SAYFA
2
SAYFA
Hocaefendinin medyas› Cemaatin Fenerbahçe’yi ele geçirmek istedi¤i iddialar›n› yazan Ruflen Çak›r hedef al›nd›
9
Dal›ndan soka¤a: Çay Çay mevsimiyle birlikte AKP’nin, üreticiyi özel sektöre mahkum eden uygulamalar›na isyan var
SAYFA
14
SAYFA
‹mam›n olimpiyatlar› Kamu Spotu ad›yla reklamlar› ç›kan Türkçe Olimpiyatlar› neyin müsameresi?
15
Öteki Mahalle Halkevleri üyesi fiükran Eken’le, roman› Öteki Mahalleyi konufltuk
31 May›s 2012 • 1.25 TL
Y›l 7 • Say› 158
‹ktidar dört yandan sald›r›yor, halk tehditlere boyun e¤miyor
Kavgaysa kavga!
‹ktidar ekonomide, d›fl politikada, Kürt sorununda çuvallad›kça Erdo¤an’›n asab› bozuluyor. Baflbakan emekçiye, Kürde, kad›na öfke saç›yor
‹taatkar, ucuza çal›flacak bir nesil isteyen AKP e¤itimi bata¤a sürüklüyor. ‹ntihalci, gerici Ömer Dinçer’in 4+4+4’ü bafllamadan krize girdi
AKP’ye öfke dört yanda uç veriyor. Kamu emekçileri, havac›lar, enerji iflçileri direniyor. E¤itim ve bar›nma mücadeleleri soka¤a tafl›yor
Barınma hakkı mitingi AKP’nin ç›kard›¤› Afet Yasas›’n›n getirece¤i y›k›ma karfl› bar›nma hakk›n› savunanlar 3 Haziran’da Ankara’da eylemde S. 6
Büyük Eğitim Yürüyüşü Ö¤retmen, ö¤renci, veli 4+4+4’e karfl› 8 Haziran’da ülke çap›nda Büyük E¤itim Yürüflü’nde buluflacak S. 7
Enerji-Sen direniflte Enerji iflçilerine yönelik polis sald›r›lar›n›n arkas›ndan AKP ç›kt›. ‹stanbul’da tafleron flirket, EnerjiSen’lileri iflten ç›kar›p yerine ülkücü faflistleri ifle almaya çal›flt›. ‹flten ç›kar›lan iflçiler direnifle geçti S. 8
Halkevleri Genel Kurulu Halkevleri 22. Ola¤an Genel Kurulu 16 - 17 Haziran’da Ankara’da gerçeklefltirilecek S. 3 Yuhalayanlar›n say›s› alk›fllayanlardan çok
Hava ‹fl Grevi, 29 May›s Atatürk Hava Liman›
YOL YAZISI S. 3
Ferda Koç / Sayfa 4
Fatma Terzi/ Sayfa 7
Kürt’e ölüm...
4+4+4 ve okul öncesi...
‘Kürtaj hakk› yaflam hakk›’ Baflbakan Erdo¤an, “Kürtaj cinayettir” aç›klamas›yla kürtaj hakk›na sald›rd›. Kad›nlar›n yan›t› gecikmedi: “Kürtaj hakk› kad›nlar›n yaflam hakk›d›r. Baflbakan kad›n bedeninden de¤il, sistematik kad›n cinayetlerinden sorumlu” S. 10
Tufan Sertlek / Sayfa 8
AKP Devleti
AKP eskisi gibi olamaz Söylefli sayfam›z›n konu¤u sosyolog Cihan Tu¤al oldu. Tu¤al’la AKP’nin referandum sonras› ve üçüncü iktidar döneminde yaflad›¤› dönüflümün dinamiklerini konufltuk S. 11
Tuba Günefl / Sayfa 10
RTE’nin her sözü...
Metin Lokumcu, direnifl ve Hopa 31 May›s, Hopa olaylar›n›n y›ldönümü. O gün AKP’ye Hopa’da meydan okuyanlar, sald›r› ve bask›lara ra¤men geri ad›m atmad›. Direniflin y›ldönümünde Hopa’da bask›n›n korkusu de¤il direniflin umudu hakim S. 12
‘Say›n iflçi grev geldi’ ‹lk grev yap›l›rken ortada bir kural yoktu. Tarih sayfas›nda Türkiye topraklar›ndaki grev geçmifline bir yolculuk yapt›k S. 13
2
MEDYA 31 May›s 2012 / 13 Haziran 2012
Halk›n Sesi
CEMAATE DOKUNAN KARfiISINDA MEDYAYI BULUYOR
‘Hocaefendi’nin medya kuvvetleri C
emaat şike operasyonu ile Fenerbahçe’yi ele geçirmeye mi çalışıyor sorusunu açıkça soran ilk gazeteci Cemaat’in kanallarında ve gazetelerinde adeta linç edildi. Vatan gazetesi yazarı Ruşen Çakır’ın şike operasyonu sonrası Fenerbahçelilerin dile getirdiği Cemaat’e ilişkin iddiaları yazı dizisine dönüştürmesi üzerine Samanyolu TV’de Çakır’ı hedef alan haberler yapılması medya mahallesinde Cemaat’in dokunulmazlık iztediğinin en güncel göstergesi oldu. Haber kanallarının Gülen’e laf söyleyenlere açıktan saldırma cesareti bulmasında, 2009 yılında Taraf gazetesinde yayımlanan ve Balyoz operasyonunu başlatan “AKP’yi ve Gülen’i bitirme planı” haberinin payı büyük. Bu haberle Cemaate karşı olmanın suç olduğu algısı güçlendirildi. Gülen Cemaati’ni yıpratma amacı taşıma suçlaması, TSK’ya yönelik operasyonun başlangıcı olduğu kadar Gülen Cemaatinin fiili olarak dokunulmazlık kazanmaya başlamasında da etkili oldu. ‘CEMAAT’E ‹L‹fiK‹N ‹DD‹ALARA K‹M ‹NANIYOR’ SORUSU YETT‹ Ruşen Çakır FenerbahçeCemaat gerilimini hiçbir iddiada bulunmaksızın köşesine taşıdığı halde, Cemaat’in kanallarında, özel yetkili savcılık iddianamelerini anımsatan bir dille çeşitli suçlamalara maruz kaldı. Gazeteci Ruşen Çakır, 14 Mayıs’ta yazarı olduğu Vatan’da “Fenerbahçe ve Fethullah Gülen Cemaati” başlıklı bir yazı yayımladı. Ergun Babahan’ın Twitter mesajı nedeniyle kovulması üzerine kaleme aldığı yazıda, şike operasyonu ile Fenerbahçe’nin Gülen Cemaati tarafından ele geçiril-
C
emaatin Fenerbahçe’yi ele geçirmek istedi¤i iddialar›n› gündeme tafl›yan Ruflen Çak›r, cemaat medyas›n›n haber görünümlü sald›r›s›na u¤rad›
mek istendiği iddialarını gündeme taşıdı. Çakır bu yazısına gelen tepkiler üzerine Fenerbahçe-Gülen Cemaati hakkındaki iddialar üzerine bir yazı dizisi hazırlamaya karar verdiğini duyurdu. ‘Açık sırrın ifşası’ başlıklı 17 Mayıs tarihli yazısında Çakır, bu yazı dizisinin amacını ve yöntemini şöyle anlattı: “Amacım, Gülen Cemaati ile bazı Fenerbahçe taraftarları arasındaki açıkça dile getirilmeyen gerginliği tüm öğelerini koyup tarif etmek. Bazı okurların beklediğinin aksine ‘bilirkişi’ ve/veya ‘tek kişilik jüri’ gibi hareket etmeye hiç niyetim yok, zaten böyle bir şeyin anlamı da yok.” Bu tarihten itibaren
Taraf:1 Mayıs üç ayrılık 1
Mayıs 1977 katliamının sola dönük bir saldırı değil, bir sol içi çatışma olduğu iddiasının bayraktarlığını yapmak Taraf gazetesinde kan kaybına neden oldu. Taraf 2 Mayıs’ta Halil Berktay’ın söyleşisine dayanarak gündeme taşıdığı “1 Mayıs 77 sol içi çatışmaydı” iddiasını, ilerleyen günlerde Yıldıray Oğur ve Gökhan Erkuş’un katliamın tanıklarının görüşlerini tahrif ederek yaptığı haberlerle işlemeye devam etti. Gazetenin sola dönük bu karalama kampanyasının hemen ardından Ümit Kıvanç ve Nabi Yağcı, bu tavrı eleştiren yazılar yazarak gazeteden ayrıldıklarını duyurdu. Ümit Kıvanç, Birikim dergisinde yürüttüğü çalışmaları ve belgeselleri ile tanınıyordu. Nabi Yağcı ise 1983’ten itibaren önce TKP’nin daha sonrada Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nin genel sekreteri olarak görev almış, Sovyetlerin dağılma süreci sonrası hızla Türkiye’deki sol liberalizme entegre olmuş bir isimdi. Bu iki ismin ardından Taraf’tan üçüncü bir ayrılık haberi geldi. Taraf’ın kuruluşundan itibaren gazetede yer alan Tarih Defteri bölümünü hazırlayan araştırmacı tarihçi Ayşe Hür de bir veda yazısı yayımlayarak gazete ile yollarını ayırdı. Hür 20 Mayıs’ta yayımladığı ‘Okurlara açıklama metni’ başlıklı yazıda ayrılık kararını ve nedenini şöyle anlattı: “Taraf’la ilişkimi yeniden gözden geçirmemi gerektiren bazı gelişmeler oldu. İzniniz olursa bunların neler olduğunu açıklamayacağım. Sonuçta iletişimsizliğimiz öyle bir noktaya vardı ki, benim için çok zor da olsa, Taraf’tan ayrılmam gerektiğine karar verdim.” Hür Aralık 2011’de Taraf gazetesinde Gülen Cemaati’ni eleştiren bir yazı kaleme almış ve içinden geçilen dönemi ABD’de sola karşı cadı avının yürütüldüğü McCharty dönemine benzetmişti. Hür’ün yazısı o tarihe kadar Taraf’ta çıkan en net Gülen eleştirisiydi. Ayrılık kararları Taraf’a ruhunu veren İslamcı-liberal ittifakın sarsıldığına işaret olarak yorumlanıyor.
yazdığı yazılarda Çakır, Fenerbahçe’yi Cemaat’in ele geçirip geçirmediğine dair bir iddia ortaya atmadı ya da ispatlamadı. Sadece 19 Mayıs’ta konuya dair yayımladığı son yazısında şu kanaati bildirdi: “Cemaat’in Fenerbahçe’yi ele geçirmek istediği iddialarına yalnızca dar ‘beyaz Türkler’den oluşan bir zümre inanmıyor. Daha geniş taşrayı da kapsayan bir kesim bu kanıda.” CEMAATE YÖNEL‹K PS‹KOLOJ‹K HARB ‹DD‹ASI Çakır bu kanaatini belirterek, gazetecileri nazarında kendi ipini çekti. Bu yazının ertesi günü 20
Mayıs’ta STV haber bültenindeki haberlerden birinin konusu bizzat Ruşen Çakır’dı. STV “Ruşen Çakır ne yapmaya çalışıyor” flaşlı bir haber geçerek Çakır’ın psikolojik harp yürüttüğünü iddia etti. Haberde “Hizmet’e yönelik karalama ve hakaret yazıları ile Fenerbahçe camiasının Hizmet’e karşı kışkırtıldığı” iddia edildi. Ruşen Çakır’ın da bu gazetecilerden birisi olduğu ve bu amaçla bir yazı dizisi başlattığı öne sürülen haberde Fenerbahçe Kongresi’nde Cemaat’i hedef alan delege konuşmalarının kolajları eşliğinde bir sunuş yapılarak “Fenerbahçe’nin şike operasyonu ile ele geçirildiği” iddiasının toplum
mühendisliğinin ürünü olduğu söylendi. Haberde Ruşen Çakır’ın bu iddiayı güçlendirmek için yazı dizisi hazırladığı, “Fenerbahçe’ye korkmayın” mesajı verdiğini öne sürüldü ve şu akıl almaz ifade kullanıldı: “Cemaat’in başına geleceklerden Ruşen Çakır sorumlu.” ‘ÇAKIRIN AMACI ERGENEKON VE KCK’NIN ‹NT‹KAMINI ALMAK’ Çakır’ın yazı dizisindeki şu ifadeler, Çakır’ın Fenerbahçelileri, Ergenekon davasına karşı mücadeleye çağırdığının bir delili olarak sunuldu: “Bir yandan ‘Cemaat kulübümüzü ele geçirmek istiyor’ diye sağda solda dert
yanıp, diğer yandan suya sabuna dokunmadan gazeteciliklerini sürdürenler anlaşılan bizim Ahmet Şık’ın o meşhur ‘dokunan yanar’ sözünün fazlasıyla etkisinde kalmışlar. Halbuki Ahmet ve Nedim’in arkadaşları olarak çok güzel ikinci bir slogan bulmuştuk: Yansak da dokunacağız! Dokunduk ve sonunda arkadaşlarımız özgür kaldı.” Ahmet Şık’ın gözaltına alınıyorken sarf ettiği ve AKPCemaat operasyonlarına karşı mücadelenin sloganı haline gelen “Dokunan yanar” sözünün Ergenekon’un propaganda malzemesi olduğunu iddia eden STV, Çakır’ın bunu hatırlatarak Fenerbahçelilere mücadele mesajı verdiğini savundu. CEMAAT‹N BAfiINA NE GEL‹R? ÇAKIR’IN BAfiINA NE GEL‹R? Çakır’ın Ergenekon’a destek verdiği, KCK operasyonundan rahatsızlık duyduğu, Ergenekon ve KCK soruşturmalarından sorumlu tuttuğu Hizmet hareketinden intikam almak için Fenerbahçelileri Cemaat’e karşı kışkırttığı öne sürüldü. Haberde özel yetkili savcıların hazırladığı iddianamelere benzer bir dil kullanılarak “Geçmişteki ilegal bağlantıları” hatırlatılan Çakır’ın herkes tarafından bilinen 12 Eylül’de Dev-Sol davasından yargılanmış olduğu bilgisi, bir fişleme ve suç unsuru olarak sunuldu. Sahip oldukları imkanlar göz önünde alındığında STV’nin “Cemaat’in başına birşey gelmesi durumunda sorumlunun Ruşen Çakır” olacağı iddiası terse çevrilebilir. Cemaatin yargı ve güvenlik bürokrasisinde güçlendiği, medya grupları aracılığıyla etkinlik kazandığı düşünülürse asıl soru bundan sonra Ruşen Çakır’ın başına geleceklerden kimin sorumlu olacağı.
Gülen rahatsız Çak›r’›n Cemaat’i zor durumda b›rakacak iddialar› gündeme getirmesi üzerine önce Cemaat’in yay›n› Zaman gazetesinin genel yay›n yönetmeni Ekrem Dumanl› sert bir elefltiri yaz›s› kaleme ald›. Dumanl› 21 May›s’taki ‘Sanal Cinnet’ bafll›kl› yaz›s›nda sosyal medyan›n iftiralar› yayg›nlaflt›rmak için kullan›ld›¤›n› yaz›p do¤rudan Fenerbahçe-Cemaat tart›flmas›na iliflkin iddialar› yalanlad›. Fakat 12 May›s’ta lig flampiyonunu belirleyen maç›n ard›ndan yaflanan taraftar-polis çat›flmas› gündemden düflmeyince Fethullah Gülen bu iddialara do¤rudan yan›t verme ihtiyac› duydu. Zaman gazetesinde 22 May›s’ta yay›mlanan habere göre Gülen sohbetleri s›ras›nda F.Bahçe-G.Saray derbisinden sonraki olaylara sebep olan geliflmelerin cemaate mal edilmesine iliflkin sorular› yan›tlayarak “holiganlar›n” milletin mal›na zarar verdi¤ini söyledi ve bir k›s›m medyan›n bu hadiseyi körükledi¤ini belirterek tüm bunlar›n birilerinin plan› oldu¤unu iddia etti.
İktidara yapışık gazeteciye jöleli eylem S
ıkı bir ulusalcı iken AKP’nin ikinci seçim zaferinin hemen ardından ateşli bir AKP destekçisine dönüşen gazeteci Yiğit Bulut bir konferans için gittiği Yıldız Teknik Üniversitesi'nde öğrencilerin ‘jöleli’ protestosu ile karşılaştı. Yıldız Teknik Üniversitesi Davutpaşa Kampüsü'nde düzenlenen "Yiğit Bulut ile Türkiye Gündemi" başlıklı panele konuşmacı olarak gelen gazeteci Yiğit Bulut öğrenciler tarafından protesto edildi. Öğrenci Konseyi tarafından 25 Mayıs’ta düzenlenen etkinlik sosyal paylaşım sitelerinde "Gidiş-dönüş ücretsiz olup AKP'nin düzenlediği bir etkinliktir" ifadeleriyle duyurulmuştu. Üniversitelerinde AKP’nin düzenlediği bir etkinliğe, AKP
destekçisi bir ismin gelmesine sessiz kalamayan öğrenciler hem panelin yapılacağı salonun girişinde hem de etkinlik salonunda birer protesto eylemi gerçekleştirdi. Yiğit Bulut’un yumurtalı protesto ihtimaline karşı şemsiyeli korumalar eşliğinde geldiği panel salonuna girmek isteyen öğrenciler "AKP defol üniversiteler bizimdir" , "AKP'den hesabı gençlik soracak" sloganlarıyla eylem yaparken tüm önlemlere rağmen salona girmeyi başaran üniversiteliler Yiğit Bulut’a imajıyla özdeş hale gelen saç jölesi fırlattı. Eylemi yapan öğrenciler polis tarafından salondan çıkartıldı. NERDEN NEREYE Yiğit Bulut uzun yıllar Radikal
gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Spekülatif haberleri ve ırkçıulusalcı çizgisi ile eleştiri konusu olmasına rağmen Bulut’un Aydın Doğan’ın yeğeni ve aynı zamanda eski bakan Namık Kemal Zeybek’in kızı Şule Zeybek’le evli olması nedeniyle Doğan Holding’de korunduğu varsayıldı. Bulut AKP’nin ikinci iktidar döneminde AKP karşıtı çizgisini birden değiştirerek sıkı bir AKP destekçisine dönüştü. Aydın Doğan- Başbakan Erdoğan gerilimi başladıktan sonra Doğan Holding’le yolları ayrıldı. 20092012 dönemleri arasında Habertürk TV'de genel yayın yönetmenliği yaptı. Ocak ayında Ciner’in işine son verdiği Yiğit Bulut, 25 Mayıs’tan itibaren AKP medyası gazetelerinden Star’da çalışmaya başladı.
Yi¤it Bulut, AKP destekçisi olduktan sonra s›k s›k Erdo¤an’›n yurt d›fl› gezilerine, baflbakanl›k uça¤›nda yolculuk ederek kat›ld›.
‘Tasma’lı hakarete gazetecilerden tepki B
aşbakan partisinin İstanbul il teşkilatı kongresinde yaptığı konuşmada gazetecilere yönelik hakarete varan ifadeler kullandı. TT Arena stadyumunda gerçekleşen kongrede yaptığı bir saatlik konuşmada Uludere’ye ilişkin tepkiler nedeniyle muhalefete saldıran Erdoğan, muhalif köşe yazarları için bugüne kadarki en ağır ifadeleri kullandı: “Bunları tasmalarıdan biz kurtardık” Erdoğan konuşmasında Uludere’de istihbarat kaynağına ilişkin yazılar kaleme alan yazarlar için tam olarak şu ifadeleri kullandı: “Daha düne kadar birilerinin karşısında hazır ol’a geçip aldığınız emir doğrul-
tusunda köşe yazıyordunuz. Bunları tasmalarından biz kurtardık. Ama düne kadar tasmaları ulusaldı, şimdi tasmaları uluslararası.” Basın meslek örgütleri Erdoğan’ın açıklamalarına tepki gösterdi. Türkiye Gazeteciler Sendikası adına başkan Ercan İpekçi yazılı bir açıklama yaptı. İpekçi, gazeteciler hakkında kullandığı ifadeler nedeniyle başbakanı kınadı ve şunları ifade etti: “Uludere’de 34 yurttaşın katledilmesiyle ilgili gerçeklerin kamuoyunca öğrenilmesi amacıyla mesleki görevlerini yerine getiren basın emekçilerine yönelik bu ‘kin ve nefret’ söylemi
içeren açıklamalarınız, belki sizin ‘kindar eğitim’ tıynetinize uygun düşebilir ancak ‘basın ve ifade özgürlüğü’ kapsamında savunulması mümkün değildir.” Açıklamada Erdoğan’dan konumu gereği fikirlerine katılmadıkları aydın, yazar ve gazetecilere saygı göstermesi istendi. Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD) de yazılı bir açıklama yaparak Erdoğan’a tepki gösterdi. Başbakanın gazeteciler hakkındaki ifadelerinin açıkça şiddet ve nefret içerdiğini söyleyen ÇGD, tüm basın mensuplarını bu anlayışa dur demek için mücadeleye çağırdı.
3
GÜNDEM 30 May›s 2012 / 13 Haziran 2012
Halk›n Sesi
Meydan okuyanların kongresi Halkevleri 22. Olağan Genel Kurulu 16-17 Haziran’da Ankara’da gerçekleşecek. Hakları için meydan okuyanların bu buluşmasını Halkevleri MYK üyesi Dilşat Aktaş, anlattı
H
alkevleri 22. Olağan Genel Kurulu 16-17 Haziran tarihlerinde Ankara’da gerçekleşecek. İlk gün Yenimahalle Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde olacak. Meydan okuyanların buluşacağı genel kurul öncesi Halkın Sesi Halkevleri MYK üyesi Dilşat Aktaş’ın görüşlerini aldı. MEYDAN OKUYANLAR BULUfiUYOR Son iki yılda anayasa referandumu ve genel seçimlerin ardından AKP’nin gerici, şoven ve neoliberal politikalarını tırmandırdığını belirten Aktaş, toplumsal muhalefetin bütün baskılara rağmen insanca yaşam, adalet ve özgürlük mücadelesini sürdürdüğünü söyledi. Son dönemde ezilen kesimler içinde AKP iktidarına karşı direnme eğilimlerinin kitlesel ve militan karşılıklar bulmaya başladığını vurgulayan Aktaş, “1 Mayıs gösterileri, kamu emekçilerinin grevi, yaygınlaşan işçi direnişleri ve hak mücadeleleri bunun göstergesidir” dedi. Aktaş şöyle konuştu: “Hopa olayları, Sivas katliamı davasının zamanaşımına uğratılması; öğrenci, vekil, aydın ve gazeteci tutuklamaları, eğitimde gerici-
piyasacı düzenlemeler gibi saldırılar karşısında geniş kesimlerden tepkiler yükseldi. Aleviler, gazeteciler, sanatçılar, öğrenciler meydanı boş bırakmadı.” “Halkevleri bu süreçte toplumsal muhalefetin gündem belirleyen bir örgütü haline geldi. Hak mücadelelerini demokrasi mücadelesi ile bütünleştiren meşru, militan, kitlesel çizgisi ile halkın direnme eğilimleriyle buluştu. Bu da Halkevleri’nin toplumsalsiyasal muhalefet içindeki sorumluluğunu artırıyor.” Aktaş “O nedenledir ki 22. Olağan Genel Kurulumuz, geleceğine sahip çıkanların, hakları için meydan okuyanların buluşacağı bir genel kurul olacaktır” dedi. GEÇM‹fi GELECE⁄E IfiIK TUTACAK Geçtiğimiz iki yıl boyunca önemli deneyimler ve mücadele mevzileri biriktirdiklerini söyleyen Aktaş, yeni dönemde de çok yönlüyü saldırıya karşı çok yönlü ve sonuç alıcı mücadeleler yürüteceklerini belirtti. Halkevleri’nin eğitimde 4+4+4 düzenlemesini durdurmak, afet yasası karşısında halkın barınma hakkını savunmak, sağlıkta açığa
Q
Yaklafl›k 6 ay önce tutuklanan 7 ODAK dergisi okurunun yarg›land›¤› davan›n ilk duruflmas› 30 May›s’ta Ankara 12. A¤›r Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Tutuklu bulunan 7 kifli ilk duruflmada tahliye edildi.
çıkan yıkıma karşı Sağlık Hakkı Meclisleri’ni örgütlemek, doğa ve yaşam mücadelelerini bir adım ileriye taşımak gibi iddialı hedefleri var. Halkevleri, eğitim alanındaki mücadelede bir yandan saldırılara direnirken bir yandan da AKP’nin gerici-liberal kamusu karşısında bir alternatifi temsil eden Yaz Okulları çalışmalarını yaygınlaştıracak. Ulaşım, HES’ler, barınma gibi alanlarda sonuç alıcı başarılı mücadelelere imza atan Halkevleri, bu özgüvenle mücadeleyi muhalefetin ve halkın daha geniş kesimlerine yayarak büyütmeyi tartışacak. AKP’nin kadın düşmanlığını tırmandırdığı bir dönemde gerçekleşen Genel Kurul’da kadın mücadelesi tartışmaları da önemli bir yer tutacak. KONGRE SOKAKTA ÖRGÜTLEN‹YOR Aktaş halkın beklentilerini Halkevleri Genel Kurulu’na taşımak için hastane ve okul önlerinde, doğalgaz ve elektrik kuyruklarında, otobüs duraklarında halkın görüşlerini alıp genel kurula davet edeceklerini söyledi. Herkesi karanlığa meydan okumak için Halkevleri
Q
‹stanbul Gazi mahallesinde 25 May›s Cuma günü baz istasyonlar›na karfl› halk toplant›s› düzenlendi. Halk toplant›da baz istasyonlar›na karfl› neler yap›labilece¤i konufluldu. Toplant› Sivas Zara Çayp›nar Köyü'nün dernek merkezinde, Elektrik Mühendisleri Odas› yönetim kurulu üyesi P›nar Hocao¤ullar›n›n ve Gazi Mahallesi Muhtar› Nevzat Altun'un kat›l›m›yla gerçeklefltirdi.
Q
Diyarbak›r'›n Kulp ilçesinde yap›m› planlanan HES, 28 May›s’ta demokratik kitle örgütlerinin düzenledi¤i bir yürüyüflle protesto edildi. HES protestosuna PADÇEK yönetici ve üyelerinin yan› s›ra, E¤itim-Sen, SES, Kulp Haber Sen, ‹stanbul Kulp-Der, ‹stanbul ‹KED-DER, CHP Kulp ‹lçe Baflkanl›¤›, BDP Kulp ‹lçe Baflkanl›¤›, Diyarbak›r Baro Baflkanl›¤› ile çok say›da gönüllü çevreci destek verdi.
Q
Kongresi’ne davet eden Aktaş sözlerini şu cümlelerle sonlandırdı: “Kongremize katılacak dost örgüt ve kişilerin önerileri Halkevleri
mücadelesi açısından değerli olup, toplumsal muhalefetin ortak yönelimleri konusunda da fikir verecektir. Karanlığa meydan okuyanların
buluşması, bu ülke insanlarının kendi kaderlerini kendi eline almaları için doğacak bir umut kadar cürettir de.”
27 May›s’ta emekliler, D‹SK’e ba¤l› Emekli-Sen’in ça¤r›s›yla “Demokrasi mücadelesinden emekli olunmaz” diyerek, Ankara’da bir araya geldi. Emekliler, insanca yaflam, bar›fl, demokrasi ve insan haklar› için bir yürüyüfl ve oturma eylemi gerçeklefltirdi.
