayesinde devrimci olanaklar açısından anlamlı hale gelebilecektir. Dört; köylülük içinde işçi sınıfının bir parçasını oluşturan tarım işçilerini ve topraksız köylüleri, küçük mülk sahibi çiftçileri, büyük kapitalist çiftlik sahiplerini, mülkiyetinin kaynağı feodalizme dayanan kesimleri barındırır. Kadir Yalçın’ın köylüsü hangisidir? Kadir Yalçın hepsinden birden söz etmektedir!
15
a.g.y., s. 45. 74
GELENEK 95
Sorun köylülükle de sınırlı değil. Asıl niyet arkadan geliyor: “Yani; koşula bağlı ve geçici olarak anti-emperyalist demokratik cephe; işçi sınıfı, köylülük ve şehir küçük burjuvazisinin yanı sıra milli burjuvazi de, bugün ‘tekel-dışı’ olarak tanımlanabilecek burjuvaziyi de içinde birleştirebilir.” 16
Bunu bu kadar açık yazmak elbette kolay değil. Elbette kıvranırsınız ve kimi yerleri devrimciliğinize halel getirmeyecek şekilde koyulaştırarak yazacaksınız. Elbette bundan önce sayfalarca alıntılar yaparak “vallahi bak burada da yazıyor” diye kendinizi rahatlatmaya çalışacaksınız… Ama rahat olun, böyle açıkça ifade edildiği zaman herkes kimin ne dediğini ve neyin kavgasını verdiğini daha kolay anlıyor. Böyle açık yazalım ki, herkes safını buna göre belirlesin. Aslında safları biz daha önce tarif etmiş ama beğendirememiştik. Hatırlayalım yeniden: “Özetle tekrarlarsak; biz emperyalizme karşı verilecek mücadelenin işçi sınıfı eksenli ve sosyalizm perspektifli bir mücadele olduğunu ve bunun çağımızın bir gerçeği olduğunu iddia ederken, onlar burjuva karakterli olduğunu ve çeşitli burjuva kesimlerle beraber yürütülmesi gerektiğini ve bunda beis görmediklerini iddia ediyorlar.” 17
İşçi sınıfının tutumu ne olmalı? Bizim de kullandığımız bu son alt başlık, aslında bir EMEP’liye yakışmıyor! İşçi sınıfı zaten ne yapacağını bilmiyor muydu? Arkadaşın işçi sınıfının tutumunun “ne olması gerektiği”ni tartışması bile büyük ilerleme sayılabilir. Ve gerçekten de bu bölüm yazının bütününden ileridir. Tabii bir yere kadar. Ama yine de görüyoruz ki, merkeze işçi sınıfını alıp düşünmeye başladığınızda işçi sınıfının sosyalizmden başka bir kurtuluşu olmadığı fikrine ulaşmanız çok zor olmuyor. Kuşkusuz burada da eleştirilecek bölümler var, ancak yazı gereğinden fazla uzadı, noktalamak gerek. Eğer gerekirse ve daha verimli kılınma ihtimali doğarsa tartışmaya devam ederiz. Son olarak yazarla paylaştığımız birbirimize tavsiyelerle sonlandırma “geleneğine” devam edelim. Ben, tavsiyeleri dikkate alıyorum, ustaları daha dikkatle ve daha bütünlüklü okumaya çalışıyorum. Umarım, siz de bütünlüklü okuma konusunda ısrarcı olursunuz. Bu konuda ısrarcı olursanız, ayaklarınızı ülke topra-
16 17
a.g.y., s. 48. Algün, a.g.y., s. 101 75
POLEMİK: Özgürlük Dünyası
ğına basmaya gayret ederseniz, işçi sınıfının (sadece sendikal bürokrasiye dönüşen kesimleriyle değil ama) mücadeleci kesimleri ile bağlar yakaladığınızda işçi sınıfının bu ülkenin emperyalizme bağımlılığına son verecek tek devrimci sınıf olduğu gerçeğini görecek ve daha da ilerleyeceksiniz, bundan kuşkumuz yok. Ancak bu aşamaya gelmek için bir miktar daha Gelenek okumasına, bir miktar daha Yurtsever Cephe izlemesine ihtiyacınız var, biraz daha yakından, biraz daha dikkatle... Bir de, sosyalist iktidar mücadelesi vermeyen, yalnızca bağımsızlık ve demokrasi talepleriyle emperyalizme karşı mücadele eden güçlerin varlığından herhangi bir şikayetimizin olmayacağının bilinmesini isteriz. Yalnızca, bunu Marksizm adına yapanlar olursa, neden daha fazlasını, gerçek toplumsal kurtuluşu hedeflemediklerini sorabilir, bu zaafı üzücü bulduğumuzu gizlemeyebiliriz…
76
OKUMA NOTLARI
Okuduğumu İtiraf Ediyorum Neruda’nın Soyutlamasındaki Başkalık
Ali Mert Has edebiyatın o büyük yazarları arasında, üç ismin anı/anlatılarını, diğerlerinden bir başka yere koymalı. Birincisi, “Körleşme” yazarı Elias Canetti’nin, üç ciltte topladığı; küçükken sütannesinden dinlediği Bulgarca ninnilerin etkisiyle yıllar sonra o dilde yapılan konuşmaları nasıl da anladığını ya da hatırladığını anlattığı “Kurtarılmış Dil”le başlayıp, aynı hafıza ve dil oyunlarını “Kulaktaki Meşale”lerde ve “Gözlerin Oyunu”nda da aradığı o muhteşem anı/anlatısı. İkincisi, Nikos Kazancakis’in Girit’teki kökenlerini sorgulayıp Ege’nin sıcaklığıyla birlikte şu ünlü seyahat planını açıkladığı; Sibirya’yı trenle, Latin Amerika’yı motorsikletle ve Ege’yi kayıkla aşarak yaşamı anlamaya çağırdığı “El Greco’ya Mektuplar”ı. Ve üçüncüsü, neredeyse bütün dünyayı gemiyle dolaştıktan sonra, dilde bambaşka anlatım olanaklarını fark etti-
ren, Latin Amerika’nın ayrıksı yönlerini sezdiren, edebiyatın ve siyasetin birbirini nasıl besleyebildiğini gösteren Pablo Neruda’nın “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” adını koyduğu anıgezi ve portre kitabı. Evet, üçünü başka bir yere koymalı ama üçüncüsünü ilk ikisinden de ayırmalı; zira Neruda’nın anlattıkları ve yaşadıkları, Canetti ve Kazancakis’in geçmişlerine ve geniş bir coğrafyaya dönük yaptıkları sade ve soylu yolculuklarını, toplumsal mücadeleyle yoğurup başka bir seviyeye çıkarıyor sanki. Ya da Avrupa’daki entelektüel arayışlarla, Latin Amerika’daki devrimci sorgulamaların farkı diye de okunabilir; “yanardağlarla ve çöllerle kaplı bir ülkenin şiirini yazmak istiyorsanız, soyluca döşenmiş salonlar ve oturma odaları için yazdığınız gibi yazamazsınız.” O halde, ilk iki yazarımızı şim77
OKUMA NOTLARI: Pablo Neruda
dilik bir kenara bırakıp Neruda’ya yöneleceğiz. Ancak Kazancakis ve anı-anlatı demiş ve böylece fırsatını yakalamışken, Gelenek okurlarının yakından tanıdığı bir yazarın, İlhan Akalın’ın “Geçici Zaman Diliminde Yaşam”ına, kısa da olsa, uğramadan edemeyeceğiz. “Anı-anlatı’yı anladık da, Kazancakis bağlantısı ne oluyor” diye merak edenler ise, Ege’yle Girit’in ruhuna ve zeytinlerine dair söylenenlerle, Girit’e uzanan kökenleri ve “Mektuplar”a anıştırmalarla dolu mapusane anılarını birlikte okusunlar deriz. Bu arada, Akalın’ı sadece sendikacı ya da siyasi kimliğiyle tanıyanlar, nasıl bir edebiyatçıyı ıskaladıklarını da hesaba katsınlar. Zira, eğer kitaba ya da “Geçici Zaman Diliminde Yaşam”a adımlarını atarlarsa, Kazancakis’ten yansıyanlar dışında, Dede’nin HADEP’teki şu ünlü bayrak olayının ardından yaşadığı bütün zamanları, bir acı biberin neden var olamayacağından bir karpuzun nasıl kesilmesi gerektiğine varıncaya kadar verdiği bütün dersleri, has edebiyatın diliyle ve bir çırpıda okuyacaklar. Ve bu “bir çırpı” meselesini ciddiye almalılar. Anlamının oluşması ya da oturması için, kanımca, tek bir oturuş, oturum ya da celsede okunması gereken bir kitapla karşı karşıyalar. Şimdi, bütün parantezlerimizi kapatıp asıl okuma notumuz ya da oturum başlığımıza, Pablo
Neruda’ya ve “itirafları”na geçebiliriz. *** Yazarken sürekli olarak kendilerini ve illa ki paylaşmaları gereken o ilginç yaşantılarını ve deneyimlerini anlatanlardan hiç hoşlanmasak da, biz de bir küçük itirafımızı dile getirebiliriz en başta: Bir şeyler kaleme alırken olmasına alışmıştık ama okurken de yerinde duramayarak dolaşmaya başlamak, benliği saran müthiş bir coşku ve heyecanla okumak - işte bu çok başka... Büyük yazarların ve Neruda’nın, ilk bakışta üslubunun, ancak daha derinlerde de soyutlama gücünün başkalığı diyebiliriz buna aslında. Okurken hep bir soru dolaşıyor arka planda: “Bu bağlantıları kurmak nereden de gelmiş aklına?” Gerek şiirlerinde, gerekse düzyazılarında, sözcüklerin ve kavramların nereden nereye atlayıp geçtiğine baktığınızda, sanki daldan dala konuyormuş gibi bir anlatım tarzı oluştuğunu düşünüyorsunuz ilk bakışta. “Başka bir soyutlama bu” diyorsunuz, “imgenin ne zaman geleceği, kavramın nerede duracağı belli değil sanki. Bambaşka geçişlere ve sıçramalara açık bir dil.” Ancak yazarın seçtiği sözcükler o daldan bu dala kanat açarken, kalkış ve yeniden konuş anlarında o dalları titreştirirken, büyülü ve bütünlüklü bir ağaç ve giderek
78
GELENEK 95
orman manzarası da sunmaya başlıyor en derinlerden. Bu başkalık ve derinlik, birazdan değineceğiz, şiirlerde daha çok öne çıkıyor elbette. Ama anılar boyunca süren yolculuklarda da, sırf cümlelerin değil, bölümlerin ve olayların birbirini takip etme biçiminde de, bu başka soyutlamanın izlerini sürebiliyoruz. Anılar arasına; tek bir sözcüğe, çağrışıma, yaşanmışlığa, yakınlaşmaya, öyküye, düşe, ilişkiye vb. dayanan şiir yüklü bir denemenin girivermesi; yolculuğun daha başında, “izlediğimiz yoldan sapıyor muyuz” diye sordururken, sonrasında, patikalarla bağlandığımız tüm yolların oluşturduğu bütünlüğü, yolculuğun farklı boyutlarını aklımıza getirdiği için, “başkalığı” bir kez daha fark etmiş oluyoruz. Evet, geziler ve anılar, denemelerle iç içe gelişiyor itiraflar boyunca. Bağlantıları farklı soyutlama düzeylerinde yeniden oluşturabilmemize yardımcı oluyorlar. Portreler de onların yanına ekleniyor yol boyunca (ve özellikle de yolun sonunda). 1900’lerin başında Şili’de üniversiteyi bitirip kendisine resmi bir vazife arayan bir yazar adayının, engelleyen ve arka çıkan diplomatlar arasından Dışişleri’nden kaptığı elçilik görevleri, hayatının ve şiirinin önemli dönüm noktalarından biri oluyor Neruda için. Ama gemilerle Avrupa’dan Uzak Asya’ya, dünyanın dört bir
yanına akıp giden yolculuklarının öncesinde; fakülte yıllarında tanıştığı çılgın solcu ve şairlerle çıkarttıkları dergiler, Pen klübü kongresine yanından hiç ayırmadığı ineğiyle katılan çılgın şairlerle birlikte kahve ve restoranlarda yaptıkları delilikler, ilk aşklar, cinsel heyecanlar ve aşırılıklar da, şiirle düzyazının iç içe geçtiği coşkulu bir dilde, nehir gibi akıp geçiyor okurun önünden. Doğayla adeta bütünleşmiş, onun bütün kokularını, renklerini ve seslerini cümlelerine sindirmiş bir şairle karşı karşıyayız. Kendi ifadesiyle “bugünkü şair Neruda’yı hazırlayan nitelikler olarak tabiat ve sevgi” bütün yazdıklarının içerisine nüfuz ediyor. Özellikle sesler ve kokular, hafızayı harekete geçiren o gizil güçleriyle; geriye dönüşlerin, yaşantıların ve itirafların “çözücüsü” oluveriyorlar. Yurdundan uzaklarda, otların ve ormanın kokusunu içine çekerek hemen çocukluğuna gidebiliyor yazar. Ya da anıların yazıldığı Isla Negra’daki dalgaların sesi, alıp Hindistan tapınaklarındaki yılanlı törenlere götürebiliyor yazarın bilincini. Elbette, seyahat notlarını, güzel manzaraları, hoş yemekleri vb. anlatmakla yetinen bir turist bilinci değil bu. İnsan manzaralarına yöneliyor ama onunla da yetinmiyor. Çapraşık ilişkilere, aykırı düşüncelere, toplumsal dinamiklere, farklı kültürlerin birbirine değmesine, durmaksızın yazanlara, yazamadan donup
79
OKUMA NOTLARI: Pablo Neruda
kalanlara, şairlerin peşini bırakmayan eleştirmenlere, eli bıçaklı sevgililere vb. bakmadan o toprakları çözemeyeceğini biliyor. Sadece bir örnek olsun; Doğu’ya yolculuğunda, Batı’nın oryantalist yaklaşımının esasını da ortaya koyuyor Neruda: Hint gizemciliğine kendini kaptırıp ayinler ve büyülerle rahatlamaya, yapmacık manevi tatminler aramaya çalışan efendilerin arasında, yoksul halk çocuklarının nasıl pazarlandığını görebiliyor; orada diplomatik bir görevli olarak bulunsa da, efendilerin oryantalist arayışıyla değil, yoksulların dünyasından ve eşitlik arayışıyla bakabiliyor topluma. “Hemen hemen bütün dinsel hücreler batılı serüvenciler tarafından yönetiliyordu; kuzey ve güney Amerikalılar da eksik değildi. Tabii bunların arasında iyi niyetli kişiler vardı, ancak birçoğu ucuz bir pazarı sömürüyordu. Bunlar, kendilerine inananları Yoga ve saçma sapan laflarla besliyordu” (s. 131). Büyük ozanlar, gözlemleri ve eşsiz yorumları bir yana, sanat anlayışlarını da, en iyi bu türden anı/anlatılarda (ya da Nâzım Hikmet’in Kemal Tahir’e yazdığı “Mapusaneden Mektuplar” düşünüldüğünde, mektuplarda) orta-ya koyuyorlar galiba. Örneğin sanatın “faydalı” olması gerektiğinden dem vuruyor Neruda, “Şiir, bir parça ekmeğe, topraktan bir tabağa, ya da beceriksiz bir elin severek işlediği bir
tahta parçasına benzer” (s. 79) derken. Ya da, “şiir kaba bir kumaş değil, durmadan akan bir nehirdir. Hammaddesini oluşturan öğeler, varolan ve varolmayan şeylerdendir” (s. 186) diyerek kaynaklarının sonsuzluğuna yönelirken. Son olarak, tüm tartışmaları ve kaynakları, “ateş ve dumanla” özetlerken. Evet, hep böyle “pratik” çözümler buluyor o büyük tartışmalara. Gerçekçiliğin bir okul olarak nerede durduğuna, kendi şiirinin kimden ne kadar etkilendiğine, ne ölçüde gerçekçi olduğuna vb. dair tartışmaları da bu şekilde çözmeye çalışıyor. Önce “Gerçekçi olmayan şair ölür. Sadece akla aykırı yazan şair, kendince ve sevgilisince anlaşılır ancak. Bu da oldukça umut kırıcı. Sadece akılcı olan şairi eşekler bile anlar. Ama bu da epey hüzün verici” (s. 398) sözleriyle o büyük tartışmayı bitirmeye çalışıyor. Sonra, etiketlere, şablonlara, kategorilere boğulan bir sanat ortamında “okulsuz ve sınıflandırılmamış kitaplar istiyorum, hayatta olduğu gibi...” (s. 443) diye döküyor içini. Ve ekol tartışmaları ona rağmen üzerine gelmeye devam edince, “Estetik tartışmaları beni ölesiye sıkar” (s. 508) diye kestirip atıyor eleştirmenlerinin yüklenmelerini. Neruda ve o büyük ozan kuşağının bir özelliği daha açığa çıkıyor böylece; sürekli kendi üzerine katlanıp bükülen, kuramsal bir zenginlikten çok çekemezli-
80
GELENEK 95
ğin izleriyle yürüyen, dayanışma kültüründen çok birbirinin eksiklerine yaslanarak “gelişen”, yazarın özgürlüğüne dair hükümler belirleyen tartışmalardan “kaçıyorlar”; bunlarla vakit kaybedeceklerine, yaşamayı, üretmeyi, mücadeleyi ve yazmayı tercih ediyorlar. Kendi kuramsal yaklaşım ve eleştirilerini ise mektuplarına ve anılarına, incelikle yerleştiriyorlar. Sanatın siyasal mücadeleyle buluşması ve bunun (elbette kimi gerilimler barındırsa da), birbirini besleyerek büyüten sürekli bir ilişkiye dönüşmesi ise, Neruda, Aragon, Nâzım gibi şairleri bir başka büyütüyor. Neruda ilk buluşma anını şöyle anlatıyor: “Şiirlerime, sokağa açılan kapıyı kapayamazdım. Tıpkı genç şair kalbimden, aşka, hayata, sevgiye ya da üzüntülere açılan kapıyı kapayamayacağım gibi” (s. 83). Daha sonra Lorca’yla ve İspanya İç Savaşı’yla buluşması; “Kalbimdeki İspanya” kitabının, cephede, askerlerin flamalarından vb. icat ettikleri özel baskı malzemeleri ve yöntemleriyle çoğaltılıp dağıtılması; Paris elçisi olarak ölüm tehdidiyle yaşayan göçmenleri Şili’ye kaçırması; tozdan gözleri kıpkırmızı bir maden işçisinin “seni çoktandır tanıyorum ben kardeş” sözlerinden etkilenerek partiye katılması ve benzer anıları, kapıların birer birer açıldığı kritik dönemeçler olarak “itiraflar” arasına yazılıyor. Tercihini partili mücadeleden
yana yapıyor ama “yaşayan” sosyalizmin eksikleri-gediklerini de, kapitalizmin sömürücü ve saldırgan karakteri gibi sürekli olarak eleştirel aklın süzgecinden geçiriyor. Sanattaki Sovyet dogmatizmine karşı, Çin’de “yasak aşk” yaşayan şairlerin yazarlar birliğinden alınıp garson yapılmasına karşı vb. “Hayat kurallardan daha inatçıdır ve galip gelir. Hayat bir devrimdir, kurallar ise sonunda tabuta girecektir” (s. 301) diye isyan etmesi ise, onu mücadeleden uzaklaştırmıyor. Tam tersine, isyanını yeni bir mücadele ruhuyla birleştiriyor. Faşizme karşı mücadele ve yazılan şiirler ise, on yıllar boyunca hayatının merkezinde duruyor. Partinin cumhurbaşkanlığı adaylığına kendisini göstermesi, Allende’nin yükselişi ve Pinochet’nin faşist darbesiyle sonuçlanan son siyasi adımlar, “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” diyen ozanın, yaşamını ve itiraflarını yarıda bıraktıran trajik bir sona uzanıyorlar. Ancak bu olayların hemen arifesinde, (kitabın da son bölümlerinden hemen önce) anılar ve yolculuklarla 1973’e gelindiğinde, teker teker portreler çizilmeye başlıyor Neruda’nın hafızasında ve dilinde. Paul Eluard ve Türkçe’de pek tanımadığımız Latin Amerikalı yazarlar, Türkçe’de ve kalbimizde çok iyi tanıdığımız Allende ve Castro’lar, kitabın son bölümlerinde bilinmedik yönleriyle parlıyorlar.
