SIYAH MAVI
GA ZETEMİZ
1
SARI
YAŞINDA
THKO’nun 12 Mart sonrası, Geçici Merkez Komitesi (GMK) oluşturulduktan sonra çıkardığı merkezi yayın organının, yeniden yayın hayatına girişinin 1.yılını selamlıyoruz. İşte bu bizim mirasımız, devrim ve sosyalizm için mücadelemizi yarınlara taşıyanımız, Selam olsun gazetemizi yeniden işyerlerine, meydanlara, fabrikalara, okullara taşıyanlara. Aynı inanç, sabır ve kararlılıkla, geçmişten - geleceğe sürüyor, sürecek mücadelemiz. http://www.halkinkurtulusu.net Fiyatı: 1 Tl
10 2013
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ VE EZİLEN HALKLAR BİRLEŞİN
KAHROLSUN EMPERYALİZM Sosyalistler, sosyalist olmaktan vazgeçmeksizin, genel olarak bütün savaşlara karşı olmazlar. Ezilen halkların zulümden kurtulmak için, kendilerini ezenlere karşı yürüttükleri savaşlar örneğinde olduğu gibi, demokratik savaşlar ve ayaklanmalar da asla olanaksız değildir. Proletaryanın, sosyalizm için burjuvaziye karşı yürüttüğü iç savaşlar kaçınımazdır. Sosyalizmin zafere ulaştığı bir ülkeyle, burjuva veya gerici başka ülkeler arasında savaşlar olabilir. V.I.Lenin İŞSİZLİĞE VE İŞ CİNAYETLERİNE - TAŞERONLAŞTIRMALARA - KÜRT HALKININ SAHTE BARIŞ PROJELERİYLE KANDIRILMASINA GEZİ KATLİAMLARINA / TUTUKLAMALARINA VE EMPERYALİST PAYLAŞIM SAVAŞINA KARŞI, HALKIN KURTULUŞU İÇİN İLERİ! EMPERYALİZME KARŞI; DEVRİMCİ KOMÜNİSTLERİN BİRLİĞİYLE, DEVRİM VE SOSYALİZM İÇİN İLERİ!
! R I
Y E M P E R YA L i S T S AV A Ş A A B A R I Ş A L D AT M A C A S I N A H
Bizim barış programımız, emperyalist güçlerin ve emperyalist burjuvazinin demokratik bir barış veremeyeceğini açıklamalı. Böylesi bir barış, ne geçmişte ne gerici bir emperyalist olmayan kapitalizm ütopyasında ne de kapitalizm koşullarında eşit ulusların birliğinde değil; gelecekte proletaryanın sosyalist devriminde aranmalı ve barış için bu şekilde mücadele edilmeli. Kim ki, uluslara sosyalist devrim propagandası yapmadan “demokratik” bir barış vaadediyorsa ya da devrim için mücadeleyi reddediyorsa o proletaryayı aldatıyor demektir! V.I.Lenin
EMPERYALİST BARBARLIĞA KARŞI İNSANCA BİR YAŞAM MÜCADELESİNDE EKİM DEVRİMİ YOLUMUZU AYDINLATIYOR
Halkın Kurtuluşu ÇIKIŞIMIZIN BİRİNCİ YILINDA Eylül 2012’de çıkarken, “THKO’nun devrimci, yılmaz ruh halini kuşanarak ve onun sadece adını sahiplenmek değil, bu devrimci ruh halinin gereklerini de yerine getirmek suretiyle sınıflar mücadelesi tarihindeki yerimizi alıyoruz” demiştik. Bu gerekleri yerine getirmenin; 12 Mart yenilgisinden sonra THKO yeniden örgütlendirilirken 71 devrimci kalkışmasını “küçük burjuva hareket”, THKO’nu da “programı yazılı olarak belirlenmiş bir örgüt değil, daha çok aynı duyguları paylaşan aynı amacı güden, birbirine alabildiğine güvenen, birbirlerini seven, sayan arkadaşların oluşturduğu bir yapı” olarak tanımlayan reformizme yelken açmış kadroların, örgütü getirdikleri noktaya ideolojik bir savaş açmak olduğunu biliyorduk. THKO’nun yeniden inşası sürecini “siyasal pratikte reformculuğa karşı devrimciliğin savunuluşu” diye açıklayan bu kadrolar, “THKO, geçmişinden başlıca pratik bir kopuştur, özellikle eylem biçimleri alanında kopuştur” diyerek sinsi bir biçimde, Hüseyin İnan halk savaşını açarken, “ezilen sınıf ve tabakaların iktidara yönelen politik mücadelelerinin tümüdür” dememiş gibi, onu Mao’cu anlayış olarak tanımlayıp halk savaşı tezinin reddi üzerinde yürüyerek tırmanan faşizm teorisi ile reformizme kucak açtılar. Hüseyin İnan’ın “legaliteyi kural haline getirmekte ve barışçı şartlar içinde bir politik mücadele önermektedir” diye eleştirdiği o günkü kaçkınların yolunu tutarak, zora dayalı devrim ve silahlı mücadele yöntemlerine sırtlarını döndüler. Bu sinsi süreç 12 Eylül yenilgisinden sonra, yenilginin ortaya çıkardığı sonuçlardan da faydalanarak, devrimci komünist kadroların cılız direnişlerine rağmen, özellikle 1990 konferan-
Geride kalan yüzyılın başında, yani 20. yüzyılın ilk yıllarında da, girilen yeni yüzyıla ilişkin öngörü ve beklentilerin çerçevesi aşağı yukarı buydu. Bunun 20. yüzyılın olaylarıyla tamamen doğrulandığını biliyoruz. 20.yüzyıl, dünya tarihinin o güne dek gördüğü en büyük sarsıntılara, büyük bunalımlara, savaşlara ve devrimlere sahne oldu.Sonuç olarak 1917 büyük proletarya devimiyle açılan çağın adı, proleter devrimci Enver Hoca tarafından doğru olarak belirlendiği üzere EMPERYALİZM VE PROLETER DEVRİMLERİ ÇAĞI olarak bir kez daha doğrulandı. 21. yüzyılın da benzer nitelikte toplumsal gelişmelere ve olaylara sahne olacağını göstermektedir. Temel özellikleri ve eğilimleri üzerinden ele alındığında çağ aynı çağ olduğuna göre, bunun böyle olması, şaşırtıcı olmak bir yana kaçınılmazdır da. Şu an için değişmiş bulunan temel olgu, yalnızca, dünya ölçüsünde devrim güçleri ile karşı-devrim güçleri arasındaki kuvvet dengeleridir. Çözülmek bir yana gitgide ağırlaşan ve genelleşen temel sorunlar ile bunun keskinleştirdiği çelişkiler, bu kuvvet dengelerinde gelecekte devrim lehine sürekli ve hızlı bir değişiminin verimli zemini, bir bakıma güvencesidir. Bu devrimlerin, proleter nitelikte ve işçi sınıfı önderliğinde olmadan zafere ulaşmasının olanaklı olmayacağı ise Devrimci Komünistler için tartışma konusu dahi edilmeyecek kadar açıktır. Sayfa-7 GAZİ’DEN - GEZİYE - ROJOVA’YA SURİYE MÜCADELE SÜRÜYOR EMPEYALİST SAVAŞA HAYIR!
Sayfa 8
Sayfa 8
12 EYLÜL “UTANÇ”
Sayfa 8
Sayfa-12
SIYAH MAVI
SAYFA 2 Özgürleşme ve Özgürlük Mücadelesi
HALKIN KURTULUSU HALKIN KURTULUŞUNA ÖVGÜLER Ruhumuz yokluk çekti. Lakin, “karun kadar zengin” yüreğimiz, estetize olmuş aklımız, ahenkli gövdemiz var bugün kardeşler, yoldaşlar. Halkın Kurtuluşu’nun ikili yanı var: Birincisi, o doğal olarak geçmişin ve geleceğin birliğini ifade eder. Adeta “matruşka” bebekleri gibi iç içe geçmiştir. İkincisi, içindeki bugün var olan kor ateş ve devrimci mayasıdır. Yalnızca yoldaşlarına, kardeşlerine sadık kalır yüreğimiz. O yürek ki, bir ilkba har gibi çocuk, atik ve haylazdır. O yürek ki, filizlenen çocuğun kehanetlerde bulunan gözleri gibi engin, derin geleceği var bizde. Bizde ürkekliğ in, haylaz zamanların mührü söküldü gayrı. Kaldırıldı, yosun tutmuş taşlar yerinden. En acı kederler bile, kaçıp gitmekte. Seslenselerdi yıldızlar bizlere, insanların diliyle ve sesleriyle; Biz de derdik onlara: “akın var akın, güneşe akın güneşi zapt edeceğiz güneşin zaptı yakın” Ant olsun kardeşler, yoldaşlar, varacağız onun tadına ve parlak yıldızlar olacağız. Ö vgüler olsun sana ey ütopyamız! Ö vgüler olsun sana, Halkın Kurtuluşu’nun evlatları, kardeşleri. Ö vgüler olsun sana, Halkın Kurtuluşu hakikati.
H a l kı n Ku rt u lu şu Reto r iğ i
Bu kısa metin; ne bir retorik, ne de bir risale iddiasında değildir. Kendinden menkul teveccühün, itibarın bir kreşendo gibi arttığı bugünlerde; kaleme alınması bir tesadüf eseri de değildir. Bir Halkın Kurtuluşu güzellemesi, övgüsüdür. Eşyanın tabiatındandır. Retoriksel düşünce formumuz; Halkın Kurtuluşu paradigmasının niteleyici parçalarından biridir sadece. Buna tarihin bizi onaylaması eklenirse, yazının amacı daha iyi anlaşılacaktır. Retorik yakıştırması, zihnimizde canlandırdığımız heyecan algısı ile alakalı değildir. Var olan olgulardan hareketle, geçmişi aşan, gelecek mizanseni içermeyen, bizatihi yaşanılan-yaşatılacak olan hakikat ve pratik yol almalardır. Esasen, mantıksal forma erişme noktasını yakalamamız, konuşma ve yazı dilinin retorik formun da habercisidir. Retoriğimiz; diyalektikle eş değerdedir. Zira, biz ezen-ezilen sınıflarla ilgileniyoruz. Onun yasalarıyla, eşyalarla değil. İronik değildir bakışımız; mantıksal, bilimsel, bire bir hayatla ilişki kuran yerden bakan, hakiki çözümlemelerdir. Neyin gerçek olduğunu anlamak için iç-
güdülerimiz, sezgilerimizle (bunları da ıskalamıyoruz, yadsımıyoruz) değil; bağdaş kurup, zey tin danesini birlikte yiyerek tartışıyoruz, kavrıyoruz.
Retorisyen, diyalektisyen olmayı hak edecek pek çok arkadaşımız, daha şimdiden çoğalmaya başladı. Halkın Kurtuluşu ütopya ve pratiği, cüreti nelere kadirmiş meğer. Bir şey, iki yoldan birinde bir başka şeyi beraberinde getirir: 1) aynı zamanda, 2) sonradan. Bu şu demek: Halkın Kurtuluşu politiği; diğer esaslı şeylerin yanında, retorikçilerini var eder. İkincisinde ise, yeni tipolojik özellikler arz eden diyalektiksen marksologlarımızı yaratır. Kadim Bruno’nun, Sen Piyer Kilisesinin meydanında yakılan külleri ve tevatür sözü “seni külümle, külümle yeneceğim!” vasiyeti, teorik hazinemize ışık olsun. ‘Mızrağa yumrukla vurulmaz ’ deyişi, reddiyemiz olsun. Biz, geçmiş yazgımızla değil, bugün borçlu olduğumuz tarihsel zorunluluğa; tarihsel cilvelerle, vicdanımızla, cüretimizle ve öfke’mizle övünmeliyiz. Biz ’deki öfke, Homeros’un deyimiyle ‘bir bal damlası gibi akar insanın içine’ Biz, devrim-sosyalizm utkuna, ufkuna sahip olmayanlara meydan okumuyoruz. Bu bizim işimiz değil. Biz, gerçek muhataplarımıza meydan okuyoruz. Öte yandan, korkaklığa giden yolu döşeyen teslimiyetçi-tasfiyeci güruh’la, ölülerimizden kazanç sağlayanlarla gevezelik yapmayı kendimize ar sayarız. Bolluk, rehavet içinde yaşayan bu küstah, hoyratlarla; fesat üreten pejmurde sünepe derekesine düşmüşlerle geçirecek zamanımız yok gayri. Tarihin çarkları, onları zerreler haline getirecek zaten. Ey, ölümsüz öfkemizi her daim göğsümüzde emziren halkın kardeşleri! Bak, daha dün yelkenli bir tekne ile işe koyulduk, bu gün bir kadırga sahibiyiz. Ruhum diyor ki; biz hayatın meşale taşıyıcıları, havarileriyiz, korsanları değil. O vakit, meşruluğumuza önce bizler inanmalıyız. Niye mi? Biz en haklı, en insaflı, en yaratıcı, en otoriter şeyin ilerleyen bilinciyiz. Halkın Kurtuluşu’nun selamı baki olsun…
Halkın Kurtuluşu
ÇIKIŞIMIZIN BİRİNCİ YILINDA
SARI
Sayfa 1’den devam
-sından sonra parlamento koridorlarını düşleyen bir yola kesin ve engelsiz bir biçimd e girdiler. Tarihe muhteşem devrimci mücadele örnekleri düşen, sınırsız bir direniş ve isyan ruhunu besleyen siyasal tarihimize karşın, önümüzde duran görev 1975’ten b aşlayan ve esasen 1990 konferansında hedefine kesin olarak ulaşan, inkârcı-reformist çizgi ve bu çizginin vardığı legalist bataklığa karşı mücadele etmekti. Arkamızda bıraktığımız bir yıl, parlamento koridorlarında “demokrasi mücadelesi ” adıyla PKK kuyrukçuluğu yapan ve geçmişimizden gelen inkarcı-reformist çizgiye karşı ciddi bir mücadele yılı oldu. Değişik zamanlarda gazetemizin okurlarına yönelen çeteci saldırılar da, bu mücadelemizin görkeminden korkunun sonucuydu. Devrimci komünist partisini “sınıfın h areketinin kitleselleşmesine bağlı ola rak kitle partisi olma yolunda adımlar atan bir örgüt ” olarak açıklayan inkarcı-reformist kadroların bütün çığlıklarına rağmen, TDKP ’ni yeniden inşa etmek ertelenemez bir görev olarak önümüzde duruyordu. Arkamızda bıraktığımız bu bir yıl, işte bu görevin de ciddi bir biçimde başarıyla sürdürüldüğü bir süreç oldu. Henüz aşmamız gereken sorunlarımız olmakla birlikte TDKP-İÖ ’nün geldiği yer, kat ettiğimiz yol, devrimci komünist kadroların yeniden diklenişi, dostlarımızın yüzünde tebessüm yaratırken; düşman karnına saplanan ağrılardan nasıl kurtulacağının h esabını yapmakta. Ve biz her geçen gün mücadelenin günlüğünden yeni şeyler öğren erek, TDKP ’nin yeniden inşasını gerçekleştiriyoruz. Elbette partinin yeniden inşasında yeni tecrübeler de ediniyoruz. Ve gezi eylemlerinde olduğu gibi, bu yeni tecrübelerimizi de partinin inşası sürecinde kullanıyoruz. Gezi eylemleri, bugünlerde ülkenin her köşesindeki sokağın direnişi; parti örgütünü yeniden inşa ederken bize, sınıf partisin in mücadele yöntemleri ve örgütlenme anlayışına dair geniş tecrübeler kazandırıyor. Artık işçi sınıfının “en” lerinden oluştuğunu söyleyen kadroların, genelkurmay olarak örgütlenmesinin ve ideolojik silahlarla donanmış olmasının, yeterli olmadığını görüyoruz. Gezi eylemleri ve bu günlerdeki sokağın direnişi; sokakta kendiliğindenci ağırlıklı b ir süreç işliyor olmakla birlikte, devletle halk arasındaki sorunun sokakta çözümüne yönelik bir ha reket olması bakımından öğreticidir. Elbette bununla sınırlı değil. İnkârcı-reformist eylem ve çizgilerin aksine, sokağın zora dayalı başkaldırısından örnekler vermesi ve devrimin ancak zora dayalı olarak olanaklı olabileceğini hafızalara kazıması b akımından da önemli ve öğreticidir. Bununla da sınırlı değil. Devletle sorununu zora d ayalı yöntemle çözmek için sokağa çıkmış kitlelerin, aynı zamanda devrimci komünist p artisinin ve onun örgütlendirdiği mücadele örgütlerinin de bu kitlelerin önünde olması gerektiğini ve bu anlamıyla yaşamın dayattığı mücadele örgütlerinin önümüze koyması bakımından da öğreticidir. Evet, bugün artık onlarca yıldır süren örgütsüz yaşam koşullarında, yasalcı, reformist, oportünist düşünce ve mücadele anlayışlarından üzerimize bulaşmış olabilecek bir kısım hastalıklardan arınarak, THKO ’nun politik hattı ve mücadele anlayışından başlayarak ve Marksizme-Leninizme sadık kalarak ilerlediğimiz b u süreçte zora dayalı devrim anlayışıyla; her türden reformist, revizyonist, oportünist, reformist politikalara karşı ciddi bir savaş vererek yol alıyoruz. YAŞASIN SOSYALİZM MÜCADELEMİZ! YAŞASIN PARTİMİZ TDKP ’MİZ!