Yuhlayanlar›n say›s› alk›fllayanlardan çok ayyip'in kadınlara olan ilgisi, daha doğrusu kadın bedenine olan ilgisi sürüyor. Yıllardır doğurmalarına takmıştı, neden üçten az doğuruyorlar diye. Her fırsatta üç çocuk istiyordu, son zamanlarda bu sayıyı da az bulmuş beşe çıkarmıştı. Bu da yetmemiş olacak ki şimdi de “kürtaj”a ve “sezaryen”e taktı; sezaryenle doğuma karşıymış, kürtajı da cinayet olarak görüyormuş. (Referandumda kadınlardan “evet oyu” isterken “pozitif ayrımcılık” yapacağını vaat ediyordu ya.) Bu “saplantı”nın nedeni nedir? Bunun iki temel nedeni, bir de güncel siyasi nedeni var! Tarih boyunca erkek egemenliğinin tahakküm nesnesi kadın bedeni olmuştur. Kadınlarla erkeklerin eşit olmadığına inanan, bunu her fırsatta dile getiren Tayyip Erdoğan ve şürekası, iktidarlarını sürdürmenin en temel yolunun, “kadın” üzerindeki egemenliklerini sürdürmekten geçtiğini, tarihten ve dinden öğrenmiş durumdadırlar. (En iyi öğrenenlerden biri olan Melih Gökçek, twitter’da tartıştığı bir kadına özel mesaj yoluyla; “sen çok mu kürtaj yaptırdın? Bu kadar bağırmanın nedeni bu mu?” diyerek, iyi bir şüreka olduğunu kanıtlamaya devam ediyor.) İkinci temel neden ise kapitalist sistemin ihtiyaçlarıdır. Bu ihtiyaçlara uygun olarak oluşturulan nüfus politikaları, ataerkil prensipler uyarınca kadın bedeni üzerinden, kadın cinselliği ve doğurganlığı denetlenerek sürdürülür. AKP'nin uyguladığı yeni dönem liberal politikalar; kadınları aile içinde ikincil konuma hapsetmeyi, sermayeye ucuz, güvencesiz işgücü oluşturmayı, boğaz tokluğuna çalışacak milyonlarca işsiz yaratmayı amaçlamaktadır. Bu milyonlarca işsiz aynı zamanda istenildiğinde savaşa sürülecek işsizler ordusudur. Ülkemizde doğum oranının AB ortalamasının 2 katına yakın olması (binde 17,5), yine ülkemizin nüfusu en hızlı artan (binde 11,2) ülke olması Tayyip için yeterli değil. AKP'nin bu amacının tüm politikalarıyla nasıl bir uyum içinde olduğunu görebilmek için “eğitim alanında yaptıklarına ve yapacaklarına” da bakmak yeterli olur. Bu işsizler ordusunun iyi bir eğitime ihtiyacı olmayacağı, eğitim sistemindeki değişikliklerle ortaya konmuştur. (4+4+4’ün tüm olumsuzluklarının yanında sadece “sınıfta
T
kalmanın imkansızlaştırıldığı”, sınıf geçmenin neredeyse “zorunlu” hale getirildiği bir sistem göz önüne alındığında bile ucuz, bilgisiz, niteliksiz insan tipinin amaçlandığı görülür.) Tayyip’in bu açıklamalarının güncel siyasal nedeni ise ülkenin genel gündemini değiştirmekten daha ziyade AKP’nin iç gündemini belirlemektir. Uzunca bir süredir AKP’nin içinde gerek politik konularda gerek tarikat, cemaat ve insan merkezli odaklaşmalarda gerekse de rant paylaşımında bir dizi tartışma/kapışma/dalaşmanın yaşandığı ve hatta bu durumların operasyonel fiiliyatlara yol açtığı bilinmektedir. Tayyip’in bu durumlar karşısında geliştirdiği taktik de artık herkes tarafından ezberlendi. Tayyip bu durumlarda ya CHP’ye saldırıyor ya dine sarılıyor. Çünkü söz konusu AKP kitlesinin ortaklaştığı; Kürt sorunu, AB, sermaye çıkarı, işçi çıkarı vb. değil, sadece bu iki konu. (Unutmadan bir de elinin altında her zaman “darbe niyetlisi generaller” mevcut). Kısacası önümüzdeki (en azından) bir yıl içinde herhangi bir seçimin olmayacağı düşünüldüğünde Tayyip’in asıl “dert edinmesi” gereken konu kendi %50’si ve bunun içinde oluşabilecek çatlaklardır. Diğer yüzde 50 (şimdilik) olmasa da olur! Bir takım evrensel, bilimsel gerçekler göz ardı edilebilir, çarpıtılabilir. En temel yaşam hakları yok sayılabilir. Kürtajın yasalarla kısıtlandığı ülkelerde anne-kadın ölüm oranlarının arttığı evrensel bir gerçektir. Kadınların kendi varlıklarını koruma ve özgürce sürdürme hakkının, potansiyel (henüz olgunlaşmamış) haklara göre daha üstün olması da evrensel (uluslararası hukukta tanınmış) bir gerçektir. Sezaryen sayısının artması, aile planlaması hizmetlerinin paralı hale getirilmesi ise doğrudan AKP’nin uyguladığı “sağlığı ticaretleştirme” ve “performans sistemi” politikalarının sonucudur. Kısacası cinayet işleyen AKP’dir. Kürtajın yasal bir hak, bir seçim özgürlüğü olarak savunulması kadar, sosyal bir hak olarak savunulması da yaşamsaldır. Kadınlar devlete ya da erkeklere değil, kendilerine aittir. Gelelim Tayyip’in “her kürtaj bir Uludere’dir” açıklamasına. Açıkça ne diyor Tayyip? Kürtajı bir cinayet olarak kabul ettiğine göre Uludere de
bir cinayettir, peki bu cinayeti kim işlemiştir, yani “kürtajı” kim yapmıştır? Oradaki köylüleri bombalayan uçaklar, başka bir ülkenin uçakları olmadığına ve henüz “terörist” gruplar da savaş uçağı sahibi olmadıklarına göre bu devletin uçaklarıdır. Ve bu uçakların bombalarının siyasi sorumlusu Başbakan ve Cumhurbaşkanı, askeri sorumlusu ise Tayyip’in “benim genelkurmay başkanım” dediği şahıstır. Peki bu şahıslar herhangi bir biçimde bu cinayeti üstlenmiş midir? Hayır. Bu şahıslar herhangi bir yaptırıma tabi tutulmuş mudur? Hayır. Özür dilemişler midir? Hayır. Peki bu cinayetin (“kürtajın”) bir daha olmaması için bir yasa hazırlamışlar mıdır? O da Hayır. Bunlara göre olay uluslararası bir komplo; olayı gündemde tutanlar PKK’nin yardakçıları; öldürülen çoğunluğu çocuk 34 kişi ise İçişleri Bakanı İdris’in deyimiyle figüran. (“Uludere’de ölenler figüran, özür dilenecek bir şey yok.”) Roboski (Uludere) Katliamı, AKP’nin Kürt sorununu “çözme” stratejisinin bir parçasıdır, bir istisna ya da istenmeyen bir durum değildir. Bu stratejinin bir diğer parçası ise “yeni anayasa” aldatmacasıdır. AKP’nin uzlaşma görüntüsünü özellikle vermeye çalıştığı (her partiden eşit sayıda üyeyle oluşturulan komisyon) süreç, daha şimdiden çatırdamaya başladı. AKP diğerlerini uzlaşmaz tutumlarıyla suçluyor. “Ön şart olmadan gelin” diyen Tayyip, “referandumda geçen maddelere dokundurtmam” demekte. Bu sürecin nereye gideceği şimdiden belli. Her seçim dönemi “yeni anayasa” vaat ederek oy toplayan AKP, bu kez ya diğerlerini suçlayarak süreçten çekilecek ya da kendi başına yaptığı sözde “yeni anayasa”yı referanduma sunma “cüreti” gösterecek. AKP’nin yeni anayasasının nasıl bir şey olacağını ise referandum sürecine ve referandumda sonucunda çıkan yasalara bakarak anlaşılabilir! Kadınlara pozitif ayrımcılık yasalaşacak/yasalaştı diyenler, kadın düşmanlığını kurumsallaştırdı. Kamu çalışanlarına toplu sözleşme hakkı yasalaşacak/yasalaştı diyenler, çalışanların ekonomik-sosyal haklarının gasp edilmesini kurumsallaştırdı. İşçilerin her türlü grev yasağı kalkacak/kalktı diyenler, işçilerin grev
yapmasını engellemeyi yeniden yasalaştırdı. “İleri demokrasi” getirdik dedikleri bu ülkede; kendi iktidar dönemlerinde 139 faili meçhul oldu; “Dur!” ihtarına uymadığı söylenen 428 kişi öldürüldü, gözaltında ya da cezaevinde ölenlerin sayısı ise 322. 4,5 milyon kamu çalışanı ve emeklisinin zam oranı kesinleşti. AKP’nin yüzde 3,5+3,5 olarak önerdiği rakam, çoğunluğunu AKP’nin oluşturduğu Hakem Kurulu tarafından yüzde 4+4 olarak belirlendi. Artık “yapacak bir şey” YOK. Üstelik referandumda “evet” diyen kamu çalışanlarına Tayyip’in yanıtı hazırdır: “Sen neye evet dediğini bilmiyor muydun?” Onlar bilmiyordu belki; fakat “yetmez ama evetçiler” ile “boykotçular” biliyordu! AKP, bir kazığı da tüm işçilere, özel olarak da Hava-İş sendikası üyesi işçilere attı. AKP sözde, referandumla birlikte grev hakkının önündeki tüm yasakları kaldıracağını/kaldırdığını iddia ediyordu. Havayolu çalışanlarının toplusözleşmelerini 18 aydır çıkmaza sürükleyip, ardından da başbakanın özel talimatıyla havayollarında grevi yasaklayan özel bir düzenlemeyi bir torba yasanın içine koyarak meclise getirdi. 12 Eylül generallerinin bile cesaret edemediği havayollarına ilişkin bu özel düzenlemenin meclise gelmesi karşısında havayolu emekçilerinin haklarına sahip çıkmak için başlattığı eylem 104 uçuşun yapılmamasına neden olunca, AKP hiç vakit kaybetmeden işten çıkarma girişimlerine başladı. Emek ve emekçi düşmanlığında yapabileceklerinin sınırı yok. Evet emek ve emekçi düşmanlığında yapacaklarının da sınırı yok! Türkiye ile AB arasında, AB ülkelerinin bloke etmediği açılabilir nitelikteki üç başlığın da “açılamayacağı” Ali Babacan tarafından beyan edildi. Bu başlıkların açılmamasının gerekçesi de “Türkiye’nin rekabet gücünü kaybetmemesi” olarak açıklandı. Bu başlıklar ne mi? “Kamu İhaleleri”, “Sosyal Politikalar ve İstihdam” ve “Rekabet”. Sadece “Sosyal Politikalar ve İstihdam” başlığının içeriğine kabaca bakmak yeterli. Ali Babacan’ın ve Türkiye’nin kaybedeceklerini anlamak için sendikal hakların AB standartları ve ilgili İLO Konvansiyonları ile uyumlu olmasının sağlanması, ayrıca iş hukuku, iş sağlığı ve güvenliği, kadın ve erkek
arasında eşit muamele, ayrımcıkla mücadele, sosyal diyalog vs. … Bunları yapmamak rekabet gücünü arttırıyor. Kimin? İşçinin mi, patronun mu? Patronlar söz konusu olduğunda Tayyip’le (Özal dışında) kimse yarışamaz; ne din kalır ne prensip. Dünyanın en tanınmış işadamları ve siyasetçilerini bir araya getiren ve her sene İsviçre’nin Davos kentinde düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu (“şişman kediler toplantısı”) zirvesi bu kez 4-6 Haziran tarihlerinde İstanbul’da yapılacak. Hani şu, Tayyip’in “one minute” dediği, “bir daha gelmem” restini çekerek ünlü gösterisini sergilediği Forum var ya işte o. Tayyip’in, kendisine söz vermediği gerekçesiyle fırçaladığı moderatör de bu kez, Kadir Topbaş ve Microsoft’un başkan yardımcısı Ali Faramawy’ye moderatörlük yapacakmış. Tayyip Davos’a gitmez ama Davos’un evine gelmesine kucak açar. Neden? Dünya Ekonomik Forumu’nun 42 yıllık geçmişinde ilk defa, birden fazla bölgeye (Avrupa, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya) odaklandığı bir etkinlik olma özelliği taşıyormuş da o yüzden olsa gerek. Kısacası Tayyip’in paraya ihtiyacı var. 2008 küresel krizinden itibaren özelleştirme gelirleri düşüş göstermeye başladı. Son iki yılda gerçekleşen tek bir önemli özelleştirme yok. Doğal olarak bu özelleştirme operasyonlarına katılan yabancı sermaye iştiraki de yok. Binali Yıldırım, kapı kapı dolaşıp özelleştirme ihalelerine girecek şirket arıyor, özelleştirme ihalelerine giren ve hatta kazanan şirketler daha sonra dış finansman bulamadığı için milyonlarca dolarlık teminatlarını yakarak vazgeçiyorlar. (Elektrik Dağıtım ve Başkent Doğalgaz Dağıtım ihalelerinde taahhütlerini yerine getirmedikleri için 312 milyon dolar yandı.) Hazine garantörlüğüne ve KDV desteğine rağmen bir türlü gerçekleştirilemeyen üçüncü köprü ihalesi üçüncü kez yapıldı. Elbette ihalenin sonuçlanmış olması bitirileceği anlamına gelmiyor. Kısacası, AKP’nin 2012’de gerçekleştirmeyi planladığı yaklaşık 117 milyar dolarlık yatırım projesi ve özelleştirme, finansman sıkıntısı (para bulamadığı) nedeniyle yapılamıyor. El açmak için bile el öpmek, etek öpmek şart. 2012’in ilk altı ayının AKP için
planlandığı gibi gitmediği aşikar. Bu durumun bir diğer kanıtı Suriye. “Arap Baharı”nın gazına gelen Tayyip, Suriye’de de işlerin çok çabuk sonlanacağını hesap ediyordu. Ancak işler öyle olmadı. İşbirlikçi Suriye muhalefeti “cılk” çıktı; Obama Kasım’daki seçimleri bekleme kararı aldı; Rusya devreye girdi (Rusya’nın Suriye’ye sattığı silah son dört yılda yüzde 580 artmış); 40 yıl sonra Suriye’de seçimler yapıldı ve Baas Partisi zaferle çıktı. AKP ise CIA’nın Suriye’de tezgahlamaya giriştiği kirli savaşın (bombalama, suikast, katliam) aktif taşeronu olma ihalesini “kazandı”. Bu işin nereye gideceğini hesap ettiğini söylemek ise mümkün değil. Mesela Rusya Başbakanı Medvedev’in “Bazı noktalarda bir devletin egemenliğinin altını dinamitleyen bu tip müdahaleler geniş ölçekli bir savaşla son bulabilir. Hatta kimseyi korkutmak istemiyorum ama nükleer silahların kullanımıyla bile sonuçlanabilir” tehdidini, Tayyip hesap edebilmiş midir? Vurgulamakta yarar var; 2012’in ilk altı ayı AKP için genel olarak planlandığı gibi gitmedi. Ancak Tayyip’in pes edeceğini de beklemek safdillik olacaktır. AKP, yaz aylarını güneşlenerek geçirmeyecek. Çok büyük ihtimalle Meclis kapanmadan “kanun hükmünde kararname” çıkarma yetkisini tekrar alacak ve mesaisine devam edecektir. AKP’nin, bu ülke halkları için daha fazla sömürü, daha fazla baskı ve daha fazla dışlanmışlık anlamına geldiğini görmeyen kaldı mı? Arena stadının açılışında Tayyip'i yuhlayanlar, bugün AKP il kongresinde alkışlayanlardan çoktu. Alkışlayanların sayısının, yuhalayanların sayısından az olacağını bilmesine rağmen o stadına gitmek sadece iktidar hırsı değildir, aynı zamanda misyonuna inanmış “cahil cesareti”dir. Ve o cehalet cesaretini büyütmek için cehaleti yaygınlaştırmaya, yasallaştırmaya çalışıyor. Ve onun adı da “4+4+4”; “kadının yeniden ikinci sınıflaştırılması”; “vahşi sömürüdür”. Ancak iyi bilinmeli ki, halkın haklarının izinde ilerici-devrimci toplumsal dönüşümlerin mücadelesini verenler; kadın militanlığını yeniden tarih sahnesine taşıyan özgür kadınlar ve bu ülkenin emekçi yoksul halkları bunları gündeme getiren neoliberal sermaye saldırılarına ve onun gerici politik iktidarına asla izin vermeyecek.
4
GÜNDEM 31 May›s 2012 / 13 Haziran 2012
Halk›n Sesi
Kürde ölüm! Anneye ölüm! Doktora ölüm! Emekliye ölüm! Neymiş? “Her kürtaj bir Uludere” imiş! Kürtaj neymiş? Kasıtlı ve planlı olarak “istenmeyen” evladını katletmekmiş! Yani Uludere neymiş? Devletin, kasıtlı ve planlı olarak istemediği, Kürt evlatlarını katletmesi imiş! Ben demedim, Başbakan dedi. *** Neymiş? “Her kürtaj bir Uludere” imiş! Kürtaj neymiş? “Bu milleti dünya sahnesinden silmek için sinsice bir plan”mış! Yani Uludere neymiş? “Devletin Kürtleri dünya sahnesinden silmek için sinsice hazırladığı bir plan”mış! Ben demedim Başbakan dedi. *** Neymiş? Sezaryen bir “nufus sınırlama komplosu” imiş! Çünkü Sezaryen Ferda doğurganlığı, iki çocukla Koç sınırlarmış! Sezaryen yasaklanırsa ne ferdakoc@ olur? “Tavuk tüyü” geri döner, hotmail.com anneler ölür! Demek ki neymiş? “Nüfus artsın, anneler ölsün”müş! Ben demedim Başbakan dedi! *** Neymiş? Sezaryen bir “komplo” imiş! Sezaryen ve kürtaj yasaklanırsa ne olur? Doktorlar “kaçak” kürtaj, “kaçak” sezaryen yapar, resmen “potansiyel suçlu” olurlar! Sezaryen ve kürtaj yasaklanırsa doktorlar (ve ebeler) “cadılaştırılır”. Cadılara ne yapılır? Yakılır! Demek ki neymiş? “Doktorlar ve ebeler yakılsın”mış! Ben demedim, Başbakan dedi! *** Neymiş? Sezaryen ve kürtaj bir “nufus sınırlama komplosu” imiş! “Üretim ve tüketim için genç nüfusa ihtiyacımız var”mış! Sezaryen ve kürtaj, nüfusun yaşlanmasına neden olurmuş. “Gençler üretir ve tüketir”miş; yani, “yaşlılar üretmez ve tüketmez”miş. Gençler “ekonominin temeli”, yaşlılar “asalak”mış. Bunun için “genç nüfusu artırmamız”, yaşlı nüfusu azaltmamız lazımmış! Demek ki neymiş? “Nüfus artsın ama yaşlılar fazla da yaşlanmadan ölsün”müş! Ben demedim, Başbakan dedi! (Bunu bir de Dünya Bankası demişti) *** Neymiş? “Her kürtaj bir Uludere” imiş? Yani Uludere, devletin, “istemediği evladını öldürmesi” imiş. Uludere’de öldürülen çocuklar niçin “istenmiyor”muş? Çünkü “kaçakçılık yapıyorlar”mış! (Bunu hem Başbakan, hem de İblis’i söyledi) Kürt çocuğu inşaatta, tersanede, madende, domates tarlasında “ürettiği zaman” iyi imiş, kürtaja kurban gitmezmiş; ama kaçakçılık yaptığı zaman kötüymüş, F-16’yla “anavatanından” kürtaj edilirmiş! Yani Kürt çocuğu ucuz işçi olduğu zaman “yaşasın”mış, ticaret yaptığı zaman “ölsün”müş! Ben demedim, Başbakan dedi! Ama Kürt çocuğu ucuz işçi olduğu zaman da, inşaatta, tersanede, traktör kasasında, kaçak madende, kot kumlamada üçer-beşer-onbeşer öl(dürül)üyormuş; kaçakçılık yaptığı zaman da üçerbeşer-onbeşer öldürülüyormuş? Demek ki ne yapmış Başbakan? Kürde ölümlerden ölüm beğenmiş! Kürt hep “ölsün” müş; ama hep “işçi olarak ölsün” müş!
Biber gazı bir can daha aldı Y
alova’daki Abdullah Baştürk Parkı’nda iki grup arasında çıkan kavgaya polisin biber gazlı saldırısı sonucu kavgayı ayırmak isteyen 31 yaşındaki Çayan Birben fenalaştı. Yalova Devlet Hastanesine kaldırılan Birben’in 30 Mayıs gecesi beyin ölümü gerçekleşti. Yakınları Birben’in polisi astım hastası olduğu konusunda uyardığını ancak polislerin buna kulak asmayarak rastgele biber gazı sıktığını söyledi. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin Nisan ayında yaptığı açıklamada biber gazını Kimyasal Silahlar Sözleşmesi'ne uygun kullanıldığını ve insan sağlığı üzerinde kalıcı bir etki bırakmadığını iddia etmişti. Türk Tabipleri Birliği ise biber gazının sağlığa zararlı ve öldürücü bir silah olduğunu söyleyerek çok sayıda ölüm olayını hatırlatmıştı. Çayan Birben'den önce Hatice İdin, İbrahim Sevindik, Musa Dağ, Mehmet Uytun, Hacı Zengin, Kazım Şeker ve Metin Lokumcu biber gazı sonucu ölmüştü.
Hiddeti AKP’nin krizinden Erdoğan’ın arka arkaya yaptığı konuşmalarda kullandığı sert ifadeler ve öfkeli üslup, geçmiş iktidar dönemlerinde inşa edilen “yenilikçi”, “demokrat”, “açılımcı” parti imajını zayıflatırken AKP iktidarının baskıcı, ayrımcı, gerici karakterinin görünürlüğünü artırıyor. Erdoğan’ın hiddetinin arkasında yatan ise partisinin içinde bulunduğu
politik krizler. Kürt sorununda çözümsüzlük getiren, Uludere’yle iflas eden hükümet 6 aydır Uludere’yi kendisi için bir çıkmaza ülke içinse gerilim konusuna çevirdi. Hükümetin sermaye dostu, emekçi düşmanı ekonomi politikası, kamu çalışanları ile toplu görüşme sürecinde yandaş sendikayı bile greve çıkmak zorunda bırakacak bir
krize dönüştü. Uzun süredir bölgesel sorunların odağında yer aldığı dış politikadaki başarısızlık NATO toplantısının sonuçlarıyla birlikte Suriye stratejisini krize soktu. AKP’nin “Erdoğan’ın tek adamlığı” ile öne çıkan örgütsel krizi de bu üç politik krizin yanına eklenince Erdoğan’ın öfkeli, gerici, ayrımcı, kürsü performansının da nedeni anlaşılıyor.
Uludere: Kürt sorununda iflasın resmi ‘Yatıp kalkıp Uludere diyorsunuz. Her Kürtaj Uludere’dir’ “Terör örgütü, BDP, CHP ve uluslararası medya Uludere’yi istismar ediyor, BDP’liler nekrofilidir (ölü sevici)” “BDP kalleş, CHP terör istismarcısı, köylüler terör örgütüyle bağlantılı kaçakçı” Bu üç açıklamayı Erdoğan sırasıyla 26 Mayıs’ta partisinin kadın kolları kongresinde, 27 Mayıs’ta AKP İstanbul il örgütü kongresinde, 29 Mayıs’ta AKP Meclis grup toplantısında sarf etti. Wall Street Journal’ın 16 Mayıs’ta yayımladığı ve Uludere katliamına yol açan istihbaratın kaynağının ABD predatörleri olduğunu söyleyen haber, üzerinden altı ay geçtiği halde soruşturma sürecinde hiçbir ilerlemenin kaydedilmediği katliamı yeniden gündeme taşıdı. İstihbarat kaynağının ve katliama yol açan bombalama emri verenin kim olduğu sorularını yanıtlamayan hükümet, gazetenin haberini yalanladı. Ama bu haberle üzeri örtülmeye, hafızalardan silinmeye çalışan katliam yeninde gündeme geldi. AKP’nin yüksek savaş teknolojisine ve tasfiyeye dayalı Kürt sorunu stratejisinin iflası olarak nitelenen katliam, hükümeti zor duruma düşürüyor.
EN ‹Y‹ SAVUNMA SALDIRI Erdoğan’ın Uludere’de istihbaratı kimin verdiğine ilişkin tartışmanın yenide başlaması üzerine hükümetini zor durumda düşüren bu konuyu kapatmak üzere yaptığı açıklamalarda iki taktik öne çıktı. Birincisi, en iyi savunma saldırıdır anlayışıyla bu konuyu gündeme getirenlere hücum etme, (böylece parti içindeki ayrık seslere de mesaj yollama.) İkincisi, İslamcı söylemi öne çıkararak tabanı
AKP’nin Kürt sorunundaki iflasını gösteren Uludere katliamı gündeme geldikçe Erdoğan muhalefete saldırma yolunu seçti
ZOR DURUMLARDA GER‹C‹L‹K DOZU ARTIYOR Partisinin kadın kolları kongresinde yaptığı konuşmada Uludere’de 34 insanın hava operasyonunda bombalanarak öldürülmesini kürtajla bir tutan açıklamaları ise başka bir taktiğe işaret ediyor. Kürt halkına karşı izlediği ırkçı-ayrımcı, baskıcı politikaların kadın düşmanı politikalarla iç içe geçtiği bu açıklama, AKP hükümetinin tipik kaçış taktiği: Zor duruma düştüğü her olayda İslamcı-gerici söyleme sarılarak siyasetin eksenini tabanının kendisi yanında saflaşacağı başka bir gündeme kaydırma, diğer gündemlere karşı onları kendi yanında tutma.
Partiye birlik mesajı
AKP’nin iktidar içi çat›flmalarda toplumsal hegemonyas›n› kurmas›nda etkin olan “askeri vesayete karfl› halk iradesi” için mücadele söylemi emekçilerin, Kürtlerin ve toplumun ezilen kesimlerinin mücadelesinde etkili olmuyor. Bu toplumsal kesimler karfl›s›nda meflrulu¤u sars›lan AKP hükümetinin
nezdinde imajını düzeltme. Uludere’yi gündeme getirenleri suçlu gösteren açıklamalar bu taktiğin ilk parçasıydı. BDP ve CHP’ye ağır bir dille saldıran Erdoğan İstanbul il kongresinde BDP için nekrofili tanımlanası kullandı. AKP grup toplantısında ise
taban›n›n bir arada tutmak için “‹slamc››rkç›” bir söylemi benimsemesi flafl›rt›c› de¤il. AKP’nin 27 May›s’ta TT Arena Stad›’ndaki ‹stanbul ‹l Kongresi bu çabay› yans›tt›. Kongre alan›na as›lan dev pankartta yazan kongrenin temas› “Bir olduk, birlik olduk, birlikte Türkiye olduk" AKP’nin partililere mesaj› niteli¤indeydi.
BDP’ye kalleş diyerek hakaret etti . CHP’yi Uludere’yi gündeme getirdiği ve istihbarat kaynağını sorduğu için “istismarcı” olarak tanımlayan Erdoğan her iki konuşmasında da olayın hem ulusal hem uluslararası bir karalama kampanyası olduğu görüşünü yineledi. Erdoğan 24
Mayıs’ta Kazakistan dönüşü yaptığı açıklamasında da Uludere konusunun “terör örgütünün zorlamasıyla gündemde tutulduğu” iddiasını dile getirmişti. Erdoğan’ın açıklamaları BDP ve CHP’yi AKP tabanı için itibarsızlaştırmayı, Uludere
AKP kamu emekçisini karşısına aldı A
KP hükümetini 2.5 milyon kamu emekçisiyle karşı karşıya getiren toplu görüşme süreci iktidarın emekçi sınıfları kendine eklemleme becerisinin zayıfladığını gösteren önemli göstergelerden birisiydi. AKP’nin izlediği ekonomi politikalarının meşruluğu bu yıl yandaş
katliamını gündemde tutanları suçlu, terör destekçisi göstererek kendisinin meşruluğunu sarsan olayın gündeme taşınmasını engellemeyi hedefliyor.
sendikaları bile greve zorlayan bir süreçle sarsıldı. 2012 yılı toplu görüşmeleri emekçilerin yoksullaştığı koşullarda gerçekleşti. 2011 yılı başından itibaren doğal gaz, elektrik ve akaryakıtın yanı sıra temel tüketim maddelerine yapılan zamlar, toplamda yüzde 30’u aştı. Nisan 2012 itibariyle yıllık enflasyon oranı da yüzde 11’i geçti. Yılbaşında almaları gereken ücret zammını 5 aydır almayan kamu çalışanları, mağdur oldu. Bu koşullarda hükümet 14 Mayıs’ta kamu emekçilerini temsil eden üç konfederasyonla masaya oturdu. 21 Mayıs’ta sona eren görüşmelerde hükümet kamu çalışanlarının tüm taleplerini “kabul edilmez” bularak 2012 yılı için yüzde 3,5 + 4 ve 2013 için yüzde 3 + 3’lük zam önerdi. Bu öneri en düşük kamu çalışanı maaşını 47 liralık zamla 1.337 TL yapıyor. Bu öneri hükümet yanlısı sendika Memur Sen’in dahi tepki göstererek sokağa çıkmasına, işyeri düzeyinde 23 Mayıs grevine çıkan diğer kamu emekçileri ile birlikte hareket etmesine yol açtı.
Önerilen zam oranı hükümetin övündüğü 2011 yılına ait yüzde 8.5 büyümenin kamu çalışanlarının ücretine yansımadığını gösterdi. Üçüncü Köprü projesinde ihaleyi alan şirkete gelir garantisi verip, elektrik özelleştirmesinde alım garantisi verip aradaki farkı devletin ödemesini garanti eden hükümetin kamu emekçilerinin ücretlerine sıra gelince aynı duyarlılığı göstermemesi hükümetin ekonomi politikalarının hangi kesimin çıkarını gözettiğini ortaya koydu. Kamu emekçilerinin örgütlendiği üç konfederasyonun 23 Mayıs’ta çıktığı grev, AKP’nin emekçileri yoksulluğa mahkum eden ekonomi politikalarına bir itiraz anlamı taşıyordu. Toplu görüşme süreci hükümetin emekçi karşısındaki antidemokratik tavrını da deşifre etti. Görüşme süresince kamu çalışanlarının taleplerini yok sayan hükümet uzlaşmazlık üzerine son kararı 7 üyesini kendi atadığı 11 kişilik Hakem Heyeti’ne havale ediyor. Bu
heyette oy çokluğu belirleyici olduğundan çıkacak sonucun, hükümet lehine olduğu kolayca anlaşılabilir. Bu heyetin kararı sonrası emekçiye itiraz hakkı da tanınmıyor. Böylece 2.5 milyon emekçi ve emekli karşısında hükümet hem “hakkını vermemiş” hem de anti demokratik bir süreç işletmiş görünüyor. Erdoğan’ın 27 Mayıs’ta AKP İl Kongresi’nde yaptığı konuşmaya yola asıl olarak “dava” için çıktıklarını vurgulayarak başlaması ve bolca dinsel gönderme içeren ifadeler kullanması sınıfsal olarak karşısına aldığı emekçileri “ideolojik” olarak tekrar yanına kazanma çabasının bir yansımasıydı. Aynı konuşmada Erdoğan’a “Gecekonduda sefalet içinde yaşayan yoksulun, sabahları durakta bekleyen işçinin, engellilerin emanetini taşıdıklarını” söyletenin, emekçi kesimlerin yaşadığı sorunların derinleşmesi karşısında yoksullardan ve kendi tabanından gördüğü basınç olduğu söylenebilir.
TEKEL’DE DE YAPMIfiTI Hatırlanacağı üzere Tekel işçilerinin eylemi ile hükümetinin meşruluğu zedelenen Erdoğan, eşinin türbanlı TEKEL işçileri ile kurduğu temasın ardından Emine Erdoğan’ın türban taktığı için GATA’ya alınmadığını gündeme getirmişti. AKP’nin Uludere tavrı olayı “hata” olarak kabullenip, bunun gereğini yapmamak. Başbakanın açıklamalarıyla bu tavır doğrulandı. Erdoğan “Hata yaptık ki tazminatı ödedik” derken olayın sorumlularının aydınlatılması konusunda hiçbir adım atılmaması ve Uludere soruşturması yürüten TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nda dahi AKP’lilerin Uludere konusunu gündem dışı tutması başbakanın hiddetinin olayın üstünü örtme amacı taşıdığını gösteriyor.
Ortadoğu tıkanıklığı Aktif tafleron d›fl politikas› gere¤i, emperyalist ç›karlar do¤rultusunda insiyatif al›p elini güçlendirmeye çal›flan AKP, Suriye’de ummad›¤› bir durumla karfl›laflt›. 21 May›s’ta ABD’de toplanan NATO zirvesinde Suriye’ye askeri müdahale seçene¤i masadan kald›r›ld›. Bütün planlar›n›, Beflar Esad yönetimini devirecek bir d›fl müdahaleye ba¤layan ve Suriye yönetimiyle ba¤lar›n› koparan AKP, Esad yönetiminin iktidar›n› sürdürmesi ve Türkiye’nin destekledi¤i muhaliflerin bir iktidar alternatifi yaratamamas› nedeniyle zor durumda. AKP’nin tavr› Ba¤dat ve Tahran’la da iliflkileri bozdu¤u için Ortado¤u’daki bütün komflular›yla aras› bozulan Türkiye Kürt sorunu, mezhep gerilimi ve bölge ticaretini de do¤rudan ilgilendiren bir açmazla karfl› karfl›ya.
Çıkmaza giren AKP hükümeti şiddetle çırpınıyor Uludere (Roboski) Katliamı, Wall Street Journal gazetesinin 16 Mayıs’ta TSK’nin ABD istihbaratından yararlandığını söyleyen bir haber yapmasıyla yeniden gündeme geldi. AKP ise Uludere katliamının hesabını vermek ve yenilerinin olmaması için önlem almak yerine ayrımcı-militarist bir söylemle saldırgan bir tutum izledi. 28 Aralık 2011’deki katliamdan birkaç hafta sonra “Bu olayın, Ankara’nın dehlizlerinde kaybolmasına izin vermeyeceğiz” diyen Başbakan Erdoğan şimdi, “Tazminatlarını verdik daha ne yapalım” diyerek tepkileri bastırmaya çalıştı. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin de “Kaçakçılığın rantını elde eden KCK terör örgütüdür. Filmin bütününe bakılınca özür dilenecek bir şey yoktur” diyerek Erdoğan’ın da arkasında durduğu AKP’nin resmi politikasını dile getirdi.
Askeri operasyonlar ve KCK operasyonları sürerken Başbakan Erdoğan bir yandan BDP ile görüşme mesajı verirken bir yandan da saldırgan, ayrımcı söylemini şiddetlendiriyor. Bu ortamda gerçekçi bir müzakerenin olanaksızlığı ortadayken Kürt hareketinin yeni eylem çizgisi, çatışma alanının genişlemesinin işareti. PKK’nin askeri operasyonlara karşılık vermesi, çatışmaların yaygınlaşması ve artan asker/polis cenazeleriyle ortam değişmiş oldu. Kayseri’de polis karakoluna saldırı düzenleyen PKK, “Kayseri’de de vururum” mesajı verirken mayıs ayında Kürt illerinde de insan kaçırma eylemleri yaptı. 13 Mayıs’ta AKP Kulp İlçe Başkanı’nı kaçıran PKK, 19 Mayıs’ta Bitlis’te 6 köy korucusunu, 22 Mayıs’ta Lice’de 10 köylüyü ve 28 Mayıs’ta Iğdır’da yol yapımı çalışmasında
bulunan bir avukat, bir müteahhid, bir mühendis ve 7 işçiyi kaçırdı. PKK tarafından yapılan açıklamada kaçırılan kişilerin gözaltına aldıkları ve uluslararası hukuk ilkelerine göre yargılanacakları belirtildi. İnsan kaçırma eylemleri sürerken 25 Mayıs günü PKK, Kayseri’nin Pınarbaşı İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne bir saldırı düzenledi. Bir polis öldü, 18 polis yaralandı. PKK’lilerin jandarma noktasında ‘dur’ ihtarına uymaması ve jandarma takibi altında bu saldırıyı gerçekleştirmesi sonrasında değişen ortamı da fırsat bilen AKP, medya eliyle şiddeti derinleştirmeye yöneldi ve polisin yargısız infaz hakkını savunmaya başladı. “Neden ateş edilmedi” başlığıyla gerçekleşen tartışma da AKP medyası ile Sözcü gazetesi “polisin ve jandarmanın yargısız infaz hakkı olduğu” konusunda ortaklaştı.
