Halkın sesi 120

Page 1

SAYFA

2

SAYFA

Behzat Ç’de her fley var Behzat Ç. dizisi anti-kahraman bir polis karakterinin öyküsünü anlat›yor

6

Kizirnos’un HES isyan› Trabzon’daki Kizirnos Köyü’nde yap›lmas› planlanan HES’e karfl› köylüler isyanda

SAYFA

10

Adalet için umut P›nar Selek için verilen beraat karar›n› Yarg›tay üçüncü kez bozdu ama hala umut var

SAYFA

13

Tarladan a¤›r sanayiye ‹ki sar› sendikan›n çekiflmesine konu olan Kardemir A.fi.’nin tarihini anlat›yoruz

26 Kas›m 2010 • 1 TL

Y›l 5 • Say› 120

Füze kalkan›, açl›k s›n›r›n›n alt›nda ücret, zam, do¤a katliam›

Halk onaylamıyor!

Referandumdaki yüzde 58’lik oyu, her icraat›na onay gibi sunan Erdo¤an ‘halk›n onaylamad›¤› hiçbir fley yapm›yoruz’ diyor

NATO’nun kalkanı bizi ateşe atıyor

Oysa ne füze kalkan›na, ne zamlara, ne tabiat ya¤mas› yasas›na, ne asgari ücrete karar verirken halktan onay istiyor

Loçlu, Kizirnoslu köylüler, insanca asgari ücret isteyen, paras›z ulafl›m isteyen emekçiler, üniversiteliler ‘onay yok’ diyor

Zamma halk çözümü

AKP’nin baflar› mavallar›yla döndü¤ü NATO zirvesinde, Türkiye’nin emperyalist sald›rganl›¤›n oda¤›na yerlefltirilmesi karara ba¤land› S. 3

Araya bayram girse de ulafl›m hakk› mücadelesi h›z›n› kesmedi. Halkevciler, bayramdan sonra turnikelerden atlamaya devam etti. Üstelik yeni fikirleriyle: Halk Kart S. 6

CHP’de Kürt’e işçiye yollar kapalı Yeni CHP al›flkanl›klar›ndan kolay kolay vazgeçece¤e benzemiyor. BDP ile ittifak tart›flmas› floven tepkilerle karfl›land› S. 4

Lizbon’daki NATO toplant›s›ndan bir kare

NATO tamam da AKP kendi imaj›n› kurtarabilir mi? YOL YAZISI S. 3

Kenar Notlar› / Sayfa 2

Halkevleri MYK / Sayfa 6

Katil kim?

Yaflam›, do¤ay› savunmak

Tufan Sertlek / Sayfa 8

Korkun, ‹ran olmay›z

Tu¤çe Çetin/ Sayfa 10

Kad›n öyküleri Ankara’da

Hükümetin vergi borçlar› ve ceza ödemelerinde yapt›¤› yeni düzenleme, halka de¤il borçlu belediyeler ve vergi cezas› bulunan patronlara yar›yor S. 9

‘Mücadele her şeyimiz’ Dikmenlilerin söyledi¤i gibi ‘Onlar›n Kurtlar Vadisi varsa, bizim de Dikmen Vadimiz var’ dedik ve

bayram arifesinde Vadide’ydik. Ziyaretimiz, y›k›m tehditlerinin yap›ld›¤› kritik bir zamana rastlad›

Öğretmenler 24 Kasım’da sokağa çıktı ”Mesle¤imize, onurumuza, gelece¤imize sahip ç›k›yoruz” diyen E¤itim-Sen’li emekçiler 24 Kas›m’da Sultanahmet’ten ‹stanbul ‹l Milli E¤itim Müdürlü¤ü’ne yürüdü. Eyleme güvencesiz ö¤retmenler de kat›ld›

Af patrona yarad›

Üniversitelerde türban sorunu

Daha yürüyecek çok yol var Kad›nlar, ‘eme¤imiz, bedenimiz, kimli¤imiz bizimdir’ diyerek yürüdü S. 10

Asgari ücret azami mücadele Dev Sa¤l›k-‹fl insanca yaflanabilecek asgari ücret için mücadele bafllatt› S. 8

Marmara Üniversitesi Ö¤retim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüo¤lu üniversitelerde türban sorununu ve bilim-din iliflkisini anlatt›. Müftüo¤lu: “Türban AKP için tali bir konudur” S. 11

Sa¤l›ktaki tehlike Teknolojinin geliflmesi insanlar›n birçok faaliyeti daha kolay yapmas›n› sa¤l›yor ama hareket etmeyi azalt›yor S. 14


2

MEDYA 26 Kas›m 2010 / 9 Aral›k 2010

Halk›n Sesi

Kenar Notlar›

Behzat Ç’de her şey var gerçek yok

Katil kim? Hayata Dönüş Operasyonu Davası” başladı. Aradan tam 10 yıl geçti. Katliamın sorumlularının yargılanmasına tam on yıl sonra başlandı. Bu on yılın 8 yılı AKP iktidarında gerçekleşti. Dava, yargıya ilişkin alışılmış bir güvensizlik ve umutsuzlukla başladı. AKP, bu umutsuzluk ve güvensizlik yargısını besleyerek kendi iktidarını pekiştiren kurumsal bir iktidar-yürütme aygıtına dönüştürdü. Sonuç ortada. 19 Aralık 2000’de Türkiye tarihinin en büyük hapishane katliamı yaşandı.30 Mahpus kontrgerillanın ölüm timleri tarafından bombayla, gazla yakılarak, kurşunla ve bıçakla öldürüldü. Katliama, çelişkili olarak, “Hayata Dönüş Operasyonu” adı verildi. Dava ancak 10 yıl sonra başlayabildi. Katliamın siyasal sorumluları hakkında suçlama yok. Dönemin Başbakanı Ecevit, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, Ceza ve Tevkifevleri Müdürü Ali Suat Ertosun, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Ferzan Çitici, Kara Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Aytaç Yalman hakkında suçlama yok. Ölüm timine doğrudan komuta eden subaylar ortada yok. Elazığ Jandarma Komando Taburu AKP’nin kül yutmaz savcılarını 6 yıldır oyalıyormuş. Operasyonda sorumlu subayların listesini isteyen savcıya, biri çatışmada ölen, öteki TSK’dan atılan iki subayın adını vermişler. Gel de inan! Bir gecede binlerce sayfa iddianame yazabilen, siyasal dergiler yayımlanmadan yazıları hakkında davalar açabilen, AKP’nin yeni bürokrasi seçkinlerinin en hızlı unsurlarını oluşturan kül yutmaz jet-savcılar nasıl oluyor da böylesine oyalanabiliyor? Mağdurlar solcu ya da Ermeni olduğu için mi? İlgisi yok: Bildiğin AKP’nin kurumsal (tepeden-devlet aracılığıyla) gericiliği. Şimdi topu topu 39 jandarma eri yargılanıyor. Türkiye’nin muhtelif yerlerine dağılmış, çoğu asgari ücretle işçi olarak çalışan terhis olmuş jandarma erleri şimdi katliamdan sorumlu tutuluyor. Erdoğan hapishanelerde katledilen devrimcilerin ardından gözyaşı dökerken, darbelerin yıkıcı sonuçlarını İslamcı liberal faşizmin iktidarını sağlamlaştırmak için kullanıyor. “Hayalet darbe avcılığı” İslamcı liberal kesimlerde bir tür meslekgeçim kapısı oldu. AKP’li yeni iktidar seçkinleri “darbelere ve darbecilere hayır” diyor; ama darbelerin sonuçlarını kendi iktidarlarının gerici faşist temelini güçlendirmek için sahipleniyor. “Operasyon”un yakın hedefi “ölüm orucunu bitirmek” olarak ilan edildi. Mahpuslar, neoliberal kapatılmanın hapishane modeli olan “F Tipi” hapishaneleri protesto için ölüm orucu yapıyordu. Operasyonun stratejik hedefi ise, neoliberal dönüşümün bir gereği olarak, tecrithücre sitemine dayanan yeni hapishane modelini infaz sistemin temeli haline getirmekti. Böylece neoliberal piyasa ve cezalandırma ilkelerine bağlı olarak hapishane yapısal olarak dönüştürülecekti. Artık hapishaneler de piyasalaştırmaproleterleştirme dinamikleri temelinde yeniden kurulacaktı. Operasyonun bir diğer hedefiyse doğrudan devrimci mahpuslardı. 1980 ve 1990’larda devrimci hareketin politikleşme eksenlerinden biri olan hapishaneler, bu katliamla büyük sol tasfiyenin mekanlarından bir haline geldi. Böylece AKP iktidarının koşullarından bazıları adım adım olgunlaştı. Sosyalist hareketin tasfiyesi üzerinden neoliberal dönüşüm hızla yol aldı. Geleneksel devlet gericiliği ve faşist şiddet geleneği neolibereal ilkeler çerçevesinde İslamcı liberal rejim bedeninde yeniden üretildi. Sonuç olarak; 1. Şiddete dayalı geleneksel devlet gericiliği, bugün sömürge tipi faşizmin iktidarına yerleşen AKP eliyle sürdürülmektedir. 2. Yargıyı iktidarının operasyonel bir aygıtı haline dönüştüren AKP’nin, devletin demokratikleştirilmesi gibi bir gündemi yoktur. 3. İslamcı liberal ilkeler ve dinci kadrolar tarafından yeniden yapılandırılan yargı bir adalet mekanizması gibi değil, bir yürütme aygıtı gibi çalışmaktadır. 4. Böyle bir yargıdan emek ve sol lehine ilerici-

Nazik Büyükbaş unutulmadı Yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle beş yıl önce hayatını kaybeden Nazik Büyükbaş 25 Kasım günü İstanbul'daki mezarı başında anıldı. Hayatı boyunca toplumsal mücadele içerisinde aktif bir şekilde yer alan Büyükbaş, 12 Eylül'de tutuklandı ve İstanbul Devrimci Yol davasından yargılandı. 1985 yılında tahliye oldu. 1989 yılında Eminönü Halkevi kurucu üyeliği ve başkanlığını yaptı. Büyükbaş aynı zamanda İstanbul Halkevi üyesiydi.

AYSEL DEREL‹ “Biz (polis) zaten egemenlerin çıkarlarını korumak için yok muyuz?” Star TV’nin yeni dizisi Behzat Ç’nin ekrana geldiği ilk bölümde diziye adını veren kahramanın ağzından bu sözler dökülüyordu. Dizinin sloganı, uyarlandığı kitapla aynı olarak, televizyon ekranlarını parselleyen İstanbul dizilerine gönderme yaparcasına “Behzat Ç, bir Ankara polisiyesi’ydi. Polisiye her ne kadar roman ve televizyon dünyasında yaygın bir tür olsa da Behzat Ç, bu romanlarda yer alan alışılageldik Türk polisi karakterlerinden farklı bir profil çiziyordu. Behzat Ç. aslında yazar Emrah Serbes’in art arda yayımlanan iki romanı Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat romanlarından uyarlanan bir TV dizisi. Ekranlarda boy gösteren diğer polis dizilerinden farkı ve belki de izlenmesinde ya da aksine izlenmemesindeki sebep inandırıcı olması. Umut Yolcuları, Arka Sokaklar gibi melek kalpli polislerin, azılı suçlulara karşı mücadelesinin anlatıldığı polis dizilerinin aksine Behzat Ç’nin kahramanı polis komiseri bir anti-kahraman. İçki içiyor, küfür ediyor, sorgularda kaba dayak gibi işkence yöntemlerine başvuruyor, kötü bir baba-koca imajı çiziyor. Yazının girişinde de yer verdiğimiz türden polislerin görevini sorgulayan sahneler de cabası. POL‹S BAR‹KATIN ÖNÜNDE Memur eylemi için görevlendirilen polisin amiri Behzat Ç’ye sorduğu “Anlamıyorum biz de memuruz, onlar da memur kimi kimden koruyoruz?” sorusu, aynı bölümde Halkın Sesi okurlarının

Star TV’de yayımlanan Behzat Ç dizisi işkence ve yargısız infazlarla anılan emniyetin ‘hırt’ bir komisere beslenecek sevgiyle aklanmasını sağlıyor yakından tanıdığı barınma hakkı mücadelesi veren Dikmen Vadisi halkının ekranda boy göstermesi, dizideki polislerden birisinin kentsel dönüşüm projesi nedeniyle evini kaybeden bir gecekondu sakini olarak zabıtalara karşı direnmesi, dizideki baş kadın karakterin dervimci bir çevreyle birlikte hareket etmesi, yaptıkları sıradan bir basın açıklamasında gözaltına alınması… Bir polis dizisinde polislerin toplumsal muhalefetin dile getidiği sorunların bir parçası olarak ekrana çıkması, hak arayanların karşısında

değil de bu sefer içinde yer alması ya da içinde yer alanlarla yüzleşerek kendi durumlarını sorgulaması elbette görülmüş şeyler değil. ANT‹-KAHRAMAN SEVG‹S‹ Diğer polis dizilerinde aile ilişkileri, babacanlık, iyi eş gibi özelliklerle polis karakterleri çizilirken Bezhat Ç’de polis biraz da Amerikan filmlerini andırır bir görünüm sergiliyor. Kötü bir eş ve baba olarak aile hayatındaki başarısızlığı, kurallara uymadığı için tutunamamışlığı ile erdemli özelliklerle sempati uyandırmak yerine

daha gerçekçi ve duygusal olan ‘kaybetmişlik’ özellikleri ile insanlara benimsetiliyor. İzleyicilerin büyük bir kısmı Behzat Ç’nin kuralları takmayışını, kanunlardan bağımsız olarak kendine özgü bir adalet anlayışına sahip olmasını, bu uğurda amirlerini dinlemek yerine burnunun dikine gitmesini seviyor. Adalet, vicdan gibi evrensel değerlere sahip ve bunlar için gerektiğinde hırçınlaşan bu komiser, izleyenler tarafından kolaylıkla benimseniyor. Fakat onun bu uzlaşmaz tutumu benimsenirken dizide onun getirisi olarak

sunulan işkenceli sorgular, teslim olan katillere uygulanan yargısız infazlar da kolaylıkla kanıksanır oluyor. Fakat Behzat Ç’nin ‘tehlikeli’ yanını polisin oldukça sorunlu olduğu işkence, hak ihlalleri, yargısız infazlarını kanıksatması değil. Ortaya saçtığı sorunları öylece bırakıp gitmesinde aramak lazım. Herkes tarafından kabul edilebilir çelişkileri ana karaktelerine sorgulatan, işkenceyi, eylemlerdeki sert müdahaleleri, gecekondusu yıkılan yoksulların haklılığını göz önüne seren olay örgüsü hiçbir zaman kahramanımızın şahsi özellikleri ve kendi vicdanının sınırlarından öteye gitmiyor. Dizide sorguda uyguladığı işkenceyi kabusunda gören komiser var ama bu rahatsızlıktan yola çıkarak egemenlerin çıkarlarını korumak için şiddeti tekrar tekrar üreten emniyet teşkilatını sorgulayan komiser yok. Evi yıkılan yoksullar var ama yıkımcı belediye yok. Memur eylemlerinde kendi pozisyonunu sorgulayan polisin nasıl bir sonuca ulaştığını göremiyoruz diziyi izlerken. Toplumsal çelişklerden nasibini alan polislerin ve emniyetin çelişkilerini Behzat Ç’de bulmak mümkün. Ama her bir çelişki kişilerin ahlak ve vicdan süzgecinden süzülüp sunuluyor bir sistem hesaplaşmasıyla asla buluşmuyor. Behzat Ç’nin sırrı gerçeğe bu kadar yakın kahramanlarla, gerçek hayatın sorunlarını ekranlara yansıtmakta yatıyor. Fakat bu özellik fark etmeden tüm sorunları yüzeyden gören, hesaplaşmaktan kaçınan ve çoğu zaman çürümüş bir sistemi ‘hırt’ bir komisere olan sevgiyle aklayabilen bir mesajı ortaya çıkarabiliyor. Tabii izleyiciler şöyle de düşünebilir: Behzat Ç iyi çocuk ama ‘teşkilatı kötü.’

Zaman’dan bir şey kaçmıyor Yandaş medyanın en yüksek tirajlı gazetesi zaman Sol’a dönük saldırılarına ara vermiyor. Gerektiğinde bilgi çarpıtarak, gerektiğinde yalan haber yaparak sol grupları karalayan gazetenin son hedefi ‘Sıra Kimde İnisiyatifi’ oldu. Devrimci Karargah operasyonu nedeniyle tutuklanan SDP üyeleri ve TÖP’lüler’le dayanışma amacıyla iki aydır farklı kentlerde eylemler yapan kitle örgütleri, emek örgütleri ve siyasi partilerin oluşturduğu inisiyatifin 21 Kasım günü İstanbul’da gerçekliştirdiği eylem Zaman’da “SDP, terör örgütü KCK’ya destek çıktı” başlığıyla verildi: “Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve bazı sivil toplum kuruluşlarının birlikte

yaptığı açıklamada terör örgütü KCK/TM soruşturması kapsamında yapılan tutuklamalar eleştirildi. Hatırlanacağı gibi SDP bölücü terör örgütü PKK'nın devamı niteliğinde olan KCK ile bağlantılı olduğu ileri sürülmüştü. Devrimci Karargah örgütünün öldürülen lideri Orhan Yılmazkaya bölücü terör örgütü PKK kamplarında eğitim aldığı ortaya çıkmıştı.” Bu girişin ardından eylemde atılan sloganlar ve açılan pankartın anlatıldığı haberde şu ifadeler yer alıyor: “Grubun slogan atmasını sağlayan bir kişinin yaptığı açıklamalar arasında, KCK soruşturmasından tutuklananları eleştirmesi de dikkat çekti. KCK soruşturmasından tutuklananlar ile SDP Genel Başkanı

Rıdvan Turan'ın fotoğraflarının da grubun taşıdığı aynı pankart üzerinde bulunması da gözlerden kaçmadı.” Gazetenin muhabirinin ‘cin gibi’ olduğu da okurların gözünden kaçmadı. Anlaılan Zaman eylemlerde megafonla yapılan halka dönük konuşmaları kaçırmadan yakalayacak kadar uyanık muhabirler çalıştıracak kadar ‘büyük’ bir gazete.Yine de Sol’un dayanışma eylemlerini ‘terör’le ilişkilendirmek bu gazetenin icadı değil. AKP iktidarı döneminde devrimci mücadelede yitirilenler için yapılan anma törenleri, TEKEL işçileriyle dayanışma için yapılan grevler dava konusu oldu. Zamana ise bu anlayışın haberciliğini yapmak düşüyor.

Ankara’nın muhabiri yalnız ‘takılmaz’ B

ayram küsleri barıştırırmış derler. Bayram sırasında gündeme damgasını vuran BDP-CHP ittifakı haberi de Bayramın ruhuna yakışır cinstendi. 16 Kasım günü Milliyet gazetesinde Aslı Aydıntaşbaş imzasıyla yayımlanan “Kemal Bey Paris’te ne yaptı?” başlıklı yazıda Sosyalist Enternasyonal toplantısını izleyen BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın (yazarın anlatımıyla espressosunu yudumlarken) “Keşke önümüzdeki seçimde içinde CHP, ÖDP, BDP, EMEP olan bir sol demokrasi cephesi olsa. AK Parti’ye karşı ciddi bir sol blok oluşabilir” sözlerine yer verdi. Bu habere imza atan Aslı Aydıntaşbaş ilk defa gündem yaratmıyordu geçmişte de benzer manipülatif haberlere imza atmış Ankara kulislerinden haberler vermiş birisiydi. Onun vesilesiyle gazetelerin Ankara’dan bildiren muhabirlerinin yazdıklarının üzerinde neden bazen gölgeler olduğunu gündeme getirelim istedik. Gündemi son belirleyen Ankara muhabiri olarak Aydıntaşbaş’ın profili de doğrusu bu gölgeli ve karışık gazeteci-egemenler ilişkisine uyuyordu. BASAMAKLARI HIZLA TIRMANDI Aslı Aydıntaşbaş adını Yeni Yüzyıl’da kaleme aldığı dış politika yazılarıyla duyurdu. Yeni Yüzyıl kapandıktan sonra Sabah gazetesine geçti. 2005 yılına kadar bu gazetenin Washington muhabiri olarak çalışan Aydıntaşbaş daha sonra gazetenin Ankara temsilciliğine getirildi. Bu görevin-

den alındıktan sonra bir süre Habertürk’te ve Akşam’da yazan Aydıntaşbaş son olarak Milliyet’in Ankara kulislerinden özel haberler yapan önemli köşe yazarlarından birisine dönüştü. Fakat onu ilginç yapan gazetecilik mesleğindeki başarıları değil. Onu gazetecilik mesleğinde de basamakları hızla çıkartan uluslararası ilişkileri ve bu ilişkiler vasıtasıyla AKP ile kurduğu karşılıklı güç/çıkar ilişkisi. Birçok gazetenin Ankara bürosunda çalışan isimler ya da doğrudan Ankara temsilcisi ‘derin’ ilişkilere sahiptir. Çünkü siyasi partilerin ya da TSK gibi kurumların içinden haber almak Ankara haberciliği açısından önemlidir. İsmi açıklanmayan kaynaklar, yemeklerde, çay sohbetlerinde edinilen bilgiler bu gazetecilere diğer gazetelerde yer almayan haberler yapma olanağı ve ayrıcalıklı konumlar sağlar. Fakat her şeyin bir bedeli olduğu gibi içeriden bilgi almanın karşılığında da verilecek hizmetler vardır. İsmi açıklanmayan kaynakların çıkarlarıyla örtüşür bir biçimde manipülasyon yapmak da bunlardan birisidir. Bu gazeteciler

bazen ortaya çıkması gereken bir bilgiyi yazıverirler bazen de akla düşmesi istenen soruları soruverirler. Aydıntaşbaş’ın da bu durumun istisnası değil. Yazarımız dış politika konusunda kalem oynatırken aynı zamanda ABD’nin dış politikada etkili düşünce kuruluşlarından birisi olan Western Policy Center’ın (WCP) analiz timinde yer alan bir isim. Gazeteci Ramazan Öztürk bu bilgiyi 2004 yılında Washington Haber adlı haber grubuna yazdığı ‘Karanlık kadın karanlık adamı yazmış’ başlıklı yazısında veriyor. Bu yazıda Aydıntaşbaş’ın Ortadoğu konusundaki bilgisi ve ilgisinin bu kuruluşla olan çalışmalarının hem nedeni hem de sonucu olduğunu belirterek Aydıntaşbaş’ın bu kuruluş aracılığıyla ABD diplomasisi ile kurduğu ilişkilere dikkat çekiyor. Aydıntaşbaş’ın Türkiye ve hatta K. Irak’taki iktidarlarla yakın ilişkilere sahip olduğu biliniyor. Bunda WPC’nin etkili olması kaçınılmaz. Yazarın ABD diplomasisiyle ilişkileri ve doğrudan dış politikaya etki eden kurum içindeki çalışmaları sayesinde Barzani, Talabani ve hatta Hoşyar Zebari ile oldukça yakın ilişkileri var. Kuzey Irak’a defalarca gidip geldi. Bu seyahatlerde gazetecilik mi stratejistlik mi yaptı bilinmiyor. ‘YÜKSEK’LERLE YAKIN MESA‹ Yine de bu ilişkiler ağının ona AKP’yle de yakın ilişkiler getirdiği dile getiriliyor. ABD mesaisi sırasında ABDli diplomat ve uzmanlar kadar Türkiyeli egemenlerle de teması oldu. AKP’nin ABD ile yakın

ilişkileri olan üç ismi Cüneyd Zapsu, Egemen Bağış ve Şaban Dişli Aydıntaşbaş’ın yakın mesai yaptığı isimler arasında yer alıyor. Hatta 2007 yılında evlenen Aydıntaşbaş’ın nikah şahitliğini de bu isimlerden birisi, Şaban Dişli yaptı. Yine bu isimler aracılığıyla Sabah gazetesindeki Washington muhabirliği görevinden gazetenin Ankara temsilciliğine terfi etti. Yazarımızın bu derin ilişkilerinin bir diğer yüzünü de TSK ile yakın mesaisi oluşturuyor. Balyoz Planı nedeniyle darbeci ilan edilen Ergun Saygun, İbrahim Fırtına gibi isimlerle peynir, simit eşliğinde yaptığı sohbetleri 24 Şubat 2010 tarihli Milliyet’teki köşe yazısında kendi kaleminden okumak mümkün. Türkiye siyasetine yön veren egemenlerle ilişki içinde olup onlardan bağımsızlık bir biçimde haber yazılamayacağını yazarın gündem yaratan diğer yazılarına bakıp anlamak da mümkün. Örneğin ‘kırmızı kitap’ olarak bilinen Milli Güvenlik Kurulu Starteji belgesi’nde artık cemaatlerin iç tehdit olmaktan çıktığını 28 Haziran 2010’da köşesinden o duyurdu. (Belgenin gizli olduğunu hatırlatmakta fayda var.) Aydıntaşbaş pek çok gazeteci gibi ülkeyi yönetenlerle oldukça yakın ilişkilere sahip. Ve tıpkı birçok meslektaşı gibi bu ilişkiler aracılığıyla edindiği bilgileri yine onların çıkarı için, onların istediği kadar kullanmayı tercih ediyor. Bilinen gerçekler arasında okura seçilen ve çarpıtılanlar sunuluyor.


3

GÜNDEM 26 Kasım 2010 / 9 Aralık 2010

Halk›n Sesi

Bu kalkan bizi ateşe atıyor N

ATO zirvesi, 19-20 Kasım tarihlerinde Portekiz’in başkenti Lizbon’da toplandı. Zirvede, NATO’nun 10-15 yıl için uygulayacağı politikaları belirleyen Stratejik Konsept hazırlandı. Yeni konseptin temel aracı olarak tanımlanan füze kalkanının Türkiye’ye kurulması karara bağlandı. Uzun süredir ABD’nin Ortadoğu’yu askeri zor ve neoliberal entegrasyonla denetim altına alma çabalarında aktif bir taşeron olarak görev alan Türkiye’nin bu pozisyonu, füze kalkanı kararıyla daha da ilerletildi. Bu kararla Türkiye, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik askeri stratejisinin cephe ülkesi haline gelirken, AKP’nin ‘komşularla sıfır sorun’ siyasetinin ikiyüzlülükten ibaret olduğu bir kez daha ortaya çıktı. İKİYÜZLÜLÜĞE DEVAM Zirve öncesi hükümet cephesi dış politikanın olmazsa olmazı haline gelen ‘sorun çıkarmayan ama kendini ezdirmeyen’ ülke görünümünü kurtarma çabasına girişti. Başbakan Erdoğan, zirveden günler önce, 16 Kasım’da füze kalkanının Türkiye’ye kurulması gündeme gelince ilk çıkışı “Komuta Türkiye’ye verilmeli” sözleriyle yaptı. Hatta daha da ileriye giderek “Aksi takdirde bunun kabulü mümkün değil” dedi. NATO sözcüsü ise Erdoğan’a direkt cevap verdi ve “NATO operasyonu söz konusuysa, düğmeye NATO basar. Tek ülkeye yetki devri yapılamaz” dedi. ABD ve NATO sözcülerinin tepkilerinin ardından Erdoğan da sözlerini geri aldı ve “Komuta bizde olsun derken NATO’da olsun demek istedik. Dolayısıyla NATO’nun bir parçası olarak bizim de yetkimiz olacak” diye kıvırdı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül

A

KP’nin başarı mavallarıyla döndüğü NATO zirvesinde, Türkiye’nin emperyalist çatışmanın odağına yerleştirilmesi karara bağlandı

de zirve öncesinde, İran’ın adının tehdit ülke olarak geçmemesi, kararların tüm NATO ülkelerini kapsaması ve komuta meselesi ile ilgili taleplerinin olduğunu söyledi. Türkiye’nin somut bir karşılığı olmayan, görüntüyü kurtarmaya yönelik talepleri yadırganmazken, komuta meselesi ile ilgili NATO yetkilerinin olumsuz sinyaller göndermesi, AKP’yi çark etmeye zorladı. Zirvenin ilk günü Dışişleri

Bakanı Ahmed Davutoğlu, Başbakanın ‘komuta bizde olmalı’ sözlerinin yanlış anlaşıldığı yalanına sarılarak, “Bütün sistemi Türkiye yönetsin demiyoruz. Kabul edilirse, komuta Türkiye’nin de bir parçası olduğu NATO’da olacak” dedi. Davutoğlu, Erdoğan’ı çiğnetmeden NATO’ya sadakatlerini beyan etti. İRAN’IN KENDİ VAR ADI YOK Lizbon’daki zirvenin ikinci

gününde kalkanın Türkiye’ye kurulması kararı, 28 ülkenin oybirliği ile alındı. AKP’nin “Komuta Türkiye’de olmalı. Düğmeye biz basarız” sözleri karşılıksız kaldı. Ancak İran’ın adının belgeye yazılmaması kabul edildi. Fransa’nın İran yerine ‘Ortadoğu’ yazılması önerisi ise reddedildi. Bu mizansenle, sanki NATO demokratik bir ittifakmış da Türkiye’nin sözü geçiyormuş gibi

bir hava yaratıldı. AKP hükümeti bu durumu bir zafer gibi sunmaya çalıştı. Dışişleri Bakanlığı zirve sonrası “bizim isteklerimiz gözetildi” açıklamasıyla memnuniyetini dile getirdi. Oysa zirvede somut olarak ABD ne istediyse o oldu. Belgede İran sözcüğünün geçmemesi, füze kalkanının hedefinin İran olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Nitekim Fransa Başbakanı Sarkozy, zirvede önerilerinin reddedilmesinin bir önem taşımadığını belirterek “Bizde kediye kedi derler” dedi. Öte yandan İran Dışişleri Bakanı Ramin Mihmanperest de zirve öncesi yaptığı açıklamada füze kalkanının ABD projesi olduğunu belirterek Türkiye’ye ‘Uyanık olun’ çağrısı yapmıştı. NATO zirvesiyle, AKP döneminde dış politikadaki ‘komşularla sıfır sorun politikası’ söylemi de bir kez daha darbe almış oldu. Füze kalkanı Türkiye ile İran arasında büyük bir sorun anlamına geliyor. Üstelik Türkiye’de NATO’nun 90 nükleer silah başlığı bulunuyor ve bunların yarıdan fazlası bütünüyle Türkiye’nin inisiyatifi dışında. Yeni konseptte temel rol atfedilen füze kalkanının Türkiye’ye yerleştirilmesi, Soğuk Savaş döneminde NATO’nun kanat ülkesi olarak konumlanan Türkiye’yi bugün cephe ülkesi pozisyonuna “terfi” ettiriyor. Bu durum da emperyalist saldırganlığın yol açtığı çatışmaların Türkiye üzerinde yaşanacağı anlamına geliyor. Toplumsal muhalefet NATO zirvesinde çıkan karara tepki gösterdi. Halkevleri, ÖDP, EMEP, TKP ve DHF’nin de aralarında bulunduğu pek çok ilerici örgüt bu emperyalist projeye karşı mücadele edileceğini açıkladı.

