SAYFA
2
SAYFA
Kadro yok dayak var Atanamayan ö¤retmenler polis sald›r›s›na ra¤men süren eylemlerini Halk›n Sesi’ne anlatt›
5
Obama’dan tan›d›k hareketler Obama petrol s›z›nt›s›yla kirlenen körfezin temiz oldu¤unu ispatlamak için denize girdi
SAYFA
13
‹ki yi¤it ç›kt› meydane... Bugün boy-soy düzeyini aflamayan at›flmalar›n tarihteki örneklerine kulak verdik
SAYFA
14
Dünyan›n basketbolu... Dünya Erkekler Basketbol fiampiyonas› 28 A¤ustos’ta Türkiye’de bafll›yor
20 A¤ustos 2010 • 1 TL
Y›l 5 • Say› 113
Evet demek AKP’nin ve sermayenin ifline geliyor
Aslını bilen hayır diyor
Chavez’in gel-giti
Emek ve hak mücadelesi yolunda yürüyenler, taleplerinin yer almad›¤› paketin, aleyhlerine oldu¤unun da fark›nda
ABD, Latin Amerika’ya hükmedebilmek için Kolombiya’y› kullan›yor. Bu tehdide karfl› sürekli tetikte olan Chavez ise gelgitli siyasetiyle kafalar› kar›flt›r›yor S. 5
Sermaye-cemaat ittifak› talana dayal› iktidarlar›n›n devam› için AKP etraf›nda kenetlenip evet cephesini oluflturuyor
Halk›n ‘Hay›r’› meydana ç›k›yor 12 Eylül Anayasas›’na da AKP Anayasas›’na da hay›r diyen Halkevleri, ÖDP, EMEP ve TKP 29 A¤ustos’ta ‹stanbul Kad›köy’de, 4 Eylül’de de daha genifl bir bileflenle Ankara’da buluflacak S. 16
Acillerde ne de¤iflti? Sa¤l›k Bakan› Akda¤ müjdeyi verdi. ‘Aciller güvenceli güvencesiz ayr›m› yapmadan tüm hastalar› kabul edecek.’ Peki hastalar eskiden geri mi çevriliyorlard›? S. 6
Yalanlar gerçeklerle karfl›laflana kadar ifle yarar! Haydi, Tayyip cephesini karfl›layal›m! YOL YAZISI S. 3
Kenar Notlar› / Sayfa 2
Ferda Koç / Sayfa 4
Katil kim?
Aç›l›m nas›l olmaz -2
Evetçiler cephesinde kirli ittifak Evet cephesi, ‹slamc› liberal AKP iktidar›yla ç›kar ve kader birli¤i yapan sermaye çevreleri ve cemaatlerin iflbirli¤iyle ayakta duruyor S. 4
AKP’nin referandum kodları Dosya sayfam›zda R. Tayyip Erdo¤an’›n referandum mitinglerindeki konuflmalar›n› masaya yat›rd›k S. 12
Zafer Ayden / Sayfa 7
Sinemada son perde...
Tufan Sertlek / Sayfa 8
Muhafazakarl›k ve darbe
Enerji talan› sürüyor
‘Hayırsız’ toplu görüşme
Enerji da¤›t›m hizmetleri özellefltirildi. ‹haleyi kazanan flirketler halka elektrik ulaflt›rmaktan çok, kar etmeyi düflünecek. Halk›n enerji hakk› yok say›lacak S. 9
Kamu emekçilerine grev yolunu tamamen kapatan anayasa de¤iflikli¤ine ‘hay›r’ demeyen KESK yönetimi toplu görüflme sürecinde bu tav›rs›zl›¤›n sonuçlar›yla
Halk festivalde bulufltu Hopa Halkevleri taraf›ndan 7’incisi düzenlenen Kemalpafla Halk Festivali 6-7-8 A¤ustos’ta gerçekleflti. Festivale bu y›l HES’lere karfl› mücadele damgas›n› vurdu S. 15
Çocukların ‘o hal’i sürüyor AKP’nin TMK ma¤duru çocuklara iliflkin düzenlemesi yaralara çare olmuyor. Çocu¤u iki y›ld›r tutuklu bulunan Arif Akkaya çocu¤u için mücadelesini anlatt›, yasa de¤iflikli¤ini de¤erlendirdi S. 11
Ayr› m› birlikte mi? Bakan Çubukçu muhafazakar ideolojisini gizlemedi. K›z ve erkek çocuklar›n ayr› okutulmas›na karfl› olmad›¤›n› söyledi S. 10
2
MEDYA 20 A¤ustos 2010 / 2 Eylül 2010
Halk›n Sesi
‹ fi S ‹ Z
Kenar Notlar›
E ⁄ ‹ T ‹ M C ‹ L E R ‹ N
A T A M A
‹ S Y A N I
Katil kim? Korkaksınız. Onun için kendi devriminizde bile önderlik bayrağını proletaryaya kaptırdınız. Ölülerinizi bile onurla gömme cesaretiniz yok. Siz eşeledikçe, kirli tarihinizden yükselen ceset kokuları, düzenin çürümüşlüğüne karışıyor “Burjuvazinin bir kahramanlık tarihi yok.” Giriştiği bu “kutsal demokrasi mücadelesi”nde ilaç olsun diye bir direniş ya da isyan örneği yok. En azından bir mızmızlık harekâtı bile yok. Küçümsediğiniz “Sarhoş Yeltsin” bile, bir esrime anında tankların karşısına geçip meydan okuduğunda, burjuvazi aradığı kahramanı bir sarhoşta bulmuştu... Şimdi siz içmezsiniz de! Liberallere bakıyorsun, en küçük bir direnme belirtisine bile rastlanmıyor. Hani küçük bir kıpırtı bile görülse kanaat notuyla buçuktan kahraman ilan edilecekler… Ulusalcılara bakıyorsun, uzun zaman önce, ta 1919-20’lerde Anadolu ve Rumeli kurtuluş hareketi yıllarında bıraktıkları o bayrağa, sonraları faşizmin envai çeşit rengini ilave etmişler. İslamcılara bakıyorsun, ne zaman bir kahramanlık gerektiren altın tepside tarihsel fırsat yakalasalar, kuyruğu kısıp otoriteye selam durmuşlar. Onun için sözümona demokrasi mücadelesinin söylemini kurarken bile devrimcilerin ve halkın direniş tarihinden çalarak sözlerini güçlendirmeye çalışıyorlar… Başbakan Erdoğan karşısına Kılıçdaroğlu’nu almış yükleniyor. Kılıçdaroğlu karşılık veriyor. Burjuvazi kendi arasında “Katil kim?”cilik oynuyor… Erdoğan yükleniyor: ''Vergi vermediler diye Dersim'in köylerini kim bombaladı? Zamanının, o zamanki Cumhurbaşkanı'nın emriyle... Kimdi? İsmet İnönü, CHP'nin başındaydı. Yani CHP bombaladı. 20 bin, 30 bin, 40 bin, 50 bin kişinin yargısız infaz edildiği söylenir. İnsaf ya. İşte sizin cemaziyelevveliniz bu. Gelin de siz bunu temizleyin önce.'' Kılıçdaroğlu yanıtlıyor: “Recep Bey tarih bilmiyor.” Dönemin başbakanı Celal Bayar olduğundan katliamın asıl sorumlusu odur. Celal Bayar bugün AKP’nin de sahiplendiği Demokrat Parti-Menderes çizgisinin kurucularından. Yani katil kim? Erdoğan, Kılıçdaroğlu’na yüklenmeye devam ediyor: “Neden göğsünü gere gere ‘ben Dersimliyim’ diyemediğini anlamakta zorlanıyoruz. Niye bundan çekiniyorsun?” Aslında başbakan “Neden ‘ben Kürdüm’ diyemediğini anlamakta zorlanıyoruz. Niye bundan çekiniyorsun?” demek istiyor. Ama onun da bunu açıkça dile getirmeye cesareti yok… On yıllardır yasaklanmış adları ve kavramları yüksek sesle dile getirmesi, başbakanın cesaretini mi gösteriyor? Dersim diyor, Dersimli diyor, devlet katliamı diyor... İslamcı-liberallere kalırsa daha ne desin? Başbakan da çok iyi biliyor ki, bu sözleri ilerici bir çatışma eksenine taşıyıp AKP iktidarının baskıcı yüzünü ortaya çıkarabilecek bir muhalefet yok. Egemenlerin bir kanadı korkak ve tereddütlü olabilir. Ancak sırf bu sözleri söylediği için ömrünü işkencelerde, hapishanelerde ve sürgünlerde çürüten binlerce Kürt var. Neden onların ilerici talepleri muhatap alan bir “atışma”ya girmiyorsun!? Bakalım o zaman bu sözlerin arkasında durabilecek misin? DersimKoçgiri bölgesi, 19. yüzyılın son çeyreğinden beri Kürt uluslaşma hareketlerinin sürükleyici eksenlerinden biridir. O zamandan beri farklı talepler ve farklı dinamikler temelinde birçok isyan ve devlet katiliamına sahne olmuştur. Osmanlı ve cumhuriyet devlet sistemini oluşturan egemen sınıf kanatlarından hiçbiri bu katliamların dışında kalmamış, en azında mızmız bir muhalet dahi yürütmemiştir. Bugün AKP iktidarında da Dersim adı resmen kabul edilmediği gibi, dağlarda hala bomba sesleri ve Kürt sorununun ilerici çözümlerini savunduğu için hapiste binlerce Kürt var. Vergi vermedikleri için Dersimlileri katleden “CHP devlet geleneğini” eleştiren Erdoğan, Osmanlı devlet geleneğinin Müslüman olmayan halka “hoşgörü”sünü göklere çıkarıyor. Sümela Manastırı’nda 88 yıl aradan sonra 15 Ağustos 2010’da ayine izin verildi. Hıristiyan aleminde "Meryem Ana'nın göğe yükseliş günü" olarak kabul edilen ve kutsal sayılan bu günde düzenlenen ayini, Fener Rum Patriği Dimitri Bartholomeos yönetti. Başbakan Erdoğan bunu Osmanlı hoşgörü geleneğinin devamı olarak propaganda ediyor. Oysa Osmanlı’da Müslüman olmayan halklara yönelik hoşgörünün nedeni bilindiği gibi tamamen ekonomiktir. Müslüman olmayanlardan İslamcı bir vergi türü olan “cizye vergisi” alınıyordu. Hükümetin yaşadığı uluslararası baskı bir yana, ne yazık ki Sümela Manastırı’ndaki ayinde de Anadolu Müslüman halkın dinsel hoşgörüsü ve misafirperverliğinden öte ekonomik gerekçelerin öne çıktığı görülüyor. Ayine Rusya, Yunanistan, Gürcistan, ABD’den gelip katılanlar oldu. 6 bine yakın turist ayin için Trabzon’a geldi. Otellerde doluluk oranı yüzde 100’e ulaştı. Ayin turistleri ortalama 4 gün kaldı. Turistler 3 milyon Euro bıraktı. Sümela’da hoşgörü, iktidarın dilinde sadece bir propaganda, sermayenin elinde kâr malzemesi. Neyse ki, orada, sermaye iktidarlarının bütün gerici kamplaştırmalarına karşı halkların kardeşliğine ve inanç özgürlüğüne ömrünü adamış Karadeniz uşakları da var. Tıpkı Hacıbektaş, Antakya ve Diyarbakır’daki kardeşleri gibi. Ancak, onların eylemine, kendini beğenmiş İslamcı liberal iktidarın burjuva “hoşgörü” kavramı değil, yeniden kardeşleşme iradesinin gerçek birleştirici pratikleri yol gösteriyor.
Kadro yok dayak var hocam N‹LGÜN MAKAR
A
taması Yapılmayan Öğretmenler Platformu, (AYÖP) öğretmen atamalarının yapılacağı ağustos ayında seslerini duyurmak için Ankara’da buluştu. 15 Ağustos’ta Abdi İpekçi Parkı’nda ‘kadrolu, güvenceli iş’ talebiyle oturma eylemine başlayan AYÖP üyeleriyle buluştuk. Gerçekleştirdiğimiz söyleşiden sadece birkaç saat sonra eylemlerini sonlandırmayı reddeden 50 öğretmen polis tarafından gözaltına alındı. Güvencesiz eğitim emekçilerinden Ömer’le eylemleri, talepleri ve ülke gündemi üzerine konuştuk. Öncelikle bize kendini tanıtır mısın? 2008 Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Ereğli Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü mezunuyum. Şu anda özel bir etüt merkezinde çalışmaktayım. Az da olsa kendime biraz harçlık çıkartıyorum ama şöyle söyleyeyim, öğretmen olduğumda alabileceğim ücretin neredeyse çeyreğinin çeyreğinden düşük. Bununla yaşamaya çalışıyorum. Mezun olduktan sonra ilk sene sınava çalışmak için 6-7 ayımı ayırdım. Daha sonra hiç beklemediğimiz sonuçlar, kopya skandalları, sınavın içeriğindeki yanlışlıklar, yanlış sorular bu sınavın güvenilirliğinin ve geçerliliğinin olmadığını gösteren pek çok şey herkesi etkilediği gibi beni de psikolojik olarak etkiledi. Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu’nun ortaya çıkmasıyla beraber farklı bir umut doğmuş oldu. Kurumsal olmayan bir mücadele biçimi bir platform şeklinde. 2009’un Ağustos ayından
KPSS sonuçları, kopya iddiaları, sınırlı kadrolar... Tüm bunların sonucunda atanamayan eğitim emekçilerinin öfkesi eyleme dönüştü. Polis eğitimcilere saldırdı. Gözaltına alınan eğitimciler taleplerini Halkın Sesi’ne anlattı beride AYÖP’le beraber hareket etmekteyim. Peki öğretmen olabilmek için nasıl bir süreç geçirdiniz, neleri düşündünüz? Ben iki yıldır Ankara’dayım. İki yıldır her türlü başvuruyu yaptım ve çıkmadı. Ücretli öğretmenlik için de başvurdum. Ama şöyle bir acayiplik var. Öğretmen olmasanız bile ücretli öğretmenlik için başvurabiliyorsunuz. Bu nedenle bir işletme mezununu sınıf öğretmenliği yaparken görebilirsiniz. Tabii bu da bir sistem sorunu. İnsanlar işsiz ve aç. Bir diğer iş seçeneği olan dershanede çalıştığımız zaman başlangıçta alabileceğimiz para 300-500 liradır. Sadece parası değil tabii ne öğretmen kimliğiniz oluyor ne paso alabiliyorsunuz hatta birçok dershanede sigortasız çalışıyorsunuz. Stajyerliğinizin ilk iki yılını böyle geçirmek zorundasınız. Sosyal güvenceniz zaten yok. Her türlü detayı değerlendirmek tartmak durumundasınız ve tabii ki diğer taraftan KPSS kıskacını yok sayamıyorsun. Sınava biraz hazırlanacak zaman kalıyor. 15 Ağustos’ta ataması yapılmayan öğretmenler Ankara’da buluştu ve bir eyleme başladı. Bu eylem Abdi İpekçi Parkı’nda devam ediyor. Bu buluşmayla neyi hedeflediniz? Eylemlerimizde aslında şunu hedeflemiştik Milli Eğitim Bakanlığı’nın açıkladığı 31 bin kadrolu öğretmen alımı var. Bir de TBMM’den çıkan 70 bin kadro var.
En azından ağustos ataması için dedik ki burada güzel bir mücadele örneği sergilersek o zaman açılacak kadro sayısı 70 bine çıkabilir. Tabii durumdan muzdarip 300 bin insan var ama hani bu kazanım açıkçası gerçekleşebilir. Bunun yanısıra KPSS’nin kaldırılması ve ücretli öğretmenliğin kaldırılması talebimiz de olmazsa olmazımız. Bir de KPSS’nin kalkması bizim için çok önemli. Peki sizce de bugün tek sorun atanmamak mı? Zaten atanan olsa da sözleşmeli olarak atandığı için yine güvenceli olduğunu söyleyemeyiz. Sözleşmeli öğretmenler de bugün şöyle bir noktada; her ne kadar sendikal hakkı da olsa son dönemde onlar da platform olarak mücadele tarzı geliştirmeyi kararlaştırdılar ve bizler de onlara paralel mücadele yürütme niyetindeyiz. Çünkü birbirimizi kesen çok fazla nokta var. Dediğimiz gibi atamadan sonra her şey bitmiyor ki. Bu insanlar mücadele yolunu seçiyorlar. Demek ki hiçbir şey bitmiyor. 70 bin kadroyu elde ettik diyelim, yine de bitmiyor. Çünkü her yıl 50 binden fazla insan eğitim fakültesinden mezun oluyor. Sadece atanmak çözüm değil. Topyekün nasıl kazanılır, nasıl çözülür bunun için adımlar atmak gerek. AYÖP'ün sendikalara olan yaklaşımı nedir? Zaten sorun eğitim sorunu ise eğitim sendikalarıyla tabiî ki ortak-
laşmamız gerekiyor . Birlikte bir şeyler yapmamız gerekiyor; gücümüz artsın, sesimiz duyulsun. Onların varlığı bizim yalnız olmadığımızı gösteriyor. Çünkü bizim kurumsal bir yapımız yok, hakikaten güvencemiz yok. Sendikaların daha oturmuş bir zeminde aldıkları bir yol var. Onların şu alandaki varlığı, bizimle oturmaları bile buraya çok şey katacaktır. 2009’da yaptığımız açlık grevinde her biri her gün gelip bize destek oldular. 40 kişi ile biten açlık grevi sonrası yürüş sırasında halkın katılımıyla eylem yüzlerce kişiyle olmuştu. Bugün bu anlamda biraz daha yalnızız. Bu yalnızlık her anlamda daha çok baskı ve şiddet ile sonuçlanıyor. Sendikalarla dayanışmanın dışında sizi ortak bir zeminde buluşturan unsurlar var mıdır? Bizler zaten işsiz, hiçbir sosyal güvencesi olmayan öğretmenleriz. Kadrolu, sözleşmeli olan öğretmenlerin de kısa bir süre içinde belki işsiz değil ama güvencesiz olacağını biliyoruz. Bu durumda aslında hepimizi aynı gelecek bekliyor. Bu sürece ilişkin olarak AYÖP ne diyor ve bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz? Açıkcası tek bir umut var: Şu içinde bulunduğumuz süreç TEKEL işçilerinin Ankara’da başlattığı mücedele onun öncesinde bizim başlattığımız süreç… Kesinlikle muhalif bir tavır var ülkede. Öğretmenlerde olsun
sağlık emekçilerinde olsun. Referandum ve sonrasındaki seçim süreci bizce çok önemli. Doğru adımlar atılırsa bir şeyler çözülebilir. Bu iktidar olsa bile. O yüzden umutluyuz. Bu süreç durağan değil. Durağan bir süreçte olsaydık belki biraz daha o an içindeki bulunduğumuz duruma göre taleplerimiz olurdu. 310 bin öğretmenin hepsine iş, güvenceli kadro daha abartılı gelebilirdi. Ama şimdi öyle değil ve umudumuz var. AYÖP olarak referanduma dönük ortak bir cevabınız olacak mı? AYÖP olarak referanduma hayır diyoruz. Çünkü evet desek atanmak için niye uğraşalım? Hiçbir şey çözülmüş olmayacak, yine güvencesizlik olacak. İnsanlar birçok şey yaşıyor mesela hastalanıp hataneye gidemiyor, evlenmek istiyor evlenemiyor, çoluğuna çocuğuna istediği bir şeyi alamıyor. Bunlardan yine kurtulamayacağız. Dövizlerimize de referanduma hayır dediğimizi hiç çekinmeden yazdık. Çekinmiyoruz da hatta bu eylemimizi sürdürebilirsek 12 Eylül’e kadar da devam etmeyi düşünüyoruz. AKP iktidarı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın soruna yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? İnsanlar artık bıkmış durumda. 500 kişinin kopya çektiğini biliyoruz. Çok somut elimizde deliller var bunu basına da anlattık. Uzun bir süredir ne istediğimizi bakanlığa, meclise giderek anlatmaya çalıştık ama sesimizi duyan olmadı ya da duymak işlerine gelmedi. Bu ülkede öğretmenler işsiz kaldığı için bunalıma girip intihar etti. Bu bile AKP’nin ve bakanlığın bize neyi uygun gördüğünü gösteriyor.
Hem patronum hem yandaş S
abah gazetesi, Elektrik Mühendisleri Odası’nın 4 elektrik dağıtım bölgesinin özelleştirilmesinde kamu yararı bulunmadığı gerekçesiyle yargıya gitmesi haberini oldukça saldırgan bir üslupla verdi. Çalık grubunun gazeteleri Sabah ve Takvim’in internet sitelerinde 12 Ağustos’ta ‘Elektrikte oda terörü’ başlığı ile EMO’ya karşı 9 Ağustos’ta yapılan özelleştirmeleri savunan bir haber yayımlandı. Haberin odaya yönelik saldırgan tutumu ilk cümleden başlıyordu: “Mimarlar Odası gibi Elektrik Mühendisleri Odası da ekonomide dava terörü estirmeye hazırlanıyor.” Haberin devamında 3,5 milyar dolarlık beklentiye karşılık, Boğaziçi, Gediz, Trakya ve Dicle elektrik dağıtım bölgesinin özelleştirmesi sayesinde 5,8 milyar dolar elde edildiği ve bu durumda kamu yararı olmadığı gerekçesiyle dava açmanın bir çelişki olduğu gösterilmeye çalışılıyor. Bu sav, haberde ismi belirtilmeyen Özelleştirme İdaresi Başkanlığı ‘yetkilileri’ ağzından veriliyor. Aynı ‘yetkililer’ kod adlı kişiler “Özel sektör kaçağı azaltmak zorunda. Azaltmazsa cebinden ödeyecek. Türkiye’de yılda 20 milyar kilovat saat kaçağa çıkıyor. Bu yük sistemden atılınca fiyatlar iner” diye yalan söylemekten de geri durmamış. EMO’nun daha önce açtığı davalarda yürütmeyi durdurma kararının çıktığını hatırlatan Mehmet Nayır imzalı Sabah haberinde Recep Tayyip Erdoğan’ın özelleştirmelerin durdurulmasıyla ilgili kullandığı “Danıştay’ın tamamen ideolojik yaklaşımla 6 özelleştirme ihalesini oylayarak Türkiye’ye ödettirdiği fatura 2,6 milyar dolar. Danıştay hiçbir bedel ödemiyor.
Danıştay’ın ülke gibi bir derdi yok” ifadelerine de yer verildi. Sabah gazetesi haberi ilk olarak ‘Elektrikte Oda Terörü’ olarak verdi. Daha sonra haber başlığı ‘Odadan tehdit’ olarak değiştirilirken, Takvim gazetesi haberi ‘Elektrikte Oda Terörü’ başlığıyla vermeye devam etti. Hızını alamayan Takvim gazetesi 13 Ağustos tarihinde ‘Oda Terörüne Büyük Tepki’ başlıklı haberiyle “odaların davaları nedeniyle şirketleri devralamayan yatırımcılar isyanda” ifadesinin ardından Kiler Holding, Akkök Grubu, Alarko Holding, Ağaoğlu Şirket Grubu gibi sermaye gruplarının CEO ve yönetim kurulu başkanlarının konuyla ilgili görüşlerine ve şirketlerin gördüğü zarara yer verdi. Sabah gazetesi de 13 Ağustos tarihli ‘Hasan Balıkçı niye öldü?’ haberiyle EMO’ya saldırmaya devam etti. Elektrik mühendisi ve EMO’nun mücadelesinin simge isimlerinden birisi olan Hasan Balıkçı’nın kaçak kullanımın üstüne gitmesi yüzünden öldürüldüğü bilgisi veriliyor, şimdi Balıkçı’nın üyesi olduğu odanın kaçağı bitirecek özelleştirmeye “kamu yararı yok” diyerek karşı çıkmasının bir başka çelişki olduğu iddia ediliyor. Yandaş medya ve siyasal iktidar tarafından saldırılara maruz kalan EMO’nun konuyla ilgili yaptığı açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Gazetenin bilmediği, bilse de kendi çıkarları doğrultusunda yok saydığı gerçek şudur ki, Hasan Balıkçı özelleştirmelere karşı da mücadele etmiş, ÇEAŞ özelleştirmesine karşı bizzat kişisel olarak kendisi dava açmıştır. EMO yıllarca Balıkçı ile birlikte mücadele etmiş,
Balıkçı‘nın katledilmesinin ardından da dava sürecinin her aşamasında takipçisi olmuş, bugün de Balıkçı‘nın mücadelesinin aydınlattığı yolda EMO görevini yapmaya devam etmektedir.” Açıklamada yandaş medyanın baskılarına dikkat çekilerek, “Yargıya başvuracağını açıklayan bir meslek örgütünün ‘tehdit’ ve ‘terör’ gibi kavramlarla sindirilmeye çalışılması, bir adım ötesinde, başvuruyu değerlendirecek mahkemeleri de baskı altına alma çabasıdır” dendi. EMO, son yaşananlar üzerine referandum tavrını da yineledi: “12 Eylül darbesinin yaratmaya çalıştığı ‘denetlenemeyen, sorgu-
lanamayan iktidar’ kavramına karşı bugüne kadar yürütülen mücadelenin sona erdiğini tescilleyecek olan bu değişiklikleri reddetmek, tüm yurttaşların birincil görevidir. Tüm meslektaşlarımızı, 12 Eylül rejimini pekiştirecek, kontrolsüz güç oluşumunu hedefleyen bu değişiklik paketine karşı ‘HAYIR’ oyu vermeye çağırıyoruz.” Söz konusu iki gazeteyle ilgili son bir hatırlatma. Her iki gazete de, Çalık grubuna ait. Çalık grubu aynı zamanda elektrik dağıtım bölgeleri ihalelerinin katılımcısı, Yeşilırmak Elektrik Dağıtım A.Ş’nin alıcısı. Çalık grubu Genel Müdürü ise Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak.
3
GÜNDEM 20 A¤ustos 2010 / 2 Eylül 2010
Halk›n Sesi
Yettiğini görmediniz mi? R
eferandum yaklaşırken evet cephesinin bileşenlerinden bir grup dikkat çekiyor: “yetmez ama evet”çiler. Bu cephede Ufuk Uras, DSİP, EDP gibi kendini ‘sol’da tanımlayanlar da yer alıyor. Ortak noktaları AKP’nin anayasa değişiklik paketindeki halk düşmanı maddelere meşruiyet kazandırma ve aklama çabaları. Yetmez ama evet, paketin referanduma gideceği kesinleştikten sonra ilk açıklanan görüş oldu. Anında televizyon ekranlarında beliren Ufuk Uras’tan Nazlı Ilıcak’a, DSİP temsilcilerinden Şerafettin Elçi’ye kadar geniş bir cenah anayasa değişiklik paketinde yer alan maddelerin, demokratikleşme için “tam olarak yeterli olmadığını” ama ilerici adımlar olduğunu ileri sürmeye başladı. Sabah, Zaman, Star, Yeni Şafak, Taraf, Bugün gibi gazeteler sayfalarını “yetmez ama evet” diyenlerin sınırsız kullanımına sundu. ‘YETMEZ’ ‹fi‹N MAKYAJI Yetmez ama evetçilerin yaptığı açıklamalara bakarsak anayasa değişiklik paketi “yeter de artar bile”. Pakette yer alan değişikliklerden bazılarının “yetmez ama evet”çiler tarafından yorumlanışlarına bakalım: “Güçsüz olana pozitif ayrımcılık yapılacak, fişleme sona erecek, işçi ve memurun örgütlenme ve mücadele hakkı artacak, disiplin kararlarına itiraz edilebilecek, Anayasa Mahkemesi demokratikleşecek, darbeciler yargılanabilecek…” Bunlar sadece maddeleri değerlendirirken kullandıkları ara başlıklardan bazıları. Bildirilerde kullanılan yalanın dozu ise gözden kaçacak cinsten değil. Örneğin, yetmez ama evetçilerin “memurun örgütlenme ve mücadele hakkı artacak” diye
A
KP’nin kendi iktidarını sağlamlaştırmak ve sermayenin önünü daha da açmak için hazırladığı paket birilerine az gelmiş ama “evet” diyorlar
yorumladığı maddenin aslında grev yasaklarının sağlama alınması olduğu, uzlaşmazlık çıkması durumunda hükümetin güdümündeki hakem kurulunun vereceği kararın bağlayıcı olduğu gerçeği görülebilir. “Aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olunabilecek” diye müjdeledikleri değişikliğin ise patron ve hükümet yanlısı sendikaları devreye sokma planı olduğu, hükümetle karşı karşıya gelen sendikaların üyeliklerinin erimesiyle sonuçlanacağı, sendikaların referandumu değerlendiren açıklamalarında yer alıyor. Yine yetmez ama evetçilerin “İdari yargı, idari eylem ve işlemlerin
hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olacak” sözleriyle olumladığı ‘yerindelik denetimi’ ile ilgili madde belki de paketteki en geri değişiklik. Bu maddeyle bakanlıkların ve belediyelerin ‘sermaye yararına’ icraatları mahkemeler tarafından ‘sosyal adalete’ ya da ‘kamu yararına’ uygunluğu yönünden denetlenemeyecek, böylece piyasalaştırma uygulamaları yargı yoluyla sınırlandırılamayacak. Yetmez ama evetçilerin anayasa paketi ya da demokratikleşmeyle ilgili kaygıları olmadığı ortada. AKP’ye koşulsuz desteğin geldiği boyutu Aziz Çelik’in Ufak Uras’a yazdığı açık mektupta belirttikleriyle
daha net görülüyor. Aziz Çelik, Ufuk Uras’ın 5 Mayıs’da bir televizyon programında söylediği “Hakimler ve savcılarla ilgili maddeye hayır diyeceğim. Bu pakete hayır diyeceğim. Bütününe hayır diyeceğim” sözlerini hatırlatıyor. Ufuk Uras bugün ise pakete “evet” oyu vereceğini söylüyor. Pakete ilişkin tamamen “yeterli” diyen, bu yüzden ‘evet’ çağrısı yapan yok. Örneğin paketi destekleyen BBP Genel Başkanı da “kesintisiz demokrasi için eksik ama evet” diyor. Paketin sahibi Başbakan Erdoğan dahi evet mitinglerinde, paketin aslında yetersiz olduğunu, gerçek değişikliklerin seçimden
sonra yapılacağını söyleyerek, bir anlamda “yetmez ama evet”çi olduğunu söylüyor. YETMEZ AMA EVETÇ‹LERE EN GÜZEL CEVAP BAfiBAKANDAN “Yetmez ama evet”çiler, anayasa değişiklik paketinin kimin çıkarlarına göre düzenlendiğini göremeyecek, gördüğü noktada da bunu manipüle edecek kadar AKP’nin rüzgarına kapılmış izlenimi veriyor. Hürriyet’ten Ahmet Hakan bile bu cephenin samimiyetsizliğini sezerek köşesinde “Eğer yetmediğine inanıyorsam, ‘evet’ diyerek, ‘yetirmeyen muktedir’e destek atmış olacağımı düşünürüm. Yetirmeyen muktedire ‘evet’ oyu vererek destek atacağıma, ‘Ey muktedir! Bu yetmez... Hadi şimdi git, bana yetenini getir’ demeyi tercih ederim” ifadelerini kullandı. Paketteki değişikliklerin halkın çıkarlarına olduğunu, her yurttaşın bu değişikliklerden faydalanacağını savunan “yetmez ama evet”çilere en güzel cevap, Başbakan Erdoğan’dan geldi. Erdoğan, TOBB heyetinin, açıktan ‘evet’ çağrısı yapamayacaklarını söylemesi üzerine şöyle dedi: “Ekonomik ve sosyal konseye güvence dediniz, pakete koyduk. Vergi borcu yüzünden yurtdışına çıkamıyoruz dediniz, düzenleme yaptık. Yargı yüzünden aldığınız ihaleler iptal ediliyordu, yerindelik denetimini kaldırdık”. Başbakanın konuşmasının sonunda sermaye temsilcilerine söylediği “Bütün bunlar sizin için değil mi?” sorusunu çevirerek “yetmez ama evet”çilere sorabiliriz: Bütün bunlar onlar için değil mi? AKP’nin kendi iktidar gücünü artırmak, sermayenin tahakkümünü sağlamlaştırmak için hazırladığını açık açık söylediği anayasa değişiklik paketi size niye az geliyor, nesine “evet” diyorsunuz?