5
DÜNYA 31 Mayıs 2012 / 13 Haziran 2012
Halk›n Sesi
İki zorba bir sandıkta 7
iklim 5 kıta
Mısır’da Mübarek’in yerine geçecek kişiyi belirleyecek olan seçimlerin ilk turu yapıldı. Parlamento seçimlerinin mutlak galibi İslamcılar güç kaybederken, Mübarek kalıntıları ve sol ise sürpriz iki çıkış yaptı
M
ısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesinin ardından ilk başkanlık seçimleri yapıldı. On üç adayın katıldığı seçimlerde İslamcılar güç kaybederken, Mübarek kalıntıları ve sol ise sürpriz yaptı. Müslüman Kardeşlerden Musri oyların yüzde 25,3’ünü, Mübarek’in has adamı asker kökenli Şefik 24,9’unu alırken, sol-Nasırcı Sabbahi yüzde 22 oranında oy aldı. Bu sonuçların ardından 16-17 Haziran’da yapılacak ikinci tur seçimlerine katılacak iki isim Musri ve Şefik oldu. Musri ve Şefik’in ikinci turda yarışacak olmaları, Mübarek’in devrilmesinden başkanlık seçimlerine kadar geçen sürede Mısır’ın geleceğini karşıdevrimin çıkarları doğrultusunda şekillendirmek isteyen iki kutuptan birinin başkan olacağı anlamını taşıyor. İç siyasette boy gösteren bu kutuplardan ilki Mısır’da önemli bir tarihi geçmişe ve taban desteğine sahip olan Müslüman Kardeşler. “Ilımlı İslam” pozlarına bürünerek yeni dönemde pastadan en büyük payı kapmaya çalışan Müslüman Kardeşler’in adayı başkanlık seçimlerinde birinci sırayı alsa da, parti seçimlerden güç kaybederek çıkmış oldu. Daha birkaç ay önce yapılan parlamento seçimlerinde oyların yüzde kırkını alan Müslüman Kardeşler, altı aylık bir sürede yüzde on beşlik bir oy kaybı yaşadı. Üstelik İskenderiye ve Şarkiya gibi, Müslüman Kardeşler’in kalesi sayılan yerlerde oy kaybı çok yüksek seviyede gerçekleşti. Bu büyük kayıpta Müslüman Kardeşler’in izlediği “tutarsız” siyasetin önemli bir rol oynadığını söylemek mümkün. Müslüman Kardeşler’in hem ordu ve eski rejimle uzlaşma arayışı, hem de devrimi sürdürme ve “tamamına erdirme”
iddiası geniş kitleler nezdinde onun tutarsız, güvenilmez bir güç görünümüne sahip olmasına neden oluyor. Bu da Müslüman Kardeşler’in kitlesel oy kaybı yaşamasına neden oldu. MÜBAREK’İN GÖLGESİ SANDIKTA Karşıdevrimin çıkarları için çalışan diğer kutupsa, eski rejimin en önemli isimlerinden biri olan Ahmed Şefik etrafında toplanmış durumda. Mübarek’in son başbakanı ve tıpkı Mübarek gibi eski hava kuvvetleri komutanı olan Şefik, Müslüman Kardeşler’in aksine ilk tur başkanlık seçimlerinden “başarıyla” ayrıldı. Her şeyiyle eski rejimi temsil eden Şefik’in seçimlerin ikinci turuna girmeye hak kazanacak kadar oy alması elbette devrimciler açısından son derece olumsuz bir
tablo oluşturuyor. Şefik’in başkan olması, son bir buçuk yıldır verilen mücadelenin moral anlamda yaralanmasıyla sonuçlanabilir. Şefik’in bu başarısının arkasında yer alan etkenlerin en önemlisi, Mısır halkının “istikrar” arzusu olarak yorumlandı. Devrim sürecinin getirdiği “karmaşa” ortamının durulmasını ve sesi çok yüksek çıkmaya başlayan İslamcıların Mübarek dönemindeki gibi kontrol altına alınmasını isteyen Mısırlılar Şefik’in kitle temelini oluşturuyor. Kırsal kesimde ve bürokrasi çevrelerinde ciddi bir sosyal ağa hakim olan eski rejimin tabanı da Şefik’in kemik kitlesini oluşturuyor. İkinci turda yarışacak adaylardan hangisi seçilirse seçilsin, Mısır halkının verdiği devrimci mücadele dinamiklerini köreltmeye, yok etmeye çalışmak ilk işi olacak. Buradan
bakıldığında Mısırlı devrimci güçlerin yeni dönemde bir yandan bu tehditle baş etmek, diğer yandan da bu tehdidi yaratan odakların tümünü birden (iç - dış) bertaraf etmek için mücadele vermesi gerekecek. YENİ ‘HAKİM’ KİM OLACAK? On yıllardır bastırılmış, zaman zaman siyasal iktidarla uzlaşmış ancak daha sonra yine tepesine binilmiş, yeri gelmiş devlet başkanını öldürmüş, üst siyasette olmasa da altta örgütlenmiş olan politik İslamcı partilerin en büyüğü Müslüman Kardeşler artık Mısır’ı yönetme hayaline hiç olmadığı kadar yakın. Diğer yandan on yıllardır yönetimde etkin olan, son üç devlet başkanını (Nasır-SedatMübarek) bünyesinden çıkarmış ve Mısır’ın kontrolünü elinde bulun-
duran Askeri Konsey (SCAF) bu etkinliğini kaybetmek istemiyor. Mübarek’in devrilmesinden sonra iki taraf arasında varılan, parlamentonun İslamcılara, başkanlığın SCAF’a verilmesi yönündeki anlaşma da her iki tarafın kitle baskısı ve iktidar kapışmaları yüzünden artık yürümüyor. Kısacası Müslüman Kardeşler parlamentodan sonra başkanlığı da alarak tam hakimiyeti ele geçirmek, SCAF da en azından başkanlığı alarak on yıllardır süren egemenliğini tamamen kaybetmemek istiyor. Her iki taraf da egemen sınıfın ve bölge egemen siyasetinin çıkarlarıyla çelişecek bir yol izlemeyeceği için, ABD’nin başını çektiği dış güçler de Mısır’ı bu iki kutuptan hangisinin yöneteceğiyle pek “ilgilenmiyor.” İkinci tur seçimlerinde Mursi’nin Şefik’e karşı en büyük avantajı eski rejime yönelik nefreti arkasına alması olacak. Mısır halkı İslamcılarla eski baskıcı yönetim arasında bir seçim yapmaya zorlanıyor. Mısır başkanlık seçimlerinin emekçiler, devrimciler açısından en “olumlu” gelişmesiyse sol-Nasırcı aday Hamdeen Sabbahi’nin oyların yüzde 22’sini alması oldu. Sosyal adalet talebini kampanyasının merkezine koyan Sabbahi, İslamcılarla eski rejim kalıntıları arasına sıkışan başkanlık yarışında bir üçüncü seçenek ihtimali sundu. Sabbahi doğrudan emekçilerin, solun yani gerçek devrimcilerin temsilcisi olmasa da seçimlerde ortaya koyduğu sosyal adalet temasının yakaladığı başarı ile emekçi sınıfın Mısır siyasal gelişmelerine daha etkin bir müdahalesinin imkânları olduğunu ortaya koyarak önemli bir işe imza attı.
‘Yunanistan’dan sonraki’ sokak AKP’ye Arap Avrupa’daki krizin Yunanistan’dan sonra iflasa sürükleyece¤i ülke olarak gösterilen ‹spanya’da emekçiler tekrar sokaklara indi. ‹spanyal› üniversite ö¤rencilerinin a¤›rl›¤›n› oluflturdu¤u ‘Öfkeliler hareketi’ geçen y›l bafllatt›klar› protestolar›n birinci olan 13 May›s günü yeniden baflkent Madrid'deki Sol Meydan›’nda bir araya geldi. Parlamentoyu hedef alan göstericiler, üzerlerinde "Bizi temsil etmiyorlar", "Bu sizin borcunuz, ödemiyoruz", "Siyasetçilerin ve bankac›lar›n elinde meta de¤iliz" yaz›l› pankartlar›n arkas›nda yürüdüler. Resesyonda bulunan ‹spanya'da, resmi iflsizlik yüzde 25'e, genç iflsizlik ise yüzde 50'ye varm›fl durumda. Halihaz›rda Baflbakan Mariano Rajoy'un muhafazakar hükümetinin, bütçe a盤›n› kapatmak için çeflitli bütçe kesintilerinde bulundu¤u ülkede; Yunanistan, ‹rlanda ve Portekiz'de oldu¤u gibi yo¤un kemer s›kma politikalar› ile karfl› karfl›ya kalma endiflesi hakim. 13 May›s günü sadece Madrid’de de¤il, baflta Barcelona olmak üzere daha birçok kentte kitlesel gösteriler düzenlenerek kriz politikalar› protesto edildi. 13 May›s’ta yaklafl›k 200 bin kiflinin kat›ld›¤› eylemden sonra 22 May›s günü merkez sa¤
Tayland sokaklar› k›rm›z›
K
ırmızı Gömlekliler olarak tanınan Taylandlı eylemciler 19 Mayıs günü iki yıl önce eylemlerine saldıran askerlerin öldürdüğü arkadaşları için büyük bir anma eylemi düzenledi. Kırmızı Gömlekliler askeri rejime karşı başlattıkları eylemde öldürülen 91 arkadaşlarını unutmadıklarını dile getirdi. Askeri cuntayla devrilen Başbakan Thaksin Shinawatra'nın destekçisi olan eylemciler, cuntaya karşı iki yıl önce başlattıkları eylemlerini hala sürdürüyor.
Tunus ‘devrim’ istiyor
Ü
niversite mezunu işsiz bir gencin kendisini yakmasıyla Arap dünyasında isyanların başlamasına yol açan Tunus'ta işsiz üniversite mezunları başkent Tunus’ta yine sokağa çıktı. 24 Mayıs’ta yapılan eylemde, aldıkları eğitime rağmen işsiz kalmalarını protesto eden genç işsizler, “devrim”in taleplerini karşılamadığını dile getirdi. Eylemciler ülkede çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve üniversiteyi bitiren genç işsizlere istihdam alanlarının açılması için hükümete çağrıda bulundu. 10 milyona yakın nufüsa sahip olan Tunus’ta 200 bin üniversite mezunu işsiz bulunuyor.
öfkesi
hükümetin e¤itim alan›ndaki kesinti planlar›na karfl›, ülke genelindeki tüm kamu emekçileri greve gitti. Okul öncesi e¤itimden üniversitelere kadar kamuya ait tüm e¤itim kurumlar›n› kapsayan grev, ‹spanya’da bugüne kadar e¤itim alan›nda yap›lan en büyük eylem olarak kay›tlara geçti. Greve sadece ö¤retmenler de¤il, tüm e¤itim çal›flanlar›, ö¤renciler ve veliler de kat›ld›. Grev nedeniyle ülkenin birçok yerinde okullar›n kap›lar› kilitli kald› ve neredeyse hiçbir okul aç›lmad›. Hükümetin kesinti planlar› kapsam›nda, s›n›flardaki ö¤renci say›s›n›n art›r›lmas›, e¤itimci-
lerin ayn› maafllarla daha uzun saatler çal›flmalar› ve üniversite harçlar›n›n yüzde 25'e varan oranlarda art›r›lmas› planlan›yor. E¤itim emekçilerinin grevinden iki gün sonra, ‹spanyol hükümetinin maafllarda kesinti yapmay› öngören ve iflten atmalar› kolaylaflt›ran ifl yasas›n›n görüflmeleri s›ras›nda ‹spanya'n›n 2 büyük sendikas› olan CCOO ve UGT taraf›ndan parlamento önünde eylem gerçeklefltirildi. ‹spanya'da hükümetin haz›rlad›¤› ifl yasas› reformunun ilk bölümü fiubat ay›nda onaylanm›flt›. Geçti¤imiz y›ldan bu yana ‹spanya'da halk, hükümetin kesintili ekonomik paketlerine karfl› eylemler düzenlemiflti.
Mezhepçi saldırıları yönettiği iddiası ile ülkesinde hakkında yakalama emri çıkarılan ve bunu üzerine AKP’nin inisiyatifiyle Türkiye’ye sığınan Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi, iki ülke arasında gerginliğe neden oldu. Irak’ın güney kenti Basra’da 19 Mayıs günü düzenlenen gösterilerde Türkiye’nin Basra Başkonsolosluğu önünde toplanan kalabalık Türkiye aleyhinde sloganlar attı. Sendikalar öncülüğünde sokağa dökülen göstericiler, “Türkiye iç işlerimize karışmasın. Ankara Haşimi’yi Irak’a teslim etmezse, Türk mallarını boykot ederiz” dedi. Hakkında interpol tarafından kırmızı bülten çıkarılmasına rağmen AKP’nin koruması altında bulunan Haşimi, Şiilere yönelik bombalı saldırıları yönetmekle suçlanıyor. LİBYA VE SURİYE’DE DE PROTESTOLAR YAŞANMIŞTI Basra’daki baskın Arapların AKP politikalarına karşı ilk tepkisi değil. Daha önce Libya’da Tarblus Büyükelçiliği iç savaş sırasındaki Türkiye müdahalesine tepki gösteren Libyalıların saldırısına uğramış ve Eylül 2011’e kadar dört aylığına kapatılmıştı. Ocak 2012’de de Suriye’de Türkiye Büyükelçiliği ve konsolsolukları basılmış, kitle Tayyip Erdoğan aleyhine sloganlar atmıştı.
Fas halk› AKP’ye karfl›
İ
şsizlik ve yolsuzluğa karşı Fas’ın en büyük kenti Kasablanka'da sokağa çıkan on binlerce kişi, hanedanlık yönetimini protesto etti. Eylemin emekçiler açısından en önemli gelişmesi, son yılların en büyük eyleminde en büyük iki işçi örgütünün üyelerinin sokağa çıkması oldu. Emekçiler eylemde yolsuzluk ve kayırmacılığa son verilmesi, çalışma koşullarının ve işçilerin yaşam şartlarının iyileştirilmesi çağrısı yaptı. Ülkedeki durumdan dolayı Başbakan ve Adalet ve Kalkınma Partisi (JDP) lideri Abdulilah Benkirane'yi suçlayan sendikalar tarafından örgütlenen eylemde JDP'nin seçim öncesi verdiği sözleri yerine getirmediği belirtildi.
Kanada’da eğitim hakkı: En uzun direniş K
anada'da Kebek bölgesel yönetimin öğrenim harcını yükselten kararının üzerine Şubat ayında başlatılan eylemler, eylem yasağı kararına rağmen 23 Mayıs’ta yüzüncü gününü geride bıraktı. Zamların geri çekilmesini ve parasız eğitim haklarını isteyen üniversiteliler, hükümetin basın açıklamalarını ve yürüyüşleri kısıtlayan, maske ve kar maskesi takmayı yasaklayan ve eyleme katılanlara para cezası kesilmesini öngören kararlar almasına da tepki gösterdi. Farklı bölgelerden başlattıkları yürüyüşü şehir merkezinde birleştiren eylemciler Kebek Başbakanı Jean Charest'i ve onun ‘joplama yasasını’ protesto etti. Ellerinde dövizlerle, düdüklerle ve davullarla canlı kortejler halinde
Harç zamlarına karşı yapılan eylemler 100 günü devirdi. Eylem ülke tarihinin en uzun direnişi oldu yürüyüş yapan eylemciler, harçların yükseltilmesini protesto etti. Eylemleri sona erdirmek için yasakçı bir yasa çıkaran Kebek bölgesel hükümeti, 50 ya da daha fazla kişinin katıldığı eylemden sekiz saat önce eylemin polise bildirilmesini ön koşul olarak dayatıyor. Kanadalı üniversite öğrencilerinin Kebek Başbakanı Jean Charest'in çıkardığı yasaya ve üniversite harçlarındaki artışa karşı farklı kentlerde yaptıkları eylemlere 24 Mayıs’ta polis saldırdı ve 700'e yakın öğrenci gözaltına alındı. Öğrencilerin harç zamlarına kar-
şı başlattığı eylemleri yasadışı ilan edip "olağanüstü hal" yasası çıkaran Charest'e öfke oldukça büyük boyutlara ulaşmış durumda. Üniversitelilerin parasız eğitim hakkı mücadelesi, 100’üncü gününü doldurması ile birlikte Kanada tarihinin en uzun süreli eylemi olma özelliğini de taşıyor. Öğrencilerin kararlı eylemleri sonucunda yerel hükümet 28 Mayıs günü geri adım atmak zorunda kaldı ve öğrencileri şartlarının müzakere edileceği bir toplantıya davet etti. Öğrenci temsilcileri ve Kebek eyalet yöneticileri arasında görüşme
sürerken, diğer öğrenciler görüşmenin yapıldığı binanın önünde kitlesel bir eylem yaptı. Seslerini duyurmak için eylem yapan öğrencilere saldıran polis, en az 84 eylemciyi gözaltına aldı. Öğrencileri trafiği kestikleri gerekçesiyle gözaltına aldıklarını belirten polis yetkilileri, gözaltına aldıkları her eylemciyi 400 dolar para cezası kestikten sonra serbest bıraktıklarını bildirdi. 28 Mayıs akşamı gerçekleştirilen görüşmeden bir sonuç çıkmazken, görüşmelere devam edileceği açıklandı. Şubat ayında eylem kararının açıklanmasından beri 170 binden fazla öğrenci dersleri boykot ediyor. Boykotun kazanım elde edilene kadar sürdürülmesi bekleniyor.
Syriza yükseliyor
Y
unanistan'da 6 Mayıs seçimleri sonrası hükümet kurulamaması üzerine yeniden yapılacak seçimler öncesi, Radikal Sol Koalisyonu (SYRIZA), oylarını giderek arttırıyor. Ülkenin Euro Bölgesi'nde kalmasını ancak kemer sıkma politikalarını durdurmasını savunan SYRIZA, yapılan son anketlere göre ilk sırada yer alıyor. Yapılan araştırmalara göre SYRIZA'nın oy oranı yüzde 30'u geçiyor. SYRIZA anketlerdeki sonucun aynısını 17 Haziran'daki seçimlerde de alırsa, sahip olduğu milletvekili sayısına ek olarak 50 sandalye daha ekleyecek.
6
İNSANCA YAŞAM 31 May›s 2012 / 13 Haziran 2012
Halk›n Sesi
Yasayla yeni yıkımlar ve direnişler yolda AKP kentsel dönüşüm saldırılarını hızlandırıyor. Afet Alanları Yasası’nın meclisten geçmesinin ardından birçok kentte yıkım planları açıklanmaya başlandı. Barınma hakkına sahip çıkanlar İstanbul ve Ankara’da eylem yapmaya başladı
Bar›nma hakk› mücadelesinin simgesi Dikmen Vadisi halk›, Afet Yasas›’na karfl› izlenecek yolu gösteriyor. Vadi halk›, Alt›n Koza Üniversitesi için bofl alan yerine mahallelerinden geçen yol projesine karfl› direnirken...
‘Evimizi kentimizi savunacağız!’ “Yasa Ç›kt›, Afet Bafllad›, Evimizi Kentimizi Ya¤malatmayaca¤›z” diyen Bar›nma Hakk› Meclisi, 3 Haziran'da bir miting için ça¤r› yapt›. Birçok mahallede miting çal›flmalar› bafllad›. Bar›nma Hakk› Meclisi ve fiehir Planc›lar› Odas›, mahalle mahalle kentsel dönüflüm bölgelerini ziyaret ederek mitinge ça¤r› yapt›. Ankara’da, Mamak Dostlar Mahallesi’nde, Tepecik’de,
Yakup Abdal’da, Ege Mahallesi’nde, Araplar Köyü’nde, ‹flçi bloklar›nda ve Dikmen Vadisi’nde toplant›lar yap›ld›. Baz› mahallelerde ise mahalleliler kendi soka¤›n› mitinge ça¤›rma sözü verdi. Bunun üzerine sokak temsilcileri belirlenerek miting çal›flmalar› h›zland›r›ld›. Dostlar ve Tepecik'teki Halk Kitapl›klar› ziyaret edildi; Mamak Eski Çöplük'te mahallelilerle sohbet edildi.
ERG‹N ÇEV‹K
K
ısaca Afet Yasası olarak bilinen “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Yasa Tasarısı” 16 Mayıs günü Meclis’ten geçti. Yasa tüm kentsel alanları sermayenin rant alanı haline getirmeyi hedefliyor. YASA MECL‹STE HALK EYLEMDE Yasanın Meclis’te kabul edildiği gün, barınma hakkı savunucuları, mahalle dernekleri, meslek odaları, kitle örgütleri, İstanbul Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü önünde eylem yaptılar. Eylemi yaklaşık 70 kurum destekledi. Eyleme katılanlar yaptıkları açıklamada, “Evlerimizi, mahallerimizi, ormanlarımızı, kısaca yaşamımızı rayiç bedeller üzerinden satışa sunmayacağız” diyerek, insanca, güvenilir, sağlıklı, alanlarda barınma hakkını sonuna kadar savunacaklarını vurguladılar. Ankara’da ise içerisinde Halkevleri, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi,
Barınma Hakkı Meclisi, Mülkiyeliler Birliği ve Ankara Barosu gibi yaklaşık 40 kuruluşun bulunduğu Başkent Dayanışma Platformu, ‘Ankara’ya sahip çıkmak’ için sokağa çıktı. Platform adına yapılan açıklamada, Ankara’nın yağmalanmasına izin verilmeyeceği vurgulandı. Platform üyeleri Ankara’yı direnişin ve umudun başkenti, kültür ve sanatın başkenti, dayanışmanın, adaletin başkenti yapmak için yola çıktıklarını söylediler. YASA NE GET‹R‹YOR? Eylemlerle protesto edilen yasa, tüm kentsel alanları sermayenin rant alanı haline getirmeyi hedefliyor. Yasa tüm Türkiye’de orman, tarım alanı, mera, kıyı ve koruma alanlarını dahi imara ve iskana açıyor. Kentsel dönüşüm projesinde, afet riski bahanesiyle tüm şehirler sermayeye peşkeş çekilmek isteniyor. Yasa aynı zamanda AKP'nin vazgeçilmezi inşaat sektörünün gelişmesini hedefliyor. Bir yandan da yasa yeşil alanların boşaltılıp TOKİ' ye (Toplu Konut İdaresi)
devredilmesini amaçlıyor. Yasaya göre kentsel dönüşüm kapsamında, TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından tespit edilip, yıkılmasına karar verilen yapıların, anlaşma sağlanırsa 1 ay içerisinde tahliye edilmesi istenecek. Eğer halk TOKİ ya da Bakanlığın yıkacağı yerleri vermezse, bu alanlar el konularak alınacak. Yasada belirtilen süre içinde tahliye edilmeyen yapıların yıkımları ise bakanlık tarafından yapılacak. Yıkıma direnenlere de ceza uygulanacak. Bakanlığın ya da TOKİ’nin tespit ettikleri yapılarda, anlaşma sağlanamadığı halde o binalara kamu hizmeti verilmeyecek. Yani o yapılarda yaşayan insanlar en doğal haklarından mahrum bırakılacaklar. . YASA GEÇT‹ SALDIRILAR HIZLANDI Yasanın çıkmasıyla birlikte saldırı hamlelerini hızlandırmaya başlayan AKP iktidarı ve iktidarın temsilcileri, planlarını açıklamaya başladılar. İstanbul’un Derbent Mahallesi’nde
kaymakamlık, 26 Mayıs günü mahallelilere evleri boşaltmaları için tebligat gönderdi. Derbentliler kaymakamlığa itiraz dilekçesi verdiler. Kaymakamlık yetkilileri ise dilekçelerin bir faydasının olmayacağını ve 29 Mayıs’ta evlerin boşaltılması için Derbent’e geleceklerini söylediler. İstanbul Alibeyköy’de daha önce de evlerine tebligat gönderilen mahalleliler, 26 Mayıs’ta halk toplantısında bir araya geldi. Toplantıda konuşanlar, evlerinin sürekli yıkım tehdidi altında olduğunu ve yasaya karşı direneceklerini belirttiler. Uzun zamandır bu yasayı dört gözle bekleyen Melih Gökçek, Ankara Altındağ için hazırladıkları kentsel dönüşüm projesini açıkladı. Altındağ'da uygulanacak kentsel dönüşüm projesinin, 1 milyon 160 bin metrekarelik alanda gerçekleşmesi düşünülüyor. Bursa’da ise Hacivat, Şirinevler, Çınarönü, Yavuz Selim, Mevlana, Ulus ve Arabayatağı mahallelerinde toplam 46 bin konutun yıkılması planlanıyor.
Engelliler Topbaş’ın yalanına inanmıyor Kadir Topbaş’ın engellileri görmeyen ulaşım politikalarına karşı eylem yapan engelliler ‘engelsiz, güvenli, insanca bir ulaşım’ istiyor
2
007’de çıkan ve engellilere yönelik düzenlemeleri içeren yasanın, ulaşım sistemini engellilere uygun olarak düzenlemesi için verdiği süre Temmuz 2012’de doluyor. Engelliler daha önce sık sık taleplerini, yaptıkları eylemlerle ve düzenledikleri imza kampanyalarıyla dile getirdiler. Temmuz 2012’ye yaklaşırken İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Kadir Topbaş dolmuşların tekerlekli sandalye alabilen tarzda olması için çalışma yapıldığını söyledi. Fakat yasada belirtilen düzenlemelerin uygulanmamasına engellilerin tepkileri sürüyor. Yasanın kabul edildiği 2007 yılından bu yana 5 yıl geçti. Bu süre zarfında, engellilerin yaşamını kolaylaştıracak uygulamalar yürürlüğe girmedi. Bütün bu olumsuzluklara rağmen engelliler, defalarca seslerini taleplerini dile getirdiler.
‹NSANCA B‹R YAfiAM, GÜVENL‹ B‹R ULAfiIM İnsanca, onurlu bir yaşam isteyen engelliler güvenli ulaşım taleplerini yaygınlaştırıyor. Halkevleri Engelli Hakları Atölyesi’nin de içinde yer aldığı Sakatlar Erişim Platformu, meydanlarda, belediye önlerinde ve düzenledikleri imza kampanyalarıyla, güvenli bir ulaşım ve insanca bir yaşam için taleplerini sık sık yineledi. Engelliler, engelsiz, güvenli, insanca ulaşım hizmetine erişebilmek için trafik ışıklarına, otobüslere ve duraklara sesli uyarı sitemi konulmasını ve metro istasyonlarında durak kenarlarına koyulan ve metro geldiğinde açılan presli kapıların yapılmasını istiyor. Kadir Topbaş’ın, yasada belirtilen ve beş yıl içinde yaşama geçirilmesi istenen engellilerin ulaşımına yönelik bu uygulamaların hiç birini yapma-
ifadeler yer alıyor: “Büyükşehir belediyeleri ve belediyeler, şehir içinde kendilerince sunulan ya da denetimlerinde olan toplu taşıma hizmetlerinin özürlülerin erişilebilirliğine uygun olması için gereken tedbirleri alır. Mevcut özel ve kamu toplu taşıma araçları bu kanun yürürlüğe girdiği günden itibaren yedi yıl içinde engelliler için ulaşılabilir hale getirilecek.”
ması, görme engelli Mahmut Keçeci’nin 2011 yılında Osmanbey metrosunda raylara düşerek ayağını kırmasına sebep oldu. Bu tablo ise ulaşımdaki niteliksizliğin, güvenliksizliğin ve yaşam hakkı ihlallinin bir göstergesi olarak karşımızda duruyor. YASA NE D‹YOR? Yasanın geçici 2’inci maddesi şöyle diyor: “Kamu kurum ve kuruluşlarına
ait resmi yapılar, mevcut tüm yol, kaldırım, yaya geçidi, açık ve yeşil alanlar, spor alanları ve benzeri sosyal ve kültürel alt yapı alanları ile gerçek tüzel kişiler tarafından yapılmış ve umuma açık hizmet veren her türlü yapılar bu kanunun yürürlüğe girdiği günden itibaren yedi yıl içinde özürlüler için erişilebilir duruma getirilecek”. Geçici 3’üncü maddede de şu
ENGEL‹LER HESAP SORMAYA DEVEM EDECEK Halkevleri Engelli Hakları Atölyesi’nin çağrısıyla bir araya gelen engelliler, 15 Mayıs günü İBB önünde yaptıkları basın açıklamasında onurlu bir yaşam, insanca yaşanabilecek bir kent için, engelsiz güvenli ulaşım haklarına sahip çıktıklarını söylediler. Engelliler asli görevini yapmayan, engelli okullarına, engelli örgütlerine saldıran, rant peşinde koşan, sorunlara insan odaklı yaklaşmayan İBB’nin bu tavrı sürdükçe hesap sormaya devam edeceklerini ilan ettiler.
Başköylüler suları için uyumuyor B
aşköy halkının su mücadelesi sürüyor. Köylüler “taş ocağının yapımı durmadan bize rahat yok, suyumuza sahip çıkacağız” diyor. Bursa Orhaneli İlçesi’ne bağlı Başköy’ün içme suyu havzasının yanında yapılması planlanan taş ocağına karşı Başköy halkı su havzasında 10 gündür nöbet tutuyor. Başköy’de su havzası yanında 17 senedir Yücel Maden’e ait taş ocağı bulunuyor. Ayrıca mermer ocaklarının da bulunduğu Orhaneli’de içme suları çamurlu akıyor. Başköylüler su havzası yanında ikinci taş ocağı yapmayı planlayan Özgün Maden yetkilileri ve
çalışanlarını 7 ayı aşkın süredir köylerine sokmuyorlar. Başköylüler taş ocağı yapımı için su havzasında bulunan ağaçlarının kesilmesine de tepkili. Halkın Sesi’ne konuşan köylü Yaşar Bayram 7 aydır içme sularının çamurlu akması yüzünden hiçbir ihtiyaçlarını karşılayamadıklarını söyledi. Bayram, çeşme suyu içmelerine engel olamadığı çocuklarının sık sık ateşlendiğini ve onları hastaneye götürdüğünü ifade etti. Bayram,1992’den beri Başköylülerin geçimlerini çiçek ihracatı yaparak sağladığını ancak kirli su yüzünden serada yetiştirdikleri çiçeklerin yüzde 50’sinin zarar gördüğünü belirtti.
Bayram “İki sene önce köyün bakkalında su satılacak olsa tüm köy gülerdi, şimdi parayla su almak için sıraya giriyoruz” dedi. Bayram sularına sahip çıkmak için taş ocağı ve mermer ocağı köylerinden kaldırılana kadar mücadele edeceklerini dile getirdi. BAfiKÖY’DE SUYU KORUYAN Y‹NE Başköylü kadınlar her gün suları için nöbet tutuyor. Başköylü Kıymet Akçay kadınların en önde olmasını şu sözlerle açıkladı: “Suyu en çok kullanan biziz, yemek, bulaşık, çamaşır, her işimiz için su lazım. O yüzden de suyumuza en çok biz sahip çıkıyoruz”.
‘Yeşilırmak HES’e teslim olmayacak’ T
okat’ta Tozanlı Deresi’nin çevresine yapılması planlanan 5 HES projesine karşı, Tozanlı Çevre Platformu 27 Mayıs’ta eylem yaptı. Eyleme Tokat Reşadiye Çat, Döllük ve Sazak köylerinden yaklaşık 600 kişi katıldı."Yaşasın derelerin kardeşliği" ve "Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz" sloganlarıyla yürüyen köylüler, ‘Dere geliyor dere, kumunu sere sere tabut beni al götür HES in olduğu yere’ yazılı bir pankarta sarılı tabut taşıdılar. Eylemde 31 Mayıs’ta Hopa’da polis saldırısı sonucu hayatını kaybeden Metin Lokumcu ve HES inşaatlarında hayatını kaybeden işçiler anıldı. Yürüyüşün ardından HES projelerine karşı mücadele deneyimlerinin konuşulduğu panele Prof. Dr. Beyza üstün, Erbaa ve Taşova Ziraat odası yöneticileri katıldı. Yürüyüşe Halkevleri, ÖDP ve CHP destek verdi.
7
İNSANCA YAŞAM 31 Mayıs 2012 / 13 Haziran 2012
4+4+4 ve okul öncesi e¤itim +4+4 uygulaması eğitim sisteminin her alanını olduğu gibi okul öncesi eğitimi de etkileyecek düzenlemeler içermektedir. Okul öncesi dönem çocuklarımızın hayatı bakımından ilk bilgilerini, alışkanlıklarını oluşturduğu, deneyimlediği önemli yılları kapsamaktadır. Okul öncesi eğitimin amacı; çocukların bedensel, zihinsel, duygusal gelişimini ve iyi alışkanlıklar kazanmasını, onların ilköğretime hazırlanmasını sağlamaktır. Bu yıllarda çocuklarımızın, çok çeşitli uyarıcılarla zenginleştirilmiş eğitim-öğretim ortamlarında bulunmaları gelişimleri açısından önemlidir. Birçok eğitim materyalleri ve bu materyallerle donatılmış eğitim ortamları, yaşantıları çocukların tüm gelişim alanlarında iyi bir seyir izlemesine olanak sağlayacaktır. Çocuklarımız için önem taşıyan okul öncesi eğitimin Türkiye’deki durumuna şöyle bir bakarsak çocuklarımızın Fatma eğitimine ne kadar değer biçilTerzi diğini görebiliriz: Milli Eğitim Bakanlığı’nın E¤itim-Sen ‹st. 2 2011-2012 verilerine göre No’lu fiube Türkiye'de 607 bin 52'si erkek, 562 bin 504'ü kız olmak üzere toplam 1 milyon 169 bin 556 öğrenci okul öncesi eğitimi alıyor. Okul öncesi eğitim kurumlarında 2 bin 953'ü erkek, 52 bin 930’u kadın olmak üzere toplam 55 bin 883 öğretmen görev yapıyor. 4+4+4 kesintili eğitim yasasıyla okul öncesi öğretmenleri kadro fazlası olma durumuyla karşı karşıya kalacaktır. Eğitim Sen'in 2011-2012 eğitim-öğretim yılında yapmış olduğu araştırma, Türkiye'de okul öncesi okullaşma oranının çok düşük seviyelerde olduğunu ortaya koymuştur. Araştırmada, 3 ile 5 yaş grubunda okullaşma oranı toplamda yüzde 29.85'tir. 3 ile 5 yaş arasındaki kız çocukları için okullaşma oranı yüzde 29.43; erkek çocukları için ise yüzde 30.3 seviyesinde, 4 ile 5 yaş grubuna bakıldığında ise toplamda yüzde 43.1, kız çocukları için yüzde 42.47; erkek çocukları için ise yüzde 43.7 seviyesinde okullaşma oranı olduğu görülmüştür. Tüm yaşlar bazında ise bu oran yüzde 37 olarak açıklanmıştır. Okul öncesi eğitim, zorunlu eğitim yaşına gelmemiş çocukların, (eski sisteme göre anasınıflarında 6 yaş, anaokullarında 36-72 ay) isteğe bağlı olarak yapılan eğitimi kapsar. 4+4+4 yasasından sonra okul öncesi eğitime başlama yaşı 36-60 ay olarak belirlenmiştir. Çocukların gelişimsel özellikleri dikkate alınarak oluşturulan yaş grupları ve sınıflar bu yeni sistemle birlikte özellikle ilköğretim bünyesinde oluşturulan anasınıflarında farklı yaş gruplarının bir arada eğitim yapılması sıkıntısını ortaya çıkartacaktır. Şöyle ki; okul öncesi dönem çocuklarının gelişimleri her ay ciddi farklılıklar yaratacak kadar hızlı ilerlemektedir. 4,4.5 ve 5 yaş çocuklarının bir arada bulunduğu bir sınıfta, her yaş grubunun gelişim özellikleri birbirinden farklı aşamalarda olacağı için, 2 farklı program uygulamak zorundasınız. Bu programın uygulanma aşamasına gelebilmesi bu koşullar altında zaten gereki donanıma ve altyapıya sahip olmayan anasınıflarındaki eğitimi yapılamaz hale sokacaktır. Türkiye’de okul öncesi eğitim; bağımsız anaokulları, fiziki kapasitesi uygun örgün ve yaygın eğitim kurumları bünyesinde anasınıfları ve uygulama anasınıfları olarak açılmaktadır. Okul öncesi eğitim isteğe bağlı olmasıyla birlikte paralı eğitim uygulamalarının yaygın olduğu bir alandır. Okul öncesi eğitim çağına gelmiş bir çocuğu herhangi bir okul öncesi kuruma yazdırmak istediğinizde, her eğitim-öğretim yılı başında Ücret Tespît Komisyonu tarafından belirlenen aylık ücreti her ay ödemek zorundasınızdır. Okul öncesi eğitimde paralı eğitim uygulamalarının bizzat yönetmeliklerle yapılması eğitim alanında yapılmak istenen piyasalaştırma politikalarının velilerle buluştuğu ilk nokta olması açısından manidardır. Bu dönemde çocukları ilk kez okulla tanışan velilerimiz eğitimin paralı bir şekilde yapılmasına alıştırılıyor ve sonraki yıllarda karşısına çıkan paralı eğitim uygulamalarını kanıksıyor. Çocuklarımız için zorunlu ve parasız olması gereken okul öncesi eğitim, mevcut koşullar altında altyapı yetersizlikleriyle yapılmaya çalışılmaktadır. Sınıfların yeterli büyüklükte olmaması, oyun alanlarının olmaması, tuvalet, mutfak gibi kullanım alanlarının yetersizlikleri, yardımcı personellerin olmaması, eğitim araç ve gereçlerinin yeterli olmaması gibi sorunlar bu alanda öne çıkan sorunlar olarak görülmektedir. Teknik ve yapısal sorunların yanı sıra eğitim müfradatının piyasa koşulları gözetilerek rekabetçi, bireyci, gerici bir anlayışla oluşturulması söz konusu. Bu sıralanan sorunların 4+4+4 kesintili eğitim yasasıyla birlikte büyüyerek çoğalacağı aşikardır. Bu sorunların çözümünü okulların açılışına bırakmadan çocuklarımızın eğitim hakkı için okullarımızda öğretmenlerimizle, velilerimizle ve öğrencilerimizle birlikte mücadele etmeye devam edeceğiz.
