hg_sayi_10

Page 1

kapak 10_Layout 2 4/9/11 4:20 PM Page 1

Burjuva paslı silah kullananların elinde patlar Sf. 12-13 Devletlerin Enerji politikaları; aşırı kar hırsı ile insan yaşamını ve doğayı talan etme üzerine kuruludur. Sf. 22

YGS sınavlarında ortaya çıkan skandal, eğitim sistemindeki çürümüşlüğü ifade eden olaylardan sadece bir tanesidir. Sf. 16-17

Halkın Günlüğü

10-20 NİSAN 2011 Yıl: 1 Sayı: 10 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

GÜNCEL 06

Devletin “çözüme” cevabı saldırı oldu Kürt ulusuna yönelik devlet şiddeti artıyor. BDP ve DTK’nın dört ana talepli demokratik çözüm önerileri devletin şiddetiyle karşılanıyor. “Sivil İtaatsizlik” eylemlerine izin vermeyen devlet, 338 kişiyi gözaltına aldı ve 149 kişiyi tutukladı. Diğer yandan ise artan askeri saldırılarda 15 gerilla yaşamını yitirdi.

Ermenilerin ölüm yolculuğu -1Sait Çetinoğlu’nun yazısı Sf. 10-11

GÜNCEL 8-9

Yaygınlaşan güvencesizlik ve sendikal çıkmaz Güvencesiz çalışma koşullarının hayata geçirildiği günümüzde işçi ve emekçilerin mücadele yürüyüşü hem hükümet tarafından hem de sarı sendikalar tarafından kesiliyor. Bir yanda hükümetin çıkardığı saldırı yasaları dururken, diğer yanda ise sendikal bürokrasinin işçi ve emekçilere ihanet eden yaklaşımı duruyor.

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

Dönüşüm adı altında sağlık ticarileşti Ülkemizde sağlık hizmetine ulaşmak her geçen gün daha da zorlaşıyor. Son yıllarda peş peşe onaylanan Sağlıkta Dönüşüm yasaları ile iyice ticarileşen sağlık hizmetleri, sağlık emekçilerini kaygılandırıyor Sağlıkta Dönüşüm adı altında çıkarılan yasalar hem sağlık emekçilerini hem de sağlık hakkından yararlanan tüm halkımızı yakından ilgilendiriyor. Sağlık emekçileri yaşanan sorunlara dikkat çekmek ve devleti uyarmak amacıyla 19-20 Nisan tarihlerinde greve gidecek. İTO Yönetim Kurulu Üyesi

Dr. Süheyla Ağkoç sağlıkta dönüşümün rant üzerinden bina edildiğini açıklayarak, “Acil servislerde, Verem Savaş Dispanserleri’nde, 112 servislerinde doktor kalmadı. Yani İstanbul tam bir kaos, tam bir karmaşa içeresinde” olduğunu ifade etti.

İTO Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Süheyla Ağkoç

Devletin ‘Hayata Dönüş’ aldatmacası Toplumsal muhalefetin gündeminden hasıraltı edilen 19 Aralık Katliamı’na ilişkin, son dönemde açılan bir dava üzerinden çıkan belgeler, katliamın neden ve nasıl işlendiğine dair eksikte olsa, devletin o dönemki aldatmacasını gösteriyor. “Hayata

GÜNCEL Kim suçlu? Katledenler mi, biz mi sf 02

Dönüş” olarak adlandırılan 19 Aralık Katliamı’na ilişkin devlet tarafından gizlenen belgede, saldırının asıl adının “Tufan” olduğu ve askerlere sınırsız öldürme yetkisi verildiği ortaya çıktı. “Hayata Dönüş” adı verilen katliam saldırısı, 20 hapishanede hayata geçi-

❯ GÜNCEL

rilmiş ve 28 devrimci tutsak yakılıp, kurşunlanarak katledilmişti. Devletin medyayı kullanarak manipüle etmeye çalıştığı 19 Aralık Katliamı’na ilişkin açılan davalarda biri alt rütbeli, diğerleri er statüsünde olan 35 kişi sorumlu tutulmuştu. Sf 04-05

Duvarın iki yakası tek ses oldu sf 07


2-3_Layout 2 4/9/11 2:11 PM Page 1

02 güncel

Halkın Günlüğü 10-20 NİSAN 2011

Kim suçlu: Katledenler Bağımsız mahkemeler, bağımlılık yaratıyor Mahkemelerin bağımsız olduğu her fırsatta dile getirilse de, ülkemizde öyle örnekler var ki artık mahkemelerin bağımsız olmadığının su götürmez bir gerçek olduğunu kanıtlıyor İki yıl önce Eskişehir’de bir açılışta Başbakan Tayyip Erdoğan’ı, “Zam, zulüm, işkence, işte AKP” diye slogan atarak protesto eden sekiz kişi, polis tarafından hazırlanan ve “Gerici, hırsız Başbakan’ı istemiyoruz” diye bağırıldığı şeklindeki tutanak nedeniyle, 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı. Verilen ceza yine polis ve mahkeme ilişkisini ortaya çıkardı. Mahkemenin atadığı bilirkişi, eylemin görüntülerini inceleyerek, böyle bir slogan atılmadığını kaydetse de, mahkeme kendi atadığı bilirkişi heyeti yerine polis fezlekesini dikkate aldı. Eskişehir’de 13 Mart 2009’da Eskişehir-Ankara hızlı tren hattının açılışı sırasında, Başbakan Erdoğan’ı protesto eden ÖDP ve Gençlik Muhalefeti üyeleri Can Büyükşahin, Taylan Alhas, İnan Güçlü, Can Aydemir Sezer, İsmail Aldış, Murat Güleryüz, Anıl Genç ve Samet Polat, 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı. Açılış sırasında “Gerici,

Bursa’da demokratik eylemlere katılan ve haklarını arayan kişilere yönelik açılan dava sonuçlandı

hırsız, halk düşmanı AKP” yazılı bir pankart açıp slogan atan sekiz kişi, polis tutanağında, “Zam, zulüm, işkence, işte AKP”, “Başbakan’ı Eskişehir’de görmek istemiyoruz”, “Gerici, hırsız Başbakan’ı istemiyoruz” diye slogan attığı ileri sürüldü. Ardından savcı da bu tutanak doğrultusunda ‘Başbakan’a hakaret’ten 1 yıldan 2 yıla kadar hapis istemiyle dava açtı.

Bilirkişi Necdet Usul’un 30 Eylül 2010’da hazırladığı raporda ise şöyle denildi: “Bu 8-9 kişilik grup ‘Zam, zulüm, işkence, işte AKP’, ‘Zam, zulüm, işkence...’ diye bağırdıkları esnada gözaltına alınıp götürülüyorlar.” 5 Nisan 2011’de görülen davada ise hakim heyeti, bilirkişi raporunu değil, polis tutanağını dikkate alarak, sekiz kişiye ‘kamu görevlisine hakaret’ iddiasıyla 14 ay hapis cezası verdi. Daha sonra ceza, 11 ay 20 gün hapse çevrildi ve sanıkların bir yıl denetime alınmalarına karar verildi.

2008-2010 yılları arasındaki 2 Temmuz Sivas katliamı anmalarına, TEKEL’in özelleştirilmesine karşı yapılan eylemlere, 1 Mayıs İşçi Bayramı’na, İbrahim Kaypakkaya’nın ölümsüzlük yıldönümü olan 18 Mayıs’ta gerçekleştirilen anma etkinliklerine katıldıkları için haklarında “suçu ve suçluyu” övdükleri gerekçesiyle, Bursa’da 24 kişiye dava açılmıştı. Dava öncesi Bursa Adliyesi önünde toplanan DHF, Partizan, SDP, ESP, Bursa Demokrasi Platformu ve BDSP üyeleri, “Eğer bunlar suçsa biz bu suçları işlemeye devam edeceğimizi burada bir kez daha haykırıyoruz.” dedi. Aralarında dava açılan kişilerin de bulunduğu devrimci demokratik kurum üyeleri, “Baskılar, gözaltılar tutuklamalar bizi yıldıramaz” pankartı arkasında toplanarak, devletin demokratik haklar mücadelesine yönelik baskılarını protesto etti.

Bilirkişi: suç yok Eskişehir 2. Sulh Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın ilk duruşmasında sekiz kişi eylemlerinin suç teşkil etmediğini ve demokratik haklarını kullandıklarını ifade ettiler. Mahkeme de, protesto görüntülerini içeren kamera kayıtlarını bilirkişiye gönderdi.

Demokratik ve meşru eylemlerin polis kurgularıyla yan yana getirilip savcılık tarafından soruşturma sonrası açılan davada “Suç ve suçluyu” övmekten yargılanan DHF ve Partizan üyeleri ilk duruşmada beraat etti.

Kurumlar adına yapılan ortak açıklamada TMŞ ve savcılığın el ele verip, meşru ve yasal olan etkinliklere katılan ilerici, devrimcileri, kurum ve çalışanlarını, hazırladığı uydurma idialarla kendince “suçlu” ilan ettiği belirtildi.

Cinayeti işleyen devlet Hrant Dink cinayetinde mahkeme aynı nakaratı tekrarlayıp duruyor. Yargı ve tetikçiler hem devleti hem de kendilerini aklamaya çalışıyorlar. Cinayetin sorumlusu olan asıl kurumun yani devlet ve onu yönetenlerin adı ise “iddianame”de geçmiyor. Suikastla ilgili ihmal iddialarına ilişkin Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturmada, İçişleri Bakanlığı tarafından cinayetten 1 yıl sonra ihmalleri araştırmakla görevlendirilen istihbarat uzmanı Polis Başmüfettişi Levent Yarımel, 1 Nisan 2011 tarihinde, Ankara Cumhuriyet Savcısı Mehmet Taştan’a Hrant Dink cinayetiyle ilgili ifade verdi.

Yarımel savcıya verdiği ifadede şu konulara değindi: Cinayet işlenmeden önce Yasin Hayal’in kullandığı telefon kayıtlarının silinerek, Erhan Tuncel’den alınan Yasin Hayal’in kullandığı telefonla yapılan konuşmalarda, cinayetin işleneceği bilgisinin, cinayetten yaklaşık 1 yıl önce, Trabzon İstihbarat Şubesi kanalıyla İstanbul İstihbarat Şubesi’ne yazılı olarak bildirildiğini anlattı. Bütün bu telefon kayıtlarının cinayetle ilgili yapılan araştırmaların yapılmamış gibi gösterilmesi için silindiğini açıkladı. Yarımel ayrıca, bu kayıtların silinmesinin muhtemelen soruşturmanın yapıldığı dönemde olduğunu, telefon kayıtlarının silinmesinin keyfi bir şekilde hiçbir izin alınmadan yapılamayacağını ifade etti.

Timsah gözyaşları döküyor Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’i öldüren Ogün Samast’ın son duruşması, 4 Nisan 2011 ta-

Halkın Günlüğü

KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Hıdır Gürz Yayın Türü: Bölgesel Süreli Yönetim Yeri: Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sokak NO: 11 Kat: 4 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 ABlok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

BÜROLAR

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 İZMİR: Şehit Fethi Bey Cadde No: 13 Eski Eshot İşhanı Kat:4 Konak/İzmir Tel-Fax: (0232) 482 01 63 ● MERSİN: Çankaya Mahallesi 4702. Sok. No:8 KAt:3 Akdeniz/Mersin ● ATİNA: Spiro trikoupi 21 10683 eksarxia GREECE/Yunanistan e-mail: devrimcidemokrasi_yunanistan@yahoo.com.tr ● YD TEMSİLCİLİĞİ: Kaiser-Wilhelm Str. 275 47169 Duisburg/DEUTSCHLAND e-mail: d.demokrasi@googlemail.com


2-3_Layout 2 4/9/11 2:11 PM Page 2

03 mi? Yoksa biz mi? güncel

“Katletmek değil anmak suç!” Açıklamada “Bizi bu ithamla suçlayanlara soruyoruz: 2 Temmuz’da Sivas’ta 32 kişinin yakılarak katledilmesi suç değil de katledilenlerin anılması mı suç? 1 Mayıs’ta haklarını arayan emekçilerin katledilmesi suç değil de tüm dünyada emekçilerin bayramı olarak kutlanan bugünkü etkinliklere katılmak, haklarını aramak ve bugün katledilenleri anmak için sokaklara çıkmak mı suç? TEKEL’i özelleştirerek çalışanlarını işsiz bırakıp açlığa ve yoksulluğa mahkûm etmek suç değil de, TEKEL işçilerinin direnişini desteklemek mi suç? İbrahim Kaypakkaya’yı 18 Mayıs 1973’de Diyarbakır işkencehanelerinde düşüncelerinden dolayı, aylarca işkence yaparak katletmek suç değil de hiçbir çıkar gözetmeksizin halkın mutluluğu ve ülkenin bağımsızlığını savunan bu devrimci önderleri anmak mı suç?” ifadeleri ile devletin yargı erki eleştirildi. Açıklama son olarak “Eğer bunlar suçsa biz bu suçları işlemeye devam edeceğimizi burada bir kez daha haykırıyoruz.” denildi.

Hepsi beraat etti Basın açıklamasının ardından mahkeme salonuna geçildi. Savunmaların yapılmasından sonra karar aşamasında 20 DHF üye ve taraftarı ve 4 Partizan okurunun polis kurgularıyla yargılandığı davada mahkeme elle tutulur bir kanıt bulamayınca beraat kararı verdi.

rihinde İstanbul 2. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapıldı. Hrant Dink’in katili Samast’ın dosyası suç tarihinde 17 yaşında olduğu gerekçesiyle çocuk mahkemesine gönderilmişti. Çocuk mahkemesinde ikincisi görülen davanın duruşmasında, 4 ayrı tanık dinlendi. Çocuk mahkemesinde ifade veren Ogün Samast, kendisinin değil, ‘onu vatan haini’ gösteren manşetleri suçlayarak “Agos’u bile bilmezdim. Beni bu sürece getirenler şimdi nerede” diye sordu.

‘Asıl suçlu ben değilim’ Tanıklardan biri, olay yerine yakın bir sokakta üç kişiyi arkalarından gördüğünü ve üç kişiden birinin kıyafetlerinin Ogün Samast’ın kıyafetlerine benzediğini söyledi. Daha sonra Ogün Samast, mahkemeye gönderdiği mektubu okudu. Samast mektubunda, “Ben suçlu değilim, suçlu Hrant Dink’i vatan haini gösteren manşetlerdir. Ben gözümdeki çöpü çıkardım, şimdi bu manşetleri atanlar düşünsün. Beni bu sürece getirenler şimdi nerede? Ben Agos’u bile bilmezdim” şeklinde ifadeler kullandı.

18 yıl hapis isteniyor İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Erhan Tuncel ve Yasin Hayal’in de aralarında bulunduğu 20 kişinin yargılandığı suikast davasının 25 Ekim 2010’daki duruşmasında, Ogün Samast’ın dosyası ayrılmış ve çocuk mahkemesine gönderilmişti. Davanın iddianamesinde yaşının suçun işlendiği tarihte 18’den küçük olduğunu dikkate alan mahke-

me, Samast hakkında 18 yıl ile 24 yıl arasında hapis cezası istiyor. İddianamede, sanığın ‘terör örgütüne üye olma’ ve ‘ruhsatsız silah taşıma’ suçlamalarıyla da 8,5 yıl ile 18 yıl arasında hapis cezasına çarptırılması isteniyor.

YÖNELİM

kazım cihan

EVRENSEL

T

ürkiye- Kuzey Kürdistan’ da yansıtılmayanlar hariç, resmi istatistik verilerine göre her gün ortalama 10’a yakın kadın öldürülüyor. Çok yönlü sistematik şiddet ise “olağan”laştırılmış bir durum…

Erkek egemen devletler sisteminin ve onun devam ettiricisi, geleneksel aile- koca- ’’sevgili’’- baba- abi- v.b gibi cinsel baskı ordusu, hep seferberlik halindedir. Sömürücü egemenlerin ideolojik hegemonyasının dışına çıkamamış erkeklik, cins baskısını “doğal” telakki ediyor. Öyle ya, “korunmaya” muhtaç, namusu erkekten sorulur, her türlü davranışı bu temelde denetlenmeyi gerektirir kadın, haddini-yerini bilmelidir.(!) Ahlak-adap-töre bellidir. Bu yoldan çıkmak olmaz, olamaz. Erkler dünyasının ilahları ve askerleri, üstelik onları koruma ve kurtarma adına, bu “meşru”“doğal” görevlerini icra etme durumundadırlar. Kendisine “kader” gibi dayatılmış durumu sebepleriyle kavrama ve köklü değiştirme eylemi devrimin, öncüsü-öznesi olamayan ezilenin, kendisi ile birlikte insanlığı kuşatan-kendisine yabancılaştırılan, aşağılayan zulüm zincirlerini paramparça etmesi imkansızdır. Kaderini bizzat eline almayan, iradesi-inisiyatifi ve örgütlenmesiyle sahneye çıkıp tüm eşitsizliklere köklü meydan okumayan, ezilenler hareketinin kendileriyle birlikte tüm insanlığı kurtarma, kurtulma ve kurtarmayı aşma, formel hak-hukuk-eşitlik dünyasını ve onun zorunluluklarını fethetme geleceği yoktur. Evreni kavrayışımız zayıf! Ve bize yazık! İnsanlığın ezen-ezilenler biçiminde bölünmesi ve erkler dünyasına geçişin, imtiyazlar-üstünlükler-yönetmeler-ilhaklar durağında, insanlığın bu büyük ve aşılması gereken tarihsel yenilgisinin göğüslenmesi bazı yığınak hatalardan radikal kopuşu gerektirir. Ezme-ezilme ile tanışarak düşürülmüş insanlığın bu durumu aşmasının turnusolu, “kadın sorunu” değil, cinsler arası eşitsizlikleri yaratan mülkler dünyasının paramparça edilmesidir. İnsanlığın gerçek kurtuluşunun temerküz noktası budur. Böyle bir yönelim ve gelecek tasavvuruna sahip olanlar, donanlar için, kadınlar; göğün, yeryüzü nüfusunun yarısı oldukları, dolayısıyla lojistik güç kaynağı olarak bir savaşçı deposu durumunda bulundukları için dikkate alınıyorlarsa, bu tamamıyla bir burjuva pragmatizmidir. Burada komünist söylem, gerçeği görmemizi engellememelidir. Cinsler arası eşitsizliğe baştan ve köklü olarak meydan okumayan, pratikleştirmeyen, devrim yürüyüşünün eksenine oturtmayan, kadın merkezli olmayan, geleneksel ahlak, fikir ve değerlerden köküne kadar bir zihniyet devrimiyle kopmayan, bir yürüyüş, ne kadar politik devrimci bir yön taşıyor olursa olsun, komünist ideolojik devrimcilik yoluna çıkamaz. Cinsler eşitsizliğini devrim sonrası gelecekte konuşulacak(!) ertelenebilir bir “sorun” görme, bir alışkanlık, köklü bir kültür, kabul edilebilir bir kişilik durumundadır. Böyle olmaz! Bugünden örgütlenmemiş, kültür ve kişiliğe dönüşerek, işlevsel bir pratik halini almamış, yani yapılmıyorsa, ne “sorun” denilen şey biliniyor ve nede onu doğuran toprak süpürülüyor değildir. Beylik lafların ötesine geçilmelidir. Şimdi zamanı değil, devrimden sonra “kurtarılacaklar” listesinin kurtarıcılara muhtaç “mağdur” ları değil, devrimin yedeği hiç değil, bilinçli öncüsü-öznesi bir irade konuşmalıdır. Burjuva hak-hukuk mücadelesinin, efendiden talep etmenin ötesinde, köleleştirici tüm zincirlerin ve tamamıyla kırılması yönelimiyle işe başlanmalıdır. Bu, hak-hukuk-eşitlik mücadelesinin yadsınması değildir. Nasıl ele alınmalı, ne-nasıl yapılmalı meselesidir. Sorunlara ilgisiz, araziyi ve çelişkilerin oradaki özgün niteliklerini, somutta öne çıkan görevlerini, örgütlenmenin biçimlerini atlamak elbette devrimci lafazanlıktır. Ama her bir örgüt ve mücadele biçimini basit bir tercih değil, ezensiz, ezilensiz bir dünyanın rehberi olduğu için, komünizm yönlendirmelidir. Cinsler arası eşitsizlik, cinsiyete dayalı baskıcı işbölümünün doğallaştırılmasında, burjuva ideolojik hegemonyanın rolü görülmelidir. Bu, komünist saflara da sirayet etmektedir. Sömürücü ve özellikle kapitalist toplumsal üretimde hapsedildiği ev-aile ortamında, üretim öküzlerine dönüştürülmüş çalışanların, hazırlanmasında, başat rol oynadığı halde, emeği hiçleştirilen, görülmeyen ve faaliyeti, statüsü doğal “insani” bir refleksmiş şeklinde addedilen, cins olarak ilhakının meşruiyetine buyur edilen “karılık” la, düzene adapte edilen “erkek” ben bunu istemiyorum, sizin istediğiniz erkeği reddediyorum demelidir. Gerçek zafer bilinci budur. Bu zafer bilinci, insanlığın ilk yenilgisini anlamak ve kurtuluşunun anahtarıdır. Pozitif ayrımcılık, kotalar bu bilinçle ele alınırlarsa anlamlıdır. Yoksa, bir okşama, aldatma silahıdırlar. Kadının erkek tarafından yönetilmeye, denetlenmeye, idare ve terbiye edilmeye muhtaç bir nesneye dönüştürülmesine karşı mücadelede, Bağımsız, Demokratik Kadın Hareketi’ nin önemini kavrayışımız, pratikleştirilerek ilerlemelidir. Özgürleşmemiş kadın, ezenlerin oyuncağına dönüştürülmüş, sistem bekçisi gardiyan erkeğin, sömürücü düzen tarafından tarumar edilmesine rıza göstermeme durumudur. Bu huzura ram olmak, bitmektir… Avrupa Demokratik Kadın Hareketi’ nin Nisan 2011 Kongresinin belgelerinden biraz daha öğrendim. Öğrenmenin sınırı yok… Düzeni kurtaran zincirleyen imtiyazları ateşe verebilecek miyiz?


4-5_Layout 2 4/9/11 3:25 PM Page 1

04 güncel

Halkın Günlüğü 10-20 NİSAN 2011

Devletin ‘Hayata Dönüş’ 19 Aralık Katliamı’na ilişkin süren Bayrampaşa davasında açığa çıkan “Tufan” adlı “operasyon” belgesi, devletin neleri gizlediğini tam anlamıyla deşifre etmese de, devletin katliamcı gerçekliğinin ipuçlarını veriyor Devlet emperyalist efendilerinin stratejik planlarına daha iyi hizmet edebilmek için, iç toplumsal dinamikleri etkisizleştirip, sömürücü düzenlerinin işleyişini kusursuz sürdürmek adına, devrimci ve komünist hareketin örgütlülüğüne karşı giriştiği savaş konsepti içerisinde, devrimci örgütlülüğün dinamik alanlarından biri olan hapishanelerde büyük bir katliama imza attı. Tarih 19 Aralık 2000’i gösterdiğinde çok önceden planlamış stratejik savaşın hapishaneler ayağını devreye koyan Türk devleti, 20 hapishanede devrimci örgütlülüklere yönelik başlattığı kanlı saldırıda, 28 devrimci tutsağı gaz bombaları, lav silahları ve ağır makineli tüfeklerden çıkan ölüm mermileriyle katletti. Saldırının toplumsal ayağında devreye konulan planda katliam saldırısı, devletin tetikçi medyası ve sivil toplum kuruluşları tarafından yapılması gereken, iyileştirme ve “terör”den kurtarma demogajelerinin şişirilmesiyle örüldü. Hapishanlerde insani talepler için direnen ve teslim olmayan devrimci dinamikler, kullanılan etkin burjuva-feodal medya ayağı ile yanlızlaştırılarak, katliamda tek tek katledilmelerinin toplumsal meşruluğu sağlanmak istendi.

Katliam Tufan’ı “Hayata Dönüş” propagandasıyla manipüle edilmek istenen katliamın ardından günümüze kadar gelen sürece bakarsak

açılan davalarda, biri alt rütbeli ve diğerleri er statüsünde olan 35 sorumlu kişinin tutulması; bizzat operasyon emrini veren dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, Orgeneral Aytaç Yalman, operasyonu yöneten Ankara Jandarma Özel Asayiş Komando Birliği (JÖAK) Komutanı Albay Burhan Ergin ve Hapishaneler Genel Müdürü Ali Suat Ertosun’un üzerinde dahi durulmaması, bu planın nasıl da başarıya ulaştığının kanıtı durumundadır. Toplumsal muhalefetin gündeminden hasıraltı edilen katliama ilişkin, son dö-

Saymakla bitirilemeyen katliamlar

nemde açılan bir dava üzerinden çıkan belgeler, katliamın neden ve nasıl işlendiğine dair eksikte olsa, devletin yalanlarını gösteriyor. “Hayata Dönüş” olarak adlandırılan 19 Aralık Katliamı’na ilişkin devlet tarafından gizlenen saldırının, nasıl gelişeceğini ilişkin bir belgede, saldırının asıl adının “Tufan” olduğu ortaya çıktı. Jandarma arşivlerinden çıkan operasyon planına göre, katliam günler öncesinden planlanırken, operasyonu gerçekleştirecek timlere de sınırsız öldürme yetkisi tanınmış.

