Halk¦ n sesi 103

Page 1

SAYFA

2

SAYFA

AKP’nin medya iktidar› Zaman’dan Sabah’a tüm ‹slamc› medya dernek çat›s› alt›nda bir araya getirildi

7

Toprak, orman ve su için... Dersimliler ve Bursa’da yaflayan Artvinliler su hakk› mücadelesinde bulufltu

SAYFA

14

Fenerbahçe - Galatasaray Y›rt›k ayakkab› ve toprak sahadan, milyon dolarlar›n konufluldu¤u derbiye

SAYFA

15

Ad›m ad›m festivale Karagöz ve fiarlo beflinci kez bulufluyor. ‹flçi Filmleri Festivali yaklafl›yor

2 Nisan 2010 • 1 TL

Y›l 4 • Say› 103

AKP insanca yaflam ve güvenceli ifl talebini fliddetle yan›tl›yor

Emekçi zora teslim olmuyor

4/C’ye karfl› mücadele eden Tekel iflçileri bir kez daha polis engeliyle karfl›laflt›. Ancak barikatlar güvenceli ifl mücadelesini durduramad›

Üçüncü köprü ranta uzanıyor

Pahal› ulafl›ma isyan eden Ankaral›lar› durdurmak için AKP, polise ve faflist demagojiye sar›ld›. Ulafl›m hakk› eylemleriyse büyüyor

‹flçileri susturmak için elinden geleni yapan AKP, iktidar›n› güçlendirmek için anayasay› de¤ifltiriyor. Halk bu yalan› art›k yutmuyor

Suudi sermayesi talip olunca ‹stanbul’a üçüncü bo¤az köprüsü projesi yeniden gündeme geldi. Rant projesine karfl› ‹stanbullular insan zinciri kurdu

‘Görkemli direnifl’ Türkiye tarihteki en büyük Newroz kutlamalar›na tan›k oldu. Newroz, etnik ve kültürel kimlik talebinin önüne geçti, Newroz’un siyasal anlam› yeniden tan›mland›. S. 4

S. 6

Köle mühendis arıyorlar

‹flçi s›n›f›n›n ‘anayasa maddelerini’ göstermek için 1 May›s’a...

Görenler flaka san›yor, patron ifl ilan›yla mühendis de¤il köle istiyor. ‹flsizlikle karfl› karfl›ya olan mühendisler ne hale düfltü? S. 9

‘Bize illet olacaksınız’ AKP, halk›n paras›z ulafl›m hakk› eylemlerine illet oluyor. Ankara’da Gökçek’in iktidar› sallan›yor

Bir peşkeş öyküsü: Tekel ‹stanbul Kartal’daki Tekel arazisinin cemaate nas›l peflkefl çekildi¤ini gazeteci yazar Necati Do¤ru ve mimar Esin Köymen anlat›yor S. 11

YOL YAZISI S. 3

Zam giriflimi halka ve hukuka tak›lan Topbafl, flimdi de ‘paran kadar seyahat’ uygulamas›na geçiyor S. 16

‹srail’e ABD ayar› ABD, bölgedeki planlar›n›n önünde art›k engel oluflturmaya bafllayan ‹srail devletinin sald›rgan politikalar›na karfl› ‹srail’i hizaya çekmeye çal›fl›yor. S. 5

1915’te neler yafland›? Türkiye’de kaçak Ermenileri s›n›r d›fl› etmeye çal›flan AKP, geçmiflle yüzleflemiyor, Ermeni sorununu tarihçilere havale ediyor. Halk›n Sesi, Ermeni soyk›r›m›n›n yafland›¤› 1915 y›l›na ›fl›k tutuyor S. 13

Anayasa de¤iflikli¤i, tart›flmalar› sürüyor, AKP ‘paketle’ anayasay› S. 12 yamamaya çal›fl›yor

Kenar Notlar› / Sayfa 2

Samut Karabulut / Sayfa 4

Öldürerek günahtan...

Halkevleri korkutuyor

Nilgün Makar / Sayfa 7

Okullar›m›z karakol de¤il

Hakan Bayhan / Sayfa 15

Kor ve atefl y›llar›

Çal›flmak yetmiyor Sel felaketinde ölen kad›n emekçilerin davas›, kad›n›n çal›flma hakk›n›n tek bafl›na özgürlefltirici bir talep olmad›¤›n› gösteriyor. S. 12


2

MEDYA 2 Nisan 2010 / 15 Nisan 2010

Halk›n Sesi

Kenar Notlar› Öldürerek günahtan kurtarma sorumlulu¤u! araf’ta, “Faşizme kapı aralayan bir ‘dinsel sorumluluk’ algısı”na “dikkat” (!) çeken, “uyarıcı” (!) bir yazı yayımlandı. (http://www.taraf.com.tr/makale/10675.htm, 30.03.2010) Yazıyı Alper Görmüş kaleme almış. İlkin, “gazetecilik meslek onuru” adına içinizde bir coşku ve umut harekete geçiyor: Yoksa çoğunlukla “solu faşistlikle” suçlayan Taraf, acaba şimdi de liberal bir saflıkla “İslamcı faşizm”in üzerine mi gidiyor? Yazıyı bir çırpıda okuyor ve son zamanlarda adeta bir refleks haline gelen liberal bir çırpınışa tanık oluyorsunuz… Üst üste yediği tokatlarla şamaroğlanına dönen TSK’den sonra, şimdi liberaller, AKP iktidarının ve İslamcı gericiliğin tokadının tadına bakıyor. Tayyip Erdoğan’ın “kaçak Ermenilerin geri gönderilmesi” tehdidinin ardından başbakana diklenen başta Cengiz Çandar, sağdan soldan liberal ve Taraf gazetesi yazarları bu tokatlardan nasiplendi. Ardından Star gazetesi matbaası “olumsuz AKP manşeti” yüzünden Taraf’ı basmadı. Ahmet Altan Lenin’i yeniden keşfetti: “Lenin’in o ünlü sözüyle ifade edersek, ‘AKP’nin bir ilerici, bir gerici yüzü var’… “AKP’nin ‘ilerici yüzünü’ destekler, ‘gerici yüzünü’ eleştirirsiniz.” olur biter… İşte olup bitmiyor; sadece oldubittiye geliyor. İslamcılar buna “şefkat tokadı” diyor; aba altından sopa gösteriyor; liberallerse hâlâ “kedidir o kedi” bilinç aşamasındalar. Bütün gücüye AKP’yi destekleyerek risk alan liberallere de bu yapılır mı? Bizi dindarları savunamayacak durumlara düşürmeyin! Şimdi “pusuda bekleyen düşmana” koz vermenin zamanı mı? Hazır “düşman” afallamışken aslında tam zamanı. Alper Görmüş de yazısında benzer duyguları ve çelişkileri yansıtıyor. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın eşcinselliğin “hastalık” olduğu yönünde açıklamalarda bulundu. Alper Görmüş’ün deyimiyle, “siyasi özgürlükler söz konusu olduğunda ayrımsız ve ilkeli bir özgürlükçü tutum sergileyen kuruluşların da aralarında bulunduğu” gruplar bir bildiriyle bakanı desteklediler. Yazar, MazlumDer, İHH, Özgür-Der gibi İslamcı kuruluşlardan söz ediyor. Anımsanacağı üzere, bu kuruluşlar hakkında olumlu düşünen sadece Alper Görmüş değil. Bu tür İslamcı hareketlerin “desteklenmesi gereken ilerici özelliklerini” gerekçe gösteren kimi sol gruplar, “ortak eylem platformlarında” bölünmelere yol açmıştı. Bildiriye göre, “Birçok İslam ülkesinde de ‘eşcinsellik’ yasaktır… amaç toplumun ve insan neslinin korunması ile bu anomalinin yaygınlaşmasının önüne geçilmesidir. Tarihte bu tür sapkınlıklar yaşayan topluluklar, ilahi kitaplara göre ‘çirkinlik ve kötülük üzere oldukları, saptıkları’ için azap görmüş ve helak edilmişlerdir.” Alper Görmüş, kendisi “eşcinsellik konusundaki içeriğine” katılmasa da İslamcıların bakanı destekleme “hakları” olduğunu söylüyor. Bunu, “dindarlardaki başkalarının günahıyla ilgili sorumluluk duygusu taşıma”ya bağlıyor. Kel başa şimşir tarak! Eşcinselleri gericilere hedef gösteren kadın ve aileden sorumlu devlet bakanı ve onu destekleyen özgürlükçü İslamcı insan hakları kuruluşları! Ancak Alper Görmüş biraz endişeli: “Fakat biz biliyoruz ki, çoğu zaman bununla yetinilmiyor. Fırsatlar ve güç dengeleri elverdiğinde, devreye zorun ve zorbalığın girebildiğini, girdiğini biliyoruz.” İşte Alper Görmüş buna, “faşizme kapı aralayabilecek bir dinsel sorumluluk algısı” diyor. Ne sorumluluk ama! Döverek ve öldürerek günahtan kurtarma sorumluluğu! Bakarsan bildiğin gericilik, bildiğin faşizm, bildiğin liberalizm işte!

T

“Yalan da olsa hoşuma gidiyor”

Z

aman gazetesi 1 Nisan şakasını yaptı. Zaman gazetesi krizin resmen bittiğini ilan ederek, okurlarına müjdeli haberi duyurdu. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan son rakamları değerlendiren Zaman gazetesi açıklanan rakamların, krizin resmen bittiğine en açık gösterge olduğu haberini verdi. Türkiye’nin gergin günlerden geçtiğini söyleyen Zaman, böyle bir dönemde TÜİK tarafından açıklanan rakamların yüzleri güldürdüğünü söyledi. TÜİK’in açıkladığı rakamlara göre Türkiye, 2009’un son çeyreğinde beklentileri aşan bir biçimde yüzde altı büyümüş. Zaman gazetesi de bu bilgiye dayanarak Türkiye’ye müjdeli haberi verdi: “Ekonomik kriz resmen bitti.” Ancak ortada dikkat edilmesi gereken küçük bir ayrıntı var. Büyüme sadece 2009’un son çeyreğinde gerçekleşmiş. Yani üç aylık bir dönemde. Aynı TÜİK verilerine göre yılın tamamında ekonomi yüzde 4,7 küçülmüş. Zaman gazetesi hangi otoritelere danışmış bilinmez ama ekonomisi çöken Yunanistan’ın yıllık küçülme oranı yüzde iki civarında. Gerisini siz düşünün artık.

AKP iktidarının medyası AL‹ TOSUN eçtiğimiz hafta medyada yaşanan iki önemli gelişme iktidar-medya ilişkilerini yeniden gündeme getirdi. Başbakan Tayyip Erdoğan, ABD ve İsveç parlamentolarının gündemine gelen soykırım tasarılarının kabulü nedeniyle “Türkiye'de kaçak çalışan 100 bin Ermeni'yi geri gönderebiliriz.” sözlerini eleştiren yazarlara tepki göstererek, “Köşe yazarları Türkiye'nin avukatı olmalı.” dedi. Sözleri kısa zamanda yerini buldu ve başta Cengiz Çandar, Ahmet Altan, Oral Çalışlar olmak üzere bugüne kadar AKP’ye destek vermiş yazarlar Erdoğan ile “avukatlık” polemiğine girdi.

G

AKP, medyada tam denetimi sağlamak için çalışmalarını hızlandırdı. Zaman’dan Sabah’a, İslamcı medya dernek çatısı altında bir araya getirildi

‹SLAMCI MEDYA ÖRGÜTLEN‹YOR

Erdoğan’ın köşe yazarlarına ültimatom vermesinden birkaç gün sonra ise Four Seasons Hotel’de Medya Derneği’nin kuruluşunun duyurulduğu bir basın toplantısı gerçekleştirildi. Başkanlığını Sabah gazetesi karikatüristi Salih Memecan’ın yaptığı derneğin yönetim kurulunda İslamcı ve AKP’li gazetecilerin neredeyse tümü yer alıyor. Salih Memecan’ın yardımcıları Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı ve Star gazetesi genel yayın yönetmeni Mustafa Karaalioğlu. Yönetim kurulu kadrosu ise Yeni Şafak gazetesi genel yayın yönetmeni Yusuf Ziya Cömert, Bugün gazetesi genel yayın yönetmeni Erhan Baştürk, TRT genel yayın yönetmeni İbrahim Şahin, Kanal 7 genel yayın yönetmeni Mustafa Çelik, Çalık Holding yönetim kurulu üyesi ve Turkuvaz Medya yönetim kurulu başkanı Serhat Albayrak ve Türkiye gazetesi genel yayın yönetmeni Nuh Albayrak’tan oluşuyor. ‹SLAMCI MEDYA TEK SES Derneğin kuruluş misyonunu ve amaçlarını anlatan Memecan derneğin medyadaki kalite standartlarını yükseltmek için çalışacağını söyledi. Gelişen Türkiye’nin “çok sesli” bir medyaya ihtiyacı olduğunu dile getiren Memecan, Medya Derneği’nin en önemli amacının medyada çok seslilik yaratmak olduğunu savundu. Ancak derneğin hem yönetim kadrosu hem de üyeleri “tek sesli dostlar korosu”nu andırıyor. Dernekte

yer alan isimlerin istisnasız tümü AKP’li. Derneğin çok sesliliği bu haliyle nasıl yaratacağı sorusu, derneğin kurulduğunun duyurulduğu toplantıda ve daha sonra Salih Memecan’la yapılan röportajlarda sık sorulan sorulardan biri oldu. Kendisiyle yapılan röportajlarda çok sesliliğin zaman içinde oluşacağını, derneğin tüm görüşlere açık olduğunu söyleyen Memecan, basın özgürlüğünü kısıtlamaya dönük tüm girişimler, karşısında bizi bulacak diyor. T24 internet sitesinin kendisiyle yaptığı röportajda Yeni Şafak gazetesi sahibi Ahmet Albayrak’ın basına sızan telefon görüşmeleri hakkındaki düşünceleri sorulduğunda Memecan’ın cevabı, “Bu konudan haberdar değildim, şimdi duydum. Dolayısıyla bu konu hakkında yorum yapmam sağlıklı olmaz.” şeklinde oldu. Hatırlanacağı gibi Ahmet Albayrak basına sızan telefon görüşmelerinde “Aydın Doğan’ın adamlarını –Basın İlan’ı kastederek- yönetim kuruluna sokmayacağım demiş, Doğan Medya’da çalışan yazarlara iş vermeyeceğini söylemişti. BASIN KONSEY‹’NE ALTERNAT‹F Medya Derneği, İslamcı medya tarafından Basın Konseyi’ne alternatif olarak kuruldu. Basın Konseyi, “ilkesiz yayıncılık anlayışını gidermek ve basın alanında meslek ilkeleri teşkil ederek bir özdenetim

kuruluşu oluşturmak” gibi iddialarla kurulmuştu. 1986 yılında kurulan Basın Konseyi’ne Doğan Grubu yazarları öncülük etmişti. Doğan Grubu’nun medyada tekelleşmesinin simgesi olan Basın Konseyi, kurulduğu andan itibaren Türkiye’de medyanın dilini, olaylara yaklaşımını, habercilik anlayışını belirledi. Medya Derneği’nin de benzer bir süreci ifade ettiği görüşleri bu bakımdan hiç de dayanaksız değil. Medya Derneği, AKP eliyle alanı giderek genişleyen İslamcı medyanın alternatif bir güç olarak ortaya çıkışının simgesi durumunda. AKP’nin iktidar gücünü kullanarak kısa sürede genişleyen İslamcı medya şimdi de hakim medyanın kurallarını belirlemeye hazırlanıyor. Medya Derneği’nin kuruluş amaçları ve dernek bünyesinde oluşturulan birimlere bakıldığında durum çok daha net anlaşılabiliyor. Medya Derneği, medyanın kalite standartlarını belirlemek, dünyadaki gelişmeleri hızlı bir biçimde ülkeye aktarmak ve genç gazetecilere bu konuda yol göstermeyi amaçladığını duyurmakta. Derneğin bünyesinde kurulan meslek öncesi eğitim grubu, medya-etik grubu, basın özgürlüğü gibi gruplar derneğin temelden bir değişim planladığını gösteriyor. TRT DE DERNEKTE Kamu yararına bir kuruluş olan TRT de Medya Derneği’ne

üye. Bir zamanların medya okulu olarak gösterilen İbrahim Şahin’in Genel Müdürlüğü’ndeki TRT bugünlerde gündeme AKP kadrolaşması ile geliyor. Habercilik anlayışında da ciddi bir değişim gözlenen TRT’nin yönetim düzeyinden Medya Derneğ’ine üyeliği aynı zamanda egemen medyadaki eksen kaymasını göstermesi bakımından da önemli. Bu arada TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin derneğe üye olmasının faydalarından kısa sürede yararlanmaya başladı. Star gazetesi TRT’deki kadrolaşmaları konu alan bir

haber yayımlayarak, İbrahim Şahin’in kadrolaşmanın önüne geçtiğini ve ideolojik tercihleri bitirdiğini haberleştirdi. GREVE DESTEK VERS‹NLER Çağdaş Gazeteciler Derneği başkanı Ahmet Abakay ise konuya farklı bir noktadan yaklaşarak “Kaliteli medya istiyorlarsa, greve destek olsunlar.” dedi. Derneğin kuruluş amaçları arasında “kaliteli medya, kaliteli demokrasi” anlayışının bulunduğunu hatırlatan Abakay kaliteli medya ve demokrasinin temelinde medya çalışanlarının haklarının savunulması ve sendikal harekete destek verilmesi yattığını vurguladı. Medya Derneği’nin yönetim kurulunda bulunan Turkuvaz Medya yöneticilerinin ATV-Sabah grevine karşı amansız bir mücadele verdiğini söyleyen Abakay, artık dernekleştiklerine göre Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın yeniden başlattığı ATV-Sabah grevinin pankartını birlikte asabiliriz, şeklinde konuştu. Dernek başkanı Salih Memecan ise ATV-Sabah grevinin alanları dışında olduğunu söyledi: “Kaliteli medya-kaliteli gazetecilik deyip çalışanın hakkıyla ilgili bir konuda “Bu bizi ilgilendirmiyor” demek garip değil mi?” sorusuna Memecan’ın cevabı “Özlük hakları ya da basınla ilgili tüm sorunları bu dernek çözecek diye bir şey yok. Yayınları kontrol edip, şikâyetleri değerlendirip, kınama cezası vermek gibi meşguliyetlerimiz de olmayacak.” oldu.

Uykusuz dergisinin 38’inci say›s›n›n kapa¤›

İki yakalarını biraraya getirdiler İlk kez bir vakıf üniversitesinde ‘kafa ve kol’ emekçileri biraraya gelip sendikal örgütlenmeye giriştiler. Temizlik işçisiyle idari personel, güvenlik görevlisiyle profesör şimdi birarada hakkını arıyor

Y

aşamını kafa emeğiyle kazanan emekçilerin son yıllardaki en önemli örgütlenme deneyimlerinden biri bugünlerde İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yaşanıyor. Akademisyenler ve ofis emekçileri kol emeğiyle yaşamını kazanan işçilerle birarada önümüzdeki dönem açısından

beyazyakakosesi@gmail.com

Beyaz Mavi Yaka Hayat

ufuk açıcı bir örgütlenme deneyimine imza atıyor. Deneyim, emekçiler arasında suni ayrımları ortadan kaldırması kadar ilk kez bir vakıf üniversitesine sendikayı taşımasıyla da dikkat çekiyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde sendikal örgütlenme çalışmaları bu yılın ilk günlerinde başladı. Sendika çalışmasını fitilleyen; el değiştiren üniversitenin yeni sahibi ABD’li Laureate Education Inc. şirketinin öğrenci kulüplerinin etkinliklerini engellemesi, kitle örgütlerinin üniversitedeki etkinliklerini kısıtlaması ve “ekonomik kriz” gerekçesiyle çeşitli tasarruf tedbirlerinin açıklanması oldu. Bütün bu gelişmeler akademik personelde tedirginlik ve tepki yaratırken temizlik, güvenlik gibi görevlerde çalışan 300’ün üzerindeki emekçinin taşeronlaştırılacağı konusundaki dedikodular iyice ayyuka çıktı. Rektör Halil Güven akademik personelle yaptığı toplantıda teklif veren firmalara işçilerin mevcut çalışma koşulları ve haklarının devam edeceği garantisini vermelerini şart koştuklarını söyledi.

400’e yakın akademisyenin konuyla ilgili imza toplaması üzerine yönetim bu kararını durdurduğunu açıkladı. Ancak tüm bu saldırılara karşı çalışanlar kendi aralarında “Ne yapmalı?” sorusuyla toplantılara başladı. Uzun uğraşlardan sonra DİSK’e bağlı Sosyal İş Sendikası’nda örgütlenme çalışmaları başladı. Süreçte temizlik işçisinden profesörüne üniversite bünyesine çalışan herkes büyük bir hevesle sendikaya üye olmaya başladı. Çalışanlar kah ellerinden tutup notere götürülerek kah Alibeyköy’deki bir kahvehaneye noter getirilerek sendikaya üye

yapıldı. Tabii bunun karşısında yönetimin tehditleri gecikmedi. Kimilerine açık açık “Sendikalı olursan ya da istifa etmezsen işten atarım!” tehdidi yapıldı. Bunun üzerine okulun önemli öğretim üyeleri bir bildiri hazırlayarak yönetime iletti. Bildiride özetle okulda anayasal bir hak olan sendikalaşmayı kırmak için baskı ve tehditler yapıldığı, bu duruma son verilmezse suç duyurunda bulunulacağı yazıyordu. Baskılar farklı şekillerde devam ederken sendikal mücadelenin önderliğini yapan kişiler geri adım atmadı. Öyle ki faaliyetlerini de çok daha açıktan ve öz güvenle

yürütmeye başladılar. Hatta geçen günlerde yaptıkları sendika toplantısı için okuldan bir salon dahi tahsis ettiler. Konuyla ilgili görüştüğümüz ve daha önce yaşadığı bir sendikal deneyimde ciddi hayal kırıklığı yaşayan bir dostumuz büyük bölümünün siyasi ve sendikal örgütlenme geçmişi olmayan çalışanların giriştikleri sendikal mücadeleden büyük bir umut ve hayranlıkla bahsediyor ve ekliyor: “Açıkçası bu süreçte ezberim bozuldu.” Önümüzdeki dönemki yeni örgütlenme formlarına ışık tutan Bilgi’deki sendikal mücadele gerçekten de ezber bozuyor…


3

GÜNDEM 2 Nisan 2010 / 15 Nisan 2010

Halk›n Sesi

Artık rol yapmıyorlar, tanı bunları B

ugüne kadar icraatta değilse bile söylemde demokrat olmaya çalışan Siyasal İslamcı hareket, iktidarını sağlama aldığını düşünüyor olacak ki artık fazlasıyla açık sözlü. İktidarı güçlendikçe eli de dili de rahatlayan Siyasal İslam, iliklerine kadar işlemiş gerici-faşist özünü gizleme ihtiyacı duymuyor. Israrla “100 bin kaçak Ermeni’yi sınır dışı ederiz” sözünün arkasında duran Tayyip Erdoğan, kendisini uyaran liberal destekçilerini dinlemedi, payladı. Erdoğan bu tavrıyla, “Artık ne size ne de siz liberaller gibi özgürlükçü rolü yapmaya ihtiyacım var.” demeye getiriyor. Örgütünün de Erdoğan’dan geri kalır yanı yok. İstanbul’da Hrant Dink’in katledildiği Ergenekon Caddesi’nin adının Hrant Dink Caddesi olarak değiştirilmesi yönündeki öneri İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde tartışılmış ve AKP’li üyelerin itirazı sonucunda reddedilmişti. “DOSTLARI” TANIYALIM İHH, Mazlum-Der, Özgür-Der ve Abdurrahman Dilipak; yani liberal solun yol arkadaşı İslamcılar, eşcinselliği hastalık ilan eden Bakan Aliye Kavaf’a destek eyleminde buluştu. İHH ve Mazlum-Der’in katılımı özellikle dikkat çekiciydi. İHH bir uluslararası yardım kuru-

S

luşu olarak faaliyet yürütüyor, yani bu tartışma İHH’nın faaliyet alanının dışında. İHH’nın yine de bu tartışmalı fotoğrafta yer almayı tercih etmiş olması dikkat çekici. Mazlum-Der de tüzüğünde “cinsel kimliği ne olursa olsun” insanların temel hak ve özgürlüklerini savunma ilkesini benimsediği ilan

Ü

mit Boyner ile “yeni bir dönem”e giren TÜSİAD’ın en çarpıcı icraatı, 1973'te yayınladığı 'Görüş' dergisini yeniden çıkarması oldu. 1973-1991 yılları arasında aylık yayımlanan, 1992'den sonra da format değiştiren dergi en son 2004’te yayınlanmıştı. Bu vesileyle Boyner aracılığıyla TÜSİAD üyeleri ülke siyasetine “düzenli” laf edebilme olanağına kavuştular ve “anayasa değişikliklerine” ilişkin de çarpıcı bir giriş yaptılar. Ümit Boyner’in, AKP’nin anayasa paketine ilişkin eleştirileri iki noktada yoğunlaşıyor; “Türkiye, bir genel seçimi daha yüzde 10 barajı ve sadece genel merkezlerin iradesine bağlı bir aday belirleme yöntemi ile geçirmemeli, seçim ve siyasi partiler reformları ivedilikle

on birkaç ayda yaşanan ilginç gelişmeler bir yönüyle oldukça öğretici oldu. Türkiye halkları için sağı soldan, düşmanı dosttan ayırmak artık daha kolay

etmiş bir “insan hakları” örgütü. Ancak Mazlum-Der’in katıldığı bu eylemde, cinsel kimlikleri nedeniyle ayrımcılığa ve saldırılara maruz kalan eşcinseller değil, bu ayrımcılığı teşvik eden Bakan Kavaf savunuluyor. Kendisinden olmayanın hakkını savunmayı gereksiz bulan MazlumDer, kendisinden olana da insan

hakkı ihlalini bile hak görüyor. SARAYLAR, SOYTARILAR Açıksözlülüğü tepki çeken AKP geri adım atmadı, eleştirileri ünlü şakşakçılar eşliğinde yanıtlamayı tercih etti. Bunun için de şarkıcıları, sinemacıları ve radyocuları yardıma çağırdı. Dolmabahçe Sarayı’nda ve

En demokrat, çok demokrat TÜSİAD gündeme getirilmelidir”. Boyner, siyasi partiler reformunun gerekliliğini, “Bugünkü siyasi partiler düzenlememiz lider odaklıdır. lider kimi seçerse onu komisyonlara koyarsınız, liderin klanı vardır, liderin polit-bürosu vardır.” diye açıklıyor. Bu durumu kanıtlamak için de “Son on yılda, kanunlaşan düzenleme taslaklarının yüzde 95’i bakanlar kurulu tasarısı olarak gerçekleşmiş; yani yasama sürecinin sahibi milletvekillerinin teklifi ile kanunlaşan kanun taslakların oranı sadece yüzde 5.” diye ekliyor. Seçim reformunun gerekliliğini ise

“Yine aynı liderler istikrar sözcüğünden bahsediyorlar, herhalde kafalarında oluşturdukları bir ideal seçmen tercihi şablonu var. Yüzde 3’lük, 5’lik tercihlerin kayda değer olmadığı kanaatindeler; üstelik parlamentoda bulunmaları durumunda çatlak ses çıkaracaklarını, iç içe geçmiş yasamayürütme sarmalını bozacaklarını düşünüyorlar. Çağdaş demokrasilerde son derece meşru zemin bulmuş koalisyonların askeri müdahaleyi tetikleyeceği düşüncesine varan görüşleri bile duymak mümkün.” diyerek ifade ediyor.

Oysa “iş dünyasını temsil etmek amacıyla kurulan” TÜSİAD’ın böyle bir süreçte önde tutması gereken taleplerinin farklı olması beklenirdi: özelleştirmeler, yerel yönetimler, emek istihdamı, teşvikler... Bunların yerine demokratik kuralların işleyişinin yasama güvencesi altına alınmasını istemeleri bir çelişki gibi görünebilir. Ancak Ümit Boyner, “burjuvazinin sınıf çıkarlarının toplumun bütününün çıkarı gibi nasıl gösterileceğinin” önemli bir örneğini sergiliyor. Örnekte de görüldüğü gibi TÜSİAD’ın asıl

AKP Genel Merkezi’nde verilen davetlere katılan yüzlerce “sanatçı” Tayyip Erdoğan’ın açılımlarını alkışladı. Bu davetlerde kimler yoktu ki? İslamcı televizyonlarda ideolojik evrimini sürdüren Sırrı Süreyya Önder, “Kürt açılımı” için hizmete hazır olan Yılmaz Erdoğan, “Üç yavruyu tamamladım.” diye espri patlatıp başbakanını sevindiren Cem Yılmaz, bir dönem Erdoğan’ın “azılı” rakibi Cem Uzan’ın partisinden aday olan İbrahim Tatlıses ve daha nice nadide sanatçı… Gittiler, konuşmadılar, başbakanlarına vitrin olup alkışladılar. Çoğunun katılım nedeni tamamen ‘duygusaldı’. Ne de olsa, piyasa, ruhsatlar, ihaleler, ödenekler, Kültür Bakanlığı destekleri hak yolunu bularak ‘yolunu’ bulanlarındı. Sezen Aksu zamanında “Zalimin meclisinde oturan da zalimdir.” demişti. Çok az sanatçı zalimin davetini geri çevirdi. Rutkay Aziz, Tarık Akan ve Nedim Saban Tekel işçileriyle yürüdü; radyocu Nihat Sırdar “Başbakanlığa değil AKP Genel Merkezi’ne gittiğinizin farkında mısınız?” dedi; Kadir İnanır “Acılı halkın sorunları saraylardaki ballı sofralarda tartışılmaz.” dedi. Son birkaç ayda yaşanan bu ilginç gelişmeler bir yönüyle oldukça öğretici de oldu. Türkiye halkları için sağı soldan, düşmanı dosttan ayırmak artık daha kolay.

şikayeti yasama sürecine, liderler by-pas edilerek müdahale edilememesidir. TÜSİAD’ın siyasi partiler reformu diyerek asıl istediği, parti liderlerinin önceliklerinin değişmesidir; yani Erdoğan’ın kendi egosuna, Nakşi şeyhlerine ve İslamcı sermayeye değil, TÜSİAD’a yüzünü dönmesidir. Baykal’ın kişisel hizip faaliyetlerine ve sivil-asker bürokrasinin önceliklerine göre davranması değil, tekelci sermayenin taleplerini dile getirmesidir ve meclisin yönetişim modellerine uygun işlemesidir. TÜSİAD’ın seçim barajı düşürülsün diyerek asıl istediği, koalisyon hükümetine dönüştür. Bu hem bir tehdit hem de bir tercih haline geldi. AKP’nin son icraatları TÜSİAD’ınkiyle birebir örtüşmüyor.

Tekel işçisi AKP’yle karşılaşırsa ne olur? A KP’li milletvekilleri, bakanlar, yetkililer her gittikleri yerde Tekel işçilerinin protestolarına uğruyor.

MALATYA’DA ‹fiÇ‹LERE SALDIRI Malatya’da 27 Mart günü AKP milletvekili Ömer Faruk Öz’ün katılımıyla düzenlenen “Halk günü” etkinliğine Tekel işçileri de gitti. Etkinlikte söz alan Tekel işçileri “Neden Tekel işçilerinin sorunları ile ilgilenmiyorsunuz ?” deyince, AKP’liler işçilere yönelerek önce sözle taciz etti, sonra yumruklarla saldırdı. Daha sonra AKP il binasına gelen polis 6 Tekel işçisini gözaltına aldı. 30 Mart günü ise Tekel işçileri ve Malatyalılar, AKP’lilerin saldırısını ve işçilerin gözaltına alınmasını protesto etti. SAMSUN’DA ÇADIRA ENGEL Samsun’daki Tekel işçileri demokratik haklarını kullanarak direnişlerine Cumhuriyet Meydanı’ndaki çadırda devam etmek isteyen işçiler valilik tarafından engellendi. Tekel işçilerinin çadır kurmak için yaptığı başvuru Samsun Valiliği tarafından reddedildi. ‹fiÇ‹LER AKP’Y‹ RAHAT BIRAKMADI 6 Mart’ta Muş’a giden AKP Genel Başkan Yardımcısı Abdülkadir Aksu, Tekel işçilerinin yumurtalı protestosuyla karşılaştı. 13 Mart’ta İzmir ve Samsun’da AKP’li Bakanlar protesto edildi. İzmir’de Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül protesto edilirken, Samsun’da Bayındırlık ve İskân Bakanı Mustafa Demir’i protesto eden işçilere polis saldırdı. Ardından 14 Mart’ta AKP Grup Başkan Vekili ve Kocaeli Milletvekili Nihat Ergün ve AKP Bitlis Milletvekili Cemal Taşar Bitlis’te; Sağlık Bakanı Recep Akdağ ise Trabzon’da protesto edildi. Akdağ, protesto yüzünden AKP Trabzon İl Binasını ziyaret edemedi. Aynı gün Tekel işçileri Diyarbakır’da AKP İl Danışma Meclisi toplantısını bastı. AKP’liler Tekel işçilerine saldırdı, bir Tekel işçisi kalp krizi geçirdi. Tekel işçileri 1 Nisan’da Ankara’da olacaklarını Trabzon, Samsun, Ankara, İstanbul, İzmir’de yaptıkları eylemlerle duyurdu.

