Halkın sesi 128

Page 1

SAYFA

2

SAYFA

‘Özel hayat’›m›z kalmad› Bas›na özgürlük diye ç›kar›lan yasa ile teknik takip kay›tlar› delil ve haber olabilecek

3

SAYFA

‘Yapabilecek bir fley var’ Ö¤renci Kolektifleri, gençli¤e sesleniyor: ‘Sesini k›sanlara sessiz kalma, yapabilece¤in bir fley var’

11

Devrimin sigortas› m› olur? Sigorta flirketleri yeni düzenleme yap›yor. ‹syan, devrim, savafl ve nükleer teminat d›fl›

SAYFA

15

Sahnede geçen bir ömür Halkevleri Kültür Sanat Atölyesi sanatç› Ayla Algan’la bir söylefli yapt›

25 Mart 2011 • 1 TL

Y›l 5 • Say› 128

Hakk›n› bilenler Ankara’ya do¤ru yola ç›k›yor

AKP zorda muhalefet sokakta

Sermayenin özledi¤i sol

AKP için ifller iyi gitmiyor. D›fl politikada s›k›flan hükümet içeride de sistem içi ve halk muhalefeti odakl› krizlerle yüz yüze

Sermayenin özledi¤i sol ufukta göründü. Görünen, CHP’nin ete kemi¤e bürünen yenilenme hamlesi. ‘Yeni’ CHP, sol liberal popülist ad›mlarla arz-› endam ediyor S. 3

Gazeteciler, sa¤l›kç›lar, Aleviler, Kürtler, emekçiler dört bir yandan neoliberal, gerici, faflist AKP’ye karfl› yürüyor

Hak mücadelelerinin bahar›nda 3 miting

Koflulsuz güvence

20 emek örgütü güvencesizlefltirmeye ve tafleron sistemine karfl› 3 Nisan’da Ankara’da biraraya gelecek S. 7 Sermayenin ve AKP’nin talan›na karfl› yaflam› ve do¤ay› savunanlar 9 Nisan’da Ankara’da buluflacak S. 8 E¤itim alan›nda piyasalaflt›rman›n yaratt›¤› y›k›ma karfl› Halkevleri 10 Nisan’da Ankara’da olacak S. 9

Bu dönemin çal›flma biçimleri ev içi sorumluluklarla daha uyumlu. Esnek çal›flma ev kad›nl›¤›n› piyasayla bütünlefltiriyor. Kad›nlar her durumda güvenceden yoksun kal›yor S. 10

AKP dünya halklar›na zararl›d›r... Halklar AKP’nin neoliberal, emperiyalizm iflbirlikçisi, gerici, faflist politikalar›ndan mustarip YOL S. 3

Ferda Koc / Sayfa 4

Göksu C›k›t / Sayfa 5

Kürt Tahriri mi?

Öyle saçma fley oldu

Tufan Sertlek / Sayfa 7

‘Lanetliler’ bulufluyor

Hakan Demir / Sayfa 15

Press...

Akbabalar Libya’da AKP işgalin hizmetinde Mücadeleleri yol gösteriyor Bir avuç romantik isyankar de¤ildi K›z›ldere’ye gidenler. Gençli¤iyle, iflçi hareketiyle, k›r yoksullar›yla yükselen devrimci hareketin en ileri ifadesiydiler. Tarih sayfas› K›z›ldere’yi yaz›yor S. 13

‹ç savaflla birlikte iflgal f›rsat›n› yakalayan emperyalistler, Kaddafi’nin isyan› bast›rma hamlesiyle harekete geçti. Libya’ya iflgal harekat› bafllat›ld› S. 5

‘Hayale gerek yok’ Seçimlere do¤ru partilerin ekonomi politikalar› hakk›nda konufltu¤umuz Prof. Dr. Erinç Yeldan ‘yarat›lan beklentiye ra¤men her iktisadi dönüflümün bir bedeli var’ dedi S. 14

Halkevleri Ankara’da Genelkurmay Baflkanl›¤› önünde bir eylem yaparak emperyalist sald›r›y› ve AKP’nin iflbirlikçi tutumunu protesto etti

Metal işçileri 21 yıl aradan sonra ‘grev’ dedi Metal iflçileri 21 y›l aradan sonra üretimden gelen gücünü kulland›. Birleflik Metal-‹fl, MESS’in dayatmalar›na karfl› greve ç›kt›. ‹lk grev 22 Mart’ta Eskiflehir’deki Doruk’ta bafllad›

21 ‹flyerinde 15 bine yak›n iflçiyi ilgilendiren grevin üç sebebi var. Bunlar; düflük ücret, ücret da¤›l›m›ndaki adaletsizlik ve MESS’in dayatt›¤› belirsiz k›dem tazminat› hükümleri S. 6

Nükleere do¤ru Dünya nükleer santrallerden vazgeçerken Mersin ve Sinop, onlarca y›l boyunca radyasyona maruz kalma tehlikesi alt›nda S. 12


2

MEDYA 25 Mart 2011 / 7 Nisan 2011

Halk›n Sesi

Kenar Notlar› Yerinde at›lm›fl bir tokat, sadece bir tokat de¤ildir DP İstanbul milletvekili Sabahat Tuncel, Şırnak polis müdürünü tokatladı. Newroz kutlamalarında, halka gaz bombası ve tazyikli suyla saldıran polise tepki gösteren Sabahat Tuncel, Şırnak Güvenlik Şube Müdürü Murat Çetiner’i tokatladı. Polise atılmış tokadı, “devlete atılmış bir tokat” olarak değerlendiren cümle siyasetçi takımı, dört koldan saldırıya geçti: “Şımarık vekilden elbet bunun hesabı sorulacak”; “Polisimiz sahipsiz değildir” gibi bildik “intikam” yeminleri edilirken, rakip siyasi partiler birbirini sıkıştırıp “vatansever”lik yarıştırıyorlar. AKP mi daha şoven, MHP mi anlamak çok zor. CHP onlardan geri kalır mı, “olayı şiddetle” kınadılar. Hani bir an için umutlanıyoruz, belki liberallerden “ezber bozan” bir tavır-açıklama gelir diye. En azından “basıkıcı” devlete atılmış bir tokat olarak değerlendirebilirler. Ama boşuna bekliyoruz. Liberaller de bu tek sesli koroya katılmakta gecikmediler. Acaba tokatlanan jandarma komutanı olsaydı, “askeri vesayete atılmış bir tokat” olarak değerlendirirler miydi? Bilinmez. Bunun yanıtını tarihe bırakalım. Liberaller de ezberleri bozmuyor, boz-amıyor, bozamaz. Bu sefer pabuç pahalı. Çünkü yerinde atılmış bir tokat, sadece bir tokat değildir. İşte tokadın gösterdikleri. Tokat, polis müdürüne atılmıştır. Müdürün şahsında polis şiddetine; polisin şahsında Kürtlere yönelik baskıcı devlet geleneğine atılmıştır. Cümle şoven-devletçi siyasetçi takımının, kendilerinin de polis müdürünün şahsında tokatlanmış gibi hissetmeleri, Kürtlere yönelik ulusal baskı politikalarını benimsemelerinden kaynaklanıyor. Tokadın, hele bir “kadın” vekilden, “erkek” polis müdürüne yönelmesi, olayı daha kabul edilemez kılıyor. Hani “adamakıllı” bir şiddet eylemi olsa neyse. Taş değil, molotof değil, silah değil, bir tokat atılıyor. Devlet, “erkekçe bir kavgada” yenilmiyor. Polis müdürünün şahsında devletin erkeklik gururu inciniyor. Bütün bu nedenler “şoven intikam cephesi”ni harekete geçirmek için yeterli. Ancak bir neden daha var ki, ulusalcısından liberaline, faşistinden sosyal demokratına cümle siyaset takımını tek başına çileden çıkarmaya yetiyor. O da tam yerinde atılmış bir tokadın oyunbozan niteliğidir. Tokatla birlikte sarsılan siyaset düzeninde, toplumsal muhalefeti düzen sınırlarına hapseden “müzakerecilik oyunu” bozuluyor. Cümle siyaset erbabını öfkeden köpürten şey, “oyunda” halkı temsil eden “kadın vekil”in, bir tokat hamlesiyle kendisine biçilen rolün dışına çıkmasıdır. “Ne kadar ayıp!” “Bir milletvekiline yakışıyor mu, hele bir kadın vekile!” Bu türden yasalcı-ahlakçı çıkışmalar aslında bir çaresizliğin ifadesidir. Müzakerecilik oyunu bozuldu ve yapacak hiçbir şey yok. “Ya polis müdürü de kadın vekile vursaydı?” gibi erkeklenmeler ya da polis müdürünün sağduyusu gibi züğürt tesellileri de yine bu çaresizliğin idafesidir. Ankara Güvenlik Şube Müdürülüğü’nden Şırnak gibi son derece “hassas” bir bölgeye atanan, kendi çizgisinde başarılı bir polis müdürünün elbette bir “gösterciyi” dövme imkânı ve yeteneği vardır. Ya da mecliste milletvekillerinin birbirleriyle tepişmeleri siyasetin olağan gündelik pratiği sayılmaktadır. Ne var ki, bunların hiçbiri siyaset oyununu bozmuyor; tersine pekiştiriyor. Ancak sokaktaki halk hareketinin temsilcisi olan “kadın vekil”in müzakereci polis müdürünü tokatlaması, bütün siyaset kurgusunu altüst eden bir simgesel gücü ortaya çıkarıyor. Oysa yeni sokak hareketlerini bastırmak için neoliberal “güvenlik ve terörle mücadele konsepti”yle yetiştirilmiş, iletişim ve kitle psikolojisinden anlayan “müzakereci polisler”e ne kadar da bel bağlanmıştı. Heyhat, toplumsal olayları bastırmak için “müzakereci polis”le takviye edilmiş polisin şiddet aygıtının fiyakası, “beklendiği üzere” sokaktan gelen bir güç tarafından değil, oyunun parlementer unsurunun “düzen dışına”çıkmasıyla bozuluyor.

B

Arınç Sol basını hedef gösterdi

D

evlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, 18 Mart’ta Aydın Valisi Hüseyin Avni Coş ve Aydın Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu’nu ziyaret etti. Arınç burada gazetecilerin soruları üzerine cezaevinde bulunan tutuklu gazetecilerin mesleklerinden dolayı cezaevinde olmadığını, Terörle Mücadele Kanunu kapsamında tutuklanmış, hüküm giymiş insanlar olduğunu söyledi. Arınç, çalışanlara onlarca yıl ceza verilen Kürtçe gazete Azadiya Welat ve haftalık yayın yapan sosyalist gazete Atılım’ı hedef göstererek, ''Azadiya Welat, Atılım, bunlar Aydın'da yok. Bu gazeteler sadece örgüt propagandası yapmak üzere çıkıyor ve belli yerlerde dağıtılıyor. Yani bundan sonra serbest mi olsun?" dedi.

Basın için değil teknik takip için yasa oluşturuyor.

O

da TV baskınının ardından Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanması yapılan kitlesel eylemlerle protesto edilirken, basına yönelik baskı tartışması da genişledi. AKP ise, gazeteciler üzerindeki yargı baskısını azaltmak için harekete geçtiğini duyurdu. Bakanlar Kurulu tarafından 14 Mart 2011 tarihinde kararlaştırılan “Türk Ceza Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” 16 Mart’ta Meclis’e gönderildi. ‘HABERLEfiMEN‹N G‹ZL‹L‹⁄‹ MUTLAK DE⁄‹LD‹R’ Tasarıda Türk Ceza Kanunu’nda yer alan “Kişiler arasında haberleşmenin gizliliğini ihlal ve bunu ifşa etmek” (TCK 132), “Kişiler arasında aleni olmayan konuşmaları bir aletle dinleyip ses alma cihazıyla kaydetmek” (TCK 133) ve “Kişilerin özel hayatının gizliliğini ihlal” (TCK 134) suçlarında düzenlenen değişikliklerle bu suçların cezaları arttırılıyor. Tasarı konusunda bir değerlendirme yazısı kaleme alan Bağımsız İletişim Ağı (Bianet) hukuk danışmanı Avukat Fikret İlkiz, 18 sayfalık yasa taslağı üzerinde yaptığı incelemeden yola çıkarak tasarının “iletişimin dinlenmesi, kaydedilmesi ve denetlenmesi” üzerine kurgulandığı görüşünü savunuyor. Hak ihlalleri konusunda önemli davalar takip eden Avukat İlkiz, bu görüşünü gerekçe olarak da taslakta yer alan “Bilindiği üzere, haberleşmenin gizliliği mutlak değildir. Haberleşme içerikleri, belirli hallerde, haberleşen kişilerin bilgisi veya rızası olmasa da hukuka uygun olarak öğrenilebilmektedir” ifadesini gösteriyor. Avukat İlkiz, yine tasarının gerekçe bölümünde yer alan; “Kişinin özel hayatına ilişkin görüntü veya seslerin, bilgisi dışında hukuka uygun olarak

AKP’nin basına özgürlük getirdiği iddiasıyla Meclis’e gönderdiği yasa tasarısı izleme, dinleme kayıtlarının delil olması ve haberleştirilmesinin önünü açıyor izlenebildiği, dinlenebildiği ve kayda alınabildiği bu durumlarda, dinleme ve kayda alma fiiline münhasır olarak herhangi bir suçun oluştuğundan söz edilemeyecektir. Ancak, bu içeriklerden bir kısmı, soruşturma dosyasına konularak soruşturmanın süjelerinin bilgisine ve bilahare iddianame kabul edildikten sonra da kamunun bilgisine açık hale gelmektedir. Bu gibi durumlarda ikinci fıkrada tanımlanan suçun oluşmayacağı muhakkaktır” ifadesine dikkat çekiyor.

D‹NLEMELER, KAYITLAR MAHKEMEDE DEL‹L Bu gerekçe düzenlemenin belki de en can alıcı yerini oluşturuyor. Taslak, telefon görüşmeleri, internet yazışmaları ve özel yaşama ait pek çok bilginin “özel yetkili ve görevli" savcıların veya emniyetin izniyle izlenmesi, dinlenmesi ve kaydedilmesine olanak tanıyor. Bu kayıtlar, yapılan bu düzenlemeyle yargı sürecinde “hâkim kararına dayalı delil” olarak mahkemelerde kullanılabilecek. Ayrıca tasarı, iddianameden ve alenilik kazanmış

dava dosyalarından alınan özel yaşam kayıtlarının ifşasını da yasal hale getiriyor. Aslında her iki durum da fiilen var olan uygulamaları tasarıyla yasal hale getiriyor. Ergenekon, KCK, Devrimci Karargah davalarında tutuklananlara yönelik suçlamalarda mahkemenin kullandığı delillerin çoğu ‘teknik takip’ adı verilen dinleme, izleme faaliyetlerine dayanıyor. Telefon görüşmeleri, internet ortamındaki yazışmalar örgüt üyeliği gibi suçlamaların temel dayanağını

SAVCININ fiAKASI YOK KARARGAH DED‹YSEN KARARGAHTIR Örneğin Devrimci Karargah davası iddianamesinde adı geçen Mahir Sayın’ın Tekel direnişi sırasında oturdukları bir kafede çok sayıda devrimci ismin olduğunu belirtmek için yaptığı ‘Devrimci Karargah’ta oturuyoruz’ şakası dava iddianemesinde örgütün varlığına ve Sayın’ın örgüt yöneticisi olduğuna delil olarak sunulmuştu. Benzer durum Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın basına yansıyan savcılık sorgulamalarında da görüldü. Nedim Şener bir telefon konuşmasında kullandığı “Soner Yalçın’ın gözlerinden öperim” ifadeleri nedeniyle örgütle ilişkilendirildi. Teknik takip kayıtlarının dava dosyalarından alınarak haber yapılmasının suç olmaktan çıkarılması, var olan tabloyu çok değiştirmeyecek. Çünkü bu yöntem AKP medyası tarafından sıklıkla kullanılıyor. Operasyonlara hedef olan birçok ismin itibarsızlaştırılması için yıpratılmak istenen kişilere ait telefon konuşmaları, özel ilişkiler sıklıkla deşifre ediliyor, savcılık iddianamesini sızdırarak buradaki iddialar haberleştiriliyor. Üstelik bu haberleri yapan AKP medyası bundan zarar görmüyor. Yasa tasarısı özünde AKP döneminde yargının kullandığı tartışmalı ‘teknik takip’ yönteminin yasal zeminini sağlamlaştırmak amacı taşıyor. Düzenlemeden yargının taktiğini haberlerine taşıyan gazeteciler de faydalanıyor. AKP’nin her icraatı gibi bu da basın özgürlüğü adı altında bir özgürlük olarak sunuluyor. Ancak basın özgürlüğüne kavuşamadığı gibi yurttaşların özel hayatının gizli kalması güvencesi de ortadan kalkmış oluyor.

‘Özgür toplum için özgür basın’ 1

8. Ergenekon dalgası kapsamında Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasıyla başlayan gazeteci eylemleri sürüyor. ‹STANBUL İstanbul’da 13 Mart’ta “Özgür basın varsa, özgür toplum vardır” sloganıyla düzenlenen yürüyüşe binlerce kişi katıldı. Eylemde AKP’nin basın üzerindeki baskıları protesto edilirken hapishanelerdeki 68 gazeteciyle dayanışma mesajları gönderildi. Galatasaray’dan Taksim Meydanı’na yapılan yürüyüşte gazetecilerle birlikte aydınlar, demokratik kitle örgütleri ve sol siyasi partileri de içeren geniş yelpazeden kitleler eyleme destek verdi. Çok sayıda tanınmış gazetecinin katıldığı eyleme AKP’ye yakın medyadan katılan olmadı.

ANKARA Ankara’da ise 20 Mart’ta sokağa çıkan gazeteciler, "cezaevlerindeki gazetecilerin özgür bırakılması" ve "basın ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasa hükümlerinin değiştirilmesi" taleplerini yineledi. Kolej’den Ziya Gökalp Caddesi üzerinde bulunan SSK İş Hanı’na kadar yürüyen gazeteciler, hükümetin Türk Ceza Kanunu’nun bazı maddelerinde değişiklik yapılmasına dair kanun tasarısını eleştirirken, yasayla birlikte suçlanan gazetecileri savunanların da aynı suçlarla karşı karşıya kalabileceğini belirtiyorlar. HER HAFTA FOTO⁄RAF İstanbul’daki gazeteciler eyleminde, eyleme katılanların ağızlarına taktığı siyah

bantları fotoğraflayan bir grup fotoğrafçı da aynı zamanda foto muhabir olan Ahmet Şık’a destek veriyor. Çektikleri fotoğrafları hapishaneye gönderen fotoğrafçılar, Şık özgürlüğüne kavuşuncaya kadar eylemlerine devam edeceklerini söylüyor. Fotoğrafların dijital kopyası ise “www.tanikolmakistiyoruz.org” sitesinde yayınlanıyor. Şık ve Şener’in tutuklanmasına neden olduğu iddia edilen delillerden herhangi biri açıklanmazken, tutuklama kararına karşı yapılan itirazlar, İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 17 Mart’ta verdiği bir kararla oybirliğiyle reddedildi. Ret kararı üzerine Beşiktaş’ta bulunan adliye binası önünde toplanan bir grup gazeteci arkadaşlarının serbest bırakılmamasını protesto etti.

Star gazetesi niye tövbe etti? A

KP medyasının en militan gazetelerinden Star, 16 Mart’ta yeni yüzüyle çıktı. Gazete sayfa düzenini ve yazarlarını değiştirmekle kalmadı, bundan sonra “5N, 1K, 0 tekzip” sloganıyla yoluna devam edeceğini ilan etti. “5N, 1K” gazeteciliğin klişeleşmiş ilkesi; bir haber verirken “neyin”, “ne zaman”, “nerede”, “neden”, “nasıl” ve “kim” tarafından yapıldığına dair bilgilerin eksiksiz verilmesini öngörüyor. Star Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu bununla da yetinmediklerini bir de “0 tekzip” ilkesi eklediklerini söylüyor. Duyan “her şeyi tamamdı bir buydu noksan” diye düşünüp, yalan yanlış fikirlere kapılabilir. AKP medyasının “5N, 1K” ilkesini pek de önemsemediğini, mevzubahis haber AKP’ye muhalefet eden birileriyle ilgiliyse K yerine otomatik olarak “Ergenekoncu, darbeci, İşçi Partili” yazıldığını biliyoruz. Star’a göre bir AKP’ciler bir de Ergenekoncular var, gerisi teferruat. Bu kabalaştırma maalesef bize ait değil, bizzat

Karaalioğlu’nun düşünsel ve mesleki enginliği ile ilgili bir konu. C‹N G‹B‹ MAfiALLAH! Gelin bu enginliği örnek bir olay üzerinden anlamaya çalışalım. Bağımsız bir kadın örgütlenmesi olan Sosyalist Feminist Kolektif üyesi kadınlar, Tayyip Erdoğan’ı kalabalık bir parti etkinliği sırasında protesto ediyor. Haberi yapmak isteyen gazete çalışanı, Karaalioğlu’na gidiyor. AKP’ye yönelik sert eleştiriler içerdiği için, normalde bu içerikte bir haberin gazetede

yayımlanması mümkün değil. Gazete çalışanı Sosyalist Feminist Kolektif’in eylem yaptığından söz ediyor, Karaalioğlu cin gibi, anında “İşçi Partili olmasınlar sakın?” diye refleks veriyor, çalışan “hayır” diyor, bunun üzerine Karaalioğlu tekrar sakinleşiyor ve “yayımlayın” diyor. Ancak bu istisnai durum, sonraki günlerde gazetenin AKP’ye karşı muhalefet edenleri, örneğin referandumda hayır diyen sosyalistleri, kaos peşinde koşan terörist örgütlerin ittifakı olarak haberleştirmesinin önüne geçemiyor. Karaalioğlu’nun gazetesine uyarı üstüne uyarı gönderiliyor ancak 5 N’si de 1 K’sı da yalan olan bu haberler gazetenin sitesinden bir türlü kaldırılmıyor. TAfi MI DÜfiTÜ? Peki, Star’daki yenilenmede bu “5 N, 1 K, 0 tekzip” meselesi nereden türedi dersiniz? Star 2010 son baharında el değiştirmiş, eski Aydınlıkçı şimdiki Tayyip aşığı Ethem Sancak hisselerini AKP MYK

üyesi Tevfik Karakaya’ya satmıştı. Ergenekon davası döneminde tekzip yiyeceklerini, tazminat ödeyeceklerini bile bile pek çok “Ergenekon iddiası” yayımlayan gazete, zamanla Ergenekoncuları zengin, patronu da asabi etti. Doğu Perinçek’in bu tazminatlarla küçük bir servet elde ettiği söyleniyor. Star yalan haberleri o raddeye vardırdı ki, AKP aşkının da cüzdana mağlup geldiği sınırlara ulaştı. Patron artık tazminat ödemek istemediğini, yani bile bile yalan haber yazmaya artık bir son verilmesini istediğini söyledi. Bunun üzerine aslında normal bir gazete için utanç vesilesi olacak bir durum açığa çıktı. Star “artık yalan haber yazmayacağız” yani “bundan önce bile bile yalan haber yazıyorduk” anlamına gelen bir kampanyaya başladı. Ceza korkusuyla da olsa gazetenin yalan haberden uzaklaşma niyeti beyan etmesi de bir şey. Umarız, zorla da olsa bir mucize olur, huylu huyundan vazgeçer…


3

GÜNDEM 25 Mart 2011 / 7 Nisan 2011

Halk›n Sesi

Kolektifte yapabilecek ‘çok şey’ var “Eğitimi satanlara, padişah özentisine, sesini kısanlara, AKP karanlığına sessiz kalma. Yapabileceğin bir şey var. Kolektif’e katıl!” Bu slogan, sömestr tatilinde bir araya gelen Türkiye’nin değişik üniversitelerinden Öğrenci Kolektifleri üyelerinin aldığı karar doğrultusunda başlattığı üyelik kampanyasına ait. Yumurtalı protestolarla ses getiren, kitlesel eylemlerle üniversitelilerin sesi olan Öğrenci Kolektifleri, tüm üniversitelilere ‘yapabileceğin bir şey var’ diyerek sesleniyor. “KATILIM KANALLARINI GENİŞLETİYORUZ” Üyelik kampanyası ile ilgili bilgi aldığımız İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Ali Coşkun, Öğrenci Kolektifleri’nin ilk dönem eylemleriyle iktidarı köşeye sıkıştırdığını, AKP’yi üniversitelerde durduracak güç olarak belirginleştiğini söylüyor ve kampanyanın çıkış noktasını anlatıyor; “Her eylemimiz sonrası çok yoğun ilgi görüyordük. İletişim adresimize mail yağıyordu. Ancak insanlarla karşılamakta zorlanıyorduk. Örgütümüze dönük ilgi, bu kampanyayı yapmaya zorladı bizi.” Coşkun, kampanyanın Öğrenci Kolektifleri’ne katılım kanallarını genişletme işlevi gördüğünü söylüyor. Kampanyayla eş zamanlı, facebook ve twitter gibi kanalları da etkin olarak kullanmaya başlamışlar. Bunun dışında çektikleri iki kısa filmle de kampanyanın tanıtımını yapıyorlar. Coşkun, aydın ve sanatçıların da kampanyayı yoğun olarak desteklediğini ve üniversitelileri Öğrenci Kolektifleri’ne yönlendirdiklerini belirtiyor; “Sırrı Süreya Önder, Ezel Akay, Sarp Apak, Metin Üstündağ ve çok sayıda sanatçının Öğrenci Kolektifleri’ne katılım çağrısı yaptığı tanıtım videomuz internette çok yayıldı” diyor.

Öğrenci Kolektifleri “Sesini kısanlara sessiz kalma yapabileceğin birşey var” diyerek Türkiye çapında bir üyelik kampanyası başlattı

ÜNİVERSİTELERDE KAMPANYA HAREKETLİLİĞİ Kampanya hemen hemen her üniversitede açılan stantlar aracılığıyla öğrencilerle buluşuyor. İstanbul’daki üniversitelerde kampanya başlar başlamaz, gördüğü ilgiyle hareketlilik yarattı. İ.Ü. FenEdebiyat Fakültesi’nde kantin önüne açılan stantta konuştuğumuz Fizik Bölümü öğrencisi Sultan Çit, kampanyanın daha üçüncü gününde 150 üyeye ulaştığını söylüyor. Çit, yoğun ilginin sebebini şöyle anlatıyor; “Öğrenci Kolektifleri, ilişkileri yaygın bilinen bir örgüttü. Bu kampanya bizi bilen geniş bir kitlenin katılım yolunu açtı.” Stantlarda yer alan katılım formunda, eylem ve etkinliklere katılmaktan kültür-sanat faaliyetlerinde bulunmaya, teknik destek sunmaktan yaz etkinliklerinde

yer almaya kadar çok sayıda alternatif seçenek var. Çit, bu kadar alternatif olmasının öğrencilerin “evet, benim de yapabileceğim bir şey var” diye düşünmesine olanak sağladığını belirtiyor. İÜ Fizik Bölümü birinci sınıf öğrencilerinden Osman Selim ise Öğrenci Kolektifleri’ne kampanya aracılığıyla katılmış. Selim, “Kampanya sayesinde zaten bildiğim Kolektiflerle daha yakın iletişim fırsatı buldum” diyor. İTÜ Maçka Kampusu’ndaki kampanya masasında ise çeşitli maket ve karikatürler dikkat çekiyor. İTÜ Genetik bölümü öğrencisi Ezgi Taş’a üzerinde taleplerin yazdığı yumurta maketlerini sorduğumuzda “Yumurta, Öğrenci Kolektifleri için popüler bir simge oldu, herkes biliyor. Biz de o yumurtanın içinde aslında ne olduğunu anlatıyoruz” diyor.

İTÜ Maçka Kampusu’nda sticker yapılmadık yer bırakmamışlar. Açtıkları standa yerlerdeki ayak adımı şeklinde kesilmiş kartonları takip ederek okulun her yanından ulaşmak mümkün. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde (MSGSÜ) ise hafta başı başlayan kampanyaya ilgi yoğun. Şehir ve Bölge Planlama öğrencisi Bengi Çakmak, bu ilgiyi “Mimarlık ve güzel sanatlar öğrencileri, özellikle HES’lerle ve sanatla ilgili taleplerimizi sahipleniyor. Kampanyaya bu noktadan yola çıkarak destek oluyorlar. MSGSÜ kantininin her yanına döşenmiş kampanya çağrı afişleri, stickerlar ve Kolektifleri tanıtan resim sergileri okulu renklendirmiş. YAPABİLECEK BİR ŞEY’İ OLANLAR BULUŞACAK

Öğrenci Kolektifleri, üniversitelerde kampanyayla bir araya getirdikleri potansiyeli açığa çıkaracak etkinlikler düzenlemeyi planlıyor. Ali Coşkun, İstanbul’da 25 Mart’ta gazeteci İsmail Saymaz, oyuncu Yetkin Dikinciler ve Emrecan Polat’ın katılımıyla düzenlenen etkinlikte bir araya geldiklerini, 8 Nisan’da ise büyük bir buluşma organize edeceklerini belirtiyor. Coşkun’un verdiği bilgiye göre, kampanya sonunda Türkiye çapında yüzlerce üniversiteliyi bir araya getirecekleri büyük buluşmanın tarihi 16 Nisan. Coşkun kampanyalarını şu sözlerle özetliyor; “Öğrenci Kolektifleri düzenlediği üyelik kampanyasıyla üniversitelerdeki örgütlülüğünü daha da güçlendiriyor, faaliyet alanlarını genişletiyor ve taleplerinin yayılmasını sağlıyor.”

AKP’ye Newroz tokadı PKK’nin ateflkesin sürdürülebilmesi için Newroz’u son tarih olarak göstermesi ve yaklaflan genel seçimlerin havas›n› yans›taca¤› için merak edilen Newroz kutlamalar› coflkulu bir flekilde yap›ld›. ‹stanbul’da nerede yap›laca¤› tart›flma konusu olan kutlamalar yine Kazl›çeflme’de gerçekleflti. Diyarbak›r’da Newroz Park›’nda yap›lan kutlamalara yüz binlerce insan kat›ld›. 20 Mart’ta Diyarbak›r’da yap›lan kutlamalara çok say›da ayd›n ve sanatç› da kat›ld›. Buradaki kutlamalarda konuflan Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eflbaflkan› Ahmet Türk, “AKP'yi bu topraklarda burada bitirmeliyiz. Onun için 12 Haziran'da anadile sahip ç›kmak, dilimizin e¤itim dili olmas›n› sa¤lamak için, Kürtlerin fikir ve düflüncelerinin ortaya ç›kmas› ve bu sorunun çözümü için, Demokratik Özerkli¤e sahip ç›kmak için bu seçim çok önemlidir.” diye konufltu. ‹stanbul’da yap›lan kutlamalar da Diyarbak›r’da oldu¤u gibi yüz binlerce kiflinin kat›l›m›yla

gerçekleflti. ‘Ya Özgürlük ya özgürlük’ slogan› ile gerçekleflen kutlamalarda konuflan Demokratik Kent Konseyi üyesi ve Tertip Komitesi Baflkan› Dursun Y›ld›z, 2011 Newroz'unun "Demokratik çözüm Newroz"u oldu¤unu ifade etti. Her iki kentte yap›lan kutlamalar›n öncesinde ve sonras›nda kitleyle polis aras›nda yer yer gerilimler yafland›. ‹zmir’deki Newroz kutlamalar› bu y›l uzun bir aradan sonra Gündo¤du Meydan›’nda gerçeklefltirildi. Kutlamalarda konuflan BDP ‹zmir ‹l Eflbaflkan› Mukaddes Kubilay ise, y›llard›r Gündo¤du Meydan›’n›n Newroz kutlamalar›na kapat›ld›¤›n› hat›rlatarak, “Çeflitli gerekçelerle y›llard›r bu alan bize verilmiyordu. Ancak siz de¤erli halk›m›z›n mücadelesi ve kararl› duruflu sayesinde bugün buraday›z. Hepinizi kutluyorum” dedi. Ülke çap›nda Newroz kutlamalar›na kat›l›m›n geçen y›la oranla artmas› da önümüzdeki süreçte Kürt halk›n›n sokaklarda daha çok görülece¤inin sinyallerini verdi.

AKP dünya halklarına zararlıdır KP için işler iyi gitmiyor. Öngörüler ve beklentiler tamamen fiyaskoyla sonuçlandı. Evet, söz konusu olan AKP’nin dış politikası. Davutoğlu’yla stratejinin derinliklerine girip oradan büyük bir bölgesel güç olarak çıkma hayalleri çuvalladı. Kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde başlayan ayaklanmaları öngöremeyen AKP’nin, Libya’daki beklentileri de tamamen boşa çıktı. Şimdi rol çalmaya çalışma, yalpalama ve saçmalama sürecindeler. Onların dilinde bu durum “kriz içinde fırsat kovalama” olarak da adlandırılabilir elbette. Oysa krizi asıl fırsata çevirenler emperyalist güçler oldu bile. Kuzey Afrika halklarının eskisi gibi yönetilmek istemediğini gösteren ayaklanmalar ve eski müttefiklerinin koltuklarının sallanması üzerine emperyalist güçler (ABD), eski işbirlikçilerinden (Mısır ve Tunus’ta) kurtulup rejimleri yeniden dizayn etmeye giriştiler. Bu arada Libya ise özel olarak yaratılan fırsat oldu. ABD’nin yıllardır Kaddafi’den kurtulmak istediği zaten bilinmekte. Bu tutum alışta ABD’nin tutarlılığı “takdire şayan”. Ya Fransa ve İtalya! Çok değil daha bir yıl önce Kaddafi’nin elini öpen Berlusconi ve Paris’e Kaddafi’nin çadırını kurduran Sarkozy, o dönemde bunları yaparken “padişahın önünde eğilirken gaz çıkaran köylü” rolündeydiler. Şimdi ise yaralı ama hala canlı bir hayvanı didikleyen leş kargaları. Her şey daha fazla yağma ve talan için. Basit bir örnek; İtalya, Libya’da çıkarılan petrolün %40’ını alıyor ve daha geçen yıl 2000 km.lik otoyol ihalesi aldı. Ama şimdi amaç daha çok ve daha ucuza petrol ve yok ettikleriyle birlikte daha çok inşaat ihalesi. AKP ise feryat ediyor. Abdullah Gül, Fransa ve İtalya’yı fırsatçılıkla suçluyor ve Kaddafi’den yardım istiyor; “Bir an önce görevi bırak yoksa ülkeni talan edecekler” ve ekliyor “Irak’ta da bunu yaptılar”. ABD, Irak’ı işgal etmek için kendi ülkesinin topraklarını kullanmak istediğinde “tamam hallederiz” diyen kendisi değilmiş gibi.