Utangaç ‘Evet’çi sendikac› 1
5 Ağustos’ta başlayan toplu görüşme sürecinde KESK Genel Başkanı Sami Evren’in takındığı tutum, ‘evet’çiler tarafından KESK’e yüklenme gerekçesi oldu. Anayasa değişikliğinde kamu emekçilerini doğrudan ilgilendiren aleyhte pek çok düzenleme olmasına rağmen, KESK yönetimde yer alanların farklı politik yaklaşımlarından dolayı tavır açıklayamamıştı. Bu durum Sami Evren’in kamu emekçilerinin mücadele örgütü KESK’e saldıran ‘evet’çi iktidar basınına yüklenmek yerine, bu yayın organlarına iktidarı tatmin eden açıklamalarda bulunmasıyla birleşince, kamu emekçilerine yönelik saldırıların önü açılmış oldu. Sami Evren’in toplu görüşmelerin referandum sonrasında yapılmasını istemesi üzerine, Star gazetesi KESK’in referandumda “hayır” dediğini ancak “evet” çıkmasını istediğini ileri sürdü. Toplu görüşmelerin ikinci gününde de Zaman gazetesi, KESK yüzünden kamu emekçilerinin mağdur olduğunu iddia ederek, sendikaların evet oyu vermesi gerektiğini yazdı. Evren, KESK’e yönelik saldırıları bertaraf etmek yerine Taraf gazetesine “Kamuoyunda bu çok farklı tartışılıyor. ‘Anayasaya hayır’ diyen kesimler ‘KESK, AKP ile böyle bir pazarlık içine mi girdi’ gibi bir kuşku içine girdiler” açıklamasında bulundu. Anayasa değişiklik paketinde kamu emekçileriyle ilgili yapılan düzenleme “grevsiz toplu sözleşme” gibi bir uygulama öngörüyor. Ayrıca değişiklikle beraber toplu görüşmelerde uzlaşma olmaması durumunda iktidarın güdümündeki Kamu Görevlileri Hakem Kurulu devreye girerek son sözü söyleyecek, kurulun kararına itiraz edilemeyecek. KESK’in emekçiler aleyhinde düzenlemeler içeren anayasa değişiklik paketine ‘hayır’ diyememesi, kamu emekçilerine dönük psikolojik harp yürütenlerin elini güçlendiriyor.
Yalanlar gerçeklerle karfl›laflana kadar ifle yarar! 2 Eylül’e yaklaşan her gün referandum gündemini çok daha yoğunlaştırıyor. Sürecin başında siyasetçiler arasında bir dalaş olarak algılanan gündem artık her geçen gün toplumun her düzeyinde bir saflaşma nedeni haline geliyor, daha doğrusu var olan saflaşmaya yeni argümanlar eklenmesini sağlıyor. Gerek saflaşmanın kendisi gerekse de bu saflaşmaya eklenen “yeni” argümanların sınıf mücadelesinin ana ekseninden kaynaklandığını söylemek imkansız. Egemenler arası dalaşı “kısmen çözme” amacıyla birlikte, yeni dönem liberal politikaların ihtiyaç duyduğu yasal düzenlemeleri “kısmen giderme” amacı taşıyan anayasa paketi halkı araç olarak kullanarak yasalaştırılmaya çalışılıyor. Kendi aralarında (TBMM’de) çözemedikleri için halkı aracı hale getirmeye çalışıyorlar. Halka sormak en son tercihleriydi çünkü hiçbir biçimde istemeyecekleri “farklı bir siyasallaşma” süreci oluşabilirdi. Halkın bu sürece müdahale ederek krizi derinleştirmesi ve sınıf mücadelesi ekseninde “yeni” siyasal-ekonomik-sosyal talepler ileri sürmesi kâbusları olurdu. O yüzdendir ki egemenler referandum aracını çok “istisnai” durumlarda ve mutlaka sınırları çok iyi “belirlenmiş” biçimlerde kullanıyorlar. O yüzdendir ki referandum, 87 yılda sadece 5 kez yapılmıştır. Bu zorlukların ve tehlikelerin farkında olan Erdoğan da tüm bu süreci yalan ve saptırma üzerine inşa etmektedir. İçerikten yoksun, tamamen kaba ajitasyona dayalı ve bulduğu her aleti kendi çizgisi için kullanmaktan çekinmeyen bir çıkarcılıkla... “Hayır” çıkma ihtimaline karşı çok daha saldırganlaşarak... Söylediği yalanlar açığa çıkınca kıvırma ihtiyacı bile duymuyor. Hele önceden hazırlanmış bir metni olmadığında ise tutarsızlığın sınırı kalmıyor. İşte, TÜSİAD’ı yola getirmek için sarfettiği cümle: “Bu
1
ülkeyi sermayenin hegemonyasına terk etmeyeceğiz.” Tayyip Erdoğan haklı “terk etmiyor”, sermayenin hegemonyası için bizzat örgütlüyor, tetikçilik yapıyor. Karadeniz’i HES’lerin katletmesi için HES sermayedarlarından daha çok çalışıyor, doğayı korumaya çalışanları hedef gösterip, kendisini doğa aşığı bile ilan edebiliyor. Birkaç sermayedarı bir günde “enerji devi” haline getiriyor. Enerji ihalelerinde ödemeyi taahhüt ettikleri milyarlarca doları kimin üzerinde hegemonya kurup, kimin üzerinden çıkaracaklar? Milyonlarca öğrencinin hayatlarını hiçe sayıp dersane patronlarına milyarlarca doları bu iktidar aktarmadı mı? Sermaye bu ülke üzerinde, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar sağlam bir hegemonyayı AKP iktidarında kurmuştur. *** Başa dönersek referandum sürecinde Erdoğan için oluşan ilk önemli fırsat, YSK’nın referandum tarihini 12 Eylül olarak belirmesi oldu. Bu fırsatı “ağlayarak” değerlendirdi. İkinci önemli fırsat kuşkusuz oruç zamanının, referandumun hemen önüne denk gelmesiydi. Bu fırsatı da AKP’liler bolca iftar sofrası ziyaret ederek, teravih namazlarını kaçırmayarak değerlendiriyorlar. Hatta iftar çadırlarını bu sene kaldırmayı planlayan AKP, bu planından referandum nedeniyle vazgeçti. Bir diğer fırsat ise yine bu döneme denk gelen HSYK’nın yeni hakim ve savcı atamaları yapacağı toplantı trafiği. Bunu da HSYK’yı halka şikayet ederek değerlendirecektir. Gerici ideolojiyi ve gerici kadroları kendi çizgisine yedeklemenin en başarılı örneğini oluşturan AKP, referandum konusunda da aynı başarıyı sergiledi. “Benim hiçbir siyasi amacım yok” diyen Fethullah Gülen, “İmkan olsa mezardakilere bile oy kullandırılmalı” fetvasını verdi. Bu fetvaya, Zaman gazetesinin Türkiye'nin sevilen kanaat önderlerinden olduğunu iddia ettiği Abdullah Büyük
Hocaefendi’nin “Umre için bile olsa referandumda oy kullanmamak büyük vebaldir”i eklendi. (Bu değişiklik paketinde İslam diniyle ilgili yeni bir düzenleme var mı ki “evet” vermek bir dini görev olarak tanımlanıyor?) Gerici basının tek işi kendi cephelerini sıkı bir şekilde örgütlemek değil elbette, aynı zamanda karşı tarafı da olabildiğince parçalamak, karıştırmak. Eski solcular, eski faşistler, yeni liberaller hiç bu kadar rağbet görmemişti. Tayyip’in avantajları sadece bunlar değil elbette çünkü “hâlâ” en büyük avantajı CHP. Referandum sürecini tamamen Erdoğan’a kilitleyen “yeni” CHP propagandası bu görevi de sadece Kılıçdaroğlu’na vermiş. Onlar da “diğerleri” gibi asıl hedefi genel seçimler olarak belirlemiş görünüyorlar. Kılıçdaroğlu, hiçbir biçimde halka 12 Eylül’de hangi maddelere neden hayır denmesi gerektiğini anlatmaya tenezzül etmiyor. Kendisini sözde iktidar alternatifi olarak gören CHP, kendi değişiklik maddelerini açıklayabilmiş değil. Ana çizgileri Başbakan Erdoğan ve AKP karşıtı ucuz bir propagandaya yerleşmiş durumda. Baykal’dan miras kalan, “AKP giderse rakipsiz seçenek biziz” kolaycılığı aynen devam ediyor. Referandum süreci de seçimler öncesi bir “ön eleme” maçı. Yasal partiler düzleminde referandum maddelerini önemseyen sadece AKP var. Referandum maddelerini hiçbir biçimde önemsemeyenlerin başında ise BDP. Tüm bu süreç artık tam olarak kanıtlamıştır ki BDP için Kürtleri doğrudan ilgilendirmeyen hiçbir konu mücadele başlığı haline getirilemez. Özellikle BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın, aldıkları boykot kararını değerlendirirken, “Hükümet taleplerimizi karşılamaya yönelik ciddi adımlar atarsa müzakere süreci başlar, biz de yeni anayasayı destekleriz. Önümüzde daha uzun bir süre var. Hükümet bu süreyi iyi değerlendirmelidir” açıklaması,
referandumun pazarlık sürecinde bir koz olarak görüldüğünün kanıtıdır. Anlaşıldığı kadarıyla pazarlık sürecinin ilk ciddi adımları atılmış ve 3 Eylül’de Erdoğan’ın Diyarbakır’da yapacağı referandum mitinginde söyleyeceklerine odaklanılmış durumda. Değişiklik maddelerinin Kürt işçileri, Kürt kamu çalışanlarını, Kürt öğrencileri, Kürt yoksul halkını nasıl etkileyeceği BDP’nin çözüm bulması gereken bir sorun değildir. BDP sadece onların Kürt olmalarından kaynaklanan sorunların giderilmesi için vardır! Bu da bir siyasal tercihtir. Burada çelişkili olan gerçekte böyle bir noktada durup lafta ülke halklarının sömürüden, ezilmişlikten, dışlanmışlıktan korunması için ortak adres olma iddiasını sürdürmesidir. Toplumsal muhalefet bileşenleri için elzem olan konular (grev yasağı, kamu yararı, sahte sendika, vb.) bir günde pazarlık masasına konulabiliyorsa bir “yararlanma ilişkisi” mevcuttur. Kamu çalışanlarının mücadelesini o alanın ihtiyaçları ve politikası üzerinden örgütlemeyecekseniz niye bu alandaki örgütlerin yöneticiliğine soyunuyorsunuz? Böyle bir çizginin ne tür sonuçlar doğuracağını Kürt siyasetçileri iyi hesap etmek zorundadırlar! *** Bu arada diğer boykotçulara bir dost nasihatinde bulunmakta yarar var. İşçi sınıfının çıkarını PKK siyaseti ile bir tutanlar, onlar boykottan vazgeçerse durumlarını nasıl açıklayacaklarını şimdiden düşünsünler. Gariptir referandum sürecinde en çok adı geçen örgüt KESK oldu. Ancak tutarlılığı ve inisiyatif almadaki başarısıyla değil, tutarsızlığı ve zafiyetiyle. Sonda söyleneceği kestirmeden başta söyleyelim; şu anki yönetim zihniyetiyle KESK artık yönetilemez. KESK başkanına düşen son görev bellidir artık, bu süreç iyi yönetilememiş, yılların mücadele birikimi kişisel zafiyete, yanlış siyasal tercihlere heba edilmiştir. KESK’in hükümetin oyuncağı haline gelme-
sine neden olan Sami Evren’in (sondan bir önce) açıklaması gereken bir şey var; grev hakkı içermeyen bir toplu sözleşmenin toplu görüşmeden ne farkı vardır? KESK’in başındaki zihniyetin siyasal temsilcisi EDP başkanı Ziya Halis, Aksiyon dergisine verdiği röportajda benzer bir siyasal aymazlık içinde. Halis’e göre “26 maddenin 24’ü kimsenin itiraz etmediği şeyler”miş. Yani itiraz edildiğinden, itirazların içeriğinden haberi bile yok. Siyasal temsilcisi karga olanın… Oysa kamu emekçilerinin mücadele örgütü olan KESK’in ve onun başkanının kamu emekçilerine grevsiz toplu sözleşmeyi ve kamu hakem kurulunu aracılığıyla hükümet dayatmalarını “toplu sözleşme” olarak sunan “sahte toplu sözleşme” karşısında aktif bir mücadele çizgisini örgütlemesi gerekirdi. Kuruluş ilkeleri gereği, kamu emekçileri sendikalarının kamu yararını yıkıma uğratan saldırılar karşısında ödünsüz mücadele etmeleri gerekirdi. Hatta bu çizgiyi genişleterek diğer emek ve halk örgütleri ile birlikte üstelik öncülük alarak gerçekleştirmesi beklenirdi. Sınıflar mücadelesinin tarihi sadece yapılanların değil aynı zamanda yapılamayanların tarihini de yazar. Neyse ki KESK içinde bu akıl tutulmasından etkilenmeyenler de var. Toplumsal muhalefette bu dönem içindeki en önemli gelişme ise EMEP, ÖDP, TKP ve Halkevleri’nin “farklı” bir Hayır Cephesi’nin oluşturması oldu. Kuşkusuz bu girişimin en önemli yanı sözde sol adına ‘Hayır’ın önderliğine soyunan CHP’nin elinden bu kozun alınmış olmasıdır. Ancak sadece bir araya gelerek ve bir iki açıklama yaparak bu durumun tamamen bertaraf edileceği düşünülmemelidir. Hala toplumda sol misyon CHP’ye aitmiş gibi algılanılmakta ve özellikle boykotçu diye tabir edilenler (art niyetli olarak) her Hayır’ı CHP kuyrukçusu gösterme kolaycılığına kaçmaktadırlar. Böyle bir sol
düzlemin ilk görevi CHP’den tamamen ayrışmış bir Hayır’ı tüm gerekçeleriyle ortaya koymasıdır. En az bunun kadar önemli olan ise Hayır’ı doğrudan, yaygın ve militan bir tarzda örgütlemektir. Ve bu çalışma solcuların birbirine propaganda ettiği bir biçimde değil, Evet’çilerin cephesinde yapılmalıdır. Amaç Evet’çileri ikna etmekle birlikte karşı çıkılan maddelerin toplumsal içeriğini yeni baştan oluşturmak ve örgütlemektir. Tayyip cephesinin saldırgan ve tahammülsüz tavrı sadece referandum konusunda değil sıkıştıkları her durumda açığa çıkmaktadır. Enerji dağıtım alanının yağmalanmasında bile bu tarz hakimdir. Elektrik dağıtım ihalelerine karşı dava açacağını açıklayan Elektrik Mühendisleri Odası’na yanıt ertesi gün Tayyip cephesinin tetikçileri Sabah ve Takvim’den “ekonomide oda terörü” manşetiyle geldi. Bir taraftan TÜSİAD’a “tavrını açıkla, evet mi, hayır mı diyorsun” diyen zihniyet diğer taraftan Hayır diyenleri engellemekte, gözaltına almakta, yasaklamakta. Bilelim ki bu cephe sıkıştığında her türlü yolu mûbah görmektedir ve kullanmaktan çekinmemektedir. Bu iğrenç tarz ancak devrimcilerin kararlılığı ve özgüveniyle bertaraf edilebilir. Referandum gündemi devrimcilerin özel bir çabasına gerek bırakmadan halkı siyasal gündemin canlı takipçisi yapmakta. Ancak sahip olunan bilgi neredeyse tamamen Tayyip cephesi tarafından oluşturulmakta. Devrimcilerin bu cepheyle bilgi düzeyinde baş etmesi ise çok kolay. Çünkü bu cephenin neredeyse her açıklaması yalan. Yalanlar ise gerçekle karşılaşana kadar işe yarar. Ve unutulmamalıdır ki Hayır’ı örgütleme mücadelesi referandum gününde sonlanmayacak. Bu süreçte oluşturulacak her güçlü talep, her sıradan ilişki halkın hak mücadelesine çok daha güçlü bir biçimde etki edecektir.
4
GÜNDEM 20 A¤ustos 2010 / 2 Eylül 2010
Halk›n Sesi
Aç›l›m nas›l olur, nas›l olmaz -2 erçekçi bir “açılım” sürecinin planlanmasının bazı zorunlu unsurlarına ilişkin yazımın, “gerillanın silah bırakması”na ilişkin bölümünü bu sayıya bırakmıştım. Duvar yıkılalı beri hemen her hafta, hatta kimi zaman gün aşırı yıkılıp yeniden kurulan ülkemizin şanına uygun bir biçimde, 15 gün içinde Kürt sorununda gerçekten de “tarihsel” denilebilecek bir dönemece daha girildi. PKK neredeyse “aleni” denilebilecek bir görüşme trafiğinin ardından 20 Eylül'e kadar sürecek bir “Eylemsizlik” kararı açıkladı. PKK'nin “Eylemsizlik” kararını gündelik sonuçları açısından ele almak ve “referandum öncesi AKP'ye destek” veya “AKP ile referandum pazarlığı” gibi yargılarla değerlendirmek elbette mümkün. Ancak bu kararın oluşumu, açıklanması ve kısa sürede yarattığı sonuçların, bu tür gündelik anlamlarının ötesinde bir nitelik taşıdığı kısa Ferda sürede anlaşılmaya başlandı. Koç “Eylemsizlik” kararının nasıl bir yöntemle “Kalıcı Ateşkes”e ferdakoc@ hotmail.com dönüştürüleceği, hem PKK tarafından, hem de hemen her kesimden aydın ve politikacılar tarafından tartışma gündemine sokuldu. Bir önceki “Açılım” sürecinin ilk işaretlerini veren Cumhurbaşkanı Gül de bu tartışmayla ilgili olduğunu daha ilk adımda ifade etti. Bu tartışmanın, başarısızlığa uğrayan “Kürt Açılımı”nın “restorasyonu”nu da gündeme getirmesi neredeyse kaçınılmaz. Olaylar gerçekten de bu doğrultuda gelişebilir mi? “Eylemsizlik” kararı (“terör örgütünün iflası” gibi saçmalıkları elbette hesaba katmaksızın) gerçekten de ilk bakışta göründüğü gibi, PKK'nin taktik bir başarısı mı? AKP'nin “Açılım Süreci”ni “askıya alması” karşısında başlatılan yeni silahlı mücadele süreci AKP'yi gerçekten köşeye mi sıkıştırdı? AKP iktidarı PKK'nin AKP'nin inandırıcılığını erezyona uğratan askeri eylemlerine ara vermesini nasıl bir manevrayla sağladı? Bunlar en azından şu anda, spekülasyon yapmaksızın kolayca yanıtlanabilecek sorular değil. Yine de, İnegöl-Dörtyol atmosferinin 25-30 günlük bir “Eylemsizlik” kararıyla bir anda dağılabilmesi ve “Kalıcı Ateşkes” ve çözüm tartışmalarının yeniden ön plana çıkabilmesi, “Açılım” sürecinin geriye dönülmez bir biçimde kapanmadığını, güçlerin karşılıklı durumuna göre yeniden gündeme gelebileceğini gösteriyor. Bu nedenle gerçekçi bir “Açılım”ın nasıl olup, nasıl olmayacağına dair notlarımı sürdürmem günün yakıcı gündemiyle de örtüşecek.
G
*** “Silah bırakan gerilla”nın politik ve toplumsal yaşama eşit ve özgür yurttaşlar olarak katılımı sürecinin “normalleştirilmesi”, gerçekçi bir “açılım”ın çözmesi gereken bir başka “ilk adım sorunu”dur. Görülen odur ki, devlet cephesinde “gerillanın silah bırakması”na ilişkin en “ileri” yaklaşım, gerillaların “silahlarıyla birlikte” yetkili makamlara teslim olması, sonrasında da “serbest bırakılıp” taşeron güvenlik şirketlerinde, temizlik şirketlerinde asgari ücretle iş aramaya başlaması veya “mevsimlik tarım işçisi” kervanlarına katılmasını öngören bir hödüklük seviyesini aşamamıştır. Habur'u geçip BDP otobüsünün üzerine çıkan gerilla kökenli barış grubu üyelerinin, Kürtlere ve tüm Türkiye toplumuna Kürt Özgürlük Hareketinin mesajlarını taşıyan politik temsilciler olarak hareket etmeleri karşısında gösterilen hazımsızlığın gerillaya verdiği mesaj ise devletin bütünü açısından bu seviyenin dahi çok uzakta olduğunu göstermiştir. Gerillayı “hiçliğe mahkum etme” çizgisinin arkasında yatan taktiğin, Kürt Özgürlük Hareketi'nin siyasi bakımdan en bağımsız ve dinamik gücü ile “yasal” Kürt siyasetinin arasına bir “kama sokmak” olduğunu görmemek mümkün mü? Böylesine bir “aşağılama” ve “hiçliğe mahkum etme” çizgisinin ne gerilla ve ne de gerillayı ayakta tutan toplumsal destekler açısından kabul edilemez olduğu ortadadır. Gerçekçi “Açılım” perspektifinin, “müzakere sürecinin başlatılabilmesi için gerillanın silah bırakmasını şart koşabilmesi için” gerillanın Kürt Özgürlük Hareketi üzerindeki “siyasi önderliği”nin kanallarını önceden tasarlaması gerekir. KCK operasyonları ve Kürt politikacılarına yönelik rehin politikasına son verilmesi, %10 barajının aşağı çekilmesi bir Kalıcı Ateşkes şartı olabilir ama gerçekçi bir “Açılım” süreci için yeterli temeli oluşturmaz. Orta Amerika'daki barış süreçlerinin tümünde “gerillanın silah bırakması” sorunu, ordunun ve polisin gerillanın da bir biçimde eklemlenebileceği tarzda yeniden yapılanması sorununu gündeme getirmiştir. Kürt Özgürlük Hareketi üzerindeki otoritesini silahlı mücadele ile inşa eden bir politik öncünün, özerk silahlı gücü öngörmeyen bir politik çözüm halinde ciddi bir “dönüşüm” sorunu yaşacağı da ortadadır. Türkiye'deki gerçekçi bir “Açılım” sürecinin “Kürt gerillasının silah bırakması”na ilişkin olarak gerillayı “hiçliğe mahkum etmenin dışında” bir alternatif geliştirmesi gerektiği bellidir. Gerçekçi bir açılımın hiçbir biçimde üzerinden atlayamayacağı bu konuya dair hiçbir yaklaşım geliştirmezken, Koruculuk Sistemini nasıl “kurtaracağı”nın ve “devşireceğinin” hesabını yapması, AKP'nin “Açılım” politikasının bir “hile” olduğunu düşündüren bir başka göstergedir.
Evet cephesinde kirli ittifak Referandumun ‘Evet’ cephesi, İslamcı liberal AKP iktidarıyla çıkar ve kader birliği yapan sermaye çevreleri ve dinsel cemaatlerin işbirliğiyle ayakta duruyor
1
2 Eylül 2010’da AKP’nin Anayasa Değişim Paketini oylayacak olan referandum çalışmaları hızlandı. Halk, “evet” ve “hayır” cepheleri olarak kamplaşmaya başladı. AKP iktidarını sürekliliğinde çıkarlarının sürekliliğini bulan “evet cephesi”, kendi arasında çıkar çatışmaları yaşasa da bir kez daha iktidar olabilme motivasyonunu kullanarak referandumda “evet”in galip gelmesi için her yolu deniyor. Bütün iktidar olanaklarını, para kaynaklarını ve dinsel-ideolojik ilişkileri kullanarak evet cephesini bütünleştirmeye ve hayır cephesini parçalamaya çalışıyorlar. Evet cephesi, İslamcı liberal AKP iktidarıyla çıkar ve kader birliği yapan sermaye çevreleri ve dinsel cemaatlerin işbirliğiyle ayakta duruyor.
‘B‹TARAF OLAN BERTARAF OLUR’ Anadolu’da AKP iktidarına yaslanarak yükselen burjuvazi Evet cephesinin sürükleyici güçlerinden birini oluşturuyor. Referandumdan AKP iktidarının güçlenerek çıkması, sermaye iktidarının sürekliliğinin sağlanması anlamına geliyor. Türkiye’nin en yaygın ve en büyük sermaye örgütü olan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) referandum tavrını “evet” olarak açıkladı. TOBB, 16 Ağustos’ta Başbakan Erdoğan, Devlet Bakanları Ali Babacan, Zafer Çağlayan, Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün’le bir görüşme yaptı. Başkan Rıfat Hisarcıklıoğlu görüşme sonrası “referandumda evet” tavrını şöyle açıkladı: “Biz TOBB olarak bu süreçte yeni bir anayasa yapılması noktasında zaten gerekli tavrı net olarak ortaya koymuşuz. Referandum, Türkiye'ye yakışır, Türkiye'yi hedeflerine taşıyacak yeni bir anayasa oluşturulması için bir başlangıç olacak. Demokrasi ve özgürlüğü genişletecek her türlü adımı da olumlu bulduğumuzu açık ve net olarak her yerde ifade ettik.” İslamcı sermayenin büyük örgütlerinden Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği, (MÜSİAD) referandum sürecinde ilk tavır açıklayan kurumlardan biri oldu. MÜSİAD Genel Başkanı Ömer Cihad Vardan 12 Ağustos günü basın mensuplarına verdiği iftar yemeğinde referandumda ‘evet’ oyu vereceklerini açıkladı. Vardan
Erdo¤an MÜS‹AD Genel Kurulu’nda - 4 Nisan 2010. “evet” tavrı şöyle gerekçelendirdi: “Bizler için, bundan daha önemlisi, 130 milyar dolara kadar ulaşan ihracat rakamlarını görmüş, hemen hemen tüm dünyaya ihracat yapar hale gelen Türk özel sektörünün önü, daha da açılacaktır. Bu sebeple, anayasa değişikliği paketi, sadece toplumsal kalkınmaya getireceği yüksek standartlarla kalmayacak, aynı zamanda iş dünyasına da doğrudan ve kısa vadede avantajlar getirecektir.” İslamcı sermayenin Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu’nda (TUSKON) örgütlenen Fethullahçı kanadı, Anadolu Aslanları İşadamları Derneği (ASKON) ve İstanbul Ticaret Odası’da bir biri ardı sıra “evet ittifakı”nda yer aldıklarını ilan ettiler. Bununla birlikte Başbakan Erdoğan, bugün açıkça “evet cephesi”nde yer almayan tekelci sermayenin büyük örgütü TÜSİAD’ı taraf olmaya zorluyor. Erdoğan, İstanbul Dostluk Grubu Derneği’nce Sütlüce’deki Haliç Kongre Merkezi’nde verilen iftar yemeğinde yaptığı konuşmada TÜSİAD’ı hedef gösterdi. “Bitaraf olan bertaraf olur” diyerek TÜSİAD’ı tehdit etti.
AKP SEND‹KALARI EVET CEPHES‹NDE Uzun zamandır sendikal harekette iktidar sendikacılığını güçlendirmeye çalışan AKP,
bunun meyvelerini referandum sürecinde toplamaya başladı. İlk tavır açıklayan konfederasyon Hak İş oldu. Bilbordlara astıkları büyük afişlerle referandumda evet diyen Hak İş’i Memur-Sen izledi. Üye sayılarını AKP iktidarı döneminde iki katına çıkaran bu iki sendika, kamu yararını yıkıma uğratan ve emeğin haklarını daha da kısıtlayacak olan anayasa değişim paketinde sermayenin ve AKP iktidarının yanında yer almış oldu.
‹SLAMCI CEMAATLER K‹TLE SEFERBERL‹⁄‹NDE AKP iktidarının temel toplumsal gücünü oluşturan İslamcı cemaatler, referandumda evet cephesinin en etkin kanadını oluşturuyor. AKP’nin omurgasnı oluşturan Nakşibendiliğin İskenderpaşa cemaatinin yanında, Erenköy cemaati ve İsmailağa cemaati de destek için evet kampanyaları yürütüyor. Ramazan etkinliklerinde, Cuma ve teravih namazlarında etkinliklerini ikiye katlayan cemaatler, STAR, Sabah, Kanal 24, Net TV gibi İslamcı medyada da yoğun bir propaganda kampanyası yürütüyor. Erenköy Cemaati’nin etkili isimlerinden Ahmet Taşgetiren, Bugün gazetesindeki köşesinden neredeyse her gün ‘evet’ propagandası yapıyor. ‘Akıl dışı cephe’ ‘fitne çıkartmak’, ‘statükoculuk’ Taşgetiren’in ardı ardına yazdığı
köşe yazılarında ‘hayır’ diyenlere dönük nitelemelerinden sadece birkaçı. AKP yönetimiyle sık sık çıkarları çelişen ve parti içi iktidar mücadelesinin en ciddi aktörü olan Fethullah Gülen Cemaati de evet destek kampanyasını hızlandırdı. İsrail’in Mavi Marmara baskınında AKP iktidarını zor durumda bırakan açıklamalar yapan Gülen, “mümkün olsaydı mezardakileri bile kaldırıp evet dedirtmeli” diyerek AKP’ye destek verdi. Böylece Erdoğan’ın 2011’de son kez adaylığını açıklaması ve aynı zamanda parti içi uzlaşma arayışı karşılığını bulmuş oluyor. İslamcı cemaatler bir kez daha kenetlenmiş oluyor. Cemaatler üzerinde etkisi olan isimler de referandum tavırlarını açıklayarak ‘evet’ propagandasına katkı sağlıyorlar. Gülen Cemaati’in önemli kanaat önderlerinden Abdullah Büyük’ün 12 Eylül günü, “umre için bile olsa sandık başına gitmemek, evet dememek büyük vebaldir" açıklaması adeta bir fetva niteliği taşıyor ve evet cephesinin işi ne denli sıkı tuttuğunu gösteriyor. Zaman gazetesi ise farklı tarihlerde yayımladığı üç ayrı haberle Saidi Nursi’nin öğrencileri olan Mehmet Fırıncı, Mehmet Kırkıncı ve Abdullah Yeğin’in de ‘evet’ diyeceğini okurlarına muştuladı.