‹flçi s›n›f›n›n “anayasa maddelerini” göstermek için 1 May›s’a KP’nin anayasayı değiştirmek için hazırladığı “öneriler,” birkaç değişiklik yapılarak TBMM’ye sunuldu. Süreç, bundan sonra şöyle ilerleyecek: Nisan ayının sonuna kadar mecliste işlemler tamamlanacak ve 330’un üzerinde oy alması durumunda taslak haziran sonu ya da temmuz başında halkoylamasına sunulacak. (Bu tarihlerin toplumsal muhalefet için en belirgin etkisi 1 Mayıs’ın içeriğini de kısmen etkileyecek olmasıdır.) Meclis görüşmeleri sırasında büyük olasılıkla teklif paketi içinde yeni değişiklikler yapılacak. Hatta, AKP’lilerin bağımsızların peşinden koşmalarından anlaşılacağı üzere 330 oya ulaşamayabileceği de -bazı maddelerin kesin olarak 330’un altında kalacağı- ciddi bir olasılıktır. Anayasa tartışmalarının önemi, dönemin diğer gelişmelerini gölgede bırakıyor. Irak seçimlerinin sonuçları bölgede yeni bir süreç başlatacak. Bölgeye bağlı bir diğer önemli gelişme bu ay içinde ABD’de yapılacak olan İran gündemli geniş toplantı. Erdoğan’ın “Ermeni soykırımı tasarısının kabulüne” kızıp “Gitmeyeceğim!” dediği toplantı ABD için kritik önemde. Ermenistan açılımının gelişimi başka bir kriz odağı oluşturuyor. Almanya Başbakanı Merkel’in ziyaretinin ise lise eğitim müfredatıyla ilgili olmadığı açık. Başka bir açıklık da Abdullah Gül’ün Pakistan gezisini “uçakta anayasaya ilişkin görüşlerini açıklamak” için yapmadığı. Ancak anayasa tartışmalarına dönmek kaçınılmaz. Sürecin bugüne gelene dek izlediği rotada bazı önemli noktaları yeniden hatırlatmakta yarar var. AKP, bu dönemi başlatan adımı ocak ayında “referandum süresini 120 günden 45 güne indiren” yasayı çıkarmakla attı. Ancak şubat ayında Abdullah Gül’ün

A

yaptığı açıklama ilginçti. Gül, “bu meclisin sivil anayasa için mutabakat fırsatını kaçırdığını” ifade etmiş ve “keza, parça parça anayasa imkânının hâlâ bulunduğu, ancak bu konuda partiler arası mutabakat gerektiğini” söylemişti. Ve değişikliklere son halinin verilmesinde de Gül’ün “katkı”da bulunduğu görüldü. Buradan Gül ile Erdoğan arasında bir anlaşmazlığın olduğu sonucu çıkarılabilir; ancak bu önemli değil. Çünkü onlar aynı tasa su dökmüş oldukları için nasıl olsa anlaşırlar. Üstelik Anayasa Mahkemesi’ne yedek üye atama konusunda gösterdikleri hükümet-cumhurbaşkanlığı uyumu da takdire şayandı. Ancak kesin olan şudur ki, bu değişiklik paketi iyi hazırlanmamıştır ve bu haliyle yasalaşsa bile sürece son nokta konulmuş olmayacaktır. İkinci hatırlatma olarak, bu değişikliklerin yapılma nedeni, “T.C. adına yargı erkini kullanan üst kadroları değiştirme” isteğidir. Aşağıdan yukarıya bir değişiklik uzun süreceği için AKP en kısa yolu tercih ediyor; yukarıdan atamanın yöntemini arıyor. Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK’nın işlevi, kapsamı değil üyelerinin nasıl atanacağı/seçileceği belirlenmeye çalışılıyor. AKP’nin ihtiyaçlarını doğrudan gidermeye yönelik böyle bir girişime de en ciddi karşı çıkış değiştirilecek yerden yani var olan yargı kadrolarından geliyor. Bir de en demokrat, çok demokrat TÜSİAD’tan. Ancak onların derdi başka. Onlar kendi taleplerinin daha da erteleneceğinden ve asıl olarak da tek ata yani AKP’ye mahkûm olacaklarından endişeliler. CHP ise “gizli güçlerini” yitirecek olmaktan. Ayrıca teklifte yer alan ve yargıyı ilgilendirmeyen diğer önerilerin ise bir kısmının zaten gecikmiş, bir kısmının ise ciddiyetten tamamen uzak olduğunu tekrar belirtmekte

yarar var. Toplumun gerçek ihtiyaçlarını giderecek düzenlemeler hiç olmadığı gibi önerilenler de toplumsal ihtiyaçları karşılayamayacaktır. Toplumsal muhalefet için bu süreçte izlenecek yolun kolay olmadığı ortada. “Ne olursa olsun 12 Eylül anayasasında yapılan her değişiklik iyidir.” deyip sunulan birkaç kırıntı için de “Eksik; ama bu da bir ilerlemedir.” değerlendirmesi yaparak AKP’nin girişimini destekleyen çıkabilir. Gerekçeleri ne kadar mantıklı olursa olsun bu durumu örgütleyen öznelerin siyasal kimlikleri göz önüne alındığında bir tezgâhın olduğu ortada. Bu sürecin sonunda sağlanacak olan, yargı erkinin kullanılmasında sivil inisiyatifin gücünün artması değil, (AKP’li) gerici kadroların gücünün artacak olmasıdır. Bu sürecin kilit kavramının “sivil inisiyatif” olması da ideolojik zayıflığın göstergesi. Sivil diyerek demokratik olduğu çağrışımına sığınılıyor. Oysa sivil-likle demokratik-lik birbirinden apayrı kavramlar. Demokratiklik kavramı, taleplerin içeriğine, kapsamına, sürecin işleyiş biçimine, karar alma mekanizmasına halkın doğrudan katılımını barındırır. Sadece seçilmiş ve asker olmayan herkesi sivil inisiyatif yani demokratik inisiyatif ilan edip ve üstelik bunların her yaptıklarını da demokrasi mücadelesinin kurallarına uygun ilan etmek nasıl bir mantıksal bütünlük oluşturabilir? Diğer yandan toplumsal muhalefet için “statükoyu korumak” anlamına gelecek olan “değişime direnme” konumu kendi içinde mantıksal bir çelişki barındırıyor. Muhalefet, değiştirmek için vardır. Hele bir de burada “değiştirilmek istenen” 12 Eylül anayasası olunca. Burada muhalefetin durduğu yer “12

Eylül anayasası mı, AKP’nin anayasası mı?” olduğu sürece bu çelişkiden kurtulunamaz. Burada yapılması gereken durulan yeri değiştirmektir. Toplumsal muhalefetin güçsüzlüğü kuşkusuz bu durumu zorlaştıracaktır. Ancak güç olmanın yolu, sunulan iki tercihten birini “basitçe” seçmek değildir. Mücadelenin kendi içeriğinde bulunan talepler bu dönemin avantajları kullanılarak büyütülebilir, güçlendirilebilir. Mademki egemenler kendi krizlerini anayasa değişikliği düzlemine taşıdılar, toplumsal muhalefete düşen görev de sürdürdüğü mücadele için bunu “fırsat”a dönüştürmektir. Sürdürdükleri bir mücadele olmayanlar ikileme mahkûm olur. Halkın Hakları Mücadelesinin onların oluşturdukları düzlemde alacağı biçim “halkın anayasa maddeleri”dir. Tekel işçisinin 4-C’yi kaldırma mücadelesi çok rahatlıkla bu düzlemde karşılığını bulacaktır. Benzer bir durum güvencesiz, örgütsüz çalışanların mücadeleleri için de geçerli. Ancak bu durum “alternatif bir anayasa” hazırlama girişi değildir ve mücadele de madde yazımına indirgenemez. Hak mücadelesi yapılan her konu, hak mücadelesi yapan her kesim sunulanı reddetmek ve kendi sınırlarını belirleme olanağına sahip. Bu yapıldığında, sandık tavrı sadece bir “taktik”ten ibaret olacaktır. Anayasa tartışmalarının toplumsal muhalefet için en belirgin etkisi de 1 Mayıs’ın içeriğini kısmen etkileyecek olmasıdır. Özellikle meclis oylamasının nisan ayının sonuna denk gelmesi kritik. Kuşkusuz 1 Mayıs, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günüdür. Aynı zamanda toplumsal muhalefet için bu tanım, güncel mücadelesinde karşılığını bulur. Bu dönemde, Tekel

işçileriyle özdeşleşen fakat onlarla sınırlı olmayan “güvenceli iş” talebi en belirgin içerik olarak öne çıkıyor. Ancak bu dönemin mücadelesinde bu içerikle birleştirilmesi zaten zorunlu olan bir yön daha mevcut: “insanca yaşam”. Tüm kamusal hakları elinden alınmış emekçilerin, mücadeleyi sadece “güvenceli iş” talebine sıkıştırmaları zaten imkânsız. Şimdi ise anayasa tartışmaları başka bir gündem yaratmış gibi görünse de var olan içerikle birlikte ele alınmalıdır. 1 Mayıs konusundaki “klasik” tartışma ise bitmeyecek. Özellikle EMEP var olduğu sürece. İşte bir alıntı: “Özellikle de İstanbul’da, yıllardır sınıfı bölmenin bir aracı olarak öne çıkarılan “Taksim mi değil mi?” tartışması, bu yıl yapılmamalıdır… Bu süreci şu ya da bu gerekçeyle provoke edenler, hem emekçi sınıflar hem de tarih önünde lanetlenmekten kurtulamazlar. Aynı değerlendirme kendileri için yapılabilir, değil mi? Bir başka alıntı: “1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması… giderek, sendikaların içi boş, kitlesellikten uzak “şov”larını gizlemelerinin aracı haline gelmiştir.” Bu da TKP’den. Acaba bu tartışma da TKP “şov”unun bir aracı haline gelmiş olmasın? Yeniden hatırlatalım: “Neden Taksim?” sorusunu bir kez daha yanıtlayalım. 1. Tekrar kazanmak için. Taksim 1 Mayıs alanıydı, 1 Mayıs 1977’de Kemal Türkler’in ağzından Taksim 1 Mayıs alanı ilan edilmişti. Katliamlarla ve darbeyle gasp edildi, geri alınmalı. * 1988-92 arasındaki dört yıl boyunca Taksim zorlanarak, kutlanması yasak olan 1 Mayıs’ın yasal mitinglerle kutlanma hakkı elde edilmiştir. * 2004 yılında Saraçhane’den

Taksim zorlanarak 8 yıl boyunca mitinglere yasaklı Kadıköy Meydanı tekrar miting alanı haline getirilmiştir. * 2007 ve 2008 yıllarında Taksim tüm teröre rağmen zorlanarak bugün 1 Mayıs’ta tatil hakkı kazanılmıştır. 2. Taksim sembolik de olsa her zaman yeni bir başlangıç noktasıdır. Ve yine sembolik de olsa bir güç gösterisidir. 3. Egemen sınıfların zulmünü ve kirli tezgâhlarını tekrar hatırlatmak için… 4. Bu kirli tezgâhların açığa çıkarılmasını istemek, 1 Mayıs’ta yitirdiklerimizin hesabını sormak için… 5. Dünyanın her yerinde olduğu gibi en önemli günü şehrin en önemli meydanında kutlamak için… 6. Alan tartışmasını sonlandırmak için… 7. Diğer şehirlerin diğer yasaklı meydanlarını 1 Mayıs’a kazandırmak için… 8. Yasağı, zulmü ve sömürüyü geri püskürtmek için... Elbette sorun, 1 Mayıs’ın en dar anlamıyla hangi meydanda kutlanacağı değil, meydanlara bütün Türkiye’de hangi mücadele içeriğiyle çıkılacağıdır. Anayasa değişikliğiyle AKP, işçi sınıfına, halka ve ezilenlere saldırılarını iyice pervasızlaştırmayı planlamaktadır. Böylece sermaye mantığını İslamcı liberal bir içerikle anayasal düzeyde de tahkim edecektir. 2010 1 Mayısında AKP’nin saldırı programının gerici içeriğiyle, meydanlarda halka yönelik engelleme politikaları birbirini bütünlemektedir. Bu nedenle, 1 Mayıs’ta işçi sınıfının “anayasa maddelerini” göstermek için, “güvenceli iş” ve “insanca yaşam” için meydanlara, Taksim’e, her ilin yasaklı meydanlarına yeni mücadele içerikleri kazandırarak çıkılmalıdır.


4

GÜNDEM 2 Nisan 2010 / 15 Nisan 2010

Halk›n Sesi

Halkevleri korkutuyor nkara’da bir kavga yaşanıyor. Bu kavga bir iki A yıldır ülkenin birçok yerinde yaşandı, şu an daha da büyüyor. “Ulaşım hakkı” acil bir sorun olarak kendini dayatıyor. Ulaşım, ertelenemez, tasarruf edilemez bir gider kalemi haline gelmiştir. Okula, işe, iş aramaya gitmek vs bunlar ertelenemez, tasarruf edilemez ihtiyaçlardır. Ulaşımın bu özelliği neoliberalizmin yaklaşımını belirliyor: Paralılaştır! Bugün büyükşehir belediyelerinin büyük kâr kalemlerinin başında toplu ulaşım gelmektedir. Kavga da buradan çıkıyor. Ankara’da ulaşım fiyatlarının mahkeme kararıyla fahiş bulunup iptal edilmesinin ardından halk muhalefeti ile AKP’liler arasında yaşanan mücadele ve karşılıklı hamleler, tarafların üstün ve zayıf yönlerini anlamak açısından önemlidir. Bu iki taraf iki farklı sınıftan oluşmaktadır, aralarındaki zıtlık buradan kaynaklanmaktadır. Ulaşım haktır, satılamaz Ulaşımın veya başka bir şeyin hak olması, vazgeçilmez olması anlamına da gelir. Bu ihtiyaçların vazgeçilmezliği çoğunlukla tasarruf Samut edilemezliği, ertelenemezliği ise Karabulut sermayenin iştahını kabartmaktadır. Belli ki geçmişlerinde Halkevleri Örgütlenme Skr. uyanık ve başarılı tüccarlar, tacirler olan Tayyip Erdoğan ve İ. Melih Gökçek, kamu yöneticisi sıfatlarını da tacirliklerine katkı yapacak tarzda kullanıyorlar, gerçekten kamuya yararlı bir iş yapmak gibi dertleri yok. AKP’nin kamu yönetimi de bu maksatlıdır ve neoliberalizm menşelidir. Bu nedenle Halkevlerinin ulaşımı bir hak olarak tanımlayıp, toplu ulaşımın kamusal anlayışla ele alınmasını ve sabah akşam 06-09 saatleri arası parasız olmasını istemeleri AKP’lilerin asabını fena halde bozmaktadır. Başbakan “komünist kafası bu” diyerek yaklaşımımızı aklınca deşifre ederken, “Kendileri bedava çalışırlar mı?” diye sorarak da kamusal bir hakkın ucuz ve parasız kullanılmasının karşısına emeğin ucuzlatılması ve bedavaya getirilmesini koyarak gerçekte kendi yaklaşımını deşifre etmektedir. Solun önderlikle imtihanı Gerek Gökçek’in gerekse başbakanın bu denli infiale kapılmaları sadece bildiri dağıtımlarından kaynaklanmasa gerektir. Kendilerinin de ifade ettikleri gibi kararı, gayrimeşru hale getiren ve önlem alamadıklarında uygulanamaz hale getirmesi muhtemel doğrudan eylem korkusudur. “Otobüslere kart basmadan binecekler, işgal edecekler, camlarını kıracaklar, metrolarda turnikelerden atlayacaklar…” Bu cümledeki “camları kıracaklar” lafının korku değil bir demagoji ifadesi olduğunu söylemeliyiz. Yukarıda anlatılan demagoji ve yalan zincirinin deşifre edilebilmesi ancak Halkevcilerin otobüslerde ve metroda parasız ulaşım hakkını kullandırmaya dönük doğrudan eylemleriyle mümkün olabilmiştir. Devrimcilerin sınıf mücadelesindeki birincil rolüne dair tek kelimelik yanıt önderlik olsa gerektir. AKP’nin birçok konuda olduğu gibi ulaşım konusunda da akıllara zarar alicengiz oyunlarını deşifre etmek açısından öncü, hakkını almaya dönük doğrudan eylemlerin üzerinden atlanamaz bir rolü vardır. Eylemler esnasında da görüldüğü üzere halkın ciddi katılımı olmakta ve AKP ancak ÖGB ve Polis zoruyla fiyatı uygulayabilmektedir. AKP’lilerin demagojileri de ancak böylece boşa çıkartılabilir. Bu tarz mücadelenin uzun bir süredir Halkevciler tarafından uygulanması halkın kendiliğinden hareketlerine de ilham kaynağı olmaktadır. 11 Şubat’ta Ege Mahallesi halkının kendiliğinden eylemine ilham veren şey daha önce Halkevcilerin öncü eylemleridir. Biz yürürüz yol olur. Duraklarda turuncu önlüklü Halkevcileri görür görmez yolcuların kart basmadan binmeleri bundandır. Başbakanın ve Gökçek’in korkuları buradan kaynaklanıyor. Ulaşım eylemleri, AKP’nin ve neoliberal politikalarının yumuşak karnını işaret ederken, sosyalistlerin de kalkış noktasına işaret ediyor. Şimdiye kadar gerek Halkevcilere gerekse de Öğrenci Kolektifi üyelerine parasız ulaşım hakkını kullanmaktan açılmış bir dava yoktur. Açılan davalar uydurulmuş otobüsleri işgal etmek, kamu malına zarar vermek, rehin almak gibi iddialardan oluşmaktadır. Gökçek’in bulabildiği tek şey ise üniversitede rengârenk yazılanmış otobüslerdi. Kimi solcuların da beklediği “kırıp dökme” işi olmamıştı. Ulaşım hakkının kullanımına dönük doğrudan eylemlerin, belli saatlerde parasız toplu ulaşım talebinin, otobüslere kendi rengini vermenin sınıfsal bir yaklaşımı ifade ettiği gibi bunu algılamak da sınıfsal bir perspektifi gerektirir. AKP sıkışıyor. Hak mücadelelerinden vurdukça soluğu kesiliyor, morarmaları ondandır. Yapmamız gereken aynı noktaya vurmaya devam etmektir. Bugün önümüzde duran asıl mesele hak mücadelelerinin sunduğu kendiliğinden olanakları görmekle yetinmeyip, bu olanakların çeşitliliğini ve zenginliğini yaratıcılığımızla birleştirerek sınıf mücadelesi için deneyim haline getirmektir. Bu doğrultuda ileri atılmaktan, hata yaparız diye hamle yapmaktan korkmamalıyız, durmaktan ve olanakları heba etmekten korkmalıyız.

Basın açıklaması insanlara yapılır

A

ğrı Valiliği, kent muhalefetinin basın açıklaması yapmasını çeşitli gerekçelerle yasaklıyordu. Eğitim-Sen valiliğe bir dilekçe ile başvurarak, kentin hangi bölgelerinde basın açıklaması yapılabileceğini sordu. Valilik tarafından yazılı olarak verilen cevap “basın açıklaması yapamazsınız” demekle aynı. Valilik verdiği cevapta, halkın ve araç trafiğinin yoğun olarak bulunduğu yerlerde, güneşin doğuşundan batışına kadar geçen süre içinde açık alanlarda basın açıklaması yapılamaz, dedi. Cevabı değerlendiren Eğitim-Sen Şube Başkanı Cezmi Gündüz “Ovaya gidip kuşlara mı basın açıklaması yapalım?” diye sordu.

Kürt halkının ‘görkemli direniş’i FERDA KOÇ

B

u yılki Newroz kutlamalarında Kürt özgürlük hareketinin temel sloganı, “Ya demokratik çözüm, ya görkemli direniş”ti. Bu yılın Newroz kutlamalarında Kürt halkı, bu sloganın “hakkını verdi.” Bölgede 17 Mart’ta başlayan yerel Newroz kutlamaları, 21 Mart’ta Diyarbakır’da yapılan görkemli Newroz şöleniyle taçlandırıldı. Yerel Newroz kutlamaları, gerçekleştirilen her il ve ilçede, Kürt halkının kimi zaman yüz bini bulan çoşkulu katılımına sahne oldu. 21 Mart’ta Diyarbakır’da düzenlenen Newroz kutlaması ise tam bir “Ulusal Gün” atmosferinde gerçekleştirildi. Abartısız hesaplamalara göre 1 milyon dolayında insan Diyarbakır’daki Newroz kutlamalarına katıldı.

Bu yılın Newroz kutlamalarının yarattığı “pratik durum”la birlikte, Newroz, bugüne kadar ifade ettiği “kültürel kimlik ifadesi”nin ötesine geçti, siyasal anlamı yeniden tanımlandı Bölgedeki Newroz kutlamalarının, Kürt özgürlük hareketinin bir “bölge gerçeği” olduğunu göstereceği çok önceden belliydi. Ekim ve Kasım ayındaki mitingler, halk grevleri ve hemen ardından gelişen KCK operasyonları, Kürt halkının siyasi bilincindeki gelişmeyi hızlandırmıştı. Bölgede Kürt Özgürlük Hareketi’ne “rakip” olma iddiasındaki neredeyse tek “düzen partisi” görünümünde* olan AKP, bu gelişmelerle birlikte, bu iddiasını da önemli ölçüde yitirmişti. Ancak Newroz kutlamalarının İstanbul’da kurulan ikinci büyük sahnesi, AKP’nin Kürtler içindeki pozisyonunu yalnızca Bölge’de

değil, tüm Türkiye’de yitirmekte olduğunu gösterdi. Polis rakamıyla 140 bin, ANF rakamıyla yarım milyon Kürt’ün katılımıyla gerçekleşen İstanbul’daki Newroz kutlamaları, AKP ile Kürtler arasındaki bağın kopmasının yalnızca “Bölge politikası” çerçevesinde değil, AKP’nin Türkiye çapındaki etkinliğinin kırılmasında önemli bir rol oynayacağını gösterdi. Tayyip Erdoğan’ın “AKP’nin Kürtler içinde birinci parti olduğu” iddiası, batıdaki Kürt seçmeni de içine kattığımızda karşılığı olan bir iddiaydı. Bu olgunun, AKP’nin düzen siyasetinde oluşturduğu ağırlıkta hem gücü hem de güçsüzlüğü olabileceği İstanbul

Newrozu’yla hissedilebildi. AKP’nin batıdaki Kürt tabanını kaybetmesinin, bu partinin tabanında oransal olarak ciddi bir kayıp meydana getirmesi ve önümüzdeki döneme ilişkin iktidar hesaplarını tehdit etmesi artık hiç de düşük bir olasılık değil. Kürt halkına önümüzdeki yılın mücadele perspektifini sunmak üzere ortaya atılan “Ya demokratik çözüm, ya görkemli direniş” sloganının, deklare edildiği anda gerçekleşmeye başladığını söyleyebiliriz. Kürt halkı Newroz’da milyonlarla deklare ettiği “Ya demokratik çözüm, ya görkemli direniş” sloganını, önümüzdeki yılın “mücadele programı”na

dönüştürebileceğini daha ilk adımda gösterdi. Bu yılın Newroz kutlamalarının yarattığı bu “pratik durum”la birlikte Newroz, Kürt halkı için bugüne kadar ifade ettiği “kültürel kimlik ifadesi”nin ötesine geçti. Newroz’un siyasal anlamı yeniden tanımlandı. Newroz, Kürt halkının kolektif politik iradesini ortaya koyduğu bir “birlik, mücadele ve dayanışma günü” niteliğini de kazanmış oldu. Kürt özgürlük hareketi, Türkiye işçi sınıfının 1 Mayıs’a 1970’li yıllarda kazandırdığı işlevi, Kürt halkı açısından Newroz’a kazandırdı. Darısı Türkiye işçi sınıfı hareketinin başına! *AKP şu anda bu misyona sahip “tek parti” görünümünde olsa da, AKP’nin boşaltacağı yeri doldurmaya aday bir başka “düzen partisi” daha var: Saadet Partisi

Newroz muhatabı gösterdi B

u yıl Newroz kutlamaları 17 Mart tarihinde Hakkari Yüksekova’da yakılan ateşle başladı. 5 Gün boyunca Kars’tan Adana’ya kadar onlarca farklı kent merkezinde yüzlerce ilçede gerçekleşen kutlamalar, 21 Mart günü Diyarbakır’da yüz binlerin katıldığı görkemli bir mitingle sona erdi. AKP’nin operasyonlar ve tutuklama dalgasıyla hayata geçirdiği tasfiye sürecine duyulan öfke mitinglerde kendini gösterdi. Kürt illerinden İzmir ve İstanbul gibi büyük kentlere kadar Newroz mitinglerinin olduğu her yerde katılım geçen yıllardan çok daha fazla ve coşkuluydu. Beş günlük Newroz kutlamaları dizisinin ardından Kürt halkı Diyarbakır’da gerçekleşen mitinge adeta aktı. Merkez Bağlar İlçesi'nde bulunan Newroz alanında gerçekleşen mitingin kürsüsü Kürt halkının Barış

Manifestosu’nun dile getirildiği bir platforma dönüştü. Mitingde konuşan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir çatışmanın ve operasyonların son bulması talebini dile getirirken “asker ve gerilla birbirine karanfil atsın isteriz.” dedi. Mitingde konuşan Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Yüksel Genç, Kürt halkının barış için elini uzattığını söyledi. Çözüm sürecinde BDP’nin muhatap alınması gerektiğini belirten Genç, barış için operasyonların son bulması, tutuklu BDP’lilerin serbest bırakılması taleplerini dile getirdi. Mitingde konuşan BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ise anayasa değişikliği tartışmalarına göndermede bulundu. Demirtaş, Kürt halkına dönük tasfiye sürecinin durdurulması gerektiğini kaydederek 2010 Newroz’unun milyonlarca Kürdün

iradesini yansıtan çözüm Newroz’u olduğunu, açılım sürecinde muhatabın alandaki yüzbinler olduğunu söyledi. Aynı gün İstanbul Kazlıçeşme’de yapılan Newroz mitinginde de 150 binden fazla insan buluştu. Kürt nüfusunun en fazla olduğu şehir olan İstanbul’da kutlamalar geçen yıllara oranla daha kalabalıktı. Mitingde konuşan BDP Eşbaşkanı Gülten Kışanak ve Sabahat Tuncel’in mesajı açıktı. Barış için muhatap olarak İmarılı’yı gösterdiler. İzmir’de yaklaşık 70 bin kişinin toplandığı Newroz alanı renk cümbüşüne döndü. Mardin Milletvekili Emine Ayna, İktidar partisini Kürt sorununun çözümünde “samimiyete” davet ederek, "Bu sorunun çözümünde BDP de, PKK de Sayın Öcalan da muhataptır." dedi.

‘Kalpler On’lar için Kızıldere’ye akar’ T

okat’ın Kızıldere Köyü’nde katledilen Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) önderleri katledilişlerinin otuz sekizinci yıldönümünde 30 Mart’ta farklı şehirlerde yapılan eylem ve etkinliklerle anıldı. Ankara Karşıyaka Mezarlığı’nda yapılan anmaya yaklaşık beş yüz kişi katıldı. 68’liler Derneği, Devrimci 78’liler Federasyonu, 78'liler Türkiye Girişimi, Halkın Devrimci Yolu, Dev-Lis, EHP ve ODAK tarafından yapılan anmada Kızıldere’de ölümsüzleşen Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Saffet Alp, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Sebahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin

ve Ömer Ayna selamlandı. ODTÜ’de Devrimci Gençlik tarafından yapılan anmada On’ların verdiği mücadelenin üniversitelerde sürdürüldüğü belirtildi. İstanbul’da yapılan anma Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı’nda gerçekleşti. “On’lar Halkın Devrimci Yolu’nda Yaşıyor” yazılı pankartla mahallede meşaleli yürüyüş yapan yaklaşık iki yüz elli kişi Kızıldere’de Mahirlerden alınan bayrağın bir gün egemenlerin kalesine dikileceğini vurgulandı. İstanbul Üniversitesi’nde Devrimci Gençlik’in düzenlediği anmaya yüzden fazla öğrenci katıldı. Edebiyat Fakültesi koridorlarında yapılan yürüyüşten sonra Hergele Meydanı’nda müzik dinletisi gerçekleşti.

S

İzmir, Kocaeli, Samsun, Isparta, Mersin, Adana, Antalya, Çanakkale’deki anma programları yürüyüş, müzik dinletisi ve tiyatro gösterimleri eşliğinde yapıldı. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde 14 yıl sonra ilk kez Kızıldere anması için yürüyüş yapıldı. “Faşizme ve Neoliberalizme Karşı Kurtuluşa

Kadar Savaş” pankartıyla yürüyen öğrenciler saygı duruşunun ardından okudukları şiir ve marşlarla etkinliği sona erdirdi. Eylemlerde sıklıkla “Mahir, Hüseyin, Ulaş, kurtuluşa kadar savaş!”, “Faşizme ölüm, tek yol devrim!” sloganları atıldı. Düzenlenen etkinliklere katılan binlerce devrimci mücadelenin mirasına sahip çıktı.

Dikkat! Bu amfiden yumurta çıkabilir U

laştırma Bakanı Binali Yıldırım Ankara Üniversitesi’nde katıldığı bir konferansta en çok üniversiteliler tarafından protesto edilmekten korktuğunu ifade etmişti. Geçtiğimiz hafta Binali Yıldırım değil ama AKP’li bakanlar, sermaye temsilcileri bu korkuyu fazlasıyla yaşadı.

AL‹ SABANCI’NIN YUMURTA ‹LE ‹MT‹HANI Samsun Ondokuz Mayıs

Üniversitesi’ne “Girişimcilik” konulu konferansa konuşmacı olarak gelen Ali Sabancı OMÜ Öğrenci Kolektifleri tarafından yumurtalarla protesto edildi. Konferansta öğrencilere, girişimci olabilmek için baba parasının değil sadece biraz kendine güven gerektiğini söyleyen Sabancı ülke ekonomisinin geleceği için girişimci bireylere ihtiyaç olduğunu söyledi. Ali Sabancı konuşmasını sürdürürken

Tehditten sürgüne

OMÜ Öğrenci Kolektifleri’nden üniversiteliler söz alarak binlerce üniversite mezunun işsiz olduğunu söylediler. Daha sonra Sabancı’ya yumurta fırlatarak üniversiteden gitmesini istediler. Protesto sonrası 15 üniversiteli polisler tarafından gözaltına alındı.

B‹LG‹N DE YUMURTADAN KAÇAMADI İ.Ü.’ne Çalışma Ekonomisi ve Yönetim Kongresi’ne konuşmacı

olarak katılan Nihat Ergün üniversiteden ayrılırken Öğrenci Kolektifleri tarafından yumurtalarla protesto edilmiş, Ergün korumalar sayesinde yumurtalardan kurtulmuştu. Mersin Üniversitesi’ne konuşmacı olarak gelen BDDK başkanı ise o kadar şanslı değildi. Üniversitelerde sermayenin temsilcilerini görmek istemediklerini söyleyen Kolektifçiler Bilgin’i yumurta yağmuruna tuttu.

eviye Belirleme Sınavı’nda başarısız olan okulun müdürü, başarısızlığın faturasını öğretmenlere çıkardı ve öğretmenleri tehdit etti. Müdürün tehditlerine papuç bırakmayan öğretmenin görev yeri değişti. Muğla’nın Bodrum İlçesi’ne bağlı Gümüşlük Beldesi’ndeki Kemal Durmaz İlköğretim Okulu 2009 yılındaki SBS’de il genelinde sondan ikinci oldu. Öğretmenler odasındaki toplantıda okul müdürü Mehmet A. Sengir öğretmenleri “Çalışmayan öğretmenin boynunu kırarım!” diyerek tehdit etti. Müdürün tehdit etmesine seyirci kalmayan öğretmen Zümrüt Sabancıoğullarından müdürün açıklamalarına tepki gösterdi. Sabancıoğullarından’ın üzerindeki baskı da bu tepkiden sonra artmaya başladı. Okulun bahçesindeki çiçekleri kopartmaktan, emre itaatsizliğe kadar bir dizi gerekçeyle soruşturulan Zümrüt öğretmen önce en başarısız sınıfa verildi, ardından da 26 Mart günü görev yeri değiştirildi. Okul müdürü Mehmet A. Sengir, Eğitim-Sen üyesi öğretmenlere olan tavrıyla biliniyor. Daha önce de aynı okula gelen Eğitim-Sen üyesi öğretmenler müdür tarafından açılan soruşturmalarla başka okullara gönderilmişti.


5

DÜNYA 2 Nisan 2010 / 15 Nisan 2010

Halk›n Sesi

ABD’den İsrail’e ince ayar A

BD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın İsrail’de bulunduğu sırada, İsrail hükümetinin Doğu Kudüs’te yeni yerleşim planları açıklamasının ardından, ABD-İsrail arasında baş gösteren gerilim devam ediyor. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun 23 Mart’ta gerçekleştirdiği ABD ziyareti sırasında Obama tarafından soğuk karşılandığı ifade edildi. ABD, Filistin-İsrail görüşmelerinin başlaması için Doğu Kudüs ve Batı Şeria’daki yerleşimlerin dondurulmasını şart koşmuştu. Netanyahu’nun ABD Başkanı Barack Obama ile görüşmesi sırasında fotoğraf çektirilmemesi ve görüşme sonrası ortak açıklama yapılmaması iki ülke arasındaki soğukluğun göstergesi olarak nitelendirildi. Yeni yerleşim açıklamasının “zamanlamasının yanlış olduğunu” kabul eden Netanyahu, Amerika-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC) toplantısında sarf ettiği “Kudüs bir yerleşim değil, bizim başkentimiz” sözleriyle yerleşimler konusunda geri adım atılmayacağını vurguladı. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Biden’ın ziyaretinin ardından Netanyahu ile gerçekleştirdiği 43 dakikalık sert telefon görüşmesinden sadece 10 gün sonra yine de AIPAC’ın davetine katıldı. Ancak Clinton burada yaptığı konuşmada yine yerleşimlerin durdurulmasından bahsederek, ABD yönetiminin de bu konuda ısrarcı olduğunu gösterdi. Her ne kadar, iki ülke yetkilileri “ilişkilerde sorun yok” açıklaması yapsa da, İsrail ile ABD arasında

A

BD bölgedeki planlarının önünde artık engel oluşturmaya başlayan, saldırgan politikalarına karşı İsrail’i hizaya çekmeye çalışıyor

D‹PLOMATA SINIRDIfiI Diğer yandan İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband İsrail ajanlarına sahte pasaport verdiği iddiasıyla bir İsrailli diplomatı sınır dışı etme kararı alındığını açıkladı. Sahte pasaportlu İsrail ajanları yılbaşında Dubai’de bir Hamas liderini öldürmüştü.

yaşanan gerilim ortada. ABD Merkez Kuvvetler Komutanı David Petraeus Ocak ayında verdiği bir brifingde İsrail’in barış süreci konusunda ayak diremesinin ve ABD’nin İsrail’i koşulsuz desteklemesinin, ABD’nin Ortadoğu’daki askeri varlığına ve bölgesel çıkar-

A

BD’nin İsrail-Filistin görüşmelerini başlatmak için şart olarak öne sürdüğü yerleşimlerin dondurulması, İsrail’in inşa ettiği yasadışı yerleşimleri (kibbutz) tekrar gündeme getirdi. İsrail, 1967 yılında gerçekleşen Altı Gün Savaşı’nın ardından Doğu Kudüs, Batı Şeria, Golan Tepeleri, Sina Yarımadası ve Gazze’de yerleşimler inşa etmeye başlamıştı. Sina Yarımadası’ndaki 18 yerleşimi 1982 yılında, Gazze Şeridi’ndeki 21 yerleşimi ise 2005 yılında boşaltan İsrail’in diğer bölgelerdeki yerleşimleri halen varlığını sürdürmektedir. Uluslararası yasalar tarafından yasadışı olarak nitelendirilen bu yerleşimlerde Kasım 2009 verilerine göre, Batı Şeria’daki 168 yerleşimde yaklaşık 460 bin İsrailli ikamet ederken,

F

İsrail yine Gazze’ye girdi 2

6 Mart gecesi tanklarla Gazze Şeridi’ne giren İsrail ordusu sabah geri çekildi. Yaşanan çatışmalarda toplam 5 kişi ölürken 7 kişi yaralandı. İsrail ordusu sınırda yaşanan, 2 israil askeri ile 2 Filistinli militanın ölümüyle sonuçlanan çatışma ardından Gazze Şeridi’ne girdi. Filistinli militanlar ise İsrail askerlerinin Gazze'ye 500 metre girmesinden sonra karşılık verdiklerini ifade etti. Filistinli kaynaklar, tanklarla düzenlenen ve bu sabah sona eren saldırıda en az 1 Flistinli ölürken, 7’sinin de yaralandığını bildirdi. Yaşanan çatışma, İsrail ordusunun 2008 yılı sonunda Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırı ardından meydana gelen en ciddi çatışma oldu. Çatışmanın, İsrail'in Doğu Kudüs'teki yeni yerleşim birimleri ve Dubai cinayetiyle uluslararası kamuoyunun baskısı altında kaldığı bir sırada gerçekleşmesi dikkat çekiyor.

larına ters düştüğünü söylemişti. Gerçekten de, ABD’nin Irak’tan askeri olarak çekilmeye çalıştığı ve Türkiye aracılığıyla bölge ülkelerin emperyalizme eklemlenmesi için çabaladığı böyle bir dönemde İsrail’in “şahin” yaklaşımının ABD’nin işine gelmediği daha çok

dile getirilmeye başlandı. ABD’nin nükleer programını durdurması için İran’a yaptığı baskı ile nükleer silahlar konusu gündeme gelirken, bölgedeki tek nükleer silah sahibi ülke olan İsrail’in desteklenmesi ABD’nin İran’a yaptığı baskının inandırıcılığına gölge düşürüyor.

