Hk1

Page 1

HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 16

w w w. h a l k i n k u r t u l u s u . i n f o

Sayfa 01

HALKIN 1 KURTULUSU ~

E Y LÜ L / 2 0 1 2

BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ VE EZİLEN HALKLAR BİRLEŞİN 32 YIL ARADAN SONRA YENiDEN ÇIKARKEN

Yazı İşleri Müdürü Hatice Zuhal Göktepe

Yönetim Yeri-0232 4257980 8 59 Sokak Vatan İşhanı No.6/204 Konak-İzmir

Basım Tarihi 24.09.2012

Yaygın Süreli Yayın Fiyatı 1 TL

Basım Yeri - Star Medya A.Ş. 9 Eylül Mah.No.29 Gaziemir-İzmir/0232 251 76 32

Dünya her gün daha yaşanmaz bir yer haline geliyor. Savaşlar, açlık, alabildiğine sömürü ve her saniye daha da zenginleşen bir asalak sınıf. Emeğimizden çalarak, alın terimizi satarak her gün semiren ve bizi ölüme gönderen bir sınıf düşmanımız var. Yüz yıldan fazla zaman önce o meşhur sakallı büyüğümüzün dediği her şey bugün doğruluğunu kanıtlıyor. Dünyada iki sınıf var ve biz ezilen taraftayız. İnsanlığın çözümü olarak sundukları kapitalizm bizi her saniye felakete sürüklüyor. İşçiyi, yoksulu, doğayı, hayvanı geri dönülmez bir yok oluşun eşiğine taşıyor. Bu düzenin daha fazla böyle gidemeyeceği aşikar. Bu tekere acilen çomak sokmak gerek. Öyleyse bunun için yola koyulmak gerek. Ne kadar çok büyülü sözcük var. Bu sıralar bunlardan en çok kullanılanı ise hiç şüphesiz vicdan kelimesi. Herkes vicdanlı. Doğu Türkistan için ağıtlar yakarken, öldürülen, işkence gören Kürt çocuklar için iyi oluyor büyüyünce terörist olacak nasılsa diyen milliyetçi de, Filistin'de eziyet gören öldürülen Filistinliler için yas tutarken Sudan'daki katliamları görmeyip, ülkede öldürülen eşcinseller için sevinen de, sokakta gördüğünde yüzüne bakmadığı, tiksindiği, sadece kendisine hizmet için kullandığı insanlar veya kapıcısının, hizmetçisinin 20 yaşındaki çocuğu askerde ölünce kanı yerde kalmasın diye savaş çığlığı atan ulusalcısı da ağzından bu kelimeyi düşürmüyor. Kendisini daha demokrat olarak tanımlayanlar ise, herşeyi salt bir vicdan dengesi üzerine oturtarak ezen/ezilen şiddetini hiç gözetmeden herşeye bir yapay bir vicdan çizgisinden bakıyor. 12 yaşında 13 kurşunla öldürülen bir çocukla, mesleği nedeniyle savaşın bir tarafı olan birisini eşleştirebiliyor. Üstelik çoğunluğu bunda sivil Kürt çocukları yerine öte taraf lehinde konuşmayı tercih ediyor. Bu vicdan öyle birşey ki, misal Tuzla'da,

maden ocaklarında, silikozis hastalığından ölenler için kuru bir vahvah deyip geçerken, zengin çocukları bir şekilde hastalıktan, trafik kazası vb. nedenlerle öldüğünde günlerce ağıt yakılabiliyor. Çünkü sınıfsal olarak üstte olanların hastalanması, ölmesi onların vicdanını daha çok yaralıyor. Egemen olan vicdani anlayış, ölen zengine yoksuldan daha fazla üzülmeyi, ölen Türk'e Kürt'ten daha fazla üzülmeyi gerektiriyor. Son günlerde dönen vicdan tartışmaları ise daha spesifik, sol içi sayılabilecek bir düzlemde gidiyor. Her boka burnunu sokmayı meslek edinmiş bazı muktedir sevici "gazeteciler" ise vurulmuş ava atlamayı bekleyen av köpekleri gibi aportta bekliyorlar. 90'larda TMŞ komiserliği yapanlar da, okulunun bir topluluğunda kız tavlamak için şekil yapan da, kantinlerde solcuların masasında bir çay içip kendisini şimdi sosyalist kanaat önderi sananlar da bu fırsatı bekleyip, ilk fırsatta birilerinin eteği altına saklanıp saldırabiliyorlar. Kelime oyunlarıyla "vijdan" diye seslenerek. Kendilerinin bulunduğu bok çukurunu vidanjör bile temizleyemeyecekken üstelik. Elbette bu durum, öte tarafta "salt" vicdan üzerinden politika yapanları temize çekmiyor elbette, bir şekilde zaman zaman benim de savunmak zorunda hissettiğim bir vicdan kumkuması yazar, içindeki sınıf kinini kustu (esasında onun sınıfındakiler kusmaz, istifra eder). Hizmetçisine aylık olarak bir ayakkabı parası verdiğini, sosyal güvenliksiz çalıştırdığını üzerine hiç dokundurmadığı "vicdanı" ile aklayarak anlattı. Ve elbette kendisini ve sınıf bilinci hiç olmamış hizmetçisini övmeyi de ihmal etmeden. Yazıda hizmetçisinin sınıf öfkesine ne olduğunu merak ettiğini söylerken, kendisinin O'na karşı yaptıklarının maskelenmiş sınıf kini olduğundan da habersiz. Ne diyelim sizin vicdanınız ve domatesleriniz size kalsın, elbette bu küstahlığınızın/şımarıklığınızın hesabının sorulacağı günler için mücadeleye devam edeceğiz. Ne vicdan, ne merhamet, ihtiyaç duyduğumuz tek duygu sınıf kinidir.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

“Bütün ıstırapları, tüm o gizli, acı gözyaşlarını, karnı tokların vicdanına yüklemek istiyorum.” Rosa LUXEMBURG

SAYFA 01

HALKIN KURTULUŞU İ mtiyaz Sahibi Zeki Irmak

Bütün ülkelerde komünistlerin ilk görevi proletaryanın komünist partisinin yaratılmasıdır. Türkiye’de bu görev tamamlanmayı beklemektedir. Yeni bir tarihsel hesaplaşmayla karşı karşıyayız; Bu görev de öncelikle Türkiye devriminin tasfiyesinin ideolojik ve fiziki olarak hesabını sormak, ardından da sosyalizmin tarihsel sorunlarını çözecek bir ideolojik düzlem üzerinden bütün bir kapitalizme karşı mücadeleyi güçlendirerek işçi sınıfı ve ezilenleri ona karşı mücadeleye ikna ederek safları güçlendirip yeniden hesaplaşmak. Bunu tarihsel devrimci geçmişimize göndermede bulunarak THKO’nun devrimci yılmaz ruh halini kuşanarak ve onun sadece adını kullanmak değil bu devrimci ruh halinin gereklerini de yerine getirmek suretiyle, sınıflar mücadelesi tarihindeki yerimizi yeniden alıyoruz. Tarihsel olarak içinde yer aldığımız eski yapımızın geçmişinden getirdiği zaaf ve çelişkileri ve yenilen ağır darbelerin yol açtığı sonuçlara yaslanan merkez yöneticileri ve bunlara bel bağlayan bazı unsurlar ise, faşizmin gerici baskıları karşısında yollarını devrimci saflarda değil başka alanlarda aradılar. Örgüt, süreç içinde sınıf mücadelesinin dışına çekildi; inkârcı-tasfiyeci, reformist, liberalist ve görüşlere kayan tasfiyeciler bu zeminde doğdu; anti-parti ve tasfiyeci akımlar partiye ve Marksizm-Leninizm’e karşı tasfiyeci bir savaşı yürütme olanağını partinin devrimci ve Marksist-Leninist konumdan uzaklaşmasına neden oldu. Kapitalizmin depolitizasyon politikalarının etkisi ile teslimiyeti seçenler, terör ve baskının zorluklarını göğüsleyemeyenlerdir. Örgüt saflarındaki oportünist bir eğilim kendisini bu gelişmelere dayandırarak, değişik görünüm ve biçimler altında Marksizm –Leninizm’den ayrılmış, sınıf mücadelesine ve proletarya diktatörlüğünden yüz çevirmişlerdir. Komünist partisi, sınıf mücadelesini ideolojik, siyasal ve pratik-ekonomik mücadelesini bir bütün olarak örgütleyen ve yönlendiren bir partidir. O, sınıfın farklı kesimlerinin anlık ve kesimsel çıkarlarının savunulduğu bir parti değildir. O, sınıfın herhangi bir kesiminin ve bu kesimin mücadelesinin diğerlerine karşı yüceltilerek, temel alınmaya çalışıldığı bir parti değildir. Bunları, diğer işçi örgütleri savunabilirler. Ezilen/sömürülenlerin tümünün ve en genel çıkarının savunusu komünistleri diğer işçi örgütlerinden ayıran özellik ise, bugün farklı işçi örgütleri içinde faaliyet sürdüren komünistlerin kendilerini içinde bulundukları düzeyden bir üst düzeye taşımaları gerekmektedir. Bu iradeyi ortaya koyan komünistlerin atacağı ilk adım, proletaryanın tüm diğer sınıflar ve siyasal iktidar ile girdiği ilişki ve mücadeleleri, diğer bir deyişle, gözümüzün önünde cereyan eden sınıflar mücadelesinin pratik deneyimleri ve bilimsel incelemesi konusundaki çabalarını ortaklaştırmak olmalıdır. Bu proletaryanın komünist partisinin programının oluşturulması faaliyetidir. Bu aynı zamanda, komünistlerin birliği sorununun çözümlenmesi için atılacak ilk ve en önemli adımdır. Bugün farklı işçi örgütleri içinde dağınık biçimde faaliyet sürdüren komünistler birleşmek amacıyla bir araya geldiklerinde, ortaklaştıkları noktaların belirlemenin yanı sıra kaçınılmaz olarak kendi aralarındaki farklılıkları da tartışmak zorundadırlar.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 02

Sayfa 15

SAYFA 02

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Stalin ve Demokratik Reform Mücadelesi-1

Bu tartışma, pratik deneyimler ve bilimsel inceleme temelinde program tartışması olarak ele alındığında ise birleşmenin zemini oluşmuş olacaktır. Bu zemin aynı zamanda proletarya partisinin yaratılmasının önkoşulunu oluşturur. Dolayısıyla bu süreç, kuramsal bir faaliyet gibi görünse de esas olarak pratik ve örgütsel bir süreçtir ve böyle anlaşılmalıdır. Ülkemizde proleter devrimci hareketin gelişmesinin tarihî özellikleri, proleter devrimcilerin birleştirilmesini de bu görevin gerçekleştirilmesinin bir unsuru olarak ortaya koymaktadır. Proleter devrimcilerin birleşmesine ideolojiksiyasî bir temel teşkil edecek ve devrimci Komünist partinin inşasının temeli olacak olan; devrimci komünist mücadele platformunun, sınıfsız toplum mücadelesinde Marksist-Leninist programının ortaya konması önemli bir görev olarak durmaktadır. Devrimci proletaryanın Marksist-Leninist programı ve buna bağlı olarak en temel siyasetlerinin ortaya konması, kaçınılmaz bir dizi mücadelenin ürünüdür. 12 Eylül 1980 yenilgisinin yarattığı gerileme hala kırılabilmiş ve gelinen yerde Devrimci ve MarksistLenininst hareketler yenilgi dönemi öncesi gelişme halkasını yakalayabilmiş değiller. 1971 döneminden bu yana sınıf mücadelesi üzerine, bir kabus gibi çöken sağ oportünizm çizgisinin aşılması ve liberalizmin önüne geçilmelidir. HALKIN KURTULUŞU işte böyle bir dönemde yayına giriyor, O'nun görevleri de gazeteler dizisi içinde bir gazete olmak değildir. HALKIN KURTULUŞU’nun, misyonu günümüzdeki mücadelenin yukarıda sayılan objektif gerçeklikleri ve gereklilikleri tarafından belirlenmiştir. HALKIN KURTULUŞU sadece bir gazete olarak değil, devrimci bir çizginin izleyicisi ve kolektif propaganda ajitasyon aracı olarak, devrimci mücadelenin komünist bir program temeli üzerinde inşa edildiğinin savunucusu, devrimci kad¬rolarının bu temel üzerinde eğitildiğini ve işçi sınıfı ve halk kitlelerinin bu temel üzerinde devrim yolunda eğitildiğini, seferber edilip örgütleneceğini söyler. Bir programın ortaya konmuş olması tek başına yeterli bir anlam taşımaz birincisi, hayatin içinde ve canlı olmalıdır. Yani Marksizm-Leninizm dışı ve düşmanı bütün akımlar ve siyasî çizgilerle mücadele içinde üstünlüğünü ve doğruluğunu, işçi sınıfının ve halk kitlelerinin gerçek çıkarlarını yansıttığını ve mücadele yolunu aydınlattığını ortaya koymalıdır. İkincisi,bu programı ve onun üzerinde yükselen siyasetleri soyut değil, somut bir biçimde ve hayata geçirebilecek bir şekilde kavramış; bu program ve siyasetler ışığında kitleleri eğitip, seferber edecek, mücadeleye önderlik edecek bir parti ve kadrolar gereklidir.

Aynı zamanda bu program ve politikaları etrafında, eleştiri-mücadele ve ikna yoluyla ülkemizin bütün proleter devrimcilerinin tek bir parti çatısı altında birliği sağlanmalıdır. Bu, basit anlamda örgütler birliği veya bireyler topluluğu değildir. Üçüncüsü, bu program yoluyla işçi sınıfı ve halk kitleleriyle devrimci bir tarzda birleşmek, onları kazanmak, devrim yolunda eğitip seferber etmek gereklidir. HALKIN KURTULUŞU, esas olarak ilk iki görevin, kısmen ve dolaylı olarak da üçüncü görevin yerine getirilmesinde proleter devrimcilerin elinde kuvvetli bir silah olmak üzere mücadeleye katılmaktadır. Devrimci proletaryanın mücadele platformu ve bu temel üzerinde yükselen siyasî çizginin kendisi bir mücadeleler ürünü olmakla birlikte; bu mücadelelerin platormun formüle edilmesiyle sona ermez. Aksine bugün gelinen yerde, Marksizm-dışı ve düşmanı ideoloji ve siyasetlerle, revizyonizm, sağ ve 'sol' oportünizm ve sınıf işbirliği çizgisi ile ve bunların genel an¬lamıyla devrimci hareketler saflarındaki uzantı ve etkileriyle mücadele yeni ve daha üst bir aşamaya ulaşmıştır. Bu yeni aşama bütün bunlara karşı, daha sistemli, daha düzenli ve daha kuvvetli bir mücadele verilmesi ile karakterize olacaktır. Önümüzdeki dönem devrimci komünistlerin mücadelede hem revizyonizmin ve oportünizmin işçi sınıfı hareketi içindeki etkinliğinin altedilmesinin, hem de bunların yarattığı kavram kargaşası içinde proleter devrimci hareket saflarında siyasetler, terimler, sloganlar vb. meselelerde var olan kargaşa ve kısır çekişmelere bir son verilmesinin şartları olgunlaşmıştır. HALKIN KURTULUŞU, bir yandan Marksizm ve işçi sınıfı düşmanı ideoloji ve siyasetlere karşı amansız bir mücadele yürütürken, bir yandan da bütün proleter devrimcilerin tek bir parti çatısı altında birleşmesinin sağlanması için proleter devrimci saflardaki yanlış anlayış ve siyasetlere karşı da eleştiri-mücadele-ikna temeli üzerinde bir mücadele yürütecektir. Marksizm-Leninizm ilkeleri temeli üzerinde sağlanacak irade ve eylem birliğinin çelikten bir sembolü olması gereken ve ülkemizin bütün proleter devrimcilerini birleştirecek olan devrimci proletarya partisi böyle bir mücadele olmadan inşa edilemez. İşçi sınıfının, yoksul ezilen/sömürülenlerin çıkarlarının savunucuları olarak ülkemiz devrimcilerinin kalpleri daima Marksist-Leninist birlik ve partiyi inşa etme ruhuyla çarptı ve çarpmaktadır. Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de belirsizlikler ortadan kalkmakta, ara unsurlar, orta yolcular parçalanmakta ve iki ideolojik-siyasî mihrakta toplanılmaktadır; Marksizm-Leninizm ve sağ oportünizm. Bütün bu güçleri düzenli saflar halinde örgütleyerek, onları Marksizm-Leninizm’in

ve devrimin saflarına kazanacak olan, onlara öncülük ederek bütün mücadeleleri tek bir devrim mücadelesinin unsurları haline getirecek öncü parti ve bu partinin Marksizm-Leninizm’le silahlanmış ve her alanda kitlelere öncülük eden kadrolarının yaratılması... İşte günün görevi budur. HALKIN KURTULUŞU, Marksizm-Leninizm teorisi ile silahlanmış işçi sınıfı savaşçıları yetiştirmede kuvvetli bir silah olacaktır. O, teorik, ideolojik ve siyasî meselelerde proleter devrimci hareketin yolunu aydınlatan bir araç olacaktır. Günün ve mücadelenin yüklediği görevler zorlu ama şanlıdır. Şartlar ise, her geçen gün dünden daha elverişli yönde gelişmektedir. HALKIN KURTULUŞU, bu inançla ve yılmaz bir savaşçı kararlılığıyla mücadeleye atılmaktadır. O, her zaman yüklendiği görevlerin bilinci ve sorumluluğu ile hareket edecektir. Ülkemizde birçok siyasî hareket ve grup MarksistLeninist genel çizgisi etrafında toplanmıştır. Ancak bu genel çizginin kabulü, aynı zamanda bir ülkede tek bir partiyi, tek bir çizgiyi gerektirir. Bu genel çizgi, her ülkede Marksist-Leninist program, devrimci proletaryanın mücadele platformu olarak yansır. Bugün bütün proleter devrimcilerin görevi de, bu program üzerinde ve tek bir parti çatısı altında birleşmektir. Bu, ülkemizdeki devrimci hareketin tarihinin, bugün ulaşılan noktada kaçınılmaz gelişme yönüdür. Bunu hiç kimse durduramayacak ve Marksizm-Leninizm ideolojisi-ve parti ve birlik ruhu bütün saflarda galebe çalacaktır. HALKIN KURTULUŞU, proletaryanın devrimci partisini inşa bayrağını, proletaryanın MarksistLeninist bayrağını dostun düşmanın gözleri önünde göndere çekmektedir. O, mücadele içinde birlik ve parti önünde her türden grupçu, dar çıkarcı küçük burjuva engeli, her türden revizyonist ve oportünist engeli aşmak ve Marksizm-Lenininizm’in gene! çizgisinde birliğin ve birlik ve parti ruhunun gereği olan bu görevi yerine getirmede sarsılmaz bir anlayış ve inançla ilerlemek üzere mücadeleye atılmaktadır. HALKIN KURTULUŞU,bu görevin yerine getirilmesinin en¬geli olan anlayış ve davranışlardan en başta kendisini bütünüyle arındırarak, ülkemizdeki bütün proleter devrimcilerin parti inşası yolunda altında toplanacakları bir birlik bayrağı olmak için mücadele edecektir. Dünyada ve ülkemizde gittikçe derinleşen kriz, işçi sınıfı ve ezilen/sömürülenlerin öfkesini ve onların bir biçimde peşine takıldıkları her türden gerici burjuva ve revizyonist ideolojiden kurtularak Marksizm-Leninizm ideolojisi ve işçi sınıfı partisi etrafında toparlanmaya doğru büyük yürüyüşü her yerde hızlandıracaktır.

GROVER FURR 1. Bu makale, Joseph Stalin’in, 1930’lardan ölümüne kadar, Sovyetler Birliği yönetimini demokratikleştirmeye yönelik girişimlerinin genel hatlarını ortaya koymaktadır. 2. Bu ifade –ve makale- birçok kişiyi şaşırtacak ve biraz da öfkelendirecektir. Aslına bakılırsa, beni bu makaleyi yazmaya iten de, içinde naklettiğim araştırma sonuçları karşısında kendi uğradığım şaşkınlık oldu. Sovyet tarihinin soğuk savaş versiyonunun ciddi hatalar içerdiğinden epey zamandır şüpheleniyordum. Fakat yine de, bana doğru gibi öğretilmiş yalanların boyutunun büyüklüğüne hazır değildim. 3. Bu öykü, Stalin’e saygı, hatta hayranlığın genel duygu olarak yaşandığı Rusya’da iyi bilinmektedir. “Demokrat nitelikli Stalin” paradigmasını ortaya koyan başlıca Rus tarihçisi, çalışmaları başkalarınınkiyle karşılaştırılamayacak kadar önemli bir kaynak oluşturan, Bilimler Akademisi’nin bir üyesi ve bu makalede, tek değilse de, ana figür olan Yuri Zhukov’dur. Onun eserleri Rusya’da yaygın biçimde okunmaktadır. 4. Bununla birlikte, bu öykü ve onun gerçekliğini gösteren olgular, soğuk savaş döneminin ürettiği “cani nitelikli Stalin” paradigmasının, neyin yayımlanıp neyin yayımlanmayacağını -burada sözü edilen çalışmaların hâlâ çok az ilgi çekmesine yol açacak kadar- belirlediği Rusya dışındaki dünyada, hemen hemen hiç bilinmemektedir. 5. Bu makale, sadece, okuyucuyu SSCB tarihine dair yeni gerçekler ve yeni yorumlar hakkında bilgilendirmekle kalmamaktadır. Ayrıca o, Rus olmayan okuyucuya, Stalin dönemine ve Stalin’in kendisine dair, Sovyet arşivleri temelinde yapılan yeni araştırmaların sonuçlarını da taşımaya çalışmaktadır. Burada ele alınan gerçekler, Sovyet tarihine ait bir paradigmalar zinciriyle uyum içindedirler ve diğer birtakım yorumların baştan aşağı yanlış olduğunu ortaya koymaya yardım etmektedirler. Onlar, siyasal ve tarihsel bakış açılarını, “Soğuk Savaş”ın yanlış ve ideolojik güdülü Sovyet “totaliterizmi” ve Stalinist “terör” yaklaşımları üzerine kurmuş kişilere, kesinlikle kabul edilemez –aslında rezilce- gelecektir. 6. Stalin’in iktidara doymaz, Lenin’in mirasına ihanet etmiş biri olduğu yollu Khrushchevci yorum, Komünist Partisi nomenklaturasının 1950’lerdeki ihtiyaçlarına uygun olarak üretilmiştir. Fakat o, aynı zamanda, Stalin üzerine, Soğuk Savaş’tan miras kalan, genel kabul görmüş ve kapitalist seçkinlerin, komünist mücadelenin ya da aslında işçi sınıfı iktidarını hedefleyen her türlü mücadelenin, kaçınılmaz olarak bir tür dehşet ve yılgıyla sonuçlanacağını savunma arzusuna hizmet eden yaygın söylemle yakın benzerlikler göstermekte ve onunla birçok faraziyeyi paylaşmaktadır. 7. Bu yaklaşım, Trotskistlerin, Trotski’nin, yani “gerçek devrim”in yenilgisinin, sadece ve sadece, devrimin uğruna mücadele ettiği her türlü ilkeyi çiğnediği farz edilen bir diktatörün elinden olduğunu savunma ihtiyacına da uygun düşmektedir. Sovyet tarihini ele alışta Khrushchevci, antikomünist Soğuk Savaşçı ve Trotskist

paradigmalar, Stalin’in, onun liderliğinin ve onun zamanındaki SSCB’nin fiilen şeytanlaştırılması temeline dayanmada benzeşmektedirler. 8. Bu çalışmada dile getirilen Stalin hakkındaki ana görüş, başka birtakım karşıt tarihsel paradigmalarla ise uygunluk arz etmektedir. Sovyet tarihine dair anti-revizyonist ve post-Maoist komünist yorumlar, Stalin’i, bazı açılardan kusurlu olsa da, Lenin’in mirasının yaratıcı ve makul varisi olarak görmektedirler. Öte yandan, çok sayıda Rus milliyetçisi de, onun komünist olarak kaydettiği başarıları pek fazla kabullenmemekle birlikte, Stalin’e, Rusya’yı endüstriyel ve askeri açıdan bir dünya gücü olarak kabul ettiren baş figür olarak, saygı duymaktadır. Stalin, her iki kesim için de, farklı biçimlerde olmasına karşın, temel bir figürdür. 9. Bu makale, bir Stalin’e “itibarını iade etme” teşebbüsü değildir. Yuri Zhukov’un şu yazdıklarına aynen katılıyorum: “Size tüm samimiyetimle söyleyebilirim ki, Stalin’e itibarının iade edilmesine karşıyım; çünkü genel olarak iadei itibar kavramına karşıyım. Tarihteki hiçbir şeyin ve hiç kimsenin itibarı iade edilemez –bizim yapmamız gereken şey, her şeyi açığa çıkarmak ve gerçeği söylemektir. Öte yandan, Khrushchev’in zamanından beri, Stalin’in baskısının kurbanları olarak duyduklarınız, hep sadece, kendileri de bu uygulamalara katılanlar ya da onlara yardımcı olanlar veya karşı çıkmayanlardır.” (Zhukov, KP, 21 Kasım 2012) Benim, burada, “eğer Stalin sadece kendi bildiğini okusaydı, SSCB’de sosyalizm ya da komünizm kuruculuğunun pek çok meselesi çözülürdü” gibi bir telkinde bulunma niyetim de yok. 10. Bu çalışmanın ele aldığı dönemde, Stalin liderliği, sadece devlet yönetiminde demokrasiyi geliştirmeyi değil, aynı zamanda parti içi demokrasiyi genişletmeyi de önemsiyordu. Bu ciddi ve burada anlatılanlarla bağlantılı mesele, ayrı bir çalışma gerektirir ve elinizdeki çalışma bu konuyu ele almaya yönelik değildir. Diğer yandan, burada sözü edilen “demokrasi” anlayışı, farklı bir manada, ön varsayılabilecek siyasal bir anlaşmanın temellerinin olmadığı büyük bir yurttaşlar devletinden ziyade, gönüllü üyelerden oluşan demokratik merkeziyetçi bir parti bağlamında anlaşılmalıdır. 11. Bu makale yazılırken, mümkün olduğunda birinci el kaynaklardan yararlanılmıştır. Fakat o, en çok, Sovyet arşivlerindeki, henüz yayımlanmamış ya da yakınlarda yayımlanmış dokümanlara ulaşan Rus tarihçilerinin akademik çalışmalarına dayanmaktadır. Büyük öneme sahip Sovyet belgelerinin birçoğuna, sadece özel izne sahip akademisyenler ulaşabilmektedir. Geriye kalan çok büyük sayıdaki doküman ise, ayrılıp bir yerlere konmuş ya da “tasnif edilmiş” hâllerini korumaktadır. Bunların arasında, Stalin’in kişisel arşivine ait belgelerin birçoğu, 1936-38 Moskova Yargılamalarında görülen davalar öncesinde yapılan soruşturmaların tutanakları, askeri tasfiyeler ya da 1937’deki “Tukhachevsky Olayı”yla bağlantılı dokümanlar ve birçok belge daha vardır. 12. Yuri Zhukov arşivlerin durumunu şöyle anlatmaktadır: “Belgilerinden biri glasnost olan perestroikadan başlayarak… Eskiden araştırmacılara kapalı olan Kremlin arşivi tasfiye edildi. İhtiva ettiği değerli malzeme, [çeşitli kamuya açık arşivlere –GF] yerleştirilmeye başlandı. Bu süreç başladı, fakat tamamlanmadı. 1996’da kamuoyuna bildirilmeden ya da herhangi bir açıklama yapılmadan, en önemli, temel dokümanlar yeniden tasnif edildi ve gözlerden ırak bir biçimde

Rusya Federasyonu Devlet Başkanlığı arşivine konuldu. Çok geçmeden bu gizli operasyonun nedenleri ortaya çıktı. Bu iki eski ve son derece pejmürde mitten birinin yeniden canlanmasına izin verdi.” Bu efsaneler, Zhukov’un ifadesiyle, “Cani Stalin” ve “büyük önder Stalin”dir. “Batı ve antikomünist tarih yazımının okurları, bu efsanelerin sadece birincisine aşinadır. Fakat Rusya’da ve Bağımsız Devletler Topluluğu’nda her iki ekol de temsil edilmektedir” 13. Zhukov’un kitaplarından biri ve aynı zamanda bu makalede yazılanların çoğuna temel oluşturan çalışma, Inoy Stalin (Farklı Bir Stalin) başlığını taşımaktadır. O hem her iki mitten de “farklı”, hem de gerçeğe daha yakındır ve son zamanlarda yeniden tasnifi yapılan arşiv dokümanlarına dayanmaktadır. Kapağında Stalin’in bir fotoğrafı yer almakta ve karşısında da aynı fotoğrafın negatifi görülmektedir. Zhukov, ikinci el kaynaklara nadiren başvurmaktadır.,aktarımlarının çok büyük bir kısmını, yayımlanmamış ya da ancak son zamanlarda yeniden tasnif edilmiş ve yayımlanmış arşiv dokümanlarından yapmaktadır. Politbüro’nun 1934’le 1938 arası güttüğü siyasete dair çizdiği tablo, kendisinin reddettiği her iki mitle de hiçbir ortak yanı olmayacak kadar “farklı”dır. 14. Zhukov, kitabının giriş bölümünü şu ifadelerle bitirmektedir: “Ne son noktayı koyma, ne de tartışılmaz kesinlik gibi bir iddiam var. Sadece bir yükümlülüğü yerine getirmek için uğraştım: her iki mitten, meseleye bakışta önyargıyla belirlenmiş her iki uçtan da sakınmaya çalışarak, bir vakitler iyi bilinen, fakat artık kasten unutulmuş gibi yapılan, bilerek sözü edilmeyen, herkes tarafından görmezlikten gelinen bir geçmişi yeniden kurmak.” Okumakta olduğunuz makale de, Zhukov’un yolunu izleyerek, her iki mitten de uzak duracaktır. 15. Bu koşullar altında, varılan tüm sonuçlar, bir deneme niteliği taşımak durumundadır. İster birinci el, isterse ikinci el olsun, tüm materyalleri akıl süzgecimden geçirerek kullanmaya çalıştım. Metinde kesiklikler olmasından kaçınmak için, kaynak referanslarını paragrafların sonuna koydum. Daha uzun, daha açıklayıcı notlara ihtiyaç duyduğumda ise, geleneksel, numaralı dipnotlara başvurdum. 16. Bu makalede özetlenen ve derin bir araştırmanın ürünü olan çalışma, Sovyetler Birliği tarihi de içinde olmak üzere, tarihin sınıfsal analizini ileri götürme kaygısı taşıyanlarımız için önemli sonuçlar içermektedir. 17. SSCB’nin Stalin dönemi üzerine çalışan en yetkin Amerikalı araştırmacılardan biri olan J. Arch Getty, Soğuk Savaş döneminde yapılan tarih araştırmaları için “propaganda ürünleri” demektedir –eleştiride bir akla uygunluk aramayan ya da onu parçalara bakarak düzeltme peşinde olmayan, baştan aşağı bütünüyle yeniden yapılması gereken “araştırma”. Getty’ye katılıyorum; fakat bu tarafgir, politik açıdan angaje ve dürüstlükten uzak “araştırma”nın bugün hâlâ yapılıyor olduğunu da eklemesi gerekirdi. 18. Soğuk Savaşçı-Khrushchevci paradigma, bugüne dek “Stalin yılları”na dair hâkim tarih görüşü olagelmiştir. Burada sözü edilen araştırma, bir “zemin temizliği”ne, bir “her şeye yeniden baştan başlama”ya katkıda bulunabilir. Sonuçta ortaya çıkacak gerçeğin, dünyayı onu değiştirmek üzere kavramayı, sosyal ve iktisadi adalete dayalı sınıfsız bir toplum kurmayı öngören Marksist proje için de büyük anlamı olacaktır.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 14

Barışı Esas Tehdit Eden Tahran Değil ABD ve İsrail

Gün be gün bize sunulduğu şeklinden farklı olarak dünyayı görebilmek için insanın kendi derisinden soyunması kolay değil. Fakat denemekte yarar var. Haydi birkaç örneğe bakalım... İran ’la ilgili savaş davulları her zamankinden daha gümbürtüyle çalıyor. Bu durumu ters yüz edilmiş olarak tasavvur edin. İran , büyük güçlerin de katılımıyla, İsrail ’e karşı öldürücü ve düşük yoğunlukta savaş yürütüyor. İran liderleri, müzakerelerin hiçbir işe yaramadığını söylüyor. İsrail , Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı (NPT) imzalamayı ve nükleer denetimlere izin vermeyi reddediyor, tıpkı İran ’ın yapmış olduğu gibi.* İsrail , Ortadoğu ’nun nükleer silahlardan arındırılmış bölge olması yönünde uluslararası toplumun galebe çalan çağrılarına kulak asmamayı sürdürüyor. Tüm bunlar olurken, İran , süpergüç hamisinin desteğine sahip olmanın keyfini sürüyor. Bu sebepten İranlı liderler, İsrail ’i bombalama niyetlerini duyuruyor ve önde gelen İranlı askeri analistler, saldırının ABD başkanlık seçiminden önce gerçekleşebileceğini bildiriyor.

Tahran, Bağlantısızlar Hareketi’nin 4 Eylül’de sona eren zirvesine ev sahipliği yaptı. Dünya nüfusunun çoğunluğunu temsil eden hükümetlerin oluşturduğu grup, İran ’ın uranyum zenginleştirme hakkını kuvvetle desteklerken, Hindistan gibi bazı üyeleri de ABD ’nin İran ’a yönelik sert yaptırımlarına sadece gönülsüzce ve kısmen uyuyor. Hiç şüphe yok ki Bağlantısızlar’ın delegeleri, Batı’daki tartışmalara hükmeden tehdidin farkında. ABD Stratejik Komutanlığı’nın eski kumandanı General Lee Butler’ın açık seçik dile getirdiği gibi: “ Ortadoğu denen kaynayan düşmanlık kazanında bir ulusun nükleer silahlarla donanarak diğer ulusların da bu yönde esinlenmesine sebep olması, aşırı tehlikeli bir şeydir.”Butler burada İran ’a değil, İsrail ’e göndermede bulunuyor. Arap ülkeleri ve Avrupa nezdinde, barışa en büyük tehdit, İsrail ’dir. Arap ülkelerinde barışa tehdit sıralamasında ABD ikinci gelirken, ne kadar hazzedilmese de İran ’dan daha az korkulmakta. Hatta pek çok ankette çoğunluk, İran ’ın kendisine yönelik tehditleri dengelemek için nükleer silah sahibi olmasının bölgeyi daha güvenli hale getireceğinden yana görüş bildirmiştir.

NOAM CHOMSKY

Amerikan istihbaratının elinde hâlâ böyle bir bilgi olmamasına rağmen, farz edelim, İran gerçekten de nükleer silah kapasitesi yönünde ilerleme kaydediyor. Bunu, ABD ile İsrail ’in BM şartını net biçimde ihlal ederek sürekli savurdukları tehditlerden esinlenerek yapıyor olmasın? O zaman niye İran , Batı’nın resmi söyleminde sunulduğu gibi dünya barışına en büyük tehdidi oluştursun ki? Baş sebebi, ABD - İsrail ordusuyla istihbaratı itiraf ediyor: İran , gözlerini korkutarak ABD ve İsraili güç kullanmaktan vazgeçirebilir. Üstüne üstlük İran ‘başarılı meydan okuyuşu’ yüzünden cezalandırılmalı. Washington , yarım asır önce Küba ’yı bununla suçlamıştı ve ABD ’nin uluslararası kınamalara rağmen süregiden Küba ’ya yönelik saldırılarının gerisindeki itici güç de hâlâ budur.

Assange Rusları ele verse...

Gazetelerin baş sayfalarındaki diğer haberlere de farklı bir perspektiften bakmak faydalı olabilir. Farzedelim, tek farkla diğer tüm şartlar aynı kalsın ve Julian Assange, Moskova ’nın kamuoyundan saklamak istediği çok gizli Rus belgelerini yayımlamış olsun. İsveç , Assange ’ı Londra’da sorgulamayı kabul eder ve kendisinin adil yargı şansı bulunmadığından Rusya’ya iade edilmeyeceğini açıklardı. En güncel haber ise ABD başkanlık seçimi, en münasip bakış açısını, evvel zaman içinde ABD Yüksek Mahkemesi yargıcı Louis Brandeis dile getirmişti: “Bu ülkede ya demokrasi olur ya da refah küçük bir azınlık tarafından gasp edilir, ama ikisi birden olmaz.” 31 üyeli OECD’nin sosyal adalet sıralamasında, ABD ’nin olağanüstü avantajlara sahip olmasına rağmen 27’nci gelmesine şaşmamak lazım. Bazen komedinin sınırlarında dolaşan seçim kampanyalarının hayhuyunda meselelere mantıksal yaklaşımın buhar olup uçmasına da... Mesela, Paul Krugman’ın yazdığına göre, Cumhuriyetçi Parti’nin pek hayran olunan Büyük Düşünürü Paul Ryan’ın, mali sistemle ilgili fikirlerini devşirdiği Atlas Silkindi adlı fantezi roman, kâğıt para yerine altın sikke kullanılmasını savunuyor. O zaman bize kalan, gerçekten önemli bir yazardan alıntı yapmak... Jonathan Swift’in Gulliver’in Seyahatleri kitabında, Lagado kentinin bilge sakinleri sahip oldukları her şeyi sırtlarına yükleyip yanlarında taşır ve altının boyunduruğuna girmeden değiş tokuş yapmakta kullanır. Böylece ekonomi ve demokrasi gerçekten gelişirdi ve en önemlisi, toplumsal eşitsizlik keskin biçimde azalırdı ve bu da Yargıç Brandeis’nin ruhunu şad ederdi.