Evet demeyen patronlar tehlikede Referandum srecinde hükümetin yakın markajına maruz kalan kurumlardan biri de tekelci sermayenin örgütü TÜSİAD oldu. Anayasa değişimliği konusunda tavır açıklamayan patronlar klübü başbakan tarafından alenen tehdit edildi. Erdoğan, oyunu açıklaması konusunda TÜSİAD’ı adeta tehdit eti.Erdoğan katıldığı bir
iftar yemeğinde TÜSİAD’ı kast ederek “Bitaraf olan bertaraf olur” dedi. TÜSİAD bu sözleri ‘talihsiz bir açıklama’ olarak değerlendirdi. Erdoğan aynı açıklamada 2001 yılında TÜSİAD’ın da aralarında bulunduğu bazı sendika ve örgütlerin Anayasa değişikliğine ilişkin “evet” imzalı ilanlarını hatırlatarak “bu irade beyanını nasıl yaptın” diye sordu.
“Biz bu iktidar zamanında çok para kazandık ama oyumuz CHP’ye’ dediler. Bizim aynı delikten bir daha sokulmaya niyetimiz yok. Onların da gerekli mesajı alması lazım” diyerek kendisi de gerekli mesajı verdi. Erdoğan, Çorum'daki konuşmasında ise oda ve borsalara, "Sizi anayasal bir kurum haline getirme gayreti içerisinde olan bu anayasal değişikliğe eğer
siz 'evet'lerinizle katılmazsanız, tarih sizi affetmez" diyerek açıkça ‘evet’e zorladı. Erdoğan-TÜSİAD arasındaki gerilime elbette yandaş medya da el attı. Zaman gazetesi “TÜSİAD’da ‘evet’çiler ağırlıkta” başlığıyla verdiği haberde Sanko Holding Yönetim Kurulu Başkanı Abdülkadir Konukoğlu’nun sandıkta ‘evet’ diyeceğini açıkladı.
Hayır cephesini parçalamak AKP’yi oluflturan ç›kar birli¤i Evet’in örgütlenmesi sürecinde gücünü sadece propagandadan alm›yor. Hay›r diyen farkl› parti ve siyasi çevreler içerisindeki görüfl ayr›l›klar›n› manipüle etmek de etkili bir silah olarak kullan›l›yor. Baflbakan mitinglerde yapt›¤› konuflmalarda s›k s›k MHP’yi hedef al›yor. Hay›r tavr›n›n MHP çizgisiyle örtüflmedi¤ini söylüyor. Rize mitinginde MHP’li seçmene seslenerek “CHP-MHP-BDP. Düflünebiliyor musunuz ya, ne günlerden ne günlere geldik. MHP'yi CHP'nin destek k›tas› haline getirmek yak›fl›yor mu? Kendi içlerinden ç›kan sa¤ duyulu sesleri zavall› diyerek, uflak diyerek bast›rmaya çal›fl›yorlar” dedi. Bu sözlerin MHP içindeki çeliflkileri ve karars›zl›klar› hedefledi¤i kesin. Ayn› yöntem evet-hay›r konusunda farkl› e¤ilimlerin oldu¤u kurumlar için de deneneniyor. Farkl› siyasi gruplar›n oluflturdu¤u KESK yönetimi tav›r aç›klamaktan kaç›nmas›na ra¤men Taraf ve Star gazetesi gibi yandafl medya organlar› KESK hakk›nda ‘eli hay›rda gözü evette’ gibi manfletler at›yor. Konfederasyon içinde ‘evet’ e¤iliminde olanlar›n beyanatlar›na yer verererek örgüt içerisindeki çat›flmay› derinlefltirme yoluna gidiyorlar. Bu stratejiden nasibini alan bir di¤er parti Demokrat Parti. Parti içerisinde Cindoruk ile eski genel baflkan Süleyman Soylu aras›ndaki ayr›flmada evetçi Soylu’nun elini güçlendiren yandafl medya ifli yerel seçimlerde Cindoruk’un oy kulland›¤› sand›ktan ç›kan sonuçlar› aç›klayarak partisine oy vermedi¤i iddialar›n› gündeme getirmeye kadar vard›rd›. Yine Zaman gazetesinde ç›kan ‘Adnan Menderes’in partisi hay›rc› olamaz’, ‘Merhum Türkefl yaflasayd› oyu hay›r olurdu’ bafll›kl› haberler ise yandafl medyan›n Gülen’in verdi¤i ölüleri kald›r›p oy verdirme ça¤r›s›ndan ne anlad›¤›n› göteriyor. Bir yandan da merkez sa¤ ve milliyetçi çizginin simge isimlerini kullanarak ‘evet’e yayg›nl›k kazand›rmaya çal›fl›yorlar.
Bir kez daha mı ‘olmadı’ diyeceğiz P
KK, iki buçuk aylık şiddetli bir çatışma sürecinin ardından 13 Ağustos’ta eylemsizlik ilan etti. Eylemsizliğin 20 Eylül’e kadar süreceğini belirten PKK, bu kararda Abdullah Öcalan’ın mesajının, Demokratik Toplum Kongresi’nin ve BDP’nin çift taraflı ateşkes çağrılarının ve Ramazan’ın etkili olduğunu açıkladı. PKK, eylemsizliğin kalıcılaşması için 4 şart öne sürdü: Devletin askeri ve siyasi operasyonları durdurması, barış müzakereleri başlatılarak Abdullah Öcalan’ın bu sürece dahil edilmesi, KCK operasyonu kapsamında tutuklanan Kürt
siyasilerin serbest bırakılması ve seçim barajının yüzde 10’luk seçim barajının düşürülmesi. Referanduma yönelik boykot kararının da sürdüğü ancak son güne kadarki gelişmelere göre kararın değiştirilebileceği belirtilerek, hükümetle bir pazarlık sürecinin başlatıldığı ortaya kondu. Erdoğan’ın 3 Eylül Diyarbakır mitingi ve Öcalan’la olası bir görüşmede konuşulacaklar sonuçta belirleyici olacak. Hükümetin Kürt sorununda şiddete dayalı geleneksel politikayı sürdürmesi ve Kürt hareketinin taleplerine kulak tıkaması sonucunda, bir önceki eylemsizlik süreci 31 Mayıs’ta İskenderun’daki
askeri üsse düzenlenen saldırıyla sona ermiş, çatışmalar giderek şiddetlenmişti. Toplumun etnik bir kamplaşmaya sürüklendiği bu süreçte kontrgerilla da etkinliğini artırdı; Dörtyol ve İnegöl’de Kürtlere yönelik linç girişimleri yaşandı. 13 Ağustos’a kadar süren çatışmalarda 100’ün üstünde asker ve gerilla hayatını kaybetti, birçoğu da yaralandı. Askeri operasyonlar süresince dağlar bomba yağmuruna tutuldu; ormanlar yakıldı, köylülerin hayvanları telef oldu. Barış için yeni bir fırsat olan bu 7. eylemsizlik kararı karşısında, daha önce “çatışma sürecinde demokratik
açılım olmuyor” diyen AKP’den henüz bir açıklama gelmedi. Tek açıklama Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den geldi: “Terörle mücadelede kararlıyız.” PKK daha önce de 6 defa eylemsizlik kararı almış fakat devlet bu fırsatları değerlendirmemişti. Bu kezse “köşeye sıkıştılar” edebiyatı yerine, “fırsatı değerlendirelim” çağrıları duyuluyor. Demokrasi güçleri barış talebini büyütmek için çağrılarda bulundu. Bir yandan Kürt sorununun derinleşmesinin, diğer yandan gerici-şoven tabanın basıncı altındaki AKP ise henüz bir adım atmadı.
5
DÜNYA 20 A¤ustos 2010 / 2 Eylül 2010
Halk›n Sesi
Chavez, bir küs bir barışık 7 K A olombiya’nın eski başkanı Alvaro Uribe’nin Kolombiyalı gerillaların Venezüella’daki kamplarda eğitim gördüğünü ileri sürmesiyle bütünüyle kopma noktasına gelen Venezüella-Kolombiya ilişkileri, Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’in yeni Kolombiya Başkanı Santos’a el uzatması ile yeniden yumuşama sürecine girdi. Görev süresinin dolmasına bir ay kala Amerikan Devletler Örgütü’nü (OAS) toplayarak Kolombiyalı gerillaları Chavez’in eğittiğini iddia etmesi Uribe’nin giderayak bir savaş çıkartma hevesi olarak yorumlanmıştı. Venezüella’nın buna karşı tepkisi çok sert oldu. Chavez Kolombiya’da bulunan tüm görevlileri ülkeye geri çağırdı. Kolombiya’yla tüm diplomatik ilişkiler kesildi ve sınıra askeri yığınak yapıldı. Tüm bu süre boyunca da Uribe’nin tehditleri ve Chavez’in tehditlere boyun eğmeyecekleri yönündeki açıklamaları peş peşe geldi ve savaş çanları çalındı. ABD ve onun Latin Amerika’daki kuklası Kolombiya hükümetinin çaldığı savaş çanlarına Chavez’in yanıtı da aynı sertlikteydi. Chavez hemen UNASUR’u topladıysa da Kolombiya’ya yönelik bir yaptırım kararı çıkaramadı. Bir yandan Kolombiya’nın, James Petras’ın deyimiyle ‘ABD’den aldığı 6 milyar doların karşılığını verip rolünü hakkıyla oynamak için’ savurduğu tehditler, diğer yandan Chavez’in buna karşılık izlediği tavizsiz politika iki ülke arasındaki krizi tıkanma noktasına getirdi. Ancak Uribe’nin görevi Santos’a devretmesinden sonra Chavez tekrar Kolombiya hükümetiyle görüşmelere başladı ve gerilimin
BD Latin Amerika’ya hükmedebilmek için Kolombiya’yı kullanıyor. Bu tehdide karşı sürekli tetikte olan Chavez ise gel-gitli siyaseti ile şaşırtıyor
Kolombiya eski Devlet Baflkan› Uribe ve Venezüella Devlet Baflkan› Chavez dozu azaldı. Uribe’nin görevi Santos’a devretmesiyle Kolombiya’nın Latin Amerika’daki misyonunda bir değişme yaşanması beklenmiyor. Uribe döneminde eli kanlı çeteleri yöneten isim olan Santos ABD’nin Kolombiya’ya biçtiği misyonu oynama konusunda geri adım atmayacak. Santos Kolombiya’nın Latin Amerika’daki askeri cuntalardan beri en berbat insan hakları karne-
Venezüella’ya Türkiye’den destek
sine sahip olmasında önemli pay sahibi. Santos’un Savunma Bakanlığı döneminde Uribe hükümetine ve kendisine muhalif olan iki binden fazla sendikacı, işçi, köylü lideri ve milletvekili katledildi. Aynı dönemde yoksul gençlerin toplanıp öldürülerek FARC’a karşı zafer haberleri yayıldığı söylentileri de Latin Amerika’da geniş yer bulmuştu. Chavez, insan hakları
ABD ve Latin Amerika’daki maflas› Kolombiya’n›n Venezüella’ya yönelik sald›r›lar›na karfl› 14 A¤ustos’ta ‹stanbul’da Venezüella’yla dayan›flma yürüyüflü yap›ld›. Halkevleri, Ça¤dafl Hukukçular Derne¤i, Ezilenlerin Sosyalist Partisi, Halk Cephesi, Kald›raç ve TKP’nin kat›ld›¤› eylemde son dönemde ABD’nin Kolombiya’y› kullanarak
konusunda karnesi bu kadar kötü olan ve ABD’nin sözünden çıkmayacağı anlaşılan Santos’a dost eli uzatarak, kıta siyasetindeki meşruiyetini sağlama alma yönünde bir taktik adım attı. Chavez’i bu taktiğe iten olgular arasında, UNASUR’da beklediği desteği bulamaması da var. Ancak bir diğer gerçek, Chavez’in dış siyaset söylemi ile gerçeklik arasında kayda değer bir
Venezüella halk› üzerinde bask› yaratmaya çal›flt›¤› dile getirildi. Eylemde emperyalizmin siyasi ve ekonomik krizi derinlefltikçe krizden kurtulabilmek ad›na halklara daha fazla sald›rd›¤›na iflaret edildi. Kolombiya’n›n binlerce emekçinin katlinden sorumlu devlet baflkan› Uribe’nin ABD’nin sözcülü¤ünü yaparak Venezüella’y› tehdit etti¤ine vurgu
Obama petrolde boy verdi Petrol s›z›nt›s›yla cevre felaketinin yafland›¤› Meksika Körfezi’nde Obama suyun temizli¤ini ispatlamak için suya girdi; t›pk› 1986’daki Çernobil felaketinin ard›ndan radyasyonlu çay içen Cahit Aral gibi...
2
0 Nisan’da İngiliz petrol şirketi BP’nin petrol platformunda meydana gelen patlama sonucu doğal yaşamın büyük darbe aldığı Meksika Körfezi’ndeki tuhaflıklar bitmek bilmiyor. 20 Nisan’dan 17 Temmuz’a kadar günde 100 bin varil petrolün sızdığı körfezde turizm durma noktasına gelince ABD Başkanı Barack Obama duruma pek de yabancısı olmadığımız bir yöntemle el attı. Kızı Sasha Obama’yı da yanına alan ABD Başkanı Meksika Körfezi’nde denize girdi. Bu şekilde denizin temiz olduğu mesajını vermeye çalışan Obama’nın yüzerken çekilen kulaç kulaç fotoğrafları Beyaz Saray’ın resmi sitesinden yayınlandı ve halka “Siz de denize girebilirsiniz” mesajı en yetkili
merci tarafından verildi. RADYOAKT‹F Z‹HN‹YETLER Barack Obama’nın boy vererek ilettiği “deniz temiz” mesajının bir benzeri Türkiye’de de yaşanmıştı. 1986 yılında Ukrayna’nın Çernobil kasabasındaki nükleer tesiste meydana gelen patlama sonucu açığa çıkan radyasyon tüm Karadeniz kıyısını etkilemişti. Türkiye’de 1986 yılında üretilen 56 bin ton çay da radyasyonlu olduğu için gömülmüş ve çay satışları durma noktasına gelmişti. Dönemin Ticaret ve Sanayi Bakanı Cahit Aral da halka çayın sağlıklı olduğunu ispatlayabilmek için kameraların karşısına geçip “Bakın ben içiyorum bir şey olmadı. Siz de için” demişti. Aynı bakan “Dinine imanına
KAZIM KOYUNCU BU Z‹HN‹YET‹N KURBANI Ancak aradan geçen yıllar Cahit Aral’ın yalan söylediğini ispatladı. Karadeniz’de 1986’dan sonra kanser vakalarında büyük artış görüldü. Sakat doğum oranları arttı. 2005 yılında kanserden yaşamını yitiren Karadenizli sanatçı Kazım Koyuncu kâr ve rant hırsıyla halkı ölüme iten bu zihniyete karşı verilen mücadelenin sembolü olmaya devam ediyor.
Güney Afrikalı emekçiler grevde G
üney Afrika’da Dünya Kupası için yapılan stadyumlarda çalışan işçilerin başlattıkları grevler yayılarak sürüyor. Emekçilerin istediği yüzde 8.6’lık maaş zammı ve 1000 rand (107 euro) konut yardımı isteğine hükümet en fazla yüzde yedi maaş zammı ve 700 rand konut yardımı teklifi verince kamu emekçileri 9 Ağustos günü bir uyarı grevi yaptı. 1 milyondan fazla kamu
çalışanının katıldığı greve polisler de yoğun katılım sağladı. Yaşam şartları giderek kötüleşirken ücretlerin aynı seviyede kalamayacağını dile getiren kamu emekçileri haklarını alıncaya kadar eylemlerine devam edeceklerini duyurdular. Aradan 11 gün geçmesine rağmen hükümetin hiçbir olumlu adım atmaması üzerine 1.3 milyon kamu emekçisi 18
Ağustos günü süresiz greve çıktı. Eğitim ve sağlık emekçilerinin yoğun katılım sağladığı grevle birlikte Güney Afrika Cumhuriyeti’nde kamu hizmetleri durma noktasına geldi. Eğitim ve Sağlık Personeli Sendikası Genel Sekreteri Fikile Majola grevin süresiz olduğunu ve hükümetin talepleri kabul edeceği güne kadar süreceğini belirtti. Güney Afrika’da 2007
yılında da yüz binlerce memur maaş artışı talepleri karşılık bulmayınca bir aylık greve gitmişti. Grev nedeniyle ülkedeki tüm kamu hizmetleri durmuştu. 18 Ağustos’ta başlayan grevin Apertheid rejiminden sonraki en uzun süren grev olan 2007 grevi kadar uzun sürüp sürmeyeceğini hükümetin emekçilerin taleplerine vereceği yanıt belirleyecek.
açı olduğu. Kolombiya’yla defalarca küsüp-barışan Chavez, dış tehdit algısını devrimci hükümet etrafındaki safları sıklaştırmak için kullanıyor.
TEHL‹KE ‹ÇERDE Ne var ki, Venezüella’da gerçek tehdit içerde büyüyor. Chavez döneminde Kolombiya’dan Venezüella’ya yaklaşık 5 milyon göçmen geçiş yaptı. Bu göçmenlerin arasında Venezüella’ya giriş yapan CIA bağlantılı çok sayıda paramiliter grup bulunuyor. Bu grupların da katkısıyla ülkede ciddi bir suç patlaması yaşanıyor. Her yıl çok sayıda köylü lideri ve sendikacı bu gruplar tarafından katlediliyor. Eylül ayında yapılacak olan seçimler yaklaşırken artan tehlikeler yalnızca ABD ve Kolombiya kaynaklı değil. Chavez’in yakınındaki bürokratların yeni bir egemen sınıf gibi davranması da halkı oldukça rahatsız eden bir durum. Bolivarcı devrimle birlikte gelen değişikliklerin pek çoğu halen korunsa da burjuvazinin gücünü koruması ve ekonomideki kötüleşme halkın kafasında soru işareti uyandırıyor. Bu iç sorunlar, emperyalizmin dışarıdan bir müdahalesinden çok daha yıpratıcı olabileceğinden ABD’nin ilgisinden kaçmıyor. Kolombiya’daki 7 yeni ABD askeri üssünün Venezüella’ya yönelik bir tehdit olduğu konusunda herkes hemfikir. Bu tehditlerin devam edeceği de Kolombiya’da göreve gelen yeni hükümetin sicilinden okunabiliyor. Ancak Chavez’in her krizde savaş olasılığından söz etmesi, iç sorunları çözemezken sık sık dış düşmana odaklanması, bir sonuç vermediği gibi Bolivarcı hükümetin etkisini ve inandırıcılığını zedeliyor.
yap›lan eylemde, sald›r›lar karfl›s›nda Venezüella halk›n›n kendini savunma hakk› do¤du¤u dile getirildi. “Kolombiya’da zulme ve emperyalizme karfl› savafl yürütenleri, emperyalist tehditlere karfl› direnen Venezüella halk›n› selaml›yoruz” mesaj› verilen eylem Grup Yorum’un Venceremos Marfl›’n› okumas›yla sona erdi.
Gaz da¤›t›m› artacak
V
enezüella Enerji ve Petrol Bakanı Rafael Ramirez, gaz dağıtımının iki katına çıkarılacağını kaydetti. 200 bin konteynırdan 400 bin konteynıra çıkarılacak olan gaz tüplerinin, personel ve ulaşım imkânlarının arttırılmasının ardından halka ulaştırılması hedefleniyor. Bakanın yaptığı açıklamaya göre gaz dağıtımının artırılmasıyla bu ürün üzerinden fazla para kazanmaya çalışan özel kurumların oluşması da engellenecek.
Köylü lideri katledildi
7
Ağustos tarihinden bu yana kayıp olan Honduras Köylü Örgütü lideri Maria Teresa Flores ölü ve işkence yapılmış halde bulundu. Flores’in katledilmesi ile ilgili açıklama yapan Honduras Halk Direnişi Ulusal Cephesi lideri Carlos H. Reyes “Ülkemiz askeri darbenin ardından ağır ve sistematik bir baskı rejimi altında yaşıyor. Flores cinayeti politik bir cinayettir. Toplumsal hareketlerin liderlerinin ve üyelerinin katledilmesi kararını verenler, ABD Büyükelçiliği’nin danışmasıyla bu ülkenin en yüksek koltuklarında oturanlardır.
ABD askeri Afganistan’dan çıkamıyor A
inanan radyasyon var demez” diyerek radyasyon tartışmalarına başka bir boyut kazandırmıştı. Dönemin başbakanı Turgut Özal da “Radyoaktif çay daha lezzetli” diyerek ürettiği politikaları neye borçlu olduğunu göstermişti.
iklim 5 kıta
BD ordusu bir yandan “uygun koşulların oluşmasıyla” Irak’tan çekileceğini açıklarken diğer yandan Afganistan’a yığınak yapmaya devam ediyor. Ağustos sonuna kadar 250 bin askerle girilen Irak’ta 50 bin askerin kalacağını ve 2011 sonunda Irak’tan tamamen çekileceğini açıklayan ABD için işler Afganistan’da hiç de umduğu gibi gitmiyor. Yıl başından bu yana Afganistan’da yaklaşık 400 askerini kaybeden ABD, Afganistan’daki savaşında yalnız kalmayı da göze alamıyor ve Türkiye’yi de Afganistan’daki savaşın içine çekiyor. İki dönem Afganistan’daki NATO birliklerinin komutanlığını yapan Türkiye de kendisine biçilen görevi eksiksiz yapmanın telaşı içinde. Türkiye’deki yaygın medya Türkiyeli askerlerin bölgede çok sevildiğine dair haberler yayımlasa da Afganistan’da ABD’yle çatışan güçler Türkiye’nin işgalci durumunda olduğunu ifade ediyor. El Kaide’nin 2. ismi olan Eyman El Zevahiri Türkiye’nin İsrail hakkında yaptığı açıklamalarla çeliştiğini bildiren bir ses kaydı yayımladı. Türkiye’nin de Afganistan’da direnen insanlara İsrail’in Filistinlilere yaptıklarının aynısını yaptığını söyleyen Zevahiri Türkiye’nin Afganistan’da işgalci durumda olduğunu belirtti ve askerlerin çekilmesini istedi. Öte yandan ABD Başkanı Barack Obama’nın Afganistan planlarının tutmadığı ABD ve NATO güçlerinin Afganistan’daki yeni komutanı David Petraeus tarafından da dillendirildi. Obama’nın önümüzdeki yıl Afganistan’dan asker çekme planlarını gözden geçirmesi gerekebileceğini söyleyen Petraeus Afganistan’dan çekilmenin dönemin koşullarına göre yeniden değerlendirilmesi gerektiğini öne sürdü. Petraeus’un açıklamaları ABD’nin Afganistan’da da çuvalladığını ve Taliban’la baş edemediğini gösterdi. Pentagonun planları daha şimdiden suya düşmüş gibi görünüyor. Afganistan’da devam eden savaşta temmuz ayında 66 ABD askeri öldü. Bu sayı 2001’den bu yana işgal güçlerinin bir ayda verdiği en büyük kayıp olarak kayıtlara geçti.
Foto¤rafla iflkence
İ
srailli kadın asker Eden Abergil’in Filistinli mahkumlarının yanlarında gülümseyerek çektirdiği ve Facebook’ta paylaştığı fotoğraflar tüm dünyada yankı uyandırdı. ‘Hayatımın en güzel anları’ başlıklı bir albüm içerisinde paylaştığı fotoğraflarla ilgili konuşan asker, kendisini “Etrafta fotoğraf çekiyordum. Onları incitmedim. O günü hatırlıyorum. Mahkûmlara su ve yiyecek verdik. Onlara kötü davranmadık. Fotoğraflar masumdu” diyerek savundu. Abergil, açıklamasına yanlış hiçbir şey yapmadığını düşündüğünü de ekledi.
Cuntac› öldü
Y
unanistan’da 1967–74 arası ülkenin başındaki Albaylar Cuntası’nın önemli isimlerinden Dimitrios Ioannides öldü. Ioannides, cunta döneminde Yunan Askeri Polisi’nin (ESA) başına geçmiş, cuntanın güçlenmesinde ve baskıların artırılmasında büyük rol almıştı. 1974’te Kıbrıs’ta Başpiskopos Makaryos hükümetini deviren Ioannides 1975’te yargılanmış ‘vatana ihanet ve isyan’ suçundan idama mahkûm edilmişti. Cezası sonra ömür boyu hapse çevrilmiş olan Ioannides en son Koridallos Cezaevi’ndeydi.
6
İNSANCA YAŞAM 20 A¤ustos 2010 / 2 Eylül 2010
Halk›n Sesi
Acil servislerde sahte devrim H
ükümet ne zaman oy kaygısıyla hareket etse sağlık alanında sahte devrime başvuruyor. AKP’nin seçim taktikleri arasında sosyal yardımlar kadar sağlık hizmetine ilişkin makyaj uygulama da yer alıyor. 12 Ağustos’ta Çıktığı ‘Doğu’ gezisinin Erzurum durağında basına beyanat veren Sağlık Bakanı Recep Akdağ da Başbakanlık tarafından gönderilen genelge ile bundan böyle acil ve yoğun bakım tedavisi gereken hastalardan özel, devlet, üniversite hastanelerinde hiçbir ücret alınmayacağını, evrak bile istenmeyeceğini söyleyerek referandum sürecinde bir aldatmacaya daha imza attı. BUNDA YEN‹ OLAN NE VAR? Akdağ’ın bahsettiği 9 Ağustos 2010 tarihli Başbakanlık Acil Sağlık Hizmetlerinin Sunumu Genelgesi acil servis hizmetlerinin yaşamsal önemine dikkat çekerek sağlık güvencesi olsun olmasın tüm hastalara kamu - özel hastane ayrımı olmaksızın acil servsi hizmetlerinin verileceğini duyuruyor. Genelge, güvencesi olmayan hastaların masrafları için sosyal yardımlaşma ve dayanışma kurumlarını adres gösteriyor. Kulağa hoş gelen bu uygulamaların ne anlama geldiğini İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Ali Çerkezoğlu’na sorduk. Başbakanlık tarafından yayımlanan genelge acil servislere başvuran hastaların sosyal güvencesi veya ödeme gücü olup olmadığına bakılmaksızın kabul edilmesini istiyor. Bu genelgeden önce acil servislerdeki uygulama neydi? Öncelikle belirtmek gerekir ki yine bir yalan ve demagoji ile karşı karşıyayız. Hükümet 2008 yılının Haziran ayında yayımlanan 2008/13
B
ir AKP seçim klasiğiyle karşı karşıyayız. Sağlık Bakanı tam da referandum sürecinde müjdeyi verdi: ‘Acillerden güvenceli güvencesiz hiçbir hasta geri çevrilmeyecek.’ Peki eskiden geri mi çevriliyorlardı?
sayılı genelgeyle bu düzenlemeyi gene gündem yapmış ve propaganda etmişti. Bilinmeli ki ne Türkiye'de ne de dünyanın "mantıklı" hiçbir ülkesinde "acil" hastaları tedavi etmenin bir ön koşulu olamaz. Zaten bu ülkemizde de hiç bir zaman böyle olmadı. Sanki eskiden insanlar acil servislerde tedavi edilmeden ölüyordu algısı tamamen uyduruk. "Acil hasta kriterlerine" uyan herkese her zaman bakılmak zorundaydı. Bakıldı da. Sadece bu doğal olarak kamu hastaneleri için geçerliydi. Özel hastaneler acil hastalara bakmadan "parası" olmayan hastaları devlet hastanelerine gönderiyordu.
Şimdi tek fark özel hastanelere de böyle bir zorunluluk getirilmiş olması. Kamu hastanelerini tasfiye etme ve ortadan kaldırma perspektifine sahip bir iktidarın bunu talep etmesinden doğal bir şey olamaz. Yani SGK anlaşmalı özel hastaneler ile devlet hastaneleri aynı pozisyonda. Önceki uygulamalardan farkı SGK anlaşmalı özel hastaneler diğer hastalardan "fark ücreti-katkı payı" alırken artık acile gelen hastalardan bunları talep edemeyecekler. Her konuda olduğu gibi özellikle bu konuda ne yazıldığından çok nasıl uygulanacağı ve insanların günlük hayatında
nasıl yaşanacağı önemli. Kar odaklı, fark ücreti alma vb. maksimum karı hedefleyen kuruluşlar olan özel hastanelerin fark ücreti alamayacakları hastalarla kuracağı ilişkinin tarzı ve içeriği çok önem taşıyor. Basit olgular dışında masraf gerektiren hastalık durumlarında acillerde nasıl bir tablo oluşacağını tahmin etmek zor değil. PROPAGANDA 72 M‹LYONA... Sağlık hakkı açısından uygulamada ne gibi sorunlar ortaya çıkabilir? İster devlet hastanesine ister SGK anlaşmalı özel hastaneye isterse SGK anlaşması olmayan özel hastaneye acil
olarak gelen bir yurttaş SGK kapsamında değilse yani sosyal güvencesi yoksa kendisine bakılacak... İyi güzel zaten her zaman bakıldı. Ama sonrasında genelgede "Ödeme gücü bulunduğu tespit edilenler için ise keyfiyet ilgili sağlık kuruluşuna bildirilecek ve hizmeti alan tarafından ödemenin yapılması sağlanacaktır" denilerek işin gerçek yüzünü ortaya koyuyor. Çünkü Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası yasasına göre her ne kadar halen düzenlenmesi yapılmamış olsa da "Primsiz ödemeler" kapsamında olacaklar yani eskiden halen yeşil kart kapsamında olacaklar için getirilmiş olan limit "asgari ücretin" 1/3'ünden az gelire sahip olma koşulu. Buna her türlü gelir giriyor. Yani gerçek olarak acile gelip sosyal güvencen olmadan hizmet alabilmen için bu genelgeye göre de asgari ücretin 1/3'ünden az bir gelire sahip olduğunu ispat etmen gerekir. Yapamaz isen bu para senden tahsil edilecek. Propaganda 72 milyon kişiye yapılırken bu tablo ile sadece karşılaşanlar muhattap olacak. Herkesin kayıt içine alındığı bu uygulamada kimsenin kurtuluşu olmaz. SGK anlaşması olmayan yani biraz daha lüks hastanelerdeki uygulama ise cümleler arasında gizlense de tüm propagandayı boşa çıkaracak nitelikte. Çünkü buraya başvuranlardan SGK kapsamında olanlar için acilde kendileri adına fatura düzenlenecek (Yani fiilen kendileri ödeyecek ki bu çok önemli) sonra da bu faturaları SGK'ya götürüp tahsil edecekler ve harcamalarını geri alacaklar. Yani bu arada SGK anlaşması olmayan özel hastaneye acil gitmiş isen ve nakit paran yoksa ya da bulmaz isen ne olacağı Allah’a kalmış!