24 Nisan, Dersim, 6-7 Eylül, Zilan, Çorum, Maraş, Gazi, 19 Aralık, Sivas ve daha nice adını saymakla bitiremeyeceğimiz katliamların etkileri, toplum üzerinde halen kendisini derinden hissettirmektedir. Toplu mezarlardan, ulusal soykırımlara, etnik temizlikten, kirli savaş uygulamalarına kadar her türlü vahşi uygulamalara imza atan Türk devleti, yaslandığı tarih boyunca halkların kanlarıyla kendi sömürücü iktidarını korumuştur. Her dönem için ayrı ayrı başlıklar açılsa, o dönemdeki ulus, milliyet ve azınlık ulus ile etnik topluluklara uygulanan vahşetler yazmakla bitirilemezdi. Her gerici devlette olduğu gibi ül-

‘Zor ve silah kullanılacak’ Planda yer alan “Mahkumlara karşı tereddütsüz, misliyle mukabelede bulunulacak, zor ve silah kullanılacak!” talimatı katliamın devlet tarafından tetikçilerine sunulduğunun kanıtı durumundadır. Planda ayrıca “Operasyonun can kaybıyla bitebileceği” de özel olarak vurgulanarak, katliam taburlarına gereğini yapın denilmiş.

Gerçekler ortadaydı Katliam saldırısının hükümet ve kolluk güçleri tarafından gelişen ölüm orucuna

kemiz hakim sınıfları da kendi gerçek tarihlerini, ülkemiz halklarının zihninden kazımak için bolca yalanlara başvurmuştur. Her dönemin kendine özgü koşullarına göre, Türk devletinin hakim sınıfları tarafından gerekli meşruluk, o günün somut koşullarındaki boşluklarla doldurulmuştur. Hatırlanacağı üzere, Ermeniler Türklerin ezeli düşmanı, Dersim Katliamı’nda katledilenler eşkiya, 6-7 Eylül olaylarında Rumlar gavur istilacı ve düşman, Çorum, Maraş’ta katledilenler, İslama savaş açan Alevi komünistler, 19 Aralık’ta hapishanelerde katledilenler, tutsak oldukları hücrelerde ellerinde roket atarı olan devrimciler, keza Sivas’ta katledilenler de dinsiz aydınlar...

Devlet neden gizli arşiv tutar Her katliamın gelişme seyri ve devamında toplum içerisindeki kimi gruplarda meşruluğu, kimi gruplarda sessizliği sağlayacak olguların açığa çıkmasındaki organizasyonun komuta kontrol kademesindeki Türk devleti ve onun askeri, polisleri, medyası ve tetikçi siyasi partileri vardır. Her biri düzenli bir organizasyonla devletin veya Türk hakim sınıflarının çıkarları etrafında kurdukları ortaklıkla, toplumsal güçlere ve devrimci öznelerine karşı savaş içerisindedirler. Tarih boyunca meydana gelen ulusal, etnik soykırım ve devrimci güçlere karşı yapılan katliamların


4-5_Layout 2 4/9/11 3:25 PM Page 2

güncel

10-20 NİSAN 2011 Halkın Günlüğü

05

aldatmacası Katliam davası ertelendi Bakırköy 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen 19 Aralık Bayrampaşa Hapishanesi Katliamı davasının ikinci duruşmasında, avukatların katliama karışan rütbelilerin isimlerinin açıklanması talebi mahkeme heyeti tarafından reddedildi. Görülen davada mahkeme heyeti, televizyon kanallarından katliamların görüntülerini istedi. Ayrıca Meclis Başkanlığı’na yazı gönderilerek dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, İçişleri Bakanı Sadettin Tantan ve Sağlık Bakanı Osman Durmuş hakkında Meclis’te fezleke olup olmadığını soracak. Adresi bulunamadığı ve duruşmalara katılmadığı için sanık asker Hasan Köse’nin tutuklanması kararını veren mahkeme heyeti, sanık erler Yusuf Aktepe, Asim Bulut, Mustafa Korkmaz’ın vareste tutulmasına karar verdi.

ilişkin hazırlandığı safsataları ise, dönemin Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Engin Hoş’un imzasını taşıyan plandaki, Jandarma Genel Komutanlığı’nın 11 Ekim 2000 tarihindeki emri üzerine hazırlanmıştır ibaresi ile çöküyor. MKP tarafından hazırlanan “Bu Tarih Bizim” adlı tarihsel analiz kitabında yer aldığı gibi, 19 Aralık Katliamı, devletin devrimci ve komünist harekete tasfiyeyi dayatan çok yönlü stratejik saldırı konseptinin bir parçası olduğu ve saldırının toplumsal muhalefetin

gücünün azaltılarak katliamla bitirileceği ve bu saldırı girişiminin çok önceden hazırlandığına ilişkin tespitinin su götürmez gerçekliğinin kanıtı durumundadır. Birçok devrimci hareket 19 Aralık sürecinin çeşitli belgelerle kamuoyuna aktarmış ve katliamın planlarını ve saldırının niteliğini gün yüzüne çıkarmıştı. Ancak ne hikmetse burjuva-feodal medya bu açıklamaları görmezden gelmiş ve devletin propaganda cephesinde tetikçilik yaparak, katliamı manüple etmek istemişti.

temelinde devletin, üstün sınıfsal çıkarları vardır. Bu nedenle devlet kendi tarihi boyunca, sömürücü iktidarını zora düşürecek, işlevini aksatacak, onu yıkacak oluşumlara karşı, giriştiği mücadele pratiklerini kaydeder. Kaydeder ki her defasında içerisindeki oluşumlara hem gücünü hem de sultanlığını sağladığı gerçekliğini ve gizli güçlerinin nerelerde nasıl açığa çıkarılacağını ya da konumlandıracağını tekrar tekrar zihinlerine nakşeder. Devletin üstün çıkarları gereği tutulması gereken çok gizli belgeler ibareli arşivlerde, ülkemizde toplumsal muhalefetin ya da devrimci güçlerin her pratiği kayıt altına alınmakta ve yine devletin bu güçlere karşı giriştiği savaşta aynı titizlikle belgelenmektedir.

Mahkeme heyeti, avukatların, ortaya çıkan harekat planının kaç nüsha olduğu, başka hareket planı olup olmadığının araştırılması talebini ise reddetti. Heyet red gerekçesi olarak planın “resmi belge” olmasını gösterdi. Mahkeme heyeti, yine avukatların Bayrampaşa Hapishanesi “Tufan3”, “Tufan4”, “Tufan5” ve “Tufan6” koduyla harekatın merkezinde bulunan görevli hareket, lojistik, muhabere, istihbarat temsilcilerinin bildirilmesi talebini de reddetti. Duruşma 27 Temmuz 2011 tarihine ertelendi.

Belgeler katliamın nasıl işlendiğini açıklar neden işlendiğini değil 19 Aralık Katliamı’yla ilgili hazırlanan çok gizli belgelerdeki ifadeler, devletin katliamı nasıl ustalıkla organize ettiğinin anlatımlarıyla doludur. Siyasi partilerinin, medyasının, kolluk güçlerinin nasıl organize edildiği ve karşısındaki güçlere karşı nasıl stratejik saldırının bir parçası olarak konumlandırıldığı ve saldırının bu konseptle nasıl başarıya ulaştığı pişkinlikle kayıt altına alınmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki 19 Aralık Katliamı’na ilişkin TSK arşivlerinden ortalığa saçılan birkaç belgenin içerisinde yer alan gerçeklerin, medya tarafından yeni bir keşif gibi sunulması

Sami Türk bilmiyormuş 19 Aralık Katliamı’nın mimarlarından dönemin bakanı Hikmet Sami Türk, 11 yıl sonra çıkan ‘planlar’dan haberi olmadığını iddia etti. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk “O dönemde bizim böyle bir plandan haberimiz yoktu” dese de, katliam sırasında yaşanan olaylarla ilgili kamuoyunu

yanıltacak yalanlara başvurmuktan da çekinmiyordu. Sami Türk, katliam sırasında ortaya çıkan katliam izlerini gizlemek için basına her defasında “Müdahalenin amacı, insanların hayatını kurtarmaktır.’’, “Teröristleri terörizmden kurtarıyoruz”, “Kendilerini yaktılar” sözlerini dile getiriyordu.

Kanlı manşetler unutuldu mu? Bugün 19 Aralık Katliam görüntüleri ve fotoğrafları altında devleti eleştiren haberleri yansıtan burjuva-feodal medya o dönemde devletin tetikçiliğini yapmıştı. İşte o dönemde atılan manşetlere bazı örnekler verelim ve siz yorumlayın:

bizi yanıltmasın. O dönemde de devrimci basın ve kamuoyu, bu gerçeklerden daha fazlasını söylemişti. Kullanılan bombalardan, 28 devrimcinin nasıl katledildiğini anlatmıştı.

Operasyona ilişkin Milliyet’in Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Yılmaz “Sahte oruç, kanlı iftar” başlığını atmıştı.

Emperyalist efendilerinin hizmetinde daha iyi çalışmak adına, ülkemizdeki toplumsal muhalefeti denetimi altına almak için, devrimci güçlerin çok yönlü tasfiyesini amaçlayan devlet, o dönemde yürüttüğü stratejik saldırı konseptinin bir ayağı olan hapishanelerde, devrimci örgütlülüğü parçalamak istiyordu. Önce politik teslimiyeti dayattı, olmadı. Sonra son kozunu oynadı, tüm kolluk güçleri ile devrimci kadroları ağır silahlarla katletti ve hepsini toplumsal muhalefetten soyutlamak adına F tipi tecrit duvarlarına koydu.

Hürriyet katliamı “Devlet Girdi” manşetiyle vermiş, “suçluları” da “Telefonla yak emri/ lider talimatı: bir arkadaş kendini yaksın” haberleriyle ilan etmişti. Ertuğrul Özkök, “Hükümetin bu operasyona verdiği, ‘Hayata Dönüş’ adı dün gerçek anlamını buldu” diye yazdı. Aynı gazetede Cüneyt Ülsever “Cezaevi Operasyonlarında hükümeti destekli-

yorum” başlıklı yazısında, “fedakarlık, sevk ve idare becerisi, dirayet”ten dolayı devlet yetkililerini kutluyordu. Sabah “Hassas operasyon” haber başlığı ile daha fazla mahkumun ölmesini istemeyen polisin ağır ve dikkatli bir ‘operasyon’ yürüttüğünü aktarıyordu. Gazete haber içerisinde Kendisini yakarak ölen mahkum sayısını 17 olarak gösteriyordu. Sabah’tan Güngör Mengi “Devlet uyandı” yazısında “Harekat, Adalet Bakanı’nın dediği gibi ‘insan hayatını kurtarma operasyonu’dur” diyordu. Zaman gazetesi ise Ramazan’a denk gelen operasyonu “Sahur operasyonu” başlığıyla verirken, gazetenin yazarı Tamer Korkmaz “Nihayet” başlıklı yazısında operasyonun aslında geciktiğini yazıyordu.


6-7_Layout 2 4/9/11 3:26 PM Page 1

06 güncel Halk şehitlerini sahiplendi Hatay’ın Hassa İlçesi’ne bağlı Meşreptepe Mevkii’nde 1 Nisan sabahı saat 03.00’de Türk askerleriyle HPG gerillaları arasında yaşanan çatışmada 7 gerillanın şehit düştüğü ifade edildi. HPG-BİM tarafından yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Son zamanlarda Kürdistan’ın birçok alanında yoğun askeri operasyonlarına devam eden TC ordusuna bağlı askerlerle, Amanos alanında faaliyet yürüten gerilla güçlerimiz arasında 31 Mart’ı 1 Nisan’a bağlayan gece bir temas yaşanmıştır. Yaşanan bu temas sonucunda Apocu fedai çizgisinin bilinciyle direnişi esas alan gerillalarımıza karşı imha amaçlı teknik de kullanmıştır. Bu şekilde devrimimizin değerli ve her biri birbirinden kahraman yedi yoldaşımızı şehit vermiş bulunuyoruz.” Yaşamlarını yitiren 7 HPG’li için Amed, Hakkari, Van, Adana, Mersin, İstanbul ve birçok ilde onbinlerce kişi sokağa çıkarak gerilla cenazelerine sahip çıktı. Gerillalar için yapılmak istenen yürüyüşlere saldırıda bulunan polisle kitle arasında çatışma çıktı. Yaşanan çatışmalarda onlarca kişi yaralanırken, bir çok kişide gözaltına alındı.

Halkın Günlüğü 10-20 NİSAN 2011

Devletin cevabı: Saldırı BDP ve DTK’nın “Sivil İtaatsizlik” ve “Demokratik Çözüm Çadırları”nda dile getirdiği “Siyasi ve askeri operasyonlara son verilmesi”, “Siyasi tutukluların serbest bırakılması”, “Seçim barajının düşürülmesi” ve “Anadilde eğitim” taleplerine gözaltı ve operasyonlarla cevap verildi. Siyasi ve askeri saldırılar durdurulmadığı gibi, tutuklamalara da yenileri eklendi. DİHA’nın çıkardığı bilançoya göre bir aylık süre içinde yapılan operasyonlarda 15 HPG gerillası yaşamını yitirdi, 338 kişi gözaltına alındı, 149 kişi de tutuklandı. Newroz kutlamaları sonrasında “Sivil İitaatsizlik” eylemleri ile yeni bir yol haritası açıklayan BDP ve DTK, kurduğu “Demokratik Çözüm Çadırları” ile çözüm için alanlara indi. “Anadilde eğitim, askeri ve siyasi operasyonların durdurulması, PKK lideri Abdullah Öcalan dahil tüm siyasi tutukluların serbest bırakılması ve yüzde 10 seçim barajının düşü-

rülmesi” şeklinde dört temel talep etrafında açılan çadırlarda, on binlerce kişi çözüme yönelik taleplerini ortaya koydu. Fakat taleplere devletin cevabı kolluk ve yargı güçleri üzerinden oldu. Yapılan eylemlere polis saldırdı, ardından gözaltına alınanlar çıkarıldıkları mahkemelerde tutuklandı. Özellikle “Askeri ve siyasi operasyonların durdurulması” ile “Siyasi tutsakların serbest bırakılması” taleplerine verilen cevabın bilançosu 15 HPG gerillasının yaşamını yitirmesi, 338 kişinin gözaltına alınması, 149 kişinin tutuklanması oldu.

ÇHD’den destek Çağdaş Hukukçular Derneği İzmir Şubesi, BDP ve DTK öncülüğündü yürütülen “sivil itaatsizlik eylemleri”ni desteklediklerini duyurdu. Yazılı bir açıklama yapan ÇHD İzmir Şubesi, demokratik çözüm çadırlarının gündeme taşıdığı talepleri sahiplendiklerini ifade ederk, “Bu taleplerin kabul edilmesi, toplumumuzda mevcut bulunan ayrımcılık, ırkçılık ve sürekli savaş halinin son bulabilmesi için elzemdir ve toplum bu barış ortamına her şeyden çok ihtiyaç duymaktadır” açıklamasında bulundu.

Çadır eylemleri devam ediyor Demokratik Çözüm Çadırları, Kürt illerinde tüm baskılara rağmen açık tutuluyor. Muş, Iğdır, Amed, Dersim, Şırnak, Hakkari, Van, Adana ilerinde açık tutulan çadırlarda çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Etkinliklerde, Kürt ulasal sorununa çözüm yolları tartışılıyor.

BDP ve DTK’nın demokratik çözüm taleplerine devletin cevabı, 15 HPG gerillasının katledilmesi, 338 kişinin gözaltına alınması, 149 kişinin tutuklanması şeklinde oldu

Gazetecilere ceza yağmaya devam ediyor Diyarbakır Hapishanesi’nde tutuklu bulunan Azadiya Welat gazetesi eski Yazı İşleri Müdürü Ozan Kılınç hakkında, gazetede yer alan haberler nedeniyle açılan davada 6 yıl 9 ay hapis cezası verildi. Azadiya Welat gazetesinin 2009 yılı Haziran ayında çıkan 12 ayrı sayısında yer alan haberler nedeniyle Azadiya Welat gazetesi eski İmtiyaz Sahibi ve Yazı İşler Müdürü Ozan Kılınç hakkında “Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” ve “Örgüt propagandası yapmak” iddiası ile açılan davanın ikinci duruşması Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Duruşmada tutuklu yargılanan Kılınç ile sanık avukatı Servet Özen hazır bulundu. Ozan Kılınç’ın mahkemeye ibraz ettiği anadilde savunma talebine ilişkin dilekçesi mahkeme heyeti tarafından reddedildi. Kürtçe savunma yapmak isteyen Kılıç’ın savunması mahkeme heyeti tarafından tutanaklara “Mahkememizin anlamadığı, Kürtçe olduğu tahmin edilen bir dil ile beyanda bulunduğu görüldü” şeklinde geçirildi. Mahkeme Kılınç’a “Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek” iddiası ile açılan davadan beraatına karar veren mahkeme heyeti, bir başka dosya olan “Örgüt propagandası yapmak” suçlamasından herhangi bir indirim maddesine gidilmeden 6 yıl 9 ay hapis cezası verdi.

Müdür Ak hakkında suç duyurusu Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Hapishanesi Müdürü Haydar Ali Ak ve hapishane yönetiminin görevine son verilmesi talebiyle suç duyurusunda bulunuldu. TUYAB, TUAD ve İHD üyeleri, Sultanahmet Parkı’nda biraraya gelerek Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Hapishanesi Müdürü Haydar Ali Ak ve hapishane yönetiminin görevden alınmasını istedi. Kurumlar adına açıklama yapan Mahmut Taşdan, Tekirdağ F Tipi Hapishanesi’nde hapishane müdürü Haydar Ali Ak’ın gardiyanların gözleri önünde tutuklulara işkence yaptığını açıkladı. Ak’ın son olarak tutuklu Rıfat Aslan’a

hakaretler yağdırarak darp ettiğini söyleyen Taşdan, yine aynı müdürün Kürtçe yayın organları ve mektupları içeriye almadığını belirtti. Hapishane Müdürü Haydar Ali Ak’ın tahliye olduktan sonra eşyalarını arkadaşlarına bırakan tutuklunun eşyalarına el koyarak, tutuklulara para ile sattığının ortaya çıktığını aktaran Tadan, bu uygulamaları defalarca kamuoyuna taşıdıklarını, ancak basın kuruluşlarının bu gerçekler karşısında üç maymunu oynadığını söyledi. Açıklamanın ardından tutuklu yakınları hapishane müdürü Haydar Ali Ak ve diğer yöneticiler hakkında suç duyurusunda bulundu.


6-7_Layout 2 4/9/11 3:26 PM Page 2

güncel 07

10-20 NİSAN 2011 Halkın Günlüğü

Duvarın iki yakası tek ses

Hapishanelerde tecrit, çeşitli saldırı ve hak gasplarıyla derinleştiriliyor. Saldırılara karşı direnen devrimci tutsaklara yapılan işkence mevzuat gereğiymiş!

Tecrite Karşı Mücadele Platformu, F tipi hapishanelerde siyasi tutuklu ve hükümlülere yönelik derinleştirilen tecridi, Kandıra Hapishanesi önünde protesto etti. Dışarıdaki eyleme, içerideki siyasi tutsaklardan slogan ve marşlarla destek geldi. Siyasi tutsaklar tecrit duvarlarını “Baskılar, hücreler bizleri yıldıramaz” sloganları ile parçaladı. Kandıra F Tipi Hapishanesi önünde “Hapishanelerde tecrit, sürgün sevklere ve saldırılara son” yazılı pankart arkasında bir araya gelen Tecrite Karşı Mücadele Platformu (TKMP) bileşenleri, tecrit ve işkencenin devam ettiği hapishaneler önünde bir araya gelmeye devam edeceğini belirterek, politik tutsaklara uygulanan hak gasplarının durdurulmasını istedi. Kandıra Hapishanesi ana kapısı önünde “Sürgün sevklere, işkenceye son”, “Devrimci tutsaklar teslim alınamaz”, “Devrimci tutsaklar onurumuzdur” sloganları atan platform bileşenleri, “Hapishanelerde tecrite son” yazılı dövizler taşıdı. TKMP adına açıklama yapan Pınar Kalaycı, hapishanelerde tecridin derinleşerek devam ettiğine dikkat çekerek, “Her türlü baskı ve teslim alma aracı devreye sokularak, devrimci tutsakların sesi ve direnişi boğulmak isteniyor. Devletin teslim almaya dönük bütün saldırılarına karşı, devrimci tutsaklar ise kesintisiz bir mücadele hattı oluşturarak direnişini sürdürüyor” dedi. Tutuklulara yönelik uygulanan ceza ve

İşkence mevzuat gereği

olduğunu açıklayan Kalaycı, “Kandıra Hapishanesi’nde havalandırmaya çıkan üç tutsak ‘üst araması’na karşı çıktıkları iddiasıyla gardiyanlar tarafından dövüldü. Dövülerek hücreye götürülen tutsaklardan Rıza Çıtak’ın kolu kırıldı ve yaralı halde bu defa ‘süngerli oda’ diye bilinen işkence odasına alındı. Hastaneye kaldırılan Çıtak’a işkence yapıldığı raporla belirlendiği halde, hapishane ikinci Müdürü Selahattin Tutkun, işkencenin ‘mevzuat gereği’ olduğunu savunarak bu durumu tutsakların psikolojisine bağladı.” ifadelerini kulandı.

Kandıra F Tipi ve Tekirdağ F Tipi Hapishaneleri’nde işkencenin artık mevzuat gereği

Kalaycı, TKMP’nin hapishane önlerinde eylemlerine devam edeceğini belirterek,

saldırı yöntemlerine, tutsakları nefessiz ve havasız bırakma işkencesinin de eklendiğini ifade eden Kalaycı, tutsakların havalandırma sürelerinin hapishane idaresi tarafından 8 saatten 3 saate indirildiğini belirtti. Tecrit uygulamalarının sürgün sevklerle de devam ettiğini sözlerine ekleyen Kalaycı, tutukluların zorla başka hapishanelere sevk edildiğini ve çıplak arama ile ayakkabı araması gibi faşist dayatmaların ise devam ettiğini hatırlattı.

“Duymayan kulakların duyması”nı ve “Görmeyen gözlerin görmesini sağlamak” için ellerinden gelen bütün gayreti sarf etmeye devam edeceklerini söyledi.

İçerden direniş sesleri TKMP üyelerinin eylem sırasında attığı sloganlara siyasi tutsaklardan destek geldi. Siyasi tutsaklar beton duvarlar ve tel örgülerle çevrilmiş hücrelerinden, “İçerde dışarıda hücreleri parçala”, “Baskılar, hücreler bizleri yıldıramaz”, “Yaşasın devrim ve sosyalizm” sloganları atıp, devrim marşları söyleyerek tecridin devrimci tutsakları teslim alamayacağını haykırdılar.

Tutsaklar havasız bırakılıyor Tekirdağ F Tipi Hapishanesi’nde hücrelere ani baskınlar düzenleyen gardiyanlar, hücreleri talan etmeye devam ederken, siyasi tutsaklara işkence uyguluyor. Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Hapishanesi’nde siyasi tutuklu ve hükümlülere yönelik keyfi uygulamalara her gün bir yenisi ekleniyor. Hücrelere baskın yapan gardiyanlar ‘arama’ bahanesi ile eşyaları dağıttı, siyasi tutsakları zorla başka hücrelere sevk etti. Gazetemize, siyasi tutsakların gönderdiği fakslarda hapishanelerde yaşanan hak ihlallerinin artarak devam ettiği

açıklanıyor. Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Hapishanesi’nde tutuklu bulunan Hüseyin Polat, gardiyanların hücrelere ani baskınlar yaptığını, baskınlar sırasında tutsakların eşyalarının dağıtıldığını ve tutsakların talebi olmaksızın isteği dışında hücrelerinin zorla değiştirildiğini bildirdi. 30 Mart Çarşamba günü Muhammet Akyol’un başka bir hücreye zorla sürgün edildiğini ifade eden Polat, siyasi tutsakların defalarca kez öne sürdükleri hücre değişikliği taleplerinin hapishane idaresi tarafından keyfi gerekçelerle engellendiğini fakat talebi olmayan tutsakların ise, zorla başka hücrelere sevk edildiğini söyledi. Polat ağır müebbet tutsakların havalandırma sürelerinin 8 saatten 3 saate düşü-

rülmesini ve tek kişilik hücrelerde tutulmasına karşı 1 Nisan’dan itibaren her gün belli bir saatte kapıları 4 kez dövdüklerini belirterek, siyasi tutsakların talepleri kabul edilinceye kadar eylemlerine çeşitli şekillerde devam edeceklerini açıkladı.

Talana devam Öte yandan yapılan eylemlerin ardından gardiyanların hücrelere 10 kişilik timler oluşturarak baskınlar düzenlediğini açıklayan Polat, baskınlar sırasında tutsakların el ürünlerine ve eşyalarına elkonulduğunu, gardiyanların siyasi tutsakları sözlü ve fiziki müdahalelerle tehdit ettiğini aktardı.

Aynı hapishanede kalan bir diğer siyasi tutsak Seyfi Polat ise, gardiyanlar eliyle geliştirilen talan baskılarının bizzat ha-

pishane müdürü Osman Demirel tarafından organize edildiğini açıkladı.

Seyfi Polat hak gasplarının son bulması için ‘kapı dövme’ eylemi yapmalarının ardından havalandırma haklarının gasp edildiğini ve hücrelere baskınlar yapılarak, eşyalarının talan edildiğini kaydetti. 6 Nisan 2011 tarihinde kendisi ile birlikte Naci Güner ve Ercan Özdemir’in bulunduğu üç kişilik hücrenin basıldığını aktaran Polat, “Kitaplarımızı, defterlerimizi, mektuplarımızı ve özel eşyalarımızı yerle bir ettiler. Tepki gösterdiğimizde ise, ‘Susun lan yoksa gebertiriz’ tehditiyle karşılaştık” dedi. Polat tüm baskılara rağmen mücadeleye devam edeceklerini ve bu noktada tüm kamuoyunun kendilerine destek vermelerini istedi.