DEVRİM
1. Mücadelenin başlangıç noktalarından biri olan eleştirel bilinçlenme/dünyayı okumak, dünyayı yazmaktır aynı zamanda; dünyayı yazmak ise, dünyayı değiştirmek için atılan adımdır. 2. Tahakküm ve baskının esaretinden kurtulabilmek için ayağa kalkmak ve buna karşı koymak gerekir. Bu da ancak, praksis yoluyla mümkündür. Düşünce ile eylemin çakışması, ezilenlerin mücadelesinin en önemli dayanaklarından biridir. Ne düşünce eylemden, ne de eylem düşünceden ayrılabilir, düşünce eylemle birlikte ve aynı anda gerçekleşir; birbirini dışlayan eylem ve düşünce işlevsizdir. Ezilenlerin mücadelesinin, praksisle bağlantılı olan diğer dayanaklarından ve ön koşulundan biri ise, diyalojizmdir. Diyalog; özünün ‘söz’ olduğunu ve fakat ‘söz’ün diyalogu mümkün kılan bir araçtan daha fazlası olduğunu görürüz. Düşünce ve eylem. Bu iki boyut birbirine öylesine bağlıdır ki, birini feda edecek olursanız diğeri dolaysızca zarar görür. “Aynı zamanda praksis olmayan bir söz yoktur. Bu yüzden, gerçek bir söz söylemek, dünyayı dönüştürmektir.” 3. Bu sayfanın sonunda Che Guevara‘nın son sözü durur: Dayanışma, aynı riski almaktır. Bir daha diğerleri ile aynı riski almadığı durumlar dışında, öğüt veren ya da mesaj gönderenleri istemiyoruz. 4. Türkiye Devrimci Hareketi’nde kısa ve uzun vadede kurulmuş fakat kendisine alan açamamış ve/ veya toplumsal mücadele düzleminde, sokakta karşılığını bulamamış bir takım örgütlerin, özellikle Haziran Direnişi’yle beraber su yüzüne çıktığı, görünür olduğu bir zaman dilimi yaşandı yakın zamanda. 5. Dünya devrimleri ve toplumsal mücadele tarihinde aynı biçimde olmasa da, farklı biçimlerde tekerrür eden bir takım olaylar zinciri, geçtiğimiz aylarda Türkiye topraklarına da zuhur etti. Faşizmin kara sularının hızla yükseldiği vakitlerde, zaten suyun karşısında mevzilenmiş olan devrimciler, akıntıya karşı durmaya çabalar ve devrimci mücadelelerini büyütmek için atağa geçerler. Böylesine devrimci durumlarda, ideo-politik hattı liberalizm olan örgütlenmelerin bile devrimcileştiği, reformist ve liberal hatlarının bir biçimde erimeye başladığı gözlenir. Devrimci durumun; ezilenlerin değil, ezenlerin lehine dönmeye çaldığı anlarda ise ileriye doğru atılmış bir adım, geriye atılmış iki adıma dönüşür. Özgürlük ve devrim mücadelesi tarihi boyunca, devrimci mücadele ne zaman geriye düşse; kendilerine ‘devrimci’ diyen bir takım örgütler, bunun hesabını sola ve devrimcilere kesmeye çalışırlar. Varlık mücadelesi olarak addedebileceğimiz bu saldırıların kendisi, özünde boş gösterenlerle dolu retoriğe ve karalamaya dönüşür birdenbire. 6. Kendisinden başka devrimci örgüt” tanımayan bu ‘devrimci’ örgütlenmeler, kendilerini sola ve devrimci harekete saldırarak var ederler. Bütün ‘devrimci’ pozlarıyla objektif olarak, devletin ve egemenlerin yükselttiği saldırı ve imha bayrağını devralmışlardır aslında. Anlattıkları devrimcilik hikayesi, üretmedikleri bir coşkunun ürünü olduğu için, görünürde devrimci, özünde kesif bir mazlum sevicilik hikayesinden gayrı bir şey değildir. Mazlumları överek tatmin olan bu toplam, kendini mazlumun dışına attığının farkında değildir. Dışsal olan her şey eylemi ve mücadeleyi körleştirir ve mazlum sevicilik, onları ezenlerin övgüsüne dönüşür: “Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta,
onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir.” [Adorno] 7. Her fırsatta solu ve devrimci hareketi karalayan ve küfredenler, ‘solcu’ların (ne demekse!) dövüşmediğini ve halktan korktuğunu iddia etmeye başlarlar. İdeo-politik hattını, örneğin ‘anti’likle kuran bir ‘devrimci’ örgütün hayatla kurduğu bağ; içi boş bir çuvala doldurdukları ayetler ile, sosyalizm arasında kurdukları analojiden ibarettir. Solun özgürlük ve devrim idealleriyle kendi meşrebince bir takım bağlantılar kurup, devrimcilik hikayesi anlatan bireylerin ve/veya örgütlerin, sokaktan ve eylemden kaçmaları, yani sözün hakkını vermemeleri hem etik hem de politik olarak anlaşılmaz ve kabul edilemezdir. 8. Cesaret hikayesi anlatan, cesur olmayı öğrenmelidir. Aksi riya’dır! Riyakarlık, politik bir kategoridir. 9. Etik kısmı, söylenmiş sözün haysiyetindedir. Politik kısmı ise aşikardır. Sözün ve iddianın sahibi olan devrimciler, onların arkasında durmadıkları anda, söz-eylem birlikteliğini yerine getirmemiş; örneğin Haziran Direnişi’nde ‘aydınlanmış yanlış-bilinç’leriyle eylemin şiddetinden ve gücünden korkup, kültür evlerine ve mahallelerine sığınanlarla aynı cephede yer almış olurlar. Eni sonu kendileri de kitap/evlerine sığınıp, korunaklı ve steril alanlarında komünizm ve devrimcilik hikayesi anlatmaktadırlar. 10. Kendilerini ve varlık alanlarını başkası üzerinden kurmaya çalışan bu ‘devrimciler, yenilginin hesabını kendisi dışındaki sola ve devrimcilere yıkmaya çabalarken, egemenlerle gizli bir ittifak kurduğunun bilincinde değildir. Devrimci düşmanlığı devrimci eleştiri olarak sunulmaktadır. Sahicilik devrimci mücadelenin hakikatidir, praksis ise mücadelenin ta kendisidir. 11. Bireyin ve/veya örgütün toplumsal düzeyde karşılaştığı en çetin görevlerden biri olan praksis meselesi, tam da burada boy verir. Devrimci mücadele, sözün ve eylemin ortaya çıkardığı dalganın yarattığı şiddette gizlidir. Mücadelenin en zorlu ayaklarından biri olan söz ile eylem birlikteliği, devrimcinin bedeninde ve zihninde cürüm ve cüret gibi iki boyutta karşılığını bulur. Kişinin cüretini ve cürmünü ölçecek, onunla alay edecek değiliz elbette. Fakat devrimciler, özgürlük ve devrim mücadelesi uğruna büyük bedeller ödeneceğini bilirler. Kendini ‘devrimci’ addedenler, cüreti örgütlemek ve cürmü büyütmekle görevlidirler. Yoldaşıyla, sokaktaki kardeşiyle aynı riski almayanlar; dayanışmadan ve devrimcilikten bahsettikleri anda, ezilenlerin ve devrimcilerin tokadını yemeyi hak etmişlerdir. 12. Hele hele “devrimci mücadele”, “kavga”, “halk çocukluğu” gibi bir takım büyük büyük sözler sarf edenler; bu sözün arkasında durmayıp gereğini yerine getirmiyorlarsa, devrimcilikten ve komünizmden bahsedemezler. Çünkü bahsi geçen komün, bir etik’tir. Etiği kuran ile söz kuranın, eylem ile kurulmasıyla oluşur. 13. Devrimcilerin sözünü ettikleri o büyük kavganın, ancak eylemle ve pratik, politik gereklilikleri yerine getirmekle mümkün olabileceğini dillendirilir. Bunun dışında geliştirilecek herhangi bir ideo-politik hat -istediği kadar devrimci olduğunu iddia ederse etsin-, ezilenlere değil egemenlere ve onların sistemine yarayacaktır.
SIYAH MAVI
HALKIN KURTULUSU
SARI
SAYFA 3
MUSTAFA ÖZENÇ
Mustafa Özenç’in 27 yıl saklanan ve 22 Eylül 2008’de Devrimci 78’liler Federasyonu’nun talebiyle ailesine teslim edilen son mektubu:
Biz bu halkı çok sevdik, ve bu ülkeyi, işte bağışlanmaz korkunç suçumuz
“Sevgili babacığım, her şeyden önce selam ve saygılarımı iletip aydınlık yarınlar diliyorum. Sizlere bu satırları yazmamın en önemli nedeni, kendinizi benim için suçlamamanız ve bu konuda soğukkanlı davranmanıza, katkıda bulunabilmek istememdir. Sizler elinizden geldiğince bana destek olup, iyi bir şekilde yetişmeme çalıştınız. Ancak içinde bulunulan toplumsal şartlar, benim ister istemez bir tercih yapmamı gerektirdi. Bu tercih bir yanda sermaye ve onun uşaklığını yapan faşist güçler, diğer yandan emekten yana olan güçler arasında söz konusu idi. Ben de seve seve bu güne kadar uzanan sonuçlarını da gördüğüm halde faşizme karşı, emekten yana olmayı seçtim. Ve doğru bildiğim değerler uğrunda onurluca savaştım. Şunu bilmenizi isterim ki, kişisel hiçbir zaman çıkar ve menfaatimi ön planda tutarak tercihim söz konusu olmamıştır. Attığım her adımda, toplumsal değerleri gözetmeye çalıştım. Hiçbir baskı veya cebir karşısında, bir an dahi inandığım değerlere ihanet etmeyi düşünmedim. Sizler, beni anlamak için her şeyden önce yaşamalısınız. Bunu unutmayın. Görecek güzel günler var. Ben ve birçokları görmese bile, gelecek kuşakların görmesi için katkıda bulunmaya çalıştık. Sömürü ve zulüm düzeni sürdüğü müddetçe, bu savaş yok edilemez. İnkar etmek gerçekleri değiştirmez. Er ya da geç, bu bozuk düzen tüm pislikleriyle tarihin çöp sepetine atılacaktır. Bu uğurda gelen ölümde, nereden ve nasıl gelirse gelsin hoş geldi sefa geldi. Satırlarımı bitirirken, hepinize yürekten sevgi ve saygı dileklerimi iletir, elveda derim. Sizler bu acıyı da yenmesini bileceksiniz. Buna inanıyorum. Oğlunuz”
TDKP’nin Yiğit Evladı (1955 – 15 Ağustos 1978...) Yusuf Yoldaş, Dersim Ovacıklı’ ydı. EgeÜniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü’ nde okudu. Aktif olarak yer aldığı devrim mücadelesi, 1971-72 yıllarındaki cezaevi deneyiminden sonra, daha da yükselerek devam etti. İşçihareketinin içinde çalışan Yusuf Metin; Çamdibi’ nde, Bornova’ da, Çiğli’ de, Bayraklı’ da, Karabağlar’ da, Gültepe’de oturan, Tekel Sigara Fabrikası’ nın, İncirİşletmesi’ nin, Şarap Fabrikası’ nın, Sümerbank’ ın, Tariş İplik Fabrikası’ nın işçileriyle mahalle ve fabrika alanlarında örgütlenme çalışmaları yaptı, mücadelelerine önderlik etti. 1974-75 yılları arasında, bir yandan Tepecik’in tenekekondularında yaşam savaşı vermeye çalışan Çingene’ leri, bir yandan da Basmane’ nin gündelikçi kahvelerinde Diyarbakır’dan, Urfa’dan, Siirt’ten gelen yoksul Kürt emekçilerini örgütledi. Mücadeleye yeni katılmış, okuma yazma bilmeyen işçilere mutlaka okuma yazma öğretmek için çabaladı. Örgütleyip okuma yazma öğrettiği Tariş işçisi bir kadın, “YUSUF ÖLDÜ, ONSUZ DEVRİM OLMAZ!” diyerek Yusuf Metin’in mücadele içindeki önemini ifade ediyordu. Halkın Kurtuluşu mücadelesinin sürekli olarak gelişmesi, artan oranda saldırıları da beraberinde getirmişti. Bir komplocu hizip faaliyetini ilk sezen ve açığa çıkaran da Yusuf Metin’ di. Tariş İncir, Yağ, Üzüm ve İplik fabrikalarında yürüttüğü çalışma, bir üst boyuta sıçramıştı ve “Tariş Direnişi” olarak bilinen 1980 direnişinde büyük payı oldu Yusuf Metin’ in. 1978 1 Mayıs çalışmaları ve mitingdeki konuşmasından sonra diktatörlüğün daha da boy hedefi olan Yusuf Metin, 15 Ağustos 1978’de Tariş İplik Fabrikası işçileriyle yaptığı bir toplantıdan dönüşte, Karşıyaka Mezarlığı’ nın hemen yanında bulunan taş ocağının yakınında otobüsten inerken, kontrgerilla tarafından, başına altı kurşun sıkılarak katledildi. Anısı ve ışığı yolumuzu aydınlatıyor.
YUSUF METİN YOLDAŞ YAŞIYOR, THKO SAVAŞIYOR! KAHROLSUN FAŞİST DİKTATÖRLÜK! FAŞİZME ÖLÜM, HALKA HÜRRİYET! tamda seni anlatan bir fotograf canim hocam.herseyi sirtina yuklemis sessiz sedasiz gidiyorsun.tipki aramizdan sessizce ayrilisin gibi...cantandaki 1960 - acilari,ayriliklari,huzunleri,umutl 04.08.2013 ari da bizler gibi kimsesiz biraktin.canim hocam seni cok
MEHMET DiKKAYA
20 ağustos 1981 Adana Cezaevi’
DHKP-C tutsağı Ayçe İdil Erkmen, üniversitede devrimcilerle tanışmasından sonra 1990 yılından itibaren Ortaköy Kültür Merkezi’nde çalışmaya başladı. Özgürlük Türküsü müzik topluluğunun ilk elemanlarındandı. Daha sonra Ayşe Gülen Halk Sahnesi, Kültür ve Sanatta Tavır Dergisi’nde çalışmaya başladı. 1994 yılında tutsak düştü. Tahliyesine bir yıldan az bir zaman kala başlayan eylemde, ölüm orucunun gönüllüsü oldu. İdil, bedeni ve bilinciyle gösterdiği direnişin 68. gününde, 197026 Temmuz 1996’da ölümsüzleşti. “Ben bir mitralyözüm” sözüyle belleklere kazınan cüretiyle, kadının özgürlük mücadelesinde de bir sembol oldu.
Tam da seni anlatan bir fotograf canım hocam. ozleyegim.rahat uyu,bilki arkanda biraktigin Her şeyi sırtına yüklemiş sessiz sedasız gidiyorcocuklarin CEHALETIN DIKTASINA HEP KARSI sun. Tıpkı aramızdan sessizce ayrılışın gibi...ÇanDURACAKLAR. tandaki acıları, ayrılıkları, hüzünleri, umutları Rahat uyu hocam...icleri ışık dolu nice ögreda bizler gibi kimsesiz bıraktın. Canım hocam cinseni sigaranın atesiyleRahat aydinlattigin yuçok özleyeğim. uyu, bil yoldan ki arkanda İŞTE HEP BOYLE OLCAK HOCAM...SEN YAKACAKSIN İLK ATEŞİ.. ruyecek hep...hic durmadan... bıraktığın çocukların CEHALETİN DİKTASINA NASIL BÜYÜTECEĞİMİZİ İSE BİZLERE ÖĞRETECEKSİN SONRA DA.. HEP KARŞI DURACAKLAR. HEP DERS VEREN KISA FAKAT DÜŞÜNDÜREN VE BİZ DE O ATEŞİ SÖNDÜRMEDEN TAŞIYACAĞIZ...
Işıklar içinde uyu can yoldaşım. Bıraktığın bayrak her zaman dalgalanacaktır. Bu bizim namusumuzdur, onurumuzdur, sen rahat uyu.
“Ne Yapsaydık Yani, ’Amerika’nın Sınırları KARS’tan Başlar diyen ABD Başkanının Askerlerine Alkış mı Tutsaydık?”
SIYAH MAVI
SARI
SAYFA 4
HALKIN KURTULUSU
G E Z İ Ç A R PA R !
ŞİMDİ HALK, YENİDEN SİYASETİN BAŞROL OYUNCUSU Gökhan Kaya
Büyük halk hareketleri; hareketin içinden gözlem yapanların daha önce defalarca belirttiği gibi, tarihin çok hızlı aktığı, toplumsal değerlerin alt üst olduğu dönemlerdir. Bir anda yüzbinlerce kişi sokağa dökülür ve o zamana kadar geçerli değerleri alt üst eder. Yeni bir şey oluşturur ama bunun kabul edilmesi zordur. Gezi’de de bugün kitle hareketinin kısmen geri çekilmesi ile birlikte, hareketin içinde yer almış muhafazakarların, yeni olana karşı direnişi ile karşılaşıyoruz. En büyük direniş ve reddediş ulusalcılardan geliyor. Biliyorsunuz, ‘Gazdan Adam Festivali’ düzenleyerek, hareketi bir tür Cumhuriyet mitinglerine, CHP’nin seçim çalışmasına dönüştürmeye çalıştılar ama başarılı olamadılar. Neden başarılı olamadılar. Aslında çok kalabalık topladılar ama herkes gördü ki; Gezi’yi, Gezi yapan Türkiye toplumu için yeni ve ‘devrimci’ olan şey yoktu orada.
