Halkın sesi 110

Page 1

SAYFA

2

Bürolar›n yeni iflçisi avukatlar Güvencesiz iflçiler aras›nda say›lar› giderek artan avukatlar, çal›flma koflullar›n› anlatt›

SAYFA

3

Bu kalp seni unutur mu? Konsere gitmekten mezarl›k anmalar›na kadar her fley suç say›larak sol de¤erlere sald›r›l›yor

SAYFA

13

Girifl yassah hemflerim! Bugün oldu¤u gibi tarihte de gurbetçiler, sürgünler, göçmenler kap›lardan çevrildi

SAYFA

14

Bilime s›n›fsal bir bak›fl Bilim ve Gelecek dergisi editörü Helvac›o¤lu anlatt›. Nas›l bir bilim anlay›fl›?

9 Temmuz 2010 • 1 TL

Y›l 5 • Say› 110

AKP, iktidar›n› korumak için ülkeyi uçuruma sürüklüyor

‘Birimizin acısı, ötekimizin sevinci olursa kaybederiz’

AKP içte ve d›flta s›k›flt›kça, iktidar›n› sa¤lama almak için Kürt sorununda savafl politikalar›na daha s›k› sar›l›yor Ülkenin dört yan›nda kalkan cenazelerin say›s› her gün art›yor. Akan kan flovenizmi ve toplumsal ayr›flmay› besliyor

Tipi, sonbaharda...

Bu yaz çok daha fazla kar biriktirecek, tipi ise sonbaharda. ‘E o zaman sonbahar› bekleyelim’ demek bir tercih elbette. Bir baflka tercihse sonbanar› erkene çekmek. Yaz›n yap›lacaklarla birlikte… YOL YAZISI S. 3

Bar›fl Meclisi üyeleri Halk›n Sesi arac›l›¤›yla uyar›yor. Bar›fl ve kardefllik için birbirimizin ac›lar›na ortak olmal›y›z S. 11

AKP y›llard›r Sivas katliam›n› görmezden geliyor, katliam san›klar›n› kah savunup kah ifle alarak destekliyordu

Daha iki y›l önce kanl› geçmifllerini bir kenara b›rak›p en özgürlükçü, en demokrat olmufllard›. fiimdi yine silaha S. 2 sar›ld›lar

Belediye’de grev var! Belediye-‹fl 5 ayd›r ayak direyen AKP’li belediyelere ‘grev’le cevap verecek. Eylemler 13 Temmuz’daki büyük yürüyüflle S. 8 bafll›yor

Bu büyüme zarar verir

AKP’nin kardeşliğine kim inanır? AKP’li Devlet Bakan› Faruk Çelik, 2 Temmuz’da Mad›mak Oteli önünde “kardefllik” mesajlar› verdi

Medya’da savafl vakti

Yeni ekonomik rakamlar büyümeye iflaret ediyor. Oysa büyüme istihdam yaratmad›¤› gibi düflük ücret ve güvencesizli¤e dayan›yor S. 9

Alevi örgütleri zorunlu din derslerini kald›rmayan, Mad›mak’› müze yapmayan AKP’ye güvenmiyor S. 4

fiirketlere tabiat bilgisi dersi Türkiye’nin dört bir yan›nda, kapitalizmin, yaflam alanlar›na sald›r›s›na direnenler Ankara’da bulufltu. fiirketlere ders veren direniflçiler “bu memleket havas›yla, topra¤›yla, suyuyla bizim” dedi Çevre hakk› mücadelesi verenler buluflma sayesinde sermayenin sald›rgan stratejilerine karfl› yaln›z olmad›klar›n› gördü ve birbirlerinden güç ald›lar S. 7 Kenar Nolar› / Sayfa 2

Ferda Koç / Sayfa 4

Asker oldum piyade

Cam silen çocuklar

Ergün ‹fleri / Sayfa 7

Cinayete ortak olma

Bu say›m›zda yo¤un emek sömürüsü, ›rkç›l›k ve yoksullukla karfl› karfl›ya olan mevsimlik S. 12 iflçileri ele ald›k

Tufan Sertlek / Sayfa 8

Tehlikeli sol

Erk’ek siyaseti AKP’li Bak›rc›’n›n Kürt sorununa kumal› çözümü partisinin cinsiyetçi ve ›rkç› yüzünü bir kez daha S. 10 gösterdi


2

MEDYA 9 Temmuz 2010 / 22 Temmuz 2010

Halk›n Sesi

Kenar Notlar› Asker oldum piyade enelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, geceleri geç vakitlere kadar uyuyamadığını söyledi. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden gelecek haberler Başbuğ’un uykusunu kaçırıyor. İlker Başbuğ, rakiplerine açık ara fark atarak büyük gazetecilik başarısı gösteren Yeniçağ gazetesinden Selahattin Önkibar’la “gerçeklerin er meydanı”nın başpehlivanı Uğur Dündar’a konuştu. Aynı konuşmada Başbuğ, “Biz kabile ordusu değil, bir Cihan Devletinin ordusuyuz. Dolayısıyla ona uygun davranmak bizim için vecibedir… TSK, duygular ve hamasetle değil, kanun, kural, realite, teamül ve ilkelerle hareket edip tutum alır” sözlerini de sarf etti. Gazetecilerin de yardımıyla “komutan”, “duyarlı, şefkatli; ama gerektiğinde zor kararları da alan bir profesyonel” imajı çizdi. Elbette böyle bir komutanı kaybetmek istemeyiz! 30 Ağustos’ta emekliye ayrılacak komutanın birikiminden faydalanmaya devam etmek lazım. Önünde iki seçenek var: Birincisi, medya mensuplarındaki “Türk kanı” oranını rahatça tespit edebilsin diye Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün kan ve doku laboratuarının başkanlığına getirilebilir. Öyle atmasyonla olmaz. Tespitler bilimsel temele oturmalı. İkincisi, Askeri liselerde teğmen rütbesiyle öğretmenliğe başlayan Kardelen Elif’le birlikte “terör matematiği” üzerine dersler verebilir. Zira ondaki matematik dehasının ziyan olmasını “yüce Türk milleti olarak” istemeyiz. İşte Orgeneral Başbuğ’dan “terör matematiği”ne bir örnek: “PKK’yı 5 defa bitirdik. 1984’ten 2010’a kadar 26 yıl geçti. 40 bine yakın terörist etkisiz hale getirildi. Rakamları biz verdik. 30 bini etkisiz hale getirildi. 10 bin de yaralı, teslim olan var. Toplam 40 bin. Örgütün dağ kadrosu yıllara göre değişiyor, ortalama 6 bin diyoruz. Şu anda 4 binler civarında. Ortalama 6 bin dersek, 30 bini 6’ya bölerseniz, 5 bin çıkıyor. Matematiksel olarak baktığımızda 26 yılda, güvenlik kuvvetleri 5 defa bu PKK terör örgütünü bitirmiş. Bu bir tespittir.” Yufka yüreklilikte devlet ricali arasında fark yok. AKP’li bakanlar da en az komutanlar kadar duyarlı. 15 günlük eğitimsiz askerlerin savaşa gönderilmesine dayanamayan Devlet Bakanı Egemen Bağış, parlak bir öneri getirdi. Bir taşla iki kuş vuran öneriye göre “profesyonel-uzman ordu”ya geçilirse 500 bin işsize iş olanağı doğacak. Böylece hem işsizlerin sayısı 500 bin azalacak, hem de ordunun savaş kabiliyeti artacak. (Bu plan gereği ordudan terhis olanların iş sorununa hiç girmeyelim!) Kürt sorununun çözümünde tökezleseler de, işsizlerin ve güvencesiz öğretmenlerin acısını bir nebze de olsa dindiren bakanlar ve komutanlar artık geceleri rahat uyuyabilirler. Halkalı’daki saldırıda eşi Uzman Çavuş Mehmet Çağlar Bölük'ü kaybeden Kardelen Elif, askeri lisede teğmen rütbesiyle öğretmen olacak. Kızı Eylül’ü de asker olarak yetiştirecek Kardelen Elif’in acısını dindiren bu mutlu haberi İlker Başbuğ’dan öğrendik. Öğretmen Elif İmeç, bir süre önce Kardelen Ayşe reklam filmiyle gündeme gelmişti. Kürt kız çocuklarına “destek” amacıyla Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Turkcell tarafından yürütülen 'Kardelenler' projesi çerçevesinde burslu olarak eğitim görmüş ve mezun olduktan sonra Mardin'de 300 YTL maaşla sözleşmeli (vekil) öğretmenliğe başlamıştı. Kadrosuz güvencesiz çalışan Elif İmeç için, 'vekil' olduğu için de 1 ay çalışmasına karşılık 15 gün SSK primi ödeniyordu… Kürt kızlarının ucuz-güvencesiz öğretmen olarak yetiştirilmesinin simgesi olan Kardelen Elif, şimdi Kürt savaşına yeni askerler yetiştirerek güvenceye kavuşmuş, acısını dindirmiş (!) oluyor.

G

Solda, Hürriyet gazetesinin Genel Yay›n Yönetmeni Enis Berbero¤lu Baflbakan ve Genel Kurmay Baflkan› ile beraber Gediktepe’de. Yukar›da, Vakit gazetesi yazar› Hasan Karakaya yeni misyonuna uygun bir poz vermifl

Medya için savaş vakti K

ürt sorununa bir kez daha savaşla çözüm aranıyor. AKP’nin “Kürt açılımı”nın yarattığı hayal kırıklığı bir yana, “açılım süreci”nin hızlı demokratları ve barışçı İslamcı-liberalleri hızla savaş ve milliyetçilik cephesindeki mevzilerini almaya başladılar. Bu mevzilenişte en büyük pay yine medyaya düştü. Bir tarafta iktidar yandaşlığı, öte tarafta sansür politikalarının sonucunda medyada yaygın bir savaş taraftarlığı ve şoven tutum ortaya çıktı. MGK’DAN MEDYAYA GÖREV PKK’nin özellikle haziran ayıyla birlikte askeri hedeflere yönelen saldırıları sarsıcı sonuçlar yarattı. Bunun üzerine bir devlet politikası olarak bir savaş koalisyonu oluşturularak seferberlik başlatıldı. Bu yönde 24 Haziran 2010 tarihli son Milli Güvenlik Kurulu toplantısında çeşitli “güvenlik zirveleri”nde medyaya etkin görevler verildi. Bu toplantıların ardından Cumhurbaşkanlığı da “Basın-yayın organlarının terörle bağlantılı haberlerde halkı bilgilendirirken terör örgütünü farkında olmadan cesaretlendirici duruma düşmemeleri için daha duyarlı davranmalarının gereğine” dikkat çekti. Başbakan AKP grup toplantısında medyayı uyardı: “Muhalefet de, sivil toplum da, medya da kendisini bu mücadelede bir taraf olarak görmeli, sorumsuz davranışlardan kaçınmalıdır. Allah

Elinde silahla poz veren mi dersin, sipere kadar giden mi, Kürt sorununda savafl derinlefltikçe medya bu kirli harpte üstüne düflen görevi baflar›yla yerine getirmek için canla baflla çal›fl›yor aşkına görüntülü medya, yazılı medya böyle bir milli meselede birlik beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyacımızın olduğu dönemde kalkıp da evin içine girmek suretiyle orada o içi yanık, canı yanık annelerin tavırlarını her taraftan çekerek bunları sürekli göstermek, oradaki ayılıp bayılmalarla ilgili bu görüntüleri yayınlamak kime hizmet eder Allah aşkına, ülkeye mi, terör örgütüne mi?’’ Benzer şekilde İçişleri Bakanı Beşir Atalay da “Biz hükümet olarak medyamızın terör konusundaki yayın politikasını bir kez daha gözden geçirmesini, daha duyarlı olmasını, iyi niyetli de olsa, istemeden de olsa bu tür yayınlar yapmamasını diliyoruz” diye ‘savaş çığırtkanlığı yapan medyaya’ yeni görevini işaret etti. Bu müdahalelerin sonuçları medyada hemen görülmeye başladı. FLAfi HABER: 'PKK ‹K‹ KÖYLÜYÜ ÖLDÜRDÜ' 28 Haziran’da Hatay'da kekik toplayan iki köylü askerler tarafından öldürülmüş (Ali Dalmış, Mustafa Fil), bir köylüyü

yaralamıştı (Mehmet Sak). Oysa askerden ve polisten aldığı istihbaratı sorgulamadan ve araştırmadan olduğu gibi kullanan haber siteleri ve televizyon kanallarında olay, flaş haber olarak, 'PKK iki köylüyü öldürdü' anonsuyla duyuruldu. Üstelik olay netleştikten sonra bile devletin rolü vurgulanmamış, savaş politikaları teşhir edilmemişti. Hatay Valiliği'nden yapılan açıklamaya göre “köylüler, ‘dur’ ihtarına uymadıkları ve kaçmaya çalıştıkları için” öldürüldü. Medyada sorgulanmaksızın yer verilen bu açıklamaya göre suçlu yine köylülerdi. ‘TERÖR‹STLER‹ ÇOBAN SANDIK’ Benzer bir yaklaşım Gediktepe çatışmasından sonra da yaşandı. 19 Haziran’da Şemdinli Gediktepe'deki sınır karakolunda 11 askerin öldüğü saldırının ardından Hakkâri Tümen Komutanı Gürbüz Kaya şaşırtıcı açıklamalar yaptı. Bölgede Başbakan Erdoğan ve komutanlara brifing veren Hakkâri Tümen Komutanı Gürbüz Kaya, olayda bir

istihbarat başarısızlığının olmadığını açıklamaya çalışırken özrü kabahatinden büyük sözler söyledi. Tümen Komutanı, “Açtığımız ateş sonucunda karşı taraftan yanıt alamayınca onları çoban sandık” dedi. Elbette medya burada da “çobanların üzerine neden ateş edildiği” sorgulamasını yapmadı. Ortadoğu’nun en büyük, Avrupa’nın ikinci büyük ordusu olan TSK, “düşman”ı ateşe verdiği karşılığa göre tanımlıyor: Kuşkulandığın zaman ateş et; yanıt verirse PKK’li, yanıt vermezse çoban! 'CANLI BOMBA' BASIN TOPLANTISI DÜZENLED‹! Jandarma ve Emniyet istihbaratın dezenformasyon raporlarını haber diye sayfalarına ve sitelerine taşıyan gazeteler tıpkı seferberlik basını gibi çalışıyor. Jandarma ve Emniyet istihbaratın hedef gösterdiği Pelşini Bilen, gazetelerde 'İşte kadın canlı bomba' başlıklarıyla verildi. Takvim gazetesi önceki gün “İşte kadın canlı bomba” başlığıyla Pelşini Bilen’i hedef gösterdi. Anadolu Ajansı’nı kaynak gösteren

Milliyet, Sabah, Bugün ve Posta gazeteleri “Adana’da ‘kadın terörist’ alarmı”, “Pelşini Bilen adlı canlı bomba Adana’da aranıyor” başlığıyla Pelşini’yi “terörist” ilan ettiler. Haberlerde, Bilen'in 1991 yılında İzmir’de terör örgütüne yönelik operasyonda yakalandığı, bir süre cezaevinde kaldığı, örgütün infazcıları arasında bulunduğu ve eski erkek arkadaşını örgüt içinde kurulan mahkeme sonucu tabancayla vurarak öldürdüğü bilgileri de yer aldı. Oysa fotoğraftaki kadın İzmir'de beş yıldır market işleten Perşini Bilen'di. Bilen’in İnsan Hakları Derneği’ne başvurması ve basın açıklaması yapması gerçekleri açığa çıkardı. ‘MASADA P... BÜYÜTMEY‹N, ARAZ‹DE GAZETEC‹L‹K YAPIN!’ Gediktepe siperinde Başbakan Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Başbuğ’la birlikte çömelen Hürriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu’na sürpriz bir isimden destek geldi: Vakit gazetesinin sivri dilli yazarı Hasan Karakaya: “Ne yalan söyleyeyim; ‘o fotoğrafı’ görünce, ben de gıpta ettim... Dikkat edin, ‘kıskandım’ demiyorum, gıpta ettim... Tıpkı ‘Gazze gemisinde olamadığım’ için hayıflandığım gibi, ‘PKK baskınına uğrayan karakol”da olamadığım için de hayıflandım... ‘Başbakan’ orada, ‘muhalefet’ nerede?... Ya da; ‘Enis’ orada, ‘biz niye yokuz?’...”

Büroların yeni işçileri avukatlar oldu Halen gözde bir meslek olsa da ücretli ve güvencesiz çal›flma biçimiyle, güvencesiz iflçiler aras›nda her gün say›lar› artan avukatlar›n çal›flma koflullar›n› Avukat Oktay Coflgun Halk›n Sesi’ne anlatt› beyazyakakosesi@gmail.com

Beyaz Mavi Yaka Hayat

Oktay Coşgun avukatlık mesleği ile ilgili sorunların stajda başladığını söylüyor: Hukuk Fakültesi’nden mezun olan birinin, 1 yıl staj yapması gerektiğini söyleyen Coşgun, bu 1 yılın başvuru, itiraz edilip edilmeyeceğinin açıklığa kavuşması için askıda kalma süreci ile uzadığını anlatıyor ve staj süresi boyunca, başka bir alanda dahi, sigortalı çalışma biçiminin yasak olduğunun altını çiziyor: “Burada yorumla ilgili bir sıkıntı var. Avukatlık kanununda ‘avukatlık mesleğiyle bağdaşmayan işler yasaktır’ diyor. Ama güvenceli çalışma avukatlıkla bağdaşmayan bir iş olamaz. Fakat yüksek mahkeme bunu kabul etmiyor. Bunun yerine de bir şey önermiyor.” Avukat Oktay Coşgun’un verdiği bilgilere göre, bu sorunu çözmek için İstanbul Barosu ve Çağdaş Avukatlar Grubunun katkılarıyla stajyerler için bir yardım fonu getirilmek istenmiş. Avukatların her vekalet başına küçük bir miktar katkı sunmasıyla stajyerlere yardım yapması tasarlanmış ancak bu kanuna kredi

şeklinde geçirilmiş. “Bizden staj süresinde 300 TL’lik yardımla hayatımızın idame ettirebilmemiz bekleniyor ama öğrencilikteki gibi yurtlarda kalamıyoruz. Kiramızı yol paramızı, yemeğimizi bununla karşılamamız gerekiyor. Kaldı ki bu kredinin stajın bitmesinden itibaren 3 yıl içersinde geri ödenmesi gerekiyor. Sonra faiz işletiliyor. Temerrüde düşülüyor ve icra yolu açılıyor. Ödemediğimiz takdirde avukatlıktan çıkarılabiliyoruz. Bir nevi banka haline geldi” diyen Coşgun, yüzde 70’in bu krediyi ödeyemediğini ekliyor. Coşgun’un ifadelerine göre staj döneminde kişilerin nitelikli avukatlar haline getirilmesi isteniyor, ancak ucuz iş gücü olarak niteliksiz bir staj süresi geçiriliyor. Tüm bunların dışında, her sene İstanbul Barosu’na iki binin üzerinde avukat katılıyor, iş alanı daralıyor. Av. Oktay Coşgun, İstanbul çapında çalışan sayısı açısından en büyük avukatlık bürolarından birinde çalışıyor. İş yerinde yüzden fazla kişi çalışıyor. Ama sadece beşte biri avukat. Neden avukat-

ların tercih edilmediğini sorunca “Meslekten olmayan kişiler de bu işi yapabildiğinden, avukatı masraflı görüyorlar ve onları tercih ediyorlar. Bu da bizi “beyaz yakalı” olmaktan aşağı çekebiliyor. Büyük hukuk büroları arasındaki rekabet avukatların işçileşmesine yol açıyor. Bu büyük bürolar, performans kriteri dayatıyor. Başarı endeksli bir çalışma biçimi şart koşuyor ki bu da avukatlık mesleği ile bağdaşmayan bir uygulama. Avukatlık mesleği kural olarak güvenceli değildir. Sonuçların belirsizliği vardır. Ama bu sistem bunu engelliyor. İnisiyatif tepeden aşağı geliyor. Halbuki, avukatlık mesleğinde emir olamaz. Bu da bir işçileşme biçimi. Zaten hukuki bilginin metalaştığı bir meslekken, bu durumla birlikte hukuki bilginin yanına bir de artı değer konuyor. Marj bu bürolara gelir oluyor” cevabını alıyoruz. Coşgun tüm bunlarla birlikte, birçok avukatın bu koşullarda sigortasının geç yapıdığını, eksik bedellerle yatırıldığını ya da hiç yapılmadığını, primle destek yapılacağının söylendiğini ama asla yapılmadığını söylüyor.

Bunlara karşı net olmasa da bir örgütlenme fikri olduğunu anlatıyor: “Bir kısım avukat, insanca çalışma saatleri ve ekonomik taleplerimizle ilgili sendikalaşma gerekliliğini savunuyor. Aslen çok fazla emek gücünün girmesinden kaynaklanan, yapılan işlerin dağılımında sıkıntı var. 70-80 bin

avukat var ama CMK’nın avukat atama kapsamı dar. Avukat talebiyle başvuran yüz kişiden yalnız birine avukat atanabiliyor. Hal böyle olunca da belli kimseler belli yerlere gidiyor, bir kısma da hiç avukat atanamıyor. Herkesin avukatlardan yardım alacağı bir sistemin gerekliliğine inanıyorum.”


3

GÜNDEM 9 Temmuz 2010 / 22 Temmuz 2010

Halk›n Sesi

Bu kalp seni unutur mu? K

riz ve neoliberal politikaların iflasıyla beraber sol muhalafete dönük devlet terörü arttı. Neoliberal politikaların iflası AKP’yi krize sürüklerken Kürt sorununda savaş politikasını derinleştiren hükümet Türkiye solunun varlığına ve temel değerlerine dönük de bir saldırı dalgası başlattı. Bu dalga devrimci mücadelenin kökleriyle olan bağını kopratmayı ve bir aradalığını sağlayan değerleri aşındırmayı hedefliyor. KONSER YA DA CENAZE SUÇ OLAB‹L‹R Sol muhalefete dönük polis operasyonları ve örgüt davaları 2006 yılında değişen Terörle Mücadele Kanunu’ndan aldığı güçle her türlü eylem ve edimi suç kapsamına alıyor. Solun temel ve birleştirici değerleri olan devrimci mücadelenin öncülerini anmak, mücadelede hayatını kaybeden yol arkadaşlarının cenazeleri, mahpuslar ve yaşam koşulları gibi konularda gösterilen duyarlılıklar dava konusu haline geliyor. SANATÇILAR DA HEDEFTE Katılınan cenaze törenleri, mezarlık anmaları, gerçekleştirilen kampanyalar örgüt üyeliği suçlaması için yeterli görülüyor. Bu davalarla bir dönem TV dizilerinin tartışmalı bir içerikle de olsa Türkiye devrimci mücadele tarihinin değerlerini popülerleştirerek gençlik içinde yarattığı ilgi de hedef alınıyor. Gençliğin ekranlarda yaşam öykülerini izleyerek sempati beslediği Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi isimleri anmak açılan davalarla gayri meşruymuş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Artık TV ve radyolarda bile çalınan marşları söylemek, marşların söylendiği konserlere git-

H

ükümet krizin yarattığı toplumsal öfkenin solla buluşmasını engellemek için uğraşıyor. Konsere gitmekten mücadelenin öncülerini anmaya kadar tüm suçlamalar solu değerlerinden yalıtmayı amaçlıyor

mek suç haline getiriliyor. Son bir yılda açılan kimi davalarda Kazım Koyuncu’yu anmak, Ali Asker konserine gitmek gibi akıl dışı suçlamalar ve deliller yer alıyor. I 25 Haziran’da Konya Ereğli’de aralarında ÖDP üyelerinin de bulunduğu 4 kişi ‘terör örgütü’ üyeliği suçlamasıyla gözaltına alınarak tutuk-

landı. Mahkemede savcılığa sunulan gerekçeler ise muhalefetin meşru eylem ve etkinliklerine katılımla ilgiliydi. Dava dosyasında 78’liler Derneği’ne gitmek, Ali Asker konserine katılmak, 1 Mayıs’a gitmek suçmuş gibi gösterilerek gözaltına alınanlara bunlara katılıp katılmadıkları soruldu.

I Sanatçı Cevdet Bağca 2009 yılında Siirt'te düzenlenen bir konserde "Kazım Koyuncu'yu, Ahmet Kaya'yı, Ozan Serhat'ı, Delila'yı unutmayın, Uğur Kaymaz'ı unutmayın" dedi. Sanatçı bu sözleri nedeniyle 'terör örgütü sempatizanlığı ve üyeliği hakkında propaganda yapmak' suçlamasıyla 10 ay hapis cezası aldı.

I Türkücü Pınar Sağ ile ozan Mehmet Özcan, Tunceli’de verdikleri bir konser sırasında yaptıkları konuşmayla TİKKO'nun kurucusu İbrahim Kaypakkaya'yı övdükleri iddiasıyla 2010 yılı başında yargılanmaya başladı. I Kutsiye Bozoklar’ın (Işık Kutlu) cenazesine katıldıkları gerekçesiyle 8 Eylül 2009 günü İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa, Çanakkale, Dersim, Diyarbakır ve Malatya’da ev ve bürolara baskınlar düzenlenerek 30 ESP’li gözaltına aldı. Sadece İstabul’da 8 kişi tutuklandı. I Kanser hastasıyken hayatını kaybeden Güler Zere’nin serbest bırakılması için düzenlenen kampanyaya katılmaları ve Mahir Çayan için Kızıldere’de düzenledikleri anma programı gerekçe gösterilerek aralarında KESK MYK üyesi Akman Şimşek, SES MYK üyesi Meryem Özsöğüt ve Halk Cephesi üyelerinin olduğu 30 kişi gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınanlardan 15’i tutuklandı. I Adana’da düzenlenen 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlamaları sonrası atılan sloganlar ve taşınan bazı resimler gerekçe gösterilerek tertip komitesi hakkında ‘terör örgütü propagandası yapmak’ suçlamasıyla dava açıldı. I Samsun’da Mahir Çayan’ı anma suçlamasıyla 1 Haziran sabahı Halkevleri, Öğrenci Kolektifleri ve Liseli Genç Umut’tan 12 kişi düzenlenen ev baskınlarıyla gözaltına alındı. 8 kişi tutuklandı. Adana’da da yine aynı gerekçeyle 14 Nisan’da farklı kitle örgütlerinden on beş kişi gözaltına alınmış 3 üniversiteli tutuklanmıştı. Açılan davada anmaya katılanların bir kısmı ‘örgüt üyesi’ olarak suçlanıyor.

Yanlarına kalmadı Y

ürüyüş dergisi satarken gözaltına alınan Engin Çeber'in işkence sonucu ölmesinin ardından 5 hapishane görevlisine müebbet hapis cezasının verildiği davanın gerekçeli kararı 2 Temmuz günü açıklandı. Türkiye'de işkence suçuna en yüksek cezanın verildiği davanın gerekçeli kararında İstinye Şehit Muhsin Polis Merkezi'nde ve Metris Cezaevi'nde Engin Çeber ile arkadaşlarına yapılan işkence detaylı bir şekilde anlatılıyor. Gerekçeli karara göre Engin Çeber hapishanede sistematik bir şekilde işkenceye uğruyor. Sık sık ıslatılarak dövülen Çeber, sayımlarda ayağa kalkmadığı için gardiyanların saldırısına uğruyor, kafası duvara ve demir kapıya vuruluyor. Metris Cezaevi 2. Müdürü Fuat Karaosmanoğlu'nun ‘ibret olsun’ diye işkence yaptığı anlaşılıyor. Karaosmanoğlu’nun "Bundan sonra ayağa kalkmayıp sayım vermeyenler böyle cezalandırılacak" diyerek diğer tutsaklara gözdağı verdiği gerekçeli kararda yer alıyor. Çeber'in işkence sonucu ölümüyle ve Cihan Gün, Özgür Karakaya, Aysu Baykal'a işkence yapılmasıyla ilgili Bakırköy 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davada Metris Cezaevi 2. Müdürü ile 3 gardiyan müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı.

