SAYFA
2
SAYFA
Filtre gitti liste geldi ‹nternet denetim ve sansürü s›k›laflt›racak taslak yenilendi. Üç ay sonra nette sansür bafll›yor
7
Lise kap›s› yoksula kapal› Yaz tatili, lise kay›t telafl›na girmifl ö¤rencilere zehir oldu. Puan›, paras›, torpili olmayan dertli
SAYFA
13
Tiz maafl emri verile Polislere verilen maafl ikramiyesi ak›llara Osmanl›’da da¤›t›lan cülusu getirdi
SAYFA
14
Potada s›n›f savafl› Dünyaca ünlü basketbolcular greve ç›k›nca patronlar lokavt karar› ald›. NBA tatilde
12 A¤ustos 2011 • 1 TL
Y›l 6 • Say› 138
AKP, Esad’› ABD ad›na tehdit etmek için fiam yolunu tuttu
Taşeron rol peşinde Emperyalizmin aktif tafleronu AKP, Suriye’de çat›flmalar fliddetlenip emperyalistler seslerini yükseltince durumdan vazife ç›kard›. Davuto¤lu’nu fiam’a gönderen Erdo¤an, uluslararas› müdahale ile tehdit etti¤i Suriye lideri Esad’› emperyalistlerin isteklerine boyun e¤meye ça¤›rd›
Elçi AKP’den mesaj ABD’den Ahmet Davuto¤lu, Suriye lideri Beflar Esad’a iletti¤i mesajlar›n Türkiye’nin mesajlar› oldu¤unu iddia etti. Ne var ki gitmeden hemen önce ABD’nin D›fliflleri Bakan›, Büyükelçisi ve Suriye uzman›ndan uzun uzun ders ald›
Hopa direniyor Hopa halk› operasyonlara karfl› mücadele kararl›l›¤›n› sürdürürken davalarda da olumlu geliflmeler yaflanmaya bafllad›. Savc›l›k “terör örgütü”ne üyelik yönünden takipsizlik karar› verdi S. 3
“Savafl ç›ksa, ABD’yleyiz!” Davuto¤lu, Esad’a, istenenleri yapmamas› halinde d›fl müdahalenin gündeme gelece¤ini ve Türkiye’nin de bu müdahalede üstüne düfleni yapaca¤›n› söyledi. Yani, savafl halinde ABD ile iflbirli¤i için sinyal verdi
Mevsimlik ifl, e¤reti yaflam Yaz aylar›yla birlikte mevsimlik iflçiler için çal›flma sezonu bafllad›. Göç, ›rkç›l›k, kazalar ve insanca yaflama olanaklar›ndan yoksun çal›flma ve yaflam koflullar› en büyük sorun S. 8
Yoksula değil yandaşın kasasına
Aile Bakanlığı çalışmaya başladı
G›da bankac›l›¤› uygulamalar›ndan kötü kokular geliyor. Yard›m k›l›f›yla yandafllar›n vergi kaç›rmas›n›n ve sicili kirli yandafl derneklere para aktarman›n yolu aç›l›yor S. 6
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanl›¤› kad›nlar›, fliddetin reva görüldü¤ü ailelerine mahkum etmek konusunda kararl› davran›yor. Bakanl›k uygulamaya geçiyor S. 10
Kenar Notlar› / Sayfa 2
Ferda Koç / Sayfa 4
AKP mi kontrgerilladan...
Velev ki “vesayet” bitti...
AKP’nin tutulur taraf› kalmad›. ABD tafleronlu¤u, halk düflmanl›¤› makyajla saklanamaz... YOL YAZISI S. 3
Erinç Yeldan: AKP krize karşı çaresiz Prof. Dr. Erinç Yeldan, ekonomik krizin olas› etkiyerin ve AKP’nin politikas›n› Halk›n Sesi’ne anlatt› “Hükümetin çok iyi kurgulanmış bir ekonomi ve siyaset idaresinden ziyade rastgele verilmiş tepkiler bütünü, izlenimi uyandırıyor. Her tepkinin ardından ‘galiba yanlış yaptık’ veya ‘piyasalara yanlış mesaj verdik’ gözlemiyle bir başka tepki veriyorlar.” “2001 krizinin ardından emekten yana güçler krizi halka iyi ifade edemediler. Kriz, emekçileri ilgilendirmeyen borsa endeksine, döviz kuruna indirgenmiş durumda.” “Emekçi sınıfları, yeniden istihdam kayıpları, ücret kayıpları, örgütsüzleşme, parçalanma ile birlikte bozulan gelir dağılımı konjonktürü bekliyor.” S. 11
YAfi ve yeni ordu TSK AKP ve ABD eliyle yeniden yap›land›r›lmaya çal›fl›l›rken TSK’n›n iktidardaki etkisini kaybetmesini istemeyenlerden de küçük çapl› dirençler geliyor S. 4
Taksim’den Samsun’a direnifl selam› Güllü Hano¤lu’nun direniflinin 29’uncu gününde il sa¤l›k müdürlü¤üne yürüyen Dev Sa¤l›k ‹fl, Samsun’a gitmeye haz›rlan›yor S. 8
Ömer fian / Sayfa 7
Yan›ltm›yoruz, yafl›yoruz
fiam’da bir savafl elçisi Tufan Sertlek / Sayfa 9
Yoksullar bazen böyle...
Ahmet Davuto¤lu emperyalistlerin Suriye’ye yönelik tehdit mesajlar› ile fiam’›n yolunu tuttu. AKP Türkiye’yi savafla sürüklüyor S. 5
2
MEDYA 12 Ağustos 2011 / 25 Ağustos 2011
Halk›n Sesi
‘GÜVENL‹’
Kenar Notlar› AKP mi kontrgerilladan, kontrgerilla mı AKP’den? “Çoğulcu bir toplumda yaşayan Müslümanın farklı olanlarla zorunlu ilişkisinin adına ben ısrarla ‘hoşgörü’ değil, ‘tahammül’ diyorum…” (Yeni Şafak, 7 Ağustos 2011 Pazar) Bu sözleri söyleyen Hayrettin Karaman kimdir? Kendisi, medyaya, üniversiteye ve yeni devlet seçkinleri arasına yerleşmiş yeni kuşak İslamcı entelektüellerin “saygın” Hayrettin Hoca’sıdır. İslam hukuku profesörü ve Yeni Şafak yazarıdır. Keskin İslamcı militanlar dışında, cemaatler arasında sevilen, sayılan bir şahsiyettir. Hayrettin Karaman “Tahammül mü hoş görmek mi?” isimli yazısında şöyle devam ediyor: “Her Müslüman, aleni (açıkça, kamuya açık yerde) dine, ahlaka, âdâba aykırı bir davranışa engellemek veya ıslah etmek maksadıylamüdahale etmekle yükümlüdür.” Dahası: “İslam’a inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse -İslam toplumunda- ‘onların aykırı filleri için özel mekanlar ihdas edilmek gibi’ tedbirlere başvurulur. O “saygın” ak sakallı Hoca’nın yıllarca içinde zapt ettiği “tahammül duyguları” artık tahammül edilemez hale gelmiş görünüyor. Öyle ya takiyenin de bir sınırı var! O sınır, yüzde elli AKP iktidarıyla daha da artan Tayyip Erdoğan’ın kişisel otoritesinin ve AKP’nin tek parti diktatörlüğü eğilimlerinin sınırıdır. Son zamanlarda İslamcı entelektüellerin dizginsiz hamleleri göz önünde bulundurulursa, Karaman’ın bu çıkışına “hayret” edilecek bir şey yok. İslamcı entelektüellere bir haller oldu. İçlerinde planla bastırdıkları ırkçı, faşist, maço, gerici, kadın ve emek düşmanı gelenek yeniden su yüzüne çıkarken, yapış yapış etrafa yayılan iktidar yalakalığı, “askeri vesayete karşı demokrasinin yılmaz, yorulmaz savaşçısı” Ahmet Altan’ı bile çileden çıkardı. Ramazan münasebetiyle günün anlam ve önemi gereği, adet yerini bulsun diye bol keseden “hoşgörü” mühabbetleri yanıltmasın. Hoşgörü, muhalefetin ve mağduriyetin kavramsal silahıdır. Mutlak iktidarın kavramsal cephaneliğinde hoşgörünün yerini “tahamül” taktikleri almaktadır. Zaman, Yeni Şafak, Akit, Star, Sabah, Kanal 24, Samanyolu, Ülke TV, Net TV’ye yuvalanmış İslamcı entelektüeller, tekmil kıta koro halinde savaş naraları atıyorlar. Yıllarca kontrgerilla pratiklerinde şekillenmiş ezik gerici-faşist tarihsel benlikleri, çarpık bir “Yeni Osmanlıcı” kabadayılığı kılığında hortlayarak sağa sol tehditler savuruyor: “Suriye iç işlerimizdir; sabrımız taşmak üzere; Kıbrıslı Rumalar Doğu Akdeniz’de doğalgaz ve petrol araması yapamaz; bedeli ne olursa olsun, teröre karşı çok daha farklı stratejiler uygulayacağız.” Tehditler bitmek bilmiyor. Tepeden tehdit, aşağıdan Kürtlere linç hareketleri olarak karşılık buluyor. İnançlı toplulukların ahlakını bozdukları için otobüslerde kısa şortlu kadınlar dövülüyor. 2011 Haziran seçiminde ezici bir ağırlıkla AKP’yi destekleyen “demokrasi aşığı Erzurum”da İslamcı görev adamları, oruç tutmayanlara “müdahale” yükümlülüğünü kullanıyor. İslamcı belediye memurları tarafından içkili mekânlardan masa sandalye toplanıyor…
Türköne'den Belge’ye Hopa yorumu övgüsü
H
opa olaylarını Ergenekon’a bağlamak için yoğun çaba sarf eden Murat Belge’ye, bir dönem Abdullah Çatlı hakkında “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” diyen Mümtaz’er Türköne’den destek geldi Yaklaşık bir ay önce Radikal gazetesine verdiği bir röportajda Metin Lokumcu’nun çevresini, çevresinin çevresini ve yumurtalı protestoları düzenleyen üniversitelileri Ergenekoncu ilan eden Murat Belge’ye Mümtaz’er Türköne’den destek geldi. Türköne, Zaman gazetesindeki yazısına Murat Belge’nin iki hükmüyle başlıyor. Bunlardan ilki yaşanan sürecin ilerleme ve demokratikleşme olduğu, ikincisi ise solun bu ilerlemede hiçbir payının olmadığı. Türköne, Belge’ye “Evet, Türkiye ilerledi.
Uzun, sancılı bir yol kat etti. İlerici muhafazakârlar sayesinde gerici solcularımız daha özgür ve demokratik bir ülkede yaşıyorlar. Farklı ve aykırı düşünenlerin, özellikle darbeye bahane olsun diye laik-solcuların bir faili meçhul cinayete kurban gitme ihtimali artık çok az. Bu ilerlemede solun gerçekten hiçbir katkısı yok” sözleriyle destek çıkıyor ve sola üç öneride bulunuyor: Ya her şeyi bırakıp çiçek-böcek işleriyle uğraşmak, ya iddianın aksini ispatlamak ya da özeleştiriarınma sürecine girmek. Türköne, aynı yazısında Sokağı Özgür Bırak kampanyası kapsamında İstiklal Caddesi’nde stant açan Öğrenci Kolektifleri’ne de sataşıyor. Yazısında verdiği örneklerden birisinde Kolektif hakkında ‘solcu-Ergenekoncu örgüt’ ifadesini kullarıyor.
ALDATMACASIYLA
SANSÜR
Filtre gitti liste geldi İnternette denetim ve sansürü sıkılaştıracak taslak yenilendi. Yeni taslağın öncekinden temel farkı sansüre, filtre yerine liste denmesi
İ
nternet sansür sistemine köklü ve sıkı değişiklikler getirecek olan "İnternetin Güvenli Kullanımına İlişkin Usul ve Esaslar Taslağı" revize ediliyor. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulu (BTK) tarafından 22 Ağustos tarihinde hayata geçirilmesi planlanan taslak 10 gün süre ile kamuoyu görüşüne açıldı. Mayıs ayında yayımlanan ilk hali ile çeşitli farklılıklar içeren fakat sansür ve denetim uygulamasından taviz verilmeyen taslak 22 Ağustos’ta test çalışmaları ile uygulanacak. 22 Kasım’da ise internet kullanımı tamamen taslağa uygun bir biçimde gerçekleşecek. TASLAK KULLANICIYA DENETİM SİTELERE SANSÜR GETİRİYOR BTK, internet kullanıcılarına sıkı denetim, internet sitelerine ise sansür getireceği için eleştirilen “İnternetin Güvenli Kullanımına İlişkin Usul ve Esaslar Taslağı"nı görüş ve önerileri almak için 4 Ağustos günü kamuoyuna açtı. 22 Şubat 2011’de hazırlanan ve iptal edilmesi için Danıştay’a götürülen taslak internet kullanıcılarının takibini ön görüyordu. 22 Şubat’ta yayımlanan taslağa göre internet kullanıcıları BTK'nın belirlediği aile, çocuk, yurtiçi ve standart olmak üzere 4 farklı internet paketinden birini seçmek zorunda bırakılacaktı. Filtreyi aşmak suç sayılacak, filtre kıstasları ise tamamen BTK'nın keyfine göre belirlenecekti. Uygulamanın getirdiği en büyük farklılık her kullanıcının kendisine ait bir şifre ile internete girecek olmasıydı. Böylelikle
kullanıcının her hareketi kayıt altında tutulabilecekti. İnternet servis sağlayıcıları filtrelerin aşılmasını engellemekle sorumlu tutulacak, aksi halde onlara da ağır para cezaları uygulanacaktı. Yayımlanan yeni taslak bir takım değişiklikler içerse de bir öncekinin sansürcü ruhunu koruyor. Kullanıcıların denetlenmesi konusunda da bir değişiklik içermiyor. ‘FİLTREYİ LİSTE YAPINCA SANSÜR KALKMIYOR’ Alternatif Bilişimciler Derneği (ABD) yeni taslağı değerlendirerek görüşlerini hem kamuoyuyla paylaştı hem de BTK’ya iletti. Alternatif Bilişimcilere göre devlet eliyle zorunlu filtrelemelere devam ediliyor. İnternet’in güvenli kullanımı konusunda kamuoyunu yanıltıcı strateji izleniyor. Derneğe göre devlet eliyle merkezi filtreleme uygulaması korunduğu için yeni taslakla yapılan değişiklikler en başından yetersiz. Yeni taslakta tepki çeken filtre uygulaması listeleme olarak adlandırılıyor. Fakat özünde sansür uygulaması devam ediyor. “Aile ve çocukların korunması” gibi bir ahlaki paniği besleyen ‘Güvenli İnternet’ kavramının bir yanıltmaca olduğunu söyleyen Alternatif Bilişimciler güvenli kavramının devlet filtresini / sansürünü gizlemek için kullanıldığına dikkat çekiyor. Yeni taslak listelenecek / sansürlenecek sitelere kimin karar vereceğine ilişkin de bilgiler içeriyor. “Güvenli İnternet Hizmeti Çalışma Kurulu” oluşturulacak. Danışma niteliğinde hizmet verecek bu kurulun belirlediği sakıncalı site listeleri filtrelenmek
üzere BTK’ya sunulacak. Sansür konusunda nihai yetki yine BTK’da olacak. Güvenli İnternet Hizmeti Çalışma Kurulu’nun nasıl oluşturulacağına gelince taslak bu kurulun şöyle oluşturulacağını belirtiyor: Kurul Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’ndan 3, İnternet Kurulu’ndan 2, BTK’dan 2 ve psikoloji, pedagoji, sosyoloji
ve diğer ilişkili alanlarda uzmanlığı olan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından teklif edilecek 8 kişi arasından BTK tarafından seçilecek 4 üyeden oluşacak.” Bu haliyle sakıncalı sitelerin listelenmesi işi BTK’ya bağlı olduğu için Alternatif Bilişimcilere göre otokratik bir düzende saptanmış oluyor.
Sansür taslağına temel itiraz noktaları Alternatif Biliflimciler Derne¤i eriflim engeli listesi ve eriflime aç›k liste uygulamas›n›n toplumun ve yurttafllar›n tektiplefltirmesine hizmet etti¤ine dikkat çekiyor. Dernek yapt›¤› aç›klamada flu gerekçelerle yeni ve uygulamaya haz›rlanan tasla¤a itiraz ediyor 1. Yap›lan bu de¤ifliklik kesinlikle yeterli de¤ildir. Devlet eliyle merkezi filtreleme uygulamas› korundu¤u için kabul edilemezdir. Kamuoyu “Güvenli ‹nternet” tan›m›yla yan›lt›lmaktad›r. Filtreler arac›l›¤› ile sansürlenen ‹nternet, “Güvenli” olarak sunulmaktad›r. “Güvenli ‹nternet” tan›m›ndan vazgeçilmelidir.
Herkes ‹nterneti güvenli kullanmak ister, fakat devlet eliyle haz›rlanacak filtrelerle güvenlik sa¤lanmaz. Bunun ad› sansürdür. 2. Kamuoyuna sunulan tektiplefltirme karar›d›r. Filtreler devlet ad›na BTK taraf›ndan, göstermelik bir kurula dan›fl›larak haz›rlanmas› öngörülmektedir. Aileler için sak›ncal›, çocuklar için uygun ‹nternet sitelerinin neler olaca¤›na BTK karar vermifl olacak. Tüm kullan›c›lar için tektip bir aile ve çocuk filtresi geçerli olacak. Bu da tek tip bir aile / çocuk / toplum tasar›m› anlam›na gelmektedir. 3. Bu düzenleme BTK’y› filtreleri
düzenleyen temel aktör halinen getirdi¤i için otokratik bir düzenlemedir. 4. Listeler için genel kriterleri belirleyecek Kurul’da devlet temsiliyeti a¤›rl›ktad›r. …11 kiflilik kurulun 7’’si do¤rudan siyasi idarenin bürokratlar›ndan, kalan 4’ü de teklif edilenler aras›ndan BTK taraf›ndan belirlenecektir. Uzman görüflü 7’ye karfl› 4 oldu¤u için eflitsizdir. Üstelik uzmanlar da BTK taraf›ndan seçilmektedir. Kurulda ayr›ca iletiflim bilimci, biliflimci, yeni medya ve dijital oyun uzman› gibi alanlardan kimsenin olmamas› kurula biçilen görev hakk›nda fikir vermektedir.
Görüldü¤ü üzere bu kurul görstermelik oldu¤u kadar, yurttafllar›n hangi içeriklere eriflip, eriflemeyece¤ine karar verebilecek yeterlilikte de¤ildir. 5. Defalarca aç›klad›¤›m›z üzere Avrupa Konseyi çocuklar›n ve gençlerin internet ortam›n› güvenli kullanmas›n›n ancak dijital okur-yazarl›k becerilerinin artt›r›lmas› ile olanakl› oldu¤unun alt›n› çizmektedir. Türkiye’de farkl› bölgelere, cinsiyete, s›n›fsal konuma ve yafl gruplar›na göre ‹nternet kullan›m› eflitsizli¤inin ve say›sal uçurumun oldu¤u aflikard›r Türkiye’de internette yaflanan sorunlar dijital okuryazarl›k, beceri ve nitelikli kullan›m eksikli¤inden kay-
İnternette kişisel bilgi ticareti G
oogle, geçen günlerde yeni sosyal medya platformu Google+’ta gerçek ismini vermeyenlerin hesaplarını askıya alma kararı aldığını açıkladı. Kullanıcıları kendi isimlerini kullanmaya zorlama gerekçesinin arkasında bazı iddialara göre ticari kaygılar yatıyor. Bilişim uzmanlarının iddiasına göre kullanıcı Google’ı her ziyaret ettiğinde ya da burada arama yaptığında bilgisayarına küçük zararsız dosyalar gönderiliyor ve arama alışkanlıkları reklam vermek isteyen şirketlerle paylaşılıyor. Sonuçta kullanıcının sayfasında arattığı kelimeyle ilgili bir reklam beliriyor. Bu durum yalnızca Google için geçerli değil. İnternet kullanıcılarının kişisel bilgileri ve internette gezinti yaparken ilgilendikleri konular reklam verenler için ticarete konu olabiliyor. Örneğin Facebook, “beğen” butonuna tıklayan kullanıcılarının halka açık bilgilerini Yelp ve Pandora adlı sitelerle (her ikisi de facebook’un kurumsal ortakları) paylaşıyor. Şirketler bu yolla potansiyel müşterilerini tespit edebiliyor, onların ilgi ve beğenilerini rızaları olmadan öğrenebiliyor. İnternette benzer uygulama anket ve bilgi yarışmaları için de geçerli. Ödül
RTÜK çizgi filmi bile afetmiyor
R
vaat edilen sanal yarışmalarda kullanıcılar kişisel bilgilerini ve iletişim adreslerini girdikten sonra yarışmaya başlayabiliyor. Girdikleri bilgiler ise reklam veya pazarlama şirketlerine satılıyor. Örneğin Hürriyet gazetesinin internet sitesinde 2010 mayısında düzenlediği ve turistik gezi ödüllü bilgi yarışmasına katılan okurlarının iletişim bilgilerini gezi dergileri pazarlayan şirketlere verdiği biliniyor. Bu örnekler internetin, kullanıcılarına iletişim konusunda olanaklar sunan bir platform olduğu kadar onlar için tehditler barındıran bir alan olduğunu
da gösteriyor. Milyonlarca dolarlık pazarıyla dev bir endüstri olan internet bu alana yatırım yapan şirketler için “özgür bir iletişim platformu” değil maksimum kar elde edebilecekleri bir pazar, internet kullanıcıları da birer potansiyel müşteri. Fakat kişisel bilgilerin ticari bir meta haline gelmesi “güvenli internet kullanımı” yönetmeliğini hazırlayan BTK’nın tehdit tanımı kapsamında yer almıyor. BTK piyasanın kurallarına uyan kişisel bilgilerin satışını engellemek yerine içerik sansürüne kafa yormayı tercih ediyor.
naklanmaktad›r. Filtreler ya da bu taslakta sunuldu¤u üzere profil seçiflleri bu e¤itim a盤›n› hiçbir flekilde gideremez ve e¤itimin yerini dolduramaz. 6. Avrupa Güvenlik ve ‹flbirli¤i Teflkilat›, Temmuz 2011’de yay›mlanan ‹nternette ‹fade Özgürlü¤ü adl› kapsaml› raporunda Türkiye’ye de özel yer vermekte, hiçbir flekilde devlet eliyle filtreyi önermemektedir. Ailelerin bireysel seçiflleriyle pazarda mevcut gönüllü filtre uygulamalar›n›n kullan›lmas›n› önermektedir, ki bu tür yaz›l›mlar da halen Türkiye’de yaz›l›m endüstrisinde mevcuttur.
adyo Televizyon Üst Kurulu'nun 2008 yulında ‘Winnie The Pooh’ adlı çizgi film kahramanlarının içtiği bira nedeniyle Kanal D'ye ceza verdi. RTÜK'ün çizgi kahramanların bira içtiği sahne nedeniyle 2008 yılında çizgi filmi yayınlayan Kanal D'ye “çocukları kötü etkileyen ve gereksiz değerlendirmeler yapmasını sağlayan teşvik edici mesajlar verildiği” gerekçesiyle kanala uyarı cezası verdi. Kanal bu kararı yargıya taşıdı fakat Danıştay 13. Dairesi RTÜK'ün kararını yerinde bularak uyarı cezasını iptal etmedi. 2008 yılında yayımlanan ve dünya çapında meşhur bir çizgi dizi olan ‘Winnie The Pooh’un cezaya konu olan bölümünde dizinin kahramanlarından Tigger doğumgünü kutlarken bira içmeyi diliyor. Ardından da ellerindeki köpüklü biraları havada tokuşturup içiyorlar.
3
GÜNDEM 12 A¤ustos 2011 / 25 A¤ustos 2011
Halk›n Sesi
Hopa halkı baskılara direniyor 3
1 Mayıs’ta Hopa’daki protestolar nedeniyle yapılan tutuklamalara ilişkin bir dizi önemli gelişme yaşandı. 31 Mayıs’tan beri gözaltına alınanların sayısı 54 oldu. Hopalılar tutuklama ve gözaltı terörünü protesto etmek için “31 Mayıs’ta biz de oradaydık” diyerek sokağa döküldü. Ve nihayet; haklarında terör örgütü üyeliğinden dava açılan 36 kişiyle ilgili takipsizlik kararı verildi. ‹K‹ HAFTADA 3 GÖZALTI Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı protesto nedeniyle yaşanan olaylar sonrası 3 Ağustos’ta Halkevleri üyesi Onur Gümüşkaya ve ÖDP üyesi Tanju Gümüşkaya araçları durdurularak gözaltına alındı. Onur ve Tanju Gümüşkaya’nın serbest bırakılmasının ardından Kemalpaşa Halkevi Yönetim Kurulu üyesi ve Kemalpaşa Derelerini Koruma Platformu sözcüsü Ramazan Tunç, gözaltına alındı. Tunç’un gözaltına alınmasıyla Hopa’da gözaltına alınanların sayısı 54 oldu. Ramazan Tunç tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. İlçede devam eden tutuklama ve gözaltı terörüne karşı Hopa halkı “31 Mayıs’ta biz de oradaydık” pankartıyla sokağa çıktı. Hopa Parkı önünde toplanan kitle AKP ilçe binasının önüne yürüdü. Buradan Hopa Kaymakamlığı önüne yürüyen Hopalılar, kaymakamlık önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Açıkla-
Hopa halkı operasyonlara karşı mücadelede kararlığını sürdürürken, davalarda olumlu gelişmeler yaşanmaya başladı. Savcılık, olmayan bir terör örgütüne üyelik iddiasıyla açılan davalarla ilgili takipsizlik kararı verdi
mayı 31 Mayıs’ta gözaltına alınıp serbest bırakılan Şefik Kalkan yaptı. Kalkan yaptığı açıklamada Hopa halkının mücadelesinin bastırılması için yapılan gözaltı ve tutuklamaların sonuçta demokratik taleplerin yükseltilmesi için safları sıklaştırmaya yaradığına vurgu yaptı. ‘TUTUKLULAR BIRAKILSIN’ Kalkan konuşmasında, “AKP iktidarı, kendine muhalefet eden herkesten
korkuyor, bu korkusundan kaynaklı en küçük hak alma eylemlerine, copuyla, gazıyla saldırıyor; olmadı, dünün Devlet Güvenlik Mahkelerini, özel olarak yetkilendirilen mahkemeleri ile, yaşamı, doğayı ve dolaysıyla insanı savunan herkesi tutukluyor. AKP'nin ileri faşizmi, kendine dikensiz gül bahçesi yaratmaya çalışıyor. Eğer Hopa AKP için dikensiz bir gül bahçesi olacaksa, AKP'nin tüm Hopa'yı insandan arındırması gerekir” ifadeleri-
ne yer verdi. Hopalılara, radyasyonla öldürülen Kazım Koyuncu'nun ve gaz bombalarıyla öldürülen Metin Lokumcu'nun yol gösterdiğini söyleyen Kalkan taleplerini şöyle sıraladı: *Gözaltılar durdurulsun, *Hopa'da bulunan çevik kuvvet geri gönderilsin, *Aylardır tutuklu olan Hopa tutsaklarının mahkeme tarihi belirlensin, *Tutuklular serbest bırakılsın,
*31 Mayıs günü “kolluk kuvvetlerine saldırı emrini ben verdim, vicdanım rahat” diyen Hopa Kaymakamı Hopa halkından özür dileyerek istifa etsin, *Metin Lokumcu'nun katilleri yargı önüne çıkarıltılsın.” Eylem boyunca “Gözaltılar, tutuklamalar, baskılar bizi yıldıramaz”, “Metin Lokumcu onurumuzdur”, “AKP elini Hopa’dan çek” sloganlarını atan Hopa halkı, mücadeleye devam edecekleri sözünü verdi.
ÖRGÜT ÜYEL‹⁄‹NE TAK‹PS‹ZL‹K Hopa halkının mücadelesi sürerken, Erzurum Cumhuriyet Başsavcılığı’nın verdiği karar davanın seyrini etkileyecek olumlu bir sonuç doğurdu. 28 Temmuz’da verilen kararda “terör örgütü üyeliği” ve “terör örgütü adına faaliyet yürütmekle”suçlanan bir kısmı hala tutuklu bulunan 36 kişi ile ilgili takipsizlik kararı verildi. Savcılığın kararında şöyle denildi: “Şüphelilerin illegal olarak faaliyet yürüten sol terör örgütleriyle bağlantıları tespit edilememiş, 31.05.2011 tarihli olayların terör örgütlerinin eylem çağrıları üzerine gerçekleştiğine ve TMK’nın 4. maddesinde tarif edilen örgüt faaliyeti kapsamında işlendiğine dair delil, belge ve bilgiye de ulaşılamamıştır. Bu nedenlerle, şüphelilerin üzerine atılı terör örgütü üyesi olmak ve ayrıca terör örgütü adına veya örgüt faaliyeti kapsamında müsnet suçları işlediklerine dair kamu davası açılmasını gerektirir nitelikte ve yeterlilikte delil elde edilemediğinden, şüpheliler hakkında atılı suçtan kamu adına kovuşturma yapılmasına yer olmadığına (…) karar verildi.” Bu karar 31 Mayıs günü yaşanan polis saldırısının ardından gözaltına alınan ve tutuklanan Hopalıların örgüt üyeliği suçlamasıyla yargılanmayacağı anlamına geliyor. Davaya ilişkin nihai iddianame halen tamamlanmadığı için davalıların hangi suçlama ile yargılanacağı bilinmiyor.
Duvara yazı yazdı tutuklandı A KP'nin ustalık döneminde toplumsal muhalefete yönelik saldırıları her geçen gün yeni bir boyut kazanıyor. Ankara’da özel yetkili savcılığın yürüttüğü soruşturma kapsamında duvara ‘Tek yol devrim’ yazdığı için bir liseli tutuklandı. Üç liseli 5 Ağustos gecesi Mamak’ta gezmeye çıktı. Bu sırada iki duvara “Tek Yol Devrim” ve “Kahrolsun Faşizm” yazdılar. En son bir okul duvarına ‘Genç Umut’un ismini yazdılar. Gözaltına alınan gençlerden ikisi, 18 yaşından küçük oldukları için gönderildikleri Çocuk Savcılığı tarafından tutuksuz yargılanmak üzere bırakıldı. 19 yaşındaki Fırat Barik ise 6 Ağustos’ta ‘yasadışı örgüt propagandası’ suçlamasıyla özel yetkili savcılığa gönderildi. Savcılıkta, liseyi yeni bitirdiğini, üniversiteyi kazanamadığını ve dershaneye yazıldığını belirterek, Genç Umut’u da parasız eğitime karşı mücadele verdiği için bildiğini anlatan Barik, Özel Yetkili 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nce ‘örgüt propagandası’ suçlamasıyla tutuklandı.
Halkevciler Asef Dayı’larını uğurladı Adana Halkevi üyesi Asef Do¤an yaflad›¤› sa¤l›k sorunlar› nedeniyle yaflaman› yitirdi. Asef Do¤an, 1947 y›l›nda Adana’n›n Karahan Köyü’nde do¤du ve yaflam› boyunca Çukurova bölgesinde devrimci mücadele içerisinde yer ald›.
31 Temmuz’da fenalaflarak hastaneye kald›r›lan Do¤an, burada hayat›n› kaybetti. ’68 ve ’78 kuflaklar› içerisinde yer alan, 1980 sonras› dönemde de mücadeleye aral›ks›z devam eden Asef Do¤an, tüm deneyimlerini hak
mücadeleleri içerisine aktararak, hak mücadelesi militanlar›n› Asef Day›s› olarak yan›bafllar›nda yer al›yordu. Bir dönem Adana fiakirpafla Halkevi flube baflkanl›¤› görevini de üstlenen Asef Do¤an, sa¤l›k sorunlar›n›n el verdi¤i müddetçe çal›flmalar›n› sürdürdü.