A

Tayyip’in dersini iyi çalışmadığı zaman saçmalama konusunda sınır tanımadığı zaten biliniyor. Önce “NATO’nun Libya’da ne işi var” diyerek, aklı sıra NATO’yu devre dışı bıraktırıp “kendisine” başrol verilmesini sağlayacaktı. Ama bu taktik tam tersine yol açtı; şu anki işgal güçlerinin (ABD, Fransa, İtalya,..) inisiyatif almasını sağladı. Şimdi ise kaçırdığı trenin peşinden koşup, “NATO devreye girsin, biz de aktif rol alalım” derdinde. Bir taraftan "Türkiye asla ve asla Libya halkına silah doğrultan taraf olmayacak" yaygarası yaparken diğer taraftan ABD, Libya'da Türkiye tarafından temsil ediliyor. (Ayrıca AKP, 8 bin 360 Amerikalının Libya’dan tahliyesini 26 uçak ve 2 gemi ile gerçekleştirdi.) Türkiye'nin Libya büyükelçiliği, ABD'nin "konsolosluk ofisi" gibi hareket ederek çalışmaya başladı. Üstelik bu hizmeti sadece ABD’ye değil Fransa’ya, İtalya’ya, Kanada’ya ve İspanya’ya da veriyor. Şimdi de sözde silah ambargosunu denetlemek için 5 gemi ve 1 denizaltı gönderme kararı almış. Zalimin sofrasına oturan masum rolü, yersen! AKP’nin bu “masum rolü”nü, sıra Suriye’ye geldiğinde nasıl icra edeceği ise merak konusu! ABD’nin bu konjonktürü Suriye ve İran için kullanacağı şimdiden çok açık görülmekte. Libya müdahalesi ile uluslararası hukukta yeni bir meşruiyet gerekçesi yaratıldı; ülkesi içerisindeki silahlı bir isyanı bastırmaya çalışan iktidarları devirmek için uluslararası güçlerden oluşan bir koalisyonla askeri müdahale yapılabilir artık. Dikkat edilirse Mısır ve Tunus’tan farklı olarak Libya’da silahlı bir ayaklanma söz konusu. (Aynı gerekçeyle birçok ülke hatta Türkiye bile (!) bu kapsama girebilir.) ABD, Suriye’deki gösterileri gerekçe gösterip Esad’ı hedef aldığında Tayyip, kadim dostu Esad’a, Mübarek’e ve Kaddafi’ye dediği gibi “artık zamanın doldu, git” diyebilecek mi? Yakında nasıl kıvıracağını göreceğiz? Sonuç: Başta ABD olmak üzere

hiçbir emperyalist güç ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan halklara iyilik olsun diye kılını kıpırdatmaz. Başta petrol ve silah olmak üzere emperyalist çıkarlar insan hayatından, halkların çıkarından, toplumlar arası hukuktan önce gelir. Bu durumu tersine çevirecek tek şey sosyalizmdir. Ve emperyalist çıkarlar, güç dengeleri içinde rol kapmaya çalışan AKP, dünya halklarına ZARARLIDIR! *** AKP sadece dünya halklarına değil, bu ülkenin halklarına da zararlıdır. Dış gündemin yoğunluğu ve trafiği Tayyip’in ülke içine ilgisini, dolayısıyla AKP’nin seçim dönemi programını olumsuz etkilemekte. Tayyipsiz AKP, kafası koparılıp ortalığa salınan tavuğa döner. Bunun farkında olan Tayyip de önümüzdeki günlerde hızla iç gündeme dönüp, sahne alacaktır. İç gündemde de AKP’lilerin kolayca baş edemeyeceği başlıklar oluşmuş durumda. CHP, ezberini tamamen değiştirdiği gibi eski CHP’nin reflekslerini göstermemek için “aşırı” zorluyor. En son Kılıçdaroğlu, BDP’li milletvekillerinin polise gösterdikleri tavırları “zoraki” kınadı, Baykal olsaydı böyle mi yapardı?! Laik devlet kavramı gitti yerine sosyal devlet, özgürlükçü demokrasi kavramları geldi (çok inandırıcı değil mi?). Aile sigortası, ‘Gence Artı’, bedelsiz bedelli askerlik gibi projeler AKP’nin ezberini bozmuşa benziyor. Şimdilik bunlarla dalga geçme modundalar. Hatta Tayyip önerilerin içeriğinden bile habersiz olduğunu bedelli askerlik önerisine gösterdiği tepkiyle ifşa etti. Bu önerinin sadece parası olanlara yarayacağını söyledi, oysa CHP, bir seçim yatırımı olarak parası olmayanlara da bedelsiz askerlik öneriyordu. Yeri gelmişken bu bedellik askerlik hatta askerli üzerine birkaç başlığın altını çizmekte “hayır” var. Savunma Bakanı’nın açıkladığına göre Türkiye’de 1 milyon kişi tecilli, bakaya ya da asker kaçağı konumunda. Tabii bu sayının içerisinde işlerini “kılıfa”

koyanlar yok. Örneğin Tayyip Erdoğan’ın iki oğlu gibi. Hatırlanacağı üzere Tayyip’in büyük oğlu Ahmet (hani 19 yaşında trafik kazasında birini öldüren, 22 yaşındayken babasına 250 bin dolar borç veren, 28 yaşında gemicik alan var ya), babası İstanbul Belediye başkanı iken “testis kanseri” tanısıyla çürüğe ayrılmıştı, küçük oğlu Bilal ise yurtdışında çalıştığından 21 günlük vatani hizmetini “alnının akıyla” yapmıştı. Tayyip ve Tayyip gibi olmayanların çocuklarının ise başka yolları mevcut. Yani çürük raporu alamayanlar, yurtdışında uygun iş bulamayanlar da bir yolunu bulup vatani görevlerini geri hizmetlerde “alınlarının kırmızısıyla” yapıyorlar. O yüzdendir ki bu ülkede bir tek Teşvikiye Camisi kalmıştır, asker cenazesi kalkmayan. Bilindiği gibi Teşvikiye Camisi İstanbul sosyetesinin, iş ve devlet erkanının kullanımına tahsis edilmiş durumdadır. Ancak onlar kendi asker çocukları için bu mekanı kullanma ihtiyacı hiç duymadı (herhalde hepsi kız ana-babası olsa gerek). Kılıçdaroğlu’nun bir de “askerliği yaz tatillerinde yapma” önerisi var. CHP Genel Başkanı bu öneriyi seçim döneminde vatandaşlara “hoş” görünmek için yapmış olmasına rağmen bu öneri askerliğin nedenini artık “açıktan” sorgulatmaya başlamalıdır. 12 ay ya da 15 ay askerlik niçin gereklidir? Eğer askerlik hizmeti, vatanı ihtiyaç olduğunda savunabilmek için gerek duyulan askeri bilgi ve deneyimin önceden kazandırılması için yapılıyorsa bu süre 15 ay mıdır? Bu ülkede askerlik hiçbir zaman böyle anlaşılmadı ki ve anlaşılmayacak ki. Askerlik orduyu ve devleti korumak için yapılır. O yüzdendir ki T.C. ordusu kuruluşundan beri “dış düşman”a göre değil, “iç düşman”a göre örgütlenmiş ve konumlandırılmıştır. O yüzdendir ki ülkenin her yerine yerleştirilmiş ordular, kolordular, tugaylar, alaylar… mevcuttur. *** AKP’nin bu dönem kolayca baş edemeyeceği bir diğer gündem

elbette Kürt sorunu. BDP, Newroz’da milletvekilleriyle gösterdiği “aktif savunma” davranışlarının ardından, “sivil itaatsizlik” dönemini başlattığını açıkladı. Ana dilde eğitim hakkını, siyasi ve askeri operasyonların durdurulmasını, yüzde 10 seçim barajının düşürülmesini amaçlayan bu süreç, AKP’nin zaman kazanma ve oyalama taktiklerini boşa çıkarabilecek mi? Görüldüğü üzere AKP’nin Kürtlere ilişkin genel siyaseti, zamana yayarak yumuşatma üzerine kurulu. Barışçıl süreç ne kadar uzarsa karşı taraf zayıflar ve kendi örgütlenmesi için de olanak ve zemin yaratılır. Bu süreç içinde AKP’nin özel önem verdiği ise Kürt siyasal temsiliyetinin, sistemin kontrol mekanizmalarının dışına “kaçmaması” (ki KCK operasyonu bu anlama geliyor, o yüzden bu kadar sert darbeler vuruluyor), sistemin kontrol mekanizmalarında olan tarafın ise mümkün olduğu kadar zayıflatılması (ki yüzde 10 barajı sayesinde 50’nin üzerinde olabilecek milletvekili sayısı 20’lerde tutulabiliyor). Diğer yandan BDP’nin de KCK ve yüzde 10 barajı gibi konularda etkili kontr-politikalar geliştirdiği söylenemez. Batı’ya ilişkin oluşturduğu “seçim siyaseti”nin ise yine bir öncekine benzer yanlışları da içerdiği aşikar; batıdaki halkın sorunlarını çözebilecek muhatabiyetler oluşturmak yerine sadece seçim sandığına kitlenmiş dar, elit, popüler adaylar arama telaşındalar. Ancak bölgede, seçime kadar izlenecek aktif kitle muhalefeti AKP’yi bir önceki seçime göre sayısal olarak geriletebilirse “pazarlık” güçleri artacaktır. *** AKP’yi “biraz” zorlayacak ama seçimlere kadar rahatça yedekleyebileceği bir hamle ise TÜSİAD’dan geldi. Daha önce AKP için Anayasa taslağı hazırlattırılan Ergun Özbudun ve Turgut Tarhanlı’ya, bu kez de “yeni” bir Anayasa taslağını TÜSİAD hazırlattırıvermiş. Tam da seçim öncesi, fırsat bu fırsatken. AKP de zaten seçimlere “yeni anayasa” vaadiyle giriyor. Ne istiyor ülkemizin

büyük tekelci sermayesi. Elbette kendi çıkarının ve gelecek hedeflerinin anayasal güvence altına alınmasını. Güvenceli çalışmanın, parasız eğitimin-sağlığın-barınmanın-, doğanın talan edilmemesinin, çocuk işçi çalıştırmamanın, kadınlara sosyal güvencenin vb. anayasal bir hak olmasını önermiyorlar elbette. Bu ülkenin emekçilerine, yoksullarına, demokrasi yanlılarına birkaç kırıntı düşerse de ne ala. Tekrar edelim; kendi işyerlerinde, fabrikalarında güvencesiz, sendikasız işçi çalıştıran, çocuk işçi çalıştırmayı yasaklamayan, enerji alanından çok para kazanacağım diye doğal dengeyi bozan, halkın eğitim, sağlık, barınma gibi haklarını gasp edip bu alanlardan kar elde etmeyi amaçlayan tekelci sermayenin bu ülkeye, bu halka sunabileceği hiçbir öneri halk yararına değildir! *** Halkın Anayasa maddelerinin ne olması gerektiğini merak ediyorlarsa bu dönem sokaklara bakmaları yeter. Sağlık hakkı için, güvenceli çalışma için, doğanın ve yaşamın talan edilmesine karşı çıkmak için, eğitim hakkı için, barınma hakkı için, kadınlara sosyal güvence için, demokratik üniversite için, demokratik lise için sokağa çıkanlar halkın anayasa maddelerini bilinçlere kazıyacak, mücadeleleriyle bir kez daha hatırlatacaklar. Bu noktada, seçim döneminde (elbette daha sonrada) izlenmesi gereken “halkın siyaseti” de bellidir. AKP’nin geriletilmesi önemli ve doğru bir amaçtır ancak bundan anlaşılması gereken “ana amacın” AKP’nin sayısal çoğunluğun azaltılması değil, AKP’nin uyguladığı neoliberal politikaların, AKP’nin izlediği emperyalist işbirlikçisi dış politikaların, AKP’nin gerici toplum mühendisliği projelerinin ve AKP’nin yeniden yapılandırmaya çalıştığı kurumsal faşizmin engellenmesidir.


4

GÜNDEM 25 Mart 2011 / 7 Nisan 2011

Halk›n Sesi

Kürt ‘Tahriri’ mi Çanakkale’den Hakkari’ye kadar uzanan çok geniş bir yelpazede milyonlarca Kürdün katıldığı Newroz kutlamaları, “Çözüm Çadırları”nda odaklanan bir “Sivil İtaatsizlik Hareketi”ne açılıyor. Demokratik Toplum Kongresi ve BDP’nin başlattığı “Sivil İtaatsizlik Hareketi” KCK tarafından ilan edilen “yeni stratejik hamle” ile birlikte ele alındığında Kürt sorununda yeni bir siyasi mücadele dönemine girilebileceği görülüyor. Hatırlanacağı gibi KCK 28 Şubatta yaptığı bir açıklamayla 1 Mart’tan itibaren “Eylemsizlikten aktif savunma konumuna geçtiğini” ilan etmişti. Öcalan’ın 20 Mart’ta duyurulan “Yaz başına kadar gelişmelerin takip edilmesi”, “KCK’nin üzerlerine gelinmediği sürece çatışmadan kaçınması; ancak üzerine gelindiği zaman meşru müdafaa hakkını kullanması; Hazirandan sonra da gelişmelere bakarak kendi kararını vermesi” yönündeki önerisine karşılık, KCK önderliği “Kürt sorununun barışçıl siyasi çözümü için devletin ve hükümetin adım atmaması, resmi ve kesin bir güvence verFerda memesi durumunda eylemsizliği sürdürmeyecekleri” açıklaKoç masında bulundu. KCK ferdakoc@ Yürütme Konseyi Üyesi Duran hotmail.com Kalkan, 1 Mart’tan başlayan bu yeni süreci “yeni bir stratejik hamle” olarak nitelendirdi ve “Arap halkının direnişine Kürdistan’dan cevap vermek” olarak tanımladı. Kürt Özgürlük Hareketi, AKP’nin bir “seçim oyunu”na dönüşen “Kürt Açılımı”yla oyalanmaktan vazgeçiyor ve yeni bir “çözüm zorlaması” sürecini mi başlatıyor. Çözüm çadırlarının etrafında “Kürt Tahrir Meydanları” yaratılabilecek mi? 2011 Newrozu, Kürt özgürlük mücadelesinde yeni bir sürecin görkemli bir doğum günü mü olacak? Önümüzdeki günlerde bu soruların yanıtları meydanlarda görülecek. Ancak, Kürt Özgürlük Hareketinin politik liderliğinin yaptığı kitlesel siyasal mücadele, “serxıldan” çağrılarını en zor koşullarda dahi son derece enerjik bir biçimde yanıtlayan Kürt halkının bu yeni çağrıyı da yanıtlamak için seferber olacağını düşünmek için çok sayıda nedenin bulunduğu da ortada. AKP hükümetinin “kokuyu önceden alarak” Newroz meydanlarının “Demokratik Çözüm Çadırları”na yürüyüşünü önlemek için başvurduğu terör Kürt halkının DTK’nın çağrısına daha fazla kulak vermesine yol açacak. Diyarbakır’daki milyonluk Newroz alanının kürsüsünden yapılan Çözüm Çadırı’na yürüyüş çağrısına ilk anda yanıt veren onbinlerin yerini yüzbinlerin alması zor olsa da küçük bir olasılık değil. Bu olasılık karşısında ise AKP’nin elinde terörden başka bir seçenek yok gibi görünüyor. “Polisi tokatlayan, taşa sarılan terörist milletvekilleri” çığırtkanlığının Kürt halkına değil, Türk ırkçılığına hitap eden bir söylem olduğu düşünülürse, AKP’nin çoktan “terörü seçtiğini” söyleyebiliriz. Kıbrıs halkının “Mübarekleştirdiği” Erdoğan bu kez de Kürt halkı karşısında “Kaddafileşme” yoluna giriyor. Türkiye’deki siyasi süreçle Kuzey Afrika’daki siyasi süreçler arasındaki benzerlik bu noktada bitiyor. Çünkü Türkiye’de Mübareği “kenara çekerek halkın gazını alacak” bir ordu yok. Kimse, Türkiye’deki Kürt muhalefetine “güvenli bölge” yaratmak için “hava harekatı”na da girişmeyecek. Kürt halk muhalefeti, AKP iktidarının gerçek yüzünü belki ortaya çıkarabilecek ama ortaya çıkan “çirkinliğin” süpürebilecek bir “uluslararası siyasi konjonktür”le bütünleşmesi söz konusu olmayacak. Ancak bu hiç de “kötü” bir durum değil. Adım adım ilerleyen AKP diktatörlüğünün ezici baskısı altında bunalan Türkiye’nin demokratik güçleri, Kürtlerin “Çözüm Çadırları” etrafında oluşturacakları “Tahrir”leri “Demokrasi ve Hak Çadırları” etrafındaki “Tahrirlerle” çoğaltabilirse, Kürt halk muhalefeti, Türkiye’nin geri kalanındaki kitlesel halk muhalefetiyle kaynaştırılabilir ve Türkiye halklarının tümü için bir “Halkçı Demokratik Seçenek” üretilebilir. Elbette bu bir “hayal”. Ama “hayal”leri “inşa etmeye” yetecek kadar uzun ve çok merkezli ve çok eksenli bir “mevzi savaşları” sürecinin yaratılabilmesi hiç de olanaksız değil. Sorun Türkiye sosyalist hareketinin ve Kürt Özgürlük Hareketinin, bu çok merkezli, çok eksenli “mevzi savaşları”ndan “manevra savaşı”na geçebilecek bir devrimci bütünlüğü üretmeyi soğukkanlılık ve dirayetle ele alabilecek “sol duyu”yu üretebilmesinde.

EDP kapıları açık unutmuş

D

üşene vurmak hoş değildir. Ama böyle de düşülmez ki. Kısa ömrü boyunca gücünü sola tekme sallamakla tüketen, sonra da dengesini kaybedip sapır sapır dökülen liberal solcu Eşitlik ve Demokrasi Partisi memlekete ibret oluyor. İlk fireler daha kurulamadan verilmişti. Partiyi ilk olarak Ahmet İnsel, Gençay Gürsoy, Mithat Sancar gibi kurucuları terk etti; CHP’nin başına Kılıçdaroğlu geçince de eski SHP kadroları. Referandumda “evet”

tavrını benimseyince yönetimdeki Alevi hareketi liderleri ile yollar ayrıştı. Bu ayrışmaya, birkaç ay öncesine kadar partinin genel başkan yardımcısı olan Ali Balkız’ın CHP’den adaylığını ilan etmesiyle tüy dikildi. Sonra da partinin genel başkanı Ziya Halis istifa etti. Kendileri için “EDP kapıları kapalı bir parti değil, kapıları herkese açık bir partidir!” diye yazmışlar. Nasıl bir kapıymışsa içeri giren pek yok ama çıkanın da ardı arkası kesilmiyor.

Sermayenin özlediği sol C

HP’nin yeni hamleleri, sermayeyi yıllardır yokluğundan şikayet ettiği sosyal-liberal seçeneğe kavuşturacak mı? Gelecekte ne olur bilinmez ancak “bedeli askerlik önerisi”, “sivil toplum raporu” ve “aile sigortası” gibi hamleler neoliberalizmin sosyaldemokrat alternatifini ilk defa bu kadar sahici bir hale getirdi. CHP’nin seçimlere üç ay kala giriştiği hamleler, bugüne kadarki devletçiorducu CHP algısını zorluyor. Ne iktidar partisi AKP ne de muhalefet bu CHP’ye alışkın olduğundan, CHP’nin “yapacağım” dediği ve gerçekleştirilmesi imkânsız olmayan vaatleri karşısında etkisiz bir “boş vaat” ezberine sarılıyor. Kendini doğrudan AKP ile özdeşleştirenler dışında sermaye çevreleri ve onların sözcülüğünü yapan medya ise CHP’deki bu gelişmeleri olumlayan ve teşvik eden ancak henüz yetersiz bulduğunu da unutturmayan bir tutum alıyor. Çünkü CHP’nin vaatleri “boş” değil, neoliberalizme uyum sağlamış pek çok sosyaldemokrat partinin benzerlerini hayata geçirdiği politikalar.

AKP M‹ S‹V‹L, CHP M‹? Deniz Baykal’ın ordunun siyasette esas belirleyici güç olduğu koalisyon hükümetleri döneminde pekiştirdiği TSK yanlısı tutum nedeniyle, herhangi bir ilerleme kaydedemediği gibi sürekli gerileyen ve etkisiz bir pozisyona itilen CHP, şimdilerde bu imajı değiştirmeye çalışıyor. Bedelli askerlik önerisi tam da, sermayenin takdirini toplayan bu çabaya denk düşüyor. Bir dönem

Sermayenin özledi¤i sol ufukta göründü. O ufuk, elbette kendine oy verenleri piflman eden malum milletvekili de¤il. Görünen, CHP’nin ete kemi¤e bürünmeye bafllayan yenilenme hamlesi. Yeni CHP sivil, liberal ve popülist ad›mlarla arz-› endam ediyor

AKP’nin dillendirdiği ancak TSK’dan gelen itirazlarla rafa kaldırılan bedelli askerliği tekrar gündeme getiren CHP, “Buna asker değil Meclis karar verecek” diyerek sivillikte AKP’yi geride bıraktığını ima etti. Askerliğin kısaltılmasını, parası olmayana ‘bedavabedelli’ uygulanmasını ve gelen paraların öğrenci yurdu yapımında kullanılmasını önererek dersini iyi çalıştığını gösteren CHP karşısında bocalayan AKP, sosyal-liberal bir seçenek karşısında hazırlıklı olmadığını gösterdi.

S‹V‹L TOPLUM RAPORU Aynı dönemde tartışmaya açılan bir başka yeni adım da CHP’nin “Sivil Toplum Raporu” idi. Neoliberalizmin toplumsal kontrol mekanizması olan STK’laşmayı teşvik etmekten söz eden raporda, cemaatlere ilişkin de önemli göndermeler var. Yolsuzluğa bulaşmış (örn. Deniz Feneri) ya da radikal/hiyerarşik (örn. Mustazaf-Der) kesimler dışında dini referanslı STK’lara yani cemaatlere de onay veren rapor da uzlaşmanın da çatışmanın da

sinyalleri var. Raporun ilanıyla eş zamanlı yaptığı açıklamada, Kılıçdaroğlu tarikatların/cemaatlerin yasakçılıkla ortadan kaldırılamayacağından ancak örgütlenmenin önü açılarak geriletileceğinden söz etti. Yani sosyal-liberal proje ile uzlaşan bir dinsel cemaate kapılar kapalı değil. Ancak CHP’nin, hala militan bir AKP destekçisi olan Gülen cemaatine açık çek vermek gibi bir saflığa düşmediği de görülüyor. Kılıçdaroğlu’nun açıklamasında dikkat çeken bir başka nokta da, ilerici

örgütlenme eğilimlerinin var olduğunda söz ederken, “Doğu” diye andığı Kürt illerindeki kadın örgütlenmesini ve Karadeniz’deki Derelerin Kardeşliği Platformu’nu anmasıydı. Anlaşılan yeni CHP, sosyalistlerin başını çektiği örgütlenmelere de kanca atma derdinde.

L‹BERAL‹N SOSYAL‹ CHP’nin seçim sürecindeki en önemli kozlarından biri ise, yoksul ailelerin gelirini 600 liraya tamamlayacağı söylenen Aile Sigortası. Yoksul bir kadının elinde

Aile Sigortası cüzdanı ile gidip 600 lira aylığını aldığı reklam filmi, CHP’nin oldukça zayıf bir tabana sahip olduğu orta ve doğu Anadolu’da yüksek oranda olan yoksul seçmeni hedef alan etkili bir propagandayı başlatmış durumda. Brezilya’da üç dönemdir iktidarda olan sosyal-liberal İşçi Partisi’nin gelir desteği programı ile benzerlikler taşıyan ve iddia edilenin aksine kaynağı da gösterilen bu sistem, sermayenin çıkarlarına doğrudan dokunmadan yoksulların yaşam koşullarını iyileştirmeye dayanan bir uzlaşma siyaseti. Ancak yoksulun ağzına bir parmak bal çalan bu uzlaşma siyaseti, nüfusun önemli bir kesiminin insanca bir işe ve güvenceye sahip olamadığı bir gelecek öngörüsüne dayanıyor (bakınız Erinç Yeldan söyleşisi, sayfa 14). CHP’nin diğer bir vaadi de taşeronu yasaklamak. İzmir Konak’ta örgütlenmek isteyen taşeron işçileri dövdüren CHP’nin Gebze’de taşeron işçiler için yaptığı eyleme (bakınız sayfa 7) ikiyüzlülük deyip geçmek de doğru ama eksik bir yaklaşım olur. CHP, taşeronlaştırma ile yeterince ucuzlatılmış ve güvencesizleştirilmiş emek pazarında, hem taşeron sisteminden kaynaklanan verimsizlikleri ve alt işveren karından oluşan ek masrafları hem de henüz sistem tarafından içerilemeyen olan taşeron işçi tepkilerini sorun olmaktan çıkaracak bir uzlaşma kanalı vaat ediyor. Kısmi iyileştirmeler getirmesi mümkün olan bu sistemin dile getirmediği vaat ise güvencesizliği ve esnek çalışmayı kural haline getirecek olması.

AKP’nin adaylar devletten AKP’li Milletvekili aday› olmak isteyenler için görevlerinden istifa süresi 10 Mart itibari ile bitti. Son verilere göre, AKP’den aday aday› olan kifli say›s› 5 bini aflt›. ‹ktidar partisinin adaylar› içinde yeni “devlet adamlar›”n›n yo¤unlu¤u dikkat çekiyor

A

day adayları listesine bakıldığında görünen o ki; AKP’nin 8 yıllık iktidarı boyunca, devlet kadrolarında, sermayenin yönetici kadrolarında konumlanışı meyvelerini verdi. Gazete köşelerindeki AKP sözcülerinin, SGK, TEDAŞ, Çaykur, RTÜK, TCDD, DSİ gibi devlete bağlı pek çok kurumun müdürlerinin, kimi işçi sendikalarının başkanlarının, yargı personelinin, akademik personelin AKP ile paralel söylemlerinin niyet ve nedenleri bugün (genel seçimler öncesinde) daha açık seçik görülebiliyor.

PROF‹L: TANIDIK PROF‹L Milletvekili aday adayı profili, sekiz yıllık iktidarı boyunca AKP’nin yetiştirdiği emniyet, maliye başta olmak üzere devlet bürokratları kuşağının doğrudan Meclis’e girerek siyaset yapmaya hazırlandığını gösteriyor. Aralarında Orman Genel Müdürü’nden çeşitli bakanlıkların müsteşarlarına kadar 60 bürokratın AKP’den aday olmak için başvuru yaptığı kesinleşti. Bu istifalarla görevi bırakan bu kuşağın yerini dolduracak yeni devlet bürokrasisi adaylarının da önü açılıyor. Emniyet ve valilik gibi mülki idarelerde görev yapan isimlerin adaylık başvurularındaki yoğunluk da dikkat çekti. AKP’den aday

olmak için görevinden ilk istifa eden isim 1 Mayıs’larda işçilere saldıran ve ‘gazcı vali’ olarak bilinen sonrasında Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’na atanan Muammer Güler oldu. Güler hakkında Hrant Dink suikastinde kusuru bulunduğu iddiasıyla inceleme başlatılmıştı. Öte yandan, Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kağan Köksal da AKP’den aday olmak için görevinden istifa edenler arasında. Başbakan’a danışmanlık yaparak, ona dolaylı biçimde yol gösterenler doğrudan ve etkin bir biçimde AKP siyasetine yön vermek üzere meclise giriyor. Yeni Şafak gazetesinde Yasin Doğan ismiyle yazan, başbakanın danışmanı

Yalçın Akdoğan, Erdoğan’ın medya ilişkilerinden sorumlu danışmanı Nabi Avcı, Başbakanlık Özel Kalem Müdür Yardımcısı Çağatay Kılıç, Başbakanlık Başmüşaviri ve Gazi Üniversitesi öğretim görevlisi Prof.Dr Emrullah İşler adaylık için istifa eden isimler oldu. Başbakanın doktoru Yıldırım Ramazanoğlu da milletvekili aday adayı oldu.

YAN GEL‹P YATMA YER‹ OLARAK MECL‹S TOKİ Başkanlığı süresince AKP’nin dili olmuş Erdoğan Bayraktar’ın vekillik için aday adaylığını açıklaması süpriz olmadı. Hükümetle birlikte, kentleri yağmalamanın, binlerce gecekonduyu yıkıp, binlerce yoksulu evsiz

bırakmanın ve borçlu çıkarmanın hukuksal dayanaklarını yaratan, sermaye lehine projelere imza atan Bayraktar, adaylık açıklamasını bu işlerden çok yorulduğunu söyleyerek yaptı: “Eğer seçilirsem, biraz da emekli gibi yaşayıp, torunlarıma vakit ayırmak istiyorum. Seçilemezsem de TOKİ'ye geri dönerim. Çünkü yapılacak çok iş var.” Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu’nun aday adaylığını açıklaması en az Bayraktar’ınki kadar olağan bir hamle oldu. Erdoğan’ın daveti üzerine adaylığını açıkladığını söyleyen Uslu, Hak-İş’te sürdürdüğü “demokrasi mücadelesini” AKP’de sürdüreceğini ifade etti. Uslu, AKP’nin emekçilere yönelik saldırıları karşısında ses çıkarmamış, kimi zaman AKP sözcüsü gibi davranmıştı. Sendika yöneticilerinden SağlıkSen Genel Başkanı Mahmut Kaçar, Eğitim-Bir-Sen Genel Sekreteri Halil Etyemez de görevlerini bırakarak AKP’den aday oldu. Halihazırda AKP’nin çizdiği yeni Türkiye için dönüşüme girişmiş Star gazetesi yazarı Şamil Tayyar ve Zaman gazetesindeki her yazısı İslamcı-faşist kitlenin ruhunu okşayan Mümtaz’er Türköne de artık AKP ideolojisini daha içerden üretmek üzere adaylık başvurusunda bulundu.

Beyazıt ve Halepçe katliamları unutturulmadı Devrimci Demokrat Ö¤renciler, 16 Mart Platformu, Ça¤dafl Hukukçular Derne¤’nin ça¤r›s› ile Beyaz›t Meydan›’nda biraraya gelen yüzlerce kifli 16 Mart 1978’de katledilen 7 devrimciyi ve Halepçe katliam›nda hayat›n› kaybedenleri and›. Yap›lan bas›n aç›klamas›nda ö¤renciler, Beyaz›t katliam›n›n 33 y›ld›r ayd›nlat›lmad›¤›n› AKP hükümeti döne-

minde davan›n zaman afl›m›na u¤rat›ld›¤›n› vurgulad›. Ö¤renciler, AKP’nin katliamda aktif rol alan komiser muavini Reflat Altay’›n kritik yerlerde görevlendirerek, katliama ortak oldu¤unu vurgulad›. Ö¤renciler Halepçe’de katledilenleri de anarak, “Yaflad›klar› co¤rafyada sürekli inkar edilen ve asimi-

le edilmek istenen Kürt halk› için devlet terörü siyasal co¤rafyalar de¤iflse de ayn› kalmaktad›r” dediler. Bas›n aç›klamas›ndan sonra katliam›n›n yafland›¤› Eczac›l›k Fakültesi önüne yürüyen ö¤renciler, burada karanfil b›rakt›lar. Katillerden hesap soruluncaya dek mücadeleyi sürdürecekleri sözünü vererek eylemi sonland›rd›lar.

yargıca terfi H

SYK 19 Mart günü 76 idari hakim ve savcının görev yerini değiştirdi. HSYK, görev değişikliklerini kendilerine yapılan başvurulara göre yaptığını iddia etse de değişiklikler ödül-ceza mekanizmasının işlediğini gösterir nitelikte. Kars’taki İnsanlık Anıtı’nın yıkılması kararının yürütmesini durduran Erzurum 1. İdare Mahkemesi Başkanı Mehmet Haskalaycı düz üye olurken, aynı davada yürütmeyi durdurma kararını kaldıran Bölge İdare Mahkemesi üyesi Ahmet Durmaz ise Haskalaycı’nın yerine Erzurum İdare Mahkemesi Başkanlığı’na getirildi. Kararı kaldıran heyetteki Erzurum Bölge İdare Mahkemesi üyesi Kemal Kuku da Konya İdare Mahkemesi Başkanlığı’na atandı. Hrant Dink cinayetinde ihmali bulunduğu öne sürülen emniyet mensuplarının soruşturulmasına engel oluşturan kararı veren ve bu nedenle Rakel Dink tarafından HSYK’ya şikayet edilen isimler arasında yer alan İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Başkanı Atilla Sarp Danıştay Savcılığı’na getirildi. Dink’in şikayet ettiği isimlerden, aynı heyette yer alan İlhan Hanağası da Abdullah Gül tarafından Danıştay üyeliğine seçilmişti.


