sf 12-13
Karanlık güçler Nepal’i tehdit ediyor İddia edildiği gibi çığırtkanlıklarının nedeni evrenselle içteki insan haklarını savunmak değildir. Bununla, tek sınıfın-burjuvazi-kendilerinden önceki ataları feodaller üzerinde, üretim tarzı, ideoloji ve yönetim biçiminin tarihsel üstünlüğünü kurmayı amaçlamaktadırlar. Nepal halkı, Güney-Doğu Asya ve tüm ‘üçüncü dünya’ halkı, burjuvazinin üstünlüğünü devirerek, özgürlük sf 20-21 için, mücadele içinde kendi demokrasilerini kuracaklardır
Halkın Günlüğü
1-15 KASIM 2013 Yıl: 3 Sayı: 71 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
ISSN: 2147-0499
İçerde onlar dışarıda biz
Tecrit işkencesini parçalayalım Faşizmin hukuk komedyası f GÜNCEL 02-03 İzmir DHF davasında 13’ü tutuklu ve 9’u tutuksuz yargılanan 22 kişinin mahkemesi görüldü. Polisin masa başında hazırladığı senaryoda et, tuvalet kâğıdı, günlük şakalar, iş için dağıtılan broşür, iş başvurusu için yazılan CV” gibi günlük rutin olgular ‘yaratıcı deliller’ oldu. İddanamede delil keşfetmekte sınır tanımayan ‘hukuk devleti’ birini ‘cezalandırmak’ istediğinde ‘işi nasıl kitabına uydurduğunu’ İzmir mahkemesinde bir kez daha kanıtladı.
ODTÜ ve Ankara bir kez daha ayakta
Siyasi tutsaklara yönelik artan her türlü tecrit işkencesine karşı içeride büyüyen eylemlere ses verip, hasta tutsakları sahiplenelim. Onların yaşamlarını korumak ve tedavilerini yaptırmak için canla başla sürdüreceğimiz bir mücadeleye girişmeli, mücadeleyi yoğunlaştırarak hedefimize varmalıyız.
04
Ücretli öğretmenlik
08
ADHK: Cinsel sömürüye sessiz kalma diren
11
02 güncel haber
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
Faşizmin hukuk komedyası İzmir DHF davasında yaklaşık bir yıldır tutuklu bulunan 13 kişi ve tutuksuz yargılanan 9 kişinin mahkemesi görüldü. Tuvalet kağıdından, etten, günlük şakalardan ‘delillerin’ üretildiği davada 13 kişinin tutukluğunun devamına karar verilerek mahkeme ertelendi Gün geçmiyor ki faşizmin yeni bir ‘nimeti’yle karşılaşmayalım. Yaşadığımız ‘demokrasi cennetinde’ ‘hukuk devleti’ denen ‘canavarın’ pençesine düşen herkesin artık kanıksadığı bir ‘hukuk trajedisi’ olgusuyla yüz yüzeyiz. İşte bunun son örneklerinden biri de polis tarafından burjuva-feodal medyaya büyük puntolarla ‘MKP operasyonu’ olarak servis edilen Demokratik Haklar Federasyonu ve bileşen örgütleri Demokratik Gençlik Hareketi ve Demokratik Kadın Hareketi’yle gazetemize yönelik 13 Kasım 2012’deki gözaltı ve tutuklama saldırıları olmuştu. Bu saldırılar çerçevesinde gözaltına alınarak tutuklananların Adana, Dersim ve Ankara ayağındakilerin davaları çoktan görülmüş, birçoğu serbest bırakılmışken İzmir’de DHF davasından tutuklanan 13 kişi aradan bir yıl geçtikten sonra 2 Ekim’de ilk kez mahkemeye çıkarılma ‘şerefine nail’ olabildi nihayet. Bu şu anlama geliyor; eğer es kaza bir ‘hukuk operasyonuna’ kurban giderseniz niçin, hangi iddialarla tutuklandığınızı öğrenmek ve kendinizi ‘savunmak’ için bir yıl geçmesi gerekmektedir, zira hukuk devletimiz pek meşgul, mahkemelerimiz dolup taşmakta, dolayısıyla size sıra gelmesi zaman alabilir. Eh bu kadarını da ‘anlayışla’ karşılayın artık. Devlet size hizmet etmek için gününü gecesine katıyor zira. Biraz ‘yanlışlıkla’ içerde yatmışsanız da bir şeycikler olmaz.
ru ve demokratik muhtevasını yok edebileceklerine, bu mücadeleyi sindireceklerine inananlar bu yolla arkadaşlarımızı teslim almaya çalışanlar bilmelidirler ki hiçbir saldırı, baskı ve uygulama, bizim ezilen milyonlarca emekçinin haklı davasıyla bir bütün olan demokratik ve meşru mücadelemizi engellemeye yetmeyecektir. DHF ve bileşenleri üzerinde yoğunlaşan baskı ve sindirme politikalarını politik kitle faaliyetlerine yoğunlaşarak ve daha fazla örgütlenerek boşa çıkaracağız. DHF üye ve taraftarları faaliyet alanlarında mücadeleyi daha fazla sahiplenerek bu kararlılığı temsil etmeye devam edeceğiz." ifadelerinin yer aldığı açıklama sonrasında “Yaşasın devrimci dayanışma” , “Devrimci tutsaklar onurumuzdur”, “Zindanlar yıkılsın tutsaklara özgürlük” sloganları atılarak tutuklu DHF’lilerin fotoğraflarının yer aldığı dövizler taşındı.
DHF: Hiçbir saldırı, baskı ve uygulama demokratik ve meşru mücadelemizi engelleyemez
KESK Başkanı Özgen: 'Arkadaşlarımız serbest bırakılsın'
2 Ekim Çarşamba günü İzmir Bayraklı Adliyesi önünde toplanan DHF üye ve faaliyetçileri ile KESK İzmir Şubeler Platformu üyeleri, 13’ü tutuklu 9’u tutuksuz yargılanan DHF’lilerin duruşması öncesi adliye önünde bir basın açıklaması yaptı. “Sömürü ve Zulüm Saltanatına Karşı Halkın Haklı Mücadelesini Yükseltelim. Gözaltı Ve Tutuklama Terörüne Son-Ezilenlerin Mücadele Tarihini Savunarak Demokratik Haklarımız Ve Özgürlüklerimiz İçin Mücadele Etmek Suç Değildir” yazılı Kürtçe ve Türkçe yazılı pankartını açan DHF adına yapılan açıklamada, DHF’nin uzun yıllardan bu yana demokratik haklar mücadelesi yürüttüğü için devletin baskılarına maruz kaldığı, üye ve taraftarlarının tutuklandığı ifade edildi. Açıklamada, bu baskıların yeni olmadığı ve her dönem devam ettiği anlatılarak demokratik haklar mücadelesi yürüten DHF’nin mücadeleyi sürdürmekte kararlı olduğu belirtildi. "Meşru ve demokratik mücadelemizi yasa dışı tanımlayarak, mücadelemizin meş-
“Hukuksuzca Tutuklanan Arkadaşlarımız Serbest Bırakılsın Adalet İstiyoruz” pankartıyla eyleme katılan KESK İzmir Şubeler Platformu’nun adına konuşan KESK Genel Başkanı Lami Özgen, KESK işyeri temsilcileri Erol Hanbayat ile Uğur Tepe şahsında, demokratik haklarını kullandıkları ve sendikal mücadele yürüttükleri için tutuklanan DHF’lilerin serbest bırakılmasını talep etti. Özgen şöyle devam etti ; "Özellikle son üç yıldır AKP hükümetinin bu ülkenin halklarına ezilen kesimlerine, sosyalistlerine, muhalif kesimlerine yönelik yürüttüğü anti-demokratik, hukuksuz ve 'kes kopyala yapıştır'malarıyla hazırlanan operasyonlar peşinen cezalandırmalara yönelik tutuklamalarla sürüyor. (...) İzmir'de Demokratik Haklar Federasyonu'na yönelik operasyonda iki üyemiz ve 11 arkadaşımız tutuklanmak suretiyle, 11 aydır tutuklu bulunuyorlar. 11 aydır tutuklu bulunan iş yeri temsilcilerimizden Uğur Tepe ve Erol Hanbayat bugün diğer arkadaşlarıyla birlikte duruşmaları görülmek-
tedir. Bu çerçevede bu hukuksuz durumu protesto ediyor ve kınıyoruz."
Mahkemeyi aileler değil sivil polisler izliyor İzmir Bayraklı Adliyesi’nde 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen DHF üyelerinin yargılandığı davayı izlemek isteyen ailelerin ve izleyicilerin mahkeme salonuna girmesi, salon dolu olduğu iddia edilerek polislerce engellendi. Avukatlar mahkemeye itiraz ederek ailelerin duruşmaya alınmasını talep etti. Bu sırada yaşanan arbedede polisler avukatları tartakladı. Duruşma salonuna giren izleyiciler, avukatlar ve tutuklular alkışlarla mahkemenin tavrını protesto etti. Yaşanan gerginlik üzerine tutuklu DHF’liler zorla mahkeme salonundan çıkarılırken, duruşmaya bir süre ara verildi. Aranın ardından tutuklu DHF’liler yeniden mahkeme salonuna alındı. Duruşma başlamadan avukatlar izleyici sıralarında bulunan sivil polislerin dışarı çıkarılıp ailelerin salona alınması yönündeki talebini duruşma hakimi reddetti. Duruşma tutuklu bulunan Eylem Yıldız, Mine Sargın, Fatma Akgül, Yeşer Aydın, İsmail Avan, Erol Hanbayat, Binali Yıldız, Şenol Akyıldız, Murat Karaman, Uğur Tepe, Deniz Kısmetli, Başar Tür, Fevzi Demirpençe ve tutuksuz yargılanan Başak Öztaş, Hasan Tufan, Hakan Polat, Erdal Laço, Mertcan Önal, İsmet Çelik, Zafer Doğan, Poyraz Yöntem, Aysun Düşkün’ün kimlik tespitlerinin yapılmasının ardından başladı.
Yasada demokrasi tanımı: Örgütlenmek yasak Et, tuvalet kâğıdı, iş için dağıtılan broşür, iş başvurusu için yazılan CV” gibi ‘yaratıcı deliller’ keşfetmekte sınır tanımayan ‘hukuk devleti’ birini ‘cezalandırmak’ istediğinde işi nasıl kitabına uydurduğunu bir kez daha kanıtladı. Telefon ve ortam dinlemelerine dayandırılan iddianamede şakalardan, günlük sıradan sohbetlerden ya da her kurumun ve derneğin iç işleyişinde olan doğal sohbet ve toplantı konuşmalarından nasıl bir ‘yasadışı örgüt iddianamesi’ oluşturulduğu, en sıra-
dan ve anayasada da tanınmış olan toplanma hakkının dahi (1 Mayıs, 8 Mart vb.) nasıl bir ‘hukuk cenderesinden’ geçirilerek ‘yasadışı faaliyet’e dönüştürüldüğü açıkça görülüyor. Duruşmada bazı görüşmelerin “suç unsuru” içerdiği savıyla dökümü yapılıp fezlekeye eklendiği “diğer görüşmeler” başlığı altında toplanan telefon ve ortam dinlemeleri kayıtlarınınsa dökümü yapılmaksızın, ses dosyası olarak CD’ye konulup gönderildiği ve savcılığın zarftaki ses dosyalarını hiç dinlemediği avukatlar tarafından ortaya çıkarıldı. Bu kayıtlar dinlendiğinde, birbirini izleyen görüşmelerden bazılarının “delil” diye sunulduğu, diğerlerinin çözümünün bile yapılmadan dosyaya eklendiği ortaya çıkarken ‘delil’ diye ortaya konan konuşmaların dökümü yapılmayan görüşmelerde ne tür ‘deliller’ oldukları (yani aslında delil olmadıkları) ortaya çıkıyor. Örneğin “dolapta bulunan emaneti getir” cümlesinde“Bu emanet silah olduğu değerlendirilmektedir” diye yorumlanarak dosyaya ekleniyor. Oysaki savcılık tarafından çözülmeyen kayıtta bu ‘emanetin’ donmuş et olduğu açıkça ortaya çıkıyor. İşte bu düzmece iddialara karşı savunma yapan DHF’liler İzmir Demokratik Haklar Derneği’nin yasal bir dernek olduğunu, dernek gelirlerinin devlette kayıtları bulunduğunu ve Dernekler Masası tarafından denetlendiğini, yasa dışı örgüte para aktarma iddialarının gerçekliği yansıtmadığını açıkladı. Demokratik bir dernek üyesi olan DHF’lilerin savcılık iddianamesinde hayal ürünü ve gerçek dışı senaryolarla suçlandıklarını, demokratik eylemlere katıldıkları için yargılanan DHF’lilerin demokratik haklarını kullandıkları için suçlu olarak görülemeyeceklerini ifade ettiler. Yasal bir dernek olan DHF’nin faaliyetlerinin meşru ve yasal olduğunu fakat savcılık iddianamesinde hiç bir somut delil ve açıklama olmadan DHF yerine MKP yazıldığıifade edildi.
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
03
Halkın Günlüğü ‘illegal yayın’ oldu Yapılan savunmalarda, İbrahim Kaypakkaya’nın Diyarbakır işkencehanelerinde yargı önüne çıkartılmadan, parça parça kesilerek babasına teslim edildiği ve bu yüzdende İbrahim Kaypakkaya’yı savunmanın suç değil aksine ortada bir insanlık suçu olduğu, Kaypakkaya’nın görüşlerinin aydınlar, sanatçılar ve halk tarafından sahiplendiği ifade edildi. Yeni Demokrasi mücadelesi yürüttükleri Demokratik Haklar Dernekleri, Demokratik Gençlik Hareketi, Demokratik Kadın Hareketi’nin bir bütün olarak Demokratik Haklar Federasyonu bünyesinde faaliyet yürüttüğü Dernekler Masanın da valilik tarafından onay verdiği, federasyonun illegal bir faaliyet olmadığı, yapılan eylem ve faaliyetlerin meşru ve yasal zeminde yürütüldüğü vurgulandı. Halkın Günlüğü Gazetesi’nin yasal künyesinin bulunduğu, Kardelen Yayıncılık tarafından çıkarılan yayın ve kitapların birçok kitapevinde de satıldığı ama bütün bunlara rağmen, polis fezlekesinde Hal-
kın Günlüğü Gazetesi’nin illegal yayın olduğu iddiasının yer aldığı açıklandı. Tutsaklar kendi tutuklanmalarına benzer iddialarla Adana ve Ankara'da tutuklananların serbest bırakıldığını açıklayarak buna rağmen savcılık ve kolluk güçleri tarafından çarpıtma iddialarla 11 aydır hukuksuz bir şekilde tutuklu bulunduklarını ifade ederek tahliyelerini talep ettiler. Üç gün süren duruşmaların ardından hâkim hiçbir ciddi dayanak ve delil olmaksızın düzmece ‘delillerle’ hazırlanan savcılık iddianamesine dayanarak davanın 13 Kasım’a ertelenmesine ve 13 kişinin tutukluluk hallerinin devamına karar verdi 13 Kasım’da İzmir Bayraklı Adliyesi’nde görülecek dava için bir DHF ve Halkın Günlüğü Gazetesi çağrıda bulunarak devrimci, demokrat ve ilerici kesimlere dönük yaşanan saldırılara ve hukuksuzluklara karşı mahkeme salonuna çağırıyoruz.
SINIF TAVRI
≫ ismail uçar
DEVRİMCİ DEĞİŞİM NESNEL GERÇEĞE UYGUN DEĞİŞİMLE MÜMKÜNDÜR!
H
er şeyin kesinlikle bir varlık nedeni bulunur. Bu istisna tanımayan bir yasadır. Eğer bir davranış gündeme geliyorsa bu davranışın arkasında onu koşullayan gerekçeler mutlaka vardır. Bir düşünce gündeme geliyorsa bu düşüncenin mutlaka dayandığı bir arka plan vardır. Hiçbir şey sebepsiz yere var olmaz veya var değildir. Doğada da insanın düşünce ve eylem dünyasında da bu gerçek değişmez bir durumdur. Önemli olan mesele, şeyleri var eden veya şeylerin arkasında yatan nedenleri doğru tespit etmektir. Bu tespit gayreti gösterilmeden yaşam ve oradaki olaylar doğru tanımlanamaz, açıklanamaz ve bilimsel bir hat izlenemez. Yaşamda veya evrende bilinmez hiçbir şey yoktur fakat henüz bilinmeyen ve çözülememiş olan şeyler vardır. Burada diyalektik bilim bilinenden yola çıkarak bilinmeyene ulaşmayı emreder ki, insanın başarısı esasta buradan gelir. Kısacası bu basit metot izlendiğinde başarılı sonuçlara ulaşmak, doğruları bulmak ya da bilinmeyenlere ulaşmak ve onları açıklamak tamamen mümkün olur. Var olandan, bilinenden veya olgudan hareket etmek esastır. Geçerli olan bilimsel yol ve diyalektik metot budur. Ancak burada da doğru sonuçlara gitmek için yeteri kadar veriye dayanmak gerekmektedir. İyi bir gözlem, doğru yorumlama, doğru araştırma ve inceleme, birden fazla bulguya bakma, tek bir veriyle hareket etmeme, tanımlanacak şeyi doğru ve yeterince tanımak ve sonucun birçok delil tarafından desteklendiğini kanıtlamak için mümkün olduğunca fazla delile başvurmak doğru sonuçlara ulaşmak için geçerli olan yöntemdir. Bu yapılmadan, yalnızca bir görüngüye, tek bir bulguya ve yalnızca bir ipucuna dayanarak sonuçlara ulaşmak ya da hüküm vermek genellikle sonuç hakkındaki iddiayı zayıflatır. Bu durumdaki sonuç, karar veya tez tartışmalı olup gerekli güveni bulmaz. Net sonuçlar ortaya koyup bir yargıda bulunmak için sağlam zemin ve yeterli delile dayanmak şarttır. Yetersiz ve zayıf verilere dayanarak yorumlar yapmak esasta yanılgıya götürür. Bu yöntem ve tarz yanılgıya düşmekle kalmaz aynı zamanda yönlendirilmeye açık bir tarz olur. Gerçeği tam yansıtmayan yetersiz veriler bizleri peşinden sürükler ve sürekli değişen tespitlere bizi iter. Ama tersinden sağlam zemin ve yeterli kanıta dayanarak sonuç tespitine gidersek daha istikrarlı ve doğru bir çizgi izlemiş oluruz. Bilimsel kuşku esastır. Her şeyi bir nedenle açıklamak veya gündeme gelen her gelişmenin bir sebebe dayandığını düşünmek doğrudur. Bu yöntem bizleri genellikle doğru sonuçlara taşır. Ancak işaret ettiğimiz gibi sebep ve nedenleri doğru tespit etmek elzemdir. Bunun için de aceleci yargılardan sakınmak ve ortaya çıkan sonuç ya da durumu iyi analiz edip yeterince inceleyip doğru değerlendirmek şarttır. Hiçbir konuda aceleci hükme varmamak gerekir. Sonuçları veya olgu ve görüngüleri ciddiyetle incelemek, mesele hakkında ikna sürecimizi tamamlamak ve ondan sonra net tavır koyup tespitte/yargıda bulunmak doğru olandır. Peşin hüküm bir önyargıdır ve genellikle hataya sürükleyendir. Meselenin ne olduğuna iyi bakmak, meseleyi iyice anlamak şarttır. Bunu yapmadan hemen olumlu ya da olumsuz değerlendirmede bulunmak yargısız infazdır. Kuşkusuz ki bu, bilimsel değil, duygusal reflekstir. Ancak bilimde duygusal yükten sıyrılmak kesinlikle gereklidir. Bilimsel bağlılıktan ziyade esasta manevi bağlılığa sahip olanlar bilimsel gerçekten daha çok duygusal
gerçekle meselelere yaklaşırlar. Bu da onları hataya sevk eder. İşte tam da burada meselelere sağlam bilimsel görüşle yaklaşmak ve nesnel gerçeği esas almak önem kazanır. Önümüze gelen ya da getirilen gerçeğin ne olduğuna diyalektik yöntem ve bilimsel normlarla bakmak, sorun ya da olguyu böyle kavramak en doğru bakış açısıdır. Her şeyin gelişim yasasına bağlı olarak değişim halinde olduğunu içselleştirmemiz gerekir. Yoksa manevi bağlılık ve duygularımızın kölesi olmaktan kurtulamayız. Hatalara düşer, yanlışın peşinde heba olur, gelişmeleri yakalayıp ileri adım atamayız bu durumda. Her gelişme ve değişim kendisine koşut tespit, tanım ve gelişmeleri gündeme getirir. Nasıl ki kapitalizm gelişip emperyalizm çağına ulaştı ve kendisinin son evresine ulaştı öyle de doğa, toplum ve insan dünyasına ait her şey gelişerek değişime uğrar ve başkalaşır. Bu gelişim ve değişimi keyfiyete bağlı olarak bir yerde kabul edip öteki yerde reddedemeyiz. Gelişme ve değişim evrensel bir kanundur, her sınıf ve şey için geçerlidir. Şeylerin statik olmadığı gerçeği tam da budur. Kuşkusuz ki gerçek gibi gelişim ve değişim de tek yönlü düz bir hat değildir. İleriye dönük her gelişme ve değişim yeğlediğimiz biçimdir, tersi ise karşı koyacağımız geri gerçek ve ters orantılı değişimdir. Dolayısıyla değişimin ve gerçeğin niteliği tayin edici etkendir bizler için. Ama değişmez bir şey var ki, o da geri olan gerçeğin değiştirilmesi için o gerçeğin görülmesidir, görülmesinin zorunluluğudur. Gerçek görülmeden onun değiştirilmesi mümkün olmaz. İkinci nitelikte ise, gerçek ilerici ve devrimcidir. Ki, bu nitelikteki gerçek görülmeden ilerleme sağlanamayacağı açıktır. Gerçeğin nitel ayrımı yapılıp gerici gerçek değişim hedefine konduktan sonra, genel olarak gerçeğin halkın yararına olduğunu söylemek yanlış olmaz. Şayet değişim veya başkalaşma bir gerçekse bunu görmek doğru, görmemek ise yanlış ve hataya götürendir. Dolayısıyla proleter devrimciler daima bu gerçeği görmek için çabalamış, gerçeği kabul ederek gerçeğe uygun değişimi öngörmüşlerdir. Bunun binlerce, milyonlarca ve hatta sayısızca örneği vardır. Köleci toplumun feodal topluma evirildiği gerçeği görülmeseydi feodalizme karşı mücadele verilemezdi. Feodalizmin kapitalizme evirildiği görülmeseydi kapitalizme karşı mücadele temsil edilemezdi. Kapitalizmin emperyalizm aşaması olarak yaşanan gerçek görülmeseydi emperyalizme karşı mücadeleden söz edilemezdi. Hatalarımız görülmeseydi onlara karşı mücadele edilemez, gelişme ve ilerleme sağlanamazdı. Bilimimizin gelişim evreleri tespit edilip görülmeseydi işçi sınıfı sınıf savaşımında hepten silahsız kalırdı. Mao kendisinden önceki Marksist otoriteleri eleştirmeseydi ve özelde de Stalin yoldaşı eleştirmeseydi Çin devriminin en azından o günkü zaferinden söz edilemezdi. 1.Parti Kongremiz Partimizin hatalı çizgilerini eleştirmeseydi doğru çizgiyi geliştiremezdi. İşkence meselesini mahkum etmeseydi çok ciddi kırılmalar ve bozulmalardan kurtulamazdı parti… Her gelişmede devrimci gerçeğe bağlı kalındığı açıkça görülmektedir. Bu genel kanun bundan sonra da sürmek durumundadır. Ve eğer partimiz manevi dirençle gelişim ve değişim gerçeğini reddetseydi hala kuruluş yıllarındaki durumunda olacaktı ki, bu tüm yaşama aykırıdır. Yani partimiz değişim ve gelişmeyi takip edip ilerlemeye ayak uydurmasaydı varlığını da sürdüremezdi. Eskiyerek çürüyüp giderdi. Bu evrensel olarak her şey için geçerlidir. Nitekim çürüyüp yok olan milyonlarca varlık ve düşünceden söz edilebilir. Varlığı sürdürmenin tek yolu değişim ve gelişmenin ilerleme yolunu takip etmektir.
04
güncel haber
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
ODTÜ ve Ankara bir kez daha ağaçlar Ankara Büyükşehir Belediyesi ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı işbirliğinde rant projelerinin yasal zemini hazırlanıp bayram tatili fırsat bilinerek bir gece yarısı ODTÜ’de ağaç kesimine başlandı. Ağaç katliamına karşı ayağa kalkan ODTÜ’lüler ve mahalle halkının mücadelesine ülkenin birçok yerinden destek verildi Bilindiği gibi uzun süredir ODTÜ öğrencileri ve mahalle halkının muhalefetine karşı halkın ihtiyaçlarından ziyade sermayenin ihtiyaçlarına hizmet etmeyi doğası gereği adet edinen iktidar yol yapımı için daha önce Gezi Parkı’nda da olduğu gibi ağaçları katletmeyi gözüne koymuştu. Bunun ön adımlarından biri olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın onayladığı ODTÜ’yle ilgili imar planında, üniversite yönetiminin haberi olmadan değişiklik yapıldığı ortaya çıktı. Bakanlığın planı, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin ODTÜ ormanına ve arazisine AVM, benzinlik gibi ticari işletmelerin yanı sıra cami yapabileceği “Düzenleme Ortaklık Payı (DOP)” seçeneğini koydu. Böylece Ankara Büyükşehir Belediyesi ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı işbirliğinde rant projelerinin yasal zemini hazırlanmış oldu.
Gece yarısı ağaç katliamı yaptılar 18 Ekim’de akşam saatlerinde ODTÜ’ye baskın düzenleyen belediye ekipleri polis desteğiyle ağaç kesimine başladı. Belediye ekiplerinin ağaç kesimine başlaması üzerine ODTÜ öğrencileri durumu protesto etmek için toplandı. Bu sırada ağaç katliamını görüntülemek isteyen Birgün Gazetesi muhabiri belediye yeleği giyen kişiler tarafından “Kimseyi geçirmiyoruz, fotoğraf çekeceksen buradan çek. Melih Başkan’ın talimatı var” sözleriyle engellendi. Öğrencilerin ve mahallelilerin toplanmasının ardından polis kitleye saldırdı. Polis saldırısı sonrasında geri çekilen kitle tekrar toparlanmaya çalıştı. Saldırısı esnasında Tarih bölümünden Prof. Dr. Birten Çelik atılan gaz fişeğiyle hafif şekilde yaralandı. Polis saldırıları gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürerken ODTÜ öğrencileri ve 100. Yıl İnisiyatifi Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin bayramı fırsat bilerek ODTÜ içinde
Ethem’in davasında katile devlet koruması sürüyor
gerçekleştirdiği ağaç katliamına karşı ertesi gün ağaç katliamının yapıldığı yere yürüyüş düzenleme kararı aldı. 19 Ekim cumartesi günü insiyatif alana sembolik olarak fidan dikmişti.