“Ölürsem beni Halkevci yoldafllar›m sloganlarla u¤urlas›n” diyen Asef Do¤an, 1 A¤ustos günü sloganlarla ve marfllarla y›ld›zlara u¤urland›. Mezarl›kta yap›lan törende Adana Halkevi fiube Yöneticisi Osman Erkut bir konuflma yapt›. ”Asef Day› mücadele anlay›fl›n›,
mücadele inanc›n› biz yol arkadafllar›na b›rakm›flt›r. Bizler söz veriyoruz day›m›za, senin gibi inançl›, senin gibi mücadeleci olaca¤›z” diyen Erkut, miras b›rak›lan bayra¤›n sonuna kadar tafl›naca¤›n› belirtti. Do¤an marfllar ve sloganlarla u¤urland›.
ABD tafleronlu¤u ve halk düflmanl›¤› makyajla saklanamaz! Bu yılki Yüksek Askeri Şura süreci önceki yıllara göre daha “kanlı” geçti. Emekliliği gelmemiş olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti ordusunun komutanı istifa etti. Onunla birlikte, bir ay sonra emekli olacak olan üç kuvvet komutanı da istifa etti. Bu üçünün istifası önemsiz gibi görülse/gösterilse de burada asıl feragat ettikleri kendilerinden sonra gelecek olan komutanların belirleneceği karar sürecinde (YAŞ’ta) bulunmamaktır. Komuta kademesinin ilerleyişinde yıllar önce yapılan planlar bozulmuştur ve artık komuta kademesi ordunun kendi iç hiyerarşisi tarafından belirlenmemektedir. Peki, bu belirleme inisiyatifi AKP’ye mi geçti? Daha doğrusu, AKP’nin “bağımsız” çıkarları tarafından mı belirlenecek artık? Sonda söyleneceği başta söylemekte yarar var; ABD’nin doğrudan müdahil olmadığı bir ordu yapılanması bizim gibi “bağımlı” bir ülkede mümkün olamaz. TC Ordusu, Amerika’nın komuta ettiği NATO’nun, en büyük ikinci ordusudur. Ordu hiyerarşisinde yükselmekte olan ya da yükselecek olan her kurmay ABD’de bir eğitim sürecinden (tezgahtan) geçer ve daha “parlak”ları da mutlaka Belçika’daki NATO merkezinde bir süre çalıştırılır. (Bu süreçlerde ABD’nin gücüne bizzat şahit olduklarındandır ki AKP’ye açıktan “savaş” ilan edememektedirler). Özellikle içinde bulunduğumuz dönemin özellikleri nedeniyle yani ABD’nin Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da (ve olası Suriye’de) sıcak savaş içinde olduğu
bir dönemde AKP’nin , TC ordusunu oyun hamuru haline getirmesini dışarıdan izleyeceğini iddia etmek safdillik olacaktır. Zaten AKP’nin yeni dönemindeki en yoğun ziyaretçi trafiğini de ABD’liler oluşturmakta. Hatırlanacağı gibi ilk gelen dışişleri bakanı olmuştu, onu yeni seçilen CIA Başkanı takip etti ve ardından bir takım özel temsilciler. Ve bu ziyaretlerin hepsinin ortak konusu; ekonomik, sosyal, kültürel meseleler değil, askeri meselelerdi. Gerek NATO üzerinden gerekse de doğrudan kurulan bir dizi ilişkiye rağmen, ABD bu değişimi neden istemektedir? Bu konuda tarihten bir örnek belki yardımcı olabilir. Hatırlanacağı gibi Turgut Özal, 1. Körfez Savaşı’na (ABD’nin yanında) Türkiye’yi sokmak için kırk takla atıyordu. İnsan hayatını ekonomik çıkara tahvil etmiş, “bir koyarız üç alırız” lafıyla halkı ikna turlarına başlamıştı. Ancak ordunun üst kademesini bir türlü ikna edemedi ve hatta bu girişimi engellemek için o zamanki genelkurmay başkanı Necip Torumtay istifa etti. Özal’ın ülkeyi savaşa sürükleyememesinin önemli nedenlerinden “biri” budur. ABD ve AKP’nin (Erdoğan, Gül, Arınç üçlüsünün) üzerinde anlaştığı konu; ordunun siyasal karar merciinin dışına çıkarılması ve “görece” özerkliğinin tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Çünkü yeni sürprizler istemekteler. Ve dereyi geçerken at değiştirmekle karşı karşıya kalmak yerine, baştan seçtikleri ata binmek istiyorlar. Bu seçme işi kritik. Ordu içinde “üst kademelere yükseliş düzeninin”
bozulması ve kimin yükseleceğine karar verme merciinin AKP’ye geçmesi, doğallığında komutanların kime “yanaşmak” gerektiğini de bilmelerine neden oluyor. AKP’yle “çok iyi” geçinenler artık apolet sayısını arttırabilecek, uyum sağlayanlara dokunulmayacak, uyum sağlayamayanlar için ise adres belli; Metris ve Silivri. Bu konuda yeni genelkurmay başkanının pragmatist kişiliğinin ABD ve AKP’nin tercihinde belirleyici olduğunu söylemeye gerek var mı? “Kimyasal Necdet” diye bilinen yeni komutanın bu lakabı, savaş kurallarını bile hiçe sayıp 1999’da Kürtlere karşı kullandığı ve 20 gerillanın ölmesine neden olan kimyasal silahlardan aldığını bilmiyorlar mıdır? Ayrıca bu komutana AKP medyasının aldığı, daha doğrusu almadığı tutum da ilginç; daha önce neredeyse her yeni gelen genelkurmay başkanına ertesi gün “itibarsızlaştırma” operasyonu çeken -ki hatırlanacağı üzere en ünlüsü İlker Başbuğ’un İsrail’deki Ağlama Duvarı’ndaki fotoğrafıdırgerici medya, bu kez sessiz bir alkış tufanı içinde. Bu “yeni” durumun getireceği bir takım sıkıntılı sonuçlar da olacaktır kuşkusuz! Bunların başında Kürtlerle sürdürülen savaşta siyasi iktidarın yani AKP’nin daha doğrudan sorumlu olması, sorumlu gösterilmesi gelecektir. “Ben yapmadım, o yaptı” mazeretinin yerine başka gerekçeler bulmak zorundalar. Artık bu sorun karşısında AKP sadece siyasi sorumlu değil, aynı zamanda askeri sorumludur da. Bir diğer sıkıntılı sonuç, en
azından kısa vadede “dış askeri görevlerde” yaşanabilecektir. Hele hele ABD’nin anlaşıldığı kadarıyla yakın zaman planına dahil ettiği Suriye konusunda. Bu kadar kendi iç dedikodularına boğulan bir orduyu motive etmek, hazır hale getirmek zor olsa gerek! Suriye konusunda AKP ve ABD’nin kafa kafaya verip bir takım önemli kararlar aldığı, sadece Tayyip’in açıklamalarından bile anlaşılmakta. Ne diyor Tayyip, “sabrımız taştı” diyor, “Suriye’deki sorunları bir dış sorun olarak değil, iç sorun olarak görüyorum” diyor, “gereğini yaparız” diyor. Özellikle bu “iç-dış sorun” üzerinde durmak gerek. Bu lafı “haklı” kılabilecek tek maddi gerekçe -ki “Suriye toprakları bizimdir” demiyorsa- Suriye’den Hatay’a “sığınan” göçmenler. Ve bilindiği gibi bu durum AKP ve ABD tarafından bizzat örgütlendirilmişti. Hatırlanacağı gibi daha sınırdan girişler başlamadan aylar önce Türk ve Amerikan heyetleri bölgeye gidip çadırların kurulacağı yerleri bile belirlemişti. Taşları, akıllarınca önceden döşediler. Tüm işaretler Suriye’nin artık açık hedef haline getirilmeye çalışıldığını gösteriyor. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Bahreyn olayları gerekçe göstererek Şam Büyükelçilerini geri çekiyorlar. Kendileri “demokrasi aşıkları” ya. Bahreyn’deki halk ayaklanmasını (ABD’nin gözetiminde) şiddetle bastıran, üstelik bunu Suudi Arabistan’ın askeri katkısıyla yapan onlar değil. Kuklaları büyükelçilerini çekerken ABD Büyükelçisi muhaliflerin merkezi Hama’yı ziyaret ediy-
or. Obama’nın Suriye ilgisi, 2005’ten beri boş bulunan Şam Büyükelçiliği’ne bu yılın başında atama yapmasıyla zaten kendisini göstermişti. “Komşularla sıfır sorun” politikasının zihni sinir üreticisi Dışişleri Bakanı Davutoğlu da Suriye’ye 38. ziyaretini yapmakla övünüyor. ABD’nin yapamadıklarını, üstün meziyetlere sahip bu şahıs 38 ziyarette yapabilmiş mi? Tayyip ve Davutoğlu ikilisinin yürüttüğü politikalar, ABD politikalarının doğrudan taşeronu olarak gündeme gelmektedir. Sonuçları ülkemiz ve bölge halkları için çok büyük olumsuz sonuçlar doğuracak bir kanlı tezgahın aktörlüğüne soyunmuş durumdalar. Kılıçdaroğlu bile kokuyu almış olmalı ki, Tayyip’e “Suriye’ye askeri müdahalede mi bulunacaksınız?” diye soruyor. Amerikan taşeronluğunun eninde sonunda ülke içindeki muhalefeti büyüteceğinin farkında olan Tayyip, bir taraftan kendi popülaritesini artıracak toplum mühendisliği icraatlarını arttırırken –ki bu konuda teslim aldığı medyanın katkısını unutmamak gerek- diğer taraftan en geri muhalefet biçimlerine bile içişleri bakanlığı (polis operasyonları) ve adalet bakanlığı (özel yetkili savcılar) aracılığı ile bastırmaya çalışıyor. Daha önceki örneklere son hafta yaşanan iki örneği de eklemek gerek; İçişleri Bakanlığı Hopa’ya Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü kurma kararı aldı ve hatta 50 polisin atamasını yaptı bile ve Ankara’da duvara Genç Umut yazan bir liseli, özel yetkili savcı tarafından tutuk-
landı. Niye? Çünkü Tayyip’in karizmasını çizmek büyük suç, çünkü o karizmaya ihtiyacı var. Bunu yapanlar en büyük cezaya çarptırılmalı ki başkaları bir daha cesaret edemesin! 16-17 yaşındaki gençleri cezaevine göndermek gençleri yıldırmaz ama büyüklerini yıldırır. AKP’nin asıl hedefi de bu zaten, o “aklı başındakilere” korku salmak. O “aklı başındakiler” korkudan evlerinde otursa da bu ülkenin onurlu insanları Tayyip’in Amerikan taşeronluğu politikaları ve halk düşmanlığı makyajını onun eline yüzüne bulaştıracaktır. Bu arada, bu dönemin “gizliden gizliye” yürüyen hazırlıklarına da dikkat çekmek gerek. Ustalık döneminin yeni bakanları harıl harıl çalışıyor. Ve en dikkat çekeni de kuşkusuz Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer. Eğitim alanında önümüzdeki 4 yıl kapsamlı bir dönüşümün ilk işaretleri verilmeye başlandı bile. Dinçer, öğretmenlerin KPSS’den sonra kendi branşlarında da seçme sınavına alınacağını, ayrıca üç aşamalı yeterlilik eğitiminden geçeceklerini açıkladı. (Üç aşamalı yeterlilik eğitimi demek zaten kendi kadrolarını seçmek için kılıf oluşturmak demek). Kendisi yetersiz olduğu için bilgi hırsızlığı (intihal) yaparak profesör olabilmiş birinin başkalarının yeterliliğini sorgulaması AKP iktidarında olağanlaştı. Aynı durum ÖSYM Başkanı şifreci Ali Demir için de geçerli değil mi zaten? Yapılacak çok iş var ama hepsi çok kolay! Çünkü bunların neresine el atılsa elde kalacak kadar zayıflar!
4
GÜNDEM 12 A¤ustos 2011 / 25 A¤ustos 2011
Halk›n Sesi
Velev ki ‘askeri vesayet’ bitmifl olsun Y
üksek Askeri Şura'nın oturma düzenindeki değişiklik, “muazzam bir demokrasi tablosu” olarak demokrasi tarihimizdeki yerini aldı. Büyük sermaye basınının neredeyse bütün kalemleri Başbakan'ın toplantıya tek başına başkanlık etmesinin “askeri vesayet rejiminin sonu”nu simgelediğinde hemfikir oldu. E tabii “askeri vesayet rejimi” ülkemiz demokrasisinin “en büyük sorunu” olarak kafamıza kazındığından, oturma düzenindeki bu değişimin “demokrasinin zaferi”ni simgelediği de “yandaş teorisyenler”ce ilan edildi. “Askeri vesayet rejimi”nin Türkiye'deki otoriter rejimin önemli bir görünümü olduğu kuşkusuz bir gerçek. Ancak Türkiye'deki otoriter rejimin “özünü” “askeri vesayet rejimi” ile tanımlamaya kalkıştın mıydı işte o zaman sapla saman karışıveriyor. Tekrar tekrar vurgulamakta yarar var: Türkiye'deki otoriter rejim “sömürge tipi faşizmdir”. Rejimin “otoriter-bürokratik” Ferda özelliklerinin kaynağında Türkiye’nin burjuva devrimi Koç sürecinin dolayısıyla ferdakoc@ “Kemalizmin” önemli bir yer hotmail.com tuttuğu hiçbir zaman üzerinden atlanmaması gereken bir gerçektir. Ancak Türkiye faşizmini “otoriter bürokratik devlet”e indirgemek de bundan çok daha önemli bir hatadır. Bu hatalı yaklaşım Türkiye faşizmin tarihsel gelişme momentlerini Kemalizm - Kemalist Ordu - 27 Mayıs/12 Mart/12 Eylül/28 Şubat Darbeleriyle tanımlayarak, Türkiye'deki sömürge tipi faşizmin özünü karartmaktadır. Bu “karartma” ile Türkiye faşizminin “tek siyasi suçlusu”nun CHP olduğu ilan edilebilmekte, emperyalizmin ve “Türkiye sağı”nın faşist rejimin oluşumunda bir dahlinin olmadığı kanısı yaratılabilmekte, hatta “Türkiye sağı”nın Türkiye'deki faşizmin “mağduru” olarak “demokrasimizin en önemli kahramanı” olduğu yalanı büyük bir iki yüzlülükle savunulabilmektedir. Türkiye'deki faşizm, Kemalist “otoriter bürokratik rejim”in doğrusal bir devamı değildir. “Sömürge tipi faşizm”in kurucu öznesi, kendisine sonradan takılan isimle “kontrgerilla” yapılanmasıdır. Bu yapı, ordu, polis, yargı ve bürokrasinin siyasi işleyişini belirleyerek Türkiye faşizminin “gizli öznesi” olmuştur. Ülkemizdeki kontrgerilla yapılanmasının kurucusu ise doğrudan doğruya ABD'dir. NATO ilişkileri içerisinde orduda oluşturulan kontrgerilla birimiyle tohumu atılan bu yapılanmanın polis, yargı ve bürokrasi içindeki karşılıklarının oluşması ve “mükemmelleşmesi” uzun sayılabilecek bir sürece yayılmıştır. Ordu, polis, yargı ve bürokrasideki kontrgerilla yapılarının “mükemmelleşmesi”yle kontrgerilla devletin kurumsal çekirdeğini teşkil eden bir kompleks haline gelmiştir. Kemalist “otoriter-bürokratik yapılanma” bu “gizli özne”nin gelişmesi, yerleşmesi ve fonksiyon kazanması için “elverişli bir tarihsel temel” sağlamıştır. Demokrat Parti'den başlayarak sağ iktidarlar, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri ve “Kürt Savaşı”, kontrgerilla cihazının mükemmelleşmesi ve devletin siyasi rejimindeki etkin konumunun gelişmesi açısından “atılımlar” yaptığı dönemler olmuştur. Yani Türkiye'deki sömürge faşizminin devlet içindeki gelişme ortamı “Kemalist otoriter bürokratik yapılanma” tarafından sağlanmış, “yerli” siyasi öznesi ise “Türkiye Sağı” olmuştur. Kontrgerilla kurumlarının gelişim sürecinde ordunun stratejik bir konumda bulunduğu açıktır. Seferberlik Tetkik Dairesi'nden başlayarak MİT'i, polisi ve yargı sistemini içine alan “kontrgerilla sistemi”nin kuruluşunun merkezi, ordu olmuştur. Ordunun faşizmin inşasındaki bu “stratejik” konumunun oluşmasında NATO ilişkilerinin belirleyici bir rolünün olduğu da bilinmektedir. Kontrgerilla yapısının devletin siyasi rejiminin belirleyicisi olması, sömürge tipi faşizmin bir “askeri vesayet rejimi” olarak görülmesi ve gösterilebilmesine yol açmıştır. Kontrgerillanın gelişim ve yetkinleşme sürecinin devlet içerisindeki karargâhının ordu bünyesinde kurulmuş olmasından hareket ederek, kontrgerilla cihazını “ordu içindeki bir çete”ye indirgemek, bu sürecin son derece yanlış ve çarpık bir kavramlaştırılmasıdır. Sağın “teorisyenlerinin” ve onların “sol yardakçılarının” bu yanlış ve çarpık kavramlaştırmayı tekelleşmiş güdümlü-kontrollü bir medya aracılığıyla “pompalamaları” ise ahlak dışı bir çarpıtma ve dezenformasyondur. Bu “çarpıtma ve dezenformasyon” kampanyasının “sağ teorisyenler” tarafından yürütülmesi tabii ki anlaşılabilir bir şeydir. En nihayet onlar, emperyalizm ve gericilikle “barışık”tırlar ve kendi siyasi iktidarlarının meşruiyet mekanizmalarını yaratmakla görevlidirler. Bu görüşün “sol” yardakçılarının, bu anlayışın emperyalizmi ve sağı aklayan mantığını göre göre propaganda etmelerinin “teorik kavramlarla” izahı ise pek mümkün görünmemektedir. YAŞ toplantısındaki “oturma düzeni”nin bir dönüşümü simgelediği doğru olabilir. Bu dönüşüm “askeri vesayet rejiminin sonu” anlamını da taşıyabilir. (“Olmuştur” ve “taşır” değil, “olabilir” ve “taşıyabilir”.) “Velev ki” öyle olsa bile bu, Türkiye'de sömürge tipi faşizmin çözülmesi sürecinin başlamış olduğunu mantıksal bir zorunluluk haline getirmez. Çünkü kontrgerilla sisteminin devletin belirleyici çekirdeği olmasını sağlayan temel ilişki ABD emperyalizmi ile yerli tekelci sermaye iktidarları arasındaki ilişkidir. Kontrgerilla yapılanmasının sömürge tipi faşist devletin omurgası haline gelmesini sağlayan gerçek temel bu ilişkidir. Bu omurganın yeniden üretiminde “askeri vesayete” ihtiyacın ortadan kalkması, omurganın bizzat kendisinin “eridiği, yok olduğu, tasfiye olduğu” anlamını taşımaz. Bu bu durum, “kontrgerilla organizasyonu”nun yeniden üretim mekanizmasının NATOTSK; MİT-CIA bağlantılarından daha geniş ve “sivil” görünümlü bir düzleme aktarıldığı anlamına da gelebilir. Sosyalist siyasi teorinin asıl incelemesi, anlaması ve kavramlaştırılması gereken şey de artık (askeri, sivil, polis sözcükleri başlarına eklenilerek oluşturulan) “vesayet” tamlamalarıyla tanımlanamayan bu yeni düzlemdir.
Yeni konsepte yeni ordu YAŞ öncesi istifalarla, TSK için istenen değişimin önü açıldı. TSK, AKP-ABD eliyle yeniden yapılandırılmaya çalışılırken, TSK’nın devlet iktidarındaki etkisini kaybetmesini istemeyenlerden de küçük çaplı dirençler geliyor
N
eoliberal güvenlik konseptine ve “savunma stratejileri”ne göre Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) yeniden yapılandırmak isteyen AKP komuta kademesinde değişiklik çalışmalarına başladı. Yüksek Askeri Şura (YAŞ) öncesi Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner ve kuvvet komutanlarının emekliliklerini istemeleriyle hedefledikleri değişim çalışmasının önü açılan AKP, bu ihtiyaçlara uygun atamalar yapmaya çalıştı. Atamalar konusunda ciddi adımlar atılmış olsa da değişim tam anlamıyla tamamlanmış değil. Bu çalışmalar kapsamında yapılan atamalar şöyle: Genelkurmay Başkanlığı’na Org. Necdet Özel, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na Org. Hayri Kıvrıkoğlu, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na Oramiral E. Murat Bilge, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na Org. Mehmet Erken, Jandarma Genel Komutanlığı’na Org. Bekir Kalyoncu, Genel Kurmay II. Başkanlığı’na Hulisi Akar, Harp Akademileri Komutanlığı’na Org. Aslan Güner ve EDOK’a Org. Nusret Taşdeler getirildi. Atamalarda dikkat edilen özellikler ise; NATOBürüksel (ABD) karargâhı, Kıbrıs (kontrgerilla) kampları ve Kürt savaşında görevlendirilme kriterleri belirleyici oldu. Elbette bunların dışındaki en önemli kriter ise AKP ile iyi ilişkiler içinde olup olamayacağıydı. NATO’da görev yapmamasına rağmen Kürt
savaşıyla görevlendirilen 2. Ordu’da komutanlık yapan Necdet Özel, “terörle mücadele”de tecrübeli bir isim. Özellikle Moğolistan, Azerbaycan ve Kırgızistan gibi kimi Asya ülkelerinde “sivil”, “paramiliter” “özel birlikler” örgütleme konusunda “ilginç” deneyimlere sahip olan Özel, NATO’nun yeni Asya projelerinde etkili olacağa benziyor. AKP ile bir geriliminin olmaması ise atamayı etkileyen diğer bir neden. Herhangi bir kriz çıkmaması durumunda 4 yıl görevde kalacak Özel’den iktidarın beklentisi ise TSK’nın yeniden yapılandırma sürecini AKP ile uzlaşma halinde yürütebilmesi. Asya ülkeleri konusunda da yetkin bir isim olan Özel “Kırgızistan Kahraman Madalyası” ve “Moğolistan Üstün Hizmet Madalyası”na sahip. Özel, Jandarma Genel Komutanlığı sırasında ise son yaptığı anlaşma Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Moğolistan’ın içinde bulunduğu “Avrasya Askerî Statülü Kolluk Kuvvetleri Teşkilâtı” kurulması konusunda oldu.
KALYONCU JANDARMA’NIN BAfiINDA 2008’de “Güneş Harekâtı” isimli sınır ötesi operasyonunu yöneten, PKK ile savaşta ciddi sorumluluklar alan Org. Bekir Kalyoncu Jandarma Genel Komutanlığına getirildi. Kalyoncu aynı zamanda 2003 yılında Süleymaniye’de Türk askerlerinin rehin alınması olayında ABD ile görüşen
isim olmuştu. AKP ile gerilimleri olup kuvvet komutanlığı getirilen isim ise Hayri Kıvrıkoğlu oldu. Kıvrıkoğlu, Kara Kuvvetleri Komutanlığına atandı. Kıbrıs’ta görev yaptığı sırada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü karşılamayan Kıvrıkoğlu bu tepkisi ile iktidar ile arasındaki gerginliği su yüzüne vurmuştu. İktidarın Kara Kuvvetleri Komutanlığı yerine daha pasif bir pozisyona çekmek istediği Kıvrıkoğlu kıdem sırasındaki önceliğinden dolayı bu pozisyona getirildi.
ARTA KALAN KÜÇÜK D‹RENÇ ODAKLARI Ayrıca “Balyoz” ve “İnternet Andıcı” davalarından dolayı hapiste bulunan 19 general ve amiralim emekliliklerinin istenmesi yerine görev sürelerinin bir yıl uzatılması hala TSK içerisinde bulunan geleneksel kesimin direndiğinin bir göstergesi. Yeni gelen subayların ise bu mevkilere gelmesi zaman alacağından bu gerilimin uzun süreceğe benziyor. KÜRT ‹LLER‹NE KR‹T‹K ATAMALAR Kürt siyasal hareketinin
yoğun olduğu bölgelerde ise kritik atamalar yapılıyor. Silvan’da PKK’nin yaptığı saldırının ardından 13 askerin yaşamını yitirmesi Diyarbakır Jandarma Bölge komutanı Tuğgeneral Ünal Karaosmanoğlu’nu mevkisinden etti. Karaosmanoğlu Adana Jandarma Bölge Komutanlığı’na görevlendirilirken onun boş bıraktığı pozisyona Tuğgeneral Seyfullah Sadık getirildi. Siirt Komando Tugay Komutanlığı’na da eski Ege Ordusu Kurmay Başkanı Korgeneral Alaeddin Örsal atandı. PKK’nin Kastamonu’da Recep Tayyip Erdoğan’ın
konvoyuna düzenlediği saldırının ardından Karadeniz’de kritik bölgelere atamalar yapıldı. Kastamonu Jandarma Komutanlığı’na Tuğgeneral Ali Çardakçı; Giresun Jandarma Bölge Komutanlığı’na Tuğgeneral H. Abdullah Doğan ve Tokat Jandarma Bölge Komutanlığı’na Tuğgeneral Ali Özkara getirildi. Özel kuvvetlerin (bordo bereliler) Türkiye’nin en büyük komando okulu olan Isparta Eğirdir Dağ Komando Okul ve Eğitim Merkezi Komutanlığı’na getirilen isim ise Tümgeneral Metin Temel oldu.
Kürt sorununda tıkanma ve tırmanan savaş K
ürt sorununda yeni bir döneme doğru gidiliyor. Savaş yöntemlerinin ikinci plan düştüğü uzun bir aradan sonra yeniden savaş taktikleri öne çıkmaya başladı. Asker ve gerilla cenazelerinde artış gözleniyor. Yeniden 20’li, 30’lu, 40’lı sayılardaki ölüm haberleri gelmeye başladı. Ülkenin dört bir yanında gerçekleştirilen “şehit cenaze törenleri” ve Kürt illerinde açılan taziye evleri milliyetçi-şoven kutuplaşmayı giderek keskinleştiriyor.
1990’LARIN K‹RL‹ SAVAfi YÖNTEMLER‹ Ülkenin yeniden 1990’lı yılların kirli savaş ortamına doğru gittiği yönündeki endişeler artıyor. Köyler baskı altına alınıyor; Zeytinburnu’nda olduğu gibi Kürtlere yönelik linç vakaları görülüyor; Bingöl Karlıova’da korucular DTP’lilerin evlerin yakıyor; TSK’nın operasyonları hız kazanırken, bildik JİTEM taktikleri AKP iktidarında da görülmeye başladı. Her ne kadar, bu tırmanışın, PKK’nin Silvan saldırısında 13 askeri öldürmesiyle başladığı söylense de karşılıklı saldırıların tarihi biraz daha geriye gidiyor.
BARIfiÇIL ÇÖZÜMDE HAYAL KIRIKLI⁄I Haziran 2011 seçimlerinden AKP güçlü bir iktidar olanağıyla çıkması ve DTP’nin meclise 36 bağımsız milletvekili sokarak ciddi bir başarı elde etmesiyle, Kürt sorununda barışçıl-siyasal çözüm beklentileri de artırmıştı. Hatta bunun üzerine Kürt hareketi ateşkes sürecini 15 Temmuza kadar uzatmıştı. Ne var ki AKP iktidarının (devletin) askeri operasyonların sayısını giderek artırması ve planlanan yeni KCK operasyonları barışçıl çözüm beklentilerinde hayal kırıklığı yarattı. AKP’nin elde ettiği büyük iktidar gücünü çözüm için değil, Kürt hareketinin askeri direncinin kırılması yönünde kullanması askeri gerilimi iyice tırmandırdı. PKK ateşkesi sona erdirdi. KARfiILIKLI TIKANMA ve DENGE Gerek AKP iktidarı (devlet), gerekse Kürt hareketi açısından içinde bulunulan konjonktür karşılıklı tıkanma ve dengelerin oluştuğu bir sürece girdi. KCK başkanı Murat Karayılan’ın açıklamalarında da görüldüğü üzere Kürt
Üniversite ‘özgür bırakmak’ için sokakta Hopa protestolar›n›n ard›ndan 15 Haziran günü Ankara'da yap›lan operasyonun 50. gününde ‹stanbul Ö¤renci Kolektifleri soka¤a ç›karak arkadafllar›na özgürlük istedi. Akflam saatlerinde Galatasaray Lisesi önüne bir araya gelen Ö¤renci Kolektifleri’nden ö¤renciler “Üniversiteliler 50 gündür tutsak Soka¤› Özgür B›rak” yaz›l› bir pankart açt›. Birçok ayd›n ve sanatç›n›n mesaj göndererek destekledi¤i eyleme D‹SK/Dev Sa¤l›k ‹fl Genel Baflkan› Arzu Çerkezo¤lu, Halkevleri Genel Baflkan› ‹lknur Birol, BDP ‹stanbul
Milletvekili S›rr› Süreyya Öncer, Müzisyen Yaflar Kurt ve tiyatro sanatç›s› Altan Gördüm kat›larak birer konuflma yapt›. Ö¤renci Kolektifleri ad›na aç›klama yapan Neval Köseda¤› yaflanan süreci k›saca özetleyerek flöyle konufltu: “Hukuksuz yarg› süreçlerinin, demokratik hakk›n önünde bask› ve korku arac› haline getirilmesini engellemenin ancak, bu adaletsizli¤e maruz kalm›fl her kesimle yan yana gelerek, güçlü kamuoyu tepkisi göstermekle mümkün olaca¤›na inan›yoruz.” Köseda¤› ayr›ca sokaklar özgür
hareketinin siyasallaşma, kentleşme ve kitleselleşme ölçeğinde elde ettiği başarılar devleti müzakere ve barışçıl çözüme zorlama yeteneği üretemiyor. Öcalan’ın İmralı’dan yürüttüğü müzakere süreci bir nevi Kürt hareketini oyalama sürecine dönüşüyor. Bunun karşısında AKP iktidarı ve devlet ise, Kürt hareketinin özellikle seçim başarısı ve “demokratik özerklik” ilanıyla içine girdiği yeni siyasallaşma eksenine karşı politika üretme noktasında tam bir tıkanma yaşıyor. Kürt hareketin sokaklarda kitleselleşen “ileri talepleri”nin yüzeysel “açılım” politikalarıyla daha geri düzeylerde tatmin edilebilmesi artık mümkün olamıyor. Sonuçta ortaya çıkan tıkanma ve denge durumunun açılması için meydan savaş yöntemlerine bırakılıyor. AKP-TSK, İran’ın Kandil’e (PJAK) yönelik operasyonunu da değerlendirerek, PKK’ye Tamil benzeri büyük bir askeri operasyon kazırlıkları sinyalini veriyor. Bunu karşısında, Kürt hareketi ise rotayı devrimci halk savaşına doğru kırma sinyalleri veriyor.
Cenazelerini alacaklar K
b›rak›lana, tutuklu arkadafllar› sebest kalana, bu ülke yaflanabilir ve özgür bir ülke olana kadar sokakta olmaya devam edeceklerini belirtti.
Gazeteciler Can Dündar, Mehvefl Evin, Nihal Kemalo¤lu ve Mine G. K›r›kkanat da Kolektiflerin kampanyas›na köflelerinden destek verdi.
ardeşi Ali Yıldız'ın cenazesini almak için 62 gündür açlık grevinde olan Hüsnü Yıldız'ın talebi gerçekleşiyor. “Cenazemizi istiyoruz” sloganıyla açlık grevi yapan Hüseyin Yıldız Tunceli’yi ziyaret eden Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’le görüşerek talebini iletmişti. Tunceli Çemişgezek'te Ali Yıldız'ın da olduğu toplam 19 kişilik toplu mezar 12 Ağustos tarihinde açılıyor. Konuyla ilgili açıklama yapan Avukat Taylan Tanay, bu kararın uzun zamandır açılmayan toplu mezarların tekrar açılmaya başlanması ve mezarların usulüne uygun açılma ihtimalinin olması konularında önemli olduğunu belirtiyor.