Ama olmaması tesadüf de değildi. Bunu, İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek ve Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi Kemal Okuyan’ ın söylediklerinden net olarak anlıyoruz. İkisi de, Gezi’deki aynı dinamikten şikayetçi. Hatta Perinçek, nefret kusuyor. Bir kaç alıntı yapalım: Perinçek’in yazısından: “Yoğurtçu Parkı’nda toplananlar 200 kişiye kadar inmiş. ‘Sol’ maskeli bazıbaşı bozuklar, Türk bayrağına ‘pis paçavra’ diyorlar. Lice’de, Mustafa Kemal’in askerlerinin karakoluna saldırı düzenleyen uyuşturucu baronlarıyla dayanışma halindeler. 7 Temmuz 2013 Kadıköy manzarası, millet ve vatan gerçeğini anlamayan sözde solcular için, büyük bir eğitimdir. Solun öncüleri, halkla birleşerek, solun kendiliğindencilerini eğitmişlerdir.” Kemal Okuyan’ ın röportajından: “Çünkü solda etkisi var (Liberalizmin). Haziran Direnişi’nin ruhuna uymayan işler yapılmak isteniyor. Laik duyarlılıklar yerine çoğulculuk, ötekine saygı gibi başlıklar öne çıkarılıyor. Haziran Direnişi’nin, buna (gericilik) karşı da isyan olduğunu söylüyoruz. Bir yandan da alternatif iftar organizasyonları düzenleniyor. Bir çok yerde tanığıyız, ‘bayrakla gelemezsin’ diye sağa sola müdahale etmeye kalkan örgütlü solcular var. Şaka gibi” Kemal Okuyan da, Doğu Perinçek de Gezi Direnişi’nin özgürlükçülüğünden, çoğulculuğundan, yataylığından, öncüye ihtiyaç duymamasından, ötekiye saygısından, Kürt’lere ve İslamcılara kucak açmasından rahatsızlar. Özeti, aslında Gezi ruhunun kendisinden rahatsızlar. AKP’ye karşı muhalefetin, eski statükonun, askeri vesayeti temsil eden Türk Bayrağı, Atatürk resmi ve laiklik sa-
radikal.com
vunusu dışında simgelerle kendisini temsil etmesinden, anlatmasından rahatsızlar. Otoriter-despotik sosyalizm fikriyatlarının, bugünün dünyasında kimse tarafından ciddiye alınmamasından, özgürlükçü bir sosyalizm tahayyülünün, kuvvadan fiile geçmesinden rahatsızlar. Gezi’nin yarattığı, demokratik çoğulculuk resminden rahatsızlar. Askeri vesayetin kanattığı, Başbakan Erdoğan’ın ‘benim baş örtülü bacılarıma saldırdılar’ kışkırtmalarıyla kanırttığı laiklik-islam çatışmasının halk tarafından çözülmesinden, Herkesin ‘bir araya gelemez’ dediği Apo bayraklı gençlerle Türk bayraklı gençlerin birlikte yürümesinden rahatsızlar. Her ikisi de, o kitleselliğin Gezi’nin çoğulculuğunun yarattığı geniş bir hegomonik blok sayesinde oluştuğunun da farkında değil. Perinçek ile Okuyan’ı birleştiren şey; eski Türkiye içinde oynadıkları muktedirler arasındaki çatışmanın kuyrukçuluğunu yapma rolünün, artık işe yaramaz hale gelmesinden duydukları tedirginlik. Tarihin çöp tenekesine gitmekte olduklarını, güçlü bir biçimde sezmeleri. Şimdi halk yeniden siyasetin başrol oyuncusu. Sıradan insanlar sokağa çıktı ve siyasetin çeperini yeniden çizdi. Artık AKP ve askeri vesayet artıkları dışında yeni bir güç var siyasette. Halkın sokakta yarattıklarını reddedenleri; Kürt’leri tanımayan, islamcıların yaşam tarzlarını baskılayan, solcuları yargısız infazlarda, hapishanelerde katleden eski statükonun aşıklarını, emin olun özgürlükçü ve çoğulcu Gezi Direnişi de reddedecektir.
İsyanın Kazanımlarını Netleştirmek Bu isyanın şimdiden oluşmuş kazanımlarını netleştirmek; sonraki aşamalara dair öngörüleri biçimlendirmesi ve gelişecek olan bakış açısıyla, yüzünü halka dönme pratiğinin oluşturulması açısından önemlidir. 1. İlk ve en önemli kazanım, dilin yeniden yapılanma ihtiyacını keşfetmesidir. Bu eylemin adı daha konulmamışken ve hala tam olarak konulmamış olmasına rağmen, daha önce adı konularak yapılmış en meşru eylemlere göre ezici bir katılım kazanmış olmasıdır. En kalabalık 1 Mayıs eylemlerini bile balkonlardan ifadesiz izleyen halkın, bu sefer sorgulamadan ve büyük bir coşku ve istekle kendini ‘dahil’ hissetmesidir. Adın konulmamış olmasındaki başarı, dilin kuruluşundaki ve egemenin elindeki belirleyiciliğin kanıtıdır. İnsanlar, bildikleri ama ellerine geçmemiş bir literatürün eksikliğinden dolayı adlandırmadıkları ihtiyaçlarını dile getirmek için sokağa çıktığında; orada ileride bir müze oluşturacak kadar yaratıcı bir literatür oluşturmaya başladılar. Dil, gücünü gerçekle bağındaki katılımından, sokağın dinamikliğindeki birlikteliğinden alır ve dil ait olduğu zümrenin zihninde oluşur, oradaki kelimeleri kullanır. Sırrı Süreyya Önder’in, mücadeleyle örülü geçmişinde kurduğu doğru dilin, bir kepçenin önünde yakaladığı samimiyettir bu isyanı ateşleyen. O’nun bu dili; gücünü Kürt özgürlük hareketini haklı bulan bir Türk’ün, dildeki egemenliğini, hakka dönüştüren ifadesinden alır. Bu çok önemlidir; O’nun gücü Türk kimliğinde değil, Kürt’ü anlayan Türk’ün dilindedir. Kürt’ün dili Kürt’e, Türk’ün dili Türk’e yönelikse eğer; düzeltilmesi gereken Türk’ün dilidir. Fakat Sırrı Süreyya’nın dili, kültürel bir isyanın dili değildir aslen; emekçi bir isyanın dilidir. O yüzden ateşlenen bu fitilin ardından ortaya çıkan genel öfke halindeki asıl büyük potansiyele de, öfkesini dillendirme fırsatı tanınmalıdır uzlaşmadan önce. Adorno, sanırım Fransız Devrimi’yle ilgili olarak, “Köylüler, aydınların diline duydukları güvensizlikte haklı çıktılar” demişti. Burada da işçilerin böyle bir haklılığa ulaşmaları, olacak en olumsuz sonuçlardan biri olur. Bu ülkede sosyalistlerin azınlığı, bu halkın kapitalizmle bir dertlerinin olmadığının değil, dertlerinin adını henüz koymadığının göstergesidir. 2. Yine dil bağlamında, isyan hareketi çok dinamik bir biçimde kendi sorularını ve cevaplarını üretmekte; yöneleceği sistemin adını kendi el yordamıyla kurmaktadır. PKK savaşı sırasında “askere, polise uzanan eller kırılsın” sloganına, bir “vatana sahip çıkma” anlamı yüklenmişken; şimdi bu sloganın düştüğü güçsüzlük hali, o polise uzanan ellerin vatandaşın eli, vatandaşa uzanan elin de polisin eli olduğu gerçeğinin saklanamaz halde olmasıdır. Vatanla, vatandaşın çarpık ilişkisinin ifşa edilmesidir. “Vatandaşa uzanan eller kırılsın!” sloganının oluştuğu noktadır. Dilin değişimi, düşüncenin değişimidir, düşüncenin değişimi de dilin değişimidir; bu ilerleme iyi okunmalıdır. Bu şiddeti gösterenin, polis yerine asker olsaydı da aynı tepkiyi gös-
Onurhan DEMİRKOL terip göstermeyeceklerinin; bu devletin, Türk vatandaşlarına bunu reva görüyorsa, yıllarca Kürt’lere neyi reva görmüş olabileceğinin sorgulanması, 30 yıl boyunca Kürt illerinde olanları da aynı medyadan izlediklerinin farkına varılması, karşı çıkılan şeyin adının konulmasındaki el yordamıdır. Bu noktada Kürt hareketinin isyana destek olup olmayacağı, yanlış bir tartışmadır; halkçılığı reddeden ve katılımlarını siyasi bir desteğe indirgeyen bir bakış açısıdır. Kürtler bir halktır ve isyandadır zaten; bu isyanın öfkesi, onlar için de geçerlidir. Önemli olan, katılımdaki kimliklerinin ortaya koyma zamanlaması olacaktır. Bu ortaya koyma zamanlaması, isyandaki Türklerin empati süreçlerine verilecek zamanla ve AKP’ye bunu kullanma gücünü yitirtecek söylem gücüyle ilişkili olabilir ancak. 3. Karşı çıkılan şeyin adı, bir üretim ilişkisi bağlamına ulaşacak, bilince ulaşmakta olan kitleler daha net bir taraflaşma oluşturacak
ve mücadele o andan itibaren kendine gerçek bir zemin bulacaktır. Bunun ne kadar hızlı gerçekleşeceği, sendikaların teorik ve pratik etkinliğine de bağlıdır. Genel grevin büyümesi, hem sokağın dilini dönüştürecek hem de isyanın sahipliği daha kapsayıcı bir güce sahip olacaktır. İsyana katılan her kesim belli bir çokluktaysa, kenarda kalan kendi azınlığının sessizlik sarmalını kırar. Sendikalizme yönelen uzlaşmacılık eleştirisi, tüm yönleriyle ele alınan bu halk hareketindeki kendiliğindenliğe duyulan saygı doğrultusunda ertelenmeli, büyük bir güçle desteklenmelidir; şu anki süreç, bir ayılma halidir. Gelişmeler, bir çevre eylemi simgesinde başlayan ve etkisini çevre düzenlemelerindeki yasa değişiklikleriyle gösteren başlangıç noktasından, kamu mallarının alınıp satılabilirliğinin sorgulamasına çok kolayca dönüşecektir. Bu süreç, yalnızca bilinen tezlerin vurgulanması noktasında, kendi gerçekliğine doğru ilerler. Eylemin enerjisi, eylemin konulmuş adından çok daha büyük olduğu için, enerji sürdüğü sürece amaç kendine yer arayacaktır. İnsanlar, gün be gün tasarlanan ve meclise sunu-
ÖRGÜTLENMENİN TEMEL KARAKTERİ GEZİDEN SONRA NASIL OLMALIDIR? Cem Kuyumcu Örgütlülük sadece çelik bir parti yapısının, savrulan dalgalar hareketinde pusulayı şaşırmamak için olduğu kadar, topluma yol göstermenin de aracıdır. Toplumu bilinçsizliğe mahkum eden sistem, ancak örgütsel ve dayatılan yaşam dışında başka bir dünyayı savunan ve onun imkanlı olduğunu gösteren, bir biyolojik işleyen makinadır. Örgütün temel amacı siyaset üretmektir ama bu siyaset biçimi, sorunların sadece ve sadece düzen içinde çözülürlüğüne endekslenmemelidir. Düzen örgütleri için kolaydır, kurulu faşist sistemde halk üzerinde zihin yanılmaları yaratmak ama devrimci örgüt, başta proletarya olmak üzere bir çok sınıf, zümre ve katmanı içine alacak en geniş cepheyi oluşturmak kadar, yani asıl düşmanı yalıtıp çember içine alıp, kitleleri içine alan alternatif yaşamı yaratmak, ağ gibi örmekle yükümlüdür. Bu bazen kimlikler, bazen dışlanmış ezilmiş halk ya da halklarla egemen (sayıca üstün, çoğunluğu oluşturan) bir sofrada buluşturmak; bazen etnik kimliklerin haklarını, farklı inanışlardan cemaatleri devrimcileştirmek ama bunu yaparken sınıfsal bakmak ve bu hareketle riçinde sınıf pusulasını kaybetmeden, bu ayrışımı sınıfsal kökene oturtarak olur. Zaten bu ayrımlar, sınıfsal çatışmayı gizlemek için düzen tarafından oluşturulmuş böl, parçala, yönet kapsamında kurgulanmıştır. Asil görev, ezenler ile ezilenler ayrışımı ve açlık ve sefalet içerisinde bırakılmış sınıf kesimlerinin ayrımlarını birliğe çevirip; toplumun en vicdanlı kesimi olan küçük burjuvayı sol mücadelenin öncüsü yapıp, proleter sosyalistleştirmekten geçer. Ancak o zaman, devrimin önü açılır ve kadro sorunu aşılır; aydınların yoksulluk ve ezilmişlik kıskacındaki halka fikirsel öncülüğü, sosyalizmi her alanda ve koşulda savunması, bu sayede mümkün hale gelir. Aynı zamanda, aydınların beynindeki becerileri yaşamla uzlaşır hale gelirse ve öncü bir parti pratiğini ören çelik yapılı partiyle buluşursa, yüz çiçek açsın bir fikir yeşersin olur. Çiçeklerin en dayanıklısı, en kalıcısı baharı halklarımızla birlikte görür. Dayanıklılıktan kastımız; ısrarlı, cüretli, fedakar, bilimsel Marksist-Leninist bir çizgide bakıp, onu ülke koşullarında yeniden temel ilkeler doğrultusunda yaratan, tüm dünya pratiğindeki kazanımları gören, yenilgilerden dersler çıkaran, ülkede sosyal ve ekonomik yapıya müdahale edebilme yeteneğini hızla geliştiren, her yönlü mücadele biçimini kullanan ve öğrenen ve geliştiren, sol içi birliğe önem veren, her koşulda birliği sağlamaya çalışan, ayrımları değil ortak paydaları ortaya sol içinde koyan, kendine güvenen, başka hareketlerden öğrenmekten çekinmeyen, militan, kitle kaygısı yerine sorunu çözme ve devrim hedefi taşıyan, değişik sınıf zümresi kimliği ve kültürü taşıyarak yoluna başlasa bile tüm halk sınıfını kucaklamayı başaran, disiplinli tabanıyla tüm halk kesimleriyle fikir alışverişi yapan, tabandan çıkan sonuçları ya da halkın temel sorunlarına çelişkiye (sınıfsal) dönüştüren örgüttür. Ayrıca içinde ve kadrolarında yeni insani kimliği yaratan ve bu yeni insanı (sosyalist insanı) yaratma becerisi gösteren ama değişik kültürleri yok etmeden, onlara saygı göstererek başaran, halkı düzenden koparan çelik çekirdek ve yapılı, esnek kitle yapılanmasına sahip, iktidara hedefli örgüt olunmalıdır. Bundan sonra askeri yapılanması da olmalıdır ama sadece askeri yapılanma değil.
dilini kurma olanağı sağlanacaktır. Fakat ikinci durumda işçilerin geri çekilme olasılığı, sendikal dayanışmasına bağlıdır. İşçilerin sokağa çıkmasının telkin edilmesiyle şu an sokaktakilerin çoğunluğunun çıkmış olması farklı şeylerdir. Sokaktaki kesim, geçim kaynaklarını kaybetme riskiyle, isyan etme arasındaki sıkışmışlığı yaşamadan çıkmıştır sokağa. Buradaki kendiliğindenlik; şu an işçiler için, öfkeleri daha büyük olsa bile her şeyi göze alacak bir kırılma noktasına ulaşmamıştır. Fakat politik hamle; haklı ya da haksız, yerli ya da yersiz olduğunu bazen deneyimlerin lan yasaların, her zamanki kapitalist içerikler- sonrasında görebilir. ini eylemin söylemine katmaya başladılar. Eylem sırasında yapılan petrol anlaşmaları, Bugünün tüketim dünyasında öfke her zaman özelleştirme ve satış işlemleri, bu coşku içer- uzatılan yemin yakınındaki kitle tarafından ilk isinde daha farklı bir sıralamayla adlandırılıyor önce ortaya çıkacaktır ve bu durum ancak üçüncü artık: “Benim parkımı, şehrimi, ülkemi, varlığımı dünya kapitalisti olan bir ülke olmaktan, gelişen satamazsın!”. Buradaki “ben”lik, ideolojiler- kapitalist ülke olma sürecindeki geçiş sürecinde in ortak zemini olacak gücünü göstermiştir. gerçekleşebilir. Çünkü ilk aşamadaki kapitalizmBu noktada bu satış eleştirisi, bir süre sonra de direnme potansiyeli militarist güçle engellegeriye ulusal sermayeci ve sosyalist iki taraf nirken gelişkin kapitalizmdeki sistem koruması, bırakacaktır; temel olarak ve bu bir ilerlemedir. ekonomik sömürgeler bulmak ve biçimci Böyle bir taraflaşma içerisinde insanlar, bu koca demokratik hamlelerle mümkündür. AKP’nin isyanın hedefi olan pazarlanma olgusunun bir bir din olgusu üzerine kurulması kararı, bu geçiş AKP politikası değil, bir Kemalizm karşıtlığı süreciyle çelişmiştir. Erdoğan yanlış yapmıştır, değil, bir sistem sorunu olduğunu zaman içinde geçiş sürecinde çok açık vermiştir. Tamamen adlandıracaktır. Bu sorgulamanın CHP’nin güçlü biçimsel bir din olgusuna dayandığı için, yüzde olduğu zamanlarda olamamış olmasının nedeni, ellilik payının da çok azı sermayedar olduğu için militarist ve baskıcı mekanizmalarıdır. Bugün yasal düzenlemelerde de gücünü halkın ancak ortaya çıkan halk iradesine, şunlar eklendiğinde yarısına dayandırmak zorunda kalmıştır. Kalan tablo daha net gözükür: AKP, baskıcı ve militarist yarısı için güçlü bir polis gücü oluşturmak zorunbir cumhuriyetçi rejimin ant itezi olarak güçlen- da kalmış ve sömürgeleşme süreci başarısızlığa di. Şimdiki sentez, dinin ve Kemalist sahiplen- uğradığı için bu polis gücü memnuniyetsiz kitmenin; kendilerini gözden geçirmiş ve gelişen leyi kontrol etmek için şiddetinin dozunu hep halk iradesine yüzünü dönmüş bir biçimine yüksek tutmak zorunda kalmıştır. Memnuniyetdönüşecektir. Şu an orduyu göreve çağıracak siz kesim, hala memnuniyetsizliğini üstyapısal bir tek güçlü ses bile çıkartmaya yeltenemeyen araçlarla dile getirmektedir. Sendikaların genel kesimler, dini uğruna AKP rejimini sahiplenmeye grevlerdeki ısrarcılığı ve direnme gücü, hükümede yeltenemiyorlar. Çünkü bu sentezde baskıya tin kendi kitlesini de içine alacağından dolayı yönelik tepki var, pazarlanmaya karşı tepki var, hükümeti çok kolay istifaya getirir. Direnişin gücünü en çok belirleyen şey, bireysel özgürlük gaspına karşı tepki var. Bu üç tepki çeşidi, şu dönüşümlere evrilmelidir: baskı, yıkmak istediği şeyin alternatifini bilmemesi sermayenin, kendini koruması adına herşeyi gerçeğinin, kendini dizginlemesidir. Bu ülke, göze alması, parkın yıkımı, halka rağmen belli üstyapısal olarak çoğunlukla cumhuriyetçiler bir elitin palazlanması uğruna kamu malının ve inançlılardan, altyapısal olarak ise emekçi pazarlanması; bireysel özgürlüğe müdahale ise bir bütünden oluşuyor. sistemin kendi gücünü büyütmesi için gerekli değerlerin empoze edilmesi anlamına gelmektedir. Bu bilinç, kelimelerin gücünden çok eylem pratiğinin yaratıcılarının çeşitlendirilmeleriyle mümkündür. Bu mümkünlük; Kemalist sahiplenmeyi, kapitalizmin tartışılabileceği bir zemine çekecektir. Bu açıdan şu an, Sırrı Süreyya’nın devletle pazarlığındaki kazanım amaçlarında, yanlış bir tahlil olabileceği düşünülmelidir; sendikalaşma artmalı, grevler artmalıdır, emekçiler de öfkesini dillendirecek fırsatı bulmalıdır. Eylem, devrimci bir sonuca ulaşmasa bile elde edilecek kazanımlar kalıcı olacaktır. 4. Bu eylem şu anki karakteriyle bir orta sınıf kimliği taşıyor olabilir. Emekçilerin grevlerle etkili olabilmesi ve devleti ekonomik olarak sarsması durumunda polis işçilere mutlaka saldıracak ya da işverenler işten çıkartma tehdidine yönelecektir. Her iki durumda da isyan büyüyecek ve emekçi çoğunluğun, kendi isyan
Geçici olarak bu üst yapıyla bu altyapıyı birleştirmek, var olan her elementi eşitlikçi ve özgürlükçü bir çatıda birleştirmekle mümkün olabilir; bu, şimdilik göze pek gözükmeyen, küçücük bir parça olarak orada duruyor olmasına rağmen.