8-9_Layout 2 4/9/11 3:27 PM Page 1

08 emek

Kampana Deri’de direniş devam ediyor Deri İş Sendikası’na üye oldukları için hiçbir gerekçe gösterilmeden işten atılan işçiler, 4 Nisan’da fabrika önünde direniş çadırı kurdu. İstanbul-Tuzla Deri Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Kampana Deri’de, 21 Mart’ta Deri İş Sendikası’na üye oldukları için 2 kadın işçinin işten atılmasıyla başlayan direniş devam ediyor. Deri İş Sendikası’na üye oldukları için hiçbir gerekçe gösterilmeden işten atılan işçiler 4 Nisan’da fabrika önünde direniş çadırı kurdu. Fabrika önünde konuşma yapan Deri İş Genel Başkanı Musa Servi Tuzla Organize Sanayi Bölgesi’nde patronların sendika istemediğini, kuralsız taşeron ve esnek çalışma istediğini belirterek; “Taşeron ve patronlar emniyet güçlerini de yanlarına alarak anayasa suçu işliyorlar” dedi. Kampana’nın ana firma olmasına rağmen yasa dışı olarak taşeron çalıştırdığını ifade eden Servi, “Biz bu yasa dışı uygulamayı Deri İş olarak kabul etmiyoruz. Kampana patronu bu tutumunu sürdürdükçe burada yaşanacak tüm olayların sorumlusu işveren sendikası, emniyet güçleri ve Kampana patronu olacaktır” dedi. Deri İş Tuzla Şube Sekreteri Haydar Canpolat ise Kampana Deri’de yaşanan hukuksuz yasa dışı tutuma sanayideki işçilerin duyarsız kalmadığını belirterek “Taşeronlaşmanın, esnek çalışmanın ortadan kaldırılması için tüm sanayi işçilerinin girdiği ortak tutum işçiler açısından birleştirici ve öğreticidir. Kampana Deri’deki sendika mücadelesiyle diğer örgütsüz işyerlerinin dayanışması önemli” dedi.

Halkın Günlüğü 10-20 NİSAN 2011

Yaygınlaşan güvencesizlik ve sendikal çıkmaz❲lık❳ Farklı işçi ve emekçi konfederasyonlarından sendikalara üye emekçiler, pankart ve dövizlerinde, sloganlarında “Güvenceli iş ve insanca yaşam” isteyerek, her türlü güvencesizliğe hayır dedi. 3 Nisan’da DİSK, KESK, Türk-İş’e bağlı birçok sendika ve emek örgütü güvenceli iş ve insanca bir yaşam için ülkenin çeşitli yerlerinden Ankara’ya gelerek taleplerini haykırdı. 4/C, 4/B, 50/D, taşeron, sözleşmeli, vekil, ücretli tanımları ile işçi ve emekçileri geleceksizliğe iten politikalara karşı sesler yükseltildi. Sendika konfederasyonlarının yüksek telden seslendirdikleri ancak pratikte icra etmeye yanaşmadıkları eylemlere, işçi ve emekçilerin katılımındaki kitlesellik sendika şeflerine de bir cevabı barındırıyordu. Yapılan mitingin altına imza atan sarı sendikal bürokrasi, sıra eyleme katılmak olunca her zamanki yöntemine başvurdu

ve aslında kendisinden bekleneni de yapmış oldu.

Yandaş sendikacılık Güvencesiz her türlü çalışma prensibinin bir anda baş göstermiş gibi göründüğü günümüzde aslında mesele daha farklı köklere sahiptir. Bu kökler AKP hükümeti öncesinde uygulanmaya başlanan ve emperyalist güçlerin, ülkemiz işçi, emekçi ve köylüleri için yerli işbirlikçilere verdiği buyrukların hayata geçirilmesi anlamını taşıyor. Bu buyrukları her ne pahasına olursa olsun uygulayan ve önüne çıkan her türlü engeli aşmakla yeminli bu işbirlikçiler, saldırılarını sürdürürken işçi ve emekçilerin örgütlü dinamiklerini teslim alır.

Bunun en açık göstergeleri başta MemurSen olmak üzere ağa patron düzeninin iktidar kliğine yakın sendika ve konfederasyonların muazzam büyüme gücüdür. İşçi, emekçi, köylü yığınlarına ağır çalışma koşulları dayatılırken, kazanılmış hakları bir bir alınırken, açlık ve sefalete mahkum edilirken bu sendikal büyümelerin anlamı nedir? Hele bir de bu sendikaların devlethükümet erkânıyla söz konusu hakların nasıl budanacağı, yok edileceği noktasında masa başında olduğunu düşünürsek durumun vahameti gözler önüne serilecektir. Tabii bir de bu sendikaların yaklaşan seçim dönemlerinde, hiçbir hakkını aramadığı ya da göstermelik tepkilerle süreci geçiştirdiği işçiler adına söz söyleme hakkı var!

Hesap sandıkta mı? 4/C’nin iptali istemiyle açılan davanın Anayasa Mahkemesi’nce yürütmesinin durdurulmasının ardından Türk-İş Baş-

Sağlıkta beyaz grev kapıda Sağlık meslek örgütü, sendika ve dernekleri, düzenledikleri basın toplantısı ile 19-20 Nisan’da sağlıkta yıkım politikalarına, özelleştirmelere karşı ülke genelinde uyarı grevi yapacaklarını duyurdular

Sosyal hizmet çalışanlarından hekimlere, hemşirelerden, eczacılara ve sağlık kuruluşlarında çalışan taşeron işçilere kadar tüm sağlık emekçileri bir araya gelerek sağlık alanındaki yıkıma “dur” diyecek. TTB Genel Merkezi’nde basın toplantısı düzenleyen SES, TTB, Hemşireler Derneği, Dev Sağlık İş, Eczacılar Birliği ve çeşitli sendika ve odalar,

kapıda bekleyen greve ilişkin bilgilendirme yaptı. 19-20 Nisan tarihlerinde yapılacak grevin, kötüleşen çalışma koşulları, güvencesiz çalışma, yasa ve yönetmelik ve düzenlemelerle yaratılan belirsizlik ortamına, kapıda bekleyen yasa tasarıları, sağlığın ticarileştirilmesi ve piyasalaştırma politikalarına karşı yapılacağı ifade edildi.

“Bu sistemle ister istemez hastalara zarar veren bir ortamdayız” denilen açıklamada, “İşte o nedenle sağlık çalışanlarına çağrımız, halkımıza duyurumuzdur; 19–20 Nisan’da çalışmayacağız, sağlık hizmeti sunmayacağız. Uzun bir süredir giderek artan oranda, gerçek anlamda sağlık hizmeti sunmak yerine sadece ve sadece hastalarımıza bakmaya zorlanan koşullardayız. Hem sağlık hakkından faydalananların hem de bu hizmeti sunanların sorunları ortak” ifadelerine yer verildi.


8-9_Layout 2 4/9/11 3:27 PM Page 2

emek 09

10-20 NİSAN 2011 Halkın Günlüğü

çileri, enerji işçileri, emekliler, havayolu işçileri, basın işçileri, deri işçileri, tütün işçileri, basın işçileri ve onlarla omuz omuza yürüyen devrimci-demokratik kurumlar 3 Nisan Mitingi’nde bu sesi duymaz kulaklara ulaştırmaya, isyanı büyütmeye çağırdı. Çankaya Belde A.Ş işçileri de bir buçuk yıldır imzalanmayan toplu iş sözleşmeleri için meydandaydı. Miting alanının yanı başındaki CHP’li Belediye Başkanı Bülent Tanık’ın selamı var, kendisi yoktu. CHP’nin “Taşeronu bitireceğiz” yalanlarıyla yüzleşmek istemezcesine kayıplara karışmıştı.

Zafer sokakta kazanılır

kanlar Kurulu 1 Mayıs gündemi ile toplandı. Başkanlar ve sendikaya üye işçiemekçiler adına konuşan Mustafa Kumlu, “Üzüntüyle karşılıyorum, fakat gerekçeli kararı da görmek lazım” dedi. 78 günlük TEKEL işçisi direnişinin ardından 4/C’nin iptali konusunda yargıya tam güven duyduğunu söyleyen Kumlu, gerekçenin ‘mutlaka’ mantıklı olacağını kastetmiyor mu? Başta 40 bine yakın çalışanı ilgilendiren ve daha 100 binlerce emekçiyi saracak bu çalışma prensibine karşı, işçileri temsil eden bir konfederasyon başkanının tavrının işçilerin tavrı olmadığı kesin. Kumlu toplantının basına açık kısmında tüm hak gasplarına karşı konfederasyon(u) bünyesindeki işçilerin 12 Haziran seçimlerinde gereken cevabı vereceğini söyledi. İşçi ve emekçileri, seçimden seçime mevcut iktidar karşısında bir tehdit malzemesi gibi istediği biçimde onlar adına

söz söyleyen Kumlu, ne demek istiyor? Esas işi bütün bir iktidar aygıtı karşısında sendikanın kendi sınıfsal gücünü açığa çıkarmak olması gereken Kumlu, işçi ve emekçilerin haklarını, seçim sandıklarına pazarlık mezesi olarak sunma gayreti içerisine giriyor. Hal böyle olunca, işçi ve emekçilerin ağır çalışma koşullarına, iş cinayetlerine ve her türlü hak gaspına karşı meydanlara çıktıkları vakit, deri koltuklarında ahkam kesen sendika ağalarının sesi çıkmaz olur. 3 Nisan buna bir örnektir. Ne Türk-İş Genel Başkanı, ne de başkanlar kurulunda konuşan sendika ağaları bu isyan çığlığını duymaz olur. Taşeron sağlık işçileri, metal işçileri, belediye işçileri, psikologlar, mimarlar, mühendisler, ücretli öğretmenler, sözleşmeli öğretmenler, dershane öğretmenleri, sağlık çalışanları, alışveriş merkezlerinde çalışan işçiler, kargo işçileri, nakliye işçileri, set ve sinema iş-

Mitingde SES, Dev Sağlık-İş ve Hava-İş adına yapılan konuşmalar, genel olarak işçi ve emekçilerin yaşadığı sorunları tarif etse de çözüm noktasında sandığı tarif eden bir tarzla sonlandırılması mücadele kararlılığı noktasında, ilerici bir misyon taşıyan bu sendikaların içerisinde bulunduğu durumu tarif ediyordu. İşçi ve emekçilerin “Zafer sokakta kazanılır” sloganıyla simgeleştirdiği mücadele pratiğine yine örgütleri yüz dönmüştü. İşçilerin emekçilerin sokaklarda direne direne kazandıkları sendikaları ve kazanımları düzen partilerinin seçim sandıklarına kapatılmak isteniyor. Başta KESK ve DİSK orta ve uzun vadede daha ciddi yıkımların aşikar olduğu, geniş işçi ve emekçi yığınlarının kapısına dayanmış hak gasplarına karşı meydanlarda sandığı tarif ederek gerçek kurtuluşu öteliyor.

Tüm güvencesizler birleşin Sendika başkanlarının konuşmalarının ardından işçi temsilcisinin yaptığı konuşmada, iş cinayetlerinde yaşamını yitiren işçiler anıldı. Konuşmadaişçi ve emekçilerin zorbalık ve zulüm düzenine karşı yürüttüğü parçalı mücadelelerin birleştirilmesi çağrısı yapıldı ve “Eşitlikçi, özgürlükçü, bağımsız ve demokratik bir ülke” için bu yılki 1 Mayıs’ta tüm güvencesizler güçlerini birleştirmeye çağrıldı.

Dokuz Eylül’de grev kazandı İzmir-Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi’nde sağlık emekçilerinin performans sistemine karşı başlattığı grev, kazanımla sonuçlandı İzmir-Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi asistan hekimleri, 1 Nisan Cuma günü performans sistemine karşı başlattığı grevde taleplerini kabul ettirdi. Sağlık Bakanı Recep Akdağ ile asistan hekimlerin yaptıkları görüşmeye, İzmir Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Erdener Özer ve İzmir Tabip Odası Asistan Hekimler Komisyonu’ndan üç asistan hekimin yanı sıra İzmir Valisi, İzmir Emniyet Müdürü, İl Sağlık Müdürü, Başhekim Prof. Dr. Eyüp Hazan ile Başhekim yardımcıları da katıldı. Yapılan görüşmeler sonucunda, sağlık emekçilerinin ücretleri, performans sistemi öncesine göre ödenecek. Çalışanlar hakkında üniversite yönetimi soruşturma açmayacak. İçinde çalışanların da olduğu bir komisyon kurularak, çalışma şartlarının iyileştirilmesi için adımlar atılacak. Hastane bahçesinde toplanan sağlık emekçileri, başhekimlik binasına sloganlarla yürüyerek, kazanımlarını kutladı. Burada konuşma yapan Rektör Mehmet Füzün, talepleri uygulayacaklarını duyurdu. Asistan hekimler de, grev kazanımla sonuçlandığı için 5 Nisan gününü “Asistan Hekimler Günü” ilan etti.

Metal işçileri MESS’e geri adım attırıyor Metal işçilerinin grev kararı birçok fabrikada daha başlamadan başarıya ulaştı 22 Mart tarihinde bir çok fabrikada greve başlayan metal işçileri, hem MESS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası)’e, hem de MESS’in güdümünde olan Türk Metal-Sen’e karşı direniyor. Birleşik Metal-İş öncülüğünde bulundukları iş yerlerinde grev örgütlemesi yapan işçiler, 30 yıldan sonra ilk defa sektörde bu kadar kapsamlı bir direniş örgütledi. Bazı fabrikalarda grevler başlarken, bazılarında ise daha grev başlamadan anlaşma sağlandı. Yapılan grev ve görüşmeler sonrası anlaşma imzalanan fabrikalar şöyle; Gebze’deki Areva Fabrikası daha grev

başlamadan patronun talebi üzerine yapılan görüşmede işçilerin talepleri firma tarafıdan kabul edildi. 1 Nisan tarihinde greve gideceği açıklanan ve Gebze’de bulunan Bosal Mimaysan A.Ş’de, grev başlamadan talepler kabul edilmesi ile anlaşamaya varıldı. 4 Nisan’da greve gideceği açıklanan ÇİMSATAŞ’ta greve saatler kala patron ve işçiler arasında uzlaşma sağlandı. Grevin ilk başladığı yer olan ve 22 Mart tarihinde greve başlayan Eskişehir Doruk Fabrikası’nda 11 günlük grevin ardından anlaşma sağlandı. ABB Elektrik’te varılan anlaşma sonrası, grev yapılmadı. Gebze Arfesan iş yerinde ise Birleşik Metal İş tarafından belirlenen grev uygulma tarihinde grev ilanı asıldı. Grev, patronun talepleri kabul etmemesi nedeniyle halen sürüyor


10-11_Layout 2 4/9/11 9:35 AM Page 1

EKSEN

ahmet hacalişi k.

YAŞAM SAHASI VE SAVAŞIN KAÇINILMAZLIĞI

Y

aşam sahası devlete, nüfusu için yeterli coğrafi alanlara sahip olma hakkı verir. Yaşam sahasının büyüklüğü, devletin güvenliği içinde vazgeçilmez bir unsurdur.

Yaşam sahası, içindeki tüm doğal kaynaklar dikkate alınarak belirlenmeli ve devlet, büyüyen bir canlı organizma gibi doğal sınırlarına kadar genişlemelidir. Bu sözler, Hitler’in fikir babası jeopolitikçi general Karl Haushoffer’e aittir ve yaşam sahası konseptinin temel taşlarını oluşturur. Hitler, Karl Haushoffer’in düşüncelerinin etkisi altında kalarak Almanya’nın yaşam sahasını genişletmeyi amaçlamıştı. Zira Karl Haushoffer’a göre Almanya eğer yaşam sahasını genişleterek güçlenmezse yok olacaktı. Neticede Hitler, 2. paylaşım savaşında Karl Haushoffer ile birlikte Almanya’nın ve Avrupa’nın felaketini hazırladı. O zamandan beri yaşam sahası (lebensraum) düşüncesi Hitler ile özdeşleşmiştir ve bu sözcük kirli, tiksinti verici bir kelimedir. Avrasya’daki bölgesel gelişmeleri, ABD ve İsrail’in eylemlerini bu ülkelerin yaşam sahası arayışları ile ilişkilendirmek mümkündür. Zbigniev Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası” isimli meşhur kitabında, Karl Haushofer’ın yaşam sahası konseptini kopyalayıp Avrasya’ya uygulamış, Avrasya’nın enerji zengini Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu’dan oluşan coğrafyasını ABD’nin yaşam sahası olarak tanımlamış, bu coğrafi bölgelerin kontrolü ile ilgili düşüncelerini Avrasya jeostratejisi şeklinde ABD yönetimine sunmuştur. (Akdeniz ulaştırma hattının önemi nedeni ile Afrika’nın kuzeyi Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi ile yaşam sahasının içine dahil edilmiştir. Emperyalizmin Kuzey Afrika’da cereyan eden operasyonlarına biraz da bu pencereden bakmak faydalı olacaktır) ABD’nin yaşam sahasının belirlenmesinde, enerji kaynakları ve güzergahları temel unsuru oluşturmuş; terörle küresel savaş, liberal ve demokratik değerlerin yayılması bahanesi ile yaşam sahası istikametindeki hamleler 11 Eylül ile birlikte başlatılmıştır. Z. Brzezinski gibi bir ideolog olan Samuel P. Hungtington’un misyonu ise ABD’nin Avrasya stratejisi için gerekli olan alt yapıyı oluşturmaktı. Yani Hungtington’un misyonu, hem çöken Sovyet Sosyal emperyalizmi yerine İslam’ı, kurgulanmış Medeniyetler Çatışması içinde ideolojik bir düşmana dönüştürmek hem de çatışarak enerji zengini İslam ülkelerinin coğrafyalarına yerleşmek için uygun bir ortam oluşturmaktı. Önceki Başkan Bush’un “Yirmi birinci yüzyılın tarihini yazacağız”, Dışişleri Bakanı Rice’nin “Yirmi iki ülkenin haritasını değiştireceğiz”, “Artık yeni bir Ortadoğu lazım” sözleri, Afganistan, Irak işgalleri, Tunus, Mısır, Libya girişimleri ABD’nin yaşam sahasını kontrol gayretleri ile doğrudan bağlantılıdır. ABD ile İsrail’in yaşam sahaları aynı ideologlar tarafından tarif edildiğinden örtüşmektedir ve bu nedenle de zaten stratejik ortaktırlar. İsrail’in yaşam sahası ABD’nin yaşam sahasının bir bölümünü kapsar. İsrail’in yaşam sahası kuzeye, Doğu Anadolu’ya doğru uzanmakta, bu kapsamda enerji ile enerji güzergahları, ve özellikle de su kaynakları ve verimli topraklar önem kazanmaktadır. Halen İsrail’in yaşam sahası içinde yer alan Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurdurulmuştur. İsrail’in Lübnan hamlesini de yaşam sahası içine doğru yapılmış bir girişim olarak değerlendirmek gerekir. ABD’nin jeostratejik yetenekleri (güç hesabı) ile bir jeostratejik hedefe dönüştürdüğü yaşam sahasının tamamını kontrol amacı arasındaki dengesizlik, Hitler’in karşılaştığı sorunları ve sonucu hatırlatmaktadır. Afganistan ve Irak bozgununu bu gözle okumak doğru olacaktır. Ayrıca ABD’nin yaşam sahasının büyük bölümü (Orta Asya, Ortadoğu), yükselen güç Çin’in de yaşam sahasını oluşturur. ABD’nin tek süper güç pozisyonunu, Çin’in ise yükselişini sürdürebilmesi bu bölgelerin kontrolüne dayandığından mücadelenin kızışması ve gelecekte sıcak çatışmaya dönüşmesi mukadderdir. Yaşam sahasında yer alan coğrafi bölgelerin bir kısmı (Orta Asya ve Kafkasya) Avrasya’nın önemli gücü Rusya’nın kaybettiği toprakları oluşturduğu ve bu bölgelerde Rusya’nın yaşamsal çıkarları olduğu için mücadele yeni boyutlar kazanacaktır. Toparlamak gerekirse Avrasya’daki mücadele bir yaşam sahası mücadelesidir. Bu mücadelenin ne zaman sıcak savaşa dönüşeceği ve nasıl sonuçlanacağını kestirmek ise bugün için kehanet olacaktır. Geleceklerini ABD elebaşılığındaki emperyalizmin başarısına bağlayanların, ABD’nin mücadeleyi kazanamaması halinde üstlerine binecek yükü düşünmeleri gerekiyor. Emperyalizmin zincirlerinden kurtulamayan bir Türkiye, Anadolu’nun Doğusu, ABD’nin ve Siyonist İsrail’in yaşam sahalarının içine sokulduğu için çok zor bir süreç geçirecektir.

10-20 NİSAN 2011 Halkın Günlüğü

Ermenilerin Margaret Ajemian Ahnert’in “Şimdi ben, annemi ve beni yazıyorum; öc almak için değil, tarihe not düşmek için” diye ifade ettiği Amasyanın Dikenleri1 çalışması, Ermeni soykırım sürecine anne kız diyalogları çerçevesinde bugün ve geçmişin iç içe olduğu bir bakışla okuyucuya sunar. Ester Minarecyan’ın anlatımları Soykırımı bizzat yaşayan, tesadüfen kurtulan birinin ilk elden gözlemcinin anlatımı olması ve tarihe not düşülmesi bakımından önemlidir: Sen küçük bir çocukken bana hep memleketteki hayatımı sorardın. Şimdi seni çocuklarınla gördüğümde geçmişin anılarının ne kadar önemli olduğunu anlıyorum. Ben öldüğümde gerçek de benimle birlikte ölecek. Sen ve çocukların neler yaşadığımı öğrenmelisiniz. Ester’in anlatımlarında öz yaşam öyküsü soykırım sürecinin ayrıntılı anlatımıyla çakışmaktadır. Anne Ester’in merkezde olduğu öz yaşam öyküsü bir yetim olarak Amasya’da başlayıp her Ermeni gibi 1915 soykırım sürecinde kesintiye uğrayarak yeni dünyada noktalanır. Anne Ester soykırım kurbanı olarak her şeyini kaybederek yeni dünyada bilmediği bir ortamda tüm zorluklarla – Ermeni sığınmacıları soykırımın arkasından kendilerini 1929 büyük buhranı beklemektedir- yaşamını kurmasına rağmen içinde kin yoktur., “Anne, sana ve ailene yaptıklarından dolayı bugün Türklerden nefret ediyor musun?” Annem hemencecik cevap verdi, “Hayır, etmiyorum.” Hikayesini yaşamının son günlerinde anlatmaya karar verdiğinde de Kızı Margaret’e de ilk tavsiyesi olarak bu duygunun altını çizer. “Niye ki? Evini, malını-mülkünü, toprağını almışlar, bütün aileni öldürmüşler. Nasıl olur da nefret etmezsin?”, “Bilmiyorum, niye olduğunu,” dedi, “Türkler bizden hep nefret ettiler. Hep nefret ettiler çünkü biz Hıristiyan’dık. Bize gavur dediler. Kulağa garip geliyor ama Türklere karşı hiç kin duymuyorum. Onları Tanrı yargılayacak, ben değil. Margaret, yaşamına kini sokma. Kin sadece seni incitir. Kin asit gibidir, kabını yakar. Kötü hatıraları kafandan silip atmalısın.” Ester’in okuyucuyu da kucaklayan naif bir anlatımı vardır: “Tanrı niye müdahale edip de Ermenileri korumadı?” diye bir soru çıktı ağzımdan. “Annem omuzlarını silkti. “Kim bilir niye? Sadece Tanrı bilir. Onu gördüğümde sorarım.” Bir Ermeni yetim olarak Ester Minarecyan’ın evlatlık olarak verildiği evde yaşamı hiç de kolay geçmemesine karşın çocukluk yıllarından söz ederken sonsuz bir sevinç içinde görürüz. Evini, dostlarını çevresini sonsuz bir mutlulukla ve ayrıntıyla çizer. Anlatımı aynı zamanda Anadolu Ermeni yaşamı ve etnografik değerlerine ilişkin zengin kaynak niteliğindedir. Kendi deyimiyle çocukluğunda kimse ne düşündüğünü hiçbir zaman sormasa da o çevresini ayrıntılarıyla resmeder. Ester 1915’te 14-15 yaşındadır. 5 yaşında yetim kalmıştır. 6 kardeşi kendisi gibi birilerine evlatlık verilir. Ağabeyi Harutyun dışında diğer 5 kardeşini bir daha hiç göremeyecektir. Ağabeyi ile yıllar sonra karşılaşmasını anlatır. 1915 soykırım süreci yaşanmaktadır: On dördüme geldiğimde, on sekiz yaşındaki Harutyun’un ziyarete geleceğini söylediler. Çok heyecanlandım. Doğru mu, öz ağabeyim beni görmeye mi geliyor? diye düşündüm… Yüzünü hatırlayabilecek miydim? Harutyun Minareciyan, geçmişle olan tek bağım! Yaşayan tek akrabam! Parmaklarımı dolamış dudaklarımı ısırıyordum… Harutyun kapının eşiğinde, batmakta olan güneşin kızıllığı önünde öylece duruyordu. Uzun boyluydu. Siyah gözleri ve dalgalı kahverengi saçları vardı. Göğsü madalyalar ve pırıl pırıl altın şeritlerle dolu bir üniforma giymişti… Sadece birkaç santim önümde, uzun bir süre durdu ve beni süzdü. Ardından, ani bir hareketle eğildi, kucakladığı gibi havaya kaldırdı beni. Güldü, alnımı öptü ve “Aynı anneme benziyorsun” dedi. Harutyun’un hemen yanına oturdum ve Türk ordusundaki işini anlatmasını dinledim can kulağıyla. Bir misyon okulundayken Almanca öğrenmiş olduğunu söyledi.