Rantçının ‘sağı’ ‘solu’ belli olmaz Barınma hakkı mücadelesi verenler karşılarında değişik bileşenleri olan bir ittifak buluyor. AKP’li, CHP’li fark etmeksizin rant hırsıyla hareket eden belediye yönetimleri, onlara destek olan polis ve zaman zaman bakanlar kurulu bu ittifakta yan yana geliyor.
K
entsel dönüşüm projeleri nedeniyle evleri yıkım tehdidi altında bulunan Ankaralıların düşmanı çeşit çeşit. Barınma hakkı mücadelesinde Dikmen Vadisi halkı AKP’li Büyükşehir Belediyesi ile, Mamak halkı AKP’li Mamak ilçe belediyesi ile Mehmet Akif Ersoy Mahallesi halkı ise CHP’li Yenimahalle ilçe belediyesi ile karşı karşıya. Yenimahalle’nin bir önceki dönem AKP’li Belediye Başkanı ile gündeme gelen Mehmet Akif Ersoy Mahallesi kentsel dönüşüm projesi yeni başkan CHP’li Fethi Yaşar döneminde halkın itirazlarına rağmen hayata geçiriliyor. Çiçeği burnunda belediye başkanı Yaşar, yıkım ve terör konusunda yılların rantçısı Gökçek’e taş çıkartıyor. Mahalle halkı bir önceki belediye yönetimi döneminde kendi ifadeleriyle ‘kandırılarak’ imzaladıkları sözleşmeleri iptal etmek istiyor. 15 Haziran günü Yenimahalle Belediyesi önünde gerçekleştirdikleri ilk kitlesel eylemle bu talebin
yer aldığı dilekçelerini belediyeye ilettiler. Fakat talepleri belediye tarafından kabul edilmedi. Belediye bu eylemin ardından mahalledeki çalışmasını hızlandırdı. İlk önce 18 Haziran’ı, daha sonra 28 Haziran’ı son olarak 1 Ağustos’u mahallelinin evini yıkarak terk etmesi için son gün olarak belirledi. Bununla da yetinmeyerek yıldırma taktiklerini devreye soktu. KEND‹LER‹N‹ ORTAYA KOYDULAR Mahallenin bakkallarının ruhsatları belediye encümeni kararı ile iptal edildi. Mahalle içindeki çöp konteynırları toplatıldı. Bu durum karşısında belediye önünde ikinci bir eylem yapan mahalle halkı eylem dönüşünde belediye ekiplerinin, yokluklarını fırsat bilerek mahallede yıkım yaptıklarını gördü. Bu durum uzun süreli bir gerginliğe neden oldu. Halk sorunu çözmek üzere Fethi Yaşar ve ekibiyle 3 Ağustos Salı günü belediye meclis üyelerinin aracılık ettiği
bir görüşme gerçekleştirdi. Fethi Yaşar’ın uzlaşmaya yanaşmadığı görüşme iki gün sonrası için tarafların yeniden buluşmak üzere sözleşmesiyle sona erdi. Fakat ne olduysa bundan sonra oldu. Fethi Yaşar görüşmenin ertesi günü mahalleye Çevik Kuvvet eşliğinde yıkım ekipleri yolladı. Yıkım ekipleri başta barınma hakkı bürosunu ve mahalledeki direnişin önde duran isimlerini hedef aldı. Bunun üzerine halk direnişe geçti. Barınma hakkı bürosunun yıkılmaması için çatısına çıkan onlarca insan, evlerin yıkılmaması için kepçe ve dozerlerin önüne yatan mahalleli yıkım ekipleri mahalleyi terk edene kadar dört saat süren bir direnişe imza attı. Saldırıdan iki gün sonra 7 Ağustos’ta bir basın açıklaması yayımlayan Mehmet Akif Ersoy Mahallesi Barınma Hakkı Bürosu taleplerini yeniden hatırlatarak istekleri yerine getirilene kadar mücadeleye devam edeceğini duyurdu. Tüm demokratik kurumlardan ve Ankaralılardan kendilerine destek olmalarını istedi.
Huzur’un huzuru kalmadı Huzur Mahallesi, kentle tek bağlantılarının yıkılmasına karşı eylemler yaptı. Geçici çözüm bulunsa da evlerin yıkılma ihtimaline karşı mahalleli diken üstünde
İ
stanbul’da 12, 13, 14 Ağustos günleri akşam saatlerinde TEM otoyolunun Seyrantepe mevkiinden geçenler bir mahallenin isyanına tanık oldu. İsyanın sebebi, Huzur Mahallesi’ni kuzey ve güney şeklinde ikiye bölen ve mahallenin bir kısmının kentle bağlantısını sağlayan otoban üstündeki köprünün yıkılmasını engellemekti. Mahallelilerin eylemleri sonuç getirdi ve Karayolları 1. Bölge Müdürlüğü ile protokol imzalanarak, bir yaya üst geçidi yapılması karşılığında köprünün yıkılmasına izin verildi. Protokole göre yaya geçidinin 10 Eylül’e kadar yapılması gerekiyor; yapılmazsa mahalleliler yine otobana ineceklerini söylüyor. Protokole göre, yaya geçidi yapılana kadar minibüsler son duraklarına kadar parasız ring seferleri başlattı. 15 Ağustos günü Halkın Sesi, Huzur Mahallesi’ndeydi. 60 hanelik bölgenin tek girişi toprak bir yol ve mahalle toz toprak içinde. Mahalleli hergün moloz yığını ve iş makinesi manzaralarıyla uyanıyor. Mahallenin ortasında kanalizasyon
akıyor. Halk şikayetçi. Çocuklar yığılan molozlardan demir topluyor. Görüştüğümüz bakkal Mahmut A, mahallenin 40 yıldır var olduğunu; ancak tapu isteklerinin hep reddedildiğini söylüyor. Seyrantepe Stadı ve turizm merkezi yapımı mahallelilerde yıkım endişesini artırmış; nitekim statla bağlantı yolu yapımında 29 hane yıkılmış. Evi yıkılanlar enkaz bedeli alıp ‘kira öder gibi’ TOKİ konutlarına yerleştirilmiş. Köprü yıkımına hemen tepki gösteren mahalleliler, eylem kararlarını Karadeniz ve Huzur Mahallesi derneklerinde toplanıp hep birlikte almışlar. Mahallenin güneyinde ise köprüden çok evlerin yıkılacağı endişesi hakim. Köprü yıkımı süreciyle başlayan gelişmeler ilk bakışta kentle bağlantısı kesilen bölgedeki 60 haneyi ilgilendiren bir sorunken yolun karşı tarafının da kentsel dönüşüm kapsamına alınacağı endişesi sorunun daha da büyümesine yol açıyor. Protokol imzalansa da sorun sürüyor.
Gültepeli baza karşı
‹stanbul Gültepe Ortabay›r Mahallesi’nde bir binaya kurulan baz istasyon halk› öfkelendirdi. Mahalle halk› nöbet tutarak istasyonun kald›r›lmas›n› bekledi. Bina sahibi buna yanaflmay›nca halk istasyonu kendisi kald›rd›.
Murgul su için birleşiyor Suları, ormanları ve toprakları hidroelektrik santral tehdidiyle karşı karşıya olan Murgul halkı örgütlenmeye başladı. Murgul Derelerini Koruma Platformu yeni HES projelerine geçit vermemek, var olan HES şirketlerine karşı su ve yaşam hakkını savunmak için örgütleniyor. Murgul Derelerini Koruma Platformu, Murgul halkını HES projelerinin anlamı, yarattığı yıkımın sonuçları hakkında bilgilendirmek ve mücadele yöntemlerini tartışmak üzere halk toplantısı düzenledi. Toplantı Murgullu gençlerin hazırladığı ve HES projelerinin Murgul’a girişini, vaatlerini ve gerçekte neler yaptıklarını anlatan oyunlarıyla başladı. Gençler toplantıya katılanlar tarafından ayakta alkışlandı. Toplantıya Halkevleri Doğu Karadeniz Su Hakkı Forumu için Artvin’e gelen bilim insanları Beyza Üstün ve Fuat Ercan ile avukat Bedrettin Kalın da katılarak HES müçadelesine ilişkin sunuşlar yaptı.
Mamak halkı terletti
M
amak Belediyesi bölgede yürütülen barınma hakkı mücadelesi karşısında kayıtsız kalamadı. Kentsel dönüşüm için halkla ilişkiler çalışmalarına başladı. Belediyenin 6 Ağustos akşamı düzenledigi ve bölgede yürütülen kentsel dönüşüm projesini tanıtmayı amaçladığı halk toplantısına yüzlerce Mamaklı katıldı. Belediye Başkanı Mesut Akgül’ün ikna amacıyla toplantıya çağırdığı mahalleliler, sorularıyla rantçıları terletti. Projede söz ve karar haklarının bulunmamasına, kendilerine sunulan sözleşmelerle mağdur edilmelerine öfkeli olan Mamaklılar karşısında Belediye Başkanı Akgül bir ara “Beni terlettiniz şu ceketimi çıkarayım” demek zorunda kaldı. Toplantıda Mamak Barınma Hakkı Bürosu adına muhtar Nazım Karahan halkın daha önce aldığı karar ve önerileri kürsüden belediye başkanına sundu.
Dershane fiyatlarına zam yapıldı Eğitim öğretimin neredeyse her düzeyinde sınav sistemi yaygınlaşırken ekmeğine yağ sürülen dershane patronları bu durumu fırsata çevirmesini bildi. Özel Dershaneler Birliği (ÖZ-DE-BİR) Yönetim Kurulu Başkanı Faruk Köprülü 17 Ağustos günü yaptığı açıklamayla dershane fiyatlarına %10 oranında zam yaptıklarını duyurdu. Köprülü, zamla beraber "2010-2011 eğitim öğretim yılında liseye ve üniversiteye giriş sınavları için bir öğrencinin ortalama dershane ücreti 2 bin lira oldu" dedi. 10 bin liraya öğrenci kaydeden dershanelerin de bulunduğunu ekledi ve fiyatların dershaneye göre değişeceğini belirtti. Türkiye’de dershanecilik sektörü bizzat patronların verdiği bilgiye göre yılda 1,6 milyar dolar ciro yapıyor. Sınav sistemi öğrencileri dershanelere bağımlı kılıyor.
8
EMEK 20 A¤ustos 2010 / 2 Eylül 2010
Halk›n Sesi
Muhafazakarl›k ve darbe KP’nin büyük bir “ustalıkla” referandumu 12 Eylül’e getirmesi ortalığı 12 Eylül karşıtlarının kaplamasına neden oldu. Meğerse bu toplumda herkes 12 Eylül’e karşıymış. Evet diyen de karşı, Hayır diyen de… Başbakan “Evet” derken idam edilen devrimci ve milliyetçi faşist gençlerin mektuplarını birlikte okuyor, Bahçeli 12 Eylül’ün devrimcilerle milliyetçileri nasıl birlikte mağdur ettiğinden bahsediyor. Tam bir tiyatro oyunu, tam bir sahtekarlık, ikiyüzlülük, yalancılık almış başını gidiyor. Biraz aklı, biraz vicdanı olan söylesin bu ülkede muhafazakar seçmen, toplum ne zaman 12 Eylül’e karşı bir tutum içinde oldu? Tam tersine devrimcileri ezip zulmettiği için her zaman darbecileri alkışladı, övdü, dua etti… Arada ezilen ülkücüleri de hep “yaşın yanında kuru da yandı” diye değerlendirdi. 27 Mayıs’ta Adnan Menderes ve arkadaşları asıldığı için 27 Mayıs’a karşı oldular ama 12 Mart’ta idam edilen üç devrimcinin katlini 27 Mayıs’ın hesaplaşması olarak Meclis’te alkışladılar. İşkence tezgahlarında zulmedilen yüzlerce ilerici, aydın, sanatçı için gıkları bile çıkmadı. Çünkü Tufan onlar, solcuydu, komünistti. Sertlek Aynı şey, 12 Eylül’de de yaşandı. MC hükümetinden Dev Sa¤l›k-‹fl Çorum’da elinde bıçakla Alevi Genel Sekreteri avına çıkan kasap Ahmet’e, Maraş’ta Müslüman Türkiye diye bağırarak Alevi komşusunu boğazlayan bakkal Osman’a kadar cümleten Darbe sürecinin kanlı ortağı olmadılar mı? Muhafazakar kesimin 27 Mayıs sonrasında ilerici subayların tasfiyesi ile birlikte, ordunun bütünüyle ABD’nin gerici siyasetinin bir aracı haline gelmesiyle orduyla siyaseten hiçbir sorunu kalmamıştır. Taa ki, 28 Şubat’a kadar… Çünkü onlar sadece kendilerine müslümandır. 1990-1995 arasında Kürt illerinde köyler yakılırken, insanlar asit kuyularında parçalanırken ordunun derin devletin çekirdeği olarak yaptıklarına gıkları çıkmaz ama şimdi maşallah hepsi ordu düşmanı. Türkiye bu saçmalığı 1950 döneminde Demokrat Parti iktidarıyla da yaşadı. CHP’nin, yukardan aşağı modernist uygulamalarına karşı tepkisi ve nüfusun çok büyük kısmını oluşturan köylülerin ağır ekonomik koşullar altında bırakılmasının sonucu olarak DP, “demokrasi” söylemiyle iktidara geldi. Ama herkes biliyor ki, DP döneminde bu ülkeye demokrasi gelmedi. Menderes verdiği sözlerin hiçbirini tutmadığı gibi akıl almaz anti-demokratik uygulamalar geliştirdi. “Her mahallede bir milyoner yetiştireceğiz” söylemiyle her mahallede bir milyonere karşı binlerce insanın yoksullaşmasına yol açtı. Bu ülkede muhafazakar kesimin hiçbir zaman demokrasi diye bir derdi olmamıştır. Onlar sadece kendi dinsel-geleneksel değerlerinin önünde bir engelle karşılaştıklarında demokrasi işlerine yarıyorsa demokrasi söylemine sarılırlar ama hiçbir zaman demokrasiyi bir özgürleşme çabası, süreci olarak görmezler, göremezler. Onları “demokrat” ve “sivil” yapan kendi geleneksel değerlerini incittiğini düşündükleri Cumhuriyetin ordu-bürokrasi merkezli anti demokratik yapısıdır. Yoksa bu kesimin kendisinin özel bir demokrasi projesi hiçbir zaman olmamıştır. Onlar için demokrasi bu sert ordubürokrasi yapısının aşılması için bir araçtır. Padişahlık ve hilafet kaldırıldığı için Cumhuriyete kin besleyen bir topluluğun demokrat olduğunu iddia etmek nasıl bir körleşmedir. Çünkü bu ülke topraklarında muhafazakar kesimin geleneği onlara böyle bir kapı açmaz, açamaz. Bunun için ciddi “içsel” engelleri vardır. Bu durum, Osmanlı’dan bu yana biat ettikleri Sünni geleneğin dokusuyla çok yakından ilgilidir. Bu güçlü doku, ancak (kendi içinde demokrasi ve özgürlük sorununu çözmüş) çok güçlü bir emek hareketiyle sarsılabilir ve etkilenebilirse demokratikleşme ve özgürleşmeye açık hale gelebilir. Eğer bu yapılamaz ve Türkiye siyaseti mevcut kalıplarıyla bölünmüş bir toplumsal yapı halinde siyasal süreçlere dahil olmaya devam ederse “demokratikleşme” gerçek hayatta hiçbir karşılığı olmayan “sivilleşme” lafazanlıklarına kurban edilecektir. Geriye kimin değirmenine su taşıdıklarını anlamaya çalışan liberallerimizin boş kovalarından başka bir şey kalmayacaktır.
A
Hayırsız toplu görüşme H
er sene 15-30 Ağustos tarihlerinde kamu emekçileri ile hükümet arasında yapılan toplu görüşmeler bu yıl referandum tartışmaları gölgesinde başladı. Hükümet, anayasa değişiklik paketi konusunda KESK içindeki “yetmez ama evet”çi eğilimi kullanarak, kamu çalışanlarını oyalama ve beklentilerini manipüle etme taktiği izledi. Görüşmelerde kamu emekçilerinin talepleri yerine, sendikaların referandum tavrı pazarlık konusu haline getirildi. Toplu görüşmelere Kamu-Sen 310 lira seyyanen zam, Memur-Sen yüzde 5 zam ve 120 lira seyyanen zam, KESK ise 300 lira seyyanen zam, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun geri çekilmesi ve toplu görüşme yerine toplu sözleşme yapılması talepleriyle katıldı. KESK toplu görüşmelerin ilk turunda toplu sözleşme önerisi kabul edilmezse çekileceğini, gerekirse toplu sözleşmenin yasal şartları oluşturulması için görüşmelerin referandum sonrasına ertelenmesini önerdiklerini açıkladı. Bu durum doğal olarak, KESK yönetiminin anayasa değişikliği ile kamu emekçilerine grevli toplu sözleşme yolunun açıldığına inandığı ve referandumda “evet” çıkması beklentisinde olduğu şeklinde yorumlandı. BAKAN MI MEMUR-SEN SÖZCÜSÜ MÜ? KESK’in çekilmesinin ardından, görüşmelerin ikinci turu 18 Ağustos’a ertelendi. Hükümet adına toplu görüşmelere katılan Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, KESK yönetimini arayarak 18 Ağustos’ta KESK’in toplu sözleşme önerisinin de görüşüleceğini bildirdi. Yazıcı’nın, “KESK’in önerisini ve benzer yönde Memur-Sen’in de dolaylı olarak yaptığı öneriyi görüşmek
K
üzere…” diye başladığı konuşması tartışma yarattı. KESK MYK Üyesi Hüseyin Gölpunar, Memur-Sen’in KESK’in toplu sözleşme yapılması yönündeki önerisine benzer bir açıklaması olmadığını söyledi. Gölpunar, bakanın konuşurken söylediği “dolaylı olarak” ifadesinin altını çizerek “Bu öneriyi neden Memur-Sen’den değil de Devlet Bakanı’ndan duyuyoruz” dedi. ‘EVET DE TOPLU SÖZLEfiME ‹MZALAYALIM’ Bakan’ın açıklamasının sırrı 18 Ağustos’ta açığa çıktı. İkinci tur
Sendikal› olduklar› için iflten ç›kar›lan üç Bilgi Üniversitesi çal›flan›ndan ikisi ifle geri döndü. Sosyal-‹fl’in Mart’ta bafllayan örgütlenme çal›flmalar›n›n ard›ndan May›s ay›nda iflten ç›kar›lan Kadir Karabulak, Bülent Karaçeper ve R›za Karaçeper 5 May›s’ta ‹stanbul Bilgi Üniversitesi’nin Santral Kampusu’nda direnifle bafllam›flt›. Direnifl k›sa sürede büyük destek gördü ve Bilgi Üniversitesi yönetimi geri ad›m atmak zorunda kald›. Sosyal-‹fl’in görüflme mektubuna olumlu yan›t veren üniversite yönetimi görüflmelerde iflçilerin ifle geri dönmesi talebini de k›smi olarak kabul etti. At›lan iflçiler-
editor.halkinsesi@gmail.com 15 günlük Yayg›n, Süreli, Türkçe yay›nd›r.
Kamu-Sen’in toplu görüşmede ısrarcı olmasını ve Memur-Sen’in de toplu görüşmeyi kabul etmesini eleştiren Evren, Kamu İşveren Kurumu’nun teklifinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Çorum mitinginde yaptığı konuşmanın etkili olduğunu söyledi. Başbakan Erdoğan, 17 Ağustos günü Çorum’daki mitingde toplu görüşmelerle ilgili olarak şunları söylemişti: “Bu KESK, Kamu-Sen, bunlar şimdi o kadar ideolojikler ki, ‘Bu işi halk oylamasından sonraya bırakalım.’ Niye o zaman diyorlar, ‘toplu iş sözleşmesi çıkacak ya.’ Evet çıkacağını da kabulleni-
den Bülent Karaçeper ve R›za Karaçeper’in ifle dönmesi kabul edildi; Kadir Karabulak’›n ifle dönmesi talebi ise reddedildi. Halk›n Sesi’ne konuflan Sosyal-‹fl ‹stanbul fiube Baflkan› Mustafa A¤ufl, Karabulak’›n “iflten at›lmadan önceki maafl› seviyesinde bir ifl olmad›¤›” için ifle geri al›nmad›¤›n› söyledi. Görüflmelerde üniversite yönetimi sendikal haklar›n korunmas› yönünde ad›mlar at›laca¤›na iliflkin sözlü taahhütte bulundu. Sendikal haklar konusunda anayasal haklara ayk›r› davranan yöneticilerin de uyar›laca¤› sözü verildi. Üniversite yönetiminin verdi¤i sözler ifl
bafl› yapan iki iflçinin gönderildi¤i yerin “sürgün yeri” olmas› dolay›s›yla sorgulanmaya bafllad›. ‹fle geri al›nan Bülen Karaçeper ve R›za Karaçeper iflten at›lmadan önce çal›flt›klar› yer olan ahflap atölyesi kapat›ld›¤› için Tophane Yurdu’nda ifl bafl› yapt›. Tophane Yurdu sendikal› iflçilerin sürgün yeri olarak kullan›l›yor. Sendikal haklar konusunda üniversite yönetiminin bir s›k›nt›s› olmad›¤›n›, durumun “birkaç f›rsatç›n›n ifli” oldu¤unu söyleyen Bilgi Üniversitesi yönetimi, Karabulak’› ifle almayarak ve ifle geri dönen iflçileri sürgüne göndererek sözünde ne kadar durabilece¤i konusunda kuflku yaratt›.
İşsizlik ‘yalanları’ açıklandı T
ürkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Mayıs 2010 işsizlik rakamlarını açıkladı. Açıklanan verilere göre işsizlik oranı 1 puanlık düşüşle yüzde 11 olarak gerçekleşti. Krizin çok derinden yaşandığı geçen yılın aynı dönemine göre işsizlik 2,6 puan düşmüş oldu. Hükümet yanlısı basın verilerin açıklanmasıyla birlikte ekonominin büyüdüğü, işsizliği azaldığı, her şeyin iyiye gittiğine dair haberler yayımladı. Geçen yılın aynı dönemine göre işsizliğin 2,6 puan düştüğünü öne çıkaran AKP yanlısı basın krizden önceki aynı dönemde yani 2008’in Mayıs ayındaki işsizliğin 8,9 oranında olduğundan hiç bahsetmedi. TÜİK’in açıkladığı verilerde AKP yanlısı medya başta olmak üzere egemen medyanın atladığı bir diğer nokta
ir süredir Gebze’deki Çel-Mer çelik fabrikasında sendikal hakları için mücadele veren Birleşik Metal-İş’e (BMİS) üye işçilerin direnişi kazanımla sonuçlandı. Patronun uzlaşmaz tavrı nedeniyle fabrikayı işgal eden işçiler, işgalin dördüncü gününde patronu yola getirdi. Kocaeli Valiliği’nde başlayan görüşmeler 6 Ağustos’ta işçilerin de onayladığı bir protokolle sona erdi. Protokole göre işten atılan 23 işçiden 12’si işe geri döndü. BMİS’in yetki başvurusu kabul edildi ve işçiler toplu sözleşme hakkını kazandı.
Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Ergin Demirhan Telefon / Faks 0212 245 90 37 Adres Tomtom Mahallesi Örtmealt› Sokak No: 6/3 BEYO⁄LU/‹STANBUL Bas›ld›¤› Yer Taflbask› Matbaac›l›k Yay. ve Amb. San. Tic. Ltd. fiti. Bask› Tesisleri Kocaeli /‹ZM‹T (0262 335 45 29)
görüşmelerde Kamu İşveren Kurulu, KESK’in referandumda ‘Evet’ demesi durumunda taleplerinin kabul edileceğini söyledi. KESK yönetimindeki “Yetmez ama evet”çi eğilimden cesaret alan AKP, böylesi bir ahlaksız teklifi KESK’in önüne koyabildi. KESK, bu durum karşısında toplu görüşmelerden çekildi. KESK’in çekilmesiyle görüşmeler toplu görüşmeler olarak hükümet ile Kamu-Sen ve Memur-Sen arasında devam edecek. KESK Genel Başkanı Sami Evren, görüşmeleri terk ettikten sonra bir basın açıklaması yaptı.
Üniversitede bir ‘bilgi’ eksik
İşgal kazandı B
Halk›n Sesi
amu emekçilerine grev yolunu tamamen kapatan anayasa değişikliğine ‘Hayır’ demeyen KESK yönetimi, toplu görüşmelerde bu tavırsızlığın sonuçlarıyla karşılaştı
yorlar. Görüşmeyi o zaman yaparız. Peki siz ne yapıyorsunuz diyoruz. ‘Biz hayır diyoruz’ diyorlar. Bu ne perhiz ne lahana turşusu. Mademki toplu iş sözleşmesi bu kadar güzel, o zaman niye oyunu vermiyorsun?” “Diyene değil dedirtene bak” sözünü akıllara getiren bu manzara karşısında Sami Evren’in tavrı düşündürücüydü. Konuşmasında hükümetten çok diğer sendikalara yüklenmeyi tercih eden Evren, anayasa değişikliği paketinde yer alan toplu sözleşme ile ilgili maddenin içeriği hakkında da tek kelime etmedi. KESK’in birçok üye ve yöneticisi referandumda ‘Hayır’ oyu vereceğini beyan etmesine rağmen, yönetimdeki ‘Boykotçular’ ve Sami Evren’in de aralarında bulunduğu ‘Evetçiler’ hükümetin ‘Evet de, toplu sözleşmeyi hemen imzalayalım’ gibi bir teklifte bulunmasına cesaret verdi. KESK yönetiminin net bir tavır sergilememesine karşın toplu görüşmelerin yapıldığı saatlerde Adana, İzmir, İstanbul başta olmak üzere birçok ilde KESK üyeleri AKP binaları önünde eylemler yaparak anayasa aldatmacasına “Hayır” dedi. AKP’nin değişiklik paketinde toplu sözleşme hakkı var ancak grev hakkı yok. Mevcut anayasada grev hakkının kullanılmasına olanak veren hukuki boşluklar değişiklikle birlikte kapatılıyor. Toplu sözleşmede anlaşma olmaması halinde hakem heyeti devreye girip son sözü söylüyor. Emekçinin buna itiraz hakkı kalmıyor. Mevcut yasa ise itiraz hakkı tanıdığı için, emekçiler 90. maddeye dayanarak grev hakkını kullanabiliyor. Pakette ayrıca birden fazla sendikaya üye olma hakkı getirilerek yetki karmaşası yaratılıyor hükümet güdümündeki sendikaların önü açılıyor.
da mevsim etkilerinden arındırılmış işsizlik verileri oldu. TÜİK verilerine göre mevsim etkilerinden arındırılmış işsizlik rakamları bir önceki dönemin işsizlik oranlarıyla aynı. Yani işsizlik oranında bir değişme olmadı ve oran yüzde 12 olarak kaldı. Mayıs ayında işe başlayanların yüzde 23,4’ü inşaat sektöründe, yüzde 24,2’si de tarım sektöründe istihdam edildi. Bu rakamlar da işsizlik rakamlarının geçici olarak düştüğünü, mevsim sonunda işsizliğin tekrar artacağını ispatlıyor. Mayıs 2010’da işsiz durumda olanların büyük bir kısmını geçici işte çalışanlar oluşturuyor. İşsizlerin yüzde 89’u daha önce başka bir işte çalışmış. Bu dönemde 381 bin kişi işten “ayrıldı.” Genç nüfusun işsizlik oranı ise yüzde 19,8 olarak gerçekleşti.
Güvencesizlik öğretmenleri öldürüyor Ücretli öğretmen geçinmek için ek işte çalışırken iş cinayetine kurban gitti
T
ekirdağ’ın Çorlu ilçesinde ücretli öğretmenlik yapan Ahmet Fazlı Elçi, yaz aylarında para kazanamadığı için çalıştığı okulun kitaplarını taşırken hayatını kaybetti. Güvencesiz öğretmenlerin yaşadığı sıkıntılar bu olayla bir kez daha gündeme gelmiş oldu. 44 yaşındaki öğretmen Elçi’nin 40 TL kazanabilmek için ölmesinden sadece üç gün önce Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu bir
sözleşmeli öğretmene “Sözleşmeli öğretmenliği tercih etmeyebilirdiniz” demişti. Eğitimden sorumlu bakanın bu sözleri hükümetin öğretmenlerin sorunlarına yaklaşımını bir kez daha ortaya koydu. Ataması yapılmayan öğretmenler çeşitli işlerde güvencesiz olarak çalışmak zorunda kalırken Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu 15 Ağustos’ta Ankara’da eylemdeydi. Güvenceli
ve kadrolu istihdam istediklerini dile getiren öğretmenler “Ataması yapılmayan öğretmenler olarak ölümleri, acıları, intiharları değil, yaşamayı göze alıyoruz” diyerek sorunlarına derhal çözüm bulunmasını istediler. Eylemde konuşma yapan Eğitim-Sen Genel Başkanı Zübeyde Kılıç da MEB’in yönetilemez duruma geldiğini belirterek öğretmenlerin sorunlarına derhal çözüm bulunmasını istedi.
Direniş büyüyor
A
BD merkezli kargo şirketi UPS’de çalışırken sendikal faaliyette bulundukları için işten çıkarılan işçilerin direnişi 100 günü geride bıraktı. TÜMTİS’te örgütlenen UPS işçileri direnişte oldukları yerlerdeki diğer işçi direnişlerine destek oluyor ve her hafta düzenli olarak eylem yapıyor. Günde 12-14 saat çalışan işçiler ay sonunda maaşlarının işveren tarafından gasp edildiğini ve kölece çalışma koşullarına karşı oldukları için sendikalı olduklarını ifade ediyorlar. UPS işçileri sendikal hakları tanınıncaya kadar mücadele edeceklerini ifade ediyorlar. İşçiler direnişlerine devam ederken TÜMTİS’in bağlı olduğu Uluslararası Taşımacılık İşçileri Federasyonu da genel kurulunda UPS işçileriyle dayanışma kararı aldı. Alınan karara göre aralarında Norveç, Arjantin, ABD ve Hollanda’nın bulunduğu ülkelerdeki işçiler UPS işçileri için 1 Eylül’de eylem kararı aldı. 1 Eylül’de yapılacak eylemde işçiler iş bırakacak ve büyük işçi yürüyüşleri düzenlenecek. Türkiye’deki eylemlerin merkezi İstanbul olacak; İzmir, Ankara, Bursa, Adana ve Antep’te de eylemler yapılacak.