Gayri Memnunların İsyanı..
SIYAH MAVI
SARI
HALKIN KURTULUSU AKP VE DEVLETTEN DEMOKRASİ BEKLENMEZ Berxan Bedirxan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başkanlığında Çankaya Köşkü’nde gerçekleştirilen MGK’nın Ağustos ayı olağan toplantısında dış politikaya ilişkin, Türkiye’nin durduğu yer, Ortadoğu’da yaşanan siyasal süreç kapsamında üç komşu ülkeyle ilgili üç vurgu yapıldı. Yapılan açıklamada birinci olarak; “Suriye rejim güçlerince Şam’ın çeşitli semtlerine kimyasal silah kullanmak suretiyle yapılan saldırılarda yüzlerce masum sivilin katledilmesi şiddetle kınanmıştır.” İkincisi; “Mısır’da 3 Temmuz 2013’te gerçekleştirilen askeri darbe sonrasında, barışçı gösterilere karşı yapılan ve can kayıplarına neden olan müdahaleler kınanmıştır.” Ve üçüncü olarak; Irak’ta “Mevcut sıkıntıların demokratik ve anayasal çerçevede çözüme kavuşturulmasının sadece Irak’ın değil bölgemizin huzur ve istikrarına da katkı sağlayacağına dikkat çekilmiştir.” deniyor. Bütün bunlar; emperyalistlerin bütün beklentilerini karşılayan AKP hükümetinin gelinen yerde, Türkiye adına, özellikle Ortadoğu’da pastadan Türk burjuvazisine düşen kırıntının büyütülmesi isteğinden kaynaklı politik manevralar olduğu kuşkusuz. Roboski katliamının örgütçüsü bir diktatörlüğe hükümet eden Hükümet ve yetkililerinin Suriye ya da Mısır’da diktatörlükler karşısında, katliamlar karşısında insani bir tavır alabileceği, darbelere karşı bir siyasal duruş sergileyebileceği düşünülebilir mi? Ya da Rojeva’daki katliam karşıtı bir ses çıkartmazken Suriye ve Mısır halkıyla ilgili özgürlükçü düşündüğü kabul edilebilir mi? Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, İsrail ve uluslar arası burjuvazi Mısır’da, Suriye’de kendi çıkarlarını koruyacak siyasal iktidarlar peşindedirler. Elbette AKP iktidarı da, emperyalistlerin bu istem ve beklentilerinden temelde, tümden bağımsız davranabilir olmamakla birlikte, Ortadoğu’da dinci siyasal akımların güçlenmesinin kendileri için kırıntının artırılmasını olanağını yaratacağı düşüncesiyle, Suriye’de diktatör Esad rejimine karşı İslamcı akımları, yine Mısır’da Askeri darbe karşıtı Müslüman kardeşleri hareketini sözüm ona demokrasi adına fiilen desteklemektedirler. MGK’nın “Suriye rejim güçlerince Şam’ın çeşitli semtlerine kimyasal silah kullanmak suretiyle yapılan saldırılarda yüzlerce masum sivilin katledilmesi şiddetle kınanmıştır.” biçimindeki açıklaması Roboski’yi, Rojeva’yı görmeyen Türk burjuvazisinin ikiyüzlü politikasının ifadesidir. MGK’nın, Gezi eylemlerinde devletin saldırganlığına dair, bırakın kınamayı, bir tek laf etmiyor olması, bu anlamıyla da ölümlere neden olan saldırganlığın devlet politikası olduğunu belgeliyor olması; “Mısır’da 3 Temmuz 2013’te gerçekleştirilen askeri darbe sonrasında, barışçı gösterilere karşı yapılan ve can kayıplarına neden olan müdahaleleri” gerçekten insanca bir tavırla kınamış olmadığını göstermez mi? Irak’ta; Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin kanla bastırılmasına apaçık el veren MGK’si ve AKP iktidarının Irak’ta ve Türkiye’de “Mevcut sıkıntıların demokratik ve anayasal çerçevede çözüme Kavuşturulması”ndan yanaymış gibi açıklama yapması, MGK’si ve AKP iktidarının sahteliğini ortaya koymaz mı? Bütün bunlardan daha önemlisi; AKP iktidarı devletinin, bu denli eli kana bulaşmış, bu denli saldırgan, bu denli emperyalist çıkar peşinde koşan bölge politikasına rağmen hala ondan Kürtleri için özgürlük, Türkiye ve Ortadoğu için demokrasi beklentilerini beslemek işçi sınıfının özgürlükçü politikasına ihanet değilse, en azından aptallık olmaz mı? Berxan Bedirxan
SAYFA 5 ‘’Yaşamak bir yürek işçiliği günümüzde Ölümün anlamı değişti birden Eskiden yataklarda beklerdik Ders mi sınav mı görev mi belli değil Gelecekse ayakta bulsun dimdik Açılan bir sorumsuz yaylım ateş Bir top karanfildir göğsümüzde.’’ Yollar kesilmiş alanlar sarılmış Tel örgüler çevirmiş yöreni Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende Benden geçti mi demek istiyorsun Aç iki kolunu iki yanına Korkuluk ol Kaldır başını kan uykulardan Böyle yürek böyle atardamar Atmaz olsun Ses ol ışık ol yumruk ol Karayeller başına indirmeden çatını Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm Alıp götürmeden büyük denizlere Çabuk ol
RIFAT ILGAZ 1935-1980
CAN YÜCEL(1926-1999)Şair, yazar, felsefe hocası, konservatuvar ve köy enstitülerinin kurucusu Hasan Ali Yücel’in oğlu Can Yücel 1926 yılında İstanbul’da dünyaya geldi Ankara ve Cambridge Üniversitelerinde latince ve Yunanca okudu.’’ 1950 de yurda geri döndü ve aynı yıl babasının önerisi ve desteği ile ilk kitabı “yazma” yı çıkarttı. 956 yılında Güler Yücel ile evlendi. Can Yücel, 1945-1965 yılları arasında `Yenilikler`, `Beraber`, `Seçilmiş Hikayeler`, `Dost`, `Sosyal Adalet`, `Şiir Sanatı`, `Dönem`,`Ant`, `İmece` ve `Papirüs` adlı dergilerde yazdı. Daha sonraları `Yeni Dergi`, ‘Birikim`, `Sanat Emeği`, `Yazko Edebiyat` ve `Yeni Düşün` dergilerinde yayımladığı şiir, yazı ve çeviri şiirleri ile tanınan Yücel, 1965`ten sonra siyasal konularda da ürün verdi. 12 Mart 1971 döneminde Che Guevara ve Mao’dan çeviriler yaptığı gerekçesiyle 15 yıl hapse mahkûm oldu. 1973 yılında “sevgi duvarı” kitabıyla kitlelerle buluştu. “ölüm ve oğlum” , “şiir alayı’’, ’’rengarenk’’ “gök yokuş” “gece vardiyası” güle güle seslerin sessizliği” şiir kitaplarından bazılarıdır. 1974’de çıkarılan genel afla dışarı çıktı. Dışarı çıkışının ardından hapiste yazdığı Bir Siyasinin Şiirleri adlı kitabını yayımladı. 12 Eylül 1980 sonrasında müstehcen olduğu iddiasıyla “Rengahenk” adlı kitabı toplatıldı. Günümüzde her geçen gün yaygınlaşan internet kullanımı ile kopyala-yapıştır yoluyla virüs gibi çoğalıp yaygınlaşan mistik, kaderci, boş1926-12 Ağustos 1999 verci, metafizik bulamaçlı sahte şiir ve metinler bizzat şairin eşi Güler Yücel’in deyimiyle Can Yücel’in biçemine aykırı, espri anlayışından yoksun, zekasına uygun olmayan, muhalif duruşunun zerresini barındırmayan şiirlerdir. Böyle yayılmaları özellikle gerçek Can Yücel’i unutturmaya hizmet etmektedir. Oysa Can Yücel’in şiirleri şiir gibi şiirdir. “ömür dediğin bir gündür / o da bu gündür. Ye, iç, eğlen keyfine bak gerisine aldırma mesajı vermenin tam aksine söyleyeceğini eğilip bükülmeden dobra dobra söyleyen muhalif bir şairdir. Kaderci, boyun eğici, karamsar ve keder temalı arabesk şiirleri ona yakıştırmak her şeyden önce ona saygısızlıktır. Ve mirasına sahip çıkamamaktır. Lorca; Shakespeare, Brecht gibi ünlü yazarların oyunlarından çeviriler yapan Can Yücel “mekanım Datça olsun demişti ölümünden önce ve öyle de oldu 12 Ağustos 1999 gecesi yitirdiğimiz şair çok sevdiği günebakan çiçekleriyle uğurlanmıştır.
CAN YÜCEL
”Ağustos 22 dediler ustan ölmüş, ilahi azrail Turgut Uyar ölür mü?”
Turgut Uyar (4 Ağustos 1927-Ankara 22 Ağustos 1985 İstanbul)
“... yineliyorum: / hiç unutmam, / hiç unutmam, / hiç unutmam. çünkü hiç unutmam, / hiç unutmam, / hiç unutmayın. insan nasıl direnir başka? hiç unutma.”,,
Ağustosta doğup, Ağustosta giden, Büyük Saatin ustası, hüznün şairi Turgut Uyar’ı saygıyla anıyoruz .. İyi ki doğmuş, iyi ki yaşamış, iyi ki geçmiş bu dünyadan büyük usta …ve bugün daha da anlamlı hale gelen şiirleriyle ‘’halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/her
KUTSİYE BOZOKLAR 1953 - 22.08.1985
Hayatını “Yaşamak direnmektir” şiarıyla bütünleştirmiş, komünist kadın militan Kutsiye Bozoklar. Polis kurşunuyla vurulduğu 19 Mart 1973 tarihinden 16 Temmuz 2009’da ölümsüzleşmesine kadar, “İçli bir ezgi tadında yaşamak istiyorum” diyerek, öyle yalın, öyle sade ve adanmış bir ömür geçirdi.
TURGUT UYAR 1927 - 22.08.1985
şey naylondandı o kadar ‘’ve bizim bir haziranımız bir yıl kadar yetecektir dünyaya ‘’ve ‘’ölülerimiz toplanacaktır’’ ‘’hiç unutmam sizde unutmayın” diyerek, gezi parkı direnişine bir selam göndermiş yıllar öncesinden; ve ‘’hayır yenilmedik ,çekildik yalnız ve şimdi olduğumuz yerde ayaktayız” derken haziran direnişinin devamının gelece-
ğinin mesajını verir gibidir. Can Yücel ‘’Şiirimizin o en kızıl saçlı levendi ‘’derken hiç te haksız değildir hani. Cemal Süreya ‘’öldüğü gün hepimizi işten attılar’’demiş üstüne daha ne söylenebilir ki ,o gün bu gündür hala kalbimiz acıyor ve acımakta..ama
‘’biliyor musun güçlü dağları görmenin zamanıdır / şimdi bir bağırsan çok iyi biliyorum / ya da üst üste silah atsan kent tepinir belki bütün kuşlar uçar / belki değil ama mutlaka / ama / bir tanesi mutlaka kalır’’
BERTOLT BRECHT 1927 - 22.08.1985
Brecht’in sanat ve edebiyata ilişkin görüşleri, çeşitli makalelerinin ve notlarının toplandığı “Edebiyat ve Sanat Yazıları”nda ve görüşlerini netleştirmenin de bir aracı olarak tuttuğu “Çalışma Günlükleri”nde yeralmaktadır. Brecht ve Weigel Özelde Çalışma Günlükleri Brecht’in farklı ilgi alanlarını, çok yönlülüğünü, yeni fikir ve önerilerinin hangi süreçlerden ve inatçı çalışmalardan geçerek olgunlaştığını göstermesi açısından önemlidir. 1919 yılında Alman komünistlerinden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in katledilmesi Brecht’i derinden etkiledi ve onu antifaşistlerin/komünistlerin saflarına daha da yakınlaştırdı. 1920’li yıllarda artık Brecht, sanat ve edebiyat alanında sınıf savaşımına kendini vermiş, Marksizmi öğrenmeye ve uygulamaya çalışan bir sanatçıydı. 1920’li yılları, Brecht kendisi açısından, Marksizmi öğrenme yılları olarak değerlendirir. Bu yıllar diyalektiğe ilişkin kavrayışının temelini
attığı, sanat ve edebiyat alanlarındaki birikimini geliştirdiği ve yenilikler denediği yetkinleşme dönemidir. Brecht, zamanının tüm antifaşist, devrimci, komünist sanatçıları gibi Sovyetler Birliği’nden esen “sanatta büyük atılım” rüzgârından etkilenmişti. Bu dönem Tretyakov, Meyerhold, Eisenstein, Mayakovski, Lissitzkii, Vertov ve diğerlerinin çalışmaları Avrupa’daki sanatçılar üzerinde de etkide bulunmaktaydı. Sanatın her alanında, resimde, müzikte, film, fotoğraf ve tiyatroda yeni üretim yöntemleri (örneğin kolektivizm) ve yeni teknikler gelişmektedir (örneğin fotomontaj). Brecht, 1930 başında Berlin’e gelen Meyerhold’la tanıştı. 1929’a kadar Mayakovski sık sık Almanya’ya geliyordu. 1930’da Eisenstein birçok kez Almanya’ya gelmişti. Eisenstein’in “Potemkin Zırhlısı” ilk kez 1926’da Almanya’da gösterilmiş, daha sonra “Grev” (1927) ve “Ekim” (1928) gösterime girmişti. Kısacası, sanatçılar arasında karşılıklı tartışma, görüş alışverişi ve etkilenme sözkonusuydu. 1920’lerin sonundan itibaren Brecht’in sanat ve estetik anlayışında büyük dönüşümler gerçekleşir. O kendi sanatının toplumsal yaşamdaki işlevini yeniden tanımlama çabasına girişir. 1929’da sahnelediği “Mahagony Kentinin Yükselişi ve Düşüşü”, “Üç Kuruşluk Opera”, “Kural ve Kuraldışı” (1930) Brecht’in ilk epik tiyatro denemeleridir.