“Ankara Belediyesi halkın iradesini hiçe saydı” 20 Ekim’de ortak bir basın açıklaması yapan Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Mezunlar Derneği, ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği, ODTÜ Asistan Dayanışması, Eğitim-Sen 5 No’lu Şube ve ODTÜ Öğrenci Bileşenleri Ankara Büyükşehir Belediyesi ekiplerince kampüsten yol geçirmek için gecenin karanlığında baskın havasında, bölgede bulunan 3 bin ağacın büyük bir bölümünün, polis desteğinde iş makineleri tarafından tahrip edildiği belirtti. Basın açıklamasında mülkiyetinin bir bölümü ODTÜ tüzel kişiliği ile ODTÜ Mezunlar Derneği’ne ait olan araziye hiçbir izin alınmadan ve bilgilendirme yapılmadan girildiği, sadece az sayıda ağacın göstermelik bir biçimde taşındığı vurgulandı. Açıklamada ODTÜ arazisiyle ilgili Koruma Planı’nın Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından hazırlandığı ve yasal düzenlemelerin öngördüğü biçimde, plan kesinleştirilmeden önce ilgili tarafların itirazlarının alınacağı yönünde karar olduğu belirtilerek bu yasal itiraz süresinin 4 Kasım 2013 tarihinde dolacağı anlatıldı. Ankara
Ethem Sarısülük’ün Ankara Adliyesi’nde görülecek davası öncesi, Taksim Dayanışması çağrısıyla davayı takip etmek ve adalet talebini dile getirmek için çok sayıda ilden Ankara'ya giden yüzlerce kişi, sabah saatlerinde buluştukları Kızılay'dan Ankara Adliyesi önüne yürüdü. Duruşma öncesi Ankara Emek ve Demokrasi Güçleri adliye önünde açıklama yaparken, BES üyesi adliye çalışanları "Ethem yaşıyor, adalet öldü" yazılı döviz taşıyarak dışarı çıktı.
Ahmet Şahbaz duruşmaya gelmedi Duruşma öncesi salon jandarma tarafından ablukaya alınırken, duruşmaya Ethem’in ailesi, aileyi temsilen 100’ü aşkın avukatla, sanık Ahmet Şahbaz’ın avukatları katıldı. Salon hın-
Büyükşehir Belediyesi ekiplerince gece yarısı yapılan baskınla tahrip edilen ormanın, Ankara halkının ortak yarattığı bir değer olduğu belirtilen açıklamada, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin bu ağaç katliamıyla halkın iradesini hiçe saydığını bir kez daha ortaya koyduğu ifade edildi. ODTÜ bileşenleri olarak yok edilen alanların halka kazandırılması için mücadelenin yılmadan sürdürüleceği belirtildi.
ODTÜ öğrencileri 5 bin ağaç dikti Yaşanan ağaç katliamının ardından ODTÜ öğrencileri ve 100. Yıl Mahallesi halkı 21 Ekim’de “Bir gecede katlettiklerini bir günde dikiyoruz” şiarıyla fidan dikme eylemi gerçekleştirdiler. Ağaç katliamının yapıldığı yere yürüyen ODTÜ’lüler ve halkın ellerinde fidanlarla alana girmesiyle birlikte eli sopalı sivillerin kısa süreli bir saldırısına uğradı. Kitle yoğun polis ablukası altında fidan dikmeye başladı. Fidan dikilen alandan kamyonların geçirilmek istenmesi üzerine kitleyle belediye çalışanları arasında yaşanan gerginlik sırasında, direnişçiler belediye aracının önünü kesti. Yaşanan gerginliğin ardından eylem sloganlarla bitirildi. Yaşanan olayların ardından 27 Ekim’de “ODTÜ ormanı halkındır. Rantın yolunu istemiyoruz” şiarıyla gerçekleştirilmek istenen yürüyüşe polis saldırdı. A4 kapısında toplanan üniversite öğrencilerine gaz bombaları ve ses bombalarıyla saldı-
ca hınç dolarken, yüzlerce kişi duruşma salonuna alınmadı. Davanın ikinci duruşması kimlik tespitiyle başlarken, sanık Şahbaz’ın Urfa’ya tayin olduğu için duruşmaya gelmediği ifade edildi. Şahbaz’ın avukatları müvekkilleri için Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) yoluyla ifadenin alınmasını talep etti. Sarısülük ailesinin avukatlarından Kazım Bayraktar, siyasi iktidar, polis ve yargı işbirliğinde "Katil sanık emniyet ve savcının koruması altına alındı" dedi. Bayraktar Başbakan Erdoğan'ın "Ben polisimi yedirtmem. Polis destan yazdı" sözlerini hatırlatarak mahkemenin tutuklama kararı vermekten çekindiğini açıkladı. "Hukuk sisteminde gizli tanık var ama gizli sanık yok diyen" Bayraktar, ön-
ran polis, yurtların bulunduğu bölgeye de gaz bombaları attı. Polisin saldırısına karşı barikatlar kurarak direnen üniversite öğrencilerine, polis saldırısı artarak devam etti. Direnişi sürdüren üniversite öğrencileri kurdukları barikatları ateşe verdi. Sunshine’ye kadar gelen polise karşı taş ve havai fişeklerle direnen ODTÜ öğrencileri, polisi geri püskürttü. Polisin yoğun olarak ses bombası ve plastik mermiler attığı saldırılarda, çok sayıda üniversite öğrencisi yaralandı. Polis pusu kurduğu öğrencilerden Yener Çıracı’yı başından yaralarken, yaklaşık 10 kişi de gözaltına alındı. Polis Çıracı’yı darp ettikten sonra yanan barikatın içerisine attı. Çıracı’nın iki kolunda ve göbeğinde ikinci derecede yanıklar oluştu. Kafası da kırılan Çıracı, hastanede tedavi altına alındı.
Direnişçiler iş makinelerini ateşe verdi Yol yapımında kullanılan iki iş makinesini ateşe veren direnişçiler, taşlarla makineleri kullanılamaz hale getirdi. ODTÜ öğrencileri gece saat 23.00 sıralarında eylemlerini bitirme kararı aldı. Gece 23.30 sıralarında Ankara Batıkent'te toplanan yüzlerce kişi Ethem Sarısülük Parkı'na yürüdü. Halkın Çıracı'nın tedavi altına alındığı Çayyolu Artı Hastanesi'ne gittiği öğrenildi. Batıkent halkı bu akşam saat 20.00'de Ethem Sarısülük Parkı'nda toplanma kararı aldı. Keçiören halkı da "İncirli sokağa hesap sormaya" sloga-
ceki duruşmada yüzünü ve kimliğini gizleyerek gelen sanığın suç işlediğini belirtti. Sanığın yakalama kararı verilerek duruşmaya getirilmesini talep eden Bayraktar, SEGBİS sisteminin en alt sınırı 5 yıl olan cezalardan dolayı, CMK 196 ve AİHS 6. maddesine aykırı olduğunu belirtti.
Bir acayip duruşma Avukatların önüne dizilen çok sayıda jandarmanın çekilmesi talebi avukatlar tarafından sık sık dile getirilmesine karşın, mahkeme heyeti bu talebi ısrarlar üzerine çok geç karşılayarak jandarmayı duruşma salonundan çıkardı. Avukatların mahkemede iddianamenin okunmadığını hatırlatması üzerine mahkeme
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
için ayakta nıyla, Piyangotepe'ye yürüdü.
İstanbul’dan ODTÜ’ye destek Yaşanan ağaç katliamının ardından ertesi gün sosyal medya üzerinden Galatasaray Lisesi önünde ODTÜ ormanlarının yok edilmesine karşı eyleme çağrısı yapıldı. Saat 20.00’de Galatasaray Lisesi önünde toplanan kitleye, polis kalkan ve coplarla saldırdı. Polis saldırısı sırasında kitle ara sokaklara çekildi. Galatasaray Lisesi önünde yeniden bir araya gelen kitleye polis yine saldırdı. Polis saldırısında 3 kişi gözaltına alındı. Kitle sık sık “Her yer ODTÜ, her yer direniş” sloganlarını attı. İstanbul forumlarıysa ODTÜ’ye destek için 24 Ekim’de Kadıköy’de bir yürüyüş gerçekleştirdi. Kadıköy’de Boğa Heykeli önünde bir araya gelen İstanbul Forumları, "Diren ODTÜ İstanbul seninle" pankartı arkasında Bahariye Caddesi’nden Moda havuzana oradan da ara sokaklarda dolaşarak Kuşdili Çayırı’na yürüdü. Katılımın giderek arttığı yürüyüşe Kadıköy halkı da evlerinin camlarından tencere ve tava çalarak eyleme destek verdi. Kuşdili Çayırı’nda sona eren yürüyüşün ardından, Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından ODTÜ’de gerçekleştirilen ağaç katliamı protesto etmek için otopark olarak kullanılan alan kazılarak fidan dikildi. Tiyatro gösteriminin yapıldığı eylemde şarkılar söyleyerek halaylar çeken kitle, eyleme horon teperek uzun süre devam etti.
Birçok ilde dayanışma eylemleri İzmir’de de ağaçların katliamına karşı bir protesto eylemi düzenlendi. Alsancak Sevinç Pastanesi önünde toplanan kitle “ODTÜ’den geçecek tek yol devrimdir!”, “Her yer Taksim her yer direniş!”, “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!” sloganlarıyla yürüyen kitle Gazi İlköğretim Okulu’nun önünde bulunan kavşağı 15 dakikalığına trafiğe kapattı. ODTÜ’de Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından gerçekleştirilen ağaç katliamını protesto etmek için 24 Ekim günü Basmane Meydanı’na dikilen fidanların sökülmesi üzerine İzmir’de sokaklara çıkan kitle Talatpaşa Bulvarı’ndan Basmane Meydanı’na yürüdü. Yürüyüş sırasında
başkanı, sanık olmadan iddianameyi okutmaya karar verdi. Avukatların "Ama sanık yok" diye itirazı üzerine ise başkan, "İddianameyi okuyalım sanık var mı yok mu sonra bakalım" dedi. Ancak avukatların tepkisi üzerine mahkeme bu kararından vazgeçti. Savcı SEGBİS sisteminin uygulanmasında yasal bir engel olmadığını iddia ederek, sonraki celselerde gerekli olursa sanığın hazır olabileceğini isteyerek, tutuklama talebinin reddedilmesine karar verilmesini talep etti. Mahkeme heyeti savcının talebini kabul ederek, Ethem'in katili polis Ahmet Şahbaz hakkında tutuklama kararı vermeyerek devletin Sarısülük’ün katledilmesindeki rolünü destekleyen bir
05
“ODTÜ’den geçecek tek yol devrimdir” , “ODTÜ’de düşene dövüşene bin selam” sloganlarını atılırken, Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde insan zinciri oluşturuldu. Eylemciler meydana yeni fidanlar dikerek eylemi sonlandırdı. Antalya’da ise Kapalıyol Halk Bankası önünde bir araya gelen kitle, “Her Yer ODTÜ Her Yer Direniş” pankartını açarak Cumhuriyet Meydanı’na yürüdü. ”Doğanın talanına hayır” , ” Melih yolun yol değil” yazılı dövizleri taşıyan kitle, “ODTÜ’den geçecek tek yol devrimdir” sloganını attı. Cumhuriyet Meydanı’nda bir araya gelen kitle adına yapılan basın açıklamasında, ODTÜ’de yaşanan sorunun her geçen gün daha da otoriterleşme yolunda ilerleyen AKP iktidarının yaklaşımından kaynaklandığı ifade edildi. Açıklama Ankara halkı ile ODTÜ öğrencilerinin mücadelesinin Antalya halkı tarafından her zaman destekleneceği ifadeleriyle sona erdi. Bursa’da 25 Ekim’de KESK, DİSK, TMMOB, DOĞADER, ÇHD’nin çağrısıyla Fomara Meydanı’nda toplanan kitle, ODTÜ ormanında yapılan ağaç katliamını protesto etti. “Her yer ODTÜ her yer direniş” “Direne direne kazanacağız” sloganlarının atıldığı eylemde yapılan basın açıklamasında ODTÜ öğrencilerinin öğretmenleriyle birlikte yüz binlerce ağacı dikerek devasa büyüklükte bir orman yarattığı belirtilerek şu ifadeler yer verildi “ODTÜ bir uygarlık yoludur. Anadolu aydınlanmasının merkezidir. Bizler, Bursa’daki duyarlı kurum ve kuruluşlar olarak bu sürecin takipçisiyiz. Zafer direnenlerin, mücadele edenlerin olacaktır.” Yapılan basın açıklamasına Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) da destek verdi. Kocaeli’ndeyse 26 Ekim günü Cumhuriyet Parkı’nda bir protesto eylemi yapıldı. Eylemde yapılan basın açıklamasında ODTÜ’de devam eden direniş selamlandı. Kitle açıklamanın ardından “Her yer ODTÜ her yer direniş” sloganlarıyla yürüdü. Yapılan eyleme Demokratik Gençlik Hareketi ve YDG’nin de aralarında bulunduğu çok sayıda devrimci demokratik kitle örgütü destek verdi
karara imza attı. Dava 2 Aralık 2013 tarihine ertelendi.
Polis gaz bombalarıyla saldırdı Ethem Sarısülük’ün ailesi başta olmak üzere davayı izleyen kitle, mahkemenin tavrını "Katil polis hesap verecek" , "Ethem yoldaş ölümsüzdür" , "Hepimiz Ethem'iz öldürmekle bitmeyiz" sloganlarıyla protesto etti. Duruşma salonunda gerginlik giderek artarken, polis adliye önünde bekleyen yüzlerce kişiye, gaz bombaları ve tazyikli suyla saldırdı. Polis saldırısı karşısında kitle, Opera yönüne çekilirken, saldırıda yoğun gaz bombası kullanıldı.
UFUK ÇİZGİSİ
≫ bakış can
HASTA TUTSAKLAR SERBEST BIRAKILSIN
F
Tiplerinde yüzlerce devrimci tutsağın şehit düştüğü unutulmamalıdır. Bunların birçoğu ölümcül hastalıklarına rağmen tedavi koşulları tanınmadığı, tedavi edilmedikleri ya da hastalıkları gereği bırakılması gerektiği halde bırakılmayıp içerde sağlıksız ve kötü koşullarda tutularak ölüme terk edilen-öldürülen hasta tutsaklardır. Özellikle belirtmek gerekir ki AKP iktidarı döneminde de bu sorun tüm ciddiyetiyle devam etmiştir. Yani AKP iktidarı ‘’F Tipleri benim dönemimde yapılmadı’’ diyerek işin içinden çıkamaz. Kaldı ki, mesele F tipleri kadar, içerde tedavi etmeme veya ciddi sağlık sorunları yaşayan tutsakların bırakılmaması tarzındaki faşist yaklaşım ve politika meselesidir de… F Tiplerindeki bu ölümler veya öldürmeler geride kalmış değil, tersine sıcak bir sorun olarak aktüeldir. Mevcutta da hasta tutsaklar içerde ölüyor, ölüme beş kala bırakılıyor, tedavi edilmiyor, tedavi şartları tanınmıyor ve tutsaklar feodal bir kinle ölüme terk ediliyor. Abdullah Kalay bunun yalnızca bir örneğidir.Kamil Turanlıoğlu diğer bir örnektir. Ölümcül hastalıklara sahip ve kendisine bakamayacak düzeyde sağlık sorunları yaşayan tutsaklara dair daha onlarca ve belki yüzlerce örnek verilebilir. Bu tutsakların serbest bırakılması sağlıklarından kaynaklanan zorunlu bir gereklilik ve gereksinimdir. Bırakılmaları için tüm demokratik güçler ve insani değerlere sahip olan herkes duyarlı olmalı, tepkiler göstermeli, mücadele etmelidir. Nitekim söz konusu olan insan yaşamıdır. İnsanın ölümü bu kadar sıradanlaştırılamaz, sıradan bir olay gibi karşılanamaz. ‘’TC’’ devletinde insan ölümü son derece ucuz da olsa insani değerlere sahip olanlar bu ölümlere seyirci kalamaz, kalmamalıdır. Uzun zamandır hasta tutsakların tedavi edilmesi, tedavi şartlarına kavuşturulması ve serbest bırakılmalarına dönük tutsak aileleri ve ilgili kurumlarınca saygın bir mücadele sürdürülmektedir. Bu mücadelelerde bazı başarılar da elde edildi. Yürütülen çalışmalar sonuç verdi, sınırlı da olsa belli hasta tutsakların bırakılması sağlandı. Abdullah Kalay da belli bir zamandır ölümcül hastalığıyla gündemdedir. Kalp krizi ve kalp yetmezliği olan Abdullah Kalay, AKP iktidarı tarafından içerde tutulup tedavisi engellenerek bilinçli bir şekilde ölüme terk edilmektedir. Durumun hassasiyetine bağlı olarak tutsak aileleri, ilgili demokratik kurumlar, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi tarafından Kalay ile ilgili sorun çeşitli vesilelerle gündeme getirilmekte ama maalesef yetkililer kayıtsızlıklarını korumaktadır. Gerek Abdullah Kalay ile ilgili olsun ve gerekse de genel hasta tutsaklarla ilgili mücadele ve girişimler olsun daha fazla yoğunlaştırılarak, daha etkili olacak biçimde gerekli zemine oturtulmalıdır. Zira insanların ve yoldaşlarımızın ölmesine göz yumamaz, ölümlerine tahammül edemeyiz. Daha fazla geç olmadan Kalay ve diğer hasta tutsaklar serbest bırakılarak tedavilerinin yapılması sağlanmalıdır. Bunun için bütün demokratik kurumlara görev düşmektedir. Tepkiler ne kadar örgütlü, sistemli ve güçlü olursa sonuç almak da o kadar erken ve mümkündür. Tutsakların mücadele şartları sınırlıdır. Onlara açılan pencere dışarının desteği ve mücadelesidir. Onların kendilerini savunmak için yeterli olanakları yoktur. Onların tek gücü onları destekleyen demokratik devrimci güçlerdir, aydınlardır. Onlar düşmanın eline sahipsiz olarak terk edilemezler. Her an onları sahiplenmeli ve yanlarında olduğumuzu
pratik eylemlerimizle göstermeliyiz. Bir tutsağın ölümüne seyirci kalmak demek insanlıktan kaybetmek demektir. Yeri gelmişken söyleyelim ki, demokrat-devrimci sanatçılar, yazarlar, aydınlar hasta tutsaklar sorununa asla kayıtsız kalmamalıdırlar. Karşılarında tutsaklar ölürken refleks göstermeyenler aydın olamazlar. İşte ‘’beğenmediğimiz’’ burjuva sanatçılar hayvanlar için, doğa için, hasta çocuklar için vb vs bir dizi meselede tavır tutum sergilemekte ve sorunları gündeme getirmektedirler. En azından duyarlılıklarını göstermektedirler. Ancak aydın geçinen demokrat ve ilerici geçinen sanatçılarımız, yazarlarımız vb bunlar kadar duyarlı davranmamaktadırlar. Hayvan haklarına duyarlı olup tutsak ölümlerine kayıtsız kalmaları onların çelişkisi olsa da, öyle ya da böyle taşıdıkları duyarlılıklar itibarıyla olumlu bir rol oynamaktadırlar. Ama demokrat devrimci ve aydın sanatçılarımız, yazarlarımız ve hatta şairlerimiz maalesef her konuda ölüm sessizliği içindedirler. Burjuvazi bizlerden daha hümanist değildir, olamaz da. O halde bu özümüze uygun davranalım. Hemen her gün TV haber ve programlarında çocuklara okul açan burjuva sanatçıların haberleri yer alır. Elbette demokrat devrimci sanatçıların vb ekonomik şartları buna uygun değildir. Ama yine haberlere konu olan, küçük çocukların kan ve ilik nakli, doku nakli gibi son derece hassas bir konu var. Buna duyarlılık gösteren yine beğenmediğimiz o kesimlerdir, burjuvazidir vb. Oysa neden demokrat devrimci kişi ve kurumlar ya da aydın, yazar ve sanatçılarımız bu sorunda etkin bir duyarlılık içinde olmasın? Küçük bir çocuğu yaşatmak kadar anlamlı bir davranış olabilir mi? Buna kayırsız kalan insanlığını sorgulamalıdır. Kanser hastası küçük bir çocuk nasıl ki, her günü büyük bir umutla karşılıyor ve yapılacak yardımları bekliyor, öyle de hasta tutsaklar biz dışarıdakilerin desteklerini ve mücadelelerini beklemektedirler. Kanserli bebeğe ilik-doku nakli için gösterilen duyarlılık da, hasta tutsaklara (genel tutsaklara) gösterilen duyarlılık da son derece saygın, onurlu duyarlılıklardır. Sınıf mücadelesi veya komünist toplum mücadelesini salt burjuvaziyle savaşma yeteneği ve duyarlılığına indirirsek yabancılaşmamız kaçınılmaz olur. Sınıf mücadelesinin yürütücüleri olan bizler ya da aydın, demokrat ve devrimci sanatçılar vb derin bir halk sevgisine sahip olmalıdır, özünde sahiptirler de. Bu halk sevgisi insana duyulan sevgidir de. Elbette sınıfsal niteleme dışında ve sınıflar üstü bir insan kavramından söz etmiyoruz. O bir avuç insanlık düşmanını gerçek manada veya kullandığımız manada insandan saymıyoruz. Ama geri kalan tüm insanlara karşı, özellikle çocuk ve tutsaklara karşı sonuna kadar duyarlıyız. Balıkları korumak için ölümüne direnen insanlar var. Bunlar sübjektif olarak devrimci olmasa da son derece saygın bir iş yapmaktadırlar. Kaldı ki, bizlerden daha çevreci ve hayvan sever olamaz. Ama yazık ki, bizlerin göstermesi gereken duyarlılıkları burjuvazi göstermektedir. Hasta tutsaklara sahip çıkıp onların yaşamlarını korumak ve tedavilerini yaptırmak için canla başla keskin bir mücadeleye girişmeli, mücadeleyi yoğunlaştırarak hedefimize varmalıyız. Burjuvaziden rica edecek halimiz yok. Mücadelemizle kazanmalı, yoldaşlarımızı, dostlarımızı, tutsakları yaşatmalıyız. Dışarı çıkarılan her tutsak bir yaşam demektir! Bu bilinçle tutsakları yaşatmaya dönük mücadelemizi büyütelim! Abdullah Kalay ve hasta olan tüm tutsaklar serbest bırakılsın!
06 güncel haber
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
Askerlik süresinin kısalmasının arka
Ülkemiz egemen sınıfları, gerek ekonomik kaygılardan gerekse de AB uyum süreci gereği zorunlu askerliğin uzun dönem kısmını kısaltırken bunu askerler lehine yapılmış bir iyileştirme olarak yutturmaktan da geri kalmıyor Askerlik süresinin kısaltılması dahil olmak üzere, ordu meselesindeki tüm gelişmeler ‘’devletin yeniden yapılandırılması’’ sürecinin parçaları, gerekleri ve içerikleridir. ‘’Devletin yeniden yapılandırılması’’ olarak işletilen süreç ise, esasen Avrupa Birliği (AB) ile uyum sürecinin temel veya stratejik uygulamasıdır. AB’ye uyum endeksli yürütülen devletin yapılandırılması salt bir angaje meselesi değil, devletin günün emperyalist ihtiyaçları paralelinde güncellenmesi veya burjuva tipte modernize edilmesi demektir de... Modernizasyon elbette ki formeldir ve esasta gerici emperyalist çıkarlara bağlı olmakla birlikte yerli gericiliğin de çıkarlarına olup günün şartlarında faşist devletin sürdürülebilirliliğini olanaklı kılmaya dönüktür. Emperyalist gericiliğin çıkarlarından bağımsız olmayan bu yapılandırma veya Avrupa ya da Batı ile bütünleşme-uyum sağlama süreci, yapılan yasal düzenlemelerle burjuva devletin artık burjuvazinin çıkarlarına da yanıt vermeyen ya da zarar veren en çürük çağdışı kimi gelenek ve alışkanlıklarının güne uyarlanmasını sağlayarak hakim sınıf devletini tahkim ederek hakim sınıfların çıkarlarını koruyup geliştirmektedir. Sözün özü atılan adımlar, çıkarılan yasalar, demokratikleşme diye sunulan ve çözümbarış diye yutturulmak istenen sürecin hepsi faşist hakim sınıflar ile emperyalist geriliğin çıkarlarını garanti etmeye dönük adımlardır. Askerlik süresinin kısaltılması askerler lehine yapılan bir iyileştirme olarak lanse edilse de bu durum (biçimde böyle bir yanından bahsedilse de..) esasta emperyalizm ile faşist hakim sınıfların çıkarları kollanarak köhnemiş devletin israfçılıkları önlenerek hakim
sınıflar adına tasarrufa dönüştürülmesine hizmet etmektedir.. Yüz binlerce askerin bir buçuk yıl beslenmesinin hiçbir mantıki yanı ve tutarlılığı yoktur. Böyle bir şey tamamen bir israf ve gereksiz masraftır. Bunca askeri altı ay daha az besleyen devlet elbette tasarruf etmiş olarak,
ekonomik kaynak yaratmış olacaktır. AKP iktidarının ekonomide ‘’başarı’’ vb olarak övünerek sunduğu gerçeğin bir temeli, yapılandırma süreci ile atılan adım ve yapılan yasal düzenlemelerle bir çok gereksiz harcama ve tüketimin egemen sınıflar açısından daha bilinçli bir kullanıma dönüştürülmüş ve ekonomik kaynak sağlanmıştır. Özelleştirmelerin getirdiği sıcak para da düşünüldüğünde ve özellikle savaş bütçesi-savaş ekonomisinin ateşkes/barış denen süreçle başkalaşması gerçeği ekonominin pozitif pozisyon göstermesi anlaşılırdır. Kısacası asker-
lik süresindeki kısıtlamalarda işin bir yanı ekonomiktir. Basit dille söylersek, devlet ve iktidar bu işte karlı çıkmaktadır, işin bir özü budur.