GAZZE’YE TAZM‹NAT ÇA⁄RISI Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu, İsrail’i Gazze halkına tazminat ödemeye çağırdı. Pakistan tarafından konseye sunulan teklif, altıya karşı 29 oyla kabul edildi, 11 üye ülke ise çekimser kaldı. ABD ve beş Avrupa ülkesi ret oyu verdi. Karar, İsrail’in sivil halka karşı, yasaklanmış olan beyaz fosfor bombası kullandığı iddialarının Uluslararası Kızıl Haç örgütü tarafından soruşturulmasını da istiyor.

İsrail’in yasadışı yerleşimleri

Toprak Günü’nde çatışma ilistin'in 30 Mart Toprak Günü etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen bir protesto gösterisinde, Gazze Şeridi'nin güneyindeki Refah'ta İsrail askerlerinin açtığı ateşte, 15 yaşında Filistinli bir çocuk hayatını kaybetti. Bir grup Filistinlinin, bölgenin güneyindeki Refah'ta, artık kullanılmayan Arafat havaalanı yakınında, İsrail sınırına doğru yürüyüş yaptığı öğrenildi. İsrail askerlerinin ise sınıra doğru yürüyenlerin üzerine ateş açtığı ve 15 yaşında bir Filistinlinin öldüğü belirtildi. Olayda ayrıca 9 Filistinlinin yaralandığı kaydedildi. Filistinlilerin 30 Mart 1976'da İsrail'in toprak istimlakı emirlerini protesto etmek için sokaklara dökülmesi ve 6 kişinin katledilmesinden bu yana 30 Mart her yıl “Toprak Günü” olarak kutlanıyor.

‘HÜKÜMET ‹SRA‹L’‹ TEHL‹KEYE ATIYOR’ Netanyahu hükümetinin “şahin” yaklaşımına İsrail içinden de tepkiler geliyor. Haaretz gazetesi 28 Mart’ta Zvi Barel imzasıyla yayınlanan bir yazıda, Netanyahu hükümetinin ABD-İsrail ilişkilerindeki dengeyi bozduğu belirtilerek, hükümetin İsrail’in güvenliğini tehlikeye attığı ifade ediliyor. İsrail, Irak ve Afganistan’ın ABD ile göbekten bağlı olduğu belirtilen yazıda, ABD ile ilişkilerin bozulması durumunda İngiltere’den Türkiye’ye kadar birçok ülkenin İsrail’e yüz vermeyeceği belirtildi.

Doğu Kudüs’te ise 280 bin İsrailli yaşamaktadır. İnşa edilmiş ya da kurulmuş yerleşim alanları Batı Şeria'nın 5 bin 640 kilometrekarelik yüzölçümünün yüzde 1,4'ünün üzerinde bulunuyor ancak bu yerleşimlerin tespit edilen sınırları Batı Şeria yüzölçümünün hemen hemen yüzde 10'una tekabül ediyor. İsrail’in yasadışı yerleşimlerinin önemli bir kısmı kibbutzlar olarak örgütlenmiştir. Kibbutzlar, siyonizmin ve sosyalizmin iç içe geçtiği “nasyonel sosyalist” yerleşim birimleridir. İbranice topluluk anlamına gelen “kibbutz”un tarihi, Siyonizm’in pratik uygulaması olarak İsrail’in kuruluşundan önceye dayanıyor. İsrail devletinin kuruluşunda önemli bir yeri olan kibbutz, ilk olarak 1909 yılında hayata geçirildi. Yaklaşık 500 – 1000 kişinin

birlikte yaşadığı yerleşim birimleri olan kibbutzlarda kararlar haftada bir toplanan meclis tarafından alınır. Yerleşimdeki resmi görevliler, fabrika yöneticileri ve çeşitli komiteler kibbutz meclisi tarafından seçilir. Kibutzların ayrıca silahlı güçleri de bulunur. Tarımsal ve sınaî üretimin ortaklaşa yapıldığı kibbutzlarda, üretim ve tüketim “herkesten kabiliyetine göre, herkese ihtiyacına göre” şeklinde özetlenebilecek olan temel sosyalist prensip ilkesine göre düzenlenir. Siyonizme bağlılıkları ve dindarlıkları ile bilinen Kibbutz üyeleri yüksek ölçüde siyasi ve sosyal motivasyona sahiptir. Özellikle İsrail’e yeni göç eden Yahudiler Kibbutzlara yerleştirilerek ülkeye adapte olmaları sağlanır.

7

iklim 5 kıta

Metroda patlama

R

usya'nın başkenti Moskova'nın merkezinde iki ayrı metro istasyonunda 20 dakika arayla meydana gelen patlamalarda, onlarca kişi hayatını kaybetti. Rus istihbarat kurumu FSB binasının hemen altında yer alan Lubyanka istasyonundaki patlamada 22 kişinin hayatını kaybettiği açıklandı. Buradan yaklaşık 45 dakika sonra Park Kultury istasyonunda bir patlama meydana geldiği açıklandı. Park Kultury'de de en az 12 kişinin öldüğü belirtildi. Patlamaların arkasında, hükümet güçlerinin İslamcı militanlara karşı operasyonlar düzenlediği Kuzey Kafkasya'daki örgütlerin olduğu iddia ediliyor.

Obama’n›n sa¤l›k reformu kabul edildi

A

BD Başkanı Barack Obama, Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen sağlık reformunu imzaladı. Yasa, 32 milyon sigortasız Amerikalıya sağlık sigortası sağlanmasını öngörüyor. 940 milyar dolara mal olacak reform, sigorta şirketlerinin primlere aşırı zam yapmalarını da önlüyor. Sağlık reformu yasasının kabulü, Başkan Obama için büyük bir zafer sayılıyor. Diğer gelişmiş ülkelerin aksine ABD'de herkesin faydalanabildiği bir ulusal sağlık sigortası yok. ABD'de sağlık sigortası almak bireylerin üzerine düşen bir sorumluluk.

Liman grevi sürüyor

İsrail’e, apartheid’a karşı boykot Güney Afrika’daki ırkçı rejime karşı kullanılan en önemli araç olan uluslararası boykot, İsrail’in apartheid rejimine karşı yükseliyor

İ

srail’in inşa ettiği yeni yerleşimler ve duvar ABD ve AB dâhil birçok ülkenin tepkisini çekiyor. ABD, İsrail’in yeni yerleşim planı açıklamalarını kınarken, 18 Mart’ta Gazze’yi ziyaret eden AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, “İsrail’i Filistinlilerle barış görüşmelerine yeniden başlamaya teşvik etmek için sağlam ticari bağları kullanma imkânımız var” dedi. ABD’nin gösterdiği tepki ve AB Temsilcisi Ashton’ın ticari bağları gündeme getirmesi, Ortadoğu’daki kapalı rejimlerin uluslararası ticari sistemle bütünleşmeye başladığı bir dönemde İsrail’in saldırgan politikalarından, emperyalist devletlerin de rahatsız olduğunu gösteriyor. İsrail’in Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te inşa ettiği yerleşimler ve duvar, çoğu zaman Güney Afrika’daki apartheid (ırk ayrımı) rejimine benzetiliyor. Yaklaşık 3 buçuk milyon Filistinli ve yarım milyon Yahudi İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklarda yaşarken, Filistinliler ve Yahudiler farklı hukuk sistemine tabi tutuluyor. Kanadalı yazar Naomi Klein, İsrail

ile Güney Afrika arasındaki ırk ayrımı rejimini şu sözlerle karşılaştırıyor: “Mesele İsrail’in Güney Afrika gibi olduğunu söylemek değil. Mesele, İsrail’in eylemlerinin Apartheid’ın uluslararası tanımına uyup uymadığıdır. Nüfusun göç ettirilmesini, birçok düzeyde hukuku, devletin resmi katmanlaşmasını da içeren Apartheid’ın kapsamına bakacak olursak durumun buna denk geldiğini görürsünüz –ki bu İsrail’in Güney Afrika’ya denk olduğu anlamına gelmez. Tamamen aynı iki devlet yoktur. Mesele bu değildir.” Güney Afrikalı psikopos Desmond Tutu, Guardian’da yayınlanan bir makalesinde İsrail’e yaptığı bir gezi sırasında “kontrol noktalarında Filistinlilerin aşağılanması, Filistinlilerin yaşadıkları yerlerden sürülerek yerlerine Yahudi yerleşimcilerin yerleştirilmesi”nin kendisine Apartheid rejimini hatırlattığını belirtiyor. İsrailli akademisyen Neve Gordon ise, “Bugün İsrail’i tanımlamak için kullanılabilecek en uygun sözcük ‘apartheid devleti’dir” diyerek İsrail’e karşı boykot kampanyasını desteklediğini

açıklamıştı. Güney Afrika’daki ırkçı rejimin sona erdirilmesi için kullanılan en önemli araç olan uluslararası boykotun, İsrail’e karşı uygulanması için birçok ülkede 2004 yılından bu yana çalışmalar yürütülüyor. “Boykot, yatırımları geri çekme ve yaptırım” olarak formülle edilen kampanya, uluslararası sol hareketin Filistin-İsrail sorununda emperyalist çözümlere karşı inisiyatif alması için önemli bir araç konumunda. ABD, İngiltere ve İspanya’da üniversitelerin İsrail bağlantılı şirketlerle

ilişkilerini kesmesi, Norveç emekli sandığının duvar inşaatına ortak olan Elbit Systems’daki yatırımlarını çekmesi, Brezilya parlamentosunun MERCOSUR-İsrail serbest ticaret anlaşmasının dondurulması çağrısı, boykot kazanımları arasında sayılabilir. COSATU’dan sonra İrlanda ve İskoçya sendika konfederasyonlarının da boykot kampanyasını destekleme kararı almasının yanında, Güney Afrika’da Durban liman işçilerinin bir İsrail gemisinin yükünü boşaltmayı reddetmesi de simgesel bir örnek oluşturdu.

A

rjantin’de Büyük Rosario Limanı başta olmak üzere, üç limanda çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve ücretlerin arttırılması talebiyle başlatılan grev büyüyerek sürüyor. Son katılımlarla birlikte şu anda Arjantin’in sekiz ticari limanında her türlü yükleme faaliyeti durmuş durumda. Greve ilişkin bir açıklamada bulunan Liman İşçileri Kooperatifi başkanı ve Arjantin Liman İşçileri Sendikası (SUPA) genel sekreteri Hermes Juárez, “Artık işçileri dikkate almak zorundalar.” sözlerini sarf etti.

Irak’ta kazanan ‹yad Allavi

I

rak seçimlerinin resmi sonuçları açıklandı. 7 Mart tarihinde yapılan genel seçimlerin resmi sonuçlarına göre, eski Başbakan Iyad Allavi'nin Irakiye Koalisyonu seçimleri önde tamamlayarak mecliste 91 sandalye kazandı. Görevdeki başbakan Nuri el Maliki'nin Hukuk Devleti Koalisyonu ise mecliste kazandığı 89 sandalye ile ikinci, Şii grupların oluşturduğu Irak Ulusal İttifakı Koalisyonu ise kazandığı 70 sandalye ile üçüncü sırada geldi.


6

İNSANCA YAŞAM 2 Nisan 2010 / 15 Nisan 2010

Halk›n Sesi

Üçüncü köprü ranta uzanıyor İ

stanbul Boğazı’na 3. köprü projesi ile ilgili tartışmalar yeniden canlandı. Önce Karayolları Genel Müdürü Mehmet Cahit Turhan şubat ayının ilk haftasında olası köprü güzergâhının Beykoz-Tarabya ya da Yuşa Tepesi-Havantepe olabileceğini söyledi. Geçen hafta içindeyse Türkiye’ye gelen Suudi Yatırım Ajansı Başkanı Amr AlDabbagh ise Başbakan Tayyip Erdoğan ile yaptığı görüşmede, Suudi sermayesinin 3. Köprü projesine talip olduğunu açıklamıştı. KÖPRÜ RANTINI Y‹YEN TANIDIK ‹S‹MLER Köprü projesine gerici Suudi sermayesinin talip olduğunun ortaya çıkması üzerine 3. Köprü Yerine Yaşam Platformu yürütmesi bir basın açıklaması yaparak Suudi sermayesinin ve AKP hükümetinin rant projesini halk muhalefetinin durduracağı vurgulandı. Platformun bileşenlerinden İmece - Toplumun Şehircilik Hareketi de yayınladığı bir yazıyla köprünün geçeceği olası güzergâhlarda yaşanan emlak piyasası hareketliliğine dikkat çekti. İmece, hazırladığı yazıda hükümetin köprü güzergâhını halka açıklamasa da sermaye çevrelerine ‘fısıldamış’ olabileceği sorusunu akıllara getirecek şu bilgileri veriyor: Çatalca Yassıören, Boyalık, Dursunköy, Nakkaş, Baklalı ve Tayakadın'da oldukça çok arazi satıldı. Arazi alanlar arasında İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince, Sevil Sabancı, Aslı Karadeniz, Sadık Albayrak, Alfa Menkul Kıymetler Eski Genel Müdürü Aziz Karadeniz, Polat Holding

İstanbul Boğazı’na yapılması düşünülen üçüncü köprü projesi yeniden gündemde. Şimdiden Suudi sermayesinin talip olduğu rant projesini durdurmak için İstanbullular el ele verdi

Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Polat ve yönetmen Sinan Çetin bulunuyor. Bu alışveriş, toplumsal muhalefet ve bilim insanlarının köprünün gereksiz olduğu yönündeki itirazları ele alındığında akıllara aynı soru geliyor. Köprü ihtiyaç için değil rant için mi yapılıyor?

‹HT‹YAÇ DE⁄‹L 3. Köprü Yerine Yaşam Platformu üyelerinden İnşaat Mühendisleri Odası üyesi ve ulaşım uzmanı Prof. Dr. Zerrin Bayrakdar köprünün bir ihtiyaç olmadığını düşünenlerden. Üçüncü köprü hakkındaki görüşlerini gazetemizle paylaşan Bayrakdar Marmaray projesinin

tamamlanmasının ardından boğaz trafiğinin rahatlayacağını belirtiyor ve İstanbul’un trafik yoğunluğunun yalnızca yüzde 11’inin köprülerde yaşandığını geri kalan trafik yoğunluğu ve sıkışıklığının kent içi trafiğine ait olduğunu aktarıyor; “Yıllardır raylı sistemi ve boğazlar için vapurla ulaşımı geliştirin diyoruz

fakat bunu yapmıyorlar.” diyor. Bayrakdar trafik sistemini tarif ederken “Trafik su gibidir.” benzetmesini kullanıyor ve yol açtığınız zaman oraya bir akış hemen olur. Önemli olan bu açtığınız yolu planlamak, ihtiyaçları tespit ederek bunun gereğini yapmaktır, diyerek köprü açıldığı koşulda

kullanılacağını fakat bunun AKP’lileri haklı çıkartmayacağını ifade ediyor. Platform üyesi orman mühendisi Kader Cihan da köprü yapılmak istenen yerlerin ağırlıkla gecekonduların bulunduğu, orman ve denizle iç içe yerler olduğunu belirtiyor. Bu bölgelerin sermaye sahiplerine açılmaya çalışıldığını ifade ediyor. Cihan köprü projesinin bir ihtiyaç olarak görülmeyerek belediye planlamalarına dahi alınmadığını bu konuda yalnızca başbakanlığın ısrarlı olduğunu da sözlerine ekliyor. Z‹NC‹R OLDULAR Meslek odaları, kitle örgütleri, yerel derneklerin oluşturduğu 3. Köprü Yerine Yaşam Platformu 3. köprünün bir ihtiyaç değil rant projesi olduğunu ısrarla söyleyenlerden. Platform bu duruma dikkat çekmek için sürdürdüğü çalışmalara bir yenisini ekledi. Platform projeye karşı insan zincirci oluşturdu. İstanbul’un son ormanlarının talan edilmesine yol açacak olan projeye karşı 28 Mart günü Sarıyer Hacıosman’da buluşan üçüncü köprü karşıtları ‘Köprü değil yaşam’ yazılı dövizleri ile Parkorman’a uzanan bir zincir oluşturdular. Yüzlerce metrelik insan zinciri Parkorman’a ulaştıktan sonra burada Platform adına Orman Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu üyesi Kader Cihan bir basın açıklaması yapıp üçüncü köprü projesinin hem çevreyi hem de İstanbul halkının barınma hakkını tehdit ettiğini belirterek projeye izin vermeyeceklerini ifade etti.

Toroslarda siyanürcü şirkete geçit yok Niğde’nin Ulukışla ilçesinde köylüler siyanürlü maden çıkarılmasına karşı ayakta. Torosların eteklerinde yaşayan köylüler, ‘gereken her türlü eylemi yaparız’ diyor

Ucuz su artık özgür akacak S

uyu indirimli tarifeyle fiyatlandırdıkları için yargılanan İzmir Dikili’nin belediye başkanı ve meclis üyeleri hakkında açılan dava beraatla sonuçlandı. Belediye artık ucuz suyu özgürce dağıtabilecek. Başkan Osman Özgüven ve belediye meclisi üyeleri ilçe halkına 10 tona kadar kullandıkları suyu bedava verdikleri, belediye çalışanlarına da yüzde 50 indirimli tarife uyguladıkları için görevi kötüye kullandıkları gerekçesiyle yargılanıyordu. Özgüven kendisine yönelik suçlamalara karşı suyun bir hak olduğunu savunmuş ve uygulamanın dayanağı olarak sosyal belediyecilik anlayışını göstermişti. İki yıl süren davanın son duruşması 29 Mart günü görüldü. Duruşmada uygulama sonrası herhangi bir kamu zararının görülmediğini, uygulamanın kamu yararı gözetilerek yapıldığını belirten savcı beraat istedi. UYGUYAMAYA DEVAM Mahkeme çıkışı bir açıklama yapan Dikili Belediye Başkanı

Osman Özgüven uygulamayı yaygınlaştırarak sürdüreceklerini söyledi. Mahkeme kararını Sendika.Org’a değerlendiren Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu üyelerinden Dr. Beyza Üstün, kararın HES’leri ve ön ödemeli sayaçları da kapsadığını belirterek ivedilikle paralı su hizmeti uygulamalarına karşı davalar açmaya hazırlandıklarını belirtti. Üstün, kararın etkili bir faaliyetle halka duyurulması gerektiğini söyledi. YASALAR DE⁄‹fiMEL‹ Halkevleri Genel Sekreteri Oya Ersoy konuyla ilgili yazılı bir açıklama yayımladı. “Dikili Belediye Başkanı ve meclis üyelerinin yargılanmasına temel oluşturan piyasacı anlayış ve bu anlayışın oluşturduğu tüm yasal mevzuat ortadan kaldırılmalıdır.” diyen Ersoy kamusal hizmetlerde kar zarar hesabının yapılamayacağının altını çizdi, halkın haklarını ve doğayı savunmanın hiçbir şekilde suç ilan edilemeyeceğini söyledi.

N

iğde’nin Ulukışla İlçesi’nde siyanürlü altın çıkartma çalışmalarına karşı mücadele yaygınlaşıyor. Torosların uzantısı olan ve eteklerinde Niğde Ulukışla’nın köylerinin kurulu olduğu Bolkar Dağları’nda siyanürlü altın çıkartmak isteyen şirkete karşı yöre köylerinin mücadelesi büyüyor. Hasangazi, Maden, Ulukışla, Porsuk köylüleri 2009 yılının başından beri mücadele ettikleri siyanürcü şirket Gümüştaş A.Ş.’ye karşı 21 Mart günü bir miting düzenledi. Mitinge siyanürlü altın çalışması nedeniyle içme suları kirlenecek olan Adanalılar ve Mersinliler de katıldı.

“Toprağına Suyuna Vatanına Sahip Çık! Siyanüre Hayır!” sloganıyla düzenlenen mitinge katılan üç bin Niğdeli ve Çukurovalı, kamulaştırılarak siyanürcü şirkete verilen Porsuk bölgesi ve suyu için eylemlerine devam edeceklerini dile getirdi. Mitingi düzenlayan Hasangazi Köy Meclisi Başkanı Hüseyin Özçelik verdikleri çevre hakkı mücadelesini gazetemize değerlendirdi. Özçelik “Gümüştaş A.Ş.’ Porsuk bölgesini satın almış olmasına rağmen halkın muhalefeti sayesinde sekiz aydır tek bir çivi bile çakamıyor.” diyerek bölgenin satışının yapılmış olmasına rağmen şirketin muhalefet nedeniyle faaliyete

başlayamadığını vurguladı. Özçelik 21 Mart günü yaptıkları eylemle amaçlarının Porsuk’a uzak köylerdeki halkın da duyarlılık kazanmasını sağlamak olduğunu ifade ederek “Porsuk’a uzak köylere ulaşmak buradaki insanları gelişmeler hakkında bilgilendirmek amacıyla Porsuk ve Hasangazi Köy Meclisleri olarak harekete geçtiklerini” aktardı. Mitinge üç bin kişinin katıldığını belirten Özçelik, “bu anlamıyla mitingimiz amacına ulaştı.” dedi. Mücadelenin bundan sonrasına dair köy meclislerinin planlarını sorduğumuz Hüseyin Özçelik eylemlerini Ankara’ya taşımayı düşündüklerini ifade

ederek şirketin elindeki tüm olanakları kullanarak faaliyete geçmek için çaba sarf ettiğini belirtti. “Gelişmelere göre her türlü eyleme açığız.” dedi. Köylüler bugüne dek 2009 yılının Nisan ayında Çevresel Etki Değerlendirme Raporu (ÇED) için zorunlu olan halk toplantılarını yaptırtmayarak maden çalışmasının başlamasını erteletmeye çalıştı. Ağustos ayında il özel idaresi toplantısında Porsuk bölgesinin Gümüştaş A.Ş’ye satışının yapılacağı gün kent merkezine inerek toplantıyı engellemeyi başaran köylüler ikinci toplantı girişiminde de uluslararası yol olan E-90 otoyolunu trafiğe kapatmışlardı.

‘Anadil sağlık hakkının parçasıdır’ T

ürk Tabipleri Birliği (TTB) ile Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) geçikmiş bir ihtiyacı karşılamak üzere bir araya geldi. Sağlık emekçilerinin bu iki örgütü sağlık hizmetine erişimde önemli bir zorluk olan anadil sorunu ele aldı. İki örgüt tarafından 27 Mart Cumartesi Ankara İçkale Otel’de “Anadil ve Sağlık Sempozyumu” düzenlendi. Hekimler Hipokrat yeminiyle insanlığa verilmiş ortak sözün arkasında durma çabası için sağlık hizmetinin önemli bir sorun alanına ilişkin ortak bir tartışma yürüttü. Bir sağlık hizmeti sorunu olarak anadilde hizmetin, anadilde sağlık hizmetine sosyopolitik ve hukuksal yaklaşımların, soruna dair deneyimlerin paylaşıldığı bir Sempozyumun uluslararası konuğu da vardı. Valencia Sağlık Emekçileri Sendikası’ndan Rafael Reig Valero kendi ülkesinde Bask dilinin kamu hizmetlerinde kullanımına ilişkin deneyimleri paylaştı. Sempozyumu düzenleyen kurumlar adına TTB Başkanı Gençay Gürsoy ve SES Genel Başkanı Bedriye Yorgun

Hekimler ve sağlık çalışanları Hipokrat yeminiyle insanlığa verdikleri sözü tutmak için konuştu, sağlık hizmetinde anadil sorununu çözmek için tartıştı

yaptıkları açılış konuşmasında geç kalınmış bu çalışmayı düzenleme gerekçelerini anlattılar. Yorgun yaptığı konuşmada anadili sadece bir eğitim sorunu olarak görmediklerini ifade edip “Her şeyden önce ağrının, acının dilidir anadil.” diyerek sağlık emekçilerinin bu talebi neden dile getirmesi gerektiğini şu sözlerle özetledi: “Sağlık, tedavi, hasta ve yaşam hakkının ayrılmaz bir parçasıdır. Kendi ağrısını kendi

anadiliyle ifade edemeyen bir bireyin doğru tedavi alabilmesi ya da bir hekimin dilini anlamadığı hastasının derdine derman olabilmesi mümkün değildir.” TTB Başkanı Gençay Gürsoy da yaptığı konuşmada Başbakan Erdoğan’ın “Almanya’daki Türklere anadilde eğitim verilsin” sözlerini hatırlatarak, ‘Sayın Başbakan’a günaydın diyorum. Yıllardır bu coğrafyada bunun için mücadele edildi, çok

bedeller ödendi ve ödenmeye de devam ediliyor” dedi. Sempozyum ile yeni adımlar atma beklentilerinin olduğunu belirten Gürsoy, ortak mücadele ile bunun başarılabileceğini kaydetti. Valencia Sağlık Emekçileri Sendikası’ndan Rafael Reig Valero: “Özerk bölgelerde konuşulan dillerin İspanya devleti tarafından garanti altına alındığını hatırlatarak, “1978 yılında zorlu bir diktatörlük rejiminden çıkan İspanya bir anayasa yapıyor ve bu anayasa’nın 2. maddesi de yerel dillerin idari hizmetlerle sağlık hizmeti gibi kamusal alanlarda kullanılmasını garanti altına alıyor.” dedi. Sempozyumda yapılan sunuşlarda sağlık hizmeti sunumunda anadil sıkıntısı nedeniyle yaşanan sorunlar, bu sorunların yol açtığı mağduriyetler anlatıldı. Kadınların sosyal yaşamdaki toplumsal kısıtlar nedeniyle anadilleri dışında dil öğrenemeyerek bu sorun açısından özeli bir mağduriyet yaşadığına dikkat çekildi. Düzenleyici örgütler sempozyum konuşmalarını yayımlamaya hazırlanıyor.

Arızlı halkı sandıkları kurdu

İ

ktidar demokrasi tartışmasını referandum sandığına kilitlerken halk muhalefeti de sandığı kendisi için kurma yoluna gidiyor. Arızlılı depremzedeler, kendilerinden her ay alınan 180 lira aidat parasını ödeyemedikleri için icralık oldu. Yaşanan Marmara Depremi’nin ardından Irak tarafından hibe edilen Arızlı Irak Kalıcı Konutları’nda yaşayan depremzedeler önce evlerinden çıkarılmak istendi. Şimdi de icra sorunuyla uğraşıyorlar. Arızlılı depremzedeler çözümü “halk sandığında” buldu. 2003 yılında Sakarya’da görülen dava ile Valiliğin aidat alma yetkisinin bulunmadığını söyleyen Arızlı sakinleri Valiliğin bu karara uymadığını ve aidatları almaya devam ettiğini, aidatını ödeyemeyen 18 aileye ise icra geldiğini söylüyor. Arızlılıların kimin haklı olduğunu İzmitlilere sormak üzere 21 Mart’ta Sabri Yalım Parkı’nda başlattığı referandum çalışması bir hafta sürdü. Referanduma katılan 5200 kişi Arızlılıları haklı 10 kişi ise haksız buldu.

Diyabet hastasına zorluk

D

evletin, sağlık kuruluşlarına tedavisini yaptığı hastaların masraflarının ödek için esas aldığı fiyat tarifesi ve buna bağlı diğer koşulları içeren Sağlık Uygulama Tebliği 2010 yayımlandı. Yeni tebliğ diyabet hastalarının bazı ilaçlara ulaşmasını zorlaştırıyor. Diyabet ilaçlarının bir kısmının uzman hekimlerle veya onların raporuyla reçete edilmesi zorunlu oluyor. Düzenlemenin ayrıntısı diyabet ilaçlarının endokrinoloji uzman hekimlerince ya da bu uzman hekim raporu ile tüm hekimlerce; üniversite ile eğitim ve araştırma hastanelerinde ise iç hastalıkları uzman hekimlerince ya da bu uzman hekim raporu ile tüm hekimlerce reçete edilebileceği koşulunu getiriyor. Endokrinoloji uzmanı olmayan illerde, üniversite ya da eğitim ve araştırma hastanesi de bulunmayan kentlerde diyabet hastaları ilaç yazdırmak veya rapor almak için il dışına gitmek zorunda kalacak. Bu koşullara sahip olmayan 35’ten fazla il ve bu illerde bir milyona yakın diyabetli yaşadığı tahmin ediliyor.


7

İNSANCA YAŞAM 2 Nisan 2010 / 15 Nisan 2010

Halk›n Sesi

H E M fi E R ‹ L E R ‹

M Ü C A D E L E

B U L U fi T U R D U

Okullar›m›z karakol de¤il ıl 2007 - Milli Eğitim Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı arasında “Okullarda Güvenli Ortamın Sağlanmasına Yönelik Koruyucu ve Önleyici Tedbirlerin Arttırılmasına İlişkin İşbirliği Protokolü” imzalandı. Bu proje çeşitli okullarda denendi, uygulandı ve çalışmanın "her okula polis" biçimde genişletilmesine karar verildi. Yıl 2009 - Öğretim yılı başında güvenliği sağlayacakları gerekçesiyle polisler okullarda görevlendirildiler ve her ne hikmetse daha çok "terörle mücadele" birimlerinden görevli polisler yerleştirildi. Yıl 2010 - Artık polisler güvenliği sağladı, hatta öğretmeni olmayan sınıflarda, boş derslere girmeye başladı. Nilgün Peki ya gelecek yıl? Güvenlik gerekçesiyle Milli Makar Eğitim Bakanlığı’na "polis Ö¤retmen bakan" atanacak! E¤itim Sen üyesi Okullarda güvenlik gerekçesiyle polis uygulamasının geldiği nokta biz eğitimcileri çocuklarımızın, gençlerimizin geleceği için tedirginlik duymasına neden oluyor. Neoliberal politikalarla okullarımızı şirket; velilerimizi, öğrencilerimizi müşterileştiren zihniyet aynı zamanda "güvenli ortam" aldatmacasıyla okullarımızı karakollaştırıyor, öğrencilerimizi muhbir yapmaya çalışıyor. Hafızamızı çok zorlamaya gerek yok! Okullara polis yerleştirilmesi uygulamasının hemen ardından gelen haberleri hatırlayalım: Ayrancı Ticaret Meslek Lisesi’nde 9. sınıf öğrencisi E.G.’yi boynundan yakalayan polis, okul bahçesinde herkesin gözü önünde tokatladı. Sivil polisin öğrencileri tehdit ettiğini söyleyen öğretmenler tartışmalar üzerine sivil polisin “Burada kanun da yönetmelik de benim.” dediğini söyledi. Ankara’daki törende konuşan Milli Eğitim Müdürü Kamil Aydoğan eğitimcilerce eleştirilen ‘okul polisi’ projesini savunurken, öğretmenlere de gözdağı verdi. Aydoğan, bütün öğretmenlerin izleneceğini söyledi. İncesu Lisesi’ne kadrolu atanan polis memuru 24 Kasım 2009 günü öğrenciler arasında çıkan kavgayı havaya silah sıkarak durdu. Silah sesi yan tarafta bulunan ilköğretim okulunda tören sırasında duyuldu. Ne olduğunu anlamak için liseye giden öğretmenlere polis memuru "Kavga var bir şey yok.” cevabını verdi. Bu haberlere daha fazlası eklenebilir. Görünen şu ki polis okula güvenliği arttırmak için değil; daha çok şiddet, tehdit, baskı ve takip amaçlı gönderilmiş. Çocuklarınızın güvenliği için geldik diyenler, çocuklarımızdan ispiyonculuk yapmasını istiyor; çocuklarımıza kız-erkek arkadaşı var diye dayak atıyor; Kürtçe müzik dinlediği için tehdit ediyor, dövüyor. Öğrencilerimizi potansiyel suçlu olarak görülüyor. Bu şekilde çocuklarımızın psikolojisi bozuluyor, sağlıklı bir eğitim ortamından mahrum kalıyor. Biz öğretmenler okul ortamında eğitimöğretim sürecini değerlendirirken öğrencinin hata yapma hakkının bulunduğu ve seçme hakkının bulunduğunu savunduk. Doğrunun öğretilmesi için geliştirilen onlarca farklı bilimsel yöntemden faydalanmaya çalıştık. Kaldı ki öğrencilerimizle ilgili sıkıntıları, sorunları çözecek kadrolar bellidir. Psikolojik danışmanlık ve rehberlik hizmeti ile çözülecek sorunların polise devredilmesi ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu uygulamanın işbirlikçisi olması biz eğitim emekçilerinin kabul edemeyeceği bir anlayıştır. Okulun tüm unsurları; öğrenciler, öğretmenler, psikolojik danışmanlar, idareciler, hizmetliler okulun işleyişinden sorumludur. Bu bütünselliğin içine sorunlara baskı ve şiddetle yaklaşan dışarıdan bir unsuru dâhil etmek eğitim-öğretim ortamının bozulmasına neden olacaktır. Bizler okullarda güvenlik gerekçesiyle polis uygulamasına itiraz ederken şimdilerde okullarda boş geçen derslere dahi polislerin girmeye başladığı haberlerini alıyoruz. İşte size bir haber daha: Ardahan'da eğitim öğretmenlerin değil polislerin ellerinde! Valilik, öğretmen açığını kapatmak için binlerce öğretmen açıkta atama beklerken boş derslere polisleri göndermiş. Bu uygulama öğretmenlik mesleğinin etiğine aykırıdır üstelik milyonlarca öğretmenin onuru ile oynamak anlamına gelir. Devletin zor şiddet aygıtının temsilcisi polis ve okul polisi uygulaması ile eğitimde yaşanan sorunların çözüleceğini savunanlar, tam tersine eğitimde yaşanan sorunları daha da derinleştiriyor. Eğitimin bilimsel yaklaşımmını reddeden bu uygulama derhal kaldırılmalıdır.

Y

Toprak, orman ve su için G

eçen yıl mart ayında İstanbul’da yapılan 5. Dünya Su Forumu’nun Türkiye açısından yıkıcı sonuçları yeni hissedilmeye başlandı. O günlerde Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı en büyük uluslararası etkinliklerden birisi olduğu için sıkça reklamı yapılan Forum’un bugüne dek uğradığı ülkelere ve ondan da öte dünya halklarına pek de hoş armağanları olmamıştı. Forumdan kısa bir süre sonra başta Karadeniz olmak üzere ülkenin dört yanında binlerce küçük dere üzerinde hidroelektrik santraller (HES) yapılmak istenmesi, su dağıtım hizmetlerinin özelleştirilmesinin gündeme gelmesi de bunun bir göstergesiydi. KAYNAKTAN BORUYA Uluslararası sermayenin Türkiye’nin akarsularına taarruzu ve AKP’nin işbirliği sayesinde şu ana kadar 1601 HES projesi yapıldı. Bunların 673 tanesi ihale edildi ve lisans aldı. Geriye kalan bin proje daha suyun ticarileştirmesine yapacakları önemli katkılar(!) için sıralarını bekliyor HES yapılacak olan dereler bölgedeki halkın su ihtiyacını

karşılıyor, tarlaları sulamak için kullanılıyor. Projelerin hayata geçmesiyle beraber işleyen mühendislik süreci ise yörede yaşayanların suyla temasını tamamen kesiyor. Çünkü HES tesislerinde, dereler kaynaklarından çıkar çıkmaz borulardan geçiriliyor yani derelerin yataklarıyla, doğayla ve etrafında yaşayanlarla olan bütün teması kesiliyor. Hatta kimi yerde yönleri değiştirilerek dereler birleştiriliyor ve onların üzerine santraller kuruluyor. Şantiye yapımı ve inşaat işleri için etrafındaki ağaçların kesilmesi ve inşaat araçlarının doğaya verdiği kalıcı zararlar ise cabası.

