kapak36_Layout 2 1/20/12 2:19 PM Page 1
Arap Baharı’nda Yakobenizm çelişkisi sf 10-11
Dersim soykırımı tartışmaları üzerine sf 12-13 AKP’nin “ileri demokrasi” safsatasına inanarak Dersim Katliamı’na samimi yaklaşılacağını, hesap sorulacağını ve tarihsel drama objektif yaklaşılarak “gereğinin” yapılacağını bekleyenler büyük bir yanılgı içindedirler
PERSPEKTİF fDersim katliamı tartışmaları ve yaklaşımları üzerine
Halkın Günlügü e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
GSS veya
Devlet kendini akladı
sağlıkta yıkım
fEMEK 8-9 Sağlık sisteminin çöküşünü ifade eden “Sağlıkta Dönüşüm Projesi” kapsamında çıkarılan zorunlu Genel Sağlık Sigortası 2012 itibariyle yürürlüğe girdi. Bu yasa çerçevesinde herkes prim ödemek zorunda kalacak. Primler ise gelir üzerinden değil, giderler üzerinden hesaplanacak. R. T. Erdoğan yasanın reklamını yaparken, hepiniz özel hastanelerde muayene olacaksınız diyordu. Şimdi bütün sağlık sistemi özelleştiği için herkes özel hastanelerde muayene oluyor. Böylece bütün hastanaler ticarethane, halk da müşteri olarak tanıma uygun hale geldi.
Bakan Şahin’den ‘Evlilik sertifikası’ açılımı
M. Güler
PolisC. Cerrah Şefi
Hrant Dink katledilişinin 5. yılında on binlerce kişi tarafından anıldı. 17 Ocak’ta Dink davasıyla ilgili mahkemenin verdiği karara yönelik tepkiler yürüyüşe damgasını vurdu
Vali
Başbakan
R.T. Erdoğan
20-30 OCAK 2012 Yıl: 2 Sayı: 28 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net
Hrant Dink davsında devlet kendini akladı. Katliamın tetikçileri göstermelik cezalar alırken, esas sorumlular ise korundu. Faşizmin kendisini yargılayamacağı bu dava özgülünde bir kez daha gözler önüne serildi
KADIN Sf 14-15
İHD’den F Tipleri kapatılsın kampanyası
02
Devlet dışarıda Kürt kalsın istemiyor
06
Dikmen halkı barınma hakkı için direniyor
16
2-3_Layout 2 1/20/12 11:27 AM Page 1
02
güncel
Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2012
İHD’den F Tipleri kapatılsın İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu, "Tecrit öldürüyor. F Tipleri kapatılsın" şiarıyla 3 ay sürecek bir kampanya başlattı İHD tarafından "Tecrit öldürüyor. F Tipleri kapatılsın" şiarıyla başlatılan kampanya üç ay sürecek ve kampanyaya çok sayıda aydın, sanatçı, akademisyen de çalışmalarda yer alarak destek verecek. Kampanya, Nisan ayında Ankara yürüyüşüyle sonlandırılacak. İHD tarafından başlatılan kapmayanın amacı; 19-22 Aralık 2000 tarihinden bugüne F tipi hapishanelerine geçişle birlikte yaşanan hak ihlalleri, ağırlaştırılmış müebbetlik hükümlülere uygulanan sistemli ve sürekli ağır tecrit, F tipi hapishanelerinin hastalığa davetiye çıkaran sağlıksız yaşam koşulları ve hasta tutukluların durumuna ilişkin kamuoyu duyarlılığı yaratmak. Kampanya, üç ana tema etrafında yürütülecek. Bunlardan birincisi; disiplin cezaları, işkence ve kötü muamele, görüş/iletişim/hücre cezaları, sürgün sevkler, sohbet hakkı genelgesinin uygulanmaması gibi hak ihlalleri. İkincisi ise; sağlıksız yaşam koşulları. Bu başlıkta, hücrelerin rutubetli olması, 8 ve 12 m2'lik sağlıksız hücreler, kış aylarında kaloriferlerin yanmaması, sıcak suyun haftada iki gün, bir saat verilmesi, içme suyunun hijyenik olmaması, yemeklerin kötü ve yetersiz olması, sağlık hakkına erişimin zorluğuna dikkat çekilecek. En önemlisi de hasta tutukluların durumu. İHD verilerine göre şu anda Türkiye-Kuzey Kürdistan hapishanelerinde 100'ü ağır olmak üzere toplam 258 hasta tutuklu bulunuyor. Kampanya kapsamında bu hasta tutukluların tahliye edilmesi talebi dile getirilecek. Kampanyanın diğer başlığı ise "tecrit ve etkileri" olarak belirlendi. Bu kapsamda ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan tutsakların durumuna dikkat çekilecek. Müebbet hapis cezası alan tutsakların yaşadıkları sorunlar kamuoyunun gündemine taşına-
rak, koşullarında iyileştirmelerin olması için çaba harcanacak.
Kampanya ekseninde eylem takvimi hazırlandı Nisan ayına kadar sürecek olan kampanya kapsamında İstanbul'un merkezi alanların yanı sıra çeşitli semtlerinde ve hapishaneleri önünde eylem ve etkinlikler yapılacak. Hak ihlalleri ve disiplin cezalarının konu alınacağı ocak ayında ilk etkinlik 10 Ocak'ta gerçekleştirildi. Taksim Hill Otel’de 36 sanatçının fotoğraflarından oluşan serginin açılışıyla kampanya kamuoyuna duyuruldu. Vedat Türkali, Nur Sürer, Akın Birdal, Suavi, Harun Tekin, Jülide Kural, Nurgül Yeşilçay, Mehmet Bekaroğlu fotoğraf sanatçısı Ahmet Ağaoğlu’na poz veren 36 isimden yalnızca birkaçı. Sergi, 21-28 Ocak tarihleri arasında Tophane’deki Tütün Deposu’nda izlenebilecek. Sergide fotoğrafların yanı sıra yönetmen Tolga Karaçelik’in çektiği, oyuncu Nur Sürer’in oynadığı bir fragman da yer alıyor. Kampanyanın bir başka ayağı ise her Cumartesi saat 18.00’de Kadıköy’de gerçekleştirilecek olan F Oturmaları. Fener ve gaz lambalarıyla toplanacak olan kalabalık F harfi şekli oluşturarak oturma eylemi gerçekleştirecek.
“Duvarları yıkmak ve tecridi kaldırmak istiyoruz” Gecede açılış konuşmasını yapan İHD İstanbul Şubesi Cezaevleri Komisyonu Üyesi Gönül Sonbahar, “F Tiplerinin duvarlarını yıkmak istiyoruz. Beş yıldızlı cezaevi diyorlar F Tipleri için. Oysa F Tipi cezaevleri insanı sosyal ortamdan, iletişimden yoksun kılıyor. F Tipi Cezaevleri beş yıldızlı otel değil tecrit hücreleridir. Bu duvarları yıkmak ve tecridi kaldırmak için sizden destek bekliyoruz” dedi.
Sonbahar’ın ardından Av. Ahmet Fazıl bir konuşma gerçekleştirdi. İHD olarak 15 yıldır bu mücadele içinde olduklarını belirten Fazıl, “Günümüzde cezalandırma aracı olarak cezaevlerinin varlığı tartışılırken biz ülke olarak bu tartışmaların o kadar gerisindeyiz ki, bırakın cezaevlerini dört duvar arasında kurulmuş olan tecridi yani hücreleri kaldırmak için uğraşıyoruz” dedi. F Tiplerinin inşaatının başladığı günden beri F Tiplerine karşı mücadele verdiklerini ancak 19 Aralık Hayata Dönüş operasyonunun ardından bu hücrelerin açıldığını sözlerine ekleyen Fazıl, “Tecrit bir işkencedir. Buna karşı durmak hepimizin görevidir. İlla işkencede insanların bir yerinin kanaması, kırılması gerekmiyor. İnsanın insana susaması, insanlardan uzaklaştırıl-
ması çok ağır bir işkencedir” dedi. Fazıl, F Tiplerinin dışında hapishanelerin de kaldırılması gerektiğinin altını çizerek hasta tutsakların tedavi haklarının gasp edilmesinin de çok ciddi bir sorun olduğunu söyledi. Gecede söz alan Akın Birdal ise, “Türkiye’de insan hakları mücadelesi 86’dan bu yana ağır ve zor koşullar altında yürütülüyor. 80 faşist darbesinin yıkıntıları arasında oldukça zor bir mücadele veriyoruz” dedi. Türkiye’de tutuklu sayısının 120 bini aştığının altını çizen Birdal, herkesin bu durumdan yakındığını ancak kimsenin bir şey yapmadığını söyledi. Anadilinde savunma hakkını kullanamamaktan ötürü Kürt halkının siyasi temsilcilerinin halen içeride olduğunu sözlerine ekleyen Birdal, “Demokrasi için, adalet
5 canın bedeli Hapishane ring aracıyla 16 Eylül 2011’de taşınan 5 adli tutsağın diri diri yanarak katledilmesiyle sonuçlanan olayın, ring aracının 500 liralık masraflı rutin bakımının yapılmaması sebebiyle meydana gelmiş olduğu anlaşıldı Geçtiğimiz eylül ayında Kayseri’de ring aracının yanması sonucu 5 adli tutsak yanarak can vermişti. Yaşanan olayla ilgili ‘bilirkişi raporu’ hazırlayan İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) heyeti, 5 adli tutsağın ölümünün ring aracının bakım yetersizliğinden kaynaklandığını tespit ederek “Araçların ser-
viste teknik açıdan yeterli ve ihtimamlı bir alt bakım görmemesi sonucu çıkma ihtimalinin çok yüksek olduğu” belirtildi. 5 adli tutsağın diri diri yandığı aracın bakımmasrafı ise 450-500 lira. 5 adli tutsağın 500 liralık değerinin bile olmadığı burjuva-feodal sistemin ve onun kurumlarının insana verdiği “değer”in ne menem bir şey olduğunu gösteren bu olay, ülkemiz gerçekliği içinde pekde şaşırtıcı değil! Özel mülk sisteminin tüm sorunların kaynağı olduğu bilincinden hareketle bakıldığında ve mevcut sistemde paranın, karın vb insandan daha değerli olduğu göz önüne alındığında insanların yakılarak öldürülmesi hiçde önemli bir sorun değildir(!) İstanbul’a gitmek üzere Medeni Demir, Akif
2-3_Layout 2 1/20/12 11:27 AM Page 2
03
20-30 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
n kampanyası
Eroğlu ise, “İnsanların en temel hakkı yaşam ve özgürlüktür. Bunlara hiçbir zaman engel olunamaz” dedi. Sergide fotoğrafı yer alan sanatçı İlkay Akkaya ise, 1996 yılında bir hapishaneden kendisine posta yoluyla gönderilmiş bir şarkı sözü aldığını anlattı. Daha sonra o hapishaneye gidip görüş kabini görüşmeleriyle 3 haftada sözlerini tamamladıkları Gitme adlı şarkıyı seslendirdi. Sergiye fotoğrafıyla destek verenler arasında yer alan sanatçı Hakan Yeşilyurt geceye katılanlarla birlikte Eftelya adlı parçayı seslendirdi.
F Oturmaları eylemleri başladı İHD tarafından başlatılan kampanyanın eylem takvimi paralelinde Kadıköy İskele Meydanı’nda ‘’F Oturmaları’’ adıyla eylem gerçekleştirildi. Tecridi anımsatmak için siyah elbiseler giyerek fenerler taşıyan İHD üyeleri F harfi şeklinde oturdular. İHD Cezaevi Komisyonu adına basın açıklamasını okuyan Elif Akkaya, “son bir hafta içerisinde F Tipi Cezaevlerinde mahpuslara ve görüşe giden mahpus yakınlarına dayatılan aramaları” kamuoyuyla paylaştı.
için birlikte hareket etmenin vaktidir. Zindansız, özgür, demokratik bir Türkiye diliyoruz” diyerek sözlerini sonlandırdı.
“Bu devlet gerçekten bir bataklık” F Tipi hapishanelerinin kaldırılması için açılan sergide poz veren yazar Vedat Türkali de geceye katıldı. Türkali, “Türkiye’de özgürlüğün olabilmesi için öncelikle Kürt sorununun çözülmesinin gerektiğini” söyledikten sonra, “Ben bu devlete bataklık devlet diyorum. Çünkü bu devlet gerçekten bir bataklık. Bakın Hrant Dink cinayetine. Gizli saklı hiçbir şey yok, her şey ortada. Bu kadar rezilliğe karşı nasıl çare bulacaksınız?” diye sordu. Gecede Ozan Emekçi’den bir türkü seslendiren Sosyal Hizmetler Derneği Başkanı Kahraman
“Mahpuslara, hücrelerinden her çıkışta ve girişte ince arama adı altında çırılçıplak soydurularak onursuz bir arama dayatılmaktadır. Bunu kabul etmeyen mahpuslara zor kullanılarak işkence yapılmakta, tehdit ve hakarete maruz kalmakta, bununla da yetinmeyerek, tecrit içinde ayrı bir tecrit anlamına gelen hücrelere kapatılmaktadırlar." diyen Elif Akkaya bu uygulamaların esas amacının mahpusu hiçleştirmek olduğunu gösteriyor dedi. Mahpus yakınlarına yönelik de benzer uygulamaların yapıldığını dile getiren Akkaya, “F Tipi Cezaevi kıyafet yönetmeliğine uymayan görüşçülere ziyaret yasağı çıkartılmasının yaygın bir uygulama olduğunu” söyledi. İHD İstanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu başlattıkları kampanya çerçevesinde 3 ay boyunca tecridin kaldırılması talebini dillendireceklerini, ocak ayı içerisinde ise her Cumartesi değişik meydanlarda “F şeklinde oturarak” tecritin son bulması için eylem yapacaklarını duyurarak basın açıklamasını sonlandırdılar.
5 yüz lira Kırınlı, İsmet Evim, Sinan Aşka ve Abdulsettar Ölmez isimli adli tutsaklarla Van M Tipi Hapishanesi’nden 16 Eylül 2011 tarihinde yola çıkan ring-nakil aracı, Kayseri’nin Pınarbaşı mevkiinde aniden alevler içinde kalmış, 5 adli tutsak yanarak can vermişti. Yapılan ilk incelemelerde, aracın motorundan Malatya’dan itibaren sesler yükseldiği; içerisine duman dolduğu, otomatik kapının kendiliğinden açıldığı ve bir asker kayışıyla tutturulduğu, mahkûmların konduğu hücrelerin kapısında üçer kilit bulunduğu, araçta yalnızca iki kiloluk bir yangın tüpü olduğu ve jandarmaların silahlarını bırakıp kaçtığı tespit edilmişti. Olayla ilgili soruşturmayı yürüten Pınarbaşı Cumhuriyet Savcılığı, araçtan elde edilen kimi materyalleri (aksam, evrak vb) İTÜ Makine Fakültesi’ne göndererek, bilirkişi raporu istedi. Üç
kişilik heyet, bu verilerin yanı sıra, karşılaştırma yapmak üzere, yanan araçla aynı özelliklere sahip Doruk 190 H tipi araçlarda da inceleme yaptı ve 21 Aralık 2011 tarihinde tamamladığı raporunu Pınarbaşı Savcılığı’na gönderdi.
Sonuç ve kanaat Hazırlanan raporun sonuç ve kanaat kısmında şunlar belirtiliyor: “Araçların alt ve üst mekanik aksamındaki bakım eksikliği nedeni ile aşırı yağ sızması ve sızan yağ damlacıklarının motorun sıcak komponentlerine sıçraması sonucu kendi kendine tutuşması ile başlama olasılığının, yangının araçların serviste teknik açıdan yeterli ve ihtimamlı bir alt bakım görmemesi sonucu çıkma ihtimalinin çok yüksek olduğu sonucuna varılmıştır.”
SINIF TAVRI
≫ ismail uçar
“BAHAR GELECEK KARLAR ERİYECEK” ış ayları gerilla için en zor dönemlerdendir. Çetin doğa koşulları, barınak süreci gerillanın hareket serbestisini oldukça sınırlandırır. Gerilla mücadelesinin kış şartlarının ağır geçtiği Kuzey Kürdistan coğrafyasında yoğunlaşması da hesaba katılınca bu zorlu süreç daha da ağırlaşmaktadır. Bir yanıyla kış ayları gerilla için yoğun bir eğitim-araştırma dönemine işaret etse de diğer yanıyla büyük riskleri de barındırmaktadır. Düşmanın kış aylarında bu durumundan istifade ederek askeri operasyonları yoğunlaştırdığı da biliniyor. Ki gerek Maoist hareketin gerekse PKK’nin bu objektif durumdan dolayı ciddi darbeler yediği dönemler de yaşanmıştır. Son olarak da Dersim’de 7 HPG gerillası benzer koşullardan dolayı şehit düştü.
K
İşte böylesi realite ekseninde faşizmin son dönemde pervasızlaşarak estirdiği tutuklama terörüne karşı yapılan protesto eylemlerinde Kürt gençlerinin attıkları “Bahar gelecek karlar eriyecek” sloganı önemsiz değildir. Evet, Kürt gençlerinin bu beklentisi boşuna değildir. Devletin Kürt ulusal hareketine karşı “KCK” adı altında başlattığı saldırı furyası yoğunlaşarak devam ediyor. Milletvekilleri, BDP yönetici ve üyeleri, belediye başkanları, yöneticileri, çalışanları, gazeteciler, akademisyenler, aydınlar…bir bütün sistemin sınırlarında siyaset yapma dayatmasını kabul etmeyen herkes tutuklanarak F tipi zindanlara konuluyor. Yaşanan bu saldırı furyasına karşı gerek devrimci-demokrat-yurtsever güçlerin gösterdiği tepki gerekse halkın ilgisi oldukça cılız-yetersizdir. Basın açıklamaları ve belirli protesto yürüyüşlerinin ötesine geçemeyen bu tepkiler sisteme geri adım attıracak boyutta olmadığı gibi önemli bir kesimi de tatmin etmemektedir. İşte Kürt gençlerinin böylesi tepkileri yetersiz görerek devlete ve halka verdiği mesaj oldukça önemlidir. Gençler baharın gelişiyle beraber gerillanın kış koşullarından çıkarak eylem kabiliyetinin artacağı bir döneme gireceğini biliyor. Ve bu mevsimsel süreçle beraber faşizmin saldırılarına karşı gerillanın yapacağı güçlü eylemler birçok dengeyi de değiştirecektir. Kürt ulusu 30 yıllık mücadele içerisinde gelinen noktanın esas olarak gerilla mücadelesinin sonucu olduğunu çok iyi biliyor. Devletin ve liberal, reformist, revizyonist cenahın ısrarla “silahları bırakın barış gelsin” çağrısının ne denli içi boş, aldatmacadan ibaret olduğunu Kürt ulusu yaşamlarıyla tecrübe ederek öğ-
renmişlerdir. Leyla Zana’nın kısa bir süre önce ifade ettiği gibi “silah Kürtlerin sigortasıdır.” Bu gerçekliği kavramayan, anlamak istemeyen ya da işine gelmediği için anlamamakta diretenlerin aksine silahlı mücadele (burada bir parantez açarak silaha kumanda eden siyasetin, ideolojik çizginin tayin edici önemine vurgu yapmalıyız. Fakat PKK’nin bütün çıkmazlarına rağmen silahlı mücadele vererek geliştirdiği dinamikler dahi göz önüne alındığında Maoist Parti önderliğinde geliştirilecek olan Halk Savaşı’nın önemi daha anlaşılır olacaktır) zamanı dolmuş, çağdışı bir yöntem değil bilakis özellikle yarı-feodal, yarı-sömürge ülkeler gerçekliğinde stratejik bir yönelimdir. Faşizmin ordusu, polisi, mahkemeleri, hapishaneleriyle… halkın üzerine bir karabasan gibi çöküp, baskı ve zulmü, sömürüyü gün be gün arttırdığı bir gerçeklik içerisinde legal-demokratik mücadele ya da parlamenter yolla sistemi değiştirebileceğini sananlar büyük bir yanılgı içerisinde, yanlış bir yola koyulmuştur. Bu söylediklerimizden legal-demokratik mücadeleyi küçümseyip önemsemediğimiz sonucu çıkmaz. Vurgusunu yapmak istediğimiz şey; sınıf mücadelesiyle sıkı sıkıya ilişkilenmeyen, sınıf mücadelesi adı altında reformist-revizyonist, sınıf işbirlikçisi “mücadele” yol ve yöntemlerini hayata geçirip salık verenlerin başarılı olamayacağıdır. Demokratik haklar mücadelesi oldukça önemli, ciddiyetle ele alınıp, pratikleştirilmesi gerekli bir mücadele alanıdır. Bu alanın niteliğini ve kaderini tayin eden şey ise sınıf mücadelesiyle olan bağıdır. İşte tüm bu olgular bir araya getirildiğinde gerilla mücadelesinin dost ve düşman için önemi daha bir anlam kazanmaktadır. Bahar yaklaşmaktadır. Faşizmin azgın saldırılarına karşı önemli bir kitle gerillanın ses vermesini beklemekte. Gerillanın varlığı ve eylem gücü sadece askeri bir önem taşımamaktadır. Siyasetin her alanına sirayet ediyor gerillanın varlığı. Bundandır ki faşizm ısrarla silahların bırakılmasını en büyük önceliği olarak masaya sürüyor. Düşmanımızın silahlı mücadeleye dair algısı gayet açıktır ve önemle üzerine düşünmekte, kendi yöntemiyle çözümler üretmeye çalışmaktadır. İktidarın namlunun ucunda olduğu gerçekliğinden yola çıkarak baharın gelişini gerillanın silahından çıkacak ve her patladığında düşmana korku dosta umut olacak vuruşlarıyla karşılayıp, Halk Savaşı’nı büyütmek omuzlarımızdaki en büyük sorumluluktur.
4-5_Layout 2 1/20/12 1:42 PM Page 1
04 güncel
Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2012
Faşizm
kendini
yargılayamaz
T
arih 19 Ocak 2007, günlerden pazartesi, Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink İstanbul’un göbeğinde silahlı bir saldırı sonucu öldürüldü. Planlı-programlı bir şekilde devlet eliyle adım adım geliştirilen katliam nihayet pratiğe geçirilmişti. Cinayetten saatler sonra Ogün Samast adlı tetikçi Türk bayrağı önünde polislerle fotoğraf çektirdikten sonra gözaltına alınıp tutuklanmıştı. Hrant Dink’in öldürülmesinin üzerinden tam beş yıl geçti ve TC mahkemeleri beş yıldır katilleri yargılıyor(!). Cinayetin öncesinde yaşananlar, Hrant Dink’in MİT ve İstanbul Valiliği tarafından açıktan tehdit edilmesi, cinayeti işleyen ve planlayan tetikçilerin ilişkilerinin deşifre olması vb. bütün olgular geçen bu beş yıllık zaman zarfında üstü örtülerek unutturulmaya çalışıldı. Ne de olsa örtünün altında faşizmin ta kendisi vardı. Hrant Dink’in katledilmesi sonrası son yılların en büyük protesto eyleminin yapılması ve çok geniş bir yelpazenin Hrant’ın katliamına tepki göstermesi devleti göstermelikde olsa adım atmaya zorladı. Fakat gösterilen bu tepkinin algısında maalesef büyük bir çarpıklıkda vardı. AKP eliyle geliştirilen “demokrasi” yalanları toplumun büyük bir kesiminde yanılsamaya yol açmış ve sözde “derin devletle” mücadeleye girişilmiş ve Hrant Dink davası da bu mücadelenin bir parçası olarak ele alınmıştı. Bizler açısından sabit olan faşizmin karakteri bazıları tarafından es geçilmiş, faşizmin yüzüne geçirdiği “demokrasi” örtüsü gerçek sanılmıştı. Tam beş yıl süren Dink davasında 17 Ocak 2012 tarihinde karar duruşması yapıldı ve örtü kalktı, faşizm bir kez daha gerçek yüzüyle göründü.
Katiller serbest, devlet aklandı(!) 17 Ocak 2012 tarihinde Beşiktaş Adliyesi’nde görülen davanın karar duruşmasında mahkeme yaşanan cinayetin “örgütlü suç olmadığına” kanaat getirerek, “terör örgütüne üye olmak ve yöneticilik” suçundan bütün sanıkların beraatına karar verdi. Sanıklardan Yasin Hayal “azmettirmek” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edilirken, “büyük abi” olarak tanınan ve cinayetin “karanlık yüzü” olarak bilinen Erhan Tuncel ise serbest sırakıldı. Beşiktaş’taki dava öncesi Hrant’ın Arkadaşları Beşiktaş Meydanı’nda buluşarak “Hrant için, adalet için” pankartı açıp adliye önüne kadar bir yürüyüş gerçekleştirdi.
“Yardımcı istihbarat elemanıyım” Mahkemede söz alan Erhan Tuncel üç saatlik bir savunma yaparak kendisinin daha önce de ifade ettiği gibi “yardımcı istihbarat elemanı” olduğunu söyleyerek Hrant Dink’in öldürüleceğine ilişkin Trabzon Emniyet Müdürlüğü’ne 18 kez bilgi verdiğini fakat polisin herhangi bir inceleme yapmadığını ifade etti. Sanıklardan Yasin Hayal de mahkemeye meydan okuyarak “Bu salonlarda bugüne kadar birçok Anadolu çocuğunun kalemi kırılmıştır. Mahkeme heyetine meydan okuyorum. Kalemimi kıracak delikanlı arıyorum” dedi. Savunmaların alınması sonrası mahkeme bir ara verip, sonrasında kararını açıkladı. Mahkeme heyeti tek tek sanıklar için şu kararları verdi; * Birleşen dosya sanığı Osman Hayal’in her iki suç yönünden beraatine, Yasin Hayal’in ‘silahlı terör örgütü yöneticisi olmak’tan beraatine… * Erhan Tuncel’in silahlı terör örgütü üyesi olmak ve tasarlayarak adam öldürmeye azmettirmek yönünden beraatine… * Zeynel Abidin Yavuz’un, Mustafa Öztürk,
Tuncay Uzundal silahlı terör örgütüne üye olmak, adam öldürmek suçlarının sabit olmaması nedeniyle beraatine… * Ersin Yolcu, İrfan Özkan, Osman Altay, Numan Şişman, Şenol Akduman ve Veysel Toprak’ın terör örgütüne yardım etmek ve suçluyu gizlemekten beraatine… * Salih Hacısalihoğlu, Yaşar Cihan, Halis Egemen’in terör örgütüne yardım etmekten beraatlerine… * Yasin Hayal’in adam öldürmeye azmettirmekten dolayı ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla cezalandırılmasına… * Yasin Hayal’in Orhan Pamuk’u tehdit etmekten dolayı 3 ay hapsine, ruhsatsız silah bulundurmaktan dolayı 1 yıl hapisle cezalandırılmasına… * Ersin Yolcu, Ahmet İskender’in tasarlayarak adam öldürmeye yardım etmekten dolayı 12’şer yıl 6 ay hapisle cezalandırılmasına, * Ahmet İskender’in ruhsatsız silahtan dolayı 10 ay hapisle cezalandırılmasına, * Salih Hacısalihoğlu’nun ruhsatsız mermi bulundurmaktan dolayı 2 ay 15 gün hapisle, * Erhan Tuncel’in Mc Donald’s patlamasına Yasin Hayal ile iştirakten dolayı sonuç olarak patlayıcı bulundurmak, patlayıcı atmak, mala zarar vermek, 6 kişiyi yaralamak suçundan 10 yıl 6 ay… Mahkemenin kararını açıklaması sonrası dışarıda bekleyen kitle sloganlar atarak Agos Gazetesi’nin önüne doğru yürüyüşe geçti. Dink ailesinin avukatı karar sonrası bir açıklama yaparak şunları ifade etti; “Arat Dink, bizimle dalga geçtiler demişti. Meğer dalganın en büyüğünü en sona saklamışlar. Meğer Hrant Dink cinayeti, Pelitli’deki birkaç kendini bilmez tarafından işlenmiş. Bu kadarını beklemiyorduk. Yerleşik düzenin değişmediğini görüyoruz. Bugün bu kararla cinayet tetikçilerinin yargılandığı dosyanın ilk safhası kapandı. Bizim davamız yeni başlıyor.”