9
EMEK 20 A¤ustos 2010 / 2 Eylül 2010
Halk›n Sesi
Faturayı halk ödeyecek E Tekel’de ‘satış’ sürüyor
T
ekel arazilerinin satışı sürüyor. Tekel’e ait İzmir ve Sinop'taki taşınmazların satışının onayına ilişkin Özelleştirme Yüksek Kurulu (ÖYK) kararları, Resmi Gazete'nin 11 Ağustos’taki sayısında yayımlandı. Buna göre, Tekel’in Sinop Gerze’deki binaları 1 milyon 570 bin liraya Onur Giyim Ltd. Şti'ne; İzmir Alsancak’taki binalar Nail Özkardeş'e 6 milyon 290 bin lira bedelle satılacak. Ödeme yapılmazsa ihaleler iptal olacak.
Kipa’da işçi eylemleri sürüyor
K
ipa işçileri sendikal hakları için 11 Ağustos’ta Kuşadası Kipa önünde eylem yaptı. İşçiler Kipa yönetimini toplu sözleşme için masaya oturmaya çağırdı. Kipa işvereni çoğunluk tespitine itiraz ederek sendikal örgütlenmeyi engellemeye çalışıyor. İşçiler daha önce 16 Temmuz’da Balçova Kipa’da aynı engellemeyle karşılaşmıştı. 28 Mart’ta da Balçova Kipa’da işveren sendikalaşmayı engellemek için 2 işçiyi işten çıkarmıştı.
nerji özelleştirmeleri son hız sürüyor. İstanbul Avrupa Yakası, İzmir-Manisa, Diyarbakır ve Trakya’nın elektrik ve Ankara’nın doğalgaz dağıtım hizmetleri satıldı. 8 milyon 300 bin elektrik kullanıcısına elektrik ve 1 milyon 200 bin kişiye doğalgaz sağlayan enerji dağıtım şirketleri toplamda 6 milyar 971 milyon dolara satıldı. Türkiye'nin en büyük elektrik dağıtım şirketi Boğaziçi Elektrik Dağıtım A.Ş.’nin (BEDAŞ) 9 Ağustos’ta yapılan özelleştirme ihalesini 2.99 milyar dolarlık teklifle İşkayaMMEKA ortaklığı (Mehmet KazancıMehmet Emin Karamehmet ortaklığı) kazandı. İstanbul Avrupa Yakası'na hizmet veren BEDAŞ, Türkiye’nin elektrik tüketiminin yüzde 14'üne sahip ve abone sayısı 3,8 milyon. BEDAŞ’ı 2 milyar 990 milyon dolarlık teklifle alan ortak girişim grubu aynı gün İzmir bölgesini kapsayan ve Türkiye’nin üçüncü büyük elektrik dağıtım bölgesi olan Gediz Elektrik Dağıtım A.Ş’yi (GEDAŞ) de 1 milyar 920 milyon dolara aldı. GEDAŞ 2,4 milyon kullanıcıya hizmet sağlıyor. Toplamda 6,2 milyon kullanıcıya elektrik dağıtan şirketlerin ihalesini 5 milyar liraya alan İşkaya – MMEKA ortaklığında yer alan MMEKA, Karamehmet ve Kazancı ortaklığı ile 14 Temmuz’da kuruldu. MMEKA’nın kuruluşu ihalelerde son tekliflerin verileceği 22 Temmuz’a kısa bir süre kala gerçekleştiği için ortaklık, ihaleye ön yeterlilik alabilmek için bir Telekom şirketi olan İşkaya ile ortak girişim grubu kurdu. Yapılan diğer satışlarda 1 milyon 100 bin kullanıcıya hizmet götüren Dicle Elektrik Dağıtım A.Ş’yi Karavil Grup – Ceylan İnşaat ortak yatırım grubu 228 milyon dolara alırken 800 bin kişiye hizmet sunan Trakya Elektrik Dağıtım A.Ş’yi de bir Kazancı Holding şirketi olan Aksa, 622 milyon dolara aldı. MMEKA bu ihalelerin ardından 16 Ağustos günü Ankara’nın doğalgaz dağıtım ihalesini de kazandı. 1,2 milyon kullanıcıya hizmet sunan Başkent Gaz 1,211 milyar dolara KaramehmetKazancı ortaklığının oldu. BU PARA NEREDEN ÇIKACAK? Enerji dağıtım şirketlerinin satışlarındaki rekor fiyatlar çok konuşuldu. Egemen medya
E
nerji dağıtım hizmetleri özelleştirildi. İhaleyi kazanan şirketler halka elektrik ulaştırmaktan çok, kar etmeyi düşünecek, halkın enerji hakkı yok sayılacak
Aksa AKP’yle büyüdü nerji da¤›t›mda KaramehmetKazanc› ortakl›¤› büyük ihaleleri al›rken 800 bin kullan›c›s› olan Trakya Elektrik Da¤›t›m A.fi’yi de bir Kazanc› Holding flirketi olan Aksa Enerji 622 milyon dolara ald›. Tüm elektrik da¤›t›m bölgelerinin ihalelerine giren Aksa Enerji, Giresun, Gümüflhane, Rize, Trabzon ve Artvin illerini kapsayan ve 1 milyon kullan›c›ya hizmet götüren Çoruh Elektrik Da¤›t›m A.fi’yi 2009’da 227 milyon dolara alm›flt›. Aksa, 14 fiubat’ta 400 bin kullan›c›ya hizmet götüren Van, Bitlis, Hakkari ve Mufl illerini kapsayan Van Gölü Elektrik Da¤›t›m A.fi’yi 100 milyon dolara al›rken 660 bin kullan›c›ya hizmet götüren Elaz›¤, Bingöl, Malatya ve Tunceli illerini kapsayan F›rat Elektrik Da¤›t›m A.fi’yi de 230 milyon dolara alm›flt›. Aksa, 2003’ten sonra do¤algaz alan›na yat›r›m yapt› ve k›sa sürede büyüdü. Çanakkale, Silivri, Bal›kesir, Bursa, Bilecik, Manisa, Afyon, Bolu, Düzce, Ere¤li, Mersin, Adana, Osmaniye, Hatay, Amasya, Tokat, Ordu, Çarflamba, Giresun, Trabzon, Gümüflhane, Bayburt, Rize, Sivas, Malatya, Elaz›¤, Urfa ve Van bölgelerinin do¤algaz da¤›t›m› Aksa’n›n. 2005 sonras›nda 10 tane HES projesi ihalesi kazanan Aksa’n›n 3 tane do¤algaz üretim tesisi ve 2 termik santrali var. Aksa, AKP’nin gözetiminde 2009’un A¤ustos’unda dünyan›n en büyük do¤algaz flirketi Rus Gazprom'la gaz ithalat› protokollerine imza atm›flt›. Rusya Baflbakan› Putin'le gelen Gazprom yetkilileriyle bir tek Aksa Enerji yetkilileri görüflmütü. Aksa Enerji Yönetim Kurulu Baflkan› Cemil Kazanc›, Gazprom’la birlikte 3 y›l içinde 2 milyar dolarl›k yat›r›m yapacaklar›n› söylemiflti. Aksa-Gazprom görüflmelerine hükümet katk› sunmufltu. Aksa, 24 Aral›k 2009’da Antalya’da tar›m ve su alanlar› üzerine kurdu¤u kaçak elektrik santral›na, kaçak elektrik kulland›¤› için ceza ödemiflti.
E
özelleştirme gelirlerinin hazineye gireceğini dile getirdi ancak ihaleyi alan şirketlerin ödeyeceği paranın nereden çıkacağı çok konuşulmadı. İhaleyi alan şirketlerin, bu parayı elektrik faturalarıyla halkın cebinden çıkarması bekleniyor. ENERJ‹ TEKELLER‹ PUSUDA Satış bedelinin fatura kanalıyla halka yansıtılması dışında, MMEKA’nın yabancı ortaklığa gitmesi de ihtimal dahilinde. Bundan önce de özelleştirme süreçlerinde, büyük ihalelere giren “yerli” şirketler özkaynak yetersizliği nedeniyle kısa sürede yabancı ortaklıklara gitmişti. Bunun en çok tartışılan örneklerinden biri de Erdemir’i alan OYAK’ın daha sonra Arcelor’la ortaklığa gitmesi olmuştu.
oldu. İstanbullu bir süre sonra faturalarda ‘yatırım bedeli’ diye ek bir kalem görmeye başladı ve elektrik giderek zamlandı. AKTAŞ, daha çok kar edebilmek için bakım maliyetlerinden kısmaya başladı; arıza ve kesinti sayısı arttı. AKTAŞ bunun üzerine yatırım yapmak için devletten para istedi. Hem devletten hem kullanıcıdan yatırım için para alan AKTAŞ yatırım yapmadı. Elektrik Mühendisleri Odası’nın ve tüketicilerin açtığı davalar sonucunda, AKTAŞ elektrik dağıtım hizmetini kamuya devretmek zorunda kaldı. Hükümet 2002’de AKTAŞ’a el koyduğunda AKTAŞ’ın 1990-97 yılları arasında biriken borcu 1,6 milyar liraya ulaşmıştı. Bu rakam 2006’da faizleriyle birlikte 5,9 milyara ulaştı.
AKTAfi’TA NE OLMUfiTU? Türkiye’deki ilk elektrik dağıtım hizmeti özelleştirilmesi 1990’da İstanbul’un Anadolu Yakası elektrik dağıtımının AKTAŞ’a verilmesiyle
KARANLIK GÜNLER UZAK DE⁄‹L Ülkemizde elektriğin fiyatı Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) tarafından belirleniyor. EPDK özelleştirme sonrasında fiyatların
maliyet bazlı olarak yine kendisi tarafından belirleneceğini, böylece fahiş fiyatlandırmanın önüne geçileceğini öne sürüyor. Oysa üretici şirket maliyetleri yüksek tuttuğunda EPDK’nın fiyatı yükseltmekten başka seçeneği olmayacak. Elektrik dağıtım şirketi de üreticinin artırdığı fiyatı, zarar etmemek için zamlandırarak kullanıcıya sunacak. Bu artış, faturalara yansıtılmazsa bu kez de kamu kaynaklarından karşılanarak yine halkın cebinden çıkıyor. Üretici şirket, zam isteği karşılanmazsa kasıtlı olarak elektrik kesintilerine gidebiliyor. Türkiye, bu tür enerji kesintilerinin bir örneğini 2006 yazında yaşadı. Otoprodüktör denilen özel üreticiler elektrik fiyatına zam istemiş, zam yapılmayınca Marmara ve Ege bölgesinin elektriğini kesmişti. Özelleştirmeler bu deneyimlerin de gösterdiği gibi halka ya kabarık elektrik faturları ödeyeceği ya da karanlıkta kalacağı bir gelecek vaat ediyor.
Özelleştirme işçiyi çarpıyor Ş
ubat ayında Uludağ Elektrik Dağıtım A.Ş’yi alan Limak, devir işlemlerinin tamamlanacağı 29 Ağustos’a 2 hafta kala UEDAŞ’ın iş ve mal alımı sözleşmeleri dahil tüm sözleşmelerini iptal ettirdi. Limak, UEDAŞ’ın sözleşmelerinden ziyade kendi sözleşmelerinin geçerli olmasını istiyor ve UEDAŞ’ın kadrolu çalışanlardan mümkün mertebe arınmasını bekliyor. UEDAŞ’ta 3 yıl boyunca 200 kadrolu çalışan zorla emekli ettirilerek tazminatları devlete ödettirildi. UEDAŞ bünyesinde üç senedir sayaç okuma, açma-kesme işlemlerini yürüten taşeron şirket de, ücret-
lerinden yapılan kesintileri geri istedikleri ve savcılığa bu durumu anlattıkları için 90 işçiyi işten attı. UEDAŞ ile taşeron şirketin yaptığı sözleşme, sayaç okuma, açma-kesme işleri için çalışacak işçi sayısı ve ücretlerini içeriyor. Taşeron şirket asıl işveren olan UEDAŞ’tan işçi başına maaşı her ay hak edişlerinden alıp bankaya işçilerin hesabına yatırıyor. Sonra toplu olarak servislerle bankaya giderek maaşlarını çeken işçiler 200-250 lirayı şirkete geri veriyordu. Taşeron şirketlerde yaygın olan bu uygulamanın mali polis tarafından tespit edilmesi üzerine şirkete
soruşturma açıldı ve 100’ü aşkın işçi ifadeye çağrıldı. 79 işçi maaşlarından kesinti olduğunu söyleyip şikayetçi oldu. Bunun üzerine şirket yetkilileri hakkında 79 defa 6 ay ile 3 yıl arası hapis cezası istendi. Şirket, şikayetlerini geri çekmeleri için ikna etmeye çalıştığı işçilerden olumsuz yanıt aldıktan sonra mahkeme kağıtlarında adı geçen 79 işçiyi işten çıkardı, bu sayı sonra 90’ı buldu. Maaşlarından kesinti yapan işverenden şikayetçi olan işçiler ‘işveren hakkında şeref ve haysiyet kırıcı asılsız ihbar ve isnatlarda bulunmak’ gerekçesiyle işten çıkarıldı.
‘F›nd›k eme¤i de¤il yün yuma¤› bile karfl›lam›yor’ Nakliyat-İş TİS hakkını savunuyor
D
İSK Nakliyat-İş üyeleri Zeytinburnu Ambarlar bölgesinde toplu iş sözleşmesi haklarının engellenmeye çalışılmasına karşı 12 Ağustos’ta eylem yaptı. İşçiler, toplu iş sözleşmesi yapmayan Hicret Ambarı’nın patronunu ambar önünde oturma eylemi yaparak protesto etti. Hicret Ambarı’nın yasa dışı yollarla kurulduğunu belirten işçiler, ambarlar bölgesinde yani bir hat açılabilmesinin toplu iş sözleşmesindeki koşullara bağlı olduğunu söyledi.
2010 y›l›nda f›nd›k üreticisinin yine yüzü gülmedi. Afl›r› s›caklardan, ya¤›fl azl›¤›ndan dolay› verimi düflen f›nd›ktan F›skobirlik ve Toprak Mahsulleri Ofisi’nin al›m yapamayacak duruma gelmesi üreticiyi iyice ç›kmaza soktu. F›nd›k üretimindeki s›k›nt› Kürt ve Gürcü iflçilere de düflük ücret olarak yans›yor. Halk›n Sesi, Giresun’da f›nd›k üreticileri ve iflçileriyle görüfltü. Üretici Beytullah Ceylan, yüksek rak›ml› bölgelerde f›nd›¤›n eskisine oranla çok az oldu¤unu söylüyor. Rekolte düflünce f›nd›¤›n fiyat› artar ancak Ceylan, üreticinin al›m konusunda tüccara mahkum olmas› sebebiyle fiyatlar›n yükselmedi¤ini söylüyor. Ceylan yan bahçesindeki arkadafl›n›n hem f›nd›k az oldu¤u için hem de maliyetinin yüksek olmas›ndan dolay› 70 dönüm-
lük bahçeden f›nd›k toplamay› düflünmedi¤ini söylüyor. Hükümete f›nd›k konusunda üreticiler nezdinde hiç güven yok. Sebebini ise Ceylan söylüyor: “Hükümet hiçbir net aç›klamada bulunmuyor. Fiskobirlik devletten destek istiyor ancak Baflbakan ‘Destek yok!’ diyor.” Ceylan’a göre f›nd›k rand›man›n›n düflük olmas›n›n bir sebebi bu y›lki afl›r› s›caklar olurken di¤er bir nedeni de gübre ve ilac›n pahal› olmas›. Bu sene fazla Kürt iflçi gelmedi¤ini belirten Ceylan, gelenlerin lise ve ortaokul ça¤›nda çocuklar oldu¤unu söylüyor. Ceylan anlat›yor: “Kürt iflçiler genelde Ad›yaman’dan geliyor. Günlük 25 liraya çal›fl›yorlar tabii kendi yeme-içme ve bar›nmas›n› sa¤larsa ücret art›yor. Bir de iflçileri
getirtmek için simsarlar›na adam bafl› 60 lira yol paras› ödüyoruz. Evde kalamayan Kürt iflçiler valili¤in yapt›¤› alanlarda kal›yorlar. ‹çeri girifl ve ç›k›fllarda kimlik kontrolü gibi garip bir uygulama var.” Ceylan, Kürt iflçilerin önemini ise flu sözlerle ifade ediyor: “Giresun’a Kürt iflçiler gelmezse f›nd›k toplamaya adam bulamay›z. Bizim için f›nd›k toplama maliyeti daha da artar.” ‹flçilerin yevmiyeleri valilik bünyesinde oluflturulan bir komisyon taraf›ndan belirleniyor. Yevmiye 25 lira olmas›na karfl›n iflsiz kalmamak için Gürcü iflçiler 15 liraya çal›fl›yor. Hayriye Ceylan f›nd›k fiyatlar› konusunda hükümete tepkili. “F›nd›k eme¤i de¤il, yün yuma¤›n› bile karfl›lam›yor” diyen üretici Ceylan, “Tayyip kravat takmay› biliyor, gelip
f›nd›¤› görsün” diyor. Kürt iflçi ‹lyas, Ad›yaman’dan 15 kiflilik arabaya 25 kifli bindirilerek gelmifl Giresun’a. Seneye üniversite s›nav›na girmek isteyen ‹lyas, dersane paras› biriktirmeye çal›fl›yor. “Günde 11-12 saat çal›fl›yoruz bize verilen ise yetersiz” diyen ‹lyas, valili¤in kurdu¤u bar›nma noktalar›nda karton üzerinde yat›p kalk›yor. ‹lyas’a göre kimlik kontrolü daha büyük bir s›k›nt›. Üreticiden kifli bafl› 60 lira alan çavuflun getirdi¤i her iflçinin yevmiyesinin yüzde 10’unu ald›¤›n› ‹lyas’tan ö¤reniyoruz. Giresun’a gelip ifl bulamayanlar da var. ‹lyas, onlar›n ya Ad›yaman’a döndü¤ünü ya da Giresun’da baflka gündelik ifllerde çal›flt›¤›n› söylüyor. Simsarlar genelde Kürt iflçilerin akrabalar› ya da hemflehrileri oluyor.
10
KİBELE 20 A¤ustos 2010 / 2 Eylül 2010
Halk›n Sesi
Yalandan eflitlikçi olunmaz Bir siyasal tartışma olsun ki, Türkiye gibi kadınerkek eşitsizliğinin derinden yaşandığı bir ülkede dahi, “kadın”, “eşitlik”, “pozitif ayrımcılık” kavramlarının üzerinden atlasın. Amaç eşitlikçilik değil, gündemdeki anayasa paketini cilalamak olunca “eşitlikçilik” de meçhule giden bir gemi olmanın ötesine geçemiyor. Ancak yine de solun, sosyalistlerin bu noktada, muhafazakarlığı, gericiliği toplumun hücrelerine kadar yaymaktaki başarısıyla adından söz ettiren AKP hükümetine pozitif ayrımcı maskesini giydirmek zorunda bırakan, kadın hareketini yükseltmek için mücadele eden tüm kadın yoldaşlara teşekkürü bir borç bilmesi gerekir herhalde. Gündem anayasa değişikliği ve çok doğal olarak bir yanını 12 Eylülcülerin yargılanması, yargının üzerindeki vesayetin kaldırılması vs. iddiaları, bir yanını ise kadınlara pozitif ayrımcılık getirildiği iddiası Semra oluşturuyor. Yeni anayasanın Ocak kadınlara devrim getirdiği ‹stanbul iddia ediliyor. Kadınların ise Halkevi anayasa paketine dair görüşleri net: Devrimin ayak sesleri 8 yıllık iktidar sürecindeki icraatlarıysa, böyle devrim olmaz olsun. Tek tek maddelerini değil tümünü birden oylatacak oldukları anayasa paketini en çok da “kadınlara pozitif ayrımcılık getiriyor” teziyle savunmaya çalıştılar. Ve en çok da bu tez tutmadı. Çünkü sözü söyleyen, kadına bakışı gerici-muhafazakar kalıpların dışına çıkamayan, kadınları üç çocuk doğurmakla görevli sanan bir zihniyetin baş temsilcisi Tayip Erdoğan’dı. Söz konusu olan anayasadaki 10. madde…Madde şöyle: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yasama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korunması gerekenler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılamaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” Eşitlikle ilgili alınacak tedbirlerin ne olacağı konusundaki endişelerimi bir kenara bıraksam bile, kulaklarımda Tayip Erdoğan’ın kadın örgütleriyle yaptığı toplantıda söylediği “Kadının ve erkeğin eşit olduğunu kesinlikle kabul etmiyorum” sözlerinin çınlamasına engel olamıyorum. Kadınların aklına, pozitif ayrımcılık iddiasıyla beraber, 8 yıllık neoliberal politikaların sonuçlarını en derinden kadınların yaşamış olduğu, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) yasası ile kadınların Türk Medeni Kanunu’ndaki haklarını fiilen geriletilmiş olması, AKP döneminde kadına karşı şiddetin katlanarak artmış olduğu gerçeği de geliyor. Sıdıka Platin ve onunla aynı kaderi paylaşmış olan, şiddetle yaşamanın kader olmaktan çıkarılması için gereken tedbirlerin alınmamış olduğu gerçeği de tabi… Biliyoruz ki AKP, anayasada yapacağı değişiklikle, kadınla erkek arasındaki eşitsizliği derinleştirecek, uyguladığı yeni liberal ve gerici politikalarla var olan hakların bile fiili olarak kullanılmasını engellemiş olacak. Anayasa değişikliği ile halkın sosyal haklarının gaspının artacak olması, grev ve örgütlenmenin fiilen zorlaştırılması en çok biz kadınların yaşamını etkileyecek, Kürt sorunun çözümüne dair tek çözüm önerisinin olmaması militarizmin sonuçlarını yine en derinden bizim yaşamamıza neden olacak. Bir yalan paketiyle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini biz kadınların da kabullenmesi gerekiyor. Kadın-erkek eşitliğine inanmadığını her fırsatta dile getirip kadınları aşağılayan Tayyip Erdoğan’ın, eşcinselliğin hastalık olduğunu düşünen Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan Aliye Kavaf’ın, Kürt sorunun çözümü için Kürt kadınlarını “kuma”laştıran belediye başkanının, tacizcileri korumak için evlilik yaşını 14’e indirmeye çalışanların dünyasının kadınlara güzel, güneşli günler vaat etmesi beklenemez. İşin özü Tayip Erdoğan’ın lafında saklı: “Kadın kadındır erkek erkektir. Bunların eşit olması mümkün mü? Bunlar birbirinin tamamlayıcısıdır”. Madem öyle biz de son sözümüzü söyleyelim: “Hiç gericiyle eşitlikçi bir olur mu?” Gerçek eşitlik için bu anayasa paketine “hayır”!
Her şey kız çocuklarımız için(!)
ç
ubukçu’nun kız ve erkek çocukların ayrı okutulmasına ‘prensipte karşı olmayışı’, kız çocuklarının okutulması için her yolu deneme azmi değil. Burada büyük oranda muhafazakar algı sorunu hakim
M
illi Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, İzmir Milli Eğitim Müdürü’nün kız ve erkek çocukların ayrı okullarda okuması önerisine bu fikre prensip olarak karşı olmadığını söyleyerek destek verdi. İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü’nün 18. Milli Eğitim Şurası Ege Çalıştayı’nda bölgesel, kültürel ve geleneksel nedenlerden dolayı kız çocuklarının okula erişiminde sıkıntı yaşanmasına çözüm olarak dile getirdiği kız ve erkek okullarının belirli bölgelerde ayrı ayrı kurulması önerisi Bakan Çubukçu’ya sorulduğunda Çubukçu “Bu uygulamaya prensipte karşı değilim” yanıtını verdi. Açıklamasına “Türkiye genelinde kız çocukların okullaşma oranı yüzde 65, doğuda yüzde 24. Şimdi siz bölgesel faktörleri tamamen göz ardı ederek eğitimi planlayamazsınız. Ailelerin tercihleri doğrultusunda eğitimin planlanmasında veya böyle tedbirlerin, önerilerin yerine getirilmesinde, uygulanmasında ben bir sakınca görmüyorum. Bunun çağdaşlık, çağ dışılık, haremlik selamlık gibi bir ayrım çerçevesinde değerlendirilmesini bilimsel bulmuyorum” temellendirmesi getiren Çubukçu, Türkan Saylan’ın aynı öneride bulunduğunu ekleyerek olası tepkileri önlemeye yönelik bir hamlede bulundu. BÖLGESEL fiART: YOKSULLUK Türkiye’de yaklaşık 2 milyon kız çocuğu okula gönderilmiyor. Nimet Çubukçu’nun Kadın ve
Aileden Sorumlu Bakan olduğu dönemde, kendisinin sorumluluğunda olan Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nce çıkarılan ‘Türkiye’de Kadının Durumu’ başlıklı rapora göre bakanın bahsettiği bölgesel şartlar dikkate alındığında kız çocuklarının okullaşmasının önündeki ilk engel: Yoksulluk. Öyle ki rapor, kız çocukların okullaşmasının sağlanması için kız öğrencilere daha fazla eğitim yardımı yapıldığı ve yapılması gerektiğinin altını çiziyor. Aynı raporda ‘bölgesel şartların’ okullaşmaya etkisi şu şekilde belirtiliyor: “Kız öğrencilerin ağırlıklı olarak okula devam etmedikleri Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgelerinde, yörenin genel kültür yapısı da dikkate alınarak kız öğrencilerin okula devamlarının sağlanması amacıyla yatılı ilköğretim bölge okullarının (YİBO) arttırılması planlanmaktadır” TÜİK verilerine göre ilköğretimde kız çocuklarının okullaşma oranının en düşük olduğu iller Bitlis, Ağrı ve Gümüşhane. Bu bölgelerin aynı zamanda işsizlik ve yoksulluk verilerinde de üst sıralarda yer almaları şaşırtıcı değil. Yoksul aileler önce kız çocuklarının eğitiminden vazgeçiyor. Bunda kız çocuklarının toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünde rol alması, evde annesinin ev içi köleliğine ortak olması etkili. Okuldan alınan kız çocukları kardeşlerinin bakımını üstleniyor,
A
ntalya Kent Kadın Konseyi Kadın Meclisi’nde faaliyet yürüten heykeltıraş, ressam, sosyolog, emekli öğretmen, endüstri ürünleri tasarımcısı, fotoğraf sanatçısı, eczacı 7 kadın, namus-töre adına katledilen kadınlar için Antalya Kadın Yarı mevkiinde bir anıt yapacak. Bir kadın heykeltıraş tarafından yapılacak anıtla töre cinayetlerine kurban giden kadınların yaşam haklarının yok edildiği ve bu kadınların insan haklarının farkına varılmadığı gösterilmek isteniyor. Kadınlar, şiddetsiz bir toplum özleminde olduklarını belirtiyor. Kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırılması için duyarlılık yaratmanın amaçlandığı bu faaliyete tüm duyarlı kurum ve kuruluşların ilgi ve desteği bekleniyor.
ASIL DAYANAK MUHAFAZAKARLIK Ancak Bakan Çubukçu’nun “Dünyanın her yerinde uygulanan, yapılagelen bir proje. Ben buna prensipte karşı olmadığımı açıkça ifade etmek istiyorum. Bu önerinin de bu kadar mesele yapılacak bir yönünün olduğunu düşünmüyorum” diyerek savunduğu fikrin dayanağı eğitimde muhafazakarlaşma. Muhafazakarlaştırılan ve cinsiyetçi eğitim sistemi planına dayanan cinsiyet ayrımlı ortaöğretim kurumları, Bakan Çubukçu’nun da değindiği gibi yeni bir proje değil. Halihazırda Fetullah Gülen’e ait olduğu bili-
nen birçok özel dershanede kız ve erkek çocuklar ayrı dersliklerde okutuluyor. Eğitim-Sen’in konuyla ilgili yaptığı yazılı açıklamada muhafazakar dünya görüşünün eğitime olan yansımalarına dikkat çekilerek “Mevcut iktidar döneminde Milli Eğitim bürokrasisin-
Kadınların gündemi başka K
adınlar yıkımlara karşı verdikleri mücadelelerden, güvencesiz ve ucuz iş gücü olarak çalışma koşullarından yola çıkarak kendi anayasa maddelerini oluşturuyor. AKP hükümeti sermayenin çıkarlarını gözeten, kadın hareketinin kazanılmış haklarını dahi elinden almaya yönelik anayasa maddeleri için kadınlardan ve halktan ‘evet’ bekleyedursun, kadınlar kendi gündemlerini, birbirine soruyor,
birbirinden öğreniyor. ZUHAL’‹N ANAYASA MADDELER‹ Bursa’dan Zuhal K’ye kendi gündemini, devletten ne beklediğini sorduk. Kendisini vuran yerden başlıyor. “Sigortasız çalışma ‘kesinlikle’ yasaklanmalı. Kadın evleri kurulmalı. Kadınların birbirini dinledikleri, dertleştikleri kadın evleri… Çalışamayan kadınlara maaş
bağlanmalı.” Zuhal bir buçuk ay önce işten çıkmış. Kendi deyimiyle işten çıkmak zorunda bırakılmış. Çalıştığı her yerde olduğu gibi son çalıştığı konfeksiyon fabrikasında da sigortası yapılmamış. “Yoğun mesailer beni çok yoruyordu. Bazen sabahlara kadar mesaiye kalmak zorunda kalıyordum. Ne kızlarımla ilgilenebiliyordum ne kocamın yüzünü görebiliyordum ne de aldığım para ihtiyaçlarımızı karşılıyordu yani boşa kürek sallıyordum. Evim otel gibiydi benim için gerçi bu hep böyleydi” diyor. İşvereninden sigorta talep etmiş ama önce “Performansını görelim” demişler. Sonrasını şöyle anlatıyor: “Sen misin sigorta isteyen en ağır işleri bana vermeye başladılar günlük sayı veriyorlardı ama yetiştiremiyordum sonrada beni işten çıkarttılar.” “HASTALANMAK B‹Z‹M ÖZEL SORUNUMUZMUfi” “Bir sosyal güvenceniz olmadığına göre, iş kazasına uğradığında, rahatsızlandığında nasıl müdahale ediliyordu” diye sorulduğunda; “Çok büyük iş kazaları olmadı hiç ama iğne battığında, makas kestiğinde kolonya ya da tentürdiyotla
A
Kurbanlara anıt
su taşıyor, temizlik, yemek yapıyor. OKULDAN A‹LE ‹fiÇ‹L‹⁄‹NE Ev içi işlerin sorumluluğunu almak kadar etkili bir diğer durum da ücretsiz aile işçisi olmaları. Tarlada bahçede, mevsimlik işlerde kız çocukları ücretsiz olarak çalıştırılarak okuldan yoksun bırakılıyorlar. Türkiye’de tarımda çalışanların %51’i kadınlardan oluşuyor. Ancak ürettiklerinin karşılığı doğrudan aile reisine ödeniyor. Bu verilere göre genel olarak bakanın bahsettiği kız çocuklarının eğitiminden feragat edilmesinin bölgesel koşullardaki karşılığı: ‘Yoksulluk ve ataerkil toplum’ Kendi kurumlarınca da kabul edilen bu gerçekliğin çözümünün kız-erkek okullarının ayrı kurulmasından geçmediği alenen ortada.