5

DÜNYA 25 Mart 2011 / 7 Nisan 2011

Halk›n Sesi

Akbabalar Libya’da 7 L

ibya’da 42 yıldır süren Kaddafi rejimine karşı isyanlar birinci ayını geride bırakırken ülke emperyalist saldırıyla karşı karşıya kaldı. İsyanın ilk haftasında elindeki kentleri kaybeden Kaddafi’ye pek ses çıkarmamaktan yana olan emperyalistler, aralarında kendi yarattıkları “isyancı”ların da olduğu grupların iç savaşta yenilgiye yaklaşmalarıyla harekete geçtiler. BM Şartı 7. Maddesi kılıfına uydurulan bir “uluslararası insani yardım” hareketi çerçevesinde ve Fransa’nın askeri öncülüğünde, 19 Mart’ta Libya’ya emperyalist saldırı başlatıldı. Fransa’nın operasyona öncülük etme isteğinde Libya’daki servetin yeniden paylaşımı konusundaki kaygılar da mevcut ancak, “deli” Kaddafi’yle daha düne kadar dost olan Sarkozy’yi kşkırtan başka faktörler de bu süreçte devreye girdi. Seçim kampanyalarında Kaddafi’den büyük maddi destek aldığı bilinen Sarkozy, tamamen alt üst olan karizmasını düzeltmek için Libya halkını Kaddafi gibi bir “deliden” kurtarma operasyonuna girişti. Özellikle geçtiğimiz yıl yürürlüğe soktuğu emeklilik yasası gibi neoliberal politikalarla karşısına ciddi bir muhalif kitleyi alan ve bir sonraki seçimleri kazanması oldukça zor görünen Sarkozy’nin Libya’da kendi sattığı silahlara karşı savaşı başlamış oldu. Fransa’nın tüm itirazlarına karşın NATO’nun devreye sokul-

İç savaşla işgal fırsatını yakalayan emperyalistler, Kaddafi’nin isyanı bastırma hamlesiyle harekete geçti. Libya’ya işgal harekatı başlatıldı masıyla birlikte Libya’ya yönelik emperyalist saldırı genişleyebilir ancak olacaklar konusunda emperyalist bloğun başını çeken ABD bile net bir fikre sahip görünmüyor. ABD Genelkurmay Başkanı Mike Mullen Libya’daki müdahalenin sonuçları hakkındaki bir soruya “Kaddafi gidebilir, Libya bölünebilir, Kaddafi kalabilir” şeklinde cevap vererek emperya-

listlerin saldırısı sonrasındaki çıkarlarının neyi gerektireceğinin henüz netleşmediğini ortaya koydu. Mike Mullen’in bahsettiği üç ihtimalin en az ikisi emperyalist çıkarlarla örtüşecek. Libya’nın bölünmesi halinde, iç savaş süresinde isyancıların hakim olduğu doğu bölgelerinde emperyalist çıkarlara hizmet eden bir devlet kurulması olası. Emperyalistler kurdukları “isyancı”

örgütlerle bunun zeminini zaten oluşturmaya başlamıştı. Kaddafi’nin gitmesi durumunda ülkedeki halk hareketinin ve yaratılan “isyancı” grupların sistemle bütünleşmesi sağlanacak ve isyan sistemin yenilenmesiyle sonuçlandırılacak. Kaddafi’nin Libya’nın başında kalması ise en karmaşık sonuçları doğuracak ihtimal olarak görünüyor. Kaddafi’nin aynen yerinde kalması durumunda

emperyalistlerin hem zengin petrol kaynaklarından yararlanmak hem de Orta Afrika, Cebelitarık Boğazı ve Güney Avrupa’nın “güvenliği” için önemli konumda olan Libya’da kontrolü kaybetmemek için Kaddafi’yle uzlaşması gerekecek. Çok ufak bir ihtimal de olsa bu uzlaşmanın gerçekleşmesi durumunda da emperyalist çıkarların diğer iki seçenekte olduğu kadar sağlanamayacağı açık. Bu duruma karşı kara operasyonuyla Kaddafi’yi bitirme planı da devreye sokulabilir. Emperyalistler, kara harekatının kesinlikle düşünülmediğini söyleseler de Libya’ya saldırının dayanağı olan BM Şartı 7. Bölümü’nde yer alan, “BMGK öngörülen önlemlerin yetersiz kalacağı ya da kaldığı kanısına varırsa, uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için, hava, deniz ya da kara kuvvetleri aracılığıyla, gerekli saydığı her türlü girişimde bulunabilir” ibaresi, ilerleyen günlerde emperyalist çıkarlar doğrultusunda kara operasyonu düzenlenebileceğini gösteriyor. Daha önce Bosna, Kosova, Irak ve Afganistan’a “insani yardım” amacıyla saldıran aynı emperyalist devletlerin bu ülkelerde neden olduğu sivil kayıplar milyonlarla ifade ediliyor. Girdikleri her yeri talan eden, o ülkelerin halklarını, doğal zenginliklerini sömüren emperyalistlerin Libya’da da aynı kıyıma girişmemeleri için bir neden yok.

İkiyüzlülüğün teşhiri:Bahreyn Emperyalist devletler Libya’da muhalefet hakkını kullananları ‘korurken’, emperyalistlerin işbirlikçisi Bahreyn’de her gün başka bir katliam yaşanıyor

B

ahreyn’de, ülkeyi 200 yıldan fazla süredir yöneten hanedana karşı isyanlar birinci ayını doldurdu. Libya’daki isyanla aynı günlerde başlayan ayaklanmada, emperyalistlerin tam destek verdiği kralın sokakları dolduran on binlerce Bahreynliye karşı tutumu da her geçen gün sertleşiyor. Emperyalist devletler ve bölgedeki işbirlikçileri açısından önemli bir konumda olan Bahreyn’de halk neoliberal saldırılarla, yoksullukla boğuşuyor. Emperyalist stratejilerin tetikçilerinin saldırılarının arttığı ülkede halkın öfkesi de saldırılarla birlikte artılor. “Monarşiyi yıkalım” sloganıyla sokakları dolduran Bahreynli muhaliflerin polis ve askerlerin saldırılarıyla mücadele ettiği bir dönemde, isyanı bastırmak için ülkeye Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) tarafından asker gönderilmesi kararlaştırıldı. Ortadoğu’daki isyanların başlangıç noktası olan Tunus’un devrik diktatörü Ben Ali’ye kucak açan Suudi Arabistan, Bahreyn’e hemen 1000 kadar asker sevk etti. Suudi askerlerini Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ordusu 500 kadar askerle takip etti ve en sonunda Katar da “ülkedeki tansiyonu düşürmek için” asker göndereceğini açıkladı.

Yaklafl›k 200 y›ld›r Bahreyn’in bafl›nda olan Halife hanedan›na karfl› Bahreynl‹ler her gün sokakta. Altta isyan›n merkezi ‹nci Meydan›

‘Öyle saçma fley’ oldu ibya’da Kaddafi’ye bağlı güçlerin isyancılara karşı üstünlüğü ele geçirmesi, işgal için iç savaşı fırsat olarak gören emperyalistlerin iştahını daha da kabarttı. Bu fırsatı hem bölgedeki işbirlikçileri aracılığıyla hem de Libya’da kendi kurdukları bazı “isyancı” gruplarla yaratan emperyalistlerin ülkeye saldırısı başladığı andan itibaren de Türkiye’nin ikiyüzlü dış politikası saklanamaz hale geldi. Emperyalizmin bölgedeki aktif taşeronluğunu üstlenen ve bu görevini yerine getirmek için elinden geleni ardına koymayan AKP hükümetinin Libya’ya müdahale hakkında sadece iki hafta içinde değiştirdiği fikirleri kendi içerisinde bile büyük tutarsızlıklar gösterdi. Daha 28 Şubat’ta Almanya Şansölyesi Angela Merkel’le birlikte açıklama yaparken “Öyle saçma şey mi olur? NATO’nun ne işi var Libya’da? Halkların kendi kaderlerini belirleme haklarına saygı duymalıyız” diyen Tayyip Erdoğan sadece 20 gün sonra Libya’ya 5 gemi ve bir denizaltı gönderecek kadar karar değiştirdi. İktidarda olduğu süre boyunca Kürt halkına “kendi kaderini belirlemek istediği

L

için” sürekli saldıran, Kürt halkının meşru temsilcilerini hapishanelere atan AKP iktidarının Ortadoğu’daki halk isyanlarına gerçekten “kendi kaderini belirleme hakkı”ndan dolayı sahip çıkmadığı zaten biliniyordu.

Göksu Cıkıt goksu@ sendika.org

SAÇMALIKTA SINIR YOK Bahreyn’deki halk ayaklanmasını kanla bastırmaya çalışan El Halife yönetimine ağzını açıp tek söz etmeyen, Bahreyn’e asker gönderip yıllardır süren neoliberal saldırılar karşısında artık yiyecek ekmek bulmakta zorlanan, birçoğu 5-10 aile bir arada yaşamaya zorlanan Bahreynlileri katleden Suudi Arabistan’ın Dışişleri Bakanı’nı bir ay içinde iki kez konuk eden AKP hükümeti, olabilecek “saçma şeyler”in sınırı olmadığını gösterdi. Aslında “öyle saçma şeyler”in olacağı

KİK’in asker göndermesiyle birlikte sistemli bir saldırı bekleyen Bahreynli muhaliflerin bu görüşü çok geçmeden doğrulandı. Suudi askerler isyan hareketinin simgesi olan İnci Meydanı’nı kuşattı. Bahreyn’de çalışan Türkiyeli işçilerden aldığımız haberlere göre askerler ülkeye girer girmez isyanın yaşandığı mahalleleri tanklarla ablukaya aldı. Kısa bir süre sonra da muhaliflere yönelik katliam başladı. İnci Meydanı’ndaki muhalifler sabah erken saatlerde yoğun ateş altında İnci Meydanı’ndan çıkarıldı ve barındıkları çadırlar ateşe verildi. Baskınlar boyunca tüm Bahreyn’de yaşanan saldırılarda onlarca kişi hayatını kaybetti, binlerce kişi yaralandı. İsyanın merkezi olan İnci Meydanı’nın simgesi olan İnci Anıtı kralın emriyle yıkıldı. Bahreyn’de saldırılar hiç durmadan devam ediyor. Libya’da “muhalifleri ve insan haklarını korumak için” saldırı başlatan emperyalistler Bahreyn’de yaşananları görmezden gelmeye devam ediyor. ABD’nin bölgedeki en sıkı müttefiklerinden olan ve İran Körfezi’ni kontrol altında tutan 5. Filo’ya ev sahipliği yapan Bahreyn’de yaşananlara dair tek bir söz edilmiyor. O kadar ki Pentagondan yapılan

emperyalistlerin Libya’ya saldırı kararı almasından hemen sonra belli olmuştu. BM’nin saldırı kararı almasından önce operasyona “şiddetle karşı çıkan” Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, karar alındıktan hemen sonra Libya’da uçuşa yasak bölge uygulamasının ne kadar yerinde olduğuna dair açıklamalar yaptılar. Kaddafi’yi uyarmışlardı ama o dinlememişti. Kaddafi’nin halkına zulmetmesi önlenmeliydi. Öyle ya, ortada yapılacak bir zulüm varsa… AKP’nin operasyonu engellemeye çalışıyormuş görüntüsünün esasen aktif taşeron rolünü yerine getirmekten başka bir amaç taşımadığı da hemen birkaç gün içinde anlaşıldı. Fransa’nın başlattığı operasyonda komutayı devralan ABD’nin ihtiyaçları şekillendikçe AKP de operasyona el atmaya başladı. Önce ABD’nin bölgedeki hamisi rolünü üstlenen Türkiye hemen birkaç saat sonra Libya’ya 5 gemi ve bir denizaltı gönderdi. Libya’da ABD’yi temsil edecek olan Türkiye belki mermi sıkmayacak ama AKP hükümetinin üstlendiği görevlerle Libya halkına sıkılacak olan kurşunların namluya sürülmesine kadar olan süreçte Türkiye’nin büyük rolü olacak. Libya’da roller paylaşıldıktan sonra Türkiye’nin müdahaleye girişmesinin altında

açıklamada Bahreyn’de yaşananlardan haberdar olunmadığı açıklandı. Oysa ABD Savunma Bakanı henüz 12 Mart’ta ülkeyi ziyaret etmişti. KİK’in asker gönderme kararı ve ardından yaşanan katliamlar da Gates’in ziyaretinin hemen arkasından meydana gelmişti. Libya’da NATO şemsiyesi altında “insani yardım amaçlı” müdahaleye katkı verip Libya’da ABD adına hareket etme rolünü üstlenen Türkiye’den de Bahreyn’de yaşanan katliamlara dair bir açıklama gelmedi. Libya’da Kaddafi’ye “halkını dinle” telkininde bulunan AKP, benzer bir şiddeti kendi halkına uygulayan Bahreyn’in ve Bahreynli muhalifleri kendi ülkelerinde katleden Suudi Arabistan (bir ayda iki ziyaret gerçekleştirdi) ve BAE dışişleri bakanlarını konuk ederek ikiyüzlü dış politikasını yine ortaya koymuş oldu. Bölgede lider devlet imajı çizmeye çalışan, ancak emperyalist bir strateji belirlenmeden görüşüne bile başvurulmayan Türkiye, Bahreyn’le ticari ilişkilerini de geliştiriyor. Bahreyn’deki 260 milyar dolarlık bankacılık sektörünün 35 milyar dolarlık bölümü Türkiyeli bankaların bilânçolarından oluşuyor.

şüphesiz Libya’daki Türkiyeli sermayenin de etkisi var. Kaddafi sonrası Libya’da yaşanacak olan servet paylaşımında dışarıda kalmak istemeyen Türkiye’nin yardımcı rolde de olsa bu oyunda sahne alması gerekiyor. Dışişleri Bakanlığı verilerine göre Türkiyeli sermayenin Libya’da toplam 20,5 milyar dolarlık projesi var. Bunun dışında iki ülke arasındaki ticaret hacmi 2010 yılı verilerine göre 2 milyar 360 milyon 959 bin dolar. Bavul ticareti ve hizmet tutarları dikkate alındığında 30 milyar doları bulan bir ilişki… AKP’nin en başında Libya’ya ses etmekten imtina etmesine neden olan da, şimdi kendisini müdahale etmek durumunda bırakan faktörlerden biri de bu. Bu yazıyı kaleme aldığım sırada NATO Avrupa Kuvvetler Komutanı James Stavridis Türkiye’ye geldi ve Ahmet Davutoğlu’na Libya’da yapılacakları aktardı. Yarın da (24 Mart) TBMM Libya özel gündemiyle toplanacak; küresel emperyalist hegemonyanın bölgedeki çıkarlarını sağlama alması adına kararlar alınacak. Kendi ülkelerinde halklarını katledenleri konuk edip görüş alışverişinde bulunan AKP’nin “Libya halkının kaderi hakkında” emperyalist tahakkümün bekçiliği rolünde alacağı her karar, asıl “saçma şey”in AKP’nin iflas eden dış politikası olduğunun kanıtı olacak.

iklim 5 kıta

Umman’da yükselen ‘Tahrir’ sesleri

U

mman’da haftalardır rejim karşıtı eylemlerini sürürden muhalifler Mısır’daki isyanın simgesi olan Tahrir Meydanı’ndan esinlenerek başkent Muscat’ta bakanlık binalarının bulunduğu meydana çadırlar kurdu. Tunus ve Mısır'da onlarca yıllık diktatörlerin devrilmesinin ardından sokağa çıkan Ummanlılar, ülkenin önemli ticaret ve sanayi merkezlerinde birçok eylem gerçekleştirmişti. Eylemlerin ardından ülkeyi yöneten Sultan Kabus kabinede değişikliğe gitmek zorunda kalmıştı.

Filistin’de artan gerilim

İ

srail ordusu 22 Mart’ta Gazze’ye düzenlediği saldırıda 9 kişi hayatını kaybetti. Düzenlenen iki ayrı top saldırısında hayatını kaybedenlerin üçünün çocuk olduğu bildirildi. Saldırıdan sonra açıklama yapan İslami Cihad'ın askeri kanat sözcüsü Ebu Ahmed, saldırıda dört üst düzey üyelerinin öldüğünü açıkladı ve saldırıya karşılık vereceklerini söyledi. Gazze’deki saldırıdan sonra Kudüs’te bir otobüs durağında meydana gelen patlamada 1 kişi öldü, 25 kişi yaralandı. Saldırıdan sonra açıklama yapan İsrail başbakanı Netanyahu “İsrail kendini bir yere kadar tutabilir” diyerek saldırı tehdidinde bulundu.

Yemen’de ölüm ve kazan›m

Y

emen’de 32 yıldır süren Abdullah Salih yönetimine isyan eden muhalifler 18 Mart’ta, Cuma namazı sonrasındaki eylemlerde polisin silahlı saldırısına uğradı. Başkent Sanaa’da yaşanan olaylarla polisin ateş açmasıyla 52 kişi hayatını kaybetti, yüzlerce kişi yaralandı. Yaşanan saldırılara rağmen geri adım atmayan Yemen halkı, daha önce 2013’e kadar istifa etmeyeceğini açıklayan Salih’e de geri adım attırdı. Salih bu sene sonunda görevi bırakmaya hazır olduğunu açıkladı.

‹syan›n hedefi Esad’lar

O

rtadoğu’da halk düşmanı yönetimlere karşı süren isyanlar Suriye’ye de sıçradı. Cuma günü halkbaşta Şam ve Daraa olmak üzere birçok kentte sokaklara çıkarak 48 yıldır süren OHAL’in kaldırılmasını ve Beşar Esad’ın istifasını istedi. Daraa’da yapılan eylemlerde halkın üzerine ateş açıldı, en az 15 kişi hayatını kaybetti. Yaşanan olaylardan sonra ülkenin önde gelen aşiretleri silahlı mücadele çağrısı yaptı. Daraa’daki olayların soruşturulacağını söyleyen yönetime karşı eylemler sürüyor.


6

EMEK 25 Mart 2011 / 7 Nisan 2011

Halk›n Sesi

Metal işçisi şalteri indirdi M

etal işçileri 21 yıl aradan sonra ‘Grev’ dedi. Metal işçilerinin ilk grevi 22 Mart günü Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan İtalyan sermayeli Candy Group’a bağlı Doruk firmasında başladı. Doruk Ev Eşyaları ve Doruk’a ait Süsler Beyaz Eşya işyerine “Bu iş yerinde grev var” yazılı pankart asıldı. Grev gözcüleri yerlerini aldı ve Birleşik Metal-İş (BMİS) üyesi işçiler greve başladı. Eskişehir’deki emek ve demokrasi güçleri de ilk gününde grevci işçilerin yanında yer aldı. Greve BMİS Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu ve DİSK Genel Başkan Yardımcısı İsmail Yurtseven’in yanı sıra Halkevleri Genel Başkan Yardımcısı Samut Karabulut, ÖDP Genel Başkanı Alper Taş ile EMEP, TKP, CHP ve ÖDP’nin il yöneticileri destek verdi. Eskişehir’deki işyerinde 650 işçi çalışıyor. Birleşik Metalİş, MESS’in dayattığı toplu sözleşme düzenine karşı çıktığını ve en ufak ücret zammı için bile bu düzenin değişmesi gerektiğini ifade ediyor. BMİS, 30 kuruşluk zamma ve aynı işi yapan işçiler arasında farklı ücretlerin oluşmasına yarayan ücretlendirme sistemine karşı çıkıyor. BMİS, ücrete ilişkin maddelerle birlikte kıdem tazminatının net bir şekilde belirlenmemesine itiraz ediyor. BMİS yöneticileri, kıdem tazminatı ile ilgili maddenin kıdem ve ihbar tazminatlarının işçi aleyhine değiştirilebilmesinin önünü açtığını söylüyor. TÜRK METAL’İN 30 KURUŞLUK ZAFERİ DİSK/Birleşik Metal-İş Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) arasındaki 2010-2012 metal işkolu grup toplu iş sözleşmesinde anlaşmazlık çıktı.

M

etal işçileri 21 yıl aradan sonra üretimden gelen gücünü kullandı. Birleşik Metal-İş, MESS’in dayatmalarına karşı greve çıktı

Fazla mesai kalktı işsizlik azaldı Metal iflçileri grevi tart›flmaya bafllad›klar› 2010’un Kas›m ay›nda MESS’i uyar› eylemleri yapm›fl ve 10 Kas›m’dan itibaren örgütlü olduklar› iflyerlerinde fazla mesailere kalmamaya bafllam›flt›. BM‹S E¤itim Uzman› ‹rfan Kayg›s›z, 10 Kas›m’dan 20 Mart’a kadar geçen süre MESS daha önce 13 Kasım gece yarısı Türk Metal yöneticileriyle toplu iş sözleşmesi imzalamıştı. Türk Metal yönetimi, kıdem tazminatını net bir şekilde belirlemeyen ve işçinin saatlik ücretine 30 kuruş zam öngören sözleşmeyi ‘zafer’ olarak değerlendirmişti. ADIM ADIM GREV

‘İş kazaları kader değil’ OST‹M ve Afflin’deki ifl cinayetlerinin ard›ndan gündeme gelen denetleme sistemi ve ifl kazalar› üzerine Makine Mühendisleri Odas› ‹stanbul fiubesi’nden Cemal Akkoç ile konufltuk. Akkoç, birçok denetime kat›ld›¤›n› ve kimi firmalar›n gerekenleri tam anlam›yla yerine getirdi¤ini söylüyor ancak bunlar›n say›s›n›n gerekleri yerine getirmeyenlerin gerisinde kald›¤›n› da sözlerine ekliyor. Akkoç, 2008 y›l›nda ç›kar›lan 5763 say›l› Torba Yasa ile ’04.12.2009 tarihli iflletme belgesi al›nmas› hakk›ndaki yönetmeli¤in’ kald›r›lmas›n›n OST‹M ve Afflin’in temellerini att›¤›n› belirtti. Akkoç, ifl yerlerinini kendi denetimlerini kendilerinin yapmas›na olanak sa¤layan bu de¤ifliklikle Çal›flma ve Sosyal Güvenlik Bakanl›¤›’n›n iflyerlerine yönelik denetim ve yol göstericili¤inin bitirildi¤ini söyledi. “OST‹M’deki patlamada bir meslektafl›m›z› kaybettik, üstelik çal›flt›¤› firmay› defalarca flikayet etmesine ra¤men” diyen Akkoç, iflyeri denetimlerinin nas›l bir mekanizma

çerçevesinde gerçeklefltirildi¤ini özetliyor asl›nda. Denetimlerin bilimsel yöntemlerle yap›lmas› ve bilimsel yöntemlerle haz›rlanan yönetmeliklerin harfiyen uygulanmas› gerekti¤ini söyleyen Akkoç, ancak bu flekilde ifl kazalar›n›n önüne geçilebilece¤ini belirtti. Akkoç, tafleron sisteminin de ifl kazalar›na zemin haz›rlad›¤›n› belirtiyor. Tafleron sisteminin düflük ücret, fazla mesai, sigortas›z çal›flma, sendikas›zl›k, her türlü hakk›n iflverenin keyfiyetine b›rak›lmas› anlam›na geldi¤ini ifade eden Akkoç, “Tafleron sistem ifl kazalar› ve can kay›plar›n› da beraberinde getirmektedir” dedi. Akkoç, insanlar›n ifl kazalar›n›n kader oldu¤una inand›r›ld›¤›ndan yak›n›yor. Kader olarak alg›lat›lan olaylarda patronun menfaatinin ötesinde bir fley olmad›¤›n› söyleyen Akkoç, iflçinin çal›flma saatinden koflullar›na, ifl kazas›na sebebiyet verecek unsurlardan ücrete kadar her fleyin ‘kader’ oldu¤una inand›r›lmaya çal›fl›ld›¤›n› belirtiyor. Akkoç, bilimsel yöntemin önemine dikkat çekiyor.

MESS, aynı sözleşmeyi Birleşik Metal-İş’e (BMİS) de dayattı; ancak BMİS, kendi içinde yürüttüğü tartışmalar çerçevesinde grev kararı aldı. BMİS, MESS ile toplu sözleşme yapacak olan 33 işyerinde greve gidilmesini istemeyen işyerlerini zorlamadı. 2011’e girildiğinde BMİS, 28 işyerinde grev uygulayacağını duyurdu. BMİS’in

içinde sadece fazla mesailerin iptal edilmesiyle örgütlü bulunduklar› kentlerde sanayideki istihdam›n yüzde 10 oran›nda artt›¤›n› belirtti. Kayg›s›z, bu süreçte iflverenlerin iflçilere fazla mesaiye kalmalar› için adeta yalvard›¤›n› da söyledi. grevi duyurmasının ardından MESS üyeleri bir toplantı yaptı. Toplantı sonrasında bir işveren MESS’ten istifa etti ve BMİS ile toplu iş sözleşmesi imzaladı. Bu sözleşme Türk Metal ile MESS arasında imzalanan sözleşmeden daha iyi şartlar içeriyor. MESS üyesi işverenler, işyerlerinde ‘Biz zammı veriyoruz sendika istemiyor’ şeklinde

söylentiler çıkarmaya başladı. Grev sürecine girilmesiyle MESS üyesi işverenler, fabrikalarında çalışan mühendisleri ve kamu çalışanlarını tehdit ederek grev oylamasına zorladı. MESS’in dayatmalarına rağmen sadece 14 işyerinde grev oylaması yapılabildi ve bu oylamaların yarısında ‘greve evet’ kararı çıktı. İşyerlerinde pratik-

te oluşan beyaz yaka, mavi yaka ayrımına rağmen beyaz yakalılar, mavi yakalıların grev kararına büyük oranda destek verdi. BMİS, bu sürecin ardından grevlerin yapılacağı işyerlerini ve grev tarihlerini açıklamaya başladı. KOÇBAŞI MESS Türkiye İşverenler Sendikası (TİSK) içinde en büyük ve en köklü örgütlülüğe sahip olan MESS’in ana gövdesini Koç Grubu oluşturuyor. MESS bünyesinde TOFAŞ, Renault gibi otomotiv sektörünün devlerini barındırıyor. Birleşik Metal-İş’in örgütlü olduğu ve MESS’le toplu iş sözleşmesi kapsamında olan işyerleri ağırlıklı olarak küçük ve orta büyüklükteki farikalar. Bu fabrikalarda devletin işveren konumunda olmaması, grevin politikleşme olanaklarını zayıflatıyor. 21 yıl önceki grev kamuya ait ve devletin işveren konumunda olduğu İskenderun ile Karabük demirçelik fabrikalarında yapılmıştı ve ANAP hükümeti işçilerin doğrudan hedefindeydi. Öte yandan MESS’in Türk Metal’e imzalattığı ancak BMİS’e imzalatamadığı toplu sözleşme maddeleri, deri işverenleri tarafından Türk-İş’e bağlı Deri-İş’e de dayatılıyor. GREV TARİHLERİ Metal işçileri 22 Mart’tan sonra sırasıyla 24 Mart 2011Standart Depo (Kocaeli), 28 Mart 2011- Kroman Çelik (Gebze), 30 Mart 2011- Bekaert (Kocaeli), 1 Nisan 2011- Bosal Mimaysan (Gebze), 4 Nisan 2011- Çimsataş (Mersin), 6 Nisan 2011- ABB Elektrik (İstanbul Anadolu Yakası), 29 Mart 2011- Areva (Gebze), 8 Nisan 2011- Arfesan (Gebze) ve 11 Nisan 2011- RSA’da (İstanbul Avrupa Yakası) greve başlayacak.

3 senede işçi çok çalıştı az ücret aldı TÜİK, sanayi üretiminde kriz öncesi dönemin yakalandığını savunuyor. DİSK, sanayi üretimindeki artışın, daha az işçi çalıştırıp, işçiye daha az ücret vererek sağlandığını ortaya koyuyor

M

artla birlikte 2010’un çalışma yaşantısına ilişkin bilgiler netleşiyor ve krizin sonuçları konusunda tablo netleşiyor. Türkiye İstatistik Enstitüsü (TÜİK), 2010 yılında sanayideki üretimin arttığını ve kriz öncesi dönemi yakaladığını bildiriyor; ancak istatistikler üretim artarken ücretlerin ve istihdamın düştüğüne işaret ediyor.

göre ağaç ürünleri sektöründe çalışan bir işçinin evine 2007 yılında ayda 100 ekmek girerken bu rakam 2010 için 65’te kaldı. Sadece bu sektörde değil, genel olarak sanayi işçisinin ekmeği küçüldü. Sanayideki genel durum: 2007’de evine ayda 100 ekmek giren bir işçinin 2010’da evine ayda 92 ekmek giriyor.

İŞÇİNİN EKMEĞİ KÜÇÜLDÜ Krizin etkilerini en yoğun yaşayan sanayi sektörüne ilişkin DİSK Araştırma Enstitüsü’nün (DİSK-Ar) verdiği bilgiler, sanayi emekçisinin durumunu gözler önüne seriyor. DİSK-Ar’ın hesaplarına

AZ İŞÇİ ÇOK İŞ YAPTI Öte yandan kriz öncesinde sanayide 100 işçi çalışıyorsa 2010 yılında bu rakam 95’e geriledi. İstihdamdaki gerilemeye rağmen 3 yıl içinde üretim arttı. Eskiden 100 işçi 100 ürün üretiyorken 2010 yılı için 95 işçi 107 ürün üret-

meye başladı. EN ÇOK KADINLAR ÇALIŞTI Sosyal Araştırmalar Vakfı’nın (SAV) hesaplarına göre 2008 krizinde 860 bin kişi işsiz kaldı. Kriz sürecinde işsiz kalanlar, krizden sonra sosyal haklardan yoksun bir şekilde ve daha düşük ücrete iş buldu. (bkz: http://www.sendika.org/yazi. php?yazi_no=31359) Daha ağır koşullarda ve düşük ücrete çalışanların çoğunluğunu ise kadınlar oluşturuyor. Kriz sürecinde işe giren 1 milyon 320 bin işçinin olduğunu hesaplayan SAV, bu işçilerin 1 milyon 120 bininin kadın olduğunu ortaya koydu.

‘Susmayacağız’ D

İSK, KESK, TTB ve TMMOB, 18 Mart günü İstanbul, Ankara ve İzmir’de aynı anda gerçekleştirdikleri eylemlerle ‘Susmayacağız’ dedi. Emek örgütleri, AKP’nin baskı politikalarına karşı üç ilde meydanlara çıktı. Yapılan eylemlerde AKP’nin baskıcıotoriter bir rejim inşa etmeye çalıştığı vurgulanırken, gazetecilerin tutuklanmasına tepki vardı. Eylemciler, AKP’nin muhalif tüm sesleri bastırmaya çalıştığını belirtti. Dört örgüt,

basın açıklamalarında aydınlık bir gelecek, eşit, özgür, bağımsız ve demokratik Türkiye için baskıcı ve karanlık düzene direnmekten başka çare olmadığını belirtti. Emek hareketi, ‘Susmayacağız’ eylemleriyle, uzun süredir emek gündemleri dışında olaylara müdahale etmekte gösterdiği tutukluğu üzerinden attı. Emek örgütleri ilerleyen dönemde AKP’nin baskılarına karşı birlikte hareket edeceğini gösterdi.

TMMOB 15 Mayıs’ta Ankara’da

Performans sistemi iflas etti

H

ekimin baktığı hasta, yazdığı reçete başına ücretlendirildiği performans sitemi, 46 günde, hekimleri ve sağlık çalışanlarını isyan ettirdi. Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde çalışanlar 18 Mart günü 1 saat iş bıraktı ve performans uygulamasını protesto etti. Performans sistemi hastanede 1 Şubat’ta uygulanmaya başlamıştı. Sağlık çalışanları, sisteminin ücret farklılıkları yaratarak iş barışını bozduğunu ve hekim-hasta arasına paranın girmesinin hastanın sağlığını olumsuz etkilediğini söyledi.

Postacıdan zincirli eylem

T

opkapı PTT AVPİM ve Sarıyer Dağıtım Merkezi önünde direnişlerini sürdüren PTT işçileri 22 Mart’ta kendilerini PTT Sirkeci Genel Müdürlüğü'nün giriş kapısına zincirlediler. İşçiler işlerini geri istediler. Polis işçilerin zincirini keserek gözaltına almaya çalıştı ancak işçiler eylemlerine bir süre daha devam etti. PTT Genel Müdürü Osman Tural'la görüşmeden ayrılmayacaklarını belirten işçileri, polis döverek gözaltına aldı.

Polis, Ontex patronunu savunuyor

O

‹zmir’de emekçiler ya¤mura ra¤men eyleme yo¤un bir kat›l›m gösterdi.

TMMOB’a bağlı 19 oda başkanından gelen talep üzerine Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı, 15 Mayıs Pazar günü Ankara’da bir miting düzenleyeceklerini açıkladı. TMMOB başta mühendis, mimar ve şehir

plancılarının haklarını ve meslek onurunu savunmak; eşitlik, özgürlük, bağımsızlık, demokrasi, bir arada yaşama talepleriyle ve ülkenin geleceği hakkında söz söylemek için Ankara‘da olacağını duyurdu.

ntex işçilerinin, bu firmaya ait Helen Harper, Can Bebe ve Canped ürünlerini blokaj eylemine 13 Mart günü polis saldırdı. İşçiler mağazadaki tüm Ontex ürünlerini alıp ödeme noktasında bıraktı ve ürünleri boykot ettiğini mağazadakilere duyurdu. İşçilerin duyurusunun ardından sivil polis ve özel güvenlikçiler işçilere saldırıp gözaltına almaya çalıştı. Alışveriş merkezindekilerin tepkisi üzerine polis geri çekilmek zorunda kaldı.


7

EMEK 25 Mart 2011 / 7 Nisan 2011

Halk›n Sesi

GÜVENCES‹ZLEfiT‹RMEYE VE TAfiERONA KARfiI

3 Nisan’da Ankara’ya Yirmi emek örgütü tüm emekçileri güvencesizleştirmeye ve taşerona karşı 3 Nisan’da Ankara’ya çağırıyor. Emek örgütleri birleşik bir emek hareketinin önemine vurgu yapıyor yaşandığına dikkat çekti. Son yıllarda ülkemizde işgal, direniş, grev, iş bırakma gibi eylemlerin arttığını ve yaygınlaştığını vurgulayan başkanlar, bu eylemleri güvencesizleştirmeye karşı eylemler olarak değerlendirdi. Toplantıda konuşan herkes, güvencesizleştirmeye ve taşeronlaştırmaya karşı birleşik mücadelenin önemine değindi ve 3 Nisan için yakalanan birlikteliğin uzun soluklu olması için çaba harcayacaklarını belirtti.

D

İSK’e bağlı Birleşik Metal-İş, Dev Sağlık-İş, Nakliyat-İş, Limter-İş, Sine-Sen, Dev Maden-Sen, Sosyalİş, Emekli-Sen, Basın-İş; Türk-İş’e bağlı Petrol-İş, Hava-İş, Tek Gıdaİş, Belediye-İş, TÜMTİS, Deri-İş; KESK’e bağlı Eğitim-Sen, SES, Haber-Sen; Türk Tabipleri Birliği ve Enerji-Sen 18 Mart günü Makine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nde bir basın açıklaması yaparak güvencesizleştirmeye ve taşeron sistemine karşı 3 Nisan’da Ankara’da bir miting yapacaklarını duyurdu. TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası ve Spor-Sen de bu süreci desteklediklerini bildirdi. BİRLEŞİK BİR EMEK HAREKETİNE DOĞRU Ortak basın açıklamasını Dev Sağlık-İş Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu okudu. Çerkezoğlu, farklı istihdam biçimleri ve etnik/dinsel ayrımlar uzun süredir ‘işçi sınıfı parçalanıyor’ görüntüsünü verse de tüm emekçilerin kaderlerinin güvencesiz çalıştırma ekseninde birleştiğini söyledi. Fabrikadaki işçiden mühendise, hekimden öğretmene herkesin güvencesizleştirildiğine işaret eden Çerkezoğlu, güvencesizleştirme temelinde tüm sendikal hak ve özgürlüklerin ortadan kalktığını söyledi. Bu süreçte mücadele düzleminin çok geniş kurulması gerektiğini belirten Çerkezoğlu,

Adana’da zincirli eylem

“Güvencesizleştirmeye işten atılmalara, sendikasızlaştırmaya, ücretlerin ödenmemesine, keyfi muamelelere, angaryaya, ayrımcılığa karşı grev, direniş, işgal ve yaygın protesto eylemleri gibi mücadeleler; yoksul halkın temel hizmetler için giriştiği mücadelelerle bütünleşerek yeni mücadele ve örgütlenme biçimlerini tarih sahnesine çıkarıyor” dedi. Bu durumun yeni bir sendikal hareketin kapılarını araladığını söyleyen Çerkezoğlu 3 Nisan başta olmak üzere, güvencesizleştirmeye

karşı mücadelede katkı koyacak tüm öznelerin bu sürecin parçası olması gerektiğini hatırlattı. AKP’nin kıdem tazminatının budanması ve özel istihdam büroları gibi her türlü emek karşıtı uygulama ve politikayı geri çekmesi gerektiğini söyleyen Çerkezoğlu, iktidarın emekçilerin güvenceli iş talebini yerine getirmesi gerektiğini de belirtti. Çerkezoğlu sözlerini şu şekilde bitirdi: “Bizler tüm bir hayatın güvencesizleştirilmesine, esnek çalıştırmaya, taşeronlaştırmaya,

sendikasızlaştırmaya karşı direnenler, mücadele edenler olarak, omuzlarımızın ve yüreklerimizin üzerinde yükselen bu süreci bilinçle ve dayanışmayla donatmak amacıyla ortak taleplerimizi ortaya koymak için yeni bir adım daha atıyoruz. 3 Nisan’da Ankara’da buluşuyoruz.” ‘UZUN SOLUKLU BİR BİRLİKTELİK’ Toplantıda konuşan sendika başkanları, güvencesizleştirmenin tüm sektörlerde farklı biçimlerde

‘EMEKÇİLER SİYASETE MÜDAHALE ETMELİ’ Hava-İş Genel Başkanı Atilay Ayçin, işçi cephesinin içinde olmadığı hiçbir toplumsal muhalefet hareketinin siyasal iktidar üzerinde baskı oluşturamayacağına işaret etti ve emekçilerin siyasete müdahale etmesi gerektiğini söyledi. Konfederasyonlar bir araya gelmese de farklı konfederasyonlardan sendikaların güvencesizleştirmeye karşı bir araya gelmesinin önemli olduğunu belirtti. Türk Tabipleri Birliği Merkez Konsey Üyesi Hüseyin Demirdizen, son 3 yıllık süreçte AKP’nin hayatları parçalananları eskisi gibi idare edemediğini söyledi. AKP’nin baskıcı ve otoriter politikalarına dikkat çeken Demirdizen, sağlık emekçilerinin bu gidişe 13 Mart’ta yüksek sesle itiraz ettiğini ve 3 Nisan’da da itiraz edeceklerini belirtti.