Hrant’ın katili patron-ağa devleti Hrant Dink katledilişinin beşinci yılında on binlerce kişi tarafından anıldı. 17 Ocak 2012 tarihinde Dink katliamının görüldüğü mahkemenin vermiş olduğu kararlar çok büyük tepkiye yol açarken, Harnt’ın ölüm yıldönümü olan 19 Ocak’ta İstanbul’da bir araya gelen on binlerce kişi “Katil devlet hesap verecek” dedi. Hrant’ın arkadaşları tarafından organize edilen anma yürüyüşü saat 13.00’da Taksim Meydanı’nda başladı. Yolu trafiğe kapatarak “Unutmayacağız”, “Affetmeyeceğiz”, “Hepimiz Hrant’ız Hepimiz Ermeniyiz” pankartları arkasında toplanan kitle yürüyüş boyunca sık sık “Katil devlet hesap verecek”, “Biz bitti demeden bu dava bitmeyecek”, “Faşistler vuruyor AKP koruyor”, “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganlarını attı. Hrant Dink’in ailesi, Hrant’ın Arkadaşları ve devrimci-demokratİK-yurtsever kurumların katıldığı yürüyüş kitlenin Agos Gazetesi önüne gelmesiyle daha da bir kalabalıklaştı. Burada Hrant Dink anısına yapılan bir dakikalık saygı duruşu sonrası, Hrant’ın katledildiği saatte anma programı başlatıldı. Karin Karakaşlı, Agos Gazetesi binasından on binlerce kişiye seslendi. Karakaşlı, bu kepazeliğe son verilmesini isteyerek, “Ayıptır, zulümdür, günahtır” dedi. 1915 Ermeni Soykırımı sırasında Haydarpaşa Garı'ndan sürgüne gönderilip katledilin Ermeni aydınların adlarını okuyan Karakaşlı seslenişini şöyle sonlandırdı, “Bu dava böyle bitmedi, insanlık daha ölmedi. Söz verelim mi birbirimize, devlet daha hesabını vermedi. Sözümüz söz olsun, bu adaletsiz gelecek hepimize haram olsun." Karakaşlı'nın ardından Hrant Dink'in eşi Rakel Dink ile çocukları Arat ve Delal Dink, Agos'tan kitleyi selamladı. Anma programı sonrası kolluk kuvvetleri dağılan bir gruba saldırarak on kişiyi gözaltına aldı.
4-5_Layout 2 1/20/12 1:42 PM Page 2
20-30 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
05
UFUK ÇİZGİSİ
DEVRİMCİ-DEMOKRATLIK SADECE AKP’YE KARŞI ÇIKMAKLA OLMAZ C” devleti, ABD emperyalizmi tarafından bölgede İsrail’in Müslüman versiyonu olarak yeniden teşekkül edilmektedir. ABD emperyalizmine angaje şartlarda bölgenin garantör güçlerinden biri olma veya bölgedeki emperyalist hegemonyanın “istikrar” aktörlerinden biri olma iddialarıyla kurgulanan mizansene konu olan tüm içerik, “TC”nin İsrail’in Müslüman versiyonu olarak yapılandırılması projesine bağlı gelişmedir. Müslüman kimliği itibarıyla Müslüman olan bölgenin tesir altına alınmasında avantaj oluşturmasıyla “terbiye” edilecek bölgeye model olarak inşa edilmesi varsayımı yine aynı niteliğin içeriğidir. Hiç şüphesiz ki, askeri faşist darbelere benzer bir faşist terör estirmesine karşın “demokratikleşme” repliğini “ileri demokrasi” soytarılığına taşıyan ikiyüzlü demagojisiyle yürüttüğü emperyalist karşı-devrimci tasfiye süreci de aynı niteliğin birer uzantısıdır. Hatta istatistiki hilelerle sunulan ekonomik büyüme iddialarından tutalım da, uluslar arası ilişkilerdeki kof söylem ve pozisyonuna kadar tüm spekülasyonlar yumağı, “TC”nin İsrail’in Müslüman hali olarak tesis edilmesi kapsamındaki büyük oyunun perdeleri durumundadır. “TC”nin Müslüman formatta İsrailleştirilmesine dönük stratejik operasyon bizzat ABD tarafından planlanıp AKP’e dikte edilmektedir. ABD emperyalizminin bölgedeki askeri ve politik üssü olarak kurgulanan “TC” devleti, AKP eliyle ama ABD emperyalizminin kontrolünde militarist bir devlet olarak tahkim edilmektedir.
T
Faşizmi döktüğü kanda boğacağız Hrant Dink için bir anma programı da devrimci-demokratik-ilerici kurumlar tarafından akşam saatlerinde organize edildi. 19 Ocak akşamı Taksim Meydanı’nda “Hrant’ın hesabını soracağız” pankartı arkasında toplanan kitle buradan Galatasaray Meydanı’na yürüdü. “Katil devlet hesap verecek”, “Faşizmi döktüğü kanda boğacağız”, “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Hepimiz Hrant’ız hepimiz Ermeniyiz” sloganlarının atıldığı yürüyüş esnasında dünden bugüne katledilenlerin isimleri okunarak hep birlikte “burada” diye haykırıldı. Galatasaray Meydanı’na zılgıt ve sloganlarla gelen kitle anma programını saygı duruşuyla başlattı. Ardindan, Ermenice ve Türkçe okunan basın açıklamasında devletin faşist özünü bir kez daha gösterdiği, bu katilleri koruyarak kendisini aklamaya çalıştığı ifade edilerek. “biz bitti demeden bu dava bitmeyecek” denildi.. Anma programı Ermeni türkülerin seslendirilmesiyle sona erdi.
Faşizme inat, kardeşimsin Hrant Hrant Dink anması Adana’da saat 18.00’de 5 Ocak Meydanı’nda bir araya gelen, DHF’nin de içerisinde yer aldığı devrimci-demokratik-yurtsever-ilerici kurumlaryaptıkları yürüyüşle Hrant Dink’i andı. “Arkadan vuranların hala arkasında mısınız/Faşizme inat kardeşimsin Hrant” yazılı pankart açarak yolu trafiğe kapatarak yürüyüşe geçen kitleyi polis engellemeye çalıştı. Polisin yürüyüşü engellemesini sloganlarla protesto eden kitle ile polis arasında kısa süreli arbede yaşandı. Kararlı tutum takınan kitle, İnönü Parkı’na kadar yaptığı yürüyüş sonrası basın açıklaması yaptı. Yapılan açıklamada, katliamın tüm açıklı-
ğıyla ortada olmasına rağmen, tüm kurumlarıyla devletin aklayan politikası teşhir edilerek şu ifadelere yer verildi: “…Ermeni halkının uğradığı mezalimi, halkların kardeşliği ile sorgulamak ve mahkum etmek için çırpınıp duran, karanlık tarihle, katliamlarla, soykırımlarla yüzleşmenin insanlaşmaya erişmek olduğunu ısrarla söyleyen Hrant’ın davasının takipçisi olacağız. Tekçi, ırkçı ve şoven anlayışı mahkum edeceğiz. Halklar, inançlar, kültürler zengini bu topraklarda boyun eğmeyeceğiz, teslim olmayacağız. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik için tüm halklarımızı el ele vermeye, katillerden hesap sormaya çağırıyoruz.” Yapılan açıklamanın ardından eylem sonlandırıldı. Ayrıca İzmir, Ankara, Eskişehir’in yanı sıra bir çok ilde ve yurtdışında Hrant Dink’in ölüm yıldönümü dolayısıyla anma etkinlikleri yapıldı.
Hrant Dink katliamının üzerinden beş yıl geçti. Geçen bu süre içinde devletten katliamı aydınlatmasını bekleyenler büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Faşizmin kendisini yargılamasını bekleyenler, bir kez daha faşizmin kendisiyle karşılaştılar
≫ bakış can
Bugün Kürt ulusu üzerine karabasan gibi çöken tutuklama terörü yukarıdaki konseptten bağımsız değildir. Ne var ki, gerek Kürt ulusuna dönük geliştirilen azgın terör dalgası ve gerekse de genel demokratik-devrimci güçlere dönük uygulanan faşist terör, bugün AKP’nin temsil ettiği “demir pençe”nin tipik sınıf karakteridir. Bizler, “TC” devletinin sınıf ve siyasi niteliğine, tüm gerici faşist karakterine karşı mücadele bayrağı kaldırmış olmakla birlikte, AKP eliyle uygulanan faşist baskılara da kararlılıkla karşı çıkıyoruz. Bizlerin AKP’nin faşist terörüne karşı çıkışı tamamen sınıf tavrının gereği olup, devrimci kaygı ve proleter devrimci bilincimizle alakalıdır. Biz AKP’ye, “TC” devletine karşı çıkmakla yetinmiyoruz-yetinemeyiz. Elbette ki, yerli gerici sınıflarla birlikte, emperyalist dünya gericiliğine ve somutta da dünya halklarının baş düşmanı olan ADB emperyalizmine karşı savaşıyoruz. Bugün nispeten geniş bir muhalefet, eleştiri ve karşı çıkış cephesinden bahsedilebilir. Aydınlar, yazarlar ve hatta gereksiz olan bazı ekran simaları da AKP’yi eleştirmekte, yakınıp dövünmektedir. Tehlike yakında hissedildikçe gerçek durum veya durumun bağrındaki vahamet algılanmaya başlanıyor. Biz proleter devrimciler, AKP’nin çeşitli argümanlarla yürürlüğe soktuğu sahte projelerin ve bunlar bağlamında gerçekleştirilen düzenlemelerin neye dönük olduğuna işaret ederek, yapılan şeylerin
kim için, ne amaçla yapıldığının önemli olduğunu söyledik. Siz bir kısım aydın; yapılanlar iyi şeylerdir diye yapılanları desteklediniz, objektif ve subjektif olarak AKP’nin komprador sınıfların peşine takılmış oldunuz. Bugün olup bitenler, biz sosyalistlerin doğru olduğunu ortaya koyuyor. Bizleri doğrularken sizlerin yanılgısını gösteriyor. Aramızdaki bu fark ya da yanılgınız, temel bakış açısından yoksun oluşunuzdan ileri geliyor. Özcesi, demokrat aydın olmak yetmiyor, radikalinden devrimci-sosyalist olmak gerekiyor. Yani, tam devrimci bir bakış açısına sahip olunmadan bu yanılgılardan kurtulunamaz. Şimdi emekli genelkurmay başkanı tutuklandı. Bu sicil üzerinde gerçekleşen bütün tutuklamalarda olduğu gibi, Başbuğun tutuklanmasında da hezayanlar ortalığı boğdu. Aydının tutarlı ve objektif olması vazgeçilmez bir özelliğidir. Ne var ki, bahsi geçen tutuklanmalar yaşandıktan sonra, tutuklama terörü ve genel olarak hak-hukuk, adelet vb üzerine konuşmak aklınıza geldi. Ama binlerce insan hukuksuzca, haksızca tutuklu bulunmakta ve her gün yenileri eklenmektedir. Birinci tutuklamalar zinciriyle ikinci tutuklamalar zincirine yaklaşımda tutarsız olduğunuz açıktır. Bu aydın ve demokrat kimliğe uymaz. Kürtlere uygulanan canice katliamlar, binlerle ifade edilen “faili meçhul” ve “kayıplar”, F Tiplerinde işkence ve katliamlar yaşanırken, halk kitleleri açlık ve faşist baskılar altında inlerken sesinize rastlanmaz ama Başbuğ tutuklandı diye, Perinçek’e ceza verildi diye isyan etmektesiniz. Bir kez daha tutarsızsınız sayın bir kısım “aydın ve demokratlar.” Doğu Perinçek yargılanma süresi içinde savunması içindeki ifadelerinden dolayı cezalar aldı. Bunu yargı sahasında bir ilk olarak lanse edecek kadar gerçeklere yakın duruyor bu “aydın”, “demokrat” ve yazarlar… Oysa, on yıllar önce siyasi tutsaklar verdikleri dilekçelerden, yaptıkları savunmalardan, attıkları sloganlardan vb onlarca yıl hapis aldılar. Bu gün F Tiplerinde hala siyasi tutsaklar slogan attı, kapı dövdü, yani uğradığı baskıyı protesto etti diye cezalar verilmektedir. Bunlardan haberi olmayan “aydınları” olsa olsa bunları görmek istemeyen aydınlardır. İşte adı geçen “aydınların, demokratların” görüş açısı bu kadar geniş (dar), bu kadar objektif ve bu kadar dürüst. Ama mesele kişisel meziyetlerinde değil, sınıf niteliği ve tavırlarındadır. Devrimci dünya görüşünü kavrayamadıkları veya ona yaklaşmadıkları için gerçeği tek yanlı ve gülünç duruma düşerek okumaktadırlar. Ve elbette ki, AKP karşıtı olmakla demokrat, aydın, ilerici olunamaz. Büyük bir “aydın”, “demokrat” kesimdeki yanılgının bir yönü de gelişmeleri iktidar sınıflarının sınıf nitelikleriyle açıklayamamaları ya da bu olup biteni “TC” devletinin emperyalizm tarafından dikte edilmek suretiyle Müslüman İsrail olarak yapılandırılmasına bağlı olduğunu kavrayamamalarıdır.
6-7_Layout 2 1/20/12 11:33 AM Page 1
06
güncel haber
Katiller
korunuyor
19 Kasım 2009 tarihinde İstanbulEsenyurt’ta polis tarafından infaz edilen Türkiye Komünist İşçi Partisi (TKİP) militanı Alaattin Karadağ’ın katledilmesinin ardından açılan davanın 6. duruşması Bakırköy Adliyesi’nde görüldü TKİP militanı Alaattin Karadağ İstanbulEsenyurt’ta polis tarafından katledilmişti. Bu katliamla ilgili açılan davada mahkeme bilindik tavrını sürdürerek, katliamcı polisleri aklamaya çalışıyor. Bakırköy Adliyesi 9.Ağır Ceza Mahkemesi’nde 13 Ocak tarihinde görülen davada infazcı polisin tutuklanması talebi mahkeme heyetince “kaçma şüphesi bulunmamaktadır” gerekçesiyle reddedildi. Avukatların olay keşfi yapılmasına ilişkin taleplerini de geri çeviren mahkemede, infazın gerçekleştiği saatlerdeki MOBESE görüntülerinin de silindiği ve infazın gerçekleşme anının kaybedildiği ortaya çıkarken, polisin delilleri açıkça kararttığı da alenen görüldü.
Katiller serbest, dava ertelendi BDSP, Karadağ Ailesi ve ÇHD İstanbul Şubesi Karadağ Dava Takip Komisyonu üyesi avukatların da katıldığı duruşmada katiller salınırken, duruşma 27 Nisan 2012 tarihine ertelendi. Karadağ'ın katillerinin mahkeme tarafından aklanmak istendiği davanın 6. duruşmasında, daha önce defalarca kez talep edilmesine rağmen bulunamayan giysilerin Özel Yetkili Beşiktaş Cumhuriyet Başsavcılığı'nda bulunduğu belirlendi. Bu giysiler üzerinde polis kriminal laboratuvarınca yapılan ve geçmiş duruşmalarda mahkemeye iletilmeyen atış mesafesiyle ilgili 26.11.2009 tarihli rapor örneği de bu celsede açığa çıktı ve mahkeme heyetince okundu. Karadağ'ı katledenlerin de polis olması nedeniyle hazırlanan kriminal raporun güven vermediğini belirterek, polis yerine Adli Tıp Kurumu raporu isteyen Karadağ'ın avukatları, Adli Tıp Kurumu'ndan yeniden atış mesafesi tayini konusunda rapor talebinde bulunulmasını istediler.
EGM-TEM-MOBESE keyfiyeti Mahkemede açığa çıkan önemli bir husus ise resmi yazışmalarla sabitlenmesine rağmen, Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü tarafından MOBESE’ye ilişkin “görüntülerin ortalama 10 günlük kaydının saklandığı ve bu nedenle bu yere ilişkin olay anını gösterir MOBESE ve kamera görüntülerinin mevcut olmadığının bildirildiği” şeklindeydi. Karadağ'ın avukatları ise TEM'in daha önce “kayıtlar bizde” dediğini hatırlatarak, buna rağmen görüntüleri iletmemesinin, kayıtların saklanmış ya da silinmiş olduğu anlamına geldiğine işaret ettiler. Her iki durumun da suç olduğunu vurgulayan avukatlar, bu görüntüleri saklayanlar veya silenler hakkında mahkemenin suç duyurusunda bulunmasını talep ettiler. Avukatların olay yeri keşif kararı talebi ise bir kez daha sürüncemede bırakılarak mahkeme heyeti tarafından kabul edilmedi. Mahkemenin tavrı BDSP ve Karadağ ailesi tarafından protesto edildi
Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2012
Devlet dışarıda “KCK operasyonları” adı altında Kürt ulusal hareketine karşı devam eden saldırı furyasında her gün onlarca kişi aynı gerekçelerle tutuklanarak hapishaneye konuluyor
KCK tutuklamalarını haberleştirirken oldukça zorluk çektiğimizi ifade etmek isteriz. Neredeyse her gün ülkenin bir yerlerinden insanlar KCK’ye üye oldukları iddiasıyla gözaltına alınarak tutuklanıyor. Eski Milletvekili, belediye başkanı, akademisyen, avukat, gazeteci, öğrenci, kadın… binlerce kişi “KCK operasyonları” neticesinde hapishanelerde tutuluyor. Tutuklananların her biri farklı çalışma sahalarında olsalar da hepsinin ortak bir özelliği var, o da Kürt olmak, sisteme muhalefet etmek. KCK tutuklamalarının mahkeme kararlarıyla değil bizzat AKP tarafından hayata geçirildiği ise artık kimsenin itiraz etmeyeceği bir gerçeklik. Bizzat Tayyip Erdoğan, KCK tutuklamalarında sonuna kadar gideceklerini ifade etti. Tutuklamalar bu hızla devam ederse kısa bir süre sonra Kürt nüfusunun en yoğun olduğu yer hapishaneler olacak gibi.
Herkesi tutuklayın KCK tutuklamalarında son olarak 13 Ocak tarihinde BDP, KESK, Kurdi-Der ve BDP’li Belediyelere yönelik baskınlar düzenlendi, 38 kişi gözaltına alındı. Aralarında BDP eski milletvekili Fatma Kurtulan ve DEHAP Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın da bulunduğu 31 kişi tutuklanırken, 3 kişi savcılık, 4 kişi de mahkeme sorguları sonrası serbest bırakıldı. Tutuklama saldırılarına karşı onlarca ilde binlerce kişi sokaklara çıkarak “Kahrolsun faşist diktatörlük” dedi.
Kahrolsun faşist diktatörlük İstanbul’da bir araya gelen yüzlerce kişi Taksim Meydanı’nda toplanarak zılgıt ve sloganlarla Galatasaray Meydanı’na yürüdü. KESK ve HDK tarafından organize edilen eyleme DHF, Partizan ve birçok kurum katılarak destek verdi. Taksim Meydanı’nda “Zulme boyun eğmeyeceğiz siyasi soykırıma son” ve “Hiçbir baskı ve operasyon emekçilerin sesi KESK’i yıldıramayacaktır” pankartlarının açıldığı eylemde sık sık “Faşizme karşı omuz
omuza”, “Baskılar bizi yıldıramaz”, “Kahrolsun faşist diktatörlük”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “Hepimiz Kürdüz hepimiz KCK’liyiz” sloganları atıldı. Galatasaray Meydanı’na kadar zılgıt ve sloganlarla yürüyen kitle adına basın açıklaması yapıldı. KESK İstanbul Şubeler Platformu adına okunan açıklamada son dönemde demokrasi güçlerine dönük yoğunlaşan saldırılara değinilerek; “Bilinmelidir ki konfederasyonumuz KESK, amaçlanan bu sindirme politikaları karşısında mücadelesinden
Katliama kılıf: Türk devleti tarafından 28 Aralık 2011 tarihinde bombalanarak katledilen 34 köylünün ölümüne ilişkin herhangi bir soruşturma açılmadığı ortaya çıktı Şırnak-Uludere’ye bağlı Roboski köyünde 28 Aralık 2011 tarihinde devlet tarafından 34 yoksul Kürt köylüsünün katledilmesine ilişkin tartışmalar devam ederken, devlet katliamın üstünü örtmek
için çeşitli oyunlar hazırlıyor. Katliamın üzerinden bir aya yakın bir zaman geçti, soruşturma açılıp açılmayacağına karar vermek üzere üç müfettişin bölgede inceleme yapması için görevlendirerek bilindik “soruşturma” oyalaması başladı. Katliam sonrası asıl sorumlu olan AKP ve Tayyip Erdoğan, olayı manipüle etmeye çalışarak BDP’yi hedef göstermeye devam ediyor. Devlet tarafından yapılan tüm bu kirli oyunlara karşılık demokratik kitle örgütleri bölgede çeşitli incelemeler yaparak raporlar hazırlıyor, devrim-
6-7_Layout 2 1/20/12 11:33 AM Page 2
güncel
20-30 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
07
Kürt kalsın istemiyor DHF’nin de yer aldığı yürüryüşte “Baskılar bizi yıldıramaz”, “APK’ye teslim olmayacağız”, “Biji bratiya gelan”, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Devrimci, KESK’li tutsaklar onurumuzdur”, “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez” sloganlarının atıldığı eylemde, “KORKMUYORUZ-SUSMAYACAĞIZ, KESK emekçilerin sesidir susturulamaz”, “Baskılar bizi yıldıramaz” pankartları açıldı.
Gelecek bizim olacak
taviz vermeden yoluna devam edecektir. Tamamıyla keyfi olarak yürütülen bu göz altılarla onurlu mücadelemizi sindirebileceğini sananlar büyük bir yanılgı içerisindedirler. AKP’nin büyük baskı ve gözaltı düzenine karşı onurlu ve kararlı duruşumuzdan bir an olsun vazgeçmeyeceğimiz; emeğin, demokrasinin, özgürlüğün ve barışın mücadelecisi olacağımız bilinmelidir.” denildi. KESK adına yapılan açıklama sonrası Levent Tüzelde bir konuşma gerçekleştirdi. Basın açıklaması sonrası KESK üyeleri ey-
lem takvimlerini açıklayıp, saldırıları teşhir etmek için çadır kurdular.
AKP İl Temsilciliği önünde çevik kolluk güçlerinin TOMA tipi araçlarla kurdukları barikatın önünde yapılan basın açıklamasını KESK Ankara Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü Devrim Kahraman okudu. Güne yine AKP’nin ‘ileri demokrasi’sinin bir sonucu olarak birçok ilde KESK başta olmak üzere sivil toplum örgütleri, BDP temsilcilikleri ve vekilleriyle belediye başkanlarının evlerinin basıldığını hatırlatan Kahraman, AKP’nin devletin zor ve baskı aygıtlarını kullanarak tüm muhalefeti susturmak istediğini söyledi. AKP’nin KESK’e yönelmesinin manidar olduğunu belirten Kahraman sözlerini şöyle bitirdi: “8 Ekim eylemi ve 21 Aralık greviyle kamu emekçilerinin gerçek temsilcisi olan KESK’in 4688 sayılı yasa gündemdeyken sokağa çıkmasından korkuyorlar. AKP hükümeti hızla yalnızlaşıyor ve devletin zor, baskı aygıtlarını kullanarak tüm muhalefeti susturmak istiyor. Tüm muhaliflerden, halktan, çocuklardan bile korkuyor. Demokrasi, barış ve özgürlükten korkuyor. O yüzden gelecek onların değil bizim olacak, biz kazanacağız. KESK’in mücadelesini hiçbir saldırı engelleyemez.”
Ankara’dan saldırılara kitlesel protesto
Emek ve demokrasi güçleri omuz omuza!
Ankara Emek ve Demokrasi Güçleri ülkenin dört bir yanında “KCK Operasyonu” adı altında KESK Genel Merkezi başta olmak üzere kamu emekçilerine yönelik baskın ve operasyonları protesto etti. Yüksel Caddesi İnsan Hakları Anıtı önünde bir araya gelen Ankara Emek ve Demokrasi Güçleri AKP İl Başkanlığı önüne yürüdü.
KESK Genel Başkanı Lami Özgen, KESK’in bugün, AKP’nin kısa, orta ve uzun vadeli planladı operasyon ve saldırılardan birine hedef olduğunu belirterek sabahın ilk ışıklarıyla kolluk güçlerinin KESK Genel Merkezi’nde bir hukuksuzluğa daha imza attığını belirtti. Özgen şöyle konuştu: “gözaltı listesinde bir üyenin olmasına rağmen
tüm konfederasyonun aranması, arşivler ve hard disklerin alınması hukuksuzluğun ötesindedir. Bu uygulanan 12 AFC’sinin de ötesindedir. Bu türden anti-demokratik uygulamalara asla boyun eğmeyecek, diz çökmeyecek, mücadele edeceğiz. Bu faşizan tutuma karşı ülke emek ve demokrasi güçleri omuz omuza mücadele edecektir.”
