Doğru ve devrimci nesnel gerçek ilerlemeler
sf 12-13
Simit zammı ve asgari ücret Ülkemizde simit zammıyla birlikte hakim sınıfların zammın gerekçesi olarak halka yaptığı açıklamalarda bir kez daha görüldüğü gibi, yaşanan gerçeklikler halka manipüle edilerek yansıtılmaktadır. Enflasyon rakamlarının belirlenmesinden ülkemizde yaşanan pek çok toplumsal olaya kadar devletin açıklamalarıyla yaşanan gerçeklik arasındaki uçurum hiçte masumane değildir. Ülkemizde işsizlikten tutalım ücretli öğretmenlik yapanların yaşam koşullarına, kişi başına düşen milli gelirin yaşam standartlarını yükseltiği söylemlerinden, milletvekili maaşlarının arttırılması gerekçelerine kadar pek çok olayda görüldüğü gibi, halka anlatılanlarla gerçeklik arasındaki fark açıkça görülmektedir. Sf 10-11
Halkın Günlüğü
16-31 ARALIK 2013 Yıl: 3 Sayı: 73 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
ISSN: 2147-0499
Devletin “barış” eli Yüksekova’da 20 Ekim 2000 Şanlı Ölüm Orucu Direnişi f GÜNCEL 22-23 Devrimci savaş nasıl ki halkın özgürlüğü ve kurtuluşu içinse, direniş de devrimci savaşın ayrılmaz ruhudur. Maoist parti direnme ruhunu Marksizm, Leninizm, Maoizm ideolojisinden alır. 20 Ekim 2000 Ölüm Orucu Direnişi, partimizin direniş tarihinin silinemez sayfalarından biridir. Bu komünist ve devrimci hareketin aynı zamanda ortak mücadelesidir. Büyük bir adanmışlıkla yaratılan tarihe sarılmadan ve ondan güç almadan ilerlemek olanaksızdır.
Yerel seçimler ve iki sınıf cephesi
Yüksekova’da gerilla mezarlarının tahrip edilmesini protesto eden halka ateş açan polis, Mehmet Reşit İşbilir ile Veysel İşbilir adlı yurtseverleri katletti. Protesto eylemleri sırasında yaralanan Bemal Topçu da sonraki günlerde hayatını kaybetti. Yüksekova’da yaşanan bu gelişme bir kez daha devletin “barış” ve “çözüm” söylemlerinin Kürt ulu-
02
Hak gasplarına karşı mücadele sürüyor
sunun kazanımlarına yönelik bir saldırı olduğunu otaya çıkardı. Mevcut saldırılarla devlet “barış” görüşmelerinde her ne kadar kendisine daha güçlü bir pozisyon sağlamayı hedeflese de Yüksekova’daki katliam halk tarafından protesto eylemleriyle karşılanarak Kürt ulusunun haklı ve meşru haklarına sahip çıkıldı
04
Fransa sömürgeciliği ve Orta Afrika
14
02 güncel haber
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
İzmir Gezi davasında 14 kişi tahliye edildi Gezi Parkı direnişi sonrasında halkı sindirip korkutarak mücadeleyi geriletmek isteyen devlet başta devrimciler olmak üzere tüm ilerici kesimlere gözaltı ve tutuklama terörüyle saldırmıştı. Halkın en meşru ve tabii hakkı olan yürüyüş ve toplantı hakkını dahi hiçe sayan siyasi iktidar gülünç iddialarla çok sayıda kişiyi gözaltına alarak tutuklamıştı. En çok gözaltıların ve tutuklamaların yaşandığı şehirlerden biri de İzmir olmuştu. Her cumartesi eylem yapan İzmir Gezi Tutsak Aileleri, “Gezi tutsaklarına özgürlük” şiarıyla Kırıklar F Tipi Hapishanesi ve Şakran Kadın Kapalı Hapishanesi’nde tutuklu bulunan Gezi Parkı Direnişçilerine 18. haftada da sahip çıkarak meşaleli bir yürüyüş yaptı. Gezi Direnişi’nde şehit düşenlerin adlarını sloganlarıyla haykıran kitle, meşalelerle Konak YKM önünden yürüyüşe başladı. Çevrede bulunan esnaf ve halkın da alkışlarla destek verdiği yürüyüş sırasında sık sık “Gezi şehitleri ölümsüzdür” , “Her yer Taksim, her yer direniş”, “Gezi tutsakları onurumuzdur” sloganları atıldı. Konak Saat Kulesi önüne gelindiğinde oturma eylemi yapan İzmir Gezi Tutsak Aileleri adına Gezi Tutsaklarından Kubilay İyit’in kardeşi Ruşen İyit basın açıklamasını yaptı.
Aralarında 5 DHF’linin de bulunduğu 14 kişi tahliye edildi Üç ayrı davada görülen duruşmada önce Kaldıraç üyesi Akgün Irgat, daha sonraysa tutuklu yargılanan DHF’liler Sait Özdemir, Çağlar Korkut, Hakan Polat, Ali Hüseyin Ahirci,Cem Barış Çakıl tahliye edildiler. Son olarak Partizan üyeleri Vedat Yeler, İzzet Uysal, Kubilay İyit, İbrahim Kaya, Erhan İnal, Elif Kay, Orhan Öztürker ve Ozan Adıyaman serbest bırakıldı. İzmir 12′nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada tahliye kararının ardından tutuklu yakınları ve devrimci-demokratik kitle örgütleri sloganlarla tutsaklara destek verdi. İzmir’de daha önce görülen Gezi davalarında 22 kişi tahliye edilmişti. 17 kişinin daha serbest bırakılmasıyla İzmir’de Gezi Direnişi’nden tutuklu bulunanların sayısı 49’dan 10’a düştü.
Kırklareli’nde 130 Gezi direnişçisine dava açıldı Öte yandan Kırklareli’nde polisin saldırdığı Gezi eylemleri nedeniyle 130 kişiye dava açıldığı bildirildi. 2 Haziran’da Taksim Gezi Parkı direnişine destek vermek amacıyla AKP’ye yürümek isteyen kitleye polis saldırmıştı. Polis saldırılarının ardından direnişçiler hakkında soruşturma başlatılmıştı. Soruşturma sonucunda eyleme katılan 130 kişiye, 2911 Sayılı “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet” ettikleri iddiasıyla dava açıldı. Kırklareli 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülecek davanın ilk duruşması 21 Şubat 2014 tarihinde yapılacak.
Yaklaşan Yerel Seçimler ve İki Sınıf Cephesi Yerel seçim süreci hızla ilerlerken düzen partileri klik çatışmaları temelinde cepheleşmekte ve gerici ittifak arayışlarını derinleştirerek sürdürmektedirler Mart 2014’de yapılacak yerel seçimler süreci yoğunlaşmış siyasi atmosfer olarak aktüel olup her bakımdan dinamik durumdadır. Her sınıf kendi cephesinden işe koyulmuş, sınıf çıkarları ekseninde çalışmalar yürütüp ittifaklar oluşturmaktadır. Hesaplar, pazarlıklar, komplolar, hileler, satın almalar temelindeki gizli-açık girişimler aralarındaki ittifak arayışlarını takip eden burjuva siyaset tarzı ve kültürü olarak yürütülmektedir. Faşist düzen partileri klik çatışmaları temelinde cepheleşmekte ve gerici ittifak arayışlarını derinleştirerek sürdürmektedirler. Bu pragmatist ve ilkesiz burjuva ittifakların reformist tasfiyeci ama demokratik nitelik taşıyan kimi yasal partilere kadar uzanması dedikoduları da gündemdedir ve reformist tasfiyeci partilerde bu olumsuzlukların yaşanması mümkündür de. Sınıf karakterlerine uygun olarak her türden hile ve entrikaya başvurmakta, kirli yöntemler devreye sokmaktadırlar. İlerleyen süreçlerde kaset komplolarından, rüşvet, yolsuzluk gibi bir dizi kirliliğin devreye girmesi tamamen muhtemeldir. Gerici cephe ya da faşist düzen partileri ve klikleri arasındaki hile ve entrikalarla süren yerel seçimler siyaset süreci aynı zamanda düzen partileri içindeki çelişkilerin dışa vurumuna da tanıklık yapmaktadır. Parti merkezlerince açıklanan adaylara karşı aynı partiden başka adaylar adaylıklarını açıklayarak bu çelişkileri alenen ortaya sermektedir. Öte yandan faşist düzen partileri ve klikleri yerel seçimleri kendi aralarında bir güç yarışı ve bir hesaplaşma olarak ele almaktadırlar. Bir yıl sonrasında yapılacak genel seçimler öncesi yerel seçimlerde bir birilerinin teşhir edilmesini hedeflemekle birlikte, aldıkları oy oranıyla güçlerini ispat edip rakibinin iradesini kırma ve mümkün olduğunca fazla belediye alarak rakibini zayıflatıp inisiyatif ve nüfuzunu (tabi ki olanaklarını) arttırma, yine aldıkları oylarla hem halk kitlelerine güven vererek genel se-
çimlerde oylarını alma, hem de emperyalist efendilerine oy desteğini göstererek onun güven ve desteğini alma zemininde işleyecektir. Faşist düzen partileri ve klikleri pek tabii olarak kirli ve ilkesiz siyaset gütmektedirler. Zira onlar için önemli olan iktidar pastasına konmaktır. Bu uğurda başvuramayacakları çirkef, hile, komplo vb yoktur. Ki bunları ilerleyen süreçte çok daha çıplak biçimde göreceğiz. Yerel seçimlerde AKP’nin genel gidişatına bağlı olarak bir önceki seçime oranla zayıflayacağı söylenebilir. Kendi içindeki çelişkiler, özellikle Gülen cemaati (‘’Hizmet Hareketi’’) ile yaşadığı çelişkiler AKP’ye ciddi oy kayıpları yaşatacak niteliktedir. Daha önceleri çeşitli vesilelerle dile getirdiğimiz gibi, eğer AKP yakın vadede zayıflayıp iktidardan düşecekse, bu cemaatle yaşayacağı çatışmaların ürünü olacaktır. Yani içindeki çatlakların derinleşip kopma veya bölünmelere varması ya da siyasi bir bölünme olmasa bile belirli desteğin geri çekilmesi ile AKP’nin ciddi kan kaybına gireceği olasıdır. Tersi durumda pozisyonunu esasta koruyacaktır. Elbette Kürt ulusal hareketi ile ilgili geliştirdiğigelişen süreç de AKP’nin lehine/aleyhine gelişmelere vesile olacak bir konudur. Barış veya çözüm süreci denen tasfiyeci sürecin nasıl gideceği veya buna dönük ulusal hareketle sağlanan anlaşmalar AKP’nin siyasi kaderine (oy oranına etki yaparak) tesir edecek zemindir. Mevcut durumda AKP’nin ulusal hareket ile girdiği ‘’barış’’ süreci ona kan kaybettiren değil, bilakis kan taşıyan kaynaktır. AKP’nin kısmen zayıflama şartlarının belirgin görüldüğü bu süreçte, CHP belli avantajlara sahip olup kısmi gelişmeler kaydedebilecek pozisyondadır. Tabi adaylarda yaşanan çelişkiçatlakları ciddi bir dezavantaj olarak saymazsak… AKP aleyhine seyreden genel siyasi ivme objektif olarak CHP lehine olmakla birlikte, CHP içindeki aykırı tavırlar bu ivmeyi psikolojik olarak etkileyebilir durumdadır. Tabi giderilmezlerse… CHP, M. Sarıgül faktörüyle İstanbul büyük şehir belediye başkanlığında belli bir iddiaya sahiptir. Kazanması zor da gözükse, el altından dönen oyun ve dolaplar her şeyi mümkün kılmaktadır. Ki ilerleyen günlerde patlatılması muhtemel olan olası sıkandalar ge-
lişmenin nasıl seyredeceğini gösterecektir. Ama mevcut durumda CHP’nin pozitif trende sahip olduğu genel olarak söylenebilir. İşçi partisinin de belli bir büyüme sağlaması mümkündür. Hatta tarihinde göremediği bir büyüme noktasına çıkabilir. Uzunca bir süreçtir girdiği rota veya niteliğinin her bakımdan karşı devrimci olarak netleştiği bu süreçte İşçi Partisinin belli nedenlerden ötürü Kemalist milliyetçi cephenin odaklarından biri haline gelerek büyüme gösterdiği bilinmektedir. Ne var ki, bundaki büyüme geçici bir dalga, spekülatif ve taktiksel zemine dayalı olup stratejik kalıcı bir büyüme şartı taşımamaktaydı. Elbette İP mevcut haliyle milliyetçi şoven odaklardan biri olmayan ve bu cephenin önemli güçlerinden bir olmaya devam edecektir. Fakat, Kemalist milliyetçi ekseni ya da kliği esasta temsil eden CHP gibi bir parti varken, İP’nin çok daha ciddi büyümesi an itibarıyla olası gözükmemektedir. İP gelişebileceği son dereceye kadar gelişti. Daha fazla büyümesi ciddi bir büyüme olarak yaşanamaz. Esasta bu durumunu koruyacak, elbette ileride zayıflayıp çok daha küçük bir parti haline gelmesi mümkündür. Hatta uzun vadede kaçınılmazdır… MHP de İP gibi bir pozisyon taşımaktadır esasta. Kemikleşmiş oylarını elde tutmaktan ileri gitmesi, büyümesi an açısından iddia edilemez. Farklı siyasi gelişme ve atmosferde büyümesi vb mümkün ama mevcut durumda o da İP gibi alabileceği oyları zaten almıştır-almaktadır. Daha fazlasını alması zor gözükmektedir. BDP ile HDP belli gelişmeler kaydedecektir. HDP yeni olduğu için gelişmesinden söz edilmese de belli bir oy potansiyeline sahip olduğu söylenebilir. BDP ise göreli bir gelişme çizgisi izleyecektir. Ama büyümesi sınırlı olacaktır. Belli Kürt oylarını alabileceği gibi, Kürt oylarının bölünmesi riski de mevcuttur. Burkay diğer faktörlerle birlikte bu konuda rol oynayabilir. Faşist düzen partileri hakkında yukarıya düştüğümüz notlar bir bakıma halk kitlelerinin düzen partilerinin peşinden gittiğine dair genel eğilimi de ortaya koymaktadır. Elbette halk kitlelerinin ileri ve aydınlanmış kesimlerinin tavrı çok daha farklıdır ve bu küçümsenemez bir dinamiktir. Ki bu kesimin güç durumu görece devrimci demokratik nitelik taşıyan siyasi parti ve ittifakların alacağı oy oranıyla saptanmış
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
03
SINIF TAVRI
İLERİ OLAN DAİMA GERİ OLANIN SALDIRISINA MARUZ KALMIŞTIR!
K
veya ortaya çıkmış olacaktır. Bu devrimci halk kitlelerin durumunda gerçek bir kriter olmasa da reel bir göstergedir. Devrimci demokratik güçlerin dağınıklığı, zayıflıkları ve güven verme konusunda bağrında taşıdığı zayıflıklar halk kitlelerini zorunlu olarak kötünün iyisini tercih etmeye itmektedir. Dolayısıyla halk kitlelerinin gerçek durumu mevcut şartlardaki seçimlerle saptanabilir değildir. Seçimler halkın özsel gerçeğini yansıtmaktan uzaktır. Zira düzen partilerinin peşine takılma realitesi inkar edilemez bir gerçekken, bu halk gerçeğinin Gezi Ayaklanmasında tam tersi devrimci demokratik bir pozisyonda olduğu görülmüştür…
Devrimci ilkeli ittifaklar esas alınmalıdır Faşist düzen partilerindeki ittifaklar ve cepheleşmelerden farklı olarak demokratik devrimci cephede de biçimsel bir benzerlikle ittifak arayışları veya ittifak politikaları bu dönem daha da ağırlık kazanmış görünmektedir. Fakat altı çizilmelidir ki devrimci demokratik cephenin ittifak dahil tüm politika ve siyaseti sınıf niteliğine uygun olup gerici sınıf politikalarından kökten farklıdır. Belli pazarlıklar, anlaşmalar vb geçerli ve doğru da olsa bunlar asla gerici düzen partilerinin niteliğiyle benzeşmez. İttifaklar gerçekleştirme bu cephenin de önemli gündemlerindendir. Zira devrimci sınıflar da kendi sınıf çıkarları ekseninde politika yapıp belli hedefler doğrultusunda çalışmalar yürütürler. Birçok devrimci demokratik yapı/parti ve kurum ittifak politikasıyla arayışlar içindedir. HDP bileşeni bir nevi bir ittifaktır da aslında. Ama HDP’nin dışında kimi parti ve kurumlar daha somut ittifaklar sağlamaya çalışmaktadır. Yeni Demokrasi güçleri ittifak politikasında ısrarlı olup ittifak güçleri olan dost güçlerle belli görüşmeler yapmaktadır. Bu ittifak politikası temelde devrimci kaygı ve anlayışa bağlı olarak benim-
senirken, pratik politikada düzen partilerinin kazanmaması ve demokratik devrimci güçlerin kazanımlar elde etmesi gibi ilkeli stratejik bakış açısından feyiz almaktadır. Hiç şüphesiz ki, yerel yönetimlerin ele geçirilmesi somut olarak hedeflenmektedir. Bu çerçeve muhtarlıklardan, il meclislerine ve belediye başkanlıklarına kadar somut hedeflerde ifade bulan genişliktedir. Sınırlı da olsa kazanacağımız belediyeler vb vardır. Fakat kazanılmış ve kazanılacak olanlarla yetinmek benimsenemez. Daha fazla mevziinin ele geçirilmesi şarttır. Bunun için daha fazla çalışmak ikinci şarttır. HDP belli bir varlık gösterecektir. Ama genel duruma kıyasla bu varlık yetersiz veya zayıf olacaktır. BDP kendi oy oranını sınırlı olarak büyütebilir durumdadır. Belli bir gelişmeden söz edilebilir ama tersinden BDP’nin zayıflatılmasının olasılıkları da söz konusudur. Ki esasta da izlediği politik hattan ötürü zayıflıkları söz konusu olabilir. Demokratik devrimci cephedeki bir dizi yapı ve kurumdan birçoğu HDP içinde ve bu anlamda ittifak içinde bulunmaktadır. ESP, SDP, EMEP, Kaldıraç, BDP ve Partizan gibi parti ve kurumlardan çoğu HDP içindedir. HDP’de yer almayan DHF ise BDP ve diğer kurumlarla ittifak yapma siyaseti izlemektedir. Bu cephe güçleri belli bir varlık gösterecektir. Ama genel durum itibarıyla bu gelişme tatmin edici ve yeterli olamaz, değildir. Bu cephenin en büyük kazanımlarının başında, kendi ideolojik-siyasi çizgilerini halk kitlelerine götürme, örgütleme zeminini geliştirme, siyasi atmosferi devrimci öz ve nitelikte etkileme, kitlelerin aydınlanması ve gerici düzenin partileriyle birlikte teşhir edilmesi olacaktır. Seçimler bütün bunlara imkan tanımaktadır. Bu imkanın değerlendirilmesi adı geçen parti ve kurumlara kalmıştır.
≫ ismail uçar
omünist partisi ya da devrimci partilere zarar vermek gericiliktir. Bu, emperyalist gericilik ve coğrafya parçamız gerici sınıflarına objektif hizmettir. Komünist, devrimci ve demokratik yapıların, güçlerin ve hatta bireylerin yıpratılması, teşhir edilmesi, karalanması, çeşitli biçimlerde zayıflatılması asla devrimcilerin tutumu olamaz. Devrimciler karalanarak ya da zayıflatılarak devrimci görev yürütülmüş olamaz. Devrimciler devrimci her özneyi koruyarak güçlendirmeyi kendi hedef ve amaçlarına uygun olarak benimserler. Tersi durum devrimcilik adına en hafif deyimiyle açıktan aymazlıktır. Proleter devrimci ve devrimci demokratik güçlerle hesaplaşma, bu güçlere meydan okuyarak bunlara karşı örgütsel vb mücadeleye girişmek sağlıklı bir aklın ve özellikle de devrimci bir kafanın işi olamaz. Düşünüş tarzı, fikirleri, kararları, çizgisi ve ideolojik-politik niteliği gerekçe gösterilerek proleter devrimci partiye karşı mücadele seferberliğine girilemez. Düşmana karşı mücadelede kararlılık sergileyemeyenlerin proleter devrimcilere karşı mücadelede dirilik göstermesi anlaşılır olamaz. Dostlarla aramızdaki çelişmelerin çözüm yöntemleri ile düşmanımızla aramızdaki çelişkilerin çözüm yöntemi temelden farklı ve taban tabana birbirine zıttır. Bundan anlaşılması gereken şey, sorun atfedilen çelişki her neyse bunun çözümünü dostluk ilişkisi ve hukuku içinde ele alıp sonuçlandırmamızı gerektirir. Tersi durumda kötü yola girmekten kurtulamayız. Özcesi kavganın bilinçli, isabetli ve ne için yapıldığı özellikle iyi bilinmelidir. Altından kalkamayacağımız, arkasında duramayacağımız adımlar atmakta son derece dikkatli olmalı ve bin ölçüp bir biçilmelidir. Bir teorinin, bir düşüncenin, bir planın vb bütün insanların istemlerini karşılamasına tarih hiç bir zaman tanık olmamıştır. Yeni olan ilk doğduğunda istisnasız olarak yadırganmış, yadsınmış, kuşkuyla karşılanmıştır… Ancak gariptir ki, bu gerçek kadar şu da bir gerçek ki yeninin-ilerinin doğması hiçbir zaman engellenememiş ve son tahlilde yeni eskiyi tarihin çöp sepetine fırlatıp atmıştır. Yeni ve ileriyi temsil eden tüm engellemelere, saldırılara rağmen egemen olup tüm insanlığın ortak değeri olmuştur. Kısacası, nesnel koşullara uygun olarak zorunlu hale gelen ve bu anlamda tamamen bilimsel olan köklü tahlil ve tespitler ışığındaki bir dizi ileri doğru değişim ve gelişim adımı, gelişmeye ayak direyen geri anlayış ve yaklaşımlara muhatap olmaktadır. İleri ile gerinin atışması diyalektiği gereği bu durum anlaşılırdır. Fakat anlaşılır olmakla birlikte, ister ileri gelişim ve değişim çizgisi olsun ve isterse de buna ayak direyen gelenekçi tutucu tutum olsun, her ikisinin de tabi olduğu ölçüt ya da prensip-
ler vardır. Nedir bu prensipler? Yeni tez de buna karşı çıkış da kendisini gerekçelendirmekle yükümlüdür. Değişimin nedenlerinin açıklanması birinci tutum için gerekliyken, neden karşı çıkıldığının gerekçeleriyle açıklanması da ikinci tutumun zorunlu olarak uyması gereken prensiptir. Peşin hükümle ve kuru kuruya bir değişim iddiası haklı olamayacağı gibi, kuru kuruya karşı çıkış da haklı ve doğru olamaz. Karşı çıkış tavrı neden ve niçin karşı çıktığını izah etmekle birlikte, karşı çıktığı şeyi öncelikle bilmek ve anlamak zorundadır. İncelemeden, okumadan, bakmadan, değerlendirmeden salt değişim var diye karşı çıkmak hiç bir bilimsel değer taşımaz. Haklı da olmaz. Ama değişim gerçeğini fırsat olarak değerlendirip iç tavrını hayata geçirmek için zemin edinmek isteyenler varsa, bunların zaten bilimsel tutum karşısında bir sorumlulukları vb yoktur. Bunlar ne olursa olsun içindeki kararlarını hayata geçirmeye kararlıdırlar. Yani ekseriyetle bunların sorunu değişimin olumlu mu yoksa olumsuz mu olduğu sorunu değil, bunların derdi iç eğilimlerini pratiğe dökme derdidir. Bazı istisnalar hariç tabi. Kimilerinin samimi duygularla ve dürüstçe karşı çıktığı inkar edilemez. Bu tutum karşısında ise sorun bir tartışma sorunudur. Samimi ve dürüst olanlar tartışma sürecini işleterek ikna etme veya ikna olma gerçeğine uygun hareket ederler. Son tahlilde ikisinden biri gerçekleşir veya ikna olunmaz… Ama samimi olmayanlar ise, yakaladıkları bu fırsatı tartışmaya, ikna etmeye vb gerek duymadan peşin hükümle değerlendirirler. Devrimci değişim ve ilerleme çizgisinin bunlar karşısında ‘’utanacağı’’, mahcup olacağı ya da savunmasız kalacağı zayıf bir durum yoktur! Tam tersine MLM doğrultu ve çizgi temelinde güçlü bir inanç ve kazanma azmi vardır. Atılım ve ilerleme hedefi vardır. Gelişip büyüme çabası ve amacı vardır. Partiyi ve devrimi ilerletme sorumluluğu, kararlılığı ve bilinci vardır… Pratik mücadele ve buradaki tavır tutum gerçek ayraç olarak devrimdeki duruşu göstermektedir, gösterecektir de. Her türden saldırı ve zayıflatmalara karşın ilerleme doğrultumuzu kaybetmeden uyumlu gelişme çizgisini yürüterek küçükten büyüğe doğru atılmış adımlarla devrim ve komünizm hedefimize ilerlemekte tereddüt etmeyecek, geri adım atmayacağız. Doğru bir çizgiyle ordular kurup zaferler elde edilebileceğini ama yanlış çizgilerle büyük orduların yenilgiden yenilgiye sürüklenerek yok olup gidebileceğini bilmekteyiz. Güvendiğimiz birincil esas bilimsel MLM çizgimizdir. Bulanık suda balık avlamaya çalışanlar ve kaotik ortamlardan medet umanlar bunları yaratmak için çaba sarf edebilirler. Geri ve gerici hiçbir çabadan korkumuz yoktur. Biz bulanık suların durulanacağını bilmekte ve bunu düşünerek hareket etmekteyiz.
04güncel haber
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
Askerde ‘şüpheli’ ölümlere Mahsun Yap da eklendi Edirne’de askerlik yaparken ‘şüpheli bir şekilde’ hayatını kaybeden Mahsun Yap için Dersim’de ailesi ile devrimci, demokratik ve yurtsever kurumlar tarafından Yap’ın ölüm nedeninin ortaya çıkarılması talebiyle eylem yapıldı Askerlik yaptığı sırada şüpheli bir şekilde hayatını kaybeden askerlere bir yenisi daha eklendi. Dersim doğumlu Mahsun Yap, Edirne 54. Mekanize Piyade Tugayı’nda askerliğini yaparken, 24 Kasım’da hayatını kaybetti. Çeşitli milliyetlerden çok sayıda insanın ‘çatışma süsü verilerek’ ya da ‘intihar etti’ denilerek askerdeyken öldürüldüğü olaylara çokça tanık olmaktayız. Mahsun’un hayatını kaybetmesiyle birlikte akıllara “Mahsun askerde öldürüldü mü?” sorularını getirdi.
‘Kışlalarda Kürt, Dersimli veya sol görüşlü-Aleviler öldürülüyor‘ Dersim’de ailesi ve aralarında DHF’nin de bulunduğu devrimci demokratik ve yurtsever kurumlar tarafından bir eylem gerçekleştirildi. 4 Aralık’ta Mahsun Yap’ın ölümünün arkasındaki gerçeklerin açığa çıkarılması talebiyle yapılan eylemde ‘şüpheli’ bir şekilde katledilen Yap’ın faillerinin bulunması talep edildi. Sanat Sokağı’nda bir araya gelerek “Şüpheli asker ölümlerine son! Mahsun Yap’ı kim öldürdü? Failler (katiller) bulunsun hesap sorulsun” pankartının arkasında toplanan kitle, “Katil devlet hesap verecek” , “Mahsun Yap ölümsüzdür” sloganlarıyla Seyit Rıza Meydanı’na yürüdü. Meydanda Yap’ın arkadaşı Kadir Kulbak tarafından bir açıklama yapıldı. Kışlalarda meydana gelen ölümlerin büyük bölümünün Kürt, Dersimli veya sol görüşlü-Alevi kişiler olduğunu belirten Kulbak, “Mahsun Yap kardeşimizin şahsında bugüne değin öldürülen tüm gençlerimizi bir kez daha saygıyla anıyor, şüpheli bu ölümün aydınlatılarak sorumlularını ortaya çıkarılmasını ve cezalandırılmasını istiyoruz. Bu ölümün üzerinin örtülmesine izin vermeyeceğiz” dedi. Ardından söz alan Mahsun Yap’ın babası ise şunları söyledi: “Ben de herkes gibi oğlumu büyüttüm, yaşamını kursun diye askere gönderdim. Askerde çok baskı görüyordu. Bir defa firar etti. Bitirsin kurtulsun diye kendi elimizle yeniden askere götürdük. Sürekli baskı gördüğünden bahsediyordu. Ama devlet emanetini öldürerek bize geri verdi. Başka çocuklarımız ölmesin diye tüm Dersimlilerden ve kamuoyundan mücadelemize destek vermelerini bekliyorum” dedi.