5
DÜNYA 12 A¤ustos 2011 / 25 A¤ustos 2011
Halk›n Sesi
Suriye’de bir savaş elçisi 7 5
iklim kıta
S
uriye’de ordu birliklerinin 1 Ağustos’ta Hama’ya yaptığı baskın sonrasında, emperyalistlerden peş peşe Beşar Esad yönetimini hedef alan tehdit dolu açıklamalar geldi. Yüzden fazla kişinin askerler tarafından öldürüldüğü iddia edilen operasyondan sonra ilk açıklamayı ABD Başkanı Barack Obama yaptı. Obama, Esad’ın devrilmesi için elinden gelen her şeyi yapacağını söyledi. Ardından başlıca AB ülkelerinin liderleri Suriye’yi kınayan açıklamalara devam ettiler ve Esad’ın önünde istifa etmek veya devrilmek gibi iki seçenek olduğuna dair mesajlar verdiler. Uzun süre Suriye karşıtı bir karara itiraz eden Rusya ve Çin’in de tavır değiştirmesiyle, 3 Ağustos’taki BM Güvenlik Konseyi oturumunda Suriye’ye karşı bir kınama kararı çıktı. K‹M‹N MESAJI? Emperyalistlerin Suriye’ye yönelik mesajlarının ardından sıra aktif taşeron Türkiye’ye geldi. Önce Abdullah Gül ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ardından da Tayyip Erdoğan Suriye’yi “kutsal ayda bile kan döktüğü için” kınadılar. Erdoğan açıklamasında “sabırlarının taştığını” dillendirdi ve Davutoğlu’nu Suriye’ye gönderdi. Ahmet Davutoğlu “Türkiye’nin” sert mesajını Suriye’ye götürmeden önce ABD Dışişleri Bakanı Clinton’la telefonda görüştü ve fikirlerini aldı. Ardından
Şili’de öğrenci isyanı Ş
ili’de öğrencilerin 15 Haziran’dan bu yana aralıksız olarak sürdürdüğü eylemler devam ediyor. Eğitimin para kaynağı olarak görülmekten çıkarılması, harçların kaldırılması, faşist anayasanın değiştirilmesi, faşist eğitim müfredatının kaldırılması gibi taleplerle sokaklara çıkan on binlerce öğrenci, hemen her eyleminde polisin saldırısıyla karşılaşıyor. Yıl boyunca eylemlerle, boykotlarla taleplerini dile getiren öğrenciler, 30 Mayıs’ta 1 milyon kişilik bir ders boykotu gerçekleştirmişti. 30 Haziran’da yapılan eyleme yaklaşık 200 bin kişi katılmıştı. Bu eylem Piñera döneminde yapılan en büyük eylemdi. Öğrencilerin yaptığı hemen hemen bütün eylemlere saldıran polis, 30 Haziran’daki eylemde yaklaşık 800 öğrenciyi gözaltına almıştı. Öğrencilerin 4 Ağustos’ta 100 bin kişiyle yaptığı yürüyüş de benzer bir saldırıya sahne oldu ve burada da yaklaşık 200 öğrenci gözaltına alındı. Michel Bachele’nin devlet başkanı 2006 yılında da öğrenciler aynı taleplerle sokaklara dökülmüş ve çok kitlesel eylemlere imza atmışlardı. Şili’de eğitim Pinochet döneminde getirilen ve bugün devam ettirilen uygulamalarla kamunun olmaktan çıkarılmış durumda. Özel üniversitelerle devlet üniversitelerinin harçları aynı seviyede. Eğitim bu şekilde sadece zenginlerin ulaşabildiği bir alan durumuna getiriliyor. Üniversiteye gitmek için yeterli parası olmayanlara senet imzalatılıyor. Bu senetlerin ödenememesi durumunda haciz işlemleri yapılıyor. Harçları ödemek için bir diğer yolda bankaların verdiği yüksek faizli eğitim kredilerine başvurmak. Bu yöntemle de öğrenciler bankalara bağımlı hale getiriliyor. Tüm bunlara karşı sokağa çıkan öğrenciler hükümete geri adım attırmayı başarıyor. Hükümet temsilcileri öğrencilerle görüşme talep ederek yasal düzenleme sözü veriyorlar. Piñera hükümetinin 4 milyar dolarlık bir eğitim bütçesini onaylaması bekleniyor. onaylaması bekleniyor.
da bunu doğruluyor. 2005’te NATO ile İsrail arasında imzalanan bir anlaşmayla bu sürece NATO da dahil olmuş ve AKP iktidarı ABD-İsrail-Türkiye stratejik işbirliğine onay vermişti. Arap basını başta olmak üzere uluslararası medyada Türkiye’nin Suriye’deki isyancıları desteklediği dair ciddi iddialar yer alıyor. İddialara göre Türkiye sınırından Suriye’ye çok sayıda silahlı İslamcı milis sokuldu. ABD ve İsrail bağlantılı, Müslüman Kardeşler ve Selefilerin silahlı milislerinin Türkiye’den Suriye’ye sokulduğu ve bu andan itibaren güneyde başlayan isyanın merkezinin kuzeye kaydığı belirtiliyor.
“ K o m ş u l a r l a s ı f ı r s o r u n p o l i t i k a s ı ” b a l o n u p a tlayan AKP, Suriye’ye emperyalistlerin mesajını g ö t ü r ü r k e n , S u r i y e ’ y i s a v a ş l a t e h d i t et t i
başbakanlıkta yapılan Suriye gündemli dış güvenlik toplantısından sonra ABD Büyükelçisi Riccardione, Davutoğlu’nu ziyaret etti. Bu görüşme trafiği Suriye’ye kimin mesajının iletildiğine dair ipuçları verdi. “Komşularla sıfır sorun politikası” balonu patlayan Davutoğlu, Esad’a özetle şunları söyledi: “Operasyonları durdur, iktidardan vazgeç. Yoksa dış müdahale ve iç
savaşla yüz yüze gelirsin. Biz de senin karşında oluruz.” Erdoğan bunun insancıl bir tepki olduğundan, Suriye halkıyla dostluktan söz etse de, aracılık ettiği mesajlar Suriye’de emperyalistlerin çıkarına bir dönüşüm sürecini istediğini ortaya koyuyor. TÜRK‹YE’N‹N ROLÜ Silahlı isyancıları desteklediğini defalarca açıklayan ABD’yle
eşgüdüm içinde hareket etmesi ve Türkiye’nin 1993’te İsrail’le imzaladığı mutabakat zaptı, Türkiye’nin tarafını açık ediyor. Bu mutabakat zaptı uyarınca Türkiye İsrail’e İran, Suriye ve Irak hakkında istihbarat kolaylığı sağlıyor ve bunun karşılığında İsrail istihbaratından PKK’ye karşı kullanmak üzere lojistik destek sağlıyor. Sınır bölgelerinde zaman zaman İsrail ajanlarının faaliyetlerinin açığa çıkması
AKP K‹ME BA⁄IMLI? Emperyalistler ve işbirlikçileri Suriye’de önce iç karışıklıkları desteklediler. Suriyeliler, Türkiye’yi bu konuda suçluyor. Daha sonra emperyalizmin Esad rejiminin katı tutumunu bahane eden diplomatik baskıları tırmandırıldı. 9 Ağustos’taki Şam ziyaretiyle bu diplomatik baskıya da taşeronluk eden Davutoğlu, emperyalistlerin her türlü müdahalesinde Türkiye’nin Suriye’ye karşı tavır alacağını ilan etmiş oldu. Ortadoğu’daki kilit konumu ve Lübnan-Filistin-İran bağlantıları nedeniyle, emperyalistlerin askeri saldırı seçeneğini bir felaket senaryosu eşliğinde gündeme alacağı Suriye’ye dönük bu tavrı AKP’nin emperyalizme bağımlılığının ne boyutlara vardığını ortaya koyuyor.
‘Yalnız’ca neofaşist değil N
orveç’in başkenti Oslo’da meydana gelen bombalı saldırı ve bu saldırının ardından İşçi Partisi Gençlik Kolları’ndan 68 kişinin katledilmesi, Avrupa’da yükselen ırkçılığı gündeme getirdi. Olayın duyulduğu ilk andan itibaren medyanın başlattığı bilgi kirliliği, emperyalistlerin kendilerini aklama çabaları ve yaşanan saldırıların arkasında yatan gerçeklerin gizlenmesiyle devam etti. Saldırıların hemen ardından kameraların karşısına geçen ABD Başkanı Barack Obama saldırıyı “Norveç’in 11 Eylül’ü” olarak niteledi. Obama bu açıklamayı yaparken süphesiz ABD’nin Afganistan ve Irak’ta devam eden insanlık düşmanı savaşını aklamaya çalışıyordu. Kısa bir süre sonra saldırıyı gerçekleştiren kişinin Anders Behring Breivik isimli neofaşist bir Norveçli olduğu açıklandı. Anaakım medya buna rağmen İslamcı terör çığlıklarıyla marine edilmiş haberleri manşetlerden indirmedi. James Petras, konuyla ilgili olarak ele aldığı yazısında Breivik üzerinden yapılan “aklanma”nın ardından saldırının örtbas edildiğini
dile getirdi. Breivik’in “suikastçı yalnız kurt” olarak lanse edildiğini dile getiren Petras, bu çapta bir saldırının tek bir “delinin” organize edemeyeceği kadar büyük bir iş olduğunu ancak medyanın bunu görmezden geldiğini ifade etti. BRE‹V‹K’‹N DOSTLARI Breivik’in Oslo’da patlattığı bombanın MOSSAD gibi istihbarat
servislerinin suikastlarında kullandığı türden karmaşık yapılı ve tahrip gücü yüksek türden olması, Breivik’in tek olmadığını gösteriyor. Filistin halkına karşı İsrail terörüne verdiği desteği sosyal paylaşım sitelerinde sık sık dile getiren Breivik’in saldırılardan önceki son mesajında da İsrail’e destek çağrısı yapması ve Utoeya adasında 68
üyesi katledilen İşçi Partisi Gençlik Kolları’nın olaydan sadece iki gün önce İsrail’le tüm ticari ilişkilerin kesilmesini isteyen açıklaması bir araya getirildiğinde saldırıda Breivik’in yalnız olmadığına ilişkin tezler somutluk kazanıyor. Saldırıdan sonraki tutumu, Norveç polisinin de olaydaki rolünü sorgulatıyor. Oslo’ya helikopterle 12, botla 25 dakika uzaklıkta olan adaya polis tam 90 dakika sonra gidebildi. Bahane ise oldukça gülünç: Helikopter ve bot bulamadık… James Petras bin yıldır denizcilikle uğraşan Norveç’te bot bulunamamasının ve Norveç ordusunun Afganistan ve Libya’ya uçak gönderirken burnunun dibindeki adaya helikopter gönderememesinin ironisine dikkat çekiyor ve saldırıların ideolojik bir çerçevede, Norveç polisinin de içinde olduğu bir grup tarafından profesyonelce tezgâhlandığını dile getiriyor. Anaakım medya ise cinayetleri çoktan çözmüş olmanın huzuruyla manşetlerini psikopat katilin hayat hikayesiyle süslemeye devam ederek gerçekleri görmezden gelmeyi sürdürüyor.
İngiltere sokakları özgürleşiyor İngiltere’nin başkenti Londra’nın en yoksul semtlerinden biri olan Tottenham’da polisin siyahi bir genci öldürmesiyle başlayan eylemler kısa sürede önce Londra’nın tümüne sonra da başka kentlere sıçradı. 6 Ağustos günü Mark Duggan İsimli siyahi gencin öldürülmesini protesto etmek isteyen gruba polisin saldırmasıyla yayılan eylemler sonucunda beş yüzden fazla kişi gözaltına alınırken onlarca kişi mahkemelere sevk edildi. İngiltere sokaklarını yangın yerine çeviren eylemler ana akım medya tarafından gençlerin yeni bir ayakkabı sahibi olmak için giriştikleri maceralar, zorbalık, hırsızlık gibi olarak nitelendi. Eylemlerin sınıfsal temellerine yer verilmeyen haber ve analizlerde eylemci gençler lüks eşyaları yağmalama fırsatını kaçırmayan
M İslamcı gericilik sokağa indi
“uyanıklar” olarak lanse ediliyor ve polisin sert tedbirler alarak bu yağmacılara gereken cezanın verilmesi gerektiği dillendiriliyor. SOKAKLAR NEDEN YANIYOR? Oysa İngiltere’deki eylemlerin neden bu kadar kısa sürede yayıldığını görmek için müneccim olmaya gerek yok. 2008’in sonunda patlak veren ve bugünlerde piyasaları tekrar çöküşe geçiren ekonomik krizin faturasını emekçilere ödetmeye kalkan David Cameron ve hükümeti uzun süredir emekçilerin isyanıyla yüz yüze. Ücretlerde kesintiye giden, harçları dokuz kat arttıran, emeklilik haklarını gasp eden, toplu işten çıkarmalara yasal zemin hazırlayarak halkı daha da yoksullaştıran hükümetin bu isyan karşısında şaşırmamış ol-
ısır’da İslamcı örgütler tüm gerici talepleriyle sokağa indiler. Hüsnü Mübarek’i deviren isyanda, sonradan pastadan pay kapma hesaplarıyla eylemlere katılan İslamcılar, şeriat taleplerini ve orduya desteklerini dillendirdikleri eylemlerle, özgür, bağımsız bir Mısır için mücadele eden Mısırlılara saldırıyorlar. Mübarek’in devrilmesinden sonra “geçiş süreci” için iktidarı devralan ordunun görevi Mısırlılara bırakması için pek çok kentte yapılan eylemlere saldıran İslamcılar karşı
ması gerekir. “Meydanları Tahrir’e çevirelim” diyerek sokaklara dökülen gençler, kendilerini cezalarla tehdit eden hükümete bu gerçekleri hatırlatıyor ve “Duyduk ki isyan etmek özgürleştiriyormuş, özgürleşen neden biz olmaylım” diyerek bir yılı aşkın süredir Londra sokaklarında yaptıkları eylemlere devam ettiklerini dile getiriyorlar. Zenginliği yeniden dağıttıklarını ifade eden eylemci gençlerin talepleriyle varlığını hissettiren “heyula” karşısında hükümet polis sayısını arttırıp cezalar yağdırarak “vatandaşlarını korumaya” çalışsa da gençler “kapitalizmi sokaklara gömmeye kararlı olduklarını” ifade ederek geri adım atmayacaklarının altını çiziyorlar.
eylemler düzenliyorlar. Mısır ordusuna en büyük desteği veren ve şeriat çığlıkları en çok yankılanan örgüt Selefiler. CIA destekli örgüt, Filistin, Suriye ve Mısır’da emperyalistlere hizmet eden eylemleriyle biliniyor. Suriye’de de ortaya çıkan örgüt aynı göreve orada da devam ediyor. ABD’nin çok yakın ilişkiler içinde olduğu Mısır ordusuna ( yılda 3 milyar dolar yardım sağlıyor) en büyük desteği Selefilerin vermesi bu nedenle şaşırtıcı değil. Müslüman Kardeşler de isyan sı-
rasında ve sonrasında Mısır ordusu ve ABD ile ilişkilerini geliştirmek için adımlar attı. Mübarek döneminde sindirilen; yeni dönemde etkin bir rol oynamak isteyen Müslüman Kardeşler’in ABD’nin gözdesi Mısır ordusuna destek vermesinin en önemli nedeni bu. Önümüzdeki süreçte gerici gruplarla ilerici-devrimci gruplar arasında yaşanacak gerilimlerin, ve bu gerilimlerde Mısırlıların gericilere karşı takınacakları tutumun yeni dönem için önemli gelişmeleri de beraberinde getirecek.
‹srail soka¤a ç›kt›
İ
srail’de evinden çıkarılan bir kadının başlattığı direniş 30 Temmuz’da İsrail tarihinin en büyük ayaklanmalarından birine dönüştü. Kısa sürede yayılan eylemlere katılanların sınıfsal karakteri konusunda yaşanan tartışmalara rağmen, her geçen gün artan destek eylemlerin “zararsız” olmadığını gösteriyor. OECD ülkeleri arasında en fazla yükselişe sahip, GSMH’si (%5.6), düşük işsizlik oranı ve Arap ülkelerinde isyana neden olan yönetim yapısına uzak olması, İsrail’deki eylemlere karşı şaşkınlığı perçinledi. Ancak İsrail ekonomisi büyürken gelir dağılımı aynı oranda bozuluyor. Gıda ve enerji fiyatlar artıyor; eğitim ve sağlıkta neoliberal dönüşümün getirdiği yıkımlar artıyor. Eylemlerin öne çıkarılan talebi ise konut sıkıntısının çözülmesi oldu. Ortalama ücretin 2500 dolar civarında olduğu ülkede ortalama kira fiyatları 2000 dolar civarında. Halkın tüm kesimlerini yan yana getiren eylemlerde öne çıkan söylem “orta sınıf isyanı” oldu. Ancak eylemlere katılanların büyük çoğunluğu ücretli çalışan, işçi sınıfına mensup kişilerden oluşuyor. Orta sınıf kavramının ısrarla kullanılmaya çalışılmasının nedeni, işçi sınıfı kavramının İsrail’de ideolojik nedenlerle yok sayılması olarak görülüyor. Siyonizm yanlısı medya eylemlerin içini boşaltmaya çalışsa da İsrail’de “işçi sınıfının” isyanı hükümete korku sala sala, taleplerini söke söke almaya devam ederek sürüyor.
Sol’da günefl do¤du
İ
spanya’nın başkenti Madrid’de 15 Mayıs’tan bu yana devam eden eylemler polis saldırına rağmen güçlenerek devam ediyor. Eylemlerin başından bu yana taleplerinden geri adım atmayan İspanyalıların Sol (Güneş) Meydanı’nda gösterdikleri direniş kısa sürede İspanya’nın diğer kentlerine de sıçrayınca hükümet çareyi direnişi zor kullanarak bastırmakta buldu. Bütçe kesintilerine, özelleştirmelere, zamlara karşı sokağa çıkan İspanyalıları polis 2 Ağustos’ta Sol Meydanı’ndan atarak susturabileceğini zannetti. Ancak Sol Meydanı’na binlerce polisle saldıran hükümet beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. Aynı günün gecesi ve devam eden 4 gün boyunca meydanın asıl sahipleri polisle çatıştı. Binlerce kişinin katıldığı eylemler sonucunda polis en sonunda geri çekilmek zorunda kaldı; meydan sahipleriyle buluştu. Meydanı kazandıktan sonra kutlamalar yapan İspanyalılar “Bugün zafer günü, bugün ‘güneş’ doğdu. Mücadelemize taleplerimiz karşılanıncaya kadar devam edeceğiz” diyerek Zapatero hükümetine gereken mesajı vermiş oldular.
ABD’nin en büyük kayb›
A
BD ordusu 2001 yılından bu yana işgalci olarak bulunduğu Afganistan’daki en büyük kaybını verdi. 6 Ağustos günü operasyondan dönen 31’i ABD, 7’si Afgan ordusuna mensup 38 askeri taşıyan askeri helikopter roketatar ateşiyle vuruldu. Saldırı sonrasında yapılan açıklamalarda helikopterde bulunan “dünyanın en seçkin kontrgerilla birliğine” ait askerlerin tümünün öldüğü bildirildi. ABD ordusunun tek bir olayda en fazla kayıp verdiği olay olarak kayıtlara geçen saldırıyı Taliban güçleri üstlendi. Son olayla bu yılbaşından beri NATO güçlerine ait düşürülen hava aracı sayısı 17’ye yükseldi. 2001 yılında işgal edilen ülkede 140 bin civarında yabancı asker bulunuyor. Bu askerlerin 100 bin kadarı ABD’li.
6
İNSANCA YAŞAM 12 A¤ustos 2011 / 25 A¤ustos 2011
Halk›n Sesi
Yoksula değil yandaşın kasasına R G ıda bankacılığı uygulamalarından kötü kokular geliyor. Yandaş şirketlerin vergi kaçırmasının ve Deniz Feneri, İHH gibi sicili kirli yandaş derneklere kaynak aktarmanın yolu açılıyor
amazan ayının gelmesiyle meydanlarda çadırlar kuruldu. Belediyeler ve dernekler her akşam iftar saatlerinde dağıttıkları ramazan paketleri ile TV ekranlarında boy gösteriyor. “Fukaraya yardım” gibi sunulan bu faaliyetler aslında yandaş zengin etmeye yarıyor. Bu yıl kimi belediyelerin iftar çadırı açmayacaklarını, bunun yerine yoksullara alışveriş çekleri ya da kartları dağıtacaklarını açıklamaları ile sosyal yardımda “gıda bankacılığı”na ciddi bir yöneliş yaşandığı ortaya çıktı. 2004 yılında hukuksal altyapısı hazırlanan gıda bankacılığında, yapılan bağışların vergiden düşülmesi ile vergi kaçırmanın önünü açıyor.
GIDA BANKACILI⁄I Gıda bankacılığı, doğrudan eşya yardımı yapılan dernek ya da vakıfların, kurdukları marketlerde yardımları ihtiyaç sahiplerine ulaştırdığı bir uygulama. Medyada “iftar çadırları azalıyor, yoksulara dağıtılan kart ve hediye çekleriyle yoksullar ihtiyaçlarını karşılayacak” haberleriyle duyurulan yardım ağlarının önemli bir kısmını gıda bankacılığı oluşturuyor. Gıda bankası ilk kez ABD’de 1967 yılında uygulandı. Son kullanma tarihi yaklaşmış, ambalajı bozuk ya da piyasada alıcı bulamayacak ürünlerin bağışlanması ve yoksulların bu bağışlanan ürünlerin olduğu gıda marketlerinden alışveriş yapar gibi ihtiyaçlarını karşılaması şeklinde işliyor. Vergi kaçırmak ve yandaş zengin etmek için, fukaraya yardım diye bayat gıda yediriliyor. Türkiye’de gıda bankacılığı uygulaması Gelir Vergisi Kanunu’nda yapılan değişiklikle 1 Ocak 2004 tarihinde yürür-
lüğe girdi. Buna göre tüzüğünde belirtmek şartıyla dernekler ve vakıflar gıda bankacılığı yapabiliyor. YARDIM KILIFIYLA VERG‹ KAÇIRMA Vergi Usul Kanunu’nda yapılan değişikliklerle gıda bankasına yapılan bağışın tamamı gider olarak gelir vergisinden düşülüyor. Önceden sadece gıda yardımları vergiden muaf iken 5281 sayılı kanun ile yapılan değişiklikle gıda yanında temizlik, giyim ve yakacak maddeleri de muafiyet kapsamı içerisine alındı.
Gıda bankacılığı yapmak için izin almak gerekmiyor. Herhangi bir dernek ya da vakıf, tüzüğünde değişiklik yaparak gıda bankacılığı yapabiliyor. Türkiye’de gıda bankacılığı yapan 50’ye yakın dernek ve vakıf bulunuyor. Söz konusu dernek ve vakıfların listesinde ise tanıdık dernekler var: Deniz Feneri Derneği, İHH, Kimse Yok mu Derneği, Sümbülefendi Eğitim Vakfı, Koza Eğitim ve Kültür Vakfı, Gıda Bankacılığı Derneği, Albayrak Vakfı. CHP eski milletvekili Hüsnü Çöllü gıda bankası
uygulamasından doğabilecek sıkıntılardan şüphe edip 28 Aralık 2010’da bir soru önergesi vermişti. Soru önergesinde hangi derneklerin gıda bankacılığı yaptığı, son üç yılda bu derneklere yapılan bağışlar ve bağışların suistimal edilmesine karşı denetlemenin nasıl yapıldığı soruları Erdoğan’a yöneltildi ancak soru önergesine cevap verilmedi. YANDAfiIN TUTTU⁄U ALTIN Gazi Üniversitesi öğretim görevlisi Prof. Dr. Deniz Büyükkılıç “Tuttukları altın olsun” başlıklı yazısında gıda
bankacılığı yapıyor. Vahit Kiler’in meclisin en zengin milletvekili olduğu söyleniyor.
bankacılığı yapan derneklerin vergi yolsuzlukları yaptığını, AKP’li patronların bu yüzden vergi rekortmenleri listesinde olmadığını iddia etti. Ahmet Çalık, Fettah Tamince, Akın İpek, Remzi Gür, Cihan Kamer, Ethem Sancak, Vahit Kiler, Ahmet Albayrak, Unakıtan ve Topbaş ailelerinin vergi rekortmenleri listesinde olmamalarını gıda bankacılığına bağlıyor. Son 5 yılda cirosunu 3,5, çalışan sayısını 3 kat artırmakla övünen Kiler Holding’in sahibi Vahit Kiler’in başkanı olduğu Bitlis Feneri Derneği de gıda
25 M‹LYAR DOLARLIK BÜTÇEDEN YARDIM Derneklerin ve vakıfların faaliyet alanı genişlerken sadaka politikaları Bakanlık düzeyinde uygulanmaya başlandı. Seçim öncesi kanun hükmünde kararname ile kurulan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı sosyal yardımlara merkezi bir uygulama kazandırırken büyük bütçesini ne şekilde harcadığı ise şüphe topluyor. Bakanlık 25 milyar liralık bir bütçeye sahip. Bu bütçe ile erzak yardımı yapılırken devlete mal satan ihya olabilir. Bununla birlikte yardım yapsın diye derneklere kaynak aktarımı yapabilecek düzenlemeler yapıldı. Daha önce Başbakanlığa bağlı olan şimdiyse Bakanlığa devredilen Sosyal Yardımlar Müdürlüğü yardımların ulusal ölçekte yürütülmesini koordine ediyor. Müdürlük her il ve ilçede kurulan Sosyal Yardım ve Dayanışma Vakıfları ile yardımları bizzat örgütlemekle birlikte yardım yapan kurumlara kaynak da aktarabiliyor, mevzuata göre bu kaynak da Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu’ndan sağlanıyor. Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’nın Van’da gıda bankası bulunuyor. Van’da pilot uygulaması yapılan gıda bankasını, bakanlık önümüzdeki dönemde yaygınlaştırabilir. Devlet eliyle yapılan yardımlarda kullanılan para kadar “hayırsever” vakıfların, derneklerin, işadamlarının yardım için kullandıkları para da halktan çıkıyor. Yardımsever işadamı, halkını düşünen belediye görüntülerinin arkasında, tezgah içinde tezgah var.
Tekke Köyü halkı ocağı kapattırdı
A
ntalya Elmalı İlçesi Tekke Köyü’nde bulunan ve Abdal Musa Dergâhı’na yakın olan taş ocağı için yargı kapatma kararı verdi. Taş ocağı yasaya aykırı bir biçimde hem yerleşim yerine hem de tarım arazilerine yakın bir mesafeye kurulmuştu. Taş ocağından çıkan toz hem köylülerin sağlığına hem de köydeki bitki örtüsüne zarar veriyordu. Taş ocağına karşı Aralık 2010’dan beri mücadele eden köylüler birçok toplantı ve eylem yaparak ocağın kapatılmasını istemişti. Antalya Halkevi bölgede bilgilendirme toplantıları örgütlemiş, Alevi örgütleri de mücadeleyi sahiplenmişti. Antalya 3. İdare Mahkemesi, Abdal Musa Dergâhı’nın arkasında bulunan ve Tekke köylüsünün yaşamını tehdit eden taş ocağını kapatırken, aynı zamanda bölge kültür varlığı olarak tescillendi.
İktidar önünü açıyor, köylüler direniyor nerji Piyasası Düzenleme Kurumu 500 kw’a kadar enerji üretilmesi için lisans şartını kaldırdı. 21 Temmuz’da yayımlanan yönetmelik 700 HES projesinin olduğu Karadeniz’de küçük çayların ya da HES’lerden salınan suların da üstüne HES yapılması sonucunu doğuruyor. HSYK’nın yaz kararnamesiyle HES’lere “dur” diyen hakimlerin ataması yapıldı. Yapılan atamaların sonuçları çok geçmeden ortaya çıktı. Yeni hakimler Ordu ve Giresun’da daha önce HES’ler için verilen “yürütmenin durdurulması” kararlarını kaldırdı.
yapılmak istenen Selin–2 HES projesi “Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) gerekli değildir” kararı idare mahkemesi tarafından iptal edildi. Artvin Maçahel Vadisi’nde yapılması planlanan Sarnıç 1-2 HES projesi hakkında Bakanlıkça verilen “ÇED gerekli değildir” kararı için mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi. Aynı bölgedeki Kiler Holding’e bağlı firma tarafından yapımı planlanan HES projesi için Bakanlıkça verilen 280 bin metrekarelik “ormanlık alan kullanım izni” mahkemece iptal edildi.
YARGIDAN HES’LERE “DUR” Yaklaşık bir yıl önce Doğal SİT Alanı ilan edilen İkizdere Vadisi’nde
ERZURUM’DAN ANTALYA’YA D‹REN‹fi BÜYÜYOR Erzurum’un Tortum İlçesi’nde
E
Ödük Çayı üzerinde yapılmaya başlanan HES çalışmalarına köylüler izin vermedi. 4 Ağustos günü direnişe geçen köylülere jandarma ve polisin müdahale etti. Olayda iki kişi yaralandı. Yöre halkı, projenin gerçekleştirilmeye çalışıldığı alanda nöbet tutmaya başladı. Antalya'nın Gazipaşa İlçesi Çığlık Köyü’nde yapılması planlanan HES projesine karşı çıkan köylüler, 1 Ağustos günü fizibilite çalışması yapan ekibin köye girmesine izin vermeyerek eylem yaptı. Şavşat Derelerin Kardeşliği Platformu, 28 Temmuz’da Şavşat Kaymakamlığı önünde yaptığı kitlesel basın açıklamasında HES’çileri Şavşat’a sokmayacağını duyurdu.
K
Antalya’da dava, Isparta’da ikaz Antalya’da büyük tepki toplayan ulaşım zamları yargıya taşındı. Ulaşıma zam yapılan Isparta’da ise üniversiteliler tatilde oldukları memleketlerinden belediyeyi uyardı
A
ntalya Büyükşehir Belediyesi’nin Ulaşım Koordinasyon Merkezi (UKOME) kararı ile 10 Temmuz 2011 tarihinden geçerli olmak üzere toplu ulaşım fiyatına yaptığı yüzde 13 ile 42 arasında değişen zamlar yargıya taşındı. Zamları protesto için kurulan ve başlattıkları kampanyayla topladıkları 10 bin imzayı Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne ileten Ulaşım Hakkı İçin Mücadele Birliği zamların geri alınması için dava açtı . Öte yandan Birlik içindeki kurumlar Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın'la görüşerek ulaşım hizmetlerine dair taleplerini iletti. Akaydın, görüşme sırasında zamları geri alamayacağını ancak birliğin talepleri arasında yer alan "Birçok semte saat 21.00'den sonra ulaşım sağlanması" konusunda çalışma yürüteceğini ifade etti.
‘B‹Z‹ ORAYA GET‹RMEY‹N!’ Isparta’da da ulaşıma % 25 oranında zam yapıldı. 4 Temmuz Pazartesi günü yürürlüğe giren zamla ulaşım fiyatları kartlı öğrenci için 90 kuruş, kartsız öğrenci ve tam abonman kartlılar için 1 lira 25 kuruş, tam abonman kartsızlar için 1 lira 40 kuruş olarak belirlendi. Yaz tatili dolayısıyla ailelerinin yanına gittikleri bir tarihte zamların yapıldığını öğrenen üniversite öğrencileri uzaktan da olsa zamma sessiz kalmadılar. Zamlarla ilgili belediyeyi uyaran Isparta Öğrenci Kolektifleri, 29 Temmuz günü bulundukları kentlerden belediyeye faks yollayarak zamları geri çekmesi için uyarıda bulundu. Kolektif üyeleri, okullar açılana kadar zamların geri alınmaması durumunda buna kitlesel olarak tepki göstereceklerini ifade ederek, belediyeyi kararını geri almaya çağırdı.