ABD’NİN KALKANI AKP, NATO’NUN İLERİ C

AKP NATO’nun ‘imaj maker’ı

19-20 Kasım tarihlerinde Portekiz’in başkenti Lizbon NATO’nun 10-15 yıl için uygulayacağı politikaları içe NATO’nun konseptinde füze kalkanlarının Türkiye’ye süredir ABD’nin Ortadoğu’yu askeri zor ve ekonomik çabalarında aktif taşeronluk görevini yürüten Türkiye kuvvetlendi. Bu kararla Türkiye, ABD’nin Ortadoğu’ AKP’nin ‘komşularla sıfır sorun’ söyleminin ikiyüzlü

DIŞ POLİTİKADA AKP İKİYÜZLÜLÜĞÜ SÜRÜ

Zirve öncesi hükümet cephesi dış politikanın olmazsa çıkarmayan ama kendini ezdirmeyen’ ülke görünümün Başbakan Erdoğan, zirveden günler önce, 16 Kasım’d kurulması gündeme gelince ilk çıkışı “Komuta Türkiy Hatta Erdoğan daha da ileriye giderek “Aksi takdirde NATO Sözcüsü ise Erdoğan’a direkt cevap verdi ve “ Zirve NATO boyunca hükümetin ve cumhurbaflkan›düğmeye basar. Tek ülkeye yetki devri yapılam sözcülerinin tepkileri sonucu Erdoğangösda sözlerini ger n›n NATO’yu aklama ve parlatma konusunda derken NATO’da olsun demek istedik. terdi¤i efor dikkat çekici. Önce Abdullah Gül, Dolayısıyla NA de yetkimiz olacak” demekNATO zorunda kaldı. “NATO’yu yanl›fl anlamayal›m. bir sald›r› örgütü de¤il, bar›flAbdullah örgütüdür”Gül aç›klamas›nda Cumhurbaşkanı de zirveye katılmak üze bulundu. Baflbakan NATO’ylakonseptte ilgili açıklamada; İran’ıniseadının geçmemesi, kara de¤erlendirmelerinde malumunuz oldu¤utaleplerinin ol kapsaması ve komuta“NATO meselesi ile ilgili üzere bir sald›r› sistemi oluflturmuyor, bir savunTürkiye’nin diğer talepleri emperyalist ma sistemi oluflturuyor. NATO’nun kurulufl amac›ittifak tarafınd meselesi ile ilgili NATO yetkilerinin sinyalle da sald›r›ya yönelik de¤il, savunmaya yönelikolumsuz bir atmaya zorladı. Zirvenin ilk günü Dışişleri Bakanı Ah bileflimdir, bir araya gelifltir” diyerek emperyalist ‘komuta bizde olmalı’ sözlerinin yanlış anlaşıldığını i bir ittifak olan NATO’yu masumlaflt›rmaya Türkiye yönetsin demiyoruz. Kabulçal›flt›. edilirse, komuta T Erdo¤an, NATO’yadedi. karfl› ç›kanlar› kastederek de NATO’da olacak” Böylece Davutoğlu, komutay açıklayarak, Erdoğan’ın sözlerini de düzeltmiş oldu. “Dünyada birçok zihin de¤ifliyor ama ülkemizde de¤iflmeyen zihniyetler de maalesef var” dedi. İRAN’IN KENDİ VAR ADIGül’ün YOK Ancak zirve sonras› yine Abdullah söyledi¤i “NATO’nun prestijini biz kurtard›k” sözlerinin bir Lizbon’daki zirveninTürkiye, ikincibelgede gününde gerçekli¤i bulunuyor. hedeffüze ülke kalkanının T ülkenin oybirliği ile alındı. Projenin teknik ismi yaz›lmas›na karfl› ç›karak NATO’nun savunma detayları b karara bağlanmadı. amaçl› demokratik birHükümetin birlik oldu¤u ve“Komuta Türkiye’nin Türkiye’de o sözleri karşılıksız kaldı. Ancak İran’ın adının belgeye Ortado¤u lehinde müdahalelerde bulunmaya Fransa’nın İran yerine ‘Ortadoğu’ yazılması önerisi is çal›flt›¤› maval›n› patlatt›. Türkiye zirve boyunca izledi¤i politikayla NATO’yu “demokratik, kat›l›mc› ABD’nin daha önce Polonya ve Macaristan’a kurmak çıkışıyla vazgeçerek Türkiye’ye kurmaya karar verdiğ toplant›lar›n yap›ld›¤›, her ülkenin sözünün dinhükümeti zafer gibi sunmaya çalıştı. Dışişleri Bakanlı lendi¤i ” bir kurum gibi gösterdi. 10 y›ld›r süren gözetildi” açıklamasıyla Afganistan iflgalinde ABD’ninmemnuniyetini NATO’yu nas›l kul- dile getirdi. düflünüldü¤ünde, NATO’nun komutas›n›n füze kalkanın Tabiland›¤› belgede İran’ın adının geçmemesi, kimde oldu¤u gerçe¤i gizlenemiyor. değiştirmiyor. Nitekim Fransa Başbakanı Sarkozy, zir bir önem taşımadığını belirterek “Bizde kediye kedi d

NATO tamam da AKP kendi imajını kurtarabilir mi? NATO’nun “Füze Kalkanı” projesi olmasa dokuz günlük bayram tatilinin neredeyse tek gündemi “Müslümanların anguslarla imtihanı” olacaktı. 19 Kasım’da Lizbon’da toplanan NATO zirvesi bile ancak AKP’nin zorlamasıyla medyadan gerekli ilgiyi görebildi. Toplantı öncesinde Gül’ün, sonrasında ise Erdoğan’ın özel uğraşları takdire şayandı. Bunu iş edinmekte haklılar çünkü bu konu normal şartlarda AKP’yi çok ama çok zor durumda bırakabilirdi. Ancak özellikle medyanın maniple edilmesi “ihanet”i sözde “başarı”ya çevirdi. NATO'nun 1999 yılında açıkladığı son Stratejik Konsept’in güncelliğini yitirmesi, yeni tehditler ve yürütülen operasyonlara cevap verememesi İttifak’ın yeni bir Stratejik Konsept arayışına girmesine yol açmıştı. NATO’nun son toplantıda aldığı kararlar, özellikle “füze kalkanı” projesi bu ihtiyacın ürünüdür. Füze kalkanı projesinin siyasal sonuçlarını değerlendirmeden önce tarihi ve teknik bilgilerin yenilenmesine ihtiyaç var. Hatırlanacağı gibi bu proje ilk olarak Bush döneminde oluşturulmuş ve hayata geçirilmeye çalışılmıştı. O zaman ABD için “düşman” Rusya idi. Ve füze kalkanı Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne kurulacak ve Rus tehdidine karşı Avrupa’yı koruyacaktı. Bu dönem aynı zamanda ABD’nin Rusya’yı çevreleyen ülkelerde (Ukrayna ve Gürcistan gibi) çeşitli renk isimleri verdiği sözde “devrim”leri tezgahladığı dönemdir. Ve yine hatırlamakta yarar var Türkiye’ye bu proje içinde biçilen hiçbir rol yoktu. Bu proje gerek Rusya’nın karşı taktikleri ile gerekse Obama’nın beraberinde getirdiği yeni değişimle birlikte iflas etti. Obama’nın projesi de temelde bir öncekinden farklı değil. Amaç aynı, sadece hedef ve hedefe bağlı olarak kapsadığı alan farklı. Projeye ait teknik bilgiler ise Türk medyasında neredeyse hiç tartışılmıyor. Füze kalkanı projesinde asıl amaç NATO üyesi ülkeleri (aslında Avrupa Birliği ülkelerini ve İsrail’i) olası bir balistik füze saldırısına yani kimyasal ve nükleer saldırıya karşı korumak. Proje iki bölümden oluşuyor; saldırı füzelerini belirleyen

radar sisteminden ve bu füzeleri imha edecek karşı füzelerin ateşlenmesinden. Türkiye’ye kurulacak olan bu bölümlerden sadece ilki, yani radar sistemleri, üstelik bu sistemin sadece bir bölümü kurulacak. Karşı füzelerin ateşlenmesinin ise Akdeniz’de konuşlandırılacak olan gemilerden ve Romanya/Bulgaristan’dan yapılması planlanıyor. Bu sistem kullanıldığında yani amaç hasıl olduğunda ne olacak? İran’dan ya da Erdoğan’ın saldırı beklediği Mars’tan (İran’a karşı kurulmuyormuş ya) bir füze atıldığında Türkiye’deki radarlar bunu tespit edecek ve Akdeniz’de NATO Başkomutanı’nın emrindeki bir gemiden atılacak karşı füze de bu düşman füzesini vuracak. Peki, vurulan füze nerede patlayacak? Türkiye toprakları üzerinde. Peki, taşıdığı kimyasal ya da nükleer bombaya ne olacak? (Bu soruya Gül ya da Erdoğan yanıt verebilir mi?) Ek bilgi: Ateşlenen düşman füzeleri (üzerlerinde nereye gittiği yazmadığı için) İsrail’e gidiyor olsa da düşürülecek. O da Filistin/Lübnan üzerinde. Erdoğan, “bu sistem sadece NATO üyesi ülkeleri koruyacak” yalanını söyleyedursun. Birkaç bilgiye daha ihtiyaç var. Bu sistem beş yıl içinde 100 milyar dolara mal olacak. Ayrıca İran korkusu nedeniyle Körfez ülkelerinin silahlanma için harcadığı 123 milyar dolar da bir kenara not edilmeli. Sonuçları sıralamadan önce Erdoğan’ın yalanlarını da not etmek gerek. Bilindiği gibi Başbakan Erdoğan sıkça yalana başvurur ancak bu konuda söylediği her şey yalan. Hedef İran değilmiş; Lizbon sürecinde Rusya’nın tehditler arasından çıkarılıp bu sorun bağlamında müttefik ülke konumuna gelmesiyle birlikte İran’dan başka hangi ülkeyi sayabilir? Komuta kademesinde Türkiye de olacakmış; NATO Başkomutanı ABD'li Oramiral James Stavridis’dir yani Pentagon’dur, bu durumun değişmesi için NATO’nun örgüt yapısı değişmek zorundadır. Türkiye zirveye damgasını vurmuş; kediye kedi dedirtmeyerek. Yalanla bile olsa yanıtlayamadığı bir soru var ki o da bu işten Türkiye halklarının ne gibi bir çıkarı olacağı? Bu sürecin sonucunda; Rusya,

Avrupa için bir tehdit unsuru olarak anılmaktan çıkarılmış hatta bu sorun bağlamında müttefik ülke konumuna doğru ilerlemiştir; silah ve sözde savunma sanayiine çok daha büyük bir pazar alanı açılmıştır ki bu gelişme tüm dünya ülkelerini içine alacak yeni bir silahlanma/savunma dönemini açacaktır; İsrail kendisi için yeni bir korunma biçimine daha sahip olmuştur ve ABD, Avrupa ülkeleri üzerinde kurduğu hegemonyayı askeri şemsiyesi altında çok daha fazla sağlamlaştırmıştır. Ve Erdoğan başkanlığındaki AKP hükümeti emperyalist işbirlikçiliğine çok daha kalıcı bir aşama eklemiştir. Türkiye, soğuk savaş dönemindeki, ABD ve Avrupa’yı korumak için kendi halklarını feda etme misyonuna geri dönmüştür: Söz konusu olan emperyalizm ve işbirlikçileri ise Türkiye halkların güvenliği ve geleceği teferruattır! Bu uzun tatil sürecini boş geçirmeyen bir başka aktör de Kılıçdaroğlu oldu. Paris’te düzenlenen Sosyalist Enternasyonel Konsey Toplantısı’na ilk kez katıldı, “Türkiye ve Global ekonomi” konulu bir konuşma yaptı. Talabani’nin yanısıra başta İtalya, İsveç ve Avusturya olmak üzere pek çok Avrupalı sosyal demokrat lider ile ikili görüşmelerde bulundu. Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in mezarını ziyaret etti. Aynı toplantıda bulunan BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile görüşmedi. Kılıçdaroğlu, Paris’ten döner dönmez ayağının tozuyla Diyarbakır’a gitti. Sokakları gezdi, taksi durağı ziyareti yaptı, gençlerle tavla oynadı. Ve “Diyarbakır'ı bölgenin Paris'i yapacakları” sözünü verdi. Burada da hiçbir BDP’li ile görüşmedi! Aynı dönem içinde BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Kürt hareketi eğer CHP dahil olmak üzere, bütün demokratik güçlerle demokratik ilkeler çerçevesinde bir blok oluşturabilirse bizce bu AKP’nin hegemonik, ideolojik yayılmacılığını durdurabilir… Eğer CHP bu konuda dürüst ve ciddi yaklaşırsa, tabiî ki seçim ittifakı da dahil her şey konuşulabilir” deyiverdi. Bu “yersiz” öneri doğal olarak hazırlıksız CHP’de ufak çaplı bir dalgalanmaya yol açtı. Deniz Baykal bile ufak çaplı bir panik yaşadı.

Bu önerinin CHP’de karşılık bulması bu koşullarda elbette ki hayal. Demirtaş’ın önerisi Kürtlere CHP’nin sınırlarını göstermesi açısından önemli. Ancak CHP açısından durum daha kritik; Kürtlere yönelik izleyeceği siyasetindeki olanakları ve olanaksızlıkları, tarihsel deneyimleri hatırlatarak bir kez daha ortaya serdi. Hatırlanacağı gibi bu iki kesim arasında ilk seçim ittifakı 1991 yılında gerçekleşmişti. CHP, SHP idi. BDP de HEP. SHP o sayede Süleyman Demirel’in DYP’si ile birlikte koalisyon ortağı olarak iktidara taşındı. 1977 seçimlerinden tam 14 yıl sonra CHP’ye hükümet ortağı olmak şansı, büyük ölçüde o ittifak sayesinde gerçekleşti. Olanak budur. Olanaksızlığın verisini de yine tarihte bulabiliriz; 1991’den iki yıl önce yani 1989’da SHP’li 7 Kürt milletvekili Paris’teki Kürt Enstitüsü’nün düzenlediği ‘Kürt Konferansı’na katıldıkları için SHP’den ihraç edilmişlerdi ve ihraç kararının mimarı partinin genel sekreteri Deniz Baykal’dı. CHP’deki sıkıntıların bitmeyeceği ancak seçimlere kadar “idare edileceği” görülüyor. Oysa CHP’ye “yakışan” daha doğrusu Deniz Baykal’ın temsil ettiği çizgiye yakışan tavır, bu “gidişata” izin vermeyip hemen harekete geçerek parti iktidarını ele geçirmek, bu olmuyorsa ayrı bir parti oluşturmaktır. Şimdilik, seçime kadar bu olmayacak, seçimden sonra her şey olabilir! Seçime kadar CHP’de iki kritik eşik var; ilki kurultay ve kurultayda kimlerin seçileceği, ikincisi ise milletvekili adaylarının kimler olacağı. Bu arada Gürsel Tekin show devam ediyor; canlı yayında parti meclisi üyesine müdahale etmesi bir yana şimdi de “parti saflarına merkez sağdan çok arkadaşını katacağı” müjdesi veriyor. Kavgaya niyetleri yok ama kavga edecek o kadar çok nedenleri var ki. AKP kanadında ise çok parçalı plan işlemeye devam ediyor. Bu dönem, Kürt sorununa müdahale yöntemleri, Öcalan’ın avukatları ile yaptığı görüşmenin Baydemir ile alakalı olan kısmını İçişleri Bakanlığı aracılığıyla medyaya servis etmek oldu. Medya da “mal bulmuş mağribi” misali konuyu gündeme taşıdı. Aslında olay bir PKK klasiği. Silahlı mücadele; politikanın,

silahın bir araç olarak kullanılarak yapılmasıdır. Silah da doğası gereği (sonucun kesin alınıyor olmasından kaynaklı) her türlü politik araçtan (kitle gösterisi, hukuk mücadelesi, propaganda faaliyeti vb.) ayrı ve üstün bir özelliğe sahiptir. Ne yazık ki dünyada silahı herhangi başka bir araçla eş değerde kullanan bir siyasal hareket olmadı (istisnalar tartışılabilir). Üstelik silahın bu özelliği “kır/köylü hareketlerinde” çok daha baskındır. PKK’de daha da baskındır. Bunun nedenlerinden en önemlisi; PKK, silahlı mücadeleyi sonradan seçmiş değil, başından itibaren bu araçla örgütlenmiştir ve aynı ekip tarafından da önderliği sürdürülmektedir. Baydemir’in, Kürt hareketi tarafından ikinci kez il belediye başkanlığına aday gösterilen tek örnek olma özelliğine rağmen bu sözleri (“Silahlar miadını doldurdu”), referandum sürecindeki Kürt burjuvazisinin ayrı telden çalma girişiminin bir devamı olarak değerlendirilemez. Kürt hareketinin kendi içinde halledeceği bir konu AKP girişimiyle Baydemir’in çizilmesine neden oldu. Baydemir’i etkisizleştiren Öcalan değil, AKP’dir. Diğer taraftan ordu, AKP’nin temel uğraş alanı olmaya devam ediyor. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Balyoz davası sanığı ve çok sayıda fişleme dosyasında imzası bulunduğu iddia edilen Tümgeneral Halil Helvacıoğlu'nu açığa aldı. Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün de Tümgeneral Gürbüz Kaya ve Tuğamiral Abdullah Gavremoğlu'nu açığa aldığı açıklandı. AKP iktidarda kaldığı sürece ABD’nin de desteğiyle orduya uygun bir şekil verene dek bu icraat çeşitli araçları kullanarak hatta yenilerini “keşfederek” devam edecek. Bu arada içinde “irtica tehdidi” geçmeyen yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin de kabul edildiğini eklemek gerek. AKP’nin ikiyüzlülüğüne ise her dönemde bolca örnek bulmak mümkün. 19 Aralık 2000'de cezaevlerine yönelik yapılan sözde “Hayata Dönüş” gerçekte katliam operasyonunun ancak 10 yıl sonra ilk duruşması yapılabildi. 28 tutuksuz sanık (hepsi er) var. Avukatların tutuklama talepleri reddedildi. Bu davada asıl yargılanması gerekenlerin ise dönemin Adalet Bakanı Hikmet

Sami Türk, dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun ve dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan olduğunu AKP adaleti unutsa da tarih unutmayacak. Tüm bunların yanında AKP’nin seçim yatırımları ise planlandığı şekilde yürüyor. En önemli yatırım; Ali Babacan’ın açıkladığı, Cumhuriyet tarihinin en büyük vergi affı. 300 kalemdeki af uygulaması 1 milyondan fazla kişiyi doğrudan etkiliyor. Bu “yatırım”ın gözlerden “kaçırılan” bir başka özelliği de mevcut; bu afla elde edilmesi düşünülen yaklaşık 70 milyar liralık kaynak hükümetin meclise sunduğu 2011 bütçe gelirleri içinde değil. Yani AKP’ye seçim döneminde kullanılmak üzere “kıyak” bir kaynak yaratılmış durumda. Bir başka seçim yatırımının, AKP’nin karnesinin sıfır olduğu eğitim alanına yapılacağı anlaşıldı. Bizzat Erdoğan’ın sahiplendiği Fırsatları Arttırma, Teknolojiyi İyileştirme Hareketi (FATİH) Projesi ile 42 bin okuldaki 570 bin dersliğe dizüstü bilgisayar, projeksiyon cihazı, internet ve çok amaçlı yazıcı ve akıllı tahta sağlanacak. 2 milyar lira harcanacak (AKP’li ihalecilere duyurulur). Eğitim alanının bunca sorunu varken (neredeyse 40 kaleme ulaşan para toplama yöntemi, güvencesizsözleşmeli çalıştırılan, hiçbir bilimsel gelişme olanağı sağlanmayan öğretmenler, yap-boz eğitim modelleri, beslenme, ulaşım, sosyal-kültürel faaliyetlerden yoksunluk vs.) göstermelik bir görsel araçla Erdoğan sadece poz vermiş oldu. Bu fotoğrafı seçim dönemi afişlerde bolca göreceğiz. Bu arada Erdoğan yetiştirmesi Kadir Topbaş da atağa geçmiş durumda. Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Teşkilatı'nın yeni başkanı seçildi. İstanbul sokaklarında kaybettiğini Birleşmiş Milletler’de arayan Topbaş, yaptığı ulaşım zammının ardından aralık ayının ilk haftasında ‘Toplu Taşıma Haftası’ düzenleyeceğini duyurdu. Bunlar kaybettiği prestijini yeniden kazanma debelenmeleri. Ve aynı zamanda seçimlerde İstanbul’un ne kadar kritik olduğunu bilen AKP kurmaylarının tezgahlarıdır. Onların hala öğrenemediği şey ise İstanbul’un “AKP’nin lale bahçesi” olmasına izin verilmeyeceğidir.


4

GÜNDEM 26 Kasım 2010 / 9 Aralık 2010

Halk›n Sesi

AKP’ye ‘Ergenekon’ deste¤i Bu memlekette “meşruiyet” sorunu yaşayan herkes için sihirli bir meşruiyet kaynağı var: Kürtler. Ali Bardakoğlu'nun istifa ettirilmesinin ardından göreve getirilen Yeni Diyanet İşleri Başkanı'nın ilk işi, Kürt illerine yönelik bir “Acil Eylem Planı” ilan etmek oldu. Başkanlık Kürt illerinde inşa edilecek 1362 cami için 80 milyon, yine bu illerde oluşturulacak “İrşat Ekipleri”nde görevlendirilecek imamların yetiştirileceği “İmam Evleri” için 100 milyon TL bütçe istedi. Bölgede dini bir “yerel gericilik” kaynağı olarak değerlendirmek ve “kontra örgütlenmesinde kullanmak” devletin Kürt hareketini bastırmaya dönük stratejik perspektifinin öteden beri önemli bir unsuru. Bu aslında bir “kontrgerilla geleneği”. Türkiye'nin kontrgerillası 60 yıldır “iç düşman”a karşı mücadelede her seferinde “dinsel Ferda gericiliğe” sarıldı. Kontrgerilla Koç stratejisi, 1984'e kadar ferdakoc@ “Komünizme karşı hotmail.com mücadele”de, 1984'ten bugüne kadar da “bölücülüğe karşı mücadele”de dinsel gericiliği temel bir unsur olarak değerlendirdi. AKP'nin devlet iktidarındaki güçlenme sürecinde, kontrgerillanın bu köklü geleneğinin rolü küçümsenemez. Bölgede Kürt hareketinin karşısında rejimin yalnızca dinsel gericilik aracılığıyla bir taban sağlayabileceği gerçeği, devlet iktidarına hükmeden güçlerin AKP iktidarını kabullenmesindeki en önemli “meşrulaştırıcılardan” oldu. Ancak bir süredir, ulusal hareket karşısında “devlet yanlısı” bir güç merkezi oluşturmak için “dinsel gericiliğin” de sanıldığı kadar “mucizevi bir ilaç olmadığı” görülmeye başlandı. AKP'nin Bölge politikasındaki en önemli sorunu “din istismarında” yaşadığı güçlükler. Sünni Kürtler'in büyük çoğunluğu Şafi. Alevilik de Kürtler içinde yaygın bir dinsel yapıyı oluşturuyor. Siyasi İslam'ın dayandığı “Anadolu Gericiliği”nde ise belirleyici olan Sünni-Hanefi mezhebi. Bu nüanslar, Kürtler içinde dindarlığın “ulusal” bir renge boyanabilmesine olanak sağlıyor. Yerel din adamlarının, sadece 1950 öncesi Kürt hareketinde değil, modern Kürt hareketinde de etkili popüler figürler olagelmesinde bu olgunun önemli bir rolü var. Ulusal hareketin yükselmesi dinsel alanı “ulusallaştırabiliyor”. Dinin bir “yerel gericilik” kaynağı olarak kullanım alanı daraltılabiliyor. Bu ise AKP açısından “tehlike çanları”nın çalması demek. Dinci gericiliğin Bölge'de PKK'yi tasfiye edemeyeceğinin ortaya çıkmasının, AKP üzerinde oluşan mutabakatı ciddi bir biçimde zayıflatacağı açık. “Acil Eylem Planı”nın “aciliyeti” de bundan. AKP, bölgedeki “yurtsever dinadamları”nı tasfiye etmeyi ve bunların yerine “cemaat” imamlarını geçirmeyi öncelikli bir plan haline getirdi. Asıl “bomba” AKP'nin “Acil Eylem Planı”nın “kurmay çalışması”nı yapan “kurum”. Sıkı durun, “Plan”ın dayandırıldığı temel saptamalar, “Strateji Grubu”nun 15 yıl önce (28 Şubat 1997'den iki yıl önce) hazırladığı ve Aksiyon dergisine servis ettiği bir “Dosya”ya dayanıyor. Aksiyon dergisinin 5 Ağustos 1995'de Celal Kazdağlı imzasıyla yayınladığı “Kanlı örgütün son umudu İslam” başlıklı dosya incelendiğinde (Bkz.http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber155-26-kanli-orgutun-son-umudu-islam.html) dosyanın temel bilgi kaynağının “Strateji Grubu”nun yalnızca “abonelere” dağıttığı özel “Gündem” dergisi olduğu; bu bilgilerin Süleyman Demirel ve TSK yetkililerinden alınan demeçlerlerle zenginleştirildiği görülüyor. “Strateji Grubu” aynı zamanda Kuvva-yı Medya dergisinin de yayıncısı. Yani 28 Şubat'tan “Ergenekon”a uzanan bir ilişkiler manzumesi içinde yer alıyor. Kısacası, AKP'nin Bölge'de dinin “ulusallaşmasına” karşı yürürlüğe soktuğu “Acil Eylem Planı”nın arkasında “Ergenekon” var! Bir de çatışmanın diğer yüzüne, “Yurtsever Dinadamları” yüzüne bakalım. Bölgedeki dinadamlarının önderliğinde şekillendirilen ve KESK üyesi olan DİVES’in (Diyanet ve Vakıf Emekçileri Sendikası) temel talepleri oldukça dikkat çekici unsurlardan oluşuyor. Çalışanların özlük haklarına ilişkin taleplerin dışında sendikanın temel talepleri, “Diyanet İşleri Başkanlığı'nın özerk olması; anadilde vaaz ve hutbe imkanı için yasal düzenleme yapılması; dini bilgi ve duaların tek mezhebe göre dayatılmasına son verilmesi; farklı mezhepte olan bölgelere o mezhebe göre dini bilgi aktarılması; ezan dışında din hizmetlerinin merkezi sistem aracılığıyla yapılmasının kaldırılması; vakıf harcamalarının şeffaf yapılması; sözleşmeli personelin kadrolu yapılması.” Bu taleplerin “dinsel hizmetlerin örgütlenmesi”ne ilişkin kısımlarının ancak laik-demokratik bir rejim altında uygulanabilecek, azınlıktaki mezheplere hak eşitliği sağlamaya yönelik talepler olduğu açık. Yani AKP dinsel gericiliği Bölge'de seçenek haline getirmek için Ergenekon zihniyetine yaslanıyor; Yurtsever din adamları ise Kürt hareketinin din alanındaki karşılığını laik bir rejimde buluyorlar. İşte karşınızda “Milliyetçi-Laikçi” CHP için kabus gibi bir denklem... Milliyetçiliği savunsa şeriatçılığa yol verecek; laikliği savunsa, Kürtlere “hak” verecek...

‘ B D P ’ Lİ G E LM ES İ N İ Ş Ç İ S E R M AY E Y E D İ R EN M ES İ N ’

CHP’de yollar kapalı CHP’nin içerisinde, bayram öncesi yaşanan iktidar kavgaları ve resepsiyon krizi kısa vadeli de olsa dinmiş gibi gözükürken Kılıçdaroğlu’nun Paris’te Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’nın mezarlarına yaptığı ziyaret, Diyarbakır gezisi ve BDP-CHP ittifakı şaiyası parti içi tartışmaları yeniden canlandırdı. Kılıçdaroğlu ilk defa katıldığı Sosyalist Enternasyonal’de “Türkiye ve küresel ekonomi” başlıklı bir konuşma yaptı. Türkiye’de gerçek bir sosyal güvenlik sistemi kurulamadığını, AKP’nin halkın ihtiyaçlarına göre değil kendi ihtiyaçlarına göre sosyal yardım dağıttığını söyleyen Kılıçdaroğlu CHP’nin sosyal devleti yeniden inşa etmeye talip olduğunu da söyledi. Paris turunun vitrininde, Kılıçdaroğlu’nun Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’in mezarlarına yaptığı ziyaret vardı. Kılıçdaroğlu’nun mezar ziyaretinde, muhalif sanatçılar, gazeteciler ve “düşünce suçluları” üzerinde hala sürmekte olan baskılara değinmektense, parti içindeki homurdanmaları bastırmak için CHP’nin kuvayı milliye geleneğinden geldiğini vurgulaması düşündürücü bir durum yarattı Asıl öne çıkan haber ise Milliyet gazetesi yazarı Aslı Aydıntaşbaş’ın gündeme taşıdığı, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın “Keşke önümüzdeki seçimde içinde CHP, ÖDP, BDP, EMEP olan bir sol demokrasi cephesi olsa” sözleriydi. Bu haberin üzerine CHP’deki iç tartışmalar yeniden alevlendi. Genel seçimler yaklaşırken BDP ile ittifak tartışmaları parti

Y

eni CHP eski alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyor. BDP ile ittifak tartışması parti içinde şoven tepkilerle karşılandı. İttifak işçiyle olur diyen CHP, onun da sermayeye biat etmesini istiyor

içinde yoğunlaştı. Daha sonra iki partinin başkanları da bu iddiaları yalanladı. Ancak CHP içerisinde böyle bir ittifaka sıcak bakanlar da var. Parti Genel sekreteri Süheyl Batum “BDP ile işbirliği yapabiliriz” derken, Genel Başkan yardımcısı Mesut Değer "Kürt sorunu CHP'nin öncelikleri arasında. Biliyorsunuz genel başkanımız yurt dışında en son Irak Devlet Başkanı Celal Talabani ile görüştü. Genel Başkanımızın bölgeye ilişkin genel af da dahil söylemleri oldu. Türkiye'de yaşanan bir iktidar sorunu var ve

bunu ancak geniş bir yelpaze ile iktidara taşıyarak çözmek mümkün” açıklamasında bulundu. Batum’un açıklamasına cevap CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü’den geldi. Mengü “Teröriste terörist diyemeyen bir parti ile seçim işbirliği yapamayız. Elbette sayın genel sekreteri böyle bir açıklama rahatlığına iten neden Sayın Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun Paris’te bir savcıyı öldürmekten mahkum olmuş, sanatçı tarafı güçlü olsa da fikir suçu olmayan bir zatın mezarına gitmesi ve yine aynı şekilde, ‘Apo’yu özledik’ diyen

bir insanın mezarını ziyaret etmesidir” dedi. Bir tepki de, son dönemde ergen çocuk tadında muhalefetiyle sahneden inmeyen Muharrem İnce’den geldi. İnce, “BDP varsa ben yokum” dedi. İnce ve Mengü’nün çıkışı, CHP’nin Kürt sorununda yıllardır izlediği şoven çizginin kendini unutturmayacağını ortaya koydu. Şimdilerde bir “Kürt Raporu” hazırlamaya çalışan CHP yönetiminin yıllardır yüzleşmekten kaçtığı Kürt sorununda ne kadar ilerleyebileceğini zaman gösterecek.

23 Kasım günü CHP grup toplantısında konuşan Kılıçdaroğlu, ittifak iddialarını sağ medyanın CHP’yi karıştırmaya dönük hamleleri olarak nitelendirdi. Kılıçdaroğlu “İşçisiyle, memuruyla, emeklisiyle ittifak yaparız biz” dedi ve herhangi bir parti ile ittifak arayışında olmadıklarını söyledi. Konuşmalarında sık sık emekçileri anan Kılıçdaroğlu, siyasi kariyerinde büyük destek aldığı sermayeye sadakatini beyan etmeyi ihmal etmiyor. Yaz aylarında ortaya koyduğu “sosyal piyasa ekonomisi” yaklaşımında zaten sermaye eksenli bir politika hedeflediğini ortaya koymuştu: “21. yüzyılda artık özel sektörü reddeden bir anlayışın olmadığını çok iyi biliyoruz. Sosyal piyasa ekonomisi diyoruz. Çalışanların hakları da olacak. Sendikalarla da işverenlerle de konuşuyoruz. Şunu söylüyorum: İşçi ve işveren artık karşıt kutuplar değildir. İşbirliği yapıp üretimi maksimize eden, yaratılan katma değeri de hakça bölüşen bir alanda çalışılmalı. Biz ücret sendikacılığına da karşıyız, bundan vazgeçmeliyiz. Sendika her şeyden önce işçinin çalıştığı alanın yaşamasını ve güçlenmesini istemeli. Yoksa onu da kaybeder.” Sermayenin emeğe yönelik saldırıları giderek şiddetlenirken ortaya atılan bu iddianın gerçek hayatta emek hareketinin önünü kesmekten başka ne işe yarayacağı merak konusu. Anlaşılan, CHP yakın zamanda kurulan emek bürolarında da işçileri sermayeye karşı mücadele etmeye değil biat etmeye çağıracak.

Orman arazileri satılıyor Mali kaynak arayışındaki hükümet 2/B arazilerinin yani orman vasfını yitirmiş orman arazilerinin satışına hız verdi. Maliye Bakanlığı bünyesindeki Milli Emlak Genel Müdürlüğü orman vasfını kaybetmiş arazilerin yanı sıra kamu arazilerinin satışına da hız vermiş durumda. 3 yılda 6,5 milyar lira tahsil etmeyi hedefleyen bakanlık, arazileri satın almak için baş vuruda bulunanlardan 10 bin lira almayı düşünüyor. 2/B, 6831 Sayılı Orman

Kanunu'nun 2. Maddesi B Bendi için kullanılan bir kısaltma. 2/B, orman vasfını yitirmiş, kadastro marifetiyle orman alanları dışına çıkartılmış, bir daha geri kazanılamayan ve ıslah edilemeyen araziler anlamına geliyor. 2/B ile ilgili düzenleme 5831 Sayılı Tapu Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un içine sıkıştırılarak 26 Ocak 2009’da onaylanıp 27 Ocak 2009’da da Resmi Gazete’de yayımlanarak

yürürlüğe girdi. Böylece 2/B arazilerinin kadastrosunun yapılıp işgalci adına tescilinin Hazine adına yapılmasının önü açıldı. Orman alanı vasfını yitirmiş arazilerin kadastrosunun kim tarafından yapıldığını denetlenemez hale getiren kanun arazinin vasfının tespiti yetkisi orman ve ziraat mühendislerinden oluşan Orman Kadastro Komisyonlarından alarak eko sistem eğitimi görmemiş kadastro elemanlarına devretti.

Orman alanı vasfını yitirme durumu orman yangınlarıyla birlikte artış gösterdi. Nitekim 2/B’nin gündeme geldiği 2003 ve 2005 yıllarında orman yangınları yüzde 50 oranında arttı. Orman yangınları ve orman alanlarının işgalcilere devri konusunda 2008’de Antalya’da yaşanan ve bir hafta süren orman yangını önemli bir örnek teşgil ediyor. Yangında her ne hikmetse tam da MNG Holding’in istediği bölümler yanmıştı.

Başbakana laf etmek 15 ay Baflbakana laf edenler hapis cezalar›na çarpt›r›l›yor. 2008’deki ‹TÜ aç›l›fl›nda baflbakan› protesto eden 18 ö¤renciye 1 y›l 3’er ay hapis cezas› verildi. Protesto s›ras›nda baflbakan içeride demokrasi ve insan haklar›ndan bahsediyordu

12 Eylül 2008’de İstanbul Teknik Üniversitesi’nin (İTÜ) açılışında başbakanı protesto eden 18 öğrenciye 1 yıl 3'er ay hapis cezası verildi. Öğrenciler karara itiraz edecek. 2008-2009 öğretim yılı açılışında Başbakan Tayyip Erdoğan’ı protesto eden öğrencilerin bugün yapılan duruşmasında, öğrenciler hakkında 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’na muhalefet gerekçesiyle 1 yıl 3 ay hapis ve 80’er lira para cezası

çıktı. Kararda, öğrencilerin protesto sırasında taşıdıkları ‘İTÜ Medrese’, ‘Rektörlük AKP şubesi değildir’, ‘İTÜ Öğrenci Kolektifleri’ yazılı dövizler ile protesto sırasında açılan ‘AKP dışarı, üniversiteler bizimdir’, ’12 Eylül çocuğu, doğum gününü başka yerde kutla’ yazılı pankartlar da “Suç işlediklerinin anlaşılmasına yarayan unsurlar” olarak dikkate alındı. Haklarında hapis cezası ve para cezası kararı çıkan öğrenciler karara itiraz edeceklerini

belirttiler. 12 Eylül 2008 tarihinde İTÜ’nün 2008-2009 öğretim yılı açılışına katılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı protesto eden Öğrenci Kolektifi üyesi 18 öğrenci polisin saldırısı sonucu gözaltına alınmıştı. Başbakanın katıldığı açılış töreni öncesinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından rektörlük seçimlerind en çok oy alan aday yerine ikinci sıradaki aday Muhammet Şahin rektör olarak atanmıştı.