Tecride karşı mücadele Sincan F Tipi Hapishanesi’nde devrimci tutsakların kameraları kırmasının ardından tutsaklara yönelik uygulanan hücre ‘cezalarının’ ardından, tutsaklar üzerindeki saldırılar ve hak gaspları artarak devam ediyor. Sincan F Tipi Hapishanesi’ndeki saldırılar TKMP tarafından yapılan eylemle protesto edildi Kandıra 2 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde tutulan MKP dava tutsağı Veysel Kaplan, gazetemize gönderdiği mektupta, hapishane yönetimine gönderilmek üzere ilettiği mektupların ve faksların engellenerek bunlara el konulduğunu açıkladı.
Veysel Kaplan’a soruşturma açıldı Kaplan gönderdiği faks ve mektupların engellenmesine gerekçe olarak “Örgütsel iletişim kurarak örgüt propagandası yapmak” ile “TC devletini aşağılamak” iddiaları öne sürüldü. Bu engellemelerin hapishane yönetiminin keyfiyeti ve baskıları sonucu yaşandığını anlatan Kaplan, 20 Kasım 2013 tarihli kararla hakkında soruşturma açıldığını belirtti. Soruşturmanın gerekçesi olarak “Ceza İnfaz Kurumları’nda bulunan tutuklu ve hükümlüleri bilgilendirmek suretiyle örgütlediğiniz, toplu bir eyleme teşvik ettiğini anlaşılmış olup; yapmış olduğunuz eylemin gereği 5275 sayılı Kanun’un 38. Maddesine göre hakkınızda soruşturma açılmıştır” ifadeleri kullanıldı. Kaplan gazetemize gönderdiği mektupta, gönderdiği 26 faks ve mektuba 20 gün içerisinde hapishane yönetimi tarafından el konulduğunu ifade etti.
TKMP Sincan F Tipi’ndeki kamera saldırısını protesto etti Sincan F Tipi Hapishanesi’ne kameraların takılmasının 4. Haftasında, Tecrite Karşı Mücadele Platformu (TKMP) tarafından basın açıklaması yapılarak tutsaklara yö-
nelik saldırılar protesto edildi. Sincan Hapishanesi’nde tutsaklara yönelik baskılar giderek artarken, hapishane yönetiminin kameraların takılmasında ısrar etmesi, devrimci tutsaklar üzerinde tecrit saldırısının giderek artacağını göstermektedir. TKMP yaşanan bu saldırılar karşısında 3 Aralık’ta yaptığı basın açıklamasında, tutsakların karşılaştıkları tecrit uygulamalarına ve hasta tutsakların durumlarına dikkat çekerek saldırıların daha da ciddileşme eğilimi taşıdığına belirtti. Basın açıklamasında tüm duyarlı, devrimci ve demokrat kamuoyundan, sömürüye ve zulme karşı çıktığı için hapishanelere atılan, katledilmeye ve sindirilmeye çalışılan tutsakların mücadelesini büyütme çağrısı yapıldı. TKMP önümüzdeki günlerde de Ankara’da stant çalışmalarıyla tutsakları yönelik saldırıları teşhir etmeye devam edeceğini açıkladı.
‘Devrimci irade teslim alınamaz’ Sincan 1 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde hücrelerin içini görecek biçimde havalandırmaya yerleştirilen kameralar devrimci tutsaklar tarafından kırılmıştı. Kameraların kırılmasının ardından 6 Kasım’da gardiyanlar ve askerlerin saldırısına uğrayan tutsaklar, tek kişilik hücrelere götürülmüştü. Yaklaşık bir aydır tek kişilik hücrelerde tutulan tutsaklar, gardiyanlar tarafından tekrar bir araya getirilirken, tecrit koşulları derinleştirilmeye çalışılıyor. Saldırının ardından hukuksuz biçimde keyfi ‘cezalar’ verilerek tek kişilik hücrelere konulan tutsaklara bu kez de onlarca ay iletişim ve hücre ‘cezaları’ verilmesi için soruşturmalar açıldı. Tutsaklara gönderilen mektuplar ise iletişim ‘cezaları’ olmadığı halde verilmiyor. Tutsaklar bir araya getirilmesine karşın, çek pas sopası, sandalye, masa ve su gibi ihtiyaçları karşılanmıyor. Böbrek hastası tutsak Serkan Kaya ise günde 3 litre su içmesi gerektiğini belirterek gardiyanlar tarafından bu ihtiyacının karşılanmadığını ifade etti. Hapishane yönetimi hapishaneye gönderilen bilekliklere dahi el koyarak tutsaklara vermiyor. Devrimci tutsaklar hapishane yönetiminin tüm engelleme çabalarına karşın havalandırmalara yerleştirilen kameraları
kırmaya devam ediyor. Hapishane yönetiminin kamera dayatmasını kabul etmeyeceklerini anlatan devrimci tutsak Serkan Kaya,“Ya kameraları kaldıracaklar ya da sürgünler başlayacaktır” diyerek mücadelede kararlı olduklarını açıkladı.
PKK dava tutsakları açlık grevinde Tekirdağ 1 No’lu F Tipi Hapishanesi’nden Silivri 6 No’lu Hapishanesi’ne sürgün edilen 8 PKK dava tutsağının açlık grevine başlamasının ardından, 2 PKK dava tutsağı daha 5 Aralık’ta açlık grevine başladı. Edirne F Tipi Hapishanesi’nde tutulan 15 PKK dava tutsağı da hapishanede yaşanan hak gasplarına, çıplak arama dayatması, keyfi uygulama ve baskılara karşı 1 Aralık’tan itibaren süresiz dönüşümsüz açlık grevine başladı. Diyarbakır D Tipi Hapishanesi’nden Edirne F Tipi Hapishanesi’ne sürgün edilen ve hapishane girişinde çıplak aramaya tabi tutulan tutsakların da olduğu 15 PKK dava tutsağı, çıplak arama uygulaması, hastaneye sevklerin gerçekleşmemesi, idare ve hapishane savcısına yaptıkları hiçbir başvuruya yanıt verilmemesi gibi hak gasplarına karşı 1 Aralık’tan itibaren süresiz dönüşümsüz açlık grevine başladı. 120 PKK dava tutsağı, süresiz dönüşümsüz açlık grevine destek vermek amacıyla 3’er günlük dönüşümlü açlık grevi başlattı. Açlık grevine başlayan tutsaklara destek için yaklaşık 30 PKK dava tutsağının da süresiz dönüşümsüz açlık grevi başladı.
“Zavar ve diğer hasta tutsaklar serbest bırakılsın” İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu, 7 Aralık’ta Galatasaray Lisesi önünde yaptığı eylemle, 90. F oturmasını hasta tutsak Erol Zavar için yaptı. Oturma eylemi sırasında “Tecrit Öldürüyor F Tipi Hapishaneler Kapatılsın” ve “Hapishanelerde Ölüm İstemiyoruz Hasta Tutuklular Serbest Bırakılsın” pankartları açılarak hasta tutsakların isimleri ile hastalıklarının yazılı olduğu dövizler taşındı. Eylem sırasında yapılan basın açıklamasında, hapishanelerde tutsakların maruz bırakıldığı tecrit koşulları, yetersiz beslenme, hava ve güneş azlığı, bazı hapisha-
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
05
UFUK ÇİZGİSİ DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ
D
sürüyor nelerdeki aşırı doluluk ile suyun ve temizlik maddelerinin tutsaklara yeterli oranda verilmemesine dikkat çekilerek hasta tutsakların serbest bırakılması talep edildi. Sincan 1 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde tutuklu bulunan hasta tutuklu Erol Zavar’ın 13 yıldır hapishanede tutulduğunun belirtildiği basın açıklamasında, Zavar’ın mesane kanseri nedeniyle 2004’ten bu yana 28 kez ameliyat olduğu ifade edilerek, Zavar’dan 50’den fazla tümörle safra kesesinin alındığı açıklandı. Zavar’ın serbest bırakılmasının talep edildiği basın açıklamasında, hapishanelerde tutuklu bulunan ağır hasta tutsakların durumuna dikkat çekilerek hasta tutsaklara özgürlük istendi. Hapishanelerde bulunan ağır hasta tutsakların isimleri şöyle: Abdülkerim Sune, Abdullah Kalay, Abdurrahman Yıldırım, Afyon Korkmaz, Ali Ekber Oruç, Ali Teke, Angel Mtsweni, Avni Uçar, Ahmet Saygı ve Ali Akgün. Denizli’de de hasta tutsakların serbest bırakılması talebiyle DHF, ESP ve Halk Cephesi tarafından bir eylem örgütlenerek AKP İl Binası önünde basın açıklaması gerçekleştirildi. Basın açıklamasında ağır hasta tutsaklar Erol Zavar, Abdullah Kalay, Yaşar İnce, Serdar Polat ve Şerif Öner’in durumlarına dikkat çekildi. Hapishanelerde havalandırma ve koğuşlara kameraların takılmasının protesto edildiği basın açıklamasında, devletin F tipi hapishanelerde hasta tutsakların tedavilerini engelleyerek katletmeye çalıştığı belirtildi. Açıklama, devletin devrimci tutsaklara yönelik saldırılarının kamuoyunda teşhir edilerek hasta tutsaklarla içeride ve dışarıda dayanışmayı yükseltme çağrısı yapılarak sonlandırıldı.
‘Utandırmadan soyuyorlar’ Mecliste hapishanelerdeki ‘çıplak aramaya’ dair bir soru önergesini yanıtlayan Adalet Bakanı Sadullah
Ergin ‘çıplak aramanın’ mevzuatta belirtilen ‘usule’ göre ve ‘hükümlünün utanma duygusunu ihlal etmeyecek’ şekilde yapıldığını öne sürdü. Ergin önergeye verdiği cevapta şunları söyledi: “Çıplak arama olarak tabir edilen arama çeşidinin, Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzüğün 46. maddesinde düzenlediği ve istisnai durumlarda başvurulduğu; bu aramanın, hükümlünün üzerinde, kuruma sokulması veya bulundurulması yasak madde veya eşya bulunduğuna dair makul ve ciddi emarelerin bulunması ve kurum müdürünün uygun görmesi şartlarının birlikte gerçekleşmesi halinde anılan mevzuatta belirtilen usule göre ve hükümlünün utanma duygusunu ihlal etmeyecek şekilde yapıldığı anlaşılmıştır” Ergin açıklamasında tutsakların sosyalleşmesi için sohbet dahil tüm ortak alan etkinliklerinin arttırılmasına yönelik çalışmaların yürütüldüğünü iddia etti. Hapishanelerde uygulanan kitap sınırlaması uygulamasını da inkar eden Ergin,“Halihazırda odalarda bulundurulabilecek kitap sayısına ilişkin bir sınırlama bulunmadığı anlaşılmıştır” dedi. Hapishanelerde halihazırda devam eden çok sayıda hak gasplarını, işkenceleri ve saldırıları hiçe sayan Ergin, kendilerine intikal eden ‘keyfi muamele iddialarına’ dair idari işlem uygulandığını ve soruşturma açıldığını da iddia ederek şunları söyledi: “2002 ila 2013 yılları arasında keyfi muamele iddiaları ile ilgili olarak, hükümlü, tutuklu ve yakınları ile çeşitli merciler tarafından bakanlığımıza intikal eden başvurular üzerine toplam 6 bin 871 kişi hakkında işlem yapıldığı; tüm şikâyetlerin işleme alındığı; personel hakkında adli yönden ilgili cumhuriyet başsavcılıklarınca, idari yönden ise yetkililerce kanuni gereğinin yerine getirildiği anlaşılmıştır.”
≫ bakış can
emokrasi göreli tarihsel şartlar içinde ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç demokrasi aşıldıktan sonra veya demokrasiyi aşan tarihsel şartlara varıldıktan sonra ortadan kalkacaktır. O gün demokrasi politik olarak ve gerçekte de gericileşecektir, ona ihtiyaç kalmayacaktır. Ancak bugün ya da mevcut tarihsel koşullarda demokrasi politik olarak ve gerçekte ilericidir. Bundandır ki, özünde gerici olmasına karşın onu bu tarihsel koşul ve tarihsel zorunluluklar itibarıyla savunur, mücadelesini veririz. Tıpkı ortadan kalkmasını-sönüp gitmesini hedeflediğimiz devlet için mücadele edip devrimler gerçekleştirdiğimiz gibi… Eğer ihtiyaç olmasaydı doğrudan komünizme geçer ve demokrasiye gereksinim duymazdık. Eğer zorunluluk olmasaydı proletarya devletini kurup sağlamlaştırmazdık doğrudan devletsizliğe atlardık… Demokrasi büyük bir eşitlik aracı olmakla birlikte, büyük bir eşitsizlik unsurudur da. Zira o henüz ihtiyaca göre dağıtmazpaylaşmaz. Burjuva paylaşım ve hukuku öngörüp uygular. Keyfi değil elbette, tarihsel zorunluluktan. Bu tarihsel koşullarda ilerici olmasına karşın ileriki belirli tarihsel koşullarda gericidir demokrasi. Ama şu gerçeğin altı kalınca çizilmelidir ki, demokrasiyi bu gerçek ve gerekçeden ötürü boş veremez, bilakis onun için savaşır ve mümkün olduğu ölçüde onu genişletir geliştiririz. Bir şey ne kadar gelişirse o kadar başka bir şeye dönüşmeye yakınlaşmış olur. Son tahlilde demokrasiyi aşma amacıyla hareket eden bizler onun için kesinlikle mücadele etmeli, en geniş ve ileri demokrasiye ulaşmak, uygulamak için kararlı bir tavır izlemeliyiz. Bugünden demokrasiden kırpmaya gitmek veya onu sulandırıp kuşa çevirmek bizleri onu ortadan kaldırma amacına ulaşmaktan geri tutar. Demokrasi hiç şüphesiz ki bir kültürdür ve bu kültür gelişim ihtiyacı olduğu müddetçe geliştirilmelidir. Demokrasi ne kadar önemli ve ihtiyaçsa demokrasi kültürü ya da demokratik kültür de o kadar ihtiyaçtır ve önemlidir. Demokratik kültüre sahip olmayanlar veya demokrasi kültürü sığ olanlar gelişmekten geri kalacağı gibi, marjinalleşmekten de kurtulamazlar. Daha da önemlisi demokrasi kültürünün sığ olduğu yerde özgürlük de ona paralel güdük ve sınırlıdır. Sınırsız özgürlük ereğiyle hareket edenler demokrasiyi budayarak kısırlaştıran kültürden uzak olmak durumundadırlar. Demokrasi kültürü sorunlu olan yerde özgürlüklerden tam anlamıyla söz edilemeyeceği gibi, bağımsız kişilik, bağımsız irade, inisiyatif gibi unsurların gelişmesinden de söz edilemez. Tersine bunların köreltilmesinden söz edilebilir. Aynı biçimde günülüğe dayalı sağlam bir birlikten de bahsetmek olanaksızdır. Zenginliğin tersine tekçilik hüküm sürer. Sorunların ortak irade temelinde çözülmesi yerine, sorunların derinleşerek çözümsüzlüklerin egemenliği gelişir. Birlikte çalışma, ortak sorun ve görüşlerde merkezileşme zayıflayarak ortadan kalkmaya yüz tutar demokrasinin olmadığı ve demokratik kültürün sakat olduğu yerlerde. Sorun ve huzursuzluklar boy verir, her sorun bir kavga vesilesine dönüştürülür demokrasiye açlık olunan erde. En önemlisi de de-
mokrasinin zayıf, demokrasi kültürünün cılız olduğu yerlerde tartışma ve eleştiri ortamı tamamen sınırlı ve sorunlu olur. Muhalif görüş veya farklı fikre tahammül son derece sınırlı olur. Farklı fikirlerle ortak çalışma yeteneği gösterilmez, karşıt görüşler hep dışlanarak pratik güç dağıtılarak heder edilir. Demokrasi ne kadar zayıfsa, sekterizm o kadar güçlüdür. Demokrasi ne kadar zayıfsa benmerkezcilik, şefçilik, tekçilik o kadar güçlüdür, tahammül o kadar dardır. Demokrasi veya demokratik zemin birleşmenin en sağlam ve güvenilir zeminidir. ‘’Demokrasi varsa farklı fikrime rağmen kalırım’’ sözü demokrasinin birlik açısından ne derecede sağlam ve güvenilir zemin olduğunun göstergesidir. Demokrasi azsa baskı çoktur. Demokrasi azsa özgürlük de azdır. Demokrasi yoksa konuşma, ifade etme hakkı o derece zayıftır. Özcesi demokrasinin olmadığı yerde antidemokratik, baskıcı, yasakçı egemenlik vardır. Yani özgürlükler baskı altındadır. Konuşma, düşünme, savunma, mücadele etme hakkı tartışılırdır. Bu durumda da insanın en büyük ihtiyaçları tekele alınmış ve insan baskı altındadır. Bu durumda özgürlükleri ağır biçimde baltalanmış, baskı altında tutularak hakları rafa kaldırılmış insan neden böyle bir sisteme, böyle bir yapıya ve ilişkiye gereksinim duysun ki? Gerici sınıflardan farklı olduğumuz gibi, demokrasi kültürü zayıf olanlardan da farklı olmak durumundayız. Farklı fikre tahammül etmemiz gerekirken, karşıt görüşte olan insanlarla birlikte çalışmayı becermeliyiz. Hele söz konusu olan yoldaşlarımız ise çok daha geniş kucaklayış ve kavrayışla bunu becermeliyiz. Düşüncelerini sığ gördüğümüz, yanlış yaptığını düşündüğümüz ve gerçekten hatalı olan yoldaşlara karşı nasıl davranmalıyız? Hatalı yoldaşı hemen tecrit yoluna gitmemeliyiz. Burun sürtme yaklaşımına asla düşülmemelidir. Horlama, küçük görme gibi burjuva tavırlar ise, demokrasi kültüründen de öteye açıktan burjuva kültürdür. Hatalı olan yoldaşları zorluklarla yüz yüze bırakıp mahcup etme, böylece ders verme, adeta intikamcı davranarak yoldaşı işlerde tek bırakmak vb vs devrimci tutum olmadığı gibi, kolektif görevler ve çıkarlar karşısında da son derece geri ve burjuva tavırdır. Yoldaşlaşmak, zorlukları birlikte göğüsleyip birlikte mücadele etmek bir kültür olarak geliştirilmek durumundadır. Bu ihtiyaçtır ve elbette demokrasi kültürüyle alakalıdır. Demokrasi kültürü geniş olan sorunlar karşısında daha gen,iş ve rahattır, daha hoş görülüdür vb vs… Her yoldaş tam anlamıyla demokrasiyi özümsemeli ve uygulamalıdır. Bu da yetmez; demokrasi kültürüyle gerçek anlamda yoldaşlaşmalı, birleşmeli ve zorlu her sürece karşı yoldaşlarının yanında bir direnç kalesi olmalıdır. Bizler feodal köylülerden, küçükburjuva hesaplarından, hile ve oyundan uzak olmalı, dürüstlüğümüz ve samimiyetimizle kazanmalıyız. ‘’Ben yokum’’, ‘’onunla yapamam’’, ‘’seninle yapamam’’ kültürü demokrasi kültürünün yoksunluğudur esasta. Geri olanla çalışıp ilerleme, hata yapanla birleşip ilerleme ve elbette hem mücadele hem birleşme prensibiyle birleşip ilerlemek öz güvene sahip en güçlü tutumdur.
06 analiz yorum
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
Yüksekova AKP İktidarının gerçek yüzüdür! Yüksekova’da üç Kürt köylüsünün katledilmesi devletin gerçek yüzünü gösterirken ulusal hareketin ‘Barış’ sürecine kaygılı yaklaşımı devleti yeni katliam yapma yönünde cesaretlendirmektedir. Hakkari/Yüksekova’da gerilla mezarlarının tahrip edilmesi halk kitlelerinde haklı bir tepkiye yol açtı. Elbette Komünistler de dahil daha geniş kesimler de mezarların tahrip edilmesi ve bu anlamda Kürt ulusuna dönük bu denli kudurgan ve kafatasçı saldırıları lanetleyerek tepki göstermektedir. Nitekim çeşitli yerlerde protesto yürüyüşleri yapıldığı gibi, çeşitli açıklamalarla bu irade ortaya kondu. Ancak Yüksekova halkı saldırıya uğrayan mezarların kendi il.ilçesinde olmasından ötürü, mezarlara yönelik saldırı karşısında daha etkili reaksiyon göstererek meşru biçimde protesto gösterileri yaptı. Bu gösterilere saldıran polis (AKP iktidarının talimat ve politikasına bağlı olarak elbette) protesto yapan Kürt köylülerine vahşice saldırdı. Mezarlarına yapılan çirkin saldırıya tepki gösterme hakkı bile tanımadı Yüksekovalılara, Kürtlere… Polis gerçekleştirdiği bu barbar saldırıda Mehmet Reşit İşbilir ile Veysel İşbilir katletti. Kürtler yeniden kurşunlandı, yeniden katliama maruz bırakıldı. ‘’Barış, Çözüm’’ süreci Kürtlerin elini-kolunu bağlarken, ezen Türk hakim sınıflarının katletme hürriyetlerini elinde tutma imtiyazını korumaktadır. Kısacası Kürtlerin ezelden beri yaşayarak gördüğü zulüm yenileriyle bu süreçte de devam ediyor. Yüksekova halkı Mehmet Reşit ve Veysel İşbilir’in cenaze töreninde bir kez daha polisin ırkçı milliyetçi saldırısına maruz kaldı. Yüksekovalıların katledilen gençlerini anma ve cenaze töreni yapmalarının karşılığı yeni kurşunlamalar ve bir kez daha katliam oldu. Polisin kitlelere ateşli silahlarla yaptığı saldırı sonucu bu kez de Bemal Tokçu isimli Kürt genci ağır yaralandı ve kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi. Yani AKP iktidarı katliam üstüne katliam yapmaya devam ediyor. Hem de barış-çözüm süreci devam ediyor açıklamalarına rağmen… PKK gerillaları yapılan katliamlara karşı derhal refleks göstererek yol kesip dört askeri kaçırdı. Bu gelişmelerin ortasında, daha önce bir türlü ‘’uygun hava koşulları olmadığı için’’ İmralı adasına gidemeyen deniz aracı(vapur…) derhal harekete geçerek BDP heyetini İmralı adasına taşıyarak Öcalan ile görüşme sağladı. Heyetin açıklamalarıyla basına düşen haberlerde Öcalan’ın Yüksekova’da provokasyon olduğu açıklamasına yer verdi. Nitekim hemen ikinci gün PKK bu askerleri serbest bıraktı. Öyle ki, Kürt halk kitlelerinin giderek gerillalardan askerleri aldığı bile propaganda edildi. Oysa, Kürt halkı katli-
amlara karşı tepkisini göstermiş ve bu katliamlar karşısında her türden devrimci eylemi destekleme pozisyonunda olduğunu protestolarıyla ortaya koymuştur. Yüksekova halkının hiç bir eylemi provokasyon değildir. Bilakis meşru ve haklı tepkidir. Provokasyon tespiti mezarların tahrip edilmesi saldırısı anlamında bir gerçeği ifade edebilir. Provokasyon yapanın bizzat devlet olduğu aşikardır. Yani AKP iktidarı bu provokasyonun arkasındadır. Dahası provokasyondan ziyade gerilla mezarlarına dönük gerçekleştirilen ve akabinde halk kitlelerine yapılan faşist saldırı doğrudan devletin gerçeğidir. Yani provokasyondan çok AKP iktidarı veya Türk hakim sınıfları devletinin Kürt düşmanı ve faşist karakteri gündemdedir. Saldırıyı yapan bu devletin güçleri olduğu ve AKP iktidarının denetimindeki güçler olduğuna göre eğer provokasyonsa da devletin veya AKP’nin provokasyonudur. Ancak provokasyon değil, gerçekte Türk hakim sınıflarının faşist karakteri devrededir. Eğer AKP’nin dışında bir provokasyon ise, bunun AKP tarafından açığa çıkarılması gerekmektedir, kendisini ‘’zan altından’’ çıkarmak için de bunu açığa çıkarması gerekmektedir.
’ Barış’ süreci katliamlar üzerine inşa edilemez Daha da önemlisi, mezarlara yapılan kafatasçı saldırı provokasyon olsa bile, Yüksekova halkının haklı tepki ve protestosuna saldırarak gerçekleştirilen katliamlar provokasyon değil bilinçli sal-
dırılardır. Bu katliamların, katledilen üç Kürt köylüsünün kurşunlanması istenmeden ve devreye giren başka güçlerprovokatörler tarafından değil, bizzat AKP’nin kolluk güçleri tarafından gerçekleştirildi. Dolayısıyla meseleyi provokasyonla açıklamak işi geçiştirmeye, üstünü örtmeye dönük bir değerlendirme ve yaklaşım olur. Katledilen Kürt gençleri ve köylüleri açıkça gösterir ki, AKP iktidarının faşist saldırı ve katliamları devrededir. Öcalan’ın ve BDP heyetinin ‘’provokasyon’’ açıklaması ‘’Barış’’ sürecinin tehlikeye sokulmayıp sürdürülmesini hedefleyen kaygının ürünüdür. Ancak bu tutum benimsenemez. İnsanların katledilmesi uğruna bir süreci zorlamak ya da sürecin devamını insanların katledilmesi uğruna sürdürmek kabul edilemez. ‘’Barış’’ süreci sadece Kürtlerin istediği ve ihtiyaç duyduğu şey değil, aynı ölçüde AKP iktidarının da istediği ve muhtaç olduğu bir süreçtir. O vakit her iki taraf da yükümlülüklerini taşımak durumundadır. Yalnızca Kürtlerin sorumluluk duyması doğru olamaz. En önemlisi de insanların katledilmesi pahasına sorumluluk göstermesi olamaz. Kürtler ‘’Barış’’ uğruna katliamlara rıza göstermek, haklı ve meşru eylemlerinden vazgeçmek, bedel ödemek ve faşist saldırıları, katliamları sineye çekerek kendisine reva görülen zulmü kabul etmek durumunda değildir. Faşist saldırı ve katliamlar karşısında Kürt ulusu ve halk kitlelerine ‘’dur’’ diyen, ‘’sabret sineye çek’’ diyen yaklaşım asla doğru de-
ğildir. Kürtlerin kendilerine uygulanan zulüm ve katliamlara dün ve bugün gösterdiği tepki ve giriştiği mücadele haklı ve meşrudur. Dün bu haklı mücadeleye terör diyenler bugün Kürt ulusunun iradesini tanımış ve belli noktalarda geri adım atmak zorunda kalmıştır. İşte bu mesafeyi kat eden Kürt ulusunun haklı temelde giriştiği silahlı mücadele ve direnişidir. Bu gerçek bugün de geçerlidir. Kürt ulusuna zulüm ve katliamlar karşısında sessiz kal, tepki gösterme demek Kürt ulusuna en büyük haksızlık ve esarettir. Evet ‘’provokasyon’’ denen gerçeğin arka planı ‘’Barış’’ sürecinde yaşanan sorun veya tıkanmalar meselesinde yürütülen örtülü savaş ve mesaj verme gerçeğidir. Ve elbette verilen bu mesaj PKK veya Kürt cephesine uygulanan baskıdır. Kürt cephesi ve Öcalan’ın ‘’barış’’ sürecine aşırı istekli oluşunu gören AKP iktidarı bu türden saldırı ve katliamlarla sürecin tıkanabileceğini yansıtarak baskı kurmaya ve isteklerini(özellikle Rojava meselesinde) PKK ve Öcalan’a kabul ettirmeye çalışıyor. PKK, Öcalan ve bütün Kürt cephesi daha fazla ödün verme eğilimine girmemelidir. Daha fazla inisiyatif kaybetmemelidir. Ve insan yaşamının söz konusu olduğu durumları ilke olarak ele alıp gerekli tutumu almalıdır. Gerçek anlamda muhtaç durumda olan Kürt ulusu ve ulusal hareketi değil, AKP iktidarıdır. Zira mevcut ‘’barış’’ esasta onun çıkarlarını esas alan niteliktedir.