1948-24 Ağustos 2012
Türk futbolunda sendikal hareketin öncüsü, Galatasaray’lı efsane futbolcu Metin Kurt’u anıyoruz. Bu memlekette futbol sahalarında başka türlü bir dünya yaratma çabasının, aşkının ve en önemlisi zorluklarının adresi Metin Kurt artık yok! “...bu topraklarda hiç yaşanmamış bir hikâye onunki. Geldikleri yerleri unutan, alt liglerde üç kuruşa, adamdan sayılmadan oynadıkları dönemi hafızasından çıkaran bugünün yaldızlı yıldızlarından biri değil o. Kendine müslüman değil. İnsan olma derdinde hep. İnsan gibi anılmak derdinde. Onurunun peşinde koşmayı top peşinde koşmaya tercih etmiş yani… malum, sendikal mücadele ve onurlu bir duruş uğruna yola çıktığında, futbolun efendileri hemen sürdü onu. Futbolun dışına atmak istediler ama mücadelesinden hiç ödün vermedi”. (bağış Erten; Radikal)
SIYAH MAVI
HALKIN KURTULUSU Yazımızın birinci bölümünde, hatırlanacağı üzere EMEP’in ne olduğuna değil, ne olmadığına bakacağımızı söylemiş ve bu bölümde de EMEP’in tasfiyeci ‘’YENİ’’ programının, eski köklerine bakmaya çalışacağız. Eminiz ki, bu eleştirilerimizden sadece EMEP şefleri değil ve fakat içimizde; yakınımızdan, çevremizden birileri de rahatsız olacaktır. Zira meyve veren her ağaç taşlanır ve doğrular rahatsız eder. Ancak Devrimci Komünistler bıkmadan, usanmadan, yılmadan doğruları tekrarlamaya devam edeceklerdir. Zira komünist mücadele; cesaretin, azmin, yılmazlığın ve bedel ödemenin siyasetidir. Camdan köşkünde oturup, şef olma hevesiyle kıvrananlar; iş yerine, siyaset yerine, politika yerine lafazanlık üretmeye devam ede dursunlar, Devrimci Komünistler, davanın hamalları olarak mücadeleye devam edeceklerdir. Susturulamadılar, susturulamayacaklardır. EMEP’in tasfiyeci ‘’YENİ’’ programının eski köklerine bakmak için, dönüp TDKP programına bakmak gerekir ve bakın orada ne der: “Türkiye; emperyalizmin, komprador tekelci kapitalizmin ve feodal kalıntıların hüküm sürdüğü yarı-sömürge, yarı-feodal çok uluslu geri bir tarım ülkesidir. Bu durum ülkemizin hala demokratik devrim süreci içinde oluşunu belirlemekte ve devrimci proletaryaya nihai hedeflerini gerçekleştirme yolunda ilk adım olarak demokratik devrim sürecini tamamlama görevini yüklemektedir. Proletaryanın önderliği, bu devrimi dünya sosyalist devrim sürecinin bir parçası olan yeni tipte demokratik bir devrim haline getirmiştir.” “Bununla birlikte demokratik devrim, hala burjuva karakterini korur ve özünde köylülüğün toprak devrimi olmaya devam eder. Proletarya önderliğindeki ulusal demokratik halk devrimi, genel olarak kapitalizmi değil, yalnızca emperyalizmin uzantısı niteliğindeki ve bu yüzden feodalizmle birlikte üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel teşkil eden (komprador) tekelci kapitalizmi tasfiyeyi amaçlar. Ülkemizin yarı-sömürge, yarı-feodal yapısı göz önüne alındığında, emperyalizm ve feodalizmle bağları koparılmış bir milli kapitalizm, daha bir süre ilerici bir rol oynamaya devam edecektir. Bu kapitalizmi adım adım tasfiye edecek olan, proletaryanın sosyalist devrimidir.” (s15-16) Yukarıdaki uzun parça “Devrimimizin İçinde Bulunduğu Aşama: Ulusal Demokratik Halk Devrimi” başlığını taşıyan II. Bölüm’ün ilk iki paragrafını oluşturuyor ve devamında Türkiye’nin yaşadığı demokratik devrim süreci özetleniyor. Türkiye’nin toplumsal gelişme düzeyine ilişkin Yön-MDD kaynaklarından çalınan bu belirlemeler, Mao’nun “yeni demokratik devrim” formülleri ile örtüşmekte ve aslında TDKP, her ne kadar Mao’yu reddettiğini söylese de son gününe değin açık net Mao’cu bir partidir fakat Mao’cu çizginin en geri eklektik ve reformist versiyonudur. Şimdi dönüp birde, “Devrimci Proletarya Halk Savaşının Öncüsüdür” başlığı taşıyan III. Bölüm’e bakalım ve buradaki aymazlığın, EMEP’in şeflerinde nasıl bir etik ve kültürel değer oluşturduğunu görelim. ‘Ben yapınca sevap, başkası yaparsa günah’ standardının adı aslında çifte standarttır ve devrimci kültürümüzde en ağır lekedir ama aşağıdaki alıntılarda ve bilinen yaşanmışlıklarda görülen şudur ki bu çifte standardı geçeli çok olmuştur, bu korkunç bir olgudur ve affedilmesi de olanaklı olmaktan çıkmıştır. “Tayin edici bir etken olarak ülkenin yarı-sömürge, yarı feodal yapısı ve ekonomisinin aşırı dengesizliği de göz önüne alındığında, Türkiye Devrimi uzun süreli devrimci bir halk savaşı biçiminde gelişecektir. “Mevcut şartlarda Türkiye devriminin yolunun genel çizgisi; toprak devrimini yürüterek ve köylük bölgelerde tahkim edilmiş üslere dayanılarak, kırlardan şehirlere doğru gelişen halk savaşı yoluyla, iktidarın parça parça alınması çizgisidir. Marksist-Leninist Parti, bu çizgiyi esas alacaktır. Böyle olunca, İ.Kaypakkaya’nın kusuru, bu aynı temel görüşleri boş bir söz değil, samimi bir inanç olarak ele alması ve “köylük bölgelerde tahkim edilmiş üsler” için ilk girişimlerde bulunması olmuş oluyor. Bazılarında teori ve tespitler boş bir lafsa, diğerlerinde eylem kılavuzudur. Kaypakkaya’nın, TDKP’den bin kez daha tutarlı olduğundan kuşku duyulmamalı. Devrim konusunda Maocu formüller “üç temel silah”la sürdürüldükten sonra, aynı bölümde, devrimde sınıf mevzilenmesi planının da ifadesi olarak, ikinci temel silah olan “birleşik cephe” şöyle tanımlanıyor: Bu görüş değişik bir söylemle ama tama-
SAYFA 6
E M E P NE DEĞİLDİR? - 2 men aynı içerikle, programda da yer alıyor. Milli burjuvaziye ilişkin bu görüş, milli kapitalizme ilişkin daha önce aktarılan görüşle birlikte, TDKP’de 12 Eylül sonrasında “Ulusal demokratik halk devriminde, proletaryanın cephe siyaseti, işçi-köylü temel ittifakını gerçekleştirmek, bu temel üzerinde şehir küçük-burjuvazisini devrimci saflara kazanmak ve milli burjuvazi ile, devrimci mücadeleye katıldığı sürece ittifak kurmak siyasetinden oluşur.”
sıkça yaşanan, burjuva kuyrukçuluğunun programatik temelini oluşturuyor. Halk sınıflarına dayalı bu halk cephesi tanımını, IV. Bölüm’de “Demokratik Halk İktidarı”na ilişkin şu görüş izliyor: Demokratik halk diktatörlüğü, “proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimini teşkil eden, bütün halk sınıf ve tabakalarının komprador tekelci burjuvazi, toprak ağaları ve onların uşakları üzerindeki birleşik diktatörlüğüdür” Parti Bayrağı’nın 3. sayısında (Mayıs 1978) mutlaklaştırılmasına karşı çıkılmakla birlikte, milli burjuvazinin “belirli şartlarda devrimin itici güçleriyle birlikte iktidara ortak olabilir”liği ilke olarak kabul ediliyor. “Proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimi” olarak tanımlanan “birleşik diktatörlük” kavramı ele alınırken, küçük-burjuvazi ve zengin köylülüğün yanı sıra bu da gözetilmelidir. Bugün EMEP’in bu bakımdan, BDP-PKK çizgisine kuyrukçuluk yaparak devletle barışmasında hiç de abesle iştigal yoktur. Bu ‘’birleşik diktatörlük’’ (artık neyse) sonuçta orta burjuvaziyle uzlaşmayı ve sonuçta devletle barışmayı kaçınılmaz olarak doğuracaktı ve doğurdu da ama sonuçta dağ fare doğurdu. Türkiye’de şimdiye kadar hiçbir zaman, hiç bir akım ve kişi tarafından ortaya konulmamış yepyeni ve çürütülmez bir çizgi” olarak büyük bir gürültü eşliğinde sunulan görüşler, işte bunlar. Anlı şanlı proleterya partisinin dokunulamaz tespitleri bizi önce meşhur DSP broşürüne oradan da EMEP’ in keşfedilen legal nimetlerine ve de parlamentonun yoluna giren, faşist diktatörlükten açık ekonomik nemalanmaya varan yolumuzu aydınlatıyor. Yaşasın (!) cüce adamların, cüce teorisi. Bu gerçek, 1978 Platformu’ndaki görüşlerin hiç de “yepyeni” olmadığının kanıtı olmaktan çıkarmaz yukarıdaki parçaları. Zira ister içtenlikle, ister kalpazanlıkla olsun, MDD Hareketinin temel tespit ve anlayışları Mao’cu bir içerikle ele alındığında, ortaya çıkacak sonuç TDKP’nin 1978 Platformu’dur. Devrimci kişiliğinden, inancından ve Mao’cu görüşleri savunmadaki içtenliği ve kararlılığından kimsenin şüphe duymayacağı İ. Kaypakkaya örneğine bakalım bir de. Tufan Yayınlarınca 1976’da yapılan ‘Bütün Yazılar’ derlemesine yazılan önsözde, Kaypakkaya’nın görüşleri şöyle özetleniyor: “İ. Kaypakkaya, ülkemizin emperyalizme bağlı yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülke olduğunu, önümüzdeki devrimin anti-feodal, anti-emperyalist demokratik halk devrimi olduğunu, ülkemizde feodalizme karşı verilen mücadelenin emperyalizme karşı verilen mücadeleden ayrılamayacağını, demokratik halk devriminin özünün toprak devrimi olduğunu, toprak devriminin, proletarya önderliğinde verilecek bir halk savaşıyla gerçekleşebileceğini halk savaşının özünde bir köylü savaşı olduğunu tespit etti” “O, devrimin üç silahından ikisi olan parti ve ordunun yanında, emperyalizme, feodalizme ve komprador kapitalizme karşı, işçi sınıfı önderliğinde, işçi-köylü ittifakı temelinde, şehir küçük burjuvazisi ve milli burjuvaziden oluşan halkın birleşik cephesinin gerçekleştirilmesinin şart olduğunu tespit etti” (s.8) TDKP’nin 1978 Platformu, gerçekte gerek geçmişte, gerekse 1978 Türkiye’sinde Mao’yu geri ülkeler devrimi için teorik bir kaynak olarak ele alan tüm Mao’cuların esasa ilişkin olmayan farklılıklarla, ortak platformundan başka bir şey değildir. Bu ortak platformu ilk keşfetme onuru ise, hiç de ona ancak 1978’lerde ulaşan TDKP’nin değildir. İ.Kaypakkaya, TDKP’ye yalnızca Platformdaki genel görüşler planında değil; faşizm, Şefik Hüsnü eleştirisi vb. gibi, TDKP’nin pek övündüğü konularda da öncel olmuştur. Bu konulara yaklaşımlarındaki bazı hatalar üzerine, TDKP’nin eklektik şeflerinin yaptığı türden demagojik gevezeliklerle, bu tarihsel gerçekler karartılamaz. 1960’lara egemen sosyalizm anlayışları, burjuva sosyalizminin değişik türleriydi. (Yön-Devrim, MDD Hareketi, TİP, TKP) Şu ya da bu düzen kurumuna (ordu, parlamento,
bürokrasi, anayasa vb.) dayanarak, kapitalist düzenin genel çerçevesi içinde “kapitalist olmayan yoldan kalkınma”, burjuva sosyalizm anlayışlarının ortak ekseniydi. Bunu, ‘İkinci Milli Kurtuluşçuluk ve Türk Milliyetçiliği tamamlıyordu. 1971 Devrimci Hareketi, bu kaba burjuva anlayışların reddi temelinde ortaya çıktı ve devrimci hareketimizin tarihindeki önemi buradadır. Ama bu yönleriyle 60’ları aşmak, onu her yönüyle aşmak değildi. 1971 Devrimci Hareketi, Yön’de şekillenen ve MDD Hareketi’nde; Marksist bir görünüme büründürülen toplumsal yapı, toplumsal sınıflar, devrim aşaması, devrimin temel hedefleri vb. konulardaki tahlilleri ve bunlar üzerine oturan programı devraldı ve Mao’nun yeni demokratik devrim teorisinin özel etkisi altında bir yorumla, yürüdü. Bu özelliği ile, 1971 Devrimci Hareketi bir kopmayı olduğu kadar, 1960’ların ikinci yarısıyla 1970’lerin ikinci yarısı arasında özel devrimci bir konumu da tarihi kayda almış bulunuyor. 1960’lı yılların, devrimci hareketimizin sonraki dönemi üzerinde sanıldığından da derin düşünsel etkisini bir bütün olarak, değişik yönleriyle ve devrimci hareketin tüm kesimleri açısından incelemek tabiatıyla kapsamlı bir sorundur. Biz burada kendimizi konumuzla, TDKP - EMEP çizgisinin kökleriyle sınırlamak zorundayız. 1961-1971 Türkiye Sol Hareketi’nin düşünsel ve pratik olarak, bu en canlı ve kendinden sonraki dönemleri en çok etkilemiş dönemin, TDKP yazarlarınca, “50 küsur yıllık revizyonist ‘miras’ın alt edilmesi” gibi herkesin tekrarladığı genel sözlerle geçiştirilmesi, ilginç bir durumdur. 24 sayılık Parti Bayrağı külliyatının önemli bir kısmını; Halkın Yolu, Devrimci Halkın Birliği, Partizan vb, düşünsel planda bir önem taşımayan grupların “baş çelişki”, “baş düşman”, “merkezi görev”, “ittifaklar” vb. konulardaki görüşlerinin eleştirisi diye daha mürekkebi kurumadan eskiyen boş gevezeliklere ayırmak yerine; Yön Hareketi, MDD Hareketi, TİP gibi temel akımlar ile, Doğan Avcıoğlu, Mihri Belli, Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi devrimci hareketimizi düşünsel olarak etkilemiş teorisyenlere ayırmak daha anlamlı olmaz mıydı? Üstelik orta yerde 58 yıllık sol hareketin eleştirisi gibi büyük laflarla safsata satarken. Tekrarlıyoruz, Yaşasın (!) cüce adamların, cüce teorisi. *** TDKP teorisinde özel bir yer tutan, emperyalizmin uzantısı komprador kapitalizm ile milli sanayi kapitalizmi ayrımı ve ikilemi, denilebilir ki Yön Hareketi’nin iktisadi görüşlerinin temelidir. Yön Hareketi de, TDKP gibi, mevcut kapitalist gelişmeyi inkar etmez. TDKP gibi, Yön’e göre de önemli olan, gelişen kapitalizmin niteliği ve gerçek bir sanayi kapitalizmi olup olmadığıdır. Yön, gelişen kapitalizmin, emperyalizme bağımlı, onun uzantısı komprador nitelikte bir kapitalizm olduğunu, bu tür bir gelişmenin gerçek bir sanayileşmeyi temsil etmediğini, dahası feodalizmi tasfiye etmediğini ve edemeyeceğini önemle vurgular. Oysa dönüp bugüne bir bakalım, feodalizm ve sayılan traktörler teorisi nerede kalmıştır. Ey hayat (!) Bu teorisyenler ,hala ortalıkta nasıl dolaşıyor. Dolaşıyorlar çünkü, ML’e ait ne varsa küfretmek için memur edilmişlerdir. Çünkü artık ML’e dair tartışacak bir şeyleri kalmamış, o yarım yamalak öğrendikleri de uçup gitmiş, buharlaşmıştır. Artık parlemento kapısına ulaşmış, ‘’Deniz’lerin’’ parlementerizmine umut bağlamışlardır. Parti Bayrağı, Devrimci Yol’la giriştiği bir polomikte şunları yazmıştı: “Şu nokta bilinmelidir: dergimiz, Türkiye’de kapitalist sömürünün hakim olduğunu inkar etmiyor. Önemli olan, gelişen kapitalizmin ve bugün egemen olan kapitalizmin niteliğidir. Her türden oportünist ve revizyonistle aramızdaki tartışmanın düğüm noktası da burasıdır. Bu kapitalizm, hangi temelde yükselmektedir ve bunun feodalizmle ilişkisi nedir? Tartışılan şey budur” Şimdi tam da buradan şuna bakmalıyız. Eylül 1962 tarihini taşıyan “Sosyalist gerçekçilik” başlıklı yazısında, “Ortaçağ kalıntılarından henüz kurtulamayan memleketimizde, feodalite büyük burjuvazinin müttefikidir” diyen D. Avcıoğlu, Türkiye’nin “feodalizmin ve emperyalizmin saltanatı” altında olduğunu belirttikten sonra, ünlü soruyu soruyor: “Ne yapmalıyız?” Ve döner şöyle yanıt verir kendince, “Özetlersek, memleketimiz, ne ortaçağın ne de emperyalizmin hakimiyetinden kurtulamamıştır. Atatürk’le başlayan milli kurtuluş hareketi, tamamlanamamıştır. Türkiye bugün, birçok az gelişmiş memleket gibi, milli kurtuluş hareketi safhasında bulunmaktadır. Bu hareket başarıya ulaşmadıkça, demokrasi ve sosyalizm yolunda ilerleme kaydetmek mümkün değildir.