Bu yaz daha fazla kar biriktirecek, tipi ise sonbaharda "Resmi başlangıç tarihi" 31 Mayıs olan yeni sürecin, ilk başlardaki geçiciymiş gibi görünen özellikleri hızla kalıcılaşıyor. Bunun ilk belirtileri kullanılan dilde görülmüştü; Kürt sorunu tanımlanırken yeniden geçmiş jargon kopyalanmaya başlandı, genelkurmayın dili hakim oldu. Uygulama ise neredeyse tamamen "silahın" emrine girdi. Son iki ayda yaklaşık 200 kişi hayatını kaybetti, üstelik bu sayıya sınır ötesi dahil değil. Eski haritalar raflardan yeniden indirilmeye başlandı, yeniden "Kandil çıkartması" naraları atılıyor. Kürt sorununun asıl nedeni PKK'nin askeri varlığıymış gibi bir algı, toplumun tüm gözeneklerine yerleştirilmeye çalışılıyor. Masa başında yapılan planlar sahaya inince çuvalladı. Türkiye egemenlerinin AKP eliyle uygulamaya koydukları ve asıl ilk ürünlerini genel seçimlerde almayı düşündükleri "Kürt hareketinin siyasal yönlerinin tasfiye edilmesi" planı Kuzey Irak'a indirgenmiş durumda. Daha önce de belirttiğimiz gibi, egemenlerin Kürt sorununa ilişkin “açılım” siyasetinin en önemli noktası, siyasallaşan bu hareketin siyasal temsilcilerinin tasfiye edilmesinde düğümleniyor. Bunu başaramadıkları her durumda ezberleri bozuluyor ve tek "ezber"i olan orduya teslim oluyorlar. Ezberi bozulduğunda Tayyip Erdoğan'ın saçmalamalarına zaten alışmıştık. NATO'yu davet etme saçmalığına, "tek başına inkar politikalarına son vermemiz bile açılım politikamızın yüzde 70-80'inin tamamlanması anlamına geliyor" diye ekliyor. Bu siyaset sahnesi Kürtleri önce inkar edip sonra tanıyan sonra tekrar inkar edenlerle dolu. Demirel "Kürt realitesini tanıyorum" dememiş miydi? Mesut Yılmaz "Avrupa Birliği'nin yolu Diyarbakır'dan geçer" dememiş miydi? Türkeş'in kat ettiği yol sadece biraz daha dolambaçlı olmuştu. Yani Erdoğan'a göre "Kürt sorunu var" deyince açılımın yüzde 80'i tamamlanıyor. Gerisini de şöyle açıklıyor: "Yasama, yürütme olarak açılıma devam ediyoruz." Geri kalan yüzde 20 de yargıya değil ama yasama ve yürütmenin koalisyonuna bırakılmış durumda. Bu dönem Erdoğan'ın dolayısıyla AKP'nin hareket alanı iyice daralacak. Bunun en önemli nedeni genel seçimlere bir yıldan az bir zaman kalması. Ancak ondan önce (ve tabii birlikte) düşünmesi gereken iki kritik gelişme var. Birincisi, Anayasa Mahkemesi’nin

verdiği karar ve referandum süreci. Anayasa Mahkemesi gerek kendi yapısında gerekse de HSYK'nın yapısında değişiklik amaçlanan maddelerde kısmen iptal kararı vererek AKP'nin amaçlarına ayar çekmiştir. İptal edilen maddelerin ortak özelliği bu iki kuruma seçilecek kişilerin seçim aralığını daraltmasıdır. Bu durum asıl olarak AKP'nin yargıya yerleşme sürecini biraz daha uzatacaktır. Ancak şimdiden söylenebilecek olan bu iptal kararının, AKP'nin erken seçim kararı alması açısından yetersiz olacağıdır. İkincisi ise Ağustos’ta ordu kademelerinde yapılacak değişiklik. Genelkurmay Başkanlığı’na Işık Koşaner'in gelmesi elbette "yeni" bir dönemi başlatacak. Bu dönemin en önemli özelliği Koşaner'in 3 yıl görevde kalacak olması. Bu üç yılda olacaklar düşünülürse (genel seçim, cumhurbaşkanlığı seçimi ve ne olursa olsun sözde açılımın ilerletilmesi gerekliliği) "uyumlu" bir birliktelik şart. (Yeni Genelkurnay Başkanı için bilgi notu: 1978 yılında Kara Harp Akademisi'nden mezun olan Koşaner'in, kurmay subay olarak ilk görev yeri Genelkurmay Özel Harp Daire Başkanlığı idi). Balyoz ve Kafes davalarındaki tahliyeler Erdoğan'ın "iyi niyetini" göstermesi bakımından kayda değer. Bununla birlikte artık Türkiye siyaseti hızla ama özellikle sonbaharla birlikte seçim dönemi politikalarına geçiş yapacak, hatta yaptı bile. Böylesi bir dönem bilindiği üzere olağan dönemleri aşan özellikler taşır. Hele iktidarda kalmak "zorunda" olan bir AKP için bu durum daha da olağanüstü yaşanacak. CHP'nin ciddi olarak sıkıştırmasına, eline yüzüne bulaştırdığı açılım ile birlikte bölgedeki oy kaybı da eklenirse tüm "büyü" bozulabilir. Özellikle Kürt sorunundaki tutum tam bir paradoks. Kürtlerden oy almak için ortamı yumuşatmak zorunda, PKK'yi geriletmek için sertleşmek zorunda. Diğer yandan BDP için de genel seçimler kritik. Barajın düşürülmediği durumda yine bağımsız adaylar gündeme gelecek ve bu kez de çıta en az 20 milletvekili olacak. Zaten bağımsız adaylarla kazanılacak maksimum başarı 25 civarı. Bu baskılanmanın AKP karşısında gerginliği sürdürmeyi zorunlu hale getireceği açık. Gerek Türkiye egemenlerinin izlediği siyaset, gerekse Kürt hareketinin sıkışacağı yer düşünüldüğünde toplumsal muhalefetin ana talebinin ne olması

gerektiği açığa çıkar; Kürt hareketinin siyasal temsiliyetinin yasal, meşru zeminlerde oluşmasının garanti altına alınması ve sorunun çözümünde bu temsiliyetin muhatap kabul edilmesi. Türkiye egemenleri bilmelidir ki bu iş muhatapsız çözülemez. Kürt hareketinin siyasal ve demokratik alandaki temsilcilerinin üzerindeki baskı kalkmadıkça da Kürt sorununun çözümü için gerekli olan demokrasi zemini oluşamayacak, Kürtler için siyaset yapmanın tek aracı "silah" olmaya devam edecektir. Bu doğrultuda "KCK operasyonu" adı altında yürütülen operasyona derhal son verilmeli, seçilmiş belediye başkanları yerel muhataplar olarak görülmelidir. BDP'nin siyaset yapma olanakları ve koşulları genişletilmeli, seçim barajı mutlaka kaldırılmalıdır. ("Seçim yasasında yapılan değişiklik, seçimlerden bir yıl önce yapılmışsa uygulanmaz" maddesi de istenirse değiştirilir.) Bunlar yapılmazsa ne olur? Her şey ordunun emrine girer, Kardelenler bile. Günlerdir Genelkurmay Başkanı Başbuğ'un Uğur Dündar'la yaptığı 3,5 saatlik mülakat konuşuluyor, verilen en önemli mesajın ne olduğu derin inceleme konusu. Çok incelemeye gerek yok, Başbuğ'un sorunun çözümüne verdiği yanıt Kardelen Ayşe'ye verdiği yanıtta mevcut. Hatırlanacağı gibi Muş'ta yaşayan 9 çocuklu bir Kürt ailenin kızı olan ve “Kardelen” bursuyla okuyup öğretmenlik yapan Elif İmenç, PKK'nin Halkalı saldırısında uzman çavuş olan eşini kaybetmişti. Bunun üzerine Elif öğretmen, kızını da asker olarak yetiştireceğini açıklamış ve kendisi de genelkurmaya başvurup orduda öğretmenlik yapmak istediğini belirtmişti. Ordunun bir numarası Başbuğ bu isteğe "bizim ordumuz kin ve nefretten beslenen ve intikam almayı amaçlayan bir ortaçağ ordusu değil, o yüzden bu isteğini kabul etmiyorum" yanıtı vermemiştir. Tam tersine bu isteğe çok sevinmiş, derhal yerine getirilmesi ve teğmen olarak bu göreve atanması için hemen talimatlar yağdırmıştır. Elif'in yoksul kimliği de, Kardelen kimliği de, Kürt kimliği de, öğretmen kimliği de artık ordunun lojistiğine alınmıştır. Kuşkusuz bu konudaki özel ilginin bir diğer nedeni de Elif İmenç'in Kürt kimliğidir. Bu "özel ilgi"yi yine Başbuğ'un mülakatındaki bir diğer açıklamayla bütünleştirmek gerek. Başbuğ, köy koruculuğu sisteminin kendileri için kaçınılmaz olduğunu belirttikten sonra bu sistemin sembolik

anlamının da çok önemli olduğunu söylüyor. O sembolik anlamını da şöyle anlatıyor: "Dağdakiler yani PKK kim, Kürt, köy korucuları kim, onlar da Kürt". Yani Kürdü Kürde kırdırmak, en dahiyane çözüm. Egemenlerin bir başka dahiyane çözümü ise fındık ve çay toplamak için Karadeniz'e giden Kürt tarım işçilerin bölgeye sokulmaması. Geçici ve gezici tarım işçiliğini Kürtlerin ve Türklerin bir arada yaşamasının deneyimlerinden biri olarak değerlendirmek yerine tam tersini yani düşmanlığı yaygınlaştırmanın bir fırsatı olarak görüyorlar. Akıllarınca aynı zamanda Kürt yoksullarını bölgeye hapsederek sermaye için çok ucuz işgücü haline getirecekler, bölgesel asgari ücreti yasalaştırmalarına bile gerek kalmayacak. Hatta korucu olmak için kuyrukları uzatırlar. Yeri gelmişken bu konuda Kılıçdaroğlu'nun tavrına değinilmeden geçilemez. Yine bir hatırlatmayla; Erdoğan'ın cephede çömelme görüntülerine çok içerleyen Kılıçdaroğlu, biraz da kendi kendini gaza getirerek "ben de giderim, çömelmem" deyip fotoğrafçısını alıp dağa çıktı. Ama CHP'nin hızını almayan yeni genel başkanı, askerlerin davetiyle korucu köylerini ziyaret edip geçici köy korucularına "sigorta yapma" sözü de verdi. Bu söz çok kritik. Eğer Kılıçdaroğlu'nun o an aklına gelip, günün heyecanıyla ağzından kaçmamışsa "yeni CHP"nin Kürt sorununu hiçbir biçimde çözemeyeceğinin tek başına kanıtıdır. Kürt sorununun gerçek bir çözümü için kaçınılmaz şartlardan biri köy koruculuğunun kaldırılmasıdır. Çünkü bu sistem köy ağalığını yani feodaliteyi kalıcılaştırdığı gibi her türlü hukuksuzluğu ve gayrimeşru faaliyetleri gizlemek için kullanılmaktadır. Tek başına Bucak aşireti bile kanıttır. Kılıçdaroğlu, Bucak aşiretine sigortalı olma ve emeklilik sözü vermektedir. Bunlardan da önemlisi köy koruculuğu sistemi halkı bölmekte, kin ve nefreti kalıcı hale getirmekte, on yıllar sürecek bir kan davasına yasal zemin sunmaktadır. Hangi aklı başında insan köy koruculuğu kaldırılmadan Kürt sorununun demokratik ilkeler çerçevesinde çözeceğini iddia edebilir? Ayrıca bir başka notu da düşmek gerek. Kılıçdaroğlu'nun cepheye turistik gezisinin tarihi 2 Temmuz'du. 2 Temmuz'u CHP'liler hatırlar herhalde. Kılıçdaroğlu, Sivas'a gitmeyi tercih etmemiştir. Onun yerine Sivas'a AKP çıkartma yapmış, meydan Bakan Faruk

Çelik'e adeta teslim edilmiştir. Yıllardır arayıp bulamadıklarını bu yıl başardılar. Doğal olarak bununla da yetinmeyen Faruk Çelik, üç gün sonra da Başbağlar'ı ziyaret etti. Ve bir çırpıda Sivas'la Başbağlar birlikte paketlenip Ergenekon’a bağlanıverdi. Alevilerin demokratik taleplerinin en etkili ve sonuç almaya en uygun bu dönemi ise Muharrem İnce'nin şatafatlı ve uyaklı birkaç sözcüğünün arasında uçup gitti. Aynı dönemde ne hazindir ki Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Teşkilat Yasası TBMM'den geçti ve ret oyu verenler sadece BDP'lilerdi. Bu dönemde CHP için yapılan değerlendirmeler ikiye ayrılıyor. Yıllardır AKP iktidarından yılan kesimler "yeni CHP"yi AKP'den kurtulmak için büyük bir umut olarak görürken her türlü eleştiriyi, CHP'yi zayıflatan dolayısıyla AKP'yi güçlendiren bir bakış açısıyla değerlendiriyorlar. Özellikle solcuları, devrimcileri klasik sol hastalığa tutulmuş yani genelin çıkarları yerine kendi grup çıkarlarını savunan dar zihniyetler olarak yaftalamaya hazırlar. Diğer tarafta ise sadece genel başkanın değişmesinin yılların oluşturduğu kadroların, birikimin, politikaların, ilişkilerin değişmesi anlamına gelmeyeceğini savunan ihtiyatlı bir kesim mevcut. CHP karşısında iyi niyetli yorum: Kılıçdaroğlu hazır olmadığı bir sürecin sancılarını çekiyor. İçeriden ve dışarıdan kuşatma altında. Erdoğan'ın çömelme pozisyonunu fırsat zannetti ama ordunun kuşatmasına maruz kaldı. Teşkilatı tutmak için Önder Sav'a ihtiyacı olduğunu sanıyor, oysa ki Önder Sav'ın kalmak için Kılıçdaroğlu'na ihtiyacı var. Kılıçdaroğlu birkaç ayda durumu toparlar ve halkın gerçek karaoğlanı oluverir. Kötü niyetli yorum: Kırk yıllık Kani olur mu Yani misali. Alevilerin ve sosyal demokratların sorgusuz-sualsiz desteğini zaten cepte gören CHP, günlük ve pragmatik politikalarla oyunu arttırmanın peşinde. Bunu zayıf bir liderle yapmaya kalkışınca da savrulmalar kaçınılmaz. Ve bu gidişle de tekelci sermayenin ve ordunun çıkarlarını doğrudan savunan, yeni liberal dönemin yeni CHP'si olur. Kılıçdaroğlu karşısında toplumsal muhalefete düşen görev, umutsuzluk oluşturmak yerine CHP üst yönetiminin, sosyal demokrat tabanı yeni liberal dönemin politikalarına yedekleme girişimlerine dikkat çekmektir. İktidar olmak için yanıp kavrulan üst kadrolar,

tekelci sermayeden ABD'ye, ordudan MHP'ye kadar her kesimle ilkesiz birliktelikler yapmakta engel tanımayacaklar, zaten kendilerine oy verenleri bir baskı gücü olarak değil, maniple edilmesi gerekenler olarak görecektir. Egemenlerin CHP'ye olan ilgisi aynı zamanda AKP'nin "işleri" eline yüzüne bulaştırmasından kaynaklanıyor. Dış politikada "lafı çok icraatı yok" durumu artık iyice görünür halde. Bölgedeki partnerinden yeterli verimi alamayan ABD, işlere doğrudan müdahale etmeye karar verdi bile. Ve dışişleri bakanını Kafkasya'ya gönderdi. Beş ülkeyi ziyaret eden Hillary Clinton'ın en çarpıcı özelliği, 19 yıl sonra Azerbaycan'ı ziyaret eden bakan sıfatını kazanmasıdır. Bu arada Davutoğlu, "Bu yaz Kafkaslar'da çok kritik gelişmeler olacak" fetvası vermekle meşgul. İsrail ile ilişkilerde ise "eskiye nasıl döneriz" kılıfını bulmaya çalışıyorlar. Kriz ilk başladığında Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin 4 şartı vardı: Özür dilenmesi, Tazminat, Uluslarası Soruşturma Komisyonu kurulması, Gazze ablukasının kaldırılması. Şimdi sadece ilk ikisi kaldı, diğerleri unutuluverdi. Amerika ise Türkiye'yi hangi özelliğinden dolayı önemsediğini atayacağı yeni büyükelçiyle yeniden göstermiş durumda. Yeni büyükelçi Avrupa'da görev yapanlardan değil, Afganistan'dan geliyor. Ekonomik alanda işler istendiği gibi gitmiyor, her ne kadar sayılarla her biçimde oynayıp tersini kanıtlamaya çalışsalar da milli gelirin bu yılın birinci çeyreğinde yüzde 11,7 büyüdüğünü böbürlenerek açıklamalarına karşın, 2008'deki seviyeye bile ulaşamadığı bilgisini ekleyemiyorlar. Üstelik bir önceki krizin Amerika merkezli yaşandığı oysa şimdiki olası krizin merkezinin Avrupa olacağı düşünülürse Türkiye'yi bekleyen gelecek hiç de parlak olmayacak. Yaz aylarında zaten yaşanan enflasyon düşüşü AKP için sadece geçici bir propaganda malzemesi. Her şeye rağmen bu yaz çok daha fazla kar biriktirecek, tipi ise sonbaharda. "Eee o zaman sonbaharı bekleyelim" demek bir tercih elbette. Bir başka tercihse "sonbaharı erkene çekmek". Yazın yapılacaklarla birlikte. Çünkü karşıdakiler sonbahara hazırlanırken yazı da boş geçirmiyor. Nükleer yasası geçiriliyor, HES inşaatları tüm hızıyla sürüyor, enerji alanının kapıları sermayeye ardına kadar açılmış durumda, taşeronlaşma tam gaz ilerliyor, madenciler hala toprak altında.


4

GÜNDEM 9 Temmuz 2010 / 22 Temmuz 2010

Halk›n Sesi

Tafl atan çocuklar ve cam silen çocuklar Kürt sorununun son zamanlarda konuşulan bir yönü. “ Çocuklar”, İktidar güçleri ve pek saygın medyası, “taş atan

AKP’nin kardeşliğine kim inanır?

çocukların” PKK'nin kötülüğünün kanıtı olduğunu ileri sürüyor. “Çocuk hakları adına” barış olsun olmasın, PKK'nin çocukları eylemlerin ön saflarından uzaklaştırması gerektiğini söylüyorlar. Çocukların olması gereken yer “şiddet eylemleri” değil okulmuş. Bir ara bunu neredeyse bir toplumsal kampanyaya da dönüştüreceklerdi. Ama siyasi iktidarın, Anayasaya ve uluslararası sözleşmelere açıkça aykırı bir biçimde çocukları yargılayan ve onar onbeşer yıl hapse mahkum eden “özel mahkemeler”in yetkisini bir “pazarlık” malzemesi olarak kullanması, “Açılım Süreci” boyunca ilgili yasa tasarısını taktik nedenlerle gündeme getirip getirip geri çekmesi aynı “nezih” topluluğun ilgi alanına girmedi. Bir süredir Diyarbakır Valiliği de bir başka “Çocuk Hakkı”nın peşinde! Valilik “cam silen çocukların geleceğini kurtarmak Ferda için” kolları sıvamış, şehrin tüm Koç önemli kavşaklarına “cam silen ferdakoc@ çocuklara, onların iyiliği için hotmail.com para verilmemesi gerektiği” uyarısını yapan pankartlar asmış. Sürücüler ve yolcular “valilik talimatıyla” kavşaklarda cam silen çocuklara para vermeyecekler, çocuklar da bir süre sonra bakacaklar ki bu işte para yok, cam silerek para toplamayı bırakacaklar... PKK çocukları zaptedecek, çocuklar “militan” olmaktan alıkonulacaklar; sürücüler ve yolcular çocuklara para vermeyecek, çocuklar “dilencilik” yapmayacaklar!... Bunları söylemekle de devlet “elini yıkayıvermiş”, çocukları “militan” diyerek öldürmenin, onlarca yıllığına hapse tıkmanın, açlığa ve sefalete mahkum etmenin sorumluluğunu PKK'nin, sürücülerin ve yolcuların üzerine yıkıvermiş olacak. İç savaşların çocukluk yaşantılarını derinden, sarsıcı bir biçimde etkilediği kesin. Köyü yakılmış, ailesiyle bir şekilde göçe zorlanmış veya ana-babası, kardeşleri veya yakın akrabaları gerillaya katılmış, cezaevine sokulmuş, işkence görmüş çocukların yaşadıkları veya tanık oldukları acıların çocuk bilinçlerine nasıl yansıyacakları kontrol edilemez. Çocuk dünyası üzerindeki bu sarsıcı etkenlerin, köşeye sıkıştırılmışlık duygusuyla kuşatılmış bir gündelik hayatla kaynaştığı koşullarda Gazze'de de sonuç değişmez, Bağlar'da da. “Taş atan çocuklar” ve “kavşaklarda cam silerek dilenen çocuklar” aynı toplumsal sorunun iki değişik görünümüdür. Üstelik, travmatik bir çocukluk ortamında büyüyen ve köşeye sıkışmış hayatlarına başkaldıran “taş atan çocukların” büyük kitlesel hareketler içinde aktif rol alarak özgürleşmeye çalışmaları, onlar için olası gelişme yolu alternatiflerinin en olumlusu olabilir. Bu gibi ortamlarda büyük kitlesel hareketler içinde “siyasallaşan”, “kollektif özgürleşme” yolunu tutan çocukların, “bireysel” çıkış yollarına yönel(til)en ve “kavşaklarda cam silerek dilenen, kapkaçcılık vb. yollara sapan akranlarına oranla bir çok kişilik bozukluğundan daha etkili bir biçimde korunacakları söylenebilir. (“Taş atan çocuklar”la “cam silen çocuklar”ın çeşitli bakımlardan karşılaştırılması, Dicle, 100.yıl veya Artuklu gibi bölge üniversitelerinde sosyoloji, psikoloji okuyan yurtsever üniversite öğrencileri için güzel bir “ev ödevi” olabilir) Hatta bir adım ileri giderek denilebilir ki, kavşaklarda cam silen çocukları dilencilikten uzaklaştırıp, olumlu bir kimlik ve kişilik kazanmaya yöneltmekte, “taş atan çocuklar” Diyarbakır Valiliği'nden daha etkili bir kılavuz olabilir. Ama bunun olabilmesi için Ulusal Özgürlük Hareketinin de “cam silen çocuklara” karşı sorumluluğunu “kurtuluş gününün sonrasına bırakmaması” gerekir. “Kavşaklarda cam silerek dilenen çocuklar gerçeği”ni en az “taş atan çocuklar gerçeği” kadar ulusal baskı siyasetinin bir görünümü ve sonucu olarak ele almak ve “cam silen çocukları” da sahiplenen bir mücadele programı oluşturmak o kadar da zor değil. Devletin, “güvenlik gerekçesiyle” göç ettirdiği 1 milyon insanı bir tek iş kapısı açmadan Diyarbakır'a tıkmasının ve bunun yarattığı sosyal trajedinin bedeli, (ciddi bir kısmı dalga geçer gibi Diyarbakırspora zorunlu “bağış” olarak kesilen) üç otuz para tazminat olamaz. Sokaklara düşürülen bütün savaş mağduru Kürt çocuklarına doğrudan kendileri için harcanacak bir gelirin sağlanması, böylesi bir programın başlıca taleplerinden olabilir. Ve “taş atan çocuklar”, “cam silen” akranlarını, dilenmek üzere kavşaklarda öbeklenmek yerine, yıkılan hayatlarını hep birlikte yeniden kurmak ve çiğnenen onurlarını kurtarmak üzere bir başka biçimde sokağa çağırabilirler.

Y

ıllardır, Sivas katliamını katliam değil ‘olay’ diye tanımlamayı tercih eden ve unutturmaya çalışan, katliam sanıklarına belediyelerinde iş imkanı sunan, Alevileri asimile etmeye çalışan, Maraş katliamcısını ‘Alevi uzmanı’ olarak çalıştaylara çağıran AKP, bunları yapan kendisi dğilmiş gibi 2 Temmuz’da Madımak önünde “kardeşlik” mesajı verdi. Diyanetten Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Çelik 2 Temmuz günü Sivas katliamının yıldönümü vesilesiyle Madımak Oteli’nin önünde bir basın açıklaması yaptı. Çelik’e Vali Ali Kolat, Belediye Başkanı BBP'li Doğan Ürgüp ve aralarında Cem Vakfı Sivas Şubesi Başkanı Ali Rıza Kaçan’ın da bulunduğu bir grup eşlik etti. Devlet bu açıklama ile ilk kez 2 Temmuz’da Madımak önüne teşrif etmiş oldu. Açıklamasına “2 Temmuz 1993 tarihimizin en acı günlerinden biridir” diyerek başlayan Çelik, “sinsi odakların, o gün karanlık planlarını gerçekleştirmek istediği”nden söz ederek katliamcıların Ergenekon tarafından yönlendirildiğini ve AKP geleneğinin bu işte bir sorumluluğu olmadığını ima etti. “Madımak'ın acısı tüm Türkiye'nin acısıdır. Bu olayın tarafı olmaz” diyen Çelik, “Biz Alevisi Sünnisi tüm unsurlarıyla birlikte yaşıyoruz. Daima bir, diri ve iri olacağız. Madımak'taki vahşeti yaşatanlara verilecek en güzel cevap birlik ve beraberlik” diyerek kardeşlik mesajları vermeye çalıştı. Faruk Çelik, Türkiye’nin sorunlarıyla yüzleşecek kadar demokratik olduklarını ve karanlıkları aydınlatacaklarını iddia ederek konuşmasını bitirdi.

S‹NS‹ ODAKLAR ARANIZDA!

AKP’li Bakan Faruk Çelik 2 Temmuz’da Madımak Oteli önünde kardeşlik mesajları vermeye çalıştı ancak Çelik’in ziyareti, suç mahalini ziyaret eden suçluyu andırıyor

G

Bakan Çelik, eylemin “sinsi odaklar” tarafınan gerçekleştirildiğini söylese de, katillerin avukatlığını yapan Hayati Yazıcıoğlu bugün devlet bakanlığı ve başbakan yardımcılığı görevlerinde. Karanlık olayları aydınlatmaktan bahseden ‘Alevi açılımı koordinatörü’ Faruk Çelik, daha önce 1978 yılında yaşanan Maraş katliamının bir numaralı sanığı Ökkeş (Kenger) Şendilli’yi, Alevi Çalıştayı’na davet ederek kamuoyunun tepkisni çekmişti. Katliam sanığı İhsan Çakmak, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde Kadir Topbaş’ın Belediye Başkanı olduğu 2004 yılında işe başladı, 2007’de yakalanıncaya kadar çalıştı. Çakmak’ın katliam sanıklığından aranırken işe alındığı, sigortasının

düzgün olarak yatırıldığı, açık kimliği bilinmesine rağmen hiçbir zorlukla karşılaşmadığı ortaya çıktı.

AKP’N‹N AÇILIMI AS‹M‹LASYON AKP, bir süredir “Alevi Açılımı” adı altında Alevi Çalıştayları düzenliyor ancak Alevi örgütlerinin önemli bir bölümü bu sürece katılmayı reddediyor. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Fevzi Gümüş, 2 Temmuz anma törenlerinde yaptığı konuşmada “AKP hükümeti ‘Alevi açılımında’ asimilasyon yapmaktan öteye gitmemiştir” dedi. Gümüş AKP’nin açılımda samimi olmadığını söyledi. Alevilerin, zorunlu din ders-

lerinin kaldırılması, Madımak’ın utanç müzesi olması, cemevlerinin resmen ibadethane olarak kabul edilmesi, Alevi yerleşim alanlarına cami yapılmasına son verilmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedilmesi gibi talepleri AKP tarafından yok sayılıyor. Bu taleplerin aksine AKP iktidarı döneminde din kültürü ve ahlak bilgisi dersi için on bine yakın öğretmen atandı, 60’tan fazla din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni milli eğitim müdürü oldu. Alevi yerleşkelerinde daha çok cami açılırken bazı yerlerde cemevleri yıkılmak istendi. Madımak Oteli’nin müzeye dönüştürülmesi talebi ise ısrarla reddedilirken park, kütüphane yapılması gibi seçenekler öne çıkarılarak katliam unutturulmak isteniyor.

Siper barışı korumuyor T

ayyip Erdoğan'ın Gediktepe ziyaretinden sonra CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu 'kendi topraklarında çömelmiş bir başbakanı görmek istemiyorum' diyerek, kendisinin de sipere gitmek istediğini söyledi ve çömelmeyeceğini açıkladı. Ardından Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile birlikte sınırın sıfır noktasına giden Kemal Kılıçdaroğlu da Kürt sorunu tartışmalarına 'siperden' dahil oldu ve savaştan yana tavrını ortaya koydu. AKP ise, Kılıçdaroğlu'nun karakol ziyaretine beş bakanla ayrı ayrı cevap vererek tartışmaların seviyesini daha da aşağı çekti. BDP, daha önce “kanı kanla yumazlar” diyen Kılıçdaroğlu'nun açıklamalarını olumlu karşılamıştı. Ancak Kılıçdaroğlu bu sözün altını dolduracak adımlar atmadı ve tercihini sipere gitmekten yana yaptı. Kılıçdaroğlu'nun Kürt sorununun ekonomik yöntemlerle

AKP’den tasfiyeli yenilenme

çözüleceği yönündeki tespitlerinden ise “koruculara sigorta yapma” önerisi çıktı. CHP'nin çıkmaza girmesi üzerine BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, “Kürt sorunu siperin önünde değil arkasında” hatırlatmasını yaparak beklentilerinin boşa çıktığını belirtti. Son olarak Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne seslenerek daha önce Suriye'ye uygulanan baskıyı hatırlattı ve Barzani’yi

Kandil'e yönelik ortak operasyon yapmaya davet eden açıklamalarda bulundu. Son dönemde eylemlerini yoğunlaştıran PKK'nin petrol boru hatlarına düzenlediği saldırı yerli ve uluslararası sermayeye, ‘Kürt sorununda çözüm yoksa sermayeye de huzur yok’ mesajını veriyor. BDP ise, çatışmaların tırmanmasına rağmen barış siyasetinde ısrarcılığını sürdürüyor. BDP'li milletvekilleri barışın sağlanması için siyasi çözümde

diretirken, Abdullah Öcalan iki taraflı ateşkesin gerçekleştirilmesinin mümkün olduğunu belirtti. TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner ise, Kürt sorununun çözümünde demokratik yolların kapatılmaması gerektiğine dikkat çekti, Türkiye’de susması gereken tek şeyin silahlar olduğunu söyledi. Barzani görüşmesinin ardından, Kuzey Irak’ın ciddi bir potansiyel arz ettiğini söyleyen Boyner, demokrasi açığı kapanmadan bütçe açığının kapanamayacağını belirtti ve bölgesel farklılıkların parlamentoya baraj sistemi nedeniyle yansıyamadığını vurguladı. Çatışmaların sürdüğü, medyanın savaş çığırtkanlığını yükselttiği ve toplumsal ayrışma riskinin bulunduğu böylesi bir ortamda; güçlü ve birleştirici bir barış çağrısının ve savaş eleştirisinin eksikliği kendini hissettiriyor.

enel seçim yaklaşırken AKP’de önemli parti içi düzenlemeler gündeme geliyor. AKP Genel Merkezi, “Kürt Açılımı” sürecine ayak uyduramayan ya da yaklaşan seçim sürecinde sıkıntı yaratacak parti içi odakları, ‘istifa furyası’ yaratmadan tasfiye etmeye başladı. Murat Başesgioğlu’nun ve bazı il teşkilatlarının istifalarıyla ortaya çıkan süreç, AKP kadroları tarafından ‘yenilenme süreci’ olarak tanımlanıyor. AKP iktidarı döneminde 7 yıla yakın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve devlet bakanlığı yapan Murat Başesgioğlu 2 Temmuz’da AKP’den istifa etti. Başesgioğlu istifası sonrasında yaptığı açıklamalarda başta “Kürt açılımı” olmak üzere artık AKP ile düşünce farklılıkları olduğunu belirtti. Milliyetçi refleksleriyle tanınan Başesgioğlu AKP’nin, Kürt Açlımı’nı ilk ortaya attığı 2009 yılı Kızılcahamam kampında açılıma karşı olduğunu söylemişti. AKP’nin, Kürtlerin temel taleplerini karşılamayan ‘açılım’, miliyetçi şoven çevreleri huzursuz etti. Başesgioğlu gibi isimlerin partideki varlığı bu huzursuzlukları kopuşlara dönüştürme riski taşıyor. İstifa da bu riskin kısmen giderilmesi anlamına geliyor.

TAfiRA DÜZENLEMELER‹ AKP Kayseri İl Başkanı Mahmut Cabat genel merkezin talimatıyla 25 Haziran’da istifa etti. Cabat, lastik bayisiyken AKP iktidarıyla birlikte yükseldi ve maden sektörüne el attı. Cabat’ın 2005’ten bu yana maden arama ruhsatı aldığı alanların toplam büyüklüğü, Yalova’nın 17 katını geçti. CHP Kayseri Milletvekili Şevki Kulkuloğlu’nun açıkladığı “maden dosyaları” Cabat’ın istifasının önünü açtı. AKP Mersin İl Başkanı Fatih Kısa, AKP Genel Merkezi’nin talimatı ile 2 Temmuz Cuma günü istifa etti. Kısa’nın istifasında, kardeşinin karıştığı silahlı işyeri baskını etkili oldu. ‘YEN‹ YAPILANMADAN HABER‹M VAR’ AKP Bursa İl Başkanı Nagip Vardar da AKP Genel Merkezi’nin talimatı ile Osmangazi, Nilüfer ve Yıldırım ilçeleri AKP ilçe başkanlarıyla beraber 2 Temmuz’da istifa etti. Yeniden yapılanmaya gidileceğinin kendisine iletildiğini söyleyen Vardar, istifasının gerekçesi sorulduğunda “Gerekçe bildirmediler. Yeni yapılanma olduğunu söylediler. Biz de sormadık. Soru sorma gibi lüksümüz yok zaten” dedi.

Davutoğlu’nun İsrail balonu patladı Davutoğlu, İsrail Endüstri ve Ticaret Bakanı ile gizlice görüştü. “İsrail şartlarımızı kabul etmezse tüm ilişkileri keseceğiz” dedi. İsrail, şartları kabul etmedi ama ilişkiler hala sürüyor

M

avi Marmara baskınının ardından Türkiye hükümeti, özür dilenene kadar İsrail’le görüşülmeyeğini açıkladı. Açıklamanın üzerinden çok geçmeden İsrail Endüstri ve Ticaret Bakanı Benjamin Ben-Eliezer ile Dışişleri Bakanı Davutoğlu gizli bir görüşme yaptı. Davutoğlu 1 Temmuz’da gerçekleştirilen görüşmeyle ilgili yaptığı açıklamada, şartlarını yüzlerine doğrudan söylemek için görüştüklerini söyledi. Açıklamada şartlarla ilgili olarak, İsrail’in tazminat ödemesi ve özür dilemesi, uluslararası takip komisyonu oluşturulması gerektiği aksi taktirde tüm ilişkileri kesecekleri bilgileri yer aldı. İsrail hükümeti ise tam tersi bir tutum sergileyerek şartların hiçbirini kabul

etmedi ve Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini kesemeyeceğini vurguladı.

‹SRA‹L TÜRK‹YE’N‹N fiARTLARINI REDDETT‹ Davutoğlu-Eliezer görüşmesinin ardından İsrail Devlet Başkanı Netanyahu, Obama’yla görüştü ve İsrail’le ABD’nin ayrılamaz parçalar olduğunu söyledi. 4 Temmuz’da Obama’nın Erdoğan’a yaptığı “komisyon araştırması yapılırsa İsrail’in lehine sonuçlanabilir” uyarısı da ABD’nin tavrını gözler önüne serdi. Netanyahu’nun açıklamalarının ardından İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Aşkenzi’den Mavi Marmara saldırısının Türkiye-İsrail askeri ilişkile-

rine zarar vermediği açıklaması geldi.

‹SRA‹L TAZM‹NAT ÖDEMEYECEK İsrail yönetimi, saldırıda ölen kişilerin Hamas’la bağlantılı olduklarını gerekçe göstererek tazminat ödemeyeceğini açıkladı. Hamas’la bağlantısı olmayanların ailelerine ise tazminat ödemelerinin sözkonusu olabileceğini söyledi. Aynı gün akşam saatlerinde İsrail Başbakanı Netanyahu, "Türkiye ile ilişkilerimizin daha fazla zarar görmesini istemiyoruz" açıklamasını yaptı ve İsrail'in Mavi Marmara baskını nedeniyle özür dilemeyeceğini Eliezer’in ardından tekrar vurguladı. İsrail Türkiye’nin şartların kabul

edene kadar, Mavi Marmara saldırısından 1 hafta sonrasında aldıkları ‘hava sahasını kapatma’ kararının devam edeceğini söyleyen Davutoğlu, “Ne yaptığımızı biliyoruz. Bunları Türkiye’nin yüksek çıkarları için yapıyoruz” demişti. Tatbikatların iptali, büyükelçinin geri çekilmesi ve hava sahasının (kısmi olarak) İsrail uçaklarına kapatılmasıyla İsrail’le ilişkilerin durdurulduğu izlenimi kamuoyuna verilmek istense de ihracat rakamları, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini kesemeyeceğinin bir göstergesi oldu. İsrail’e yapılan ihracat geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 19,7 arttı. 2010 yılının ilk altı ayında ihracat yüzde 42,2 artarat 990 milyon dolara çıktı.