81
OKUMA NOTLARI: Pablo Neruda
“Büyük bir çocuk” olarak görülen Fidel için söyleneni buraya almakla yetinelim: “En usta politikacılar ve işçi önderleri, anlamlı ve geçerli konuşsalar da, sözleri aşınmış ve tekrarlanmaktan gücünü yitirmiş formülleri sakız gibi çiğner dururlar. Fidel formüllerden hiç hoşlanmıyordu. Dili çok olağan ve öğreticiydi. Konuşurken ve öğretirken kendisi de öğreniyora benzer bir hali vardı” (s. 484). Evet, artık sona geliyoruz. Evet, giderek sağlığı bozuluyor Neruda’nın. Evet, lösemi hastalığı yüzünden, acılar ve ağrılar bütün bedenini sarmaya başlıyor. Evet, arada “taşra okullarındaki ödül törenlerinden bir farkını göremediği” Nobel ödülünü alıyor, pek de umursamıyor. Ve evet, faşist darbe gerçekleşiyor Şili’de. Ve yine evet, darbeden 10 gün sonra, Allende’nin ve diğer yoldaşlarının katledilişinin de acısıyla ozanın ölümü hızlanıyor ve son noktaya geliniyor 23 Eylül’de. Ama hayır diyor halkı; bıyığı da kafası gibi “daglıs” -geçenlerde hak etmediği şekilde “eceliyle” ölen faşist diktatör- artık bir halk kahramanı olan yazarın ölümüne dönük tepkileri “yumuşatmak” için 3 gün yas ilan ettiğinde, onun eski şiirlerinden yeni şiirler üretiyor. 1948 yılında yazılan “Satraplar” şiirini alıp Pinochet için yeniden uyarlayarak, diktatöre karşı şiirle de mücadele veriyor. Ve hayır demiş oluyor bir
anlamda, ozanın ölümüne (bkz. aşağıdaki ikinci belge). Ve yine hayır diyor Curt Meyer Clason diye halktan bir yazar; “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum”un yarıda kalmasına izin vermiyor. “Hayır, yarıda bırakamazlar hiçbir şeyi” diyerek Neruda’nın üslubuyla tamamlıyor İtirafları. Pinochet’nin yapıp ettiklerini ve ozanın hislerini de ekliyor anıların sonuna. Neruda’ya, halkın kolektif aklına kaydolan şiirlerine ve mücadelesine de böylesi yakışıyor. Bu yalın şiiri ve onun halkı harekete geçirebilen gücünü engelleyebilmek, yarıda bırakmak ya da yok etmek mümkün değil ki! (Tıpkı, “internette yayınlanma” yasağı getirerek Nâzım’ın şiirlerinin halkıyla buluşmasını engellemenin mümkün olmaması gibi. Tıpkı, Nâzımca yazılmış yeni şiir ve metinlerin, Nâzımca yapılmış eylemlerin, yasakçıların karşısına çıkıvermesi gibi). Son olarak, kısa da olsa, anılardan şiirlere uzanacak olursak; en başta ve başlıkta sözünü ettiğimiz “soyutlamadaki başkalığa” bir kez daha bakabiliriz belki. Anılar hakkında yazıp çizdiğimiz için “Anı” şiirinin ilk dizeleriyle belki: “Anımsamalıyım her şeyi, / izini çimen yapraklarının, ipliklerini / düzensiz bir olayın, ve / evleri, milim milim, / uzayıp giden demiryollarını / dokunmuş yüzünü acının. // Yanılırsam bir gül dalında / tavşanla karıştırırsam
82
GELENEK 95
geceyi / ya da boydan boya bir duvar / yıkılmışsa belleğimde, / yeniden yaratmalıyım havayı / buğuyu, toprağı, yaprakları / saçı, bir de tuğlaları, / batan dikenleri ellerime / kaçışın hızını.” Sadece bir imge ya da çağrışım zenginliği değil bu; “anılar”ın oluşması ve örülmesine, birikip akla düşmesine, geçmişin “gelip gitmesine” dair bütünlüğü görebilmemizi sağlayan farklı bir bağlantılar zinciri. Somut işaretlerden “anı” dediğimiz birikimi soyutlayabilmek ve sorgulayabilmek... Anı dendiğinde, anlık canlanmaları, tıkanıp kalmaları, unutmaları, bilinci ve bilinçdışını birlikte anlatabilecek, ilişkilerini gösterebilecek bir soyutlama ya da. Soyutlama bu düzeyde olunca, çeviri de ayrı bir “sorun” haline geliyor haliyle. Düşüncenin sıçramalı akışını, beklenmedik iniş ve çıkışları, ilk başta ilgisizmiş gibi gözükenlerin sonunda birbirini bütünleyen parçalar olarak konumlanmasını, yan okumalara imkan sağlayan özel referansları ve bütün bu “karmaşa”ya rağmen dildeki sadeliği, çok iyi süzüp yansıtabilmek gerekiyor. Burada kimi çevirileri eleştirip diğerlerini öne çıkarmak gibi bir şey yapmayacağız. Hepsini incelediğimiz de söylenemez. Ancak “soyutlamanın gücü”nü verebilmek dışında bir noktayı daha vurgulayabiliriz; ona da, yabancı bir şairin, çok sayıda Türkçe yazan şair tarafından çevrilmiş
olmasının yarattığı zenginlik diyebiliriz. Her şairin kendi söyleyiş biçimini, dili kurma, çatıyı oluşturma, sözcüklerin iç uyumunu, cümlelerin müziğini gözetme tekniğini vb. kendi çevirilerine yansıtması, farklı Neruda (ya da genel anlamda “şiir çevirisi”) okumalarını mümkün kılıyor. Daha başka çevirileri de olmakla birlikte, örneğin, bizim ulaştığımız Enver Gökçe çevirisi şairin yerel ağızlara meraklı, destansı anlatımını şiir çevirilerine yansıtırken, Kemal Özer çevirisi de yalınlığı ve soyutlamadaki farklılığı öne çıkarıyor. Diğer çevirmenler arasında ise, Adnan Özer, Erdal Alova, Hilmi Yavuz, Erdoğan Alkan gibi yazarlarımız var… “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum”un, baba oğul Arpad’lar tarafından yapılan çevirisinde ise, yer yer aksamalar ve atlamalar görülüyor. Ancak sahaflardan bulduğumuz Altın Kitaplar baskısının, sonradan Evrensel’de birçok değişiklik geçirdiğine dair duyumumuzu da ekleyelim. Ayrıca, okuyabileceğiniz en zengin anı metinlerinden biri için, yaşama ve yazma coşkusunu en üst düzeyde hissettiren bir kitap için, iyi ki aynı cephede mücadele veriyoruz dedirten bir yazar için, okuru müdahaleye ve “itiraflar”a yönelten bir okuma etkinliği için, birkaç “çeviri boncuğu”nun lafı mı olur!.. ***
83
OKUMA NOTLARI: Pablo Neruda
Bitirirken, Neruda’nın çağrıştırdıklarından hareketle, Latin Amerika edebiyatının geneline dair iki küçük not da düşmek istiyoruz. Birincisi, Neruda’nın gerçekçilik tartışmasında gösterdiği “pratik tavrın”, kıta edebiyatına özgü yanı. Aslına bakılırsa, Latin Amerika edebiyatının gerçekçilik diye bir “sorun”u olmaması şeklinde de ifade edilebilir. Zira yazarları, geçmişten gelen “büyülü” hikayelerle ya da maneviyatçı/ruhçu geleneksel kültürleriyle son derece barışıklar. Onların efsanelerini, folklorik öğelerini, gölgeli anlatımlarını, şeytanla yaptıkları yolculukları, karanlık bölgelerdeki gizli pazarlıkları ve anlaşmalarını kabul ediyor, eserlerine taşıyor, hatta bundan gurur duyuyorlar. Sonuçta da, gerçekliği -bilinçdışı dahil- farklı boyutlarıyla kavramaya dönük denemelere rahatlıkla açılıyorlar. Üstelik modern akımların üst gerçekçi yaklaşımlarıyla geleneklerinin büyülerini birleştirip, güncel toplumsal-siyasal uzanımları da ekledikleri eklektik tarzlarına, “büyülü gerçekçilik” diyip işin içinden çıkıveriyorlar. Ne yaparlarsa yapsınlar, mistik ya da gizemci görünmeme hakkını ise, sanki doğuştan kazanmışlar. Bir ikinci husus; kıta geneline yayılan, sömürgecilere karşı verilen ortak kavganın, ülkelerin neredeyse tamamında konuşulan ortak dilin, eski yerel halkların
mirasından gelen ortaklığın vb. taşıyıp getirdiği bir “ortak bilinç”. Yazarların kalemlerine, anlattıkları öykülere de yansıyor bu “ortaklıklar”. Kan, kin ve mücadele dolu tarihlerine dönük ortak bir sorgulama, duyarlılık ve sahiplenmeye dönüşüyor. İşgaller, savaşlar, yerli halklar, melezleşen gelenekler, destanlar vb. bilinçlerinin akışına ve sıçramalarına kaynak ve zemin sağlıyor. Başka bir deyişle, kıtanın özgürlüğü için verilen dövüşler de, birleştirici ve kaynaştırıcı oluyor yazarların dünyasında ve elbette yazarların kurguladığı “öteki dünya”da. Kıtanın devrimci liderleri, eşitlikçi zeminde yeni bir birliğin imkanlarını araştırırken, yazarları bunu edebiyat alanında kurmaya başlıyor. Latin Amerikalı yazarlar arası dayanışma ve ortak ses, o topraklardaki derin toplumsal sarsıntılarda duyarlığını daha da artırıyor. Kuzeydeki emperyalist gücün arka bahçesi olmaya dönük bir reddiye, onca darbeye ve karşı devrimci müdahaleye rağmen emperyalizmle korkmadan mücadele etme kültürü, ezilmişliğe karşı verilen savaşımlarla dolu tarihini sahiplenme, aynı dili konuşan halklar olarak birleşme ufku gibi unsurlar da, karşı devrimci hükümetlere yanaşan bazı istisnalar dışında, yazarlık bilinçlerinin bir parçası haline geliyor. Önce yazarların, onun ardından da giderek etkinleşen okurların üretimleriy-
84
GELENEK 95 Nikos Kazancakis, El Greco’ya Mektuplar, çev. Ahmet Angın, E Yayınları, 1995. Elias Canetti, Kurtarılmış Dil, Kulaktaki Meşale ve Gözlerin Oyunu, çev. Şemsa Yeğin, Payel Yayınevi, 1995, 1997 ve 2000
le, Latin Amerika edebiyatı bir başka kaynıyor. Bu kaynama ve kaynaşmayla da açıklanabilir ama onun da ötesinde, dünya genelinde romanın gerilemesi tartışılırken, müthiş bir edebi zenginlik de oluşuyor. O halde, sadece Neruda’yla “yaşadıklarınızı itiraf etmek”le ve politik metinlere yönelmekle yetinmeyin; Paz’ın “yalnızlık dolambacı”ndan ve Sabato’nun “tünel”inden geçip Benedetti’nin “mola”sında durduktan sonra Carpentier’yle birlikte “suların ayrıldığı yer”e gelin, ardından zaten, Cortazar’la “sek sek” oynayıp Fuentes’le “deri değiştirme”yi, Infante’nin “kapandaki üç kaplan”ına bakıp Marquez’in “yüzyıllık yalnızlık”ını paylaşmaya başladığınızı göreceksiniz…
*** Birinci Belge Yıllar Önce Yürüyüş’te, Şili’den Türkiye’ye Ortak Yürüyüşümüzde Pablo Neruda’nın “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” anıanlatısı üzerine, kitabın ilk yayınlandığı dönemde, 1975 senesinde Yürüyüş Dergisi’nde Mesut Odman tarafından kaleme alınan yazıyı, birinci ek ve belge olarak aşağıda sunuyoruz:
Kaynaklar ya da notlanması önerilen okumalar:
Neruda’nın Yaşadığı
Pablo Neruda, Yaşadığımı İtiraf Ediyorum, çev. Ahmed Arpad, Burhan Arpad, Altın Kitaplar, 1976 (Yazı boyunca sayfa numarası belirtilerek yapılan bütün alıntılar, bu kitaptandır). Pablo Neruda, Şiirler, çev. Enver Gökçe, Doğrultu Yayınevi, 1978 Pablo Neruda, Sevdiğime Seslenir Gibi, çev. Kemal Özer-Sibel Özbudun, Yordam yayıncılık, 1992 (“Anı” şiiri çevirisi bu kitaptan alınmıştır). İlhan Akalın, Geçici Zaman Diliminde Yaşam, Yoğunluk Yayınları, 2006
Mesut Odman Çağımızın en büyük şairlerinden Pablo Neruda 23 Eylül 1973’te, Şili halkının tarihsel deneyini kana boğan 11 Eylül faşist darbesinden on iki gün sonra öldü. Bugün onun şiirlerinden küçük bir bölüğü, bir de yaşamının son günlerinde tamamladığı anılar kitabı, Yaşadığımı İtiraf Ediyorum, dilimize çevrilmiş durumda. İlginç bir şey bu, sanat ve kültür hayatımızın gelişme derecesini gösteren bir olgu: Son on beş yirmi yıldır bütün dünyanın sözünü
85
OKUMA NOTLARI: Pablo Neruda
oylarıyla senatör seçilir; onların davasını savunur. 1970 yılında Partisi onu bu kez Cumhurbaşkanlığına aday gösterir. Sonraki günlerde, Halk Birliği’nin ortak adayı Allende’yi desteklemek için Neruda adaylıktan çekilir. Halk Birliği seçimi kazanır. Çağdaş sanatçı nasıl bir insan olmalıdır, sorusunun en güzel cevaplarından biridir Neruda. Onun hayatı boyunca sürdürdüğü siyasi tavrını, şiirini, şiir sanatı üzerine söylediklerini kavrayamamış bir şair mutlaka eksik kalacaktır. “Burjuvazi gerçeklere gittikçe yabancılaşan bir şiir istiyor. Can çekişen kapitalizm, şairin, ekmeğe ekmek ve şaraba şarap demesini bile tehlikeli buluyor. Bir şairin kendisini ‘küçük bir tanrı’ saymasını kapitalizm daha uygun görüyor. Bu kanı, ya da bu davranış, egemen sınıfları hiç tedirgin etmiyor. Şair heyecanlanıp tanrılara özgü yapayalnızlığında direnince, satın alınması, ya da ezilmesi zorunluluğu da kalmıyor. Bu arada ise, ‘dünya kendi yolunda, kendi göz kamaştırıcılığında sarsılarak ilerliyor’ (s. 382). “Gerçekçi olmayan şair ölür. Fakat yalnız gerçekçi olan şair de ölür. Sadece akla aykırı yazan şair, kendisince ve sevgilisince anlaşılır ancak. Bu da oldukça umut kırıcı. Sadece akılcı olan şairi eşekler bile anlar. Ama, bu da epeyce hüzün verici” (s. 342). “Şiirin gerçeküstü ya da gerçek altı olmak için hiçbir nedeni yoktur. Ama, şiir gerçekliğe karşı olabilir. Bunu çok haklı ya da çok haksız yapabilir. Yani bütün şiir yanıyla” (s. 380). “Kim karar verecek, mısralar da-
ettiği, dünya halklarının hayranlığını kazanmış bir büyük şairin yüzlerce şiirinden birkaçı, o da ancak Nobel ödülünü aldıktan sonra dilimizde yayınlanıyor. Buna karşılık, anılar kitabı, sadece bir yıllık bir gecikmeyle piyasaya çıkarılıyor. Sanat yayınlarının büyük ölçüde güncel siyasal olayların güdümünde olduğunu ileri süren görüşü destekliyor bu, ama yine de olumlu bir gelişme. Neruda’nın şiirlerinin de çevrilmesini bekleyebiliriz artık. Neruda’nın bir dünya şairi, bir dünya yurttaşı olduğunu anılarından öğreniyoruz. Ama, kuşkusuz, Şili’li bir dünya yurttaşı. Hayatı boyunca halkının mücadelesine katılmış, Şili emekçilerinin türkülerini söylemiş. Çok uzaklardayken bile, ülkesi hep aklındadır. Uzaydan dönen kozmonot Titov’a, Moskova’daki madalya töreninde, şunları söyler: “Söyleyin bana, gökyüzünde dolaşır ve aşağıdaki dünyamızı seyrederken, Şili’yi de gördünüz mü?” Neruda’nın ilk şiir kitabı 1923’te, 19 yaşındayken, basılır. Uzun yıllar bir gezgin hayatı yaşar Neruda. Ama yirmi yaşında bir üniversiteli olarak girdiği siyasal mücadeleyi, kişiliğini geliştirerek sürdürür. Bütün dünya halklarını, onların şairlerini yakından tanır; dostluklar kurar. İspanya iç savaşında cumhuriyetçilerin yanında yerini alır. Partiye girme kararını o yıllarda vermiştir. Şöyle anlatır bunu: “Kısacası, kendime bir yol seçecektim. İşte bu yolu, İspanya’nın yaşadığı kötü günlerde seçtim ve hiçbir zaman da pişman olmadım.” Partisi onu senato seçimlerinde aday gösterir. Maden işçilerinin
86
GELENEK 95 verdi (s. 374). “Ona böyle şeyler yakıştırmanın sonu nereye varır, diye düşünmemiş ve onun kanatlarını kesmiş oluruz” (s. 374). Noktalama işaretlerinin yanlış kullanılması, bıktırıcı dizgi hataları okumayı daha da güçleştiriyor. Sonuç olarak, bu güzel kitabın epeyce harcanmış olduğu söylenebilir. Ama, hepsine katlanarak, mutlaka okumalıyız bu kitabı. “Şili halkı, benim halkım için büyük zaferler kazanmış olan partimle bir çekişmem, bir sorunum olmadı hiçbir zaman. Daha ne söyleyebilirim? O arkadaşlarım kadar sıradan, onlar kadar dirençli ve alt edilmez olayım isterim sadece” diyen bu devrimciyi iyi tanımalıyız. “Benim hayatım, bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır… Bir şair hayatıdır” diyor Neruda. Bu hayatı öğrenmek gerek.
ha kısa, daha uzun, daha ince, daha kalın olmalı, diye? Daha sarı ya da daha kırmızı olsun, diye? Şiiri yazan şair kestirir bunu. Soluğuyla, kanı, bilgisi ya da bilgisizliğiyle. Bunu kestirir. Çünkü bütün bunlar şiirin günlük ekmeğidir” (s. 342). “Mısralarını yüz otuz bin kişi önünde okuyan bir şair, değişmesin olamaz. Böylesine bir deneyden geçen şair, eskisi gibi değil, daha başka yazar” diyen Neruda, pek çok ödül kazanmış bir sanatçıdır. Ama, siyasal bir toplantıda şiirlerini okuduğu on bin maden işçisinin verdiği şu ödülden daha değerlisi düşünülebilir mi? “Ben en son konuşacaktım. Adım ve şiirimin başlığı, ‘Stalingrad için yeni sevgi türküsü’ duyulunca, olağanüstü bir şey, ömrüm boyunca unutamayacağım bir törenle karşılaşıverdim. Dev yığın, adımı ve şiirimin başlığını duyar duymaz, şapkalar sessizce çıkarıldı.” Neruda çok şey anlatıyor anılarında: çağımızın büyük sanatçılar olan dostlarını, birçok dünya ülkesini, politikacı dostlarını, Şili’de ve öteki ülkelerde katıldığı ya da tanık olduğu siyasal mücadeleleri, Latin Amerika’lı devrimcileri, 11 Eylül darbesinin öncesini... Son derece öğretici bir kitap Yaşadığımı İtiraf Ediyorum. Ama, güç okunuyor. Çeviri yer yer kötü. Şunlara benzer cümleler var, sözgelimi: “Aradan birkaç saat sonra, elma almakta olduğum manavın önünde atlı bir araba durdu” (s. 81). “Zamandan başka bir şey kayboluşluğu mekanlarına girip çıktık” (s. 97). “Ölüm onun çelişkili ziyan olmuşluğu su götürmez varlığına son
Mesut Odman, Yürüyüş, sayı 24, 23 Eylül 1975 İkinci Belge Yıllar Önce Yeni a’da, Neruda’nın Son Şiirinden Etkin Okura Pablo Neruda’nın en son yazdığı ve hatta yarım bırakmak zorunda kaldığı düzyazı metni “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” ise, tamamladığı en son şiirinin de, “Satraplar” olduğu düşünülür. Kemal Özer’in bu şiir üzerine 1973 ve 74 yılında Yeni a Dergisi’nde kaleme al-
87
OKUMA NOTLARI: Pablo Neruda
dığı iki yazı, şiirin etkin okurun müdahalesiyle “son şiir” haline gelmesinin öyküsünü anlatıyor. Neruda şiirinin gerçek ruhunu yansıtan bu olaya dair yazıları da, ikinci bir belge olarak sunuyoruz (Son bir parantez açıp, benzer -toplumcu- damarlardan beslenen bu iki büyük şairin, babalarının demiryolcu olmasına dair bir benzerlik daha bulunduğunu not etmeden de geçemiyoruz):
sömürgeciliğin elinde uzun yıllar inlemiş bir ülke olduğunu anımsayalım. Sonra, Neruda yazmaya başladığı sırada, ülke edebiyatına “eski şiir geleneğinin fosilleşmiş simgelerini kullanan”, “Latin Amerika kültüründen kopmuş, taklitçi ve snob” ozanların egemen olduğunu. Neruda siyasal bağımsızlığın yetmediğini, yanı sıra kültür bağımsızlığın gerektiğini saptayarak işe girişir. O da, ülkesinin bütün ozanları gibi, Avrupa şiirini, özellikle de Fransız sembolist şiirinin “kargınmış ozanları”nı (Baudelaire ve Rimbaud) okuyup özümseyerek yazmaya başlamıştır aslında. Ne var ki salt kitaplara, eğitime, kültüre dayanan bir şiirin, yanardağlar, pampalar ve çöllerle kaplı bir ülkenin şiiri olamayacağını görür. Böyle bir ülkenin şiirini yazmak istiyorsa, “soyluca döşenmiş salonlar ve oturma odaları için” yazmaması gerektiğini anlar. Güney Amerika anakarasının, yerel yapısına sıkı sıkıya bağlı olan kaynaklarına, kimliğine ve yazgısına yönelir. Kültürünü Avrupa uygarlığı ile Şili halk kültürü bileşimi üzerine kurar.