Siyanürlü ocak işçiyi hasta etti
Munzur için binler yürüdü
11. Munzur Kültür ve Do¤a Festivali, Munzur Vadisi’nde yap›lmak istenen baraja karfl› yap›lan etkinliklerle son buldu. Festivalin son günü olan 1 A¤ustos’ta Seyit R›za Meydan›’nda
biraraya gelen binlerce kifli, “Munzur’dan Hasankeyf’e kadar direnenler kazanacak” diyerek yürüdü. Yürüyüfle Ege ve Karadeniz’den de çok say›da yaflam savunucusu kat›ld›
ütahya'da faaliyet gösteren siyanür havuzlarında meydana gelen kayma ve sızıntı, insan sağlığını tehdit etmeye devam ediyor. Havuz kazasının yaşandığı Eti Gümüş A.Ş.'de çalışan 97 işçide şirket tarafından yaptırılan rutin kontrolde sınır değerin üzerinde ağır metal kirliliğine rastlandı. İşçiler maliyet gerekçe gösterilerek kendilerine maske ve diğer iş güvenliği ekipmanlarının sağlanmamasından şikayet ederken konuyla ilgili açıklama yapan şirket yetkilisi zehirlenmenin şirketteki üretim süreci ile ilgisinin bulunmadığını öne sürdü. TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Murat Taşdemir ise Eti Gümüş A.Ş.'nin Kütahya'daki maden işletmesinde çalışan 800 işçinin sağlık taramasından geçirilmesini talep ettiklerini hatırlattı. Bölgede yaptığı incelemelerin sonuçlarını kamuoyuyla paylaşan ÇMO’ya şirket tarafından 30 bin TL'lik tazminat davası açılmıştı.
7
İNSANCA YAŞAM 12 Ağustos 2011 / 25 Ağustos 2011
Halk›n Sesi
Lise kapısı yoksulun çocuğuna kapalı S
BS sonuçları açıklandı. Ortaöğretime başlayacak yüz binlerce öğrenci “iyi bir liseye kayıt yaptırabilecek miyim?” endişesini taşıyor. Sınavsız öğrenci alan ve diğerlerine göre nispeten nitelikli eğitim veren bir liseye gitmek isteyen öğrencilerin durumu daha da zor. Birçok öğrenci kendi mahallesinde böyle bir lise yoksa tanıdık bulma arayışına giriyor. Çoğu zamanda ancak binlerce lira “bağış” yaparak iyi bir lisede eğitim alabiliyor. 6’ncı, 7’nci ve 8’inci sınıfta girdikleri sınavlarda yüksek puan alan öğrenciler anadolu, fen, sosyal bilimler liselerine yerleştiler. Bu okullara yerleşemeyen öğrencilerin yaz tatilleri kayıt telaşıyla geçiyor YA TORPİL YA ZORUNLU “BAĞIŞ” Genel liseler ve meslek liseleri sınavsız öğrenci alıyor. Mahalle mahalle liselerin belli olduğu sistemde öğrenci kendi mahallesinde bir okula kayıt yaptırmak istiyorsa ön kayıt yapıyor. Bu yıl ön kayıtlar 1-26 Ağustos tarihleri arasında yapılacak. Mezun olunan okulun başarı puanı, diploma puanı, SBS puanı birlikte değerlendirilerek öğrencinin yerleştirilmesi yapılacak. Öğrencinin eğitimine devam etmek istediği genel lise mahallesinde değilse ya da lise yönetimi yaptığı değerlendirmede öğrenciyi yetersiz bulmuşsa ek kayıt dönemini beklemesi gerekiyor. Ek kayıt döneminde liseye giriş için ya tanıdık birileri araya sokmak gerekiyor ya da okula “bağış” yapılıyor.
Yaz tatilinin son ayı lise kayıt telaşına girmiş öğrencilere ve velilerine zehir oldu. SBS sonuçlandı, ilkokul bitti ama sırada çözülmesi gereken sorunlar var: torpil, zorunlu bağış. Üstelik sürekli değişen rekabetçi, piyasacı eğitim sistemi öğrencilerin psikolojisini bozuyor Okul yönetimi kaydını yapmak zorunda olmadığı öğrenci velisinden alabildiği kadar parayı almaya çalışıyor. Paranın miktarının belirlenmesinde ailenin ekonomik durumu, öğrencinin başarı durumu ve mezun olduğu okul etkili oluyor. Kitlesel başarı oranı düşük okuldan mezun
öğrenciler için istenen para miktarı artıyor. Genelde bu durumda olan yoksul mahallelerdeki ilköğretim okullarından mezun olan öğrenciden daha çok para isteniyor. İyi bir genel lisede eğitim almak isteyen öğrencinin velisi sadece bağış için 200 ile 2000 lira arasında bir meblağı
T
CDD Genel Müdürlüğü ve Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin banliyö hatlarını ve alt-üst geçitleri yenileme projesi olan Başkentray nedeniyle SincanKayaş banliyö seferleri 1 Ağustos’ta durduruldu. Demiryolları ve belediyenin yaptığı açıklamada çalışmaların trafiği rahatlatacağı ve standardın yükseltileceği belirtildi. Ancak durdurulan seferlerin, ikinci bir bildirime kadar başlamayacağı da ifade edildi. Mühendis, mimar ve şehir plancıları odalarının açtığı davaları birer birer kaybetmesine karşın altüst geçit sevdasından vazgeçemeyen Gökçek, Başkentray kapsamında Sincan yönünde 2, Kayaş yönünde
oğu Karadeniz Bölgesi’nde özel-
likle de son 5 yıldır sürdürülen Yan›ltm›yoruz D HES mücadelesinin en önemli ayakbirini hukuksal anlamda yafl›yoruz larından elde edilen kazanımlar oluşturuyor.
Konuk Yazar ÖMER ŞAN GAZETEC‹-YAZAR DERELER‹N KARDEfiL‹⁄‹ PLATFORMU DÖNEM SÖZCÜSÜ
Bölgedeki demokratik mücadelelere eş bir şekilde sürdürülen hukuksal çalışmalar, özellikle de ortaya çıkan yargı kararları, bunlara bağlı olarak çeşitli üniversitelerden bilim adamları tarafından oluşturulan Bilirkişi Raporları önemli verilerin de elde edilmesini sağladı. Bu mücadelede elbette ki, davalara gönüllü olarak giren avukat dostlarımızın da büyük katkısı var. Bu mücadele, büyük çoğunlukla da, yeri geldiğinde ineğini satarak, elindekini avucuna katarak mücadele eden köylülerimizin yanında yer alan avukat dostlarımızın omuzlarında yürümekte. Doğal olarak, davaların açıldığı mahkemeler de, mahkeme heyetleri de bu anlamda önemli bir yer tutmakta. Özellikle de davaların en yoğun olarak açıldığı Rize İdare Mahkemesi’nin bu konudaki uzmanlığı ve aldığı kararlar hiçbir şekilde tartışılamaz. ‘Gerekçeli Yürütmeyi Durdurma ve İptal’ kararları yeri geldiğinde 20-25 sayfaya ulaşan bir ‘manifesto ve bilimsel rapor’ gibi çok ayrıntılı ve vurgulu kararlar oluyor. Bu süreçte, açılan bütün davalarda köylüler ve çevreciler lehine kararlar veren Rize İdare Mahkemesi’nin başkan ve üyelerinin özellikle de seçimler sonrasına denk gelen HSYK Yaz Kararnamesi ile değiştirilmesi bu noktada oldukça dikkat çekti. Rize İdare Mahkemesi’nde yapılan
gözden çıkarması gerekiyor. Eğitim-Sen’in 2010-2011 eğitim yılı başında yaptığı araştırmaya göre bir öğrencinin ailesi yıllık ortalama 3.131 lira harcıyor. Eğitim harcamasının diğer kalemleri de veliyi yoracak olsa da liseye kaydolacak velinin ailesi kayıt telaşından diğer giderleri
düşünmüyor bile. İKİ ANADOLU LİSESİ YAN YANA; PANİK ATAK ÖĞRENCİ ÖTE YANA SBS’ye giren öğrencilerden biri de Dilek Eriş. Dilek, İstanbul Tozkoparan’da oturuyor, bu yıl 8. sınıf sınavına girdi. Panik
atak olan Dilek’in evinin yakınlarında gidebileceği lise yok. Babası Ömer Eriş kızının sınavlara hazırlık sürecinde panik atak olduğunu söylüyor. 7. sınıfta SBS Türkçe testinde bütün soruları doğru cevaplayan Dilek, bu yıl SBS’ye giremeyecek duruma geldi.
Ankaralı yolda kaldı 13 alt geçit inşa edileceğini açıkladı. Günde 300 bin yolcu taşıyan 36 kilometre uzunluğundaki SincanKayaş banliyö hattının durdurulması, Ankaralılardan büyük tepki gördü. TCDD ve Büyükşehir Belediyesi’nin seferleri durduracağını daha önce duyurmaması nedeniyle 1 Ağustos’ta binlerce kişi duraklarda mahsur kaldı. Büyükşehir Belediyesi, Ankaralıların mağdur olmaması için güzergahlara ek seferler
bu köklü değişikliklerin yanında HES davalarının bulunduğu diğer idare mahkemelerinde de yapılan değişikliklerle kamuoyunda olduğu gibi bizlerde de “bu atama ve değişikliklerin hedefinde HES mücadelesi mi var” endişesini doğurdu. Derelerin Kardeşliği Platformu (DEKAP) olarak endişelerimizi dile getirdiğimiz ‘Yargının Yaz Kararnamesi HES mücadelesini mi vuracak?’ içerikli açıklamalarımıza karşılık, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) 1. Dairesi’nden de bir açıklama yapıldı. Açıklamada, atamaların ‘eş durumunda’ yapıldığına vurgu yapılarak; açıklamalarımızın gerçeği yansıtmadığı iddiasıyla, ‘soyut iddiadan başka dayanak bulunmayan haberlerle kamuoyu yanıltılmaya çalışılmaktadır’ ifadelerine yer verildi. Oysa ki biz, sadece bu yöndeki endişelerimizi kamuoyuyla paylaşmış; HES mücadelesinin nabzının attığı bölgede yapılan bu değişikliklerin hedefinde HES mücadelesinin olduğu yönündeki tedirginliliklerimizi aktararak; siyasi ve ekonomik baskılar nedeniyle bölgedeki mücadelenin adeta diken üstünde yürütüldüğüne de dikkat çekmiştik. Endişe verici olarak değerlendirdiğimiz gelişmeler sonrası bağımsız yargının gücüne inanarak, hukukun üstünlüğü ilkesine olan tam güvenle mücadeleden vazgeçmeyeceğimizi de vurgulamıştık. HSYK’nın ‘kamuoyunun yanıltıldığı’ iddialarının aksine bizler, söz konusu Rize İdare Mahkemesi başkan ve üyelerinin HES’lere karşı
konulduğunu açıkladı. Ancak ne otobüsler, ne de seferler günde 300 bin yolcunun ulaşımını sağlamaya yeterli. Sefer sayısının azlığı nedeniyle Sincan, Etimesgut, Mamak ve Kayaş duraklarında metrelerce uzunlukta kuyruklar oluştu. Ek seferlerdeki otobüsler ise Gökçek’in ocak ayında Ege Mahallesi halkını cezalandırmak için gönderdiği, en küçüğü 20 yaşında olan, sık sık bozulan ve yanan, tabutluk otobüsler.
açılan davalarda ‘yürütmeyi durdurma ve iptal’ kararları verdikleri için görev yerlerinin değiştirildiği yönünde bir iddia ortaya atmamıştık. HES mücadelesinin 5 yıldır yoğun bir şekilde sürdürüldüğü bölgede, köylüler ve bölgede yaşayan insanlar, suyuna, toprağına, tarihi ve kültürel değerlerine sahip çıkmak adına önemli kazanımlar elde etti. Yaşanacak süreçte, yargıda ve özellikle de HES davalarının görüldüğü idare mahkemelerinde yapılan değişiklikler sonrasındaki gelişmeleri bundan sonra daha dikkatle izleyip, hep birlikte göreceğiz. Platform olarak bugüne kadar, hiçbir koşul ve şekilde bağımsız yargıyı ve hukukun üstünlüğünü hiçbir zaman hedef almadık. Çünkü HES’lere karşı sürdürdüğümüz mücadelenin en önemli ayağını hukuk mücadelesi oluşturuyor. HES’lere karşı verdiğimiz mücadelede hiçbir koşulda kamuoyunu yanıltmadık. Yargının verdiği kararlar, hukukun üstünlüğü ilkesinden yola çıkarak bizim en güvendiğimiz tutamaklardır. Bizim bu mücadelede, özellikle de siyasilerin yaptığı ve bizlere yönelttiği gibi halkı ve kamuoyunu yanıltmamız gibi afaki ve akıl dışı iddia veya açıklamalar soyut söylemlerden öteye gidemez. Çünkü biz hep birlikte bu mücadeleyi yaşıyor ve veriyoruz. Mücadelenin içerisinden geliyoruz. Vadilerimizde, dere boylarında, sularımızın başında ve ürettiğimiz ürünler, sosyal, kültürel ve tarihi değerlerimizle bütün doğal yaşam alanlarımıza birlikte sahip çıkıyoruz.
BTS: YOLLAR KAPATILMAYABİLİRDİ KESK’e bağlı Birleşik Taşımacılık Sendikası (BTS) Ankara Şube Başkanı İsmail Özdemir projenin net olmadığını, kendilerine sadece tadilat ve tamirat çalışmaları denildiğini belirtti. Başkentray Projesi’nin henüz ihale aşamasında olduğuna dikkat çeken Özdemir, projenin üç seneye kadar uzayabileceğini dile getirdi. “Ek otobüs seferleri doğru değil.
Burada asıl olan konu, bizler oturduğumuz yerlerden, odalardan, makamlardan; sıra dışı ve soyut olmayan akıl, bilim, hukuk, yasaları yok sayan bir açıklamalar yapmadığımızdır. Yani biz yanıltmıyor, yaşıyoruz! Bizler için asıl olan demokratik, yasal ve anayasal haklarımızın yanında hukuktur, hukukun üstünlüğüdür. Hukukun olmadığı, hukukun üstünlüğüne, bağımsız yargının olmadığı bir yerde ne demokrasiden söz edilebilir ve ne de anayasal düzenlemeler sağlıklı bir demokratik düzenin gelişmesini sağlar. Bizim dile getirdiğimiz endişelerimizin temeli budur. Ki HSYK’nın söz konusu bu atamalarının ardından Ordu İdare Mahkemesi’nde yaşanan gelişmeler de endişelerimizin ne kadar haklı olduğunu ortaya koymaktadır. Mahkeme, daha önceden Ordu ve Giresun’daki HES projeleri için verilen ‘yürütmeyi durdurma’ kararlarını, HSYK atamalarıyla mahkeme üyelerinin değişmesinin ardından hiçbir gerekçe göstermeden reddetmiştir. Yargı, bağımsız olmalıdır. Anayasa, yasa ve yönetmelikler dışında uluslararası anlaşmalar, bilimsel raporlar, yaşamsal değerler ve yargının bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü ilkelerini gözeterek kararlar almalı ve çalışmalarına yön vermelidir. Bütün bu gelişmeler, baskı ve sindirmeler karşısında hiçbir zaman, doğal yaşam alanlarımıza geri dönüşümsüz zararlar verdiği bilimsel raporlar ve yargı kararlarıyla ortaya konulmuş HES’lere mücadelemizden ödün vermeyeceğimizin bir kez daha altını çiziyoruz.
Baba Eriş, doktorun hastalığın 5. sınıfta başladığını söylediğini ancak Dilek’in hareketlerini çok etkilemediği için fark edemediklerini belirtti ve şunları söyledi: “Belki tek neden sınav değil ama son SBS yaklaştıkça hastalığın şiddeti de arttı. Dilek 13 yaşında gastrit nedeniyle endoskopi oldu, doktor sebebinin sınav stresi olduğunu söylemişti. SBS’ye girebileceğini bile düşünmüyordum. Girdiği sınavda aldığı 392 puan evimize yakın olan liselere yetmiyor. Mahallemizde birbirlerinden bir duvarla ayrılan iki anadolu lisesi olmasına karşı genel lise yok. Osman Ülkümen Lisesi aralarında sadece bir duvar olan Ergün Öner-Mehmet Öner Anadolu Lisesi’ne rağmen “pilot” uygulama için anadolu lisesi yapılmış. Devlet mahallenin öğrencilerini ulaşımı zor olan Güngören’deki İzzet Ünver Lisesi’ne yönlendiriyor. Hastalığı nedeniyle daha yakında olan ancak Bahçelievler’e bağlı Kemal Hasoğlu Lisesi’ne yazdıracağım.” Kızını okula yazdırmak için torpil arayan Eriş, mecburen okul yönetiminin isteyeceği parayı vereceğini ancak miktarı olabildiğince düşürmeye çalışacağını, binlerce lira verebilecek durumda olmadığını söylüyor. Eriş ailesi Dilek için 7’nci ve 8’inci sınıflarda dershaneye 3000 lira para ödemiş. Öğrencilerin yarıştırıldığı, eğitimin paralı olduğu ülkede benzer öyküler bulmak zor değil. Bu sistem sayesinde her mahallede, sınav kurbanı yaratıldı. Bu nedenle intihar eden, psikolojisi ya da sağlığı bozulan öğrencilerin haberleri basında sıklıkla yer alıyor.
Otobüs hatları dışındaki insanlar ne yapacak? Ayrıca yeni yolların yapılması, mevcut yolların kapatılmasına gerekçe değil. Sefer sayıları azaltılır ama halkın mağdur edilmemesi için yine de seferler konulur.” dedi. Banliyö güzergahlarında gayretli bir çalışmanın olmadığını da vurgulayan Özdemir, “2-3 ayda bitecek gibi görünmüyor. Akıbeti karanlık” açıklamasında bulundu. Özdemir, AKP’nin meclisin açılmasıyla birlikte geçireceği Demiryolları Kanunu’nun da özel işletmeciliğin önünü açacağını, alınan kararlara ve uygulamalara hukuk yolunun kapanacağını ifade etti.
Hiroşima'nın yıldönümünde Mersin'de eylem A
BD'nin Hiroşima'ya atom bombası atmasının yıldönümü olan 7 Ağustos’ta biraraya gelen yüzlece nükleer karşıtı Akkuyu'da santralin yapılacağı bölgede bir protesto yürüyüşü düzenledi Nükleer Karşıtı Platform (NKP), TMMOB, TTB, KESK, birçok demokratik kitle örgütü ve Akkuyu köylüleri Mersin Akkuyu'da buluştu. Köy meydanında biraraya gelen kitle buradan santralin yapılacağı bölgeye yürürken santral sahası yakınlarında yürüyüşün önünü kesen jandarma ve özel güvenlik görevlileri yürüyüşe engel olmak istedi. Barikatı yararak santralin içerisine doğru yürümeye devam eylemciler oturma eylemi ile protestolarına devam etti. Eylem NKP Dönem Sözcüsü Sebahat Aslan'ın basın açıklaması ile sona ererken eylemciler dönüş yolunda nükleer santrali yapacak şirketin yetkililerinin konakladığı otelin önünde kısa süreli bir protesto eylemi daha gerçekleştirdi.
8
EMEK 12 A¤ustos 2011 / 25 A¤ustos 2011
Halk›n Sesi
Mevsimlik iş, eğreti yaşam E m e ğ i n g ü v e n c e d e n a y r ı l m a s ı y l a d e r i n l e ş e n s ö m ü r ü m e k a n i z m a s ı, y a z a y l a r ıy l a b i rl i k t e g ö ç , ı r k ç ı l ı k , ö l ü m v e e m e ğ i n y a ğ m a l a n m a s ı o l a r a k y a ş a n ı y o r . Ö z e l l i k l e Kü r t yoksullarının çalıştığı işlerde ücretlerin aile başına verilmesi sömürüyü artırıyor
K
ürt illerinden Karadeniz’e ve Batı Anadolu’ya göç eden çoğunu Kürt yoksularının oluşturduğu mevsimlik tarım işçileri; tarlada-bahçede, inşaatta, turizmde çalışmak için kamyon kasalarında ya da ‘fındık trenleri’nde uzun yolculuklar yapıyor. Sosyal güvenceden yoksun emekçiler aile boyu çalışıp çalıştıklarının yarısını gurbette bırakıp memleketlerine dönüyor. YOLLARDA CAN GÜVENL‹⁄‹ YOK Fındıkta, pamukta, çayda çalışmak için ailece göç eden mevsimlik tarım işçilerinin sorunları daha gidiş yolunda başlıyor. Daha ucuz olduğu için kamyon kasalarını ve trenleri tercih eden emekçiler can güvenliğinden yoksun bir şekilde kilometrelerce yol yapıyorlar. Sadece temmuz ayı verileri incelendiğinde 10’a yakın tarım işçisinin trafik kazalarında hayatını kaybettiği, 78 kişinin de yaralandığı görülüyor. Kayıt dışı-güvencesiz çalışan mevsimlik işçilerin trafik kazalarında yaralanması veya hayatını kaybetmesi durumunda yakınları ile dayanışarak sorunlarının üstesinden gelmeye çalışıyorlar. Tarım işçilerinin trafik kazalarında ölüme terk edilmesi ‘fındık treni’ uygulamasını başlattıysa da geçtiğimiz aylarda yaşanan ölümlü trafik kazlarının tamamına yakını tarım işçilerini taşıyan kamyonlar yaptı. Fındık treni uygulamasını geçtiğimiz yıl başlatan TCDD, sadece tarım işçilerinin bindiği ‘özel’ trenleri kaldırıyor. Tarım işçileri, ulaşımı daha ucuza getirmek için 6 kişilik vagonlara 9–10 işçinin binmesi ve balık istifi olarak seyahat etmeleri için işçilerin “hizmetine sunulan” trenlerle
Mevsimlik iflçiler, çal›flt›klar› tarlalarda ço¤u zaman toprak zemin üzerine kurulmufl çad›rlarda yaflamak zorunda kal›yor. taşınıyor. ‹NSANCA YAfiAM OLANAKLARI YOK Gidiş yolunda hayatta kalan işçilerin karşılaşacakları sıkıntılar ölümle yaşam arasındaki ince çizgiyi andırıyor. Aileler kalacak yer, içme suyu, yiyecek gibi en temel yaşamsal ihtiyaçlardan yoksun bir şekilde çalışıyor. Genellikle bin-bin beş yüz kişilik çadır kentlerde yaşayan tarım emekçileri; kanalizasyon, temiz su gibi ihtiyaçları kendi çabaları ile hallediyorlar. İçme suyunun artezyen kuyularından sağlandığı bu çadır kentlerde baş gösteren salgın hastalıklarda ise kelimenin gerçek anlamıyla ‘başlarının çaresine bakmak’ zorundalar. Herhangi
bir sosyal güvenlik uygulamasının olmaması, işçilerin karşılaştıkları sağlık sorunlarında sağlık hizmeti alamamalarına neden olurken emeklilik hakları da ellerinden alınmış oluyor. UCUZ ‹fiÇ‹L‹K, KAYIT DIfiI ÇALIfiMA Kayıt dışı olarak çalışan mevsimlik tarım işçilerinin tam sayıları bilinmese de bir buçuk milyon oldukları varsayılıyor. Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu tarafından yayımlanan “Mevsimlik tarım işçileri raporu ve çözüm önerilerimiz” raporunda mevsimlik işçilerinin sayısının 1 milyonu aştığı, hasadın yoğunlaştığı dönemlerde ise bu sayının 2 milyona yaklaştığı belirtiliyor.
Tarım işçilerinin kayıt dışı çalışıyor olmasının yanında bir de aile olarak çalışmaları işçilerinin sayılarını gizleyen bir başka etmen. Mevsimlik işçilerinin aldıkları yevmiye 28 lira ile 31 lira arasında değişiyor. İşçilerinin aldıkları yevmiye, ‘dayı başı’ ya da ‘amale başı’ olarak adlandırılan aracılara verilen komisyonlar düşüldüğünde iyice azalıyor. Bursa Tabip Odası’nın
Sağlık işçilerinin direnişi Taksim’den Samsun’a sürüyor A
tlas taşeron şirketinin hak mağduriyeti yaratacak taahhütnamesini imzalamadığı için işine son verilen Güllü Hanoğlu, çalıştığı Taksim İlkyardım Hastanesi bahçesinde direniyor. Direniş çadırına konulan imza metnini imzalayarak direnişe destek olan hasta yakınları ve hastane çalışanı emekçilerin bine yakın imzası 10 Ağustos günü yapılan bir eylemle İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü’ne verildi. DİSK Yönetim Kurulu Üyesi ve Birleşik Metal-İş Eğitim Sekreteri Celalettin Aykanat, DİSK Örgütlenme Sekreteri Özkan Atar, DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, Türk Tabipler Birliği Merkez Konsey üyesi Osman
Öztürk, Sine-Sen Genel Başkanı Zafer Ayden ve Dev-Sağlık-İş Sendikası Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu ve sendika üyesi hastane emekçileri eyleme katıldı. ‹L SA⁄LIK MÜDÜRÜ GÖREVE Saat 12.30’da hastane bahçesinde başlayan eylemde, Eminönü tramvay durağına kadar yüründü Yürüyüş güzergahında bulunan Galata Köprüsü’nden alkışlar ve sloganlar eşliğinde geçildi. Oradan tramvayla Çembelitaş’ta bulunan müdürlüğe giden emekçiler bir basın açıklaması yaptılar. Basın açıklamasının ardından imzalar verildi ve İl Sağlık Müdürü tarafından sorunun çözümüne dair verilen söz hatırlatılarak “artık
buradan bir adım bekliyoruz” dendi. Basın açıklamasını işçiler adına Dev Sağlık-İş Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu yaptı. Çerkezoğlu, 29 gündür devam eden hukuksuzluğun son bulmasını ve Güllü Hanoğlu’nun işe geri alınmasını istedi. Çerkezoğlu; “Taksim’de yaşanan hukuksuzluğu bitireceğine dair söz veren İl Sağlık Müdürü’nün verdiği süre dolmuştur. Bizler imzalarımızla geldik buraya ve bu sözün arkasında durulmasının takipçileriyiz” dedi. Çerkezoğlu’ndan sonra konuşan DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu sözlerine Güllü Hanoğlu’nun direnişini selamlayarak başladı. Taşeron şirketin meşru olmayan bir belgeyi imzalatmak istemesini kınayan Küçükosmanoğlu, “Bir kadın emekçi olarak Güllü arkadaşımızın direnişi çok önemli” dedi. “Çalışma yaşamının esnekleştirilmesi ve kıdem tazminatının gasp edilmesi örgütsüzleştirme politikalarının habercisidir” diyen Küçükosmanoğlu, DİSK olarak sürekli bir mücadele içinde olduklarını ve bu mücadeleden asla vazgeçmeyeceklerini söyleyerek konuşmasını bitirdi. SAMSUN'DA TAfiERON ‹SYANI Toplanan imzaların müdürlüğe verilmesinin ardından bir açıklama yapan Arzu Çerkezoğlu, İl Sağlık Müdürü şehir dışında olduğu için imzaları yetkili kaleme verdiklerini söyledi. 10 Ağustos akşamı saat 19.00’da Taksim tramvay durağında tekrar buluşacaklarını söyleyen Çerkezoğlu, 10 Ağustos akşamı Samsun’a hareket edeceklerini belirtti.
hazırladığı rapor 2010 yılının ağustos ayını incelemiş. Bursa’nın Yenişehir-Çardak bölgesinde yapılan incelemede ortaya çıkan veriler, mevsimlik tarım işçilerinin çocuklarının eğitim alamadığını gösteriyor. Raporda, tarım işçilerinin bu bölgede uzun zaman konaklamaları nedeniyle çocuklarının okul ihtiyaçlarını karşılayamaması rakamlarla anlatılmış:1–6 yaş grubunda 110, okul çağında
(6–15 yaş) 247 çocuk bulunan yörede, okulların başladığı tarihte aileler tarlalarda mahsul toplamaya devam ediyor. BÜTÜN YÜK KADININ SIRTINDA Tarlada, bahçede aile olarak çalışan tarım işçilerinin yevmiyelerinin azlığı kadın ve çocuk işçiliğinde eridikçe eriyor. Çocukların emekleri karşılık bulamazken kadınların emeğinin karşılığı da işçi erkeklerinkinden gözle görülür biçimde azalıyor. Kadın işçilerin günlük yevmiyesi 24 lira. Kadınların hem mevsimlik göç şartlarında tarlada çalışıyor olması hem de emek sömürüsü ve cinsiyetçi iş bölümü arasındaki bağa işaret ediyor. IRKÇI UYGULAMALAR, FAfi‹ST SALDIRILAR Tarım işçilerinin çok büyük bir kesimini oluşturan Kürt yoksulları, çalışmaya gittikleri yerlerde ırkçı saldırılara da maruz kalıyorlar. Kürt emekçileri, özellikle Karadeniz ve Ege Bölgesi’nde yaşanan saldırılar sonucunda işlerini bırakıp çalıştıkları yeri terk etmek zorunda kalıyorlar. Yine temmuz ayı verileri incelendiğinde Trabzon’da, Aydın’da, Rize’de ve Erzurum’da Kürt emekçilere dönük ırkçı saldırılar yaşandığı ve bu saldırılarda 1 kişinin öldüğü çoğu emekçinin de yaralandığı görülüyor. Kürt mevsimlik tarım işçilerine yapılan ırkçı saldırılar faşistler eliyle yürütülürken kimi zaman da gidilen bölgenin yerel yöneticilerinin aldıkları kararlar ile sistematik hale getiriliyor. Konu ile ilgili son yaşanan bir örnekte, Diyarbakır’dan Sakarya’ya 2 günlük tren yolculuğundan sonra ulaşan Kürt işçileri tren garında polisler karşıladı. Polis, 8 Ağustos’ta Sakarya’ya ulaşan emekçileri trenden indirerek kimlik kontrolü yaptı. Sakarya İl Emniyet Müdürlüğü’nün Diyarbakır’dan gelen 250 kişilik işçi kafilesinin genel bir sicil taramasından geçirilmesi için genelge çıkartması, Kürt işçileri fişleyerek hedef haline getirmesi yoksul emekçilerin maruz kaldığı ırkçılığın organize boyutunun göstergesi.
3’lü danışmada yine sonuç yok
‹flçi, iflveren ve hükümet çevrelerinin bir araya geldi¤i 3’lü Dan›flma Kurulu 9 A¤ustos günü Çal›flma ve Sosyal Güvenlik Bakanl›¤›’nda topland›. Yaklafl›k 4 saat süren toplant›dan kesin sonuç al›nmad›. 3’lü Dan›flma Kurulu’na; Türk-‹fl Genel Baflkan› Mustafa Kumlu, Hak-‹fl Genel Baflkan› Mahmut Aslan, D‹SK Genel Sekreteri Tayfun Görgün, T‹SK Genel Baflkan› Tu¤rul Kutatgobilik, Çal›flma ve Sosyal Güvenlik Bakan› Faruk Çelik, bakanl›k bürokratlar› ve sendika uzmanlar› kat›ld›. SEND‹KALAR NOTER fiARTINA VE BARAJLARA KARfiI
‹flçi sendikalar›n›n toplant› gündemi; Toplu ‹fl Sözleflmesi (T‹S), grev hakk›, lokavt ve ifl yeri baraj› uygulamas›n›n kald›r›lmas› oldu. Sendikaya üye olurken ya da istifa ederken istenen noter flart›n›n kald›r›lmas› gerekti¤ine vurgu yapan iflçi sendikalar›, halihaz›rda sendikal› olduklar› için iflten
at›lan iflçilerin direniflleri ile kazan›lm›fl haklardan vazgeçilmeyece¤ini belirtti. Hükümetin toplant› gündeminde ise, kendi eliyle sendikas›zlaflt›rd›¤› emek alan›n› Uluslararas› Çal›flma Örgütü (ILO) ve AB normlar›na uygun hale getirmek vard›. ‹flveren sendikas› T‹SK ise s›n›f sendikalar›n›n diretti¤i ifl yeri baraj›n›n düflürülmesine karfl› ç›kt›. T‹SK, ayr›ca meslek sendikac›l›¤›n› da gündeme getirdi. Meslek sendikalar›n›n kurulmas› isteyen T‹SK, iflçileri meslek gruplar›na bölerek örgütlülük önüne yeni bir engel koymay› planl›yor. ‹flçi sendikalar›n›n barajlar›n kalmas›nda yönünde ›srarc› olmalar›, ertelenen toplant› nedeniyle kararlaflt›r›lamad›. 16–17–18 A¤ustos’ta toplanmas› kararlaflt›r›lan teknik komite, konu ile ilgili çal›flmalar yapacak. Komitenin haz›rlayaca¤› rapor etraf›nda, taraflar 25 A¤ustos’ta tekrar biraraya gelecekler.