5

DÜNYA 9 Temmuz 2010 / 22 Temmuz 2010

Halk›n Sesi

Yoksulluğa ve krize devam 7

iklim 5 kıta

COSATU greve gidiyor

G Dünya gelirlerinin yüzde 85’ine sahip 20 devlet krizden nasıl kurtulacaklarını tartıştılar ve yoksulluk yaratan kamunun daha da küçültülmesi, ücretlerin düşürülmesi politikalarına ‘devam’ dediler

D

ünyanın en gelişmiş 20 ekonomisini oluşturan G20 devletleri 26-27 Haziran 2010 tarihlerinde Kanada’nın Toronto şehrinde toplandı. Dünya gelirlerin yüzde 85’ine sahip olan G20 devletleri, toplantıda küresel krizin sermaye üzerinde ortaya çıkardığı sorunları ve bu sorunların çözüm yollarını tartıştı. Emperyalist merkezler ‘krizden çıkıyoruz’ naraları atarken, Yunanistan ve İspanya’da aynı kriz yine patlak vermişti. Bu sebeple G20 zirvesinde, “krizin tekrar büyümemesi için ne yapılmalı” konusu da tartışıldı. Zirvede duruma çözüm olarak iki farklı seçenek ortaya çıktı. Birincisi izlenen ekonomi politikası aynen devam ettirilecek yani devlet bankalara daha çok teşvik verecek. Bankalar da kredi piyasasını şişir-

meye devam edip insanları aşırı tüketime teşvik edecek. Bu durumun sonucunda balon daha çok şişecek yani ekonominin, olmayan paraların harcanmasıyla "büyümesi” devam edecek. İkincisi ise acilen kemer sıkma politikaları uygulamak. Yani kriz sonucu ortaya çıkan “bütçe açığı ve borçları” bir an önce yok etmek. Bunu ise yaratacağı yoksulluğa, maddi ve manevi yıkıma aldırılmadan toplumsal harcamalarda bir an evvel ve en sert bir şekilde kesintiye gidilerek yapılacak. G20 ülkeleri, farklı düşüncelere sahip olsalar da 2013 yılına kadar “bütçe açıklarını” yarıya indirmek konusunda uzlaşmaya vardılar. Buna göre ekonomik gelişkinliklerin farklı olduğu öne sürülerek bütçe açıklarının düşürülmesi için izlenecek politikaları devletler

kendileri belirleyecek. Mustafa Sönmez bu durumu “26-27 Haziran 2010’daki G20 zirvesi gösterdi ki, kaostan çıkış, merkezi bir iradeyi, planlamayı gerektirir, oysa ortada, fırsatını bulsa diğerinin gözünü çıkaracak kurtlar sofrası var. Ve zirveden özetle şu mesaj çıktı: Yangın büyük, herkes canını kurtarsın…Bunu, şöyle de okuyabilirsiniz: Altta kalanın canı çıksın!” diyerek yorumladı. FATURA HALKA KES‹L‹YOR Yunanistan ve İspanya gibi ekonomiler, sermayenin izlediği bu politika sonucunda krize girdi. Bu kriz karşısında, son olarak G20 zirvesinde de tartışılan sert kemer sıkma politikaları tercih edildi. Özellikle “reform” adı altında toplumsal harcamalarda büyük kesintilere gidiliyor. Yunanistan, bu kriz karşısında

“reform” adında açıkladığı önlem paketlerinde asgari ücretleri ve kamu çalışanlarının maaşlarının düşeceğini ve emeklilik yaşının 53’ten 63’e çıkacağını, emekli maaşlarında da indirim yapılacağını sosyal yardımlarda kesintilere gidileceğini, genç işçilerin maaşlarını asgari ücretlerin altına çekeceğini söylüyor. Kriz karşısında özelleştirmeleri arttıran, Yunanistan Ege Denizi’nde bulunan adaları kiralamaya karar verdi. İspanya ise yine kamu çalışanlarının maaşlarına göz koymuş durumda. İtalya’da ve Almanya’da “eğitim reformu” adı altında üniversitelerin harçlarına zam yapıldı. HALK, KR‹Z‹ YARATANLARA KARfiI SOKAKTA Toronto’daki G20 toplantılarında içeride ‘krize karşı

sermayeyi nasıl koruruz?’ tartışmaları yapılırken dışarıda ise sendikaların, demokrasi güçlerinin ve öğrencilerin düzenlediği protestolar vardı. 10 binlerce insan krizi ve uyguladıkları politikalarla bu krize sebep olan devletleri protesto etti. Allen Gardens Parkı’nda toplanan G-20 karşıtları zirvenin yapılacağı yere çıkan tüm yolları tuttu. Daha sonra zirvenin yapıldığı Metro Toronto Convention Center'a doğru yürüyüşe geçen kitle, polisin saldırması üzerine karşılık verdi. Polis araçlarını ateşe veren kapitalizm karşıtları, polislerin megafonlarına da el koyarak eylem için kullandı. Uzun süre sokak hâkimiyetini elinde tutan kitle, McDonalds, Starbucks gibi restorantları ve banka binalarını da taşladı. G20 protestoları sırasında polis saldırısı sonucu 600 kişi gözaltına alındı.

Yunanistan ve İspanya’dan G20’ye grevle cevap G

20 toplantılarının hemen ardından 29 Haziran günü kriz karşısında hükümetlerin aldığı önlemlere karşı İspanya’da ve Yunanistan’da iki grev yaşandı. TÜM HALK GREVDE Yunanistan’da krize karşı hükümetin ortaya koyduğu önlem paketine karşı bütün halk 29 Haziran günü grevdeydi. Kamu çalışanlarının maaşlarının azaltıldığı ve sabitlendiği, vergilerin artırıldığı Yunanistan’da yeni yapılmaya çalışılan yeni düzenlemelerle beraber emekli

yaşının 53’ten 63’e çıkartılması ve emekli maaşlarının azaltılması, işten çıkartılmaların kolaylaştırılması ve sosyal yardımların azaltılması gibi uygulamalar hayata geçirilmeye çalışıyor. Yeni önlem paketi karşısında genel grev kararı alan Yunanistan sendikaları, halkın genelinden gelen destekle beraber, ülkede hayatı durdurdu. Ulaşımın ve turizmin sekteye uğradığı grevde basın yayın çalışanlarının greve gitmesiyle beraber radyo ve televizyonlarda haber yayını yapılamadı. Bankaların ve

okulların kapalı olduğu grev günüde hastaneler sadece acil servis hizmetlerini verdi. Bu grev Yunanistan’da işçilerin yılbaşından bu yana gittiği 5. büyük grev oldu. Grev boyunca yapılan etkinliklere yer yer polis saldırdı. Polise taş atarak karşılık veren göstericilere polis göz yaşartıcı bomba kullandı. Eylemlerin sonunda sendikalar bu önlemler geri çekilinceye kadar mücadeleye devam edeceklerini açıkladı. MADR‹D’DE METROLAR DURDU

Madrid metrosunda çalışan kamu çalışanları yaşanan krize karşı önlem olarak maaşlarının yüzde 5 kesintiye uğrayacağını öğrenince grev kararı aldı. 29 Haziran günü 7500 metro çalışanı işbaşı yapmadı. Günde 2 milyon insan taşıyan metroda tek sefer dahi yapılmadı. Üç gün süren grev boyunca metronun çalışmadığı Madrid’te trafik felç oldu. İspanya’da 20 yıldan beri ilk defa metroda böyle bir grev gerçekleşiyor. Kriz öncesinde artı değerde olan İspanyol ekonomisinin krizle beraber bütçe açığı %11,2’ye ulaştı.

üney Afrika Sendikalar Kongresi (COSATU) üyesi yüz binlerce işçi maaşlarına yüzde 8,5’lik zam verilmesi ve aylık konut yardımının 135 dolara çıkarılması için greve gideceklerini açıkladı. COSATU temsilcisi, greve çıkmaktan başka bir yollarının kalmadığını söyledi. Kamu çalışanlarının grev kararı, Eskom’daki işçilerin kazandığı yüzde 9’luk ücret zammının ardından geldi

Ambargo hafifliyor

İ

srail Gazze’ye uyguladığı ambargoyu yumuşatma kararı aldı. İsrail Dışişleri Bakanlığı'nın yayımladığı listede, Filistin yönetimi tarafından onay alan projelerde kullanılacak çimento, kireç, demir ve çelik gibi inşaat malzemelerine izin verilirken, silahlar ile patlayıcılar ve bunların yapımında kullanılabilecek maddeler yasak malzemeler kapsamında tutuluyor. BM yayımlanan listenin yeterli olmadığını söylüyor. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ise ambargonun tamamen kalkmadan İsrail’le yapılan görüşmelerin yeniden başlamaması gerektiğini söyledi.

K›br›s’ta hayat durdu

ABD yeniden Kafkasya’da A

BD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın 1-5 Temmuz tarihlerinde Ukrayna, Polonya, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ı kapsayan ve Washington’ın çıkarları açısından bölgedeki tansiyonu düşürmeyi hedefleyen ziyaretleri Türkiye için de önemli gelişmeleri beraberinde getirdi. Clinton Bakü ziyaretinde, Azerbaycan’la ilişkilerin güçlendirilmesi ve Dağlık Karabağ sorununun çözümü konusunda yeni bir sürecin başlatılması için girişimlerde bulundu. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, barış için Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’dan çekilmesinin şart olduğunu söyledi. Azerbaycan, ABD’nin Afganistan’a askeri malzeme sevkiyatı için kilit bir öneme sahip. Clinton’un Erivan ziyareti sırasında ise Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan sorunu bölgedeki Ermeni çoğunluğun kendi kaderini tayin etme mücadelesi olarak niteledi. Clinton’ın Dağlık Karabağ halkının kendi kaderini belirleme hakkı olduğunu vurgulaması ABD’nin Ermenistan’a destek verdiği izlenimini yarattı. Clinton, Erivan'daki Soykırım Anıtı'nı da ziyaret etti. Her ne

kadar Clinton bunu özel bir ziyaret olarak nitelendirse de, bakan seviyesindeki bu ilk ziyarette Türkiye’nin özellikle İran konusunda takındığı tavrın da etkili olduğu konuşuluyor. Clinton, Tiflis’te yaptığı açıklamalarda ise Rusya’ya, 2008 yılından beri Güney Osetya ve Abhazya’daki “işgali”ni sona erdirmesi yönündeki çağrısını yineledi. Clinton, Washington’un Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne

bağlılığını tekrarladı. Clinton’un ziyareti sırasında Rusya Başbakanı Vladimir Putin de Gürcistan ve Güney Osetya’ya, aralarındaki anlaşmazlığı görüşmelerle, üçüncü bir tarafa ihtiyaç olmadan kendi başlarına çözmeleri tavsiyesinde bulundu. ABD’nin bu son ziyareti, Gürcistan savaşının ardından büyük ölçüde Rusya’nın hakimiyetinin öne çıktığı Güney Kafkasya’da ABD-Rusya reka-

betinde yeni bir dönemin başladığına dair emareler içeriyor. Üstelik bu kez ABD Türkiye’den ümidi kesmiş gibi davranıyor. Rusya müdahalesinden önce Gürcistan’ın NATO kampına çekilmesi ve daha sonra da nihayete eremeyen Ermenistan açılımında ABD Türkiye’ye önemli bölgesel görevler vermiş ancak her iki konuda da sonuç hüsran olmuştu.

Davutoğlu Kırgızistan görevinde T ürkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Kırgızistan'da referandum yoluyla seçilen Devlet Başkanı Roza Otunbayeva'nın göreve başlaması dolayısıyla 3 Temmuz’da düzenlenen yemin törenine onur konuğu olarak katıldı. Davutoğlu’nun Kırgızistan ziyaretine, Türk işadamlarının ülkedeki yatırım atağı eşlik etti. 2-3 Temmuz’daki Kırgızistan ziyareti kapsamında bölgedeki işadamlarıyla görüşen Davutoğlu Türk işadamlarının Kırgızistan’ın kalkınmasında önemli rol oynaması gerektiğini söyledi. Kırgızistan’daki etnik çatışmalarda dükkanları hasar gören esnafa da kredi verilebileceğini söyleyen Davutoğlu, Kırgızistan’la vizelerin kaldırılacağını açıkladı. Davutoğlu’nun Kırgızistan temasları sonunda Türkiye, Kırgızistan’a 21 milyon dolar değerinde hibe yaptı. Bu hibenin 10 milyon doları para şeklinde olurken 11 milyon dolar da Türk İşbirliği Kalkınma İdaresi (TİKA) aracılığıyla ülkenin güneyinde konut inşaatı yatırımı şeklinde oldu. Son bir yılda halk ayaklanmaları sonucunda iki hükümetin devrildiği ülke, ABD’nin bölgeye nüfuz etme planlarının odağında yer alıyor.

K

ıbrıs’ta 34 sendika ortak aldığı kararla, 5 Temmuz günü, Kıbrıs Türk Hava Yolları’nın bir kısmının satılması ve ekonomik tedbir adı altında maaşlarda kesintiye gidilmesini protesto etmek amacıyla yarım günlük uyarı grevi yaptı. Grev, hava ve deniz ulaşımını etkiledi. Cumhuriyet Meclisi Genel Kurulu toplantısı, meclis personelinin grevde olması nedeniyle yapılamadı. Mitingte konuşan TürkSen Genel Başkanı Aslan Bıçaklı, grevin bir uyarı eylemi olduğunu verilen mesaj alınmazsa süresiz grevlerin başlayacağını belirtti.

Nepal’de zafer Maocular›n

N

epal Başbakanı Madhav Kumar protestolar karşısında istifa etmek zorunda kaldı. Kumar’ın istifasını ve hükümetin yeniden kurulmasını isteyen Maocular aylardır sokakta ve parlamentoda eylem yapıyordu. Kumar, barış sürecine destek olmak için istifa ettiğini söyledi. Nepal Komünist Partisi ile meclise giren Maocular, koalisyon ortağı oldukları dönemde genelkurmay başkanının görevden alınmasını istemiş, talepleri Devlet Başkanı Ram Yadav tarafından reddedilince hükümetten ayrılmışlardı.


6

İNSANCA YAŞAM 9 Temmuz 2010 / 22 Temmuz 2010

Halk›n Sesi

8 M ‹ L Y O N

Ö ⁄ R E N C ‹

Y A N L I fi

S I N A V A

G ‹ R M ‹ fi

Fikir patrondan bereketi bakandan M

illi Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu 2 Temmuz günü yaptığı açıklamasına “Eğitim çok hızlı işleyen bir süreç. Bugün getirdiğiniz sistemi bir sonraki yıl değiştirebilirsiniz.” sözleriyle başlamıştı; Çubukçu’nun bu açıklaması AKP’nin eğitim sistemindeki tutarsızlığının itirafı oldu. Eski Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, bakanlığı Nimet Çubukçu’ya, devrederken eğitim sistemini ‘otomatik pilota’ bağladığını söylemişti. Otomatik pilot 3 yılda bir sistem değişikliği planlanmış olacak ki Nimet Çubukçu aynı sebeplerle SBS’yi kaldırdı. Milli Eğitim Bakanlığı Tevfik İleri Salonu’nda gerçekleştirilen basın toplantısında, eğitimdeki yeni düzenlemelerden bahseden Nimet Çubukçu, ortaöğretime geçişte yeni bir sistem düşündüklerini söyledi ve yalnızca 8. sınıfta sınav yapılacağını kaydetti. BAKANLI⁄IN PROJES‹ E⁄‹T‹M SERMAYES‹NDEN Tesadüfe bakın ki Çubukçu’nun açıkladığı yeni model eğitim sermayesinin aklına daha önce gelmişti. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Türkiye Eğitim Meclisi’nin çağrısıyla, Ortaöğretime Geçiş Sistemi ve SBS’nin tartışıldığı bir eğitim çalıştayı düzenlendi. 8 Mayıs 2010 tarihinde düzenlenen çalıştaya TOBB Türkiye Eğitim Meclisi, Mili Eğitim Bakanlığı, TÖDER, GÜVENDER, ÖZ-DE-BİR gibi dershane sahibi birlikleri ve sınav sistemi sorununu patronlarla tartışmakta sakınca görmeyen bazı akademisyenler katıldı. ÖZ-DE-BİR Yönetim Kurulu Başkanı Faruk Köprülü, 26 Mayıs’ta

L

iselere giriş için yapılan Seviye Belirleme Sınav Sistemi henüz üç yılı dolmadan kaldırılıyor, bakanlığın belirlediği yeni eğitim modelin mucidi ise dersane ve özel okul patronları

Milli E¤itim Bakan› Nimet Çubukçu’nun önerileri dersane patronlar›na ait. yaptığı basın açıklamasında toplantıda alınan kararlara ilişkin konuşurken 6. ve 7. sınıflardaki sınavların katkı oranları indirilip, etkisi daha da azaltılarak sınav sayısının bire indirilebileceğini söyledi. 6 ve 7. sınıflarda yapılan sınavların sonuçlarının performans ölçmede kullanılabileceğini, ancak yerleştirmede sadece 8. sınıf sınav puanı esas alınması gerektiğine dikkat çeken Köprülü “Eğitimde eşitlik, adalet ve hakkaniyet için ortaöğretime öğrenci seçimi mutla-

ka merkezi sınavla yapılmalıdır” diyerek dershanecilik sisteminin devamlılığı için gerekli olan sınavlı eğitim anlayışından taviz verilmemesi gerektiğini vurguladı. GENEL L‹SELER TAR‹H OLUYOR Sermaye gruplarının düzenlediği Ortaöğretimlere Geçis Sistemi Çalıştayı’nın ardından Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’nun yeni eğitim modeli gecikmeden gündeme geldi. 26 Haziran’da TOBB Eğitim Meclisi

tarafından çalıştay raporunun kendine sunulmasından dört gün sonra yeni sistemi açıklayan Çubukçu, dershane sermayedarlarının oluşturduğu sınav modelini bakanlık görüşü olarak ortaya koydu. Bakanlığın açıklamasına göre, 20102011’de 6. sınıfa başlayanlar SBS’ye katılmayacak. Liselere yerleştirme, Ortaöğretime Yerleştirme Puanı’na (OYP) göre yapılacak. OYP hesaplanırken öğrencinin Yılsonu

Başarı Puanın yüzde 30’u, SBS’den alınan puanın yüzde 70’i alınacak, puan üstünlüğüne göre yerleştirme yapılacak ve SBS’ye katılım zorunlu olmayacak. Artık 6. ve 7. sınıflar sınava girmeyeckler. Ancak bu yıl sınava girmiş olan yaklaşık 1 milyon 80 bin 6. sınıf öğrencisinin eğitim hayatı SBS’ye göre düzenlenecek. Yeni sistemle genel liselerin tamamı anadolu liselerine ve meslek liselerine dönüştürülecek. Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayınladığı genelgeye göre, Türkiye’de ortalama 2 milyon öğrencisi bulunan 4067 genel ortaöğretim kurumu, 2012-2013 eğitimöğretim yılı itibariyle teknik okul, meslek ve anadolu lisesine dönüştürülecek. Böylece gelecek yıl, sayıları 3 milyona yükselecek olan meslek lisesi öğrencileri sermayeye bulunmaz bir ucuz işgücü fırsatı sunacak. AKP YIKIMIN HESABINI VERMEL‹ Halkevleri Genel Sekreteri Oya Ersoy, SBS değişikliğiyle ile ilgili yaptığı açıklamada, AKP’nin iktidarı olduğu günden bu yana eğitim alanında uyguladığı yıkımı sürdürdüğünü söyledi. Eğitimin gericileştirilmesi ve piyasalaştırma politikalarının milyonlarca çocuğun, gencin geleceğini karartmaya devam ettiğine dikkat çeken Ersoy, AKP’nin SBS’yi öğrenci ve velilerin başına bela edenin kendisi değilmiş gibi davrandığını ekledi. SBS’nin 3 yılı bile dolmadan kaldırılmış olmasının, öğrencilerin yine denek olarak kullanılmasından başka bir şey olmadığı söyleyen Ersoy, AKP’nin eğitim alanında yarattığı yıkıma karşı parasız, nitelikli ve anadilde eğitim için mücadele etmeyi sürdüreceklerini ekledi.

İzmir’de öğrenciler parasız hatta ısrarlı Ü

niversitelerin kapanmasını fırsat bilen İzmir Büyükşehir Belediyesi Ege Üniversitesi Kampüsü ile Bornova metro durağı arasında sefer yapan otobüs hattını paralı hale getirdi. Tatili fırsata çeviren belediye, öğrencilerin tepkisini çekti. Üniversiteliler 12.00 – 14.00 saatleri arasında, parasız ulaşım haklarını kullanarak uygulamayı protesto ediyor. İzmirliler uzun zamandır toplu taşımada yapılan değişiklikler yüzünden keşmekeş yaşıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi ulaşım hizmetini adım adım piyasalaştırıyor. Bu girişimin son uygulaması öğrencilerin

Emekliler laf değil icraat bekliyor A

na muhalefet partisi CHP ile AKP hükümeti arasında emeklilerin yaşam koşulları konusundaki laf dalaşı süre dursun emekliler insanca koşullarda yaşamak için eyleme geçti bile. DİSK’e bağlı Emekli-Sen üyeleri 30 Haziran Emekliler Günü’nde başkentte bir eylem yaparak Sosyal Güvenlik Kurumu’na (SGK) yürüdü. Emekli Sen, emeklilere bordro verilmesi talebiyle başlattıkları kampanya çerçevesinde topladıkları dilekçeleri Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Başkanlığı’na ulaştırdı. Emekliler, Milli Kütüphane önünde bir araya gelerek SGK binasına yürüdü. “Nutuk değil çözüm istiyoruz” yazılı pankart taşıyan emekliler SGK binası önünde oturma eylemi yaptı. Emekli-Sen Genel Başkanı Veli Beysülen eylemde yaptığı açıklamada emeklilik yaşının kadın ve erkek ayrımı olmadan 65'e yükseltildiğini, emekli maaşı bağlama oranlarının yüzde 2'ye düşürüldüğünü, emekli maaşlarının hesaplanmasında büyüme hızının sadece

yüzde 25'inin dikkate alındığını ve maaşların artırılmasında büyümeden pay verilmediği söyledi. Beysülen, AKP’nin gerçekleştirdiği sağlıkta dönüşüm programıyla sağlık hizmetinin özelleştirildiğine işaret ederek, program sebebiyle ülke genelinde milyonlarca emeklinin zor duruma düştünü ifade etti. Beysülen, bordro verilmeyen emeklilerin maaşlarında yapılan kesintileri bilmediğini ve SGK’nın emeklileri bilgilendirmediğini belirterek kendilerinin de her ay düzenli bordro verilmesini istediğini belirtti. Emekliler, bu taleple topladıkları 15 bin dilekçeyi SGK’ye verdi. Basın açıklamasının ardından Emekli-Sen Konak Şube Başkanı İbrahim Yılmaz kendisini zincirle, aydınlatma direğine bağladı. Yılmaz, “25 yıl bu devlete SSK primi verdim. Hastanelerden, eczanelerden hizmet alırken para veriyorum. Hükümeti protesto ediyorum” diyerek tepkisini dile getirdi. Eylem nedeniyle gözaltına alınan Yılmaz serbest bırakılana kadar arkadaşları oturma eylemlerini sürdürdü.

kullandıkları parasız ringlerin paralı hale getirilmesi oldu. Ege Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi öğrencilerinin kullandıkları 525 ve 412 numaralı otobüsler, 21 Haziran tarihinden itibaren paralı hale getirildi. Üniversite öğrencileri 525 numaralı otobüs seferlerinin parasız olması gerektiğini söyleyerek uygulamanın başladığı tarihten itibaren çeşitli eylemler yapıyor. 5 Temmuz günü 525 numaralı otobüsün paralı hale getirilmesine karşı toplanan 150 üniversiteli, otobüse parasız binme eylemi gerçekleştirdi. Öğrencilerin otobüse kentkart basmadan binmesi üzerine, belediye eylemi kırmak için 525

seferlerini gizlice başka bir durağa aldı. Üniversitelilerin otobüsün kalkacağı yeri bularak parasız ulaşım eylemini sürdürmeleri üzerine İzmir Büyükşehir Belediyesi 525 seferlerini iptal etti. 2,5 saat boyunca eylemi sürdüren öğrenciler 'yolunacak kaz' olmadıklarını belirterek, eylemlerine 525 tekrar parasız olarak hizmet verinceye kadar devam edeceklerini ifade etti. Ulaşım hizmetinde yetkili kurum olan ESHOT Genel Müdürlüğü’nün ilgili telefon numaralarının yazılı olduğu kâğıtlar dağıtan öğrenciler, okul arkadaşlarına yetkilileri arayarak taleplerini iletmeleri çağrısında bulundu. Üniver-

siteliler 525 tekrar parasız olarak hizmet verene kadar eylemlerini sürdüreceklerini belirtti. KADINLARDAN UYARI İzmir Öğrenci Kolektifi'nden Kadınlar da konuyla ilgili hazırladıkları dövizler ve bildirilerle paralı ulaşımın cinsiyet sorunuyla kesişen bir başka yüzünü gösterdi. Kampus içi aydınlatmanın yetersiz olduğunu, 525 numaralı hattın paralı hale getirilmesinin kadınları karanlıkta ve otobüssüz bırakmak anlamına geldiğini söyleyen üniversiteli kadınlar, İzmir Büyükşehir Belediyesi'ni uyarmak için bir eylem yapacaklarını duyurdular.

Yeter ki nükleer olsun R

usya’nın, Mersin’in Akkuyu ilçesinde bulunan Gülnar Büyükeceli Beldesi'ne nükleer enerji santrali yapması konusunda büyük kolaylıklar taşıyan anlaşma 29 Haziran günü TBMM Dışişleri Komisyonu’nda kabul edilerek Genel Kurul’a havale edildi. Nükleer tesis kuracak şirkete bedava toprak ve altyapı hizmeti verilmesini, engel çıkaran özel mülkleri hızla kamulaştırmayı sağlayacak olan anlaşmaya imza atan hükümet, Akkuyu’yu nükleer çöplüğe çevirmekte ısrarlı olduğunu gösterdi. Nükleer Enerjiye karşı çıkan ve yaşanabilir çevre için mücadele eden yüzlerce kişi, anlaşmayı ve AKP hükümetinin nükleer enerjiyi destekleyen tutumunu kentte düzenlenen bir mitingle protesto etti. ÜSTÜNE PARA VERECEK 30 yıldır birçok defa gündeme gelen Mersin Akkuyu’da nükleer enerji santrali kurulması projesi AKP Hükümeti döneminde gerçeklik kazandı. Türkiye’yi nükleer enerji pazarına açmak için elinden geleni arkasına koymayan AKP hükümeti, 29 Haziran günü Dışişleri Komisyonu’nda onayladığı Rusya ile ortak

Mersin Akkuyu’da nükleer santral kurulması için AKP elinden geleni yapıyor. Halk sağlığını tehlikeye atma pahasına büyük işbirliği anlaşmaları imzalanıyor

anlaşmayla neredeyse üstüne para vererek nükleer santralin kurulmasının önünü açıyor. Nükleer santral için Türkiye Rusya arasındaki işbirliği anlaşması TBMM’de olduğu gibi kabul edilirse: I Rus yetkili kuruluşlarının proje şirketinden toplam payları, hiçbir zaman yüzde 51’den az olmayacak. I Türk tarafı sahayı, mevcut lisans ve mevcut altyapısı ile bir-

likte bedelsiz olarak, nükleer güç santralinin söküm sürecinin sonuna kadar proje şirketine tahsis edecek. I İhtiyaç duyulan tüm arazilerin kamulaştırılması hususunda kolaylık sağlanacak. I Santralde üretilecek elektrik için Türkiye, 15 yıllığına alım garantisi verecek. I Yabancıların çalışmasına ilişkin gerekli izinlerin verilmesi kolaylaştırılacak.

ENERJ‹DE BA⁄IMLILIK ARTACAK Mersin Nükleer Karşıtı Platform anlaşmayla ilgili düzenlediği basın toplantısında Türkiye’nin yenilenebilir enerji politikalarından uzaklaşacağı, enerji konusunda Rusya’ya bağımlılığının artacağını belirtti. Nükleer santral nedeniyle halk sağlığının tehlikeye gireceği, Akkuyu’nun Nükleer çöplüğe döneceği uyarılarını yineleyerek anlaşmanın kabul edilmemesini istedi. ‘KENT‹M‹ZDE NÜKLEER ‹STEM‹YORUZ’ Platform bileşenleri 27 Haziran Pazar günü düzenledikleri bir mitingle Mersinlilerin tepkisini eylem alanına taşıdı. Mitinge katılan kurumlar Mersin Devlet Hastanesi önünde buluşarak sloganlar eşliğinde iki kilometre uzaklıktaki Metropol Miting Alanı'na yürüdü. Mitingde atılan sloganlardan biri ‘Kürt'le barış nükleerle savaş’tı. Metropol Miting Alanı'nda CHP Mersin milletvekili İsa Gök, BDP Mardin milletvekili Emine Ayna ve Mersin Nükleer Karşıtı Platform temsilcileri birer konuşma yaparak halkın santral istemediğini belirtti.

İndirim yapılmadan çekildi

E

nerji Piyasası Düzenleme Kurulu'nun (EPDK) elektrik fiyatlarında 1 Temmuz'dan itibaren indirim uygulanması kararı yürürlüğe girmeden geri çekildi. Kurul, 23 Haziran’da bir karar alarak elektrikte yüzde 3,2 ile 4,49 arsında değişen indirim uygulanacağını açıklamıştı. Haber basında 'vatandaşa hükümetten müjdeli haber' olarak yer almıştı. Fakat halkın sevinci kısa sürdü. EPDK, 30 Haziran’da indirim kararını TETAŞ'ın maliyet artışlarının faturalara yansıtılmasını istemesi üzerine gerçi çekti. Konuya ilişkin açıklama yapan Elektrik Mühendisleri Odası ise indirim kararının hükümet müdahalesiyle geri çekildiğini duyurdu. Açıklamada, otomatik fiyatlandırma sisteminin lağvedilmesi, ucuz ve güvenli elektrik hizmetinin sağlanması için önlemler alınması gerektiği belirtildi. Hükümet elektriğe ocak ayında %20 zam yapmıştı.

Yol için ağaç katliamı

M

uğla’da GökovaMarmaris arası duble yol inşaatı iki yıllık aranın ardından yeniden başladı. Proje kapsamında yolu genişletmek üzere 8 bin ağacın kesilmesi planlanıyor. Yol projesine 2004'te başlanmış inşaat, ihaleyi alan firmanın ödemeleri yapmaması üzerine yarım kalmıştı. Kolin ve Simge İnşaat Grubu yeni ihaleyi alınca yol inşaatı yeniden başladı. Yol inşaatının gerekçesi Dalaman Havalimanı ile civar bölgelerin ulaşımını kolaylaştırarak turizm rekabetinde avantaj sağlamak. Marmaris halkı ve çevreciler yol gerekçesiyle ağaçların katledilmesine karşı çıkıyor. Marmaris Çevre ve Turizm Gönüllüleri Başkanı Filiz Ersan bir açıklama yaparak yolun bölge halkı için bir ihtiyaç olmadığını belirtti. Yetkililerle görüşme talep edeceklerini, yol yapımında ısrar edilirse Ankara'ya yürüyüş gerçekleştirmeyi düşündüklerini söyledi.

Halkevciler piknikte buluştu

İ

stanbul ve Hatay’da yüzlerce kişi Halkevleri tarafından düzenlenen pikniklerde buluştu. Hatay’da bu yıl 7.’si düzenlenen halk pikniği 27 Haziran Pazar günü yapıldı. Yarışmaların düzenlendiği, halayların çekildiği piknikte, kurulan dostluk sofralarında tüm Halkevciler biraraya geldi. Halkevleri’nin İstanbul şubelerinin üyeleri ve dostları ise 4 Temmuz Pazar günü Fatih Çeşmesi’ndeki piknikte buluştu. Yaklaşık bin beş yüz kişi, şarkılar, türküler, halaylar ve oyunlarla coşkulu ve neşeli bir gün geçirdi. Nilüfer Sarıtaş, Hilmi Yarayıcı ve Nurettin Güleç’in türküleriyle renk verdiği piknikte Halkevleri’nin müzik ve tiyatro grupları da sahne aldı. Çuval yarışı, halat çekme ve bilgi yarışması gibi eğlencelerin de düzenlendiği piknikte, mahalleliler yemeklerini el birliğiyle kurdukları ortak sofralarda yedi.