Ölüme meydan okuyarak başkaldıranlar, her zaman var olmaya ve yaşamaya devam edenlerdir. Yaşamın zorluklarına ihanete ve teslimiyete ölümüne direnenler ve teslim olmadan ölüme meydan okuyanlar ise, onurun ve gelecegin egilmez muştuları olmayı hak kazananlardır. İşte, gelecek bunların direniş hazinesinde saklıdır. Dün bu olgu nasıl ki genel bir doğrumuz idi ise bugünde aynı bağlamda genel doğrumuz olmaya devam ediyor. Sınıf ve halk hareketlerinin tarihi bunun dünyada ve de ülkemizde oldukça önemli ve göze çarpan onlarca örnegi ile bilinir. Bu örneklerden bazılarıda ülkemiz devrimci hareketin saflarında ortaya çıkan örneklerdir. 1920`lerde M.Suphi´ler ve 68 hareketinin ileri militanlari bu sürecin ardından ortaya çıkan 78 sonrası önderlikler, üzerinde durulması gereken önemli örneklerdir. Bu sürecin içinde ihaneti ve direnişin her türlü örnegini bulmak mümkündür. 1871 Komün ihtilalcilerinin tarihe bıraktıkları ve 1Mayıs 1886 şehitlerinin o örnek direnişleri, İngiltere maden işçilerinin direnişi.1848-1968 lere kadar yaşanan işçi ve halk hareketlerinin ortaya çıkardıgı direniş ve mücadele örnekleri ve bu sürecin örgütlenmesinde öne çıkan önderliklerin ölümsüzleşen liderleri.Tarihin bizlere önderlik konusunda yönümüzü dönmemiz gereken önderliklerin hangi önderliklerin oldugunu gösteren işaretleridir. Kuskusuz bugün gelecek olan yeni kuşaklara bir miras bırakılacak olursa verilmesi gereken miras budur, bu olmalıdır. Elbette yukarıda verilen bu örnekler bizleri daha çok ilgilendiren örnekler olmalıdır. Bu baglamda üzerinde durulması gereken örneklerde kuşkusuz bu örneklerdir. Yetmiş hareketinin önderligi bu baglamda önemli ve gerçekten üzerinde durulması gereken örneklerdendir. İdolojik-siyasal bir çok konuda bir yıgın eksikliklerine ragmen , savunmus oldukları davaya sapına kadar baglılıklarının önünde düşman bile şapka çıkarırken, geride kalanlar bugün dün ile ilgili agızları açılınca ilk önce o günlerde daha cok genç oldukları ve bunun etkisini yaşayan biri olarak gençlik yıllarının arkasına sıgınıp bu hareketlerinin yanlışlıgını ve düzene baglılıgının ardı sıra bitmez açıklamaları ve bizim çocuklar söylemlerinin ardında saklı olan zihniyetin esasında başkaldırının içinin boşa çıkarılması zihniyetinin saklı oldugu biliniyor.

Evet, ama neden hala bir çokları gibi düzenin direk arpalıgında besleme olarak yasamaya devam emiyor olmalarının da bir karşılıgı oldugunu bilme gerekir. Deniz`ler Mahir’ler´İbrahim’ler bu süerece damgasını vuran direnişin ileri örnekleri iken Perinçek’ler, Şefik Hüsnü’ler, TKP artıklarından İ.Bilen’ler ihanetin ileri örnekleri olarak öne çıkan tiplemelerdir. Yakın tarihimizin artıklarından yaşananlara ragmen kendilerini yaşarken ölümsüzleşecegi umudunu hala taşıyanlarında var oldugunu biliyor ve bu tipleri zaman zaman çesitli vesileler ile görüyoruz. Bunlardan THKO´dan Atilla Keskin –Mustafa Yalçıner, TKP/ML` den M.Oruçoglu, THKPC`den E.Kürkçü, gibi tipler olarak bugün ileri çıkan tipledir. Denilebilir ki bu baylar hala geçmişimiz ile ilgili bu konuşma cesaretini kimden alıyor ve bu olumlu devrimci degerlerimizi bu ölçüde nasılda rahatça kendi içki sofralarının o çirkin mezesi haline getirebiliyorlar. Evet, anmadan gecmeyecegimiz bir diger önderlik tipide, gelenegimizin bir dönemler öne çıkan önderlerinden bay Hengirvanlı olarak bilinen Nurhak direnişinin kaçkınlarından biri olan ve bugün burnundan kıl aldırmayan eski önderlerimizden vatani görevini eksiksiz yerine getiren bay Zaza efendidir. Büyük ve derin ifadeler ile devrimi savundugunu dile getiren bu şahıs ne yazık ki Sinan’ lar Nurhak daglarında faşist diktatörlügün militarist güçlerine karşı son kurşunlarına kadar savaşarak direnirken bu bay ve yanında olan öteki bir grup ile çatışma yakınlarında çatışmaya seyirci olarak izleme zahmetinde olduklarını unutulacak degiliz. Günü gelirse bunun da ayrıntıları daha da net açıklanacaktır. Onlar, o gün birlikte yaşadıkları yoldaşları ile aynı kulvarda yürürken bu sürecin bir unsuru olarak ölenlerin ardından bu sürecin geride kalanlarındanız diyen bu baylar bu sürece bugün nasıl bakıyor ve onlar bu sürecin devamı için bugün hangi tutumu alıyor ve bu gelenege karşı bugün hangi duruşu ortaya koyuyorlar.? Bugün bu önemli durusun devrimci degerlerini kişisel ve bencil çıkarlari için kitaplar yazarak bazı sahnelerde yer alıp kendilerini bu sürecin bir unsuru saydıklarını ifade edenlere; dün devrim icin yola çıktınız, ama; bugün devrim diye bir sorununuzun kalmadıgı ve bu davaya önderlik eden yoldaşlarımızın savunmuş oldukları davaya sonuna kadar baglı kalarak son nefeslerini verirken ihanetin

her türlü rengini elerinin tersi ile geri iterken davaya ve yoldaşlarına karşı nasıl baglı kaldıklarını dosta – düşmanada gösterdiler. Size o günler ve sürece dair söyleyecek ve yapacak bir tek şey var; oda, sadece ve sadece onlar onurluca direndi. Ama, bizler ise bu davaya devam etmek degil ihanet ettik demek kalır. Yoldaşlarımızı anın! ama, bizler bu davanın adamlarıyız demeyin. Sizler bu tarihe ve yoldaşlarınıza sırtınızı dönsenizde tarih bu önderlik misyonunu cesurca hiç bir teredüt etmeden hayatlarını ortaya koyanların tanıgıdır…İste Erdal Eren’ lerin Ekrem Ekşi’lerin , Hasan Asker Özmen’lerin, İmran Aydın’ Süleyman cihanlar, M.Fatih Öktülmüslerin ve de adları bilinen onurlu tarihimizin önderlikleri içeri düserken analarından dogduklarını degil, düşmanın idam ve işkence tezgahlarını direniş kalelerine çeviren yoldaşlarımız onuru hak edenler olarak tarihimizin onuru olarak tarihe yazılmışlardır. Onlar, yasasın ML diyerek ölüme başkaldıran ve bizler buraya dönmeye degil ölmeye geldik diyerek teslimiyete meydan okuyanlar başkaldıranlar, yoldaşlarının kendisi için o acılı anı bir türlü içine sindiremeyerek katledilen Sinanların Nurhak şehitlerimizin intikamını almak için hesap sorulmalıdır. Ve de bu hesabı bizzat kendisinin sorması gerektigini bilince çıkarak yola çıkan İbrahimlerin bizlere bıraktıkları bu devrimci degerlerimiz bizlere yol göstermeye devam edecektir. İhanetin çeşmesinden kana kana içenlere için için, istediginiz kadar. Onlara; bugün bu davaya ne kadar baglı olduklarını sormak bile gereksizdir. Bugün bunu onurlu her devrimci biliyor ve bu geride kalan döküntülerin tavırlarınıda her açıdan görmekte . Şemsi Özkanları, nasılki devletin estetistik operasyonları kurtarmadı ise Kürt ve Türk halkı er yada geç yaptıklarınızın hesabını soracaktır. Evet, işte önderlik denilen olguda aranması gereken degerlerden; baglılık, cesaret, özveri, paylaşım, direniş, samimiyet, en ilk aranan temel özelliklerdendir. 40. yılında yitirdigimiz Deniz’ ler Yusuflar’ in ve Hüseyinlerin şahsında 30 Mart’ tan 31 Mayısa kadar yaşamını yitiren bütün şehitlerimizi saygı ile anıyor ve söz diyoruz ihanete ve döneklige karşın bu yerlere atılan kızıl bayragımız mutlaka fabrika,işçi havzaları, siteler ve ülkemizin mücadele alanlarında yeniden dalgalanacaktır. Bunu durdurmaya kimenin gücü yetmeyecektir.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

İran , kudretli hava kuvvetlerinin yanı sıra Almanya ’nın gönderdiği, nükleer füze donanımlı ve İsrail sahili açıklarında demirli yeni denizaltılarını da kullanabilir. Nasıl bir takvime uyulursa uyulsun, İran , süper güç destekçisinin saldırıya öncülük etmese bile katılacağına güveniyor. ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, “Böyle bir saldırıdan yana olmasak da İran , egemen bir ülke olarak çıkarlarına en uygun biçimde hareket eder” diyor. Elbette bunları tahayyül etmek bile imkânsız ama gerçekte oluyor, sadece oyundaki karakterler tersi rollerde. “Teşbihte hata olmaz” derler, oysa böyle bir analoji İran ’a haksızlık oluyor. Hamisi gibi, İsrail de keyfi güç kullanıyor. BM Güvenlik Konseyi kararları ve uluslararası hukuku arsızca hiçe sayarak,

‘Bağlantısız’ farkındalığı

DİRENENLER SONSUZLUĞA, İHANET EDENLER TARİHİN ÇÖPLÜĞÜNE ATILACAKLARDIR

SAYFA 03

İsrail keyfi güç kullanıyor...

işgal ve ilhak ettiği topraklarda ısrarla yasadışı yerleşimler inşa ediyor. Lübnan’a tekrar tekrar acımasızca saldırılar düzenledi, Gazze halkını esir etti, inandırıcı bir bahane bile uydurmadan on binlerce kişiyi öldürdü. İsrail ’in 30 yıl önce Irak ’ta bir nükleer reaktörü vurmasından son dönemde övgüyle söz ediliyor. Öyle ki, bombardımanın Saddam Hüseyin’in nükleer silah programını sona erdirmek bir yana, başlattığına dair Amerikan istihbaratının güçlü kanıtları bile görmezden geliniyor. İran ’a bomba yağdırmak da aynı etkiyi yaratabilir. İran da saldırganlık yaptı ama son birkaç yüzyıl boyunca sadece ABD destekli Şah yönetimi altında ve Basra Körfezi’ndeki Arap Adaları’nı işgal ederek. İran , nükleer gelişim programlarına, Şah yönetimi döneminde Washington ’ın resmen verdiği güçlü destekle girişti. İran hükümeti gaddar ve baskıcıdır, tıpkı ABD ’nin bölgedeki müttefikleri gibi. En önemli müttefik olan Suudi Arabistan, en aşırı İslamcı köktendinci rejimdir ve radikal Vahhabi doktrinini başka ülkelere yaymak için muazzam paralar harcar. Yine ABD ’nin gözde müttefiklerinden olan Körfez diktatörlükleri, Arap Baharı ’na katılmaya yönelik her türlü halk hareketini haşin biçimde bastırmakla meşgul.

Sayfa 03


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 04

Sayfa 13

SAYFA 04

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

EĞİTİMDE BEŞ YAŞ 12 EYLÜL CUNTACILARININ UYGULAMASIDIR

Nedir parti? Bir telefon mu, arka odalarda çalan? Kimdir parti? Düşüncesi gizli, kararları bilinmez biri mi? Parti biziz yoldaş Sen, ben, hepimiz. Parti senin içinde, kardeş, parti kafandaki düşünce. Sen nerde oturursan orası onun evi. Nerde sana saldırırlarsa odur karşı koyan orda. Odur gösteren bize gideceğimiz yolu. İzleriz onu biz de senin gibi . Bulamazsın doğru yolu, bizsiz yürüme. Yolların en çıkılmazıdır bizsiz giden yol. Bizden kopma sakın, kardeş! Belki biz yanılırız, belki sesin haklı. Öyleyse kopma bizden! Kafandan şunu çıkarma, kardeş: Dolambaçlı yoldan daha iyidir kestirme yol. Bilirsen eğer sen bu yolu, bilir, de göstermezsen bize, neye yarar bilgin senin! Bilge kişi ol, ama yan yana ol bizimle, paylaş bizimle bilgini! Kopma bizden, kardeş, bizden uzaklaşma

Bertolt Brecht

AKP'nin yeni eğitim politikası patenti, 12 Eylül faşist cuntacı Generallerinden miras alınmıştır. Dönemin hükümeti ( 12 Eylül faşist cuntasının atadığı Ulusu paşanın hükümeti) 1983'te uygulamaya koyduğu 5 yaşında İlkokula başlatılma uygulaması, 1985'te başarısız görülerek uygulamadan kaldırılmıştı. Ancak o ara sürede bu uygulamaya tabii olan kuşak, kayıp bir kuşak olarak tarihe geçmiştir. İşte Akp hükümet, onun başındaki Başbakanın ve Milli Eğitim bakanının ısrarla uygulamaya koyduğu 4+4+4 yeni eğitim uygulamaları, 12 Eylül faşist cunta hükümetinden miras alınarak, bazı küçük değişikliklere gidilerek yürürlüğe konulmuştur. Bu 12 Eylülün 32. yılında, bu yeni eğitim modelinin rol modeli, beşli çete ve General Ulusu hükümetidir. Onlarda o dönem uzmanların uyarılarını yok sayarak hemen gözü kapalı uygulamaya geçmişlerdi. Şimdiki hükümette yine tüm uyarı ve karşı çıkmalara rağmen bu yanlış ve tehlikeli eğitim uygulamasını uygulamaya geçirmiş görünüyorlar. Bu modelin icatçıları, bugünkü hükümetin zuhur bulmasını sağlayan o karanlık 12 Eylülcü cuntacıların ta kendisidir. Akp hükümeti, bu uygulamada aslında 12 Eylülcülerin birçok alandaki işlevlerini güncelleştirmişlerdir. Birincisi bu 5 yaş uygulaması. İkincisi, imam hatip okullarının yoğun bir şekilde açılması olmuştur. Çünkü 12 Eylülün beşli çetesi de ülkemize yüzlerce imam hatip açarak bu güne rol model olmuştur. Üçüncüsü ise, 12 Eylülcülerin zorunlu din dersi uygulamasını yürürlüğe koymalarıdır. Zorunlu

din dersi uygulamasını 12 Eylülcüler bizim eğitim hayatımıza koymuşlardı. AKP hükümeti ise AHİM’in kararlarına rağmen zorunlu din dersini kaldırmadığı gibi, iki yeni dinle ilgili ders eklemiştir. "Seçmeli" dense de, bunlar zorunlu seçimlik dersler haline getirilecektir. İşte AKP ve 12 Eylül cuntacıların ortak paydaşları bunlar. Hem de eğitim sisteminde temel dayanaklar haline getirilmişlerdir. İşte başbakanın "Dindar ve kindar bir nesil"i bu yolla yetiştirileceğinin yolunu da göstermiş oldu. Aslında Akp hükümeti var olma nedenini 12 Eylül anayasasından kaynaklandığı aşikardır. Bugün hala 12 Eylül seçim yasası ve seçim barajı ile çoğunluğu sağlıyor. Üniversiteler üzerinde ise YÖK aracılığı ile etkinliğini sürdürüyor. Yine yargıyı da 12 Eylülün Kurumu olan HSYK üzerinden denetimine almıştır. Kısaca bugün hala 12 Eylül yasa ve ruhuyla AKP hükümet etmeyi yürütüyor. Hayatın her alanında bu karabasan yönetimi olan 12 Eylül yasalarıyla, kurumlarıyla ve antidemokratik uygulamalarıyla yoluna devam ediyor. Son olarak uygulamaya koydukları 4+4+4 eğitim modeli de 12 generali Ulusu paşanın hükümetinin hayatımıza koyduğu bir uygulamanın bugünkü tezahürüdür. Ülkenin aydınlığa çıkışı, bu 12 Eylülün tüm yasa, yönetmelik ve kurumlarıyla lağvedilip, demokratik yeniden inşa yoluyla olabilir. Karanlığın devamı 12 Eylülün yasa ve kurumlarının varlığı ile sürmektedir. Bugün yapılan ve yapılmak istenende o yasaların isim değişikliğine uğratılarak tekrar önümüze konmasıdır.

4+4+4 yasası uygulanamaz bir yasadır 4+4+4 yasası veya Başbakanın deyimiyle 444 yasası yapılırken, çok iddialı şeyler söylenmişti. Güzel hikayeler anlatılmıştı. Küçük yaştakilerle büyük yaştakiler bir arada olamayacaktı. Okullar ayrılacaktı. Normal öğretime geçilecekti. Birleştirilmiş sınıflar olmayacaktı. vs. vs. sıralanmış gidiyordu. "444" yasasının uygulanmaya başladığı 17 Eylül günü yaşananlar bu söylenenlerin tersi oldu. Üstelik büyük çoğunluk okullarda eğitime bile başlanamadı. karmaşa ve belirsizlik devam ediyor. Öncelikle "444" yasası, birleştirilmiş sınıfları yoğunlukla gündeme getirdi. Üstelik 1'den 4. sınıfa kadar tek öğretmene yıkılmış bir şekilde. Yani taşımayla birleştiriliş sınıflar sorunu kısmen çözülmüşken, yeni yasa ile bu yara tekrar açılmış oldu. Yine İlkokul ile Ortaokul birbirinden ayrılacak dendi. bu okulların öğrencileri birbirini görmeyecek dendi. Ama şimdi tersi oluyor. Aynı okulda, aynı binada, aynı bahçede ve taşıma merkezleri aynı yemekhanede yemek yiyerek bir arada bulunuyor. Temas ediyorlar. İşte size yasa ve uygulaması. Bu 444 yasasının hangi maddesi acaba yerine getirilebiliyor. Kısaca taşımalı okulların bu noktadaki sorunları katlanarak artmıştır. Bakan 160 bin Öğretmen ihtiyacından bahsediyor. Ancak 40 bini atana biliniyor. Binlerce sınıf öğretmeni norm fazlası olarak ortaya çıktı. Bunları nasıl istihdam edeceklerini bilemez oldular. Öğrencilerin hangi okullara gideceği büyük kentlerde hala belirsiz. Kayıt işlemlerinin yürütüldüğü e-okul sistemi işlemiyor. Öğrenci alış verişi hala bugün itibariyle gerçekleştirilemiyordu. Bunun neresi hayırlı olacak? Başbakan ve bakanlarının şaşaalı açıklamalarının sonucu bu olmasa gerek. Uygulamada bu sistem çökmüştür. Kendileri bile bu işin altında nasıl çıkacaklarını bilemez durumdadırlar. Geçmişte öğrenci azlığından kapatılmış okulların yeniden açılması ve bu okulların eğitime hazır hale getirilme yöntemi dahada ilginçleşmiştir. Kapanmış diye araç-gereci dağıtılan okulların araç-gereci bulunamıyor. Yeniden temini ise yılan hikayesine dönmüştür. Kısaca bu"444" yasası sorunlar yumağı oluşturmaya başlamış. Ve bu sorunlar dahada ağırlaşarak devam edecektir. Merkez işi yerellere yıkıyor. Yereller ise işi birim amirlerine yıkıyor. "Alta kalanın canı çıksın" misali iş yürütülmeye çalışılıyor. 12 Eylülcülerin yürütemediği bu 5 yaş uygulamasını bunlar uygulatmaya çalışıyorlar. Hadi kendilerine hayırlı olsun. Yaptıkları yasaları bari kısmen olsa da uygulayabilseler. Ama ne gezer. Bu hükümet yaptığı yasaları uygulamamakla meşhurlaşmıştır. Hep iddia ettiklerinin tersini yapmaktadırlar... Bu uygulamanın direkt muhatabı olan hiç bir öğretmen durumdan memnun değildir. Uygulamaya geçildikçe çelişkiler açığa çıkıyor. Veliler ise işin ciddiyetini ve sakıncalarını daha yeni yeni görmeye başladılar. Bakalım zaman bize ne gösterecektir. Bekleyip göreceğiz...

12 EYLÜL CUNTACILARININ SERVETİ Amerikancılık, Evren’e ve Şahinkaya’ya kabarık banka hesabı bıraktığı, davanın başlamasından kısa süre sonra Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya’nın hesaplarından yüklü miktarda para çekildiği belirlendi. 2001 ÖNCESİ KAYITLARDA YOK Son 11 yılın banka kayıtlarının bulunmasıyla ilgili MASAK’ın mahkemeye gönderdiği raporda, araştırmanın devam ettiğine dikkat çekildi. Rapora şu not düşüldü: “2001’den öncesi, bilgisayar kayıtlarına geçmediği için araştırmalarımız devam etmektedir. Araştırmalarımız sonuçlandığında söz konusu bilgiler gönderilecek.” Ankara 12. Ağır Ceza Mahkeme-si’nin kararı üzerine hazırlanan 55 sayfalık rapor ve ekindeki iki klasörde Kenan Evren, vefat eden eşi Sekine Evren, kızları Nebahat Şenay Gürvit, Semahat Gülay Evren, Miray Emine Göksu ile Tahsin Şahinkaya’nın eşi Sema Şahinkaya, kızı Sevgi Kartal Şahinkaya ile oğlu Serdar Şahinkaya’nın mal varlıkları araştırıldı. Raporda sanıkların darbe döneminde edindikleri servetlerine yönelik araştırmanın sürdüğü belirtilirken, o dönemde elde ettikleri mal varlıklarıyla ilgili bilgi yer almadı. MASAK RAPORUNUN FAZLASI YOK EKSİĞİ ÇOK “Raporda sanıklarının darbeden sonraki 19 yıl boyunca edindikleri mal varlıklarıyla ilgili bilgi yok. Ziynet

eşyaları ve yurtdışındaki hesaplarıyla ilgili bir araştırma yapılmamış. Kayıt dışılığın bu kadar yaygın olduğu bir ülkede darbeci generallerin kayıt dışı mal varlığı araştırılmalı.” dedi. Rapora göre Evren’in kızı Nebahat Şenay Gürvit, 2004 ve 2010 yılları arasında Sarıyer’de 4, Şişli ve Bodrum’da birer daire satın aldı. Bu dairelerin tapudaki değeri toplam 1 milyon 533 bin TL. Gürvit, bu dönemde Sarıyer ve Beşiktaş’ta 2’şer, Dikili ve Çorlu’da 1’er dairesini sattı. Bu dairelerin tapudaki satış değeri ise 364 bin TL civarında. Evren’in diğer kızı Semahat Gülay Evren’in ise Beşiktaş ve Şişli’de 305 bin TL değerinde 2’şer daire aldığı, bunun karşılığında Beşiktaş, Şişli ve Bodrum’da 4 dairesini 542 bin TL bedelle sattığı anlaşılıyor. Evren’in diğer kızı Miray Emine Göksu’nun ise Sarıyer’de 141 bin TL değerinde 2 evi, Bodrum’da ise 91 bin TL değerinde arsası bulunuyor. Tahsin Şahin-kaya’nın ise Menderes’te 5 dairesi, eşi Sema Şahinkaya’nın ise Merzifon’da 2 arsası ile Kadıköy Suadiye’de bir dairesi bulunuyor. Sema Şahinkaya’nın Kadıköy’deki 3 daire ile Merzifon’daki bir arsasını sattığı, kızı Sevgi Kartal Şahinkaya’nın daire ve arsaların satışından 531 bin TL gelir elde ettiği kaydedildi. Serdar Şahinkaya’nın ise Kadıköy’de 2, Menderes’te ise 1 dairesi bulunuyor.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 12

Sayfa 05

12 EYLÜL DAVASI VE SİSTEME YEDEKLENME Sivil Faşistler 12 Eylül mahkemesinin “mağdur” sandalyesine oturabilirler ve cunta şeflerinden mağduriyetlerinin hesabını sorabilirler bizce bir sakıncası yoktur. Onlar kendi savundukları yapı tarafından mağdur edilmişler. Zira MHP’li faşistlerin 12 Eylül mahkemelerinde savundukları “bizim düşüncemiz iktidarda ama biz hapisteyiz nasıl olur?” söylemi onları mağduriyetlerinin ispatıdır. Devrimciler ise 12 Eylül darbesinde “mağlup” oldu.

Resmi tarih yenenle yenilen arasındaki mücadelede yenenin hazırladığı kendince bir öyküdür. Bizlerin bilinci bu yazımdan azade arka planda olanın bitenin anlamaya çalıştığımız andafarklılaşarak gerçek yerine oturur ve bizi geleceğin temsilcisi olmamızı sağlar. Bu anlama resmi tarihin çarpıtmalarını ve kendi çıkarlarını hepimizin çıkarı olarak dayatma zincirini kırmamızı sağlar. Zira Bilincimiz ve irademiz rastgele edindiğimiz bir özellik değil; tarih boyu süren mücadelenin hem ürünleri hem de cephanemizdir. Tarihin ilerleyişi içinde savrulmadan durabilmek taraf olduğun alanın geçmiş mi geleceği mi temsil ettiğine inancından kaynaklanır. Bu alandan bir santim dahi savrulmak “çağdaşlıkla” sakatlanmaktır. Yarının temsilcisi olmak gelecek biziz iddiasında olmak devrimci bilinci iradeyi bu alanda nesnel bir gerçeklik olarak savunmaktan geçer. 12 Eylül darbesine giden süreçte, emperyalizmin bir ileri karakolu olan Türkiye’de burjuvazinin önünde engel görünen toplumsal muhalefeti ve yükselen sosyalist devrimci hareketi bastırmak, 24 ocak kararlarının getirdiği ekonomi politikaların hayata geçirilmesi gerekiyordu.

Darbe hazırlığı bizzat ordu ve sivil faşistler eliyle gerçekleştirildi. devlet güçlerince beslenen ve korunan MHP ve Ülkü ocakları eliyle Maraş’ta, Çorum’da, Kayseri’de kitlesel katliamlar yanında birçok devrimcinin, ilerici aydının katledilmeleri gerçekleştirdi. Yükselen devrimci hareketin, etkisinin kırılması veya en azından daraltılması için milis kuvvet olarak tasarlanan ülkücü militanların icraatları demirlerin Milliyetçi Cephe Hükümetleri döneminde “bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz yaklaşımı ile sıklıkla hasıraltı edildi ve edilmesine de hala devam ediliyor. Uzun zamandır 12 Eylül hakkında laf eden her burjuva aydın ve yazar Ülkücülerin ve devrimcilerin “kullanılarak” darbeye ortam hazırlandığı söylemi özellikle kullanarak, sol dönekler ve liberallerden “bizi kullandılar” sözünü ortalığa yaymaktadırlar. Bu söylemi kullanan Ülkücü faşistlerin haklılığı yanında devrimcileri ve sosyalistleri aynı kefeye koymak devrimci ve sosyalist bilinçten yoksun olmaktır. Çünkü devrimciler, kullanılmadıkları gibi onlar bizzat düzene yönelmişlerdir. Düzenin koruyucuları da MHP’li ve ülkü ocakları gibi sivil faşistler kullanılmışlardır. Sosyalistler ve devrimciler yıkmaya çalıştıkları bir düzenin koruyucularıyla aynı sandalyeye oturtulamazlar.

Bugün 12 Eylülle “rahmet okutan” ve onu aşan baskı ve saldırılar karşısında AKP iktidarının burjuvazinin istediği ortamı yaratmasında koltuk değneği olma görevi devrimci ve sosyalistlere düşmez. Gerçeklik ise bugün dönüştüğü şeyle mücadele etmektir. 12 Eylül davası, artık dönüştürmek istediği şeyi bariz ortaya koyan iktidar tarafından devrimcilere, sosyalistlere ve her türlü toplumsal muhalefete karşı manivela olarak kullanılıyor. AKP 04.04.2012 tarihinde 12 Eylül cuntasının cezaevlerinde karıştır barıştır politikasını zora dayanmadan gerçekleştirmenin hazzını yaşamaktadır. AKP iktidarı burjuvazi lehine her şeyi kendi lehlerine değerlendirmeye çalışmaktadır fakat o kendisini yarayan kaynaklandığı kaynağı kurutmaz. Bu anlamıyla 1”2 Eylül davası Bu davayı iktidarın kendi içindeki yenilenmenin bir ürünü değil de, kendilerinin mücadelelerinin sonunda bir “kazanım” olarak görebilirler mi? Sonuç olarak 12 Eylülde yargılananlardan birisi “mağlup”tur biriside “mağdur”. Savaşta savaşan taraflardan birisi galip diğeri mağdur sayılmaz. Sistemin düşmanı değil de mağduru olmaya bu kadar gönüllü olandan da devrimci çıkmaz. Devrimci sosyalist hareket 12 Eylülde mağlup oldu, “kandırılıp kullanılma” söylemi, tasfiyeci bir söylemdir. Bu söylemle sisteme öyle ya da böyle bağlanmak devrimcilik doğurmaz.

HALKIN KURTULUŞU’NA YOLDAŞ SELAMI den çıkacakmış gibi hızla çarpıyor.20’sinde bir delikanlının sevgilisini beklerkenki hali;avuç içlerimiz ıslak gözlerimiz ufka bakıyor... Şan olsun aydınlık yarınların ışığına! Karadeniz’den HK taraftarları Sınıfsız topluma olan inançla toprağa düşen, işkencehanelerde, darağaçlarında, dağlarda Yaşasın devrim yaşasın sosyalizm diye haykıran yiğit yoldaşlarımız rahat uyuyun. Yarattığınız değer bizim ellerimizde. Size söz; her gün

biraz daha büyüterek o büyük güne taşıyacağız. İzmir`den HK taraftarları Marksizm/Leninizim ısrarlı savunucusu, işçilerin ve yoksulların elinde bir fener;devrimcileri halka götüren ve halkı devrimcileştiren bir araç olacağına duyduğumuz inançla selamlıyoruz... Ankara’dan HK Taraftarları Halkin kurtulusu deyince ilk anda Yusuf Dal yoldas gelir aklimiza. Kalan lisesinde Halkin

kurtulusu gazetesini satarken, o gür sesiyle su siiri okurdu.. nerede olursan ol içerde, dışarda, derste, sırada,yürü üstüne üstüne tükür yüzüne celladın fırsatçının, fesatçının, hayının... dayan kitap ile dayan iş iletırnak ile, diş ile umut ile, sevda ile, düş ile dayan rüsva etme beni! Tüm devrici coşkumuzla selamlıyoruz. Hos geldin, yarinlarin umudu... Almanya’dan HALKIN KURTULUŞU Taraftarları

Bu türkü toprak çanaklarda güneşi içenlerin türküsü..Hep bir ağızdan bu türküyü söylemek için çıktık yola..düşmesin bizimle yola,evinde ağlayanların göz yaşlarını boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanların. bıraksın peşimizi kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar... Yüreğinin kabuğunu kıranların türküsüne ses,umuduna ışık ol. Çukurova’dan HK Taraftarları

Türkiye Devrimci Komünist mücadele tarhinde Marksist-Leninist mücadele geleneğinin tcrübelerinin biriktirilmesinde üstüne düşeni fazlasıyla yaptığına inandığım Halkın Kurtuluşu gaztesinin yeniden, daha güçlü bir donanım ve tecrübeyle gün yüzüne çıkarılmasını sevinçle, gururla karşılıyorum. Marksist-Leninist teorinin savunulması, yaşama geçirilmesi, canlı örgütlü organizmanın sesine dönüştürülmesinde üstüne düşeni yine azami ölçülerde yerine getireceğine inandığım Halkın Kurtuluşu’nun yeniden çıkışının Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde ihtiyaç duyulan bir boşluğu dolduracağına inanıyorum. Halkın Kurtuluşunun işçi sınıfının ideolojik, siyasi ve pratik mücadelesinin örgütlendirilmesinde, Devrimci Komünistlerin tereddütsüz ellerinde, devrimci ajitasyon, sosyalist propaganda ve örgüt lenme aracı olarak ciddi bir görevi ifa edeceğine inancım tamdır. Halkın Kurtuluşu sadece işçi sınıfı mücadelesinin sesi olmakla kalmayacak, bu görevi kesin bir biçimde yerine getirirken aynı zamanda devrimci komünistlerin, diğer ezilen sınıf ve ulusların mücadelelerinin örgütlenmesinde de sınırsız ve doğru bir biçimde kullanılabilen sesi olacaktır. Emperyalistlerin Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak için iktidarın Türkiye’yi savaşa sürüklediği, Kürt ulusal mücadelesinin kanla boğulmaya çalışıldığı, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin hak arayışlarının zorla bastırıldığı koşullarda; “barış” çağrıları yapılarak emekçilerin haklı bir savaşla özgürleşmelerinin önüne barikatlar kurmaya çalışanların cirit attığı zamanlarda... Halkın Kurtuluşu’nun sınıf savaşımını savunarak ve genişlemesi, zenginleşmesi için üstüne düşeni yaparak devrimci komünis-

tlerin barışı savunmak ve savaşa karşı olmak konusundaki Marksist-Leninist tavrını ortaya koyacağı kuşkusuzdur. Marksist-Leninist olma iddiasıyla boy gösteren bir yığın siyasi gurup ve yapının 12 Eylül yenilgisinin ardından devrimci saflarda yaşanan gerileme sürecinin henüz parçalanılamadığı, Marksist-Leninist mücadelenin oportünist söylemlerle karartılmaya devam edildiği koşullarda... Halkın Kurtuluşu’nun Devrimci Komünist tecrübelerinin de ışığında sınıf savaşının ve onun öncü örgütünün yeniden harlanmasında ciddi görevleri yerine getireceği açıktır. Çünkü Halkın Kurtuluşu sadece devrimci bir gazete olmaktan öte aynı zamanda devrimci komünist programın inşası, örgütlenmesinde de üstüne düşen görevlerin bilinci ve donanımı sahiptir. Devrimci Komünistlerin programını ve bu programa bağlı olarak güne dair siyasi tespitlerini somut bir biçimde yığınlara ulaştırılmasını üstlenecek, mücadelenin pratiği içinde Marksizm’e, Leninizm’e yabancı düşünce ve akımlara karşı amansız mücadelenin sözcülerinden biri olarak, Devrimci Komünist örgütün yaratılması, geliştirilmesi, büyütülmesi ve sınıf savaşının genelkurmayı olması noktasında Marksistlerin, Leninistlerin en önemli silahlarından biri olacaktır. Türkiye işçi sınıfı ve tüm emekçilerinin iktidar mücadelesinde, bütün komünistlerin birliği öncelikli bir görev olarak orta yerde durmaktadır. Halkın Kurtuluşu bu öncü örgütün, sınıfın Devrimci Komünist Partisinin yaratılmasında Devrimci Komünistlerin dışında var olan sosyalist gurup ve bireylerin birliğini sağlama noktasında da görevlerle karşı karşıya olduğunun bilinci içindedir ve bu birliğin sağlanması yolunda ideolojik

tartışmaların sürdürülebildiği çok önemli bir platformum olacaktır. Bu görev; sınıf partisi oldukları iddiasıyla yasalcı ve türlü renkler kuşanmış siyasi gurupların, Kürt ulusal mücadelesinin arkasına takılarak ve esas olarak onların öncülüğü ve denetiminde “Çatı Partisi” gibi bir inisiyatifin geliştirilmesine çalışıldığı, bu yolla bir yandan sınıf mücadelesi parlamentonun koridorlarına hapsedilmeye çalışıldığı, diğer yandan Kürt ulusal özgürleşmesinin Kürt burjuvalarının istemleri ve emperyalistlerin temel çıkarlarına uygun olarak ertelenmeye çalışıldığı koşullarda ertelenemez bir görevdir ve Halkın Kurtuluşu bu görevin üstesinden gelecek yetenek, tecrübe, donanım ve güce sahiptir. Artık HALKIN KURTULUŞU engellenemez haykırışlarının her türden devrim düşmanının kulak zarlarını patlatacağı zamandır. Teslimiyetçi irade elinde tüketilen haylaz zamanlar geride kalmış, sınıf savaşının harına soluk katmanın vakti gelip çatmıştır.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Hoşgeldin bin yıllık hasretimizin goncası spartacüsten börklüceye denizlerden imranlara sevda çiçeği.. Ezilen halklara ışık, kavgamıza rehber ol. İstanbul’dan HK Taraftarları Dağ doruklarından isyan ateşi yakarak geliyoruz.Dersim dağlarının doruklarından halkın kurtuluşu’na bin selam Dersimden HK Taraftarları Gözümüz yollarda çıkacağın günü bekliyoruz.Yüreğimiz yerin-

HAYLAZ ZAMANLAR GERİDE KALMIŞTIR

SAYFA 05

Sadece 24 Ocak kararlarının hayata geçirilmesi için bile bir askeri cuntaya ihtiyaç duyulduğu darbe sonrasında TÜSİAD başkanı Halit Narinin “sıra artık bizde” sözü bile yeterli bir kanıttır. 12 Eylül darbesi ile toplumsal mücadele bastırılacak kapitalistlerin istediği yasalar tıkır tıkır işletilecekti. Sonuç olarak hedeflenen ekonomik yaptırımlar yanında

sosyalistlerin, devrimcilerin toplum içinde yarattığı etkinin kırılması, devrimci mücadelenin kitlesizleştirilmesi, son olarak da komünist değerlerin toplum zihninden silinmesi operasyonuydu.