GEA işçileri direniyor
B
irleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlendikten sonra işten atılan GEA Klima işçileri, işverenin kanunsuz lokavtına karşı direniyor. İşçiler polis ablukasında olan işyerlerini ve işlerini geri istiyor. Alman şirketi olan GEA Klima’nın 19 Temmuz’da kanunsuz bir şekilde lokavt ilan etmesini protesto etmek ve işçilerin işlerine geri dönmelerini sağlamak için 4 Ağustos’ta Alman Konsolosluğu önünde eylem yapan sendika üyesi işçiler ve sendika yöneticileri, bu hukuksuzluğa artık son verilmesi çağrısında bulundular.
İzmir’de grev yaklaşıyor
S
osyal-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu İzmir Fuarcılık Hizmetleri Kültür ve Sanat İşleri Ticaret AŞ’de (İZFAŞ) toplu görüşme masasında anlaşma sağlanamaması nedeniyle işçiler grev kararı aldı. Toplu İş Sözleşmesi görüşmelerinde İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İZFAŞ ile anlaşma sağlayamayan sendika, grev kararını 22 Ağustos’ta uygulayacağını açıkladı. İZFAŞ Belediyenin taşeron şirketi olduğu için sendika “Fiili muhatap belediyedir” diyor.
Vali istedi Yargı-Sen kapatıldı
A
nkara 15. İş Mahkemesi’nde 28 Temmuz tarihinde görülen dava yargı üyelerinin örgütlenemeyeceğine hükmetti. Yargı-Sen kapatıldı. Ankara Valiliği, Anayasa'nın sendika kurma hükümlerini düzenleyen 51'inci maddesine dikkat çekerek, Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu'na göre, yüksek yargı organı mensuplarının sendika kuramayacakları ve üye olamayacakları gerekçesiyle dava açtı. Mahkeme Valiliğin talebini yerinde buldu.
9
EKONOMİ 12 A¤ustos 2011 / 25 A¤ustos 2011
Halk›n Sesi
Bilgi’de yeni iflten ç›karmalar
B
ilgi Üniversitesi'nin yönetiminin el değiştirmesiyle birlikte yaşanan emek düşmanlığına bir yenisi daha eklendi. 2 öğretim görevlisinin sözleşmesi yenilenmezken 25 asistan ve öğretim görevlisinin işine 8 Ağustos’ta son verildi. Küçülme bahanesiyle işten çıkarılan isimlerin önemli bir kısmı Bilgi’deki sendikalaşma çalışmalarında etkindi. Sosyal-İş Sendikası’na üye Bilgi Üniversitesi Çalışanları
adına yapılan yazılı açıklamada, şu ifadelere yer verildi: "Bu kıyımın tanıtım döneminde yapılmış olması, Üniversiteye hakim olan zihniyetin artık, alenen, 'öğrenci' değil, 'müşteri' çekmeye çalıştığını, bunun için de eğitim kadrosunun akademik kalitesine değil, pop kültür ürünü içeriksiz pazarlama stratejilerine ve reklam kampanyalarına güvendiğini tüm çıplaklığı ile ortaya koydu."
Tarihin en büyük iflçi sürgünü
T
orba yasa kapsamında 1 Ağustos'ta uygulamaya konması beklenen norm kadro fazlası belediye işçilerinin atanması ertelendi. Atanacak belediye işçilerinin sayısının 50 bin olması ve atanacak yerler arasında Emniyet Genel Müdürlüğü’nün taşra teşkilatları olması sendika başkanları tarafından ‘sürgün’ olarak nitelendiriliyor. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in 22 Temmuz tarihinde
Kriz yoksa bu ne telaş? ENG‹N DURAN
K
riz tartışmaları Tayyip Erdoğan’ın “bu sefer teğet bile geçmeyecek” söylemiyle yatışmış görünürken Merkez Bankası’nın (MB) olağanüstü toplantı ile aldığı kararlarla tekrardan alevlendi. MB aldığı kararlar ile piyasa yapıcılarını ve yorumcularını ters köşeye yatırdı. İktisatçılar arasında “para politikası kurulu ekonomiyi soğutmaya mı çalışıyor yoksa muhtemel soğumaya karşı önlem mi almaya çalışıyor” tartışması başladı. Politika faizi 6,25’ten 5,75’e düşürüldü. MB böylece piyasaya vereceği parayı ucuzlattı. Bu karar ekonomiyi canlandırmaya yönelik bir hamle olarak okunabilir. Ayrıca, döviz satım ihalelerine tekrardan başlama kararı alındı. Bu karar ile birlikte de yabancı para sahiplerinin dövize yönelmesiyle TL’de yaşanacak aşırı değer kaybı, yani doların aşırı değerlenmesi önlenecek. MB bu kararlar ile aşırı ısınmış ekonomiyi, yani sıcak para finansmanı ile büyümesini finanse eden bir yapıyı soğutmak ve artık sürdürülemez olan cari açığı da bu yolla azaltmak istiyor. Ancak, kararda kafa karıştıran mevzu döviz kurunu da belirli bir aralıkta tutma çabası ve bu doğrultuda bir dizi kararlar alınması. Hesap tutarsa, kurda aşırı artış olmadan ekonomi yavaşlayacak. Muhtemel küresel ekonomi kaynaklı durgunluğa da döviz fiyatlarında fırlama yaşamadan gireceğiz. Tüm bu hamlelerin arkasında krizi dövizin fırlamasına ve borsanın çakılmasına eşitleyen anlayış var. 2008-2009 döneminde rekor küçülme ve
T
ürkiye yine başbakanın “teğet bile geçmeyecek” lafazanlığı eşliğinde ekonomik krizden en çok etkilenen ülke olma yolunda ilerliyor
işsizliğe rağmen krizin teğet geçti söylemini geniş kesimlere yutturan Tayyip Erdoğan, bugünlerde yine “teğet” açıklamalarına yönelmiş durumda. Oysa ekonomi kurumlarının aldığı kararlar pek de teğetlik bir durum olmadığını gösteriyor. AKP ÖNGÖREMED‹ M‹? Mevcut durumu kaçınılmaz son olarak tanımlanabilir. Sıcak para girişine bağlı yüksek faiz düşük kur
politikasının desteğinde bir ihracata dayalı büyüme modelinin sürdürülemez ya da sermaye hareketlerine tamamen bağlı olduğu tartışmasız bir gerçek. Ancak, bu düzene son vermek ve bir başka büyüme modeline örneğin iç talebe dayalı ithal ikameci bir modele geçmek sınıfsal anlamda bir maliyet gerektiriyor. Bu maliyet, ara malını ucuza ithal edip daha sonra montaj hattından geçirerek ihraç eden sanayi burju-
vasının tekerine çomak sokmak anlamına geliyor. AKP “acemilik” ve “çıraklık” dönemlerinde bunu göze alamazdı ama zaten almak gibi bir dertleri de olmadı. AKP 2008’deki krizde artan işsizlik ve rekor seviyede daralma rakamları ile yüz yüze gelerek gerçeklerin duvarına çarptı ancak Tayyip Erdoğan’ın “teğet geçti” söylemi ve bunun kitleler üzerinde yarattığı etki, hükümete sanal bir başarı öyküsü eşliğinde
özgüven pompaladı. Bugün AKP’nin ekonomi yönetiminin içinde bulunduğu durum ise ile mevcut olumsuz gelişmelere ne kadar hazırlıksız olduğunu gösterdi. Birbirleriyle sürekli çelişen açıklamalarıyla bakanlar kafaları karıştırdı. Harcamaları kısın, dövizle borçlanmayın söylemlerini Erdoğan’ın “bu sefer teğet bile geçmeyecek” çıkışı takip etti. Son olarak da Maliye Bakanı Şimşek şöyle dedi: “Küresel ekonomide sıkıntılar var ama kriz, panik kelimesini kullanacak kadar güçlü değil. Türkiye için risk var ama iyi yönetiyoruz.” Artık söylemlerle ve son Merkez Bankası kararları ile önümüzdeki dönemde karşılaşacağımız yavaşlamaya hazırlık yapılıyor. Diğer yandan hükümet yetkililerine göre “bankacılık sektörümüz son derece sağlıklı, kamu finansmanı dengesi iyi, makroekonomik temeller sağlam. İşsizlik yüzden 10’un altında, bir de enflasyon düşüş eğiliminde.” Fakat açıklamalara bakıldığında “hala risk var” deniliyor. Ya bankacılık sektörü sağlıklı değil ve makroekonomik temeller bozuk ya da risk diye tanımlanan şey gerçek değil. Her halükarda bir şeylerin gizlendiği ya da çarpıtıldığı ortada. Hem üretim alanında hem de finansal alanlarda ciddi şekilde etkilenmesi beklenen ve bu yönde de işaretlerin gelmeye başladığı şu günlerde, AKP yönetimi bir yandan doları kademeli olarak belli seviyeye çıkarıyor, bir yandan da ekonomik büyümedeki yavaşlamanın önüne faiz indirimleriyle geçmeye çalışıyor. Bu hesaptan dönmeleri çok uzak görünmüyor.
Sönmez: ‘Gemi sanıldığı kadar sağlam değil’ İ
ktisatçı Mustafa Sönmez, AKP hükümetinin ekonomik durumla ilgili çelişkili açıklamalarının cari açıktan kaynaklanan bir korkunun yansıması olduğunu belirtti. “Öyle bir kambur halindeki cari açık, çevrilememe ihtimali kâbus gibi. AKP’li bakanlar karanlıkta ıslık çalıyorlar, bize bir şey olmaz, diye. Ama olması çok muhtemel. 75-80 milyar dolarlık yıllık cari açığa, doğrudan yabancı sermaye musluğundan kaynak akmıyor. Bankalardan ancak kısa vadeli kredi bulabiliyor şirketler ve borç yükleri 200 milyar doları bulmuşken bunun dörtte biri kısa vadeli. Geriye cari açık için sıcak para kalıyor. Borsaya,devlet kağıtlarına, mevduata, repoya gelen sıcak para…Ama o da hem
ürkek, hem spekülatif. Parmağında oynatıyor Türkiye benzeri ülkeleri. Üstelik, Avrupa’yı geniş bir coğrafya olarak algılıyor. İtalya’nın, İspanya’nın sıkıntısının, onların ticaret partneri Türkiye’yi doğrudan vuracağının farkında… İşte TCMB’yi, bakanları korkutan da bu… Sıcak paranın çıkması, bunun genelde döviz kurunu yukarı itmesi ve anında halkta bir içe kapanma, azalmakta olan ihracat sıkıntısına bir de içe kapanma ile talebin iyice düşmesinin eklenmesi…2008’in son çeyreğinde yaşanan haller. Ama bu kez kırılganlık daha fazla. Dış borç yükü 300 milyar dolar, hanelerin borç yükü 200 milyar TL’nin üstünde ve cari açık milli gelirin yüzde 8’ine, giderek 10’una doğru
Teğetin grafiği Baflbakan Recep Tayyip Erdo¤an’›n görünen krizle ilgili “Bu kez te¤et bile geçmeyecek” sözleri, yoksullar›n hayat›nda büyük y›k›mlara sebep olan 2008 krizi için söyledi¤i “Bizi te¤et geçecek” ifadesini hat›rlatt›. ‹nternette dolaflan te¤et grafi¤i gerçekleri anlatmaya yetiyor.
ilerliyor…” Sönmez hükümetin ikili bir önlem politikası izlediğini ancak bu iki önlemin de birbiriyle çeliştiğini ve çözüm olmayacağını vurguladı: “Şimdi ise yapılanlar iki ayaklı. Birincisi, faiz indirim politikalarıyla ekonomiyi gevşetip yeniden harcamaya teşvik... İkincisi, sıcak paraya repoda daha fazla faiz rüşveti verip çıkışının önünü kesmek. MB rezervlerinden döviz enjekte edip kur şokunu önlemek… Sıcak para kalır, hatta yeni girişler olursa döviz kuru aşağı meyleder. Ama bu ithalatı kamçılayarak yeniden cari açığı büyütmez mi? Açmaz, aşağısı sakal, yukarısı bıyık hali bu işte… Cari açığı gönüllerince kontrole almaya heveslenmişken dış dalga
kontrolü bozdu. Şimdi deneyecekleri şey açığı büyütme, hatta bütçe açığı, kamu borç yükü marjlarını kullanma bahasına durgunluktan uzak durmak. Ama bunun da alanı çok geniş değil. Deniz kısa
sürede bitebilir… Dışarıda deli dalgalar ne kadar kabarırsa içerinin dümen tutması o kadar zorlaşacak. Gemi sanıldığı kadar sağlam değil… Herkes kendine mukayyet olsun…”
Tayyip’in hesapları döndü A
KP’nin ustalık dönemi en azından ekonomik göstergeler açışından sıkıntılı geçecek gibi görünüyor. Borsanın 60 binlere çıkması ile miting meydanlarında övünen bir Tayyip Erdoğan figürü artık arşivlerde kalacak. Ucuz döviz kuruna dayalı hesaplarla kişi başı gelirin 10 bin doları geçtiği hesaplamaları da artık eskimiş veriler olarak da geride kalacak. Hem dövizdeki artış hem de önümüzdeki dönemde yaşanacak yavaşlamayla
birlikte kişi başı gelir 10 bin doların altına düşecek. Bir tane daha gösterge gidecek ekonomik güzelleme tablosundan. “Yetmez ama devam” dersek yüzde 10’ları bulan büyüme oranları ciddi şekilde azalacak. IMF’nin bile tahminleri gelecek yıl için yüzde 2.5 düzeyinde gelecek yıl için. Aşırı ithalata dayalı iç tüketim yapısından dolayı döviz fiyatlarında yaşanan artış önümüzdeki çeyreklerde enflas-
yon olarak karşımıza bir kez daha çıkacak. Ancak, bu kadar muhtemel olumsuzluğun yanında bir de olumlu gelişme var. Yavaşlama konjonktürüyle birlikte toplam milli hasılanın yüzde 10’ları seviyesine gelen cari açık artış hızı yavaşlayacak. Yani, ekonomi spekülatif, sıcak paraya dayalı büyümesinde hız kesecek. Sonuçta, Türkiye başka bir büyüme modeline de sahip olmadığı için büyüyememe sorunuyla karşı karşıya kalacak.
yayımladığı genelge ile ertelenen ‘sürgün yasası’ uygulanabilir hale getirilmesinin ardından yürürlülüğe girecek Sürgün gibi uygulama belediye iş kolunda geçerli olacak. Uygulamadan en fazla Hizmet-İş’in etkilenecek olması ve uygulamanın süresi belirtilmeden ertelenmesi; hükümet ve Hizmet-İş arasında yapılan pazarlığın bitmemiş olduğuna işaret ediyor.
Yoksullar bazen böyle yapar azen işçi eylemlerinde veya mitinglerinde organizasyonu yapanlar etkinlik bittiğinde şöyle seslenirler kitleye: “Arkadaşlar şimdi işçi sınıfının disiplinine yakışan şekilde dağılıyoruz.” Oysa işçi sınıfı disiplini denilen şey kapitalist üretimin onu soktuğu cenderenin disiplinidir. Bir bant ya da tezgah başında saatlerce kıpırdamadan çalışan bir işçi... Terbiyesi emek sürecinde oluşan işçinin muhalefet eyleminde de parti ya da sendikasının komutlarına da aynı “disiplin” içinde uyması beklenir… Bu terbiye de yere göğe sığdırılamaz…Niyeyse… İngiltere’deki yoksullar bu kez belki de düzenli çalışma döneminin bitip yerine esnek çalışma döneminin başlamasıyla birlikte kendilerine yeni bir eylem, mücadele yöntemi arıyorlardır. Niye olmasın… Öyle ya kabahat onların değil. Kapitalizm güvencesizleştirerek, yoksullaştırarak sözleşmeyi bozdu. O zaman biz niye işçi Tufan sınıfının disiplinine yakışan Sertlek şekilde dağılalım! İngiltere’nin yoksulları disipDev Sa¤l›k-‹fl lini reddetmişler anlaşılan ve Yönetim Kurulu tam anlamıyla “dağıtmışlar.” Üyesi Devlet plastik mermi kullanmaya karar vermiş. Sermayenin modern devletine gıptayla bakalım… Ya plastik mermi icat edilmeseydi? Londra sokakları 19. yüzyıl Paris sokaklarına döner miydi, oluk oluk işçi kanının aktığı… Nasıl bakıyoruz olan bitene… Biraz mesafeli miyiz? Böyle disiplinsiz, partisiz, çapulcu gibi sağa sola saldırarak bir şey olmaz mı diyoruz? Haklı olabilirsiniz, gerçekten de bu toplumsal kalkışma hali işçi sınıfının disiplinine uymuyor olabilir. Çapulculuktan bir şey çıkmaz da diyebiliriz. Belki öyledir… Ama birkaç yüz bin kişilik görkemli mitingler yapınca da bir şey olmuyor, yapıp evimize dönüyoruz. Ertesi gün bir şey olmamış gibi herkes işine gidiyor. Artık büyük mitingler, büyük grevler dönemi bitmiştir belki de... Şimdi irili ufaklı sokak isyanları ve işçi direnişleri zamanıdır, kim bilir… Kesin olan şu ki; kimse eski günlerin fotoğraflarına bakıp bugün yaşananlara dudak bükmesin. Kapitalizmin mağdurları kendilerine bir yol arıyor. Suyun kendi yolunu yapması gibi işçi sınıfı ve yoksul kitleler de kendi yollarını bulmaya çalışıyor. Zaten 200 sene önce o görkemli işçi gösterilerine başlamadan önce adımız “baldırı çıplak” olarak geçerdi. Henüz işçi sınıfı olarak bile taltif edilmemiştik o zamanlar… Bugün İngiltere’de dün Fransa’da neoliberal düzenin kuralsız saldırısına karşı kuralsız direnme hakkını kullanan ezilenlerin toplumsal refleksini izliyoruz. Sistemin büyük kütleler halinde yoksullaştırdığı, ezip bir kenara fırlattığı insanlardan kim “edepli” ve “disiplinli” bir tepki göstermesini bekleyebilir? Evet, kitlelerin devrim hareketi sadece “yıkıcı” bir karakter taşımamalıdır. Aksine bugün en çok ihtiyaç duyulan şey tam da kapitalizmin krizden krize sürüklendiği günlerde “kurucu” bir özne olmanın gereklerini yerine getirebilmektir esas olan. Ancak hareketin tarzının “yıkıcı” olması da çok önemlidir. Çünkü kapitalizm restore edilecek bir düzen değildir, hiç olmadı. Kapitalizm O’nu adam etmeye çalışanları her zaman bir güzel “adam edip” şefkatli kolları arasında uysal bir kediye çevirmiş ya da kullanıp bir kenara atmıştır. Devrim bu nedenle şarttır, gereklidir ve yeryüzünün en insani eylemidir. O nedenle İngiltere’de olan bitene önem vermek gerekir. Kitlelerin yıkıcı enerjisini açığa çıkardığı için değer verilmelidir. Bu, kitlelerin kendilerine izin verilen yer ve saatte ellerinde yazılı kağıtlarla caddelerden büyük bir uysallıkla yürüyüp geçmelerinden çok daha anlamlıdır…
B
Halk›n Sesi Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Ergin Demirhan Telefon / Faks 0212 245 90 37 Adres Tomtom Mahallesi Örtmealt› Sokak No: 6/3 BEYO⁄LU/‹STANBUL Bas›ld›¤› Yer Taflbask› Matbaac›l›k Yay. ve Amb. San. Tic. Ltd. fiti. Bask› Tesisleri Kocaeli /‹ZM‹T (0262 335 45 29) 15 günlük Yayg›n, Süreli, Türkçe yay›nd›r.
10
KİBELE 12 A¤ustos 2011 / 25 A¤ustos 2011
Halk›n Sesi
Tutuklu ve kanser hastas› Hediye Aksoy’dan mektup u mektubu beş-altı adımlık hücremden yazıyorum. Kendimden söz edeceğim size. İçinde bulunduğum koşullardan ve gittikçe ağırlaşan sağlık sorunlarımdan. Beni duyar mısınız bilmiyorum. Bu siz dışardakilere yazdığım ilk mektup değil. Öncesinde de mektuplar yazdım. Yanıtını sevgili kadınlardan aldım. Sesimi duyan duyarlı kadınlardan. Kim bilir belki bu defa beni duymayanlar da duyar. Ama bilmenizi isterim ki kendi ellerimle yazmıyorum sizlere. Malum, söylediklerimi başka bir arkadaş kaleme alıyor. Şu an yaklaşık bin tutsağın bulunduğu Bakırköy Cezaevi’ndeyim. Bu cezaevinde üçüncü yılımı doldurdum. Daha öncesinde bir yıl kaldığım Gebze Cezaevi’nden tedavi olabilmek için buraya sevk istedim. Ne yazık ki mekanın adı farklı olsa da Hediye koşullar ve yaklaşımlar Aksoy değişmedi, değişmiyor. Bakırköy Kadın Benzer koşullarda ağır sağlık sorunlarıyla yaşama tutunCezaevi maya çalışıyorum. Bir süre öncesine kadar kimi sağlık sorunlarım ve görselliğe dayalı engeller vardı. Bunları da kendime dert etmemeye çalışıyor, zor da olsa karanlığı parmak uçlarımla aşıyordum. Parmak uçlarımla evet, parmak uçlarımla dokunarak görüyordum. Dokunarak yürüyordum, yürümek dediğim, koğuşun içini gezmek veya havalandırmaya gidip duvar dibinde birkaç volta atmak. Evet bir süre öncesine kadar mahpusluk böyle bir şeydi benim için. Şimdilerde ise engellerim bununla sınırlı değil. Artık yaşam daha da zorlaştı benim için. Bu engellere değinmeden önce kısaca kendimi tanıtmak istiyorum. Kimliğe göre 1975, anneme göre 1977 doğumluyum. Mardin Dargeçit Ilısu köyünde geçti çocukluğum. Henüz on sekizimdeyken 1994’te bir patlamada her iki gözümü de kaybettim. 17 yıldır karanlığın oluşturduğu bütün tuzaklara inat yürek gözümle yaşama tutunuyordum. Daha ne kadar tutunabilirim işte onu bilemiyorum. Çünkü sağlık sorunlarım hayati. 18 Şubat 2011’de göğsümdeki tümörle birlikte mememin ucundan bir bölümü ameliyat ile alındı. Patolojiden sonra radyoterapi tedavisine başlandı. 31 gün sürmesi gereken ışın tedavisi cihazların bozulması nedeniyle yaklaşık 2 ay sürdü. Her gün ring yolculuğu bir işkenceye dönüştü benim için. Zira ağır hasta olanlarla mahkemesi olanlar aynı ringe konularak götürülüyor. Hasta halimle saatlerce adliye ve hastane kapılarında bekletildim. Bazen 4, bazen 6, bazen 8 saat. Hiçbir zorunlu ihtiyacımı dahi karşılayamadan ringin içinde öylece bekledim. Tedavim sağlıksız koşullarda sürdüğü için sağlığım olumsuz yönde daha fazla ilerledi. Ring araçlarının hijyenik olmaması hatta çoğunun klimasız olması bunda etken rol oynadı. Bazen ringin içinde fenalaştım ya da fenalaşan insanlara tanıklık ettim. Bu sorunu sadece ben yaşamıyorum üstelik. Benim gibi sayısız kanser hastası cezaevlerinde aynı koşullarda yaşam mücadelesi veriyor. Cezaevlerinde yaşam hakları ihlal ediliyor. Cezaevi idarelerine göre her şey ‘yasak, imkansız’. ‘Sayı çoktur’ denilerek günlerce hastaneye gitmeyi bekliyoruz. Ringte yer olunca doktor yok, o varsa ringi götürecek komutan yok. Kimi vakit tüm bunların temin edildiği oluyor, o zaman da adliyeleri dolaşmaktan zaman kalmıyor. Benim kimi tetkikler öncesi ilaç kullanmam gerektiği oluyor. Bunun için hiçbir kolaylık sağlanmıyor. İlaç elime veriliyor ve ‘ringin içinde kullan’ deniliyor. Çoğu zaman içtiğim ilacı kusuyor, havasız ringin içinde fenalaşıyorum. Dahası kullandığım ilacın da hiçbir etkisi kalmıyor zaten. Yıllardır bu koşullarda hastanelere gidip geliyorum. Son dönemde çekilen yumuşak doku filmiyle birlikte karın boşluğumda bir tümör olduğu tespit edildi. Şişli Etfal Hastanesi’nin genel cerrah doktoru ameliyat olmam gerektiğini söyledi. Ancak tümör ana damarlara yakın olduğu için ameliyatın hayati tehlikesi olduğunu söyledi. Ve ameliyat olup olmamama benim karar vermemi istedi. Böyle bir kararı hele de bu koşullarda vermek kolaymış gibi! 18 Şubat’ta geçirdiğim meme ameliyatından sonra yaşadığım zorlukları biliyorum. Bir daha böylesi koşullarda bu kadar ağır bir ameliyat geçirmek istemiyorum. Ama başka çarem de yok. İşte bu yüzden siz dışardakilerin desteğini, dayanışmasını bekliyorum. Ben bu duyarlılığınızı sadece kendim için de istemiyorum. Benim gibi aynı hastalıkla mücadele edip her şeye rağmen hayata tutunmaya çalışan tüm hasta tutsaklar için istiyorum. Tedavi süreci boyunca aylarca aynı ringde hastaneye birlikte gidip geldiğim adli tutuklu Hayat Gül için de istiyorum ve durumunu yakından takip ettiğim ilik kanseri Abdulsamet Çelik, Mehmet Aras, İsmet Ayaz, Aynur Epli için de. Hepimizin sorunu ortak, hastalığımızın adı da aynı. Aynı koşullarda yaşıyoruz ve inanıyorum ki onların da sizlerden istediği budur. Evet şu an mahpusluğun soğukluğunda yüreğimi umutlarımla ısıtıyorum. Göremediğim gökyüzü maviliğini duyumsayabiliyorum. Siz kadınların ak güvercinini görüyorum, yaşama kanat açan barış girişimcilerinin yüreğine, yüreğimi akıtıyorum. Herkes için adalet ve özgürlük diliyorum. Sizlerin bu anlattıklarıma kayıtsız kalmayacağına inanıyorum. Zaman benim için olduğu kadar benimle aynı koşullarda olan sayısız hasta arkadaşım için de önemli. Çünkü biliyorsunuz ki sayısız insanımızı yitirdik. Benzer sonlar kaderimiz olmasın. Önemli olan vicdanların yok olmamasıdır. Sizler için de zamanın önemli olduğuna, dışardaki tedavimi sürdürebilmek için gereken ilgi ve alakayı göstereceğinize inanıyorum. Şimdiden hepinize teşekür ediyor, selam ve saygılarımı sunuyorum. Benimle aynı koşullarda olan bütün hasta tutsaklara özgürlük ve sağlıklı bir yaşam diliyorum.
B
Eyvah, başladılar bile! Bakan Fatma Şahin’in, bakanlığın politika üreten bir bakanlıktan icracı bir bakanlığa dönüştüğü yönündeki ifadelerini gazetemizde “Eyvah icraya geçiliyor!” başlığı ile karşılamıştık. Sözlerini tuttular. İcraya başladılar
A
ile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı sözlerini tutuyor. Kadınları, şiddetin reva görüldüğü ailelerine mahkum etmek konusunda kararlılığını daha önce dillendiren bakanlık, uygulamaya geçiyor. Bakanlık söz verdiği üzere Diyanet ve İçişleri Bakanlığı ile işbirliğine başladı. Amaç: “Aileleri parçalanmadan iri ve diri tutmak.” D‹YANET TAVS‹YES‹YLE ‹Y‹ A‹LE KADINLI⁄I Bakan Fatma Şahin, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez ve Diyanet yöneticileri ile görüşerek, Diyanet’in aile konusundaki yeni yapılanmasını dinledi. Şahin görüşmede “Bundan sonraki süreçte aile değerlerini toplumun yükselen değeri haline getirmek için hem bakanlığımız görev alanı içinde yapmamız gerekenleri hem birimler arası koordinasyonda Diyenet İşleri Başkanlığı ile beraber yapacağımız çalışmaları çok önemsiyoruz” dedi. Diyanet ile birlikte neler yapılabileceğini konuştuklarını ve bir yol haritası belirlemeye çalıştıklarını aktaran Şahin, ailenin güçlü tutulması için koruyucu ve önleyici tedbirler alınması gerektiğini ifade etti. İşe Diyanet’in de girmesiyle, aileyi kutsallaştıran söylemler bir referans daha gösterebilecek. HER A‹LEYE B‹R SOSYAL DESTEK UZMANI Bakanlık ayrıca Şahin’in dey-
Fatma fiahin Diyanet ‹flleri Baflkanl›¤› yönetimi ile ailenin ‘kutsallaflt›r›lmas›’ için izlenecek yollar› konufltu imiyle “her aileye dokunmak” için aile sosyal destek projesi üzerinde çalışıyor. Projeyi Bakan Şahin anlatıyor: ''Amacımız, özellikle toplumun bugün yaşadığı bir çok soruna, koruyucu önleyici tedbirler alarak, olaylar olmadan yanında olacağı modeller oluşturmaktır. Bu noktada da hem hükümetimizin hem de acil eylem planı oluşturduğumuz aile sosyal destek projesini, çok önemsiyoruz. Bu nedir diye soracak olursanız, aile hekimliği modeli gibi, her ailenin nasıl bir hekimi varsa, her ailenin
bir sosyal destek uzmanı da olacak. Çünkü ailenin durumuna göre sadece ekonomik destek vermeniz, onun sorunlarını çözmeye yetmeyebilir. Zihinsel özürlü bir anne varsa, alkolle mücadele eden bir baba varsa, o aileye yalnızca mali destek vermekle, ailenin mutluluğunu, huzurunu sağlamanız mümkün değil.” Fatma Şahin aynı konuşmasında toplumun yaşadığı sorunların kaynağının parçalanmış aileler olduğunu iddia etti. Toplumun temelinin aile olduğunu söyleyen
Şahin, “Amacımız, aileleri parçalamadan iri ve diri tutmak” dedi. fi‹DDETE KARfiI EMN‹YETLE ‹fiB‹RL‹⁄‹ Ailelerindeki erkekler tarafından öldürülen kadınlarla ilgili de açıklama yapan Bakan, kadın cinayetlerinin artmadığını yalnızca görünür olduğunu savundu. Şahin,''Aslında olaya şöyle bakmak lazım; daha önce kapalı bir toplumduk ve bu olaylar, kendi içinde kapanıyordu. Şimdi açık bir topluma gidiyoruz. Ve olaylar
O yumruk soruşturulmayacak H
alkevleri MYK üyesi Dilşat Aktaş’ın yumruklanmasına ilişkin olarak yürütülen soruşturmada, yumruğun savunma amaçlı olduğu gerekçe gösterilerek takipsizlik kararı verildi. 26 Şubat’ta Halkevleri’nin Sağlık Müdürlüğü’nden izinli olarak açtığı organ bağışı standına polis saldırmış, standın kaldırılmasını istemişti. Polisin haksız talebini geri çeviren ve standı kaldırmamakta direnen Halkevleri üyelerinden Dilşat Aktaş, Polis Deniz Naci Uruçay tarafından yumruklanmıştı. Aktaş, olayla ilgili suç duyurusunda bulunmuştu. Polis Uruçay, savcılığa verdiği ifadede “Arbedede yere düştüm. Yerdeyken göstericilerden birisi tekme ile suratıma vurdu. Burnum kırıldı. Darbenin etkisiyle gözüm karardı, üzerime birinin geldiğini fark etmem sonucu
Savcılık, Halkevleri MYK üyesi Dilşat Aktaş’ı yumruklayan polisin ‘hayati zarara yol açmadığı’ için soruturulmasına gerek görmedi
savunma amaçlı olarak önce sağ, sonra sol yumruğumla gelene doğru savurdum. Eğer yumrukla vurabilmiş olsaydım, burnu veya çenesi kırılırdı” dedi. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı polisin ifadesini
haklı bularak, kendisiyle ilgili takipsizlik kararı verdi. Savcı kararda “ Şüphelinin belirttiği gibi yumruklarını isabet ettirmiş olsaydı, ‘hafif ödemden’ daha ağır durumun oluşması gerekecekti” dedi. Cumhuriyet Savcısı
Abdullah Bulgen, Adli Tıp Kurumu’nun verdiği “yaşamı tehlikeye sokan durum olmadığı” yönündeki raporu takipsizlik kararı vermek için yeterli gördü. Savcı kararda, günlerce televizyon haberlerinde ve sosyal medyada paylaşılan görüntülerle sabit şiddet olayını dikkate almadı. Savcı olayın gerçekleştiği zaman Güvenlikten Sorumlu Müdür Yardımcısı Kenan Kabak’ın “Emniyet açısından prestij zedeleyici görüntüler yüzünden” özür dilemesinin de yeterli olduğu görüşünde. Aktaş, kararın verilmesinde başka etmenlerin de olduğu görüşünde. Aktaş, 31 Mayıs’ta Hopa’da çıkan olaylarla ilgili olarak Ankara’da yapılan protestoda polis tarafından darp edilmişti. Darp sonucu kırılan kalça kemiğiyle ilgili tedavisi süren Aktaş, ilgili polisler hakkında da şikayette bulunmuştu.