7

İNSANCA YAŞAM 9 Temmuz 2010 / 22 Temmuz 2010

Halk›n Sesi

Şirketlere tabiat bilgisi dersi MAHMUT HAMS‹C‹

B

ir önceki akşam memleketlerinden ayrılıp sabah saatlerinde Ankara’da forumun yapılacağı İnşaat Mühendisleri Odası Teoman Öztürk Salonu’nun önünde buluşan ‘direnişçilerin’ hemen hemen hepsi başta çok çekingendi. TMMOB Ankara İKK tarafından düzenlenen ‘Çevre Direnişleri Buluşuyor’ forumuna katılmak üzere kalkıp başkente gelmişlerdi ve çoğu ilk kez böyle bir deneyim yaşıyordu. Hiçbiri de farklı coğrafyalardan gelen diğer katılımcıları tanımıyordu. Ancak etkinlikte oturumlar başlayınca, herkes üzerindeki yabancılığı kısa sürede attı. Pür dikkat kesilen izleyiciler birbirlerinin dertlerini ve direnişlerini dinlemeye koyuldu. Kimisi Sinop’tan gelip nükleer santrale karşı direnişini kimisi Artvin’den gelip HES’lere karşı mücadelesini kimisi Manisa’daki siyanürlü altın aramaya karşı isyanını anlatmaya koyulmuştu. Söz ağızdan çıkmaya başlayınca herkes kendi mücadele yalnızlığını daha bir üzerinden atmaya başladı. İlk günün ‘Ölüler Altın Takmaz’ başlıklı oturumuna Bergama Çevre Platformu, Kozak Yaylası Doğal Çevre, Kültür ve Turizm Derneği, Efemçukuru Köylüleri, Güzel Edremit Körfezi’nin Bekçileri, İnay Vicdan Hareketi, Kaymaz’ı Koruma ve Yaşatma Derneği temsilcileri katıldı. Bergama sözcüsü Bergama’daki mücadelenin sürdüğünü hatırlatırken Balıkesir Kozak’tan katılımcının altın madenciliği nedeniyle köylülerin en büyük geçim kaynağı olan çam fıstığı üretimlerinin duracağı yönündeki sunumu büyük ilgi gördü. Edremit’ten gelenler yeni Zeytin Yasası ile zeytinlik alanların

Türkiye’nin dört yanında k apitalizmin yaşam alanlarına yönelik saldırısına direnenler Ankara’da buluştu. Şirketlere ders veren çevre direnişçileri ‘bu memleket bizim’ mesajı verdi

Buluflmadan bir gün önce 25 Haziran’da HES karfl›tlar› Çevre ve Orman Bakanl›¤› önünde bir eylem yapt›. Seslerini Bakana duyurmaya çal›flt›. Eyleme kat›lanlar yöresel k›yafet ve müzikleriyle HES mücadelesinin zenginli¤ini yans›tt› maden işletmelerine terk edilme tehlikesinin altını çizerken Uşak’tan gelen Kışladağlılar ise madencilik faaliyetleri nedeniyle yörede hayvanların öldüğünü, gözsüz ve çenesi olmayan iki ayaklı kuzuların doğduğunu anlattı. Yine altıncı şirketlerle mücadele deneyimlerinin aktarıldığı ‘Altın'cı Filo Defol’ başlıklı ikinci oturuma Yeşil Artvin Derneği, Dersim Çevre Girişimi, Gümüşhane-Mastra

Köylüleri, Bolkar Dağlarını Koruma Platformu, Kemaliye Madeni Direniş Grubu, Turgutlu Çevre Platformu temsilcileri katıldı. ‘Havamıza Sahip Çıkıyoruz’ başlıklı oturumun konukları Yeşil Gerze Çevre Platformu, Karasu Halk Meclisi, Silopi Çevre Platformu, Bartın Çevre Platformu, Erzin Gönüllüleri Derneği, Afşin-Elbistan Termik Santrali Mağdurları, Pazarcık Ovama Dokunma Çevre

Hareketi temsilcileriydi. Termik santrallerle ilgili sorunların aktarıldığı bu bölümde Kahramanmaraş’tan etkinliğe katılan Pazarcık Ovama Dokunma sözcüsünün, ovada iki adet çimento fabrikasının olduğunu ancak üçüncü bir santralin de yapılmak istendiğini şirketlerin halka cemevi kurma teklifine kadar çeşitli rüşvetler önerdiklerini ilettiği konuşması büyük ilgi gördü. Silopi Çevre Platformu temsilcilerinden biri

ise Türkçe’sinin kötü olduğunu söyleyerek konuşmasını Kürtçe yaptı. Mücadele ortaklığının öneminden bahseden konuşmacı salondan büyük alkış aldı. İkinci günün ilk oturumu ‘Derelerimiz Özgür Akacak’ başlığını taşıyordu. Oturuma konuşmacı olarak, Artvin, Ardanuç, Şavşat Derelerin Kardeşliği Platformu (DKP), Fındıklı Derelerini Koruma Platformu, Çayeli DKP,

Güneysu Çevre Platformu, Tonya DKP, Alakır Derneği temsilcileri katıldı. Bu bölümde HES’lerin yarattığı ve yaratacığı yıkımın boyutlarının ne kadar yüksek olduğu ve HES’çi şirketlerin halkı kandırmak adına ne tür yollara başvurduğu anlatıldı. ‘Toprağımıza, Suyumuza Sahip Çıkıyoruz’ başlıklı beşinci oturuma Yuvarlakçay’ı Koruma Platformu, Dersim Çevre Girişimi, Loç Vadisi Doğa ve Kültür Platformu, Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi, Yeşilırmak Çevre Platformu, Samandağ Çevre Koruma Derneği temsilcileri konuşmacı olarak katıldı. Baraj ve HES projelerinin ele alındığı bu oturumda, Hatay’da tarım alanlarına kurulması planlanan Rüzgar Enerjisi Santralleri’yle (RES) ilgili sunum büyük ilgi gördü. Etkinliğin son oturumu olan ‘’Nükleere İnat Yaşasın Hayat’ başlıklı bölümün tek konuşmacısı Silopi Çevre Platformu sözcüsü oldu. Oturumların ardından ‘Geleceğimize Sahip Çıkıyoruz’ başlığıyla düzenlenen forumda onlarca katılımcı kürsüye gelerek düşüncelerini salonla paylaştı. Katılımcılar, iki günün sonunda mücadelerinin ortak olduğunu daha iyi anladı. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Beyza Üstün’ün kapanışta yaptığı konuşmada söylediği gibi düşman ortaktı: “Doğamıza ve tüm yaşam alanlarımıza göz diken kapitalizm.” Başta çekinerek aynı sorunları yaşayanlarla buluşan katılımcılar ikinci günün sonunda memleketlerine yapacakları uzun yolculuk için salondan ayrılırken birbirlerine sarılarak aynı sözü veriyorlardı: “Anladık ki yalnız değiliz, artık çok daha kararlı ve ortak mücadele edeceğiz!”

HES geldi nehir suyu kurudu

R

ize’nin İkizdere Vadisi’nde Sanko firmasının yaptığı Cevizlik Hidroelektrik Santrali deneme üretimine geçti. Dere, suyunun tünele alındığı 8.5 kilometre boyunca kurudu. 64 kilometrelik vadide 20’yi aşkın HES’in daha yapılmasının planlandığını, bu olduğunda suyun 55 kilometre boyunca tünele alınacağını belirten yöre halkı, İkizdere’nin tamamen kurumasından endişe ettiklerini söyledi. Derelerin Kardeşliği Platformu Sözcüsü Ömer Şan yaptığı açıklamada, santralin dere suyunu tuttuğunu, bu nedenle dere suyunun kurumak üzere olduğunu ifade etti. Çevresel Etki Değerlendirme Raporu'na göre derenin can suyu miktarının 150 metreküp olarak belirlendiğini belirtti.

Kolektif kamp başlıyor Ö¤renci Kolektifleri’nin dört y›ld›r Türkiye'nin dört bir yan›ndan gelen üniversitelilerin ve liselilerin kat›l›m› ile düzenledi¤i yaz kamp›n›n bu y›l 5.si gerçekleflecek. 5.Kolektif Yaz Kamp› 14 – 20 Temmuz 2010 tarihinde Bal›kesir'in Zeytinli ilçesinde düzenleniyor. Bir hafta boyunca çeflitli etkinlikler, geziler, sohbetler, atölyeler ve turnuvalarla devam edilecek olan kampa, atölyelere yard›mc› olacak çeflitli yazar, sinemac› ve sanatç›lar kat›lacak. Bu y›l gazeteci-yazar Ece Temelkuran, flair-yazar Cezmi Ersöz, oyuncu Mert F›rat, yönetmen Ayd›n Sayman, YTÜ ö¤retim görevlisi

Emrah Günay, Bilim Gelecek Dergisi editörü Ender Helvac›o¤lu, foto¤raf sanatç›s› Tolga Subafl›, do¤açlama tiyatro oyuncular› ‹stanbulimpro ve birbirinden renkli konuklar Kolektif yaz kamp›nda ö¤rencilerle birlikte olacak. Kamp boyunca gerçekleflecek atölyelerde ö¤renciler yeni fleyler ö¤renirken, bildiklerini paylaflarak birlikte üretme olana¤› bulacaklar. Spordan tavlaya, yap›lan turnuvalarda e¤lenceli zaman geçiriliyor. Onlarca üniversiteden ve liseden gelen ö¤renciler sohbetler düzenleyerek tart›flma imkan› buluyor.

Üretim ve paylafl›m›n temel al›nd›¤› kampta ö¤renciler yemeklerini birlikte haz›rl›yor, alternatif bir yaflam yarat›yorlar. Zeytinli’de bulunan kamp alan›na yak›n Kaz Da¤lar›’na düzenlenecek gezi de kamp program› içinde. Denize yak›n ormanl›k içinde yap›lacak çad›r kamp›na tüm üniversiteliler ve liseliler kat›labilir. Bu y›l ‘’Kardeflli¤in Ülkesi ‹çin” slogan› ile duyurulan kampa kat›lmak isteyenler; www.kolektifler.net adresinden site iletiflimini; universitelimp3@gmail.com mail adresini veya 0554 747 58 17--0507 225 30 73 numaralar›n› kullanabilir.

Beyazlat›m›fl kot giyme, cinayete ortak olma iyim dünyasında moda olan birçok tasarımın, zaman içinde insan sağlığı yönünden çeşitli sorunlara yol açtığı hep bilinen bir tartışmadır. Ancak bir moda var ki, sağlık tehdidini, ölüme yol açan bir sürece dönüştürmektedir. 2000’li yılların ortalarından itibaren, moda dünyasına adım atan beyazlatılmış kot, hızla tüm dünya gençliğinin tercihi haline gelmiştir. Beyazlatılmış kotun, ölümcül bir hastalığa yol açabileceğini hiç kimse tahmin edememiştir. Dar ve kapalı ortamlarda hava basıncıyla kum püskürtülerek yapılan işlem sırasında kumun içinde bulunan ‘silika’ denilen madde, zamanla akciğerlere yerleşmektedir. Vücudun kendini savunma mekanizması harekete geçmekte ve akciğer katılaşarak, fonksiyonunu yitirmektedir. Silikosis adı verilen bu hastalık, 1930’lu yıllardan beri özellikle maden ocakları, tünel, yol yapımı, dökümhane gibi işlerde çalışan işçilerde, 15–20

G

Konuk Yazar ERGÜN ‹fiER‹ TÜRK‹YE SAKATLAR DERNE⁄‹ GENEL MÜDÜRÜ

yıllık bir çalışmanın sonucunda görülmektedir. Ancak tekstil sektöründeki, kot kutlama işinde çalışan bir işçi 5 veya 6 ayda bu hastalığa yakalanmakta, zamanında fark edilemediği için sonuç genellikle ölüme yol açmaktadır. 2005 yılından itibaren, dünya sağlık kongrelerine konu olan bu sorun, ülkemizde daha yeni fark edilmiştir. İ.Ü. Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan’ın sorunun ortaya çıkarılmasında önemli bir rolü vardır. Üretimin çoğunlukla kayıt dışı işyerlerinde yapılması, çalışanların büyük çoğunluğunun askere kadar para biriktirmek için köylerinden büyük şehirlere gelen gençlerin olması, bilinen meslek grupları arasında yer almaması teşhisin ve müdahalenin gecikmesine neden olmuştur. Bugüne kadar bilinen 36 ölüm vakası, onlarca hastanın tespiti üzerine akademisyenler, sendika uzmanları ve hastaların yaptıkları kampanya ile kot kumlamanın yasaklanması sağlamıştır. Hemen hiçbiri sigortalı olmayan bu

işçilerin tedavileri bile büyük sorun olmuş, nihayet “yeşil kart” verilerek bu soruna kısa vadeli bir çözüm üretilebilmiştir. Yüzlerce ileri derecede hastanın bundan sonraki yaşamlarını nasıl sürdüreceği ise ayrı bir konudur. Bunun için “malulen emeklilik” dahil, sosyal güvenlik sisteminde bir değişiklik hedeflenmektedir. Ancak asıl sorun kot beyazlatmanın halen sürdürülmekte olmasıdır. Konu 28 Haziran - 1 Temmuz tarihleri arasında, İstanbul’da, Avrupa Tekstil, Deri ve Giyim İşçileri Sendikaları Federasyonu ile Türkiye’deki üç üye sendikanın ortak düzenlediği bir konferans ile gündeme alınmıştır. Gelen önerilerin önemli bir kısmını sıkı denetim yapılması, kotların üzerine kumla beyazlatılmadığına dair etiketlerin konulması, üretimin yasaklanması için uluslararası kampanyalar düzenlenmesi oluşturmuştur. Burada da görülmüştür ki, bu ürüne talep oldukça, üretim yer, yöntem değiştirerek bir şekilde can almaya devam edecektir.

Kapitalizm, yüksek kar getiren ürünlere talep oldukça, hiçbir kuralı tanımadan üretimin sürdürülmesini sağlayacaktır. Talebin ana kaynağı, egemen ideolojinin hegemonya araçlarıyla biçimlendirilmiş gençliktir. Gençliğin eğilimlerinin değiştirilmesi, üzerinde giydiği bir ürünün ardında yatan cinayeti bilmesine bağlıdır. Bunun için özellikle gençliğe yönelik bir kampanya başlatılması, lise ve üniversite gençliğinin bu kampanyada öncü rolü oynaması gerekmektedir. Beyazlatılmış kotun, bir kısmı çocuk denilecek yaştaki genç işçilerin yaşamını sona erdirdiği, önemli bir kısmını ise bir daha çalışamayacak derecede hasta bıraktığı yaygın biçimde anlatılmalıdır. Gençlerin yaşanan iş cinayetlerine kurban gitmelerini önleyecek en önemli güç, yine gençliğin kendisidir. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi almak isteyenlere; kot kumlama işçileri komitesinin www.kotiscileri.org adresini ziyaret etmelerini öneririm.

Polise rağmen HES eylemi

A

rtvin'in Murgul İlçesi'nde yapımı devam eden hidroelektrik santrallerine karşı kurulan Murgul Derelerini Koruma Platformu'nun 29 Haziran günü yaptığı eyleme polis saldırdı. Platform Artvin'de düzenlenen Gökhan Birben konseri sırasında bir protesto eylemi yaptı. Platform üyeleri yaklaşık 30 kişilik bir grupla sloganlarla konser alanına girdi. Eylemi halk, alkışlarla destekledi. Polis eyleme katılanları önce alandan çıkarmak, ardından da gözaltına almak istedi. Saldırıya halk büyük tepki gösterdi ve polisi engelledi. Yaşanan protesto eyleminin ardından devam eden konserde, sanatçı Gökhan Birben de yapılan eylemi destekleyerek derelerin özgür akacağını söyledi.


8

EMEK 9 Temmuz 2010 / 22 Temmuz 2010

Halk›n Sesi

Tehlikeli sol ılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına gelmesiyle sol kamuoyunda umut rüzgarları esmeye başladı. Bir tarafta “Bu AKP gitmez” diyenlerde “Acaba gönderebilir miyiz” düşüncesi uyandırdı ki, bu hissiyatı taşıyanlar sadece CHP veya sosyal demokrat seçmen kitlesiyle sınırlı değil. AKP dışındaki liberal-sağ seçmenden sosyalist çevrelere uzanan bir yelpazede herkes “AKP gitsin de sonrasını düşünü-rüz.” heyecanı içten içe yaşanmaya başladı. Diğer taraftan kendisini “sol” saflarda gören kitleler uzun süre sonra yeniden iktidar olma şansını yakalamış olmanın coşkusunu yaşamaya başladılar. Kılıçdaroğlu, kendinden önceki Baykal yönetimine yöneltilen en ciddi eleştiri olan “sadece laiklik ve bölücülük üzerinden siyaset yaparak solu geleneksel devlet ideolojisine mahkum ediyor” suçlaması karşısında sol çevrelerin özlediği “eşitlik, yoksulluk, adalet, emek vb.” kavramlar üzerinden bir siyaset söylemine yönelerek kitlelerin özlemine cevap vermeye çalışıyor. Bu söylemin karşılığını nasıl vereceği ve içini nasıl dolduracağı ayrı Tufan bir tartışma konusu ama Sertlek memleketin eşitlik ve sosyal adalet meselesinden sonra Dev Sa¤l›k-‹fl iki temel sorunu olan Kürt Genel Sekreteri sorunu ve dinsel kimlik meselesine ilişkin yaklaşımı hayli sorunlu görünüyor. Kürt sorununun bugünlerde yeniden silahlı çatışma düzleminde seyretmeye başlaması karşısında CHP’nin Kürt sorununu görmezden gelme, işsizlik, yoksullukla açıklamaya kalkışması basit bir reel politik hesaptan kaynaklanıyor olsa gerek. Kürt seçmenden zaten oy alma umudu olmayan CHP’nin Kürtlere mesafeli durarak orta Anadolu, Karadeniz ve Batı’daki seçmenin oyunu almayı hedeflemesi basit bir iktidar olma hesabı gibi görülebilir. Böylece AKP karşıtı bir kitlenin MHP dışındaki oylarının önemli kısmını alarak Ecevit’in 1977’de ulaştığı yüzde 40 oya ulaşmayı hedefleyebilir. Bu, Kılıçdaroğlu ve ekibinin performansıyla bağlantılı olarak ulaşılamaz bir hedef de değildir. Ancak bu sürecin çok tehlikeli olarak Türkiye’de Kürt karşıtı milliyetçi bir toplumsal dokunun oluşmasını ne kadar güçlendireceğini görmek zor olmasa gerek. AKP’nin bu süreçte Kürtlerden aldığı oylara rağmen CHP ve MHP’nin bu milliyetçi söylem yarışına ne kadar direneceğini göreceğiz. Ancak şu açık ki, önümüzdeki süreç bu haliyle devam ettiği sürece Kürtlerin yalnızlaşması giderek artacaktır. Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgeler dışındaki bütün coğrafi alanların AKP’nin zayıflayarak MHP ve CHP milliyetçiliği ile kaplanmış olması “yeniden kardeşleşme” siyaseti açısından ciddi bir sorun olarak kalıcı hale gelecektir. Ancak AKP veya AKP dışındaki iktidar seçeneklerinin Kürt sorunuyla birlikte yaşamanın ne kadar zor olduğunu çok iyi biliyor olmaları gerekir. Bu nedenle Kürtlerin Türk toplumunun vicdanında yalnızlaştırılmasının ortaya çıkaracağı sorunların-çatışmaların üstesinden gelmek aynı zamanda o iktidarın da hükümet etmesinin önündeki en büyük engel haline gelecektir. Sonuç olarak Kürt sorununun yaşandığı bir Türkiye’de sadece sosyal politikalarla solculuk yapılamayacağını herkesin bilmesi gerek. Aksi bir tutum, milliyetçiliğin değirmenine su taşımak olur ki o da zaten solun baş düşmanıdır.

K

Beykoz’da işçiler grev kararı astı 2

8 Haziran Pazartesi günü, İstanbul Beykoz Belediyesi’nde toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde beklentileri karşılanmayan belediye işçileri grev kararı verdi. Belediyenin, DİSK Genel İş Sendikası İstanbul Anadolu Yakası 2 Nolu Şube üyesi işçilerin maaşlarına ilk yıl yüzde on beş, ikinci yıl enflasyon artı yüzde iki, üçüncü yıl enflasyon artı yüzde beş zam isteklerine karşılık vermemesi üzerine, işçiler, belediye binasına grev kararı asarak, eylemlere başladı. 60 günlük yasal sürenin sonunda toplu sözleşmenin hala imzalanmamış olması durumunda grev fiilen başlayacak. 28 Haziran’da yapılan eylemde konuşma yapan, Genel-İş İstanbul Anadolu Yakası 2 Nolu Şube Başkanı Nevzat Karataş, belediyenin uzlaşmaz tutumunun görüşmeleri tıkadığını ve grev kararına neden olduğunu söyledi. Diğer Genel-İş şubelerinden temsilcilerin de destek verdiği eylemde işçiler, “Genel grev, genel direniş”, “Toplu sözleşme hakkımız, söke söke alırız” sloganlarını attılar.

Belediye işçileri ‘grev’ diyecek B

elediye işçileri İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ile yürüttükleri toplu iş sözleşmesi görüşmeleri tıkanınca grev kararı aldılar. Belediye-İş’le İBB arasında beş aydır yürütülen toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde İBB’nin uzlaşmaz tavrına diğer ilçe belediyelerinin yetkili olarak İBB’yi göstermesi eklenince grev kararı kesinleşti. 13 Temmuz’da Edirnekapı’da buluşacak olan işçiler yapacakları büyük yürüyüşün ardından İBB önüne gelerek burada grev kararını asacaklar. İBB’nin kıdem tazminatsız yüzde 6,38’lik zam teklifini asla kabul etmeyeceklerini belirten işçiler toplu sözleşme süreci devam eden DİSK’e bağlı Genel-İş ile Hak-İş’e bağlı Hizmet-İş ve Öz Gıda-İş sendikalarına ve üye işçilerine de dayanışma çağrısı yaptılar.

A

‘B‹RL‹KTEN ZAFER DO⁄AR’ İşçiler 13 Temmuz’da yapacakları yürüyüşün ardından asacakları grev kararıyla 60 günlük yasal grev sürecini başlatacaklar. Konuyla ilgili bir çağrı metni hazırlayan işçiler söz konusu durumun 30 bin işçiyi ilgilendirdiğini ifade ederek “Birlikte mücadele edelim ve kazanalım” dediler. Tüm işçi ve memur sendikalarına, siyasi parti ve demokratik kitle örgütlerine çağrıda bulunan işçiler “Kamuoyu huzurunda herşeyi yüksek sesle söyledik. Ancak işverenlerimiz duymadılar, duymazdan geldiler. Gün bugün sesimizi gür sesle duyurma zamanıdır” diyerek tüm emekçileri ve emekten yana olan güçleri Edirnekapı’ya çağırdılar. D‹REN‹fi MERKEZ‹ ‹BB Grev süreciyle ilgili Halkın Sesi’ne konuşan Belediye-İş İstanbul 2 No’lu Şube Başkanı Hasan Gülüm de tüm güçleriyle greve hazırlandıklarını belirterek tüm emek güçlerinden destek istedi. 13 Temmuz’da yapacakları yürüyüşle yasal grev sürecini başlatacaklarını ifade eden Gülüm, grev kararı astıktan sonra eylem takvimlerini

editor.halkinsesi@gmail.com 15 günlük Yayg›n, Süreli, Türkçe yay›nd›r.

aşam koşullarının her gün daha kötüye gittiğini söyleyen PTT çalışanları Ankara'da bir saatlik iş bırakma eylemi yaptı. Posta çalışanları, mesai saatlerinin fiilen 9 saate çıkarıldığını, çalışmayan el termallerinin kendilerine zorla kullandırıldığını, akşam servislerinin kaldırılmaya çalışıldığını ve kurum yönetiminin adam kayırmacı bir anlayışta olduğunu belirtti. Eylem, Haber-Sen, Türk HaberSen, Birlik Haber-Sen ve Bağımsız Haber-Sen tarafından düzenlendi.

açıklayacaklarını belirtti. Bugüne kadar bir eylem programı çerçevesinde hareket ettiklerini söyleyen Gülüm bundan sonra da örgütlü bir biçimde hareket edeceklerini vurguladı. İBB ve diğer AKP’li ilçe belediyeleri ile yaptıkları görüşmelerin belediyelerin tutumu yüzünden tıkandığını dile getiren Gülüm mücadelelerini doğal olarak AKP’li belediyelere karşı yürüteceklerini ifade etti. Taleplerinin 30 bin işçiyle birlikte tüm güvencesiz çalışan, işinden atılan, ezilen işçileri de ilgilendirdiğinin altını çizen Gülüm, tüm bu işçilerle birlikte İBB önünü direniş merkezi haline getireceklerini belirtti. ‹fiÇ‹LER SEKRETER‹ ‹KNA ETT‹ İşçilerin grev süreciyle ilgili görüşlerini öğrenmek için

T

görüştüğümüz Belediye-İş üyesi bir işçi de talepleri kabul edilene kadar direneceklerini ifade etti. Belediye sekreteriyle görüştüklerini söyleyen işçi, ücretlerle ilgili olarak belediyelerin görüşlerinin aynı olduğunu ancak belediye sekreterini taşeronun kaldırılması konusunda ikna ettiklerini belirtti. Sekreterin kendilerine taşeronun kaldırılması konusunda hak verdiğini ancak bunun hemen olamayacağını söylediğini aktaran işçi “Hemen olmaz” dense de taleplerinin değişmeyeceğini dile getirdi. Belediye-İş şubelerinin geçmişte kendi aralarında ve işçilerle kopukluklar yaşadığını belirten işçi, sendikaların kendi aralarındaki ve işçilerle olan kopukluklarının geride kaldığını söyledi. Mevcut durumda sendikalarıyla birlikte çok güçlü olduklarını ifade eden belediye işçisi “Sendikal hareket

ürkiye emek hareketinin silkelenmesine büyük katkı sağlayan Tekel işçileri asıl sahibi oldukları Türk-İş binasından polis zoruyla çıkarıldı. 2 Temmuz’da daha önce kararlaştırılan genel eylemlerdeki sorunlar ve gelecekte ne yapılacağını konuşmak için binaya giren Tekel işçileri karşılarında polisi buldu. Türk-İş yöneticileriyle görüşmek isteyen işçiler polisler tarafından zorla dışarı çıkarıldı. Geceyi Türk-İş önünde geçiren işçiler beklemeye devam ederken polis işçilerden bölgeyi terk etmelerini

günümüzde dibe vurmuş olsa da bizim durumumuzu oldukça iyi görüyorum. Yaptığımız eylemlerle de bunu gösterdik” diyerek sendikalarına güvendiklerini anlattı. Talepleri karşılanıncaya kadar mücadeleden bir adım bile geri atmayacaklarının altını çizen belediye işçisi, diğer işçilerle birlikte bir direniş merkezi yaratacaklarını ve sonunda haklarını alacaklarına inandıklarını vurguladı. İşçilerin artık bilinçlendiğini dile getiren işçi belediye önünde açacakları toplu sözleşme masasında belediye yetkililerini bekleyeceklerini belirtti. Belediyenin anlaşmaya yanaşmaması durumunda bunun sonuçlarına katlanacağını sözlerine ekleyen belediye işçisi mücadelelerinden vazgeçmeyeceğinin altını çizdi.

istedi. Sakarya Caddesi’ni abluka altına alan polis, alanı boşaltmamaları halinde işçilere saldıracağını söyledi. Daha sonra değerlendirme toplantısı yapan işçiler sendikalarıyla görüşme kararı aldılar. Tek Gıda-İş binasına giden işçiler muhattap alınmayınca binayı işgal ettiler. İşçiler iki gün sonunda Tek Gıda-İş Ankara Bölge Temsilcisi Lütfü Ceylan’la görüştüler. Ceylan’ın şube temsilcilerinin eylem kararı aldığını söylemesi işçilerin tepkisini çekti. Sendikanın ve sendika başkanı Mustafa Türkel’in

verilen kararlardan kendilerini haberdar etmediğini dile getiren işçiler “sendika verdiği sözleri tutsun” diyerek binadan ayrıldılar. 6 Temmuz’da Meclis’te görüşmeler yapan Tekel işçileri direnişe devam edeceklerini vurguladılar. Tekel işçileri adına açıklama yapan Kenan Aslantaş ağustos ayında geri dönmemek üzere Ankara’ya geleceklerini açıkladı. İllerine dönüp eylemlere devam edeceklerini ifade eden işçiler ağustosta beş koldan Ankara’ya yürüyeceklerini duyurarak açıklamalarına son verdiler.

‘Muvazaa kararları derhal uygulansın!’ Muvazaa kararlarını uygulamayan idareler suç işliyor, işçiler direnişe devam ediyor

Posta emekçisi iş bıraktı

Y

Tekel işçileri geri dönecek

Halk›n Sesi Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Ergin Demirhan Telefon / Faks 0212 245 90 37 Adres Tomtom Mahallesi Örtmealt› Sokak No: 6/3 BEYO⁄LU/‹STANBUL Bas›ld›¤› Yer Taflbask› Matbaac›l›k Yay. ve Amb. San. Tic. Ltd. fiti. Bask› Tesisleri Kocaeli /‹ZM‹T (0262 335 45 29)

KP’li belediyelerin beş aydır süren ayak diremesine işçilerin cevabı ‘grev’ oldu. İşçiler grev kararını asacak ve İBB direniş merkezi olacak

D

evrimci Sağlık İşçileri Sendikası (Dev Sağlık-İş) Adana, Bursa ve İstanbul’da taşerona karşı kazandıkları mahkeme kararlarının uygulanması için Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ve Sağlık Bakanlığı önünde eylemdeydi. 24 Haziran’da Sosyal Güvenlik Kurumu önünde yapılan eylemde konuşan Dev Sağlık-İş Çukurova Şube Başkanı Mustafa Hotlar sağlık alanında 150 bine yakın sağlık emekçisinin taşeron

şirketler aracılığıyla çalıştığını belirterek taşeron çalıştırmanın yasaklanması için taleplerini ve hukuksal dayanaklarını kamuoyu ile paylaştıklarını ifade etti. Bakanlık ve mahkeme kararlarıyla da taşeron çalıştırmanın hukuksuz olduğunun ispatlandığını ifade eden Hotlar, yıllardır sürdürdükleri mücadelenin sonucu olan kazanımların takipçisi olacaklarını dile getirdi. Ertesi gün (25 Haziran) Sağlık Bakanlığı önünde eylem yapan

Dev Sağlık-İş üyesi onlarca işçi daha önce duyurdukları “Taşeron sağlık işçileri bildirgesi”ni okudu. Sağlık Bakanlığı önündeki eyleme çok sayıda sendika, meslek örgütü ve demokratik kitle örgütü temsilcisi destek verdi. Eylemde “tüm iş kollarında güvencesiz çalışma biçimleri bu topraklardan silininceye kadar mücadele edileceği” belirtildi. Sağlık Bakanlığı önündeki eylemde de muvazaa kararlarının derhal uygulanması talebi dile getirildi.

Taşova’da belediye işçisi işsiz

2

9 Mart yerel seçimlerinde belediye başkanı olan AKP’li Özgür Özdemir Amasya’nın Taşova Belediyesi’nde geçici işçi olarak çalışan 27 işçiden 11’ine işbaşı yaptırırken 16 işçiye işbaşı yaptırmadı. İşçiler yaptıkları açıklamada çalışma haklarının Taşova Belediyesi tarafından gasp edildiğini söyledi. İşçiler, belediyenin kendilerinin işsizlik maaşından faydalanmaları için gerekli adımları atmadığını belirtti ve ekmeği bile veresiyeyle aldıklarını ifade etti.

UPS işçisine polis saldırdı Sendikal faaliyetlerinden dolayı ABD’li taşıma şirketi UPS'te işten atılan işçiler 2 aydır fabrika önünde işe alınma talebiyle direnişlerini sürdüyor. 6 Temmuz’da işverenin direnişi kırmak için yeni taşeron işçilere işbaşı yaptırmak istemesine izin vermeyen işçilere polis saldırdı. Gerilim ertesi gün de devam etti. 7 Temmuz’da işverenin direnişi kırmak için getirdiği taşeron işçilere izin vermeyen direnişteki işçilere çevik kuvvet polisleri saldırdı.