07 Kürt ulusal sorununu halkı katlederek ‘çözüyorlar’ (!) haber yorum
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
Yüksekova’da HPG’lilerin mezarlarının tahrip edilmesini protesto eden kitleye ateş açan polis Veysel İşbilir ile Mehmet Reşit İşbilir’i katletti. Veysel İşbilir ile Mehmet Reşit İşbilir’in cenaze töreni dönüşünde halka tekrar saldıran polis burada hedef gözeterek ateş ettiği Bemal Tokçu’yu da katletti. Ülke genelinde BDP öncülüğünde yapılan protestolar da polis terörünün hedefiydi Siyasi iktidar katliamlarını örtecek bir yalan bulmakta zorlanıyor artık. Bir yandan sözüm ona ‘açılımlarla’, ‘demokrasi paketleriyle’ Kürt ulusuna, azınlıklara, farklı inanç gruplarına, halka ‘barış ve özgürlük’ getireceğini vadeden iktidarın paketlerinden yine baskılar, saldırılar, katliamlar çıkıyor. Hiç şaşırtmıyor ki iktidar azgın faşist yüzünü ve kanlı ellerini ‘aklamak’ için yine ‘süreci provoke eden güçlere’ (!) yüklüyor. Ama Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında yaşayan halklar geçmişten bugüne faşist iktidarın kanlı ellerini iyi tanıyorlar artık. Kürt ulusuna ‘barış ve çözüm’ diyerek saldıranlar katliamlarına bir yenisini eklediler. 6 Aralık’ta MAYA-DER öncülüğünde Yüksekova’da HPG’lilerin mezarlarının tahrip edilmesini protesto kitleye polis saldırısı sonucu yaşanan çatışmalarda polisin ateş açması sonucu Mehmet Reşit İşbilir ile Veysel İşbilir katledildi. Gerillaların mezarlarının tahrip edilmesini protesto etmek için mezarlıkta toplanan kitle buradan ilçe merkezine yürüdü. Burada yapılan basın açıklamasının ardından polis kitleye tazyikli su ve plastik mermilerle saldırdı. Polis saldırısına karşı taş ve molotofkoyteylleriyle karşılık vererek direnişe geçen kitleye polisin ateş açması sonucu Mehmet Reşit İşbilir ile Veysel İşbilir katledildi. Cenazeler Yüksekova Devlet Hastanesi morguna kaldırıldı. Polis hastane çevresini ablukaya aldı ve hastaneden cenazeleri kaçırdı ve cenazeleri almak için Yüksekova Devlet Hastanesi önünde bekleyen kitleye yeniden saldırdı. Hastaneye girmek isteyen İşbilir ailesi ile halka gaz bombalarıyla saldıran polis otopsi için hastane morgunda bekletilen cenazeleri de ailesinden habersiz hastaneden kaçırdı.
Cenazeler on binlerin katılımıyla toprağa verildi Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde otopsileri yapılan cenazeler 11 Aralık’ta aileleri tarafından alınarak Sebze Hali Camii’nde yapılan törenin ardından konvoy eşliğinde Yüksekova’ya gönderildi. Cenazeleri Yüksekova’da on binlerce kişi karşılarken, BDP Genel Merkezi yaptığı açıklamayla, bütün il ve ilçe örgütlerini yapılacak kitlesel eylemlerle katliamı protesto etmeye çağırdı. Cenazeler konvoy eşliğinde Yüksekova’da bulunan Cengiz Topel Caddesi’ne getirildi. Cenazeyi karşılamak isteyen kitleye polis saldırdı. Polisin gaz bombalarıyla yaptığı saldırıya kitle taş ve Molotofkokteylleriyle karşılık verdi. Çatışmanın ardından aralarında BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, HDP Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel ve BDP’li milletvekillerinin bulunduğu heyetin gelmesiyle birlikte kitle cenazeyi camiye götürmek üzere yürüyüşe geçti. Abdullah Öcalan’ın fotoğrafı ile PKK bayraklarının taşındığı yürüyüşte, “Şehit namırın” , “Veysel, Reşit yoldaş ölümsüzdür” , “İsyan” sloganları atıldı. Veysel ve Reşit İşbilir on binlerin katılımıyla Bajirge Mezarlığı’nda sonsuzluğa uğurlandı. Cenaze töreninin ardından ilçeye dönen kitleye polis bir kez daha saldırdı. Mezarlık çıkışında gaz bombası, tazyikli su ve plastik mermilerle yapılan saldırıda halk polise taşlarla direndi. Polis saldırıları sırasında zırhlı bir polis aracı mezarlıktan çıkmaya çalışan kitlenin içine daldı. Çok sayıda kişi ezilme tehlikesi geçirirken, aynı araçtan etrafa rastgele ateş açıldığı öğrenildi. Yaşanan bu olay ilçedeki gerilimi daha da arttırdı. Yüksekova’da sokakları savaş alanına dönerken halk saatlerce sokak başlarında barikatlar kurarak polisle çatışmaya devam etti. Polisin saldırısı sonucu Bemal Tokçu ağır yaralanarak Yüksekova’dan Van’a sevk edilerek tedavi altına alındı.
BDP’den kitlesel eylemlere çağrı BDP Genel Merkezi yaşanan katliamın ardından bir genelge yayınlayarak tüm il ve ilçe örgütlerini Yüksekova’da yaşanan katliamı güçlü bir şekilde kitlesel eylemlerle protesto etme çağrısı yaptı. BDP’nin açıklamasında Yüksekova’da PKK’lilerin mezarlarının tahrip edilmesini protesto amacıyla MEYA-DER öncülüğünde yapılan basın açıklamasında iki kişinin polis tarafından katledildiğine dikkat çekilerek, şu ifadelere yer verildi: “Bu katliam Kürt
sorununun çözümünü istemeyen odakların ortak kontra operasyonu ve tasfiye planıdır. (…) Kurumlarımız bulunduğu tüm yerlerde yapılacak olan protesto etkinlikleriyle bu katliama güçlü cevap vermelidirler”.
gözaltına aldığı öğrenildi. Çatışmalarda çok sayıda kişi de yaralanırken, polisin attığı gazdan bir evde çocukların olduğu sırada yangın çıktı. Amed’de polisle halk arasındaki çatışmalar uzun süre devam etti.
Yüksekova’da kepenkler açılmadı
Ankara’da Yüksekova’daki katliam protesto edildi
Öte yandan Mehmet Reşit İşbilir ile Veysel İşbilir’in polis tarafından katledilmesinin ardından Yüksekova’da iki gün boyunca kepenkler açılmadı. Yüksekova esnafı yaşanan katliamı ve cenaze törenindeki saldırılar sonucu Bemal Tokçu’nun ağır yaralanmasını protesto etmek amacıyla fırın ve eczanelerin dışında kepenklerini açmadı.
BDP’nin çağrısıyla Ankara’da bir araya gelen devrimci demokratik kurumlar, Yüksekova’da Reşit İşbilir ile Veysel İşbilir’in polis tarafından katledilmesine karşı eylem yaptı. Kızılay’da bulunan İnsan Hakları Anıtı önünde bir araya gelen çok sayıda devrimci demokratik kurum, AKP İl Merkezi binasına doğru yürüyüşe geçti. Meşrutiyet Caddesi’ne gelen kitlenin önü, polisin kalkanlarla kurduğu barikatla kesildi. Barikatın kaldırılması için polisle yapılan yarım saatlik görüşmeden sonuç çıkmayınca üst geçidin ayağında basın açıklaması yapıldı.
Polis Taksim’deki Yüksekova eylemine saldırdı Katliamın ertesi günü Galatasaray Lisesi önünde katliamı protesto etmek isteyen kitle de polisin saldırısına uğradı. Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Halkların Demokratik Kongresi (HDK)’nin çağrısıyla Yüksekova’da Mehmet Reşit İşbilir ile Veysel İşbilir’in katledilmesini protesto etmek için Galatasaray Lisesi önünde basın açıklaması düzenlendi. Basın açıklamasının ardından kitle, Tarlabaşı yönüne doğru yürüyüşe geçti. Polis, kitleye gaz bombası ve plastik mermilerle saldırdı. Kitle polis saldırısına karşı taşlarla direnirken, çatışmalar bir süre devam etti.
Amed, Ankara ve birçok ilde protestolar BDP’nin çağrısının ardından başta Amed, Ankara, İzmir, Van, Kars, Adana, Antalya olmak üzere birçok il ve ilçede protestolar düzenlendi. Yaşanan katliamın ertesi günü Amed BDP il örgütü tarafından bir eylem yapılmak istendi. Amed BDP İl Örgütü’nün Koşuyolu Parkı’nda yapacağı eylem öncesinde polis il binasını ablukaya aldı. BDP İl binasının çevresine çok sayıda çevik kuvvet polisi, akrep ve TOMA’yla yığınak yapan polis, binaya giriş çıkışları engelledi. Yoldan geçen herkese kimlik kontrolü yapan polis, BDP üyelerinin Koşuyolu Parkı’na yürümesine izin vermedi. Yapılan görüşmelerden sonuç alınamaması üzerine Bayramoğlu Caddesi’nde basın açıklaması yapıldı. Açıklamanın ardından polis kitleye tazyikli su ve gaz bombalarıyla saldırdı. YDG-H üyeleri saldırıya ses bombası ve taşlarla karşılık verdi. Ses bombası nedeniyle 3 polisin yaralandığı bildirildi. Çatışmalar ara sokaklarda devam ederken, polisin çok sayıda kişiyi
Yüksekova protestosuna saldırı Antalya’da Akdeniz Üniversitesi’nde Yüksekova’da yaşanan katliamı protesto etmek isteyen öğrenciler Eğitim Fakültesi önünde toplanarak Rektörlük binasına yürümek istedi. Eylem sırasında toplanan bir grup sivil faşist öğrencilere saldırmaya çalıştı. Sivil faşistlerin ardından devreye giren polis ise önce öğrencilere saldırdı ardından en az 10 devrimci demokrat ve yurtsever öğrenciyi gözaltına aldı.
Bemal Tokçu da yaşamını yitirdi Öte yandan Mehmet Reşit İşbilir ve Veysel İşbilir’in cenaze töreni dönüşünde polisin kitleye yönelik silahlı saldırısı sonucu başından ağır yaralanan Bemal Tokçu yaşamını yitirdi. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Hastanesi Dursun Odabaşı Tıp Merkezi’nde yoğun bakımda bulunan Tokçu 11 Aralık’ta sabah saatlerinde hayatını kaybetti. Tokçu’nun cenazesi ertesi gün Yüksekova’ya getirilerek aralarında Yüksekova Belediye Başkanı Ercan Bora, BDP Yüksekova İlçe Başkanı Nail Durmaz’ın bulunduğu binlerce kişi tarafından toprağa verildi. Cenaze töreninde BDP İlçe Başkanı Durmaz ve Tokçu’nun amcasının oğlu Vahdettin Tokçu birer konuşma yaptılar. Vahdettin Tokçu yaşanan olaylarda gerçeklerin saklandığı belirterek “Bemal Tokçu’nun tüm Kürt halkının şehididir” dedi. Mezarlıkta yapılan törenin ardından halk sloganlarla şehir merkezine yürüdü. Burada daha önce olduğu gibi polisin gaz bombalı ve plastik mermili saldırısına maruz kalan kitleye polis arasında çatışmalar yaşandı.
08 güncel
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
Güncel siyasal gelişmelerde Aslında inkâr ve imhada sınır tanımayarak Osmanlı’dan bugüne hala devam eden tek millet-tek vatan- tek bayrak devlet- tek dil- vs olarak formüle edilen tekçi faşist Türk İslam konseptli hegemonyanın devam ettirilmesinden başka bir şey olmayan burjuva faşist ideoloji-politika-örgüt ve kültür yapısına uygun olarak Ilımlı İslam bayrağı altında tekçiliğin yeniden üretimini sürdürmektedir Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki yerel seçim mitingleri ana eksenli ve bunun üzerinden geliştirilen politikalar, çelişki ve tartışmaların yoğunlaştığı bir süreçten geçmekteyiz. Önümüzdeki yakın zamanda gerçekleştirilecek yerel seçimlere yönelik ülke genelinde ve her bir bölge- il- ilçemahalle ve köylere kadar yapılan mitingler, çalışmalar, teşhir ve propaganda-ajitasyonlarına ağırlık vermeye başlarken bir yandan faşist Türk hâkim sınıfları ve klikleri diğer yandan ise ilerici, yurtsever, devrimci ve komünistler çeşitli düzeylerde politikalar yürütmektedir. Güncel siyasal gelişmeler ve somut politikalara yönelik olarak 2014 Martın’ da yapılacak yerel seçimlerin, sürecin önemli belirleyici ögesi olarak daha öne çıkarak yer alacağı tartışma götürmez. Diğer yandan ise Kürt ulusal hareketinin iradesi ve temsiliyetini elinde bulunduran Öcalan’ ın sürecin öne çıkan unsurları üzerine açıklamaları- perspektifleri ve önerileri de diğer bir gündem olarak süreçte öne çıkmaktadır. Ilımlı İslam projesiyle şekillenen faşist devletin sözcüsü AKP hükümeti başbakanı R. T. Erdoğan 14 yıl önce faşist Türk hâkim sınıflarının şimdiki tali ve muhalefete düşen faşist Kemalist asker ve hükümet kliği merkezli kendi devleti tarafından Pınarhisar’da hapse girmesinden sonra ilk defa Pınarhisar ziyareti ile Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki çeşitli ulus, azınlık milliyet ve ezilen inanç gruplarına yönelik demagojik yaklaşımlar eşliğinde ideolojik politik manipülasyon hedefli önemli açıklamalarda bulunmuştur. Her şeyden önce bizzat kendi devletinin geçmişten bu yana Türkiye-Kuzey Kürdistan’ı adeta bir hapishaneye çeviren baskı ve zulümlerin sebeplerini ortadan kaldırdıkları iddiasıyla büyük bir yanılgı yaratmıştır. Faşist Türk hâkim sınıfları ve klikleri arasındaki bir yandan uluslararası emperyalist sermayeye stratejik uşaklıkta nasıl ilk sıraya gelip baş aktör olacağım diğer yandan ise tekçi faşist Türk ulus-devlet konseptini nasıl sürdürebileceğim kaygısıyla tekçi ve ötekileştirici devlet iktidarına nasıl otura-
cağına yönelik klik savaşları ve çelişkilerinden başka hiç bir anlama gelmeyen Erdoğan’ın Pınarhisar konuşması, hiç kuşku yok ki yaklaşan yerel seçimler propagandası olarak halk kitlelerinin hoşuna gidecek bir argüman ve içerikle ele alınarak, millet iradesine de bolca vurgu yapılarak sunulacaktı ve nitekim öyle de oldu. Erdoğan geçmişte başta kendilerini tehdit-kışkırtma-tahrikler ve cinayetler ile yollarından ayırmak istediklerini ama durmadıklarını ve yollarına-reformlarına devam ettiklerini, Pınarhisar’ın bir zindan değil kendileri için bir okul olduğunu, ülkede şiir okuyup şarkı söyleyen, yazı yazıp görüşlerini beyan edenlerin hapislerde kaldığını ve kimilerinin ise ülkeyi terk etmek zorunda kaldıklarını ve hayata veda ettiklerini, kimilerinin faili meçhul cinayetlere maruz kaldığını ve bütün bu antidemokratik atmosferi değiştirmek için büyük mücadeleler verildiğini dile getirmiştir. Sanki bugün, hiç bunlar yokmuş gibi yalan, demagoji ve büyük bir sahtekarlık becerisiyle toz pembe bir ülke atmosferi çizilmektedir. Oysa bizzat AKP’nin hükümette olduğu son on yılı geçen zaman dilimi ve hala devam ede geldiği üzere, değişik renk ve dillerden TürkiyeKuzey Kürdistan halkları onlarca yüzlerce ilerici, aydın, yazar, sanatçı, yurtsever, devrimci ve komünist görüş ve düşüncelerinden, kullandığı kavramlardan, yazdığı yazılardan, son derece meşru ve demokratik olan ekonomik, demokratik, akademik ve sosyal alan ile ilgili protesto ve mitinglerden, ilerici ve haklı kitle gösterilerinden ve daha birçok sorunlardan kaynaklı olarak hapishanelerde tutulmaktadır. Tehdit, şantaj, sürgün, gözaltı, tutuklama, yaralama, infaz, katliam ve daha nice uygulamalar da tüm bunların cabası. Bugünkü AKP’nin kuruluş planları, Pınarhisar’da ve bura hapishanesinde değil tam da uluslararası emperyalist sermayenin ihtiyaçları temelinde emperyalistler tarafından dizayn edilerek oluşturulmuştur. Özellikle ’28 Şubat Post modern darbesiyle palazlandırılarak ayrıştırılmış ve hakim klik olarak egemen hale getirilmiştir. Tekçi faşist Erdoğan, görmedim-duymadım-bilmiyorum şeklinde adeta üç maymunları oynayarak hareket etmekte ve bugün bütün olan bitenlere karşı büyük bir aymazlıkla yok sayıp teğet geçerek tüm argümanlarını buna göre kullanmaktadır. Büyük bir aldatmaca ve alabildiğince antidemokratik olan kendilerince ‘’demokratikleşme paketi’’ ile farklı dil ve lehçelerde seçim propagandası olmak üzere özel okullarda bu yönlü eğitimin önünü açtıklarını, aynı mantıkla nefretle mücadeleyi yükselttiklerini, siyasi partiler kanununda eş genel başkanlık- beldelerde teşkilatlanma ve devlet yardımı sistemini değiştirdiklerini dillendirerek ‘’ne kadar demokrat’’ olduklarını ispata çalışmaktadır. Aslında inkâr ve imhada sınır tanımayarak Osmanlı’dan bugüne hala devam eden tek millet-tek vatan- tek bayrak
devlet- tek dil- vs olarak formüle edilen tekçi faşist Türk İslam konseptli hegemonyanın devam ettirilmesinden başka bir şey olmayan burjuva faşist ideoloji-politika-örgüt ve kültür yapısına uygun olarak Ilımlı İslam bayrağı altında tekçiliğin yeniden üretimini sürdürmektedir. Faşist karakterini perdelemek için kendi atalarının ve kendi devletinin kanlı tarihini, inkâr ve imha siyasetlerini, faili belli devlet katliamları-gözaltı ve kayıplarını, asimilasyon ve tekçi-faşist entegrasyonları, hapishane uygulamaları, kısacası genel olarak zulüm ve sömürü politikalarını aslında eleştiri altında yeniden üretimi süreci faaliyeti içerisinde olduğu anlaşılmalıdır. Şıracının şahidi bozacı olabilir mi? Şimdiki durumda faşist katil Erdoğan kendi faşist devletinin baş aktörü olarak yer almaktadır. Devletin tekçi faşist kırmızı çizgilerinin bizzat devamcısıdır.
Mevcut argümanlar uluslararası sermayenin hizmetindedir Öyle değil midir ki, daha yakın süreçte Gezi Parkı-Taksim direnişi ile başlayarak geniş bir yelpazeye yayılan Haziran Ayaklanması karşısında direnenlere ‘’çapulcu’’ diyerek saldırı kampanyası başlatan, katleden ve onlarca-yüzlerce gözaltı ve tutuklamalarda bulunan, çokça övündüğü atası eli kanlı katil Yavuz Sultan Selim adıyla köprü inşa eden, Barzani ve Şivan ile birlikte Amed kampanyasının hemen akabinde daha gündemden düşmediği anlarda alelacele Trabzon’da ‘’Diyarbakır’da ne dediysek şimdi de aynı şeyleri söylüyor ve savunuyoruz; tek millet- tek bayraktek vatan- tek devlet’’ diyerek TC’nin kuruluşundan beri ırkçı- faşist karakterindeki özü ve içeriğinden zerre kadar geri
adım atmadıklarını net olarak gözler önüne seriyordu. Aynı şekilde hızını alamamış olacak ki daha yakın bir zamandaki 10 Aralık’ da Meclis Genel Kurulu’ nda ‘’dört tane kırmızı çizgimiz var; tek millettek bayrak- tek vatan- tek devlet’’ diyerek gece gündüz faşist hezeyanlarını yayma hevesiyle hareket etmektedir. İşte tamda Erdoğan önderliğindeki AKP hükümeti ve faşist devlet iktidarı, yukarıdan aşağıya Türk hâkim sınıfları ve klikleri, insanların farklılıklarından, kılık kıyafetlerinden, düşüncelerinden, kullandıkları bir kavramdan dahi korkmaktadırlar. Bugün sözde işçinin, memurun, çiftçinin ve köylünün hamisi olduklarını söyleyenler geçmişte bizzat faşist Kemalist hareketin ‘’köylü milletin efendisidir’’ argümanlarıyla yalan ve aldatmacalarından önemli dersler çıkararak halk kitlelerini manipüle ederek yalan ve demagojilerinde ustalaştıklarını söyleyebiliriz. Yine bugün IMF’ye ve dış güçlere borçları sıfırladık aldatmacası eşliğinde ülkedeki iç borçların artarak devam ettiği ve şişirildiği görülmektedir. Bu durum, tam da uluslararası emperyalist sermayenin her zamankinden daha fazla merkezileşmesi ve derinleşmesine uygun olarak aldığı biçimle doğrudan ilişkilidir. Kesinlikle çaresiz değiliz. Artık işçi sınıfı ve emekçi halklar, korku duvarlarının da yıkılacağı günü ve geleceklerini bizzat kendi ellerine alarak öğrenmektedirler. Faşist Erdoğan’ın inadına 2023 hiç kuşkusuz bugünden farklı olacak, ezilen ve sömürülenlerin ilerici ve devrimci tarihi kökleriyle barışmış yeni Türkiye-Kuzey Kürdistan süreci inşa etmeye devam edecektir. Sürecin önemli bir diğer gündemi ise bütün hapishanelerde olduğu gibi İmralı’da tutsak olan Öcalan’ın mesajlarıdır. Hiç
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
09
öne çıkanlar
kuşku yok ki Öcalan, başta Kürt ulusal hareketi ve toplumun önemli bir kesimi tarafından dikkate alınan, belirli düzeyde izlenen ve önemsenen duruma sahiptir. Fakat eşitsiz tutsaklık koşullarında Öcalan’ın açıklamaları tabi ki belirli sınırlılıklar içermekte ve göstermektedir. Yoksa iki tarafın tamamen eşit ve özgür koşullarda yürütülen bir süreci kesinlikle değildir. Bu kapsamda Öcalan ‘’Yüksekova katliamı paralel devletin işidir, bundan sonrada ülkenin her yerinde bu tür provokasyonlar gelişebilir, dış güçlerin ve paralel devletin parmağı vardır, gelişecek süreci bozmaya dönük provokasyonlardır, polisin de ateşkese uyması gerekmektedir, seçimler Kürt halkı için bir referandum niteliğindedir, Kürdistan’da BDP batıda HDP’ yle seçimlere girilmesi ilkesel kararımdır, DTK önemli bir kurumsallaşmaya gitmeli, Önder’e seçim için başarı diliyorum, %1015 oyla ana muhalefet görevi üstlenilebilir, bu yöntem ve ekiple anayasa yazımı zordur, 8 başlık altında önerim var bunlar anayasaya yedirilirse iyi olur, Kürt halkı için ‘ yasal zemin hukuki çerçevenin sağlanması ’, ‘ tarafların ve statülerinin bu yasal çerçevede tanımlanması ’, ‘ süreci tarafsız hakem kurulunun izlemesi ‘ başlıklarıyla üç öneride bulunuyorum, İzleme Komisyonuna barışa gerçekten inanan insanlar ve onu içselleştiren bir ekip, aydınlar, yazarlar olabilir, sürecin daha işlemesi için gazeteci heyeti buraya
gelebilmeli, dershaneler bahane şu anda AKP ile cemaat arasında bir iktidar kapışması var ve olan halka oluyor, aralarındaki çelişkinin kimseye faydası olmaz, süreçten umudumu kesmedim devlet ile de görüştüm ve düşüncelerim ve önerilerimi dile getirdim’’ vb şeklinde açıklamalarda bulunmuştur. Öncelikle Yüksekova’da halktan iki ağır yaralama ile akabinde üçe çıkan Kürt yurtseverin faşist polis tarafından katledilmesine ilişkin Öcalan, aslında Gülen cemaatini işaret etmektedir fakat bunu belirgin olarak dile getirmemektedir. Özellikle son süreçlerde TürkiyeKuzey Kürdistan’da devlet baskısı ve katliamların polis teşkilatı ana merkezli olarak gelişmesi Erdoğan ile Gülen- cemaatleri- arasındaki çıkar çelişkisi ve çatışmasının yansımaları olarak gündeme geldiği- gelebileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Yine yaklaşan yerel seçimler de HDP-BDP’ nin %10-15 oy oranıyla ana muhalefet görevi üstlenilebilir derken aslında AKP’ye en yakın oy oranıyla bir yandan CHP’ nin ana muhalefet görevini üstlenemediği diğer yandan ise bizzat CHP’ nin oy oranının düşürülerek onu zayıflatma durumunun olabileceğine işarettir. Pek tabi ki bu durum AKP’ nin de işine gelecektir zira muhalefetin parçalı ve dağınık hali AKP’yi daha da rahatlatacaktır. Ayrıca AKP önderliğindeki tekçi faşist Türk ulus- devlet konseptine entegrasyon politikalarının önemli bir parçası olarak servis edilen ‘’demokratikleşme paketi’’ ne yönelik esasta hiç bir tavır ve tutum içerisine girmeyerek bu paketin Kürt halkı için olmadığı vurgusuyla geçiştirilen durum, açık ki oportünist uzlaşmacı bir çizgi ve siyasetin ürünü olsa gerek. Hatırlanacağı üzere 21 Mart Newroz’ da Öcalan bizzat Sünni- Türk İslam helalleşmesine vurgu yapmış, aynı şekilde TBBM’ nin kuruluşundaki ruhun bugünde yeni dönemi aydınlattığını dile getirmişti. Açık ki mevcut süreçte Erdoğan ve Gülen klikleri arasında ciddi bir çelişki ve çatışmanın çıkarlar açısından fayda getirmeyeceği ve AKP içerisindeki koalisyonun sürdürülmesi yeğlenmektedir. Sürecin baş aktörleri olarak da AKP içerisinde Erdoğan kliğinin yıpranması istenmemektedir. Zira gece gündüz faşist tekçi kırmızı çizgileriyle yatıp kalkan Erdoğan liderliğindeki AKP hükümeti ve iktidarının Ilımlı İslam bayrağı eksenindeki Sünni Türkçü ulus-
devlet konseptine bir rıza olma durumuyla karşı karşıyayız. Asla unutulmamalı ki başta faşist Erdoğan olmak üzere AKP ve devletin bugünkü sözde demokratikleşme projeleri ve politikaları, kesinlikle uluslararası emperyalist sermayenin şimdiki durumda merkezileşmesi ve derinleşmesine uygun olarak devletin yeniden yapılandırılması ve toplumun bütün kesimlerine yönelik dizayn etme amaç ve hedeflerinden ayrı düşünülemez. Bu düzlemde tekçi faşist Erdoğan’ın kullandığı bütün argümanlar, yönelim ve siyasetleri de bütün bunlardan kopuk değil aksine emperyalist bağımlılık ilişkisi paralelinde Ilımlı İslam ekseni ile bire bir örtüşen niteliktedir. Bu bilinçle, bütün burjuva tarih ve medeniyetçi paradigmalara ve onun kalkınmacı- ithal ikameci- uygarlıkçı yönleri diyerek ilerici olarak lanse edilen tekçi- gerici teori pratikleri ve politikalarına köklü olarak meydan okuyoruz. Elbette dostlarımız bütün eleştiri ve ikazlarımıza rağmen görüşmelerde bulunabilir ve reform temelinde oportünist uzlaşmalara girebilir. Bu temelde bizlere düşen görev başta Kürt ulusal hareketindeki dostlarımız başta olmak üzere halk içerisinde gördüğümüz bütün kesimlerin yanlışları ile doğru yanlış temelinde ideolojik mücadeleyi de ertelemeden ve bu yönlü oportünist uzlaşmalara yer vermeden- sekter ve kuyrukçu siyasetlere girmeden eleştiri ve devrimci dostluklarda ısrar ederek gerçek ilerleme ve gelişmenin yakalanmasıdır. Yakın süreçte gerçekleştirilecek yerel seçimlerde de devrimci halkçı yerel yönetimler anlayışı temelindeki perspektifimizle ittifaklara açık olduğumuzu önemle belirtmek isteriz. Yaklaşan yerel seçimler başta olmak üzere birbirini ötelemeyen, Kürt ulusal sorunu, azınlık milliyetler ve ezilen inançlara yönelik mevcut süreçte; bütün uluslar, azınlıklar ve ezilen inançlar için tam hak eşitliği, hiç bir resmi- imtiyazlı dilin ve inancın tanınmadığı, bütün uluslar ve azınlıklar için bölgesel özerklik ve yaygın bir şekilde doğrudan yerinde yönetim mekanizmaları, organları ve örgütlenmelerinin hayata geçirildiği bir toplumsal sistem için mücadele edelim, bu yönlü ittifaklar ve eylem birlikleriyle anti-emperyalist, anti- kapitalist ve anti- faşist mücadele mevzilerini güçlendirelim.