Hodri meydan! TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı da, “Türkiye’de bir korku imparatorluğu hızla inşa ediliyor. Burada tüm emek ve demokrasi güçleriyle birlikte AKP’nin karşısındayız. Masmavi gökyüzü altında karabulutlar çoğaldı. Hodri meydan. Alın buradan bir arkadaşımızı daha yarın binler olup karşınıza çıkacağız” dedi. Eylem konuşmaların ardından sloganlarla sona erdi.
Bu halk zulme boyun eğmez! Dersim’de Halkların Demokratik Kongresi’nin düzenlediği ve DHF’nin de katılarak destek verdiği bir eylem gerçekleştirildi. Açıklamayı BDP Dersim eski milletvekili Şerafettin Halis yaptı. Halis konuşmasında, bu saldırılarla halkımızın mücadelesini engelleyeceklerini sananlar tarihe bakarak bunun mümkün olamayacağını göreceklerdir dedi. AKP Kürt halkının demokratik taleplerini bu zulüm politikalarıyla engelleyeceğini sanıyorsa üzerine yükseldiği tarihe bakmalıdır ve baktığında görecektir ki, Amed zindanlarında işkencelerden çıkmış, darağaçlarında ölüme meydan okumuş bir halk zulme boyun eğmeyecektir diyen Halis, bu karanlık omuz omuza vereceğimiz mücadeleyle parçalanacaktır dedi. Açıklamanın ardından kitle oluşturduğu zincirle yolu bir süre trafiğe kapatarak saldırıları protesto etti. “Baskılar bizi yıldıramaz”, “Kahrolsun faşist diktatörlük”, “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganlarıyla eylem sona erdi. BDP yönetici ve üyeleri de yaptıkları açıklamalarla tutuklamalara sert tepki gösterdi. Yapılan açıklamalarda tüm saldırılara rağmen mücadeleden geri adım atılmayacağı vurgusu yapıldı.
Sınır ihlali ve kaçakçılık ci-demokratik-yurtsever kurumlar katliamın hesabının sorulması için eylemlerine devam ediyor.
Katliamdan kurtulanlara “neden ölmedin soruşturması” Roboski katliamının üstünü örtmeye çalışan TC devleti, katliamdan sağ kurtulan üç köylü hakkında soruşturma başlattı. Katliamdan yaralı kurtulan 3 köylüye, “Sınırı yasadışı yollarla ihlal etme” ve “Ülkeye sınırdan kaçak mal sokma” gerekçesiyle soruşturma açıldı. Katliamdan sağ kurtulanlardan Davut, Servet ve Hacı Encu, “Pasaport kanununa muhalefet”, “Sınırı yasadışı yollarla ihlal etme” ve “Ülkeye sınırdan kaçak mal sokma” iddiasıyla Gülyazı Alay Komu-
tanlığı’na ifade vermeye çağrıldı. Gülyazı Alay Komutanlığı’ndan telefonla aranarak, komutanlığına gelmeleri istenen 3 kişinin ifade için belirtilen sürede gitmemeleri halinde asker zoruyla götürüleceği belirtildi.
Katledilenlerin yakınları birer birer tutuklanıyor Roboski katliamı sonrası bölgeye giden Uludere Kaymakamı Naif Yavuz halk tarafından dövülerek köyden kovulmuştu. Yaşanan bu olay sonrası jet hızıyla soruşturma başlatan savcılık “olaya karıştıkları iddiasıyla” 70 kişi hakkında yakalama kararı çıkardı. Yavuz’u tartakladıkları iddiasıyla ilgili olarak şimdiye kadar 10 kişi gözaltına alınırken, gözaltına alınanlardan 5 kişi
“Kasten adam öldürmeye teşebbüs” suçlaması ile tutuklandı. Yavuz’a saldırdıkları iddiasıyla 70 kişinin daha arama listesinde yer aldığı ve soruşturma kapsamında Uludere İlçesi ile Roboski Köyü yol ayrımında bulunan karakolda askerlerin listede ismi olanları gözaltına aldığı bildirildi. Şimdiye kadar gözaltına alınanların tamamının karakoldaki arama kontrol noktasında gözaltına alındığını söyleyen BDP Uludere İlçe Başkanı Yunus Ürek, köylülerin kendilerine askeri arama kontrol noktasında bir listenin bulunduğu ve bu listede yaklaşık 70 ismin yer aldığını kaydederek, arananların tamamının Roboski Köyü’nde oturanlar ve katliamda yaşamını yitirenlerin akrabaları olduğunu söyledi. Ürek, köylülerin arama kont-
rol noktasında geçmekten çekindiğini belirterek, köye giriş çıkış yapan herkesin kimlik kontrolüne tabi tutulduğunu ifade etti.
İncelemeye gizlilik kararı Uludere Cumhuriyet Başsavcılığı, Roboski Katliamı soruşturması için gizlilik kararı aldı. Uludere Cumhuriyet Başsavcılığı, Roboski'de 34 yoksul Kürt köylüsünün Türk savaş uçakları tarafından bombalanarak katledilmesine ilişkin yapılan incelemeler ve soruşturmada dosyaya gizlilik kararı aldı. Öte yandan katliama ilişkin İçişleri Bakanlığı tarafından inceleme yapmak için görevlendirilen üç müfettiş 12 günlük çalışma sonrası çalışmalarını tamamlayarak Ankara’ya döndü.
8-9_Layout 2 1/20/12 11:38 AM Page 1
08 emek haber
Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2012
Herkese sağlık Milyonlarca insanı ilgilendiren Genel Sağlık Sigortası (GSS) 1 Ocak 2012 itibariyle yürürlüğe girdi. Yasa uyarınca 18 yaş üzerindeki herkes prim ödeyecek, prim ödemeyen ve kayıt yaptırmayanlar sağlık hizmetinde yararlanamadığı gibi her ay için 212 TL ceza ödeyecek
Belediyede
direniş kazandı Maltepe Belediyesi taşeron işçilerinin, 28 gündür CHP’li Maltepe Belediyesi önünde sürdürdüğü direniş kazanımla sonuçlandı Maltepe Belediyesi’nde kadrolu ve sendikalı işçilerle aynı işi yapmalarına rağmen daha az maaş alan taşeron işçiler, kıdem, ihbar ve senelik izin haklarının gasp edilmesine karşı hak arama mücadelesi başlatmıştı. İşçilerin hak arama mücadelesi sürerken Alper Ekici, Belediye Başkanı Mustafa Zengin tarafından işten atılmıştı. Ekici’nin işten atılmasının ardından Maltepe Belediyesi’nde çalışan taşeron işçiler belediye önünde kurdukları çadırla direnişe başlamışlardı.
Direniş kazanımla sonuçlandı Maltepe Belediyesi binası önünde direnişlerini 28 gün boyunca sürdüren taşeron işçilerinin mücadelesi sonuç verdi. Belediye yönetimiyle 17 Ocak’ta yaptıkları görüşmede, atılan işçilerin geri alınması ve taleplerin karşılanacağı sözüyle işçiler direnişini sonlandırdı. Görüşmelerin sonucuna ilişkin işçiyer yaptıkları açıklamada, “Maltepe Belediye Başkanı Prof. Dr. Mustafa Zengin'in tam yetki vermiş olduğu Danışmanı Yüksel Çiftçi ile görüşerek taleplerimizi kendisiyle konuştuk. O da tekrardan bu taleplerimizi Belediye Başkanı Prof. Dr. Mustafa Zengin ile görüşerek; atılan işçilerin geri alındığını ve pazartesi itibariyle işe başlayabileceğimizi ifade etti. Ayrıca 45 saati aşan fazla çalışma sürelerinin mesai olacağını, iş ekipmanlarının (tulum, ayakkabı, yağmurluk, eldiven…) işçilere verileceğini, en önemlisi de taleplerimizin görüşülmesi ve çözümü noktasında yapılabileceklerin değerlendirilmesi için kurulacak komisyon ile işçiler ve belediye yönetimiyle toplantı yapılacak” dedi.
“Sağlıkta Dönüşüm Programı” adıyla sağlık hizmetlerinin ticarileşmesi devam ediyor. Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Kanunu ile 1 Ekim 2008'de herkes için zorunlu kılınan GSS, “reform” çalışmalarının sürmesi gerekçe gösterilerek 1 Ekim 2010 tarihine ertelenmiş ve ardından da 1 Ocak 2012 tarihi itibariyle hayata geçirilmiş oldu. Sağlıkta ticarileşmenin ve sağlık hizmetinin özelleşeceği anlamına gelen bu yasaya karşı Türk Tabipleri Birliği (TTB) başta olmak üzere meslek ve emek örgütleri yoğun çalışma içerisine girmiş, devrimci, demokratik kurumlarla birlikte eylemler örgütlemişti. Kamuoyunda oluşan tepkilere rağmen çıkarılan bu yasayla birlikte artık sağlık hizmetlerinden faydalanabilmek ücrete tabi tutulacak. Ayrıca yaklaşık olarak 9 milyon civarında kişinin faydalandığı Yeşil Kart uygulamasında da vizesi dolan kartlara yeni vize verilmeyecek. Yani Yeşil Kart uygulaması iptal edilmiş olacak. Gevenlik sisteminde kayıtlı olmayan 2 milyon civarında kişi bu sistemle kayıt altına alınmış olacak
Yasada neler var Bakalım GSS ile devletin “koruma” şemsiyesini açtığı bu yasa bizlere neler getirecek ya da daha doğru bir kullanımla ifade edecek olursak neler götürecek: Yeni yılda yürürlüğe giren bu yasayla
birlikte, sağlık hizmetinden faydalansın ya da faydalanmasın, herkese prim ödeme zorunluluğu getiriliyor. Yani siz benim özel sigortam var vb deme hakkına sahip değilsiniz. Asgari ücretin üçte biri kadar harcamaya sahipseniz bu yasa kapsamında prim ödemeye mecbursunuz. Harcama diye belirtiyoruz, çünkü gelir durumunuz aldığınız ücretten değil, yaptığınız harcamalar üzerinden tayin edilecek. Ev kirası, elektrik faturası, gıda masrafları gibi fatura kayıtlı bütün harcamalar hane içerisine girmiş gelir olarak ele alınacak ve ödeyeceğiniz prim bunun üzerinden belirlenecek. Gelir testi de buna göre yapılacak. Evde bakmakla yükümlü olmadığınız 18 yaşından büyük çocuklarınızın gelir durumları da yine aile bireylerinin harcamaları üzerinden belirlenerek prim ödemek durumunda kalacak.
Harcamalara göre ödenecek prim Gelir testi, bir haneye bir ayda gelen gelirin, hanede yaşayanlara bölünmesi olarak ifade ediliyor. Yani harcamanız üzerinden çıkan rakam gelir olarak alınacak. Bu haliyle çıkan sonuç eğer asgari ücretin üçte biri ile asgari ücret arasında ise 35.4 lira, asgari ücretin iki katı ise aylık 106.4 lira prim ödemek durumunda olunacak. Asgari ücretin iki katından daha
fazlaysa 213 lira prim ödemeyi gerektiriyor. 25 yaşını doldurmuş üniversite öğrencileri sigorta kapsamında değillerse gelir testi yapılarak 33 ile 200 lira arasında değişen primler ödeyecek. Bu ay sonu itibariyle Sosyal Güvenlik Merkezi'ne başvuru yapmayan üniversite öğrencilerinin aylık geliri 1773 TL olarak ele alınıp 213 TL prim ödemek durumunda kalacak.
Genel Sağlık Sigortası ve
‘
Halk açısından da durum pek iç açıcı değil. SSK’ları sürekli örnek gösterenler, ilaç kuyruklarını, muayene için ileri atılan randevuları örnek göstererek artık istediğiniz hastanede ve ücret ödemeden muayene olabilirsiniz diyerek bir yanılsamaya daha neden oluyor SES İstanbul Anadolu Şube Eğitim Sekreteri Taner Demir
Sağlıkta Dönüşüm Programı (SDP)’nın tamamlayanı olan Genel Sağlık Sigortası (GSS) ile ilgili yasanın parça parça uygulamaya geçirilmesinin 2. yılını geride bıraktık. Sosyal güvenlik kurumları birleştirilirken ve prim esası getirilirken sosyal güvenliğin açıkları nedeniyle sürdürülebilir olmaktan çıktığı iddiaları ile yola çıkan ve yeni oluşturacağı sistemle bunu aşacağını söyleyen hükümetin bu alandaki iki yıllık icraatını değerlendirmek gerekir.
SGK, tüm sağlık kurumlarından hizmet satın alır hale getirilmiştir. Bu süreç aynı zamanda sağlığın daha çok piyasaya açılmasının aracı olarak da değerlendirilmiş, çıkarılan ve halen hazırlanan yasalarla sağlıkta özelleştirmenin, sermayeye daha çok kaynak aktarmanın kanalları da büyütülmüştür. Hükümet çalışanları da farklı statülerde istihdam ederek oluşacak toplumsal ve
sınıfsal baskıyı ayrıştırmak istiyor. Örneğin sağlık alanında çalışan 657, 4/b, 4/c, 4924, taşeron çalıştırmalarıyla emekçileri birbirinden ayırmak ve tepkileri en aza indirgemek istiyor. Halk açısından da durum pek iç açıcı değil. SSK’ları sürekli örnek gösterenler, ilaç kuyruklarını, muayene için ileri atılan randevuları örnek göstererek artık istediğiniz hastanede ve ücret ödemeden muayene olabilirsiniz diyerek bir yanılsamaya daha neden oluyor. Evet SSK’larda kuyruklar çoktu ama bu kuyrukları bu düzensizliği oraya atamalar yaparak, eleman göndererek bir şekilde çözebilirdiniz. Ama yapılmadı. Çünkü sağlığın piyasaya sunul-
8-9_Layout 2 1/20/12 11:38 AM Page 2
emek 09
20-30 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
güvenli gelecek mi? Her hastalığa bakılmaz Sağlık primi ödemiş olmanız bir şeyi değiştirmiyor, ne kadar öderseniz o kadar tedavi olursunuz. Örneğin, kalp ameliyatı için gidip onun yerine ultrason çektirip alıp geri gelebilirsiniz. Pirimini az ödeyen az, çok ödeyen yine az hizmet alacak. Bu nasıl oluyor, işte o da böyle oluyor! Her hastalığa da sizin sağlığınız için bakılmayacak hangi hastalığa ne kadar tedavi uygulanacağı ya da uygulanmayacağına da SGK karar verecek. GSS kapsamında yapılan değişiklikle SGK’ye “hangi hastalıkların sigorta kapsamında olacağına karar verme” yetkisi verildi. Bu değişikliği ön gören madde de geçtiğimiz günlerde onaylanan, milletvekillerinin emekli maaşlarına yapılacak zammı içeren 6262 sayılı Emekli Sandığı Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunu’nun içerisine konularak geçirildi. Bu değişiklikle birlikte SGK her türlü sağlık hizmetini “ödeme kapsamı”ndan çıkarma yetkisine sahip oldu.
Aile Hekimliği Merkezleri'nde ve diş hekimi muayenelerinde 2 TL'lik muayene katkı payı uygulaması olacak. Aynı yasayla hastalar, reçetesine yazılan 3 kutu ilaç için 3 TL, 3 kutudan sonra yazılacak her kutu ilaç için 1 TL ekstra ödeme yapacak. Bu kadarla da sınırlı değil. Şu anda devlet hastanelerinde 8 TL, özel hastanelerde 15 TL olan muayene ücretinin yanısıra, eczaneye gittiğinde de reçete
toplamının yüzde 20'sini ödeyecek. Bunlar vaandaştan alınan paralar. Bir de bu paranın ödenmediği durumlar olacak. Zaten işsizlik vb gibi kayıt dışı garantisiz, ya da mevsimlik işçilerin, yoksul köylülüğün yoğun olduğu ülkemizde bu primlerin ödenememesi aşikar. Burada yine devlet “şefkatli” elini cebinize atacak ve 212 TL olan cezayı
faiziyle birlikte tahsil edecek. Ayrıca bu süre zarfında tedavi de etmeyecek. Yani hem parayı ödeyecek hem de tedavi olamayacaksınız. Gelir testi harcama üzerinden yapıldığı için de sizin komşunuzdan, köylüyseniz toprağınızdan ya da akrabalarınızdan gelen tüketim malzemeleri de yine gelir hanenize yazılacak. Pek tabi olarak ödeyeceğiniz miktar da bu rakamlar üzerinden belirlenecek.
Artık bütün toplum özel hastanelerde muayene olacak. Bunun için özel hastane aramıanıza da gerek kalmadı üstelik. İşte 2012’de yürürlüğe giren bu yasa zaten bütün sağlık sistemini baştan sona özelleştirdi. Herkesi de müşteri olarak ilan etti. Hem de zorunlu müşteriyiz hepimiz. Bu durum zincirleme devam edecek. Bütün hizmet sektörleri ve kamu kuruluşları piyasanın ihtiyaçalarına göre özelleşmeye devam ediyor. Bu süre zarfında sessiz kalınırsa ve hala bir şeylerin daha fazla dokunması beklenirse, müşteri olma durumu daha bir artacak. Sağlık haklarının satılmasına karşı en başta devrimci, demokratik kurumlar olmak üzere, sendikalar, meslek odaları bu yasaya karşı en geniş tepkiyi örgütlemelidir. Ayrıca bu uygulamanın hedefi olan halkın da bu yasaya karşı direnmesi gerekir
sağlıkta yıkım projesi ması için var olan durumu halka kötü göstermek gerekiyordu. Ki, bunu halk nezdinde biraz yapabildiler. Yapılan bu değişiklikler illüzyondan başka bir şey değildir. SDP’nın temel dayanakları arasındaki cepten ödemeler; İlaç, tıbbi malzeme, muayene katkı/katılım payları bunun açık örnekleridir. Sağlığı bir yandan düzeltiyorum diyenler diğer taraftan elini halkın cebine sokmaya devam ediyor. Hastanelerdeki muayene parası, yazılan reçetedeki her ilaca 1 lira kesilmesi, ayrıca ödenen 15 liralık muayene parası da buna dahil. Sosyal Güvenlik Kurulu bu fiyatları her geçen gün arttıracağını söylüyor. Çünkü sağlık harcamaları her geçen gün artıyor. Bu harcamaların tek finans kaynağı halk. Yaptıkları programlarla sağlıktaki harcamaları en aza indergemek olan bakanlığın, vatandaşın sağlığını hiçe sayması da sağlığın vatandaş için değil sermayenin çıkarları doğrultusunda değiştirildiğinin bir göstergesidir. Örneğin; gelinen aşamada iddialarının gerçekleşmesi bir yana, tam tersi bir tablo ortaya
çıkmış, sağlık harcamaları baş döndürücü bir şekilde artmıştır. 1999 yılında Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın %4,8’i olan toplam sağlık harcamaları 2007’de %6’ya yükselmiştir. 1999 yılında 7.91 milyar dolar olan kamu sağlık harcamaları, 2007’de 26.52 milyar dolara tırmanmıştır. 1999 yılında 3.77 milyar dolarlık cepten ödemeler 2007’de 8.53 milyar dolar olmuştur. SGK İlaç Harcamaları 2001- 2008 yılları arasında dolar cinsinden 4 kattan fazla artmıştır. 2001’de 2 milyar dolar olan ilaç harcamaları 2008’de 8,3 milyar dolar düzeyine gelmiştir. Kamu emekçilerinden sağlanan %30 tasarrufa ve ilaç fiyatlarındaki gerilemeye rağmen ilaç giderlerinin sağlık harcamaları içinde payı büyümüş, verimsizliği daha da artırmıştır. 9 milyon yeşil kartlıyı da GSS içine sokan tasarının amacı yaklaşık 4 milyon kişiyi diskalifiye ederek sağlık harcamalarını kısmayı düşünüyor. Çünkü yeşilkartlıların harcamaları hergeçen gün artıyor. Bu duruma bir balans ayarı çeken bakanlık sağlıkta dönüşümün son halkası olan kamu hastane birlikleri
yasasını da geçirerek sağlığı tamamıyle sermayenin eline vermek istiyor. Paran kadar sağlık anlayışının yerleştirilmeye çalışıldığı şu günlerde sağlık emekçileriyle beraber bütün vatandaşların var olan bu duruma dur demesi için alanlarda grevlerde desteklemeleri gerekiyor. Aksi takdirde sağlığımız sermayeye emanet olacak.
Neler yapıldı, amaçlanan nedir? 1.SSK lar devredildi. Çünkü iyi işlemiyordu. 2. Sağlık ocakları kapatıldı. Çünkü gereksizdi, işlevsizdi. Ama şimdi acillere olan yoğun ilgi sağlıkta giderlerin artmasına neden olurken çalışanları da zor durumda bırakıyor. Aciller başvuranların %70’i herhangi bir sıkıntısı olmayanlar olarak belirlenmiştir.
küllü hale getirmek yerine az elemanla yoğun çalışılması istenmektedir. 5. Son olarak yeşil kartlar iptal edilerek sağlıkta sözüm ona gereksiz harcamaların önüne geçilmek isteniyor. Sağlık alanında yapılan kısıtlamalar hep yoksul insanlardan bekleniyor. Yukarıda ki işlemleri birer birer geçirdikten sonra Kamu Hastaneler Birliği ile final yapan Sağlık Bakanınlığı paran kadar sağlık hizmeti alırsın, paran yoksa ölürsün anlayışını getiriyor. Yani artık hastaneler parası olmayanlara kapalı olacak.
3.GSS getirildi. Herkes istediği yerde muayene olabilir. Muayene parasını ve ilaç parasını ödedikten sonra.
Bizler Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) olarak sağlıkta yapılmak istenen bu yıkıma karşı eylemler ve grevler örgütlemeye devam edeceğiz. Ve bu eylem ve grevlerde halkın bütün kesimlerini destek vermeye çağırıyoruz.
4. Tam gün yasası getirildi. Amaç sağlık emekçileriyle vatandaşı karşı karşıya getirmek. Yeterli oranda hastanelerini tam teşek-
Son olarak; kaybolan gelecek bizim, satılan hastaneler bizim, yitirilen sağlık bizim. Bizim olanı almak için alanlara!
10-11_Layout 2 1/20/12 11:41 AM Page 1
10 ortadoğu analiz
Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2012
Arap Baharı’nda A. Can ATAŞ Orta Doğu’da iktidara talip olan unsurlar şimdi kendilerini görünür kılmak ve bölgeye askeri ve siyasal olarak müdahale eden Batılı büyük devletlerin desteğini almak arzusundalar. Ancak; Tunus’ta olsun, Mısır’da olsun, Suriye’de olsun şimdiye kadar kitleleri peşine takabilecek güçlü bir önderlik çıkmadı.
İ
ktidar mücadelesini veren her siyasal güç, kendi başarısını bir devrim olarak niteler. Bu çercevede, devrim sözcüğü genel anlamda soyut bir kavramdır; ancak onun özünü karekterize eden temel yaklaşım, devrim gerçeğini yansıtabilir. Her şeyden önce; sınıfsal, siyasal, politik ve de iktisadi dönüşüm perspektifi belirleyicidir, devrim gerçeğini her düşündüğümüzde.
‘Arap Baharı’ ekseninde geniş bir coğrafyada halk ayaklanması hız kesmeden değişik boyutta Arap/islam ülkelerinde yayılmaya devam etmektedir. Olayların esas nedeni’ni takip ve de anlayabildiğimiz kadarıyla; halkın tepkileri genelde ülkedeki yoksulluğa ve de yıllarca süre gelen yöneticilerin anti-demokratik uygulamalarına karşı halkın öfkeye dönüşen bir tavır alış biçimi olduğu gözlenmektedir. Bu ayaklanmada öne çıkan üç somut talep vardır; ‘özgürlük, demokrasi ve adelet’. (1) Ayaklanmanın bir diğer ortak yanı ise; devrim çağrışımında bulunan milyonlarca kitlenin müslüman kökenli olmuş olmaları, esasında da islam dini adına bir devrimin anotomisi mi çiziliyor diye, kafalarda bir soru işaretini uyandırıyor! Neden devrim sözcüğünün soyut bir kavram olduğunu, yukarıda anlatmaya çalıştığımız nedenlerden ötürü, bunu bir kez daha teyit etmek gerekiyor. ‘Arap Baharı’ hareketi geleceğin ‘Yeni Orta Doğu’ şekillenmesi yolundaki ısrarını sürdürürken; devamla, önce dini vecibeleri yerine getirmekle bir değişimin ısrarı içinde olduğunu görüyoruz. Cuma namazları artık ‘devrimin’ köşe taşı özelliğini taşır bir noktaya gelmiştir. Bu bağlamda, ‘Arap Baharı’nın değişim özlemini düşünürken, bu parelellikte Yakoben’lerin manastır (Hıristiyanların dini gereklerini yerine getirmek icin yaşadıkları yapı) yapısı içerisinde bir değişimin devrim özlemiyle Fransa’yı, bütün Avrupa’yı ve sonra dünyayı etkisi altına alan o tarihi devrim gerçeğini kısa da olsa anımsamakta yarar vardır. Dini mekanda doğan Yakoben’lerin devrim gerçeği, bugün bize islam ağırlıklı ‘Arap Baharı’nın nasıl bir devrim olabilir? sorusuna daha anlaşılır bir yanıt olacağı düşüncesindeyiz. 1789’da Paris’te bir Jakoben kilisesinde halk ayaklanması örgütlenir. Jakoben’ler halk ihtilalini isteyen solcu cumhuriyet-
çiler ve demokratlardan oluşur. Jakobenler kiliselerin Orta Çağ feodal derebeyliklerinin sistemi içinde palazlanan ve kiliselere bağlı mal varlığının yoksullara dağıtılmasını talep ederler. Bu talep Jakobenizm felsefesinin doğuşuna neden olur. Jakobenizmin taraf olduğu Montesquieu (18 Ocak 1689 Paris 10 Subat 1755) Voltaire ((Paris, 21 Kasim 1694 Paris – 30-05-1778) ve de Rousseau’nun (Cenevre 28 Haziran 1712 – Ermenonville, Val-d’Oise 2 Temmuz 1778) siyasal görüşleri izinden yürüyüp, ‘Adaletsiz, beseriyetsiz din olabilir mi’ sloganıyla Paris sokaklarını inletir, Fransa’nın geneli ateş çemberine alınır ve kiliselerin din sömürüsü protesto edilirken – yer yer de ateşe verilerek yağma edilir… Yaklaşık üç asır sonra ‘Arap Baharı’ ülkelerinde hak arama mücadelesi verilirken, önce cuma namazları ve sonra hak arama mücadelesi anlayışının bütün halk ayaklanmasını simgelerken, bu hiç de anlaşılır veya kabul edilebilir bir olay değil. İslamın Arap hakları üzerindeki etki alanı, önce din sonra yaşama özgürlüğü tezinin yaşamın olmazsa olmazı olma gerçeği öne çıkmaktadır. Bu bağlamda, ‘Arap Baharı’nın Jakobenlerin halen gerisinde bir ideolojik ve siyasal çizgide olması, bölge halklarının işini hiç de kolaylaştırmadığını ifade etmektedir. (Jakobenizm hareketi önemli ölçüde ideolojik ve politik farklılıklara ayrılır, bunlar konumuzun dışında olduğundan değinmeyecegiz.) Sonra, Rousseau’nun ‘Hak, dünyanın hakimidir’ tezi Fransa’yı ayağa kaldırırken, dünya insanlığı için bir umut-güneşi doğuyordu. Jakobenizm bir anlamda Rönesans hareketinin Avrupa coğrafyasında sınanması ve de dünya halklarına bir baş kaldırının cesaret örneği olarak gündeme gelir. Rönesans akımının Avrupa’yı değiştirirken, dünyanın birçok yerinde etkisi altına almış – siyasiler, entellektüeller ve akademisyenler bu harekete özenerek (…) buna benzer halk ayaklanması örgütlenir, ve siyasi demeçlerle gündeme gelirler. Marksizmden çok önce; Jakobenizm, ‘Halkların eşitliği fikriyle birlikte milletin hakimiyeti fikri de yerleşmeli’ (2) ‘Avrupa Çağdaş’ projesinin temellerinin atıldığı tarihsel süreç olarak görmek mümkün. Üç asır öncesinde Jakobenizmin o anlamdaki din karşıtı hareketi, ve toplumun yaşama özgürlüğünü temel alan o proje, bugün itibariyle ‘Arap Baharı’nın çok ama çok ilerisinde olduğunu görmek, hissetmek özünde trajik bir durum.