9

EMEK 9 Temmuz 2010 / 22 Temmuz 2010

Halk›n Sesi

Ekonomiyi güvencesizlik ‘büyüttü’ AKP, büyüme rakamlarına yaslanarak ‘ekonomi düzeldi’ mesajı vermeye çalışıyor. Krizde işten çıkarmaların en yoğun yaşandığı Bursa’da ise büyüme ücretlerde gerileme ve güvencesizlik sayesinde gerçekleşiyor. taşeronlaştırmayla maliyeti düşürüp, sendikalaşmanın da önüne geçiyor. Görüşüne başvurduğumuz Birleşik Metal İş Marmara Bölge Temsilcisi Ayhan Ekinci, yeni işe giren işçilerin, sosyal haklarından mahrum biçimde taşeron şirketlerde çalıştırıldığını söyledi. Ekinci, eskiden 3 işçinin yaptığı işi artık 2 işçinin yaptığını ifade etti ve işverenin işçiyi 1 hafta ücretsiz çalıştırdığını ardından da taşeron firmaya yönlendirdiğini söyledi. Taşeronlaştırmaya karşı mücadele ettiklerini söyleyen Ekinci, sarı sendikaların mücadele önünde büyük bir engel teşkil ettiğini ifade etti. Ekinci, Türk Metal gibi sendikaların patronlarla anlaşarak işçilerin ağır koşullarda çalıştırılmasına izin verdiğini ve işçilerden tepki gördüğünü belirtti.

T

ürkiye İstatistik Kurumu, 30 Haziran günü, Türkiye ekonomisinin 2010’un ilk çeyreğinde (Ocak-Şubat-Mart) yüzde 11,7 oranında ‘büyüdüğünü’ açıkladı. TÜİK’in açıklamasının ardından Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün, 11,7’lik artışın, Türkiye'nin ekonomik kriz sürecinden istikrarlı ve güvenli bir şekilde çıkmasının göstergesi olduğunu söyledi. Ergün’le aynı fikirde olan AKP’li parlamenterler ‘büyümenin’ ilerleyen aylarda da devam edeceğini söylediler. İlk çeyrekteki ‘büyümeye’ rağmen, Türkiye ekonomisi kriz öncesindeki (2008’in ilk çeyreği) büyüklüğünü yakalayamadı. AKP’lilerin ‘rekor’ dediği büyüme, mevsimlik baz etkisiyle hesaplandığında binde 1 oluyor. Öte yandan ilk çeyrekteki büyüme hızı, 2009’un son çeyreğindeki büyüme hızının gerisinde kaldı. Ekonomistler, 2010 ilk çeyrekteki büyüme rakamlarının, krizin etkilerinin yaşandığı 2009’un ilk çeyreği yerine 2008’inkiyle karşılaştırmak gerektiğini söylüyor. TÜİK’in açıkladığı büyümenin yüksek miktarda cari açık yarattığına ve istihdam yaratmadığına değinen ekonomi uzmanı Mustafa Sönmez, ilerleyen dönemlerde ekonominin aynı hızla büyümesinin olanaksız olduğunu söyledi. ‘Büyüme’, güvencesizleştirmenin en şiddetli yaşandığı imalat, perakende, inşaat, madencilik ile piyasalaştırmanın yoğun olduğu, ulaştırma-haberleşme, sağlık ve sosyal hizmetler alanlarında yoğunlaştı. ‘Ekonomi büyürken’ cari açık da yılın ilk üç ayında rekor düzeyinde arttı. Cari açık, yılın ilk çeyreğinde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 402.8 artarak 1 milyar 979 milyon dolardan 9 milyar 951 milyon dolara yükseldi. Mart ayında ise cari açık yüzde 266.6 artışla 1 milyar 179

milyon dolardan 4 milyar 322 milyon dolara ulaştı. Böylece Türkiye’deki büyümenin büyük oranda ithalata ya da sıcak para girişine dayalı bir büyüme olduğu ortaya çıkıyor. Büyüme oranı artmasına rağmen istihdamdaki kayıp ve düşmeyen işsizlik oranlarıysa büyümenin istihdam yaratmadığını ve halka iş olarak geri dönmediğini gösteriyor.

sayısındaki azalma Bursa’da işsizliğin azaldığını söylüyor. 2009'un 5 aylık döneminde Bursa'da 25 bin 370 kişi İŞKUR'a başvururken, bu sayı 2010'un 5 aylık döneminde 15 bin 956 kişiye geriledi. Bursa’da sendikacılar, işsizlikteki azalmanın nedeninin ekonomideki büyümede de etkili olan taşeronlaştırma ve sosyal hak gasplarındaki artış olduğunu söylüyor.

KR‹Z‹N GÖBE⁄‹ BURSA’DAN BÜYÜME MANZARALARI TÜİK’in büyüme verilerine iller düzeyinde bakıldığında, ekonomik krizden en çok etkilenen ve işten çıkarmaların en fazla yaşandığı yer olan Bursa, ekonomik büyümede ilk sıralarda yer alıyor. İŞKUR’a yapılan başvuru

GÜVENCES‹ZL‹⁄‹N BEfi‹⁄‹ TEKST‹L SEKTÖRÜ Bursa’nın en önemli istihdam kaynaklarından biri olan ve kriz süresince işten çıkarmaların yoğun olarak yaşandığı tekstil sektörü de son aylarda büyümeye başladı. İşçilerin ağır çalışma koşullarında günde 10-12 saat

çok düşük ücrete çalıştırılması tekstil sektörünü büyüten ana etken. Gazetemize konuşan DİSK Tekstil Bursa Şube Başkanı Celal Çam, küçük atölye ve konfeksiyonlarda çalışan işçilerin güvencesiz ve çok düşük ücretlerle çalıştığını söyledi. Küçük atölyelerde parça başı çalışan işçilerin ücretlerinin asgari ücretten düşük olduğuna dikkat çeken Çam, fabrikalarda ise ücretlerin asgari ücret civarında olduğunu söyledi. YEN‹ ‹fiÇ‹LER ÖRGÜTSÜZ Metal sektöründe kriz sonrasında taşeronlaştırma yaygınlaşıyor. İşverenler, kriz döneminde işten çıkardıgı sendikalı işçilerin yerine örgütsüz, genç işçileri alıyor. İşverenler,

TAfiERONLAfiTIRMA TAM GAZ Dev Sağlık-İş Güney Marmara Bölge Temsilcisi Derya Öztürk, sağlık alanındaki kârın büyük bölümünün taşeronlaştırmayla, güvencesizleştirilen ve sendikasızlaştırılan işçiler üzerinden kazanıldığını söyledi. Taşeron işçilerin kriz döneminde işten atılmaktan korktukları için sendikalardan uzak durduğunu söyleyen Derya Öztürk, emekçilerin kaybedecek bir şeyleri kalmadığında çareyi sendikaya üye olmakta gördüklerini belirtti. Öztürk, sendikalaşma önündeki engellerden birinin Bursa’daki işçi kitlesinin büyük bölümünün kente yeni göç edenlerden oluşması olduğunu ifade etti. Bu kesimin gıda ihtiyaçlarını köylerinden karşıladıkları için krizin etkisini bir süre hissetmediklerini belirten Öztürk özellikle aile ve ev geçindiren işçilerin işten atılmamak için “Başka yerde 6-7 ay maaşı yatmayanlar var. Buna da şükür!” diyerek ağır çalışma koşullarına ses çıkarmadıklarını ifade etti.

Asgari ücrete 30 simit zam Ç

alışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı Asgari Ücret Tespit Komisyonu 2010 Temmuz-Aralık dönemi asgari ücreti 599,12 lira olarak açıkladı. Bir önceki dönem 577,01 lira olan asgari ücrete 22 lira zam yapılmış oldu. Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 5'i işçi, 5'i işveren, 5'i de hükümet temsilcisi olmak üzere 15 kişiden oluşuyor. Komisyonda işçi tarafını Türkİş, işveren tarafını Türkiye İşveren Sendikaları

Konfederasyonu (TİSK) temsil ediyor. İşverenin daha düşük ücret ödemesini yasaklayan bir baraj niteliğinde olan asgari ücret tüm çalışanların ücretlerini de etkiliyor. Asgari ücretin harcama kalıplarına göre değil tüketici fiyat artışına göre belirlenmesi 809 lira olarak kabul edilen açlık sınırının altında kalmasına yol açıyor ve ücret çalışanın aylık masraflarını karşılayamıyor. Tüketici fiyatları artışına göre brüt olarak hesaplandık-

tan sonra belirlenen asgari miktar işçinin eline ulaşmıyor. Devlet, belirlenen miktardan vergi adı altında kesintiler yapıyor. Son asgari ücret brüt olarak 760,50 lira hesaplandı ancak 106 lira SSK primi kesintisi 96 lira gelir vergisi kesintisi, 54 lira asgari geçim indirimi kesintisi, 5.02 lira damga vergisi kesintisi ve 7.61 lira prim miktarı kesintisinin ardından işçinin eline 599,12 lira geçecek. 10 Aralık 2009’da toplanan Asgari Ücret Tespit

Komisyonu’nda, 2010 yılı için uygulanacak asgari ücret konusunda hükümet, işçi ve işveren kesimi arasında uzlaşmaya varılamamıştı. Türk-İş, ''Önerilerinin hükümet ve işveren kesimi tarafından dikkate alınmadığı'' gerekçesiyle komisyondan çekilmişti. TİSK ise “Türk sanayisi olarak büyük bir yükün altına imza attık” demişti. Temmuz-Aralık dönemi asgari ücretine göre, bir işçinin işverene maliyeti 885 lira olacak.

Kofluyolu’nda direnifl kazand› Kartal Kofluyolu Kalp ve Damar Hastal›klar› Hastanesi’nde 26 May›s’taki genel eyleme kat›ld›klar› için iflten ç›kar›lan Dev Sa¤l›k–‹fl üyesi dört iflçi 35 günlük direnifllerini zaferle sonuçland›rarak ifle geri döndü. ‹flten ç›kar›ld›ktan hemen sonra hastane kap›s›nda direnifle bafllayan iflçiler 35 gün boyunca tafleron flirket taraf›ndan çeflitli bask›lara maruz kald›lar. Ancak di¤er iflçilerin, doktorlar›n, emek örgütlerinin, demokratik kitle örgütlerinin, hastalar›n ve hasta yak›nlar›n›n kesintisiz deste¤i sayesinde hastane yönetimi bask›lara dayanamad› ve iflçiler ifle geri döndü. Direnifllerinin 34. gününde, yani direnifl zaferle sonuçlanmadan bir gün önce iflçileri direniflte olduklar› hastane önünde ziyaret ettik. Bir aydan fazla bir süredir hastane önünde olmalar›na ra¤men sanki daha befl dakikad›r oradaym›fl gibiydi hepsi. Yanlar›na gitti¤imizde baflhekim yönetim binas›nda tafleron flirketin yönetimiyle iflçilerin durumu hakk›nda toplant› yap›yordu. D›flar›daysa iflçiler içeride neler oldu¤una dair tahminler yürütüyordu. Hepsinin ortak görüflüyse hakl› davalar›nda mutlaka galip gelecekleriydi. Kendilerinden eminlerdi çünkü bir ay boyunca yapt›klar› eylemlerle, ald›klar› desteklerle hastane yönetimini ve tafleronu köfleye s›k›flt›rm›fllard›.

Köfleye s›k›flt›rd›klar› tafleron flirket iflçilerin üzerinde bask› kurarak direnifllerini bitirmeye çal›fl›yordu. Öyle ki tafleron flirketin sahiplerinden olan emekli bir albay iflçileri “Bu benim iyi yüzüm. Kötü yüzümü göstermeyeyim” diyerek tehdit ediyordu. Sadece direniflteki iflçileri s›k›flt›rmakla yetinmeyen tafleron flirket d›flar›da direnen arkadafllar›na destek veren, onlarla konuflan, selam veren iflçilerin de evlerine “di¤er iflçilere kötü örnek oluyorsunuz” diyerek tehdit mektuplar› gönderiyordu. Ancak tafleronun tehditleri hiçbir ifle yaramad›. Aksine direnifl giderek daha çok destek gördü. ‹flçilerin yan›na gelen iki hasta yak›n› deste¤i anlamam›z için güzel bir örnek oldu. Önce iflçilerin üzerine direnifllerinin haber küpürlerini ast›klar› kartonu inceleyen hasta yak›nlar› “Ne oldu abi” diye sordular. ‹flçiler durumu anlat›nca al›fl›k olduklar› bir soruyla karfl›laflt›lar: “Burada durunca bir fley oldu mu?” Bu sorunun cevab›n› da alan hasta yak›nlar› “Sonuna kadar hakk›n›z› aray›n abi. Biz de arkan›zday›z. Bu adamlara yedirmeyin hakk›n›z›” diyerek hastalar›n›n yan›na döndüler. Bu s›rada içerideki görüflmelerden ne sonuç ç›kt›¤› d›flar›da daha bir merakla bekleniyordu. Sendika temsilcisi içerideki durumu ö¤renmek için yönetim binas›na gitti¤i s›rada hastanede bahçevan olarak

çal›flan Nevzat geldi. 15 y›ld›r hastanede çal›fl›yormufl. Emekli olmas›na ra¤men geçimini sa¤layabilmek için çal›flmaya devam ediyor. Sigaras›n› çald›rm›fl, hararetle onu anlat›yor. Direniflçi iflçilerden biri “Biz çalm›fl›zd›r kesin. Bu hastanedeki bütün kötülüklerin anas› biziz ya” diyince k›zd› ve “Siz halk çocu¤usunuz, kime ne zarar›n›z olmufl. As›l h›rs›z içeridekiler. As›l h›rs›z bafl›m›zdakiler. Kime ne

yapm›fls›n›z. Ay›pt›r, yaz›kt›r” diyerek bahçeyi sulamaya devam etti. Bir süre sonra geri gelen sendika temsilcisi içerideki geliflmelerin olumlu oldu¤unu ve yar›n bu iflin çözülece¤ini müjdeledi. Ertesi gün de beklenen oldu ve Dev Sa¤l›k-‹fl üyesi direniflçi iflçiler ifle döndü. Slogan bu sefer “Direne direne kazanaca¤›z” de¤il, “Direne direne kazand›k” oldu.

İç talebi emekçi yaratmadı

E

konomi nasıl büyüdü sorusuna AKP’nin cevabı, ‘iç talebin artması’yla oluyor. AKP’lilere göre, 2010’un ilk aylarında halkta bir satınalma talebi uyanmış. 2010’un ilk üç ayında gerçek gelirlerde gerileme yaşandı. Yani çalışan, aynı parayla eskisinden daha az alışveriş yapmaya başladı. Türkiye İstatistik Kurumu'nun açıkladığı enflasyon rakamlarında Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) Ocak-Haziran döneminde 3,59 arttı, buna karşılık kamu çalışanlarına, açıklanan enflasyon rakamlarından sonra 6 aylık enflasyonun farkı olarak %1.06'lık zam yapılacağı açıklandı. Zam oranı, enflasyon oranının gerisinde kaldı. Hükümetin yaptığı zam, 13. derecenin 3. kademesindeki bir yardımcı hizmetlinin maaşında 13,62 TL, 14. derecenin 3. kademesindeki bir memur için 13,98 TL ve 9. derecenin 2. kademesindeki bir öğretmen için 16,24 TL artış anlamına geliyor. BORÇ BÜYÜYOR Türkiye’nin büyüdüğü iddia edilen son 6 ayda halkın satınalma gücü düşerken kredi talebi arttı ve kredi borçları tavan yaptı. Son altı ay içinde kişi başına borç miktarı 10 kat arttı ve her ay 120-130 bin kişi kredi borcunu ödeyemez hale geldi. 2010 Mart sonu itibariyle, tüketicilerin bankalara olan toplam borcu 139.2 milyar TL oldu. Bu dönemde Türkiye’deki kişi başına düşen tüketici kredisi, kredi kartı ve kredili mevduat hesabı borcu 1.947 TL’yi buldu. Birçok ailenin TOKİ’ye olan taksitli konut borçları da dahil edildiğinde kişi başına ortalama borç 2 bin TL’yi aşıyor.

Düzce’de emekçiye barikat üzce Organize Sanayi'nde bulunan Termo Makina'da D sendikalaştıkları için işten çıkarılan Birleşik Metal-İş Sendikası (BMİS) üyesi işçilerin yürüyüşü 5 Temmuz günü jandarma tarafından engellendi. Kent merkezine yürüyen işçilerin yoluna barikat kuran jandarma, Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu, Kocaeli Şube Başkanı ve Kocaeli Şube Sekreteri’ni gözaltına aldı. İşçiler, gözaltına alınanların serbest bırakılması ve barikatın kaldırılması için oturma eylemi başlattı. 2 saat süren eylemin ardından jandarma, sendika temsilcilerini serbest bırakıp barikatı kaldırmak zorunda kaldı. İşçiler, kent merkezinde bir basın açıklaması yaparak işverenin kendilerini sendikasız, sigortasız, çalıştırmak istediğini ve BMİS üyelerine baskı yaptığını belirtti. Termo Makine’de 4 BMİS üyesini işten çıkaran patron, diğer işçileri de sendikalarından istifa etmeleri için tehdit etti. Başarılı olamayan işveren BMİS örgütlenmesini kırmak için Hak-İş/Çelikİş’i çağırdı ve işçileri Çelik-İş’e üye yaptırmak istedi. Son olarak 25 Haziran günü 16 BMİS üyesini işten çıkardı. İşten çıkartılan işçiler fabrika önünde direnişe geçti.


10

KİBELE 9 Temmuz 2010 / 22 Temmuz 2010

Halk›n Sesi

Dünya Kad›n Yürüyüflü Türkiye deklarasyonu ugün, 30 Haziran 2010. Dünya Kadın Yürüyüşü 3. Uluslararası Eylemi'nin Avrupa buluşması için 22 ülkeden ve bölgeden 500'den fazla kadın İstanbul'da toplandı. İstanbul'a gelerek, kadın hakları ve halkının kaderini tayin hakkı için mücadele eden Türk ve Kürt kadınlarla dayanışmamızı ifade ediyoruz. Bütün kadınların haklarından tam yurttaşlar olarak yararlanabileceği, açık, demokratik ve seküler bir Avrupa düşüncesini dile getirdik. Buluşmamız, daha önce aralarında Balkan Ağı oluşturmak ve bu etkinliği hazırlamak amacıyla farklı ülkelerde yapılan çeşitli ulusal toplantıların ürünüdür. Hükumetlerin ve uluslararası kurumların, toplumsal hareketlerin elli yıllık kazanımlarına ve kadın haklarına yönelik saldırılarında ekonomik ve mali krizi kullandığı bir dönemde toplanıyoruz. Bu önlemleri kınıyor; çalışma ve emeklilik koşullarının kötüleşmesine karşı mücadele ediyoruz. Özelleştirmeye ve kamu hizmetlerine ayrılan bütçede kesintilere karşı mücadele ediyor; bunun yerine askeri bütçelerin azaltılmasını istiyoruz. Hem toplumsal hareketlerin kriminilazasyonuna ve bu hareketleri bastırmak için kadınlarla yönelik şiddet kullanılmasına hem de aşırı sağın, fundamentalizmlerin ve militarizmin yükselişine karşı direniyoruz. Kadın aktivistlere yönelik devlet kaynaklı her tür şiddete karşı olduğumuz gibi, özellikle Kürt kadınları ve çocuklarına yönelik cinsel tacizin devlet politikası haline getirilmesine de karşıyız. Hepimiz, ulusal, cinsel ve sınıfsal sömürüye karşı mücadeleyi sürdürmekte kararlı, ezilen ulusların kadınlarının yanında yer alıyoruz. Bizim, taban hareketlerinden gelen kadınların uluslararası feminist hareketi olarak, birlikte organize edip katılacağımız eylemler şunlardır:

B

AKP’den cinsiyetçi inciler karşılamak gerektiğinde bayanlar bu işi çok daha iyi yapıyor” diyerek AKP Gençlik Kollarında kadının yerini işaret etmişti.*

TUBA GÜNEfi

A

KP, ideolojisine derinden işlemiş bulunan cinsiyetçiliği ve gericiliği soruşturmalar başlatarak, özür dileyerek gizleyemiyor. Son olarak, Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı, Kürt sorununa çözüm olarak, “Metres tutmayın, ikinci eşinizi Doğu’dan alın” önerisini “Kültürümüzde var zaten” süslemesiyle sundu. Irkçılığın, kadın düşmanlığıyla kopmaz bağlarının net şekilde görülebildiği bu açıklamaya AKP’lilerin tepkileri de bu açıklamadan farksız oldu. AKP Diyarbakır Milletvekili Ali İhsan Merdanoğlu “Zaten kız ‘alıp veriyoruz’ ” diyerek sitemlerini sunarken Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip Ensarioğlu Kürt sorununu bu yöntemin çözemeyeceğini, sorunun bu kadar ‘basit’ olmadığını söyledi. SORUfiTURMA KURTARMAZ AKP, Bakırcı’nın açıklamalarıyla ilgili soruştırma başlattı. BDP Eşbaşkanı Gülten Kışanak, açıklamayla ilgili “Aynı zamanda bu söylemin kendisi sadece ırkçı bir söylem değil, kadınları da aşağılayıcı bir söylem. Irkçı ve gerici bir söylem. Açık ve net bir şekilde ırkçı bir dil kullanan böylesine çağdışı bir önermede bulunan kişiye cevap vermeye kalkarsak ancak hakaret ederiz. AKP’yi derhal bu kişiyi partisinden ihraç etmeye davet ediyorum. Buna cevap vermeyi bize bırakmasınlar. Bırakırlarsa anladığı dilden cevap vermek zorunda kalırız, bu da bize yakışmaz. AKP bunun gereğini yapmalı ve bu kişiyi ihraç etmeli. Sayın Kavaf’ta eğer zerre kadar cins bilinci varsa, partisinin yetkili kurumlarını harekete geçirmesi gerekir" diye konuştu. AKP’nin ırkçı, cinsiyetçi yapısı,

A

KP’li Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı’nın talihsiz olarak gösterilmeye çalışılan açıklaması, Bakırcı’ya mal edilebilecek bir gaf değil. Açıklama, AKP ideolojisinin erkek egemen sınırlarını gösteriyor

kendini birçok kere bizzat AKP’lilerce ele vermişti. - Kadınlardan daima “kadınlarımız” diye bahseden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kadınların bedenleri üzerinde tahakküm kurma biçimi olarak “Üç çocuk doğurun” demişti. - Bülent Arınç kapatılan DTP Eşbaşkanı Emine Ayna’yı kastederek yaratık demiş, “kadıncağız” kelime-

siyle aşağılamaya çalışmıştı. - Mart 2009’da, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek işsizlik oranının kadınların iş araması yüzünden arttığını söylemişti - Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in yıllar öncesine ait “Flört fuhuş, feminizm sapkınlıktır” açıklaması hala akıllarda. - Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül “Türk kadını evinin süsü,

erkeğinin şerefidir. Batı kadınları ise maalesef eziliyor” açıklamasıyla AKP anlayışının sözcüsü olmuştu - Veysel Eroğlu Denizli’de kendisine “iş istiyoruz” diyen kadınlara evdeki işler neyinize yetmiyor karşılığını vermişti. - Altındağ İlçe Gençlik Kolları Başkanı “Birkaç bayanın Gençlik Kolları’nda olması görüntü açısından çok iyi oluyor. Çünkü birilerini

AKP’L‹ KADINLAR C‹NS‹YETÇ‹L‹⁄‹N TAfiIYICISI AKP’nin erkek egemen ve cinsiyetçi yapısını koruyan ve temsil eden elbette yalnızca erkekler değil. - AKP Kadın Kolları Başkanı ve Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin, Zaman gazetesine 17 Ocak 2010’da verdiği röportajda, kadınların AKP’ye üye olmasıyla ilgili “Kadın eğer bir partiye bağlanacaksa lidere güvenmesi lazım. Fakat eşinin de bunu kabul etmesi lazım. Bu durum evden çıkmasına vesile oluyor, eşi de bu sosyalleşmeye gönül rahatlığıyla müsaade ediyor” açıklamasını yapmıştı. - Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf “Eşcinsellik hastalıktır, tedavi edilmelidir” söylemiyle gündeme gelmişti. - AKP yine bir gaf düzeltme girişimini Sağlık Bakanı Recep Akdağ ile yapmış ancak “Çocukların cinsel eğitimlerinin ‘doğru’ gelişebilmesi için gerekeni yapmalıyız” çözüm önerisiyle cinsiyetçilik ve gericilikten bir adım öteye gidememişti. - Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın “Nice yalanlar gördük. Zeki Müren’in yılın en büyük erkek sanatçısı, Bülent Ersoy’un en büyük kadın sanatçısı seçildiği bir yıl hatırlıyorum. Böyle absürd, dramatik, toplumun aklının karıştırılmaya çalışıldığı dönemlerden geçtik” sözü de tüm bunların şahsi gaflar olmadığı bir politik duruşu temsil ettiğini göstermişti. * İlhan Uzgel-Bülent Duru/ AKP Kitabı- Bir Dönüşümün Bilançosu kitabından alınmıştır

Kirli savaşın kadın düşmanı silahı devrede

- Ekim 2010'da Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nde uluslararası barış ve sivilleşme eylemi; - Diyarbakır'da 151 Kürt politikacı, belediye başkanı, kadın hakları savunucusu ve sendika üyesine karşı açılan davanın izlenmesi; - Ekim 2010'da Brüksel'de güvencesiz çalışma ve işsizliğe karşı Avrupa yürüyüşleri; - Kasım 2010'da Portekiz'de yapılacak NATO zirvesine karşı zirve toplantısı; - Eylül 2010'da Avrupa Sendikaları Konfederasyonu'nun gösterisi. - 2011 yılında Avusturya'da gıda egemenliği konulu bir Avrupa forumunun düzenlenmesi. Dünya Kadın Yürüyüşü'nde yaptığımız gibi, toplumsal hareketleri, halkların yerel düzeyde verdiği mücadeleler arasında bağlar kurmaya ve onları kıtasal düzeyde birleştirmeye çağırıyoruz. Bugün, kapitalizmi, erkek egemenliğini ve ırkçılığı yok etmek için, bu mücadeleleri birleştirme günüdür.

Cinsel şiddet, yüzlerce yıldır bir kirli savaş silahı olarak kullanılıyor. Türkiye toplumsal muhalefetini yıldırmak için kullanılan bu saldırı İstanbul’da bir kez daha yaşandı emokratik özgür mücadelemizi yükseltelim, tecavüz kültürünü aşalım kampanyası sürdüren Demokratik Özgür Kadın Hareketi (DÖKH) aktivisti K.S, 17 Haziran'da İstanbul Bağcılar'da polis oldukları tahmin edilen 4 kişi tarafından kaçırıldı. K.S, 10 saat baygın tutularak, kendisine tecavüz girişiminde bulunan 4 kişiden birinin, "Sen kendini ne sanıyorsun, sonunda elimize geçtin, 2 aydır seni takip ediyoruz" dediğini ve diğerinin "Konuşmayalım, kendimizi ele veriyoruz" diyerek cevap verdiğini anlattı.

şekilde yapıldığını vurguladı. 22 Haziran'da, Eskişehir Demokratik Kadın Platformu temsilcileri, KESK Çok Amaçlı Toplantı Salonu'nda yaptıkları açıklamayla kadına yönelik şiddeti ve tecavüzü kınadıklarını bildirdi ve kadına yönelik her türlü şiddetle mücadele edilmesi gerekliliğini vurguladı. Türkiye'de yıllardır gözaltında, politik kadınlara yönelik taciz ve tecavüz saldırılarının gerçekleştirildiğine dikkat çeken platform temsilcileri, cinsel şiddetin hesabını sormak için mücadeleye devam edeceklerini belirtti.

ÜLKE ÇAPINDA KADINLAR AYAKTA Olayın ardından, ülke çapında kadın platformları ve örgütleri çok sayıda protesto gösterisi yaptı. DÖKH yönetimi, İnsan Hakları Derneği'nde basın açıklaması yaparak, tecavüz saldırılarının sivil polislerce, Kürt kadınlara yönelik olarak sistematik bir

BARIfi ‹Ç‹N BEYAZA BÜRÜNDÜLER Ankara Kadın Platformu ve Barış İçin Kadın Girişimi 22 Haziran'da Yüksel Caddesi'nde toplanarak, artık söyleyecek söz kalmadığını anlatan boş beyaz bir pankart açtı. Kadınlar, barış talebindeki ısrarlarını simgeleyen beyazlar giyerek DÖKH aktivisti K.S'ye yapılan cinsel işkenceyi protesto etti.

D

Bu y›l üçüncüsü gerçekleflen Dünya Kad›n Yürüyüflü’nün Avrupa buluflmas› 30 Haziran’da ‹stanbul’da oldu. 22 ülkeden 500’ü aflk›n kad›n ‹TÜ Maçka Kampüsü’nde düzenlenen forumda bir araya geldi. Kriz, neoliberalizm, savafllar ve erkek egemenli¤inin hayatlar›ndaki etkilerini konufltu, ortak mücadelenin olanaklar›n› tart›flt›. Forum program›n›n ard›ndan Maçka’dan Taksim Meydan›’na yürüyen kad›nlar ‘dayan›flma’ ve ‘k›zkardefllik’ ça¤r›lar› eflli¤inde coflkulu bir kapan›fl etkinli¤i yapt›.

Kadınların yaşamını değiştirmek için dünyayı değiştir! Dünyayı değiştirmek için kadınların yaşamını değiştir!

Urfa İl Kadın Platformu'nun konuyla ilgili yaptığı basın açıklamasını okuyan İHD Şube Sekreteri Ruken Şahin, saldırının DÖKH'ün başlattığı "Demokratik özgür mücadelemizi yükseltelim, tecavüz kültürünü aşalım" kampanyasına karşı geliştirilmiş bilinçli bir saldırı olduğunu ifade etti. KONU MECL‹S’TE BDP Milletvekili Sabahat Tuncel, Adalet Bakanı'na, "Muhalif kimliği olan ve örgütlü mücadele içerisinde olan kadınlara yönelik gerçekleşen saldırı, taciz ve tecavüz olaylarının açığa çıkarılması ve faillerinin bulunup yargılanması için bugüne kadar bakanlığınız ne gibi çalışmalar yapmaktadır? İstanbul ve Diyarbakır da açığa çıkan bu saldırı ve tecavüz olaylarında faillerin polis olduğu şüpheleri dikkate alınarak inceleme başlatılmış mıdır?" sorularını yöneltti.

Ah dadıcığım, yoksa sen de mi insansın? Ev iflçisi kad›nlar G çal›flma yaflam›nda yok say›lmaktan ve afla¤›lanmaktan duyduklar› rahats›zl›¤› Sibel Arna’n›n yaz›s› karfl›s›nda bir kez daha dile getirdi

azeteci Sibel Arna'nın 12 Haziran tarihli, ev işçilerini aşağılayan "9 aylık bebekle mavi yolculuk" başlıklı yazısı öncelikle ev işçilerinden olmak üzere toplumun birçok kesiminden tepki aldı. DİSK Genel-İş'e bağlı Ev İşçileri Kadın Komisyonu tarafından yapılan basın açıklamasıyla Sibel Arna protesto edildi. Sibel Arna'nın çocuğunun bakıcısı olan ev işçisinin, çocuklarının ve kocasının da yanında olmasını istemesini yadırgaması ve bunu bir "arıza" olarak tanımlaması, başka bir ev işçisinin dalış kursuna gitmek istemesi ile ilgili "Büyük konuşmayayım ama ben o kadının kafasını dalış tüpü olmadan suya gömerim" ifadesi ile ilgili "Bu acı durum, biz ev işçilerini çok kırmıştır. Hiçbir zaman gündemde olmayan ve genellikle olum-

suz yönleriyle halkımıza sunulan, herkesin gözü önünde bir sektör bile olamayan ve bu alanda çeşitli olumsuzluklara maruz kalan biz ev işçileri bu durumun aydınlatılması ve Sibel Arna'nın özür dilemesini istiyoruz" dedi. Mesleklerinin kölelik olarak görülmesinden, tam ücret alamamak ve sosyal haklarına kavuşamamaktan şikâyetçi olduklarını dile getiren ev işçisi kadınlar, cinsel istismara yetersiz koşullarda çalışma ortamlarına ve iş kazalarının neden olduğu ölümlere karşı mücadelelerini sürdüreceklerini söyledi. Sibel Arna'yı özür dilemeye, devleti haklarını tanımaya, Çocuk ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf'ı göreve çağıran kadınlar bir beyanat yayınladı. Ev işçisi kadınlar, beyanatlarında, sadece İstanbul'da on binin üzerinde

ev işçisinin olduğunu ancak görmezden gelindiklerini ve Çalışma Bakanlığı ve İş-Kur tarafından kayıt altına alınmadıklarını vurguladı. Bunun için ev işçileri olarak haklı bir mücadele içinde ve bu alanda çalışan kadınlar üzerinde farkındalık yaratma uğraşında olduklarını belirten kadınlar 37 yaşındaki 8 aylık hamile ev işçisi Nilgün Oğuz'un çalıştığı evin yakını tarafından vurulduğuna dikkat çekti. Kadınlar, çalıştıkları evlerde, tacize, tecavüze uğrayan ve öldürülen kadınların varlığını hatırlatırken, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nı, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı'nı İş-Kur'u, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü'nü, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı Genel Müdürlüğü'nü, sendikaları göreve davet ettiklerini açıkladı.