“İttihatçılar Almanya’yla birlik oluşturdular” diye devam etti. “İşim çok önemli; Jöntürklerle Almanlar arasında tercümanlık ve ulaklık yapıyorum.”…

Hiç kimse hariç tutulmayacak Ermeniler oluşan atmosferden dolayı huzursuzdurlar, Harutyun durumun farkında olduğundan aileyi uyarır: Harutyun, babalığım ve Vartuhi ile ülkedeki kasvetli havadan bahsediyordu.

“Öbür kasabalarda her gün çok sayıda Ermeni asılıyor. Haber gelir gelmez ayrılmaya hazır olmalısınız. Emir verildiğinde hemen kaçabilecek şekilde hazırlık yapın. Eli kulağında. Dostunuz olduğunu düşündüğünüz hiçbir kimseye güvenmeyin, çünkü size ihanet edeceklerdir” dedi. Ardından, komşu bir kasabada tanıdığı, üç nesildir kapı komşusu olarak yaşayan iki ailenin başından geçenleri anlattı bize. Türk koca Ermeni komşusuna, “Merak etmeyin, senin ailenle benim ailem yıllardır dost. Senin çocuklarınla benim çocuklarım oyun arkadaşı. Senin karınla benim karım kardeş gibi. Hiçbirinizin acı çekmesine izin vermem. Bıçaklarımı her gün sizin için biliyorum. Sen ve ailen hiç acı çekmeyeceksiniz. Bunun için sana söz veriyorum, sevgili arkadaşım.” Ağzım açık kalmıştı. Kulaklarıma inanamıyordum. “Gördüğünüz gibi,” dedi ağabeyim, “hiç kimse hariç tutulmayacak, güvenin bana, biliyorum. Subay olduğum için Ermenilerin her gün öldürüldüğünü duyuyorum. Fakat benim ailem bile hariç tutulmayacak. Size yardım edemem. Sadece kaçmanızı söyleyebilirim. Bu çılgınlığın karşısında yapılacak tek şey hızla buralardan gitmek.” Her Ermeni’de olduğu gibi Ester’in de memleket özlemi anlatımının her satırına sinmiştir. O yeni dünyada. Toprağından sökülen her Ermeni gibi memleketi ve hatıralarıyla yaşar: Ester 1998 haziranında “Annem güllerin sarıldığı kağıdı yavaşça açtı ‘oh! en sevdiğim renk diye mırıldandı. Gülleri, ağabeyi Harutyun’un, duvarda, hemen yatağının üstünde asılı resmine doğru kaldırdı.


10-11_Layout 2 4/9/11 9:35 AM Page 2

güncel 11

ölüm yolculuğu -1Kürt’tür, vurur lafını biliyorsun. Hakkın olanı asla alamayacağını biliyorsun” dedi Vartuhi.

Kürt’tür vurur sözü Ermenilerin yaşamı ve toplumsal statüsü hakkında fikir vermesi bakımından önemli bir vurgudur. Ester bu vecizeyi kızına açıklar. Gayrimüslimler için adalet çok uzaktadır: Şimdi sana Kürt’tür, vurur ne demek, anlatayım” dedi. “Denir ki, Van vilayetinde bir Kürt Müslüman ağa, bir gün, çok güzel işlenmiş bir kılıç satın almış, arkadaşlarıyla beraber gururla köyüne doğru yola çıkmış. Derken, elinde değneğiyle, karşıdan gelen bir Ermeni görmüş. “Kendi kendine demiş ki, ‘işte yeni kılıcımı denemek için iyi bir fırsat.’ Hiç duralamadan kılıcını Ermeni’nin başına doğru sallamış. Adamcağız değneğiyle kendisini korumuş. Kürt’ün kılıcı kırılmış. Kürt Ermeni’yi yakaladığı gibi Agantz’daki (şimdiki Erciş) kadıya çıkartmış ve Ermeni’den kırılan kılıcını ödemesini talep etmiş.

“Zavallı Ermeni, kendisini korumak için değneği başının üstüne kaldırmaktan başka bir şey yapmadığını anlatmış yalvar yakar. Kürt’ün kendi kılıcını kendisinin kırdığını söylemiş kadıya.

Sen küçük bir çocukken bana hep memleketteki hayatımı sorardın. Şimdi seni çocuklarınla gördüğümde, geçmişin anılarının ne kadar önemli olduğunu anlıyorum. Ben öldüğümde gerçek de benimle birlikte ölecek. Sen ve çocukların neler yaşadığımı öğrenmelisiniz.

“Bak Harutyun, Margaret bana pembe güller getirmiş!” Sonra da bana dönerek, “Amasya’daki komşumuzun bahçesinde bunlar gibi küçük güller vardı. Bizim yoktu. Arada bir bana birkaç tane verirdi. Çok güzeldi. Hımm, bunlar da güzel kokuyor.” Annemin gözleri buğulanmıştı. “Ne kadar güzel yaprakları var. Amasya’daki hayatım bu çiçekler gibiydi -güzel ve hoş. Biteceğini rüyamda bile görsem inanmazdım.” “Ölmekten korkuyor musun ?” diye sordum. “Hayır, korkmuyorum. Birkaç kez o kadar yaklaştım ki yakında yolcuyum. Hayır, korkmuyorum. Asıl arkada kalanlar için üzücü, çünkü sevdiklerinden ayrılıyorlar. “Babam Amasya’da alıp götürüldüğünde, kendimi çok yalnız hissetmiştim. Neler hissettiğimi kimse anlayamaz. Bugün hâlâ onu özlüyorum” dedi annem. Neler hissetmiş olduğunu çok iyi anlıyordum çünkü babamın öldüğü gün aynı terk edilmişlik duygusunu ben de hissetmiştim. Ermeniler için tehlike çanları çalmaktadır. Amasyalı Ermeniler de oluşan iklimden rahatsızdırlar: 1915 Mayıs’ında, komşularımı-

SAİT ÇETİNOĞLU zın ziyaret sıklığında değişiklik olduğunu fark etmiştim. Her gün sürekli bir ziyaretçi akını vardı. Alıştığımız sohbetler ve fıkra anlatmalar olmaz olmuştu. Yaşlılar kapalı kapıların ardında fısıltıyla konuşuyorlardı artık. Sanki dışarıdaki bir şeylerden saklanıyorlardı. Eğer odaya bir çocuk girerse büyükler onlar gidene kadar konuyu değiştirip havadan sudan konuşuyorlardı. Ben on beşimdeydim. Bir şeylerin yanlış gittiğini anlayacak yaştaydım… Ailede de durum tartışılır, kimileri karamsar iken kimileri de bu akıldışı olayları anlamakta zorluk çekmektedirler: “Harutyun bizi idamlar konusunda uyarmıştı. Amasya’yı terk edip emniyetli bir yere gitmemizi söylemişti; onu dinleyelim. Çok geç olmadan gidelim” diyordu Vartuhi. Babam kolunu omzuna doladı, “Hemen telaşa kapılma. Zamanını ben biliyorum. Arkadaşım olan encümen reisi mallarımızı satmamız ve işlerimizi mahkeme yoluyla tasfiye etmemiz için yeterince zaman vereceğini söyledi bana.” “Fakat meselelerini bir Osmanlı mahkemesinde halletme şansın hiç olmayacak.

“Müslüman kadı Ermeni’ye, ‘Sana kılıç çalanın Kürt olduğunu fark etmedin mi? Ne cüretle sopanı başına kaldırırsın?’ diye bağırmış. “Ermeni’yi kılıcın bedelini ödettirmiş ve o günden sonra Kürt’tür, vurur lafı öyle kalmış. Gördüğün gibi yavrucuğum, bir Ermeni’nin bir Osmanlı mahkemesinde hakkını elde etmesini düşünmesi boş bir şeydir. Hiç unutmamalı, Kürt’tür, vurur.” Okuldaki bazı arkadaşları kasabada son zamanlarda yapılan idamlar hakkında konuşmaktadırlar. Sohbetlerine katılmak ister, fakat hiç idam görmemiştir. Yaklaşık bir hafta sonra okuldan eve giderken, sokağın ortasında elleri arkasından bağlı yürüyen bir adam görür: Yanında askerler vardı; silahlarını sırtına dürtüyor, sokakta itekleyerek yürütüyorlardı… Yanımdan geçerken Ermenice dua okuduğunu duydum… Çok gençti, on yedisinde filandı. Ne yaptığını merak etmiştim. Acaba bir idam mıydı bu?... ki muhafız delikanlıyı kollarından sürüklüyordu. Platforma yaklaştıklarında oğlanın dizleri çözüldü ve yere düştü. Üç adam zorla ayağa kaldırdı. İlk darağacının ortasına doğru iteklediler… Bir süre sonra kasabada yeniden bir sessizlik hakim olur. Halka açık idam da olmaz. Fakat Mayıs ayı sonlarına doğru sokaklara uçlarında kasatura takılı tüfekler taşıyan askerler dolmaya başlar. Artık durum netleşmektedir: Kasabamızın Osmanlı yöneticisi bir konuşma yaptı. Asker olmayan bütün sağlam Ermeni erkeklerinin askerlerin karşısına dizilmeleri gerektiğini söyledi… Her gün sokaklarda toplanan erkekleri seyrediyordum penceremden. Sonra askerler onları yirmi veya otuz kişilik gruplar halinde şehrin dışına yürütüyorlardı. Bir öğleden sonra bazı komşuların konuştuğunu işittim.

Biri diyordu ki, “Hıh, fazla uzağa gitmiyorlar. Şehrin sınırları dışına çıkar çıkmaz oracıkta öldürüp yenilerini almak için geliyorlar.”

Koyun gibi boğazlanmayı bekleyemeyiz

Birkaç gün boyunca sık sık kasabadan götürülen gruplarını izler. Askerlerin yanlarında birkaç adamla kasabanın dışına çıkar, birkaç saat sonra geri dönüp bir başka grubu götürürler. Babalığımın yönetimdeki arkadaşlarının her gün kasaba dışına yapılan yürüyüşlerden onu uzak tutabildikleri için kendimizi şanslı sayıyorduk. Fakat bu durum fazla sürmez: Haziran 1915’de bir akşam babalığım işten eve dönmedi. Ertesi sabah, Haçig ve Garabet’le birlikte, kasap dükkanından alınıp şehir hapishanesine götürüldüğüne dair söylentiler geldi kulağımıza. Vartuhi, büyükannem ve ben hemen hükümet konağına koştuk. Bu bina hem belediyemiz, hem adliyemiz hem de hapishane-mizdi. Büyük salona girer girmez, iki büklüm olmuş adamları daha iyi görebilmek için boynumu uzattım. Babalığım, orada, parmaklıkların arkasında duruyordu. Tükenmiş bir haldeydi. Bütün gece uyumamış gibiydi. Elbiseleri kir pas içinde ve buruş buruştu… Babalığım duvar kenarından süzülerek kapıya ve bize doğru yaklaştı. Askerlerin dükkanını nasıl aradıklarını anlatırken ben onun elini tutuyordum. Bütün parasını almışlar, muhasebe defterlerini yakmışlar ve dükkandaki etleri götürmüşlerdi… Kasabalıların kilisede toplantı esnasında katledildiklerine şahit olur: Kasabanın yaşlılarının pencerelerden sızan seslerini duyabiliyordum. Kilise ağzına kadar doluydu ve insanlar birbirlerine bağırıyorlardı. Bir adamın, “Karşı koymalıyız. Koyun gibi boğazlanmayı bekleyemeyiz” dediğini duydum. Bir diğeriyse, “Fakat dostlarımızın sözlerine güvenmeliyiz. Eğer emniyette olduğumuzu söylüyorlarsa, ben onlara inanırım” diyordu. “Oldu,” dedi biri, “sen onlara inanmaya devam et; cesedini ben gömerim.” Sol tarafımda atlarının sırtında kiliseye doğru ilerleyen bir grup asker gördüm. Duvarın arkasında iyice çömeldim ve bir askerin açık bir pencereden içeri yanan bir meşale attığını gördüm. Öbür askerler gülüyor ve bir yandan da bağırıyorlardı, “Hadi bakalım Hıristiyan Tanrı’nız gelsin de kurtarsın şimdi sizi. Domuzlar gibi kızaracaksınız.” Ardından çığlıklar yükselmeye başladı. Kiliseden koşuşan erkek, kadın ve çocukların çığlıkları havaya yükseliyordu… O gece hiçbirimiz uyumadık. Sabahleyin, hapishaneden bir bekçi geldi ve bize, babalığımın diğer mahkumlarla birlikte bir çalışma kampına gönderildiğini aktardı. Bizden kısa yolculuk için bir şeyler paketlememizi istedi… Her gün çok sayıda insan kasabayı terk ediyordu. Derken babalığımdan orayı terk etmemizi ve komşu kasabada kendisini bulmamızı yazan notu geldi… Yerel memurlar, düşmanın çok yakınlarında olduğunu ve güvenlikleri için şehri terk edip erkeklere yetişmeleri gerektiğini söylerler: Hangi düşman? Yakınımıza gelen kimdi? Bu sorular cevapsız kalıyordu. Komşumuz Victor Hamadyan bize, kasabamızdan, şehrin varoşlarına götürülmüş erkekler gördüğünü söyledi. Erkeklerin vurulup içine itilmeden önce derin bir çukur kazmaya zorlandıklarını söyledi… Hamadyan babalıktan gelen nota bakar not sahtedir: “Şu nota bir bakayım. Babanın el yazısını tanırım... Bu not onun değil. İnanmayın. Hemen kaçın. Eğer ayrılmanızı söyleyecekleri ana kadar beklerseniz çok geç olur, inanın” dedi… 1 Margaret Ajemian Ahnert , Amasyanın Dikenleri Çev. Attila Tuygan, Belge Uluslararası Y. 2009.


12-13_Layout 2 4/9/11 3:29 PM Page 1

10-20 NİSAN 2011 Halkın Günlüğü

Burjuva paslı silahlar kul İçinden geçtiğimiz süreç ülkemiz devrimci hareketi açısından olduğu kadar, Maoistler açısından da ağır ve tehditkar bir süreçtir. Buradaki sorun, zayıflık ve zorluklar inkar edilemez, es geçilemezler. Fakat süreç ne kadar ağır, ne kadar zorlu ve saldırı ne kadar büyük ve sinsi olursa olsun, proleter devrimci politika ve tavır açısından gerici hükmünden sakınılamaz ve göğüslenemez değildir Devrim, karşı-devrim karşısında; gerçekler, yalan karşısında yenilmezdir! Açılmış olan bir kavga var, burjuva-feodal sınıflara karşı, proleter sınıf adına. Biz bu kavganın açık tarafı, kararlı yürüteniyiz. Şimdi saldırıda olan düşmandır; taktik üstünlük onda. Biz stratejik bakımdan üstünüz ama taktik bakımdan zayıfız. Eşitsiz şartlarda yürüttüğümüz savaşta, stratejik savunma içinde taktik saldırıyla planlıyoruz, uzun süreli savaşın ilk aşamasını. Şimdi küçük güçler halindeyiz; düşman yutmak istiyor gücümüzü… Biz direniyoruz, onlar saldırıyorlar. Biz parça parça deviriyoruz onları, onlar bir defada yutmak istiyorlar bizi… Açılmış olan bir kavga var ve nihai hedeflerine kadar kapanmadan sürecek! *** Süreç her bakımdan zorlayıcıdır; zorlayıcı olduğu kadar zorludur da. Sürecin zorlu olması, Türk egemen sınıflarının göreli de olsa belirli bir istikrar ve inisiyatife sahip olarak uyguladıkları stratejik tasfiye saldırısı konseptiyle, komü-

nist ve devrimci hareket üzerinde yarattığı basınç ve baskının kapsamlı şartlarıdır. Bu şartların devrimci hareketi etraflı zorluklarla karşı karşıya getirdiği, bilinçli sınıf hareketini manipüle edip zorlu şartlara gömerek gelişimini engellediği ve hatta gerilemelere yol açtığı aşikardır. Aynı gerekçeler zemininde süreç zorlayıcı özelliktedir. Karşı-devrimci öz ve nitelikte gelişerek komünist ve devrimci hareketin soluğunu kısıp, daralmasına, gevşemesine ve gerilemesine hükmeden bu süreç, komünist ve devrimci hareketin sarsılarak, devrimci zeminde çıkış yapmasını ihtiyaç haline getirip zorlamaktadır. Bu anlamda komünist ve devrimci hareketin önünde iki tercih, iki yol bulunmaktadır. Biri karşı-devrimci kuşatma karşısında bekle-gör politikasına saplanarak Türk hakim sınıflarının tayin edeceği sonu beklemek gibi kaderci ve kendiliğindenci rotada kalmak; diğeri karşı-devrimci tasfiye kuşatmasını yarıp kara bulutları dağıtmak için köklerine sarılarak stratejik pozisyon alıp, devrim ısrarını sosyal pratiğe uygulama eylemine gecikmeksizin başvurmaktır. Bunlardan birincisi; devrimin doğasına, devrim iddiasına ve devrimci niteliğe aykırı olan sağ tasfiyeci teslimiyetçi yoldur. Bu yol, son tahlilde komprador bürokratik burjuva sınıfların yandaşlığına çıkan güzergahtır. Kendini inkarla birdir. O halde, komünist ve devrimcilerin tercihi bunun dışında olup, buna karşı cepheden tutum alan ikinci yoldur. İkinci yol; komünist ve devrimcilerin tereddütsüz tercihi olmakla birlikte, varlık gerekçeleri kadar keskin bir ayrışım noktasıdır. Bu yolun benimsenmesi kaçınılmaz olduğu gibi, tarihsel bir görevdir de. Komünist ve devrimcilerin bütün gerici saldırı ve kuşatmalara karşı tutumu, çaresizce beklemek değil, iradi müdahalede bulunarak şartları ve gerçeği değiştirmektir. Bundan hareketle de, karşı-devrimci dalgaları devrimci eylem dalga kıranıyla kırmak, devrimci pratiği yükseltmektir. Şartlara teslim olmak ya da dayatılan gerici ko-

Sınıf mücadelesi zorlu ve çetindir

şullara esir olmak asla komünizm ve devrim adına benimsenemez. Evet, içinden geçtiğimiz süreç ülkemiz devrimci hareketi açısından olduğu kadar, Maoistler açısından da ağır ve tehditkar bir süreçtir. Buradaki sorun, zayıflık ve zorluklar inkar edilemez, es geçilemezler. Fakat süreç ne kadar ağır, ne kadar zorlu ve saldırı ne kadar büyük ve sinsi olursa olsun, proleter devrimci politika ve tavır açısından gerici hükmünden sakınılamaz ve göğüslenemez değildir. Yeter ki, proleter devrimci politika ve ilkelerde kararlı kalınsın, bunlar ışığında devrimci eylem ve çizgide sebat edilsin… Bugün daha yoğun sorun, sancı, bunlara paralel sorumluluk ve ağır görevlerle karşı karşıya olunduğu kesinlikle doğrudur. Daha çok zorlanılacağı açıktır. Ancak devrim

Uzun sözün kısası, keskin sınıf düşmanlığı zemininde süren sınıflar arasındaki mücadelede, burjuvazinin devrimci harekete karşı en çirkef oyunlara başvurması anlaşılır bir durumdur. Hele hele diri duran ve gelişme dinamiği taşıyan, bu anlamda da burjuva-feodal sınıf iktidarına tehlike teşkil eden devrim-

ci güç ve yapıların bu saldırı kampanyalarına maruz bırakılması tamamen anlaşılırdır. Özetlersek, Maoistlere yönelik olarak yoğunlaşma eğilimi içinde, mevcutta yürütülen karalama kampanyası, Türk hakim sınıflarının Türkiye-Kuzey Kürdistan ko-

ile karşı-devrimin mücadele doğası bunun dışında seyretmez. Hatta çok daha büyük zorluklar ve çatışmalar yaşanacaktır. Bunların bilincinde olarak hareket etmek devrimin üstün yanıdır. Devrim bütün zorlukları geride bırakarak, kanlı çatışmalar içinde doğacaktır. Bu unutulmamalı ve iyi kavranmalıdır. Şüphesiz ki, sürecin etkileri bir bütün olarak engellenemez. Ya da devrimin şartlı olarak ve taktiksel bakımdan geriye çekilmesi önlenemeyebilir ve karşı-devrimci sürecin kapsamlı saldırısı esas olarak geri püskürtülemeyebilir. Bu konjönktürel şartlara, saldırının kapsam ve niteliğine, devrim ile karşıdevrimin arasındaki güç ilişkisi ve dengelerine, komünist devrimci hareketin iç durumu ile halk kitlelerinin durumuna; yani bütünlüklü objektif ve subjek-

münist ve devrimci hareketine karşı topyekun geliştirdiği tasfiye saldırısının bir parçası durumundadır. Bu saldırı ve karalama kampanyasını hasbelkader bir gelişme olarak değerlendirmek yanılgı olacağı gibi, bu saldırıları genel tasfiyeci stratejik süreçten bağımsız ele almak da bir o kadar hatalı olacaktır. Bu tasfi-


12-13_Layout 2 4/9/11 3:29 PM Page 2

perspektif

ullananların elinde patlar unsurları dahi kullanmaya tenezzül etmektedir. Ne idiğü belirsiz unsurlar internet sitelerinde saldırıp karalama kampanyası yürütmekte; işbirlikçi-ihanetçi-hain unsurlar Maoist parti hakkında iftira ve yalanlara dayalı olarak güvensizlik yayıp şaibe yaratmaya çalışmaktadır… Bu gerçeklik, bir taraftan gerici-faşist egemen sınıfların devrime düşmanlıklarını ve devrime karşı geliştirdikleri saldırı furyasının genişlik çapını-kapsamını gösterirken; öte yandan devrim karşısındaki acizliklerini de açıklamaktadır. Elbette ki devrim, stratejik bakımdan her türden saldırıya karşı korunaklı ve dayanıklı bir kaledir. Ne var ki, taktik bakımlardan düşmanın saldırı ve kirli oyunları boşa alınmayacak kadar önemlidir. Bundandır ki, devrimci değerler üzerinde kenetlenerek karşı-devrimci saldırılara göğüs germek zorunludur. Karşı-devrimci sınıfların, jitem-kontra faaliyetlerinde kullandıkları ihanetçi unsurlar üzerinden de yürüttüğü kirli saldırılarını yoğunlaştığı hedefler göz önüne alındığında bu saldırıların son derece komplike olduğu anlaşılmaktadır. Bu komplike ve çirkin saldırı dalgasında özellikle Maoist partinin hedef seçilmesi ya da hedefler arasında öncelikli yere konulması sebepsiz değil, son derece anlamlıdır. tif şartların özelliklerine bağlıdır. Buna karşın, yani objektif ve subjektif nedenler bileşkesinde ortaya çıkan politik reel şartların koşullamasıyla yaşanacak belli negatif sonuçlara karşın, komünist ve devrimci hareket doğru politika ve pratikler temelinde güçlerini diri tutarak koruyabilir, karamsarlık ve tasfiyenin derinleşmesinin önüne geçebilir ve hepsinden de önemlisi devrimci ilke ve çizgi temelinde bir mücadele ve eylem pratiği sergileyebilir. İşte bilinçliörgütlü sınıf hareketinin devrimci çıkış yapması ya da karşı karşıya kaldığı zorunluluklar gereği olarak devrimci eylemi yükseltmesi şeklindeki görevleri, en azından bu mücadele ve eylem pratiğini sergilemesini gerektirir ve bu anlama gelir. Açık ki, bunlar yapılabilecek en mütevazı görev ve sorumluluklardır.

Eğer komünist ve devrimci hareket bunu yapmaktan da geri duracaksa, sürecin en ağır sonuçlarını göğüslemeyekarşılamaya ve kabullenmeye de hazır olmalıdır!