Neruda’nın Son Şiirini Okurken Son Şili olaylarının, tıpkı İspanya İç Savaşı gibi, insanlara öğreteceği birçok şey var. Bunlardan en yakını, şiirin etkinliği konusunda olanı. Şiir, Neruda’nın dizeleriyle savaşa katılmıştır Şili’de. Ünlü ozan, ölümünden on gün önce yazdığı “Satraplar” şiiriyle, ülkesini kana ve acıya boğanların içyüzünü dökmüştür ortaya. Kuşkusuz bununla kalmayacak, yeni yeni dizelerle halkının direncini bileyecekti ölmeseydi. Neruda’nın son şiirini okurken, ne ölüm döşeğinde bulunmanın çekinmezliğini, ne de bir anlık duygulanmanın gözükaralığını buluyoruz onda. Tersine, durulmuş bir öfke, örtü tanımayan bir irdeleyiş söz konusu. Alabildiğine açık, duru, anlatımcı. Ozanın bu konuma nasıl geldiğini araştırmadıktan sonra, ne yiğitçe davranışının, ne de duru anlatımının tam anlamıyla önemini kavrayabiliriz.
Temel soru Neruda’yı bizim de dikkatle kavramamız gereken bu aydınlığa, şu soruyu sorabilmiş olması çıkarıyor: “Beni ilgilendiren tek şey insanların temel hakları. Onları duyabilmeli ve ozan onların sesi, çığlığı olmalı. Böylelikle, sosyal haksızlığa karşı savaşmak da ozanın görevi. Az gelişmiş ülkelerde, hor görülen ülkelerde, benim Latin Amerika’mda milyonlarca ama milyonlarca okuma yazma bilmeyen var. (...) Ve bu 60 milyonun ve daha bilmem kaç mil-
Geri bıraktırılmış bir ülkede İlkin, ülkesinin geri bıraktırılmış, 88
GELENEK 95 sunda şöyle der: “Gecenin ya da günün belirli bir saatinde, orada duran nesnelere derinlemesine bakmakta yarar vardır: Geniş, tozlu yollar aşmış tekerlekler, kömür çuvalları, fıçılar, sepetler, marangoz gereçleri... İnsan elinin ve toprağın dokunmuşluğunu yansıtırlar; bu yansıma acı çeken ozan için bir derstir. Eskimiş yüzeyler, nesneler üzerindeki parmak izleri... Çoğunlukla trajik ama genellikle belirsiz duygular getiren bir duyarlık bu nesneleri kuşatmıştır. Bunlar gerçeğe, hafife alınamayacak bir büyülenmişlik kazandırırlar. İnsanoğlunun görkemden uzak karışıklığı bu nesnelerde belirir. Bu dağınıklık, kullanılmış ve atılmış nesnelerde, el ve ayak izlerinde, bütün nesnelerin içinde ve dışında insanlığın sürekli damgasını taşır. İşte biz bu tür bir şiiri aramalıyız. Asitle ya da insan eliyle eskitilmiş, duman ve tere batmış, sidik ve zambak kokan ve yaptığımız her şeyle bulanmış bir şiir. Eski giysiler kadar kirli, yemek lekeleri ve utançla kirlenmiş bir beden kadar pis, buruşukluklar, gözlemler, düşler, uyanıklıklar, budalalıklar, siyasal inançlar ve yergilerle dolu bir şiir.”
yonun okumayı bilmediği düşünülürse, işte o zaman yazar kendine en önemli soruyu, kendi varlık sorusunu sormalıdır; yani kimin için yazdığını.” Neruda, bu soruya doğru karşılığını verdiği için, şiirlerini kasabalarda, köylerde, alanlarda, herkese, hatta Patagonya’daki koyun kırpıcılarına bile okuyabileceği bir yalın anlatıma ulaşır. Başarısını yalnız kişisel bırakmaz, başka ozanlara da genişleyecek bir estetik yapı sorunu biçiminde ortaya koyar. Şiiri de içine alan kavga bir bütündür çünkü; yalnız şu ya da bu ozan için kazanılmaz, ülkesinin, hatta aynı durumda olan bütün Latin Amerika anakarasının edebiyatını da değiştirmek söz konusudur. Saf olmayan şiir Nitekim bu girişiminde onun yola çıktığı saptama bütün bir anakarayı kapsar: “Bir Aztek delikanlısının, Arjantinlinin ya da Kübalının Kafka, Rilke ya da Lawrence’a bağlandıklarını görünce öfkelenmemek elden gelmiyor. Gençler ‘saf şiir’ adına, daha delikanlıyken yaşlanıyorlar, en basit insanlık görevlerini unutuyorlar. Savaşmayan kim olursa olsun korkaktır. Geçmişten arta kalanlara dönmek ya da düşlerin labirentini araştırmak, çağımıza yakışan bir uğraşı değildir.” Bu saptamanın ardından yeni bir öneri getirecek, şiirin estetiğini değiştirme savaşına başlayacaktır. İnsanı somut gerçeklerden yalıtan, kitaplara dayalı bir aydın kültürüyle beslenen “saf şiir”e karşılık, Neruda “saf olmayan şiir”i savunacaktır. Çağımıza yakışan vakur, sade bir uğraşın nasıl olması gerektiği konu-
Elli beş yıllık bir uygulama Aşağı yukarı elli beş yıl önce şiir yazmaya başlayan Neruda, kurduğu kültür bileşimi ve estetikle ülkesinden başlamak üzere bütün Latin Amerika anakarasında ve dünyada etkisini duyurmuş, geniş kitlelere ulaşarak şiirin gücünü ve etkinliğini göstermiştir. Bu etkinliği küçümseyenlere, bir milyonu geçen basım sayısıyla Neruda’nın kitapları yanıttır. Adanmış sanatı gözden düşür-
89
OKUMA NOTLARI: Pablo Neruda
meye kalkanlara, Neruda’nın Nobel alan şiiri yanıttır. Bedenle olduğu kadar, dizelerle de faşizme ve diktatörlere karşı, halkın yanında çarpışma görevine Neruda’nın son şiiri yeni bir örnektir. Ama bizim, geri bıraktırılmış bir ülke sanatçısı olarak, varılan sonuçlardan önce, bu sonucu doğuran birikimden, yani Neruda’yı Neruda yapan koşulların değerlendirilmesinden öğreneceğimiz şeyler var.
“sanatçıyı yüceltme”, “sanatı büyülü bir uğraş olarak algılama” gibi yabancılaşmalar yatmaktadır. O, okurluğunu kendisine ayrılmış bir pay olarak algılamakta, payına düşeni yerine getirip yapıt karşısında “en fazla” bir özümleyici ve alkışçı olabileceğini düşünmektedir. Nitekim böyle bir okur, ancak beğenisiyle seçkinleşmekte ve seçkinliği oranında okurluk payı artıp sanat yapıtı önünde başkalarından ayrıcalıklı hale gelmektedir.
Kemal Özer, Yeni a Dergisi, Kasım 1973 Toplumcu gerçekçiliğin okurdan beklediği Oysa toplumcu gerçekçi sanat, yerleşik değerlerin tümüne olduğu gibi, “okurla ilişki”ye de değişik bakmak, onun işleyişini değiştirmek zorunda. İnsana bakışı, yaşamı kavrayışı bu zorunluğu yaratıyor. Çünkü o, yaşamla insanın arasına girici, yabancılaştırıcı, insanı bireysel sorunlarına yöneltici değil, tam tersine, yaşam içinde bilinçli, etkin bir öğe olması için insana toplumsal bir varlık olduğunu duyurucu, gerçeği kavratıcı bir sanat. Böyle bir sanatın okura bakışında egemen olan da en başta etkinlik. Okurdan etkinlik istiyor. Bireysel kabuğunu kırıp toplumsal bir varlık haline gelen okur, sanat yapıtının karşısında yalnızca beğenisiyle var olan bir yaratık değildir. Yapıta, yaratılışından yayılışına değin katılan, onu bütünleyen, sürdüren, geliştiren, onunla tartışan, yaşamına onu katan, eleştiren, onun özünü yeniden yaratan bir varlıktır. Sanatçıyla arasında ayrımdan değil, bütünleşmeden söz edilebilir ancak. Yapıtı, onun etkinliği olmadan doğmuş
Okurun Eylemi Yeni a Dergisi’nce önemsenen, çeşitli yazılara konu alınan sorunlardan biri de “okurla ilişki” olmuştur. Edebiyatın niteliğini belirleyen ölçütler araştırılırken, “okurla ilişki”nin temel öğelerden biri olduğu belirtilmiş, edebiyatımızın bu konuda şimdiye değin, yapısı gereği, yanlış bir tavır içinde olduğu saptanmıştır. Özetlersek, bu tavrın iki ayrı görünümle karşımıza çıktığı söylenebilir. Edebiyatımızın değerler düzeni açısından baktığımızda, okurla yaygın ilişkiler kurmanın bir değer haline getirilmesinden korkulduğunu görürüz. Okurun sanat yapıtı karşısındaki tavrı ise tek yanlı ve edilgindir. Aralarında köklü bir etkileşim, dinamik bir alışveriş söz konusu değildir. Ancak beğenip beğenmemek, tat alıp almamak açısından bir yapıtla ilişki kurmaktadır okur. Bu bekleyişin, bu içedönük kabullenişin, bu yapıta katılmayı akıl etmeyen bencilliğin altında, elbet uygulanan duygusal eğitimin kendisine aşıladığı “yaratışa saygı”, 90
GELENEK 95 müzde. Bu sayıda yer alan “Gerçeğin Efsanesi” adlı yazıdan söz etmek istiyorum. Bilindiği gibi, Allende’yi deviren faşist cuntaya karşı girişilen direnme hareketi sırasında, 20 Eylül 1973 günü Buenos Aires’teki La Opinion dergisi Neruda’nın son şiiri “Satraplar”ı yayınlamıştı. Bütün dünyada heyecan uyandıran bu şiirin çevirileri hemen Avrupa gazete ve dergilerinde yer almış, Türkiye’de de ilk olarak Yeni a Dergisi’nin Ekim 1973 sayısıyla birlikte ek halinde verilmişti. Yukarıda andığım yazıdan öğrendiğimize göre “Satraplar”, Neruda’nın ölüm döşeğinde yazdığı son şiiri değilmiş. 1948’lerde yazılmış bir şiirin son olaylara göre yeniden düzenlenmiş bir benzeriymiş. Kimin düzenlediği de bilinmiyor. “Neruda’nın Son Şiirini Okurken” adlı yazımda (Yeni a Dergisi, Kasım 1973) “Satraplar”dan söz ederken şiirin ve ozanın etkinliğini vurgulamış, “Şiir, Neruda’nın dizeleriyle savaşa katılmıştır Şili’de” demiştim. Şimdi buna okurun etkinliğini de katabiliriz. “Satraplar”, 1948’de yazıldığı zaman faşizmle savaşmayı amaçlıyordu. O günkü güncel olayların ve kişilerin adları ve imgeleri üzerine kurulmuştu. Örneğin Güney Amerika’nın diktatörlerini anıyordu. Okur ona sahip çıkmıştır, onu yaşamıştır. Bugünkü yaşamasında somut bir işlev kazandırarak şiirin özünü yeniden yansıtmıştır. Şiirin bu işlevi göstermesinde üstelik ozana yeni bir yaratma görevi bile düşmemiştir. Çünkü okurun eylemi onun eylemini bütünlemiştir.
sayamayız. Okurun eylemi Yazarın eyleminden söz açmak, bu bakımdan, okurun eylemiyle olanaklı. Okurun sanat, sanatçı, sanat yapıtı karşısında tavrını belirlemek, onu edilginlikten etkinliğe yöneltmek, sanat yapıtını bütünleyen bir boyut olduğunu, olması gerektiğini ona tanıtlamak için Yeni a Dergisi’nin süregelen girişimini burada bir daha anmak isterim. Eylemsiz Okurdan Eylemli Okura sayfası “okurla ilişki” sorununa getirilmek istenen açıklığın küçük bir örneğidir. Temelinde, okurla sanatçı arasında alışageldiğimiz ayrımın bulunmadığı, yani yaratma eyleminin tek yanlı, tek kişiye bağlı bir iş olmadığı, ancak birlikte, birbirini bütünleyen bir etkileşim sayılması gerektiği yatıyor. Okurun sanat yapıtına bitmiş, ilişilemez, ancak okunup rafa kaldırılır bir nesne olarak bakması yanlıştır. Onu yaşaması, yaşamasına sokup somut bir işlev kazandırması o yapıtın yaratılmasına katılmak sayılır. Bu bakımdan bir seyircigözleyici edilginliğinden sıyrılıp yaratışı bütünleyici etkinliğe, kendi eyleminin bilincine yönelmelidir. Bilmelidir ki okur olarak kendi eylemi olmasa, yaratıcı olarak sanatçının eyleminden de söz açılamaz. Ve bir sanat yapıtından tat almak hüneri, onu öteki insanlardan daha iyi anlamak uzmanlığı, daha derinden kavramak ustalığı değildir bu eylem, ona her anlamda sahip çıkmaktır. İlginç bir örnek Okurun eylemini daha iyi anlatmamızı sağlayacak bir örnek var önü-
Bir başka nokta Olay, bir başka noktaya daha ay-
91
OKUMA NOTLARI: Pablo Neruda
bir işlev olanağı taşımadığını, tam tersine bütün zamanlarda geçerli olabildiğini, bir yüzüyle de okurun sanat yapıtıyla ilişkisinin nerelere varabileceğini, eyleminin ne sonuçlar sağlayabileceğini gösteriyor diyebiliriz.
dınlık düşürücüdür. 1948 yılı için günceli yazan ozan, şiirine öyle bir evrensel boyut katıyor, güncelin konusu olan faşizmi bütün zamanlarda geçerli öyle bir konum içinde işliyor ki, bugün o şiir, işlevinden hiçbir şey yitirmemiş olarak yine ayakta, yine bir gereksinime karşılık verebilir canlılıkta. Yani kalıcı. Son özetlemede, “Satraplar” olayı, bir yüzüyle güncel şiirin gelgeç
Kemal Özer, Yeni a Dergisi, Mart 1974
92
RÖPORTAJ
20 Ocak 2007’de TKP tarafından düzenlenen “Doğu Sorunu” başlıklı uluslararası konferansa ve ertesi gün gerçekleştirilen TKP 8. Kongresi Türkiye Konferansı’na katılmak için İstanbul’a gelen Belçika Emek Partisi Siyasi Komitesi David Pestieau ile görüştük:
‘Uluslararası komünist hareket yeni bir başlangıç döneminde’ Partiniz Türkiye’de çok tanınmıyor. Dolayısıyla, uluslararası komünist harekete ve bu hareket içindeki konumunuza ilişkin değerlendirmelerinizi alarak başlayalım isterseniz. Ayrıca, bir süredir, Brüksel’de, her yıl çok sayıda ülkeden temsilcilerin katıldığı Uluslararası Komünist Seminer’i düzenliyorsunuz. Dilerseniz bu çalışmayla bağlantılı bir şekilde yanıtlayabilirsiniz. Şuradan başlamama izin verin: Bizim açımızdan, farklı ülkelerin komünist partileri arasındaki uluslararası ilişkiler çok önemli. Geçmişte, ilişkilerimizin o kadar gelişkin olmadığı dönemlerde daha fazla hata yaptığımızı gördük. Bugünse, uluslararası ilişkilerimiz sayesinde, farklı partilerle deneyimlerimizi paylaşabiliyor, hatalarımızı daha hızlı bir şekilde düzeltebiliyor ve diğer partilerin deneyimlerinden öğrenebiliyoruz. Uluslararası Komünist Seminer’i gerçekleştirme girişimini Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra başlatmıştık. İlkini 1991 yılında düzenledik. Bizim için önemli olan, deneyimlerimizi açık bir şekilde paylaşmaktı. Uluslararası komünist hareket, çöküşten önce, parçalanmış durumdaydı. Sovyet yanlısı, Arnavut yanlısı ya da Çin yanlısı partiler ayrı yerlerde duruyordu. Ama bu temel akımların her biri, hem başarılı, işçi sınıfıyla güçlü bağlar kurmuş partileri, hem de çok sayıda hata yapmış, izole olmuş, yenilgiye uğramış partileri barındırıyordu kendi bünyelerinde. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, uluslararası komünist hareketin o dönemdeki sınırlarını aşan deneyim paylaşımlarına ihtiyacımızın bulunduğunu 93
RÖPORTAJ: David Pestieau
saptadık. Elbette, belirli bir asgari zemin üzerinde... Sosyalizm, yalnızca emperyalizmin müdahaleleri yüzünden değil, ama aynı zamanda kendi hataları nedeniyle yenilgiye uğradı. Ve partimiz açısından, bu konuda bir özeleştiri de söz konusuydu. Uluslararası Komünist Seminer sayesinde, diğer partileri daha yakından tanıma ve deneyimlerini öğrenme olanağını bulduk. 1991 sonrasında, uluslararası komünist hareket içinde önemli gelişmeler yaşandı. Bazı partiler tümüyle likide oldu, bazıları sosyal demokratlaştı, bazıları tümüyle farklı yollara girdi. 1990’lı yıllardaki toplantılarımızın ardındaki temel amaçlar, kardeşçe paylaşım, birbirimizi daha yakından tanıma ve 1989 çöküşü sonrasında ayaktaki ayakta kalma çabalarına katkıda bulunmaydı. O dönemden bugüne bir şeylerin değiştiğini düşünüyor musunuz? Ben de tam buna gelmek istiyordum. 21. yüzyılın başından bu yana, yeni bir evreye girmiş bulunuyoruz. Artık yalnızca deneyim paylaşımına değil, uluslararası komünist hareket açısından yeni bir başlangıcı örgütlemeye ihtiyacımız var. 20. yüzyılın başında, burjuva partiler ulusal sınırlar arasında bölünmüş durumdayken, Komünist Enternasyonal, farklı ülkelerin komünist partilerine öncülük edebilmişti. Bugünse, olası bir küresel savaş öncesinde, benzer bir öncülük bulunmuyor. Ama ortak eylemler düzenlemek konusunda daha fazla inisiyatif almamız gerekiyor. İçinde bulunduğumuz onyıl, ortak eylemlerin onyılı olmalı. Kararların tek bir merkezde alınmasını kastetmiyoruz. Bunun gerçekleşemeyeceğini biliyoruz. Şu aşamada sağlıklı da olmayacaktır. Ama emperyalizme karşı, küreselleşmeye karşı ortak mücadelemizi güçlendirmemiz gerekiyor. Bu, şu anda karşımızda duran en önemli görev. Örneğin, Küba’yı savunmak için ya da savaşa karşı, dünya çapında, koordineli bir şekilde mücadele etmemiz mümkün. Ortak mücadelemizi geliştirebileceğimize ilişkin ilk işaretler de çıktı ortaya. Yine örneğin, geçtiğimiz yıl, Avrupa Konseyi’nin gündemine giren anti-komünist karar tasarısına karşı, Avrupa ölçeğiyle sınırlı kalsa da, neredeyse tüm Avrupa ülkelerinde ortak eylemler düzenlenebildi. Bu kararın uygulanmasını engelleyebildik. Bu tür eylemler, uluslararası komünist hareketin deneyim paylaşmanın ötesine geçerek güçlenmesine katkıda bulunacaktır. Bu onyılın sonunda, bu tür kampanyalar düzenlemek konusunda daha başarılı olabilmeliyiz. Kuşkusuz, her ülkenin kendine özgü özellikleri var. Ama pek çok ortak küresel sorunumuz da var ve bunlarla ilgili çalışmalar yürütebiliriz. Irak Savaşı’na ya da IMF’ye, AB yasalarına karşı mücadele gibi... Avrupa Sol Partisi örneğinde olduğu gibi, eski komünist akımların uluslararası birliktelikler geliştirebildiğini görüyoruz. Buna bizim de ihtiyacımız var. Biz, komünist harekete ilişkin tüm doğruları bildiğimizi iddia etmiyoruz.