“Arap Baharı” ve emperyalizm Tunus, Cezayir, Mısır, Suriye, Bahreyn, Ürdün, Yemen gibi ülkelerde çok güçlü bir biçimde; Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas’ta orta şiddette olmak üzere Orta Doğu’daki Arap ülkelerini sallayan deprem Tunus’ta Muhammed Bouzazi’nin kendisini yakmasıyla başladı. Sonra diğer ülkelere sıçrayarak (Domino Effect) bütün bir Orta Doğu coğrafyasının, ardından da Kafkaslar’ın (Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan) bundan etkilenmesi için zemin hazırladı. İsrail’de pahalılığı ve rejimi protesto için yüzbinlerin sokağa dökülmesini de bu hareketin bir devamı olarak görmek hiç yanlış olmaz. ‘Arap Baharı’ adı altında siyaset terminolojisine giren bu sürecin bir ‘yaz’la mı, yoksa bir ‘kış’la mı sonuçlanacağını simdiden kestiremez durumda olsak da Orta Doğu’nun dikta yönetimlerine (Tunus’ta Zeynel Abidin bin Ali 23 yıl, Mısır’da Hüsnü Mübarek 30 yıldan fazla, Libya’da Muammer Kaddafi 40 yıldan fazla iktidarı ellerinde tuttular; Suriye’de ise Beşar Esad babasından devraldığı iktidarı halen sürdürüyor. Bu ülkelerde iktidar, saltanat halinde, babadan oğula devredilebildiğinden bunları demokratik yollarla yerlerinden uzaklaştırmak da mümkün görünmüyordu.) son verme gibi bir umut ışığını içinde barındırdığını hissettiğimizden yolun sonunda bir ‘yaz’ görmeyi çok arzuluyoruz. Arzuluyoruz da; yoksulluğun, siyasal yozlaş-
maların, ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin, kötü yaşam koşullarının, usulsüzlüklerin sokaklara döktüğu yığınları kendi kısa ve uzun vadeli çıkarları için yönlendirilen emperyalist ülkelerin ve onların yerli işbirlikçilerinin (!) baharın sonunda yaz görmemize izin vereceklerini düşünmek de doğrusu çok iyimser bir tahmin olur. ABD ve yandaşlarının Irak’a nasıl bir demokrasi getirdiklerini bildiğimizden (1 milyondan fazla ölü, her gün patlayan bombalar, birbirlerinin gırtlağına sarılmak için korkunç bir biçimde silahlanan Şiiler, Sünniler, Kürtler…) yeni Irak’ların oluşması, geleceğin yeni bir çatışma alanının habercisidir. Orta Doğu’daki ülkelerin sınırlarının doğal sınırlar olmadıkları, (3) bunların 20. yüzyılın ilk çeyreğinde emperyalist ülkeler tarafından (İngiliz ve Fransızlar’ın önderliğinde) çizildiği (1916’da Sykes-Picot Anlaşması ile) (4) siyaset arenasında çok sık dile getirilse de bu bölgelerdeki ülkelerin insanlarının Batılılar tarafından cetvelle çizilmiş sınırlardan değil de (5) kendi ülkelerinde iktidara musallat olan ve bu iktidarlarını babadan oğula devreden egemen unsurlardan şikayet etmekte olduklarını görmekteyiz. Böylece ‘mâdun hareketi’ (halkın en alt tabakasından) olarak başlayan isyanların etnik, dinsel-mezhepsel çatışmalara dönüşmesi de emperyalist güçlerin ve onların iş-
10-11_Layout 2 1/20/12 11:41 AM Page 2
ortadoğu
20-30 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
11
Yakobenizm çelişkisi f'Pazarın yeniden dizaynı’
birlikçilerinin müdahalesiyle (daha önceki yazılarımızda da anlatmaya çalışıldığı gibi) oluyor. Her ne kadar Orta Doğu’daki gelişmelerde mâdunların çok önemli bir rolleri olduğunu söylesek de, söz konusu gelişmelerin mâdunların denetiminde olmadığını, hatta mâdunların siyaset sahnesinde bir kez daha bir piyon olmaktan öte gidemediklerini görüyoruz. ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkelerin bölgede yıllar süren bir hazırlığın sonrasında aktif olmaya başladıklarını görmekteyiz. AlKaide uzantısı Al-Haraka Al-Islamiya Lit-Tahghir’in Orta Doğu ülkelerindeki kolları CIA ve özellikle de İngiliz istihbaratı M16 öncülüğünde yıllardır BingaziDara arasında silah sevkiyatı yapıyordu. Libya’daki düzensiz çetelerin düzenli ordular karşısındaki başarılarını büyük ölçüde NATO’nun hava harekatlarına bağlasak da, düzensiz grupların başarısında yıllar süren gizli silah dağıtımının ne kadar büyük bir rol oynadığını da teslim etmek durumundayız. Emperyalistlerin Arap topraklarında petrol başta olmak üzere ekonomik değeri olan herşeyi denetim altına alma çabaları bir yana; yerli halk “Nasıl ederiz de insan gibi yaşayabiliriz” gibi basit bir soruya yanıt aramakta. Aydınların ise iki gruba ayrıldıklarını, Batıcı aydınların “Nasıl ederiz de feodal, yarı-feodal ya da az gelişmiş kapitalist ülkelerimizi gelişmiş birer kapitalist ülke durumuna getirebili-
riz” sorusuna, ‘sosyalist’ ve Müslüman aydınların ise “Ülkemizi emperyalizmin kıskacından ve onların yerli işbirlikçilerinden nasıl kurtarabiliriz” sorusuna yanıt aradıklarını görüyoruz. Tüm bu istem ve taleplere rağmen; söz konusu bu ülkelerde hangi sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel ve de politik yapıların hayata geçirilmek istendiğinde ve bunun nasıl gerçekleştirileceği ise belli değildir. Bu bağlamda, gerçek demokrasinin inşasında öncülük yapabilecek güçlü bir devrimci ve aydın hareketin henüz oluşmadığını da ortaya koymaktadır. Daha da önemlisi, Arap coğrafyasının dinsel motiflerin toplumun günlük yaşamında belirleyici bir etken olmuş olması ve de tutucu bir toplum geleneğini bağrında taşımış olmasıdır. (6) Görülen o ki, ayaklanmaların yasandığı bütün ülkelerde Batı’yla oluşturulmuş somut bir işbirliği vardır. Bu işbirliği karşısında güçlü anti-emperyalist önderliğin etkili olmaması, bölgenin geleceğe dair nasıl bir dönüşüm içinde olabileceğini daha şimdiden kestirmek mümkün… Ülkemizde, özellikle sosyalist çevrelerin BOP eksenli yorumları ön plana çıksa da, Yeni Orta Doğu Yapılanması (YODY)’ın görmekteyiz. Siyaset biliminde Jeo-Stratejik konsept önemli bir kavramdır ve bu giderek daha önem kazanmaktadır. Artık ‘stratejik müttefiklik’ terimi yerine ‘geçici müttefikliğ’e bırakıyor. Bu çerçe-
vede Batılı emperyalist ülkeler başından beri en tutarsız yaklaşımı sergiliyorlar. Bu duruma en güzel örneği Libya’dan yakalamak mümkün: Abdel Hakim Belhadj, El Kaide liderlerinden, Afganistan’da Ruslara karşı savaşmış. Sonraki dönemde ABD ve Birleşmiş Milletler tarafından terörist ilan edilmiş. Ama daha sonra ABD tarafından Libya’daki ayaklanmanın başına getiriliyor. Libya’da CIA desteğiyle kurulan The Libyan Islamic Fighting Group’un (LIFG) patronu oluyor. Abu Abdullah al-Sadeeq adıyla bilinen Belhadj, Amerikalılara göre artık o bir terörist degil. Sonuç olarak; ABD ve AB silahlarıyla Kaddafi’yi devirdi ve Libya ordusunun da başına getirildi. Emperyalizm kendisine artık eski hizmeti sunmayan, halkının gözden çıkardığı ya da Irak’ta olduğu gibi arka bahçelerine sulanan liderleri birer birer silkelemekte kararlı. Bu gerçeği 29 Nisan 2009’da Şam’da yapılan Arap Ligası toplantısında gündeme getiren Kaddafi’nin “Beyler, ABD emperyalizmi Saddam’ı astırdı. Yarın öbür gün ölüm fermanımızı tek tek elimize tutuşturacaktır” demesi, yerel liderlerin de olası gelişmelerden haberdar olduklarını gösteriyor. Emperyalist güçler Irak’ı ‘demokrasi’ iddiasiyla işgal ederken; ne Bağdat’a bahar getirdiler ve ne de ‘Arap Baharı’ gerçek bir bahar olacak. Bölge tam anlamıyla bir kan tarlasına dönüştürülmüş durumda. (7)
Orta Doğu’da iktidara talip olan unsurlar şimdi kendilerini görünür kılmak ve bölgeye askeri ve siyasal olarak müdahale eden Batılı büyük devletlerin desteğini almak arzusundalar. Ancak; Tunus’ta olsun, Mısır’da olsun, Suriye’de olsun şimdiye kadar kitleleri peşine takabilecek güçlü bir önderlik çıkmadı. Cemaat örgütlenmelerinin ve taleplerinin ulusal birlik projelerinin önüne geçtiği bir ortamda gerçek bir kurtuluştan söz etmek ne kadar doğru olur? Gelenin gideni aratması tehlikesi de kapıda duruyor. Libya’da Kaddafi iktidardayken hiç çalışmadan işsizlik ödeneği ve sağlık hizmeti alan, petrole para vermeyen bir halkın yeni dönemde aynı şeyleri elde etmesi pek olası görülmüyor. Suriye’de Al Fatah iktidara gelince gör Ermenilerin, Durzilerin, Alevilerin başına gelecekleri. (8) Arap ülkelerinde popularitesi yükselen ülkelerin başında Türkiye geliyor. Sıcak çatışma bölgelerine asker göndermese de karar mekanizmalarında söz sahibi olmaktan geri kalmıyor Türkiye. Libya’da Bingazi Havaalanı’nın güvenliğini ve deniz güvenliğini sağlayarak müttefik hareket içerisinde yer alıyor. Yaptığı milyonlarca dolarlık nakdi yardım da bir yana… Ama Türkiye’den daha fazlasını bekliyor Arap halkları. Türkiye’nin Batı tipi demokrasiyi İslam ile uyumlu bir biçimde yaşama geçirdiğine inanılıyor ve bir model olacaksa bunun Türkiye olması isteniyor. Komşularıyla ‘sıfır sorun’ prensibini öne atan Türkiye, keskin bir hesaplaşmanın da içinde buluyor kendisini -ve daha düne kadar çok iyi dostluk ilişkileri inşa ettiği Suriye ile İran ile kanlı bıçaklı düşman oluyor. Emperyalizmin peşine takılan Türkiye’yi daha nelerin beklediği meçhul. TC Başbakanı’nın BOP Eşbaşkanlığı ile İsrail karşıtı politikalarının daha ne kadar atbaşı gideceğini kestirmek bir hayli zor. Dolayısıyla, Yeni Orta Doğu Yapılanması çemberinde; yeni sömürgeciliğin aslında ‘eski sömürgecilik’ olduğunu, global dizaynın 'pazarın yeniden dizaynı’ anlamına geldiğini, emperyalizm var olduğu sürece dünya savaşlarının da kaçınılmaz olduğu gerçeğini görüyoruz. Emperyalist güçlerin Orta Doğu oyunu en genelde; Lenin’in, ‘Kapitalist düzende, içpazar, zorunlu olarak dışpazara bağlıdır’ (9) esprisi, arz-talep çelişkisinin ulusal sınırları aşıp, dış pazarlara dayanırken bunun hiçbir zaman barışçıl bir uygulamayla yapacağını düşünmek mümkün değildir. Kapitalizm sömürü sınırını zorlarken, en genelde başvurduğu yöntem- savaş ve tehdittir. Yararlanılan ve kullanılan kaynaklar: 1) Halim El Madkouri, ‘Na Arabische lente is het woord aan de Islamisten”, de Volkskrant, 31-12-2011, Nedederland. 2) (Fransiz Ihtilali, Tan Mabaasi, Istanbul 1966, sayfa35-36) 3) Butt, Gerald, “The Arab world – BBC Books, Londen 1987, sayfa 88-89. 4) Dedeoğlu, Beril, “Ortadoğu Üzerine Notlar”, Derin Yayınlar, İstanbul 2002, sayfa 13-15. 5) Hoff, Ruud, “Het Midden-Oosten – Een politieke geschiedenis”, AULA, Ikinci baski, Utrecht 1991, sayfa 48-51. 6) Halim El Madkouri, ‘Na Arabische lente is het woord aan de islamisten”, de Volkskrant, 31-12-2011, Nedederland. 7) Jansin, M., “Damascus begint op Bagdad te lijken”, de Volkskrant 11-01-2012, Nederland. 8) Samburkan, Erol, “Bağımsızlık ya da Yeni-sömürgecilik döneminde Arap Baharı”, Hoge School Rotterdam”, 2011 Rotterdam. 9) Lenin, V.I., “Emperyalizm”, Sol Yayınları, 1979 Ankara, sayfa 79.
20-30 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
Bir kez daha Dersim soykı
Sonsuz kere daha tekrar ederiz ki, AKP’nin ‘‘ileri demokrasi” safsatasına inananlar, AKP‘den Dersim kıyımına samimi yaklaşacağını bekleyenler ya da gerici faşist AKP’den ve TC devleti yasaları ile bunların hukuku çerçevesinde Dersim Soykırımı sorumlularından hesap sorulacağı ve tarihsel dramın gerçeğe uygun olarak açığa çıkarılıp objektif yaklaşılarak tüm gereğinin yapılacağını tasavvur edenler büyük bir hülya içindedirler Gazetemizin 10-20 Aralık 2011 tarihli 24. sayısında ülke gündemini işgal eden ve görece en geniş çevrelerce tartışılan Dersim Soykırımı ile ilgili gelişme ve tartışmalar hakkında devrimci pencereden bir değerlendirme ortaya kondu. Hemen söyleyelim ki, devrimci yapıların perspektifi dışındaki tartışmaların özü aynı argümana dayanıyordu. Bu argüman Dersim’de bir isyanın, başkaldırının, ayaklanmanın olmadığı, dolayısıyla da devletin yaptığı katliamın meşru olmadığı vb yönlüydü. Ki, bu yaklaşımlar esas itibarıyla liberal, burjuva demokrat ve düzen içi reformist eğilimi aşmayan mecradaydı ve içinde devletin kıyımını meşru görecek kırılmalar taşıyordu. Kendilerince hukuksal bir hesaplaşma zemini yakalamış olan bu kesimler (ki, çoğu zaten düzen ötesi ufka sahip olmayan liberallerdir) tam burjuva demokrat-liberal açıdan yaklaşıyor, düzen içinde-düzeni içten iyileştirmelerle mükemmelleştirme girdabında boğulan yaklaşımlara yaslanıyorlardı. Bu yaklaşımlar bir yönüyle, AKP’nin Kemalist klikle arasındaki dalaşta Dersim Soykırımı’nı kendi hesabına kullanma siyasetiyle de örtüşüyordu. Daha da önemlisi, bahis konusu bu yaklaşım ve değerlendirmeler devrimci tavır-tutumdan yoksun olmanın ötesinde büyük bir tarihsel gerçeği de (niyetten bağımsız da olsa) çarpıtıyordu. Zira meşruiyeti düzen içi ve hakim sınıfların yasalarıyla sınırlandırıyorlardı. O kadar aymazlardı ki, ‘‘eğer Dersim isyan etmişse, devletin soykırım katliamı meşrudur” şeklinde zımni bir
İlerici isyan haktır
kabul görüşüne sahiplerdi. Aynı zamanda yarı-özerk tarzda fiili bir statüde bulunan Dersim’in bu ulusal statüsünü elde tutma veya daha ileri hak ve talepler ileri sürme, en önemlisi de yarı-özerk olan bu Kürt bölgesinin kendi mevcut ulusal/yarı-özerk statüsünü koruma hakkının olmadığı, bu uğurda isyan da edemeyecekleri ifade ediyorlardı. Gazetemiz bütün bu çürük görüşlerin topuna karşı çıktı ve Dersim’in isyan etme, ayaklanma veya başkaldırma hakkının meşru olduğunu söyledi. Dahası bu meşru hakkını kullanmasından dolayı Dersim’in kıyıma-soykırıma tabi tutulması bir barbarlıktır ve bu vahşi katliam hiç bir sebeple gerekçelendirilemez dedi. Kemalist ‘‘TC‘‘ devletinin bu canavarca kırımını lanetlemek, üstüne gidip hesap sormak için; ezilen bağımlı ulus ve emekçi halk kitlelerinin gerici egemen sınıf ve ulus burjuvazisinin baskısına karşı isyan etme hakkının karartılıp bulandırılmamasını, bu isyan veya başkaldırının meşruluğuna burjuva kaygılarla gölge düşürülmemesi, haklı isyan ve ayaklanmaların devrimci meşruiyet çerçevesinde ileri mevzilerde savunulması gerektiğine dikkat çekti, tersi yaklaşımları ise çürük yaklaşımlar olarak eleştirdi-eleştiriyor. Devrimci açıdan meşru olmakla birlikte, haklı ve ilerici olan her isyanın, her ayaklanma ve başkaldırının arkasında kararlıca durmanın önemi asla küçümsenemez. Tarihsel gerçek burjuva hukuk zeminindeki boğuşmalara feda edilemez. Dersim soykırımıyla hesaplaşmak için Dersim’in
İlgili sitelerdeki imzalı mektup sahibinin devrimci açıdan paslanmış ya da siyasi bakımdan zavallı olduğunu, ne kadar çürük zeminde durduğunu onun kendi mektubundan alıntılayarak görelim. Evet, aynen şöyle söylüyor; “Dersim ayaklanması, Dersim İsyanı” gibi, tersten devletin bu insanları katletme gerekçesine bir zemin hazırlamaktan vazgeçmeniz, en azından bu makalenin bir hata olduğunu belirtmenizdir.19 Aralık örgütlü bir hapishane direnişi, (isyanıyken, insan bu tabiri tırnak içinde kullanırken dahi utanıyor) ona 19 Aralık Katliamı demenize rağmen, toplu bir kıyım olan Dersim’e isyan demeniz, devletin müdahalesini meşrulaştırır.” Bir; Dersim ayaklanması, Dersim İsyanı di-
haklı isyanı bir suçmuş durumuna getirilemez. Burjuva liberal pencereden bakarak İsyan‘ın kan ve katliamla bastırılması gereken bir kavram, gelişme ve olgu olduğu bilinciyle hareket edemez, öyle düşünemeyiz. Kimi sitelerde yayınlanan, imzalı olarak yayımlanan mektup veya tartışmalarla bu yaklaşımımız ve devrimci hareketin paralel yaklaşımı kibar söylem ama küçümseyen kaba yaklaşımla eleştirilmekte, gazetemizden bu yaklaşımının düzeltilmesi istenmektedir. İlk tartışmalardaki yaklaşım gibi, (mektuptaki) bu eleştirilerin de aynı ideolojik-siyasi dokudan beslenen çürük yaklaşımlar olduğunu, proleter devrimci sınıf bakış açısından yoksun, katıksız reformist görüşten beslendiğini söylemek durumundayız. Eleştiri-
yerek ‘‘devletin bu insanları katletme gerekçesine zemin” hazırladığımız iddiası doğru değil, düpedüz temelsizdir. İftiradır, kaba ve sorumsuzca yürütülen eleştiridir. Devlet bu isyanları(insanları) zaten kan ve katliamla bastırmış; yeni bir girişim yok ki devletin katliama girişmesine sebebiyet verelim. Tarihi geri döndürüp yeniden o kıyımı yapamaz. O halde alakalı alakasız bağıntılar kurmanın gereği yoktur. Gerekçe mi yapar? Yaptığı kırım-kıyıma bildik gerekçeleri öteden beri ileri sürüyor. Yani biz, ‘‘eşeğin kafasına karpuz kabuğu düşürmüş” olmayız. Gerekçe etseler bile, onlar gerekçe edecek diye tarihi gerçeği ve tamamen meşru olan bir isyanı çarpıtıp inkar edemeyiz. Kaldı ki, gerekçe yapsa bile ne olacak ki? Bir soykırımın haklı, anlaşılır
mektup sahibi ‘‘şahıs”, gazetemizi ‘‘40 yıl öncesi kavramsal düzeyle yazan ve bunu da solculuk sanan”, ‘‘devletin isyanı bastırma mantığına su taşıyan” gibi son derece kaba biçimde eleştirmekle yetinmiyor, gazetemizdeki Dersim isyanı, başkaldırı ya da ayaklanması savunularını ‘‘ezberden” kullanırken, bu sözlerimizin Bahçeli ve Kemalistlerin ağzında olmasından rahatsızlık duymuyor musunuz diyerek çuvala sığmıyor, kaba yaklaşımını densizce saldırıya vardırıyor. Ama kendi yaklaşımının AKP ile çakıştığını düşünemiyor bu zat. İlgili şahıs, gazetemize üstten bakarken, ucuz bir dil ve profil ortaya koymaktan geri duramıyor. Vicdanlara çağrı yapıyor, ‘‘anne babanızın yaşadığı travmayı”, ‘‘siz kardeşlerim benden daha iyi bilirsiniz”, adeta
bir gerekçesi olabilir mi?! Katliamın, kırımın, kıyımın meşru bir tek zemini ya da gerekçesi olabilir mi?! Siz neden bahsediyorsunuz? Eğer Dersim isyan etmişse, devletin kıyım yapması meşrudur demektesiniz farkına vararak ya da varmayarakbilinçli ya da bilinçsiz… Fikre bakın ki, ‘‘ isyan” dememiz devletin katliam gerçekleştirmesine zemin hazırlamak oluyormuş. Peki, hala, halk kitlelerine gerici düzene karşı isyan edin diyoruz-deriz! Bunu söylemeli mi, yoksa söylememeli mi? Eğer isyan edin demeyeceksek, gerici sınıfların baskı, sömürü, zulüm ve esareti altında kalın demiş oluruz ki, bu bize göre değil, reformist baylara göredir. İki; 19 Aralık’a katliam diyoruz. Bunun gibi Dersim’e de soykırım diyoruz. 19-22 Aralık
perspektif
rımı tartışmaları üzerine
Buna karşı çıkmak paradokstan başka bir şey değildir. Demokrasicilik oyunu peşinden koşanlar, hukuksal zemin doğmuş gerekçesiyle rüyalar görebilirler. Dolayısıyla devrimci argümanlardan tutalım da, devrimci geçmiş ve değerlere karşı tövbekâr davranıp onları post modern yorumla günün burjuva liberal literatürüne uygun kılıflara koyabilirler. Ama proleter devrimciler, ulusal kitlelerin veya halk kitlelerinin isyanından utanç ve çekince duymaz, tersine kıvanç ve gurur duyar. Dolayısıyla da bu devrimci değerleri, birikimleri, tarihi sahiplenerek, onu gerçek içeriğine uygun olarak tarihe not düşer ve arkasında durur. Burjuva demokrasisinin yaktığı sahte yeşil ışıkların aldatıcılığına kapılarak, devrimci-ilerici mevzi ve argümanlarımızı, kazanım ve değerlerimizi, meşru ve haklı direniş ve isyanları sulandıramaz, özünden uzaklaştırıp yozlaştıramayız. Sanki gerici sınıflara karşı isyan bir suçmuş gibi, isyanın savunulmasından çekinemeyiz, tereddüde kapılamayız.
ğunu kanıksatan-kabul eden ve isyan karşısında devletin soykırım yapma hakkının doğduğunu benimseyen kör eğilime girmenin hiç bir pozitif tarafı yoktur-olamaz da.
Dersim’de isyan-ayaklanma-başkaldırı yaşandı. Ve bu isyan sebepsiz değildi. Sebepsiz olmadığı gibi haksız da değildi. Haklı, meşru ve ilerici idi. Kürt coğrafyası ve ulusunun bir parçası olan Dersim’in yaşadığı yarı-özek duruma son vermek istiyordu TC devleti. Dersimin bu durumundan rahatsızdı ve Dersim’in asker vermeyen, vergi vermeyen vb özerkliklerine tahammül edemiyordu. Seferler düzenleyerek, özel kanunlar çıkarıp uygulayarak, katliamlar gerçekleştirip hain planlar yaparak Dersim’in mevcut statüsünü dağıtıp, ‘‘ıslah etmek”-tahakküm ve denetim altına almak istiyordu. Dersim’den elde etmiş olduğu imtiyazları geri almak isteniyordu. Katliam saldırılarının, komplo ve oyunların devreye girmesiyle Dersim haklı olarak başkaldırdı, isyan edip silaha sarıldı; direndi!