Karşı-devrimin topyekün saldırısı Karşı-devrim, devrimci halk kitleleri ve onun öncü-önder hareketine karşı topyekün saldırı içindedir. Ki, kirli iş, ilişki ve cinayetlerinde kullandığı piyon ve maşalarını bile bu uğurda kullanmaktan sakınmamaktadır. Öyle ki, bu köhnemiş hakim sınıflar, istisnasız olarak her insanlık toplumu tarafından lanetlenen ve yeryüzünün en aşağılık işi olan ihanet, ajanlık ve halka düşmanlık mesleğini yaparak, yüz kızartıcı suçlar, komplolar ve cinayetler işleyen düşkün

yeci saldırı özellikle silahlı mücadele veya daha somut olarak gerilla savaşı yürüten parti ve örgütleri merkezine almış bulunmaktadır. En azından saldırının sivri uçlarına bu hareketlerin oturtulduğu her bakımdan açıktır. Dahası, bu tasfiyeci saldırı, ideolojik-politik-örgütsel ve kültürel değerlerde olmak üzere her ayrıntı ve kesitte, bilumum yöntem eşliğinde pervasızca yürütülmektedir. Sınıflar mücadelesi acımasız olduğu kadar, zorlu ve

İnternet siteleri ve burjuva medya ve mahkemelerde kimliklerini övünerek açıklayan jitem-kontra tortuları, Maoist partiyi zan altında bırakmak ve kitleler nezdinde güvensizleştirmek için yalan ifadeler vermekte, aynı saldırı kampanyasının parçası olarak burjuva basın ayağında yer alan unsurlar da, bu bilgilerin doğruluğu-yanlışlığına bakmaksızın bilinçli olarak karalamaya dönük haberler yapmaktadırlar. Hiç şüphe yok ki, bu karalama, yıpratma ve çirkin saldırı kampanyası bir rastlantı değildir. Ezelden beri Maoist partiyi tehlike gören hakim sınıflar, en kirli yöntem ve kişiliklerden medet umarak devrim yürüyüşünü baltalamaya, hareketi zan altına sokarak kitlelerle arasına mesafe koymaya, bu yolla tasfiye etmeye çalışmaktadırlar. Evet

bu saldırıların yoğunlaştığı zamanlama tesadüf değildir. Dersim başta olmak üzere çeşitli yerlerde sağladığı kitlesel hareket, kuvvet ve gelişmeler, şehirlerdeki kimi silahlı eylemleri ile gerilla alanındaki askeri eylemler, Maoist partinin saldırı kampanyasında hedef tahtasına oturtulmasının bazı sebepleridir. Zaten tehlikeli bir güç olarak değerlendiren karşı-devrimci hakim sınıflar, giderek belirginleşen örgütsel pratik gelişimi karşısında dikkatlerini Maoistlere yöneltmiş ve komplo-karalama-yıpratma kampanyasını yoğunlaştırmışlardır. Karşı-devrimci saldırıların halk kitlelerinden vize almayacağı ve emelleri doğrultusunda muvaffak olamayacağı kesindir. Çünkü, karşı-devrimci saldırılar temelsiz ve gerçek dışıdır. Devrim ve devrimcilere tahammül edemeyen halk düşmanı sınıflar ile bütün suç odakları, sınıfsal tutumlarına uygun olarak düşmanlık tavrıyla görevlerini yapmaktadırlar. Planlanan kara senaryolar, sınıflar mücadelesinde burjuva köhnemiş sınıfların başvurduğu bayat yöntemlerdir. Ve burjuvazinin her yolu mubah sayan pragmatist felsefesi ile her türden insani değerden yoksun ahlakına aittirler. Bu kan emici kokuşmuş sınıfların amaçlarına ulaşmak için kullanmayacağı hiçbir şey yoktur. Proletarya ve halk kitlelerine karşı yürüttükleri haksız savaşı, her türlü kirli yöntemle beslemektedirler. Bu kirli yöntemlerden biri de komplo ve temel değerlerine saldırarak yıpratma ya da kara çalma siyasetidir. Bu anlamda burjuvazi için bir etik ölçü, insani bir erdem ve bağlayıcı bir tek değer bile yoktur. Kısacası, burjuva hakim sınıflardan dürüst davranmalarını, insani erdemlere ve insani normlara uygun hareket etmelerini, bu anlamda da belli bir hukuk ve ilkeye sadık kalmalarını bekleyemeyiz. Onların bu gerçekliği, iddialarının itibar edilirliğine ölçüttür. Kafaları bulandırıp devrimci safları karıştırmak ve devrimcileri gözden düşürerek tecrit olmalarını sağlamak onların hilelerinden biridir.

çetindir. Yürütülmesi, her şeyden önce bilimsel zeminde haklı ve doğrulara sadık durmayı gerektirir. Sağlam ve sebatkar olmayı, göğüs gererek savaşmayı, yılmadan mücadele etmeyi gerektirir. Ağır bedellere maruz kalmak gibi, çirkin iftiralara maruz kalmak da bedellerin başka bir biçimidir.

dar “basit” ve “yalın” değildir. Düşmanın sınıf karakterine, etik değerlerine ve tüm niteliğine bağlı olarak, çok daha karmaşık, çok daha tahripkar ve yıkıcıdır. Çünkü, gerici sınıfların savaşı da amaçları kadar kirli ve kuralsızdır.

O halde düşman her özelliğiyle keşfedilmeli, saldırıları türediği her cephede göğüslenerek yanıtlanmalıdır. Savaş yalnızca silahlarla yürütüldüğü ka-

Mücadelemiz, temelleri çürük bir saldırıya ve her türlü haksızlıkla birlikte yalana tenezzül etmiş bir düşmana karşıysa, zaferimiz kesin demektir.


14-15_Layout 2 4/9/11 9:38 AM Page 1

10-20 NİSAN 2011 Halkın Günlüğü

Sağlıkta ticarileşme yasası

Sağlıkta dönüşüm vb. adı altında yürütülen politikalar, sağlık hizmetlerinin metalaştırılması ve ticari kuruluşlara peşkeş çekilmesiyle, halkın sağlık hizmetine ulaşmasında ciddi sorunlar yaşamasına neden olmaktadır. Bu konuda yapılan çeşitli eylem ve etkinliklerle durum halka anlatılmaya ve kamuoyu yaratılmaya çalışılıyor. İlerici,

devrimci, demokratik kurumların örgütlemeye çalıştığı ya da örgütlediği eylemlerde sağlık hizmetlerinin piyasalaştırılması teşhir edilirken, mevcut duruma alternatif sağlık politikaları sunuluyor. Bu modeller ve politikaların her biri kendi içerisinde bir çözüm kaygısı taşıyan ve sömürücü sistemin değer yargılarını parçalamayı hedef-

leyen, sağlık hizmetine ulaşımı kolaylaştıran ve sağlık çalışanlarının daha insani koşullarda çalışmasını öngeren projelerdir. Ancak ne varki kar odaklı sağlık politikasını yaşama geçirmekle ücretsiz ve eşit olması gereken sağlık hizmetleri metalaşmış bir vaziyete geçirmiş-

Sağlık hizmeti g Son dönemlerde sağlıkta piyasalaştırma politikaları hızla uygulanıyor. Bu dönüşüm adı altında yapılanları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu konuda TTB’nin görüşü nedir? Türkiye’de sağlık alanında yaşanan dönüşüm, özellikle 2003’teki AKP iktidarından sonra hızlanan ve Sağlıkta Dönüşüm Programı başlığı altında yapılan bir dizi uygulamayı içeriyor. TTB’nin bu konudaki resmi görüşlerini her türlü imkanla ve her yerde anlatmaya çalışıyoruz. Bildiğiniz gibi 13 Mart’ta belli bir eylem sürecinin peşinden Ankara’da bir miting düzenledik. Bu miting, “Çok Ses Tek Yürek” başlığı altında gerçekleştirilen, “Sağlıkta özelleştirmeye, piyasalaşmaya hayır” mitingiydi. Sağlıkta dönüşüm programı ile sağlık hizmetinin tüm basamaklarında bir dönüşüm yaşanmış; birinci basamak sağlık hizmetlerinde Aile Hekimliği uygulaması, Kamu Hastane Birliği Yasa Tasarısı’yla kamu hastanelerinin özelleştirilmesi, üniversite hastanelerinin ekonomik sıkıntılar nedeniyle Sağlık Bakanlığı’na devredilmesi ve hastanelerinin ticarethaneye dönüşmesi gündeme gelmiştir. Sosyal güvenlik kurumunun tek patron, ödemeleri yapan tek kurum olması, özel sektörde yaşanan sıkıntılar, buralarda çalışan meslektaşlarımızın ücret ödemelerinde yaşadığı sorunlar da yine bu başlıkta değerlendirilebilir. İşçi sağlığı ve iş yeri hekimliği alanında da taşeronlaştırma süreci yaşanıyor. Yani sağlıkta hizmet verilen tüm alanlarda, hem hizmetin sunum biçiminde hem de çalışanların özlük haklarında çeşitli yıkımlar var. Genel olarak sağlıkta dönüşüm programını böyle bir çerçevede anlatabiliriz. g Aile Hekimliği konusunda şu an İstanbul’da durum nedir, ne tür aksaklıklar yaşanıyor? Aşılama, tarama hizmetleri etkili bir şekilde yürütülüyor mu? Bu uygulamanın sağlık çalışanlarına yansımaları nelerdir? Aile Hekimliği uygulamasına 2005 yılında pilot bir yasa ile Düzce’de başlanmış, 2010 yılı sonu itibariyle tüm Türkiye’de uygulamaya geçilmiştir. O zamandan beri çeşitli tespitlerimiz ve uyarılarımız oldu. Ancak İstanbul çok büyük, kalabalık, sağlık çalışanlarının sayısının çok fazla olduğu bir şehir. Bugüne kadar küçük kentlerde çok ciddi sorunlar yaşanmadı. Çünkü zaten oralarda aynı binalarda, aynı sağlık perso-

neli tarafından hizmet sunuldu. Kasım ayı başında Aile Hekimliği’ne geçilirken İstanbul’da hekim ve aile sağlığı elemanı denilen, ebe, hemşire sayısı açısından açık vardı. Hatta binası olmayan, yani sanal Aile Sağlığı Merkezleri vardı. Bugün Nisan ayındayız. Aradan 6 ay geçti. Bu altı ay sonunda hala hekimi ve aile sağlığı elemanı olmayan, binası tamamlanmamış Aile Sağlığı Merkezleri var. Halkın sağlık hizmetine erişimi açısından bakacak olursak, biliyorsunuz ilk başta internetten bilgilendirmeler yapıldı. Herkes kendi aile hekimini öğrenecek, oraya başvuracak dendi, fakat herkes bunu yapamadı. Bölgeye değil de nüfusa göre bölümlemeler yapıldığı için insanlar evlerine çok uzak olan aile sağlığı merkezlerine kayıtlı olabildiler. İstanbul’da bir kızamık salgını yaşandı, kızamığın tespitinde, taranmasında sıkıntılar oldu. Hizmetlerde çeşitli aksaklıklar oldu; okul aşılarında sıkıntılar yaşandı, adli ruhsatlar konusunda sıkıntılar yaşandı. Kimin ne yapacağı belli olmadı vb. Sağlık çalışanları açısından bakacak olursak; bu merkezlerde hekimlerin ve aile sağlığı elamanlarının sözleşmeli çalıştırılması söz konusu. En önemlisi bu; 15 yıllık, 17 yıllık devlet memuru olarak, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi çalışanların çoğu sözleşmeli kadroya geçtiler. İkincisi geçici görevlendirmeler çok fazla yaşandı. En sonunda 31 Mart’ta Toplum Sağlığı Merkezi adı verilen ve her ilçede birer tane bulanan merkezlerde çalışan doktorlara hastane acil servislerine geçici görevlendirmeler yapmaya başladılar. Çünkü acil servislerde doktor kalmadı, Verem Savaş Dispanserleri’nde doktor kalmadı, 112 hızır acil servislerde doktor kalmadı. Yani İstanbul’da tam bir kaos, tam bir karmaşa. Altı ay oldu, hala taşlar yerine oturmadı. Bu gidişle de oturmaz zaten.

Halk, doktorlara karşı kışkırtılıyor g Tam Gün Yasası hakkında bilgi verebilir misiniz? Bu konuda basında ciddi bir bilgi kirliliği var. AKP hükümetinin yaklaşımı nedir, TTB neyi önermektedir? Kamuoyuna “Tam Gün” olarak yansıyan yasa, bizim hem hukuki hem fiili alanda mücadele yürüttüğümüz bir alan oldu.

Asistan hekimlerin en önemli talebi, nöbet ertesi izin kullanmak ve 33 saat kesintisiz çalışmamak, insanca çalışma koşulları. Bugün, Türkiye’de, dünyada bütün emekçilerin, bütün çalışanların istediği şeyleri istiyorlar.

CHP üzerinden Anayasa Mahkemesi’ne taşınması, verilen kararın ardından Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı yorumlar nedeniyle Danıştay süreci yaşandı. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu da geçtiğimiz ay bir açıklamada bulundu. Biz bir meslek örgütü olarak, hem hekimlerin çalışma yaşamına, özlük haklarına

ilişkin hem de vatandaşın sağlığa erişimi ile ilişkili görüş ve yaklaşımlarımızı belirtiyoruz. Tam Gün Yasası ortaya atılırken, vatandaşımız sağlık hizmetlerinden kolayca faydalanacak, istediği doktoru hemen karşısında bulacak, kuyruklarda beklenilmeyecek, kimse para vermeyecek gibi popülist açıklamalar yapıldı. Bunun yanında zaten bu doktorların da hepsi


14-15_Layout 2 4/9/11 9:38 AM Page 2

ropörtaj tir. Yasa böylece hem sağlık hakkından mahrum bırakılan ya da ücretli yararlanmak zorunda kalan bir kitle, bunu sunarken çeşitli zorluklarla karşılaşan ve insani çalışma koşullarından uzak bir sağlık personeli portföyü yaratıyor. Sağlık hizmetine ulaşımda halkın yaşadığı sorunlarla birlikte bu hizmeti

üreten sağlık emekçileriyle doktorlar da bu metalaştırma ve ticarileştirme sürecinden etkilenen kesimi oluşturmakta. Sağlık emekçileri dönem dönem greve giderek bazende konuya ilişkin yapılan eylem, etkinlik, toplantı ve seminerlerde bilgilendirici açıklamalar yapmaktadır. Bu çalışmaların her biri kendi içerisinde olumlu bir

çaba ve halkın tepkisini örgütlemeye dönük çalışmaların bir parçasıdır. 13 Mart’ta sağlık çalışanlarının yoğun ilgi gösterdiği ve kitlesel katılıma sahne olan “Çok Ses Tek Yürek” başlığı altında örgütlenen “Sağlıkta özelleştirmeye, piyasalaşmaya hayır” mitingi kayda değer bir önem taşımaktadır. Yine 19-20 Nisan tarihlerinde

örgütlenecek olan ve sağlık çalışanlarının taleplerini dile getireceği grev öncesi, “Sağlıkta dönüşüm politikaları, halkın karşılaştığı sorunlar ve sağlık çalışanlarının talepleri” üzerine İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Süheyla Ağkoç ile söyleşi gerçekleştirdik.

taşeronlaşıyor müyoruz. Bizler hakkımız olanı istiyoruz; emekliliğimize yansıyan ortalama bir ücret verin, ama bu ücret garanti olsun, esnek çalışma olmasın, performans olmasın diyoruz. Üstüne bir de sabit döner sermaye uygulaması getirdiler. Geçen ay basına da yansıdı, Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde çalışanlar, performans ödemesi alamadılar. Tam gün aslında doktorların bir hastanede çalışması; hastanın geldiğinde ona ücret ödemeden, nitelikli bir şekilde hizmet alması demek değildir. Tam Gün Yasası, doktorların, esnek, uzun, performansa dayalı, güvenceden yoksun çalıştırılmasıdır. Bu konuda Sağlık Bakanlığı tam da bu yasayı uygulamaya koymadaki amacına erdi, her geçen gün yayınlanan genelgeler, yönetmelikler ile doktorları “köşeye sıkıştırdı.” Bu ülkemiz sağlık ortamı için iyi bir durum olmadığı gibi doktor emeğinin değersizleştirilmesi açısından da kötüye gidişe neden olacaktır.

İşçi sağlığı ve iş yeri hekimliği alanında da taşeronlaştırma süreci yaşanıyor. Yani sağlıkta hizmet verilen tüm alanlarda, hem hizmeti sunum biçiminde hem de çalışanların özlük haklarında çeşitli yıkımlar var.

paragöz, tuzu kuru gibi çirkin, bir meslek erbabına yakışmayan ve deontoloji kurallarına uymayan, gerçeği yansıtmayan söylemlerde bulunuldu. Bu şekilde vatandaş doktorlara ve sağlık çalışanlarına karşı kışkırtıldı, son zamanlarda artan şiddet olayları yaşandı. Sağlık sisteminde bir kötüye gidiş olabilir ama bunun sorumlusu doktorlar ve sağlık çalışanları değil.

TTB’nin Tam Gün Yasası’na yaklaşımı, bizlerin algıladığı, asıl amaçlanan, doktorların uzun, döner sermayeye, peformansa tabi, esnek çalıştırılması sistemiydi. Sürekli bir performans baskısı, çalışın, şu kadar iş yapın şu kadar para alın diyen bir zihniyet var. Kimse zaten basında yer aldığı gibi 1617 bin TL’de kazanmıyor. Zaten tartışmalarımızı da sadece ücret endeksli yürüt-

g Son dönemde TTB bünyesinde örgütlenen “asistan hekim komisyonu”nun ses getiren eylemleri oldu. Asistan hekimlerin sorunları nelerdir ve asistan hekimler ne talep ediyor? Asistan hekimlerin en önemli talebi, nöbet ertesi izin kullanmak ve 33 saat kesintisiz çalışmamak, insanca çalışma koşulları. Bugün, Türkiye’de, dünyada bütün emekçilerin, bütün çalışanların istediği şeyleri istiyorlar. Diğer önemli kaygıları da eğitim. Asistanlar, uzmanlık alanına göre yaklaşık dört-beş yıl, hem hizmeti sunarak (usta-çırak ilişkisiyle işi öğrenirken), hem de bilimsel ve teorik olarak da bir takım seminerlere, eğitim programlarına, kurslara, kongrelere vs. katılarak bu eğitimi alıyorlar. Hem bu uzun çalışma saatleri, hem nöbet ertesi çalışma, dinlenememe vb. sağlık hizmetinin niteliğini azaltan ve hata riskini artıran etmenler. Özellikle biraz önce konuştuğumuz performans sistemi, herkesi fazla çalışmaya ittiği için sadece hizmet üretmek, nitelik değil, nicelik önem kazanıyor. Yani hekimin çok iyi bir ameliyat yapıp, 12 saat uğraşmasının bir anlamı yok. Çok sayıda hizmet, çok iş üretmesi lazım. Günde yüz hasta bakması, yüz tahlil yapması daha değerli. Böyle bir iş yükü altında, makine biçiminde çalışılması bekleniyor. g Yabancı uyruklu asistan hekimlerin durumu, çalışma koşulları hakkında bilgi

verebilir misiniz? Yabancı uyruklu asistanlar TUS sınavında farklı bir puanlama sistemi ile kadrolara yerleştiriliyor ve ücret almadan çalışıyorlar. Hem çalışma koşullarındaki güçlükler hem de düzenli bir gelirlerinin olmaması çok sıkıntılı bir durum tabi.

Sağlık hizmeti ücretsiz olmalı g 13 Mart mitingi hakkında çokça soru sorulabilir. Bu konu üzerine yapılan eylemler yapılış amacına ulaşabiliyor mu? 13 Mart mitingi hekimlerin ve sağlık çalışanlarının çok sahiplendiği bir miting oldu. Hazırlık aşamasında türküler söylendi, klipler çekildi, bir atmosfer, coşku yaratıldı. Hayatında ilk kez bir mitinge katılan sağlık çalışanları ve hekimler oldu. Çeşitli nedenlerle katılamayıp yürekten destekleyenler oldu. Biz en azından böylesi bir havayı yakalamayı hedefledik. Çeşitli biçimlerde kendimizi vatandaşa anlatmaya çalıştık, sağlıkta kötüye gidişe dikkat çektik. Tabii bunun basında yer alması, kamuoyundaki yankısı çeşitli biçimlerde oldu. Yeterli miydi bilemem ama sağlıkçılar açısından coşkulu bir miting olduğu açık. g Son olarak TTB’nin ülkemizdeki sağlık sistemi için en uygun gördüğü model nedir? TTB’nin buna dair çalışmaları hakkında bilgi verebilir misiniz, nasıl bir sağlık sistemi öneriyorsunuz? TTB’nin başta Tam Gün olmak üzere tıp eğitiminden sağlık hizmetlerinin tüm basamaklarına, sağlık hizmetlerinin finansman ve örgütlenmesine kadar bir çok alanda çalışması, raporları, önerileri vb. vardır. Zaten dünyada da üç aşağı beş yukarı bu işlerin nasıl olması gerektiği bilimsel sınırlar çerçevesinde bellidir. Basamaklandırılmış, birinci basamağı kesinlikle ücretsiz olan, çalışanlarının güvenceli çalıştırıldığı, bütün harcamaların genel bütçeden karşılandığı bir sağlık hizmeti esas olmalıdır. Burada en önemli nokta politikalarda neyin öncelendiğidir; sermayenin katlanarak büyümesi mi yoksa kamu yararı yani halkın nitelikli, eşit, ücretsiz bir sağlık hizmeti alması mı? Bütün sorun budur, bu belirlendikten sonra bütün uygulamalar doğal olarak bu politikalar etrafında şekillenecektir. Bu ülkenin değerleri ve birikimleri yeterlidir burada esas olan tercihin ne yönde olacağıdır.


16-17_Layout 2 4/9/11 3:30 PM Page 1

16 gençlik

Halkın Günlüğü 10-20 NİSAN 2011

Eğitim

sistemi ve YGS

‘Hayırlı İşler’ Kocaeli Belediyesi tarafından ulaşım ücretlerine yapılan zamları protesto eden öğrencilere polis saldırdı. Saldırı sonrası 10 öğrenci gözaltına alındı. KOCAELİ- Geçtiğimiz ocak ayında ulaşım ücretlerine yapılan zamlara ve zorunlu Kentkart uygulamasına karşı DGH’li faaliyetçilerinin de aralarında bulunduğu Kocaeli Üniversitesi öğrencileri eylemlerine devam ediyor. Kocaeli Üniversitesi yemekhanesi önünde toplanan öğrenciler, “Ulaşım hakkımızı kazanacağız - üniversitenin ve belediyenin ulaşım soygununa ‘Hayırlı İşler’ demiyoruz” pankartını açarak, sloganlarla üniversiteden

şehir merkezine doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüşe geçen gruba polis müdahale etti. Polisin gaz bombaları eşliğinde yaptığı saldırıda 11 öğrenci gözaltına alındı.

Gözaltılar protesto edildi. Polisin saldırıanın ardından İnsan Hakları Parkı’nda bir araya gelen öğrenciler basın açıklaması yaptı. Polis saldırısının protesto edildiği açıklamada şu ifadelere yer verildi: “ Ulaşımın sosyal bir hak olduğunu unutan büyükşehir belediyesine ulaşımın hak olduğunu bir kez daha hatırlatıyoruz. Kent kart paralarının geri ödenmesini, ulaşım zamlarının geri çekilmesini ve nitelikli ulaşım hakkımızı istiyoruz ve alacağız. Gözaltına alınan 11 arkadaşımızın serbest bırakılmasını ve polis terörünün durmasını istiyoruz.”

Öğrencilere saldırı

ERZURUM- Atatürk Üniversitesi’nde devrimci ve yurtsever öğrencilere polis destekli faşistler tarafından satırlı, bıçaklı saldırı düzenlendi. 2 öğrenci yaralandı, çok sayıda öğrenci de gözaltına alındı.

Atatürk Üniversitesi, İletişim Fakültesi kantininde bir kadın öğrencinin taktığı fuların renkleri bahane edilerek faşist bir grup tarafından tehdit edildi. Aralarında DGH faaliyetçilerinin de bulunduğu devrimci ve yurtsever öğrenciler faşist gruba müdahale etti. Müdahale sonrası

faşistler, devrimci ve yurtsever öğrencilere satır ve sopalarla saldırarak bir çok öğrenciyi yaraladı. Olayın ardından okul içerisinde devrimci ve yurtsever öğrenci avına çıkan faşistler, ellerindeki bıçak, satır ve polis coplarıyla çok sayıda öğrenciye saldırdı. Daha sonra yerleşke dışında devam eden saldırıda polis saldırıyı gerçekleştirenlere herhangi bir müdahalede bulunmadığı gibi saldırıya uğrayan devrimci ve yurtsever öğrencilerden 9’unu gözaltına aldı.

Yoksul emekçi halk çocuklarının bilimsel akademik anadilde egitim haklarını bin bir türlü hilelerle gerici yoz ideolojileriyle zehirleyen Türk hakim sınıfları, ülkedeki eğitim sistemini kendi klik kavgalarının temel bir mevzisi olarak da ele almaktadırlar Ülkemizde “cumhuriyetin” kuruluşundan buyana tüm doğruların tek sahibi, büyük kurtarıcı, olarak işaret edilen Kemalizm’in bayraklaştırılması üzerine kurulu bir eğitim sistemi var. Onun yarattığı ‘cumhuriyetin’ her koşulda can bedeli korunmasını salık veren milliyetçi, ezberci egitim sisteminden beslenen komprador burjuva sınıfının bir tarafı olan Kemalist klik kendi kadrolarını yetiştiren eğitim sistemini korumaya çalışırken, diğer klik ise kendine temel dayanak olarak yoksul emekçi halkın vicdanı olan dini kullanmaktadır. Halkın tartışılmaz vicdanı olan İslam dinini, kendi klik çıkarlarına dayanak olarak kullanan bu gerici, emperyalizmin uşağı olan AKP kliği, yıllarca uzlaşarak faaliyetlerini yürüttüğü kemalist kliğe karşı açıktan cephe almaya başlayıp, devlet bürokrasisini ele geçirmek için tüm gücüyle, tüm imkan-olanaklarını seferber etmeye başlayınca, burjuva sınıfın

iktidarının temellerini oluşturan eğitim sistemindeki kavgada, bu boyutta açığa çıkmaya başlamıştır. Yoksa klikler arasından devlet bürokrasisinde kadrolaşma saldırıları yeni bir şey değil. Menderes hükümetinden sonra başlayan dini kullanma girişimleri, özellikle 80 darbesinden sonra darbeci generallerin cemaatlerle uzlaşmasıyla, cemaatlerin daha rahat çalışma yürütmeleri ve imam hatip liselerinin mantar gibi çoğalması ile okullarda ortaya çıkan türban tartışmaları üzerinden koparılan mağduriyet fırtınaları ile, dini temel dayanak olarak kullanan kliğin eli Kemalist kliğe karşı dahada güçlenmeye başlamıştır. [Elbetteki bu durum emperyalizmin ülkemizdeki çıkarlarının korunmasından bağımsız değildir.] Tek sirayet edemediği orduyu dahi emperyalist efendisinin açık desteğiyle sindirmeyi de başarmıştır.