94
GELENEK 95
Küçük bir ülkenin küçük bir partisiyiz. Ama bizce, uluslararası komünist hareketin güçlenmesinin en önemli koşulu, tek tek ülkelerde güçlü partilere sahip olmamız. Eğer kendi ülkenizdeki geniş kitleleri etkileyemiyorsanız, uluslararası zeminde de büyük düşünemezsiniz. İçinde bulunduğumuz onyılda, komünist partilerin kendi ülkelerinde güçlendiklerini, geçmiş dönemlerde yitirdiklerini geri kazanmaya başladığını görüyoruz. Ayrıca, emperyalizmin yeni tehditlerinin yanında, belirginleşen pek çok zayıflığı da bulunuyor. 2001’den bu yana dünyadaki durum değişiyor. ABD emperyalizmi Irak’ta büyük bir yenilgiyle karşılaştı. Latin Amerika’da, uluslararası komünist hareket üzerinde de olumlu etkilerde bulunan gelişmeler yaşanıyor. Uluslararası ölçekte daha ileri adımlar atmanın ve yerel ölçekte kitleselleşmenin nesnel koşulları bulunuyor. Geçmişte Sovyetler Birliği’ne yakın komünist partiler için “revizyonist” kavramını kullanıyordunuz. Bu kavramı geri çekmiş olmanız yalnızca siyasal kaygılarınızla mı ilgili, yoksa aynı zamanda teorik bir yaklaşım değişikliğini mi yansıtıyor? Partileri “revizyonist olan ve olmayan örgütler” şeklinde sınıflandırmamak konusunda özen gösteriyoruz. Daha önce söylediğim gibi, geçmişte “revizyonist” olarak anılan, ama devrimci olarak gördüğümüz partiler var. Bu konuda çok dikkatli olmalıyız. Geçmişte, her bir partinin gerçek durumunu çok iyi bilmiyorduk. Sovyetler Birliği’nden yana olan partilerin her konuda Sovyetler ile aynı şeyleri söylediğini zannediyorduk. Ama Yunanistan Komünist Partisi ya da Portekiz Komünist Partisi gibi bugün de devrimci olan partilerin çeşitli konularda farklı görüşlere sahip olduğunu öğrendik. Bugün de, 1956 yılındaki kongrenin Sovyetler Birliği Komünist Partisi açısından bir dönüm noktası oluşturduğunu düşünüyoruz. Hruşov’un “iktidarın parlamenter yollarla el değiştirmesi” ya da “tüm halkın partisi” gibi kavramları ortaya atması uluslararası komünist hareket için bir dönüm noktasıydı ve bu olumlu bir gelişme değildi. Ama bir konudaki düşüncemiz değişti: Çinlilerin ve SBKP’nin yeni tezlerini eleştiren diğer kesimlerin de zayıflıkları vardı. “Revizyonist” kavramını “hegemonyacı” ve “sosyal emperyalist” kavramları izledi; ama bunlar abartılı, gerçeğe dayanmayan kavramlardı. Daha 1989 öncesinde bu yaklaşımlardan uzaklaşmıştık. Çöküşten önce, Sovyetler Birliği’ndeki düzenin “sosyal emperyalizm” ya da “devlet kapitalizmi” olarak nitelenemeyeceğini saptadık. Sosyalizmin pek çok kazanımı korunuyordu ve mücadele eden komünistler vardı. Çöküşten sonra, Sovyet yanlısı partilerin çok farklı konumlar aldığını gördük. Bunlardan bazıları likide oldu. Ama Maoist partiler arasında da likide olanlar vardı. 95
RÖPORTAJ: David Pestieau
Diğer taraftan, Maoist kökenden gelmekle birlikte, artık Maoist olduğumuzu söylemiyoruz. Maoizmin, Marksizm-Leninizmin daha ileri bir aşaması olduğunu savunmuyoruz. Maoist hareket içinde, partinin kuruluşu ve parti içi mücadele ile ilgili olarak “sol sapma” kategorisine giren pek çok görüş vardı. Örneğin, bölünme eğilimi güçlüydü. Özetle, görüşlerimizi ideolojik ve siyasal nedenlerle değiştirdik. Ama yine de karmaşık bir konu hakkında konuşuyoruz. 1956’nın bir dönüm noktası olduğuna hâlâ inanıyoruz. Ne var ki, nitel, nihai bir dönüm noktası değildi. Ülke olarak, Avrupa Birliği’nin ve NATO’nun yönetim organlarına ev sahipliği yapıyorsunuz. Bu konumunuzun, ülkenizdeki mücadeleniz açısından getirdiği avantaj ve dezavantajlar konusunda neler söyleyebilirsiniz? Halkınız bu konularda ne düşünüyor? Söz konusu kurumlara ev sahipliği yapmaktan dolayı mutlu oldukları söylenebilir mi? Belçika, küçük bir ülke. Avrupa’nın merkezindeki küçük bir ülke olan Belçika’nın burjuvazisi, Başta Fransız ve Alman şirketleri olmak üzere Avrupa şirketleriyle işbirliği ve uluslararası bağlantıları sayesinde varlığını koruyor. Bu nedenle AB’yi hararetli bir şekilde destekliyor ve hatta bütünleşme projelerine öncülük ediyorlar. Bazı İskandinav ülkelerinden ya da İngiltere’den farklı olarak, Belçika’da, AB karşıtlığının sermaye sınıfı içinde ekonomik bir zemini bulunmuyor. Emekçiler açısından bakarsak, 1980’lerde ve ‘90’larda AB konusunda hayli mutlu oldukları söylenebilir. AB’nin iyi şeyler getireceğini, kalkınma sağlayacağını, Belçika’nın merkezi konumunun da bir avantaj olduğunu düşünüyorlardı. Ama özelleştirmelerin ve sosyal kesintilerin damga vurduğu yirmi yıllık bir sürecin sonunda, bunların AB ile bağlarının görülmesi oranında, belirli soru işaretlerinin oluştuğu görüyoruz. AB karşıtlığı olmasa bile, AB’nin değiştirilmesi, “sosyal Avrupa”nın güçlendirilmesi gerektiği düşüncesi güç kazanıyor. Biz bu görüşü eleştiriyoruz. AB’ye açıkça karşıyız. Avrupa Anayasası ile ilgili tartışmalar yaşanmıştı. Ama Belçika burjuvazisi bu konunun referanduma taşınmasını istemedi. Biz de Hollanda ve Fransa’daki referandumları kullanmaya çalıştık. Bir referandum yapılmadığından, halkımızın gerçek duygularını kesin olarak ölçme olanağını da bulamadık. Ancak özellikle 2005’te emeklilik sistemi reformlarına karşı ciddi bir mücadele yürütüldü ve bu arada iki günlük bir genel grev yapıldı. Kuşkusuz, bu tür reformlarla AB arasında güçlü bağlar var. Ne var ki, öncü işçiler olmasa bile geniş kitleler, reformların temel sorumlusunun AB olduğunu henüz göremiyor. Öncü işçiler arasında AB karşıtlığı güç kazanmış olsa 96
GELENEK 95
bile, aynı durum geniş kitleler için henüz geçerli değil. Bu açıdan bakıldığında, AB’nin merkezinde olmak bir avantaj sayılamaz.. Belçika’daki AB’nin kurumları, ülkenin dışında gibi aslında. Bu söylediğim, NATO’nun kurumları için çok daha geçerli; Brüksel’in hayli uzağında, yalıtık durumdalar. Diğer taraftan, insanların AB’ye karşı çıkmasına yol açan en önemli etmenlerden biri, AB bürokrasisi. Brüksel’deki AB bürokratları yüzünden konut fiyatları yükseliyor ve yaşam pahalılaşıyor. Brüksel’deki sıradan insanların gözünde, vergi ödemeyen, binlerce avroya ev kiralayan, tüm kiraların artmasına yol açan insanlar bunlar... Bizimse, kuşkusuz, uluslararası komünist hareketin bir bileşeni olarak, bu başlığı daha etkili bir şekilde ele almak gibi özel bir görevimiz var. AB’ye karşı Avrupa ölçeğinde eylemler de düzenlememiz gerekiyor. Brüksel’de bir zirve gerçekleştiğinde bunu yapmıştık. Uluslararası Komünist Seminer’in son toplantısında, anti-komünist karar tasarısına karşı ortak bir metni imzaya açtık. “Sosyal Avrupa” beklentisi üzerinde durdunuz. Avrupa Sol Partisi (ASP) de bunu hedefliyor. ASP’nin halkın bugünkü duygularına daha fazla hitap ettiği söylenebilir mi? Son kongremizde vurguladığımız üzere, öncelikli görevimizin, AB’nin merkezinde yer alan kurucu ülkelerden biri olarak Belçika’yı AB’nin dışına çıkarmaya çalışmak olduğuna inanmıyoruz. Merkezdeki bir ülke olarak, bizim için tek alternatif, federal bir sosyalist Avrupa. Ama Lenin’in de yazmış olduğu gibi, bir Avrupa Birleşik Devletleri, ya ulaşılması olanaksız bir hedeftir, ya da gerici bir hedef. Şu anda gördüğümüz, gerici bir Avrupa. Sosyal bir Avrupa’nın olabileceği görüşünü reddediyoruz. Bu açıdan, Türk ve Yunan yoldaşlarımızın, Doğu Avrupa’daki komünist partilerin yaklaşımlarını benimsiyoruz. “Sosyal Avrupa”nın, daha doğrusu kapitalist Avrupa’nın bir geleceğinin bulunmadığını söylüyoruz. Ama bu konuda, komşularımızla birlikte hareket etmeyi temel alıyoruz. Eğer bir devrimci hareket oluşacaksa, bu, geçmişte olduğu gibi, Avrupa’nın merkezinde bulunan ülkelerin tümünde eş zamanlı olarak ortaya çıkacaktır. ASP, sosyal demokrat bir parti. Onlar, Avrupa’da AB karşıtı hislerin güçlenmekte olduğunu bilmekle birlikte, bu eğilimi tersine çevirmek istiyor. Bunu Avrupa Anayasası tartışmaları sırasında gördük. Hollanda’daki referandumda anayasa tasarısı özellikle emekçilerin ve işçi sınıfının oylarıyla reddedildi. Fransa’da oy kullanan tüm seçmenlerin yüzde 56’sı tasarıya karşı çıkarken bu oran sanayi işçileri arasında yüzde 80’lere kadar yükseldi. AB karşıtlığının Avrupa işçi sınıfı içinde daha güçlü bir zemini var. Solda ise bir bölünme gözlendi. ASP, yeni bir anayasadan, bir “B planı”ndan, barışçıl, sosyal ve demokratik bir AB’den söz ediyor. Bizse bunla97
RÖPORTAJ: David Pestieau
ra kesinlikle inanmıyoruz ve bu düşüncelerle mücadele ediyoruz. Farklı amaçlara sahip kesimlerle ittifak kurabilirsiniz; ama bir sonraki aşamada alternatif göstermeniz gerekir. Batı Avrupa’da sosyal demokrat görüşlerin işçi sınıfı hareketi içinde hâlâ güçlü olduğu açık. Bu da göğüslememiz gereken sorunlardan biri. AB karşıtı hisler nesnel olarak güçleniyor. Ama bunlar arasında farklılaşmalar var. ASP projesi, AB açısından, tam da bu çerçevede önem taşıyor. Afrika ülkeleriyle ve özellikle Kongo Demokratik Cumhuriyeti’yle yakın ilişkileriniz var. Bu açıdan bakıldığında, uluslararası komünist hareket içinde de özgün bir konumda bulunuyorsunuz. Söz konusu ilişkiler sizin için neden önemli? Belçikalı komünistler olarak, Kongo’ya karşı özel bir sorumluluğumuz, tarihsel bir borcumuz var. Bildiğiniz gibi Kongo, Belçika’nın bir sömürgesiydi. Hatta, sömürge bile değil, Belçika Kralı II. Leopold’un özel mülküydü. Bu ülkede en ağır sömürü koşulları yaşanmış ve bazı araştırmalara göre sömürgeleştirme sürecinde 10 milyondan fazla Kongolu ölmüştü. 1960’lı yıllarda ise, bağımsızlığın ardından, ülkenin ilk devlet başkanı olan (Partice) Lumumba Belçika ajanları tarafından öldürülmüştü. Bu gerçek, yakın geçmişte, Belçika’daki meclis araştırmalarıyla da ortaya çıkarılmış durumda. Yönetimimiz sömürgeci olduğu için, Kongo’nun ilk ulusalcı başkanını öldürdüğü için, Mobutu’nun (Sese Seko) kurtuluş hareketini kırmasına izin verildiği için borçluyuz. Dolayısıyla, Kongoluların kurtuluş mücadelesini çözümlemek ve emperyalizme karşı yürüttükleri bu mücadeleyi desteklemek zorundayız. Desteğimizin teorik bir boyutu da bulunuyor. 1960’lardaki mücadeleye ilişkin teorik çözümlemelerimizi kitap haline de getirdik. Kongo’daki solcularla yakın ilişkilerimiz var. Zaten, bunların çoğu Belçika’da mülteciydi. Mobutu’ya karşı mücadele edenlerin tümü iyi bir çizgide değildi. Bunlar arasında oportünistler de vardı. Kongo, doğal kaynaklar açısından çok zengin olmakla birlikte çok geri ve çok yoksul bir ülkeydi. Sömürgeciliğin ve yeni sömürgeciliğin talanına uğramıştı. Bizse, Kongolulara dostluk temelinde yardım etmek istedik. Kurtuluş hareketinin lideri olan (LarentDesire) Kabila ile bağlantı halindeydik. Mobutu’yu ülkeden ayrılmak zorunda bıraktılar. Bunun ardından, Kongolulara yeni dönemde de yardım edebileceğimize karar verdik. Dayanışma kampanyaları düzenledik. Ülkenin başkenti Kinhasa’daki sosyal çalışmaları destekledik. Ama ülke tümüyle talan edilmiş ve siyasallaşma düzeyi de çok geri olduğundan, Kongo’daki siyasal gelişmeler karmaşık bir seyir izliyor. Kabila’nın, iyi bir yapılanmaya sahip olmakla birlikte çok küçük bir partisi vardı ve çözüm bulma olanakları sınırlıydı. Sömürgecilik karşıtı, anti98
GELENEK 95
emperyalist bir iktidar vardı, ama toplumsal örgütler çok zayıftı. Hedeflerin hayata geçirilmesi çok zordu. Kongo’nun tarihi de bakanların, bürokratların yolsuzluklarının tarihiydi aynı zamanda. Ulusalcı düşünceler güçlü değildi. Tüm bu nedenlerle, devrimci süreci ileriye taşımak zordu. Kabila da ülkedeki etkisini korumak için zikzaklar çizmek, uzlaşmalar yapmak zorunda kaldı. 1997’de, Ruanda ve Uganda’nın desteğini aldı. ABD de, Mobutu’yu Kongo’dan atmak için Kabila’yı desteklemişti. Ama Kabila, Ruanda ve Uganda’ya ihtiyacının olmadığını, Lumumba döneminin uygulamalarına geri dönüleceğini ilan ettiğinde, muhalefetle bağ kurdu. 1998 yılının Ağustos ayında büyük bir savaş patlak verdi. Halkı harekete geçiren Kabila, Ruanda ile Uganda’ya karşı Zimbabwe ve Angola ile ittifak kurdu. Ancak Kabila 2001’de suikaste uğradı. Güçlü siyasal partiler yoktu, yolsuzluğa batmış bir devlet vardı, ulusalcı düşünceler çok zayıftı ve ülke büyük bir savaşla karşı karşıyaydı. Açlık ve hastalık gibi nedenlerin de katkısıyla 4 milyondan fazla insan bu savaş sırasında öldü. 2001’de, Kabila’nın oğlu (Joseph Kabila Kabange) iktidarı aldı. Buna hazır değildi. 33 yaşında, deneyimsiz bir insandı. Siyasal güç açısından, Kabila zayıf, oğluysa daha da zayıftı. Ama çok temel bir karar aldı: Savaşı durdurarak seçimlere gitmek. Artık savaş yok. Seçimleri de Kabila kazandı. Ne var ki durum değişmedi: Politikacıların çoğu, siyasetle değil parayla ilgileniyor. Kendileri, aileleri, tanıdıkları için para kazanmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla emperyalistler tarafından satın alınabilir durumdalar. Kongo’daki durum hâlâ karışık ve 10 yıl önceki koşullar bugün de geçerli. Örgütlü hareketler çok zayıf. Afrika’daki diğer partilerin koşulları çok farklı. Afrika, çok büyük bir kıta. Batı Afrika ülkeleri ile Senegal’de ulusal hareketler vardı. Somali’de, Sudan’da, Etiyopya’da yakın geçmişte önemli gelişmeler yaşandı. Afrika ülkelerinin çoğu devrimci geleneklerden yoksun ve bu da devrimci hareketlerin işini zorlaştırıyor. Uluslararası komünist hareketin desteğine ihtiyaçları var. Afrika’daki durum, Latin Amerika ya da Asya’dakinden çok farklı. Güney Afrika Cumhuriyeti ve Arap ülkeleri dışında, bu kıtanın ülkelerinde komünist partiler bile yoktu. Kuzey Afrika’nın durumu ise apayrı. Bizim açımızdan temel önem taşıyan nokta şu: Tüm emperyalist güçlere karşı, Belçika emperyalizmine ve Avrupa emperyalizmine karşı mücadele etmek zorundayız. Enternasyonalistler olarak, onların karşısına çıkmak zorundayız. Lenin, emperyalist ülkelerde yaşayanların, kendi emperyalist, sömürgeci iktidarlarına karşı mücadele etmek zorunda olduğunu söylemişti. Belçika’daki durumumuz bu. Belçika, göreli zenginliğini, başta Kongo olmak üzere Afrika ülkelerindeki sömürgeci politikalarına borçlu. Belçika halkının ideolojik açıdan özgürleşmesi, bu durumun değişmesine bağlı. Son olarak şunu eklemem gerekiyor: Brüksel’de, çoğunluğunu Fas’tan
99
RÖPORTAJ: David Pestieau
gelenlerin oluşturduğu çok büyük bir Arap topluluğu var. Bazı semt okullarında Faslı öğrencilerin oranı yüzde 50’nin üzerinde. Belçikalıların yaş ortalaması giderek yükseliyor ve göçmen çocuklarının genç nüfusa oranı büyüyor. Gelecekte, nüfusun yüzde 50’si Fas kökenlilerden oluşacak. Bu da ırkçılığa ve sömürgeciliğe karşı mücadelenin önemini artırıyor. Belçika’daki ırkçılık temel olarak Arapları ve Faslıları hedef alıyor. Arap karşıtı ırkçılık 2001’den önce çıkmıştı ortaya. 2001’den sonra, Müslümanlara karşı ırkçılık, tüm emperyalist ülkelerde yükseltildi. Bu arada Belçika’daki azınlık (hatta giderek çoğunluk) sorunu giderek önem kazandı. Irak Savaşı’na ve Lübnan Savaşı’na karşı mücadele için harekete geçen kitlelerin önemli bir bölümü Arap ülkeleri kökenliydi. Irak’taki işgale karşı uluslararası ölçekte yürütülen mücadele hakkında ne düşünüyorsunuz? Siz de, başta Brüksel Mahkemesi olmak üzere, Irak’taki direnişi destekleyen çeşitli hareketlerin içinde yer aldınız. Ne tür somut deneyimleriniz var? Bugüne kadar, farklı kesimlerden Iraklılarla birlikte çalıştık. Ama şunu kabul etmeliyiz: Şu anda, Irak’ın işgaline karşı yürütülen mücadele o kadar güçlü değil. Bunun hem nesnel hem de öznel nedenleri var. Nesnel nedenlerle başlarsak, Belçika, tıpkı Almanya ve Fransa gibi, savaşa doğrudan katılmamış olduğundan, geniş kitleleri savaş karşıtı mücadeleye kazanmak daha zor. Hollandalılar ya da İtalyanlar gibi Irak’ta askerleriniz olsa, onların geri dönmesini istersiniz. Belçika’da ise halkın daha pasif bir tutumu var, çünkü hükümetlerinin belirli şekillerde ABD emperyalizmine karşı çıktığı kanısındalar. Gösteriler düzenlendi, savaşa girilmesi engellendi, bundan fazla ne yapılabilir ki, diye düşünüyorlar. Öznel olarak, AB’nin bu savaştaki rolünü açığa çıkarmak, Afganistan’a asker gönderildiğini hatırlatmak, AB’nin kendi hedeflerine sahip olduğunu vurgulamak, direnişi desteklemediğini göstermek zorundayız. Bu açıdan, geniş kitleler üzerinde büyük bir etkimiz yok. Çeşitli eylemler düzenlemeyi sürdürüyoruz, ama 2001 ve 2003 yıllarına oranla çok daha sınırlı bir kesimi harekete geçirebiliyoruz. Diğer yandan NATO’ya, Belçika’daki üslerin savaş için kullanılmasına karşı çıkmalıyız, ama bunlar konusunda da yeterli açıklığı sağlayamıyoruz. Bir başka öznel faktör şu: Avrupa’daki barış hareket içinde burjuva pasifizminin bir ağırlığı bulunuyor. Bu hareket, gerçek anlamıyla antiemperyalist değil, pasifist bir hareketti. Körfez Savaşı, Yugoslavya Savaşı ve Irak Savaşı öncesinde ABD’ye karşı çıkıldı, ama direniş hareketleri desteklenmedi. Savaş başladığında hareket de parçalandı her seferinde. Savaşlar ve bugünkü işgal sırasında kitlelere savaşın doğasını ve direnme hakkını anlatma çabasını gösterdik ve gösteriyoruz, ama bu, zorlu bir görev. Direniş hakkında bilgi edinmek ve aktarmak çok önemli. Bu nedenle, 100