AB uyum süreci biçimsel siyasi değişimleri zorunlu kılmaktadır İkinci olarak da meselenin siyasi yanı vardır. Bunun da ‘’devletin yeniden yapılandırılması’’ ve dolayısıyla AB ile uyum sürecinden bağımsız olmadığının
altını çizelim. ‘’TC’’ devleti AB’ye girmek,üye olmak istiyor, o halde uyum yasalarını da çıkarmak ve bu bağlamda belli biçimsel yenilenmelere gitmek durumundadır. Ikına tıkına yapmaya çalıştığı budur ve tekrar edelim ki askerlik süresinin kısaltılması da bunun bir parçasıdır. AB veya batı dünyasının demokrasi ölçülerine uygun olarak evrensel değerde kabul ettiği devlet ve iktidar biçimleri, bu dünyanın daha etkin bir parçası olma iddiasında ya da isteğinde olan ‘’TC’’ devleti tarafından da kabul edilmek zorundadır. Biçimsel de olsa, çarpık da olsa ‘’TC’’ devleti belli adımlar atmak, belli yasal düzenlemeler yapmak zorundadır. Örneğin Avrupa ülkelerinde ordununaskerin günlük yaşamdaki varlığı/yokluğu his edilen bir olgu değildir. Bu ülkelerde gerçek anlamda polis vardır, buralar polis devletidir denebilir. Ama mevcut duruma kadar ‘’TC’’ ve gibi ülkelerin durumu bunun tam tersiydi. İşte ‘’TC’’ devleti eski durumundan çıkarak Avrupa devletlerine benzeme yolunda adımlar atmaktadır. Biçimsel de olsa böyle. Özellikle polisin öne çıkarılması, polise çıkarılan ödenekle askere verilen-ayrılan ödenek arasında (yeni dönem itibarıyla) büyük farklar mevcuttur.Polise ödenekte polisin lehine korkunç bir gelişmenin olması,polisin yasalarla silahlandırılması, yeni yasalarla polise yetkiler verilmesi Türkiye-Kuzey Kürdistan’da asker devletinden polis devletine geçişin ya da polisin askerden daha öne çıkarıldığını göstermektedir. Polisin bu öne çıkarılışına karşın ordunun-askerin geri plana çekilmesi, siyaset üstü konumunun kaldırılması, sivil iktidar ve iradeye bağlanması(ki, bunlar olumlu sayılacak adımlardır…), askeriyedeki bazı işletmelerin sivillere verilmesi, paralı askerlik ve askerlik süresinin kısaltılması, profesyonel ordunun konuşulması (ki hedeflenen profesyonel ordudur) gibi meseleler de ordunun günlük yaşamdan uzaklaştırılarak Avrupa ülkelerindeki biçim ve pozisyona sokulmaya doğru gidildiğini kanıtlamaktadır. Özcesi, askerin renk verdiği bir ülke görünümü değişmek durumundadır. Biçimsel olarak devletteki siyasi düzenlemeler
AKP’nin utanç duvarı riyakarlığı Nusaybin ile Qamişlo arasında örülen duvar her iki tarafta tepkiyle karşılandı 20 Ekim günü Nusaybin-Qamişlo arasına inşa etmeye başladığı utanç duvarını protesto etmek amacıyla sınır noktasına yürümek isteyen halka polis TOMA’lar ve gaz bombaları ile saldırdı. Gençlerin de polisin saldırısına karşılık vermesi ile başlayan çatışmalar, Nusaybin’in birçok noktasına yayılarak, akşam saatlerine
kadar devam etti. Polis saldırısına rağmen Qamışlo sınırına ulaşan kitle, Qamışlo tarafından gelen binlerce kişi tarafından desteklendi. Protestolar sadece Nusaybin’le sınırlı kalmadı. Başta Kürt illeri olmak üzere birçok ilde duvar yapımı protesto edildi. Mardin'in Nusaybin ilçesinde, Suriye'den sınırdan geçişleri önlemek ve güvenlik amacıyla yapımına başlanan duvarın bir utanç duvarı olduğunu belirten protestocular duvarın yapımına karşı çıktılar. Benzer bir sebepten ötürü yıllar önce TC
İsrail’in Flistin’de ördüğü duvara karşı çıkmıştı. Suriye’de El Kaide bağlantılı El Nusra çetelerinin katliamlarından kaçan Kürtlerin Kuzey Kürdistan’a sığınmalarını engellemek ve Kürt halkını birbirinden koparmak için AKP hükümeti tarafından sınıra örülen duvar AKP hükümetini pek utandırmıyor anlaşılan. Ayıca dikkatlerden kaçmayacak olan bir diğer nokta ise Rojova sınırına örülen bu duvarın nedense EL Nusra çetelerinin giriş çıkış yaptığı (Reyhanlı vb yerlere) bölge-
lere örülmüyor olmasıdır.Madem söz konusu olan sınır güvenliği ise bu duvarın çok önceden Reyhanlı vb yerlerde örülmesi gerekirdi.Görüldüğü gibi AKP’nin sınır güvenliği yalanları böylelikle kendiliğinden deşifre oluyor.Amaç Kürt halkını birbirinden koparma çabasından başka bir şey değildir. Yine Marin/Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökkan yapılan Utanç Duvarı’nı protesto etmek ve duvarın yapımını durdurmak amacıyla duvarın örüldüğü alanda açlık grevine başladı.
güncel haber
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
planı askerlik-ordu konusunda da yapılmak durumundadır. Aksi halde devlette yeniden yapılanmadan söz etmek tamamen boş bir laf olur. Askerlik konusunda atılan adımlar ve atılacak adımlar devletin yapılandırılması veya AB’ye uyum sürecinin görevleri de olsa, eski ordunun hantal yapısı, yük haline gelmiş yapısı, anlamsızlaşan veya gereksizleşen hali reddedilerek daha uygun olan profesyonel ordu veya daha daraltılmış, teknolojik olarak desteklenmiş, kabiliyeti geliştirilmiş uzman bir ordu benimsenmektedir. Süreç devlette olduğu gibi orduda da yenilenmeye gidilecektirparça parça gidilmektedir. Profesyonel veya uzman bir ordu hakim sınıflar tarafından her bakımdan daha tercih edilirdir. Zorla askerde tutulmuş 18-20 yaşındaki gençlerin yerine para karşılığında gönüllü-isteyerek askerlik yapan ve tecrübe açısından vb daha yetenekli olan, sadece süresini doldurup evine gitmekten başka derdi olmayan asker yerine daha eğitimli ve askerliği meslek edinmiş zevattan oluşacak ordu daha yeğdir elbette. Savaş ve özellikle gerilla savaşı karşısında hiçbir şansı olmayan eski geleneksel hantal ordu yerine uzman ve profesyonel güçlerden oluşmuş, daha donanımlı, daha eğitimli ve kabiliyeti daha üstün bir ordu elbette daha tercih edilendir burjuvazi açısından. AKP iktidarı birçok noktada çok daha etkili olan ve cinayet mangaları veya ölüm makinelerinden oluşan bir orduya doğru geçiş süreci işletmektedir. Eski ordu ve askerliği revize ederek yenisine geçiş yapmaktadır. Ve elbette bu geçiş polis devleti kavramını gündeme getirecek biçimde polisin öne çıkarıldığı bir geçiş süreci olacaktır… Evet çok uzun değil birkaç yıl öncesine kadar askerler-ordu siyaset üstü tam bir otoriteydi. Yani iktidardı. Ordunun istemediği bir tek adım atılamaz, bir tek politika uygulanamaz, karar alınamaz ve hatta hükümet bile edilemezdi… Askerlikle ilgili kararları hükümetin, iktidarın askere sormadan alması tasavvur edilemezdi. Bugün asker kışlaya çekilmektedir esasta. Yetkileri yeni çıkarılan yasalarla tarif edilmekte, görev alanı ve sınırları belirlenmektedir. Birçok noktada askerin şu ana kadar yürüttüğü görev ve yetkiler polise devredilmektedir.
Gezi Direnişi soruşturmaları sürüyor
07
Gezi Parkı Direnişi sonrasında halka uygulanan baskı çeşitli boyutlarda sürerken üniversitelerde, okullarda ve diğer resmi kuruluşlarda direnişe destek verenlere yönelik idari soruşturmalar başlatıldı Gezi Parkı Direnişi’nde ortaya çıkan halkın gücünden korkan iktidar bir yandan direniş sonrasında başlattığı ‘operasyonlarla’ onlarca kişiyi hapsederken diğer yandan türlü baskı yöntemleriyle toplumu sindirmenin ve mücadelenin önünü kesmenin yollarını arıyor. Okullardan üniversitelere üniversitelerden diğer resmi kuruluşlara birçok yerde ‘Gezi soruşturmaları’ başladı. 15 Ekim’de Gezi Direnişi sırasında twitter’da, direnişi destekleyen mesajları nedeniyle haklarında soruşturma açılan 15 TRT çalışanı hakkında, TRT Genel Müdürlüğü tarafından bir açıklama yapıldı. Açıklamada çalışanlarını hedef gösteren Genel Müdürlük, fikri açıklama adı altında suç işleyen personele soruşturma açıldığını’ ve ‘kamu çalışanlarının yayın yoluyla hakaret ve provokasyon yapamayacağını ve şiddeti özendiremeyeceğini’ iddia ederek ifade özgürlüğünü kullanan çalışanları hedef gösterdi.
Eğitim Sen 6 No’lu Üniversiteler Şubesi Başkanı İsmet Akça’nın açıklamalarına göre Gezi Direnişi’ne destek veren öğretim görevlileri ile asistanların listesi çıkarılarak bir ‘cadı avı’ başlatıldı. Üniversitelerde çeşitli baskıların başladığını ifade eden Akça Gezi Direnişi sırasında sınavları yapmayan hocalara yönelik baskıları şöyle anlattı: “Çeşitli bahaneler üretilerek iktidara ve yönetime yakın birtakım muhbir vatandaşlar oluşturuldu. Bu muhbirler ‘X arkadaş’ Gezi olaylarına katıldı diye üniversite yönetimlerine bildiriyor. Gezi eylemleri döneminde sınavını yapmayan hocaların listesi çıkartılarak fişleniyor. Üniversitelerde cadı avı başlatılmış durumda. AKP, YÖK’ü kendini savunmak için silah gibi kullanıyor”.
AKP’nin güdümünde yayıncılık anlayışı soruşturmayı getirdi
'Tepkilerimizi dile getirdik'
TRT çalışanlarının kanuni sorumlulukları olduğunu söyleyen TRT Genel Müdürlüğü yaptığı yazılı açıklamada, bazı basın yayın organlarında ‘TRT’de Gezi kıyımı’ başlıklı haberlerin yayınlandığı ifade edildi. Twitter’dan açıklamalar yapan çalışanlarına çizdiği belirli çerçeveler dışında yaşam hakkı tanımayan TRT, “Fikrini açıklayanı değil fikri açıklama adı altında suç işleyen 15 personeline soruşturma açmıştır" diyerek AKP iktidarının güdümünde yayın yapan bir yayın kuruluşu olduğunu bir kez daha bütün kamuoyuna tescillemiş oldu. Üniversitelerde soruşturmalar başladı
Gezi Direnişi'yle sınırlı olmayan baskılar aynı zamanda iş güvencesi olmadan çalıştırılan asistanların doktoraları bitince işine son verilmesi ve bursiyer adı altında sigortasız çalıştırılmaları şeklinde de devam ediyor. “Bursiyer” olarak Yeditepe Üniversitesi’nde çalışan Kerem Arslan örgütlenmeleri sonrasında yaşadıkları baskıları “Asistanlar olarak örgütlendikten sonra rektör ve 2 rektör yardımcısı yaklaşık 60 kişinin dertlerini 2.5 saat boyunca dinledi, ‘Birkaç ay içinde bazı düzenlemeler yapılacak’ diyerek biz oyaladı. Araya Gezi olayları girdi. Bizler de gösterilere katılarak tepki-
lerimizi dile getirdik. Ancak temmuz başında gerekçe gösterilmeden ve yasal ihbar süresi gözetilmeksizin işimize son verildi” sözleriyle anlattı.
Direnişe destek veren okul yöneticilerine ‘ceza’ Ankara Valiliği şehirde görev yapan 101 okul yöneticisine, Gezi direnişine destek verdikleri gerekçesiyle soruşturma açtı. Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü, Gezi direnişine öğrencilerin katılmasıyla ilgili okul yöneticileri hakkında Ankara Valiliği’nden inceleme izni talep etmiş, valilik de bu talebe olumlu yanıt vermişti. Müfettişler bu kapsamda belirledikleri okul müdürlerinin ifadelerini almıştı. İncelemeleri tamamlayan Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü, Valilik’ten soruşturma izni isterken, Valilik 101 okul yöneticisi hakkında soruşturma açılmasına izin verdi. Okul yöneticilerine, “Öğrencileri eyleme katılmaya teşvik etmek, göz yummak, izin vermek, eyleme katılan öğrenciler için yoklama almamak, eyleme katılmalarına rağmen okuldaymış gibi göstermek” suçlamaları yöneltildi. Soruşturma kapsamında 5 okul müdürünün yeri değiştirilirken, 2 okul müdürünün ise öğretmen yapıldığı öğrenildi. Öğrenciler hakkında açılan soruşturmalarda, e-posta yoluyla veya 147 MEB şikayet hattına gelen ihbarların etkili olduğu bilgisi alındı.
Leroy Merlin grevi zaferle sonuçlandı Sosyal-İş Sendikası’na üye Leroy Merlin işçileri, yaptıkları 16 günlük grevin ardından Toplu İş Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla iş başı yaptı Sosyal-İş Sendikası’na üye Leroy Merlin işçilerinin direnişi, 16 günlük grevin ardından yapılan görüşmeler-
de anlaşma sağlanması üzerine sona erdi. Leroy Merlin İşçileri Toplu İş Sözleşmesi’nin imzalanmasının ardından 21 Ekim’de işlerine geri döndü. Örgütlü mücadele kazanım getirdi Bursa mağazası önünde toplanan işçiler adına açıklama yapan İşyeri Temsilcisi İlhan Güvenç, sendikalaşma sürecinin gelinen aşamasında işverene, grevle taleplerini kabul ettir-
diklerini ifade ederek sözleşmenin imzalandığını açıkladı. Yakalanan birliktelikle daha da güçlendiklerini belirten Güvenç, işe başladıkları andan itibaren yeni bir dönemin başladığını söyledi. Sendikaya üye olmayan işçileri de sendikaya üye yapacaklarını anlatan Güvenç, toplu olarak işyerine girerek vardiyası gelen işçilerle iş başı yaptı.
08 emek haber
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
Ücretli öğretmenlik: Modern köleliğin Eğitim sistemi birçok boyutuyla üzerinde tartışılması ve değiştirilmesi gereken handikaplar taşımaktadır. Eğitim sistemi, egemen sınıflar lehine ucuz, nitelikli işgücü yetiştirme amacında olduğu gibi ideolojik anlamda gerici feodal, faşist öğeler üzerine kurulmuştur Ülkemizdeki güncel politik sorunlarda çokça yansısını bulan ulusal ve etnik kökenine göre ayrımcılık, inanç özgürlüğünün yok sayılması ve farklı inanç guruplarına yönelik faşist politikalar ve cinsel kimliğe dayalı ayrımcılık üretim ilişkileriyle bağlantılı olarak bizzat eğitim müfredatıyla desteklenen olgulardır. Yaşanan bu durum ‘eğitim’ kelimesinin sınıfsal kökeni ve amacıyla doğru orantılı gelişen bir süreçtir. Ya da karşıt sınıfların ‘eğitim’ olgusuna yükledikleri misyonun resmidir. Ülkemiz egemen sınıfları da durdukları yer itibarı ile eğitime bir yandan toplumsal sorunlarda ezilenleri daha rahat yönetmenin en bilinen yöntemi olan ‘böl, parçala, yönet’ formülünün gereklerini yerine getirmektedirler. Bu gereklilikler ulusal, cinsel ve inanç kimliği üzerinde çeşitli eşitsizlikler yaratıp yada mevcut eşitsizlikleri daha da derinleştirerek toplumsal manada bir karşı sınıf bakış açısını engellemektedirler. Bunun sonucu olarak ta bir yandan da kendine nitelikli ucuz iş gücü yetiştiren bir misyon eğitime yüklemektedirler. Ancak bu durum sadece eğitimi alacak öğrenciler için belirlenmiş bir strateji değildir. Eğitimi veren eğitim emekçileri için de çeşitli ‘gereklilikler’ içermektedir. Egemen sınıflar açı-
sından bu yolda verilen eğitimin daha az ‘maliyetli’ olması ve eğitimi veren ve alan kitlenin bu durum karşısında ‘sessiz’ kalması gerekiyor. Bu durumda özellikle eğitim emekçilerinin daha önce bedel ödeyerek aldığı ekonomik, demokratik hak kazanımlarını geri almanın ilk yolu daha esnek çalışma modelleri ortaya koymaktır. Eğitim alanında ‘ücretli öğretmenlik’ olarak hayat bulan bu çalışma biçimi sadece bu çalışma modeliyle çalışan eğitim emekçilerini değil, mevcut demokratik haklarına karşı bir tehdit aracı olarak kullanılacak olan ‘kadrolu’ emekçileri ve bu esnek çalışma biçimin yarattığı sorunların sonucundan dolaysız etkilenen öğrencileri de olumsuz etkilemektedir.
‘Ücretli öğretmenlik’ bir eğitim emekçisinin ortaya koyduğu emeğin karşılığı olarak maaşının girdiği ders başına ücretlendirilerek eğitim öğretimin olmadığı TemmuzAğustos ayları dışında kalan ayları içeren bir sözleşme imzalandığı varsayılarak ortaya konan bir çalışma biçimidir. Bu durum matematiksel olarak hesaplandığında bir eğitim emekçisinin’ kadrolu olamadığı’ gerekçesiyle üçte bir oranında maaş alarak çalışmaya zorlanması anlamına gelmektedir. Bu çalışma biçiminde sadece ‘maaş’ üzerinde bir eşitsizlik yaratılmamıştır. Aynı zamanda sosyal güvenlik, ulaşım ve diğer ek ‘ücretlendirme’ gibi durumlarda da bir eşitsizlik yaratılmıştır. Örneğin ‘ücretli öğretmen’in sigortası girdiği ders saati üze-
rinden hesaplandığı için bir ay boyunca her gün derse girmesi durumunda dahi on yedi günü geçememektedir. Öğretmenin sosyal güvenlik haklarından yararlanması için kalan süre üzerinde kendisine yaratılan borcu ödemesi gerekmektedir. Resmi tatiller, bayramlar, ücret kesintisinin yaşandığı dönemlerdir. Ücretli öğretmenlerin özellikle ulaşım konusunda diğer eğitim emekçilerine tanınan haklardan yararlanması söz konusu değildir. Bu durum öğretmen evlerinin kullanımı vb gibi sosyal haklar için de geçerlidir. Zihinsel engelli öğrencilerin eğitim gördüğü özel alt sınıflar ve özel eğitim mesleki okullarında kadrolu eğitim emekçilerine verilen dörtte bir oranında ‘yıpranma payı’ndan ve bazı meslek liselerinde
Depremin ardından devlet darbesi Devlet depremzedelerin sorunlarını çözmek yerine onların yaşadığı sorunlara yeni sorunlar ekliyor. Depremzedeler konteyner kentte yaşamaya mecbur kalmışlardır. Ama tek sorunları bu mecburiyet değil. Daha da büyük sorunları, zorunlu olarak barındıkları konteynerlerin elektriklerinin ve sularlarının kesilmiş olması
23 Ekim ve 9 Kasım 2011 tarihinde yaşanan Van-Erciş depremlerinin üzerinden neredeyse 2 yıl geçti. Depremler sonrasında Van ve Erciş'te depremzedelerin geçici barınmaları için 34 konteyner kent kurulmuş TOKİ tarafından
yapılan kalıcı konutların tamamlanmasının ardından depremzedelerin büyük bölümü bu evlere geçmişti. Ancak başka barınma olanağı sağlanmadığı için yaklaşık 250 aile konteynerlerde kalmaya devam ediyor. Devlet şimdi bu aileleri konteynerlerden çıkarmak istiyor. Sadece 6 aylık kira yardımı vaadinde bulunan Van Valiliği’nin bu teklifini geri çeviren yakla-
emek haber 09
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
sömürü biçimi Kıdem Tazminatı alınan ‘döner sermaye’den yararlanmaları yasalara konulan özel istisnalarla engellenmiştir. Ayrıca egemen sınıfların sık sık övünerek bahsettikleri ‘işsizlik parası’ almaları da yapılan yasal düzenlemelerle engellenmiştir. Aynı zamanda karşılığında ‘ücret’ almadığı ‘nöbet tutma, yatılı okullarda belletici olma, resmi törenlere katılma, kol çalışmalarına ve sosyal etkinliklere katılma’ gibi zorunluluğu olmamasına rağmen bu etkinliklere katılımı da zorunlu tutulan yaşanan sömürünün boyutunu gözler önüne sermektedir. Birçok alanda gelişen neoliberal ekonomik politikaların sonucu olarak çeşitli alanlarda hayat bulan ‘esnek, güvencesiz’ çalışma biçimleri emekçiler üzerinde çeşitli ekonomik, sosyal tahribatlar yaratmaktadır. Bu durum sadece onlar için değil onların çocukları açısından da geçerli bir durumdur. Örneğin ‘ücretli öğretmenliğin’ genelde emekçilerin yaşadığı varoşlarda ve kırsal kesimde uygulanan bir çalışma modeli olması çok anlamlıdır. Bahsi geçen bölgelerin birçok okulunda kadrolu öğretmen sayısının ücretli öğretmen sayısının yarısı kadar bile olmayışı düşündürücüdür. Eğitimin kadrolu öğretmen mi ya da ücretli öğretmen mi tarafından daha iyi verileceği gibi geri bir tartışmanın yürütülmemesi gerektiği gibi ücretli öğretmen olarak addedilen eğitim emekçilerinin ya-
şadığı ekonomik, sosyal bunalımların onlara ve eğitim verdikleri öğrencilere yansıması da gözden kaçırılmamalıdır. Örneğin bu alanlarda görev yapan ‘ücretli öğretmenlerin’ diplomalarında öğretmen yazmalarına rağmen öğretmen olmaları önündeki en büyük engel olan sınava hazırlanmak için belli bir süre sonra öğretmenliği bırakması sonucu ‘öğretmensiz’ kalan öğrencilerin mağduriyetinden asıl sorumlunun bu sistem olduğunu unutmamalıyız. Ya da ücretli öğretmenlikte sıkça kullanılan kendi alanı olmayan bir branşta ders alma mecburiyetinin genel anlamda yaratılan güvencesiz bir hayatın sonucu olduğunu görmemiz gerekiyor. Çünkü eğitim mevcut fırsat eşitsizliğini muhafaza etme derinleştirme rolü üstlenmiştir. Emekçileri sıfatı ve niteliği ne olursa olsun onları modern köle olarak ele aldığı gibi bu durumun bir sonraki nesil olan çocuklarını da içermesini sağlama uğraşı içindedir. mevcut eğitim sistemi gerici burjuva feodal düzenden bağımsız ele alınmamalıdır. Mevcut eğitim sistemi mevcut üretim ilişkilerinden kopuk ele alınamayacağı gibi özünde sisteme yönelmeyen eleştirilerin ve sistem değişikliği hedefinden uzak eleştirilen bir kıymeti harbiyesi asla olamaz.
gaspına karşı çıkalım Son günlerin en çok tartışılan konusu kıdem tazminatı. Hükümetin kendi ağzıyla dillendirdiği işçinin yükünü sırtımızdan atmak istiyoruz sloganı, bizzat Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik tarafından açıklandı Devletin kurumlarında dahi güvencesiz çalıştırdığı işçi rakamının 600 bini buluyor olması ve taşeron çalışan işçilerin mahkeme yoluyla haklarını aramasına içerlemiş olan hükümet yeni formüllerin arayışına girdi. Kendisi de işveren olan devletin kıdem tazminatını kaldırmaya yönelik çabaları işçiler cephesinden pek de sürpriz olmadı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik yaptığı açıklamada kıdem tazminatıyla ilgili şu ifadeleri kullandı: "Bugün bana işverenler geldi, 'Ne olur, o kıdem tazminatından bizi kurtarın' dedi. Niye? Ödememek için değil. Kamuda 600 bin taşeron işçisi var. Kamudaki yargı kararlarından yalnız Karayolları ile ilgili olanın yükü 1,5 milyar lira. Bu olay kamu açısından da özel sektör açısından da işçiler açısından da ciddi hak mahrumiyetleri ve ciddi sorun oluşturan bir alan. Onun için çözülmesi gerekmektedir. Yarın seçim olsa, bugün çözmek lazım, o kadar acil bir olay." Peki nedir bu kıdem tazminatı? Kıdem tazminatı; 4857 sayılı iş kanuna göre yapılan iş sözleşmesinin maddelerinde belirtilen hallerden birine bağlı olarak sona ermesi halinde; işçinin işe başladığı tarihten işten ayrıldığı tarihe kadar geçen her tam yıl için işverence kendisine ödenmesi gereken 30 günlük ücret tutarındaki tazminattır. Belirtilen 30 günlük süre ise hizmet akitleri veya toplu iş sözleşmeleri ile işçi lehine değiştirilebilir.
Kıdem tazminatı hangi durumlarda ödenir şık 250 ailenin yaşadığı konteyner kentin elektrikleri ve suları kesilerek aileler çıkarılmaya zorlanılıyor. Elektriklerin kesilmesi ve konteynerlerden zorla çıkarılmaya çalışılmasına karşı 26 ağustosta açlık grevi başlatan aileler, açlık grevini 11 Eylül’de ölüm orucuna dönüştürdüler. 15-20 kişi açlık grevine devam etmektedir. 27 Ekim günü KESK Van ve Diyarbakır şubeler platformu üyeleri, konteyner kentte bulunan depremzedelerin Van Valiliği'nin talimatı ile elektriklerinin kesilerek zorla çıkarılmalarına karşı başlattıkları açlık grevinin ikinci ayında depremzedeleri ziyaret etti.
Depremzedelerin yaşadıkları sorunlara ilişkin açıklamada bulunan Diyarbakır KESK Şubeler Platformu Sözcüsü Kasım Birtek, Van Valisi Nezih Doğan'ın depremin yaraları sarıldığına dair söylemlerinin doğru yanı bulunmadığına vurgulayarak 14 bin ailenin hala barınma sorunu yaşadığını kaydetti. Konteyner kentte barınmaya çalışanların valilik tarafından baskı uygulanarak çıkarılmaya çalışıldığına işaret eden Birtek, Van'daki depremzedelerin açlık grevi yöntemiyle gösterdiği direnişi selamladıklarını ve yetkililerin duyarsızlığını protesto ettiklerini söyledi.
Kıdem tazminatı işçi tarafından; 4857 sayılı İş Kanunu’nun 24. maddesinde belirtilen ve işçiye hizmet akdini derhal fesih hakkı veren sebeplerden dolayı, Muvazzaf askerlik hizmetinden dolayı, Bağlı bulunduğu kanunla kurulu kurum veya sandıklardan yaşlılık, emeklilik veya malullük aylığı ya da toptan ödeme almak amacıyla, Sigortalılık süresini ve prim ödeme gün sayısını tamamlaması halinde kendi istekleriyle işten ayrılması nedeniyle, Kadının evlendiği tarihten itibaren bir yıl içerisinde kendi isteğiyle ayrılması Hizmet akdinin işçinin ölümü sebebiyle son bulması, Veya Hizmet akdinin işveren tarafından 4857 sayılı İş Kanunu’nun 25. maddesinde belirtilen ve işverene hizmet akdini derhal fesih hakkı veren ve II numaralı bentte belirtilen ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri dışındaki sebeplerden dolayı feshedilmiş olması durumunda işçiye ödenir. Yasalarla güvence altına alınan bu durum ülkemizde ise resmi (ka-
yıtlı) çalışanların yalnızca % 10’una ödenmektedir. Geri kalan %90 Çalışma Bakanlığı’nı ilgilendirmediği gibi, Çelik’in kendi tabiriyle hem işçi hem de işveren açışından sürdürebilirliği kalmayan bu sistemin yeni bir yasayla çözüme kavuşturulacağının müjdesini artık kıdem tazminatıyla ev alınacak diyerek verdi. Dünyada Avusturya Modeli olarak bilinen bu sistem neler içeriyor?