4
Halk›n Sesi
VEL‹, Ö⁄RENC‹, Ö⁄RETMEN YASAYA KARfiI B‹R ARADA
Durdurmak için buluştular üniversite sınavını kazanmak için yeterli olmadığına dikkat çeken öğrenciler, özel dersanelerde eksikliklerini gidermeye çalıştıklarını bu durumun ailelerini ekonomik bakımından çok zorladığını dile getirdi. Geçtiğimiz sınavlardaki şifre skandalının ardından yapılan eylemleri hatırlatan öğrenciler tek seçeneğin sokak olduğunu vurguladı.
alkevleri 4+4+4 kesintili ve kademeli eğitim uygulamasına karşı birçok mahallede halk toplantıları düzenledi. Toplantılarda veliler, öğrenciler ve öğretmenler bir araya gelerek uygulamada karşılaşılacak sorunları ve yasayı durdurmanın olanaklarını tartıştı. İstanbul’da ve Ankara’da düzenlenen toplantılarla eğitimin tüm özneleri bir araya geldi. Halkevleri’nin yanı sıra köy derneği, kahveler, piknik alanları, düğün salonlarında yapılan toplantılarda AKP’nin 10 yıllık iktidarı boyunca eğitimde yapılan değişikliklerin yarattığı sonuçlar değerlendirildi. Uygulamada karşılaşılacak sorunlar madde madde tartışılarak somut talepler ortaya çıkarıldı ve 8 Haziran karne gününde yapılacak ‘Büyük Eğitim Yürüyüşü’ne çağrı yapıldı.
H
KAHVELERDE, KÖY DERNEKLERİNDE, PİKNİKLERDE 4+4+4 KONUŞULUYOR Uzun yıllardır eğitimde yaşanan sorunlara karşı çalışmalar yürüten Bahçelievler Eğitim Hakkı Meclisi, Halkevi dışında mahalle kahvesinde, köy derneklerinde toplantılar düzenledi. Divriği Bayırüstü Köy Derneği’nde kadınların katılımıyla yapılan toplantıda uygulamayla birlikte okula başlama yaşının düşürülmesine dikkat çeken kadınlar erken yaşta çocukları okula göndermemeyi konuştu. Avcılar Halkevi’nde söz alan anaokulu öğretmenleri anaokulu yaş grubunun 3-6 yaş olduğunu ve bunun yeni 4+4+4 eğitim sistemi ile 2.5 yaşa çekildiği için kendilerinin ne yapacaklarını bilmediklerini dile getirdi. Okmeydanı Devran Düğün Salonu’nda yapılan toplantıda söz alan bir veli okula
Uygulama hazırlıkları süren 4+4+4’ü durdurmak üzere veliler, öğretmenler, öğrenciler 8 Haziran’da buluşuyor başlama yaşının düşürülmesine karşı ‘66 aylık çocuklarımızı okula göndermeyelim’ önerisi yaptı. OKULLARIN DAĞITILMASI ORTAK SORUN Toplantılarda okulların dağıtılması tüm velilerin ortak kaygısıydı. Türkiye’nin birçok ilinde bazı ilköğretim okullarının bir bölümünün ya da tamamının imam hatip ortaokullarına dönüştürülmesiyle ilgili velilerin yaptığı eylemler hatırlatıldı. Esenyurt Halkevi’nde yapılan toplantıda uygulamalara karşı birlikte hareket edilmesinin önemine dikkat çekildi. Gaziosmanpaşa Halkevi’nde düzenlenen toplantıda bir veli Gazi Mahallesi’nde velilerin yaptığı eylemin kendilerine güç verdiğini
belirtti. Veli toplantıları Gazi Mahallesi’nde de yapıldı. GERİCİLEŞMEYE TEPKİ BÜYÜK Ümraniye Halkevi’nde yapılan toplantıda veliler, bazı okulların dağıtılarak imam hatip ortaokullarına dönüştürülmesi, seçmeli kuran ve peygamberin hayatı dersleriyle farklı din ve kültüre sahip insanların tüm toplumda ötekileştirilmesi anlamına geldiği söyledi. Kadıköy Halkevi’nde yapılan toplantıda öğretmenler, kutlu doğum haftasında okullarda yapılan etkinliklere din adamlarının getirilmesini hatırlatarak bu uygulamanın sadece ders saatleriyle sınırlı kalmayacağı vurgusunu yaptı. Gültepe Halkevi’nde yapılan
‘Karanlığa teslim olma’
H
alkevleri Eğitim Hakkı Meclisi, karne günü olan 8 Haziran’da Ankara, İstanbul ve birçok ilde sokaklarda olacak. Mahalle mahalle yapılan toplantılarla, okul önlerinde yapılan çağrılarla veliler, öğretmenler ve öğrencilerin katılacağı büyük buluşmaya hazırlanılıyor. “Çocuklarımız ve geleceğimiz için 4+4+4 karanlığına teslim olma ayağa kalk” çağrısı yapan Halkevleri Eğitim Hakkı
Meclisi, ‘Çocuklarımızı karanlığa teslim etmeyeceğiz’ diyerek okulların dağıtılmasına, okula başlama yaşının düşürülmesine, eğitimin gericileştirilmesine karşı parasız nitelikli eğitim için meydana çağırıyor. Halkevleri Eğitim Hakkı Meclisi, AKP’nin tüm itirazlarına rağmen kabul edilen 4+4+4 yasasını durdurmak için tüm velileri, öğretmenleri, öğrencileri eyleme çağırıyor.
toplantıda 4+4+4 uygulamasının, AKP’nin ‘Dindar nesil yetiştireceğiz’ sözünün bir tamamlayıcısı olduğu vurgulandı. Esenler Belediyesi Kültür Merkezi’nde ‘öğretmen-veli-öğrenci ilişkileri’ konulu panelde yapılan sunumlarda Esenler ve Bağcılar bölgelerinde bulunan okullardaki kalabalık sınıflar, derslik yetersizliği gibi sorunlar yaşandığına dikkat çekildi. İki ilçede öğrencilerin sınavlarda başarısız olma sebepleri başarı ortalaması yüksek olan bölgelerle karşılaştırılmalı bir şekilde anlatıldı. Toplantılara katılan lise öğrencileri yapılan her değişikliğin sınav siteminde olduğu gibi lise eğitiminde yıkıcı bir etkisi olacağını belirtti. Okullarda aldıkları eğitimin
Öğretmene yaz mesaisi Milli E¤itim Bakan› Ömer Dinçer, TOBB Ekonomi Üniversitesi’nde kat›ld›¤› toplant›da ö¤erncilerinin 4+4+4’le ilgili sorular›n› yan›tlad›. 4+4+4 uygulamas›na geçebilmek için 4 y›la ihtiyaç oldu¤unu söyleyen Dinçer, e¤itim sistemindeki dönüflümden ö¤retmenlerin çal›flma koflullar›n›n da pay›n› alaca¤›n› bu toplant›da duyurmufl oldu. Dinçer, daha önce “yaz boyu çal›flm›yorlar” diyerek yaz tatillerini hedef ald›¤› ö¤retmenlerin yaz›n 5 hafta boyunca e¤itim göre-
Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Ergin Demirhan Telefon / Faks 0212 245 90 37 Adres Tomtom Mahallesi Örtmealt› Sokak No: 6/3 BEYO⁄LU/‹STANBUL Bas›ld›¤› Yer ART Matbaac›l›k, Türker Saltabafl, ‹stasyon Mah. 242 Sk, No:32 Kartepe / Kocaeli (0262 373 45 03) editor.halkinsesi@gmail.com 15 günlük Yayg›n, Süreli, Türkçe yay›nd›r.
ceklerini aç›klad›. 8 Haziran’dan sonra 3 hafta, okullar aç›lmadan önce 2 hafta süreyle ö¤retmenler 4+4+4 uygulamas›na haz›rlanmak üzere seminerlere kat›lacak. Her y›l benzer bir uygulaman›n yap›laca¤›n› belirten Dinçer, ö¤retmenlerin kazan›lm›fl haklar› ve çal›flma koflullar›n›n rahatl›¤› üzerine s›k s›k aç›klama yapm›fl, bu aç›klamalar ö¤retmenlik mesle¤ine yönelik köklü ve piyasac› de¤iflikliklerin ön haz›rl›¤› olarak yorumlanm›flt›.
Veliler okullarına sahip çıkıyor 4+4+4 eğitim sistemiyle birlikte Türkiye’nin birçok ilinde okulların dağıtılmasına ve çocuklarının başka okullara yollanmasına tepki gösteren veliler Mersin, Zonguldak, Isparta ve İstanbul Gazi Mahallesi’nde sokağa çıktı ISPARTA
TARSUS ANIT MAHALLESİ Mersin’in Turgut İçgören İlköğretim Okulu velileri 17 Mayıs’ta eylem yaptı. Okullarının dağıtılmasına karşı çıkan veliler, başka mahallelere gönderilmesi planlanan çocuklarının yol ve yemek masraflarını karşılayamayacaklarını belirterek okullarının taşınması durumunda çocukların güvenliğinden duydukları endişeyi dile getir-
di. Mersin Anıt Mahallesi’ndeki velilerin eylemine, aynı taleplerle eylem yapan Tarsus Musalla Mahallesi’nde okullarının dağıtılmasına karşı çıkan veliler de destek verdi. Ahmet Yesevi İlköğretim Okulu'nun taşınmasına karşı çıkan veliler yaptıkları eylemlerle İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün uygulamasını durdurmuştu.
Isparta’da Hilmi Dilmen İlköğretim Okulu velileri 23 Mayıs’ta Isparta Valiliği önünde eylem yaptı. Okul müdürünün “İmam hatip ortaokuluna çevrilmesine karşı çıkarsak bakanlığa ayıp olur” diyerek ikna etmeye çalıştığı veliler, valilik önüne yürüdü. Valiyle görüşme talep eden veliler taleplerinin reddedilmesi üzerine 6 Mart Atatürk Caddesi’ne yürüyerek bir süre yolu trafiğe kapattı. Veliler burada yaptığı açıklamada imam hatip lisesinin 3 tane binası olduğunu, okullarının imam hatip ortaokuluna çevrilmesiyle beraber imam hatip okullarının ‘imam hatip kompleksine” dönüşeceğini söylediler.
İSTANBUL GAZİ MAHALLESİ
Halk›n Sesi
ÖĞRETMENLER MÜCADELENİN REHBERİ Sefaköy Halkevi’nde yapılan toplantıda eğitim sisteminde yapılan değişikliklerde velilerin, öğrencilerin ve öğretmenlerin söz ve karar aşamasında yer almadığı vurgulandı. Toplantıya katılan bir veli “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Yasası çıkarılıyor. Bu yasayı çıkaranlar arasında bir tane çalışan olmadığı gibi eğitim yasasının hazırlanmasında eğitimciler, veliler yok” dedi. Toplantılara velilerin ve öğrencilerin yanı sıra rehberlik öğretmenleri anaokulu öğretmenleri katıldı. Güvencesiz, kadrolu, atanamayan öğretmenlerin bir araya geldiği toplantılarda eğitimciler yaşanacak yıkıma karşı birlikte mücadele vurgusu yaptı. Ankara’da Keçiören ve Mamak Halkevleri’nde yapılan toplantılarda konuşan Eğitim Sen MYK üyesi Betül Korkut, okula başlama yaşının 5 yaşına indirilmesi ve mesleğe erken yönlendirme ile birlikte en az üç kuşağın kaybolacağını belirtti. Korkut konuşmasında, yeni eğitim yasası ile eğitimin her kademesinin paralı hale getirilmesine, imam hatipler ve zorunlu seçmeli derslerle eğitimin her adımının gericileştirilmesine karşı direnmek ve mücadele etmek gerektiğini vurguladı.
İstanbul Gazi Mahallesi’nde veliler 4+4+4 uygulamasına karşı eylem yaptı. Gazi İlköğretim Okulu önünde bir araya gelen veliler yolu trafiğe kapatarak Şair Abay Konanbay Lisesi önüne yürüdü. Burada açıklama yapan veliler, 4+4+4 yasasıyla "devlet okullarında ilköğretim parasız olur" ibaresinin kaldırıldığını, parası olmayanın okuyamadığını, eğitimin sadece parası olanların sahip olacağı bir hak haline
getirilmeye çalışıldığını ama buna asla tepkisiz kalmayacaklarını söylediler. Veliler;"4+4+4 yasasıyla çocuklarımız kesintisiz değil kademeli bir eğitim sistemine geçirilecek ve mesleki yönlendirme halkın yaranına değil sermayenin yaranına olacak. Bu yasnın işçi-emekçi çocukları için karşılığı çocuk işçilik oacak. Çocuklar geleceğimizdir. Geleceğimizi karartmalarına izin vermeyeceğiz" dediler.
ZONGULDAK Zonguldak Ereğli ilçesinde Cumhuriyet İlköğretim Okulu velileri okullarının ilk ve ortaokul olarak ayrılmasına karşı 25 Mayıs’ta eylem yaptı. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne topladıkları dilekçeleri veren veliler burada basın açıklaması gerçekleştirdi. Ne çocuklarımızın okuldan okula dolaştırılarak perişan edilmesini, ne de veliler olarak bizlerin mağdur edilmesine yol açacak bir uygulamayı kabul etmek istemiyoruz” diyen veliler, okulların durumu görüşülürken velilerin görüşünün alınmadığına dikkat çekti.
8
EMEK 31 May›s 2012 / 13 Haziran 2012
Halk›n Sesi
AKP Devleti KP giderek düşmanına benziyor. Hesapta kendisi çok demokrat ya ha bire tek parti CHP dönemine gönderme yaparak o dönemde CHP'nin "astığım astık kestiğim kestik" siyaseti yaptığını anlata anlata bitiremiyor. Oysa özellikle referandum sonrası uygulamalarıyla devletin bütün mekanizmalarının parti tarafından ele geçirildiğine, en küçük ayrıntısına kadar bürokrasinin AKP kadroları tarafından doldurulduğuna tanık olmaktayız. Bu tipik bir Nazi tarzı faşist devlet mekanizması oluşturmaktır. CHP de böyleydi ama CHP'nin Cumhuriyeti kurduğu dönemki siyasal koşulları göz önüne aldığımızda otoriter rejimin son derece güçlü nesnel koşulları olduğunu görüyoruz. Neredeyse bütün modern siyasal rejimlerin hepsinde faşizan yönetimlerin iş başında olduğu, liderlik sultasının önemli olduğu biliniyor. Adana'da Enerji-Sen üyesi direnişçi işçilerin başına gelenler, bu tablonun başka bir boyutunu ortaya koyuyor. AKP sadece siyaset alanına parti kalıpları dökmeye çalışmıyor aynı zamanda toplumsal alandaki her şeyi de bizzat düzenlemeye çalışıyor ve en önemlisi düzenlemeye çalışırken parti devletin bir organı gibi Tufan hareket ediyor. Sertlek Tek parti zamanında CHP de öyleydi. CHP il başkanı Dev Sa¤l›k-‹fl ilin Valisi gibi değer görürdü, Yön. Kur. Üyesi il başkanı valinin işine karışabilir, vali il başkanından çekinir veya birlikte ekip olarak çalışırdı. Enerji-Sen işçilerinin başına gelenler de AKP'nin devlet partisi gibi çalışmaya başladığını gösteriyor. Adana'da Enerji-Sen'de örgütlenen işçiler işten atılınca direnişe geçerler. AKP Devleti sorunu çözmek için harekete geçer: Sendika.Org'un haberine göre 22 Mayıs günü AKP il yönetiminden birileri direnişçi işçilerden birini evinde ziyaret eder ve direnişten vazgeçirmeye çalışır. Kabul etmesi halinde işinin hazır olduğu söylenir... İşçi bunu reddeder. Bunun üzerine AKP Devleti'nin belediyesinin zabıtası görevi devir alır. Zabıtadan sonra polis terörü devreye girer ve yargı süreciyle devam eder. İşçiler gözaltındayken direniş yeri polis tarafından işgal edilerek direniş kırılmaya çalışılır. Bunlar da olmadı bu kez AKP Devleti'nin sermayesi harekete geçer. İstanbul'daki bir işyeri patronu direnişçi işçileri arayarak Adana'da bir ihale aldıklarını söyler ve kendilerini orada işe almak istediğini söyler. İşçiler bu ahlaksız teklifi de reddeder. Samsun'da süren Dev-Sağlık İş üyesi işçilerin direnişinde de benzer bir tabloyu görüyoruz. 1 yılı aşkın süredir direnişi sürdüren işçiler iki kez yargı kararıyla işe iade kararı almış olmalarına rağmen hastane idaresi mahkeme kararına uymamakta direniyor. Herkes biliyor ki, Samsun'da sendikal örgütlenmenin önündeki esas engel AKP. Samsun Valisi'nin bile "tamam" dediği noktada Samsun AKP örgütü her türlü ağırlığını koyarak Samsun'daki AKP hegemonyasının kırılmaması için ne Vali'ye ne Başhekime uzlaşma için müsaade etmedi. Çünkü AKP'nin en çok korktuğu birkaç şeyden biri insanların kendilerinin hak aramaya yönelmesi. AKP'nin kitabında hak aramak yoktur, "büyük usta (ŞEF)" ne bağışlarsa o vardır, onun şefkati ve merhameti esastır... Daha önce de yazdık, merhametsiz zalim olmaz! AKP eskinin laik devlet düzenini bozarken yerine İslami-muhafazakar özellikli kendi devletini kuruyor. Kuşkusuz bu yeni bir rejim. Bu rejimin üç temel ayağı olan dincilik, kapitalistlik ve otoriterlik önümüzdeki dönemin hak mücadelelerinin de esas dinamiklerini oluşturuyor. Enerji-Sen işçilerinin AKP Devleti'ne karşı onurlu direnişi ekmek ve adalet mücadelesinin hangi yoldan ilerleyeceğini çok açık olarak gösteriyor.
A
Nakliyat-İş Borusan’da eylemde
İ
Sopa AKP’de yürek işçide Adana’da direnişlerini sürdüren enerji işçilerinin 2 gün boyunca maruz kaldıkları polis ve zabıta saldırısının arkasından AKP Adana Teşkilatı çıktı. Enerji işçileri AKP’lilerin ‘sendikadan istifa edin iş verelim’ teklifine direnişlerini büyüterek karşılık verdi ALP TEK‹N BABAÇ
A
dana’da Toroslar Elektrik Dağıtım A.Ş’de (TEDAŞ) işlerine geri dönmek için direnişlerini sürdüren enerji işçileri, 23-24 Mayıs’ı zabıta ve polis saldırıları altında geçirdi. Enerji işçilerine yönelik saldırıların AKP il teşkilatı ve taşeron şirket patronları tarafından yönlendirildiği ortaya çıktı. TEDAŞ’taki direniş, 23 Mayıs günü zabıtanın saldırısına uğradı. Direnişteki işçiler, çadıra saldıran zabıtaya müdahale edince polis geldi ve enerji işçileri gözaltına alındı. 23 Mayıs’ta önce zabıtanın saldırması dikkat çekti. Enerji işçileri daha önce de 24–25 Nisan tarihlerinde gözaltına alınmışlardı. Önceki olaylarda ilk olarak polis saldırmış, zabıta sonradan çağırılmıştı. Saldırının nedeni 22 Mayıs günü çat kapı yapılan bir ev ziyaretinde gizli. ENERJ‹ SEN’DEN ‹ST‹FA ED‹N ‹fi HAZIR 22 Mayıs akşamı Adana AKP il yöneticisi üç kişi, direnişteki bir enerji işçisinin evini ziyaret etti. Halkın Sesi’ne konuşan enerji işçisi, AKP’li yöneticilerin “Size başka yerde iş verelim, zaten AKP Gençlik Kolları’nda yeriniz hazır ama şartımız var; o da direnişi örgütlediğiniz gibi Enerji-Sen’den istifayı örgütleyin” dediğini
aktardı. İşçinin yanıtı “Hayır” oldu ve ardından 23 Mayıs günü ilk saldırılar meydana geldi. 23 Mayıs günü önce zabıta ardından da polisin saldırısı sonucu gözaltına alının ve serbest bırakılan enerji işçileri TEDAŞ Müdürü Mahmut Nimet Dalkır’la görüşmek istedi ama karşılarında çevik kuvveti buldu. TEDAŞ önündeki çevre yolunu trafiğe kapattı. İşçiler yeniden gözaltına alındı ve akşam saatlerinde serbest bırakıldı. 24 Mayıs’ta da TEDAŞ önüne gelen enerji işçileri ve ailelerine polis cop ve biber gazı kullanarak tekrar saldırdı. Saldırı sonrasında bir enerji işçisinin babası, üzerine benzin dökerek kendisini yakacağını söyledi. İşçiler, sinir krizi geçiren babayı sakinleştirdi. KEND‹LER‹N‹ VAL‹L‹K ÖNÜNE Z‹NC‹RLED‹LER TEDAŞ önündeki polis saldırısının ardından Enerji-Sen üyesi işçiler, polis saldırılarını protesto etmek ve işlerine geri dönmek istediklerini ifade etmek için Valilik önüne kendilerini zin-
cirlediler. Valilik önünde ve TEDAŞ önünde gözaltına alının işçiler 25 Mayıs günü savcıya ifade verdi. 14 işçiden 10’u “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’na muhalefet” gerekçesiyle tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edildi. Mahkemeye çıkan işçiler tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Bu sırada Adana Emniyeti, TEDAŞ önünü çelik bariyerlerle kapattı, çelik bariyerlerin ortasına da çevik kuvvet polislerini yerleştirdi. Polisin yerleştirdiği bariyerler nedeniyle TEDAŞ’ın önündeki yol yaya trafiğine kapandı. Öte yandan araçlarını park edecek yer bulamayan mahalleliler de polis işgalinden şikayetçi. NEDEN FOTO⁄RAF ÇEK‹YORSUN? İki enerji işçisi 26 Mayıs günü sabah saatlerinde TEDAŞ önündeki bariyerin fotoğrafını çekti ve 20 dakika sonra telefonları çaldı. İşçileri arayan aileleriydi. Polislerin eve gelip “Neden fotoğraf çekiyorsunuz, amacınız ne, siz kimsiniz?” gibi sorular sorduğunu söyledi.
‹STANBUL’DAN ADANA’YA TELEFON Enerji işçilerinin telefonları susmadı. İşçilere, direnişlerinde yanında olduğunu söyleyen arkadaşlarının yanı sıra arayanlar içinde bir de şirket yetkilisi vardı. Çıralı Marsaş adlı şirketin yetkilisi aradığı enerji işçilerine “Adana’da yeni ihale aldım, gelin bizimle çalışın” dedi ve bir şartları vardı: “Enerji-Sen’den istifa edin.” Enerji işçileri Çıralı Marsaş’ı yakından tanıyor. Şirket, İstanbul’da 2 aydır maaşlarını alamayan açma kapama işçilerinin üzerine Sefaköy Ülkü Ocağı’ndan çağırdığı faşistleri saldırtmış ancak işçilerin şirket merkezine yürümesinin ardından geri adım atmıştı. Adana’daki işçiler Çıralı Marsaş’ın “teklif”ini de reddetti ve 28 Mayıs günü direnişlerine kaldıkları yerden devam etti. TEDAŞ önündeki direniş, polis işgali nedeniyle TEDAŞ’ın karşısında sürüyor. ENERJ‹ ‹fiÇ‹LER‹ DAYANIfiMAYA ÇA⁄IRIYOR Enerji işçileri, 22-26 Mayıs tarihleri arasında yaşadıkları gelişmelerden sonra direnişlerinin işbaşı yapana kadar süreceğini söyledi. 14 Haziran’da bir şenlik yapacaklarını duyuran Enerji-Sen üyesi işçiler, herkesi dayanışma gecesine çağırıyor. Hilmi Yarayıcı, Bandista ve Ozan Irmak’ın katılacağı gece, Doğalpark’ta gerçekleştirilecek.
stanbul’da Borusan Lojistik’te 36 işçi Nakliyat-İş üyesi olduğu için işten çıkarıldı. Nakliyat-İş üyeleri 25 Mayıs günü İstanbul’da Rumeli Hisarı’nda bulunan Borusan Holding Genel Merkezi önünde bir basın açıklaması yaparak işten çıkarmaları protesto etti. İşveren vekilleri, işçilerin performansından memnun olduğunu belirttikten iki gün sonra 36 işçi “Performans düşüklüğü” bahanesiyle işten çıkarıldı. İşçiler, düşük ücret ve performans uygulamasına karşı sendikalı olmuşlardı.
EPTA işçileri kazandı
A
vrupa Serbest Bölgesi’nde gerçekleştirilen ilk grev, işçilerin net maaş artışı ve daha önce elde edemediği sosyal haklarının tamamını kazanması ile sonuçlandı. EPTA İstanbul A.Ş’de 11 Mayıs günü greve çıkan BMİS üyesi işçiler şirketi toplu sözleşme masasına oturttu. Birleşik Metal-İş, serbest bölgede yapılan ilk toplu sözleşmede işçi ücretlerinin ortalama 140 lira arttığını ve ikramiye başta olmak üzere tüm sosyal hakların elde edildiğini duyurdu.
Faşiste, taşerona karşı... ‹stanbul’da Bo¤aziçi Elektrik Da¤›t›m A.fi’de (BEDAfi) tafleron flirketlerde çal›flan 120 sayaç okuma iflçisi, ödenmeyen maafllar› için ifl b›rak›nca “Üç gün mazeretsiz bir flekilde ifle gelmedikleri” gerekçesiyle 29 May›s günü iflten ç›kar›ld›. ‹flten ç›kar›lan enerji iflçileri Enerji-Sen öncülü¤ünde, 30 May›s günü direnifle geçti. Tafleron flirketler, ‹stanbul’un alt› bölgesinde ç›kard›klar› iflçilerin yerine Ülkü Ocaklar› üyelerini ifle almaya çal›fl›yor. Yenibosna bölgesindeki
Samsun’da kazanıma bir adım daha
2
6 Ocak 2011’den beri Samsun Gazi Devlet Hastanesi’nde direnişlerini sürdüren Dev Sağlık-İş üyeleri bir kazanım daha elde etti. Çalışırken karayollarına gönderilmek istenince “Benim işyerim hastanedir” diyen ve sendikal haklarını savunan Cemalettin Kömpe, açtığı işe iade davasını kazandı. Kömpe’nin, Samsun İş Mahkemesi’nde görülen davası 23 Mayıs’ta sonuçlandı. Kömpe’nin işyerinin hastane olduğunu hatırlatarak karayollarına geçirilmesini hukuksuz bulan mahkeme, Kömpe’nin asıl işyerine iadesinin yapılmasına karar verdi. Mahkeme, sağlık işçilerinin sendikal faaliyetlerinin demokratik bir hak olduğunu belirtti. Direnişteki işçilerden Dev Sağlık-İş Samsun Temsilcisi Yüksel Arslan, Dev Sağlık-İş üyeleri Songül Akın ve Kadriye Esra Savaşlı da 17 Şubat’ta işe iade davasını kazanmışlardı. Mahkeme, işçilerin, sendikal nedenle işten atıldıklarına ve işçilerin asıl işverenin işçileri olarak işlerine iade edilmesine karar vermişti. İşçiler, 17 Şubat’tan beri defalarca eylem yaparak hastane yönetimine, İl Sağlık Müdürlüğü’ne ve Sağlık Bakanlığı’na “Yasaları uygula” diye seslendi. Kömpe’nin de işe iade davasını kazanmasının ardından Dev Sağlık-İş üyeleri, hastane yönetimi kararı uygulayana kadar direnişlerini sürdüreceklerini duyurdu.
Ç›ral› Marsafl flirketi de 24 May›s günü yine Ülkü Ocaklar›’n› aram›fl, iflçileri ifle ç›kmaya zorlam›flt›. Olaya müdahale eden Enerji-Sen yöneticileri ise polis taraf›ndan gözalt›na al›nm›flt›. 350 enerji iflçisi flirketin merkezi önünde eylem yap›nca gözalt›na al›nanlar serbest b›rak›lm›flt›. 18 May›s’ta Enerji-Sen üyesi iflçiler, 2 ayd›r maafllar›n›n yat›r›lmad›¤›n› belirterek, ‹fl Kanunu’nun 34’üncü maddesi gere¤i, maafllar› verilmeyen iflçilerin ifle gelme zorunlulu¤u
olmad›¤›n› ve maafllar› yatana kadar iflten ç›kar›lamayacaklar›n› tafleron flirket yönetimlerine hat›rlatt›. 21 May›s günü maafllar›n›n yat›r›lmad›¤› ve baz› iflçilerin geçmifl aylarda ücretlerini eksik ald›klar› gerekçesiyle yaklafl›k 600 iflçi ifl b›rakt›. ‹lk gün iflveren, açma –kapama bölümündeki iflçilerin geriye dönük eksiklerini ve içerde fazladan kalan ücretlerini iflçilerin önerdi¤i flekilde ödemeyi kabul edilince açma-kapama servisi ifle bafllad›.
Hava-İş’ten grev yasağına grevli yanıt H
ava-İş üyeleri, hava işkoluna grev yasağı getiren yasa teklifinin 29 Mayıs günü TBMM’de görüşüleceğini öğrenmesi üzerine harekete geçti. Hava-İş, 29 Mayıs sabah saat 03.00 ile 24.00 arasında üyelerinin ‘kendilerini göreve hazır hissetmeyeceklerini’ bildirdi. Eylem nedeniyle 150’ye yakın uçuş iptal edilirken birçok uçuşta da rötar gerçekleşti. Hava-İş’in eylemine KESK, BTS, Dev Sağlıkİş, Tek Gıda-İş Türkiye Havayolları Pilotları Derneği, Halkevleri, Belediye-İş ve acentelerden destek geldi. Eylemler sürerken Türk Hava Yolları (THY) yönetimi, eyleme katılan işçilerin cep telefonlarına mesajlar yollayarak işten çıkarmakla tehdit etti. Hava-İş üyeleri tüm
tehditlere rağmen eylemlerini sürdüreceklerini söyledi ve tehditlerin sürmesi durumunda eylemin süresiz bir hal alacağını duyurdu. Havacılık iş koluna grev yasağı getirilmesi ile ilgili madde THY AO ile Hava-İş arasındaki toplu iş sözleşmesi sürecinde gündeme geldi. İşkolunda çalışan 33 bin kişinin 13 bini THY’de çalışıyor. Grev yasağını öneren AKP’li İstanbul Milletvekili Metin Külünk’ün gerekçesi ise yasadışı olan “grev kırıcılığı yapamamak”. Külünk gerekçe olarak, olası bir grev durumunda iş bırakan işçilerin yerine aynı nitelikte işçi bulmakta zorlanılmasını gösteriyor ve bu durumun işverenle sendika arasındaki toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde işverenin elini zayıflatan bir unsur olduğunu söylüyor.
Üç bin Hava-‹fl üyesi 23 May›s’ta DHM Genel Müdürlü¤ü’nde yolu trafi¤e kapatarak THY Genel Müdürlü¤ü önüne yürüdü, “Grev hakt›r” dedi.
Adalet için nöbetteler
İ
ş kazalarında ölenlerin yakınları 20 Mayıs günü İstanbul Taksim Tramvay Durağı’nda “Adalet Nöbeti” başlattı. Aileler, her hafta pazar günü saat 13.00’de nöbette olacaklarını duyurdu. “İş cinayetlerine alışmayacağız” diyen aileler, 20 Mayıs’tan sonraki eylemlerini 27 Mayıs’ta Galatasaray Meydanı’nda yaptı. Ailelerin katıldığı basın açıklamasında iş cinayetlerinin sorumlularının belli olduğu ve sorumluların yargılanması gerektiği belirtildi.