‘Ses ver şiddeti durdur’ S
osyalist Kadın Meclisleri (SKM) kadına yönelik şiddete karşı ve kadın sığınma evlerindeki yetersizliğe dikkat çekmek için “Ses ver şiddeti durdur, Mezar değil, dayanışma evi istiyoruz” diyerek bir imza kampanyası yürütüyor. TRENDE B‹R MUTSUZ GEL‹N İl il stand açarak 1 milyon imzaya ulaşmayı hedefleyen SKM, son olarak HaydarpaşaGebze banliyö treninde gerçekleştirdikleri eylemle çevredekilerin dikkatini çekti. Elinde “Artık ölmek istemiyorum” döviziyle gelinlikli bir kadının yer aldığı eylemde diğer kadınlar da öldürülen kadınların fotoğraflarını taşıdı. KADIN C‹NAYETLER‹NE KARfiI TALEPLER SKM kampanya taleplerini şöyle sıralıyor: “Kadın cinayetlerine ve şiddete karşı geçici değil, etkin ve önleyici yasal tedbirlerin getirilmesini istiyoruz. Savcıların, şiddete uğrayan
kadının beyanını esas almasını, yerinde ve anında harekete geçmesini istiyoruz. NAMUS C‹NAYETLER‹ TCK’YA ALINSIN Erkeğe tahrik indirimi değil, ağır ceza uygulanmasını bu nedenle TCK'ya, 'kasten adam öldürme' suçunun ağırlaştırıcı hali olarak, 'namus cinayetlerinin de eklenmesini istiyoruz. Namus cinayeti davalarına kadın örgütlerinin de müdahil olarak kabul edilmelerini, 'haksız tahrik' kavramının TCK'dan çıkarılmasını istiyoruz. Şiddet gören kadınların güvenli biçimde kalabilecekleri 'Kadın Dayanışma Evleri'nin belediyeler tarafından açılmasını ve kadın örgütlerinin denetimi altında çalıştırılmasını istiyoruz.” M‹T‹NGLE SONA ERECEK SKM'nin “1 milyon imza” kampanyası 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Dayanışma Günü’nün ardından, 27 Kasım günü Ankara'da yapılacak mitingle sona erecek.
kamu vicdanında çok hızlı bir şekilde yer bulduğundan, çok daha görünür oldu. Görünür olması, insanın yaşam hakkını korumada bizim açımızdan da önemli. Çünkü bu sadece bir bakanın, bir hükümetin vereceği kararla çözülecek bir şey değildir. Bu tür görünürlük, toplumdaki herkesin bu konuda daha duyarlı olmasını, topyekun seferberlikle mücadele etmesini gerektiren bir alana dönüştü. Sosyal politikalar bakanlığı, bu olayları tek başına çözecek durumda değil. Birimlerarası organizasyon gerekiyor. Bakanlıklar arasında işbirliği gerekiyor” diye konuştu. Şahin’in çokça dillendirdiği işbirliği konusunda bir adım da İçişleri Bakanlığı’ndan geldi. Aile Bakanı’nın tüm bakanlıklarla işbirliği içinde olunması gerektiği konusundaki ifadelerinden sonra İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü Asayiş Dairesi içinde yeni bir birim kurdu: Aile İçi Şiddetle Mücadele Şubesi. Yeni şubenin kadını şiddet gördüğü evine geri gönderen polis modelinden farklı bir profil çizmeyeceği Bakanlık’ın söz verdiği politikalarından görülüyor. Bakanlığın “Amacımız, aileleri parçalamadan ve diri tutmak” diyerek özetlediği kadınaile politikaları aksini savunmanın doğru olmayacağını gösteriyor. Uygulamalara hızlı başlayan Bakan Şahin’in kadın cinayetleri ile ilgili bir de iddiası var. Tarihe not etmekte fayda var: “Bu cinayetlerin azaldığı bir zaman dilimini hızla yakalayacağız!”
Urfa’nın çocuk anneleri
Urfa’da iki gün içinde 11 çocuk Urfa Kad›n Hastal›klar› ve Do¤um Hastanesi’ne hamile oldu¤u için baflvurdu. Yafllar› 14 ve 17 aras›ndaki k›z çocuklar›ndan biri do¤um yapt›. Doktorlar›n flikayeti üzerine k›z çocuklar›n›n nikahs›z olarak zorla evlendirildi¤i ortaya ç›kt›. K›z çocuklar›n›n nikahs›z olarak birlikte yaflad›klar› erkekler gözalt›na al›nd›. Daha sonra “küçükle cinsel iliflki kurmak suçundan” tutuksuz yarg›lanmak üzere serbest b›rak›ld›lar. ‹ngiltere hükümetinin haz›rlad›¤› bir rapora göre dünyada her y›l 10 milyon k›z çocuk evlendiriliyor. Türkiye’de 18 yafl›n alt›ndaki k›z çocuklar›n›n yüzde 14’ü evli. Çocuk gelinler konusu haziran ay›nda The Guardian dergisinde ç›kan bir makalede ele al›nm›fl, Türkiye’de 15-49 yafllar›ndaki Türk kad›nlar›n›n yaklafl›k %40’›n›n 18 yafl›ndan önce evlendi¤i yaz›lm›flt›. Makalede çocuk gelinlerin kocas›n›n ailesi için ifl gücü olmas› amac›yla okuldan al›nd›¤›na de¤inilmifl, çocuk gelinlerin evlilik süresince kazan›lan mülklerde hakk› olmad›¤›na da dikkat çekilmiflti. Makalede ayr›ca, “Baflbakan Recep Tayyip Erdo¤an, 2003 y›l›nda o¤lunun Reyyan Uzuner ile evlenebilmesi için mahkemeden evlenme izni karar›n› sa¤lad›¤›na göre, erken evlilikler ve sonuçlar›n›n görünürde bir gelecekteki ulusal siyasi gündemin üst s›ralar›nda yer almayaca¤› kesin gibi görülüyor” ifadelerine yer verilmiflti.
11
YÜZ YÜZE 12 Ağustos 2011 / 25 Ağustos 2011
Kapıyı çalan bu kriz, o kriz mi?
Halk›n Sesi
2008’de patlak verip 2010’da kısmen yatıştıktan sonra dünyanın kapısını yeniden ve daha şiddetli biçimde çalacağına kesin gözüyle bakılan ekonomik kriz çok bekletmedi. Avrupa ve ABD’de borç ödemeleri konusunda yaşanan sıkıntılar, borsalarda ve kur hareketlerinde altüst oluşlara yol açtı. 2008 krizinde OECD ülkeleri içinde en büyük daralmayı yaşayan Türkiye, yeni hareketlilikte de borsası
en çok kaybeden ülke oldu. Bunun üretim, istihdam ve gelire yansımaları ise henüz açığa çıkmış değil. AKP hükümeti çelişkili açıklamalar ve tedbirlerle “risk var ama iyi yönetiyoruz” söylemine sarılmış durumda. Prof. Dr. Erinç Yeldan’a göre ise bu söylem, AKP’nin çaresizliğinin bir yansıması. Yeldan, “bu krizin sistemin krizi haline gelebilmesi için sınıf mücadelesi yükseltilmeli” diyor.
ÜRET‹MDE YAVAfiLAMA, ‹fiS‹ZL‹K VE ÜCRET DÜfiÜfiÜ KAPIDA
AKP’nin krize karşı çaresi yok
E
mekten yana güçler krizi halka iyi ifade edemediler. Kriz emekçileri ilgilendirmeyen borsa endeksine, döviz kuruna indirgenmiş durumda
E
mekçi sınıfları yeniden istihdam kayıpları, ücret kayıpları, örgütsüzleşme, parçalanma ile birlikte bozulan gelir dağılımı konjonktürü bekliyor
K
riz tartışmalarını izliyoruz. Hükümet kanadından birbiriyle çelişen açıklamalar geliyor. Merkez Bankası şaşırtıcı kararlar alıyor. Ne yapmaya çalışıyorlar? Hükümetin tavrı, çok iyi kurgulanmış bir ekonomi ve siyaset idaresinden ziyade içgüdüsel olarak rastgele verilmiş tepkiler bütünü izlenimi uyandırıyor. Her tepkinin ardından “galiba yanlış yaptık” veya “piyasalara’ yanlış mesaj verdik” gözlemi ile bir başka tepki veriyorlar. Mehmet Şimşek’in, Ali Babacan’ın, Merkez Bankası’nın, Zafer Çağlayan’ın verdiği tepkiler inişli çıkışlı bir içgüdüsel tepkileşme gibi. Çok iyi denetlenmiş, planlanmış, önceden de öngörülmüş bir projeye göre hareket ettikleri izleniminde değilim. Türkiye 2008 krizini önceki yıllarda olduğu gibi yaygın banka iflasları; fiyatlarda, döviz kurunda, faizlerde büyük hareketlenmeler şeklinde yaşamadı. 2008 krizi, doğrudan doğruya şirket iflasları, işsizlikte artış, üretim sektörünün çöküşü şeklinde yaşandı. 2000’li yıllarda Türkiye’nin küresel finansal sistemle olan ilişkileri çoğunlukla şirketlerin doğrudan borçlanması, şirketlerin küresel ekonomi ile doğrudan aktif menkul kıymet alım-satım işine girmesi ile belirlenmişti. Yurtdışından sermaye girişleri 2008’in son çeyreğinde yavaşlayınca şirketlerin borçları sürdürülemez hale geldi. Şirket iflasları yaşandı, üretim daraldı, yatırımlar ertelendi, üretim ertelendi, makine teçhizat ithalatı yavaşladı ve Türk sanayi reel anlamda yüzde 40'ı aşan bir daralma içine girdi. BANKACILIK SEKTÖRÜ RİSKLİ DEĞİL Bakan Mehmet Şimşek'in, “Türkiye için risk var fakat bu iyi idare ediliyor” sözü aslında riskin doğru tespit edilememesinden kaynaklanıyor. Bankacılık sistemi riskli değil. Çünkü bankacılık sistemi şu anda Türkiye ekonomisinin küresel ekonomi ile olan eklemlenmesinde çok aktif rol alan bir sistem değil. Aktif rol alan kesim şirketler. Bu kesim de ucuz dövizin getirdiği ithalat kolaylıkları nedeniyle sıcak paraya dayalı, ithalata dayalı bir büyüme içinde gözüküyor. Şimdi, 2011’in ikinci yarısında bütün dünya ekonomisinde bir durgunluk, sermaye akımlarında bir daralma gözleniyor. Bunun Türkiye’ye yansımalarında doğrudan doğruya tekrardan şirketler kesiminde üretimin yavaşlaması anlamında bir yavaşlama konjonktürüne gireceğiz. “Krizi iyi idare ediyoruz” sözü, sürekli olarak yabancı sermayeyi çekmeye yönelik bir söylem. Ama Başbakan’ın “teğet geçecek” söylemi halkta bir karşılık buluyor… Türk solu, daha doğrusu emekten yana güçler kriz olgusunu halka iyi ifade edemediler. Bu 2001 krizi ve 2001 sonrasında medyada yer alan birçok ekonomi programının ve kriz algılamasının etkisiyle, kriz emekçi halkı hemen hiç ilgilendirmeyen bir borsa endeksine, döviz kuruna, faiz oranlarına indirgenmiş durumda.
Fakat kriz, bu değil. Ne zamanki bütün bunlar, doğrudan doğruya istihdam kararlarına, yatırım kararlarına yansıyor, üretim duruyor, istihdam yavaşlıyor, tüketici güveni sarsılıyor. Kriz olgusunu ilk safta böyle anlıyoruz. Şimdi dünyanın hemen hemen bütün ekonomileri doğrudan doğruya bir üretim krizi yaşadı 2008'de. Türkiye de OECD ülkeleri arasında üretim ve istihdam krizini en ciddi yaşayan 2 ülkeden bir tanesiydi. İşsizlik oranındaki artış veya büyümedeki kayıplar bakımından değerlendirildiği zaman Türkiye ilk 3 ülkenin arasında yer alıyordu. Ama bankacılık sistemi üzerinden bir finansal kriz yaşamadı. Çünkü krizin aktörü dediğim gibi zaten bankacılık sisteminden ziyade şirketler ve hane halklarıydı. Küresel ekonomideki bu çalkantıyı Türkiye’nin reel ekonomi üzerinden yaşaması bu bakımdan çok doğaldı. Bir de hep dile getirilen, göz ardı etmememiz gereken bir olgu var. Türkiye’ye 2008 Ekim'inden 2009 Nisan sonuna kadar kaynağı belirsiz yaklaşık 18 milyar dolarlık bir sermaye girişi yaşandı. Bu da IMF ile stand by imzalama gerekçelerini ortadan kaldırdı. Konumuz değil ama bu para çok büyük olasılıkla şirket sahiplerinin, hane halklarının yurt dışında veya yurt içindeki kayıt dışı parayı kendi şirketlerini kurtarmak üzere sisteme dâhil etmesi sonucunda geldi. İlle de kara para olmak zorunda değil. Merkez Bankası önlem olarak yine yabancı sermayeyi çekmeye
“Türkiye için risk var fakat bu iyi idare ediliyor” sözü aslında riskin doğru tespit edilememesinden kaynaklanıyor yönelik bir “genişletici mali daralma” politikası izliyor. Bu 2001 konjonktüründe uygundu, çünkü dünya zaten bir likidite bolluğu içinde ve genişleme konjonktüründeydi. Yabancı sermaye kendisine yüksek rant elde edebileceği güvenilir az gelişmiş ülke pazarları arıyordu. Şimdi ise böyle “mali disiplini sağladık, biz çok sağlamız, gelin bize yatırım yapın” mesajı yankı bulmayabilir ve çok büyük olasılıkla bulmayacaktır. Burada Türkiye’nin geniş iç pazarının devreye sokulmasında çok büyük bir yarar görüyorum. Artık yabancı sermaye yatırımlarına değil ulusal tasarruflara dayalı bir ulusal yatırım projesinin devreye sokulmasının tam zamanı. Hâlbuki şu anda, “daraltıcı bir maliye politikasıyla yurtdışından yine sermaye girişleri sağlansın döviz kuru 1.70’lerden tekrardan aşağı çekilebilsin ve bu
durgunluğun getirdiği yumuşak yatırım ve tüketim psikolojisinin içinde çok yüksek olmayan bir cari işlemler açığı ile Türkiye 2011’i çıkarsın” beklentisi var. Anladığımız kadarıyla ekonomide bir daralma yaşayacağız. Hükümet de herhalde şöyle düşünüyor: “Finansal bir çalkantı olmasın da, zaten ekonomi daraldığı zaman biz bunu sıkıntısız atlatabiliyoruz. Dövizde aşırı sıçrama yaşanmasın, biraz yükselsin. Hem bundan ihracatçı yararlanır hem de cari açık azalır…” Kesinlikle. “Zaten yüzde 11’lik saman alevi gibi büyüme ve onun neden olduğu yüzde 10’luk cari açık kabul edilebilir bir seviye değildi. Şimdi, burada aşağıya doğru bir yavaşlama içine giriyoruz. Fakat çok da böyle işsizlik yaratacak büyük bir durgunluk değil. Bizim yüzde 6-7’lik bir büyüme hedefimiz zaten var, ona indirgeyecek, enflasyona da baskı yaratmayacak, finansal sistemde de büyük bir çalkantı yaratmayacak bir konjonktüre sürükleniyoruz. Ekonomi bu sayede kendi kendine cari işlemler açığını azaltır, yaz aylarında olduğumuz için mevsimsel etkilerden dolayı zaten istihdamda da bir canlılık yaşanır. Sanayideki olası daralmalar turizm ve tarımdaki mevsimsel istihdam ile bertaraf edilebilir” düşüncesi var. Şimdi bu tamamıyla edilgen ve Merkez Bankası’nın “önceden hazırlıklıyız” sözünü yadsıyan bir politika. “Ekonominin düşüşe geçmesinden rahatız. Bu çok da
büyük bir çöküntüye yol açmayacağa benziyor veya en azından biz buna kendimizi inandırdık, halkımız da bir an önce tedbirler almaya başlarsa 2011’in son aylarını yumuşak bir durgunlukla geçirebiliriz” temennisine dayanıyor. Hatırlarsınız 2009’un Mayıs ayına kadar, bütçe yasasında yüzde 4-5 büyüme hedefi vardı; 2009’un orta vadeli programında kendi kendilerini teğet geçtiğine inandırıp hiçbir tedbir almadılar. O dönem “teğet geçiyor, geçti, küresel krizi atlattık” temennisi ile geçtikten sonra birden bire cumhuriyet tarihinin en şiddetli daralmasıyla karşı karşıya kaldık. Şimdi, küresel ekonomide çok tehlikeli, büyük durgunluk diye ifade edilen konjonktür içindeyiz. Kapitalizmin içine düştüğü çelişkili ortamı öteleyecek, sermaye birikimini sürdürecek bir mali genişleme Amerika dâhil kapitalizmin kalelerinin yaratacağı miktarları aşmış durumda. Sistem kendi içinde sürdürülemez bir boyutta çatlama içine sürüklenmiş durumda. Bir yanda küresel anlamda büyük bir eşitsizlik var; bir yanda mal, sanayi üretiminin sürdüğü Çin, Hindistan bölgesinde yoğun emek sömürüsüyle birlikte ücret avantajlarından kaynaklanan birikim fazlası var. Öbür tarafta da bunu tüketebilecek tüketim fazlası bir türlü yaratılamıyor. Şimdi dünyanın büyük bir durgunluk konjonktüründe olduğu bir dönemde Türkiye ekonomisinin bu kadar dışa bağımlı yapısının yarattığı yapısal sorunlar, çatlaklar Türkiye’yi nereye sürükler bunu bilemeyiz. Çok yüksek büyüme oranlarına rağmen Türkiye’nin 2001 krizi öncesinde yüzde 5-6 düzeyinde olan işsizlik oranına inemedik. Çünkü Türkiye istihdam yaratacak bir büyüme içinde değil. Şimdi tekrardan bir yavaşlama, durgunluk konjonktürüne giriyoruz bu son tablo Türkiye’de istihdamın bu şekilde artırılamayacağını, işsizliğin yüzde 10’un altına düşürülemeyeceğini gösteriyor. Bunun üzerine bir de mali disiplin sözü ile betimlenen bir mali daralmadan, sosyal yardımlar ve sosyal harcamaların daraltılacağından çok büyük bir olasılıkla memur maaş ve ücretlerinin tekrardan bir negatif seyir içine gireceğinden emin olabiliriz böyle bir dönemde emekçi yığınları yeniden istihdam kayıpları, ücret kayıpları, örgütsüzleşme, parçalanma ile birlikte bozulan gelir dağılımı konjonktürü bekliyor.
“Makroekonomik temelimiz sağlam” yalanı
“
Makroekonomik temeller sağlam” cümlesi tamamıyla gerçek dışı. Makroekonomik temel dediğimiz gösterge iç tasarruf yatırımı dengesi ve dış tasarruf dengesidir. Cari işlemler açığı diye dile getirilen büyüklük milli gelir muhasebesinin tanımı gereği içerde tasarruf yatırım dengesinin bozulduğu anlamına geliyor. Türkiye bugün milli gelirinin yaklaşık yüzde 10'u kadar bir dış açık yaşıyorsa, bu, tasarruf ve yatırım dengesinin milli gelire oran olarak fiilen yüzde 10 bozulmuş olması anlamına gelir.
Dolayısıyla makroekonomik temellerin yüzde 10 saptığı bir ekonomide makroekonomik temeller sağlıklıdır demek milli gelir muhasebesini tamamıyla göz ardı etmektir. Türkiye ekonomisinin 1980'den sonra girdiği yolda ('94 krizi, '98 durgunluğu, 2001 krizi gibi tökezlemelerin dışında) Türkiye ekonomisinin bütün geleceği yabancı sermayenin, sıcak para dediğimiz spekülatör sermayesinin kaprislerine bağımlı hale gelmiştir. Türkiye ancak döviz girişi olduğu sürece üretimini finanse edebilmekte, büyüyebilmektedir.
Bu sisteme savaş lazım 2
008 yılında Milliyet’te yayınlanan söyleşinizde “ Bu krizin ardından düzeltici savaşlar gelebilir” sözünüzü 3 yıl sonra tekrardan yorumlarsanız, neler söylemek istersiniz? Dünya kapitalizmi artık bir savaş konjonktürü olmadan sermayeyi yönetemez konuma sürüklenmiş durumda. Bu sadece Keynesgil anlamda talep yaratma ya da iktisadi artığı şu ya da bu şekilde yakma meselesi değil. Aynı zamanda bu tip krizlerin ortaya döktüğü sosyal çalkantıların da ya milliyet temelinde ya etnik temelde ya da dini temelde kamufle edilmesi yani bir tarafa kanalize edilmesi gerekiyor yoksa bunların bir emek-sermaye çelişkisine dönüşmesi durumunda krizin sistemin sonunu getiren krize dönüşmesi kaçınılmaz olacak. İhtiyaç duyulan savaş ille de bir nükleer savaş ya da 3. Dünya Savaşı olmak zornda değil. Bölgemizde yaşanan son gelişmelere de bu gözle bakabiliriz. Emperyalistler ellerinde cetvel ve pergelleriyle yeniden Ortadoğu haritasının başına geçmiş durumdalar.
Bu nasıl etkilenmeyiş T
ürkiye’nin 2008 krizi ile ilgili olarak “krizden etkilenmedik” söyleminin ciddiye alınacak bir tarafı yok. Sanayi yüzde 40 çöktü, 1 milyon yeni işsiz ortaya atıldı, sadece sanayi sektöründe 400 bin kişi işsiz kaldı. Böyle bir konjonktürde tartışmanın özü “biz krizden etkilendik mi etkilenmedik mi, şimdi etkilenir miyiz” olamaz. Niye finans sektöründe herhangi bir intibak mekanizması devreye girmeden doğrudan doğruya reel sektörün bütün intibakı üzerine aldığı, emekçi kesimlerin büyük bir işsizlik, onun getirdiği büyük bir ücret daralması, sosyal yardımların çökmesi ve yoksulluğun artması ile yüz yüze geldiği bir kriz yaşadık; bunun üzerinde durmak gerekiyor. 2011’deki bu yeni durgunluk konjonktüründen Türkiye nasıl etkilenir; bunu tartışmamız gerekiyor. 2008’in dersleri bize gösteriyor ki yabancı sermayenin girişlerinin yavaşladığı bir konjonktürde Türkiye çok şiddetli bir reel sektör krizine sürükleniyor. Şimdi bu konuda alınmış hemen hemen hiçbir tedbir yok.
12
DOSYA 12 A¤ustos 2011 / 25 A¤ustos 2011
Halk›n Sesi
Demo krasi mi d ediniz? çevreler Liberal ve muhafazakar esinin askeri otoritenin geriletilm l olduğu demokrasi için yeter koşu Kuşkusuz tezini işleyip duruyorlar. rejimin Türkiye’deki faşist baskı iç iktidar temel taşı olan ordunun laştırılması mekanizmalarından uzak t bu konson derece önemli. Faka in ağırlık umlanmanın ardında rejim beral merkezini değiştiren neoli var dönüşüm ve AKP iktidarı
Köyün tek muhtarı ve TSK’nın dönüşen konumu YAŞ toplantısından hemen önce Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları istifa etti. Bu istifalar rejimin şiddet aygıtlarının ve TSK’nın yeniden yapılandırılmasında bir dönüm noktası oldu
TUFAN SERTLEK
Y
AŞ toplantısında Erdoğan’ın masanın başında tek başına verdiği poz bütün iktidar yandaşlarını sevinçten çıldırttı. İşte nihayet Türkiye’de demokrasiyle yönetilen ülkelerdeki gibi sivil otoritenin kesin üstünlüğü ilan edilmiş oldu. Aslında ne olup bittiğini Bülent Arınç son derece yalın biçimde ifade etmişti: “Bizim Anadolu'da bir tabir var, 'Bir köyde iki muhtar olmaz' derler. Kanun kime başkanlık yetkisini ve imkanlarını vermişse toplantıya o başkanlık eder.” 3 Ağustos tarihli gazetelerde yer alan bu sözler aslında meselenin ideolojik bir kavgadan çok iktidar koltuğunda kimin oturacağıyla ilgili olduğunu gösteriyordu. S‹V‹LLEfiME AMA DEMOKRAT‹KLEfiME DE⁄‹L Liberal ve muhafazakar çevreler askeri otoritenin geriletilmesinin demokrasi için yeter koşul olduğu tezini ısrarla işleyip duruyorlar. Kuşkusuz Türkiye’deki faşist baskı rejimin temel taşı olan ordunun iç iktidar mekanizmalarından uzaklaştırılması son derece önemli. Bunun bir demokratikleşme imkanını ortaya çıkardığı da tartışmaya değer bir konudur. Ancak bunu söyledikten hemen sonra iktidar mekanizmalarından
uzaklaştırılan askeri-militer yapı ve mekanizmaların yerine ne getiriliyor, sorusunun cevabını aramaya başlamazsanız ileri sürdüğünüz tezin hiçbir inandırıcılığı kalmaz. Zira belki Türkiye’de şimdiye kadar baskıcı rejimlerin hamisi ve uygulayıcısı hep ordu olmuştur ama siyaset biliminden biraz anlayanlar bilir ki sivil iktidarlar da askeri darbelere parmak ısırtacak diktatörlük rejimleri kurabilirler.
Bunun örnekleri yeterince bilinmektedir. Hep söylenegeldiği üzere Hitler iktidara askeri bir darbeyle değil seçimle gelmişti. S‹STEM DE⁄‹fi‹KL‹⁄‹ Öncelikle tespit etmemiz gereken şey AKP’nin topyekûn bir sistem değişikliğine gittiğidir. Bu değişikliği kabaca “laiklik elden gidiyor, yerine dinci bir düzen geliyor” diye tarif etmek yeterli değil.
AKP ve Erdoğan’ın yeniden yapılandırdığı Türkiye’yi anlamak için bu sürecin ilk başına yani 12 Eylül’e ve hemen devamındaki Özal iktidarına dönersek fotoğrafı daha net görme imkanı bulabiliriz. ORDU ARTIK REJ‹M‹N A⁄IRLIK NOKTASI DE⁄‹L O fotoğraf neoliberal yeniden yapılanmanın gerektirdiği iktidar kaymalarını bize çok daha açık olarak göster-
Bu dönüşüm hem TSK’nın yapısal olarak dönüşümünü hem de TSK’nın bir önceki dönemde bekçisi olduğu rejimin dönüşümünü içeriyor. Rejim neoliberal ilkelerle AKP kadroları tarafından şekillendiriliyor
mektedir. Türkiye’nin asıl sıkıntısı laiklikten dinci bir düzene geçiş değil, ulus devlet modeline göre kurulmuş bir kapitalist düzenin ulusötesi sermayenin yeniden yapılanmasına adapte edilmeye çalışılmasıdır. Emperyalist güçler bu sürecin yöneticisi olarak ulusal devletin kurucusu ve sahibi orduyu değil cumhuriyetle kavgası olan muhafazakar-dinci liberal bir siyasal aktörü tercih etmesi son derece anlaşılabilir bir olgudur. Ordunun eski sahibinin bu tercihine direnmesi, tepki göstermesi son derece anlaşılabilir. Bugüne kadar AKP’ye karşı taciz atışlarından öte ciddi bir hamle yapamaması ve en son istifalarla da teslimiyeti kabul etmesinin arkasındaki esas mesele “milletin iradesi”ne boyun eğmesi değil, eski binicisi emperyalizmin karşısındaki boynu kıldan ince halidir. Bu tartışmalar bütünüyle bahsettiğimiz neoliberal yeniden yapılanmanın kaçınılmaz sonucu olarak ordunun yeniden konumlandırılması meselesi olarak görülmelidir. Dolayısıyla YAŞ öncesi ve sonrası gelişmeler sadece Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesindeki değişimlerle değil ancak bir bütün olarak ele alındığında gerçek anlamıyla anlaşılabilir. O yüzden sadece tasfiye edilene bakmak yerine rejimin aygıtlarının ve tamamının yeniden yapılandırılmasına da bakmak gerekli.