20 emek örgütü bir araya geldi

A

dana’da yılbaşında işten çıkarılan ve Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi önünde çadır kurarak direnişe geçen taşeron sağlık işçileri, direnişlerinin 80. gününde kendilerini Adana İl Sağlık Müdürlüğü giriş kapısına zincirledi. Adana Valiliği ve Numune Hastanesi Başhekimliği ile yapılan görüşmelerden sonuç alamadıklarını belirten işçiler, çalışma haklarını geri istediklerini ifade etti. Eylem sırasında yaptıkları konuşmalarla taşeron sistemin kendilerini işsiz bıraktığını söyleyen işçiler, sağlık müdürlüğünün de duruma göz yumduğunu dile getirdiler. İşçiler, “Bizler bu ülkenin işçileri, emekçileri olarak zincirlerimizden başka kaybedecek hiçbir şeyimiz olmadığını biliyoruz ve AKP’nin taşeron sistemine başkaldırıyoruz” dedi. İşçilerin eylemine polis saldırdı ve 10 işçiyi gözaltına aldı.

Belediye’de 120 lira, şirkette 80

O

kmeydanı Hastanesi’nde Dev Sağlık-İş üyesi sağlık çalışanları 18 Mart günü ulaşım hakları için bir eylem yaptı. 100’den fazla kişinin katıldığı eylemde işçiler, taşeron sağlık çalışanlarının ulaşım hakkının yasalar, hastane yönetimi ve taşeron firma arasında yok edildiğini belirtti. Dev Sağlık-İş üyeleri, hastanenin Büyükşehir belediyesiyle anlaşıp çalışanlara parasız ulaşım hakkı sağlaması ya da her çalışana aylık net 120 lira ulaşım parası verilmesi talebinde bulundu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, aylık akbil kullanım bedelini 120 lira olarak belirlemesine rağmen Okmeydanı’ndaki taşeron şirket, çalışanlarına aylık ulaşım parası olarak 78 lira veriyor. Taşeron şirket yetkilileri verdikleri yol parasının İBB’nin belirlediği aylık ulaşım bedelinden düşük olmasını ‘kesintilerin olması’ ile savunmaya çalışıyor.

Arzu Çerkezo¤lu Dev Sağlık-İş Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu: 3 Nisan, yaklaşan 1 Mayıs ve genel seçimler öncesinde de önemli bir adım. 3 Nisan’ı birleşik bir emek hareketi yaratma yolunda ilk adım olarak değerlendiriyoruz. Kuşkusuz bu çağrı, tüm emekçileredir. Güvencesizleştirmeye, taşeronlaştırmaya karşı mücadele eden herkesedir. Bu süreci herkese en geniş çağrıyı yaparak örgütleyeceğiz. Hava-İş Genel Başkanı Atilay Ayçin: “Bu birlikteliğin daha da büyüyerek ve güçlenerek gerçekten Türkiye’deki ezilenlerin sözcüsü ve temsilcisi

Hüseyin Demirdizen olması gerektiğine inanıyorum. Uzun soluklu bir yürüyüş olması amacı ile yola çıkıyoruz. Sadece 3 Nisan’ı arkasından da 1 Mayıs’ı hedefleyen bir birliktelik olmamalı; çünkü Türkiye’de emeğe yönelik saldırıların daha acımasız noktalara ulaşacağını hepimiz biliyoruz.” Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu: “Biz güvencesizleştirmeye, esnek çalıştırmaya, Ulusal İstihdam Stratejisi’nin yeni torba yasalarla önümüze çıkacak saldırılarına karşı bir duruş sergilemeye başladık. 3 Nisan önemli bir adımdır. 3 Nisan’dan sonra da işçi sınıfının

Atilay Ayçin

Ali R›za Küçükosmano¤lu

Adnan Serdaro¤lu

örgütleriyle birlikte daha güçlü bir muhalif duruş sergileneceğini umuyorum.” TTB Merkez Konsey Üyesi Hüseyin Demirdizen: “2011’den sonra ülkenin geleceği AKP’nin programına bağlı değil, bugüne kadar yeterince bir araya gelememiş olan bizlerin yani emekçilerin, yani bu ülkenin aydınlığı ve geleceği için mücadele edenlerin durumuna bağlıdır. 3 Nisan, yeni dönem için yeni bir sesleniş, yeni bir itiraz olacak. Bu itirazın gücü, burada olanların ve olmayanların ortak çabasına bağlıdır. AKP, çıkaracağımız güçlü sese

kulak vermek zorunda kalacak ya da sonuçlarına katlanacak.” SES Eğitim Sekreteri Ümit Doğan: “Taşeron çalıştırma ve güvencesizleştirme 5-6 yıldır genel bir çalışma biçimine çevrilmeye çalışılıyor. Bizim de ana gündemimiz iş güvencesi. İş güvencesiyle madenlerdeki göçükte karşılaşıyoruz, yeterince beslenemeyen bir taşeron sağlık işçisinin gripten ölmesiyle karşılaşıyoruz. 13 Mart’ta Ankara’da gerçekleştirilen sağlık mitinginde de ana gündem iş güvencesiydi. Burada gördüğümüz tablo 13 Mart’ı aşan bir tablo ve bu yüzden çok umut-

luyum. Umuyorum ki, 3 Nisan’daki bu birliktelik daha üst noktalara taşınır.” Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu: “3 Nisan, emekçilere yönelik saldırılara karşı önemli bir cevap olacaktır. Deri-İş Genel Başkanı Musa Servi: “Bütün direnişleri birleştirip taşeronlaştırmaya ve kuralsız çalıştırmaya karşı ortak bir ses çıkarmak gerekir. 3 Nisan bu yolda önemli bir adımdır. Bu birliktelik 1 Mayıs’ı da özüne uygun bir şekilde kutlayacaktır.”

Gebze’de taşerona İzmir’de işçiye karşı C

HP, seçim sürecinde taşeronu kaldıracağını sık sık söylüyor. 19 Mart’ta Gebze’de 15 bin kişinin katıldığı mitingde ‘taşerona hayır’ diyen CHP, İzmir’de hakları için direnen taşeron işçilere zabıtayı ve polisi saldırtıyor. CHP’NİN LAFI Kocaeli’nin Gebze İlçesi’nde 19 Mart günü CHP’nin düzenlediği ‘Taşerona hayır mitingi’nde CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu konuşuyor: “İşçi sendikaya üye olunca kapının önüne koyuluyor. Örgütlü toplumu yok etmek, işçiyi asgari ücretin altında çalıştırmak, onlara kıdem tazminatı hakkı vermemek için taşeronlaşmayı getiriyorlar. İşte pankartımız ‘Taşeronlaşmaya

hayır’ diyoruz.”, “…Yurttaşa ‘Türkiye’nin birinci sorunu nedir?’ diye sorduğumuzda; ‘işsizlik’ cevabını alıyoruz. İkinci en büyük sorun ise çalışma koşulları. Çalışanlarımız örgütsüz, korunaksız bir şekilde çalıştırılıyor. Türkiye ölümcül iş kazalarında dünyada ikinci,

Avrupa’da ise birinci durumda. Biz taşeron uygulamasını durdurmak için kararlıyız.” Kılıçdaroğlu konuşmasının devamında ‘Taşerona hayır’ demek için Gebze’yi seçtiklerini söyledi. CHP’NIN İCRAATI ‘Taşerona hayır’ demek için

Gebze’yi seçen CHP, taşeron işçiyi dövdürtmek için de İzmir’i seçti. İzmir’de, taşeronun kaldırılması ve sendika hakları için CHP’li Konak Belediyesi önünde direnişe geçen Efe Kent A.Ş. taşeron şirketi işçilerine zabıta ve polisler saldırdı. 14 ve 17 Mart tarihlerinde gerçekleştirilen saldırılarda onlarca işçi yaralandı 60 işçi gözaltına alındı. Ayrıca sendikalı olmaya çalıştığı için CHP’li Buca Belediyesi’nde işten çıkarılan taşeron temizlik işçisi Batıgül Tunç’un CHP İzmir il binası önünde başlattığı oturma eylemi sürüyor. Tunç ve 6 arkadaşı işten çıkarıldıktan sonra belediye önüde direnişe geçmiş ve hemen her gün zabıtanın saldırısına uğramışlardı.

‘Lanetliler’ bulufluyor Sosyalist teorinin kurucusu Karl Marks Kapital adlı eserinin bir yerinde Augier adlı düşünürün “Para, dünyaya bir yanağında doğuştan kan lekesiyle geliyor” sözüne atıfta bulunarak “(o halde) Sermaye (dünyaya) tepeden tırnağa her gözeneğinde kan ve pislik damlayarak geliyor” der. Sermaye sınıfı kendi birikimini gerçekleştirmek için kendi dışındaki dünyayı kan ve gözyaşına boğmaktan çekinmez. Portekiz ve İspanyol sömürgeciliğinin Latin Amerika’yı iliklerine kadar kuruttuğu, on binlerce yerliyi katlettiği 15. - 16. yüzyıldan bugüne, Irak’ta 1 milyondan fazla insanı öldüren ABD emperyalizmine kadar bu kural hiç değişmemiştir. Uluslararası emperyalist sistemin Asya’da, Afrika’da günde 2 dolara yaşamaya mahkum ettiği yoksul emek depolarında insanlar; yani anneler, babalar, çocuklar tam bir insanlık trajedisi yaşıyorlar. AKP Hükümeti torba yasa içerisine koyduğu yasal düzenlemelerle işçilerin güvencesiz, kölelik koşullarında çalıştırılmasını garanti altına almaya çalışıyor. Bir işiniz olsun da nasıl olursa olsun, demeye Tufan getiriyor AKP. Oysa o günlerde Sertlek arka arkaya Ankara Ostim’de ve Maraş’ta meydana gelen iş Dev Sağlık-İş kazalarında 31 işçi hayatını kay- Genel Sekreteri betmişti. Oysa işçiler ölmeden çalışmak, akşam evlerine gitmek istiyorlar… Kapitalizm emekçilerin emeğini sömürerek sistemini yürütmeye çalışırken emekçileri posası çıkmış insan kütleleri halinde yaşamın kıyısına savuruyor. Onlara kapitalist düzenin ne romanlarında, ne sinemalarında ne de dizi filmlerinde yer var. Bütün kapitalist medya sadece zenginlerden ve zenginliklerden bahsediyor. Zira kapitalist sınıf, ayak takımı yoksul emekçi sınıfların göz önünde durmasından hoşlanmaz. Onları bütün gün işyerlerine hapseder akşamları da trenleri, tramvayları, belediye otobüsleri, metrobüslerine balık istifi gibi yığarak evlerine götürüp, içeri tıkar. Onları bu dünyanın nimetlerinin paylaşıldığı yerlerde göremezsiniz, oralarda da sadece hizmet etmek için vardırlar, sadece çalışmak için. Onlar günde 8 saatle 12 saat arasında çalışıp ayda 630 TL ile 1000 TL arasında ücret alarak yaşama tutunmaya çabalayan işçilerdir. Sayıları karıncalar gibidir, sayılmaz. Güvencesizdirler; evine ekmek götürdükleri işlerinin onları ne kadar taşıyacağını bilemezler. Bir sonraki yıl ücretleri ne olacaktır, ev sahibi ne diyecektir, çocuk okuldan bu sefer ne parası istemeye gelecektir… Onlar bu düzenin lanetlileridir. İyi ve güzel olan hiçbir şeyi hak etmemektedirler. Biraz hak istemeye cesaret ettiklerinde ya copla ya biber gazıyla cezalandırılırlar ya da Başbakan Erdoğan’ın 2 sene önce 1 Mayıs tartışmalarında yaptığı gibi “ayak takımı” olarak aşağılanırlar… AKP, kapitalist düzenin bir numaralı adamı olarak işçilerin dünyasını karartmaya devam ediyor. Bir taraftan onları iyice köşeye sıkıştırıyor diğer taraftan dini inançları da dahil her türlü manevi değerlerini kullanarak teslim olmalarını istiyor. Kendisini Müslüman burjuva olarak gören Erol Yarar bir televizyon programında “Allah herkese harcayabileceği kadarını verir” demişti. Kapitalist düzen zenginlerle yoksulların sadece bu dünyadaki hayatlarını uçurumlarla ayırmakla kalmıyor aynı zamanda onların öte dünyalarını da ayırıyor. Zira Erol Yarar’ın inandığı Allah ile bir taşeron işçinin inandığı Allah’ın aynı olması mümkün değildir, olamaz! Zira yoksullar eşitlik ve adaletin peşinde koşarlar, koşmak zorundadırlar. Eğer öyle olmasaydı Mısır halkı, eğer öyle olmasaydı Bahreyn de kurşunlara göğüs geren Araplar niye yüz yıllık kaderlerine isyan etsinler, niye kendilerini lanetleyenleri cehennemin dibine göndermek için ayağa kalksınlar… İşte 3 Nisan günü Ankara’da bu ülkenin lanetlileri tıpkı Arap kardeşleri gibi ayağa kalkmak için buluşuyor. Kendilerini insan yerine koymayanlara karşı, kendilerini lanetli gibi yaşamın kıyılarına savuranların karşısına onurluca dikilmek için, yeni bir hayatın yolunu çizmek için buluşuyorlar.

‘Posamız çıkıyor pasomuz yok’

E

ğitim fakültesinden mezun olduktan sonra atanması yapılmayan öğretmenlerin çoğu ücretli öğretmenlik yapıyor. Daha doğrusu ücretli öğretmenlik adı altında güvencesiz bir şekilde dershanelerde ve okullarda çalıştırılıyor. Kendisiyle aynı işi yapan öğretmenden çok daha az ücret alan ücretli öğretmenler, normal bir öğretmenin sahip olduğu sosyal haklara sahip değil. Bu durum ücretli öğretmenlerin ekonomik ayrımcılın yanında sosyal ayrımcılığa maruz kalmasına da sebep oluyor. Öğretmen kendisinin öğretmen olduğunu kanıtlayamıyor. Örneğin, bir müze görevlisi kimlik sorduğunda, otobüs şoförü paso sorduğunda ücretli öğretmenin ‘öğretmen’ olduğunu kanıtlayacak hiçbir şeyi yok.

Halk›n Sesi Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Ergin Demirhan Telefon / Faks 0212 245 90 37 Adres Tomtom Mahallesi Örtmealt› Sokak No: 6/3 BEYO⁄LU/‹STANBUL Bas›ld›¤› Yer Art Matbaac›l›k Yay. ve Amb. San. Tic. Ltd. fiti. Bask› Tesisleri Kocaeli /‹ZM‹T (0262 335 45 29) 15 günlük Yayg›n, Süreli, Türkçe yay›nd›r.


8

DOĞANIN TALANINA HAYIR 25 Mart 2011 / 7 Nisan 2011

Halk›n Sesi

DO⁄ANIN VE YAfiAMIN YA⁄MALANMASINA KARfiI

Dereler Ankara’ya akacak Halk direnişleri, sermayenin ve AKP’nin doğa talanının karşısına dikiliyor. Toprağına, suyuna, vadisine, ormanına sahip çıkanlar yan yana geliyor. Termiklere, HES’lere, siyanürcü şirketlere, taş ocaklarına, yaşamın ve doğanın talanına karşı mücadele edenler büyük buluşmaya hazırlanıyor

D

erelerin Kardeşliği Platformu, Munzur Koruma Kurulu, Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu, Bursa Su Platformu, Sinop Nükleer Karşıtı Platform, Mersin Nükleer Karşıtı Platform, Yeşil Gerze Koruma Platformu, Fethiye Saklıkent Koruma Platformu, Perisuyu Koruma Platformu, Çanakkale Çevre Platformu, GDO’ya Hayır Platformu, 3. Köprü Yerine Yaşam Platformu, Hasankeyf Yaşatma Girişimi, EGEÇEP ve Çiftçi-Sen, ortak bir metin yayımlayarak doğanın ve yaşamın talanına karşı herkesi 9 Nisan’da Ankara’da gerçekleştirecekleri mitinge çağırdı. Doğaya ve yaşamına sahip çıkanlar, 9 Nisan’da Ankara’da saat 12.00’da Kolej Kavşağı’nda buluşacak. Doğayı ve yaşamı savunanlar

yerel hareketlerin başını çektiği bir çağrıyla birlikte Türkiye’de ilk defa merkezi bir mitingde bir araya gelecek ve seslerini şimdiye kadarkinden çok daha güçlü bir şekilde duyuracak. ÇANAKKALE’DEN RİZE’YE DERSİM’DEN MERSİN’E MÜCADELE BÜYÜYOR Türkiye’de çevre hakkı mücadelesi ilk defa Bergamalı köylülerin ısrarlı mücadelesi ve eylemleriyle gündeme gelmişti. Köylülerin mücadelesi bir gelenek yarattı siyanürlü altın arama yöntemine karşı başlatılan yaşam mücadelesi, termik santrallere, nükleer santrallere ve HES’lere karşı verilen mücadeleyle büyüdü. Saldırı şiddetlendikçe mücadele yayıldı. Özellikle AKP iktidarı döneminde her bir derenin satışa çıkarılması ve gündeme gelen

1.300’den fazla HES projesi bu direnişlerin tüm Anadolu’ya yayılmasına yol açtı. Halk dernekler kurarak, platformlarda birleşerek örgütlü bir şekilde mücadele etmeye başladı. Niğde’de, Kaz Dağları’nda, Uşak’ta, Fındıklı’da, Antalya’da, Dersim’de kısacası ülkenin hemen her tarafında talan projelerine karşı tepkiler giderek büyüdü. Halk toprağına, derelerine ve doğasına daha güçlü ve örgütlü bir şekilde sahip çıkmaya başladı. Yeri geldi, ÇED toplantısını bastı, yeri geldi HES’çileri köyüne sokmadı, nükleer enerjiye karşı kitlesel eylemler yaptı. Kimi zaman barajlara karşı binlerce kişinin katıldığı protesto yürüyüşleri, kimi zaman da şirketlerin genel merkezleri önünde oturma eylemleri yaptı, GDO’lu ürünlere karşı mücadele etti. İstanbul’da boğaza 3.

köprünün yapılması yerine yaşamı savundu, Bursa’da Uludağ’ın suyunun şişelenip satılmasına karşı çıktı. Doğa hakkı su hakkı için mücadele edenler bu defa yalnız başlarına değildi hem büyük kentlerden de seslerine ses katıldı hem de birbirleri arasında iletişim ağlarını, dayanışma ilişkilerini kurdular ortak hareket etme zeminleri yarattılar. Şimdi bu birliktelik bir merkezi eyleme taşınıyor. Yenilenebilir Enerji Kanunu ile, meclis gündemindeki Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu ile saldırısını büyütmeye hazırlanan ve asıl yıkımı seçim sonrasına bırakan AKP iktidarının karşısına dikilecek direnişçiler, “Yasalarınız, saldırılarınız, talan projelerinizi uygulatmayacağız” diyecekler. Direnişi ve mücadeleyi hep birlikte büyütecekler.

Yaşamı savunanlar 9 Nisan’a çağırıyor DERELERİN KARDEŞLİĞİ PLATFORMU YÜRÜTME KURULU ÜYESİ TAYLAN KAYA: Gözleri paradan başka bir şeyi görmeyen sermaye sahipleri, uluslararası şirketler, bizi yaşam alanlarımızdan kovarak, suyun başını tutma derdinde. Ülkemizin dört bir yanında derelerimiz, vadilerimiz, yaşamımız talan ediliyor. Sermaye, ‘enerji sıkıntısını’ bahane ederek kurduğu HES’lerle sularımızı gasp etmek istiyor. Bunun için ellerinden geleni yapıyorlar. Yalanla, hileyle insanları kandırmaya; satın almaya çalışıyorlar. Mevcut hukuki kararları bile görmezden geliyorlar. Bu talan projesinin kılavuzluğunu AKP yapıyor. Bölgemizdeki birçok HES projesi, AKP’ye yakınlığı ile bilinen şirketler tarafından yürütülüyor. Böylesine büyük bir yağma harekatı karşısında bizler, derelerin kardeşliğine inananlar olarak 9 Nisan’da

Ankara’da buluşuyoruz. Doğanın ve yaşamın yağmasına karşı ülkenin dört bir yanında büyüyen direniş hareketleriyle kol kola veriyoruz. Vadilerden yükselen bu sese, derelerin bu büyük başkaldırısına omuz vermek isteyen herkesi 9 Nisan’da Ankara’ya çağırıyoruz. PERİ SUYU KORUMA KURULU, EREN AKYOL Türkiye’de yapılan barajlar yaşam alanlarımıza fiilen saldırıyor. Küresel sermayenin bu projeleri, işbirlikçi iktidarlar vasıtasıyla hayata geçiriliyor. Bunu yaparken en acımasız şekilde doğamızı ve sahip olduğumuz bütün değerlerimizi tahrip ediyor; yok ediyorlar. Sermayenin HES saldırılarına karşı yaşam alanlarımızı savunmanın yolu; HES’lere karşı mücadele eden platformların bir yumruk gibi birleşmesinden geçiyor. Ancak o zaman gücümüzü

birleştirip bu saldırıları püskürtebiliriz. Meşru demokratik haklarımızı kullanarak mücadelemizi başarıya ulaştırmak ve yaşam alanlarımızı diğer mücadele veren kurumlarla daha gür bir sesle savunmak için 9 Nisan’da Ankara’da olacağız. YEGEP: BULUTLARIMIZ KARARMASIN Son yıllarda çevre katliamı, bütün dünyada hissedildiği gibi yurdumuzun tabiat harikası Karadeniz Bölgesi’nde de ormanların, derelerin, canlıların yok edilmesi pahasına vahşileşerek sürüyor. Bizler de havamıza, suyumuza, toprağımıza sahip çıkmak için; çeşitlendirerek artırdığımız mücadele yöntemlerimizden aldığımız heyecanla 9 Nisan’da “Yağmur yağdıran bulutlarımızın kül yağdıran bulutlar haline gelmemesi için”, köylülerimizle, muhtarlarımızla,

çocuklarımızla, yaşlılarımızla, yüreğimizle 9 Nisan’da Ankara’da meydanlarda olacağız. MERSİN NÜKLLER KARŞITI PLATFORM’DAN SABAHAT ASLAN: Nükleere karşı yaşamı savunan herkesi 9 Nisan’da Ankara’daki mitinge davet ediyorum. Japonya’daki depremle birlikte ortaya çıkan nükleer patlamaların boyutu Çernobil’den daha büyük. Dünya nükleer enerjiden vazgeçmeye başlıyor; ancak tüm bunlara rağmen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ısrarla nükleer enerjiyi savunuyor. Biz Mersin Nükleer Karşıtı Platform olarak 9 Nisan’da Ankara’da olacağız. Sadece nükleer santrallere karşı değil, termik santral, HES gibi doğayı talan eden ve metalaştıran tüm uygulamalara karşı Ankara’ya gideceğiz. Bu, bizim yaşama hakkını savunma görevimizdir. Bundan sonra da nükleere

karşı Mersin’de sürekli sokaklarda olacağız. ÇİFTÇİ-SEN GENEL BAŞKANI ABDULLAH AYSU: Bizim Ankara’da olmamızın iki ekseni var. Bunlardan biri HES’ler diğeri de yeni hazırlanan bitki koruma ve biyoçeşitlilik yasası. Her iki uygulama da kırsal alanın yapısını değiştiriyor ve çiftçileri tasfiye ediyor. Bu yasa biyoçeşitliliği şirketlerin himayesine vererek tarımı şirketleştirmek manasına geliyor ve aynı zamanda HES’lerin önünü açıyor. Bu yasa, 2005 yılında AKP’nin imzaladığı Uluslararası Biyoçeşitlilik Anlaşması’na da cepheden karşı bir konumda. AKP’nin çıkardığı biyoçeşitlilik yasalarının ve HES projelerinin doğa yararına hiçbir yanı yoktur. Biz tüm bunların farkındayız ve 9 Nisan’da da bunları haykıracağız.

‘Altıncılara’ Çanakkale darbesi Ç

Bursa’dan şenlikli çağrı Bursa Su Platformu, 19 Mart’ta Su Hakk› Sempozyumu ve 20 Mart’ta da Suyun Ticarilefltirilmesine Hay›r flenli¤i yaparak 9 Nisan ça¤r›s› yapt›. Bursa Akademik Odalar Birli¤i Yerleflkesi’nde gerçeklefltirilen sempozyumda “Tar›m ve sanayide su kullan›m›”, “Kent ve su” ve “Türkiye’de HES gerçe¤i” oturumlar› yap›ld›. Oturumlar boyunca Do¤aDer Foto¤rafç›l›k Kulübü’nün “Bursa’n›n çeflmeleri” konulu foto¤raf sergisi devam etti. Ziraat Mühendisleri Odas› ‹stanbul fiube Baflkan› Ahmet Atal›k, Nilüfer Kent Konseyi Genel Sekreteri Mehmet Kartal, araflt›rmac›-yazar Gaye Y›lmaz, Prof. Dr. Fuat Ercan, Dikili Belediye Baflkan› Osman

Özgüven, Bursa Tabip Odas› Baflkan› Kay›han Pala, Prof. Dr. Beyza Üstün, Munzur Koruma Platformu’ndan Hasan fien ve Avukat Erkut Güzel’in konufltu¤u oturumlarda izleyicilerin de söz ald›¤› tart›flmalar yap›ld›. Oturumlar›n sonunda 9 Nisan mitingi ça¤r›s› yap›ld›. Sempozyumdan bir gün sonra Bursal›lar, Bursa Atatürk Kapal› Spor Salonu’nda gerçeklefltirilen “Suyun Ticarilefltirilmesine Hay›r” flenli¤inde bulufltu. Bursa Su Platformu bileflenlerinin konuflmalar›yla bafllayan flenlikte Fuat Saka, Bayar fiahin, Grup Gündo¤arken, Grup Efkar ve Grup Meluses sahne ald›. Horonlarla devam eden flenlik 9 Nisan mitingine ça¤r› yap›lmas›n›n ard›ndan son buldu.

anakkale Halkevi Başkanı Mehmet Öztürk, ağacın, suyun, toprağın talan edilmesine karşı insanca bir yaşam için 9 Nisan’da Ankara’da olacaklarını söyledi. Halkın Sesi’ne konuşan Öztürk, Çanakkale’de doğanın talanına karşı verilen mücadele hakkında bilgi verdi. Öztürk, Çanakkale’de Karabiga Köyü halkının termik santrale karşı mücadele ettiğini, Şahinli Köyü, Elmalı Köyü ve Kuşçayır Köyü halkının da toprağı zehirleyen siyanürlü altın arama çalışmalarına karşı mücadele ettiklerini söyledi. Çanakkale’nin Lapseki İlçesi’ne bağlı Şahinli Köyü’nde halk, 15 Mart’ta

siyanürlü altın çıkarma yöntemi için gerçekleştirilen ÇED toplantısını bastı. Şahinli halkının tepkisi sebebiyle ÇED toplantısı yapılamadı. Şahinli halkı, doğanın talanına karşı 9 Nisan’da

Barajlar gününde AKP’ye protesto

S

Ankara’da olacaklarını söylüyor. ‘Altıncı’lara bir darbe de Bayramiç’teki Kuşçayır Köyü’nden geldi. ÇED toplantısının olduğu gün köy kahvesi açılmadı, köy terk

uyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu’nun (STHP) çağrısıyla Dünya Barajlar Günü 13 Mart’ta bir araya gelen yüzlerce kişi AKP İstanbul İl binasına yürüyerek doğayı talan eden, akarsuları, su havzalarını ticarileştiren sermaye politikalarını ve bu politikaların yürütücüsü olan AKP’yi protesto etti. Miniatürk

edildi. Köy halkı daha önceden ÇED toplantısına katılmama kararı almıştı. Toplantının bulunduğu yere giden birkaç köylü “Bu orman bizimdir ve onu biz koruyoruz. Suyumuzun kirlenmesini istemiyoruz” dedi. Kimse katılmadığı için toplantı yapılamadı ve altıncılar köyü terk etti. Köylülerin altıncı şirketlere tepkisinin olduğunu bilen jandarma toplantı öncesinde köyde dolaşarak “Siz bu altın madenini niye istemiyorsunuz, bakanlıktan izinli bunlar, zararlı bir şey olsa devletimiz buna izin vermezdi” diyerek köylüleri ikna etmeye çalışmıştı. Kuşçayır halkı da 9 Nisan’daki mitinge katılacaklarını açıklamıştı.

önünde buluşan eylemciler AKP binası önüne geldiklerinde caddeyi trafiğe kapatarak eylemlerine başladı. Munzur’dan Karadeniz vadilerine, Ege’den Akdeniz’e Anadolu’nun dört bir yanında su havzalarının ticarileştirilmesinin önünü açan ve doğayı yıkıma uğratan hidroelektrik santral ve baraj projelerine karşı direnişlerin

sürdüğünü belirten platform üyeleri, “Baraj ve HES projeleriyle doğanın talan edilmesine, suyun ticarileştirilmesine izin vermeyeceğiz. Her vadide her suyun başında yasalarınıza karşı direneceğiz ve kazanacağız” dedi. Eylem, 9 Nisan’da Ankara’da gerçekleştirilecek mitingin çağrısının yapılmasıyla son buldu.

‘Ander kalsın HES’lerin’

K

aradeniz Bölgesi’nde bölge halkının suyunu ve bölgenin doğasını talan eden hidroelektrik santrallere karşı verdiği mücadelesi, yeni kazanımlarla sürüyor. Halk, HES’çilere ‘burası dağ başı mı?’ diyor. Son olarak 10 Mart’ta Ordu İdare Mahkemesi, Giresun’daki Pazarsuyu Havzası'nda bulunan 7 HES projesinin ÇED kararlarının yürütmesini durdurdu. Karar, havza bazında bütün projelerin aynı anda durdurulması nedeniyle önem taşıyor. Kararın ardından İstanbul Barosu, kendi bünyesinde oluşturduğu Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu HES Çalışma Grubu aracılığıyla bundan sonra talep olması halinde bütün HES davalarına müdahil olacağını duyurdu. Pazarsuyu havzasında yaşayanlar, havzadaki derelerde kurulması planlanan HES’lere karşı ‘ander kalsın HES’leriniz’ diyerek mücadeleye başlamıştı. Bölge halkının verdiği mücadele sonucunda İstanbul Barosu dava açmıştı. Bölge halkı hedeflerinin EPDK’nın verdiği üretim lisanslarının da iptal edilmesi olduğunu söylüyor.

‘Kanser olmak istemiyoruz’

İ

zmit’in Yuvam Akarca Mahallesi’ne kurulması planlanan Posco Demir Çelik Fabrikası’na karşı mahalleliler mücadele ediyor. Mahallelilerin kurduğu Yuvam Akarca İnsanca Yaşam Meclisi 10 Mart’ta fabrikanın zararları ile ilgili bir panel düzenledi. Yuvam Akarca Fevziye Mahallesi Muhtarı Fatma Keskin'in moderatörlüğünü yaptığı panelde Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu ve Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Semra Ocak konuştu. Dilovası’nda anne sütünde bile kansere neden olan yüksek dozda ağır metal tespitli raporu hatırlatan Hamzaoğlu Posco'nun kurulmasıyla bölgede kansere yakalanma oranının artacağını söyledi. Semra Ocak, fabrika sahiplerinin ‘maliyet’ gerekçesiyle kısıtlı arıtma yaptığına dikkat çekti ve Posco’nun atıklarının birçok deniz canlısının da hayatını tehdit edeceğini söyledi. Ocak ayrıca fabrikaların yarattığı gürültü kirliliğine de dikkat çekti.


9

EĞİTİM HAKKI 25 Mart 2011 / 7 Nisan 2011

Halk›n Sesi

Dostlarla dayanışma sofrasında Okullardaki beslenme sorununu Batıkent Halkevi dayanışma sofrasıyla çözdü. Lise öğrencileri, öğlen yemeklerini her gün Batıkent Halkevi’nde yiyor ÇAĞLAR ÖZBİLGİN

A

ralık ayından bu yana liselilerin uğrak yeri olan Batıkent Halkevi, önemli bir çalışmaya imza atıyor. Halkevi’nin yanı başındaki Batıkent Endüstri Meslek Lisesi (BATEM)’nde de pek çok lisedeki gibi beslenme sorunu var. Okulun, sağlıksız yemekleri yüksek fiyatlarla sunması nedeniyle öğrenciler, beslenme ihtiyaçlarını bakkalda ekmek arası kaşar yaptırarak ya da bisküvi-kola alarak kaldırımlarda ve parklarda yiyerek gidermeye çalışıyormuş. Sorun, Halkevi’nde yapılan bir pazar kahvaltısında mahallelilerce gündeme gelmiş. Öneriler sonucunda öğle saatinde Halkevi’nde üç çeşit sıcak yemek çıkarılmaya başlanmış. Aralık’ta başlayan çalışmaya ilk başta Halkevi dostları, kısa zaman içinde de mahalleliler, eğitimciler, veliler sahip çıkmış.