Seks işçilerinin evleri başlarına yıkıldı
nkara Büyükşehir Belediyesi, Ulus Tarihi Kent Projesi kapsamında Kahkaha Sokak’taki üç genel evi yıktı. Belediye yıkım ekiplerinin genelevi boşaltmadan, içinde çalışanların olduğu halde yıkıma başlaması üzerine tepki veren ve “Bizler burada ekmek parası kazanıyoruz. Çoluğumuz çocuğumuz var. Bize yer göstermeden burayı yıkamazlar” diyen seks işçileri çatıdaki kiremitleri atarak direnişe geçti. HEM EVLER‹ HEM ‹fiYERLER‹YD‹ Yıkılan binada 32 kadının çalıştığı ve bunlardan 11’inin yaşamını bu evde geçirdiği öğrenildi. Yıkımdan sonra evsiz ve işsiz kalan kadınlar için belediye yetkilileri sorumlu olmadıklarını ve binayı taşıma işinin yetkilisinin valilik olduğunu söyledi.
kendimiz çözüyorduk. Hastalandığımızda bize müdahalede bulunacak bir hekim yoktu. Eğer hastalanırsak bu bizim özel sorunumuzdu. Durum çok ciddiyse eve giderdik. Yevmiye kesilirdi.” Peki hafta sonları? Zuhal, hafta sonları evin temizliğini yaptığını komşularını da yoğun mesaileri yüzünden tanıyamadığını anlatıyor. Zaten komşularına gitmek istemiyor. Çünkü iade-i ziyaret yapmalarından korkuyor. Diyor ki: “Ben komşularımı iyi ağırlamak isterim ama durumum yok.” Çok ağır hastalanmadıkça doktora gitmeyen, kocasından zaman zaman şiddet gören, iş yerinde tacize uğrayan, ses çıkaramadığı için kendisine bozulan, kocasının mevsimlik işçi olmasından kaynaklı hemen kışa kadar bir iş bulması gereken binlerce kadından biri Zuhal K. Öyle ki şu günlerde daha iyi bir işte çalışmanın, sosyal güvencesi olmasının, komşularıyla, kızlarıyla zaman geçirebileceği hafta sonlarının bir hayal olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Yalnızca birlik olsak olur belki ama. Çalıştığım yerde bir araya gelip iki çift laf etmemiz bile çok zordu ki zaten” Röportaj: Pınar Koyuncular
Yıkılan bina önünde açıklama yapan İnsanca Yaşamı Destekleme Derneği Genel Sekreteri Okşan Öztok buradaki insanlara yer gösterilmeden burayı yıkmak doğru değil. Bizleri yok ettikleri anda toplumda taciz ve tecavüz vakaları artacaktır” dedi. SEKS ‹fiÇ‹LER‹ GÜVENCE ‹ST‹YOR Genel evleri yıkılan seks işçilerine başka bir alanda çalışmak istedikleri zaman iş verilmiyor. Vesikalı olarak çalışmalarına rağmen iş güvencesi ve sosyal güvenceleri olmayan seks işçileri, seks işçiliğinin meslek olarak kabulünü sağlıklı ve güvenli çalışabilecekleri mekanlar ve tüm vatandaşların yararlandığı sosyal güvenlik haklarından yararlanmak ve örgütlenme özgürlüklerinin güvence altına alınmasını talep ediyor.
deki kadrolaşmaya hakim olan dünya görüşünü göz önüne aldığımızda bu önerinin kadınerkek mekanlarının ve uğraşılarının ayrılması doğrultusundaki muhafazakar dünya görüşünün ilköğretime kadar indirilmesiyle ilgili olduğu düşünülebilir” dendi.
Direnişte bir kadın Paflabahçe Devlet Hastanesi’nde tafleron temizlik iflçisi olarak çal›flan ve sendikalaflmak istedi¤i için iflten at›lan iflçilerden biri olan Türkan Albayrak, hastanenin önünde kurdu¤u çad›r›nda bir ay› aflk›n süredir direniyor. Hastanede çal›flt›klar› sürece insanca çal›flma koflullar›ndan mahrum b›rak›ld›klar›n›, afla¤›lanmaya maruz kald›klar›n›, ö¤le aralar›nda hastane bahçesinde “erkeklerle birlikte sigara içmekle” suçland›¤›n› anlatan Türkan Albayrak, ifle dönene kadar mücadelesine devam edece¤ini söylüyor. Neredeyse her gün ziyaretçi ak›n›na u¤rayan direnifl çad›r›na, polisler 9 A¤ustos günü sabah saatlerinde sald›rarak, Albayrak’› tartaklad›lar, çad›r› da¤›t›p eflyalara el koydular. Ancak y›k›lan çad›r›n deste¤e gelenlerle birlikte kurulmas› çok zaman almad›. Albayrak 15 yafl›ndaki o¤lunun ve ziyaretçilerin verdi¤i umutla direniflinin sonuçlanaca¤› ve ifle dönece¤i günü bekliyor.
11
YÜZ YÜZE 20 A¤ustos 2010 / 2 Eylül 2010
Onun oğlu bir TMK mağduru TMK
Halk›n Sesi
Adı Arif Akkaya. Erken yaşta evlendirildi, okulu bırakmak zorunda kaldı, önce inşaat işçisi, sonra TEKEL işçisi, en son da 4/C’li olarak çalıştı. Sendikacılık da yaptı, 1982 Anayasası’na karşı yürütülen kampanyalarla başlayarak politik eylemci olarak da sesini yükseltti. 14 Temmuz 2008’de çocuk yaştaki oğlunun, yeni Terörle Mücadele Kanunu uyarınca tutuklanması ile birlikte bu kez de TMK
DE⁄‹fi‹KL‹⁄‹
ÇOCUKLARI
mağduru çocukların ailelerini bir araya getiren bir kampanyaya öncülük etti. Tepkilerin ardından TMK’da yapılan değişiklerle birlikte çocukların bir kısmı serbest bırakıldı. Arif Akkaya’yla, çocuğunun tutuklanmasının ardından yaşadıkları üzerine konuştuk. Akkaya, değişiklikler sonrası çocuklara verilen cezaların ortadan kalkmadığına dikkat çekiyor.
CEZADAN
KURTARMIYOR
Kürt çocuklarının ‘o hal’i sürüyor K
imisi dedesini, babasını, abisini, arkadaşını, annesini kaybetmiş. Bir şeyleri fark etmek zorunda bırakıldıkları için büyüyünce bunları sorguluyorlar
A
çılım eşittir OHAL diyorum. Açılım, içi boş, AKP’nin kendine biçtiği bir kılıf, bir rol. Sadece boş laf bunlar, halka anlatacak bir şeyleri yok bunların bunu Kürtlere yönelik bir kıskaç olarak görüyorum.
Bölgedeki savaş ortamı hayatınızı nasıl etkiledi? Savaşta teyze çocuklarımı kaybettim ama daha da yakını arkadaşlarımı kaybettim. Onların ‘faili meçhul’ oluşlarına tanık oldum. Bölgede yaşayan her insan gibi biz de bu savaştan nasibimizi aldık. OHAL ve çatışmaların olduğu dönemlerden kalma sendikalı olduğum için bir ertelenmiş cezam bir de Yargıtay’da cezam var. Köy boşaltmaları döneminde ise köyde yaşamadığım için o anların duygusuna sahip değilim. Ama evlerini, topraklarını, hayvanlarını, akrabalarını, yakınlarını kaybeden yakınlarım var. OHAL dönemine dair söyleyebileceğim şöyle bir şey var; Ben kırk yedi yıldır zaten hep olağan üstü hallerle yaşıyorum. Çocuğunuz ne zaman tutuklandı? Tutuklandığını öğrendiğinizde neler düşündünüz? Oğlum yeni bir işe başlamıştı. Okul ihtiyaçlarını karşılamak için bir telefoncuda çalışıyordu ve o gün asker olan abisine bir şeyler almak için çarşıya çıkmıştık. 14 Temmuz 2008 günüydü. Biz Bağlar’da indik kendisi de Ofis’e gidecekti. Döndüğümüzde olaylar vardı. Panzerlerin sıktığı sudan ben de annesi de etkilendik. Geç saatlere kadar oğlumuz eve gelmeyince tedirgin olmaya başladık. Gece saat 23 sularındayken genel bir tedirginlik hali aldı bizi. Kayapınar Emniyet Müdürlüğü’nü aradık. Onlar bizde böyle bir çocuk yok deyip çocuk şubeye yönlendirdiler. Çocuğumuzun gözaltında olduğunu, savcının talimatıyla da yirmi dört saat bitmeden oğlumuzu göremeyeceğimizi söylediler. Bu süre bittikten sonra oğlumuzla görüştük. Bize şöyle konuştu: “Olay esnasında oradan geçiyordum. Göstericilerle polis arasında kaldım. Orada bulunan herkes gözaltına alınmaya başladı. Bizi Terörle Mücadele Şubesi’ne götürdüler, tekme tokat çok kötü dövdüler.” Dört gün gözaltında kaldıktan sonra tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi ve tutuklandı. On beş yaşındakı bir çocuğun cezası olarak, gösteri yürüyüş kanunu 2911’e muhalefet etmek, örgüt üyesi olmamakla beraber örgüt adına suç işlemek, polise mukavemet ve kamu malına zarar vermekten dava açıldı. Toplamda 22-26 yıl hapis isteniyordu. Tutukluluk süresince neler yaşadınız? Cezaevi ve gidiş gelişler sorunluydu. İnce arama vardı, her defasında tacize varacak davranışlar vardı. Kadınları kadın gardiyanlar erkekleri ise ilk aşamada erkek gardiyanlar ikinci aşamada askerler arıyordu. Giriş çıkışlarımızda ise tek tek kameraya alınıyorduk, kolumuza ya da parmağımıza mürekkep dökülüyordu. Özel avukat tutmuştuk çünkü ilk avukat Ceza Muhakemeleri Kanunu’na (CMK) göre atanmıştı. Çocuğunuz hapishanedeyken neler yaşadı? Mahkemeye götürülüp getirilirken ring araçlarında yazın çok sıcak, kışın çok soğuk bir ortamda tutuluyorlardı. Mahkemeye
Hükümetin tepkiler üzerine, taş atan çocuklar için çıkardığı yeni yasa hakkında ne düşünüyorsunuz? Yeni bir yasa çıkarmadı aslında. Asıl yasa 2006’daydı, Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamına aldılar bu yasayı. Şimdi de TMK kıskacından çıkarıp bir benzerini CMK kıskacına alıyorlar. Yani hiçbir şekilde çocuklar ceza almaktan kurtulmuyorlar. Şimdiki yasa cezanın ertelenmesi anlamına geliyor, cezayı ortadan kaldırmıyor.
götürülüp getirilirken kelepçeleniyorlardı. Avukatlarla yapılan görüşmeler sonrasında iki ay kadar kelepçeleme durumu kalktı ortadan; fakat daha sonra aynı uygulamaya tekrar devam edildi. Cezaevi şartları çok kötüydü ilk gittiklerinde. Hepsi ayrı ayrı tek kişilik hücrelerde tutulmuş ve oğlum ilk defa orda fareyle tanışmış. Sonra farenin kötü bir hayvan olmadığını, hatta bazı arkadaşlarının kedi köpek gibi farenin boynuna ip takıp oynadıklarını anlattı bize. Böceklerin de cezaevinde yaşamın bir parçası olduğunu anlattı. Yemeklerinin içinde çeşitli maddeler; paslı çivi, insan dişi, ip parçaları, hamam böcekleri ve kurtçuklar varmış. Sadece karınları tok olsun diye yiyorlarmış ama daha sonra birçoğu kusuyormuş. Cezaevi kantini ise çok pahalıymış. Mesala dışarda 1 lira olan yiyecek orda 3 lira olabiliyormuş. Sıcak su haftada bir gün verilirken o gün soğuk suyu da kesiyorlarmış ve ortalama 30 kişilik bir koğuşta üç haftada bir yıkanma sırası geliyormuş. Adli mahkumlara ıse günde üç saat sıcak su veriliyormuş. Cezaevinde intihar etmeye kalkışanlar oldu. Çocuklar ilgi
Bu ülke daha demokratik, insan hak ve özgürlüklerine daha saygılı, Kürt ve Türk çocuklarının birlikte yaşayabileceği bir ülke olabilir çekmek için isyan ettiler. Üç gün hücre cezası, üç hafta sosyal etkinliklerden men cezası aldılar. Daha sonra Adalet Bakanlığı bu çocukları ayı ayrı illere sürgün etme kararı aldı. Medya taş atan çocukları örgütün öne sürdüğü çocuklar olarak gösterdi. Bu çocuklar gerçekten niye taş atıyor, neye tepki duyuyor? Çocuğum tutuklandıktan sonra kızımla bir kampanya başlattık. Aileleri bir araya getirmek, haberleri birbirimize yaymak, çocuklarımızın yaşamış olduğu şeyleri gündemde tutup bunu diğer
insanlarla paylaşmak adına başlattığımız bir kampanyaydı. Bu çocukların temelde neye tepki duyduğunu soruyorsunuz ya; kimisi dedesini, kimisi babasını, abisini, arkadaşını, kardeşini, annesini kaybetmiş çocuklar bunlar. Bir şeyleri fark etmek zorunda bırakıldıkları için büyüyünce bunları sorguluyorlar. Bu çocuklar bununla beraber köyünden gelip varoşlarda yaşadığını, dışlandığını gördü. Bu yaşa gelene kadar karşısında panzer ve silah gördü bu çocuklar ve taş atmayı bir intikam değil de babasının abisinin ölümüne tepki olarak yapıyor. “Neden Kürdüm diye baskı görüyorum?”un tepkisi de var bunun içinde. Hükümetin açılım politikasını değerlendirir misiniz? Açılım size ne getirdi? Açılım dediler Kürt siyasetçiler, gençler, çocuklar tutuklandı. Hem de ağır cezalarla. Açılım konuşulunca, Kürtlere yönelik kötü şeylerın olacağını hissediyorum. Açılım eşittir olağanüstü hal diyorum. Açılım, içi boş, AKP’nin kendine biçtiği bir kılıf, bir roldür. Sadece boş laf bunlar, halka anlatacak bir şeyleri yok bunların. Hep beraber görmedik mi barış elçilerine neler yapıldığını. Ben
Savaş son dönemde yeniden şiddetlendi. Gerçek bir barış sizce nasıl gelir? Ben barışın geleceğine inanmıyorum. Son dönemdeki linç girişimleri ve yaşanan gerilimli ortamlar ve daha birçok şeydir beni buna inandıran. Bir yandan Türkiye’deki tartışma ortamı yavaş yavaş genel bir ayrışma havası yaratıyor. Barışı en çok isteyenler Kürt tarafı olmasına rağmen, karşı tarafın imhaya yönelik savaşı kışkırtan söylemleri, faşizan tavırları Türk ve Kürt halkları arasında barışın oluşması açısından bizi kaygılandırıyor. Bir kesim barış isterken bir kesimin yani şoven ve ulusalcı kesimin savaş naralarıyla halkı kışkırttıklarını görüyoruz. Bu sürecin de artık gelmiş gitmiş bütün hükümetler gibi AKP ile de, bu savaş çığırtkanlığıyla olmayacagına inanıyorum. Kürtler içinse en iyisinin ayrışma olduğunu düşünüyorum. Çünkü aslında birbirleriyle kan bağı olan bu iki halk arasında düşmanlık oluşturulmuş. Türkiye halkına mesajınız nedir? Irkçı ve şoven duygulardan arınıp, hükümetlerin ve sistemlerin halkları birbirine düşman ettiğini bilmemiz lazım. Bu coğrafyada yıllardır aslında beraber yaşıyoruz. Anadillerimizi de beraber paylaşmaktan bir zarar gelmiyeceğini söylemek istiyorum. Bu ülke daha demokratik, insan hak ve özgürlüklerine daha saygılı, Kürt ve Türk çocuklarının birlikte yaşayacağı bir ülke olabilir. Acılarımızı yarıştırmadan, acılarımızı paylaştığımız sürece bir araya gelip bir barıştan söz edebiliriz. Fakat acılarımızı yarıştırdığımız sürece bir araya gelip toplumsal bir barıştan söz edemeyiz.
Devlet onları çocuk olarak görmüyor
1
991 tarihli TMK’ye bağlanan ve 2006’da kanundaki değişiklikle inanılmaz boyutlara ulaşan bu sorun nedeniyle, Türkiye tam 2 yıldır çocuklarını hapislerde süründürüyor ve onlara terörist muamelesi yapıyor. Terörle Mücadele Kanunu mağduru çocuklar hapishanelere konulduğunda pedagojik destek alamıyor ve öğrenimlerini bırakmak zorunda kalıyorlar. Bu çocukların bazıları yetişkinlerle aynı koğuşlarda kalıyor, aileleriyle görüşleri engelleniyor, iki haftada bir verilmiş spor/oyun izinleri bile iptal ediliyor. Diğer mahpus çocukların katılabildiği atölye çalışmalarından mahrum bırakılıyorlar. Ayrıca, aylarca hatta senelerce süren duruşmalarına hep kelepçeli getirilip
götürülüyorlar. 2006’da yenilenen Terörle Mücadele Kanunu nedeniyle 12–18 yaş arası çocuklara çocuk değilmiş gibi işlem ve muamele yapıyor. Adi suçluların yararlandığı pek çok haktan bu çocuklar yararlanamıyor. AKP’nin kamuoyundan gelen tepkiler üzerine yaptığı yeni düzenleme ile pek çok çocuğun tutukluluk hali sona erse de yargılamalar sürüyor ve 150’nin üstüne TMK mağduru çocuk hala hapishanelerde bulunuyor. İnsan Hakları Derneği hükümetin yeni düzenlemelerinin yetersiz olduğuna dikkat çekerek, göstermelik ceza ertelemelerinin ötesine geçilmesini istiyor.
Çocuk, TMK ülkesinde T
erörle Mücadele Kanunu'nda çocukların mağduriyetini gidermeye dönük olduğu iddia edilen değişikliği yeterli görmeyen İHD, TMK mağduru çocukların durumuna dikkat çekmek için bir kampanya başlattı. Hükümetin TMK'daki değişikliklerini yeterli görmeyen İHD, bir hafta boyunca bölge genelinde 'Burası TMK mağduru çocuklar ülkesi' sloganıyla afişleme çalışması yaptı. Diyarbakır'da başlatılan etkinlikler kapsamında kent merkezlerine ve panolara tutuklu çocukların gönderdiği mektuplar ve toplumsal gösterilerde çocukların maruz kaldığı şiddeti içeren fotoğrafların yer aldığı afişler asılıyor. TMK kapsamında tutuklanan çocukların yaşadığı mağduriyet sona erdirilinceye kadar çalışmalarına devam edeceklerini belirten İHD Çocuk Hakları Komisyonu Sorumlusu ve Yöneticisi Üyesi Av. Kezban Yılmaz, hükümetin hazırladığı tasarının 'Adaletsizliği kapatmaya çalışan bir tasarı' olduğunu belirtti. Yeni düzenlemeye ilişkin tepkiler sürüyor.
Bol bol su için geçer...
T
MK mağduru çocuklar hapishanelerde yaşadıklarını dışarıya duyurabilmek için isyan bile çıkardılar. Ancak yazdıkları mektuplar isyanlarından daha çok ses getirdi. İ.K. (16 yaşında. Cizre’de tutuklandı. Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 13 yıl ceza verildi. Ceza, yaşı dikkate alınarak 7.5 yıla indirildi. Dosyası, Yargıtay’da) “Ortaokulu bitirdim, burada açık öğretime kaydolmak istedim ama param yok... Dosyam Yargıtay’da ama umudum yok. Bana fıkra gibi geldi. Yasalar, maddeler... Ben bir şey anlamadım, niye içerdeyim? Annem çok üzülüyor. Görüşüme geldiginde sürekli ağladığı için doğru dürüst konuşamıyoruz. Kardeşlerim şimdi Manisa’da çalışıyor, domates topluyorlar. Dışarıda olsam onlarla çalışırdım... Buraya bir grup geldi üniversiteden, durumumuzu araştırmak için. Kötü kokudan dolayı içeri girmediler. Dedim, biz nasıl kalıyoruz? 15 yaşında arkadaşımız var burada. Hakkında 20 yıl ceza isteniyor. Çok küçük, ceza da verecekler galiba... Geçen yemekte zehirlendik. Hastaneye götürülmedik. Dediler ki, bol bol su için geçer, dediler. Sanki bol su var.”
12
DOSYA 20 A¤ustos 2010 / 2 Eylül 2010
Halk›n Sesi
‘Evet’in a rdında kile r... eta seçim Recep Tayyip Erdoğan ad andum çalışmasına çevirdiği refer agandası mitinglerinde ‘evet’ prop ü açan hitayaparken siyasette önün yararlanıyor. bet gücünden fazlasıyla kalan bu Polemiklerin gölgesinde rkı sözleri konuşmalarda şiirler, şa erkez sağın bolca yer alırken hem m ürleri öne geleneksel söylem ve fig phesinin çıkıyor hem de ‘evet’ ce neoliberal yüzü
AKP’nin ‘Evet’i ve referandumun kodları Anayasa değişikliğine ilişkin referandum süreci ülkenin genel seçim havasına girmesine neden oldu. Referandumda verilecek ‘evet’ oyu AKP politikalarına da evet anlamına gelecek
Bu siyasi atmosfer içerisinde pakette yer alan değişikliğin içeriği kadar hükümetin öne çıkarttığı söylem de önem kazanıyor. İşte AKP’nin referandum kampanyasının kodları
AKP de anayasası da neoliberal Yargı artık birilerinin arka bahçesi olmayacak. Değerli kardeşlerim, bundan çekiniyorlar. Yargıda kast sistemi sona erecek, kapalı devre sistem sona erecek, ondan çekiniyorlar. (Erdoğan’ın 7 Ağustos Antalya mitingi konuşmasından) Anayasa değişikliğini savunan hükümet, değişikliğin ana gövdesini oluşturan yargıya ilişkin düzenlemelere yönelik itirazları ‘üstünlerin hukukundan hukukun üstünlüğüne geçiyoruz’ sözleriyle yanıtlıyor. Fakat Erdoğan’ın hukukun üstünlüğünden yola çıkıp ‘yargının hukuksuzluğu’ konusunda verdiği örnekler, yargıdaki değişikliklerin amacının hükümetin neoliberal programıyla ilişkili olduğunu gösteriyor.
“Kendi yapt›klar› anayasaya sahip ç›km›yorlar. Demek ki ay›k kafayla de¤il, sarhofl kafayla haz›rlam›fllar. Dört senede delik deflik olmas›n›n nedeni de bu.” (R.T. Erdo¤an 12.05.1994, Hürriyet)
ÖRNEK HER fiEY‹ ANLAMAYA YET‹YOR Başbakan, 31 Temmuz günü Adana’da düzenlenen ‘evet’ mitinginde yargıyı neden değiştirmek istediklerini iki örnekle açıkladı. Bunlardan birisi İzmir Limanı’nın özelleştirilmesinin Danıştay kararıyla durdurulması; diğeri ise sağlık alanının piyasalaştırılmasına hizmet eden ‘tam gün yasası’nın
Anayasa Mahkemesi tarafından kısmen iptal edilmesi. Bu iki örneğe Antalya mitinginde şeker fabrikalarının özelleştirilmesinin gecikmesi de eklendi. Erdoğan özelleştirmelerin iptal edilmesinden yargıyı sorumlu tutarken tam gün yasasının iptaline de öfkesini gizlemiyor. Yargı mensuplarının özelleştirmeleri duraklatmasını tuzu kuru bürokrat olmalarına bağlıyor. ‘Onlar bedel ödemiyor o yüzden ülkeyi zora sokacak kararları almaktan çekinmiyor’ diyor. İleri demokrasilerde Anayasa Mahkemesi nasıl bir yapıya sahipse, şimdi biz Türkiye'ye ne yapıyoruz? Onu getiriyoruz. İleri demokrasilerde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu nasıl bir yapıya sahipse, Türkiye'ye onu kazandırıyoruz. (Tayyip Erdoğan’ın 7 Ağustos Antalya mitingi konuşmasından) Erdoğan ‘ileri demokrasi’yle neyi kastediyor? Bunun cevabını bulmak için Erdoğan’ın demokrasi anlayışına ilişkin kısa bir ufuk turu yapabiliriz. Bu konuda ilk akla gelen sözü, 1996 yılında hükümetin koalisyon ortağı Refah Partisi’nin yöneticisiyken sarf ettiği ‘Biz diyoruz ki
demokrasi amaç değil araçtır’ cümlesi. Erdoğan bu cümleyi 14 Temmuz 1996 tarihli Milliyet gazetesinde Nilgün Cerrahoğlu ile yaptığı söyleşide kurmuştu. Aynı söyleşide kendisine partisinin %24 oy aldığını ama geri kalan %76’lık bir kesimin tercihinin Refah Partisi olmadığını hatırlatan Cerrahoğlu’na Erdoğan’ın cevabı şöyle:
“O zaman kusura bakmayın o demokrasi yanlış. Hem demokrasiye ‘halkın iradesi’ diyeceksiniz. Bu demokrasiyi biz yazmadık Türkiye’de. Bize karşı olduğunu söyledikleriniz yazdı. O anayasayı biz hazırlamadık onu da söyleyeyim size.” (Erdoğan’ın N. Cerrahoğlu ile söyleşisi 14 Temmuz 1996 Milliyet gazetesi) Bu fikri dile getirdikten sonra elbette çok şey değişti. Erdoğan ‘değişim’ rüzgarıyla Milli Görüş çizgisinden ayrıldı. AKP’yi kurdu ve iktidar oldu. Fakat kendilerine karşı olanların yazdığı anayasaya karşı şimdi kendilerinin anayasasını yazma zamanı geldi. O da değişiklik paketinde birçok düzenlemeyi kendisinin rejimin kurumları üzerindeki etki ve gücünü arttıracak biçimde değiştirmek amacıyla hazırladı.
Beyaz kefenin hatırlattıkları... Erdoğan’ın sık sık başvurduğu ‘beyaz kefen’ söylemi sağ söylem için oldukça ajitatif anlamlara geliyor. Kefende, Menderes’e yapılan gönderme kadar cihad için safları sıklaştırma çağrısı da var
Türkiye tam 40 yıl boyunca 27 Mayıs'la yüzleşmedi, yüzleşemedi. 27 Mayıs 1960'ta bu ülkenin başbakanını, seçimle gelmiş başbakanını asan zihniyet hiç değişmedi. Dikkat edin Eskişehirliler, o gün 27 Mayıs'a alkış tutan, o gün 27 Mayıs'a çanak tutan, o gün 27 Mayıs'çılara emrinizdeyim diyen zihniyet işte bugünkü hayırcı zihniyettir. O gün başbakanı darağacına götüren zihniyetle bugün AK Partiyi Yüce Divanla tehdit eden Menderes'in, Polatkan'ın, Zorlu'nun akıbetiyle tehdit eden zihniyet aynı zihniyettir. CHP ne diyor, MHP ne diyor? Başbakan seni Yüce Divana götüreceğiz. Sen ne diyorsun be, ne diyorsun? Biz bu yola
çıkarken beyaz kefenimizle beraber çıktık, ne diyorsun? Abdestinden şüphesi olmayanın namazından şüphesi olmaz bunu böyle biliriz. (Tayyip Erdoğan’ın 6 Ağustos 2010 Eskişehir mitingi konuşmasından) Erdoğan’ın en sık kullandığı ifadelerden birisi de ‘biz bu yola beyaz kefenimizle beraber çıktık.’ Bu sözü daha önce türban serbestisine ilişkin düzenlemeye muhalefet eden Baykal’a karşı da sarf etmişti. “İdam sehpasının yolunu gösteriyor. Sen nasıl demokratsın ya, nasıl demokratsın? Biz bu yola çıkarken daha önce
demokrasiye inanmış insanların söylediğini biz de söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla beraber yola çıktık. Biz bu konuda bedele hazırız, bu konuda hazırız” (Erdoğan’ın 12 Şubat 2008 AKP Grup toplantısı konuşması) MENDERES’TEN ÖZAL’A Kefen söyleminin Türkiye merkez sağ siyasetinin tarihinde Adnan Menderes’e yönelik bir gönderme olduğu ortada. Siirt mitinginde okuduğu şiir sonrası 4 ay hapis yatmak için cezaevinin yolunu tutarken de aynı şeyi yapmış, kendi 120 günlük mahpusluk macerasını Adnan Menders’in idam
edilmesiyle özdeşleştirmişti. Türkiye’de merkez sağ çizginin en popüler argümanlarından birisiydi bu. Erdoğan’ın Menderes’le beraber ardılı olduğu bir diğer isim olan Turgut Özal da “Siyasetçinin iki gömleği vardır. Biri bayramlık biri idamlık” derdi. C‹HADI HATIRLATIYOR Erdoğan anayasa referandumu sürecinde kendini merkez sağın bu iki ismi ile bir kez daha özdeşleştirirken bir yandan da bu siyasi geleneğin en popüler argümanlarından birisi olan idam edilen lider figürünü kullanıyor. Beyaz kefen, popülist sağ
Darbenin öz evlatları 12 Eylül'le yüzleflmek için, 12 Eylül'le hesaplaflmak için, tekrar 12 Eylül'lerin yaflanmamas› için 12 Eylül 2010'da sizden Evet bekliyorum. (Erdo¤an’›n 24 Temmuz Bingöl mitingi konuflmas›) AKP ‘demokrasi ve özgürlük’ için referandumda ‘evet’ oyu verilmesi ça¤r›s› yapsa da gerek izledi¤i siyaset gerek kurmay kadrolar›, AKP’nin merkez sa¤ çizginin güncel bir halkas› oldu¤unu gösteriyor. Üstelik hükümet 12 Eylül Darbesi’nin 24 Ocak kararlar›yla bafllatt›¤› ekonomik - toplumsal düzeni, bugünkü icraatlar›yla sürdürüyor. 12 Eylül’le hesaplaflma ça¤r›s› yapan AKP, 12 Eylül Darbesi ile bafllayan düzenin bir uzant›s› olarak görülebilir. Birçok sol grubun referandum paketinin 12
Eylül’ün “özünü” korudu¤unu ›srarla iddia etmesi bu ba¤lamda tesadüf de¤il. Zira AKP, 12 Eylül ile hesaplaflmak flöyle dursun, aksine 12 Eylül’ü mant›ksal sonuçlar›na ulaflt›ran bir siyasi öznedir. (Efe Peker – AKP’nin 12 Eylül’ü, 8 A¤ustos 2010 Radikal 2) AKP’nin kurmay kadrolar›n›n neredeyse tamam› sa¤›n ve kontrgerillan›n kadro okulu Milli Türk Talebe Birli¤i’nin (MTTB) tedrisat›ndan geçmifl, birço¤u Nakflibendi tarikat›yla yak›n iliflkiler içinde bulunan isimlerden olufluyor. Darbe ile birlikte resmi devlet ideolojisi haline gelen Türk-‹slam sentezi, bu ideolojiyle e¤itimden geçmifl AKP kadrolar›n›n bugün devleti yönetmesiyle varl›¤›n› güçlendirerek sürdürüyor.