Bursa’da yaşayan Artvinliler ve Dersimliler su hakkı mücadelesinde buluştu. Dereler kardeşliğe giden yolda aktı

SU SORUNU B‹RAZ DA MÜLK‹YET SORUNU Tüm bu yıkıcı etkiler nedeniyle Karadeniz’den Ege’ye tüm ülkede toprak, orman, su ve yaşamı tehdit eden HES’lere karşı mücadele de yükseliyor. Fakat HES’lere karşı mücadele sadece suya, toprağa ve çevreye karşı verilecek zarara karşı çıkılmıyor. Çünkü HES projelerinin altında yatan hesap biraz daha farklı. AKP iktidarı HES projelerinin elektrik üretim ihtiyacını karşılamak için yapıldığını söylüyor. Fakat veriler aksini ispatlıyor.

Sadece Doğu Karadeniz’de yapılmak istenen 300’ü aşkın HES’le elde edilecek elektrik enerjisi ülkenin enerji tüketiminin %2,5'ini geçmiyor. Bu durumda Rize'de HES kurmak isteyen bir özel şirketin sahibinin itiraf ettiği üzere asıl derdin suyun mülkiyetini ele geçirmek olduğu anlaşılıyor. Kısaca akarsular, etrafında yaşayanların kullanım hakkı gasp edilerek sermayenin mülkü haline getiriliyor. Burada işletilen süreç suyun ticarileştirilmesini amaçlıyor.

Hal böyle olunca HES’lere karşı mücadele de su hakkının parçası oluveriyor. Bursa’da kurulan Bursa Su Platformu HES’lere karşı yürütülen mücadelede bu çelişkiye işaret eden özgün yerel hareketlerden birisi. Platform bu bilinçle hareket eden meslek odaları ve hemşeri derneklerini bir araya getirerek su hakkı eylemlerine başladı. HEMfiER‹ DEY‹P GEÇMEMEL‹ Bursa’da kurulan Platform’un en önemli başarılarından birisi kendi memleketlerinde sorun olan HES ve baraj projelerine karşı mücadele eden Bursa’daki Artvinliler ve Dersimlileri su hakkı talebi etrafında buluşturabilmek; TMMOB İl Koordinasyon Kurulu, KESK Bursa şubeleri, Bursa Halkevleri, Bursa Doğa-Der’i su ve çevre hakkı için bir araya getirebilmek. Platform ilk kitlesel eylemini 20 Mart Cumartesi günü yaptı. Setbaşı’nda bir araya gelen platform bileşenleri davullar, zurnalar ve tulum eşliğinde Kent Müzesi’ne kadar bir yürüyüş yaptı. Akordeonuyla, tulumuyla “Dereler memlekettir memleket satılamaz.” diyen Artvin Su

Platformu yaklaşık 750 kişiyle alanın en coşkulu topluluğu idi. Hem sularını sattırmayacaklarını haykırdılar, hem de yapılacak HES’lerin doğayı tahrip etmesine izin vermeyeceklerini belirttiler. Davuluyla zurnasıyla “Munzur’da baraj istemiyoruz.” diyen iki yüzden fazla Dersimli “memleketlerinin insansızlaştırılmasına izin vermeyeceklerini.” söyledi. Eylemde Bursa’da sanayi havzalarının yer altına kirli su pompalamasına, suların ve toprakların kirletilmesine karşı duyulan rahatsızlık dile getirildi. Bursa’nın meşhur kaynak sularının şişeleme fabrikalarına satılmasına, İznik ve Kemalpaşa’da kurulacak HES’lere karşı tepkiler ifade edildi. Bursa Su Platformu bir kentten yola çıkarak ülke çapında yaşanan suyun ticarileştirilmesi sürecine karşı ortak ve birleştirici bir mücadelenin mümkün olduğunu gösterdi. Hak mücadelelerinin hemşeri dernekleri dahil bir çok kurumu ve unsuru toplumsal muhalefetin etkin bir üyesi haline getirilmesi ise halkın hakları mücadelesinin ne denli geniş ve kapsayıcı bir anlayışla yürütülmesi gerektiğini gösterdi.

Belediyenin ulafl›m kâr› yüzde yüz Ankara Büyükflehir Belediyesi gerçekten zarar ediyor mu? Son dönemde ülke gündeminde ‹stanbul ve Ankara'daki toplu tafl›ma fiyatlar› ve ulafl›m›n›n paras›z olup olamayaca¤› üzerine dönen tart›flmalar var. Özellikle Ankara'daki ulafl›m fiyat›n› düflüren mahkeme karar›, ‹.Melih Gökçek'in yüksek fiyattan ulafl›ma devam etmesi ve “Gelsinler onlar iflletsinler” laf›yla meydan okuyan yaklafl›m› üzerine hesap yapmaya bafllad›k. Öncelikle Ankara Büyükflehir Belediyesi'nin belirtti¤i rakamlar üzerinden ayl›k olarak ulafl›mdan sa¤lanan geliri hesaplayal›m. Ankara'da günde 250 bin kifli Metro ve Ankaray'›, yaklafl›k 100 bin kifli özel halk otobüslerini, geri kalanlar ise belediyeye ait otobüsler ve özel dolmufllar olmak üzere 1 milyona yak›n kifli toplu tafl›ma araçlar›n› kullan›yor. Halk otobüsleri d›fl›ndaki araçlardan belediye ulafl›m fiyat›n›, belirledi¤i fiyat tarifesinden al›rken halk otobüsleri ise her ay kat›l›m bedeli ad› alt›nda bir paray› çal›flt›¤› hat yo¤unlu¤una göre belediyeye para ödüyor. fiimdiki fiyat tarifesinden (tam: 1,85 TL, indirimli:1,15 TL) yap›lacak basit bir hesaba bu de¤eri de katarsak e¤er, belediyenin rayl› sistem ve otobüs üzerinden ayl›k geliri 41 milyon TL

gibi bir rakam ç›k›yor. Bu rakam› biz yuvarlak olarak 40 milyon TL alaca¤›z. Peki belediyenin bir de giderlerini hesaplayal›m. Bu hesab› fazla fazla yapmakta hiçbir sak›nca görmüyoruz. EGO'da görevli 4226 personelin ayl›k maafllar›n›n ortalama dört kiflilik bir ailenin yoksulluk s›n›r›nda yani 2,750 TL (ücretler bunun çok alt›ndad›r.) oldu¤unu hesap edersek 12 milyon liral›k bir personel gideri karfl›m›za ç›k›yor. Ulafl›mda kullan›lan otobüslerin yak›t cinslerine ve otobüs modellerine göre ayl›k ortalama yak›t tutar› 2 milyon 500 bin TL ç›karken biz bunu 3 milyon TL alaca¤›z. Son olarak araçlar›n 280 bin TL'ye al›nd›¤›n› göz önüne al›p bu otobüslere 15 y›ll›k ömür biçersek ayl›k y›pranma paylar› 3 milyon TL olur ki bu miktar otobüslerin teknik giderleri için fazlas›yla yetecektir. Metro ve Ankaray’›n ayl›k enerji sarfiyat› 420 bin kilowatt-saat olurken belediyeye masraf› en fazla 100 bin TL. Belediyeden bu sistemler için 30 y›ll›¤›na ayr›lmas› planlanan 660 milyon dolar› da hesab›m›za eklersek ayl›k 3 milyon TL'lik bir mebla¤ tüm metro giderlerinin karfl›lanmas› aç›s›ndan yeterli olacakt›r.

Yan sütunda yap›lan döküme göre ayl›k 21 milyon TL'lik bir gider karfl›m›za ç›k›yor. Yani fazlas›yla koydu¤umuz giderlere ra¤men gelirin yar›s›n› güç bela harcam›fl oluyoruz. Üstelik bu hesaplamada i¤neden ipli¤e herfleyden kesilen vergi gelirlerini önemsemedik. Ayl›k 41 milyon liral›k gelirden 21 milyon liral›k gideri ç›kard›¤›m›zda 20 milyon liral›k bir para ortaya ç›k›yor. Peki geriye kalan ayda 20 milyon lira ‹.Melih Gökçek'in “yapamay›z” dedi¤i yat›r›mlar› karfl›lamak için yeterli de¤il midir? Bu mebla¤ Ankara'da yap›lm›fl olan ve daha senelerce kullan›lacak rayl› sistemin ayn›s›n› 4 sene içerisinde yapabilecek iken, her sene 850'den fazla son model otobüsün al›m›na yetecek seviyede olamas›na ra¤men Gökçek 16 y›ld›r hangi birini yapabilmifltir?

Ulafl›m›n paras›z olmas› mümkün E¤er hesaplad›¤›m›z yat›r›mlar sa¤lanm›fl olsayd› flu an toplu tafl›ma Ankara'da 4-5 kat daha fazla tercih edilen ve daha konforlu bir hale kolayca dönebilirdi. Ve toplu ulafl›m›n bu kadar tercih edilmesi demek flu anda uygulanan tarifenin 10'da birine seyahat etmenin mümkün olmas›n› beraberinde getirecekti. Tüm bu hesaplardan sonra son söz olarak flunlar› söyleyebiliriz. Gökçek ulafl›m hizmetlerinin sunulmas›n› e¤er gerçekten istiyorsa bize versin. Biz halk› “iflletmeyiz”, ücretsiz ulafl›m sunar›z. Öte yandan “Kâr etmiyoruz.” diyen belediyenin ulafl›mdan kâr etmemesi için kifli bafl›na ulafl›ma ödenen paran›n 70 kurufl olmas› gerekiyor. Vergi gelirlerinden belediye bütçesine ayr›lan ve ulafl›m kalemi için kullan›lan paralar› da gelir hanesine ekledi¤imizde 70 kuruflun da alt›na düflüyor.

Dertleri insan tafl›mak de¤il, araç tafl›mak ‹stanbul'da ulaflt›rman›n, % 92'si karayolu, yüzde 2.2 deniz ulafl›m›, yüzde 6's› da rayl› ulafl›mla sa¤lan›yor. Ankara'da daki ulafl›m›n % 90’› karayoluyla sa¤lan›yor. Türkiye nüfusunun neredeyse 4'te birini bar›nd›ran bu iki kentin sahip oldu¤u toplam metro hatt› uzunlu¤u ise 60 km.'den az. Bu rakamlar iki büyük kentteki belediyelerin ulafl›m anlay›fl›n› ortaya koyuyor. Deniz yolu ulafl›m› ve rayl› sistem yerine çok daha pahal›ya mal olan karayolunun kullan›m› son olarak 3. köprü projesinde gündeme geldi. ‹stanbul'daki bo¤az köprülerinden geçen araçlar›n % 90'› yolcular›n sadece %37'sini tafl›rken, geri kalan k›s›m özel araç kullananlardan olufluyor. Yani dert insan tafl›mak de¤il araç tafl›mak.

Halk›n Sesi Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Ergin Demirhan Telefon / Faks 0212 245 90 37 Adres Tomtom Mahallesi Örtmealt› Sokak No: 6/3 BEYO⁄LU/‹STANBUL Bas›ld›¤› Yer Taflbask› Matbaac›l›k Yay. ve Amb. San. Tic. Ltd. fiti. Bask› Tesisleri Kocaeli /‹ZM‹T (0262 335 45 29) editor.halkinsesi@gmail.com 15 günlük Yayg›n, Süreli, Türkçe yay›nd›r.


8

EMEK 2 Nisan 2010 / 15 Nisan 2010

Halk›n Sesi

Kalabal›ktan s›n›f olmaya ynı ilin taşeron işçileriyle birlikteyiz. Aynı cemaatin üyeleri hepsi. Ama aralarında bir sorun var. Tartışma sonunda azınlıkta kalanlar kendileriyle aynı cemaatin üyesi olan hastane idarecilerinin yönlendirmesiyle adında “devrimci” ibaresi olan bir sendikada örgütlenmeye direnmek istiyorlar. İdareciler “sarı sendikayı” adres olarak gösteriyorlar. Sorunlarının çözümü için bakanlıktaki bir takım tanıdıklarından, (AKP’yi kastederek) partideki bazı ilişkilerinden destek almaktan bahsediyorlar. Bu söylem diğerlerinin tepkisini çekiyor. Yaşadıkları sıkıntıları biraz da öfkelenerek hatırlatıyorlar karşılarındaki arkadaşlarına. Uzun süren sohbetimizin bitiminde “Acele etmeyin arkadaşlar, içinize sindirerek bu süreci yaşayın.” dememize de kızıyorlar: “Bizim acelemiz var, daha fazla beklemek niyetinde değiliz.” Tokalaşıp ayrılırken “Gönlümüz sizden yana, bu işi bitireceğiz.” demeyi ihmal etmiyorlar. Onları televizyonda sürekli polis panzerlerini taşlarken görüyoruz. Onlardan bazıları işçi. Yani hem Kürt hem işçi. Tıpkı Türk kardeşleri gibi. Yaşadıkları il DTP’nin en yüksek oy aldığı yer. Korkmadan Tufan bir polis panzerinin veya askeri Sertlek zırhlı bir aracın karşısına dikilecek kadar cesurlar; ama Dev Sa¤l›k-‹fl taşeron firmanın maaşlarını Genel Sekreteri birkaç hafta geç yatırdığı söylentisi üzerine hastane idaresinin yaptığı toplantıda “Hayır biz maaşımızı zamanında alıyoruz.” diyecek kadar da korkuyorlar. Ama korkularını yenmek istiyorlar. İstedikleri için de İran sınırına sadece birkaç km. uzakta Türkiye’nin tam dibinde Kürt kimlikleriyle yetinmek istemeyip aynı zamanda işçi olarak da kimlik sahibi olmak istiyorlar. Korkularını işçi kimliğiyle yenmek istiyorlar ve örgütleniyorlar. Doğu’nun makus talihini yenememiş illerinden biri. İlçelerden gelenlerle birlikte bir toplantı yapıyoruz. Kürt, Azeri, Türk hepsi gelmişler. DTP’li olduğunu saklamayan bir işçi, işin başındakilerden birini işaret ederek “Aha” diyor “Bu da kendine ülkücüyüm, diyor.” Tokalaşıyoruz. İlçelerden gelenlerden biri AKP’nin ilçe yöneticisi ama ilçedeki hastaneyi örgütleyen kişi aynı zamanda. Bir yıl önce eşine kanser teşhisi konan arkadaşları, eşiyle ilgilenmek için hastane idaresinden izin istemiş. Hastane idaresi “Sen taşeron işçisin senin izin hakkın yok, YA EŞİN YA İŞİN.” diyerek terslemiş. Önce işini sonra eşini kaybetmiş işçi arkadaşımız. Adını koyamadıkları ama hala gözlerinden ateş fışkırarak anlattıkları bu olay onlarda bir kırılmaya yol açmış. Bu para düzeninin bu kadar vahşileşebileceği gerçeği karşısında ürkmüşler ve ne yapacağız telaşına düşmüşler. En karanlık anlarında hayatlarının Devrimci Sağlık İş’in ışığını görmüşler uzaktan. Yaklaşmışlar ve Diyarbakır’daki mücadeleyi duymuşlar sonra Adana Balcalı’da kazanılan zaferi. Evet şu anda Türkiye çok ciddi bir değişimden geçiyor. Değişmez sanılan iktidar ilişkileri sarsılıyor, sermaye birikiminin kaymağını artık Koç’lar, Sabancı’ların yanında Müslüman ve işadamı olduğunu söylemekten keyif alan yeni bir zengin sınıfı da yiyor. Ama ezilenler ama sömürülenler değişmiyor, hep aynı kalıyor. Ama başka bir şey daha oluyor. Bir yeniden “oluşum” gerçekleşiyor! Genç, ama etnik ve dinsel gerilimlerden dolayı zihni yara bere içinde, korkularıyla birlikte bir hilkat garibesi gibi ayaklarının üzerinde doğrulmaya çalışan bir “sınıf” oluşuyor. Evet, Türkiye işçi sınıfı yeniden oluşuyor. Vahşi kapitalizm yeni bir sistem kurmaya çalışırken ayak bağı olan eski işçileri tarihin perde arkasına itti yerine genç, tecrübesiz, dinamik ve kendilerinden önce ne yaşandığını bilmeyen yeni bir işçi kitlesi sürdü piyasaya. Ancak şimdi, piyasadaki o genç kalabalıklar yaşadıkları haksızlıklar karşısında hayata ve insana dair diğer kimlik ve özellikleriyle birlikte işçi kimliklerini keşfedip tarihin öznesi olma yoluna doğru ilerliyorlar.

A

Hamile olduğu için işten çıkarıldı M

ersin’de Dev Sağlık-İş ve SES, Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çalışırken hamile olduğu gerekçesi ile işten çıkarılan sağlık işçisi Fatma Baytar’a sahip çıktı. Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi önünde bir araya gelen, sağlık emekçileri ve demokratik kitle örgütlerinden oluşan, 150 kişi 29 Mart günü bir basın açıklaması yaparak hamile olduğu gerekçesi ile işten atılan Fatma Baytar’ın yeniden iş başı yapmasını talep etti. Basın açıklamasını Dev Sağlık-İş Çukurova Şube Başkanı Mustafa Hotlar okudu. Açıklamada, Sağlık Bakanı’na, Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi yöneticilerine ve taşeron şirket yöneticilerine “Sizi de bir anne doğrumadı mı? Anneniz, eşiniz, kız kardeşiniz hamile kalmadı mı?” diye soran Hotlar. Fatma Baytar’ın işten çıkartılması ve işten çıkartılma biçiminin tümüyle taşeron sistemin insanlık dışı uygulamalarının bir sonucu ve örneği olduğunu belirtti. Hotlar yetkililere seslenerek “Fatma Baytar’ın iş güvencesinden, sağlığından ve bebeğinin sağlığından siz sorumlusunuz. Yaşanacak her türlü olumsuzluğun vebali sorumluluk sahibi olanlarındır.” dedi. Mersin Üniversitesi, kadın işçileri işten çıkarırken hamilelik izin dönemlerini bekliyor. 7 aylık hamile olan Fatma Baytar, hamilelik izni yaklaştığı bir dönemde işten çıkarıldı. Şubat ayında da sendika üyesi Sibel Yetkin, doğum iznine ayrılmak üzereyken istifaya zorlanmış, Yetkin’in işten çıkarılması SES ve Dev Sağlık-İş’in hastane başhekimliği ile yaptığı görüşmeler sonucunda engellenmişti.

Güvencesizlik Belediyesi B

elediyelerde işten çıkarma, taşeronlaştırma ve sendika düşmanlığı giderek yaygınlaşıyor. AKP’nin “reformları” taşeronlaştırmanın önünü açarken, işçilerin ücretlerinde ve sosyal haklarında kayıplara neden oluyor. Reformlar, halk nezdinde hizmetlerin paralılaşması olarak karşılık buluyor. İşten çıkarma ve taşeronlaştırma uygulamaları parkbahçeler ve temizlik işlerinde çalışan işçiler üzerinde yoğunlaşıyor.

Belediyelerde işten çıkarmalar ve sendika düşmanlığı sürerken CHP’li belediyeler AKP’lilerle işçi düşmanlığı yarışında. İşçiler ise direniyor

Bu hastane inşaatında grev var

500 B‹NDEN FAZLA BELED‹YE ÇALIfiANI VAR Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Temmuz 2009 verilerine göre belediyelerde 491 bin 622 işçi çalışıyor, 91 bin 750 kişi de kamu görevlisi olarak çalışıyor. Yine bakanlık verilerinde, belediye işçilerinden 421 bin 645’i sendikalı, 69 bin 977 işçi ise sendikasız olarak görülüyor. Kamu görevlilerinin ise 20 bin 509’u sendikasız. SEND‹KA DÜfiMANLI⁄I 29 Mart yerel seçimleri öncesinde alanları büyüyen veya yeni belediye olan yerlerdeki AKP’li belediyelerde sendika düşmanlığı had safhada. AKP’li Esenyurt Belediyesi, 19 Ağustos’ta sendikalı olduğu için 16 işçiyi işten çıkardı. Bu işten çıkarmaları 2010’un Ocak, Şubat ve Mart aylarında, sendikalarından istifa etmeyen işçilerin çıkarılması takip etti. İşten çıkarmalara ve sendika düşmanlığına karşı direnen işçiler, 28 Mart’ta Esenyurt’ta demokratik kitle örgütleri ve siyasi partilerin de desteklediği, 1500 kişinin katıldığı bir yürüyüş düzenledi. İşçiler mücadelelerinin süreceğini vurguladı. Esenyurt Belediyesi işçileri, belediye binasının karşısına kurdukları çadırda direnişlerini sürdürüyor. AKP’N‹N ÇÖZÜMÜ 4/C AKP, yerel seçimler öncesinde bazı belediyelerin birleştirilmesi ya da kapatılmasıyla ortaya çıkan “fazla istihdam” sorununu 15 bin 600 belediye personelini 4/C statüsüne geçirerek çözmeyi planlıyor. Görüştüğümüz İstanbul Belediye-İş 2 No’lu Şube Başkanı Hasan Gülüm ise, “4/C’yi asla kabul etmeyiz!” diyor. CHP’N‹N DE S‹C‹L‹ BOZUK AKP’li belediyelerin yanı sıra

İ

stanbul Eğitim ve Araştırma (Samatya) Hastanesi’nde hasta klinikleri inşaatında çalışan ve 4-6 aydır maaşlarını alamayan 90 işçinin grevi sürüyor. İl Özel İdaresi tarafından RT firmasına ihale edilen klinikler inşaatı, RT’nin işi verdiği Cihan ve Körfez isimli taşeron firmalar aracılığıyla yürütülüyordu. Her iki firmada çalışan ve maaşları ödenmeyen işçiler 17 Şubat’ta iş durdurdu ve “Bu işyerinde grev var” pankartı asarak eylemlerini sürdürdü.

CHP’li belediyelerin de işten çıkarma, taşeronlaştırma konusunda sicilleri bozuk. İzmir Büyükşehir Belediyesi kendi bünyesindeki park-bahçe ve temizlik işçilerini her sene mutlaka işten çıkarıyor. 2009’un 31 Aralık günü MNA ve Vira şirketlerinde çalışan park ve temizlik işçilerinin işine son veren belediye 2008’in son gününde de Vira’daki taşeron işçileri işten çıkarmıştı. Bir başka CHP’li belediye olan Buca Belediyesi de 1 Ocak 2010’da belediyeye ait taşeron firmada çalışan 100 park ve temzilik işçisini işten çıkarmıştı. Belediye, işten çıkardığı işçilere kıdem ve ihbar tazminatlerı yerine TANSAŞ’tan alışveriş çeki teklif etmişti. CHP’li Kadıköy Belediyesi de Tüm Bel-Sen ile toplu sözleşme masasına oturmamak için elinden geleni yapıyor. 2009’da başlayan görüşmeler sonuçsuz kaldı, toplu sözleşme taslağı Belediye Başkanı Selami Öztürk’e verildi. Başkan

Öztürk taslağı Belediye Meclisi’ne sunmadığı için toplu sözleşme süreci tek taraflı tıkandı. Bunun üzerine Tüm Bel-Sen üyeleri 17 Mart günü eylemlere başladı ve Kurum İdare Kurulu’ndaki temsilcilerini geri çekti. Kamu emekçilerinin eylemleri sürüyor. KENT A.fi. ‹fiÇ‹S‹ KAZANDI Beleiyelerde İşten çıkarılan işçiler açtıkları işe iade davalarını bir bir kazanıyor. İzmir’in Karşıyaka Belediyesi’nde Kent A.Ş. bünyesinde çalışırken işten çıkarılan işçilerin işe iade davası 23 Mart günü sonuçlandı. Mahkeme, 91 işçinin işe iade edilmesine karar verdi. Bu karar, işten çıkarılan 276 Kent A.Ş. işçisi için emsal teşkil ediyor. Kazanılan davanın hemen ardından bir açıklama yapan Karşıyaka Belediye Başkan Vekili Hüseyin Çalışkan karara itiraz edeceklerini, işçilerin belediyeye dönmelerinin söz konusu

olmadığını söyledi. Çalışkan, Karşıyaka Belediyesi’nin yüzölçümünün yüzde 60’ını Bayraklı Belediyesi’ne verildiğini ve hizmet alanının daraldığını belirterek belediyelerinde işçi fazlası olduğunu söyledi. Yerel seçimler öncesinde küçülen Karşıyaka Belediyesi 30 Nisan 2009 günü, ‘işçi sayısının fazla olması’ sebebiyle Kent A.Ş.’de çalışan 300 temizlik işçisini işten çıkarmıştı. Sonra da temizlik işlerini Altaş isimli bir taşeron şirkete verip 400 kişiyi işe almıştı. Altaş bünyesindeki işçiler, Mayıs 2009’dan bu yana özlük haklarından yoksun bir şekilde ayda 900 lira ücretle çalışıyor. İşçiler, CHP’li yöneticilerin işçilerin sorunlarını çözeceğine dair verdikleri sözleri yerine getirmeye çağırdı. Kent A.Ş işçisi Hüseyin Ballıkuyu, işe iade edilmemeleri durumunda CHP’yi her yerde protesto edeceklerini dile getirdi.

Dev Sağlık-İş taşeronu sıkıştırıyor Dev Sağlık-İş’in taşeronlaştırmaya karşı fiili mücadelesi büyürken elde edilen hukuksal kazanımlar da taşeron şirketleri zora sokuyor

U

ludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çalışan taşeron sağlık işçileri 16 Mart sabahı saat 08.00’de Poliklinikler önünde toplanıp rektörlüğe yürüdü, hasta yakınları da işçilere destek verdi. İşçiler, yıllık izin haklarının kullandırılmamasını, yıllardır kullandıkları servislere binmelerinin engellenmesini, Dev Sağlık-İş’e üye oldukları için baskı uygulanmasını ve maaşlarının yatırılmamasını protesto etti. “Bu mücadele sadece ücret mücadelesi değil, haklarımıza sahip çıkma mücadelesidir.” diyen işçilerin önünde özel güvenlikçiler duramadı. Bursa’daki emekçilerin eyleminden sonra 18 Mart’ta Samsun’dan da “Taşerona hayır!” sesi yükseldi. Dev Sağlık-İş,

SES ve Samsun Tabip Odası, Gazi Devlet Hastanesi önünde taşeron çalıştırma biçimine ve sağlık emekçilerinin gördüğü köle muamelesine ‘Dur!’ dedi. 19 Mart’ta ise 4. İş Mahkemesi, Bursa’daki Uludağ Üniversitesi Hastanesi’nde çalışan bin 262 sağlık emekçisinin asıl işvereninin üniversite yönetimi olduğu konusunda kesin karara vardı. Karara göre Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü’nün üniversite hastanesinde çalışan bin 262 sağlık emekçisini üniversite kadrosuna alması gerekiyor. ÇAPA VE D‹CLE’DE DE DAVALAR SONUÇLANDI Dev Sağlık-İş üyelerinin asıl işveren tespiti için açtıkları

davalardan ikisi daha sonuçlandı. Mahkeme, İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi ve Diyarbakır’daki Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde çalışan sağlık emekçilerinin asıl işvereninin üniversite yönetimi olduğuna karar verdi. Dev Sağlık-

İş’in Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi çalışanlarının işveren tespiti için açtığı dava ise sürüyor. Dev Sağlık-İş Adana’daki Balcalı Hastanesi’nin 1200 çalışanın asıl işvereninin üniversite yönetimi olduğunu tespit ettirmişti.

Hükümetten işçiye ayak oyunları H

ükümet, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) standartlarına uymak için Sendikalar Yasası’nın değiştirileceğini söyledikten sonra bir taslak metin hazırladı. Metinde yüzde 10’luk iş kolu barajının yüzde 1’e indirilmesi, sendikaya üyelik ve istifalarda noter şartının kaldırılması, sendikalara üyelik yaş sınırının 15’e çekilmesi, grev gözcüleri için çadır, baraka vs. kurma yasağının kaldırılması ve grev yasaklarının daraltılması yer aldı. Tasarıda, örgütlenme özgürlüğünün önündeki en büyük engel olan ve Toplu İş Sözleşmesi (TİS) yapılabilmesi için

gereken “İşyerindeki yarıdan bir fazlalık çoğunluğu sağlama” şartı korunurken, en az 80 bin üyesi olan konfederasyonlara üye sendikalara TİS hakkı tanınıyor. Taslakta üye ve dayanışma aidatlarının işçinin yazılı izniyle sendikaya verilmesi de bulunuyor. ‘HERKES SEND‹KA KURMASIN’ Bakanlığın hazırladığı taslağa Hak-İş’ten bir itiraz gelmezken Türk-İş taslağı eksik buldu ve “Toplu İş İlişkileri Kanunu” adında bir taslak hazırladı. Taslakta “Her önüne gelen bir sendika kurmasın” diye işkolu

barajının yüzde 3’e çekilmesi yer alırken, TİS için yetkili sendikanın bakanlık yerine Toplu İş İlişkileri Kurulu’nca belirlenmesi yazıyor. Taslakta ayrıca sendikaların denetlenmesinin denetçilerin yanında yeminli mali müşavirlerce yapılması maddesi de yer alıyor. Türk-İş, üyelik ve dayanışma aidatlarının işçinin iznine tabi olmasına karşı çıkıyor ve eski sistemin devam etmesini savunuyor. D‹SK: ‘ILO fiARTLARI UYGULANSIN’ DİSK ise TİS yetkisi almak için iş kolu barajının kaldırılmasını

olumlu bulurken, işyerinde yarıdan bir fazlasının sendika üyesi olma koşulunun da kaldırılması gerektiğini savunuyor ve ILO standarlarına tam uyum sağlanması gerektiğini söylüyor. ILO ise bakanlık tarafından hazırlanan taslağı evde çalışanlar ve çırakların örgütlenmesine izin vermemesi, iş kolu tespitinin çalışma bakanlığınca yapılması, yetkili sendika için toplu pazarlık hakkını ortadan kaldıran yüzde 50+1’lik işyeri barajının kaldırılmaması, siyasi grev, dayanışma grevi ve genel grev yasaklarının kaldırılmaması bakımından eleştiriyor.

Seher Tümer’e 7,5 yıl hapis ES Ankara Şube S yöneticisi Seher Tümer bir yıldır tutuklu olarak yargılandığı davada 7,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Tümer’in ceza gerekçesi “Newroz, 8 Mart ve kriz mitinglerine katılmak” olarak gösterildi. SES Ankara Şube Başkanı İbrahim Kara, “Tümer’in ceza sebebi olan eylemler ve talepler halkın talepleridir, 2008’de Ankara’daki bebek ölümlerini ortaya çıkaran Tümer’in tutuklanması da halkın sağlık hakkına yapılmış bir saldırıdır.” dedi.

Büro emekçileri eylemde

B

ES Samsun Şubesi, Samsun Vergi Dairesi Başkanlığı önünde 17 Mart’ta bir eylem yaparak Gelir ve Gider İdaresi çalışanlarının sorunları ve taleplerini dile getirdi. Geniş polis ablukası altında yapılan eylemde, Gelir İdaresi Başkanlığı'nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun'un yürürlüğe girmesinin üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen Gelir ve Gider İdaresi çalışanlarının ekonomik, özlük ve sosyal haklarında bir ilerleme olmadığı belirtildi.


9

EMEK 2 Nisan 2010 / 15 Nisan 2010

Halk›n Sesi

Marmaray iflçisi çal›fl›yormufl...

İ

şten çıkarılan 60 Marmaray işçisiin ilk işe iade davası 24 Mart’ta Sirkeci Adliyesi’nde görüldü. Gama Nurol şirketinin avukatları, sadece 5 işçinin işten atıldığını, diğerlerinin şantiyede çalıştığını söyledi. 16 Ocak’tan bu yana şantiye önünde direnen 60 işçi patronların yalanının kanıtıydı ve Adliye önünde bekliyorlardı. Mahkeme,

Tekel iflçisi Ankara’ya ça¤›rd›

delillerin değerlendirilmesi için 28 Mayıs’a ertelendi. Mahkeme çıkışında işçiler tramvaya binerken akbil basmadı ve güvenlikçilerin ‘Amirim ne yapalım?’ soruları ve şaşkın bakışları arasında şantiyelerine döndüler. Marmaray işçileri 17 Mart’ta şantiyeyi işgal ederek işe iade konusunda verdiği sözde durmayan patronlarını uyarmıştı.

T

ekel işçileri İstanbul Kartal’da yaptıkları mitingle 1 Nisan’da Ankara’da olacaklarını duyurdu. Kartal Cevizli’deki Tekel Tesisleri önünde buluşan emekçiler Kartal Meydanı’na kadar yürüdü. Yürüyüşe, direnişteki Esenyurt Belediye işçileri ve İSKİ işçileri de katıldı. 2 bin kişinin katıldığı yürüyüşe MHP’nin de

Mühendise ne oldu? E

ntek Enerji Çevre Mühendislik Limited şirketi Şubat ayında internete bir ilan vererek yurtiçi ve yurtdışı şantiyelerinde çalışacak makine, elektrik, inşaat mühendisleri ve teknikerleri aradığını duyurdu. Firma “gerektiğinde sabaha kadar çalışan, parayla değil bir işe sahip olmanın verdiği mutlulukla tatmin olan, izin ve tatil sevmeyen, hasta olmayan, evliliği düşünmeyen, haftada bir iki gün izin gerektirecek derecede çok akrabası olmayan” çalışanlar arıyordu. İlanda yer alan bazı maddeler: n Geyik muhabbetini, eğlenceyi, ameleliği birlikte yapacak sıcaklık ve samimiyette ekip elemanı olmaları. n Gerekirse sabaha kadar kalıp, işini bitirip, ‘tamam’ dediğinde işini belgeleyerek teslim edecek yapıda olup, arkalarından birini dolaştırmamaları. n Patronların, önce kazandıran sonra bekleyen adamı tutacağını anlamış olmaları. n Mızıldanmanın, yakınmanın ve çok bilmenin kimseye faydası olmadığını, işi bilenin iş sırasında bilgisini kullanmasının en doğrusu olacağını anlayabilmiş olmaları. n Bay elemanların askerlikle ilişkisi olmaması, bayanların iş bitmeden söz-nişan vb. yapmamaya söz vermeleri. n İşini iyi yapanın aradan sıyrılacağını, ona zaten çok parayı patronun gönülden vereceğini bilecek kadar oturmuş hayat bilgileri

şsizlik, mühendisleri insanlık dışı koşullarda çalışmaya zorluyor. Mühendislik şirketleri ise tatil sevmeyen, para istemeyen kişiler arıyor

olması. İlk okuyana şaka gibi gelecek bu ilana yüzlerce başvuru yapıldı. İlana dair firmaya gelen eleştiri epostalarına cevap yazan şirket yetkililerinden Alpaslan Erkollar sadece ilk iki hafta içinde 187 başvuru aldıkları, bunlardan 17’sinin şirketin beklentileriyle

Elektrik üretimi satılıyor

T

es-İş ve Maden İş Sendikası’na bağlı enerji ve maden işçileri hükümetin, enerji sektörünün özelleştirmesine ilişkin kararına karşı 18 Mart günü Yatağan Termik Santrali önünde bir basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasına, Yatağanlılar ve işçilerden oluşan 1500 kişi katıldı.