SARI
Sosyalizme giden yol, milli kurtuluş hareketlerinden geçmektedir. O halde sosyalizmin bugün temel meselesi, anti-emperyalist ve anti-feodal mücadeledir. Bu mücadelede işçi sınıfı yalnız değildir. Mücadele, bütün demokratik ve vatansever kuvvetleri ilgilendirir” Bunlar 1962’de söyleniyordu. 1966’da, yine Yön sayfalarında, “Milli Kurtuluş Savaşı” ifadesi, Marksist terminolojiye uydurulmak üzere Milli Demokratik Devrim halini aldı. (Mihri Belli) Fakat “sosyalizmin bugün temel meselesi, anti-emperyalist anti-feodal mücadele” olarak kaldı. Şubat 1980’de TDKP Kuruluş Kongresi toplandığında, Türkiye’de sosyalizmin temel meselesi, TDKP için hala “anti-emperyalist anti-feodal” devrimdi. Zira “emperyalist egemenliğin temeli feodalizm olmaya devam ediyordu ve bu nedenle devrim, emperyalizmin ve feodalizmin egemenliğine -”saltanatına- yönelmeliydi. MDD Hareketinden geçerek TDKP’ye miras kalan iktisadi tahliller, MDD Hareketinde Marksist bir görünüme bürünerek TDKP’ye ve bu arada tüm devrimci hareketimize miras kalan “geride kalmış görevler”e teorik dayanak oldu. TDKP’nin dar kafalı küçük-burjuva yazarları ise, bu burjuva ideolojik mirası, Marksizm adına dogma düzeyine çıkardılar. Tasfiyecilik, DSP kuyrukçuluğu vb, hep bu teorik programatik temelden beslendi. Yaşanmış onca kuyrukçu ve sınıf işbirliği olarak nitelenebilecek eğilimden sonra, “bütünlüklü çizgi”nin oluşturduğu sistemin, tümden ve temelden değişmesi gerekiyor. “Sosyalizm günün değil, yarının meselesidir. Günün meselesi anti-emperyalist, anti-feodal demokratik devrimdir; Milli Demokratik Devrimdir” Bu temel anlayış reddedilmeden ve yeni oluşum bunu başarmadan, varılacak hiçbir yer olamaz zira bu çizgi, bu akım varılabilecek olan son durak olarak EMEP’e varmıştır. Bundan sonrası artık doğrudan parlamenterizimdir. Demokratik devrimin hedefleri konusunda, TDKP’nin neredeyse 12 sene sonra Mao’da yeniden keşfettiği ve “yepyeni” olarak sunduğu görüşler, yukardakilerden yalnızca özünde değil, tanımında bile bir farklılık taşımaz. Bunlar, bilinen temel MDD formülleri ve tanımlarıdır. M. Belli’nin 1965-70 dönemi yazıları, bunlarla doludur. Formül ve tanımlar bir yana, MDD teorisyeninin mantığı da TDKP’ninki gibidir. Ya da tarihsel gerçeğe uygun bir ifadeyle, TDKP’nin mantığı, MDD teorisyeninden mirastır. TDKP’nin iktisadi yapı tahlillerinin en özgün vurguları olan “gerçek kapitalist gelişme”, “gerçek sanayileşme” vb, aslında burjuva bir perspektife ait bu sorunlar, MDD teorisyeninin de en önemli vurgularıdır. Örneğin, Türk Solu dergisinde yayınlanan Şubat 1969 tarihli “Türkiye’de Karşı Devrim” başlıklı yazıda şunları söylüyor: “Türkiye hiçbir zaman gerçek bir kapitalist gelişme tanımamıştır. Ve Türkiye’nin bugünkü düzeni, bazı yazarların ‘komprador kapitalizmi’ diye adlandırdıkları, toplumdaki feodal unsurlarla bağdaşmaya çalışan bağımlı, kısır bir kapitalist düzendir.” Örnekleri çoğaltılabilecek tüm bu görüşler, TDKP’nin 78 Platformunun ilk iki bölümünde dile getirilen ve daha sonra Program halini alan görüşlerle aynıdır. Mihri Belli’de ya da daha genel bir ifade ile MDD Hareketinde, bu tahliller hangi işlevi görür, hangi sonuçlara yol açar: Feodal kalıntıların abartılıp, kapitalist gelişmenin küçümsenmesi ve bu temel üzerinde demokratik devrim tezinin savunulması; kapitalist gelişmenin temel ve en önemli ürünü olarak işçi sınıfının küçümsenmesi, emek-sermaye çelişkisinin karartılması, tali önemde sayılması, köylülük içinde sınıfsal farklılaşmanın ortaya çıkardığı yeni sorunların gözden kaçırılması, milli kapitalizm ve milli burjuvazi konusunda liberal hayallerin beslenmesini geliştirmiştir. Aynı tahlillerin, TDKP’de yol açtığı siyasal sonuçlar da esasa ilişkin olmayan farklılıklarla aşağı yukarı bunlardır. Hatta TDKP’de bu durum, daha da vahim bir hal almış, örgütsel bazda “Devrimci Sendikal Muhalefet” diye anlaşılmaz bir ekonomizm/eklektik sendikalizm sekterliğini getirmiştir. Merak edenler, açıp bakabilir ve karşılaştırabilirler.“Bu sanıldığı kadar zahmetli bir iş değil. Ancak bizim bunlara ayıracak vaktimiz yok” diyen sayın (!) baylarımız, tasfiyeciliğin tasfiyesiyle uğraşmak yerine, kolaycılığın yüceltilmesiyle ve iç kargaşayla uğraşa dursunlar; biz hiç de bu görevin yerine getirilmesinden geri durmayacak ve durdurulmasına da izin vermeyeceğiz. DEVAM EDECEK.
SIYAH MAVI
SARI
SAYFA 7
HALKIN KURTULUSU
K A P İ TA L İ S T E M P E R YA L İ Z M E K A R Ş I M Ü C A D E L E P R O G R A M I Ü Z E R İ N E TA R T I Ş M A L A R ( Birinci Bölüm )
Bu yazı dizimizde anti-emperyalist mücadelenin önemini vurgulamak ve bunun gelişmesi için programatik bir çabayı oraya koymak üzere çalışmayı hedefledik. Zira emperyalizmin politik ve siyasi özünü boşaltarak iktisadi bir kavram ve mücadele alanı şeklinde tercihte bulunan tasfiyeci versiyonlarla teorik bazda bir mücadele verilmeksizin anti-kapitalist, antiemeryalist mücadelenin doğru temellerde yükseltilmesininde olanağı olmayacaktır. Klasikte ve günümüz gerçeğinin pratiğinde, tasfiyeciliğin en ağırlıklı olarak ele aldığı ve üzerinde yoğunlaştığı hatta işi çığrından çıkartarak, anti-kapitalist mücadeleyi ekonomist / sendikalist boyutlara sıkıştırmak üzere kuru bir ‘’antiemperyalzim’’ le sınırlayarak, özünde reddettiği olgusuyla karşı karşıyayız. Uluslararası ve ulusal platformda devrimci komünistlerin döne döne ve hassasiyetle üzerinde duracağı en temel konulardan bir tanesi olacak olan bu konuyu olanaklarımız çerçevesinde en geniş ve derinlemesine ele almaya çalışacağız.
yılların ağır yenilgisi ve Soyetler Birliğinin çözülmesininde etkisiyle bu dayatma dahada vahim bir hal alıyor, akıl durmasının yanısıra derin bir basiretsizlik örneği ve Türkiye devrimci dinamikleri adeta liberalizme teslim oluyordu. Kautsky’ci ultra emperyalizm teorileri ile benzer veya aynı kökten türetilmiş yaklaşımlar, Lenin’in emperyalizm teorisinin tarihin çöp sepetine atıldığını ilan ediyordu.
yasalar yerine olabildiğince sömüreceği, madenlerini yağmalayacağı geniş alanlar yaratmak zorundaydı. Bu sürece damgasını vuran serbest rekabet, sermayenin yoğunlaşmasının sınırlı olduğu süreçte kapitalizmin tek ve ana enstrümanıydı.
Kapitalist sistem, kendi ekonomik yasalarını toplumsal düzeyde oturuşmayı sağladığı ölçüde sermaye birikimi ve onun yasaları toplumu belirlemeye Ancak küresel mali sistemin, anlatıldığı kadarıyla başladı. Kapitalist sistem için sömürgeler oluşturma küresel olmadığı, aksine çözemediği ciddi bir ekono- çabası, kapitalist pazarın genişlemesi çerçevesinde mik krizle karşı karşıya olduğunun 2000’ li yılların değerlendiriliyordu. ilk on yılı içerisinde belirginleşmesi, bu seferde Roza Proletaryanın sınıf olarak tarih sahnesinde yerini Lüxemburg’ un ekonomik Felaketçilik tezlerini gün- alışıyla beraber yürüttüğü sınıf mücadeleleri, Marks’ın deme taşıdı. Kapitalizmin kendiliğinden çöküşe gittiği ve Engels’in dediği gibi, sömürüyü az çok sınırlama iddiaları ortalığı kapladı. Sorunu doğru şekilde an- mücadelesi vermesi, kapitalisti daha düşük kârlara layabilmek için bu alanda üçlü bir tartışma yürütmek razı olmakla karşı karşıya bırakıyordu. Kapitalistler, zorundayız. Lenin ve Buharin’ in tezleri ile Kautsky’ bu durumu değiştirmek, azalan kârlara karşı yüksek nin tezleri ve Roza’nın tezleri arasındaki ayırımları kârları garanti edebilmek için yeni sömürgeler edinbelirginleştirmek durumundayız. mek durumundaydı. Lenin’in dediği gibi, dünyanın Emperyalizm kavramı, Marksist anlamda kapitalist paylaşılması, boş alanların ele geçirilmesi değil, sahipüretim ilişkilerinin çağımızda ulaştığı boyutu betimley- lerinin el değiştirmesi üzerinden yürüyen bir olguyen kapitalist sistemin bir aşaması olarak görülmelidir. du. Kapitalistler, sömürgelerde yarattıkları işbirlikçi Sömürgeci yöntemlerin emperyalizmin içerisinde var sınıflar üzerinden mamul mal ihracında kazancına kaolması başka bir şey, bu yöntemlerle, emperyalizmi zanç ekliyordu. Bu nedenle kapitalistin daha çok ürün eşitlemek başka bir şeydir. Herhangi bir ülkede sıradan satmak için yürüttüğü sömürge faaliyeti, kolonyalbir insanın sömürgeci politikalara karşı çıkması onu izm ile emperyalizmi karıştırdığımız zaman politik bir anti-emperyalist yapmaz. O kişiyi anti-emperyalist ya- süreç olarak emperyalizmi görme durumunda kalırız.
DÜNYANIN KAPİTALİST BİRLİKLER ARASINDA PAYLAŞILMASI - LENİN Kapitalistlerin tekel birlikleri, karteller, işveren birlikleri, tröstler her şeyden önce, kendi ülkelerinin üretimini şöyle ya da böyle tamamen ele geçirerek iç pazarı aralarında paylaşırlar. Ancak kapitalizm koşullarında iç pazar, dış pazara kopmaz bir biçimde bağlıdır. Kapitalizm, dünya pazarını çoktan yaratmıştır. Sermaye ihracı arttıkça, dev tekel birliklerinin yabancı ülke ve pan şey kapitalist- emperyalist sisteme topyekun karşı sömürgelerle ilişkileri ve “nüfuz alanları” her açıdan çıkmasıdır. genişledikçe, “doğal olarak” bu birlikler arasında dünEmperyalizm teriminin ana kavramlarından biri ya ölçeğinde anlaşmalara varıldı, uluslararası karteller olan ‘’mali sermaye’’ kavramı, ekonomik bir terim kuruldu. olarak Lenin’den önce Avusturyalı iktisatçı Rudolf HilUluslararası karteller, kapitalist tekellerin bugün ferding tarafından kullanılmıştır. Sanayi sermayesi ile hangi boyutlara varmış olduğunu ve kapitalist bir- banka sermayesinin iç içe geçmesi suretiyle yeni tipte likler arasındaki mücadelenin ne uğruna verildiğini kapitalizmle karşı karşıya olduğumuz saptamasıdır. göstermektedirler. Bu son nokta en önemlisidir: Hilferding’in bu saptaması, önemli ölçüde Lenin Tek başına o, olayların tarihsel-ekonomik anlamını tarafından korunmuş olmakla beraber bu kavramın açığa çıkarır; çünkü mücadelenin biçimi değişebilir politik bir süreci içerdiği ya da yeni politikaların ve çeşitli, görece ikincil ve geçici nedenlerden dolayı oluşturulmasında bir yöntem olduğu konusunda sürekli olarak da değişmektedir. Ama mücadele- çok farklı tanımlamalar vardır. Lenin’e göre ise mali nin özü ve sınıf içeriği, sınıflar var oldukça kesinlikle sermaye ve emperyalizm kavramları geri dönüşsüz değişemez. Kapitalistlerin dünyayı kendi aralarında yeni bir aşamayı temsil eder. Lenin´in çalışmasının paylaşmalarının nedeni, onların kötü ruhlu olmaları isminin, ‘’Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperydeğildir, aksine varılan yoğunlaşma aşamasının, onları alizm’’ olması özellikle bilinçli bir tercihtir. Lenin’e kâr elde edebilmek için bu yolda ilerlemek zorunda göre emperyalizm kavramı, kapitalizmin temel özelbırakmasıdır. Bu sırada paylaşım, “sermayeye”, “güce” liklerinin gelişimi ve doğrudan devamı olarak ortaya göre gerçekleşmektedir. çıkmıştır. Lenin, serbest rekabetin başat olarak tekele Meta üretimi ve kapitalizm düzeninde başka bir dönüştüğü tespitini yapar. Ancak Lenin, bu tespiti paylaşma yöntemi söz konuşu olamaz. Güç ise, ekono- yaparken, bir yer değiştirmeden söz etmez. Tam termik ve politik gelişmeyle birlikte değişir; olup biten- sine tekel, bir yandan serbest rekabetin bağrında leri kavrayabilmek için, güçler dengesinin değişiminin büyüyüp gelişirken bir yandan da serbest rekabetin hangi sorunları sonuca bağladığını bilmek gerekir. Bu varlığını sürdürdüğünü, dolayısıyla bir dizi ilave keskin değişikliklerin, “salt” ekonomik ya da ekonomik olma- çelişkilerin ortaya çıktığından söz eder. Lenin’e göre yan (ör. askeri) türden olup olmadığı, kapitalizmin en emperyalizmin bir üst aşama olarak sayılabilmesi için yeni çağına ilişkin temel görüşleri değiştirebilecek bir beş temel özelliği bilinmelidir. Bunlar: niteliğe sahip olmayan, ikincil bir sorundur...
1- Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasının ekonomik yaşamda belirleyici rolü oynayan tekelleri yaratKapitalizmin son aşaması, bize, kapitalist birlikler acak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşmış arasında dünyanın ekonomik açıdan paylaşılması olması. temelinde belirli ilişkilerin doğduğunu göstermek2- Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin (tekel tedir. Buna koşut ve bağlı olarak da politik birlikler, devletlerarasında, dünyanın toprak bakımından ya da en irileri) iç içe geçip kaynaşması ve bu mali serpaylaşılması, sömürgeler uğruna mücadele, “ekono- maye terimi temelinde mali oligarşinin oluşması, mik bölgeler uğruna mücadele” temelinde belirli 3-Meta ihracından farklı olarak sermaye ihracının ilişkiler kurulmaktadır. özellikle büyük bir anlam kazanması,
KAPİTALİZMİN ASALAKLIĞI VE ÇÜRÜMESÎ 4-Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası Şimdi bir de, emperyalizmin çok önemli, bu kon- tekelci kapitalist birliklerin oluşması, udaki incelemelerde genelde yeterince önemsenmey5-Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler en bir yönü üzerinde durmamız gerekiyor. Emperyal- tarafından paylaşımının tamamlanması, olarak beizme özgü asalaklıktan söz ediyoruz. lirler. Birinci olarak tekel, serbest rekabeti ortadan Gördüğümüz gibi, emperyalizmin en köklü ekonomik temeli tekeldir. Bu, kapitalist bir tekeldir, yani kaldırmaz, ikinci olarak da sermaye ihracı, meta kapitalizmden doğmuş ve kapitalizmin, meta üreti- ihracını ortadan kaldırmaz. Bu çerçevede bakıldığında minin, rekabetin genel koşulları içinde, bu genel kapitalizmin temel özelliklerinin görünür olmaya dekoşullarla sürekli ve çözülmez bir çelişki halinde bu- vam ettiğini, ancak daha yüksek, daha karmaşık bir lunan bir tekeldir. Buna karşın, diğer tekeller gibi o sistemin de kurulduğunu görürüz. Ayrıca tekel ve da, kaçınılmaz olarak durgunluk ve çürüme eğilimine sermaye ihracı kavramları başat kavramlar olarak yol açmaktadır. Tekel fiyatları, geçici olarak bile olsa, kullanılır. Meta ihracı ve serbest rekabet kavramları uygulamaya sokulduğu ölçüde, teknik ve dolayısıyla ortadan kalkmaz. Bu nedenledir ki emperyalizm, kapida diğer bütün ilerlemelerin, gelişmelerin itici gücü bir talizmin daha karmaşıklaşmış ve gelişkin bir aşamasını dereceye kadar yok olur ve o ölçüde teknik ilerlemeyi temsil eder. Emperyalizm, belirli bir döneme özgü yapay olarak engelleme yolunda ekonomik olanaklar politikalar toplamı değildir. 1980’li yıllarda başlayan neo-liberal rüzgârlar, her ne kadar serbest rekabete doğar. Bir örnek verelim: Amerika’da Owens adında biri, şişe üretiminde övgüler yağdırmış olsa da, tekellerin varlığının çözümdevrim yaratan bir makine icat etmiştir. Alman şişe lenmesine yönelik, mali sermayenin yapısal birliğini fabrikatörleri karteli, Owens’in patentini satın alır bozmaya yönelik son otuz yılda herhangi bir uygulave uygulamaya konulmasını engellemek üzere rafa ma görülmedi. Lenin’in dediği gibi,’’ Serbest rekabete kaldırır. Elbette, kapitalizm koşullarında tekel, dünya dönüleceği varsayımı, bir masal, bir kandırmacadır.’’ pazarındaki rekabeti tamamen ve çok uzun bir süre Ayrıca sınıf mücadelesinin boyutlarının evrimci bir için ortadan kaldıramaz (bu arada, ultraemperyalizm yönde tekeli sınırlayacağı ve serbest rekabete geri teorisinin saçma oluşunun nedenlerinden biri de bu- dönüşe zorlayacağı gibi sağcı iddialar artık savunudur). Teknik gelişmelerle üretim maliyetini düşürme lamaz hale gelmiştir. Aslen bu kavramsal önermenin, ilk ve kârı artırma olanağı, doğal olarak yeniliklere yol olarak Bernstein ve daha sonra da Kautsky tarafından açar. Fakat tekele özgü durgunluk ve çürüme eğilimi savunulmasına rağmen, 2008 krizinin az öncesinde ‘’ işlemeye devam eder ve belirli sanayi dallarında, be- Sol ‘’ da oldukça taraftar topladığı, ülkemizde de taslirli ülkelerde, belirli zaman dilimleri için baskın çıkar. fiyeci-reformizm ve demirbaş reformizm tarafından hararetle savunulduğu hatırlanmalıdır. Ayrıca yine Çok geniş, zengin veya uygun yerlerdeki sömürge- emperyalizm kavramının artık ortadan kalktığına lere egemen olma tekeli de aynı yönde işler. dair bir başka iddia da merkez ülkeler ile çevre ülDevam edelim. Daha önce gördüğümüz gibi em- keler arasındaki ilişkileri, neo liberal düzende karşılıklı peryalizm, 100-150 milyar franka kadar ulaşan değerli bağımlılık ilişkilerinin belirlediği ve sürekli bir az kağıt biçimindeki para sermayesinin az sayıda ülkede, gelişmişlik durumunun olamayacağı iddiasıdır. Buna olağanüstü ölçüde yığılması anlamına gelir. Rantiye örnek olarak da Uzak Asya ve Brezilya örnekleri versınıfın, daha doğrusu tabakanın, yani “kupon kes- ilmekmek istenmiş ama buda inandırıcılık ifade erek” yaşayan, hiçbir biçimde herhangi bir işletmede etmemiş, sınıf bu ihanet teorilerine itibar etmemiştir. * * * çalışma gereksinimi olmayan, meslekleri aylaklık olan Kautsky’nin, tekel’in sınırlanabileceği, hatta serkişilerin, olağanüstü ölçüde çoğalması bundandır. best rekabete geri dönülebileceği iddiasına yukarıda Dünyanın paylaşılması ve Çin’in yanı sıra diğer ül- değinmiştik. Kautsky, burada iki önemli hata kelerin sömürülmesi anlamına, bir avuç zengin ülke yapmaktadır: Birincisi, emperyalizmi sömürgeciliğe eş için yüksek tekel kârları anlamına gelen emperyal- değer görmektedir. Aynı hata Roza Lüksemburg’ta da izm, proletaryanın üst tabakalarının rüşvetle satın vardır. İkincisi ise serbest rekabetin tekelin gölgesindealınmasının ekonomik olanağını yaratarak oportüniz- ki varlığını abartarak serbest rekabete geri dönüleceği mi beslemekte, biçimlendirmekte ve güçlendirme- iddiasıdır. Yani sürecin emperyalizmle ilişkili olduğu ktedir. Ne var ki, genelde emperyalizme, özelde de değil, dışsal olduğu kabul edilmektedir. Feodalizmoportünizme karşı koyan güçleri unutmamak gerekir. den kapitalizme geçiş sürecinde, burjuvazinin, ürettiği * * * ürünü, sadece kendi iç piyasasına satmasıyla büyük 1990’ lı yılların başında tarihinin son dönemine bir sermaye oluşturması çok mümkün değildi. Çünkü ilişkin olarak tasfiyeciliğin Türkiye coğrafayasını bir proleterleşme henüz tamamlanmamış, tüketim tosonuç olarak sarmaya başldığı günlerde, liberalleşme plumu oluşmamıştı. Üretilen metalar, mecburen dalgası, “küreselleşme” kavramı ile ifade edilerek yeni daha geniş alanlara yayılmak zorundaydı. Kapitalizme bir döneme girildiği, sermayenin artık ulusal sınırların özgü yasalar üzerinden ekonomik yapının işlemediği ötesine geçerek uluslar ötesi bir boyut kazandığı, koşullarda, Feodalite ile süren sınıf mücadelesinin yeni ortak çıkarlar dünyasının her şeyi yeni baştan evrelerine göre burjuvanın durumu, nispeten daha iyi düzenleyeceği, yeni bir barış ve demokrasi döneminin ya da kötü olabiliyordu. Bu dönemde‘’serbest ticaraçıldığı iddiaları her fırsatta anlatılıyor, çalışan sınıflara et’’ feodaliteye karşı özgürlüğün ifadesi sayılıyordu. ise, artık hepimiz orta sınıfız edebiyatıyla, liberalizmin Yüksek kârlar için burjuvalar, gelişkin olmayan iç pisaptamaları kabul ettirilmeye çalışılıyordu. 1980’li
göreceğiz.’’ derken bu özlemin saçma olduğunu net bir şekilde ortaya koymuştur. Kautsky’e göre emperyalizm, merkantilist dönemden kalmış bir uygulamadır. Kautsky, emperyalizmi üst yapısal bir olgu olarak değerlendirdiği ölçüde kapitalizmin bir aşaması olarak görmez. Sanayi sermayesinin devlet müdahaleciliğinden rahatsız olduğu iddiasını aynen benimser. Bu anlamda serbest rekabeti, tekele yeğler. Savaşın bitmesinden sonra tek bir dünya karteline ulaşacak olan kapitalizmin barışı sağlayacağına, saldırgan politikaların ortadan kalkacağına inanır. Kautsky’nin Fransa -Almanya sınırında Naziler tarafından hazin bir şekilde öldürülmesi hatırlanacak olursa tezlerinin naifliği ve öngörüsüzlüğü daha açık bir şekilde ortaya çıkar. Kautsky’ e göre, “...Tekel rekabeti, rekabet de tekeli üretiyor. Dev fabrikaların, dev bankaların ve milyarderlerin amansız rekabeti, küçükleri yutan büyük mali güçler karteli, düşüncesine yol açmıştır. Emperyalist büyük güçlerin dünya savaşından da, onlar arasındaki en güçlüsünün federasyonu sonucu doğabilir ve bu, silahlanma yarışına son verecektir. Bu yüzden, salt ekonomik açıdan, kapitalizmin bir başka yeni evreyi, kartellerin politikasının dış politikaya aktarılmasını, bir ultra-emperyalizm evresini yaşayabilmesi dışlanmış değildir... Salt ekonomik açıdan, sonuçta emperyalistlerin kutsal bir bağlaşmasıyla emperyalizmi eritecek bu güçlü patlamayı önleyecek hiçbir şey yoktur.” (Kautsky, Seçme Politik Yazılar, s. 97-98 ) “Emperyalizm, tıpkı yerini aldığı Manchestercilik gibi, tekel bir tür kapitalist politikadır. Bu terim de, zorunlu bir şekilde bağlantılandırılsa bile, özgül bir ‘ekonomik evreyi dile getirmiyor. Dolayısıyla emperyalizmin son söz olarak kabul edilmesi yanlıştır.(sy. 93)
Bu durumu bir örnekle somutlayacak olursak, 18401860 yılları arasında Afrika’nın sömürgeleştirilmesinde aktif rol alan Cecile Rhodes’in sözleri oldukça ilginçtir : “Birleşik Krallığın 40 milyon nüfusunu kanlı bir iç savaştan kurtarmak için, bizler, sömürge politikacıları, fazla nüfusu yerleştirebileceğimiz, fabrikalarımızın ve madenlerimizin ürünleri için yeni pazarlar kazanabileceğimiz yeni topraklar elde etmek Karl Kautsky’nin bu naif teorisinin, iyimser bakış zorundayız. Her zaman söylerim, İmparatorluk bir açısının Marksist bir önerme olmadığı açıktır. Kautsky, mide sorunudur. İç savaştan kaçınmak istiyorsanız, emperyalizmin bir son ve en yüksek aşama olduğu emperyalist olmak zorundasınız. tezini ısrarla reddederek hakim sınıfın bir politikası Kapitalist sistem, serbest rekabetin ulusal ve uluslar olduğunu söyler. Ancak buna karşın genelde birçok arası ölçekte yaygınlaşması, yüksek kâr oranlarını ko- teorik eleştirinin aynı çerçevede kaldığını görmek rumak için, ekonomik sistemin gereği, ortaya çıkan gerekir. Buharin’ e göre, emperyalizmin hakim sınıfın yapısal işsizliği absorbe etmek için, buna ilaveten de politikası olması durumu zorunluluktu. Kautsky’ fabrikaların ürünleri için yeni pazarlar kazanabilmek de ise bu durum zorunluluk değil, bir tercih olarak ve üretim sürecinin ihtiyacını karşılayacak hammad- açıklanabilirdi. Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı delerin, maden vs. amacıyla “yeni topraklar elde et- üzere KAUTSKY, hep bir olanak olarak ultra-emperyalmek” zorunluluğuyla karşı karşıyaydı. Her ne kadar izmi değerlendirir. Bu çerçevenin eleştirisi için yeniden Lenin’ e Rhodes, “iç savaştan kaçınmak istiyorsanız, emperyaldönecek olursak, Lenin, ekonomik ve politik birlikten ist olmak zorundasınız” diyorsa da onun emperyalizmsöz eder. Ekonominin başka telden çaldığı, üst yapının den anladığı kolonyalizmdi. başka türlü olduğu bir süreci temel olarak reddeder. Nitekim Roza Luksemburg, sermaye birikimi adlı Alt yapıda gerçekleşen değişikliklerin üst yapıya sirkitabında, “... Kapitalizm, var olabilmek ve gelişmek ayeti olarak görülmesi gerektiğinde ısrarlıdır. Lenin, için kapitalist olmayan üretim biçimlerinin bulunduğu alt yapıdaki değişiklikleri sadece mali sermayenin bir ortama gerek duyar ama bu biçimlerin hepsi yapısında görmez, daha ileride göreceğimiz şekilde amacına hizmet etmez. Kapitalizm, kapitalist olmayan işçi aristokrasisinin oluşumunu da anlatır. Kautsky’ toplumsal tabakalara; artıkdeğeri için bir pazar, üretim nin salt üst yapılarla olan açıklaması, Lenin’ e göre araçları açısından arz kaynağı ve ücret sistemi için işçi totolojidir. Kautsky ile yürüyen tartışma, mali serdeposu olarak gerek duyar.” (Rosa Luxemburg, ser- mayenin yeniden tartışılmasını gerektirdiğinde Lenin, maye birikimi sy.280) diye yazıyor. emperyalizmin ayırt edici özelliğinin sanayi sermayesi Kapitalizmin baştan itibaren çevresinde kendisine değil, banka sermayesi olduğunu söyler. Sanayi serbağımlı ülkeler yaratmadan yaşayamayacağını il- mayesinin gerilemesi sürecinde mali sermayenin hızlı eri süren Roza, Marks’ ın yeniden üretim şemalarını gelişiminin ilhakçı politikaların hızlanmasında önemli dünya ölçeğinde genişleterek meta ihracı üzerinden bir boyut olduğunu anlatır. kolonyalist bir emperyalizm tanımı yapar. Marks’ Ayrıca emperyalizmin sadece tarımsal alanlar üztan aktardığını iddia ettiği metin şöyledir: “İnceleme erinde bir ilhak eğilimi olduğu savını eleştirirken mali amacını, kendi bütünlüğü içinde, tüm diğer yan sermayenin, gelişkin kapitalist ilişkiler içerisindeki koşullardan arındırılmış olarak araştırabilmek için, sanayi bölgelerine doğru hücumunu örnekler. İlhak tüm dünyayı tek bir ulus olarak ele almalı ve kapital- sadece tarımsal bölgelere yönelik değildir. İlhak, aynı ist üretimin her yerde kurulmuş olduğunu, her sanayi zamanda sanayileşmiş bölgelerin de mali sermaye dalına sahip olduğunu varsaymalıyız (Marx, aktaran tarafından ele geçirilmesi sürecidir. Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi, sy. 254). Bizce Bugün sermaye ihracının büyük bölümü, Marks’ın buradaki yaklaşımının kendi teorisi içerkapitalistleşmesi az çok tamamlanmış ülkeler arasında isinde değerlendirilmesi gerekir. Roza’nın yürüttüğü gerçekleşmektedir. Sermaye ihracının azgelişmiş çalışmaya kaynaklık edeceğini söylemek, çubuğu ekonomilerden ziyade daha gelişkin ekonomik bütünolağan üstü bir bükme anlamına gelecektir. Dış piyasalar meselesini, bir denge formu olarak değil, lüklerin birbirleriyle kurduğu ilişkide somutlanmış Marks, kâr oranlarının düşme eğilimine karşı önleyici olması bu nedenle tesadüf sayılamaz. Kautsky’ nin faktör olarak görmüştür. Lenin’in eğilimi de bu çerçe- ultra- emperyalizm tezini eleştirirken Lenin, dünyanın tek bir tekele doğru ilerlediğini kabul eder, ancak vededir. Roza Lüksemburg, yukarıdaki alıntıdan da hemen arkasından belirtir; ‘’ …bu, gıda maddelerinin anlaşılacağı üzere, kapitalist sistemi, dünya ölçeğinde laboratuarlarda üretileceği zamandan bahsetmek aslen meta ihracı olarak tanımlıyordu. Ekonomik gibi bir şeydir…’’ der. Ancak zemin olarak Lenin’in, sistemin ulusal ölçekte dengeye ulaşamayacağına, Kautsky’ nin zemininde bir tartışma yürüttüğü sömürgeler olmadan kapitalist sistemin kend- düşünülecek olursa bu önerme daha çok Kautsky’ i isini sürdüremeyeceğine inanıyordu. Kapitalizmin çürütmeye yöneliktir. Bugün dünya tekeline doğru sınırlarını da tüm sömürgelerin kapitalistleşmesi gidişin olmadığını, ABD hegomonyasının gerilemesi olarak görüyor. Sömürgelerin kapitalistleşmesi net bir şekilde göstermiştir. tamamlanınca sistemin çökeceğini iddia ederek bir 11 Eylül senaryosunun ardından ABD emperyalizmi ve onun liderliğini yaptığı emperyalist NATO felaket senaryosu öngörüyordu. bloku, dünya halklarına ve “terörizm” ortak sıfatı ile Roza’nın tanımlamalarında eksik olan nokta ‘’serdamgaladıkları tüm devrimci ve sistem karşıtı güçlere best rekabet kavramı’’ nın geçirdiği değişimi, yani açıkça savaş ilan ettiler. Aslında bu uzun sürecek 3.embaşat rolden daha geride, varlığı ortadan kalkmayan peryalist paylaşım savaşının ilanıydı ve öyle olduğunda ancak, tekellerin gölgesinde konumlanan, zaman zaher geçen gün daha iyi görülmekte. ABD’li emperyalman da çıkıp sahneye fırlayan bu aktörün rolünü günist şefler bunun uzun süreli, acımasız ve kesin sonuç demine almamış olmasıdır. Bütün bu farklı kavrayışlara alıcı bir savaş olacağını, o günden bugüne döne döne karşılık olarak Lenin, emperyalizmi tanımlarken odak tekrarladılar. ABD başkanı ilan edilen savaşa on yıllık noktasını, kapitalist alanların, daha az kapitalist ya bir süre biçti ve ilk hedef olarak seçilen Afganistan’a da kapitalist olmayanların, yani daha zayıf birimlerin karşı yürütülecek savaşı “21. yüzyılın ilk savaşı” olarak kontrolünü ele geçirmek için rekabet ettiklerini, bu tanımladı. Bu, sırada yeni savaşların bulunduğunun da alanda savaş dahil her türlü aracı kullanmaya meyilli zimnen bir ilanıydı. İlan edilen savaşı ciddiye almanın olduklarını, zengin ampirik kanıtlarla ortaya koymuştu. en temel gereklerinden biri ise, bunun, özelikle de Lenin, emperyalizme geçişin sermayenin sınırsız rekaABD emperyalizmi payına, hiç de basit bir öç alma ve betinden tekele doğru evrildiğini anlatırken üretimin süper güç olarak gücünü gösterme girişiminden ibaret toplumsallaşmasını da göz önünde bulundurur. olmadığının bilincinde olmaktır. İlan edilen savaşın Sosyalizme geçiş koşullarının bu temel üzerinden kapsamı ve amaçları gözönünde tutulduğunda, sogerçekleşeceğini anlatırken bir tehlikeye daha dik- runun bu yanı yalnızca güncel bir ayrıntıdan ibaretkat çeker. Gerçekleşen bu toplumsallaşma sürecinde tir. Asıl amaç; ABD emperyalizminin dünya hakimiözel mülkiyetin ortadan kalkmamış olması, kitlelerin yetini yeni adımlarla pekiştirmek, emperyalist nüfuz mülk edinme özlemlerinin hâlâ sistem tarafından mücadelelerinde yeni üstünlük alanları ve mevziler istismar edebilmektedir. Bu nedenle üretim süre- elde etmek; ve temel önemde bir nokta olarak, siscinin toplumsallaşması, emperyalizme içkin olarak temin biriktirdiği sorunlar ve keskinleştirdiği çelişkiler somutlanırken siyasal gericilikle maluldür. Lenin, zemininde hızla güç kazanma olanakları günden güne ‘’serbest rekabet yerini tekele, demokrasi de yerini si- büyüyen toplumsal muhalefeti ve devrimci akımları yasal gericiliğe bırakır’’(3) derken bu tehlikenin altını daha baştan, daha güçsüz filizler halinde iken ezmek, çizmiştir. Ayrıca Lenin, serbest rekabet kavramının böylece kurulu düzenler ve bir bütün olarak sistem tekrardan geri gelmesinin mümkün olmadığını şu sö- için tehlike olmaktan çıkarmaktır. zlerle açıklar. ‘’…Kapitalizmin gelişmesi öyle bir nokEmperyalist dünyanın bu açık savaş ilanını ve bu çertaya varmıştır ki meta üretimi henüz egemenliğini çevede ortaya konulan tüm öteki iddiaları ciddiye alkorumak ve ekonomik yaşamın temeli sayılmakla mak için her türlü nedene sahibiz. Kaldı ki emperyalisbirlikte, aslında, sarsılmakta ve kârların büyük kısmı para oyunları yapan ‘dehalara’ akmaktadır. tler ilan ettikleri savaşın tüm cephelerinde yani, ezilen Bu para oyunlarının, bu düzenbazlıkların temelinde halklara karşı, kendi ülkelerinde temel demokratik ise üretimin toplumsallaşması vardır; ancak bu hak ve özgürlüklere karşı, dünya ölçüsünde devrimci toplumsallaşmaya değin yükselmiş insanlığın böylece akımlara karşı ve nihayet, sisteme şu veya bu nedengerçekleştirdiği büyük ilerlemeden yararlananlar le, aykırı düşen rejimlere ve akımlara karşı, harekete spekülatörlerdir. Bu temel üzerinde emperyalizmin, geçtiklerine göre, bu konu herhangi bir tartışma gergerici ve küçük burjuva eleştirinin nasıl özgür, barışçıl ektirmemekte ve ciddiye almamızı önemli kılmaktadır. ve dürüst rekabete dönmeyi düşlediğini daha sonra DEVAM EDECEK
SIYAH MAVI
SARI
SAYFA 4
HALKIN KURTULUSU
G E Z İ Ç A R PA R !