Mustafa Kemal

OKULDA KULAKTAN KULAĞA YAYILIYOR Çalışmanın bugün geldiği noktayı görmek amacıyla Batıkent Halkevi’nin ziyaretçisi olduk. Kapıdan girmemizle yemek kokusunu almamız bir oldu. Birkaç dakika içinde salon okullarından gelen liselilerle doldu. Bir yandan yemekler yenirken, diğer yandan derslerden siyasete pek çok konu tartışıldı. Yemekten sonra soba üzerinde demlenen çayımızı alarak sohbete başladık. BATEM Öğrencisi Mustafa okullarındaki durumu “Yemekhanemiz yok, yani ev yemeği yiyemiyoruz. Kantindeki yemekler de çok pahalı. Avuç kadar ekmeği 2,5 liradan satıyorlar. Çoğumuzun bunu karşılamaya gücü yok” diyerek anlatıyor. Mustafa, Halkevi’ndeki dayanışma sofrasının okulda kulaktan kulağa dolaştığını kendisinin de duyunca merak ederek Halkevi’ne geldiğini anlatıyor. “Ablalarımız, abilerimiz yemekleri kendi çocuklarına hazırlar gibi hazırlıyor. Yemekler hem temiz hem de lezzetli. Sohbetleri de çok hoş” diyor. BATIKENT ARTIK UMUTSUZ DEĞİL Çalışma bugün yaklaşık 20 kişinin yemek ve temizlik gönüllüsü olduğu, Batıkent’teki 5-6 okulun eğitimcilerinden gelen maddi destekle ve mahallelilerden gelen erzak

desteğiyle hızla büyümüş. Panodaki programa göre her günün 2-3 görevlisi var. O günün mönüsüne karar veren görevliler, sabah 10’da Halkevi’ne gelerek yemeği, bulaşığı ve temizliği bir çırpıda hallediyor. Yaklaşık 50 kişi için hazırlanan yemek, gün içerisinde şubeye uğrayanlara da sunuluyor. Yemek hazırlamak için gönüllü olanlardan birisi de emekli öğretmen Sermin Kaymak. Sermin Kaymak, mahalle halkının bu çalışmaya büyük bir destek verdiğini anlatıyor ve ekliyor: “Bizler ne yapabiliriz’ diyerek iletişime geçen arkadaşlarımız, komşularımız oldu. Bir gün çayıyla şekeriyle bir mahalleli buraya geliyor, ertesi gün mercimeğiyle pirinciyle bir başkası. Projeler ile Batıkent Halkevi büyüyor. Batıkent artık umutsuz değil” diyor.

Sohbetimizde bu çalışmanın çok yönlü olduğunu anlıyoruz. Batıkent’te artan gerici örgütlenmeye karşı önemli bir alternatif olan çalışma, duyarlı ve aydın mahallelilerden ciddi destek görüyor. “Batıkent’i de çocuklarımızı da gericilere bırakmayız” diyen bir ablamıza bir abimiz “Onların yeşil sermayesi varsa, bizim dayanışma kültürümüz var” diyerek destek çıkıyor. EĞİTİM HAKKI İÇİN 10 NİSAN’DA ANKARA’YA Mahalleliler, bugün ilkokuldan üniversiteye kadar tüm öğrencilerin sorunu olan beslenmenin, okullarda öğrenciler ve eğitimciler için hak olduğu ve parasız sağlanması gerektiğini vurguluyorlar. Gerici ve paralı eğitime karşı verilen mücadelenin önemine dikkat çeken Batıkentliler, aslında çok

Hakkımızı bildiğimizi söylemeye Ankara’ya

H

alkevleri 10 Nisan’da Ankara’da bir eğitim hakkı mitingi düzenliyor. Eğitim alanında yaşanan piyasalaştırmanın yarattığı yıkım tablosuna karşı velileri, öğrencileri ve öğretmenleri bir araya gelmeye ve eğitim hakkına sahip çıkmaya çağırıyor. Eğitim hizmetin tüm bileşenlerini Ankara’ya çağıran Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol’la onları bu mitingi örgütlemeye yönelten sebepleri, mitingin anlamını konuştuk. “10 Nisan'da düzenlenecek eğitim hakkı mitingini neden gerçekleştiriyorsunuz?” sorumuza Birol iki ana gerekçeleri olduğunu söyleyerek cevap verdi. MÜFREDAT GAZETE SAYFALARINDAN FIŞKIRIYOR Birol, büyük bir yıkıma uğratılan eğitim hizmetinin gerici piyasacı kurallarla yeniden inşa edildiğini, bu yeniden inşa sürecinin çocukların, gençlerin geleceğini ipotek altına aldığını belirtiyor. Eğitimin içeriğini yeniden biçimlendiren bu uygulamaları güncel sorunlara göndermeler yaparak açıklayan Birol, kardeşleşme konusunda çok mesafe katedilmesi gereken ülkemizde ders müfredatlarının ırkçı içeriğinin bu çabayı zedelediğine işaret ediyor, cinsiyetçi içeriklerle çocukların kadın cinsine düşmanlaştığını anlatırken akıllara gazetelerin üçüncü sayfalarından taşarak ülke gündemine oturan kadın cinayeti haberleri geliyor.

Sermin Kaymak dile getirilmeyen okullardaki beslenme hakkına da parmak basarak bunun bir talep olarak dile getirilmesi gerektiğini ifade ediyorlar. Hem mahallelerinde hem de okullarında çocuklarını gerici örgütlenmelere bırakmayan mahalleliler, gazetemize “Parasız eğitim, parasız beslenme haktır” diyerek 10 Nisan’da Ankara’da gerçekleştirilecek Eğitim Hakkı Mitingi’ne katılacaklarını belirttiller.

‘OKULLAR KUŞATILIYOR’ Birol sınava dayalı eğitim sisteminin yarattığı amansız rekabet ortamının öğrencileri en yakın arkadaşına düşman hale getirdiğine değindiği konuşmasında Eğitimde gericileşme sorununa da şu sözlerle dikkat çekiyor: “Bilim okulların kapısından dışarı atılıyor. Gerici ve ırkçı müfredat adım adım her dersi, sınıfı, koridoru ve okulun tüm binasını topyekun kuşatıyor.” Bu içeriğe itiraz eden Birol “İşte mitingin bir amacı bu: Bu ülkenin yoksullarının yoksulluklarının sürdürülmesini sağlayan her uygulamaya itaat etmeleri için, yurttaş değil kul olmaları için eğitimi kullananlara “hayır” demek için bu mitingi düzenliyoruz” diyor.

MAKYAJI BOL AMA ACI Birol mitingi örgütlemelerinin ikinci ana gerekçesini “piyasalaştırma yani, eğitim alanının sermaye açısından muazzam bir kar alanı haline getirilmesi ve eğitimin tüm unsurlarının kar ettirip ettirmediği ölçeğiyle değerlendirilmeye başlanması” olarak tanımlıyor. Bu tanımı da şu sözlerle açıyor: “Yani öğrenci daha çok nasıl kazandır, öğretmenin emeği nasıl daha ucuza mal edilebilir, velinin cebinden daha çok para nasıl çıkarılabilir üzerine düşünülür oldu.” Birol bugün okullarda kayıttan kitaba, tebeşirden temizliğe, yemekten servise, sınav kağıdından dersanesine kadar sadece para ödemeye endekslenmiş bir süreç yaşanmasının da bu tespitlerini doğrular nitelikte olduğunu söylüyor. Birol “makyajı bol, gerçeği acı olan bu süreçte “eğitim piyasa malı değil, haktır” demek için mitingi düzenlediklerini söyledi. Birol, mitingle ilgili sorularımızı cevapladığı sohbeti şu sözlerle bitirdi: “Ülke çapında öğrenci, veli ve öğretmenlerimizin oluşturduğu eğitim hakkı meclislerimizle hakkımızı bildiğimizi, hakkımızı piyasaya, gericiliğe teslim etmeyeceğimizi söylemek için, siyasilere ‘Boşa atıp tutmayın, eğitim sorununu çözün’ demek için Ankara ya gidiyoruz. Bu eylem simgesel ama önümüzdeki süreci aydınlatacak önemli eylemlerden biri olacaktır.

Özel okul öğrencisi isyan etti E

ğitimin paralılaştırılması uygulamaları öğrencilerin müşteri yerine koyulduğu bir eğitim anlayışı yaratıyor. Özel okul ve üniversitelerde öğrencilerin ders programından sınavlarına kadar herşey kar edebilmek için planlanıyor.

Adı üstünde ‘zorunlu’ Milli Eğitim Müdürlüğüne göre, zorunlu din derslerinden yalnızca Musevi ve Hıristiyan olduğunu belgeleyenler muaf

Ç

ocuklarının din dersinden muaf tutulması için dilekçe veren velilere milli eğitim müdürlüklerinden cevapları gelmeye başladı. 28 Şubat’ta Şişli İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne çocuklarının zorunlu din dersinden muaf tutulması için dilekçe veren Okmeydanı Halkevi Eğitim Hakkı Atölyesi’nden veliler, milli eğitimden bu isteklerine olumsuz yanıt aldılar. Okmeydanı’nda bir ilköğretim okuluna devam eden çocuğunun Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden muaf tutulması için dilekçe veren Fadime Gezer, okul yönetimi tarafından çağrıldı. Gezer’e, dilekçesine Milli Eğitim Müdürlüğü’nün gönderdiği cevap tebliğ edildi. Gezer’e verilen cevapta hangi öğrencilerin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden muaf tutulup tutulamayacağının Milli Eğitim Bakanlığı’nın emir yazısıyla belirlendiği söylenerek söz konusu emir yazısı iletildi.

MUAFİYET SÖZ KONUSU DEĞİL ‘Muaf olunacak dersler’ konulu emir yazısı Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Genel Müdürlüğü tarafından 28 Ekim 2010 tarihinde il milli eğitim müdürlüklerine gönderilmiş. Bakanlık, emir yazısında, Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulu’nun 9 Temmuz 1990’da aldığı 1 sayılı karara dayanarak “Azınlık okulları dışında kalan ilk ve orta öğretim okullarında öğrenim gören T.C uyruklu Hıristiyanlık ve Musevilik dinlerine mensup öğrencilerin bu dinlerden birine mensup olduklarını belgelendirmeleri kaydıyla Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden muaf tutulacağını” belirtmiş. DAVA AÇACAKLAR Bakanlığın din dersi ile ilgili yolladığı emir yazısında dikkat çeken en önemli nokta zorunlu din dersinden muaf tutttuğu kesimi Musevilik ve Hıristiyanlıkla sınırlaması. Yani din dersi düzenlemesi İslamiyet ve onun dşındaki diğer iki semavi

dini kapsıyor. Ateizm, Budizm ya da herhangi başka bir dine mensup olan öğrenciler için ne gibi bir uygulama olacağı emir yazısında yazılmıyor. Üstelik bu dinler düzenleme kapsamına alınsa dahi bu inanca sahip olan öğrencilerin inançlarını belgelemesi olanaklı olmadığı için ikinci bir pürüz daha ortaya çıkıyor. Zorunlu din dersine ilişkin hukuki süreci takip eden Halkevleri Hukuk Birimi muafiyet dilekçesine verilen olumsuz cevabın ardından konuyu yargıya taşımaya hazırlanıyor. Avukatlar geçmişte Alevi yurttaşların din dersinin kaldırılması için hem ulusal mahkemeler hem de AİHM’e gittiğini hatırlatarak, zorunlu din derslerinin hak ihlali olduğu yönündeki AİHM kararlarına dayanarak Milli Eğitim Bakanlığı’na dava açmaya hazırlanıyor. Avukatlar açılacak davanın eğitim hakkı mücadelesi ve eğitim müfredatına ilerici demokratik nitelik kazandırılması açısından anlamlı olduğunu söylüyor.

MALTEPE’DE EYLEM VAR Bu niyeti taşıyan İstanbul Maltepe Üniversitesi’nde yönetimin bu yıl hayata geçirdiği uygulamalar öğrencilerden büyük tepki topladı. Derslere yüzde 80 devam zorunluluğu getirilmesi ve kötü planlanmış ders programlarıyla öğrencilerin sabah 9’dan akşam 5’e kadar üniversitede kalmaya zorlanması karşısında öğrenciler bir hafta süren boykot ve eylemler düzenledi.

Özel üniversite öğrencileri her fırsatta kendilerinden daha fazla para alabilmek için yapılan düzenlemelere isyan etti Okuldaki işletmelerde daha fazla para harcamaları için ders programlarının uygunsuz hale getirildiğini belirten öğrenciler, üniversitenin kar etme amacıyla haksız yere sınıfta bırakma uygulamasına başvurduğunu dile getiriyor. Öğrenciler, getirdikleri doktor raporlarının dahi kabul edilmemesinden rahatsız. Çok sayıda akademisyenin işine son verilen Maltepe Üniversitesi’nde ders verme dışındaki bir çok işi de kalan az sayıda akademisyen yükleniyor.

Öğrencilerin verdiği bilgiye göre akademisyenlerin buna itirazları yönetim tarafından reddedilmiş. Üniversite yönetimine karşı tepkili öğrenciler ise 14 Mart’tan bu yana dersleri boykot ederek rektörlük önüne yürüyüşler düzenledi. Rektör, 16 Mart Çarşamba günü büyük bir eylem düzenleyen öğrencilerle masaya oturmak zorunda kaldı. Öğrencilerin şikayet ve isteklerini anlattığı toplantıda talepler karşılanmayınca 520 öğrenci birden salonu terk etti. Bu sırada

üniversiteye haber takibi için gelen basın mensupları da kapıdan geri çevrildi. BAŞBAKANA FAHRİ DOKTORA VERMİŞTİ Öğrencilerin kar odaklı yönetimine tepki gösterdiği Maltepe Üniversitesi geçen yıl Başbakan Tayyip Erdoğan’a fahri doktora vermişti. Fişlenme tehlikesi olduğunu söyleyerek ismini vermek istemeyen bir Maltepe Üniversitesi öğrencisi, şu açıklamalarda bulundu: “Bir vakıf üniversitesinin ticarethaneye dönüşmesine öğrenciler olarak tanıklık ediyoruz ve insani olan hiçbir şeyin değerli olmadığı, kapitalizmin bütün acımasızlığıyla süregeldiği bu ‘üniversitede’ yaşananların başkaları tarafından da bilinmesini istiyoruz.”

Bültende yazdılar mitingde anlatacaklar E¤itim Hakk› Meclisi 10 Nisan’da düzenlenecek ‘e¤itim hakk› mitingi’ için çal›flmalar›n› sürdürüyor. Meclis bundan önce ilk say›s›n› yay›mlad›¤› E¤itim Hakk› Bülteni’nin ikincisini yay›na haz›rlad›. 10 Nisan mitingini konu alan bülten miting haz›rl›k çal›flmalar›na ayr› bir anlam katacak. Mitinge kat›lacak ö¤renci, veli ve ö¤retmenlerin mesajlar›n›n bulundu¤u bültende e¤itim alan›ndaki hak ihlallerini ortaya koyan bir bilanço okurlara sunuluyor. E¤itim

emekçilerinin yaflad›¤› güvencesizlik ve e¤itim hakk› meclislerinin anlat›ld›¤› yaz›lar da bülten sayfalar›nda yer al›yor. Sekiz sayfal›k bültenin ülke çap›nda baflta okul önleri olmak üzere yayg›n bir biçimde da¤›t›lmas› planlan›yor. E¤itim hakk› mücadelesi verenlerin sesi olma hedefiyle ç›kan ‘E¤itim Hakk› Bülteni’ fikri 21-22-23 Ocak 2011’de düzenlenen halk›n Haklar› Forumu, E¤itim Hakk› Atölyesi’nin kararlar› aras›nda yer alm›flt›.

Avcılar’da veliler panelde buluştu A

vcılar Halkevi’nde 19 Mart Cumartesi günü “Okul, aile, öğrenci ilişkileri ve sorunlara çözüm önerileri” konulu bir panel gerçekleştirildi. Rehberlik öğretmenleri Arslan Parlatan ve Özge Karakaş ile Psikolojik Danışman Ferahim Yeşilyurt’un konuşmacı olarak katıldığı panelde ailelerin çocuklarıyla nasıl iletişim kurması gerektiği tartışıldı. Panelde yapboza

dönen sınav sisteminin başarının ölçüsü olarak ele alınamayacağına değinildi. Panelde konuşan veliler, çocuklarının yaşadığı sınav stresinden, okulların nitelikli eğitim vermemesinden, ders kitaplarının içeriklerinin yetersiz olduğundan, bu durumun bir sonucu olarak da ilkokuldan itibaren çocukların dershanelere gitmek zorunda kalmasından şikayet etti.


10

KİBELE 25 Mart 2011 / 7 Nisan 2011

Halk›n Sesi

Kad›nlar ve güvencesizlik ugünlerde en çok tartışılan konulardan biridir güvencesizlik. Torba Yasa, iş cinayetleri, işten çıkarmalar. İşten çıkarılmalara karşı oluşan direnişler. Peki, nedir güvencesizlik? Güvencesizlik aldığın maaşla ay sonunu çıkaramamaktadır. Güvencesizlik her gün işe giderken işsiz kalma korkusudur. Güvencesizlik hamile kaldığın için işten çıkarılmaktır. Çocuklarının geleceğinin yok edilmesidir güvencesizlik. Güvencesizlik şefinden izin almadan tuvalete bile gidememektir. İster bireysel sözleşmen olsun ister toplu iş sözleşmen bunların hepsinin belirli süreli olmasıdır güvencesizlik. Taşeronlaştırmadır güvencesizlik. Torba Yasa’dır güvencesizlik. Esnekliktir. Kuralsızlaştırmadır güvencesizlik. Sağlıklı yaşayamamaktır, sağlık hakkından yararlanamamaktır güvencesizlik. Barınacak evinin yıkılmasıdır güvencesizlik. Ulaşım hakkının olmamasıdır Evrim güvencesizlik Eğitim Aydın hakkından yararlanamamaktır güvencesizlik. İş İlker cinayetleridir güvencesizlik. Halkevi Ölümdür güvencesizlik… Yüzyıllar önce kadınların fabrikalarda işçi sınıfına katılmasıyla başlamıştır kadınlar için güvencesizlik. Makinelerin fabrikalarda yerini almasıyla kol gücüne gereksinimin azalmasıyla başlamıştır kadınların fabrikalardaki işçileşme süreçleri. Günde 18-20 saatlere varan çalışma saatleriyle üstelik de çok az ücretlerle çalışmışlardır. Çalışma koşullarına göre değişiklik gösteren hastalıklar, sakat doğan çocuklar, çok uzun saat çalışmanın sonucunda ne anneliği ne kadınlığı kalan kadınlar ortaya çıkmıştır. Bugün de vardır çalışan kadınlarda meslek hastalıkları, sakat doğan çocuklar. O dönemlerde ne oy hakkını almaları kolay olmuştur ne de 12 saat çalışma hakkını kazanmaları. Ne çocukların çalışmasının yasaklanmasını sağlamaları kolay olmuştur ne de erkeklerle eşit ücret almaları. Hepsi için birçok bedel ödenmiştir, ödenmektedir. Ne fark vardır bu gün hamile kaldığı için işten çıkarılan kadınla bundan yüzyıllar önce doğumdan 3-4 gün sonra işsiz kalma korkusuyla hemen fabrikasına dönen kadın arasında. Ne fark vardır bugün köylerinden kopup mevsimlik tarım işçisi olarak ülkenin başka köşelerine giden göçmen kadın işçilerle bundan yüzyıllar önce topraklarından koparılıp büyük toprak sahiplerinin topraklarında tarım işçisi olarak çalışan kadınlar arasında. Ne fark vardır bundan yüzyıllar önce ev sanayi sektöründe çalışan ülkenin her yanına dağılmış binlerce kadın ile bugün dünyanın her yanına yayılmış ev eksenli çalışan milyonlarca kadın arasında. Peki ya yangınlar, farklı mıdır birbirinden. 8 Mart’ın tarihine baktığımızda rastladığımız 1857’de Tekstil Fabrikasında, 1911’de Triangle Gömlek Fabrikasında fabrikada kilitli oldukları için yanarak ölen kadınlarla 2005 yılında Bursa'da yine bir tekstil fabrikasında kilitli oldukları için yangında ölen 5 kadın arasında fark var mıdır? Unutmadık bir kamyonetin arkasında giderken kamyonet devrilince ölen güvencesiz mevsimlik göçmen işçi kadınları. Güvencesizliğe karşı mücadele dendiğinde benim ilk aklıma gelen Novamed işçisi kadınlar olur. Barınma hakkı mücadelesi veren kadınlar, ulaşım hakkı mücadelesi veren kadınlar, sağlık hakkı için mücadele eden doktorundan, hasta bakıcısına, taşeron temizlik işçisine kadar tüm kadınları hatırlarım. Ve direniş çadırlarında direnişe yeni bir boyut getiren Tekelci kadınları da unutmam. Güvencesizliğe karşı mücadelenin duvarına Tekelci kadınların koyduğu tuğlalar sapasağlam durmaktadır hala. Ve duvar örülmeye devam ediyor... Kadınların içine düşerse mücadele ateşi, söndürmek kolay değildir. Bu ateşin adı bazen Ekmek ve Gül yürüyüşü olur, bazen Dünya Kadın Yürüyüşü. Bazen güvencesizliğe karşı direniş çadırları kurulur, sonra bir bakarsın ki tüm dünya direniş çadırına dönüşmüş. Yanan güvencesizliğe karşı mücadele ateşlerini daha da harlayalım, sönmesini engelleyelim ki hem kendimizin, hem çocuklarımızın hem de sadece ülkemizdeki değil tüm dünyadaki kadınların özgürleşmesi için küçük bir adım atmış olalım.

B

(Yazının tamamı daha önce Sendika.Org’da yayınlanmıştır)

Kayıtsız, şartsız güvence Yeni dönemin çalışma biçimi ev içi sorumluluklarla daha uyumlu. Esnek çalışma ev kadınlığını ‘işgücü piyasaları’yla bütünleştiriyor. Fakat şartlar ne olursa olsun kadın sosyal güvenceden mahrum kalıyor

N

eoliberal gericiliğin kadını eve kapatma biçimi, kapitalizmin eski alışkanlıklarına benzemiyor. Kadınlar, AKP’nin neoliberal sisteminde, eğitimli veya eğitimsiz olmalarına bakılmaksızın, bir yandan ‘işgücüne’ katılıyor, bir yandan ev içinde kendisine biçilen rollerde yer almaya devam ediyor. Türkiye’de kendilerine ait bir sosyal güvencesi olmayan 22 milyon kadın için, geleceğini teminat altına almak, plan yapmak, sosyal ve ekonomik anlamda bağımsızlık hayal. Kadınlar, ya babalarının / kocalarının sosyal güvencesini kullanmak zorunda kalıyor ya da ancak onlardan alabildikleri paralarla pirim ödeyip, sigortalı olabiliyor. Oysa, AKP hükümeti ‘Çalışma Yaşamında Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi’ adındaki proje üzerinde çalışan bir Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nı bünyesinde bulunduruyor. Cemaat çevresi ile ‘hanım kardeşleri’nin eğitimi için, dershaneler, özel kurslar, okullar açmakla, okumayazma kampanyaları tertip etmekle ‘hanım kardeşlerin’ işgücüne katılımını sağlamak için varını yoğunu ortaya koyuyor. Elbette bu katılım kutsal aile için kadından beklenen görevlerle uyumlu oluyor. Okullarına, dershanelerine yetişememiş kadınlar için açılan beceri ve meslek edindirme kurslarıyla kadınları istihdam etme uğraşı bununla yanyana konulduğunda, AKP bilindik anlamda ‘kadını eve kapatan’ bir iktidar olmaktan çıkıyor.

‘BEN ÇALIfiMA DEM‹YORUM HOB‹ OLARAK Y‹NE ÇALIfi’ Ancak kimi istatistikler çalışma hayatında işlerin kadın için AKP’nin çizdiği kadar iyimser olmadığını gösteriyor. Çünkü AKP’li belediyeler ve kurumlar, açtıkları kurslarda, her yıl binlerce kadını esnekleşmiş piyasalara ucuz işgücü olarak sunuyor. Kadın, kayıtdışı olarak evde işlediği dantellerle, dizdiği boncuklarla bir yandan ‘harçlığını çıkarıp kendini oyalarken’ bir yandan çocuklarının, yaşlıların bakımını üstleniyor. Ev işini yapıyor. Kafesinden (evinden, mahallesinden) uzaklaşmadan toplumsal cinsiyet rollerine uygun bir biçimde hem ev içinde hem de piyasada emek sömürüsü sistemine

dikenli tellerine takılıyor. Öte yandan, kadına birincil görev olarak reva görülen ev içi işlerinden arta kalan zamanda çalışıyor olması, elde ettiği gelirin ikincil gelir olarak görülmesine yol açıyor. Bu nedenle kadın, çalışma hayatında güvencesiz çalışmaya razı oluyor ve işinden daha kolay vazgeçiyor. S‹GORTA ‹STE⁄E BA⁄LANIR MI ? Ücretsiz aile işçisi olarak çalışan kadınların yüzde 94’ü sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı değil. ‘İsteğe bağlı sigorta’ düzmeceleri ise kadının emeğinin görmezden gelinmesini süreklileştiriyor. AKP’nin sosyal güvence konusundaki yasal

Halkevci kadınlar ayağa kalkıyor

H

alkevci Kadınlar 23 Mart’ta İstanbul Halkevi’nde biraraya gelerek “Kadın düşmanlığına karşı ayağa kalkıyoruz! Erkeklerden, patronlardan, AKP’den hakkımızı istiyoruz! Alacağız” diyerek başlattıkları kampanyalarını ilan eden bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Halkevci Kadınlar adına basın açıklamasını okuyan Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol, “Kadınların hayatının her anının ‘güvencesizlikle’ kuşatıldığı bir ülkede yaşıyoruz” sözleri ile kampanyalarını anlatmaya başladı. Türkiye’de her gün beş kadının, en yakını olan erkekler tarafından öldürüldüğünü, fiziksel, psikolojik, ekonomik taciz ve şiddete maruz bırakıldığını söyleyen Birol, “Ölenlerin hayali yaşayanlara, bu ülkedeki kadınların cinsel şiddetin, cinsiyet ayrımcılığının ve emek yağmasının türlü biçimleri karşısında hiçbir toplumsal güvencesi olmadığını söylüyor” dedi. Kadınları seçeneksiz bırakan ‘Kutsal aile’ kuru-

6. Homofobi Karşıtı Buluşma 6 . Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma 14 Mart’ta başladı. Mart ayı boyunca Mersin, Adana, Trabzon, Aydın, Samsun, Eskişehir, Kars, Muğla ve Kayseri’de gerçekleştirilecek etkinliklerde Türkiye’de LGBT mülteciler, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığı, cinsel haklar ve anayasal talepler tartışılacak. Buluşmanın koordinasyonunu yapan KaosGL, Homofobi Karşıtı Buluşma’nın amacını LGBT bireylere yönelik ayrımcılığın tartışılması ve görünürlüğün sağlan-

masına zemin yaratmak olarak tanımlıyor. LGBT bireylerin ve heteroseksüellerin birlikte özgürleşeceği bir dünyaya dair düşüncelerin paylaşılmasını ve tartışılmasını istediklerini söyleyen KaosGL, bunun için kadın örgütleri, insan hakları örgütleri, ulusal ve uluslararası kurum ve kuruluşlarla ortak çalışma yapıyor. Mart, nisan ve mayıs aylarında yerel ayakları ile sürdürülecek, Ankara’da merkezi etkinliklerinin yapılacağı buluşma, 22 Mayıs günü Ankara'daki Homofobi Karşıtı Yürüyüş ile sona erecek.

Kadına kimliği bile ‘yassak’ Fatih 2. Aile Mahkemesi’nin, kad›nlar› evlendikten sonra, kocalar›n›n soyad›n› almak zorunda b›rakan Türk Medeni Kanunu, 187. maddesinin iptali için açt›¤› davada Anayasa Mahkemesi öncekilerden farkl› bir karar vermedi. Anayasa Mahkemesi’nin oyçoklu¤u ile reddetti¤i istem, daha önce pek çok kere erkek egemen yarg› engeline tak›lm›flt›. Türkiye’nin söz konusu maddeyle ilgili

dahil olabiliyor. Türkiye’de çalışan kadın nüfusu, çalışan erkek nüfusunun sadece dörtte biri. Öyle ki eğitimli olmak, üstüne genç olmak bile düzeni değiştirmiyor. Kentte yaşayan en az lise mezunu genç kadın nüfusundaki işsizlik, en az lise mezunu genç erkek nüfusundaki işsizliğinin 2 katından fazla. Yalnıza 3,7 milyon kadının istihdam edildiği düşünülüyor. Bunların 2 milyonu kayıtdışı, esnek, sigortasız ve ucuz iş gücü olarak çalışıyor. Üstelik kriz anında öncelikli tercih olarak işten atılan kadınların işsizliği erkek işsizliğinin süresinden çok daha uzun. Kadınlar için ev dışında var olduğu öne sürülen hayat, neoliberalizmin ve erkek egemenliğinin

düzenlemelerinin en yenisi müjde naraları arasında Torba Yasa ile yasalaştı. Bugünkü yeni düzenleme 2008 yılında kaldırılmıştı. Buna göre; evinde havlu, örtü, çarşaf, çorap, halı, kilim gibi dokuma ürünleri üretenler; her türlü nakış işleri ve turistik eşya, hasır, sepet, süpürge, paspas, fırça, yapma çiçek, pul, payet, boncuk işleme, tığ örgü işleri, ip ve urganları, tarhana, erişte, mantı gibi ürünleri evde yapıp işyeri açmaksızın satanlar ve yasa gereği gelir vergisinden muaf olan isteğe bağlı kadın sigortalılar, 243 TL yerine 144 TL pirim ödeyecek. Ama birçok kadın, uzun ikna süreçlerinin ardından, her an vazgeçmeye meyilli koca veya babalarından güç bela aldıkları paralarla pirimlerini denkleştirebiliyor. Yeni düzenleme kadınların kocaya bağlı olarak isteğe bağlı sigorta pirimlerinin ödemesinin önüne geçmiyor. Aksine, kadının ev içindeki karşılıksız emeğini iyice gönünmez kılıyor. Oysa Türkiye’de 0-5 yaş çocuk bakımının yüzde 92,1’ini anne yükleniyor. Yaşlı, hasta bakımı da kadının işi olarak görülüyor. Bu yüklerle kuşatılan kadınlar bir de bu sorumlulukları nedeniyle evde yapımı kolay diye el işlerine mahkum ediliyor. Bu da sistemin çarklarının işlemesi için bulunmaz fırsat oluyor. Her kadın, erkek egemenliğinden doğan mağduriyeti, ev içi emeği ve çifte mesaileri nedeniyle, her halükarda, şartsız şurtsuz, sosyal güvenceyi hak ediyor.

A‹HM taraf›ndan daha önce mahkum olmas›na karfl›n, kad›n›n soyad› özgürlü¤ü için aç›lan davalarda bir kaç istisnai yerel mahkeme karar› d›fl›nda olumlu netice al›namad›. Yarg›tay bu konuda önüne gelen davalar›n hiçbirinde olumlu yönde karar vermedi. Kad›nlar›n evlenmek ile kocas›n›n kimli¤i ni kullanmak zorunda b›rak›lmas›n›n hukuken, temel hak ve özgürlükler

ba¤lam›nda kabul edilimeyece¤ini söyleyen KAHDEM (Kad›nlara Hukuki Destek Merkez Derne¤i) kurucusu avukat Habibe Y›lmaz Kayar, CEDAW’a (Kad›na Karfl› Her Türlü Ayr›mc›l›¤›n Önlenmesi Uluslararas› Sözleflmesi) gitmeye haz›rlad›klar›n› anlatt›. Y›maz Kayar, kanun maddesinin, soyad›n›n ancak mahkeme karar› ile de¤ifltirilebilir bir kimlik bilgisi oldu¤u ilkesini ihlal etti¤ini söyledi. Y›lmaz Kayar, yasal düzenlemeler nedeni ile kad›n›n evlendikten sonra ve bofland›ktan sonra kimlik kayb›na u¤rad›¤›na dikkat çekti.

munun kadınların ev içi emeklerini sömürdüğüne dikkat çeken Birol, bu kurumun kadınların özelleştirilen kamusal hizmetler alanının bedava işçileri haline getirilmesini garanti altına aldığını söyledi. Birol, kadınların; erkeklerin, patronların ve AKP’nin kadınlara çözüm olarak sunduğu, erkek şiddetini görmezden gelen ‘Kadına şiddet uygulayan erkek değildir’ türü kampanyalarına, şiddetten koruyacağı vaat edilen ‘aile sigortası’ projelerine kanmadıklarını vurguladı. Birol, “Kadınların hayatını kuşatan bu düşmanlık siyasetine karşı erkeklerden, patronlardan ve AKP’den hakkımızı istemek ve almak için kadın dayanışmasıyla büyüttüğümüz öz gücümüzle ayağa kalkacağız” diyerek Halkevci Kadınlar’ın tavrını açıkladı. Yapılan basın açıklamasıyla Türkiye’deki tüm Halkevci Kadınlar, “Eşit, özgür ve onurlu bir hayat bütün kadınların hakkıdır! Tüm kadınlara sosyal güvence istiyoruz!” diyerek kampanyalarını başlattı.