12 Eylül yargılamalarında Şimdi ülkücülerle birlikte sessiz sedasız bir kabulle bu davaya müdahil olmak pişmanlık duymak ve mücadelede hem ideolojik, hem de örgütsel olarak dibe vurmaktır. Bu kadar basit gerçeklerin uzağında örülen herhangi bir söylem ve politikanın “devrimci” sayılması düşünülemez. Bu tutum AKP gibi faşist bir iktidarın cephesinde fiilen saf tutmak ve onun değirmenine su taşımaktan öteye gitmez. Bu tutum devrimci hareketin geçmişinin değersizleştirilmesine katkı sunmaktır.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 06

BÜYÜK OYUNUN YENİ CEPHE ALANI,BÜYÜK ORTADOĞU

SURİYE’DE DİNSEL, ETNİK, MEZHEPSEL VE POLİTİK GRUPLAR

Amerikalı stratejisiler anti-amerikanizmin üç nedeni olduğunu düşünmektedirler. 1-ABD’nin Filistin-İsrail çatışmasında İsrail’i desteklemesi, 2-Bölgedeki Amerikan askeri varlığının ABD’ye karşı nefret uyandırması! 3-Orta Doğu’da anti demokratik rejimlere verilen Amerikan desteğinden dolayı halkların, ABD’den nefret etmesi şeklinde özetlenmektedir. ABD’nin bu sorunları çözmesi, anti-amerikanizmin de Orta Doğu’dan silinmesine neden olacaktır çıkarsamasını yapmaktadırlar.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

SAYFA 06

Sayfa 11

Iraksavaşı Afganistan’da başlamıştı ve ırak üzerinden Ortadoğu’da savaşın ikinci cephesi açıldı. Irak savaşının sonuçları ortadoğuda ki krizi daha da ağırlaştırdı. Irak’ta hızla biten ama halk savaşı olarak devam eden savaş, önümüzdeki aylarda Ortadoğu’daki yeni cephelere yayılma ihtimali taşıyor. ABD; NATO’yu Ortadoğu ve Kafkaslarda yeni bir mücadele sürecinin içine çekmek istiyor. Türkiye ise, küresel güç dağılımının yapılanması için gerçekleştirilen savaşların odak noktasında, Orta Asya/Kafkasya ile Orta Doğu’nun kesiştiği alandadır. Bu noktaya nasıl geldiğimizi anlamak için soğuk savaş dönemini hatırlamak gerekir. Soğuk savaş dönemi dünyanın ikiye bölündüğü, dost ve düşmanın belirgin olduğu bir dönem olarak,1946-1989 yılları arasına damgasını vurmuştur. 1989’da Sovyetler Birliğinin çözülmesiyle yeni bir iklime girilmiştir. SSCB’nin çözülmesiyle ABD, Amerikan tek kutupluluğunu 21.yüzyılda da devam ettirmenin yollarını aramaya başlamıştır. Yeni-muhafazakârların önde gelen temsilcilerinden Paul Wolfowitz bu süreci şöyle tanımlamıştır; ABD’nin tek kutupluluğunu devam ettirmek için dost veya düşman bütün devletleri ABD’nin menfaatleriyle çelişki yaratacak ölçüde büyüdükleri takdirde, bundan caydırmak gerekmektedir. Clinton yönetimi, Amerikan tek kutupluluğunu devam ettirme stratejisini diğer devletlerle uzlaşma ve jeo-ekonomik bir yol olan küreselleşme üzerine kurmuştur. ABD,1990’ lı yıllarda soğuk savaş döneminde yıpranan ekonomisini Küreselleşmenin sağladığı fırsatlarla onarma yoluna gitmiştir. Z.Brezinski ‘Büyük Satranç Tahtası adlı kitabında 21.yüzyıldaki Amerikan üstünlüğünü, ABD’nin Avrupa-Asya kıta bloğu üzerindeki hâkimiyetine bağlamıştır. brezinski ve birçok Amerikalı stratejist için 21.yüzyılda ABD’nin küresel ve bölgesel rakiplerini; hızla kalkınan Çin, Rusya, Hindistan ve ekonomik bir dev ama politik/askeri bir cüce olan Avrupa Birliği olarak tanımlamıştır. Yeni muhafazakârların iktidarının ilk yılında 11 Eylül de ABD’de el-kaidenin düzenlediği saldırılar gerçekleşmiştir 11 Eylül saldırılarını kimin ve nasıl yaptığı hala çok açık değildir. Bu saldırılar için üç temel ihtimal söz konusudur. 1-el kaide bu saldırıyı kendisi düzenlemiştir. 2-el kaide bu saldırıları düzenlemiş ancak bir başka ülkenin istihbarat servisi el kaide’ye, karşı istihbarat yardımı yaparak operasyonun gerçekleşmesini sağlamışlardır. 3-Amerikan devleti içinden bir grup bu saldırının gerçekleşmesine karşı çıkmamıştır. ABD 11 Eylül saldırılarını terörle mücadele adı altında Amerikan üstünlüğüne dayalı tek kutuplu dünya düzenini devam ettirmek için stratejik bir atılım olarak kullanmıştır ve kullanmaya devam etmektedir. ABD’nin tek kutuplu imparatorluğunu oluşturmak için kullandığı en etkin silah üçüncü nesil ilk ve tek ordu olan Amerikan ordusudur. Amerikan ordusu kendisinden sonra gelen ilk 20 ordunun yaptığı toplam askeri harcamadan daha fazla harcama yapan bir ordudur. Bu ordu akıllı silah teknolojileri ile uzay merkezli uydu teknolojilerini birleştirerek bütün orduların önüne geçmiştir. ABD şimdi ordusuna dayanarak gerçekleştirmeyi hedeflediği jeopolitik değişikliklerle, 21.yüzyılda Amerikan İmparatorluk düzeninin alt yapısını oluşturmayı hedeflemektedir. Ancak şu noktanın altı çizilmelidir ki, Amerikan ordusu ikinci nesil konvansiyonel ordular karşısında etkin olmakla birlikte, halk direnişleri ve gerilla orduları karşısında oldukça etkisiz görülmektedir.

ABD’nin ordusuna dayanarak gerçekleştirmeyi hedeflediği jeopolitik düzenlemelerin hedefleri ise şöyle sıralanabilir; A-Asya’nın ortasına yerleşerek Avrupa-Asya kıta bloğu üzerindeki hâkimiyetini sağlamak, B-Dünya enerji kaynakları üzerinde ve geçiş yolları üzerinde denetim kurmak, C-önleyici savaş konsepti ile Amerikan askeri stratejisini daha rahat uygulayacak bir küresel askeri konuşlanma yapısı oluşturmak, D-İslam coğrafyasının küreselleşmeye eklemlenmesini, Avrupa Birliğinin ve NATO’nun desteğini alarak ve böylece AB’yi de kontrol altında tutmayı sağlamak olarak özetlenebilir. Afganistan ve çevre coğrafyasına yerleşen Amerikan askeri güçleri kuzeye Rusya ya, doğuya Çin’e, güneye Pakistan ve Hindistan’a, batıya İran’a güç projeksiyonu yapar hale gelmiştir. Bu ülkelerin tamamı ABD’ye küresel veya bölgesel ölçekte meydan okuma potansiyeline sahiptirler. Keza, Gürcistan’da gerçekleşen darbe sonrasındaki oluşturulan ABD kontrolündeki hükümet, ABD’nin hazar’ın batısına yerleşmesini sağlamıştır. Her ne kadar Rusya güney osetyaileabhazya’yı desteklemek ve Gürcistan’danayırmakyoluyla bu hamleye karşılıkvermişse de durum ağırlığını korumaktadır. Amerikalı stratejistlerin ‘istikrasızlık ekseni’ adını verdikleri bir jeopolitik kuram vardır. Bu kurama göre, Kolombiya’dan başlayarak, Orta Doğu’nun, Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın tamamını kapsayan bu eksen Pakistan ve Endonezya-Filipinlere kadar uzanmaktadır. Bu eksenin ilk göze çarpan özelliği; dünya petrol rezervlerinin çok büyük bir kısmının bulunduğu (%80civarında)bir coğrafyayı kapsadığı gibi, petrolün Uzak Doğu’ya nakil hatlarını da içermesidir. Amerikan güçlerinin önleyici darbe stratejisini uygulayabilmeleri gerçekten bir acil tehdit haline gelmeden saldırabilmeleri için mevcut askeri konuşlanma sistemini yeniden yapılandırması gerekmektedir. Günümüzde; Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerin sanayileri büyük ölçüde petrole bağımlıdır. Bu gibi sanayi devlerine olan petrol akışı kesilirse, o ülkenin sanayisi ve ekonomisi felç olur. Bunun için, mevcut Amerikan üsleri küçültülecek ve istikrasızlık ekseni alanında yeni üsler yapılanması oluşturulacaktır. Almanya’daki üsler Polonya, Romanya ve Bulgaristan’a kaydırılacaktır. Türkiye’ye önerilen BOP çerçevesinde cephe ülke haline gelmesidir. ABD, Türkiye’yi BOP çerçevesinde hem askeri hem politik ve ideolojik bir cephe olarak tasarlamaktadır. Askeri cephe olarak Türkiye’ye birçok Amerikan üssü konuşlandırılması planlamaktadır. Bu çerçevede Karadeniz kıyısında üç Amerikan askeri üssü, Konya’da bir üs, incirliğin genişletilmesi gibi taleplerin ABD tarafından gündeme getirildiği görülmektedir. Gürcistan ve Azerbaycan’da küçük üsler tesis edilecektir. Irak’a yeni üsler yapılacaktır. Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’da mevcut üsler kalıcı hale getirilecektir. Çin’i güneyden kuşatmak amacı ile Japonya’daki üsler, batı Avustralya’ya Güney Kore’dekiler Filipinler-Endonezya hattına indirilecektir ve bu konuşlanmalar hayata geçirilmeye başlanmıştır. ABD 21.yüzyıl için yeni bir askeri konuşlanma sistemini kurmaya başlamıştır. Demokratların iktidarında da bu proje kaldığı yerden devam edecektir. Ve İslam coğrafyasının küreselleşmeye tam olarak eklemlenmesi için, Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında dönüştürülmesi ve mevcut anti-amerikanizmin ortadan kaldırılması tasarlanmıştır.

ABD ÖNCELİKLE... A- Filistin’de bağımsız bir devlet oluşturma politikasını yürürlüğe koymuştur. Ancak, bu devlet ‘uyumlu Filistinlilerle ’ABD ve İsrail’in koyduğu şartlar çerçevesinde kurulacaktır. Bunun için öncelikle FKÖ ve Hamas’ın direnişinin kırılması hedeflenmiş ve bundan dolayı Yaser Arafat devre dışı bırakılmış! Hamas lideri Ahmet Yasin ve Rantisi öldürülmüşlerdir. B- Orta doğu’daki Amerikan askeri üsleri yeniden yapılandırılmaktadır. Suudi Arabistan’daki askeri üsler Basra körfezindeki küçük emirliklere taşınmıştır. Irak da devam eden savaş köklü bir yeniden yapılanmayı engellemektedir ancak askeri yeniden yapılanma başlamıştır. C- ABD artık Orta Doğu bölgesindeki otoriter rejimlerin yerine demokratik rejimlerin, laik rejimlerin yerine de ılımlı İslamcı rejimlerin tesis edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Orta Doğu’da ılımlı İslamcı gelişme ve demokratikleşme süreçlerinin amacı, radikal İslami akımların yerine Orta Doğu’daki İslamcı potansiyeli kontrol altına alacak, anti-amerikancı içeriğinden uzaklaştıracak siyasal yapıların geliştirilmesidir. AKP bu konuda atılmış çok önemli bir adımdır. Dünya petrol rezervinin dörtte üçe yakını yani %73’ü Kuzey Afrika ile Ortadoğu Bölgesindedir. Eğer herhangi bir ülke, Ortadoğu ile Kuzey Afrika’daki petrol kaynaklarını kontrol altına alırsa, rakibi olan diğer sanayi devlerini de kontrol altına almış olur ve gerekirse onları felç edebilir. Petrol, sanayileşmiş ülkeler için hayat demektir. Petrol uğruna her türlü oyunları tezgâhlarlar ve gerekirse gözlerini kırpmadan savaşa girerler. Amerika Birleşik Devletleri, G-8 devletleriyle yaptığı toplantıda, Kuzey Afrika ülkelerini de Ortadoğu’ya dâhil etmiş ve “Büyük Ortadoğu” olarak isimlendirmiştir. Bu durumda ortadağu ve kuzey afrika’nın toplam petrol rezervi Dünya petrol rezervinin %73’üne tekabül etmektedir. Bu durumda; Büyük Ortadoğu bölgesini kontrol altına alan devlet, bütün rakiplerini ve bir bakıma Dünyayı hammaddeler açısından kontrol eder duruma gelmiş olacaktır. Ekonomileri hızla büyüyen Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya ve Hindistan’ın petrole olan bağımlılıkları artmıştır. “Büyük Ortadoğu” bölgesini, Amerika ve Avrupa Birliğinden oluşan “Batı Dünyası” kontrol altına alırsa, “Şanghay İşbirliği Örgütüne” üye “ Doğu Bloğu” ülkelerin ekonomilerini felç edebilir. Eğer, Şanghay İşbirliği Örgütü, Büyük Ortadoğu bölgesini kontrol altına alırsa, Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa Birliği ekonomilerini çökertebilir. Görüldüğü gibi, Büyük Ortadoğu Bölgesinde Amerika ve Avrupa Birliği ile Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya ve Hindistan başta olmak üzere Şanghay İşbirliği ülkelerinin menfaatleri çatışmaktadır. Eğer, bu mücadele taraflardan bir grubun ekonomilerini göçertebilecek dereceye ulaşırsa, bu paylaşım mücadelesi 3ncü Dünya Savaşına dönüşebilir. BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİNE YENİDEN BAKMAK Bu proje, İslam ülkelerinin; politik, ekonomik ve sosyal yapıları ile rejimlerini ve gerekirse sınırlarını, Batı çıkarlarına uygun olarak dönüştürmek suretiyle,petrol kaynaklarını kontrol altına alma projesidir. Aslında bu proje; Donald Rumsfeld, Dick Cheney, Paul Wolfowitz, Richard Perle ve William Kristol gibi Amerika’nın önde gelen siyasal elitlerinin öncülüğünde ki yeni sağ düşüncenin temsilcileridir, 1997 yılında hazırlanan “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesinin” bir bölümüdür. 11 Eylül 2001 tarihinde El Kaide tarafından kaçırılan yolcu uçaklarıyla Amerikan Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a yapılan saldırılarından sonra “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” geliştirilerek “Ortadoğu’da Amerika Birleşik Devletlerinin Ulusal Güvenlik Stratejisi- Bir 11 Eylül Sonrası Analizi” adı altında “ Büyük Ortadoğu Projesinin” esaslarını belirleyen resmi strateji belgesi haline getirilmiştir.

Fakat daha devrimci gruplar, kendisi de Irak’ta 740 yılında öldürülmüş olan Hüseyin’in torunu Zeyd önderliğinde isyan etmişlerdir. Zeyd önderliğinde gerçekleştirilen isyanların başarısızlığı, onları kuzey Yemen’e çekilmeye ve ortodoks Şiilik içinde daha da marjinalleşmeye itmiştir. Öte yandan, İsmaililer daha mistik ve batıni bir söylemle ortaya çıkmışlar ve dolayısıyla ana akım Caferilerden daha heterodoks bir hizip/tarikat olmuşlardır. Caferi hizip/tarikat toplam Şiiler’in yüzde 80’ini temsil etmektedir ve bu oran İran’da yüzde 93, Irak’ta yüzde 60, Lübnan’da yüzde 35 ve Pakistan ile Afganistan’da yüzde 20 düzeyindedir.

İslam ve demokrasi bir arada var olabilirler ama bir koşulla, ve bu koşul sekülerizmdir. Bir arada asla yaşayamayacak olanlar İslamcılık ve demokrasidir ve demokratik olarak görülebilecek tek bir köktendinci siyasal hareket yoktur, çünkü Suriye’deki Selefiler, Mısır’daki Müslüman Kardeşler ve Suudi Arabistan’daki Vahabilerde görüldüğü gibi, [hareket tarafından] tanımlanan din, o hareketin mutlakçı ideolojisine dönüşür. Din siyasi olarak ele alındığında, demokrasi her şeyi bilen ve her şeye hâkim olan Allah’ın karşısında kaçınılmaz olarak kabul edilemez bir fikre dönüşmektedir. Müslüman dünyadaki seküler düşünce İslam’ı hedef almamalı, ama İslami köktenciliğe karşı toplumun garantörü, koruyucusu olmalıdır. Aynı zamanda, bu harika sekülerizm tiranlığa dönüşmemelidir. Gerici akımları güç kullanarak değil çoğulculuğu ve merkezciliği koruyarak engellemelidir. Demokratik seküler bir toplumda, İslamcılık ana akım politik arenada tartışılmalı ve çözülmelidir, aşırı uçların alanlarında değil. Ana akım [politik arena] uzlaşmaz ideolojilerin sert retorikten kurtarıldığı ve çok parti platformuna içerildiği yerdir ve bu farklılıkların barış içinde bir arada yaşamaları için elzemdir. Fakat seküler tiranlık sekülerizmden bir “kilise” yaratır. DEMOKRASİ RETORİĞİ Bush’un bahsettiği “demokrasi”nin, demokrasinin hiçbir yalın anlamıyla bir ilişkisi ve hem Hristiyan hem de Müslüman hiçbir seküler düşünce ile tarihsel bir bağı yoktur. Yeniden Doğmuş bir Hristiyan olarak kendini sunan bir başkan olarak, kendisinin bir “Savaş Başkanı” olduğunu ve dış meseleler hakkında Oval Ofis’te karar verirken aklında savaş bulunduğunu belirtmektedir. Bağnazlık ve militanlığın bileşimi demokrasi ve demokratik kurumlar için ciddi bir tehdittir. Kendisiyle yapılan bir görüşmede, “bildiğiniz gibi, bir diktatörlük çok daha kolay bir halttır, bu konuda bir şüphe yok” demişti. Daha once Ulusal Demokrasi Vakfı’nda yaptığı bir konuşmada, Bush, “Batılı ulusların Orta Doğu’daki özgürlük eksikliğine 60 yıldır mazeret bulması ve idare etmesi bizim güvenliğimizi sağlamadı, çünkü istikrar uzun vadede özgürlük pahasına sağlanamaz” dedi. İslami aşırılığa karşı sözde ılımlı İslam’ı teşvik etmeye dönük Genişletilmiş Ortadoğu İnisiyatifi, gelecekteki batılı emperyal hedeflere karşı çıkmayacak olan İslamcılığın teşvik edilmesinden başka bir şey değildir. Aslında, Noam Chomsky’nin hatırlattığı gibi “Başbakan Harold Macmillan, Orta Doğu’daki İn-

giliz politikasını değerlendirirken’koşulların bizi gerici ve gerçekten miadını doldurmuş rejimleri desteklemeye zorlamış olması son derece üzüdür, çünkü biliyoruz ki yeni güçler, ılımlı görüşlerle yola çıksalar bile, her zamanşiddetli devrimcilik ve güçlü Batı-karşıtı konumlara sürüklenecek gibi gözükmektedir’ demişti. Bize düşen sadece sıradan cilayı eklemektir: bir “şiddetli devrimci konum”, bağımsız bir yol aramaktan daha fazla bir şey olmayabilir ve bu yol Batılı güçler tarafından kısıtlandığında ‘Batı-karşıtı’ bir hale dönüşmek defalarca yaşanmış bir trajedidir.” Genişletilmiş Orta Doğu İnisiyatifi ile amaçlanan, demokrasi ihracı şeklindeki retorik kılıfı altında, özgürlük pahasına Orta Doğu’daki bütün farklı siyasi sesleri satın alma politikasıdır. Sonuç olarak, demokrasi günümüzde, tanımı itibariyle saygı duyulması, korunması, sahiplenilmesi gereken evrensel bir değerdir; ama bir slogan olarak demokrasi hürmet edilmemesi, karşı çıkılması ve kopulması gereken batılı emperyal bir hedefir. Bu durum çok çeşitli etnik, meshepsel ve siyasi gruplara sahip olan Suriye için özellikle geçerlidir. SURİYENİN DEMOGRAFYASI Suriye nufusu yaklaşık 22,5 milyondur; yüzde 74’ü Sünni Müslüman, yüzde 16’sı Alevi ve Dürziler de dahil olmak üzere diğer Müslümanlar, yüzde 10 Hristiyan; yüzde 90 Arap, yüzde 10 ise küçük bir Ermeni topluluğu ile birlikte Kürtler . Suriye’nin gerçek çeşitliliğini gösterebilmek için bu bilgiler çok kısa ve sınırlıdır. Varolan mozaiğin önemi ve hassaslığını görebilmek için Suriye’nin canlı seküler toplumuna bir mikroskopla yakından bakmak kesinlikle gereklidir. Şiiler Üç Şii altgrubu bulunmaktadır: Zeydi, İsmaili ve Caferi. İslam’daki mezhep ayrımı halifelik ya da halefilik sorunu sebebiyle ortaya çıkmıştır; Şiiler Muhammed peygamberin kuzeni ve damadı olan Ali’nin takipçileridir. Şiiler arasındaki bölünmeler ise, Ali’nin ve oğulları Hasan ve Hüseyin’in ölümlerine gösterilen tepkideki farklılıklardan ortaya çıkmıştır. Hüseyin ve ailesinin M.S. 680’de Kerbela’da korkunç bir şekilde şehit edilmesinden sonra, Şii mezhep ortodoks ve heterodoks unsurlarıyla birlikte resmi olarak doğmuştur. Ana akım Şiiler her türlü heterodoksiyi ve Sunni Emevi hanedanlığına karşı şiddet yoluyla direnme fikrini reddetmiştir.

İsmaililik Zerdüştlük, NasturiHristiyanlığı ve Yeni-Platoncu Yunandüşüncesi gibi bir çok İslam-öncesi düşünce sistemini içinde barındırmıştır. Kafir (heretic) olmakla suçlanan İsmaililer, tarih boyunca Sunnilerin şiddetli zulümlerine maruz kalmışlardır. Gizlilik altında yaşamış ve dağlık bölgelere sığınmışlardır. En güçlü İsmaili tarikat olan Nizariler, Fatimi İmparatorluğu ile neredeyse İslam dünyasını ele geçirmişlerdir. Teologlarından biri Ali’nin ilahlığı düşüncesini ortaya atmıştır ve dolayısıyla takipçileri Lazkiye ve Tartus’da bulunan Nusayr Dağında yaşadıkları için Aleviler ya da Nusayriler olarak adlandırılmaktadır. Türk olan bir kolları “Alevi” olarak tanımlanmakta ve Türkiye ve Arnavutluk’taki her yedi kişiden birini temsil etmektedir. Bugün yaklaşık olarak 3 milyon Suriyeli Alevi’dir (Suriye’nin yüzde 12’si). Ayrıca, Hama dağında yaşamakta olan 200 binden fazla Nizari ve Şam’da yaşayan 150 bin Caferi bulunmaktadır . Dürziler Dürzi inancı İslami, Hristiyan, Yahudi, Hindu ve Grek unsurlar taşımaktadır. Fatımi dinsel geleneği soyundan gelmektedir. Fatımi Halife El Hakim’İn Kahire’de 1021 yılında kaybolmasından sonra, bir İsmaili vaiz olan Muhammed el Darazi, El Hakim’in tanrının dünyada vücut bulması/tecessüdü olduğunu iddia etmiştir. Dürziler incilleri okurlar ve Abraham’ın kayıp kabileri oldukları iddiasındadırlar. Onlara göre, kayıp kabile Museviliği terk etmiş ve önce Hristiyanlığa ve sonra da İslam’a geçmiştir ve en son olarak da Dürzi tek tanrıcılığı konağına ulaşmışlardır. David ve Solomon’a özel önem verirler ve Eski Ahit’i okurlar. Hinduların yaptığı gibi yeniden dünyaya gelmeye inanmazlar. Ama, insan ruhunun bir insan vücudundan diğerine göç ettiğine ve cinsiyetini koruduğuna inanırlar. Dürziler Sokrates, Platon ve Aristo’nun peygamber olduğuna inanırlar. Suriye’de yaklaşık 700 bin, Lübnan’da 400 bin ve İsrail’de 180 bin Dürzi bulunmaktadır. Hristiyanlar Suriye farklı Hristiyan gruplarını da barındırmaktadır. Suriye’deki Hristiyanların çoğunluğu Ortodoks ve azınlığı Katolik’tir. Ortodokslar arasında, 1,1 milyon Rum, 700 bin Süryani ve 175 bin Ermeni (gregoryan) bulunmaktadır. Katolikler arasında ise 270 bin Merkit, 50 bin Maruni, 45 bin Keldani, 40 bin Nasturi ve 25 bin Ermeni bulunmaktadır. Sadece Şam’da 200 bin Merkit yaşamaktadır. Bu Hristiyanların varlığın Suriye’deki demokrasi açısından yaşamsaldır, çünkü Suriye toplumunun tarihten gelen çoğulcu karakterini somutlaştırmaktadırlar. Roma Katolikliğinin egemenliği nedeniyle Batı Avrupa’da doğulu Ortodoks ve batılı Katolik kiliseleri gelişme fırsatı bulamamışlardır. Fakat Suriye’nin her bir şehrinde Müslümanlar, Dürziler, Yezidiler (10 bin kadar) ve Museviler (3 bin kadar) birarada uyum içinde yaşamaktadırlar.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 10

SURİYE’DE ESAD REJİMİNE KARŞI SAVAŞAN GRUPLAR -1

Sayfa 07

AVRASYA KITA BLOĞUNDA YENİ BÜYÜK OYUN

mak, özelliklede Suriye örneğinde çok daha zordur.

Bu harita, Ortadoğu devletlerinin bugünkü sınırlarını göstermektedir . Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Bölgesi ile İran, Irak ve Suriye’den toprak alınarak “Özgür Kürdistan” (Free Kurdistan) adı altında yeni bir Kürt Devleti kurulmaktadır.

Arap baharıyla birlikte Suriye’de demokrasi adına neler olduğunu görmek açısından Suriye toplumuna değinmek için uygun bir zamandır. Çünkü Arap baharı büyük yabancı güçlerin yardımıyla Seküler Arap devletlerini yıkmayı ve fundamentalist fraksiyonları güçlendirmeyi amaçlayan bir harekete benzemektedir. Böylesi faktörler karşısında, analizi Beşar Esad rejiminin Suriye deki demokrasi ve bölgedeki istikrar açısından taşıdığı öneme değinmek gerek. İSLAM VE DEMOKRASİ

Küresel finans kriz, Euro bölgesi krizi, yüksek petrol fiyatları, briç ülkelerinin artan etkileri, ABD’nin önleyici savaş doktrini, Afganistan ve Irak’ın işgali ABD ve Çin arasındaki para birimi savaşları Rusya’nın Avrupa ile olan boru hattı projeleri, İran’ın nükleer programı Afrika’da ki yoksulluk ve yetersiz beslenme, Chavez’in Latin Amerika’daki yükselişi, serbest ticaret, çok kültürlülük, çevresel dengesizlikler; ve artık listede Suriye de yerini almış bulunuyor. Tüm başlıklar arasında demokrasi nereye oturmaktadır?

Demokrasi üzerinde yapılacak olası tartışmaların verimli olması için öncelikle demokrasinin kavramsal çerçevede neyi ifade ettiğinin iyice anlaşılması gerekmektedir. Demokrasi Yunanca “halk” kelimesinin karşılığı olan demos ile “idare” manasına gelen kratos kelimelerinden meydana gelen bir terimdir. Kökü eski Yunan kültürüne uzanmaktadır.

Demokrasiden halkın kendi kendini yönettiği, kendi kaderinin kendi elinde olduğu, hiçbir dış iradenin söz konusu olmadığı, insanların özgür iradeleriyle yaşamlarını düzenlediği, insan onurunu yaralayan, insan özgürlüğünün gerçekleşmesini engelleyen, sömürü, bağımlılık, hâkimiyet, ilişkisinin söz konusu olmadığı, velhasıl insanın insana kulluğunun sona erdiği bir insan ve dünya toplumu anlaşılmalıdır. wBu yüzden demokrasi kavramı, evrenselliği içeren bir kavramdır ve ancak tüm insanlığı kavrayıp, kucakladığında bütünüyle gerçekleşebilir. John Dewey ise “demokrasi bir hükümet biçiminden daha fazlasıdır; demokrasi temel olarak ortak bir yaşam, uzlaşmaya dayalı bir deneyim tarzıdır..” demektedir. Güçlü çıkarlar karşılandığı sürece Demokrasinin gereği bile yoktur,para veya güç, barışın güvenliğin istikrarın ve refahın anahtarıdır. Demokrasinin hiç var olmadığı ve birçok insanın demokrasi taraftarı olduğunu iddia ettiği bir dünyada gerçek bir demokrasinin ne olduğunu tanımla-

İslam’da ise kilisenin hiyerarşik yapısına benzer şekilde örgütlenmiş bir kurum yoktur. Camii, insanların ibadet için bir araya geldikleri bir tapınaktan daha fazla bir şey değildir. aynı zamanda Şii ruhbanlarını Katolik kilisesi ile karşılaştırmak yanlış olmaz. Fakat bu doğru olsa bile Şii kesim İslam dünyasının sadece yüzde 15’lik kesimini temsil etmektedir. Ayrıca Şii gruplar arasında büyük Ayetullah’lık kurumunun üstünlüğü konusunda bir uzlaşma yoktur. Dolayısıyla İslam seküler bir dindir ve her zaman böyle olmuştur; bu nedenle demokrasiyle tamamen uyuşmaz değildir .İslam’ın tanımı hiçbir yönetici idari otoritenin buyruğunun tekeli altında değildir. Halifeler, insanların komutanı olarak en önemli askeri-siyasi yöneticilerdir. Yine de , dinsel meseleler üzerine söz söyleme ayrıcalığına sahip değillerdir. Sorun, İslam siyasal bir haraketin gündemi haline geldiğinde ortaya çıkmaktadır.

Bu stratejiyle; “Önleyici Savaş” adı altında yeni bir kavram getirilmiştir. Buna göre, terör örgütleri ile teröre başvuran haydut ve başarısız devletler, öncelikli tehdit kapsamına alınmıştır. Amerika, haydut veya başarısız devlet olarak değerlendirdiği bir devletten tehdit geleceğini hissederse, o haydut devletin herhangi bir şey yapmasını beklemeden saldırarak tehlikeyi önleyeceğini ilan etmektedir. “Önleyici savaş ve demokrasiyi yayma” kavramları, Afganistan ve Irak işgali ile Arap Baharı adı altında Büyük Ortadoğu bölgesindeki devletlerde başlatılan “ Dış Destekli İç İsyan ve İç Savaşları” meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanmaktadır. Bu kapsamda, askeri müdahalelerin önü açılmakta, tüm bu askeri operasyonlar ve işgaller, sonunda “Demokrasiyi Yayma” kılıfı altında meşrulaştırılmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesiyle ilgili diğer bir açıklama da, ABD’nin eski güvenlikten sorumlu danışmanı ve o zamanki Dışişleri Bakanı Condoleza Rice’ın 7 Ağustos.2003 tarihinde Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısında görülmektedir. “Ortadoğu’yu Dönüştürmek” (Transforming The Middle East) başlığını taşıyan yazısında Condoleza Rice, özet olarak; Fas’tan Basra körfezine kadar Ortadoğu’da bulunan 22 devlette, Arap aydınları, özgürlük eksikliklerinin giderilmesi için Arap hükümetlerine çağrıda bulunuyorlar. Muhalefet liderleri; daha fazla siyasi katılım, liberal ekonomi ve serbest ticareti kapsayan reformların yapılmasını talep ediyorlar. Amerika Birleşik Devletleri, bu adımları destekleyecek ve bölgedeki dost ve müttefikleriyle birlikte, daha fazlasının yapılması için çalışacaktır. Ortadoğu’nun dönüşümü kolay olmayacak ve zaman alacak. Bu, insan özgürlüğünün gücüne olan inancımızı paylaşan bölgedeki yaşayanlarla (muhaliflerle) tam bir işbirliği içinde çalışmayı gerektirir. Burada, askeri taahhüt öncelikli değildir ama politik, ekonomik ve kültürel olmak üzere milli gücümüzün tüm unsurlarını kullanmamız gerekir” diyor. Böylece; Kuzey Afrika’dan İran Körfezine kadar olan Büyük Ortadoğu bölgesindeki 22 devletin rejimlerinin gerekirse askeri güç de kullanılarak, Amerikan çıkarları doğrultusunda dönüştürüleceğini açıklamaktadır. Büyük Ortadoğu projesiyle ilgili en çarpıcı açıklama ise; Amerika Birleşik Devletleri Silahlı Kuvvetler Dergisinin (Armed Forces Journal) Haziran 2006 tarihli sayısında yayınlanan “Kanlı Sınırlar” (blood Borders) başlıklı makalede: A-Afrika ve Ortadoğu’daki sınırların; Avrupalıların çıkarlarına uygun olarak, etnik yapılar dikkate alınmadan çizildiği ve bu nedenle bölgedeki çatışmaların ve istikrarsızlığın sürdüğü belirtiliyor. B-Bölgeye huzur, barış ve istikrarın gelmesi için etnik kimlikler dikkate alınarak sınırların yeniden çizilmesi gerektiği savunuluyor. C-Bu kapsamda yapılacak sınır ve rejim düzenlemeleri sonucunda, bazı ülkelerin kazanıp bazılarının kaybedeceği vurgulanıyor ve Türkiye kaybedecek ülkeler arasında sayılıyor. Ayrıca,dergide eski ve yeni sınırları gösteren iki harita yayınlanıyor.

BÜYÜK ORTAOĞU PROJESİ VE AKP Soğuk Savaşın politik ve ideolojik araçlarla en güçlü cereyan ettiği coğrafyalardan biriside, Batı Avrupa idi. Bu bölge kapitalist dünya ekonomisi içinde idi ve NATO aracılığı ile de ABD ile eklemlenmişti. Ancak, batı bloğu içindeki komünist partileri, iki ülkedeki politik yaşamı kökten etkileyebilecek bir güce sahiptiler.1970’li yıllarda Avrupalı komünist partiler içinde başlayan ve hızla gelişen eurokomünizm, batılı komünist partilerin Sovyet komünizmi ile aralarına sert bir çizgi çizmelerini beraberinde getirmiştir. Eurokomünizm ile Sovyetler Birliği ile Avrupalı komünistler ideolojik olarak birbirinden kopmuşlardır. Eurokomünizmin gelişmesinde Amerikan istihbarat servislerinin yoğun desteğinin olduğu bugün artık sır değildir. ABD Orta Doğu’da Amerikan modeli bir demokratikleşme arayışı içine girmiştir. Türkiye ve Ortadoğu’daki gelişmeleri önce ideolojik sonra politik eksenli olarak yorumlamak, ortaya oldukça ilginç sonuçlar çıkarıyor. 1990’ların ilk günlerinden itibaren Amerikan istihbaratının önde gelen Türkiye ve İslam analizcilerinden Graham Fullerin bir tezi işlediği dikkat çekiyordu. Fuller, Orta Doğu’daki anti-amerikan radikal İslamcı gelişmelerin önlenebilmesinin yolunun laik sistemleri desteklemek değil, aksine radikal İslamcı hareketleri dünya kapitalist sistemi içine çekecek ve anti-amerikancı özlerinden çıkaracak bir yaklaşıma sevk etmek olduğunu ileri sürüyordu. Amerika’nın Orta Doğu’da laiklik konusunda ki ısrarının hiçbir anlamı yoktur. Üstelik Müslümanların günlük yaşamlarında dini nasıl yorumlayıp uyguladıkları ABD’nin stratejik çıkarlarını ilgilendiren bir husus da değildir. Önemli olan bu ülkelerin/partilerin/ örgütlerin anti-amerikan bir niteliğe sahip olmamasıdır,şeklinde ifade edilmiştir. ABD’nin radikal İslam’da eurokomünizm benzeri bir ideolojik dönüşüm konusunda merkez ülke olarak Türkiye’yi seçtiği anlaşılmaktadır. Fuller, 2000 yılında Türkiye ile ilgili yaptığı yorumda; Türkiye de yakın bir gelecekte iki partili bir temsil sistemine gebe… Fazilet partisinden kopan bir grup ılımlı İslamcı, geniş tabanlı bir oluşuma gidecek. Türkiye’de yakın zamanda ılımlı İslamcılar iktidara gelecek.’ diyordu. Fullerin bu tespitleri bir sosyal analizin sınırlarını çoktan aşmıştır. Fullerin tespitleri sadece Türkiye ile de sınırlı değildir. AKP’nin iktidarı,Amerika’nın Orta Doğu için hazırladığı demokratikleşmenin çok önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Lakin bu Amerikan demokratikleşmesi ile paralel olarak yapılacak seçimleri, Suudi Arabistan’da el kaide kazanacaktır. Mısırda Müslüman kardeşler iktidarı zorlayacaktır. Cezayir’de ise selamet cephesi sonuçlara gidecektir. Çünkü bu ülkelerde henüz bir AKP yoktur ve Ortadoğu’da‘demokratikleşme’ AKP’leşme üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılacaktır.BOP’un gerçekleşmesinin en önemli aşamalarından birisinin, Orta

S.Huntington LE POİNT dergisine verdiği demeçte, Türkiye’nin Avrupa Birliği yerine etkili ordusuyla, hayli iyi işleyen demokrasisiyle İslam dünyasının liderliğine oynamasıgerektiğinin altını çizmiş ve Atatürk’ün ortadan kaldırmak istediği ama başaramadığı Müslüman mirasıyla bütünüyle yeniden barışmayı kabul eden Türkiye, kendisine yeni bir misyon aramalıdır. AKP, ABD’nin büyük Ortadoğu stratejisinin en önemli ayaklarından birisi olan radikal hareketlerin liberalleştirilmesi sürecinde çok önemli bir rol üstlenmiştir. Tayyip Erdoğan, 8 Haziran 2005 tarihinde, gazete ve televizyonlara şunları söylüyordu;“Geniş Büyük Orta Doğu Projesi’nde demokratik ortak olarak bir görev üstlendik. 4 Mart 2006 tarihinde de, T.C. Başbakanı gazetelere şöyle veriyordu“Türkiye’nin Orta Doğu’da bir görevi var. Biz BOP’ un Eş Başkanlarından biriyiz. Bu görevi yapıyoruz” diyordu. 14 Mart 2006 tarihinde Gül, Radikal Gazetesi'ne konuşuyor ve: "BOP içinde ABD ile birlikte hareket ediyoruz. Büyük Ortadoğu Projesi, Türkiye'nin dış politika ilkelerine uygun.. ABD ile ortak hareket ediyoruz..Amacımız İslam ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek" diyor. Kuzey Afrika’dan başlayıp tüm Arap Yarımadasına yayılan “Amerikan ve Batı yanlısı olmayan yönetimlere karşı isyanları” Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği gibi Batılı güçler destekliylar. Bu destek; İsyancılara para, gıda, ilaç ve silah yardımının daha da ilerisine geçiyor ve Batılı güçlerin silahlı kuvvetleri ile NATO bizzat isyancılar safında çarpışmalara katılıyorlar. Böylece söz konusu ülkelerde; “Dış destekli birer iç savaş” sürdürüyorlar,muhalif devletlerin yönetimlerine darbeler düzenliyorlar. Ülkeleri, kendi çıkarlarına uygun olarak bölüp parçalıyorlar ve sınırlarını değiştiriyorlar. Binlerce insan’ın ölümüne sebep oluyorlar. Irak, Afganistan, Mısır, Tunus, Libya ve Suriye’ye de olanları hatırlayın.ırak baas lideri saddam hüseyinden sonra libya'nın 'yeşil sosyaliz' kavramını icad eden lideri m.kaddafi de petrolü altın karşılığnda satacağını duyurdu..bu bastığı paranın maden olarak değeri olmayan tek ülke olan abd yi korkutan ve başarılı olması halinde dünya dengelerini değiştiricek olan bir söylem-adım dı..şimdi de iran cumhurbaşkanı mahmut ahmedinejat aynı söylemli sarfediyor..bunun ne demek olduğunu hepimiz tecrübe etmiş bulunuyoruz..bu amerikan çıkarları için yeni ve daha kanlı bir savaş demek ve sonuçlarını daha yakıcı şekilde hissedeceğimiz ..üstelik yanıbaşımızda.. İran; “Eğer Amerika ve NATO, Suriye’yi bombalarsa, Türkiye’deki Amerikan üslerini vururuz” diye tehdit ediyor. Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti başta olmak üzere, Şanghay İşbirliği Örgütü Üyesi devletler de; “Ortadoğu’daki çıkarlarının zedelenmesine kayıtsız kalamayacaklarını” ilan ediyorlar. Ayrıca, Kuzey Afrika ve Orta Doğu'da yaşanan istikrarsızlık konusunda endişelerini dile getiren Şanghay İşbirliği Örgütü Devlet Başkanları; “Bölgede acil olarak istikrarın sağlanması gerektiğini, ülkelerin kendi kültürel ve tarihsel özelliklerine göre demokratik gelişme yolunda adımlar atacağına inanıldığını ve buna destek olacaklarını kaydediyor ve ülkelerin iç işlerine karışmama ilkesine vurgu yapıyorlar” Amerika Birleşik Devletleri; Büyük Ortadoğu projesinin amacının “Diktatörlükle yönetilen bölgedeki devletlere demokrasi götürmek” olduğunu iddia ediyor.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Thomas Stearns Eliot, demokrasinin neyi ifade edip neyi etmediğinin, anlaşılamamasının yarattığı kargaşaya şu şekilde vurgu yapmaktadır; “Bir kelime, bugün demokrasi kelimesinde olduğu gibi, bu kadar evrensel bir kudsiyetle onurlandırılıp, kendisinden ifade etmesi beklenen her şeyi ifade ederse, hâlâ bu kelime bir şey ifade ediyor mu diye kendime sormaya başlıyorum.”

değil, çoğunluğun yararına göre idare edildiği için, bu idare şekli demokrasi adını almıştır. Özel farklılıklara gelince; eşitlik kanunlar tarafından herkese temin edilmiştir. Fakat umumi hayata katılmaya gelince, kendi değerine göre her fert saygı görür ve ait olduğu sınıf, şahsî değerinden daha az önemlidir. Nihayet hiç kimse, fakirlik ve sosyal durumun karanlığıyla engellenmez; eğer siteye hizmet edebilirse..”