İş güvencesi ortadan kalkıyor Taslaktaki en çarpıcı düzenleme olarak öne çıkan maddeye göre, patronlar çalışanları rahatça işten çıkartabilecek. Sisteme geçişle birlikte toplu işten çıkarmalar yaşanabilecekken, kendilerine önerilen kıdem tazminatını kabul etmeyenler de işten atılabilecek. Evlenen kadına ve askere gidene artık kıdem yok: Yeni taslağa göre evlilik nedeniyle işten ayrılan kadın çalışanlara, işten ayrılma tarihinde tazminat ödenmeyecek. Yeni taslakta askere gidenlere de kıdem tazminatı ödenme uygulaması kaldırılıyor. Kıdem tazminatı yarı yarıya düşecek: Mevcut sistemde işçinin ücretinin yüzde 8.3'ü olan kıdem tazminatı yüzde 4'e düşürülüyor. Bu para fonlarda değerlendirse dahi iki katına çıkarak aynı seviyeye gelmesi imkânsız. Çalışanın eline geçecek para fiili olarak yarı yarıya düşecek. İşverenin İşsizlik Fonu'na aktardığı yüzde 2 prim, kesintinin yüzde 1,5'inin kıdem tazminatı fonuna aktarılması, hem işverenin maliyetini daha da düşürecek hem de işsizlik fonunun gelirlerini azaltacak. Yani işveren aslında şimdiki gibi kıdem tazminatı için yüzde 8 yerine yüzde 2,5 ödeyecek. Tazminatlardan vergi kesilecek: Kıdem tazminatı ödenirken gelir vergisi kesintisi yapılacak. Tazminat için 5 yıl beklenecek: İşçi, 15 yılın sonunda kıdem tazminatının sadece yarısını alabilecek. Ev almak isterse süre sınırı ortadan kalkıyor ancak yine yarısını alabilecek. Paranın tamamını ise emeklilik ve malulen emeklilik durumunda alabilecek. İşçi herhangi bir iş bulamazsa, çalıştığı dönemdeki tazminatın tamamını işten çıkartıldığı tarihten 5 yıl sonra alabilecek. Bin kişi çalıştıran bir şirket, herkesin ev sahibi olmak istemesi durumunda kıdem tazminatlarını nasıl ödeyeceği ise merak konusu. Yabancı sermayenin ülkemiz piyasasına girmek için şart koştuğu, karşılığında devleti kredilere boğduğu yasa yerli sermayenin de yüzünü güldürecek cinsten. İşçilerden yükselen tepkiler üzerine kıdem tazminatının kaldırılmasını rafa kaldıran hükümet yeniden harekete geçti. Birçok sendikayı baraj sorunuyla baş başa bırakan hükümet, işçilerin kazanılmış haklarını tırpanlamaya devam ediyor. İşsizlik fonunun % 80’ni de bu yolla işverene aktaran hükümetin, işçileri sömürmeye dönük politikaları ne ilk ne de son olacaktır. İşçilere yönelik saldırılara en net cevabı elbette ki örgütlenerek ve bilinçlenerek alanlarda vereceğiz.
10
güncel haber
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
AKP’nin Hakan Fidan Skandalları MİT Müsteşarı Hakan Fidan İran’la işbirliği yaptığı gerekçesiyle Avrupa basını tarafından dünya gündemine getirildi. Bu durum ülkemiz burjuva basını tarafından ‘İsrail oyunu’ olarak manipüle edilip işlendi MİT Müsteşarı Hakan Fidan Avrupa basınında yer alan haberlerle dünya gündemindedir. Gündemdeki pozisyonu, Fidan’ın İran ile işbirliği yaptığına dönük haberlerin içeriğindeki gibidir. Yani özetle Fidan İran’la işbirliği yapan bir işbirlikçidir. Adamın mesleği zaten ajanlık! Dolayısıyla yaptığı iddia edilen şey çok da yadırganacak durum değil. En önemlisi de İran ile işbirliği yapması doğrudan AKP iktidarının politikasıdır. Batı basınında yapılan haberler doğrudur da. ‘’TC’’ devleti ile İran’ın ilişkileri bir süredir(özellikle Suriye meselesi döneminde) ekşiydi. Ki daha önce Erdoğan ile Ahmedi Nejat dini kardeşlerdi ve iki ülke ilişkileri son derece iyiydi. İslami kimlikleri AKP iktidarıyla İran’ı yakınlaştıran tipik özelliklerdendi. Bizce bu özellikleri hala da devam ediyor. Uzun sözün kısası, İran ile ilişkileri bozulmuş olan AKP iktidarının MİT vasıtasıyla bu ilişkileri yoluna koyması ya da böyle bir girişimde bulunması son derece mantıklı ve muhtemeldir, mümkündür. MİT müsteşarının İran ile ilişkileri düzeltme göreviyle görüşmeler yapmak üzere Erdoğan tarafından görevlendirilmiş olması büyük olasılıktır. Fidan’ın bu işbirliği yapma faaliyeti aynı zamanda AKP iktidarı ile ABD ilişkilerinin serin iklime girdiği, öte yandan İran ile ABD ilişkilerinin(Ahmedi Nejat sonrası) görece pozitif seyre girdiği bir döneme denk gelerek dikkat çekmektedir. Hatırlanacağı gibi Fidan daha önce de ülke savcıları tarafından ifadeye çağrılmıştı. Bunun sebebi de PKK ile işbirliği gibi bir şeydi. Yani PKK’den yakalanan bir çok kişi MİT elemanı olduğunu söyleyince ve özelliklede bu kişilerin MİT elemanı olmalarını söyle-
melerine karşı PKK adına silahlı eylemler vb yapmış olmaları savcıları hareke geçirmiş, Fidan ifadeye çağırılmıştı… Şimdi: iki olayda da Erdoğan ve AKP iktidarı açıktan Fidan’ı sahiplendi. ‘’Yedirmeyiz’’ dedi. ‘’Fidan’ı söktürmeyiz’’ dedi. Savcıların ifade çağrısında Erdoğan Fidan’ın arkasında dururken daha dik duruyordu. ‘’Yedirmeyiz’’ derken, kendisinin Fidan’ı görevlendirdiğini söyleyerek onu ifadeye çağıran önce beni çağırsın diyip Fidan’ı ifadeye göndermedi. Şimdi ise arkasında durmasına karşın kendisinin görevlendirdiğini söylemekten sakınmaktadır. Oysa Fidan’ın her eyleminin arkasında elbette ki Erdoğan vardır. Fidan kendi başına buyruk görev ve faaliyet yürütmez, yürütemez… Meselede irdelenmesi gereken yanlardan biri de şudur: Ülke basını, Avrupa basınında çıkan bu haberleri esasta mesnetsiz olarak değerlendirirken, yapılan bu haberlerin altında İsrail’in olduğunu tereddütsüz olarak açıklayıp yorumluyor. Bazen İsrail ile birlikte ABD’nin de bu işin arkasında olduğu söylenmektedir vb vs… Bu basının tutarlı olması için ülkede savcının Fidan’ı ifadeye çağırmasının arkasında da İsrail veya ABD’nin olduğunu söylemesi gerekmektedir, en azından bunu söylemeye cesaret etmesi gerekmektedir. Çünkü Fidan ile ilgili iki olay da aynı amaca dayanır. Ki bu ortak görüş olarak dillendirilmektedir de. Yani hedef Fidan olmakla birlikte, özünde AKP/Erdoğan hükümetidir. En azından AKP iktidarının dış politikasıdır veya bu
politikanın birinci dereceden sorumluları olan Erdoğan, Davutoğlu ve Fidan’dır denebilir. İki olayda da Fidan ve Fidan şahsında AKP siyasi iktidarı hedeflenmektedir. Ama basınımız bunlardan birini İsrail ve hatta ABD kaynaklı oyun olarak değerlendirirken, diğerinin bu bağlantısını kurmamaktadır. Oysa iki olayın da ortaklaştığı temel yönelim var. İkisi de AKP hükümetini ve Erdoğan’ı hedeflemektedir. Buradan çıkarılacak sonuç; ilgili ‘basınımız’ objektif değil, aynı biçimde tutarlı değil ve AKP iktidarı tarafından yönlendirilmektedir.
burjuva feodal medya ‘kutsal görevini’ yerine getirmektedir Söz konusu haberin doğruluğu/yanlışlığına bakmadan, her hangi bir biçim ve yerden teyit etme-ettirme gereği duymadan haberin İsrail kaynaklı, ABD bağlantılı olduğunu ileri sürmek, bu da yetmiyormuş gibi haberin Fidan ile AKP’yi vurmaya çalıştığını, hedeflediğini ve benzeri yazmak objektif habercilik olmayacağı gibi, bağımsız habercilik ve basın camiasının tüm etiğine ters bir durumdur. İlgili basının(buna yandaş medya da diyorlar) AKP tetikçiliğinden ibaret olan kimliği bu
olayda da alenen ortadadır. Aynı zemindeki medyanın ikinci klasiği de, yine komuta eden AKP iktidarına bağlı olarak hemen haberi ‘’dış mihraklar ülkemize oyun oynuyor’’ tarzındaki bayat taktiklerle meselenin iç yüzü göz ardı edilip saklanmak istenmektedir. Tamam haber dış kaynaklı da, tüm Avrupa neden işini gücünü bırakıp sana oyun yapsın ki? Dahası oyundan önce haberin doğruluğu/yanlışlığıyla ilgilenip bir şeyler söylemek yerine, ‘’Türkün Türkten başka dostu yoktur’’ şeklindeki köhnemiş fikrin arkasına saklanarak kalkan oluşturulmaya çalışılıp meseleyi örtbas etmek hedeflenmektedir. Bu hükümet de diğer gerici faşist hükümetler gibi tam bir ‘’Şark dansözüdür.’’ İşi iyi kıvırmaktadır. Bu iktidarın tescilli olduğu konudur ‘’önde bağırmak arka da el öpmek…’’ Hatırlanırsa daha önce adeta bilerek yaptırdığı ve İsrail ile sorunlu olduğu Mavi Marmara katliamı zamanı, kamuoyu önünde İsrail’e efelenip keskin dururken perde arkasında aynı İsrail ile silah anlaşmaları yaptığı açığa çıkmıştı. Gerici sınıfların ikiyüzlü olduğu gerçeği işte budur. AKP en ılımlı tanımıyla kaliteli bir ikiyüzlüdür. Fidan bahsedildiği gibi gerici burjuva mesleğine uygun ilişkiler içindedir. Bu ilişkiler AKP/Erdoğan’dan bağımsız değildir. Söz konusu ilişkilerin iç yüzü tam olarak açıklanamayabilinir ama bu ilişkinin Fidan’ın kişisel yetki ve tavrına bağlı olarak sürdürdüğü ilişki vb değildir. Doğrudan ve kesinlikle iktidar ve Erdoğan’ın faaliyetidir. Tersini düşünmek gerici sınıfları ve somutta da AKP’yi anlamamak demek olur. Erdoğan’ın Fidan’a vefa borcu nedir bilinmez. Ama sıradan olmadığı anlaşılmaktadır. Meraklı bir gazetecinin bu bağlılığın altında nasıl bir çıkar veya geçmiş var araştırması isabetli olabilir. Evet Fidan’ı ‘’söktürmeyen’’ ve onu ‘’yedirmeyen’’ AKP iktidarı ve Erdoğan en sonunda kendisiyle birlikte Fidan’ı yiyecek ve yedirecek gibi gözüküyor...
Annenin soyadı ruh sağlığını bozuyormuş (!) İstanbul’da açılan bir davada çocuğuna kendi soyadını vermek isteyen bir annenin talebi yerel mahkeme tarafından kabul edilirken Yargıtay kararı çocuğun “ruh hali üzerinde çok derin ve etkili travma yaratacağı” iddiasıyla bozdu Kadınlar baskı ve zulmün birçok çeşidine maruz bırakılmalarının, tacize ve tecavü-
ze uğrayıp katledilmenin yanı sıra hukuken de birçok haktan mahrumlar. Ataerkil toplumun bir sonucu da soyun erkek üzerinden devam ettirildiği anlamına gelen babanın soyadının çocuğa verilmesi olgusudur. İstanbul’da Hülya G. isimli bir kadın boşandıktan sonra velayetini aldığı oğlunun soyadını değiştirmek için mahkemeye başvurdu. Boşanmadan sonra çocuğuyla soyadının farklı hale gelmesinin çocuğunun hem resmi işlemlerinde hem psikolojisinde sorun yarattığını dile getiren anne kendi soyadını çocuğuna vermek istediği-
ni belirtti. İstanbul Anadolu 2. Asliye Hukuk Mahkemesi Hülya G.’nin talebini kabul ederek değişikliğe onay verdi. Nüfus Müdürlüğü’nden itiraz Ancak yerel mahkemenin aldığı bu karara itiraz eden Nüfus Müdürlüğü Yargıtay’a başvurdu. Annenin talebini ‘haksız’ bulan Yargıtay 18. Hukuk Dairesi , ‘baba’ soyadının, ‘aile’ soyadı olduğunu ve değiştirilmemesi gerektiğini belirterek yerel Mahkemenin almış olduğu kararı bozdu. Yalnızca doğumdan önceki boşanmalarda çocuğun annenin soyadını kullanabileceğini öne süren Yargıtay almış olduğu kararı “Böyle
bir uygulamanın nüfus kütüklerindeki kaydın güvenilirliği ve istikrarı zedeleyeceği gibi asıl bu gibi uygulamalar çocuğun ruh hali üzerinde çok derin ve etkili travma yaratacaktır.” sözleriyle gerekçelendirerek ataerkil toplumun zihniyetini okudu. Bilindiği gibi Anayasa Mahkemesi’nin aldığı karar sonucunda çocuğun velayetini mahkeme kararıyla alan annelere çocuğuna kendi babasının soyadını vermelerinin yolunun açıldığı açıklanmıştı. Ancak İstanbul’da görülen davanın sonucunda pratikte bunun karşılığının olmadığı ortaya çıktı.
kadın haber ADKH: Cinsel sömürüye 1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
11
sessiz kalma, diren mücadele et! Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH)’nin "Cinsel sömürüye sessiz kalma, diren mücadele et!" şiarıyla başlattığı kampanya çalışmalarını Almanya, İsviçre, Fransa, İngiltere ve Avusturya’da başlattı Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH) kadına yönelik şiddete ilişkin bir kampanya başlattı. ADKH kampanyayla ilgili yayınladığı açıklamada tüm dünyada milyonlarca kadının bir meta gibi alınıp satıldığına, ‘töre-namus’ kıskacına esir edildiğine, şiddete maruz bırakılarak katledildiklerine, medyada ve pornografik içerikli reklam panolarında cinsel obje olarak kullanıldıklarına ve kadın ile erkek bedenleri üzerindeki sömürünün topluma kanıksatılmaya çalışıldığına değinerek “Bedenlerimizin metalaştırılmasına, fuhuşun teşvik edilmesine karşı başta tüm kadınları ve kadın örgütleri olmak üzere tüm insanlığı, bu çürüyen - çürüten sisteme karşı tavır almaya, teşhir etmeye ve mücadele etmeye çağırıyoruz. Bedenimiz bize aittir metalaştırılamaz! Beden ticaretini durdur" sözleriyle kadına yönelik şiddete karşı mücadeleye çağırdı.
Kampanya çalışmaları başladı “Cinsel sömürüye sessiz kalma, diren, mücadele et!" kampanyasına Almanya, Fransa, Avusturya, İsviçre ve İngiltere’de toplantılar, eylemler ve panellerle start verdi.
Duisburg’da kampanya toplantısı Almanya’da saat 12'de başlayan "Cinsel sömürüye sessiz kalma, diren mücadele et!" kampanya toplantısında önce kısaca ADKH'nin tanıtımından sonra kadına yönelik şiddete ilişkin bir sunum yapıldı. Fuhuşun tanımından başlanarak, bireylerin cinselliklerini meta olarak sunmalarının sebepleri ve yine bireylerin cinselliği satın alma eğilimlerini oluşturan etkenlerin bilinmesi gerektiği vurgulanarak buna dair incelemeler ortaya kondu. Tarihsel gelişiminden günümüze fuhuş ve fuhuşun geldiği en uç nokta olan çocuk bedeninin metaya dönüştürülmesi üzerinde duruldu. Başlatılan kampanya ile amacın bu durumun geldiği aşamayı ortaya koymak, gözler önünde olan ama görünmeyen noktayı açığa çıkarmak olduğu ve sorunun ortadan kaldırılması noktasının ne kadar aciliyet taşıdığının birlikte tartışmak istenildiği dile getirildi. Toplantıda ADKH'nin kampanya ile amacının ne olduğu ve oluşturulacak perspektifin önemi vurgulanırken, eylem birliklerinin önemi ve bölgedeki faaliyetlikler konusunda da önerilerde bulunuldu. Almanya özgülünde bu konuyla ilgili kurumlar ile bağlantıya geçilmesi yönünde fikir belirtilerek çok kapsamlı olan böylesi bir konuda bazı kavramların (seks işçiliği mi, seks köleliği mi) kitleye açılıp tartışmanın önemine değinildi.
Hamburg’da toplantı Kampanya toplantılarından biri de 20 Ekim
günü Hamburg’da yapıldı. Yoğun bir katılımın olduğu toplantıda yapılan sunumda dünyanın gelişmekte olan üçüncü büyük sektörü olan fuhuş sektörü, tanımı ve onunla bağlantılı olarak bir bütün olarak insan ticaretine dair bilgiler verildi. Canlı tartışmaların ardından önümüzdeki dönemde yerelde ve çevrede yapılacak kampanya eylemlilikleri belirlendi. Alınan kararlar çerçevesinde Hamburg'da “seks turizminin” yapıldığı Reeperbahn gibi bölgelerde stant açılacak ya da miting yapılacak, duvar gazeteleri yapılıp bölgede yapılacak Sex Messe (Seks Fuarı) önünde bildiri dağıtılacak ve Almanya kuzey bölgesinde merkezi bir panel düzenlenecek.
Mulhouse’da şiddet konulu panel Avrupa Demokratik Kadın Hareketi'nin Mulhouse'da kampanya etkinlikleri çerçevesinde bir panel gerçekleştirdi. Panelde "Cinsel sömürü çoğumuzun bilip de bilmemezlikten, duyup da duymamazlıktan, görüp de görmemezlikten geldiği, özünde kadınları ve çocukları genelde ise tüm insanlığı derinden yaralayan bir konu. Belki birçoğumuz bu konuyu konuşmaktan bile özenle çekiniyoruz. Ama dünyada 3. büyük sektör olarak burnumuzun dibine kadar gelmiş ve biz bunu araştırıp karşı duruşumuzu sergilemek durumundayız" denilerek, dünyadan ve Türkiye'den örnekler verilirken; özellikle Türkiye'de 1915 Ermeni Soykırımı’nda Ermeni kadınların ve çocukların esir pazarlarında nasıl koleksiyon yaparcasına (1 kişi tüm parasını verip 12 Ermeni kadın satın alıp kolleksiyon yapıyor) (kaynak:Seyfocenter.com) satıldığı ve 5-7 yaşındaki çocukların 5-20 kuruşa -o zamanın bir kuzu fiyatına- satıldığı anlatıldı. Sonuç olarak köklü çözümün bu sistemlerde mümkün olmadığı ve çözümün ancak devrimle gelebileceği, fakat o zamana kadar durmaksızın bilinçli ve örgütlü mücadeleyle hak alma kararlılığının sürdürmesi gerektiği vurgulandı. Kadınların yoğunluklu olarak söz aldığı panele Kürt ve Alevi kurumundan kadınlar da katıldı. Alevi derneğinden kadınlar söz
alarak kadın mücadelesinin önemine değinerek kendilerinin bu konularda eksik kaldıklarını ifade ettiler.
İnnsbruck’da cinsel sömürüye karşı toplantı ADHK’nin kampanya toplantısınin bir diğer ayağı Avusturya'nın İnnsbruck kentinde gerçekleştirildi. Toplantıda kadın hareketinin hazırlamış olduğu kampanya broşürü üzerinden yapılan tartışmada, çocukların cinsel istismarı, LGBT bireylere karşı önyargılar ve tabular üzerinde yoğunlaşılarak tecavüze uğrayan kadınların toplumun gerici değer yargıları sebebiyle tecavüzü gizlemelerinin sorunun ne kadar derin ve ciddi olduğunu ve kadın örgütlerine büyük görevler yüklediğini açığa çıkardığı belirtildi. 22 Ekim’deyse ADKH Dersim Çevre ve Kültür Derneğin’yle ortak bir seminer düzenlendi. Seminerde bir konuşma yapan ADKH temsilcisi fuhuş yapılmasının ve talep edilmesinin nedenlerini, fuhuşla mücadele biçimlerini, çocuk pornosu ve her türden pornonun teşhirini yaparak fuhuşun ve çocuk pornosunun psikolojik ve sosyal etkilerini anlattı. Toplumun görmezden geldiği tabulaştırılmış konulardan birinin dile getirilmesinin mücadeleye başlamanın ilk adımı olduğuna dikkat çekilen toplantı sırasında en çok ilgi çeken konu, “İnsanlar neden fuhuşa yönelir” başlığı oldu.
Londra sokaklarında eylem, Radyo Umut’ta program ADHK’nın “Cinsel Sömürüye Sessiz Kalma, Diren Mücadele Et!" şiarıyla ele aldığı kampanya çerçevesinde Londra'da stant açıldı. Kampanya bildirisi İngilizce ve Türkçe olarak okundu, bildiriler dağıtıldı ve çevrede ilgi gösteren insanlarla konuşmalar yapılarak kampanyanın amacı anlatıldı. ADKH’nin yürüttüğü kampanya çerçevesinde 18 Ekim akşamı ADKH temsilcileri Londra’da Radyo Umut’ta bir programa katıldı. ADKH temsilcileri binlerce dinleyicisi olan radyoda 2 saat süren program boyunca ADKH'nin amaçları, yürüttüğü
kampanyayla ilgili hedefleri ve kampanyayla neyi amaçladıklarını kapsamlı bir şekilde anlattı. Program sırasında kapitalizmin insanı ve tüm güzel değerleri metalaştırmasına karşı örgütlenerek mücadele etmek ve her türlü sömürü biçimlerinin, yeryüzünden süpürülüp atılana kadar bu mücadeleye devam etmenin önemine dikkat çekildi. ADKH’nin 16 Kasım 2013 günü “Cinsel Sömürüye Sessiz Kalma” konulu tartışma toplantısına katılım çağrısı yapıldı. Telefonla bağlananların sorularına verilen cevapların ardından okunan şiirlerle program sona erdi.
Zürih’te fuhuşa karşı eylem ADHK’nin "Cinsel sömürüye sessiz kalma, diren mücadele et" şiarıyla fuhuşa karşı örgütlediği kampanya çalışmalarına 19 Ekim 2013’de İsviçre'nin Zürih kentinde başlandı. ADKH-İsviçre aktivistleri Zürih kantonunda yasal olarak fuhuş yapılan Langstrasse'de bildiri dağıttı. Bedenlerin ve cinselliğin metalaştırılmasına karşı tavır alınması gerektiğinin ve bu yönlü birlikte hareket etmenin dünyayı ve toplumu değiştireceği insanlarla tartışıldı. Bu yönü ile Avrupa devletleri içerisinde en kötü nama sahip olan İsviçre’de 16 yaşından itibaren fuhuşun yasal olması durumu eleştirildi. İlginin yoğun olduğu gözlemlenen sokak çalışması sırasında ADKH aktivistlerine ADKH’nin iletişim adresi ve soruna dair somut çözüm önerileri olup olmadığı soruldu. Langstrasse ‘barları’ ve‘erotik shop’larında camlara yapıştırılmış çıplak kadın resimleri ve kapı önlerinde ‘müşteri’ bekleyen kadınlarla fuhuşun merkezi durumunda. Bu sebeple ADKH faaliyetçileri çalışmada olumlu tepkilerin yanı sıra, erkekler tarafından sözlü tacizlere de maruz kaldılar. Cadde güzergahında yapılan çalışmada fuhuş yapan kadınların erkek şiddetine maruz kaldıkları ve bu durumu kanıksadıkları gözlendi. Toplumda farkındalık yaratmak için yapılan sokak çalışmasında dikkat çeken bir diğer konuysa bölgede yaşanan fuhuşa ve kadına yönelik şiddete karşı toplumun ilgisizliği ve kayıtsızlığıydı.