YÖNELİM
≫ kazım cihan
MADİA’DAN MANDELA’YA BİR DERS
I
rkçı-faşist Apartheid rejimine karşı, “zenci” diye aşağılanan, Güney Afrika halkının, emperyalist sömürgeciliğe ve uşağı sisteme başkaldırısında, Madia’nın (Mandela) önder olarak, önemli hizmeti açıktır.. Egemenler,tüm bunlardan ötürü Madia’yı “azılı terörist” olarak damgalayıp gösterdi. 1962’den 1980’lere kadar 27 yıl “esir” olarak hapishanelerde tuttular. Bu, onun şahsında Güney Afrika halkına saldırıydı. Şimdi sanki bunlar yokmuş gibi, Johannesburg’da 90’ı aşkın devlet lideri Mandela’ya saygı bayrağı yükseltiyorlar.. Şüphesiz bu basit bir tiyatro değil, nedenleri olan bir durumdur.. Güney Afrika halkının meşru devrimci demokratik savaşı, dünya ezilenleri ve halklarının da dayanışmasında, emperyalist sömürgecilik sistemi Apartheid statükosu “sürdürülemez” bir hale düşmüştü. Egemenler işte böyle bir ortamda Güney Afrika halkının “mağduriyetini” ve “ırkçı” baskıyı keşfetmeye başladı. Amaç yürümeyen sistemi koşullarına göre yeniden üretmektir. Adına, “barış süreci” ve “müzakere” denilen strateji böyle devreye girdi. Bu strateji devrimci savaşı tasfiye ve emperyalist egemenlik düzenine entegre etmektir. Burada Mandela’yı plana uyum ekseninde test ettiler. Sınavı geçti. Madia artık Mandela oluyordu. Halka “aşırılıklara yönelmeyin” çağrısı yapıyordu. Beyaz ırkçı egemenliği yıkmaktan vazgeçme, dünya egemenleri kontrolünde entegrasyon çağrısı yapıyordu. Egemenlerle bu uzlaşma, sömürgecilik ve ırkçılığa karşı mücadelenin terk edilmesiydi. Uyum ve “ahenkli yaşam” adına, sınıf mücadelesine elveda eylemiydi. Egemenlerin entegrasyon stratejisine adaptasyonla, el birliğiyle Madia’yı gömüp, Mandela’yı yücelttiler.. Sonuçlarını da aldılar. Güney Afrika, emperyalistküresel sermayeye eklemlendi. Afrika Ulusal Kongresi ezenler lehine dönüştürüldü. Hükümet değişikliği sadece biçimseldi. Ezenlerle birleşen eski mağdurlar hükümetinde, Güney Afrika’da emekçiler açısından sefalet derinleşti.. Hak arayan emekçiler kurşunlandı. Zira; kapitalist sermaye birikiminin şu anki merkezileşmesi ve yoğunlaşmasına “anayasal eşitlik” , “eşit yurttaşlık” siyasetiyle tav olmanın trajikomik bir halidir yaşanan. Karşı-devrimci “reform”larla tasfiye edilen devrimin tecrübelerinden öğrenilmelidir.. Aslolan budur.. Obama’nın “Aziz Mandela” mertebesine ulaşmak hiç de iyi bir yer değildir. Antikapitalist olmayan bir konjonktürel devrimcilik ilericiliğe dönüştürülmeye müsaittir. Emperyalist manipülasyonlar ve “çözüm” stratejisiyle gericilikle “kardeşleştirilme” operasyonuna yatırılmışlardır.. Bu nokta da Mandela, Madia’dan bir kopuş örneğidir.. Aynı role aday olanların, “kazanacakları” bir emperyalist teveccüh olabilir.. Tabii ki bu, halkların kazanımı değil, emperyalist sistemi yaşatma eylemidir.. Şimdi sırada, FARC (Kolombiya), Filipinler , Ortadoğu, Kürdistan paketleri var.. Manipülasyonla “Mandela olun” daveti var.. “Eski kutuplaştırıcı duvarları yıkın” diyen duvarcılar var.. Egemenlerin bu uluslararası seferberlik bayramı olarak kutlanan Mandela merasimi “öyle olabilir miyim” diye iştahlananlara karşı şan-şöhret değil, “emekçiler için devrim diyenlerin sıradan bir neferi olmayı istiyoruz” haykırışlarının saflarında olmalıyız.. Teslim olanlar olacak, biz devrime devam edeceğiz!
10
emek haber
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
Bütçe görüşmeleri işçi ve emekçilere
Başbakan’ın ‘büyüyoruz’ sloganlarıyla yeni yılın bütçe görüşmeleri başlatılırken, Başbakan’ın söylemiyle gerçeklik arasındaki çelişkiler işçi ve emekçilere yönelik hak gasplarını da beraberinde getirmektedir Başbakanın‘büyüyoruz’ sloganlarıyla yeni yılın bütçe görüşmeleri başladı. Sürekli ağız dalaşlarına sahne olan görüşmeler, milletvekillerinin zaman zaman birbirlerine küfürleriyle devam etti. Dünyada büyümenin düştüğünü ülkemizde ise bizim anlayamadığımız büyümenin nasıl gerçekleştiği ise merak konusu oldu. İktidarı döneminde AKP hükümeti 11 adet bütçe hazırladı. Hazırlanan bütçelerin uygulanması ise genelde emekçilere gaz, zam, zulüm ve işkence olarak karşılığını buldu. Bu görüşmeler sırasında 3 genel seçim, 2 mahalli seçim atlattıklarını ifade eden Başbakan, “istikrarımızla gurur duyuyoruz” dedi. Kendinden önce gelen Menderes ve Özal dönemlerine de atıfta bulunan Başbakan Erdoğan,”biz bu büyük atılımların devamıyız” dedi. Sosyal bütçe hazırlıyoruz argümanları tamen yalandır. İşçi ve emekçilerin yükünü her fırsatta arttıran, kazanılmış haklarını gasp eden anlayış iktidarın gerçek yüzüdür. 2014 bütçesinin bu minvalde sömürü bütçesi olacağı, sermaye ve rantı ise
ihya edeceği açıktır. Bütçe hazırlanırken yani kamu gelir ve giderlerinin belirlenmesinde emek örgütlerinin hiçbirine söz verilmemiştir. Ayrıca 2013 bütçesinin denetlenme şansı ortadan kaldırılmıştır. Her bütçe yılında gelir ve giderlerin çizelgeleri ile Sayıştay tarafından sunulan raporlar bu yılki tartışmalarda sunulmamıştır. Bunun nedeni yaşanan yolsuzluğun, rantın yolsuzluklarını örtbas etmek için çokça güvendikleri Sayıştay gibi görüntüde denetim işi yapan kurumların raporlarına yansımış olma ihtimalidir.
Dünyada yaşam standardı en kötü ülkelerden biriyiz 11 yıllık iktidarı boyunca kar eden bütün kurumlar AKP tarafından satılmıştır. Uygulanan vergiler ve alınan kamu hizmeti sonucu toplanan katkı payları iktidarın yandaş kurumlarına peşkeş çekilmektedir. Sağlık ve eğitim alanında yaptığı yeniliklerle övünen iktidar, işçi ve emekçilere sağlık ve eğitimi parasıyla sunmaktadır. Dünyada yaşam standardı açısından en kötü ülkelerin başında ülkemiz gelmektedir. Mikrofonu her gördüğünde refah söylemlerini ağzından esirgemeyen iktidar, işçi ve emekçilere gelince sömürünün koşullarını günbegün artırarak köleliği dayatmaktadır. İşçilerin karşısına esnek çalışma, taşeron, güvencesiz ve uzun çalışma süreleriyle çıkan işverenler söz konusu durumdan gayet memnun olacak ki ‘Büyümeye devam, yola devam’ şiarıyla ilerlemektedir. Hazırlanan 2014 bütçesinin en büyük kaynağı işçi ve emekçilerden
peşin toplanan vergilerle oluşturulacaktır. Verilere bakacak olursak bütçenin % 86,5 i işçi ve emekçilerden alınırken, % 7,68 i ise işverenlere düşecektir. Gözünü işsizlik fonu ve kıdem tazminatına diken işverenlerin ise yine kazanan tarafta olacağı açıktır. Üç çocuk doğurmayı ve bu sayede nüfusu
arttırmayı planlayan iktidar, ülkemizi ucuz işgücü cennetine dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Kamu hizmetlerinin sınırlanması, ulaşım ve temel ihtiyaçlara her yıl zam yapılmasıyla hazırlanan bütçenin halkın yararına olmayacağı açıktır. Bunları takriben kamu emekçilerinin ve kamu hizmetlerinin devletin sırtında yük olduğu
Simit zammı ve asgari Ülkemizde halkın yaşam standartlarına dair bu istatistiki tartışmaların sürekli olarak burjuva-feodal medya üzerinden empoze edilmesi neredeyse bir kural haline gelmiştir. Buradaki amaç emekçi halkın günden güne yoksullaştığı gerçekliğini halka ‘zenginleşiyoruz ’ diye yutturma ‘başarısından’ başka bir şey değildir Geçtiğimiz günlerde burjuva medyası ‘%40’lık simit zammından’ alabildiğince bahsetti. Kimi medya grupları yaptıkları haberlerde bu zammın gerekçesini susam ve undaki fiyat artışları olduğunu anlatıp, zammı toplumsal zihnimizde meşrulaştırmaya çalışırken kimi medya grupları da klik çatışmasının doğası gereği muhalefette kalmanın kuyruk acısıyla böyle bir zammın enflasyon üzerindeki etkisini anlatmaya çalıştı. Hiç kuşkusuz kökeni hangi siyasal anlayışa (Kemalist-cemaatçi-milli görüşçü) dayanırsa dayansın bizim burjuva medyasından gerçekleri halka anlatma beklentimiz olmadığı gibi bu durum sınıf savaşının da doğasına aykırıdır. Ülkemizde özellikle son yıllarda daha gelişen iletişim teknoloji sektörünün bir parçası olarak görsel ve yazılı
medya ezilenlere karşı gerçekleri manipüle etmenin en temel aracı olarak işlevini tutarlı bir şekilde yerine getirmektedir. Ülkemizde halkın yaşam standartlarına dair bu istatistiki tartışmaların sürekli olarak medya üzerinden empoze edilmesi neredeyse bir kural haline gelmiştir. Buradaki amaç emekçi halkın günden güne yoksullaştığı gerçekliğini halka ‘zenginleşiyoruz’ diye yutturma ‘başarısından’ başka bir şey değildir. Bu durumu yaratmak için en çok ‘enflasyonun ve işsizliğin nasıl tek haneli rakamlara’ düştüğü, ’milli gelirimizin’ nasıl fırladığı, ülkemiz ekonomisin dünyanın kaçıncı güçlü ekonomisi olduğu, kişi başına düşen ‘milli gelir’den sürekli dem vurulur. Anlatılan durumların çoğu aldatmacadan ibaret olduğu ve kısmi doğruluk payı olan durumlarında sonuçlarının burjuva medyasının yorumladığı gibi olmadığı su götürmez bir gerçektir.
Enflasyon hesaplanırken kullanılan veriler gerçekliği yansıtmamaktadır Öncelikle şunu ifade edelim ki ülkemizdeki gerici faşist sistemin son 10 yıllık sürecinin (Suriye meselesi, Gezi süreci ve son süreçteki İslami cenah arasındaki dershane tartışması bu durumun dışındadır) daha önceye nazaran ekonomik ve siyasal açıdan egemen sınıflar açısından daha istikrarlı bir durumu tanımladığı doğrudur. Ancak bu ‘istikrarın’ emekçilere nasıl yansımadığını gerçek hayattan görmek istemeyen egemen
sistemin ve onun medyasının oluşturduğu ‘sanal ‘gerçeğin nasıl oluştuğuna bakmak gerekmektedir. En çok bahsedilen ‘enflasyon ve işsizliğin tek haneli rakamlara düşmesi ‘yalanı nasıl oluştuğuna bakalım. Enflasyon kabaca bir süre içinde mal ve hizmet fiyatlarındaki artışı ifade eder. Enflasyon hesaplamak için enflasyon sepeti oluşturulur ve bu sepet içine ortalama herkesin en çok kullandığı mal ve hizmetler konularak enflasyon hesaplanır. Ancak ülkemizde enflasyon hesaplanırken daha çok, çoğumuzun ne olduğunu bilmediği çalı süpürgesi, pinpon topu ya da daha az kullanılan bazı özel sektörlere dair mal ve hizmetler kullanır. Genel anlamda eğitim, sağlık, ulaşım ve gıda harcamaları kullanılmaz. Böyle bir durumda burjuva medyasının ve emekçilerin ayrı enflasyonu olur. Diğer bir mesele de ‘işsizlik’ meselesidir. Ülkemizde işsizliğin sürekli düştüğünden bahsedilir. Bu durumun en büyük nedeni ise birçok alanda güvencesiz, esnek çalışma biçimlerinin dayatılarak toplumda hatırı sayılır bir kesime ‘nöbetleşe işsizlik’ denen durumun dayatılmasıdır. Örneğin ücretli öğretmenlik yapan on binlerce öğretmen ya da İş Kur’un meslek edinme kurslarını tamamlayıp dokuz ay çalıştırıldıktan sonra işsiz bırakılan yüz binlerce emekçi genel anlamda ‘işsiz olmasına’ rağmen ülkemizde işsizlik oranının hesaplandığı dönemde bir işte çalışıyor olması sebebiyle sadece ya-
ratılan istatistiki sanal gerçeğin kurbanı olmaktan ileriye gidemiyor. Sıkça propagandası yapılan başka bir durumda ‘kişi başına düşen ortalama milli gelir’ kavramıdır. Bu durum gayri safi milli hasıla denen genel anlamda bir ülkenin ekonomisinin girdi ve çıktılarının hesaplandığı bir durumu ifade eder. Ve sonuç olarak sanal anlamda kişi başına ne kadar gelir düştüğü hesaplanır. Bu hesaplama esnasında temel veri ekonominin toplam gelirini bulmakken ülkemizde sıkça bunun propagandası üzerinden yaşam standartlarının iyileştiğine atıfta bulunur. Ancak böyle bir sav tam bir kötü niyet ve cehalet göstergesidir. Çünkü kişi başına düşen milli gelir bir yaşam standardı ölçüsü olsa da bu standart gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi sayılarla gerçek hayat arasında uçurumu ifade ederken (bu ülkelerdeki emekçilere verilen sus payının da diğer ülkelerdeki emekçilere nazaran çok daha iyi bir yaşam standartı oluşturduğu gerçekliğine rağmen), ülkemizde bu sanal gerçeklik üzerinden propaganda yapılması tam bir kara mizah örneğidir. Daha çok bir ülkenin toplam gelirinin nasıl paylaşıldığını görmek oradaki ekonomik göstergeleri bize anlatır. Bu bölüşümün adil olup olmadığı anlamak için de milletvekili maaşları ya da her yıl dünya çapında belirlenen milyar dolarlık zenginlerin listesine baktığımızda bize net tabloyu vermektedir. Örneğin gelişmiş bir İs-
emek haber
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
yıkım getiriyor diğini ifade eden Erdoğan, Gezi Parkı’nda direnen öğrencilere ‘Kredilerinizi arttırmadık mı, daha ne istiyorsunuz’ diye seslenmişti. Geçtiğimiz günlerde yaşanan dershaneler tartışmasında cemaate seslenen hükümet; “ne istediniz de vermedik, neyi almak istediniz de alamadınız” dedi. Böylelikle bütçeden ayrılan eğitim ve sağlık payları özel sektöre aktarıldı. Özel sektöre her zaman bonkör davranan iktidar, işçi ve emekçiler hastane kapılarında sürünürken özel hastanelere teşvik adı altında devlet arazilerini dağıtmaya devam etmektedir. Yeşil sermayeye ise özel okullara dönüşmesi koşuluyla teşvik verileceğinin altını çizdi. İşçi ve emekçilerin çocuklarına da göz dikenler gerek merkezi sınavları, gerekse de 4+4+4 eğitim sitemiyle eğitimi piyasalaştırmaya devam etmektedir. Dindar nesil yetiştirmek isteyenler pastadan en büyük payı İslam kisvesi altında kapmaktadır. ifade edilmektedir. Acaba kim kimin sırtına yük oluyor bunu anlamak güçtür.
Eğitim ve sağlığa en çok payı biz verdik! Eğitime ve sağlığa en çok payın kendi hükümetleri döneminde veril-
Vergiler bizlere yol, su ve elektrik olarak dönüyormuş Okullarda öğretilen işçi ve emekçilerden toplanan vergilerin halka yol, su ve elektrik olarak döndüğüdür. Ama bizler biliyoruz ki şişirme gelen faturalarla kullandığımız miktar bir yana özel şirketlere peşkeş çekilen
kurumların yükünü de ödemek zorundayız. Üstüne en doğal yaşam hakkını savunmak için çıktığımız alanlarda yediğimiz cop ve biber gazları cabasıdır. Evlatlarımıza sıkılan kurşunlar, gaz bombaları ise bütçenin nerelere aktarıldığının göstergesidir. Devrimci ve demokrat kurumlara ve emek örgütlerine yapılan baskınlar, operasyon ve gözaltıları saymıyoruz bile.
2014 bütçesi işçi ve emekçilere saldırı bütçesidir Bu minvalde hazırlanan 2014 bütçesinin gelir dağılımındaki eşitsizlikleri arttıracağı, işçileri yoksullaştıracağı açıktır. Sırtımıza her geçen gün arttırılan yükleri, işçi ve emekçiler olarak kabul etmeyeceğiz. Tasarlanan bütçenin en büyük kaynağını işçi ve emekçiler oluşturmasına karşın, sermaye çevrelerinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullanılmaktadır. Kazanılmış haklarımızı gasp etmeye yönelik dayatılan tüm yaptırımlar geri çekilmelidir. Hakkımız olan bütçe payı biz işçi ve emekçilere ödenmelidir. Zaten ücreti işçi ve emekçilerden peşin alınan eğitim ve sağlık hizmetleri iyileştirilerek tüm halkımıza parasız sunulmalıdır. İşçi ve emekçiler olarak 2014 bütçesinden payımızı istiyoruz.
ücret kandinav ülkesi olan Norveç’te kişi başına düşen milli gelir 98000 dolar olarak hesaplanırken milletvekili maaşları 7500 dolardır. Ayrıca milletvekilleri 65 yaşından sonra emekli olurken maaşlarının milli gelire oranı %7.6 iken herhangi bir yan ödemede söz konusu değildir. Bu durum ülkemiz kişi başına düşen gelir 5000 dolar olarak hesaplanır ancak söz konusu milletvekili maaşları kağıt üzerinden 5600 dolar gözükse de çoğu milletvekilinin çifte maaşla beraber 20000tl’li aştığı, iki yıl çalıştıktan sonra ömür boyu aldıkları 6000 lira maaş kendilerine ve yakınlarına sağlanan sosyal haklar, yan ödemelerinin harcırahlı oluşu gibi durum dahi milletvekili maaşlarının kişi başına düşen milli gelire oranını %56’ya çıkartıyor. Bunun dışında ülkemizde sıkça yapılan yolsuzlukların çoğunun milletvekili yakınlarınca yapılması bu gelirin gayri resmi boyutunun da hesaplanması gerektiğini ortaya koyuyor.
Ülkemizde asgari ücret alan yaklaşık 5 milyon kişi bulunmaktadır Bir diğer kıstasta milyar dolarlık zenginler listesine ülkemizden toplam geliri kendisinden fazla olan birçok ülkelerden daha fazla kişi gir-
miştir. Bu da söz konusu gelirin nasıl adaletli paylaşılmadığının acı gerçeğini ifade etmektir. Tüm bu gerçekler kendisini gün be gün emekçilere hissettirirken Başbakan Erdoğan’ın ‘asgari ücretin yarısının 4 kişilik bir ailenin çay ve simit parasına yetiyor ‘tezi egemen sınıfların emekçilerin yaşamı üzerindeki bakış açısını en çıplak biçimiyle yansımasıdır. Bahsedilen hesaplamanın komik ve gerçekçi olmadığı üzerinde durmaya gerek duymadan ‘asgari ücret’ mantığının zaten bir emekçinin kendini her gün fiziksel olarak burjuvazinin hizmetine sunması için sınırları belli bir ücretlendirme biçiminden öte bir şey olmadığını anlatmak derdindeyiz. Dolayısıyla ülkemizde Türk-İş’in yaptığı araştırmalara göre açlık sınırının 1400 lira civarında çıkması da ülkemizde geçimini ‘asgari ücret’le sağlayan yaklaşık 5 milyon işçinin yaşadığı yoksulluğu anlatmaktadır. (diğer işçi ve emekçilerinde bu tablodan payına düşen yoksulluğu aldığını unutmayalım.) Biz emekçilere ve ailelerimize her gün her öğün simit-çay menüsü üzerinden bir beslenme biçimi önermeleri egemen sınıflar açısından bir tutarsızlık değil aksine kapitalist emperyalist sistemin ve bu sistemin türevi diğer sistemlerin gerçekliğini
ifade etmektedir. Bu sistemlerde egemen sınıflara mensup kesimler bütçeden ‘aslan payını’ alırken, ezilen sınıflara mensup halk katmanları da yaşadıkları yoksulluk içinde kendilerini yeniden bu sistemin hizmetine sunma paradoksuyla yaşamaya mahkum bırakılırlar. Bu kural emekçilerden çocuklarına ‘miras’ olarak kalır. Çünkü geleceğin işçileri ve işsizler ordusu da yeteri derece eğitim, sağlık vs gibi hizmetleri alamadıkları için yeni sürecin emekçileri olarak bu yoksulluğu yaşamak zorunda kalır. Yazının başından söylediğimiz gibi ne burjuva medyasından gerçekleri ifade etme ne burjuvaziden adil bir paylaşım beklentimiz olmadığı gibi gelişmiş kapitalist ülkeleri övmek derdinde hiç değiliz. Sadece yıllardan beri ‘aynı geminin yolcularıyız’ söylemiyle kandırılan, emeği gasp edilen, çocuklarının geleceği çalınan ve oluşturulan sanal istatistiki gerçeklikle aldatılan kitlelere gerçeği tüm çıplaklığıyla anlatma derdindeyiz. Bu gerçek onların katmerli bir şekilde hissettiği bire bir yaşadıkları hayatlarından başka bir şey değildir. Bu hayatı da yine işçi ve emekçilerin tarihsel sınıf kininin üzerinden yükselecek onların mimarı olacağı sınıf savaşının başarıya ulaşmasıyla değişecektir.
11
‘Hekimlik onuru engellenemez’ Gezi Parkı Direnişi sırasında yapılan sağlık hizmetlerinin suç olarak ilan edilmesini protesto eden hekimler, Gezi Parkı’nda basın açıklaması yapmak isterken, polis hekimlere saldırdı 8 Ağustos günü öğle saatlerinde bir araya gelerek Gezi Parkı Direnişi sırasında verilen sağlık hizmetlerinin suç olarak ilan edilmesini protesto eden hekimler, Gezi Parkı’nda bir araya geldi. Hekimleri zorla parktan çıkararak Kazancı Yokuşu’na doğru sürükleyen çevik kuvvet polisleri ile sivil polisler, Hill Oteli’nin bulunduğu yerde kitleyi ablukaya aldı. Hill Oteli önünde basın açıklaması yapmakta kararlı davranan hekimler, “Hekimlik onuru engellenemez” sloganlarını attı. Çevik kuvvet amirinin görüntü almaya çalışan basın emekçileri üzerinde baskı kurmaya çalışması dikkat çekerken, ETHA muhabiri Emrah İlingi’nin gözaltına alındığı ve çektiği fotoğraflar silindikten sonra serbest bırakıldığı öğrenildi.
‘Hekimleri korkutmaya çalışmak bu ülkeye yapılan en büyük kötülüktür’ Basın açıklamasında AKP’nin Meclise göndererek görüşmelerine devam edilen “Sağlık Torba Yasası”nda yer alan “Olağanüstü durumlarda mesleğini icraya yetkili kişilerce acil sağlık hizmeti ulaşana kadar verilecek olan sağlık hizmeti hariç, ruhsatsız olarak sağlık hizmeti sunan veya yetkisiz kişilerce sağlık hizmeti verdirenler, bir yıldan üç yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adli para cezasıyla cezalandırılır” ifadelerin sağlık hizmetinin tanımını, hekimliğin evrensel içeriğini ve varlık sebebini ortadan kaldıracak nitelikte olduğu belirtildi. Basın açıklamasında şu ifadeler yer aldı: “Yaralanan ve şifa bekleyen insanlara tıbbi yardım ve hekimlik yapılmasını hapisle cezalandırmak nasıl bir korkunun yansımasıdır. Demokratik hiçbir ülkede görülmeyecek ölçüde polis şiddetine maruz kalan gazeteciler, sanatçılar, demokratik muhalefet kurumları, sivil toplum örgütleri, sendikalar ve odalar keyfi gözaltı ve davalarla önemli ölçüde baskı altına alınmış durumda. Bu baskıyı şimdi de ‘yaralıyı tedavi eden hekime hapis cezası’ haline dönüştürmek, değil demokratik olma iddiasını, diktatörlükle yönetilen ülke olma iddiasını bile ortadan kaldıracak. Bu ‘torbayla’ getirilmek istenen ceza, hiçbir özel hastane patronuna, uluslararası sermaye zincirine, baskıcı hastane yöneticilerine bağlı olmadan, mesleğini özgürce, yalnızca insanın yararını merkeze alarak, Gezi eylemlerinde olduğu gibi halkın yararına icra etmek isteyen, hastasının mahrem bilgilerini saklayan hekimleredir. Hekimleri korkutmaya çalışmanın, insanlarda hak arama bilincini baskılamaya kalkmanın bu ülkeye iyilik değil, en büyük kötülük olduğunu bir kez daha hatırlatırız.” Hekimlerin eylemi “Bu daha başlangıç mücadeleye devam” sloganlarıyla sona erdi.
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
Doğru ve devrimci nes Her şey bilimsel zeminde ilerletilmek ve geliştirilmek zorundadır. Komünist ideoloji ve bilimimiz başta gelmek suretiyle ilkeler ve programlar, strateji ve siyasetler, temel taktikler vb hepsinin devrimci komünist teorik ve pratiklerle ilerletilmesi ve geliştirilmesi, devrim ve sosyalizme ve oradan durmaksızın sınıfsız ve sömürüsüz komünist topluma varmanın gerekleri ve ihtiyaçları içindir Komünistler, tarihin ve geçmişlerinin bütün yönlerinin birebir asla kopyacısı olamazlar, olmadılar da. Nitekim bu şekilde hareket etseler bile bunu kesinlikle başaramazlar çünkü bu durum eşyanın tabiatına yani tarihsel ve diyalektik materyalizme aykırıdır. Zira komünist ideoloji ve bilimimiz bir doğma ve basit tekrarlardan ibaret değil tam da bir eylem kılavuzudur. Bilinir ve genel olarak kabul edilmektedir ki değişmeyen tek şey değişimdir. Fakat günümüzün ve objektif- nesnel gerçekliklerin ihtiyacına göre ve buna paralel teorik ve pratik bir değişim yeterince gösteremiyoruz. Bu kapsamda eski alışkanlıklarımız ve yeni durumlar-a göre değişmemiz gereken yönlerimizden bir türlü kopamıyor ve doğru nesnel nicel ve nitel gerçek ilerlemeleri yakalayamıyoruz. Çoğu zaman da bilimsel komünist ideolojimizin yaşayan canlı ruhu olan somut koşulların somut tahlilinden bile uzak kalıyoruz. Her ne kadar belirli düzeylerde teorik ve somut durum- gelişmelere yönelik bazı doğru tahlillerde bulunsak da hem bu durum yeterli düzeyde yapılamamakta hem de bu analiz-tahliller üzerinden yeterince araç ve yöntemler geliştiremiyoruz. O halde doğru bir politikaya sahip olmak zorundayız derken bunu sadece teorik değil bununla birlikte yani teorik pratik ve güncel-somıut-nesnel gerçekliklere uygun bir bütünlük içerisinde politikalara sahip olmak durumundayız. Gerek karşı- devrim gerekse de devrim cephesindeki ideolojik, politik, örgütsel, askeri, ekonomik, tarihsel, kavramsal, kültürel ve psikolojik aktüel durum ve gelişmeleri sürekli olarak doğru analiz-tahlil içerisinde olabilmeliyiz ki her birine yönelik teorik ve pratik görev ve sorumluluklarımızı yerine getirebilelim. Asla unutulmamalıdır ki benmerkezci ihtiraslarımıza ve öznelci- sübjektif düşünce ve çalışma tarzlarımıza yenik düşerek değil tam da doğru nesnel gerçekliklere ve gelişmelere bilimsel hürmet ve hizmet ederek ilerleyebileceğiz ve olması gereken düzeylerde gerçek gelişmeleri yakalayabileceğiz. Öyleyse düşünce yöntemi ve çalışma tarzlarımızı sürekli olarak ilerleterek devrimci-
leştirmekten korkmamalı ve kapılarımızı buna açık tutmalıyız. Mekanik materyalizmden de sürekli olarak kopma gayreti içerisinde olmalıyız. Gerçek gelişme ve ilerleme dinamikleri, her tarihsel süreç ve aşamalarda kesinlikle söz konusudur ve bu da kuşkusuz oldukça önemle bilinmesi gereken halkadır. Bilimsel gerçekler bilinmeli ve kabul edilmelidir ki her süreç ve verili her tarihsel şart-lar doğru ve yanlışlarıyla söz konusudur. Bu anlamda somut- objektif gerçeklikler ve bu verili koşullar içerisinde doğru ve yanlış, ileri ve geri vs yönler sürekli olarak her verili koşula uygun olarak bulunacaktır. Hiçbir dinamik ve nüve yoktu-r, başka alternatifimiz yoktu, biz başaramayız, şu-bu çalışmayı- görevi yerine getiremeyiz, bu şekilde hareket etmek zorunda kaldık, hata ve eksikliklerimiz, başarısızlık ve yenilgilerimiz tamamen kaçınılmazdı vb yaklaşım ve kavrayış içerisinde olmamalı ve nesnel şartların esiri haline gelmemeliyiz. Kuşkusuz objektif- nesnel gerçeklikleri ve bu yönleri görmek ve sınırlılıkları anlamak durumundayız ama bu şekillerde değil. Mesela en son 24 yoldaşın esir düşmesi koşulları tamamen ve sadece objektif- nesnel koşullara sığınarak açıklanacak bir durum değildir. Aynı zamanda sübjektif öge olarak Partimizin, merkezi önderliğin, o bölge- alandaki yönetici yoldaşların ve geçmişten bugüne eksiklik ve hatalarımızın, alışkanlıklarımızın vd birçok yönümüzün de görülerek açıklanması ve bu şekilde iki yönlü bütünlüklü değerlendirilmesi gerekmektedir. Biz komünistler her şeyden önce objektif- nesnel süreçleri ve gerçeklikleri olduğu gibi kabul eden ve üstüne doğru düzgün bir taş dahi yerleştirmeden mevcut statükoyu sürekli korumaya çalışan-lar kesinlikle değiliz ve bu şekilde olamayız. Somut ve bir o kadar nesnel şartlar ve gerçekliklerin yanında sübjektif ögenin de rolünü ve işlevini kabul ederiz ki, bu bütünlüklü durum tam da kaçınılmazlık teorisine karşı bizlerin güçlü ve doğru yanıdır. Yoksa hiçbir şey kendiliğinden ilerlemeyecek ve pek tabi ki devrime- sosyalizme ve komünizme de gitmeyecektir.