Batı’da dinin kendisi sekülerizmin hedefiydi. Feodal zamanlarda, ruhban sınıfı idari işlere yani karar-alma süreçlerine doğrudan müdahale etmekteydi, büyük topraklara ve bu toprakların üzerinde ki topraksız köylülere sahipti ve cennetin anahtarlarına sahip olmanın keyfini çıkarıyordu. Demokratik olmayan bir kurum olarak klişe hem uhrevi hem de dünyevi meselelerde tekelci bir pozisyona sahipti. Bu yüzden batı sekülerizmi halkçı, seçkinci olmayan ve halkın/kamunun Katolik teokrasi tarafından sömürülmesine karşı dünyevi bir hareketti.

17 Eylül 2002 tarihinde, Bush tarafından NSS 02 kod numarasıyla onaylanarak resmileşen bu strateji; Önleyici Savaş, Askeri müdahale ve öncecilik, Yeni karşılıklılık ve Demokrasiyi Yayma başlıkları altında dört bölümden oluşmuştur.

1- Dünya petrol kaynaklarının %73’ünü topraklarında bulunduran Büyük Ortadoğu bölgesindeki petrolü kontrol altına alma projesidir. 2- Bu bölgedeki devletlerin sınırlarını Amerikan çıkarlarına uygun olarak, gerektiğinde silah kullanarak veya iç isyanlar çıkararak değiştirme projesidir. 3- Amerika ve Avrupa Birliği çıkarlarına uymayan yönetimlerin “Dış Destekli İç İsyanlarla” devrilmesi ve rejimlerinin dönüştürülmesi projesidir. 4- Böylece; Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya ve Hindistan gibi süper güç olmaya aday Şanghay İşbirliği Örgütü Üyesi devletlerin önünü kesme ve Amerika’nın liderliğini devam ettirme projesidir.

SAYFA 07

Alexis Clerel de Tocqueville, demokrasi kavramının tanımlanması konusundaki gerekliliği şu şekilde vurgulamıştır; “Demokrasi ve demokratik devlet kavramlarının kullanımı konusunda büyük bir eksiklik vardır. Bu kelimeler açıkça tanımlanmadıkça ve anlamları üzerinde uzlaşılmadıkça, insanlar bu anlam karmaşası üzerinde yaşamaya devam edeceklerdir ve bu tartışmalar demagoji yapanların ve despotların işine yarayacaktır.”

Yunan tarihçi Thucydid’e göre demokrasi kelimesi ilk olarak Perikles’in Atinalılara verdiği bir nutukta kullanılmıştır. Perikles, aristokratik rejimi yenen demokrasinin iyilik ve faziletlerini şu ifadelerle dile getirmektedir: “Bizde devlet, bir azınlığın

Diğer dinlerle karşılaştırıldığında, kendini adamış taraftarlarının sayısı en çok olması nedeniyle İslam de facto dünya’nın en büyük dinidir. Eğer demokrasi özgür toplumların temeliyse, sekülerizm de İslami dünyada ki demokrasinin temelidir. Fakat sekülerizm hakkındaki genel yanlış Müslüman kanı, onun batıdan alınmış yabancı bir kavram olduğu şeklindedir.Ve batıdan alınmış olduğu içinde İslam-karşıtı unsurlara sahip olması gerektiği düşünülmektedir.

Sonuç olarak, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)

Doğu’nun demokratikleşmesi olduğunu Amerikalı stratejisiler ifade ediyorlar. Ancak, yapılacak seçimleri mevcut rejimlerden daha anti-amerikancı bir siyasal söyleme sahip radikal İslamcı diye anılan değişik siyasal hareketlerin kazanmasıneredeyse kesindir. Öncelikle bu radikal hareketlerin ehlileştirilmesi ya da AKP’lileştirilmesi gerekmektedir. Bu süreç çoktan başlamıştır bile; Fas’ta amblemi gaz lambası olan adalet ve kalkınma partisi adını taşıyan radikal İslamcıpartinin lideri Saadine Osmanî, Türk modeli AKP’yi örnek alacağını ifade etmiştir.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 08

TDKP; temel amacımız sosyalist bir devrimle sınıfsız topluma yürümektir

TDKP-THKO Röportajı -1

SAYFA 08

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

THKO ruhunun ve mücadele anlayışının terk edilmesi Türkiye’nin en büyük devrimci hareketini rejimle anlaşıp tasfiye etmiştir. Böylece burjuva devlet mekanizmasını doğrudan hedefleyen silahlı bir örgütün yokluğu ve böyle bir örgüte maceracılık denerek karşı çıkılmış olması 1990’lı yıllarda silahlı mücadelenin tamamen reddi ve yasalcılığa sapmanın politik temellerini oluşturmuştur. 1990 Şubat’ında yapılan konferansta “partimizin askeri faşist darbeden önce yaptığı hatalar, içine düştüğü zaaflar ve darbeden sonra, bu hataları ve zaafları aşma ve darbe sonrası koşullara uygun yeni tedbirler alma, örgüt ve mücadele biçimleri geliştirme yeteneği gösterememesi sonucu ağır kayıplar verdi.” (Konferans Belgeleri-Evrensel Basım Yayın) denilerek altı çizilen tedbirler herhalde partinin yasallaştırılması, parlamentarizmin sosyalist mücadelenin yerine konması değildir. Bu hata ve zaafın yasadışı örgüt olmanın bütün gereklerini yerine getirememesi, bünyesinde ağırlıklı olarak reformist düşler besleyen kadroların partiye egemen olacak organlara yerleşmesinin büyük etkisi olsa gerek. “Partimizin (1. Kuruluş) Kongresi 2 Şubat 1980’de toplanmakla birlikte, onun mücadele tarihi ve deneyimi daha eskilere dayanır.

Türkiye Devrimci Komünist Hareketi’ndeki yeriniz nedir? TDKP kendini nasıl bir parti/örgüt olarak tanımlıyor. Bizler TDKP geleneğinden gelen komünistleriz. Partimizin tasfiyeye uğratıldığı 1995’den bugüne geçen süre içerisinde partinin durumunu yeniden tartışarak kendimizi yeniden örgütleme kararı aldık. Bizler geçmiş mirasımızın olumlu yönlerini değerlendirmek, hata ve zaaflarımızın da hesabını vererek bu sorumluluğu taşıma bilinci ile devrimci komünistler olarak önümüze Türkiye’de devrimci komünist bir partinin yaratılması için bütün proleter devrimcilerle birlikte harekete geçmeye karar verdik. TDKP’yi aşacak yeni bir devrimci komünist partinin yaratılması ancak sınıf içinde siyasi faaliyeti kesintiye uğratmaksızın, örgütlü bir hazırlık çalışması içinde olmakla ve diğer proleter devrimcilerle sabırlı ve ısrarlı bir çalışma içerisine girmekle mümkündür. TDKP deneyiminin taşıyıcısı olan ve komünizm hedefinden vazgeçmemiş eski TDKP’li kadroların başka komünistlerle birlikte devrimci bir komünist partiyi yeni temeller üzerine inşa etmeleri zorunludur. Yüzyılın başında tarihsel bir hesaplaşmayla karşı karşıyayız; bu hesaplaşma öncelikle TDKP’nin ve dolayısıyla Türkiye devriminin tasfiyesinin hesabını ideolojik ve fiziki olarak sormak,^ardından da sosyalizmin tarihsel sorunlarını çözecek bir ideolojik düzlem üzerinden bütün bir kapitalist kampla hesaplaşmak. Bunu tarihsel devrimci kaynaklarımıza atıfla THKO’nun ruh halini kuşanarak ve onun sadece adını değil gereklerini de yerine getirmek suretiyle, sınıflar mücadelesi tarihindeki yerimizi yeniden alıyoruz. Marksistlere göre yasal zeminde örgütlenmiş bir partinin devrimi gerçekleştireceğini beklemek, böyle bir partinin işçi sınıfının devrimci diktatörlüğünü inşa etmesini beklemek, devletin ne olduğunun doğru biçimde kavranmadığının, büyük ustaların ve tarihsel deneyimin devrim meselesindeki temel argümanlarının tersyüz edildiğinin göstergesidir. Devrimin komünist parti önderliğinde burjuvaziye karşı, zor aygıtı kullanılarak yapılacağının altı Marks-Engels ve Lenin tarafından her şeyden daha sık bir biçimde çizilmiştir. “Burjuva devlet örgütünü güç kullanarak yıkmadan ve onun yerine Engels’in sözleriyle, sözcüğün tam anlamıyla “artık bir devlet olmaktan çıkmış” yeni bir devlet koymadan proleter devrimi olanaksız” (Lenin-Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky) olduğundan, bu görevi başarıyla yerine getirmek üzere yola çıkacak yasal partinin “burjuva devlet örgütünü güç kullanarak yıkması” olanaklı değildir. Burjuva devletini yıkacak olan örgütün siyasi hattının Marksist-Leninist olması kadar pratik olarak da, örgütlülüğünün geniş tabana ulaşması ve çelikten bir disipline sahip olması, silahlı gücünün, devletin silahlı gücüne karşı koyacak güç ve yetenekte olması gerekir. Hüseyin İnan ‘Türkiye Devriminin Yolu’ adlı broşürde, gerici sınıfların örgütlü olduklarını, buna karşın ezilen, sömürülen sınıfların örgütsüz olduklarının altını çizerek; “bu sınıf ve tabakalar mücadele içinde işçi sınıfı partisi ve halk ordusu içinde örgütleneceklerdir. Ve örgütlendikleri oranda mücadele gelişecek, hız kazanacaktır. Tarihimizin hiçbir devrinde demokratik hak ve özgürlüklerden faydalanmamış bu sınıf ve tabakalar yetersiz politik biçimlenme düzeyine sahiptirler. Bilinçlenmemiş olduklarından bazen sınıf çıkarlarıyla taban tabana zıt davranışlarda bulunabilirler. Fakat son yıllarda bu sınıf ve tabakalar hızlı bir bilinçlenme süreci içindedirler.” (Hüseyin İnan-Türkiye Devriminin Yolu-Ulusal Kültür Yayınları) hem THKO’nun varlık nedenini açıklıyor, hem de sürecin parti inşasına yönelmesi gerektiğinin altını çiziyor. Hüseyin İnan’a göre silahlı bir örgüt anlayışı sahiplenilmeden sosyalizme giden yolun açılması mümkün değildir.

“Sadece işçi sınıfı örgütü çalışmalarıyla halk savaşı verdiğini iddia eden güçler görülmektedir. Görüşlerini açıkça belirtmeseler dahi, pratik çalışmaları ve davranışlarıyla halk ordusu olmadan da halk savaşı verebileceğini iddia edercesine yanlış bir tutum içine girmektedirler. Şartlara göre halk ordusunun gereğini kabul eder görünmektedirler. Ancak bu şimdiye kadar dünyada barışçıl şartlar altında devrim gerçekleşmemiş olmasına bağlı bir hüsnü kabulden öteye gitmemektedir.” (Hüseyin İnan, age) THKO TDKP’ye evrilirken halk savaşı anlayışını savunmasa da silahlı mücadele ve zora dayalı devrim anlayışını savunur görünmüş ancak pratik olarak silahlı mücadele örgütleyecek bir örgüt inşa etmeyi, THKO’nun yerine koymayı düşünmemişlerdir. 1974’ ten sonra yeniden çıkışta ”tırmanan faşizm”, “üç dünya teorisi” vb. etkileriyle birlikte, THKO çıkışı, sözüm ona özeleştiri mekanizması işletilerek, küçük burjuva maceracılığı diye eleştirilmiş, bırakın silahlı bir örgüt inşasına ihtiyaç duymayı ve silahlı bir mücadele örgtlemeyi, Antep-Düztepe direnişinde yaşamlarını ortaya koyarak parti ve yoldaşlarını koruma iradesini gösteren İlhan Emre ve M.Ali Özpolat örneğinden başka silah kullanmaktan bile kaçınılmış, 12 Eylül darbesine karşı teslim olunmuştur; hareketin ana gövdesi devrimci bir pozisyonda direnmek ve savaşmak gerektiğine inanmışken örgüt liderliği poliste teslimiyetten önce darbeye karşı tavırsız kalmayı seçmiştir. Denizleri, Sinanları ve Cihanları -yani kendi arkadaşlarınıölümlerinden sonra küçük burjuva sol sapma hatta goşist olarak gören güruhtan başka bir şey beklemek sanırım hayal olurdu. Unutulmamalı ki THKO’yu ve mirasını temsil edenler darağaçlarında, meydanlarda, baskınlarda, işkencede ve çatışmalarda can vermişler ve bizi bugüne getirmişlerdir; Emep’i temsil eden güruh ise her devrimci dönemeçte kaçmış-teslim olmuş, Sinanlar Nurhak’ta Denizler için çatışıp ölürken “olay yerine intikal edememişler’’ ya da kaçarken arkadan kurşun yiyenlerdir, bugün o sağcı teslimiyetçi çizgiyi savunanlar. Hüseyin İnan, 1970’li yıllarda THKO’nun silahlı eylemlerini eleştirenlere cevap verirken, ahdı vefadan yoksun olan ‘arkadaşlarına’ cevap verir gibidir: “THKO’nun silahlı mücadeledeki taktik hatalarından ve başarısızlıklarından stratejik sonuç çıkarmaktan zevk alıyorlar. Bir taraftan, halk savaşını verecek silahlı bir gücün oluşturulmasından kaçacaksın; diğer taraftan o çaba içinde olanların taktik çalışmalarından stratejik sonuç çıkartacaksın ve bunu da silahlı mücadeleye karşı çıkmak için yapacaksın, pasifist uygulamaları halk savaşı adına piyasaya süreceksin ve peşinden Marksizm-Leninizm adına halk savaşının savunucusu olarak bizleri maceracılıkla suçlayacaksın. Bu durum Marksizm-Leninizm adına, küçük burjuva kaypaklığının daniskasıdır. Davranışlarıyla pasifist ve oportünist çabaları canla-başla devam ettiren bu beyler, lafa gelince liberalist bir tavırla devrimci teori adına, maceracılığımız konusunda fetva veriyorlar. Hiç olmazsa eleştiri sınırlarını muhafaza etmek için, bizleri küçük burjuva anarşizmiyle suçlarken, kendilerinin hatalı da olsa halk savaşımı girişimi içinde olmaları gerekir.” Elbette TDKP militanları bireyler olarak, birçok yerde silaha sarılmışlardır, ancak silahlı bir örgüt bütünselliğinden bağımsız olarak silah kullanılmış, silaha stratejik akılla değil, pratik olarak duydukları ihtiyacın sonucunda başvurulmuştur. 12 Eylül askeri faşist darbesinden sonra, neredeyse parti örgütünün tamamen yok edilme noktasına gelmesi ve alınan ağır yenilgide, Denizlerin ve THKO’nun çizgisinin sol sapma-goşist olarak görülüp hızla sağa savrulmanın payı önemlidir.

Sayfa 09

Onun 1.Kuruluş Kongresinin hazırlanma süreci Deniz, Yusuf, Hüseyin Cihan, Sinan gibi önderlerinden her biri, bugün birer halk kahramanı olan THKO’nun özeleştirisini yaparak, M-L ve işçi hareketiyle birleşmeye yönelmesiyle başlar.” Elbette TDKP’nin kökleri THKO’ya dayanır ancak THKO’nun politik hattını ve mücadelesini küçük burjuva maceracılığı diye eleştirerek yapılan “THKO özeleştirisinden” gelinen nokta pratik olarak silahlı mücadelenin reddi ve yasallaşma olmuştur. “Devrimci mücadelemizde, halk kitlelerini örgütlemek için parti ve ordu örgütlenmek için vazgeçilmez iki araçtır.(…) Ve gerilla savaşımız bu aşamada stratejik meselemizdir.” diyen Hüseyin İnan’ın zora dayalı devrim anlayışından uzaklaşılmıştır. Mücadelenin “vazgeçilmez iki araç”ından biri olan silahlı örgüt fikrinden ve “stratejik mesele” olarak altı çizilen silahlı mücadele geleneğinden uzaklaşmış olmak, kapitalist koşulların değişmesi ve devletin biçiminde meydana gelen bir değişiklikle ilgili de değildir. Şunu hemen söylemek gerekir. “Faşizme boyun eğmemenin, direnmenin, partiye, yüce komünizm davasına, işçi sınıfına bağlılığın sayısız örnekleri” olarak anlatılan ve elbette böyle olan, Erdal Eren, Hasan Asker Özmen, Gökhan Edge gibi komünistlerin idam sehpasına giderken, yüce komünizm davasına bağlılıklarını gösteren tavırları, işkence tezgahlarında partiye ve yoldaşlarına bağlılık adına aldıkları tavırların, Parti’nin, kadrosal bütünlüğü içinde, tepeden tırnağa geliştirebildiği bir tavır olduğu söylenemez. Özellikle de Parti’nin yönetici organlarında yer alan ‘önder’ kadroların ağırlıklı olarak, ne yazık ki partiyi ve yoldaşları korudukları söylenemez. Partinin, “ihtilalci, M-L yolunda yürümesini” engelleyen, “örgütsel tasfiyeyle yüz yüze” getiren oportünizm ve tasfiyecilik nasıl bir siyasal durumdan beslenmiştir? Partinin bünyesinde özellikle de önder kadrolarda ortaya çıkan, silahlı mücadeleden ve direnişten kaçış, teslim olma eğiliminin nasıl bir mücadele anlayışından kaynaklandığı görülmelidir. Bu durumun 1990’lı yıllarda örgütün yasallaşma sürecine evrilmesiyle ilişkisi olduğu açıktır. Hüseyin İnan, günün koşullarında oportünizmin önemli bir tehlike olduğunun altını çizerek, oportünüzmin iki tür hastalık içerdiğini anlat “1- Eğer o ülkede şekli bir demokrasi varsa legal mücadeleyle sınırlı imtiyazlar tanınmışsa, “legaliteyi kullanalım” sloganı altında, legaliteyi temel kural haline getirmekte ve barışçıl şartlar içinde bir politik mücadele önermektedir. 2-Şayet o ülkede legal imkanlar yoksa ve faşist politika uygulaması bulunuyorsa silahlı mücadeleye karşı “erkendir” veya “ halka rağmen verilmektedir, halk kitlelerini örgütlemeden silahlı mücadele sol sapmadır” sloganı ile ortaya çıkmaktadır. Silahlı mücadele halk kitlelerini örgütlemek için politik mücadele olmasına rağmen silahlı mücadeleye başlamak için halkı örgütlemek şarttır, şeklinde ortaya atılan görüş, özünde sınıf mücadelesinin inkârıdır. Ve halk kitlelerinin kurtuluşu için verilen silahlı mücadelenin alternatifi olarak barışçıl şartları temel alan oportünist ve pasifist politikayı önermektedir.” Şubat 1990 Konferansında; altı özellikle çizilen reformist, revizyonist, oportünist eğilimlerin inşa sürecinden bu yana parti içinde olması, inkarcı-tasfiyeci faaliyetlerin, THKO sürecinden gelen olumsuzluklardan beslenerek, faşizmin ağır saldırıları karşısında baş göstermeleri ve yine aynı süreçten gelen ve reformist, revizyonist özellikleri gösteren kadroların poliste ve işkencede çözülmeleri, Partinin sınıf mücadelesinin dışına çekilmesine neden olduğu ve bunların komünizm davasına yüz çevirmenin ifadesi olduğu vurgulanıyor. Bu eğilimler karşısında mücadelenin yükseltildiği ve özellikle, “1987 Mayısında tasfiyeci akımlar partiden tecrit edildi” (Konferans Belgeleri-Evrensel Basım Yayın) denilerek bunların önemli ölçüde parti dışına atıldıklarını söylenmiştir.

Önümüze Koyduğumuz Görevler; O zaman şu soruyu sormak gerekmez mi? Madem ki sorun THKO sürecinden gelen olumsuzluklar ve TDKP inşa sürecinde de devam eden bu reformist, revizyonist, oportünist akımların varlığına ve eskiden beri süre gelen olumsuzluklara bağlı olarak varlığını sürdüre-gelen inkarcı-tasfiyeci akımlar idi o zaman parti nasıl oldu da reformist eğilimlerin elinde yasallaşma sürecine yönelme olanağı buldu. Sürecin yukarıda sıralanan inkarcı-tasfiyeci eğilimlerden, poliste çözülmelere kadar bütün bu hastalık ve olumsuzlukların yok edilemeyerek, yasallaşma ve parlamentarist mücadele çizgisine taşınması, her fırsatta eleştirilen THKO’nun silahlı örgüt ve zora dayalı devrim anlayışına bağlı olarak silahlı mücadeleden pratik olarak kopuştan beslenmiş değil midir? “THKO’nun küçük burjuva devrimci maceracılığını eleştirerek, Marksizme-Leninizme ve proletaryaya yönelmesi, parti sorununun en acil temel sorun olarak örgütümüzün gündemine girmesine yol açtı. Örgütümüzün 1975’den sonraki bütün faaliyetlerinde ve mücadelesinde bu görev, diğer bütün görevleri belirleyen ve yönlendiren başlıca görev olarak yer alması” (Konferans Belgeleri) karşısında silahlı mücadele örgütlerinden ve silahlı mücadeleden açıkça reddedilmemesine karşın vazgeçilmiş olması partinin yukarıda sayılan bütün olumsuzlukları besleyen temel kaynak değil midir? Bugün gelinen noktada EMEP sürecinin bu olumsuzluklardan beslenerek vücut bulduğunu söylemek haksızlık mıdır? “1975’den partimizin Kuruluş Kongresine kadar yaşanan süreçteki ideolojik, siyasi ve örgütsel faaliyetinde, örgütümüzün en önemli hata ve zaafları parti inşası görevlerinin temel politikalarında, dönemle ve günlük faaliyetle ilgili görevlerinde ortaya çıktı. Proletarya partisini inşa görev ve faaliyetinde ortaya çıkan çözümsüzlük, yanılgı, hata ve zaaflar, örgütümüzün pek çok başka hata ve yanılgıya sürüklenmesine, bazı köklü burjuva-reformist ve oportünist eğilimlerin saflarımızda yaşamasına temel teşkil ettiler.” (Konferans Belgeleri-Evrensel Basım Yayın) denilerek tespit edilen durumun, EMEP’e ulaşan sürecin bütün bu zaaf ve hatalardan tam olarak arınarak yürümediğini göstermez mi? Ve bütün bu durumu, “THKO’nun küçük burjuva devrimci maceracılığını” diye başlayarak eleştirilen THKO’nun faşist diktatörlüğe karşı silahlı örgüt ve mücadele anlayışından uzaklaşmış olmaktan-beslendiğini düşündürmez mi? Bizce tarih EMEP’in sağ tasfiyeci liderliğini mahkum etmiş ve Denizlerin yoldaşları olarak bizleri yeniden tarih sahnesine davet etmiştir. Artık devrimciliğin en önemli ayırt edici özelliği kapitalist-emperyalist sistemi yıkacak organizasyonel yeteneğin yaratılması ve dünyanın her yerinde her şartta ‘’kral çıplak’’ deme cüretinin gösterilmesidir, mesele kapitalizmi bir toplumsal sistem olarak bütün varlığıyla ortadan kaldıracak olan devrimci örgütleri yaratmak ve komünizme giden yolda sosyalizmi kurmaktır. 21.yüzyılın şafağında, küreselleşme süreçlerinin gelip dayandığı bu noktada-yani sermayenin uluslararası dolaşımının önünde neredeyse hiç engel kalmadığı ve ulus devletlerin çok uluslu şirketlerin tekellerin “imparatorlukçu” bir uluslararası yapıya dönüştüğü bu an’da en uygun mücadele aracı kıtasal örgütlenmedir; bu tek tek ulus nosyonlu hareketlerin bileşimi üzerinden oluşacak kıta-bölge enternasyonalleri olabileceği gibi doğrudan örgütsel gelişmeye bağlı olarak tek bir örgütsel yapıda olabilir. Bu alanda önümüzde, küresel eylemler çağını açan El-Kaide örneği ve Latin Amerika’daki Simon Bolivar halk hareketi vardır. Her ne kadar arkasındaki dinamiği Kolombiya orijinli, kısa adı –Farc- olan Kolombiya devrimci silahlı güçleri oluştursa da temel düsturu; Güney Amerika kıtasını tek bir alan-ülke-yurt olarak görmekte ve sömürgecilerin çizdiği siyasal sınırları-dili ve kültürü reddetmektedirler. Bizlerin yaşadığı Ortadoğu’ya uzaktan bakıldığında çok daha karmaşık gibi görünse de esasen binlerce yılda oluşmuş ortak dil-kültür ve yaşam biçimleri yakınlığı mevcuttur. A.Öcalan ve örgütü PKK, 1998’de 28 örgütün-içinde Lübnan Komünist Partisi’nden Hizbullah’a Suriyeli anti-İsrail bir örgüt olan El-Saika’ya kadar geniş bir

yelpazesi vardır- katılımıyla oluşan Ortadoğu enternasyonalini kurmuş ancak Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesiyle bu devrimci birlik dağılmıştır. Amacımız yeniden Ortadoğu halklarının devrimci komünist partisini yaratarak bölgesel devrimler üzerinden küresel bir heyulaya yol açmaktır, yani kıtasal örgüt, küresel devrim mefhumudur. 1917 Ekim Devrimi sınıfsız topluma gidiş mücadelesinde bir doruk noktasıdır. Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği süreci, iktidarın sosyalistlerce alınabileceğini, korunabileceğini, komünizmin alt evresinin -sosyalizmin gerçekleştirilebileceğini tartışmaya yer bırakmayacak bir biçimde kanıtlamıştır. Ekim Devrimi, Marks ve Engels’in öngördükleri gibi, bir dünya devriminin halkalarından biri olma perspektifiyle gerçekleştirilmiştir. İktidar alımının ardından bu beklenti uzun dönem yine devam etmiştir. Aslına bakılırsa, Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan genel -bilhassa Avrupa’dakidevrimci durum göz önüne alındığında, bu beklenti temelsiz de değildi. Fakat, özellikle de sosyalist hareket saflarındaki sağ oportünist kanadın ihaneti sonucu, devrimci iradenin zayıf kalmasıyla, Rusya dışında boy veren kalkışmalar -örneğin Almanya’daki Spartakist ayaklanma, Macaristan’da kurulan Sovyet iktidarı- karşıdevrim tarafından kısa sürede bastırılınca, Rusya’da Bolşevikler, zincirleme bir dünya devriminin gerçekleşmesiyle altından çok daha rahat kalkmayı bekledikleri devasa sorunların yükünü tek başlarına omuzlamak zorunda kaldılar. Bu yalnızlık ve başının çaresine bakma zorunluluğu, Sovyetler Birliği’nin varlığıyla belirlenen bir dönemin sonuna dek kapitalizmin yoğun ablukasından da beslenerek, Sovyet politikalarında son derece etkili bir motif olmaya hep devam etti. Dünya devrimi beklentisi gerçekleşmeyince, Bolşeviklerin karşı karşıya kaldıkları temel soru, tek bir ülkede sosyalizmin kurulup kurulamayacağıydı. Bu soruya -yüksek veya alçak sesle- olumsuz cevap verenler –hemen veya süreç içerisinde- mücadeleden ciddi oranda düştüler. Lenin ve onun sadık öğrencileri, bu zor soruya olumlu cevap vererek, dünya devrimi beklentisinin boşa çıkmasıyla oluşan bilinmezliğin üzerine yürüdüler ve tarihin o güne dek tanıdığı en cüretkâr devrimci iradeye önderlik ettiler. Onların şahsında sembollerini bulan Bolşevikler devrimci tarih yazımının ancak bu tür bir cesaretle mümkün olabileceğini göstdiler. Ve böylece, Sovyetler Birliği’nde sosyalizm, hâlâ “doğallık ve kaçınılmazlık” ve “alt yapı üst yapıyı belirler” teorik çerçevesi içinde kalınarak, enerjisini alt yapının üst yapıyı nasıl olsa belirleyeceği fikrinden alan ve her ne pahasına olursa olsun bu “belirleyiciyi” oluşturmaya yönelen, NEP, sanayileşme, kolektivizasyon dönemeçlerinden geçen, olağanüstü zor koşullarda verilen, dünyayı hayrete düşürecek kadar büyük başarıların kaydedildiği, kapitalizmi -kendi içindeki işçi sınıfı mücadeleleriyle birliktesarsarak kendini savunmak üzere “sosyal devlet” konseptine yönelmek zorunda bırakan destansı bir mücadelenin sonucunda kuruldu. Bu mücadelenin verildiği koşulların sertliği, sosyalizm kuruculuğu mücadelesini de son derece “sert” kıldı.

linin ortadan kalktığı ve dolayısıyla o güne kadar yürütülen siyasetin zemininin kalmadığı SSCB’de, bu statükocu yaklaşımın hem kadrolarda, hem de Sovyet toplumu genelinde açık ve kaçınılmaz bir apolitizme yol açtığı ve devletin bir tür -zamansız ve yanlış yönde- “sönümlendiği” görülmektedir. Dünyanın iki “süper” gücünden biri olarak tarif edilen Sovyetler Birliği yıkılırken ülkedeki yığınların bu yıkılışa ne ciddi bir destek vermesi, ne de karşı çıkması başka bir sıfatla açıklayabilmek mümkün görünmemektedir. Sovyetler Birliği komünizmin birinci evresini önemli oranda gerçekleştirmiş, ama -bir kısmı objektif, bir kısmı sübjektif koşulların etkisiyle- onu aşamayınca, bu birinci evre temelinde bir statüko arayışına yönelmiş, bu yolla kendi sonunu hazırlamış ve geride komünizmin alt aşamasının nasıl kurulacağına dair zengin deneyimler ve komünizmin üst aşamasına nasıl varılacağına dair teorik bir soru bırakarak çözülmüştür. Bir geçiş aşaması olan sosyalizmin, Sovyet deneyiminin de açıkça gösterdiği üzere, komünizmin alt aşamasını tesis edip ikinci aşamaya geçişi sağlayacak iradenin -bir yandan da üzerine oturduğu tabanı nicel ve nitel anlamda sürekli geliştirir ve böylece toplumsal özneden tüm toplumun özne olmasına doğru evrilirken- hedefe varana kadar denetim altında tutması gereken bir aşamadır. Başka bir ifadeyle, komünizme -üst aşamayageçiş sürecinin dinamiği, sürekli ileriye yürüme ve sıçramalar üzerine kuruludur. Onu herhangi bir noktada dondurma eğilimi kaçınılmaz olarak statükoculuğa,geriye dönüşe ve yıkılmaya yol açar. SSCB öncülüğündeki dünya komünist hareketi, Sovyetler Birliği’nin varlığıyla belirlenen bir dönem boyunca -tartışmalı olan İkinci Dünya Savaşı sonrası iktidar alımlarını hesaba katmazsak- tek bir “proleter” devrim görmemiş, devrimcilik üretmekte dâhi zorlanmış, ancak genel devrimci harekete, “sosyalizmi” kurmaya çalışan ülkelere ve bazı ulusal kurtuluş mücadelelerine ve kimi devrimlere birtakım destekler sunabilmiştir. Yani Sovyetler Birliği, yok olana kadar, objektif bir konum olarak, dünya devrimci hareketinin merkezi olmuş, ama dışındaki dünya, Sovyetler’in kendisinden de kaynaklanan nedenlerle, ona, ayakta kalmasına ve daha da gelişmesine yetecek devrimci besini sağlayamamıştır. Sovyetler Birliği biraz da bu açlıktan ölmüştür. Bu savunma dönemi, kendi yaklaşımlarını, siyaset yapma, örgütlenme ve kadro tarzlarını üretmiştir. Bu tarzların hepsine savunma refleksi sinmiştir. Zira savunma, biraz da, düşmanın üstünlüğünü kabul etme ve korumak istedikleriniz uğruna onunla uzlaşmaya yatkınlık demektir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, sınıfsız toplum ve toplumsal eşitlik mücadelesinde bir dönem sona ermiştir. Biten sadece “siyasal” bir dönem değildir aynı zamanda, sosyalizmin ve komünizme geçişin “doğallığı ve kaçınılmazlığını” öngören ve bu doğallık ve kaçınılmazlık denklemini işçi sınıfının devrimci toplumsal özneliği üzerinden kuran bir teorik kurgu da çöküşün altında kalmıştır.

Dünya komünist hareketi bu süreçte, Sovyetler Birliği’ni ayakta tutma hedefine kilitlendi ve ulusal kurtuluş mücadelelerini arkaya alma, bir süre sonra ortaya çıkan faşizm dalgasına karşı kapitalizm içinden müttefikler arama, ardından barışı en temel mesele olarak koyan detant politikalarına yönelme gibi savunma temelli politikalarla Sovyetler Birliği’ni yaşatma hedefi -70 yıllığına- “başarıldı”, ama bunun, konjonktürel siyasal seçimleri giderek teorik ilke düzeyine çıkarma eğilimi gibi ciddi olumsuz bedelleri de oldu. SSCB’de ileriye doğru gidiş yöntemleri geliştirilemeyince, iç ve dış pozisyonları koruma hedefiyle statükoculuğa yönelindiği anlaşılmaktadır.

Dünyanın yeni bir atılıma doğru ittiği devrimci/ komünist kamp , hâlâ yenilginin getirdiği şaşkınlık ve atalet içindedir. Bunun temel nedeni, devrimci/ komünist hareketin bir dönemin bittiğini kabul etmemesi veya edememesi, kendini eski devrimci akla veya teorik kurguya ve ona dayalı ideolojik-siyasal perspektiflere uydurmaya çabalaması, biten dönemin muhasebesini yüksek sesle yapıp yeni dönemin gerektirdiği devrimci kolektif aklı kurmak üzere yeterince cüretkâr davranamamasıdır. Devrimcilerin varlık nedeni, herhangi bir “kutsal” kişi ya da kitap tarafından vahyedilenleri gerçekleştirmek değildir. Artık peygamberler ve kutsal kitaplar çağı kapanmıştır.