GELENEK 95
Türkçe’ye de çevrilen bir kitap yayımladık.* Başka güçlerle birlikte Brüksel Mahkemesi’ni kurduk. Şu anda Irak’ta insani temelde çalışmalar yürütülüyor. Sağlık hizmetlerini, hastaneleri destekliyoruz. Ama tüm bunlar gerçek bir hareket yaratmak için yeterli değil. Yine hem nesnel hem de öznel nedenlerle... Direniş hareketi içinde İslamcıların, fanatik kesimlerin varlığı nedeniyle Batı Avrupa’daki barış hareketi paralize olmuş durumda. ABD’li subaylardan biri, El-Kaide’ye karşı yürütülen savaşın, geçtiğimiz dönemin en başarılı psikolojik savaş örneklerinden biri olduğunu açıklamıştı. Direniş söz konusu olduğunda, ulusal hareketler yerine İslamcı fanatiklerin akla gelmesini sağlayabiliyorlar. Ama şuna inanıyoruz: ABD’deki savaş karşıtı hareket güçleniyor ve bu, yalnızca düşüncelerin güç kazanmasının değil, asıl olarak bu ülkedeki kitlelerin somut deneyimlerinin ürünü. Yakınları ölen insanların sayısı artıyor. Yalnızca pasifistler ya da barış aktivistleri değil, sıradan insanlar da savaş karşıtı hareketin bir parçası haline geliyor. Ama Irak’ta askerlerimiz olmadığı için, Avrupa’daki durum daha farklı. İran’a yönelik savaş planları ve olası bir ekonomik kriz karşımıza yeni fırsatlar çıkaracaktır, daha büyük savaş karşıtı hareketler yaratmak konusunda. Bunlar için hazırlanmak, öncü güçleri buna hazırlamak zorundayız. Irak’taki nesnel durum, emperyalizmin en büyük yenilgilerinden biriyle karşılaşmış olması. Kazanmak için her şeyi yapmak, daha da ileri gitmek zorundalar. Suriye’yle, İran’la karşı karşıya gelecekler. Suudi Arabistan ve Mısır gibi Batı yanlısı ülkelerden daha fazla destek almak, Türkiye gibi ülkelerdeki kriz dinamiklerini güçlendirmek zorundalar. Tüm bunlar çok daha karmaşık gelişmelere yol açacak ve emperyalistler arası çelişkileri de güçlendirecek. Önümüzdeki yıllarda Müslüman ülkelerde de büyük kitle hareketleri ortaya çıkabilir. Ortadoğu, dünya ölçeğindeki gelişmelerin merkezinde yer alıyor. Ama savaşlar, yalnızca savaş alanında değil, aynı zamanda cephe gerisinde kazanılır ya da kaybedilir. Biz de kendi ülkemizde yürüttüğümüz çalışmaları bu gözle değerlendiriyoruz. Yakın geçmişte ülkenizde seçimler vardı. Ne tür hedefler koymuştunuz ve sonuçları nasıl değerlendiriyorsunuz? Seçimler Ekim ayında yapıldı. Yerel seçimlerdi bunlar. Biz de iyi sonuçlar elde ettik. Yerel seçimler olduğu için, yerel hedeflere ve işçi sınıfının yoğun olduğu yerelliklere odaklanabildik. Amacımız, geniş kitleler üzerindeki henüz sınırlı olan etkimizi artırmaktı. Bunun için, çalışma tarzımızda değişikliklere gittik. Yalnızca örgütsel çalışma tarzımızı değil, aynı zamanMohammed Hassan-David Pestieau, İşgal Altındaki Irak, çev: Evren Madran, Papirüs Yay., İstanbul, Haziran 2005. *
101
RÖPORTAJ: David Pestieau
da siyaset yapma tarzımızı değiştirdik. Bizim deneyimimiz şöyle özetlenebilir: Öncü ile kitlenin düşünme biçimleri farklıdır. Kitlelerin düşünceleri, sistemle karşı karşıya geldikleri ölçüde değişir. Geçmişte, özellikle seçim dönemlerinde, bu farkı yeterince gözetmemiştik. Örneğin, yerel seçimlerde, ulusal sorunları, hatta uluslararası sorunları gündeme taşımaya çalışmıştık. Ama geniş kitleler bununla ilgilenmiyordu. Öncü kesimleri tabii ki eğitmemiz gerekiyor. Ama geniş kitleler söz konusu olduğunda, onların beklentilerini daha fazla dikkate almalı, bunlardan hareket etmelisiniz. Bu çerçevede, stratejimizi değil ama taktiklerimizi değiştirmeye karar verdik. Daha çok sayıda koltuk kazanmak için 7 yerel birime yoğunlaştık... Toplam kaç yerel birim vardı? Tüm Belçika’da yaklaşık 500 tane. Ama biz güçlü olduğumuz, çalışma yürüttüğümüz, geçmişte de daha yüksek oy oranlarına ulaştığımız yerelliklere ağırlık verdik. Önceki seçimlerde 65 yerellikte seçimlere girmiş, ama hepsinde eşit ağırlıklı, benzer bütçeli çalışmalar yürütmüştük. Bu kez yine benzer sayıda yerellikte seçimlere girmekle birlikte kadrolarımızı ve paramızı büyük oranda, nüfusları 20 bin ile 70-80 bin arasında değişen 7 yerelliğe ayırdık. Buna yönelik bir örgütlenmeye gittik ve bilinç yarattık. Hedeflediğimiz sonuçlar arasında yerel konseylerde daha fazla sayıda koltuk kazanmak vardı; ama bu, tek hedefimiz değildi tabii ki. Her bir konseyde kaç koltuk var? 20 ile 40 arasında değişiyor. Yüzde 4-5 oyla bir koltuk kazanabiliyorsunuz. Geçmişte 2-4 koltuktan daha fazlasını kazanamamıştık. Ülke genelinde yüzde 1 oy aldığımızda bile. Bu kez, başarılı olacağımız yerlerden hareketle bütün üzerindeki etkimizi artırabileceğimizi düşündük. İşçi sınıfının yoğun olarak bulunduğu yerlerde ve bu arada tıp merkezlerimizin bulunduğu yerelliklerde çalışma yaptık. Doktorlarımız uzun süredir ücretsiz olarak sağlık hizmeti veriyor. İnsanlar bizi biliyor, çalışmalarımızı takdir ediyor. Ama bu, insanları etkilemek için yeterli değildi. Bizi takdir ediyorlardı, ama sıra seçimlere geldiğinde başka ihtiyaçları ön plana çıkıyordu. Bu kez, yerel konular üzerinde de durmaya karar verdik. Tabii ki komünistçe ve anti-kapitalist bir tarzla... 7 yerellikte toplam 8 koltuk kazanmayı hedefledik. 3 konseyde temsilcilerimiz vardı; bunların sayısını 5’e çıkarmayı hedefledik. Aylar süren yoğun bir çalışmanın sonunda, 8 yerel konseyde 15 koltuk kazandık... Sekizincisi bir tesadüf müydü? 7 hedefimizden 6’sında başardık, birinde başaramadık. Bunların dışındaki 102
GELENEK 95
iki yerellikte de birer koltuk kazandık. Hatta bir yerellikte, yüzde 21 oy elde ederek 6 koltuk kazandık. İşçi ağırlıklı bu yerellikte geçmişte 2 koltuğumuz vardı. Bu, en önemli olmasa bile en çarpıcı başarımızdı. Yüzde 21, komünistler için alışkın olunmayan bir oran... Ama büyük yerel konseylerde de, yüzde 4, 5 ve 10 gibi oranlara ulaşarak, 1-2 koltuk kazanmayı başardık. Toplam koltuk sayımız 5’ten 15’e, yani üç katına çıktı. Kitlelerle bağ kurmak konusunda çok şey öğrendik. İşçileri, tartışmalardan çok somut kararlarla ilgilenen insanları çok basit yollarla örgütlemeyi öğrendik örneğin. Sonuç elde ederek geniş kitleler içindeki çalışmamızda ilerleme kaydetmiş olduk. Şu anda bizim için tümüyle yeni bir durumla karşı karşıyayız. Bazı yerlerde çoğunluğun bir parçası haline geldik. Anvers’e bağlı bir yerellikte 2 koltuk kazandık örneğin. İlgili konseyde, yüzde 32 oy alan faşistlerin 21 koltuğu var. Bu konseyin yönetimini faşistlere bırakmamak için, tüm burjuva partilerin, bizim de katılacağımız bir birlik oluşturması zorunlu. Başka şansları yok. O zaman siz de egemen sınıfın bir parçası haline mi geldiniz? Şu anda tartıştığımız konu bu. Temel amacımız, etkimizi artırmak. Konu, ulusal bir krize dönüşmüş durumda. Yerel düzeyde başladı, kent düzeyine taşındı ve şu anda ulusal ölçekte tartışılıyor. “Komünistlerle birlikte cephe mi kuracağız? Onlar da faşistler gibi anti-demokratik değil mi?” diyenler var. Bizim de manevra yapmamız, faşistlerin başa geçmesini engellememiz gerekiyor. Ama bunun yanında, bazı sosyal ilerlemelerin de gerçekleşmesini sağlamalıyız. Kuşkusuz, yerel organlar, egemen sınıfın en önemsiz organları. Portekiz ve Yunanistan’da da komünistlerin pek çok yerel mevzisi var. Ama bizim için yeni bir deneyim söz konusu. Ayrıca, ülke ölçeğindeki tartışmaların tümüyle dışında olduğumuz duruma göre, daha elverişli koşullarla karşı karşıyayız tabii ki. Şimdi, yeni bir seçim var gündemimizde. 10 Haziran’da genel seçimler yapılacak. Çok daha karmaşık bir tablo var karşımızda. Meclise girebilmek için ülke genelinde yüzde 5’in üzerinde oy almak zorundayız. Bu oranın üzerine ancak 8 yerellikte çıkabildik. Dolayısıyla barajı geçme şansımız bulunmuyor. Belki dört yıl sonra, belki daha uzun bir vadede hedefleyebiliriz bunu. Zamana ihtiyacımız var. Bizim açımızdan çok önemli olan bir başka nokta, ulusal medyanın hakkımızda haber yapmaya başlamış olması. Bizim hakkımızda da konuşmak zorunda kaldılar. “Komünistler Belçika’ya geri dönüyor” türü başlıklar atıldı. Ulusal basın, adımızı ilk kez anmaya başladı. Bu da partimize yönelik ilgiyi artırdı. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden 15 yıl sonra, komünistlerin, aktif çalışma yürüttükleri yerlerde büyümelerinin nesnel koşulları var. Etkimizi artırabiliyoruz ve bunu burjuvazi de görüyor ve korkuyorlar.
103
RÖPORTAJ: David Pestieau
Medyanın gelecekte bize karşı yayın yapmaya başlayacağını tahmin edebiliriz. AB’nin anti-komünist karar tasarısını başkaları izleyecektir. Ama şu anda geniş kitlelere kendi mesajlarımızı iletme olanağını kullanıyoruz. Evet, komünistler var, kitlelerle bağlarını güçlendiriyorlar. Kuşkusuz, en önemli görevimiz, seçimlerde değil, sınıf mücadelelerinde başarı kazanmak. Seçimleri de işçi sınıfı içindeki örgütlülüğümüzü artırmak için kullanıyoruz. Fabrikalarda çalışma yürütmek zorundayız. Parti olarak temel aldığımız çalışma bu. Geçmişten ve başka komünist partilerin deneyimlerinden de bildiğimiz tehlike şu: Seçim başarısı, asıl işlerimizi bir yana bırakmamıza, sınıf mücadelesini, fabrikaları, sokaklarda çalışmayı bir yana bırakmamıza yol açabilir. Yerel seçimleri, sınıf mücadelesini güçlendirmek için kullanmalıyız. Yerel konseylerdeki mevzilerimizi de aynı amaçla kullanıyoruz. Nitekim, konseylerdeki üyelerimiz, bu konumlarından, kendi yerelliklerinde mücadele örgütlemek için yararlanıyor. Koltuk sahibi olmak, devlet aygıtı hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak anlamına geliyor mu? Kuşkusuz... Yerel mevzilerimizi üç amaçla kullanıyoruz. Birincisi, konseylerde temsilcileriniz olduğunda, düşüncelerinizi daha geniş bir kesime aktarabiliyorsunuz. Geçtiğimiz yıllarda da konseylerin toplantılarına insanları katmaya çalıştık. Bir yerde yerel bir havuzun kapatılmasına, bir başka yerde sosyal kesintilere karşı mücadele edildi. İnsanları konsey toplantılarına kattığınızda, onları belediye başkanlarıyla, sosyal demokratlarla karşı karşıya getiriyorsunuz. Sosyal demokratların gerçek kimliğini görebiliyorlar. İkinci olarak, halkın desteğiyle bazı reformlar yapmaya çalışıyoruz. Bizler devrimciyiz, ama reformlara karşı değiliz. Kitle hareketine dayanan reformlar için de çalışıyoruz. Bazı vergilerin kaldırılmasını sağladık, örneğin. Üçüncüsü, daha fazla bilgi sahibi oluyoruz. Ama yerel ölçekte bunun sınırları var. En önemli kazanımımız bu değil. Yerel ölçekte yaptıklarımızı ulusal ölçeğe de taşıyoruz. İlaç fiyatlarıyla ilgili bir kampanya yürüttük örneğin. Hekimlerin önerileri doğrultusunda başlattık bu çalışmayı. Ülkemizdeki ilaç fiyatlarını başka ülkelerin fiyatlarıyla karşılaştırdık ve normal olmadıklarını gösterdik. Çok sayıda örgütü bir araya getirdik. Geçmişte olsa, bunun “reformist” bir faaliyet olduğunu söylerdik. Ama insanların kapitalist şirketlerle karşı karşıya gelmelerini sağladık. Gündelik bir ihtiyaçtan yola çıkarak ülke ölçeğinde bir mücadele örgütledik. Bir şeyleri değiştirmenin mümkün olduğunu gösterdik. İnsanlara öykünün bütününü, tüm basamakları göstermediğiniz zaman, ne dediğinizi anlayamazlar. Oysa bu örnekte, pek çok insan, otomobiller için geçerli olan kârlılık hesaplarının sağlık sektörü için geçerli olamayacağını düşünmeye, kapitalizmi anlamaya başladı. Çok büyük bir hareket çıkardık
104
GELENEK 95
ortaya. Hekimler öncülük etti. İlaç fiyatları ulusal ölçekli bir tartışmanın konusu haline geldi. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Birkaç noktaya kısaca değinmek istiyorum. Birincisi, batıdaki komünist partiler olarak, güçlü analizler yapmak, ama bunun ötesine geçerek geniş kitleler içinde çalışmak zorundayız. Çok farklı düşüncelere sahip, devrimci olmayan insanlara, sosyal demokratların etkisi altındaki insanlara hitap etmenin yolunu bulmak zorundayız. Devrimi kitlelerle yapmak zorundayız. Kitlelere gitmek ve onlardan korkmamak zorundayız. Parti olarak yaşadığımız deneyimler gösterdi ki, bazen, “sol” düşünceler kitlelere gitmeyi engelliyor. Kimliğinizi korumanız, ideolojinizi korumanız gerekiyor elbette. Ama kitlelerle bir araya gelmek, kitlelerin düşündüğü biçimiyle politikanın içinde olmak zorundasınız. Üstelik, kitleler de bize pek çok bilgi ve düşünce getiriyor. Kapitalizme karşı mücadele konusunda bile! Bize yeni düşünceler, yeni mücadele yolları getiriyorlar, çünkü bunun için gereken deneyimlere sahipler. Onları teşvik etmek, ilişkilerimizi geliştirmek zorundayız. Bu arada, teorik çalışma ile kitle içindeki çalışmanın birbirlerinden ayrılması da yanlış. Bunu değiştirerek bir hareket yaratmak zorundayız. Başlangıçta yeterli netlik olmayabilir; ama bu zaman içinde sağlanabilir. Bizim deneyimlerimiz bu yönde. 8. kongremizde de, siyasal analizler yapacağız, ama aynı zamanda kitlelere ve emekçilere yönelik görevlerimiz ve geliştirmemiz gereken taktik yaklaşımlar üzerinde duracağız. Aksi durumda, Batı ülkelerinde, komünist olmadığımız için değil ama kitlelerle bağımız olmadığı için çöküş yaşayabiliriz. Yine aynı kaygılarla, haftalık gazetemizi ve İnternet sitemizi de kitlelerle daha geniş bağlar kurmak üzere değiştirdik. Haftalık yayınımızı kitle çalışmasının gerekleri doğrultusunda yeniledik. İkincisi, komünist partilerin uluslararası toplantılarında, zayıflıklarımızı da görüyoruz. Görüşmemizin başında, NATO ile AB’nin merkezinde durduğumuzdan söz etmiştik. Bu iki emperyalist kuruma karşı mücadele etmek zorundayız. AB’ye, NATO’ya karşı mücadeleyi yükseltmek zorundayız. Bu, diğer komünist partiler için de yararlı olacaktır. Emperyalist kurumların merkezinde bile bu kurumlara karşı mücadele yürütüldüğünü göstermek zorundayız. Bu açıdan henüz zayıf durumdayız. Son olarak, İstanbul’daki gibi toplantılar, Lizbon’dakiler, Brüksel’dekiler vb. gibi, çok yararlı oluyor. Birbirimizden çok şey öğreniyoruz ve çalışmalarımız konusunda fikir sahibi oluyoruz. Yeni fikirlerle karşılaşıyoruz, zihnimizi yeniliyoruz. Bu tür faaliyetlere daha fazla ihtiyacımız var. Türkiye’deki toplantı da çok önemliydi. Bize göre Türkiye önümüzdeki yıllarda Avrupa ve Belçika açısından da çok önemli olacak. Türkiye, Avrupa ile Ortadoğu arasında gerçekten de kilit pozisyonda. Gelecekte önemini koru-
105
RÖPORTAJ: David Pestieau
yacağı için biz de izlemek zorundayız. Avrupa’da, Türkiye’ye ilişkin analizler çok kafa karıştırıcı. Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecini ırkçı kampanyalar için kullananlar da var, yeni sömürgeci politikalar çerçevesinde Türkiye’yi kullanmak isteyenler de... Bu toplantıda da pek çok şey öğrendik. Durum o kadar hızlı değişiyor ki, işbirliğimizi geliştirmek, her bir değişimi ve bunların devrimci mücadelenin önüne çıkardığı fırsatları birbirimizden öğrenmek zorundayız. Çok teşekkür ederiz.
106
Tüketime Sunulan Bilginin Karanlığında Türkiye’de Güncellenmesi Gereken
Planlama Süreçlerinin Marksist Eleştirisi Konusunda Bir Deneme Mahmut Tuğrul Kırmızı* Giriş Okumakta olduğunuz çalışma bir süredir yayına sunum sırasını bekliyordu. Yazının olgunlaşması için gereken süreçleri de içeren bu bekleme süresi söz konusu sunumun gerçekleşmesini bu zamana kadar geciktirdi. Ne var ki bazen sözün söylenmesini zorunlu kılan bir an gelir. Başka bir deyişle diyalektik olarak gelişen dinamikler eşiğin geçilmesini zorunlu kılar. Bundan dolayı yazımızın ülkemizde bilinen ve YÖK baskısı altındaki üniversitelerimizde zorunlu olarak gelenekselleşen akademik çeyiz biriktirimi anlamında değerlendirilmemesi dileğimizdir. Ülkemizde sol düşünce üzerinde yoğunlaşan baskılar, başlığında “Marksist Eleştiri” tanımını taşıyan bir çalışmanın meslek dergilerinde yayınlanmasını olanaksız kılıyor. Böyle bir tanımı kaldırarak yazının içeriğini sulandırmaya dönük bir tavrı benimsemek ise bizim gibi çalışmalarına yüreğini koymayı bilimsel ahlakın vazgeçilmez bir parçası olarak kabul eden yazarlar için mümkün olamıyor. İşte bu nedenle okurlarımızı, yazımızı eleştirel katkılarını esirgemeden okumaya ve ülkemizde bilimsel alanda Marksist düşüncenin sesini duyurmaya çalışan bir fikir emekçisinin düşünsel ürününü değerlendirmeye çağırıyoruz. 8 Kasım Dünya Şehircilik Günü etkinlikleri kapsamında bu yıl düzenlenen 6. Türkiye Şehircilik Kongresi, Şehir Plancıları Odası ve Dokuz Eylül Dokuz Eylül Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyesi.