Amaç-araç ilişkisi tarihsel diyalektik bir bağ ile ele alınmalıdır İşte tam da bu halkada komünist partisinin stratejik bir araç olarak önemini kavramak durumundayız. Komünist partisi basit ve sıradan bir araç değil ve elbette her şey değildir ancak önemli stratejik vazgeçilemez bir araçtır. Kuşkusuz biz komünistler parti sevdalıları değiliz. Ancak, sınıfların varlığı, sınıflar çelişkileri- eşitsizlikler ve bu temel üzerinden yükselen kavrayış farklılıklarından kaynaklı olarak önderlere, partilere ve hem stratejik hem de taktiksel araç ve yöntemlere kesinlikle ihtiyaç duyacağız, duymaktayız da. Aynı şekilde gerek dünya düzleminde gerekse de Türkiye- Kuzey Kürdistan’da devrim ve sosyalizm mücadelesinin şiddete da-
yalı olarak gelişeceği ve halk kitlelerinin silahlı örgütlenmelerine de stratejik bir araç olarak ihtiyaç duyulacağı tartışma götürmez kabullerimiz arasındadır. Yine stratejik kolektif önderlik kurumuna bu şekilde yaklaşım gösterdiğimiz bilinmelidir. Bizim burada aslında tartışmak istediğimiz tamda bu önemli stratejik araçlara yönelik olduğu gibi aynı şekilde bütün bunlara paralel teorik ve pratik politika ve taktiklerimizin de sürekli olarak değişen ve verili objektif, nesnel gelişmelere uygun olarak gerçekleştirilmesi ve geliştirilmesidir. Tabii ki bütün bunlar da durduk yere ortaya çıkmazlar. Doğru bir araştırma ve inceleme içeren düşünce yöntemi ve çalışma tarzımızı komünist bilimimize uygun olarak teorik pratik bir hatta-seyir içerisinde ortaya koymamızı zorunlu kılar. Örgüt ve siyasi mücadele meselelerinde, duygusallığı elbette anlarız ancak duygusal refleksler ve tepkilerin asla esiri olamayız. İdeolojik ve siyasi seviyemizin sürekli olarak ilerletilememesi ve geriliklerimizden kaynaklı olarak basmakalıp parti yazıları, anlayışı ve dar deneycilikler üzerinden uzun yıllar kendimizi tekrar ve var etmeye çalıştık. Bu anlamda partiyle yatıp partiyle kalktık fakat objektif-nesnel ve somut gelişmeleri ve değişimleri yeterince göremedik. Statükolarımızı sürekli korumaya çalıştık ve bu durum aslında ciddi bir gerilemenin ve tabi ki gelişememenin önemli bir engeli haline geldi. Burada felaket tellallığı yapmamak gerekmektedir ama öznelci doğmatizm ve dar deneycilik adeta bizim belimizi kırdı. Genel ideolojik politik çizgi ve siyasetimizin doğrularıyla esas ta yetindik ve gerek dünya gerekse de Türkiye- Kuzey Kürdistan’daki nesnel-somut değişimleri yeterince ortaya koyamadık, göremedik ve bunlar üzerinden politikalar geliştiremedik. Nitel ve sıçramalı ilerleyiş ve gelişmeyi gösteremedik. Bu yanlış yanlarımızdan kurtularak, geçmiş güçlü ve doğru yanlarımıza sarılmanın bir göstergesi
de bugünkü somut-nesnel gelişmeleri doğru okuyabilmek ve buna uygun doğru politikalar geliştirebilmektir.
Gezi Parkı- Taksim Direnişinin sosyolojik alt yapısı bilimsel bir bakış açısıyla irdelenmelidir Bir yandan halk kitlelerinin kendiliğinden gelme hareketleri ve buna mukabil Haziran Ayaklanması (Gezi Parkı- Taksim) olarak ortaya çıkan güncel ve nesnel gelişmeler, Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci ve komünist hareketin ezberini de bozmuş ve güçlü sarsıcı etkiler göstermiştir. Kimi hareketler hala statüko zaptiyeciliğinde ısrar etse ve ciddi anlamda değişmeme dirayeti gösterse de atlanamaz objektif ve somut gelişmeler önemli öğretici dersler içermektedir. Bütün tarihsel kökleriyle günümüze kadar gelen ve kitlelerin kendiliğinden gelen ciddi eylemlilikleri aynı şekilde devrimci ve komünist hareketin durumunu da ideolojik, politik, örgütsel ve askeri olarak gözler önüne sermiştir. Adeta burnundan kıl aldırmayarak kitlelerin bizzat öğrencisi ve doğrudan söz, yetki ve karar sahibi haline getirecek araç ve mücadele yöntemleri-politikaları geliştirmek yerine onlar adına ve kitlelerin dolaylı dahi olmayan sözcüleri gibi hale ederek kendilerini soyutlamışlardır. Pek tabi ki halk kitleleri de devrimci ve komünist harekete mesafeli ve uzak kalmaktaydı. Ne zamanki kitlelerin kendiliğinden ey-
perspektif
nel gerçek ilerlemeler
lemleri daha militan, daha güçlü ve daha kitlesel hale geldiyse işte o zaman bir yandan devrimci ve komünist hareketi diğer yandan ise aynı paralelde devleti de sarsıcı etkileri ciddi düzeyde kendini göstermiştir. Mesela 15-16 Haziran 1971 Büyük İşçi Direnişi’ nin toplumun bütün kesimlerine, sendika ağalarına, aydınlara, devrimci ve komünist harekete güçlü ve ayrıştırıcı etkisi olup turnusol kağıdı görevi görmüştür. Bu yılın Gezi ParkıTaksim Direnişi de aynı şekilde tekçi ve ötekileştirici Sünni Türk İslam ulus-devlet erkek egemen eksenli faşist devletin hakim sınıf ve klikleri, aydın ve yazarlar, sanatçılar, kadınlar ve eşcinseller, demokrat, yurtsever, devrimci ve komünistler yani toplumun bütün kesimleri üzerinde son derece önemli bir rafine-damıtma ve ayrıştırma özelliği görevi görmüştür. Geleneksel ahlak kurallarından tutalım da benmerkezci anlayış-çizgi ve politikalara, bölgeci ve dar grupçu çizgi ve hareketlere, basit rekabetçi ve öteleyici yaklaşım ve yönelimlere, korku duvarlarına ve tekçi faşist ideoloji-politika-örgüt ve kültüre vurduğu güçlü darbeler tartışma götürmez somut-güncel nesnel gerçeklikler ve gelişmelerdir. Bazı hareketler ‘’hiçbir şey bundan sonra eskisi gibi olmayacak’’ şeklinde söylem düzeyinde de olsa önemli vurgular yaparken gerçekten son derece tarihsel ve derinlikli hata ve zaaflarımızdan da koparak ilerleyecekmiyiz sorunsalına da somut ve gerçekçi bir teorik-pra-
tik çözüm çizgisi ve pratik politikalarına da sahip olabilecek miyiz? Tamda bu hususlarda tartışmalarımızı yoğunlaştırarak analiz ve sentezler ortaya koymak durumundayız. Başta dünya olmak üzere ve onun da içerisinde Ortadoğu ve TürkiyeKuzey Kürdistan’daki somut ve objektif güncel gelişmeler yani an’a yönelik somut koşulların somut olarak tahlil edilmesi amaçlı analiz ve incelemelerimizi sürekli yaparak ve sokağın durumunu ve haleti ruhiyesini somutta ortaya koyarak somut politikalar için doğru ve nesnel bir zemin oluşturabilelim. Tarihsel, güncel ve somut koşulları itibariyle üzerinden yükseldiğimiz TürkiyeKuzey Kürdistan toprağını-özgünlükleri iyi ve somut olarak çok yönlü ve köklü tanıyamayan bir hareket çeşitli ulus ve azınlıklar, ezilen inanç gruplarına mensup halk kitlelerini de kurtuluşa götürecek doğru ve bilimsel çözüm projesini de yeterince ortaya koyamazlar. Kitlelerden, tarihinden, onların ayırıcı özelliklerinden kesinlikle öğrenmeliyiz. Dünya’da ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da yeniden ayakları üzerine basan komünist teori ve ideolojimizi sürekli devrimcileştirerek komünizme kadar devrim ve sosyalizm yolundaki çizgimizi, siyaset, örgüt ve askeri çizgilerimizi somutlaştırıp güncelleştirerek halk kitleleriyle birleşip Maoist Partiyle bütünleşerek savaşımızı geliştireceğiz. Unutulmamalı ki gözlerini kapayıp kulaklarını tıkayanlar değil, somut ve güncel nesnel gelişmelere devrimci değişim ve dönüşümde ısrar ederek güncelde mücadele edenler amaçlarına ulaşabilirler. Uluslararası Komünist Hareket(UKH) ve hareketimiz, hiçbir zaman her şey yolunda anlayışıyla hareket etmemiş ve yürümemiştir. Aksine oldukça ciddi ve bir o kadar çok sorun, görev ve sorumlulukların olduğu sürekli olarak dile getirilmiştir.
Nesnel koşullara uyan doğru değişim dönüşüm ihtiyacı eşyanın tabiyatı gereğidir Nesnel koşullara uyan doğru devrimci değişim,
gelişme ve ilerlemeye ayak direnmesi ve bu yönlü refleksler geliştirilmesi, her şeyden önce hareketimizin tarihinde önderlikler başta olmak üzere yaratılan geleneksel alışkanlıklar, tutucu ve dogmatik çizgi ve politikaların partiyi bütünlüklü olarak sarıp sarmalamasından ileri geldiğini kavramak durumundayız. Yoksa sorunu salt bireyler ve bazı tali meseleler ile açıklamaya çalışmak tam da ilke- amaç ve genel işleyiş ve disiplin haline getirilen yanlış çizgi ve siyasetlerden ne kadar uzaklaşıldığını göstermektedir. Bizlerin geçmişteki gelenekler, görüş ve analizler, tespitlerimizi, asgari ve azami programlarımızın biçim ve içeriklerini, somut- nesnel gerçeklik ve gelişmeler ya güçlendirir ya da onları zayıflatarak mahkûm eder ve devrimci temelde değişime zorlar. Çoğu zamanda devrimci değişim ve dönüşüme zorlamakta ve kendini koşulla maktadır. Zira sübjektif öge ve araç olarak komünist partisi, objektif-nesnel gerçekliklere tıpkı ustalarında ifade ettiği gibi birebir tam olarak örtüşemez ancak on-lar-a yani nesneye özne olarak alabildiğince yaklaşabiliriz. Hiçbir şey- hiçbir nesnel gerçeklik, hiçbir objektif ve sübjektif süreç-koşul keyfi ve kendiliğinden yürümemektedir ve işlememektedir. Bu temeldeki kendiliğindenci kaçınılmazlık teorisi bir burjuva idealizmi ve safsatasından ibarettir. Sübjektif ögenin rolünü ve işlevini burada önemle vurgulamakta yarar görmekteyiz ve objektif-nesnel şartların esiri olmadığımızı kabul etmekteyiz. Bu bilinçle somut- güncel ve bir o kadar nesnel doğru devrimci değişimler ve ilerlemeler, kendi verili ve tarihsel objektif ve sübjektif koşulları içerisinde doğru yanlış mücadelesi yürütülerek gelişmiş ve ilerleyerek gelişmektedir. Her tarihi süreç ya da bütün süreçler, nicel değişimler ve sıçramalı nitel ilerlemeler göstererek gelişmektedir. UKH ve hareketimiz de bundan ayrı ele alınamaz. İdeoloji, siyaset, örgüt, askeri çizgi, teori ve pratik vb her şey bu şekilde kavranmalıdır. Buradan hareketle somut ve güncel doğru tahlil ve nesnel gerçekliklere uygun doğru ve bilimsel adımları benimsiyoruz. Hareketimiz içerisinde yanlış-lar-ı yanlış-lar ile ya da iki yanlışı karşı karşıya getirerek tartışma ve uygulama hatasına da düşülmektedir. Mesela kolektivizmi savunuruz ve tekçiliği reddederiz ancak uygulamalarda tekçi yaklaşımlar gösterdiğimiz gibi bunu da çeşitli şekillerde gerekçelendirmek için argüman ve düşüncelerimizi sıralar dururuz. Yine kendi hatalı ve yanlış yanlarımızı açıklarken ‘’ e sizin de şu bu yanlışlarınız var’’ deyiveririz. Kendimiz doğru düzgün bir araştırma ve incelemede bulunmazken diğer yoldaşların araştırma ve incelemelerine burun kıvırır ve adeta delik deşik bir şekilde onu iğdiş etmek için olmadık yöntemler ve gerekçeler üreterek güçlendirmek yerine zayıflatmaya çalışırız .
Hareketimiz tarihinde, her şey eskidi ve her şey eski diyerek bir yaklaşım- her ne kadar istisnaları saymazsak- genel olarak söz konusu olmamıştır ve bu şekilde bir değerlendirme abartılı durumdur. Keza hiçbir yoldaşın özel olarak bir vitrin olma heveslisi içerisinde olmadığını da söyleyebiliriz. Hiçbir görüş, proje, tez ya da anti-tez, çizgi, siyaset vd hazır reçete halinde önümüze çıkmaz, çıkmamaktadır. Bu bilinçle gayet titiz ve berrak bir çalışma ile bütün doğru ve yanlışları, bir o kadar somut- güncel nesnel gerçeklikleri ve yönlerini bulup ortaya çıkarmak ve bunlar üzerinden doğru ve yanlışlarıyla görüş- düşünceasgari ve azami programlarımızın biçim ve içeriklerini somut olarak doldurmak zorundayız. Bu düzlemde ileriye doğru somut- güncel ve nesnel değişimleri benimsemek ve savunmak, onları teorik ve pratik olarak ortaya çıkarıp uygulamak devrimci komünist bir görevdir. Ve bu sürekli olarak izlenmesi gereken doğru diyalektik bir yöntemdir. Sürekli surette bu yönlü gelişme ve ilerleme çizgisi rehber alınarak hareket etmeliyiz. Marksist Leninist Maoist(MLM) ideoloi ve bilimimiz başta olmak üzere devrimimizin niteliği, stratejisi, görevleri, asgari ve azami toplum projelerimiz kesinlikle dogma ve donuk şeyler olarak görülmemeli ve sürekli ilerletilmesi ve geliştirilmesi gereken yönler, konu ve hususlar olarak kavranmalıdır. Bu kapsamda değişim ve gelişimi salt devrimin niteliği, stratejisi ve bu çerçevedeki tahlil ve tespitlerde kabul edip bir eylem kılavuzu olan MLM ideoloji ve bilimimiz başta gelmek üzere bütün meselelerde nicel değişimler ve sıçramalı nitel ilerlemelere yönelik kapılarımızı kapatarak bütünlüklü ve tüm yönleriyle doğru devrimci değişimi ve ilerlemeyi yakalayamayız. Bu kapsamda ki konulara karşı değişmezlik refleksi içerisinde olmak da idealist bir anlayış, tutum ve savunudur. Bu şekilde eksik ve oldukça yetersiz bir anlayış ve yaklaşıma sahip olanlar kabul etmeliler ki Marksizm Leninizm’e, Leninizm Maoizm’ e doğru sıçramalı olarak nitel ilerleme ve gelişim yönü izlemeyecekti. Dolayısıyla bununla da yetinip ‘’ hayır bundan sonra bu şekilde bir ilerleme ve gelişim olmaz- olamaz’’ diyebilir miyiz. Tabi ki hayır. O halde doğru diyalektik ve tarihsel materyalizm yöntemi, bütünlüklü ve tüm yönleriyle anlamalı ve kavramalıyız. Her şey bilimsel zeminde ilerletilmek ve geliştirilmek zorundadır. Komünist ideoloji ve bilimimiz başta gelmek suretiyle ilkeler ve programlar, strateji ve siyasetler, temel taktikler vb hepsinin devrimci komünist teorik ve pratikler ile ilerletilmesi ve geliştirilmesi, devrim ve sosyalizme ve oradan durmaksızın sınıfsız ve sömürüsüz komünist topluma varmanın gerekleri ve ihtiyaçları içindir. Maoist komünistler, bu yönelim ve perspektifle komünizme kadar doğru somut-güncel ve nesnel gerçekliklere uygun olarak ilerleyişini ve gelişimini sürdürmekte kararlı ve inatçıdırlar.
14
dünya haber
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
Fransız Sömürgeciliği ve Orta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin işgalciliğe onay vermesi iki gerçekliğin ifşa olmasını daha da derin açığa çıkarmıştır. Birinci yan bu tür uluslararası kuruluşların emperyalizmin ihtiyaçları çerçevesinde oluştuğunu ve emperyalist işgalcilik ve sömürgeciliğe ön ayak olduğu iken, ikinci yan Fransız emperyalizminin çıkarlarını korumadaki gücüdür Afrika’nın tarihsel, ekonomik, politik, kültürel gerçeği kuşkusuz sömürgecilik olgusuyla düzenlenmiştir ve bunlardan da bağımsız ele alınamaz. Bu anlamıyla bu gerçekliği, sömürgecilik gerçeği olarak da belirtebiliriz. Afrika sömürgeciliğinin kökleri tarihsel zaman diliminde oldukça derindir. Orta Afrika Cumhuriyeti’nin sömürgecilik tarihi ise Fransız sömürgesi olarak 150 yıla yaklaşan bir tarihsel zaman aralığını bulmaktadır.1880lerin son diliminden başlayan Fransız sömürgeciliği ile Afrika’nın orta kısmında oluşturulmuş sömürge devlet, Fransız meclisinde de sömürge olarak temsil edilmiştir. Bu anlamıyla Fransız emperyalizmin sömürgeciliği kurumsallaşmış, uzun bir tarihsel zamanı kapsamaktadır. Daha sonra ise 1960 yılında Fransız yanlısı bir sınıfsal zümre tarafından bağımsızlık ilan ederek Orta Afrika Cumhuriyeti adını aldı.
Görünürde bağımsız olan ülkeler gerçek anlamda sömürgeciliğin yeni bir biçimiydi 1960 tarihi aynı zamanda Afrika yılı olarak belirtilen tarihsel kesittir. Tabii ki bu bağımsız, bağımlılık süreci eski tipte sömürgecilik politikalarının dünyada tıkanıklık yaşadığı, ulusal kurtuluş savaşlarının eğrisinin yukarıya doğru ivme gösterdiği, sosyal kurtuluş mücadelelerinin güncel olduğu, kapitalist olmayan kalkınma teorileri ile milli burjuva iktidarların ulusçu devlet teorilerinin gelişim gösterdiği bir tarihsel kesitin de ortaya çıkmış olması, bu tarihsel sürecin niteliğinden kaynaklanmaktadır. Eski tipte sömürgeciliğin dönüşüm geçirmek zorunda kaldığı yeni tarihsel konjonktürel süreçte, görünürde bağımsız olan ama gerçek anlamda sömürgeciliğin yeni biçimi olan yarı sömürgecilik parametrelerindeki biçimidir. Bu anlamda Fransız emperyalizmi Afrika’daki 150 yıllık sömürgecilik politikasında konjonktürel değişimler geçirmesine rağmen, tahakkümünden ve sömürüsünden vazgeçtiği anlamına gelmediği çok açıktır. Yeni bir emperyalist sömürgecilik yöntemi olarak yarı sömürgecilik tarzında da, Fransız emperyalizmi tarihin hiçbir evresinde Afrika’daki sömürgelerinden askeri güçle-
rini çekmemiştir. Ve sayıları sürekli değişmekle birlikte askeri üstler edinmiş ve bu üstlerde küçük askeri ülkeler kurarak gücünü bu coğrafyalarda muhafaza etmiştir. Afrika’nın ekonomik, siyasal, kültürel hayatında tıpkı diğer emperyalist güçler gibi yeni şartlarına göre çeşitli manipülatör retorikler olarak hümanist kılıflar ile askeri, ekonomik, politik, kültürel tahakkümünü günümüze kadar sürdürmüştür. Bu sürdürüş belirli gerçekler yaratmakla birlikte, siyasal alanda da gerçekler yaratmıştır. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde klikler arası atışma ve darbelerin yükseldiği zemin olarak sömürgecilik, ekonomik siyasal temel olmuştur. Yoksul Afrika halkları, kliklerin iktidar mücadelesinin manivelası haline getirilmiş ve çeşitli söylemler ile tarafgir olarak kırımdan geçirilmiştir. Fransa’nın Çad’a saldırısından anlaşılacağı üzere, hem orta Afrika Cumhuriyeti’nde hem de komşu ülkelerdeki Fransız tekellerinin ekonomik çıkarları, (esasta da elmas ve altın yataklarına sahip olması, hukuki ve diğer avantajlar ve askeri üstler vb.)
Fransız emperyalizminin Orta Afrika üzerinde ve tüm Afrika’daki sömürgecilikten büyük sermaye biriktirmesinin önüne set olabilecek veya bu birikimi geriletecek her tür adıma karşı, saldırganlık şiddetinin dozajını artırarak, yoğunlaştırılmış saldırıların zaman dilimini giderek kısaltmaktadır.
Libya saldırısının arka planında Afrika’daki sömürgecilik çıkarları yer almaktadır Bu bağlamda Fransız emperyalizminin Kuzey Afrika ülkesi olan Libya’ya karşı giriştiği saldırganlık ve üstlendiği rolün arka planında Afrika’daki sömürgecilik çıkarları bulunmaktadır. Bu anlamıyla hem yeni düzenin kurucu aktörlerinden olup nüfuz alanını geliştirmekken hem de Afrika sömürgecisi olarak elindeki avantajları kaybetmemek biçiminde iki yan barındırmaktadır. Nitekim Libya’nın ve onun devrik lideri Kaddafi’nin Afrika birliği noktasındaki fikirleri ve bunun için girişmiş olduğu pratikler burada nüfuz sahibi olan emperyalistlerin belirli kamp ve ül-
keleri tarafından hoş görülecek adımlar değildi. Bu anlamda Afrika birliği ancak Fransız, İngiliz, Amerikan emperyalizmine yarar getirecekse bir onay ve uğraş hakkı anlamına gelmektedir. Mevcut durumda Afrika’da ekonomik, siyasal ilişkiler böyle bir kapsamda değildir. Yine başka bir yan var ki Afrika birliği politikası çerçevesinde Libya’nın diğer Afrika ülkelerine maddi yardımlarda bulunduğu ve bu politika emellerini daha somutlaştırma uğraşlarındandı. Bugün Libya sürecinden sonra birçok Afrika ülkesi bu desteklerden yoksun kalmış ve Afrika’daki ekonomik, siyasal yaşamda güncel olan emperyalist yeni projenin devrede olması, klik savaşları, çatışmaları ve emperyalistlerin insani kılıflar ile yeni bir düzenlemeyi yaratmak için çeşitli tipte işgal ve saldırı istemini arttırmış bulunmaktadır. Günümüz gerçeğinde, sömürü ve biçimlendirme politikaları, saldırganlıkları yeni işgalleri çeşitli biçimlerde güncelleyip durmaktadır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin işgalciliğe onay vermesi iki
dünya haber
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
15
Afrika gerçekliğin ifşa olmasını daha da derin açığa çıkarmıştır. Birinci yan bu tür uluslararası kuruluşların emperyalizmin ihtiyaçları çerçevesinde oluştuğunu ve emperyalist işgalcilik ve sömürgeciliğe ön ayak olduğu iken ikinci yan Fransız emperyalizminin çıkarlarını korumadaki gücüdür. Bu realite ışığında Fransız askeri güçlerine eklemlenmiş Afrika Barış Gücü denilen askeri kuvvetleri de direk çatışma güçleri olarak misyon üstlenmiştir. Afrika Barış Gücü olarak telaffuz edilen askeri güçler 1997’ye kadar Fransa tarafından ekonomik ve lojistik desteğinde kurulup kurumsallaştırıldığıdır. Bu ilişki bugün biraz daha örtük hale getirilmişken, bir gerçek var ki Fransız işgalciliği olarak askeri müdahale Fransız patentli güçler tarafından yürütülmektedir. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde hükümet karşıtı isyancılar olarak telaffuz edilen güçler olarak Seleka, kendini antiemperyalist ve milliyetçi olarak tanımlamaktadır. Seleka koalisyonu burjuva feodal sınıfların bir ittifakıdır. Bu anlamda OAC mücadelesinin burjuva feodal sınıfların klik savaşı olarak esasta tanımlanması en doğru belirlemeyken, bu aynı zamanda, çeşitli grupların farklı amaçlarının da olduğu gerçekliğini ortadan kaldırmaz.
Bölgesel savaşlar emperyalist düzenleme ve paylaşım ekseninde gelişmektedir Son olarak Çin emperyalizminin Afrika’daki sömürgeciliği ve nüfuz alanını geliştirme uğraşı yine Şangay altılısı olarak Güney Afrika Cumhuriyeti’nin emperyalist kamplaşmada Çin, Rus emperyalist bloğuna yarattığı avantajlar değerlendirilmeye dahil edildiğinde çok kapsamlı olarak dünyanın yeniden paylaşımının emperyalistler arasında gittikçe sertleştiği ve emperyalist ordular ve işbirlikçi iktidarların ordularının ortak hareketi, dönemin belirli özelliği olan bölgesel savaşları tırmandırdığı ve bölgesel birlikler ile bölgesel savaşların emperyalist düzenleme ve paylaşımda bölgesel ve kıta altı biçimde özellikler de geliştiği ve dönemin bu kapsamda tanımlanmasına yol açtığıdır. Yani tek devlet üzerine saldırıdan daha geniş alana saldırıya giden ana yönelim olgunluğunu geliştirmektedir. Tüm bu tablo göstermektedir ki enternasyonal proletaryanın dünya halklarının birliği ve ortak mücadelesinde dünya halkları direniş hareketi ve daha üstten dünya komünist hareketinin enternasyonal örgütlenmesi komünist enternasyonalin olmazsa olmaz bir ciddiyetle inşa edilmesidir. Dünya halklarının direniş hareketi, süreci karşılamanın en önemli politik pratik adımı olacaktır.
Gelişmeler ışığında Ukrayna AB’yle ortak ticaret anlaşmasının rafa kaldırılması, Ukrayna’yı AB, ABD merkezli kliklerin eylemlerinin sahnesi haline getirdi. Serbest Ticaret Anlaşması Ukrayna’nın Rus bağımlılığından, AB -ABD bağımlılığına doğru önemli bir adım atması anlamına gelmektedir Dünya genelinde emperyalist bloklar arasındaki mücadele sürekli olarak yeni gelişmeler ve değişiklikler biçiminde devam etmektedir. Bu bloklar arasındaki mücadelenin sürdüğü alanlardan biri de Ukrayna’dır. Geçmiş süreç ile gelişmekte olan sürecin ilişkisi bağlamında bir değerlendirme yapmak gerekmektedir. Ukrayna ve Kafkaslardaki ülkeler Rus emperyalizminin nüfuz alanlarını oluşturmaktadır. Bu anlamda “turuncu devrim”, “kadife devrim”,” gül devrimleri” silsilesi biçiminde kavramsallaştırılan politik mücadeleler, emperyalistler arası mücadele ile tarafları olan klikler arasındaki savaştı. Bir yanıyla da “kansız devrimler” olarak nitelendirilerek bir sakınca görülmeden zihinlere nakşedilmeye çalışıldı.