9
EKONOMİ 31 May›s 2012 / 13 Haziran 2012
Halk›n Sesi
Dalından sofraya değil sokağa ALP TEK‹N BABAÇ
M
ayıs ayıyla birlikte çay sezonu açıldı. Artvin, Rize, Giresun Trabzon’da Bakanlar Kurulu tarafından belirlenen toplam 774 bin hektar alanda çay toplanmaya başlandı. Çay İşletmeleri Genel Müdürlüğü (ÇAYKUR), 13 Mayıs’ta çay alımını başlattı, 14 Mayıs’ta da kota uygulamasını. Üreticiler de ÇAYKUR’un almadığı çayları yollara, kent merkezlerine ya da alım yerlerinin önüne dökerek tepkilerini gösterdi. 15 Mayıs günü Artvin Kemalpaşa’da 500 çay üreticisi uluslararası karayolunu trafiğe kapattı. Eylemin sonucunda ÇAYKUR, kotayı 10 kilodan 15 kiloya yükseltti. Kotaya yönelik protestolar sürerken Tarım, Gıda ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, 18 Mayıs günü Rize’de bulunan ÇAYKUR Sosyal Tesisleri’nde yaş çay alım taban fiyatını açıkladı: 1 lira 10 kuruş artı 12 kuruşluk destekleme primi. 15 Mayıs’ta üreticilerin eylemlerini gören ve açıklama yapmak zorunda kalan ÇAYKUR Genel Müdürü 18 Mayıs günü sorun çıkan fabrikaların müdürlerini görevden aldığını söyledi. Bakanın fiyat açıklaması yaptığı tesisin önünde kota uygulamasını protesto eden üreticiler taban fiyatını öğrenince Eker’i protesto etmeye başladı. Eker, üreticiden kaçarken, üreticiler de Eker’in aracına yaş çay attı. Rize’nin Pazar ve Fındıklı ilçelerindeki çay üreticileri de 21 Mayıs’ta eylem yaptı. Pazar’daki eylemde yapılan basın açıklamasında kota uygulaması nedeniyle üreticilerin çaylarını özel sektöre 65 kuruştan satmak zorunda kaldığı duyuruldu. Pazar’daki eylemde üreticiler serbest kürsüden sıkıntılarını duyururken AKP’ye olan öfke sloganlara da yansıdı: “Gün gelecek, devran dönecek. AKP halka hesap verecek!” Fındıklı’da da aynı gün Tüm
Ç
Üretici Köylü Sendikası (TümKöy-Sen) eylemdeydi. Tüm-KöySen de özel sektörün çok düşük fiyatla çay almasını protesto etti. Kota uygulaması ve düşük tutulan yaş çay alım fiyatlarıyla üreticilerin ÇAYKUR’dan soğutulduğunu ifade etti. ÜRET‹C‹ ÖZEL SEKTÖRE MAHKUM ED‹L‹YOR Üreticilerin ilk tepkisi, ÇAYKUR’un günlük yaş çay alımına sınır getirdiği kota uygulamasına oldu. Kota uygulamasıyla birlikte bir haftada topladığı çayları ÇAYKUR’a satamayan üretici, bozulacağı için bekletemediği çayını özel çay fabrikalarına satmak zorunda kaldı. Özel sektörün elindeki çay fabrikaları da kota uygulaması başladıktan bir gün sonra çayını satmaya gelen üreti-
cilere şu teklifi sundu: “Çayın kilosunu 80 kuruşa alacağız, parayı da en geç 2013 Şubat’ında ödeyeceğiz!” Bu durum üreticilerin tepkisinin artmasına neden oldu. Kota uygulamasına göre ÇAYKUR, üreticiden günde bir dönüm başına en fazla 10 kilo yaş çay satın alıyor. Çay tarımı yapan üreticilerin yüzde 85’i ortalama 5 dönüm araziye sahip; 5 dönümden de ortalama 5 ton yaş çay elde ediliyor. Kota nedeniyle çayını özel sektöre satan üretici çoğu zaman, parasını geç alıyor ya da hiç alamıyor. Özel çay fabrikaları parayı vermemek için genellikle “İflas ettim” yalanına başvuruyor ya da fabrikasını iflas etmiş olarak gösteriyor. İflas ettiğini söyleyen şirketler seneye başka bir isimle fabrika kuruyor. Bazı özel
113 liraya kaç Manzara çocuk büyütülür? U A
KP Hükümeti iktidara geldiği günden beri her fırsatta 3 çocuk meselesini gündeme getiriyor. Özellikle Tayyip Erdoğan her katıldığı düğünde mutlaka 3 çocuk nasihatini, tavsiyesini dile getiriyor ve bu talebini Türkiye’nin geleceği için istediğini de söylüyor. Ancak istatistiklere baktığımız zaman halkın Tayyip Erdoğan’ın tavsiyesini çok dikkate almadığı ortaya çıkıyor. TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerine göre 2001 yılında yılda doğan çocuk sayısı 1 milyon 262 bin iken 2010 yılında doğan çocuk sayısı 1 milyon 238 bin oldu. Türkiye ortalaması ise son verilere göre aile başına 2,3 olarak açıklandı. SA⁄ CEPTEN SOL CEBE Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın asgari ücretle çalışıp 3 çocuğu olanlardan vergi alınmadığını söylemesi ile 3 çocuk tartışması tekrar gündeme geldi. Ancak Ali Babacan’ın yeni bir uygulamaymış gibi gündeme getirdiği uygulama 2008 yılından beri uygulanıyordu. 2008 yılında çıkan kanun ile net asgari ücretin üzerine çalışanların medeni durumlarına, çocuklarının sayısına ve eşlerinin çalışıp çalışmama durumuna göre AGİ (Asgari Geçim İndirimi) adı altında ek ödeme eklendi. Bu mevzuata göre bekâr ve 16 yaşından büyük asgari ücretlinin aylığı net olarak 635 lira iken AGİ ile birlikte 701 lira olarak gerçekleşiyor. Çocuk sayısı arttıkça AGİ artıyor ve evli, eşi çalışmayan asgari ücretli için 113 liraya kadar çıkabiliyor. Burada AGİ olarak hesaplanan
kendi belirlediği çay alım kampanyası tarihine kadar kendi fabrikalarını hazırlayamamasını “beceriksizlik”le değil çayın tamamen özelleştirilmesi çabasıyla açıklıyor. Türkiye’de 1984’te çıkarılan yasayla özel şirketlere çay fabrikası açma imkanı tanınmıştı. 1984’ten bu yana özel sektör yaş çay işleme kapasitesi bakımından ÇAYKUR’u geride bıraktı.
AYKUR ‘kota’ diyerek üreticileri özel çay fabrikalarına mahkum etti. Açıklanan düşük taban fiyatıyla üreticinin tepkisi artmaya başladı
miktar aslında asgari ücretlinin ödediği gelir vergisi. Gelir vergisinden AGİ adı altında düşülen miktar 2008 yılından önce vergi iadesi olarak bilinen ve vatandaşın harcamalarının fişlerini yazdıkları ve belli miktarını devletten yıllık olarak aldıkları tutar. 113 L‹RA TEfiV‹K EDER M‹? İşin özünde emekçinin lehine yeni bir uygulama yok. Sadece vergi iadesi uygulamasında yıllık ödeme yaparken AGİ ile ödemeler aylık olarak yapılmakta. Burada çalışanların evlilik durumları ve çocuk sayıları ile AGİ’nin miktarı değişebilmekte. Çocuk sayısının artmasını ısrarla isteyen hükümet AGİ’yi kullanarak çalışanları daha fazla çocuk sahibi olmak için para ile teşvik etmeye çalışmakta. Ancak ülke ekonomik koşulları dikkate alındığında AGİ adı altında yapılan ödemelerin devede kulak olduğunu söyleyebiliriz. Sendikaların her ay düzenli yaptıkları araştırmalarda dört kişilik ailenin açlık sınırı 1000 lirayı, yoksulluk sınırı ise 3000 lirayı aşmış durumda iken evli, eşi çalışmayan ve 4 çocuğu olan asgari ücretliye verilen ilave 113 liranın insanca yaşam koşullarını asgari düzeyde sağlamak için ne kadar yeterli olacağı açık. Bu uygulamayı övünerek anlatan Babacan’ın çocuğuna yaptığı görkemli sünnet düğünü unutulmuş değil. 2004 yılında Babacan’ın beş yıldızlı lüks bir otele yaptığı ve binin üzerinde davetlinin geldiği düğün “saltanat düğünlerine” benzetilmiş, Babacan’ın oğlu düğüne
şirketler de üreticiye yaş çay karşılığında para yerine kömür, kuru çay veya gıda veriyor. ÇAYKUR, kota uygulamasının gerekçesi olarak ‘toplanan yaş çayın, fabrika kapasitesinin üzerine çıkmasını’ gösteriyor. ÇAYKUR Genel Müdürü İmdat Sütlüoğlu ise günlük yaş çay işleme kapasitelerini 350 ton artırdıklarını ancak kurulan yeni sistemin çay üretimi sürecinde bazı aksaklıklar yaşanmasına neden olduğunu söyledi. Sütlüoğlu ayrıca çay fabrikalarının olduğu bölgelerdeki elektrik kesintilerinden şikayetçi oldu. Oysa nerelerde ne kadar yaş çay üretileceğini ve üretilen yaş çayların hangi yükseklikte hangi tarihte sürgün vereceğini Tarım, Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı hesaplıyor. Üreticiler ise ÇAYKUR’un
ÖZELE ÖZEL TABAN F‹YAT Üreticilerin sonraki tepkisinin nedeni de yaş çay alım taban fiyatlarının çok düşük olması. Yaş çay alım taban fiyatı, üreticinin yaş çayının kilosunun ÇAYKUR tarafından en az kaç liraya alacağını belirliyor. Bu fiyatlar özel sektörün elindeki çay fabrikalarında geçerli değil ancak düşük gösterilen taban fiyat özel sektörün çok daha düşük fiyattan yaş çay almasını sağlıyor. Yaş çay alım fiyatı üreticinin geçimini belirlediği gibi çayın yetiştiği toprağı da etkiliyor. Bakanlık tarafından yaş çay alım fiyatına yapılan zammın, mazota, elektriğe ve çayın yetişmesi için kullanılan özel gübrelere yapılan zammın gerisinde kalması toprağın yeterince gübrelenmemesine ve ilerleyen dönemlerde çayın yetişemez hale gelmesine neden oluyor. Yaş çay alım fiyatına yapılan zam yüzde 10 iken, özel gübreye yapılan yüzde 35 düzeyinde ve elektrik ile mazota yapılan zamlar da yüzde 10’un çok üzerinde. Hükümet, çay alım fiyatını 1,22 lira olarak belirlerken Çay-Sen ise taban fiyatın en az 1,75 lira olması gerektiğini söyledi. Hükümet “bütçe açığı” gibi ölçülerle fiyat belirlerken Çay-Sen üreticinin ihtiyaçlarını dikkate alarak fiyat hesaplıyor. Çay-Sen’e göre; çay fiyatıyla, masraflar düşünce 5 dönüm arazisi olan üreticinin elinde kalan 6.850 lira, 12 aya bölünce 570 lira ediyor, ÇaySen’in belirlediği fiyata göreyse üretici ayda 990 lira alabiliyor.
aynı fotoğraf farklı
luslararası kredi derecelendirme kuruluşlarından Standard & Poors’un (S&P) Türkiye’nin notunu pozitiften durağana çevirmesi hem Başbakan Tayyip Erdoğan’ı hem de iş dünyası temsilcilerini çok sinirlendirdi. Karar için “ideolojik” diyen Tayyip Erdoğan uluslararası sermayenin bu notu dikkate almayacağını söyledi.
‹fi‹NE GELMEY‹NCE “‹DEOLOJ‹K” Kredi derecelendirme kuruluşlarının kararları uluslararası finans piyasalarında biriken fazla fonların (sıcak paraların) hangi ekonomilere gideceğini şekillendirmekte. AKP hükümeti ile birlikte uygulanan sermaye girişine bağlı ekonomik büyüme modeli, kredi derecelendirme kuruluşlarının değerlendirmelerine hep duyarlı olmuştu. Bugüne kadar artan notlar ve değerlendirmeler hem Tayyip Erdoğan’ın hem de sermaye temsilcilerinin takdirini topladı. AKP temsilcilerinin cari açık gibi verilerle tam tersini göstermesine rağmen, Türkiye ekonomisi için övgüyle yazılan hiçbir raporu ideolojik olarak nitelendirmedi. KR‹ZLER‹ TAHM‹N EDEM‹YORLAR Kredi derecelendirme kuruluşları teknik olarak yaptıkları analizlerle bugüne kadar hiçbir ekonomik krizi önceden göremedi. Gelişmekte olan
ülkeler olarak adlandırılan yani dışarıdan kaynak girişine bağlı ekonomilerin risklerini ve zaaflarını da yeterince öne çıkarmadılar. Çünkü bu ülkelerin bazılarına, kimi zaman Erdoğan’ın ideolojik dediği “politik” gerekçelerle sermaye girişini teşvik etmek istediler. Bu durum sonucunda kredi derecelendirme kuruluşları makroekonomik dengeler açışından zayıf olan ülkelere sağlam notu verebilmekteler. Sıcak para girişiyle ülke ekonomisinin büyümesinden memnun olan Erdoğan bugüne kadar bu şişirme notlara hiçbir zaman itiraz etmedi. DIfi BORÇ R‹SK‹ HEP VARDI Türkiye’nin son 10 yıldır ekonomisinin göklere çıkarılan büyüme performansı sürekli artan dış borcuna bağlı şekilde gerçekleşiyor. Ancak kredi derecelendirme kuruluşlarının uluslararası yatırım pozisyonu için dikkate aldıkları dış borç verileri açısından Türkiye’de tehlike çanları çalıyor. Son verilere göre yabancıların (Türkiye’de yerleşik
olmayanların) varlıkları toplamı 522 milyar dolar. Türkiye’de yerleşik yerli ve yabancıların döviz cinsinden varlıkları 179 milyar dolar. (Bu toplama Tayyip Erdoğan’ın sürekli övündüğü 90 milyar dolarlık Merkez Bankası Rezervi de dâhil) Aradaki farka baktığımız zaman Türkiye ekonomisi aleyhine 373 milyar dolar açık bulunuyor. Bu tablonun sonucu uluslararası yatırımcılara diyor ki “siz Türkiye’de bulunan yatırımlarınızı çekmek isterseniz, bu miktarları karşılayacak Türkiye’de yeterli döviz bulunmamakta dolayısıyla mevcut döviz kuru çok yukarılara çıkacak ve bugüne kadar elde edilen karlar eriyecektir.” Bu noktada tartışılması gereken nokta kredi derecelendirme kuruluşu S&P’nin bu teknik raporu neden şimdi verdiği. Çünkü Türkiye ekonomisinin yapısı 10 yıldır benzer zayıflığı göstermekteydi ve aynı kuruluş defalarca “ideolojik” kararlarla ekonomiye sıcak para için can vermişti. Bunun yanıtını ilerleyen günlerde AKP’nin kimi
Açlık sınırı 925 lira Türk-‹fl, may›s ay›nda 4 kiflilik bir ailenin açl›k s›n›r›n› 925 lira, yoksulluk s›n›r›n›n 3 bin 14 lira olarak hesaplad›. "Açl›k s›n›r›", dört kiflilik bir ailenin sa¤l›kl›, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapmas› gereken asgari g›da harcamas› tutar›n› gösterirken; "yoksulluk s›n›r›" da g›da, giyim, konut, ulafl›m, e¤itim, sa¤l›k ve benzeri ihtiyaçlar için yap›lmas› zorunlu di¤er asgari har-
camalar›n toplam tutar›n› ifade ediyor. Türk-‹fl’in hesaplar›na 2012 May›s’› için açl›k s›n›r› 925,36 lira olurken yoksulluk s›n›r› da 3 bin 14,19 lira oldu. Türk-‹fl’in raporunda dört kiflilik bir ailenin zorunlu ihtiyaçlar› için yapmas› gereken günlük harcama tutrar› 100 lira olarak hesaplan›rken, günlük net asgari ücretin 23 lira oldu¤una dikkat çekildi.
‘Her fley para de¤il’ aliye Bakanı Mehmet Şimşek İngiltere’de Merrill Lynch’te çalışırken aldığı yıllık 770 bin Euro maaştan vazgeçtiğini ve memlekete hizmet için Türkiye’ye döndüğünü açıkladı. “Her şey para değil” diyerek kamu çalışanlarını aza tamah etmeye çağırdı. Üstelik yeni zamlarla birlikte en düşük memur maaşının 1757 lira olacağını ve bunun asgari ücretin tam 2,7 katı olduğunu da sözlerine ekledi. Tüm bunların yanında kamu olarak özel sektörün sunduğu imkânları sunar hale geldiklerini bu yüzden de herkesin memur olmaya çalıştığını da belirtti. Mehmet Şimşek bu yaklaşımı ile insanca yaşam için sokağa çıkan kamu emekçilerine ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışıyor. Kamu bütçesini bir bakkal bütçesi gibi gören hükümet sadece açıklarımız artmasın, sermaye ürkmesin, yabancı sermayeye bağlı ekonomik büyüme devam etsin istiyor. Şimdi Mehmet Şimşek’e sormak gerekmez mi; madem her şey para değil, o zaman neden 3 ilaçtan sonrasında her ilaç için ayrı para isteyen ve sosyal güvenlik prim borcu yatırılmadığı zaman ilaç vermeyen sağlık sistemini uyguluyorsunuz. Eczanede prim borcu yüzünden ilaç alamayan vatandaş, para isteyen eczacıya “her şey para değil” dediği zaman ne cevap alacak? Ya da vatandaş ilaç parasını sizin hesabınıza yazdırsa, Engin bir bakıma ilacını veresiye alsa ne Duran olacak? Hani diyorsunuz ya: “Her şey para değil.” ergin.duran Her şey para değil diyorsunuz @yahoo.com Mehmet Şimşek ancak hükümet olarak aldığınız her yeni karar ile vatandaşın kamusal haklara erişimini paralı hale getiriyorsunuz. En son 4+4+4 olarak bilinen yasa ile “ilköğretim düzeyinde eğitim kamu okullarında ve parasız yapılır” maddesini kaldırmaya çalışarak her şeyin para olmadığını bir kez daha göstermiş oldunuz. Zaten özel ilköğretim okullarında öğrenciler para ile değil evden getirdikleri markalar(!) ile okuyacaklar. Ya da dershanelerin taksitlerini ödemeye uğraşan veliler tıpkı Maliye Bakanı gibi gidip dershane müdürlerine “artık taksitleri vermiyorum ne de olsa her şey para değil” diyecek. Zaten “her şey para olmadığı için” milletvekili maaşları son bir yılda yüzde 45 artırıldı yoksa en az yüzde 100 zam gerekirdi (!) O yüzden milletvekilleri ücretsiz sağlık haklarını hem yurtiçinde hem de yurtdışında kullandıkları için yüzde 45 zam ile idare etmek zorunda kalıyorlar. Öte yandan elektrik, doğalgaz zamları için vatandaşa hep “enerjiyi ithal ediyoruz, fiyatlar artınca zam yapmak zorunda kalıyoruz” diyorlar. Oysa Mehmet Şimşek Mavi Akım projesinde fiyatları artıran Rus gaz şirketlerine de “Her Şey Para Değil” dese… Vatandaşa önerdiği “elinizdekiyle yetinmesini bilin” düsturunu uluslararası sermayeye ve dağıtım şirketlerine de söyleyebilse keşke, böyle rahat böyle gevşek bir dille. Bitirirken, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in bu çıkışı artık hayatın tüm alanında kullanılmalı. Akbili biten öğrenci İETT şoförüne, harcını ödeyemeyen üniversite öğrencisi YÖK’e, Ankara’da barınma hakkı mücadelesi veren Dikmen Halkı Melih Gökçek’in zabıta ve polislerine, suyuna ve doğasına sahip çıkan halk HES’çilere hep bir ağızdan kuvvetlice demeli ki: “Her Şey Para Değil”. Olur da itiraz gelirse, “Biz demiyoruz Maliye Bakanı diyor” demeli.
M
TABAN FİYAT Taban fiyat devletin piyasa koşullarında oluşan fiyatın üzerinde fiyat belirlemesi anlamına geliyor ve özellikle tarımsal ürünler için kullanılıyor. Türkiye’de taban fiyat uygulaması ilk defa 1932 yılında buğday fiyatlarında uygulanmaya başlandı. Bu fiyatın geçerliliğini koruyabilmesi için destek alımları yapması gerekiyor. Bu yapılmadığı takdirde, devletin belirlediği fiyat piyasa fiyatından fazla olduğu için piyasada arz fazlası oluşuyor. Yani piyasada o malı yüksek fiyata talep edenler az olduğu için mallar üreticilerin elinde kalıyor. Fiyatın yüksek belirlenmesinden dolayı oluşan bu arz fazlasının fiyatların düşmesine neden olma ihtimali bulunuyor. Zira bir mal bol olunca ucuz oluyor. Bu arz fazlasının oluşmaması ve fiyatın düşmemesi, böylece üreticilerin piyasaya mahkum edilmemesi için ürünlerin devlet tarafından alınması ya da alımlarının doğrudan desteklenmesi gerekiyor. Eskiden taban fiyat belirleyen devlet tarım ürünlerini satın alarak üreticinin kısmen nefes almasını sağlıyordu. Ancak bu durum son yıllarda hızla değişti. Bugün devlet taban fiyat açıklayıp yeterince destekleme alımları
yapmıyor ve böylece arz fazlası oluşuyor. Böylece fiyatlar düşüyor ve tarım ürünleri özel şirketler tarafından daha ucuz fiyatlara (piyasa fiyatına) satın alınıyor. Taban fiyat sadece tarımda uygulanmıyor. Asgari ücret uygulaması da bir taban fiyat örneğidir. Devletin emek piyasasına müdahalesiyle bir taban ücret (asgari ücret) belirlenir. Bu ücret tıpkı tarımsal ürünlerde olduğu gibi vahşi piyasa kurallarına göre belirlenen ücretin üstünde olduğu için arz fazlası oluşur. Bu arz fazlasına “işsizlik” denir. Yani patronlar yüksek buldukları ücretle daha az emek gücü talep ettiği, daha az işçiyle aynı işi yapmaya çalıştıkları için işsizlik doğabilir. Bu nedenle asgari ücret uygulamasının devlet istihdamı ile desteklenmesi gerekir. Böylece işsizlik azalır ve ücretler üzerinde piyasa baskısı kısmen hafifler. Eğer bu yapılmazsa, bugün olduğu gibi birçok bölgede asgari ücretin çok altında çalıştırılan emekçiler ortaya çıkar. Sefalet ücreti olan taban fiyat bile emekçiye çok görülür. Hükümet de patronların çıkarını savunmak için kamu istihdamını azaltır.
10
KİBELE 31 May›s 2012 / 13 Haziran 2012
Halk›n Sesi
RTE’nin her sözü bir Uludere anıtından eminim ama sormak olsun diye soruyorum: Başbakan farkında mı? Roboski’de devlet iktidarını kullanarak, 34 kişiyi “öldürdü!” Hata ediyorum, Roboski katliamını, bir insanlık suçunu, bir halka düşman olmayı, göz kırpmadan çocuklarını, onlarla birlikte annelerini öldüren bir devletin fiilini, kadınların haklarını kullanmalarıyla karşılaştırıyorum. Başbakan da hata ediyor, ısrar ediyor. Karşılaştırmakla kalmıyor, benzetmekle kalmıyor, ikisini aynı kefeye koyuyor. “Her kürtaj bir Uludere’dir”, diyor. Başbakan suç işliyor. Başbakan! Biz öldürülüyoruz. Her gün beş kadın öldürülüyor. Katliam bu, sesimizi duyuyor musun? Duyuyorsun da sormak olsun, soruyorum. Uludere deyip duruyormuşuz, yalnızca Uludere de değil Başbakan. Yıllardır binlerce Türk’ü Kürt’ü öldürdünüz. Tamamı yüzlerce Uludere eder. Bir halkın üstüne kurşun sıkıyorsun, bir cinsin katlini teşvik ediyorsun. Tam da biz bunları gündem haline getirirken, Malatya’da yüzlerce kadının karşısına çıkmış, kimin silahını kime doğrultuyorsun? Uludere’de katledilenlerin yakınları ve herkes affetsin, süren Roboski acımızı başkasıyla kıyaslamak sayılmasın: Kadınların özgürlük mücadelesinin her adımı bir hayat kurtarmak demek. Başbakanın her konuşması bir Tuba Uludere. Günefl Kocalarının öldürdüğü, tuba@ devletlerinin hor gördüğü sendika.org kadınların özgürlüğe doğru her adımı, bir kadının daha yaşaması demek. Kadınların attığı her “Jin, jiyan, azadi” dahasına lüzum yok, Jin, jiyan, azadi demek. Biz kadınlar, halkların kadın yarısı, yaşam için mücadele ediyoruz. Bu demek ki kürtaj hakkımız için de bir yandan... Bu, kadınların, kadın bedeninin sömürgeleştirilmesine karşı, kendi bedenleri üzerinde hak sahibi olma mücadelesi. Üstelik Türkiye’de kazanılmış bir mücadele bile sayılır. Ama Başbakan’ın huyu, kazanılmış haklara saldırmak. Başbakanın ağzına aldığı her “hanım kardeşim”, her “kız mıdır kadın mıdır” bir Uludere demek. Başbakan’ın her “Benim Alevi kardeşim” lafı nasıl Sivas, Çorum, Maraş’sa, Başbakanın ağzına aldığı her “Kürt kardeşim”, bir kere daha Uludere... Her BDP dediğinde, BDP’li kadın milletvekillerine saldırarak başlamasından anlamalı, kadınlar ve savaş hakkında düşündüklerinin aynı yerde başladığını. Kürt halkıyla savaşına nasıl kadınlarından başlıyorsa, kadınlarla savaşından bahsederken söze Kürt halkıyla olan savaştan giriyor. Her seferinde de iktidarını hatırlatmadan edemiyor. Sadece “karşıyım” demiyor da “Ben kürtaja karşı bir BAŞBAKANIM” diyor. “Ben sezaryene karşı bir BAŞBAKANIM.” Bir sonraki haberde görüyoruz ki hakikatten öyle. Karşı oldukları ona kalmıyor çünkü. (Hep vurgular ya ‘benim’ diye) “Onun” Sağlık Bakanı koşa koşa açıklama yapıyor: “Gereksiz sezaryeni yaptırıma bağlayacağız.” Partisi açıklama yapıyor, “Kürtajı sınırlayacak yasa hazırlıyoruz.” “Bu zihniyeeeeet” diye başlıyor ya cümlesine, öyle başlıyorum ben de. Bu zihniyetin derdi hayat kurtarmak değil, dertleri iktidarlarını korumak. Kadınların bedenleri üzerinde hâkimiyetlerini korumak, “bunların” (kendi üslubu, lütfen hakaret olarak almasın) derdi, kadınların bedenlerini sömürgeleştirmek. Yoksa, neden “karşı bir başbakanım” desin? Yayın ilkelerim olduğu için karşı tarafa da söz hakkı vermem gerekir diye düşündüm. RTE’den her cümlesi Uludere olan ve bir mektup geldi, size ulaştırmamı istedi. Onu da eklemeliyim son olarak. Mektup şu şekilde: “Kürtaj istemiyorum. Üçünü de doğurun. Üç çocuk istiyorum. İsimlerini de ben koydum, Biri Recep biri Tayyip biri Erdoğan olsun. Normal doğum olacak. Sezaryen istemiyorum. Çocuklara anneler bakacak, kreş istemiyorum. 60 aylık çocuklar okula başlasın istiyorum. Okullarımıza gelip para versinler istiyorum, tablet vereceğim. Seçmeli derslerini ben seçiyorum. Peygamberin hayatı olacak. Sütlerini ben veriyorum. Çocuklarınızda alerji olabilir. Sorumluluk kabul etmiyorum. Dindar bir nesil istiyorum. Lisede imam hatiplere gitsinler istiyorum. Ya da meslek lisesi olabilir. Kız çocuklar lisede evlenebilsinler istiyorum. Üniversite istiyorum çocuklarınız için. Adını da ben koydum, RTE Üniversitesi olsun. Üniversitelere girerken sınav, para, bu gibi şeyler istiyorum. Üniversitelilerin, üniversitede nasıl hareket etmeleri gerektiğini YÖK yönetmeliğinde belirttik. Her cümlesi 12 Eylül. Okuma sevmeyenler, içerde 700’e yakın üniversiteli var, görüşlerine falan gidip bilgi alabilir, onlar iyi biliyor. Üniversitelilerden üniversite dışında da bazı şeyler istiyorum. Mesela poşu takmasınlar. Diyelim ki eğitim fakültesinden mezun oldular. Herkes atanacak diye bir şey yok. Gökçek kardeşimin önerdiği gibi mesela limon satabilirler. Atandılar, öğretmen oldularsa, zam vereceğiz diye bir şey yok. Evlerine gitsinler… Kürtaja karşıyım, üç çocuk doğursunlar, sezaryen istemiyorum, normal doğum olsun, kreş istemiyorum………” Devamı baştan başlıyor işte tekrar. Başbakanın bedenlerimizle birlikte tüm yaşamımızı kontrol altına almak istediği mektubuna söyleyecek çok şey var ama şu kadarını söyleyeyim şimdilik: “Kahrolasın demiyorum, kahrolma da gör bizi.”
Y
KADINLAR KÜRTAJ HAKKINI TARTIfiTIRMIYOR
Kürtaj hakkı yaşam hakkı sorumludur, bedenlerimizden değil!” diyerek sonlandırdı.
B
aşbakan Recep Tayyip Erdoğan, süren Uludere katliamı tartışmalarını “Kürtaja ve sezaryene karşıyım. Her kürtaj bir Uludere’dir” sözleriyle kapatmak istedi. Erdoğan’ın Katolik Hristiyan muhafazakarlığından devşirdiği kürtaj karşıtı söylemi, kadınların, sağlıkçıların ve toplumsal muhalefetin tepkilerine neden oldu. Erdoğan tartışmayı 2012 Uluslararası Parlamenterler Konferansı’nın kapanışında yaptığı konuşmayla başlattı. Burada, üç çocuk isteğini hatırlatan Erdoğan, genç ve dinamik bir nüfus için çalışmalarını sürdürdüklerini ifade etti. Başbakan Erdoğan, “Ha anne karnında bir çocuğu öldürürsünüz ha doğduktan sonra öldürürsünüz. Hiçbir farkı yok” diye konuştu. Erdoğan yaptığı açıklamayı ertesi gün AKP Genel Merkez Kadın Kolları 3. Olağan Kongresi'nde yaptığı konuşmayla destekledi. Erdoğan burada da sezaryene karşı bir başbakan olduğunu, her kürtajın da bir Uludere demek olduğunu vurguladı. Bunun ardından Sağlık Bakanı Recep Akdağ, gereksiz sezaryen oranlarını çok yükseltmiş olan özel hastanelerle ilgili yaptırımlar uygulayacaklarını açıkladı. Bakan, uygulamayı tüm Türkiye'de yaygınlaştıracaklarını da duyurdu. Son olarak 29 Mayıs’ta AKP MYK’sının kürtajda yasal sınırı 10 haftadan 4 haftaya indirerek sınırlamak üzere yasa düzenleme hazırlığı yaptığı iddiaları gündeme geldi. Erdoğan’ın açıklamaları nedeniyle kamuoyunda başlayan tartışmalara AKP’liler “ceninin yaşam hakkı”, “anneliğin kutsallığı”, “genç nesile olan ihtiyaç” yönlerinden katılırken, kadın örgütleri dünyadaki feminist mücadelenin “kürtaj hakkı” üzerine ürettiği kavramlarla onlara yanıt verdi. ‘KADIN BEDEN‹N‹ DENET‹M ALTINA ALAMAZLAR’ Halkevci Kadınlar yaptıkları yazılı basın açıklamasıyla, kürtaj hakkını neoliberal muhafazakar AKP’ye tartışmayacaklarını söyledi. Halkevci Kadınlar, kürtaj hakkının, kadınların kendi bedenleri,
Başbakanın kürtaj cinayettir açıklamalarına kadınlardan cevap: ‘Kürtaj hakkı kadınların yaşam hakkı. Başbakan kadınların bedenlerinden değil, sistematik kadın cinayetlerinden sorumlu’ doğurganlıkları ve yaşamları hakkında söz sahibi olmak isteyen kadınların hak ve eşitlik mücadelesinin temel kazanımlarından biri olduğunu vurguladı. Halkevci Kadınlar ayrıca kürtaj hakkına yönelik saldırıların, kadının emeğin yeniden üretimi sürecindeki eşsiz işlevi olan doğurganlığını kendi denetimleri altına almak ve erkek egemen kapitalist sistemin sürekliliğini sağlamak anlamına geldiğine dikkat çekti. Sosyalist Feminist Kolektif de (SFK) “Kadınların kürtaj hakkını tartıştırmıyoruz” dedi ve kadın doğurganlığını denetleme ve beden sömürüsünü meşrulaştırma amacı taşıyan söylemlere karşı kadınların yüzyıllardır direndiğini hatırlattı. Kadınlar 27 Mayıs’ta İstanbul Dolmabahçe’deki Başbakanlık Ofisi önünde yaptıkları eylemle eril
zihniyetin “öğrenmesi” gereken bilgileri şöyle paylaştı: “Hamile kadın anne değildir! Fetüs çocuk değildir! Kadın bedeni üzerinde söz ve tasarruf hakkı sadece kadına aittir! Bedenimiz bizimdir! Kürtaj temel hakkımızdır! Sezaryen bir doğum yöntemidir! Sağlıklı ve güvenli koşullarda kürtaj; sağlık hakkımızdır, vücut bütünlüğümüz üzerindeki hakkımızdır, ihlal edemezsiniz!” ‘KÜRTAJ HAKKI F‹‹LEN SINIRLANIYOR’ Kürtaj hakkının yasalarca sınırlanmasının, gerçekte tıbbi değil, ideolojik seçim olduğu, SFK’nin şu hatırlatmasıyla daha görünür oldu: “Kürtajın yasal süresi, pek çok ülkede 12 hafta iken Türkiye’de 10 haftadır.” Yasal süreye rağmen pek çok sağlık kuru-
luşunun kürtajı 8 haftaya kadar yaptığını belirten kadınlar, bazı şehirlerde kürtajı gerçekleştirecek kuruluş olmadığını da belirtti. Kadınların sağlık hakkının pahalı doğum kontrol yöntemleriyle engellendiğini söyleyen SFK, “Daha yüksek standartlarda doğum kontrol yöntemlerine tüm kadınların ücretsiz ve kolay erişimi sağlanmalı; sağlıklı ve nitelikli koşullarda ücretsiz kürtaj hakkı güvence altına alınmalıdır. Doğum kontrolü yöntemleri çoğunlukla kadın bedeni üzerinden örgütleniyor. Erkeklere yönelik doğum kontrol yöntemleri çeşitlendirilmelidir” diyerek kürtaj hakkı ve kadınların sağlık hakları için taleplerinin ne olması gerektiğini tartıştı. SFK, eylemini “Başbakan hem Roboski cinayetinden hem de sistematik kadın cinayetlerinden
KÜRTAJ ANNE ÖLÜMLER‹N‹ AZALTIYOR Kadın örgütlerinin yanı sıra hekimlerin açıklamaları da kürtaj hakkının tartışılamaz olduğunu gösterdi. 8 sağlık örgütü (Türk Tabipleri Birliği, Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği, Türk Jinekolojik Onkoloji Derneği, Türkiye Maternal Fetal Tıp ve Perinatoloji Derneği, Türk Ürojinekoloji ve Pelvik Rekonstrüktif Cerrahi Derneği, Türk Perinatoloji Derneği, Üreme Sağlığı ve İnfertilite Derneği ile Üreme Tıbbı Derneği) bir basın toplantısı düzenleyerek kürtajın kadın ölümlerini azaltan yasal bir hak olduğunu vurguladı. Sağlık örgütleri Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları nedeniyle ailelerin normal doğumda ısrar edebileceğini ve bunun da anne ve çocuk sağlığını tehlikeye atacağını da belirtti. Türk Tabipleri Birliği Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kolu da bir açıklama yayımlayarak, kürtaj hakkının kadınların yaşam hakkı olduğunu vurguladı. Kadınların bedenlerinin devlete değil kendilerine ait olduğunu söyleyen kadın hekimler, Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın kadınların gebeliği önleme hizmetlerine ulaşmasını ve kürtaj hakkından yararlanmasını güçleştirdiğini ifade etti. Kadın hekimler daha önce bu hizmetlerin verildiği Aile ve Çocuk Sağlığı Poliklinikleri ve Toplum Sağlığı Merkezleri’nin sayıca azaltıldığı, sağlığın ticarileştirilmesi sonucu hastanelerdeki aile planlaması hizmetlerinin ücretli hale getirildiği, birçok devlet hastanesi ve hatta özel hastanede “isteğe bağlı kürtaj”ın yasal olduğu halde yapılmadığı bilgilerini paylaştı. Kadın hekimler Başbakan’ın sezaryene ilişkin açıklamalarıyla ilgili de şu değerlendirmeleri yaptı: “Sezaryen bir doğum yöntemidir. Doğumun ne yolla yapılacağı annenin ve çocuğun sağlığı göz önünde tutularak planlanır. Bu konuda devletin müdahalesi abesle iştigaldir. Başbakanın değerlendirmesi ise bilimsel olmaktan uzaktır.”