*
107
Planlama Süreçlerinin Marksist Eleştirisi
Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü işbirliğiyle 6-7-8 Kasım 2006 tarihlerinde İzmir’de gerçekleştirildi. Kongrenin ana teması düzenleme kurulu tarafından, “planlama, siyaset ve siyasalar” olarak belirlenmiş bulunmakta idi. Emperyalizmin dümen suyunda giderek vahşetini artıran kapitalist söylemin kendisinden başka bir dünyanın haberini vermeye cüret edecek düşünsel emekleri yok etmeye kurgulandığı aşikar olmakla birlikte “planlama, siyaset ve siyasalar” başlığı altında toplanan bir kongreden yine de bazı beklentilerimizin olması meslektaşlarımız tarafından doğal karşılanmalıdır. Ne var ki emekçi yığınlardan soyutlanmış ve eğitimi bir satıcımüşteri ilişkisine indirgemiş anti kampus projelerinin özgün örneklerinden biri olan DEÜ Tınaztepe Yerleşkesi’nde gerçekleşen söz konusu kongre bizi tam bir hayal kırıklığına uğrattı. Genel bir tanımlama ile “Kent ve Bölge Planlama Bilim Dalı” kapsamında araştırma ve uygulama yapmakta olan meslektaşlarımızın üç temel alanda hizmet verdikleri söylenebilir. Bu alanlar: a) Bilim, b) Estetik, c) Ahlak. Emperyalizmin “Yeni Dünya Düzeni-New World Order” veya daha doğru bir deyişle “Yeni Dünya Düzensizliği-New World Disorder” bağlamında dünya uluslarına dayattığı “Global Bütünleşme” senaryosu “Vahşi Kapitalizm”in doymak bilmez sofralarında ulusal, sosyo-ekonomik ve sınıfsal değerlerin öğütülüp yok edildiği “Global Kült Şölenleri”ne davetiye çıkarıyor.1 Bazen bu şölenlerin ülkemizde böyle “bilimsel” etkinlikler ile desteklendiğini de görüyoruz. İşte bu “bilimsel” etkinlikler ülkemizdeki planlama süreçlerinin “maddesini” nedense sürekli olarak ”ariflerin cehaleti taklidi-tecahül-i arifane” ile gözlerden kaçırmaya ve böylece zihinleri bulandırmaya kurgulanıyor. Oysa planlama süreçleri de tıpkı insanlık tarihi gibi sınıf mücadeleleri bağlamında evrimleşir ve bu mücadelelerin tarihini yansıtır.2 “Kapital”den önceki “Varidat”3 yaklaşımını gerçekleştir-
Kırmızı, M. T., "Bölge Planlamanın İdeolojisi / Güncellenmiş Ulusal Bölge Planlama Stratejilerine Doğru bir Sistem Yaklaşımı", Ortadoğu Teknik Üniversitesi ev sahipliğinde düzenlenen "Dünya Şehircilik Günü 28. Kolokyumu - Değişen - Dönüşen Kent ve Bölge - Yeni bir olgu olarak Kentsel Bölgeler - Bölge Kentler Kapsamında Planlamanın ve Yerel Yönetimlerin Yeniden Yapılandırılması" bağlamında sunulan bilimsel bildiri, ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi - Ankara, 8-9-10 Kasım 2004. "Değişen Dönüşen Kent ve Bölge", Bildiri Kitabı, Ortak yayın, Hakemli, TMMOB Şehir Plancıları Odası - Ortadoğu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Ortak Yayın Serisi, 2005, yazar (Yayın kurulu kararı: 04.05.2005 / 2) ISBN: 975-395-955-9 (tk) - 975-395-9567, BBC Basım ve Matbaacılık, Ankara, 20005, s. 237-250. 2 Marx, K., Engels, F., “The Communist Manifesto”, ISBN: 0-7178-0241-8, (İlk Basım:1848), International Publishers 1999. 1
108
GELENEK 95
miş olan ülkemiz kültürü, üniversitelerinin çatısı altında planlama süreçlerinin “maddesinin” bu denli yadsınmasını bizce hiç hak etmiyor. Bilimin mistisizme dahi yakın durabildiği günümüzde4 bilimsel yelpazenin yadsınamaz bir bölümü olan Marksist düşünce alanının “planlama, siyaset ve siyasalar” başlığı altında toplanan bir kongrede böylesine yok sayılabilmesi esef vericidir. Söz konusu kongrede sunulan düşün ürünleri, güzeli ve kendilerince doğru olanı anlatırken, metotlarını ve ideolojilerini net bir şekilde ortaya koymayan ürün sahipleri tarafından sunuldu. Oysa estetiğin ve ahlakın kuralları olmaz, ideolojisi olur.5 Bunun yanında örneğin ekonomi bilimi bir bilim dalından ziyade ideoloji bağlamında değerlendirildiğinde gerçek anlamını kazanır. Böylece dönemlere, zaman dilimlerine, sınıf mücadelelerine ait olgular gerçek duruşları içinde ve “maddeleri” aşısından incelenebilir hale gelir.6 Ne yazık ki ülkemizde “Kent ve Bölge Planlama Bilim Dalı” alanında yapılan çalışmalar istisnalar dışında tarihsel birikimimize
I -- Bourgeois and Proletarians: “The history of all hitherto existing society is the history of class struggles”. Marx, K., “Capital”, I, Moscow, 1965. Capital, III, Moscow, 1962. “Grundrisse: Foundations of the Critique of Political Economy”, (1857). London: Pelican Marx Library, 1973 “Theories of Surplus Value”, Part I & Part II, Moscow, 1971. “Theorien über den Mehrwert”, Teil1, Dietz Verlag, Berlin, 1956. “Theorien über den Mehrwert”, Teil2, Dietz Verlag, Berlin, 1959. “Theories of Surplus Value, Part 1”,. Burns, E. (Trans.),Moscow, Progress Publishers, 1963. “Theories of Surplus Value, Part 2”, Ryazanskaya S. W., (Trans.),, Moscow: Progress Publishers, 1968. “Theories of Surplus Value, Part 3”, Cohen, J. & S. W. Ryazanskaya (Trans.)., Moscow, Progress Publishers, 1971. 3 Ketene, C., “Varidat: Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Simavi”, Kültür Bakanlığı, 1990. Seyyid Muhammed Nur, (Haz.) Bilginer M. S., H. & Varlı H. M., “Varidat şerhi . Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Simavi”, Esma Yayınları, 1994. 4 Woods A., & Grant T.,”Reason in Revolt - Marxist Philosophy and Modern Science”, Wellred Publications, 1995. 5 Kırmızı, M. T., "Açık Kod İle Yazmak ve Kentsel Estetiğin İdeolojisi" Yapı Dergisi, ISSN 1300 - 3437 - 45, İstanbul, No: 272, Temmuz 2004, s. 43 - 56. Trodsky, L., “Their Morals and Ours: The Class Foundations of Moral Practice”, Pathfinder, New York, 1997, pp. 48. 6 Levine, N., “The German Historical School of Law and the Origins of Historical Materialism”, Journal of the History of Ideas, Vol. 48, No. 3 (Jul. - Sep., 1987), pp. 431-451 109
Planlama Süreçlerinin Marksist Eleştirisi
tarihin “maddesi” açısından gereğince yaklaşmadıklarından,7 geçmişini sınıfsal mantık ile kavrayamayan bir toplumun geleceğine ait projeksiyonları sağlıklı bir kurgu ile planlama bağlamında düşün perdesine yansıtması mümkün olamıyor. Oysa ki sınıf mantığında düşünmek için mutlaka belirli bir dünya görüşünün formatına girmek gerekmez. Örneğin Marx’ın bazı düşüncelerinin bugün Marksist olmayanlar hatta eski Marx karşıtları tarafından da takdir gördüğü bilinmektedir.8 Dünyadaki düşün alanının tümünün ABD güdümlü global bir sığlık ile9 işgal edilemeyeceği; tam tersine temeli diyalektik evrimleşme olan bir felsefe alanının zamanın sürekliliği içinde kendisini de evrimleştirmesinin doğal olduğu artık anlaşılmalıdır.10 Böylece diyalektik evrim ve siyasal ekonominin yeni yorumlar ve yeni bir nefes ile geleceğe dönük projeksiyonları zenginleştirdiğini izlemek mümkün olur.11 Bu çalışmanın temel amacı söz konusu kongrenin öznel eleştirisi değildir. Ne var ki yukarıda belirtildiği üzere çalışmanın yayına sunum kararı üzerinde bu kongrenin çok önemli bir etkisi olduğunu yineleyerek emeğimizi sergilemeye başlayalım ve bu kongrede ideolojik içeriğinden sıyrılarak ele alınan belirli kavramlaştırmaları Marksist bakış açısından irdeleyelim. Bazen öyle bir an gelir düzyazı anlamsızlaşır. Ve bazen bir tek şiir böyle bir yazının ideolojik bazını en yalın bir ifade ile anlatabilir. O zaman sözü şiire vermeli ve örneğin Nâzım Usta’nın özgün öğretisini mimarlık mesleğinin gerekleri açısından “Kent ve Bölge Planlama Bilim Dalı” bağlamında anlamaya çalışmalı: EVLER evler tek katlı da olabilir yüz katlı da is bunda değil yeter ki sokaklarımızı ezmesinler yeter ki temiz çevik güler yüzlü görsünler hizmetimizi çıplak duvarlara diyeceğim yok taze ve canlıysalar dar pencereler giyotini hatırlatır bana pencere dost sözü gibi rahat ve geniş olacak ağaçsız asfaltı sevmiyorum parklarda göller göllerde ak kara kuğular olabilir hatta ara sıra bando mızıka ama en önemlisi parklarda öpüşülebilmeli Kıvılcımlı, H., “Osmanlı Tarihinin Maddesi”, Cilt 1 – 2, Tarihsel Maddecilik Yayınları, 1974. Rockmore, T., “Marx after Marxism: The Philosophy of Karl Marx”, Blackwell Publishing, Inc., 2002. 9 Porter, E. O.,. “Fallacies of Karl Marx”, Texas Western College at El Paso, 1962. 10 Hiroshi Uchida (Ed.), “Marx for the 21st Century”, Frontiers of Political Economy, Routledge, 2005. 11 Albritton, R., ”New Dialectics and Political Economy”, Palgrave Macmillan Ltd., 2003. 7 8
110
GELENEK 95 aptal ölü ellerini operette arya söylermiş gibi açmış mankenleri sevmiyorum taştan ve tunçtan insanları sevmiyorum tabanlarından inip aramızda dolaşmıyorlarsa bankaları ve hükümet konaklarıyla övünen şehirleri sevmiyorum sevdiğim şehirler sağlık evleriyle övünenlerdir çocuk bahçeleriyle övünen şehirler 24 Mayıs 1962, Moskova Nâzım Hikmet
Üniversitelerimizde “Mimarlık” ve “Kent ve Bölge Planlama” bilim dallarında öğretim görmekte olan öğrencilerimiz eğitim sürecinin sonunda sadece yukarıdaki dizelerde kısa ve öz olarak verilmiş bulunan içeriği anlasalar söz konusu sürecin gerekleri yerine getirilmiş olur. Ne yazık ki YÖK güdümlü üniversitelerimizde böyle bir bilginin öğrencilerimize ulaşmaması için gereken bütün önlemler titizlikle alınmaktadır. Durum böyle olunca her iki bilim dalında yapılmakta olan öğretim emperyalist çıkarlara hizmet etmek üzere yetiştirilmekte olan edilgin teknik elemanlar yığınına iletilen teknik bilgiler seviyesine indirgenmektedir. Başka bir deyişle kitaplarda zaten yazılı olan sıradan teknik bilginin öğrenciye yeniden aktarılması, “öğretim” başlığı altında, geleceği şimdiden kurgulanmış edilgin sürülere dayatılmaktadır. Bu seviyede verilen “öğretimin” uygulama alanındaki yansımaları hakkında verdiğimiz örnekler bundan önceki çalışmalarımızda ayrıntıları ile izlenebilir.12 Güncellenmesi gereken planlama süreçlerinde Marksist bakış açısından “Tüketime Sunulan Bilginin Karanlığı” bağlamındaki kavramlaştırmalar: Emperyalizmin “Yeni Dünya Düzeni-New World Order” veya daha doğru bir deyişle “Yeni Dünya Düzensizliği-New World Disorder” bağlamında dünya uluslarına dayattığı “Global Bütünleşme” senaryosu giderek her şeyi “satıcı-müşteri” ilişkisine indirgiyor. “Akademia” çatısı altında üretilen bilgi dahi bu senaryodan payına düşeni alıyor.13 Bu duruş içinde artık “tüketime sunulan bilginin kaç para ettiği” veya “kişiye yönelik maddesel çıkarlar açısından neye yaradığı” önemli. Eğitim felsefesine de yansıyan bu anlayış bir noktada okullarda öğretilenlerin yararlı olup olmadığını hatta zararlı olup olmadığını sorgulamayı da gündeme getirebiliyor. Böylece “kültürel devrim için yeni bir anayasanın yazılması zorunluluğu” da bilimsel bir tartışma ortamının konusu olabiliyor.14 Bu durumda “bilginin Kırmızı, M. T., "Estetiğin İdeolojisi Bağlamında Bir Vaka Çalışması - Konak Meydanı / İzmir" Yapı Dergisi, ISSN 1300 - 3437 , İstanbul, No: 288, Kasım 2005, s. 42 - 46. 13 Barnet, Richard J., “Global Dreams: Imperial Corporations and the New World Order”, Simon & Schuster, 1994. 14 Illich, I., “Celebration of Awareness”, Calder & Boyas, 1971. 12
111
Planlama Süreçlerinin Marksist Eleştirisi
aydınlattığı” bir tartışma ve fikir üretme ortamının yerine, “global söylemin güdümündeki bilginin karanlığında”, izin verilmiş olan alanda “tüketime sunulan” bilgi, sunum hızını aşan bir acele ile tüketiliyor. Bir anlamda M.Ö. 20’lerde tanımlanmış olan kavramlaşmaya geri dönülüyor.15 Bütün bunlara karşın böyle bir karanlık altında olmak bizi gerekli sözü söylemekten alıkoymamalıdır. Tam tersine bizler fikir emekçileri olarak bu ışıksız kuyudan nasıl çıkacağımızı ve tüketim toplumunun içinde bulunduğu esaretin zincirlerini nasıl kıracağımızı enine boyuna tartışmalıyız. Çünkü Marksist görüşe göre tüketim toplumunda iki tür esaretten söz edilebilir. Birinci tür esaret bağımlılıktan, ikincisi ise hasetten oluşur.16
Güncellenmesi gereken planlama süreçlerinde Marksist bakış açısından “Sınıf Yapılanmaları ve İşçi Sınıfı” bağlamındaki kavramlaştırmalar: “Omnia mutantur nos et mutamur in illis”17 Evet, Her şey değişir. Değişmeyecek olan tek şey ebedi değişim kavramının kendisidir. Marksizmi “sonlu-end state” önermelerden ibaret görmek, düsturu “diyalektik materyalizm-eytişimsel özdekçilik” olan devingen bir düşünce biçiminin gereğince anlaşılmadığını ifade eder. Bu nedenle Marksizm özünde ebedi değişimin maddesini taşıyan bütüncül bir metot ve düşünsel evrimleşmenin yönünü gösteren bir pusula olarak değerlendirilmelidir. Marx sonrası dönem hakkında sağlıklı okumaların yapılabilmesi için Marx’ın düşünsel emekleri18 ve Marx sonrası dönem hakkındaki bilimsel tartışmalar19 gereğince irdelenmelidir. Böyle bir irdelemeden günümüzün sınıfsal yapılanmalarına ait güncellenmiş betimlemeler ve emekçi sınıfın emperyalizme karşı vermekte olduğu mücadelenin güncel açılımları ortaya çıkar. Marksist tespitleri sadece kendi dönemi içindeki sosyo-ekonomik olguların yapısal algılanması çerçevesinde yorumlamak bu düşünce sisteminin gereği gibi anlaşılamadığını gösterir. Başka bir deyişle Marx ortaya koyduğu metot ile kendisinden sonra gelecek olan ve kendisini güncelleyecek olan diyalektik devinimin tanımlamasını da yapmıştır.
Kilpatrick, R. S., “The Poetry of Criticism: Horace, Epistles II, and Ars Poetica”, University of Alberta Pres. 1990. Pp. iii. Kilpatrick, R.S. “The Poetry of Friendship: Horace, Epistles I”, University of Alberta Pres, 1986. Johnson, W.R., “Horace and the Dialectic of Freedom: Readings in Epistles I”,Cornell, 1983."Nos numerus sumus et fruges consumere nati" Horace, Epistles, book I, epistle 2, line 27: “Biz kaynakları tüketmek üzere doğmuş bireyleriz” (Horace’ın bu cümlesi tüketici topluma egemen olan anlayışın tarihteki ilk yazılı ifadesi olarak da değerlendirilmektedir.) 16 Illich, I., “Tools for Conviviality”, Harper & Row, Publishers, 1973. 17 “Her şey değişir ve onların içinde biz değişiriz” – (Terc. Kırmızı. M.T.) 18 Althusser L, Balibar E, “Reading Capital”, Verso, 1979. 19 Sim S (Ed.), “Post-Marxism: A Reader”, Edinburgh University Pres 1998. 15
112
GELENEK 95
Güncellenmesi gereken planlama süreçlerinde Marksist bakış açısından “Ülke Planlama-Bölge Planlama” bağlamındaki kavramlaştırmalar: Globalleşme giderek artan bir ivme ile “Yeni Dünya Düzeni” mantığında gelişir ve emperyalizmin parametrelerini de içinde barındırırken bu gelişimi kaderin bir parçası saymak eğilimi de ezilen kitlelere “stratejik bilgi bulaştırma” kurguları ile dayatılıyor.20 Böylece parça başı çözümlerin bir araya gelmesinden oluşan “yamalı bohça” mantığı da ülke planlama ve bölge planlama ile ilgili kavramlaştırmaların unutturulmaya çalışılmasına paralel olarak egemen kılınmaya çalışılıyor. Ülkemizde Devlet Planlama Teşkilatı’nın bir süre yürüttüğü çok başarılı çalışmaların böyle bir karşı kurgu ile etkisizleştirilmesi ve adı geçen teşkilatın söz konusu parça başı çözümlere danışmanlık veren bir yan kuruluş haline indirgenmesi ülkemizde bu yönde bilinç ile yürütülen siyasaların tamamlayıcı parçalarından biri olarak algılanmalıdır. Halbuki ülke planlama genel mantığı içinde yürütülecek bölge planlama stratejileri aslında yerelleşmeye ve yerel açılımları da içeren demokratik önermelere engel olmazlar. Global ve yerel yaklaşımların karşılıklı etkileşimli bir demokratik yapılanma içinde bütünleştirilmesi emekçi yığınların çıkarlarının gözetilmesi ve temsil haklarının korunması kaydı ile Marksist görüş açısından da olumlu yorumlanabilir.21 Burada, temsil hakkı ve bu hakkın emperyalist demokrasi bağlamındaki dayatmalara karşı savunusunun nasıl yapılacağı başka bir çalışmamızda inceleneceğini de belirtmeliyiz. Güncellenmesi gereken planlama süreçlerinde Marksist bakış açısından “Aktif Yurttaş” bağlamındaki kavramlaştırmalar: Yurttaş sınıf bilinci içinde davranmadıkça nasıl aktif olacak? Sisteme karşı
Kırmızı, M. T., "Bilgi Nasıl Bulaşır? Aktif + Etkin Öğretim ve Memetics - Belleşim Bağlamında Temel Tasarım Kavramlaştırmalarına Giriş", Gazi Üniversitesi Mühendislik - Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü tarafından düzenlenen "Planlama Eğitiminde Yaratıcı Düşünce - İlk Yıl Tasarım Eğitimi Deneyimleri" konulu "Ulusal Çalıştay"a davetli olarak sunulan bilimsel bildiri, Ankara, 28. 02 2003. 21 Kırmızı, M. T., "Bölge Planlamanın İdeolojisi / Güncellenmiş Ulusal Bölge Planlama Stratejilerine Doğru bir Sistem Yaklaşımı", Ortadoğu Teknik Üniversitesi ev sahipliğinde düzenlenen "Dünya Şehircilik Günü 28. Kolokyumu - Değişen - Dönüşen Kent ve Bölge - Yeni bir olgu olarak Kentsel Bölgeler - Bölge Kentler Kapsamında Planlamanın ve Yerel Yönetimlerin Yeniden Yapılandırılması" bağlamında sunulan bilimsel bildiri, ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi - Ankara, 8-9-10 Kasım 2004. "Değişen Dönüşen Kent ve Bölge", Bildiri Kitabı, Ortak yayın, Hakemli, TMMOB Şehir Plancıları Odası - Ortadoğu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Ortak Yayın Serisi, 2005, yazar (Yayın kurulu kararı: 04.05.2005 / 2) ISBN: 975-395-955-9 (tk) - 975-395-9567, BBC Basım ve Matbaacılık, Ankara, 20005, s. 237-250. 20
113
Planlama Süreçlerinin Marksist Eleştirisi
alternatif geliştirmeyen, ancak sistem içindeki alternatiflerin sanal rahatlatıcılığına sığınmaya yönlendirilen yurttaş, sistemin bütününü nasıl kavrayacak? Aktif, yani siyasete katılan, dahası siyaset yapan yurttaş kendisine sunulan engebeli topografyanın bütün engellerini aşsa bile ayrı ayrı parçalardan oluşan emekler giderek sistemin bütününü nasıl etkileyecek? Bir sistem parçalarının basit toplamından ibaret değildir. Sistem parçalarına ayrıldığında o parçalar tek başlarına sistemin niteliğini göstermezler.22 Emperyalizmin kitlelere dayattığı “Göstermelik Demokrasi” içinde bu türlü sanal katılım gösterileri kitlelerin pasifize edilmesi çabalarını sahneye koyan kurgulardan ibaret olarak değerlendirilmektedir. Kapitalist düzen içindeki “demokrasi” kavramının idealler, limitler ve bu bağlamda verilen mücadeleler açısından sınıfsal mantığa oturtulmuş bir irdelemesi yapılmadan ve bu süreçler emekçi kitleler ile tartışılmadan eski tabir ile “hüda-i nabit” yani kendiliğinden yetişen bir “aktif yurttaş” kimliğinden söz edilebilir mi?23 Planlamaya halkların demokratik katılımı kavramı, söz konusu planlama süreçlerinin tümüne bu halkların bütünü tamamlayıcı ve vazgeçilemez birimler olarak katılımı bağlamında ele alınmalıdır. Bunun dışındaki yaklaşımlar emekçi yığınların sahte “katılım” senaryoları ile aldatılmalarından başka bir anlam taşımaz. Güncellenmesi gereken katılım kavramlaştırmaları içinde ulus devlet, global sistem ve demokrasi ile ilgili bütün açılımlar incelenmeli ve emekçi yığınların bilgilenmesine açılmalıdır.24 Bütün bu irdelemelerden bağımsız olarak “Aktif Yurttaş” kimliğinin gelişmesini beklemek göstermelik demokrasinin güdümündeki işbirlikçi akademizmin emekçi yığınları yadsıyan yutturmacası olarak kendisini ortaya koymaktadır. Global sömürünün egemen olduğu sınırsız bir dünyaya25 emekçi halkların düşünme yeteneklerini ve sınıfsal haklarının savunulması yönündeki reflekslerini yok ederek varmak, vahşi kapitalizmin “Global Gelişim” yutturmacası altında güncellenmiş rüyasıdır. Güncellenmesi gereken planlama süreçlerinde Marksist bakış açısından “Global Gelişimin Yanında Yerelleşmenin Desteklenmesi” bağlamındaki kavramlaştırmalar: Global gelişimin yanında yerelleşmenin de desteklenmesi emperyalizmin emekçi yığınlara dayatması bağlamındaki batı güdümlü sözde demokrasi-
Ackoff, R., “Towards a System of Systems Concepts", Management Science, v. 7/71, 1971. Dryzek, J., “Democracy in Capitalist Times. Ideals, Limits, and Struggles”. Oxford: Oxford University Pres, 1996. 24 Held, D. (ed.), “Democracy, the Nation-State and the Global System”, Political Theory Today, Cambridge: Polity, 1991. 25 Ohmae, K., “The Borderless World”, Harper Collins, 1991. 22 23
114
GELENEK 95
ler tarafından da sürekli gündemde tutuluyor. Böylece “Planlamada Demokratik Kitle katılımı” bağlamında gerçekleştirilmesi gereken ve tabandan gelecek halk meclislerine temsil hakkı tanıyan gerçek bir demokratik modelin göstermelik ve sistemden yalıtılmış maketi vitrinde tutuluyor. Oysa böyle bir model ancak söz konusu temsil hakkının gerçekten tanınması ve yaygın örgütlenmesi ile demokratik işlevini kazanabilir. Bunun için de “Demokratik Kitle Katılımı” bağlamındaki düşünsel birikim ve güncellenmeler ülkemizdeki bilimsel çevrelerde gereğince tartışılmalıdır.26 Sonuç Emperyalizm, çıkarları doğrultusunda geliştirdiği, düşünsel açıdan derinliği olmayan, sömürüye açık ve tek boyutlu bir dünya projesini uygulamaya koymuş bulunmaktadır. Gelişmiş endüstriyel toplumların ideolojisi bağlamında tek boyutlu insan27 ve tek boyutlu dünya kavramlaştırmaları düşün alanında oldukça eskilere dayanan geniş bir tartışma ortamında irdelenmektedir. Planlama süreçleri ve bu bağlamdaki kavramlaştırmaların Marksist eleştirisi bu düşünsel birikimden alınan dersler ile zenginleştirilerek bu konu ile ilgilenmekte olan araştırmacıların ve özellikle öğrenim görmekte olan genç meslektaşlarımızın bilgi ve irdelemesine sunulmalıdır. ABD dolarının üzerinde “Novus Ordo Seclorum-Çağların Yeni Düzeni” mottosu ile kendisini deklare eden “Yeni Dünya Düzeni- Düzensizliği”nin dayattığı resmi söylemin dışında var olan, onurlu bir yaşam hakkından haber veren düşün ürünlerinin ülkemizde okuyucuya ulaşması medyada giderek artan bir baskı ile engellenmektedir. Bu engellemeler bizleri yıldırmamalı, tam tersine düşünsel ürünlerin daha yüksek düzeylerde üretilmesi ve emekçi yığınlara sunumu konusundaki ısrarımızı kamçılamalıdır. Devrimlerin başladıktan sonra asla bitmediğini bilerek28 ebedi ışığa doğru sınıf bilinci içinde yürümeliyiz.