Devrimler olarak ifade edilen bütün darbelerin arkasında AB ve ABD emperyalistleri vardır Bu süreçte özünde AB emperyalist koalisyonu ile ABD emperyalizminin Rus emperyalizminin nüfuz alanında etkinliğini geliştirerek, Rusya’nın doğal kaynakları olarak doğal gaz ve tekeliyle Kafkas petrolleri üzerindeki nüfuz gücüne, siyasal ve ekonomik olarak kendi tekellerinin Rus tekelleriyle rekabet haklarına sahip olmaya çalışmaktadır. Ayrıca diplomatik, hukuki ve askeri alanlarda Rus emperyalizminin örgütlerini ve tekellerini gerileterek kendi ör-
gütlerini ve tekellerini sağlama almayı hedeflemektedir. Rusların etkinliğini kırma, nüfuz alanını daraltma ve Çin, Rus Şangay merkezli bloğunun Kafkaslar, Orta Asya, Pasifik, Ortadoğu üzerinde söz hakkını zayıflatmak istemektedir. Bütün bu alanların düzenlemesinde AB ve ABD emperyalistlerin ’’demokrasi ittifakı’’ teorisinin koalisyonunun hâkim kılınması amaçlandı. Devrimler olarak dillendirilen bütün darbelerin arkasında, AB emperyalist koalisyonu ve ABD emperyalizmi bulunmaktadır. Bunun önemli finansmanını ise ABD’li spekülatör yani para hırsızı Saroz sağlamaktadır. Bunun arka planında düşünce kuruluşları, vakıflar ile sivil toplum kuruluşu olarak lanse edilen örgütler bulunmaktadır. Bu anlamda dün ile bugün arasındaki ilişki diyalektik olarak birbirine bağlıdır. Ukrayna’nın hapisteki muhalefet lideri Yuliya Timoşenko AB emperyalist koalisyonu ve ABD emperyalizmin çıkarları doğrultusunda hazırlanıp iktidara oturtulan, sonra da hapishanenin yolunu tutan kesimin temsilcisiyken, Yunokoviç Rus emperyalizmiyle çıkar ortaklığı olan burjuva kliklerin temsilcisi olarak tekrardan iktidara oturdu.
Süreç AB ve ABD emperyalizminin çıkarlarına göre yönlendirilmektedir AB’yle ortak ticaret anlaşmasının rafa kaldırılması, Ukrayna’yı AB, ABD merkezli kliklerin eylemlerinin sahnesi haline getirdi. Serbest Ticaret Anlaşması Ukrayna’nın Rus bağımlılığından, AB ABD bağımlılığına doğru önemli bir adım anlamına gelmektedir. Serbest ticaret ve ortaklık anlaşması gümrük politikalarında mal dolaşımı ve finans alanının ayrıcalıklar elde etmesine, siyasal alanda politik tercihlerin ve bölgede oluşturulan çeşitli işbirliği ve anlaşmalarda ibrenin AB ve ABD yönüne dönmesine, yine hukuksal teminatların anayasal kanunlar tarafından
güvence altına alınmasına yol açacaktı. Ayrıca NATO ve askeri politik anlamda Rusya’nın çevrilmesi ve nefesinin kesilmesine yol açacak yeni olanak ve imkânların AB ve ABD lehine gelişmesine vesile olacaktır. İşte bu realite Ukrayna’daki politik atmosferin arkasındaki gerçeklerdir. AB yüksek temsilcisi ve ABD Dış İlişkiler Bakan Yardımcısı ile Ukrayna Başbakanı Yunokoviç’in meydanlarda kendilerini Avrupa yanlısı olarak tanımlayan liberal ve milliyetçi kitleleri ziyaret etmesi, muhalefete destek vermesi, AB ve ABD’nin açıklamaları durumu daha anlaşılır kılmasına vesile olmaktadır. Milliyetçi ve liberal partiler ABD ve AB yanlıları ve Rus yanlıları olan milliyetçi partiler olarak kitlelere nüfuz etmiş durumdadır. Fransız dış ilişkileri bakanının muhalefet liderlerine destek anlamına gelen muhalefetin önde gelen liderleriyle görüşme yapmaları bu sürecin çetrefilli olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca Yunokoviç’in sürece dair net olmayan söylemi dengelerin oldukça kırılgan bir karakterde olduğunu, sürece yayılacak tarzda yeni biçimlerde mücadele ve alt etme uğraşlarının bugünkü hareket kesintiye uğrarsa bile tekrardan yeni meselelerde yeni biçimlerde ortaya çıkacağını göstermektedir. SBKP’in kimi hatalı politikaları, Rus Komünist Partisi’nin Revizyonist süreci ve Rus emperyalizmine evrilişi, kitlelerden geçmiş uygulamaların yaratmış olduğu etkiden dolayı AB ve ABD yanlısı kliklere daha yakın olduğu ekonomik durumun kötü olması ve Avrupa’dan refah beklentisi bu yönelimi derinleştirmektedir. Sözün özü kazananlar herhangi bir emperyalist kamp ve onun uşakları olan klikler olacakken gerçek anlamda kitlelerin bir kez daha hayal kırıklıklarıyla kendi güçleri üzerinden bunları iktidara getirmenin faturasını baskı ve daha derin sömürü olarak ödeyecekleri gerçeğidir. Bu gerçekliğin tek dönüştürücüsü geçmiş sosyalist devletin ve hareketin hatalarından kopan yeni bir sosyalist hareketin yaratılmasıdır.
16
güncel analiz
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
Düzen-düzensizlikte emperyalizm
Eşitsizlikle büyüyen, insanlığın bilim ve teknik birikimini elinde zorla tutan bu sistemin üstesinden gelmenin yegane yolu, bilinçli, sürekli ve doğru darbeleri vurmaktan geçer. Bunu uygulayacak olan ise proleter sınıf ve ona öncülük eden komünist partilerdir. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da da Maoist hareketin ta kendisidir Üzerinde yaşadığımız coğrafyadaki gelişmeler ve de bilinçli yaratılıp, tartıştırılan güncel konular olur olmaz bizleri de ilgilendiriyor. Türk devleti reorganize edilirken, egemenler kendi sınıf çıkarları ekseninde, işbirliği yapacak bütün kesimleri de bu “sürece” eklemleme uğraşını vermektedir. Sunulan projeler, yapılan çalıştaylar, numaralandırılmış paketler, bir gecede çıkarılan torba yasaların amacı, tamamen iktidarların ömrünü uzatmaya yöneliktir. AKP eliyle yapılan yasalardan tutalım da yürütülüp uygulanan saldırgan siyasete kadar, hepsinin bir bütün olarak emperyalist politikalara hizmet etmekte olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. Bugün bulunduğumuz topraklardaki zenginlikleri ülkelerine daha rahat akıtmak için bütün yöntemleri kullanmaktadırlar. Öyle ki, bizimkisi gibi yarı-sömürge, sömürge ve bağımlı ulusların ekonomik, sosyal kurtuluşunu hedefleyen örgütlü güçleri etkisiz kılmak amacıyla, toplumun bilincini bulandırmanın yöntemlerini de çok iyi uygulamaktadırlar. Mesela kendi sınıfının / ulusunun ekonomik, toplumsal kurtuluşunu / ilerlemesini isteyen devrimci güçleri zayıflatmak ve bulundukları topraklar üzerindeki üretim araçlarını ülke çıkarları için kullanma mücadelelerini ve itirazlarını ortadan kaldırmak –ya da marjinalize etmek- amacıyla emperyalist haydutlar o ülkenin egemen sınıfları aracılığıyla – veya kendi oluşturdukları kurumlarıyla- fonlar açıp, bir süreliğine o ülkenin ezilen, sömürülen, yoksul kitlelerine yardım akıtmaya başlarlar. Sonuçta kaşıkla verilenin karşılığı kepçeyle alınacaktır!
ABD emperyalizmi ve diğer emperyalist ülkeler dünyayı talan ediyor ABD emperyalizmi başta olmak üzere, bütün emperyalist haydut güçler ve onların işbirlikçi rejimleri dünyanın tüm
zenginliklerini talan etmek amacıyla başlattıkları saldırıların öncesinde, kitleleri kandırmak, bilinçlerini bulandırmak için – tüm kirli ve kanlı araçlarıylaşu gerçekleri öne sürdüler / sürüyorlar: Komünizm, terörizm, insan hakları, özgürlük, demokrasi, refah ve kitle imha silahlarının yok edilmesi vs. vb… Avantajlıyız… Artık sıraladıkları manipülatif gerekçelerin bir hükmü kalmamıştır. Ezilen, sömürülen ve yoksul kitleler bu haydut, kan emici emperyalist güçlerin kendi sermayedarlarının çıkarlarını, işgal ettikleri ülkelerin verimli kaynaklarından yararlanıp ve stratejik değerde bulunan askeri üsler oluşturmak amacında olduklarını çok iyi bilmektedir. Çünkü yakın zamanda Yugoslavya, diğer Balkan ülkeleri, Irak, Afganistan, Libya, Mısır, Tunus vd. saldırılarının mahiyetini ve sonucunu izleyip gördüler. Avantajlıyız... Paslanmış, her yanında cerahat akan kapitalist sistem artık ölüm döşeğinde can çekişmektedir. Yaşadığımız anda ne kadar gizlemeye çalışsalar da, kaçınılmaz krizler ardı ardına birbirini izlemektedir. Kapitalizmin dünya çapındaki ilk krizi olan 1873-1896 buhranı, Ekim 1929’da tarımda ve sanayide aşırı üretim sonucu ABD’de başlayan, yine dünyanın bütün ekonomilerini etkileyen buhran… “Petrol krizi” olarak adlandırılan 1973-1976 krizine benzer,
en büyüklerinin çıkışının engellenme çabası ayan-beyandır. Bu yoz, kan emici sistemin avukatlığını yapan burjuva liberal ekonomistler, babaları olan Keynes’in kısa süreliğine soluk aldıran, fakat tarihin çöplüğüne giden “makro iktisat teorisinden” (*) yararlanıp, ahlaksız ideolojik yöntemler ve tuzaklarla sistemlerinin ömürlerini uzatmaya çalışmaktadırlar. Ama nafile bir çaba!.. Hele ki bugün “emperyalizm çağında” kapitalizmin özgürlük, demokrasi ve refah havariliği iddiasından hiçbir hükmünün, etkisinin kalmadığını milyonlarca emekçi, işçi ve köylü görmekte ve de bu kokmuş cesede son darbeyi vuracak öfkelerini bileyip, örgütlü ve birleşik hale getirmektedirler. İşte Mısır’da Tahrir, ABD’de Wall Setreet, Brezilya’da Porto Alegre, Yunanistan’da Syntagma, Arjantin’de Congresso… Tunus, Tayland, Şili, Portekiz, İspanya meydanları… İşte milyonları sokaklarda buluşturan Gezi / Taksim Direnişi… Devrimci kitleler kapitalist sisteme ve onun hempalarına öfkelerini sokaklarda ve meydanlarda bileyip, alaşağı etmek için deneyimler kazanırken, yükseklerden şehirlere inecek olan ışıltının melodik sesini duymak istiyor! Yalnız kapitalist sistemin kaçınılmaz, engellenemez krizleri doğurduğunu / doğuracağını söylesek de, bu sistemin
kendiliğinden yok olmayacağını ve ortadan kalkmayacağını da bilmeliyiz. Devamında en geniş kitlelere mevcut durumu ve gelişmeleri uygun şekilde anlatmalıyız. Eşitsizlikle büyüyen, insanlığın bilim ve teknik birikimini elinde zorla tutan bu sistemin üstesinden gelmenin yegane yolu, bilinçli, sürekli ve doğru darbeleri vurmaktan geçer. Bunu uygulayacak olan ise proleter sınıf ve ona öncülük eden komünist partilerdir… Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da da Maoist hareketin ta kendisidir.
Suriye’deki iç savaş ve çelişkilerden yararlanan Rojava Dünyada ve ülkemizde ekonomik bunalımlar sonucu meydana gelen yaygın bir kitle işsizliği ve bu “başı-boş” işsizlerin tehdidinden ürken egemenlerin, her daim yeni kaynak arayışına başladıkları bilinmektedir. Şu an en iyi kaynak, Tunus, Mısır, Libya, Suriye ve Afrika ülkelerinde olduğu gibi, haklı kitle itirazlarını tersine çevirmek, ondan yararlanmak ve hatta ihtiyaç duyulursa ajanlarınca kargaşa çıkarılarak iç savaş başlatmak ve planladıkları iç savaşın ihtiyaçlarına uygun üretime ağırlık vererek bir nebze de olsa, soluk alıp ömürlerini uzatmak isterler. Tam da bugün, Rojava’daki kazanımları yadsımadan değerlendirecek olursak, Su-
güncel analiz
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
gerçekliği ve Ortadoğu
riye’de yaşananları buna örnek gösterebiliriz. Emperyalistlerin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak adlandırılan politikalarının önemli bir basamağı olan ve uluslararası sermayenin yeni düzenlenecek pazarı olarak hedeflenen Suriye’de, bundan yaklaşık 3 yıl önce başlatılan ve birçok emperyalist güç tarafından desteklenen iç savaş, bugün gelinen aşamada en kirli, en çirkin biçimiyle devam etmektedir. Başta bizi alakadar ettiği için, Türk devleti olmak üzere, birçok emperyalist güç ve onun taşeron devletleri tarafından desteklenen şeriatçı-karanlık güçler, geri kalmış birçok ülkede olduğu gibi, Suriye’de de her türlü katliamı “mübah” sayarak, Ortadoğu’nun mazlum ve yoksul halklarına deyim yerindeyse kan kusturmakta, yerleşim yerlerinden uzaklaştırılarak zulme uğratılmaktadır. Emperyalistler her ne kadar kendi basın-yayın organlarında bahsi geçen gerici güçleri desteklemediklerini söyleseler de, bu örgütlerin kuruluşlarından tutalım da, hangi amaçla beslenip, büyütüldükleri ve kimlere hizmet ettikleri alenen bilinmektedir. ABD, İngiltere ve AB emperyalist haydutlarıyla beraber onların taşeronu S. Arabistan, Katar ile Türkiye’nin lojistik desteğini alan bu çeteler, özellikle de Kürtlerin yaşadığı böl-
gelere yönelerek katliamlar, toplu şekilde kaçırmalar ve tecavüzlerle Kürt ulusunun Rojava’da yürüttüğü özgürlük mücadelesini darbeleyerek boşa çıkarmaya çalışmaktadırlar. Suriye’de Esadların gerici BAAS (Arap Sosyalist Uyanış Partisi) rejiminin yıkılması amacıyla, El Kaide ve uzantısı çetelere her türlü desteği sunan emperyalist güçler, Ortaçağ artığı bu çeteleri Suriye’de Esad rejimiyle beraber Kürtlere karşı tetikçi olarak kullanmaya devam ediyorlar. Özellikle de son günlerde Rojava’ya saldırıların arttırılması, Kürt ulusunun bedel vererek elde ettiği kazanımları boşa çıkarmak amacıyladır. 12 Temmuz 2012’de harekete geçen Kürt ulusal güçlerinin 12 Kasım 2013 tarihinde Kurucu Meclislerini kurduğunu Qamislo’da ilan etmesi, Türkiye başta olmak üzere birçok gerici ve işbirlikçi faşist gücün tepki vermesini beraberinde getirdi. Aynı zamanda, stratejik bir konuma sahip olan Til Koçer sınır kapısının YPG güçlerince ele geçirilip, ardından Til Xelef’in de alınıp çetelerden arındırılmasından sonra Güney Kürdistan federe başkanı Mesut Barzani’yi de rahatsız etmiş oldu. Rojava halkının kanı ve canıyla elde ettiği kazanımlar, yalnızca emperyalistlerce desteklenen şeriatçı güçlerce baltalanmıyor, Güney Kürdistan aşiret-
lerince, özellikle de Barzaniler tarafında da boşa çıkarılmak isteniyor. Hiçte yabancısı olunmayan Barzani’nin ihaneti, kendisini bir kez daha sınır kapılarını Kürtlere kapatarak, Rojava’ya ambargo uygulayarak-sınıf karakterini-göstermektedir. Gerek ABD ve İsrail gerekse de Türk devletiyle arasındaki “dostluk (!)” ilişkilerini tehlikeye atmadan, daha da pekiştirmek isteyen ve bu uğurda “dostlarının” isteklerini her daim uygulamaya hazır olan işbirlikçi-feodal Barzani-aşireti-yönetiminin şaşılmayacak, bilakis utanç veren bu tutumun uşağı olduğu efendilerince ayakta alkışlanarak, Amed’de olduğu gibi podyumlara çıkarılarak tezahuratlarla pohpohlanmıştır. Mesut Barzani ve şürekasının tutumu Arap şehirlerininkinden hiç de farksız değildir. Rojava’da PYD’yi etkisiz kılmak isterken, kendi uyducukları durumunda bulunacak yavru KDP’ler oluşturmaya çabalamaktadır. Ki, Amed’deki “düetli” şovun perde arkasında Kuzey Kürdistan’da da KDP benzeri bir yapılanmanın hazırlandığı açığa çıktı. Hatta gazete köşelerinde ve haberlerinde kimi şahsiyetlerin isimleri yazılıp, öne çıkarılmaya başlandı. Suriye’nin durumuna dönecek olursak, Rusya ile ABD emperyalistlerinin anlaşmaları sonucu Esad rejimi bir süre daha efendilerine hizmetlerini sürdüreceğe benziyor. Fakat çok fazla sürmez, er ya da geç Esadların gideceği, emperyalistler tarafından üzerleri kalın çizgilerle çizilerek belirlenmiş bir gerçekliktir. Rojava’da ise, en can alıcı noktanın önderlik sorunu olduğu görülmektedir. Bir taraftan Kuzey’de İmralı uzlaşmacılığı, diğer taraftan da İmralı’nın çizgisini yürüten Salih Müslim şahsında özdeşleşen Rojava’daki uzlaşmacı tutum, devrimin kazanımlarını geriye savuracağı sinyallerini vermektedir. Tabii ki silahlı mücadele sonucu elde edilmiş kazanımları ve mevzileri kitlelere önderlik eden çizginin uzlaşma, masa başında çözüm bulma arayışlarını, İmralı’da yürütülmekte olan “çözüm sürecinden” bağımsız ele almadan takip etmeliyiz. Dünyada, Ortadoğu’da ve ülkemizdeki heyecan verici gelişmeler, bir kez daha ideolojik ve politik çizginin ne kadar önemli olduğunu, özellikle de MLM ideolojiyle donanmış komünist partinin mevcut devrimci mücadeleye / savaşa önderlik etmesinin önemini ortaya sermektedir. Öyle ki, bugün de bu boşluğu iyi değerlendirip, sınıf çelişkisi kapatılmak / perdelenmek veya geri planda tutulmak amacıyla cinsel, ulusal, dinselmezhepsel çelişkilerin, esasmış gibi ön plana çıkarılmaya çalışılması masumane değildir! Aynı zamanda unutmamak lazım, ulusal kurtuluş mücadeleleri, toplumsal ilerleme için yürütülen sınıf eksenli mücadeleleri gölgeler ve top-
17
lumsal ilerleme için yürütülen sınıf eksenli mücadeleleri gölgeler ve bazen de yutar. Her halükarda, mazlum Kürt ulusunun savaş alanlarında kazandığı her zafer, elde ettiği en ufacık kazanım, gelecek politik zaferin hızlanmasına katkı sunacaktır / sunmaktadır.
Derinleşmeliyiz İnkar edemeyeceğimiz ve sırtımızı dönemeyeceğimiz ölçüde sorun ve sıkıntılarımız var. Önemli olan mevcut problemleri doğru ele almakken, özenle üzerinde durarak duygusal ve ferdi yaklaşımları bir kenara koyup, hatta yanı başımızdan uzaklaştırarak soğukkanlı bir analizle, gelişimin ve ilerlemenin önünde engel teşkil eden yönelim ve hataları tarih perspektifimizdeki yerine oturtmaktır. Çünkü bugün karşı karşıya kalınan can sıkıcı problemler ve yetmezlikler geçmişte benzer yaşananlarla ilgili ve de birbiriyle kenetlenmiş ilişki içerisindedir. Derinleşmeliyiz! Çünkü gelişimin ön koşuludur derinleşmektir. Kırk yıllık birikimimiz ve şehitlerimizin ve halen kavga içerisinde bulunan yoldaşlarımızın bize sunduğu değerler pırlanta ışıltısıyla yolumuzu aydınlatıyor. Başarabiliriz… Başarmak zorundayız. Evet, tarihsel deneyimlerimizden de çıkaracağımız gibi, egemen birleşik güçlere karşı başlattığımız / yürüttüğümüz mücadele uzun, güç, zorlu ve bir o kadar da çetindir. Amaçlanan en büyük toplumsal dönüşüm olan, yani üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ve insanın insan tarafından acımasızca sömürülmesinin son bulmasının öyle basit ve kısa zamanda gerçekleşebileceğini sanmak, tarihsel deneyimlerden öğrenmemektir. Bunun doğru bilincine erişenler için geçmiş tarihsel süreçler birikimseldir. Yine, devrimci mücadelede ezilen, yoksul emekçi halklarımız lehine olan gelişmeleri, doğruları ve olumlulukları biriktirmek esastır. Sorunların üstesinden gelip çözebilecek birikimle ve açmazları doğru yönelimlerle aşabilecek taktik esneklikleri devreye koymamız halinde, bugün açığa çıkmış avantajları kazanımlara dönüştürebiliriz. Sonuç olarak günümüzde devrimcilik yanı başımızda cereyan eden gelişmelere duyarlılığı ve bükülmez, sağlam bir cüretle derinleşip hedefe kilitlenmeyi gerektirir. *İngiliz iktisatçı Keynes’in “makro iktisat teorisi”, kapitalist ekonomide her zaman krizlerin olabileceğini ve bu krizleri atlatmanın ancak ekonomiye devlet müdahalesiyle mümkün olabileceğini göstermeye çalışır.
18
analiz yorum
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
Örgüt ve kolektif
Örgüt kültürü ve bilinci gibi temel değerlerde nüfuz bulan yabancılaşma yahut zayıflık birçok kırılmanın zeminidir. Güçlü bir örgüt bilinci ve kültürü bir dizi başarı ve olumlulukların ana halkasıdır Her örgütlenme ya da örgütlülük bir kolektifliktir, kolektivizm demektir. Örgütsel bileşiklikten söz edip kolektif irade ve çalışmaktan bahsetmemek bu kavramları kavramamak demektir. Örgütle kolektivizm karşı karşıya konamaz bitişiklikte eşdeğer kavramlardır. Buna rağmen gerçek yaşam bir dizi anlamsızlıklara, mantık yoksunluklarına, tutarsızlık, çarpıklık ve eklektizmlere tanıklık yapar. Bu tutarsızlık kavramların değerleri ve içeriklerinden ileri gelmez. Mantık zemini ve bilimsel eğretiden de ileri gelmez. Bu tamamen insan mahsulüdür ve insan tarafından yaratılır. (Proleter devrimci insanı da bundan ayrı tutmuyoruz). İnsanın kaynak ve özne olduğu genel bir doğrudur. Sebep ne olursa olsun bir şey kesin ki, kolektivizm olmadan, kolektif çalışma özümsenmeden yaşamsallaştırılmadan örgüt, ortak irade, demokrasi ve bunlar paralelinde gerçek manada bir mücadeleden söz etmek zorlaşır. Örgüt ve mücadele yaşamında bunların doğası gereği bazı konular var ki, bunlar birer ilkedir ve olmazsa olmaz değerindedir. İlke değerindeki bu meseleler örgüt ve mücadele doğasında yaşanan bir dizi sorun ve eksikliğe benzemezler. İlkelerdeki oynamalar dolaysız olarak niteliğe tekabül ederler… Dolayısıyla da önemlidirler. Örgütün sürdürülmesi için demokrasidemokratiklik ilkesi şarttır örneğin. Demokrasinin olmadığı yerde MLM manada bir örgütten söz edilemez. Örgüt olur ama niteliği başka olur. (Buradan her nitel değişim kötüdür sonucu çıkarılmamalıdır. Bilakis ileri doğru yeni bir nitelik devrimci ve yeğdir!)
Kolektivizm bir kültürdür Örgüt ve bunun uzantısında tartışma konusu edilen kolektivizm de bir kültürdür ya da kültürün bir parçasıdır. Örgüt kültürü ve bilinci sağlam olanların kolektif bilinç ve kültürü de sağlam olur. Tersinden birincisindeki zayıflık doğrudan ikincisine de nüfuz ederek can bulur. Kültür, insanın (toplumun) ürettiği maddi/manevi değerler toplamının ideolojik yansımasıdır dersek MLM otoriteleri yanlış yorumlamış olmayız. Tanıma göre, örgüt ve kolektivizme birer kültür ya da kültürün birer parçası ya da yansımaları olduğunu söylerken yanlış yapmış olmayız. Maddi dünya ile düşün dünyası veya madde ile düşünce arasındaki mutlak bağ gibi, örgüt ile kolektivizm arasında da mutlak ve ayrılmaz sıkı bir bağ vardır. Örgüt de kolekti-
vizm de birer biçimdir. Araçtır, yöntemdir… Örgüt bir araç, kolektivizm bir yöntemdir. Örgütlenme, çalışma, iradeleşme vb yöntemidir ve elbette bu kavramların kültürüdür. Örgütçüler yani faaliyetçi ve çalışanlar kesinlikle kolektiflik prensibi ve kolektif çalışmadan ödün veremezler, vermemelidirler. Ondan ödün vermek örgüt ve ilkelerden ödün vermek demektir. Ödün vermemek sadece doğru zeminde duran için geçerli değil, bilakis öncelikle kolektif çalışmadan kaçan ve bunda zayıflık gösterenler kolektif çalışmadan-kolektiflik ilkesinde ödün vermemelidir. Kolektif çalışmayı zayıflatıp objektif olarak baltalama pratiği üzerinde kendilerine tanıyacakları hak onları kolektivizmin dışına sürükleyeceği gibi örgütten de koparıp alır. Bencil burjuva yaşam ve kültürün esiri haline getirir. Her örgütçü ya da faaliyetçi örgütün bir kolektif olduğunu bilmelidir, bilmek durumundadır. Bu bilinci zayıf olan faaliyetçinin örgüt bilinci ve örgüt kültürü de zayıftır. Faaliyetçinin tüm iyi niyetine rağmen kolektif ilkesi ve kolektif çalışmadaki kusuru objektif olarak örgüt bilincindeki zayıflık ve kusurdur. Örgüt veya kolektif kültür bireye göre tarif edilmez veya bireyin keyfince yorumlayacağı bir mesele değildir. Evrensel kabullerde tarif edildiği gibi ele alınıp anlamlandırılır. Bireyin kişisel eğilimlerine göre çizeceği çerçeve bu bilinç ve kültürden başka bir şey olur. Birey her noktada parçası olduğu kolektife tabidir. Azınlığın çoğunluğa tabi olduğu gibi… Dolayısıyla birey (yani örgütçü, faaliyetçi kişi…) kendisini örgüte ve/veya kolektife göre düzenlemelidir. Kendi çıkarlarıyla kolektifin çıkarları arasındaki tercihi kendisinden yana değil, kolektifin çıkarlarından yana olmalıdır. Bu tavır proleter devrimci ölçüyü gösteren önemdedir.