11

YÜZ YÜZE 9 Temmuz 2010 / 22 Temmuz 2010

Bölündük, farkında mıyız?

Halk›n Sesi

AKP’nin 8 yıllık iktidarının iddialı “Kürt Açılımı” projesinin ardından Kürt sorununda ülkeye sunduğu şey yeniden kanlı çatışmaların tırmanması oldu. Her gün farklı kentlerden cenazeler kalkıyor. Üstelik sorun askeri çatışmaların ve Kürt halkının siyasal kültürel taleplerinin yerine getirilmeyişinin de çok ötesine geçmiş durumda. 30 yıllık savaşın oluşturduğu birikim, her an tehlikeli patla-

B‹R‹M‹Z‹N

ACISI

D‹⁄ER‹N‹N

malara gebe bir toplumsal travma ortamı yaratmış durumda. Bu noktada tek umut iki halkın da omuz omuza yürüteceği bir barış ve kardeşlik mücadelesi olabilir. Ancak bu konuda da çabalar sınırlı. Bu anlamda önemli bir çıkış yaparak umut verici girişimlerde bulunan Türkiye Barış Meclisi’nden Metin Bakkalcı, Abdullah Aydın ve Yüksel Mutlu ile görüştük.

SEV‹NC‹NE

DÖNÜfiTÜ

Birbirimizin acısına ortak olmalıyız S S on olanlara bakıldığında içtenlikli bir çözüm iradesi yok. İktidar açısından baskı, unutturma pratikleri ile sorunun üstünden atlama tarzı bir yaklaşım var

ilahlar susmalı, ölümler son bulmalıdır. Ama bunun için bir güven ortamı yaratılmalıdır. Bunun için diyalog gereklidir. Bu diyalog sahici olmalıdır

OSMAN NUR‹ ORHAN Metin Bakkalc›: “Ortak bir Türkiye tahayyülünü ortaya ç›karmal›y›z.” 2010 Temmuz’u itibari ile bir yol ayrımındayız demek uygun düşecektir. Gelinen noktada ya tahayyül bile etmekte zorlandığımız çok büyük acılarla karşılaşacaz ya da sonuç olarak insanca yaşanabilecek bir Türkiye’nin önünü açma becerisi gösterebileceğiz. Bu bizim tercihimiz olacak, 72 milyonun büyük çoğunluğunun tercihi olacak. Neden böyle bir yol ayrımı? Türkiye devleti onlarca yıldır sorunları esas olarak Türkiye toplumundan yana çözmeyen, sorunları geçiştiren ama o arada aslında kendisinin önüne koyduğu hedefler doğrultusunda mesafe kat eden bir geleneğe sahip. Şu son olan bitenlere bakıldığında içtenlikli bir çözüm iradesi yok. İktidar odakları açısından baskı, unutturma, idari pratikleri ile sorunun üstünden atlama tarzında bir yaklaşım var. Özellikle 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden sonra açılım, demokrasi vb. sevimli kavramların kullanıldığı bir dönem başladı. Ama 29 Mart sonrası Türkiye yakın tarihinde insan hakları ihlallerinin en yoğun yaşandığı dönem olmuştur. Milyonlarca insan demokratik bir şekilde kendilerini temsil etme tutumu sergilediler. İnandıkları bir partiye oy verdiler ve bu parti, o zamanki adı ile DTP; yaklaşık 100 belediye başkanlığı kazandı. Bu seçimlerden hemen 2 hafta sonra, tarihi hatırlamakta yarar var, 13 Nisan’da PKK o zamana kadar aslında fiilen sürdürdüğü ateşkes kararını resmileştirmişti. Demişti ki; “Bu yerel seçimler demokrasi alanında bir imkan sunmuştur. Bu imkanın önünü açmak açısından biz tek taraflı ateşkes ilan ediyoruz.” Hemen birgün sonra, 14 Nisan 2009’da ise KCK diye nitelenen bir operasyon dizisi başlamıştır. Son zamanda basında KCK operasyonunun, 19 Ekim 2009’da Barış Grubu’nun Habur’dan Türkiye’ye girişini takip eden gelişmelerin ardından başladığı gibi bir izlenim yaratılıyor. Bu doğru değil. KCK diye nitelenen operasyon yerel seçimlerden hemen 15 gün sonra başlamıştır. Bu operasyon sonucunda ne olmuştur? Kendilerini demokratik yollardan ifade etmek isteyen milyonlarca insan baskıya maruz kalmıştır. DTP’nin başkan yardımcıları, merkez yönetim organlarında yer alan kişiler, il ve ilçe teşkilatlarının ilgilileri, yetkilileri göz altına alınmış, tutuklanmıştır. Daha sonra bu parti resmen kapatılmıştır. Daha sonra bunun yerine kurulan BDP de baskılara maruz kalmıştır. Bugün itibari ile gözaltına alınan binlerce kişiden yaklaşık 15001600’ü cezaevlerindedir. Yakın tarihle karşılaştırdığı zaman 12 Eylül’de bile bu kadar çok sayıda belediye başkanının cezevinde olduğu bir döneme rastlamıyoruz. Bu sürecin iki tane daha baskın olayı vardır. Bir tanesi çocuklar meselesi. Türkiye yakın tarihinde bu kadar çok çocuğun toplantı gösteri ve yürüyüş yasasına aykırılıktan gözaltına alınıp tutuklandığı, çocuk başına nerdeyse on yıl ceza aldığı bir dönem de yoktur. İkinci gayri ahlaki tutum da şu: Başbakan dahil hükümet yetkilileri

yurt dışından, Kandil’den ya da Mahmur’dan insanların gelebileceğini ifade ederek çeşitli çağrılarda bulunmuştu. Toplumun değişik kesimleri de “Ne güzel işte silahlar bırakılacak. Barış içerisinde beraber yaşayacağız” gibi özlemleri dile getiriyordu. Çağrı üzerine 19 Ekim’de Kandil’den bir grup insan silahlarını bırakarak, Mahmur’dan, bir grup mülteci olarak yaşadıkları kamptan, geri döndü. Savcılar, hakimler gittiler; AKP’nin açılım süreci ile ilgili kitapçığında söylendiği gibi suçsuz bulundular. Arkasından aynı savcılar, aynı yargıçlar, aynı başbakan bir süre sonra atmosferi değiştirdiler. Ortada başka hiçbir eylem yokken bu kişiler hakkında iddianame hazırladılar, yargılama süreci başlattılar, dahası tuttukladılar. Sonra da başbakan ben mi tutukladım diyor. Tabii ki sen tutukladın sayın başbakan. Senin yarattığın ortam, senin yaptığın yasalar çerçevesinde bu iş gerçekleşti. Bu da çok gayri ahlaki birşey. Olağan üstü bir travma. Doğal olarak bu travmayla güven kaybı yaşandı bütün Türkiye için. Şu anda en büyük ihtiyacımız güven duygusu. Birbirimize güvenimiz yok oldu. Türkiye Barış Meclisi gibi kurumlar “Yapmayın, bu gidiş gidiş değil. Bu kadar baskı, demokratik hayatın bu kadar kapatılması, daraltılması, silahlı birtakım operasyonların hazırlıklarının yapılması, adımlarının atılması patlakverir bir

Eğer birinin acısı diğerinin beklentisi haline gelmişse Türkiye zaten bölünmüştür. Acıda ortak olamazsaz elimizde hiçbir şey kalmaz yerden” çığlıkları atıldı. Nitekim bütün bunların sonucunda kahredici şekilde Mayıs’tan itibaren çatışmalar yükseldi. AKP hala, “8 yıl kısa, zamana ihtiyacımız var” diyor. Bunun 8 yıl sonra hiçbir anlamı yoktur. “80 yıllık meseleyi biz nasıl çözeceğiz” diyorlar. 80 yıllık meselenin bile onda birini bunlar kapladı ya da 30 yıldır Kürt sorunun son turunu kastettiğimizde zaten nerdeyse üçte birinde bunlar var. Hangi tarihte İHD Başkan Yardımcısı cezaevindeydi. Bu dönemde işte. KESK’in konfederasyon düzeyinde güvenlik güçleri tarafından saldırıya uğradığına şahit olduk. 12 Eylül’de DİSK’e, bu dönemde de KESK’e. Yakın tarihte

başka örneği yoktur. Tekel işçileri direniyor, itfaiye işleri direniyor şiddete maruz kalıyor. Son dönemde hele bir furya başladı. KCK operasyonundan etkilendi heralde. Yok efendim Mahir Çayan’ın anmasına katıldı, yok bir insanın cenazesine katıldı, yok şu gösteriye katıldı. Yani deniyor ki bu milyonlarca insan, birileri istediği zaman göz altına alınır. Bugün geçmişten neden farklı? “90’lara geri dönülecek” deniyor. Geri dönülmez. Tarih buna izin vermez. 2010’un koşulları başka. 2010’lar çok başka olur. 90’larda bu mesele iki silahlı gücün çatışması gibi algılanıyordu. Toplum içindeki gerilim kat sayısı düşüktü. Şimdi yaşanan 30 yıllık bir travma. Travma diyorsanız bunun sonuçları var. Travma toplumları böler, parçalar. Bu bir birikim. Patladığı zaman kimse önünü alamaz. İktidar “Aman ben bunu kontrol ediyorum, sokaklarda da çok fazla tepkisel hareketlerin önü açılmıyor” gibi sözlerle kendisini avutmasın. Bu potansiyel patladığında ne iktidar kalır ne başka bir şey. Deniyor ki “Yugoslavya gibi olmaz” Tabii Yugoslavya gibi olamaz ama bilin ki Maraş, Çorum katliamlarının yapıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Çorum ve Maraş Yugoslavya’da değildi. Türkiye’deydi. Ne olduğunu gördük. Muğla’da gece ikide eğer birileri sokakta gösteri yapıyorsa, tepkimi ifade ediyorum, diye. Hayal edin gece ikide onlar bir evi işaret

etseydi. Gece ikide o evlere girilir, tarumar edilirdi. Biz bu noktalardayız bu sınırdayız. İki silahlı güç arasında gibi gözüken mesele şimdi bütün toplumun hücrelerine yayılmış vaziyette. Ayrıca, bu ülkede bir duygusal kopuş oldu. Zihinsel bir kopuş oldu. Coğrafi kapanmalar başlıyor diyoruz. Şimdiki kuşaklar şu gördüğümüz “genç kuşak” geçmişlerinde ortak yaşama deneyimi olmayan kuşak. Zaten Kürtler olağanüstü hal koşullarında doğup büyüdü. Birlikte yaşama deneyimi benim kuşağımdaki gibi yok. Böyle deneyim yoksa gelecekte de böyle bir birlikte yaşama tahayyülünde zorlanıyor onlar. Koparsa kopsun duygusuna hemen gelinir. Batı için de bu böyle. Barış Meclisi’nin çıkıştaki cümlesi şuydu: “Türkiye’de yaşananların hepimizin ortak acısı olduğundan hareket ettik.” Öyle söyledik. Bunu kaybettiğimiz zaman zaten elimizde hiçbir şey kalmaz. Eğer birisinin acısı başkasının sevinci olmuşsa bugün gözüktüğü gibi; birinin kaygısı diğerinin beklentisi olmuşsa ya da birinin beklentisi diğerinin kaygısı olmuşsa bütün bunun sonucunda. Türkiye bölünmüştür. Biz bölündük o halde gönüllü olarak batısı ile doğusu ile, Kürdü ile Türkü ile bir ortak Türkiye tahayüllünü ortaya çıkartmak zorundayız. Batıda çıkışın yolu bu. Bu mesele Kürtlere yardımcı olmak, demokratik haklara destek olmak meselesi olmaktan çıktı. Türkiye’de birlikte yaşama projesi ön açacaktır. Bu birlikte yaşama projesinin öznesi Türkiye’deki çoğunluktur. Bu Türkiye ortak gelecek hayalinin bütünsel bir toplumsal perspektifi olacak. Sadece bir kimlik meselesi değil. Adaleti, hukuku, ekonomik hayatı, sosyal diğer bileşenleri bir gelecek hayali böyle bir şeydir. Artık biz bu noktadayız. Bunun önünü açmak zorundayız. Tekel işçileri orda haykırdığı gibi “İş ekmek yoksa barış da yok” derken böyle bir mesajı veriyorlardı. Kürt Tekel işçileriyle Türk işçilerin dayanışması bize bir şey gösterdi. Silahlar susmalı, ölümler son bulmalıdır. Ama bunun için bir güven ortamı yaratılmalıdır. Bunun için diyalog gereklidir. Bu diyalog sahici olmalıdır, müzakereye dayalı olmalıdır. Tüm tarafları mutlak içermelidir. Eğer bu ülkede yaşayacaksak tüm taraflar hele hele de bu sorun algılayanlar başta olmak üzere tabii ki bir ortak Türkiye hayalinin önünü açılması gereklidir.

“Kürdün yaşadıklarını Türk’ten saklıyorlar” Barış mücadelesinin Türk tarafını örgütlemek için sizce ne yapmalı? Yüksel Mutlu: 100 yıllık bir bölünme fobisi var. Aslında bu fobiden vazgeçmek lazım. Bu duyguyu halklarda yaratanlar bence Türkiye’deki egemenlerdir. Böyle bir bölünme falan yok. Kimsenin ayrılma isteği, talebi yok. Ben inanıyorum ki, Türk halkı barışa hazır. Yeter ki devlet, hükümet bu konuda arzulu olsun. Ben halkların bu konuda, Kürt halkıyla sorunu olduğunu düşünmüyorum. Bunlar suni şeyler. Yani sıradan bir Türk yurttaşın bir Kürt komşusuyla bir sorunu olamaz. Ama ne yapıyor bu milliyetçi politikalar? Görsel ve yazılı medyanın kışkırtması. Mesela

asker cenazeleri geliyor. Ama bir de karşı taraf var. Bu çatışmalar olurken gerillalar da ölüyor. Onu vermiyor. Öbür tarafın acısını Türk halkı görmüyor. İşte mesele de burada. Yani acılarımızın ortak olduğu fikrini yaymamız lazım. Barışın dilini yaygınlaştırmamız lazım. Demokrasi güçlerinin çok güçlü bir şekilde barışı haykırması ve bunu Türkiye halklarına anlatması lazım. O yüzden de Barış Meclisi, İç Anadolu’da, Ege’de, Karadeniz’de örgütlenmeyi oralarda barışın dilini yükseltmeyi çok önemli görüyor. Bizim sözümüzü görünür kılabilmemiz için çoğalmamız, hayatımızın her yerinde, her şekilde anlatmamız gerekiyor.

Barış Meclisi ne hedefliyor?

Abdullah Aydın: “Herkesin bu konuda çaba sarf etmesi lazım.” Türkiye Barış Meclisi savaştan, sömürüden uzak herkesin eşit ve kardeşçe yaşayabileceği bir ülke talebini dile getiriyor. Barış meclisi diğer tüm dost kurumlarla demokrasi güçleriyle birlikte sadece söylem olarak değil, pratik eylemliliklerle de barış konusunu ülkemizin gündemine sokuyor. Tabii sorun yalnızca Barış Meclisi’nin çalışmaları ile çözülmüyor. Kürt sorunu etrafında yaşanan çelişki ve çatışmaların yarattığı acılar çok büyük ve derin. Ayrıca sorun sadece barış meclisi ile çözümlenemez. Öncelikle barış talebinin özellikle sol bir seçenekle içeriklendirilmesi gerektiğinene inanıyorum. Bu aynı zamanda işçi sınıfı mücadelesinin bir biçimiyle barış talebiyle; barış mücadelesinin işçi sınıfının mücadelesinin talepleriyle ilintilendirilmesi anlamına geliyor. Tabii şöyle bir açmazımız da var, ülkemizde gerçekten bu sorunlara yön verecek, bu sorunları çözebilecek bir işçi sınıfı mücadelesi yok. Kaldı ki yetkin bir işçi sınıfı örgtülülüğünden de söz edemiyoruz. Ama bu yok diye bunun önemi ve gerekliliği göz ardı edilemez, yadsınamaz. Herkesin, Kürtlerin, kadınların, gençlerin, çocukların, işçilerin, ezilenlerin bu doğrultuda çaba sarfetmesi gerekiyor.

Erdoğan Azrail’ini gördü Başka bir seçenek yok mu? Sol da bir şey yapamaz mı? Yavaş yavaş, sol da ayağa kalkıyor. Abartmayalım çok cılız ama bugün Tekel işçilerinin, itfaiye işçilerinin en önemlisi de taşeron sağlık işçilerinin ülkemizde ortaya çıkardıkları görünüm hiç küçümsenecek bir şey değil. Sol değerleri yükselttiler. Ve zaten bu sol değerlerin yükselişiyle, toplumun emekten yana kesimleriyle; bunlar Kürt emekçileriyle Kürt sol kadrolarının ve örgütlerini bakış açıları da dahil bu söylediğim dinamiklere bakışı değişti. Orada bir umut, kıvılcım var. Erdoğan Azraili’nin bu olduğunu gördüğü için söylemlerini değiştirdi. Bugün, solun değerlerine sahip çıkan gençleri gizli örgüt üyesi diye suçluyor ve polisin, savcının, yargıçların önüne atıyor. Sadece gençleri değil, kamu emekçilerinin mücadelesine, Türkiye’de barış ve demokrasi mücadelesi verenlere saldırmaya başladı. Bu sürecin diğer süreçlerden ne farkı var sorusuna bu cevabı da verebilriz. AKP savaş aygıtlarına bürünerek solcu, emekçi düşmanlığı yapıyor, bunu yükselteceği de belli.


12

DOSYA 9 Temmuz 2010 / 22 Temmuz 2010

Halk›n Sesi

Dört mevsimin birinde incirde, Ordu’da fındıkta, Ege’de yörelerinde Adana’da pamukta, tatil n yanı her türlü hizmette, heme da çalışan başımızdaki bina inşaatın n çoktan mevsimlik işçiler için sezo güvenceden başladı. Yüzbinlerce işçi ağır yoksun bir biçimde ve en ın maruz koşullarda çalışıyor. Onlar sü işveren ve kaldığı ağır emek sömürü omik hükümetin ağzında ‘ekon büyüme’ müjdesi oluyor

Bereketli topraklar üzerinde ölümle kölelik arasında Tarım, turizm ve inşaat sektörleri için sezon başladı. Yüzbinlerce mevsimlik işçi aileleriyle beraber evsiz yurtsuz ve güvenceden yoksun çalışacakları yeni işlerine doğru yola çıktı

Emek sömürüsünün ve güvencesiz çalıştırmanın en yoğun olduğu mevsimlik çalışma, ırkçılık sorunun da yeniden üretildigi bir alan oldu. İşçileşen topraksız köylüler bu vahşi düzenin içine fırlatıldı

Adı mevsimlik kendi bir ömürlük “şimdi bak, dur ve dinle: hüzne amele, acıya ırgat şimdi sen ki yedi düvele kalbin ustası olup mazlum ve cefakeş buğdayları anlat unuyla sevdaların türkülerin ve emeğin “ (Mustafa Suphi üzerine şiirler Hilmi Yavuz ) evsimlik işçiler Türkiye’de sınıflar mücadelesinin gündemi olan birçok sorun alanının ortak keseni durumunda. Mülksüzleşme, güvencesiz çalışma, yoğun kadın ve çocuk emeği sömürüsünün yaşandığı bu çalışma biçimi aynı zamanda emekçilere ağır yaşam koşulları altında sağlıktan gıdaya, temiz bir çevrede yaşamaktan ulaşıma kadar bir çok hakkının gasp edildiği koşullarda hayat sürdürme yükünü yüklüyor. Üstelik ırkçılık ve göçmen işçi sorunu da mevsimlik işçilikle beraber büyüyor. Yüzbinler mevsimden mevsime çalışarak yaşamlarını sürdürüyor.

göçtü; sanayi proletaryasının ucuz emek gücünü oluşturdu. Kente göçmeyen kalabalıklar ise tarım proletaryasının ana kaynağını oluşturdu, mevsimlik tarım işçisi oldular.” Aysu’ya göre 1980 sonrası neoliberal politikalarla beraber başlayan tarımın tasfiyesi de köylülerin mülksüzleşmesini derinleştirdi. 2000–2006 yılları arasında çiftçiliği bırakmak zorunda kalan köylü sayısı 1,8 milyona ulaştı.

M

A‹LE BOYU ‹fiÇ‹ Çoğunluğu kayıt dışı çalıştığı için mevsimlik işçilerin sayılarının saptanması oldukça zor. 2001 yılı verilerine göre 1 milyondan fazla mevsimlik işçi olduğu tahmin ediliyor. Fakat mevsimlik çalışmada özellikle tarım iş kolunda üretici birim aile. Köleci ve feodal toplum dönemlerine benzer bir biçimde, tarım sektöründe kadın, çocuk ve yaşlılar da çalışıyor, emek

gücünün karşılığı olan para aile reisi olan erkeğe veriliyor. Kimdir mevsimlik işçiler? Çiftçi Sen Genel Başkanı Abdullah Aysu mevsimlik işçilerin kimler olduğunu şu sözlerle anlatıyor: “Makine sahibi olan varlıklı insanlar, kontrolsüz bir biçimde yerel

İnşaatçı Esat soruyor: ‘Bizi kim alır? H

alkın Sesi, her yıl Diyarbakır’dan ayrılarak gurbete giden ve mevsimlik çalışan inşaat işçisi Esat ile konuştu. Esat’ın çalışma koşullarına ve yaşam deneyimlerine kulak verdi. Esat, Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde ailesini bırakıp her sene İstanbul’u, İzmir’i, Ankara’yı, Eskişehir’i geziyor. Amacı tatil değil, ekmek kavgası, ailesini geçindirmek hatta yaşatmak... Mevsimlik inşaat işçilerinin çalıştığı işyeri sürekli değişiyor; 15 gün, 1 ay, taş çatlasa 3 ay aynı inşaatta çalışıyor. Mevsimlik inşaat işçilerinin “2 yıl burada çalışıp düze çıkayım” deme şansları yok, İstanbul’da bir inşaatta iş bitiyor, arkadaşlarından tanıdaklarından haber gelirse başka bir şehre gidiyor. Orada da 1-2 ay çalışıyor. Bu, kışa kadar böyle devam ediyor. Memleketlerine dönen işçiler burada da iş arıyor; çünkü inşaatlarda kazandıkları para yola ve yemeğe gidiyor, çok az bir miktar aileye kalıyor. Mevsimlik inşaat işçileri, insanlık dışı koşullarda çalışıyor. Esat, birçok inşaatta yemeklerin yenmeyecek derecede kötü olduğunu hatta bazı inşaatlarda suyun olmadığını banyo imkanının da olmadığını, söylüyor. İşçiler inşaatların içinde oluşturdukları

yatakhanelerde kalıyor. Büyük inşaatlarda 100 den fazla işçinin bir arada kaldığı da oluyor. Sayı giderek azalıyor, işi biten gidiyor. Mevsimlik inşaat işçilerinin sigortaları genelde kaza geçirdikleri günlerde yatırılıyor, onun dışında sigorta yatmıyor. İnşaat işçileri çalışma koşullarını çalışma müdürlüklerine, sosyal güvenlik kurumuna şikayet ediyor, müfettiş talep ediyorlar ama müfettişler en erken 45 gün sonra geliyor. Müfettişler geldiğinde, iş bitmiş, şikayetçi işçilerse başka bir vilayete gitmiş oluyor. İnşaat işçileri kendi dayanışma ağlarını kendileri örüyor. Mevsimlik inşaat işçisi Esat, çalıştıkları inşaatlarda edindikleri arkadaşlar sayesinde iş bulduklarını söylüyor. İnşaatta çalışan bir işçi, işçi lazım olduğunda hemen arkadaşlarını arıyor ve ‘gelin’ diyor. Esat, İstanbul’da Samatya Hastanesi inşaatında ücretlerini almak için inşata iş durdurup direnişe geçen işçilerden. Patronların neredeyse tamamının Kürtleri sevmediğini de belirten Esat, inşaat işinde çoğunlukla Kürtlerin çalıştığını patronun Kürtlere mecbur olduğunu söylüyor. “Sendika yok mu?” sorusuna soruyla karşılık veriyor Esat: “Bizi kim alır ki?”

yöneticiler ve kolluk kuvvetlerinin de desteğiyle, makine marifetiyle meraları ve hazine arazilerini işleyerek irileştiler. Makine sahibi olamayan yoksul köylüler ise bu süreçte mülksüzleşti(rildi)ler. Makine sahibi ol(a)mayan yoksul köylülerin bir bölümü kentlere

GÜNDO⁄UMUNDAN GÜNBATIMINA KADAR Mevsimlik çalışan işçiler tarım iş kolunda genelde 15-20 TL arasında günlük yevmiye alıyor. İnşaat sektöründe günlük yevmiye 20-60 TL arasında değişiyor. Turizm işinde çalışan işçilerin ücretleri de inşaat sektörününkiyle benzerlik gösteriyor. Ücret ödemesi parça, kilo veya dönüm başı iş usulüyle yapılıyor. Çalışma saatleri ise gündoğumundan gün batımına kadar diye tarif ediliyor ve genelde günde 12-13 saatten az olmayan süreler oluyor. Güvencesiz çalışma mevsimlik işçilerin temel çalışma biçimi. Sosyal güvence ve işin sürekliliği gibi haklar söz konusu bile değil. Özellikle tarım sektöründe işçilerin ücretlerinin bir kısmı ‘çavuş’, ‘çavuşbaşı’, ‘dayıbaş’, ‘elçi’ diye adlandırdıkları aracı için kesiliyor. Bu sömürü mekanizmasında da ezilenin ezileni var: kadınlar. Kadın işçilerin ücretleri genelde erkeklerinkinden düşük. Üstelik günlerce çalışan kadının ücreti de ona değil aile reisi erkeğe veriliyor.

Yaşamak çalışmak kadar zor M

evsimlik çalışmaya dair akıllara ilk gelen görüntü işçilerin traktör veya kamyonlarla çalışma alanlarına taşınırken yaşadıkları kazalar ve can kayıpları oluyor. Yaz aylarında gerçekleşen iş kazalarının önemli bir bölümünü mevsimlik işçilerin yaşadığı trafik kazaları oluşturuyor. Sorunlar bununla da bitmiyor. HASTALANINCA KEND‹ KEND‹NE GEÇMES‹N‹ BEKLER‹Z Çalışma koşullarının ağırlığı kadar barınmadan sağlığa yaşam şartlarının zorluğu da mevsimlik işçilerin önemli sorunları arasında. Tarımda çalışan işçiler, genelde işverenin veya çalıştıkları yerin mülki idaresi tarafından gösterilen yerlerde kurdukları çadırlarda yaşıyor. Su, kanalizasyon ve elektrik gibi altyapı ihtiyaçlarının hiçbirinin olmadığı bu çadırlarda salgın hastalık ve temizlik, sorunların başında geliyor. Sosyal

güvencesi olmayan mevsimlik işçilerin hastalandıkları zaman ne yaptıklarını Halkın Sesi’nin 88. sayısında Kibele sayfasına konuk olan patlıcan tarlası işçisi Gülşen “Hastalandığımızda kendi kendine geçmesini bekliyoruz” diyerek anlatmıştı. MEVS‹ML‹K Ö⁄RENC‹ İnşaat sektöründe çalışan işçiler ise çalışmak için ya geldikleri kentlerde tuttukları tek göz odalarda veya gecekondularda 10-15 kişi yaşamak durumunda kalıyor ya da çalıştıkları inşaatın içinde oluşturulan yatakhanelerde yaşıyorlar. Mevsimlik işçi olarak çalışan ailelerin çocukları için de sorun büyük. Çalışma hayatıyla erken tanışan yüzbinlerce çocuk, nisan ayında başlayan ve eylülde sona eren çalışma sezonu nedeniyle okuldan erken ayrılıyor veya daha geç ders başı yapıyor.

Karadeniz’de ırkçılık sömürüyle el ele Birçok yerde ayrımcılığa maruz kalan Kürt işçilerin mevsimlik çalışmak için Karadeniz’e girmesi yasaklandı. Halkın Sesi onların boşluğunu dolduran göçmen Gürcü işçilerlerle konuştu

M

evsimlik işçiler, yaşama koşullarının zorluğu ve maruz kaldıkları yoğun emek sömürüsü kadar önemli bir başka sorun alanının daha odağında bulunuyor: Ayrımcılık ve ırkçılık. Özellikle Kürt illerinden göçen işçiler, gittikleri yerlerde kente giriş çıkışlarının yasaklanmasından sürekli denetim altında tutulmaya kadar farklı ayrımcılık biçimlerine maruz kalıyorlar. 2008 yılında Ordu ve Trabzon’da fındıkta çalışmak için gelen işçilerin kente girişi yasaklanmıştı. 31 Mart 2010’da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından "Mevsimlik Gezici Tarım İşçilerinin Çalışma ve Sosyal Hayatlarının İyileştirilmesi Stratejisi ve Eylem Planı" adıyla 81 ile gönderilen genelgede 'Milli birlik ve beraberliği' bozma ihtimali olduğu vurgulanan işçilerin, sürekli gözetim altında tutulması isteniyor. Muhtarların ve tarım aracılarının işçileri sürekli gözetim altında tutması ve emniyete düzenli rapor vermesi öneriliyor. Bu önerilere Kürt sorunuyla beraber tırmanan ırkçılık da eklenince mevsimlik işçilere yönelik ayrımcı uygulamalar yaygınlaşıyor. Bu durum beraberinde işçilerin emeklerinin daha da değersizleştiril-

mesini getiriyor. İşçiler daha ucuza çalışmak durumunda kalıyor. Bu güvenlik anlayışı işi Kürt işçilere Karadeniz’e gelmeyi yasaklamaya kadar vardı. GÜRC‹STAN’DAN GÜNÜB‹RL‹K ‹fiÇ‹ Kürt işçiler Karadeniz’e giremeyinci çayda çalışacak başka ‘mevsimlikler’ bulundu. Her yaz sırtlarına göçlerini alıp, il il tarım işi arayanlar yalnızca Türkiyeli işçiler değil. Son yıllarda ellerinde minik çantalarıyla Sarp Sınır Kapısı’ndan giriş yapan Gürcü tarım işçileri de var. Halkın Sesi gazetesi olarak Sarp Sınır Kapısı’nda

Türkiye'ye giriş yapan Gürcü tarım işçileriyle konuştuk. İşçilerin anlattığına göre; Gürcistan'dan Türkiye'ye gelen göçmen işçi sayısı bir milyonu buluyor. Gürcü göçmen işçiler ağırlıklı olarak tarımda çalışıyorlar. Bunun yanı sıra evlerde çocuk bakıcılığı, hizmetçilik, çay ve fındık fabrikalarında, oto yıkamacılığı gibi işlerde kaçak olarak güvencesiz bir biçimde ucuz ücretlerle çalışıyorlar. Özellikle çay ve fındık tarlalarında tarım işçiliği yapan işçilerin, emeklerinin karşılığı olan parayı alamadıkları durumlara sıkça rastlanıyor. Tabii ki Gürcü göçmen işçilerin haklarını arayabilecek-

leri hukuksal bir yol yok. Çünkü her gün Sarp Sınır Kapısı’ndan turist olarak giren Gürcü işçilerin çalışmaları yasal değil. ÜCRET TAR‹FES‹ FARKLI Gürcü işçilerin çoğunluğu Sarp Sınır Kapısı’ndan günlük giriş çıkış yapıyorlar. Özellikle çay sezonlarında Kemalpaşa, Hopa, Arhavi, Fındıklı, Ardeşen gibi yakın bölgelerde çalışmak üzere sabahın erken saatlerinde giriş yapıp, akşam geriye dönüş yapıyorlar. Kalmayı tercih edenler ise kötü koşullardaki işçi yatakhanelerinde kalıyor. Çay toplayan Gürcü işçilerin günlük yevmiyeleri 40-60 TL arasında.