Statükoculuk, daha evvel komünizmin alt ve üst evreleri biçiminde bir bütünün parçaları olarak tarif edilen aşamaların arasının haddinden fazla açılarak sosyalizmin adeta başlı başına bir toplum formu gibi tanımlanmaya çalışılması biçiminde dışa vurmuştur. Bu yaklaşımın uluslararası boyutu ise, barışı her şeyin önüne koyan bir detant (yumuşama) politikası biçiminde gelişmiştir. Bunlar SSCB’yi ayakta tutmaya dönük zorlu çabanın düşünsel ve pratik sonuçlarıdır ve yukarıda söz ettiğimiz arada kalmışlığa karşı geliştirilmiş -aslında siyasal- cevaplardır. Siyaset kurumunun bilindik sınıfsal teme-

Bugüne kadar Marksizm-Leninizme yönelik kuramsal tadilat girişimlerinin genel olarak liberal yaklaşımlarla sonuçlanmış olması, söz konusu yenilenme görevinin yakıcılığından hiçbir şey eksiltmemektedir. Bu görevin altından devrimci bir yaklaşımlar bütünü üreterek kalkmanın mümkün ve dahası, zorunlu olduğuna inanıyoruz. Devrimci kavramının vurgulanmasını önemsiyoruz; zira içinde yaşadığımız dönemde kendisini sosyalist, Marksist, hatta komünist olarak niteleyen, ama devrimci sıfatının altına yerleştirilmesi mümkün olmayan ciddi bir kesimin var olduğunu görüyoruz.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 08

TDKP; temel amacımız sosyalist bir devrimle sınıfsız topluma yürümektir

TDKP-THKO Röportajı -1

SAYFA 08

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

THKO ruhunun ve mücadele anlayışının terk edilmesi Türkiye’nin en büyük devrimci hareketini rejimle anlaşıp tasfiye etmiştir. Böylece burjuva devlet mekanizmasını doğrudan hedefleyen silahlı bir örgütün yokluğu ve böyle bir örgüte maceracılık denerek karşı çıkılmış olması 1990’lı yıllarda silahlı mücadelenin tamamen reddi ve yasalcılığa sapmanın politik temellerini oluşturmuştur. 1990 Şubat’ında yapılan konferansta “partimizin askeri faşist darbeden önce yaptığı hatalar, içine düştüğü zaaflar ve darbeden sonra, bu hataları ve zaafları aşma ve darbe sonrası koşullara uygun yeni tedbirler alma, örgüt ve mücadele biçimleri geliştirme yeteneği gösterememesi sonucu ağır kayıplar verdi.” (Konferans Belgeleri-Evrensel Basım Yayın) denilerek altı çizilen tedbirler herhalde partinin yasallaştırılması, parlamentarizmin sosyalist mücadelenin yerine konması değildir. Bu hata ve zaafın yasadışı örgüt olmanın bütün gereklerini yerine getirememesi, bünyesinde ağırlıklı olarak reformist düşler besleyen kadroların partiye egemen olacak organlara yerleşmesinin büyük etkisi olsa gerek. “Partimizin (1. Kuruluş) Kongresi 2 Şubat 1980’de toplanmakla birlikte, onun mücadele tarihi ve deneyimi daha eskilere dayanır.

Türkiye Devrimci Komünist Hareketi’ndeki yeriniz nedir? TDKP kendini nasıl bir parti/örgüt olarak tanımlıyor. Bizler TDKP geleneğinden gelen komünistleriz. Partimizin tasfiyeye uğratıldığı 1995’den bugüne geçen süre içerisinde partinin durumunu yeniden tartışarak kendimizi yeniden örgütleme kararı aldık. Bizler geçmiş mirasımızın olumlu yönlerini değerlendirmek, hata ve zaaflarımızın da hesabını vererek bu sorumluluğu taşıma bilinci ile devrimci komünistler olarak önümüze Türkiye’de devrimci komünist bir partinin yaratılması için bütün proleter devrimcilerle birlikte harekete geçmeye karar verdik. TDKP’yi aşacak yeni bir devrimci komünist partinin yaratılması ancak sınıf içinde siyasi faaliyeti kesintiye uğratmaksızın, örgütlü bir hazırlık çalışması içinde olmakla ve diğer proleter devrimcilerle sabırlı ve ısrarlı bir çalışma içerisine girmekle mümkündür. TDKP deneyiminin taşıyıcısı olan ve komünizm hedefinden vazgeçmemiş eski TDKP’li kadroların başka komünistlerle birlikte devrimci bir komünist partiyi yeni temeller üzerine inşa etmeleri zorunludur. Yüzyılın başında tarihsel bir hesaplaşmayla karşı karşıyayız; bu hesaplaşma öncelikle TDKP’nin ve dolayısıyla Türkiye devriminin tasfiyesinin hesabını ideolojik ve fiziki olarak sormak,^ardından da sosyalizmin tarihsel sorunlarını çözecek bir ideolojik düzlem üzerinden bütün bir kapitalist kampla hesaplaşmak. Bunu tarihsel devrimci kaynaklarımıza atıfla THKO’nun ruh halini kuşanarak ve onun sadece adını değil gereklerini de yerine getirmek suretiyle, sınıflar mücadelesi tarihindeki yerimizi yeniden alıyoruz. Marksistlere göre yasal zeminde örgütlenmiş bir partinin devrimi gerçekleştireceğini beklemek, böyle bir partinin işçi sınıfının devrimci diktatörlüğünü inşa etmesini beklemek, devletin ne olduğunun doğru biçimde kavranmadığının, büyük ustaların ve tarihsel deneyimin devrim meselesindeki temel argümanlarının tersyüz edildiğinin göstergesidir. Devrimin komünist parti önderliğinde burjuvaziye karşı, zor aygıtı kullanılarak yapılacağının altı Marks-Engels ve Lenin tarafından her şeyden daha sık bir biçimde çizilmiştir. “Burjuva devlet örgütünü güç kullanarak yıkmadan ve onun yerine Engels’in sözleriyle, sözcüğün tam anlamıyla “artık bir devlet olmaktan çıkmış” yeni bir devlet koymadan proleter devrimi olanaksız” (Lenin-Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky) olduğundan, bu görevi başarıyla yerine getirmek üzere yola çıkacak yasal partinin “burjuva devlet örgütünü güç kullanarak yıkması” olanaklı değildir. Burjuva devletini yıkacak olan örgütün siyasi hattının Marksist-Leninist olması kadar pratik olarak da, örgütlülüğünün geniş tabana ulaşması ve çelikten bir disipline sahip olması, silahlı gücünün, devletin silahlı gücüne karşı koyacak güç ve yetenekte olması gerekir. Hüseyin İnan ‘Türkiye Devriminin Yolu’ adlı broşürde, gerici sınıfların örgütlü olduklarını, buna karşın ezilen, sömürülen sınıfların örgütsüz olduklarının altını çizerek; “bu sınıf ve tabakalar mücadele içinde işçi sınıfı partisi ve halk ordusu içinde örgütleneceklerdir. Ve örgütlendikleri oranda mücadele gelişecek, hız kazanacaktır. Tarihimizin hiçbir devrinde demokratik hak ve özgürlüklerden faydalanmamış bu sınıf ve tabakalar yetersiz politik biçimlenme düzeyine sahiptirler. Bilinçlenmemiş olduklarından bazen sınıf çıkarlarıyla taban tabana zıt davranışlarda bulunabilirler. Fakat son yıllarda bu sınıf ve tabakalar hızlı bir bilinçlenme süreci içindedirler.” (Hüseyin İnan-Türkiye Devriminin Yolu-Ulusal Kültür Yayınları) hem THKO’nun varlık nedenini açıklıyor, hem de sürecin parti inşasına yönelmesi gerektiğinin altını çiziyor. Hüseyin İnan’a göre silahlı bir örgüt anlayışı sahiplenilmeden sosyalizme giden yolun açılması mümkün değildir.

“Sadece işçi sınıfı örgütü çalışmalarıyla halk savaşı verdiğini iddia eden güçler görülmektedir. Görüşlerini açıkça belirtmeseler dahi, pratik çalışmaları ve davranışlarıyla halk ordusu olmadan da halk savaşı verebileceğini iddia edercesine yanlış bir tutum içine girmektedirler. Şartlara göre halk ordusunun gereğini kabul eder görünmektedirler. Ancak bu şimdiye kadar dünyada barışçıl şartlar altında devrim gerçekleşmemiş olmasına bağlı bir hüsnü kabulden öteye gitmemektedir.” (Hüseyin İnan, age) THKO TDKP’ye evrilirken halk savaşı anlayışını savunmasa da silahlı mücadele ve zora dayalı devrim anlayışını savunur görünmüş ancak pratik olarak silahlı mücadele örgütleyecek bir örgüt inşa etmeyi, THKO’nun yerine koymayı düşünmemişlerdir. 1974’ ten sonra yeniden çıkışta ”tırmanan faşizm”, “üç dünya teorisi” vb. etkileriyle birlikte, THKO çıkışı, sözüm ona özeleştiri mekanizması işletilerek, küçük burjuva maceracılığı diye eleştirilmiş, bırakın silahlı bir örgüt inşasına ihtiyaç duymayı ve silahlı bir mücadele örgtlemeyi, Antep-Düztepe direnişinde yaşamlarını ortaya koyarak parti ve yoldaşlarını koruma iradesini gösteren İlhan Emre ve M.Ali Özpolat örneğinden başka silah kullanmaktan bile kaçınılmış, 12 Eylül darbesine karşı teslim olunmuştur; hareketin ana gövdesi devrimci bir pozisyonda direnmek ve savaşmak gerektiğine inanmışken örgüt liderliği poliste teslimiyetten önce darbeye karşı tavırsız kalmayı seçmiştir. Denizleri, Sinanları ve Cihanları -yani kendi arkadaşlarınıölümlerinden sonra küçük burjuva sol sapma hatta goşist olarak gören güruhtan başka bir şey beklemek sanırım hayal olurdu. Unutulmamalı ki THKO’yu ve mirasını temsil edenler darağaçlarında, meydanlarda, baskınlarda, işkencede ve çatışmalarda can vermişler ve bizi bugüne getirmişlerdir; Emep’i temsil eden güruh ise her devrimci dönemeçte kaçmış-teslim olmuş, Sinanlar Nurhak’ta Denizler için çatışıp ölürken “olay yerine intikal edememişler’’ ya da kaçarken arkadan kurşun yiyenlerdir, bugün o sağcı teslimiyetçi çizgiyi savunanlar. Hüseyin İnan, 1970’li yıllarda THKO’nun silahlı eylemlerini eleştirenlere cevap verirken, ahdı vefadan yoksun olan ‘arkadaşlarına’ cevap verir gibidir: “THKO’nun silahlı mücadeledeki taktik hatalarından ve başarısızlıklarından stratejik sonuç çıkarmaktan zevk alıyorlar. Bir taraftan, halk savaşını verecek silahlı bir gücün oluşturulmasından kaçacaksın; diğer taraftan o çaba içinde olanların taktik çalışmalarından stratejik sonuç çıkartacaksın ve bunu da silahlı mücadeleye karşı çıkmak için yapacaksın, pasifist uygulamaları halk savaşı adına piyasaya süreceksin ve peşinden Marksizm-Leninizm adına halk savaşının savunucusu olarak bizleri maceracılıkla suçlayacaksın. Bu durum Marksizm-Leninizm adına, küçük burjuva kaypaklığının daniskasıdır. Davranışlarıyla pasifist ve oportünist çabaları canla-başla devam ettiren bu beyler, lafa gelince liberalist bir tavırla devrimci teori adına, maceracılığımız konusunda fetva veriyorlar. Hiç olmazsa eleştiri sınırlarını muhafaza etmek için, bizleri küçük burjuva anarşizmiyle suçlarken, kendilerinin hatalı da olsa halk savaşımı girişimi içinde olmaları gerekir.” Elbette TDKP militanları bireyler olarak, birçok yerde silaha sarılmışlardır, ancak silahlı bir örgüt bütünselliğinden bağımsız olarak silah kullanılmış, silaha stratejik akılla değil, pratik olarak duydukları ihtiyacın sonucunda başvurulmuştur. 12 Eylül askeri faşist darbesinden sonra, neredeyse parti örgütünün tamamen yok edilme noktasına gelmesi ve alınan ağır yenilgide, Denizlerin ve THKO’nun çizgisinin sol sapma-goşist olarak görülüp hızla sağa savrulmanın payı önemlidir.

Sayfa 09

Onun 1.Kuruluş Kongresinin hazırlanma süreci Deniz, Yusuf, Hüseyin Cihan, Sinan gibi önderlerinden her biri, bugün birer halk kahramanı olan THKO’nun özeleştirisini yaparak, M-L ve işçi hareketiyle birleşmeye yönelmesiyle başlar.” Elbette TDKP’nin kökleri THKO’ya dayanır ancak THKO’nun politik hattını ve mücadelesini küçük burjuva maceracılığı diye eleştirerek yapılan “THKO özeleştirisinden” gelinen nokta pratik olarak silahlı mücadelenin reddi ve yasallaşma olmuştur. “Devrimci mücadelemizde, halk kitlelerini örgütlemek için parti ve ordu örgütlenmek için vazgeçilmez iki araçtır.(…) Ve gerilla savaşımız bu aşamada stratejik meselemizdir.” diyen Hüseyin İnan’ın zora dayalı devrim anlayışından uzaklaşılmıştır. Mücadelenin “vazgeçilmez iki araç”ından biri olan silahlı örgüt fikrinden ve “stratejik mesele” olarak altı çizilen silahlı mücadele geleneğinden uzaklaşmış olmak, kapitalist koşulların değişmesi ve devletin biçiminde meydana gelen bir değişiklikle ilgili de değildir. Şunu hemen söylemek gerekir. “Faşizme boyun eğmemenin, direnmenin, partiye, yüce komünizm davasına, işçi sınıfına bağlılığın sayısız örnekleri” olarak anlatılan ve elbette böyle olan, Erdal Eren, Hasan Asker Özmen, Gökhan Edge gibi komünistlerin idam sehpasına giderken, yüce komünizm davasına bağlılıklarını gösteren tavırları, işkence tezgahlarında partiye ve yoldaşlarına bağlılık adına aldıkları tavırların, Parti’nin, kadrosal bütünlüğü içinde, tepeden tırnağa geliştirebildiği bir tavır olduğu söylenemez. Özellikle de Parti’nin yönetici organlarında yer alan ‘önder’ kadroların ağırlıklı olarak, ne yazık ki partiyi ve yoldaşları korudukları söylenemez. Partinin, “ihtilalci, M-L yolunda yürümesini” engelleyen, “örgütsel tasfiyeyle yüz yüze” getiren oportünizm ve tasfiyecilik nasıl bir siyasal durumdan beslenmiştir? Partinin bünyesinde özellikle de önder kadrolarda ortaya çıkan, silahlı mücadeleden ve direnişten kaçış, teslim olma eğiliminin nasıl bir mücadele anlayışından kaynaklandığı görülmelidir. Bu durumun 1990’lı yıllarda örgütün yasallaşma sürecine evrilmesiyle ilişkisi olduğu açıktır. Hüseyin İnan, günün koşullarında oportünizmin önemli bir tehlike olduğunun altını çizerek, oportünüzmin iki tür hastalık içerdiğini anlat “1- Eğer o ülkede şekli bir demokrasi varsa legal mücadeleyle sınırlı imtiyazlar tanınmışsa, “legaliteyi kullanalım” sloganı altında, legaliteyi temel kural haline getirmekte ve barışçıl şartlar içinde bir politik mücadele önermektedir. 2-Şayet o ülkede legal imkanlar yoksa ve faşist politika uygulaması bulunuyorsa silahlı mücadeleye karşı “erkendir” veya “ halka rağmen verilmektedir, halk kitlelerini örgütlemeden silahlı mücadele sol sapmadır” sloganı ile ortaya çıkmaktadır. Silahlı mücadele halk kitlelerini örgütlemek için politik mücadele olmasına rağmen silahlı mücadeleye başlamak için halkı örgütlemek şarttır, şeklinde ortaya atılan görüş, özünde sınıf mücadelesinin inkârıdır. Ve halk kitlelerinin kurtuluşu için verilen silahlı mücadelenin alternatifi olarak barışçıl şartları temel alan oportünist ve pasifist politikayı önermektedir.” Şubat 1990 Konferansında; altı özellikle çizilen reformist, revizyonist, oportünist eğilimlerin inşa sürecinden bu yana parti içinde olması, inkarcı-tasfiyeci faaliyetlerin, THKO sürecinden gelen olumsuzluklardan beslenerek, faşizmin ağır saldırıları karşısında baş göstermeleri ve yine aynı süreçten gelen ve reformist, revizyonist özellikleri gösteren kadroların poliste ve işkencede çözülmeleri, Partinin sınıf mücadelesinin dışına çekilmesine neden olduğu ve bunların komünizm davasına yüz çevirmenin ifadesi olduğu vurgulanıyor. Bu eğilimler karşısında mücadelenin yükseltildiği ve özellikle, “1987 Mayısında tasfiyeci akımlar partiden tecrit edildi” (Konferans Belgeleri-Evrensel Basım Yayın) denilerek bunların önemli ölçüde parti dışına atıldıklarını söylenmiştir.

Önümüze Koyduğumuz Görevler; O zaman şu soruyu sormak gerekmez mi? Madem ki sorun THKO sürecinden gelen olumsuzluklar ve TDKP inşa sürecinde de devam eden bu reformist, revizyonist, oportünist akımların varlığına ve eskiden beri süre gelen olumsuzluklara bağlı olarak varlığını sürdüre-gelen inkarcı-tasfiyeci akımlar idi o zaman parti nasıl oldu da reformist eğilimlerin elinde yasallaşma sürecine yönelme olanağı buldu. Sürecin yukarıda sıralanan inkarcı-tasfiyeci eğilimlerden, poliste çözülmelere kadar bütün bu hastalık ve olumsuzlukların yok edilemeyerek, yasallaşma ve parlamentarist mücadele çizgisine taşınması, her fırsatta eleştirilen THKO’nun silahlı örgüt ve zora dayalı devrim anlayışına bağlı olarak silahlı mücadeleden pratik olarak kopuştan beslenmiş değil midir? “THKO’nun küçük burjuva devrimci maceracılığını eleştirerek, Marksizme-Leninizme ve proletaryaya yönelmesi, parti sorununun en acil temel sorun olarak örgütümüzün gündemine girmesine yol açtı. Örgütümüzün 1975’den sonraki bütün faaliyetlerinde ve mücadelesinde bu görev, diğer bütün görevleri belirleyen ve yönlendiren başlıca görev olarak yer alması” (Konferans Belgeleri) karşısında silahlı mücadele örgütlerinden ve silahlı mücadeleden açıkça reddedilmemesine karşın vazgeçilmiş olması partinin yukarıda sayılan bütün olumsuzlukları besleyen temel kaynak değil midir? Bugün gelinen noktada EMEP sürecinin bu olumsuzluklardan beslenerek vücut bulduğunu söylemek haksızlık mıdır? “1975’den partimizin Kuruluş Kongresine kadar yaşanan süreçteki ideolojik, siyasi ve örgütsel faaliyetinde, örgütümüzün en önemli hata ve zaafları parti inşası görevlerinin temel politikalarında, dönemle ve günlük faaliyetle ilgili görevlerinde ortaya çıktı. Proletarya partisini inşa görev ve faaliyetinde ortaya çıkan çözümsüzlük, yanılgı, hata ve zaaflar, örgütümüzün pek çok başka hata ve yanılgıya sürüklenmesine, bazı köklü burjuva-reformist ve oportünist eğilimlerin saflarımızda yaşamasına temel teşkil ettiler.” (Konferans Belgeleri-Evrensel Basım Yayın) denilerek tespit edilen durumun, EMEP’e ulaşan sürecin bütün bu zaaf ve hatalardan tam olarak arınarak yürümediğini göstermez mi? Ve bütün bu durumu, “THKO’nun küçük burjuva devrimci maceracılığını” diye başlayarak eleştirilen THKO’nun faşist diktatörlüğe karşı silahlı örgüt ve mücadele anlayışından uzaklaşmış olmaktan-beslendiğini düşündürmez mi? Bizce tarih EMEP’in sağ tasfiyeci liderliğini mahkum etmiş ve Denizlerin yoldaşları olarak bizleri yeniden tarih sahnesine davet etmiştir. Artık devrimciliğin en önemli ayırt edici özelliği kapitalist-emperyalist sistemi yıkacak organizasyonel yeteneğin yaratılması ve dünyanın her yerinde her şartta ‘’kral çıplak’’ deme cüretinin gösterilmesidir, mesele kapitalizmi bir toplumsal sistem olarak bütün varlığıyla ortadan kaldıracak olan devrimci örgütleri yaratmak ve komünizme giden yolda sosyalizmi kurmaktır. 21.yüzyılın şafağında, küreselleşme süreçlerinin gelip dayandığı bu noktada-yani sermayenin uluslararası dolaşımının önünde neredeyse hiç engel kalmadığı ve ulus devletlerin çok uluslu şirketlerin tekellerin “imparatorlukçu” bir uluslararası yapıya dönüştüğü bu an’da en uygun mücadele aracı kıtasal örgütlenmedir; bu tek tek ulus nosyonlu hareketlerin bileşimi üzerinden oluşacak kıta-bölge enternasyonalleri olabileceği gibi doğrudan örgütsel gelişmeye bağlı olarak tek bir örgütsel yapıda olabilir. Bu alanda önümüzde, küresel eylemler çağını açan El-Kaide örneği ve Latin Amerika’daki Simon Bolivar halk hareketi vardır. Her ne kadar arkasındaki dinamiği Kolombiya orijinli, kısa adı –Farc- olan Kolombiya devrimci silahlı güçleri oluştursa da temel düsturu; Güney Amerika kıtasını tek bir alan-ülke-yurt olarak görmekte ve sömürgecilerin çizdiği siyasal sınırları-dili ve kültürü reddetmektedirler. Bizlerin yaşadığı Ortadoğu’ya uzaktan bakıldığında çok daha karmaşık gibi görünse de esasen binlerce yılda oluşmuş ortak dil-kültür ve yaşam biçimleri yakınlığı mevcuttur. A.Öcalan ve örgütü PKK, 1998’de 28 örgütün-içinde Lübnan Komünist Partisi’nden Hizbullah’a Suriyeli anti-İsrail bir örgüt olan El-Saika’ya kadar geniş bir

yelpazesi vardır- katılımıyla oluşan Ortadoğu enternasyonalini kurmuş ancak Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesiyle bu devrimci birlik dağılmıştır. Amacımız yeniden Ortadoğu halklarının devrimci komünist partisini yaratarak bölgesel devrimler üzerinden küresel bir heyulaya yol açmaktır, yani kıtasal örgüt, küresel devrim mefhumudur. 1917 Ekim Devrimi sınıfsız topluma gidiş mücadelesinde bir doruk noktasıdır. Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği süreci, iktidarın sosyalistlerce alınabileceğini, korunabileceğini, komünizmin alt evresinin -sosyalizmin gerçekleştirilebileceğini tartışmaya yer bırakmayacak bir biçimde kanıtlamıştır. Ekim Devrimi, Marks ve Engels’in öngördükleri gibi, bir dünya devriminin halkalarından biri olma perspektifiyle gerçekleştirilmiştir. İktidar alımının ardından bu beklenti uzun dönem yine devam etmiştir. Aslına bakılırsa, Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan genel -bilhassa Avrupa’dakidevrimci durum göz önüne alındığında, bu beklenti temelsiz de değildi. Fakat, özellikle de sosyalist hareket saflarındaki sağ oportünist kanadın ihaneti sonucu, devrimci iradenin zayıf kalmasıyla, Rusya dışında boy veren kalkışmalar -örneğin Almanya’daki Spartakist ayaklanma, Macaristan’da kurulan Sovyet iktidarı- karşıdevrim tarafından kısa sürede bastırılınca, Rusya’da Bolşevikler, zincirleme bir dünya devriminin gerçekleşmesiyle altından çok daha rahat kalkmayı bekledikleri devasa sorunların yükünü tek başlarına omuzlamak zorunda kaldılar. Bu yalnızlık ve başının çaresine bakma zorunluluğu, Sovyetler Birliği’nin varlığıyla belirlenen bir dönemin sonuna dek kapitalizmin yoğun ablukasından da beslenerek, Sovyet politikalarında son derece etkili bir motif olmaya hep devam etti. Dünya devrimi beklentisi gerçekleşmeyince, Bolşeviklerin karşı karşıya kaldıkları temel soru, tek bir ülkede sosyalizmin kurulup kurulamayacağıydı. Bu soruya -yüksek veya alçak sesle- olumsuz cevap verenler –hemen veya süreç içerisinde- mücadeleden ciddi oranda düştüler. Lenin ve onun sadık öğrencileri, bu zor soruya olumlu cevap vererek, dünya devrimi beklentisinin boşa çıkmasıyla oluşan bilinmezliğin üzerine yürüdüler ve tarihin o güne dek tanıdığı en cüretkâr devrimci iradeye önderlik ettiler. Onların şahsında sembollerini bulan Bolşevikler devrimci tarih yazımının ancak bu tür bir cesaretle mümkün olabileceğini göstdiler. Ve böylece, Sovyetler Birliği’nde sosyalizm, hâlâ “doğallık ve kaçınılmazlık” ve “alt yapı üst yapıyı belirler” teorik çerçevesi içinde kalınarak, enerjisini alt yapının üst yapıyı nasıl olsa belirleyeceği fikrinden alan ve her ne pahasına olursa olsun bu “belirleyiciyi” oluşturmaya yönelen, NEP, sanayileşme, kolektivizasyon dönemeçlerinden geçen, olağanüstü zor koşullarda verilen, dünyayı hayrete düşürecek kadar büyük başarıların kaydedildiği, kapitalizmi -kendi içindeki işçi sınıfı mücadeleleriyle birliktesarsarak kendini savunmak üzere “sosyal devlet” konseptine yönelmek zorunda bırakan destansı bir mücadelenin sonucunda kuruldu. Bu mücadelenin verildiği koşulların sertliği, sosyalizm kuruculuğu mücadelesini de son derece “sert” kıldı.

linin ortadan kalktığı ve dolayısıyla o güne kadar yürütülen siyasetin zemininin kalmadığı SSCB’de, bu statükocu yaklaşımın hem kadrolarda, hem de Sovyet toplumu genelinde açık ve kaçınılmaz bir apolitizme yol açtığı ve devletin bir tür -zamansız ve yanlış yönde- “sönümlendiği” görülmektedir. Dünyanın iki “süper” gücünden biri olarak tarif edilen Sovyetler Birliği yıkılırken ülkedeki yığınların bu yıkılışa ne ciddi bir destek vermesi, ne de karşı çıkması başka bir sıfatla açıklayabilmek mümkün görünmemektedir. Sovyetler Birliği komünizmin birinci evresini önemli oranda gerçekleştirmiş, ama -bir kısmı objektif, bir kısmı sübjektif koşulların etkisiyle- onu aşamayınca, bu birinci evre temelinde bir statüko arayışına yönelmiş, bu yolla kendi sonunu hazırlamış ve geride komünizmin alt aşamasının nasıl kurulacağına dair zengin deneyimler ve komünizmin üst aşamasına nasıl varılacağına dair teorik bir soru bırakarak çözülmüştür. Bir geçiş aşaması olan sosyalizmin, Sovyet deneyiminin de açıkça gösterdiği üzere, komünizmin alt aşamasını tesis edip ikinci aşamaya geçişi sağlayacak iradenin -bir yandan da üzerine oturduğu tabanı nicel ve nitel anlamda sürekli geliştirir ve böylece toplumsal özneden tüm toplumun özne olmasına doğru evrilirken- hedefe varana kadar denetim altında tutması gereken bir aşamadır. Başka bir ifadeyle, komünizme -üst aşamayageçiş sürecinin dinamiği, sürekli ileriye yürüme ve sıçramalar üzerine kuruludur. Onu herhangi bir noktada dondurma eğilimi kaçınılmaz olarak statükoculuğa,geriye dönüşe ve yıkılmaya yol açar. SSCB öncülüğündeki dünya komünist hareketi, Sovyetler Birliği’nin varlığıyla belirlenen bir dönem boyunca -tartışmalı olan İkinci Dünya Savaşı sonrası iktidar alımlarını hesaba katmazsak- tek bir “proleter” devrim görmemiş, devrimcilik üretmekte dâhi zorlanmış, ancak genel devrimci harekete, “sosyalizmi” kurmaya çalışan ülkelere ve bazı ulusal kurtuluş mücadelelerine ve kimi devrimlere birtakım destekler sunabilmiştir. Yani Sovyetler Birliği, yok olana kadar, objektif bir konum olarak, dünya devrimci hareketinin merkezi olmuş, ama dışındaki dünya, Sovyetler’in kendisinden de kaynaklanan nedenlerle, ona, ayakta kalmasına ve daha da gelişmesine yetecek devrimci besini sağlayamamıştır. Sovyetler Birliği biraz da bu açlıktan ölmüştür. Bu savunma dönemi, kendi yaklaşımlarını, siyaset yapma, örgütlenme ve kadro tarzlarını üretmiştir. Bu tarzların hepsine savunma refleksi sinmiştir. Zira savunma, biraz da, düşmanın üstünlüğünü kabul etme ve korumak istedikleriniz uğruna onunla uzlaşmaya yatkınlık demektir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, sınıfsız toplum ve toplumsal eşitlik mücadelesinde bir dönem sona ermiştir. Biten sadece “siyasal” bir dönem değildir aynı zamanda, sosyalizmin ve komünizme geçişin “doğallığı ve kaçınılmazlığını” öngören ve bu doğallık ve kaçınılmazlık denklemini işçi sınıfının devrimci toplumsal özneliği üzerinden kuran bir teorik kurgu da çöküşün altında kalmıştır.

Dünya komünist hareketi bu süreçte, Sovyetler Birliği’ni ayakta tutma hedefine kilitlendi ve ulusal kurtuluş mücadelelerini arkaya alma, bir süre sonra ortaya çıkan faşizm dalgasına karşı kapitalizm içinden müttefikler arama, ardından barışı en temel mesele olarak koyan detant politikalarına yönelme gibi savunma temelli politikalarla Sovyetler Birliği’ni yaşatma hedefi -70 yıllığına- “başarıldı”, ama bunun, konjonktürel siyasal seçimleri giderek teorik ilke düzeyine çıkarma eğilimi gibi ciddi olumsuz bedelleri de oldu. SSCB’de ileriye doğru gidiş yöntemleri geliştirilemeyince, iç ve dış pozisyonları koruma hedefiyle statükoculuğa yönelindiği anlaşılmaktadır.

Dünyanın yeni bir atılıma doğru ittiği devrimci/ komünist kamp , hâlâ yenilginin getirdiği şaşkınlık ve atalet içindedir. Bunun temel nedeni, devrimci/ komünist hareketin bir dönemin bittiğini kabul etmemesi veya edememesi, kendini eski devrimci akla veya teorik kurguya ve ona dayalı ideolojik-siyasal perspektiflere uydurmaya çabalaması, biten dönemin muhasebesini yüksek sesle yapıp yeni dönemin gerektirdiği devrimci kolektif aklı kurmak üzere yeterince cüretkâr davranamamasıdır. Devrimcilerin varlık nedeni, herhangi bir “kutsal” kişi ya da kitap tarafından vahyedilenleri gerçekleştirmek değildir. Artık peygamberler ve kutsal kitaplar çağı kapanmıştır.

Statükoculuk, daha evvel komünizmin alt ve üst evreleri biçiminde bir bütünün parçaları olarak tarif edilen aşamaların arasının haddinden fazla açılarak sosyalizmin adeta başlı başına bir toplum formu gibi tanımlanmaya çalışılması biçiminde dışa vurmuştur. Bu yaklaşımın uluslararası boyutu ise, barışı her şeyin önüne koyan bir detant (yumuşama) politikası biçiminde gelişmiştir. Bunlar SSCB’yi ayakta tutmaya dönük zorlu çabanın düşünsel ve pratik sonuçlarıdır ve yukarıda söz ettiğimiz arada kalmışlığa karşı geliştirilmiş -aslında siyasal- cevaplardır. Siyaset kurumunun bilindik sınıfsal teme-

Bugüne kadar Marksizm-Leninizme yönelik kuramsal tadilat girişimlerinin genel olarak liberal yaklaşımlarla sonuçlanmış olması, söz konusu yenilenme görevinin yakıcılığından hiçbir şey eksiltmemektedir. Bu görevin altından devrimci bir yaklaşımlar bütünü üreterek kalkmanın mümkün ve dahası, zorunlu olduğuna inanıyoruz. Devrimci kavramının vurgulanmasını önemsiyoruz; zira içinde yaşadığımız dönemde kendisini sosyalist, Marksist, hatta komünist olarak niteleyen, ama devrimci sıfatının altına yerleştirilmesi mümkün olmayan ciddi bir kesimin var olduğunu görüyoruz.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 10

SURİYE’DE ESAD REJİMİNE KARŞI SAVAŞAN GRUPLAR -1

Sayfa 07

AVRASYA KITA BLOĞUNDA YENİ BÜYÜK OYUN

mak, özelliklede Suriye örneğinde çok daha zordur.

Bu harita, Ortadoğu devletlerinin bugünkü sınırlarını göstermektedir . Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Bölgesi ile İran, Irak ve Suriye’den toprak alınarak “Özgür Kürdistan” (Free Kurdistan) adı altında yeni bir Kürt Devleti kurulmaktadır.

Arap baharıyla birlikte Suriye’de demokrasi adına neler olduğunu görmek açısından Suriye toplumuna değinmek için uygun bir zamandır. Çünkü Arap baharı büyük yabancı güçlerin yardımıyla Seküler Arap devletlerini yıkmayı ve fundamentalist fraksiyonları güçlendirmeyi amaçlayan bir harekete benzemektedir. Böylesi faktörler karşısında, analizi Beşar Esad rejiminin Suriye deki demokrasi ve bölgedeki istikrar açısından taşıdığı öneme değinmek gerek. İSLAM VE DEMOKRASİ

Küresel finans kriz, Euro bölgesi krizi, yüksek petrol fiyatları, briç ülkelerinin artan etkileri, ABD’nin önleyici savaş doktrini, Afganistan ve Irak’ın işgali ABD ve Çin arasındaki para birimi savaşları Rusya’nın Avrupa ile olan boru hattı projeleri, İran’ın nükleer programı Afrika’da ki yoksulluk ve yetersiz beslenme, Chavez’in Latin Amerika’daki yükselişi, serbest ticaret, çok kültürlülük, çevresel dengesizlikler; ve artık listede Suriye de yerini almış bulunuyor. Tüm başlıklar arasında demokrasi nereye oturmaktadır?

Demokrasi üzerinde yapılacak olası tartışmaların verimli olması için öncelikle demokrasinin kavramsal çerçevede neyi ifade ettiğinin iyice anlaşılması gerekmektedir. Demokrasi Yunanca “halk” kelimesinin karşılığı olan demos ile “idare” manasına gelen kratos kelimelerinden meydana gelen bir terimdir. Kökü eski Yunan kültürüne uzanmaktadır.

Demokrasiden halkın kendi kendini yönettiği, kendi kaderinin kendi elinde olduğu, hiçbir dış iradenin söz konusu olmadığı, insanların özgür iradeleriyle yaşamlarını düzenlediği, insan onurunu yaralayan, insan özgürlüğünün gerçekleşmesini engelleyen, sömürü, bağımlılık, hâkimiyet, ilişkisinin söz konusu olmadığı, velhasıl insanın insana kulluğunun sona erdiği bir insan ve dünya toplumu anlaşılmalıdır. wBu yüzden demokrasi kavramı, evrenselliği içeren bir kavramdır ve ancak tüm insanlığı kavrayıp, kucakladığında bütünüyle gerçekleşebilir. John Dewey ise “demokrasi bir hükümet biçiminden daha fazlasıdır; demokrasi temel olarak ortak bir yaşam, uzlaşmaya dayalı bir deneyim tarzıdır..” demektedir. Güçlü çıkarlar karşılandığı sürece Demokrasinin gereği bile yoktur,para veya güç, barışın güvenliğin istikrarın ve refahın anahtarıdır. Demokrasinin hiç var olmadığı ve birçok insanın demokrasi taraftarı olduğunu iddia ettiği bir dünyada gerçek bir demokrasinin ne olduğunu tanımla-

İslam’da ise kilisenin hiyerarşik yapısına benzer şekilde örgütlenmiş bir kurum yoktur. Camii, insanların ibadet için bir araya geldikleri bir tapınaktan daha fazla bir şey değildir. aynı zamanda Şii ruhbanlarını Katolik kilisesi ile karşılaştırmak yanlış olmaz. Fakat bu doğru olsa bile Şii kesim İslam dünyasının sadece yüzde 15’lik kesimini temsil etmektedir. Ayrıca Şii gruplar arasında büyük Ayetullah’lık kurumunun üstünlüğü konusunda bir uzlaşma yoktur. Dolayısıyla İslam seküler bir dindir ve her zaman böyle olmuştur; bu nedenle demokrasiyle tamamen uyuşmaz değildir .İslam’ın tanımı hiçbir yönetici idari otoritenin buyruğunun tekeli altında değildir. Halifeler, insanların komutanı olarak en önemli askeri-siyasi yöneticilerdir. Yine de , dinsel meseleler üzerine söz söyleme ayrıcalığına sahip değillerdir. Sorun, İslam siyasal bir haraketin gündemi haline geldiğinde ortaya çıkmaktadır.

Bu stratejiyle; “Önleyici Savaş” adı altında yeni bir kavram getirilmiştir. Buna göre, terör örgütleri ile teröre başvuran haydut ve başarısız devletler, öncelikli tehdit kapsamına alınmıştır. Amerika, haydut veya başarısız devlet olarak değerlendirdiği bir devletten tehdit geleceğini hissederse, o haydut devletin herhangi bir şey yapmasını beklemeden saldırarak tehlikeyi önleyeceğini ilan etmektedir. “Önleyici savaş ve demokrasiyi yayma” kavramları, Afganistan ve Irak işgali ile Arap Baharı adı altında Büyük Ortadoğu bölgesindeki devletlerde başlatılan “ Dış Destekli İç İsyan ve İç Savaşları” meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanmaktadır. Bu kapsamda, askeri müdahalelerin önü açılmakta, tüm bu askeri operasyonlar ve işgaller, sonunda “Demokrasiyi Yayma” kılıfı altında meşrulaştırılmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesiyle ilgili diğer bir açıklama da, ABD’nin eski güvenlikten sorumlu danışmanı ve o zamanki Dışişleri Bakanı Condoleza Rice’ın 7 Ağustos.2003 tarihinde Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısında görülmektedir. “Ortadoğu’yu Dönüştürmek” (Transforming The Middle East) başlığını taşıyan yazısında Condoleza Rice, özet olarak; Fas’tan Basra körfezine kadar Ortadoğu’da bulunan 22 devlette, Arap aydınları, özgürlük eksikliklerinin giderilmesi için Arap hükümetlerine çağrıda bulunuyorlar. Muhalefet liderleri; daha fazla siyasi katılım, liberal ekonomi ve serbest ticareti kapsayan reformların yapılmasını talep ediyorlar. Amerika Birleşik Devletleri, bu adımları destekleyecek ve bölgedeki dost ve müttefikleriyle birlikte, daha fazlasının yapılması için çalışacaktır. Ortadoğu’nun dönüşümü kolay olmayacak ve zaman alacak. Bu, insan özgürlüğünün gücüne olan inancımızı paylaşan bölgedeki yaşayanlarla (muhaliflerle) tam bir işbirliği içinde çalışmayı gerektirir. Burada, askeri taahhüt öncelikli değildir ama politik, ekonomik ve kültürel olmak üzere milli gücümüzün tüm unsurlarını kullanmamız gerekir” diyor. Böylece; Kuzey Afrika’dan İran Körfezine kadar olan Büyük Ortadoğu bölgesindeki 22 devletin rejimlerinin gerekirse askeri güç de kullanılarak, Amerikan çıkarları doğrultusunda dönüştürüleceğini açıklamaktadır. Büyük Ortadoğu projesiyle ilgili en çarpıcı açıklama ise; Amerika Birleşik Devletleri Silahlı Kuvvetler Dergisinin (Armed Forces Journal) Haziran 2006 tarihli sayısında yayınlanan “Kanlı Sınırlar” (blood Borders) başlıklı makalede: A-Afrika ve Ortadoğu’daki sınırların; Avrupalıların çıkarlarına uygun olarak, etnik yapılar dikkate alınmadan çizildiği ve bu nedenle bölgedeki çatışmaların ve istikrarsızlığın sürdüğü belirtiliyor. B-Bölgeye huzur, barış ve istikrarın gelmesi için etnik kimlikler dikkate alınarak sınırların yeniden çizilmesi gerektiği savunuluyor. C-Bu kapsamda yapılacak sınır ve rejim düzenlemeleri sonucunda, bazı ülkelerin kazanıp bazılarının kaybedeceği vurgulanıyor ve Türkiye kaybedecek ülkeler arasında sayılıyor. Ayrıca,dergide eski ve yeni sınırları gösteren iki harita yayınlanıyor.