Örgütün başarısı kolektifin başarısıdır ‘İşime geldiği zaman uyarım, gelmediğinde de uymam’’ anlayışı bu kültürün en kötü hali olmakla birlikte bu yaklaşım devrimci kültürden de yoksundur. Örgüt kültürü ve bilinci gibi temel değerlerde nüfuz bulan yabancılaşma yahut zayıflık birçok kırılmanın zeminidir. Güçlü bir örgüt bilinci ve kültürü bir dizi başarı ve olumlulukların ana halkasıdır. Örgüt bilinci sağlam olan faaliyetçi genel olarak örgüte yük olmadan örgütün açıklarını kapatan bir yetenektir. Örgütün gelişmesini istemek ama doğru bir örgüt kültürü edinmemek veya kolektif temelde doğru bir çalışma anlayışıyla hareket etmemek; işte bunlar çelişik tutumlardır. Örgüt ve kolektifin çıkarlarını esas alan birey (faaliyetçi…) bu çıkarları başka bireyler gerekçesiyle ya da başka bireyler yüzünden de arka plana atamaz. ‘’X yüzünden çalışmıyor-faaliyet yürütmüyo-
rum” görüşü öznelci dar bakış açısından beslendiği gibi tamamen geri bir bilinçtir. Tabii ki, kabul edilir değildir. “Pire için yorgan yakılmadığına’’ göre, birey için de örgüt geri itilemez. Eğer geri itiliyorsa, açık ki sorun problem görülen birey sorunu değil, tamamen kişinin kendi dar ufkunun ürünüdür. Dahası salt birey değil, bireyler veya gruplar, önderler vb yapamıyor diye örgüt kolayca kenara atılamaz, bırakılamaz. Örgütün başarısı kolektifin başarısıdır ya da önermenin tersi olarak kolektif çalışma grafiği örgütün başarısının bir temelidir denebilir. Örgüt ile kolektif arasındaki bu bağ doğru orantılı olarak kolektifle birey arasında da vardır. Bireyin başarısı kolektifin başarısıyla, kolektifin başarısı da bireylerin başarısıyla yakından alakalıdır. Fakat bu diyalektik ilişkiye rağmen kolektif dışında bireyin gerçek başarısından söz
etmek felsefi hatadır. Aksi halde örgütlenmeye gerek olmaz, bireysel mücadeleler yeterli olurdu. Ama bireysel mücadelelerin örgütlü-kolektif mücadelelerin yanında son derece anlamsız ve hatta gerici olduğu açıktır. Gerici diyoruz zira bireysel mücadeleleri propaganda edip yaygınlaştırmak sınıfın örgütlenmesi önüne engel çıkarmaktır. Nitekim ihtiyaçlar belirleyicidir. Toplumların veya proletarya ve devrimci halk kitlelerinin ortak kurtuluşu ve bununla birlikte ortak düşmana sahip olmak, en önemlisi de toplumsallık realitesi ve toplumsal sistemlerin kuruluş gerçeğiyle bütün bunlar arasındaki ilişki örgütlülüğü ve örgütlü-kolektif mücadeleyi ihtiyaç haline getirerek doğruluyor. Bu ihtiyaç olduğu müddetçe ihtiyacı karşılayan araç ve yöntemler de var olacaktır. Bireycilik kapitalizmin belirgin kültürü ve özelliklerindenken, kolektivizm ise dev-
analiz yorum
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
çalışma bilinci
rimci kültürün özelliğidir. Bu iki ayrı özellik insanı ve dolayısıyla da sınıfı ve toplumu kurtuluşu yönünde eğitmekle köleliğini devam ettirme arasındaki farktır. Kapitalizm sınıfı ve toplumu bireyciliğe sevk ederek sınıf tavrına uygun olarak kanlı saltanatını sürdürmeyi amaçlar, proleter devrimciler kolektivizmi-örgütlenmeyi savunarak sınıfın ve toplum kurtuluşu ve özgürlüğünü geliştirmeyi hedef edinirler… Kolektivizm ortak amaç ve hedefler doğrultusunda birleştirilmiş çalışma, oluşturulmuş örgüt, irade ve gerçekleştirilen eylemdir. Faaliyetlerin görev bölüşümü vb biçimlerde düzenlenmesine rağmen ortak bileşen tarafından yürütülmesidir. Bireyi esas olmaktan çıkararak topluluğu, çoğunluğu esas haline getirmektir. İşleri ortak yapmaktır ve birden fazla kişinin iş yapmada vb birleşmesidir, tek irade biçiminde birlikte çalışmasıdır…
Gerekli yardımlaşma ve dayanışma duyarlılığı gösterilememektedir Kolektivizmin bir gereği de yardımlaşma, dayanışma, paylaşma gibi konularda ortaklaşmaktır. Zaten anlaşılmaz olan aynı amaç ve hedeflere sahip olan bireylerin kolektif çalışma içinde bulunamama ya da bulunmamalarıdır. Buradaki sorun paylaşılan ortak zemine gerekli değeri verme bilincinin zayıflığı ve yoldaşlık duygularıyla ortak sınıf çıkarlarına gereken anlamın verilememesidir. Örneğin, kolektif adına belli sorumluluklar vb altında yapılan işlere karşı kayıtsız kalınmaktadır. Oysa yapılan işte eksikliğin olduğu, o işte bir ihtiyacın olduğu aleni olduğu halde gerekli yardımlaşma, dayanışma duyarlılığı gösterilememektedir. Yeni Demokrasi güçlerinin ortak değeri olan bir gazetenin dağı-
tımının zayıflaması ya da kitlelere gerektiği kadar ulaştırılamaması sadece o alanda çalışanların iş midir? Hayır. Zira gazete hepimizin ortak sesi ya da yayınıdır. Ama buna karşın gazetenin karşı karşıya kaldığı dağıtım sorununda duyarlılık gösterilmemektedir. Bunun bir benzeri olarak, herhangi bir faaliyeti yürüten yoldaş veya yoldaşlar önemli oranda yardıma ihtiyaçları olduğu halde boş vakit geçirme pahasına bu yoldaşlara yardım etme duyarlılığı gösterilmemektedir. Kısacası bütün bunlar şu anlama gelir; devrimci faaliyet ve çalışmalar bu yoldaşlara heyecan vermemekte, bu yoldaşlar bu faaliyetleri ya önemsiz görmekte ya da kendi işi görmemektedirler. Sokağa çıksan her tarafta Yeni Demokrasi güçlerinden olduğunu ifade eden onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce insan bulabilirsin ama kendisini böyle ifade etmelerine karşın ortak devrimci işimizi kalkındırma, ileri taşıma noktasında duyarlılık esasta sergilenmemektedir. Sergileyenler son dere e sınırlıdır. Bu gerçek yabancılaşmayı, tasfiyeci akıma eğilmeyi, devrimci dinamizm ve ruhun sönümlendiğini işaret etmektedir. Oysa her bir yoldaşın kolektif bilinç ve çalışma kültürüne uygun davranması sanılandan çok daha hızlı gelişmeler ve ilerlemeler yaratacaktır. Hazırcı olmaktan çıkılması gerekmektedir. Nasılsa birileri yapar getirir koşullar uygun olduğunda biz de katılırız anlayışı burjuva çürük anlayıştır. Gerilla savaşı yürütülemiyor diye eleştirenler oldukça fazla. Ancak gerilla savaşıyla ilgili görev ve işler geldiğinde bu duyarlılık gösterilmemektedir bu yoldaşlar tarafından. Her şeyin kolektif bir çaba ve sorumluluklar ekseninde olduğu unutulmakta ve birilerinin yapması istenip beklenmektedir. Böyle bir kolektif bilinç ve kültür olamaz… Her şeyde olduğu gibi, kolektivizmde de önemli olan söz değil, pratiktir. Yani söz de ahkam kesip pratikte tam tersine davranma tavrı kolektivizm adına onu yozlaştırmaktır. Yukarıda değindik; bazı meseleler ilke değerindedir, ilkedir. Bu bağlamda ilkelerde gösterilen lakaytlık, olumsuz anlamda bilinçli tutum, kolektif çalışma dışında davranma, kolektif kültür ve bilinci yozlaştırıp bulanıklaştırma tavırları kabul edilemezler.
Bireyin kolektif çalışma kültürü örgüt tarafından yaratılmak ve pratikleştirilmek durumundadır Örgüt ile kolektif çalışma ve davranış arasındaki çelişki elbette ki yalnız birey açısından geçerli değildir. Salt örgüt/birey bağlamındaki tartışma eksiktir. Örgütün de kolektif çalışma prensiplerine uygun davranması ve bu esası iyi pratikleştirmesi hayati önemdedir. Kaldı ki, bireyin kolektif çalışma kültürü son tahlilde örgüt tarafından yaratılmak ve pratikleştirilmek durumundadır. Kendiliğindenci bir örgüt gerçeği kolektivizmi güçlü olarak tesis edip bireye nüfuz ettiremeyeceği gibi, aşırı merkezci,
19
sekter, kitle çizgisinden (kitlelerden kitlelere çizgisinden) uzaklaşmak, örgütsel mekanizmaları işletmemek, demokratiklik ve ademi merkeziyetçiliği uygulamamak vb vs hatalar da kolektivizmi iğdiş eden yaklaşım ya da anlayışlardır. Örgüt bilinci ve kültürünün güçlü olarak tesis edilip gerçekleştirilmesinden birinci dereceden örgüt sorumludur. Bireyi hiçe sayan, dikkate almayan, onun görüşlerine değer vermeyen, haklarını gerektiği gibi kullandırmayan, demokratik ilke ve işleyişi uygulamayan bir örgüt gerçeği elbette kolektivizmi zayıflatan bir çark durumundadır. Dolayısıyla her örgütçü kadar her sorumlu komite ve kademe de kolektivizm konusunda gerekli zemini yaratarak uygulamakla yükümlüdür. Ancak pratik çok daha ters şeyler söylemektedir. Sorumlu düzeydeki kimi yoldaşlar veya komiteler daha fazla insanla-yoldaş veya dostla çalışma, birleşme, dayanışma yerine, adeta ‘’yerini daraltmama’’ tavrı sergileyip çalışmalara katılmak isteyenleri çeşitli biçimlerde dışta tutabilmektedir. Niyet kötü olmasa da kavrayıştaki hatalar kapalı kapıcılığa yol açabilmektedir. Genişleme, mümkün olan en geniş kitle ve kesimleri kucaklama, büyüyerek ilerleme fikri son derece bulanık kalmaktadır bu yoldaş veya komitelerde. Bu durum daralma yaratırken, kolektifin genişlemesi ve doğru işletilmesini de fiilen engellemektedir. Bir devrimcinin, örgütçünün bekle gör siyaseti benimsemesinden daha gereksiz ve geri bir davranış olamaz. Devrimin görevleri süreklidir ve ne olursa olsun bu görevler ortadan kalkmaz. Devrimcilik yapmamızın güçlü gerekçeleri gibi, devrimciliğin görevleri de çıplak gerçekler olarak orta yerde durmaktadır. Sınıf mücadelesinin günümüzde de dağınık ve değişik biçimlerde sürdüğü görülmelidir. Sınıf mücadelesi sadece bir görevle, sadece bir mesele ve çelişkiyle vb vs izah edilemez. Onun çok değişik alan ve konuları vardır. Emperyalist gericilik dünya üzerindeki nüfuzunu arttırarak her toprak/yerleşim parçasında his edilir duruma getirmiştir. Ve bu durum emperyalist gericilik ile uzantısı faşist iktidarlara karşı mücadeleyi de çok çeşitlendirmekte ve dinamik tutmaktadır. HES ve barajlar ve maden arama çalışmalarına karşı köylü kitleler yaşamları ile doğasını müdafaa etmek üzere ayaktadır. İşçi sınıfı faşist sömürü ve baskı yasalarına karşı bitmeyen grevler süreci içindedir. Memurlar, öğrenciler ve geniş emekçi kitleler yaşamlarına müdahaleden rahatsızlık duyarak direnişe geçmektedirler. Toplumun değişik problemleri üzerinde süren mücadeleler sınıf mücadelesinin doğrudan bileşenleri ve içeriklerindendir. Toplumda çok değişik kesimler ayaklanma ve direnişe hazırken, bazı yoldaşların yaşadığı durumu anlamak oldukça zordur.
20
kültür sanat
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
Dindar Nesil projeleri hız kesmeden hayata geçiriliyor adımlarını hızlandırmaya başladı. Düz liseleri İmam Hatip Liselerine dönüştüren AKP hükümeti bu kez de yeni bir hamle yaparak Kredi ve Yurtlar Kurumu’nda Diyanet işleri bakanlığı ile “KYK’ya bağlı yurtlarda Kur’an eğitim ve öğretimi kursu açma işbirliği protokolünü” imzalayarak Kur’an eğitimi verilmesinin önünü açtı. Diyanet İşleri Başkanlığı ile KYK arasında imzalanan protokolle,“Kuran-ı Kerim öğrenme ve İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak esasları ile Hz. Peygamber’in hayatı ve örnek ahlakı hakkında dini bilgiler” verileceği açıklandı.
Adana’da yurt öğrencileri, parmak izi üzerinde fişlenmişti
Faşist gerici sistem Yalova’da halk kütüphanesini imam hatip’e çevirirken, KYK’daki öğrencilere Kur’an derslerine girme zorunluluğu getiriyor Dindar nesil yetiştirme projeleri ile son günlerde eğitim üzerinden geliştirilen politikalar sonucunda Başbakan Erdo-
ğan’ın talimatıyla ilköğretimler, liseler ve şimdi de halk kütüphaneleri imam hatiplere dönüştürülüyor. Bunun son örneği de Yalova’da bulunan tek halk kütüphanesinin imam hatip ortaokuluna dönüştürülmesi şeklinde gelişti. Yalova merkezdeki tek kütüphane olan Halk Kütüphanesi, imam hatip öğrencilerine yer bulmakta sıkıntı (!) çeken Milli Eğitim Bakanlığı tarafından gasp edile-
rek imam hatip ortaokuluna dönüştürüldü.
Muhafazakâr politikaların şimdiki hedefi KYK’lar Diyanet İşleri Bakanlığı ile Kredi Yurtlar Kurumu arasında imzalanan protokol ile yurtlarda kalan öğrencilere Kur’an dersine girme zorunluluğu getirilecek. Son süreçte kendi dindar neslini yaratma girişiminde olan AKP bu yönlü
Bu protokol imzalanmadan önce Adana’da bulunan Kredi ve Yurtlar Kurumu’nda kalan öğrencilere, bu gerici eğitim sistemi dayatılıyor ve parmak izinden Kur’an yoklaması alındığı yönünde haberler duyuluyordu. Öğrencilerin giriş ve çıkışlarda kullandıkları parmak izi sistemi, gerici propaganda ve fişleme aracı olarak kullanıyordu. Şimdi ise bu uygulama ile beraber öğrenciler, alınacak yoklamadan sonra Kur’an dersine girmek zorunda bırakılacak.
Fadime Ayvalıtaş hayatını kaybetti Gezi Direnişi sırasında 1 Mayıs Mahallesi’nde yapılan yürüyüş sırasında katledilen Mehmet Ayvalıtaş’ın annesi Fadime Ayvalıtaş, 13 Aralık Cuma günü geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Fadime Ayvalıtaş düzenlenen cenaze töreninin ardından binlerce kişi tarafından sonsuzluğa uğurlandı Gezi Direnişi sırasında 1 Mayıs Mahallesi’nde yapılan yürüyüş sırasında katledilen Mehmet Ayvalıtaş’ın annesi Fadime Ayvalıtaş hayatını kaybetti. Geçirdiği kalp krizi sonucu 12 Aralık Perşembe gecesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde tedavi altına alınan Fadime Ayvalıtaş, bütün müdahalelere karşın kurtarılamayarak yaşamını yitirdi.
“Anaların öfkesi katilleri boğacak” Fadime Ayvalıtaş için 1 Mayıs Mahallesi’nde bulunan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Cemevi’nde bir tören düzenlendi. Cenaze törenine Ethem Sarısülük’ün ailesi, Ali İsmail Korkmaz’ın babası Şahap Korkmaz, gözaltında kaybedilen Hasan Ocak ile Kenan Bilgin’in ailelerinin yanı sıra, aralarında DHF, Partizan, ESP, SODAP ve HDP’nin de yer aldığı devrimci demokratik kurumlarla DİSK ve KESK katıldı. Binlerce kişinin katıldığı yürüyüş sırasında cenaze aracının arkasına “Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak” ve “Fadime Ayvalıtaş Ölümsüzdür” pankartları asıldı. Kitle Mehmet Ayvalıtaş’ın hayatını kaybettiği köprünün üzerine geldiğinde, saygı duruşunda bulunarak Mehmet Ayvalıtaş’ı andı. Fadime Ayvalıtaş’ın cenazesi “Katil devlet hesap verecek” , “Bedel ödedik ödeteceğiz” , “Faşizme karşı omuz omuza” sloganlarıyla Çekmeköy Mezarlığı’nda toprağa verildi.
21
ANTAGONİZMA COYA
H
Kaybolan Diller Anadolu Üniversitesi Düşünce ve Hukuk Kulübü tarafından, “Kaybolan Diller” temalı sanatçı Ahmet Aslan’ın katıldığı bir etkinlik düzenlendi Anadolu Üniversitesi Düşünce ve Hukuk Kulübü ‘’Kaybolan Diller’’ temalı bir etkinlik düzenledi. Etkinlikte sanatçı Ahmet Aslan da sahneye çıkarak ezgilerini kitleyle paylaştı. Anadolu’nun farklı dilleriyle (Süryanice, Kırmanciki, Hemşince, Arapça, Kürtçe, Lazca, Türkçe) salonun selamlanmasıyla başlayan etkinlik, Düşünce ve Hukuk Kulübü’nün kısa tanıtımıyla devam etti.
Kulübün hedefleri anlatıldı Kulübün kolektif üretim anlayışıyla etkinliklerini gerçekleştiren, çevre sorunundan kadın sorununa, alternatif sinema günlerinden güncel sorunlara ilişkin konularını ele alan, sorgulayan, düşünen ve çevresindeki olaylara duyarlı öğrenci profili yaratma çabası içerisinde olduğu vurgusu yapıldı. Ardından ‘’Kaybolan Diller’’ temasıyla ilgili kısa bir sunum yapılarak, devletin tekçi, baskıcı asimilasyon-yok etme politikalarıyla Anadolu’yu ölü diller ve kültürler bataklığı haline getirdiği belirtildi. Binlerce yıllık kadim kültürlerin ve dillerin bugün kaybolma tehlikesi eşiğine gelmesinin tahribatın boyutlarını ne denli korkunç olduğunu gösterdiği ifade edildi. Kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kalan dillere dair sinevizyon gösterimi Sonrasında Düşünce ve Hukuk Kulübü’nün hazırladığı sinevizyon gösteriminde kaybolma tehlikesiyle yüz yüze kalan dillerin bir kısmı olan Hemşince, Süryanice ve Kırmancki-Dersimce dilleriyle kendi kültürlerine ilişkin gösterimler yer aldı. Sinevizyon gösterimi ‘’Tüm diller ve kültürler yan yana kardeşçe yaşasın’’ mesajıyla bitirildi. Ardından sahneye davet edilen Ahmet Aslan, Anadolu’nun farklı yörelerinden ezgilerini paylaştı. Kitlenin büyük beğenisini toplayan etkinlik başarılı bir şekilde sonlandırıldı.
≫ muzaffer oruçoğlu
ava güzel. Papağanlar, kookaburralar çıldırmış, rengarenk. Çatı katından possumların sesleri geliyor . İçimde boğucu parlak dalgalar, nesnelerin duyulmayan iç dilleri ve kaçış tutkusunun binbir çeşidi. Dışarı çıksam mı çıkmasam mı? Çıksam, gölgeleri hayalime düşen yalnız kadınlardan biri beni görecek. Mahallede çoğalıyorlar çoğalan gözler gibi. Her birinin yanında ve içinde bir köpek. Gezinip duruyorlar sağda solda. Sue görse gülümseyecek, ‘Gel bahçede bana yardım et,’ diyecek. Kimseyi kırmadığım için mecbur yardım edeceğim. ‘Yoruldun, gel bir kahve iç,’ diyecek. Evin arka bahçesinde, okaliptüs ve badem ağaçlarının altında kahve içeceğim. Kaçamak bakışlarımın kaçamak yerlerine doğru bakacak derin derin. Biliyorum, canlanacak, canlanışının üstüne hayal kuracak. Daha kahve yarılanmadan gelip dizlerime oturacak. ‘Kalk’ desem, kaba olacak. Ses etmesem, terleyen ve yutkunan duygularımı yanlış yorumlayıp süreci uzatacak. Süreç uzayınca da karımı aldatmış olacağım. Hava gerçekten çok güzel. Soluk alan, ışıldayan canlı harflerle şakıyor kuşlar. Pencereler açılıyor. Düşünme edimi ile düşünce arasında biriken, külçeleşen kavram ve kategorilerim dağılmaya başlıyor. Dışarı çıkmasam, kendimle baş edemiyeceğim; eşyayı onun yarattığı hayalden soyutlayarak seyretmeye başlayacak, benlik içinde benleşecek, dayanılmaz, yalınkat bir hal alacağım. Ne yapsam? Ana yola girip köprüye yönelsem, karşı evin balkonunda oturan İrlandalı Çilli Kadın, kanguru gibi kulaklarını dikip ‘Nereye gidiyorsun?’ diyecek. Ayıkla pirincin taşını. Kocasının boşandıktan sonra Yehova Şahitleri’ne katılıp ev ev gezdiğini, kız kardeşinin ise Tasmanya Şeytanı gibi bilmem kaçıncı kez kendisini ısırdığını anlatacak, hüzünlü konulara girip ağlayacak. Moralini düzeltmek, teskin etmek için güzel sözler söyleyeceğim duygulanacak, ağlayacak, yanlış anlayacak, ‘Ah ne duyarlı, ne anlayışlı insansın,’ deyip boynuma sarılacak, ağlama uzayıp süreç gelişince güç duruma düşeceğim. Bu güzel havayı doya doya özümleyip dağılmam ve yeniden kendime gelebilmem için dışarı çıkmam gerekiyor. Orman yoluna girsem, hayatın bölünmüş, özgürleşmiş mantığıyla karşılaşacağım; yani Deli Kadın, hovardaları ve yılanlarla... En iyisi evin batısına, tepeye doğru tırmanmak. Yitirilmiş değerlere tapınan ve güzel panflüt çalan o kadın, güneş bakiresi, o yaşlı şaman da mutlaka oradadır. Çıktım. Hızla tırmandım tepeyi. Baktım her zamanki yerinde, çınar ağacının altında, karmaşık, sessiz bir uyum olarak oturuyor. Bakışları yine her zaman olduğu gibi çimenlere yayılan
kanguru sürüsünde. Aynı müziği çala çala çalmaya katlanamamış, Antara (panflüt), ocarina ve tef üçlüsüyle alış veriş merkezlerinin önünü şenlendirmekten vazgeçmiş. Peru’dan getirttiği ayahuasca içkisini yudumlayıp, kara örümceğin hareketlerini gözlemleyerek fala bakmayı da bırakmış. Beni görünce sağ kolunu kaldırıp gel işareti yapıyor. Kadın, ana dili olan Quechua ile Türkçe arasında eklemeli ve gramer yapısı arasında yakın benzerlikler olduğunu söylediğimden bu yana bana özel bir ilgi duyuyor. Ayağa kalkıyor, tokalaşıyoruz. Bakışlarında zengin tarih bilinciyle donanmış duyular. “Beni görmeye mi geldin?” “Evet,” diyorum ve şaka yollu aşk ilan ediyorum yine. Avucunu alnına bastırıyor, kafasını sallaya sallaya gülüyor. Bu kadını görünce nedendir bilemiyorum, durmadan kavram yaratıyor, yarattığım tek bir kavramda dahi tüm varlığımla kalamıyorum. Bunun anlattıkları ile doğduğum yere dair okuduklarım iç içe geçiyor. Sokakta oyun oynayan çocuklardan bir tanesi elindeki naylon kılıcı kadının sevinçli haline doğru uzatıyor birden. “Yapma!” diye çıkışıyor çocuğa. “Kılıçlarınızı başkalarına değil, bana doğru çeviriyorsunuz hep,” diyor ve Pizarro’nun kılıcından söz ediyor bana. “Boyunlarımızı kılıçlardan kurtarmak için kutsal kartal-aslan Nehaib Izquin’in koruduğu tüm altınları, gümüşleri, elmasları bu çocukların atalarına teslim etmek zorunda kaldık. Bizde bir şey kalmadı. Her şeyi aldılar götürdüler, güzel şehirler kurdular.” Duygularını damıtarak konuşuyor. Sırtında, çok renkli İnka seramiğini andıran bir şal. Boynunda üç alemli (yılan, puma, kondor) bir gümüş haç. Gülümsüyor, gümüş kolyeler, küpeler, yüzükler, bilezikler içinde... Aklımda haz ışıltıları. Kışkırtıyorum kendi tarihine girmesi için. “Sende gümüşe tutkunluk mu var?” “Evet var. Gümüş damarlı Sumac Oroko Dağı’nın yanındaki Potosi kentinden gelmeyim ben. Potosi’yi duydun mu hiç?” “Duymadım” “Ben o kenti kuran bir soydan gelmeyim,” diye başlıyor. “Zamanında şen orospularıyla gümüş bir kentti o. Kilisesi, manastırı, kumarhanesi gümüşle süslüydü. Gümüş özengili, gümüş nallı ve gümüş kantarmalı beyaz atları vardı. O atların çektiği gümüş arabaları vardı. Papazlar, yolları gümüş çubuklarla kaplanmış kiliselere bu arabalarla giderlerdi. Hapishanesinin bile zincirleri, sürgüleri ve anahtarları gümüştendi.” “Beyazların kurdukları kentlerden söz ediyorsun.” “Hayır” diye irkilerek karşı çıkıyor. “Beyazların kurdukları kentlerden değil, bizim gümüşümüzle bizlere kurdurdukları kentlerden söz ediyorum. O
kentleri kuranlar Aymaralardır, Kurakalar ve Keçualardır.” Anlatışını sürdürüyor, sürdürdükçe kent sokakları canlanıyor; kaçaklar, sakatlar, dilenciler, fahişeler, lamalar, vicurolar, alpakalar çoğalıyor, işgal ediyor aklımı. “Doğrudur, sizin gibi köleleştirilmiş halklar büyük uygarlıklar kurdular,” diye destekliyorum. “Hayır, biz köleleştirilmiş bir halk değiliz,” diye mırıldanıyor. “Beyazlar gelmeden önce uygarlığımızı kurmuştuk. Onlar geldiklerinde köleliği kabul etmedik, sürekli direndik. Bize karşı çok vahşice davrandılar. Büyük direnişçimiz Tupac Amaru, beyaz atına binip, mita uygulamasının ilga edildiğini açıkladığında yer yerinden oynadı. Potosideki bütün beyazlar ve onların yerli adamları kenetlendiler. Direniş çok kanlı oldu. Sonunda Tupac Amaru’yu yakaladılar. Önce dilini kestiler, sonra kollarından ve bacaklarından dört ata bağladılar. Gövdesi atlara karşı direndi, parçalanmadı.” Anlattıklarına inanıyor mu acaba? Gözlerine bakıyorum.Tarihi, süpürülmüş toz zerreciklerinden devşiren cadılar canlanıyor içimde. İnanıyor galiba. “Gövdesi parçalanmayınca kafasını kestiler, Tinta’ya gönderdiler. Kollarını ve bacaklarını götürüp birer bölgeye attılar. Gövdesini yaktılar, küllerini Huatanay’a savurdular.” Tam bu sırada motosikletiyle tıfıl bir çocuk beliriyor tepede. Çimenlere yayılan kanguru kolonisini kovalamaya başlıyor korkunç bir gürültüyle. Zengin ve tuhaf tarih bilinciyle donanmış duyular ayaklanıyor birden. “Ne yapıyorsun gene, çıldırdın mı,” diye bağırıyor, koşmaya başlıyor kovalamacaya doğru. “Daha senin soyun bu kıtaya gelmeden onlar buradalardı.” Küçük hendeği geçiyor, az ilerde kapaklanıyor yüz üstü. Koşuyorum . Yanına yaklaştığımda kafasını kaldırıyor. Çenesi kanıyor. “Boşuna koşuyorsun Coya, motosiklete yetişemezsin,” diyorum. Çaresiz ve yıkıntı bir iklimle motosiklete ve önünde koşan kangurulara bakıyor. “Bu çocuk benim kızkardeşimin oğludur. Babası İspanyoldur. Annesini babasından benim ayırdığımı sanıyor. Bundan dolayı kanguru sürüsüyle olan duygusal bağımı koparmaya çalışıyor, intikam alıyor benden.” Kovalamacaya bakıyorum. Kanguru sürüsü ormana giriyor. Tek bir kanguru kopuyor sürüden, motosikletin önünde lamalaşıyor. Coya ile birlikte, sürüden kopup ufuk çizgisine doğru yayılan şaşkın bir lamanın sesine yöneliyorum birden. Sesi izliyor, bulamıyorum. Karanlık çöküyor. Andların amansız ayazına karşı ateş yakıyorum. Ateş dağın gümüş damarlarını, büyülü haleler halinde kıtaya çıkan beyazların gözbebeklerine ulaştırıyor ve yağması başlıyor dağın.