10 yıl sonra 19 Aralık 19 Aralık katliamının üstünden on yıl geçtikten sonra Bayrampaşa hapisanesindeki katliamla ilgili dava bugün (23 Kasım) Bakırköy 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülüyor. Davaya bakan avukatların ifadelerine göre Eyüp Savcılığı’nın hazırladığı iddianamede 39 erin ismi yer alırken katliam emrini veren komutanların isimleri yer almıyor. Bilirkişi ve keşif rapırlarının eksik olduğunun belirtildiği davada mağdur sayısı da 55’ten 41’e düşürülmüş. Dava, katliamın mağdurlarının itirazları üzerine açılmıştı. Savcı, iddianamede 39 er için 12'şer kez ömür boyu hapis istiyor. Katliamın hemen ardından açılan soruşturma uzun süre devam etti. Bu süre içinde İstanbul Jandarma Bölge Komutanlığı (İJBK) operasyonun planlı olup olmadığı, hangi birliklerin nerede görev aldığı, ölümlerin yaşandığı C bloğa kimin müdahale ettiğine cevap vermemişti. 17 Mart 2006’da İJBK’nin savcılığa gönderdiği yazıda şunları söylemişti: Olaylar plansız ve organizesiz geliştiğinden tedburler aynı şekilde cereyan etmemektedir ve kayıt tutulmamaktadır. Personelin robokop kıyafetli ve gaz maskeli olması nedeniyle kimliğini sormadan tanımak mümkün değildir. C bloğa giren personelin astsubay Süreyya Yalçınkaya ve astsubay

Zafer Sabancı olduğu öğrenilmiştir. Astsubayların bir grup erbaş ve erle C bloğa girdiği saptanmış; ancak kaç kişi olduğu, kimlikleri belirlenememiştir. Erbaş ve erler terhis olduktan sonra kendilerini bulmak olaylara ilişkin doğru ve güvenilir bilgi almak mümkün olmamaktadır”. İJBK, olayla ilgili Albay Burhan Ergin’in bilgisine danışılmasını önermiş, Ergin de bilgisine danışılması için 7 erin ismini vermişti. 7 erin hiçbirinin hapishaneye girmediği yalnızca Yalçınkaya ve Sabancı’nın bir süre içeri girip hemen çıktığını söylemişlerdi. Sabancı 2005’te hayatını kaybetmiş, Yalçınkaya’nın da TSK ile ilişkisi 2002 yılında kesilmişti.

19 ARALIK 2000 Ecevit hükümetinin, hapisanelerde koğuş sisteminden hücre sistemine geçme girişimleri hapislerdeki devrimcilerin direnişiyle karşılaşmıştı. Ecevit hükümeti 19 Aralık günü hapislerdeki ölüm orucunu bitirmek için 20 hapisaneye eş zamanlı operasyon düzenledi. 28’i mahpusun katledildiği ve iki de askerin öldüğü operasyona Ecevit Hükümeti ‘Hayata Dönüş’ adını vermişti. Aynı gün Bayrampaşa Kapalı Cezaevi’nde gerçekleştirilen operayonda 12 devrimci mahpus yakılarak katledilmişti. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk'tü.


5

DÜNYA 26 Kasım 2010 / 9 Aralık 2010

Halk›n Sesi

Öğrenciyiz yoksuluz ödemiyoruz 7 İtalya ve ingiltere’de öğrenciler, hükümetlerin neoliberal saldırılarına k a r ş ı ‘ Ö ğ r e n c iyiz, yoksuluz, ö d e m i y o r u z ’ s l oganlarıyla sokaklara döküldüler

İ

ngiltere ve İtalya'da onbinlerce öğrenci, neoliberal politikalarla üniversitelere saldıran hükümetlere karşı sokaklara çıktı. İtalya'da yükseköğrenim bütçesinin kısılması ve üniversitelerin özelleştirilmesine kapı açan yasaya, İngiltere'de ise yüzde 300 harç zammına karşı parasız eğitim talebiyle sokaklara çıkan öğrenciler hükümet binalarının kapısına dayandı. İtalya'da Eğitim Bakanı Maria Stella Gelmini tarafından hazırlanan neoliberal saldırı politikasının temsilciler meclisinde görüşüldüğü gün öğrenciler senato binasının kapısına kadar sloganlar ve pankartlarla geldi. Roma'daki senato binasını işgal etmek isteyen öğrencilere polis saldırdı. Saldırı sonucunda 20 öğrenci yaralandı. Öğretim görevlilerinin de büyük destek verdiği eylemler

iklim 5 kıta

Fidel görevinden ayr›ld›

2 kapsamında Milano, Roma, Floransa, Torino, Perugia, Salerno ve Palermo gibi kentlerde de oturma eylemleri yapıldı. Roma ve Pisa'da öğrenciler yolları kapatarak yürüyüş yaptı ve yasanın geri çekilmesini istedi. Eylem yapılan kentlerin tümünde üniversiteler işgal edildi. LONDRA SOKAKLARI TEKRAR ŞENLENDİ Öğrenciler yaptıkları açıklamada "Hükümetin yasa tasarısı, üniversiteyi de araştırmacılığı da mahvetmeyi amaçlamaktadır. Biz öğrencileri de ülkeyi de düşünmeden hazırlanan bu tasarıya karşıyız. Milano, Floransa, Roma, Napoli ve Catania da dahil olmak üzere Torino'dan Palermo'ya varana dek üniversiteleri işgal eden arkadaşlarımız, okul ve fakültelerde yönetime el koymuş durum-

dadırlar. Gelmini tasarısı, üniversitenin üzerine yerleştirilmek istenen bir mezar taşıdır. Geleceğimizle oynanmasına izin vermeyeceğiz" diyerek üniversitelerde uygulanmak istenen neo liberal politikalara karşı sessiz kalmayacaklarını dile getirdiler. İngiltere'de de öğrenciler harçlara yapılan yüzde 300 zam ve eğitim bütçesinin kısılmasına karşı 11 Kasım'dan sonra 24 Kasım'da tekrar sokaklara döküldü. 11 Kasım'da binlerce öğrenci bütçe açığını emekçilerin sırtına yükleyerek eritmeye çalışan Muhafazakar Parti'nin binasına yürümüştü. Binayı işgal etmek isteyen öğrencilere polis müdahale etmeye çalışsa da başarılı olamamış ve öğrenciler binanın camlarını kırarak içeri girmişti. Binayı işgal eden öğrenciler parasız eğitim istediklerini dile getirerek parası

olmayanların eğitim hakkının engellenemeyeceğini ifade etmiş, yasa çekilene kadar eylemlere devam edeceklerini belirtmişlerdi. "GELECEĞİMİZ İÇİN SAVAŞIYORUZ" 24 Kasım'da söyledikleri gibi tekrar sokaklara çıkan öğrenciler yine Londra sokaklarını sloganlarla, pankartlarla, dövizlerle doldurdular. Polisin saldırıları karşısında geri çekilmeyen öğrenciler çatışarak sokakları zaptettiler. 9 bin Sterlin'i (22 bin TL) bulacak olan harçlara karşı eylem yapan öğrenciler kendilerini "sakin" olmaya davet eden Liberal Demokrat Parti Genel Başkanı Nick Clegg'e de "Sizi dinleyecek değiliz. Seçmenlerine verdikleri sözleri tutmayan bir politikacı, halkın güveni için hiçbir şey yapmıyor demektir" şeklinde cevap verdi ve eylemler-

den vazgeçmeyeceklerini dile getirdi. Eyleme katılan öğrenciler "Bizden sonra gelecek nesil için bunu yapmayı ve bu tür şeylere karşı aktif olmayı kendimize borç biliyoruz. Ülkenin borçlarından dolayı üniversiteye gidemiyoruz. Bu onların suçu, hükümetin suçu, bizim değil" diyerek eğitim hakları için savaştıklarını vurguladılar. Öğrencilerin eylemleri ilerleyen günlerde devam edecek. Öte yandan 11 Kasım'daki eylemde Muhafazakar Parti binasını işgal eden öğrencilerden 60'ı kamu düzenini bozma iddiasıyla tutuklandı. Hükümetin öğrencileri korkutmak için daha fazla saldırma stratejisinin işe yaramadığı da 24 Kasım'da yapılan eylemlerle ispatlanmış oldu.

Tatbikat ‘savaş’a döndü

Irak’ta iktidar paylaşıldı

Kuzey Kore ve Güney Kore iliflileri, Güney taraf›n›n s›n›rda yapaca¤›n› duyurdu¤u tatbikat›n bafllamas›yla birlikte tekrar s›cak savafl›n efli¤ine geldi. Kuzey Kore daha önce tatbikat›n savafl ilan› olaca¤›n› belirtmifl ve buna karfl› "kararl› askeri önlemler" al›naca¤›n› aç›klam›flt›. Tüm ihtarlar›na ra¤men Güney Kore 22 Kas›m'da tatbikata bafllad›. Tatbikat›n bafllamas›n›n ard›ndan beklenen oldu ve iki ülke aras›nda çat›flma ç›kt›. 22 Kas›m’da ö¤leden sonra bafllayarak saatlerce top at›fl›na maruz kald›¤›n› aç›klayan Kuzey Kore, top at›fllar›n›n geldi¤i iddia edilen Güney Kore’ye ait Yeonpyeong adas›n› top atefline tuttu. Kuzey Kore'nin top atefli sonucu adada bulunan 2 Güney Kore askeri öldü ve 3’ü a¤›r 13 asker yaraland›. Ayr›ca adada bulunan 70

I

evin de top ateflinden zarar gördü¤ü ve adada yaflayanlar›n botlarla aday› terk etti¤i iddia edildi. Kuzey Kore'nin top atefline karfl›l›k vermesiyle birlikte iki ülke askeri alarm durumuna geçti. Çat›flman›n ard›ndan aç›klama yapan Güney Kore Devlet Baflkan› Lee Myung-bak çat›flman›n fliddetlenebilece¤ini belirterek temkinli davranma ça¤r›s›nda bulundu. Çat›flmayla ilgili Çin, Rusya ve ABD'den de aç›klamalar geldi. Çin iki taraf› bar›fla katk›da bulunmaya ça¤›r›rken, Rusya geliflmelerin dikkatle izlenmesi gerekti¤ini aç›klad›. ABD'den gelen aç›klama Seul'le birlikte hareket edecekleri yönünde oldu. ‹ki ülke 1950-1953 aras›ndaki savafltan sonra bar›fl imzalamad›¤› için halen savafl halinde bulunuyor.

rak'ta 8 aydır süren hükümet kurma krizi, ikinci kez cumhurbaşkanı seçilen Celal Talabani'nin ‘beklendiği gibi’ hükümet kurma yetkisini bir önceki dönem de başbakan olan Nuri El Maliki'ye vermesiyle ‘çözüm’e kavuştu. Kürdistan Bölge Başkanı Mesud Barzani'nin ev sahipliğinde yapılan ve üç gün süren ‘iktidar paylaşımı’ toplantılarından sonra 11 Kasım'da toplanan parlamento ilk olarak, Sünnilerin geniş desteğini alan Iyad Allawi’nin El Irakiye listesinden milletvekili seçilen Uame Nuceyfi'yi parlamento başkanlığına getirdi. Nuceyfi'nin parlamento başkanlığına getirilmesinin ardından Celal Talabani tekrar cumhurbaşkanı

seçildi. Talabani de 12 Kasım'da Nuri El Maliki'yi hükümeti kurmakla görevlendirdi ve bunun için Maliki'ye bir ay süre verdi. Iyad Allawi'nin El Irakiye'si her ne kadar Nuri El Maliki'yi ihanet etmekle suçlayıp görüşmelere katılmayacağını açıklasa da parlamentoda görüşmeler yapıldı ve ‘iktidar paylaşımı’ onaylandı. Nuri El Maliki bir ay içinde yeni hükümeti kuracak. Iyad Allawi'ye de yürütme yetkisine sahip başka bir kurumun başkanlığının verilmesi kararı da yapılan görüşmelerde onaylandı. ABD'nin ‘özgürleştirme’ saldırısından sonra Irak'ta kurulan ilk hükümetin başına Nuri El Maliki geçmiş ve işgalcilerle işbirliği yapmıştı.

Rick Rozoff: ‘NATO zirvesinin ard›ndan, yeni hedef Asya’ NATO zirvesinden dünyanın ve Türkiye’nin payına ne düştü? Zirveden bir gün önce yayımlanan bu makale; zirvenin gerçek biçim ve içeriğine dair önemli veriler sunuyor... Barack Obama; 27 NATO üyesinin alkışlarını ve Afganistan’daki savaştan kıtalar arası füze kalkanı sistemine, Amerika’nın Avrupa’daki taktik nükleer silahlarının devam eden mevzilenişinden Pantagon’un siber savaş planlarına ve gezegenin güneyinde ve doğusunda yayılmakta olan askeri görevlere katılmaya kadar bir dizi konuda sadakat beyanlarını almak için 19 Kasım’da Lizbon’da olacak. NATO’nun “Avrupa ve Kuzey Amerika’daki demokratik devletlerin askeri ittifakı” olduğu mavalını sürdürmek için, önemsiz ayrıntılar üzerine yürütülecek üstünkörü ve şekli tartışmaları bir kenara bırakırsak; 26 Avrupa ulusunun, Kanada’nın ve Afganistan görevi için askeri katkıda bulunan çok sayıda diğer ülkenin bayrak ve flamaları, dünya gücü liderinin huzurlarında dalgalanacak. AVRUPA’YI KİM BİRLEŞTİRDİ En az 38 Avrupa ulusu, AfganistanPakistan’daki savaşı desteklemek için askeri eğitim sahaları ve aktarma merkezleri sağlamanın yanı sıra, savaşa asker yolladı. Avrupa, barışçıl ya da barışçıl olmayan yollarla en az bir yüzyıldır tasarlandığı gibi, birleşti. Ama bu AB sayesinde olmasından çok NATO bayrağı altında ve Afganistan’ın ölüm tarlalarında gerçekleşti. Avrupa’ya şimdi de yayılma öncesi eğitim sahası ve Ortadoğu, Afrika ve Asya’daki askeri harekatlar için ileri operasyon üssü olma rolü verilmiş durumda. Avrupa, Obama’nın ve bir bütün olarak emperyal metropoldeki yönetici elitin zaten

kıta dışından yeni askeri partnerler aramakta olduğunu dikkate alarak hiç eleştirmeden ve sorgulamadan itaat edeceğini ortaya koydu. NATO Beşlisi’nin ABD dışındaki ülkeleri -Britanya, Almanya, Fransa ve İtalya- hariç, İttifak’ın ortakları Puerto Rico, Guam ve Kuzey Mariana Adaları gibi Amerikan toprakları ile aynı statüde tanınmakta ve aynı fonksiyonları üstlenmektedir: Canlı atış askeri eğitim ve askeri birlik, savaş uçağı ve savaş gemisi konuşlandırma için jeopolitik olarak uygun mekanlar. AMERİKAN SAVAŞI İki bin yıl önce Augustus’un Pax Romana’sı işgal edilmiş topraklara yollar ve limanlar, su kemerleri ve arklar, amfi-tiyatrolar ve kütüphaneler ve Aristo’dan Eshilo’ya Yunan yazarlarını taşımıştı. Bellum Americanum (Amerikan Savaşı) ise kölelerine ve haraçgüzarlarına askeri üsler, füze kalkanı bataryaları, Mc Donald’s’lar ve Lady Gaga yolluyor. Obama, NATO ortaklığındaki yadımcılarını ve uşaklarını, Afganistan’daki savaş için daha fazla para ve kan dökmek konusunda cimri davrandıkları için eleştirecek. Ama yüce gönüllülük de göstererek, Avrupalı astlarının eğik başlarını okşayacak ve şöyle diyecektir: “Aferin, iyi ve sadık uşaklar. Bazı konularda sadakata gösterdiniz; ben de size birçok sorumluluklar

vereceğim.” NATO’nun çok halkalı Aşil kalkanları, ABD nükleer silahları, bir füze önleme sistemi ve bir siber savaş komutanlığı altına güvenle yerleştirilen Avrupa kıtasıyla birlikte, Washington henüz bütünüyle fethedilmemiş diyarlara doğru hareket ediyor. Afrika üç yaşındaki ABD Afrika Komutanlığı’na havale edildi ve kıtanın 54 ulusundan belki de yalnızca beşi (Eritre, Libya, Sahra Arap Demokratik Cumhuriyeti, Sudan ve Zimbabwe) Pentagon’la ikili askeri bağlar ve buna eşlik eden ABD-öncülüğündeki askeri tatbikatlar ve konuşlanmalar tuzağına düşmekten kaçındılar. ABD aynı zamanda, Irak, İsrail, Ürdün, Kuveyt, Bahreyn, Amman, Katar ve Yemen’deki faaliyetleri ile Ortadoğu’daki askeri varlığını genişletti. Washington iki yıl önce de Karayip Denizi, Orta ve Güney Amerika’ye yönelik faaliyetler yürüten 4. Filo’yu yeniden aktifleştirdi. Buna ek olarak geçen yıl Honduras’ta gerçekleşen darbe ve Eylül’de Ekvador’da gündeme gelen darbe girişimi, ABD’nin Latin Amerika’daki gelişmelerin kendi doğal akışı içinde gitmesine izin vermeyeceğinin kanıtlarıdır. ABD Asya-Pasifik bölgesinde askeri ittifakları ve konuşlanmaları ilerletme ve genişletmeye yönelik çabalarını yoğunlaştırdı, ancak hâlâ bir elin parmakları kadar da olsa Amerika’nın jeostratejik

tasarımlarında bağımlı bir rolü kabullenmek istemeyen ülkeler var: Rusya, Çin, İran, K. Kore ve Burma. 2007’den beri, eski Sovyet cumhuriyetlerinde uygulanan ‘renkli devrim’ modelini Burma ve İran’da uygulama girişimleri başarısız oldu, K. Kore’ye yönelik “rejim değişikliği” planları da öyle; ve ne Çin ne de Rusya’da, bugün için bir renkli devrim mümkün görünüyor. Rusya’ya karşı şu an uygulanmakta olan öncelikli teknik içerme yöntemi. Ancak Rusya sınırlarındaki ABD ve NATO askeri yığınağı azaltılmadığından bunun da garantisi yok. ASYA’YI ASKERİLEŞTİRMEK Geriye kalan askeri çaredir. ABD dış politikasının başındaki dörtlü (Obama, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Savunma Bakanı Robert Gates ve Genelkurmay Başkanı Oramiral Michael Mullen) Kasım’ın ilk yarısında Asya-Pasifik bölgesini turladılar. On ülkeyi ziyaret ettiler: Hindistan, Endonezya, Güney Kore, Vietnam, Kamboçya, Malezya, Avustralya, Yeni Zelanda, Papua Yeni Gine ve Tonga. Clinton ve Gates farklı zamanlarda Malezya’dalardı ve her ikisi de 8 Kasım’da yıllık Avustralya-ABD Bakanlar Toplantısı için Melbourn’de Mullen’le buluştular. Mullen, bu toplantıda 21. yüzyılın “Pasifik yüzyılı” olacağını söyledi. [Dörtlünün gezdiği on Asya ülkesinde bugüne kadarki en kaspamlı askeri anlaşmalar imzalandı, on yıllardır unutulmuş olanlar dahil askeri ortaklıklar yeniden canlandırıldı, pek çok ilke imza atan geniş kapsamlı tatbikatlar yapıldı. Japonya, Çin ve Rusya’ya karşı ABD’yi yardıma çağırdı. Afganistan-Pakistan’daki savaş tırmandırıldı] Pentagon gerçekten de bu yüzyılın adını Asya-Pasifik yüzyılı koydu.

008’de sağlık sorunları nedeniyle Küba devlet başkanlığı görevinden ayrılan Fidel Kastro, Küba Komünist Partisi’nde birinci sekreterlik görevinden de ayrılma kararı verdi. Fidel bu kararını yine sağlık sorunları sebebiyle verdiğini ifade ettiği açıklamasında, “Yapmam gerekeni yaptım. Gereken zamanı ayıramadığın bir şeyi yapmayı sürdüremem” dedi.

Deprem, salg›n, çat›flma

H

aiti’deki kolera salgını yüzünden ülkede yaklaşık 1100 kişi hayatını kaybetti. Salgın, ülkenin farklı yerlerinde protestolara neden oldu. Protestolar son olarak, başkent Port au Prince’e de yayıldı. Protestoların iki hafta sonra yapılacak seçim öncesinde provakasyon amaçlı yapıldığı düşüncesiyle polisi eylemlerde sert tutum almaya yönlendirdi. Eylemcilerden ikisi daha önce BM barış gücü askerleriyle çıkan çatışmada hayatını kaybetmişti. Çatışma, eylemcilerin koleranın ülkeye Nepal’de görev yapmış barış gücü askerleri tarafından taşındığı iddiası üzerine çıkmıştı.

‘Devriminizi sahiplenin’

1

5 Kasım’da bu yıl beşincisi düzenlenen, “Özgürleştirenler” ödül töreninde konuşma yapan Venezuella Devlet Başkanı Hugo Chavez, halkı devrimi sahiplenmeye çağırdı. ABD ve onun işbirlikçilerinin ve burjuvazinin Venezuela’ya saldırılarının 2012’deki başkanlık seçimine kadar süreceğini söyleyen Chavez, yeni bir darbe ihtimalinin söz konusu olduğunu belirtti. Böyle bir durumda halktan direncin yitirilmemesini isteyen Chavez, verilecek mücadelenin 21. yüzyılın kalan 90 yılını etkiyeceğini vurguladı.

Ölüme götüren kutlama

K

amboçyanın başkenti Phnom Penh’te yapılan ‘Su festivali’ sırasında Tonle Sap Nehri üzerinden Elmas Adası’na geçmeye çalışan 370 kişi yaşanan izdiham yüzünden hayatını kaybetti 400’den fazla kişi yaralandı. Panik nedeniyle çok kişi kendisini suya attı. Görgü tanıklarının, köprü üzerindeki bazı kişilerin kablolalara sarılması nedeniyle elektrik çarpası sonucu hayatını kaybettiği yönündeki iddialarını, Başbakan Hun Sen yalanlarken, ölümlerin iç kanama ve boğulma nedeniyle gerçekleştiği söylendi.


6

İNSANCA YAŞAM 26 Kasım 2010 / 9 Aralık 2010

Halk›n Sesi

Zamma halk çözümü: Halk Kart

Yaflam› ve do¤ay› savunmak için... KP, emeğe ve doğaya dönük A metalaşt›rma/güvencesizleştirme eksenli sermaye programlar›n› her geçen gün dozu artan bir sald›rganl›kla yaşama geçiriyor. AKP’nin son ad›mlar›ndan biri ise sermayenin doğay›/doğal kaynaklar› metalaşt›rmas› ve tahrip etmesi önündeki yasal engelleri kald›rmak üzere haz›rlad›ğ› Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun tasar›s›d›r. 2009 tarihinden beri haz›r halde bekletilen ve 2010 Ekim sonunda meclise sunulan Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun tasar›s› ile yasan›n yürürlüğe gireceği tarihe kadar al›nm›ş tabiat SİT kararlar›, milli parklar ve tabiat parklar›n›n koruma statüleri iptal edilecektir. Böylece doğaya yönelik görülmemiş bir talan sürecinin önü AKP taraf›ndan aç›lm›ş olacakt›r. AKP iktidar›, Anayasa değişikliği sürecinin bir devam› olarak başta “kamu yarar›” ve “doğan›n korunmas›” ilkelerine ilişkin olmak üzere elini kolunu bağlayan tüm yasal düzenlemeleri/kurum ve işleyişleri ortadan kald›rmakta, neoliberal gericiliğin “ilkeleri” doğrultusunda bir “hukuk” oluşturmaktad›r. Bu yasa ile AKP iktidar› tüm tabiat kararlar›, doğal alanlar›nı kimlerin, nas›l kullanacağ›yla ilgili karar verme yetkisini Çevre ve Orman Bakanl›ğ›’na vermektedir. Çevre ve Orman Bakanl›ğ› ise bugüne kadar tüm “yetkilerini” doğan›n metalaşt›r›lmas› ve Halkevleri sermaye kar› için, doğan›n Merkez katledilmesi için kullanm›şt›r. Yürütme Kurulu Anadolu’nun dört bir yan›ndaki direnişlerde “çevre düşman› çevre bakanlığ›” sloganlar›yla an›lan Çevre ve Orman Bakanl›ğ›’n›n alacağ› kararlar, bakanl›ğa bağl› bürokratlar, bakanl›ğ›n belirleyeceği akademisyenler ve gene bakanl›ğ›n seçeceği STK’lardan oluşan kurullar taraf›ndan verilecektir. Aç›kt›r ki bu düzenleme; HES’lere karş› ç›kanlar›, doğay› savunanlar›, hak mücadelesi verenleri “terörist” ilan ediveren AKP için koruma kararlar›nda “kendinin çal›p kendinin söyleyeceği” bir dönemin önünü açt›ğ› gibi sermaye politikalar›na karş› direnenlere yönelik sald›rganl›ğ›n da artmas› anlam›na gelecektir. Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun tasar›s›n›n yasalaşmas›; suyun ticarileştirilmesinin temel bir ad›m› olan su kullan›m hakk› sözleşmeleriyle HES (Hidroelektrik Santral) projeleri yapma gerekçesiyle akarsular› sat›n alan şirketlerin önündeki engellerden biri olan havza koruma statülerinin kald›r›lmas› anlam›na gelmektedir. Bu durum şirketlerin doğay› yok eden, yaşam›n kaynağ› suya el koyan sald›rganl›ğ›n›n h›zla artmas› demektir. Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun tasar›s›n›n yasalaşmas›; İstanbul’un kuzey ormanlar›n›, tar›m arazilerini, su havzalar›n›, doğal ve yaban›l hayat› tehdit eden, kentsel rant›n önünü açan 3. Köprü Projesi’nin önünde koruma kararlar›yla oluşan engellerin kald›r›lmas› anlam›na gelecektir. Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun tasar›s›n›n yasalaşmas›; hazine arazilerinin, meralar›n, ormanlar›n ve su havzalar›n›n sermayenin kullan›m›na aç›lmas›, doğay› zehirleyen maden arama ve ç›karma faaliyetlerinin h›zlanmas› anlam›na gelecektir. Ayn› yasada şirketlerin kullan›m›na sokulan alanlar›n özel güvenlik güçleri ile korunacağ› belirtilmektedir. AKP sermayenin kendi özel zor örgütlerini yaratmas›n›n önünü açmaktad›r. Bugün HES’lere karş› direnişlerde şirketlerin paral› adamlar›n›, özel güvenlik şirketi elemanlar›n› doğrudan halka karş› sald›r›larda kulland›ğ› bilinmektedir. Yasa tasar›s› ayn› zamanda Anadolu’da yetişen tüm biyolojik tür ve çeşitlerin de doğrudan bakanl›ğ›n yetkisi ile ticarileştirilmesinin önünü açmaktad›r. Aç›kt›r ki AKP iktidar› daha fazla kar için yaşam› ve doğay› yok eden, emeği köleleştiren sermayenin iktidar›d›r. Ama bilmelidir ki bu sald›rganl›ğ›n önündeki as›l engel mevcut yasal düzenlemeler değil “halk›n direnişidir”. Doğay›; dereleri, meralar›, ormanlar›, yer alt› sular›n›, madenleri, biyolojik tür ve çeşitliliği sermaye talan›na açan “Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasar›s›”n› Meclis’e getiren AKP, bugün de karş›s›nda sular›n›, vadilerini, doğay› ve yaşam› savunanlar› bulacakt›r. Halkevleri olarak bu yasan›n Meclis’ten geçmemesi için verilecek mücadelenin örülmesi konusunda tüm ad›mlar› atacağ›m›z› duyuruyoruz. Anadolu’nun dört bir yan›nda HES’lerle, madenlerle, termik ve nükleer santrallerle, tar›m arazilerini yok eden şirket projeleriyle, 3. Köprü gibi kentsel rant projeleriyle iktidar›n ve sermayenin doğaya yönelttikleri sald›rganl›k karş›s›nda direnişlerin örgütlenmesi, desteklenmesi, büyütülmesi ve kazan›m sağlamas› konusunda çabalar›m›z kesintisiz sürecektir. “Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasar›s›” halk›n direnişiyle engellenecektir. Ortak mücadelemiz doğay› ve emeği sermaye boyunduruğundan ç›karacakt›r.

Araya bayram girse de ulaşım hakkı mücadelesi hız kesmiyor. Halkevciler bayramdan sonra turnikelerden atlamaya devam ediyor

İ

stanbul’da ulaşıma yapılan zamların üzerinden daha 15 gün geçmemişken metrobüste paralı geçişlerin kaldırılmasıyla ikinci bir zam daha geldi. Tek binişlik elektronik kartların fiyatı 2,5 lira. Kadir Topbaş sinekten yağ çıkarma stratejisiyle belediye açısından oldukça karlı olan ulaşımın suyunu sıktıkça sıkıyor. Ama bu gidiş Kadir Topbaş’ın da suyunu ısındıracağa benziyor. Kasım ayı başında ulaşıma yapılan zamlara karşı parasız ulaşım eylemleriyle ses getiren Halkevleri bayram tatili öncesi yapılan bir eylemle İstanbul halkı için her günün bayram olmasını istedi ve tüm İstanbul’da dağıtılacak olan Halk Kart’ı tanıttı. Üzerinde “Sabah 06.00-09.00 arası ve akşam 17.00-20.00 arası parasız ulaşım istiyoruz” yazan Halk Kartlar İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin canını çok sıkacak. Halk Kartlar duraklarda dağıtılacak. Halkevleri İstanbul halkını metrobüse binerken Halk Kartları göstererek ulaşım zamlarını protesto etmeye, parasız binme eylemlerini yaygınlaştırmaya ve ulaşım hakkına sahip çıkmaya çağırıyor. Özellikle metrobüs duraklarında açılacak HUKOME (Halkın Ulaşım Hakkı Koordinasyon Merkezleri) masaları, İstanbul halkının ulaşımla ilgili yaşadığı

tüm sorunları bildirecekleri ve çözüm yolunu hep beraber arayacakları merkezlere dönüştürülecek. Buralarda oluşturulan iletişim ağı ile İstanbul’un herhangi bir yerinde yaşanılan ulaşım sorununa daha hızlı müdahale yolları aranacak. HUKOME’ler Kadir Topbaş’ın toplu ulaşımı kar etmek için yöneten anlayışının karşısında halkın ulaşım hakkını savunacak. İstanbul’da ulaşım sorunu giderek büyürken İBB ulaşım politikalarında kendilerince yakaladıkları başarıyı bütün dünyaya göstermek amacıyla 1-3 Aralık arası Toplu Ulaşım Haftası etkinlikleri düzenliyor. Halkevleri bu etkinliklerde de halkın ulaşım hakkını savunacak. İstanbul’da ulaşımla ilgili yaşanan her türlü sorunu gündeme getirecek ve Kadir Topbaş’ın halkın ve bütün dünyanın gözünün içine bakarak yalan söylemesini engelleyecek. Bu çerçevede 1-3 Aralık arası İstanbul halkı için ulaşım hakkı günleri ilan edilecek. 1 Aralık günü İBB önünde geniş katılımlı bir protesto düzenlenecek. 2-3 Aralık’taki sempozyuma ise İstanbul’da yaşanan ulaşım sorunu damgasını vuracak. Toplu Ulaşım Haftası etkinliklerinde kendisi bir gün olsun toplu ulaşımı, akbil basıp kullanmamış olan Kadir Topbaş İstanbul için pembe bir resim çizemeyecek.

‘Ayrı sınıfların insanlarıyız’ Halkevleri Genel Baflkan’› ‹lknur Birol,12 Kas›m Cuma günü Taksim metro istasyonunda yap›lan eylemde bir konuflma yaparak zam oran›n›n emekliler ve ö¤retmenler için yüzde 30’u buldu¤unu, metrobüste ise “çift bilet” uygulamas› yüzünden yüzde 100’e ulaflt›¤›n› belirtti ve flunlar› söyledi: “Büyükflehir Belediyesi’nin zamc›lar› ve bizler ayr› s›n›flar›n insanlar›y›z ve onlar›n bizi

Eğitim hakkı halkın meclisinde Ankara Halkevleri’nin öncülü¤ünde çeflitli mahallelerden ö¤retmen, ö¤renci ve velilerin bir araya gelerek oluflturdu¤u E¤itim Hakk› Meclisi; eflit, paras›z, bilimsel e¤itim için yola ç›kt›.

E

ğitim Hakkı Meclisi’nden öğretmen Hamide Yiğit eğitim hakkı mücadelesini Halkın Sesi’ne anlattı: “Eğitimin tüm süreçleri paralılaşıyor. Parası olmayanın eğitim hakkına erişimi engellenmek isteniyor. Oysa biz eğitimin insan olmaktan kaynaklı temel bir hak olduğunu savunuyoruz. Çocuklarımızın bu haktan mahrum bırakılmalarına seyirci kalamayız. Öğretmen olarak, çocuklarımın yüzüne bakabilmeliyim. Bunun için her boyutuyla piyasalaştırılan, içi boşaltılan eğitimin karşısına, herkes için ulaşılabilir, parasız, nitelikli bir eğitim hakkı mücadelesini başlattık. Biz bu mücadeleyi eğitim hizmetinin tüm muhataplarıyla yürütmeyi amaç edindik.