örtüştüğü, 4’ünün 60-65 yaşın üstünde olduğu, 5’inin beklentilerin de üstünde olduğu için kabul edilemediği, başvuranların tamamının erkek olduğunu belirtti. Erkollar açıklamasında “daha önemlisi” diyerek sendika düşmanlığını şu cümlelerle özetledi: “… hatta neredeyse mühendise

Basın açıklaması, hükümetin enerji özelleştirmelerini protesto eden bir mitinge dönüştü. Hükümetin aldığı özelleştirme kararına göre 45 adet termik ve hidroelektrik santrali özelleştirilecek. Bu santrallerden 4’ü ayrı ayrı, 41 santral de 9 grup halinde satışa çıkarılacak.

Söz konusu santraller Türkiye’deki kurulu elektrik enerjisi gücünün üçte birini oluşturuyor. Elektrik hatlarındaki ve trafolardaki kayıplar ‘kaçak elektrik’ adı altında göz ardı ediliyor. ‘Kaçak elektrik’, elektrik fiyatlarının zamlanması için gerekçe olurken, bölgesel fiyatlanmaya

‹SK‹ iflçileri: ‘Da¤›lm›yoruz’ ALP TEK‹N BABAÇ

Sabah 8’den akflam 10’a kadar, sayaç okuma, sayaç de¤iflikli¤i, kaçak su kullan›m› tespiti, kesik suyu açma, faturas› ödenmemifl suyun kesilmesi ifllemlerini yapan tafleron ‹SK‹ iflçilerinin, Aksaray’daki ‹SK‹ Bölge Müdürlü¤ü önünde bafllatt›klar› direnifl sürüyor. 15 Mart günü ‹stanbul Emniyeti de ne oldu¤unu anlayamad›: ‘Bir grup iflçi’, “‹flimizi geri istiyoruz” diyerek ‹stanbul Büyükflehir Belediyesi’nin (‹BB) kap›s›na dayand›. Sonuç alamayan 100 iflçi ‹SK‹ Bölge

‘sendika kurun hakkınızı koruyun’ demek nasıl bir mantık? Anlamadığımı belirtiyorum. Bu kadar mı hayattan, dünyadan kopuk olunabiliyor! Ben de insaf diyorum.” Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin (TMMOB) 2005-2009 yılları arasında gerçek-

leştirdiği geniş kapsamlı “Türkiye’de Mühendis, Mimar ve Şehir Plancısı Profil Araştırması”na göre meslek odalarına üye olan mimar ve mühendislerin yüzde 2,8’i üye olmayanların da yüzde 4,2’si işsiz. TMMOB’a bağlı odalara üye olan 350 bin mimar ve mühendisin 90 bini yani yüzde 25’i işsiz ya da meslek dışı alanlarda çalışıyor. TMMOB’un araştırmasına göre iş arayan mimar ve mühendislerin yüzde 43,7’si okuldan mezun olduktan sonra iş bulamamış. İş arayan bu kesimin yüzde 28,3’ü bir yılı aşkın süredir iş aradığı belirtiyor. Mimar ve mühendislerin işsiz kalma nedenlerinin ilk sırasında elverişsiz çalışma koşulları geliyor. Bunu ücretlerin düzensiz ödenmesi, işverenle anlaşamama takip ediyor. İş arayan mühendislerin yarısı kendi mesleğiyle ilgili iş ararken yüzde 37’si bu konuyu çok fazla önemsemediğini belirtiyor. Meslek dışında iş arayan yüzde 12’lik kesim kendi branşlarında iş bulma umudunu yitirmiş durumda. Bütün mühendis ve mimarların üçte biri okulu bitirdikten sonra en az 1 kez işsiz kalmış. Mühendis ve mimarların yüzde 52,4’ü mesleğiyle ilgili düş kırıklığı yaşıyor, düş kırıklığı nedenlerinin başında ise iş bulma koşulları geliyor. Mimarlık ve mühendislik alanındaki istihdam mevcut mühendis ve mimar sayısını karşılayamıyor. Mimarlık ve mühendislik fakültelerinden her yıl 35 bin kişi mezun oluyor ve bu sayı her geçen yıl artıyor.

geçildiğinde o bölgenin halkını yüksek elektrik fiyatlarıyla cezalandıracak bir araca dönüşüyor. Elektrik iletim hatlarındaki kayıp ise 5 yıl içinde yüzde 1’den 5’e çıkmış durumda. Elektrik Mühendisleri Odası, elektrik hat ve sistemlerinin bakım, onarım ve işletmelerinin taşeron şirketlere verilmesinin

elektrik kaybını arttırdığına işaret ediyor. Elektrik fiyatlarının daha ucuz olacağı vaadiyle TEK’in bölünmesi ucuzlama yaratmadı. TEK döneminde elektrik üretim, iletim ve dağıtım dahil 3 Cent'e maledilip 6 Cent'e satılırken, günümüzde vergiler dahil 19 Cent'e satılıyor.

Çemen Tekstil iflçisi direnerek kazand› Müdürlü¤ü önüne kadar yolu trafi¤e kapatarak yürüdü. Onlar, ‹SK‹’nin anlaflt›¤› Karel, Sistem ve Elsan tafleron firmalar›nda çal›flan iflçilerdi. Ayl›k 900 lira alan iflçiler bu tarihten itibaren ‹SK‹ binas›n›n önünü mesken tuttu. Günler geçtikçe Anadolu Yakas›’ndaki iflçiler de geldi, say›lar› da ziyaretçileri de artmaya bafllad›. ‹lk destek KESK fiubeler Platformu ve Marmaray iflçilerinden geldi. ‹flçiler ‹SK‹ ile görüflmek istedikçe bina önündeki polis ve güvenlikçi say›s› art›yordu. ‹flçiler ise “Da¤›l›n” uyar›s› hariç polisin tüm uyar›lar›na uyacaklar›n› söylüyordu. ‹flçiler, ‹SK‹’nin tafleron firmalarla sözleflmesini feshetmesi üzerine iflten ç›kar›lm›flt› ve say›lar› 600 idi, iflçilerin söylediklerine göre iflten ç›karmalar 2 bini bulacak. ‹flten ç›karmalar› “‹SK‹ yöneticilerinin vicdans›zl›¤›” olarak gören iflçiler 23 Mart’a kadar ‹SK‹ binas› önünden ayr›lmad›. 23 Mart günü, ‹BB önüne yine yolu trafi¤e kapatarak yürüdüler. Polis ne diyorsa tersini yapt›lar; sadece ezan okunurken yürüyüfllerine ara verdiler. ‹flçiler, ‹BB’deki eylemin ard›ndan ertesi gün Taksim Meydan›’ndan Galatasaray Meydan›’na kadar yürüdü. “Babalar iflsiz, çocuklar aç” diyen 300 iflçi, ‹stiklal Caddesi’ni inletti. 26 Mart’ta da Ümraniye’deki ‹SK‹ binas›na gittiler. ‹stanbul’un her yerinde seslerini duyurmaya ve ifllerine geri dönmeye çal›flan iflçilerin eylemleri sürüyor.

Antep’teki Çemen Tekstil iflçileri 74 gün süren mücadeleleri sonucunda 27 Mart’ta zafere ulaflt›. Çemen Tekstil patronu iflçilerle toplu ifl sözleflmesi için masaya oturdu ve bir y›ll›k sözleflme imzalad›. Sözleflmeye göre iflçiler ifle sendikal› olarak dönecek, geriye dönük ikramiyeler için iflçilere 500’er lira ödenecek, ücretler yüzde 9 zamlanacak, grevci iflçilerin ifline son verilemeyecek. ‹flçiler sözleflmeyi kabul ederse 6 Nisan’da iflbafl› yapacak. 74 GÜN NASIL GEÇT‹?

Toplu ‹fl Sözleflmesi görüflmelerinde anlaflma sa¤lanamad›¤› için D‹SK TEKST‹L sendikas› 14 Ocak’ta greve gitti ve fabrikan›n önüne grev çad›r› açt›. Ertesi gün, 2009 1 May›s›nda iflçileri çiçeklerle karfl›layan polis, iflçilere sald›rd› fakat sald›r› ters

tepti. Sald›r›n›n ard›ndan iflçilerin aileleri de direnifle kat›ld› ve iflçilerle birlikte fabrika önünde beklemeye bafllad›. Polis sald›r›s›n›n ard›ndan iflveren devreye girdi. Grevin ikinci haftas›nda iflveren 200 iflçiyi ifle alarak grevi k›rmaya çal›flt›. Grevciler, ifle yeni al›nanlarla temas kurdu ve grev k›r›c›lar› grev destekçilerine dönüfltü. Bunun üzerine iflveren, grev için ‘yasa d›fl›’ dedi ve mahkemeye baflvurdu; fakat mahkeme iflçi lehine karar verdi. 24 Mart’a gelindi¤inde iflçilere, iflveren ve polis birlikte sald›rd›. Önce ifl veren grevi k›rmak için 130 iflçiyi fabrikaya getirdi. ‹flçiler ise fabrikan›n kap›lar›n› kilitleyerek grev k›r›c›lar›n girmesini engelledi. Bu noktadan itibaren polis devreye girdi ve fabrika önünde bekleyen iflçilere ve ailelerine sald›rd›. Grevciler polise taflla karfl›l›k verdi.

katılması gerilim yarattı. MHP’nin yürüyüşe katılmasını protesto eden Halkevleri ve Dev Sağlık-İş miting alanına girmedi. Yürüyüş süresince oluşan tepki sebebiyle MHP korteji miting alanına alınmadı. İşçiler, 1 Nisan’da Ankara’da olacaklarını 1 Mayıs ile 26 Mayıs’ta ise emek dostlarıyla birlikte olacaklarını vurguladı.

Ülker çaya göz dikti ürkiye’de çay pazarı son dönemlerde Rize Ticaret Borsası ve Ulusal Çay Konseyi’nin birlikte hazırladığı Çay Kanun Tasarısı ile yeni bir dönemin eşiğinde. Tasarı şirketlerin çay pazarındaki isteklerini dile getiriyor. Tasarıyı hazırlayan Rize Ticaret Borsası Başkanı Mehmet Erdoğan bunu şöyle ifade ediyor: “Ben bir sanayici olarak, Mehmet Erdoğan olarak, Ticaret Borsası Başkanı olarak şunu net olarak söylüyorum; çay kanunu ve emtia borsası Türk çaycılığına bir sistem ve adalet getirecektir.” Ulusal Çay Konseyi Yönetim Kurulu Başkanı Ali Bayramoğlu da Erdoğan’ın bahsettiği ‘adalet’i tarif ediyor: "Sektörde bugün gelinen durumda tarladan markete kadar bir düzenleme ihtiyacı var. Kuru çay, ülkemizde 2 milyar dolarlık bir sektör. Bu Türkiye bütçesinin binde 4'ünü oluşturuyor. Yani hiç azımsanmayacak kadar önemli. Dolayısıyla bu kadar önemli bir sektörde tek merkezli bir mekanizma oluşmadığı zaman sorun olur.” Aslında her şey açıkça dile getirilmektedir. Mesele büyük Fatma kâr getiren bu pazardan kimin Genç ne kadar pay alacağı ve nasıl alacağıdır. En büyük paya fatmagen@ gmail.com Çaykur’un sahip olması bu zamana kadarki en önemli sorundu. Devletin özel sektörü desteklemediği gerekçesiyle şirketler kendi çözümlerini sunuyor. Ulusal Çay Konseyi Başkan Yardımcısı ve ÇAYSİAD Başkanı Rahmi Üstün bu konuyu şöyle değerlendiriyor: “Dünyanın kamulaştırmaya gittiği bir dönemde Çaykur’un özelleştirileceğini düşünerek hesap yapmak çok mantıklı değil ve özelleştirme için daha uzun dönem beklemek gerekiyor.” Bir de önerisi var: “Çaykur’un özelleştirilmesini beklemeyin, B planını devreye sokun.” Peki nedir B planı? Mehmet Erdoğan’ın deyimiyle Çaykur’un da içinde yer alacağı bir çay borsasının oluşturulması. Üstün, borsayı şöyle açıklıyor: “Ürünün üretiminde, sanayisinde, pazarlamasında ve tüketiminde bir sıkıntı yoksa böyle bir çalışma yapmanın gereği yok. Ancak bizim tarladan başlayıp bardağa akıncaya kadar olan bölümünde çok ciddi sıkıntılarımız var. Bu yüzden de bu çalışmayı yapmak zorundayız. Ben aynı zamanda sanayici olduğumdan canım yanıyor.” Mehmet Erdoğan’ın kendi deyimiyle; “Borsa varsa sanayici mutlu ve para kazanıyor, olmadığı yerde ise para kaybediyor.” Mutlu olmak isteyen sermaye grupları kimler? Lipton; 1986’da Türkiye çay pazarına girmiş ve şu anda 3 üretim, 4 de paketleme fabrikası bulunuyor. Lipton 2009’da %16 büyümeyle 3,6 milyar lira ciro yapmıştı. Coca Cola; Doğadan Çay ile Seylan tipi çay üretimi yapıyor. Coca Cola da 2009 yılında %6,6’lık bir büyümeyle 2 milyar 408 milyon lira ciro yapmıştı. Ülker, Laurens Spethmann Holding adlı Alman ortağıyla anlaşarak bu sene Trabzon Arsin’de çay alım ünitesi oluşturacak. Ülker’in 2009’da gıda faaliyetlerinden elde ettiği ciro ise 8.8 milyar lira. Hindistanlı otomotiv üreticisi Tata, 1945’te kurulan ve 2000 yılında İngiliz çay şirketi olan Tetley’i 407 milyon dolara bünyesine katmış ve Türkiye’de de Doğuş Çay’a talip olmuştu. Mehmet Erdoğan ''Sektörümüzü, malımızı ve bölgemizi değer kaybetmeyen hale getirmek zorundayız'' derken istediği “mutluluk” tam da buydu sanırım. Türkiye’de çay pazarını yeni yatırımlara açabilmek. Son dönemde çay pazarına taliplerin artmasının ve yeni kanun çalışmalarının aynı döneme denk gelmesi sadece bir tesadüf müdür? Şirketler şimdiye kadar çay piyasasında Çaykur varken faaliyet göstermek istemeseler de özel sektör hala çay sektörünü tek başına üstlenebilecek durumda değil. Bu nedenle üretimden tüketime giden süreç yeniden düzenlenerek çay borsası adı altında sanayici ve pazarlamacının mutsuzluğunu gidermek istiyorlar. Bunu nasıl yapacaklar? Çay Kanun Tasarısıyla. Şu an yürürlükte olan 3092 sayılı kanun ile çayın işlenmesi, dağıtımı ve pazarlanması özel sektöre açılmıştı. Ülker gibi firmalar üretim alanına girmeyi denemişler ancak bu alanda başarılı olamamışlardı. Dolayısıyla da bu alandan çekildiler. Şimdilerde tekrar bu alana girmek istemeleri merak uyandırıyor. Şimdilik Ülker gibi şirketlerin istedikleri şey, üretim kısmından çekilerek çayın verimini etkileyen doğal koşullar ve emek gücü gibi maliyet arttırıcı unsurlarla uğraşmadan kuru çayı pazarlamak ve dağıtmak. Nitekim Ülker, Trabzon Arsin gibi çayın yetişmediği, üreticiden uzak olan Organize Sanayi Bölgesi’nde paketleme fabrikası kuruyor. Tasarı sadece çay pazarında faaliyet gösteren ya da gösterecek olan sermaye gruplarının talepleri doğrultusunda önlemler alıyor. Oysa bölgede çaydan geçimini sağlayan yaş çay üreticileri, çay işçileri ve esnaf dahil 2 milyon insanın hakları ve istekleri göz önüne alınarak bir düzenleme yapılmalı.

T


10

KİBELE 2 Nisan 2010 / 15 Nisan 2010

Halk›n Sesi

K›z kardefller neden bölündü? emen’in ilk kadın yönetmeni Khadija Al-Salami, bir gazete haberi ile öyküsünü öğrendiği, 11 yaşındayken zorla evlendirilen ve kocasını öldürmek suçundan ölüm cezasıyla yargılanan Amina’nın yaşadıklarını yine aynı isimli filminde anlatır. Tıpkı Amina gibi kendisi de 11 yaşındayken evlendirilen Al-Salami, bu filmiyle hem Amina’nın cezasının kaldırılmasını sağlar hem de kadın dayanışmasının simgelerinden biri haline gelir.

Y

KADIN, KADINA KARfiI... Ancak Yemen’de kadınlar, benzer hayatlar yaşayan hemcinslerinden her zaman böyle destek görmüyor. Geçtiğimiz günlerde Yemen ilginç bir gösteriye tanık oldu. Kız çocukları için evlilik yaşının 17’ye çıkartılmasını isteyen bir yasa tasarısını bazı kadınlar protesto etti. Söz konusu tasarı geçen yıl 12 yaşındaki bir kız çocuğunun doğum sırasında ölmesi üzerine hazırlanmıştı. Protestocu binlerce çarşaflı kadın, “eşitlik adına şeriat Özen yasalarının engellenmesine” Taçy›ld›z karşı çıktı. “Allah'ın izin ozentac@yahoo verdiğini yasaklamayın”, “Haklar ve özgürlükler .com kisvesiyle şeriatı çiğnemeyin!” yazılı pankartlar açtı. Tasarıya destek veren kadın hareketinin üyelerinin çirkin ve evde kalmış kadınlar olduğunu, kız çocuklarını da kendilerine benzetmeye çalıştıklarını öne sürdü. Protestocuların tasarıyı destekleyen kadınlara ilişkin açıklamaları en hafif deyimiyle komik; ancak kadının kendi cinsine olan düşmanlığı son derece korkutucu. Kendi sıkıştığı cendereden kurtulmaya çalışan kız kardeşini tekrar içeri çeken bir yengeç sepeti gibi. Elbette mesele tek başına bir dinci gericilikten öte daha derinlerde ekonomik sebeplere işaret etmekte. Yemen’in ekonomisi temel olarak, kıt su kaynağı sorunu yaşayan, yetersiz bir tarıma ve az bir petrol gelirine dayanıyor. Komşusu Körfez ülkelerine kıyasla zayıf bir ekonomiye sahip. Örneğin kişi başına gelir, Suudi Arabistan’da 12,500, Katar’da 52,000 dolar seviyelerindeyken, Yemen’de yaklaşık 900 dolar. Ülke, hızlı bir nüfus artışına sahip ve nüfus yapısı büyük oranda genç; ancak işsizlik yüksek düzeyde. Yaşanan derin yoksulluk, gericilikle beraber bu ülkede de sistemi yeniden üretirken kadının edilgen ve bağımlı konumunu pekiştiriyor. Babanın borcuna karşılık, aileye gelir sağlamak ya da ailenin yükünü hafifletmek gibi nedenlerle kız çocukları resmen satılıyor; yaşam döngüsünün sağlanması için kurban ediliyor. Fiziksel ve ruhsal gelişimini henüz tamamlamamış çocuklar, evlendirildikleri adamların 2. hatta 3. eşi olarak evde ya da tarla çalıştırılırken erken hamilelik, tecavüz, şiddet gibi durumlarla da karşı karşıya kalıyorlar.

Çalışmak yetmiyor S

Sel felaketinde ölen kadın emekçilerin davası sürüyor. Davada yaşanan gelişmeler kadının çalışma hakkının, neden tek başına özgürleştirici bir talep olamayacağını gösteriyor

‘SEND‹KALAR ERKEKLER‹N’ Pameks Tekstil’de yaşananlar, güvencesiz çalışmanın ölüm dâhil birçok yıkıcı sonuç doğurduğunu gösteriyor. Güvencesiz çalışmayı engelleyebilecek tek şeyse sendikalaşmak. İşçiler iş güvencesi hakkını ancak sendikalaşarak koruyabiliyor. Fakat DİSK Sosyalİş’in hazırladığı kadın emeği ve istihdamı konulu rapora göre kadınlar daha az sendikalaşıyor.

Raporda “Türkiye’de kadınların sendikalaşma oranı yaklaşık yüzde 3, erkeklerin sendikalaşma oranı yüzde 7,7’dir; yani kadın emekçiler, erkeklere nazaran sendikal örgütlenme ve toplusözleşme olanağından daha az yararlanabilmektedir.” deniyor. Araştırmaya göre, işveren, kadınların sendikalaşmasını kocaları yoluyla engelliyor. Raporda kadınların sendikalaşmasını engellemek için

TUBA GÜNEfi elde ölen sekiz kadın işçinin ölümünün sorumlusu bulundu. Mahkemeye gelen rapora göre kadınların ölümünden sel sorumlu. Sekiz kadın işçinin İstanbul’da yaşanan sel felaketinde işlerine gitmek üzere servis aracı olarak kullanılan panelvanda boğularak ölmesi üzerine süren davada umut verici gelişmeler yaşanmıyor. Olayla ilgili Bakırköy 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada hazırlanan bilirkişi raporunda ölümlerden asıl sorumlu olarak sel gösterildi. Aracı sağlayan işyeri sahibi Mehmet Cevdet Karahasanoğlu ise kısmen sorumlu tutuldu. Kadın işçilerin ölümü hakkında verilen rapor neoliberalizmin vahşi çalışma koşullarını anlamını gösteriyor. Ölen sekiz kadın işçi tıpkı milyonlarca hemcinsi gibi insan yerine konulmamış, işyeri güvenliğinden mahrum bırakılmışlardı. İşverenlerinin yaptığı maliyet kısma hesapları, sele rağmen işe gitmek zorunda olan kadınların ölümüne yol açmıştı.

Polis tacizine suç duyurusu K

adınlar, Dünya Kadınlar Günü’nü kutlamak için 6 Mart’ta Kadıköy’de düzenlenen mitingde kendilerini taciz eden polis hakkında suç duyurusunda bulundular. 17 Mart’ta İstanbul Adliyesi önünde yapılan basın açıklamasında, 8 Mart mitinginde yürüyüşe başlamadan önce, üst düzey görevlilerden bir polisin “Susturun şu o...ları” sözüyle karşılaştıklarını ve polisin kadınların müdahalesi sonucunda olay yerinden uzaklaştırıldığı belirtildi. “O…” kelimesinin kendileri için aşağılama ifade etmediğini ancak polis tarafından hakaret saikiyle söylendiğini belirten kadınlar, polisin bu saikten dolayı cezalandırılması gerektiğini söylediler. Suç duyurusunda ayrıca mitingde kullanılan döviz ve sloganların emniyete önceden bildirilmesine karşın dövizlerin arama noktalarında ellerinden alındığı, polisler tarafından ayakla çiğnendiği, mitingin yağmur nedeniyle erken sonlandırılmasına rağmen ses aracındaki polis tarafından kürsüye sürekli olarak müdahale edildiği ve sesin kapatıldığı belirtildi. Kadınlar, polisin miting bittikten sonra bazı kadınlara isimleriyle seslenerek tehdit ettiğini de belirttiler. Basın açıklamasının ardından Amargi Kadın Dayanışma Kooperatifi, Gökkuşağı Kadın Derneği, İmece Kadın Dayanışma Derneği, Lambda İstanbul Dayanışma Derneği, 8 Mart Kadın Platformu adına polis hakkında savcıya suç duyurusunda bulundu.

fiziksel veya sözlü cinsel tacizde bulunma” gibi yöntemler deneniyor. Kadınların sendikalaşma oranının düşük olmasının yol açtığı sonuçlardan biri de kayıt dışı çalışma. Türkiye’de çalışan her dört kadından biri kayıt dışı istihdam ediliyor. Ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadınların yüzde 94’ü de esas işlerinden dolayı herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı değil.

Sağlıkta tasarruf öldürür M

eme kanseri, Türkiye’deki kadınlarda kanserden ölüm nedenlerinin başında geliyor. Her yıl 30 bin kadın meme kanserine yakalanıyor. Meme kanseri tedavisinde yayılmayı engelleyen ilacın kullanım süresi Sağlık Bakanlığı tarafından 52 haftadan 9 haftaya çekildi. Her yıl yeni tanı konan meme kanseri hastalarından en az 6 ile 7 bininin kullanmak zorunda olduğu ilaç, meme kanseri tedavisinde hayati önem taşıyor. Kararla ilgili görüşlerini aldığımız Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Onkoloji Bilim dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Rüçhan Uslu, da “Sağlıkta tasarruf olamaz!” diyor. Bakanlığın ilacın kullanımını 9 haftaya çekmesinin hiçbir bilimsel dayanağının olmadığını belirten Uslu, 52 haftalık metastaz tedavisinde kullanılması gereken ilacın kullanımının ancak uzun klinik araştırmalar sonucunda 9 haftaya çekilebileceğini söylüyor. İlacın,

ÇOCUK GEL‹NLER TÜRK‹YE’DE “Çocuk gelinler”, yalnızca Yemen’de değil, Afganistan, Suriye, Bangladeş gibi ülkelerin yanı sıra ülkemizde de sık rastlanan bir durum. Türkiye’de çocuk gelinlerin oranı %30’lar civarında. Son dönem ülke gündemde yer alan inek-öküz karşılığı satılan on’lu yaşlardaki kız çocukları haberleri, torunu yaşındaki kadınla evlenen Halis Toprak ve çocuk tacizcisi Hüseyin Üzmez vakaları bu durumun örnekleri. Benzer ekonomik nedenlerle ailelerce rıza gösterilen bu ilişkilerde de kültürel, dini referanslar öne çıkıyor. Çünkü sırf ekonomik sıkıntılar, saf haliyle bir alışveriş ilişkisi yaratılmasını meşrulaştırmıyor. Bu sebeple gelenek, kültür, “dinen caiz” gibi kavramlarla bu ticaret olağan, “kabul edilebilir” hale getiriliyor. YOKSULLU⁄A VE GER‹C‹L‹⁄E KARfiI... Ataerkil yapının beslendiği gericilik, yoksullukla kol kola ilerlerken çocuk-kadınlar yaratıyor, diğer kadınları da sistem muhafızı haline getiriyor. Dolayısıyla kadın için bu sarmaldan çıkış yolu tek başına gericilik ve onun simgeleriyle ya da yoksullukla değil, bu derin ve tehlikeli birlikteliği görerek geliştirilen bir mücadeleden geçiyor.

“Sendikalaşan kadın işçilere kocaları ya da aileleri yoluyla sendikadan istifa etmeleri için baskı yapma, mevcut toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini kullanarak, ‘kadının sendikayla işi olmaz’ gibi söylemlerle kadın işçileri sendikadan uzak tutmaya çalışma, hamile ya da çocuklu kadın işçileri, sendikadan istifa etmeleri için zorla mesaiye bırakma, çalışma saatlerini uzatma ve sendikalılara

ÇALIfiMAK ÖZGÜRLEfiT‹R‹R M‹? Bu somut veriler kadın emeğinin durumunu ortaya koyarken, Kadın Girişimcileri Destekleme Derneği (KAGİDER) “Çalışmak İstiyoruz” kampanyası düzenliyor. Kampanya Türkiye’nin en düşük kadın istihdam oranına sahip 10 ülkeden biri olması dolayısıyla kadın istihdamının yükseltilmesini hedefliyor. Proje “kadın dostu” kurumlar yaratmayı ve kadınları ödüllendirmeyi kadın istihdamının artırılmasında çözüm olarak öneriyor. KAGİDER Başkanı Gülseren Onanç, bu vesileyle özel sektörün kadın istihdamına ne kadar duyarlı olduğunun gösterileceğini söylüyor. Fakat KAGİDER’in görmezden geldiği bir gerçek var. Sekiz kadını ölüme sürükleyen çalışma koşulları ve kadınların sendikalaşmasının önündeki engeller gösteriyor ki çalışma hakkı talebi güvenceli iş, sendika, parasız nitelikli kreş gibi taleplerle tamamlanmadığında havada kalıyor. Sermayenin örgütü olarak güvencesiz çalıştırmanın doğrudan sorumlusu olan KAGİDER, güvencesizlik konusuna, kayıt dışı istihdama yönelik bir çözüm önermiyor. Kadınların bakım sorumluluğundan kurtularak özgürce çalışma hayatına ya da sosyal hayata katılmasına dair bir talepte bulunmuyor. KAGİDER, kendisiyle uzlaşmayan örgütlü emeği işaret ettiği için kadının çalışmasını güvence altına alacak sendikal hakların adını bile anmıyor. Bu eksikleri görmezden gelerek kadına çalışma hakkı talep etmek de ancak sermayenin örgütlerinden beklenebilirdi.

Belediyede taciz ‘ak’lanıyor ‹stanbul Büyükflehir Belediyesi’nde çal›flan bir kad›n iflçi, Deprem ve Zemin ‹nceleme Müdürü’nün tacizine maruz kald›. Yetmedi, müdür hakk›nda aç›lan davada tan›kl›k yapan kad›n tartakland› ve sözle taciz edildi. ‹BB Deprem ve Zemin ‹nceleme Müdürü 25 fiubat’ta k›sa kollu tiflört giyen kad›n çal›flan› sözle taciz etti. Tacize u¤rayan kad›n çal›flansa müdürünü kuruma flikayet ettikten sonra savc›l›¤a suç duyurusunda bulundu. Müfettifllere gördüklerini anlatarak tan›kl›k eden 5 kifliden 4’ü, maruz kald›klar› bask› yüzünden ifadelerini de¤ifltirdi. Müdür bask›y›, ifadesini de¤ifltirmeyen kad›n çal›flan› di¤er yöneticiler arac›l›¤›yla taciz ve darp ettirerek sürdürdü. Kameralar›n önünde koridorda bafllayan fiziki fliddet olay›. kad›n çal›flan›n müdür

yard›mc›s›n›n makam odas›na zorla sokulmas›yla devam etti. Olayla ilgili flikayette bulunan kad›n çal›flan›n masas›ndan bilgisayar› topland›. Kad›n çal›flan, ba¤l› oldu¤u flirkete geri gönderildi ve ifl akdi feshi tehdidiyle ifadesinden vazgeçirilmeye çal›fl›ld›. ‹stanbul KESK fiubeler Platformu, “Cinsel taciz olay›nda ve ceza yarg›lamas›nda flüpheli olan müdür suçu a盤a ç›kt›kça, teflhir oldukça daha da pervazs›zlaflmakta, üyemizi çeflitli yollarla tehdit etmektedir. Üyemizin bafl›na gelebilecek herhangi bir olumsuzlu¤un faili bu flah›s olacakt›r.” aç›klamas›n› yapt›. Olaydan sonra müdür, yap›lan idari soruflturma neticesinde ödüllendirilerek ‹stanbul Büyükflehir Belediyesi Turizm Müdürlü¤ü’ne yine müdür olarak atand›.

kanserli bölge temizlendikten sonra kullanılması halinde kanserin nüksetmesini engellemede başarılı olduğunu, kanserin yayılması halinde ilacın en az 2 yıl kullanacağını ve bu durumun da sağlık bütçesine daha fazla zarar vereceğini belirtiyor. Bakanlık tarafından ilaçta uygulanan tasarrufun hastaya 60 bin TL olarak yansıyacağını ifade eden Uslu, “Hiç kimse bu meblağı ödeyemeyecek ve olan hastaya olacak.” diyor. Bakanlığın yaptığı açıklamada, ilacın endikasyon dışı ilaç listesinden çıkarılmadığının üstü kapalı biçimde belirtilmesine karşın fiiliyatta ilaç yazamadıklarını belirten Uslu, ilacın listede olmadığının altını çiziyor. “Meme kanseri hastalarında 9 haftalık tedavi sonucunda iyileşme görülmemesi ve ölümlerin yaşanmaya başlaması halinde bunun hesabını kim verecek?” diye soran Uslu, “Meme kanseri öldürmez, kötü sağlık poli-

tikaları öldürür.” diyor. KADINLARIN ‹T‹RAZI VAR Sağlık alanında yaygınlaşan paralılaştırma ve taşeronlaştırma uygulamalarını Halkevci kadınlar İstanbul’da yaptıkları eylemlerle protesto etti. 31 Mart’ta İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü önünde toplanan 25 Halkevci kadın, Sağlık Bakanlığı’nın meme kanseri tedavisinde başlattığı yeni “tasarruf” uygulamalarını ve taşeron sağlık işçisi Fatma Baytar’ın hamile olduğu için işten atılmasını protesto etti. Halkevci kadınlar AKP iktidarının sağlık alanında yürüttüğü piyasalaştırma saldırısının en ağır biçimde, toplumun en yoksul ve güvencesiz kesimi olan kadınları etkilediğini vurguladılar. Taşeron çalıştırmanın piyasalaştırmanın diğer yüzünü oluşturduğunu belirterek 7,5 aylık hamile taşeron sağlık işçisi Fatma Baytar’ın, Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki işine geri alınmasını istediler.

Kreş mücadelesinde ilk zafer Eskişehir’in farklı mahallelerinde yürütülen kreş mücadelesi, zafere giden yolda ilk adımı attı. Belediye kadınlara kreş açma sözü verdi hakkımızın takipçisi olacağız” dediler.

E

skişehir’de Halkevci Kadınlar Meclisi, kreş hakkı mücadelesinde ilk adımı kazandı. Mahalleli kadınlardan oluşan bir meclis Odunpazarı Belediyesi ile yapılan görüşmede kreş sözünü aldı. Halkevci Kadınlar Meclisi’nin kreş için çalışma yaptığı Yenikent, Gültepe, Yıldıztepe, Göztepe, Büyükdere mahallelerinde yaşayan kadınlardan oluşan bir meclis 24 Mart’ta Odunpazarı Belediyesi’yle görüştü. Görüşme öncesi belediye önünde bir basın açıklaması yapıldı. Halkevi yöneticisi Gül Aldemir yoksul mahallelerde uzun süredir yürüttükleri kreş hakkı mücadelesinde sonuç almak için belediye ile görüşmeye geldiklerini ifade etti. Aldemir açıklamada bir süredir kreş talebiyle farklı mahallelerde topladıkları imzaları 12 Mart günü belediyeye teslim ettiklerini anlatarak “Bugün gerçekleştirilen görüşmede bir sonuç almayı bekliyoruz.” dedi. Aldemir’in konuşmasının ardından

kadınlar Belediye Başkan Yardımcısı Saffet Çelen ile görüştü. Görüşme sonrası Çelen ve kadınlar ücretsiz ve nitelikli kreş için ortak bir basın toplantısı yaptı. 16 Nisan Cuma günü tekrar bir araya gelmeye ve kreş için birlikte çalışmaya dair söz alan kadınlar “ücretsiz ve nitelikli kreş

‘HAK MÜCADELELER‹ ÖNÜMÜZÜ AÇTI’ Görüşmeyi Halkın Sesi’ne değerlendiren Eskişehir Halkevi yöneticisi Gülşah Öztürk iki ay önce yoksul mahallelerde başlattıkları anket çalışması sonucu kreşlerin mahallelerde bir ihtiyaç olduğunu tespit ettiklerini anlattı. Bu taleple ay boyunca beş mahallede üç binden fazla imza topladıklarını anlatan Öztürk, Odunpazarı Belediye Başkanı’na imzaları götürmek için yaptıkları ilk ziyarette kendilerinin reddedildiğini belirtti. Protesto için belediye önünde yaptıkları eylemin ardından belediye başkan yardımcısının kendilerini arayarak görüşme talep ettiğini aktaran Öztürk, görüşme sonucunda kreş açılması kararının alındığını anlattı. Öztürk belediyeyle görüşmelerde, farklı kentlerde yürütülen hak mücadelelerinin kendilerie güç verdiğini ekledi.