Yasak yüzünden her yıl 68 bin kadın ölüyor I Bilinenin aksine ilk hamilelikte kürtaj do¤urganl›¤› etkilemez. I ‹stanbul 2008 itibariyle 15 devlet hastanesinden yaln›zca ikisi “iste¤e ba¤l› kürtaj yapt›klar›n›” ve bunun için “evli olma flart› aramad›klar›n›” belirtmiflti. I Yasal olarak zorunlu olmamas›na ra¤men özel ya da kamu bir çok hastanede bekar kad›nlardan da efl imzas› istenmektedir. I Türkiye’de 10 haftal›¤a kadar
olan gebeliklerin kad›n›n iste¤i üzerine sonland›r›labilmesi konusundaki yasa 1984 y›l›nda kabul edildi. I Kanuna göre, kad›n›n ma¤duru oldu¤u bir suç sonucu gebe kalmas› halinde, süresi 20 haftadan fazla olmamak ve kad›n›n r›zas› olmak kofluluyla, uzman hekimler taraf›ndan hastanede kürtaj olabilir. I Dünyada her y›l gerçekleflen 210 milyon gebeli¤in 75 milyonu istenmeden gerçeklefliyor.
I Her y›l 46 milyon kürtaj yap›l›yor, bunlar›n yar›s› sa¤l›ks›z koflullarda oluyor ve bütün bunlara ba¤l› olarak da her y›l 80 bin anne ölüyor. I 73 ülkede serbest olan kürtaj, Brezilya, ‹rlanda ve ‹ran'›n da aralar›nda bulundu¤u 68 ülkede yasak. Yasa¤›n bulundu¤u ülkelerde sa¤l›ks›z koflullardaki kürtajlar nedeniyle her y›l 68 bin kad›n›n hayat›n› kaybetti¤i belirtiliyor.
I Düflük nedeniyle ölümlerin yüzde 99’u kürtaj›n yasak oldu¤u ülkelerde oluyor. I Uluslararas› sözleflmelerde kürtaj›n yasal s›n›r› ortalama 12 hafta olarak belirlenmifltir. I 1990 y›l›nda Arjantin’de toplanan 5. Latin Amerika Feminist Buluflmas›, 28 Eylül’ü k›ta genelinde Kürtaj›n Yasallaflmas› ‹çin Mücadele Günü olarak ilan etti. K›tada halen kürtaj›n yasak oldu¤u ülkeler var.
KESK’li kadınlarla dayanışma K
Yalnız ve sessiz bırakılan kadınlara
B
u yıl 65’incisi düzenlenen Cannes Film Festivali’nde, Tükiyeli kadınlar kürsüde kendine yer buldu. 1984 yılında Diyarbakır’da tutuklu olan kocasına, cezaevi koşullarında yasak olmasına rağmen yeni bir çift ayakkabı götürmeye çalışan Zeynep’in hikayesini anlattığı ‘Sessizlik’ filmi ile kısa metrajlı film kategorisinde ödül alan yönetmen Rezan Yeşilbaş kürsüden kadınlara selam gönderdi. Yeşilbaş, ödülünü aldıktan sonra kürsüden yaptığı konuşmada "ödülü ülkemin sessiz ve yalnız bırakılmış bütün kadınlarına adıyorum" dedi.
CK operasyonu kapsamında KESK üye ve yöneticisi 9 kadın tutukluluklarının 100’üncü gününü geride bıraktı. 100’üncü günde dayanışma için emek örgütlerinden kadınlar ve tutulu kadınların aileleri bir araya geldi. Aralarında KESK Kadın Sekreteri Canan Çalağan, SES Kadın Sekreteri Bedriye Yorgun’un bulunduğu15 KESK’li kadın, 13 Şubat sabahı düzenlenen ev baskınları ile gözaltına alındı. Gözaltına alınanlardan 9’u tutuklandı. Tutuklu KESK’liler için Ankara’da bir dayanışma etkinliği düzenlendi. KESK Kadın Birimi’nin çağrısı ile 27 Mayıs Pazar sabahı Mülkiyeliler Birliği’nde buluşan tutuklu kadınların yakınlarına davaya sahip
çıkan emek örgütlerinden kadınlar katıldı. TTB, DİSK, TMMOB ve Ankara Kadın Platformu’ndan kadınlar, dayanışma buluşmasında bir basın açıklaması yaparak tutuklu sendikacıların bir an önce serbest bırakılmasını istedi. KESK’li kadınlara özgürlük talebine çeşitli kitle örgütleri de destek veriyor. Mülkiyeliler Birliği’nden kadınlar 16 Mayıs günü KESK’li kadınların katılımıyla Ankara Yüksel Caddesi’nde bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Mülkiyeliler Birliği Başkanı Sevilay Çelenk yaptığı açıklamada iktidarın kadınları hedef alan baskılarını hatırlatarak, adalet ve kadınlara özgürlük talebini dile getirdi. Basın açıklamasının ardından
Mülkiyeliler Birliği’nden kadınlar dayanışma ziyaretinde bulunmak üzere KESK’li kadınların hapishane görüşüne gitti. KESK’li kadın tutuklular yalnızca Türkiyeli kadın emekçilerin gündemi değil. Uluslararası kadın örgütleri ve emek örgütleri de yaptıkları açıklamalarla tutuklu kamu
emekçisi kadınların serbest bırakılmasını talep ediyor. 89 Mayıs 2012’de Brüksel’deki toplanan Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu ITUC Kadın komitesi ve İsveç Profesyonel Çalışanlar Konfederasyonu Genel Başkanı Eva Nordmark, tutuklu KESK’li kadınlara dayanışma mesajı yolladı.
11
YÜZ YÜZE 31 MAYIS 2012 / 13 HAZİRAN 2012
2010’da açılan yeni sayfa
Halk›n Sesi
Berkeley Üniversitesi’nde Sosyoloji Doktoru olarak çalışmalarını sürdüren Cihan Tuğal, ‘Pasif Devrim: İslami Muhalefet’in Düzenle Bütünleşmesi’ adlı kitabında AKP’nin İslamcı kitleleri ekonomik ve siyasi güç kazanma çabasında düzene nasıl eklemlediğini inceliyordu. Büyük ilgi gören kitabın yayımlanmasının ardından, AKP’nin milliyetçi, otoriter, İslamcı karakterini öne çıkartarak iktidar
gücünü pekiştirdiği bir dönem başladı. Tuğal’la AKP’nin Anayasa referandumu sonrası ve üçüncü iktidar döneminde yaşadığı dönüşümün dinamiklerini konuştuk. Tuğal AKP’nin din unsurunu öne çıkarmasının bir dava meselesi olmanın yanı sıra iç ve dış faktörlerden kaynaklanan bir sıkıştırmanın sonucu olduğunu söylüyor. Tuğal’a göre AKP için geri dönmek mümkün görünmüyor.
EKONOM‹, KÜRT SORUNU VE BÖLGESEL GEL‹fiMELER ZORLUYOR
‘AKP artık eskisi gibi olamaz’
‹
lk başta şunu söylüyorlardı: “Biraz büyüyelim; işsizlik, yoksulluk dağılacak.” Ama 10 sene geçti ve büyümeyle bir şeyin dağılmadığı ortaya çıktı
A
KP ikinci dönemin sonunda, referandumla birlikte net bir milliyetçi, otoriter ve Sünni ama Alevi karşıtlığı anlamında Sünni bir çizgiye oturdu
A
KP’nin üçüncü iktidar döneminde milliyetçi ve İslamcı eğilimlerini söylem ve pratik düzeyinde daha çok öne çıkardığı görülüyor. Buna aynı şekilde otoriter eğilimler, patriyarkal eğilimler eşlik ediyor. Sanki hepsini birden karşımıza çıkardı. Neden üçüncü iktidar döneminde böylesi bir değişim gözleniyor? Aralarında bir zamanlama farkı olmakla birlikte hepsi doğru, böyle bir şey var. İslamcılık meselesinin izleri önceden de çok az olmakla birlikte, din ağırlıklı meseleler daha çok üçüncü döneme özel. Ama milliyetçilik, otoriter ve devletçi eğilimler ilk iki dönemde de zaten yoğun olarak var. Otoriter milliyetçi bir çizgiye doğru net bir vites değişikliği 2010’da var. Ne ikinci dönem, ne üçüncü dönem. Tam ikinci dönemin sonunda, referandumla birlikte net bir milliyetçi, otoriter ve Sünni ama Alevi karşıtlığı anlamında Sünni bir çizgiye oturdu. Bu parti Alevi karşıtı bir parti, çok net bir biçimde oturtuluyor. Fakat Alevi karşıtlığının ötesinde, gerçek anlamda daha İslamcı, dindar boyut, dediğiniz gibi 3. dönemle birlikte ön plana çıkıyor. Bütün bunlar niye oluyor? Şimdi en sondan başlarsak, yani dindar eğilimler niçin üçüncü dönem. Ben birkaç neden olduğunu düşünüyorum. En bariz nedenleri neler? En arka plandaki ve en görünmez olanı ama bizim açımızdan daha ilginç olanı, artık toplumun eşitsizlikleri vicdanen de maddi ve mali olarak da kaldıramamaya başlaması. Bunu son memur eyleminde de biraz gördük. Hani kendi sendikaları da artık isyan ediyor. Ve bu ekonomik meselenin çok daha ön plana çıkacağı açığa kavuştukça din ve milliyetçilik dozu artıyor. Burada milliyetçilik artık yetmemeye başlıyor. Çünkü Kürt sorunu var ve milliyetçilik bir şeyi çözerken başka şeyleri kaşıyan bir mesele. Ama, Alevileri ve küçük Hıristiyan azınlıkları dışarıda bırakırsak, din hakikaten bu ekonomik meseleyi arka plana attırabilecek bir şey. Bu zaten 2009-10 civarlarında parti içinde de çok ifade edilmeye başlayan bir şey. “Bizim işsizliği, gelir adaletsizliğini çözmemiz lazım” deniyor. Bu Türkiye’de 2009-2010 civarından sonra kamu söyleminin çok merkezine oturdu. İlk başta şunu çok söylüyorlardı: “Biraz büyüyelim, işsizlik ve gelir adaletsizliği zaten dağılacak.” Ama 10 sene geçti ve bu büyümeyle birlikte bir şeyin dağılmadığı ortaya çıktı. Ya bunu bir şekilde halledecekler, ki bu tamamen bütün ekonomi politikalarının değişmesi demek. Biliyoruz, bunu yapmayacaklar. Sol liberal çevrelerde “acaba kendilerine bir çekidüzen verirler mi” gibi bir beklenti oldu; “Acaba bir parça sosyal politikalarını değiştirirler mi?” Böyle bir beklenti oldu ama hayır. O kadar iş çevrelerinin hakimiyetinde bir parti ki, böyle bir rota değişikliği çok zor. İmkansız demeyelim, hiçbir şey imkansız değil. Bütün dünya birden çark ederse o zaman AKP de bütünüyle renk değiştirecektir ama dünyadaki gidişat değişmedikçe bu parti kendi
da eğitimden geçiyor. gidişatını değiştirmeyecek. AKP her zaman milli- yolu Yani bu hareketin kendi Çünkü hem ekonomistlerin hem iş çevrelerinin yetçi, otoriter, devlet- kendini yaşatabilmesi için bir şey gerekiyor hakimiyetinde bir parti. çiydi. Ama sedece bu böyle bence. Bu, ikinci neden. Dolayısıyla bunu Üçüncü neden, ve bence ekonomik olarak çözedeğildi. O kadar eken öngörülemez olanı meyecekleri için, araçsal lektik bir parti ki bu. buydu, uluslararası ya da olarak dini ön plana çıkarttılar. Hem milliyetçi, otori- bölgesel değişiklikler diyelim. 2011’le birlikte bölgede Fakat bu olayın araçsal ter, devletçi; hem keskin biçimde bir İslami boyutu. Bir de araçsal oldu. Bence zaten olmayan boyutu var. Kendi kısmen İslamcı; hem yükseliş Türkiye’de bu pasif devrimi davalarına sadakat söz kısmen liberal de- mümkün kılan şey başka konusu. 10 senedir askıya yerlerde artık İslami devrim aldıkları bir sürü şeyi, artık mokrat olabiliyor ya da İslam devleti ihtimali tabanlarına da anlatamayakalmamış olmasıydı ve de cak duruma geldiler. Belki kalmamış gibi gözükmesiydi. Fakat 2011 kendileri de kabul edemeyecek duruma devrimci süreçleriyle birlikte artık İslam geldi. Artık bir şey yapmak lazım. Veya bu devletleri mümkün. Ya da bu liberal ya da dindar nesil meselesi. Bu basit bir davaya sosyal demokratımsı gibi başlayan devrimleri sadakat meselesi de değil. Davanın yaşayabilmesi için, onları genel kitleden ayıracak bir İslam devrimlerine dönüştürmek mümkün. şeylerin de kalması için dini eğitim gerekiyor. Böyle bir yeni ufuk açılınca eski ufuklar, eski umutlar, eski düşler depreşti diyebiliriz. Çünkü tek özelliğiniz iktidarda kalmak olursa, o zaman hiçbir ayırdedici özelliğiniz kalmıyor. O zaman gün gelir başka bir iktidar Liberal çevrelerde, AKP’nin aslının böyle partisi, başka bir pragmatik merkez parti olmadığına, demokrat ve halkçı bir parti gelir yerinizi alır. olduğuna, AKP’nin referandumdan sonra birYani AKP herhangi bir muhfazakar parti denbire değişip gaddar, milliyetçi bir partiye olamaz… dönüştüğüne ilişkin bir görüş var. Onları da Evet, yani öyle olmak istemediler. Bunun anlamaya çalışırsak, böylesi bir görüşün sahici
bir karşılığı var mı sizce? Yoksa AKP ve İslamcı hareket kendi gelişim seyri içinde mantıksal sonucuna mı varmıştır? AKP her zaman milliyetçi, otoriter, devletçi bir partiydi. Ama sedece bu değildi. O kadar eklektik bir parti ki bu. Hem milliyetçi, otoriter, devletçi; hem kısmen İslamcı; hem kısmen liberal demokrat olabiliyor. Dolayısıyla liberallerin söylediği, bu haliyle doğru değil. “Eskiden böyle değillerdi, şimdi böyle oldular,” diye bir şey yok. Ama şu da yanlış bir tahlil bence. Ki bu Kemalist tahlil bugün akla çok daha yatkın geliyor. 10 senedir kendilerini saklıyorlardı, şimdi gerçek yüzlerini görüyoruz. Son 1 senedir öyle gelişmeler oldu ki, hakikaten Kemalistlerin 10 senedir söylediği her şey doğru gibi gözüküyor. “Saklıyorlarmış adamlar kendilerini, hepsi şimdi ortaya çıkıyor.” Şu andaki veriler bunu o kadar destekliyor ki ve bence geçtiğimiz 10 sene içinde liberal tezleri çürütmek ne kadar zor olduysa şimdi de Kemalist tezleri çürütmek zor olacak. Ama niye katılmadığımı söyleyeyim. Çünkü bölgedeki değişiklikler olmasaydı, ekonomi ilelebet rayında gidebilseydi, böyle liberal bir cennet var olsaydı, dünya çapında liberalizm yaşayabilseydi, bölge çapında otoriter devletler yaşayabilseydi, o zaman AKP bu liberalizm, otoriteryanizm, din karışımını sürdürebilirdi. Ama bu hipotetik durum gerçeğe aykırı bir şey. Böyle bir şey mümkün değil. Liberal bir ekonominin sonsuza kadar büyümesi mümkün değil, dünya tarihi de, ABD tarihi de, 2008 krizi de bunu gösteriyor. Bu süremediği için, AKP ilk iki döneminde görece daha liberal bir parti olmasına rağmen, artık bunu olamayacak. Hem ekonomi onu sıkıştıracak, hem bölgesel şartlar önünde yeni ufuklar açacak ve başka bir yöne doğru gidiyoruz. Liberallerin görmediği şuydu. Aslında görmediği bile diyemiyorum, o kadar köklü, zeki ve kıvrak kalemler var ki bu liberal ve liberal sol entelijensiyada, görmemelerinin imkanı yok. Sadece birtakım siyasi hesaplar yüzünden hasıraltı ediyorlardı. Hani müttefikleridir, sataşmamak lazım, az sataşmak lazım vs. Görmek ve göstermek istemedikleri şeylerdi bunlar ama her zaman vardı. İşte parti içi yönetimde vardı, sol muhalefetle uğraşma biçiminde vardı. Aşağı yukarı 2008 itibariyle de Kürt muhalefetiyle uğraşırken çok ön plana çıktı. 2011’i ya da üçüncü dönemi de beklememize gerek yok ama 2010’da artık şu da çok ortaya çıktı. Liberallerin ve liberal solun bu partinin otoriter eğilimlerini nasıl hasıraltı ettiği biraz deşifre oldu. Dolayısıyla 2010 sonrası süreçte belki tam referandumda değil ama referandum sonrası birkaç ayda liberal ve liberal sol entelijensiyanın ikna kapasitesinin de düştüğünü düşünüyorum. Yani bunun çok bir ölçüsü, verisi yok elimizde. Ama nereden çıkarıyoruz? Onların gazetelerini daha çok okuyan birçok arkadaşımız, “ya böyle değilmiş aslında” demeye başladı.
İktidar, para ve gücün hizmetine sunulan dindarlık
D
indarlaşmadan çok muhafazakar liberalleşme demenin daha doğru olduğu şeklinde bir ifadeniz var. Peki dindarlaşma derken tek bir ideal formu mu tanımlayacağız? Muhafazakar liberalleşme dediğiniz şey bugünün özgün dindarlaşma biçimi olamaz mı? İslamcı diyebilir miyiz, ya da niye dindar demeyelim. İslam’ın böyle bir özü mü var ki, buna din demeyelim muhafazakarlık diyelim. Dindarlaşma yok demiyorum. Dindarlaşmanın başat eğilim olmadığını söylüyorum sadece. Yaşanan dindarlaşmanın merkezde olmadığını söylüyorum. Merkezdeki süreç daha çok paraya ve kariyere yönelme. Daha çok güç, mevki, para,
kariyer. Dolayısıyla muhafazakarlığın değerleri, istikrar gibi. Sizin asıl kaygınız dinse istikrar ikincil bir şeydir. Tabii Sünni İslam geleneğinde bunlar barıştırılıyor, böyle bir şey var. “Bizim insanları daha dindar yapabilmemiz için istikrarlı bir ortam gerekiyor zaten” gibi bir hikaye var, ana damarda. Ama potansiyel olarak çatışabilecek şeyler bunlar ve şu anda istikrarın ve diğer saydığım şeylerin (para, güç vs) çok çok daha ön planda olduğunu düşünüyorum. Dindarlık tamamen bunun hizmetine koşulan bir şey şu anda. Son ortaya çıkan şeylerden biri umreye giden insan sayısında patlama olması.
Biz buna dindarlaşma değil diyemeyiz. Daha çok insan umreye gidiyorsa tabii bu dindarlaşmadır. Ama o kadar net bir şey ki, bu, o insanların ve ailelerin hayatlarını daha fazla din etrafında örgütlemelerine yol açmıyor. Asıl bunu yaşasak, adam ya da kadın umreye gidiyor ve dönüyor, çevresine şunu içemezsin bunu yapamazsın dese. Tabii böyle yapanlar da vardır ama ben yine başat eğilimlerden bahsediyorum. Başat eğilim ne, umrenin böyle bir etkisinin olmasından ziyade, umrenin etkisinin, “Abi ben gittim, şurada kaldım, şunu yedim, şunu içtim, şunu giydim”… bunun bir turistik tüketim ve de ayrıcalık fenomenine dönüşmesi.
AKP içinde Kürt sorunu Bir taraftan Kürt hareketi sıkıştırıyor tabii, onu hiç ıskalamamak lazım. Hani baştan çözümsüzlüğünü görmek çok kolaydı. Ben 2006’da saha çalışması yaparken, ulusal çapta AKP’nin inanılmaz açılımcı görüldüğü dönemdi o. Sahada baktığımda bambaşka bir şey görüyordum. Partinin yerel yönetimine merkezden “Kürtlere de yer verin” falan deniyor fakat yapı bunu kaldırmıyor. Siyasi yapı, siyasi kültür bunu kaldırmıyor. Bu, tabanda geri tepmeye başlamıştı yavaş yavaş. Şunu da söylemek istemiyorum, liberallerin çok söylediği bir şeydi: Merkez çok liberal de, bu halk yüzünden böyle oluyor. O noktaya da düşmek istemiyorum. Merkez de o kadar çok bastırmıyordu aslında. Biraz, proforma [formalite] denir ya… Yapmak gerekiyor bunu, yapalım. Avrupa Birliği sürecinin bir gereği olarak da bunları yapmaları gerekiyordu. Aslında bütün bunlar var ama Kürt hareketinin onları ne kadar sıkıştırdığını gözardı etmemek lazım.
Liberalizm burada zayıf Liberalizm muhfazakarlığa mahkum mudur? İşin teorisyenlerine baktığımızda kesinlikle böyle bir şey var. Pratikte iş biraz daha karmaşık olabilir. Özellikle liberalizmin daha hegemonik olduğu ülkelerde. Bizim ülkemiz liberalizmin çok hegemonik olduğu bir yer değil. Liberal entelijensiya ilk yükselişe geçtiğinde, bir araştırma kuruluşu siyasi kimliğinizi tanımlayın diye bir anket yapmıştı. Muhafazakar milliyetçi vs. gibi şeyler çok yüksek çıkıyor. Yüzde 40’larda. Onu Kemalist, Ulusalcı vs gibi şeyler takip ediyor. Yüzde 20’lerde. Sonra işte sosyal demokrat gibi bir kategori var. Yüzde 14 gibi bir şey. (Ama tabii ilk kimliğini soruyor, belki çoklu sorsa sosyal demokrat daha yüksek çıkar.) İlk kimlik komünist ya da sosyalist diyen yüzde 3. İlk kimliğini liberal diyen yüzde 1 ya da 1,5 çıkıyor. İnanılmaz zayıf bir ideoloji bu Türkiye’de. Ama entelejensiyada sosyalist, komünist ve liberal sayısı çok çok daha fazla ama hegemonik potansiyeline baktığımızda çok çok düşük. Dolayısıyla Amerika’yla karşılaştırdığımızda daha hegemonik bir ideoloji Amerika’da. Toplumun yüzde 25-30’u, belki daha fazlası liberalizmi ilk siyasi kimliği olarak görüyor.
12
DOSYA 31 May›s 2012 / 13 Haziran 2012
Halk›n Sesi
Hala t e k yol s o ka k... ın birinci 31 Mayıs, Hopa olayların Meydanı’nda yıldönümü. O gün Hopa m Türkiye’de ve sorasında Hopa için tü e meydan yapılan eylemlerde AKP’y ara rağmen okuyanlar, saldırı ve bakıl yaşam geri adım atmadı. İnsanca devam etti. mücadelesini savunmaya y için yola Direnişin yıldönümünde ça lerinin dökülen üreticilerinin eylem eniz’e Hopa’dan tüm Doğu Karad yayılması da bunun ispatı
Direniş, meydan okuma ve AKP’nin Hopa ‘tedirginliği’ 31 Mayıs günü, Hopalıların başbakanı neden öfkelendirdiği açık. İktidarın neoliberal saldırılarına karşı meydan okuma cüretini gösterdiler. Üstelik bunu AKP için en tehlikeli yerde, “sokakta” yaptılar
Hopa davası AKP’ye karşı muhalefetin hem yolunu gösterdi, hem önünü açtı. İnsanca bir yaşam isteyenlerin solla buluştuğu mücadele Hopa’yı muhalefetin simge davalarından biri yaptı
31 Mayıs ve Hopa’da açılan yol TAYLAN KAYA
‘Yol kesme alışkanlığı var’
H
opa’ da yaşananları aslında 31 Mayıs 2011’in öncesiyle değerlendirmek daha doğru olur. Gerek daha önceki seçim dönemlerinde olsun gerekse çeşitli vesilelerle ziyaretleri sırasında olsun Hopa’ya gelen AKP temsilcileri, her seferinde Hopa halkının, devrimcilerin tepkileriyle karşılandılar. Hopa’da öteden beri AKP iktidarının uyguladığı neoliberal politikalara ve gericiliğe karşı bir itiraz, kabullenmeyiş vardı ve saydığım örnekler gibi pek çok örnekle Hopa halkı bu tepkisini gösteriyordu. Son dönemde özellikle çayımızın ve derelerimizin sermayeye peşkeş çekilmesi dolayısıyla da çok büyük bir rahatsızlık söz konusuydu. Hal böyle iken Tayyip Erdoğan miting yapmak için Hopa’yı seçti. Formülü Tayyip Erdoğan+Hopa diye başlatırsanız sonucunun “Hopa Direnişi” olacağı bellidir. Öyle de oldu. FEM DERSHANES‹ POL‹SEV‹ G‹B‹YD‹ 31 Mayıs günü Tayyip Erdoğan’ın mitinge katılıp konuşma yapacağı saat, 11.00 olarak duyurulmuştu. Sabah 9.00 itibariyle Hopa halkı mitingin yapılacağı alanın karşısında bulunan Hopa Meydanı’nda toplanmaya başladı. 31 Mayıs öncesinden Hopa’ya gelen binlerce çevik kuvvet polisi de çok erken saatlerden itibaren miting alanını korumaya almış, bir yandan da kalabalık ekipler halinde sokaklarda devriye geziyorlardı. Ayrıca oldukça fazla sayıda özel harekat polisi de uzun namlulu silahlarıyla sokak başlarında Hopa halkının toplandığı meydanın etrafında konum almışlardı. Bu sırada, FEM Dersanesi’nden inen bir grup çevik kuvvet polisini gördük. Belli ki birazdan Hopa halkına saldırıp Metin Lokumcu’yu katledecek olanlara cemaatleri kucak açıp konaklama imkanı sağlamıştı. BAfiBAKANIN ‘BANA TAfi ATTI’ YALANI Tayyip Erdoğan’ın gelişini bek-
H
opa olaylarının üzerinden bir yıl geçti. Hopa davası sanıklarından Halkevleri Doğu Karadeniz Temsilcisi Taylan Kaya 31 Mayıs’ı öncesi ve sonrasıyla kaleme aldı. AKP’ye meydan okuyanların direnişini anlattı
lerken Hopa Derelerini Koruma Platformu’nun “Su Haktır Satılamaz” pankartı etrafında toplanmış horon tepip bir yandan da sloganlar atıyorduk. Bir müddet sonra havada helikopterler uçmaya başladı. Bu da meydanda horon tepen halkın tepkisini çekti. O andan sonra polis ortamı germeye başladı ve bir anda gaz ve tazyikli suyla halka saldırmaya başladı. Saldırının ardından yüzlerce insan ara sokaklarda polise karşı direnişe geçti. İşte bu çatışmalar sırasında Metin Lokumcu öğretmenimiz ve kendi yaş kuşağından pek çok insan, polisin azgınca saldırısını durdurmak için en önde diyalog kurma çabası içindeydi-
ler. Fakat polis bu çabalara da gaz ve copla cevap verdi ve bu saldırı esnasında Metin Lokumcu fenalaşıp hastaneye kaldırıldı. Hemen sonrasında süren çatışmaların ardından polis geri çekildi ve Hopa Meydanı yeni baştan Hopa halkının oldu. Bizler yine sloganlarla şarkılarla protestomuzu sürdürmeye başladık. Bir yandan da hastaneden gelecek haberi bekliyorduk. Burada önemli bir noktayı tekrar vurgulamam gerekir. Metin Lokumcu hastaneye kaldırıldıktan sonra saat 11.00’ı çoktan geçmiş olmasına rağmen Tayyip Erdoğan henüz Hopa’ ya gelmiş değildi. Yani Tayyip Erdoğan ın Metin
Hoca için “Bana taş atıyordu” demesi, bir öğretmenin polis tarafından katledilmiş olmasının üstünü örtmek üzere söylenmiş bir yalan! LOKUMCU’YU KAYBETT‹K Protestolar devam ederken bir müddet sonra Metin Lokumcu’nun yaşamını yitirdiğini öğrendik. Metin öğretmenimizin ölüm haberi meydanda bulunan kalabalığa duyurulurken, polis öncelikle duyuru yapılan ses aracını hedef alarak gaz bombasıyla tekrar saldırıya başladı ve yeni baştan ara sokaklarda çatışmalar başladı. Çatışmalar devam ederken Tayyip Erdoğan da büyük pankartlarla etrafı
Hopa direnifli halk›n bütün kesimlerinin çeflitli hamlelerle sindirildi¤i bir dönemde bütün ülkeye umut oldu. Haklar› için mücadele eden halk›n, kendisini en güçlü ilan edenlerden her zaman daha güçlü oldu¤u Hopa ile bir kere daha görülmüfl oldu. Hopa halk›n›n bu onurlu tavr›, halk› yoksullu¤a, iflsizli¤e, gericili¤e mahkum eden neoliberal ya¤ma rejiminden kurtuluflun yolunu gösterdi. Bu yüzdendir ki 31 May›s 2011’den sonra daha bir telaflla Hopa’ya boyun e¤dirmenin derdine düfltüler. Bu yüzden, polisiyle, cemaatiyle, sermaye gruplar›yla birlikte sinsi sinsi yol almaya çal›fl›yorlar. Ne hüsran ki yol kesmek de çay üreticisi Hopa halk›n›n “en kötü” al›flkanl›¤› ve bu bulafl›c› al›flkanl›k, Pazar’a, F›nd›kl›’ya, Rize’ye do¤ru yay›lmaya bafllad›! çevrelenerek Hopa halkından saklanan miting alanında konuşmaya başladı. Miting bitip Tayyip Erdoğan Hopa’ dan gidinceye kadar Hopa halkının direnişi sürdü. Daha sonra hastaneye giderek Metin öğretmenin ailesi ve akrabalarının acısını paylaşmak isteyen Hopa halkına burada da başbakanlık korumaları tarafından silah çekilerek ölüm tehditleri savruldu, hastane kapısında bir çok kez havaya ateş edildi. Üç dört saat geçmeden, pek çok ev ve işyerine yapılan baskınlarla onlarca kişinin feci şekilde dövülerek gözaltına alındığını öğrendik. Ama aklımızdaki
tek şey Metin Lokumcu’nun hak ettiği şekilde devrimcilerin omuzlarında sonsuzluğa uğurlanmasıydı. Sabah binlerce insanla birlikte Kemalpaşa Halkevi önünden Metin Lokumcu’yu uğurladık. HOPA OLA⁄ANÜSTÜ HALE RA⁄MEN SUSMADI Cenaze törenine gelmek isteyen insanların yollarının kesilmesiyle başlayan Hopa’daki olağanüstü hal yaklaşık bir ay sürdü. İlk gözaltılardan sonra birkaç gün daha ev baskınları sürdü. Gözaltına alınanlar Erzurum’a götürülerek özel yetkili savcıların karşısına çıkarıldı, 12 Hopalı tutuklandı. Tabii bu arada Hopa halkı hemen her gün baskınları, tutuklamaları ve Hopa’daki olağanüstü hali protesto için sokağa çıktı. KESK, TTB, TMMOB, Halkevleri, ÖDP gibi pek çok kurumdan gelen heyetler Hopa halkına destek oldular. Tayyip Erdoğan Halkevleri’ni hedef göstermesi dolayısıyla aralarında benim de bulunduğum çok sayıda Halkevci gözaltına alındı ve tutuklandı. Aylar süren tutukluluktan sonra Hopa halkının tepkisini azaltmak amacıyla dava sürecimizi üç parçaya böldüler. Benim de içinde bulunduğum 7 kişi en son Ankara Hopa davasındaki tahliyelerden bir hafta sonra mahkemeye çıkarılmadan tahliye edildik. Bize ait iddianameyi ise savcı 11 ay sonra ancak hazırlayabildi. Savcı Nihat Hırka hazırladığı iddianameden sonra adeta ödüllendirilerek terfi ettirildi. İddianameyi görünce “terfiyi hak etmiş” diye düşünmedim değil! Taşı silah yapan, onlarca insanı somut delillerden uzak subjektif yorumlarla bir insanı yaralamaktan sorumlu tutan, düzmece raporlarla pek çok polisi mağdur gösteren, nihayetinde demokratik haklarını kullanmak isterken saldırıya uğrayan ve aralarından bir insanın bu saldırı sonucu yaşamını yitirdiği bir halkı, topyekün suçlu ilan eden bir iddianame!