Eğitim hakkı ihlali sadece öğrenciyi ya da veliyi ilgilendirir diye bakmıyoruz. Esas olarak biz öğretmenleri de çok yakından ilgilendirir. Öğretmen, öğrenci ve veli bir arada bu hakkı savunmak için birlikte yol alıyoruz. Meclisimiz bu bileşenlerden oluşmaktadır. AKP’nin iktidara geldiği 2003 yılından bu yana, piyasalaştırma süreci hızlanmıştır. Okula adım atan her bir çocuğumuz için 20-30 kalemde para istenmektedir. Katkı payını veremeyen çocuklarımız rencide edilmekte, velilerimiz de ‘asalak’ ilan edilmektedir. Böylesine enkaza dönüştürülen bir eğitim hizmeti, herkes için erişilebilir bir hak olmaktan çıkmıştır. Öte yandan yine AKP’nin büyük bir marifetle içeriğini gericileştirdiği eğitim sistemi,

laik ve bilimsel zeminden uzaklaşmıştır. Hak ihlalleri öyle bir boyuta geldi ki, yalnızca parası olanın eğitim alabileceği, yoksul emekçi halkın çocuklarının ise bu haktan tamamen mahrum bırakılacağı bir süreç yaratılmıştır. Bunun karşısında tek tek değil, birlikte mücadele etmek zorundayız. Eğitim Hakkı Meclisi, böyle bir mücadele birlikteliğini hedeflemektedir. Meclisleri çoğaltmak ve genişletmek temel hedefimizdir. Eğitim hakkı mücadelesine birlikte yol alabileceğimiz tüm emek ve kitle örgütlerini de katmayı, bütünlüklü bir program oluşturmayı hedef olarak koyduk. ‘Eğitim Hakkı Atölyesi’ çalışmamızı başlattık. Bu mücadele ancak bu şekilde yürütülebilir.”

Köylü toprak kavgasında

K

Daha önce köylüler tarlalar›ndan toplad›klar› sebzelerle valili¤i basm›fl, ‹l Genel Meclis Baflkan›'n›n

sözleri karfl›s›nda daha da öfkelenen köylülerden biri kendini yakmaya kalkm›flt›.

ocaeli’nin Kandıra İlçesi’nde yapılması planlanan Gıda İhtisas ve Organize Sanayi Bölgesi (OSB) için toprakları ellerinden alınmaya çalışılan köylüler eylemlerine devam ediyor. Köylüler bayramın 4. günü (19 Kasım) Kandıra yolunu trafiğe kapatarak oturma eylem yaptılar. Jandarmanın engellemesi nedeniyle yol trafiğe yeninden açıldı. AKP aleyhine sloganlar atan köylüler “Bayramı bize zehir etmeyin” pankartı açtı. Köylüler attıkları sloganlarla Sanayi Bakanı Nihat Ergün’ü hedef aldı. Köylülerin yaptığı eyleme Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Genel Başkanı Abdullah Aysu, ÖDP İl Başkanı Sedat Şeyhoğlu, EMEP İl Başkanı Güner Kizir, Halkevleri 3. Bölge Temsilcisi Metin Kaya, ESM

Kocaeli Şube Başkanı Yener Çalışkan, Yapı Yol-Sen Kocaeli Şube Başkanı İbrahim Yıldızkan ve BES Kocaeli Şube Başkanı Akın Şişman da destek verdi. Halkın Sesi’ne konuşan Kocaeli İl Genel Meclisi üyesi Ahmet Uzun, OSB yapılmaya çalışılan bölgenin topraklarının verimli olduğuna, bölgenin imar ve toprak durumunun değiştirilip ardından kamulaştırma yapıldığına dikkat çekti. Uzun, bu yöntemle köylünün toprağının gerçek değerinin çok altında bir fiyata alındığını, Sanayi Bakanlığı’nın Kocaeli’ne OSB açma isteğinin altında rant hesaplarının yattığını söyledi. Uzun, Kocaeli’nde 12 OSB bulunduğunu ve dördünde hiçbir şey olmadığını belirtti ve atıl durumdaki OSB’lerin Ali Ağaoğlu’na verilmesinin gündemde olduğunu söyledi.

anlamas›n› beklemiyoruz. Biz halk›z onlar parababas›. Biz hakk›m›z› istiyoruz, onlar kar etmek, biz do¤ruyuz, hakl›y›z, onlar yalanc›. Bayramdan sonra da bu soyguncu, talanc› AKP zihniyetine karfl› mücadelemizi sürdürece¤iz. Bugüne kadar turnikelerden atlayarak, akbil basmayarak soygunculara yan›t veren ‹stanbullular, Topbafl’›n kabusu olmaya devam edecek.”

Kizirnos’un HES isyanı T

rabzon Araklı’nın Kayacık Köyü (Kizirnos), Karadeniz'in birçok bölgesi gibi hidroelektrik santral (HES) tehdidi ile karşı karşıya. Kayacık Köyü'ne Yüceyurt Enerji Üretim adlı şirket tarafından HES kurulmak isteniyor. HES projeleri, kuruldukları her yerde çevre tahribatına yol açtıkları için istenmiyor. Bu durum Kizirnos’ta da değişmedi. Kavacık Köyü Dayanışma Platformu köylerindeki HES projesinin kuruluş aşamasını şöyle anlatıyor: "Üç sene önce yaylamızın deresine bir ölçüm cihazı konuldu. Biz bu cihazın bu denli bir katliamın başlangıcı olduğunu anlayamadık. Sadece deremizden ufak borularla içme suyu temin edileceğini sandık. İki yıl sonra köyümüze iş makineleri geldi ve yol yapımına başlandı, bize ‘Devlet yolları genişletecek’ denildi." Projenin HES projesi olduğunu anlayan köylüler, civar köylerde HES’lere karşı yürütülen mücadeleleri görüp HES’in zararlarını öğrenerek Kayacık Köyü Dayanışma Platformu’nu kurdu. HES’e karşı mücadele yolları arayan köylüler ivedilikle bir imza kampanyası başlattı. Çalışmaları ilerleyip ses getirmeye başladıkça proje sahibi şirket ve AKP’li ilçe başkanı köylüleri yıldırmak için ellerinden geleni yapmaya başladı. Köylülerin projeye karşı çıkmasını engellemek için köylülerle görüşmeye gelen AKP Araklı İlçe Başkanı Mustafa Tekinbaş köy muhtarını da yanına alarak yaylada arazisi olan köylülere “illegal” biçimde para dağıtmaya başladı. Köylüler ‘Şirketin ayak işlerini yapan kişi’ olarak gördükleri AKP’li Tekinbaş’la görüşmeyi reddettiler. Proje hakkında dava açmaya hazırlanan köylüler, imza kampanyasıyla başlattıkları mücadelelerinde 19 Kasım günü seslerini duyurdular. 19 Kasım günü Kerenkaş Yaylası’nda basın açıklaması yapan köylüler, inşaat sahasında şirket adına tabelanın bulunmadığına ve işçilerin can güvenliği tehdit altındayken çalıştırıldığına tanık oldu. Kayacık Köyü Dayanışma Platformu’nun düzenlediği eyleme çevre il ve ilçelerden de HES karşıtı mücadele veren dernekler destek verdi.

‘Ön ödemeli sayaç istemiyoruz’ Suyun Ticarilefltirilmesine Hay›r Platformu 22 Kas›m günü ön ödemeli (kontörlü) su sayaçlar›na karfl› bir eylem düzenledi. Platform bileflenleri, evine kontörlü sayaç tak›lan bir yurttafl›n açt›¤› davay› takip etmek üzere ‹stanbul Yenibosna ‹dare Mahkemesi önünde bulufltu ve burada bir bas›n aç›klamas› yapt›. Mahkeme önünde “Su hayatt›r sat›lamaz. Ön ödemeli sayaçlara hay›r” pankart› arkas›nda bir araya gelen platform üyeleri yapt›klar› bas›n aç›klamas›nda, kontörlü su sayaçlar›n›n hukuka ve kamu yarar›na

ayk›r› oldu¤unu, daha önce Ankara’da Halkevleri ve TÜKODER taraf›ndan aç›lan davalarla bunun teyit edildi¤ini, peflin para ödemeli sayaç sisteminin halk›, özellikle de yoksullar› susuz b›rakmak anlam›na gelece¤ini söylediler. Ard›ndan suyu metalaflt›ran ve sermayeye yeni kaynak alan› açmak için giriflilen bu sald›r›ya karfl› hukuki ve fiili mücadeleye devam edeceklerini belirttiler. Aç›klaman›n ard›ndan davay› takip eden avukat Emre Baturay Alt›nok dava hakk›nda bilgi verdi ve ard›ndan duruflma salonuna geçildi.


7

İNSANCA YAŞAM 26 Kas›m 2010 / 9 Aral›k 2010

Halk›n Sesi

D ‹ K M EN VA D ‹ S ‹ ’ N D E Y EN ‹ D EN B A R I N M A H A K K I K AV G A S I B A fi LI YO R

‘Mücadele her şeyimiz’ A

nkara Büyükşehir Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek, 9 Kasım günü belediye bülteninde yer alan beyanlarında; Dikmen Vadisi Son Etap Projesi’nin ilerleyen günlerde başlatılacağını söyleyerek vadi halkına evlerini terk etme çağrısı yaptı, yıkım tehdidinde bulundu. Gökçek, 2006 yılından bu yana sözleşmeleri imzalamayarak vadide direnen 565 gecekondu sahibini doğrudan hedef gösterdi ve şunları söyledi: “Belediye haklarımızı gasp ediyor diyerek, kavga çıkararak, tehditler savurarak, hak sahipleri ile eşit olmak istiyorlar. Bu ülkede devlet var, kanunlar var. Hiç kimse devletin üzerinde olamaz. Onlara tavsiyem en kısa zamanda sözleşmeleri imzalasınlar, evleri de boşaltsınlar. Onlara tanınan bu imkandan faydalansınlar. Çünkü biz çalışmalara en kısa sürede başlayacağız.” ‹K‹NC‹ RAUND BAfiLIYOR Gökçek’in sözünü ettiği “imkan”, Ankara’nın sürgün bölgesi olarak bilinen ‘Doğukent’te belediyeden 16 bin lira karşılığı arsa satın almak. Dikmen Vadisi halkının tabiri ile “rant çeteleri ile süre gelen kavganın” ikinci raundu böylece başlıyor. Dikmen’deki kentsel dönüşüm projesi geçen sene, “kamu yararı taşımadığı, çağdaş şehircilik ve planlılık ilkelerine aykırı olduğu gerekçesiyle” idare mahkemesi tarafından iptal edilmişti. 23 Haziran 2010 tarihinde 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 73. maddesi, TBMM’de AKP oyları ile değiştirilmiş, ardından Bakanlar Kurulu 13 Temmuz’da yürürlüğe

yapılacak olan yıkım, oluşan kamuoyu neticesinde başlamadan bitti; ancak Barınma Hakkı Bürosu kundaklandı. Gökçek, kundaklama olayını halkın yaptığını ileri sürerken cemevinin de kundaklanacağını söylemesi üzerine halk aylarca cemevi önünde nöbet tuttu. Yıkım, 2009’daki yerel seçimlerin ardından tekrar gündeme gelse de bir girişim yaşanmadı.

“Onların Kurtlar Vadisi varsa, bizim de Dikmen Vadimiz var” dedik ve bayram arifesinde vadideydik. Ziyaretimiz, yıkım tehditlerinin yapıldığı kritik bir zamana rastlıyor

giren 2010/667 sayılı kararla Dikmen Vadisi’ni kentsel dönüşüm alanı ilan edilmişti. HER YIL YIKIM TEHD‹D‹ Dikmen Vadisi halkının barınma hakkı mücadelesi, 2006 yılına, bölgede ilk kentsel dönüşüm projesi başlatıldığı tarihe uzanıyor. Büyükşehir belediyesi ilk olarak vadide oturanlarla tek taraflı sözleşme imzalayıp evlerini terk etmeye zorladı. Bunu başaramayan

belediye, vadinin bütün kamusal hizmetlerini keyfi olarak durdurdu. Halk ekmek büfeleri kaldırıldı, belediye otobüsü seferlerine son verildi, yol, su ve kanalizasyon şebekelerinin bakımı kesildi, tamiratlar yapılmadı. Belediyenin baskısı ile Telekom ve Başkent Elektrik de sundukları hizmetleri ya durdurdu ya da ağırdan aldı. Halkın direnişini anlaşma yoluyla kıramayan rant çeteleri şiddet ve yıkıma başvurdu. İlk yıkım tehdidi,

2006 yılı Temmuz ayında bizzat İ. Melih Gökçek tarafından TRT-2’de katıldığı bir programda yapıldı. 1 Şubat 2007’de 5300 polis ve bir o kadar belediye görevlisinin katıldığı büyük yıkım saldırısı halkın direnişiyle püskürtüldü. Vadi halkı, Barınma Hakkı Bürosu çatısı altında oluşturduğu imeceyle iptal davaları açtı ve yürütmenin durdurulması kararı alınarak, yıkımlar 2007 yılı için engelledi; ancak yıkım tehditleri durmadı. 2008’in yazında

YEPYEN‹ B‹R HAYAT DO⁄AR… Vadi, yıkım tehditlerini, temel hizmetlerin kesilmesini dayanışma ve direnişle aştı. Vadi halkı, Gökçek’in her tehdidini yeni bir yaşamın örneklerini filizlendirdiği dayanışma seferberliklerine dönüştürdü. Vadi halkı, 2009 yerel seçimleri sonrasında gündeme gelen yıkım tehdidini yüzlerce aydın, sanatçı ve duyarlı kişinin katıldığı bir festivalle aştı. “Festivadi” adı verilen ve 2010 yılında ikincisi yapılan festival, Vadi halkı tarafından kentsel yağmaya karşı vicdani bir barikat kurmak amacıyla düzenlenmişti. Projenin iptali sonrası vadi halkı yeni bir yaşamı örgütleyip, yaralarını sarmaya devam etti. Çocuk parkı, ağaçlık alanlar ile özellikle çocuk ve kadınlara yönelik sosyal projeler yaşama geçirildi. Vadi halkı, mücadele deneyimini benzer sorunları yaşayanlarla paylaşmaya başladı. Ankara’da Mamak ve Yenimahalle’de başlayan benzer projelere karşı bölge sakinleriyle buluşan Vadi halkı, Arızlılı depremzedeler ve Gebze’deki kentsel dönüşüm mağdurları ile kardeşlik köprüleri kurdu, karşılıklı dayanışma eylemleri gerçekleştirdi.

Kim için, neye dönüşüm?

Acil Eylem Grubu

Yoksul su bulamazken, zenginin villasının havuzu patlıyor, yoksulun gecekondusu yıkılıyor. Daha önce otobüs yollanmayan yerlerin üzerine otobus terminali yapılıyor, kendi yaptığı gecekondusunda onyıllarca yaşayan yoksul, evinde işgalci konumuna getiriliyor. Kent dönüşüyor ama kentte yaşayan milyonların ihtiyaçları doğrultusunda dönüşmüyor. Rantın artması, arsa fiyatlarının yükselmesi kent zenginlerinin başta kar hırsı olmak üzere ‘ihtiyaçlarını’ giderme kaygısıyla birleşince zenginlerin yaşadığı mekanlarla yoksulların yaşadığı mekanlar birbirinden ayrılıyor. Zamanında yoksullara reva görülen zenginlerin kullanmadığı alanlar yavaş yavaş değerleniyor; zengin yoksulu bu mekanlardan peyder pey uzaklaştırıyor hatta zorla atıyor, attırıyor. Yoksulun, dışlanması dozerli, yıkımlı oluyor. Bu dışlanma ‘çağdaş bir görünüm, yasa ve mevzuat’ gibi bahanelere dayandırılıyor.

Dikmen Vadisi Halk›, internet üzerinden baflka kentlerde yaflayan kiflilerin yer alaca¤› bir dayan›flma grubu oluflturuyor. E¤er siz de bu birlikteli¤e kat›lmak ve vadi halk›n›n mücadelesine az ya da çok bir katk› sunmak isterseniz; ad›n›z ve soyad›n›z, cep telefonu numaran›z, e-posta adresiniz, mesle¤iniz, varsa üyesi oldu¤unuz kitle örgütü ile adres bilgilerinizi yaz›p “dikmenvadisiacil@hotmail.com” adresine bir e-posta mesaj› gönderin. Bu grup, özellikle y›k›m sald›r›s› gibi acil bir durumda, toplu mektup ve faks eylemleri gerçeklefltirmek, ilgili kurumlara telefon etmek gibi yöntemlerle, vadi halk›na bulundu¤u yerden destek olacakt›r.

Fark›nda m›s›n›z?

Konuk Yazar OSMAN KÖSE KESK HABER-SEN MYK ÜYES‹

Vadinin birçok yerinde, halk›n mücadele kararl›l›¤›n› ve taleplerini ifade eden pankartlar as›l›. Arada bir kestirme olsun diye vadinin bozuk yol-

Çocuğunuzu okula kayıt için götürdüğünüzde “Alevi çocuklarını almıyoruz” deseler ya da hastaneye gittiğinizde “AKP’ye muhalefet edenlere hizmet vermiyoruz” deseler ne yaparsınız? Devlet okulları, devlet hastaneleri bu ülkede yaşayan herkese her kesime hizmet vermesi için kuruldu. Bu nedenle hiçbir okul ya da hastane yöneticisinin böyle bir şey söylemeye hakkı yok. Tıpkı okullar, hastaneler gibi toplumun tüm kesimlerine hizmet vermesi için kurulan bir başka kurum daha var. Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu yani TRT. TRT’nin televizyon kanallarını ve radyolarını açtığınızda kendinizi görebiliyor, duyabiliyor musunuz? İkizdere’ye yapılmak istenen hidroelektrik santralına karşı mücadele eden Rizeliler, Munzur vadisini korumak için yollara düşen Dersimliler, kendinizi TRT’de gördünüz mü? Barınma hakkına sahip çıkanlar, ulaşım zamlarını protesto edenler var mı TRT ekranlarında? Haksız yere işten çıkarıldığı için tek başına 118 gün direnen Türkan Albayrak’ı TRT’de gördünüz mü? Tekel işçilerine TRT haber bültenlerinde, haber programlarında ne kadar yer verildi? Farklı din, mezhep, dil ve etnik kimliğe sahip olanlar kendilerini TRT’de görebiliyorlar mı? Çok uzağa gitmeye gerek yok. Anayasa değişikliği referandumun-

lar›ndan araçlar›yla geçen di¤er kentliler, bu pankartlar› görünce korna çal›p, bar›nma hakk› için mücadele edenlere desteklerini ifade ediyorlar.

da ‘evet’, ‘hayır’ ve ‘boykot’ olmak üzere üç cephe vardı. TRT ekranları ‘evet’çilerin işgali altındaydı, ‘hayır’ diyenleri gördünüz mü? Referandumun boykot edilmesi çağrısı yapanlar TRT’den seslerini duyurabildi mi? Referandumda ‘hayır’ oyu kullanılmasını isteyen Halkevleri, TKP, ÖDP ve EMEP Ankara, İstanbul ve İzmir’de miting yaptı. Bu mitinglere ilişkin haberleri TRT bültenlerinde görebildiniz mi? Bu soruların yanıtı tabii ki HAYIR. Referandum sürecinde TRT yayınlarının neredeyse tamamı “evet” içerikliydi. TRT’nin referandum yayınlarında tarafsız olmadığı, sadece ‘evet’ propagandası yapıldığına ilişkin suç duyurusu yapıldı. Üç yöneticisine bir yıldan üç yıla kadar hapis istemi ile dava açıldı. Bu davadan nasıl bir sonuç çıkacak bekleyip göreceğiz. TRT yönetimi her icraatıyla yeni bir skandala yol açıyor. Her ağzını açtığında birilerini zan altında bırakan, akıl ve ruh sağlığı tartışmalı Tuncay Güney’i canlı yayına çıkararak kurumlara ve kişilere hakaret yağdırmasına olanak tanıdığı için 87 bin lira tazminat ödeyen TRT yönetimi yine bir skandal yayına imza attı. TRT, Abdi İpekçi’nin katili ve Papa’ya suikast düzenleyen Mehmet Ali Ağca’yı canlı yayına çıkardı. Ağca’ya saygın bir politik yorumcu muamelesi yapan sunucu, Abdi İpekçi’nin öldürülmesi ile ilgili olarak tek bir soru sor-

madı, soramadı. TRT yönetimi bu rezaleti bir yayıncılık başarısı olarak savundu. Özerklik, tarafsızlık, kamu hizmeti yayıncılığı gibi etik kavramlar TRT yöneticileri için hiçbir anlam ifade etmiyor artık. Bunlar ekrandan gördükleriniz, radyolardan dinledikleriniz. Bir de TRT’nin içinde olanlar var. TRT’de adım adım ilerleyen sistemli bir kadrolaşma var. Son üç yıldaki kadrolaşma TRT’yi STV’leştirdi. Yukarıda saydıklarımızın hepsi bu kadrolaşmanın bir sonucudur. TRT yönetimi kendi kadrolarına yer açmak için her yolu mubah sayıyor. Yılların bilgisi, birikimi ve deneyimi yok sayılıyor. Uzun yıllar içinde oluşmuş yayıncılık kültürü, kurumsal hafıza yerle bir ediliyor. Türkiye’nin en deneyimli spikerleri bir bir ekrandan çekiliyor, prodüktörlerin program önerileri reddediliyor, alanında uzmanlaşan muhabirlere aktif görevden el çektiriliyor. Spikerler, muhabirler, prodüktörler, kameramanlar uzmanlık alanlarının dışında görevlendirilerek, istifa etmeye, emekli olmaya zorlanıyor. Hizmet yılı 25’in üzerindeki TRT emekçilerini emekli olmaya zorlamak için görev yerleri değiştiriliyor. Bu baskıya isyan eden bir TRT emekçisi intihar etti. Bayramdan önce Ankara’dan 25 kişi İstanbul, Erzurum ve Trabzon’a sürüldü. TRT ,bir yandan deneyimli çalışanları emekli olmaya zorlarken

bir yandan da personel alımını sürdürüyor. TRT’de işe girebilmenin yolu cemaatten ve AKP’den geçiyor. TRT’ye başvuranların referansları bakanlar, AKP milletvekilleri ve cemaatin elindeki kurumlar. Peki, TRT bu noktaya nasıl geldi? Bu sonuç elbette sekiz yıllık AKP iktidarının bir sonucu değil. Bugünkü durum TRT’nin gerçek sahiplerinin ilgisizliğinin yarattığı bir sonuçtur. Çünkü bu ülkenin yurttaşları TRT’nin gerçek sahibi olduğunun farkında değil. TRT’yi eğitim hizmeti için kurulan okullardan, sağlık hizmeti için kurulan hastanelerden farklı kılan bir şey var. Okullar, hastaneler ödediğiniz vergilerden oluşan bütçeden yapılıyor ama TRT’ye her ay doğrudan para veriyorsunuz. Elektrik faturalarınız bakın orada “TRT PAYI”nı göreceksiniz. Okulda, hastanede bir sorunla karşılaştığınızda sesinizi çıkarıyorsunuz da TRT’yi niçin görmezden geliyorsunuz; TRT’de hakkınız var, niçin hakkınızı istemiyorsunuz? “Beğenmiyorsanız izlemeyin, elinizde kumanda var başka kanala geçin” diyenlere kulak asmayın! Halka hizmet için kurulan ve halkın finanse ettiği TRT’yi olması gereken yere çekmenin yolu kanal değiştirmekten değil hakkınızı istemekten geçiyor. Farkında mısınız, orda bir TRT var! Ve o TRT sizin! Ve o TRT bizim!

Örgütlü bir halk›, hiçbir güç yenemez! Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek, havlu attığı Dikmen Vadisi’ni yıkma projesini ısıtıp ısıtıp tekrar gündeme getiriyor. Yeni projenin adı: Dikmen Vadisi Son Etap. Gökçek son olarak açıktan yıkım tehdidinde bulundu ve Halkın Sesi, Gökçek’in yıkım tehditlerinin hemen ardından Dikmen Vadisi’ne konuk oldu, Vadi halkıyla görüştü. ‘ÇADIR KENT‹ KURMADIK DAHA!’ Barınma Hakkı Bürosu’nda Vadi halkının ‘Tarık Abisi’, kolundan geçirdiği ameliyatın sargıları ile karşıladı bizi. Yeni kentsel dönüşüm projesine yönelik, “Bundan sonra söyleyeceklerimiz, bundan önce söylediklerimizin devamı olacak” diyor. Evlerin yıkılması durumunda çadır kurup mücadeleyi sürdüreceklerini belirten Çalışkan şunları söylüyor: “Onlar bitip tükenmek üzereyken, biz daha yolun başındayız. Çadır kenti vadide kurmadık daha!” Bu arada Tarık Abi, mücadele ile özdeşleşen sakallarını yine bırakmaya başlamış.

“ONURLU DURUfiUMUZ ÖRNEK OLACAK” Ali Şenol’un evi yıkım tebligatının ilk gönderildiği evlerden. Bu evde eşi ve kızı ile yaşıyor. O da eğer evi yıkılırsa çadır kurup mücadeleye devam etmekte kararlı. “Peki çadırları da sökerlerse?” diye soruyoruz, gülüyor; “Az ötede Seymenler Parkı var, Cumhurbaşkanlığı köşkünün aşağısında, eğer çadırı da sökerlerse, orayı gözüme kestirdim. Abdullah Gül’e komşu olmaya gideceğim. Oldu ki bizi zorla buradan attılar; onurlu, şerefli duruşumuz, emekçi yoksul halka güzel bir örnek olsun yeter” diyor. “HAKKIMIZA SAH‹P ÇIKACA⁄IZ” Mehmet Ali Yıldız, 43 yaşında, işçi olarak çalışıyor, evli ve iki çocuk babası. Evin geçimi onun asgari ücretine bağlı. Eğer gecekondusu yıkılırsa, ne gidecek bir yeri var, ne de ailesinin yaşamını sürdürme şansı. Mehmet Ali Yıldız, her şeyi göze almış ve ailesi ile helalleşmiş bile. Yıldız, barınma hakkına sahip çıkacağını şu sözlerle anlatıyor: “Burada hiç hakkımız yoktu da, Gökçek bizle neden anlaşmak istedi? Demek ki hepimizin burada hakkı var. Hakkımıza sahip çıkacağız”.

KADINLAR, HEP EN ÖNDE ! Gülizar Yalnız, ev hanımı. 2006 yılında kentsel dönüşüm ilk patlak verdiğinde, yakında bulunan İlker Halkevi Kadın Atölyesi’ndeki arkadaşları ile vadide yaşayan dört kadın olarak mücadeleyi başlatanlardan biri. “Gidecek bir yerimiz yok, çocuklarımızın geleceği için evlerimize sahip çıkmak zorundayız” diyor. ‘HUKUKA ‹NANMIYORUM MÜCADELE ETMEL‹’ Gülhan Yalnız, vadinin gençlerinden, işçi olarak çalışıyor. “Ben hukuka inanmıyorum, bir faydasını da görmedim. Yasalar hep onlardan yana” diyor. 1 Şubat 2007’de gerçekleşen yıkım saldırısında gözaltına alınmış Gülhan ve sonrasında diğer vadililerle birlikte o da yargılanıp ceza almış. “Ancak hep birlikte mücadele edersek kazanırız. Evleri yıksalar da çadırlar da yaşar, yine de haklarımıza sahip çıkarız” diyor.


8

EMEK 26 Kasım 2010 / 9 Aralık 2010

Halk›n Sesi

Korkun, ‹ran olmay›z Türkiye oluruz ürban mevzusu yeniden canlanınca ortalığı yeniden “İran olur muyuz olmaz mıyız?” tartışması kaplamıştı. O günlerde Yıldız Teknik Üniversitesi’nde türban konusunda YÖK’ün tavrını eleştiren öğrencilere İslamcı öğrenciler saldırmış, saldırıya uğrayan öğrencilere disiplin cezası, okula alınmama vb. yaptırımlar uygulanmıştı. İslamcı öğrenciler, İslamcı rektör, İslamcı YÖK, İslamcı polis, İslamcı hükümet…. Mükemmel bir tablo değil mi! Bunun adı başbakanın ve ona destek veren bazı liberallerin ifadesiyle “ileri demokrasi!” Yıldız Üniversitesi’nde İslamcı öğrencilerin dağıttığı bildiri “ileri demokrasi”nin sınırlarını çok açık ifade ediyordu. Türbanın Allah’ın emri olduğu ifade edilerek buna karşı gelmenin Allah’a da karşı gelmek anlamına geleceği söyleniyordu. Türban meselesinin nasıl bittiğini de unutmayalım. CHP, “ilkokullarda türban olmayacağına” dair teminat isteyince Başbakan “teminat falan veremeyiz” diye kestirip attı. Şimdilerde ise Alevi yurttaşların “eşitlik” talebine hükümetimiz Tufan cevabı yapıştırdı: “BaşbakanlıSertlek ğa bağlı bir kültürel kimlik Dev Sağlık-İş olarak varlığınızı sürdüreGenel Sekreteri bilirsiniz.” Alevi vatandaş diyor ki, “Cemevleri benim ibadethanemdir”, hükümet diyor ki, “Hayır değildir. Tek din vardır o da Sunni İslam dini.” Diyanet İşleri Başkanı “örtünme dinde yoktur” deyince “daha önce ulemaya sorulsun” diyen başbakanın hışmına uğradı. Hiç şansı yoktu. Bu nedir? İleri demokrasi! AKP’nin Türkiye’yi nasıl “cemaat” toplumuna götürdüğünü bir sinema filmini izler gibi izliyoruz. Cuma günleri artık devlet dairelerinde Cuma namazına gitmeyen bir yönetici bulmanız zor, memurların bir kısmı gönüllü, bir kısmı zoraki gidiyor. Artık vatandaş “bugün Cuma” deyip devlet dairesine gitme saatini ona göre ayarlıyor. Mahalle aralarında pıtrak gibi biten kuran kursları, dini eğitim merkezlerinin haddi hesabı yok. Bu liste uzatılabilir, ama gerek yok. Hiç kuşkusuz ki bu birikimin bir sonucu olacaktır, olmaması mümkün değil. Gözümüzün içine baka baka totaliter bir rejimin taşları döşeniyor. Kuşkusuz bu dinsel totalitarizm Türkiye’ye özgü bir model olacaktır. Bu yüzden İran oluruz, olmayız söyleminin içi boştur. AKP’nin en kolay savuşturabileceği bir eleştiridir. Çünkü Türkiye gerçekten de İran olmaz, olamaz. Çünkü İran da Suudi Arabistan olmamıştı zaten. İran, İran olmuştu. Türkiye de Türkiye olacaktır. Bu nedenle bir sabah uyandığımızda AKP’nin Türkiye’nin “laik” anayasasını değiştirip “Bundan sonra burası Türkiye İslam Cumhuriyeti” demesini beklememek lazım. AKP bu tabelayı asmadan Türkiye’yi İslamcılaştırmaya çalışıyor. Anayasasında laik yazsın bir zararı yok. İran’daki gibi bir din uleması merkez komite işlevi görmesin, yine meclisimiz olsun, yine demokrasiyle yönetilelim! Zaten bütün devlet mekanizmaları ağzına kadar İslamcı kadrolarla dolduruldu, tabelasında “laik” yazmasının kime ne zararı var! Ama toplumsal hayatın her alanında azami ölçüde dinsel kurallar geçerli olsun. Artı gerçekten de başı açık gezmek yürek istesin, gerçekten de Ramazan’da oruç tutmadığını göstermek cesaret istesin, gerçekten de dinsel inanç sistemine ilişkin eleştirel bir tutum alınabilsin… Mahallelerde, işyerlerinde cemaat ilişkilerinin dışında mesleğini icra edebilmek, esnaflık yapabilmek, sanayici olabilmek, ticaretle uğraşmak, iş bulabilmek yani varolabilmek mümkün olsun… Kapitalizmin bütün “medeni” görüntülerinin yer aldığı, kırk kanallı televizyonun olduğu ama hepsinin teslim alındığı, her şeyin yasal olarak serbest olduğu ama herkesin, bütün gazetecilerin, akademisyenlerin “oto sansür” uygulamak zorunda kaldığı bir “ileri demokrasi” uygulaması olacaktır Türkiye’nin şeriat düzeni. CHP’si yine olur, MHP’si yine olur… CHP’nin bir zararı yok nasılsa, MHP tabanının zaten bu olan bitene bir itirazı yok, geri kalanı da kim dinler! Evet, bu korkulacak bir tablodur. Türkiye kendi İslamcı siyasal modelini yaratıyor. Bu modele İran korkutmalarıyla alarm vermek yerine daha gerçek bir yerden karşı duruş sergilemek şart. Dinsel hegomonya neo-liberal sömürü düzeniyle birlikte yürüyor. Diyarbakır’da türbanlı bir kadın işçiyle sohbet ederken onun söylediği nasıl bir yoldan ilerlememiz gerektiğini gösteriyor bize: Elini türbanına götürüp “Bizi bununla yönetiyorlar, başım örtülü olduğu için utanacağım hiç aklıma gelmezdi.” demişti. Talan edilen doğamız, mahallelerimiz, köleleştirilen emeğimiz, parayla alınır satılır hale getirilen sağlığımız, eğitimimiz… Bütün bunları dinsel bir hegemonyayla yapıyorlar. Ve Türkiye’de AKP’ye oy veren, ona inanan Tekel işçilerinin duyduğu utanç bir süre sonra bütün bir toplumun yüzüne yayılacak. Bu utancı onura çevirecek bir siyasete ihtiyacımız var, İran öcüsüyle milleti harekete geçirme boş hayaline değil!