‘‘bari siz yapmayın” dercesine apolitik feodal söylemlerle kimlere hitap ettiğini, gazetemizin niteliğini unutuyor. Tabi ucuz siyasetini de gözler önüne sermiş oluyor; hem de o küçükburjuva kibriyle gazetemizi küçümserken kendisini deşifre ediyor. Sonsuz kere daha tekrar ederiz ki, AKP’nin ‘‘ileri demokrasi” safsatasına inananlar, AKP‘den Dersim kıyımına samimi yaklaşacağını bekleyenler ya da gerici faşist AKP’den ve TC devleti yasaları ile bunların hukuku çerçevesinde Dersim Soykırımı sorumlularından hesap sorulacağı ve tarihsel dramın gerçeğe uygun olarak açığa çıkarılıp objektif yaklaşılarak tüm gereğinin yapılacağını tasavvur edenler büyük bir hülya içindedirler. Bunlar burjuva demokrasisi hayranları, bur-
katliamı devrim-komünist tutsakların devletin hapishaneler politikalarına karşı koyup, direnmesi neticesinde gelişti. Yazarın kendi anılarında örnek verdiği gibi o süreçte devletin hapishane politikalarına riayet edenler katliamdan etkilenmemişlerdir. Şayet dürüst olunursa bunda çarpıtmaya yer yoktur. İsyan dememiz katliam dememizin, katliam dememiz isyan dememizin önünde engel değildir. Burada bir biriyle çelişen bir şey yoktur. Dersim’e katliam demiyormuşuz algısı zorlama ve keyfi bir algıdır. Eleştirilen yazımızda da şimdi de defalarca söyledik-söylüyoruz; Dersim 38’e katliam demek yetmez ve yetersizdir; zira o bir ulusa-ulusun varlığına vb yönelen açık bir soykırımdır.
juva liberal ırmakta yüzen reformistlerdir. Bunlar, kıyımdan sorumlu olan faşist hakim sınıfların devletinin bu kıyımı mahkum edeceğini umacak kadar sınıf bakış açısından uzaktırlar. Dersim Soykırımı suçunu işleyenlere hesap sormak ve soykırım suçunu lanetleyerek teşhir etmek için; Dersim’de bir kıyım ve kırımın olduğunu, bu kırımın suç olduğunu ispatlamak için; devletin gerçekleştirdiği soykırımın hiç bir meşru ve haklı gerekçesinin olmadığını kanıtlamak için; Dersimin milli zulme, tüm faşist baskı, sömürü ve tahakküme karşı ulusal talepleri doğrultusunda meşru ve haklı olan direnişini, ayaklanmasını, isyanını inkar etmemize, bu ilerici hareketi belleklerimizden silip atmaya, isyan etmenin suç oldu-
Eleştiri ya da mektubun geri kalanı da esasta şöyle; ‘‘Mağdurları savunmakla yükümlü bir solun, mağdurlar isyan etti, devlette bastırdı gibi bir çıkarsamaya ortak olamaz…” ‚ ‘‘ sahi ne oluyor sizlere, kavramlarının ne anlama geldiğini dahi bilmeyen, 40 yıl öncesinin kavramsal düzeyiyle yazan ve bunu solculuk sanan bu zihniyeti en azından sizler mahkum edin. Anne babanızın yaşadığı o büyük travma, ezberden bu kavramları kullanan ve aynı kavramların Devlet Bahçeli ve ulusçu Kemalistlerin ağzında olmasından da mı bir rahatsızlık yok… Dersim halkı içinde azımsanmayacak bir hatırınız var, o hatırı, bu ezber kavramları yerli yersiz kullanan şahsın, devle-
Bu, TC’nin Dersim’e seferler düzenleyip kıyım gerçekleştirme planları yapmadığı anlamına gelmez. Özel kanunlar çıkarıp, valiler, komutanlar, çeşitli yetkililer vb atayarak Dersim’i kazanma, bölüp parçalama ve mevcut durumuna son vererek mutlak yönetiminin altına alma planları kurmadığı, hilelere başvurmadığı anlamına gelmez. Yani, devletin böylesi bir kırım-kıyımı önceden planlamadığı ve bizzat planlı bir kıyım olarak gerçekleştirmediği anlamına gelmez. Bilakis, Dersim’e her türlü baskı, zulüm ve hile-entrika uygulanmış ve sistemli milli baskı neticesinde bilinçli olarak planlanan bir ulusal kıyım gerçekleştirilmiştir. Ve çok vahşi sınırlarda gerçekleştirmiştir. Bunda tartışılacak bir şey olmadığı gibi, Dersim’de isyanın, başkaldırının olduğu doğrusuyla da bir tersliğiçatışması yoktur. Tarihte yaşanan Kürt İsyanları sayılıp sıralanır ve en yakın tarihteki son isyanın Dersim İsyanı olduğu söylenir. Ve bu doğrudur da.
tin isyanı bastırma mantığına su taşımasından daha önemli olduğunu siz bedel ödeyen kardeşlerim, benden daha iyi bilirsiniz… sevgi ve saygılarımla” Solun mağdurları savunmakla yükümlü olduğu şeklindeki belirleme, sınıfsal nitelemeden yoksun olduğundan çarpık ve uydurmadır. Solun sınıfsal niteliği belli olmayan böyle bir çerçevede görevi yoktur. Her mağduru savunma yükümlülüğümüz yoktur. Sol devrimci sınıfları savunmakla yükümlüdür. Örneğin mağdur olan AKP’yi savunma gibi bir yükümlülüğü yoktur, ya da mağdur olan Kemalistleri... Ama mağdur olan devrimci sınıflar, sınıf katmanları ise elbette bu ‘‘mağdurları” savunuruz. Eleştiri ya da alıntıladığımız mektup
İşte, Dersim isyanını geri kaygılarla inkar edenlerin durumu tam da budur. Adı geçen sitelerdeki mektubun pozisyonu da budur. Reformist yasalcı tasfiyeciliğin, gerici hakim sınıflar düzeninden-iktidarlarından demokratikleşme beklentisi içinde olan reformist aymazların ve burjuva liberal ufkun gemisi tam da burada karaya oturmaktadır. Onlar, ne halk kitlelerine isyan edip hakim sınıfları zorla iktidardan alaşağı etme hakkını tanırlar, ne de ezilen ulusların egemen ulus hakim sınıflarına karşı isyan etmesine meşruiyet verirler. Açık ki, bunlar mevcut bilinçleri ve tutumlarıyla, niyetlerinden bağımsız da olsa, egemen ulus hakim sınıflarının milliyetçiliğine bulanmış ve gerici hakim sınıfların yedeğine düşmüştürler. Öyle ya, ‘‘isyan demeyindemeyelim yoksa faşist hakim sınıfların gerçekleştirdiği katliamı meşrulaşır” demektedirler. Yani, şayet bir isyan yapılmış-gerçekleşmiş ise, orada devletin müdahalesi-katliamı meşrudur demektedirler ve fiilen kitlelere isyan etmeyin demektedirler.
hakkında birçok şey daha söylenebilir. Fakat daha fazla uzatmaya gerek duymuyoruz. Zira adı geçen eleştiri ve mektubun ne kadar geri yaklaşıma sahip olduğu her okur tarafından kolayca anlaşılır. Dahası, gerektiği kadarına yukarıda değinmiş bulunuyoruz, fazlası zaman kaybı anlamına gelir. Sonuç olarak; Dersim İsyanı haklı ve meşru bir direnişti; bunun devrimci savunusundan reformist savunuya doğru çekilemez, geri adım atılamaz. Hakim sınıfların yarattığı baskılanma ve bilinç bulanıklığıyla haklı mücadelelerden ödün verilemez. Ezilen ulus ve halk kitlelerinin ilerici-devrimci hareketlerini tüm meşruiyetiyle savunmak; işte devrimcilerin yükümlülüğü budur!
14-15_Layout 2 1/20/12 11:51 AM Page 1
14 kadın haber
Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2012
Bakandan evlilik
ABD talimatları doğrultusunda ve AB standartlarında “belgeli” kurslarla esas sömürü yuvası peçeleniyor. Evlilik kursuyla aile içi şiddete önlem alacağını belirten devlet, boşanmaları da bu yöntemle önleyecekmiş(!)
Su mu, petrol mü daha ucuz diyen TC devletinin yönetenleri; şimdi de tetik tutan elleri tespih çeken eller temizliğinde kavrayarak evlilik mi, ayrılık mı daha ucuz projeleriyle tam gaz sömürüyü yeniden ‘aileyi pazarlama’ üzerinden sürdürmektedir. Marshall planından, beş yıllık kalkınma planı, GAP’tan beri ‘milletin refahı’ ve ‘ülkenin bölünmez bütünlüğü’ için yaptığını bu sefer de ‘karı-koca’nın ayrılmaz bütünlüğü çerçevesinde “evlilik okulu” açılışıyla dinden sonra aileyi de manevi hissiyattan devreye koyarak yol alıyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin göreve geldiği günden beri yaptığı her açıklamayla sömürünün dişlileri arasına ‘kadını nasıl montajlarım’ açıklamalarıyla hep dikkat çekti. Geleneksel evlilik sürdüren toplumda “dişi kuş yuvayı yapar” düşüncesini “evlilik kursu”na çeviren Şahin, yıllarca resmi ideolojinin ezberlettiği ve öğretimeğitim kitaplarına “evlilik müessesi”ni 2012 yılının başında yaptığı açıklamayla piyasaya sunduğunu duyurdu. Fatma Şahin, Gaizantep Şahinbey Belediye Başkanı Mehmet Tahmazoğlu’nun AKP’nin özel jüri yerel belediyecilik ödülünü alan “Evlilik Okulu” uygulamasını, bir politika haline dönüştürüp, tüm ülkeye dalga dalga yaymak istediklerini belirtti. Tahmazoğlu; ‘Evlilik Okulu Projesi’yle ödüllü yarışmada; bir yılda 114 bin çiftin boşandığını ve boşanma olaylarının giderek arttığını ifade ederek "belediyemizce düzenlenen evlilik okulunu çok önemsiyoruz. Evlilik
okulunda verilen eğitimlerle bir ailenin boşanmasına dahi engel olabiliyorsak ne mutlu bizler için" demişti. Şahinbey Belediyesi öncülüğünde Zirve Üniversitesi, Gaziantep Emniyet Müdürlüğü, Gaziantep İl Milli Eğitim Müdürlüğü, İl Müftülüğü ve Milli Eğitim Şahinbey Rehberlik Araştırma Merkezi olmak üzere beş kurumun destekleriyle evlilik okulu açıldı. Önemsenmesi gereken ‘engel olma’ başarısının altına imza attığını açıklayan bu projenin sahibi yerel ve devletin merkezi yerel kurumları sürdürebilirlilik varlığını da yaptığı engel üzerinden açıkça ortaya koyduklarıdır. Bizimki gibi ülkelerde bir yandan yaşanan her sorunun temelinde eğitim, ekonomi ve mekan sorunsalı arayan devlet, buna dair çözümü de yaşamın gerçek üretenlerinin başına çöreklenerek, yapmaya çalışır. Evlilik Okulu açılış töreninde, toplumun dayanışma, paylaşma ve sevgi sözcüklerinin içini de boşaltan Fatma Şahin, evlilik kurumunu toplumun kalbi olarak gördüğünü ve “Toplum, güçlü birey, güçlü aile ve güçlü milletten oluşur. Bu kadar önemli bir kurumu kendi haline bırakıp, ‘Ne olursa olsun canım’ diyemeyiz. Hepimize düşen çok ciddi görevler var. Değişim, değişimi fırsata dönüştürmek, değişimdeki beklentileri yönetmek durumundayız. Tabii ki bu değişim, evlilik kurumunu da etkiliyor. Evlilik kurumundaki huzuru ve mutluluğu da etkiliyor. Bilim ve teknoloji çağı, bu kurumlarımızı olumlu yönde etkilediği gibi, olumsuz yönde de etkileyebiliyor. Bir araba kullanmak için bile, aylarca kursa gitmek, bir sınavdan geçmek ve onu başarmak durumundayız. Evlilik dediğimiz şey, araba kullanmaktan daha kolay veya daha önemsiz bir şey değil. İşte o yüzden bu okul o kadar önemli bir görev yapıyor. Aile içi iletişimi artırmak, çocuklarla olan iletişimi artırmak, kardeşlerin birbirleriyle olan münasebetini artırmak, karı-kocanın, gönül diliyle, sevgi diliyle daha nasıl iyi anlaşabileceğini artırmak, biraz da bilgi ile alakalıdır” şeklindeki açıklamasıyla taşlaşmış bilincindeki kar-para-kazanma hırsını da araba reklamındaki metalaştırılan kadın modelini evliliğe uyarladı. Projenin asıl niyetindeki sömürü direksiyonunu iyi kavrayan Şahin tam gaz yol alcak.
“Evlilik okulları” Milli Savunma Bakanı da son günlerde Konya’da yaptığı açıklamada “bu coğrafyada tutunabilmenin yolu, güçlü bir Türkiye'den ve güçlü bir orduya sahip olmaktan geçiyor. Ancak şu bir gerçek ki, savunmaya ayırdığımız bütçenin iki katından fazlasını, biz milli eğitime ayırıyoruz. Milli eğitimde yapacak çok şeyimiz var. Çok şeylerimizi de yaptık. Derslik başına düşen öğrenci sayısı 23'tür. Bu iyi bir rakam . Ancak almamız gereken çok yol var. Liseleri bitiren öğrencilerimizden ancak her 100 kişiden 18'i 4 yıllık bir üniversiteyi kazanıyorsa bu yetmez." diye konuşurken de bir bakan diğer birinin açıklamasını yalanlıyor, çürütüyor ve kimsenin bir şey yapmasına gerek bırakmadan ikiyüz-
lü politikalarını da sergiliyorlar. Başarı, güç ve çözüm için yaptıkları projeler de ordulaşma yolunda dökülüyor. Egemen hakim sınıflar doğada en çok bulunan suyu özelleştirdiler. Kadının yaşamında en çok kullandığı ve sınırsız su’dan sonra sıra neyin özelleştirilmesine gelecek diye düşüncelerde en sınırsız bulunan hava yerini alırken, sistem “sevgi”yi özelleştirdi. “Evlilik okulları” projeleriyle kutsal kurum olarak tanımladığı ailenin evlilik müessesini ‘beşikten mezara kadar’ kapsamında sektör haline getiriceğini çoktan beyan etti. Ancak daha önceki uygulamalarda olduğu gibi, birebir insanların yaşamına etki etmedikçe anlaşılamayacak. Zorunlu evlilik okulu ve
“Ailede ustalaşma Sağlık, eğitim, ulaşım, barınma, su, ısınma, beslenme, giyinme vs ihtiyaçlarda olduğu gibi “özel alan” denilen ve sömürü sisteminin temel çekirdeğini oluşturan özel mülkiyetin temeli sayılan “aile”yi de piyasaya evlilik okulu projesiyle sunarak ‘sevgi’yi de özelleştiren bir maneviyatla sömürüye sınırsız devam ediyor egemen sistem ve uşakları… Sömürünün ana halkası aileyi bin yıllardır “dişi kuş” kandırmacasıyla kadını metaleştırıp parayla “erkeğe bağlama kursu”u aşama kaydatti. “Evlilik müessesi” özel alan diye tarif edilerek bin yıllarca “mahrem”lik mekan olan dört duvar arasında “namahrem”
sömürüsünün sürmesi yetmedi. Aile fertlerinin sistem içindeki sömürüsü yetmeyince; iç faşizm sonuç itibariyle gözlerine bağladığı beyaz örtüyü çıkararak, her kadına zorunlu giydirilen beyaz gelinliği iyiden iyiye beyaz kefene çevirecek. Yere göğe koyamadıkları ‘aile-evlilik endüstri merkez’lerine yükledikleri maneviyatı aşıp “sevgi”yle doldurucak. Evlilik denilen mülkiyetin temelini oluşturan temel yapıyı da “oyuncak dünyası”na dönüştürerek yıllarca fuhuş işletmesi üzerinden ‘vergi rekortmeni’ dönemini kapatacak. AKP rekor vergiyi evlilik sertifikalarıyla kıracak. ABD talimatları doğrultusunda ve AB
14-15_Layout 2 1/20/12 11:51 AM Page 2
20-30 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
15
sertifikası
ÖNCÜ KADIN ÇOCUK BAHÇESİ
H
er insanın içinde bir çocuk bahçesi vardır. Bu çocuk bahçesi kimisi için rengarenk demir yığınından yapılı bir parktır. Kimileri için atlıkarıncaları olan, uçan sandalyeli, gondollu, kaykaylı lunaparklardır. Kimileri için çiçeklerle, ağaçlarla, otlarla, kelebeklerle örtülü parklar. Kimileri için ise bulduğu demir parçasını satmak için para kazanmak isterken patlamaların olduğu bombalı oyuncaklarla dolu parklar… Diyarlarında kuş uçmaz, kervan geçmez karlı dağların gölgesinde kalmış kayaları, taşları dahi görünmeyen parklar… Kürt kadının doğurduğu çocuklar dert oldu memleketin başına(!) Nüfus planlamasıyla işe başlayan AKP’nin Kürt sözcüsü Hüseyin Çelik önlem alınmaması durumunda; Kürt nüfusunun artacağına ve eğitim oranındaki düşüklüğün artarak devam edeceğine ve bunun da başka tehlikelere yol açacağına dikkat çekmişti(!) Eğitim, sağlık, savunma, istihbarat, emniyet, güvenlik, ticaret, tarım ve hayvancılık dallarında alan farkı aramaksızın kadın üzerinden söz söyleyen yetkili yönetimdeki tüm ağızlar mevcut sistemin çökmüş yapısını da kadının eğitimi-ekonomisi-kültürü üzerinden çözüm olarak boca etmeye başladı. Sonrası da zaten “Mevla” işidir, kimse anlamaz, anlamak da istemez zaten…
kursu projesinin etkisi de esasen Küçükçekmece Belediyesi’nin düzenlediği bir söyleşide yazar Selma Maraşlı’nın sözlerinde dışa vurmuş olsa da gelen tepkilerden de tamamen bilince çıkarıldığını söyleyemeyiz. Belediye, emniyet, üniversite, müftülük, rehberlik, uzmanlık merkezleri aracılığıyla ailelerin boşanmasını engel olabilen devletin ailelerin evlilik bekası bakalım topluma ne kadar mutluluk getirecek? Sığınma evleri projeleriyle kadını kurtaracaklarını propaganda eden devlet kadın şiddetindeki artışı yüzde 1400’lere vardırdı. günde en az öldüren beş kadın noktasına taşıdı. Çünkü koordine kurumların işbirliği devreye girene kadar kadınlar çoktan öldürülmüş, cenaze namazları kılınmış ve artık yaşamda gelinlik rengi olan beyaz kefeni çoktan giymiş ve yaşamdaki adı ölüm olan
kadınların adları çoktan mezar taşlarındaki yerini almış oluyor. Aynı koordinasyonla evlilik sürdürme kurslarına tabii tutulan ailenin adı projelerdeki mutluluğa yazılıcakmı?! Günümüz yaşam koşullarında becerinin, gücün gerekliliğinin çok önemi kalmadığından erkek egemen sistem ucuz emek gücü için kadını devreye koymuş ve yaş ve cinsiyet farkı silikleştikçe, aile ilişkilerinin manevi duygusal yaklaşımını da patronlar-ağalar para ilişkisine dönüştürmüştür. Ailenin fertleri tüm zamanını ve emeğini sömürenleri için harcarken. Ve bir ekmek parası için bu kadar çok, çabuk, vahşi şekilde katledilirken kim ne kadar mutlu olabilir ki sınıflı toplumda. Pazara sunulan bu kadar can varken hangi eğitim, hangi kutsallık, kimi sistemin evlilik arabasının direksiyonuna oturtabilecek ki!..
hamlesi” standartlarında “belgeli” kurslarla esas sömürü yuvası peçeleniyor. Evlilik kursuyla aile içi şiddete önlem alacağını belirten devlet, boşanmaları da bu yöntemle önleyecekmiş (!) Her başarısızlıkta ve çözümsüzlükte ‘aile’yi arayan sistem çocuklara yönelik imha, inkar, asimilasyon politikalarında battıkça makarayı yeniden başa sarmaya devam ediyor. Devlet aileler, çocuklarını geçim derdi için satılığa çıkarırken üç maymunu oynuyor, şimdi de evlilik okulları açarak acaba hangi sermayeyi kolluyor?
Marks’ın, Engels’in dediği gibi, sömürü aracı edilen evlilik okulu sertifikaları beyin duvarlarıdır. Ağaların patronların suratlarında patlayacak sömrü vesikalarıdır… Gerçek proleterler mülksüzdür, insanlarla olan ilişkisi de çıkarlarla değildir. Burjuva-feodal sistemin aile ilişkisiyle hiçbir ortak yanı yoktur, yazılı şirket sözleşmesine ihtiyaç duymaz, zoraki sevgiyle de kimseye bağlanmaz, kimseyi de kendine bağlamaz. Gerçek sevgi ve mutluluk engelle değil, parayla-malla-mülkle değil, katışıksız sevgilerin ortaklaşmış mutluluğundadır.
≫ rojda demir
ABD’de senaratör Joseph McCarthy 1950’lerdeki anti-komünist politik yaptırımlarıyla havayı bile zehirleyen bir atmosfer yarattı. Makkartizm adıyla anılan ‘hiçbir şey bilmeden, her şeyden şüphe duyan yaklaşım’ıyla “vatan, demokrasi, Allah ve Amerika” söyleminin arkasına sığınarak siyasi-politik-kültürel zulüm estirdi. Kadınlar kulübünde ‘komünistlere ev sahipliği yapan kadınların ve Amerika Komünist Partisi üyelerinin ve yardım edenlerin listesinin elinde olduğu’ tehdidini önce savurdu. Komünistlerin ve kadınların düşmanlığı çıkışından sonra ABD’de Hollywood işçileri ve emekçileri olmak üzere; aydın, yazar, film yönetmeni, şair, öğrenci yani muhalif herkes Makkartizm’in faşist teröründen ya hapse ya sürgüne gönderildi. Zorba yaptırımlar ve ırkçı saldırılarla zehirli havuza çevrilen ABD’de, kadın hem kendisi için hem de eş, anne, kardeş, yoldaş olduğu için cezaları da kat kat bedelle ödedi. Bertolt Bercht, Charlie Chaplin, Arthur Miller, Pete Seeger gibi tanınmış Hollywood simaları da McCarthy’ın gazabına uğrayanlar arasındaydı. Ayrıca sürgüne gönderilen ‘Hollywood Onları’ olarak anılanlar arasında Herbert Biberman, Lester Cole, Albert Maltz, Adrian Scott, Samuel Ornitz, Dalton Trumbo, Edward Dmitrik, Ring Lardner Jr., John Howard Lawson ve Alvah Bessie yer aldı. TC devletinin AKP’si de, Bay Cartır’ından model aldığı anti-komünizm terör, siyahileri de hedefleyen saldırıları kurtarıcı Barack Obama yönelimi gibi derin ırkçılıkta sürdürüyor. Kürtler başta olmak üzere, Alevi, Laz, Ermeni, Suni, Çerkez, Roman ezilin emekçi halkına baskı ve zulüme devam ediyor. “Açılım, demokrasi, çalıştay, milli beraberlik, kardeşlik, sivillik” projeleri kapsamında faşizm sadece kol gezmiyor, kazan bombalarıyla insan be-
denlerini de parçalıyor. Makkartizm’in ikizi Tayyipizm terörü sürecinde F Tipi hapishanelerinde bulunan devrimci-komünist ve yurtsever tutsakları “yarın bizimdir yoldaşlar” diyerek, selamlıyoruz. “Sevgi evleri”ne kapatamadığı nüfus fazlası çocukların taş atan ellerini kelepçelemek, bedenleri parçalamak marifet. Öyle de yapılıyor. Tarihiyle yüzleşemeyen ikiyüzlü katillerin “analar ağlamasın” sözlerinin hedefini şimdi anlamayan kalmadı. Arşiv tasnifleri yapılırken, boş kalan yerler çocuk yaştaki ‘genç hayin kaçakçı’ların ölümleriyle dolduruluyor. Dağların sesi ağıtlarla inliyor. Çocuk bahçesi örneğimiz de dünyanın hiçbir yerinde yok. Ekmek parası için yola düşüp kar ayazında bedenleri heronlarla Roboski’de parçalanan çoğu çocuk yaşta 34 Kürt gencinin akan kanı kar beyazını kızılladı. Şırnak’ın direniş/kardeşi Dersim diyarında da benzerleri yaşandı. Dersim üzerine yağan bombalar hiç durmadan sürerken, ‘iyi paşa’ların askerlerinin araziye tohum gibi serpiştirdikleri teçhizatlar… Buldukları demiri, demirci dükkanında satıp para kazanmak isterken ellerinde bomba patlayan çocuklar, gençler, kadınlar. 26 Ekim 2002 tarihinde Hozat’ta üç Dersimli köylü gencin bedeni parçalandı. Jandarma Alay Komutanı Namık Dursun’un yoğun asimilasyon döneminde yaşandı. Olay Devrimci Demokrasi’de “Adaleti hurendia ho nediye” başlığıyla yer aldı. “ Ni domoni, domonune fexiru viye, cokaro wasto ke naynu bırose, hore peru bıjere, xerzliğ kere… Hama waxto ke şiye, kote vere çevere dukane osınci (demirci), ni bombey peqe, na domonu ra hire teney merde, hire teney ki biye dırvetini. A eke merde nae. Gürkan Günel, Ergün Aslan u Uğur Günel… 3 domoni merdi, 3 ki bi dırvetini. Zerre moa u pi hona zondano, endi se vajime?” diyen Dersimli köylüler “anaların, babaların yüreği yandı, kavruldu, daha ne diyelim ki” şeklinde tepkilerini dile getirmişti. Fakirlerin çocukları, demir parçasını satıp, para alıp harçlık yapacaklarmış… Bombaymış, patlamış... Hozat ve Uludere’de de böyle çocuk bahçeleri var, o çocukların yaşam ve geçim için para kazanma hikayeleri böyle devam eder… Üçer, otuzbeşer can… Brecht’in dediği gibi. “Kar başlıyor yağmaya. Burda kimler kalacak? Eskisi gibi gene. Taşlarla yoksullar” İşte çocuk bahçemizin çıplak gerçekliği. Bu çocuk bahçelerinde büyüyen çocuklar doğaldır ki dağa çıkar, Kürt kadını gibi mavzer atar. Töresi böyle dünyanın, zor zorla değişecek. Söz konusu Türkiye Kuzey Kürdistan olunca çocukların oyuncakları da, parkları da, bahçeleri de değişiyor. Kadın mücadeleside, kurtuluşu da bu mecrada yol alıyor. Devrimci yolumuz her türlü reformist ve feodal gericilikten bir kez daha belirgin ayrılıyor. Gün erkek egemen ve emperyalist-kapitalist sistemin karşısına, çocuklarımız katledilmesin diye dikilme günüdür. Mücadele yılımız, “Biz kadınlardan doğurduklarımızın hesabını soran katil devletten öldürdüklerinin hesabını soralım” şiarıyla devrimci savaşta mevzilenme yılıdır. Meral Yakarlar yolunda mavzerlerin başını tutmaktır.