YÜZ YÜZE

11

2 Nisan 2010 / 15 Nisan 2010

Halk›n Sesi

İştah kabartan topraklar...

İstanbul Unkapanı’ndaki Tekel Genel Müdürlüğü Binası İskenderpaşa Cemaati’yle birlikte anılan Medipol’e tahsis edildi. Tekel’in Cevizli’deki yerleşkesi de AKP’ye yakınlığıyla bilinen Bilim Sanat Vakfı’na verildi. Arazilerin ikisi de Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’ndan Maliye’ye oradan da AKP’ye yakın vakıf ve şirketlere devredildi. Gazeteci yazar Necati Doğru, Tekel arazi-

lerinin cemaatlere ve AKP’ye yakın vakıflara peşkeş çekilmesini ortaya çıkarmasıyla gündeme gelmişti. Daha sonra Vatan gazetesinden istifa eden Doğru, Tekel arazileriyle ilgili düşüncelerini Halkın Sesi’yle paylaştı. Necati Doğru’nun yanı sıra Mimar Esin Köymen de Kartal’daki kentsel dönüşüm süreciyle birlikte Tekel arazisinin devir sürecini hakkında Halkın Sesi’ne konuştu.

Tekel: Bir peşkeş öyküsü G

azeteci yazar Necati Doğru, Tekel arazilerinin AKP’ye yakın cemaatlere nasıl verildiğini ve Vatan gazetesinden istifa sürecini Halkın Sesi’ne anlattı

ALP TEK‹N BABAÇ

N

eden Tekel arazileriyle bu kadar ilgilendiniz? Necati Doğru: Ben, halkın parası üzerinden yapılan yolsuzlukları ve hukuksuzlukları 30 yıldır yazan bir gazeteciyim. Benim Tekel arazilerine dair araştırmalarım, Tekel işçilerinin eylemleriyle birlikte başladı. Ankara’da soğukta direnmeleri, bu direnmenin üzerine kışın ortasında polisin sert müdahalesi insanın içini burkan bir durum oluşturuyor tabii. Hem Tekel işçilerinin eylemi hem Ankaralıların işçilere desteği. Tüm bunlar bir gazeteci için uygun bir iklim oluşturuyordu. Ben de işçiler ne anlatmaya çalışıyor diye baktım ve süreci geri sardım. Tekel’in özelleştirilmesine kadar gittim ve araştırmaya başladım. Araştırma yaparken, Tekel’in alkol bölümünün 280 milyon liraya özel bir şirkete satıldığını ve öncesinde Tekel’in alkol bölümüne 700 milyon liralık yatırım yapıldığını buldum. Sonra, Tekel’in Yaprak Tütün Bölümü’nün 300 milyon liraya özel bir şirkete devredilip oradan da 750 milyon dolara British American Tobaco şirketine satıldığının bilgisine ulaştım. Bu sırada Tekel’in

Unkapanı’ndaki Genel Müdürlük Binası’nın ÖİB’ye ayrıldığını öğrendim ve araziler üzerine yaptığım araştırmalarımı derinleştirdim. Tekel arazilerine ilişkin yaptığınız araştırmalarda ne tür zorluklarla karşılaştınız, hiç tehdit aldınız mı? Tehditle karşılaşmadım ancak bilgilere ulaşma konusunda çok zorluk yaşadım. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na gidip Kartal’daki Tekel arazisinin akıbetini sorduğumda sadece Maliye’ye verildiğini öğrendim. Dersime çalışıp gittiğim için bu devrin hukuksuz olduğunu biliyordum ve biraz üsteleyince kararın Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından verildiğini öğrendim. Sonra arazinin iktidara yakın bir vakfa verildiğini de öğrenince bağlantıları kurmaya başladım. Cevizli'deki Tekel arazisinin içinde büyük bir ormanlık alan, sigara, ambalaj, puro fabrikaları, lojmanlar, konukevleri, spor tesisleri, araştırma enstitüsü binaları var. Tekel arazisiyle ilgili "Tekel'in altın binasından sonra pırlanta arsası" yazınızda üniversitenin inşaası için o kadar bina varken ağaçlıklı bölümün tercih edilme nedenini sormuştunuz, cevabını bulabildiniz mi? Bununla ilgili henüz bir araştırma

Ö

nce Tekel arazisi isteniyor, sonra arazi vergi borcu yüzünden Özelleştirme İdaresi’nden Maliye’ye oradan da Bilim Sanat Vakfı’na devrediliyor

yapamadım ama Kartal’a gidip tesisleri gezip Kartallılarla konuştum. Yazımda böyle bir soru işareti yaratmakla yetindim çünkü yıllardır Türkiye’nin birçok yerinde ‘okul, hastane yapacağım’ denilerek alınan arsalarda ticarethanelerin yapıldığına şahit oldum. Ben, arazinin tahsis edildiği ve AKP’ye yakın olan vakfın ilerleyen günlerde “Arazinin bir kısmı üniversite yerleşkesi olsun, geri kalanını da ticaret merkezi olması için filanca şirkete satalım.” deme ihtimalinin yüksek olduğunu düşünüyorum. Vatan gazetesinden istifa sürecini anlatabilir misiniz, bu süreçte Tekel arazilerine ilişkin araştırmalarınızın bir etkisi olduğunu düşünüyor musunuz? Böyle bir ilişki olduğunu düşünmüyorum ama iktidar partisi gazetenin sahibi üzerine, vergi nedeniyle yüklenmeye başlayınca gazete satılma sürecine girdi. O zamandan beri yazılara ufak müdahaleler yapılmaya başladı. Patronlar, gazetelerini diğer sektörlerdeki yatırımları için kullanmaya çalışıyor. Genel Yayın Yönetmenlerini de bu işlerin takipçisi yapıyorlar. Son zamanlarda gazeteler çok kötü yönetilmeye başladı. Basının gücü, gücün basınına dönüştü.

‹stanbul’un Kartal ‹lçesi Cevizli Mahallesi’nde bulunan 450 dönümlük Tekel Yerleflkesi, bölge sakinleri taraf›ndan “Tekel Kamp›” olarak biliniyor. Bunun nedeni, yerleflkenin her türlü sosyal aktiviteye imkan vermesi

Tekel arazisi nasıl devredildi? Cevizli’deki Tekel arazisinin AKP’ye yakın cemaatlere devir süreci nasıl işledi? Tekel, 2001’de özelleştirme kapsam ve programına alındı. Cevizli Tekel Alanı’nın da içinde olduğu Dragos Bölgesi, 11 Kasım 1999’da ‘Doğal Sit Alanı’ ilan edilmişti. Bölgeye 2003 yılında ‘Koruma amaçlı nazım imar planı’ yapıldı. Bu planda, doğal sit alanı olarak belirlenen bölge için şehir parkı, turizm tesisi alanı ve dönüşüm alanı kullanımı yer aldı. Tekel Genel Müdürlüğü, plana dava açtı ve mahkeme ÖİB kapsamında olan bölge hakkında İBB’nin plan hazırlama yetkisinin olmadığına karar verdi. Bilim ve Sanat Vakfı’nın kurduğu İstanbul Şehir Üniversitesi 21 Temmuz 2008 tarihinde Maliye Bakanlığı’na yaptığı müracaatla Cevizli’deki Tekel’e ait 450 dönümlük arazinin 49 yıllığına kendilerine tahsis edilmesini istedi. Ancak talebin yapıldığı tarihte bu alan henüz Maliye hazinesine devredilmemişti. Bilim Sanat Vakfı’nın müracaatından 4 ay sonra Tekel’in vergi borçlarına mahsuben Cevizli’deki alan Maliye hazinesine devrediliyor. 21 Nisan’da İrtifak Hakkı İhalesi açılıyor. İhaleyi tek katılımcı olan İstanbul Şehir Üniversitesi, 2 milyar 972 milyon liralık teklifiyle kazanıyor. Ardından da İstanbul Şehir Üniversitesi’ne 26 Mayıs 2009 tarihinde, tescil, ifraz, tevhit, terk ve benzeri işlemlerin yapılması veya imar planının yaptırılması, değiştirilmesi ya da uygulama projelerinin hazırlanması ve onaylatılması gibi işlemlerin yerine getirilebilmesi için 1 yıl süre ile ön izin veriliyor. Tabii bu arada, İstanbul Şehir Üniversitesi bu alanın Üniversite Alanı olarak planlanması için çalışmalar yaptı. İstanbul Şehir Üniversitesi tarafından; bölgenin üniversite alanına dahil edilmesi teklifi, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisinin 18 Eylül 2009 tarihli toplantısında oy çokluğuyla kabul ediliyor. Neler var bu planlarda? Sadece bir tanesinde “yaprak tütün binaları”nın bir kısmının korunduğunu diğer tüm yapıların yıkılıp yeni yapı önerileri

“Kaleminin halktan yana işlemediğini hissettiğinde kır, at!” diyen Doğru’nun bıraktığı yerden Kartal’daki Tekel arazisinin akıbetini araştımaya devam ettik ve İstanbul Mimarlar Odası Kartal Temsilciliği Yönetim Kurulu üyesi Esin Köymen’e gittik

geliştirildiğini görüyoruz. Yapılaşmanın öngörüldüğü yerlerde koruluk bir alan var. Ama bu alan maket çalışmalarında görünmüyor. Bu durum, planda, arazinin bitki dokusunun dikkate alınmadığını gösteriyor. Bu planlardan nasıl haberiniz oldu? Aslına bakarsanız planlama sürecinin katılımcı bir anlayışla yapılması gerekiyor ama bu plan ve projelerden bölgede yaşayanların haberi yoktu. Mimarlar Odası olarak bizim sonradan haberimiz oldu. Şöyle enteresan bir süreç var. Mimarlar Odası için her yapılana dava açıyormuşuz, her şeye karşıymışız gibi bir izlenim yaratılmaya çalışılıyor. Karşı olduğumuz şeylere baktığınızda; planlama ve şehircilik ilkelerine aykırı yapılan, sadece ranta dönük, kamu yararını hiçe sayan anlayışla yapılanlara karşı çıkıyoruz. Yeni planlama anlayışı, gayrımenkul üzerinden daha fazla kâr elde eden şirketlerin ya da şahısların istekleri doğrultusunda oluyor. Cevizli’deki Tekel alanının Üniversite Alanı olarak planlanmasına karşı çıkanlara da “Bu

planlara muhalefet ederseniz, kabul etmezseniz TOKİ gelir!” deniliyor. Buradaki insanlar da TOKİ gelecek diye ‘üniversite olsun” diyebiliyor. Üniversitelerde eğitim hizmeti veriliyor. Burasının üniversite olmasına neden itiraz ediyorsunuz? ‘Kamu yararı denen bir bela’ diyoruz biz ona, bunun arkasına sığınarak enteresan şekillerde bu tür araziler ‘iç ediliyor’. Özel üniversitelerin kamu yararına yapılıyor olması ve bu kavramın bu tür üniversiteler için kullanılması komik bir şey. Bugün paralı eğitim veren üniversiteler eğer kamusal alansa turnikelerden kart basmadan geçilemeyen bir kamusal alandır. Alışveriş merkezlerini de yakında kamu yararına ilan edebilirler. Sizin bu alana dair öneriniz oldu mu? Bu alanda birçok yapı var. Tekel özelleşti ama burası endüstri mirası kapsamında işlev kazandırılarak korunabilir. Tekel Kampüsü içindeki nitelikli yapılar tarihsel bir miras olarak kalabilir. Üniversiteye tahsis

edilen alanın hemen bitişiğindeki Geç Roma Erken Bizans dönemine ait hamam kalıntılarının olduğu alanla birlikte açık müze alanı olarak değerlendirilebilir. Ayrıca tesisler olası bir depremden sonra Anadolu Yakası’nda çadır kurulacak tek boş alan olma özelliğini de taşıyor. Biz de Tekel arazisinin bir dönemin endüstriyel üretimini gösteren ve bu üretimde çalışanlar için tasarlanan tesisler için ‘Endüstri mirası olarak kalsın.’ diye Anıtlar Kurulu’na müracaaat ettik. Tescil istedik ancak tescille ilgili henüz net bir karar çıkmadı. Tek Gıda-İş’in bir itirazı oldu mu? Evet, Tek Gıda-İş, Tekel’e ait alanların Maliye Hazinesine bedelsiz devrine ilişkin Özelleştirme Yüksek Kurulu kararının iptali ve yürütmenin durdurulması için dava açtı. Danıştay 11 Eylül 2009’da oybirliği ile yürütmenin durdurulmasına karar verdi. Ancak sendika, kararın verilmesinden kısa bir süre sonra davayı geri çekti. Neden? El altından kavga devam ediyordu. Şöyle oldu. Tekel işçilerinin fabrikaların özelleşmesiyle birlikte Tek Gıda-İş’in işkolunun değişmesi gerekti. Tekel işçilerinin yeni işkolu olarak ticaret büro işkolu gösterildi. Sonra, Türk-İş, büro ve ticaret işkolunda 12 bin Tekel işçisi için Türk Büro-İş sendikasını kurdu. Yasal olarak işçileri o işkolundan gösterdi. Orada bir mahkemeleşme süreci oldu. Bu süreçte Hak-İş bu alandaki işçileri kendi bünyesine geçirmek için dava açtı ama Hak-İş’in de bu alana dair bir işkolu yoktu. Hak-İş, Tekel işçilerinin orman işkoluna dahil olduğunu iddia ettiyse de kabul edilmedi. Hükümet de, ‘Türk-İş, Tekel işçilerini mevcut işkolunda örgütleyemez’ diyerek bir dava açtı. Bu davanın karşısında ise Tek Gıda-İş’in Kartal’daki Tekel arazisi için ÖYK’ya karşı arazinin maliye hazinesine devriyle ilgili açtığı dava vardı. Davanın avukatlarının ifadelerine göre Tek Gıda-İş ile hükümet arasında yapılan sözlü anlaşmalara göre işçilerin haklarının verilmesi karşılığında davadan feragat edilmiş. Şimdi ise arazi için açılan dava kamu davası olarak devam ediyor.

Kartal’daki kentsel dönüşüm süreci Kartal’daki 550 hektarlık alanın kentsel dönüşüm alanı ilan edilmesi nasıl oldu? İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) 2003-2005 yıllarında ilçe belediyeleriyle yeni 1/5000 ölçekli Nazım İmar planlarını hazırladı. (Nazım İmar planları; bir bölgenin arazilerinin nasıl kullanılacağını gösterir.) Bu planlarda kentsel dönüşüm alanı diye bir şey ortaya çıktı. Bu bölgeler uluslararası pazarda para kazandırabilecek bölgelerdi. Bu alanlara uygun projeler yarışmalarla belirlendi. Ismarlama yarışmalardı bunlar. Öyle ki, 2005’te Uluslararası Mimarlar Birliği’nin kongresine gelen dünyaca ünlü Iraklı mimar Zaha Hadid, Kartal bölgesini Kadir Topbaş’la beraber helikopterle gezdi ve projeyi kazandı. Aynı şekilde Küçükçekmece’yi helikopterle gezen mimar da o bölgenin kentsel yenileme alanı projesini kazandı. Aslında 2004’te Fransa’nın Cannes kentinde Dünya Gayrımenkûl Zirvesi yapılmış ve bu zirvede İstanbul için öngörülen projeler tartışılmıştı. İş sadece yatırımcı bulmaya kalmıştı. Kartal E-5 güneyi için, 2005’ten itibaren birkaç kez 1/5000 ölçekli planlar hazırlandı, planlara itirazlar yapıldı, davalar açıldı, yürütmeyi durdurma kararları alındı, açılan davalar sonuçlanmadan bir sonraki plan yürürlüğe girdi, bu planda da 550 hektarlık alan Kartal Kentsel Dönüşüm Proje Alanı olarak gösterildi. Alanın, planlama ilkelerine, 1/5000 plan tekniğine ve imar mevzuatına aykırı olduğu için itirazlara ve davalara konu oldu.

İtirazlar sonucu bu alan çeşitli düzenlemeler yapılarak yeniden planlandı. Plana tekrar itiraz geldi ve tekrar bir plan yapılarak 18 Şubat 2010’da askıya çıktı. 2 Ekim 2009’daki İstanbul Uluslararası Finans Merkezi Strateji Belgesi’nde “İstanbul, öncelikle bölgesel, nihai olarak da küresel finans merkezi olacaktır.” deniliyor ve tüm planlama süreçleri bu hedefe hizmet etmek üzere kurgulanıyor. Kartal’daki eski adıyla kentsel dönüşüm proje alanı yeni planlarda Merkezi İş Alanı (MİA) olarak karşımıza çıktı. Bu süreç çok tuhaf gelişmiştir. Ne gibi tuhaflıklar vardı? Örneğin; Mayıs 2005 tarihinde Kartal Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi’nde; İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı , Kartal Belediye Başkanı ve Kartal’daki sanayiciler bir toplantı yapıyorlar. Bu toplantıda iki karar alınıyor. Birincisi, Kartal Yeni Merkez Vizyon Projesi için dünyanın ünlü mimarlarından hizmet alınması, ikincisi ise buradaki sanayici mülk sahiplerinin bir araya gelerek dernek oluşturmaları ve tasarım ve planlama aşamaları dahil tüm karar süreçlerine katılmaları. Sanki özel bir mülkiyete ait arsa üzerinde proje hizmet alımı yapılıyor. Oysa ki söz konusu olan, 550 hektarlık bir alanın üstelik de henüz planı olmayan bir alanın projelendirilmesidir. Sonuçta, Zaha Hadid Architects’in hazırlamış olduğu proje yarışmayı kazanıyor. Projeye uygun plan yapma gibi tersine bir durum yaratılmıştır bu alanda. Bu yüzden tuhaftır.


12

DOSYA 2 Nisan 2010 / 15 Nisan 2010

Halk›n Sesi

Anayasaya AKP yaması Anayasa serüveni rejimin tarihini anlat›r

AKP seçim için son düzlüğe girmeden önce anayasada değişikliğe gidiyor. Yeni düzenlemenin hedefinde yargı var. Yargıdaki değişiklik AKP’nin işine geliyor ÖZGE YURTTAfi

A

KP askeri darbe sonrası yapılan 1982 Anayasası’nı değiştirerek neyi hedefliyor? Türkiye’ye yakışan bir anayasa yapmak için çalıştıklarını söyleyen Abdüladir Aksu doğruyu mu söylüyor? Tasarıyı değerlendirirken “İşin özü AKP’nin kendi yüksek yargısını kurma teşebbüsüdür” diyen CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın tespiti doğru mu? HEDEF BELL‹, ‹LER‹ AKP hükümeti askeri darbe sonrası yapılan ve serbest piyasa modeline geçişin sosyal siyasi hayatını düzenleyen 1982 Anayasası’nı yetersiz bulduğunu iktidara geldiğinden beri yineliyordu. Neoliberalizmin giydirdiği gömlek bu haliyle iktidarın elini kolunu bağlıyor; üstelik 12 Eylül darbesinin geniş yetkiler verdiği kurumlar AKP’nin iktidar savaşında önemli birer cepheyi oluşturuyor. Cumhurbaşkanlığı, TSK, yargı ve üniversite iktidar olduğu günden beri AKP’nin ele geçirmeye çalıştığı önemli mevzilerdi. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasıyla yürütmenin tamamını kontrol altına alan AKP bu sayede YÖK gibi önemli kurumları ele geçirdi. Uluslararası aktörler ve içerdeki yandaşları sayesinde TSK’yi kendiyle uzlaşma çizgisine getirdi. Anayasadaki atama usulü nedeniyle AKP’nin yargının tepesine uzun süre nüfuz edemeyecek olmasıysa değişiklik paketiyle sorun olmaktan çıkıyor. Rejimin aktörleri arasındaki bu yeni güç dengesi bir yanıyla egemenler arası iktidar savaşının bir sonucuydu. Fakat bir yanıyla da uluslararası dinamiklerin itkisiyle tesis edilen neoliberal düzenin bir parçasıydı. Tıpkı TSK’nin siyasetteki yeni pozisy-

A

nayasa bir ülkede yurttaşların haklarını, sorumluluklarını devlete ait kurumların işleyişini ve kurumları ilgilendiren kanunların tamamını belirleyen bir çerçeve metindir. Tüm anayasalar onu yapanların benimsediği veya beslendiği bir ideolojiden kaynağını alır ve anayasayı yapma gücüne sahip egemenlerin ülkeyi yönetmek için ihtiyacı olan gerekliliklere göre şekillenir. Anayasanın çizdiği çerçeve kimi zaman demokratik bir rejim biçiminin sınırlarıdır kimi zaman ise diktatörlüklerin, yani anayasa tek başına demokrasinin teminatı değildir. Türkiye’de bugüne kadar dört anayasa hazırlandı. İlki cumhuriyetin ilanından önce 1921’de yapıldı. Diğerleri ise 1924’te yapılan ve cumhuriyet açısından kurucu niteliği olan anayasa ile askeri darbeler sonrası yapılan 1961 ve 1982 anayasalarıdır. Bunun dışında tıpkı bugün AKP’nin yaptığı gibi çeşitli defalar anayasanın hükümlerinde geniş kapsamlı değişikliklere gidilmiştir.

onu gibi yargıda yapılacak düzenlemeler de egemenler cephesinde sivil bürokrasinin gücünü sınırlayarak rejimin neoliberal düzenle bütünleşmesini ilerletecek değişikliklere yol açacak gibi görünüyor. REJ‹ME AKP AYARI AKP anayasada yaptığı değişiklikle yargı üzerindeki tek belirleyenin kendisi olmasını amaçlıyor. Yeni düzenin inşasında SSGSS’den türban serbestisi kararının iptaline, ormanları maden aramasına açan kanun tasarısından kendisine kapatma davası açılmasına kadar farklı kararlarda başına bela olan yargının iplerinin artık kendine geçmesini hedefliyor. Fakat elbette bunu yaparken birçok AKP kurmayının öne sürdüğü üzere antidemokratik 1982 Anayasası’na karşı demokratik bir yargı sistemi ve siyasal düzen inşa etme derdi yok. Öyle olsaydı 12 Eylül’ün ürünü olan kurumları ve kanunları doğrudan ortadan kaldırma yoluna giderdi. Fakat değişiklik paketiyle 12 Eylül’ün mirası olan antidemokratik niteliğe sahip kurumlar ve mekanizmalar ortadan kaldırılmıyor, AKP’nin söz sahibi olabileceği biçimlerde yeniden organize ediliyor. Tasarıda rejimin organlarına ilişkin değişikliklerin önemli bir kısmı da 12 Eylül anayasasının ardılı olma niteliğinde. 12 Eylül’de yürütmenin yetkilerini güçlendiren Anayasa’da yapılan yeni değişiklikler neoliberalizmin işini kolaylaştıracak bir biçim getiriyor. Yürütmenin yetkilerini biraz daha genişletiyor. Bu durum neoliberal yönetişim modeliyle uyum sergiliyor. Bakanlar kurulunun görevlendirdiği bankalar ve sermaye gruplarının oluşturduğu kurlarda hazırlanan kanun tasarıları “TBMM

bürokrasisine” takılmadan yasalaşabilecek. AL SANA DEMOKRAS‹ Anayasa değişikliğine yönelik bir diğer tartışmalı durum ise değişiklik sürecine ilişkin. Bundan önceki anayasalar askeri darbeler neticesinde hazırlanmıştı. 1960 Anayasası yüzde altmış oranında evet oyuyla kabul edilmişti. 1982 Anayasası ise referandumda oy kullananların %90’ından fazlası tarafından kabul edilse de oylar cuntanın gölgesi altında kullanılmıştı. Fakat anayasa değişiklik metninin asker tarafından hazırlanmaması onun demokratik

olması için yeterli olmuyor. Hükümet değişiklik paketini herhangi bir komisyon olmaksızın tamamen kendi inisiyatifiyle hazırladıktan sonra kamuoyunun gündemine sundu. AKP hazırlanan taslağı Çiçek ve Arınç gibi AKP’lilerin elinde sendikaları, sermaye ve emek örgütlerini dolaştırarak onatmayı, uzlaşma çabası gibi sundu. Başbakan Erdoğan bakın uzlaşma olmadan olmaz derken aslında çatışmacı tavrını ele veriyor: “Gel beraber yapalım diyoruz. ...Hafta sonuna kadar bekleyeceğiz. Desteklerini, katkılarını sundular, sundular. Sunmadıkları takdirde parlamentoya sunacağız ve ondan

sonra da söz ve kararın sahibi olan milletimize gideceğiz.” Ne kadar demokratik değil mi? Hazırlıkları bitmiş bir anayasayı bir hafta içinde inceleyip itirazlarını sunan sundu, onay veren verdi. Onay vermeyen AKP’liler tarafından ‘demokrasi düşmanı’ ilan ediliyor. Erdoğan Anayasada değişiklik yapılan 25+3 madde için tek bir oyun kullanılacağı referandumu kafi buluyor. Anti demokratik bulunan 1982 Anayasası’nın getirdiği seçim sistemine dayanan bir oylama mekanizması ve hazırlık yerine karar sürecine katılımın demokratik bir anlayış olarak sunulması da cabası.

“Bu Anayasa bize bol gelir” Süleyman Demirel Kurucu anayasa dışında yapılan değişikliklerin her birinin askeri darbeler sonrası yapılması elbette tesadüfî değildir. Egemenler arası krizin ve ülkenin kendi yapısal krizlerinin yönetilemez olduğu anlarda asker yönetime el koymuştur. Yapılan darbeler aynı zamanda, rejimin içinden geçilen dönemin ekonomik, sosyal ve siyasi koşullara uygun bir biçimde yeniden düzenlenmesini sağlamıştır. 1961 Anayasası kişi hak ve özgürlüklerine getirdiği yeniliklerle anılır. Onun yeni sömürgeciliğin rejimini tesis ederken “modern cumhuriyetin” ihtiyacı olan siyasi kurumları yapılandırdığıysa göz ardı

Tokmak AKP’de T

aslakta yer alan 25 kalıcı ve 3 geçici değişiklik maddesi kişisel hak ve özgürlükleri, yürütmeyi, yasamayı ilgilendiriyor. Fakat değişiklik maddelerinin büyük bir bölümü yargıyı düzenliyor. 2009 yazında kendilerine açılan kapatma davası sonrası “parti kapatma yasaklansın” diyen AKP’liler yeni taslakta parti kapatmayı kaldırmak yerine parti kapatma yetkisini Anayasa Mahkemesi’nden alarak TBMM çoğunluğuna veriyor. Anayasa Mahkemesi, parti kapatma davasını ancak TBMM’de oluşturulacak komisyondan izin çıkarsa açabilecek. Bu madde AKP’nin kendine karşı açılması muhtemel kapatma davalarını önlemesini sağlıyor; herhangi bir parti kapatma durumunda da kararı AKP’ye bırakıyor. Taslakta AKP’nin hâkim ve savcıların atanması, savcıların yetkilendirilmesi gibi nedenlerle kriz yaşadığı HSYK’nın yapısında da değişiklikler yapılıyor. Değişiklik paketinde bu kurumdaki üye sayısı arttırılıyor, kurulun yapısı değiştiriliyor ve dairelere ayrııyor. Kurumun özerkliğine gölge düşürdüğü öne sürülen Adalet Bakanı’nın başkanlık etmesi ilkesi ise değişmiyor. AKP’nin çıkardığı birçok yasaya iptal kararı veren Anayasa Mahkemesi’nin yapısı da değiştiriliyor. Mahkemenin üye sayısı 17’ye çıkartılıyor. Taslakta mahkemenin iki üyesi için TBMM cumhurbaşkanına öneride bulunuyor. Liyakat sistemine göre atama ve yükselme anlayışının bulunduğu yargıda

AKP iktidarı yargının üst kademesini ele geçirmeyi hedefliyor. Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının yargılanması başbakan ve bakanlar gibi Yüce Divan’a sevk ediliyor. Kişi hak ve özgürlükleri kapsamında yapılacak değişiklikler ise toplumun farklı kesimlerinin taleplerini kapsama iddiasıyla hazırlanmış fakat talepler AKP’nin işine geldiği biçimde yorumlamış. Kadın eşitliği için çıkartılacak kanunlara dayanak olarak “eşitlik için alınacak tedbirlerin anayasaya aykırı olmadığı belirtilmiş.” Değişiklik ayrımcılığa ilişkin düzenlemelerle cinsiyet eşitsizliği dışındaki ezme ezilme sorun alanlarını kapsamıyor. Memurlara ve diğer kamu görevlilerinin toplu sözleşme yapması düzenleniyor. Toplu sözleşme yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde “Uzlaştırma Kurulu” devreye giriyor. Bu kurulun kararlarının kesin ve toplu sözleşme hükmünde olacağı düzenlenerek sendikaların işlevi ortadan kaldırılıyor. Tasarının meclise sunulan son halinde siyasi amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grevi ve lokavtı, genel grev ve lokavt, iş yeri işgali, iş yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişlere ilişkin yasaklar kaldırılıyor. Bu konudaki düzenlemelerin Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (İLO) önerdiği düzenlemeler olduğu biliniyor. Taslakta yer alan birçok maddenin işlevi ilerleyen günlerde netlik kazanacak gibi görünüyor.

edilir. Oysa Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu ve seçimlerde nispi temsil uygulaması bu anayasayla getirilmiştir. Demokrat Parti dönemi sonrası yönetimin seçilmişlerden oluşan TBMM’nin yanı sıra atanmışlarla oluşturulan senatoya emanet edilmesi de aynı anayasanın ürünüdür. Bu sayede rejimde devletçi otoriter geleneğin yönetimi hep kontrol altında tutmasını sağlayacak emniyet sübapları yerleştirilmiştir. "Bu (24 Ocak kararları) Latin Amerika modelidir, demokrasiyle uygulanamaz". Bülent Ecevit 1982 Anayasası’nın ise neoliberalizme geçişin siyasi sistemini yapılandırdığı bilinmektedir. Çok ağır bir ekonomik program olan 24 Ocak kararlarının ancak demokrasi dışı yollarla uygulanabileceğini söyleyen Ecevit darbe ve sonrasında yapılan anayasa ile “haklı çıkmıştır.” 24 Ocak kararlarının uygulanabilirliğini sağlamak için toplumsal muhalefetin dayanağını oluşturan tüm hak ve özgürlükler kısıtlanmış, çalışma hayatında sendika, toplu sözleşme ve grev hakkı sınırlandırılmıştır. Yürütmenin yani cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulunun yetkileri genişletilmiştir. Darbe sonrası cumhurbaşkanlığı makamında darbenin mimarı Kenan Evren’in oturduğu düşünülürse 1982 Anayasası’nın yetkilerin çoğunu bizzat anayasayı yapan cuntaya verdiği görülür. YÖK gibi merkezi kurullar oluşturularak bunlara yapılacak atamalar için cumhurbaşkanı görevlendirilmiştir. 1982 Anayasası bugün sonuçlarına maruz kaldığımız neoliberal politikalara uygun rejim biçimine geçişi sağlamıştır.

Anayasa böyle de yazılır Yandaki foto¤raf 2007 Bolivya’s›ndan. Stadyumu dolduran on binler, Bolivya’n›n yeni Anayasa’s›n› tart›flmak için bir araya geldi, kendi taleplerini madde madde s›ralad› ve yasalaflt›rmas› için meclise iletti. 2000’li y›llar›n en demokratik anayasas› böyle yaz›ld›.

Anayasa değişikliğini nasıl değerlendirdiler? Hülya Gülbahar: “Kadınlar için yeterli değil.” Kadın hakları alanındaki çalışmalarıyla tanına avukat Hülya Gülbahar taslağın ilgili maddelerini sendika.org için değerlendirdi. Gülbahar anayasanın 10 maddesinde yer alan “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir.” ifadesine “Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.” maddesinin eklenmesini olumlu bir değişiklik olarak niteledi fakat yetersiz bulduklarını ekledi. Gülbahar, “Pozitif ayrımcılık ibaresinin eklenmesini isterdik fakat bu da olumlu bir adım derken, 10. maddede yer alan insanlar arasında dil, ırk, cinsiyet v.b ayrımcılığı gözetmeksizin ibaresine cinsiyet yönelimi, medeni hal ayrımcılığı yapılamaz gibi ilkelerin de eklenmesi gerektiğini söyledi. Gülbahar, “10 madde’de ‘sonuçlarda/ fiili eşitlik olması için önlemler alır,’ eklemesi de olmalı.” dedi.

Sami Evren: “Ruhu değişmiyor” KESK Genel Başkanı Sami Evren anayasa değişikliklerini gazetemiz için değerlendirdi. Evren değişikliklerle “1982 Anayasası’nın ruhunu veren, şeklini veren cunta, darbecilerin felsefesi değişmiyor.” dedi. Kamu çalışanlarına ilişkin kısmı için ise şu değerlendirmede bulundu: Şimdi anayasada toplu sözleşme hakkınız var diyor fakat uzlaşamadığınız taktirde uzlaşma kurullarına giderlerse karar kesin hükümdür ve toplu sözleşme yapılmıştır. Bunu söylediğin anda, artık sendikal faaliyet bitiyor. Tüm iradeyi uzlaştırma kurulu almış oluyor. Dünyanın hiçbir yerinde uzlaştırma kurulları karar organı olamaz. Anlaşamayan, iki kesimin arasında arabulucudur. Böyle bir şeye evet dediğimiz anda zaten sendikaların işlevi ortadan kalkıyor. Bunu anayasaya sokuyorlar. Böyle bir şey sendikalara

yapılacak en büyük kötülüktür. Bunun demokrasiyle ve demokratikleşmeyle hiç alakası yoktur. Bu haliyle asla böyle bir anayasada yer almamalıdır. Oya Ersoy: “Anayasa halkın haklarını güvence altına almalı.” Bugün AKP’nin kendi kurmaylarına hazırlatarak gündeme getirdiği anayasa değişikliği, yasalaşırsa 1982 Anayasası’na bugüne kadar yapılan 17. yama olacak. AKP iktidara geldiğinden beri hukuku ve yargıyı birincisi iktidarını güçlendirmek için kullandı. İkincisi ise sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yargıyı düzenlemeye çalıştı. Ancak bu güne kadar yapılanların sınırına gelindi ve artık Erdoğan’ın bir ay önce ifade ettiği “ciğerlerimize kadar kan ağlatıyorlar kan” sözlerinden de anlaşılacağı gibi düzenleme zorunluluğu geldi çattı. Bu günkü anayasa değişikliğinin temelinde yatan da bu zorunluluktur. Hazırlanan

tasarı ile yürütme yasama ve yargı üzerinde güçlendirilmekte, yargı erkinin kullanım biçiminin değişmesi demokratikleşme olarak sunulmaktadır. İktidara gelmeden önce örneğin cumhurbaşkanının yetkilerinden şikayet ederken bu gün hazırladıkları tasarı ile cumhurbaşkanının yetkilerini 12 Eylül anayasasının bile vermediği kadar genişletiyorlar. Sonuç olarak, 12 Eylül anayasası nasıl ki sermayenin ihtiyaçları üzerine kurulmuş ise söz konusu değişiklik de AKP’nin ve sermayenin bu günkü ihtiyaçları üzerinden yapılan bir değişikliktir. Sermayenin ve AKP’nin çıkarları ile halkın emekçilerin taleplerinin uzlaşması mümkün değildir. Böyle bir tasarıda iyileştirme olanakları aramak ilerici toplumsal – siyasal muhalefetin görevi değildir. Başına “sivil” veya “demokrasi” gibi kavramlar eklenerek eşitlikçi, özgürlükçü, emekten ve halktan yana demokratik bir anayasa yapılamayacağı açıktır. Halkın haklarını güvence altına almayan bir anayasanın demokratikliğinden bahsedemeyiz.