T

Asgari ücret azami mücadele O

kmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi önünde 22 Kasım günü buluşan Dev Sağlık-İş üyesi taşeron sağlık emekçileri, aralık ayında belirlenecek olan asgari ücretin açlık sınırının üzerine çeklimesi gerektiğini söyledi. Basın açıklamasını okuyan Satiye Büyükbayram ülkedeki tüm emekçileri ilgilendiren asgari ücretin artırılması için verilen mücadelenin ulaşım, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerin piyasalaştırılmasına karşı verilen mücadeleden ayrı düşünülemeyeceğini sözlerine ekledi. Büyükbayram’ın ardından Dev Sağlık-İş Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu söz aldı. Çerkezoğlu, İstanbul’da yapılan son ulaşım zammına dikkat çekti ve “İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, işinden evine kendi aracıyla gidiyor, otobüs ya da metrobüs kullanmıyor. Akbil mi basıyor? Başbakan Recep Tayyip Erdoğan otobüse, metrobüse mi biniyor, akbil mi basıyor?” dedi ve zamların geri alınıp ulaşımın saat 06.00-09.00 ile akşam 17.00-20.00 arası parasız olması gerektiğini söyledi. Asgari ücretin açlık sınırının altında olduğunu belirten Çerkezoğlu ülkeyi yöneten milletvekillerini bir ay asgari ücretle geçinmeye davet etti. EYLEMLER BAŞLIYOR Dev Sağlık-İş, aralık ayının ilk haftasında asgari ücretin insanca yaşanabilecek bir ücret olması talebiyle bir imza kampanyası başlatacak ve aralığın ikinci haftasında örgütlü oldukları tüm hastanelerde eylem yapacak. Dev Sağlık-İş, topladığı imzaları Ankara’ya gerçekleştirecekleri yürüyüşle aralığın üçüncü haftasında Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na ulaştıracak. Dev Sağlık-İş üyelerinin yürüyüşü Adana ve İstanbul’dan aynı anda başlayacak. İki kol halinde gerçekleşen yürüyüş Ankara’da Asgari Ücret Komisyonu’nun toplandığı yerde sonlanacak.

D

ev Sağlık-İş, insanca yaşayabilecek bir asgari ücret için mücadele başlattı. Mücadele programını açıklayan işçilerin ilk eylemlerinde halkın yoğun desteğini aldı

Eylem öncesinde Okmeydanı’nda çalışan işçiler iş kıyafetleri olan mavi önlükleriyle hastane önündeyken İstanbul’un diğer hastanelerinden gelen Dev Sağlık-İş üyesi işçiler sendika önlükleriyle alandaki yerlerini aldılar. Eyleme, yüz elliden fazla taşeron sağlık emekçisinin yanı sıra Enerji-Sen Genel Başkanı Kamil Kartal, CHP Şişli İlçe Başkanı Hıdır Tanrıverdi ve Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki SES üyeleri katıldı. Eylemde yapılan konuşmalar sırasında işçiler parasız sağlık taleplerini ifade ederken eylemi dinleyen kalabalık arasında sadece bir kişi “Sağlık zaten parasız” dedi. Eylemi destekleyen 40 yaşlarında bir adam bu iddiaya cevap vererek katılım payı uygulamasını

hatırlattı. ISLIKLAR AKP İÇİN Basın açıklaması yapılırken, hastane önünde kalabalığı gören gelip dinlemeye başladı. Gelenler dinlemekle yetinmediler, konunun asgari ücret olduğunu görenler, tepkilerini dile getirdiler. Konuşmalarda AKP lafı geçtikçe ıslık sesleri yükseldi. Parasız sağlık ve eğitim talebi ile insanca yaşayabilecek asgari ücret talebi yoğun alkış aldı ama en çok alkış Arzu Çerkezoğlu’nun milletvekillerini asgari ücretle bir ay yaşamaya davet etmisinin ardından geldi. İşçilerin eylemine destek giderek arttı ve Cihan Haber Ajansı muhabirleri eylemin ortasında takımlarını toplayıp hastane önünden ayrıldı. Dev Sağlık-İş örgütlenme

uzmanı Erhan Güneş, asgari ücretin ülkedeki tüm emekçilerin alacağı ücreti belirleyen bir taban ücret olduğuna dikkat çekti. Ulaşım, sağlık, eğitim gibi temel hizmetlerin paralı hale geldiğini ifade eden Güneş, bu hizmetlerin işçinin geçimini sağlayacak temel maddeler olduğunu belirtti. İnsanca yaşayacak asgari ücret mücadelesinin temel hakların parasız olması için verilen mücadeleden ayrı bir mücadele olmadığını söyledi. Anayasanın 55’inci maddesindeki “Asgari ücretin tespitinde çalışanların geçim şartlarının da göz önünde bulundurulacağı” ifadesine dikkat çeken Güneş, aynı maddenin devamında devletin çalışanlara adaletli bir ücret ile sosyal yardımlardan yararlanmalarını sağlama görevi olduğunu da belirtti.

15 günlük Yayg›n, Süreli, Türkçe yay›nd›r.

Tafleron çal›flt›rma yasaklanmal› ve tüm güvencesiz çal›flt›rma biçimlerine son verilmelidir. Asgari ücretli çal›flanlar için elektrik, su, do¤algaz kullan›m› asgari ihtiyaç s›n›r›na kadar ücretsiz olmal›d›r. Ulafl›m zamlar› derhal geri çekilmeli ve sabah 06.00-09.00 ile akflam 18.00–21.00 saatleri aras›nda ulafl›m ücretsiz olmal›d›r. E¤itimde hiçbir ad alt›nda para al›nmamal›, e¤itimin okul d›fl› giderleri de devlet taraf›ndan karfl›lanmal›d›r, sa¤l›k tümüyle paras›z olmal›d›r. Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun yap›s› emekçilerin a¤›rl›¤› art›r›larak geniflletilmeli, görüflmeler kamuoyuna aç›k hale getirilmelidir. Asgari ücret net olarak belirlenmeli, asgari ücret üzerinden al›nan vergiler kald›r›lmal›d›r. Bölgesel asgari ücret uygulanmas› yolundaki giriflimler terk edilmelidir. Baflta tafleron sa¤l›k emekçileri olmak üzere, asgari ücret emekçiler için önemli bir mücadele gündemi haline getirilmelidir.

30 kuruşluk ihanet ittifakı İşçisinin eylemine Türk Metal MESS ile anlaflt›. Türk Metal, 30 kuruflluk zamm› iflçilere ‘zafer’ olarak yutturmaya çal›fl›rken Birleflik Metal‹fl 28 Kas›m’da yapaca¤› mitinge haz›rlan›yor

MESS’li Türk Metal’in diyalog toplant›s›ndan

1

20 bin işçiyi kapsayan toplu sözleşme sürecinde işçiler lehine hiçbir eylem yapmayan Türk-İş’e bağlı Türk Metal 13 Kasım’da 1 Eylül’den itibaren geçerli olacak sözleşmeyi imzaladı. Tüm süreci kapalı kapılar ardında MESS yöneticileri ile görüşmeler yaparak geçiren Türk Metal’in sözleşmeyi gece 02.00’de imzalaması da dikkat çekti. İmzalanan sözleşmeyle; sendika üyelerinin sosyal yardımlarına yüzde 10 -15 arasında zam yapılırken işçilerin işyerindeki saat ücretlerine ‘her işyerinin ortalaması dikkate alınarak’ yüzde 5,35 oranında zam yapıldı. Buna göre yüzde 5,35’lik zam, MESS ortalaması olan 5,60’dan düşük olan işyer-

lerinde 30 kuruşa tekabül ediyor. Yoğun bir eylem süreciyle işçiler lehine kazanımlar hedefleyen BMİS, Türk Metal’in ‘zafer’ olarak nitelediği anlaşmaya sert tepki gösterdi. Birleşik Metal-İş, anlaşmaya her iki tarafın (Türk Metal ve MESS’in) metal işçisinden duyduğu korkunun sindiğini söyleyerek, Türk Metal’in, zammı maktu yaparak düşük ücret alarak çalışan işçilere ‘sözleşmede yüksek zam aldık’ deme çabası içinde olduğunu belirtti. MESS’in teklifinde işçilerin deneme süresinin 4 aya çıkarılması, çalışma saatlerinin esnekleştirilmesi, fazla mesai ücretlerinin yüzde 75 oranında düşürülmesi, disiplin cezalarının

kapsamının genişletilmesi gibi maddeler yer aldı. MESS, teklif maddelerini Türk Metal’e Ekim ayı başında sunmuş, ancak sendika konuyu kamuoyu ve işçilerle paylaşmamıştı. İŞÇİLER ‘İHANET’E KARŞI MİTİNG DÜZENLİYOR Anlaşmanın imzalanmasının ardından sözleşmeyi işyeri panolarına asan Türk Metal yöneticilerinin protesto korkusuyla fabrikaları terk ettiğini belirten Birleşik Metal-İş Sendikası, eylemlere devam edeceklerini duyurdu. Türk Metal üyesi işçilere istifa çağrısı yapan Birleşik Metal-İş, 28 Kasım Pazar günü Gebze’de yapılacak büyük mitinge herkesi davet etti.

üzülen sendika T

ürkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Kozlu Müessesesi’nde maden işçileri, bayramdan önce çıkış verilmesi sebebiyle eylem başlattı. Bayram öncesinde çıkış verilmesi sebebiyle 5 günlük izin parası alamayacak olan işçiler, 12 Kasım günü eyleme geçti. Hedeflerinde duruma tepki göstermeyen Türk-İş’e bağlı Genel Maden-İş (GMİS) olan işçiler, çalıştıkları madenlerden Kozlu Beldesi’ne doğru yürüyüşe geçti. Yolda jandarma tarafından durdurulan işçiler otobüslerle Kozlu’ya ulaştı ve GMİS binasına kadar geldiler. 900 maden işçisi sendika merkezine girdi. Beş günlük ücret kaybına uğrayacak olan maden işçilerinin ana gövdesini oluşturduğu eyleme daimi işçiler ve bazı teknik nezaretçiler de katıldı. GMİS Genel Başkanı Ramiz Muslu sendikaya gelerek açıklama yapmak zorunda kaldı ve TTK’yı uyaracağını söyleyerek TTK’daki yöneticileri eleştirdi. Muslu, işçilerin toplu halde sendikaya gelmesinin ise “sendikayı bozduğunu” ifade etti. GMİS, daha önce iş kazalarında suçun ağırlıklı olarak işçide olduğunu söyleyen açıklamalar yapmış ve bunu eğitimlerinde de vurgulamıştı. GMİS Başkanı Ramiz Muslu, 30 Ekim günü bir işçinin kredi kartı borcu yüzünden

Halk›n Sesi Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Ergin Demirhan Telefon / Faks 0212 245 90 37 Adres Tomtom Mahallesi Örtmealt› Sokak No: 6/3 BEYO⁄LU/‹STANBUL Bas›ld›¤› Yer Taflbask› Matbaac›l›k Yay. ve Amb. San. Tic. Ltd. fiti. Bask› Tesisleri Kocaeli /‹ZM‹T (0262 335 45 29)

İşçilerin asgari talebi

T Direniş, patrona tabela söktürüyor

ekirdağ’ın Çorlu İlçesinde, Misinli Köyü yolu üzerinde bulunan Astaş Alüminyum Fabrikası’nda 9 işçi Birleşik Metal-İş üyesi oldukları için işten çıkarıldı. İşçiler, işten çıkarıldıkları 9 Kasım günü fabrika önünde direnişe geçti. Direnişin başlamasının ardından Astaş Alüminyum’daki tabelalar patron tarafından

kaldırıldı. İşçileri fabrikada çalışan arkadaşları yalnız bırakmadı. İşçiler vardiya çıkışlarında slogan atarak direnen arkadaşlarına destek veriyor. Yoldan geçenler de işçilere alkışlarıyla destek veriyor. İşçiler, Birleşik Metal-İş yetki için Çalışma Bakanlığı’na başvurduktan sonra ‘kriz’ gerekçesiyle işten çıkarılmıştı. İşçiler

hafta sonu, bayram ve resmi tatil günlerinde hafta içi çalışmış gibi ücret aldıklarını, 2 yıldır sürekli mesaiye kaldıklarını, ancak ücretlerine sadece geçen ay 5 lira zam yapıldığını söylüyor. Otomotiv yedek parça, mobilya, kapı, pencere, inşaat, ray sistemleri, reklam panoları üreten fabrika üretiminin yarısı ihracata yönelik.

intihar etmesinin ardından işçilere kredi kartı kullanma eğitimi vereceğini duyurmuş, verilen eğitimde de iş kazalarının işçilerin dikkatsizliğinden kaynaklandığını öne sürmüştü. GMİS’in, bulunduğu maden ve taş ocakları işkolunda bugüne dek meydana gelen kazalara ilişkin ne bir raporu ne de bir çalışması mevcut. İŞVERENİYLE KARDEŞ SENDİKA GMİS, işvereni konumundaki TTK’nın işleriyle daha yakından ilgileniyor. Muslu, 14 Ekim’de TTK yöneticileriyle GMİS yöneticilerinin bir araya geldiği bir toplantıda sendika ile işvereni yani GMİS ile TTK’yı ikiz kardeş olarak gördüğünü söylemişti.


9

EMEK 26 Kasım 2010 / 9 Aralık 2010

Halk›n Sesi

Vergi ‘affı’ patronlara yaradı D Kredi H kartına TEDAŞ işçisi kaza kurbanı

E

nerji işçileri iş kazalarına kurban gitmeye devam ediyor. 18 Kasım’da Diyarbakır'da Türkiye Elektrik Dağıtım A.Ş'de (TEDAŞ) çalışan bir işçi, elektrik çarpması sonucu hayatını kaybetti. Diyarbakır'ın Bismil ilçesine bağlı Akuba Köyü Demirci Mezrası'ndaki TEDAŞ'ta çalışan 35 yaşındaki Hüseyin İpek, çıktığı trafoda elektriğe kapılarak yere çakıldı. İpek, köylüler tarafından Batman Bölge Devlet Hastanesi'ne kaldırılmasına rağmen kurtarılamadı.

evlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, kamu alacaklarında yeniden yapılandırmayı içeren düzenlemeyi 15 Kasım günü açıkladı. Vergi borçluları açısından af niteliğindeki düzenlemeye AKP’liler ‘af’ demekten kaçınıyor. Af niteliğindeki düzenlemeyle vergi, para cezaları, su, elektrik borçları, öğrenim kredisi gibi bir çok kalemdeki borç yeniden yapılandırılıyor. Kamu alacaklarının yeniden yapılanmasına ilişkin yasa tasarısı kapsamına Maliye Bakanlığı, Gümrük Müsteşarlığı, SGK, il özel idareleri, 7 özel dağıtım şirketi dahil TEDAŞ, TRT, KOSGEB, TOBB ve OSB'ler giriyor. Vergi ve cezaları, gümrük vergileri, SGK primleri, bazı harç ve alacaklar, belediyelerin su ve atık alacakları, TRT'ye borçlar, TEDAŞ'ın elektrik alacakları, Yurt-Kur'un öğrenim kredisi alacakları, KOSGEB'in alacakları, organize sanayi bölgelerinin elektrik, su doğalgaz alacakları da tasarı kapsamında. Hükümet, gecikme zamlarını almayacak; bunun yerine faizinden arındırılmış borç tutarı enflasyon oranı üzerinden hesaplanacak. Vergi, elektrik ve su alacaklarında 31 Temmuz 2010'dan önceki dönem geçerli olurken SGK primleri açısından Haziran 2010'dan önceki dönem geçerli olacak. Birikmiş vergi ve prim borçları ile diğer kamu alacaklarının 120 milyar lira olduğu tahmin ediliyor. YENİ BİR SAYFA Yapılandırılan borçlardan sonra yeni bir sayfa açmayı önlerine koyduklarını söyleyen Babacan, 1.500 yeni denetmen alarak denetimleri günlük yapıp kayıtdışının önüne geçeceklerini belirtti. Babacan düzenlemeyi anlatırken ‘özel sektörün daha ağırlıklı olduğu bir yapıya doğru gidiyoruz’ diyerek, vergi borcu yapılandırmalarında şirketlere özel düzenlemelerin yapılabileceğinin sinyalini verdi.

Sendika düşmanı belediye

D

İSK Nakliyat-İş, Kartal Belediyesi’nin sendika düşmanlığını, belediye önünde yaptığı eylemle 12 Kasım günü protesto etti. Belediye, Kartusaş’ın Nakliyat-İş’in 150 işçiyle örgütlü olduğu işkolunda yer aldığı İstanbul 1. İş Mahkemesi ve Yargıtay Kararı ile saptanmasına rağmen işkolu tespiti davası açmıştı. İşçiler belediye önünde bir basın açıklaması yaparak ve ardından gerçekleştirdikleri yarım saatlik oturma eylemiyle belediyeyi kınadı.

Alkole ‘zamsız’ zam

1

5 Kasım günü, alkollü içecekler üzerinden alınan vergiler Resmi Gazete’de yayımlanarak yeniden düzenlendi. Düzenlemeye göre, özel tüketim vergisi artışının içki fiyatlarına yüzde 4 ile yüzde 12.5 oranında zam olarak yansıyacağı belirtildi. ‘Yeni yıla zamla girilmeyecek’ diyen Maliye Bakanı Mehmet Şimşek zammın ardından yaptığı açıklamada “Ben, yeni yıla zamlarla girmeyeceğimizi söylemiştim. O nedenle bu düzenlemeyi erken yaptık” dedi.

AF GİBİ DÜZENLEME Yapılan düzenleme vergi gibi borçlarını ödeyemeyen mükelleflerden borçlarını tahsil etme amacı taşıyor. Borçların gecikme zammının alınmaması ve kalan borcun taksite bağlanması özel şirketler ve belediyeler için af

ükümet patronların vergi borçlarını affediyor; ancak asgari ücretten, çalışanların maaşlarından, emekçinin ihtiyaçlarından kesilen vergilere af yok

taksit

niteliği taşıyor. Hükümet, şirket stoklarında kaydı bulunan ama faturalara yansıtılmamış olan vergi ve primleri kayıt altına almayı hedeflediğini; ancak şirketlerin geçmişe dönük borçlarının kayıt altına alınması işlemini şirketlerle uzlaşı içinde gerçekleştireceğini söylüyor. Vergi borcu ve cezası denilince belediyeler ve şirketler akla geliyor. Gelir İdaresi Başkanlığı’nın verilerine göre Türkiye'de 30 Haziran 2010 itibariyle ödenmemiş ve toplam vergi borçları 850 bin liranın üzerinde ve ağırlığı özel şirket olan 7 bin 551 vergi mükellefi bulunuyor. Bu mükelleflerden 309’u belediye ve belediyelere bağlı işletmelerden oluşuyor; çoğunluğunu da AKP’li belediyeler oluşturuyor. Belediyelerin toplam vergi borcu 2,4 milyar lira civarında olurken bu borcun 1,5 milyarı AKP’li, 400 milyonu CHP’li, 350 milyonu MHP’li, 130 milyonu DTP’li, kalanı da diğer belediyelere ait. En fazla vergi borcu olan kurum, İstanbul Büyükşehir

Belediyesi bünyesindeki İETT oldu. SEÇİM YATIRIMI Vergi ve cezaların affı yıllardır seçim yatırımı olarak hükümetler tarafından kullanılıyor. Süleyman Demirel döneminin klasikleşmiş popülist politika araçlarından biri olan vergi affı AKP döneminde de etkisini koruyor. Vergi affı yapılabilmesi için meclisin 5’te 3’lük çoğunluğunun oyunu alarak konu ile ilgili bir yasanın çıkması gerekiyor. Bu yüzden AKP, bazı kanunlarda değişiklik önergeleri getirerek af niteliğinde düzenlemelere başvuruyor. AKP, vergi ve cezalara kısım kısım aflar getirmişti. AKP, en son düzenlemenin benzerlerini 2003’te ‘Vergi Barışı’ olarak bilinen 4811 sayılı Kanun ve 2008’de ‘yurtdışında tutulan kaynağı belirsiz paraları düşük oranlı vergilerle Türkiye'ye getirmeyi özendiren’ böylece kara para aklanmasının önünü açan 5811 sayılı Kanun’u çıkararak gerçekleştirmişti.

Bu düzenlemelerin 2004 ve 2009 yerel seçimleri öncesinde yapılması tesadüf olmasa gerek. VERGİ KOZU AKP vergi aflarını yandaşlarının ve belediyelerinin önünü açmak için de kullanıyor. Vergi Uzmanı Doç. Dr. Faruk Güçlü’nün 2005 yılında yaptığı araştırmaya göre 2003’teki vergi barışından yararlanan AKP’li siyasiler ve işadamı sayısı şöyle: 1 bakan, 132 AKP il ve ilçe belediye başkanı, 48 AKP yandaşı patron, 15 AKP milletvekili. AYDIN DOĞAN YIRTTI AKP’nin düzenlemesi, en çok Doğan Medya’yı sevindirdi. Faiziyle 4,8 milyar lira vergi borcu aslı ve cezası olan Doğan Yayın Holding uzlaşmaya katılırsa ödeyeceği tutarı 1,4 milyar liraya indirecek. AKP, Doğan Medya ile kapışmasında vergi cezası kozunu kullanmış Doğan Holding’i vergi cezasına mahkum etmişti.

Yap›lacak ödemelerde finansman s›k›nt›s› yaflanmamas› için taksitli ödeme imkan› sa¤lanacak. Kredi kart›na taksit de olacak. Kanunun yürürlü¤e girdi¤i ay› izleyen ikinci aya kadar baflvurunun yap›lmas› gerekiyor. Tasar› aral›k ay›nda geçerse flubat sonuna kadar baflvurmak gerekiyor. Kesinleflmifl alacaklar yeniden yap›land›r›l›yor, ihtilafl› alacaklar›n ihtilaf›na son verilecek. Matrah ve vergi art›r›m›, stok beyan›, vergi borçlar› kredi kart›yla ödenecek. Kredi kart›na taksit de yap›labilecek. ‹htilafl› kamu alacaklar›nda duruma göre alacaklar›n yüzde 50 ya da yüzde 20'si dikkate al›nabilecek. Emlak vergisinde süresinde beyanname veremeyenlere yeni beyanname kap›s› aç›l›lyor. Matrah ve vergi art›r›m›nda, gelir vergisi, kurumlar vergisi, KDV aç›s›ndan mükelleflere 20062009'a ait yeni matrah bildirimi imkan› verilecek, o y›llarla ilgili inceleme yap›lmayacak. Varl›k Bar›fl›'nda daha önce bildirim ve beyanda bulunup bundan yararlanamayanlara yeni hak tan›nacak.

Pembe tablo karardı Cemaatin kurbanda kar coşkusu Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Ağustos ayı işsizlik verilerini açıkladı. TÜİK’in verilerine göre işsizlik temmuz ayına göre arttı. Temmuz ayında 10,6 olan işsizlik oranı 0,8 puanlık bir artışla yüzde 11,4 olarak gerçekleşti. İşsiz sayısı bir ayda 189 bin kişi artarak 2 milyon 971 bin kişiye ulaştı. İnşaat ve tarım alanında istihdamın arttığı yaz aylarının sonunun yaklaşmasıyla işsizlik artmaya başladı. Hükümete yakın medya

yine kriz dönemindeki yüksek işsizlik rakamlarına bakarak, 2009 yılına göre değerlendirdikleri işsizlik rakamlarından ‘işsizlik azalıyor’ sonucunu çıkararak pembe bir tablo çizmeye çalıştı. Tarım dışı işsizlik yüzde 13,6’dan yüzde 14,5’e çıktı. Bir ay içinde yaşanan istihdam kaybının ağırlıklı bölümü mevsimsel yükselişi olan sektörlerden tarım, inşaat ve turizmden kaynaklanırken, imalat sanayinden bir ayda 50 bine yakın çalışanın işten çıkarıldığı görülüyor.

Kurban Bayramı cemaatler açısından büyük bir ekonomik genişlemeyi ifade ediyor. Kazancın büyük bölümü kurban etinden değil derisinden sağlanıyor. Kimse Yok Mu Derneği, bu yıl 45 bin kurban kesmeyi ve etlerini ihtiyaç sahiplerine dağıtmayı taahhüt etmişti. Kurban etleri ‘ihtiyaç’ sahiplerine dağıtılırken derileri ne oluyor? Ankara’da kurban derisi toplayanlar dolaştıkları yerlerden ağırlıklı olarak ‘Fethullah hocaya verdik’ ve az da olsa ‘Türk Hava Kurumu’na verdik’ cevabını aldılar. Kesim yerlerinde de durum benzer. Cemaat tam kadro kesim yerlerinde, kesimlere yardım ediyor, deri topluyor. Toplanan deriler, dericilere satılırken ‘Hangi cemaattensiniz?’ sorusuyla karşılaşılıyor. Cemaatten olanların derisi,

olmayanlarınkinden daha pahalıya alınıyor. Bir büyükbaş kurbanın derisinin kilosu ortalama 2 lira. Bir büyükbaş hayvandan da ortalama 25 kilo deri çıkıyor; tabii 10 kilo çıkanı da 40 kilo çıkanı da var. Küçükbaş hayvanın derisi 5 liradan gidiyor. Kurban Bayramı öncesinde Lösemili Çocuklar Vakfı’nın (LÖSEV) “Kurban kesmiyoruz ama hayat kurtarmaya devam ediyoruz” yazılı afişleri AKP yandaşı medyanın büyük tepkisini çekmişti. Tepkinin nedeni, ‘Müslümanları kurban kesmemeye özendirme’ şeklinde ifade edilse de milyon liraları bulan bir pazar söz konusu olduğunda tepkinin nedeni daha iyi anlaşılıyor. 2009 yılında LÖSEV, THK, Deniz Feneri gibi kurumlar tarafından alınan kurbanların çoğunun kesilmediği ortaya çıkmıştı.

‘Önce hak sonra cüppe’ ‹stanbul Beylikdüzü, Jetkent Sitesi’nde çal›flan iflçiler maafllar›n› alamad›klar› için 11 Kas›m günü eylem yapt›, iki gün çat›da, iki gün de çad›rda direnifllerini sürdüren iflçiler, 135 bin liral›k alacaklar›na karfl›l›k teminat senedi ald›ktan sonra direnifllerine ara verdiler. Araya bayram›n girmesi, alacaklar›n› tam olarak tahsil edemeyen iflçileri farkl› bir inflaatta çal›flmak zorunda b›rakt›. Jetkent direniflindeki iflçileri Aksaray’da flimdilik çal›flt›klar› bir inflaatta bulduk. Hemen konuya girdik. Is› yal›t›m› ifli yapan iflçilerle hemen iskelelerinin önünde bafllad›k sohbet etmeye. ‹nflaatta çal›flan 50 iflçinin 28’i iflleri bittikten sonra memleketlerine gitmifl ve di¤erlerinden haber bekliyor; 22 iflçi de haklar›n› almak için direniyor. ‹flçilerden Murat ‹rvül, Jetkent inflaat›nda

maafllar›n› alamad›klar› için çat›ya ç›k›p pankart ast›klar›n› söylüyor ve eylemlerinin çat›da geçen k›sm›n› anlat›yor. ‹rvül, sitenin inflaat›n› yolsuzluktan dolay› 1,5 y›l hapis yatan Fad›l Akgündüz nam-› di¤er Jet Fad›l’›n yapt›¤›n› ve eyleme bafllad›klar› gün siteyi terk etti¤ini söyledi. ‹flçiler daha önce inflaat›n patronu Erdo¤an Yusuf Çak›r’dan 20 bin liral›k alacaklar›na dair senet alm›fllar; ancak bu kiflinin kayd›n›n eksik oldu¤unu, mal varl›¤›n›n da gözükmedi¤ini bu yüzden senetin bir ifle yaramad›¤›n› ö¤renmifller. ‹lk ifl olarak ç›km›fllar çat›ya.

Çat›da iki gün geçiren iflçilere en büyük deste¤i site sakinleri vermifl. Murat ‹lgür, kendilerine destek veren site sakinlerinin yiyecek, battaniye ve sigara ihtiyaçlar›n› karfl›lad›¤›n› söylüyor ve ekliyor: “Baz› site sakinleri de Fad›l’›n akrabalar› ya da arkadafllar› idi. Bu kifliler bizim yapt›¤›m›z eylem hakk›nda as›ls›z söylentiler yayarak sitede oturan di¤er kiflileri provoke ettiler ama baflar›l› olamad›lar.” ‹flçiler, iki gün sonunda direnifllerini çad›rda sürdürme karar› ald›lar. ‹flçilerden Ercan ‹lgür anlat›yor: “Çad›r› kurduktan hemen sonra polis

sald›rd›. Kald›r›m› iflgal ediyormufluz. Birkaç arkadafl›m›z gözalt›na al›nd›. Sonra direnifle devam ettik ve toplam 135 bin liral›k alaca¤›m›za karfl›l›k site sakinlerinin senetini ald›k. Site sakinleri ortadan kaybolan Jet Fad›l’›n kendilerini de doland›rd›¤›n› söyledi ama yine de sloganlar›m›za efllik edip alk›fllad›lar. Çad›rdayken, bizi yoldan geçenler de alk›fllarla desteklediler. Direnifl sürecinde çeflitli pankartlar ast›k; ‘‹flçiyiz hakl›y›z’, ‘‹nsan pazar› de¤il’ gibi. Bunlar›n hiçbirine itiraz gelmedi ancak ‘Önce hak sonra cüppe’ pankart› polis taraf›ndan defalarca indirilmek istendi.” Ercan ‹lgür, Fad›l’›n Bayrampafla’da Araplara otel yapmak için cüppe giydi¤ini ve Fad›l’› kastederek böyle bir pankart açt›klar›n› söylüyor; ancak polisin itiraz› ise pankart›n tüm cüppelilere hakaret içermesi dolay›s›yla olmufl. “Baflka inflaatta çal›fl›rlarken kendi yerlerine baflka iflçi al›rlar m›?” diye sordu¤umuzda “Hay›r” diyorlar hepbir a¤›zdan. Hakk›n› alamayan iflçinin oldu¤u inflaatta çal›flmad›klar›n› söylüyorlar ve kendileri gibi di¤er iflçilerin de bu hassasiyette davrand›klar›n› belirtiyorlar. Elgür, sonuç olarak 30 Kas›m’a kadar haklar› ödenmezse direnifllerine devam edeceklerini belirtiyor ve flunlar› söylüyor: “‹flçinin hakk›n› vermemek hem o bafllar›n› koyduklar› secdeye hem de insanl›k onuruna ayk›r›”.


10

KİBELE 26 Kas›m 2010 / 9 Aral›k 2010

Halk›n Sesi

Kad›n öyküleri Ankara’da

K

ESK ve İHD’nin çağrısıyla 9-10 Kasım’da İstanbul ve Ankara’dan onlarca kadın “Kimliğimin, bedenimin ve emeğimin sömürülmesine karşı mücadele ediyor, barış için yürüyorum” diyerek yollara döküldük. Türkçe, Kürtçe, Ermenice ve Rumca dövizlerimizle sesimizi sokaklara taşıdık. Gittiğimiz her kentte kız kardeşimizin farklı sorunlarıyla karşılaştık ve sonunda iki yürüyüş koluyla Ankara’da buluştuk. Yürüyüş kolunda ilk durağımız Hakkari’ydi. Savaşın en yoğun yaşandığı ve kadınların da barış için en güçlü sesiyle mücadele ettiği kentlerden birisiydi Hakkari. Kent merkezi’nde kadınlarla buluşup yaptığımız eylemde kız kardeşliğin ülkesini kurma yolunda “Savaş istemiyoruz” dedik. Hakkari’den sonra yolumuz “devletin kendi verdiği kimliği geri istemesi üzerine” onlarca kez kesildi, uzun kontrollerin ardından sonunda 33 köylüyü kurşuna dizen Muğlalı’nın adının verildiği kışlanın yani diğer adıyla katliamın, anıt gibi Tu¤çe duran binasının gölgesi Çetin altında bir şehirde, Mutlu patlayıcılarla “oynarken” Halkevi ölen, “kaza” kurşunlarıyla kurban edilen çocuklarımızı andık. İkinci gün, sanki gülebilecekmiş gibi adı konulan, önce tecavüze uğrayıp ardından töre diye kurşun yağdırılıp toprağa gömülen Güldünya’nın memleketi Bitlis’teydik. Güldünya’nın kız kardeşleri Bitlisli kadınlar da tüm cesaretleriyle, öfkeleriyle sokaklardaydılar. Bitlis’in ardından, 7 kız çocuğunun yüzlerce erkeğin tecavüzüne uğradığı ve devletin olayın üzerini örtmeye çalıştığı Siirt’te başka bir çocuk istismarına daha tanık olduk. Tutuklu olan KESK’li bir ailenin çocukları da bakacak kimse olmadığı için cezaevindeler; çocukların “uçurtmaları hala vuruluyordu” demokrat ve özgürlükçü geçinen AKP tarafından. Artık “sıradanlaşan” engeller sonunda, Batman’a doğru yola koyulduk. Vardığımızda hava kararmıştı. Batman’da yüzlerce kadın tarafından coşkuyla karşılandık. N.Ç davasının görüldüğü, korucuların tecavüzüne maruz kalan ve kimseyle paylaşamadıkları için intiharların yoğun yaşandığı bu kentteki kadınlar, tüm bunlara rağmen sokaklarda ellerinde aydınlığın meşaleleriyle karşıladılar bizleri. Polisin baskısına rağmen, meşalelerimiz sönene kadar caddeyi trafiğe kapatarak türkülerimizle halaylarımızla Batman’nın gece sessizliğini bozduk. Eylemin ardından Batmanlı kadınların evlerine misafir olduk. Evinde kaldığım ve “şanslı” kadınlardan olan öğretmen Ayla ise, öğretmen olana kadar kendi dilinden yasaklanmış, parası olmadığı için okumakta zorlanmış ve hem evde hem işte çalışmak zorunda olan bir kadındı. Aynı senaryo her yerde kadınlar tarafından farklı biçimlerde oynanıyordu. Batman’nın ardından sabah erkenden Diyarbakır’ın yolunu tuttuk. Aldığımız habere göre bir önceki gün Emniyet Genel Müdürlüğü taradından 15 ilin valisine gönderilen "gizli" talimatla, yürüyüşümüz “potansiyel tehlike” olarak görülmüştü. Yolumuza devam ederken ,kadınların gerçekten bu sistem için “tehlikeli” olduğunu gittiğimiz her kentte hatırlatmaya karar verdik. Diyarbakır’a gittiğimizde, yüzlerce kadın yürüyüş kolumuzu karşıladı. KCK duruşmasının hala devam ettiği kentte mahkeme önüne yaptığımız yürüyüşte yürüyüşe katılanlarla sayımız binleri buldu. KCK davasıyla bir yılı aşkın süredir tutuklu bulunan kadınlarla dayanışmaya geldiğimiz Diyarbakır’da AKP’nin kendine demokrat tavrını teşhir edeceğimizi, kendi Kürt kimliğini yaratma çabasını kabul etmeyeceğimizi açıkladık. Diyarbakır’ın ardından Urfa’ya geldiğimizde cezaevi önünde eylem yapmak üzere araçtan inmeye çalıştığımızda emniyet de, Urfalı kadınlar da hazırlıklıydı. Kadınlar büyük bir coşkuyla bizi karşılıyorlar polis de “potansiyel tehlike” olan kadınları durdurmak istiyordu. Önce 3 arkadaşımızı gözaltına alan polis bize de olanca kendine güveniyle gözaltı otobüsü mü kendi otobüsünüz mü diye sorunca gözaltını “tercih ettik”. Yürüyüş boyu gördüğümüz tüm baskılar haklılığımızın ispatıydı. Urfa’da gece geç saate kadar emniyette kalınca yürüyüşümüzün Adıyaman durağını iptal etmek, Medine’yi anmadan geri dönmek zorunda kaldık. Ama söz verdik Medine’ye Aralık ayında geri gelecektik. İki kolda başladığımız yürüyüşümüz elimizde dosya dosya kadın öyküleriyle son buldu. Geçtiğimiz her kent 3.sayfa yaşam hikâyeleriyle kuşatılmıştı. Ankara’ya kadınla erkeğin eşit olduğuna inanmayan Tayyip’e kadınların öfkesini toplayıp getirdik ve son bir kez daha söyledik polisin önümüzü kestiği GMK bulvarında: “Emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz bizimdir.”