Skandallar ne ilk nede son olacak YGS sınavlarında ortaya çıkan skandal daha önce de, geçtiğimiz yıl yapılan KPSS sınavlarında ortaya saçılmıştı. Yüzüne tükürülen arsızın yüzünü sıvazlama pişkinliğine sahip burjuva düzenin KPSS’de olduğu gibi bunda da aynı pişkinlikle kendini savunması sadece malumun ilanı olacaktır. Başka bir tavır da beklenmemelidir. Nihayetinde ÖSYM başkanı suçluyu buldu. Suçlu kendi tercih ettiği matbaaymış!

Şifre bahane, cemaat şahane Sanal alem üzerinden örgütlenen öğrenciler, YGS sınavında yapılan şifreleme sistemine tepki gösterdi İSTANBUL- İnternet ortamı üzerinden örgütlenen öğrenciler, Taksim’de bir araya gelerek YGS sınavında ortaya çıkarılan şifreleme sistemine tepkilerini dile getirerek, ÖSYM Başkanı

Ali Demir’in istifasını istedi YGS’deki şifre skandalı üzerine internet ortamında örgütlenerek Galatasaray Lisesi önünde bir araya gelen binlerce öğrenci, “Şifre bahane, cemaat şahane”, “Parasız sınavsız eğitim” , “Eğitim sisteminiz batsın, ÖSYM altında kalsın” yazılı pankartlar ve dövizler taşıyarak, Taksim Meydanı’na doğru yürüyüşe geçti. Öğrenciler yürüyüş boyunca “Parasız eğitim istiyoruz”, “ÖSYM sınavı al ba-

şına çal”, “Eğitim hakkımız engellenemez”, “YGS’nin şifresi AKP’nin elinde”, “Öğrenciyiz haklıyız kazanacağız” sloganlarını attı. Meydanda toplanan öğrenciler adına açıklama yapan Berkin Dereli, ÖSYM Başkanı Ali Demir’e hitaben yaptığı konuşmasında, “Bu eylemi gerçekleştirmemizin amacı; ne yapılmış olan YGS’yi iptal ettirmek, ne de halkımızı zor duruma düşürmektir.” dedi. YGS


16-17_Layout 2 4/9/11 3:30 PM Page 2

gençlik 17

GENÇ YORUM

sinan çakıroğlu

ADAYLIK HİKAYESİNDE TUTMAYAN YAMA, KAYPAKKAYA!

M

alumdur… “Seçimler” kapıyı çaldığında, envai çeşit işlemeli janjanlı projeler ortaya dökülür. Tanıdık simalar, burjuva-feodal partilerin kapı önlerinde belirir. Büyük tebessümlerle objektiflere poz verilir. Halkın “hakkını” sormak için ite kaka bir “telaşla”, “büyük” siyasetin aynı suflesi irdelenir; özgürlük, demokrasi, insan hakları, müfteilün fâilün… Gerisini siz getirin. Ne de olsa aruz ölçüsünün bu karmaşık kalıpları ezilen sınıflara hep yabancıdır. Sermayenin özgürlüğü, ezen sınıfların demokrasisi ve geniş halk yığınları, gönlüne su serpebilmek için ara sıra da olsa hak-hukuk “vicdanı”… 12 Haziran’ın kerametinden midir bilinmez, gerici sistem partilerine, bu seçimlerde oldukça ünlü isimler başvuruda bulundu. Hepsinin kendi alanında isim yapması ve bir kısmının geçmiş süreçlerde halk saflarında siyasette bulunması, bizim tarafımızdan ayrı bir değerlendirmenin yapılmasını mecbur kılmaktadır. Bizim saflarımızda kurtuluş mücadelesi vermiş ama artık “kurtuluşu” gerici partilerde görmüş olanların, irdelenmesi gereken birden fazla yanı vardır. Olayın farklı yanları mercekten geçirildiği taktirde, parçadan bütüne varım gerçekleşebilir. Emre Saltık’tan Hilmi Yarayıcı’ya kadar birçok sanatçının, farklı toplumsal kesimlerden birçok kişinin CHP’nin himayesine girdiğine ve bundan bir anlık tereddüt dahi duymadıklarına hepimiz tanıklık ettik. Birisi geçmişte KAYPAKKAYA hareketine yakın duran, diğeri ÇAYAN geleneğinde mücadele yürütmüş bu iki sanatçı, devrimci cephenin artık “beklenileni” vermediği iddiasıyla, “yeni” “umut” yolu olarak CHP gericiliğini seçmiştir. Ve diğerleri. Burada üç neden bulunmaktadır. Birincisi; devrimci cepheyi de olumsuz şekilde etkileyen, 1990’lı yıllarla başlayan, 2000’li yıllarda şahlandırılan, bilimsel komünizme ve ona yakın ideolojik akımlara karşı yürütülen tasfiyecilik rüzgârıdır. Gerici sınıflar, mevcut koşulların etkisini, devrimci komünist güçlerin zaaf ve eksikliklerini de kullanarak, devrimcilerin ve komünistlerin etki alanında bulunan kitleye nüfuz edebilmektedirler. Bu noktada, başta KAYPAKKAYA geleneği olmak üzere, birçok devrimci cephenin kendi kitlesine yönelik sorumluluklarını yerine getirmede zayıflıklar gösterdiğini söylemek gerekir.

Şifreli YGS’ye protesto Van’da dershane öğrencileri ÖSYM’yi kınamak için basın açıklaması yaparak kalem kırma eylemi gerçekleştirdi.

Filler tepinirken çimler eziliyor Elbette ki filler tepişirken her zaman olduğu gibi olan çimenlere olacaktır. Bin bir sıkıntıya katlanarak çocuklarını okutmaya çalışan yoksul emekçilerin umutlarının hiçbir değeri olmayacaktır, elbette ki, burjuva kliklerin nazarında. Onların tartışmalarının esas yönünü kendi klik çıkarları oluşturacaktır. Zaten son skandal örnekte olduğu gibi kazananı önceden belirlenen sınavlar yeni yapılmıyor. Özellikle kamu kurumlarına personel alımlarında yüzde doksan dokuz kazananı önceden belli olan sınavlar yapılmıştır. Devlet kurumlarının isminin arpalıklara çıkmasının sebebi de bundandır. Çünkü her hükümet kendi yandaşlarını yerleştirmiştir. Sınavların ise yapılan bu kadrolaşmanın maskesi olmaktan öte bir işlevi olmamıştır. Hırsızın değil hakkını arayanın suçlu muamelesi gördüğü bir düzen!

Cumhuriyet Caddesi üzerinde bir araya gelen öğrenciler, “ÖSYM’nin Demir’i, Fetullah’ın emiri” , “ÖSYM’yi Zaman aklar” yazılı dövizler taşıyarak, Sanat Sokak’ına kadar yürüyüş yaptı. Yürüyüş sonrası öğrenciler adına açıklamayı yapan lise öğrencisi, kendilerine yapılan bu haksızlığa karşı mücadele edeceklerini dile getirdi. Kişiye özel kitapçık basarak değil, kopyayı önlemek, aksine istenilen kişilere kopyayı açık açık vermektir diye belirten lise öğrencisi, konuşmasına şöyle devam etti: “ÖSYM’ye güvenmiyoruz. Çünkü sicili bozuktur. Bu skandalların hesabı sorulmalı ve ÖSYM başkanı istifa etmelidir. Ayrıca sınav güvenliğini sağlayamayan hükümet de istifa etmelidir. Bu skandallara boyun eğer, görmezden gelirsek, her gün yeni bir skandalla yaşamak zorunda kalırız. Bu haksızlığa boyun eğmeyeceğiz.” Eylemde sık sık Fethullah Gülen ve ÖSYM aleyhine sloganlar atıldı.

Kopyacı sistem ile ilgili her gün yeni bir skandalın ortaya çıktığını ifade eden Dereli, “KPSS’de yaşanan kopya skandalının ardından çok geçmeden bir skandal da YGS sınavında yaşanmıştır. Sınav için yoğun güvenlik önlemi alınıp, adayların teker teker aranmasına ve salonlarda kontrol edilmesine rağmen, yine aynı senaryo yine aynı tablo ile karşı karşıya bulunmaktayız. ÖSYM’nin en önemli görevi halkın ve sınava giren öğrencilerin güvenini boşa çıkarmamaktır. Bizlerin sizlerden en büyük beklentisi buydu. Fakat beklentilerimizin karşılığını veremediler. Bunca öğrencinin ve velinin güvenini boşa çıkardınız. ÖSYM Başkanı Ali Demir’i yaşattığı güvensizlikten dolayı istifaya davet ediyoruz.” dedi.

Antalya’da lise ve dershane öğrencileri YGS sonrası şifreli kopya olayını yaptıkları yürüyüşle protesto etti. Birey Dershanesi önünde bir araya gelen öğrenciler, “ÖSYM’ye başkaldırıyoruz” pankartını açarak, “Liseliler yürüyor, hesap soruyor”, “Kopyaya göz yumma, hakkını ara” sloganları atarak Cumhuriyet Meydanı’na kadar yürüdü. Yürüyüş sonrası meydanda toplanan liseliler, burada yaptıkları açıklamada, “ÖSYM ve YÖK’ün söylemleri yalandan öteye geçememektedir. En son kopya ile yıllardır alanlarda sınav sistemi kaldırılsın diye mücadele eden liselilerin haklılığı bir kez daha kanıtlanmıştır. Kopyanın bu kadar rahat çekildiği, adaletsizliğin bu kadar gözler önünde olduğu bir sınav sistemine, ne kadar güvenilmesi gerekir? Bu yüzden YGS’nin iptal edilmesini talep ediyoruz” dedi.

İkincisi; sosyal demokrasinin “sol” saplantılarından kurtulamayan Türkiye-Kuzey Kürdistan halkının bu zaafına karşı devrimci ve komünistlerin istenilen kararlı teşhir politikasını gösteremediğidir. Dolayısıyla ezilen halk kitlelerinin önemli bir kesimi, daha da somut konuşursak, devrimcilerin ve komünistlerin aileleri dahi CHP’den vazgeçemeyerek ‘orada da solcular var’ arayışını devam ettirmektedir. Ezilen halk kitlelerinin, kendilerini kısmen “korumak” için, kendilerine “yakın” olan birilerini aramaları ve korkularını bir nebze de olsa “gidermeleri”, devrimci ve komünistlere olan güvensizliklerinden önce gelmektedir. Sosyal demokrasinin üç çeyrek asırdır tamamen gericileştiği bir çağda, ilericilik söylemlerine karşı mücadele etmemek, devrimci komünist hareketin ‘düşmanı yalnızlaştırma’ siyasetinden beslenmekte ve doğal olarak halk kitlelerin şu ya da bu şekilde gerici sosyal demokrasiye “umut” dolu gözlerle bakmasına vesile olmaktadır. Üçüncüsü; emperyalizmden aldığı icazetle, bir saray darbesiyle Baykal’ın yerine geçirilen ve muhaliflerinin temizlenerek güçlü kılındığı 3K’nın (Kürt-Kızılbaş-Komünist) “yeni” “temsilcisi” rolünü oynayan, kurultaylarda Deniz Gezmiş’in resmini astıran, 68’in yaşayan ruhu olduğunu iddia eden, “değişim” içerisindeki CHP’nin 2. Kemal’inin de payı önemli oranda vardır. Her ne kadar komünist ve devrimciler açısından, Kılıçdaroğlu’nun izlediği siyaset net olsa dahi, geniş kitle bünyesinde bunun aynı olduğunu söyleyemeyiz. Unutulmamalıdır ki, şimdiye kadar yaptığımız ajiteler arasında bulunan ‘bu devlet tamamen Sunni ve Türk anlayışı üzerinden şekillenmiştir, hiçbir Kürt ya da Alevi, devletin yönetici organlarında yer alamaz’ formülasyonu, tersine dönerek, devletin hanesine yazılmaktadır. Artık Alevi, Kürt ve hatta “komünistler” dahi, gerici sistemin projelerinde yer almaktadırlar. Onlar açısından projenin sosyal tabanı genişleyebilir ya da daralabilir. Ama asla aidiyet üzerinden kendi siyasetini sınırlamazlar. Sınıf karakteridir asıl belirleyici olan. Geldiği mecra değil. Hal böyle olunca, yıllar yılı ezilen kitleler, “kendinden” gibi görünenlere meyillenmektedir. Son tahlilde, devrimci saflarda bulunmuş ama uzun süredir ilişkisizleşmiş sanatçı ya da kişilerin tercihleri, CHP’den yana gelişmiştir. Bu durum doğal görülmemeli, her üç örnekte de verdiğimiz ideolojik zaafların kökenine iyi inilmelidir. Aksi taktirde lafzı çokça edilen tasfiyeciliğin “sol” versiyonunu yaşamak içten bile değildir. Emre Saltık ve Hilmi Yarayıcı’nın dışında, burjuva basında en şatafatlı haberler arasında verilen, Yılmaz Güney’in kardeşi Yaşar Pütün ile yoldaş KAYPAKKAYA’nın kardeşi Elif Güneş dikkat çeken pozisyondaydı. Zira Elif Güneş için, ‘70’li yılların büyük komünisti İbrahim Kaypakkaya’nın kardeşi’ ifadelendirmelerinde bulunuldu. “Sayın” Güneş, yaptığı basın açıklamasında ‘İbrahim büyük bir teorisyendir’ deyip, ‘ağabeyim gibi demokrasinin savunucusu olacağım’ beyanında bulundu. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Hem KAYPAKKAYA büyük teorisyendir diyeceksin hem de, başından aşağıya komünizm ile örülü düşünce silsilesini, ufku burjuva çığırtkanlığını aşmayan demokrasi bulamacına banacaksın. Bizce Elif Güneş, meseleye yanlış yerden sarılmaktadır. KAYPAKKAYA öyle derin bir bütünlük arz etmektedir ki, değil bir saray darbesiyle, CHP’yi komple devirseniz dahi sistem içerisine çekemezsiniz. “Seçim” yarışında paçavra yalanlarınıza, KAYPAKKAYA’nın düşünce sistematiğinden bir kelime dahi yama yapamazsınız. Bilimsel komünizm, ne aile tekelidir ne de aşiretlerin töresidir. Yoldaş KAYPAKKAYA, vitrin olarak dahi, gerici düzen ve onun peçesi parlamento için en ihtilalcı komünizmin temsilcisidir. Bu gerçekliği, onun üzerine çullandığınız gerici şehvetlerinizle gizleyemezsiniz.


18-19_Layout 2 4/9/11 10:14 AM Page 1

10-20 NİSAN 2011 Halkın Günlüğü

Toplumun vicdanı birkaç generali yargılamak ve cezalandırmakla aklanamaz. Katliamların, cinayetlerin, faili meçhullerin, yani 12 Eylül öncesi ve sonrası bütün cinayetlerin sorumlularının ortaya çıkarılıp yargılanması gerekiyor. Burada bütün sorumluluğu darbeden sonraki kuşağa yüklemek haksızlık olur, nasıl bir sindirme politikasıyla korku toplumu yaratıldığını, bu arada geçmişin yok sayıldığını hepimiz biliyoruz.

g Temel DEMİRER III) “DERİN (DENİLEN) DEVLET” MESELESİ Bunlardan niye mi söz ettim? Türkiye’de, bugün kimilerinin AKP’yi haklı olarak eleştirdiği gibi bir “hukuk devleti” olsa, bunlar olur muydu? Elbette “Hayır”! Dünün hukuk(suzluğ)unun parçası olanlar, bugün AKP’ye itiraz etseler de, inandırıcı olamazlar… Çünkü coğrafyamızda “derin (denilen) devlet”in raison d’etat’ını, “Fiat lustitia et pereat mundus/ Adalet yerini bulsun da, isterse dünya yıkılsın,” kararlılığıyla karşısına alamayan bir “hukuk iddiası” inandırıcı olamaz… ‘Devletin Şiddet Tarihi’[7] başlıklı yapıtında, devletin katillerin üzerine örtüleri örtme başarısının altını çizen Berat Günçıkan, “Bir devlet politikası olarak cinayetler”e dikkat çekip ekliyor: “Eğer her insan tarihin bir sayfasına aitse, o sayfada hiç boşluk bırakmamalı ve her şeyi ta başından anlatmalı… Hayat hiç kimseyi, hiçbir şeyi durduğu yerde bırakmıyor, ölüler dışında. Bir tek Türkiye hep yeni kazılmış toprak kokuyor, genç ölülerden dün de bugün de utanmıyor…” “Devletin asli işi sistemi korumak… Bugün için bu, kapitalizmi korumak, yani sermayenin istediği ‘istikrarlı’ bir ortam yaratmak. Toplumu sindirmek için kullandığı argüman ise içte ve dıştaki ‘düşman’lar, Kürtler, Ermeniler, sendikalar, eşcinseller, taş atan çocuklar, kendilerine biçilmiş sınırları aşan kadınlar. ‘Toplumun huzuru, vatanın ve milletin bölünmezliği’ adına toplumdan aldığı destekle de, ‘düşmanlarını’ yok etmek için, bazen yasaları kullanarak bazen yasa dışı yöntemler uyguluyor. Bu fiziki ve cinsel işkence oluyor, tutuklamak oluyor, faili meçhul cinayet-

“Özel Yetkili Mahkemeler”e tarihi kenar notları 2

lere zemin hazırlamak, hatta siyasi ve ekonomik kriz yaratmak oluyor... Yani uluslararasında da sınanmış bütün yöntemlere başvuruluyor… Unuttuğumuz ve sessiz kaldığımız sürece bu şiddete suç ortaklığı ediyoruz. Bu ülkenin tarihinde şiddet hiç eksik olmadı, suikastler, katliamlar, faili meçhul cinayetler hep yaşandı ama hep unutuldu, unutturulmaya çalışıldı. Bu da yeni baskıların, şiddetin önünü açtı. Hesaplaşma, yüzleşme isteği daha doğmadan boğuldu. Çoğunluk gündelik hayatın hızına ve hazzına kapılıp ‘güllük gülüstanlık’ hatta küresel güçlerden biri olmaya aday bir ülkede yaşadığımıza inanıyor ancak o şiddeti bire bir yaşayanlar ya da tanık olanlar için zamanın açılımı böyle değil. Onların yaraları hâlâ açıkta ve bir hesaplaşma yaşanmadan hep kanayacak. Toplumun onlara bir borcu olduğunu düşünüyorum, devletin ve toplumun onlara ‘neden?’ sorusunun yanıtını vermesi gerekiyor… Toplumun vicdanı birkaç generali yargılamak ve cezalandırmakla aklanamaz. Katliamların, cinayetlerin, faili meçhullerin, yani 12 Eylül öncesi ve sonrası bütün cinayetlerin sorumlularının ortaya çıkarılıp yargılanması gerekiyor. Burada bütün sorumluluğu darbeden sonraki kuşağa yüklemek haksızlık olur, nasıl bir sindirme politikasıyla korku toplumu yaratıldığını, bu arada geçmişin yok sayıldığını hepimiz biliyoruz. Bu yüzden sorumluluğumuz sürekli hatırlatmak ve hesap sorma, yüzleşme isteğinden vazgeçmemek, diye düşünüyorum…”

Berat Günçıkan’ın altını çizdiği noktalar kilit önemdedir…

III.1) “HUKUK(SUZLUK)”UN SORUM(SUZ)LULUĞU “İstanbul’da, 01 Aralık 2010 tarihinde Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) ku-

rucu Genel Başkanı Kemal Türkler’in öldürülmesiyle ilgili olarak sanık Ünal Osmanağaoğlu’nun yargılandığı davayı, zaman aşımı gerekçesiyle ortadan kaldırdı. Böylelikle aradan geçen 30 yıl boyunca devlet, yargı organı eliyle DİSK’in eski yöneticisi Kemal Türkler cinayetinin, tetikçileri ile birlikte arkasındaki örgütlü yapıyı ortaya çıkartmamak için elinden geleni yapmış oldu. Çıkan sonuç vicdan ve adalet kaygısı olan için bir utanç tablosu. Zaten ne zaman böyle bir cinayet işlense, katillerin bulunup yargılanması ya da bulunanın yargılanıp mahkûm olmasının çok kolay olmadığı herkesin malumudur. Kemal Türkler cinayeti gibi A. İpekçi, Doğan Öz, Musa Anter, Uğur Mumcu, Hrant Dink, Vedat Aydın, Turan Dursun, Ahmet Taner Kışlalı, Ümit Kaftancıoğlu ve adlarını burada sayamadığımız yüzlerce kişi, Çorum, Maraş, Sivas, Malatya Zirve Yayınevi gibi katliamlar, çoğu zaman adlandırıldığı gibi basit birer siyasi cinayet değildirler. Çünkü; bütün bu cinayet ve katliamların fail veya failleri kendisine durumdan vazife ve misyon çıkartarak, homojen ideolojik yönetim erkinin muhafazasını sağlamaya çalışan o ‘devlet’ten başkası değildir. Bunun adını koymakta korkar, utanır ya da çekinirsek o zaman gerçek faillerin de ortaya çıkarılıp yargılanmayacağını söylemek lazımdır. Çünkü neden susarız ki? Bilmeyiz mi bu katil ‘devlet’in onlarca yıllık askerî vesayet rejiminin biricik sigortası olan bu yargı ve usul yasaları ile her biri birer insanlık hazinesi olan kurbanların katillerini ortaya çıkarıp, yargılanmayacağını? Çünkü kurbanların hiçbiri farklı düşünen veya yaşayanlar arasında çıkan siyasi, felsefi bir tartışma, çekişmeden kaynaklanan bir sebeple vurulmuş, öldürülmüş değillerdir. Katillerin hemen hemen hepsi birer ‘devlet’

organizasyonunun tetikçisidirler. Grup hâlinde linçe yöneltilen katiller de birer tetikçidirler. Katillerin kurbanlarından farklı inanç ve siyasi kamplarda bulunuyor olmuş olması tetikçiliği gölgeleyen bir maskeden başka bir şey değildir. O nedenledir ki bu cinayetler basit birer siyasi cinayet olarak adlandırılamaz. Tetikçilerin eğitimi, yönlendirilmeleri, kollanışları, soruşturma birimlerine teslim edilmemeleri ya da yasal dokunulmazlık zırhına sokulmalarının her biri bu organizasyonun birer parçasıdır. Katledilen canların her birisi taşıdıkları değerleri ve farklılıkları ile insanlık ailesi içerisinde özel bir yer işgal ederler. Onların katli doğrudan toplumun, insanlık ailesinin katlidir. Yine hepimiz biliyoruz ki bu kurbanlar üzerinden verilmek istenen mesaj ve müdahalelerle çekirdek iktidarın/ statükonun devamlılığı amaçlanmaktadır. Yine o nedenledir ki tüm bu cinayetlerin hepsi tartışmasız olarak insanlığa karşı işlenmiş suçlardır.”[8] Hızla sıralayarak bir kez daha hatırlatalım: Doç. Orhan Yavuz, Erzurum, 15 Haziran 1977... Doç. Bedrettin Cömert, Ankara, 11 Temmuz 1978... Prof. Bedri Karafakioğlu, İstanbul, 20 Ekim 1978 Abdi İpekçi, İstanbul, 1 Şubat 1979... Prof. Ümit Doğanay, İstanbul, 20 Kasım 1979... Prof. Cavit Orhan Tütengil, İstanbul, 7 Aralık 1979... Ümit Kaftancıoğlu, İstanbul, 11 Nisan 1980... Sevinç Özgüner, İstanbul, 23 Mayıs 1980... Gün Sazak, Eskişehir, 27 Mayıs 1980... Kemal Türkler, İstanbul, 22 Temmuz 1980... Prof. Dr. Muammer Aksoy, Ankara, 31 Ocak 1990...