Yerli işçiler ise 60-80 TL arası yevmiye alıyorlar. Çay tarlası sahipleri daha ucuza ve daha verimli çalıştıkları için Gürcü işçileri tercih ediyor. Ülkelerinde çalışma imkanları olmadığı için Türkiye'ye gelmeyi tercih ettiklerini belirten Gürcü işçiler, ilçelerde oluşan insan pazarlarından, tarla sahipleri tarafından pazarlıkla alınarak, kamyon kasalarında tarlalara götürülüyor. Dinlediğimiz bir Gürcü işçi, yaz aylarında Türkiye'de kazandıkları para sayesinde ailelerine bakabildiklerini söylüyor. Tarlalarda kaçak işçi yakaladıklarında işçi başına 5 bin TL ceza keseceklerini ifade eden hükümet ise bu duruma göz yumuyor. Hatta bu yıl Gürcü işçileri fındık toplama işinde Kürt işçilere alternatif olarak sunuyor. Kürt işçilerin bölgeye girişini yasaklarken Gürcü işçilere sınır kapısını ardına kadar açıyor. Fakat Gürcü işçiler de ayrımcılıktan nasibini alıyor, bölge halkı tarafından tamamen ikinci sınıf insan muamelesi görüyorlar. Bölge halkının bir kısmı, ekonomik nedenlerle Gürcü işçileri kabullenirken bir kısmı da “ülkede onca işsiz varken” Gürcü işçilerin gelmesini doğru bulmuyor. Halkın Sesi - Hopa’nın katkılarıyla hazırlanmıştır.


13

TARİH 9 Temmuz 2010 / 22 Temmuz 2010

Halk›n Sesi

K E N D ‹

Y U R D U N D A

S Ü R G Ü N

Giriş yassah hemşerim!.. T

arih boyunca savaş, kıtlık ve daha birçok sebeple yer değiştirmek zorunda kalanların, gidecek yurt bulmaya çalışanların işi her zaman kolay olmadı

ÖZEN TAÇYILDIZ

G

eçtiğimiz günlerde Türkiye’ye vize uygulamayan ülke sayısının 61’e ulaştığını müjdeledi gazeteler. Vizeler kalkıyor belki ama kimilerinin kendi topraklarında yer değiştirebilmesi için vize alması gerekiyor, yaşadığı ülkede gidecek bir yeri olamıyor. Ülkemizde her yıl 200 bin civarında Kürt mevsimlik işçi, fındık toplama işinde çalışmak üzere Karadeniz’e gidiyor. Kürt sorunuyla doğrudan bağlantılı olarak işsizlik ve yoksul-

luğu had safhada yaşayan yurttaşlar her yıl çoluk çocuk kamyon kasalarında yüzlerce kilometre yol kat ediyor, kimi zaman da yollarda yaşamlarını yitiriyor. Ancak son dönemlerde karşılarına çok daha başka zorluklar çıkıyor. Çalışmak için gittikleri illerden içeri bile giremiyorlar artık. Kendi ülkelerinde yetkili makamlardan şehre giriş vizesi ve çalışma karnesi almaları gerekiyor. MEVS‹ML‹K ‹fiÇ‹ DE T‹NERC‹ DE ‹STENM‹YOR Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın geçtiğimiz günlerde valiliklere gönderdiği ve

ehir dışından gelenleri kimi zaman kente sokmayan egemenler kimi zaman da kentin belirlediği bölgelerinde yine kendi denetiminde tuttu

Kürt tarım işçilerine yönelik bir dizi önlem alınmasını istediği genelge ile gündeme gelen uygulamaların benzerlerini aslında önceki yıllarda Ordu Valiliği başlatmıştı. İşçilerin kente girişini önlemek için valilik talimatıyla kentin hemen girişindeki Melet Irmağı geçişine yerleştirilen çevik kuvvet ekipleri 24 saat nöbet tutmuş, konaklamak için gelen tarım işçileri bu alana sokulmamıştı. Valiliğin yayımladığı genelgeye göre; işçiler Ordu'ya gelmeden önce işçi temsilcileri aracılığıyla açık kimliklerini ve nerede çalışacaklarını, İl Tarım Müdürlüğü ve Ziraat Odası’na bildirecekti. Bu iki kurumdan alacak-

ları belge karşılığında bölgeye gelebilecek, çalışma karnesi olmayan tarım işçileri Ordu'ya sokulmayacaktı. İşçilerin hangi bölgeye gidecekleri, kaç gün kalacakları tutanağa işlenecekti. Benzer uygulamalar yoğun göç alan İstanbul için de dile getirilmişti. “Nakil ilmühaberiyle İstanbul'a girilmelidir” diyen Başbakan Erdoğan, İstanbul'a gelene “Niye geldin? Yerin var mı? İşin var mı? Paran var mı? Niye geliyorsun İstanbul'a? Bunlar yoksa neden geldin?” diye sorulmalı demişti. Kentte istenmeyenler kapılarda bekletilirken kentten uzaklaştırılmak istenenler var

bir de. CHP Bakırköy Kadın Kolları, Bakırköy Belediyesi’nin de desteği ile 2004 yılında yürüttüğü bir kampanya ile tinerci çocukların toplanıp Yassıada’da oluşturulacak köylerde iki yıl boyunca tecrit altında rehabilite edilmelerini talep etmişti. Benzer biçimde, jandarmanın da tinerci çocuklar için Kırklareli’nde bir kamp öngördüğü projesi var. Bunların hiçbiri yeni icatlar(!) değil. Tarihin pek çok döneminde iktidarlar, kurdukları düzeninin devamı için bu tür kısıtlayıcı ve denetlemeci uygulamalarda bulundular, istemediklerini ötelediler, yok saydılar.

İstanbul kapı duvar, açamadım Her dönemin çekim merkezi İstanbul, Osmanlı’nın da yoğun göç alan kentiydi. Bugün dile getirilen İstanbul’a giriş yasağı o dönem uygulanmıştı

T

Savafllar, iflgaller, yoksulluk her dönem beraberinde göçleri de getirdi. ‹stanbul geçmiflte imparatorlu¤un baflkenti olarak, flimdiyse sermayenin hüküm sürdü¤ü en büyük proleterya kenti olarak göçlerin çekim merkezi oldu. Bu cazibe flehre girifl ç›k›fl›n denetlenmesi fikrini de hep canl› tuttu.

arih boyunca insanlar, özellikle ekonomik sebepler ve baskılarla pek çok kez yerlerinden yurtlarından ayrılmış ama her zaman gidecek yer bulamamıştır. Bugün mevsimlik işçilerin yaşadığı arada kalmışlık, yaşadığımız topraklara yabancı değil aslında. 18. yüzyıl Osmanlısı’nda gelirlerin azalması ve hazine için yeni gelir kaynaklarının bulunamaması sonucunda devlet, vergileri artırmanın yanında yeni vergiler de koymuştu. Yerel devlet görevlilerinin artan baskısı, yaygınlaşan rüşvet ve vergiler, pek çok kişinin yerini yurdunu terk etmesine neden olmuştu. Göçlerin çoğu şüphesiz İstanbul’a olmaktaydı. 18. yüzyıl boyunca yayınlanan fermanlarda, İstanbul’a gelenler yüzünden birçok yerde reaya kalmadığı, memleketin harap olduğu belirtilmekteydi. Reaya köyünü, kasabasını terk edince İstanbul, Edirne ve Bursa gibi şehirlerin nüfusu alabildiğine artmış, ülkenin toplumsal ve ekonomik dengesi bozulmuştu. Devletin göçleri önlemek için aldığı tedbirler ise göçün sebeplerini çözmekten öte gelenleri bir şekilde engellemeye ve geri döndürmeye yönelikti: Vatanını terk eden ya da terk etmek isteyenler yakalanacak, yalnızlarsa hapsedileceklerdi. Gizlice kaçanlar ele geçirildikleri yerlerde yakalandıktan sonra, başka yerlere gitmelerine izin verilmeyecekti. Bunlar hangi kasaba ya da köyün reayasından ise oraya yollanıp, zabitlerine teslim edileceklerdi.

Başka yere göç edenler, eski yerlerine gönderildiklerinde, diğerlerine örnek olsun diye hapsedilecek ve cezalandırılacaklardı. Bu hususlar sicillere işlenecek ve aksine hareket edenler cezalandırılacaktı. İstanbul’a gruplar halinde gelenler, mahalle, çarşı, pazar aralarında, bekar odalarında, kiracı odaları ve bulabildikleri yerlerde yerleşmekteydiler. Bunları önlemek için, ahşap ve kargir evlere ekler yapılmaması, çarşı, pazar içleri ve mahalle aralarında belirsiz kişilere dükkan açtırılmaması ve bunlara mal sattırılmaması, bekar odalarında oturanların yasadışı hareketleri görüldüğünde cezalandırılmaları kararları alınmıştı. Özellikle, İstanbul’a olan göçleri önlemek için yeniçeriler arasından yasakçı adı verilen görevliler tayin edilmekteydi. Ayrıca mahalle imamlarına da göçmenleri tespit edip bildirmesi görevi verilmişti. Taşradan göç alıp veren yerlerin idarecilerine de sık sık emir gönderilerek göçe sebep olan görevliyi cezalandırma yoluna da gidildi. Alınan diğer önlemler, göç edenleri şehre sokmadan yoldan döndürmeye yönelikti. Sancak görevlileri köprü ve geçitleri tutacaklar ve işi olmadan buralardan geçmek isteyecek kişileri İstanbul’a yollamayacaklardı. Buraları gece ve gündüz denetleyecekti. İstanbul’a çeşitli zahire ve odun taşıyanlar, tüccarlar ve gerçek iş sahiplerinden ellerinde senetleri olan bir iki kişiden fazlası bu geçitlerden geçirilmeyecekti. 18. yüzyıl boyunca göçlerin önlen-

mesi için alınan tedbirler, yayınlanan adaletnameler pek bir işe yaramamış ve alınan bütün tedbirlere karşın, Anadolu halkı yurdunu terk etmiş, köyler yavaş yavaş boşalmıştı. 1764’te, Haymanateyn kazasının 50 büyük ve 140 küçük köy sayısı hızla azalıp, büyük köy sayısı 18-20’ye inmiş, 1795’te ise 15 köy kalmıştı. Bölge halkı yerlerini yurtlarını terk edip, Ankara yakınındaki yerlere yerleşmekteydi. BOSTANCIBAfiI YOL TEZKERES‹ ‹STER 19. yüzyılda yeni yollar bulundu; II. Mahmut, 17. yüzyılda uygulamaya konulan bir usulü kurallaştırarak bir yerden başka bir yere gitmeyi izne bağladı. Bir taraftan izin vermemek yolu ile İstanbul'a göç önlenmek istenirken, öte yanda da 1826'da İhtisab Nezareti kurularak mürur tezkeresi denilen yol izin belgeleri ile ilgili hükümler konulmuştu. Buna göre, İstanbul'a Anadolu ve Rumeli'den gelecek olanların iş aramalarını engellemek üzere, öncelikle İstanbul, Üsküdar, Galata ve Boğaziçi iskelelerinde ne kadar hamal ve kayıkçı varsa tespit edilerek kefile bağlanacaklardı. Bütün işyerlerinde çalışanların kimliklerini gösterir defterler düzenlenecek, yeniden hiç kimse işe alınmayacaktı. Bu defterler İhtisab Ağa'sına teslim edilecek, kayıtlarda görülenden daha fazla işçi çalıştıranlar hakkında işlem yapılacaktı. İstanbul’a gelenler Anadolu’da Bostancıbaşı Köprüsü Ocağı ile Rumeli’de Küçükçekmece Köprüsü Ocakları’nda durdurulup tezkereleri

Değişen dünyanın değişmeyen gettoları Ekonomik ve toplumsal sebeplerle yer de¤ifltirmek isteyenler kimi zaman egemenlerce engellenirken kimi zaman da belirli bir yerde denetim, kontrol alt›nda tutulmak istenmifltir. Günümüzde kentlerde yoksul insanlar›n ya da az›nl›klar›n yaflad›klar› bölgeleri tan›mlamak için kullan›lan getto kavram› bu flekilde ortaya ç›km›flt›r. Kavram, 1516'da Venedik'te oluflturulan, yetkililerin flehrin Yahudilerini içinde yaflamaya zorlad›klar› bir Yahudi mahallesinin ad›ndan gelmektedir. 16. ve 17. yüzy›llarda Yahudiler için Frankfurt, Roma, Prag gibi flehirlerde de gettolar oluflturma emri verilmifl ve bu isim zamanla, bütün Avrupa flehirlerinde Musevi mahalleleri için kullan›lan bir deyim haline gelmifltir. Kal›n duvarlarla çevrili bu mahalleler, giriflç›k›fl için iki kap›dan oluflan yar› aç›k cezaevi konumundayd›, demir kap›lar› her gece kilitlenirdi. Geceleri bölge halk›, gettolar›na dönmek zorundayd›lar. Strasbourg gibi flehirlerde ise getto tamamen flehrin d›fl›nda olup son gece çan›, “Judenglocke” yani “yahudi çan›” çald›¤›nda tüm Yahudilerin, H›ristiyanlar›n

yaflad›¤› bölgeyi, gündüz ifl yapmak için geldikleri yerleri terk etmifl olmalar› gerekirdi. H›ristiyanlar›n kutsal günlerinde ise Yahudilerin gettolar›ndan ç›kmas›na izin verilmezdi. Ayr›ca getto d›fl›nda Yahudi olduklar›n› belirten bir rozet takmak durumundayd›lar. II. Dünya Savafl› s›ras›nda, Almanya'da Naziler, Yahudileri yok etmek üzere toplama kamplar›na göndermeden önce, gettolarda yaflamaya zorlad›lar. Varflova gettosu bunlar›n en bilinen örne¤idir. Günümüz gettolar› ise, ABD'de ve Avrupa’da iflsizli¤in ve e¤itimsizli¤in yayg›n oldu¤u, sosyal hizmetlerin ulaflmad›¤›, özellikle göçmenlerin yaflad›klar› yoksul semtler. ‹lk dönem örneklerindeki gibi aç›k kurallar› olmasa bile bu bölgelerde yaflayanlar›n üzerlerindeki toplumsal bask›lar a¤›r, çünkü di¤erlerinin gözünde potansiyel suçlular. Onlar› görmek, temas etmek yerine yok saymak çok daha kolay. Brezilya ve Arjantin gibi ülkelerde ise zenginlerle yoksullar›n yaflad›¤› bölgeler aras›na çekilen duvarlar, yal›tma, d›fllama anlay›fl›n›n en kaba hali olarak devam ediyor.

Seyahat izni belgesi olan mürur tezkeresinde baflkas›n›n kullanamamas› için eflkaller belirtilirdi.

‘Kirli’ eller dışarı D

Hem Almanca hem Letonca’da, çiti geçmeye ya da Riga gettosunda kalanlarla irtibat kurmaya çal›flanlar›n öldürülece¤ini belirten duyuru.

kontrol edilirdi. Gelenlerin, geldiği yerin resmi makamlarından getirdiği tezkereyi gösterip hüviyetini tespit ettirmeden şehre girmesi mümkün değildi. Girdikten sonra da bir hafta içinde Bostancıbaşıya kefillerini göstermeye mecburdu. Gelenlerin tezkereleri kontrol edildikten sonra üzerine "ihtisaba" diye kayıt konulur, kontrolden geçip şehre girenler, İhtisab Ağası konağına gidip tezkerelerini burada bulundurulan deftere kayıt ettirirdi. Kayıt defterleri giriş kapılarından haftada bir gelen defterlerle karşılaştırılarak, şehre gizlice girilmesi önlenmeye çalışılır, kaçak olarak girenler hakkında ise takibat yapılır, bu kişiler yakalanıp geldikleri yere gönderilirdi.

alitler veya diğer adıyla "dokunulmazlar", Hindu dininin bir özelliği olan ve 3000 yıldan uzun süredir Hindistan topraklarında hüküm süren kast sisteminin en altta yaşayanları. Hindistan toplumunda köklü bir şekilde yerleşmiş olan kast sisteminin getirdiği tecridi yaşıyorlar. Dalitlere, “dokunulmazlar” denilmesinin nedeni diğer kastlarda bulunan Hinduların iğrendiği ve aşağılayıcı bulduğu işleri yapmaları, daha doğrusu bu işlerin onlara yaptırılması. Bu sebepten dokunulmayacak kadar pis olarak görülüyorlar. Dalitler, kent ve köy dışında, kast sisteminin üst sınıflarındaki insanlardan uzakta yaşamaya zorlandılar, onlara ait tapınaklara, okullara veya halka açık alanlara girmeleri yasaklandı. Hatta Hindistan’ın çoğu

bölgesinde Dalitler, üst sınıflarda yer alan kişilerle karşılaşmalarını önlemek amacıyla engelleyici alanlara kapatıldılar, bazı yerlerde gündüz sokakta dolaşmaları bile yasaklandı. Dalitlerin fiziksel teması bir yana, gölgelerinin bile üst sınıflardaki kişiler üzerine düşmesi kirlenme olarak görüldü ve yasaklandı. Sayıları 200 milyonu bulan ve nüfusun yaklaşık yüzde 20'sini oluşturan Dalitler, 50 yıldır süren reformlara ve her türlü ayrımcılığı yasaklayan anayasal düzenlemeye rağmen hala insanlık dışı muamelelerle karşılaşıyor. Dalitlerin çocukları eğitimden mahrum bırakılıyorlar. Sınıflarda ayrı yerlerde oturtuluyorlar. Kahvehanelerde çift fincan sistemi devam ediyor. Hindistan'ın birçok bölgesinde Dalitlerin kutsal tapınaklara girmeleri engelleniyor.


14

BİLİM-SPOR 9 Temmuz 2010 / 22 Temmuz 2010

Halk›n Sesi

Bilimsel düflüncenin do¤uflu -11: ‹bn Haldun 1332 y›l›nda Tunus’ta do¤du, 1406 y›l›nda Kahire’de yaflam› sonlanana kadar yapt›¤› çal›flmalarla sadece Arap-‹slam dünyas›nda de¤il, dünya çap›nda tan›n›r hale geldi. Çal›flmalar›nda ailesinin o dönem için Kuzey Afrika’n›n en seçkin ö¤retmenlerinden ders almas›n› sa¤lamas›n›n önemli pay› vard›r. Arap dil bilimi, hadis ve ‹slam hukuku, felsefe, mant›k ve matematik konular›nda ders al›r. ‹bn Haldun’un tan›nmas›na yol açan önemli çal›flmalar› sosyal bilimler alan›nda olmufltur. Göçebelik ve yerleflik hayata iliflkin çal›flmalar› ile bafllayan sosyal bilim araflt›rmalar› kendinden önceki bilim adamlar›n›n olaylar› birbirinden ba¤›ms›z olarak ele alan yaklafl›mlar›n yerine birbiriyle iliflkilendirerek bir sentez oluflturmas› aç›s›ndan temel farkl›l›k arz eder. Ona göre sosyal olaylar, tarihsel arka plan, etnik kimlikler, kültürel dokular, co¤rafi ve biyolojik koflullarla birlikte ele al›nmal›d›r. Bu anlay›fl›n ürünleri ilk sosyoloji çal›flmalar› olarak kabul edilir. Bir baflka deyiflle sosyoloji biliminin ilk örnekleri ‹bn Haldun’la bafllam›flt›r. ‹bn Haldun’un sosyal bilimlere ilgisi onu do¤rudan siyasal yaflam›n içine çekmifl, bu nedenle Arabistan, Kuzey Afrika ve ‹spanya’ya kadar pek çok ülkede bulunmufltur. Siyasetle iliflkisinde ço¤u kere yöneticilere yak›n yerde durmas›na ra¤men bafl› s›k s›k belaya girmifl, 2 y›l›n› hapiste geçirmifl çeflitli ülkelere göçmek zorunda b›rak›lm›flt›r. Tarih anlay›fl› onda ilk kez “geçmifl olaylar›n hikayesinin anlat›m›” olmaktan ç›km›fl elefltirel bir yaklafl›ma kavuflmufltur. Ünlü eseri Mukaddime kendi yaklafl›m›n›n en olgun flekliyle gerçekleflti¤i çal›flmas› olmufltur. Mukaddime’nin birinci cildinde; önce tarihi olaylar›, yani geçmifli gözler önüne serdi. ‹kinci cildinde; sosyal olaylar› tahlil etti ve ‹slam toplumunun güncel problemlerini ortaya koydu. Üçüncü cildinde ise; gelece¤e ›fl›k tutacak önemli tespitlerde bulundu. Ünlü bilim adam› eserinin amac›n› flöyle tan›ml›yor: “Mukaddime’nin hedefi, sosyal kaide ve kanunlar›, kavimlerin, as›rlar›n, ülkelerin hallerini, olaylar›n de¤iflim içinde oldu¤unu, bu de¤iflmenin tesirlerini bilmek, sebep ve sonuçlar›n incelemek, devletlerin bafllang›ç ve de¤iflmelerini icap ettiren amirleri, bu devletleri yönetenlerin hallerini incelemektir.” Siyaset bilimine bu tarz yaklafl›m bat›da Montesque, Rousseou gibi tan›nm›fl ayd›nlardan çok önce ‹bn Haldun taraf›ndan gerçeklefltirilmifltir. Ayr›ca devlet-din iliflkisinde dinsel hegemonyan›n çok güçlü oldu¤u bir dönemde dini devlet ifllerinden ayr› tutmak yönündeki yaklafl›m› laiklik düflüncesinin ilk bilimsel temellerini atmas› aç›s›ndan oldukça önemlidir.

Bilime sınıfsal bakış S

izi bilim dergisi çıkarmaya yönelten sebepler neler? Bilim ve Gelecek’i diğer bilim dergilerinden ayıran temel özellikleri hakkında bilgi verir misiniz? Bilim, kapitalist-emperyalist sistemin en önemli ideolojik hegemonya araçlarından biri. Özellikle son dönemde kapitalizm, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri üstünlüğünün en büyük kanıtı olarak sunuyor. Hâkim sistem, iddiasının tam tersine, bilimsel gelişmenin önündeki en büyük engeldir. Yanılsamaları alt etmek ve ideolojik hegemonyayı kırmak için bu gerçeğin sergilenmesi ve kanıtlanması gerekir. Alternatif bir bilim dergiciliğine soyunmamızın temel nedenlerinden biri budur. İkincisi, ülkemizin ciddi bir aydınlanma ihtiyacı var. Bu aynı zamanda yakıcı bir politik konu. Bilimin, bilimsel düşüncenin toplumsallaştırılması, toplumun geniş kesimlerinin bilimsel refleks kazanması, herhangi bir olgu ve süreçle karşılaşıldığında doğaüstü ve metafizik safsatalara değil bilimsel düşüncenin yol göstericiliğine başvurma alışkanlığının edinilmesi, aydınlık bir Türkiye hedefimizin en önemli unsurlarından biri Bir diğer önemli konu, solcuaydınlanmacı aydınlar (bizim özelimizde bilimciler) ile toplum arasında son yıllarda kopmaya yüz tutmuş bağların yeniden kurulması ihtiyacı. Söyleyecek sözü olan, toplumu ileriye doğru dönüştürme hedefini kaybetmemiş bilim insanları ile en azından toplumun öncüleri arasında bir köprü kurmak hedefinin ürünüdür Bilim ve Gelecek. Bugünün dünyasında “bilim” denince akla ne geliyor? “Bilgi Çağı”nı yaşadığımız söyleniyor, bunun anlamı nedir? Burada “bilimsel bilgi”den mi bahsediliyor? Bir başka deyişle bilgi çağındayız derken aynı zamanda “bilim çağı”nda yaşıyoruz diyebilir miyiz?

B

ilim ve Gelecek Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ender Helvacıoğlu bilim ve bilime nasıl bakılması gerektiği üzerine görüşlerini Halkın Sesi ile paylaştı Ender Helvac›o¤lu

Bilim ve Gelecek dergisinin y›ll›k aboneli¤i 75, alt› ayl›k aboneli¤i 40 TL. Abonelik koflullar›n› www.bilimvegelecek.com.tr adresinden ö¤renebilirsiniz. Büyük fizikçi Richard Feynman’ın anımsadığım kadarıyla şöyle bir sözü vardı: “Bilgi Çağı’nda yaşıyoruz belki ama Bilim Çağı’nda yaşadığımız söylenemez.” Çok doğru bir saptama. Bütüncül bakış açılarından ve bilimsel yöntemin süzgecinden yoksun bırakılmış insanlara bilgi bombardımanı yapılması, sadece onları uyuşturmaya ve aptallaştırmaya hizmet eder. İletişim araçlarındaki gelişmeler sonucunda her türlü bilgiye çok kısa süre içinde ulaşabiliyoruz. Ama bu bilgileri süzme, analiz etme ve sonuçlar çıkarma yöntemlerinden yoksun bırakılıyoruz. Bu aynı zamanda suyun başını tutanlara istedikleri bilgileri iletme istedikleri-

ni hasıraltı etme olanağı da sunuyor. “Bilimsel bilgi”, süzülmüş, damıtılmış, kavranmış, yerli yerine oturtulmuş ve daha birçok yeni kapıyı açmaya hizmet eden bilgidir. Muazzam iletişim olanakları var ama “bilgi” çoğalırken “bilimsel bilgi” azalıyor. Sistem eskiden insanları bilgiden yoksun kılarak uyuşturuyor ve cahil bırakıyordu. Şimdi yeni ve daha etkili bir yöntem buldular: Bilgi bombardımanına tutarak aptallaştırmak. Dolayısıyla “Bilim Çağı’nda yaşadığımız”, “bilimin geliştiği” türünden laflar kocaman birer yalandır ve göz boyamaktır. Gündelik hayatta kullanılan biçimiyle “bilim ve teknoloji”

kelimeleri çok iç içe geçmiş durumda. Bilim ve teknoloji ilişkisini nasıl anlamak lazım sizce? Bilgi-bilimsel bilgi ilişkisi neyse teknoloji-bilim ilişkisi de öyle. Günümüzde bilim ile teknoloji arasındaki ilişkide, bilim, öncü rolünü kaybetmiş durumda. Teknoloji, kısaca, hakim üretim tarzının uygulamaya giriş yöntemleri demektir ve tamamen sınıfsaldır. Bilim-teknoloji ilişkisinde bilimin değil de teknolojinin öncü haline gelmesi, sınıfsal çıkarların ve ihtiyaçların bilim etkinliğini yönlendirmesinin bir üst boyuta çıkması anlamına gelir. Gericileşen ve çürüyen sistemler bilime böyle yaklaşmaya başlar. Günümüzde de

DENEME - YANILMA - ÖĞRENME Sirke ve karbonatla muma değmeden ateş söndürmek

O

yun hamuru kullanarak mumu kasenin tabanına oturtun. Mumun boyunun 5 cm’den fazla olmamasına dikkat edin. Karbonatı mumun çevresine, dökün. Öyle ki, mumun çevresinde en az 1 cm’lik karbonattan bir katman olsun. Bir yetişkinden mumu yakmasını isteyin. Bundan sonra yavaş yavaş sirkeyi karbonatın üzerine eklemeye başlayın. Karışımın köpürmeye başladığını göreceksiniz. Yeterince sirke eklediğinizde mum birden sönecek.

BU NASIL OLDU? Maddeler, kimyasal tepkimeye girerek yeni maddeler oluştururlar. Kimyasal olarak asit özelliği taşıyan sirke, karbonatla kimyasal tepkimeye girince karbondioksit gazı açığa çıkar. Bu gazı, renksiz olması nedeniyle göremeyiz. Ancak, mumun sönmesinden onun varlığını anlayabiliriz. Mumu, söndükten hemen sonra yeniden yakmaya çalışırsanız yanmadığını görebilirsiniz. Bunun da nedeni, ortamda

hâlâ karbondioksit olmasıdır. Karbondioksit havadaki oksijen oranını düşürerek yanmayı engeller. Bu yüzden yangın tüplerinde sıvılaştırılmış karbondioksit gazı kullanılır. Karbondioksiti görmek için, bir bardağın içinde sirke ve karbonatı karıştırın. Bir başka bardağa da su doldurun. İkisi arasına bir hortum yerleştirirseniz, su dolu bardakta karbondioksit varlığını gösteren gaz kabarcıklarını görebilirsiniz.

bilimin yönünü askeri ihtiyaçlar ve tekellerin kâr güdüsü belirliyor. Örneğin nükleer fizikteki, mikroelektronikteki, iletişim ve bilişim alanındaki, genetikteki gelişmeler esas olarak askeri amaçlarla yönlendirilmekte ve silaha, yıkım araçlarına dönüştürülmekte. Atomun parçalanması insanlığın büyük zaferlerinden biridir ama atom ilk kez nerede parçalandı? Hiroşima ve Nagazaki’de! Bilimin büyük zaferi, büyük bir yıkım aracına dönüştürüldü. Elektronik ve bilişim alanındaki gelişmeler, akıllı bombalar, radara yakalanmayan uçaklar, kıtalararası füzeler yapmak amacıyla yönlendiriliyor. Sermaye sınıfının bilime nasıl baktığı üzerine konuşmuş olduk. Kapitalizme alternatif olduğu iddiasıyla kurulan başta SSCB olmak üzere sosyalist rejimlerin bilime bakışı nasıldı? Kapitalizmi aşmayı amaçlayan büyük sosyalizm deneyleri, bilim alanında da önemli atılımlar gerçekleştirdiler. Tekellerin kârını değil toplumun ihtiyaçlarını öne alan bir bilim anlayışı ve uygulaması geliştirdiler. Bilimin toplumsallaştırılması için uğraş verdiler. Bilim felsefesine ve temel bilimlere özel bir önem verdiler. Özellikle sağlık ve eğitim alanlarında büyük başarılar kazandılar. En önemli ders, sosyalizmin kapitalizmle yarışan değil aşmaya çalışan bir bakış açısına sahip olması gerektiğidir. Yarıştığınız zaman belki geçiyorsunuz, ama bu kulvar değiştirmediğiniz anlamına geliyor ve zamanla kapitalistlerden daha kapitalist olma sonucunu verebiliyor. Sosyalizm, kapitalizmi ve her türlü sınıflılığı aşan yepyeni bir uygarlık demektir. Yeni bir uygarlık tarzı, yeni bir bilim anlayışını da getirecektir. İnsanlık bu yolun henüz daha çok başlarında.

Ütopyacılar ‘yeniden ütopya’ dedi

B

ilim ve Gelecek dergisinin her yıl düzenlediği Ütopyalar Toplantısı’nın 17.si yine İzmirKaraburun’da yapıldı. 21-27 Haziran tarihlerinde gerçekleştirilen toplantının ana konusu “Yeniden Ütopya” idi. Karaburun’un güzel doğası eşliğinde yapılan toplantılarda Alâeddin Şenel, Bilge Umar, Yücel Çağlar, Melih Baş, Sadık Usta, Ömer Tuncer ve daha pek çok bilim insanı ve araştırmacı, ütopyacılığı çeşitli açılardan ele alan sunuşlar yaptı. Toplantı bünyesinde bir çadır kampı düzenleyen Bilim ve Gelecek okuru üniversite öğrencileri de toplantıya aktif biçimde katılarak farklı başlıklarda sunuşlar yaptılar.