16-17_Layout 2 1/20/12 11:54 AM Page 1
16 güncel haber
JİTEM
merkezinde toplu mezar Amed’de JİTEM merkezi olarak kullanılan bölgede yapılan restorasyon çalışmalarında insan kemikleri bulundu. Diyarbakır savcılığı olayla ilgili gizlilik kararı aldı Amed’de JİTEM’in merkezi olarak kullandığı bölgede restorasyon çalışmaları için yapılan kazıda toplu mezar bulundu. Kemik sayılarının artacağını belirten savcı, olaya ilişkin gizlilik kararı alındığını söyledi. İHD Şube Sekreteri Raci Bilici, daha önce bölgede kazı yapılması için kendilerine kayıp yakınlarının başvurusu olduğunu söyledi. Diyarbakır Jandarma Merkez Komutanlığı ile Merkez Kapalı Cezaevi'nin bulunduğu ve 1993 yılından 1999 yılına kadar da JİTEM'in sorgu ve infaz merkezi olarak kullanılan bölgede restorasyon çalışmalarında insan kemiklerine rastlandı. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından restore edilen İç Kale bölgesinde işçilerin yapmış oldukları kanal açma çalışması sırasında insan kemiklerine rastlanıldı. Olayın polise haber verilmesi ardından toprak altından çıkarılan insan kemikleri torbalara konularak Adli Tıp Kurumu'na gönderilirdi. Bulunan kemikler üzerine Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı. Kemik sayılarının artacağını belirten savcı, olaya ilişkin gizlilik kararı alındığını söyledi. 1999 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı'na İç Kale'nin devredilmesinin ardından Adliye, Cezaevi ve Jandarma Komutanlığı ile JİTEM binaları boşaltılmıştı. Kemiklerin bulunması ardından bölgeye gelen İHD Diyarbakır Şube Sekreteri Raci Bilici ve kayıp yakını Naci Eren yetkililerle görüştü. Anılan bölgenin JİTEM'in infaz ve sorgu yeri olarak bilindiğini belirten Raci Bilici, söz konusu yerin açılması için kayıp yakınları tarafından kendilerine başvuru yapıldığını söyledi.
Aileler İHD’ye başvuruyor Kazı çalışmaları devam ederken, bulunan kemiklerin 15 kişiye ait olduğu ifade ediliyor. Kemiklerin kendi yakınlarına ait olduğunu düşünen aileler İHD’ye başvurarak hukuki yardım talebinde bulundu. JİTEM üssünde yapılan kazılarda insan kemiklerinin çıkmasının ardından açıklama yapan İHD Diyarbakır Şube Sekreteri Raci Bilici, bölgenin kazılması için geçmişte de girişimlerin olduğunu söyledi. Ayrıca Şırnak'ın Silopi İlçesi'ne bağlı Görümlü Beldesi'nde bulanan Jandarma Tabur Komutanlığı'nda kazılar başladı.
Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2012
Dikmen halkı Ankara Dikmen Vadisi’nde yıkımlara karşı halk direnişe devam ediyor. Hakim sınıfların “kentsel dönüşüm” adı altında yürüttükleri rant politikaları, halkın direnişi ile karşılaşmaya devam ediyor
Anakara’da 6 yıldan uzun bir süredir direnen Dikmen Vadisi genelde hakim sınıfların ve özelde de Ankara Büyükşehir Belediyesi için artık bir kan davasına dönüşmüş durumda. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, hemen her katıldığı programda, mahalleye ve mahalleliye duyduğu kini açıktan belli ederken, aynı zamanda mahalle halkına karşı da amansız bir saldırı gerçekleştiriyor. Dikmen Vadisi’ni çöplük haline getirerek, kazı çalışmalarında çıkan hafriyatı mahalleye boşaltarak, Büyükşehir Belediyesi’ne ait olan haftalık Ankara dergisinden mahalle halkını bir canavar gibi göstererek ve daha birçok şekilde saldırılar devam ediyor. Mahalle halkı ise tüm bu saldırılar karşısında direnişini sürdürmekte kararlı. Mahalle halkının direnişine destek vermek amaçlı gazetemiz ve DHF faaliyetçileri mahalle halkını ziyaret ederek, halkın direnişini desteklediklerini ve üzerlerine düşen görevleri de yapmaya hazır olduklarını belirttiler.
Halk yıldırılmaya çalışılıyor! Son 1 aydır OHAL bölgesi haline gelen mahallenin etrafı panzerlerle, polislerle ve zabıtalarla kuşatılmış durumda. Mahalle halkı, saldırıların psikolojik olduğuna dikkat çekerek şunları söylüyor. “Bizim mahallemizde bundan 6 ay kadar önce yabancı hiçbir insanı göremezdiniz ama şimdi sürekli bir şekilde mahallede yabancı insanlar ve arabaları görüyoruz. Geceleyin silah sesleri duyuyoruz. Polisler bizlere karşı ağıza alınmayacak küfürler ediyor. Mahallemizde otobüs seferleri iptal edildi. Halk ekmeği satan bayi kaldırıldı. Görsel ve yazılı medyada sürekli hakkımızda bir anti-propaganda
yürütülüyor. Tüm bunlar psikolojik olarak mahallemize yönelmiş saldırılardır. Ama hiçbir saldırı direnişimizi sonlandıramayacaktır.”
Tabutlarımızı hazırladık Mahalle halkına, direnişlerinin şu anki boyutunu ve ilerleyen günlerde nasıl bir boyuta ulaşacağını sorduğumuz zaman ise mahalleliler bize şöyle bir cevap veriyor: “Biz 6 yıldır direnişteyiz. 6 yıldır Melih Gökçek’e karşı bir kavga veriyoruz. Tek bir adım bile geri atmamış olmamız, tüm mahalle halkının dayanışma içerisinde olmasından kaynaklanı-
yor. Biz bu dayanışma ruhunu koruduğumuz müddetçe kazanana kadar mücadelemize devam edeceğiz. Tabutlarımızı hazırladık, sadece içine kimin gireceği belli değil.”
Gökçek şiddet uygulayarak hiç bir şey kazanamaz! Melih Gökçek’in halkın taleplerine kulak vermesi gerektiğini, Gökçek’in şiddetle bu sorunu çözemeyeceğini söyleyen mahalle halkı, “Dün mahallemizin etrafı polislerle kuşatıldı. Biz barikatlarımızı kurarak direnişe geçtik. Kadınlarla, çocuklarla, gençlerle, yaşlılarımızla tüm
NATO üssü Halk Cephesi/Liseli Dev-Genç Füze Kalkanı Projesi’ne karşı başlattığı kampanya kapsamında Malatya-Kürecik’e yürüyüş düzenledi Halk Cephesi/Liseli Dev-Genç, Füze Kalkanı Projesi’ne karşı düzenlediği kampanya kapsamında Malatya/Kürecik’te buluştu. Liseli DevGenç üyeleri birçok ilden Malatya’ya gelerek Füze Kalkanı Projesi’ne karşı yürüyüş gerçek-
16-17_Layout 2 1/20/12 11:54 AM Page 2
17
20-30 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
direniyor
gösterdiği Tarık Çalışkan ile yaptığımız görüşmede ise Tarık Çalışkan dile getirdi; “Dikmen Vadisi’nde son dönemlerde faşizm yaşanıyor. Mahallemizin etrafı kuşatılmış durumda. Biz bu faşizmi zaten 6 yıldır yaşıyoruz. Bizim burada verdiğimiz mücadele haklar mücadelesidir. Mesele sadece Dikmen Vadisi meselesi değil, yoksul halkların meselesidir. Ülkemizde de demokrasiden bahseden herkesin bu mücadelenin yanında olması gerekmektedir. Sistem bilinçli bir şekilde mahalleyi tek başına bırakmaya çalıştığı gibi, mahallenin de içinden bir kişiyi ön plana çıkararak, halkı arka plana itmeye çalışıyor. Ön plana çıkardığı bu kişi üzerinden de bir karalama kampanyası yürüterek, esasen komple bir halka karşı saldırıya geçiyor. Dikmen Vadisi’nde de bu kişi ben olmuşumdur. Ama Tarık Çalışkan esasen kimse değildir. O halk mücadelesinin içinde yer almış, bu mahallede yaşayan diğer insanlar gibi bir insandır. Bu bilinçli bir karalama kampanyasıdır. Ama bu oyunlara mahalle halkı düşmeyecektir.”
Barınma bürosuna saldırı!
mahalle halkı oradaydık. Ve onlar bir ev bile yıkamadan geri döndüler. Bizim taleplerimiz ortada ve uzlaşma koşullarımızı da belirtiyoruz. Yerinde ıslah, herkese evinin bedelinin ödenmesi ve TOKİ’den bize verilecek evin fiyatının sabit olması. Bu taleplerimiz yerine getirilemediği sürece mücadelemiz devam edecek.” diyerek konut haklarını sonuna kadar savunacaklarını ifade ediyor.
Mesele halkların meselesidir Mahalledeki direnişin öncülerinden biri olan ve Melih Gökçek’in, “işgalci, provokatör, terörist” diyerek hedef
Dikmen Vadisi’nde halk bir dayanışma örneği sergilemekte. Kendi parkını inşa eden, her hanenin sorununun ortak bir çaba ile çözülmeye çalışıldığı, ortak şenliklerin düzenlendiği, çocuk korosunun oluşturulduğu vs. çalışmalarla dayanışma ruhu güçlendirilmekte. Bu dayanışma ruhunun oluşturulmasında önemli bir yere sahip olan Halkın Barınma Bürosu ise sistemin saldırılarına hedef olmakta. 13 Ocak günü akşam saatlerinde Barınma Bürosu saldırıya uğradı. Kimliği belirsiz kişiler tarafından penceresi kırılarak içeri girilen büronun, bilgisayar kabloları kesildi, büronun içerisi dağıtıldı. Barınma Bürosu’nu destek için ziyaret ettiğimizde ise bizi “Bu hafif kaldı, biz daha büyük bir saldırı bekliyorduk” diye esprili bir cevapla karşıladılar. Bu saldırının ilk olmadığını belirten mahalle halkı, daha önceden büronun yakıldığını belirtti.
ü istemiyoruz’ leştirdi. Malatya Soykan Parkı'nda toplanan Dev-Genç üyeleri burada yapılan basın açıklamasının ardından otobüslerle Kürecik'e geçti. Eylem nedeniyle jandarma bölgeyi ablukaya aldı. Kürecik'te otobüslerden inerek füze savunma sisteminin kurulduğu tepeye yürüyen Dev-Genç üyeleri, tesisin girişine kadar yürümek isteyince jandarma barikatıyla karşılaştı. Yürüyüş sırasında kısa süreli gerginlikler
yaşandı. Jandarma barikatı önünde Liseli Dev-Genç adına yapılan açıklamada, ''Vatanımızın bağımsızlığı için Kürecik'e yürüyoruz. Geçtiğimiz ekim ayından beri füze kalkanına karşı başlattığımız mücadelemizi füze kalkanı değil, demokratik lise istiyoruz kampanyası ile Kürecik'e yürüyerek sürdürüyoruz.'' denildi. Yapılan açıklama sonrası kitle sloganlarla otobüslere binerek bölgeden ayrıldı.
GENÇ YORUM
≫ sinan çakıroğlu
YENİDEN YAPILANDIRMA!
K
imimiz bire bir tecrübelerinden, kimimiz ise izlediğimiz filmlerden biliriz; tren karanlık bir tünele girer ve önünüze ne çıkacağını bilmezsiniz. Envai çeşit “yaratığın” farklı anlarda üzerinize saldırması sonucunda korkulara kapılırsınız. Oturduğunuz yere yapışıp kalırsınız. Artı 16’lık korku filmlerinin bilindik pasajlarını yediden yetmişe herkesin yaşadığı bir toplumsal süreçten geçiyoruz. Daha önce defalarca dile getirdiğimiz senaryonun gerçeklik duvarına toslayan ilerici cenah, demokrasi beklerken faşizm tarafından ebelenmenin telaşı içerisindeler. “Biz söylemiştik” böbürlenmesi için değil ama doğruya temas edebilmek için biraz makarayı sarmak istiyoruz; yeniden yapılandırma! Ağustos 2001’de kurulan ve Kasım 2002’de tek parti iktidarını ilan eden AKP ile birlikte, TC’nin tekrardan yapılandırması bir planın devamı olarak gündemdeydi. Birden fazla gerici parti kadrolarının füzyonu ile sistemin geleneksel bürokrat burjuvaları ve şeyh-toprak ağalarını bir arada toparlayan AKP, iddia edilenin aksine, TC resmiyetinin dışında bir oluşum değildi. Diğer gerici partilerin kadrolarını ve azımsanmayacak derecede kitle tabanını kendi oluşumu içerisinde toplayarak, yıllar yılı Kemalist iktidara yedeklenerek ülkenin emperyalizme peşkeşinde hizmette bulunan Anadolu sermayesi ( Kemalistlerin “yeşil sermayesi” yerine Kaypakkaya’nın terminolojisi olan Anadolu sermayesini kullanacağız), yine emperyalizmden almış olduğu icazetle, iktidara getirildi. Mikro özet olarak geçtiğimiz bu tarihsel kesiti hepimiz biliyoruz. Ama esas yaşanılan yanılsama, iktidar değişikliğinin pekişmesi, daha doğrusu GOP’a uyumlu bir “örnek ülke” yaratabilmek için, yapılandırmada seferber olan siyasetin “değişim” dinamiğine atfedilen önem üzerinde önemli kafa karışıklıkları söz konusuydu, söz konusudur. Yeniden yapılandırma içerisinde “örnek model” misyonerliğini anlayamayan ve neo-liberal kaygılara sarılan ilerici çevre, AKP ile birlikte köklü değişikliklerin olabileceğini düşünüyordu. Yeniden yapılandırmanın, geçmiş sömürü ve baskı ilişkileri sonucu ortaya çıkan çelişkileri ele almasını “bir ilk” olarak değerlendirip, çelişkilerin çözümü için yeterli olmasa da sürdürülebilecek bir dinamik olduğuna işaret ediyordu. Kürt Ulusal Hareketi’nin öznelerinin de bu yönlü açıklamaları daha 13 Hazirana kadar mevcuttur (ki reformist eğilimi buradan beslenmektedir). “Umut dolu süreç” olarak dillendirilen ve Oslo görüşmelerindeki paslaşmalarda görülen methiyelerde, belirleyici yanın yeniden yapılandırmanın esas olarak köklü değişikliklerin olacağı yönlü beklentilerden beslenmektedir. Yeniden yapılandırma sürecinin tek yanlı olacağı “heyecanı”, ilerici cenahtan devrimci saflara kadar herkese sirayet etmişti. En “radikal” devrimcisi dahi ‘burjuva demokrasisine doğru giden memleket halini’ işaret ederek, “iyi şeyler olacak” yorumuna “sol” kuyruk çizmenin pratikçileriydiler. Ama şapkadan, sırtını burjuva demokrasisine dayamış faşizm çıktı –şu meşhur ikiz kardeş-. Nasıl mı? Gelin hep birlikte yanıtlayalım. Birincisi, yeniden yapılandırmanın yegane amacı, “örnek model” yaratabilmek için, Ortadoğu coğrafyasında güçlü bir hegomanik uşak yaratmanın ötesinde başka bir şey değildi. Bu uşağın “örnek” teşkil edebilmesi için, tek partili iktidara dayanarak, siyasal istikrarın sağlanıldığı bir hükümet ön koşul olarak ortada durmaktaydı. Bundan hareketle, Milli Görüş cemaati başta olmak üzere, Anavatan, Doğru Yol ve hatta CHP’nin bir kısmı da dâhil olmak üzere, kitlelere
“güven” veren bir üst model yaratıldı. İkincisi, yaratılan bu “model” ile birlikte, bu modele ayak uyduramayan geleneksel TC siyaseti hizaya getirilmeye çalışıldı-çalışılıyor. Üst yapı kurumlarının önemli bir kısmında vücut bulan Anadolu sermayesinin, Kemalist sermayeyi atıl planda bıraktığı artık tartışma götürmez bir gerçekliktir. Üçüncüsü, siyasal iktidarın sağlanabilmesi için sadece “gelenekselci” çizgilerle hesaplaşma değil aynı zamanda bu sürecin önünde sorun teşkil edebilecek tüm ilerici-devrimci cephe ve dinamik bertaraf edilmeliydi. İşte, ilerici cephenin çuvalladığı, hatta ve hatta tav olduğu politik hata burada yatmaktadır. Yeniden yapılandırmanın, hâkim sınıfların sadece kendi içlerindeki klik çatışması olarak gören ama 99 yılında Öcalan’ın yakalanmasıyla başlayan ve 19 Aralık 2000 hapishane saldırısıyla devam ettirilen yeniden yapılandırmanın antrenmanlarını görmeyenler, son bir senedir tüm toplumu terörize eden tutuklama furyasını hesap edemediler. Hâlbuki egemen sınıflar siyasal iktidarlarını tesis edebilmek için iki stratejik yönelimi asla elinden bırakmazlar. Bu stratejik yönelimlerinin birinci yanını, kitleler üzerinden güven oluşturabilmek, kendi sınıf çıkarlarına uygun toplum yaratabilmek üzere reformlar oluştururken (yani burjuva demokratik uygulama), yönelimin diğer yanını ise, halk kitlelerinin sistemle yaşadığı çelişkileri şu ya da bu oranda teşhir eden ilerici-devrimci cephe ve dinamiğin baskı altına alınması oluşturmaktadır (yani burjuva faşizmi)! Yazımızın gelişme bölümü boyunca vermiş olduğumuz şıkları çoğaltmak mümkün. Ama esas belirleyici yanı oluşturan yeniden yapılandırmanın niteliğini belirleyen dinamik yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibidir. Yeniden yapılandırma, salt bir klik çatışması değil aynı zamanda ezilen halk kitleleri ve onları şu ya da bu oranda temsil eden ilerici-devrimci kurum ve dinamikler için geçerlidir. Hatta söz konusu ilerici-devrimci kitlelerin bastırılması olunca, egemen sınıfların nasıl ortaklaştığı çıplak gözle görülebilir düzeydedir. DTP’nin kapatılması örneğinde olduğu gibi, birinci Ergenekon süreci olmasına rağmen, Kemalist sermaye ile Anadolu sermayesinin arasında oldukça iyi bir uyum ahengi gözlemlenilmiştir. Bu örnekten dahi yola çıkarak, egemen sınıfların yeniden yapılandırma sürecinde, sınıf çıkarları gereği ortaklaşabileceklerini anlamak gerekir. Bunun da ötesinden, asıl anlaşılması gereken, yeniden yapılandırma denilen ucube siyasetin, ezilen halk kitleleri ve onların öznelerine yönelik kâh reformlarla kâh saldırılarla sürdürüleceği temel stratejik yönelimi oluşturmaktadır. BDP merkezlerine yönelik 16 ilde eş güdümlü operasyonlar sonucu yapılan tutuklamalar, tezlerimizi kanıtlar durumdadır. Mevcut gidişatı bunun dışında yorumlamak, devletin niteliğini anlamamaktır. Devletin faşist niteliğini reform pozlarına sarılarak “demokrasi” hayallerine savunmak, devrimci komünizmi değil burjuva ütopizmini salık verir. Komünizm mücadelesi yolunda, Yeni Demokratik Devrimi için mücadele edenler, yeniden yapılandırma ile yaratılmak istenilen “örnek model” gerici sınıf diktatörlüğüne karşı iyi hazırlanmalıdır. Sınıf mücadelesi merkezli güçlü ve yaygın militan devrimci kitle mücadelesi ve bunun içerisinde kök salan Komünist Parti önderliğinde Halk Kurtuluş Ordusu için, burjuva-feodal sınıfları devirmek üzere, devrimci komünist çalışma elzemdir. Kitleler için “hak-hukuk” çalışması için değil, hakhukuk çalışması içerisindeki kitleleri bununda ötesinde bir mücadele yoluna seferber etmek için devrimci komünist çalışma elzemdir.
18-19_Layout 2 1/20/12 11:56 AM Page 1
18 dünya haber
Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2012
Emperyalizm barbarlıktır ABD emperyalizminin dünyanın çeşitli ülkelerine yönelik “özgürlük” vaadiyle uyguladığı işgallerde yaşanan olaylar “özgürlük” algısının rengini de ortaya koyuyor Geçtiğimiz günlerde internet sitelerinde dolaşıma giren bir video emperyalizmin barbar yüzünü bir kez daha göstermiş oldu. İşgal ve katliamlarla kendi gerici emellerine hizmet edecek ve karlarını arttıracak yönetimler oluşturmaya çalışan emperyalist güçler ayak bastıkları her coğrafyada zulmün ve baskının türlü örneklerini yaratmakta. Özellikle Afganistan ve Irak işgalleri ve sonrasından günümüze kadar yaşanan olaylara dönüp baktığımızda bura halklarına türlü işkence, tecavüz,
katliamlarla en barbarca baskı yöntemleri uygulanıyor. İnternete düşen bu son videoda öldürülen Taliban savaşçılarının üzerlerine ordu üniforması içinde dört ABD askerinin işediği görülüyor. Geleneksel saldırılarıyla sürdürdüğü görevlerle savunu içine giren ABD yetkilileri ‘üzüntü ve münferit’ tekrarlarını dile getirip, yine yeni bir insanlık dışı uygulamayla işgal ve savaşların meşruluğunu açıkladılar. ABD askerleri ölü beden üzerine işemekten önce de ‘anı için Afganların parmaklarını kestim’ diyen çavuş Calvin Gibbs savaş anısı olarak sakladığı parmakları başkalarına hediye ettiğini Seattle yakınlarında yapılan duruşmada kabul etmişti.
‘Parmak kesen’ çavuş 26 yaşındaki çavuş kendisine mahkemede yöneltilen benzeri 16 suçlamayı da reddederken Mart 2011 yılında bir grup askerin Afgan sivillerin cesetleriyle poz verdiği fotoğraflarıyla göründü ve ‘avları’nı öldürür öldürmez kamera karşısına geçtikleri gö-
rülmüştü. Alman Der Spiegel dergisinde yayınlanan fotoğraflarda, askerlerin bir cesedin başını ellerinde tutup gülümsediği görülüyordu. Afgan halkının çığlığı ABD ordusunun vahşeti karşısında duyulmazken Alman Der Spiegel dergisindeki fotoğrafların delil olarak sunulması da işin bir başka can yakan yönü. Gibbs’in avukatı Phil Stackhouse ise öldürülen kişilerin çatışma sırasında meşru gerekçelerle öldürüldüğü düşündüğünü, bir komploya sürüklendiğini öne sürerek “parmak kesen” çavuşu savundu. Amerikan Savunma Bakanı Leon Panetta da ABD askerlerinin ölü İslami militanların üzerine işemesini ‘düpedüz vahim bulduğunu’ belirterek, Amerikan Deniz Piyade Kuvvetleri ile Afganistan’daki ABD ve NATO birliklerinin komutanına inceleme talimatı verdiğini, “bu eyleme karıştığı tespit edilenlere bunun hesabının sonuna kadar sorulacağını” kaydetmişti. Panetta Afganistan Cumhurbaşkanı Hamid Karzai’yi arayarak özür dilerken, so-
ruşturma sözü verdi. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ‘olayın Amerikan değerleriyle bağdaşmadığını’ belirtti. Afgan halkına son 10 yılda reva görülen her türlü işkence ve şiddetin yerde yatan Amerikan ordusunun deniz piyadelerinin üniformaları içinde ölü cesetlere işerken görülmesi ve işerken de “iyi günler dostum!” demesi insanlık değerlerinin ayaklar altına alındığı görüntülerden sadece minik bir parçası üzerinden yapılan ABD yetkililerin açıklamalarından da görüldüğü üzere, haksız kanlı emperyalist savaşın haydutça uygulamalarını gizlemenin çabasıdır. Afganistan halkı kendi topraklarında ABD ordusunun işgali altında her türlü insanlık dışı uygulamaya maruz bırakılıyor, hem eğlence için öldürülüyor, hem de ölü cesetlere işkence yapılıyor. Kandahar ve Helmand eyaletlerinde 20 bin asker bulunduran ABD, toplamda ise 90 bin askeri bulundurmakta. Buna TC devleti başta olmak üzere bütün müttefikler asker göndererek işlenen bütün suçlara ortaklıke diyor.
Avrupa’da sosyalizm yürüyüşü Ocak ayında yaşamlarını yitiren proletaryanın büyük öğretmeni Lenin ve devrim mücadelesinin yapı taşlarından olan Liebknecht ve Luxemburg şahsında “Sosyalizm Yürüyüşü” düzenlendi Almanya’da Liebknecht, Luxemburg ve Lenin’in ölüm yıldönümleri nedeniyle büyük sosyalizm yürüyüşü düzenlendi. Doğu Berlin’in tarihi Frankfurter Tor meydanında başlayan yürüyüşe binlerce kişi katıldı.