AKP kurmaylar›n›n geçmiflte yer ald›¤› baz› görevler bile bugün hesaplaflt›klar›n› öne sürdükleri darbe gelene¤inin öz evlad› olduklar›na iflaret ediyor. 24 Ocak Ekonomik Kararlar›’n›n mimar›, darbe sonras› hükümetin baflbakan› ve neoliberal dönüflüm için ilk ad›mlar› atan Turgut Özal döneminde Devlet Planlama Teflkilat›’nda görev yapan iki AKP’li: Beflir Atalay (‹çiflleri Bakan›), Yaflar Yak›fl (Abdullah Gül baflbakanl›¤›ndaki 58. Hükümetin D›fliflleri Bakan›) Turgut Özal hükümetlerinin müzmin ‹çiflleri Bakan› Abdülkadir Aksu. Özal dönemi ve onu takip eden Y›ld›r›m Akbulutlu Mesut Y›lmazl› dönemlerde ANAP hükümetinin de¤iflmeyen devlet bakan›.
siyaset açısından idam edilen liderler kadar güçlü başka bir değeri de çağrıştırıyor: Cihad. ‘Hak yolu’nda onun düşmanlarına karşı verilen savaş siyasal İslam’ın temel argümanlarından birisi. Siyasi faaliyetlerini ve kazanılan mevzileri cihadla açıklayan islamcı hareket için kefen giymek ‘hak yolu’nda verilen bu savaşta ölmek yani ‘şahaadete ulaşmak’ anlamına geliyor. Erdoğan hegemonya savaşında İslami hareketin en temel söylemi olan cihadı kullandı. Saflarını sıklaştırmak için yaptığı cihad çağrısıyla ‘ölümüne girdikleri bu savaşta’ tüm İslamcılardan destek istedi.
Söz de karar da AKP’nin Biz Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak üzerimize düşeni yaptık. Biz sizin bize yüklediğiniz emanetin hakkını verdik. Şimdi evet, söz sizde, karar sizde. Sevdamız millet, kararımız... Sevdamız millet, kararımız evet. Sevdamız millet, oyumuz evet. (Erdoğan’ın 8 Ağustos Afyon mitingi konuşmasından) AKP’nin referandum kampanyası sloganlarından birisi ‘Evet söz millletin, evet karar milletin.’ Yine Demokrat Parti’nin 1950 seçimlerinde kullandığı ‘Yeter söz milletin’ sloganından esinlenme bir slogan. AKP bunu kullanarak Demokrat Parti sloganına göndermeler yapıyor. Merkez sağın tarihsel mirasçısı olduğunu ima ediyor. Demokrat Parti’nin tek parti dönemi sona ererken siyaset sahnesine çıkmak için kullandığı bu slogan kendi koşulları içinde anlaşılabilir. Fakat bugün açısından şaşırtıcı olan bu sloganı muhalefetteki bir partinin değil 8 yıllık bir iktidar partisinin kullanıyor olması. Üstelik de hiçbir toplumsal grup ya da kesimin katkısını almaksızın, kamuoyuna kapalı bir biçimde sadece kendi partisinin teknokrat ve kurmayları tarafından hazırlanan bir değişiklik paketinin oylanması süreci için kullanıyor olması. Bu durum klasik bir AKP taktiği olan ‘zalimken mazlum’ edebiyatının güncel bir parçası olarak değerlendirilebilir.
13
TARİH 20 A¤ustos 2010 / 2 Eylül 2010
Halk›n Sesi
G E Ç M ‹ fi T E N
B U G Ü N E
‹ Z
B I R A K A N
A T I fi M A L A R
İki yiğit çıktı meydane... R
eferandum öncesi siyasilerin her fırsatta karşılıklı atışmalarına tanık oluyoruz bugünlerde. Gerçi bugünkü atışmalar, geçmiştekilerden farklı olarak siyasetin gerçek gündemini yansıtmak yerine onun üzerini örtüyor
B
İlk Meclis ilk atışma ÖZEN TAÇYILDIZ
B
ugün Meclis sıralarında görmeye alışık olduğumuz atışmalar, kimi zaman kavgalar, aslında TBMM’nin ilk yıllarına hatta ilk Meclis’e kadar uzanır. 1920’de ilk Meclis'in açılmasından bir ay sonra, 'İkinci Grup' adı altında muhalefet hareketi ortaya çıkar ve Temmuz 1922’de bir programla resmen kurulur. Grup ilk olarak Meclis yetkilerinin 15 kişilik bir “Fevkalade Harp Komisyonu”na devrine ilişkin yasa tasarısına karşı çıkar. Ardından İstiklal Mahkemeleri’nin kapatılmasını önerir, Meclis’in egemenlik haklarını Mustafa Kemal’e devreden Başkumandanlık Kanunu’nun uzatılmasına muhalefet eder. Grubun lideri ve sözcüsü, son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında Trabzon milletvekili olarak görev yapan Ali Şükrü Bey'dir. Ali Şükrü Bey, yüzbaşı rütbesindeyken istifa ederek siyasete atılmış ve önemli bir muhalif ses olmuştur. Yabancı dile hâkimiyeti sayesinde Ankara'nın izlediği siyasetin uluslararası alandaki yansımalarını dış basından takip eder, özellikle de Lozan müzakerelerinin gidişatıyla ilgili olarak zaman zaman
Meclis’e verilen resmi bilgiyle dış kaynaklı haberler arasında çelişkileri gündeme getirir. Örneğin, Mustafa Kemal’in, "Görüşmeler devam etmektedir" açıklamasını "Hayır, müzakereler kesilmiştir" şeklinde tekzip eder. Ali Şükrü Bey, İsmet İnönü'nün Lozan'da, “hariciyeci olmaması sebebiyle” acemice davrandığı, Meclis’in verdiği yetki sınırlarının dışına çıkarak müzakereleri yürüttüğü kanısındadır. Meclis görüşmelerini yöneten Ali Fuat Paşa'nın anlatımıyla ortam gittikçe gerilir: "Gazi Paşa konuşurken Meclis'e sinirli bir hava hâkimdi. Mustafa Kemal Paşa kürsüyü terk etmiyor, sualleri cevaplandırıyordu. Mebuslardan bir kısmı bulundukları yerlerden ayağa kalkmış konuşuyorlar, bir kısmı kürsünün etrafına gelip Gazi'ye cevap yetiştiriyorlardı. Bunların arasında Ali Şükrü Bey de vardı. Paşa, sözlerini tamamladıktan sonra Ali Şükrü Bey'in, 'Ben de konuşacağım' demesi üzerine hiddetli bir tavırla, 'Bir haftadır konuşmalarınızla memleketi zarardide ediyorsunuz' diyerek elleri cebinde, asabi bir halde kürsüden indi ve 'Maksadınız ne?' diye bağırarak Ali Şükrü Bey'in üzerine yürüdü. Ali Şükrü Bey, 'Kimseyi ithama hakkınız yoktur' diye bağırıyordu. İki grup birbirine hasım cephe teşkil etmişlerdi." Meclis’te muhalefeti-
ni ısrarla sürdüren Ali Şükrü Bey, yazılı muhalefetini de Mustafa Kemal'in Hâkimiyet-i Milliye gazetesine karşılık yayınladığı Tan gazetesi ile yapar. Ancak Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi nedeniyle gazete ancak 68 sayı yayımlanabilir. Evet, Ali Şükrü Bey öldürülür. Seçimlerden kısa bir süre önce, 27 Mart’ta ortadan kaybolur, sonra da cesedi bulunur. Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Komutanı Topal Osman ve adamları tarafından öldürüldüğü anlaşılır. Hakkında yakalama emri çıkarılan Topal Osman, çatışma sonucunda ölü ele geçirilir. Meclis daha önce Ali Şükrü Bey'in katili yakalandığında idam edilmesi, infazın da Ulus Meydanı'nda yapılması kararını aldığı için cesedi mezarından çıkarılıp ayağından darağacına asılır. Ancak olayın arkasında neler olduğu konusunda şüpheler oluşur. Dile getirilen ciddi iddialardan biri de, hem Ali Şükrü Bey’in yıpratıcı muhalefetinden hem de çete gibi iş gören Topal Osman ve adamlarından kurtulmak için bir taşla iki kuş vurulduğudur. İlk Meclis yıllarında etkin olan İkinci Grup, 1923’teki İkinci Meclis seçimlerinde dışarıda kalarak etkinliğini yitirir.
ugün boy-soy düzeyini aşamayan atışmaların tarihteki ünlü örneklerine kulak verdik. Kimi savaşla sonuçlanmış, kimi ölümle... Kimi de ucu kendisine dokunan siyasilerce yasaklanmış
Sarayın muhalif sesi Nef’i At›flmalar sadece siyasiler aras›nda de¤il elbette. Özellikle söz ustalar›n›n, kimi zaman “düello” fleklinde devam eden, zekice kurgulanm›fl at›flmalar› çok daha lezzetli ancak bu düello, kimi zaman sanatç›n›n ölümü ile son bulabiliyor ancak. Bunun örneklerinden biri, yazd›¤› hicivlerle dönemin birçok isminin nefretini ve öfkesini üstüne çeken 17. yüzy›l ünlü Divan flairi Nef’i. Nef’i’nin edebi flöhretinin en yüksek derecesine ulaflt›¤›, iltifat ve nimete en fazla bo¤uldu¤u ancak di¤er yandan da musibete en çok u¤rad›¤› devir IV. Murat dönemidir. Kendisi de fliirle ilgilenen IV. Murat, kasidelerini ve hicivlerini be¤endi¤i flairi özel e¤lence meclislerinde bulunduruyordu. Padiflah›n, fliir söylemede tek söz sahibi olarak tan›mlad›¤› Nef’i, devrin ço¤unlu¤u yüksek mevki sahibi de olan flairlerinin bir bölümü taraf›ndan fliddetle elefltirilmifl ve hicvedilmifltir. Dönemin ozan› fieyhülislam Yahya, Nefi'yi över gibi yap›p “kafir” olmakla hicvedince Nef’i de buna karfl›l›k olarak; 'Müftü efendi bize kâfir demifl. Tutal›m ben O'na diyem müselman. Lâkin var›ld›ktan ruz-› mahflere, ‹kimiz de ç›kar›z orda yalan' diyerek cevap vermifltir. Bir baflka at›flmas› ise bürokrat Tahir Efendi iledir. Nef’i’ye köpek manas›na gelen "kelp" sözcü¤ünü takan Tahir Efendi’ye Nef’inin cevab›: “Tahir efendi bana kelp demifl/‹ltifat› bu sözde zahirdir/Malikî benim mezhebim zira/‹tikad›mca kelp tahirdir” fleklindedir. ‹nanc› olan Maliki
mezhebine göre kelp’in temiz anlam›na da gelen tahir(!) oldu¤unu söyler. Uzunca bir süre IV. Murat taraf›ndan korunan Nef’i, rivayete göre Befliktafl’taki köflkünde Nef’i’nin eserini okurken yan›bafl›na y›ld›r›m düflmesi sonucu bir daha hiciv yazmayaca¤› konusunda söz verir padiflaha. Ancak kalemini durduramay›p Vezir Bayram Pafla hakk›nda bir hicviye kaleme al›r ve kimine göre bu hicviyesinden ötürü, kimine göre de padiflaha yaz›lm›fl bir hicvi dolay›s›yla 1635 y›l›nda, saray›n odunlu¤unda kementle bo¤ularak öldürülür. Cesedi ‹stanbul Bo¤az›’ndan denize at›l›r.
Gölge oyun gerçek muhalefet Ali fiükrü Bey
Yine yakmış yar mektubun ucunu Mektuplar her zaman aşk sözcükleri içermez. Kimi zaman kavgaya davet eder...
B
ugün tenis maçı izler gibi izlediğimiz siyasilerin atışmaları, geçmişte elçilerin iki lider arasında mekik dokuduğu diplomasi biçiminde ya da karşılıklı mektuplaşmalarında gerçekleşiyordu. 1402’de Yıldırım Beyazıt ve Timur’un komutasında yaşanan Ankara Savaşı öncesinde Timur, Beyazıt’a dört mektup göndermiş, Beyazıt da dört mektupla ona cevap vermiştir. Timur; Yıldırım Beyazıt’a yazdığı ilk mektubunda; kendisinden kaçan ve Osmanlı’ya sığınma talep eden Karakoyunlu hükümdarı Kara Yusuf ile Bağdat Sultanı olan Ahmed Celâyir’in kendisine teslim edilmesi, öldürülmeleri ya da ülke sınırları dışına çıkarılmaları gibi tekliflerini iletmişti. Beyazıt, Timur’un bu isteklerini emri vâki saymış, “Ey ihtiyar köpek, tekfurdan daha şiddetli kâfirsin” şeklinde sert ve hakaret edici ifadeler kullandığı cevabi mektubunda, Timur’a mağlup olmuş yerleri bir bir sayarak “Osmanlı sultanları ve askerlerini onlarla bir tutmaması” gerektiğini belirterek bir bakıma meydan okumuştur. Ayrıca “bu mektup eline geçtikten sonra savaş meydanına her kim ki gelmeyip kaçarsa, onun eşi üç talakla kendisinden boş olsun...” diyerek, Timur’u savaş meydanına davet etmiş, gözdağı vermiştir. Bu ilk mektuplardan sonra, taraflar daha temkinli olmayı yeğlemiş, üslûplarını yumuşatmayı tercih etmişlerdir ancak
atışmalar devam eder. İkinci mektuplarında her iki lider de tek amaçlarının “Allah yolunda cihad etmek”, “hizmet etmek” olduğu iddiaları ve bu yoldaki “başarı”ları ile yarışmaktadırlar. Timur; “Sen kendini Allah yolunda cihad eden, bizi ise haksız yere kan döken bir kâfir ve beni yeni yetme bir savaşçı saymışsın. Bil ki, ben kırk yıla yakın bir süredir nefsimi cihada adamışım. Bu cihatlar sonunda kaleler
ve ülkeler fethederek, beldeleri kurtarmakla meşgulüm. Bugüne kadar hangi tarafa gittiysem, kısa sürede orayı ele geçirdim. Sivas’ı da kısa zamanda elde ettim. Sen Malatya’yı muhasara ettin, dört ay elde edemedin ve geri dönmek zorunda kaldın. Sinop Kalesi’ni ne zamandan beridir elde edemedin. Mektubundaki gibi tehdit ve gurura kapılma, akıl yolundan uzak sözlere cesaret etme” der. Beyazıt cevabında, “Malatya ve Sinop hususundaki iddianız doğru değildir. Bazı sebeplerden dolayı muhasaradan vazgeçilmiştir. Bizim nazarımızda; dünya ve içindekilerin kıymeti, Allah yolunda cihat etmenin yanında saman çöpü kadar değeri yoktur” dedikten sonra askerlerinin soyu meselesine gelir. Bugünküne benzer bir biçimde ancak bu kez birbirleri yerine askerleri üzerinden bir soy-sop meselesi ile atışmaları devam eder. Timur’un, “Bizi ve askerimizi kâfir, dinsiz, sapık itikatlı mezhep sahibi ve çirkin âdetleri bulunmakla itham etme. Bizim askerimiz babadan ataya Müslüman ve Müslüman çocuklarıdır. Kaldı ki, Osmanlı’nın askerleri çoğunlukla kâfirlerden devşirme olduğu açıktır” sözlerine “Osmanlı askerine Abdullâh oğlu demekten fazlasıyla zevk duyarız. Çünkü bütün sahâbe-i kirâmın ataları kâfir iken, kendileri Müslüman oldular. Böyle Müslüman olanlar, insafı olmayan Müslüman-zâdelerden çok çok üstündürler” şeklinde cevap verir.
Tarihte at›flmalar›yla ünlü ikililerden muhtemelen ilk akla gelenler, Karagöz-Hacivat ikilisidir. Geçmiflten bugüne de¤iflerek de olsa ulaflan bu perde oyununun daha az bilinen ama özellikle dikkat edilmesi gereken taraf› ise karfl›l›kl› at›flmalar›n asl›nda iktidara, bürokrasiye göndermeler oldu¤udur. Karagöz ve Hacivat hakk›nda ortaya at›lan pek çok iddiadan en yayg›n olan›, Orhan Bey döneminde iflçi olarak çal›flt›klar› Bursa Ulucami’nin yap›m› s›ras›nda, ikilinin aras›nda geçen ve di¤er iflçilerin ilgisini çekip ifllerini aksatmalar›na sebep olan nükteli konuflmalar› dolay›s›yla inflaat›n yavafl ilerlemesinden sorumlu tutularak öldürülmeleridir. Verdi¤i karardan piflman olan Orhan Bey’i teselli için Karagöz ve Hacivat’›n tasvirleri canland›r›l›p nükteli konuflmalar› seslendirilir. Yavuz Selim’in 1517’deki M›s›r seferi sonras› gölge oyununun ülkeye gelmesinin ard›ndan da Türklerin kukla gelene¤i ile gölge oyunu birlefltirilir. Tafllama gelene¤i ve Osmanl› halk›n›n çeflitlili¤i, müzikal renklili¤i kat›larak Karagöz perdedeki yerini al›r. Karagöz, iç tepkilerini hemen a盤a vuran, oldu¤undan baflka gözükmeye çal›flmayan bir halk adam›d›r. Kurallar› ihlal eder. D›fla dönüktür. Toplumsal kal›plar, seçkin s›n›f, farkl› lehçeler ile alay edifli ve yinelemeleriyle en çok kahkahay› al›r. Hacivat ise pek çok konuda bilgi sahibi, herkesin sa¤duyusuna göre konuflmay›
bilen, kurulu düzeni de¤ifltirmek istemeyen, süslü bir Osmanl› Türkçesi konuflan, elit tiplemedir. Kurallar› bilir ve bunlara uygun davran›r. Yerleflik düzenin bekçisidir. Dört bölümden oluflan oyunda Muhavere (at›flma) isimli özel bir bölüm vard›r. Muhavere bölümünde, Karagöz ve Hacivat aras›nda geçen sadece söze dayanan, olaylardan s›yr›lm›fl hatta oyunla ilgisiz de olabilen, genelde tekerleme biçiminde ikili konuflma yer al›r. Do¤açlama özelli¤i ile güncel olaylar›n ifllenmesine son derece aç›k olan Karagöz perdesi, Osmanl› ‹mparatorlu¤u’nda kamusal alanlarda s›radan insanlar›n siyasal otoriteyi elefltirebildi¤i bir tiyatro performans›yd›. Dolay›s›yla zaman›n›n en önemli toplumsal yergi vas›tas›yd›. Siyasal elefltirinin dozu, bu gösterilere tan›k olan yabanc› gezginleri bile flafl›rtacak denli fazlayd›. Karagöz sanatç›lar› devlet ileri gelenlerinin h›rs›zl›¤›n›, rüflvetçili¤ini perdede canland›r›r, siyasal çürümeyi elefltirirlerdi. Bu tafllamalar Sultan Abdülaziz taraf›ndan çok keskin bulunup oyunlar yasaklan›ncaya kadar da böyle devam etmifltir. Devlet ileri gelenlerinin perdeye yans›t›lmalar› a¤›r cezalara ba¤lanm›fl, daha sonra da metinlerinin, önceden yaz›larak yetkili kiflilerin onay›ndan geçtikten sonra oynanmas› flart›yla serbest b›rak›lm›flt›r. Bu yasaklamalardan sonra da Karagöz s›radan bir güldürü durumuna düflmüfltür.
14
BİLİM-SPOR
Halk›n Sesi
20 A¤ustos 2010 / 2 Eylül 2010
Dünyanın basketbolu Türkiye’de Bu yıl Türkiye’de düzenlenecek olan Dünya Erkekler Basketbol Şampiyonası birbirine yakın güçteki takımların büyük çekişmesiyle, görsel şölene dönüşecek
Gönlüm’ün takıma dönmesiyle pota altında güç kazandı. Türkiye gruptaki ilk maçını 28 Ağustos’ta Fildişi Sahili ile oynayacak. Türkiye’nin turnuvadaki en önemli kozları Hidayet Türkoğlu ile Ersan İlyasova olacak. C Grubu maçları, bu turnuva için yapılan Ankara Arena’da oynanacak.
ması seyir zevkinin düşeceği görüşlerini doğursa da A Grubu çekişmeli maçlara sahne olacak. Dünya basketbolunda bir ekol olarak kabul edilen Yugoslav basketbolunun bugünkü en güçlü temsilcisi Sırbistan’ın yanı sıra Afrika’da 9 kez şampiyon olan Angola da A Grubu maçlarının seyir zevki açısından güzel geçmesine katkı sağlayacak.
‹SPANYA Y‹NE FAVOR‹ Turnuvanın en büyük favorilerinden İspanya’nın yer aldığı D Grubu maçları İzmir’de Halkapınar Spor Salonu’nda oynanacak. İspanya’nın en büyük kozu olan Paul Gasol vücudunun alarm verdiğini belirterek turnuvaya katılmasa da İspanya’nın kadrosu şampiyonluğu zorlayacak kapasiteye sahip. İspanya’yı bu turnuvada da tıpkı futboldaki gibi Katalan oyuncular sürükleyecek. Gasol’un yokluğunda İspanya’nın kadrosunda 5 Katalan oyuncu mücadele edecek. Bu oyunculardan Ricky Rubio, Mark Gasol ve Juan Carlos Navarro İspanya ilk 5’inin vazgeçilmez oyuncuları olacak. C Grubunda mücadele edecek olan Litvanya ve Fransa da turnuvanın başı çekecek takımları arasında gösteriliyor. Dört grupta yapılacak maçların ardından her gruptan çıkacak olan dört takımla İstanbul’da elemeler başlayacak. Sinan Erdem Spor Salonu’nda oynanacak karşılaşmalardan sonra 12 Eylül’de oynanacak final müsabakasıyla kupa sahibini bulacak.
E
rkekler Dünya Basketbol Şampiyonası finalleri bu yıl 28 Ağustos-12 Eylül’de Türkiye’de oynanacak. Organizasyona talip olan ülkelerden Türkiye, Fransa’yı bir oy farkla geçerek şampiyonaya ev sahipliği yapmaya hak kazanmıştı. 2004 yılında yapılan bu seçmeden sonra başlayan yoğun çalışmalar sona erdi ve şampiyonanın ilk düdüğü beklenmeye başladı. Dört grupta toplam 24 takımın mücadele edeceği turnuva dört farklı ilde başlayacak. Turnuvanın favorileri arasında gösterilen Arjantin, Sırbistan ve Almanya’nın yer aldığı A Grubu maçları Kayseri’de oynanacak. FIBA Dünya sıralamasında en başta yer alan Arjantin’in beğeni toplayan basketbolunun mimarlarından Manu Ginobili dinlenmeye ihtiyacı olduğunu ve hamile olan eşiyle vakit geçirmek istediğini belirterek Türkiye’ye gelmeyeceğini açıkladı. Ginobili gibi dünyanın önde gelen basketbolcularından olan Dirk Nowitzki de Almanya’nın turnuvadaki kadrosuna “dinlenebilmek için” katılmayacağını açıkladı. Bu oyuncuların turnuvaya katılma-
‘RÜYA TAKIM’ ‹STANBUL’DA Turnuvanın en büyük favorisi olan ABD’nin yer aldığı B Grubu maçları İstanbul’da oynanacak. Yıldızlar bu yıl ABD’nin kadrosunda yer almıyor. Dünyanın en iyi basketbolcuları olarak kabul edilen Kobe Bryant, Lebron James, Dwyane Wade, Carlos Boozer ve Carmelo Anthony gibi yıldız isimler çeşitli gerekçeler göstererek Türkiye’ye gelmeyeceklerini açıkladılar. Öte yandan Türkiye’ye gelecek olan diğer oyuncuların da NBA’de forma giyen üst düzey oyuncular olduğunu unutmamak gerek. Örneğin 2009-2010 sezonunda sayı kralı olan Kevin Durant ve Deron Williams gibi isimler turnuvanın en merakla beklenenleri. B
Grubu’nda ABD’nin yanı sıra Yugoslav ekolünün bir başka güçlü temsilcisi Hırvatistan, yer aldığı her turnuvaya seyir zevki katan Brezilya ve Avrupa’nın güçlü ekiplerinden biri olan Slovenya yer alıyor. B Grubu’nu ilginç kılan bir başka detay da ABD ile İran’ın aynı grupta olması. İran’da forma giyen Hamed Haddadi’nin NBA’de forma giyiyor olması da bir başka ilginç detay. Biletleri aylar öncesinden tükenen B Grubu maçları
İstanbul Abdi İpekçi Arena’da oynanacak. TÜRK‹YE’YE GÜÇLÜ RAK‹PLER Türkiye’nin de yer aldığı C Grubu maçları büyük bir çekişmeye sahne olacak. Birbirine yakın güçteki takımların oluşturduğu grubun favorisi Yunanistan. Türkiye de seyirci desteğiyle birlikte grubun en güçlü takımlarından biri. Grupta yer alan bir başka güçlü ekip ise Rusya. Yao
Ming’in turnuvaya katılmayacağını açıklamasıyla çok güç kaybeden Çin de bir başka yıldızı Yi Jianlian’la turnuvaya renk katacak. Bu grubun en merakla beklenen takımı elbette ev sahibi Türkiye. Hazırlık maçlarında kötü bir tablo çizen Türkiye en önemli oyuncularından biri olan oyun kurucu Engin Atsür’ün sakatlanmasıya güç kaybetse de Avrupa Şampiyonası’nda doping yaptığı için oynayamayan Kerem
BİLİM Bilimsel düflüncenin do¤uflu -14: Galileo Galileo, 1564 y›l›nda do¤mufl ve 1642 y›l›nda hayata veda etmifltir. En popüler sözü “ama yine de dünya dönüyor” olarak bilinir. Onu bilim dünyas›n›n en k›ymetli isimlerinden biri haline getiren bu sözü “Dünya’n›n döndü¤ü” gerçe¤ini ispatlama çal›flmas›yd›. Zira kendinden önceki filozoflar Dünya’y› evrenin merkezi olarak görüyorlard› ve Kopernik bu düflünceyi y›karak merkeze Günefl’i koymufltu. Galileo ise Dünya’n›n döndü¤ünü ispata çal›fl›rken karfl›s›na kilise ç›kt›. Dönemin ünlü astronomlar› Kopernik’in modeliyle kilisenin modelini uzlaflt›rmaya da çal›flm›fllard›. Galileo’yu zorlayan ‘Neden Dünya’n›n döndü¤ünü anlam›yoruz?’ sorusunun cevab›n› Newton verecekti. Galileo 1609’da yeni bir icad olan teleskopu tan›r ve kendi teleskopunu gelifltirerek gözlemler yapmaya bafllar, Galileo, gözlemleri sonucu Ay yüzeyinin pürüssüz olmad›¤›n› ve Günefl’te lekeler oldu¤unu saptar. Bu durum kilisenin ‘kusursuz evren modeli’ ile çeliflki içindedir. Galileo’nun çal›flmalar› dinin bilime üstünlü¤ü, dünya merkezli kusursuz evren üzerine kurulu dinsel düflüncelere zarar verdi¤i için kilise taraf›ndan bask›yla karfl›lafl›r. Kilisenin bir endiflesi de Katoliklerin Protestanlaflaca¤›d›r. Kilisenin Dünya merkezli evren modeli ‹ncil’de Tanr›’n›n Günefl’i durdurmas›ndan; buna karfl›n Dünya’n›n hiç durmamas›ndan ileri gelir. Galileo o güne kadar “dokunulamaz” olarak bilinen Aristo fizi¤ini yerle bir eder. Somut pratik örneklerle Aristo’nun o güne kadar tart›flmas›z kabul edilen “cisim, ivme, hareket” üzerine söylediklerini yanl›fllar ve öncesinde kilise ve bilim çevrelerinin tepkilerine ra¤men giderek destek bulur. Nihayetinde Galileo’nun ›srarl› çal›flmalar›na dayanamayan kilise, Galileo’nun Hristiyanl›¤a zarar verdi¤i gerekçesiyle yarg›lanmas›n› ister ve bu yarg›lama sonucu Papal›k Galileo’yu hapse atar. Galileo, hapisten ç›kt›ktan sonra yine fizik çal›flmalar›na döner. Galileo bir daha yüksek sesle konuflmamaya özen göstererek yaflam›n› noktalad› ama bütün konuflmalarda "eppur si muove" (ama dünya yine de dönüyor) demekten vazgeçmedi. Galileo, anlat›lanlara hakim ideolojiye ald›rmadan etkili gözlem yapt› ve söylenilenin aksine gözlemlerini savundu.Yaflayan en ünlü fizikçi olan Stephan Howking, Galileo’nun modern bilimin do¤ufluna ön ayak olan en önemli kifli oldu¤unu söylüyor.
N’oluyor bu havalara? Rusya’da aşırı sıcak yüzünden ormanlar yanıyor, Pakistan sellerle boğuşuyor. Acaba dünyanın sonu mu geliyor?