13

TARİH 2 Nisan 2010 / 15 Nisan 2010

A K P

Halk›n Sesi

E R M E N ‹

S O R U N U N U

T A R ‹ H Ç ‹ L E R E

H A V A L E

E D ‹ Y O R

1915’te Anadolu’da ne yaşandı? E

rmeni sorunu nedir? Osmanlı tarafından “millet-i sadık” (sadık millet) ilan edilen Ermenilerin kendi hırsları ya da batılıların kışkırtmalarıyla kendisine bütün tarih boyunca hoşgörülü davranmış Osmanlı İmparatorluğu’na ihanet etmesi ve bunun karşılığında cezalandırılmaları mıdır? Yoksa İttihat ve Terakki iktidarının I.Dünya Savaşı’nda tedbir olarak “düşmanla işbirliği yapmalarından endişe edildiği için” bir kısım Ermeni’yi cephe gerisinden riski az olan bölgelere “tehcir” (sürgün) etmesi midir? Yoksa Ruslarla birlikte doğu cephesinden saldıran Ermeni çetelerine karşı Türk milletinin kendini savunması sırasında meydana gelen üzücü olaylar mıdır? EMPERYAL‹ZM DESTEKL‹ AYAKLANMALAR Hiç kuşku yok ki, 1915’te ne olduğunu anlayabilmek için 1915’e kadar ne yaşandığını bilmek ve doğru tahlil etmek gerekiyor. Bu süreci anlamadaki kilit kavram “imparatorluğun çöküşü”dür. Bildiğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğu (bütün imparatorluklar gibi) farklı etnik köken ve dinden toplulukların yaşadığı bir oluşumdu. Ancak batıda gelişen burjuva devrimleri beraberinde uluslaşma sürecini de başlatmış ve imparatorlukları meydana getiren milliyetler ellerine geçirdikleri ilk fırsatta imparatorluklardan ayrılarak kendi ulusal devletlerini kurmaya başlamışlardır. Osmanlı’da bunun ilk örneği Yunanlılardır. Yunanlılar 1821’de başlayan ve yaklaşık 10 yıl süren bağımsızlık savaşı sonucunda egemenliğini kabul ettirmiş ve Yunan Krallığı’nı kurmuşlardır. Daha sonraki süreçte bütün Balkan ülkeleri sırayla bağımsızlıklarını ilan etmişler ve 1912 Balkan Savaşı’nda alınan yenilgi Osmanlı’nın sınırlarını neredeyse bugünkü batı sınırlarına kadar geriletmiştir. Kuşkusuz bu süreçte emperyalist güçlerin yarı sömürge durumundaki Osmanlı’nın geniş topraklarını paylaşmak için kullandığı en önemli faktörlerin başında ulusal ayaklanmalar gelmektedir. Osmanlı’ya karşı yapılan ulusal bağımsızlık hareketlerinin

Y

ıkılmaya yüz tutan, Yunan ve Sırp İsyanları’ndan “kendince” ders çıkaran Osmanlı, Ermenilerin başını ‘küçükken’ ezmeye karar verir. İkiyüzlü İttihat Terakki, Ermeni kıyımına “tehcir” adıyla başlar. Kendinden başkasını istemeyen ve kendine başka bir tarih yaratma refleksini her işine geldiğinde kullanan egemenler bugün AKP eliyle bu refleksi kullanmaya devam ediyor, 1915’le yüzleşilemiyor

“E

Mehmed Talat Pafla 1915’te yüz binlerce Ermeni’nin katledilmesinin bafl sorumlular›ndand›. Yüz binlerce Ermeni’yi katleden Talat Pafla 1922’de Berlin’de bir Ermeni taraf›ndan öldürüldü neredeyse tamamı emperyalist güçler tarafından desteklenmiş ve hatta organize edilmiştir. ERMEN‹LER‹N ‹LK S‹YAS‹ ÖRGÜTLER‹ Ermeniler de bu süreçte tıpkı Yunanlılar, Bulgarlar, Arnavutlar vb. gibi çöken bir imparatorluğun yıkıntıları içinden kendi ulusal devletlerini kurmak istemişler ve bu taleplerini çeşitli ayaklanmalarla dile getirmişlerdir. Bu ayaklanmaları bahane gösteren Avrupalı devletler Osmanlı’yı “ıslahat” yapmaya zorlamışlar ve direnecek gücü olmayan Osmanlı, Ermenilerin yoğun yaşadığı doğu bölgelerinde bazı iyileştirmeler yapmayı kabul etmişti. Bunların en önemlisi güvenlik ve yargı makamlarının başında Avrupalı yetkililerin bulunmasının kabulü geliyordu. 1878 yılında imzalanan Berlin

Antlaşması’yla Ermeni sorunu ilk kez ciddi olarak uluslararası bir boyut kazanmıştır. Ancak Osmanlı yönetimi bu antlaşmaların hiç birine tam anlamıyla uymamış ve oyalama taktiği gütmüştür. Bu oyalamalar Ermenileri rahatsız etmiş ve 1880 yılından itibaren doğu illeri, İstanbul ve Adana başta olmak üzere çok sayıda silahlı isyan hareketi yaşanmıştır. Bu isyanların bir kısmı kendiliğinden, tepkisel gelişmiş, bir kısmı ise belki de modern tarihin ilk siyasi örgüt örneği sayılabilecek Ermeni örgütlerinin önderliğinde yaşanmıştır. Bu örgütlerin en bilineni Hınçak ve Taşnak’tır. TÜRK SERMAYES‹ VE ‹KT‹DARI Diğer taraftan imparatorluğun çöküş sürecinde imparatorluğu kurtarmak için

İttihat ve Terakki Cemiyeti

İ

ttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecinde imparatorluğu kurtarmak için girişilen çabaların sonucu ortaya çıktı. Bu konudaki ilk güçlü oluşum Genç Osmanlılar grubuydu. Sembolik olarak Namık Kemal’in temsil ettiği bu grup Abdülhamit diktası tarafından ağır baskılara maruz kalmış ve dağıtılmıştı. İTC bu zemin üzerinde 1889 yılında kurulan İttihad-ı Osmani Cemiyeti adlı gizli örgütün padişah baskısı sonucu dağılmasından sonraki süreçte kuruldu.

‘Büyük Yalan’ ve yüzleşme

İTC’ye göre imparatorluğun Avrupa karşısında sürekli gerilemesinin nedeni Abdülhamit yönetimiydi. Buna göre artık padişahlık anlayışıyla gelişmiş dünya ile baş etmek mümkün değildi. Bu nedenle meşrutiyet ilan edilmeli ve batı tipi bir ekonomi ve siyaset düzenine geçilmeliydi. Bu anlamıyla yeni gelişen Osmanlı burjuvazisi, özellikle de ticaret burjuvazisi İTC’nin en önemli sınıf dayanağıydı. İTC, önceleri Osmanlı’yı oluşturan etnik/dini parçaları yeni bir Osmanlıcılık

anlayışıyla bir arada tutmaya çalışmaya çabalamış, bu olmayınca İslamcı bir siyasetle bütün İslam âlemini Osmanlı etrafında toplamaya ve imparatorluğu dağılmaktan kurtarmaya çalışmış olmasına rağmen bunların beyhude çaba olduğunu görmesiyle bu siyasetleri terk etmek zorunda kalmıştır. İTC’nin yönetici ekibinin büyük çoğunluğunu Balkan Türkleri oluşturduğundan bu örgütün Avrupa’daki adı Genç Türkler idi. İTC özellikle 1912 Balkan Savaşı’nın ardından imparatorluğun Balkan topraklarını kaybetmesi, Arap topraklarının imparatorluk açısından yarattığı güvensizlik nedeniyle “vatan” topraklarını Anadolu ile sınırlandırma eğilimine girmişler ve doğal olarak buradaki Türkleri de yeni vatanın kurucu unsuru olarak görmüşlerdir. Bu bağlamda İTC geleneksel imparatorluk ideolojisinden Türk milliyetçiliği ideolojisine yönelimin ilk kurumsal temsilcisi olmuş ve Mustafa Kemal’in kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin öncülü olmuştur.

harekete geçen İttihat ve Terakki Partisi modern bir hareket olarak iktidara gelmiş ve Ermeniler tarafından sevinçle karşılanmıştır. Zira İttihat ve Terakki’nin dile getirdiği özgürlük, kardeşlik gibi talepler kendi taleplerinin de karşılanacağı yanılsamasını doğurmuştu. Ancak İttihat ve Terakki’nin böyle bir niyeti olmadığı çok kısa sürede anlaşıldı. Osmanlı hükümeti özellikle 1912’deki Balkan Savaşı sonrasında Balkanların tamamen kaybedildiği, Arapların da bu süreçte sadık kalmayacağının belli olmasıyla elde avuçta sadece Türk nüfusun yoğun olduğu Anadolu’nun kalacağını öngörmüştür. Türk sermayesi ve iktidarının oluşturulması için tedbirler almaya başlayan İttihat ve Terakki iktidarı I.Dünya Savaşı’nın başlamasıyla bağımsızlık talebinde bulunan

Ermenilerden kurtulmanın ve Anadolu’yu Türkleştirmenin yollarını aramaya başlamıştı. TEHC‹RLE “TEM‹ZLENEN” ANADOLU Nihayetinde 1915 yılı Nisan ayında başlayan ilk “tehcir” uygulamalarıyla Anadolu bütünüyle Ermenilerden arındırılmıştır. Bu olayın bir insanlık suçu olduğu çok açıktır. Bir hükümetin, bilinçli, planlı şekilde bir halkın büyük çoğunluğunu yaşadıkları yerden alıp, aylar süren yaya yolculuklarla başka bir yerde yaşamaya mahkûm etmesi ve bunu yaparken de pek çoğunun planlıplansız silahlı saldırılarla veya yollarda hastalık vb. nedenlerden ölmesine göz yumması basit bir uygulama gibi gösterilemez. Y‹NE AYNI SAHNE Bu vahşetin gerek sonraki

dönemde Cumhuriyet yönetimi, gerekse bugüne kadarki bütün T.C. hükümetleri tarafından kararlılıkla savunulmasının esas nedeni Türklerin bir ulus devlet kurabilmesi için iki önemli olayı gerçekleştirmesi gerekliliğiydi. Bunlardan birincisi, Anadolu’nun bağımsızlık isteyen Ermenilerden temizlenmesi; ikincisi ise bağımsız bir devlet kurma olanağına sahip olmayan; ama buna rağmen kendi kimliğiyle yaşamaktan asla vazgeçmeyen Kürtlerin varlığının inkârı. Bu iki halkın yok edilmesi veya yok sayılması gerçekleştirilmeden ulusal bir Türk devletinin kurulmasının imkânı olamazdı. Mustafa Kemal bunun fazlasıyla farkında olduğu için “tehcir” meselesine (göstermelik bir iki laf etmesinin dışında) hiç olmamış gibi davranmıştır. Kürtlere ne yaptığı ise malumdur.

rmeni’yi Müslüman Türk toplumunun sağduyusunda “ezeli ve ebedi düşman”a dönüştüren şey soykırımın bizzat kendisidir; Anadolu halkına derinlemesine işlemiş olan “soykırım bilinci”dir. Soykırım, sadece Ermeniler için bir “Büyük Felaket” değildir. Soykırım aynı zamanda, sivil halkın “geniş ölçekli katılımı” ile işlenmiş bir “Büyük Cinayet”tir. Anadolu’nun Müslüman ahalisinin ciddi bir bölümü bu cinayete dolaylı veya dolaysız bir biçimde katılmış, yardımcı olmuştur. ...Anadolu halkı, dolaylı veya dolaysız ortağı olduğu bu büyük insanlık suçu ile “birlikte yaşamaya” ancak bir “dinsel temelli ırkçılık”la tahammül edebilirdi. Öyle de oldu. Bu temel üzerinde Ermeni Soykırımı’nın olmadığına dair bir “Büyük Yalan” resmi tez haline getirildi. Büyük Yalan’ı aklıma, iz’anıma yapılmış bir hakaret olarak hissediyorum. Faşizm, insan aklına yapılan en büyük hakarettir zaten! ...Ülkemizdeki “sıradan faşizm”in en önemli membalarından biri, Türkiye toplumunun Ermeni Soykırımı’ndaki kendi payı ile bir türlü yüzleşmemesidir. Soykırım, Anadolu’nun yoksul halkının değil, “eşrafı”nın (şereflilerinin!) tezgahladığı, büyük ölçekli mülkiyetin el değiştirmesi operasyonudur; bir “sınıf suçu”dur. Sorunun bu noktadan tartışılması “yüzleşme”yi devrimci bir bilinç sıçramasına dönüştürebilir. Halkın Sesi’nin 71. sayısında yazarımız Ferda Koç’un kaleme aldığı “Aslolan yüzleşme gerisi teferruat” yazısından alınmıştır.

Mavi Kitap’tan tehcir mektupları M

avi Kitap: Mavi Kitaplar İngiltere’nin I.Dünya savaşı sürecinde düşmanlarını yıpratmak için o ülkelerdeki insan hakları ihlallerini propaganda etmek amacıyla hazırlanmıştır. Neredeyse bütün düşman ülkeler için yapmıştır bunu İngiltere. Bu kitaplardan biri de “Osmanlı’da Ermenilere yapılan muamele” adıyla yayınmlanmıştır. Kitap, devletin isteğiyle o dönemin saygın bilim adamlarına hazırlatılmıştır; ama genel kanaat kitapta yer alan belgelerin gerçeğe uygun ve güvenilir olduğu yönündedir. Kitapta tehciri yaşayan veya şahit olan 150 mektuba yer verilmiştir. Burada “tehcir” olayının hangi boyutta yaşandığının anlaşılması için bazı pasajlara yer vereceğiz. “Tehcir” uygulaması İstanbul, İzmir, Çorum, Trabzon, Van, Bitlis, Sivas gibi Anadolu’nun dört bir yanından yüz binlerce Ermeni’nin, Suriye’nin iç kısımlarına sürülmesi şeklinde uygulanmıştı. 118 NUMARALI MEKTUP İzmir’den 16 Eylül 1915’de Halep’e gitmek üzere ayrıldım. Ermeniler Afyon’da Karadeniz’den gelmiş insanların oluşturduğu 10 bin kişilik bir kamp kurmuştu. Konya’da daha büyük bir kamp olduğu ve bir sonraki yerde 50 bin kişilik bir kamp bulunduğu anlatılıyordu. (…) Dağ bölgesinde Pozantı’dan güneye doğru iler-

lemekte olan kafilenin sonu yok gibi görünüyordu. Tarsus’un hemen dışında yol kenarında yatan bir ölü kadın gördüm. Biraz ileride iki ölü kadının daha yanından geçtim. Kadının kolları ve bacakları öylesine bir deri kemik kalmıştı ki kemikleri neredeyse derisinin altından görünecekti. Konvoyu takip eden askerlerin çoğu yanlarında kürek taşıyor ve bir Ermeni ölür ölmez cesedi yol kenarına alıp gömüyorlardı. 120 NUMARALI MEKTUP Çoğu örnekte erkekler urgan veya zincirlerle birbirine bağlandılar. Kucaklarında küçük bebekleri olan veya hamileliklerinin son günlerindeki kadınlar davar gibi kırbaçlanarak yürütüldüler. Kadınların yolda doğum yaptığı üç farklı olay duydum ve başlarında acımasız arabacıların aceleci davranmaları yüzünden kadınlar kan kaybından ölmüştü. Bazı kadınlar o kadar çaresiz ve yorgun düştüler ki çocuklarını yolda bırakmak zorunda kaldılar. Bazı kadın ve kızlara tecavüz edilmiştir. Bir yerde jandarmaların kumandanı, çevresinde topladığı erkeklere, kadın ve kızlara ne isterlerse yapmakta özgür olduklarını açıkça söylemiştir. 59 NUMARALI MEKTUP Bayburt’taki olayların patlak vermesinden bir hafta önce

çevredeki köy ve kasabalar boşaltıldı, sakinleri çapulcu haydutlar ve jandarmalar tarafından öldürüldü. Bayburt’taki Ermeniler üç kafile halinde gönderildiler, ben üçüncü kafiledeydim. Kafilemiz 400-500 kişi kadardı. Evden iki saatlik uzaktayken etrafımızı çevrildi ve neyimiz var neyimiz yok alındı. Erkekler kafileden alınarak ormanlık alanda öldürüldü. (…) Sonra Müslüman olmayı kabul ettim ve kızımla beraber isimlerimizi

Naciye ve Nuriye olarak değiştirdiler. 22 NUMARALI MEKTUP Türklerin Haziran ve Temmuz ayları boyunca Bitlis, Muş ve Sason’daki 150 bin Ermeni’yi tamamen katlettiğine pek şüphe yoktur. Kaynak: James Bryce-Arnold Toynbee, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere Yönelik Muamele 1915-1916, Pencere Yayınları, İstanbul, 2005


SPOR BİLİM

14

2 Nisan 2010 / 15 Nisan 2010

Halk›n Sesi

Y I R T I K

A Y A K K A B I D A N

M ‹ L Y O N

D O L A R L A R A

Fenerbahçe-Galatasaray derbisi H

erkes dilediği gibi bağırıp çağırıyor. Ortalıkta bir söz, bir düşünce hürriyeti, alabildiğine… Muayyen bir manada, demokrasiyi anlamak isteyenler Taksim Stadyumu’na gitsinler. Nâzım Hikmet, Akşam gazetesindeki 23 Nisan 1936 tarihli yazısında, seyrettiği bir Galatasaray-Fenerbahçe maçı için bu cümleleri kullanıyor. Arkadaşının ısrarıyla maça giden Nazım Hikmet, futbolla pek ilgilenmese de GalatasarayFenerbahçe maçının heyecanını çok derinden hissettiğini belirtiyor. Maç yapmak için ilk kez 17 Ocak 1909’da Kadıköy’de bir araya gelen bu iki takım yüz yılı aşacak bir rekabeti başlatmış olur. Yırtık ayakkabılarla, toprak sahada oynanan ilk karşılaşmayı yoldan geçerken ne olduğunu anlamaya çalışan insanlardan başka kimse görmez, bilmez. Maçtan sonra Beyoğlu’na dönmeyen Galatasaraylılar Fenerbahçeli arkadaşlarının evlerine giderek dinlenirler. Ertesi gün hiçbir gazetede bu maçtan bir haber yoktur. Kimse bir bahis kaybetmemiş, kimsenin ‘çıkarı’ zedelenmemiştir. HALK KAZANIYOR: ’‹fiGALC‹LER NAKAVT!’ O zamanlar pek kimsenin bilmediği iki kulüp birbirlerinden çok işgal kuvvetlerinin takımlarıyla maç yaparlar. Bu maçların hemen hepsinden galip ayrılırlar. İşgalcilerin yenilmesi bu iki takıma karşı sempatiyi artırır. İşgalcilerle yapılan bir maç hem iki takımın dostluğu hem de halkın takımlarla dayanışmasına çok güzel bir örnektir. Mütareke yıllarında Galatasaray Fransız işgal gücü askerleriyle maç yapar. Maçı seyredenlerin hemen hepsi Fransız askerleridir. Fransızlar çok sert oynar. Kasti faullerin birinden sonra kavga çıkar. Askerler Galatasaraylıları darp

Fenerbahçe-Galatasaray derbisi, ilk yıllarında Nazım Hikmet’in demokrasi örneği olurken şimdi piyasanın ve siyasetin etkisiyle demokrasi bir yana dostluk dahi hayal gibi görünüyor

ederken, Fenerbahçeli boksör İsmet Uluğ yardıma koşar ve Fransızlarla dövüşmeye başlar. Kısa süre sonra Bakırköy halkı yardıma koşar ve Fransızlar geri çekilmek zorunda kalır. S‹YASAL ‹KT‹DAR SAHADA İki takımın bu şekilde kısa sürede kitleselleşmesi rant kokusu alan siyasetçilerin ve sermayenin ilgisini çeker. Siyasetçilerin işe karışması tamamen halka şirin görünmek için bu iki takımı kullanma fikriyle başlar. İktidarlar zora düştüklerinde bu iki takımı karşı karşıya getirir. 1960 darbesinden sonra düzenlenen Cemal Gürsel Kupası bunlara örnektir. Maçta

Bilimsel düflüncenin do¤uflu - 4 Euclid Öklid ça¤lar boyu yaln›z matematik dünyas›n›n de¤il, matematikle yak›ndan ilgilenen herkesin gözünde özenilen, yetkin bir örnekti. Öklid, M.Ö. 300 s›ralar›nda yazd›¤› 13 ciltlik yap›t›yla ünlüdür. Bu yap›t, geometriyi (dolay›s›yla matemati¤i) ispat ba¤lam›nda aksiyomatik bir dizge olarak iflleyen, ilk kapsaml› çal›flmad›r. 19. yüzy›l sonlar›na gelinceye kadar alan›nda tek ders kitab› olarak akademik çevrelerde okunan, okutulan Elementler'in, kimi yetersizliklerine karfl›n, de¤erini bugün de sürdürdü¤ü söylenebilir. Egeli matematikçi Öklid'in kiflisel yaflam›, aile çevresi, matematik d›fl› u¤rafl veya meraklar›na iliflkin hiçbir fley bilinmemektedir. Bilinen tek fley; Iskenderiye Kraliyet Enstitüsü'nde dönemin en sayg›n ö¤retmeni; alan›nda yüzy›llar boyu eflsiz kalan bir ders kitab›n›n yazar› olmas›d›r. E¤itimini Atina'da Platon'un ünlü Akademisi’nde tamamlad›¤› san›lmaktad›r. O Akademi ki girifl kap›s›nda, ''Geometriyi bilmeyen hiç kimse bu kap›dan içeri al›nmaz!'' levhas› as›l›yd›. Öklid hakl› olarak "geometrinin babas›" diye bilinir; ama geometri onunla bafllam›fl de¤ildir. Tarihçi Herodotus (M.Ö. 500) geometrinin bafllang›c›n›, Nil vadisinde y›ll›k su taflmalar›ndan sonra arazi s›n›rlar›n› belirlemekle görevli kadastrocular›n çal›flmalar›nda bulmufltu. Geometri "yer" ve "ölçme" anlam›na gelen "geo" ve "metrein" sözcüklerinden oluflan bir terimdir. M›s›r'›n yan› s›ra Babil, Hint ve Çin gibi eski uygarl›klarda da geliflen geometri o dönemlerde büyük ölçüde, el yordam›, ölçme, analoji ve sezgiye dayanan bir y›¤›n ifllem ve bulgudan ibaret çal›flmalard›. Öklid, Pythagoras gelene¤ine ba¤l› bir ortamda yetiflmiflti. Platon gibi, onun için de önemli olan soyut düflünceler, düflünceler aras›ndaki mant›ksal ba¤›nt›lard›. Duyumlar›m›zla içine düfltü¤ümüz yanl›fll›klardan, ancak matemati¤in sa¤lad›¤› evrensel ilkeler ve salt ussal yöntemlerle kurtulabilirdik. Kaleme ald›¤› Elementler, kendisini önceleyen Thales, Pythagoras, Eudoxus gibi, bilgin-matematikçilerin çal›flmalar› üstüne kurulmufltu. Geometri bir önermeler koleksiyonu olmaktan ç›km›fl, s›k› mant›ksal ç›kar›m ve ba¤›nt›lara dayanan bir dizgeye dönüflmüfltü. Art›k önermelerin do¤ruluk de¤eri, gözlem veya ölçme verileriyle de¤il, ussal ölçütlerle denetlenmekteydi. Bu yaklafl›mda pratik kayg›lar ve uygulamalar arka plana itilmiflti. Öklid'in bilimsel kiflili¤i, unutulmayan iki sözünde yans›maktad›r: Dönemin kral› I. Ptolemy, okumada güçlük çekti¤i Elementler'in yazar›na, "Geometriyi kestirmeden ö¤renmenin yolu yok mu?'' diye sordu¤unda, Öklid "Özür dilerim, ama geometriye giden bir kral yolu yoktur'' der. Bir gün dersini bitirdi¤inde ö¤rencilerinden biri yaklafl›r, ''Hocam, verdi¤iniz ispatlar çok güzel; ama pratikte bunlar neye yarar?'' diye sordu¤unda, Öklid kölesini ça¤›r›r, "Bu delikanl›ya 5-10 kurufl ver, vaktinin bofla gitmedi¤ini görsün!'' demekle yetinir.

çok faul olunca taraftarlar darbenin marşı haline gelen “Olur mu, kardeş kardeşi vurur mu?” türküsünü söyler. Cemal Gürsel binlerce kişinin alkışıyla stada girer. Amaca ulaşılmıştır. 12 Eylül darbesinden sonra Kenan Evren de bu iki takıma sarılır. Yine iki takım karşı karşıya getirilir. Maç Kenan Evren iki takımı değil de iki dünyayı bir araya getirmiş gibi duyurulur. Fenerbahçeli olan Evren maçı statta seyreder. Gergin bir ortamda oynanan maçta iki takım birbirine girer. Organizasyonun adı Barış Kupası’dır… Galatasaray ve Fenerbahçe’yi rant kapısı olarak gören

Bilim: Aksi ispat edilene kadar...

siyasetçiler sadece iki takımın maçlarında ortaya çıkmazlar. DSP-MHP-ANAP koalisyonunun sıkışmaya başladığı 2000 yılında Galatasaray’ın UEFA Kupası’ndaki final maçına elli dört MHP’li, otuz beş DSP’li, yirmi beş DYP’li, on sekiz Fazilet Partili, on üç ANAP’lı milletvekili gider. Galatasaray’ın kupayı aldığı maçtan sonra Fenerbahçeli olmasıyla bilinen Recep Tayyip Erdoğan Galatasaray formasını sırtına geçirir, eline Galatasaray flamasını alır ve statta tur atar. Ertesi gün IMF Türkiye Masası Şefi Carlo Cotarelli bile ‘Galatasaraylı’ olduğunu açıklar. O gün hepsi Galatasaraylıdır,

hepsi şirindir. PARAYLA DÜfiMANLIK Paranın iki takım arasındaki rekabete dahil olması işleri iyice kızıştırır. İlk kez 28 Eylül 1948’de Galatasaray’ın Fenerbahçe’yle oynayacağı maçtan yüzde kırk pay talep etmesiyle açığa çıkan maddi çekişme büyüyerek devam eder. Basının yaygınlaşmasıyla daha geniş kitlelere ulaşan bu rekabet reklâmcıların dikkatinden kaçmaz. Önceleri tek gelirini bilet satışından ve lotodan sağlayan kulüpler formalarına reklam almaya başlar. Daha sonraları sponsor firmaların sayısı artar ve gelirler katlanır. Statlara

Deney: Floresan lambay› bu sefer balonla yakal›m Bu deneyi karanl›k bir odada yapman›z gerekiyor. Balonu fliflirin ve a¤z›n› ba¤lay›n. Sonra balonu yünlü kumafla sürtün. Ifl›klar› kapat›n. Gözlerinizin karanl›¤a al›flmas›n› bekleyin ve balonu floresana de¤dirin. Neler oluyor? Ampulün yand›¤›n› görüyor musunuz? Yoksa gözlerinize inanam›yor musunuz? Asl›nda çok basit! Balonu yünlü kumafla sürterek eksi yükle yükledik. Böylece durgun elektrik olufltu. Bunu da floresan ampule yaklaflt›rd›¤›m›zda, c›va buhar› içindeki elektronlar harekelendi ve bir elektrik ak›m› olufltu. Böylece, c›va molekülleri, mor ötesi ›fl›nlar yayd›. Bu ›fl›nlar fosforun ›fl›mas›na neden oldu ve biz bu ›fl›may› gördük.

CERN’de parçac›klar çarp›flt›r›ld› Büyük Hadron Çarp›flt›r›c›s›’nda yerin 100 metre alt›ndaki tünelde, 3.5 Tev (teraelektronvolt) güce ulaflan ›fl›k huzmelerinin ters istikametlerden gönderilerek toplam 7 Tev enerjiyle çarp›flt›r›ld›¤› duyu-

ruldu. Bu çarp›flma s›ras›nda atom-alt› parçac›klar›n durumuna dair elde edilen bilgiler analiz edilecek. Uzun süren bu analizin sonucunda bilim tarihinde dönüm noktas› olabilece¤i öngörülüyor.

Ahlaki yarg›lar da etkilenebiliyor Nöroloji uzmanlar› insanlar›n ahlaki yarg›lar›n› etkileyebildiklerini gösterdiler MIT’den uzmanlar beynin belirli bir k›sm›n› uyararak insanlar›n ahlaki yarg›lar›n› etkileyebildiklerini kan›tlad›lar. Daha önceki bir çal›flmada insanlar›n di¤er insanlar›n düflünceleri ve hissettikleriyle ilgili ç›kar›mlar›ndan beynin spesifik bir bölgesinin sorumlu oldu¤unu keflfetmifllerdi. Bu yeni çal›flmada ise araflt›rmac›lar bu bölgeyi uyararak bu yarg›lar›n de¤ifltirilebilece¤i kan›tland›.

Olsa iyi olurdu. (Bat› uygarl›¤› hakk›nda ne düflünüyorsunuz?) Mahatma Gandhi

reklamlar alınır, maçlar sponsorların finanse etmesiyle yayımlanır. En çok reklamı en popüler olan, maçları en çok izlenen-dinlenen kulüpler alır. En çok paraya kimin sahip olacağı kavgası en fazla Fenerbahçe’yle Galatasaray arasında yaşanır. Bu kavga her maç öncesi medya tarafından şişirilir ve maçlar savaş havasında geçmeye başlar. Piyasacı ekonominin atağa kalktığı Özal döneminde futbol tamamen bir sektör haline gelir. Yayın ihaleleri yapılır. Maçları en çok izlenen takım yine en çok parayı alır. Maçlarını izletmek isteyen kulüpler çok yüksek paralar ödeyerek iyi futbolcular alır. Futbolcular arasında para yüzünden huzursuzluklar çıkar. Huzursuzlukları gidermek için diğer futbolcuların ücretleri artırılır. Sonunda anne-babalar eskiden “Topçu mu olacaksın!” diye azarladıkları çocuklarını büyük kulüplerin alt yapı seçmelerine götürmeye başlar. DERB‹DE P‹YASA KÜLTÜRÜ Paranın futbolla içli dışlı hale gelmesi tribün kültürünü de değiştirir. Eskiden maçlar bir arada izlenirken iki takım taraftarları birbirlerini “masum” şakalarla, küfürlerle kızdırırdı. En çok parası olanın kulüp başkanı olmaya başlaması, siyasetçilerin stada girmesi tribünlerde dili değiştirir. “Kazma, kabız” gibi takılmalar yerini “puro, pipo, seçim sandığı” gibi sermaye ve siyaset dilinden derlenen nefret tezahüratlarına bırakır. Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinin bu şekilde gelişmesi, günümüzde bu maçların “ölüm kalım maçı” olarak yaşanmasına neden oluyor. 26 Mart’ta Galatasaray’ın eski başkanı Özhan Canaydın’ın ölümü nedeniyle son dönemlerin en az “gerdirilen” FenerbahçeGalatasaray maçı, iki tarafın birbirini alkışladığı bir maç olarak geride kaldı.

Unutulmaz futbolcular F

enerbahçe ve Galatasaray dendiğinde iki takım için de özel olan pek çok futbolcu vardır. Fenerbahçeliler için Can Bartu, Galatasaraylılar için Metin Oktay’ın yeri başkadır. Öyle ki Metin Oktay ismi Galatasaray’ın, Can Bartu ismi Fenerbahçe’nin tesislerine verilmiştir. Taraflı tarafsız herkesin sevdiği ve saygı duyduğu bu iki futbolcunun Fenerbahçe-Galatasaray maçları için unutulmaz olan olayların altında imzası var. Fenerbahçe-Galatasaray basketbol maçında 28 sayı attıktan sonra duş alıp hemen Kadıköy’deki Fenerbahçe-Galatasaray maçına giden Can Bartu bu maçta iki gol atarak tarihe geçti. Başka bir maçta Metin Oktay’ın Fenerbahçe ağlarını delen golü bugün hala hatırlanıyor. Bu iki futbolcunun derbi tarihinde ilk ve tek olan bir olayda daha ismi geçiyor. İki futbolcu aynı maçta futbola veda etmiştir. Maçtan önce tokalaşan Oktay ve Bartu formalarını değişirler ve on dakikalığına rakip takım için oynarlar. Çok sevilen bu iki futbolcunun futbola veda ettiği dakikalarda stattaki birçok insanın hıçkıra hıçkıra ağladığı o günü yaşayanlar tarafından anlatılıyor.

Etik Kurulu mu, fetva makam› m›? Ülkemizde herhangi bir klinik araflt›rma yapmadan önce Etik Kurul’lardan izin al›nmas› gerekiyor. Araflt›rmada kullan›lacak bilimsel yöntemlerin uygunlu¤u bu kurullar taraf›ndan incelenir. Etik kurullar›n çal›flmas›n› düzenleyen yönetmelik 2008 y›l›nda yay›nlanm›fl ancak Türk Tabipleri Birli¤i bu yönetmeli¤in birçok maddesine itiraz ederek yürütmenin durdurulmas›n› sa¤lam›flt›r. Etik kurullar›n yap›s›n› düzenleyen yönetmelik uyar›nca üyelerden birinin "Sa¤l›k meslek mensubu olmayan, sa¤l›kla ilgili bir kurum veya kuruluflta çal›flmayan ve klinik araflt›rmalarla ilgisi bulunmayan herhangi üniversite mezunu" olmas› gerekmekteydi. Ancak yeni yap›lan bu de¤ifliklikle, üyelerden birinin "Sa¤l›k meslek mensubu olmayan, sa¤l›kla ilgili bir kurum veya kuruluflta çal›flmayan ve klinik araflt›rmalarla ilgisi bulunmayan ilahiyat fakültesi mezunu" olmas› gerekir denmektedir. Mevcut durumda kurulda ahlaki, hukuki ve bilimsel yönü iyi bilen deontoloji uzman› zaten var. Etik kurulda ilahiyatç› bulunmas›n›n yol açaca¤› di¤er bir problem de farkl› din veya mezheplerden insanlar›n durumu. Ülkemiz de birçok farkl› dini inan›fl mevcut. Birine göre haram olan di¤erine göre caiz olabiliyor.