Üzmezgillerin şemsiyeleri yolda Bursal› Halkevci Kad›nlar simgeleri haline gelmifl flemsiyelerini bu kez Kavaf’a, posta yolu ile gönderdi

1

4 yaşındaki kız çocuğunu taciz etmekten yargılandığı davada tutuklu bulunan Hüseyin Üzmez, Dünya Kadınlar Günü’nden yalnızca bir gün sonra tahliye edildi. Üzmez davasının başından beri takipçisi olan Bursalı Halkevci Kadınlar, verilen tahliye kararının, AKP’nin kadın düşmanı politikalarının göstergesi olduğunu söyleyerek bir eylem gerçekleştirdi. Heykel Postahanesi önünde biraraya gelen kadınlar adına basın açıklamasını okuyan Bursa Halkevi Başkanı Suna Acar, söze Başbakan Erdoğan’ın yalan söylediğini ifade ederek başladı. Acar, Erdoğan’ın 8 Mart’ta yaptığı ve ‘kadın cinayetlerinin görünür hale geldiği için artmış gibi algılandığı’ açıklamasına atıfta bulundu. Acar, "Biz kadınlar bir kez daha anladık ki AKP iktidarı

ve onun yargı organları için söz konusu olan kadın düşmanı, gerici politikaların meşrulaştırılmasıysa 13 yaşındaki kız çocuklarına tecavüz edilmesi ya da her gün 5 kadının öldürülmesi teferruattır. Biliyoruz ve söylüyoruz” dedi. Üzmez’in tahliye edilmesine ilişin olarak, bu çabanın ilk olmadığını hatırlatan Acar, “Üzmez, İstanbul Adli Tıp Kurulu 6'ncı İhtisas Dairesi'nin B.Ç.'nin ruh sağlığının bozulmadığına dair raporu sonucu 28 Ekim 2008'de tahliye edilmişti. Ancak tahliyenin ardından pek çok kadın örgütü tepki göstermiş, Halkevci Kadınlar ve Öğrenci Kolektifleri’nden Kadınlar şemsiyeler ve yumurtalarla Üzmez’i protesto etmişti. B.Ç’nin avukatlarının açtığı dava sonucunda Adli Tıp yeniden rapor yayınlamış ve ‘B.Ç’nin ruh

sağlığının bozulduğu’ raporunu vermişti” dedi. Acar, şiddet gördüğü için şikayetçi olan kadınları değil, taciz ve tecavüzcüleri koruyan, kadın düşmanı ve gerici politikaları nedeniyle Aliye Kavaf ve Erdoğan’ın suç ortağı olduğunu vurguladı. Acar, tecavüzü birkaç sapkın erkeğin suçu olarak görüp, hatta suçu testesteron hormonuna atmanın, dekolte giyenlere tecavüzün süpriz olmayacağı yönündeki açıklamaların tesadüf değil, aynı politikanın eseri olduğunu söyledi. Eylem boyunca dövizleri ve sloganları ile “Bir, iki üç? Daha kaç şemsiye istersiniz?” diye soran kadınlar, Heykel Postahanesi’nden Aliye Kavaf’a şemsiye göndererek eylemlerini sonlandırdı.


11

EMEK 25 Mart 2011 / 7 Nisan 2011

Halk›n Sesi

‘İlle de Yeşil Kart olsun’ Genel seçime doğru, bir yandan sosyal güvenlik sistemi tasfiye edilirken, öte yandan, halka Yeşil Kart veriliyor; kömür ve gıda dağıtılıyor. Türkiye’de yaklaşık 9 milyon Yeşil Kart’lı var. Güneydoğu’da bazı illerde bu oran yüzde 80’lere ulaştı. Neoliberal Yeşil Kart politikalarının kimi uygulamalarında AKP iktidarıyla sermaye temsilcileri arasında kimi sürtüşmeler yaşanıyor. Ancak her ikisi de Yeşil Kart politikalarının yıkıcı etkilerinin faturasını emekçilere kesmede uzlaşıyor. Giderek artan işçi düşmanlığı da cabası. İşte bunu gösteren iki çarpıcı olay: ‘YEŞİL KART’I KESME SİGORTRASIZ ÇALIŞALIM’ İşçi yakınları fabrikayı basmış. Fabrikanın sahibi Mustafa Yardımcı, olay yerine gittiğinde şok geçirmiş… Olayı, Edirne Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Mustafa Yardımcı, TOBB temsilcisi olarak katıldığı Ekonomik ve Sosyal Konsey’de Başbakan Erdoğan’a anlatıyor. Bu “şaşkınlık verici olay” başbakanı ve işverenleri epey meşgul ediyor; dertleşip birlikte “çare” arıyorlar… Olay şöyle gelişmiş: Mustafa Yardımcı olay yerine vardığında fabrikayı basan işçi yakınlarna çıkışarak, “Yahu ben sizin yakınlarınıza iş verdim; iyilik yaptım; daha ne istiyorsunuz” diye sorduğunda, çarpıcı bir karşılık alıyor. Baskıncı işçi yakınları “Yaktın bizi; onları sigortalı yaptığın için yeşil kartlarımız iptal ediliyor. Bizi çalıştıracaksan sigortalı yapma; sigortasız çalışmak istiyoruz”

AKP, sosyal güvenliği neoliberal politikaları uygulayarak tasfiye ediyor. İşsizler, Yeşil Kartları yanacağı için sigortalı çalışmak ve meslek kurslarına gitmek istemiyor

diyorlar. MESLEK EDİNMEK DE İSTEMİYORLAR İkinci olay da en az birincisi kadar ilginç. TOBB, Uzmanlaşmış Meslek Edindirme Merkezleri (UMEM)

Sigorta flirketleri toplumsal olaylar›, do¤al felaketleri ve dünyadaki siyasal geliflmeleri en yak›ndan izleyen sermaye aktörleri aras›nda yer al›yor. Libya’dan Japonya’ya, halk ayaklanmalar›ndan nükleer felaketlere dek bütün geliflmeler, kârl›l›k potansiyeline ba¤l› olarak teminat alt›na al›n›yor ya da paketten ç›kar›l›yor. Tunus, M›s›r ve Libya’da geliflen halk hareketleri ve Japonya’daki depremin ard›ndan ortaya ç›kan nükleer tehlike Türkiye’de sigorta flirketlerini harekete geçirdi. Ortaya ç›kan yeni toplumsal gereksinimlere ba¤l› olarak yeni pazar f›rsatlar›n› kaç›rmayan sigorta flirketleri, “toplumsal ve do¤al felaketler” karfl›s›nda da kârlar›n› sürekli yükselecek tedbirlar al›yorlar. Türkiye Sigorta ve Reasürans fiirketleri Birli¤i, Tunus, M›s›r ve Libya’da yükslen halk hareketlerinden sonra çeflitli çal›flmalar yaparak ortak görüfl oluflturmaya çal›fl›yor. Türkiye Sigorta ve Reasürans fiirketleri Birli¤i taraf›ndan yap›lan aç›klamada Tunus, M›s›r ve Libya’da yaflanan olaylarda Türkiye’deki sigorta flirketleri taraf›ndan sigorta teminat› verilen yerlerde birbirinden farkl› olaylar›n yaflanmas› ve verilen sigorta teminatlar›ndaki farkl›l›klar nedeniyle tek bir yorum yap›lmas›n›n mümkün olmad›¤› belirtildi. Ancak sigortac›l›kta sigorta sözleflmesi teminat›n›n belirlenmesi aç›s›ndan, bu kapsam yan›nda, teminata ek sözleflme ile dahil edilebilenler ve teminat d›fl› haller belirleniyor.

İSYAN, DEVRİM, SAVAŞ VE NÜKLEER TEMİNAT DIŞI

İşsizlik değil sorun bel ağrısı

A

Bankacılık sektöründe başlayan AKP-sermaye gerilimi son günlerde otomotive sıçradı. AKP’nin kimi sermaye çevrelerini hizaya getirme operasyonlarında iktidar aracılığıyla sermayenin el değiştirmesi girişimleri yer alıyor

dana İŞKUR müdürüne göre iş var ama insanlar çalışmak istemiyor. Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) Adana İl Müdürü Haşim Meydan, Adana’daki yüksek işsizliğin sebebini “işçilerin ‘belim ağrıyor’ diyerek iş beğenmemesiyle” açıkladı. Meydan, Adana'nın işsizlikte rekor kırsa da işsizlerin profili incelendiğinde önemli bir bölümünün vasıfsız ve "ne iş olursa yaparım" diyenlerden oluştuğunu; ancak bu kişilerin de iş bulunduğunda işi beğenmediğini söyledi. “İşsizlerin iş arama becerileri de yok” diyen Meydan, iş arama becerisi için de kurs açtıklarını vurguladı. Meydan, açtıkları kurslarda işsizlere “Ne iş olsa yaparım” yerine “şu işi yaparım” demeyi öğrettiklerini ve işsizleri ‘kalifiye eleman’ haline getirdiklerini de ifade etti. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) temel işgücü göstergelerine göre, işsizlik oranının Türkiye genelinde yüzde 14 olduğu 2009 yılında Adana’daki oran yüzde 26,5 olarak hesaplanmıştı.

Ersin Özince: “Burada garip bir provokasyon hissediyorum”

TEB-Fortis birleşmesi işsiz bıraktı

Beceri’10 Projesi başlattı. Proje, Türkiye’de yakıcı biçimde yükselen işsizlik sorununa çözüm getiremese de, sermayenin istihdam sorununu kısmen çözmeyi amaçlıyor. Projeye göre, “istihdam sorunun altında yatan en önemli nedenlerden biri de ‘mesleksizlik’dir. Türkiye’de vasıfsız işgücü

DEVRİM’in sigortası mı olur!

Ne var ki TOBB’un 5 yılda 1 milyon işsize meslek edindirme amacıyla başlattığı “Beceri 10” projesinde başarısızlıklar yaşandı. Projeden sorumlu TOBB yetkilileri başarısızlıklardan işsizleri sorumlu tuttu: Bu projede işsizlere mesleki kurs veriliyor. Kursun başladığı günden itibaren staj süresi de dahil kursiyer sigortalı yapılıyor; günde 15 TL de “harçlık” veriliyor. Yetkililer “Daha ne istiyorlar?” diye yakınıyorlar. Fakat yapılan alan araştırmaları gösteriyor ki, işsizler kurslara katılmak istemiyorlar. Sorunun nedenleri araştırılıyor. Yine “şaşırtıcı” bir gerçekle karşılaşılıyor: “İşsizler sigortalı olunca Yeşil Kart gidiyor; yakacak ve yiyecek yardımı kesiliyor.”

fazlalığı olduğu görülmekte diğer yandan firmalar da kaliteli eleman bulma sıkıntısı çekmektedir. Bu kapsamda hem işsizlik oranını azaltmak hem de işgücü piyasasında arz talep uyuşmazlıklarından kaynaklanan işsizliğe çözüm getirmek amacıyla” mesleki kurslar düzenleniyor.

‘SİGORTA İSTEMEZ, MESLEK GEREKSİZ’ Gerek sermaye temsilcileri, gerekse iktidar temsilcileri bütün bunlardan işçileri ve işsizleri sorumlu tutuyor. Onlara kalırsa, işçi tembellik ediyor; ne çalışmak istiyor ne de meslek öğrenmek. Oysa sosyal güvenlik sisteminin tasfiye edilmesinden sonra iyice güvencesizleşen çalışma yaşamının zorlukları karşısında, işçiler, daha çok kendilerine “güvence” diye sunulan Yeşil Kart ve gıda/kömür yardımlarına sığınıyor. İşsizler, Yeşil Kart ve gıda/kömür yardımlarını “BECERİ 10” kurslarında kursiyerler verilen gündelik 15 TL’ye ya da sigortalı çalışmaya tercih ediyorlar. Her iki olay da Türkiye’de ucuz ve güvencesiz çalışmanın boyutlarını gösteriyor.

Garip bir provokasyon

Savafl, iç savafl, ihtilal, isyan, ayaklanma ve bunlar›n gerektirdi¤i askeri hareketler nedeniyle meydana gelen zararlar, herhangi bir nükleer yak›ttan meydana gelen zararlar, kamu otoritesi taraf›ndan sigortal› fleyler üzerinde yap›lacak tasarruflar sebebiyle meydana gelen zararlar ve yang›n ç›karmaks›z›n kavrulma neticesinde meydana gelen zararlar sigorta teminat›n›n d›fl›ndad›r. TERÖR

Terör, grev, lokavt, kargaflal›k, halk hareketleri ve kötü niyetli hareketlerden dolay› iflyerinizde (bina - muhteviyat) meydana gelecek hasarlar teminat kapsam›ndad›r. Her bir hasar›n %20'si sizin sorumlulu¤unuzda olup, %2 oran›nda muafiyet uygulanacakt›r. Ancak, terörün tan›m›ndaki belirsizlik sigorta flirketlerini de karars›z b›rak›yor. Örne¤in, 3713 say›l› Terörle Mücadele Kanunu’ndaki terör tan›m›, Türkiye için geçerli olmakla birlikte uluslararas› planda geçerli de¤il. DEPREM

Deprem sonucu iflyerinizde meydana gelebilecek hasarlar teminat kapsam›ndad›r. Her bir hasar›n %20'si sizin sorumlulu¤unuzda olup, hasar›n›za poliçe üzerinde belirtilen oran karfl›l›¤›nda muafiyet uygulanacakt›r. Kaynak: Haber Türk ve kurumun internet sitesinden yaralan›larak haz›rland›.

S

on aylarda AKP iktidarıyla bazı sermaye grupları arasındaki gerilimde bir artış gözleniyor. Önceleri bankacılık sektöründe ortaya çıkan gerilim, son zamanlarda otomotive sıçradı. 7 BANKAYA CEZA Rekabet Kurulu, 7 bankaya idari para cezası yağdırdı. Akbank, Garanti Bankası, İş Bankası, Vakıflar Bankası ve Yapı Kredi Bankası'na 2010 mali yılı sonunda oluşan ve Kurul tarafından belirlenen yıllık gayri safi gelirlerinin takdiren binde 4'ü oranında ceza veren Kurul, Denizbank ve Finans Bank'a yıllık gayri safi gelirinin binde 3'ü oranında idari parası ceza verilmesini öngördü. Danıştay yolu açık olan karar çerçevesinde 7 bankaya toplam 72 milyon 337 bin TL idari para cezası verilmiş oldu. Rekabet Kurulu 2009 yılında aldığı 2 kurul kararı uyarınca bankacılık pazarında faaliyet gösteren Akbank, Denizbank, Finans Bank, Türkiye Garanti Bankası, Türkiye Halk Bankası, Türkiye İş Bankası, Türkiye Vakıflar Bankası ve Yapı ve Kredi Bankası'nın “centilmenlik anlaşması” adı altında özel firmalara promosyon verilmemesi, protokolü devam eden kurum ve firmalara diğer bankalar tarafından teklif verilmemesi konularında anlaşma yapmıştı. Türkiye Bankalar Birliği Yönetim Kurulu Başkanı ve İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince, Rekabet Kurulu’nun yedi bankaya maaş

ödemelerinde promosyon anlaşması yaparak rekabeti ihlal ettikleri gerekçesiyle kestiği cezaya İş Bankası olarak itiraz edeceklerini söyledi. KREDİ SINIRLAMASI Ekonomi yönetiminin bankaların kredilerini yüzde 25 oranında büyütmeleri sınırlandırılması konusunda Özince, şöyle konuştu: “Söz konusu olan tüketimi, cari açığı artıran, azdıran krediler. Bütün kredileri kalkıp buna koyarsanız, cari açığı enerji faturasından şişen bir ülkede enerji finansmanını da engellemiş olursunuz. Bunu yanlış yönetmemeliyiz. Burada garip bir provokasyon hissediyorum. Türkiye’nin cari açığı bu kadar etkilenirken, Türkiye’nin üretime, istihdama ihtiyacı varken, siz kalkıp da ’yüzde 25’i geçtiniz’... Keşke yüzde 25’i geçsek. Üretim kredileri ne kadar artmış, tüketime dönük krediler ne kadar artmış? Sapla samanı birbirinden ayırt etmeden yapılan genelci yaklaşımlar bence ülke ekonomisine, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının yararına uygun değil.” 23 OTO ŞİRKETİNE SORUŞTURMA Rekabet Kurulu’nun bundan 2 yıl önce başlattığı otomotiv sektöründeki soruşturmada sözlü savunma aşamasına gelindi. 23 şirketin rekabet kurallarını ihlal edip etmediği soruşturuluyor. Rekabet Kurulu (RK), bankacıların ardından şimdi de oto-

motiv sektörünün önemli temsilcilerini terletecek. Kurulun, hedef ve stok bilgileri ile satış ve fiyat stratejilerini paylaşmak suretiyle Rekabet Kanunu’nu ihlal edip etmediklerinin belirlenmesi amacıyla motorlu taşıtlar sektöründe faaliyet gösteren 23 şirket hakkında sürdürdüğü soruşturmada sözlü savunma aşamasına gelindi. Sözlü savunma toplantısı, 12 Nisan’da yapılacak. Duyuruya göre, hakkında soruşturma yürütülen teşebbüsler şunlar: “ALJ Otomotiv A.Ş, Anadolu Araçlar Ticaret A.Ş, Baylas Otomotiv A.Ş, Borusan Otomotiv İthalat ve Dağıtım A.Ş, Çelik Motor Ticaret A.Ş, Doğuş Otomotiv Servis ve Ticaret A.Ş, Ford Otomotiv Sanayi A.Ş, General Motors Türkiye Ltd. Şti, Honda Türkiye A.Ş, Hyundai Assan Otomotiv San. ve Tic. A.Ş, İsotlar Grup A.Ş, Karsan Otomotiv San. ve Tic. A.Ş, Mais Motorlu Araçlar İmal ve Satış A.Ş, Mazda Motor Logistics Europe NV, Merkezi Belçika Türkiye İstanbul Şubesi, Mercedes Benz Türk A.Ş, Mermerler Otomotiv Taşımacılık, Turizm, Tekstil, İnşaat, Gıda ve Pazarlama A.Ş, Nissan Otomotiv A.Ş, Otokar Otomotiv ve Savunma Sanayi A.Ş, Peugeot Otomotiv Pazarlama A.Ş, Şahsuvaroğlu Kimyasal Ürünler Otomotiv Pazarlama San. ve Tic. Ltd. Şti, Temsa Global Sanayi ve Ticaret A.Ş, Tofaş Türk Otomobil Fabrikası A.Ş, Toyota Pazarlama ve Satış A.Ş.”

B

NP Paribas Grubu’nun iki üyesi Fortisbank ve Türk Ekonomi Bankası (TEB) 22 Mart’ta TEB adı altında birleşti. İki bankanın birleşmesiyle birlikte 600 Fortisbank çalışanı işten çıkarıldı. Çalışanların işten çıkarılma gerekçesi ise, birleşme sürecinde oluşturulan yeni yönetmeliği imzalamamak. Fortis yetkilileri, 2 bin kişinin işten çıkarılabileceğini söylüyor. Fortis yöneticileri birleşme sürecinde yeni bir yönetmelik yaptı ve çalışanlardan daha sonra iş sözleşmesi yerine geçecek olan bu yönetmelikleri imzalamasını istedi. Çalışanların bir kısmı bu belgeleri imzalarken bir kısmı da imzalamadı. Birleşmeden birkaç gün önce Fortis yönetimi 600 işçiyi “İstihdam fazlası olduğu” gerekçesiyle işten çıkardı. İşçiler avukatları vasıtasıyla işe iade davaları veya kıdem ve ihbar tazminatlarını almaya çalışıyor. Fortis, birleşme sürecinde istihdam fazlası gerekçesiyle işçi çıkarırken, TEB ise bu süreçte 200 yeni işçi aldı. Birleşme sürecindeki reklam harcamaları ise 300 milyon lira.


12

DOSYA 25 Mart 2011 / 7 Nisan 2011

Halk›n Sesi

Nükleere doğru Türkiye yaşanan Japonya’da 11 Mart günü yol açtığı 9 şiddetindeki depremin kleer hasar Fukuşima Daiçi nü yeni ve santraline zarar verince Bu nükleer bir tehlike doğdu. ndiriyor. tehlike Türkiye’yi de ilgile en, Akkuyu’da ihale süreci bit n nükleer Sinop’ta yapımı planlana rulacak? santraller ne pahasına ku Kimlerin yüzü gülecek?

Fukuşima Daiçi’den Mersin ve Sinop’a Mesaj Japonya’daki nükleer ‘ders’, Akkuyu’ya nükleer santral yapma niyetindeki AKP’yi vazgeçiremedi. Dünya nükleer santrallerden vazgeçerken Mersin ve Sinop nükleere teslim ediliyor leer santral kazası 26 Nisan’da meydana geldi. Fakat kaza kamuoyuna 4 gün sonra açıklandı. Bu kazada enkazı temizlemek için çalışan 600.000 kişinin yüzde 10’unun öldüğü düşünülüyor. Ukrayna Sağlık Bakanlığı, 5 yıl önce 428 bini çocuk 2.4 milyon Ukraynalının felakete bağlı sağlık sorunları yaşadığını duyurdu. Çernobil’in etkisini anlamak bakımından belki de en çarpıcı veri Van Gölü’nden geldi. Mart ayı başında Van Gölü’nde yapılan bilimsel bir araştırma sırasında gölün metrelerce derinliklerinden alınan çökelti örneklerinde, 25 yıl önce yaşanan Çernobil kazasına ait radyoaktif izler bulundu.

K

anada ve Amerika’da 32 yıldır yeni nükleer santral yapılmıyor. 1982’den beri yeni bir nükleer santral yapmayan Almanya 7 nükleer santrali de üç ay içerisinde kapatacağını açıladı. İsviçre hükümeti güvenliğin ana öncelik olduğunu açıklayarak ülkedeki nükleer santral planlarını askıya aldığını duyurdu. Rusya ve AB nükleer santralleri kontrolden geçirmek için çalışmalara başladı. Dünyanın nükleer enerjiyi en fazla kullanan ülkeleri yeni bir nükleer santral yapmaya cesaret edemiyor. Mevcut santraller kapatılıyor. Fukuşima’daki arızanın yarattığı risk nükleer enerjiyi tüm dünyada yeniden tartışma konusu haline getirdi. 30’dan fazla ülkede kurulu 442 ticari amaçlı nükleer santral dünya halklarının yaşamını ve sağlığını nesiller boyu tehdit eden bir tehlike. SANTRALDEN SOFRAYA Nükleer enerjiyi tartışma konusu haline getiren en önemli neden, başta insanlar olmak üzere bulunduğu bölgede canlılar ve doğal ortam için saçtığı tehlikeler. Bu santrallerde hammadde olarak uranyum, toryum, plutonyum gibi radyoaktif elementler kullanılıyor. Bu elementlerin işlenmesi radyoaktif sızıntılar ortaya çıkartıyor. Ortaya çıkan radyoaktif sızıntılar başta kanser, zehirlenme ve kromozom bozukluğu olmak üzere bir dizi sağlık

sorununa yol açıyor. Ortaya çıkan sızıntı ve akıntıların toprağa bulaşması durumunda radyasyon yetiştirilen tarım ürünlerine, bu alanlarda yaşayan hayvanlara bulaşıyor, böylece gıda zincirine sirayet ediyor. Nükleer santrallerin bu

tehlikeli durumları ve yaşanan her kazanın nükleer enerji sermayesine zarar vermesi bu alanda spekülasyonlara yol açıyor. ÇERBOBİL’İN 25 YILDA SİLİNEMEYEN İZİ 1986’da yaşanan Çernobil nük-

KAZAYI UNUTTUR MAK İÇİN FABRİKANIN ADINI DEĞİŞTİRDİLER Nükleer enerji lobileri zarar etmemek için genelde bu korkunç verileri gizlemeyi ya da unutturmayı tercih ediyor. Örneğin İngiltere’de 1957'de Windscale nükleer santralinde bir patlama gerçekleşti. Patlama sonrası kasaba civarında üretilen sütlerin dağıtımı durduruldu. Fakat resmi rakamlara göre reaktör çevresinde yaşayan 260 kişi tiroid kanseri oldu. İngiltere bu kazayla ilgili bilgilerin bir kısmını halen devlet gizlilik kanunları kapsamında saklıyor. Kazanın toplumsal bellekten silinmesi için bu santralin adı Sellafield olarak değiştirildi. Santral 2007 yılına kadar bu yeni isimle hizmet verdi.

Karardı Karadeniz Radyasyon, s›z›nt› yafland›ktan y›llar sonra dahi etkisini sürdürüyor. Çernobil sonras› Ukrayna baflta olmak üzere patlama sonras› radyoaktif serpintinin yafland›¤› Karadeniz k›y›lar›nda kanser oran›ndaki art›fl bu iddialar› do¤rular nitelikte. Fakat Karadeniz’deki kanserli hasta say›s›na ve Çernobil sonras› bu say›daki de¤iflikli¤e dair net bir rakam

verilemiyor. Çünkü nükleeri destekleyen hükümet politikalar›n›n bir baflka uzant›s›da ona zarar verecek bu tür verileri karartmak ya da saklamak. 2005 y›l›nda kanser nedeniyle hayat›n› kaybeden Kaz›m Koyuncu, Karadeniz bölgesinde Çernobilin etkiseyle dramatik bir biçimde artan kanser vakalar›nda ve yaflanan ölümlerde akla ilk gelen isimlerden birisi.

MALİYETİ 20 MİLYAR KAZANCI 300 MİLYAR

Sermayedarlara sundu¤u düflük maliyet olanaklar›n›n yan› s›ra nükleer enerji 1 trilyon dolarl›k enerji pazar›nda arz›n yüzde 6’s›n› oluflturan bafll› bafl›na bir sektör. Her bir nükleer güç reaktörüne 6 milyar dolar paha biçiliyor. Bir

santralin kurulumu, inflas›, güvenli¤i, sökülmesi birden çok yat›r›m olana¤› bar›nd›r›yor. Hal böyle olunca birçok sermaye çevresi nükleer enerji alan›n›n karl› bir yat›r›m kap›s› oldu¤unu düflünüyor. Örne¤in Türkiye’nin ilk nükleer santralini yapacak olan Rus konsorsiyumunun orta¤› Rosatom, nükleer enerji alan›nda 2015'e kadar 47 milyar dolar yat›r›m yapmay› planl›yor. Akkuyu da bu yat›r›mlardan birisi. Elbette nükleer pazar›nda paylar›n› artt›rmak isteyen bu flirketlerin bir kamu kurumu oldu¤u Rusya’da, nükleer enerji flirketlerini desteklemek bir devlet politikas›. Rusya bu konuda haks›z da say›lmaz. Akkuyu’da yap›lacak santral için planlanan maliyet 20 milyar dolar. Buradan elde edece¤i elektrikle Rus konsorsiyumunun kazanmas› beklenen para 300 milyar dolar. Rusya’n›n nükleer enerji konusundaki tereddüt ve ›srarlar› yok saymaya çal›flmas›n›n nedeni anlafl›l›yor. Hükümetlerin nükleer enerji konusundaki ›srarl› tutumunda hem yat›r›mc› flirketler ve onlar›n bulundu¤u ülkelerle kurulan siyasi, ekonomik iliflkiler belirleyici oluyor

Nükleer karfl›t› eylem, Mersin, 21 Mart 2011

Hedef Mersin ve Sinop N

ükleer konusundaki kaygılar ve tartışmalar Türkiye için de geçerli. Hatta AKP hükümetinin nükleer enerji konusundaki ısrarlı tavrı tartışmayı daha da alevlendirdi. Nükleer enerji için 1976 yılında ‘yer lisansı’ verilen Mersin Akkuyu’ya santral yapılması için 24 Eylül 2008’de bir ihale yapılmış, bu ihaleye 6 ortaklık başvurmuş ihaleye sadece Rus Konsorsiyumu katılmış ve kazanmıştı. Fakat 2009’da Danıştay santralin bazı masraflarının Rus konsorsiyumu yerine kamuya ödetilmesine yol açan 5 ve 10. maddelerinin yürütmesini durdurmuştu. Bu gelişme üzerine ihaleyi açan sorumlu firma TETAŞ ihaleyi iptal etmişti. İHALESİZ ANLAŞMA AKP hükümeti yargıyı devre dışı bırakmanın yolunu buldu ve nükleer santral yapım işini Rus konsorsiyuma üstelik de ihalesiz olarak verdi. 12 Mayıs 2010’da iki devlet arasında imzalanan ‘Türkiye’de Nükleer Santral Tesisi Konusunda İşbirliği Ortak Beyannamesi’ uyarınca, santral devletten

devlete anlaşma yöntemiyle Rusya’ya verildi. Nükleer santrallerden elde edilen elektriğin kilovat saati dünyada ortalama 6-7 Cent. Fakat iki ülke arasında yapılan anlaşmaya göre Türkiye, Mersin Akkuyu'daki nükleer santralden elde edilen elektrik için 15 yıl boyunca Rusya’ya 12.35 Cent ödeyecek. CHP ESASTAN DEĞİL USULDEN KARŞI Nükleer enerjiye ilkesel olarak karşı çıkmayan ana muhalefet partisi CHP sadece nükleer enerji santralinin Rusya’ya ihalesiz verilmesine itiraz ettiğini söyledi. CHP’nin temel itiraz dayanakları arasında yargı denetimine ve itiraza kapalı bir yol izlenmesi var. 1976’da Akkuyu’ya nükleer santral için yer lisansı veren kurulda yer alan Prof. Dr Tolga Yarman da o tarihte fay hattı ve nükleerin zararlarını yeterince incelemediklerini söyleyerek Akkuyu’ya nükleer santral yapılmasına itiraz ediyor. Yarman gibi özünde nükleer enerjiyi destekleyen birçok isim santral için Akkuyu’nun

uygun olmadığını belirtiyor. Nükleer karşıtları ise Ecemiş fay hattına 30 km uzaklıktaki Akkuyu’ya santral yapılmasının nükleer tehlikeyi büyüttüğüne dikkat çekerek bölgede hastalıkların artacağı, doğa ve canlı hayatının radyoaktif atıklar nedeniyle büyük zarara uğrayacağını söyleyerek nükleer enerji fikrine bütünüyle itiraz ediyor. Nükleer karşıtlarının Akkuyu için dikkat çektiği deprem tehlikesi santral yapımı için seçilen ikinci yer olan Sinop için de geçerli. Henüz nükleer santral için somut çalışmalara başlanılmayan Sinop Kuzey Anadolu Fay hattının 90 km yakınında bulunuyor. ‘SİNOPTAN YAZLIK ALSAM OLUR MU?’ Nükleer santral kurulması için çalışmalara başlanılan Sinop’ta nükleer santral konusunda akıllarda kalan asıl çaba ise AKP’nin bir önceki Enerji Bakanı Hilmi Güler’e aitti. Güler kentlerine santral yapılmasına itiraz eden Sinopluları ikna etmek için kendisinin de Sinop’tan yazlık alacağını söylemişti.

Nükleer soruna tüp açılımı

Kar sermayenin, risk insanlığın AKP hükümetiyle benzer görüflü patronlar dünyas› da savunuyordu. Dünya gazetesinin 15 Mart’taki nüshas›nda konuyla ilgili beyanat› yay›mlanan Sanko Holding Yönetim Kurulu Baflkan› Abdülkadir Konuko¤lu nükleer enerjinin riskli oldu¤unu kabul ediyor fakat flu sözleri eklemeyi ihmal etmiyordu: “Risk olan her yerde kâr vard›r.” Konuko¤lu’nun ifadeleri bu denli riskli bir enerji türünde neden ›srar edildi¤ini de aç›kl›yor. Üretim aç›s›ndan bak›l›rsa nükleer enerjide hammadde olarak kullan›lan uranyumdan elde edilen enerji ayn› miktardaki kömürden 16 bin kat, petrolden ise 10 bin kat fazla elektrik üretiyor. Bu verimlilik patronlar için daha düflük maliyet daha fazla kar anlam›na geliyor.

Olası bir nükleer kazada milyonlarca kilometrekarelik alan, onlarca yıl boyunca radyasyona maruz kalma tehlikesi altında. Başbakan bu tehlikeyi tüp gazla bir tutuyor

lamada yüz binlerce insana yıllar boyunca zarar verecek bir sonuç ortaya çıktığını belirtiyor. Pektaş, tüp gazla nükleer arasındaki riskin kıyaslanamayacağını ifade ediyor.

E

hem de nükleer enerjinin rekabette avantaj sa¤lamak isteyen ülkeler sundu¤u olanaklar. Bunun yan› s›ra ülkeleri fosil yak›tlara ba¤›ml›l›ktan kurtard›¤› için bir alternatif enerji türü olarak da hükümetler ve sermaye çevreleri taraf›ndan tercih ediliyor. Dünyada nükleer enerji santrallerine sahip ülkeler s›raland›¤›nda ilk befl ülke ABD, Fransa, Japonya, Rusya ve Güney Kore. Nükleer silah sahibi ülkeler sahip olduklar› silahlar›n oran ve gücüne göre s›raland›¤›nda da s›ralama neredeyse ayn› kal›yor. Bu güç nedeniyle ülkeler askeri olarak üstünlük sa¤lamak için de nükleer enerjiyi destekliyor.

nerji Bakanı Taner Yıldız Japonya depremi sonrası yaptığı ilk açıklamada Japonya depreminin Türkiye için bir test olduğunu söyledi. Depremden birkaç gün sonra Fukuşima’daki 2, 3 ve 4. reaktörler de arızalanınca bakan yeni bir açıklama yaparak kaygıya yer olmadığını, Fukushima’nın 1. nesil santral olduğunu, Türkiye’de kurulması planlanan nükleer santralin ise 3. nesil santral olacağını bildirdi. ükleer enerji konusunda muhabirimizin sorularını yanıtlayan Elektrik Mühendisleri Odası Ankara Şube Başkanı Ramazan Pektaş bu açıklamanın kaygıları giderecek bir yanı olmadığını şu sözlerle anlattı:

N

RİSKSİZ NESİL YOK “Santrallerin neslinin yükselmesi söylemi tamamen demagojik bir söylemdir. Her bir neslin kendi sorunu olur.” Nesil arttıkça bir önceki nesilden yola çıkarak saptanan sorun ve hataları giderme çabasıyla yapılan yeni düzenek ve düzenlemelerin hem maliyeti hem de riski arttırdığını belirten Pektaş “Üstelik nesli yükselteceğim

diye insanları kobay yapıyorsunuz. Bir problem var mı, varsa sonuçları etkilerini göreyim diyorsunuz. Ortaya çıkan sonuçlar binlerce insana zarar verebiliyor. Her neslin riski vardır. Teknik olarak sıfır riskli nesil/sistem yoktur” diyor. TÜPLE NÜKLEERİN ORTAK NOKTASI Nükleer enerji konusunda ısrarını sürdüren bir diğer isim de Başbakan Erdoğan oldu. Rusya gezisi öncesi 15 Mart’ta basın toplantısı düzenleyen

Erdoğan, santral konusundaki kaygıları şu sözlerle değerlendirdi: “Riski olmayan hiçbir yatırım yoktur. Yani evinize Aygaz tüpü de koymamak gerekir. Veya bir doğalgaz hattı çektirmemek gerekir.” Enerji konusunda uzman isimler ise bu açıklamaların aksi yönünde bilgiler sunuyor. EMO Ankara Şube Başkanı Pektaş tüp gazın patlaması durumunda ancak üzerinde oturan bir insan varsa zarar göreceğini fakat nükleer santrallerde yaşanacak bir pat-

NEDEN KARŞILAR? Nükleer enerjinin her türlüsüne karşı olduklarını belirten Pektaş bunun sebebini de bu tür enerjinin pahalı, dışa bağımlılığı arttırıcı, riskli ve atık sorunlu bir sistem olmasıyla açıklıyor. Pektaş’ın verdiği bilgilere göre nükleer santral yapımı için gerekli teknoloji bu alanda üretim için Türkiye’yi dışarıya bağımlı kılıyor. Risk oranı yüksek projeler olduğu için hem yatırım hem de risklere karşı önlem maliyetinin yüksek olması nükleer enerjiyi pahalı hale getiriyor. Santrallerdeki atıkların nasıl depolanacağı nükleer santrallerin henüz çözümlenmemiş sorunları arasında yer alıyor. Zararsız hale gelmesi 100-150 yıl geçmesi gereken bu atıkların doğadan ve canlılardan nasıl izole edileceğine ilişkin henüz standart bir yöntem yok. Bu da nükleer santrallerinin her an tehlike oluşturduğunu kanıtlıyor.