Daha yürüyecek çok yol var K ‘K ESK Kadın Sekreterliği, İHD ve Ankara Barış İçin Kadın Girişimi’nin ortak düzenlediği "Kimliğimin, bedenimin ve emeğimin sömürülmesine karşı mücadele ediyor, barış için yürüyorum" yürüyüşü 9-10 Kasım’da yapıldı. İki koldan yapılan coşkulu yürüyüş emniyet tarafından ‘potansiyel tehlike’ olarak izlendi. Kadınların şiddet karşıtı protestoları polis baskısıyla engellenmek istendi. Urfa’da yürüyüş kolundaki 30’u aşkın kadın gözaltına alındı. 9 Kasım’da Hakkari’den yürüyüşe başlayan ilk yürüyüş kolu gezdiği illerde yaşanmış simgesel kadın sorunlarını merkez alarak, kadına yönelik tüm şiddet biçimlerini protesto etti. Zarar görenlerin en çok kadınlar olduğu kirli savaşın yaşandığı illerden kadınlar barış için ısrarlarını dile getirdi. Emniyet Genel Müdürlüğü yürüyüş ile ilgili 15 ile gizli talimat ile ‘potansiyel tehlike’ alarmı verdi. Urfa’da polisin, yürüyüşü engellemek istemesi üzerine, 30’dan fazla kişi gözaltına alındı. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nün arifesinde yaşanan bu polis saldırısı takip eden günlerde kadınlar tarafından protesto edildi. Durakları Kocaeli, Bursa, Eskişehir, Ankara olan ikinci kol İstanbul’dan yola çıktı. Yürüyüş başlangıcında kadınlar adına açıklama yapan SES Genel Başkanı Bedriye Yorgun, Türkiye’de kadına yönelik şiddetin artışına dikkat çekti. Yorgun konuşmasında kadınların Türkiye’sini anlattı: Türkiye’deki kadınların yüzde 57,7 si evliliklerinin ilk günüde şiddetle

karşılaşıyor. Aile içi suçların yüzde 90'ını ise kadınlara karşı işlenen suçlar oluşturuyor. Erkek şiddetti ve baskı devletin kolluk güçleri ve çeşitli kurumlarınca da sürdürülüyor. Savaş politikaları ve her gün yükselen şovenizmle güçlenen erkek şiddeti kadınlar üzerindeki baskısını daha da arttırıyor. Savaşlar kadınlar için daha fazla taciz, tecavüz ve şiddet demek olu-

Gecikse bile adalet için umut P

ınar Selek’in davasında Yargıtay, üçüncü kez setleri çekti. Selek için yerel mahkemenin verdiği beraat kararı, Yargıtay’ın müebbet hapis cezasını uygun bulduğu gerekçeli kararı ile bozuldu. Yargıtay, kararında, Mısır Çarşısı’nda meydana gelen, Pınar Selek’in sorumlu tutulduğu patlamaya ilişkin alınmış, patlamanın gaz sıkışmasından meydana geldiği yönündeki bilirkişi raporlarını hiçe saydı. 1998 yılında Mısır Çarşısı’nda meydana gelen 7 kişinin ölümü ile sonuçlanan patlamayı Abdülmecit Öztürk ve Pınar Selek’in yurtdışından aldıkları bir telefon üzerine gerçekleştirdikleri iddiasıyla yargılanması süren Pınar Selek’in avukatı mahkemeye dava ile ilgili birden çok bilirkişi raporu sundu. Son olarak yerel mahkeme kararını bozan Yargıtay, gerekçeli kararında, Sosyolog Pınar Selek’in yurtdışı ziyaretlerini örgüt yöneticisi sıfatıyla yaptığını iddia etti. İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilen

karara yerel mahkeme uyabilecek ya da kararında direnecek. Yargıtay’ın kararına uyması durumunda, itiraz hakkı varlığını koruyacak. 12 yıldır devam eden yargılama süreci, 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin üç kez verdiği beraat kararına karşılık, Yargıtay 9. Daire’nin beraat kararlarını bozması döngüsü ile sürdürüldü. Dava süresince alınan bilirkişi raporlarının kimi patlamanın nedeninin belirlenemeyeceği, kimileri patlamanın bomba kaynaklı olduğu, kimi bomba izinin olmadığı yönünde fikir beyan edilmişti. Mahkemeye bilirkişi raporları haricinde emniyet tarafından kanuni olmayan fotokopi belgelerde gönderilmişti. Pınar Selek’in suçlu olduğuna dair somut tek iddia Abdülmecit Öztürk’ün sonradan işkence altında ifadesinin alındığına dair beyanı ile hükümsüz hale gelmişti. Binlerce kişi feminist, antimilitarist, şiddet karşıtı bir araştırmacı olan Pınar Selek’in masum olduğuna dair inancını koruyor.

Erke€e B her gün bayram

İzmir’de kadınlar tecavüze karşı yürüdü

İ

zmir Bornova’da üniversite öğrencisi E.E ve arkadaşı, yardım edeceğini söyleyen şoförünün kamyonuna bindi. Kamyon şoförü tarafından tecavüze uğrayan kadın için bir araya gelen İzmir Kadın Platformu, 23 Kasım’da Bornova Metro önünde toplandı. Son yaşanan tecavüz vakası ile birlikte artan cinsel şiddet olaylarını protesto eden kadınlar ‘Tecavüze boyun eğmeyeceğiz’, ‘Kimsenin namusu olmayacağız’ sloganları attı. Yapılan basın açıklamasında kadınlar, tüm taciz ve tecavüzcülerin yakasında olacaklarını ve mücadeleyi sürdüreceklerini belirtti.

imliğimin, bedenimin ve emeğimin sömürülmesine karşı mücadele ediyorum’ diyerek iki koldan yürüyüşe çıkan kadınlar polis baskısına maruz kaldı. 35 kadın gözaltına alındı

Kibele’den mektup

ir yeri dokunmuyorsa öbür yanı dokunuyor hepimize. Sen değilsen, annen, o değilse kız kardeşin; birimizden birimiz erkeklerin bayramına maruz kaldık aynı aşağıdakilerle ya da aynısının lacivertleriyle. Bayrama bir hafta kala belki beş kere temizlik yaptın. Her şeyi yerinden kaldırdın, bayram konuklarına en layık dantellerini yaydın. Havlularını kenarlarını en özenle ördüğün oyalı olanlardan seçtin. En beğendiğin vazolarını sehpalara koydun. Çiçeklerini yerleştirdin. Ev o beş gün boyunca çocuklardan, baktığın yaşlılardan, çorap çekmecesinin yerini hayatında hiç duymamış görmemiş kocandan, babandan ötürü bir daha, bir daha dağıldı, (ama bayram geliyor ya) bir daha topladın. Ve arife günü, baklavası, sarması ile her şeyi hazır ettin. Çok hamarat olduğunu göstermek zorunda olduğun günlerdir bayram. Seninle birlikte yetiştirdiğin kızlar da öyle görünmeli şüphesiz. Bayramın ilk günü erkekler, namazda; komutlar, gelinceye ka-

yor. Bu coğrafyada süren savaşta devlet güçleri karşı tarafın kadınları olarak gördükleri Kürt kadınlarına cinsel şiddet uygulamıştır. Tecavüz suçu işleyen failler araştırılmamış, yakalanmamış, hesap sorulmamıştır". Kadınlar ziyaret edip diğer kentlerden kadınlarla buluştukları duraklarda, kendi öznel şartlarında yaşadıkları sorunları dile getirdi.

Barış gelini Pipa Bacca’nın da durağı olan Kocaeli’de kadınlar cinsel saldırıya uğramış ve öldürülmüş tüm kadınları andı. Bursa’daki dokuma işçisi kadınlarla kadınların dayanışma ruhunu ruhu güçlendirildi. Eskişehir’de çocuk istismarı ve kadın intiharları vakaları gündeme getirildi. 4 ilde yapılan eylemlerde kadınlar ‘Şiddete son’, ‘Jin jiyan azadî’,

‘Savaş değil barış’ ve ‘Tarım Bakanı istifa’ dövizleri taşıdı. 12 Kasım’da İstanbul Galatasaray Meydanı’nda Barış İçin Kadın Girişimi, KESK’li kadınlar, DİSK’li kadınlar, Halkevci Kadınlar, Gökkuşağı Kadın Derneği, Sosyalist Kadın Meclisleri, EMEP’li kadınlar, EHP’li kadınlar, ÖDP’li kadınlar, DİSK Emekli-Sen 3 Nolu Şubeden kadınlar, BDP Kadın Meclisi bir araya geldi, yürüyüşe dönük saldırıları kınadı. Polisin gizli talimatına atıfta bulunan kadınlar “Savaşı, şiddeti, yoksulluğu tırmandıran ve gizli genelgeler yayınlayan hükümet mi tehlikelidir yoksa hak talepleriyle yürüyüş yapan kadınlar mı potansiyel tehlikedir?” diye sordu. Yapılan basın açıklamasında AKP iktidarı döneminde kadına yönelik şiddetin tırmandığının altını çizen kadınlar, “Başbakan kadınlar ve erkekler eşit değildir dedikçe daha fazla öldürülüyoruz. 3 çocuk doğurun dedikçe kadınların çalışma yaşamından uzaklaştırılıyoruz” dedi. Sokakları kadına yasaklamaya çalışan kadın düşmanı devlete inat mücadelelerini sürdüreceklerini belirten kadınlar “Yaşasın halkların kız kardeşliği” sloganları ile eylemi bitirdi. 14 Kasım’da KESK Ankara Şubeler Platformu Yenişehir Postahanesi’nden Urfa Valiliği ve Emniyetine protesto faksı çekti. Yapılan basın açıklamasında Urfa ve Ankara polisinin kadınlara karşı gösterdiği tahammülsüzlük kınandı. KESK Dönem Sözcüsü Fikret Aslan, gözaltıların keyfi ve hukuk dışı olduğunu vurguladı.

Otobüste kadına yer yok Ulaşım zamları yüzünden eve bir kez daha hapsolmak istemeyen kadınlar sokaktaydı

H

alkevleri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ulaşım hizmetine yaptığı zamma karşı mücadele ediyor. Metrobüs turnikelerinde yapılan kitlesel parasız ulaşım eylemlerine toplumun farklı kesimlerinden ulaşım hakkı gasp edilenlerin eylemleri de ekleniyor. 11 Kasım’da İstanbul’da Halkevci Kadınlar ve Öğrenci Kolektifi’nden Kadınlar, zamlara karşı Unkapanı SSK önünden Belediye binasına kadar

yürüyüş yaptı. Kadınların ulaşım zamları karşısında mağduriyetlerini anlatan pankartta, “Evlere hapsolmak istemiyoruz. Ulaşım zamları geri alınsın” yazıyordu. Belediye önünde kadınlar adına açıklama yapan Türkan Karakuş ulaşım zamla-rından en çok geliri olmayan ve eve hapse-dilmek istenen kadınların etkilendiğini söyledi. Karakuş açıklamasında “Yapılan bu zamlarla kadınlar hem evlere hapsolmaya devam

dar kahvaltının hazır olması yönünde. Evimizin koordinatörleri, kahvaltıda eksik olmaması gerekenleri ve o günün programını çabukça söyledi ve mutlaka ‘gitti’. Yıl boyunca erkeğimizin sofrasından et eksik olmasın diye bir kurban kesilmesi şarttı. Kurban kesimine kadın gider mi? Erkek kestirir gelir. O, hayvanın da iyisinden anlar. Danaya 5 kişi girildi bölüşmek lazımdı. “Kadınlar bir el atın bakalım şimdi” dediler. Koca danayı üleştirdin.“Eline sağlık” diye bir cümle zaten beklemedin. Kocandan “Ee hamur açmaya benzemez bu işler” cümlesinin türevlerini mutlaka sen de duydun. Bir yandan etleri üleştirirken, bir yandan pişiren bir yandan çikolataları servis edip, bir yandan çayı demleyen, arzu edenler için kahve pişiren! erkeğine bacaklarının ‘et’ kesmesinden söz etmen ayıp oldu. Bu işlerin hamur açmaya benzemediğini görmüş olman gerekirdi. Kavurmalar olduysa, (erkeğin çok yoruldu) sofrayı kurdun. Erkeğiniz daha çok et, daha çok et

edecek hem de eğitim, sağlık vb. hizmetlere ulaşımı sınırla-nacak, kamusal alana çıkmasının önündeki engeller artırılmış olacaktır. Ulaşım, bir lüks değil haktır. Özellikle hiçbir geliri ve sosyal güvencesi olmayan kadınların ulaşım hakkının garanti altına alınması için tıpkı öğrenciler de uygulandığı gibi kadınlara da indirimli kart hakkı tanınmalı, ulaşım hakkını daha da sınırlandıran bu son zamlar geri çekilmelidir”

istedi ama kalbini, tansiyonunu hatırlatmak, onun kazandığı, onun getirdiği, onun sofraya koyduğu eti ondan kıskanmak oldu. Masayı topladın. Her gelen misafire yeni ve kusursuz servis açtın. Büyüklerini ziyaret ettin. Orada da kendinize servis yaptın. Belki servis yapmadığın ve ‘bir de kız olacağın’ yerde oturduysan, anneni rezil ettin. Kaş-göz işaretleri ile kendini mutfakta, çatalların yerini sorarken buldun. Servis yaparken, o hengâmede, çok eğilmemek, olur da fırsat olursa oturduğunda bacak bacak üstüne atmamak, eteğini toplamak, belki başörtünü kontrol etmek gibi hayati konular ve çeşitli kaş-gözlerle muhatap oldun üstüne. Arada, servis için ‘misafir odalarına’ girip çıktıkça, yaşları büyüdükçe daha büyük koltuklarda kasım kasım kasılan babaların, abilerin, 9 günlük bayram tatilinin ne de iyi olduğunu konuştuklarını duydun. Bayramda kardeşliğin, bir araya gelmenin ne kadar iyi olduğunu, bayramların dargınların barışmasına vesile olduğunu

ifadelerine yer verdi. Bunlarla ilgili taleplerini belediyeye iletmek için belediye binasına girmek isteyen kadınları polis, engellemek istedi. Yalnızca iki kişinin içeri girmesine müsaade eden polis kadınların direnciyle karşılaşınca geri adım atmak zorunda kaldı. Kadınlar belediye dilekçelerini ileterek, taleplerinin arkasında ve mücadelenin devamı için her zaman hazır olacaklarını belirterek eylemlerini bitirdi.

ve küçüklerin büyükleri ziyaret etmesinin bağları güçlendirdiği tekrarlanıp durdu. Ama bu konuşmaların ardından söz güncel politikadan açılınca ırkçılık ve maçoizm devreye girdi. Sana ne yaptığını nasıl olduğunu soranlara da annenden öğrendiğin gibi nedense yalan söyledin: “N’apalım, bayram yapıyoruz.” ‘Sevdikleriniz ve ailenizle huzur dolu bayramlar’ dileyen herkese gülümsedin. Zaten durmadan gülümsedin. İçindeki yorgun tatilcinin, tatil bitsin artık diye bağırdığını duymuyormuş gibi. Sen değilsen de bir komşun, bir arkadaşın, bir akraban ağlaya ağlaya telefona sarıldı. ‘Bayram günü’ dayak yediği için, kocasının haberi olmadan acilen babasına bayram ziyaretine gitmesi gerektiğini, yardıma ihtiyacı olduğunu söyledi. Ona yardım ettin. Öyle değilse de, dedim ya lacivertine şahit oldun. Resmi tatilin bitimine iki kaldı. İş başı yapmaya çok yaklaştın ama bir ohhh çektin: Erkeğin bayramı bitti. Sahi, cidden bitti mi?


11

YÜZ YÜZE 26 Kasım 2010 / 9 Aralık 2010

Halk›n Sesi

Bilim özgür ortamda yapılır

Türban, siyasetin açmazı ve politika malzemesi olarak tekrar gündeme geldi. Bu kez YÖK’ün ‘oldu bitti’siyle ve AKP’nin atadığı rektörlerin uygulamalarıyla türban üniversitelerde önemli ölçüde serbestlik kazandı. AKP’nin türban politikasını üniversite, bilim ve kadının özgürlüğüne darbe olarak değerlendiren solcu öğrenciler ise siyasal islamcı ‘erkek’ler ve polisin saldırılarına uğradı.

Peki İslamcı kesim ve AKP’nin liberal destekçilerinin özgürlük tartışması olarak tariflediği türban gibi bir dinsel dogma ürünü özgürlük olabilir mi? Türban ve dinsel dogmaların üniversiteyle-bilimle ilişkisi olabilir mi? Üniversitelerde türban sorununu ve bilim-din ilişkisini Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu ile konuştuk.

‹SLAMCI GER‹C‹L‹K, P‹YASALAfiTIRMA, fiOVEN‹ZM

Üniversite dogmanın kıskacında

‘B

en mutlak bir doğruya inanıyorum, bunun dışında bir şey kabul etmem’ dediğiniz zaman o ortamda bilgi üretip sunmanız mümkün olamaz

Türban konusu üniversitede ne zaman sorun oldu? Süreç başlamadan önce üniversitede türbanlı öğrenciler var mıydı? Türbanlı öğrenciler özellikle 90’lı yıllar boyunca üniversitedeydi, ama -en azından benim bulunduğum bölümlerde- sayısal olarak oldukça azdı. Türbanlı öğrencilerle diğer öğrenciler arasında farklılık düşünülmezdi, örneğin biz hiç ‘türbanlı öğrenciyi derse almam’ demedik. Öğrenci arkadaşlar arasında da türbanlı-türbansız ayrımı yoktu. Özellikle 28 Şubat süreciyle beraber YÖK’ün ve atadığı rektörlerin türban üzerindeki baskıcı yaklaşımları üniversitede türbanı sorun haline getirmeye başladı. Bu süreçte bildiğiniz gibi üniversitelere türbanla girilmesi yasaklandı. Yasak öyle bir boyuta geldi ki, sadece öğrenciler de değil dışarıdan gelip çocuğunu görmek isteyen türbanlı annelerin bile kampuslere girmesi engellendi. Şu anki durum tam olarak nedir? Özellikle şunu belirtmek gerekir ki; AKP iktidara geldikten sonra türban meselesinin üzeri daha fazla kaşındı ve bu da türbanın daha ciddi bir sorun olarak gündeme gelmesine neden oldu. AKP, türban yasağının kaldırılacağı konusunda kamuoyunda beklentiler yarattı, fakat aradan geçen 8 yıl içerisinde bu beklentiler yerine getirilmedi. AKP bunun için kendisi dışında statükoyu savunan derinde bir devleti gerekçe olarak gösterdi. Bunun üzerine türban yasağına karşı tepkiler yayıldı, sorun kangren haline gelmeye başladı. YÖK bu süreçte fiili bir durum yaratarak üniversitede türbanı serbestleştirdi. Türban savunucuları bu serbestleşmeyi bir intikam duygusuyla karşıladı ve toplumda türbana karşı genel bir itiraz olmamasına rağmen ‘türbanı savunanlar bir zafer elde etmiş’ gibi bir durum ortaya çıktı. Bunun üzerine türbana karşı da tepkiler oluştu. Ve sonuçta gereksiz yere ve biraz da suni biçimde üniversitelerde ‘türban’ diye bir sorun, çok daha büyümüş bir biçimde gündeme getirilmiş oldu. ÜNİVERSİTE’DE ÖGÜRLÜĞÜ NE ENGELLİYOR? Üniversite özgürlükler alanıdır ve bir toplumda en özgür olması gereken yerdir. Çünkü üniversitenin işlevi olan bilgi üretmek ve sunmak ancak özgür bir ortamda gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla herhangi bir devlet dairesi ya da okulda giyilemeyecek bir kıyafetle öğrenciler üniversiteye gelebilir. Örneğin öğrencilerin eşofman ya da küpeyle üniversiteye gelmesi yadırganmaz. Türban gibi dini inançların sembolü haline gelmiş bir giysi ya da simge söz konusu olduğunda orada bir kez daha düşünmek gerekir. Daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi üniversitede bilgi üretilir ve bilgi üretilirken dogmaların olmaması gerekir. Fakat bu noktada şu soruları da sormak gerek: Üniversitelere türbanlı öğrenci girmezse Türkiye’deki üniversiteler özgür bir ortam içinde mi olacaklar? Türkiye üniversitelerinde özgürlüğü engelleyen sadece türbanlılar mıdır? Bu sorulara “evet” yanıtı vermek haksızlıktır. Türkiye’deki üniversitelerin durumuna baktığımızda bu en azından cinsiyet ayrımcılığı da olur. Zira aynı

dogma ve inançlara sahip erkekler de üniversiteye girip üniversite özgürlüğüne tehdit oluşturabilirler. Ki bunun pek çok örneğine de üniversite içerisinde rastlamaktayız. Dolayısıyla dogmaları sadece türban üzerinden ele alırsak, bence bu, türban takan öğrencilere haksızlık olur ve türban sorununu çözeceğiz derken kadınlara da ayrımcılık yapmış oluruz. Bir örnek vereyim; AB meselesi üniversitede dogma halindedir. Pek çok üniversite kendi armasını AB yıldızları içerisine koymuştur. AB’nin iyi tarafı da kötü tarafı da olabilir, ama üniversitenin bunu tartışma zorunluluğu vardır. Bu tartışma ille de AB’yi göklere çıkartan manada değil, toplumsal sonuçlarını da değerlendiren çalışmalar yapılmalıdır. Ama yapılan çalışmalara, verilen derslere baktığınız zaman hep AB’yi tek yönlü inceleyen yaklaşımların hakim olduğunu görürsünüz. Üniversite-sanayi işbirliği de yine üniversitede piyasacı dogmaların yolunu açan bir unsurdur. Bu işbirliği içinde üniversitedeki araştırmanın finansmanı önemli ölçüde sermaye kesimi tarafından yapılmaktadır. Bu yolla maddi anlamda üniversite sermayenin bağımlılığı altına girmektedir. Bu durumda toplumsal çıkarın gereği de olsa üniversiteyi finanse eden sermaye gurubunun çıkarlarına karşı bir bildiri veya deklarasyon yayımlamak, çalışma yapmak mümkün olamaz. Bildiğiniz gibi bugün çevreyle ilgili pek çok sorun

‘T

Türban AKP için tali bir konudur ve biraz da üniversitede yaşanan esas dönüşümün üzerini örtmek için kullanılmaktadır vardır. Nükleer santraller bunlardan biridir. Toplum sağlığı ve doğa için son derece zararlı olmasına rağmen üniversiteden nükleer santrallere karşı bir ses çıkmaz. Ya da HES’lerin kurulduğu bölgelerde yer alan üniversitelerden bu konuda -birkaç bireysel çaba dışındatoplumsal fayda ve doğanın korunması yönünde bir itiraz gelmez. AKP TÜRBANDAN SİYASİ OLARAK NEMALANIYOR AKP’nin türban üzerinden ciddi bir siyasi nemalanma, fayda sağlama çabası söz konusudur. Sorunun sürekli olarak daha yüksek tonla dile getirilmesi türbanın rant sağlama aracı olarak kullanıldığını göstermektedir. Örneğin 2007 seçimlerine giderken birden laik-anti laik ayrışması öne çıkartılmış, Cumhuriyet mitingleri

ürban konusu, üniversitedeki temel sorunlardan ayrılarak ve içinde bulunulan yapısal değişim sürecinden koparılarak ele alınamaz’

yapılmış ve ardından AKP ciddi anlamda oy kazanmıştır. Şimdi de 2011 seçimlerine gidilirken, AKP türban sorununu gündeme getirerek yine gündemi bu konu üzerine yönlendirmeye çalışmaktadır. Peki ya türbana karşı çıkışlar? Ben aslında öğrencilerin çoğunluğunun türbanı sorun olarak gördüğünü düşünmüyorum. Ancak türbana karşı olan gruplar da var tabi. Türbana karşı açıklamalar ve eylemler oluyor. Bu karşı çıkışı sol ve emekten yana olanlar açısından düşündüğüm zaman bunun üzerinde biraz daha hassas olunması gerektiğine inanıyorum. Sert bir karşı çıkışla türbanlıların üniversiteye girmesini engelleyecek bir duvar örmeden önce üniversitedeki tüm meselelerin birlikte ele alınması ve bunun üzerinden bir değerlendirme yapılması gerektiğine inanıyorum. Bugün üniversitede cemaatlerin kadrolaşması ve türbanın önünün açılmasından bahsediliyor ama öbür taraftan da çok ciddi bir şekilde AKP hükümeti, her alanda olduğu gibi üniversitede de piyasalaştırma ve neoliberal dönüşümü gerçekleştiriyor. Şu anda AKP’nin sadece anti-laik bir düzenlemeyi üniversiteye yerleştirmek gibi bir amacı olduğunu düşünmüyorum. Bu AKP için tali bir konudur ve biraz da üniversitede yaşanan esas dönüşümün üzerini örtmek için kullanılmaktadır. Burada asıl hedeflenen üniversiteyi tamamen neoliberal dönüşüm

içinde olması gerektiği yere oturtmak ve piyasalaştırmaktır. Türban sorununu değerlendirirken üniversitede gerçekleştirilmekte olan bu dönüşüm sürecini göz ardı ederek sadece türbana karşı çıkmak yanlış anlaşılmalara neden olacaktır. Burada esas olarak meselenin sınıfsal bir perspektifte ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Bugün türban nedeniyle eğitim hakkı elinden alınan ve yaşanan serbestleşmeyle türbanını takıp da üniversiteye giren zengin çocukları var mıdır? Ben hiç sanmıyorum. Onlar, başbakanın çocukları gibi yurtdışına gidip orada okurlar. Yani üniversiteye girmesine karşı çıkılan türbanlıların çok büyük çoğunluğu işçi, emekçi çocuklarıdır. Bu nedenle türbanlıların üniversiteye girmesine karşı çıkmak işçi sınıfıyla da karşı karşıya gelindiği anlamını taşıyacaktır. Açıkça söyleyeyim; temelde AKP’ye ya da gerici gruplara karşı bir eylem amaçlansa da, türban karşıtı eylemler solun işçi sınıfından kopması olarak da algılanabilmektedir. Niyet tabi ki işçi sınıfına karşı olmak ya da onun çıkarlarına ters bir noktada bulunmak değildir. Ama sonucuna baktığınız zaman oradaki işçi, esnaf, çiftçi çocukları üniversiteye türbandan dolayı alınmıyorlar görüntüsü ortaya çıkmaktadır ve bu da eylemleri gerçekleştiren sol kesimlerle o öğrenciler ve aileler arasında sınıfsal olarak bir kopuş anlamına gelmektedir. İşte bu noktada çok dikkatli davranmak gerekiyor. Sonuç olarak türban konusunu üniversitedeki temel sorunlardan ayırmadan, içinde bulunduğumuz yapısal değişim sürecinden, piyasalaştırma sürecinden koparmadan ele almak gerektiğini düşünüyorum. Ve burada esas olarak savunulması gereken, özgür ve demokratik bir üniversite ortamını sağlamak üzere neler yapılabileceği konusunda çalışmalar yapmaktır. Eğer bu çalışmalar başarıya ulaşır ve yaşama geçirilebilirse zaten üniversitede türban diye bir sorun olmaz. O zaman türbanlı ya da inancı gereği başka bir biçimde üniversiteye gelmek isteyen istediği gibi gelir ama üniversitedeki özgürlüklerin elden gideceği korkusu olmayacağı için bunları engellemeye ihtiyaç kalmaz. Burada önemli olan üniversitenin daha özgür ve demokratik bir ortam olmasını savunmak, bunun üzerinden hareket etmektir.

‘Dogmalardan sıyrılmadan bilim yapılamaz’

Özgür Müftüo¤lu

Aslında temel inanç hürriyeti noktasında baktığınız zaman insanlar dini inançları doğrultusunda giyinebilirler elbette. Buna diyecek bir şey yoktur. Ama bunu üniversite üzerinden değerlendirdiğimiz zaman üniversitenin temel işlevlerini de göz önünde bulundurarak türbanı tartışmak ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. ‘Ben mutlak bir doğruya inanıyorum, bunun dışında bir şey kabul etmem’ dediğiniz zaman o ortamda bilgi üretip sunmanız mümkün olamaz. Örneğin, genetikle ilgili bir bölümünde bulunan bir öğrencinin evrim teorisine tamamen karşı olması ve yaratılışı mutlak kabul etmesini düşünün… Siz orada nasıl tartışıp bilgi ortamı oluşturabilirsiniz? Bu mümkün değildir. Dolayısıyla

üniversitenin tüm bileşenleri gibi öğrencilerin de dogmalardan sıyrılmış olarak üniversiteye gelmeleri gerekir. Üniversiteye dini simgelerle gelindiği zaman –bu ister haç isterse türban olsun- bu dogmalara sahip olunduğu anlamına gelecektir. Bu çerçevede bakıldığında bu dogmalara sahip olarak gelen birisi için ‘acaba üniversitenin ihtiyacı ve gerekliliği olan özgürlük ortamını engelleyecek bir unsur oluşturabilir mi’ düşüncesi ortaya gelecektir. Yani dini inançları simgeleyen herhangi bir sembolün üniversitede bulunmasını savunmak mümkün değildir. Örneğin öğrencilerin eşofman ya da küpeyle üniversiteye gelmesi yadırganmaz.

Cemaatler yükseliyor Şunu görmek gerekir ki türbanlı öğrencilerin çoğunluğu emekçi ailelerin çocuklarıdır. Bunlar çok zor şartlar altında ailelerinin yanlarından gelip okumaya çalışırlar. Büyük bir kısmı da maddi yetersizlikler içerisindedir. Devletin sosyal işlevlerini bir tarafa bırakarak, üniversitenin piyasalaştırıldığı, barınma, ulaşım gibi hakların yok sayıldığı bir ortamda dini grup ve cemaatler, devletin karşılamadığı harcamaları üstlenerek öğrencileri rahatlıkla etki alanları içerisine alabilmektedir. Hal böyleyken sosyal devletin tasfiyesini, sosyal güvencenin ortadan kalkmasını, eğitimin ve yükseköğretimin piyasalaşmasını konuşmadan sorunu sadece türban olarak belirleyip onun üzerinden tartışarak çözüme ulaşabilmek mümkün değildir. Sorunun özünü konuşmadan türbana takılıp, sadece türbana ve türban takan öğrencilere karşı tavır almanın, bunu siyasi rant olarak görenlerin ekmeğine yağ sürmekten başka işe yaramayacağını düşünüyorum.

Din dışında da dogma var Üniversitelerde dogmalar sadece din üzerinden değildir, bunun dışında milliyetçişoven ya da piyasacı dogmalar da vardır. Örneğin bugün üniversiteler, Ermeni Soykırımı’nı ya da Kürt sorununu özgürce tartışamaz, bu konularda özgürce düşünce beyan edemezler. Aynı biçimde dogma haline gelmiş olan piyasa anlayışına rağmen emekçilerin haklarını savunan görüşler üniversiteler tarafından açık biçimde savunulamaz. Üniversitede yapılan araştırma ve eğitim faaliyetleri büyük ölçüde piyasayı kutsayan bir içeriktedir. Bunun karşıtını savunanlar üniversite içerisinde dışlanır ve ötekileştirilirler. Tüm bunları düşündüğünüz zaman, üniversitenin bilimsel görevlerini yerine getirecek özgürlük ortamından uzakta olduğunu açıkça görebiliyoruz. Şimdi tüm bunları sorgulamadan, üniversitenin içinde bulunduğu olumsuzlukların tüm yükünü türbanlı öğrencilerin üzerine yıkmanın büyük bir haksızlık olacağını düşünüyorum. Bu bağlamda üniversitede özgürlüğü savunurken tüm okları türban üzerine yöneltmeden önce diğer tüm sorunları da içeren geniş bir çerçeve içerisinde değerlendirme yapılması gerektiğine inanıyorum.