Krouse, R. W., “Two Concepts of Democratic Representation: James and John Stuart Mill”, The Journal of Politics, Vol. 44, No. 2, May, 1982, pp. 509-537. Warren, M. E., “What Can Democratic Participation Mean Today?” Political Theory 30, October 2002, pp. 678-702. 27 Marcuse, H., “One-Dimensional Man, Studies in the Ideology of Advanced Industrial Society” Boston: Beacon Pres, 1964. 28 Anderson, J. L., “Che Guevara: A Revolutionary Life”, Grove Press, New York, 1998. “Hasta la VITTORIA, siempre!” 26
115
159. Yılında Manifesto Ne İfade Ediyor? Atanur Güneysu Tam adı “Komünist Parti Manifestosu” olan Marksizmin bu ünlü ve güçlü belgesi, genellikle “Komünist Manifesto” olarak anılır. Komünistler ise kısaca “Manifesto” der. Marksizm ilk kez bu belge ile teorik ilkelerini, komünizmin strateji ve taktiklerini, yetkin ve çarpıcı bir şekilde özet olarak açıklamıştır. Manifesto, emekçilerin iktidar mücadelesine yeni bir perspektif getirerek, ufuk açıcı bir görevi yerine getirmiştir. Manifesto’dan önce işçi sınıfı hareketi “ütopik” ve “darbeci” kanallardan ilerlemeye çalışıyordu. Manifesto, bilim dışı olan her iki yolu tarihin çöp sepetine atmakla kalmamış, işçi sınıfı hareketinin bilimsel sosyalizmle, yani komünizmle buluşmasının teorik ve pratik olanaklarını da yaratmıştır. Bu anlamda Manifesto, emekçilerin iktidar mücadelesinde bir kilometre taşıdır. Bir başka ifadeyle, Manifesto, “çağ açan bir belgedir”.1 Bu tespit abartı kabul edilmemelidir. Manifesto’dan önce politikanın nabzının attığı Fransa, İngiltere, Belçika ve Almanya gibi ülkelerde etkin olan devrimci hareketler, ya “ütopik” ya da “darbeci “nitelikteydi. Bu hareketler teorik-ideolojik niteliklerinden çok, pratik özellikleriyle dikkati çekiyordu. Manifesto tam bu dönemde, Avrupa’da 1848 devrimlerinin hemen öncesinde, bir doktriner düşünce ağırlığı şeklinde ortaya çıkmıştır. Ama bu çıkıştaki doktriner ağırlık, siyasi pratiğin geri plana itildiği anlamına gelmiyordu. Böylesi bir yaklaşım, Manifesto ve onun yaratıcılarına yapılabilecek en büyük haksızlık olur. Bu anlamda Manifesto, hem tarihsel ve teorik, hem de devrimci bir örgütün eylem ve amaçlarını ifade eden bir belgedir. O güne kadar işçi sınıfı hareketi üzerine yazılmış olan düşünceMaurice Cornforth, Marksist Klasikleri Okuma Kılavuzu.Ankara, Sol Yayınları, Şubat 1975, s. 22. 1
117
159. Yılında Manifesto
lerden hiçbiri, işçi sınıfı hareketi ve komünistleri Manifesto kadar etkilememiştir. Çünkü, “Büyük bir patlayıcı güçle dolu olan Manifesto’nun sayfaları, bir bakıma saatli bomba etkisi göstermiştir. Uzaklara kadar yayılacak olan bu sesin kökeni, hem kanıtlamanın çürütülmez gerçeği, hem üslubunun gücü ve hem de yapıtın içerdiği görüşlerde bulunmaktadır”.2 Manifesto, komünizmin kuruluşunun ana hatlarını özet olarak ifade etmektedir. Manifesto’da ifade edilen bu özet, işçi sınıfı hareketinin gerçek ve tartışmasız sahipleri olan komünistlere ve onların partilerine sosyalist devrim ve sosyalist iktidar mücadelesinde çok önemli görevler yüklemektedir. Manifesto üzerine Lenin şöyle demektedir: “İnsan düşüncesi tarafından yaratılmış bulunan her şeyi, işçi sınıfı hareketi üzerinde denetleyerek, yeniden ele aldı ve eleştirisini yaptı; ve ondan burjuva çerçeve içinde kapanıp kalmış ya da burjuva önyargılarla bağlı kimselerin çıkaramayacakları sonuçları çıkardı.”3 Manifesto, komünizmin ana hatlarını çizmekle yetinmiyor. Kapitalizmin çöküşünün, sosyalist devrimin ve sosyalist iktidarın kuruluşunun sonunda, yeni ve sınıfsız toplumun kurulmasının tarihsel bir zorunluluk olduğunu da bilimsel olarak açıklıyor. Manifesto, işçi sınıfı hareketinin devrimci teorisinin gelişip ileriye doğru yaptığı ideolojik bir hamledir. Komünizm mücadelesinde başyapıt ve klasik olma nitelemesini yayınlandığı andan itibaren kazanmış olan Manifesto, 1844’den beri değişik gazete, dergi, kitap ve siyasi toplantılarda yapılan tartışmalarla, Marksizmin şekillenip öne çıkma sürecini tamamlar ve sonraki ideolojik-politik çalışmalar için güvenilir bir temel ve çıkış noktası oluşturur. Manifesto, kaleme alındığı güne kadar oluşan işçi sınıfı hareketi pratiğinin genelleştirilmesinin sonucunda doğdu. Teorik ve ideolojik kaynakları, 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarının klasik Alman felsefesi, İngiliz klasik ekonomi-politiği ve Fransız ütopik sosyalizmidir. Manifesto’nun yayınlanmasıyla, tarihte ilk kez komünizmle işçi sınıfı hareketini birleştirmenin genel ilkeleri ifade edilmiş oldu. Manifesto, yayınlandıktan sonra, kapitalist ücretli kölelik düzeninden kurtulma mücadelesinde emekçilerin teorik ve ideolojik silahı oldu. Bu nedenle Manifesto yalnızca bir veya birkaç ülkeyi değil, bütün kapitalist ülkeleri yakından ilgilendirmektedir. Manifesto 1847 yılı sonlarında yazılmaya başladığında, Avrupa büyük bir devrimci ayaklanmanın arifesindeydi. Marx ve Engels bunu öngörmüşlerdi. Bu anlamda Manifesto, Marx ve Engels’in 1845’ten beri belli belirsiz şekilde ifade ettikleri düşüncelerin bir açıklaması değil, 1848 devrimini de hesaba katarak kaleme aldıkları bir eylem kılavuzudur. ManiJean Bruhat, Marks-Engels. Marksizmin Gelişimi, İstanbul,Yücel Yayınları, Eylül 1975, s. 115. Georges Cogniot, Çağdaşımız Karl Marx, Ankara, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Nisan 1975, s. 47.
2 3
118
GELENEK 95
festo’nun gücü, komünizmin genel ilkelerinin yalnızca yazıldığı yıllarda değil, bugün de geçerli olabilecek şekilde ifade edilmesindedir. Manifesto’nun yayınlanmasından sonra, Marx’ın “devrim simyagerleri” diye adlandırdığı Proudhon ve Weitling gibi ütopik sosyalistlerle ilişkileri tümüyle kesildi. Çünkü Manifesto, toplumsal bir dönüşümün olanak ve kaçınılmazlığını bilimsel bir şekilde açıklıyor ve “sosyalist devrimin bunun kaçınılmaz bir aşamasından başka bir şey olmadığını” söylüyordu. Manifesto, burjuvazinin ortadan kalkmasının nasıl ve niçin kaçınılmaz olduğunu açık bir tahlil ile ispat etmektedir: “Dünyanın dönüşümünün bir ideale bağlı olmayıp realitenin hareketinin, yani tarihin bunu zorunlu kıldığını ve haber verdiğini ispat eder.”4 Manifesto’ya geliş süreci Manifesto’nun yazıldığı 1848 Şubat’ına kadar meydana gelen elli yıllık politik hareketleri ve bilimdeki gelişmeleri bilmeden, Manifesto’yu kavramak mümkün değildir. Bu anlamda Manifesto, yarım asırlık ekonomik, politik, ideolojik mücadele ve tartışmaların ürünüdür. Bir diğer anlamda Manifesto, doğanın, toplumun ve insan düşüncesinin gelişim ve değişimine yön veren genel yasaların yani, diyalektik ve tarihi materyalizm öğretisinin 1848’e kadar yazılmış en mükemmel örneğidir. Manifesto, 1800’lü yılların başlarından beri işçi hareketi içersinde yaygın ve popüler olan Proudhonculuğa, Weitlingciliğe ve Blankiciliğe karşı, kararlı, yoğun ve amansız bir mücadelenin ürünüdür. Bu hareketlere ütopizm ve darbecilik de diyebiliriz. Marx ve Engels’in teorik düşünceleri, bu mücadeleler içersinde netlik ve kesinlik kazanmıştır. Marx ve Engels bu mücadeleler içinde, işçi hareketlerini bir sınıf hareketi olarak görmekle yetinmeyip, teorileriyle işçi hareketi arasında ilişki de kurmuşlardır. Onlara göre işçi hareketi, beklenmedik ve tarihin herhangi bir zamanında ortaya çıkan bir olgu değildi. Teori, ilk bakışta işçi hareketinin dışından kaynaklanıyor ve onun mücadelesinden bağımsız üretiliyormuş gibi görünse de o, işçi hareketinden çıkarılan ve ondan koparılamayacak olan bir öğretidir. Bu anlamda Marx ve Engels’in ekonomik, politik ve ideolojik görüşlerinin, başta İngiltere, Fransa, Almanya ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde yaşanan işçi hareketlerinden süzülüp olgunlaştığı söylenebilir. Bir başka ifadeyle Marksizm, “Kitlelerin hem feodalizmin kalıntılarının ve hem de gelişmekte olan kapitalizmin çifte baskısı altında ezildiği…”5 tarihsel mücadele koşullarında şekillenmiştir. Manifesto, bütün bunların toplamıdır. Ütopik sosyalistler, kapitalist toplum ilişkilerini acımasızca eleştiriyor,
4 5
Henri Lefebvre, Karl Marx, İstanbul, Anadolu Yayınları, s. 255. E. Stepanova, Karl Marks, İstanbul, Konuk Yayınları, Ocak 1999, s. 11. 119
159. Yılında Manifesto
fakat onun tarihsel gelişiminin diyalektik yasalarını fark edemiyorlardı. Mevcut üretim ilişkilerini eleştiriyor, fakat onu yıkıp, yerine insanın insanı sömürmediği yeni toplumu kuracak sınıfsal gücü tanımlayamıyorlardı. Bunlar, kendi olanakları ve hayırseverlerden aldıkları bağışlarla toplumsal yaşamın dışında veya coğrafi olarak uzak mekanlarda oluşturdukları küçük topluluklarla “hümanist” bir hayat kurabileceklerini sanıyorlardı. Çünkü ütopik sosyalistler, üretim ilişkilerinin, tarihin belirli bir dönemine denk düştüğünü ve bu nedenle de geçici birer tarihsel kategori olduklarını anlayamamışlardı. Proudhon’un adıyla bütünleşen ütopik sosyalizm, üretim ilişkilerine dokunmadan kapitalizmin sömürü ve baskısının ortadan kaldırılabileceği gibi, işçi hareketini yanıltıcı düşünceleri savunuyordu. Proudhon, “Mülkiyet Nedir?” isimli kitabında bir kurum olarak özel mülkiyeti sert bir biçimde eleştirmektedir. Eleştirmekle kalmayıp, özel mülkiyetin “aslında bir hırsızlık” olduğunu da söylemektedir. Fakat Proudhon’un açmazı, kapitalizm eleştirisini, küçük üreticinin büyük üretici tarafından sömürüsü ile sınırlandırması ve adeta küçük üreticileri savunmasıdır. Bu anlamda Proudhon, işçilerin kurtuluşunu küçük mülk sahibi olmalarında (tasarruflarıyla dükkan satın almak vs. gibi) görür. Proudhon’un düşünceleri görünüşte, Marx’ın düşüncelerinden daha radikal gibidir. Bu yanılsama tarih boyunca, “küçük burjuva radikalizmi”ne teorik kaynaklık etmiştir. Çünkü onun düşünceleri, işgücünü satarak geçimini sağlayan emekçiden çok, küçük mülk ve üretim sahibi küçük burjuvaziye esin kaynağı olmuştur. Buna rağmen düşünceleri birkaç kuşak boyunca Fransa, İtalya ve İspanya’da modern sanayi sürecinin dışındaki emekçi ve yoksullara çekici gelmiştir. Manifesto’ya geliş süreci yalnızca Saint-Simon, Fourier, Owen ve Proudhon gibi ütopik sosyalistlere karşı yapılan teorik mücadeleden ibaret değildir. Mücadele, aynı kararlılıkla, politik literatüre “darbecilik” olarak geçen siyasete karşı da verilmiştir. Örneğin Weitling, sınıf mücadelesinde işçi sınıfı mücadelesinin yerine, kendi aralarında sıkı örgütlenmiş bir grup devrimcinin şiddetini koyuyordu. Ona göre düzeni değiştirecek olan güç işçi sınıfı değil, “toplumun en devrimci unsuru olan” lümpen proletaryadır. Sıkı örgütlenmiş küçük bir grup devrimci, devrimi gerçekleştirmek için, süreci hızlandırıcı eylemler yapmalıydı. Böyle olunca da işçi sınıfının içersinde propaganda ve örgütlenme çalışmalarına gerek kalmıyordu. Weitling ve arkadaşları siyasal mücadelede, işçi sınıfı içersinde ajitasyon, propaganda ve örgütlenmenin önemini hiç anlayamadılar. Teori küçümsenip, mücadele yalnızca eylem ve pratiğe indirgenince, işçi sınıfının bilime, teoriye ve aydınlara da ihtiyacı kalmıyordu. 31 Mart 1846 tarihinde Brüksel’de yapılan bir siyasi toplantıda Weitling, “(...) işçilerin yalnızca kendilerine güvenmeleri ve teorisyenlerle entelektüellerden kaçınmaları
120
GELENEK 95
gerektiğine işaret ettiği zaman Marx sözünü derhal keserek ‘doktrinsiz hiçbir şey yapılamaz, sadece gürültü çıkarılır ve sonu acı olan serüvenlere sürüklenerek erişilmek istenilen amaç baltalanır. Bilimsel fikirlere sahip olmadan işçilere hitap etmek, propaganda ve ajitasyonu saçma ve neticesiz bir oyuna çevirir. Böyle olunca da bir yandan ateşli bir havari öte yandan onu ağzı açık dinleyen bir eşek sürüsünden başka bir şey görülmez ortalıkta’diye haykırır.”6 Görüldüğü gibi Manifesto, 1848’den önceki elli yılın şiddetli sınıf mücadeleleri ve yoğun ideolojik tartışmaların ürünüdür. Marx ve Engels Manifesto’dan önce işçi sınıfı hareketiyle işçi sınıfı ideolojisini (komünizmi) buluşturabilmek amacıyla Bern, Paris, Brüksel ve Londra’da bulundukları örgütlerde ödünsüz ve sert tartışmalar yapmışlardır. İşçi sınıfının ideolojisi yalnızca monarşi ve burjuvaziye karşı değil, Proudhon ve Weitling’in başını çektiği ütopik ve darbeci sosyalizme karşı da, ödünsüz ve acımasız bir ideolojik tartışmayı sürdürerek, Manifesto’daki ifadesini bulmuştur. Bu ifadenin özeti, işçi sınıfı hareketiyle işçi sınıfı ideolojisinin buluşturulup iç içe geçirilmesidir. Teori pratiğin yol gösterici ise -ki öyledir- Manifesto’yla birlikte hareket, yol göstericisini bulmuştur. İşçi sınıfı hareketi Manifesto’yla birlikte yalnızca mücadele kılavuzunu bulmakla kalmamış, sosyalist toplumu kurmak gibi tarihsel bir rolü üstlenmek göreviyle de karşı karşıya kalmıştır. “Marx’ın öğretisindeki ana unsur, diye yazıyordu Lenin, proletaryanın tarihsel rolünün sosyalist toplumun kuruculuğu olduğunu ortaya koymasıdır. Bu parlak buluş, sosyalizmi bir ütopya olmaktan çıkarıp bilime dönüştürdü, sosyalizmi ilk kez sağlam bir temele oturtturdu ve yükselen devrimci sınıfın yazgısına bağladı.”7 Bir başka yerde Manifesto’nun başardığı bu tarihsel görev şöyle ifade edilmektedir: “Marx, toplumsal devrimin taşıyıcısı olarak, özel mülkiyeti kaldırabilecek ve kaldırması gereken sınıf olarak, yeni sınıfın, proletaryanın devrimci rolüne işaret etmiştir. Bu sınıf, bu tarihsel görevi, ancak, Alman felsefesinin nihai gelişimi olacak yeni bir teori tarafından yönlendirilirse başarabilirdi. Nasıl ki, felsefe, maddi silahını proletaryada buluyorsa, proletarya da entelektüel silahını felsefede bulur…Bu kurtuluşun kafası felsefe, yüreği ise proletaryadır.”8 Günümüzde Manifesto ne ifade ediyor? Yazılmadan önceki elli yılın sınıf mücadeleleri, ideolojik tartışmaları ve bilimsel buluşlarının teorik ürünü olan Manifesto, temel olarak dört bölümden meydana gelir. Girişten sonra gelen bu bölümler, “Burjuvalar ve Proleterler”, “Proleterler ve Komünistler”, “Sosyalist ve Komünist Yazın” Jean Bruhat, a.g.y., s. 97. E. Stepanova, a.g.y., s. 24. 8 Dirk J. Struik, Komünist Manifesto’nun Doğuşu, Ankara, Sol Yayınları, Aralık 1976, s. 52. 6 7
121
159. Yılında Manifesto
ve “Komünistlerin Mevcut Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Konumları” başlıklarından oluşur. Yazılışından bu yana 159 yıl geçmiş olmasına rağmen Manifesto, hâlâ zamanın, siyasi gelişmelerin ve her türden yıkıcı eleştirinin olumsuz etkisine meydan okurcasına dimdik ayaktadır. Ayakta olmakla kalmayıp, iktidar kavgalarında komünist partilerin kadro, militan ve sempatizanlarına esin kaynağı oluşturmaya devam etmektedir. Zamana, siyasal gelişmelere ve her türlü yıkıcı eleştiriye aşınmadan direnç gösteren Manifesto’nun, çok doğaldır ki tarihsel olarak aşılmış yerleri vardır. Örneğin dördüncü bölüm için bunu söyleyebiliriz. Fakat yine de bu bölüm, ilgi konusu olmayı sürdürmektedir. Marx, politik ekonomi alanındaki ciddi incelemelerine 1843’ten itibaren başlamış, Kapital’de gösterdiği başarısına da 1848 devriminden sonra Fransız hükümeti tarafından sürgüne gönderildiği İngiltere’de ulaşmıştır. Bu nedenle başta “Felsefenin Sefaleti” olmak üzere diğer çalışmalarında da görülen “emekçi geçinebilmek için emeğini satar” tespiti, 1850’den ve Kapital’in yazımından sonra yerini “emekçi geçinebilmek için işgücünü satar” tespitine bırakmıştır. Manifesto yazılırken, Marx ve Engels’in ekonomik araştırmaları henüz ikinci tespiti ifade edebilecek düzeye ulaşamadığı için, Manifesto’da bu konu açık biçimde yazılmamıştır. Ayrıca Manifesto’da, emeğin fiyatını belirleyen etmenlerin üretim maliyeti yani, işçiyi yeniden üretim sürecine sokabilecek asgari fizyolojik ihtiyaçların maliyeti olduğu da açık olarak belirtilmemiştir. Geçerken söyleyelim, “emekçi geçinebilmek için emeğini mi, yoksa işgücünü mü satar?” sorusunun cevabı, ilk bakışta önemsiz gibi görünse de, emekçinin emeğini değil, işgücünü sattığını kanıtlayabilmek için, Marx ve Engels tarafından yoğun tartışmalar sürdürülmüş ve sayfalar dolusu yazılar yazılmıştır. Bütün bunların sonunda emekçinin emeğini değil, işgücünü sattığı ve emeğin alınıp satılabilen bir meta değil, işgücünün harcandığı bir süreç olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Eric Hobsbawm bu konuda şöyle yazmaktadır: “Marx Manifesto’yu yazdığında, Marksizan bir iktisatçı olmaktan ziyade komünist bir Ricardocuydu.”9 Hobsbawnm’ın bu tespiti, Manifesto üzerine yukarıda söylediklerimizi doğrulamaktadır. Manifesto, yalnızca tarihsel bir durumu desteklemek veya belirli bir tarihsel duruma karşı çıkmak için yazılmamıştır. Yazılmadan önceki elli yılın birikimini içerisinde taşıyor olsa da, Marksizmin gelişiminde son noktayı değil, görece olgunlaşmış bir aşamayı ifade etmektedir. Manifesto, Marksizmin 1848’de gelmiş olduğu teorik aşamayı genel ve özet anlamda ortaya koyan bir belgedir. Marx Manifesto’da diyalektik ve
9
Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1999, s. 431. 122