13

TARİH 25 Mart 2011 / 7 Nisan 2011

Halk›n Sesi

Kızıldere halkın onurudur B

ir avuç romantik isyankar değildi Kızıldere’ye gidenler. Gençliğiyle, işçi hareketiyle, kır yoksullarıyla yükselen devrimci hareketin en ileri ifadesiydiler. On’lar, katledilişlerinin 39. yılında, mücadelemize ışık tutmaya devam ediyor

İktidarının kalemi liberaller bir kısım faşist eskisini de yanlarına almış, devrimci hareketin önderlerini darbecilikle suçluyor. Kızıldere’nin sönmeyen ateşi bu karalamalara meydan vermiyor

B

ugünlerde özellikle de liberaller tarafından yürütülen tartışmalarda sol bir bütün olarak darbecilikle suçlanıyor, solun geçmişten bu yana darbeci-cuntacıErgenekoncu olduğu iddia ediliyor. Komik bir biçimde demokrasi mücadelesi de, hiçbir sınıfsal mücadele ekseni, anti-kapitalist, anti-emperyalist vurgusu olmayan, sağa ve liberallere mal ediliyor. Bu suçlamayı yapanların bugünün egemenlerine yakın olmaya çabalayan, bu ilişkiler ağı içinde kendine yer etmeye çalışanlar olması durumu açık etse de yine de tarihin yol göstericiliğine bakmak gerek. 12 Mart 1971’de Süleyman Demirel’in başkanlığındaki Adalet Partisi hükümeti ordunun muhtırası ile düştü. AP hükümeti, “ülkeyi kardeş kavgasına, sosyal ve ekonomik huzursuzluğa sürüklemekle, Anayasa’nın öngördüğü reformları gerçekleştirmemekle ve devletin geleceğini tehlikeye atmakla” suçlanıyordu. “Partilerüstü” bir

hükümet kurarak bütün bu sorunları çözecek bir hükümet oluşturulması istendi. İki hafta sonra CHP’den istifa eden Nihat Erim, 26 Mart 1971’de “partilerüstü” bir hükümet kurarak bu hükümetin başbakanlığını üslendi. Hem CHP’den hem de AP’den üye alınarak kurulan hükümette, Atilla Karaosmanoğlu gibi “solcu” bilinen Dünya Bankası uzmanı ve başka teknokratlar yer aldı. Bu tablo, kimi kesimlerde kafa karışıklığına yol açsa da THKP-C ve THKO darbeye karşı çıktı. 12 Mart darbesini “Amerikan emperyalizminin ülkemizdeki işgalinin aldığı son biçim” olarak tarif eden Mahir Çayan’ın değerlendirmesi şu şekildeydi: "Ülkemizde 12 Mart askeri darbesinin olması bir tesadüf değildir. Bu genel olarak, emeryalizmin üçüncü bunalım döneminin, özel olarak Amerikan ekonomisinin 1967'den beri içine girdiği korkunç krizin, Yankee işgali altındaki ülkemize yansımasının bir sonucu-

dur. Ülkemizdeki rejimin militarize olması ve de saldırganlığını arttırması, Amerikan emperyalizminin ekonomisini askerileştirmesini olağanüstü artırıp içeride ve dışarda terörünü arttırmasının 'Küçük Amerika'da yansımasıdır.” Darbeye giden süreci tahlili de netti: "Amerikan emperyalizminin krizinin had safhaya ulaşması, ülkemizdeki tekellerin aç gözlü sömürüsünün artması emperyalist üretim ilişkilerinin iyice kökleşmesini oluşturdu. Bu ise, ülkemizdeki sosyal, iktisadi ve siyasi krizi iyice derinleştirdi. Paramız devalüe edildi. Fiyatlar görülmedik bir seviyeye yükseldi. Emekçi halkın yoksulluğu, sefaleti had safhaya ulaştı. Amerika, Türkiye'deki Süleyman Demirel hükümetine iki tavsiyede bulundu. Ülkede kendi sömürüsünü artıracak bir dizi 'rasyonalizasyon' tedbirleri (dolayısıyla işbirlikçitekelci burjuvazi lehine) almasını (Bkz. OECD Raporları) ve orduyu

Halk düşmanı sürsün çıkarsın Mahirler’in gencecik yafllar›nda katledilmeleri çok büyük üzüntü yaratt›. Bugün hala pek çok kifli onlarla an›lar›n› özel bir heyecan ve derin bir sevgiyle aktarmakta. Bu sevgi ve ba¤l›l›k, arkalar›ndan yak›lan pekçok türküde, a¤›tta da kendisini gösterdi. Bunlardan biri de Sevinç Eratalay’›n seslendirdi¤i “K›z›ldere ad›n ahire kals›n” türküsü:

K›z›ldere ad›n ahire kals›n Yi¤it yoldafl seni, Mahir`e kals›n Halklar düflman›n› sürsün ç›kars›n K›z›ldere sana yine geliriz K›z›ldere sana biz de geliriz Gazetede yalan, radyoda yalan Zehirli y›lan Dokuz yoldafl›yla vuruldu Çayan

Türkiye-Filistin: Aynılar aynı yerde Vatan gazetesinden Jan Devleto¤lu'nun geçen y›l, ‹ngiliz gizli arflivinde yer alan 12 Mart ile ilgili 3 bine yak›n belgeden derledi¤i yaz› dizisinde Elrom ve K›z›ldere olay›na dair ayr›nt›lar da yer al›yor. Belgelerde ‹srail-MOSSAD ajanlar›n›n Maltepe olay›na kar›flt›klar›n›, K›z›ldere’de de yer ald›klar› belirtiliyor. ‹srail’in ‹stanbul Baflkonsolosu Efraim Elrom, ifle giderken Mahir Çayan, Ulafl Bardakç› ve Hüseyin Cevahir taraf›ndan kaç›r›ld› ve konsolosun serbest b›rak›lmas›na karfl›l›k arkadafllar›n›n sal›verilmesini istediler. Talepleri kabul edilmeyince Elrom, 22 May›s 1971 günü vurularak öldürüldü. Aradan bir hafta geçtikten sonra, ‹stanbul Maltepe’de bir evde kuflat›lan Mahir ve Hüseyin’i rehineyi b›rakmalar› yönünde ikna edebilmek için, aileleri olay yerine getirildi. Eve yap›lan operasyonda Hüseyin hayat›n› kaybetti, Mahir ise yakaland›. ‹ngiliz Büyükelçili¤i’nin D›fliflleri’ne gönderdi¤i Maltepe bask›n›yla ilgili bilgi notunda olayla ilgili flu bilgiler

yer ald›: “‹srail Büyükelçili¤i Maslahatgüzar› Laor, militanlar›n aile üyeleriyle ba¤lant› kurulmas›, mesajlar›n yay›nlanmas› için ola¤anüstü hal komutan› ve TRT’yle anlafl›lmas›n› bizzat organize etti¤ini söyledi. Ben bundan ‹srail istihbarat›n›n olaya müdahil oldu¤u sonucunu ç›kard›m. ‹srail istihbarat›, Baflkonsolos Elrom’un öldürülme plan›n›n bir y›l önce Irak ya da Ürdün’deki bir kampta yap›ld›¤›n› düflünüyor.” Elrom’un öldürülmesinden sonra

Türkiye’ye gelen 12 kiflilik MOSSAD timinin, Çayan ve arkadafllar›n› ad›m ad›m takip ederek K›z›ldere olay›nda parma¤›n›n oldu¤u da iddialar aras›nda. MOSSAD’›n Türkiye masas› flefi Ziri Aharoni’nin, ‘Adolf Eichman› Kaç›rd›m’ isimli kitab›nda yer alan, “Operasyonumuzda bulunan flah›slardan Elrom 1971 y›l›nda ‹stanbul’da öldürüldü. Biz de onun takibat›n› yapmak üzere 12 kiflilik birlik gönderdik.” fleklindeki ifadeleri bu iddialar›n dayana¤›. Fatsa’da üç mühendisin kaç›r›laca¤›ndan bu ekip vas›tas›yla İngiliz gizli arşivlerinde 12 Mart’a ilişkin 3 bine yakın belge çıktı. Aralarında MOSSAD ajanlarının Maltepe ve Kızıldere’de rol oynadıkları bilgisi de var.

Bir devrimci kardeşlik destanı

yönetime katarak hızla gelişen demokratik mücadeleyi bastırmasını tavsiye etti. Süleyman Demirel yönetiminin bir ayağı tekelleşememiş vurguncu Anadolu burjuvazisine ve feodal kalıntılara dayandığından bu tedbirleri gereği gibi yerine getiremedi. Tekeller için 'huzuru' sağlayamadı. Bunun üzerine alaşağı edildi. Ve askeri diktatörlük kuruldu." THKP-C, ordunun küçük rütbeli subayları içinde örgütlenmiş olmasına karşın askerler, cuntacılığın çıkar yol olmadığını, gerçek bir devrimin ancak halk savaşı içerisinde kurulmuş bir halk ordusuyla başarıya ulaşabileceği düşünüyorlardı. Darbeye destek veren kesimse sağcı hareketti. Ülkücülerin, komandoların 12 Mart öncesinde “komünizme karşı devlete yardımcı olduğu” tezi ile misyonlarını cuntanınkiyle özdeşleştiren faşist hareket, 70’ler boyunca da ‘komünizmle mücadeleleri’nde orduyu müttefiki olarak gördü ve yüceltti. Bunu söylemlerinde de açıkça ifade etmekten çekinmedi. Dönemin ülkücü ideologu Necdet Sevinç, 12 Nisan 1972'de Bizim Anadolu gazetesinde, “Hatırlatmak isteriz ki, Türkiye için kurtuluşun başlangıç günü olan 12 Mart Muhtırası'nın altında (…) 4 şerefli askerin imzası vardır” demişti. MHP'nin yarı resmi yayın organı Devlet'te çıkan yazılarda ise Dev-Genç ve TÖS iddianameleri “Türk milletinin hislerine ve ruhuna tercüman olduğu, Türk siyasi tarihinin sayfalarına altın harflerle yazılacağı” belirtilerek kutsandı. Dönemin MHP yöneticilerinden Sadi Somuncuoğlu 10 Ekim 1973'te radyodan yaptığı seçim konuşmasında “12 Mart'ta ülkücü gençliğin nöbeti Mehmetçiğe devrettiğini” söyledi.

Türk istihbarat›n›n haberi oldu¤u, K›z›ldere’deki olay›n da ayn› ekip taraf›ndan gerçeklefltirildi¤i iddia ediliyor. Hem isimleri hem de mücadele biçimleri konusunda FHKC’den ilham alan Türkiye devrimcileri, bazen dayan›flma bazen e¤itim amac›yla Filistin’le kurdu¤u ortakl›k, her iki ülkenin iktidarlar› aç›s›ndan da söz konusuydu. ‹ngiliz gizli belgelerinde ayr›ca, ölenlerin yayl›m ateflinden de¤il, top sald›r›s›nda öldü¤ü öne sürülüyor. 12 Temmuz 1972’de büyükelçilikten Londra’ya gönderilen bilgi notunda “K›z›ldere olay›nda resmi aç›klaman›n aksine 13 kiflinin top atefliyle aniden öldürüldü¤ü söyleniyor. Görünüfle göre, hükümet sald›rganlarla üç kiflinin sal›nmas›n›n pazarl›¤›n› yapmak için zaman kazanmaya çal›fl›yordu. Ama ordu 13 kifliyi öldürdü. Ancak ‹srail Baflkonsolosu Ephrain Elrom’un öldürülmesi gibi, K›z›ldere olay› da çok karanl›k.” ifadeleri yer al›yor.

Nihat Erim hükümetin ilk hedefi, düzeni tehdit eden muhaliflerin tasfiyesiydi. Bunu sa¤lamak için ilk olarak ‹stanbul, Ankara ve ‹zmir baflta olmak üzere toplam 6 ilde s›k›yönetim ilan edildi. “Balyoz” ad› verilen harekat hayata geçirildi, pek çok sosyalist örgüt kapat›ld›, D‹SK'in faaliyetlerine son verildi, devrimciler tutukland›. Devrimci hareketin önderlerinden Deniz Gezmifl, Yusuf Aslan ve Hüseyin ‹nan yakalanarak idamla yarg›lanmaya baflland›lar. Deniz Gezmifl ve yoldafllar›n›n yakalanarak idamla yarg›lanmalar›, devrimci hareket içerisinde ve toplumda ciddi bir tepkiye yol açt›. Serbest b›rak›lmalar› amac›yla birçok eylem yap›ld›. Bunlardan biri de 17 May›s’ta Mahirlerin ‹srail baflkonsolosu Efraim Elrom'u kaç›rmalar›yd›. 1 Haziran’da yakalanan Mahir Çayan, 30 Kas›m 1971’de Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçt›ktan sonra, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile birlikte, yine idamlar› engellemek için 26 Mart’ta NATO’nun Ünye Radar Üssü’nde görevli 3 ‹ngiliz teknisyeni kaç›rd›, K›z›ldere’de baflka bir grup ile bulufltu. Ancak, 30 Mart 1972’de, on devrimci, Mahir Çayan, Sinan Kaz›m Özüdo¤ru, Hüdai Ar›kan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Ertan Saruhan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Nihat Y›lmaz ve Ahmet Atasoy, Niksar’›n K›z›ldere köyünde kuflat›ld›lar. Z›rhl› araçlar ve a¤›r silahlarla

donat›lm›fl binlerce asker ve polisin kuflatmas› alt›nda katledildiler. Konuflmak üzere evin çat›s›na ç›kan devrimcilerin öldürülmesiyle bafllayan katliam, y›k›lan kerpiç evin kal›nt›lar› içinde sa¤ kalanlar›n kurfluna dizilifli ile sonland›. Kuflat›lan devrimci lider kadrolar›n imha karar›n›n al›nd›¤› aç›kt›. NATO görevlilerinin cesetlerinden ç›kan mermiler de, devrimciler taraf›ndan öldürülmeseler bile, d›flardan aç›lan ateflle ölmüfl olacaklar›n› gösteriyordu. Nihat Erim, an›lar›nda bu olay› aktar›rken "yaral›lar›n da öldürüldü¤ü" anlam›na gelen flu cümlelere yer verdi: "Akflam saat 18.00'de Memduh Ta¤maç (dönemin Genelkurmay Baflkan›) telefon etti. Hepsi ölü olarak ele geçmifl. Saat 16.30'da nasihatin etkisi olmad›¤›n›, devaml› bomba ve silah att›klar›n› görünce, jandarma da atefl açm›fl. Eve sokulup girmifller, ‹ngilizleri ölü bulmufllar, ötekilerden sa¤ kalanlar› öldürmüfller." Operasyonu, daha sonra 12 Eylül darbesinin bafl›nda yer alan dönemin M‹T Müsteflar› Korgeneral Nurettin Ersin yönetmiflti. Di¤er isimler aras›nda 12 Mart öncesinde Ankara'daki komando kamplar›nda ülkücülere e¤itim veren subaylardan özel harp e¤itimli jandarma te¤meni Mustafa ‹lerisoy ve M‹T’çi Mehmet Eymür de vard›. Katliam› gerçeklefltiren devlet görevlileri h›zla yükseldiler, devletin daha kilit görevlerine yeni cinayetler için getirildiler.

Birleştiren devrimci pratik TRT’nin hemen tüm birimlerinde güçlü bir gizli devrimci örgütlenme yaratanlar da THKP’nin gelecekteki militanlarıydı.

1

2 Mart sürecinde gelişen olaylar gençlik liderleriyle iktidar arasındaki bir kavga gibi görünse de olayların gerisinde işçilerin, köylülerin, üniversite gençliğinin güçlü toplumsal mücadelesi vardı. “Hayat, devrimci pratiğin içindeki işçi, köylü, öğrenci militanları bir araya getirdi.” THKP’nin kurucuları da, tüm devrimci sınıflar içerisinde devrimci mücadeleleri örgütleyen öncü devrimcilerdi. THKP-C’nin omurgasını, Karadeniz’de tütün, çay ve fındık üreticilerinin, Ege’de tütün üreticilerinin, İzmir Aliağa Rafinerisi inşaatında çalışan amelelerin, Zonguldak madencilerinin, Kartal-Gebze sanayi işçilerinin, küçük

rütbeli subayların, yeni kurulan TRT emekçilerinin örgütlenmesine önderlik eden devrimci kadrolar oluşturdu. 1971’de “emperyalizmin tahakkümüne ve karşıdevrimin şiddetine karşı silaha sarılan” bu devrimciler, Türkiye sosyalist hareketinin tarihindeki ilk “savaşçı parti”yi kurdu. Devrimci savaş, “Amerikalı emperyalistlere, finans kapitalizmin temsilcilerine, zalimlere ve halk düşmanlarına yönelen” hareket olarak tarif edilirken, kurulu düzenin ahlakına karşı bir isyanı da ifade ediyordu. Savundukları bu fikirlerle bugün de eşitsizliğe, sömürüye ve emperyalizme karşı başkaldırının sembolleri durumundalar.


14

YÜZ YÜZE 25 Mart 2011 / 7 Nisan 2011

Halk›n Sesi

Sınıflar üstü hayallere gerek yok

Genel seçim yaklaşırken bir yandan AKP’nin “ekonomik büyüme” övgüsüne dayanan propagandası, bir yandan da CHP’nin aile sigortası vaadi tartışılıyor. Biri sermaye ile birlikte bütün bir toplumun zenginleşeceği, diğeri sermayeyi ürkütmeden işçi sınıfının en yoksul kesimlerinin yaşam koşullarını iyileştirilebileceği iddiasında. Türkiye’nin sayılı iktisatçılarından Prof. Dr. Erinç

Yeldan’la, seçimlere doğru partilerin, özellikle de CHP’nin ekonomi politikası üzerine konuştuk. Sermayeye dokunmayan bir sosyal adalet iddiasının inandırıcı olmadığını söyleyen Yeldan, finans ve rantiye kesiminin vergilendirilmesi gerektiğini söylüyor. Yeldan’a göre Türkiye ekonomisinin tek rekabet unsuru emek oldukça yoksulluktan kurtuluş da mümkün olmayacak.

‘SERMAYEY‹ ÜRKÜTMEDEN HALKÇI POL‹T‹KALAR ‹ZLEMEK’

CHP’nin reçetesi işe yarar mı?

M

asamızın çekmecesinde sınıflar üstü, herkesi memnun edecek, hiç kimseye bir bedel ödetmeden herkesin refahını artıracak bir reçete yok

ş, beceri, eğitim, teknik gelişme olanaklarının yaratılması gerekmektedir. Piyasa ne Türkiye’de ne de dünyada bunu yapacak durumdadır

S

eçim sürecine girerken, özellikle de CHP’nin çıkışlarıyla partilerin ekonomi politikalarına ilişkin tartışmalar gündemde. CHP’nin sermayeyi ürkütmeden halkçı politikalar uygulama iddiası konusunda ne diyorsunuz? Kısa dönemden başlayarak, orta ve uzun döneme doğru, hem iktisadi hem de iktisat dışı konularda ne yapılmalı, onun üzerinde duralım. Şimdi, önden vurguyu çok açık ve net bir şekilde ortaya koyalım. Masamızın çekmecesinde sınıflar üstü, herkesi memnun edecek, hiç kimseye bir bedel ödetmeden herkesin refahını artıracak ve Türkiye’nin bağımsızlığını pekiştirecek bir reçete yok. Böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırı. Her siyasi reçetenin mutlaka bir sınıfsal dayanağı olmalıdır. Ve her uygulanan reçetenin de her iktisadi dönüşümün de bedel ödettireceği kesimler olacaktır, yani sınıfsal yansıması mutlaka olacaktır. Peki, sol ne yapmalı? Dünyaya sol bir dünya görüşünden, emek cephesinden bakıyorsak, emeğin kazanımlarını çoğaltırken bir taraftan da emeğin üretkenliğini, ulusal bağımsızlığı pekiştirici ve Türkiye’nin modernleşmesinin ve sanayileşmesinin önünü açacak bir hat oluşturmanız ve kitleleri de bu sürece katmamız gerekmektedir. Kısa dönemli reçete açısından şunlar söylenebilir. Sosyal demokrat, sosyal adaletten yana ve giderek sosyalist düşünce yelpazesine açık olan siyasi projenin ilk vergilendireceği kesim, daha çok, kumarhane kapitalizmi diye adlandırdığımız finansal gelirler olmalı. Türkiye özelinde ikinci vergilendirilmesi gereken, bedel ödetilmesi gereken kesim rantiye kesimi veya kapkaççı imar rantı kesimdir. İmar rantları vergilendirilmelidir. Sit alanı olarak ayrılan bölgelerin, yandaş belediyelerin imar planlarını değiştirmesiyle yandaş müteahhitlere peşkeş çekilip bir gecede milyonerlerin, trilyonerlerin yaratıldığı bir ülkede bu tür rantların önüne geçilmeli ve bugüne kadar olan rantlar, vurgunlar da gerçek bedeller üzerinden vergilendirilmelidir. Bu iki konuda yani finansal sistemin vergilendirilmesi ve toprak rantlarının vergilendirilmesi konusunda ben Türkiye’de hiçbir sağduyulu insanın bu kaynaklara karşı çıkacağını sanmıyorum. Japonya’daki acı olaydan sonra, nükleer tecrübelerden sonra çevrenin korunması ve çevrenin korunmasına ilişkin vergilendirme gündemde. Bu, karbon emisyonlarının vergilendirilmesi veya sanayi atıklarının vergilendirilmesi biçiminde olabilir. Türkiye’de pek dillendirilmeyen üçüncü bir vergilendirme alanı da çevreyi kirleten kesimlere bunun bedelini ödettirilmesi. Buradan elde edilecek kaynaklar da yeni sosyal politikalara mı temel oluşturacak? Bugün CHP’nin söyleminde yer alan vatandaşlık geliri kavramı ile belli bir akçeli boyut da eklendi. Bu vergilendirme yolları, bugünün koşullarında 600 lira gibi projelere fon oluşturabilir. Fakat ben bunun da ötesinde, yoksullukla mücadele, işgücünün eğitimi ve insan onuruna yakışır iş

becerisi ve donanımının sağlanması için topyekûn bir yeniden kamu üretimi, kamu yatırımı ve kamu istihdamı projesinin gündeme getirilmesi gerektiği görüşündeyim. Bir yandan özelleştirmeler veya esnek, güvencesizleştirilmiş istihdam biçimlerini savunacaksınız bir taraftan yurttaşlık geliri ile yoksullukla mücadele edeceksiniz. Bu ikisi bir arada çok kopuk bir politika olarak ortaya çıkıyor. Ekonomide kamunun ve özel sektörün ağırlığı da bir başka tartışma konusu… Türkiye’nin özelleştirme stratejisi bütün dünyada olduğu gibi aslında bir verimlilik, israfla mücadele söylemi ile yola çıktı. Buna rağmen bunlar ile ilişkisi olmayan, doğrudan doğruya siyasi rant, kamu varlıklarının yandaş sermaye gruplarına yok pahasına verilmesi veya kamu kredileri ile nemalandırılmış sermaye gruplarına devlet eliyle kredi kazandırılıp daha sonra kamu varlıklarının el değiştirmesi şekline gelişmiştir. Türkiye’de özelleştirme rant yaratma mekanizmasının bir parçasıdır. Türkiye’de bölgesel eşitsizliğin giderilmesi ve sanayinin daha entegre bir yapıya kavuşturulması, coğrafi olarak çeşitlendirilmesi, yeni modernleşme adacıklarının yaratılması için bir kamu istihdamı ve kamu yatırımı girişimciliğine çok yüksek bir şekilde ihtiyaç olduğu görülüyor. Mesele sadece vatandaşa 600 liralık yoksulluk ödemesi yapılmasından ibaret değil. Aynı zamanda bu kimselere

Solun Türkiye ekonomisine bakış açısında her şeyden önce insan onuruna yakışır iş ve örgütlülük esas olmalıdır iş, beceri ve eğitim olanaklarının da yaratılması gerekmektedir. Piyasa sistemi ne Türkiye’de ne de dünyada bunu yapacak durumdadır. Bu durumda ekonomi modelinin ekseni ne olacak? Türkiye’nin büyüme stratejisinin AB ile rekabet ve ihracata yönelik büyüme ekseninden sürdürülebilir iç talebe yönelik büyüme eksenine oturtulması gerekiyor. Bu, “dışarıya kapanalım, ithalatı yasaklayalım, yeniden koruma duvarları örelim” anlamına kesinlikle gelmiyor. Bilakis açık ekonomi koşullarında fakat piyasanın sinyallerine göre değil sosyal fayda prensibine göre, sosyal refah prensibine göre, dinamik üstünlükler prensibine göre Türkiye’nin kendi sanayisini entegre bir yapıya kavuşturacak, dışa bağımlılığını azaltacak bir kredi, teknolojik gelişme ve bunun da ötesinde bir maliye ve para politikası izlemesini gerektiriyor.

Türkiye’nin şu an angaje olduğu daraltıcı maliye ve para politikalarının, uluslararası yabancı sermayeyi çekme amacıyla sağlanan yüksek faiz politikasının, “yurtdışından ithalatı ucuzlatalım, bu yolla enflasyonu düşürelim ve sanayiciye ucuz girdi sağlayalım” anlamına gelen ucuz döviz kuru politikalarının terk edilmesi gerekiyor. Bu politikalar Türkiye’de faizleri yüksek, döviz kurunu ucuz kılarken, rekabet edebileceğimiz tek unsur olarak ücret maliyetini geride bırakıyor. Rekabeti ücretler üzerinden değil teknolojik gelişme, eğitilmiş işgücü ve iyi düşünülmüş, entegre bir sanayi yatırım hamlesi üzerinden kurmak gerekiyor. Bir de partilerin 2023 vizyonu vs etrafından dile getirdikleri orta-uzun vadeli hedefler var… 2023 vizyonu birçok partide dile getiriliyor. CHP’de, AKP’de ve diğer partilerde de… 2023, Cumhuriyet’in 100. yılı olarak simgesel bir tarih. “Orta ve uzun vadeli perspektif olarak ihracata yönelmek için daha rekabetçi bir işgücüne sahip olmalıyız. Bunun için işgücü piyasalarımızı esnekleştirmeliyiz, parçalamalıyız, yarı zamanlı istihdama yönelmeliyiz” deniyor. Oysa bunun yerine, “İnsan onuruna yakışan bir iş”in temel alınması; rekabetçiliğin doğurduğu sosyal sancıların, yapısal işsizliğin bu resmin bir parçası olacağını unutmadan, işsizlik sigortası gibi bunlarla mücadele edecek kurumların oluşturulması ve gerçek anlamda kullanılması gerekiyor.

Şimdi, örneğin çok öykünerek bakılan Almanya’da esnekleştirilmiş istihdam biçimleri (bunlar Alman kamuoyu tarafından göreceli olarak kabul görüyor) sürdürülebiliyor. Çünkü orada Türkiye’ye göre çok daha iyi işleyen sosyal dayanışma, sosyal güvenlik ve işsizlik sigortası gibi sistemler var. Şimdi Türkiye burjuvazisi istiyor ki bu tip sosyal kazanımlar olmasın, sosyal güvenlik sistemi piyasada ticarileştirilsin, işsizlik sigortası fonu gerekirse sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılsın, burjuvazinin vergi gelirlerini karşılamak için ödensin, hatta gerekirse bütçeye yama olarak kullanılsın, o fon işsizlere sigorta olmanın dışında her türlü kaynak için deyim yerindeyse çarçur edilsin. Öbür taraftan da biz rekabetçi olalım; rekabetçi olmak için yarı zamanlı, güvencesiz, esnek, evden çalışma, stajyer çalışma gibi esnek üretim biçimleri Türkiye’ye kazandırılsın. Böyle bir kapitalizm doğrudan doğruya bir taşeronlaştırılmış, enformelleştirilmiş, insanları yoksullaştıran bir kapitalizm olacaktır. Yeniden sola dönersek, sistemin ekonomik vaatleri karşısında nasıl bir tavır alınmalı? Sol siyasi örgütlerin Türkiye’ye bakış açısında her şeyden önce insan onuruna yakışır iş ve örgütlülük esas olmalıdır. Bunun kıskançlıkla savunulması önem arz ediyor. Birkaç yüz liralık bir vatandaşlık geliri için aranan fonların, aslında bu tür kurumsal ve toplumsal dönüşümlerin gerçekleştirilmesi için düşünülmesi gerekiyor. Bir taraftan yerli burjuvaziyi ürkütmeyelim, bir taraftan uluslararası sermayeyi ürkütmeyelim ama öbür taraftan da sosyal adaleti sağlayalım, sosyal devleti güçlendirelim… Bütün bunlar bir arada kolay kolay uyuşturulan yapılar değil. Birtakım acil adımlar atılabilir. Mesela son derece basit bir şekilde finansal işlemlerin vergilendirilmesi, finansal burjuvazi tarafından vatana ihanet ile suçlanıyor, kesinlikle tahammül edilmiyor. “O zaman yabancı sermaye gelmez, ekonomi çöker” şantajıyla yola çıkıyorsak hiç bu mücadeleye girmeyelim. Böyle bir kafa bulanıklılığıyla böyle bir mücadelenin sürdürülebileceği kanısında değilim. Son söz olarak, “bugün fedakarlık yapalım yarın öbür gün siz emekçiler daha iyi koşullara sahip olacaksınız” söylemleriyle, devamlı ertelenen sahte cennet vaadiyle sol siyaset bağdaşan şeyler değil.

Eğitim, gelir dağılımında kilit rol oynayacak

K

apitalizmin merkezi ülkesi Amerika’da bile bugün gelir dağılımındaki uçurumun en büyük payı emek içindeki ayrışma, bir yanda tek beceriye, yabancı dile, internete teknik donanıma sahip üniversite mezunları, öbür tarafta vasıfsız işçiler. (onlar vasıfsız işçiyi 12 yıldan az eğitim alan yani liseden terk olarak tanımlıyorlar) Vasıfsız işçilerin ücretleri ile üniversite mezunu, teknik donanımı yüksek kişilerin ücretleri arasındaki farklılık gelir dağılımındaki uçurumun ana öğesini oluşturuyor.

Türkiye de bu yolda adım adım ilerliyor. Çok daha sert, çok daha derin bir şekilde. Çünkü Türkiye’de bu resmin içine kadın-erkek eşitsizliği, fırsat eşitsizlikleri, etnik kimlik farklılıkları, coğrafi farklılıklar işin içine giriyor. Yani eğitimin özellikle Türkiye’deki gibi ticarileştirildiği koşullarda temel eğitimin, teknik donanımın kamusal hizmet amacıyla tekrardan halka yansıtılması, emekçiye ulaştırılması, kırsal kesime ulaştırılması nostaljik olacak ama bir Köy Enstitüsü heyecanıyla tekrardan gündeme konması gerekiyor.

Sermayenin anayasası bu K

lişeleşmiş bir darbe söylemi var: ‘12 Eylül askeri darbe işte generallerin demokrasiye müdahalesi.’ Sanki o dönemki genelkurmay başkanının birkaç general ile kendi başlarına giriştikleri anti-demokratik bir macera olarak nitelendirildi. Darbe, kuşkusuz antidemokratiktir. Darbeyi yürütenler kuşkusuz 12 Eylül’ün generalleridir. Fakat bu yürütme birisi adına yapılmıştır. 12 Eylül darbesi Türkiye’nin 1960’larda çizilmiş bu grevli, toplu sözleşmeli, göreceli olarak (burada altını çizmek istiyorum her şey göreceli olarak değerlendiriliyor) özgürlüğe, sosyal haklara ve çağdaş bir anayasaya kavuşmuş yapısı sermaye tarafından artık kabul edilebilir olmaktan çıktığı dönemin ürünüdür. Sermaye sınıfının o anayasal haklarla sermaye birikimini sürdürmesi, sermayenin uluslararasılaşması, küresel sermeye ile işbirliği içine girebilmesi mümkün değildi. O bakımdan işçi sınıfının kazanımlarının aşındırılması, emekçilerin örgütlülüğünün kırılması ve Türkiye’nin ucuz işçi cennetine dönüştürülmesi için anayasanın işçi haklarıyla ilgili hükümlerinin değiştirilmesi gerekiyordu.

Emekçilerin deli gömleği 2

001 krizi Türkiye’de bir şeyi çok net kıldı. O da örgütlü emek ve sosyal hakların bu düzeyde düşük vergi düzeni altında sürdürülmesinin mümkün olmadığıydı. Bu yüzden devlet yapısı 2001 krizi sonrasında bir kere daha düzenlendi. Artık kamu hizmetlerinin tamamen ticarileştirildiği, “devlet bu işi verimsiz yapıyor, devlet israf ediyor” söylemi altında, eğitimin ve sağlık hizmetlerinin hatta güvenlik hizmetlerinin piyasanın mantığına tamamen terk edildiği bir durum açığa çıktı. O 2001 krizinin ateşinin, yangının tesiriyle insanlara şöyle bir duygu pompalandı: “Kamu hizmeti israftır, sosyal devlet israftır, sosyal refahçı devlet yolsuzluk ve rant mekanizması merkezidir. Onun yerine bir piyasa kutsaldır.” İnsanların artık vatandaş değil müşteri sayıldığı, ümmete bir yerde sosyal dayanışmaya dayalı sadaka sisteminin giderek yükseltildiği 2000’li yıllar geçti. Bu 2000’li yıllarda sağlık sistemi, eğitim sistemi ticarileştirildi, sosyal yardımın yerine dini motiflere dayalı sadaka ve benzeri yöntemler geliştirildi, cemaat kültürü geliştirildi.


KÜLTÜR SANAT

15

25 Mart 2011 / 7 Nisan 2011

Halk›n Sesi

Erdal Güney’den albüm Erdal Güney'in 12 şarkıdan oluşan "Bir Kıyıdan" albümü çıktı. "Hatırla Sevgili", "Elveda Rumeli " gibi dizilerin müzikleriyle de hatırlanan sanatçının albümüne, Eylem Aktaş, Sıla Erol, Kemal Sahir Gürel, Hüseyin Yıldız, Aytekin Ataş, Erdem Doğan vokalleriyle katkı sundu.

Boikot ve Bandista

Efsane veda etti

Hasta Siempre, No Pasaran, Ciao Bella gibi devrim şarkılarına yeni yorumlar getiren İspanya’nın ünlü punk rock gruplarından Boikot Türkiye’de. Boikot, turnede Bandista ile birlikte sahneye çıkacak. Grup sırasıyla 23, 25 ve 26 Mart’ta Ankara, İstanbul ve Eskişehir’de olacak.