Hopa, yargılanan değil AKP’yi yargılayan oldu başbakanı protesto eden Hopalıların yargılanması süreci bununla bitmedi. 52 Hopalı başbakanın seçim mitinginden önce Hopa Meydanı’nda bir araya geldikleri için şu suçlamalarla yargılanıyor: “Toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet, basit yaralama, mala zarar, toplantı ve yürüyüşlere silah veya 23.Mad. belirtilen aletlerle katılma ve yaralama”. Bu suçlamalar arasında sonuncusu son derece manidar. Çünkü Hopa Savcısı eylemde verilecek cezayı arttıracak bir dayanak bulamayınca Hopalıların polise attığı “taş”ları silah kapsamına aldı. Hopalılar tulum eşliğinde horon oynadıkları bir protesto gösterisinden silahlı direniş nedeniyle yargılanıyor.
H
Sol, saldırıyı boşa çıkardı Hopa davas› hak mücadelelerine ve muhalefete düflmanl›k besleyen hukuk düzenini yaln›zca aç›k etmedi, ayn› zamanda bu hukuk düzenin toplum gözünde meflrulu¤unu yitirmesini de sa¤lad›. Hiçbir tutarl›l›¤› olmayan deliller, saç kestirmenin örgüt üyeli¤ine delil say›ld›¤› iddianameler, san›klar aleyhine kan›tlar olmaktan ç›k›p AKP’nin toplumsal muhalefetin en basit taleplerine dahi tahammül edemeyip susturmak isteme çabas›n› yans›tan birer kan›ta dönüfltü. Dava iddianamesinde solun ortak de¤erleri ve “insanca yaflam” talebi suç olarak gösterilmiflti. Bu suçlamalar davay›, sol de¤erleri benimseyen tüm kesimlerin ortak davas› haline getirdi. Ankara Hopa davas›n›n görüldü¤ü 9 Aral›k günü Adliye önünde binlerce kiflinin kat›l›m›yla gerçekleflen 12 saatlik
eylem, hak mücadelelerine ve sola dönük sald›r›n›n bofla ç›kt›¤›n›n resmi gibiydi. Adliye önünde Türkiye sosyalist hareketinin örgüt ve kurum temsilcilerinin yan›nda CHP gibi merkez sol bir partiyle, Kürt hareketinin temsilcileri de vard›. Hopa davas›nda yarg›lanan Halkevcilerin, hak mücadelelerini mahkeme salonunda sahiplenen ve dahas› savunan savunmalar›, davan›n AKP bask›lar› karfl›s›nda solu buluflturmas› iktidar›n sald›r›s›n› bofla ç›kard›. Bugün bar›nma, su ve e¤itim hakk› eylemlerinin toplumun genifl kesimleri taraf›ndan benimsenmesi, hak mücadeleleri çizgisinin yayg›nlafl›yor olmas› ve tüm bask›lara ra¤men 31 May›s’› çay eylemleriyle yollar› kapatarak karfl›layan Hopal›lar da bu sald›r›n›n bofla ç›kar›ld›¤›n›n en somut kan›t›.
opa’da 31 Mayıs günü saldırıya neden olarak gösterilen “Su haktır satılamaz – Hopa Derelerini Koruma Platformu” yazılı pankart ve daha sonra Başbakan tarafından Hopa saldırısı anlatılırken zikredilen “Haklarımız için tek yol sokak, tel yol devrim – Halkevleri” pankartı AKP’nin Hopa öfkesinin nedenini özetliyordu. Hopa saldırısının hedefinde neoliberal politikalara karşı örgütlü halk muhalefeti vardı. Hopa olayları nedeniyle açılan davalarda uydurma deliller, ispatlanamayan iddialarla su, doğa ve neredeyse hak mücadelelerinin tamamının “terör örgütü” faaliyeti olarak gösterilmek istenmesinin nedeni de buydu. 31 Mayıs günü gerçekleşen polis saldırısında Metin Lokumcu yaşamını kaybetti. Aynı akşam polis, Hopa sokaklarında terör estirerek, evleri ve işyerlerini basarak 31 kişiyi gözaltına aldı. Aylar süren insan avı sonucu Hopa’da 17 kişi tutuklandı, Ankara’da Hopa’yı protesto eylemine katılan 52 kişi gözaltına alındı. Genel seçimin ertesi günü düzenlenen operasyonlarla kamuoyunda Hopa davası olarak bilinen ve 23’ü tutuklu 28 kişinin yargılandığı Hopa dava dosyası oluştu. Hatay’da ve İzmir’de, Hopa’da yaşanan polis saldırısını protesto edenler hakkında savcılık tarafından soruşturma başlatıldı, Trabzon’da KTÜ Öğrenci Kolektifi üyelerine üniversite tarafından soruşturma açıldı. AKP’nin saldırıları Hopa’yı, Türkiye’de hak mücadelelerinin suçlu gösterilmesinin ve AKP demokrasisinin sola yönelik saldırılarının simgesi haline getirdi. HORON OYNAYANLARDAN S‹LAHLI D‹REN‹fiÇ‹ YARATTILAR Hopa’da polis saldırısına karşı direnenler, polisin Fatsa’daki “Nokta Operasyonu”nu anımsa-
tan baskınları sonrası gözaltına alındı. 3 gün süren gözaltı işlemlerinin ardından Erzurum Özel Yetkili Savcısı’na sevk edildiler. "Kamu malına zarar vermek ve polise mukavemet" suçlamasıyla tutuklandılar. Tutuklanan 15 kişiden 7’si önce terör örgütü propagandası yapmakla suçlandı. Savcı, “Gündoğdu marşını” ve “Hopa faşizme mezar olacak”, “Mahir, Hüseyin Ulaş, kurtuluşa kadar savaş” sloganlarını örgüt propagandası delili olarak saydı. Yargılanan 7 kişi “örgüt propagandası” davasından ilk duruşmada beraat etti. Fakat
ULAfiIM HAKKI EYLEM‹ TERÖR SUÇU OLDU Hopalılar Türk Ceza Kanunu’ndaki en ağır suçlamalarla yargılandı. Polisin Hopa saldırısını protesto edenler ise Terörle Mücadele Kanunu kapsamında yargılandı. Ankara’daki Hopa davasında, şemsiyeler, flama sopaları ve ev baskınlarında ele geçirilen kitaplar örgüt üyeliği delili gösterilerek 28 kişi, “terör örgütü üyeliği”, “terör örgütü üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme” suçlamasıyla 17 yıldan 52 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanmaya başlandı. Bu davada Savcıya göre terör örgütü, birkaç ay sonra 80’inci yaşını kutlayacak Halkevleri ve üniversite öğrencilerinin örgütü Öğrenci Kolektifleri’ydi. Ankara Hopa davasının iddianamesi AKP’nin kendisine düşman olarak gördüğü toplumsal kesimleri “yok etme” amacı taşıyan bir hukuk anlayışı ile hareket ettiğini gösteriyordu. İddianamede ulaşım hakkı eylemleri, parasız eğitim eylemi terör örgütü eylemi olarak sunulmuştu. Bu, Hopa davasının hak mücadelelerini suçlu gösterme amacını açık ediyordu.
13
TARİH 31 May›s 2012 / 13 Haziran 2012
Halk›n Sesi
‹fiÇ‹ D‹REN‹fi‹N‹N EN DO⁄AL HAL‹: ‹fi YAPMAMAK
Grev gözcüsüne yasağın tarihi ‹
şçiler tarihte ilk kez grev yaparken ortada herhangi bir yasa falan yoktu. Çalışmamak, iş bırakmak yeterliydi
ÖZEN TAÇYILDIZ
12 Eylül Anayasa referandumunda AKP’nin çalışma yaşamına ilişkin propagandasını yaptığı meselelerden biri, işçilerin iki sendikaya birden üye olabileceği, diğeri de memura grev hakkı idi. O dönem bunun bir aldatmaca olduğuna dair söylenenleri bugün
yaşadıklarımız doğruluyor. Bugün iki sendikaya üye olmak bir yana, bir tanesine bile üye olmak ya da üye olduğun sendikanda kalabilmek hayli meşakkatli. Grev meselesi ise hakla değil yasakla tartışılıyor. Memurların hükümetin zam önerisine karşı greve gitmesini hükümet, “memurun grev hakkı yok” incisiyle hükümsüz bırak-
ktidarlar yaptıkları yasalarla bu hakka saldırırken işçiler de büyük bedeller ödeyerek haklarına sarıldılar
‹
maya çalıştı. Üstelik bunu yaparken de imza attığı ve memurun grev hakkını tanıyan uluslararası sözleşmeler bağlayıcıyken iç hukuka sığındı. AKP iktidarı memura grevi yasaklarken işçiyi de boş geçmedi elbette. Hava taşımacılığı işkolunda grev yasağı getirilmesine ilişkin kanun teklifi, Meclis’teki alt komisyondan
kendi vekillerinin oylarıyla geçti. Yasanın Meclis’te görüşüleceği bilgisinin geldiği gün iş bırakan Hava-İş üyelerine de mesajla işten çıkarıldıkları söylendi. Grev yasakları sadece bu iktidara özgü değil elbette. İşçiler direnmek için yapabilecekleri en kestirme ve etkili şeyin çalışmamak olduğunu fark edip tarihin ilk grevini yaptıklarında
ortada yasa olmadığına göre sonradan yapılan yasaların bu hakkı yasaklamaya, kısıtlamaya yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan bu hakkın tanındığı zamanlar da tamamlayıcısı olan sendikal örgütlenme ya da toplu pazarlık konusunda getirilen yasaklarla işlevsiz hale getirildi. İşte bu topraklarda bu yasağın tarihi…
Tez amelelerin hakkından geline! Padişahın “haklarından geline” fermanlarına rağmen iş bırakan inşaat amelelerinden yabancı sermayeli şirketlere, işgal kuvvetlerine karşı grevler düzenleyen Osmanlı işçisinin tatil-i eşgali…
O
1908 Anadolu-Hicaz Demiryollar› grevi %50 ücret art›fl› kazan›m›yla sonuçland›.
smanlı İmparatorluğu’nda işçi hareketlerinin geçmişi 16. yüzyıla dek uzanır. Bu dönemde de çalışanların taleplerini kabul ettirebilmek için en etkili gördükleri eylem, iş bırakmaydı. Bu yüzyılda inşaat amelelerinin gündeliklerinin yükseltilmesi için eylemlere giriştiklerini biliyoruz. 1587’de “yevmiyelerinin arttırılmasını, aksi takdirde çalışmayacaklarını” belirten inşaat ameleleri iş bırakmış, dönemin padişahı III. Murat ise fermanıyla “ziyade yevmiye talep edenlerin haklarından gelinmesini” buyurmuştu. Günümüz grev tanımına uymayan bu tür eylemlere o devirde tatil-i mesalih, tatil-i eşgal, terk-i hizmet, terk-i mesai, terk-i eşgal gibi isimler veriliyordu. Ancak lonca sisteminde örgütlenmiş Osmanlı üretim tarzında toplu hak arama eylemleri yaygın değildi, üstelik padişah fermanlarına
karşı gerçekleşebilmek durumundaydı. III. Murat’ın fermanında gördüğümüz gibi baskıyla karşılaşmalarının yanında 1845’te çıkarılan Polis Nizamnamesi ile ilk yasal düzenleme de yapıldı. 19. yüzyıldan itibaren imparatorluk topraklarına yabancı sermayenin girmesiyle, fabrikalar, imalathaneler açılırken demiryollarının yapılması, buralarda yakıt olarak kullanılacak maden ocaklarının açılması, işçi sayısını peşi sıra da işçi eylemleri arttı. Yeni iş alanlarıyla gelen uzun çalışma saatleri, düşük ücretler, kötü çalışma koşulları karşısında işçiler için etkili yol doğal olarak iş bırakmaktı. Bugünkü anlamıyla ilk grev 1872’de tersane işçileri tarafından yapıldı. II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908’e dek de yüz kadar grev yapıldı. ‹fiÇ‹LER YABANCI SERMAYEYLE TANIfiTI
II. Meşrutiyet’in getirdiği görece özgür ortamda yapılan grevlerin sayısı arttı. İmparatorluğun ekonomik açıdan gelişen hemen her kentinde işçi örgütleri kurulurken önce Balkanlar’da görülen grevler İstanbul, İzmir, Adana ve diğer büyük kentlere yayıldı. Bunların içinde en dikkat çekeni, yabancı sermayeye karşı gerçekleştirilen Anadolu-Bağdat Demiryolu grevidir. Ancak işçilerin karşısında bu defa sadece Osmanlı iktidarı değil, yabancı şirketler de vardı. Devlet yöneticileri yabancı sermayedarlar tarafından kışkırtıldı, grevlere müdahaleye zorlandı. Osmanlının güvenlik kuvvetleri de yabancı şirketlerin yanında yer alarak işçilere karşı cephe aldı. Yabancı sermayenin yanına çektiği gazeteler de işçilerin yabancı sermayeye karşı istekte bulunmalarının, grev yapmalarının doğru olmadığını, milli
itibarımızın kırılacağını yazdı. Yabancı sermaye Osmanlı’yı sadece baskı ve müdahaleye zorlamadı, yasa da çıkarttırdı. 1908 sonbaharındaki yoğun ve etkili grevler sebebiyle Fransız Kont Leon Ostrorog’un hazırlattığı, grev hakkını düzenleyen daha doğrusu kısıtlayan ilk yasa, Tatil-i Eşgal Kanunu 27 Temmuz 1909’da çıktı. Yasaya karşın tütün rejisi, demiryolu, liman maden işçilerinin grevleri yine de devam etti. Mütareke ve sonrası dönemde ise grevler başka bir nitelik daha kazandı, işçiler itilaf devletleri ve Yunan ordularının işgaline karşı grevlere gitti, gösteriler düzenledi. İşçilerin yabancı sermayeli şirketlerdeki grevi Kurtuluş Savaşı’nın ardından da devam etti, ancak bu kez yerli tüccarların ve hükümetin de desteği vardı. Ancak Cumhuriyet’in ilanı ile yeni bir dönem de başladı.
Cumhuriyetin işçiyle imtihanı Cumhuriyet tarihi, işçi hareketine ve özelde grev hakkına karşı iktidarların otoriter tavırlarının yanı sıra işçi hareketinin de direnişler, başkaldırmalarla yazıldığı bir tarih
B
ilindiği gibi Cumhuriyet kurulurken toplumun, “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” temeline dayandığı ve bu temel üzerinde yaşayacağı kabul edildi. CHP’nin de temelinin dayandığı bu anlayış, partinin çalışma yaşamına bakışında da etkili oldu, dolayısıyla birbirinden farklı çıkarlara sahip sınıfların varlığı reddedildi. Grev hakkına ilişkin ilk yasak İş Kanunu ile geldi. 1934’te tasarısı hazırlanan kanun, grev hakkını tanımadığından iki yıl boyunca başta İstanbul ve İzmir olmak üzere büyük kentlerde gösterilere yol açtı ancak 1936’da yürürlüğe girdi. Kanun greve gidenlere koşullara göre değişen para ve hapis cezaları verilmesini öngörüyordu. Grev ve direnişi yasaklayan bu kanunun oldukça sıkı hükümleri, bazı sendikaların düzenlediği komünizmi tel’in mitingleri gibi kimi konularda gevşiyor, hükümetin herhangi bir müdahalesi sözkonusu olmuyordu. II. Dünya Savaşı ile çıkarılan ve hükümete ekonomik konularda olağanüstü yetkiler veren Milli Koruma Kanunu’yla beraber haftasonu tatillerinin kalkması, zorunlu çalışma, uzun mesai saatleri gibi düzenlemeler işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını güçleştirdi. Savaştan sonra da yürürlükte kalan bu kanun, işçi hareketinin önüne büyük engeller koydu. 1936 tarihli İş Kanunu ise 1960’lı yıllara
kadar çalışma ilişkileri sisteminin omurgasını oluşturdu, en önemli faktör de grev yasağı oldu. Çünkü bu yasak, sendikal örgütlenme ve toplu pazarlığın işlevsel hale gelmesini de engelliyordu. Belki de bu nedenle, çalışma ilişkileri alanında üzerinde en çok konuşulan konu oldu. DEVLET BABA VARKEN GREV NE OLA?... 1945’te Çalışma Bakanlığı’nın kurulmasıyla işçinin devletin koruyuculuğunda olduğu, devletin grevlere, gösterilere gerek kalmaksızın işçinin haklarını koruyacağı fikrinin altı çizildi. 1947’de çıkarılan sendikaların kuruluş ve işleyişlerine ilişkin yasa ile de “greve teşvik ve teşebbüs”ü cezai yaptırıma bağlandı. Hatta 1950’de Hür Mensucat İşçileri Sendikası, grev hakkını isteyen bir telgrafı Çalışma Bakanlığı’na gönderdiği için kapatıldı. Demokrat Parti’nin siyasal yaşama çıkışıyla grev konusu gündeme girdi, 1960’a dek sürecek tartışmalar başladı. Diğer yandan, greve ilişkin yasaklayıcı hukuksal düzenlemelere ve bu yöndeki uygulamalara karşın, grevler fiilen gerçekleşmeye devam ediyordu. 1947’de Sendikalar Kanunu’nun Meclis’te görüşülmesi sırasında grev hakkını savunan DP, 1949’da bunu programına da aldı. Sınıf mücadelesinin olmadığını ileri süren CHP ise, işçilerin haklarının tahkim mekanizması ile
12 Mart’›n ard›ndan Lastik-‹fl Eyüp’teki G›slaved Fabrikas›’nda grev karar› ald› ve 1000 kadar iflçi ile grev bafllad›. Sendika “‹flveren sendikam›z› tan›y›ncaya kadar ve haklar›m›z› verinceye kadar greve devam edece¤iz” diyordu.
korunduğu, bu nedenle greve gerek olmadığını ya da grev hakkının zorunlu olarak lokavtı getireceğini, bunun da işçilerin aleyhine olacağını söylüyordu. Bu iddialar zamanla yerini “devletin, milletin bütünlüğüne halel gelmesi” tartışmalarına bıraktı. Çalışma Bakanı Reşat Şemsettin Sirer, “grev hastalığının milletimizin birliği ve devletimizin bekası için bir tehlike teşkil ettiğini kimse inkar edemez” derken, müsteşarı Fuat Erciyes de “grev isteyen işçinin Türklüğünden şüphe ederim” demişti. Çalışma Bakanlığı içerisinde grev hakkı konusunda basını yönlendirecek, ona bilgi verecek, grev hakkının yararsızlığı, ülkenin ekonomisine getireceği zararlar konusunda kamuoyunu yönlendirecek bir birim bile kurulmuştu. MUHALEFETTEYKEN HATIRLANAN GREV HAKKI CHP 1950’de iktidarı kaybettikten sonraki dönemde grev hakkına karşı tutumu konusunda değişikliklere gitti, 1953’teki programına sınırlarla da olsa grev hakkını dahil etti. Sonraki yıllarda da işçi hareketi ile yakın ilişkiler kurmaya çalışırken, grev hakkını sürekli gündemde tutarak savundu ve konuyu DP iktidarına karşı temel eleştiri noktalarından biri haline getirdi. Muhalefetteyken grev hakkını savunan, 1949’da da bu hakkı parti programına alan DP, iktidarının ilk yıllarında bu tavrını devam ettirdi. 1950 sonlarında konuya ilişkin bir yasa tasarısı hazırlanması çalışmalarına başlandı, 1951’de de görüşleri öğrenilmek üzere işçi örgütlerine gönderildi. Ancak işçi çevreleri yasayı grev hakkının kullanımı açısından sınırlandırıcı olarak değerlendirdiler. Daha sonraki aylarda basında grev yasa tasarısının Meclis’e sevk edilmekte olduğuna dair haberler çıksa da tasarı zaman içinde ortadan yok olup gitti. Bunu izleyen birkaç yılda da iktidarın konuya ilişkin söylemleri sürdü. Ancak ekonomik şartların, ülkenin gelişme düzeyinin buna uygun olmadığı ileri sürüldü. Grev hakkını kabul edebilmek için grev sebeplerini
ortadan kaldırmak gerektiği, grev sebeplerini ortadan kaldırmak için de işçiye verilmesi gereken daha pek çok hak olduğu söylendi. 27 Mayıs’ın hemen öncesinde, 1959 sonunda hazırlanan tasarıda ise grev yasağı devam etmekteydi ancak tasarı genel kurula gelemedi, 27 Mayıs gerçekleşti. 1946-60 döneminde de yasaklara, işten çıkarılma, hapis cezalarına karşın, işçiler yine de greve gittiler. 1954’ten sonra fiyatlar hızla artmış, 1958 ve sonrasında ise gerçek işçi ücretleri düşmüş, Hakem Kurulu ücret zamlarına geçit vermediği için işçiler de grevlere gitmişlerdi. 27 Mayıs sonrasında, Temmuz 1961’de kabul edilen Anayasa’da grev bir hak olarak belirtilmişti ama grevi yasaklayan 1936 tarihli İş Kanunu hala yürürlükteydi. Bir yıl sonra çıkacak olan ve grev hakkını yine de birtakım
yaptırımlara bağlayan Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun kabulüne dek direniş eylemleri oldu. Bu dönemin ilk önemli işçi eylemi, 25 Kasım 1961’de İzmir’de grevin bir hak olarak tanınması için Sümerbank işçilerince düzenlenen eylem oldu. Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 15 Temmuz 1963’e dek üçü sakal grevi, beşi oturma grevi olmak üzere 19 grev, 17 yürüyüş, 6 miting ve gösteri, 3 yemek boykotu yapıldı. Hukuki çerçevesi ilk kez çizilen grev hakkının 1980’e gelindiğinde “ülkede huzur ve güveni tehlikeye sokan” faktörlerden biri olarak işverenlerce eleştirilmesi şaşırtıcı değildi elbette. Dolayısıyla 1982 Anayasa’sında pek çok alanda olduğu gibi grev hakkının kullanılmasında da çok sayıda yasaklayıcı hüküm getirildi.
KAYNAKÇA: *Ahmet Makal – Ameleden ‹flçiye Erken Cumhuriyet Dönemi Emek Tarihi Çal›flmalar› – ‹letiflim Yay›nlar› *Kemal Sülker – Türkiye’de Grev Hakk› ve Grevler – Gözlem Yay›nlar› *Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi – ‹letiflim Yay›nlar›
YAŞAM
14
17 May›s 2012 / 30 May›s 2012
Halk›n Sesi
B‹R SÖMÜRGEC‹L‹K MÜSAMERES‹
Ustalardan ‹ngiliz proletaryas›n›n ortaya ç›k›fl› Friedrich Engels - Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm anayi devrimi, büyük (2) Moody ve Sankey ve benzerlerini ithal etti; ve bir sanayi kapitalistsonunda, ilkel hırisleri sınıfı ile birlikte, tiyanlığın propagandasını ondan çok daha kalayeniden canlandıran, balık bir sanayi işçileri yoksulların cennetlik sınıfı da yaratmıştı. Bu kılınması için yakaran, sınıf, sanayi devriminin çeşitli üretimin bütün kol- kapitalizmle dinsel bir tarzda savaşan ve böylelarını kapladıkça büyüdü likle, ilkel hıristiyanlığın ve büyüdükçe güçlendi. uzlaşmaz sınıf karşıtlığı Bu güç kendini daha öğelerinden birini bağrına 1824'te, işçi birliklerini basan, ve günün birinde yasaklayan yasaları onlara şimdi sermaye yürürlükten kaldırmaya direnen bir parlamentoyu sağlayan varlıklı kişilerin başına bela olabilecek zorlayarak gösterdi. Reform yasası için ajitas- Selamet Ordusu’nun (Salvation Army) (3) yon sırasında işçiler, tehlikeli yardımını kabul reform yandaşlığının etti. (…) radikal kanadını oluşturdular; 1832'de çıkarılan HALKA BÎR D‹N yasa kendilerini oy GEREK hakkından yok(..) iş bilen sun bırakınca, insanlardan meyhak taleplerini dana gelen İngiliz Halkın Şartburjuvaları, ları’nda Alman profesör(People's lerden daha ileri Charter) görüşlüydü. İktiaçıkça dile darını, istemeyegetirdiler ve rek de olsa, işçi (…) büyük sınıfıyla burjuva parpaylaşmıştı. tisinin Çartist dönemde, karşısında Friedrich kötücül çocuğun, modern çağların Engels halkın, nelere güç ilk işçi partisi yetirdiğini olan Çartist paröğrenmişlerdi. Ve tiyi bağımsız olarak örgüondan sonra da, Halkın tlediler. Şartları’nın çok büyük bir Kıtada 1848 Şubat ve kısmını kabul etmek ve Mart devrimleri patladığı Birleşik Krallığın sırada; işçi sınıfı bu devrimlerde baskın bir rol yasalarına katmak zorunda kalmışlardı. Halkı ne oynadı ve en azından Paris'te, kapitalist toplum zaman manevi yollarla dizginlemek gerekse, din bakımından hiç kabul yığınları etkilemede edilmez isteklerini dile bütün ahlaki araçların ilki getirdi. Ve sonra genel ve başlıcası olmuştur ve tepki geliverdi. Önce 10 öyle olmaya devam Nisan 1848'de etmektedir. School Çartistlerin bozgunu, board'larda (4) bölge sonra aynı yılın papazlarının çoğunlukta haziranında Paris işçi olması bundan ötürüdür; ayaklanmasının ayincilikten (ritualisme) bastırılması, daha sonra Selamet Ordusu’na İtalya'da, Macaristan'da, kadar her türlü sofuca Güney Almanya'da 1849 demagojiyi desteklemek bozgunları ve en sonunda 2 Aralık 1851'de Louis için burjuvazinin kendi Bonaparte’ın Paris'e karşı vergi yükünün durmadan artması bundan zaferi. İşçi sınıfı ötürüdür. umacısının istekleri, hiç değilse bir süre için (1) Amerika Birleşik sindirildi, ama ne Devletleri için o dönemde pahasına! İşçi sınıfının, bu ifade kullanılıyordu. dinsel bir zihniyet içinde Daha sonra Sam Amca tutulmasının gereğine olarak değişti. daha önceden inanmış (2) Revival (uyanış) olan İngiliz burjuvazisi, sözcüğünden geliyor. bütün bu deneyimlerden Özellikle İngiltere ve ABD sonra, bunun gereğini gibi Anglo-Sakson kim bilir ne kadar dünyasındaki din yakından duymuş değiştirme ve imana olmalıdır! İngiliz burjudönüş hareketi. vası, kıtalı ortaklarının (3) Bugün de varlığını küçümseyerek dudak sürdüren büyük bir misyobükmelerini önemsemener örgüt den, aşağı sınıflara İncil'i (4) İngiltere’de öğretmek için her yıl bin- 1870’lerde kurulan ve okul ler ve yüz binler harcakurmak, okul için vergi mayı sürdürdü; kendi toplamak, çocukların okula gitmesini sağlamak yerli dinsel araçlarını pek ve yoksulların parasız yeterli bulmayarak, din gitmesini sağlamakla ticareti alanında en görevli eğitim komisyonbüyük örgütçü olan Jonathan Birader’den (1) ları. yardım diledi, ve Amerika'dan revivalizmi
S
İmamın olimpiyatları UMAR KARATEPE
“K
amu spotu”, yeni ve afili bir kavram. Oysa çok yeni bir icat değil. Yaşı 30 civarında olanlar 1980’li yıllarda TRT’nin tek kanalında sık sık yayımlanan “Bay Yanlış” ile “Doğru Ahmet” ikilisinin maceralarını hatırlarlar. “Bay Yanlış”, yaşça büyük olmasına rağmen trafik kurallarını ısrarla ihlal ederdi. “Doğru Ahmet” ise, söze "Yanlışsınız yine Bay Yanlış" diye başlayarak trafik kurallarının doğrusunu anlatırdı. Sonra özel televizyonların açılmasıyla kanal sayısı hızla arttı. Reyting rekabeti bu tür eğitici yayınların azalmasına neden oldu. 10 yıl önce Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) bu duruma bir el atarak her kanalın belirli bir zaman diliminde “kamu yararına” bu tür eğitici yayınlar yapmasını zorunlu kıldı. Önceleri televizyonlar “kamu spotu” denilen bu tür yayınları çok az kişinin ekran başında olduğu saatlerde yayınlamaya başladı. Yasak savma adına geceleri alkolün ve sigaranın ne beter bir şey olduğuna, trafik kurallarına uymak gerektiğine, deprem sigortasının faydalarına dair yayınlarla karşılaşmaya başladık. Ancak son zamanlarda Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın ve Milli Eğitim Bakanı’nın bizzat “oynadığı” kamu spotlarıyla karşılaşmaya başladık. Hem de öyle sabaha karşı falan değil… “Devlet büyükleri” izlenme oranının en yüksek olduğu saatlerde kamu spotlarında boy göstermeye başladılar. “Ulusa Sesleniş” yetmemiş olacak ki bu bedava propaganda olanağına başvurmak alışkanlık haline geldi. Son olarak bu da oldu ve Gülen cemaatinin halkla ilişkiler faaliyeti olan Türkçe Olimpiyatları’nın reklamları da bedavadan, “kamu spotu” olarak televizyonlarda yayımlanmaya başlandı. Şimdi merak edilen RTÜK’ün bu faaliyette nasıl bir “kamu yararı” bulduğu… FAfi‹ZAN HAZ KAMU YARARINA MI? 30 Mayıs’ta başlayıp 14 Haziran’da sona erecek olan Türkçe Olimpiyatları’nın kamuya nasıl bir yarar sağladığını bulmak için daha önce yapılan dokuz olimpiyatta yaşanan manzaraları anımsayalım. Kongo’dan getirilmiş 4-5 yaşlarındaki çocuklar, yüzlerinde her daim ağlamaklı bir ifadeyle, gırtlaklarını parçalarca “şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda” diye bağırırlarken salonda bolca bulunan badem bıyıkların üzerine gözyaşları damlıyordu. O çocuklar hıçkıra hıçkıra andıkları bu topraklara ilk kez ayak basmışlar, “şüheda” ne demek kesinlikle bilmiyorlardı. Aslında büyük bir ihtimalle ezbere söyledikleri İstiklal Marşı’nın sözlerinin anlamından da büyük ölçüde bihaberlerdi. Aslında okudukları Gülen hareketine ait özel okullarda Türkçe eğitim falan da verilmiyor. Eğitim dili İngilizce ve isteyenlere haftada 2 saat Türkçe seçmeli ders var. Afrika’nın seçkinlerinin yıllık 5 bin-10 bin dolar arasında paralar ödeyerek çocuklarını Gülen’in okullarına gönderdiği bu yoksul ülkelerde, burslu öğrenciler için bu “seçmeli” Türkçe dersinin çok da seçime tabi olmadığı biliniyor. Tabii, her bursun bir bedeli var. Dünyanın dört bir yanından Türkçe Olimpiyatları’na gelen çocuklara biçilen görev belli. Ancak “kendisine benzediği ölçüde” birine sempati duyan, içinde bir yerlerde hep “dünya Türk olsun” hayali taşıyan kodaman ‘Türk büyükleri’nin faşizan duyguları tatmin edilecek. Onlar bu miniklere bakarak kendi büyüklükleri ile haz duyacak. İşte kamu yararı! Ve belki de daha doğrusu; işte bugünün muteber kamusu!