İ
nsanlığın yerleşik yaşama geçişinden bu yana, dünya iklimi neredeyse değişmeyen bir gidiş izliyor; sıcaklıklarda herhangi bir ciddi değişim olmuyor. Bu nedenle bizler de gerek hava sıcaklıklarının gerekse iklim desenlerinin dünya tarihi boyunca hep aynı kaldığını, değişmediğini düşünüyoruz. Ne var ki iklimbilimcilerin bulguları hiç de böyle olmadığını gösteriyor. KÜRESEL ISINMA NED‹R? İnsan tarafından atmosfere verilen gazların sera etkisi yaratması sonucunda, dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına küresel ısınma deniyor. İklim sisteminde vazgeçilmez bir yere sahip olan sera gazları, güneş ve yer radyasyonunu tutarak, atmosferin ısı dengesini sağlıyorlar. Sera gazları olmasaydı yeryüzünün sıcaklığı bugünden 33°C daha soğuk olurdu. 20. yüzyılda görülen ısınma artışının en önemli sebebi, atmosferdeki sera gazlarının oranlarının artmasıdır. Bu gazların önemli bir kısmı, yer yüzünden atmosfere doğru yansıyan güneş ışınlarından, özellikle ısıtıcı nitelikteki ışınlarının dışarıya kaçmasını engeler ve yüzeye yakın bölgelerin ısınmasına yol açar. Bu fiziksel olay, seralarda kullanılan plastik veya cam örtülerin seranın içinin ısınması olayına yol açmasına ben-
zediğinden, söz konusu olaya ‘Sera etkisi’, gazlara da ‘sera gazları’ adı verilir. Diazot monoksitler, karbondioksit, metan ve halokarbonlar, klora flora karbonlar belli başlı sera gazlarıdır. Bunlarda en büyük miktarı da karbondioksit oluşturur. Karbondioksitin kaynağı petrol, kömür ve doğalgaz gibi fosil yakıtlarıdır. Metan ise pirinç ekimi gibi bazı tarımsal faktörler, hidroelektrik barajlar, bataklıklar ve çöplüklerden gelir. 150 yıllık ölçümlere göre küresel hava sıcaklığı 0,3-0,6°C artış gösterdi. Aletsel kayıtlara göre 1860 yılından beri görülen en sıcak 20 yılın 19'u 1980'den sonra, 11'i ise 1990'dan sonra gerçekleşti. 1998 yılı buzul ve ağaç halkası örneklerine göre son bin yılın en sıcak yılı olurken 2002 yılı da ikinci sırada yer aldı. Araştırmalara göre gelecek 40 yıl içinde her 10 yılda 0,1°C artacağı öngörülüyor. ‹KL‹M DE⁄‹fi‹KL‹⁄‹ NED‹R? 30 yıl öncesine kadar iklim değişimlerinin çok uzun jeolojik zamanlarda meydana geldiğine inanılıyordu. Sonuçta, bilim insanları iklimin tüm zamanlar boyunca değişerek bugünkü haline geldiği fikrinde birleşti. İklim değişimini anlayabilmemiz için öncelikle iklimle hava olayları arasındaki farkı çok iyi anlamalıyız. Hava olayları herhangi bir yer ve zamanda mevsimden
mevsime, günden güne, saatten saate değişip kısa sürede çeşitli görünüşler alabilir. Rüzgar, nem, yağış, sıcaklık, basınç, bulutluluk hava olaylarını meydana getiren değişkenlerdir. İklim ise hava durumunun uzun yıllar boyunca görülen genel karakteridir. Yazın erken gelmesi, kışın geç gelmesi bir iklim değişikliği göstergesi değildir. Hava olayları ve mevsimler astronomik zamana uymak zorunda değildir. Ancak bazı kuş türlerinin yuvalarını her sene 2-3 gün daha erken yapmaya başlaması, 1736’dan beri ilkbahar işaretlerini gözlemleyen Marsham ailesinin kayıtlarına göre meşe ağaçlarının 1990’larda daha erken açması gibi değişikler mevsimlerdeki değişimi gösterir. Sera gazlarının oranının artmasıyla hava sıcaklığı artar. Sıcaklık artışı buharlaşmayı artırır. Buharlaşmanın artması kuraklık ve orman yangınlarına sebep oluyor. Bu durum doğadaki su çevrimini bozuyor. Su çevriminin bozulması yağış rejiminin bozulmasına neden oluyor. Yağış rejimi bozulduğu için 2-3 ayda düşmesi beklenen yağış 1-2 günde düşüyor, bu da alt yapısı ve planlaması yetersiz bölgelerde sellere yol açıyor. Sıcaklığın artması hava basıncını dolayısıyla da rüzgarları da etkiliyor. Isınmadan dolayı basınç farkındaki artış fırtınaların daha şiddetli olmasına yol açıyor.
‹klimdeki bozulma ya¤mur, bas›nç gibi de¤iflkenlerin rutinindeki bozulma anlam›na geliyor. A¤ustosta en s›cak günlerini yaflayan Rusya orman yang›nlar›yla bo¤uflurken, afl›r› ya¤›fllar sonucu Pakistan’da meydana gelen seller binin üstünde insan›n ölmesine ve milyonlarcas›n›n da evsiz kalmas›na yol açt›. Son yıllarda küresel iklim değişiminden dolayı hava ve iklimde gözlenen değişimler şunlardır: “Buharlaşma ve yağmur miktarı artıyor, yağmurun büyük kısmı sağanak şeklinde oluyor, tundralar (Kutup bozkırları, Sibirya bölgesinde bulunan çoğu zaman karlarla kaplı, küçük bitkilerin olduğu bataklık alanlar) eriyor, mercanlar beyazlıyor (1°C’lik sıcaklık artışı mercanın yüzde 25
DENEME - YANILMA - Ö⁄RENME Yumurta, dayanıklılığını içeriğine mi yoksa şekline mi borçlu?
B
Malzemeler: Kitap, 4 adet yumurta, şeffaf bant, makas
u sayımızda yumurtanın ne kadar dayanıklı olduğunu göreceğiz. Peki bu dayanıklılık yumurtanın içindekilerle mi yoksa şekliyle mi alakalı? Eskimoların buzdan evleri kubbe biçimindedir. Aslında öyle kutuplara gitmeye gerek yok. Çevrenize dikkatle bakarsanız kubbe biçiminde birçok yapı olduğunu görürsünüz. Peki, yapı tasarımında kubbe neden tercih edilir? Basit bir deneyle öğrenelim. Dikkatlice yumurtalardan birinin dar olan ucunu 1 cm çapında delin ve içini boşaltın.
Amacımız, yumurtadan bir yarım küre elde etmek. Ancak, bunu düzgün yapmak kolay değil. Bu nedenle yapışkan bant kullanacağız. Yumurtayı dünyaya benzetecek olursak, yumurtanın “ekvator” bölgesine çepeçevre bant yapıştırın. Delik açtığınız taraftaki yumurta kabuklarını yapışkan bant sınırına kadar koparın. Bu işlemi, diğer yumurtalara da uygulayın. Şimdi elimizde dört kubbe var, değil mi? Bunları sanki bir dörtgen çiziyormuş gibi köşelere yerleştirin. Ancak, bu dört köşenin birbirlerine uzaklıklarını öyle
ayarlayın ki, üzerlerine bir kitap konabilsin. Artık deneme yapmaya başlayabiliriz. Yumurta kabuklarının üzerine birer birer kitaplarınızı koymaya başlayın. Kabuklar kaç kitabı taşıyabilecek? İnanın, tahmin ettiğinizden fazla kitabı taşıyacak. Çünkü yumurta kabuğundan bile olsa kubbe şekli, kitapların ağırlıklarından kaynaklanan kuvvetin, kabukların belirli birer noktasına değil, her noktasına eşit olarak dağılmasını sağlıyor.
oranında beyazlamasına neden olur), buzullar eriyor, deniz suyu seviyesi yükseliyor, orman yangınları artıyor, seller artıyor ve fırtınalar daha şiddetli hale geliyor.”
Prof. Dr. Mikdat Kad›o¤lu’nun kaleme ald›¤› ‹klim De¤ifliklikleri ve Meteorolojik Afetler Raporu’ndan yararlan›lm›flt›r.
KÜLTÜR SANAT
15
20 A¤ustos 2010 / 2 Eylül 2010
Halk›n Sesi
Herîrê Nilüfer Akbal, yeni albümü “Herîrê”de kültürlerin sınırlar aşan hikâyesini Ortadoğu kadınlarına adıyor. Ortadoğu ve İran makamlarının damarlarıyla beslenen Kürt müziğiyle daha yakından tanışma fırsatı bulan Akbal bu aydınlatıcı karşılaşmayı albümde ustaca yansıtmış.
Yazl›k sinema
Çocuk haklar›
3K Kavimler Kapısı Sanat Derneği'nin İzmir Karaburun Amberseki Köyü'nde gerçekleştireceği film günleri kapsamında birçok film ve belgesel sinemaseverlerle buluşacak. 7-28 Ağustos tarihleri arasında her akşam saat 21:00'de gerçekleştirilecek gösterimler ücretsiz olacak.
Kasım sonunda düzenlenecek Çocuk Hakları Kongresi'nde sergilenmek üzere fotoğrafçıların "hakları çalınmış çocuklar" konulu eserleri 2 Ekim'e kadar bekleniyor. İstanbul Fotoğraf Günleri'nin yan etkinlik programında da yer alan sergi, 26-28 Kasım arasında İstanbul Kongre Merkezi'nde.
"Kad›n insan de¤il mi?" Ressam Aysel N. Adul‘un "Kadın insan değil mi?" adlı sergisi MARJİNART’te 11 Eylül'e kadar gezilebilecek. Kadın kimliklerini ve yaşam anlarını resimleyen Adul kadının varoluş biçimlerini, rollerini anlatırken erkek, kadının aşk zamanlarında bir yan figür olarak yer alıyor.
Halk festivalde ‘HES’e hayır’ dedi Halkevleri tarafından 7'ncisi düzenlenen Kemalpaşa Halk Festivali’ne bu yıl “Derelerimiz özgür akacak” diyerek ayağa kalkan Karadeniz halkının kararlılığı damgasını vurgu.
H
alkevleri’nin 6-7-8 Ağustos tarihlerinde Artvin Kemalpaşa’da yedincisini gerçekleştirdiği halk festivalinde binlerce kişi buluştu. Her yıl yöre halkının kendi olanaklarını seferber ederek kolektif bir biçimde örgütlediği Kemalpaşa Halk Festivali bir gelenek yaratıyor. Halkevleri tarafından 7'ncisi düzenlenen Kemalpaşa Halk Festivali’ne bu yıl “Derelerimiz özgür akacak” diyerek ayağa kalkan Karadeniz halkının kararlılığı damgasını vurdu. Festival boyunca, suyu ticarileştirmeye yönelik sermaye saldırılarına karşı ortak direnişi büyütme kararlılığı ve sermaye için daha fazla sömürü ve talan, halk için yıkım anlamına gelecek Anayasa değişikliğine yönelik referandumda halkın “HAYIR”ını yaratma hedefi coşkuyla vurgulandı. HALAYLAR, HORONLAR, "HAYIR"LAR BULUfiTU Sermayenin kültürel alandaki egemenliğine ve kültürel yozlaşmaya karşı halkın alternatif kültürel etkinliklerini yaratma ve
paylaşma hedefiyle örgütlenen festivalde bölgede çalışmalarını sürdüren amatör gruplar, tiyatro toplulukları, halkoyunu toplulukları ve Kemalpaşa Halkevi çocuk korosu sahneye çıktı. Hemşince, Lazca, Gürcüce, Kürtçe türkülerin hep bir ağızdan söylendiği şenlikte yapılan kardeşlik çağrıları alanda ortak halaylarla karşılandı. Her sene geleneksel olarak festivalin açılış gününde Kemalpaşa halkı, festival konukları, festivale emek veren Halkevciler ve festival gönüllüleriyle birlikte Kemalpaşa sokaklarında tulum eşliğinde açılış yürüyüşü gerçekleştiriyor. Bu yıl da festivalin açılış yürüyüşü 6 Ağustos’ta Kemalpaşa Halkevi’nden başladı. “Dereler Özgürdür Özgür Akacak”, “Çayda Kotaya Kontenjana Son” sloganlarıyla yapılan yürüyüş Kemalpaşa Halkevi çocuk tiyatrosunun HES’lerle ilgili sokak oyunuyla son buldu. Aynı gün, Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol ve Av. K.Erkut Güzel’in katılımıyla “Anayasa Referandumu” başlıklı açıkhava paneli gerçekleştirildi. Festivalin son gününde ise Hilmi Yarayıcı sahne aldı.
SU HAKKI FORUMU’NDA D‹RENENLER BULUfiTU Halkevleri’nin “Su haktır satılamaz”, “AKP’nin gerici, faşist, piyasacı Anayasası’na hayır” temalarıyla örgütlediği halk festivali bu yıl bir ilki yaşama geçirdi. Festival kapsamında 7-8 Ağustos’ta Kemalpaşa ‘Derelerini, Vadilerini Savunanlar Buluşuyor Direnenler Konuşuyor’ başlığıyla ‘Doğu Karadeniz Su Hakkı Forumu’ yapıldı. Doğu Karadeniz’deki bir çok vadide hidroelektrik santrallerinin yapımına ve suların özel şirketlere satılmasına karşı çıkan yerel halkın HES projelerinin bölgelerinde yarattığı tahribatları ve mücadelelerini anlatarak birbirlerine aktardıkları tecrübeler, yol gösterici oldu. Forumun ilk gününde farklı vadilerde su hakkı, yaşam hakkı için mücadele edenler buluştu. Forumun ikinci gününde ise suyun ticarileştirilmesi sürecinin gelişimi ve farklı boyutları ele alındı. Doğu Karadeniz Su Hakkı Forumu'nun ardından tartışmalar, talepleri içeren bir sonuç deklarasyonu yayınlandı.
Kübalı ‘Küçük Arılar’ Türkiye’de K
üba Ulusal Çocuk Tiyatrosu "Küçük Arı Kovanı" (La Colmenita) Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin kabul edilişinin 20'nci yıl dönümünde oyunlarını sahnelemek üzere ülkemize geldi. “José Marti” Küba Dostluk Derneği ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin davetlisi olarak Türkiye'ye gelen Küba'lı çocukların 16 ve 17 Ağustos tarihlerinde İstanbul'da sahneledikleri iki oyun-
la başlayan turneleri 19 Ağustos'ta Eskişehir ve 21 Ağustos'ta Ankara'da devam edecek ve 23 Ağustos'ta İstanbul'da sona erecek. 2007 yılının Ekim ayında UNICEF’in İyi Niyet Elçisi unvanı verdiği Kübalı topluluk, tamamı çocuklar tarafından hazırlanan çocuk tiyatrosunun en önde gelen temsilcisi
olarak kabul ediliyor. Yaşları 5 ila 15 arasında değişen 17 çocuk ve 8 yetişkinden oluşan Küçük Arılar, üç oyun sahneleyecek. Grubun tiyatroya uyarlayarak şiirli, müzikli bir oyun haline getirdikleri Çocuk Hakları Sözleşmesi, 16 Ağustos günü İstanbul'da sahnelendi. 17 Ağustos'ta ilk kez İstanbul'da sahnelenen "Beş Kübalı Kahraman" adlı oyunları ise ABD'de tutsak bulunan beş Kübalı kahramanı anlatıyor ve esirler serbest bırakılana kadar bütün dünyayı bu eserle dolaşmak istiyorlar. Bir diğer sergileyecekleri oyun "Küçük Hamamböceği Martina" ise üç ilde sahnelenecek. KÜÇÜK ARILAR DÜNYA’NIN HER YER‹NDE "Küçük Arı Kovanı" (La Colmenita) 1990 yılında kuruldu. Grubun kurucusu ve yönetmeni Carlos Alberto Cremata'nın çocuklarla birlikte tiyatro yapmaya karar vermesiyle başlayan proje kısa zamanda büyüyerek bir çocuk tiyatro grubundan Küba'nın birçok yerinde çalışan bir kumpanya haline geldi. La Colmenita 2008'de Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNİCEF) iyi niyet elçisi seçilen ve Çocuk Hakları Sözleşmesi'ni oyunlaştıran grupta oyunların uyarlanmasından metin yazımına kadar tüm işleri çocuklar yürütüyor. Küba dışında İspanyada, Panama'da, Meksika'da, Venezüella'da birçok Colmenita kurulmuş. Grubun şimdiki rüyası ise Türkiye'de Colmenita kurmak.
Cazın dramatik sesinden veda Caz müziğin önemli isimlerinden Abbey Lincoln 80 yaşında New York'ta hayata gözlerini yumdu. Abbey Lincoln, "yaşayan iki büyük caz sanatçısından biri" olarak tanımlanıyordu. Dramatik sesi ve şairane şarkı sözleri onu caz müziğinin en önemli figürlerinden biri haline getirmişti. Hayatı boyunca yürüttüğü insan hakları, toplumsal adalet ve eşitlik mücadelesiyle tanınan siyahi sanatçı, şarkıcılık ve söz yazarlığının yanı sıra 1950 ve 1960’larda çeşitli filmlerde de rol almıştı.
1930 yılında Chicago’da doğan Lincoln, 12 çocuklu bir ailenin 10. çocuğuydu. O tarihlerde ABD’de bir siyahinin hayatı nasıl devam ediyorsa onunki de aynı bu şekilde sürdü ancak 1950’lerin başında Honolulu’da geçirdiği iki yıllık şarkıcılık döneminde Billie Holiday ve Louis Armstrong ile tanıştı. Bu onun hayatı için dönüm noktasıydı. Şarkı sözü yazmak konusundaki yolunu çizmesini sağlayan ise ünlü şarkı yazarı Bob Russell oldu. 1959 ile 2007 yılları arasında toplam 22 adet albüm çalışması yapan Abbey aralarında
Archie Sheep, Curtis Fuller, Benny Golson ve Bobby Hutcherson gibi Jazz’ın en önemli yaşlı ustalarıyla çalıştığı gibi Nicholas Payton gibi genç virtüözlerle de çalıştı. Siyahilerin, yani halkının ezilmesine karşı koyuşu ve savaşı ile ilgili şarkılar söyleyen Abbey, sesinin geniş ifade olanaklarını kullanarak, hem caz standartlarını hem de örgütsel şarkıları fevkalade söyleyebileceği kanıtladı. 60’lı yıllarda yorumladığı ‘freedom now suite’, ırk ayrımcılığına karşı açılan bir bayrak oldu.
Prost sergisi uzatıldı E
rken Cumhuriyet döneminde İstanbul’un planlamasını yapan ve bir kent tasarımcısı olan Henri Prost’un 1936–1951 yılları arasındaki çağdaş planlama çalışmalarından oluşan, “İmparatorluk Başkentinden Cumhuriyet’in Modern Kentine: Henri Prost’un İstanbul Planlaması” adlı sergi 22 Ağustos'a kadar uzatıldı. Ev sahipliğini İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün yaptığı sergi, Fransız Mimarlık Enstitüsü 20. yy Mimarlık arşivlerinden özgün belgeler ve dönemin fotoğraflarını içeriyor. Henri Prost’un İstanbul planlama çalışmalarına yönelik Türkiye’deki düzenlenen ilk sergi olan “İmparatorluk Başkentinden Cumhuriyet’in Modern Kentine: Henri Prost’un İstanbul Planlaması” sergisi ünlü şehircinin Galata-Beyoğlu ve Eyüp bölgeleri için geliştirdiği, bir kısmı uygulamaya konulmuş bazıları rafa kaldırılmış önerilerini kapsıyor. Tarihi yarımada ile Beyoğlu yakasını birbirine bağlayan ve Haliç üzerinden köprü ile geçen metro hattı ya da Yenikapı’da deniz, metro ve kara ulaşımının birbirine eklenmesi gibi bazı önerileri ise hala güncelliğini koruyor. 10 ayrı bölümden oluşan sergi İstanbul’un 2010 yılı etkinliklerine katkıda bulunurken, günümüz şehircilik tartışmalarına da ışık tutacak nitelikteki özgün görsel belgeler içeriyor. Henri Prost'un mesleki kariyerindeki az bilinen bir döneme ve istanbul'un şehircilik tarihine ışık tutan serginin küratörlüğünü, İstanbul'un kentsel dokusu ve mimarisi üstüne çalışmalarıyla tanınan Pierre Pinon ve şehircilik tarihi, kentsel tasarım ve kent mimarlığı çalışmalarıyla bilinen Cana Bilsel yapıyor.
SOKAĞIN SESİ
ÜRETEN B‹Z‹Z YÖNETEN DE B‹Z OLACA⁄IZ
20 A¤ustos 2010 / 2 Eylül 2010
16 Halk›n Sesi
SERMAYEN‹N TALANINA, AKP’N‹N YALANINA KARfiI
Ankara’daki ‘hay›r ç›kartmalar›’ndan birisi de Mamak’ta yap›ld›. Tuzluçay›r’da kitlesel bir aç›klamayla ‘Hay›r’ tavr›n› aç›klayan Halkevciler sokaklara da¤›larak kap› kap› bildiri da¤›tt›
Halkın ‘HAYIR’ı sokakta
Soldan ortak HAYIR
Halkevleri, anayasa değişiklik paketinin oylanacağı referandum öncesi Türkiye’nin dört bir yanında sokağa çıkarak halkı ‘hayır’ oyu vermeye çağırdı
Emek Partisi (EMEP), Türkiye Komünist Partisi (TKP), Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) ve Halkevleri’nin öncülüğünde anayasa değişiklik referandumuna ilişkin hazırlanan ortak ‘hayır’ deklarasyonu kitlesel bir etkinlikle imzaya açıldı. EMEP, ÖDP, TKP ve Halkevleri’nin hazırladığı ortak deklarasyon Beyoğlu Ses Tiyatrosu’nda imzaya açıldı. Deklarasyonun açıklandığı etkinliğe çok sayıda sanatçı, aydın ve akademisyenin yanı sıra sendika, meslek odası ve kitle örgütü temsilcisi katıldı. ‘Hayır’a sosyalist içeriğini verdiklerini belirten dört örgütün genel başkanları Levent Tüzel, Alper Taş, Erkan Baş ve İlknur Birol kürsüden konuşma yaptı. Başkanlar, konuşmalarında “Eşit, özgür bir ülke için; 12 Eylül anayasasına da, AKP anayasasına da hayır” diyerek kurdukları birliğin önemine vurgu yaptı. Etkinlikte ‘neden hayır’ oyu verdiklerini açıklamak üzere akademisyenler İzzettin Önder, Hayri Kozanoğlu, şair-yazar Sennur Sezer, tiyatro sanatçıları Metin Coşkun, Levent Aydın, gazeteci Atilla Özsever, Dev Sağlık-İş Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, Sakatlar Derneği Genel Başkanı Yılmaz Demirer, kürsüden konuşma yaptı. Deklarasyon yayımlandığı 14 Ağustos’tan itibaren yüzlerce emek ve halk örgütü temsilcisi, akademisyen, sanatçı ve aydın tarafından imzalandı.
H
alkevciler, 14 Ağustos güü yaptıkları eylemlerle halkın ‘hayır’ını İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa ve Eskişehir’de sokağa taşıdı. Eylemlerde “Darbecilerin çocukları 12 Eylül’den hesap soramaz” diyen Halkevciler, halkın hakları için, demokratik halk anayasası için, Kürt sorununda çözüm için, AKP’yi aklamayıp haklamak için ‘hayır’ oyu vereceklerini haykırdı. ‹STANBUL İstanbul’da Beyoğlu’nda toplanan Halkevciler, İstiklal Caddesi boyunca “Talana yalana yoksulluğa hayır”, “Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek”, “Darbenin çocuğusun Tayyip Erdoğan” sloganlarıyla yürüdü. Kitlenin önünde kartonlardan kesilerek yapılmış dev bir “HAYIR” yazısı taşındı. Rengarenk “Kürt sorununda çözüm için hayır”, “Halkın hakları için hayır”, “Demokratik halk anayasası için hayır” dövizleriyle dikkat çeken yürüyüş, yol boyunca çevredekiler tarafından alkışlandı. Taksim Tramvay Durağı’na gelindiğinde Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol basın açıklamasını okudu. Birol, “Vesayete karşı halkın iradesi”nden bahseden AKP’lileri kastederek “Yalan hiç bu kadar ucuz olmamıştı” dedi. İlknur Birol, “Halk düşmanı dönüşümlerin mimarı AKP’yi durdurmak, onun gerici neoliberal iktidarını sarsmak için ‘hayır’ diyeceğiz. Biz bu iktidarı halkın hakları mücadelesiyle sarsmak, halkın anayasasını yazacak bir mücadeleyi yükseltmek için hayır diyoruz” açıklamasında bulundu. Halkevciler eylemde, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların ve tüm Türkiye halkları haklarının güvence altına alındığı bir anayasa istediklerini belirterek, hayatın tüm alanlarında ‘halkın hayır’ını örgütleyeceklerini duyurdu. Eylem sonunda Okmeydanı Halkevi tiyatro ekibinin ‘referandumda neden hayır
demeliyiz?’ sorusunu konu alan tiyatro gösterimi büyük beğeni topladı. ‹ZM‹R İzmir’de Konak YKM önünde basın açıklaması yapan Halkevleri, “AKP’nin yalanı 12 Eylül anayasasına hayır” dedi. “Tayyip’in yasası sermayenin kasası”, “AKP’nin anayasası varsa halkın da hakları var” sloganları atan Halkevciler adına Halime Aydın basın açıklamasını okudu. AKP’nin hazırladığı anayasaya ‘evet’ oyu istemekle madenleri, ormanları, doğal yaşam alanlarını sermayeye rahatça peşkeş çekme izni istediğini söyleyen Aydın, “Bizim AKP’ye verecek oyumuz yok” dedi. İzmir Halkevi üyeleri, “Haklarımız için insanca bir yaşam için dün olduğu gibi bugün de AKP’ye hayır diyeceğiz, halkın haklarını savunacağız” açıklaması yaparak eylemi sonlandırdı. Eylemin ardından Halkevciler topluca İzmir halkına ‘hayır’ oyu verme çağrısı yapan bildiriler dağıttı. ESK‹fiEH‹R Eskişehir’de Adalar Migros önünde bir araya gelen Halkevleri ve Öğrenci Kolektifleri üyeleri, AKP anayasasını Kenan Evren’in anayasasına benzeterek, “Bu anayasa eğitim, sağlık, ulaşım, barınma, sosyal güvenlik gibi kamusal haklarımızda yeni hiçbir iyileşme getirmemektedir. Tam tersine bu haklarımıza saldıran sermaye güçlerine özelleştirme ve talan olanağı sağlayacaktır” dedi. Halkevleri Eskişehir Şube Başkanı Şahabettin Arpacı, okuduğu basın açıklamasında AKP’nin 8 yıllık iktidarı boyunca yaptıklarını hatırlatarak referandum sürecinde Eskişehir’i kapı kapı dolaşarak ‘hayır’ çağrısı yapacaklarını duyurdu. Eylemin sonunda Halkevciler yere yatarak vücutlarıyla ‘HAYIR’ yazdı. BURSA Setbaşı Mahfel önünde buluşup Bursa Orhangazi Parkı’na yürüyen
Halkevciler, “Söz, yetki, karar, iktidar halka”, “Yalancılar halka hesap verecek”, “AKP, paketi al başına çal” sloganları attı. Yürüyüş boyunca çevredekiler eyleme alkışlarla destek oldu. Orhangazi Parkı’nda basın açıklamasını okuyan Bursa Halkevleri Şube Başkanı Suna Acar, “Anayasa değişikliğinin işçiyi özgürce sömürme, emek gücünden faydalandıktan sonra özgürce işten atma, ormanları özgürce katletme, dereleri özgürce kurutma, evlerimizi özgürce gasp etmekten başka birşeye yaramayacağını” söyledi. Bursa’daki eyleme Dev Sağlık-İş bölge temsilcisi Derya Öztürk, MMO Bursa Şube Başkanı İbrahim Mart, MMO Şube Sekreteri Ercüment Çervatoğlu da katılarak destek verdi. ANKARA Halkevciler Ankara’da da AKP anayasasına ‘hayır’ demek için sokaktaydı. Mamak Şirintepe’de buluşan Halkevciler, referandumda neden hayır diyeceklerini anlatan bildirileri dağıtarak yürüdü. Tuzluçayır Meydanı’nda bir basın açıklaması gerçekleştiren Halkevciler, referanduma sunulan anayasada halkın yararına hiçbir madde bulunmadığını belirtti. Halkevciler; Kürtlerin, Alevilerin, kadınların yararına düzenleme içermeyen anayasa değişikliğinin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hazırlandığını belirterek, AKP’nin ‘sermayeye özgürce sömürü hakkı’ tanımaya çalıştığını ifade etti. Halkevciler, 12 Eylül’e kadar Ankara’nın her yerinde halka ‘hayır’ çağrısı yapacaklarını duyurdu. Ankaralı Halkevciler haftanın belirli günlerinde Ankara’nın farklı mahallelerine de ‘Hayır’ çıkartmaları yapıyor. Dikmen’den başlayarak gittikleri her mahallede topluca bildiriler dağıtan Halkevciler kapı kapı dolaşarak Anayasa değişikliğine neden hayır oyu vereceklerini anlatıyor.
Eskiflehir Eskiflehir, ‹stanbl ve ‹zmir’de bas›n aç›klamalar›yla anayasa de¤iflikli¤ine ‘hay›r’ denilirken Ankara’da sokak sokak bildiri da¤›t›l›yor.
Ankara
‹stanbul
Taşeron sağlık işçileri HAYIR dedi Taksim’de buluşan DİSK Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası (Dev Sağlık-İş) üyeleri 12 Eylül’de yapılacak referandumda ‘hayır’ diyeceklerini duyurdu
1
4 Ağustos günü Taksim Tramvay Durağı’nda bir araya gelen Dev Sağlık-İş üyesi taşeron sağlık emekçileri, İstiklal Caddesi boyunca gerçekleştirdikleri yürüyüşle referandumda ‘hayır’ oyu vereceklerini açıkladı. Galatasaray Meydanı’na gelindiğinde bir konuşma yapan Dev Sağlık-İş Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, anayasa paketinin sermaye ve AKP’nin ihtiyaçları doğrultusunda oluşturulduğunu dile getirdi. Demokratik bir anayasanın ancak üretenler tarafından, emeğin disipliniyle yazılabileceğini söyleyen
Çerkezoğlu, sözü işçilere bıraktı. Sendikalı olduğu için işten atılan ve 36 günlük direnişin sonunda işe geri alınan işçilerden Ziya İncedere eylemde yaptığı konuşmada “Beni işten çıkararak 36 gün boyunca hastanenin kapısında beklemeye zorlayanlara ‘Evet’ der miyim” dedi. İncedere’nin ardından basın açıklamasını okuyan Funda Keleş de, hastanelerde çalışan taşeron işçilerin ‘hayır’ diyeceğini belirterek “Sandıktan 'Hayır' çıkartmak hepimizin görevidir" açıklamasında bulundu.