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
‘Demokratikleşme paketi’ ve Her şeye karşın iyimserliklerini koruyan ve sürecin ilerlemesi için üstüne düşeni fazlasıyla yerine getiren Kürtler açıklanan ‘’demokratikleşme paketinde’’ maalesef kendilerine dönük hak ve taleplerde AKP’den bir iyi niyet göremediler. Haklı olarak tepki ve güvensizlikleri gelişti ve bu tepkiler AKP’nin siyaseti sayesinde süreçte bir tıkanma durumunu ortaya çıkardı Öteden beri Kürt ulusal hareketi cephesi ‘’Barış’’ ve ‘’Çözüm’’ sürecinde mağdur taraf olmasına karşın tavizler vererek sürecin gelişmesini amaçladı. Bu uğurda meşru ulusal taleplerinde gidilebilecek en geri noktalara kadar gitti de denebilir. Zira ilerletilerek başarılacak olan bu sürecin kendilerinin belli taleplerini karşılayıp belli somut biçimlere oturacağı inancı taşıyordu ve bunun için sürecin tıkanmayıp ilerlemesi için son derece esnek ve özverili siyasetler izledi. Hatta gereğinden çok fazla ödün verdiği açıkça görüldü. Kürt Ulusal Hareketinin ileriye dönük bu iyimser beklentisini besleyen nedenlerden biri, AKP iktidarının Kürt ulusunun varlığını sözde de olsa kabul eden yaklaşımı ve yapılan görüşmelerin kamuoyuna karşı açıktan savunulmasıyla resmiyet kazanan muhataplık meselesindeki gelişmeler vb idi. Elbette bu durum geçmişe oranla Türk hakim sınıflarının Kürt ulusu politikasında belli bir değişimi-gelişmeyi ve Kürt ulusu adına da bir kazanımı ifade ediyordu. Türk devleti AKP iktidarı ağzıyla Kürtlere dönük asimilasyonun yapıldığını, inkarın güdüldüğünü resmen dillendirerek kabul ediyordu. Dahası, Öcalan ile resmi bir biçimde ve açıkça görüşüyor, Kandil’e elçiler gönderip getirtiyor, milletvekillerinden oluşturulan heyetler Öcalan ile görüşmelere gönderiliyor ve bu görüşmeler yürütülerek anlaşmalar, uzlaşmalar süreci işletiliyordu. Bu kısa özetteki gelişmeler Kürt Ulusal Hareketi cephesinin-güçlerinin süreç hakkında pozitif düşünmesine yol açıyordu, iyimserliklerine temel oluşturuyordu. Bu iyimser beklenti bir anlamda belli bir zemine sahip olsa da, söz konusu iyimserliğin stratejik bir bakış açısına dönüşmesi, AKP’ye bu anlamda bir güvenin beslenmesi ve özellikle de başından iti-
baren gereğinden fazla ödünler verip geri adımlar atarak sürecin devam ettirilmesini sağlama yaklaşımında Kürt Ulusal Hareketi hatalara düştü. Nitekim, AKP iktidarı tek taraflı olarak Kürt ulusal cephesinin kendinden ödün vermesini siyaset haline getirerek abarttı. Kendisi adım atmadan Kürt Ulusal Hareketinin adım üstüne adım atmasını istedi. Bazı durumlarda Ulusal hareket güçlerinin belli kesimlerinin iradesini hiçe sayarcasına ve onları ezercesine üstüne gidip geri adımlara zorladı. Ve ulusal hareket cephesi bütün bunları kabul ederek süreci başından itibaren doğru yönetip doğru raya koyamadı. Nitekim bugün AKP iktidarı ‘’Demokratikleşme paketinde’’ aynı siyaseti benimsedi ve Kürt ulusal hareketinin beklentilerini esasta dikkate almadı ve taleplerinin hiç birini pakete yansıtmadı. Paket Kürtler için bir hayal kırıklığı oldu. Beklentiler boşa düştü, karamsarlık gelişti ve haklı olarak sürece karşı bir güvensizlik ve tepki doğdu. Her şeye karşın iyimserliklerini koruyan ve sürecin ilerlemesi için üstüne düşeni fazlasıyla yerine getiren Kürtler açıklanan ‘’demokratikleşme paketinde’’ maalesef kendilerine dönük hak ve taleplerde AKP’den bir iyi niyet göremediler. Haklı olarak tepki ve güvensizlikleri gelişti ve bu tepkiler AKP’nin siyaseti sayesinde süreçte bir tıkanma durumunu ortaya çıkardı. AKP yerel seçimleri dikkate alarak paketi düzenlemiş, Kürt ulusuna dönük ciddi her hangi bir adıma yer vermeyerek Türk milliyetçisi kesimlere hitap etmiştir ama öte yandan da Kürt Ulusal Hareketinin tamamen kopmamasını sağlayan dengeci ve süreci seçimlere kadar idare edici bir politika izlemiştir. Paketin Kürt ulusunun beklenti ve talepleri karşısında son derece zayıf olduğuna dönük eleştiriler yükselince ve özellikle Kürt ulusal hareketinin belli tepkileri gündeme gelince, AKP sözcüleri sürecin yürütüleceğini, parça parça gelişeceğini açıklayarak Kürtleri oyalamaya ve beklentiler içine iterek elde tutmaya çalışmaktadır. Açıkladığı pakette yerel seçimlere dönük dengeli siyaset izlemeye çalışan AKP aynı zamanda Rojava’daki durumdan rahatsızlığı ve PKK’nin Rojava ile ilişkilerinden rahatsızlığından ötürü de pakette Kürtlerin beklentilerine esasta yer vermemişti. Öyle ki, sürecin tıkanmaya doğru gitme eğilimi veya yapılan sert açıklamaların
arkasında Rojava sorununun tayin edici bir konu olduğu ileri sürülmektedir. Pakette Alevilerin karşılanacak beklentileri de karşılanmadı. Ama seçim kaygılarından ötürü, pakete gelen eleştiriler karşısında hükümetten Alevilere dönük ayrı bir çalışmanın yürütüldüğü açıklanmıştır. Evet, sürecin tıkanmaya doğru gittiği, hatta tıkandığı konuşulmakta, tartışılmaktadır. Bu zeminde yeniden savaş söylemleri de gündeme gelmiş bulunmaktadır. Öcalan, KCK ve Kürt cephesinin diğer güçleri esasta ortak bir yaklaşım sergilemektedirler. Paketin yarattığı hayal kırıklığı Kürt cephesinde bu eğilim veya yaklaşımın ortaya çıkıp ortaklaşmasını sağlamıştır. Kuşkusuz ki, kimse Kürtleri suçlayamaz. Sürecin tıkanması veya mevcut gerilimde tek sorumlu iktidardır. PKK üstüne düşeni yaptığı halde, AKP üstüne düşeni yapmaktan kaçınmaktadır. Tam tersine barajlar, karakollar/kalekollar yapmaya hız vermekte, Güneyli Kürtlerle Kuzeyli Kürtlerin ilişkilerini kesmek için Suriye sınırına duvar çekmekte ve her vesileyle sınıf karakterine uygun olarak Kürtlere düşman bir tavır sergilemektedir. AKP iktidarının samimi olmadığı her aşamada orta-
dadır. Hala KCK operasyonları kapsamında gerçekleştirdiği geniş tutuklamalarda hapse tıktığı Kürt siyasetçileri ve seçilmişleri bırakmış değildir. Roboski katliamını, Fransa’da gerçekleştirilen cinayetleri örtüp geçiştirmeye çalışmaktadır. Aynı zamanda Kürt ulusal hareketi güçlerini bölüp karşı karşıya getirmekten de geri durmamaktadır AKP iktidarı. Beşir Atalay’ın ‘’Kandil’dekiler bu işin nasıl yapılacağını BDP’den çok daha iyi biliyorlar, okuyarak öğreniyorlar, çok okuyorlar daha makul konuşuyorlar’’ vb vs tarzındaki açıklaması boş değildir. Ulusal hareket güçlerini çatıştırıp bölmek ve zayıf duruma çekerek iradelerini boşa düşürmek istiyor AKP iktidarı. Kürtleri kandırma peşinde olan AKP, Kürtlere hak vermiş gibi yetinmelerini, susmalarını vb istemektedir. Kendi inisiyatifiyle ve kendi istediği kadar adımlar atarak Kürt ulusunun buna rıza göstermesini beklemektedir. Kürt ulusal hareketi cephesinden yapılan açıklamalar bir tepki olarak haklıdır. Bu açıklamalara göre sürecin tıkanma noktasında olduğu açıkça görülmektedir. Ancak Kürt cephesinden yapılan sert ama haklılık taşıyan açıklamalar AKP iktidarında oyalayıcı ama görüş-
perspektif
e Kürt ulusunun beklentileri
melerin sürdüğü, sürecin devam ettiği ve edeceği biçiminde nispeten yumuşak açıklamalar yapmaya zorlamıştır. Silahla, molotofla özgürlük mücadelesi verilemez, siyasetle olur diyerek PKK’nin silahlı mücadeleye dönük mesajlarına karşı mesaj vermektedir. PKK’nin gerilla gücü tamamen sınırlar dışına çıkmadığı için oynadığı oyunu sürdürmektedir esasta. Amacı ilişkileri-süreci koparmadan PKK’nin gerilla gücünü tamamen sınır dışına çıkarmaktır. Kürt ulusu cephesinden yapılan sert açıklamalardan anlaşılmaktadır ki, ulusal hareket AKP’nin süreci savsattığını, üstüne düşeni yapmadığını-yapmak istemediğini, samimi olmayıp belli oyunlar peşinde olduğunu anlamış durumdadır. Aksi halde bu açıklamalar kolaylıkla yapılmazdı. Mevcut tabloda sürecin tıkanma eğilimi görülse de, bu durumun geçici bir eğilim olduğu söylenebilir. Elbette PKK silahları yeniden kullanabilir, gerilla saldırıları düzenleyebilir veya gerilla savaşını geçici olarak devreye sokabilir. AKP iktidarının istediği noktaya zorlamak ve süreci devam ettirmek için bunu yapabilir. Ama bu gerçekleşse bile PKK’nin yeniden gerilla savaşı sürecine geçeceği anlamına gelmez, bilakis geçici bir taktik adım ola-
caktır. Zira AKP görüşmeleri yürüterek aynı sözlerini yineleyebilir, yineler de. Bu durumda tekrar uzlaşma-görüşme iklimi egemen olur ki, bu durumda gerilla savaşının sürdürülmeyeceği açıktır. Yani PKK stratejik olarak da temel bir taktik aşama olarak da artık gerilla savaşına geçmeyecektir esasta. Fakat AKP iktidarı gerçek yüzünü tam açığa çıkarıp kandırma, oyalama ve aldatma politikasını bir kenara bırakarak Kürt düşmanlığı yüzünü sergilediği zaman PKK’nin gerçek manada silahlı mücadeleye dönmesi mümkün olabilir. Ya da PKK AKP’nin gerçek niyetini görüp mevcut sürecin lehine olmadığını tespit ederse elbette yeniden gerilla savaşına dönebilir. Ama mevcut stratejik eğilimini ve iktidardan beklentilerini koruduğu müddetçe, geçici tıkanmalar karşısında gerilla savaşından vb söz etse de gerçekte gerilla savaşı sürecine başlamaz. Süreçteki tıkanma eğiliminin bu sefer daha güçlü belirmesi veya ciddi açıklamaların yapılmasına yol açan düzeyde sorunların yaşanması tamamen AKP’nin seçimlere dönük hesaplarından kaynaklı olarak izlediği taktik siyasettir. Yani bu dönem AKP iktidarı Kürt ulusal hareketine dönük adımlarda geri kalıp ketum davrandı
onun içinde PKK cephesinden sert açıklamalar gündeme geldi. Ama AKP üç gün sonra Öcalan ile görüştüğünde bu sorunu aşacağını biliyor. Kısacası AKP iktidarı kriz ve tıkanma ne olursa olsun istediği anda bunu çözüp aşacağını bildiği için rahat davranıyor. Dolayısıyla alışıldığı ve moda haline getirilen söylemdeki gibi, zaman zaman belli sorunlar yaşansa ve tıkanma aşamalarına kadar gelinse de esasta süreç yine işler. Zira sürece rengini veren siyaset stratejik ve ideolojiktir. PKK silahlı mücadeleyi bırakarak mevcut sistem içinde siyaset yapmayı savunuyor ve mücadelede bunu yeterli görüyor. Devlette zaten silahlı mücadele bırakılsın da gerisi hal olur noktasındadır. Özcesi süreç hakkında yapılan sert açıklamalar ya da sürecin biteceği, silahlı mücadelenin başlayabileceği yönlü açıklamalar vesilesiyle heyecanlanmaya gerek yoktur. Anlaşma ve uzlaşma AKP’nin her an başlatıp ilerleteceği bir direksiyon durumundadır. Yani Öcalan ile yapılacak görüşmelerle sürecin tıkanıklığı aşılmış olur. ‘’Barış süreci’’ denen şey esasta AKP iktidarının ve en genel manada da ‘’TC’’ devletinin lehine olan bir süreçtir. Dolayısıyla AKP iktidarının süreci bitirmesi akılsızca olur. Süreci bitirme imkanı sadece ulusal hareket cephesinden geçerlidir. Ulusal hareketin de böyle bir sorunu yok, bilakis sürecin yürümesi için büyük fedakarlıklara katlanmakta, ödün ve bedeller vermektedir. Yani süreç yalpalasa da, zaman zaman kesintilere uğrasa da bitmez. Silahlı mücadele de Gerilla Savaşı da başlamaz. Taraflar daha fazla inisiyatif ve imtiyaz elde etmek, şartlarını karşı tarafa kabul ettirmek, anlaşma/uzlaşmayı kendi lehine geliştirip sonlandırmak için belli anlaşmazlıklara düşebilir, süreçte tıkanma sorunları gündeme gelebilir. Pazarlık veya uzlaşma sürecinin maddi zeminiözü budur. Hangi taraf pazarlıktan veya masadan daha karlı kalkacak, işte bütün mesele budur. Yoksa sorun veya tıkanma “uzlaşma” meselesi değildir. Öte taraftan her uzlaşma süreci sonuçlanır diye bir kaide de yoktur elbette. Mümkündür ki, başlamış olan görüşmelerden sonuç alınamaz ve görüşmeler biterek süreç çatışmaya dönüşür. Ancak PKK’nin ideolojik-siyasi kırılganlıkları ile AKP iktidarının sorunu aşmakla yükümlü olması günün esas eğiliminin uzlaşma olduğunu gösterir. Elbette ki stratejik olan uzlaşma çizgisine karşın, tıkanma olarak atfedilen
sorun ve sancılar sürecin bağrındaki çelişkilerden hareketle kaçınılmaz olarak yaşanacaktır. Bugün sürece dair sorunların daha sert açıklamalara yol açması ya da sürecin tıkanmasından alenen bahsedilip baskı kurma maksatlı dile getirilen birçok şey(silahlı mücadele gibi…) ‘’demokratikleşme paketinde’’ Kürt ulusunun(ve hareketinin) talepleri ve beklentilerinin karşılanmamasıdır. Söylem sertleşmesinin dozajı esasen bundan ileri gelmektedir. Sürecin tıkanmaya doğru gittiği, AKP iktidarının arıza çıkardığı uzun zamandan beridir tartışılmaktadır. Gezi Ayaklanmasından beridir AKP iktidarı ‘’Barış Süreci’’ adına bir tek adım atmıyor, adeta süreci unutma durumuna gelmişti. O halde süreçteki sorunlar sadece ‘’Demokratikleşme Paketi’’ ile gündeme gelmedi. ‘’Demokratikleşme Paketi’’ ile gündeme gelen sürecin tıkandığına dair aleni söylemler ve sert açıklamaların dozajıdır. Haksız çıkmak isteriz ama başından itibaren görüşlerimizde dile getirdiğimiz gibi, bugün de görülen ve anlaşılan o ki, AKP iktidarı bundan sonra KCK dava tutsaklarının serbest bırakılmasından daha ileri haklar tanımayacak, diğer talepleri karşılamayacak. Bu da demektir ki, AKP iktidarı Kürt ulusal hareketine ve dolayısıyla da Kürt ulusuna karşı dramatik-tarihsel bir oyunun peşindedir. Bu saklı da değildi-değildir. AKP iktidarının amacı PKK veya silahlı Kürt ulusal hareketini tasfiye etmektir. Bunu başarmak bu oyunu oynayıp başarmak anlamına gelir. Bunun muhtemel olduğunu da eklemekte fayda var. Zira ulusal hareket de Gerilla Savaşı ve Gerilla Güçlerinin tasfiye edilmesinde AKP iktidarıyla esasta uzlaşmış durumdadır. Ateşkes ve sınır dışına çekilerek belli bir plan dahilinde olmak kaydıyla silahları tamamen bırakma anlaşması esasta sağlanmış bir uzlaşmadır. Ki bu anlaşmayla ulusal hareketin silahlı niteliği olan Gerilla Savaşının tasfiye edilmesi Kürt ulusuna karşı oynanacak en büyük oyundur ve bu oyun AKP tarafından daha dramatik biçimde oynanmaya çalışılmaktadır. Her şeye karşın ulusal hareketin demokratik nitelik ve muhtevasıyla dayanışma ve destek içinde bulunmak, onun haklı ve ulusal demokratik/demokratik hak ve taleplerinin sahiplenilerek savunulması bağımsız proleter devrimci siyaset gereğidir ki, biz proleter devrimciler ne pahasına olursa olsun bundan ödün veremeyiz.
14
dünya haber
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
HKP (Maoist) savaş bilançosunu açıkladı HKP (Maoist) Merkez Komitesi 9. Kuruluş yıl dönümü vesilesiyle yayınladığı bir açıklamada son bir yılda 150’ye yakın şehitlerinin olduğunu ve önlerindeki görevin partiyi bolşevikleştirmek olduğunu açıkladı 21 Eylül 2004’te Hindistan Komünist Partisi (Marksist-Leninist) Halk Savaşı (Halk Savaşı Grubu adıyla biliniyor) ve Maoist Komünist Merkez adlı örgütlerin birleşmesiyle kurulan Hindistan Komünist Partisi (Maoist) 9. Kuruluş Yıldönümü vesilesiyle bir açıklama yayınladı. Merkez Komitesi’nin yayınladığı açıklamada dünyada ve ülkedeki durumunun analizinin yanı sıra Halk Kurtuluş Gerilla Ordusu (HKGO)’nun devlet güçleriyle girilen çatışmaların bilançosuna dair de bilgiler verildi. Esasen tüm çelişkilerin yoğunlaştığı ve bunun toplumun ezilen tüm sınıflarında ve kesimlerinde mücadelelerin gelişmesine sebep olduğu vurgulanarak birçok bölgede halkın maden projelerine ve baraj yapımına karşı bedel ödeyerek mücadele yürütmeye devam ettiği, bu mücadelelerde birçok kişinin yaşamını yitirdiği ya da hapse atıldığı belirtildi.
Halk Savaşı’nda son bir yılda 150 kişi şehit düştü Partinin 8. Kuruluş yıldönümü sonrasında karşı devrimci Yeşil Av Operasyonu(Halka Karşı Savaş)’nun 2. evresinin devreye girdiğini ve hareketin etkin olduğu alanları acımasızca kasıp kavurarak tozu dumana kattığı belirtilen açıklamada Hindistan egemen sınıflarının yürüttüğü bu saldırılara karşı savaşta halkı savunurken yaklaşık 150 yoldaşın hayatını kaybettiği açıklandı. Şehit düşenler arasında Ganti Prasadam, Mahita, Juvvaji Venkata Subbaiah, Aluri Bhujanga Rao gibi partinin kıdemli üyelerinin de bulunduğu belirtildi. Gandi Prasadam ‘ın devletin işlediği bir cinayet sonucunda hayatını kaybettiğı Kuzey Telangana Özel Bölge Komitesi üyesi Sudhakar ise düşmanın özel kuvvetleriyle girilen bir çatışmada yaşamını yitirdiği belirtildi. Şehit düşen bazı yoldaşların düşman kuvvetleriyle girilen çatışmalarında çok sayıda kişininse çatışma süsü verilmiş katliamlarda hayatını yitirdiği vurgulandı. Açıklamada Filipinler, Türkiye, Bangladeş gibi ülkelerde yürütülen Yeni Demokrasi mücadelesi de selamlanarak “Partimiz Merkez Komitesi geçtiğimiz yıl içerisinde Filipinler, Türkiye,
Bangladeş ve diğer ülkelerde Yeni Demokratik Devrim mücadelesinde ve diğer ülkelerde baskılara ve sömürüye karşı mücadelede yaşamını yitirenler önünde 9. Kuruluş yıldönümü vesilesiyle saygıyla eğilmektedir” denildi.
110 kolluk gücü savaş dışı bırakıldı, 70 silah kamulaştırıldı Son bir yılın bilançosunun çıkarıldığı açıklamada geçtiğimiz eylül ayından 2013 Ağustos’una kadar Hindistan devlet güçleriyle girilen çatışmalarda 110 polisin öldürüldüğü, 185’ininse yaralandığı bilgisi verildi. Daha önceki yılların seviyesinde olmasa da düşmandan çok sayıda silah ve mühimmat ele geçirildiğini açıklayan HKP (Maoist) yaklaşık 70 silahın Halk Kurtuluş Gerilla Ordusu (HKGO)’unun eline geçtiğini açıkladı. HKP (Maoist) geçtiğimiz bir yıl içerisinde HKGO’nun 5 büyük, yaklaşık bir düzine orta boy ve onlarca küçük eylem yaptığını açıklayarak HKP
(Maoist) önümüzdeki yıl 10. Kuruluş yıldö-
nümü vesilesiyle ülke çapında büyük kutlamaların yapılacağını bildirdi.
Partinin Bolşevikleştirilmesi kampanyası başlatıldı HKP (Maoist) Merkez Komitesi dünyada ve ülkede çelişkilerin yoğunlaştığını ve nesnel koşulların devrim için daha uygun hale geldiğini ancak buna karşın hareketin öznel durumunun ülke çapında kritik bir noktada durduğuna işaret ederek Hindistan devrimci hareketinin karşı karşıya olduğu bu kritik durumu aşmak ve hareketi başarılı bir şekilde ilerletmek için partinin önüne görevler koyması gerektiğini açıkladı. “Nesnel ve öznel koşulları ve hareketin ihtiyaçlarını göz önünde bulunduran merkez komitemiz partinin Bolşevikleştirilmesi için bir kampanyaya başlatmayı kararlaştırdı.” ifadelerine yer verilen açıklamada “partinin Bolşevikleştirilmesi” şu maddeler altında açıklandı; 1. MLM’yi ve partimizin genel siyasi çizgisini derinden kavramak ve ona sıkı bir şekilde bağlanmak, MLM’yi yaratıcı bir şekilde somut pratiğimize uygulamak ve çizgimizi sıkı bir şekilde uygulamak; ideolojik ve politik çizgimizle ilgili tereddütsüz olmak, çeşitli burjuva ideolojilere karşı savaşarak onun doğruluğunu kanıtlamak ve onu daha da zenginleştirmek. 2. Partimizi doğru bir ideolojik, politik, örgütsel ve askeri çizgiyle donanmış, demokratik merkeziyetçiliği doğru, disiplini katı bir şekilde uygulayan, kitle karakterine sahip, kendisini uzun süreli halk savaşı içerisinde çelikleştiren, stratejide katı taktiklerde esnek güçlü bir örgüt haline getirmek 1. Parti içerisindeki ve dışındaki tüm sağ ve sol oportünist çizgilerin her çeşidine karşı savaşmak
2. Samimi bir şekilde hatalarımızı, eksikliklerimizi ve zayıf yönlerimizi kabul ederek pratiğimizden öğrenmek yoluyla bunları düzeltmek ve bunlardan kaçınmak 3. Sınıf ve kitle çizgisini takip etmek ve kitlelere entegre olarak ve onlara önderlik ederek “Kitleler tarihin yapıcılarıdır” Marksist prensibini pratikte uygulamak. Marksizm-Leninizm-Maoizm partimizin ideolojisidir. Partimiz acil hedef olarak Yeni Demokratik Devrim’i başarıyla tamamlamak ve nihai hedefi olan komünizme sosyalizm yoluyla ulaşmak için kendisini ideolojik olarak kalıba dökmekte ve saflarını ve halkı aynı ideoloji, genel siyasi çizgimiz ve devrimin yoluyla eğitmektedir..
HKP (Maoist) iki tabur daha kurdu iddiası Öte yandan bir süre önce Hindistan burjuva-feodal basınında yer alan haberlere göre HKP(Maoist) Halk Kurtuluş Gerilla Ordusu’nu genişleterek iki yeni tabur daha kurdu. Haberlerde İçişleri Bakanlığı ve polis yetkililerine dayandırılan bilgilere göre HKGO’nun en az iki bölgede konvansiyonel bir güç haline geldiği ve iki yeni tabur kurduğu ifade edilirken bunun Maoistlerin gerilla stratejisi için önemli bir değişiklik olduğu kaydedildi. Bu gelişmenin HKP (Maoist)’in HKGO’yu düzenli bir orduya dönüştürme amacında önemli bir adım olduğu ve yakın zamanda düzenli orduya geçeceği yönünde söylentilerin olduğu öne sürüldü. Haberlerde her biri 40-45 ve 8-10 savaşçıdan oluşan HKGO grupları ve müfrezelerinden 250-300 savaşçıdan oluşan iki taburun Jharkhand’ın Latehar bölgesinde ve Orissa’da tamamlandığı belirtildi. Konuyla ilgili açıklama yapan bir emniyet görevlisinin “2012’nin sonundan ve bu yılın başından itibaren bazı bölgelerde kendilerini Halk Kurtuluş Ordusu olarak adlandırmaya başladılar. Katia çatışmasından beri taburlarla çatışmaya girdik.” ifadelerini kullandığı açıklandı.
gençlik haber
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
Internationales Zentrum açıldı 20 yıldır Frankfurt'ta faaliyet yürüten Internationales Zentrum Derneği düzenlediği açılış şenliğiyle lokal yerini yeniden açarak emekçilerle buluştu Frankfurt’ta yaklaşık 20 yıldır göçmen emekçilerin hak ve özgürlükleri mücadelesinin bir ihtiyacı olarak faaliyet yürüten İnternationales Zentrum (eski ismiyle Gençlik Kültür Merkezi) bir buçuk yıllık aradan sonra 13 Ekim’de tekrar dernek lokalini açtı. Genelde tüm emekçilere özelde ise göçmen emekçilere yönelik yükselen katmerli baskı ve hak gasplarının yaşandığı şu günlerde, haklar ve özgürlükler mücadelesinde bir mevzi olan İnternationales Zentrum dernek yerinin yeniden açılmasını düzenlediği açılış şenliğiyle emekçilere duyurdu. Dernek lokalinde yapılan açılış şenliğine Türkiye-Kuzey Kürdistan'lı devrimci-demokratik kurumlardan ATİF, Bir-Kar ve AGİF'ten ve yerli devrimci demokratik kurumlardan da katılım sağlandı. Kitlesel geçen açılış şenliğinde dernek yönetim ku-
rulu, ADHF, ADKH ve ADGH adına konuşmalar ve bilgilendirmeler yapıldı. Açılış şenliği hep beraber söylenen türkü ve marşlarla canlı ve coşkulu geçti.
Ege Üniversitesi’nde
faşist saldırı
90. Yılında Hamburg Ayaklanması Ve Deneyimleri! Almanya Komünist Partisi (KPD ) Hamburg örgütlenmesi, 23.10.1923 tarihinde Hamburg’ta silahlı ayaklanma başlatmıştı. Bu ayaklanma Almanya’daki aç ve yoksul olan işçilere mücadele etmeleri ve silahlanmaları için bir mesaj niteliğindeydi. Bu ayaklanma Almanya emperyalizmine son bir darbe vurma ve işçi sınıfının iktidara gelmesinin son bir hamlesi olacaktı. İki gün boyunca halk yığınları amansızca çatışırken, Almanya gerici sınıfı ise bu ayaklanmayı kanla boğmak için büyük bir güç seferber etmişti. Almanya tarihindeki bu devrimci ayaklanmanın yıl dönümü vesilesiyle, bu devrimci ayaklanmanın ders ve deneyimlerini tartışmak, ayaklanmanın neden başarısızlıkla sonuçlandığını anlatmak ve ayaklanmanın nasıl bir özellik taşıdığını ortaya koymak için 24 Ekim’de Frankfurt Internatıonales Zentrum’da bir panel yapıldı. Panele Sosyalist Sol Hamburg temsilcisi katıldı.
ADEF'ten Seyit Rıza anması Avrupa Demokratik Dersim Birlikleri Federasyonu (ADEF) Almanya Rüsselsehim-Florsheim’de Seyit Rıza ve arkadaşlarını anma etkinliği düzenledi. Yoğun katılımın olduğu etkinlik coşkusuyla da dikkat çekti. ADEF Genel Başkanı Muharrem Erdoğan etkinlikte yaptığı konuşmada, her türden gericiliğe ve yozlaşmaya karşı demokratik haklar mücadelesine katılmanın önemine vurgu yaptı. 90 yıllık inkar, imha, yok sayma ve asimilasyon politikalarının, ‘tek devlet, tek inanç, tek millet’ eksenine oturduğunu söyleyen Erdoğan, faşist devlet anlayı-
15
şıyla bu saldırıların kültürel ve ekolojik kırımla devam ettirildiğini ifade etti. Etkinlik sırasında konuşan Mazgirt Belediye Başkanı Tekin Türkel, Avrupa Demokratik Haklar Federasyonu (ADHF) Başkanı Cemal Şahin, Avrupa’daki Türkiyeli İşçiler Federasyonu (ATİF) Başkanı Süleyman Gürcan, Seyit Rıza’nın torunu Rüstem Polat’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda devrimci demokratik kurum temsilcisi, Gezi Parkı Direnişi’nde hayatını kaybedenleri anarken, yaralanan bütün direnişçileri selamladı. Çok sayıda sanatçı sahneye çıkarak ezgilerini kitleyle paylaştı
İzmir Ege Üniversitesi’nde Özel Güvenlik Birimi (ÖGB) destekli Türkiye Gençlik Birliği (TGB) üyeleri devrimci demokrat öğrencilere satır ve bıçaklarla saldırdı İzmir Ege Üniversitesi’nde Türkiye Gençlik Birliği (TGB) üyesi olan faşist güruh devrimci ve demokratik kurumların afişlerini yırtıp, yerine 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı afişlerini asması üzerine bazı devrimci öğrenciler afişlerin yırtılmasına tepki gösterdi. Bu duruma tepki gösteren iki kadın devrimciyi darp eden TGB’liler bir öğrenciyi de başından yaraladı. Başından yaralanan Genç-Sen üyesi Berkay Duran’ın başına dört dikiş atıldı. Öğrencilere saldıran faşistler “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganlarını attılar. TGB’liler tarafından yapılan saldırıya tepki göstermek için diğer öğrenciler saldırının yapıldığı Grand Cafe önünde toplandı.Kafenin mutfağında saklanan faşist grupla konuşmak isteyen devrimci öğrenciler Özel Güvenlik Birimi (ÖGB)’nin engeliyle karşılaştı. Devrimci öğrencilere saldıran ÖGB’liler, kadın öğrencileri de yumrukladı.