Türkçe Olimpiyatları reklamlarını televizyonlarda görmüşsünüzdür. Hem de “kamu yararına” yayın olarak, “kamu spotu” başlığı altında…
KAMUYA BAK, YARARINI ANLA Aslında işin püf noktası bu. Yeni kamumuz Türkçe Olimpiyatları’nda arzı endam ediyor. Tabii ki en başta AKP kurmayları ve birikimlerini AKP’ye borçlu yeni elit takımı. Peşlerinde Zekeriya Öz gibi gözde savcılardan, Mehmet Ağar gibi devletin derin simaları. Vitrinde Sinan Çetin gibi muteber sinemacılar, Sertap Erener gibi muteber şarkıcılar… Bu kamuda başka kimler varmış merak ediyorsak Türkçe Olimpiyatları’nın bu seneki sponsorlarına da bir bakıverelim. Gülenci sermayenin finansallaşmasının simgesi olarak Bank Asya en başta duruyor. İslamcı sosyete için pırlanta taşlı eşarplar üreterek adından söz ettiren Aker ve Milli Eğitim’in tablet bilgisayar ihalesini kapan ABD’li General Mobile da bu organizasyondan tanıtım faydası sağlayan kamunun arasında. İrili ufaklı onlarca sermaye gruplarının yanında İstanbul Borsası, Burger King ve işçi düşmanlığında irtifayı oldukça düşüren THY dikkat çekiyor. Bu faşizan asimilasyon gösterisi zaten ancak böylesi bir kamu için yararlı olabilir. Bu kamuyu görünce emekçi mahallelerinde varlık kazanan, yoksul, mülksüz, gönüllü emeğiyle ayakta duran, tek tipleştirici değil özgürleştirici eğitim faaliyetleri yürüten ve en önemlisi halkın hakları mücadelesi veren Halkevleri’nin neden kamu yararı dernek olmaktan çıkarıldığını da daha rahat anlıyoruz.
siyle karşı karşıya kaldığı Türkiye’de, tüm dünyaya Türkçe konuşturma heyecanı yaşanması çok da yadırgatıcı değil. Türkçe Olimpiyatları’nı huşu içinde izleyen zevatın gözyaşları, tatmin edilmemiş bir sömürgecilik özentisinin zirve yaptığı anlara denk düşüyor. Ağlayarak Gülenleşiyorlar. Çok ama çok heyecanlanıyorlar çünkü kendi dillerinde türküleri, kendi dansları, kendi oyunları olan çocukları, çirkin bir sömürgecilik/misyonerlik parodisinin oyuncuları yaparak kudretlerini hissediyorlar. Ganalıdan Karadeniz horonu izleyince, Brezilyalıdan Necip Fazıl şiiri dinleyince, Koreliden İstiklal Marşını duyunca kendilerinden geçiyorlar. Misyonerlik faaliyetleri ile sömürgeciliğin iç içe geçmiş tarihi hatırlanıyor. Ve Hocaefendinin Türk-İslam misyonerliğinin ürünleri olarak bu çocukların varlığı onların gururlarını okşuyor. Ancak bu bir müsamere sömürgeciliği. İngiliz sömürgeciliği, dünyanın dört bir yanında kendi dilini egemen hale getirirken sadece askeri güç ile bunu sağlamıyordu. Sanayi devriminden aldığı güç ile kendi dilini bir bilim dili ve sanat dili haline getirerek bunu başarıyordu. Bugün dünyanın dört bir yanına yayılmış “Fethullah okulları”nda da asıl olarak finansın, ticaretin, teknolojinin yani aslında sermayenin en geçerli dili olan İngilizce eğitim yapıyorlar. Belki de kendi bölgelerinde yatırım yapan Türk şirketlerinde işe girseler bile kullanmayacakları Türkçeyi öğrenmelerinin tek bir faydası var: Herşey Türkiye’deki bir gösteri için. Ve bu gösteri Gülen hareketi-
nin halka ilişkiler faaliyetinin en önemli parçalarından biri. Türkçe Olimpiyatları’nda sergilenen müsamere sömürgeciliği, bu okulların misyonunu gizlemeye yarıyor. 100 civarında ülkede kurulan okulların CIA ile işbirliği artık kimse için sır değil. Her dönem Amerikancı olan Türk-İslam çizgisi, düzenin yeni ihtiyaçlarına göre sınırları aşıyor. Bu okullarda yetişen gençlere aslında neoliberal kapitalizmin kuralları öğretiliyor, bu düzenin ihtiyaç duyduğu “sosyal ve beşeri sermayeleri” geliştiriliyor. Sermaye için verimli ve itaatkar, ABD için ılımlı dindar nesiller yetiştiriliyor. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından kapitalizmin kurulacağı ülkelerde başlayan macera bugün ABD’nin ve sermayenin ihtiyaç duyduğu her yere yayılıyor. Türkiye sermayesi için bu okullar hem vergiden kaçmanın bir yolu oluyor hem de yerel siyasetçiler ve sermaye kesimleriyle buluşma merkezi işlevi görüyor. Cemaatin finans sermayesi bu okullara kredi vererek kendine “değerlenme alanı” buluyor. YEN‹ KAMUYA YEN‹ BAYRAMLAR 1980’lerle başladık 1980’lerle bitirelim. Bu dönemin 23 Nisan’larında Halit Kıvanç’ın sunduğu TRT etkinliğini hatırlayanlar vardır. 12 Eylül faşist cuntacıların bile aklına yurt dışından gelen çocuklara Türkçe şiir okutmak, şarkı söyletmek gelmemişti. Paşaların zulmü bayramı stadyumlarda zehir edilen Türkiyeli çocuklaraydı. Dünyanın dört bir yanından gelen çocuklar hiç olmazsa kendi şarkılarıyla danslarıyla sahne alırlardı. Bugün ise yeni nizamın yeni önemli gün ve haftalarında, yurt dışından getirilen çocukların ne kadar Türkleştiği keyifle izleniyor. 12 Eylülcülerden miras “Türk-İslam” sentezi, uluslararasılaşan sermayenin ve her dönemki hamisi ABD’nin desteğiyle eşik atlıyor. Önümüzdeki günlerde Türkiye genelinde 35 stadyumdan hepimize verilecek mesaj belli: “Dünya bize benziyor, siz niye direniyorsunuz”
Türkçe olimpiyatlar› reklamlar›nda Tanzanyal› bir kad›n, sanki çok konuflma hakk› varm›fl gibi “‹ki dinleyip bir susmak laz›m” diyor, Endonezyal› Ridho da sözde Vefa’y› ö¤renip bir de “sadece bir semt ismi olmad›¤›n›” ö¤renmifl
MÜSAMERE SÖMÜRGEC‹L‹⁄‹ Gelelim bahsettiğimiz kamunun neden bu etkinlikten bu kadar heyecanlandığına. Birleşmiş Milletler Eğitim, Kültür ve Bilim Örgütü UNESCO’nun verilerine göre 3 dilin yok olduğu, 15 dilin yok olma tehlike-
Kendi oyunlarınızla da biz sizi severiz Geçen sene 9’uncu Türkçe Olimpiyatlar›n› izleyen Derya Bengi, gözlemlerini Express dergisinin 121’inci say›s›nda okurlarla paylaflm›flt›. Bengi yaz›s›n›n sonunda dünyan›n dört bir yan›ndan gelen çocuklara hitaben bir mektup kaleme alm›flt›. Bu mektuptan kimi bölümleri yay›ml›yoruz “Sevgili çocuklar, Ne iyi olmufl, Türkçe ö¤renmiflsiniz. Ama sak›n sizi s›rf bu yüzden sevdi¤imizi zannetmeyin. Öyleleri varsa da, onlar› hemen defterden silin... Ganal› kardefller, biliyorsunuz size "Ganade-
nizliler", "Ganal› uflaklar" diyoruz, çünkü helâl olsun, Karadeniz oyunlar›n› o kadar coflkuyla oynuyorsunuz ki. Ama sizi sevmemiz için illâ horon tepmeniz gerekmiyor. Kendi oyunlar›n›z› oynasan›z da severiz. (…) Okullar›n›zda Türkiye'nin tarihini ne kadar ö¤rendiniz, hiç bilmiyoruz. Bize de anlatmad›lar, yaflayarak ö¤rendik. "fiafak Türküsü"nü söyleyen Endonezyal› Rahmi kardefl, o sözler 12 Eylül askerî idaresinin iflkencelerden geçirdi¤i, hapishanelerde çürüttü¤ü insanlar için yaz›ld›. Senin okulunun kurucusu F.Gü-
len, 12 Eylül'ün flakflakç›lar›ndand›. Dünyal›¤›n› o sayede yapt›. "fiafak Türküsü"nü söyleyen o sakall› adam var ya, anas›n›n dilinde bir baflka flark› söylemek istedi¤i için bir gün buralardan kovuldu, sürgünde öldü. Arkadafllar, Türkiye'de Türkçeden baflka diller de var. Ahmet Büke ad›nda bir yazar bak›n sizi televizyonda seyrederken twitter'da ne yazm›fl: "Burkina Faso'lu çocuk Türkçe flark› söylüyor, çok güzel de, Berivan anadilinde e¤itim alam›yor." Berivan'lar› en iyi siz anlars›n›z. Çünkü
Türkçe, onlar için, ayn› sizinki gibi, okulda ö¤rendikleri bir yabanc› dil. "Karl› Kay›n Orman›"n› söyleyen Bosnal› fiejla kardefl, o fliiri komünist bir flair sürgünde yazd›, o yüzden o kadar efkâr ve hasret yüklü. F. Gülen'i bilirsin, sahnede bir fliirini seslendirdi¤in flah›s. Hani gidip geldi¤in okulu kuran. O az›l› bir komünist düflman›d›r. Gençli¤i anti-komünist derneklerde geçti, askerî darbeler için "solculara müstahakt›r" diyor, Marx'tan öcü gibi korkuyordu.(…) Arkan›zdan neler neler konufltuk-
lar›n›n fark›nda m›s›n›z? (…)Duyuyor musunuz, istisnas›z bütün büyükler, bu Türk okullar›n›n dünyaya bar›fl getirece¤ini papa¤an gibi tekrarlay›p duruyor, Türkçenin Türkiye'ye bile bar›fl getirmedi¤i aflikârken. Acaba Türkçe bilmeyen herkesin Türkiye'ye düflman oldu¤unu mu san›yorlar? (…)? Bar›fl neden herkesin Türkçe ö¤renmesini beklesin? Herkes ‹ngilizce ö¤renince dünyaya bar›fl m› geldi? (…) Bu seferlik böyleydi, inflallah daha serbest koflullarda da karfl›lafl›r›z. Hayat›m›za katt›¤›n›z renk için teflekkürler.” (…)
KÜLTÜR SANAT
15
31 May›s 2012 / 13 Haziran 2012
Belgeselde erik tad› DOCUMENTARIST 5. İstanbul Belgesel Günleri, ‘Gerçeğin Tadı Değişecek’ sloganıyla başlıyor. 1-6 Haziran 2012 tarihlerinde gerçekleşecek olan festival, yaşadığımız dünyanın nabzını tutan en çarpıcı filmleri, konukları, atölye, panel ve etkinlikleriyle dopdolu bir festival sunuyor.
Halk›n Sesi
Fuentes veda etti
Accept’ten Stalingrad
1928 Panama doğumlu Meksikalı yazar Carlos Fuentes Meksika'da tedavi gördüğü hastanede yaşama veda etti. Latin Amerika edebiyatının önemli kalemlerinden Fuentes, romancılığın dışında yazdığı denemeler, tiyatro oyunları ve senaryolar ile de tanınıyordu.
Alman heavy metal grubu Accept yeni albümünü 6 Nisan’da çıkardı. 19’uncu stüdyo albümü olan Stalingrad yine Accept tarzına uygun bir sistem karşıtı albüm. Keskin gitar rifleri ve hırçın, öfkeli vokalleriyle Stalingrad albümü dinleyicilere iyi bir metal müzik vaadediyor.
Bee Gees efsanesi öldü Efsanevi İngiliz müzik grubu Bee Gees’in solisti Robin Gibb uzun süredir mücadele ettiği bağırsak ve karaciğer kanserlerine yenilerek 62 yaşında hayatını kaybetti. Gibb’in 1958 yılında kardeşleri Barry ve Maurice ile birlikte kurduğu Bee Gees o günden bu yana 200 milyonun üzerinde albüm sattı.
Tanıdık bir yer: Öteki Mahalle M
ayıs ayında çıkan Öteki Mahalle adlı romanın yazarı Şükran Eken’i ağırladık ve kendisiyle bir söyleşi yaptık. 12 Eylül öncesinde devrimcilerin yoğun olduğu bir mahallede dayanışma duygularıyla yetişen Eken, 12 Eylül sonrasında İnsan Hakları Derneği’nin ve Halkevleri’nin kuruluşunda yer aldı ve 1988’den beri Halkevleri’nde çalışmalarını sürdürüyor. Dikmen Halkevi’nde neredeyse 20 yıldır bilfiil liselilerle, üniversitelilerle, mahallelilerle omuz omuza mücadele eden Eken, kitabını da Dikmen Halkevi’nin yönetim odasında otururken karalamaya başlamış. Eken’in roman yazma fikri, 1998’de Halkevleri’nin başlattığı okuma-yazma kampanyası sonrasında şekillenmiş. Okuma yazma öğrettikçe, öğrendiğini ve geliştiğini gören Eken’in roman yazma konusunda en büyük destekçisi Halkevleri Onursal Başkanı Abdullah Aydın olmuş. Mahallenin Şükran Anne’si, bu süreci şöyle anlatıyor: “Ben Halkevleri’nde kurs faaliyetinin içinde olan bir insandım. Sene 98 olması lazım, okuma yazma seferberliği başlatmıştık. Halktan gelen bir talepti. O süreçte ben mesela çok geliştim. İlk başta kurslarda okuma yazma öğreten öğretmenler derse girip sonra hemen gidiyorlardı. Bu da verimli olmuyordu. Tartışmalarımız sonucunda tam gün Halkevi’nin içinde olan ve çalışma
Ankaral›lar onu ‘fiükran Anne’ olarak bilir. Dikmen Halkevi’nde 20 y›ld›r bilfiil liselilerle, üniversitelilerle, mahallelilerle omuz omuza mücadele eden Eken’in mahalleye dair biriktirdikleri ve gözlemleri Halkevi’nin bir odas›nda karalad›klar›ndan süzülerek roman oldu. Öteki mahallenin roman›... yürüten olan insanların eğitimini alarak bu işi üstlenmesine karar verildi. Bizim gibi Halkevi’nin içinde bilfiil bulunan arkadaşların bu işi kör değnekle değil de daha bilimsel yapması için bize okuma yazma eğitiminin yöntemlerine dair eğitim verildi. Ezilenlerin Pedagojisi gibi
fiükran Eken, Halk›n Sesi’ne imzal› kitab›n› hediye etti.
fiükran Eken
kitaplar okuduk, üniversitelere konuk olduk, akademisyenlerden ders aldık. Birçok şeyi, kelimeleri okuma yazma kurslarında ders verirken öğrendim. Böylece bir eğitim sürecine girdik ve öğrettikçe öğrendik.” Öteki Mahalle, mahalle sakinlerinin kendi çelişkileriyle yüzleşip, değişip dönüşmelerinin öyküsü. Çelişkiler görmelerini sağlayanlarsa mahalleye sonradan taşınan iki devrimci. 1978-1979 döneminde politikleşen bir mahallenin hikayesi de denilebilir. Mahalleliler bu zamana kadar kendi içlerinde ötekileştirdikleri duygularıyla tanışıyor ve değişiyor. Mahalleye gelen iki devrimciden biri, mahallelinin taktığı isimle ‘Sarı’ romanın ana karakterlerinden biri ve belki de en
etkilisi. Özellikle ‘Bakırcı Halil’ karakterinin dönüşümünde büyük etkisi var. Eken, çok dirençli bir çiçek olduğu için Sarı karakterini sardunyalara benzetiyor. Sarı’nın dostu Bakırcı Halil’den de şöyle bahsediyor Eken: “Halil ise hiçbir zaman eşine ‘seni seviyorum’ dememiş, öyle yetişmemiş. Ama kendisi dönüştükçe bunun ayıp olmadığını farkediyor, benimsiyor.” Romanda, Sarı bir süre sonra mahalleden ayrılınca bayrağı Bakırcı Halil devralıyor ve mahalleliler haklarının peşinde koştukça geliştiklerini görüyor. Eken bu süreci şu
şekilde özetliyor: “Halk bir süre sonra sadece evini korumanın ötesine geçip sistemin gaspettiği haklarını korumayı, kendi duygularını, aşklarını itiraf etmeyi öğreniyor.” Mahallelerinde hak mücadelesi veren herkesin burada yaşadığı çelişkileri görmesi, tanıdık bir yaşam öyküsü bulması mümkün. Sık sık yapılan geçmişe dönüşler romanın ana kurgusunu oluştururken mahallelileri daha yakından tanımamızı sağlıyor. Bakırcı, Sarı, Hacı Ömer, Başöğretmen, Nurten, Satı Ana öne çıkan birkaç karakter… Satı Ana’nın hikayesini Eken’den dinleyelim: “Satı Ana’nın oğlu seçim sürecinde bir kişinin öldürülmesi olayının tek şahididir. Ve olaydan bir süre sonra, mahkemeye yakın ortadan kaybolur... Evlendiği dönemde yaşı küçük olduğu için kocasıyla beraber olamamış Satı Ana. Yıllar sonra tam hamile kaldığının müjdesini verecekken madende çalışan kocası göçük altında kalıp ölüyor. Ondan sonra da Satı Ana bu mahalleye geliyor ve çocuğunu büyütüyor.” Satı Ana mahalledeki değişim rüzgarına kapılan ve mücadeleye katılan bir karakter. Mahalledeki atmosferle birlikte şenlik düzenleme kararı alınıyor. Satı Ana bohçasının içinden gelinliğini çıkarıp giyiyor ve şenliğe katılarak “Bir daha asla yas tutmayacağım, mücadele edeceğim” diyor. Roman, mahallelilerin yaşadığı gelişmenin yetmediği, başka bir değişim ihtiyacının ortaya çıktığı yerde sona eriyor. Şükran Eken, kitabını 19 Mayıs’ta Ankara’da Tayfa Kahvehanesi’nde gerçekleştirdiği imza günüyle tanıttı. Chiviyazıları Yayınevi’nden çıkan Öteki Mahalle, 158 sayfa.
“Kırmızıgül türküsü”nde suç unsuru iddiası D
ersim’de düzenlenen Munzur Festivali’nde söylediği türküler nedeniyle hakkında dava açılan Pınar Aydınlar ve Grup Munzur üyelerinin yargılanmasına 24 Mayıs’ta başlandı. Aydınlar, “terör propagandası” olduğu iddiasıyla iddianameye geçen “Kırmızıgül” türküsünün eşitlik, özgürlük ve barış türküsü olduğunu vurguladı. Özel Yetkili Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki duruşmaya katılan Pınar Aydınlar halk sanatçısı olduğunu söyleyerek, söz konusu türkülerin sözlerinin kendisine ait olmadığını, 30-40 yıl önce yazılmış türküler olduğunu belirtti. Yıllardır bu ülkede söylenen türkülerin terör propagandası sayılmasına tepki gösteren Aydınlar’ın avukatının savunma ve taleplerinin alınmasıyla süren mahkeme, eksikliklerin giderilmesi için ileriki bir tarihe ertelendi. Adliye çıkışında bir açıklama yapan Pınar Aydınlar, “Bu ülkede kültürüne sahip gençler yetişmesini istiyoruz. Bugün kırmızı gül suç teşkil etti, ama kırmızı gül barıştır, özgürlüktür, eşitliktir. Dilerim ki, türkülerin eşit olduğu bir coğrafya her zaman olsun” dedi. Aydınlar, elindeki kırmızı gülleri basın mensuplarına verdikten sonra adliyeden ayrıldı.
Sokak sanatına belediye baskısı aşbakan, tiyatroları özelleştireceğini açıklarken, tiyatro konusunda kar-zarar hesabı yapmış “Sanat toplum içindir” demişti. Oysa toplum için sanat yapan sokak sanatçıları da, yasaklanmaya çalışılıyor. AKP’li belediyelerin zabıtaları da sanatçılardan kar elde etmeye çalışıyor.
B
‹stanbul Beyo¤lu’ndaki sokak sanatç›lar›, zab›tan›n bask›c› ve keyfi uygulamalar›n› ‹stiklal Caddesi’nde sokakta sanat yaparak protesto etti makinesi bozulsun” yazılı dövizler taşındı. Basın açıklamasının ardından enstrümanlarıyla şarkı çalıp söyleyen s okak sanatçıları Tünel Meydanı’na doğru bir yürüş gerçekleştirdi. Yürüyüş boyunca şarkılar çalındı ve söylendi. Tünel Meydanı önüne gelindiğinde ise çevredekiler her zaman olduğu gibi durup sokak müzisyenlerini dinlemeye başladı.
SOKAK SANATÇILARINA ZABITA BASKISI İstanbul Beyoğlu’nda sokak sanatçıları 25 Mayıs’ta belediyenin kendilerine yönelik keyfi saldırı ve uygulamalarını protesto etti. Beyoğlu Sanat Galerisi önünde toplanan sokak sanatçıları burada bir basın açıklaması yaparak sokak müzisyenlerine özgürlük istedi. BELED‹YEDEN KEND‹ MÜZ‹K ALETLER‹N‹ SATIN ALIYORLAR “Müziğe ve Sokağa Özgürlük” diye sokağa çıkan sanatçıların adına basın açıklamasını Gizem Altınordu okudu. Altınordu açıklamada, belediye zabıtalarının sanatçıların
enstrümanlarına keyfi bir biçimde el koyduğunu, müzisyenleri yerlerinden ettiğini söyledi. Enstrümanlarını geri istediklerinde ise zabıtanın kendi-
lerinden para istediğini, parayı verdiklerinde kendilerine makbuz dahi verilmediğini belirterek belediyenin baskıcı ve keyfi uygulamasının son bulması
gerektiğini vurguladı. Sokak müzisyenleri yaşanılanları "Biz dilenci değiliz; yaptığımız iş bir konser değil, parasız ve herkesin izleyebileceği bir aktivite”
diyerek açıkladı. Eylemde “Sahnemiz sokak, sanatımızı özgür bırak”, “Darbukam senin eline yakışmadı efendi”, “Çalgıya el uzatanın çamaşır
ZABITANIN ‹fi‹ MÜZ‹SYEN TOPLAMAK Nisan ayında da dört İngiliz müzisyen Malatya'daki Soykan Parkı'nda şarkı söylerken zabıta hışmına uğramıştı. Hippi müzisyenlerin eğlenceli müziğine kısa sürede ilgi artıp etraflarındaki kalabalık küçük bir çember oluşturunca zabıta kalabalığı yarıp "Hadi kardeşim, toplayın eşyalarınızı" demişti.
Tiyatro için Van’dan çığlık V
an'da tiyatro sanatçıları, Tayyip Erdoğan’ın ‘Devlet tiyatrolarının özelleştirileceği’ yönündeki açıklamalarına düzenledikleri bir basın açıklamasıyla tepki gösterdiler. Van Devlet Tiyatrosu önünde toplanan KESK’e bağlı Kültür Sanat-Sen, Devlet Tiyatroları Sanatçıları Derneği (DETİS) Devlet Tiyatrosu Opera ve Bale Çalışanları Yardımlaşma Vakfı (TOBEV) ve Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği (TOMEB) üyeleri bir basın açıklaması yaparak özelleştirme kararına tepki gösterdiler. Basın açıklaması metnini okuyan Kültür Sanat-Sen Van İl Temsilcisi Hüseyin Eliş, demokratik kitle örgütleri olarak endişe içinde olduklarını belirtti. Eliş, Başbakan’ın 98 yıllık geçmişi olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nı ve 63 yıllık Devlet Tiyatroları’nı hedef alan açıklamalarından, senfoni, koro ve dans toplulukları gibi sanat kurumlarını da aynı acı sonun beklediğinin anlaşıldığını vurguladı. Eliş, “Bizce bir ülkede kültür ve sanata verilen değer, o ülkenin gelişmişlik düzeyi açısından önemli bir göstergedir. Tiyatroların özelleştirilmesi fikri ise tiyatro sanatının idam fermanıdır” dedi. Basın açıklamasının ardından ‘Karanlığa karşı özgür tiyatro’, ‘Tiyatrolar halkındır satılamaz’ sloganları atıldı.
SOKAĞIN SESİ
16
ÜRETEN BİZİZ YÖNETEN DE BİZ OLACAĞIZ
31 Mayıs 2012 / 13 Haziran 2012
Halk›n Sesi
AKP’YE ÖFKE ‘GÜVENCEL‹ ‹fi ‹NSANCA YAfiAM’ TALEB‹YLE B‹RLEfiT‹
Kamu emekçisi hayatı durdurdu
Kamu emekçileri, AKP ve Memur-Sen’in orta oyununu sokakta ve işyerlerinde bozdu. Trenler durdu, okullar, vergi daireleri, adliyeler, PTT’ler ve hastaneler hizmet üretmedi
K
amu emekçileriyle hükümet arasındaki toplu sözleşmede hükümetin önerdiği zam teklifi ve yok denecek kadar az sosyal hak iyileştirmesi nedeniyle kamu emekçileri 23 Mayıs’ta greve çıktı. 14 Mayıs’ta toplu sözleşme görüşmeleri sürerken hükümetin ilk teklifi karşısında KESK, 15 Mayıs günü “Grev” dedi. Türkiye Kamu-Sen de greve gideceğini açıkladı. DEMİRYOLCULAR MORAL VERDİ 23 Mayıs’ın ilk dakikalarında demiryollarında başlayan grevle birlikte Türkiye’deki tüm trenler durdu. Garlarda iş durduran kamu emekçileri adına KESK Birleşik Taşımacılık Sendikası Genel Başkanı Yavuz Demirkol Halkın Sesi’ne şu açıklamada bulunmuştu: “Arkadaşlarımız sabah trenlerin hareket etmediğini görünce daha bir motive olacaklardır.” Öyle de oldu. Sabahın ilk ışıklarıyla ilk ve ortaöğretim okullarında “Bu işyerinde grev var!” pankartı asan Eğitim-Sen’liler okulları boşalttı. 23 Mayıs’ta ülke genelinde birçok okulda dersler yapılmadı. Büro Emekçileri Sendikası da vergi dairelerini boşalttı; Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük kentlerde vergi dairelerinde greve yüzde yüz katılım sağlandı. Ülke genelindeki postanelerin,
adliyelerin, hastanelerin bir kısmında hizmet üretilmedi. Grev pankartlarının asılmasıyla birlikte kamu emekçileri kent meydanlarına yürüdü. İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Mersin, Bursa, Adana, Diyarbakır, Kocaeli, Trabzon, Kars gibi kentlerde kitlesel eylemler yapılırken hemen hemen tüm illerde kamu emekçileri alanlardaydı. Ayrıca Bafra, Hopa, Çaycuma, Akhisar, İskenderun, Silifke, Tarsus, Fethiye, Suruç, Viranşehir, Derik, Çorlu, Hayrabolu, Malkara ve Silopi gibi birçok ilçede kitlesel eylemler yapıldı. Kars ve Siirt, 23 Mayıs günü şimdiye kadar yapılan en kitlesel emekçi eylemlerine sahne oldu. TURNİKEDEN ATLADILAR İstanbul’da kamu emekçileri işyerlerinden kent merkezine bazı noktalarda parasız ulaşım haklarını kullanarak
Halkevleri de “Güvenceli ifl, insanca yaflam" talebiyle kamu emekçilerinin yan›nda yerini ald›.
KESK, grevle birlikte kamu emekçisinin gerçek gücünün üye sayısından değil, meşru taleplerini, fiili ve militan bir mücadeleyle sokakta savunmaktan geçtiğini kanıtladı
ulaştı. Kamu emekçileri Sefaköy’de metrobüs turnikelerinden atlarken, Kadıköy’de binlerce kamu emekçisini karşısında gören İDO yetkilileri turnikeleri devre dışı bırakmak zorunda kaldı. Kamu emekçileri Ankara, Mersin, Diyarbakır ve Antalya’da polis engeliyle karşılaştı. Konya’da 23 Mayıs’ın ilk dakikalarında polis, kamu emekçilerinin istasyona gelmelerini engelleyerek, Afyon’da da Memur-Sen üyeleri, Adana-Adapazarı trenini hareket ettirmeyi deneyerek grevi kırmaya çalıştı. Ancak iki deneme de kamu emekçilerinin tepkisiyle engellendi. Asıl hareket noktası hükümetin önerdiği düşük zam teklifi olsa da kent meydanlarında AKP’ye tepki vardı. Roboski Katliamı’na, 4+4+4 eğitim sistemine ve süt skandalına karşı tepkilerin tamamı
KESK’in “Güvenceli iş, insanca yaşam” talebiyle birleşti. Tarsus, İstanbul ve İzmir’deki mitinglere 4+4+4 sistemine karşı eylem yapan veliler, kendi pankartlarıyla katıldı. Eylemlerde en sık atılan sloganların “Parasız eğitim, parasız sağlık” ve “Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek” olması eylemin hedefini ve amacını gösteriyordu. Grev daha önce yapılan 25 Kasım 2009 grevi gibi geniş bir kamuoyu yaratmadı. Bu yüzden işyerleri dışında ve toplumun diğer kesimleri içinde grevin güçlü bir örgütlenmesi yapılamadı. Mahallelerden, lise ve üniversite öğrencilerinden greve katılım az olurken DİSK, TMMOB ve TTB tarafından verilen destek çok zayıftı. Sağlık çalışanlarının 21 Aralık 2011’deki g(ö)reve oranla cılız grev ve miting katılımları da dikkat çekti. SES’in örgütlü olduğu yerler dışında hastaneler çalıştı. KESK GÜCÜNÜ SOKAKTA GÖSTERDİ KESK, grevle birlikte kamu emekçisinin gerçek gücünün üye sayısında değil meşru taleplerin, fiili ve militan bir mücadeleyle sokakta savunulmasında olduğunu kanıtladı. Kamu emekçilerinin mücadelesinin sürükleyicisi olduğunu da bir defa daha gösterdi.
Memur Sen’leri işini bilemedi KESK’in grev ilan etmesi en çok “grev” demeyip, hükümetten umudunu kesmeyen MemurSen’i zor durumda b›rakt›. Üyelerinin tepkisini engelleyemeyen Memur-Sen, hükümetin son teklifinin ard›ndan önce baflbakanla görüfltü. Baflbakan “Cari aç›k, bütçe a盤›” yan›t›n› verince ve üyelerinin bas›nc› art›nca Memur-Sen teklifi kabul etmedi¤ini aç›klad› ama aç›klama yeterli olmad›, çünkü Memur-Sen üyeleri “‹fl b›rakma eylemini” tart›flmaya bafllam›flt›. Teklifi reddeden Memur-Sen, ifl b›rakma eylemiyle ilgili “Üye sendikalar›m›z kendi karar›n› kendi versin” demek zorunda kald›. Hükümetle toplu sözleflme görüflmelerini yürüten MemurSen Genel Sekreteri Hac› Bayram
Tonbul flunlar› söyledi: "Masa kalkm›fl ama rakipleriniz eylem karar› al›yor. Siz eylem yapmazsan›z, ö¤retmenlerin ek ödeme almas›ndan rahats›z m›s›n›z diye sorulacak. ‹ki arada bir derede kald›k.” Toplu görüflmeler bafllamadan önce Baflbakan Yard›mc›s› Bülent Ar›nç, toplu sözleflmeyi düzenleyen 4688 say›l› yasa gündeme geldi¤inde “Yasay› Memur-Sen’in istekleri do¤rultusunda de¤ifltiriyoruz” ve “Memur-Sen iflini bilir” sözlerini sarf etmiflti. Memur-Sen de toplu sözleflme görüflmeleri bafllar›nda grev ilan eden KESK’liler için “Muhatap biziz, onlar referandumda ‘Hay›r’ dedi, konuflmaya haklar› yok” aç›klamalar›nda bulunmufltu.
KESK yürüdü, bakanlar konuştu On binlerce kamu emekçisi kent meydanlarına yürüdü, bakanlar açıklama yapmak zorunda kaldı emekçilerinin grev hakkının yasada stanbul’da on binden fazla kamu olmadığını bunu da yasalar çerçevesinde emekçisi Sirkeci ve Çapa kollarından istemeleri gerektiğini söyledi. Çelik, yürüyüşe geçerek Beyazıt Meydanı’nda kamu emekçilerinin zam isteği buluştu. Ankara’da da işyerleri önünde karşısında devletin kasasında paranın toplanan kamu emekçileri Ziya Gökalp olduğunu ama kamu emekçisine vereCaddesi’nde bir araya geldi. İzmir’de cek paraları olmadığını ifade etti. binlerce kamu emekçisi Basmane Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da Garı’ndan Konak Meydanı’na yürüdü. bol milyonlu ve katrilyonlu bir açıklama Diyarbakır’da Eğitim Sen ve yaparak ‘hassas ekonomik dengelerden’ demokratik kitle örgütlerinin korteji adliye önünde polis tarafından engellen- bahsetti. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Memuru di. Polisin saldırısına rağmen ezdirmedik”, “enflasyon tahgeri adım atmayan eylemciminimiz yüzde 3 civarında ler, polisle çatıştı. Polis geri ancak aradaki farkı memura çekilmek zorunda kaldı ve vereceğiz” gibi sözler söyleeylemciler Dağkapı yerek tepkileri geçiştirme Meydanı’na girdi. Benzer bir yolunu seçti. Milli Eğitim çatışma Antalya’da yaşandı. Bakanı Ömer Dinçer, Polis kamu emekçilerini grevden en çok etkilenen engellemeye çalışsa da bakandı. Grevden bir gün yaşanan arbedelerden sonra Faruk Çelik önce İstanbul Maltepe’deki geri çekildi ve emekçiler Eğitim-Sen üyelerine “uyarı Yavuz Özcan Parkı’na ulaşarak burada miting yaptı. Mersin’de kağıtları” gelmişti. Ancak grev sürerken Ömer Dinçer şu açıklamayı yapmak de polis kamu emekçilerinin AKP zorunda kaldı: “Greve katılan öğretAkdeniz İlçe binasına yürümesini menlere soruşturma açılmayacak.” engellemek için barikat kurdu. Kamu Bakanların ve AKP’li milletvekilemekçileri ile polis arasında zaman lerinin konuşmaları “ekonomik büyüzaman arbedeler yaşandı. Kamu emekçilerinin tepkisinin yönel- menin” hayatta bir karşılığı olmadığını, AKP’nin “ekonomi tıkırında” söylemidiği ortak hedef AKP iktidarı olunca nin ise kamu emekçilerinin maaşları gibi AKP’li bakanlar açıklama üstüne toplumsal bir meseleyle karşı karşıya açıklama yaptı. Çalışma ve Sosyal gelince işe yaramadığını gösterdi. Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, kamu
İ Antalya: Yavuz Özcan Park› önünde polis barikat›
Diyarbak›r: Emekçiler polis engeline karfl› yolu keserken
Mersin: AKP Akdeniz ‹lçe binas› önü
Geçti o günler Koncuk... 23 May›s grevinde Türkiye Kamu-Sen Genel Baflkan› ‹smail Koncuk, polis copuyla tan›flt›. Bir dönemin hükümet güdümündeki konfederasyonu, Kamu Sen, dönemin de¤iflmesiyle koltu¤unu Memur-Sen’e kapt›rd›. Art›k birçok fley eskisi gibi de¤ildi, Kamu-Sen eylemlerine polis sald›rabiliyordu. Ankara’da KESK, Ziya Gökalp
Caddesi’nde miting yaparken, Kamu-Sen ve Memur-Sen’liler Abdi ‹pekçi Park›’nda miting yapt›. Mitingin ard›ndan Kamu-Sen’liler KESK’in mitingine kat›lmak için yürüyüfle geçti. Park›n ç›k›fl›nda polis, Kamu-Sen’lilere sald›rd›. Cop ve biber gaz›n›n kullan›ld›¤› sald›r›lar sonucu çok say›da Kamu-Sen üyesi fenal›k geçirdi.