Hükümet bu karar› AB örne¤iyle savunmaya çal›fl›yor. Fakat AB’de sadece t›p uzmanlar› ve t›pla ilgisi olmayan uzmanlar ayr›m› yap›l›yor. Hükümetin yapt›¤› de¤ifliklik sonucunda ise bu kifli ilahiyat mezunu olmak zorunda. AKP’nin yapt›¤› di¤er savunma da ilginç: "Eskiden sadece hekimlerden oluflan bir kurul bu araflt›rmalara karar veriyordu. fiimdi içinde hekim veya eczac› olmayan, hukukçu, din adam› ve esnaf gibi halktan insanlar›n oldu¤u bir yap› düflünülüyor.” Burada dikkat çeken son dönemde hükümetle gerginlik yaflayan ve tepkilerini eylemlerle soka¤a tafl›yan iki meslek grubunun halktan say›lmamas›d›r. Öyle görünüyor ki AKP halk› hekim ve eczac›lardan so¤utmaya çal›fl›yor.


KÜLTÜR SANAT

15

2 Nisan 2010 / 15 Nisan 2010

Halk›n Sesi

‘Yoksulluk’ hak ihlali

Ustao¤lu’na ödül

Keman› a¤latan adam İranlı keman virtüözü Farid Farjad’ın 27 Mart’ta Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi’nde verdiği konser yoğun ilgi gördü. Molla rejimi sonrası ülkeden ayrılan müzisyen, “30 senedir ülkeme gidemiyorum. Burada yeniden nefes aldım, kendimi İran’da hissettim.” dedi.

K A R A G Ö Z ’ L E

9. Boston Türk Film ve Müzik Festivali kapsamında yapılan törende, Pandora'nın Kutusu" filminin gösterimi yapıldıktan sonra, yönetmeni Yeşim Ustaoğlu'na Türk sinemasına katkılarından dolayı "Türk Sinemasında Mükemmellik Ödülü" verildi.

‘Ana’ sahnede Tiyatro deneyimleri olmayan, işçi, ev kadını, öğrenci ve amatör tiyatrocuların oluşturduğu Önder Babat Politik Tiyatro Topluluğu, Maksim Gorki’nin yazdığı Bertolt Brecht’in sahneye uyarladığı “Ana” oyunuyla 10, 11 Nisan’da Dormen Tiyatrosu’nda izleyicilerle buluşacak.

fi A R L O

T E K R A R

B U L U fi U Y O R

Bu festivale seyirci kalınmaz Bu yıl beşincisi gerçekleştirilecek olan Uluslararası İşçi Filmleri Festivali, ilk kez kendi ürettiği filmleri seyircisiyle buluşturacak MEHMET ZUBARO⁄LU Beş yıl önce kendilerini sinemacı olarak tanımlamayan bir grup insan, işçiyi, işçinin mücadelesini ve emeğini daha görünür kılmak, ekrana yansıtmak için yola koyuldu. Amatördüler hatta kimine göre acemiydiler. Amaçları sevdalısı oldukları sinemayı, ulaştırabilecekleri en geniş kitlelere taşımaktı. Bu sene beşincisini yaptıkları İşçi Filmleri Festivali’ni gelenekselleştiren bu insanlara Karagöz ve Şarlo diyeceğiz bu yazıda. EN BÜYÜK ‹fiÇ‹ F‹LMLER‹ FEST‹VAL‹ Karagöz ve Şarlo işlerinden arttırabildikleri vakitlerinde film taramasından teminine, çevirisinden altyazısına, teknik altyapısından gösterim salonlarının bulunmasına kadar bir dizi işi gönüllü yapıyordu. Sponsorsuz çalışarak geniş kitlelere ulaşan, Türkiye’nin hatta ve hatta dünyanın en büyük İşçi Filmleri Festivali’ni gerçekleştiriyorlar. Dile kolay geçtiğimiz sene uğradıkları şehirler sırasıyla:

Sinemanın ‘yeni’ hareketi S inema alanında üreten ve düşünen yönetmen ve yapımcıları bir araya getiren Yeni Sinema Hareketi 29 Mart 2010 Pazartesi günü basınla bir araya geldi. Grup hem kendini tanıttı hem de yapılması planlanan Yeni Sinema Günleri etkinliğini duyurdu. Grup adına düzenlenen basın toplantısına Yamaç Okur, Hüseyin Karabey, İnan Temelkuran ve Özcan Alper katıldı. Oluşumun genişlemeye açık olunduğu duyurulan basın açıklamasında film çekerken aynı zorlu süreçlerden geçen insanlar olarak dayanışma kararı alındığı belirtildi. Kişisel bir amaç gütmediklerini söyleyen sinemacılar, sinemanın ahlaklı ve eşit bir şekilde yapılması için çaba sarf ettiklerini aktardılar. Kültürel ya da estetik bir birliktelikle bir araya gelmediklerini ifade eden yönetmen Özcan Alper etik bir duruşu paylaştıkları için yan yana olduklarını söyledi. Sorunlarını, “Sinema eserlerinin dağıtımı, RTÜK’ün uygulamaları, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sinemayı destekleme sistemindeki yanlışlar, bir sinema merkezinin eksikliği, yeni bir sinema yasasının hazırlanması” şeklinde sıralayan sinemacılar daha sonra “Yeni Sinema Günleri” projesi hakkında bilgi verdiler. Daha önce vizyona girmiş 17 sinema filminin 17 gün boyunca Ortaköy Feriye Sineması’nda gösterileceğini açıklayan yapımcı Tolga Esmer etkinliğin ayrıntılı programının daha sonra açıklanacağını belirtti.

Ankara, Antakya, Antalya, Adana, Batman, Bolu, Bursa, Eskişehir, İskenderun, İstanbul, İzmir, İzmit, Kıbrıs, Konya, Mersin, Samsun ve Zonguldak. TEKEL PERDEYE YANSIYACAK Geçen yıl krize karşı Biz Başka Dünya İsteriz diyen zat-ı muhteremler bu sene Tekel Direnişi’nin rüzgârı ile güvencesizliğe karşı “Seyirci kalma!” vurgusunu filmlerine tema olarak belirlediler. Türkiye’den ve dünyadan güvencesizlik hikâyelerini perdeye yansıtacak olan Festival, yerli filmlerin odağına özelde Tekel Direnişi’ni, genelde ise işsizliğe, güvencesizliğe karşı direniş öykülerini alıyor. Tekel Direnişi boyunca çekilen görüntüler ve yapılan röportajlardan oluşturulan belgesellerin yanı sıra, İzmir’de taşeronlaştırılan belediye hizmetlerini ve işten çıkarılan işçileri konu alan Kent A.Ş belgeseli, Mersinde MIP işçilerinin mücadelesini ve zaferlerini yansıtan Direniş Limanı belgeseli festivalin öne çıkanlarından.

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz yönetmen Ahmet Uluçay’ın Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmine sesli betimleme yaparak görme engellilere de kucak açan festival, çağrı merkezi çalışanlarını ve sendikal çalışmalarını konu edinen Başka Dilde Aşk’ı da programına

katıyor. Serbest bölgelerde çalışan kadınların emeğini anlatıyor. Bölge’de izlemek, maden işçilerine kulak vermek için ise Mükellef’i mutlaka seyretmek gerek. Yerlisiyle-yabancısıyla yaklaşık 60 filmin gösterileceği festivalde, Karagöz ve Şarlo bir sonraki sayıda yabancı filmleri

tanıtmak istiyor ve bir şeyi önemle vurguluyor. Bu yıl festival artık kendi ürettiği filmleri de seyirci karşısına çıkaracak. Açılış filmi olması düşünülen Tekel Direnişi ile Kent A.Ş.‘nin festivalcilerimiz tarafından yapıldığını ekliyor ve bir ağızdan tekrar ‘Seyirci Kalmayın!’ diyoruz.

19. Yüzyıl’da yalnız bir devrimci: Beethoven Gerçek sanat, serseri ruhu gerekli kılar. Çünkü o ruh özgürlük tutkunudur. İnsanı insana anlatırken dayatılan kimlikleri reddeder, dünyayı at gözlükleriyle değil, alıcı gözlerle inceler D‹LEK ERSOY

S

anat ve edebiyatta önemli eserler vermiş kişiler neredeyse insanüstü birer varlık gibi ele alınmış, genellikle de içinde yaşadıkları toplum ve sorunlardan soyutlanmışlardır. Klasik batı müziğine, dolayısıyla evrensel müziğe tartışılmaz katkıları olan Beethoven, bu erişilmez ve doğaüstü kişilerdendir. Ancak çoğu insan, onun en önemli özelliğinin döneminin sorunlarına kayıtsız kalmayışı olduğunu ve bunu müziğine de yansıttığını göz ardı eder. İşte bu özellik onu insanüstü bir varlık olmaktan çıkarıp insan yapar. Klasik batı müziğinde O’ndan önce ki dönemde müzik sadece asiller ve aristokratların istek-

leriyle sınırlandırılmışken, Beethoven bunun değişmesi için zorlu mücadeleler vermiştir. Kaba deyimiyle eserlerini sipariş üzerine yapmayı reddetmiş, tam tersine sanatın gerçek değerini bilen geniş kitlelere ulaşması için mücadele vermiştir. Beethoven’ ın ulaşmak istediği, müziğini dinletmek istediği gerçek kitle halktır. 1800 yılında yazdığı bir mektupta “Sanatımı yalnızca yoksullar yararına kullanacağım.” diyen Beethoven’ in eserlerinde “ özgürlük, eşitlik ve insan sevgisi” egemendir. Beethoven’ in devrimciliği dönemin koşulları içinde değerlendirilmesi gereken; zorbalığın karşısında duran, ezen ezilen ilişkisinde ezilenin özgürleşmesinden yana olan, kardeşliği savunan halkçı bir devrimciliktir. Onun bu inatçı, kalıbına

sığmayan, aynı zamanda romantik söylemle içli dışlı olan tavrı, müzikte bir dönemi kapatıp (Klasik Dönem), yeni bir döneme (Romantik Dönem) geçişi sağlamıştır. Yani yaptığı şey Romantik Dönemin içine işlediği sanatsal bir başkaldırıdır. Gönül ister ki, ülkemizde kendine “sanatçıyım” diyen, bilinç yetkinliğine ulaşmamış, yaşam yolculuklarında sınırlarını zorlamamış, çemberleri içerisinden dünyaya at gözlükleriyle bakıp, büyük zaferler ve alkışlar kazandığını sanmış her insan, Beethoven’in iki yüz yıllık duruşundan feyz alsın. Onun çırpınışlarını ve derinliğini belkide en iyi anlatan eseri dokuzuncu senfoniyi ruhunu arındırarak dinlesin. Dünyaya ve içinde yaşadığı topluma kayıtsız kalmasın.

AKP’nin ampulü perdede kırılacak AKP’nin düzenlediği “Büyüyen ve Gelişen Türkiye” konulu kısa film yarışmasına tepki olarak Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Sanat Cephesi ve Bağımsız Kare, “AKP’nin Ampulünü Kırmak İçin Kısa Film Dayanışması” düzenliyor. AKP’nin “eğitim, sağlık, ulaşım, dış politika, ekonomi, Avrupa Birliği, tarım, turizm, insan hakları ve demokrasi, kadın ve aile, sosyal yardım, engelliler, adalet, çevre ve

orman, enerji, TRT, Köydes ve Beldes, Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi, toplu konut, vakıflar” gibi konularda icraatlarının anlatılması için düzenlediği kısa film yarışması sonucunda 6 filme toplam 140 bin TL ödül verileceği duyurulmuştu. Kısa film dayanışması “Aklımız, yaratıcılığımız, emeğimiz, vicdanımız satılık değil.” diyerek AKP’nin kısa film yarışmasındaki ödülleri eleştriyor. AKP’nin bu yarışma çağrısıyla genç

sinemacıları tamamıyla değersiz, iktidar yalakası, halkına karşı sorumluluklarından uzaklaşmış bireylere dönüştürmeye çalıştığını söyleyen Kısa Film Dayanışması ekibi, herkesi AKP’nin gerçekte ne olduğunu, medyanın satılık olmadığını görmeye çağırıyor. Ekip, “Neden dayanışma?” sorusuna “AKP, bizi parayla satın alabileceğini düşünebilecek kadar küstah olduğu için, Tekel’i yabancılara, arazilerini yancılara

peşkeş çektiği için, AKP’nin halka ve ülkemize karşı işlediği tüm suçların hesabını sormak için.” yanıtını veriyor. AKP’nin gösterilmesini istediği konu sınırlamasının aksine Kısa Film Dayanışması, her konuda, her türde, her uzunlukta “AKP ve icraatları”nın anlatıldığı filmi kabul ediyor. Dayanışma, ödül olarak birinciye 100, ikinciye 60, üçüncüye 40 mumluk ampul vermeyi vaad ediyor.

Pınar Uyan Semerci’nin, “İnsan Hakları İhlali Olarak Yoksulluk” ismiyle derlediği kitap İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıktı. Kitapta, yoksulluğun nedenleri, yoksulluk algısı ele alınıyor. Yoksulluğa karşı hak temelli bir yaklaşım sergileiyor.

Kor ve Atefl Y›llar› vet kış nihayet bitti… Nihayet bahar, nihayet Nisan ayı geldi… Baharı karşılayarak girdiğimiz nisan ayıyla birlikte kültür sanat alanının en önemli etkinliklerinden olan sinema günleri için geri sayım başladı. Uluslararası İstanbul Film Festivali, her yıl olduğu gibi bu yıl yine birçok belgeseli programına katarak izleyiciye sunuyor. Bunlar arasında bir belgesel var ki… Sizlere ‘Tülay German: Kor ve Ateş Yılları’ belgeselini anlatmak istiyorum. Türk Pop müziğinin önemli kilometre taşlarından Tülay German’ın hayatını, müziğini ve isyanını anlatan Tülay German: Kor ve Ateş Yılları belgeseli festival kapsamında 15 Nisan akşamı, 21.30’da Pera Müzesi’nde sinemaseverlerle buluşacak. Tülay German’ın otobiyografik kitabını okuduktan sonra, genç kısa filmcilerden, belgeselci Didem Pekün, onunla ilgili bir film yapmaya karar verir. Paris’e Tülay German'ı ziyarete gider. Tülay German, hayat arkadaşı Erdem Buri'yle birlikte Türk Pop Müziğinin öncü isimlerinden biri olmuş ve politik Hakan duruşları yüzünden 40 sene Bayhan evvel İstanbul'dan Paris'e göç etmek zorunda kalmıştır. bayhanhakan@ Paris’te geçen yıllar içinde gmail.com memleket hasreti ve ülkedeki politik karmaşa Tülay German’ı gittikçe siyasi yönü daha ağır basan bir sanatçı ve aynı zamanda Paris'te benzer olaylara maruz kalmış göçmenlerin sesi yapmıştır. Hayat arkadaşı Buri’yi kaybettikten sonra Tülay German sessiz ve sakin bir yaşamı seçer. Bırakın bir belgeselde görünmeyi, bir fotoğraf vermeyi bile kabul etmeyen German filme sadece ses kaydı vererek katkıda bulunmayı tercih eder. Kor ve Ateş Yılları’nda Pekün, Tülay German'ın otobiyografik kitabı Düşmemiş Bir Uçağın Kara Kutusu’nu temel alır. Onun arşiv görüntüleri, ses kayıtları, müzikleri ve fotoğraflarıyla tarihsel bir süreci, bir sanatçının müzikal gelişimini izleyerek irdeler ve aynı zamanda geçmişin bugünle ilişkisini keşfeder. Filmin internet sitesinde Didem Pekün belgeselin çekim aşamasını şöyle anlatıyor: “Ne yaptım ettim Paris’e gidip onunla tanıştım, ikna ettim. Ardından Barış Doğrusöz ile ortak olmamızla beraber, iki buçuk seneye yaklaşan bir sürenin sonunda bu filmi bitirdik. Benim için bu film, yani Tülay German’ın hikâyesi, tarihe bir hesap sorma, geçmişi sorgulama süreciydi. Film süresince Tülay German’ı filmde gözükmeye ikna etmeye çalışırken bana hep aynı şeyi söyledi: ‘Didem’cim, tarih hep önümüzü kesiyor’ dedi. Bahsettiği sadece jenerasyon farkımız ve benim ona yetişmek için bir şekilde ‘geç kalmış’ olmam değildi. Tarihsel olayların aramıza girmesinden ve bugünümüze etkisinden bahsediyordu. Ama bence, tam da bu sebepler bizi birbirimize bağlıyordu. Tam da bu sebeplerden dolayı bu film yapılmıştı.” 1960'lı yılların ortalarında Fransa'da, Türkçe şarkılar söyleyerek konserler veren, Türkçe plak dolduran bir sanatçıdır German. Tülay German, Fransa'ya gitmeden önce de, Türkiye'de önemli bir şarkıcıydı. Türküleri, melodik ve ritmik yapılarını bozmadan, Batı çalgıları eşliğinde söyleyerek bir çığır açtı. "Burçak Tarlası" onun en ünlü türkülerinden biriydi ve "ağa zulmü"nü anlatıyordu. Bu türkü, bazılarını da çok kızdırıyordu. German'dan bu türkünün plak hakkını alan bir yapımcı, hem de arkadaşı ondan rica etti: "Ne olur, ‘bakın şu deyyusun kaç tarlası var!’ deme de, ‘bakın şu adamın kaç tarlası var!’ de. ‘İlahi zaptiye ömrün tükene.’ deme de ‘ilahi kaynana ömrün tükene.’ de..." German, plağa öyle okudu ama, konserlerinde üstüne basa basa "Bakın şu deyyusun kaç tarlası var!" dediğinin şahidi oldu dinleyenler.

E

Film Festivali başlıyor

İ

stanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen 29. İstanbul Film Festivali’nin açılışı 2 Nisan akşamı yapılacak. 3-18 Nisan tarihleri arasında gösterilecek filmler için bilet fiyatları; tam 10 TL, öğrenci ile 65 yaş ve üstü için 7 TL ve hafta içi gündüz seansları için 3,50 TL olarak belirlendi. Festivalin gösterimleri Beyoğlu’nda Atlas, Yeni Rüya, Beyoğlu, Sinepop, Pera Müzesi sinemalarında, Kadıköy’de Kadıköy Sineması’nda ve Nişantaşı’nda CityLife Sineması’nda gösterilecek. Biletler Beyoğlu’nda Atlas ve Yeni Rüya, Kadıköy’de Kadıköy sinemalarında satılıyor .


SOKAĞIN SESİ

ÜRETEN B‹Z‹Z YÖNETEN DE B‹Z OLACA⁄IZ

2 Nisan 2010 / 15 Nisan 2010

16 Halk›n Sesi

ULAfiIM HAKKIMIZI TANIMADIKÇA

Gökçek yalana devam ediyor

‘Bize illet olacaksınız’

Y

Ulaşım hakkı eylemleri Gökçek’in iktidarını sallıyor. Ona arka çıkan başbakan, eylemleri yapanlara ‘illet’ sıfatını yakıştırıyor. Baskılara boyun eğmeyenler illet etmeye devam edecek gibi görünüyor

aptığı açıklamalarla akıllara durgunluk veren Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek ulaşım zamları konusunda demagojiye devam ediyor. Gökçek, 21 Mart’ta Özel Halk Otobüsleri Odası seçimlerinde yaptığı konuşmada, “Ankara halkı, UKOME kararından sonra genel anlamda bize büyük destek verdi” dedi. Konuşmasında Ankara’nın trafiği en rahat şehir olduğunu iddia eden Gökçek, trafikteki sorunları şehir plancıları ve mimarların eleştirdiği üst geçitler sayesinde çözdüklerini öne sürdü. “Geçtiğimiz günlerde otobüs ücretleri konusunda oldukça sıkıntılı günler yaşadık” diyen Gökçek, esnafın tepkileri sonucunda bu sıkıntıları aştıklarını söyledi. UKOME kararından sonra “genel anlamda halkın da büyük destek verdiğini” iddia eden Gökçek halkın yanlarında olduğunu savundu. Hatırlanacak olursa Gökçek aynı çarpıtmayı Danıştay kararını ortadan kaldıran ikinci mahkeme kararı sonrası yapmıştı; UKOME’nin tarifeyi yeniden yükselttiğine ilişkin haberi internet sitesinden “UKOME ulaşım kaosunu resmen bitirdi” diye duyurmuştu. Bu haberin hemen ardından Kızılay ve Mamak’ta parasız ulaşım eylemleri yapılmış, Ankaralılar pahalı tarifeye tepki göstermişti.

İstanbul’da otobüs hatlarına örtülü zam D oğrudan zamları ulaşım hakkı eylemlerine ve mahkeme kararlarına takılan belediyeler, yollarına gizli zamlarla devam ediyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, TaksimKozyatağı arasında tek biletle taşıma yapılan 129T hattı otobüslerinde 15 Mart itibariyle çift bilet uygulamasına geçti. Yıllardır tek biletle yolcu taşıyan ve pek çok İstanbullunun ara bağlantı hattı olarak kullandığı Kozyatağı-Taksim (129T) hattı 15 Mart itibariyle çift biletli hatta dönüştürüldü. AKP'li İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ve İETT, ulaşım bedelini iki katına çıkaran bu gizli zammı “daha iyi ve konforlu hizmet verebilmek” için yaptıklarını söylüyor. Bu duruma tepki gösteren İstanbullular, bu örtülü zammın geri çekilmesi için harekete geçti. Ümraniye Halkevi üyeleri Kozyatağı’ndaki 129T duraklarında bildiri dağıtıp konuşmalar yaparak İstanbulluları ulaşım hakkına sahip çıkmaya ve “129T vurgunu”na karşı İBB ve İETT’ye tepki göstermeye çağırıyor. Ulaşımın parasız bir hak olması gerektiğini savunan Halkevciler, İstanbul’da metrobüs zamlarına karşı yaptıkları parasız ulaşım eylemleriyle zamların geri çekilmesinde önemli bir rol oynamıştı.

A

KP neoliberal uygulamaları artık zor yoluyla hayata geçirebiliyor. Türkiye’nin en pahalı ulaşım hizmetini veren Ankara Büyükşehir Belediyesi fahiş fiyatları ancak polis copuyla uygulatabildi. Halkın otobüse ve metroya parasız binme eylemleri üniversite öğrencileri tarafından da benimsenince Gökçek’in imdadına polis yetişti. Pahalı ulaşım tartışmasıyla beraber iktidarının meşruluk zemini de sarsılan Gökçek’i korumak içinse devreye bizzat Başbakan Erdoğan girdi. PARASIZ ULAfiIM EYLEMLER‹ ÜN‹VERS‹TEDE Danıştay’ın zamlı tarifeyi iptal eden kararının yürütmesi durdurulunca ilk isyan eden Halkevciler olmuş, Mamak ve Kızılay’da parasız otobüse, metroya binme eylemleri yapılmıştı. 17 Mart günü akşam saatlerinde, Hacettepe ve ODTÜ’de Öğrenci Kolektifleri’nden üniversiteliler otobüslere parasız binme eylemi yaptılar. Eylem sonrası Hacettepe’de 27, ODTÜ’de ise 100 üniversiteli gözaltına alındı. Yaşanan gözaltılar sonrası ODTÜ’de üniversiteliler eylem başlattı. Öğrenciler iki gün süren savcılık işlemlerinin ardından serbest bırakıldılar. Savcılıktaki işlemler sırasında tehditlere maruz kalan öğrenciler akıl dışı suçlamalarla hâkim karşısına çıkarıldı. Savcı tarafından hazırlanan iddianamelerde üniversiteliler elbette parasız ulaşım istedikleri için suçlan(a)madı. Onun yerine “rehin alma, kamu malına zarar verme gibi” suçlamalara maruz kaldı. TEHD‹T, ÖDÜL, BASKI HER YOL VAR Neoliberal belediyecilik anlayışı kriz sinyalleri verirken AKP, ulaşım hakkı mücadelesine karşı tek vücut oldu. Üniversitelilerin eylemi hem iktidarın hem Gökçek’in öfkesine hedef oldu. Gökçek eylem sonrası ODTÜ’ye otobüs seferleri koymayarak üniversitelileri cezalandırırken bir yandan da eylem sonrası araçları göstererek eylemi yapanları anarşi yaratmaya çalışmakla suçladı. Elbette otobüslerin gösterildiği bir basın turu, şovu seven Gökçek’e yetmedi. Bundan bir gün sonra eylemler sırasında otobüsü hareket ettirmeyerek eylemcilere direnen otobüs şoförlerine 2 bin 350 TL’lik ödüller dağıtıldı. Mamak’ta aracını bırakarak kaçan otobüs şoförüne söylediği “kendi küçük ama yüreği, cesareti büyük” sözleri ise Gökçek’e gerçekleri

Ankara’da ‘Ulafl›m Hakk› Mitingi’ valili¤in tüm engelleme giriflimlerine ra¤men yap›ld›. Mitinge kat›lan Ankaral›lar Türkiye’nin en pahal› ulafl›m hizmetini almaktan flikayetçi.

BEN YAPMADIM KED‹ YAPTI Gökçek’in yarg›y› kullanarak sergiledi¤i ali cengiz oyunu tipik bir AKP yöntemi. AKP de kamu hizmetlerinin ticarilefltirmenin yükünü hep birilerinin omzuna yükledi. Sa¤l›k hizmeti paral› oldu tahsilat› eczac›lara yapt›rd›. Okullarda kay›t, temizlik paras›n› e¤itimciye toplatt›. fiimdi de zaml› tarifenin sorumlulu¤unu yarg›ya yüklüyor. Yalan: Ulafl›m tarifesini 2004 y›l›na döndüren Dan›fltay karar›d›r Do¤rusu: Dan›fltay karar›n›n fiubat ay›nda kesinlik kazanmas›n›n ard›ndan Gökçek, Ulafl›m Koordinasyon Merkezi’ni (UKOME) yeniden toplad›. Mahkeme karar› ile toplam 50 krfl olan zamm› geri almak yerine, 2004 y›l›nda geçerli olan tarifeye dönülmesi karar› ald›rd›. Ulafl›m fiyatlar›n› mahkemeler de¤il Gökçek ç›kartt›-indirdi tekrar ç›kard›. UKOME 9. ‹dare Mahkemesi’nin gerekçesine ve çarpıtma kabiliyetini bir kez daha sergileme fırsatı verdi. 19 Mart’ta AKP Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı’nda konuşan Başbakan ulaşım eylemlerini kastederek “Bunlar işgaldir. Bunların insan hakkıyla, özgürlükle yakından uzaktan alakası yoktur. Otobüsler, trenler bedava olacakmış... Dünyanın neresinde var böyle bir şey? Benim bildiğim yer yok. Bu komünist düşünce, komünist

günün koflullar›na uygun yeni bir karar alabilirdi. Böyle bir karar almad›, ald›r›lmad›. Yalan: Yarg› Dan›fltay karar›n› durdurdu Do¤rusu: Gökçek’in karar›n›n sebebi daha sonra ortaya ç›kt›. 13 Mart’ta Özel Otobüs fioförlerini Odas›’n› (ÖHO) UKOME karar›n› yarg›ya tafl›malar› için yönlendirdi. Gökçek’in yönlendirmesiyle aç›lan davada Mahkeme UKOME karar›n›n yürütmesini durdurdu. Böylece UKOME’nin ald›¤› ‘90 kurufl’ karar› geçersiz oldu. Yalan: Yarg› kararlar› ulafl›m› kaosa sürükledi. Ben yapmad›m mahkeme yapt›. Do¤rusu: ‹ptal edilece¤ini bile bile UKOME’ye bir karar ald›ran bizzat Gökçek. Kendi ald›rd›¤› karara itiraz edilmesi için ÖHO’yu mahkemeye yönlendiren yine Gökçek. Zam tarifesinin önce inmesi sonra artmas›nda bizzat rol ald›.

mantık var ya zaten o yaşadığı ülkeleri, geçmişte onları iflas ettirdi. Ondan sıyrıldılar onlar, bizdeki komünistler hala bundan kurtulamadılar. Bunlar milletten yana değil, bunlar illetten yana.” dedi. M‹T‹NG YASA⁄I TUTMADI Bu açıklamalar yeni saldırı ve engellemelerin habercisi oldu. Erdoğan’ın konuşmasından birkaç gün

sonra Ankara’da yapılması planlanan ’Ulaşım Hakkı Mitingi’ Valilik tarafından yasaklandı. Mitingi düzenleyen Ulaşım Hakkı Ortak Mücadele Grubu yasağa itiraz ederek 27 Mart Cumartesi günü Kolej Meydanı’nda yapılacak mitingden vazgeçmeyeceklerini belirtince Valilik geri adım attı. Engellemelere karşın miting günü iki binden fazla kişi Kolej Meydanı’nda buluşarak Ziya Gökalp

Caddesi boyunca bir yürüyüş yaptı. Yürüyüşün ardından SSK İşhanı önünde gerçekleştirilen açıklamada Ankara Halkevleri, KESK Ankara Şubeler Platformu, TMMOB Ankara İl Koordinasyon Kurulu, TÜDEF, DİSK Bölge Temsilciliği, Tüketici Hakları Derneği, Tüketicileri Koruma Derneği, TKP, ÖDP ve EMEP’in oluşturduğu Ulaşım Hakkı Ortak Mücadele Grubu adına TÜDEF Başkanı Ali Çetin bir konuşma yaptı. Çetin, miting konuşmasında Başbakan’ın ve Gökçek’in “Bunlarınki komünist kafası” sataşmalarına cevap verdi. “Hala bize 1950’lerin jargonu ile saldıranlar 60 yıldır bir adım bile ilerleyemediklerini itiraf ediyorlar.” diyen Çetin, Nazım Hikmet’in Vatan Haini şiirine gönderme yaparak “Vatan sizin holdinglerinizse, vatan sizin gizli banka hesaplarınızsa, vatan Amerikan uşaklığı ise biz ‘illet komünistler’ olarak mücadeleye devam edeceğiz. İllet olmak, komünistlik, paranın padişahlığına ve yobazın karanlığına ‘hayır’ demekse biz bu işe devam edeceğiz.” dedi. Çetin’in miting konuşmasının son sözleri ulaşım hakkı mücadelesinin geleceğine de ışık tutuyordu: “Sizin kara gölgeleriniz bu kentin üzerinden gidene ve hava aydınlanana kadar mücadeleye devam edeceğiz.”

Daha atlanacak çok turnike var

Testi kırılmadan

Kadir Topbaş İstanbulluyu metrobüs hattında mağdur etmekte kararlı. Metrobüs hattına zam girişimi halk muhalefetine takılan Topbaş şimdi de ‘paran kadar seyahat’ uygulamasına geçiyor

S

iç, metrobüste 1 durak gidenle 36 durak giden bir olur mu?” diyen İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanı Topbaş, metrobüste yakın zamanda ‘paran kadar seyahat et’ uygulamasına geçileceğini duyurdu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanı Kadir Topbaş 22 Mart’ta Türkiye İş Kurumu, büyükşehir belediyesi ve ilçe belediyeleri arasında imzalanan işbirliği protokol töreninden sonra metrobüslerle ilgili açıklama yaptı. Bu toplantıda konuşan Topbaş, metrobüslerdeki ‘paran kadar seyahat et’ uygulamasında son aşamaya geldiklerini kaydetti. Topbaş, sistem için gerekli olan yazılımın hazırlandığını ve duraklara yeni turnikelerin konulmaya başladığını söyledi.

lanım bedeline zam gelmiş tam bilet 2, indirimli bilet 1,5 lira olmuştu. Halkevleri zammın hemen ardından dava açmış ve İstanbul’daki metrobüs duraklarında zamlara karşı parasız ulaşım hakkı eylemleri başlamıştı. Halkın para vermeden ve akbil basmadan turnikelerin üzerinden atlamaya başlamasının ardından Topbaş, “Vatandaş tepkisinde haklı ancak zamdan vazgeçmeyeceğiz.” demişti. Ulaşım hakkı eylemleri artarak sürerken Halkevleri’nin açtığı dava 15 Ocak 2010’da sonuçlanmış ve mahkeme İBB’nin zammına ‘yürütmeyi durdurma’ kararı vermişti. İBB bu karara itiraz etse de 8 Şubat’ta itirazı reddedilmiş ve metrobüs zamları geri alınarak eski tarifeye dönülmüş metrobüs tam bileti 1,5 lira, indirimli bilet ise 85 kuruş olmuştu.

HER TERC‹H‹N B‹R BEDEL‹ VAR İBB’nin uygulaması hayata geçtiğinde metrobüs hattını kullanan yolculardan hem metrobüse binerken hem de inerken bilet basmaları bekleniyor. Buna göre metrobüs hattını kullanan yolcu, biletini basacak ve indiği durakta tekrar bilet basacak. Böylece yolcunun kullanmadığı yolun bedeli biletine geri yüklenecek. Uygulamayla birlikte metrobüs hattının açılmasıyla seferden kaldırılan otobüslerin tekrar seferlere başlayacağını söyleyen Topbaş "Arzu eden

BEDEL‹ HALK ÖDÜYOR Özelleştirme ve piyasalaştırmaya dayalı neoliberal belediyecilik anlayışı iflas sinyalleri vermeye başladı. Borç içindeki belediyelerin açıklarını kapamak için verdikleri hizmetlere zam yapması ve daha fazla özelleştirme yoluna gideceği tahmin ediliyordu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi de Tayyip Erdoğan’dan miras tüccar belediyecilik anlayışıyla kendini kurtarma operasyonuna ulaşım hizmetiyle başlamıştı.

“H

normal otobüsle ulaşacak. Metrobüsü tercih ettiği zaman da onunla alabildiği kadar mesafenin bedelini ödeyerek istifade etmiş olacak." dedi. Metrobüslere zam değil düzenleme yaptıklarını iddia eden Topbaş, yeni uygulamada fiyatların nasıl olacağına dair bir açıklama yapmadı.

ZAM ‹PTAL‹NE TAHAMMÜL YOK Uygulamanın, 8 Şubat’ta iptal edilen metrobüs zamlarının üzerine gelmesi “Uygulama İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin zam iptaline karşı bir misillemesi mi?” sorusunu akıllara getiriyor. 14 Kasım 2009’da metrobüs kul-

ivas’ta 20 Mart Cumartesi günü Öğrenci Kolektifleri “yasakl›” İstasyon Caddesi’nde bir yürüyüş düzenleyerek ulaş›ma zam yapmay› planlayan belediyeyi uyard›. İstasyon Caddesi üzerindeki Sivas Devlet Hastanesi önünde bir araya gelen üniversiteliler tek s›ra halinde “Müşteri değil öğrenciyiz”, “Susma sustukça yeni zamlar gelecek” sloganlarıyla Meydan’a kadar bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Yol boyunca taş›d›klar› dövizler ve ulaş›m sorununa dair besteledikleri şark›lar› söyleyen üniversitelilere Sivas halk› da alk›şlarla destek verdi. Meydanda okuduklar› bas›n aç›klamas›nda geçen sene yürüttükleri “Belediyeden Şartlar›m›z Var” kampanyas›n› hat›rlatan üniversiteliler Geçen sene yerel seçimler döneminde şartlar›n› Belediye’ye ilettiklerini söyleyerek “Üniversiteye tek otobüsle gidilebilecek seferler konulmal›.” maddesininin hayata geçtiğini belirttiler. Üniversiteliler kentin BBP’li belediye başkan›n, 70 kuruş olan tarifeyi 1 TL yapma planı olduğunu belirterek “Sivas Öğrenci Kolektifi olarak bütün şartlar›m›z yerine gelene kadar sokakta, Belediye önünde kararl› mücadelemizi sürdüreceğiz.” dediler.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.