BÜYÜK ORTAOĞU PROJESİ VE AKP Soğuk Savaşın politik ve ideolojik araçlarla en güçlü cereyan ettiği coğrafyalardan biriside, Batı Avrupa idi. Bu bölge kapitalist dünya ekonomisi içinde idi ve NATO aracılığı ile de ABD ile eklemlenmişti. Ancak, batı bloğu içindeki komünist partileri, iki ülkedeki politik yaşamı kökten etkileyebilecek bir güce sahiptiler.1970’li yıllarda Avrupalı komünist partiler içinde başlayan ve hızla gelişen eurokomünizm, batılı komünist partilerin Sovyet komünizmi ile aralarına sert bir çizgi çizmelerini beraberinde getirmiştir. Eurokomünizm ile Sovyetler Birliği ile Avrupalı komünistler ideolojik olarak birbirinden kopmuşlardır. Eurokomünizmin gelişmesinde Amerikan istihbarat servislerinin yoğun desteğinin olduğu bugün artık sır değildir. ABD Orta Doğu’da Amerikan modeli bir demokratikleşme arayışı içine girmiştir. Türkiye ve Ortadoğu’daki gelişmeleri önce ideolojik sonra politik eksenli olarak yorumlamak, ortaya oldukça ilginç sonuçlar çıkarıyor. 1990’ların ilk günlerinden itibaren Amerikan istihbaratının önde gelen Türkiye ve İslam analizcilerinden Graham Fullerin bir tezi işlediği dikkat çekiyordu. Fuller, Orta Doğu’daki anti-amerikan radikal İslamcı gelişmelerin önlenebilmesinin yolunun laik sistemleri desteklemek değil, aksine radikal İslamcı hareketleri dünya kapitalist sistemi içine çekecek ve anti-amerikancı özlerinden çıkaracak bir yaklaşıma sevk etmek olduğunu ileri sürüyordu. Amerika’nın Orta Doğu’da laiklik konusunda ki ısrarının hiçbir anlamı yoktur. Üstelik Müslümanların günlük yaşamlarında dini nasıl yorumlayıp uyguladıkları ABD’nin stratejik çıkarlarını ilgilendiren bir husus da değildir. Önemli olan bu ülkelerin/partilerin/ örgütlerin anti-amerikan bir niteliğe sahip olmamasıdır,şeklinde ifade edilmiştir. ABD’nin radikal İslam’da eurokomünizm benzeri bir ideolojik dönüşüm konusunda merkez ülke olarak Türkiye’yi seçtiği anlaşılmaktadır. Fuller, 2000 yılında Türkiye ile ilgili yaptığı yorumda; Türkiye de yakın bir gelecekte iki partili bir temsil sistemine gebe… Fazilet partisinden kopan bir grup ılımlı İslamcı, geniş tabanlı bir oluşuma gidecek. Türkiye’de yakın zamanda ılımlı İslamcılar iktidara gelecek.’ diyordu. Fullerin bu tespitleri bir sosyal analizin sınırlarını çoktan aşmıştır. Fullerin tespitleri sadece Türkiye ile de sınırlı değildir. AKP’nin iktidarı,Amerika’nın Orta Doğu için hazırladığı demokratikleşmenin çok önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Lakin bu Amerikan demokratikleşmesi ile paralel olarak yapılacak seçimleri, Suudi Arabistan’da el kaide kazanacaktır. Mısırda Müslüman kardeşler iktidarı zorlayacaktır. Cezayir’de ise selamet cephesi sonuçlara gidecektir. Çünkü bu ülkelerde henüz bir AKP yoktur ve Ortadoğu’da‘demokratikleşme’ AKP’leşme üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılacaktır.BOP’un gerçekleşmesinin en önemli aşamalarından birisinin, Orta

S.Huntington LE POİNT dergisine verdiği demeçte, Türkiye’nin Avrupa Birliği yerine etkili ordusuyla, hayli iyi işleyen demokrasisiyle İslam dünyasının liderliğine oynamasıgerektiğinin altını çizmiş ve Atatürk’ün ortadan kaldırmak istediği ama başaramadığı Müslüman mirasıyla bütünüyle yeniden barışmayı kabul eden Türkiye, kendisine yeni bir misyon aramalıdır. AKP, ABD’nin büyük Ortadoğu stratejisinin en önemli ayaklarından birisi olan radikal hareketlerin liberalleştirilmesi sürecinde çok önemli bir rol üstlenmiştir. Tayyip Erdoğan, 8 Haziran 2005 tarihinde, gazete ve televizyonlara şunları söylüyordu;“Geniş Büyük Orta Doğu Projesi’nde demokratik ortak olarak bir görev üstlendik. 4 Mart 2006 tarihinde de, T.C. Başbakanı gazetelere şöyle veriyordu“Türkiye’nin Orta Doğu’da bir görevi var. Biz BOP’ un Eş Başkanlarından biriyiz. Bu görevi yapıyoruz” diyordu. 14 Mart 2006 tarihinde Gül, Radikal Gazetesi'ne konuşuyor ve: "BOP içinde ABD ile birlikte hareket ediyoruz. Büyük Ortadoğu Projesi, Türkiye'nin dış politika ilkelerine uygun.. ABD ile ortak hareket ediyoruz..Amacımız İslam ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek" diyor. Kuzey Afrika’dan başlayıp tüm Arap Yarımadasına yayılan “Amerikan ve Batı yanlısı olmayan yönetimlere karşı isyanları” Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği gibi Batılı güçler destekliylar. Bu destek; İsyancılara para, gıda, ilaç ve silah yardımının daha da ilerisine geçiyor ve Batılı güçlerin silahlı kuvvetleri ile NATO bizzat isyancılar safında çarpışmalara katılıyorlar. Böylece söz konusu ülkelerde; “Dış destekli birer iç savaş” sürdürüyorlar,muhalif devletlerin yönetimlerine darbeler düzenliyorlar. Ülkeleri, kendi çıkarlarına uygun olarak bölüp parçalıyorlar ve sınırlarını değiştiriyorlar. Binlerce insan’ın ölümüne sebep oluyorlar. Irak, Afganistan, Mısır, Tunus, Libya ve Suriye’ye de olanları hatırlayın.ırak baas lideri saddam hüseyinden sonra libya'nın 'yeşil sosyaliz' kavramını icad eden lideri m.kaddafi de petrolü altın karşılığnda satacağını duyurdu..bu bastığı paranın maden olarak değeri olmayan tek ülke olan abd yi korkutan ve başarılı olması halinde dünya dengelerini değiştiricek olan bir söylem-adım dı..şimdi de iran cumhurbaşkanı mahmut ahmedinejat aynı söylemli sarfediyor..bunun ne demek olduğunu hepimiz tecrübe etmiş bulunuyoruz..bu amerikan çıkarları için yeni ve daha kanlı bir savaş demek ve sonuçlarını daha yakıcı şekilde hissedeceğimiz ..üstelik yanıbaşımızda.. İran; “Eğer Amerika ve NATO, Suriye’yi bombalarsa, Türkiye’deki Amerikan üslerini vururuz” diye tehdit ediyor. Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti başta olmak üzere, Şanghay İşbirliği Örgütü Üyesi devletler de; “Ortadoğu’daki çıkarlarının zedelenmesine kayıtsız kalamayacaklarını” ilan ediyorlar. Ayrıca, Kuzey Afrika ve Orta Doğu'da yaşanan istikrarsızlık konusunda endişelerini dile getiren Şanghay İşbirliği Örgütü Devlet Başkanları; “Bölgede acil olarak istikrarın sağlanması gerektiğini, ülkelerin kendi kültürel ve tarihsel özelliklerine göre demokratik gelişme yolunda adımlar atacağına inanıldığını ve buna destek olacaklarını kaydediyor ve ülkelerin iç işlerine karışmama ilkesine vurgu yapıyorlar” Amerika Birleşik Devletleri; Büyük Ortadoğu projesinin amacının “Diktatörlükle yönetilen bölgedeki devletlere demokrasi götürmek” olduğunu iddia ediyor.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Thomas Stearns Eliot, demokrasinin neyi ifade edip neyi etmediğinin, anlaşılamamasının yarattığı kargaşaya şu şekilde vurgu yapmaktadır; “Bir kelime, bugün demokrasi kelimesinde olduğu gibi, bu kadar evrensel bir kudsiyetle onurlandırılıp, kendisinden ifade etmesi beklenen her şeyi ifade ederse, hâlâ bu kelime bir şey ifade ediyor mu diye kendime sormaya başlıyorum.”

değil, çoğunluğun yararına göre idare edildiği için, bu idare şekli demokrasi adını almıştır. Özel farklılıklara gelince; eşitlik kanunlar tarafından herkese temin edilmiştir. Fakat umumi hayata katılmaya gelince, kendi değerine göre her fert saygı görür ve ait olduğu sınıf, şahsî değerinden daha az önemlidir. Nihayet hiç kimse, fakirlik ve sosyal durumun karanlığıyla engellenmez; eğer siteye hizmet edebilirse..”

Batı’da dinin kendisi sekülerizmin hedefiydi. Feodal zamanlarda, ruhban sınıfı idari işlere yani karar-alma süreçlerine doğrudan müdahale etmekteydi, büyük topraklara ve bu toprakların üzerinde ki topraksız köylülere sahipti ve cennetin anahtarlarına sahip olmanın keyfini çıkarıyordu. Demokratik olmayan bir kurum olarak klişe hem uhrevi hem de dünyevi meselelerde tekelci bir pozisyona sahipti. Bu yüzden batı sekülerizmi halkçı, seçkinci olmayan ve halkın/kamunun Katolik teokrasi tarafından sömürülmesine karşı dünyevi bir hareketti.

17 Eylül 2002 tarihinde, Bush tarafından NSS 02 kod numarasıyla onaylanarak resmileşen bu strateji; Önleyici Savaş, Askeri müdahale ve öncecilik, Yeni karşılıklılık ve Demokrasiyi Yayma başlıkları altında dört bölümden oluşmuştur.

1- Dünya petrol kaynaklarının %73’ünü topraklarında bulunduran Büyük Ortadoğu bölgesindeki petrolü kontrol altına alma projesidir. 2- Bu bölgedeki devletlerin sınırlarını Amerikan çıkarlarına uygun olarak, gerektiğinde silah kullanarak veya iç isyanlar çıkararak değiştirme projesidir. 3- Amerika ve Avrupa Birliği çıkarlarına uymayan yönetimlerin “Dış Destekli İç İsyanlarla” devrilmesi ve rejimlerinin dönüştürülmesi projesidir. 4- Böylece; Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya ve Hindistan gibi süper güç olmaya aday Şanghay İşbirliği Örgütü Üyesi devletlerin önünü kesme ve Amerika’nın liderliğini devam ettirme projesidir.

SAYFA 07

Alexis Clerel de Tocqueville, demokrasi kavramının tanımlanması konusundaki gerekliliği şu şekilde vurgulamıştır; “Demokrasi ve demokratik devlet kavramlarının kullanımı konusunda büyük bir eksiklik vardır. Bu kelimeler açıkça tanımlanmadıkça ve anlamları üzerinde uzlaşılmadıkça, insanlar bu anlam karmaşası üzerinde yaşamaya devam edeceklerdir ve bu tartışmalar demagoji yapanların ve despotların işine yarayacaktır.”

Yunan tarihçi Thucydid’e göre demokrasi kelimesi ilk olarak Perikles’in Atinalılara verdiği bir nutukta kullanılmıştır. Perikles, aristokratik rejimi yenen demokrasinin iyilik ve faziletlerini şu ifadelerle dile getirmektedir: “Bizde devlet, bir azınlığın

Diğer dinlerle karşılaştırıldığında, kendini adamış taraftarlarının sayısı en çok olması nedeniyle İslam de facto dünya’nın en büyük dinidir. Eğer demokrasi özgür toplumların temeliyse, sekülerizm de İslami dünyada ki demokrasinin temelidir. Fakat sekülerizm hakkındaki genel yanlış Müslüman kanı, onun batıdan alınmış yabancı bir kavram olduğu şeklindedir.Ve batıdan alınmış olduğu içinde İslam-karşıtı unsurlara sahip olması gerektiği düşünülmektedir.

Sonuç olarak, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)

Doğu’nun demokratikleşmesi olduğunu Amerikalı stratejisiler ifade ediyorlar. Ancak, yapılacak seçimleri mevcut rejimlerden daha anti-amerikancı bir siyasal söyleme sahip radikal İslamcı diye anılan değişik siyasal hareketlerin kazanmasıneredeyse kesindir. Öncelikle bu radikal hareketlerin ehlileştirilmesi ya da AKP’lileştirilmesi gerekmektedir. Bu süreç çoktan başlamıştır bile; Fas’ta amblemi gaz lambası olan adalet ve kalkınma partisi adını taşıyan radikal İslamcıpartinin lideri Saadine Osmanî, Türk modeli AKP’yi örnek alacağını ifade etmiştir.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 06

BÜYÜK OYUNUN YENİ CEPHE ALANI,BÜYÜK ORTADOĞU

SURİYE’DE DİNSEL, ETNİK, MEZHEPSEL VE POLİTİK GRUPLAR

Amerikalı stratejisiler anti-amerikanizmin üç nedeni olduğunu düşünmektedirler. 1-ABD’nin Filistin-İsrail çatışmasında İsrail’i desteklemesi, 2-Bölgedeki Amerikan askeri varlığının ABD’ye karşı nefret uyandırması! 3-Orta Doğu’da anti demokratik rejimlere verilen Amerikan desteğinden dolayı halkların, ABD’den nefret etmesi şeklinde özetlenmektedir. ABD’nin bu sorunları çözmesi, anti-amerikanizmin de Orta Doğu’dan silinmesine neden olacaktır çıkarsamasını yapmaktadırlar.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

SAYFA 06

Sayfa 11

Iraksavaşı Afganistan’da başlamıştı ve ırak üzerinden Ortadoğu’da savaşın ikinci cephesi açıldı. Irak savaşının sonuçları ortadoğuda ki krizi daha da ağırlaştırdı. Irak’ta hızla biten ama halk savaşı olarak devam eden savaş, önümüzdeki aylarda Ortadoğu’daki yeni cephelere yayılma ihtimali taşıyor. ABD; NATO’yu Ortadoğu ve Kafkaslarda yeni bir mücadele sürecinin içine çekmek istiyor. Türkiye ise, küresel güç dağılımının yapılanması için gerçekleştirilen savaşların odak noktasında, Orta Asya/Kafkasya ile Orta Doğu’nun kesiştiği alandadır. Bu noktaya nasıl geldiğimizi anlamak için soğuk savaş dönemini hatırlamak gerekir. Soğuk savaş dönemi dünyanın ikiye bölündüğü, dost ve düşmanın belirgin olduğu bir dönem olarak,1946-1989 yılları arasına damgasını vurmuştur. 1989’da Sovyetler Birliğinin çözülmesiyle yeni bir iklime girilmiştir. SSCB’nin çözülmesiyle ABD, Amerikan tek kutupluluğunu 21.yüzyılda da devam ettirmenin yollarını aramaya başlamıştır. Yeni-muhafazakârların önde gelen temsilcilerinden Paul Wolfowitz bu süreci şöyle tanımlamıştır; ABD’nin tek kutupluluğunu devam ettirmek için dost veya düşman bütün devletleri ABD’nin menfaatleriyle çelişki yaratacak ölçüde büyüdükleri takdirde, bundan caydırmak gerekmektedir. Clinton yönetimi, Amerikan tek kutupluluğunu devam ettirme stratejisini diğer devletlerle uzlaşma ve jeo-ekonomik bir yol olan küreselleşme üzerine kurmuştur. ABD,1990’ lı yıllarda soğuk savaş döneminde yıpranan ekonomisini Küreselleşmenin sağladığı fırsatlarla onarma yoluna gitmiştir. Z.Brezinski ‘Büyük Satranç Tahtası adlı kitabında 21.yüzyıldaki Amerikan üstünlüğünü, ABD’nin Avrupa-Asya kıta bloğu üzerindeki hâkimiyetine bağlamıştır. brezinski ve birçok Amerikalı stratejist için 21.yüzyılda ABD’nin küresel ve bölgesel rakiplerini; hızla kalkınan Çin, Rusya, Hindistan ve ekonomik bir dev ama politik/askeri bir cüce olan Avrupa Birliği olarak tanımlamıştır. Yeni muhafazakârların iktidarının ilk yılında 11 Eylül de ABD’de el-kaidenin düzenlediği saldırılar gerçekleşmiştir 11 Eylül saldırılarını kimin ve nasıl yaptığı hala çok açık değildir. Bu saldırılar için üç temel ihtimal söz konusudur. 1-el kaide bu saldırıyı kendisi düzenlemiştir. 2-el kaide bu saldırıları düzenlemiş ancak bir başka ülkenin istihbarat servisi el kaide’ye, karşı istihbarat yardımı yaparak operasyonun gerçekleşmesini sağlamışlardır. 3-Amerikan devleti içinden bir grup bu saldırının gerçekleşmesine karşı çıkmamıştır. ABD 11 Eylül saldırılarını terörle mücadele adı altında Amerikan üstünlüğüne dayalı tek kutuplu dünya düzenini devam ettirmek için stratejik bir atılım olarak kullanmıştır ve kullanmaya devam etmektedir. ABD’nin tek kutuplu imparatorluğunu oluşturmak için kullandığı en etkin silah üçüncü nesil ilk ve tek ordu olan Amerikan ordusudur. Amerikan ordusu kendisinden sonra gelen ilk 20 ordunun yaptığı toplam askeri harcamadan daha fazla harcama yapan bir ordudur. Bu ordu akıllı silah teknolojileri ile uzay merkezli uydu teknolojilerini birleştirerek bütün orduların önüne geçmiştir. ABD şimdi ordusuna dayanarak gerçekleştirmeyi hedeflediği jeopolitik değişikliklerle, 21.yüzyılda Amerikan İmparatorluk düzeninin alt yapısını oluşturmayı hedeflemektedir. Ancak şu noktanın altı çizilmelidir ki, Amerikan ordusu ikinci nesil konvansiyonel ordular karşısında etkin olmakla birlikte, halk direnişleri ve gerilla orduları karşısında oldukça etkisiz görülmektedir.

ABD’nin ordusuna dayanarak gerçekleştirmeyi hedeflediği jeopolitik düzenlemelerin hedefleri ise şöyle sıralanabilir; A-Asya’nın ortasına yerleşerek Avrupa-Asya kıta bloğu üzerindeki hâkimiyetini sağlamak, B-Dünya enerji kaynakları üzerinde ve geçiş yolları üzerinde denetim kurmak, C-önleyici savaş konsepti ile Amerikan askeri stratejisini daha rahat uygulayacak bir küresel askeri konuşlanma yapısı oluşturmak, D-İslam coğrafyasının küreselleşmeye eklemlenmesini, Avrupa Birliğinin ve NATO’nun desteğini alarak ve böylece AB’yi de kontrol altında tutmayı sağlamak olarak özetlenebilir. Afganistan ve çevre coğrafyasına yerleşen Amerikan askeri güçleri kuzeye Rusya ya, doğuya Çin’e, güneye Pakistan ve Hindistan’a, batıya İran’a güç projeksiyonu yapar hale gelmiştir. Bu ülkelerin tamamı ABD’ye küresel veya bölgesel ölçekte meydan okuma potansiyeline sahiptirler. Keza, Gürcistan’da gerçekleşen darbe sonrasındaki oluşturulan ABD kontrolündeki hükümet, ABD’nin hazar’ın batısına yerleşmesini sağlamıştır. Her ne kadar Rusya güney osetyaileabhazya’yı desteklemek ve Gürcistan’danayırmakyoluyla bu hamleye karşılıkvermişse de durum ağırlığını korumaktadır. Amerikalı stratejistlerin ‘istikrasızlık ekseni’ adını verdikleri bir jeopolitik kuram vardır. Bu kurama göre, Kolombiya’dan başlayarak, Orta Doğu’nun, Kafkasya’nın ve Orta Asya’nın tamamını kapsayan bu eksen Pakistan ve Endonezya-Filipinlere kadar uzanmaktadır. Bu eksenin ilk göze çarpan özelliği; dünya petrol rezervlerinin çok büyük bir kısmının bulunduğu (%80civarında)bir coğrafyayı kapsadığı gibi, petrolün Uzak Doğu’ya nakil hatlarını da içermesidir. Amerikan güçlerinin önleyici darbe stratejisini uygulayabilmeleri gerçekten bir acil tehdit haline gelmeden saldırabilmeleri için mevcut askeri konuşlanma sistemini yeniden yapılandırması gerekmektedir. Günümüzde; Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerin sanayileri büyük ölçüde petrole bağımlıdır. Bu gibi sanayi devlerine olan petrol akışı kesilirse, o ülkenin sanayisi ve ekonomisi felç olur. Bunun için, mevcut Amerikan üsleri küçültülecek ve istikrasızlık ekseni alanında yeni üsler yapılanması oluşturulacaktır. Almanya’daki üsler Polonya, Romanya ve Bulgaristan’a kaydırılacaktır. Türkiye’ye önerilen BOP çerçevesinde cephe ülke haline gelmesidir. ABD, Türkiye’yi BOP çerçevesinde hem askeri hem politik ve ideolojik bir cephe olarak tasarlamaktadır. Askeri cephe olarak Türkiye’ye birçok Amerikan üssü konuşlandırılması planlamaktadır. Bu çerçevede Karadeniz kıyısında üç Amerikan askeri üssü, Konya’da bir üs, incirliğin genişletilmesi gibi taleplerin ABD tarafından gündeme getirildiği görülmektedir. Gürcistan ve Azerbaycan’da küçük üsler tesis edilecektir. Irak’a yeni üsler yapılacaktır. Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’da mevcut üsler kalıcı hale getirilecektir. Çin’i güneyden kuşatmak amacı ile Japonya’daki üsler, batı Avustralya’ya Güney Kore’dekiler Filipinler-Endonezya hattına indirilecektir ve bu konuşlanmalar hayata geçirilmeye başlanmıştır. ABD 21.yüzyıl için yeni bir askeri konuşlanma sistemini kurmaya başlamıştır. Demokratların iktidarında da bu proje kaldığı yerden devam edecektir. Ve İslam coğrafyasının küreselleşmeye tam olarak eklemlenmesi için, Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında dönüştürülmesi ve mevcut anti-amerikanizmin ortadan kaldırılması tasarlanmıştır.

ABD ÖNCELİKLE... A- Filistin’de bağımsız bir devlet oluşturma politikasını yürürlüğe koymuştur. Ancak, bu devlet ‘uyumlu Filistinlilerle ’ABD ve İsrail’in koyduğu şartlar çerçevesinde kurulacaktır. Bunun için öncelikle FKÖ ve Hamas’ın direnişinin kırılması hedeflenmiş ve bundan dolayı Yaser Arafat devre dışı bırakılmış! Hamas lideri Ahmet Yasin ve Rantisi öldürülmüşlerdir. B- Orta doğu’daki Amerikan askeri üsleri yeniden yapılandırılmaktadır. Suudi Arabistan’daki askeri üsler Basra körfezindeki küçük emirliklere taşınmıştır. Irak da devam eden savaş köklü bir yeniden yapılanmayı engellemektedir ancak askeri yeniden yapılanma başlamıştır. C- ABD artık Orta Doğu bölgesindeki otoriter rejimlerin yerine demokratik rejimlerin, laik rejimlerin yerine de ılımlı İslamcı rejimlerin tesis edilmesi gerektiğini düşünmektedir. Orta Doğu’da ılımlı İslamcı gelişme ve demokratikleşme süreçlerinin amacı, radikal İslami akımların yerine Orta Doğu’daki İslamcı potansiyeli kontrol altına alacak, anti-amerikancı içeriğinden uzaklaştıracak siyasal yapıların geliştirilmesidir. AKP bu konuda atılmış çok önemli bir adımdır. Dünya petrol rezervinin dörtte üçe yakını yani %73’ü Kuzey Afrika ile Ortadoğu Bölgesindedir. Eğer herhangi bir ülke, Ortadoğu ile Kuzey Afrika’daki petrol kaynaklarını kontrol altına alırsa, rakibi olan diğer sanayi devlerini de kontrol altına almış olur ve gerekirse onları felç edebilir. Petrol, sanayileşmiş ülkeler için hayat demektir. Petrol uğruna her türlü oyunları tezgâhlarlar ve gerekirse gözlerini kırpmadan savaşa girerler. Amerika Birleşik Devletleri, G-8 devletleriyle yaptığı toplantıda, Kuzey Afrika ülkelerini de Ortadoğu’ya dâhil etmiş ve “Büyük Ortadoğu” olarak isimlendirmiştir. Bu durumda ortadağu ve kuzey afrika’nın toplam petrol rezervi Dünya petrol rezervinin %73’üne tekabül etmektedir. Bu durumda; Büyük Ortadoğu bölgesini kontrol altına alan devlet, bütün rakiplerini ve bir bakıma Dünyayı hammaddeler açısından kontrol eder duruma gelmiş olacaktır. Ekonomileri hızla büyüyen Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya ve Hindistan’ın petrole olan bağımlılıkları artmıştır. “Büyük Ortadoğu” bölgesini, Amerika ve Avrupa Birliğinden oluşan “Batı Dünyası” kontrol altına alırsa, “Şanghay İşbirliği Örgütüne” üye “ Doğu Bloğu” ülkelerin ekonomilerini felç edebilir. Eğer, Şanghay İşbirliği Örgütü, Büyük Ortadoğu bölgesini kontrol altına alırsa, Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa Birliği ekonomilerini çökertebilir. Görüldüğü gibi, Büyük Ortadoğu Bölgesinde Amerika ve Avrupa Birliği ile Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya ve Hindistan başta olmak üzere Şanghay İşbirliği ülkelerinin menfaatleri çatışmaktadır. Eğer, bu mücadele taraflardan bir grubun ekonomilerini göçertebilecek dereceye ulaşırsa, bu paylaşım mücadelesi 3ncü Dünya Savaşına dönüşebilir. BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİNE YENİDEN BAKMAK Bu proje, İslam ülkelerinin; politik, ekonomik ve sosyal yapıları ile rejimlerini ve gerekirse sınırlarını, Batı çıkarlarına uygun olarak dönüştürmek suretiyle,petrol kaynaklarını kontrol altına alma projesidir. Aslında bu proje; Donald Rumsfeld, Dick Cheney, Paul Wolfowitz, Richard Perle ve William Kristol gibi Amerika’nın önde gelen siyasal elitlerinin öncülüğünde ki yeni sağ düşüncenin temsilcileridir, 1997 yılında hazırlanan “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesinin” bir bölümüdür. 11 Eylül 2001 tarihinde El Kaide tarafından kaçırılan yolcu uçaklarıyla Amerikan Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a yapılan saldırılarından sonra “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” geliştirilerek “Ortadoğu’da Amerika Birleşik Devletlerinin Ulusal Güvenlik Stratejisi- Bir 11 Eylül Sonrası Analizi” adı altında “ Büyük Ortadoğu Projesinin” esaslarını belirleyen resmi strateji belgesi haline getirilmiştir.

Fakat daha devrimci gruplar, kendisi de Irak’ta 740 yılında öldürülmüş olan Hüseyin’in torunu Zeyd önderliğinde isyan etmişlerdir. Zeyd önderliğinde gerçekleştirilen isyanların başarısızlığı, onları kuzey Yemen’e çekilmeye ve ortodoks Şiilik içinde daha da marjinalleşmeye itmiştir. Öte yandan, İsmaililer daha mistik ve batıni bir söylemle ortaya çıkmışlar ve dolayısıyla ana akım Caferilerden daha heterodoks bir hizip/tarikat olmuşlardır. Caferi hizip/tarikat toplam Şiiler’in yüzde 80’ini temsil etmektedir ve bu oran İran’da yüzde 93, Irak’ta yüzde 60, Lübnan’da yüzde 35 ve Pakistan ile Afganistan’da yüzde 20 düzeyindedir.

İslam ve demokrasi bir arada var olabilirler ama bir koşulla, ve bu koşul sekülerizmdir. Bir arada asla yaşayamayacak olanlar İslamcılık ve demokrasidir ve demokratik olarak görülebilecek tek bir köktendinci siyasal hareket yoktur, çünkü Suriye’deki Selefiler, Mısır’daki Müslüman Kardeşler ve Suudi Arabistan’daki Vahabilerde görüldüğü gibi, [hareket tarafından] tanımlanan din, o hareketin mutlakçı ideolojisine dönüşür. Din siyasi olarak ele alındığında, demokrasi her şeyi bilen ve her şeye hâkim olan Allah’ın karşısında kaçınılmaz olarak kabul edilemez bir fikre dönüşmektedir. Müslüman dünyadaki seküler düşünce İslam’ı hedef almamalı, ama İslami köktenciliğe karşı toplumun garantörü, koruyucusu olmalıdır. Aynı zamanda, bu harika sekülerizm tiranlığa dönüşmemelidir. Gerici akımları güç kullanarak değil çoğulculuğu ve merkezciliği koruyarak engellemelidir. Demokratik seküler bir toplumda, İslamcılık ana akım politik arenada tartışılmalı ve çözülmelidir, aşırı uçların alanlarında değil. Ana akım [politik arena] uzlaşmaz ideolojilerin sert retorikten kurtarıldığı ve çok parti platformuna içerildiği yerdir ve bu farklılıkların barış içinde bir arada yaşamaları için elzemdir. Fakat seküler tiranlık sekülerizmden bir “kilise” yaratır. DEMOKRASİ RETORİĞİ Bush’un bahsettiği “demokrasi”nin, demokrasinin hiçbir yalın anlamıyla bir ilişkisi ve hem Hristiyan hem de Müslüman hiçbir seküler düşünce ile tarihsel bir bağı yoktur. Yeniden Doğmuş bir Hristiyan olarak kendini sunan bir başkan olarak, kendisinin bir “Savaş Başkanı” olduğunu ve dış meseleler hakkında Oval Ofis’te karar verirken aklında savaş bulunduğunu belirtmektedir. Bağnazlık ve militanlığın bileşimi demokrasi ve demokratik kurumlar için ciddi bir tehdittir. Kendisiyle yapılan bir görüşmede, “bildiğiniz gibi, bir diktatörlük çok daha kolay bir halttır, bu konuda bir şüphe yok” demişti. Daha once Ulusal Demokrasi Vakfı’nda yaptığı bir konuşmada, Bush, “Batılı ulusların Orta Doğu’daki özgürlük eksikliğine 60 yıldır mazeret bulması ve idare etmesi bizim güvenliğimizi sağlamadı, çünkü istikrar uzun vadede özgürlük pahasına sağlanamaz” dedi. İslami aşırılığa karşı sözde ılımlı İslam’ı teşvik etmeye dönük Genişletilmiş Ortadoğu İnisiyatifi, gelecekteki batılı emperyal hedeflere karşı çıkmayacak olan İslamcılığın teşvik edilmesinden başka bir şey değildir. Aslında, Noam Chomsky’nin hatırlattığı gibi “Başbakan Harold Macmillan, Orta Doğu’daki İn-

giliz politikasını değerlendirirken’koşulların bizi gerici ve gerçekten miadını doldurmuş rejimleri desteklemeye zorlamış olması son derece üzüdür, çünkü biliyoruz ki yeni güçler, ılımlı görüşlerle yola çıksalar bile, her zamanşiddetli devrimcilik ve güçlü Batı-karşıtı konumlara sürüklenecek gibi gözükmektedir’ demişti. Bize düşen sadece sıradan cilayı eklemektir: bir “şiddetli devrimci konum”, bağımsız bir yol aramaktan daha fazla bir şey olmayabilir ve bu yol Batılı güçler tarafından kısıtlandığında ‘Batı-karşıtı’ bir hale dönüşmek defalarca yaşanmış bir trajedidir.” Genişletilmiş Orta Doğu İnisiyatifi ile amaçlanan, demokrasi ihracı şeklindeki retorik kılıfı altında, özgürlük pahasına Orta Doğu’daki bütün farklı siyasi sesleri satın alma politikasıdır. Sonuç olarak, demokrasi günümüzde, tanımı itibariyle saygı duyulması, korunması, sahiplenilmesi gereken evrensel bir değerdir; ama bir slogan olarak demokrasi hürmet edilmemesi, karşı çıkılması ve kopulması gereken batılı emperyal bir hedefir. Bu durum çok çeşitli etnik, meshepsel ve siyasi gruplara sahip olan Suriye için özellikle geçerlidir. SURİYENİN DEMOGRAFYASI Suriye nufusu yaklaşık 22,5 milyondur; yüzde 74’ü Sünni Müslüman, yüzde 16’sı Alevi ve Dürziler de dahil olmak üzere diğer Müslümanlar, yüzde 10 Hristiyan; yüzde 90 Arap, yüzde 10 ise küçük bir Ermeni topluluğu ile birlikte Kürtler . Suriye’nin gerçek çeşitliliğini gösterebilmek için bu bilgiler çok kısa ve sınırlıdır. Varolan mozaiğin önemi ve hassaslığını görebilmek için Suriye’nin canlı seküler toplumuna bir mikroskopla yakından bakmak kesinlikle gereklidir. Şiiler Üç Şii altgrubu bulunmaktadır: Zeydi, İsmaili ve Caferi. İslam’daki mezhep ayrımı halifelik ya da halefilik sorunu sebebiyle ortaya çıkmıştır; Şiiler Muhammed peygamberin kuzeni ve damadı olan Ali’nin takipçileridir. Şiiler arasındaki bölünmeler ise, Ali’nin ve oğulları Hasan ve Hüseyin’in ölümlerine gösterilen tepkideki farklılıklardan ortaya çıkmıştır. Hüseyin ve ailesinin M.S. 680’de Kerbela’da korkunç bir şekilde şehit edilmesinden sonra, Şii mezhep ortodoks ve heterodoks unsurlarıyla birlikte resmi olarak doğmuştur. Ana akım Şiiler her türlü heterodoksiyi ve Sunni Emevi hanedanlığına karşı şiddet yoluyla direnme fikrini reddetmiştir.

İsmaililik Zerdüştlük, NasturiHristiyanlığı ve Yeni-Platoncu Yunandüşüncesi gibi bir çok İslam-öncesi düşünce sistemini içinde barındırmıştır. Kafir (heretic) olmakla suçlanan İsmaililer, tarih boyunca Sunnilerin şiddetli zulümlerine maruz kalmışlardır. Gizlilik altında yaşamış ve dağlık bölgelere sığınmışlardır. En güçlü İsmaili tarikat olan Nizariler, Fatimi İmparatorluğu ile neredeyse İslam dünyasını ele geçirmişlerdir. Teologlarından biri Ali’nin ilahlığı düşüncesini ortaya atmıştır ve dolayısıyla takipçileri Lazkiye ve Tartus’da bulunan Nusayr Dağında yaşadıkları için Aleviler ya da Nusayriler olarak adlandırılmaktadır. Türk olan bir kolları “Alevi” olarak tanımlanmakta ve Türkiye ve Arnavutluk’taki her yedi kişiden birini temsil etmektedir. Bugün yaklaşık olarak 3 milyon Suriyeli Alevi’dir (Suriye’nin yüzde 12’si). Ayrıca, Hama dağında yaşamakta olan 200 binden fazla Nizari ve Şam’da yaşayan 150 bin Caferi bulunmaktadır . Dürziler Dürzi inancı İslami, Hristiyan, Yahudi, Hindu ve Grek unsurlar taşımaktadır. Fatımi dinsel geleneği soyundan gelmektedir. Fatımi Halife El Hakim’İn Kahire’de 1021 yılında kaybolmasından sonra, bir İsmaili vaiz olan Muhammed el Darazi, El Hakim’in tanrının dünyada vücut bulması/tecessüdü olduğunu iddia etmiştir. Dürziler incilleri okurlar ve Abraham’ın kayıp kabileri oldukları iddiasındadırlar. Onlara göre, kayıp kabile Museviliği terk etmiş ve önce Hristiyanlığa ve sonra da İslam’a geçmiştir ve en son olarak da Dürzi tek tanrıcılığı konağına ulaşmışlardır. David ve Solomon’a özel önem verirler ve Eski Ahit’i okurlar. Hinduların yaptığı gibi yeniden dünyaya gelmeye inanmazlar. Ama, insan ruhunun bir insan vücudundan diğerine göç ettiğine ve cinsiyetini koruduğuna inanırlar. Dürziler Sokrates, Platon ve Aristo’nun peygamber olduğuna inanırlar. Suriye’de yaklaşık 700 bin, Lübnan’da 400 bin ve İsrail’de 180 bin Dürzi bulunmaktadır. Hristiyanlar Suriye farklı Hristiyan gruplarını da barındırmaktadır. Suriye’deki Hristiyanların çoğunluğu Ortodoks ve azınlığı Katolik’tir. Ortodokslar arasında, 1,1 milyon Rum, 700 bin Süryani ve 175 bin Ermeni (gregoryan) bulunmaktadır. Katolikler arasında ise 270 bin Merkit, 50 bin Maruni, 45 bin Keldani, 40 bin Nasturi ve 25 bin Ermeni bulunmaktadır. Sadece Şam’da 200 bin Merkit yaşamaktadır. Bu Hristiyanların varlığın Suriye’deki demokrasi açısından yaşamsaldır, çünkü Suriye toplumunun tarihten gelen çoğulcu karakterini somutlaştırmaktadırlar. Roma Katolikliğinin egemenliği nedeniyle Batı Avrupa’da doğulu Ortodoks ve batılı Katolik kiliseleri gelişme fırsatı bulamamışlardır. Fakat Suriye’nin her bir şehrinde Müslümanlar, Dürziler, Yezidiler (10 bin kadar) ve Museviler (3 bin kadar) birarada uyum içinde yaşamaktadırlar.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 12

Sayfa 05

12 EYLÜL DAVASI VE SİSTEME YEDEKLENME Sivil Faşistler 12 Eylül mahkemesinin “mağdur” sandalyesine oturabilirler ve cunta şeflerinden mağduriyetlerinin hesabını sorabilirler bizce bir sakıncası yoktur. Onlar kendi savundukları yapı tarafından mağdur edilmişler. Zira MHP’li faşistlerin 12 Eylül mahkemelerinde savundukları “bizim düşüncemiz iktidarda ama biz hapisteyiz nasıl olur?” söylemi onları mağduriyetlerinin ispatıdır. Devrimciler ise 12 Eylül darbesinde “mağlup” oldu.