Saldırganların arasında sivil poliste var Devrimci öğrencilerin geri çekilmesinin ardından ellerinde demir sopa, çekiç ve satırla “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganları atarak dışarıdan gelen otuz kişilik faşist bir grup önüne gelen herkese saldırdı. Öğrenciler saldırıdan kafe ve fakültelere çe-
kilerek kurtuldu. Ayrıca faşist grup Gençlik Muhalefeti’nin standına da saldırdı. Bir öğrenci satırlı saldırganlar arasında sivil polisin de olduğunu belirtti. Yenikapı Tiyatrosu emekçisi Ceren Karlıdağ, TGB’li faşistlerin son iki gündür afişleri yırtmalarıyla ilgili olarak “Afişlerimize ve bannerlarımızı parçalayıp yerlerine 29 Ekim afişlerini yapıştırıyorlar. Biz tepki gösterdiğimizde de bize saldırıyorlar” ifadesinde bulundu. Karlıdağ bir anda kendilerini saldırının ortasında bulduklarını ve saçlarından tutulup yerlerde sürüklendiklerini de belirtti. Ayrıca ÖGB amirlerinin sürekli kendilerini “çevik kuvvet geliyor” şeklinde tehdit ettiklerini de belirtti.
Onur kırıcı küfürler savurdular Yine TGB’lilerin saldırısında hedef olan Ruken Bulut’u saçından tutup yere yatıran iki erkeğin üzerine çullanarak masa ve sandalyelerle vurduğunu ve başından yaralandığını, daha sonra hayatını tanımadığı bir kadının üzerine kapaklanarak kurtardığını belirtti. Saldırı esnasında kendisine ve arkadaşlarına sürekli cinsiyetçi küfürler savurduklarını belirti. Gran Cafe’nin önünde saldırıya uğrayan arkadaşlarına destek vermek için giden Pınar D. ÖGB’nin saldırısına maruz kaldı. En başından beri ÖGB’nin saldırganları koruduğunu söyleyen Pınar D. çenesinden yaralandığını ve bu saldırıların hiçbirimizi korkutmayacağını söyledi. TGB yöneticilerinden Aykut Diş ise yaptığı açıklamada görüntülerdeki satırlı saldırganın kendileriyle bağlantılarının olmadığını söyledi.
16
kültür sanat
Haşmet Zeybek hayatını kaybetti İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın deneyimli yönetmenlerinden Haşmet Zeybek, 10 Ekim Perşembe günü sabah saatlerinde evinde geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda uzun yıllardır çalışan deneyimli yönetmen Haşmet Zeybek, 10 Ekim Perşembe günü sabah saatlerinde evinde geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Zeybek için 11 Ekim Cuma günü Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde bir anma töreni düzenlendi. Zeybek'in cenazesi Teşvikiye Camii’nde kılınan öğle namazının ardından Ayazağa Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Düğün ya da Davul oyunuyla geniş kitlelerce tanınır 1948 yılında Adana’da doğan Zeybek, tiyatro oyunculuğuna Tarsus’ta başlar. 1970’de basımı yapılan Irgat oyunuyla adını duyurur. Irgat oyunu, demokrasi söylemleriyle halkı kandıranlara karşı oy pusulalarını yırtıp havaya fırlatan köylüleri anlatmaktadır. Zeybek bu oyunda halkın yaşadığı acıların tanıklığını yapmaktadır. O dönemlerde Muhsin Ertuğrul’un dikkatini çeken Zeybek, Ayla Algan ve Haldun Taner gibi ustalardan ders alır. Zeybek sanatında halkın yanında olma çizgisini hep korurken, çağının sorunlarına da çözümler üretmeye çalışan tiyatrocu kimliğiyle dikkat çeker. 1970’li yıllarda Çorum’daki Linyit İşletmelerinde hak arama mücadelesi yürüten işçilerin, grev yapmak isterken yönetime el koyup üretime yönelmesini Alpagut Olayı adlı oyununda anlatır. Zeybek bu oyunu, Dostlar Tiyatrosu’nda çalışırken Çorum’a giderek işçilerden direnişin öyküsünü dinleyerek yazmıştır. Oyun bir halk güldürüsü olmasının yanı sıra halk danslarının da işlendiği özelliğiyle ülkenin her yanında ilgiyle karşılanır.
‘Bu ülkede başbakan en çok neden korkar’ 1970’li yıllarda Ulvi Uraz tiyatrosunda eğitimine devam eden Zeybek, gerek oyunculuk eğitiminde gerekse de sahneleme alanında ülke tiyatrosunu ve estetiğini kendine temel almış ustadan çok şey öğrenir. Zeybek, daha sonra kaleme aldığı Düğün ya da Davul oyunuyla geniş kitlelerce tanınır. Oyun Hamdi Akınlı’nın yönetmenliğinde Bayrampaşa Tiyatrosu’nda büyük bir coşkuyla sahnelenir. Neşeli bir köy seyirliği olma özelliğini taşıyan oyun, 40 yıl boyunca her oynanmasında halkın
daha da ilgisini görür. Oyunda ülke yöneticilerini paniğe sevk eden şu soru sorulmaktadır. “Bu ülkede başbakan en çok neden korkar?” Oyuncular cevabı neşeli bir şekilde verirler. “Amerika’dan”. Zeybek Geleneksel Türk Halk Tiyatrosu’nun özelliklerinden yararlanarak oyunlar yazar. Köy meydanlarında oynanan seyirlik oyunları tiyatro sahnesine taşır. TRT 1970 Sanat Ödülleri yarışmasında Başarı Ödülü’nü alan Zeybek, 1970’li yılların başında girdiği İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda oyunculuk ve yönetmenlik yaparken, çok sayıda oyunu da sahnelenir. Bir süre İstanbul Şehir Tiyatrosu Sanatçıları Derneği (İSTİŞAN) başkanlığını da yürüten Zeybek, Şehir Tiyatroları Yönetim Kurulu ve Repertuar Kurulu üyeliklerinde de bulunur. Oyun Yazarları ve Çevirmenleri Derneği üyesi olan Zeybek, bu yılbaşında Şehir Tiyatroları’ndan emekli olur. Çok sayıda oyunu yazarak tiyatro sahnesine taşıyan Zeybek, halkın acısını, umudunu ve direncini üretimlerine yansıtan tiyatrocu kimliğiyle belleklerimizde yaşamaya devam edecek. Zeybek’in yazdığı oyunlardan bazıları şunlar: Alpagut Olayı, Balta, Düğün ya da Davul, Tahsildar Oyunu, Uygarlık Çöplüğü, Anadolu İnsanının Kültürel Kimliğinde Köroğlu, Theodora, Yaradılış Efsanesi, Kerem ile Aslı, Zilli Şıh, Gılgamış. Zeybek’in oynadığı oyunlardan öne çıkanlar: Nekrassov ( 2012), Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe ( 20072008), İkinci Ses, Buzlar Çözülmeden (1989-1990), Koca Sinan (1996-1997), Sersem Kocanın Kurnaz Karısı ( 1998-1999), Eskici Dükkanı (2007-2008), Bağdat Hatun (2005-2006), Yaprak Dökümü (2003-2004) Haşmet Zeybek’in yönettiği oyunlardan bazıları ise şöyle: Düğün ya da Davul, Ayrangeven, Fotoğrafçı (Ortaoyunu- Kenan Işık ile birlikte) Pırtlatan Bal ( Çocuk Oyunu).
Ze Tijé grubu YÇKM sahnesindeydi Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi (YÇKM) bir yandan yeni dönem kurs çalışmalarını başlatırken, diğer yandan da film gösterimi, panel ve konser etkinliklerine devam ediyor. Ze Tijé (Güneş Gibi) grubu 19 Ekim’de YÇKM’de bir konser verdi. Saat 18.00’de başlayan konsere ilgi yoğundu. Kürtçe, Zazaca, Türkçe, Ermenice, Arapça, Fransızca ve Farsça'da ezgiler seslendiren grubun müzik dinletisi beğeniyle karşılandı.
2007 yılında İstanbul’da kurulan Ze Tijé grubu bir yandan derlemeler ve sözlü tarih üzerine araştırmalar yaparken, diğer yandan da kendi müzikal üretimlerini çalışmalarına dahil ediyor. 2008 yılında Yılmaz Güney Vakfı ve Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi’nin ortak düzenlediği 1. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festival’ine katılan Ze Tijé grubu, müzik dalında “cemilam” parçasıyla birincilik ödülü almıştı.
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
Ğada-Suriye’de Ğada; Suriye'deki ezilen yoksul Arap halkının ve Kürt halkının gerçekliği üzerine yazılan yalan senaryoları da teşhir ediyor. Esad faşizmini; Suriye’de yaşayan halklara zulüm, katliam altında yaşatılan bütün acılarını, sürgünlüklerinin arka planını devasa yoksulluklarla ilintili akıcı bir dille ortaya koyuyor Fetih KOÇ Ğada bir akşamüstü Elazığ’ın tepesinde kurulu ve Elazığ’a kuş bakışıyla bakan Alman bağlarının derme çatma gecekondu mahallesinde en sadık dostları olan kirvesi Xıde Polin Zımeq'ın Sure anasının evinde oturuyor. Gecedir. Elazığ merkezde yanan elektrik ışıkları Sure’yi hayrete düşürüyor. Hiç böyle bir manzarayla karşılaşmamıştı. Düşünüyor, aklını zorluyor ve işin içinden çıkamıyor. Bu ne hikmettir diyor kendi kendine. Ve dayanamayıp yanındaki dostlarına soruyor; “bizim zımeq’de yıldızlar asmında (gökyüzü), neden bu kadar yerdedir.” diyerek adeta şaşkınlığını dile getiriyor Sure. Ezilen ve sömürülen halkların ortak noktasına kalemi ustaca kullanmış yazar. Burada yazarın kimliği de çok önemli rol oynuyor. Kasım Koç Dersim Zaza kökenli, Pagan inancında olan yoksul bir ailenin çocuğudur. Ve 12 kardeşlerdir. Yazar, yaşamın kıyısından, hayatın bütün zorluklarından süzülerek geliyor. Türk egemen iktidarın; tüm topluma dayatmış olduğu her türden asimilasyon ve yozlaşmaya karşı duruş sergiliyor ve her türlü gericiliğe karşıda ileriyi temsil eden bilinçle karşı duruş koyarak yaşamını ortaya koyuyor. Yoksulluğa, baskıya, katliamlara çocukluğunda tanıklık ediyor. Dersim coğrafyasında yaşanan ve hala günümüzde canlılığını koruyan Dersim katliamını nene ve dedelerinden masalmış gibi dinleyerek büyümüş. Yine kendi doğduğu köyün insanlarından Ermeni mezar ve diğer tarihi eserlerin talanına da tanıklık etmiştir. Tüm bu haksızlığa karşı, sınıf mücadelesinin bilinciyle, sınırsız sınıfsız bir dünyayı, dünya halklarına armağan etmek için, dünyanın neresinde olursa olsun
her türlü faşist diktatörlere karşı mücadeleyi elden bırakmıyor. Ğada sıradan bir roman değil. Yaşanan gerçek bir hikayedir. Suriye’de yaşanan bu gerçek hikayeyi, yazar derin bir felsefeyle romanlaştırıyor. İyi ve duyarlı yayınevlerinin bir görevi de yazın dünyasına yeni yazarları kazandırmaktır. Babek Yayınları bunun hakkını veren birkaç yayınevinden biri. Babek Yayınevi sayesinde bin bir emekle üretilmiş Kasım Koç'un romanı gibi “müptelası” olunacak edebiyat örnekleriyle buluşuyor, buluşturuyor. Ğada; her yazarın, edebiyatçının, siyasetçinin, politikacının, öğrenci gençliğin ve Ortadoğu’nun üzerinde inceleme ve çalışma yürüten her kesimin mutlaka okuması ve arşivinde bulundurması gereken bir eserdir. Ğada; yıllardır klasikleşmiş Ortadoğu “uzmanlarının” bilgi sınırlarını da parçalıyor. Onların cesaret edip söyleyemedikleri, hatta BAAS rejimi ve Esad diktatörlüğüne dokunmadan, sadece sorunu militarizmle sınırlı tutanların teorisini de cesaretle parçalıyor. Başta Suriye ve genelde Ortadoğu’nun gerçekliğini, kör kuyunun karanlık dibinden alıyor gün yüzüne çıkarıyor. Ğada romanı; bir dönem dünyanın illegal silahlı mücadele veren devrimci, komünist örgüt ve partilerin mesken eyledikleri Suriye ve Filistin Bekasının “gizli, cazibeli sırrını” da ortaya koyuyor. Okuyucuyu “vay be bunlar oluyormuş da haberimiz yokmuş” dedirtircesine hayrete düşürüyor. Ğada; Suriye'deki ezilen yoksul Arap halkının ve Kürt halkının gerçekliği üzerine yazılan yalan senaryoları da teşhir ediyor. Esad faşizmini; Suriye’de yaşayan halklara zulüm, katliam altında yaşatılan bütün acılarını, sürgünlüklerinin arka planını devasa yoksulluklarla ilintili akıcı bir dille ortaya koyuyor. Kasım Koç bunu ziyadesiyle başarmış. Jandarması, istihbaratı, işbirlikçileri, aşiretleri, paşası, kadını, çocuğu, erkeği; yanmış yıkılmış, insansız evleri, Kürt köylerini, silah tüccarlarını, silah peşinde koşan korumasız devrimcileri, hapishanelerinde bi-
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
17
Operasyon çare, aç insanları… Kurtuluşun, kaçıp göçmekte olduğunu düşleyen insanları da unutmamış yazar. Sınırların ardındaki sırra ortak olmanın umudunu yaşayanların, taşıyanların romanı “Ğada”. Romandaki kahramanlarda yeryüzünün güzelleşmesini, ezilenler adına canları pahasına her türlü zulmü göğüsleyerek, hiç tereddüt etmeden-düşünmeden karanlığın üstüne yürümek var. Romandaki kahramanlar hayal ürünü değil, gerçekliğiyle her biri ayrı bir karakter
fügüranı, ama hepsinin de ortak paydası çölün ortasında, çölün dibinde karanlığa gömülü ışığı alıp ezilenlere sunmaktır. Mığto ve Neco ise tam bir Don Kişot tiplemesini anımsatıyorlar. Ğada hikayesi, peygamberler diyarı olan Şam’da başlıyor. Yazar Şam'ın tarihsel cazibesini de edebiyat diliyle okuyucuya öğretici bilgiyle sunuyor. “Toprak bir çığlık kopardı su ile gök arasında o çığlık bir ateş topu gibi yakıp kavurup, döndü dolandı. Toprak öyle bir çığlık çıkarmıştı ki çıldırtıyordu cennette olanlarıyla sular gezegenini. Hz. Cebrail rüzgarı yarattı. Top-
rağın bağrından çıkan çığlığı toplayıp yeniden toprağa gömdü. Böylece de Tanrı, Hz. Cebrail aracılığıyla toprağı sular gezegenine serpince, ilk kara parçası şimdiki bildiğimiz peygamberler yurdu olan Şam’da (Damaskus) oluşur. Şam'ın kuzeyine düşen, insanların da isim koyduğu Kalsiyum tepesi böylelikle yeryüzünde ilk kara toprak parçası olarak kabul edilir”. (Ğada) Zulmün, baskının, yasakların ve her türlü vahşetin olduğu; yaşamın ve yaşamanın tadı ve zevki ve mizahı daha anlamlı kılıyor. Böyle toplumlarda aşk daha derinleşiyor ve ölümsüzleşiyor. Arap toplumunun da yaşama olan coşkusunu ve aşkını yazar Ğada da şöyle betimliyor.“Neco ‘neşeli bir toplum görünüm var Araplarda doğru mu?’ dedi. Adil bakışlarını Neco’da sabitleştirdi. “Zulmün olduğu yerde eğlenmenin zevki başka olur. Arap halkı bunu özümsemiş yasaklar toplumunda sevmek, aşkı yaşamak cehennem ateşini kucaklamak gibi bir şeydir. Bu halk da hep bunu yapıyor. Bu gece eve varamayabilir, hiçbir şeyin garantisi yok. Basit bir iftirayla ömrünün sonuna kadar gün ışığı göremeyebilir. Bundan dolayı da her anını şen şakrak geçirir. Yaşamın her saniyesinden zevk almak için ne gerekiyorsa onu yapıyorlar” dedi.” (Ğada) Ğada; “Arap baharı” tanımıyla başlayan, Suriye’de üç yıldır dünya gündemini oluşturan “iç savaş” ve dış müdahaleyle gündemini sürdüren Şam iktidar yanlılarına ve karşıtlarına da buyurun buradan yakın diyor adeta. Ğada romanını okurken; Düşlerinizde bir çizgi oluşuyor dün ve bugün arasında, hatta yarına uzayıp giden, yılları yıllara bağlayan bir çizgi... Yazar Kasım Koç bu çizgi üstünde ustaca ve cesaretle yürüyor. Hiç tereddüde düşmeden “Bilgi paylaşımdır. Paylaşılmayan bilgi bilgilikten çıkar” dedirtircesine okuyucuyu Ğada'yla buluşturuyor.
ANTAGONİZMA
≫ muzaffer oruçoğlu
A-3
S
eksen beş yaşında, dipdiri. Önünde domuz söğüşü. Püreli rosto. Zencefilli kurabiye. Mekânla kurduğu bağları koparıp atmış. Buna rağmen bazen beni şaşırtıyor, gereğinden fazla dünyadaymış gibi davranıyor, aynı sözcüklerle, defalarca dinlediğim aynı olayları anlatıp duruyor. Yeni nişanlanan babası ve anasının tüm aile ile birlikte on yedi bin kişilik kağnılı bir kafileye zorla katılıp, Erzincan’dan Suriye’nin Deirizor’una sürgün edilişi. On yedi bin kişiden birkaç yüz kişinin ancak sürgün yerine varışı. Ölenlerin hiçbirinin, özellikle de dedesinin, nenesinin ve amcalarının mezarlarının bulunmayışı vs. vs... Bir yığın isim çıkıyor ağzından. Mardiros, Hagop, Vahran, Kurken, Krikor, Arzuman... ‘Melek gibi adamsın ama bütün bunları sen yaptın,’ dercesine anlatıyor. Koca lokantada iki kişiyiz. Masanın bir başında mazlum ve mağdur Bedros, diğer başında, kötülüğü sırf kötülük yapmak için seven Melek Belial. Benim de bir sürgün ailesine mensup olduğumu, ailemin 1920’lerde Gürcistan’dan Kars’a kaçtığını anlatmaya çalışıyorum dinlemiyor bile. Kürtlerin de kırıldıklarını anlatmaya çalışıyorum, ciddiye almıyor. Ağzının yağını siliyor, boynuna dürttüğü beyaz peçeteyle. Hayalinde yarattığı yalın karşıtlıkların rahmine giriyor, sohbetin konusunu değiştiriyor oradan. Kars’taki Ani’nin, Pakraduni Krallığı’nın başkenti olduğunu, bin bir kiliseye sahip bu şehrin kırk kapılı surlarla çevrildiğini, görkemli bir mezarlıkla anıldığını, ama şimdi hiçbir mezarın yerinin belli olmadığını anlatıp duruyor. Dinliyorum. Sesi, ruhumun bütünlüğünü bozuyor, kavramsal kalıplara hapsedip, çaresiz, sefil bir duruma düşürüyor. Ölü yemeği yer gibi, yemeği derin bir ihtiramla yiyor. Hayal ve ses evreni, söylediğinin aynı anda tersini söyleyen ve mezarlar hariç, her şeyi derin bir sükûnetle hiçleyen sessiz seslerin işgali altında. Ağlamaktan gözlerinin altı kırış kırış olan bir kadının gözyaşlarından doğmuş Beyrut’ta. Eski bir gümüş işlemecisi olan babası ve anası öldükten sonra, Lübnan’daki iç savaş sırasında kalkıp Avusturalya’ya göç etmiş tek başına. Melbourne’de ölü kaldırma ve mezarlık işlerinde çalışmış. Bronz ve bakırımsı ışıltılarla gözkapaklarını kaldırdı, dikkatle süzdü beni. “Babamın ve annemin mezarlarının nerde olduğunu bilmi-
yorum,” dedi. “Niçin?” dedim. “Vasiyetnamelerine, mezar yerlerinin, biricik oğulları olan ben dahil, hiç kimsenin bilmemesini yazdılar. Belediye memurlarına teslim etmek zorunda kaldım her ikisini de iki yıl arayla. Ama benim mezarımın yeri belli olacak.” Durmaksızın sonlayan, son doğuran bir akılla karşı karşıyaydım. İsteği üzerine, takazasına binip, alt sınıflara ait bir mezarlığa gittik. Yolun karşısında, Pakraduni Krallığı’nın başkenti Ani’deki hayali mezarlığı andıran görkemli bir mezarlık görünüyordu. Kutsal sırların, kendilerini korkusuzca ayan ettikleri güvenilir bir yerde olmadığımız açıktı. Naylon torbaların, sigara izmaritlerinin, köpek dışkı ve kıllarının toplandığı çukurumsu bir yeri gösterdi. Sağ ayağıyla zibili iteledi. Alttan üzerinde A3 yazılı, toprağa gömülmüş bir taş çıktı. “Burası benim,” dedi. “Yeryüzünde bana ait tek toprak parçası bu. O tarafa param yetmedi.“ Zamana perçinlenmenin verdiği acılardan uzaklaşır gibi oldum. “Evin arazin yok mu?” dedim, A-3’e ve ‘o tarafa’ bakarken. İki yana salladı kafasını, “Hiçbir şeyim yok,” diye mırıldandı. “Mezarımı ölmeden önce yaptıracağım. İnsanlara güvenemiyorum. Kara bir taş bulup getireceğim. Bronz bir levhaya adımı ve altına da ‘Batı Ermenistan’da ölen mezarsızların anısına’ yazısını yazdıracağım.” Yapayalnızdı. Mezarın dışında, hiçbir şeye temellenme niyetinde olmadığı için, güçlü bir ölüm bilincine de sahip değildi. Ölümü, zamanın yalnızlaştığı bir an olarak kavrıyor ve öyle sanıyorum ki korkmuyordu ondan. Bir yıl sonra öldüğünü öğrendim. Mezarını merak ettiğim için gittim. A-3’ün yerinde bir başkasının yattığını görünce şaşırdım. Çalıştığı mezarlık kurumuna gittim. Mezar yerinin ikinci ve son taksitini ödemediği için cenazenin, kimsesizler mezarlığına defnedilmek üzere belediyeye teslim edildiğini öğrendim. Kafam, kaderin çelişmesiz alacakaranlığında beliren mezarsız gölgelerle dolup taştı birden. Yürüdüm yönsüz. Yanından geçmekte olduğum mezarlık, hiçliğin öncesiz ve sonrasız kara deliği olarak büyüdü, soğurup içine çekti kafamdaki gölgeleri. Rahatladım.
18
analiz yorum
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
Direniş toprağında ısınma Muhtemel gelişmelerde etkin olarak rol almanın kaçınılmaz ön görevi özellikle örgütsel zayıflıklarımızı ve elbette anlayış ve bakış açımızı düzeltip ilerletmektir. Örgütsel görev ve faaliyetlere daha sıkı sarılarak adeta duraksız bir çalışma performansı sergilemek şarttır Komünist ve devrimci partiler siyasi gelişmeleri dikkatle izlemeli, doğru okumalı ve öngörülerde bulunarak muhtemel gelişmelere uygun politikalar geliştirip patlamalara hazırlıklı olmalıdırlar. Onların en temel görevi toplumdaki siyasi dalgalanmalar ve bunların takip edilerek devrimci fırsatlara dönüştürülmesi olmalıdır. Toplumdaki devrimci şartları devrim lehine değerlendirmekten daha ileri devrimci görev olamaz. Bu bağlamda güncel siyasi gelişmelere, mevcut durum ve onun üzerinde gelişecek muhtemel patlamalara dikkat kesmek yerinde olacaktır. Yaşadığımız sürecin çarpıklıklar taşıyan özelliklerinin olduğunu da ekleyelim. Aşağıda değineceğimiz gibi, Gezi direnişi sonrası gözler sınıfın öncü partilerinden başka yerlere tipik olarak kaydı. Artık ODTÜ’den beklentilere girilmektedir ya da boyanan merdivenler bir çıkışın olanağı olarak görülmektedir. Her halükarda toplumsal dinamizmin tasvir edilmesi gereklidir. Devrimci görevlerin saptanması ve doğru politikaların belirlenerek nesnel gelişmelere yön vermek açısından bu tasvir gereklidir. Zira toplumda AKP iktidarıyla ciddi bir ‘’inatlaşma’’ durumu egemendir. Direnme, ayaklanma, mücadele iklimi son derece sıcaktır. Toplumun duyarlılık ve reflekslerine bakıldığında büyük bir devrimci potansiyelin hasıl oldu alenen görülmektedir. İşte bu duruma kayıtsız kalmak olmaz. Devrim çıkmasa da bu süreçten, devrimci kazanımlar kesinlikle çıkar! Her kazanım devrime adım atmaktır. O halde kazanımları büyütmek üzere halka eğilip onları dinleyerek öğrenelim, birleşerek mücadele edelim…
ODTÜ direnişi devrimci militan bir mücadeleyi parlak bir biçimde yansıtmaktadır ODTÜ gelişmesi muhtemel olan kitle hareketinin odağı olarak düşünülmektedir. Bu tasavvur aslında ODTÜ’ye umut bağlama ve bir halk hareketine önderlik yapma veya onu yaratma misyonu yüklemekten başka bir şey değildir. Reel olarak bu algı bir gerçeği
ifade edebilir. Ama devrimci gerçekte komünist önderliğin rolü asla sınıf belirlemesi dışındaki her hangi bir fonksiyon ya da yeteneğe havale edilemez. Önemlisi böyle bir beklentinin doğmuş olmasıdır. Yani komünist devrimci güçler veya sınıf güçlerinden ziyade başka güçler ve hatta sivil toplum örgütleri öncü misyon olarak akla geliyor. Üzücü olup ders çıkarılması gereken bu noktadır. Yoksa elbette ki ODTÜ’de bir hareket doğabilir ve bu hareket ülke satına yayılarak büyük bir ayaklanma hareketine dönüşebilir. Tıpkı Gezi Parkı Projesindeki gibi… Bu tarz gelişmeler genellikle mümkündür ve bunlar esasta kendiliğinden gelme hareketlerdir. Kendiliğinden diyerek küçümseme imasında bulunmuyoruz, aksine muazzam gelişmelerdir ve devrimcidir de bu hareketler. Dedik ya garip olan beklentinin sınıf dışı rollere kayması ve sınıf güçlerinin bu misyonu temsil edip umut olamaması gerçeğidir. Acı olan budur. Salt ODTÜ meselesi değil, Gezi parkı da merdiven boyama oyunu da aynı şeydir. Oyun desek de bunu manidar söylüyoruz. Merdivenlerin boyanmasındaki iradi savaş son derece anlamlı, bilinçli ve politik bir davranıştır. Açığa çıkan şu ki, iktidarın her adımı ona karşı devrimci öfkeyle dolmuş olan kitleler tarafından fırsat edilerek ona karşı koyuşun gerekçesi yapılmaktadır. Bu tavır iktidara ‘’seni istemiyoruz, devireceğiz!’’ demekten başka bir şey değildir. Devrimcidir. Kuşkusuz ODTÜ belli bir kimlik ve geçmiş/geleneğe sahip olarak kendisinden beklentiyi anlamlı kılmaktadır veya bu beklenti ODTÜ’nün kimliğinden ötürü anlam kazanmaktadır. Ve bütün bu tartışmayı yürütürken kesinlikle ODTÜ’yü ve siyasal kültürünü küçümsemiyoruz. Köylü mücadeleleri de son derece anlamlıdır. Bu sürecin başat aktörlerinden biri de HES ve barajlara karşı yürütülen söz konusu köylü hareketleri-mücadeleleridir. Eski tip devrimci mücadele ve hareketi andıran belirgin hareketlerdendir bu köylü hareketleri. Elbette ODTÜ de eski devrimci militanlığı ve mücadeleyi parlak biçimde yansıtmaktadır. Ülke devrimci ve komünist hareketinin önderlerinin çıktığı öğrenci hareketi, bugün ODTÜ’de yankı bulabilir. Şartlar son derece uygun ve zengindir. Halk kitleleri görülmemiş bir büyüklükte eyleme kalkıştı coğrafyamızda. Bu kıvılcım ve enerji henüz geçmiş değildir. Bu zemin devrimcidir ve ODTÜ’de militan devrimci bir hareketin doğmasına uygundur. Kuşkusuz ki, genel sınıf hareketi veya proleter devrimci
hareketin boy vermesi için de son derece uygundur şartlar. Devrimci durum lehte ve iyidir. Burada ODTÜ ile sınıf hareketi arasında nitel bir farklılıktan söz etmiyoruz. ODTÜ’de doğacak hareket de bir halk hareketi biçimine bürünebilir. Bürünmese bile ODTÜ’nün kendisi de mücadelesi de bir sınıf hareketinin parçasıdır. Ki gerçek manada anlamlı olan da sınıf hareketinin gelişme ivmesidir. Değişik biçim ve meselelerde yaşanan hareketler sınıf mücadelesinin gelişme biçimleri ve onun içerikleridir.