22
güncel haber
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
20 Ekim 2000 Şanlı Ölüm Orucu Emperyalizme göbekten bağımlı faşist Türk devleti sadece komünist ve devrimci hareketi ezmek ve yok etmek için savaşmadı. Tarihsel olarak Kürt ulusunu, çeşitli milliyetlerden azınlıkları, farklı dini inanç topluluklarını ezdi, asimile etti ve inkardan vazgeçmedi. Günümüzde asimilasyon ve inkar sürmektedir. Faşist AKP hükümeti, işbirlikçi hakim sınıfların Türk milliyetçisi, ırkçı ve saldırgan politikasını sürdürüyor. Halk adına demokrasi ve barış bekleyenler, hayal kırıklığına uğramaya devam edeceklerdir Ezilen sınıflar sadece üretmekle kalmazlar özgürlükleri için savaşırlar ve tarihlerini kanla yazarlar. Zaman özgürlük ve kurtuluş mücadelesinde yaratılan değerleri eskitemez. Bilakis can bedeli yaratılan tarihin insanlığın özgürleşme mücadelesinde ne derece hayati olduğu sınıf savaşımı ilerledikçe daha iyi anlaşılır. Üstünü örten ve görmezden gelen gerici sınıfların kuşatmasına karşın, direnenlerin tarihi devrimci halkın bilincine kazınır ve silinmez. Devrimci savaş nasıl ki halkın özgürlüğü ve kurtuluşu içinse, direniş de devrimci savaşın ayrılmaz ruhudur. Maoist parti direnme ruhunu Marksizm, Leninizm, Maoizm ideolojisinden alır. 20 Ekim 2000 Ölüm Orucu Direnişi, partimizin direniş tarihinin silinemez sayfalarından biridir. Bu komünist ve devrimci hareketin aynı zamanda ortak mücadelesidir. Büyük bir adanmışlıkla yaratılan tarihe sarılmadan ve ondan güç almadan ilerlemek olanaksızdır. Kahraman kitlelerdir. Biz devrimci sınıflara dayanır ve onlara güveniriz. Parti çizgisi ideolojik gücü, devrimci amacı uğruna gerilla savaşında, işkencehanelerde ve hapishanelerde direnerek canını veren şehitlerimizin yarattığı tarihsel bütünlükte anlam budur. Marksist ideolojik netlik olmadan devrimci savaş hareketinin amacına bağlı kalmak olanaksızdır. Halk için demokrasi bir devrim sorunudur. Gezi halk hareketinde demokrasi isteyen kitlelere ateş açıldı ve direnişçiler katledildi. Dün olduğu gibi bugün de hangi demagojilerle halka demokrasi ve eşitlik vaat ederlerse etsinler bu bir aldatmacadır. Sınıf bilincine erişmiş işçiler, köylüler ve aydınların yok edilmesi bu aldatmacaya son vererek, halkın kendi geleceğini eline almasını engellemek içindir. Ölüm Orucu Direnişi ezilenlerin mücadele ve kazanma kararlılığıdır. Ancak aynı zamanda faşizmin acımasız, gaddar ve halk düşmanı niteliğini gösteren bir direniştir. Emperyalizme göbekten bağımlı faşist Türk devleti sadece komünist ve devrimci hareketi ezmek ve yok etmek için savaşmadı. Tarihsel olarak Kürt ulusunu, çeşitli milliyetlerden azınlıkları, farklı dini inanç topluluklarını ezdi, asimile etti ve inkardan vazgeçmedi. Günümüzde asimilasyon ve inkar sürmektedir. Faşist AKP hükümeti, işbirlikçi hakim sınıfların Türk milliyetçisi, ırkçı ve saldırgan politikasını sürdürü-
yor. Halk adına demokrasi ve barış bekleyenler, hayal kırıklığına uğramaya devam edeceklerdir. Devrimci mücadele emperyalizme bağımlı siyasal-ekonomik şartlara uygun biçim aldı. Gerilla Savaşı masa başında üretilmedi, tam da bu şartların ürünüdür. Sınıf hareketi büyük acılara katlanarak ilerledi. Ne pahasına olursa olsun MLM ideoloji ve siyasi amacını terk etmedi. Hiçbir baskı ve saldırı, komünist ve devrimci hareketi halkta gitmekten ve mücadele etmekten alıkoyamadı. Politik tutsaklar bu gerçeğe bağlı olarak hapishanelerde sürekli olarak baskı, işkence ve katliamlara uğradı. Teslimiyetin dayatılması şaşırtıcı değildir. Hapishaneler baskı kurma, sindirme, devrim amacından koparma ve ıslah etme amacıyla vardır. Bu amaç F tipi hapishanelerle doğmadı, onlarla da sınırlı kalmayacak. Hapishanelerde yazılan direniş tarihi, halkın özgürlük mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Faşizm her saldırıda ‘Bitirdik’ diye çığlık atar ancak sınıf hareketi ne bitebilir ne de durdurulabilir. Faşizm, emperyalizmin yarı-sömürgelerdeki süreklileşen siyaseti ve yönetme biçimidir. Bu unutulmamalıdır. Devlet işbirlikçidir ve halka karşı savaş konseptiyle konumlanır. Bu anlamıyla hükümetler-bugün AKP yarın diğeridiryargı, ordu-polis, ideolojik merkez olarak medya ve siyasal yapı bir bütün olarak buna uygun şekil alır. Halkın ezilmesi politikası asla emperyalizmden bağımsız düşünülemez. Bu anlamıyla Kürt ulusunun 1920’lerden beri soykırıma uğraması, çeşitli azınlıkların ve dinlerin inkar edilmesi, yok edilmesi, idamlar, siyasi cinayetler ve F tipi tecrit sistemi de emperyalizmden bağımsız düşünülemez. Halka karşı işlevleştirilen bu gerici saldırılara karşı, devrimci savaş ve direniş çizgisi geliştirilmiştir.
F tipi tecrit sisteminin dayandığı temel Bilindiği gibi 12 Eylül 1980’de politik tutsaklar 80 ve 100 kişilik koğuşlardaydı. Ancak günlük işkenceye uğruyorlardı.Kendilerine teslimiyet dayatılıyordu. Demek ki tek ya da üç kişiyken de, yüz kişiyken de devlet teslimiyet dayatmaktan vazgeçmiyor. Ancak saldırı amaçlarını yeniliyor ve biçimlerini değiştiriyor. 12 Eylül’de insan bilincini zorlayan işkence yöntemlerine karşın, devrimci irade teslim alınamadı. F tipi tecrit sisteminin mevzuatı Mart 1989’da Terörle Mücadele Kanunu (TMK)’nun 16. Maddesiyle düzenlendi. Buna göre; “Tek kişilik ve üç kişilik oda sistemine göre inşa edilen özel infaz kurumlarında infaz edilir”. Yani ‘komünistleri ve devrimcileri birbirlerinden, halktan ve örgütten tecrit edeceğiz’ dediler. Ancak örgütün devrimcilerin kafasında olduğunu unuttular. Bu yasayı hemen uygulayamazlardı çünkü fiziki alt yapı yoktu. 1990’lı yıllarda tutsaklara saldırılar arttı. Günlük işkence yapmıyor, saldırıp katlediyorlardı. 1995’te Buca, 1996’da Ümraniye, yine ringde Eskişehir’e götürülen tutsaklar katledildi. 1996’da 6-8-10 Mayıs genelgesi devreye konuldu. Tabutluk denilen ve F tipinin ilk denemesi olan Eskişehir tabutluğu açıldı. Bu saldırıya karşı yaygın, büyük katılımla ve siper yoldaşlık ruhuyla, 1996 Ölüm Orucu Direnişi başladı. Saldırı geri püskürtüldü. Devrimci ha-
reket ortak mücadele geleneğine unutulmaz bir sayfa ekledi. Maoist parti içte ve dışta tarihin en yoğun saldırısı altındayken, Maoist tutsaklar direniş çizgisiyle sürece yanıt oldu. Bu anlamıyla partimiz açısından ayrı bir önemi vardır. 1996 Ölüm Orucu şehidi Aygün Uğur yoldaşın dediği gibi, “Bizde bu yoldaş sevgisi oldukça yenemeyeceğimiz hiçbir şey yoktur.” Direniş zaferle sonuçlansa da saldırılar son bulmadı. Direnişten sonra 1996’da Amed’de 10 Kürt devrimci hapishanede hunharca katledildi. Türk devletinin her yeni düzenlemesi, ezilenlere daha büyük bir saldırı anlamına gelir. 28 Şubat 1997’deki hükümet darbesi (post modern darbe demekteler) ‘irtica’ya karşı yapılmış gibi sunuldu. Oysa devrimci halk kitleleri üzerinde ve Kürtlere karşı savaşta üst aşamaya geçilmişti. Elbette bu ekonomik ve siyasi bir süreçti ve sonuçları ortaya çıkacaktı. Son 30 yılın savaş konseptini sürdüren, o günün ihtiyacına cevap olan askeri-sivil bürokrasinin bir kısmı bugün saf dışı edilse de bu gerçek değişmez. 1999’da Ulucanlar’da 10 komünist ve devrimci katledildi. Bergama ve Burdur’da saldırı oldu. 28 Şubat’ın askeri-sivil faşist devlet bürokrasisi ve hükümeti, devrimci hareketi dışarıda ezmekte, hapishanede ise katletmekte uyumluydu. Aynı şekilde PKK özgülünde Ortadoğu’yu etkileyen özüyle emperyalist odaklı plan, Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasıyla uygulamaya konmuştur. Rejim topluma ‘irtica’yı bir tehlike olarak sunarken-özünde besliyordu-komünist ve devrimci harekete, Kürtlere ve ilerici güçlere saldırı konseptini devreye koymuştu. Önce ezeceklerdi sonra ise 2000’lerde demokrasi rüzgarıyla geleceklerdi. Öyle de oldu!.. F tipi hapishanelerin ihalesi 1999’da yapıldı. Türk devleti ekonomik krizde olmasına rağmen
emperyalist burjuvazi sermaye akıttı ve F tipleri hızla tamamlandı. Dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in deyimiyle “F tiplerine geçilmeseydi İMF programı uygulanamazdı. Bu ciddiyetle askeri kuvvetler bir yıl önceden, maketler üzerinden hapishanelere saldırı üzerinde çalışmışlardı. MKP 2000 yılının başında devletin bu kapsamlı saldırısını tespit etmiş, hazırlıklarını buna uygun yapmıştır. Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu (CMK) içindeki örgütlerle bu saldırıyı tartışmıştır. Dokuz ay süren tartışmalarda F tipi saldırısını geri püskürtecek ciddiyetle devrimci hareketin bütünü tutarlı duruş sergileyemedi. Oportünist çizgilerine uygun gerekçeler ileri sürdüler. Fakat gerekçeleri hatalı ve tutarsızdı. MKP ile DHKP/C dışındaki örgütler Ölüm Orucu Direnişi’ni savunmadı. Sonuç olarak MKP, TKİP ve DHKP/C süresiz açlık grevine başladı ve 19 Kasım 2000’de direnişi Ölüm Orucu’na dönüştürdü. 20 Ekim 2000 Ölüm Orucu Direnişi F tipi hapishaneler kapatılmalıdır. 3’lü protokol, TMY iptal edilmeli, Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM)bugün Özel Yetkili Mahkeme (ÖYM)’lere dönüştü- kapatılmalı. Buca, Ümraniye, Ulucanlar, Diyarbakır, Burdur katliam ve saldırılarının sorumluları yargılanmalı, 96 Ölüm Orucu’ndan sakatlıkları olanlar serbest bırakılmalı gibi daha başka talepleri de ileri sürerek başlamıştı. Direnişin temel talebi F tipi hücre saldırısının durdurulmasıydı. Diğer talepler direnişin özüne ve amacına uygun olarak toplumsal mücadelenin önemli meseleleri olarak gündemleştirilmiştir. Kaldırılması talep edilen bu faşist yasa ve kurumlar günümüzde daha da güçlendirilmiş halde varlığını korumaktadır. O zaman gerçekten tutarlıca demokrasiden yana olanların, devrimcilerle bu faşist uygulama ve yasalara
16-31 ARALIK 2013 Halkın Günlüğü
23
Direnişi Ölüm Orucu Büyük Tarihi Bir Direniştir
karşı mücadele etmesi gerektiğini ileri sürüyorduk. EMEP, ÖDP, SİP gibi reformist partiler, barışa kilitlenen Kürt Ulusal Hareketi, çeşitli odalar, sendikalar Ölüm Orucu’nun F tipi saldırısına karşı direnişini, demokratik, insani taleplerinin etrafında mücadele etmeyi desteklemektedirler. Demokratik, devrimci cephenin çok dağınık ve parçalılığından düşman büyük avantaj sağladı. Bugün F tiplerine aydınlar, sendikacılar, avukatlar, işçiler, köylüler ve Kürtler atılıyor. Tecrit katmerleşmiştir. Çatılar, koridorlar ve sohbet yerleri yetmedi, havalandırmalara hücrelerin içini görecek şekilde kameralar yerleştirilmeye başlandı. Devrimci tutsaklar 13 yıldır direndi, direnecekler. Bugün AKP’nin emrinde olan burjuva feodal medya, o dönem ‘hapishanelerde devletin denetimi ve hakimiyeti yoktur’ yalanıyla DSP, ANAP, MHP koalisyon hükümetinin tetikçiliğini yaptı. Ölüm Orucu’nu ve devrimcileri karaladı. Temsilcilerimizle yapılan görüşmeleri, sunulan önerileri ve devletin kabul ettiği talepleri çarpıttı. Her şey saldırıya zemin hazırlamak için ayarlanmıştı. Sonradan ortaya çıktı ki, temsilcilerimizle yapılan görüşmeler de saldırının kamuoyu ve toplumsal algı oluşturma planının bir parçasıydı. Gelişmeler 18 Aralık 2000’e kadar sürerken, devlet günler önce MGK kararıyla, Adalet Bakanlığı üzerinden İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Ferzan Çitici’ye kriptolu telefonla, ordu karargahında operasyon talimatı verilmiştir. Hazırlıklar yapılmıştır. Bu itirazlar 19-22 Aralık 2000 katliam davası tutanaklarına girmiştir.
20 Ekim Ölüm Orucu, 19-22 Aralık 2000 direnişinden ayrı düşünülemez. F tipi hücre sistemini uygulamaya koymak için 20 hapishaneye aynı anda birden saldırdılar. 28 devrimci ve komünist katledildi. 19 Aralık öncesi Ölüm Orucu’nu savunmayan ve katılmayan örgütler de F tiplerinde kısa süre önce Ölüm Orucu’na başladılar. Hiçbir koşulda devrimci teslim alınamadı. 19 Aralık’ta bütün devrimci örgütler, fiili olarak kahramanca direndi. Devrimci örgütlerin oportünist çizgilerinin bir sonucu olarak direnişe ortak başlanamasa da 19-22 Aralık saldırısına ortak direnildi. F tipi tecrit tretman (ıslah etme) saldırısına karşı Ölüm Orucu Direnişi ideolojik özü, devrimci iktidar amacına olan büyük bağlılıkla ve adanmışlık ruhuyla siyasi bir zaferdir. Kararlılık bilincini perçinlemiştir. F tipi saldırısına fiili olarak, tecridi, yalıtma sistemini bertaraf edemediği için, örgütsel olarak darbelenmesi bakımından bir yenilgidir. Bu gerçeğe bağlı olarak Ölüm Orucu Direnişi enternasyonal proletarya, Türkiye ve Kuzey Kürdistan devrim hareketi açısından büyük ve tarihi bir direniştir. Bu tarih bizim ve öğrenmesini bileceğiz. Ne yazık ki siper yoldaşlık ruhuna, ortak mücadele anlayışına ve değerlerine kimi hareketler ihanet etti. Sınıf mücadelesi keskinleştikçe küçük burjuvazinin çürük, yozlaşmış özü dışa vurur, vuruyor. Sosyal şoven çizgisiyle DHKP/C sadece ulasalcı burjuva bayrağı sallamakla kalmıyor artık komünist ve devrimci hareketin tarihini de çarpıtıyor. Yayınlarında, bastıkları kitaplarda 1996 ve 2000 Ölüm Orucu, 19-22 Aralık direnişini çarpıtıyor. Halka yalan söylüyor. Kendileri dışında komünist ve devrimci hareketin teslim olduğunu döne döne tekrar etmektedir. Direnişin bayrağını sallarken, devrimci örgütleri karalıyor. Devrimci tarihi değerleri çarpıtan ve yozlaştıranlar, devrimci cephede kalamazlar. Bunu hatırlatarak 20 Ekim Ölüm Orucu Direnişi’nin ortak devrimci değerlerinden ders çıkarmalarını söylemek ihtiyacını duyuyoruz. Kendileri dışında direnişin mümkün olduğunu öğrenmek istiyorlarsa, sadece ayağa kalkan halk kitlelerine bakmaları yeterli olacaktır. 20 Ekim 2000 Ölüm Orucu’nda onlarca şehit verildi, yüzlerce yoldaş ve siper yoldaşımız sakat kaldı. MKP’nin ölümsüz savaşçıları Ender Can Yıldız, Celal Alpay, Adil Kaplan, Zeynel Karataş, Cafer Tayyar Bektaş, Ali İhsan Özkan ve emekçi komünist kadının direnişteki iradesi olan Yeter Güzel yoldaşlarımızdan, siper yoldaşlık ruhuyla mücadeleyi ve direnişi öğreniyoruz. Verilen onlarca şehide bağlılık ve yüzlerce gazinin çektiği acıları anlamak bunu gerektirir. Devrim amacına bağlılık, devrimci değerleri geliştirmekle mümkündür. Her alanda partiyi güçlendirelim, devrimci savaş ve direniş çizgisini geliştirelim. Aksi takdirde 12 Eylül karanlığında ve F Tipi saldırılarında, direnişin önderleri ve adanmış savaşçıları olan 17’lerimizin mirasını büyütemeyiz. Tarihimizi bu inançla kavrayalım, hazır olalım ve ileri atılalım.
TUTSAK PARTİZAN
≫ cafer çakmak
DİRENİŞ VE DEVRİMCİ SAVAŞ RUHUNU BÜTÜNLEŞTİRELİM
D
evrimci mücadele bir bütündür. Hapishaneler de bir mücadele alanıdır. Nasıl ki politik tutsakların bilinci ve tavrı, halkın direnişi ve isya-
nıyla, aynı şekilde politik güçlerin bütünü hapishanede politik tutsakların direnişini bütün mücadele alanlarının içinde taşır. Mücadele alanı olarak aynı zamanda hapishanelere karşı olan sorumluluğunu yerine getirir. Eğer bu düşünce, eylem ve ruh birliği bozulursa demek ki çözülme ve tasfiye var demektir. Maoist hareket bütün mücadele alanlarını ciddiyetle önemsediğine göre, hapishanelerin önemsenmemesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Elbette çeşitli dönemlerde alınan darbeler ve örgütsel yenilgilerden dolayı, politik tutsaklar yalıtılmış koşullarda bile kırılmaz iradeleriyle amaca bağlılıklarını canlarını vererek kanıtlamışlardır. Fakat esas olarak hapishanelerde saldırılara ve teslimiyete karşı direnmek, sadece politik tutsaklara bırakılamaz. Bu nedenle sürekliliği olan mücadele ve direniş çizgisine uygun olarak her zaman tutsaklarla bütünleşen bir politik mücadele zorunludur. Faşist devlet 19-22 Aralık 2000’de 20 hapishaneye birden saldırdı. 28 devrimci ve komünisti katletti. Tutsaklar F tiplerine işkenceler altında, zorla sevk edildi. Hücrelerde yalıtıp, ‘ıslah ederim, ideolojilerinden, devrimci amaçlarından ve örgütlerinden koparırım’ dedi. Ancak geçen bunca zamana karşın, bu faşist amacını gerçekleştiremedi. F tipi hücrelerinde devrimci amaç, irade ve bağlılık korundu. Büyük acılara katlanıldı. Ölüm Orucu Direnişi’nde yoldaşlarımız ve siper yoldaşlarımız şehit düştü. İdeolojik netlik ve halka bağlılık olmadan bu başarılamadı. Bu devrimci değerler bugün bize güç katıp, yolumuzu aydınlatmaktadır. Faşist katliamcı devlet, karakterini olduğu gibi korumaktadır. Hapishaneye koyduklarını ıslah etme amacını asla terk etmiyor. Devlet hapishaneleri sindirme, ezme, yola getirme, entegre etme ve devrimci düşüncelerinden koparma çarkı olarak kullanmaktadır. Kim vardır hapishanelerde; işçiler, köylüler, aydınlar, sendikacılar, avukatlar, belediye başkanları, vekiller, bağımsızlık, eşitlik ve ulusal onurları için mücadele eden Kürtler, devrimciler ve komünistler vardır. Faşist AKP Hükümeti, demokrasi nakaratlarıyla her şeyi güllük gülistanlık gösteriyor. Sürekli yalan söylüyor. Gezi halk hareketiyle binlerce kişi gözaltına alındı, yüzlercesi hapishanelere konuldu. Halkımız ne şehitlerini, ne uzuvlarını ve ne de gözlerini kaybedenleri unutmayacaktır. Zor araçları, ne de hapishaneler, işbirlikçi sınıfları ve faşist devleti kurtaramayacaktır. Güya toplumsal barış gelecekmiş (!) Kocaman bir aldatmacadır. Hapishaneler rejimin aynasıdır. Hiçbir hukukta yazılı olmayan keyfiyette baskılar ve saldırılar sürmektedir. “Barış” adına hasta tutsakların bırakılacağını iyi niyetle düşünenler yanıldı. Devlet hasta tutsakları katletmeye ve ölüme terk etmeye devam ediyor. Güya sağlık kontrolü ve tetkikler için, Adli Tıp Kurumu aşamaları için oradan oraya taşınırken, hasta tutsaklara işkence ediliyor.
Raporu olanları bile, “Örgüt propaganda eder” gerekçesiyle bırakmıyor. Devletin niteliği budur. Bu aynı zamanda demokrasinin niteliğidir. İyi niyet beklemek affedilemez bir yanlıştır. Hasta tutsaklar için süreklileşen mücadele şarttır. Kameralarla sokakları F tipine çevirmek yeterli gelmiyor. F tiplerinde koridorlar, görüş yerleri ve çatılar kameralarla doluyken bir de bunlara hücrenin içini görecek şekilde havalandırmalara kamera yerleştirmeye başladılar. Kameraları söken devrimci tutsaklara hücre cezaları veriliyor. Kameraların sökülmesi ve kırılmasında kullanıyorsunuz diye yaşamda gerekli olan malzemelere bile el konulmaktadır. Basından okuyorsunuz, onursuz aramaları kabul etmeyen tutsaklar saldırıya uğruyorlar. Çünkü çıplak arama işkencesi yapılıyor. İletişim ve ziyarete çıkarmama cezaları rutin bir saldırı. Sürgün sevkler, ani baskınlar, keyfi aramalar ve ring kamerasının kapatılmasına karşı, hücre cezaları vb. sonu gelmeyen baskılar mevcuttur. Kelepçeli tedavi kabul edilmediği için, hem tedaviler engelleniyor, hem de tutsaklar darp ediliyor. İmralı’da faşist hükümet istediğinde tutsakların dış dünyayla bütün iletişimini kesiyor. Bunun bir hukuku var mı? Yok… Mahkemelerde Kürtçe savunma yapanlardan, tercüman parası istenmeye devam ediliyor. Tek başına yaşamını idame ettiremeyenleri tek kişilik hücrelere koyuyor. Raporları olmasına rağmen, arkadaşlarının yanına koymuyor. Malatya Hapishanesi’nde MKP dava tutsaklarının özgürlük eylemi engellendi. Tünel ortaya çıkarıldıktan sonra, bir kısmı sürgün edildi. Malatya’da kalan MKP dava tutsakları üzerindeki baskı ve saldırılar daha da arttı. Mahkemeye ve hastaneye giderken ters kelepçe takılmaya başlandı. Tutsaklar bu saldırıya direndikleri için işkenceye uğradı. Keyfi aramalar çoğaldı. Sayımlarda ayakta durma dayatıldı. Mahkeme pervasız bir tutumla 24 MKP dava tutsağının toplu dosyasını tek tek görme kararı vererek bir ilke imza attı. Tutsakların siyasi içerikli, devletin faşist niteliğini teşhir eden savunmalara, ayrı davalar açtı. Savunma hakları engellendi. MKP dava tutsakları, mahkemenin faşist keyfi, tek tek dosyayı sürdürme ve savunma hakkını engelleyen saldırısına politik tavırla yanıt verdiler. Dosyaların birleştirilmesi, savunma hakkını engelleyen tüm keyfiyete son verilmeden savunma yapmayacaklarını ortaya koydular. Tutsaklar mahkeme salonunda saldırıya uğradı. Keza daha sonra kendilerini tehdit etmekten geri durmadılar. Anlaşıldığı gibi dışarıda daima sürdürülen saldırılar, hapishanede bu biçime bürünüyor. Dün olduğu gibi bugün de, içeride ve dışarıda her alanda saldırılara direnişle ve devrimci savaş çizgisiyle uygun cevap verilecektir. Engeller ve saldırılar Kaypakkayacı hareketi yolundan döndüremez. İnsani ihtiyaçların bile devrimci tutsaklara karşı kullanıldığı tredman-ıslah etme-F tipi politikası devam ediyor. Bütün bu saldırılara dışarıda yanıt olalım. Hasta tutsaklara özgürlük mücadelesini yaygınlaştıralım. Hasta tutsakların katledilmesine izin vermeyelim. Mücadeleyi birleştirelim ve güçlendirelim.
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ:
Yurtiçi 54 TL
Yurtdışı
108 EURO
HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın Süreli- Yönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL
Di Pirsgireka Kurdan de Bi Qetilkirina Gel Tê “Çareserkirin” Meşa ku li Geverê ji bo şermezarkirina tahrîpkirina gorên PKK’iyan dihat kirin, polîsan bi guleyan êrîş kir, Veysel û Reşît Îşbîlîr hat kuştin. Piştî spartina wan polîsan disan êrîş kir û Bemal Tokçû hat kuştin Deshilata siyasi êdî nikare derewek bibîne bo qetlîamên xwe. Ji aliyekî bi “vekirinan” û “paketên demokrasî” ji netewa kurdan re, ji kêmînan û bawerî yên cuda re û ji gelan re vaatên“azadî û aştî” dikin lê ji paketên wan êrîş, pêkutî û qirkirin derdikevi. Em qet şaş nabin ku deshilat ji bo “paqijkirina” rûyê xwe yê faşîst disan çêla “hêzên prova-
katîf” dikin. Lê belê gelên ku Bakurê Kurdistanê û Tirkiyeyê dijin ji borî heta îro destên bi xwîn a deshilata faşîst dizanin. Kesên ku bi gotina “aştî û çareserî” êrîş dikin, qetliamek nû pêk anîn. Di 6’ê Kanûnê de li Geverê bi serokatiya MEYA-DERê çalakiyek ji bo şermezarkirina xirabkirina mezelên PKK’iyan hat lidarxistin, polisan êrîş kir Veysel û Reşît Îşbîlîr kuştin. Gel ji bo şermezarkirinê li goristanê civîyan û ber bi navenda bajêr meşîyan. Li vir piştî daxuyanî polîsan bi bombeyên gazê û guleyên plastîk êrîş kir. Gel bi kevir û molotofan ber xwe da , di encamê de Veysel û Reşît Îşbîlîr hat kuştin. Termê wan rakirin Nexweşxaneya Dewletê ya Geverê. Polîs li dora nexweşxane girt û xwest terman birevîne. Gel li ber nexweşxane kom bû
xwest polîsan asteng bike, polîsan disa êrîş kir.Malbata Îşbîlîr û gel xwest bikevin nexweşxaneyê lê polîsan bi gazan êrîş kir û term bi zorî revand.
Term Bi Deh Hezaran Spartin Axê Piştî otopsiyaan cenaze di 11 Kanûnê de ji Wanê hatin girtin, piştî merasîma olî ya Mizgefta Halê Sebzê bi sedan maşîneyan ber bi Geverê ve hat oxirkirin. Cenaze bi deh hezaran hat peşvazîkirin, nevenda BDP’yê banga peşvazîkirina girseyî kir. Term bi girseyî anîn kolana Cengîz Topelê li vir polîsan carek din êrîşê gel kir. Gel jî bi kevir û molotofan bersiv da. Piştî lihevxistinê, bi hatina hevseroka BDPyê Selahaddîn Demîrtaş û hevseroka HDPyê Sebahat Tûncel û parlementerên BDPê girse ji bo dest-
pêka meşê kir. Bi weneyên Abdûllah Ocalan û alên PKK û dirûşmên “şehît namirin û Rêheval Veysel, Reşîd bêmirin in ”, “serhildan” hat evêtin. Veysel û Reşîd bi deh hezaran ber bi bêdawitî ve hat oxirkirin. Gel piştî merasîmê hat nevçeyê li vir polisan bi bombeyan û guleyên plastîkan êrîşe gel kir, berxwedana gel disan destpê kir. Polîsan maşineyek zirxî ajot li ser gel. Ji heman maşineyê de li ser girseyê re gule hat barandin. Dû wan bûyeran gel li paş kolanan bi seatan ber xwe da. Piştî êrîşê polisan Bemal Tokçû bi giranî birîndar bû, ji Geverê sevkî Wanê kirin. Piştî tedawî û tîmarê Tokçû jiyanê xwe ji dest da.