SPOR

Şerzan’ın adı futbol turnuvalarında M

uğla’da faşistler tarafından katledilen Şerzan Kurt’un anısına Ağrı’nın Patnos Belediyesi ve Diyarbakır’ın Sur Belediyesi tarafından futbol turnuvaları düzenlendi. Patnos’ta düzenlenen ve 20 takımın katıldığı “Şerzan Kurt Halı Saha Turnuvası, 9-25 Haziran tarihleri arasında gerçekleştirildi. Turnuvanın açılışında konuşan Patnos Belediye Başkanı Yusuf Yılmaz, “Turnuvanın yapılmasının amacı spor, barış ve kardeşliktir. Turnuvayı Muğla'da faşistlerin saldırısına uğrayan Kürt genci Şerzan Kurt'un ismi ile düzenledik. Tek dileğimiz bu tür olayların bir daha yaşanmamasıdır” dedi. Turnuva’da ilk maç, Eğitim-Sen ile Ziraat Odası arasında yapıldı. Turnuvayı, Öğretmenevi’ni finalde yenen Esnafspor kazandı. Doğansu Kız YİBO üçüncü, Esnaf ve Sanatkarlar Odası futbol takımı dördüncü olurken, Halkbankası futbol takımı da turnuvanın en centilmen takımı seçildi. Bir diğer turnuva ise Diyarbakır’ın Sur Belediyesi tarafından 9 Haziran-4 Temmuz tarihleri arasında düzenlendi. 36 takımın katıldığı “Şerzan Kurt Köyler ve Mahallelerarası Futbol Turnuvası”nın açılışına Sur Belediye Başkan Vekili Bedri Turan, Kayapınar Belediye Başkan Vekili Mahmut Dağ’ın yanı sıra Şerzan Kurt’un anne ve babası da katıldı. Turnuvanın başlama vuruşunu Şerzan’ın babası Ömer Kurt yaptı. Böyle bir turnu-

Kupayı ilk kez alacak ZAFER ÇEL‹K

F

vanın düzenlenmesinin kendilerini onurlandırdığını ifade eden Ömer Kurt, “Artık Şerzan'lar, Uğur'lar, Aydın'lar ölmesin. Öğrencilerin elinde kalem var. Silah yok” dedi. İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın taziye çadırını ziyaret ettiğini hatırlatan Kurt, “Bakan bize söz vermesine rağmen yine gerekenler yapılmadı” dedi. Açılışta konuşan Sur Belediye Başkan Yardımcısı Hüseyin Kara, turnuvayı gelenekselleştireceklerini dile getirdi. Her iki turnuvada da müsabakalar dostluk ve kardeşlik havası içinde geçti. Turnuvayı, Dicle Gençlikspor’u yenen Barışspor kazandı; Şervanspor ise 3. oldu. En centilmen takım ise Zorovaspor oldu.

utbolseverlerin mübarek ayı, “47 Ayın Sultanı” “Dünya Kupası”nın finalinde sahne alacak olan iki takım, bir aydır süren çetin karşılaşmaların ardından nihayet belli oldu: Hollanda ve İspanya. 1974-1978 turnuvalarında trajik maçlar sonunda Almanya ve Arjantin’e yenildiği iki finalin ardından Hollandalı “Portakallar” Uruguay’ı 3-2 yenerek safdışı bıraktı ve 3. kez finale ulaştılar. Ardından bir tur önce Maradonalı-Messili Arjantin’i 4 golle dağıtan Alman makinesini pas oyunuyla yorarak işlemez hale getiren İspanyollar, tarihlerinde ilk kez Dünya Kupası finaline uzandılar. Önceki turlarda Avrupalılar’a karşı ezici bir üstünlük sergileyen Orta ve Güney Amerika takımları maçlar ilerledikçe, fikstür azizliği sonucu birbirleriyle sıkça eşleştikleri için, sayıca azaldılar. Yarı finale

uzanan tek Latin ülkesi olan Uruguay, çeyrek finaldeki Brezilya maçına “Irkçılığa hayır” pankartıyla çıkan Hollanda karşısında, harika bir sezon geçiren Forlan’ın varlığına rağmen sahadan boynu bükük ayrıldı. Çünkü Forlan’ın karşısında en az onun kadar harika sezon geçiren Robben-Sneijder ikilisi vardı. Ezeli ve ebedi favorilerimizden Arjantin ise üzüntü verici bir oyunun ardından havasına ve kimliğine hiç yakışmayan bir mağlubiyet aldı. Yarı final karşılaşmalarının Türkiyeliler için bir enteresan yanı da Del Bosque ve

Löw gibi vakt-i zamanında arkalarından sepet havaları çalınarak yollanmış iki hocanın takımlarını izlemek oldu. “Büyük kulüplerimizin” çok bilen kodaman yöneticilerinin şaaşayla getirip kovmaktan da beter, rezil ederek yolladıkları hocaların başarıları paraya ve kaba güce dayalı spor dünyamızın rezil durumunu kamuoyuna biraz olsun düşündürdüyse ne alâ! Ne olursa olsun Dünya Kupası’nı daha önce hiç kazanmamış bir takım kazanacak. Yani Dünya Kupası’nda bir takım ‘ilk kez’ dünya şampiyonu olacak.


KÜLTÜR SANAT

15

9 Temmuz 2010 / 22 Temmuz 2010

Sürer’e onur ödülü 47'nci Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde 'Yaşam Boyu Onur Ödülü' Nur Sürer'e verilecek. Sürer, 1982’de ‘Bir Günün Hikayesi’ ve 1989'da ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ filmleriyle, Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü almıştı.

Halk›n Sesi

‹stanbul Hat›ras›

Caz günleri

Türkiye’de polisiye romanın sayılı isimlerinden Ahmet Ümit’in yeni kitabı 'İstanbul Hatırası' çıktı. Yazar modernizme, paraya, çarpık şehirleşmeye değinen romanı, “Yağmalanan, talan edilen, işgale, tecavüze uğrayan İstanbul’un çığlığını anlatan polisiye bir roman“ olarak tarifliyor.

IKSV’nin düzenlediği 1 Temmuz’da başlıyan "17. Uluslararası İstanbul Caz Festivali" sürüyor. 20 Temmuz'a kadar devam edecek festival, 50'nin üzerinde konserle cazın coşkusunu İstanbul sokaklarından Boğaz'ın sularına taşıyarak İstanbul'u bir "caz kenti"ne dönüştürecek.

Abdallar Festivali Hüseyin Gazi Dergahı ve Ankara Kültür Merkezi tarafından düzenlenen Abdallar Festivali 11 Temmuz’da Ankara Hüseyin Gazi Türbesi’nde yapılıyor. Toplumda yok sayılan Abdallara yeniden dikkat çekmeyi amaçlayan festivalde birçok sanatçı ve bilim insanı yer alıyor.

Özgürlüğün Şarkıları’nı söyleme zamanı ‘Müzik bir örgütlenme aracıdır. Müziği engelleyemiyorsun. Devrimcinin, milliyetçinin, faşistin, gericinin evine giriyor. Kendisi dinlemese çocuğu dinliyor’ GONCA fiAH‹N

D

evrimci Müzisyenler’in yeni albümü “Özgürlüğün Şarkıları” çıktı. Halkevleri’nin “Aklamıyoruz, Haklıyoruz” kampanyasının şarkılarından tanıdığımız ekibin üyelerinden Devrim Ada ve Can Demir ile albümleri ve rap müzik üzerine konuştuk. Grubunuzdan biraz bahsedebilir misiniz? Devrim Ada: Gruptan önce biz bir ekibiz. Devrimci Müzisyenler adını verdiğimiz bir ekibimiz var. Kendini devrimci addeden insanların bir araya gelip müziklerini tamamen bunun üzerinden yaptığı bir oluşum bu. Türkiye’nin yaklaşık 10 ilinde faaliyet sürdürüyor. Arkadaşlarımız genelde rap müzik yaptığı için sesimizi duyurmakta zorlanıyoruz. Solcuların bakış açısı bile çok dar bu müziğe ne yazık ki. Ama bunu değiştireceğiz. Hayatı değiştirip dönüştürebildiğimiz kadar devrimciyiz. Rap müzik aslında isyanın müziğidir, çıkışı da böyledir. Amerikan gettolarından, yoksullardan çıkan bir müziktir. Örgütlenme aracıdır. Beyazlara karşı siyahlar kendi aralarında çok hızlı konuşarak şifreleme biçimleri yaratmış, grafitilerle buluşma yerlerini duyurmuşlar. Ama gün geçtikçe sermaye bu

Gençlerden dünya şarkıları

müziğe de el atıyor. ‘90’lardan sonra ABD’de rap müzik çılgınlığı başlıyor. Tupac, Biggie, ondan sonra Eminem’ler geliyor. Onlarla birlikte rap farklılaşarak altın zincirli, klipleri bol kadınlı bir müzik türü haline geliyor. Bizim kuşağımız da rap ile 2000’lerden sonra tanıştı ve Türkiye’de 2000’lerden sonra artan ve faşizm kokan bir rap müzik var aslında. Ceza, Fuat, bunlar rap müziği tek tipleştiren ve milliyetçilik akımını bu müziğe sokan, aynı zamanda homofobik bir çizgi izliyorlar. O yüzden rap müziği tanıyan herkes böyle zannediyor, böyle kabul ediyor. Müzik çalışmalarınıza ne zaman başladınız? İlk kez 2008’de “Aklamıyoruz, Haklıyoruz” kampanyası için müzik yapmıştık. Ondan sonra müzik çalışmamıza biraz ara vermek zorunda kaldık. 12-13 ilde 80’e yakın konser verdik. Bu albümü 1 Mayıs’ta çıkarmayı planlamıştık. Albümün protest ve radikal bir çizgisi var. Sert bir albüm oldu ama albümdeki tüm şarkılar eğlenceli. “Özgürlüğün Şarkıları” albümü underground bir albüm, sadece elden satılıyor. Yaklaşık 20 günde bitti bu albüm. Emek dolu bir albüm. Tüm düzenlemesinde, alt yapılarında, üst yapılarında, vokallerde, sözlerinde tamamen devrimci arkadaşlarımızın emeğini bulunduruyor. Sözlerin bir kısmı tamamdı, bir kısmını kayıtlar

‘Özgürlüğün Şarkıları’ neyi anlatıyor? D.A: Sistem karşısındaki duruşumuzu, müzisyenler olarak nasıl durmamız gerektiğini, rap-rocközgün müzik fark etmez, nasıl bir tavır takınmamız gerektiğini yorumladık. 4 farklı dil var albümde, Türkçe, Almanca, Lazca ve Kürtçe. Almanca şarkımıza Stuttgart’dan bir arkadaş eşlik etti. Can Demir: Albümde ikimizin dışında Nebula ve başka arkadaşlarımızın da emeği geçti. Aslında uzun zamandır düşündüğümüz bir projeydi. Ama son bir buçuk ay içinde şekillendi ve çok güzel şarkılar çıktı ortaya. D.A: Mesela albümde Can Demir ve Nebula’nın yaptığı bir şarkı var, 12 Eylül şarkısı. Özgürlük Narası. İlk şarkımız Intro’da sistem karşıtlığımızı anlatıyoruz. Biz eğlenceli şarkılar yaptık ama bazen bu hoş karşılanmıyor, eğlenmek kötü bir şeydir diye bir düşünce var. ‘Eğlenerek devrim mi yapılır’ diyorlar. İnsanlar eğlenmekten korkmasınlar, eğlendikçe onları

yeneceğiz. Sistem insanları hep arabeske, karamsarlığa itiyor. Beethoven ile Mozart arasındaki fark da budur mesela. Beethoven insanları uyutmamak, canlandırmak gerekir diyerek distorsiyonu yüksek şarkılar yaparken Mozart kraliyet sanatçısıdır ve müziği ninni gibidir, insanları sakinleştirir, isyana teşvik etmez. Sistem her yerden saldırıyor, buna karşı koyup saldırıya geçmenin zamanıdır. Müzik bir örgütlenme aracıdır. Bugün kadın örgütlenmesi nasıl bir alansa, müzik de bunlardan biri olmalı. Toplumda çok da kabul görmeyen bir müzik türüne, rap

Füsun Akatlı’yı yitirdik... E

debiyat ve tiyatro eleştirmeni, yazar Füsun Akatlı yaşama veda etti. 66 yaşındaki Akatlı, bir süredir Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde tedavi görüyordu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitiren Akatlı, bu bölümde asistan olarak göreve başlamış, daha sonra Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Bölümü’nde felsefe dersleri vermişti. 1974’te doktorasını tamamlayan Akatlı, 1983’te görevinden ayrılarak reklamcılık alanında metin yazarlığı yapmış, 1991’de Şehir Tiyatroları’na girerek kurumun başdramaturgluğunu üstlenmişti. Kurucusu olduğu Yeditepe Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nde de dersler veren

6

5 genç müzisyenden oluşan orkestranın Nvart Andreassian ve Cem Mansur’un yönetimindeki konseri 16 Temmuz’da CRR’de. İstanbul Kültür Sanat Vakfı, Anadolu Kültür ve Boğaziçi Üniversitesi işbirliğiyle Türkiye ve Ermenistan’dan yaşları 18-23 arasında değişen 65 genç müzisyen bir araya geliyor. Türkiye-Ermenistan Gençlik Senfoni Orkestrası, 16 Temmuz Cuma akşamı saat 20.30’da Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda bir konser verecek. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti’nin desteğiyle gerçekleşen şef Nvart Andreassian ve Cem Mansur’un yönetimindeki konserde, Beethoven ve Bizet, Ulvi Cemal Erkin, Aram Haçaturyan ve Bedrich Smetana’nın yapıtlarının yanı sıra iki ülkenin bestecilerinin eserleri de seslendirilecek. Hande Küden ve Tigran Harutyunyan’ın solist olarak katılacağı konserin biletleri satışa sunuldu. Büyükada ve Boğaziçi Üniversitesi Garanti Kültür Merkezi’nde de adalılara ve öğrencilere özel ücretsiz konserler de verecek TürkiyeErmenistan Gençlik Senfoni Orkestrası’nın, İstanbul konserinden sonra sonbaharda Ermenistan’da da bir konser vermesi planlanıyor.

sırasında yazdık. Albümde 3 tane eski şarkımız var. Bir tane coverımız var, ‘nu metal’ tarzda. Aslında geçiş yapmak istediğimiz tarz da nu metal. Türkiye’de pek yapılmayan bir tarz, Manga’nın protest hali diyebiliriz. Sonbaharda bir cover albümü daha yapacağız, nu metal tarzın yoğunlukta olduğu bir albüm olacak.

Akatlı, kendisine uygulanan baskılar sonucunda görevinden istifa etmişti. 1968’den bu yana Dost, Soyut, Varlık, Milliyet Sanat dergilerinde, Politika, Söz ve Cumhuriyet gazetelerinde yazmış olan Akatlı, Sait Faik Hikâye Armağanı, Simavi Edebiyat Ödülleri, Behçet Necatigil Şiir Ödülü, Cevdet Kudret Ödülleri ve İnkılap Yayınevi Edebiyat Ödülleri seçici kurullarında yer almıştı. Akatlı’nın pek çok kitabı arasında “Niçin Diyalektik”, “Felsefe Gözlüğüyle Edebiyat”, “Zamansız Yazılar”, “Kültürsüzlüğümüzün Kışı”, “Düşünce Ufkunda Pupayelken”, “Bilge Karasu Aramızda”, “Bir de Ruhi Su Geçti”, “Pusulamız Felsefe” gibi yapıtlar bulunuyor.

Devlet Tiyatroları bu yaz kapalı D

evlet Tiyatroları, kuruluşunun 60. yılında Maliye Bakanlığı'ndan "aynı para ile idare et" cevabını alınca, bu yıl yaz sezonu yapılamadı. Devlet Tiyatroları, kuruluşunun 60’ıncı yılında, sahne sayısını 60’a çıkarmayı hedefleyince, maddi yetersizlikten dolayı bu yaz, sahnelerden uzak kaldı. Devlet Tiyatroları

Genel Müdürü Lemi Bilgin, yaptığı açıklamada iki yıl içinde 6 yeni şehirde Devlet Tiyatrosu kurmak üzere, 17 tane sahne açtıklarını hatırlatarak "Her açtığımız tiyatro çok ciddi bir maddi külfet doğuruyor. Oysa Maliye Bakanlığı bize ‘aynı para ile devam et’ diyor" diye konuştu ve bu yıl yaz sezonu yapmayacaklarını

bildirdi. Bilgin, “Geçtiğimiz iki yıl içinde 6 yeni şehirde Devlet Tiyatrosu kurmak üzere, 17 tane de sahne açtık. Bu bizi yaz sezonundan çok daha fazla etkinlik yapmaya zorladı. Her açtığımız tiyatro çok ciddi bir maddi külfet doğuruyor, oysa Maliye Bakanlığı bize ‘aynı para ile devam et’ diyor." dedi.

müziğe soldan birilerinin, Halkevleri’nin sahip çıkmasının bu müziğin dinleyicileri açısından çok ayrı bir önemi var. Diğer taraftan devrimciler olarak kızılın içine başka renkler katabildiğimiz ölçüde devrimciyiz. Yarattığımız kültürle devrimcilerin müziğinin de tek tipleşmesinin önüne geçmeyi amaçlıyoruz. Müziği engelleyemiyorsun. Devrimcinin, milliyetçinin, faşistin, gericinin evine giriyor. Kendisi dinlemese çocuğu dinliyor. C.D: Bu albümün dinleyici kitlesi ve devrimciler açısından şöyle bir

avantajı olacak: Müzik yapmak isteyen gençler için bir miras olacak ve onları cesaretlendirecek bir şey olacak bu albüm. Her ülkenin bir sınırı vardır ama müziğin yoktur. Müzik sonsuzluktur. Hayal ettiğimiz dünyayı ve yolumuzu insanlara yansıtabilmek istiyoruz. Müzikal anlamda bundan sonraki planlarınız neler? D.A: Nebula ile birlikte yeni bir albüm daha yapacağız birkaç ay içerisinde. O albümü internetten yayınlayacağız. İnternet sitemiz www.devrimada.org bir süre sonra yayına girecek.

Sansüre tepki büyüyor T

ürkiye'nin uzun süredir uyguladığı Youtube'a erişim yasağının ardından, Google'ın bazı önemli hizmetlerine sansür geldi. Uygulamanın yayılması ve iletişim hakkı için ciddi bir tehdit oluşturmasına tepkiler büyüyor. 'İnternet sansürüne karşı girişimler birleşiyor' vurgusuyla başlatılan çalışmalar sonucu bir çok meslek odası ve demokratik kitle örgütünün bir araya gelmesiyle oluşturulan 'Sansüre Karşı Ortak Platform' bir deklarasyon yayınladı. Deklerasyon, ilk olarak 35 kurumun imza atmasıyla www.sansursuzinternet.org.tr sitesinde yayımlandı. Yaklaşık iki yıl önce Youtube sitesinin erişime engellenmesiyle Türkiye’nin gündemine giren “internet sansürü” Google’a da erişimin engellenmesiyle yine gündemde üst sıralara çıkmıştı. İki yıl içerisinde Youtube dışında birçok sitenin engellenmesi karşısında sansürü delmenin inceliklerini öğrenen halk, yeni engellemeler karşısında çaresiz kaldı. Aslında Google sitesi dışında Google arama motoru ve Google servislerinin engellenmesi için alınmış bir yargı kararı yok. Bugüne kadar YouTube sitesine erişimin engellenmesi 'DNS adreslerini engelleme’ şeklinde uygulanıyordu. Ancak birçok internet kullanıcısının DNS ayarlarını değiştirerek bu siteye kolayca ulaşabilmesi üzerine Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı IP adresi engelleyerek sansürü hayata geçirmeye

başladı. Youtube sitesinin yayın yaptığı sunuculara erişimi engelledi. Google arama motoru ve bazı Google servislerine gelen dolaylı sansür de bundan kaynaklandı. Bilindiği üzere Google, 2006 yılında Youtube sitesini hatırı sayılır bir para ödeyerek satın almıştı. Google arama motoru, Google servisleri ve Youtube gibi çeşitli siteler aslında aynı şirket olduklarından aynı IP adreslerini kullanıyorlar ve yükün durumuna göre Youtube sitesinin yayın yaptığı sunucudan aynı zamanda şirketin diğer siteleri de yayın yapıyor. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı Youtube’un yayın yaptığı IP adresini engelleyerek aynı adresten yapılan başka yayınları da engellemiş oluyor. Yani “yeter ki Youtube’a erişilmesin, diğer siteler de sansürlenmiş ne gam” diyebiliyor. Yeni engellemeye gelen tepkinin ardından Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın konuya dair açıklaması ile hükümetin şirketi vergiye bağlamak istediği anlaşıldı. "Bu ülkeyi Google mı yönetecek?" diye soran Yıldırım, küskün bir çocuk edasıyla “Telefonlarımıza çıkmıyorlar, bizi muhatap almıyorlar. Ne yapalım buna boyun mu eğelim? Bir site bizi esir alamaz.” diye yakındı. Google’a 30 milyon liralık vergi borcu çıkaran Yıldırım “Parayı ödesinler, ne isterlerse yapsınlar” diye konuştu. Bu sözlere bakılırsa AKP hükümeti, internet çağının Deli Dumrul’u olmaya kararlı görünüyor…


SOKAĞIN SESİ

ÜRETEN B‹Z‹Z YÖNETEN DE B‹Z OLACA⁄IZ

9 Temmuz 2010 / 22 Temmuz 2010

16 Halk›n Sesi

İzmir’de cadde adı değişti İ

O yangın sönmedi hala Sivas’ta on yedi yıl önce katledilen 35 can unutulmadı. Öfke ilk günkü gibi tazeydi. Binler Sivas Katliamı’nın hesabını sormak için sokaklara döküldü, “Çözüm faşizme karşı savaşta” dedi

P

ir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılmak için Sivas’a giden ve binlerce gerici tarafından tertipli bir biçimde yakılan aydınlar ve devrimciler katledilişlerinin 17. yıldönümünde tüm ülkede anıldılar. Sivas’ta yaşanan gerici-faşist katliamı lanetleyen binlerce kişi sokaklara döküldü. En kitlesel anma katliamın yaşandığı Madımak Oteli’nin, önünde yapıldı. Bu yıl da ana talep Madımak Oteli’nin “utanç müzesi”ne dönüştürülmesi oldu. Sivas’ta yapılan anma, polis tarafından terörize edilmeye çalışıldı. Anma için Sivas’a gidenleri taşıyan otobüsler polis tarafında durduruldu. Otobüslerde bulunan herkesin kimlikleri kontrol edildi. Bagajlar tek tek arandı. Daha sonra otobüsler Sivas’a girdi. ‘UTANÇ’ MÜZES‹ OLSUN On binlerce kişinin katıldığı Sivas’taki anma İstasyon Caddesi’nden Madımak Oteli’nin önüne doğru yapılan yürüyüşle başladı. Madımak Oteli’nin önüne karanfiller bırakıldı ve ölenler için saygı duruşu yapıldı. Anmaya katılan on binler “açılım” toplantılarını yöneten ancak söylemleri Alevilerin taleplerinin çok uzağında kalan Faruk Çelik’in Madımak’ın önünde olmasına tepki gösterdiler. AKP’nin Alevilerin çok uzağında olduğunu belirten Aleviler Faruk Çelik’in “Madımak’ın kaderini Sivaslılar belirleyecek” sözlerine sert tepki gösterdiler ve Madımak’ın derhal “utanç müzesi”ne dönüşmesi gerektiğinin altını çizdiler. Mitingde söz alan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Fevzi Gümüş, Sivas’ta toplanan on binlerce kişinin farklı kültürlerin, farklı inançların bir arada yaşayabileceği eşit ve özgür bir ülke için umut verdiğini dile getirdi. AKP’nin Alevileri Sunnilerin içinde asimile etmeye çalıştığını ifade etti. Alevi köylerine cami yapmaya devam edilmesinin ve zorunlu din derslerinin bunun kanıtı

olduğunu belirten Gümüş, 17 yıl önce yaşanan katliamın devlet içindeki sorumlularının bulunmasını istedi ve Madımak’ın utanç müzesi olması talebini tekrarladı. Gümüş’ten sonra söz alan Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız devletin katliama seyirci kaldığını hatırlattı ve en büyük taleplerinin Madımak’ın müze olması olduğunu ifade etti. Katliamda hayatını kaybeden Gülsüm Karababa’nın kardeşi Hüseyin Karababa katliamla alevilerin silinmeye çalışıldığını ancak bunu kimsenin başaramayacağını dile getirdi ve 70 kişiyle başlayan anmaların bugün 100 binlere ulaştığına işaret etti. KATL‹AM UNUTULMADI Sivas’ta katledilen aydınlar için yapılan anma etkinlikleri sadece Sivas’la sınırlı kalmadı. Birçok il ve ilçede katliam lanetlendi. İstanbul’da mahallelerde ve Asım Bezirci’nin mezarı başında bir anma yapıldı. 2 Temmuz’da Halkevleri, Öğrenci Kolektifleri ve Liseli Genç Umut, Asım Bezirci’nin mezarı başında yaptıkları anmayla Sivas katliamını unutturmadı. 150 kişinin katıldığı anmada öne çıkan vurgu katliamı yapanlar kadar yaptıranların da unutulmayacağı ve halkların kardeşçe birarada yaşadıkları yarınları kurana kadar mücadele edileceği oldu. Sivas’taki katliamın aylar öncesinden devlet tarafından tertip edildiğini anlatan konuşmalardan sonra anma etkinlikleri sona erdi. ‘HESAP SORACA⁄IZ’ İstanbul’da ayrıca Avcılar, Sarıyer ve Kadıköy, Okmeydanı ve Gültepe’de anmalar yapıldı. Kadıköy’deki mitinge yaklaşık 5 bin kişi katıldı. Mitingde tertip komitesi adına konuşma yapan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Sultanbeyli Şube Başkanı Sadegül Çavuş, TEKEL işçilerinin, Taksim'i 1 Mayıs'a açanların, Pir Sultanların, Mahirlerin yolundan yürüyerek katliamın hesabını soracaklarını belirtti.

Eskişehir’de ise Sivas Katliamı’nda hayatını kaybeden aydın ve devrimciler ilk olarak Hamam Yolu’nda yapılan yürüyüşle anıldı. Yürüyüş sonunda yapılan konuşmalarda Madımak’ın müze yapılması talebi yinelendi. Gültepe Mahallesi’nde yapılan anmada Sivas’ta aydınları yakan gericilerin avukatlığını yapan Hayati Yazıcı’nın bugün AKP’nin bakanı olduğu hatırlatıldı ve katliamı gerçekleştiren zihniyetle AKP’yi kuran zihniyetin aynı olduğuna işaret edildi. Anma, Sivas katliamı için bestelenen türkülerin okunmasıyla sona erdi. Zonguldak Çaycuma Emek ve Demokrasi Platformu’nun yaptığı anmaya katılan onlarca kişi de “İnsanlık yanmasın, Madımak müze olsun” dedi. Madımak’ta yaşamını yitirenlerin tek tek hatırlandığı anma, basın açıklamalarından sonra sona erdi.

Ankara ‹stanbul

ANKARA’DA K‹TLESEL ANMALAR Ankara’da da Kolej Meydanı, Dikmen, Mamak, Batıkent ve Keçiören’de anmalar yapıldı. Batıkent’te yapılan “Ateşte semaha duranlar” konserine yaklaşık 6 bin kişi katıldı. Keçiören’de yapılan etkinliğe katılan beş yüz kişi yağmura rağmen yolu trafiğe kapatarak yürüyüş yaptı. Mamak Halkevi tarafından Tuzluçayır’da yapılan etkinliğe binlerce kişi katıldı. Etkinlikte konuşma yapan Halkevleri Genel Başkan Yardımcısı Samut Karabulut yaptığı konuşmada Sivas katliamında katledilen insanları da, katledenleri de 17 yıldır unutmadıklarını belirtti. 2 Temmuz’da katleden zihniyetin AKP’yi kuran zihniyet olduğunu belirten Karabulut gericiliğe, faşizme, AKP’ye karşı mücadele edecelerini ifade ederek konuşmasını sonlandırdı. Dikmen’de Aşık Mahsuni Şerif Parkı’ndan Ahmet Arif Parkı’na kadar bir yürüyüş yapıldı. Sanatçıların katıldığı anma programından sonra katliamda hayatını kaybedenlerin aileleleri Sivas’a uğurlandı ve anma etkinlikleri sona

‹stanbul’da yap›lan erdi. anmaya kat›lan Halkevleri, Ö¤renci Kolektifleri ve Liseli Genç Umut Sivas’ta katledilenleri unutmad›klar›n› söylediler. Sivas’ta yakanlardan hesap soracaklar›n› As›m Bezirci’nin mezar› bafl›nda hayk›rd›lar.

‹zmir

zmir’de Alevi Bektaşi Federasyonu’nun çağrısıyla yapılan anmaya çok sayıda siyasi parti, emek ve demokratik kitle örgütü katıldı. Eylemde Alevi Bektaşi Federasyonu adına konuşan Engin Gündük “Yanmak yakmaktan daha fazla cesaret ister ve biz devletin tüm engellemelerine rağmen Madımak'ta yüzbinlerce kişiydik" dedi ve bağımsız bir ülkede özgür yaşayıncaya kadar mücadele etmeye devam edeceklerini belirtti. Güzeltepe Mahallesi’nde yapılan etkinliğe çok sayıda kişi katıldı. Çiğli Halkevi önüne kadar yürüyüş yapan mahalleliler Sivas’ta yaşamını yitiren aydınların isimlerini hep birlikte okuyarak eylemi noktaladılar. Gültepe’den gelen halk, Çınartepe'de meşalelerle yürüdü. Yürüyüş boyunca Gültepeliler dükkanlardan ve evlerin balkonlarından eyleme alkışlarla destek oldu. Sivas katliamının asla unutturulmayacağını belirten mahalleliler, Arı Caddesi'nin isminin Muhlis Akarsu Caddesi olarak değiştirilmesi için yaptıkları başvurunun bir an önce değerlendirilmesini talep etti. Ardından da Muhlis Akarsu Caddesi tabelası sembolik olarak caddeye asıldı. Saygı duruşunun ardından eylem sona erdi. Bodrum’da da katliam unutulmadı. Bodrum Belediye Meydanı’nda başlayan etkinlik katledilenler anısına yapılan saygı duruşuyla başladı. Saygı duruşunun ardından basın açıklaması ve tertip komitesinin bildirisi okundu. Semah gösterisinin ardından Belediye Meclisi Salonu’nda devam eden anma etkinliğine katılım oldukça yoğundu. Sivas katliamı için bestelenen türkülerin okunmasıyla devam eden etkinlik şiir dinletisi, video gösterimi ve söyleşilerin ardından sona erdi. Antalya emek ve demokrasi güçleri de Sivas’ta katledilen 35 aydını andı. Anma, Güllük TRT Kavşağı’nda toplanılarak buradan Aydın Kanza Parkı’na kadar yapılan yürüyüşle başladı. Aydın Kanza Parkı’nda müzik dinletisi ve tiyatro gösterimiyle devam eden program Sivas’ta yapılacak mitinge gidecek otobüslerin uğurlanmasının ardından sona erdi.

Çorum’da katleden devletti Ç

orum’da ilk kez geçen yıl 30 kişiyle protesto edilen Çorum katliamı bu yıl yaklaşık 700 kişinin katıldığı bir yürüyüşle lanetlendi. Yolları trafiğe kapatarak yürüyen kitle “29 Mayıs – 4 Temmuz 1980 Unutmadık, Unutturmayacağız” pankartını açarak basın açıklamasının okunacağı Saat Kulesi önüne geldi. Alevi Kültür Merkezi’nden Nurettin Aksoy’un okuduğu basın açıklamasında, Çorum’da yaşananların tesadüf olmadığı, 12 Eylül’den sonra da katliamların Gazi’de ve Sivas’ta devam ettiği belirtildi. Çorum’da yaşananların Alevi-Sünni demeden

herkesi mağdur ettiğinin belirtildiği açıklamada gerçek faillerin yargılanması talebi yinelendi. Basın açıklamasının ardından söz alan Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu Başkanı Turgut Öker sorumluların hesap vermesini istedi ve Çorum’a barış güvercinlerini uçurmaya geldiklerini ifade etti. Konuşmanın ardından Öker ve Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız güvercinleri gökyüzüne bıraktı. Daha sonra söz alan Ali Balkız, sorumluları açığa çıkarmayan devlete baskı yapmaya devam edilmesi gerektiğini dile getirdi.

BAfi SORUMLU DEM‹REL Anmanın ertesi günü (4 Temmuz) Çorum katliamıyla ilgili bir panel düzenlendi. Panelde dönemin Çorum Cumhuriyet Başsavcısı Ertem Türker ilk kez konuştu. Türker CIA’nın Çorum’a ajanlarını gönderdiğini, Milli Eğitim Müdürü’nün eğitimci değil, MHP’nin militanı olduğunu ve Gün Sazak’ın öldürülmesinden sonra kontrgerillanın Çorum’da faaliyete geçtiğini söyledi. Katliam günlerinde ihbar gelen yerlere polis gönderdiğini ancak ölenlerin solcu olması durumunda cesetlerin kaybolduğunu dile getiren Türker,

dönemin valisinin olaylara kayıtsız kaldığını ve “Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” diyen Süleyman Demirel’in katliamın baş sorumlusu olduğunu ifade etti. Çorum’da faşistlerin cuma namazı çıkışlarında “Komünistler cami bombaladı. Müslüman kardeşlerimizi katlediyorlar” diyerek yaptıkları provokasyon üzerine ayaklanan gerici faşistler, Alevi mahallelerine saldırmış ve 57 kişi katledilmişti. 29 Mayıs’ta başlayıp 4 Temmuz 1980’e kadar süren olaylar 12 Eylül faşist darbesine giden yolu açan önemli bir nokta olmuştu.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.