Baskıya maruz kalan çeşitli toplumsal katmanların direnişi sınıf mücadelesini yükseltecektir! İşçi sınıfının grev ve direnişleri de eksilmemektedir. Hemen her tarafta (değişik iş kollarında) bir grevden söz etmek mümkün. İşçiler ‘’iş kazası’’ de-
nen iş cinayetlerinde katledilmeye devam edilmektedir. En ağır ve kötü koşullarda çalışmaya mahkum edilerek sermaye uğruna açlık ve ölüme sürülmektedirler. Hapishanelerde komünist ve devrimci tutsakların dinmeyen kesintisiz bir mücadelesi bir direniş söz konusudur. Memurlar ve değişik sektörlerdeki emekçi kesimler iktidarın baskı ve sömürüsü altında en ağır yaşam şartlarına terk edilmektedir. Bu zeminde hoşnutsuzluklar büyüyerek tepkilere ve mücadelelere yol açmaktadır. Kürt ulusu ve azınlıklar tüm demagojiye karşın sınıfsal baskının yanı sıra, milli baskı ve sömürü altındadır. Ulusal ve etnik haklarından mahrum kalarak baskı sistemine öfke taşımaktadırlar bu kesimler. Yine Alevi inancı büyük potansiyel sınıfsal baskı ve sömürüye ek olarak inançsal baskıya da maruz kalmaya de-
analiz yorum
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
19
ve önümüzdeki görevler
Önderlikte cesur davranmak ihtiyaç olandır
vam etmektedir. Bu baskının ürünü olarak demokratik özellikler taşıyan alevi topluluğu demokratik mücadele zemininde devrimci ve dinamik bir güç durumundadır. Günün özgün şartlarını doğru okumak şarttır. Bugün genel geçer demokratik devrimci hareket ya da durumdan nüanslar taşıyan bir durum ortaya çıkmıştır. Toplumun önemli bir kesimi yaşamına müdahale kaygısını ciddi ölçülerde his ederek yaşamaktadır. En önemlisi de mevcut iktidarın faşist baskı ve politikaları halk kitlelerinin önemli bir bölümünde patlamaya varan tepkiler, öfkeler yaratmıştır. Yaşanan ayaklanma pratiğiyle bu durum açıkça görülmüştür. Ki ODTÜ’de muhtemel olan gelişmeler bu ayaklanma ruhunun bitmediğini yeniden gündeme gelebilecek dinamik bir süreç olduğunu göstermektedir. Kısacası bugün toplumun büyük bir bölümü mevcut iktidarla inat-
laşmışçasına kararlı bir tepki içindedir. Bu ‘’inatlaşma’’ zemininde iktidarın her adımı tepkinin patlamasına vesile olmaktadır. Bu durum proleter devrimciler tarafından görülmek durumundadır. Toplumun önemli kesimi direniş ve mücadele bilinci açısından diri durumdadır. Aydınlanma, örgütlenme ve direnme kültürü toplumun büyük kesimini kuşatmış, uygun şartlar sunmaktadır. Sınıf mücadelesinin üzerinde gelişme göstereceği uygun zemin veya devrimci şartlar pozitif ve son derece uygundur. Bugünün en büyük özgünlüğü de spor taraftarlarının devrimci harekette ciddi düzeyde varlık göstermesi, kararlı militan bir duruş sergilemesidir. Bundan çıkarılması gereken ders şudur; bu kesimler toplum katmanlarıdır. Bunlar bulundukları durum itibarıyla kötü değil, bilinçlenmedikleri durumda sınıf hareketinden kopuk kalmaktadırlar. Ama örgütlendiklerinde onların da baskı
ve sömürüye karşı militan mücadelelere gireceği ve sınıfıyla birlikte mücadele edeceği açıktır, görülmelidir. Yani mesele bu kesimlerde çarpıcı olarak açığa çıktığı gibi örgütleme meselesidir. Ve elbette ki, dikkat çekilmesi gereken bir şey de, spor taraftarlarının son derece devrimci tarzda ayaklanma hareketine katılmaları söz konusu olmuş ise, bu devrimci durumun ne düzeyde olduğunu, faşist iktidara karşı tepkinin boyutlarını ve onun baskılarına karşı halkın biriken öfkesinin boyutunu kanıtlar. Toplumsal kesimler göz önüne alındığında toplumun hemen her kesiminden halk kitleleri olumlu durumda olup diridir. Mevcut iktidara karşı demokratik mücadelede boy gösteren kesimler bu resmi göstermektedir. Peki bu durumda proleter devrimcilerin görevi nedir, ne olmalıdır? Meselenin can alıcı yeri burasıdır.
Aslında görevler üzerinde çok söze gerek yok. Kitlelerin kendiliğinden ayağa kalktığı durumda görevler önemli oranda kendiliğinden yerine gelmiş demektir. Ama gelişen mücadelede ön saflarda yer alarak kitlelerle birlikte çatışmak, direnişin patlak vermesini örgütleyerek teşvik etmek ve elbette buna önderlik yapmak bilinen görevler olarak sahiplenilmelidir. Kendiliğinden gelişen mücadeleyi ileri niteliğe taşıyarak iktidar mücadelesiyle birleştirmek gibi bir görevi üstlenmek sınıf partilerine düşmektedir. Proleter devrimci perspektif burada açığa çıkar. Ve zaten iktidar hedefine bağlanmayan mücadele düzen içi mücadele olarak gerçek devrimci özden yoksundur, yoksun kalır. Özellikle de salt AKP karşıtlığıyla yetinen mücadele son derece sorunlu ve yetersizdir. Proleter devrimcilerin pozisyonu kesinlikle AKP karşıtlığına indirgenmemeli ya da bu niteliğe düşmemelidir. Muhtemel gelişmelerde etkin olarak rol almanın kaçınılmaz ön görevi özellikle örgütsel zayıflıklarımız ve elbette anlayış ve bakış açımızı düzeltip ilerletmektir. Örgütsel görev ve faaliyetlere daha sıkı sarılarak adeta duraksız bir çalışma performansı sergilemek şarttır. Devrimcilik fedakarlık işidir aynı zamanda. Ve elbette net ve kararlı olmayı şart koşar devrimcilik. Devrimcilik ve devrimci görevleri kendi kişisel plan ve yaşamımıza uydurma yerine, yaşamımızı devrimci görevlere göre planlamamız zorunludur. Devrimcilik ve onun görevleri bir ayağımız orada bir ayağımız burada yürütemeyiz. İki ayağımızla sağlam basmalıyız devrimcilik zeminine. Evet devrimcilik fedakarlık işidir, bedel işidir, feda işidir. Bunu başaranlar gerçek devrimcilik yapabilir ve devrimci görevleri yürütebilir. İdareci metoda son vermenin zamanı gelmiştir. Her yoldaş sirkilerek ayağa doğrulmalı, partinin faaliyetleri kapsamında bir devrim işçisi olarak devrimci görevlere sarılmalıdır. Tasfiyeci çözülme ve gerilemeye barikat olmak günün önemli görevidir. Bu ancak devrimci görevlere içtenlikle sarılmaktan geçer. Özgür bir ruhla devrimci faaliyetlerde ataklaşmak her yoldaşın görevidir!
20
çeviri analiz
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
“Karanlık güçler” İrlandalı bağımsız devrimci gazeteci Peter Tobin’in 4 Ekim’de Nepal’deki seçimlere ilişkin kaleme almış olduğu yazıyı Halkın Günlüğü Çeviri Kolektifi olarak Kasama Sitesi’nden alarak çevirdik. Kısaltarak yayınladığımız yazının tamamı Halkın Günlüğü internet sitesinden okunabilir. Peter Tobin, Nepal’de NKP-Maoist’in yürütmüş olduğu seçim boykotu çalışmalarına destek veren bir konuşma yaptığı için Nepal devletince aranıyor (Yeraltından notlar) Nepalli Maoistlerin 19 Kasım’da yapılması planlanan seçimleri boykot etmelerine karşı uluslararası çizgi şimdiden şekillenmiş. Avrupa Birliği'nin elçilikleri NKP(Maoist) önderliğinde 33 parti ittifakı tarafından çağrısı yapılan bir günlük başarılı genel grevi kınadı ve "halkın günlük yaşamını bozan" tahriklerden vazgeçmeye çağırdı. Bu ifadenin sahipleri Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya, İngiltere, Norveç ve İsviçre Katmandu Vadisi ve Nepal'in 9 doğu ilindeki genel grevin etkileri konusunda "ciddi endişeleri"ni ifade etti. Ek olarak, genel grev kültürünün Nepal'in yatırım olasılıklarını kısıtladığını dile getirdi. NKP-(M) Nepal’in içişlerine bu direkt müdahalenin diplomatik normların ihlali olduğunu söyleyerek cevap verdi. Nepal halkının politik temsilcilerinin çürümüş politik süreçten dışlanmalarından dolayı bundan başka bir barışçıl seçeneklerinin olmadığı söylendi. Bu Maoistlere ve onların müttefiklerine karşı propaganda savaşında olacakların bir öncelidir. Düşman, hepsi bu seçimlerin gerçekleştirilmesine odaklanmış güçlü dış devletlerin, BM’nin ve uluslararası devlet ve devlet dışı örgütlerin desteğine sahiptir. BM esas olarak- tüm göstergeleriyle birlikte, Nepal’i az gelişmiş bir konumda tutmak ve batı tekelci çıkarlarının önceliklerine uygun olarak bağımlılığına katkıda bulunmak ve can sıkıcı yerliler üzerinde batının “demokratik” normlarını bir sopa olarak sallamak için buradadır. ‘Beyaz sahip’ şimdi hem terörize etmekte hem de yönlendirmektedir. Fakat bu allanıp pullanan eski emperyal zihniyetten başka bir şey değildir.
BM & NGO (Sivil Toplum Kuruluşları) gözlemcileri Bu yüzden geçen hafta süreci izlemek için ilk uluslararası gözlemci gurubu ulaştı.
Carter Merkezi’nden ve yüze yakını BM’den temsilciler “seçim öncesi ortamı incelemek” için ulaşmış durumdalar. Avrupa Birliği’nden ve Asya Özgür Seçim Ağı’ndan temsilciler birkaç hafta içerisinde burada olacaklar. Tüm bu uluslararası kodamanlar ve birçok yerel olanlara yönelik yakında herhangi bir gözlem gerçekleşmeden önce atama yapılacak. Carter Merkezi’nin üst düzey danışmanı – Peter Burleigh – o zamanki ABD Büyükelçisi – De Lisi – ile birlikte daha geniş ABD çıkarlarının bir parçası olarak, Nepal Komünist Partisi (Maoist)’in en büyük parti olarak ortaya çıktığı 2008’deki Kurucu Meclis seçimlerini de, seçimlerin güvenilirliğini gözden düşürmek amacıyla izlemişti. Maoistlerin seçim zaferini garanti altına almak için 300.000 kişilik güçlü Genç Komünist Lig’i kullanarak yıldırma yoluyla kazandıkları iddia edilmişti. Bu yüzden, Merkez’in 1 Kasım’daki raporu, “seçim karşıtı faaliyetler”e karşı hükümetin sıkı polis önlemleri alması gerektiğini önerdiği ve “seçim sürecini engellemeye dönük illegal çabalara” karşı güvenlik servislerine tam destek verdiği için, boykot kampanyasına karşı eşkiyavari tepki şaşırtıcı değildir.Ek olarak, seçmenlerin kayıtlarının engellenmesinin, Sivil ve Politik Haklar Üzerine BM Uluslararası Anlaşması’nın 9. maddesinin ihlali olduğu iddia edildi. Bu yüzden “yıldırma olayları”, seçim materyallerinin çalınması ve yok
edilmesi bu hakların çiğnenmesi olarak değerlendirildi. Uluslararası burjuvazinin boykotu ne kadar ciddiye aldığı, Nepal baskıcı devlet mekanizmasını saldırı moduna sokmalarından anlaşılmaktadır. Tüm bu yerel ve yabancı hükümetlerin ve örgütlerin önerdikleri önlemler, boykotu destekleyen güçlerin göz ardı edilemez olduklarının farkında olduklarını göstermektedir. Politik düzlemde NKP-M tek başına 92 delegeye sahiptir, buna ek olarak daha küçük partilerden ittifakları bulunmaktadır, sokakta Halkın Gönüllüleri Bürosu (NKP-M’nin gençlik kanadı) tarafından organize edilen yürüyüşler ve mitingler yoluyla gücünü göstermiştir, muhtemel bir operasyonel düzlemde parti HKO savaşçılarının 70%’inin desteğine sahiptir. Bu faktörlere ek olarak ülke çapındaki en son genel grev ve bunun, gelecek hafta başlatılması planlanan ana kampanyanın sadece başlangıcı olması düşünülünce statüko saflarındaki korkunun hem hissedilebilir hem de anlaşılabilir olduğunu göstermektedir. Bu durum ileri boyutta askeri ve politik reaksiyonun nedenini açıklamakta ve seçimi gerçekleştirme konusundaki kararlılıklarını ortaya koymaktadır. Belli bir dereceye kadar 4 partinin ortaklığı dramı gözler önüne serilirken, seyirci kalmaktır. Sadece onu oluşturan partiler arasında değil, fakat bizzat partilerin için-
deki fraksiyonlar arasında da politik konum ve avantaj için çekişme yaşanmaktadır. Bunlar ayrıca NKP-M’yi sürece dahil edecek esneklikte gerçek seçimin tarihi ve kapsamı konusunda da kendi aralarında kısık sesle ayrılmaktadırlar.Bu bir monolotik cephe değildir ve Maoistler görüşmelerde bu gerçeklikten faydalandı ve her ne zaman anlaşmaya yakınlaşıldıysa Delhi doğrudan müdahale etti.
Kurşunlar ve seçimler İlan edilen büyük güvenlik operasyonu 54,000 polis, 22,000 Silahlı Polis Gücü ve seçim merkezlerinde görev alacak 44,000 geçici polisle desteklenen 62.000 kişilik Nepal Ordusu askerlerini ve bu 4 güvenlik örgütünün görevlilerinin İçişleri Bakanlığı ile bir Ortak Güvenlik Planı çerçevesinde çalışmasını görecektir. Hükümet 5 bölgeye ve 75 ile intikal ettirilen güçlerle birlikte merkezi güvenlik ve merkezi komuta komiteleri oluşturacak. Bu durum ayrılan bütçe miktarı beklentisinin aşırı derecede yükselmesine neden oldu. (İçişleri Bakanlığı tarafından Maliye Bakanlığı’ndan talep edilen 8 milyar Pupee’ye rağmen, 14 milyar Pupee’yi geçebileceği beklentisi şimdiden oluştu.) Artış sadece güvenlik güçlerinin daha fazla rol için baskısından kaynaklanmaktadır. Bu, NKP-Maoist içerisinde, on yıllık Halk Savaşı’nda cephede olan deneyimli birçok politik/askeri personelin bulunduğunu bilen özellikle ordunun gerginliğini yansıtmaktadır.
çeviri analiz
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
21
Nepal’i tehdit ediyor Bu amaçla Nepal Ordusu görevlileri Amerikan meslektaşları ile Katmandu’daki ABD elçiliğinde aylık olarak bir araya gelmektedirler. Bu, BM’nin “barışı sürdürme” faaliyetlerine Nepal’in olukça üst düzlemde katılımı yoluyla şimdiden oluşturulan bağlantılar üzerinden üst komutayı ABD endüstriyel/askeri kompleksine entegre edilirken, Nepal ordusunu günden güne “Mısır” modeline uydurmayı yansıtmaktadır. ABD Nepal Ordusu’na yoğun eğitim programları sunmaktadır ve onu karşı ayaklanma strateji ve taktiklerinin bir parçası yapmıştır. Kağıt üzerinde söz verilen silahlanmayla birlikte bu durum Nepal Ordusu’nu HKO ile savaştığı dönemden çok daha profesyonel yapmaktadır. Bununla beraber Nepal Ordusu komutası üzerinde, ABD başkanının Nepal’de ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin stratejik rakipler olduklarını iddia etmesiyle bağlantılı olarak, jeo-stratejik baskı bulunmaktadır. Nepal’in, Hindistan’a olan yeni sömürgeci bağımlılığını dengelemesi için güçlü bir Çin görmek istemesinden dolayı, bu durum Amerika yanlısı stratejik manevralara belli bir alan yaratmaktadır. Bağımlılık askeri alana derin bir şekilde nüfuz etmektedir, Hindistan Nepal Ordusu’nun temel silah ve ekipman sağlayıcısı olarak rolünü tekrar üstlenmiştir ve şu anda Nepal’in en büyük askeri yardım sağlayıcısıdır. Bu durum, kral Gyanendra’nın 2005’te olağanüstü hal ilan ederek anayasayı askıya alması ve partileri yasaklaması üzerine bunu protesto için Hindistan’ın yardımları kesmesiyle oluşan 8 yıllık boşluktan sonra gerçekleşmektedir. Bu geri dönüşün zamanlaması tesadüfi değildir ve 62,000 Nepal Ordusu personelinin polis ve diger güvenlik güçleriyle seçimlerde etkili çalışmasını sağlayacaktır. Personel eğitimi ve hafif silahlar konusundaki ABD askeri yardımına rağmen ordu temel ekipmanlar konusunda ciddi eksiklikler yaşamaktadır ve Hindistan hükümetine şimdiye kadar cevapsız kalan birkaç talepte bulunmuştur. Şu anda Yeni Delhi, Nepal’in temel silah sağlayıcısı rolüne yeniden girmiştir ve Maoist önderlikli boykotun belirsizlik yaratacağı gerçeğini gündeme getirmektedir.Ağustos ayında jipler, otobüsler ve motorsikletler ulaşmaya başladı; 3 insansız hava aracı alındı ve Bangalore’da Hindustan Havacılık tarafından İleri Hafif Helikopter’ler imal edildi. Bu Yeni Delhi’nin sadece kendi iç Maoist devrimini ezmeye değil, fakat Nepal’deki aynı tehdidi yenmek için saldırıya da hazırlıklı olduğunu göstermektedir.
propaganda makinesi yerli basının yanına, CNN, BBC, Al Cezire, NBC, SKY vs gibi yabancı medya eklenmiş olacaktır. Bu yabancı medya, Nepal Komünist Partisi (Maoist) ve 33 Partinin oluşturduğu boykotçu birliğine karşı gazeteciler, haberciler,fotografçılar, kameramanlar, yorumcular, TV spikerleri, sunucu taburlarını gönderecek ve bulantı yaratacak derecede ısrarlı bir anti boykotçu tavrı devreye sokacaklardır. Yerli sağcı medya uzun zamandan bu yana Maoist liderleri ‘dogmatik’ ‘sertlik yanlısı’ olarak sunmaktadır. Yürütülen kampanyanın bir parçası olarak yaratılacak olaylar çarpıtılarak boykotçular ve özellikle de Maoistler suçlanmaya çalışılacaktır. Örneğin geçen hafta Charikot’da bir grup çete birkaç yerel kişinin (Goondahs) saldırısına uğrayınca, basın derhal bunu ( Kantipur basın holdingi) Katmandu Post gazetesiyle beraber ‘halka karşı’ direnen ‘Maoistler gerekli karşılığı almışlardır’ şeklinde lanse ettiler.
Çizgici (Dash) Maoist Birçok tartışmadan sonra parti, Yadav’ın partisiyle kendisinin ayrım çizgisini koymak için adını Nepal Komünist Partisi (Maoist) olarak belirledi -daha önceleri Birleşik Nepal Komünist Partisi (Maoist)'ten kopuş gerçekleştirmişlerdi- ki şimdi onlara her yerde çizgici (Dash) Maoistler olarak tabir ediliyor. Bir dizi politik, askeri ve ideolojik bürokrasiye rağmen NKP (Maoist) çizgici (Dash), cüretle seçimler tuzağına çekmek için yapılan tehdit ve oyunlara karşı usta manevralarla soğukkanlılığını koruyarak kendisini uzak tutabildi. Ordunun
harekete geçirilmesini 2006’daki Kapsamlı Anlaşma’nın ihlal edilmesi olarak değerlendirip açıkça kınadı. Geçici Anayasanın 158. Bendinin koşullarını hileyle yoluyla aşarak ve son olarak hükümet kararnamesini ustaca kullanıp orduyu harekete geçirmeyi hızlandırmasını kabul etmeyerek kınadı. Guarav, kendilerini aday olarak kaydetmeye yeltenenlerin kaçırılması, ulusal çıkarlara uygun olduğu için bunun yapılması fikrini ileri sürdü. Kantipur tarafından yönetilen sağcı basın vurgun yemişçesine bu tehdide maruz kalan ve adaylığa talip olanlara koruma verilmesi için güvenlik güçlerine çağrıda bulundu. Maoistler ayrıca adaylara, oy dilenmek için köylere gitme planları yapmamalarını çağrısında bulundu ve boykotun etkili geçmesi için köylerdeki bazı genç kadroları eğitim programlarından geçirdi. Bu durum bazı basın organlarında askeri bir uygulama olarak izah edildi. Ayrıca daha ileri bir eylem programı olan 11 ile 20 Kasım arasında 10 gün sürecek genel grev karara bağlandı. Maoistlerin düşman kombinasyonu önündeki kararlılığı ve anlaşılır görünümü berraktır. Eski Halk Savaşı komutanlarından Prakanda (KB Bisawkarma)-ki hala genç biridir- bu durumu şöyle özetledi. 'Biz on yıl kadar Halk Savaşı yürüttük. Bu seçim entrikasını durdurmak bizim için hiç zor olmayacaktır'.
Ana istek Biplav (NB Chand), Maoistlerin ana noktalara ilişkin isteklerine dair bir röportajda şunları söylemişti. 'Bizim önem verdiğimiz şey gelecek için ayrıntılı bir anayasanın yapılmasıdır. Diğer bütün konulardan sonra gelir, talidir' ve 'Halkın şimdi istediği şey bir anayasadır, seçim değil'. Maoistler bunu tartışmak için yuvarlak masa konferansını istemektedir. Onlar, Washington ve Delhi'nin emrinde olan ülke içindeki gericilerin, BNKP(M) liderleri
Propaganda cephesi Bu nedenle boykotçular polis devleti biçiminde ortaya çıkan güvenlik aygıtıyla yüzyüzeler. Bu paralelde Kantipur medya merkezli – TV. Radyo ve basındaki diğer holding tayfalarıyla- benzer bir anti Maoist yıkıcı kampanyayı ülke içinde devreye koydular. Seçim tarihinin açıklamasına yakın,
Paraçanda ve Bahattarai'nin suç ortaklığıyla yeniden gruplaşmayı
sağlamak için, toprak reformunu, etnik baskıyı ve ayrımcılığı ortadan kaldıracak ilerici Federal Anayasal Meclisi düzenleyecek olan 2006 Kapsamlı Barış Anlaşması’nın bahanesinin arkasına yıllardır nasıl saklandıklarının farkındadırlar. Bizzat Biplav'ın kaydettiği gibi, parti öz olarak seçime karşı değil: ' Seçime katılmak göreceli bir fikirdir' ancak, başta Nepal halkının önceliği önceki anayasal sahtelikle temsil anlayışıyla ya da genel sokak eylemleri, gösteri ve yürüyüşler gibi aktivitelerin hızını keserek olmaz. Parti, boykot kampanyasının unutulmaz kitlesel görüntüsü sağlayan üçüncü kuşak kadroların heyecanı ve bilinciyle ikinci kuşak liderlerin örgütlediği eylemlerin derin etki gücünü göstermiştir. Keza Maoist liderler diğer tamamen çürümüş ve yozlaşmış ana partilere göre şu ana kadar hesap edilememiş avantajlara sahiptir. Bu burjuva partilerin sahip oldukları milyonlarca paranın kaynağı bir muamma; akrabalarını kayırma, suistimal ve bunca yozlaşmanın varlığı ve içlerinde bir tane bile dürüst liderin olmaması Maoistler için büyük avantajdır. Situla, (NC), Nepal (UML), Dahal, (NBKP(M), gibi tüm bu liderlerin hepsi Drahmi zenginleridir. Maoistler mütevazi yaşam stilline sahip iken, Gadachhar (UMF), Madeshi'nin iktidar peşinde koşan en üst kast sisteminde ve en yüksek maliyete sahip biridir. Leninist yaşam tarzının örneği Kiran’ın dürüstlüğünün, diğer büyük partiler ve düşmanları tarafından bile kabul ediliyor olması anlamlıdır. Ülke içinde- büyük ağabey Hindistan gibi- rüşvet muamması, reklamcılıkla meşgul, elde etmeye ve yerleşmeye düşkün partilerin halk tarafından kabul edilmesi kolay olmayacaktır, hatta onların aktivistleri bile sadece şahısların kazançları için meydanlara çıkmayacaklardır. (Bunlar, komprador yönetim sınıfının işbirliği, çürümüş ağını ilerletmek için bu uygunsuz hükümet modeline önem verdiklerinin altı çizilmelidir. İddia edildiği gibi çığırtkanlıklarının nedeni evrensel ile içteki insan haklarını savunmak değildir. Bununla, tek sınıfın-burjuvazi-kendilerinden önceki ataları feodaller üzerinde, üretim tarzı, ideoloji ve yönetim biçiminin tarihsel üstünlüğünü kurmayı amaçlamaktadırlar. Nepal halkı, Güney-Doğu Asya ve tüm üçüncü dünya halkları, burjuvazinin üstünlüğünü devirerek, özgürlük için, mücadele içinde kendi demokrasilerini kuracaklardır.) Ayrıca Nepal halkı arasında geniş çapta şöyle bir algı var. Bu dört büyük parti değişik derecelerde Yeni-Delhi'nin uşaklarıdır. Sonuçta ortaya ne çıkarsa çıksın gelecekte Nepal Komünist Partisi (Maoist) ve ittifak güçleri, imtiyazsız, yoksul olan ve asla kendilerinden uzaklaşmayacak ve teslim olmayacak kararlılıkta, Nepal kritik halk hareketini temsil etmektedir.