Yürüyüş, Avrupa’nın çeşitli yerlerinden katılan demokratik kitle örgütleri, sendikalar, otonomcular, sol gruplar, sol partiler, devrimci ve komünistlerin oluşturduğu kortejler eşliğinde Liebknecht ve Luxemburg’un mezarlarına kadar sürdürüldü. ADHK, ADKH ve ADGH’nin bayrak ve flamalarıyla yer aldığı “Sosyalizm Yürüyüşü”nde, sloganlar ve marşlar eşliğinde yapılan eylemin önemine dikkat çekildi. Liebknecht ve Luxemburg’un yaşamlarını sosyalizm mücadelesine adadığına vurgu yapılarak, proletarya’nın öğretmeni Lenin’in öğretilerinin canlılığına ve günümüzdeki pratiğine değinildi. Açıklamada
son olarak, “Bu alt üst oluşlara vesile olanlar- ‘böyle gelmiş, böyle gider’ öğretisini bozanlardan sadece üç örneğidir; Rosa Luxemburg, V. Lenin ve Karl Liebknecht. Yaşamları boyunca sürekli egemenlere karşı muhalif kişilik ve kimlikleriyle tanınmışlardır, günümüzde halen fikir ve mücadeleleri bedenleri aramızda olmaksızın ezilen halkların uzun soluklu devrim mücadelesinde vücut bulmaktadır. Karl Liebknecht, V. Lenin ve Rosa Luxemburg insanın insanlaşma sürecinde, sadece toplumsal kurtuluş projeleriyle değil bulundukları mevcut sistemi değiştirme-dönüştürme pratikleriyle tarihe adlarını yazdırdılar. İnsanlığın kurtuluş projesi olan sosyalizme
yürüyüş uzun soluklu bir yürüyüştür. Uzun süreli bir sınıf savaşımını gerektirir” denildi. Yürüyüşte ADGH ve ADHK’nin de içinde olduğu 3A Devrimci Bloğunun da disiplinli ve güçlü bir şekilde hazır olduğu görülürken, Türkiye-Kuzey Kürdistanlı parti ve örgütler de yerini aldı. MKP, TKP/ML, MLKP, TKİP, Bolşevik Parti, Sosyalist Kadınlar Birliği, Kervan, ATİF, DİDF, Özgürlük Komitesi yapılan yürüyüşe katılım sağlarken, MKP, Marks-Engels-Lenin-StalinMao sliüetleriyle oluşturdukları kortejde, sosyalizm idealinin meşakkatli yoluna işaret etti.
18-19_Layout 2 1/20/12 11:56 AM Page 2
f
20-30 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
EKSEN
güncel 19
≫ ahmet hacalişi k.
1.PAYLAŞIM SAVAŞI ÖNCESİ GÜÇLER DENGESİ (1)
1
9. yüzyıl sonuna gelindiğinde dünyada ekonomik ve politik değişikliklerin temposu hızlanmış ve bu yüzden de uluslararası ilişkiler daha sallantılı hale gelmişti. Geçmişte de güç dengelerinde istikrarsızlık ve savaş getiren değişiklikler her zaman olmuştu. Ancak 19. yüzyıl son çeyreğinde Büyük Güç sistemini etkileyen değişiklikler önceye göre daha yaygın ve hızlı bir şekilde gerçekleşti. Dünya ticaret ve ulaştırma ağı (telgraf, buharlı gemiler, demiryolları, matbaa makineleri) sayesinde bilim ve teknolojideki atılımlar ya da imalat sanayindeki ilerlemeler birkaç yıl içinde bir kıtadan öbürüne aktarılabildi. Bu durum büyük güç sisteminde önemli değişiklikler meydana getirdi. Örneğin 1879’da ucuz fosforik cevherin çeliğe dönüştürülmesi sonucu Çelik üretimi olağanüstü arttı ve devletlerin askeri potansiyellerinde olağanüstü farklılaşmalar oluşturdu. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde öncelikle ittifak diplomasisine doğru bir eğilim başladı. İttifak diplomasisi bu yıllarda beliren karşılıklı korkular ve rekabetler yüzünden tüm Avrupalı Büyük Güçleri hatta denizlerle çevrili İngiltere’yi bile giderek daha çok etkiledi. Barış zamanı ilk ittifak Bismarck tarafından Viyana’nın dış politikasını “denetlemek” ve Rusya’yı uyarmak amacıyla 1879’da Almanya-Avusturya arasında yapıldı.1882’de Berlin Fransa’nın saldırı ihtimaline karşı Roma ile de benzer bir anlaşma gerçekleştirdi.1883’de Rus saldırganlığına karşı Almanya ve Avusturya, Romanya ile gizli bir ittifak yaptılar. Bu gizli anlaşma Fransa ve Rusya’da, Berlin’in savaş sırasında onları ezmek için gizli ittifak kurduğu şeklinde yorumlandı 1894’deki Fransız-Rus ittifakı, Almanya, Avusturya-Macaristan, İtalya arasındaki ittifakı dengelemiş oldu. Bu yeni gelişme Avrupa’da yeni görünümü istikrara kavuşturmuş gibiydi. Taraflar arasında kurulan denge, Büyük Güç çatışmasının sonuçları kestirilemez olduğu için mukadder çatışmayı ertelemiş oldu. Tecrit durumundan kurtulan Fransa ve Rusya dikkatlerini Afrika ve Asya’daki çıkarlarına çevirdiler. 1890’ların ortalarında devletlerin dikkatini çeken konular Güney Afrika, Uzakdoğu, Nil vadisi ve İran oldu. Bu aynı zamanda bütün güçlerin filolarını genişletmeye çalıştıkları “yeni donanmacılık” çağıydı. Bu on yıl Avrupa’daki karışıklıklardan uzak duran Britanya İmparatorluğu’nun Rusya ve Fransa gibi eski rakiplerinin daha sonra da Almanya, Japonya ve Birleşik Devletler gibi kendisine yeni yeni meydan okuyacak ülkelerin baskılarını hissettiği bir on yıl oldu ve ittifak bloklarının üzerinde anlaştıkları maddeler giderek geçerliliğini yitirdi. Ancak bu süreçte Fashoda’daki 1898 İngiliz-Fransız çatışması, Boer savaşı ya da Çin’de ödünler kazanmak için girişilen kapışma gibi olaylar Avrupa’daki büyük savaşı engellese de uzun vadede, kıta dışındaki emperyalist rekabetler Büyük Güçlerin Avrupa çerçevesi içindeki ilişkilerini tetikledi. İngiltere’nin Birleşik Devletler ile ilişkiyi düzeltmesi,1902’de İngiliz-Japon ittifakı,1904 İngiliz-Fransız antantı, İran, Tibet ve Afganistan konularında 1907 İngiliz-Rus antantı ve İngiltere’nin denizlerdeki güvenliğini artırması, Avrupa’da yoğunlaşmasını sağladı. Almanya’nın, yeni yüzyılı “Alman
yüzyılı” olarak ilan etmesi şüpheleri artırdığı gibi, Rus-Japon savaşı ve 1905 devrimci kalkışması sonucu Rusya’nın birkaç sene içerisinde ikinci sınıf güç durumuna düşmesi güç ilişkilerini etkiledi. Savaş öncesinde, birliğini sağlayıp uluslararası sisteme yeni katılmış İtalya, Japonya ve Almanya diğer yerleşik güçlerle paylaşım savaşına katılmak için yeterli itici güce kavuşmuştu.1890’lı yıllara gelindiğinde her üçü de denizaşırı bölgelerde sömürge kazanmaktaydılar; gene hepsi silahaltındaki ordularını tamamlamak üzere donanmalar oluşturmaya başlamışlardı ve en geç 1902’de hepsi de daha eski bir gücün ittifak ortağı olmuştu. Bu konjonktürde, Arşidük Ferdinand’ın 1914 Haziran’ında öldürülmesi barut fıçısını ateşleyen kıvılcım oldu. Avusturya-Macaristan’ın bu olayı fırsat bilerek Sırbistan’a saldırması, Rusya’nın Sırbistan yanında müdahalede bulunması, Prusya Genelkurmay’ının Schlieffen planının uygulamasını öne çekti. Plan gereği Almanya’nın Belçika üzerinden Fransa’ya ön alma saldırısı yapması İngilizler’in de işin içine çekilmesi sonucunu verdi.
GÜÇLERİN KONUMU İTALYA: Birliğe kavuşmuş bir İtalyan ulusunun doğuşu Avrupa dengelerinde önemli değişikliğe neden oldu. Birliğe kavuşmasından 10 yıl sonra İtalya Avrupa Büyük Güç sisteminin parçası oldu. Ancak görünüşteki konumu birtakım zayıflıklarını örtemiyordu. Tarımın geriliği, kişi başı ulusal gelirinin düşüklüğü, sanayi büyümesinin zayıflığı, kömürün yokluğu nedeniyle enerji sini İngiltere’den sağlaması stratejik zayıflık oluşturuyordu. Diğer güçlere göre sanayi gücü çok aşağılardaydı. İtalyan Hükümeti’nin yönetimi altında birleşen halk arasındaki bağlılıklar ulusal nitelikte değildi. Hükümet ile Katolik Kilisesi arasındaki düşmanlık, kuzey ve güney arasındaki ekonomik uçurum ilave olumsuzluklardı. İtalya’nın 1914’de konumu “Büyük Güçlerin en ufağı” ve komşularının gözünde ne yapacağı belirsiz ilkesiz bir ülkeydi. AVUSTURYA-MACARİSTAN: Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Büyük Güçler arasında en zayıfı olduğu halde bunun böyle olduğu makroekonomik istatistiklerde anlaşılmıyordu. İmparatorluk 1914’de sanayileşmiş, kömür üretimi hatırı sayılır derecede artmıştı. Çelik üretimi ve enerji tüketimi ikili ittifak güçlerinden geri kalmıyordu. Galiçya’daki petrol alanlarından yararlanıyordu. Macaristan’daki çiftliklerde makineleşme gerçekleşmişti. GSMH’sı Fransa ile aynıydı. Ancak ekonomisi ve toplumu ayrıntılı incelendiği zaman önemli kusurları vardı. Bunlar arasında en temel olanı kişi başı gelir ve verim açısından bölgeler arasındaki çok büyük farklardı. Bu sosyoekonomik ve etnik ayrılıkları yansıtıyordu. Bu yüzden Avusturya-Macaristan’ın kişi başı sanayileşme düzeyi başta gelen Büyük Güçlerin epey gerisinde kaldı ve dünya imalat sanayi üretimi içindeki payı bu on yıllarda yüzde 4,5 sularında gezindi. Bu gerilik ve etnik bölünmeler, kişi başı savunma harcamasının azlığı vs.Avusturya-Macaristan gibi stratejik yükümlülükleri olan bir ülkenin üzerine oturacağı sağlam bir ekonomik taban olmadığı gibi stratejik konumunu da tehlikeye atıyordu.
FRANSA: Fransa 1871-1900 arası mevcut sömürge topraklarına 3,5 milyon mil kare genişliğinde yeni topraklar eklemişti ve İngiltere’nin ardından en büyük denizaşırı imparatorluğa sahip ülkeydi. Ancak toplam sanayi potansiyeli Almanya’nınkinin yaklaşık yüzde 40’ı,çelik üretimi altıda biri, kömür üretimi yedide biri kadardı. Aktif nüfusunun yüzde 40’ının hala tarım kesiminde olması ve tarımda küçük çiftliklerin çok fazla yer tutması hem zenginliğe hem de verimliliğe ayak bağı oluyordu. Fransa karşılaştırmalı istatistiklerde Almanya’nın olduğu kadar Birleşik Devletlerin, İngiltere’nin ve Rusya’nın hayli gerisine düşmüştü. Bu yüzden de 20.yüzyılın başında büyük güçler arasında beşinciydi. İNGİLTERE: 1900 yılında dünyanın en büyük imparatorluğu idi. Yaklaşık 12 milyon mil karelik toprak ve dünya nüfusunun dörtte biri. Tüm dünyaya yayılmış donanma üsleri, en büyük ticaret filosu, kapitalist ekonomi içinde en büyük yatırımcı, banker, sigortacı ve mal alım satımcısı yapan mali hizmetleri ile sistemin kalbi. Ancak 1870’den sonra dünya güçler dengesinde meydana gelen değişme İngiliz gücünü aşınmaya uğrattı. Sanayileşmenin yayılması nispi konumunu her ülkeninkinden daha fazla zayıflattı. Bu zayıflık İngiltere’nin deniz, kara ve imparatorluk gücünün dayandığı sanayi ve ticaret üstünlüğünde meydana gelen aşınmaydı. Söz konusu yıllarda İngiltere’nin yerleşik sanayi verimleri arttı ama dünya üretimi içindeki nispi payları sürekli azaldı. Sanayi alanındaki üstünlüğün kaybedilmesi kısa bir süre sonra alıcı bulmak için sürdürülen kıyasıya rekabette de kendini gösterdi. İngiliz ihraç malları piyasa fiyatlarının üstüne çıkan fiyatları yüzünden satılamadıkları için eskiden sahip oldukları elverişli konumu kaybettiler. Son olarak da İngiliz sanayi korunmasız iç piyasaya dışardan giren yabancı imalatçıların artmasıyla zayıfladı, rekabet edemez duruma getirdi. İngiltere 1880’de dünya toplam imalat veriminin yüzde 22,9’unu elinde tutarken bu oran 1913’de yüzde 13,6’ya düştü.1880’de dünya ticaret ticareti içindeki payı yüzde 23,2’iken 1913’de yüzde 14,1 oldu. Sanayi gücü açısından hem Almanya hem de Birleşik Devletler öne geçmişti. .”Dünyanın atölyesi “ savaştan önceki birkaç on yılda artık üçüncü sıraya düşmüş ve ticaret, sömürgeler ve denizcilik alanlarında yoğun bir rekabetle karşı karşıya kalmıştı. RUSYA: Çarların imparatorluğu yaklaşmakta olan 20.yüzyılın “dünya güçleri” kulübün üyesiydi. Finlandiya’dan Vladivostok’a yayılan toprak büyüklüğü, sürekli artan dev nüfusu, dört yüzyıl boyunca sürekli genişlemesi, Avrupa’nın en büyük ordusu, yüksek askeri harcaması onu kulübün kendiliğinden üyesi yapıyordu. Batıya doğru demiryolu yapımı süratle ilerliyordu. Kırım savaşı zamanına göre sanayi alanında artık çok kudretliydi.1860-1913 yılları arasında sanayi verimi yılda ortalama yüzde beş gibi dikkat çekici bir oranda arttı. Savaş öncesi çelik üretimi Fransa ve Avusturya’nınkini geçmişti ve İtalya, Japonya’nın üretiminin bir hayli önündeydi. Kömür üretimi ise 1890’da altı milyon tonken 1914’de 36milyon tona çıkarak daha hızla arttı. Rusya dünyanın ikinci en büyük
petrol üreticisiydi. Geçmişi hayli gerilere uzanan tekstil sanayi genişlerken, kimya, elektrik ve silah sanayinde büyük kentlerin çevresinde binlerce işçinin istihdam edildiği fabrikalar oluştu. 1892’de altın standardına geçişiyle istikrara kavuşan dış ticareti 18901914 arasında üç kat arttı ve bu dönemde Rusya dünyanın en büyük ticaret ülkesi oldu.1914’e gelindiğinde Rusya dünyadaki en büyük dördüncü sanayi gücü haline gelmişti. Ancak bu olumlu tablo bağrında birçok olumsuzluk da barındırıyordu. Sanayileşmeyi büyük oranda yabancı yatırımcılar yarattığı gibi kritik sektörler yabancıların elindeydi.1914’de Rus fabrikalarında üç milyon işçi bulunmakla birlikte bu sayı nüfusun yüzde 1,75’i gibi dehşet verecek kadar düşük orandı. 20. yüzyılın başında Rusya dünyanın en borçlu ülkesiydi ve para girişini sürdürebilmek için yabancı yatırımcılara tıpkı şimdi Türkiye’nin yaptığı gibi piyasanın üzerinde faiz oranları önermek mecburiyetindeydi. Özetle Rusya sallantılı durumdaydı. Diğer yandan dışarıya sattığı malların yüzde 63’ünü tarım ürünleri, yüzde 11’ini de kereste oluşturuyordu. Amerikan malı çiftlik donanımlarının, Alman malı imalat makinelerinin karşılığını ve ülkenin muazzam dış borç faizlerini ödemek üzere bu ihracata ihtiyaç vardı ama yeterli olamıyordu. Rusya 1914’de dördüncü sanayi gücü olmakla beraber Birleşik devletlerin, Almanya’nın ve İngiltere’nin epey gerisindeydi. Rusya temelde bir köylü toplumuydu. Nüfusunun yüzde 80’i geçimini tarımdan sağlıyordu. Geriye kalanın da köyle bağlantıları vardı. On yıllar boyunca tarımın verimi artmakla beraber nüfustaki artışa yetişmiyordu. Tarım verimindeki yavaş artış yoksulluk içinde bulunan ve yetersiz beslenen köylü sınıfı için daha iyi bir yaşam düzeyi sağlamamıştı. Aynı sebeple, devletin sanayileşme ve savunma giderlerini karşılayabilmesi için yüksek (çoğu kez dolaylı) vergileri sık sık artırıp kişisel tüketimi kısması işçi-köylü sınıfında huzursuzlukları artırıyordu.1913 yılına gelindiğinde ortalama yurttaşın geliri İngiliz gelirinin yüzde 27’si olduğu halde devletin bu gelirden savunmaya ayırdığı oran bir İngiliz’e göre yüzde 50 daha fazlaydı. İşçiler hızla büyüyen kentlerde kanalizasyonsuz bir çevre, sağlığı tehdit eden koşullar, berbat konutlar ve yüksek kiralarla boğuşmak zorundaydılar. Keza düşük hasat, yüksek fiyatlar gibi etkenler, acımasız çalışma koşulları yüzünden tarım kesiminde de büyük huzursuzluklar vardı. Kısacası 1914 öncesinde Rusya sosyo-politik açıdan bir barut fıçısıydı.
İngiltere’nin Birleşik Devletler ile ilişkiyi düzeltmesi, 1902’de İngiliz-Japon ittifakı, 1904 İngiliz-Fransız antantı, İran, Tibet ve Afganistan konularında 1907 İngilizRus antantı ve İngiltere’nin denizlerdeki güvenliğini artırması, Avrupa’da yoğunlaşmasını sağladı.
20-21_Layout 2 1/20/12 2:07 PM Page 1
20 güncel haber
Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2012
Büyük Alevi Kurultayı’ Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı öncülüğünde “Anayasa’yı Beklerken Aleviler” ana temasıyla 15 Ocak Pazar günü gerçekleştiridi. 2. Büyük Alevi Kurultayı’nda, anayasa aldatmacası başta olmak üzere Aleviler güncel sorunlarını masaya yatırdılar Alevilerin, AKP’nin yeni anayasa yalanlarından beklentisinin kalmadığı vurgusu kurultaydan ağır bastı. İmha ve inkar politikalarıyla gittikçe sindirilmeye çalışılan Alevilerin, diğer mezhep ve halklarla birlik içerisinde egemen sisteme karşı mücadeleyi yükseltmesi gerektiği vurgusu kurultaayda yapıldı. Ankara Anadolu Gösteri Merkezi’nde toplanan 2. Büyük Alevi Kurultayı, deyişler ve “çera uyandırma” ile başlayarak, semah töreni ile devam etti. Sık sık “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Faşizme karşı omuz omuza” sloganlarının atıldığı salonda, “Aleviler vardır, Alevilik haktır”, “Dersim’i, Sivas’ı, Çorum’u, Gazi’yi, Maraş’ı unutmadık, unutmayacağız”, “Abdal Musa taş ocağı olmasın” gibi pankartlar dikkat çekti.
“Sorunlarımızın üstüne gitmeliyiz” Kurultay, Hacı Bektaş Dergahı Baş Piri (Postniş) olarak bilinen Velieddin Hürrem Ulusoy’un, açılış konuşmasıyla başladı. Çok sayıda Alevi örgütü ve kurumunun bulunmasına rağmen Aleviler’in birliğini sağlayamadıklarını söyleyen Ulusoy, “bıkmadan usanmadan, küsmeden sorunlarımızın üstüne gitmeliyiz” ifadelerini kullandı. Kurulan cemevlerinin çoğunun esas işlevini yerine getiremediğini belirten Ulusoy şunları söyledi: “Hükümet Aleviler adına dedeler seçiyor. Birliğimizi sağlayamadığımız ve daha güçlü örgütlenmeler yaratamadığımız için Musaiplik felsefemiz de yok olmak üzere. Gezip gördüklerim kadarıyla Cemlere gençlerin katılımı yok denecek kadar az. Biz büyükler gençlere ‘Yol Aşkı’nı vermezsek geleceğe taşınacak bir ‘Gönül Birliği’ yaratamayız.” Kurultayın tüm Alevi örgütlerinin ortak bir çalışmasına dönüşmesini isteyen Ulusoy’u salondakiler ayakta alkışladı.
“Aleviler var, Alevilik haktır” Ercan Geçmez (Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Başkanı), kurultayın ortaklaştırılarak Aleviler’in yılda bir düzenlediği büyük bir birlik Cem’ine dönüştürülmesi çağrısını yaptı. 1. Kurultayın ardından Anayasa’ya ilişkin hazırladıkları talep ve önerilerin hükümetin bir kulağından girip öteki kulağından çıktığını söyleyen Geçmez, kendilerine “islamı böler” denilerek Aleviler’in dergah ve cemevleri talebinin görülmezden geldiğini hatırlattı. Dersim, Maraş, Çorum, Sivas ile Uludere katliamlarının aynı mantığın ürünü olduklarını söyleyen Geçmez, bu ülkede Aleviler ve diğer yok sayılan halk ve mezheplerin haklarının tanınması için yasal değişikliklerin dahi yeterli olduğunu sözlerine ekledi. Geçmez, Alevi Çalıştayı ve yayınlanan sonuç bildirgesinin Aleviler’e yönelik hakaretlerle dolu olduğunu, ‘yeni anayasa’ konusunda AKP hükümetinden olumlu hiçbir beklentileri kalmadığının altını çizerek sözlerini şöyle bitirdi: “Dersim’de Seyit Rıza Pirimizin mezarını bulana kadar, Maraş, Sivas’a, Çorum için de demokrasi arayışımız sürecek. Uludere’de katledilen 34 çocuk da bizim canımızdır. Holdinge dönüştürülen Diyanet İşleri Başkanlığı, her kesi Sünni ve Türk olarak gören anlayış mahkum oluncaya dek mücadelemiz sürecek. Bu ülkede barışı sağlayamayanlar Suriye ve Ortadoğu’da halkları birbirine kırdırmaya çalışıyor. 2 generali yargılayarak 12 Eylül’le hesaplaşacağını sananlar saraylarda yaşatılan dönemin tüm işkencecilerini yargılamadan hesap soramaz. İnançlarımızı ve kültürümüzü yok sayanlar bilsinler ki Aleviler vardır ve Alevilik haktır.”
“Birleşirsek gerisi teferruattır” Turgut Öker (Avrupa Alevi Birlikleri Kon-
federasyonu Başkanı), Avrupa’da yaşayan Alevilerin asli ve kurucu unsurlar gibi eşit hak ve özgürlüklere sahip olduklarını, ülkede ise başta Aleviler ve Kürtler olmak üzere birçok halk ve mezhebin sorunlarının çözülmemiş olmasını ‘büyük bir ayıp’ olarak değerlendirdi. “AKP’nin mayası bozuktur” diyen Öker, “sicili oldukça kabarık ve bozuk olan AKP, 2. Kerbela’ları yaşatmak isteyen bir anlayışla hareket ediyor. AKP’nin öncülüğünü yaptığı ‘Yeni Anayasa’nın da eşitlik ve demokrasi getirmesini beklemek büyük bir hatadır. Bu zihniyete karşı Aleviler, kimliği ve kültürü yok sayılan diğer kesimlerle birleşmezse, adım adım yok edilecektir. Biz Aleviler, Kürt, Ermeni, Laz, Sosyal demokratlar, devrimci ve sosyalistler birleşirsek gerisi teferruattır.” dedi. Hüseyin Güzelgül (PSAKD Genel Başkanı) de Aleviler üzerinde uygulanan asimilasyon politikalarının daha sinsice yürütüldüğünü belirterek, ülke halklarının birbi-
rinin kültürel kimliklerine saygı ve hoşgörü temelinde Ortadoğu üzerinde oynanan emperyalist oyunlara karşı ortak mücadele etmesi gerektiğinin altını çizdi. Divan seçiminin ardından salondaki katılımcıların da söz aldığı Kurultay sonuç bildirgesinin açıklanmasının ardından sona erdi.
Siyasilere söz yok Kurultay’a faşist ve iktidar partisi dışında tüm siyasilerin davet edildiği bilgisi verilirken CHP’li Tunceli Milletvekili Kamer Genç ve Hüseyin Aygün başta olmak üzere çok sayıda Alevi kökenli CHP vekili de katıldı. Kurultay iradesinin kararı üzerine siyasi partililere söz hakkı tanınmadı. ÖDP, HE, TKP, EMEP temsilcileriyle KESK Genel Sekreteri İsmail Hakkı Tombul’un da izlediği kurultayda, Alevi yöre dernek ve muhtarları Suriye’den de Alevi ‘Ehlibeyt Uleması’nın önde gelen isimlerinden Zülfikar Gazel ve Muvaffak Gazel gibi isimler de katıldı.
Mazgirt Belediyesi’ n Üretenlerin yönetmesi gerektiği perspektifiyle çalışmalarına devam eden Mazgirt Belediyesi, Belediye tabelalarını anadil tabelalarıyla değiştirdi. Türkçe ve Zazaca şeklinde hazırlanan tabelalar Mazgirt’te faaliyet yürüten demokratik kurum temsilcilerinin ve Belediye Mec-
lis üyelerinin katılımıyla asıldı.
Annelerimiz ne kadar kutsalsa, anadilimiz de o kadar kutsaldır! DHF, EMEP, DTP temsilcilerinin de hazır bulunduğu tabela değiştirme töreninde konuşan Belediye Başkanı Tekin Türkel,
20-21_Layout 2 1/20/12 2:07 PM Page 2
20-30 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
nda birlik çağrısı
güncel 21
Sonuç bildirgesi
açıklandı Kurultayın sonuç bildirgesinde, anayasa yapım sürecine Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Araplar, Romanlar-Çingeneler, Rumlar, Süryaniler ve Yezidiler gibi toplulukların etkin bir biçimde katılmaları için olanak yaratılması talep edildi. Bunun için arşivlerin saydamlaştırılması, telafi mekanizmalarının ve araçlarının geliştirilmesinin önemine değinilen sonuç bildirgesinde, yerleşim yerlerinin özgün adlarının iadesi, göç ettirilenlerin geride bıraktıkları yapıların onarımı ve canlandırılması vb adımlar atılması, TBMM'de hakikat ve yüzleşme komisyonları kurulması ve suça iştirak edenlerin mutlaka yargılanması istendi. Hrant Dink davası, Sivas davası gibi devam eden davaların zaman aşımına uğramasına izin verilmemesi gerekliliğine de yer verildi. Sonuç bildirgesinde yer alan bazı talepler şöyle: "Zamanımızın önemli bir sorunu olan kayıplarımız için derhal bir kayıpları araştırma komisyonu kurulmalı. Hali hazırda içinde bulunduğumuz günlerde hakim olan savaş diline son verilmeli, tutuklamalar ve gözaltıların, ev, parti, medya kuruluşları, sivil toplum örgütlerinin binalarına yönelik ve bütün mekanları terörize eden baskınlarla tamamlanan, artık apaçık askeri bir teknik olarak kullanımına son verilmelidir. Düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü düzenleyen bütün hukuksal mevzuat ivedilikle tartışma gündemine alınmalı ve demokratik, özgürlükçü olacağı sıklıkla iddia edilen yeni anayasanın ruhuna uygun ön adımlar atılmalıdır."
nden anadil çalışmaları “Modernleşerek sürdürülen asimilasyon saldırıları karşısında dilimize, kültürümüze ve kimliğimize sahip çıkacağız” dedi. “Annelerimiz ne kadar kutsalsa ana dilimiz de o kadar kutsaldır diyen” Türkel, Mazgirt İlçesi’nde çalışma sürdüren demo-
kratik kurumlarla dayanışmayı büyüteceklerini ve önümüzdeki dönem yapılacak çalışmalarda bu dayanışmayı daha da büyüteceklerini söyleyerek bahar döneminde hayata geçirilecek çalışmalar hakkında kurum temsilcilerine bilgi verdi.