12

DOSYA 26 Kasım 2010 / 9 Aralık 2010

Halk›n Sesi

Asgari ücret belirlenirken... ri ücret Milyonları ilgilendiren asga sinin tarihsel nedir? Sınıflar mücadele ücret bugün bir kazanımı olan asgari ye’de nasıl ne anlama geliyor? Türki i asgari belirleniyor? Emek örgütler etkin ücret belirlenirken neden rıla ldı rından olamıyor? Sermayenin sa n emek nasibini nasıl alıyor? Bugü aktan öte hareketinin bir talebi olm de nasıl bir halkın hakları mücadelesin or? tümleyen olarak ele alınıy

İnsanca yaşam için insanca yaşanacak asgari ücret Türkiye’de 40 milyondan fazla insanı ilgilendiren asgari ücret, emek örgütlerinin gündemine giremiyor. Oysa toplu sözleşme dışında kalan milyonlar için sınıf mücadelesi burada başlıyor İki talep birbirinden ayrılamaz

A

sgari ücret görüşmelerinin başlayacağı aralık ayı yaklaşırken ‘insanca yaşanacak asgari ücret’ talebiyle eylemler yapmaya başlayan DİSK’e bağlı Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası (Dev Sağlık-İş) Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu ile görüştük. Çerkezoğlu, bugün sınıf mücadelesi açısından asgari ücret talebinin ne anlama geldiğini, temel hizmetlerin piyasalaştırılması sürecinde ‘insanca yaşanacak asgari ücret’ talebini neden dile getirdiklerini anlattı. Halkın Sesi: İşçi sınıfının tarihsel bir kazanımı olan asgari ücret bugün sınıf mücadelesi açısından ne anlam ifade ediyor? Sendikanız neden bu taleple ülke çapında eyleme geçiyor? Arzu Çerkezoğlu: Asgari ücret sadece asgari ücretle çalışanlar için değil, emeği ile geçinen herkes için temel bir parametre. 10 milyona yakın insan asgari ücretle çalışıyor onların ailelerini de göz önüne alınca asgari ücretin Türkiye’de 40 milyondan fazla insanın geçimini ilgilendiren bir konu olduğunu görüyoruz. Kısaca asgari ücret, ücretli emek için temel bir skala bu nedenle de doğrudan örgütlenmesi gereken bir konu. Asgari ücret görüşmelerinde her ne kadar üç taraflı bir komisyon varmış gibi görünse de aslında emek ve meslek örgütlerinin dışarıda bırakıldığı bir durum söz konusu. Türk-İş görüşmelere katılsa da etkili bir durum ortaya çıkmıyor. Bize göre asgari ücret politik-toplumsal bir konu olarak henüz ele alınmadı. Bu nedenle üyelerinin çoğunluğunu asgari ücretlilerin oluşturduğu bir sendika olarak bu konuyu gündemimize aldık. Asgari ücret sürecine dönük kampanya planlamamızın iki amacı var. Birincisi toplu sözleşme sürecinin dışında kalan, güvencesiz taşeron işçilerden oluşan bu nedenle de asgari

Yalnızca emeğin değil emeğin yeniden üretiminin de piyasalaştırıldığı bir dönemde asgari ücret talebi piyasalaştırma karşıtı mücadelenin de tümleyeni haline geliyor

Dev Sa¤l›k-‹fl’in ‘insanca yaflanacak asgari ücret’ talebi, temel kamusal hizmetlerin piyasalaflt›¤› bir ülkede asgari ücretin e¤itim, su, ulafl›m, sa¤l›k, elektrik, do¤algaz gibi temel hizmetlerden ba¤›ms›z de¤erlendirilemeyece¤i görüflüne dayan›yor.

ücrete tabi çalışan üyelerimizin öncelikli sorununu gündeme taşımak. İkincisi bu konunun emek hareketinin bütününü ilgilendiren bir gündem haline gelmesi. Çünkü asgari ücret görüşmeleri birçok sendikada şu an gündem olmuyor. Bunda da bir çok sendikanın üyesinin asgari ücret değil toplu görüşme sürecine tabi olan güvenceli, kadrolu işçiler olması etkili. Tabii bir de asgari ücret konusunu yeniden gündeme taşıyacak ‘bölgesel asgari ücret’ tartışmaları var. Hükümetin gündeminde bulunan Ulusal İstihdam Stratejisi içinde yer alan bölgesel asgari ücret uygulamasının hayata geçirilmek istenmesi asgari ücreti bu yıl sınıf mücadelesinin temel gündemlerinden birisi haline getirecek. Biz de bu çerçevede ele alarak

asgari ücret görüşmelerine etki edebilecek bir mücadele sürecini önümüze koyduk. Halkın Sesi: Temel hizmetlerin yani aslında emeğin yeniden üretiminin piyasalaştığı bir dönemde asgari ücret mücadelesinin hak mücadeleleri açısından ayrı bir anlam kazandığını söylemek mümkün mü? Arzu Çerkezoğlu: Bizim ‘insanca yaşanacak ücret’ talebimiz, temel kamusal hizmetlerin piyasalaştığı bir ülkede asgari ücretin eğitim, su, ulaşım, sağlık, elektrik, doğalgaz gibi temel hizmetlerden bağımsız değerlendirilemeyeceği görüşüne dayanıyor. Bundan 20-30 yıl önce asgari ücretli bir işçi evin geçimini aldığı parayla sağlayabiliyordu belki. Ama bugün aynı parayla sadece gıda-kira gibi

Komisyonda patronun borusu ötüyor

kadar yapılan 28 Komisyon toplantısından 17’sinde ‘işçi kesiminin muhalif’ oyuna karşı hükümet-patron ittifakının kararlarının kabul edildiğini gösteriyor. Bu toplantılardan yalnızca dördünün sonucuna ‘işveren kesimi muhalif’ olmuş. Bu kararların yalnızca üçünde oybirliği sağlanmış ki oybirliğiyle karar alınan ilk iki toplantı darbenin hemen ardından 1983 ve 84’te alınmış. 1997-1999 yılları arasında yapılan dört toplantıda da kararlar oybirliği ile alınmış fakat ‘işçi kesimi gerekçeli oy kullanmış.’ Rakamlar asgari ücretin hükümet ve patronların işbirliğiyle belirlendiğini gösteriyor. Sendikaların itirazları ise görüşmelerinin kaderini değiştirecek kadar güçlü olmuyor.

“18’inci yüzyılda İngiltere’deki gazeteler şunları yazıyordu: “İşçinin bir günlük ücreti üç gün aylaklık yapmasına yarıyor” ve “İşçi her gün yemek yiyorsa her gün çalışmak zorundadır”. 21’inci yüzyılda Türkiye’de patronlar şöyle konuşabiliyor: “İstanbul'da 600 TL'yle geçinmek yerine kendi memleketinde (Diyarbakır) örneğin 400 TL'yle geçinmeyi insanlar tercih ederler.” (Genç MÜSİAD Hizmet Sektör Kurulu’ndan Caner Kürklü) Kürklü bu sözleri ‘bölgesel asgari ücret’ uygulaması için sarf etti. Bölgesel asgari ücret uzun süredir sermaye örgütlerinin talep ettiği bir uygulama. AKP’nin Ulusal İstihdam Stratejisi Raporu’yla yeniden güncellik kazandı. Hükümetin planına göre, Asgari Ücret Belirleme Komisyonu’nun belirlediği ücret bir seviye anlamına gelecek ve Türkiye’nin istatistiksel olarak belirlenmiş 26 bölgesinde asgari ücret belirlenen değerin belli oranlara göre altında veya üzerinde olacak. Alt ve üst sınır komisyon tarafından belirlendikten sonra 26 bölgedeki Bölge Kalkınma Ajansları bölgesel asgari ücreti belirleyecek. Asgari ücretin bölgesel olması ücretin bölgelerde vali, belediye başkanları ve ‘sivil toplum kuruluşları’ olarak adlandırılan sermaye çevrelerinin oluşturduğu

komisyonlarca belirlenmesi anlamına geliyor. Böylece, daha önce komisyonun içinde bulunan işçi sendikası devre dışı bırakılıyor. ÇİNLİNİN KARŞISINA KÜRDÜ DİKMEK Bu uygulamanın hayata geçmesi, en düşük ücret olan asgari ücretin daha da azaldığı bölgelerde kadrolu emekçilerin ücretlerinin de düşürülmesi anlamına geliyor. Sermaye tarafından Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde karlılığı arttırıcı bir uygulama olarak telaffuz edilen bölgesel asgari ücret, sermayenin istediği gibi iş gücünün ucuzlamasına ve bölgeler arası ücret farkının oluşmasına neden olacak. Bölgesel asgari ücretten en çok Kürt emekçileri etkilenecek. Çünkü ‘Türkiye’nin Çin’i yapmaya çalıştıkları Kürt illerinde sermayedarlara göre işçinin geçimi çok ucuz. Ülkemizde asgari ücret uygulaması 1951 yılında kentsel olarak başladı; ancak yoğun itirazlar sebebiyle 1967 yılında merkezi bir komisyon oluşturuldu. TİP’in Anayasa Mahkemesi’ne başvurmasının ardından Anayasa Mahkemesi, asgari ücretin bölgesel belirlenmesi uygulamasını ‘eşitlik’ ilkesine aykırı bularak iptal etti. 1989’un ardından tüm ülkede eşit asgari ücret uygulanmaya başladı.

Temel kavramlar: Fiyat ve ücret Ü

T

ürkiye’de milyonlarca işçi ve onların ailesini ilgilendiren asgari ücret, üçlü bir komisyon tarafından belirleniyor. Ücrette adaletin sağlanması anayasanın 55. maddesine göre devletin görevidir. Asgari ücretin nasıl belirleneceği Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından 4857 Sayılı İş Kanunu’na dayanarak hazırlanan Asgari Ücret Yönetmeliği ile düzenleniyor. Peki asgari ücreti kimler belirliyor? Yönetmeliğin belirlediği üyelerden oluşan işçi, işveren(patron) ve devlet yetkilisinin yer aldığı üçlü bir komisyon olan Asgari Ücret Tespit Komisyonu. Komisyona devlet yetkilisi olarak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın tespit edeceği üyelerden birinin başkanlığında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Çalışma Genel Müdürü, İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürü, Devlet İstatistik Enstitüsü Ekonomik İstatistikler Dairesi Başkanı veya yardımcıları, Hazine Müsteşarlığı temsilcisi, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı'ndan bir görevli katılır. İşçiler adına bünyesinde en çok işçiyi bulunduran en üst işçi kuruluşundan değişik işkolları için seçecekleri beş, patronlar adına ise bünyesinde en çok işvereni bulunduran işveren kuruluşundan değişik işkolları için seçeceği beş temsilci yer alır. Komisyonda işçi tarafını Türk-İş, işveren tarafını TİSK temsil ediyor. Komisyonun yapısı oldukça demokratik görünüyor. Fakat alınan kararlar asgari ücretin belirlenmesinde kimin borusunun öttüğünü ve siyasi iktidarların aslında sermaye için siyaset yaptığının göstergesi. Keza Türk-İş’in 2006 tarihli Asgari Ücret 2007 dosyasında açıkladığı veriler bu yönde. Dosyada 1983 Ocak’ından 2006’yılına

yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamıyor. Çocuğunun okuluna katkı payı, muayene olmak için gittiği hastaneye katılım payı ödemek, işine gitmek için kullandığı toplu taşımaya günde 5-6 TL ödemek zorunda kalıyor. Elektrik, su gibi hizmetler piyasalaştırıldığı için enerji ihtiyacını yüksek faturalar ödeyerek karşılayabiliyor. Yalnızca emeğin değil emeğin yeniden üretiminin de piyasalaştırıldığı bir dönemde asgari ücret talebinin piyasalaştırma karşıtı mücadelenin tümleyeni olduğuna inanıyoruz. İnsanca yaşanacak düzeyde bir asgari ücret talebini dile getirirken bir yandan da eğitimin, sağlığın parasız olması, ulaşım hizmetinin işe gelişgidiş saatlerinde parasız olması, elektrik, su hizmetinin belirli bir miktara kadar parasız olması talebini de dile getiriyoruz.

600 TL ücrete krallar gibi yaşam

cretli işçinin çalıştığı her işyerinin duvarında aynı ibareyi içeren bir levha asılıdır: “Bu işyerinde asgari ücret uygulanmaktadır.” Türkiye’de Sosyal Güvenlik Kurumu’nun Temmuz 2010 verilerine göre sigortalı çalışan 9 milyon 976 bin işçi var. Onlar ve sayıları onun neredeyse iki misli olan milyonlarca sigortasız işçi için bu ibare önemli. Çünkü sigortalı çalışan işçilerin ücreti asgari ücret üzerinden hesaplanmakta, sigortasız çalışan milyonlarca işçinin ücreti de asgari ücrete göre dalgalanmakta. Bu anlamıyla asgari ücret ülkede çalışan tüm işçileri ilgilendirmekte tamamının ücretinin belirlenmesinde (ondan az ve çok olanlar da dahil) bir bariyer olmaktadır. O halde milyonların ücretini ve dolayısıyla geçim koşullarını belirleyen asgari ücret kavramı nedir? Bu soruya cevap vermek için asgari ücretin tanımı içinde yer alan fiyat, ücret ve meta kavramlarını Marksist iktisadın perspektifinden bakarak kısaca anımsamak gerekiyor. META Meta insanların ihtiyaçlarını karşılar, fakat insanının kendi bireysel tüketimi için değil mübadele (satış) amacıyla üretilen insan emeğinin ürünü olarak tanımlanabilir. Kısaca meta toplumsal iş bölümü içerisinde görev alan bir kişi

tarafından, özel mülkiyet altındaki araçları ve emek gücünü kullanarak üretilen, kişilerin ihtiyacına yönelik olarak ortaya çıkan ve pazarda bir değeri olan ürünlerdir. Yani metalar insanın bir ihtiyacını giderir fakat salt bir ihtiyacı gidermeye dönük kullanım değeri yoktur; aynı zamanda piyasada bir değişim değeri vardır. FİYAT Peki fiyat nedir? Fiyat bir metanın değişim değerinin para cinsinden ifadesidir. Sözün özü pazarda bir ürünün kaç lira olduğu sorusuna verilen cevaptır. ÜCRET Ücret ise emek gücünün fiyatıdır. Yani bir işçinin patrona belirli bir miktarda sattığı emek gücü karşılığında aldığı paradır. İşçinin bir günlük, bir saatlik çalışması (emek gücünü kullanarak üretim yapması) karşılığında aldığı para ücrettir. Ücretin de farklı türleri vardır. ASGARİ ÜCRET Burada altı çizilmesi gereken kavram emek gücüdür. Çünkü işçi ile patron arasındaki bu alış verişte meta olan işçinin emek gücüdür. Emek gücü işçinin sermayedara sattığı metadır. İşçi yani ücretli emek, yaşamak, var olmak için yaşamını saatlere bölerek sermayedara satar. Peki emek gücü de dâhil metaların fiyatları neye göre

belirlenir? Marksist iktisat en yalın düzeyde fiyatı belirleyen üç çelişki dinamiği olduğunu söyler. Bir ürünün satıcılarının kendi aralarındaki rekabet, ürünün alıcılarının kendi aralarındaki rekabet ve pazarda karşı karşıya gelen ürünün alıcıları ile satıcıları arasındaki rekabet. YASALAR NE DİYOR ? Bu üç yanlı çelişki fiyatları belirler fakat bu belirlenimde altın bir kural vardır. “Hiçbir ürünün fiyatı üretim maliyetinin altında olmaz.” Bu kural emek gücü için de geçerliyse o zaman emek gücünün maliyeti ne demektir? Engels, Ücretli Emek ve Sermaye broşüründe bu

soruya şöyle cevap verir: “Bir işçiyi işçi olarak muhafaza etmek ve işçiyi işçi durumuna getirmek için gerekli olan giderlerdir.” Yani işçiyi yaşatmak ve çalışabilir durumda tutmak için gerekli olan metaların (bunlara geçim araçları da denilebilir) fiyatları emek gücünün üretim maliyetini oluşturur. Asgari ücret burada devreye girer. İşçinin var olma (beslenme- barınma- ulaşımsağlık ihtiyaçları gibi) ve üreme giderlerinin fiyatı ücreti meydana getirir. Bu biçimde belirlenen ücrete asgari ücret denir. Bu temel kavramlar üzerine kısa hatırlatmanın yanı sıra bugün asgari ücretin belirlenmesine yön veren

yasal kurum ve mevzuatın tanımlarına da göz atmakta fayda var. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün anayasasında asgari ücret şöyle tanımlanıyor: “İşçiye uygun yaşama normları sağlayacak bir ücretin garanti edilmesidir.” Türkiye’de asgari ücretin belirlenmesini düzenleyen 4850 Sayısı İş Yasası’na dayanarak hazırlanan 2004 tarihli Asgari Ücret Yönetmeliği asgari ücreti şöyle tanımlar: “İşçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret.”


13

TARİH 26 Kasım 2010 / 9 Aralık 2010

Halk›n Sesi

Çeltik tarlasından ağır sanayiye T

ürkiye'de demir çelik sanayi kurulması çalışmalarına 1925 yılında İktisat Vekaleti tarafından başlanmıştır. Avrupa’dan uzmanlar çağrılıp ülkenin madenleri, demir çelik sanayinin ekonomik bir şekilde Türkiye'nin neresinde kurulması gerektiği incelettirilir. 29 Mart 1926 tarihli Resmi Gazete’de demir sanayisinin tesisine dair ilk kanun yayımlanarak yürürlüğe girer. Ancak, bu çalışmalara devam edilmez ve demir çelik sanayinin kuruluşu 1928 yılına kadar gündeme gelmez. 1928 yılı başlarında Erkan-ı Harbiye'de bir toplantı yapılarak demir çelik sanayinin durumu yeniden incelenir ancak bütçeye ödenek konulmadığından sanayinin kurulması işi ikinci kez karara bağlanamaz. 1932 yılında ise yabancı uzmanlara yeniden inceleme ve araştırma yaptırılır. Demir çelik sanayisinin kuruluş yerinin saptanması ve diğer sorunlarının incelenmesi içinse Sümerbank ve Erkan-ı Harbiye temsilcilerinin ortaklaşa yürüttükleri çalışma ile gerekli koşullar araştırılır ve maden kömürü havzasına ve sahile yakınlığı, demiryolu güzergahında bulunuşu, jeolojik bakımdan ağır endüstrinin kurulmasına elverişli olması ve stratejik uygunluğu nedeniyle Karabük’e kurulmasına karar verilir. Yer olarak Filyos Irmağı’nın kolları olan Soğanlı ve Araç çaylarının birleştiği alandaki geniş çeltik tarlaları seçilmiştir. Böylece Karabük'te çeltik tarımından çelik sanayine dönülerek Türkiye'nin ilk ağır sanayi hamlesi başlatılmış olur. Tesislerin temeli, 3 Nisan 1937'de İsmet İnönü tarafından atılır. İlk ürünlerini de 1940'tan sonra vermeye başlar. FABRİKALAR KURAN FABRİKA Fabrika, Mayıs 1955’e kadar Sümerbank'a bağlı Demir Çelik Fabrikaları Müessese Müdürlüğü adı altında çalışır, Haziran ayında Etibank'ın bir müessesesi olan Divriği Demir Madenlerini de bünyesine alarak bu tarihten sonra Türkiye Demir ve Çelik İşletmeleri Genel Müdürlüğü adını alır. Türkiye'de ağır sanayinin, çimento ve şeker fabrikalarının kurulmasına öncülük eden, “fabrikalar kuran fabrika” olarak anılan işletmeler, 19701980 yılları arasında 14.000 işçinin çalıştığı bir yerdir. Fabrikalar bölgenin ekonomik, toplumsal yapısını da dönüştürmüş, 13 hanelik köy olan Karabük, 1941 yılında Safranbolu ilçesine bağlı bucak, 1953 yılında ilçe ve 1995 yılında ise il olur.

Bugün, biri hükümet sözcüsü diğeri işveren sözcüsü iki sarı sendikanın patronluk çekişmesine konu olan Kardemir A.Ş, Türkiye’nin ilk demir-çelik fabrikasıydı...

bahar eylemlerinde Karabük ve İskenderun’da çalışan 20 bin demirçelik işçisi, tarihlerinde ilk defa çıktıkları grevi 137 gün sürdürür, bütün bir yörenin fabrikaya sahip çıkışı böylece başlamış olur. 1994 yılında DYP-SHP koalisyon hükümeti yıl sonuna kadar fabrikaların özelleştirilmesine aksi takdirde kapatılmasına karar verdi. Zaten özelleştirmenin ilk adımı atılmış, Genel Müdürlüğe bağlı olarak faaliyet gösteren İskenderun Demir Çelik Müessese Müdürlüğü, Başbakanlık Yüksek Planlama Kurulu kararı ile 14 Ekim 1994 tarihinden itibaren İskenderun Demir ve Çelik A.Ş. (İSDEMİR) adı altında Türkiye

Demir ve Çelik İşletmeleri Genel Müdürlüğü'nün bağlı ortaklığı haline dönüştürülmüştür. Ancak fabrikanın kapatılması kararına karşı tüm yöre halkı büyük tepki gösterir, bir şehir meclisi oluşturulur. Fabrikalarının kapatılmaması için yapılan girişimlerden sonuç alınamayınca 8 Kasım'da eylem kararı alınır. Karabük tarihinde 8 Kasım Eylemleri olarak bilinen direnişte, tüm şehir halkı, kentte bir günlüğüne hayatı durdurur. Esnaf kepenk kapatır, çocuklar okullara gönderilmez, herkes araçlarını olduğu yere park eder. Öyle ki eylemler nedeniyle Karabük’e gelen dönemin Zonguldak valisi kent girişinde terk edilen araçlar

nedeniyle 3 kilometre yürüyerek şehir merkezine girebilir. Fabrika kapısında buluşan onbinlerin oluşturduğu kortej, şehre yürüyerek belediye binası önünde toplanır ve hükümet protesto edilir. 1 LİRAYA FABRİKA Direniş üzerine hükümet kapatma kararından vazgeçer, sürdürülen uzun görüşmeler sonrasında fabrika özelleştirme kapsamına alınır ve ilk defa, bir fabrikanın çalışan işçisine ve şehir halkına, temsili 1 TL karşılığında satılmasına karar verilir. Fabrika, Kardemir A.Ş. tarafından devir alınır. Yapılan ana sözleşmeye göre şirket

hisseleri 3 gruba bölünür. Şirket yönetimi, işçileri temsilen A grubundan 4, yöre sanayicilerini temsilen B grubu 2 ve yöre halkını temsilen ise D grubundan 1 kişiden oluşturulur. Dönemin Çelik-İş sendikası genel başkanı Kardemir Çalışanlar Vakfı’nı kurdurur. Böylece işçilerin sahibi olduğu yüzde 51,8’lik hisseler bu vakfın kasasında toplanır, çalışanlar kendi yöneticilerini kendileri tayin ederler. 1998 yılında demir çelik sektöründe yaşanan krizden fabrika da etkilenir, bu durum 2001’e kadar devam eder. 2001’de çalışanların yüzde 42’lik zamlar on aylığına olduğu söylenerek geri alınır. Bunun yanı sıra birçok sosyal hak da geri

‘Tesviyeci Hasan’a düşman’ Fabrikan›n kuruluflunda köylüler kat›r s›rtlar›nda tafl tafl›rken, 1938’de ç›kar›lan 3500 Say›l› Kanun’la mahkumlar da çal›flt›r›l›yordu. Hatta Naz›m Hikmet’in de bir mahkum olarak tesislerin kurulufl inflaat›nda çal›flt›¤› söylenir. Fabrika, Hikmet’in Tan Matbaas› bask›n› sonras› gözalt›na al›nan Serteller’e Bursa Hapishanesi’nden gönderdi¤i fliirin dizelerinde yer al›r: “Onlar ümidin düflman›d›r, sevgilim,

VALİ 3 KİLOMETRE YÜRÜR Binlerce işçinin greve çıktığı 1989

...Bursa'da havlucu Recebe, Karabük fabrikas›nda tesviyeci Hasan'a düflman, fakir-köylü Hatçe kad›na, ›rgat Süleyman'a düflman, sana düflman, bana düflman, düflünen insana düflman, vatan ki bu insanlar›n evidir, sevgilim, onlar vatana düflman” 7 Aral›k 1945

Osmanlı’nın kolera salgını günleri O

cak ayında büyük bir depremle sarsılan Haiti halkı bugünlerde de kolera salgını ile oldukça zor günler geçiriyor. Ülkede hastalığın görülmeye başladığı geçen aydan bu yana 1100 kişi hayatını kaybederken hastalığın tüm eyaletlere yayıldığı bildiriliyor. Salgın nedeniyle başkent Port au Prince'e yayılan protestolar, BM barış gücü askerleri ile çatışmalara da neden oluyor. Kısa bir süre içinde yayılarak binlerce insanın ölümüne yol açabilen kolera, geçmişte de toplumların derin sarsıntılar geçirmesine sebep olmuş, devletleri, imparatorlukları güç durumda bırakmıştı. Örneğin, geniş topraklara yayılan Osmanlı için kolera 19. yüzyılın başlarından itibaren ciddi bir sıkıntı yaratmış, 19. yüzyıl boyunca sadece İstanbul'da yedi kez büyük salgın halini almıştı. Mekteb-i Tıbbiye-i Harbiye öğrencisi olduğu dönemde bu salgınlardan birinde görev yapan hatta kendisi de salgına yakalanan Dr. Hristo Stambolski, 1865 yılında İstanbul’u kasıp kavuran büyük kolera salgınıyla ilgili olarak Fener Rum Patriği Sofronius’un Büyükada’ya kaçışının sadece Fener mahallesini değil, bütün İstanbulluları umutsuzluğunu doruğuna çıkardığını ve halkın, büyük devletlerin elçileri ve Babıali önünde gösterişli bir gürültü kopardığını anlatır. Kolerayla mücadele etmek, Osmanlı Devleti'nde ciddi sağlık politikaları izlenmesi gerekliliğini doğurmuştu. Avrupa'dan birçok

19’uncu yüzyıl boyunca geniş topraklarında pek çok kolera salgını vakası yaşanan Osmanlı’da hastalıkla en çok İstanbul’da mücadele edildi

uzman getirtilmiş, hazırladıkları raporlar doğrultusunda çalışmalar yapılmıştı. Örneğin 1893 salgının başlamasından birkaç hafta sonra, dünya çapında bir bilim adamı olan Pastör'den şehirdeki kolerayı yok etmek için önerileri ve yardımları istenmiş, onun görevlendirdiği doktorlar rapor hazırlayıp göndermişlerdi. Daha sonra onun desteğiyle İstanbul’a gelen doktorlar olmuştu. Fransız bilim insanları, bir "sağlık işleri merkez bürosu" kurulmasını,

salgın sırasında ve sonrasında görülen kolera vakalarının büroya bildirilmesini, her vaka için cetvel düzenlenmesini, kayıtların işlenmesini, her belediye dairesine 'salgın hastalıklar müfettişi' sıfatıyla bir doktor tayin edilmesini sağladığı gibi, İstanbul'un suları üzerine de önemli çalışmalar yapmış, Mekteb-i Tıbbiye'nin ders müfredatıyla ilgili önerilerde bulunmuştu.Yabancı bilim insanları 19. yüzyıl boyunca bakteriyoloji hakkında tercümeler yapılmasına, bakteriyoloji ve tahsili

için Fransa'daki tıp mekteplerine öğrenciler gönderilmesini sağlamışlardı. Ayrıca bir bakteriyolojihane kurulmasını ve burada çeşitli dersler verilmesini sağlamışlardı. Hazırlanan raporlar sonucunda çeşitli önlemler alındı: Doktor ve eczacılardan oluşan gruplar oluşturularak belirlenen bölgelerde salgınlara müdahale etmeleri sağlandı, koleralı bölgeler kordon altına alındı, koleralı hastalar ayrı koğuşlarda toplandı, bekar odalarında kalan işsiz bekarların köy-

lerine dönmeleri istendi, Haydarpaşa Garı’na gelenler sıkı bir biçimde kontrol edildi, su kaynakları temizlendi, su yolları onarıldı, yiyecekler üzerinde de denetim uygulandı, tedavi yöntemlerine ilişkin ilanlar dağıtıldı… Ancak İstanbul salgınla etkin biçimde savaşmayı başarırken diğer pek çok Osmanlı kentinde kolera salgını çatışma, kargaşa ve sosyal problemler ortaya çıkardı. Kamu sağlığında yeni yönelimler, uygulamalar imparatorluk için eşitsiz gelişen bir süreç oldu.

alınır ve kriz gerekçe gösterilerek işçiler 4’er ay ücretsiz izinlere çıkarılmaya başlanır. BUGÜN KARDEMİR Zamanla satılan hisseler Karabük’teki 2 sanayici Mutullah Yolbulan ve Kamil Güleç’in elinde toplanmaya başladı. 2009 yılında yapılan genel kurulla da şirket tam bir aile şirketi görünümüne büründü. Son 8 yılda 35 işçi işten çıkarılırken işçiler de sendikalarına karşı yürüyüşler yaparak 9 Haziran 2010 tarihinde de başka bir sendikada örgütlenmeye başladılar. İlk 3 günde 2836 sendikalı işçiden 2214’ü Türk Metal sendikasına üye oldu. Bu nedenle Çelik-İş Sendikası başkanı Hikmet Feridun Tankut genel başkanlıktan istifa ettiğini açıkladı, ancak bir süre sonra istifasını geri aldı. İstifanın geri alınmasında Kardemir patronu Mutullah Yolbulan’ın etkili olduğu iddia edildi. Ardından Türk Metal sendikasına üye olan işçilerin de 29 tanesi işten çıkarıldı, sendikadan istifalar için işçilere yapılan baskılar arttı. İşçiler eylemlerine toplu yürüyüşlerle ya da oturma eylemleri ile devam ediyor. Zaman zaman gerginlik nedeniyle polislerle işçiler arasında arbede yaşanıyor.

ASLINDA NE DEMEK

?

Prestij NATO zirvesinin tamamlanmas›n›n ve Türkiye’ye füze kalkan› kurulmas› karar›n›n ard›ndan Cumhurbaflkan› Abdullah Gül, Türkiye’nin ilkeli pozisyonuyla NATO’nun prestijini korudu¤unu söyledi. Frans›zca kökenli prestij kelimesi bugün sayg›nl›k, itibar anlamlar›na gelse de 16. yüzy›lda Frans›zca’daki kullan›m› hile, hileli oyun, aldatma, yalan, illüzyon tan›mlamalar› için kullan›l›yordu. Prestij, sihirbaz›n gösterisinin final sahnesinin ad›n› almaya bafllad› ve halen öyle an›lmakta. 19. yüzy›la kadar küçültücü, afla¤›lay›c› bir yarg› tafl›yan kelime, Napolyon döneminde bugünkü anlam›na evrilen bir dönüflüm yafl›yor. Benzer biçimde kelime, Latince’de de göz boyama, bofl görüntü, kand›rmaca anlamlar›na geliyor.