22
güncel haber
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
Hapishanelerde hak gasplarına karşı Van F Tipi Hapishanesi ile Muş E Tipi Kapalı Hapishanesi’nde siyasi tutsaklar hapishanedeki baskıları protesto etmek için açlık grevine başladı. Kırıklar 1 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde tutsaklara 40 gün hücre cezası verilirken, Tekirdağ F Tipi Hapishanesi’nde de Gezi tutukluları yemek boykotuna başladı Hasta Tutsaklarla Dayanışma İnisiyatifi, 5 Ekim günü hasta tutsakların durumuna dikkat çeken bir basın açıklaması yaparak, tutsakların serbest bırakılmasını talep etti. Hapishanelerde yaşadığı ağır sağlık sorunları nedeniyle tahliye edilmeyen tutsakların durumuna dikkat çekildi. Açıklamada hapishanelerdeki kötü koşullar nedeniyle tutsakların durumunun kritik aşamada olduğu belirtilerek şu ifadeler kullanıldı: “Abdullah Kalay, İdris Başaran, Durabin Kişin, Gülizar Akın ve Güneş Tekin arkadaşlar durumları çok ciddi olan arkadaşlardır. Abdullah Kalay kalp ve astım hastasıdır. Abdullah Kalay’ın ailesi özgürlüğüne kavuşabilmesi için Cumhurbaşkanlığına başvuruda bulunmuş fakat her seferinde geri çevrilmiştir.” Hasta tutsakların Adalet Bakanlığı’na defalarca yaptığı başvurulara karşın, durumu çok acil olan 100 hasta tutsağın tahliye edilmeyerek Adli Tıp Kurumu tarafından bürokratik bir süreç işletildiği açıklandı. Abdullah Kalay’a özgürlük eylemi Kalbinin yüzde 70’i çalışmayan Abdullah Kalay’ın serbest bırakılması talebiyle bir eylem yapıldı. Basın açıklamasında ağır sağlık sorunlarına karşın tahliye edilmeyen tutsakların durumuna dikkat çekilerek hasta tutsakların tahliye edilmesi talep edildi. Kalbinin yüzde 70’i çalışmamasına ve ciddi
rahatsızlıkları olmasına karşın tahliye edilmeyen hasta tutsak Abdullah Kalay için, Nurtepe’de bir eylem gerçekleştirildi. Güzeltepe Köprüsü’ne “Hasta tutsak Abdullah Kalay’a özgürlük-DHF” imzalı pankart asılırken, pankart uzun bir süre asılı kaldıktan sonra polisler tarafından indirildi.
Hasta tutsak İsa Eşsiz’e işkence Erzurum H Tipi Hapishanesi’nde tutuklu bulanan hasta tutsak İsa Eşsiz askerler tarafından darp edildi. Eşsiz, İHD’ye gönderdiği mektupta üzerindeki baskıları anlatarak hastaneye gittiği zaman kendisini darp eden askerlerden şikayetçi olduğu için askerler tarafından tehdit edildiğini anlattı.
Mehmet Yamaç için eylem İHD İstanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu, 21 Ekim günü Galatasaray Lisesi önünde hapishanelerde yaşanan hak gaspları ile hasta tutsakların sağlık durumuna dikkat çekmek için F oturmalarının 79. sunu ger-
13 yıldır tedavisi yapılmıyor
rıldı. Tam 13 yıldır tedavim yapılmıyor. Kırılan göğüs kafesimin kırık kaburgaları, üst üste binmiş ve bir yumak gibi göğsümün üzerinde kaynamıştır. Bana verilen yanlış ilaçlar nedeniyle midemde çok sayıda yara meydana gelmiştir. Tedavim yapılmayarak, beni diri diri mezara koymuşlar.” Yapılan eylem, Mehmet Yamaç’ın tedavisinin önündeki engellerin kaldırılarak insan onuruna yakışır bir şekilde tedavi olanaklarının yaratılması çağrısıyla sona erdi.
17 yıldır tutuklu bulunan ve halen Tekirdağ 1 No'lu F Tipi Hapishanesi'nde tutulan hasta tutsak Mehmet Yamaç İHD’ye gönderdiği mektupta, yaşadığı sağlık sorunlarına dikkat çekerek tedavisinin keyfi gerekçelerle engellendiğini açıkladı. Yamaç mektupta şu ifadeleri kullanıyor: "19-22 Aralık 2000 yılında 20 hapishaneye birden yapılan katliam sırasında Ceyhan Hapishanesi'nde ağır yaralandım. Göğüs kafesim kı-
İzmir Kırıklar 1 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde havalandırmaya yerleştirilen kameralara slogan atarak protesto eden Gezi tutsaklarına, hapishane yönetimi tarafından soruşturma açıldı. Açılan soruşturmanın sonucunda tutsaklara, 26 ay iletişim cezası ile 40 gün hücre cezası verildi. Muş E Tipi Hapishanesi’nde hak gasplarını
çekleştirdi. "Tecrit Öldürüyor F Tipi Hapishaneler Kapatılsın" ve "Hapishanelerde Ölüm İstemiyoruz,Hasta Tutuklular Serbest Bırakılsın" pankartlarının açıldığı eylemde, "Hasta tutsaklar serbest bırakılsın", "Mehmet Yamaç serbest bırakılsın" sloganları atıldı. Eylemde, 17 yıldır tutuklu olan ve göğüs kafesinde kırıkla midesinden rahatsız olan hasta tutsak Mehmet Yamaç'ın durumuna dikkat çekildi.
Kırıklar 1 No’lu F Tipi’nde tutsaklara 40 gün hücre cezası
MKP ve TKP/ML tutsakları açlık grevinde Malatya E Tipi Hapishanesi’nde C-2 ve C-3 koğuşlarında tutulan MKP ve TKP/ML dava tutsakları tecrit işkencesine karşı açlık grevine başladı Malatya E Tipi Hapishanesi’nde C-2 ve C-3 koğuşlarında tutulan MKP dava tutsakları ile TKP/ML dava tutsakları, aileleriyle yaptıkları telefon görüşmelerinde, hapishanelerdeki keyfi uygulamalara ve psikolojik işkencelere karşı 25 Ekim Cuma gününden itibaren süresiz açlık grevine başladıklarını açıkladı. Keyfi uygulamalara karşı açlık grevine gi-
ren tutsaklara sürgün Malatya E Tipi Hapishanesi’nde tutulan MKP dava tutsaklarından Baran Onur Doğan, Murat Aygül ve Kurtuluş Derman Sivas E Tipi Kapalı Hapishanesi’ne; Ekin Sabur, Aydın Karaboğa ve Emre Selcan Elbistan E Tipi Kapalı Hapishanesi’ne, Özdal Bozkaya, Bülent Keser ile Yeni Demokrasi dava tutsağı Mustafa Aytaç ise Elazığ E Tipi Kapalı Hapishanesi’ne sürgün edildi. Tutsakların Adalet Bakanlığı tarafından keyfi uygulamalara karşı açlık grevine devam etmeleri nedeniyle sürgün edildiği öğrenildi. Tutsakların açlık grevine girdiğinden haberdar olan aileler kapalı görüş olacağını
öğrenerek 29 Ekim günü tutsaklara destek vermek için Malatya’ya gitti. Ancak tutsakların sürgün edildiğini öğrendi. Aileler tutsaklarla yaptığı görüşmelerde, hapishanede keyfi uygulamaların kesintisiz olarak devam ettiği bilgisini alırken, tutsakların açlık grevine devam ettiğini de öğrendi.
Malatya E Tipi Hapishanesi önünde basın açıklaması Yeni Demokrasi Aileleri Birliği (YDAB), 30 Ekim günü Malatya E Tipi Hapishanesi önünde “Devrimci Tutsaklar Onurumuzdur İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek” yazılı pankartı açarak açlık grevindeki tutsaklara destek için basın açıklaması yaptı.
Açıklamada, faşist TC devletinin Osmanlı’dan bu yana baskı, imha ve inkar politikalarını devam ettirdiğine dikkat çekilerek ülkedeki hapishaneler gerçekliğinin bu özde devam eden iktidar anlayışının bir sonucu olduğu ifade edildi. Basın açıklamasında tutsakların en temel insan hakları ve talepleri için tecrit politikalarına karşı mücadelede kararlı olduğu belirtildi. TKP/ML ve MKP dava tutsaklarından 16 tutsağın katılımıyla süresiz-dönüşümsüz açlık grevine başlandığı ve tutsakların talepleri karşılanıncaya kadar açlık grevine devam edileceği anlatıldı. Tutsakların talepleri açıklandı Basın açıklamasında şu ifadelere yer veri-
1-15 KASIM 2013 Halkın Günlüğü
23
açlık grevi başladı ve hapishanedeki baskıları protesto eden kadın tutuklular koğuşları ateşe verdi. Tutsaklar eylem sırasında erkek gardiyanların darp ve tacizine maruz kaldılar ve çıkan yangından etkilenerek yaralandılar. Yaralanan tutuklulardan Mukaddes Çelik, Zeliha Belge, Yüksel Yaşar, Leyla Songur, Ayşe Ulaş, Seyran Demir, Naime Tuci, Necibe Armi ve Gurbet Çakar, Muş Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı. Kadın tutsakların yaptığı eylemin ardından, Muş ve ilçelerinden gelen yüzlerce kişi hapishane önünde bir araya gelerek eylem yaptı. Hapishane önünde bulunan alanda ateş yakarak sloganlar atan kitleye, hapishanedeki tutsaklar alkışlar, zılgıtlar ve sloganlarla destek verdi. Muş E Tipi Kapalı Hapishanesi’nde tutulan PAJK’lı ve PKK’li tutuklular, 30 Ekim’den itibaren hapishanedeki baskıları protesto etmek için 2 günlük açlık grevine başladı.
Hapishane yönetimiyle yaptıkları görüşmelerden bir sonuç alamadıklarını anlatan Aygün, bu nedenle tutsakların açlık grevine başladığını belirtti. Edirne F Tipi Hapishanesi'nde bulunan Gezi direnişi tutukluları, 28 Ekim Pazartesi gününden itibaren yemek boykotuna başladı. Tutukluların verilen yemekleri çok kalitesiz ve sağlıksız olması, kaloriferlerin yanmaması, sıcak suyun verilmemesi ve arama adı altında hücrelerin talan edilmesini protesto ettiği öğrenildi.
Tekirdağ F Tipi Hapishanesi’nde yemek boykotu
Bingöl M Tipi Hapishanesi’nden firar ettikten sonra yakalanarak Van F Tipi Hapishanesi’ne sürgün edilen PKK dava tutsakları, süresiz dönüşümsüz açlık grevine başladı. Hapishane yönetiminin tutsaklar üzerinde kurduğu baskıları protesto etmek ve tecride karşı mücadeleyi yükseltmek amacıyla başlatılan süresiz dönüşümsüz açlık grevine, diğer koğuşlarda kalan 20 siyasi tutsak da süreli dönüşümlü açlık greviyle destek veriyor. Van TUHAD-DER (Tutuklu ve Hükümlü Yakınları Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği) Başkanı Ahmet Aygün yaptığı açıklamada, 13 PKK dava tutsağının hapishaneye getirildikten sonra diğer PKK dava tutsaklarından ayrı tutulduğunu açıkladı.
Yemeklerin içerisinden böcek ve odun parçaları çıktığı, sıcak suyun, yaklaşık 3 haftanın ardından Pazartesi günü verildiği, çok soğuk günlerde bile kaloriferlerin yanmadığı ve tutukluların çoğunluğunun soğuk algınlığı yaşadığı bildirildi. Tutuklu yakınlarından Rahime Sakinci’nin, kaloriferlerin yanmamasıyla ilgili hapishane yönetimiyle görüştüğü, bu görüşmede yetkililerin bu konuyla ilgili Valiliğin ilgilendiğini belirttikleri ifade edildi. Sakinci, İstanbul Valiliği ile Adalet Bakanlığı’na arayarak konunun hapishane yönetiminin yetkisinde olduğunu öğrendiği ve sıcaklıkların eksi 15 derecenin altına düşmesi durumunda kaloriferlerin yanması gerektiği yanıtını aldı. Tutukluların hücrelerdeki aramaları da protesto ettikleri öğrenilirken, Bingöl Hapishanesi’nde yaşanan firarın ardından baskıların giderek arttığı, hücrelere sık sık aramalar yapılarak eşyaların talan edildiği ve aramalar sırasında tutsaklara hakaretler ve sözlü tacizlerde bulunulduğu açıklandı.
lerek tutsakların talepleri açıklandı: “1- Haftalık iki saat olup bir saate indirilen spor hakkının tekrar iki saate çıkarılması. 2- Kırılan masa, sandalye gibi demirbaş kapsamına giren eşyaların yenilenmesi için gereken masraf tutsaklardan temin ediliyor. Demirbaş ücretlerinin tutsaklardan alınmaması. 3- Ziyaretçilere yönelik ince arama adı altında taciz ve çıplak arama saldırılarından vazgeçilmesi. 4-) Sohbet hakkı, hapishanede koğuş sistemi mevcut diye hiçbir şekilde tanınmamaktadır. Sohbet hakkının tanınması. 5- Mahkeme ve hastane sevklerinde ters kelepçe takılması ve kelepçeli muayeneye son verilmesi. 6-Tutsakların taktığı saatlerin zorla çıkarılması saldırısından vazgeçilmesi.
7- Açık görüş alanına askerin sokulması uygulamasından vazgeçilmesi. 8- Hasta tutsakların hastaneye götürülmeyerek hapishane revirinde tedavi yerine işkence yapılmasına son verilmesi.” Tutsakların talepleri kabul edilsin Basın açıklamasında hapishanede sürdürülen açlık grevine aileler olarak destek verileceği anlatılarak tutsakların direnişiyle ailelerin direnişinin aynı olduğu ifadelerine yer verildi. Açıklamada yaşanacak olumsuz bir durumda Malatya E Tipi Hapishanesi yönetimi ile Adalet Bakanlığı’nın sorumlu olacağı belirtilerek tutsakların taleplerinin kabul edilmesi istendi. Basın açıklaması sırasında aileler, “Devrimci tutsaklar onurumuzdur” , “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” sloganlarını attı
Van M Tipi Hapishanesi’nde süresiz açlık grevi
TUTSAK PARTİZAN
≫ cafer çakmak
DİRENİŞ VE DEVRİMCİ SAVAŞ RUHUNU BÜTÜNLEŞTİRELİM
D
evrimci mücadele bir bütündür. Hapishaneler de bir mücadele alanıdır. Nasıl ki politik tutsakların bilinci ve tavrı, halkın direnişi ve isyanıyla, gerillayla atıyorsa, aynı şekilde politik güçlerin bütünü hapishanede politik tutsakların direnişini bütün mücadele alanlarının içinde taşır. Mücadele alanı olarak aynı zamanda hapishanelere karşı olan sorumluluğunu yerine getirir. Eğer bu düşünce, eylem ve ruh birliği bozulursa demek ki çözülme ve tasfiye var demektir. Maoist hareket bütün mücadele alanlarını ciddiyetle önemsediğine göre, hapishanelerin önemsenmemesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Elbette çeşitli dönemlerde alınan darbeler ve örgütsel yenilgilerden dolayı, politik tutsaklar yalıtılmış koşullarda bile kırılmaz iradeleriyle amaca bağlılıklarını canlarını vererek kanıtlamışlardır. Fakat esas olarak hapishanelerde saldırılara ve teslimiyete karşı direnmek, sadece politik tutsaklara bırakılamaz. Bu nedenle sürekliliği olan mücadele ve direniş çizgisine uygun olarak her zaman tutsaklarla bütünleşen bir politik mücadele zorunludur. Faşist devlet 19-22 Aralık 2000’de 20 hapishaneye birden saldırdı. 28 devrimci ve komünisti katletti. Tutsaklar F tiplerine işkenceler altında, zorla sevk edildi. Hücrelerde yalıtıp, ‘ıslah ederim, ideolojilerinden, devrimci amaçlarından ve örgütlerinden koparırım’ dedi. Ancak geçen bunca zamana karşın, bu faşist amacını gerçekleştiremedi. F tipi hücrelerinde devrimci amaç, irade ve bağlılık korundu. Büyük acılara katlanıldı. Ölüm Orucu Direnişi’nde yoldaşlarımız ve siper yoldaşlarımız şehit düştü. İdeolojik netlik ve halka bağlılık olmadan bu başarılamadı. Bu devrimci değerler bugün bize güç katıp, yolumuzu aydınlatmaktadır. Faşist katliamcı devlet, karakterini olduğu gibi korumaktadır. Hapishaneye koyduklarını ıslah etme amacını asla terk etmiyor. Devlet hapishaneleri sindirme, ezme, yola getirme, entegre etme ve devrimci düşüncelerinden koparma çarkı olarak kullanmaktadır. Kim vardır hapishanelerde; işçiler, köylüler, aydınlar, sendikacılar, avukatlar, belediye başkanları, vekiller, bağımsızlık, eşitlik ve ulusal onurları için mücadele eden Kürtler, devrimciler ve komünistler vardır. Faşist AKP Hükümeti, demokrasi nakaratlarıyla her şeyi güllük gülistanlık gösteriyor. Sürekli yalan söylüyor. Gezi halk hareketiyle binlerce yurttaş gözaltına alındı, yüzlercesi hapishanelere konuldu. Halkımız ne şehitlerini, ne uzuvlarını ve ne de gözlerini kaybedenleri unutmayacaktır. Zor araçları, ne de hapishaneler, işbirlikçi sınıfları ve faşist devleti kurtaramayacaktır. Güya toplumsal barış gelecekmiş (!) Kocaman bir aldatmacadır. Hapishaneler rejimin aynasıdır. Hiçbir hukukta yazılı olmayan keyfiyette baskılar ve saldırılar sürmektedir. “Barış” adına hasta tutsakların bırakılacağını iyi niyetle düşünenler yanıldı. Devlet hasta tutsakları katletmeye ve ölüme terk etmeye devam ediyor. Güya sağlık kontrolü ve tetkikler için, Adli Tıp Kurumu aşamaları için oradan oraya taşınırken, hasta tutsaklara işkence ediliyor. Raporu olanları bile,
“Örgüt propaganda eder” gerekçesiyle bırakmıyor. Devletin niteliği budur. Bu aynı zamanda demokrasinin niteliğidir. İyi niyet beklemek affedilemez bir yanlıştır. Hasta tutsaklar için süreklileşen mücadele şarttır. Kameralarla sokakları F tipine çevirmek yeterli gelmiyor. F tiplerinde koridorlar, görüş yerleri ve çatılar kameralarla doluyken bir de bunlara hücrenin içini görecek şekilde havalandırmalara kamera yerleştirmeye başladılar. Kameraları söken devrimci tutsaklara hücre cezaları veriliyor. Kameraların sökülmesi ve kırılmasında kullanıyorsunuz diye yaşamda gerekli olan malzemelere bile el konulmaktadır. Basından okuyorsunuz, onursuz aramaları kabul etmeyen tutsaklar saldırıya uğruyorlar. Çünkü çıplak arama işkencesi yapılıyor. İletişim ve ziyarete çıkarmama cezaları rutin bir saldırı. Sürgün sevkler, ani baskınlar, keyfi aramalar ve ring kamerasının kapatılmasına karşı, hücre cezaları vb. sonu gelmeyen baskılar mevcuttur. Kelepçeli tedavi kabul edilmediği için, hem tedaviler engelleniyor, hem de tutsaklar darp ediliyor. İmralı’da faşist hükümet istediğinde tutsakların dış dünyayla bütün iletişimini kesiyor. Bunun bir hukuku var mı? Yok… Mahkemelerde Kürtçe savunma yapanlardan, tercüman parası istenmeye devam ediliyor. Tek başına yaşamını idame ettiremeyenleri tek kişilik hücrelere koyuyor. Raporları olmasına rağmen, arkadaşlarının yanına koymuyor. Malatya Hapishanesi’nde MKP dava tutsaklarının özgürlük eylemi engellendi. Tünel ortaya çıkarıldıktan sonra, bir kısmı sürgün edildi. Malatya’da kalan MKP dava tutsakları üzerindeki baskı ve saldırılar daha da arttı. Mahkemeye ve hastaneye giderken ters kelepçe takılmaya başlandı. Tutsaklar bu saldırıya direndikleri için işkenceye uğradı. Keyfi aramalar çoğaldı. Sayımlarda ayakta durma dayatıldı. Mahkeme pervasız bir tutumla 24 MKP dava tutsağının toplu dosyasını tek tek görme kararı vererek bir ilke imza attı. Tutsakların siyasi içerikli, devletin faşist niteliğini teşhir eden savunmalara, ayrı davalar açtı. Savunma hakları engellendi. MKP dava tutsakları, mahkemenin faşist keyfi, tek tek dosyayı sürdürme ve savunma hakkını engelleyen saldırısına siyasi tavırla yanıt verdiler. Dosyaların birleştirilmesi, savunma hakkını engelleyen tüm keyfiyete son verilmeden savunma yapmayacaklarını ortaya koydular. Tutsaklar mahkeme salonunda saldırıya uğradı. Keza daha sonra kendilerini tehdit etmekten geri durmadılar. Anlaşıldığı gibi dışarıda daima sürdürülen saldırılar, hapishanede bu biçime bürünüyor. Dün olduğu gibi bugün de, içeride ve dışarıda her alanda saldırılara direnişle ve devrimci savaş çizgisiyle uygun cevap verilecektir. Engeller ve saldırılar Kaypakkayacı hareketi yolundan döndüremez. İnsani ihtiyaçların bile devrimci tutsaklara karşı kullanıldığı tredman-ıslah etme-F tipi politikası devam ediyor. Bütün bu saldırılara dışarıda yanıt olalım. Hasta tutsaklara özgürlük mücadelesini yaygınlaştıralım. Hasta tutsakların katledilmesine izin vermeyelim. Mücadeleyi birleştirelim ve güçlendirelim.
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:
Yurtiçi 54 TL
Yurtdışı
108 EURO
HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL
Di dadgeha faşizme de komedyeya darizandinê Di 2 Cotmeh çarşemî de endamên DHF û KESK a Îzmîrê li ber dadgeha Bayrakliyê ji bo DHF’i yên 13’ên girtî 9 ên ku bê girtî ne daxuyaniyek dan. Darizandina DHF’ya îzmîrê ku 13 kes bi girtî û 9 kes jî bêgirtî bûn hat dîtin. Roj derbas nabin ku em ‘nîmeta’ fajîzm’ê nebînin. ‘Bihuşta demokrasî’ ye ku em dijîn, ‘cinavir’ e ku navê xwe ‘dewleta hiquq’ lê kirinê kesen ku ketine pencikê vê fam kirinê ku ‘trajediyekê hiquq’ê re rû bi rû ne. Minaka dawî jî ew bû ku li îzmîrê ji DHF û Tevgera Demokratika Ciwanan û Tevgera Demokratika Jinan û rojnameya me re bi birêvebirina polisan û medyaya feodal û burjuvayan re ‘operasyona MKP’ hat ilan kirin. Di 13 Mijdar 2012’an de êrîşên girtin û binçavkirinê hatibu kirin. Di parçeya wê op-
resyonan de binçavkirin û darizandina li Dersim û Enqereyê gelek dem berê hat kirin û piranî serbest hat berdan, yên Îzmîrê di 2’e cotmeh’e de ‘ji şerefa darizandinê re’ naîl bûn. Ew tê vê wateyê ku hun ku bi qazayek re rû bi rû bi ‘operasyona hiquqê’ re rast werin, hûn bi çi tên tawanbarkirinê piştî salekê dikarin hin bibin, çimkî dewleta me ya hiquqdar gelek mijûl e, dadgeh zaf tujî ne û ji we re ref nayê. Ew qasiyê jî bi ‘famdarî’ qayil bibin. Dewlet him sibehan him jî êvaran ji bo me dixebite! Hun hinkî ji bo çewtiyan girtî bibin tiştek nabe.
DHF: Tu êriş, pêkutî û sepandin nikare têkoşina me ya demaokratik û rewa asteng bike Di 2 Cotmeh çarşemî de endamên DHF û KESK a Îzmîrê li ber dadgeha Bayrakliyê ji bo DHF’i yên 13’ên girtî 9 ên ku bê girtî ne daxuyaniyek dan. ‘’Li hemberî seltenata kedxwarî û zilmê,
Têkoşina mafdar a gel bilind bikin! Ji terora girtin û binçavkirinê re êdî bes e.’’ Bi pankarta bi tirkî û kurdî daxuyani hat kirin. Di daxuyani de; DHF ji salan e têkoşina mefên demokrastîk dike li ser vê li hemberî êrîşan tê, endam û aligirên me tên girtin. Di daxuyani de êrişen ku tên kirin nû nin in û DHF jî di her tim têkoşina mafên demotratik bernade û têkoşina xwe didomine û biryarîbûna xwe diyar kir. ‘’ têkoşina me ya rewa û demokratik illegal bin av dikin, neveroka têkoşina me ya bi rewa û demokratik bawer dikin ku vala bikin, bi wan sepandinan ew dixwazin vê tekoşina me bin pê bikin me teslîm bigirin, ew bizanibin ku tu êrîş, bipêkirin û sepandin , têkoşina me ya rewa û demokratik e ku têkoşina milyonan û bindestan ne nikarin asteng bikin. Êrişên ku piranî li ser ji yekîneyên DHF re tê kirin,li hemberî politikayên binpêkirin û helandinê bi faliyeta girseyî û rexistinbûnî re tê valaderxistin. Endam û aligirên DHF’e
cihê ku têkoşînê ne bêtir xwedi doza xwe dê derbikevin, biryardarbûyina xwe berdewan bikin.’’ hat bilêvkirin. Piştî daxuyanî diruşmên ‘ bijî pişgiriya Şoreşgerî, Dîlen şoreşger rûmeta me ne, zindan hilweşin ji girtiyan re azadî hat evêtin. Seroka KESKê Lamî Ozgen di kesayata Erol Hambayat û Ûxûr Tepede ku nûnêrên xebatxanê ne axaftinek kir. Ozgen: Hevalên me ku 11 mehê ye girtî ne serbest were berdan’ got. Ozgen di axaftina xwe de bê hiquqtiya dadgehê şermezar kir û azadiya hevalên xwe xwast.
Doza DHF’ê ji 13’ê Mijdarê re hat taloqkirin Darizandin ên ku 3 roj domiya, hekîman li gor dozgeran bi ‘delîlên’ nerast iddanamê amadekiribûn rûniştin ji paş ve avêtin. Rûniştin avêtin 13 Mijdarê û kesen ku girtî ne serbest nehatin berden.