18-19_Layout 2 4/9/11 10:14 AM Page 2

güncel analiz

Çetin Emeç, İstanbul, 7 Mart 1990... Turan Dursun, İstanbul, 4 Eylül 1990... Doç. Dr. Bahriye Üçok, Ankara, 6 Ekim 1990... Uğur Mumcu, Ankara, 24 Ocak 1993... Baro Başkanı Ali Günday, Gümüşhane, 25 Temmuz 1995... Özdemir Sabancı, İstanbul, 9 Ocak 1996... Konca Kuriş, Konya(?),Temmuz 1998(?)... Şemsi Denizer, Zonguldak, 6 Ağustos 1999... Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Ankara, 21 Ekim 1999... Necip Hablemitoğlu, Ankara, 18 Aralık 2002... Rahip Andrea Santoro, Trabzon, 5 Şubat 2006... Danıştay Yargıcı Mustafa Yücel Özbilgin, Ankara, 17 Mayıs 2006... Hrant Dink, İstanbul, 19 Ocak 2007... Bu listeye Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı... Erdal Eren’i... Metin Göktepe’yi... İdam edilen, kalleşçe öldürülen, daha pek çok kişiyi, özellikle de gençleri ve “faili meçhulleri” eklerseniz... Toplumumuzdaki zulmün kaynağını çok daha iyi algılayabiliriz…

İyi de buncası ortadayken “hukuk devleti”nin “hukuk”u ya da “yargı”sı neredeydi; ne yapıyordu; nelerle meşguldü? Bunlara bir de “hukuk(suzluk)”un sorum(suz)luluğu şahsında öne çıkan dört örneği daha eklemek gerek. Birincisi Abdullah Baştürk’ün, “Bu dava, geçmişin değil, geleceğin davasıdır. Bu nedenle de siyasi bir davadır,” dediği DİSK davası… İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 2 No’lu Askerî Mahkemesi 24 Aralık 1986’da DİSK davasını sonuçlandırdı. 264 sendikacı ve sendika

uzmanı hakkında beş yıl altı ay yirmi gün ile on beş yıl sekiz ay arasında değişen hapis cezaları verildi. Karar DİSK yöneticileri tarafından temyiz edildi. Askerî Yargıtay 3. Dairesi, 16 Temmuz 1991’de açıklanan kararıyla DİSK davası sanıkları hakkında beraat kararı verdi. İkincisi “Hayata Dönüş” denilen saldırganlık… Ancak önemli olan bu değil; bunun karşısında kendine hukukçu diyenlerin, “adalet(sizlik)”ten söz edenlerin, “insan hak(sızlık)ları”na gönderme yapanların, “dut yemiş bülbül”ü andıran suskunluğudur… 19 Aralık katliamında Meclis İnsan Hakları Komisyonu üyesi olarak siyasi tutuklularla Adalet Bakanlığı arasında arabuluculuk yapan Mehmet Bekaroğlu, kendileri uzlaşma çabalarını sürdürürken, “derin (denilen) devlet”in operasyon yaparak birçok tutukluyu katlettiğini söyledi. Burada Hüseyin Edemir’i, Nevin Berktaş’ı da anımsatmadan geçmeyeyim… Üçüncüsü Ahbarik Hrant… Duymamış olamazsınız: Hrant Dink’in ailesinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yaptığı başvuruya hükümetin gönderdiği savunmada skandal ifadeler yer aldı. Hükümetin AİHM’e gönderdiği yazıda Dink’in ‘Türklüğe hakaret’ten yargılanması savunuldu. Dink’i hedefe koyan ve 301. maddeden ceza almasına neden olan yazıyla Agos’u tehdit eden bir kişinin eylemi bir tutuldu. Savunmada bununla da yetinilmedi ve Dink konusunda emsal gösterilen ikinci kişi bir Nazi’ydi!

Nihayet dördüncüsü: Yanımızdan mantar gibi fışkıran toplu mezarlar… Mesela… “Mutki’de kemikleri bulunan 15 kişinin, Mutki Belediyesi’nce ‘Kavakbaşı yolu üzerinde müsait bir yere’ gömüldüğüne dair tutanaklar var. Gömü tutanağında belediye başkanı, kepçe operatörü ve şahit imzası bulunuyor,”[9] haberindeki üzere… İHD’nin, 1989 ila 2010’u kapsayan Kürt illerindeki toplu mezarlar raporuna göre, bölgede içinde bin 469 kişinin bulunduğu 114 toplu mezar tespit edildi. Açılan 26 toplu mezarda, 171 kişinin kemiklerine ulaşıldı; bunlar: Sêrt (Siirt): Toplam 15 mezarda 206 kişi... Bedlîs (Bitlis): Toplam 13 mezarda 251 kişi... Amed (Diyarbakır): Toplam 19 mezarda 216 kişi... Wan (Van): Toplam 9 mezarda 149 kişi... Elîh (Batman): Toplam 8 mezarda 102 kişi... Colemêrg (Hakkari): Toplam 6 mezarda 68 kişi... Çewlîg (Bingöl): Toplam 5 mezarda 57 kişi... Şirnex (Şırnak): Toplam 4 mezarda 80 kişi... Mêrdîn (Mardin): Toplam 4 mezarda 35 kişi... Xarpêt (Elazığ): Toplam 1 mezarda 50 kişi... Agirî (Ağrı): Toplam 1 mezarda 41 kişi... Dersim: Toplam 1 mezarda 19 kişi... Îdir (Iğdır): Toplam 1 mezarda 14 kişi... Dîlok (Antep): Toplam 1 mezarda 10 kişi... Genel Toplam: 88 mezarda 1298 kişi... Ayrıca yapılan kazılarda Sêrt merkezdeki Newala Qesaba, Amed Pasûr (Kulp) ilçesi Alacaköy Kepre Mezrası, Pasûr Bağcılar Köyü Düzpelit Mezrası, Şirnex Girgê Amo (Silopi) Çukurca (Kortûk) Köyü Bozamir Deresi, Amed’in Lice ilçesi Yalımlı (Xosar) Köyü, Girgê Amo ilçe mezarlığı, Riha Pirsus (Suruç) ilçesi Bilgen Köyü Akdoğan (Xeremsar) mezrası, Mêrdîn’in Stewr (Savur) ilçesi ile Midyat ilçesi arasındaki Dereiçi mevkiindeki kireç kuyusu, Êlih’ın (Batman) Gerçüş İlçesi Yayladüzü Köyü Bahavi mevkii, Elezîz kimsesizler mezarlığı, Amed’in Lice ilçesi Dibek Köyü, Amed Bismil Kefnecal (Alabal) Köyü mezarlığı, Amed Mardinkapı Mezarlığı, Çewlîg’in Dara Hênê (Genç) ilçesi, Bedlîs’in Mutki ilçesi askerî çöplük alan ile Hizbullah’ın mezar evlerinde toplamda 26 mezarda 171 kişinin cesedine ulaşıldı. Evet tıpkı Oral Çalışlar’ın dediği gibi: “Askeriyenin çöplüğünde hâlâ açılmamış toplu mezarların bulunduğu bir ülkede yaşadığımızı unutmayalım…” Bütün bunlar olurken, “hukuk” nerede? Neyle meşgul?!

sanlara zarar verilip hangileri öldürüldü? Bunları anlatmak, belki birkaç ciltlik bir kitabın konusu, belki bunların tamamını değil onda birini bile anlatmaya gücüm yetmez. Ama bir dönem bu yöntem, devlet adamlarının bilgisi ve dolaylı desteği dahilinde güvenlik kuvvetleri içinde uygulandı.”[10] Hanefi Avcı yalan mı söylüyor? Ya emekli Koramiral Atilla Kıyat’ın, katıldığı bir televizyon programında 1990’lı yıllarda Kürt illerinde işlenen faili meçhul cinayetlerin devlet politikası olduğunu ve 1993-1997 yılları arasındaki faili meçhul cinayetleri işleyenlerin emirlerle hareket ettiğine dikkat çekip, dönemin cumhurbaşkanları, başbakanları, genelkurmay başkanlarının çıkıp bunu açıklayamadığını söyleyerek, “O zaman maalesef ülkeyi idare edenler, faili meçhulleri terörizme önlem olarak gördüler. Bir üsteğmen, ‘Ben Hasan’la Mehmet’i bir hâlledeyim de bu terörizmi bitireyim’ diyemez. Birileri emir verdi,” demesine ne demeli? Burada durup, tartıştığımız soru(n)lara ilişkin şunu formüle ediyorum; “Adalet mülkün temelidir” diyen AKP hukuk(suzluğ)u onaylanması mümkün olmayan sınıfsal bir keyfiliktir; tamam… Ama yine “Adalet mülkün temelidir” diye haykırarak AKP’ye itiraz edenlerin yaptığı, savunduğu da özde farklı mı? Olabilir mi? Zannetmiyorum; yıllardır AKP’sinden Orhan Karadeniz’ine Ankara’dan İstanbul’a, Antep’ten Adana’ya, Zonguldak’tan Bilecik’e ve nihayet Diyarbekir’e yargılanan ve savunmaları kalın kalın kitaplar tutan biri olarak[11] mümkün olmadığına dikkat çekiyorum… Evet, evet olamaz! İşte tam da bunun için ben her koşulda, herkese karşı, “Özgürlük her zaman ve istisnasız, farklı düşünene tanındığında özgürlüktür. Sadece fanatik ‘adalet’ kavramı nedeniyle değil, siyasal özgürlükte aydınlatıcı, sağlıklı ve arıtıcı olan her şey bu temel özelliğe bağlı olduğu için ve ‘özgürlük’ özel bir ayrıcalık hâline gelince etkisi sönümleneceği için bu böyledir,”[12] diyen Rosa Luxemburg’un duruşunu anımsatırım… Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim… NOTLAR [1] 11 Mart 2011 tarihinde Ankara Barosu’nun düzenlediği, Şenal Sarıhan’ın oturum başkanlığını yaptığı, Turgut Kazan, İlhan Cihaner, Mehmet Cengiz, Rahmi Yıldırım’ın katıldığı toplantıda yapılan konuşma… [2] Osman Yüksel Serdengeçti. [3] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.54. [4] “AKP Hukuk Devletini Sona Erdirmeye Hazırlanıyor”, Elektronik Mühendisliği Dergisi, Cilt:49, No:441, Şubat 2011, s.47-48.

IV) ÇİFTE STANDARTLILIK İNANDIRICI OLABİLİR Mİ?

[5] Gönenç Ünaldı, “Hukukun Üstünlüğü ve Toplumdaki Yansımaları”, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, No:1250, 4 Mart 2011, s.14.

Formel olarak dahi olsa “Hukuk”tan söz edenlerin ilk yapması gereken; çifte standartlı olmamaktır…

[6] Hasan Cemal, “Şimdi Hep Birlikte Avazımız Çıktığı Kadar Bağırma Zamanıdır: Yaşasın Tam Bağımsız Türk Yargısı!”, Milliyet, 29 Temmuz 2009, s.17.

Bu böyle olunca da “Benim devletim” diyen “Milli Güvenlik Anlayış(sızlığ)ı”na prim vermeden; bu oyuna dahil olmadan; Emre Kongar’ın, “Bu ‘Derin Devletin’ mevkileri kimin denetiminde? Tabii ki siyasal iktidarın,” sözlerinin altını çizerek; işkenceci Hanefi Avcı’nın bile şunları söylediğini unutmamaktır:

[7] Berat Günçıkan, Devletin Şiddet Tarihi: Cumhuriyet’in Kuruluşundan AKP İktidarına, Agora Kitaplığı, 2010. [8] Erdal Doğan, “Vicdan Sızlatan Kararlar: Ehil Bir Yargı Gerekli”, Radikal, 5 Ocak 2011, s.33. [9] Ertuğrul Mavioğlu, “… ‘Müsait Bir Yere’ Gömülecek Cesetler Var”, Radikal, 22 Ocak 2011, s.16. [10] Hanefi Avcı, Haliç’te Yaşayan Simonlar-Dün Devlet Bugün Cemaat, Angora Yay., 2010, s.221.

Oysa Ercan Aktaş’ın ifadesiyle, “Başbakanlık Teftiş Kurulu bile devletin bu cinayeti izlediğini hazırladığı raporunda ifade etmişken AİHM’e verilen savunma vatandaşı salak yerine koymaktı.”

“Susurluk, teröristlere, kanun tanımayanlara kanunsuz muamele etmek şeklindeki devleti ve devletin mücadele biçimini mücadele ettiği gruplarla aynı seviyeye indiren, inanılmaz bir anlayışın tezahürüydü.

Şimdi soralım; “Bu ülkede hâkimler var” dedirtecek adalet nerede?

[11] Bu konuda bkz: Temel Demirer, Hak(sızlık), Hukuk(suzluk) mu? “Suçumuz İnsan Olmak”!, Kardelen Yay., Nisan 2009, 365 Sayfa; Temel Demirer, Hrant’ın Katil(ler)i…, Pêrî Yayınları, Şubat 2009, 336 sayfa; Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Hayır, Evet’ten Önce Gelir”! Hukuk(suzluk) Yazıları, Ütopya Yay., Mayıs 2008, 496 sayfa; Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Söylenecek Yalan Kalmadı” İnsan Hak(sızlık)ları, Ütopya Yay., Mayıs 2008, 510 sayfa…

Susurluk anlayışıyla Türkiye’de kimler neler yaptı, hangi olaylar gerçekleştirildi, hangi in-

[12] Rosa Luxemburg, Rus Devrimi, çev: Cangül Örnek, Yazılama Yay., 2009, s.54.


20-21_Layout 2 4/9/11 10:18 AM Page 1

20 güncel

Halkın Günlüğü 10-20 NİSAN 2011

Tsunami ve Sendikalar neredesiniz? Konak Belediyesi’nde taşeronlaştırmaya ve sendikasız çalıştırılmaya karşı direnen işçiler, eylemlerine devam ediyor İzmir-Konak Belediyesi’nde çalışan taşeron işçiler, işlerine geri dönmek için başlatıkları direnişte bir ayı geride bıraktılar. Direnişin 37. gününde eylem yapan Konak Belediyesi işçileri, CHP’li belediye başkanı ve görüştükleri CHP il yönetiminin işçi düşmanlığı yapmaya devam ettiklerini açıkladı. Büyükşehir Belediyesi önünde basın açıklamasını okuyan direnişteki işçilerden Gülbeniz Dönmez, taleplerinin ne olduğunu anlatmak için birkaç kez CHP il yönetimi ile görüşmeler yaptıklarını, fakat CHP’li yetkililerin çözüm için somut bir adım atmadığını söyledi. CHP’li yetkililerin tutumunu eleştiren Dönmez, “Bizlere hala taşeron sistemini dayatıyorlar. Dalga geçercesine ‘gelin taşeronda çalışın’ diyorlar. Hatta, ‘yirmi beş işçiyi taşerona alalım gerisini dağıtın’ gibi gayri ciddi teklifler sunuyorlar.” dedi. Sendikaların direnişlerini görmezden geldiğini belirten Dönmez; “Buradan, işçi sınıfının kurduğu, kendi örgütlülüğü olan sendikalara sesleniyoruz: Neredesiniz? Bizler 37 gündür şehrin merkezinde eylem yaptığımız, defalarca saldırıya uğradığımız, yazılı ve görsel basında defalarca haberimiz çıktığı halde duymadınız mı? CHP’nin mitinglerinde, binlerce kişiyi taşıyan sizsiniz. 37 gündür onurlu bir mücadele veren biz işçileri neden görmezden geliyorsunuz? Pankartlarına, afişlerine ‘Taşerona ve Güvencesiz Çalışmaya Hayır’ diye yazan sendikalar, buna karşı mücadele eden işçileri neden görmezden geldiler” dedi.

Büyük kasırgaların küçük parçalarını o alanlarda inşa etmek için, enternasyonel proletaryanın birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ın kızıllığını alanlara yansıtalım.

11 Mart tarihinde Japonya’da yaşanan depremin ardından meydana gelen tsunamiyi, gelişmiş teknoloji sayesinde bütün dünya, değişik görüntüleriyle bir arada, kimi zaman ağır çekimle izledi ve şunu da gördü; o teknolojilerin emperyalistlerce ele alınış biçimi ve kullanılış amacı felaketleri engellemiyor, tam tersine felaketin boyutunu artırıyor. Tıpkı tsunaminin arkasından yaşanan nükleer felaket gibi. Gazete ve televizyonlardan binlerce yorumlar, değerlendirmeler yapıldı. Elbette bu değerlendirme ve yorumları her sınıf ve katman, kendi sınıfsal cephesinden, kendi ideolojisi çerçevesinde yaptı. Tıpkı Başbakan’ın kendi konumu gereği, burjuva-feodal sistemin ve emperyalizmin sözcülüğünü yaptığı gibi (nükleer tehlikeyi bir tüp kazasıyla karşılaştırması da hayli ilginçti). Sınıflı toplumlarda, her sınıf ve temsilcileri kendi rolünü oynarlar ve yüklendikleri misyona uygun hareket ederler. Proletarya, yoksul köylülük ve onun temsilcisi komünistlerin sınıfları ortadan kaldırma görevini üstlenmiş olması gibi. Birçok kesim kabul etmeyip kendince yorumlar yapsa da, işin özü yine toplumsal çelişkileri ve onun yansımalarını ortaya çıkarıyor. Diyalektik olarak emperyalist-kapitalist sistem kendi açmazlarını ve kar hırsının yaratmış olduğu düşmanlığı, ezilen, sömürülen sınıflara ve halklara yüklemekle yetinmeyip yaşadığımız doğaya da düşmanlığını ortaya

çıkarıyor. Tek kelimede ifade etmek mümkün; bütün bunların nedeni aşırı kar hırsı ve sonsuz hakimiyet oluşturmak. Kendisini dünyanın efendisi ilan etmek. Çernobil örneği hala tartışılırken, Japonya’da meydana gelen nükleer patlama, kurulmak istenen santrallerde ki ısrar... Bütün cihanın efendiliğine soyunan bu sınıf, bütün bir alemi sömürmek ve talan etmek için uğraş içerisinde. Emperyalist-kapitalist sistemin kendi doğasında olan bu talan, modern barbarlığın yasal (ki yasaları koyanlar da kendileri) kılıflar altında organize olmasından başka bir anlam ifade etmiyor. Anlatmak istediğimiz mesele işin çevre sorunundan ziyade bir rejim sorunu olduğu gerçekliğidir. Sınıflı toplum realitesinin dayanacağı yer elbetteki kendi sınıf çıkarları için bütün bir toplumu alt etmek ve köleleştir-

İşte bu kareler yüksek teknolojik aygıtlardan yansıyıp, yaşam alanlarımıza kadar girerken yani tsunami ve sonrasında oluşan nükleer patlamayı seyrederken, sorunun gelip sistemde düğümlendiği sonucuna varmak hiç de zor olmuyor. Bu felaketler izlenirken iki cümle geçiyor akıldan. Altı kalın çizgilerle çizilmiş iki cümle: Ekonomik, demokratik anlamda verilen mücadele yönünden oldukça çorak olan coğrafyamızda bu tür direnişler bozkırı tutuşturacak kıvılcım gibidir. Bu nedenle bu tür direnişler önemlidir ve örgütlenmelidir. Bu zincir en zayıf halkasından kırılacaktır. İkincisiyse tarihsel süreç sarıyla kızılın ayırt edilmesi açısından oldukça önemlidir. Evet

Maden işçileri yürüyüş yaptı Erzurum Oltu’da maden işçileri, ödenmeyen maaşları ve çalışma koşullarının düzeltilmesi için yürüyüş yaptılar. AKP İl Binası’na yürümek isteyen işçilere polis izin vermedi şadıklarını belirten işçiler, sorunlarının çözülmesini istediler. İşçilerden Ekrem Çetin, yaptığı konuşmada şirket yöneticilerinin kendilerine maaş yerine sahip oldukları marketlerden alış veriş yapmaları için dayatmada bulunduğunu belirtti.

Belediye binasına pankart asıldı: 8 Nisan’da CHP’yi protesto etmek için belediye binasına “Kılıçdaroğlu taşerona karşı gelen işçileri tutuklatsın-Dr. Hakan Tartan” yazılı parkart asan işçiler, belediyenin işçiler karşısındaki tutumunu protesto ettiler. Eylemde 11 işçi gözaltına alındı.

mek isteyen hakim sınıfların talan siyaseti olacaktır.

Oltu Kömür ve Madencilik Petrol Ürünleri A.Ş’de çalışan işçiler, maaşlarının ödenmemesi ve kölece çalıştırılmalarına karşı yürüyüş yaptı. AKP İl Binası’na yürümek isteyen işçiler, devletin kolluk güçleri tarafından engellendi.

AKP İl Binası’na yürümesi engellenen işçiler, Menderes Caddesi’nde yürüyüş yaptıktan sonra, Erzurum Vali Yardımcısı Hakan Şen ile görüştü. Maaşlarını alamadıkları ve şirketin geçen ay aldığı kısmi çalışma kararı nedeniyle ekonomik sıkıntı ya-

200 işçinin aileleriyle birlikte mağdur edildiğini ifade eden Çetin; “Buradan yetkililere sesleniyoruz, bu sorunlarımız çözülmezse memleketimizden göç etmek zorunda kalacağız. Bize yardım etsinler” dedi.


20-21_Layout 2 4/9/11 10:18 AM Page 2

güncel

10-20 NİSAN 2011 Halkın Günlüğü

1 Mayıs işçi sınıfı kendi ideolojisiyle donanırsa (ki bu görevi tarih komünistlere ve devrimcilere yüklemiştir) işte o zaman sınıf, kompradorlara, toprak ağaları ve onların ağa babası emperyalistler için tam da o tsunami niteliğini taşır. Ozan Emekçi’nin bir şarkısında dile getirdiği gibi, “halkın muhalefeti yıkar faşist devleti”. İşte kimi zaman o tsunami gibi, kimi zaman yeri göğü kasıp kavuran kasırga gibi kimi zaman da amansız yangınlar gibidir halkın örgütlü muhalefeti.

mış saçlar, üstleri ve gözleri ışıl ışıl yanan o işçiler, emekçiler...

Kimi zaman üç beş kişiden oluşan işçilerin fabrika önündeki direnişleri, kimi zaman hakim sınıfların şaki, çapulcu, eşkiya, terörist, diye küçümsediği silahına sarılmış kendini dağlara vurmuş bir avuç gerilla...

Büyük şehirlerin varoşlarında gün batımı ve gün doğumunu kapalı kapılar arkasında dört duvar arsında geçirenler...

Kimi zaman perdeleri çekili bir evde üç beş kişi toplantı halinde bu kavgaya kafa yoran militan, hapishanelerde inancı ve davası uğruna direnen özgürlük mahkumları...

Kızılla sarıyı ayırt etmenin zamanıdır şimdi. En önemlisi de meydanlarda bir can daha fazla olabilmek için biraz daha gür çıkarabilmek sesi... En görkemli yerinde yer almak kavganın ve en önde koşmak mevziye...

Kimi zaman on altısında, on yedisinde hak arama talebinde bulunan ve kendisini Milli Eğitim’in, ÖSYM’nin önünde zincirleyen, gözü kara inançlı liseli ya da yarın 1 Mayıs’ta sokaklara akın eden yüz binlerce baldırı çıplak... Birleşen bu damlalar en büyük fırtınayı koparacak, yeryüzünün tutuşmaya yüz tutumuş bozkırında. İşte o zaman önü alınmaz bir tsunami gibi kahredecektir zulmü ve onun sahibi kompradorları, toprak ağaları ve onların ağa babası emperyalistleri. Evet, bu teknolojik aygıtların yansıttığı görüntülerde yer alan, o yıkım, o yağmur altında kırık dökük baraka içinde aç ve susuz bekleyiş, yağmurla ıslan-

f

Bozkırı kurutacak kıvılcımların parçaları, idealleri ve inançları uğruna bedel ödemekten kaçınmadan mücadelenin en ön saflarında yer alan o yürekli insanlar... Bozkırın zirvesinde elinde mavzeri ve sırtında çantasıyla umudu yeşertmek için canla, başla yürüyen şahanları... Yarın sokaklara dökülecek yüz binlerin haykırışları...

Bu kıvılcımlardır, bozkırı tutuşturacak olan...

En ufak sarsıntıları toplayıp büyük depremler yaratmak, küçük damlaları toplayıp tsunamiye çevirmek, küçük ırmaklar gibi birikerek ve akarak çoğalmak, coşkun seller gibi yıkmak bendleri. Kısacası bu emek ve inançlı çabaların yarın sel gibi akan coşkusu korku salacak karanlığın efendilerine. Alanları, meydanları, sokakları doldurup 1 Mayıs alanlarına akalım. Büyük kasırgaların küçük parçalarını o alanlarda inşa etmek için, enternasyonel proletaryanın birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ın kızıllığını alanlara yansıtalım.

21

ÇAĞRI Dünya ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da güncel siyasal gelişmeler ve görevlerimiz Dünya ve Türkiye-Kuzey Kürdistan’da gelişen siyasal gelişmeleri birlikte yaşamaktayız. Emperyalist işgallerden, hak gasplarına, seçimlerden açılım politikalarına kadar yaşamımızı derinden etkileyen bir dizi gelişme önemle öne çıkmaktadır. Halklar cephesinden ise bu saldırılara karşı Afrika’dan Asya’ya Avrupa’dan Amerika’ya kadar önemli itirazlara, başkaldırılara ve direnişlere tanık olmaktayız. Dünyada ve coğrafyamızda yaşanan tüm bu güncel siyasal gelişmeleri komünist önder İbrahim KAYPAKKAYA’nın 38. ölümsüzlük yılında O’nu anmanın bir biçimi olarak Avrupa’nın 18 yerinde bir çok aydın, araştırmacı, yazar ve sanatçının katıldığı 2 gece 1 sempozyum ve 15 panel düzenlemekteyiz. Tüm dostlarımızı bu panellere katılmaya ve görüşlerini bizlerle paylaşmaya davet ediyoruz.