14

SPOR 26 Kasım 2010 / 9 Aralık 2010

Halk›n Sesi

SA⁄LI⁄IMIZ

ÜZER‹NDEK‹

YEN‹

TEHL‹KE

Hareketsizlik ve yeni beslenme tarzı Teknolojinin gelişmesi, insanların birçok faaliyeti daha kolay yapmasını sağlıyor; ancak bu kolaylık en temel yaşamsal aktivite olan hareket etmeyi giderek azaltıyor ÖMER BİLGEN

D

inazorlar neden öldü? Sık sorulan bir sorudur. Bir görüş, değişen çevre şartlarına uyum sağlayamadıkları için yok olduklarını söyler. İnsanoğlu ise bugüne kadar bu şartlara uyum sağlayabildiği için hayatta kalmıştır. Ancak son yıllarda değişen bir şeyler var. Araştırmalar, son yüzyılda kronik hastalıkların gelişmiş ve gelişmekte olan tüm toplumlarda ölüm nedenleri arasında ilk sıralarda yer aldığını gösteriyor. Ülkemizde son yıllarda özellikle kalp-damar hastalıkları konusunda yapılan araştırma sonuçları riskli insan sayısının toplumda yüzde 50’lere ulaştığını ortaya koyuyor. Bu ürkütücü tablo nedeniyle ilaç vb tedaviye yönelik tüm sağlık harcamaları giderek artıyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Gıda Tarım Örgütü (FAO) Uzmanlar kurulu raporuna göre bu sorunların temel nedeni; endüstrileşme, büyük şehirlere göç, ekonomik gelişmeler ve ticaret alanındaki globalleşme gibi son yüzyılda tüm dünyada çok hızla ortaya çıkan yaşam tarzı değişiklikleri. Bu süreçte besin çeşitliliği ve besinlere ulaşma koşulları değişti, özellikle fiziksel aktivite azaldı, sigara tüketimi arttı. Bu değişim özellikle gelir seviyesi

düşük olanlar başta olmak üzere toplumun her kesiminde kronik hastalıkların (özellikle; şişmanlık, diyabet, kalp damar hastalıkları, hipertansiyon, felç ve bazı kanser tiplerinde) artışına neden oldu. HER ŞEY 10 BİN YIL ÖNCE BAŞLADI Antropologlar ve insanlık tarihi araştırmacılarına göre ise; sağlığı olumsuz yönde etkileyen bu yaşam tarzı değişiklikleri bundan tam 10 bin yıl önceki insanın yerleşik yaşama geçişi (bitkilerin kültürleştirilmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi) ile başladı. Bu değişikliğin belki de en belirgin noktası, insanın daha az hareket etmesi ve besinlerin ateşle buluşmasıdır. Günümüzde yaşadığımız kronik hastalık sorunları temelde 10 bin yıl önceki çevre koşullarına adapte olan insan genomunun bugünkü çevre koşullarına uyum sağlamada yaşadığı zorluklara bağlanıyor. Çünkü insan genetik yapısının ilk modern insanın ortaya çıkışından bu yana (son 10 bin yıldır) önemli bir değişim göstermediği biyologlar tarafından belirtiliyor. Canlılar genetik olarak adapte oldukları çevre ve diyet ortamında biyolojik olarak en iyi yaşamı sürdürdüklerinden dolayı bu sorunların çözümü genetik özelliklerimize uygun yaşam tarzımızı

yeniden yaratmakla mümkün. Bu nedenle paleolitik yaşam tarzı, uzmanlar tarafından elzem bir değişiklik olarak görülür. Uzmanlar, bu yaşam tarzının günümüzde yaşam tarzı değişikliklerinin yeniden düzenlenmesinde bir standart olarak kullanılabileceğini söylüyor. Teknolojinin gelişimi sonucu oraya çıkan hareketsiz yaşam tarzı ve özellikle besinlerdeki yeni değişimler (yemek pişirme teknikleri, hormonlu ve genetik yapıları değiştirilmiş gıda tüketimi) insanın değişen bu yeni çevreye uyumunu zorlayarak pek çok hastalığın ortaya çıkmasına neden oluyor. Yaşam tarzı değişikliklerinin kronik hastalıklar açısından önemi tüm dünyada bilim camiasında fark edilmesine rağmen düzeltilmesine yönelik bir çaba veya uygulama olmayışı veya çabaların yetersiz kalışı önemli bir sorun. Bu sorunun ortaya çıkışında geleneksel tıp anlayışının tedaviye öncelik veren yaklaşımı önemli rol oynamakta. Bu bağlamda büyük ölçüde tedavi amaçlı sağlık harcamaları devlet veya ilgili sigorta kuruluşları tarafından karşılanmakta; ancak korunma amaçlı aktiviteler için sağlık ödemesi bulunmamaktadır. Korunma amaçlı aktivitelerden yeterince kâr elde edilememesi karşısında

ilaç endüstrisinin ilaç araştırmaları ve tanıtımına harcadığı dev bütçeler, koruma amaçlı aktivitelerin önüne geçmektedir. Ayrıca sigara firmalarının dev bütçeleri ve kampanyaları karşısında devletin yaptırım gücü ve eğitim yetersizliği, sorunları giderek artırmakta. HAREKET HAYAT KURTARIR Yaşam tarzı değişiklikleri içinde fiziksel aktivite eksikliğinin önlenmesi önemli. Özellikle insan genetik yapısı aktif bir yaşama uygun olarak şekillenmiş olmasına karşın teknolojik gelişmeler toplumu hareketsiz bir yaşama itmekte. Türkiye genelinde yapılan bir araştırmada her 4 kişiden 3’ünün hareketsiz bir yaşam sürdüğü belirtiliyor. Yapılan çalışmalar hareketsizlik sonucu pek çok hastalığın gelişebildiğini ve fiziksel aktivite eksikliğinden dolayı ölüm oranlarında yaşla birlikte artışların olduğunu gösteriyor. Son yıllarda yapılan çalışmalar, fiziksel aktivite artışının pek çok kronik hastalığın gelişimini engelleyebildiği gibi tedavisinde de yardımcı olabildiğini gösterdi. Bu açıdan toplumun fiziksel aktivite düzeyinin artırılması ve yaşam tarzı değişikliği konusunda çabalarda bulunması gerekiyor. Bununla birlikte fiziksel aktivite artışı sonucunda, kronik

hastalıklardan kaynaklanan ölüm oranlarında belirgin azalmaların olduğu da kaydedilmiştir. Yaşam tarzı değişiklikleri içinde beslenme boyutu gıda sektörü ile yakından ilişkili. Günümüzde gıda politikalarının iki temel unsuru gıda güvencesi ve gıda güvenliği. Ülkemizde Devlet Planlama Teşlikatı öncülüğünde hazırlanan Ulusal Gıda ve Beslenme Stratejisi Çalışma Grubu Raporu’nda bu iki terim şöyle tanımlanmakta: “Gıda güvencesi, tüm insanların temel hakkı olan aktif ve sağlıklı yaşama her zaman ulaşmak için uygun fiyatta, sağlıklı, yeterli, güvenilir ve besleyici gıdalara erişimi sağlamak durumudur; gıda güvenliği, kamu sağlığını gıda tüketimi (gıdanın fiziksel, kimyasal ve mikrobiyolojik özellikleri itibariyle) ile oluşan risklerden korumaktır.” Bu raporda politikalar oluşturulurken gıda ve sağlık kavramlarının birlikte ele alınması gerekliliği önemle vurgulanıyor. Oysa ülkemizde yakın zamana değin sektör “sağlığın korunması” kavramından çok uzak bir üretim eğilimi göstermiştir. Ancak son yıllarda gıda şirketlerinin ürün yelpazelerini sağlığı koruma amaçlı bazı ürünlerle zenginleştirdikleri dikkati çekiyor. Tüm bu olumsuz etkenler sürerken, literatürde yaşam tarzı değişiklik-

lerinin (egzersiz ve beslenme) kronik hastalıkların ve bu hastalıklardan doğan ikincil hastalıkların * (primer ve sekonder) önlenmesindeki olumlu rolünü gösteren pek çok araştırma bulunuyor. Örnek vermek gerekirse bazı uzun süreli takip çalışmaları özellikle diyabetin önlenmesinde yaşam tarzı değişikliklerinin ne denli önemli olabileceğini ortaya koymuş ve 2005 yılı diyabet tedavi protokolüne yaşam tarzı değişiklikleri (egzersiz ve beslenme) delile dayalı veriler ışığında eklenmiştir. Toplumun daha fazla aktif bir yaşam sürmesi ve sağlıklı besinlere ulaşması toplum sağlığı açısından önemli. Bu açıdan yeterince spor alanı yapılarak halka açılması, okullarda beden eğitimi ders saatlerinin artırılması ya da çocuğun fiziksel olarak aktif olabileceği derslerin eklenmesi, hormonlu, genetiği değiştirilmiş ve özellikle yağda kızartılmış besin tüketiminden kaçınılması gibi pek çok önlem sıralanabilir. Sonuçta daha fazla aktif bir yaşam ve sağlıklı besin tüketimi kronik hastalıklarda azalma ve nitelikli bir yaşam sürmemizi sağlayacaktır. Notlar *Örneğin obeziteden kaynaklanan, yüksek tansiyon, Tip II diabet , koroner kalp hastalıkları, eklem ağrıları ikincil (seconder) hastalıktır.

İskoçya’da Futbolda Türkiye’nin de tanıdık olduğu hakem tartışmaları İskoçya’da hakemlerin sabrını taşırdı İ hakemler düdüklerini çalmayacak skoçyalı futbol hakemleri, kulüp yöneticilerinin kendilerini hedef alan açıklamalarının üzerlerinde bir baskı aracı oluştuğunu belirterek grev kararı aldı. Hakemler, maçlarda verdikleri kararların tartışılmasının artık

eleştiri boyutunu aştığını ve güvenliklerini tehlikeye düşürücek boyutlara ulaştığını belirtiyor. Son olarak İskoçya’nın en popüler kulüplerinden Celtic’in Dundee United ile oynadığı karşılaşmadaki tartışmalı karar neticesinde yaşananlar hakem-

leri isyan ettirdi. Maçın hakemi Dougie McDonald'ın önce Celtic lehine penaltı kararı vermesi ve ardından yardımcı hakemin uyarısıyla kararını iptal etmesi üzerine Celtic başkanı John Reid, McDonald’ın hakemliği bırakması

Yetmezciler konuştu Yetmezciler, ‘yetmezamatakipteyiz’ ad›nda bir site kurdu. Sitede AKP, k›smen elefltiriliyor...

K

İsmail Beşikçi ve Zeycan Balcı’nın “PKK örgütü propagandası yapmak” iddiasıyla yargılandıkları davanın savcısı Beşikçi’nin makalesinde, ‘Kandil’ kelimesinin ‘Qandil’ şeklinde yazıldığı belirterek, “Q” harfini de suç unsuru olarak değerlendirdi. Beşikçi’nin avukatlarından Tanay “O zaman bütün Q klavyeleri toplatın” dedi.

gerektiğini belirten açıklamalar yapmıştı. Yaşananlar üzerine maçta McDonald’ın yardımcılığını üstlenen Steven Craven hakemliği bırakmıştı. Türkiye’de benzerlerini yaşadığımız olay üzerine grev kararı alan İskoçyalı

hakemlerin, İskoçya Premier Ligi’nde 27-28 Kasım günleri oynanacak karşılaşmalarla birlikte ALBA Challenge Kupası finali ve İskoçya Kupası'ndaki tekrar karşılaşmalarına da çıkmaması bekleniyor.

Ulafl›ma sürekli zam yapan, ‹stanbulluyu periflan eden Kadir Topbafl Birleflmifl Kentler ve Yerel Yönetimler Teflkilat› baflkan› seçildi. Art›k trenlere doluflan Hindistanl› görüntüsü de¤iflecek. Tren yerine metrobüs gelecek.

KCK davas›n›n iddianamesinde Marks, Engels, Lenin, Che, Mao’nun eserleri suç delili olarak de¤erlendirilirken, KCK savc›lar› “Bir ülkede nas›l devrim yap›laca¤›n›, bir örgütün nas›l kurulaca¤›n›” yazan bu kiflileri terörist ilan etti.


KÜLTÜR SANAT

15

26 Kas›m 2010 / 9 Aral›k 2010

Halk›n Sesi

En iyi Kürt filmleri Batman Belediyesi tarafından düzenlenen 1. Yılmaz Güney Kürt Kısa Film Yarışması sona erdi. Yarışmada, 'Deng' filmi birinci, 'Bisiklet' filmi ikinci, 'Dicle' filmi ise üçüncü oldu. Törene birçok yönetmen, oyuncu ve çok sayıda sanatsever katıldı.

Hangi ‹nsan Haklar›?

80’lerin çocuklar›

DOCUMENTARIST - İstanbul Belgesel Günleri’nin yan etkinliği olarak 08 - 11 Aralık tarihleri arasında düzenlenecek olan ‘Hangi İnsan Hakları?’ etkinliğinde bu yıl, Burmalı muhalif lider Aung San Suu Kyi ile ilgili yeni bir belgeselin de aralarında olduğu uzunlu kısalı 30’a yakın film gösteriliyor.

İnternette 10. yılını geride bırakan genç yazarların eserlerini yayımlayan edebiyat ve sanat dergisi Yitik Ülke’nin "80'lerde Çocuk Olmak" adlı kitabı çıktı. Kitapta 89 yazar, 80'li yılların yaşam tarzını, kültürünü, alışkanlıklarını, modasını ve o yıllarda geçmiş çocukluk anılarını esprili bir dille anlatıyor.

Eserler Peru’ya dönüyor Peru Devlet Başkanı Alan Garcia, İnka tapınağı Machu Picchu'dan kaçırılan binlerce arkeolojik eserin iadesine ilişkin bir anlaşma imzalandığını duyurdu. Garcia, bir asırdır Amerikan Yale Üniversitesi'nin elinde bulunan eserlerin iadesi için yıllardır süren görüşmelerin sonuçlandığını söyledi.

Bu filmi yapmak size mi kaldı? Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, Türkiye’nin uluslararası alanda bozulan imajını düzeltmek için Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sını “Hollywood” filmi yapacaklarını açıkladı DO⁄AN YILMAZ*

B

“‹nsanlar birbirlerini tan›man›n ne kadar güç oldu¤unu bildikleri için bu zahmetli ifle teflebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaflmay› ve ancak çarp›flt›kça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmay› tercih ediyorlar.” (Kürk Mankolu Madonna’dan)

elki artık bir şaşkınlıkla karşılamak gereksiz. Bir Akp icraatı demek pek çok çağrışım yapıyor zaten. Erdal Eren’in ardından gözyaşı dökenler, gittikleri ilin-mahallin kabını alanlar, nabza göre şerbet verenler, insan hakları savunuculuğuyla Yıldız Üniversitesi’nde solcu öğrencilere ‘geçme’ deyip saldırıya geçenlere ‘geç’ diyenler aynı siyasetin yüzleridir, görünümleridir. Şimdi de Hollywood tarzında, imajı doğrultmak adına Başbakanlık İnsan Hakları’nın bir süredir gizli olarak yürüttüğü bir filmden haberdar olduk. İşte sinemadaki Akp yüzü. Bu yüze sinemadaki açılımla aşinayız aslında. Sahi neydi ismi tam olarak “demokratik açılım kahvaltıları”. Akp’nin yüzü orada da Yılmaz Güney’e kulak vermeyenlere çatıyordu hatırlarsanız. Şimdi de faili meçhul cinayetlerin ilk sırasında yer alan Sabahattin Ali diyorlar, onun Kürk Mantolu Madonna’sını “Hollywood filmi yapacağız” diyorlar. Devlet eliyle öldürülen Sabahattin Ali’den şimdi devletin imajını kurtarmasını mı bekliyorlar? İnsanın aklından çıkmayan romanlar vardır. Belki içeriğini hiç hatırlamadığınız ancak tıpkı çocukluk anıları gibi damağınızda tarifsiz bir tat bırakan romanlar. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı böyle bir romandır benim için ve böyle olduğu için, tıpkı çocukluk anıları gibi, özeldir. İnsan daha bir başka sahiplenir bu tür eserleri. Şimdi doğup büyüdüğüm, içinde çeşit çeşit meyve ağacı olan, kuşların oynaştığı bahçeli evimizin yıkılıp yerine çok katlı bir TOKİ apartımanının yapılması gibi oldu Kürk Mantolu Madonna’nın Holywood’a, benzer bir sinema

anlayışına teslim edilmesi. Herşeyi yozlaştırarak dönüştürmeyi ilke edinmiş günümüz iktidarı kendine özgü bir ilerlemecilik anlayışı geliştirerek bunu dünya insanlığına armağan etmektedir. Süleymaniye’yi sadece bir cami olarak gören, boş bulduğu her araziye çok katlı bina dikmeyi düşünen, tarihi dokuyu yozlaştırarak dönüştüren anlayış uzun zamandır solun mücadeleyle ve güçlükle oluşturduğu kazanımlarını ve değerlerini talan etme arayışındadır. Sabahattin Ali’nin romanının bu şekilde filme çekilmek istenmesi bu talanın geldiği son noktadır. Okuyan herkesin üzerinde tarifsiz tatlar bırakan bu romana dokunmaya, hele hele Akp eliyle Holywood ayarında bir sinemayla dokundurtmaya kimsenin hakkı yoktur. Hollywood’un heder ettiği onca dünya klasiğine bir yenisinin daha eklenmemesini istemek ise hakkımızdır. Kendisinden içinde siyaset geçmeyen bir aşk romanı yazılması istenir ve S. Ali bu romanı kaleme alır. Almanya’da geçen günlerinden derin izler taşıyan, yoğun bir yaşanmışlık duygusu veren, yer yer Alman romantizminin etkilerini taşıyan bu roman Türk edebiyatının en iyi eserlerinden biridir. Realist bir tarzda yazılan ilk kısmıyla daha romantik esintiler taşıyan ikinci kısım bir roman bütünlüğünde biraz eklektik gibi dursa da sonuçta ortaya çıkan eser onu unutulmazlar arasına koyacak kadar etkileyicidir. Yıllarca işine gidip gelen, sessiz sedasız bir hayat süren orta halli bir adamın içinde taşıdığı ve asla unutamadığı aşk onu ayakta tutmuştur.

Tıpkı Kavafis gibi donuk, kendinden beklenmeyen ve dışarıdan anlaşılmayan bir aşkla yaşayan bu ketum adam bütün hayatını başkaları tarafından anlaşılmayı beklemeden geçirmiştir. Çalışma arkadaşları Kavafis’in şiir yazdığını öğrendiklerinde çok şaşırırlar, tıpkı romandaki adamın çekmecesinden böyle derin bir aşk hikayesini bulup okuyan herkes gibi. Sabahattin Ali’nin yaşamı, katledilişi ve bu cinayetin gerçek faillerinin hiçbir zaman bulunamamış olması bizim için bildik bir hikayedir. Ne ilktir ne de son olmuştur. Bugünkü iktidarın demokratik-liberal görüntüsü bir ciladan ibaret olup tarihin karanlık taraflarıyla ne hesaplaşma ne de yüzleşme cesareti vardır. Gençliğe rock müziğiyle ulaşmak isteyen, dizi filmlerde verilecek mesajlar için kamuoyuna açıklamalar yapan, yönetmenleriyle görüşen “Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı” çekeceği film için pek çok senaryo okumuş ama beğenmeyip Sabahattin Ali’ye rotayı çevirmiş. Rotayı daha önce Hollywood’a çeviren, açılım politikalarının sinemacısı Mahsun Kırmızıgül’e çevirse daha isabetli olurmuş aslında. Devlet ana, devlet baba temalı filmlerinden sonra şimdilerde kimi köşe yazarlarınca Hollywood’u aratmadığı için ve ‘İslamofobinin’ üzerine üzerine yürüdüğü için övgüler alan filmiyle imaj için kolları çoktan sıvamıştı oysa M. Kırmızıgül. Üstelik şarkılarıyla, klipleriyle ve şimdi de filmleriyle “imaj her şeydi” onun için. *Yeni Film Dergisi yazarı

Sergi: S›radan Haller Genç ressam Davut Kanmaz, “S›radan Haller” isimli sergisiyle resimlerini Ankaral› sanatseverlerle buluflturuyor. Halkevi Film Atölyesi baflta olmak üzere Halkevleri çat›s› alt›nda birçok çal›flmaya imza atan Kanmaz ilk kiflisel sergisini aç›yor. ‘S›radan Haller’ adl› sergi um:ag sanat galerisinde 10 Aral›k günü saat 19.00’da gerçeklefltirilecek aç›l›fl etkinli¤iyle bafllayacak. Sergi, aç›l›fl›n ard›ndan Paris Caddesi, No:14, Kavakl›dere, Ankara adresinde ziyaret edilebilecek.

Abdullah Baştürk anısına... G

enel-İş ve DİSK eski Genel Başkanı Abdullah Baştürk anısına bu yıl sekizincisi düzenlenen Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülleri sahiplerini buldu. Remzi İnanç, Özgen Seçkin, Vecihi Timuroğlu, Necati Tosuner, Tuncer Uçarol’dan oluşan seçiciler kurulu, yarışmaya katılan roman, öykü, şiir, oyun, yaşamöyküsü, röportaj, makale, eleştiri ve deneme kitapları arasında ödül ve tür sınırlaması olmaksızın değerlendirdi. Alaattin Timur ve Mahmut Hamsici’nin editörlüğünü üstlendiği “Madenci Kasabasında Yıkımın Fotoğrafı – Yerüstünden Notlar” adlı ortak kitap, Gökhan Bulut’un editörlüğünü üstlendiği “Tekel Direnişinin Işığında Gelenekselden Yeniye İşçi Sınıfı” adlı ortak kitap ve Merhaba Gösteri Topluluğu editörlüğündeki “Toplumcu Tiyatroya Adanmış Bir Yaşam: S. Günay Akarsu” adlı ortak kitap ödüle layık bulundu. Anma ve ödül töreni, 24 Aralık 2010 Cuma günü saat 14.00’te Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde gerçekleştirilecek. Seçiciler kurulu, ödüle layık görülen kitapları şöyle değerlendirdi: - “Madenci Kasabasında Yıkımın Fotoğrafı – Yerüstünden Notlar”: Zonguldak’ın Armutçuk kasabasındaki işçilerin sosyal devlet anlayışına uygun 1980 öncesi güzel geçmiş yılları bir kasa-

banın yaşamöyküsü olarak anlatılırken, bu ortamı sağlayan Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun 1980’den sonra özelleştirilmesiyle işçi aileleri yaşamının nasıl zorlaştığı, kasabanın giderek nasıl terk edilmeye başlandığı, işçi yaşam öyküleri, bu arada iki yazı ve çok sayıda sanat fotoğrafı ile etkileyici bir dille, özenle, belgeli, tanıklı, bugüne ve toplumsal

belleğimize aktarıldığından; - “Tekel Direnişinin Işığında Gelenekselden Yeniye İşçi Sınıfı”: Ağır kış koşulları altında çadırlar içinde, özelleştirmelerin krizlerine karşı güvencesiz emek hareketi olarak, Kasım 2009’dan Nisan 2010’a kadar Türkiye’nin ve

dünyanın izlediği, son otuz yıldaki (12 Eylül 1980’den bu yanaki) en anlamlı işçi sınıfı eylemi; “röportajlar” adı altında aydınlatıcı, duygulandırıcı , ayrıntılı söyleşilerle, ayrıca konunun uzmanlarınca yazılmış makaleler ve gelişmeleri günü gününe özetleyen emek ürünü günce benzeri notlarla her yönden başarıyla irdelenip günümüze ve geleceğe önemli bilgiler, yorumlar kazandırıldığından; işçi edebiyatı kitaplığını oluşturmada bundan sonra yazılacak edebi yapıtlara da ön kaynak olabileceği düşüncesiyle; - “Toplumcu Tiyatroya Adanmış Bir Yaşam: S. Günay Akarsu”: Tiyatro bilgisinin derinliği yanı sıra toplumcu felsefeyi çok iyi özümsemiş, yaşamını örgütlü insana adamış S. Günay Akarsu’nun 1959-1982 yıllarından öğrencilerince seçilmiş eleştiri ve diğer yazılarında; “işçi tiyatrosu ya da yarının tiyatrosu”, “devrimci tiyatro”, “halk tiyatrosu”, “halk gecesi”, “gerici tiyatro”, “politik tiyatro”, “amatör tiyatro”, “sanat ve faşizm”, “meydan sanatı” gibi kavramlar da kullanılarak özellikle 1970’lerin diri işçi/emekçi hareketi ve toplumcu tiyatro sanatçılarının çalışmaları çok yönlü değerlendirilip çok sayıdaki oyun ve durum üzerinden kısa, akıcı, ayrıntılı, karşılaştırmalı, eğitici eleştirilerle toplumcu tiyatrocular ve kuramcılar için bir başyapıt oluşturulduğundan ödüle layık görülmüştür.

Hollandalılar kültür alanındaki kesintilere karşı sokakta Hollanda hükümetinin sanat ve kültür alan›nda ilan etti¤i kesintiler protesto ediliyor. “Hollanda kültür için hayk›r›yor” slogan› alt›nda gerçekleflen protestolarda kültür alan›n›n “onar›lmaz düzeyde budanmas›n›n” önüne geçilmesi hedefleniyor. Hollanda hükümetinin sanat ve kültür alan›nda yapmay› planlad›¤› k›s›tlamalar 20 Kas›m günü 60’tan fazla kentte gösterilerle protesto edildi. Merkez meydanlar ile al›flverifl merkezlerinde gerçekleflen olan gösterilere sanatç›lar, dansç›lar, festivalciler, müze ziyaretçileri, müzisyen ve sanatseverler kat›l›rken protestolarda dans, müzik, tiyatro, görsel sanat gösterileri yap›ld›. Liman kenti Rotterdam’da tekneler buhar düdükleri ile kesintileri protesto etti. Den Haag kentinde parlamento önünde akflam saatlerinden itibaren yap›lacak

olan protesto ise gece yar›s›nda 1 dakikal›k sayg› duruflu ile son buldu. Hollanda hükümeti sanat ve kültür alan›nda önümüzdeki 5 y›lda 200 milyon euro k›s›tlama yapmay› hedefliyor. K›s›tlamalara önümüzdeki y›l 30 milyon euro ile bafllanacak. K›s›tlamalar, miras, arfliv ve kütüphaneler d›fl›nda tüm sanat ve kültür alanlar›n› kaps›yor. K›s›tlamalar›n hayata geçirilmesi durumunda, devlet yard›m›yla ayakta duran birçok sanat ve kültür kurumunun iflas etmesi bekleniyor. Bununla beraber, tiyatro, festival ve konserler biletleri yan› s›ra antik ve sanat eflyas› al›m›nda yüzde 6 olan KDV yüzde 19’a ç›kar›lacak. 18 Kas›m günü parlamentoda yap›lan tart›flmalarda, parlamentonun ço¤unlu¤unun KDV oran›n›n artt›r›lmas›ndan yana oldu¤u görüldü.


SOKAĞIN SESİ

ÜRETEN BİZİZ YÖNETEN DE BİZ OLACAĞIZ

26 Kasım 2010 / 9 Aralık 2010

16 Halk›n Sesi

H E R K ES İ N H A K E T T İ Ğ İ YA Ş A M I , H A K L A R I G A S P E D İ L EN L E R YA R AT I YO R

Zenginin bar›nma ‘hakk›’ Ali Ağaoğlu, “Bu ülkede herkes havuzlu, güzel, kaliteli bir evde oturmayı hak ediyor…” diyor. Reklamını yaptığı rezidans tipi toplu konutlarda kent yoksulları güzel yaşamın sefasını süren parababalarına hizmet ediyor. İçinde işçinin canına mal olan bu inşaatlar yoksulun yıkılan evinin molozları üzerine inşa ediliyor

A

li Ağaoğlu, oynadığı reklam filmlerinde sürekli ‘başka türlü bir yaşam’ vaad ediyor. Sadece Ağaoğlu değil, toplu konut yapan şirketlerin reklamlarında hep bir ‘başka bir yaşam’ vaadi var. Ağaoğlu bunu İstanbul’un dört bir tarafına inşa ettiği rezidanslarla sunuyor. Rezidanslar medya vasıtasıyla evlerimize giriyor. Restoran, otopark, havuz, alışveriş merkezini içinde bulunduran ve otel gibi hizmet verilen dairelere rezidans adı veriliyor. Rezidansa otel hizmeti veren toplu konut içindeki daireler denilebilir. Rezidansların metrekare fiyatı 2.500 ile 19 bin dolar arasında değişiyor. Satış fiyatı 1,5 milyon ile 8 milyon dolar arası. Ağaoğlu’nun reklamını yaptığı iki projede en ucuz evin fiyatı 427 bin lira. Eğer ev taksitle almak istenirse en düşük fiyatlı evin aylığı 850 liraya geliyor. Türkiye’de tamamı İstanbul’da olmak üzere 50 kadar inşaatı bitmiş rezidans var. Bu rezidanslardaki toplam daire sayısı 3373 ve yüzde 75’i dolu. Daireleri sanatçılar, sporcular ve patronlar lüks yaşam standartları için alıyor. ‘BAŞKA BİR YAŞAM’ Rezidans tipi yaşamın en önemli özellikleri güvenlik, seçkin komşular, lüks konutlar ve sunulan hizmetler

(uşak, oda servisi, kreş, otopark, fitness salonu, yüzme havuzu, resepsiyon, kuru temizleme). Rezidans reklamlarında uşak, ‘vale’ adıyla, oda servisi de ‘house keeping’ adıyla sunuluyor. Rezidans tipi yaşam toplu konut şeklindeki lüks bir otelde yaşamaya benziyor. İlk ortaya çıkışları, artan yoksulluğun zengin sınıflarda yarattığı güvensizlik duygusuna dayanıyor. Bu endişe planlara da yansıyor. Yol, su yolu, demiryolu gibi etkenler zenginin kent merkeziyle irtibatını kurmaya yararken, yoksulun zenginle arasına bir duvar oluyor. Bu yetmiyor, kişilere özel kartlarla girilebilen yoğun güvenlik önlemli alanlar inşa ediliyor. Rezidanslar, bir evin ya da bir apartmanın ötesinde bir yaşam biçiminin ve bir ilişkinin yeniden üretilmesini sağlıyor. Rezidanslarda tüm hizmetler karşılanıyor. Rezidanslarda kendisine hizmet edilen bir sınıf ile hizmet eden sınıf arasındaki ilişki en net biçimiyle görülüyor. Rezidans görevlileri, rezidans sakininin arabasının kapısını açıyor, eşyalarını alıp yine rezidans görevlileri tarafından temizlenen dairesine taşıyor. ‘Seçkin komşuların’ oturduğu bu alanlardaki güvenlik önlemleri seçkin olmayanlara karşı alınıyor; ancak rezidanslardaki oda görevlileri, güvenlikçiler, bahçıvanlar, hizmetliler, kapıcılar,

ev içi çalıştırılan kadınlar, ‘seçkin olmayan’ kişilerden oluşuyor. LOKOMOTİF SEKTÖR Rezidans tipi yapıların ve toplu konutların yaygınlaşması inşaat sektörünün yükselişine de işaret ediyor. İnşaat sektörü, krizin ardından malzemenin ucuzlaması, orman alanlarının imara açılması, kentsel dönüşümün önündeki yasal engellerin en aza indirilmesi gibi yöntemlerle teşvik edilen bir sektör. Yapıda kullanılan çelik, demir, beton, tahta, plastik, cam, pencere gibi malzemelerin tümünün üretildiği sektörleri hareketlendiren inşaat, bittikten sonra da satış işlemleriyle piyasanın ihtiyacı olan yüklü miktarda paranın tüketicinin elinden çıkmasını sağlıyor. Böylece inşaat piyasanın lokomotif sektörü haline geliyor. İnşaat tamamlandıktan sonra gayrımenkul sektörünün de önünü açıyor. Sadece zenginler değil; ödeme gücü olmayanlar, krediler alarak ya da borçlanarak ‘kira öder gibi’ ev sahibi yapılmaya çalışılıyor. AĞAOĞLU’NUN GEÇMİŞİ 1981 yılında inşaat faaliyetlerine başlayan Ağaoğlu’nun yıldızı, AKP döneminde parladı. 1982-2000 arasındaki 208 villa ve 949 daire yapan

Ağaoğlu, 2000-2009 yılları arasında 367 villa, 288 konak daire, 1 tarihi konak, 122 ofis ve 8 bin 856 daire inşa etmiş. 2000 sonrasında inşa edilen dairelerin neredeyse tamamı 2007-2009 arasında yapılmış. HANGİMİZ YAPMADIK Kİ? Kentsel dönüşüm, kamu kaynaklarının inşaat sektörüne aktarılması ve orman arazileri başta olmak üzere kamu arazilerinin alımının teşvik edilmesi Ağaoğlu’nun yıldızının parlamasına zemin hazırladı. Ağaoğlu’nun yükselişi, her büyük müteahhidin yaptığı gibi biraz deniz kumu ve hurda demire dayanıyor. Bu iddiayı Ağaoğlu 17 Ağustos depreminin onuncu yılında 20 Ağustos 2009’da Referans gazetesine verdiği röportajda kendi ağzıyla doğruluyor: “...İstanbul konut inşaat sektörünü en iyi bilen isimlerden biri olarak söylüyorum ki; mevcut yapı stokunun yüzde 70’i deprem açısından güvenli değil. 1970’li yıllarda İstanbul’un Anadolu Yakası’ndaki yapıların büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben sattım. Kumları, Marmara Denizi’nden demirleri hurdadan çektik. O zamanın şartlarında en iyi malzeme buydu. Sadece biz değil tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem olursa İstanbul’a ordu bile giremez, ölen şanslıdır.”

Ayazma kodesi A

A¤ao¤lu havuzlu, onuncu kat›nda bahçesi olan, her türlü hizmetin düflünüldü¤ü alanlar›, kentsel dönüflüm projeleriyle y›k›lan yoksullar›n gecekondular›n›n molozlar› üzerine kuruyor. A¤ao¤lu, ‘herkes havuzlu bir evi

hak ediyor’ dese de as›l bar›nma hakk› için mücadele edenler, belediyelerin y›k›m ekiplerine, polise, talanc›lar›n rant h›rs›na karfl› konutuna ve yaflam alan›na sahip ç›kmaya onun için mücadele etemeye devam ediyor.

ğaoğlu’nun Ayazma’da kurduğu ‘yeni yaşam’ kentsel dönüşüm planıyla 2006’da evlerinden edilmeye başlanan Ayazmalıların yaşamları üstüne inşa ediliyor. 2006’da başlanan yıkım 18 aileyi sokakta yaşamaya mahkum etti. Küçükçekmece Belediyesi yetkilileri, Ayazmalılara “1 yıllık kiraların karşılanacağı ve daha sonra kendilerine ev verileceği” sözünü verdi. Fakat bu sözler de yerine getirilmedi. Açıkta kalan aileler evlerinin yıkıldığı yerde çadır kurarak yaşamlarına devam etmeye çalıştı. 2 yıl boyunca karda, kışta çadırlarda yaşayan Ayazmalıların yaşamları yazın yılan, çiyan tehlikesi altında geçerken kışın yağmur, soğuk ve

bunların sebep olduğu hastalıklarla pençeleşerek geçti. Çadırda yaşayan Ayazmalılar dışında Ağaoğlu’nun şantiyesinde hapis hayatı yaşayan Ayazmalılar da var. Demir ailesi, inşaatın başladığı gün şantiye ortasında mahsur kaldı. 24 yıldır yaşadıkları Ayazma’yı terketmeyen Demir ailesinin yaşadığı evin etrafı “Burası Ağaoğlu’nun inşaat sahasıdır” denilerek tel örgülerle çevrildi. Ağaoğlu inşaatın yetkilileri Demir ailesine, “Sizin buraları terketmeniz lazım, buralar size göre değil, ayak uyduramazsınız” demiş. Ardından İSKİ sularını, Ağaoğlu İnşaat da evin yolunu kesmiş. Belediye de ailenin elektriğini kesmekle tehdit etmişti.

İşçi kanı üstüne yükseliyorlar A¤ao¤lu’nun reklam›n› yapt›¤› yeni yaflam ve benzeri toplu konut projeleri birçok yaflam›n bedelinin üzerine yükseliyor. Toplu konutlar›n temelinde iflçilerin kan› var. Son olarak, 10 Kas›m günü Konya’da Kule Site Al›flverifl Merkezi yan›ndaki 25 katl› Kule Konaklar›, inflaat›n 17’nci kat›ndaki asansör bofllu¤unda iskele üzerinde kaynak yapan 4 iflçi, iskele halat›n›n kopmas› sonucu beton zemine çak›l›rken teli kopan asansör kabini de iflçilerin üzerine düfltü. ‹flçilerden 3’ü olay yerinde 1’i de kald›r›ld›¤› hastanede yaflam›n› yitirdi. Halatlar›n bak›m›n›n 9 Kas›m’da yap›ld›¤› iddia edilirken iflçilerin cenazelerini arkadafllar› tafl›d›.

22 Ekim’de Çal›flma ve Sosyal Güvenlik Bakan› Ömer Dinçer ile Bay›nd›rl›k ve ‹skan Bakan› Mustafa Demir, '4708 Say›l› Yap› Denetimi Hakk›nda Kanun Kapsam›nda Yap›lan ‹nflaatlarda ‹fl Sa¤l›¤› ve Güvenli¤inin ‹yilefltirilmesine Yönelik ‹flbirli¤i Protokolü’nü imzalam›fllard›. Burada Bakan Dinçer, "‹nflaat sektörü hem ekonominin geliflmesinde hem de istihdam›n art›r›lmas›nda lokomotif role sahiptir" diyerek inflaat sektörünü övmüfl ve inflaat sektöründe yaflanan ölümlü ifl kazalar›n›n toplam ölümlü ifl kazalar›ndaki oran›n›n yüzde 34,3 oldu¤unu belirterek bu gidifli önleyeceklerini aç›klam›flt›.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.