GELENEK 95
tarihsel materyalizmin, yalnızca 1848-1850 devrimlerinde değil, günümüzde de geçerli olan tespit ve çözümlerini ortaya koymaktadır. “Bunlar kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçler için yarattığı ayak bağlarının, kapitalizmin yıkılıp komünizmin kurulmasını kaçınılmaz kılması, kapitalist ilişkilerin, sadece, kendi doğurduğu sınıf mücadeleleri ile ortadan kaldırılabileceği, proletaryanın, kapitalist toplumu komünist topluma, yalnızca, kendisini yönetici sınıf olarak örgütleyerek ve devlet iktidarını kullanıp sermaye sahiplerini mülksüzleştirerek dönüştürebileceği ve komünizm aşamasına geçilmesiyle sınıfların ortadan kalkmasının, devletin kendisinin sönümlenmesine yol açması gibi açılımlardır.”10 Yazının başından beri Marx’ın teorik, ideolojik, ekonomik çalışma ve araştırmalarından söz ettik. Buradan Marx’ın örgütsel çalışmalar yapmadığı, salt bir kitap kurdu olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Geniş bir çevre tarafından böyle tanınıp böyle anlatılması, Marx’a yapılabilecek en büyük haksızlıktır. “Marx’ın örgütsel çalışmaları, araştırıcılar tarafından hemen hemen tümüyle es geçilmiştir. Marx adeta bir manastır düşünürüne dönüştürülmüştür. Kişiliğinin en ilginç yanlarından biri inkar edilmiştir. Marx’ın (Engels’in değil) 1840’ların ikinci yarısında, bilinçlendirme çalışmalarının esinleyicisi ve yöneticisi olarak oynadığı önemli rolü kavramayı beceremezsek, daha sonraları 1848-1849 yıllarında ve Birinci Enternasyonal döneminde örgütçü olarak yerine getirdiği müthiş rolü hiç anlayamayız.”11 Manifesto yazılalı tam 159 yıl olmuştur. Bu süre içinde siyasal platformdan birçok düşünce gelip geçmiştir. Bu düşüncelerin çok büyük bir bölümü zamana, gelişen siyasal olaylara ve yıkıcı eleştirilere dayanamayarak tarihin içinde kaybolup gitmişlerdir. Fakat Manifesto, tüm bunlara meydan okuyarak günümüze kadar gelmiştir. Manifesto yazılıp okurlara ulaştırıldıktan bir hafta sonra 1848, daha sonra 1850 devrimleri ve sonra da 1871 Paris Komünü gerçekleşmiştir. Manifesto ve yazarları, bu tarihsel olayları hem etkilemiş hem de bunlardan etkilenip, teorik ve pratik anlamda kendilerini geliştirmişlerdir. Marksizmin en güçlü yanı, siyasal olaylara yön vermesi ve yaşanan siyasal olaylardan çıkardığı sonuçları yeniden teoriye katıp, onu geliştirmesidir. Bunlara bilimsel gelişmelerin en yeni sonuçlarının katılması da, Marksizmi ve onun en güçlü belgelerinden biri olan Manifesto’yu, 159 yıl sonra bile güncel ve geçerli yapmaktadır. Manifesto hâlâ yazıldığı günkü kadar siyasi bir programı, siyasi bir örgütü ve iktidar hedefli bir mücadeleyi ifade etmektedir. Manifesto yayınlandıktan bir hafta sonra kıta Avrupa’sının her yanında burjuvazinin başını çektiği devrimci ayaklanmalar gerçekleşmiştir. BunlaDavid Fernbach, Siyasal Marx, İstanbul, Yeni Hayat Kütüphanesi, Nisan 2004, s. 46. David Riazanov, K. Marx-F. Engels. Hayatı ve Eserlerine Giriş, İstanbul, Belge Yayınları, Ocak 1978, s. 71. 10 11
123
159. Yılında Manifesto
rın Manifesto’yla mekanik bir ilişkisi olduğunu söylemek abartı olur. Ama şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz: Kendisinden önceki sınıf mücadelelerinin ekonomik, politik ve ideolojik birikimini taşıyan Manifesto çok doğaldır ki, yayınlandıktan sonraki sınıf mücadelelerine de, bu birikimini yol gösterici olarak taşıyacaktır. Gelelim önceki adı “Doğrular Birliği” olan, fakat Marx ve Engels’in önerisiyle “Komünistler Birliği” adını alan Londra’daki örgütün, bu ikiliye iki ay içinde yazmaları görevini verdiği Manifesto’nun Şubat 1848’de yayınlanmasından sonra tüm kıta Avrupa’sında gerçekleşen devrimlerin akıbetine. 1848-1849 yıllarında, Avrupa’nın bütün ülkelerinde, burjuva ya da güçlü halk devrimleri oldu. Rusya’da da büyük köylü ayaklanmaları baş gösterdi. Ama 1848-1849 yıllarında gelişen bu devrimler ve ayaklanmalar her yerde başarısızlığa uğradı. Başarısızlığın en önemli nedeni, proletaryanın bağımsız bir güç olarak yönetimi ele geçirmesinden, bir devrim yapmasından korkan burjuvazinin, başlangıçta büyük zaferler elde etmesine karşın tutucu güçlerle uzlaşmaya girmesidir. Artık burjuvazi, 18. yüzyılın, 1789’un devrimci burjuvazisi değildir. 1848 devrim eylemleri, burjuvazinin devrimci niteliklerini yitirdiğini ve karşı-devrimci bir konum kazandığını gösteren kanıtlardır. Gerçekten de 1848 yılını, bütün toplumsal düşünceleri ve özgürlükçü akımları ezen gericilik yılları izleyecektir.12 Manifesto’nun “Burjuvalar ve Proleterler” başlıklı birinci bölümünde, “Tüm toplum, giderek daha çok iki büyük düşman kampa, doğrudan birbirlerinin karşısına dikilen iki büyük sınıfa bölünüyor: Burjuvazi ve proletarya” denmektedir. 159 yıl sonra da kapitalist toplumların, sınıfsal konumları ve sınıfsal çıkarları birbiriyle uzlaşmaz zıtlıklar içinde olan iki kesime ayrışma süreci devam etmektedir. Küçük burjuva denilen, küçük mülk ve küçük üretim sahibi kesimler ise hızla yok olmaktadır. Bunların çok büyük bir bölümü proletaryaya, diğer bölümü de burjuvaziye katılmaktadır. Proletaryaya katılanlar bu sınıfın ideolojisini hemen benimsemeyip, içinden geldikleri kesimin ideolojisini uzun süre muhafaza etmektedirler. Çünkü insanların düşünceleri, üretim ilişkilerinden ve sınıfsal konumlarından daha yavaş değişmektedir. Bu tehlikeyi en aza indirebilmek için, ciddi bir örgütlenme, yoğun bir ideolojik çalışma ve siyasal pratik gerekmektedir.. Dünyada ve ülkemizde 1980’li ve özellikle 2000’li yılların başından beri yaygın olarak uygulanan neo-liberal politikalar, Manifesto’da sözü edilen iki sınıflı kutuplaşmayı her geçen gün daha da hızlandırmaktadır. Bu top-
12
Devrimler ve Karşı-Devrimler Tarihi Ansiklopedisi, İstanbul, Gelişim Yayınları, 1975, s. 956. 124
GELENEK 95
lumsal gelişmenin sonunda artacak sınıfsal çelişkiler, hiç kuşkusuz emekçilerin iktidar mücadelesine yeni olanaklar sunacaktır. Yine aynı bölümde “Modern devletin yönetimi, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir” denmektedir. 159 yıl önce kapitalist devletin yönetimi için yapılan bu tespit, en küçük bir tereddüde yer bırakmayacak şekilde, alenileşerek geçerliliğini korumaktadır. Bugün en “demokratiğinden” en “özgürlükçüsüne” kadar tüm kapitalist hükümetler, burjuvazinin ortak işlerini yürüten birer komiteden başka bir şey değildir. Özellikle 1990’lı yılların başlarında “Yeni Dünya Düzeni” ve “Küreselleşme” adları altında gerçekleştirilen emperyalist saldırılardan sonra, yukarıdaki tespit tartışmasız bir hale gelmiştir. Bugün dünyanın çok büyük bir bölümünde hangi burjuva partisi iktidara gelirse gelsin, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün talimatlarını, diğer anlamda emperyalist burjuvazinin ekonomik, politik ve ideolojik programlarını uygulamanın dışında bir şansa sahip değildir. Böyle bir politik olgu, tüm burjuva partilerini birbirine benzeyen örgütler, Manifesto’nun diliyle “komiteler” haline getirmektedir. Bugün ABD’de Cumhuriyetçilerle Demokratların, İngiltere’de Muhafazakarlarla İşçi Partililerin, Almanya’da Sosyal Demokratlarla Hıristiyan Demokratların, Fransa’da Sosyalistlerle Liberallerin ve Türkiye’de Laiklerle İslamcıların ekonomi ve Ortadoğu’ya yönelik politikalarında önemsiz ayrıntıların dışında, özde bir fark kalmamıştır. Ekonomik ve askeri programlar, iktidara hangi parti gelirse gelsin, aynen sürdürülmektedir. Yine aynı bölümde, “Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi” denmektedir. (Buna öğretmen, mühendis vs. gibi kamu görevlilerini de katabiliriz-A.G.) Bundan 159 yıl önce yapılan bu siyasal tespit, günümüzde daha da genişleyerek doğrulanmaktadır. Fakat ne yazık ki günümüzde bu ekonomik gerçeği fark edemeyen milyonlarca emekçi vardır. Bunlar hâlâ kendilerini “küçük burjuva” olarak görmektedir. Böyle görünce de, hem üretim sürecindeki (işgücünü satıp değer üretmek) konumlarını ve hem de ücretli işgücü sömürüsüne tabi olduklarını fark edememektedirler. Ama bu yaklaşımları, nesnel sürecin işleyişini (ücretli işgücü sömürüsüne tabi olmalarını) etkilememektedir. Özellikle kamu sendikalarının yönetici ve üyeleri, bu bilimsel gerçeği fark etmenin henüz çok uzağındadır. Onlar hâlâ “hizmetten gelen gücümüzü kullanacağız” söyleminin yanlışlığından ve popülist cazibesinden kendilerini kurtarabilmiş değildir. Üretim sürecinde sınıfsal konumunu fark etmek, ücretli işgücü sömürüsüne tabi olduğunun, sürecin sonunda değer yarattığının ve yarattığı değerin büyük bölümüne karşılıksız (ücreti ödenmeden) el konulduğunun bilincinde olmak demektir. Bu tespitte karşımıza “küçük burjuva” değil, emekçi profili çık-
125
159. Yılında Manifesto
maktadır. Bütün bunlar ilk bakışta küçük ve önemsiz ayrıntılar gibi görünse de, işin aslı öyle değildir. Politikada en tehlikeli tiplerden biri de, kendisini sınıflar üstü veya sınıflar dışı görenlerdir. Bunlar mücadelenin dışında kalmakla yetinmeyip, mücadelenin siyasallaştırılmasına da karşı çıkarlar. Yine aynı bölümde, “Ürünleri için sürekli genişleyen pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dört bir yanına kovalıyor. Her yerde barınmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır” denmektedir. Manifesto’nun bu tespiti, Batı Avrupa burjuvazisinin sanayi devrimine denk düşen birinci küreselleşme saldırısını ifade ediyor. Günümüzde yaşanan üçüncü saldırı dönemi de, aynı yaklaşım ve aynı cümlelerle ifade edilebilir. Burjuvazi bu saldırıda istediği sonuçları alamazsa, yani sürekli genişleyen pazar, her yerde barınmak, her yere yerleşmek ve her yerde bağlantılar kurmak gibi olanakları ele geçiremezse -ki bu da sınıf mücadelesinin yükselmesi anlamına gelir- sistemin krizi başlar. Bu, devrimci durum öncesini ifade eder. Örgütlü proletaryanın yapacağı şey, burjuvazinin dünya pazarlarını daraltacak, her yerde barınmasını olanaksızlaştıracak, her yere yerleşmesini ve her yerde bağlantılar kurmasını engelleyecek nesnel koşulları çok iyi değerlendirmektir. 159 yıl öncesinin tespitleri ve görevleri güncel görev olarak önümüzde durmaktadır. Emperyalist burjuvazinin Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu, Orta Asya ve Anadolu’dan sökülüp atılması, onun dünyadan sökülüp atılmasının öncesi olacaktır. Yine aynı bölümde “Burjuvazi, kırı, kentlerin egemenliğine soktu. Çok büyük kentler yarattı, kentsel nüfusu, kıra kıyasla, büyük ölçüde artırdı ve böylece, nüfusun oldukça büyük bir kısmını kırsal yaşamın bönlüğünden kurtardı. Kırı nasıl kentlere bağımlı kıldıysa, barbar ve yarı barbar ülkeleri de uygar olanlara, köylü ulusları burjuva uluslara, Doğu’yu Batı’ya bağımlı kıldı” denmektedir. 159 yıl önce yapılan bu tespiti doğrularcasına, günümüzde de kırlar, kentlere doğru hızla boşalmaktadır. Buna benzer bir şekilde Doğu uluslarının emekçi halkları da, “mülteci” adı altında gemilere ve TIR’lara doluşup, ucuz işgücü olabilmek için kitleler halinde Batı’ya akmaktadır. Yine aynı bölümde “Burjuvazi, nüfusun, üretim araçlarının ve mülkiyetin dağınık durumuna giderek daha çok son veriyor. Nüfusu bir araya toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır. Bunun zorunlu sonucu, siyasal merkezileşme oldu. Ayrı çıkarlara, yasalara, hükümetlere ve vergi sistemlerine sahip bağımsız ya da birbirleriyle gevşek bağlara sahip eyaletler, tek bir hükümete, tek bir hukuk düzenine, tek bir ulusal sınıf çıkarına, tek bir sınıra ve tek bir gümrük tarifesine sahip tek bir ulus içinde bir araya geldiler” denmektedir. İstatistikler nüfusun kentlerde, sermaye ve mülkiyetin, yani üretim araçlarının ise bir avuç elde toplanma sürecinin giderek hızlandığını göstermektedir. Küreselleşme denilen emekçilere saldırı süreci, tüm burjuva hükümetleri tek
126
GELENEK 95
bir hükümete, tek bir hukuk düzenine, tek bir sınıf çıkarına, tek bir gümrük tarifesine yöneltmektedir. Kapitalist ülkeler ayrı çıkarlara, ayrı yasalara, ayrı hükümetlere, ayrı vergi ve gümrük sistemlerine sahip devletler olmaktan hızla uzaklaşıyor. Başka örnekler verilebilirse de, Avrupa Birliği bunun en somut örneğidir. Avrupa Birliği’ni “sermayenin birliği” şeklinde tanımlayan partili komünistlere karşı, bazı siyasi çevreler aynı olguyu “emeğin Avrupası” şeklinde tanımlamaktadır. Ulusal sınırları içersinde sınıf mücadelesinden kaçanların, Avrupa düzeyinde bu mücadeleyi yürütmeleri mümkün değildir. Manifesto aynı konuya 159 yıl önce şöyle değinmiştir: “Öz olarak olmasa bile, biçim olarak, proletaryanın burjuvaziyle savaşımı ilkin ulusal bir savaşımdır. Her ülkenin proletaryası, elbette, her şeyden önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır.” Manifesto’nun yazıldığı yıllarda da sınıf mücadelesini yanlış algılayanlar olmuştur. Kökü ve ayakları kendi toprağında, kendi emekçisinde olmayan sınıf mücadelesi bir ütopyadır. Diğer anlamda, sınıf mücadelesinden yan çizmektir. Emekçilerin ulusal topraklardaki sınıf mücadelelerinin, enternasyonal görevleriyle çelişmeyeceği ve birbirini dışlamayacağı, günümüz mücadelelerine ışık tutacak bir şekilde Manifesto’da açık olarak belirtilmiştir. Son olarak Manifesto’nun “Komünistlerin Mevcut Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Konumları” başlıklı bölümünden günümüz sınıf mücadelesine ışık tutan tespitlerinden birkaçını görelim ve “Komünistler işçi sınıfının ivedi hedeflerine ulaşılması ve o andaki çıkarlarının gerçekleşmesi için savaşırlar;ama mevcut hareket içersinde, bu hareketin geleceğini de temsil eder ve gözetirler” tespitiyle başlayalım. Marx işçi sınıfı partisinin günlük acil talepler uğruna verdiği mücadeleyle, uzun soluklu iktidar mücadelesini birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak görmektedir. Günümüzde de komünistler, günlük mücadelelerinde yakaladıkları halkayı, iktidar mücadelesinin halkasıyla birleştiriyor. Komünistler kimlerle dayanışma içine girer ve hangi tür mücadelelere destek verir? Manifesto’nun aynı bölümünde bu konuda şunlar yazmaktadır: “(...) komünistler her yerde, mevcut toplumsal ve siyasal düzene karşı her devrimci hareketi desteklerler.” Son yıllarda emperyalizmin açılımı olan “Yeni dünya düzeni “ ve “Küreselleşme” adlı saldırılar, etnik ve dinsel farklılıkları kaşıyıp, bunları ülkelerin bütünlüğüne karşı kışkırtmaktadır. Emperyalistler, çıkarlarına uygun olduğunda bu iki farklılığı bazen görmezden geliyor, bazen de kaşıyorlar. Halk iradesiyle seçilen hükümetleri “anti-demokratik” görüp devirmek isterken, kendilerinin desteğiyle işbaşına gelen hükümetleri ise “demokratik” olarak nitelendirmektedirler. Komünistlerin bu konudaki ölçüleri çok farklıdır. Emperyalizmle işbirliği içinde olmayan, emperyalizme karşı direnip mücadele eden tüm devrimci hareketler, etnik ve dinsel kökenine bakılmadan desteklenir. Bunun en
127
159. Yılında Manifesto
somut örneği Ortadoğu’da emperyalizme ve siyonizme karşı mücadele eden emekçi ve yoksul halklardır. 159 yıldan beri “Komünistler, kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine ancak tüm mevcut toplumsal koşulların mücadele sonucu yıkılmasıyla ulaşacaklarını açıkça ilan ederler.” Manifesto’nun yazıldığı tarihten beri hiçbir burjuva partisi kendisine “kapitalist” veya “burjuva” sözcüğünü uygun görme cesaretini gösterememiştir. Burjuvalar da kendilerinden önceki sömürücü ve baskıcı sınıflar gibi, görüş ve amaçlarını dürüstçe belirtmek yerine, gizlemek korkaklığını seçmişlerdir. Tüm burjuva partilerinin programları yalan ve ikiyüzlülük üzerine kurulmuştur. Bunu teşhir etmek komünistlerin başta gelen görevlerinden biridir. Komünistler yalnızca örgütlenme, mücadele ve propagandalarında gerçekçi olmakla yetinmez, en zor, en ağır koşullar altında bile görüş ve amaçlarını gizlemezler. Çünkü dünyanın her yanında milyonlarca emekçi bu idealler uğruna hiç çekinmeden ölümü göze almıştır. Bu nedenle korkacak, utanacak ve saklayacak bir şeyleri yoktur. Komünistler bu tarihsel görevlerini yerine getirmek istiyorlarsa, partilerini hiçbir zaman mürit toplulukları gibi kendi içine kapatmamalıdır. Bunun panzehiri, emekçilerle, özellikle de mücadele eden emekçilerle sıkı ve düzenli ilişkiler kurmak, mücadelelerini sonuna kadar desteklemek ve onların günlük talepleri için yaptıkları mücadeleyi, iktidar mücadelesiyle buluşturup birleştirmektir. Bu dayanışma içersinde emekçilerin arasına girebilecek küçük burjuva ideolojisinin komünistleri etkilemesine kesinlikle izin verilmemeli ve kaçınılmaz olarak harekete bulaşacak olursa, kısa sürede etkisiz hale getirilmelidir. Manifesto, yazıldıktan 159 yıl sonra günümüzde hâlâ doğru ve güçlü bir teoriyi, sağlam, dinamik ve devrimci kıvraklığa sahip bir örgütü, emekçilere ve sokağa hakimiyeti ve günlük mücadeleleri iktidar mücadelesine bağlayabilme becerisini temsil ve ifade etmektedir. Manifesto’nun 159. yılı komünistlere ve emekçilere kutlu olsun. 4 Ocak 2007
128