Resmi tarih yenenle yenilen arasındaki mücadelede yenenin hazırladığı kendince bir öyküdür. Bizlerin bilinci bu yazımdan azade arka planda olanın bitenin anlamaya çalıştığımız andafarklılaşarak gerçek yerine oturur ve bizi geleceğin temsilcisi olmamızı sağlar. Bu anlama resmi tarihin çarpıtmalarını ve kendi çıkarlarını hepimizin çıkarı olarak dayatma zincirini kırmamızı sağlar. Zira Bilincimiz ve irademiz rastgele edindiğimiz bir özellik değil; tarih boyu süren mücadelenin hem ürünleri hem de cephanemizdir. Tarihin ilerleyişi içinde savrulmadan durabilmek taraf olduğun alanın geçmiş mi geleceği mi temsil ettiğine inancından kaynaklanır. Bu alandan bir santim dahi savrulmak “çağdaşlıkla” sakatlanmaktır. Yarının temsilcisi olmak gelecek biziz iddiasında olmak devrimci bilinci iradeyi bu alanda nesnel bir gerçeklik olarak savunmaktan geçer. 12 Eylül darbesine giden süreçte, emperyalizmin bir ileri karakolu olan Türkiye’de burjuvazinin önünde engel görünen toplumsal muhalefeti ve yükselen sosyalist devrimci hareketi bastırmak, 24 ocak kararlarının getirdiği ekonomi politikaların hayata geçirilmesi gerekiyordu.

Darbe hazırlığı bizzat ordu ve sivil faşistler eliyle gerçekleştirildi. devlet güçlerince beslenen ve korunan MHP ve Ülkü ocakları eliyle Maraş’ta, Çorum’da, Kayseri’de kitlesel katliamlar yanında birçok devrimcinin, ilerici aydının katledilmeleri gerçekleştirdi. Yükselen devrimci hareketin, etkisinin kırılması veya en azından daraltılması için milis kuvvet olarak tasarlanan ülkücü militanların icraatları demirlerin Milliyetçi Cephe Hükümetleri döneminde “bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz yaklaşımı ile sıklıkla hasıraltı edildi ve edilmesine de hala devam ediliyor. Uzun zamandır 12 Eylül hakkında laf eden her burjuva aydın ve yazar Ülkücülerin ve devrimcilerin “kullanılarak” darbeye ortam hazırlandığı söylemi özellikle kullanarak, sol dönekler ve liberallerden “bizi kullandılar” sözünü ortalığa yaymaktadırlar. Bu söylemi kullanan Ülkücü faşistlerin haklılığı yanında devrimcileri ve sosyalistleri aynı kefeye koymak devrimci ve sosyalist bilinçten yoksun olmaktır. Çünkü devrimciler, kullanılmadıkları gibi onlar bizzat düzene yönelmişlerdir. Düzenin koruyucuları da MHP’li ve ülkü ocakları gibi sivil faşistler kullanılmışlardır. Sosyalistler ve devrimciler yıkmaya çalıştıkları bir düzenin koruyucularıyla aynı sandalyeye oturtulamazlar.

Bugün 12 Eylülle “rahmet okutan” ve onu aşan baskı ve saldırılar karşısında AKP iktidarının burjuvazinin istediği ortamı yaratmasında koltuk değneği olma görevi devrimci ve sosyalistlere düşmez. Gerçeklik ise bugün dönüştüğü şeyle mücadele etmektir. 12 Eylül davası, artık dönüştürmek istediği şeyi bariz ortaya koyan iktidar tarafından devrimcilere, sosyalistlere ve her türlü toplumsal muhalefete karşı manivela olarak kullanılıyor. AKP 04.04.2012 tarihinde 12 Eylül cuntasının cezaevlerinde karıştır barıştır politikasını zora dayanmadan gerçekleştirmenin hazzını yaşamaktadır. AKP iktidarı burjuvazi lehine her şeyi kendi lehlerine değerlendirmeye çalışmaktadır fakat o kendisini yarayan kaynaklandığı kaynağı kurutmaz. Bu anlamıyla 1”2 Eylül davası Bu davayı iktidarın kendi içindeki yenilenmenin bir ürünü değil de, kendilerinin mücadelelerinin sonunda bir “kazanım” olarak görebilirler mi? Sonuç olarak 12 Eylülde yargılananlardan birisi “mağlup”tur biriside “mağdur”. Savaşta savaşan taraflardan birisi galip diğeri mağdur sayılmaz. Sistemin düşmanı değil de mağduru olmaya bu kadar gönüllü olandan da devrimci çıkmaz. Devrimci sosyalist hareket 12 Eylülde mağlup oldu, “kandırılıp kullanılma” söylemi, tasfiyeci bir söylemdir. Bu söylemle sisteme öyle ya da böyle bağlanmak devrimcilik doğurmaz.

HALKIN KURTULUŞU’NA YOLDAŞ SELAMI den çıkacakmış gibi hızla çarpıyor.20’sinde bir delikanlının sevgilisini beklerkenki hali;avuç içlerimiz ıslak gözlerimiz ufka bakıyor... Şan olsun aydınlık yarınların ışığına! Karadeniz’den HK taraftarları Sınıfsız topluma olan inançla toprağa düşen, işkencehanelerde, darağaçlarında, dağlarda Yaşasın devrim yaşasın sosyalizm diye haykıran yiğit yoldaşlarımız rahat uyuyun. Yarattığınız değer bizim ellerimizde. Size söz; her gün

biraz daha büyüterek o büyük güne taşıyacağız. İzmir`den HK taraftarları Marksizm/Leninizim ısrarlı savunucusu, işçilerin ve yoksulların elinde bir fener;devrimcileri halka götüren ve halkı devrimcileştiren bir araç olacağına duyduğumuz inançla selamlıyoruz... Ankara’dan HK Taraftarları Halkin kurtulusu deyince ilk anda Yusuf Dal yoldas gelir aklimiza. Kalan lisesinde Halkin

kurtulusu gazetesini satarken, o gür sesiyle su siiri okurdu.. nerede olursan ol içerde, dışarda, derste, sırada,yürü üstüne üstüne tükür yüzüne celladın fırsatçının, fesatçının, hayının... dayan kitap ile dayan iş iletırnak ile, diş ile umut ile, sevda ile, düş ile dayan rüsva etme beni! Tüm devrici coşkumuzla selamlıyoruz. Hos geldin, yarinlarin umudu... Almanya’dan HALKIN KURTULUŞU Taraftarları

Bu türkü toprak çanaklarda güneşi içenlerin türküsü..Hep bir ağızdan bu türküyü söylemek için çıktık yola..düşmesin bizimle yola,evinde ağlayanların göz yaşlarını boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanların. bıraksın peşimizi kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar... Yüreğinin kabuğunu kıranların türküsüne ses,umuduna ışık ol. Çukurova’dan HK Taraftarları

Türkiye Devrimci Komünist mücadele tarhinde Marksist-Leninist mücadele geleneğinin tcrübelerinin biriktirilmesinde üstüne düşeni fazlasıyla yaptığına inandığım Halkın Kurtuluşu gaztesinin yeniden, daha güçlü bir donanım ve tecrübeyle gün yüzüne çıkarılmasını sevinçle, gururla karşılıyorum. Marksist-Leninist teorinin savunulması, yaşama geçirilmesi, canlı örgütlü organizmanın sesine dönüştürülmesinde üstüne düşeni yine azami ölçülerde yerine getireceğine inandığım Halkın Kurtuluşu’nun yeniden çıkışının Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde ihtiyaç duyulan bir boşluğu dolduracağına inanıyorum. Halkın Kurtuluşunun işçi sınıfının ideolojik, siyasi ve pratik mücadelesinin örgütlendirilmesinde, Devrimci Komünistlerin tereddütsüz ellerinde, devrimci ajitasyon, sosyalist propaganda ve örgüt lenme aracı olarak ciddi bir görevi ifa edeceğine inancım tamdır. Halkın Kurtuluşu sadece işçi sınıfı mücadelesinin sesi olmakla kalmayacak, bu görevi kesin bir biçimde yerine getirirken aynı zamanda devrimci komünistlerin, diğer ezilen sınıf ve ulusların mücadelelerinin örgütlenmesinde de sınırsız ve doğru bir biçimde kullanılabilen sesi olacaktır. Emperyalistlerin Ortadoğu’daki çıkarlarını korumak için iktidarın Türkiye’yi savaşa sürüklediği, Kürt ulusal mücadelesinin kanla boğulmaya çalışıldığı, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçilerin hak arayışlarının zorla bastırıldığı koşullarda; “barış” çağrıları yapılarak emekçilerin haklı bir savaşla özgürleşmelerinin önüne barikatlar kurmaya çalışanların cirit attığı zamanlarda... Halkın Kurtuluşu’nun sınıf savaşımını savunarak ve genişlemesi, zenginleşmesi için üstüne düşeni yaparak devrimci komünis-

tlerin barışı savunmak ve savaşa karşı olmak konusundaki Marksist-Leninist tavrını ortaya koyacağı kuşkusuzdur. Marksist-Leninist olma iddiasıyla boy gösteren bir yığın siyasi gurup ve yapının 12 Eylül yenilgisinin ardından devrimci saflarda yaşanan gerileme sürecinin henüz parçalanılamadığı, Marksist-Leninist mücadelenin oportünist söylemlerle karartılmaya devam edildiği koşullarda... Halkın Kurtuluşu’nun Devrimci Komünist tecrübelerinin de ışığında sınıf savaşının ve onun öncü örgütünün yeniden harlanmasında ciddi görevleri yerine getireceği açıktır. Çünkü Halkın Kurtuluşu sadece devrimci bir gazete olmaktan öte aynı zamanda devrimci komünist programın inşası, örgütlenmesinde de üstüne düşen görevlerin bilinci ve donanımı sahiptir. Devrimci Komünistlerin programını ve bu programa bağlı olarak güne dair siyasi tespitlerini somut bir biçimde yığınlara ulaştırılmasını üstlenecek, mücadelenin pratiği içinde Marksizm’e, Leninizm’e yabancı düşünce ve akımlara karşı amansız mücadelenin sözcülerinden biri olarak, Devrimci Komünist örgütün yaratılması, geliştirilmesi, büyütülmesi ve sınıf savaşının genelkurmayı olması noktasında Marksistlerin, Leninistlerin en önemli silahlarından biri olacaktır. Türkiye işçi sınıfı ve tüm emekçilerinin iktidar mücadelesinde, bütün komünistlerin birliği öncelikli bir görev olarak orta yerde durmaktadır. Halkın Kurtuluşu bu öncü örgütün, sınıfın Devrimci Komünist Partisinin yaratılmasında Devrimci Komünistlerin dışında var olan sosyalist gurup ve bireylerin birliğini sağlama noktasında da görevlerle karşı karşıya olduğunun bilinci içindedir ve bu birliğin sağlanması yolunda ideolojik

tartışmaların sürdürülebildiği çok önemli bir platformum olacaktır. Bu görev; sınıf partisi oldukları iddiasıyla yasalcı ve türlü renkler kuşanmış siyasi gurupların, Kürt ulusal mücadelesinin arkasına takılarak ve esas olarak onların öncülüğü ve denetiminde “Çatı Partisi” gibi bir inisiyatifin geliştirilmesine çalışıldığı, bu yolla bir yandan sınıf mücadelesi parlamentonun koridorlarına hapsedilmeye çalışıldığı, diğer yandan Kürt ulusal özgürleşmesinin Kürt burjuvalarının istemleri ve emperyalistlerin temel çıkarlarına uygun olarak ertelenmeye çalışıldığı koşullarda ertelenemez bir görevdir ve Halkın Kurtuluşu bu görevin üstesinden gelecek yetenek, tecrübe, donanım ve güce sahiptir. Artık HALKIN KURTULUŞU engellenemez haykırışlarının her türden devrim düşmanının kulak zarlarını patlatacağı zamandır. Teslimiyetçi irade elinde tüketilen haylaz zamanlar geride kalmış, sınıf savaşının harına soluk katmanın vakti gelip çatmıştır.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Hoşgeldin bin yıllık hasretimizin goncası spartacüsten börklüceye denizlerden imranlara sevda çiçeği.. Ezilen halklara ışık, kavgamıza rehber ol. İstanbul’dan HK Taraftarları Dağ doruklarından isyan ateşi yakarak geliyoruz.Dersim dağlarının doruklarından halkın kurtuluşu’na bin selam Dersimden HK Taraftarları Gözümüz yollarda çıkacağın günü bekliyoruz.Yüreğimiz yerin-

HAYLAZ ZAMANLAR GERİDE KALMIŞTIR

SAYFA 05

Sadece 24 Ocak kararlarının hayata geçirilmesi için bile bir askeri cuntaya ihtiyaç duyulduğu darbe sonrasında TÜSİAD başkanı Halit Narinin “sıra artık bizde” sözü bile yeterli bir kanıttır. 12 Eylül darbesi ile toplumsal mücadele bastırılacak kapitalistlerin istediği yasalar tıkır tıkır işletilecekti. Sonuç olarak hedeflenen ekonomik yaptırımlar yanında

sosyalistlerin, devrimcilerin toplum içinde yarattığı etkinin kırılması, devrimci mücadelenin kitlesizleştirilmesi, son olarak da komünist değerlerin toplum zihninden silinmesi operasyonuydu.

12 Eylül yargılamalarında Şimdi ülkücülerle birlikte sessiz sedasız bir kabulle bu davaya müdahil olmak pişmanlık duymak ve mücadelede hem ideolojik, hem de örgütsel olarak dibe vurmaktır. Bu kadar basit gerçeklerin uzağında örülen herhangi bir söylem ve politikanın “devrimci” sayılması düşünülemez. Bu tutum AKP gibi faşist bir iktidarın cephesinde fiilen saf tutmak ve onun değirmenine su taşımaktan öteye gitmez. Bu tutum devrimci hareketin geçmişinin değersizleştirilmesine katkı sunmaktır.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 04

Sayfa 13

SAYFA 04

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

EĞİTİMDE BEŞ YAŞ 12 EYLÜL CUNTACILARININ UYGULAMASIDIR

Nedir parti? Bir telefon mu, arka odalarda çalan? Kimdir parti? Düşüncesi gizli, kararları bilinmez biri mi? Parti biziz yoldaş Sen, ben, hepimiz. Parti senin içinde, kardeş, parti kafandaki düşünce. Sen nerde oturursan orası onun evi. Nerde sana saldırırlarsa odur karşı koyan orda. Odur gösteren bize gideceğimiz yolu. İzleriz onu biz de senin gibi . Bulamazsın doğru yolu, bizsiz yürüme. Yolların en çıkılmazıdır bizsiz giden yol. Bizden kopma sakın, kardeş! Belki biz yanılırız, belki sesin haklı. Öyleyse kopma bizden! Kafandan şunu çıkarma, kardeş: Dolambaçlı yoldan daha iyidir kestirme yol. Bilirsen eğer sen bu yolu, bilir, de göstermezsen bize, neye yarar bilgin senin! Bilge kişi ol, ama yan yana ol bizimle, paylaş bizimle bilgini! Kopma bizden, kardeş, bizden uzaklaşma

Bertolt Brecht

AKP'nin yeni eğitim politikası patenti, 12 Eylül faşist cuntacı Generallerinden miras alınmıştır. Dönemin hükümeti ( 12 Eylül faşist cuntasının atadığı Ulusu paşanın hükümeti) 1983'te uygulamaya koyduğu 5 yaşında İlkokula başlatılma uygulaması, 1985'te başarısız görülerek uygulamadan kaldırılmıştı. Ancak o ara sürede bu uygulamaya tabii olan kuşak, kayıp bir kuşak olarak tarihe geçmiştir. İşte Akp hükümet, onun başındaki Başbakanın ve Milli Eğitim bakanının ısrarla uygulamaya koyduğu 4+4+4 yeni eğitim uygulamaları, 12 Eylül faşist cunta hükümetinden miras alınarak, bazı küçük değişikliklere gidilerek yürürlüğe konulmuştur. Bu 12 Eylülün 32. yılında, bu yeni eğitim modelinin rol modeli, beşli çete ve General Ulusu hükümetidir. Onlarda o dönem uzmanların uyarılarını yok sayarak hemen gözü kapalı uygulamaya geçmişlerdi. Şimdiki hükümette yine tüm uyarı ve karşı çıkmalara rağmen bu yanlış ve tehlikeli eğitim uygulamasını uygulamaya geçirmiş görünüyorlar. Bu modelin icatçıları, bugünkü hükümetin zuhur bulmasını sağlayan o karanlık 12 Eylülcü cuntacıların ta kendisidir. Akp hükümeti, bu uygulamada aslında 12 Eylülcülerin birçok alandaki işlevlerini güncelleştirmişlerdir. Birincisi bu 5 yaş uygulaması. İkincisi, imam hatip okullarının yoğun bir şekilde açılması olmuştur. Çünkü 12 Eylülün beşli çetesi de ülkemize yüzlerce imam hatip açarak bu güne rol model olmuştur. Üçüncüsü ise, 12 Eylülcülerin zorunlu din dersi uygulamasını yürürlüğe koymalarıdır. Zorunlu

din dersi uygulamasını 12 Eylülcüler bizim eğitim hayatımıza koymuşlardı. AKP hükümeti ise AHİM’in kararlarına rağmen zorunlu din dersini kaldırmadığı gibi, iki yeni dinle ilgili ders eklemiştir. "Seçmeli" dense de, bunlar zorunlu seçimlik dersler haline getirilecektir. İşte AKP ve 12 Eylül cuntacıların ortak paydaşları bunlar. Hem de eğitim sisteminde temel dayanaklar haline getirilmişlerdir. İşte başbakanın "Dindar ve kindar bir nesil"i bu yolla yetiştirileceğinin yolunu da göstermiş oldu. Aslında Akp hükümeti var olma nedenini 12 Eylül anayasasından kaynaklandığı aşikardır. Bugün hala 12 Eylül seçim yasası ve seçim barajı ile çoğunluğu sağlıyor. Üniversiteler üzerinde ise YÖK aracılığı ile etkinliğini sürdürüyor. Yine yargıyı da 12 Eylülün Kurumu olan HSYK üzerinden denetimine almıştır. Kısaca bugün hala 12 Eylül yasa ve ruhuyla AKP hükümet etmeyi yürütüyor. Hayatın her alanında bu karabasan yönetimi olan 12 Eylül yasalarıyla, kurumlarıyla ve antidemokratik uygulamalarıyla yoluna devam ediyor. Son olarak uygulamaya koydukları 4+4+4 eğitim modeli de 12 generali Ulusu paşanın hükümetinin hayatımıza koyduğu bir uygulamanın bugünkü tezahürüdür. Ülkenin aydınlığa çıkışı, bu 12 Eylülün tüm yasa, yönetmelik ve kurumlarıyla lağvedilip, demokratik yeniden inşa yoluyla olabilir. Karanlığın devamı 12 Eylülün yasa ve kurumlarının varlığı ile sürmektedir. Bugün yapılan ve yapılmak istenende o yasaların isim değişikliğine uğratılarak tekrar önümüze konmasıdır.

4+4+4 yasası uygulanamaz bir yasadır 4+4+4 yasası veya Başbakanın deyimiyle 444 yasası yapılırken, çok iddialı şeyler söylenmişti. Güzel hikayeler anlatılmıştı. Küçük yaştakilerle büyük yaştakiler bir arada olamayacaktı. Okullar ayrılacaktı. Normal öğretime geçilecekti. Birleştirilmiş sınıflar olmayacaktı. vs. vs. sıralanmış gidiyordu. "444" yasasının uygulanmaya başladığı 17 Eylül günü yaşananlar bu söylenenlerin tersi oldu. Üstelik büyük çoğunluk okullarda eğitime bile başlanamadı. karmaşa ve belirsizlik devam ediyor. Öncelikle "444" yasası, birleştirilmiş sınıfları yoğunlukla gündeme getirdi. Üstelik 1'den 4. sınıfa kadar tek öğretmene yıkılmış bir şekilde. Yani taşımayla birleştiriliş sınıflar sorunu kısmen çözülmüşken, yeni yasa ile bu yara tekrar açılmış oldu. Yine İlkokul ile Ortaokul birbirinden ayrılacak dendi. bu okulların öğrencileri birbirini görmeyecek dendi. Ama şimdi tersi oluyor. Aynı okulda, aynı binada, aynı bahçede ve taşıma merkezleri aynı yemekhanede yemek yiyerek bir arada bulunuyor. Temas ediyorlar. İşte size yasa ve uygulaması. Bu 444 yasasının hangi maddesi acaba yerine getirilebiliyor. Kısaca taşımalı okulların bu noktadaki sorunları katlanarak artmıştır. Bakan 160 bin Öğretmen ihtiyacından bahsediyor. Ancak 40 bini atana biliniyor. Binlerce sınıf öğretmeni norm fazlası olarak ortaya çıktı. Bunları nasıl istihdam edeceklerini bilemez oldular. Öğrencilerin hangi okullara gideceği büyük kentlerde hala belirsiz. Kayıt işlemlerinin yürütüldüğü e-okul sistemi işlemiyor. Öğrenci alış verişi hala bugün itibariyle gerçekleştirilemiyordu. Bunun neresi hayırlı olacak? Başbakan ve bakanlarının şaşaalı açıklamalarının sonucu bu olmasa gerek. Uygulamada bu sistem çökmüştür. Kendileri bile bu işin altında nasıl çıkacaklarını bilemez durumdadırlar. Geçmişte öğrenci azlığından kapatılmış okulların yeniden açılması ve bu okulların eğitime hazır hale getirilme yöntemi dahada ilginçleşmiştir. Kapanmış diye araç-gereci dağıtılan okulların araç-gereci bulunamıyor. Yeniden temini ise yılan hikayesine dönmüştür. Kısaca bu"444" yasası sorunlar yumağı oluşturmaya başlamış. Ve bu sorunlar dahada ağırlaşarak devam edecektir. Merkez işi yerellere yıkıyor. Yereller ise işi birim amirlerine yıkıyor. "Alta kalanın canı çıksın" misali iş yürütülmeye çalışılıyor. 12 Eylülcülerin yürütemediği bu 5 yaş uygulamasını bunlar uygulatmaya çalışıyorlar. Hadi kendilerine hayırlı olsun. Yaptıkları yasaları bari kısmen olsa da uygulayabilseler. Ama ne gezer. Bu hükümet yaptığı yasaları uygulamamakla meşhurlaşmıştır. Hep iddia ettiklerinin tersini yapmaktadırlar... Bu uygulamanın direkt muhatabı olan hiç bir öğretmen durumdan memnun değildir. Uygulamaya geçildikçe çelişkiler açığa çıkıyor. Veliler ise işin ciddiyetini ve sakıncalarını daha yeni yeni görmeye başladılar. Bakalım zaman bize ne gösterecektir. Bekleyip göreceğiz...

12 EYLÜL CUNTACILARININ SERVETİ Amerikancılık, Evren’e ve Şahinkaya’ya kabarık banka hesabı bıraktığı, davanın başlamasından kısa süre sonra Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya’nın hesaplarından yüklü miktarda para çekildiği belirlendi. 2001 ÖNCESİ KAYITLARDA YOK Son 11 yılın banka kayıtlarının bulunmasıyla ilgili MASAK’ın mahkemeye gönderdiği raporda, araştırmanın devam ettiğine dikkat çekildi. Rapora şu not düşüldü: “2001’den öncesi, bilgisayar kayıtlarına geçmediği için araştırmalarımız devam etmektedir. Araştırmalarımız sonuçlandığında söz konusu bilgiler gönderilecek.” Ankara 12. Ağır Ceza Mahkeme-si’nin kararı üzerine hazırlanan 55 sayfalık rapor ve ekindeki iki klasörde Kenan Evren, vefat eden eşi Sekine Evren, kızları Nebahat Şenay Gürvit, Semahat Gülay Evren, Miray Emine Göksu ile Tahsin Şahinkaya’nın eşi Sema Şahinkaya, kızı Sevgi Kartal Şahinkaya ile oğlu Serdar Şahinkaya’nın mal varlıkları araştırıldı. Raporda sanıkların darbe döneminde edindikleri servetlerine yönelik araştırmanın sürdüğü belirtilirken, o dönemde elde ettikleri mal varlıklarıyla ilgili bilgi yer almadı. MASAK RAPORUNUN FAZLASI YOK EKSİĞİ ÇOK “Raporda sanıklarının darbeden sonraki 19 yıl boyunca edindikleri mal varlıklarıyla ilgili bilgi yok. Ziynet

eşyaları ve yurtdışındaki hesaplarıyla ilgili bir araştırma yapılmamış. Kayıt dışılığın bu kadar yaygın olduğu bir ülkede darbeci generallerin kayıt dışı mal varlığı araştırılmalı.” dedi. Rapora göre Evren’in kızı Nebahat Şenay Gürvit, 2004 ve 2010 yılları arasında Sarıyer’de 4, Şişli ve Bodrum’da birer daire satın aldı. Bu dairelerin tapudaki değeri toplam 1 milyon 533 bin TL. Gürvit, bu dönemde Sarıyer ve Beşiktaş’ta 2’şer, Dikili ve Çorlu’da 1’er dairesini sattı. Bu dairelerin tapudaki satış değeri ise 364 bin TL civarında. Evren’in diğer kızı Semahat Gülay Evren’in ise Beşiktaş ve Şişli’de 305 bin TL değerinde 2’şer daire aldığı, bunun karşılığında Beşiktaş, Şişli ve Bodrum’da 4 dairesini 542 bin TL bedelle sattığı anlaşılıyor. Evren’in diğer kızı Miray Emine Göksu’nun ise Sarıyer’de 141 bin TL değerinde 2 evi, Bodrum’da ise 91 bin TL değerinde arsası bulunuyor. Tahsin Şahin-kaya’nın ise Menderes’te 5 dairesi, eşi Sema Şahinkaya’nın ise Merzifon’da 2 arsası ile Kadıköy Suadiye’de bir dairesi bulunuyor. Sema Şahinkaya’nın Kadıköy’deki 3 daire ile Merzifon’daki bir arsasını sattığı, kızı Sevgi Kartal Şahinkaya’nın daire ve arsaların satışından 531 bin TL gelir elde ettiği kaydedildi. Serdar Şahinkaya’nın ise Kadıköy’de 2, Menderes’te ise 1 dairesi bulunuyor.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 14

Barışı Esas Tehdit Eden Tahran Değil ABD ve İsrail

Gün be gün bize sunulduğu şeklinden farklı olarak dünyayı görebilmek için insanın kendi derisinden soyunması kolay değil. Fakat denemekte yarar var. Haydi birkaç örneğe bakalım... İran ’la ilgili savaş davulları her zamankinden daha gümbürtüyle çalıyor. Bu durumu ters yüz edilmiş olarak tasavvur edin. İran , büyük güçlerin de katılımıyla, İsrail ’e karşı öldürücü ve düşük yoğunlukta savaş yürütüyor. İran liderleri, müzakerelerin hiçbir işe yaramadığını söylüyor. İsrail , Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı (NPT) imzalamayı ve nükleer denetimlere izin vermeyi reddediyor, tıpkı İran ’ın yapmış olduğu gibi.* İsrail , Ortadoğu ’nun nükleer silahlardan arındırılmış bölge olması yönünde uluslararası toplumun galebe çalan çağrılarına kulak asmamayı sürdürüyor. Tüm bunlar olurken, İran , süpergüç hamisinin desteğine sahip olmanın keyfini sürüyor. Bu sebepten İranlı liderler, İsrail ’i bombalama niyetlerini duyuruyor ve önde gelen İranlı askeri analistler, saldırının ABD başkanlık seçiminden önce gerçekleşebileceğini bildiriyor.

Tahran, Bağlantısızlar Hareketi’nin 4 Eylül’de sona eren zirvesine ev sahipliği yaptı. Dünya nüfusunun çoğunluğunu temsil eden hükümetlerin oluşturduğu grup, İran ’ın uranyum zenginleştirme hakkını kuvvetle desteklerken, Hindistan gibi bazı üyeleri de ABD ’nin İran ’a yönelik sert yaptırımlarına sadece gönülsüzce ve kısmen uyuyor. Hiç şüphe yok ki Bağlantısızlar’ın delegeleri, Batı’daki tartışmalara hükmeden tehdidin farkında. ABD Stratejik Komutanlığı’nın eski kumandanı General Lee Butler’ın açık seçik dile getirdiği gibi: “ Ortadoğu denen kaynayan düşmanlık kazanında bir ulusun nükleer silahlarla donanarak diğer ulusların da bu yönde esinlenmesine sebep olması, aşırı tehlikeli bir şeydir.”Butler burada İran ’a değil, İsrail ’e göndermede bulunuyor. Arap ülkeleri ve Avrupa nezdinde, barışa en büyük tehdit, İsrail ’dir. Arap ülkelerinde barışa tehdit sıralamasında ABD ikinci gelirken, ne kadar hazzedilmese de İran ’dan daha az korkulmakta. Hatta pek çok ankette çoğunluk, İran ’ın kendisine yönelik tehditleri dengelemek için nükleer silah sahibi olmasının bölgeyi daha güvenli hale getireceğinden yana görüş bildirmiştir.

NOAM CHOMSKY

Amerikan istihbaratının elinde hâlâ böyle bir bilgi olmamasına rağmen, farz edelim, İran gerçekten de nükleer silah kapasitesi yönünde ilerleme kaydediyor. Bunu, ABD ile İsrail ’in BM şartını net biçimde ihlal ederek sürekli savurdukları tehditlerden esinlenerek yapıyor olmasın? O zaman niye İran , Batı’nın resmi söyleminde sunulduğu gibi dünya barışına en büyük tehdidi oluştursun ki? Baş sebebi, ABD - İsrail ordusuyla istihbaratı itiraf ediyor: İran , gözlerini korkutarak ABD ve İsraili güç kullanmaktan vazgeçirebilir. Üstüne üstlük İran ‘başarılı meydan okuyuşu’ yüzünden cezalandırılmalı. Washington , yarım asır önce Küba ’yı bununla suçlamıştı ve ABD ’nin uluslararası kınamalara rağmen süregiden Küba ’ya yönelik saldırılarının gerisindeki itici güç de hâlâ budur.

Assange Rusları ele verse...

Gazetelerin baş sayfalarındaki diğer haberlere de farklı bir perspektiften bakmak faydalı olabilir. Farzedelim, tek farkla diğer tüm şartlar aynı kalsın ve Julian Assange, Moskova ’nın kamuoyundan saklamak istediği çok gizli Rus belgelerini yayımlamış olsun. İsveç , Assange ’ı Londra’da sorgulamayı kabul eder ve kendisinin adil yargı şansı bulunmadığından Rusya’ya iade edilmeyeceğini açıklardı. En güncel haber ise ABD başkanlık seçimi, en münasip bakış açısını, evvel zaman içinde ABD Yüksek Mahkemesi yargıcı Louis Brandeis dile getirmişti: “Bu ülkede ya demokrasi olur ya da refah küçük bir azınlık tarafından gasp edilir, ama ikisi birden olmaz.” 31 üyeli OECD’nin sosyal adalet sıralamasında, ABD ’nin olağanüstü avantajlara sahip olmasına rağmen 27’nci gelmesine şaşmamak lazım. Bazen komedinin sınırlarında dolaşan seçim kampanyalarının hayhuyunda meselelere mantıksal yaklaşımın buhar olup uçmasına da... Mesela, Paul Krugman’ın yazdığına göre, Cumhuriyetçi Parti’nin pek hayran olunan Büyük Düşünürü Paul Ryan’ın, mali sistemle ilgili fikirlerini devşirdiği Atlas Silkindi adlı fantezi roman, kâğıt para yerine altın sikke kullanılmasını savunuyor. O zaman bize kalan, gerçekten önemli bir yazardan alıntı yapmak... Jonathan Swift’in Gulliver’in Seyahatleri kitabında, Lagado kentinin bilge sakinleri sahip oldukları her şeyi sırtlarına yükleyip yanlarında taşır ve altının boyunduruğuna girmeden değiş tokuş yapmakta kullanır. Böylece ekonomi ve demokrasi gerçekten gelişirdi ve en önemlisi, toplumsal eşitsizlik keskin biçimde azalırdı ve bu da Yargıç Brandeis’nin ruhunu şad ederdi.

Ölüme meydan okuyarak başkaldıranlar, her zaman var olmaya ve yaşamaya devam edenlerdir. Yaşamın zorluklarına ihanete ve teslimiyete ölümüne direnenler ve teslim olmadan ölüme meydan okuyanlar ise, onurun ve gelecegin egilmez muştuları olmayı hak kazananlardır. İşte, gelecek bunların direniş hazinesinde saklıdır. Dün bu olgu nasıl ki genel bir doğrumuz idi ise bugünde aynı bağlamda genel doğrumuz olmaya devam ediyor. Sınıf ve halk hareketlerinin tarihi bunun dünyada ve de ülkemizde oldukça önemli ve göze çarpan onlarca örnegi ile bilinir. Bu örneklerden bazılarıda ülkemiz devrimci hareketin saflarında ortaya çıkan örneklerdir. 1920`lerde M.Suphi´ler ve 68 hareketinin ileri militanlari bu sürecin ardından ortaya çıkan 78 sonrası önderlikler, üzerinde durulması gereken önemli örneklerdir. Bu sürecin içinde ihaneti ve direnişin her türlü örnegini bulmak mümkündür. 1871 Komün ihtilalcilerinin tarihe bıraktıkları ve 1Mayıs 1886 şehitlerinin o örnek direnişleri, İngiltere maden işçilerinin direnişi.1848-1968 lere kadar yaşanan işçi ve halk hareketlerinin ortaya çıkardıgı direniş ve mücadele örnekleri ve bu sürecin örgütlenmesinde öne çıkan önderliklerin ölümsüzleşen liderleri.Tarihin bizlere önderlik konusunda yönümüzü dönmemiz gereken önderliklerin hangi önderliklerin oldugunu gösteren işaretleridir. Kuskusuz bugün gelecek olan yeni kuşaklara bir miras bırakılacak olursa verilmesi gereken miras budur, bu olmalıdır. Elbette yukarıda verilen bu örnekler bizleri daha çok ilgilendiren örnekler olmalıdır. Bu baglamda üzerinde durulması gereken örneklerde kuşkusuz bu örneklerdir. Yetmiş hareketinin önderligi bu baglamda önemli ve gerçekten üzerinde durulması gereken örneklerdendir. İdolojik-siyasal bir çok konuda bir yıgın eksikliklerine ragmen , savunmus oldukları davaya sapına kadar baglılıklarının önünde düşman bile şapka çıkarırken, geride kalanlar bugün dün ile ilgili agızları açılınca ilk önce o günlerde daha cok genç oldukları ve bunun etkisini yaşayan biri olarak gençlik yıllarının arkasına sıgınıp bu hareketlerinin yanlışlıgını ve düzene baglılıgının ardı sıra bitmez açıklamaları ve bizim çocuklar söylemlerinin ardında saklı olan zihniyetin esasında başkaldırının içinin boşa çıkarılması zihniyetinin saklı oldugu biliniyor.