Tabela asma sırasında bulunan kurum temsilcileri de yaptıkları konuşmalarda bu tür çalışmaların içersinden geçilen dönemde önemli olduğuna dikkat çekerek dayanışmayı büyütme çağrısı yaptılar.
Hakkari’de
patlama Hakkari’de meydana gelen patlamada bir kişi yaşamını yitirdi. Patlama sonrası yaralılar hastaneye kaldırılırken polis toplanan kitleye tazyikli su ve gaz bombasıyla saldırdı Hakkari'de Bulvar Caddesi'nde TEDAŞ'a ait bir trafonun yanına bırakılan patlayıcının infilak etmesi sonucu Çanakkale 18 Mart Üniversitesi İngilizce öğretmenliği bölümü öğrencisi olan Zeki Yeşil hayatını kaybederken, 7’si polis 20 kişi yaralandı. Yaralılar bölgeye gelen ambulanslarla Hakkari Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Patlama yerinde iki metrelik bir çukur oluşurken, olay yerinde bulunan iki araç ise kullanılamaz hale geldi. Çevre bina ve iş yerlerinin tamamının camlarının kırıldığı patlama sonrası, yaralılar ambulanslarla hastaneye kaldırıldı. Olay yerine gelen polis sık sık havaya ateş açarken, yaralıların kaldırılmasından sonra da bu kez zırhlı araçlar kitleye tazyikli su ve gaz bombasıyla saldırmaya başladı. Binlerce kişinin sokaklara doluştuğu kentte, uzun süre çatışmalar yaşandı. Patlamanın sebebine ilişkin henüz bir netlik sağlanamamışken devletten bilindik refleks açıklamalar geldi. Hakkari Valisi Muammer Türker “patlamanın PKK’nin işi olduğunu” iddia etti. Hakkari’de gergin bekleyiş devam ediyor.
22-23_Layout 2 1/20/12 2:04 PM Page 1
22 röportaj
Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2012
Sanatta etkin bir
silah
sinema Çiçek Açsın Kültür Merkezi fYüz (YÇKM) tarafından ikincisi düzenlenecek olan Yılmaz Güney Kültür Sanat Festivali kapsamında Menderes Samancılar’la yapılan röportajın ikinci bölümünü yayınlıyoruz
fBugünün koşullarına baktığımız zaman film çekmek, dijital teknolojinin gelişmesi ile mütevazı olanaklarla sinema filmi çekmek mümkün olmasına rağmen hem bunu kamuya yayabilmek halkla, kitleyle paylaşabilmek anlamında çok ciddi engeller hala var. O dönemin katı ve gözle görünen sansürleri farklı yöntem ve modellerle devam etmiyor mu? Ediyor. Ama internet diye bir olay var. Bugün dağıtımı kitlelere ulaştırması daha kolay… Şartlar daha kolay o günlere göre film çekmek. Yeter ki doğru filmi çekebileceksin. İlla ki parmağı göze sokmak gerekmiyor bu gün itibari ile. Ne anlatacağına doğru karar verirsen her şeyi anlatabilirsin. Önce nasıl anlatacağını bileceksin.
fÜretim noktasında nasıl bakıyorsunuz o dönem ki üretim ile şu anki üretimi kıyasladığınızda? O dönem kendi koşullarına göre sancılara
parmak basan filmler vardı. Ama bugün genel olarak her şeyi anlatıyor insanlar. Bugün işkenceyi anlatıyorlar, başka sıkıntıları anlatıyorlar. En son Yüksel Aksu’nun filmlerine baktığımızda çevreyi koruyucu direk bu meseleye parmak basan filmler de var, tabi onların da altında rant var. Bugünün anlatım ve çekim koşulları geçmişe göre daha kolay. Geçmiş başka bir şeydi. Diyorum ya bugün de aydınlık değil, bugün de her şey karanlık ama o gün de karanlıktı. Her şey zordu. Bir film setinde insan vurulup ölebilirdi. Kovuşturmalar da vardı. Bir sürü yönetmen içeri girer çıkardı, sendikacılar tutuklanırdı. Ben hiç hapis yatmadım ama Selimiye’de 20 kere mahkemeye çıktım. Mahkemeye çıkmak iş değil. Hele o dönemin sıkıyönetim koşullarında… Bir de düşünüyorum ben İstanbul’a geldiğimden bu yana, 12 Eylül’e kadar hep sıkıyönetimle geçmiş hayatımız. Bulunduğum her yerde sıkıyönetim vardı. Ondan sonra
da değişen bir şey olmadı aslında. Biz 1990 yılında Van’a gittik bir film çekiyorduk, kaldığımız otele polisler geldi. Bizim hüviyetlerimizi topladılar, film bitene kadar hüviyetlerimiz Van Emniyet Müdürlüğü’nde kaldı. Çekimlere dağa çıkıyorduk. Çıktığımız gibi fırça yiyorduk.
fYol’un da çekimleri aynı şekilde durdurulmuş. Tabi… Sinemacıların çilesi hiçbir zaman bitmemiş. Sinema devletin korktuğu en büyük sanat dallarından biridir. Normal rejimlerde, normal seyreden demokrasilerde değil. Yani insanların içinden geldiği zaman sanat, özellikle de sinema çok tehlikeli bir silaha dönüşebiliyor. Yani bir toplumu iki tane sinema filmiyle sokağa dökebilirsin. İşte sansürün altında yatan gerçekler bu. Ama sinema bir halkın sanatının, halkının bayrağı gibi olmalıdır bence. Yani halkın acil olan bir ihtiyacı varsa bunu
en iyi aydınlatmanın yollarından biri de sinemadır.
fDağıtımda ya da kamuya ulaştırmada kolaylıklar var. Fakat iyi sinema filmi çekebilmek için para ya ihtiyaç yok mu? Sponsor veya destek bulamadığı için ya da “piyasanın” ihtiyaçlarına cevap vermediği için doğru söz söyleyen birçok projenin bu anlamda engellendiğini söyleyebilir miyiz? Tabi, muhakkak… Ama küçük paralarla da iyi film çekmek mümkün. 1974-75’te film çekerken yurda kaçak olarak girerdi negatifler, Bulgaristan üzerinden. Filmi kaç kutu filmle çekeceksin? Örneğin, 70 kutu… Yapımcı verir yönetmene 60 kutu. 60 kutuyla çekeceksin der. Bir filmin uzunluğu bellidir. 40 kutu filmle bir sinema filmi bitmek zorunda. 38 kutuyla çekeni el üstünde tutarlardı, çünkü yoktu. 75’ yıllarındaydı… Eskişehir’e bir film çekmeye gittik. Haralardan birinde çalıştık.
22-23_Layout 2 1/20/12 2:04 PM Page 2
20-30 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
S
inema devletin korktuğu en büyük sanat dallarından biridir. Normal rejimlerde, normal seyreden demokrasilerde değil. Yani insanların içinden geldiği zaman sanat, özellikle de sinema çok tehlikeli bir silaha dönüşebiliyor. Yani bir toplumu iki tane sinema filmiyle sokağa dökebilirsin.
Yılmaz Güney Kültür Sanat Festivali vesilesiyle
2. B L M
Otel falan olmadığı için boş bir ahır düzenlendi, somyalar geldi, kondu. Atların yattığı yer süpürüldü, temizlendi, ahırda yattık yirmi kişi. Sabah da sete gittik. Orda başka bir özveri vardı. Yokluk içerisindeki savaşın insanları başka bir hale getirdiğini gördük. Urfa Ceylanpınar’da kaldık ‘75’te. Kaldığımız otelin girişinde bir tane soba vardı, 3 katlı bir oteldi. Bayanların banyo gününde biz erkekler çıkardık otelden. Bir tane banyo odası vardı, herkes banyo yapardı o gün. Ertesi gün erkeklerin banyo günüydü. İstediğin kadar çamurun içinde çalış gel, banyo gününü bekleyeceksin. Ama sete giderken bir asker gibi, bir nefer gibi giderdik. Zaten bizim bu kadar özverili çalışmamız da bir sürü insanı rahatsız ederdi. Bu adamlar niye geldiler, bu filmleri niye çekiyorlar diye herkes sorgulanırdı.
fYılmaz Güney Festivali yapıyoruz. Dev sponsorlarla yapılan kimi festivallerden daha anlamlı bizce. 70’lerde-80’ lerde bahsettiğiniz gibi
23 bir birlik ve özveri vardı. Bugün sistem, insanları o kadar ayrıştırmış ki bu birliği yakalayamıyoruz. Bu birlikteliği yakalamak için ne yapılabilir? Bunun için, yine temelde baktığımızda “örgütlü mücadele” diyoruz. Örgütlü olup örgütlü hareket etmek zorundayız. Tabi şimdi bir araya gelmek de o kadar kolay değil. Bu işler kurumlar, dernekler aracılığı ile olmalı. Bu dönem insanlara ulaşmak hem kolay hem zor. Hangi insana ne amaçla ulaşacağına bağlı. Senin yaptığın işle çağırdığın kişinin de bir alakasının olması lazım, sorumluluk duyması lazım. İnsanlar kendini sorumlu hissetmezse komşuna bile güvenmezsin. Aynı apartmanda 30 yıl yaşarsın ama kimse kimseyi tanımaz. Merhaba dersin, selamını bile almaz. Sektör de böyle... Genişledikçe insanlar arasındaki bağlar koptu.
fÇoğunlukla piyasanın ihtiyacına göre üretim yapılıyor. Sinema emekçilerinin, oyuncuların hayatlarını sürdürmek için bu piyasanın bir parçası olması zorunlu. Yılmaz Güney de zamanında böyle idi. Piyasanın ihtiyacına uygun filmler çekiyordu ama piyasanın ihtiyacına bakmadan kendisi ihtiyaç olarak gördüğü filmleri de bağımsız olarak çekebildi. Bunu bugün de başarmak mümkün değil mi? Piyasa içerisinde kalmak fakat bağımsız projelerde bir araya gelmek, daha yakın ve kolektif üretimlerde bulunmak, bu kopukluğu aşmak sinema emekçileri, oyuncular açısından mümkün değil mi? Hem yapımcılık yapmak, hem yönetmek hem de senaryo yazmak başka bir şey… Yılmaz Güney’in böyle bir avantajı vardı. Yılmaz Güney kendi biriktirdikleriyle geldi. Cezaevinden çıkar hemen bir film çekerdi. Çünkü Yılmaz Güney artık koskoca bir markaydı. Taşı çekip film yapıcam dese, sadece taş gösterse sokaklarda yine kitlelere hitap ederdi, yine seyircisi olurdu. Onun durumu çok başka. Yılmaz abiyi, hayatıyla, sinemasıyla bugünkü sinema ölçeğinde kimseyle yan yana getirmek mümkün değil. Sinemadan bahsederken Yılmaz abiyi ayrı bir yere alıp bahsetmeyi yeğlerim. Şimdi onun adına da kitaplar yazılıyor. Objektif olacağız diye yanlış yazanlar da var. Doğru bildiğimizi yazacağız diye her şeyi ifşa etmek zorunda değiliz. Yılmaz Güney’in özel hayatında olanlar da kitaplar yazmışlar, dergilere yazmışlar ama arkadaşlığın da, ilişkinin de bir etiği olmalı. Bugün okuyup beğenmediğim bir sürü şey var. Yılmaz Güney’in hayatını anlatıyoruz diye çıkmışlar anlatıyorlar ama tasvip etmek mümkün değil. Bugün biz Yılmaz Güney’i Yılmaz Güney olarak ele almalıyız. Nazım Hikmet’in özel hayatı kimseyi ilgilendirmez, Yaşar Kemal’inki de ilgilendirmez, Yılmaz Güney’inki de ilgilendirmez. Biz Yılmaz Güney bize ne verdi diye bakacağız. Sinemamıza ne verdi, bu topluma ne verdi, hangi yolu, hangi kapıyı açtı, ondan sonra gitti. Tabi gitmek derken ölüm gitmek değil. Yılmaz Güney öleli yıllar olmuş ama hala dışarı da bizi bekleyen bir arkadaşımızdan bahseder gibi konuşuyoruz. Öyle olmak zorunda. Keşke Yılmaz abinin düşüncesine sahip olan başka arkadaşlarımız da gelseydi, sinema yapsaydı. Ama onun gibi olmaz. Bir memlekette 2 tane 3 tane Yılmaz Güney olmaz. Onun özelliği de tek olması. Yılmaz abi çok kendine özel bir adamdı, bütün eserleri de kendine özeldir. Onun özelliği ise halkın adamı olması…
fYüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi olarak, Yılmaz Güney Vakfı’nın desteğiyle Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali’nin ikincisini düzenleyeceğiz. Son olarak festivalimizle ilgili söyleyeceğiniz bir şeyler var mı? Böyle bir kültür-sanat etkinliği yapmak bu mücadeleyi vermek, bunu yaygınlaştırmak, toplumları bunun içine çekmek, paylaşmak… Daha ne olsun. Yani sizler öncülük yapacaksınız, biz de yardımcı olacağız. Kolay gelsin diyorum.
MAYA
≫ arif bilgin
BİR KUKLANIN ÖLÜMÜ
2
7 Ocak 1924’te Baf’ta doğan Rauf Denktaş’ın yaşamı 13 Ocak 2012’de „ishale bağlı su kaybı“ ve ardından meydana gelen iç organların iflasıyla sona erdi. Türk kontrgerillası olarak bilinen Özel Harp Dairesi‘nin bu çok önemli kuklasının cenaze merasimine Türkiye resmi protokolü tam kadro halinde katıldı. „Kıbrıs Türk varlığına adanmış bir hayat“, „büyük kahraman“ olarak uğurlandı.
Kıbrıs, 1923’e kadar Osmanlı egemenliği altında bulunan bir adaydı, „Malta“ ve „Fizan“ gibi daha çok sürgün yeri olarak kullanılıyordu. Başta ünlü Şair Namık Kemal olmak üzere bir dizi ünlü aydın, Kürt’ler ve Aleviler gibi toplulukların liderleri hep buraya sürülür, zindanlara atılır ve orda ölürlerdi. 1821’de Yunanistan Rumları ayaklanıp bağımsızlığını ilan edince, Kıbrıs ta aynı yönde hareketlendi. I.Dünya savaşından sonra Almanlarla birlikte yenilen Osmanlı hanedanlığı çöktü ve ilhak ettiği pek çok yerden çekilerek oraları İngiliz, Fransız, Rus ve İtalyanlara bırakmak zorunda kaldı. Daha sonra Osmanlı yıkıntıları üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Lozan antlaşması gereğince Kıbrıs adası üzerindeki hükümranlık haklarını İngiltere’ye devretti ve 1925’te „Büyük Britanya’nın Taç Kolonisi“ oldu ve koloni valisi tarafından yönetilmeye başlandı. 1931’de adanın Yunanistan’la birleşmesi amacıyla ayaklanan Kıbrıslı Rumlar, Vali Konağını yaktılar. Bu türden bir dizi olaydan sonra kendilerini Enosis Hareketi’nin tehditi altında gören adadaki Türkler kolonici İngilizlerin doğal müttefiki haline geldiler. Böylece Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın politik manevra ve entrika alanı haline gelen Kıbrıs’a sonuç olarak Türkiye’nin yeniden “garantör” devlet olarak dönmesini sağladı. Daha sonra, ABD’nin stratejik gereksinimleri ve NATO’nun yararı nedeniyle çatışmalar daha da karmaşık bir hal alacaktır. Aynı dönemde NATO’ya bağlı olarak her ülkede oluşturulan “gladio”lar buraya da elattılar. Bir yanda EOKA ve TMT, öte yanda CIA, M19’lar... Türk Mukavemet Teşkilatı, aslında Türk Özel Harp Dairesi’ne bağlı bir provakasyon örgütütür. Eski bir Koloni Savcısı ve avukat olan Rauf Denktaş, Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT)’nın başkanlığına getirilmekle birlikte ipler Turgut Sunalp, Kemal Yamak, Sabri Yirmibeşoğlu, İsmail Tosun gibi Türkiye Özel Harp Dairesi kontra subaylarının ellerindeydi. “Anavatan”daki özel harp dairesinin “yavruvatan”daki yavrusu Türk Mukavemet Teşkilatı, Kıbrıs’ta faaliyete başladıktan itibaren, ayni Türkiye’deki gibi karanlık işler, provakasyonlar ve cinayetler işlemeye başlar. 1974’te ki işgalden sonra ise, Türkiye Özel Harp Dairesi’nin adeta üssü haline geldi ve burada eğitilen faşistler Türkiye’deki demokratik devrimci hareketlere karşı etkili biçimde kullanıldı. Örneğin Turgut Sunalp, Kemal Yamak, Sabri Yirmibeşoğlu 12 Eylül darbesini hazırlanmasında büyük rol oynadılar, Diyarbakır 5 Nolu cezaevini işkence merkezi haline getiren Esat Oktay Yıldıran gibi canavarlar da Kıbrıs’ta yetişmişti. E.Oktay Yıldıran, işgal sırasında “binlerce Rum’a Türkiye’deki esir kamplarında” nasil işkence yaptığını ve öldürdüğünü ballandıra ballandıra anlatırdı. Bu canilikler, etnik arımayı sağlamayı ve ilhak için ortam hazırlamayı amaçlıyordu. 5-6 Eylül 1955 faşist tertibi için Selanik’teki Atatürk’ün evinin bombalanması gibi Kıbrıs’ta da Bayraktar Cami’yi bombalayarak etnik çatışmayı körüklediler. Bu olayı deşifre eden Kıbrıs haftalık “Cumhuriyet” gazetesinin sahip ve yazarları olan Avukat Ahmet Muzaffer Gürkan ile Ahmet Hikmet, Denktaş tarafından önce “hain” ilan edildiler, sonra da eşlerinin yanında maskeli adamlarına öldürtüldüler. Denktaş’ın cinayeti “kadın meselesi”yle maskeleme çabasına karşın başarılı olamamış ve Cumhuriyet’in (Kıbrıs) “alçak” dediği Denktaş’ın TMT’sinin infazları olduğ açığa çıkmıştı. Bu gazete ve öldürülen bu aydınlar, Türk ve Rum ırkçı provakatörlerini teşhir eden, adada barış ve kardeşliği savunan insanlardı. Kemal Yamak, “Gölgede kalan izler ve Söyleşiler” kitabında Dr. Fazıl Küçük’ün Türkiye tarafından Denktaş lehine nasıl tehdit ve tasfiye edildiğini anlatır. Yamak gibi bir ÖHD subayı olan İsmail Tosun da, kitabında, Denktaş’ın karşısına çıkan şimdiki KKTC Cumhurbaşkanı Devriş Eroğlu’nun nasıl tehdit edildiğini ve Ankara’ya çağrılıp nasıl vazgeçirildiğini anlatır. Tosun ayrıca Denktaş’ın Özel Harp Dairesi’nde silahlı eğitim görürken çekilmiş bir fotoğrafını da kitabına koymayı unutmaz. 7 Haziran 1958 tarihinde “Kıbrıs’ın 6/7 Eylül’ü” olarak bilinen olaylardan biri de “Türk Enformasyon Bürosu”nun bombalanması olayıdır. Bu bombalamanın ardından Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Rumlara karşı saldırıya geçmiş, 100’den fazla insan hayatını kaybetmiş ve sürüp giden etnik çatışma böylece başlatılmıştı. Rauf Denktaş, yıllar sonra, 1984 yılında, bir İngiliz televizyonuna (ITN) Türk Enformasyon Bürosu’na bombayı Kıbrıslı Türklerin koyduğunu itiraf edecekti. Ada’da barışçı çözümlerin önünü tıkama işlevi üstlenen, “Ya taksim ya ölüm” sloganını hiç bir zaman bırakmaya Denktaş, çocuklarını da ülkücü tosuncuklar olarak yetiştiren bir ırkçıdır. .... “Büyük kahraman”mış!.. Haydi git artık sen de! Ordaki Türk ve Rum halklarına verdiğin zarar yetti.
24_Layout 2 1/20/12 2:03 PM Page 1
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Hıdır Gürz Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Bölgesel SüreliYönetim Yeri: Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sokak NO: 11 Kat: 4 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL
Girtîgehên tîpa F’yê bila bênê girtin! Bi pêşengiya ÎHD’ê a Şaxa Stenbolê ji bo girtina girtigehên tipa F’yê kampanyayeke mezin hate darxistin. Kampanya bi vebûna pêşaneya ku wêneyên 36 hunermendî pêk hatiye ve raya gelemperî re dan bihîstin.
G
Ji ÎHD’ê kampanya
Girtîgehên Tîpa F’yê wek girtîgehên modern pêşkêşê raya gelemperî bûn û hat gotin ku ev girtîgehana wê bibin sedema xilaskirina dijberiyê civakî. Bi vê yekê girtîgehên Tîpa F’yê di sala
Komeleya Mafên Mirova(ÎHD) ji bo ku balê bikişîne ser girtîgehên Tîpa F’yê û ji bo îşkenceyên van girtîgehande teşhîr bike kampanyayek lidarxist. Bi vê kampanyayê ve 36 hunermend ji bo balkêşandina tecrîda girtîgehê di pişt caxên hesin de poz dan. Li hember van hucrên ku mirovan mirovahiyê derdixe destpêkirina vê kampanyayê û piştgiriya gelek sazî û takekesan pêşveçûneke gelek giring e. Ji bilî vê Platforma Têkoşîna Hember Tecrîdê(TKMP) ji bo bala raya gelemperî bikişîne ser vê yekê gelek salê xebatê xwe dimeşîne. Di vê demê de xebatên ÎHD’ê biçuk bin
irtîgeh ji çînên serwêr re ji bo “ceza”kirinê bû ye navenda îşkence, tecrîd û hemû êrişan. Pergal pirsgirêkên civakiyên ku bi xwe derdixe holê, ji bo rastiya xwe veşêre an mirova dike berpirsiyar an jî van pirsgirêkan ji ser mirovan ve daxuya dike. Bi vê yekê pergal cîhê xwe de hemû civakê suçdar dike. Bi girêdayê vê ji bo berdewamiya pergalê navendên “ceza’’kirinên “suc’’daran bikar tê. Ev rewşa ku sedemê rastiya çînî ye, di têkoşîna çînî a welatê me de bû ye navenda têkoşînê a giring. Ji bo vê rastiyê jî mînaka dîroka nêzik a ku 122 kesî jiyana xwe dest da û bi sedan kes jî seqet ma ango dema Tîpên F’yê mînakek baş e.
2000’de bi oparesyoneke bixwîn ve derbasê jiyanê bû. Bila bê bîra me di sala 2000’de ev rewşa bi kiryarî bi Berxwedana Rojiya Mirinê ya Mezin ve dest pêkir û bi berxwedana 19-22 Berfanbarê ve û bi komkujiyê ve berdewam kir. Yên ku pişt re hate jiyan îro hêjî berdewam dike.
jî giringin in. Lê belê pêşiyê de destpêbikirina wê hê jî giringbûya. Dereng mayîna ÎHD’ê ne giring e ya herî giring li hember van polîtîkayê girtîgehan destpêkirina têkoşînê ye Ev xebata ku bi pêşengiya ÎHD’ê a Şaxa Stenbolê pêk hatiye bi pêşaneyê ve wê rastiya Tîpa F’yê bê teşhîrkirin. Armanca vê pêşanê ewe ku pêjnkeriya civakê zêde bike. Di nava vê xebatê de Vedat Turkalî, Nur Surer, Akin Bîrdal, Suavî, Harun Tekîn, Julîde Kural, Nurgul Yeşîlçay, Mehmet Bekaroglu û gelek hunermend poz didin wêneger Ahmet Agaoglu yê. 21-28’ê Çilê de li Topxane’yê di Barxana Tûtinê de wê bê temaşekirin. Ji bilî wêneyan di pêşanê de fragmana ku derhuner Tolga Karaçelîk kêşandiye û lîstikvan Nur Surer lîstiye jî cîh digire. Di hêla dinê jî her rojê Şêmiyê di saet 18.00’de li Kadikoyê wê rûniştinên F’yê pêk bên. Girse bi çiran ve wê bicivin û awayê tîpa F’yê çalakiya rûniştinê pêk bînin.
Dîsa “KCK”,
dîsa operasyon
Dewleta TC’ê êrişên ku bi navê’’operasyonên KCK’ê’’ve pêk dîne berdewam dike. BDP, KESK, Kurdî-Der û Şaredariyên BDP’ê bûne armanca êrişên ku wezîr û Serokwezîr R.T. Erdogan nîşan dan. Di êrişen ku li Edenê, Enqerê, Stenbolê, Mêrsînê, Çêwlikê, Îzmirê, Elihê, Amedê, Sêrtê, Ruhayê, Agiriyê, Mûşê, Wanê û Mêrdînê pêk hatin de bi dehan kes hatin binçavkirin. Sedema van êrişan dîsa eynê bû; ’’KCK’’. Êrişên ku dewletê pêk anî bi hêla hezaran kesan ve bi çalakiyan ve hat şermezarkirin. Daxuyaniyên ku bi hêla Partiya Demokrasî û Aştiyê(BDP) a hem wext pêk hatin bi tevî DHF’ê gelek sazî beşdarê van daxuyaniyan bûn û piştgirî dane BDP’ê. Ji bo ku êrişên bin navê Operasyonên ‘’KCK’ê’’ pêk hatin şermezar bikin li Amedê, Dêrsimê, Şirnexê, Ruhayê, Sêrtê, Ezirganê, Mêrdînê, Enqerê, Qonyayê, Eskîşehîrê, Edenê, Wanê, Colemêrgê, Bêdlîsê, Îzmirê, Erzîromê, Semsûrê, Erdexanê, Mêrsînê, Stenbolê, Antalyayê, Manîsayê, Denîzliyê, Aydinê, Balikesîrê û li Qopê hem wext daxuyanî û meş pêk hatin.