Beyazperdenin en büyük efsanelerinden Elizabeth Taylor 79 yaşında yaşamını yitirdi. Taylor, 1963 yılında çekilen "Cleopatra" filminde canlandırdığı karakterle hafızalara kazınmıştı. İki kez Oscar kazanan oyuncu, Hollywood'un altın çağının büyük yıldızlarından biriydi.

Telli’ye Alt›n Portakal Altın Portakal, 'Nida' adlı eseriyle Ahmet Telli’ye verildi. Jüri, şairin toplumsal ve bireysel acıları kendine özgü işleyişi ve tükenmeye yüz tutan toplumsal, kültürel ve varoluşsal değerlerin yazgısına duyduğu tepkiyi şiirsel biçimlere dönüştürmedeki ustalığına vurgu yaptı.

Sahnede geçen bir ömür H H KÜLTÜR SANAT ATÖLYESİ

alkevlerinde tiyatro çalışması yürütenler olarak Dünya Tiyatrolar Günü dolayısıyla tiyatro sanatçısı Ayla Algan’la röportaj yapmaya karar verdik. Röportaj için randevu almak üzere aradığımızda bizi hemen yanına çağırdı, haliyle biraz hazırlıksız yakalandık. Algan, tiyatro kökenli olmasına rağmen, sinema ve müzik çalışmalarıyla da tanınan; Halkevleri’nde tiyatro çalışmaları yapmış bir isim, Onun biyografisinde bizi en etkileyen olaylardan biri, 1965 yılında verilen “en iyi kadın oyuncu ödülü”nü tiyatronun kolektif bir sanat olduğu gerekçesiyle geri çevirmiş olması. Türkiye Tiyatrosu’nun yarım asırlık emekçisi Ayla Algan, Tiyatro Araştırma Laboratuvarı’ını (TAL) küllerinden var eden bir hocamız. 1988 yılında Şehir Tiyatroları çatısı altında kurulan son dönemde çalışmalarına ara vermiş bir merkezdi. Yakın zamanda kaybettiğimiz Beklan Algan’ın kuruculuğunda bağımsız bir dernek yapısıyla yeniden hayata geçirilmişti. Belli ki kendisinden öğreneceğimiz çok şey var dedik ve anlatacaklarını dinlemek için hemen gittiğimiz Ayla Algan ile tiyatro hakkında konuştuk. Merhaba hocam. Biz, sizin de bir dönem tiyatro yaptığınız Halkevleri’nde tiyatro yapıyoruz… O dönemi biraz anlatır mısınız? Bakırköy Halkevi’nde tiyatro yapıyorduk. Burası çok kötü kullanılıyordu, tiyatro yoktu, eğitim yoktu hiçbir şey yoktu ve kapatılıyordu. Ama onu biz yeniden kurduk. Orada Hamlet oynadık. O

alkevleri Kültür Sanat Atölyesi’nde çalışma yürüten Uğur Aksoy ve Burhan İlgün, Dünya Tiyatrolar Günü vesilesiyle tiyatro sanatçısı Ayla Algan ile sohbet etti

oyunu oynarken bir çevre araştırması yaptık. Sonra bez kuklalar aldık, “Yörenize göre üstlerini siz giydirin” dedik. Bakırköy’de çok şey öğrendik. Biz o zaman Şehir Tiyatroları’nda oynuyorduk. Bakırköy’den davet etmek istediğimiz kişiler olunca gördük ki biz davetiye versek de gelemiyorlardı, çünkü yol parası çıkaramıyorlardı. Dolayısıyla ‘orada tiyatro yapalım o zaman’ dedik. Bakırköy’ün ne tiyatrosu vardı ne başka bir şeyi. Sadece deniz kenarında zenginler otururdu. Ve çok çok iyi geri dönüşler aldık. Onların ninnilerini, masallarını toparladık. Şu geliyor aklıma, Atatürk’ün kurduğu bu Halkevleri niye kapatılmak isteniyor? Köy Enstitüleri kapatılıyor, Halkevleri kapatılıyor. Fransa’ya gittim, orada

çeşitli oyunlar oynadım ve öğrendim ki Halkevleri kültür evleri dedikleri yerlerin bizden patentini almış ve oraya götürülmüştü. Ve maalesef bizde de o sıralar Halkevleri kapatılıyordu. Türkiye’de halkı eğitmek istemiyorlar ya da boynuzu aşsın istemiyorlar. Anlaşılan hep sarsıntıda tutmak onlar için iyi oluyor. Birçok dönemi yaşamış, Türkiye’nin tarihine, ülkemizdeki sanatın gelişimine hizmet ve tanıklık etmiş bir tiyatrocusunuz. Tiyatronun bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Şimdi bilgisayar çocuğu diyeceğim, televizyon vs. çok hızlı konuşuyorlar. Bir insan görmediği için çabuk konuşur, yani beyaz kağıt diyoruz biz buna. Duygusal belleklerini kaybediyorlar, hep bir

27 Mart’ta AKP’nin yıkımlarına karşı sokağa Bu y›l Dünya Tiyatro Günü, Muammer Karaca Tiyatrosu önünden bafllay›p AKM önünde sonlanacak bir yürüyüfle sahne olacak. “Yeter art›k y›k›ls›n” slogan›yla ça¤r› yap›lan eylem, AKP iktidar›n›n sanat alanlar›na yönelik sald›r›lar›n› hedef al›yor. Saat 11:00’de bafllayacak eylemde “Yeter Art›k Y›k›ls›n” pankart› tafl›nacak. Eyleme Edip Akbayram,

Nejat Yavaflo¤ullar› ve Cahit Berkay flark›lar›yla destek verecek. Halkevleri Kültür-Sanat Atölyesi de Dünya Tiyatrolar Günü’nde herkesi soka¤a davet eden bir ça¤r› yapt› ve Pazar günü saat 10.30’da ‹stanbul fiubesi önünde buluflmaya ça¤›rd›. “Konuflanlar›n a¤›zlar›n›n mühürlendi¤i, yazanlar›n hapishanelere at›ld›¤›, çizenlerin mahkemelere sevk

edildi¤i, flark› söyleyenlerin daval›k oldu¤u, oynayanlar›n sahnelerinin y›k›ld›¤› bir ülke insanl›k tarihinin neresine denk düflüyor?“ diye soran Halkevleri KültürSanat Atölyesi yasaklara, y›k›mlara, düzenbazl›¤a; iktidar›n gerici, bask›c›, halk düflman› tutumuna seyirci kalmamaya ve kültürlere, sanata, insanlara ifade özgürlü¤ü için sahneye ç›kmaya davet ediyor.

araçla öğrenme… Usta çırak ilişkisi yok olmuş, empati yok olmuş, sezgiler yok olmuş. Her sözcük yok olduğunda bir duygu yok oluyor, sözcüğü bilmezsen duygusunu da bilemezsin. Sinema oyunculuğunda çok yakına girdiği zaman ekranda koskoca bir kafa görüyorsun. Göz bebeğinle bile oynarsın, dolayısıyla sinemada paçanı kurtarırsın. Sözcüklerle beraber duyguların da yok olmasıyla bir otomasyona doğru gidiyoruz. Otomasyon demek zihin katmanının yok olması demek. Hapishanede asılmak üzere olan insanın zihni daha iyi diyorum, çünkü bir umut var. Öbürü karanlık, hiç kullanmıyor. Almanya’da bulunduğum dönem, Alman işçilerine ‘Türk işçisi yapıyor vay sen niye yapmıyorsun’ diyorlardı, yani Türk işçilerini ağır koşullarda çalıştırıyorlardı ve bunu Alman işçilerine bir dayatma olarak kullanıyorlardı. Biz de Türk işçilerine ‘bu işi yapmayın, bu yorucu ağır bir iş. Şimdi iyi maaş alıyorsunuz belki ama yaşlanınca bu para size yetmeyecek’ diyorduk. Bu işçiler işini kaybetmemek için otomasyonu hızlandırıyorlar, yani daha beter ediyorlar. Almanya’da bulunduğum dönem “Giden tez geri dönmez” oyunumuza bütün bu sorunları koyduk. Bu oyunu burada da oynamak istiyorum 50. yıl dönümü nedeniyle. Uluslararası Tiyatrolar Birliği tarafından 1961 yılında 27 Mart’ın Dünya Tiyatrolar Günü olarak kutlanması kararı verilmiş. O günden beri de kutlanıyor. Bildiriler yayınlanıyor; dünya bildirisi, ulusal bildiri ve alternatif bildiriler vs. Temel vurgusu barış olmuş. Siz bir bildiri yayınlasaydınız neye vurgu yapardınız? Tiyatro olsun, sanatlar olsun dünyaya açılırken maalesef evrensel olacaklarını sanıyorlar. Yöresel olamadıkça evrensel olamazsınız, bunları söylerdim. Mesela halk masallarımız var bilmiyorlar, haçlı seferleri zamanında bütün masallarımız çalınmış, devşirilmiş. Pinokyo bizim masalımız ve erkek değil kadındır. Biz Anadoluluyuz ve daha anaerkil bir toplumuz aslında, dolayısıyla ben daha fazla bunların üstünde dururdum. Mesela Baltacıoğlu en iyi oyunlarını Halkevleri’nde

Baharla gelen sinema festivallerde B

ahar mevsimine girerken İstanbul ve Ankara’da gerçekleştirilen geleneksel sinema festivalleriyle bu yıl da Türkiye’de vizyona girmeyen birçok bağımsız yapım seyirciyle buluşacak. ANKARA’DA FESTİVAL BAŞLADI Bu yıl 22.si gerçekleştirilecek Ankara Uluslararası Film Festivali 17 Mart günü başladı. 27 Mart tarihine kadar devam edecek festival kapsamında her yıl olduğu gibi bu yıl da yurt içinden ve yurt dışından katılacak sinemacılarla paneller, söyleşiler ve atölyeler gerçekleşecek. Festivalde biletler geçtiğimiz yılki fiyatlardan satışa çıkıyor. Festival kapsamında düzenlenen Ulusal Uzun Film Yarışması'nda Türk Sinemasının son dönemde çekilen önemli filmleri yarışacak. Ayrıca, Sinema Yazarları Derneği de (SİYAD)

festival kapsamında "SİYAD En İyi Film" ödülü verecek. Toplam 229 filmin başvurduğu Ulusal Kısa Film Yarışması'nda ise 15 kurmaca, 7 canlandırma ve 13 deneysel olmak üzere 35 film finalist oldu. Ustalar, toplu gösterimler ve geceyarısı sineması gibi festivalin klasikleşen bölümleri bu yıl da gerçekleştirilecek.

FESTİVALİN 30. YILI İstanbul Kültür Sanat Vakfınca (İKSV) 2-17 Nisanda gerçekleştirilecek 30. İstanbul Film Festivali'nde 230 film gösterilecek. İlki geçen yıl düzenlenen Altın Lale Yarışması'nda sanat, sanatçı konulu filmler ve edebiyat uyarlamalarından oluşan 12 filmi yarışacak. Festival, 30. yılında sinema ve müzik dünyasının önde gelen iki ismini bir araya getirecek. Fransız sinemasının en özgün yönetmenlerinden Claire Denis ve filmlerinde sık sık beraber çalıştığı İngiliz rock grubu Tindersticks 11 Nisan’da aynı sahnede buluşacak. Dünya festivallerindeki genç ustalar, çocuk filmleri de festivalde yer alacak. Toplam 22 bölümde 230 film gösteriminin gerçekleşeceği festival sinema dersleri ve panellere de ev sahipliği yapacak.

çıkarıyordu; Halkevi’ne gelen oyuncu çocuklarlarla birlikte çıkarıyordu. Bize özgü oluyordu. Anadolu çocuğunun getirdiği duyu, fikir, imaj, imge; bunlar yok oldu. Tarihi binalar yıkılıyor, sahneler kapatılıyor, oyunlar yasaklanıyor, insanlık anıtına ucube denilip yıkılma kararı veriliyor, bunlara dair ne söylersiniz? Valla biz bunu ‘60’ların sonunda çok yaşadık. Haldun Taner kabaresinde şöyle derdi: “do re mi fa sal la si”. ‘Sol’ demiyordu. Sonra bütün çıplak heykelleri örtüyorlardı, biz 68 döneminde de çok yaşadık bunları. Mesela Bertolt Brecht’in oyunu olan “Sezuan’ın İyi İnsanı”nı oynarken basıldık. O zaman basın da farklıydı tabi, daha satılmamıştı. Bizim dönemde iyi olan şeyler şimdi yavaş yavaş para olmaya başladı. Bizler Halkevleri’nde tiyatro faaliyeti yürütüyoruz, Halkevleri’nin o tarihi misyonunu bugün de devam ettiriyoruz. Bize önereceğiniz ne olabilir? Uygarlık tarihi dersi verin derim. Çünkü uygarlık tarihi dersinde tiyatro da, sanat da var, yani bir taşla iki kuş vurursunuz. TAL’ın kapısı size her zaman açıktır, gelip burada araştırma yapabilirsiniz. Hocalarımızdan destek ala-

bilirsiniz. Halkevleri Kültür Sanat Atölyesi adına teşekkür ediyoruz. Ben teşekkür ederim her zaman beklerim.

Kürt PEN iyarbakır'da bir araya gelen yazar ve şairler Dünya Yazarlar Birliği'ne (PEN) bağlı olarak Kürt PEN kurulması için çalışmalara başladı. PEN'in İspanya, İsviçre gibi ülkelerde de farklı dillerden şubeleri bulunuyor. Kürt PEN Girişim Komitesi Türkiye PEN Diyarbakır temsilcisi Şeyhmus Diken, Kürt Yazarlar Derneği Başkanı Mehmet Deviren, Kürt Yazarlar Derneği yöneticisi

D

Arjen Ari, Kürtçe kitapları da bulunan yayıncı Lal Laleş ve Kawa Nemir’den oluşuyor. Türkiye PEN yönetiminin kurumsal desteği ile başlayan sürece Uluslararası PEN Merkezi de ön onay verdi. Kürt PEN’in, PEN’in ilk genel kurulunda onaylanması bekleniyor. Kürtçe’nin yaşadığı siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel sıkıntıların aşılması, Kürt edebiyatının gelişmesi hedefiyle yola çıkan Kürt PEN, Kürtçe’nin yanısıra Türkçe, Ermenice, Arapça ve Süryanice’ye de destek verecek.

Press: Bar›fl için sinemada yeni bir dil 8 Mart’ta vizyona giren Press, konusu ve hikayenin işleniş biçimindeki özgünlükle gündeme geldi, sinema dünyasında da hak ettiği ilgiyi gördü. Sedat Yılmaz’ın yönettiği filmin muhteviyatı aslında sloganında saklı; “Gerçeğe kurşun işlemez.” Çokça gerçek, gerçeğin karşısında çokça kurşun ve kurşunlara rağmen gerçeği dile getirmekten geri durmayan insanlar… Film, ‘90’lı yılların başında Özgür Gündem gazetesinin Diyarbakır bürosunda kısıtlı imkanlarıyla, devletin tüm baskısına karşın bölgedeki karanlığı dağıtmaya çalışan bir avuç gazetecinin öyküsünü anlatıyor. 90’lar, sosyalist ve Kürt basın emekçilerinin sistematik olarak fiziki saldırıya uğradığı, katledildiği, kaybedildiği yıllar. Dönemi, gazeteciler açısından “doğru haberin kurşunla tekzip edildiği yıllar” olarak tarif etmek de mümkün. Hal böyle olunca, kirli savaşın doruk noktasına çıktığı yıllarda en karanlık ilişkilerin bizzat devlet eliyle örgütlendiği bölgedeki gazetecileri konu alan Hakan Press’in yükünün hayli ağır Demir olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Press bu yükü hakan@ sendika.org kaldırmakta zorlanmamış. Film, bir yandan bölgedeki kirli savaş ilişkilerini açığa çıkarmak için çabalayan, bir yandan da hayatlarını korumaya çalışan Kürt gazetecilerin yaşantısını tüm çıplaklığıyla anlatmayı başarıyor. Yönetmen Sedat Yılmaz, bu kadar yoğun acılarla harmanlanan bir dönemi anlatırken ne aşırı duygusallığın sınırlarına girip izleyiciyi ağlama krizlerine sokuyor ne de ‘insani olarak iyi olanın’ dışında bir şeyin kaba propagandasını yapıyor. Press’in övgüye değer bir diğer yanı ise mizah kullanımındaki ustalık. Film, oldukça ‘kaotik’ ve dönemeçlerini ölümlerin oluşturduğu bir hikayede seyirciyi güldürmeyi başarıyor. Üstelik zekice tasarlanmış, gerçekçi bir mizah, filmin genel havasını bozmadan işleniyor. Yönetmen Sedat Yılmaz da bir röportajında, filmdeki mizahi tavrın “filmlerde devrimcilerin ve Kürtlerin asık suratlı ve çatık kaşlı, asan, kesen, duygusu olmayan, beton gibi insanlar olarak yansıtılmasına” tepki olduğunu söylüyor. Film, içinden geçtiğimiz dönem itibariyle iki farklı yönden ayrıca önemli. İlk olarak, gazetecilere dönük baskının biçim değiştirerek gündeme oturduğu günlerde, medyada kimin basın özgürlüğünü savunduğu kimin zevahiri kurtarma çabasında olduğu birbirine karışmışken, Press bize gazeteciliğin en zor zamanlarını hatırlatıyor. Diğer yandan ise Kürt sorununun yakıcılığını koruduğu bu günleri anlamak için incelemek zorunda olduğumuz bir dönemin en kritik alanını gözlerimizin önüne seriyor. Yılmaz’ın Altın Portakal Film Festivali’nde Juri Özel Ödülü’nü alırken söylediği gibi “Bu ülkenin sokaklarına barış gelebilmesi için yeni bir dil gerekli”. Press bu dilde çekilmiş bir film.

1

PRESS Yönetmen & Senaryo: Sedat Yılmaz Oyuncular: Aram Dildar, Engin Emre Değer, Kadim Yaşar, Sezgin Cengiz, Tayfur Aydın Konu: '90'lı yılların ilk yarısında çatışmaların yoğun yaşandığı günlerde, bir avuç gazeteci Diyarbakır'da yaşanan insan hakkı ihlallerini dünyaya duyurmaya çalışmaktadır. Faysal, yaptığı bir haberde orduyla ilişkisi olan bir çetenin izine rastlar. Çete, bölgedeki birçok cinayetin zanlısıdır. Çete haberinden sonra Faysal tehdit telefonları almaya başlar, ancak Faysal çetenin üzerine gitmeye devam eder.


SOKAĞIN SESİ

16

ÜRETEN B‹Z‹Z YÖNETEN DE B‹Z OLACA⁄IZ

25 Mart 2011 / 7 Nisan 2011

Halk›n Sesi

PARASIZ SA⁄LIK VE GÜVENCEL‹ ‹fi ‹Ç‹N

13 Mart’ta Ankara’da olmak 2.30 Ankara ekspresi. Yemekli vagon tamamen dolu. Gülen, neşeli bir topluluk, yüksek sesle konuşuluyor, şakalaşılıyor, dertleşiliyor. Kimse kimseyi yakın tanımıyor, zaten buna ihtiyaç da yok. İlk merhabalar alınırken tanıdık muhabbetlere hemen giriliyor. Herkes kendi iş yerindeki sorunlardan başlıyor anlatmaya. Dinleyen, kendisininken farklı ama aslında kökeni aynı problemleri ilgiyle dinliyor. İşte ‘Çok ses tek yürek’ bu saatte burada, Ankara yolunda atıyor. Biz trenle giden grubuz. Biliyoruz ki birkaç saat sonra İstanbul’dan 100’e yakın otobüsle meslektaşlarımız, haklarımızı savunma adına Ankara yoluna düşecekler. Coşku ve umut doluyuz. Birbirimize olan inancımız tam. Bıçak kemikte, herkesin canı burnunda, anlatmakla bitmiyor sorunlar. Ama işte buradayız, yarın sabah Sıhhiye Meydanı’nda. Kış sabahı bir Ankara cafesinde, sıcak çay, simit, sohbet. Gözlerde her pazar aynı şeyi yapalım pırıltısı. Ne kadar özlemişiz birbirimizi, üstelik henüz tanımadan. Ortak kaygılar, ortak umutlar. Ne kadar kararlı ve güçlüyüz. Yıllardır beklenen resim birbirimize inandığımız noktada ortaya çıkıyor. Bu Süheyla E. pazar mutluluğun resmi Tezel yapılacak gibi, müstehzi Sağlık Hakı gülümsemeler. Meclisi Vakit tamamdır, saat 11.00. Yürüyoruz gara doğru oradan başlayacak akış. Alt geçidi geçtiğimizde fark ediyoruz ki beklediğimizden, tahminlerimizden çok öte bir kalabalık. Beyaz bir sel, ışık gibi akıyor yolda. Pankartlar, düdükler, davullar, balonlar, gülen ve hep bir ağızdan söylenen şarkılar, sloganlar. İşte buradayız yürüyoruz Sıhhiye Meydanı’na. ‘Sağlık haktır satılamaz’, ‘Bakan istifa’ en çok akılımda kalan, belki de en çok sevdiğim sloganlar. Son 30 yılın 30 bine yakın katılımıyla en büyük sağlık emekçileri mitingi. Tarih burada, susturulmuş görsel ve yazılı basının görmezden gelmesine rağmen tarihi biz burada hep birlikte yazıyoruz. Mücadelenin başlangıcı Sıhhiye Meydanı, ulaşılan nokta. Sağlık Bakanlığı’na karşı bağır, bağır, bağırıyoruz. Beynimde asılı kalmış bir dize ‘Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.’ Topluca, büyük bir mutlulukla mücadelemizin ilk aydınlanmasını yaşıyoruz, burada olmanın haklı gururuyla.

2

Ankara’da beyaz buluşma Türk Tabipleri Birliği’nin çağrısıyla bir araya gelen otuz bine yakın sağlık emekçisi, iş, gelir, can güvencesi ve mesleki bağımsızlık için beyaz bir sel olup Ankara’ya aktı

B

u sefer kar yağışı değildi Ankara’yı beyaza boyayan. 13 Mart günü Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş sağlık emekçileri, performansa dayalı sisteme, özelleştirmeye, intörn sömürüsüne, güvencesizliğe karşı “çok ses tek yürek” olup beyaza bürüdüler Ankara’yı. Türk Tabipler Birliği, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası, Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası gibi 16 sağlık örgütünün düzenlemiş olduğu “çok ses tek yürek” mitingi 30 bine yakın sağlık emekçisi ve doktor adayının katılımıyla gerçekleşti. SÖZLER‹M‹ GER‹ ALAMAM Bulutsuzluk Özlemi’nin meşhur şarkısı ‘Sözlerimi geri alamam’ mitingin parolasıydı. Türk Tabipleri Birliği, sağlık emekçilerini mitinge Türkiye’nin onlarca farklı kentinde sağlık çalışanlarının seslendirdiği bu parçaya çekilen kliple çağırdı. Sözlerini tutan binlerce hekim, diş hekimleri, eczacılar, sosyal hizmet uzmanları, hemşireler Ankara garında bir araya gelip yürüyüşe

geçerek Sağlık Bakanlığı’nın bulunduğu Sıhhıye’de miting yaptı. GENÇ HEK‹MLER VE HEK‹M ADAYLARI UMUT VERD‹ Mitingin en umut veren yanı kortejlerin büyük bir kısmının genç hekimler ve tıp öğrencilerinden oluşmasıydı. Ağır çalışma koşulları, 48 saatten fazla süren nöbetler ve tıp eğitiminde yaşadıkları sorunlara isyan eden asistan hekimler mitingin en dinamik katılımcılarıydı. Mitingin bir diğer coşkulu katılımcıları tıp fakültesi öğrencileri oldu. ‘MEMLEKET ‹STER‹M’ Miting programını tiyatro sanatçısı Şebnem Gürsoy ve SES MYK üyesi Köksal Aydın sundu. Miting ikilinin “AKP'nin yalanları ve gerçekler üzerine” yaptığı açılış konuşmasıyla başladı. Ardından 16 sağlık örgütü adına söz alan Türk Tabipler Birliği (TTB) Merkez Konsey Başkanı Dr. Eriş Bilaloğlu, Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Memleket isterim” adlı şiirini okuyarak konuşmasına başladı. Sağlık

emekçileri olarak sadece kendileri için değil bütün memleket için şiirde anlatıldığı gibi bir memleket istediklerini söyleyen Bilaloğlu bunun için mücadele ettiklerini ifade etti. Konuşmasında sağlıkta dönüşüm projesine değinen Bilaloğlu, taleplerinin herkes için sağlık ve güvenli gelecek olduğunu ifade etti. Sağlık Bakanı Recep Akdağ'ın söylediği gibi her şeyin iyi olmadığını belirten Bilaloğlu, AKP iktidarının sağlık emekçilerini duymamak için elinden geleni yaptığını belirtti. Tüm sağlık emekçilerinin taleplerini sıralayan Bilaloğlu, iş güvencesi, gelir güvencesi, can güvencesi ve mesleki bağımsızlık istediklerini ifade etti. ‹KT‹DARIN TEDAV‹S‹NDE REÇETE BELL‹: GREV Bilaloğlu, sözlerini bitirirken mitinge katılanlara iktidarın reçetesini sordu. Binlerce kişi aynı anda reçetenin “Grev” olduğunu haykırdı. Bunun üzerine bu mitinge gelirken çok ses tek yürek olduklarını söylen Bilaloğlu artık tek ses

olduklarını ve bu sesin de grev olduğunu söyledi. 'ÖZELLEfiT‹RMEYE ‹Z‹N VERMEYECE⁄‹Z' TTB Merkez Konsey Başkanı Dr. Eriş Bilaloğlu’nun ardından söz alan Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri (SES) Genel Başkanı Bedriye Yorgun, kürsünün arkasında bulunan Sağlık Bakanlığı binasını göstererek "Sağlığın özelleştirilmesini ve taşeron çalışma sistemini getirenler hemen arkamızda duruyor. Bugün sağlık emekçilerinin grev ateşi sağlık hakkının özgürleşmesinin adımı olacak" dedi. Sağlık emekçilerinin özelleştirmeleri durdurmada kararlı olduğuna dikkat çeken Yorgun, güvenceli bir yaşam için haklarına sahip çıkacaklarını belirtti. HAYAL DE⁄‹L GERÇEK ÜRETENLER YÖNETECEK Konuşma yapan bir diğer isim de Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası (Dev Sağlık İş) Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’ydu. Sağlık hizmetinin bir ekip işi

olduğuna dikkat çeken Çerkezoğlu, sağlık hizmeti üretimi gibi sağlık hakkı mücadelesinin de bir ekip işi olduğunu söyledi. Taşeron sistemine başkaldırdıklarını ifade eden Çerkezoğlu, “Hayal değil gerçek, taşeronu durduracağız; hayal değil gerçek, taşeronu süpüreceğiz; hayal değil gerçek, üretenler yöneten olacak” dedi. Çerkezoğlu'nun konuşmasının ardından Hacettepe Üniversitesi’ndeki asistan hekimler tarafından kurulan “Hacettepe Bend” grubu kısa bir konser verdi. Özellikle “Doktor ne demek? Performansla çalışan tüccar mı demek” adlı parça oldukça ilgi çekti. ÇALIfiMALAR BAfiLASIN Dinletinin ardından tekrar söz alan Dr. Eriş Bilaloğlu kitleye tekrar AKP iktidarın tedavisini sordu. Tekrar “Grev” cevabını alan Bilaloğlu, "O zaman herkes gittiği yerde çalışmalara başlasın" diyerek konuşmasını sonlandırdı. Ezginin Günlüğü konseriyle sona eren mitingden sağlık emekçileri grevi örgütlemek üzere ayrıldı.

Che’yi dünya, Akdağ’ı Dünya Bankası biliyor

Grevin sesi İstanbul’a taşındı İ

stanbullu sağlık örgütleri 14 Mart Tıp Bayramı etkinliklerini Ankara mitingi nedeniyle bir hafta erteleyerek 21 Mart günü gerçekleştirdi. Hekimler ve sağlık emekçileri geçen yıl olduğu gibi bu yılda İstiklal Caddesi boyunca yürüdü. İstanbul Tabip Odası, İstanbul Diş Hekimleri Odası, İstanbul Eczacılar Odası üyesi üç binin üzerinde sağlık emekçisi, Tünel Meydanı’nda buluşup Taksim Meydanı’na yürüdü. Hekimler 13 Mart’ta Ankara’da yaptıkları mitingde AKP’nin sağlık politikalarına karşı yükselttikleri grev sloganını İstanbul’daki yürüyüşe de taşıdı. Yürüyüşe sağlıkta dönüşüm politikalarına karşı mücadele ve örgütlenme çağrısı damgasını vurdu. Yürüyüşe ağır çalışma koşullarına karşı bir süredir eylem yapan asistan hekimler ve performansa dayalı ücret sistemine itiraz eden hekimler güçlü bir şekilde katıldı.

Mitingde doktor adaylar› ve genç doktorlar›n birço¤unun tafl›d›¤› “Doktor Che’nin yolunday›z” yaz›l› döviz Sa¤l›k Bakan› taraf›ndan elefltiri konusu yap›ld›. Bakan Akda¤ "Birtak›m örgütler Dr. Che Guevera'n›n izinde olabilir. Ama biz onun izinde de¤iliz" dedi. TTB mitingi de¤erlendirmek için yapt›¤› yaz›l› aç›klamayla bakana flöyle cevap verdi. “Aç›k söyleyelim ki “Che” malzeme yap›labilecek bir konu de¤ildir. Che’yi bütün dünya bilir. Che, eflitsizli¤e, haks›zl›¤a, sömürüye karfl› ç›kanlar, isyan edenlerce sevilir, böyle bir semboldür. Say›n Recep Akda¤’›

bütün dünya bilmese de ad›nda dünya geçen Dünya Bankas› bilir, O’nu da Dünya Bankas› sever, O da bu politikalar›n flaflmaz uygulay›c›s› olan bir sembol olarak an›labilir. Bu tart›flmaya girerek mitingin gündemini çarp›tmam›z uygun olmaz.” Devrimci mücadelenin simge isimlerinden Che Guevera yaflam›n›n tamam›n› devrimci mücadeleye adamadan önce doktordu. Che’nin bir doktor olarak sa¤l›k anlay›fl›n› anlatan 19 A¤ustos 1960’ta Kübal› Milislere hitaben yapt›¤› konuflman›n bir bölümü flöyle: “Bugün Sa¤l›k Bakanl›¤›’na ve ilgili organizas-

yonlara düflen görev kamu sa¤l›k hizmetlerini mümkün olan en yüksek say›daki insana ulaflmak için gelifltirmek, önleyici bir t›p program› gelifltirmek ve halk› sa¤l›kl› yaflam konusunda yönlendirmektir. Fakat, tüm devrimci görevler için oldu¤u gibi bu görev için de esas›nda ihtiyaç duyulan fley bireyseldir. Devrim kolektif istek ve kolektif giriflimi standartlaflt›rmaz. Tersine, kiflinin bireysel becerisini özgürlefltirir. Ve bizim görevimiz tüm sa¤l›k uzmanlar›n›n yarat›c› yeteneklerini toplumsal t›bb›n görevlerine yönlendirmektir.”

‘Sağlıkta dönüşüme karşı tek ses olduk’ 1

3 Mart mitingini örgütleyen kurum temsilcileri mitingi gazetemize değerlendirdi. Kamuda sağlık hizmeti veren hemşiresinden doktoruna, laborantından teknisyenine sağlık çalışanlarının örgütü, Sağlık emeçilerinin Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) adına Başkanı Bedriye Yorgun 13 Mart mitingine ilişkin gazetemizin sorularını yanıtladı. Sağlıkta Dönüşüm Programı’nı ve buna karşı yükselen ‘çok ses’i nasıl değerlendiriyorsunuz? Sağlık Bakanı talihsiz açıklamalarda bulunmuştur.

Hekiminden hemşiresine, laborantından paramedik uzmanına 40 bin sağlık emekçisinin örgütü SES’in genel başkanı Yorgun, mitingi gazetemize değerlendirdi Örneğin, Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın Başbakan’ın fikri olduğunu, kendilerinin bir projesi olduğunu iddia etmiştir. Oysa ki bütün dünya biliyor; bu bir Dünya Bankası programıdır, bu bir IMF programıdır. Sağlık alanının hak olmaktan çıkarılıp pazara açılmasıdır. Bunun pazara açılmasıyla birlikte sağlık emekçilerinin emeğinin sömürülmesini, ucuzlaştırılmasını hedefleyen bir programdır. Yani bu program ne halk ne de sağlık emekçilerinden

yanadır. Bu program tamamen insanların sağlığı üzerinden sermayeye rant sağlama programıdır. Dolayısıyla biz 8 yıldır bu programın halkçı bir program olmadığını, bu programın sağlık emekçilerine yararlı bir program olmadığını, sağlık ortamını bozan bir program olduğunu, sağlık emekçilerinin çalışma barışını ve iç barışını bozduğunu, sağlığın niteliğini düşürdüğünü, kişilerin sağlığı üzerinden bir puanlama ve performans uygulamasıyla bir rant haline

dönüştürüldüğünü söyledik. Fakat Sağlık Bakanı tüm bunlara kulak tıkadı. Gözlerini kapadı. Ama ne oldu? Sizin de 13 Mart’ta gördüğünüz gibi sağlık örgütleri bir araya geldi ve sağlıkta dönüşüm dedikleri ama geriye dönüş olan bu programa karşı ‘çok ses tek yürek’ oldu. Hatırlarsınız biz 27 Mart’ta Diyarbakır’da ‘çok ses, tek yürek’ olduk. Ondan önce aile hekimliğinin en son dizaynını yaptıkları Muğla’da aile hekimliğine karşı ‘çok ses, tek

yürek’ olduk. Biz bu sesi daha da çoğaltacağız ve devam ettireceğiz. Sağlıkta dönüşüme inat, özelleştirmeye inat, döner sermaye çarkına inat Türkiye’nin en ücra köşelerinden merkezlere kadar her gün iki milyon cana dokunan sağlık emekçileri bir arada olacağız, sesimizi yükselteceğiz ve mücadelemizi büyüteceğiz. Peki mitinglere katılan binlerce sağlık emekçisinin talepleri neydi? Sağlık emekçileri öncelikle güvenceli, kadrolu istihdam istiyor. Sağlık emekçileri güvenceli ücret istiyor. Sağlık emekçileri güvenli ortamlarda çalışmak istiyor. Sağlık emekçileri halka hizmet verirken tıbbi ve etik değerlerin ön planda olduğu nitelikli sağlık hizmeti istiyor. Sağlık emekçileri barış ortamında çalışmak istiyor. Tüm bu talepler çerçevesinde bir araya geliyor.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.