Evet, ama neden hala bir çokları gibi düzenin direk arpalıgında besleme olarak yasamaya devam emiyor olmalarının da bir karşılıgı oldugunu bilme gerekir. Deniz`ler Mahir’ler´İbrahim’ler bu süerece damgasını vuran direnişin ileri örnekleri iken Perinçek’ler, Şefik Hüsnü’ler, TKP artıklarından İ.Bilen’ler ihanetin ileri örnekleri olarak öne çıkan tiplemelerdir. Yakın tarihimizin artıklarından yaşananlara ragmen kendilerini yaşarken ölümsüzleşecegi umudunu hala taşıyanlarında var oldugunu biliyor ve bu tipleri zaman zaman çesitli vesileler ile görüyoruz. Bunlardan THKO´dan Atilla Keskin –Mustafa Yalçıner, TKP/ML` den M.Oruçoglu, THKPC`den E.Kürkçü, gibi tipler olarak bugün ileri çıkan tipledir. Denilebilir ki bu baylar hala geçmişimiz ile ilgili bu konuşma cesaretini kimden alıyor ve bu olumlu devrimci degerlerimizi bu ölçüde nasılda rahatça kendi içki sofralarının o çirkin mezesi haline getirebiliyorlar. Evet, anmadan gecmeyecegimiz bir diger önderlik tipide, gelenegimizin bir dönemler öne çıkan önderlerinden bay Hengirvanlı olarak bilinen Nurhak direnişinin kaçkınlarından biri olan ve bugün burnundan kıl aldırmayan eski önderlerimizden vatani görevini eksiksiz yerine getiren bay Zaza efendidir. Büyük ve derin ifadeler ile devrimi savundugunu dile getiren bu şahıs ne yazık ki Sinan’ lar Nurhak daglarında faşist diktatörlügün militarist güçlerine karşı son kurşunlarına kadar savaşarak direnirken bu bay ve yanında olan öteki bir grup ile çatışma yakınlarında çatışmaya seyirci olarak izleme zahmetinde olduklarını unutulacak degiliz. Günü gelirse bunun da ayrıntıları daha da net açıklanacaktır. Onlar, o gün birlikte yaşadıkları yoldaşları ile aynı kulvarda yürürken bu sürecin bir unsuru olarak ölenlerin ardından bu sürecin geride kalanlarındanız diyen bu baylar bu sürece bugün nasıl bakıyor ve onlar bu sürecin devamı için bugün hangi tutumu alıyor ve bu gelenege karşı bugün hangi duruşu ortaya koyuyorlar.? Bugün bu önemli durusun devrimci degerlerini kişisel ve bencil çıkarlari için kitaplar yazarak bazı sahnelerde yer alıp kendilerini bu sürecin bir unsuru saydıklarını ifade edenlere; dün devrim icin yola çıktınız, ama; bugün devrim diye bir sorununuzun kalmadıgı ve bu davaya önderlik eden yoldaşlarımızın savunmuş oldukları davaya sonuna kadar baglı kalarak son nefeslerini verirken ihanetin

her türlü rengini elerinin tersi ile geri iterken davaya ve yoldaşlarına karşı nasıl baglı kaldıklarını dosta – düşmanada gösterdiler. Size o günler ve sürece dair söyleyecek ve yapacak bir tek şey var; oda, sadece ve sadece onlar onurluca direndi. Ama, bizler ise bu davaya devam etmek degil ihanet ettik demek kalır. Yoldaşlarımızı anın! ama, bizler bu davanın adamlarıyız demeyin. Sizler bu tarihe ve yoldaşlarınıza sırtınızı dönsenizde tarih bu önderlik misyonunu cesurca hiç bir teredüt etmeden hayatlarını ortaya koyanların tanıgıdır…İste Erdal Eren’ lerin Ekrem Ekşi’lerin , Hasan Asker Özmen’lerin, İmran Aydın’ Süleyman cihanlar, M.Fatih Öktülmüslerin ve de adları bilinen onurlu tarihimizin önderlikleri içeri düserken analarından dogduklarını degil, düşmanın idam ve işkence tezgahlarını direniş kalelerine çeviren yoldaşlarımız onuru hak edenler olarak tarihimizin onuru olarak tarihe yazılmışlardır. Onlar, yasasın ML diyerek ölüme başkaldıran ve bizler buraya dönmeye degil ölmeye geldik diyerek teslimiyete meydan okuyanlar başkaldıranlar, yoldaşlarının kendisi için o acılı anı bir türlü içine sindiremeyerek katledilen Sinanların Nurhak şehitlerimizin intikamını almak için hesap sorulmalıdır. Ve de bu hesabı bizzat kendisinin sorması gerektigini bilince çıkarak yola çıkan İbrahimlerin bizlere bıraktıkları bu devrimci degerlerimiz bizlere yol göstermeye devam edecektir. İhanetin çeşmesinden kana kana içenlere için için, istediginiz kadar. Onlara; bugün bu davaya ne kadar baglı olduklarını sormak bile gereksizdir. Bugün bunu onurlu her devrimci biliyor ve bu geride kalan döküntülerin tavırlarınıda her açıdan görmekte . Şemsi Özkanları, nasılki devletin estetistik operasyonları kurtarmadı ise Kürt ve Türk halkı er yada geç yaptıklarınızın hesabını soracaktır. Evet, işte önderlik denilen olguda aranması gereken degerlerden; baglılık, cesaret, özveri, paylaşım, direniş, samimiyet, en ilk aranan temel özelliklerdendir. 40. yılında yitirdigimiz Deniz’ ler Yusuflar’ in ve Hüseyinlerin şahsında 30 Mart’ tan 31 Mayısa kadar yaşamını yitiren bütün şehitlerimizi saygı ile anıyor ve söz diyoruz ihanete ve döneklige karşın bu yerlere atılan kızıl bayragımız mutlaka fabrika,işçi havzaları, siteler ve ülkemizin mücadele alanlarında yeniden dalgalanacaktır. Bunu durdurmaya kimenin gücü yetmeyecektir.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

İran , kudretli hava kuvvetlerinin yanı sıra Almanya ’nın gönderdiği, nükleer füze donanımlı ve İsrail sahili açıklarında demirli yeni denizaltılarını da kullanabilir. Nasıl bir takvime uyulursa uyulsun, İran , süper güç destekçisinin saldırıya öncülük etmese bile katılacağına güveniyor. ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, “Böyle bir saldırıdan yana olmasak da İran , egemen bir ülke olarak çıkarlarına en uygun biçimde hareket eder” diyor. Elbette bunları tahayyül etmek bile imkânsız ama gerçekte oluyor, sadece oyundaki karakterler tersi rollerde. “Teşbihte hata olmaz” derler, oysa böyle bir analoji İran ’a haksızlık oluyor. Hamisi gibi, İsrail de keyfi güç kullanıyor. BM Güvenlik Konseyi kararları ve uluslararası hukuku arsızca hiçe sayarak,

‘Bağlantısız’ farkındalığı

DİRENENLER SONSUZLUĞA, İHANET EDENLER TARİHİN ÇÖPLÜĞÜNE ATILACAKLARDIR

SAYFA 03

İsrail keyfi güç kullanıyor...

işgal ve ilhak ettiği topraklarda ısrarla yasadışı yerleşimler inşa ediyor. Lübnan’a tekrar tekrar acımasızca saldırılar düzenledi, Gazze halkını esir etti, inandırıcı bir bahane bile uydurmadan on binlerce kişiyi öldürdü. İsrail ’in 30 yıl önce Irak ’ta bir nükleer reaktörü vurmasından son dönemde övgüyle söz ediliyor. Öyle ki, bombardımanın Saddam Hüseyin’in nükleer silah programını sona erdirmek bir yana, başlattığına dair Amerikan istihbaratının güçlü kanıtları bile görmezden geliniyor. İran ’a bomba yağdırmak da aynı etkiyi yaratabilir. İran da saldırganlık yaptı ama son birkaç yüzyıl boyunca sadece ABD destekli Şah yönetimi altında ve Basra Körfezi’ndeki Arap Adaları’nı işgal ederek. İran , nükleer gelişim programlarına, Şah yönetimi döneminde Washington ’ın resmen verdiği güçlü destekle girişti. İran hükümeti gaddar ve baskıcıdır, tıpkı ABD ’nin bölgedeki müttefikleri gibi. En önemli müttefik olan Suudi Arabistan, en aşırı İslamcı köktendinci rejimdir ve radikal Vahhabi doktrinini başka ülkelere yaymak için muazzam paralar harcar. Yine ABD ’nin gözde müttefiklerinden olan Körfez diktatörlükleri, Arap Baharı ’na katılmaya yönelik her türlü halk hareketini haşin biçimde bastırmakla meşgul.

Sayfa 03


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 02

Sayfa 15

SAYFA 02

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Stalin ve Demokratik Reform Mücadelesi-1

Bu tartışma, pratik deneyimler ve bilimsel inceleme temelinde program tartışması olarak ele alındığında ise birleşmenin zemini oluşmuş olacaktır. Bu zemin aynı zamanda proletarya partisinin yaratılmasının önkoşulunu oluşturur. Dolayısıyla bu süreç, kuramsal bir faaliyet gibi görünse de esas olarak pratik ve örgütsel bir süreçtir ve böyle anlaşılmalıdır. Ülkemizde proleter devrimci hareketin gelişmesinin tarihî özellikleri, proleter devrimcilerin birleştirilmesini de bu görevin gerçekleştirilmesinin bir unsuru olarak ortaya koymaktadır. Proleter devrimcilerin birleşmesine ideolojiksiyasî bir temel teşkil edecek ve devrimci Komünist partinin inşasının temeli olacak olan; devrimci komünist mücadele platformunun, sınıfsız toplum mücadelesinde Marksist-Leninist programının ortaya konması önemli bir görev olarak durmaktadır. Devrimci proletaryanın Marksist-Leninist programı ve buna bağlı olarak en temel siyasetlerinin ortaya konması, kaçınılmaz bir dizi mücadelenin ürünüdür. 12 Eylül 1980 yenilgisinin yarattığı gerileme hala kırılabilmiş ve gelinen yerde Devrimci ve MarksistLenininst hareketler yenilgi dönemi öncesi gelişme halkasını yakalayabilmiş değiller. 1971 döneminden bu yana sınıf mücadelesi üzerine, bir kabus gibi çöken sağ oportünizm çizgisinin aşılması ve liberalizmin önüne geçilmelidir. HALKIN KURTULUŞU işte böyle bir dönemde yayına giriyor, O'nun görevleri de gazeteler dizisi içinde bir gazete olmak değildir. HALKIN KURTULUŞU’nun, misyonu günümüzdeki mücadelenin yukarıda sayılan objektif gerçeklikleri ve gereklilikleri tarafından belirlenmiştir. HALKIN KURTULUŞU sadece bir gazete olarak değil, devrimci bir çizginin izleyicisi ve kolektif propaganda ajitasyon aracı olarak, devrimci mücadelenin komünist bir program temeli üzerinde inşa edildiğinin savunucusu, devrimci kad¬rolarının bu temel üzerinde eğitildiğini ve işçi sınıfı ve halk kitlelerinin bu temel üzerinde devrim yolunda eğitildiğini, seferber edilip örgütleneceğini söyler. Bir programın ortaya konmuş olması tek başına yeterli bir anlam taşımaz birincisi, hayatin içinde ve canlı olmalıdır. Yani Marksizm-Leninizm dışı ve düşmanı bütün akımlar ve siyasî çizgilerle mücadele içinde üstünlüğünü ve doğruluğunu, işçi sınıfının ve halk kitlelerinin gerçek çıkarlarını yansıttığını ve mücadele yolunu aydınlattığını ortaya koymalıdır. İkincisi,bu programı ve onun üzerinde yükselen siyasetleri soyut değil, somut bir biçimde ve hayata geçirebilecek bir şekilde kavramış; bu program ve siyasetler ışığında kitleleri eğitip, seferber edecek, mücadeleye önderlik edecek bir parti ve kadrolar gereklidir.

Aynı zamanda bu program ve politikaları etrafında, eleştiri-mücadele ve ikna yoluyla ülkemizin bütün proleter devrimcilerinin tek bir parti çatısı altında birliği sağlanmalıdır. Bu, basit anlamda örgütler birliği veya bireyler topluluğu değildir. Üçüncüsü, bu program yoluyla işçi sınıfı ve halk kitleleriyle devrimci bir tarzda birleşmek, onları kazanmak, devrim yolunda eğitip seferber etmek gereklidir. HALKIN KURTULUŞU, esas olarak ilk iki görevin, kısmen ve dolaylı olarak da üçüncü görevin yerine getirilmesinde proleter devrimcilerin elinde kuvvetli bir silah olmak üzere mücadeleye katılmaktadır. Devrimci proletaryanın mücadele platformu ve bu temel üzerinde yükselen siyasî çizginin kendisi bir mücadeleler ürünü olmakla birlikte; bu mücadelelerin platormun formüle edilmesiyle sona ermez. Aksine bugün gelinen yerde, Marksizm-dışı ve düşmanı ideoloji ve siyasetlerle, revizyonizm, sağ ve 'sol' oportünizm ve sınıf işbirliği çizgisi ile ve bunların genel an¬lamıyla devrimci hareketler saflarındaki uzantı ve etkileriyle mücadele yeni ve daha üst bir aşamaya ulaşmıştır. Bu yeni aşama bütün bunlara karşı, daha sistemli, daha düzenli ve daha kuvvetli bir mücadele verilmesi ile karakterize olacaktır. Önümüzdeki dönem devrimci komünistlerin mücadelede hem revizyonizmin ve oportünizmin işçi sınıfı hareketi içindeki etkinliğinin altedilmesinin, hem de bunların yarattığı kavram kargaşası içinde proleter devrimci hareket saflarında siyasetler, terimler, sloganlar vb. meselelerde var olan kargaşa ve kısır çekişmelere bir son verilmesinin şartları olgunlaşmıştır. HALKIN KURTULUŞU, bir yandan Marksizm ve işçi sınıfı düşmanı ideoloji ve siyasetlere karşı amansız bir mücadele yürütürken, bir yandan da bütün proleter devrimcilerin tek bir parti çatısı altında birleşmesinin sağlanması için proleter devrimci saflardaki yanlış anlayış ve siyasetlere karşı da eleştiri-mücadele-ikna temeli üzerinde bir mücadele yürütecektir. Marksizm-Leninizm ilkeleri temeli üzerinde sağlanacak irade ve eylem birliğinin çelikten bir sembolü olması gereken ve ülkemizin bütün proleter devrimcilerini birleştirecek olan devrimci proletarya partisi böyle bir mücadele olmadan inşa edilemez. İşçi sınıfının, yoksul ezilen/sömürülenlerin çıkarlarının savunucuları olarak ülkemiz devrimcilerinin kalpleri daima Marksist-Leninist birlik ve partiyi inşa etme ruhuyla çarptı ve çarpmaktadır. Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de belirsizlikler ortadan kalkmakta, ara unsurlar, orta yolcular parçalanmakta ve iki ideolojik-siyasî mihrakta toplanılmaktadır; Marksizm-Leninizm ve sağ oportünizm. Bütün bu güçleri düzenli saflar halinde örgütleyerek, onları Marksizm-Leninizm’in

ve devrimin saflarına kazanacak olan, onlara öncülük ederek bütün mücadeleleri tek bir devrim mücadelesinin unsurları haline getirecek öncü parti ve bu partinin Marksizm-Leninizm’le silahlanmış ve her alanda kitlelere öncülük eden kadrolarının yaratılması... İşte günün görevi budur. HALKIN KURTULUŞU, Marksizm-Leninizm teorisi ile silahlanmış işçi sınıfı savaşçıları yetiştirmede kuvvetli bir silah olacaktır. O, teorik, ideolojik ve siyasî meselelerde proleter devrimci hareketin yolunu aydınlatan bir araç olacaktır. Günün ve mücadelenin yüklediği görevler zorlu ama şanlıdır. Şartlar ise, her geçen gün dünden daha elverişli yönde gelişmektedir. HALKIN KURTULUŞU, bu inançla ve yılmaz bir savaşçı kararlılığıyla mücadeleye atılmaktadır. O, her zaman yüklendiği görevlerin bilinci ve sorumluluğu ile hareket edecektir. Ülkemizde birçok siyasî hareket ve grup MarksistLeninist genel çizgisi etrafında toplanmıştır. Ancak bu genel çizginin kabulü, aynı zamanda bir ülkede tek bir partiyi, tek bir çizgiyi gerektirir. Bu genel çizgi, her ülkede Marksist-Leninist program, devrimci proletaryanın mücadele platformu olarak yansır. Bugün bütün proleter devrimcilerin görevi de, bu program üzerinde ve tek bir parti çatısı altında birleşmektir. Bu, ülkemizdeki devrimci hareketin tarihinin, bugün ulaşılan noktada kaçınılmaz gelişme yönüdür. Bunu hiç kimse durduramayacak ve Marksizm-Leninizm ideolojisi-ve parti ve birlik ruhu bütün saflarda galebe çalacaktır. HALKIN KURTULUŞU, proletaryanın devrimci partisini inşa bayrağını, proletaryanın MarksistLeninist bayrağını dostun düşmanın gözleri önünde göndere çekmektedir. O, mücadele içinde birlik ve parti önünde her türden grupçu, dar çıkarcı küçük burjuva engeli, her türden revizyonist ve oportünist engeli aşmak ve Marksizm-Lenininizm’in gene! çizgisinde birliğin ve birlik ve parti ruhunun gereği olan bu görevi yerine getirmede sarsılmaz bir anlayış ve inançla ilerlemek üzere mücadeleye atılmaktadır. HALKIN KURTULUŞU,bu görevin yerine getirilmesinin en¬geli olan anlayış ve davranışlardan en başta kendisini bütünüyle arındırarak, ülkemizdeki bütün proleter devrimcilerin parti inşası yolunda altında toplanacakları bir birlik bayrağı olmak için mücadele edecektir. Dünyada ve ülkemizde gittikçe derinleşen kriz, işçi sınıfı ve ezilen/sömürülenlerin öfkesini ve onların bir biçimde peşine takıldıkları her türden gerici burjuva ve revizyonist ideolojiden kurtularak Marksizm-Leninizm ideolojisi ve işçi sınıfı partisi etrafında toparlanmaya doğru büyük yürüyüşü her yerde hızlandıracaktır.

GROVER FURR 1. Bu makale, Joseph Stalin’in, 1930’lardan ölümüne kadar, Sovyetler Birliği yönetimini demokratikleştirmeye yönelik girişimlerinin genel hatlarını ortaya koymaktadır. 2. Bu ifade –ve makale- birçok kişiyi şaşırtacak ve biraz da öfkelendirecektir. Aslına bakılırsa, beni bu makaleyi yazmaya iten de, içinde naklettiğim araştırma sonuçları karşısında kendi uğradığım şaşkınlık oldu. Sovyet tarihinin soğuk savaş versiyonunun ciddi hatalar içerdiğinden epey zamandır şüpheleniyordum. Fakat yine de, bana doğru gibi öğretilmiş yalanların boyutunun büyüklüğüne hazır değildim. 3. Bu öykü, Stalin’e saygı, hatta hayranlığın genel duygu olarak yaşandığı Rusya’da iyi bilinmektedir. “Demokrat nitelikli Stalin” paradigmasını ortaya koyan başlıca Rus tarihçisi, çalışmaları başkalarınınkiyle karşılaştırılamayacak kadar önemli bir kaynak oluşturan, Bilimler Akademisi’nin bir üyesi ve bu makalede, tek değilse de, ana figür olan Yuri Zhukov’dur. Onun eserleri Rusya’da yaygın biçimde okunmaktadır. 4. Bununla birlikte, bu öykü ve onun gerçekliğini gösteren olgular, soğuk savaş döneminin ürettiği “cani nitelikli Stalin” paradigmasının, neyin yayımlanıp neyin yayımlanmayacağını -burada sözü edilen çalışmaların hâlâ çok az ilgi çekmesine yol açacak kadar- belirlediği Rusya dışındaki dünyada, hemen hemen hiç bilinmemektedir. 5. Bu makale, sadece, okuyucuyu SSCB tarihine dair yeni gerçekler ve yeni yorumlar hakkında bilgilendirmekle kalmamaktadır. Ayrıca o, Rus olmayan okuyucuya, Stalin dönemine ve Stalin’in kendisine dair, Sovyet arşivleri temelinde yapılan yeni araştırmaların sonuçlarını da taşımaya çalışmaktadır. Burada ele alınan gerçekler, Sovyet tarihine ait bir paradigmalar zinciriyle uyum içindedirler ve diğer birtakım yorumların baştan aşağı yanlış olduğunu ortaya koymaya yardım etmektedirler. Onlar, siyasal ve tarihsel bakış açılarını, “Soğuk Savaş”ın yanlış ve ideolojik güdülü Sovyet “totaliterizmi” ve Stalinist “terör” yaklaşımları üzerine kurmuş kişilere, kesinlikle kabul edilemez –aslında rezilce- gelecektir. 6. Stalin’in iktidara doymaz, Lenin’in mirasına ihanet etmiş biri olduğu yollu Khrushchevci yorum, Komünist Partisi nomenklaturasının 1950’lerdeki ihtiyaçlarına uygun olarak üretilmiştir. Fakat o, aynı zamanda, Stalin üzerine, Soğuk Savaş’tan miras kalan, genel kabul görmüş ve kapitalist seçkinlerin, komünist mücadelenin ya da aslında işçi sınıfı iktidarını hedefleyen her türlü mücadelenin, kaçınılmaz olarak bir tür dehşet ve yılgıyla sonuçlanacağını savunma arzusuna hizmet eden yaygın söylemle yakın benzerlikler göstermekte ve onunla birçok faraziyeyi paylaşmaktadır. 7. Bu yaklaşım, Trotskistlerin, Trotski’nin, yani “gerçek devrim”in yenilgisinin, sadece ve sadece, devrimin uğruna mücadele ettiği her türlü ilkeyi çiğnediği farz edilen bir diktatörün elinden olduğunu savunma ihtiyacına da uygun düşmektedir. Sovyet tarihini ele alışta Khrushchevci, antikomünist Soğuk Savaşçı ve Trotskist

paradigmalar, Stalin’in, onun liderliğinin ve onun zamanındaki SSCB’nin fiilen şeytanlaştırılması temeline dayanmada benzeşmektedirler. 8. Bu çalışmada dile getirilen Stalin hakkındaki ana görüş, başka birtakım karşıt tarihsel paradigmalarla ise uygunluk arz etmektedir. Sovyet tarihine dair anti-revizyonist ve post-Maoist komünist yorumlar, Stalin’i, bazı açılardan kusurlu olsa da, Lenin’in mirasının yaratıcı ve makul varisi olarak görmektedirler. Öte yandan, çok sayıda Rus milliyetçisi de, onun komünist olarak kaydettiği başarıları pek fazla kabullenmemekle birlikte, Stalin’e, Rusya’yı endüstriyel ve askeri açıdan bir dünya gücü olarak kabul ettiren baş figür olarak, saygı duymaktadır. Stalin, her iki kesim için de, farklı biçimlerde olmasına karşın, temel bir figürdür. 9. Bu makale, bir Stalin’e “itibarını iade etme” teşebbüsü değildir. Yuri Zhukov’un şu yazdıklarına aynen katılıyorum: “Size tüm samimiyetimle söyleyebilirim ki, Stalin’e itibarının iade edilmesine karşıyım; çünkü genel olarak iadei itibar kavramına karşıyım. Tarihteki hiçbir şeyin ve hiç kimsenin itibarı iade edilemez –bizim yapmamız gereken şey, her şeyi açığa çıkarmak ve gerçeği söylemektir. Öte yandan, Khrushchev’in zamanından beri, Stalin’in baskısının kurbanları olarak duyduklarınız, hep sadece, kendileri de bu uygulamalara katılanlar ya da onlara yardımcı olanlar veya karşı çıkmayanlardır.” (Zhukov, KP, 21 Kasım 2012) Benim, burada, “eğer Stalin sadece kendi bildiğini okusaydı, SSCB’de sosyalizm ya da komünizm kuruculuğunun pek çok meselesi çözülürdü” gibi bir telkinde bulunma niyetim de yok. 10. Bu çalışmanın ele aldığı dönemde, Stalin liderliği, sadece devlet yönetiminde demokrasiyi geliştirmeyi değil, aynı zamanda parti içi demokrasiyi genişletmeyi de önemsiyordu. Bu ciddi ve burada anlatılanlarla bağlantılı mesele, ayrı bir çalışma gerektirir ve elinizdeki çalışma bu konuyu ele almaya yönelik değildir. Diğer yandan, burada sözü edilen “demokrasi” anlayışı, farklı bir manada, ön varsayılabilecek siyasal bir anlaşmanın temellerinin olmadığı büyük bir yurttaşlar devletinden ziyade, gönüllü üyelerden oluşan demokratik merkeziyetçi bir parti bağlamında anlaşılmalıdır. 11. Bu makale yazılırken, mümkün olduğunda birinci el kaynaklardan yararlanılmıştır. Fakat o, en çok, Sovyet arşivlerindeki, henüz yayımlanmamış ya da yakınlarda yayımlanmış dokümanlara ulaşan Rus tarihçilerinin akademik çalışmalarına dayanmaktadır. Büyük öneme sahip Sovyet belgelerinin birçoğuna, sadece özel izne sahip akademisyenler ulaşabilmektedir. Geriye kalan çok büyük sayıdaki doküman ise, ayrılıp bir yerlere konmuş ya da “tasnif edilmiş” hâllerini korumaktadır. Bunların arasında, Stalin’in kişisel arşivine ait belgelerin birçoğu, 1936-38 Moskova Yargılamalarında görülen davalar öncesinde yapılan soruşturmaların tutanakları, askeri tasfiyeler ya da 1937’deki “Tukhachevsky Olayı”yla bağlantılı dokümanlar ve birçok belge daha vardır. 12. Yuri Zhukov arşivlerin durumunu şöyle anlatmaktadır: “Belgilerinden biri glasnost olan perestroikadan başlayarak… Eskiden araştırmacılara kapalı olan Kremlin arşivi tasfiye edildi. İhtiva ettiği değerli malzeme, [çeşitli kamuya açık arşivlere –GF] yerleştirilmeye başlandı. Bu süreç başladı, fakat tamamlanmadı. 1996’da kamuoyuna bildirilmeden ya da herhangi bir açıklama yapılmadan, en önemli, temel dokümanlar yeniden tasnif edildi ve gözlerden ırak bir biçimde

Rusya Federasyonu Devlet Başkanlığı arşivine konuldu. Çok geçmeden bu gizli operasyonun nedenleri ortaya çıktı. Bu iki eski ve son derece pejmürde mitten birinin yeniden canlanmasına izin verdi.” Bu efsaneler, Zhukov’un ifadesiyle, “Cani Stalin” ve “büyük önder Stalin”dir. “Batı ve antikomünist tarih yazımının okurları, bu efsanelerin sadece birincisine aşinadır. Fakat Rusya’da ve Bağımsız Devletler Topluluğu’nda her iki ekol de temsil edilmektedir” 13. Zhukov’un kitaplarından biri ve aynı zamanda bu makalede yazılanların çoğuna temel oluşturan çalışma, Inoy Stalin (Farklı Bir Stalin) başlığını taşımaktadır. O hem her iki mitten de “farklı”, hem de gerçeğe daha yakındır ve son zamanlarda yeniden tasnifi yapılan arşiv dokümanlarına dayanmaktadır. Kapağında Stalin’in bir fotoğrafı yer almakta ve karşısında da aynı fotoğrafın negatifi görülmektedir. Zhukov, ikinci el kaynaklara nadiren başvurmaktadır.,aktarımlarının çok büyük bir kısmını, yayımlanmamış ya da ancak son zamanlarda yeniden tasnif edilmiş ve yayımlanmış arşiv dokümanlarından yapmaktadır. Politbüro’nun 1934’le 1938 arası güttüğü siyasete dair çizdiği tablo, kendisinin reddettiği her iki mitle de hiçbir ortak yanı olmayacak kadar “farklı”dır. 14. Zhukov, kitabının giriş bölümünü şu ifadelerle bitirmektedir: “Ne son noktayı koyma, ne de tartışılmaz kesinlik gibi bir iddiam var. Sadece bir yükümlülüğü yerine getirmek için uğraştım: her iki mitten, meseleye bakışta önyargıyla belirlenmiş her iki uçtan da sakınmaya çalışarak, bir vakitler iyi bilinen, fakat artık kasten unutulmuş gibi yapılan, bilerek sözü edilmeyen, herkes tarafından görmezlikten gelinen bir geçmişi yeniden kurmak.” Okumakta olduğunuz makale de, Zhukov’un yolunu izleyerek, her iki mitten de uzak duracaktır. 15. Bu koşullar altında, varılan tüm sonuçlar, bir deneme niteliği taşımak durumundadır. İster birinci el, isterse ikinci el olsun, tüm materyalleri akıl süzgecimden geçirerek kullanmaya çalıştım. Metinde kesiklikler olmasından kaçınmak için, kaynak referanslarını paragrafların sonuna koydum. Daha uzun, daha açıklayıcı notlara ihtiyaç duyduğumda ise, geleneksel, numaralı dipnotlara başvurdum. 16. Bu makalede özetlenen ve derin bir araştırmanın ürünü olan çalışma, Sovyetler Birliği tarihi de içinde olmak üzere, tarihin sınıfsal analizini ileri götürme kaygısı taşıyanlarımız için önemli sonuçlar içermektedir. 17. SSCB’nin Stalin dönemi üzerine çalışan en yetkin Amerikalı araştırmacılardan biri olan J. Arch Getty, Soğuk Savaş döneminde yapılan tarih araştırmaları için “propaganda ürünleri” demektedir –eleştiride bir akla uygunluk aramayan ya da onu parçalara bakarak düzeltme peşinde olmayan, baştan aşağı bütünüyle yeniden yapılması gereken “araştırma”. Getty’ye katılıyorum; fakat bu tarafgir, politik açıdan angaje ve dürüstlükten uzak “araştırma”nın bugün hâlâ yapılıyor olduğunu da eklemesi gerekirdi. 18. Soğuk Savaşçı-Khrushchevci paradigma, bugüne dek “Stalin yılları”na dair hâkim tarih görüşü olagelmiştir. Burada sözü edilen araştırma, bir “zemin temizliği”ne, bir “her şeye yeniden baştan başlama”ya katkıda bulunabilir. Sonuçta ortaya çıkacak gerçeğin, dünyayı onu değiştirmek üzere kavramayı, sosyal ve iktisadi adalete dayalı sınıfsız bir toplum kurmayı öngören Marksist proje için de büyük anlamı olacaktır.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 16

w w w. h a l k i n k u r t u l u s u . i n f o

Sayfa 01

HALKIN 1 KURTULUSU ~

E Y LÜ L / 2 0 1 2

BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ VE EZİLEN HALKLAR BİRLEŞİN 32 YIL ARADAN SONRA YENiDEN ÇIKARKEN

Yazı İşleri Müdürü Hatice Zuhal Göktepe

Yönetim Yeri-0232 4257980 8 59 Sokak Vatan İşhanı No.6/204 Konak-İzmir

Basım Tarihi 24.09.2012

Yaygın Süreli Yayın Fiyatı 1 TL

Basım Yeri - Star Medya A.Ş. 9 Eylül Mah.No.29 Gaziemir-İzmir/0232 251 76 32

Dünya her gün daha yaşanmaz bir yer haline geliyor. Savaşlar, açlık, alabildiğine sömürü ve her saniye daha da zenginleşen bir asalak sınıf. Emeğimizden çalarak, alın terimizi satarak her gün semiren ve bizi ölüme gönderen bir sınıf düşmanımız var. Yüz yıldan fazla zaman önce o meşhur sakallı büyüğümüzün dediği her şey bugün doğruluğunu kanıtlıyor. Dünyada iki sınıf var ve biz ezilen taraftayız. İnsanlığın çözümü olarak sundukları kapitalizm bizi her saniye felakete sürüklüyor. İşçiyi, yoksulu, doğayı, hayvanı geri dönülmez bir yok oluşun eşiğine taşıyor. Bu düzenin daha fazla böyle gidemeyeceği aşikar. Bu tekere acilen çomak sokmak gerek. Öyleyse bunun için yola koyulmak gerek. Ne kadar çok büyülü sözcük var. Bu sıralar bunlardan en çok kullanılanı ise hiç şüphesiz vicdan kelimesi. Herkes vicdanlı. Doğu Türkistan için ağıtlar yakarken, öldürülen, işkence gören Kürt çocuklar için iyi oluyor büyüyünce terörist olacak nasılsa diyen milliyetçi de, Filistin'de eziyet gören öldürülen Filistinliler için yas tutarken Sudan'daki katliamları görmeyip, ülkede öldürülen eşcinseller için sevinen de, sokakta gördüğünde yüzüne bakmadığı, tiksindiği, sadece kendisine hizmet için kullandığı insanlar veya kapıcısının, hizmetçisinin 20 yaşındaki çocuğu askerde ölünce kanı yerde kalmasın diye savaş çığlığı atan ulusalcısı da ağzından bu kelimeyi düşürmüyor. Kendisini daha demokrat olarak tanımlayanlar ise, herşeyi salt bir vicdan dengesi üzerine oturtarak ezen/ezilen şiddetini hiç gözetmeden herşeye bir yapay bir vicdan çizgisinden bakıyor. 12 yaşında 13 kurşunla öldürülen bir çocukla, mesleği nedeniyle savaşın bir tarafı olan birisini eşleştirebiliyor. Üstelik çoğunluğu bunda sivil Kürt çocukları yerine öte taraf lehinde konuşmayı tercih ediyor. Bu vicdan öyle birşey ki, misal Tuzla'da,

maden ocaklarında, silikozis hastalığından ölenler için kuru bir vahvah deyip geçerken, zengin çocukları bir şekilde hastalıktan, trafik kazası vb. nedenlerle öldüğünde günlerce ağıt yakılabiliyor. Çünkü sınıfsal olarak üstte olanların hastalanması, ölmesi onların vicdanını daha çok yaralıyor. Egemen olan vicdani anlayış, ölen zengine yoksuldan daha fazla üzülmeyi, ölen Türk'e Kürt'ten daha fazla üzülmeyi gerektiriyor. Son günlerde dönen vicdan tartışmaları ise daha spesifik, sol içi sayılabilecek bir düzlemde gidiyor. Her boka burnunu sokmayı meslek edinmiş bazı muktedir sevici "gazeteciler" ise vurulmuş ava atlamayı bekleyen av köpekleri gibi aportta bekliyorlar. 90'larda TMŞ komiserliği yapanlar da, okulunun bir topluluğunda kız tavlamak için şekil yapan da, kantinlerde solcuların masasında bir çay içip kendisini şimdi sosyalist kanaat önderi sananlar da bu fırsatı bekleyip, ilk fırsatta birilerinin eteği altına saklanıp saldırabiliyorlar. Kelime oyunlarıyla "vijdan" diye seslenerek. Kendilerinin bulunduğu bok çukurunu vidanjör bile temizleyemeyecekken üstelik. Elbette bu durum, öte tarafta "salt" vicdan üzerinden politika yapanları temize çekmiyor elbette, bir şekilde zaman zaman benim de savunmak zorunda hissettiğim bir vicdan kumkuması yazar, içindeki sınıf kinini kustu (esasında onun sınıfındakiler kusmaz, istifra eder). Hizmetçisine aylık olarak bir ayakkabı parası verdiğini, sosyal güvenliksiz çalıştırdığını üzerine hiç dokundurmadığı "vicdanı" ile aklayarak anlattı. Ve elbette kendisini ve sınıf bilinci hiç olmamış hizmetçisini övmeyi de ihmal etmeden. Yazıda hizmetçisinin sınıf öfkesine ne olduğunu merak ettiğini söylerken, kendisinin O'na karşı yaptıklarının maskelenmiş sınıf kini olduğundan da habersiz. Ne diyelim sizin vicdanınız ve domatesleriniz size kalsın, elbette bu küstahlığınızın/şımarıklığınızın hesabının sorulacağı günler için mücadeleye devam edeceğiz. Ne vicdan, ne merhamet, ihtiyaç duyduğumuz tek duygu sınıf kinidir.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

“Bütün ıstırapları, tüm o gizli, acı gözyaşlarını, karnı tokların vicdanına yüklemek istiyorum.” Rosa LUXEMBURG

SAYFA 01

HALKIN KURTULUŞU İ mtiyaz Sahibi Zeki Irmak

Bütün ülkelerde komünistlerin ilk görevi proletaryanın komünist partisinin yaratılmasıdır. Türkiye’de bu görev tamamlanmayı beklemektedir. Yeni bir tarihsel hesaplaşmayla karşı karşıyayız; Bu görev de öncelikle Türkiye devriminin tasfiyesinin ideolojik ve fiziki olarak hesabını sormak, ardından da sosyalizmin tarihsel sorunlarını çözecek bir ideolojik düzlem üzerinden bütün bir kapitalizme karşı mücadeleyi güçlendirerek işçi sınıfı ve ezilenleri ona karşı mücadeleye ikna ederek safları güçlendirip yeniden hesaplaşmak. Bunu tarihsel devrimci geçmişimize göndermede bulunarak THKO’nun devrimci yılmaz ruh halini kuşanarak ve onun sadece adını kullanmak değil bu devrimci ruh halinin gereklerini de yerine getirmek suretiyle, sınıflar mücadelesi tarihindeki yerimizi yeniden alıyoruz. Tarihsel olarak içinde yer aldığımız eski yapımızın geçmişinden getirdiği zaaf ve çelişkileri ve yenilen ağır darbelerin yol açtığı sonuçlara yaslanan merkez yöneticileri ve bunlara bel bağlayan bazı unsurlar ise, faşizmin gerici baskıları karşısında yollarını devrimci saflarda değil başka alanlarda aradılar. Örgüt, süreç içinde sınıf mücadelesinin dışına çekildi; inkârcı-tasfiyeci, reformist, liberalist ve görüşlere kayan tasfiyeciler bu zeminde doğdu; anti-parti ve tasfiyeci akımlar partiye ve Marksizm-Leninizm’e karşı tasfiyeci bir savaşı yürütme olanağını partinin devrimci ve Marksist-Leninist konumdan uzaklaşmasına neden oldu. Kapitalizmin depolitizasyon politikalarının etkisi ile teslimiyeti seçenler, terör ve baskının zorluklarını göğüsleyemeyenlerdir. Örgüt saflarındaki oportünist bir eğilim kendisini bu gelişmelere dayandırarak, değişik görünüm ve biçimler altında Marksizm –Leninizm’den ayrılmış, sınıf mücadelesine ve proletarya diktatörlüğünden yüz çevirmişlerdir. Komünist partisi, sınıf mücadelesini ideolojik, siyasal ve pratik-ekonomik mücadelesini bir bütün olarak örgütleyen ve yönlendiren bir partidir. O, sınıfın farklı kesimlerinin anlık ve kesimsel çıkarlarının savunulduğu bir parti değildir. O, sınıfın herhangi bir kesiminin ve bu kesimin mücadelesinin diğerlerine karşı yüceltilerek, temel alınmaya çalışıldığı bir parti değildir. Bunları, diğer işçi örgütleri savunabilirler. Ezilen/sömürülenlerin tümünün ve en genel çıkarının savunusu komünistleri diğer işçi örgütlerinden ayıran özellik ise, bugün farklı işçi örgütleri içinde faaliyet sürdüren komünistlerin kendilerini içinde bulundukları düzeyden bir üst düzeye taşımaları gerekmektedir. Bu iradeyi ortaya koyan komünistlerin atacağı ilk adım, proletaryanın tüm diğer sınıflar ve siyasal iktidar ile girdiği ilişki ve mücadeleleri, diğer bir deyişle, gözümüzün önünde cereyan eden sınıflar mücadelesinin pratik deneyimleri ve bilimsel incelemesi konusundaki çabalarını ortaklaştırmak olmalıdır. Bu proletaryanın komünist partisinin programının oluşturulması faaliyetidir. Bu aynı zamanda, komünistlerin birliği sorununun çözümlenmesi için atılacak ilk ve en önemli adımdır. Bugün farklı işçi örgütleri içinde dağınık biçimde faaliyet sürdüren komünistler birleşmek amacıyla bir araya geldiklerinde, ortaklaştıkları noktaların belirlemenin yanı sıra kaçınılmaz olarak kendi aralarındaki farklılıkları da tartışmak zorundadırlar.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.