Kurumlar dönüşüyor, AKP devletleşiyor Rejimin dönüşümünde yeniden yapılandırılan ve konumlandırılan tek kurum elbette TSK değil. AKP döneminde devletin diğer şiddet aygıtları da hem dönüştü hem de dönüşümde rol aldı I DGM’ler kalktı da özgürlük ortamı mı yeşermeye başladı? Aksine Özel Yetkili Mahkemeler ve savcılar yeni rejimin en etkili operasyonel aygıtları oldular ve DGM’leri aratır hale geldiler. 2004 yılında değiştirilen Türk Ceza Kanunu (TCK) ve 2006 yılında değiştirilen Terörle Mücadele Kanunu (TMK) toplumsal muhalefetin baskı altına alınmasında etkili bir biçimde kullanıldı. Muğlak bırakılan suç tanımları, çerçevesi geniş tutulan örgüt üyeliği, örgüt üyesi olmamakla beraber örgüt adına suç işleme ve örgüt propagandası suçları ile basın ve muhalefetin baskı atına alınmasında kullanılan KCK, Devrimci Karargah davalarının ve kontrgerillanın yeniden dönüşümü ve rejim içi ilişkilerin tasfiyesinde kullanılan Ergenekon davalarının yasal zeminleri oluşturuldu. I HSYK ile neredeyse hiç sektirmeden bütün yargı süreçlerine her aşamada müdahale edilerek şimdiye kadarki bütün teamüller alt üst ediliyor. Yargı bütünüyle hiçbir görece özerkliği kalmamacasına AKP’nin sopası gibi davranıyor. HSYK Deniz Feneri soruşturması başlatan savcılara müfettiş gönderiyor, Başbakan’ın “yıkın” dediği heykelle ilgili “yürütmeyi durdurma” kararı veren hakimi anında Kayseri’ye sürgün ediyor. Benzer bir dizi atama yapılıyor I AKP’nin ve cemaatlerin
‘Savaşla yönetmek’ Savafl neoliberal kapitalist uygulamalar› en iyi örten, kitlelerin büyüyen tepkisini baflka yere yönelten çok amaçl› bir alet gibi duruyor. AKP de t›pk› kendisinden önceki hükümetlerin yapt›¤› gibi Kürt savafl›n› ülkeyi yönetmenin arac› olarak kullanabilir. Üstalik Silvan’da PKK’n›n gerçeklefltirdi¤i sald›r› sonras› TSK’n›n gücünü ald›¤› Kürt sorunundaki rolünün de¤iflmesi rejimin ayg›tlar›n›n yeniden konumlanmas›nda ve inisiyatif almas›nda da etkili bir zemin yarat›yor.
kadrolaşmasının odağı olan polis teşkilatında da neoliberal dönüşümle uyumlu değişiklik ve düzenlemeler yaşadı. I Kürt sorununda tansiyonun yükselmesi ve Silvan’da yaşanan çatışmada 13 askerin ölmesi ile birlikte hükümet, polisi terörle mücadelede daha da etkinleştirme kararı aldı. Kirli savaşın ‘vurucu gücü’ Özel Harekatçılar’ın PKK’ye karşı mücadelede sayılarının arttırılarak kullanılması planı gündeme geldi. Hükümet ‘terörle mücadele’den taviz vermeyeceğini belirterek yeni planını açıkladı. Bu plana göre Halen 57 kentte konuşlu bulunan ve sadece polis sorumluluk bölgesindeki olaylara müdahale eden özel harekatçıların 6
bin 600 olan sayısının, yeni düzenlenecek kurslarla 15 bine çıkarılacak. I Bu tasarıların yanı sıra bugüne dek hayata geçen uygulamalar da polis teşkilatının yetkilerini genişletmişti. Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda 2007 yılında yapılan değişiklikle polisin yetkileri genişletildi. Bu kanunun polise verdiği “dur” ihtarına uymayanlara ateş yetkisi İHD verilerine göre AKP döneminde 333 kişinin hayatına mal oldu. I Polise verilen geniş zor kullanma yetkisi Aralık 2010’da Dolmabahçe’de öğrencilere dönük polis şiddetini ve 31 Mayıs günü Hopa’da
Başbakan’ın protestosu sırasında yaşanan polis şiddetine bizzat başbakanın (“Polisi kimsenin şamar oğlanı yaptırmam” açıklaması) verdiği destek açıklamalarıyla fiili olarak da desteklendi. I Polise önemli bir yetki de 2011 yılının ilk günlerinde verildi. Ocak ayında harp silahlarına ilişkin tebliğde yapılan düzenleme ile polise harp silahı ithal etme yetkisi verildi. 1 Ocak 2011 günü yürürlüğe giren ‘Harp Silahları, Bunların Aksam ve Parçalarının İthaline İlişkin Tebliğ’ ile birlikte uygun görülen durumlarda MİT, Emniyet Müdürlüğü ya da OHAL Valilikleri ağır silah alımı yapabilecek
I Polisin bu süreçteki şevkini arttırmak için askerlikten muaf tutulmaları ve seçim sonrası “seçimler olaysız geçti” diye bol keseden ikramiye dağıtmaları ordunun yerini alacak güzide baskı aygıtına ne kadar önem verdiklerini gösteriyor. I Artık gazetecilerin bile soru sormaya korktuğu bir Başbakanımız olduğu yabancı basının Türkiye ile ilgili değerlendirmelerinde önemli bir yer kaplıyor. Muhalif bir gazetenin kapatılması yetmiyormuş gibi gazetecinin meslekten men edildiği yargı kararı Türkiye’de tek parti dönemini bile kıskandıracak bir zulüm düzeni inşa edildiğini gösteriyor.
TSK’nın ‘normal’ konumuna çekilmesi 2
9 Temmuz Cuma akşamı borsa kapandıktan hemen sonra ve YAŞ toplantısından hemen önce TSK’nın komuta kademesi görevini bıraktı. Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner, Kara Kuvvetleri Komutanı Erdal Ceylanoğlu, Deniz Kuvvetleri Komutanı Eşref Uğur Yiğit ve Hava Kuvvetleri Komutanı Hasan Aksay istifa etti. İstifalar rejimin şiddet aygıtlarının ve TSK’nın yeniden yapılandırılmasında bir dönüm noktası oldu. Ordu hem rejim içinde hem de uluslararası düzlemde yeniden konumlanıyor. NATO ORDUSU YEN‹ KONSEPTE UYUM SA⁄LIYOR Her şeyden önce TSK NATO’ya bağlı bir ordu. Planlanan dönüşümü de NATO’nun yeni güvenlik konseptine ve ‘savunma stratejisine’ uyumlu bir biçimde gerçekleşiyor. Ordunun ‘profesyonelleşerek küçülmesi’ anlayışıyla sürdürülen bu dönüşüm de NATO stratejilerinin bir parçası. TSK küçülmeyi, küçülürken de etkinleşmeyi hedeflediği bu dönüşümü 2004 yılında başlattığı ‘TSK Personel Yönetim Sistemi 2010’ projesi ile hayata geçiriyor. Tümenalay esasına dayalı örgütlenmenin yerini tugay-tabur esasına dayalı bir ordu tipi alırken, modernizasyon çalışmaları ile ordunun donanımı yenileniyor. NATO’nun çizdiği bu yeni plan TSK’daki yapısal dönüşümün bir ayağını oluşturuyor. TSK’nın rejim içerisindeki konumunun değişmesi de ikili ve karşılıklı bir dönüşüm sürecinin ürünü. Neoliberal dönüşümün Türkiye’deki kurucu gücü AKP rejimin dönüşümünde de aynı rolü oynuyor. Sömürge tipi faşizmin kurumları neoliberal ilkelere göre yeniden düzenleniyor. Geçmişte TSK merkezli, polis, yargı, istihbarat ve bunların sivil uzantılarından oluşan şiddet aygıtları artık AKP (sivil) merkezli olarak yeniden yapılandırılıyor. TSK’nın geçmişte devlet iktidarı karşısında elini kuvvetlendiren her türlü yasal ve toplumsal dayanak ortadan kaldırılıyor. YAŞ’ın hemen ardından geçmişte darbelerin yasal
dayanağı olarak sunulan TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35’inci maddesinin değiştirilmesi siyasi partilerin gündeminde. Umumi Vazifeler başlığı altında TSK’nın görevlerinden birini düzenleyen 35’inci madde “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır” diyor. Bu maddede yer alan “kollamak” ifadesinin darbelerin yasal dayanağı olduğu için çıkarılması ve yeni düzenlemenin ekim ayı içerisinde TBMM gündemine getirilmesi planlanıyor. Bu düzenlemenin yanı sıra hükümetin yeni yasama yılında TSK’nın İç Hizmet Kanunu, Personel Kanunu’nu değiştirmeyi planladığı biliniyor. Genelkurmay Başkanı’nın Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı ve Başbakan’dan sonra dördüncü sırada geldiği devlet protokolü uygulamasında sıralamanın değişmesi ve Genelkurmay başkanının milli savunma bakanının arkasında yer almasına yönelik düzenlemeler yapılacağı; Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na, Jandarma Genel Komutanlığı’nın da İçişleri Bakanlığı’na bağlanması için yasal düzenleme yapılması hedefi parlamento muhabirlerinin sık sık dile getirdiği meclis gündemleri olarak yer alıyor. YEN‹ DÜZEN YEN‹ KONUM Bu planların yanı sıra şu ana dek hayata geçen bir dizi uygulama da yine TSK’nın rejim içindeki ‘özerk’ ve egemen konumunu değiştiren niteliklere sahipti. Askerlerin örgütlü suça karışmaları durumunda sivil mahkemelerde yargılanmasının önünü açan 5918 sayılı ‘Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’ ise 8 Temmuz 2009’da Abdullah Gül tarafından onaylanarak yürürlüğe girmişti. Balyoz davası ve Ergenekon soruşturmasındaki askeri gözaltılar bu kanun sonrası yaşanmıştı. Balyoz davası ile ilgili soruşturma nedeniyle 2010 yılı YAŞ toplantısında TSK kurmay kadrolarına ilişkin atamalarda AKP’nin inisiyatif almasının önü açılmış, AKP’nin kendisi ile daha uyumlu bir kurmay kadroyu oluşturmasına imkan tanınmıştı.
13
TARİH 12 Ağustos 2011 / 25 Ağustos 2011
Halk›n Sesi
Tiz hazineye maaş emri verile... E
mniyet Genel Müdürlüğü, 12 Haziran seçimlerinde görev alan 137 bin polise maaş ödülü verdi. Buna göre, il emniyet müdüründen polis memuruna kadar tüm rütbedeki polisler görev yaptığı birim ve görevin niteliğine göre 2-25 maaş arasında ek maaş alacak. Emniyet Genel Müdürlüğü Taltif Komisyonu, daha önce de 12 Eylül’deki referandumun ardından 102 bine yakın polise ek maaş vermişti. Ancak, polise böyle cömert davranılırken, yine seçim döneminde fazla mesai yapan nüfus ve vatandaşlık işleri çalışanlarının 3 aylık fazla mesai ücretleri hiç ödenmedi. Sadece son bir ay için %53 ek ödeme kararı verilmiş, Büro Emekçileri Sendikası ödenmeyen mesailer için eylem yapmıştı. AKP’nin yeni dönem iktidarına başlarken, seçim günü asayişi münasebetiyle, kolluk kuvvetlerine “taltif”i (TDK: Birini nişan, madalya, aylık artırma vb. şeylerle ödüllendirme) Osmanlı’da tahta çıkan hükümdarın kapıkulu ocaklarına, devlet erkanına bahşiş dağıtmasını hatırlatıyor. ‘KULLARIMIN BAHŞİŞİ MAKBÜLDÜR’ Bahşiş verme işi, Osmanlı’da tahta çıkma (cülus) vesilesi ile yapılan törenlerin önemli bir ayağıydı. Cülus töreni dahilindeki diğer uygulamalar gibi hem meşruiyet zeminini sağlamakta hem de sembolik ifadeler taşımaktaydı. Padişahın tahta çıkar çıkmaz kullarına ihsanlarda bulunması siyasal iktidarın kabullenirliğine katkıda bulunurken bahşiş dağıtılan kimselerin de itaati sağlanmaktaydı. Bahşiş dağıtılanların dönemin iktidar aygıtının önemli bir ayağı olan askerler olduğu düşünülürse itaatin gerekliliği daha açık görünmekte. Cülus verilmesi iki şekilde olurdu; “cülus terakkisi” adı verilen yeniçeri ve devlet görevlilerinin ulufelerine yani maaşlarına zam yapılması veya “cülus in’amı” adı altında bir defaya mahsus para verilmesi. Osmanlı’da da bu bahşişinin dağıtımı için bir divan toplanır ve bahşiş ulufe düzeni üzerinden belirlenir, padişahın yazılı emri gelince de önceden keseler içinde hazırlanmış olan paralar dağıtılırdı. Osmanlı Tarih Deyimleri ve
İktidarı boyunca halkla tebaa ilişkisi kuran AKP, icraatlarına bir yenisini daha ekledi. Yeni iktidarına başlarken kolluk kuvvetlerine maaş ödülü verdi. Bu uygulama Osmanlı’da padişahların Yeniçerilere dağıttığı Cülus’u hatırlattı
Osmanl› padiflah›n›n tahta ç›kma töreni iktidar›n›n meflruiyeti aç›s›ndan önemli sembolik ifadeler tafl›maktayd›. Padiflah›n tahta ç›kar ç›kmaz kullar›na ihsanlarda bulunmas›, bahflifl da¤›tmas› bunlardan biriydi. Bahflifl da¤›t›m›, üstünlük göstergesi oldu¤u kadar ba¤l›l›k arac› ve itaati devam ettiren bir araç olarak da önemliydi. Terimleri Sözlüğü’nde M. Zeki Pakalın’ın aktardığı biçimiyle merasim şöyle gerçekleşirdi: “Padişahın kapukulu askerine cülûs bahşişi verirken bunu bizzat kendisinin ‘kullarımın bahşiş ve terakkileri (yevmiyelere yapılacak zam) makbulümdür verilsin’ demesi ve bu sözün asker tarafından işitilmesi âdetti. Yeniçeriler padişahın ağzından bahşiş ve terakkilerinin verilmesini işitince derhal halka olur, Ocak başçavuşu, Yeniçeri ocağından ölenlerin, geçmiş Osmanlı padişahlarının ruhlarına ve
yeni padişahın selâmetine duâ eder ve Yeniçeriler âmin diyerek fatihâ okunduktan sonra merasim son bulurdu” Yine Pakalın’ın Maliye Nazırı Abdürrahman Bey’den aktardığı bir pasaja göre, Osmanlılarda ilk cülus bahşişi Fatih ile başlamıştır. Karaman’a sefere giden Fatih, izin vermediği halde yeniçerilerin burayı yağmalaması üzerine önce elebaşlarını yakalatıp dövdürtüp görevden aldırmış daha sonra da İstanbul kuşatmasına götüreceği askerin kalbini kırmış olma-
mak için on kese bağışlamıştı. Fatih’in verdiği bu bahşiş daha sonraları taht pazarlık konuları arasında geçecek kadar önem kazanmıştı. IV. MURAT NEDEN AĞLADI Meselâ Sultan II. Selim, cülusu sırasında bahşiş dağıtmak istemeyince yeniçerilerin ‘kıpırdanmalarına’ sebep olmuş, ancak bahşişlerinin ve zamlarının verilmesini emrederek ortaya çıkabilecek büyük bir olayın önüne geçebilmişti.
Cülus merasiminin bitmesi üzerine “Tiz cülus in’amı içün hazineye” emrini veren IV. Murat ise hazinenin boş olduğunu görünce ağlar, Evliya Çelebi’nin aktardığına göre. IV. Murat’ın bu hali, kendisinden önceki padişah II. Osman’ın tahttan indirilerek katledilmesinden ayrı düşünülmemeli elbette. 1648’de tahta çıkan IV. Mehmet’in cülusunda yeniçeri ocağına ve zabitlerine verilen cülus bahşişi akçe hesabı, bu bahşişlerin maliyeti hakkında fikir
vermekte: Yeniçeri ağasına 100 bin, yeniçeri katibine 9 bin, sekbanbaşıya 30 bin yeniçeri kedhüdasına 7 bin, her yayabaşı ve yeniçeriye 3 bin akçe, verilen cülus bahşiş miktarı toplamda 660 bin akçeyi bulmuştur. Bu cülusları ödeyebilmek için geçici çarelere başvurulmak zorunda kalındığını belirtmek gerek. DEVLET NAMUSU MESELESİ 18. yüzyıl başlarında birkaç kez defterdarlık görevinde bulunan Sarı Mehmet Paşa "Nesâyih ül-vüzerâ v'elümerâ veya Kitab-ı Güldeste" isimli kitabında, uzayan seferler ve gelir azlığı nedeniyle hazinenin tamtakır olduğunu belirterek “cülus bahşişleri ve yeniçeri maaşlarına zam için gerekli büyük ölçüde paranın tedarikinde herkes şaşırıp kalmışlardı. Kul tayfasının zammın tez olmasını isteme bahanesiyle edebli davranış dışı küstahça hareketlere kalkışmaları Padişâh'ın gönlünü üzmeye sebep olmakla Tanrı yardımiyle culûs-u hümâyun in'âmı için gereken üç bin altı yüz seksen sekiz kese miktarı akçenin sağlanmasına çok önem verip... Tanrı'ya şükür kolayca ve hoşa gider bir tedbirle Padişahın devlet namusu yerine getirildikten sonra” paraların ödendiğini yazar. Mehmet Paşa’nın defterdarlık görevine birkaç kez gelip gitmesinin de yine bu cülus bahşişleri ile ilgili olduğunu belirtmek gerek. Sultan Mustafa tahttan indirilerek yerine III. Ahmet geçirilirken askerlerin ücretlerinin ödenmemesi yüzünden çıkan isyanda defterdar olarak Mehmet Paşa kusurlu görülmediği için başı istenmememişti ama isyancılar Muhsinzade Abdullah Efendi'yi defterdar seçtiler. Ancak yeni defterdar, maaş ve cülus bahşişlerini karşılayacak parayı bulamayınca askerler Mehmet Efendi'ye haber gönderdiler ve defterdarlığı ona teklif ettiler. Mehmet Efendi de hayatına ve mallarına dokunulmayacağına dair teminat aldıktan sonra teklifi kabul etti. Cülus bahşişi verilmesi 1774’te I. Abdülhamit’in hükümdarlığına kadar devam etmişti. 1. Abdülhamit tahta çıktığı zaman Ruslarla devam eden savaşın maliyeti nedeniyle bahşiş verilmemiş, daha sonra da uygulama bırakılmıştı.
Proletaryanın savaşçısı ve öğretmeni: Engels Engels, her zaman kendisini Marx’tan sonraya koymufltu: "Marks yaflamdayken, ben ikinci keman oldum"
Sosyalist iktisatçı Kafaoğlu’nu yitirdik İ
ktisatçı Arslan Başer Kafaoğlu 28 Temmuz’da yaşamını yitirdi. Eleştirel iktisat çalışmalarının önemli isimlerinden Prof. Korkut Boratav’ın ''Güncel iktisada hakimiyetiyle Marksist perspektifin değer yargılarını birleştiren sağduyulu bir iktisatçı'' olarak nitelediği Kafaoğlu, uzun yıllar Maliye Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nda görev almış darbe sonrası kamu alanından çekilmişti. Sosyalist Kültür Derneği’ne katıldı, Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu, SHP Parti Meclisi üyeliğinde bulundu, Birleşik Sosyalist Parti, Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nde mücadele etti. Demokratik Devrim Derneği ve İnsan Hakları Derneği'nin kurucuları arasında yer aldı. 26 Aralık 1979'da faşizme karşı direniş felsefesi ile yayın hayatına başlayan, zaman zaman yasaklanan, muhabir ve yazarları öldürülen ve nihayet 12 Eylül 1980'de de kapatılan günlük Demokrat gazetesinin kurucuları arasında yer aldı. 24 Ocak kararları ile gelen dönüşüme
ve 1980'lerle birlikte hız kazanan özelleştirme politikalarına eleştirel bir tavırla karşı çıkan isimlerden Kafaoğlu’nun enflasyon, yoksulluk, gelir dağılımı, tarım, bağımlılık gibi geniş bir alanda eserleri vardı. Çevirileriyle de iktisat alanına katkıda bulunan Kafaoğlu, en son Aydınlık gazetesinde köşe yazarlığı yapıyordu. Arslan Başer Kafaoğlu, 1980'lerin başında Maliye Bakanlığı yapan ve 24 Ocak kararlarının alınması ve uygulanmasında önemli roller oynayan Adnan Başer Kafaoğlu'nun da kardeşiydi. 12 Eylül’ün ardından Sıkıyönetim Komutanlığı’nın günlük yayımladığı duyuruların 1 Şubat 1983 tarihli sayısındaki 5 ve 7. maddelerinden de bu ayrılığı okumak mümkün: “Milliyet gazetesinde Maliye Bakanı Adnan Başer Kafaoğlu’nun ekonomik konulara ilişkin demeci yayımlandı... Hakkında gıyabi tutuklama kararı bulunan ekonomist yazar Arslan Başer Kafaoğlu teslim olduğu İstanbul 2 Numaralı Askeri Mahkemesi’nce tutuklandı...”
F
riedrich Engels, 5 Ağustos 1895'te Londra'da öldü. Ölümünün ardından Lenin kaleme aldığı yazısında; Engels'i, Marx'la birlikte işçi sınıfının, burjuvazi ile birlikte kaçınılmaz olarak proletaryayı yaratan iktisadi sistemin zorunlu bir sonucu olduğunu ilk gösteren kişiler olarak belirtir. İşçi sınıfının kurtuluşunun örgütlenmiş sınıf savaşımı olduğu, sosyalizmin, modern toplumdaki üretici güçlerin gelişmesinin nihai amacı ve zorunlu bir sonucu olduğu açıklamasını ilk kez yapanlar yine
onlardır. Engels, 1820 yılında, Prusya krallığının Ren eyaletindeki Barmen'de, Almanya'nın bugün Wuppertal olarak bilinen şehrinde, varlıklı bir tekstil fabrikatörünün oğlu olarak doğdu. Engels, proletaryayı, İngiltere'de, babasının ortağı bulunduğu ticarethanede çalışmak için 1842 yılında geldiği, İngiliz sanayiinin merkezi olan Manchester'de tanıdı, yaptığı gözlemler ve çalışmaları sonucunda 1845'te İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu'nu yayınladı. Bu eserin en temel özelliği proletaryanın sefalet
koşullarını tüm çıplaklığıyla betimlemesi değildi; onu ölümsüz kılan esas şey, işçi sınıfının acınacak bir sınıf olmadığını, kapitalist üretim tarzının işçi sınıfını zorunlu olarak mücadeleye ittiğini ve mücadele eden işçi sınıfının kendisiyle birlikte toplumu kurtaracağını ileri sürmesiydi. Engels'in, İngiltere'de işçi sınıfının durumu üzerine yazmış olduğu kitabının temel fikirleri, proletaryanın tümü tarafından benimsenen, ama o zaman, tümüyle yeni olan fikirlerdi ve derin bir etki yarattı. Engels'in kitabı, modern proletaryanın duru-
munu en iyi biçimde sergileyen bir belge olarak, her yerde anılmaya başlandı. 1844'te Paris'le Karl Marx'la bir araya geldikten sonra yaşam boyu sürecek bir dostluk ve yoldaşlık başladı, beraber ortak çalışmalara imza attılar. Marx'ın ölümünden sonra Kapital'in üçüncü ve dördüncü ciltlerini yayınladı. Bütün yaşamı boyunca sosyalizm için çalışan Engels, teorik çalışmalarıyla dünyada yeni bir çığır açarken pratik katkıları ile de işçi sınıfı mücadelesinde yer aldı.
SPOR
14
12 A¤ustos 2011 / 25 A¤ustos 2011
Halk›n Sesi
NBA’de hak mücadelesi B
eşiktaş Erkek Basketbol Takımı’nın Amerikan Profesyonel Basketbol Ligi takımlarından New Jersey Nets’ten transfer ettiği Deron Williams, basketbolda yeni sezon öncesinde büyük bir heyecan yarattı. Dünyanın en iyi basketbolcularından Williams’ın kesinleşen transferine ve Kobe Bryant, Kevin Durant gibi isimlerin de transfer için adının geçtiği bu döneme, bu oyuncuların hakları için verdiği mücadele sayesinde tanık olabildik. En iyi basketbolcuların sahne aldığı NBA’den, oyuncuların Türkiye ve Avrupa’daki çeşitli takımlarda geçici sözleşmelerle oynamaya başlamasına giden süreç oyuncuların haklarını korumak için kurdukları Oyuncular Birliği ile NBA’deki takım sahipleri arasındaki anlaşmazlıkla başladı. Oyuncuların hakları için verdiği mücadele takım sahiplerinin lokavt ilan etmesiyle sonuçlandı. Lokavt kararından sonra NBA’de forma giyen tüm oyuncuların sözleşmeleri askıya alındı ve oyuncuların yeni bir toplu sözleşme imzalanana kadar istedikleri takımda oynayabilmelerinin önü açılmış oldu. Takım sahipleri ekonomik krizi bahane ederek oyunculardan haklarından feragat etmesini bekliyor. 4.3 milyar dolarlık bütçesiyle ABD ekonomisi için büyük bir sektör olan NBA’de takım sahiplerinin daha fazla kâr hırsı şimdilik maçların oynanmasına engel olmuş durumda. Lokavt ilan edilmeden önce yürürlükte olan toplu sözleşmeye göre NBA gelirinin yüzde 57’si oyunculara maaş olarak ödeniyor.
Taraf‘tan Che şikesi
O
yuncular Birliği ile NBA yönetimi arasındaki toplu sözleşme görüşmeleri tıkandı. Oyuncular hakları için direnince lokavt kararı alan patronlar NBA’e ara verdi
Takım sahipleri yeni sözleşmede bunun yüzde 40’a çekilmesini isterken oyuncular bu teklife kesinlikle yanaşmıyorlar. Aradaki farkın 250 milyon dolardan fazla olduğu ifade ediliyor. K‹M DAHA PARAGÖZ? Lokavt ilan edildikten sonra 29 Temmuz’da yapılan ilk görüşmenin ardından açıklama yapan Oyuncular Birliği temsilcisi ünlü basketbolcu Derek Fisher, NBA yönetiminin uzlaşmaz bir tavır sergilediğini ifade ederek aradaki farkın çok fazla olduğunu ve anlaşmanın çok uzak göründüğünü dile getirdi. NBA yönetimi ise
T
oyuncuları haklarından vazgeçmemekle suçlamaya devam ediyor! 2010-2011 sezonunda ligin 300 milyon dolar değer kaybettiğini bu yüzden de oyuncuların gelir paylaşımının yeniden düzenlenmesine ses çıkarmaması isteniyor. Takım sahipleri kontrat sürelerini kısaltarak, sözleşmede verilen garantileri azaltarak ve sabit ücretlendirme sistemi getirerek kârlarını arttırmanın peşinde. NBA’de forma giyen oyuncular gerçekten çok yüksek paralar kazanıyor ancak söz yüksek ücretten, gelirden açıldığında takım sahiplerinin kazandığı paralar
araf gazetesi yazarı Sedat Tunalı, 4 Ağustos’ta, şike operasyonunun AKP ve cemaat operasyonu olduğunu savunan FenerbahChe –Sol açık tutumuna tepki gösteren bir yazı kaleme aldı. FenerbahChe taraftar grubuna hitaben Che Guevara’nın ezilenlerden yana olduğunu bu nedenle de FenerbahChe grubunun şikeden mağdur olanların yanında olması
gerektiğini söyleyen Tunalı’ya cevap geldi. FenerbahChe – Sol Açık taraftar grubu adına bir yazı kaleme alan Fatih Atlay, Tunalı’ya bütün operasyonlarda aynı savcıların yer aldığını ve başlayan tüm operasyonlarda Tunalı’nın yazarı olduğu Taraf gazetesinin emniyetin yayın organı gibi hareket ettiğini hatırlattı. Taraf gazetesinin
Halk›n Sesi’nde yay›mlanmas›n› istedi¤iniz karikatürlerinizi chevivaugur@hotmail.com ve atb@sendika.org adreslerine gönderebilirsiniz.
oyuncularınkinin yanında popüler tabiriyle astronomik seviyelere ulaşıyor. “Oyuncuların gelirlerini yıllar içinde katbekat arttırdığından, bunun artık bir son bulması gerektiği”nden yakınan NBA Başkanı David Stern yılda 23 milyon dolar maaş alıyor. Bu oyuncuların kazandığı ortalama paranın 5 katına eşdeğer. L‹G OYNANMAYAB‹L‹R NBA yönetimi oyuncuları para nedeniyle mızıkçılık yapmakla suçlasa da oyuncuların tek derdi para değil. Oyuncular Birliği, üyelerinin sözleşmelerle garanti
devrimcilere hakaret etmeye alışkın olduğunu dile getiren Atlay, Fenerbahçe’nin şike yapmadığını hiçbir zaman söylemediklerini ve hiçbir zaman Aziz Yıldırım gibi futbol egemenlerinin arkasında olmadıklarını ifade etti. Endüstriyel futbol oldukça bu tip olayların yaşanabileceğini ve buna karşı hala taraftar olmanın savaşını verdiklerini dile getiren
altına alınan haklarının da kısıtlanmaya çalışıldığını dile getiriyor. Bir nevi güvencesizleştirme saldırısıyla karşı karşıya olan oyuncular ligin işleyişine dair her ayrıntının toplu sözleşmede yer bulmasını istiyor. Sözleşmelerindeki maddeler nedeniyle ve örgütlü bir yapının olmamasından ötürü bir oyuncunun başına neler geldiğini anlamak için Türkiye ligine bakmak yeterli. NBA’den Deron Williams’ı getiren BJK, Cüneyt Erden, Serhat Çetin ve Bekir Yarangüme’ye tazminat ödemeden sözleşmelerini feshedebilmek için bu üç oyuncuya günde 3 idman zorunluluğu getirdi. Alt liglerde, küçük klüplerde oynayan binlerce sporcu aylarca hatta yıllarca bazen hiç ücret alamadan oynamak zorunda kalıyor. BU ‹LK DE⁄‹L Devam eden lokavt nedeniyle NBA’in geleneksel yaz ligi ve hazırlık maçları oynanmıyor. Lokavt devam ettiği sürece lig başlamayacak. Normal şartlarda Kasım ayında başlaması gereken sezonun geç başlaması veya bu sezonun hiç oynanmaması da ihtimaller arasında. NBA’de en son 1998-1999 sezonunda Oyuncular Birliği ile NBA yönetimi arasında benzer bir anlaşmazlık yaşanmış ve yine lokavt süreci yaşanmıştı. Benzer sorunların gündemde olduğu sezon lokavt nedeniyle geç başlamış ve play-offlar hariç 82 maç oynaması gereken takımlar sezonu 50 maç yaparak tamamlamıştı.
Atlay, Taraf gazetesinin hizmet ettiği cemaatin bu olayda da parmağı olduğuna dair inançlarını tekrar etti. FenerbahCHEliler’in yaşanan süreçte emekçilerin oyunu olan futbola ve karşılıksız bir sevgiyle bağlı oldukları kulüplerine sahip çıktığını söyleyen Atlay Fenerbahçe’nin asla Aziz Yıldırım demek olmadığını vurguladı.
Avrupa liglerinde grev
İ
talya Birinci Futbol Ligi Serie A'da takımlarının kaptanları, ligde top koşturan futbolcuların hakları garanti altına alınmadan ligin başlamayacağını bildirdi. Serie A'da mücadele eden 20 takımın kaptanları, kamuoyuna sundukları ortak mektupta, Futbolcular Birliği ile Serie A ligi yöneticileri arasında oyuncu haklarını düzenleyen anlaşma yapılmadıkça, sezonun başlamayacağını bildirdi. Francesco Totti, Alessandro Del Piero, Javier Zannetti, Gennaro Gattuso ve Francesco Cannavaro gibi dünyaca ünlü futbolcular da mektubun altına imza attı. Sözleşme şartlarında en çok, istenilmeyen ya da beğenilmeyen bir oyuncunun (A) takımla çalıştırılmaması veya zorla başka bir takıma transfer edilmesi gibi koşullara itiraz ettikleri söyleniyor. Grevin geçen yıl da konuşulduğu ancak geçici düzenlemelerle grevden vazgeçilen Serie A'da, 16-17 Mart 1996 tarihinde ''garanti ücretler'' konusunda yaşanan anlaşmazlık nedeniyle grev yapılmıştı. LA L‹GA’NIN YEN‹ TAKIMINDA GREV İtalya’nın ardından bir grev haberi de İspanya’dan geldi. İspanya Birinci Ligi La Liga’ya yeni yükselen Rayo Vallecano yöneticileri ekonomik sorunlar nedeniyle teknik heyetin ve futbolcuların ücretlerinin en fazla yüzde 30’unu ödeyebileceklerini söyledi. Takımın teknik direktörü Jose Ramon Sandoval ise ödemelerin yapılması konusunda anlaşma sağlanmadığı sürece yeni sezon hazırlıklarına başlamayacaklarını duyurdu. Teknik direktör Sandoval, futbolcular, kulübün en büyük hissedarı Raul Martin ve kulüp yönetimi ile İspanya Futbolcular Derneği arasında yapılan toplantılardan henüz çözüm çıkmadı.
Fener adliyede söndü Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının yürüttüğü Almanya'daki “Deniz Feneri e.V.” bağlantılı soruşturma kapsamında gözaltına alınan Türkiye Deniz Feneri Derneği’nin yoksullar için topladıkları yardımları AKP’nin seçim kampanyasına ve kendi vakıf çalışanlarına aktardığı ortaya çıktı. Vakıf çalışanlarının trafik cezalarının bile Deniz Feneri’ne gelen yardımlarla ödendiği ortaya çıktı.
İnternet kullanıcıları bir yandan ‘Güvenli internet kullanımı taslağı’ ile BTK’nın sıkı takip ve denetimiyle, bir yandan da kişisel bilgilerini reklam ve pazarlama şirketlerine satan internet şirketleri ile karyı karşıya kalıyor.