Panel yerleri ve tarihleri 10 Nisan: FRANKURT 16 Nisan: PARİS Basel Mülhaus 17 Nisan: HAMM Duisburg Metz 23 Nisan: VİYANA Sututtgart 24 Nisan: LAUDA linz 25 Nisan: KÖLN İnnsburg 07 Mayıs: BERLİN 08 Mayıs: HAMBURG

Düzenleyen: SINIF TEORİSİ yurt dışı temsilciliği

muzaffer oruçoğlu

ANTAGONİZMA

Çar yıkıldı yaşasın Çar

D

ün sabah kalkayım dedim kalkamadım. Nüksetmiş bir bel ağrısı çiviledi beni yatağıma. Haberlere bakacaktım. Sınırlarını düşmanlıkları üzerinden çizen yığınların öfkelerine yani. Haddinden fazla duygu çeşnisi ve farklılık üreten, kendi içinde kendine karşı büyüyen, dışa doğru açıldıkça korkutan mahşeri kaynaşmaları izlemek bana iyi geliyor. İlletlerimden kurtulmuş gibi oluyorum. Yıkıcılığın yolları Arap saçı gibi karışıktır. Hafızasız kitle, ayaklandığında, yol ne kadar karışık olursa olsun, onu bulacak derecede güçlü bir topoğrafik hafızaya kavuşur. Ayağa kalkmış ölüleri seyretmek güzel oluyor. Mezar karanlığındayım. Çürümüş, radyasyona düşmüş bir Japon cesediyim. Karyolamın altında, rihter ölçeğiyle dokuzluk bir çatlak. O çatlaktan bakıyorum hayalimin ekranında kaynaşan yıkıcılar topluluğuna. Işığa açılmış kocaman bir pencereden bakar gibi bakıyorum. Bu kitle, bu azgın kitle, sıradan bir çiçek gibi, varoluşun, kaygısız, derin uhrevi

rehaveti içinde, kendi saf, mütevekkil benliğine, doğallığına, olumsallığına sığınmıştı. İçerik gibi gereksiz bir ağırlığa ya da ateşli bir öze sahip olmadığı için, hiçbir kıpırtıda kendisini tanıma ihtiyacını duymuyor, fermanlara, buyruklara karşı diretmiyor, diretince başka bir şey olacağından korkuyordu. Borsaların, dev tekellerin, dünyayı dolaşan büyük kara paranın kriz düdüğü, İsrafilinki gibi ötmeye başlayınca ayağa kalktılar. Kim ne derse desin, kaos ve agnozi sisleri içinde yükselen müzikal duygu yıkıcıdır. İnsanı belirsizliğinden çıkarır, ona, etrafını saran eşyalarla, küllenmiş, örtbas edilmiş acılarla anısal ve duygusal bağlar kurdurur, insanileştirir onu. Bunların, bu yıkıcılar topluluğunun, eninde sonunda, ‘efendi kültü’ne teslim olacaklarını, yani eski efendiyi yıkıp, yerine ondan daha “iyi” bir efendi getireceklerini biliyorum. Rus steplerinde ayaklanan on binlerce serfin büyük lideri Pugaçev bile “gerçek Çar benim, diğeri düzmecedir,” diyordu. Olsun. Tarihin, tarihi ilerleten bu komedisi hoşuma gidiyor:

Çar yıkıldı, yaşasın Çar! İki gün önce Kaddafi’yi izledim; gülden dikene düşmüş takatsiz bülbül gibi öteceğini sanıyordum, baktım adam canlanmış. Yüzünü saran Zebani karartıların yerini, melek-sıfat ışıltılar almış. “Bu adam değişip böyle mi oldu, yoksa bana mı öyle görünüyor?” dedim kendi kendime. Emperyalist saldırı karşısında, savunma pozisyonuna geçen Kaddafi’ye karşı içimde bir acıma duygusu oluştu. Ama adam ve dayandığı çöl oligarşisi, bir zamanların Çan Kayşek’i gibi zalimdir. “Ülkemiz emperyalist bir saldırıyla karşı karşıyadır, bana karşı ayaklananların varlığını meşru görüyor ve tüm ulusun birlikte direnişi için çekiliyor, bir nefer olarak bu ulusal direnişte yerimi alıyorum,” demeyi aklının ucundan bile geçirmiyor. Aksine, iç çatışmayı şiddetlendiriyor, emperyalistlerle aynı kaba koyduğu isyancı güçleri bir an önce yoketmeye çalışıyor. Herhangi bir işgale karşı çıkan isyancılar ise, sıkıştıkları, ve de ölüm kalım mücadelesi verdikleri için, nereden gelirse gelsin, işgalsiz

bir askeri desteği, hararetle alkışlıyorlar. Denize düşenin, yılana sarılmasını andırıyor bunların durumu. Ben hiç böyle bir isyan ve böyle bir savaş da görmedim. İsyancılar, sivil arabaların üzerinde ve çölü kateden asvalt bir yolda, düğün alayı gibi gidip geliyorlar. Gökte uçak yok, kafası esen, namlusunu karşı alaya dikip bol bol mermi yakıyor. Politikadan hiç anlamayan ve konuşmalardan ziyade görüntüleri dikkate alan, görselleşmiş, saf bir bayan konuğum, “bunlar gelin getirmeye mi gidiyorlar?” diye sordu bana. “Vala,” dedim, “gelini getirmeye çalışıyorlar, ama gelin gelmiyor.” Bu devrimin politikasında, sınıf önderliğinden, bilinç yoksunluğundan ve işsizlerin yoğun katılımından beslenen ciddi zaaflar var. İkili politika, bana doğru gibi geliyor: Emperyalist müdahaleye karşı tüm Libya ulusu ile birlikte; Kaddafi’ye karşı devrimle birlikte.


22-23_Layout 2 4/9/11 5:36 PM Page 1

22 güncel

Halkın Günlüğü 10-20 NİSAN 2011

Nükleer santral istemiyoruz

Doğanın yağmalanmasına hayır

Mersin Akkuyu’da kurulacak olan nükleer santrale karşı oluşturulan platformun çağrısıyla bir araya gelen binlerce kişi, Akkuyu başta olmak üzere dünyanın hiçbir yerinde nükleer santral istemediklerini haykırdılar. Akdeniz Belediyesi önünde toplanan kitle taşıdıkları kefenler ve pankartlarla Taş Bina önüne kadar yürüyüş gerçekleştirdi. Burada Mersin Nükleer Karşıtı Platform adına yapılan açıklamada “Bizler bugün burada, sadece 10 yıl sürecek yaşamlarımız için toplanmadık, geleceğe umutla bakabilen, sağlıklı yetişen bir neslin devamı için toplandık” ifadeleri kullanıldı. Açıklamada tüp gaz patlaması ile nükleer santral patlamasının bir tutulması eleştirildi.

Çevre örgütleri düzenledikleri mitingle “Doğanın ve yaşamın yağmalanmasına” hayır dedi. Renkli yöresel kıyafetleri ve sloganlarıyla Ankara’ya gelen binlerce kişi, “HES’lere ve nükleer santrallere geçit vermeyeceğiz” dedi

Tarihi hesaplaşma günü! 1986 yılında Çernobil’de yaşanan felaketin ardından, 2011 yılında Japonya’da nükleer facia yaşandığını hatırlatan nükleer karşıtları, radyasyon yüklü bulutların tüm dünya ve insanlık için tehlike oluşturduğunu, yaşam hakkını sonuna kadar savunacaklarını, hiçbir enerjinin; insanın, hayvanın, çevrenin yani tüm canlıların yaşamından daha değerli olmadığını belirtti. Mersinliler, 17 Nisan’da Mersin’den başlayarak, Akkuyu’da sonlanacak olan insan zinciri eylemi yapacak.

HES’lere karşı mücadele sürüyor Sinop’un Gerze İlçesi’nde Özilhan firmasına ait Anadolu grubunun Yaykıl Köyü’nde yapmayı planladığı termik santrale karşı köylüler, şirketin kaçak yollardan sondaj yaptığını öğrenince, köyde 24 saat nöbet tutmaya başladı.

Yaykıl köylüleri termik santrale karşı direnişte 30 Mart günü termik santralin raporları köylülerin mücadelesi sonucu iptal edilmesine rağmen köye taşeron şirket aracılığıyla sondaj makineleri gönderildi ancak köylüler sondaj yapmak üzere gelen kişileri engellediler. İş makinelerini YEGEP’in ve halkın çabasıyla geri yollayan yöre halkı, 6 Nisan’da ateş yakarak direnişe devam mesajı verdi. Yaykıl köylüleri termik santral inşaatının yeniden kaçak olarak yapılması ihtimaline karşı vardiyalı olarak 24 saat nöbet tutarken, termik santral projesi iptal edilene kadar mücadelelerini sürdüreceklerini açıkladılar.

16 HES projesi iptal edildi Öte yandan Rize’nin Fındıklı İlçesi’nde Çağlayan Vadisi’nde yapılması planlanan 16 HES projesi Danıştay’ın aldığı kararla iptal edildi.

Çevre örgütleri 9 Nisan’da Ankara’da örgütlemiş olduğu mitingde doğayı talan eden projeler protesto edildi. Nükleer santrallerin, HES’lerin, termik santrallerin doğayı ve yaşamı talan eden projeler olduğu ifade edilen mitingde, bu projelerden vazgeçilmesi gerektiğinin altı çizildi. “Doğanın ve yaşamın yağmalanmasına karşı” renkli yöresel kıyafetleri ve sloganlarıyla bir araya gelen çevre örgütleri, derelerin kardeşliğini halkların kardeşliğine dönüştürerek isyan çığlığını yükseltti. Toros Sokak’ta buluşan çevre örgütleri, demokratik kitle örgütleri ve siyasi partiler “HES’lere nükleere, termik santrallere, doğanın ve yaşamın yağmalanmasına karşı yürüyoruz” pankartı arkasında toplanıp, “HES’ler yıkılsın, Tayyip altında kalsın”, “Yasalar sizin, vadiler bizim olacak”, “Baraj yapma boşuna yıkacağız başına”, “ Nükleere inat, yaşasın hayat” sloganları ile Kolej Meydanı’na yürüdü. Yürüyüşün ardından Kolej Meydanı’nda toplanan kitleyi tertip komitesi adına selamlayan Mustafa Ebeliköse bu eylemin birleşik bir uyarı eylemi olduğunu ifade etti. Mitingin ortak açıklamasını Derelerin Kardeşliği Platformu adına Mehmet Gürkan yaptı. Ülkenin HES’lerle, termik ve nükleer santrallerle kirletilmek istenen birçok ilinden selamlar getirdiğini ifade eden Gürkan, bunun derelerin kardeşliğine, meralarına, toprağına, ürününe, dününe, bugününe sahip çıkanların kavgası olduğunu vurguladı. Kendilerinin Anadolu’nun bütün renkleri olduğunu hatırlatan Gürkan, konuşmasında şu ifadelere yer verdi: “Bizi göçe zorlayanlara, yaşam alanlarımız katledenlere, toprağımızı, suyumuzu elimizden alıyor-

sunuz dedik, bize bir avuç çapulcu dediler. Yargı kararlarını yok sayıyorsunuz dedik, bize aykırı tipler dediler. Biz bütün bu söylenenlere karşı yüreğimizi ortaya koyarak, toprağımızı, sularımızı, yaşam alanlarımızı, yerel halkla birlikte savunmaya devam edeceğiz.”

Katliam devam ediyor Munzur Çevre Koruma Kurulu adına konuşma yapan Bülent Akdağ ise Dersim’de kurulacak olan barajların, Dersimin doğasını yok edeceğini ifade ederek, “Barajlar onlarca endemik bitki türünü yok edecek, coğrafyamızı insansızlaştıracak” dedi. Devletin halkı kendi topraklarında göçebe durumuna düşürdüğünü dile getiren Akdağ, Dersim’de 84 köyü sular altında bırakan baraj projelerini ‘ikinci Dersim katliamı’ olarak nitelendirdi. Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu üyesi Prof. Dr. Beyza Üstün, Bergama ile başlayan çevre mücadelelerinin bugün

ülkenin dört bir yanına yayıldığını ve çevreye karşı duyarlı birey ve örgütlerin artık daha fazla olduğunu dile getirerek, “Bütün yasal düzenlemeler doğayı sermayeye peşkeş çekmektedir.” dedi. Daha sonra söz alan Şengül Şahin ise termik santralleri istemiyoruz diyerek: “ Termik santrallerle Anadolu’nun her yanını zehirleyenlere karşı, çocuklarımız, geleceğimiz, otlaktaki ineğimizin ölmemesi için direneceğiz.” ifadelerine yer verdi. Mersin Nükleer Karşıtı Platform adına konuşan Sebahat Aslan da bütün dünyanın korkuyla izlediği nükleer felaketlerin Türkiye gibi genç kuşak deprem bölgesinde daha ağır tahribatlara yol açacağını belirterek 17 Nisan’da Mersin’de yapılacak “Nükleere karşı zincir eylemi” ne çağrı yaptı. Çevre örgütlerinin organize ettiği miting yapılan konuşmaların ardından Grup Sisli Rüya’nın seslendirdiği ezgilerle, horon tepip halaylar çekilerek sona erdi.


22-23_Layout 2 4/9/11 5:36 PM Page 2

güncel 23

10-20 NİSAN 2011 Halkın Günlüğü

Kadın dayanışmasını yükseltelim Avrupa Demokratik Kadın Hareketi, Almanya’nın Frankfurt kentinde gerçekleştirdiği 5. Kurultayında sistemin kadın üzerindeki baskı politikalarına ve kadın örgütlülüklerinin önemine vurgu yaptı Avrupa Demokratik Kadın Hareketi, 2-3 Nisan 2011 tarihleri arasında Almanya’nın Frankfurt kentinde “Yükselen ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı kadın dayanışmasını yükseltelim” şiarıyla örgütlediği 5. Kurultayı başarıyla sona erdidi. Canlı tartışmaların yaşandığı kurultaya İngiltere, Fransa, Hollanda, Almanya, İsviçre ve Avusturya ülkelerinden katılan delege ve misafirler, iki gün süren kurultayı ilgiyle izledi. Avrupa Demokratik Kadın Hareketi’nin kurultayın başlangıcında gerçekleştirdiği sunumda, özellikle ötekileşme ve ötekileştirilenlerin karşılaştığı sorunlara karşı mücadele vurgulanarak, ‘‘İnsanları ve toplumları ‘öteki’ kavramıyla ayırmak yerine, insanların farklılıklarını bir zenginlik kaynağı olarak görmek barışın ve gelişmenin temelidir. Ancak, maalesef uzaktaki bir ‘öteki’ kavramı, insanların ‘biz’ anlayışı ile dar alanlarda birlikte uyumlu yaşama dürtüsünü geliştiriyor. Belki de bu nedenle, özellikle yönetici kadroların işine geliyor bir ‘öteki’ kavramı yaratmak. Oysa, bir toplumda yaratılan ‘öteki’ kavramı, diğerindeki ‘biz’ duygusunu güçlendiriyor, ve insanlığı kemiren düşmanlıklara dönüştürüyor. Kadınların ‘öteki’ olma ve ‘öteki’likten kurtulma mücadelesinin tarihi de uzundur

Avrupa’da. Bugün nasıl elde edildiğini sorgulamadan kullandığımız haklardan, rahatlıklara hepsinin kazanılış tarihi kadının kendisini öteleyen erkek egemen kapitalist sistemle mücadele tarihidir. Mevcut hakim ideolojinin, düşünce sistematiğinin dışına çıkan, ona yönelik itirazları olan her kalkışma, öteleme, marjinalleştirme ve nihayetinde baskıyla ezme politikalarına maruz kalmıştır. Unutmamak gerekir bugünün Avrupalısının, ötekini ezmek için silah olarak kullandığı etik-sosyal değerler, çok değil yüzyıl önce aynı Avrupa tarafından bir avuç kendini bilmez olarak değerlendirilen kadınların ısrarlı mücadelesi sonucu kazanılmıştır.’’ ifadelerine yer verildi. Kapitalist sistemin, insanları din, dil, sınıf

ve ulus üzerinden ayırarak, birbiriyle döğüştürerek, toplumda yarattığı sınıf ve kültür farklılıklarının kadına yansıması ve kadın mücadelesinde oynadığı rolü tartışan delege ve misafirler, kadının ötekileştirilmesine dair yapılan sunumu değerlendirdiler, tartıştılar ve düşüncelerini ifade ettiler. Canlı tartışmalar sonrasında ihtiyaca ve koşullara göre hareketi yenilemenin zorunlu olduğu, kadınların yaratıcılığının, yeteneğinin ve gelişiminin kurumda değişimini sağlayan öğelerin mevcut olduğu ve bu zeminin güçlendirilmesi gerektiği belirtilerek örgütlenme modelleri yeniden tartışıldı. Ayrıca Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu ve bileşenlik ilişkisi tartışılır-

ken, kadının bağımsız mücadelesinden ve özgünlüklerinden taviz vermeden, kadın mücadelesinin toplumsal mücadelenin bir parçası olduğu ve kadının özgül örgütlenme araçları ve diğer toplumsal mücadeleler arasındaki bağların mutlaka güçlü bir şekilde kurulması gerektiği vurgusu yapıldı. Kurultaya, Demokratik Kadın Hareketi (Türkiye –Kuzey Kürdistan) ve Kadının Kurtuluşu Hareketi yazılı mesaj sundu. Faaliyet raporunun okunması ve değerlendirilmesi, Avrupa Demokratik Kadın Hareketi’nin 6.dönem komisyon üyelerinin seçilmesinin ardından kurultay sona erdi.

Kukla meclis istemiyoruz Kuzey Kıbrıs’ta Sendikal Platform bileşenleri 28 Ocak ve 2 Mart’ta yapılan mitinglerin ardından, 7 Nisan’da Cumhuriyet Meclisi önünde bir miting yaptı Kuzey Kıbrıs’ta Sendikal Platform bileşenleri her fırsatta tepkilerini dile getirmeye devam ediyor. 28 Ocak ve 2 Mart tarihlerinde geniş katılımlı olarak örgütlenen mitinglerin ardından, 7 Nisan’da yeniden miting örgütlendi. Cumhuriyet Meclisi önünde yapılan mitingde tepkilerini bir kez daha dile getiren Kıbrıslılar “Ankara elini yakamızdan çek” dediler.

Mitingde olaylar çıktı Sendikaların greve giderek yaptığı mitingde meclis önüne kadar bir yürüyüş

düzenlendi. Siyasi partilerin de katıldığı mitingde, polisin pankart ve bayraklara el koyma girişimi sırasında gerginlik yaşandı. Yaşanan arbede sırasında sivil polisler Kıbrıs Cumhuriyeti bayrağını almaya çalışınca, gerilim giderek tırmandı. Miting sırasında mecliste toplantıda bulunan CTP ve TDP milletvekilleri halk tarafından yuhalanarak protesto edildiler. Kukla Meclis istemediklerini haykıran kitle, CTP Genel Başkanı Ferdi Sabit Soyer ve TDP Genel Başkanı Mehmet Çakıcı’ya yönelik tepkilerini dile getirdiler. CTP Girne

Milletvekili Ömer Kalyoncu’nun da tartaklandığı mitinge tepki gösteren milletvekilleri, Türkiye aleyhine yapılan protestoları ve mitinge katılan kitleyi kınayarak taraflarını bir kez daha ilan etmiş oldular. Yeni Kıbrıs Partisi ile Birleşik Kıbrıs Partisi’nin de katıldığı eylemlere mecliste bulunan partiler katılmadı. Kuzey Kıbrıs’a yeni atanan büyükelçi Halil İbrahim Akça’ya tepkilerin yoğun olduğu miting sırasında meclisin karşısında bulunan elçiliğin önünde yoğun bir polis kordonunun oluşturulduğu görüldü.

Binlerce kişinin katıldığı mitingde sendikalı emekçiler yoğunluktaydı. Siyasi partilerin sendikalarla ayrışması nedeniyle, siyasi partilerin bazıları mitinge katılmadı. Siyasi partilerin, platform içerisinde etkin olan sendikalardan rahatsız olduğu ifade edilirken, halk da siyasi partilere “kukla mecliste oturuyorlar” şeklinde tepki gösterdi. Yeni atanan büyükelçinin ilk yaptığı şeyler, 3 bakanın değiştirilmesi ve meclis önüne barikatlar koydurmasıydı.


24_Layout 2 4/9/11 2:07 PM Page 1

Rojaneya Gel Dîroka ku di hişên me de nayê heşivîn! Dewleta Tirk, nîjadkujiya Ermeniyan de berdewamiya înkariyê dike. Ya ku bingeha êrişên polîtîkayên înkarkirina neteweyan û netewetiyan dike ango înkarî, duh çawa li ser Ermeniyan nîjadkujî pêk dihanî, îro jî ew hişmendiya li ser Kurdan Suryaniyan û li ser hindikahiya îfşa dike.

g

Em guvahiyên vê dîrokê nin! Nîjadkujî, êrişeke paşvemayî û êrişeke hovîtî ya herî mezin e ku li ser neteweyan pêk tê. Netewe, netewatî û civakên ku dûçarên vê êrişên dibin, di vê êrişên de hemû tiştên wan tên îmhakirin. Di parvekirina cîhanê de serwerên ji bo berjewendiyên xwe gelek caran ev nîjadkujiya pêk anîne û bi milyonan mirov di van ketilkirinan de hatin tinekirin. Dewletê Ewropayê yên dagirker di bin navê “keşfan de” cîhê nû yên ku dagir dikin de netewe û komên neteweyan tine dikirin û digotin di van hereman de mirov najî. Di pey dagirkirina wan de, tu kes ji ber ku pergala wana kedxwarî nepejirandin di wan herêman de edî tu kes nejiya. Di erdnîgariya Amerîkayê, Avustralyayê û Afrîkatyê de hed hesabê nîjadkujê tunebû. Yên ku di jiyanê de sax mane jî, ji ber pêwîstiya koledariyê bû ye. Ev qewmên hovî yên dîroka cîhanê xwe wek medeniya dida nasandin, li hember vê jî bi milyonan mirov di nava dîrokê de dida windakirin û çanda wan jî ji xwe re xistin pergala polîtîkayên metingeriyê. Nûnêrê vê hovîtiyê yên erdnîgariya me de ango çînên serwerên Tirk jî polîtîkayên wek efendiyên xwe didomînin. Ji bo bigihêjin daxwazên xwe netewetî û neteweyên ku qetilnekirine û neketine xwina wan nemane. Em dema ku li dîroka vî welatî dinêhêrin, hinek zolakên dîrokê de rastê nîjadkujiyê tên. Di erdê vê welatî de ne mimkûn e ku tu rastê nîjadkujiyekî neyê. Her demê bi awayê din qetilkirin û nîjadkujî bi guvahiya dîroka nêz ve didome. Di welatê me de dema ku dibejin nîjadkujî, dîroka ku tê hişê me

24ê Avrêlê sala 1915a ye. Ev bûyera ku bi xwinê pelê dîrokê de hate nivîsandin, nîjadkujiya Ermeniya ye. Ev bûyera bi hêla Osmaniyan ve dema şerê Emperyalîsta ya parevekirina 1’emîn de bûye parçekî projeya împaratoriya mezin ya senteza Tirk-Îslamê û di jiyanê de cîh diye. Ermeniyên ku li ser vê erdnîgariyê jiyana xwe berdewamdikirin bi polîtîkaya navdayîna “koçbariyê” ve ewan cîhê wan dan rakirin û avêtin nava mirinê. Neteweyek bi kokê xwe ve li ser erdê ku dijiya hatin îmha kirin. Malê wan û ruhê wan li hember hişmendiya wana metinger û êrişên wanên hovî berxwe neda, avêtin binê xeliyê. Hê kuştiyên xwe nexistibûn gorê, an rê de an jî nîvê şevekî cîhên ku dijiyan rastê mirinê dihatin. Çi aydê wan miravan hebûna cîhê ku tê de dijiyan di wir de çel dikirin. Ev netewên ku canê wan jî ketin binê axê êdî di hişên me de nahêşivîn û ji dîrokê re guvahî kirin. Beriya sala 1915an de nifûsê Ermeniyan zêdetirê milyonek niv bû. Lê belê piştiyê nîjadkujiya sala 1915 an de nifûsê Ermeniya kêmî pêncî hezarî bûye. Îro yên ku vê rastiyê înkar dikin, pêwîst nîne ku windabûyîna van mirovan jî ravek bikin? Lê belê raveka wateyek hiş re ne zirar be. Di dawiyê de em yên ku bi hêla vê hişmendiyê ve di nava qadê de hatê kuştin ango Hirant Dînk hevoka wî ya ku di Sempozyuma Ronahî Pirsdike de gotibû, bi wê hevokê ve biqedînin. “Çiyayê Agiriyê ji bo Ermeniyan ne berz e, ew kurahiya hesreta welatê ku dikşînin ew e”.

Gel li xwediyê şehîdên xwe derketin Li bajarê Hatayê, girêdayî navça Hassayê li Meşreptepê roja 1’ê Avrêlê sead di 03.00’an de di navbera artêşa Tirk û gerîllayên HPGê de şer derket. Hate îfadekirin ku di vî şerî de 7 gerîllayên HPG bûne şehîd. Daxuyaniya ku di hêla HPG-BİM’ê hat dayîn de cîh dane van îfadeyana: “Di van

demên dawî de artêşa Tirk li Kurdistanê operayone xwe berdewam dike. Berdewamiya van operasyonan de di navbera hêzên gerîllayên me yên ku li Amanosê çalakiyan didomîne de û di navbera leşkerên girêdayî arteşa Tirk de şeva 31’ê Adarê ku 1’ê Avrêlê ve girêdide de têkilî çêbûye. Di dawiya vê têkiliyê de bi hiş-

mendiya rêya fedayiyê Apo ve gerîllayan berxwe dan. Li hember van gerîllayên me bi teknîkê înhakirinê ve şer kirine. Bi vî awayî hêjayên şoreşa me. û her yek qehremanek 7 rêhevalên me di vî şerî de me şehîd dane”. Ji bo 7 gerîllayên HPGê ku jiyana xwe dest dane li Amedê, Colemêrgê, Wanê,

Edenê, Mêrsînê li Stenbolê û gelek bajaran de dehhezaran kes derketin kolana û cinazê xwe xwedî derketin. Girse xwest ku ji bo gerîllayan meşekî lidarxe, lê belê polês destûr neda, êriş bir ser girse û navbera girse û polêsan de şer derket. Di vî şerîde dehan kes birîndar bûn û gelek kes jî hatin binçav kirin.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.