Okul ‘bağışlar’ı el yakıyor Yeni eğitim öğretim yılı için okul kayıtları başladı. Veliler, çocuklarının kendi mahallelerinde bulunan ya da ‘iyi hizmet veren’ bir okula gidebilmesi için 200 TL’den başlayarak 2 bin TL’ye kadar çıkan zorunlu ‘bağışlar”ı ödemek zorunda kalıyor.
Erzurum’da genç bir kadın 5 Ağustos’ta sokakta sigara içtiği için gericilerin saldırısına uğradı. Öğrenci yurduna sığınan kadın, polisten yardım istedi. Olay yerine gelen polislerle, faşistler arasında arbede yaşandı.
KÜLTÜR SANAT
15
12 A¤ustos 2011 / 25 A¤ustos 2011
Halk›n Sesi
Tosun Pafla’ya sansür TRT sansürün suyunu çıkardı. TRT akıl sınırlarını zorlayan bir uygulamaya imza atarak 7 Ağustos Pazar günü ekrana getirdiği Tosun Paşa filmindeki Adile Naşit'in hamam sahnelerini sansürleyerek kesti. TRT'den konuyla ilgili bir açıklama gelmedi.
Yaln›z içte yasakm›fl
Erman’›n an›s›na
Kültür Bakanlığı yurt içinde yasakladığı filmi yurtdışında sahiplendi. Bandrol verilmeyen ve dağıtımı yasaklanan "Bêrîvan / Bir Başkaldırı Destanı" adlı belgesel filmin, geçen mayıs ayında yapılan Cannes Film Festivali'nde Türkiye'yi temsilen stantta sergilendiği ortaya çıktı.
Yeşilçamın “kötü” jönü, sinema sanatçısı Cem Erman, 64 yaşında hayatını kaybetti. Cem Erman'ın adı Altın Koza'da yaşatılacak. Bu yıl 1525 Eylül tarihleri arasında 18'incisi düzenlenecek "Altın Koza Film Festivali'nde "En İyi Erkek Oyuncu" ödülü Cem Erman anısına verilecek.
‘Tanr›n›n gözleri’ Denizli'de antik kent Laodikya'da ortaya çıkarılan bir kilisede 'Tanrının gözleri' bulundu. Kilisenin giriş bölümünde yer alan ve 'tanrının gözü' olarak yorumlanan mozaiklerin kiliseye gelen insanları gözetlemesi ve koruması için yapıldığı düşünülüyor.
Yoksul mahallelerden yükselen senfoni V
eneüella'nın meşhur Simon Bolivar Orkestrası, 4 gün süren bir etkinlikler dizisiyle ülkemize konuk oldu. Geçen sayımızda Latin Amerika ülkesi Bolivya'daki özgün su hakkı mücadelesini konu alan Yağmuru Bile adlı filmi tanıtmıştık. Bu sayımızda da Simon Bolivar Orkestrası'nın ziyareti vesilesiyle yine Latin Amerika coğrafyasında bundan 40 yıl önce doğan özgün bir örgütlenme olan El Sistema'yı tanıtacağız. Simon Bolivar Orkestrası, Büyük Kolombiya Birliği’nin kurucusu Güney Amerikalı devrimci Simon Bolivar’ın adını taşıyor. Orkestra, 1975'te Venezüella'da kurulan ve çocuklara yetenek kriterinden bağımsız olarak klasik müzik eğitimi vermek üzere tasarlanan El Sistema'nın (Sistem) en tanınmış meyvelerinden biri. SANAT E⁄‹T‹M‹ HAKTIR Venezuelalı müzisyen ve siyasetçi José Antonio Abreu'nun 1975'te 11 kişilik bir ekiple ilk adımını attığı sistem Venezüella'nın yoksul mahallelerinde çete savaşlarının ortasında kalmış çocuklara müzikle birlikte yeni bir nefes alma ve varoluş kapısı açan bir proje. Kurucusu Abreu, sanat eğitiminin sosyal bir hak olduğu ve devlet tarafından yoksul halka ulaştırılması gerektiğini savunarak müziği, özellikle de klasik müziği elit azınlıkların faaliyeti olmaktan çıkarmayı amaçlıyor. İşe ilk olarak çocuk ve gençlik orkestraları kurup müzik merkezleri ve atölyeler oluşturarak başlıyor. El Sistema 'nucleus' (çekir-
B
üyük Kolombiya Birliği’nin kurucusu Güney Amerikalı devrimci liderin adını taşıyan Simon Bolivar Orkestrası ülkemize konuk oldu. Venezüellalı orkestra, El Sistema’nın ürünü...
dek) tarzı bir örgütlenmeye sahip. Şehirden şehire yayılan ögütlenmede ilk olarak küçük sınıflar, atölyeler oluşturuluyor. Çocukların ilk öğretmenleri ise yine bu sistemle eğitim almış abileri ve ablaları oluyor. Sistem kendi eğiticilerini de kendisi yetiştiriyor; yani kendi kendine yetebilen bir karaktere sahip. Şehirlerde ve özellikle yoksul mahallelerde orkestralar kurmak ise sistemin önemli bir başka ayağı.
Bireysel enstrüman eğitiminin oldukça yalıtılmış bir süreç olduğuna dikkat çeken Abreu, aynı anda en yüksek sayıda öğrenciyi bir araya getirebilen bir araç olarak her şehirde çocuklardan oluşan orkestralar oluşturmayı tercih etmiş. Sisteme dahil olan öğrenciler ilk aylarda gerçek enstrümanlarla temas bile etmeden öncelikle çok ciddi bir kolektif çalışma biçimini gerektiren orkestra üzerine fikir sahibi oluyorlar.
İlk aylarda oyuncak enstrümanlarla çalışan çocuklar için ilk öncelik müzik değil müziğin aracılığıyla sosyalleşmek ve kolektif çalışma alışkanlığı kazanmak oluyor. 11 K‹fi‹YLE BAfiLADI Kırk yıl önce 11 kişilik bir ekiple başlayan proje bugün 280 müzik merkezinde 15 bin eğitmeni ile 350 bin gence ulaşan, bünyesinde 150'yi aşkın gençlik, 70 çocuk ve 30 senfoni
orkestrası barındıran geniş çaplı bir sosyal çalışma sistemi... Çocukları bir sınıfa sokup zorla öğretmek yerine daha çok bilenlerin az bilenlere öğrettiği sosyalleşme ve kendini var etme alanı olarak tasarlanan sisteme çocuklar büyük bir hevesle dahil oluyor, her öğleden sonra üç dört saati bulan derslere severek katılıyorlar. Dahası, her şehirde ve köyde çocukların konserler vermeye başlamasının ardından artık Venezüella’da bir şehre gidip gençlik orkestrası kurulacak denildiğinde aileler çocuklarını severek bu orkestraya dâhil etmek istiyorlar. 1975'te El Sistema projesi ilk ortaya atıldığında devletin ve özel sektörün kısıtlı desteğiyle mütevazi bir bütçeyle bu işe soyunmuştu. Ancak 40 yıl içerisinde toplam 10 hükümetin desteğini alan projenin 2007 yılında Chávez iktidarının bu hareketi sahiplenmesi ile bütçeleri kayda değer bir rakama ulaşıyor. Orkestralara bir sınavla yetenekli çocuklar seçilmiyor ancak buradan yetişen isimler bu fırsata sahip olan her çocuğun kendini sanat alanında geliştirme potansiyelini gözler önüne seriyor. Simon Bolivar Orkestrası'nın şefi Gustavo Dudamel de bu isimlerden sadece biri. Henüz 30 yaşında olan şef, şimdiden tüm dünyada aranan müzik insanlarından biri. Müzik yaşamına El Sistema'da keman öğrenerek başlayan Dudamel, 23 yaşında Gustav Mahler Uluslararası Orkestra Şefliği Yarışması'nı kazanıyor. Müzik direktörlüğünü ve daimi şefliğini üstlendiği Venezüella Simon Bolivar Senfoni Orkestrası ise
dünyanın en iyi ilk beş gençlik orkestrası arasında gösteriliyor. El Sistema projesinin ürünlerinden sadece biri olan Simon Bolivar Orkestrası'nın Türkiye ziyareti 4 gün sürdü ve etkinlikler dolu dolu geçti. Etkinliklerin ilki 7 Ağustos Pazar günü gerçekleştirildi. Sulukule Platformu'nun çabaları, gönüllü kişi ve kuruluşların desteğiyle kurulan Sulukule Çocuk Sanat Atölyesi'nde bir yıldır eğitim gören çocuklar Simon Bolivar Orkestrası ile Galata Meydanı'nda aynı sahneyi paylaştı. Pazartesi günü ise El-Sistema'nın kurucusu José Antonio Abreu Türkiye'de El Sistema benzeri hareketlerin yürütücülerinden Yeliz Yalın Baki (Barış için Müzik), Cihat Aşkın (CAKA), Süher Pekinel'in (Orff-Schulwerk Projesi) de katılığı bir panel düzenlendi. Son olarak şef Gustavo Dudamel yönetimindeki Simon Bolivar Orkestrası Pazartesi ve Salı akşamında Haliç Kongre Merkezi'nde unutulmaz iki konser verdi. Venezüellalı dostlarımız deneyimlerini aktardıktan sonra bizlerden benzer bir örgütlenmeyi hayata geçirme sözü alarak ülkemizden ayrıldı.
fief Gustavo Dudamel ve El Sistema’n›n kurucusu José Antonio Abreu
Belgesel sinemacılar toplanıyor B
elgesel Sinemacılar Birliği (BSB) tarafından 14 yıldır organize edilen İstanbul Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali için çalışmalar başladı. 29 Eylül - 03 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilmesi plânlanan festival bugüne kadar yerli ve yabancı yüzlerce filme ev sahipliği
yaparak çok sayıda belgeselciyi ve belgesel kuramcısını seyirciyle buluşturdu. Bu yılki teması “Dar Alanlar” olan festivale katılacak filmler siyah, kırmızı, turuncu, sarı, mavi, mor ve yeşil olmak üzere 7 farklı bölümde gösterilecek. 1001 hikâyeyle, 1001 emekle, 1001 heyecanla 14’üncü
yaşını dolduran 1001 Belgesel Film Festivali için Türkiye’nin dört bir yanından 100’e yakın belgesel sinemacı bir araya gelecek. 12-13-14 Ağustos günlerinde İznik’te gerçekleştirilecek İzleme Kampı’nda ise festivale katılacak filmler belirlenecek. Festivale katılan filmlerin seçimi, güçlü ve
evrensel bir sinema dili kullanmış olmaları kadar; insanlığı yücelten değerleri, farklı kültürlerin birbirleri yerine geçirilmeden bir aradalıklarını savunmaları; insanlığın gelecek tasarımına katkı sağlamaları; farklı ve derin bakış açıları sunuyor olmaları temel ölçütleri çerçevesinde yapılıyor.
Ve kadın Altın Portakal Film Festivali’ne dokundu A
ntalya'da bu yıl 8-14 Ekim tarihleri arasında düzenlenecek 48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin ana teması, "Ve kadın dünyaya dokundu" olarak belirlendi. Festivalin merkezinde 1980'li yıllar olacak. Türk ve dünya sinemasından 1980'li yıllara damgasını vurmuş örnekler, festival programı içinde sinemaseverlerle buluşturulacak. Festivalin bu yılına dair bir diğer ilginç ayrıntı ise o yıllarda yapılamayan yarışmaların yeniden düzenlenip, geç kalmış ödüllerin sahiplerine sunulacak olması. Festivalde, 30 yıllık gecikmeyle 1979 ve 1980 yıllarının Altın Portakal Ödülleri, "Geç Gelen Altın Portakallar" başlığıyla törenle sahiplerine sunulacak. 1979 yılında sansüre tepki olarak, 1980 yılında da 12 Eylül askeri darbesi nedeniyle yapılamayan fesivalin bu yıllardaki yarışmaları, 48. Uluslararası Antalya Altın Portakalı çerçevesinde gerçekleştirilecek. 16 ve 17'nci festivalde aday olan filmlerin, o yılların jüri üyelerince değerlendirilecek ve değerlendirmenin ardından başarılı filmlere ödülleri festival kapsamında düzenlenecek törenle verilecek. JÜR‹N‹N TAMAMI KADIN Yarım asra yürüyen festivalde bir ilke daha imza atılacak. Festivalde tüm kategorilerde jüri üyelerinin tamamı da kadınlar-
dan oluşacak. Türk sinemasında "kadın filmleri" denilince ilk akla gelen ve dönemin sembolleşen oyuncusu Müjde Ar ise Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması'nın jüri başkanı olacak. Jüride, Ar'ın yanı sıra Yönetmen Handan İpekçi, oyuncular Vahide Gördüm, Bergüzar Korel, yazarlar Ayşe Kulin, Yaşar Seyman, gazeteci Ayşe Arman, sanat yönetmeni Annie Feelmuyden Pertan, müzisyen ve oyuncu Şevval Sam, sinema eleştirmeni Melis Behlil ve akademisyen Prof. Dr. Serpil Kırel yer alacak. EMEK ÖDÜLÜ SET AM‹R‹ GEÇGEL'‹N Bu yıl festivalde "Yaşam Boyu Onur Ödülleri", Türk sinemasına katkılarından dolayı usta oyuncular Tuncel Kurtiz, Perran Kutman, Halit Akçatepe, Engin Çağlar ve "Cilalı İbo" serisinin yönetmeni Mehmet Dinler'e verilecek. Geçen yıl verilmeye başlanan "Sanatta Sosyal Sorumluluk Ödülü"nün sahibi ise Rutkay Aziz olacak. "Yıldırım Önal Anı Ödülü" ve "Sinema Emek Ödülü" ise Suna Selen'e verilecek. Suna Selen, heykelciği ödülün geçen yılki sahibi Yıldız Kenter'den teslim alacak. Türk sinemasında kamera arkasında çalışan, başarılı işlere imza atmış kişilere SİNESEN işbirliğiyle verilen "Sinema Emek Ödülü"nün beşincisi ise "Godzilla" lakaplı set amiri Selahattin Geçgel'in olacak.
TOZLU RAFLARDAN BEYAZPERDEYE Tozlu raflardaki filmler de "Pelikülün İzinde" başlığı altında izleyiciyle buluşacak. Türk ve dünya sinemasının arşivine gömülmüş, kaldıkları tozlu raflardan çıkarılıp yıllar sonra restore edilen iki film, festival kapsamında izleyiciyle buluşacak. "S‹NEMAYA GÖZKULAK OLUYORUZ" Festivalin sosyal sorumluluk projesi kapsamındaki "Sinemaya gözkulak oluyoruz" bölümünde, görme engelliler için sesli betimlemeli, işitme engelliler için ise özel betimlemeli altyazılı film gösterimleri ve çeşitli etkinlikler düzenlenecek.
HALKIN PORTAKALI Bu yıl üçüncüsü gerçekleştirilecek "Halkın Portakalı Kısa Film Atölyesi", sinema profesyonelleri ve akademisyenlerince yürütülecek atölye çalışmalarının ardından film çekimlerini ve çekilen filmlerin jüri tarafından değerlendirilip ödüllendirilmesi sürecini kapsıyor. Teorik eğitimlerin ardından "kadın" temalı kısa film çekimlerine başlayacak kursiyerler, filmleriyle Altın Portakal kapsamında yarışacak.
"TÜRK‹YE KADIN Z‹RVES‹" Festival kapsamında "Türkiye Kadın Zirvesi" de yapılacak. Farklı meslek ve sosyal gruplardan, alanlarında uzman ve saygın noktalara ulaşmış kadınların bir araya gelmesiyle oluşacak zirvede, Türk kadınının sorunları ele alınacak. Zirve kapsamında, çeşitli konuların ele alınacağı oturumların ardından bir deklarasyon hazırlanacak. Festivalin bu yılki afişinde de Emrah Yücel'in tasarladığı portakal üzerine konmuş martı figürüne yer verildi. Geçtiğimiz yıl festivalin tüm etkinlikleri yaklaşık 500 bin kişiyle buluşmuştu.
Son Kodachrome
N
ational Geographic dergisinin fotoğrafçısı Steve McCurry'nin "Son Kodachrome Filmi" sergisi 3 Ağustos- 4 Eylül 2011 tarihleri arasında İstanbul Modern'de gerçekleştiriliyor. 1935'te üretimine başlanan ve görüntü teknolojisinde "ikon" olarak nitelendirilen Kodachrome'un üretimi 2009 yılında durdurulmuştu. McCurry, 30 yıldır kullandığı bu filmin New York'taki üretim bandından çıkan en sonuncusunun 36 karesiyle, 6 haftada 30 bin km yol katedip, farklı ülkelerdeki kentleri ve kişileri çekerek, bir dönemin kapanışına tanıklık etti. "Son Kodachrome Filmi" sergisinde ayrıca National Geographic kanalının bu son filmin çekim sürecini izlediği belgesel ve Steve McCurry'nin diğer çalışmalarından oluşan fotoğraf serüvenini aktaran slayt gösterisi sunuluyor. Steve McCurry, ünlü Afgan Kızı karesinin de sahibi.
Çocuk Hakları için festival
B
irinci Uluslararası Bursa Çocuk Hakları Film Festivali, UNICEF Türkiye Milli Komitesi Bursa Şubesi ve Bursa Valiliği işbirliğiyle 17-20 Kasım 2011 tarihlerinde düzenlenecek. Festival hem çocukların haklarını vurgulamak hem de Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin temellerinden olan “Çocuk Katılımı”nın sağlanmasına katkıda bulunmak amacıyla düzenleniyor. Festivalin “Çocuk Yönetmenler” bölümüne 18 yaşından küçük yönetmenlerin her format, tür ve konudaki filmleri, “Yetişkinlerden Çocuk Hakları” bölümüne 18 yaş üstündeki yönetmenlerin çocuk hakları konulu filmleri katılabilir. Festivale katılım için her format ve türdeki filmler en geç 31 Ağustos 2011 tarihine kadar festival düzenleyicilerine ulaştırılabilir.
SOKAĞIN SESİ
ÜRETEN B‹Z‹Z YÖNETEN DE B‹Z OLACA⁄IZ
12 A¤ustos 2011 / 25 A¤ustos 2011
Halk›n Sesi
Sınıftan sokağa Yaz Okulu İstanbul’da çocuklar Kardeş Türküler ile şarkılar söylüyor, Elif Ergezen ile kısa film çekiyor. Gezilerle doğayı ve bilimi daha yakından tanıyan çocuklar, merak ettikleri sorulara eğlenerek yanıt buluyor
2
3 Temmuz-21 Ağustos tarihlerinde İstanbul’da 11 bölgede yapılmaya başlayan Halkevleri Yaz Okulu’na bu yıl 400 öğrenci kayıt yaptırdı. Üçüncü haftasına giren Halkevleri Yaz Okulu çalışmasında birçok atölye çalışması ve gezi düzenleniyor. Matematik, Türkçe, İngilizce, satranç, resim/heykel, müzik gibi atölyelerin yanında bilim merkezi, medya kuruluşları, müzeler ve doğa gezileri gerçekleştiriliyor. Kardeş Türküler müzik grubu ve belgesel sinemacı Elif Ergezen de bu yıl yaz okuluna eğitmenlik yaparak destek veriyor. Bu aktivitelerin yanı sıra Okmeydanı ve Ümraniye Halkevleri’nde yaz okulu kapsamında kreş çalışması da sürdürülüyor. Okmeydanı Halkevi’nden Rüya Kurtuluş güvencesiz öğretmenlerin Halkevi Yaz Okulları’na eğitici olarak ciddi destek verdiğini söylüyor. Her Halkevi’nde ortak bir müfredat takip edilmeye çalışılıyor.
16
Her yaşa göre atölye
zmir’de çocuklar yaz okulu ‹heykel çal›flmas› kapsam›nda atölyesinde oyun hamuru, kukla atölyesinde çoraptan oyuncak yap›yor.
İşte İstanbul’daki yaz okullarında yapılan çalışmalardan örnekler: Sarıyer Sarıyer’de çocuklar, yaz okuluna “Okumuş insan halkın yanındadır” diyen üniversitelilerle “merhaba” dedi. Çocuklar çalışmalarının birçoğunu Halkevi’nin yakınındaki boş bir arazide gerçekleştiriyor. Her gün bu arazide masa tenisi ve trambolinle oynayan çocuklar, futbol, voleybol gibi spor faaliyetlerini de sürdürüyor. Bahçelievler ve Tarabyaüstü Bahçelievler ve Tarabyaüstü Halkevi’nde çocuklara televizyon dünyasının kamera arkası anlatıldı. Konuyla ilgili TV8 ve CNN Türk televizyonlarına geziler düzenlendi. Çocuklar bu gezilerde programların nasıl çekildiğine dair merak ettikleri soruları sorarak, kameralar ve programlar hakkında kısa bilgiler aldı. Çocuklar haber merkezi, montaj odası, ana haber bülteni stüdyosu, canlı yayın stüdyolarını ve teknik odaları dolaştı. Bahçelievler Halkevi CNN
Türk’e ziyaret gerçekleştirdi. Burada TV programcısı Emre Karayel ile sohbet eden çocuklar Karayel’e Halkevleri Yaz Okulu’nda neler yaptıklarını anlattılar. Çocuklar programların yapılış aşamalarını öğrenince programların nasıl çekildiğine dair farklı bakış açıları da yakalamış oldular. Okmeydanı Türkçe, Kürtçe, Lazca, Ermenice, Arapça, Gürcüce yaptıkları şarkılarla halkların kardeşliği mücadelesini müziklerine yansıtan Kardeş Türküler ile birlikte yaz okulundaki çocuklar koro çalışması yapıyor. Grup, Okmeydanı Halkevi Çocuk Korosu’nu yaz okulu şenliğine hazırlayacak hem de kendi düzenledikleri konserlerde sahne verecek. Son çıkardıkları “Çocuk (h)aklı” albümleriyle çocukların da sesini duyurmaya çalışan Kardeş Türküler bu çalışmayla büyüklere daha fazla şey anlatmak istiyor. 3 Ağustos tarihinde İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Bilim Merkezi’ne giden çocuklar burada oldukça eğlenceli vakit
geçirdiler. 3 grup halinde uzmanların tanıtımı eşliğinde gezilen merkezde çocuklara bilimsel buluşlar ve çeşitli deneyler anlatıldı. Çocuklar; ‘yılan sarkacı’, ‘ekvator yörüngesi’, ‘girdap oluşumu’, ‘atmosfer basıncını hissedelim’, ‘etki ve tepki’, ‘DNA modülü’, ‘sesi görelim’ gibi deney aletlerinde bilimsel buluşların nasıl olduğunu öğrendi. Kalın bağırsak şeklindeki tünelden geçerken oldukça eğlenen çocuklar çeşitli hastalıklar gerçekleştiğinde oluşan değişiklikleri gözlemledi. Çocukların dikkatini en çok yavru balina iskeleti çekti. Yaz okulu çalışması, öğrenciler tarafından ilk kısa filmini Okmeydanı’nda çekti. Belgesel sinemacı Elif Ergezen’in gözetiminde yapılan filmin konusu ise “parasız eğitim” oldu. Filmde çocuklar kendilerinden kayıt parası isteyen öğretmenlerine tepki göstererek sınıfı terk ediyor. Ümraniye Ümraniye Halkevi Yaz Okulu çalışmasının diğer yaz okulu çalışmalarından bir farkı var.
Çocuklar tüm Halkevleri’nde ortak olarak yapılan çalışmaların ve gezilerin yanında bir de kendilerine park yapmak için çalışıyorlar. Aileleri ile Halkevci abi ve ablalarını yanlarına alan çocuklar etrafı çöplük olan alanın sağlıksızlığına ve çevrenin yarattığı tehlikelere dikkat çekiyor. Çocuklar oyun oynayabilecekleri sağlıklı ve güvenli alanı kendi elleriyle yaratıyor. Ümraniye’de çocuklar, kendi elleriyle hazırladıkları oyun alanlarında oynamak için sabırsızlıkla bekliyorlar. Kadıköy Kadıköy Halkevi’nde bir araya gelen çocuklar Üsküdar’daki Uçurtma Müzesi’ne giderek dünyanın dört bir yanında yapılmış uçurtmalar hakkında bilgi aldılar. Müzedeki atölyede kendi uçurtmalarını da yapan çocuklar uçurtmalarını uçurtmak için mahallelerine geri döndü. İstanbul’da Yaz Okulları, okul süresince yapılan çalışmaların sergileneceği ve 20-21 Ağustos tarihinde gerçekleşecek bir şenlikle son bulacak.
HERKESE B‹R ATÖLYE VAR
‹zmir Çi¤li Halkevi’nde yaz okulu çal›flmas› 1 A¤ustos-1 Eylül tarihleri aras›nda yap›l›yor. Toplam 7-15 yafl aras› 40 ö¤rencinin kat›ld›¤› yaz okulunda müzik, resim, satranç, halkoyunu, tiyatro, drama, heykel ve bilim atölyeleri var. Yaz okuluna kat›lan 15 yafl üzeri kifliler için de etkili ve güzel konuflma-diksiyon atölyesi çal›flmas› yap›l›yor. ÇORAPLARINI KUKLA YAPTILAR
‹lk hafta heykel atölyesinde oyun hamuru yapmay› ö¤renen çocuklar yapt›klar› çal›flmalarda yarat›c› flekiller üretti. Kukla atölyesinde çoraplardan kukla yapan çocuklar kuklalarla oynad›klar› oyunlarda
oldukça e¤lendiler. Müzik atölyesinin ilk çal›flmas›nda koro halinde söylenecek parçalar› belirleyen çocuklar satranç, tiyatro, drama, fliir ve resim atölyelerine yo¤un ilgi gösterdi. F‹LM GÖSTER‹MLER‹ SÜRÜYOR
Yaz okulu çal›flmas› kapsam›nda aç›k hava film gösterimleri de yapan Çi¤li Halkevi, 3 A¤ustos günü Cumhuriyet Meydan›’nda “Dondurmam Kaymak” filmiyle ilk gösterime bafllad›. Çi¤li Belediyesi’nin de deste¤iyle yap›lan gösterime yaklafl›k 300 kifli kat›ld›. Film gösterimleri 10 A¤ustos Çarflamba 20.30'da “Baflka Dilde Aflk”, 18 A¤ustos Perflembe 20.00'da “Beynelmilel” filmi ile devam edip, 24 A¤ustos Perflembe günü 20.00'da “Karpuz Kabu¤undan Gemiler Yapmak” filmi ile son bulacak.
Çocuklar aileleriyle kampta Ankara Halkevleri, yaz okullarının kapanış etkinliğini, öğrenciler, veliler ve eğitimciler ile birlikte Sorgun Yaylası’nda iki günlük bir kamp düzenleyerek gerçekleştirdi. sabah erken saatlerde kalkan çocuklar, aileleri ile birlikte yaptıkları kahvaltının ardından atölye çalışmalarına devam ettiler. Veliler ise bir önceki gün başladıkları tavla ve voleybol turnuvalarının final karşılaşmalarını gerçekleştirdiler. Öğle yemeğinin ardından kamp şenliği başladı. Çocuklar bir ay boyunca hazırlandıkları tiyatro, pantomim ve koro çalışmalarını ailelerine sahnelediler. Çocuklar ailelerinden büyük alkış aldılar. Gösterilerin ardından kamp alanının temizliğini yapan çocuklar, çadırlarını toplamaya başladılar.
A
nkara’da 4 Temmuz5 Ağustos tarihleri arasında yapılan Halkevleri Yaz Okulu çalışması öğrenci, veli ve eğitimcilerin katıldığı kampla son buldu.
Eskişehir’de çocuklar kardeşlikte buluştu E
skişehir’de “Okumuş insan halkın yanındadır” kampanyasıyla beraber yürütülen Halkevleri Yaz Okulu çalışması 27 Temmuz24 Ağustos tarihleri arasında gerçekleştiriliyor. Emek ve Gültepe Halkevleri’nde yapılan yaz okulu çalışmasında tiyatro, acapella, eğlenceli bilim, yaratıcı yazarlık, resim, heykel, çizgi film yapımı, kukla yapımı, Türkçe, matematik, halkoyunları, İngilizce atölyeleri yapılıyor. ÜN‹VERS‹TEYLE BULUfiTULAR Yaz okulunda doğayı ve bilimi tanımak için geziler
düzenleniyor. İlk gezi 6 Ağustos’ta Anadolu Üniversitesi İki Eylül ve Yunus Emre Kampüs’lerine gerçekleştirildi. Çocuklar burada üniversiteyi tanıdılar. İki Eylül Kampüsü’nde bulunan havaalanını gezen çocuklar burada bulunan uçaklarla ilgili bilgi aldı. Ardından Yunus Emre Kampüsü’nde bulunan İletişim Fakültesi’ne giden çocuklar sinema, TV ve radyo araçlarını inceleme şansı buldu. Çocuklar Güzel Sanatlar Fakültesi’nde de resim, heykel, fotoğraf sergilerini gezdiler. Kampüs içerisinde bulunan ve “Japon Bahçesi” adı verilen doğa
alanını gezen çocuklara üniversite detaylı bir şekilde tanıtıldı. Sadece üniversite gezisiyle sınırlı kalmayacak olan yaz okulu çalışmasında çocuklar Sazova Bilim, Sanat ve Kültür Parkı’nı ve Eti Arkeoloji Müzesi’ni de ziyaret edecekler. Özellikle Gültepe Mahallesi’nde bulunan Kürt ve Türk çocuklarının birbirlerine karşı olan soğuk davranışları yaz okulunda giderildi. Çocuklar hep birlikte şarkılar söyleyip oyunlar oynadı. İlk haftanın sonunda mahallelerde çocukların üretimlerinin sergilendiği şenlikler yapıldı.
KAMP ATEfi‹ fiARKILARLA YAKILDI 6-7 Ağustos tarihlerinde, Ankara’ya 110 km uzaklıkta bulunan Sorgun Yaylası’nda yapılan çadır kampında ateşler yakıldı, şarkılar söylendi, oyunlar oynandı. Bir ay süren yaz okulunun ardından aileler çocuklarıyla eğlenceli vakit geçirirken yaz okulu çalışmasına katılan herkes kampta buluştu. Aileler, kamptan önümüzdeki sene buluşmak üzere ayrıldılar.
KAMPTA ‹LK GÜN: COCUKLAR DO⁄AYI TANIYOR Kamp alanına gidilmesiyle beraber ilk iş gece kalınacak olan çadırların kurulması oldu. Çadırların kurulmasının ardından kamp meydanında toplanılarak kamp programı hakkında bilgi verildi. Yaz okulu boyunca
Çocuklar yaz okulunun kapan›fl›n› aileleri, e¤iticileri ve Halkevcilerin kat›ld›¤› kampta hem oynayarak hem de ö¤renerek yapt›. yaptıklarını sergileyen çocuklar öğle yemeğinin ardından eğitmenleriyle beraber doğa yürüyüşüne çıktı. Ekolojik yaşam hakkında bilgiler alan çocuklar otlar ve pet şişelerden yaptıkları aparatları ile balık tutmaya çalıştılar. Çocuklar doğayı tanımak için ge-
zerken aileler de tavla ve voleybol turnuvasında buluştu. Daha sonra atölyelere geçen çocuklar killerden heykel, resim, müzik ve koro çalışmaları yürüttüler. Akşam yemeğinden sonra ise kamp ateşinin etrafında biraraya gelen aileler ve çocuklar, gece
boyunca şarkılar, türküler söyleyerek halaylar çekti, horona durdu. Çocuklar kampın ilk gününü yorularak ama çok eğlenerek bitirdi. ‹K‹NC‹ GÜN: ÇOCUKLARIN GÖSTER‹ ZAMANI Kampın ikinci günü
SENEYE YEN‹DEN BULUfiMAK ÜZERE... Kamp meydanında son bir kez bir araya gelen aileler, çocuklar ve eğitmenler; yaz okullarının son değerlendirmesini yaptılar. Veliler ve çocuklar, çadır komşuları ile önümüzdeki yıl yapılacak yaz okulunda ve kampta görüşmek üzere vedalaştılar.