ŞİMDİ HALK, YENİDEN SİYASETİN BAŞROL OYUNCUSU Gökhan Kaya
Büyük halk hareketleri; hareketin içinden gözlem yapanların daha önce defalarca belirttiği gibi, tarihin çok hızlı aktığı, toplumsal değerlerin alt üst olduğu dönemlerdir. Bir anda yüzbinlerce kişi sokağa dökülür ve o zamana kadar geçerli değerleri alt üst eder. Yeni bir şey oluşturur ama bunun kabul edilmesi zordur. Gezi’de de bugün kitle hareketinin kısmen geri çekilmesi ile birlikte, hareketin içinde yer almış muhafazakarların, yeni olana karşı direnişi ile karşılaşıyoruz. En büyük direniş ve reddediş ulusalcılardan geliyor. Biliyorsunuz, ‘Gazdan Adam Festivali’ düzenleyerek, hareketi bir tür Cumhuriyet mitinglerine, CHP’nin seçim çalışmasına dönüştürmeye çalıştılar ama başarılı olamadılar. Neden başarılı olamadılar. Aslında çok kalabalık topladılar ama herkes gördü ki; Gezi’yi, Gezi yapan Türkiye toplumu için yeni ve ‘devrimci’ olan şey yoktu orada.
Ama olmaması tesadüf de değildi. Bunu, İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek ve Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi Kemal Okuyan’ ın söylediklerinden net olarak anlıyoruz. İkisi de, Gezi’deki aynı dinamikten şikayetçi. Hatta Perinçek, nefret kusuyor. Bir kaç alıntı yapalım: Perinçek’in yazısından: “Yoğurtçu Parkı’nda toplananlar 200 kişiye kadar inmiş. ‘Sol’ maskeli bazıbaşı bozuklar, Türk bayrağına ‘pis paçavra’ diyorlar. Lice’de, Mustafa Kemal’in askerlerinin karakoluna saldırı düzenleyen uyuşturucu baronlarıyla dayanışma halindeler. 7 Temmuz 2013 Kadıköy manzarası, millet ve vatan gerçeğini anlamayan sözde solcular için, büyük bir eğitimdir. Solun öncüleri, halkla birleşerek, solun kendiliğindencilerini eğitmişlerdir.” Kemal Okuyan’ ın röportajından: “Çünkü solda etkisi var (Liberalizmin). Haziran Direnişi’nin ruhuna uymayan işler yapılmak isteniyor. Laik duyarlılıklar yerine çoğulculuk, ötekine saygı gibi başlıklar öne çıkarılıyor. Haziran Direnişi’nin, buna (gericilik) karşı da isyan olduğunu söylüyoruz. Bir yandan da alternatif iftar organizasyonları düzenleniyor. Bir çok yerde tanığıyız, ‘bayrakla gelemezsin’ diye sağa sola müdahale etmeye kalkan örgütlü solcular var. Şaka gibi” Kemal Okuyan da, Doğu Perinçek de Gezi Direnişi’nin özgürlükçülüğünden, çoğulculuğundan, yataylığından, öncüye ihtiyaç duymamasından, ötekiye saygısından, Kürt’lere ve İslamcılara kucak açmasından rahatsızlar. Özeti, aslında Gezi ruhunun kendisinden rahatsızlar. AKP’ye karşı muhalefetin, eski statükonun, askeri vesayeti temsil eden Türk Bayrağı, Atatürk resmi ve laiklik sa-
radikal.com
vunusu dışında simgelerle kendisini temsil etmesinden, anlatmasından rahatsızlar. Otoriter-despotik sosyalizm fikriyatlarının, bugünün dünyasında kimse tarafından ciddiye alınmamasından, özgürlükçü bir sosyalizm tahayyülünün, kuvvadan fiile geçmesinden rahatsızlar. Gezi’nin yarattığı, demokratik çoğulculuk resminden rahatsızlar. Askeri vesayetin kanattığı, Başbakan Erdoğan’ın ‘benim baş örtülü bacılarıma saldırdılar’ kışkırtmalarıyla kanırttığı laiklik-islam çatışmasının halk tarafından çözülmesinden, Herkesin ‘bir araya gelemez’ dediği Apo bayraklı gençlerle Türk bayraklı gençlerin birlikte yürümesinden rahatsızlar. Her ikisi de, o kitleselliğin Gezi’nin çoğulculuğunun yarattığı geniş bir hegomonik blok sayesinde oluştuğunun da farkında değil. Perinçek ile Okuyan’ı birleştiren şey; eski Türkiye içinde oynadıkları muktedirler arasındaki çatışmanın kuyrukçuluğunu yapma rolünün, artık işe yaramaz hale gelmesinden duydukları tedirginlik. Tarihin çöp tenekesine gitmekte olduklarını, güçlü bir biçimde sezmeleri. Şimdi halk yeniden siyasetin başrol oyuncusu. Sıradan insanlar sokağa çıktı ve siyasetin çeperini yeniden çizdi. Artık AKP ve askeri vesayet artıkları dışında yeni bir güç var siyasette. Halkın sokakta yarattıklarını reddedenleri; Kürt’leri tanımayan, islamcıların yaşam tarzlarını baskılayan, solcuları yargısız infazlarda, hapishanelerde katleden eski statükonun aşıklarını, emin olun özgürlükçü ve çoğulcu Gezi Direnişi de reddedecektir.
İsyanın Kazanımlarını Netleştirmek Bu isyanın şimdiden oluşmuş kazanımlarını netleştirmek; sonraki aşamalara dair öngörüleri biçimlendirmesi ve gelişecek olan bakış açısıyla, yüzünü halka dönme pratiğinin oluşturulması açısından önemlidir. 1. İlk ve en önemli kazanım, dilin yeniden yapılanma ihtiyacını keşfetmesidir. Bu eylemin adı daha konulmamışken ve hala tam olarak konulmamış olmasına rağmen, daha önce adı konularak yapılmış en meşru eylemlere göre ezici bir katılım kazanmış olmasıdır. En kalabalık 1 Mayıs eylemlerini bile balkonlardan ifadesiz izleyen halkın, bu sefer sorgulamadan ve büyük bir coşku ve istekle kendini ‘dahil’ hissetmesidir. Adın konulmamış olmasındaki başarı, dilin kuruluşundaki ve egemenin elindeki belirleyiciliğin kanıtıdır. İnsanlar, bildikleri ama ellerine geçmemiş bir literatürün eksikliğinden dolayı adlandırmadıkları ihtiyaçlarını dile getirmek için sokağa çıktığında; orada ileride bir müze oluşturacak kadar yaratıcı bir literatür oluşturmaya başladılar. Dil, gücünü gerçekle bağındaki katılımından, sokağın dinamikliğindeki birlikteliğinden alır ve dil ait olduğu zümrenin zihninde oluşur, oradaki kelimeleri kullanır. Sırrı Süreyya Önder’in, mücadeleyle örülü geçmişinde kurduğu doğru dilin, bir kepçenin önünde yakaladığı samimiyettir bu isyanı ateşleyen. O’nun bu dili; gücünü Kürt özgürlük hareketini haklı bulan bir Türk’ün, dildeki egemenliğini, hakka dönüştüren ifadesinden alır. Bu çok önemlidir; O’nun gücü Türk kimliğinde değil, Kürt’ü anlayan Türk’ün dilindedir. Kürt’ün dili Kürt’e, Türk’ün dili Türk’e yönelikse eğer; düzeltilmesi gereken Türk’ün dilidir. Fakat Sırrı Süreyya’nın dili, kültürel bir isyanın dili değildir aslen; emekçi bir isyanın dilidir. O yüzden ateşlenen bu fitilin ardından ortaya çıkan genel öfke halindeki asıl büyük potansiyele de, öfkesini dillendirme fırsatı tanınmalıdır uzlaşmadan önce. Adorno, sanırım Fransız Devrimi’yle ilgili olarak, “Köylüler, aydınların diline duydukları güvensizlikte haklı çıktılar” demişti. Burada da işçilerin böyle bir haklılığa ulaşmaları, olacak en olumsuz sonuçlardan biri olur. Bu ülkede sosyalistlerin azınlığı, bu halkın kapitalizmle bir dertlerinin olmadığının değil, dertlerinin adını henüz koymadığının göstergesidir. 2. Yine dil bağlamında, isyan hareketi çok dinamik bir biçimde kendi sorularını ve cevaplarını üretmekte; yöneleceği sistemin adını kendi el yordamıyla kurmaktadır. PKK savaşı sırasında “askere, polise uzanan eller kırılsın” sloganına, bir “vatana sahip çıkma” anlamı yüklenmişken; şimdi bu sloganın düştüğü güçsüzlük hali, o polise uzanan ellerin vatandaşın eli, vatandaşa uzanan elin de polisin eli olduğu gerçeğinin saklanamaz halde olmasıdır. Vatanla, vatandaşın çarpık ilişkisinin ifşa edilmesidir. “Vatandaşa uzanan eller kırılsın!” sloganının oluştuğu noktadır. Dilin değişimi, düşüncenin değişimidir, düşüncenin değişimi de dilin değişimidir; bu ilerleme iyi okunmalıdır. Bu şiddeti gösterenin, polis yerine asker olsaydı da aynı tepkiyi gös-
Onurhan DEMİRKOL terip göstermeyeceklerinin; bu devletin, Türk vatandaşlarına bunu reva görüyorsa, yıllarca Kürt’lere neyi reva görmüş olabileceğinin sorgulanması, 30 yıl boyunca Kürt illerinde olanları da aynı medyadan izlediklerinin farkına varılması, karşı çıkılan şeyin adının konulmasındaki el yordamıdır. Bu noktada Kürt hareketinin isyana destek olup olmayacağı, yanlış bir tartışmadır; halkçılığı reddeden ve katılımlarını siyasi bir desteğe indirgeyen bir bakış açısıdır. Kürtler bir halktır ve isyandadır zaten; bu isyanın öfkesi, onlar için de geçerlidir. Önemli olan, katılımdaki kimliklerinin ortaya koyma zamanlaması olacaktır. Bu ortaya koyma zamanlaması, isyandaki Türklerin empati süreçlerine verilecek zamanla ve AKP’ye bunu kullanma gücünü yitirtecek söylem gücüyle ilişkili olabilir ancak. 3. Karşı çıkılan şeyin adı, bir üretim ilişkisi bağlamına ulaşacak, bilince ulaşmakta olan kitleler daha net bir taraflaşma oluşturacak
ve mücadele o andan itibaren kendine gerçek bir zemin bulacaktır. Bunun ne kadar hızlı gerçekleşeceği, sendikaların teorik ve pratik etkinliğine de bağlıdır. Genel grevin büyümesi, hem sokağın dilini dönüştürecek hem de isyanın sahipliği daha kapsayıcı bir güce sahip olacaktır. İsyana katılan her kesim belli bir çokluktaysa, kenarda kalan kendi azınlığının sessizlik sarmalını kırar. Sendikalizme yönelen uzlaşmacılık eleştirisi, tüm yönleriyle ele alınan bu halk hareketindeki kendiliğindenliğe duyulan saygı doğrultusunda ertelenmeli, büyük bir güçle desteklenmelidir; şu anki süreç, bir ayılma halidir. Gelişmeler, bir çevre eylemi simgesinde başlayan ve etkisini çevre düzenlemelerindeki yasa değişiklikleriyle gösteren başlangıç noktasından, kamu mallarının alınıp satılabilirliğinin sorgulamasına çok kolayca dönüşecektir. Bu süreç, yalnızca bilinen tezlerin vurgulanması noktasında, kendi gerçekliğine doğru ilerler. Eylemin enerjisi, eylemin konulmuş adından çok daha büyük olduğu için, enerji sürdüğü sürece amaç kendine yer arayacaktır. İnsanlar, gün be gün tasarlanan ve meclise sunu-
ÖRGÜTLENMENİN TEMEL KARAKTERİ GEZİDEN SONRA NASIL OLMALIDIR? Cem Kuyumcu Örgütlülük sadece çelik bir parti yapısının, savrulan dalgalar hareketinde pusulayı şaşırmamak için olduğu kadar, topluma yol göstermenin de aracıdır. Toplumu bilinçsizliğe mahkum eden sistem, ancak örgütsel ve dayatılan yaşam dışında başka bir dünyayı savunan ve onun imkanlı olduğunu gösteren, bir biyolojik işleyen makinadır. Örgütün temel amacı siyaset üretmektir ama bu siyaset biçimi, sorunların sadece ve sadece düzen içinde çözülürlüğüne endekslenmemelidir. Düzen örgütleri için kolaydır, kurulu faşist sistemde halk üzerinde zihin yanılmaları yaratmak ama devrimci örgüt, başta proletarya olmak üzere bir çok sınıf, zümre ve katmanı içine alacak en geniş cepheyi oluşturmak kadar, yani asıl düşmanı yalıtıp çember içine alıp, kitleleri içine alan alternatif yaşamı yaratmak, ağ gibi örmekle yükümlüdür. Bu bazen kimlikler, bazen dışlanmış ezilmiş halk ya da halklarla egemen (sayıca üstün, çoğunluğu oluşturan) bir sofrada buluşturmak; bazen etnik kimliklerin haklarını, farklı inanışlardan cemaatleri devrimcileştirmek ama bunu yaparken sınıfsal bakmak ve bu hareketle riçinde sınıf pusulasını kaybetmeden, bu ayrışımı sınıfsal kökene oturtarak olur. Zaten bu ayrımlar, sınıfsal çatışmayı gizlemek için düzen tarafından oluşturulmuş böl, parçala, yönet kapsamında kurgulanmıştır. Asil görev, ezenler ile ezilenler ayrışımı ve açlık ve sefalet içerisinde bırakılmış sınıf kesimlerinin ayrımlarını birliğe çevirip; toplumun en vicdanlı kesimi olan küçük burjuvayı sol mücadelenin öncüsü yapıp, proleter sosyalistleştirmekten geçer. Ancak o zaman, devrimin önü açılır ve kadro sorunu aşılır; aydınların yoksulluk ve ezilmişlik kıskacındaki halka fikirsel öncülüğü, sosyalizmi her alanda ve koşulda savunması, bu sayede mümkün hale gelir. Aynı zamanda, aydınların beynindeki becerileri yaşamla uzlaşır hale gelirse ve öncü bir parti pratiğini ören çelik yapılı partiyle buluşursa, yüz çiçek açsın bir fikir yeşersin olur. Çiçeklerin en dayanıklısı, en kalıcısı baharı halklarımızla birlikte görür. Dayanıklılıktan kastımız; ısrarlı, cüretli, fedakar, bilimsel Marksist-Leninist bir çizgide bakıp, onu ülke koşullarında yeniden temel ilkeler doğrultusunda yaratan, tüm dünya pratiğindeki kazanımları gören, yenilgilerden dersler çıkaran, ülkede sosyal ve ekonomik yapıya müdahale edebilme yeteneğini hızla geliştiren, her yönlü mücadele biçimini kullanan ve öğrenen ve geliştiren, sol içi birliğe önem veren, her koşulda birliği sağlamaya çalışan, ayrımları değil ortak paydaları ortaya sol içinde koyan, kendine güvenen, başka hareketlerden öğrenmekten çekinmeyen, militan, kitle kaygısı yerine sorunu çözme ve devrim hedefi taşıyan, değişik sınıf zümresi kimliği ve kültürü taşıyarak yoluna başlasa bile tüm halk sınıfını kucaklamayı başaran, disiplinli tabanıyla tüm halk kesimleriyle fikir alışverişi yapan, tabandan çıkan sonuçları ya da halkın temel sorunlarına çelişkiye (sınıfsal) dönüştüren örgüttür. Ayrıca içinde ve kadrolarında yeni insani kimliği yaratan ve bu yeni insanı (sosyalist insanı) yaratma becerisi gösteren ama değişik kültürleri yok etmeden, onlara saygı göstererek başaran, halkı düzenden koparan çelik çekirdek ve yapılı, esnek kitle yapılanmasına sahip, iktidara hedefli örgüt olunmalıdır. Bundan sonra askeri yapılanması da olmalıdır ama sadece askeri yapılanma değil.
dilini kurma olanağı sağlanacaktır. Fakat ikinci durumda işçilerin geri çekilme olasılığı, sendikal dayanışmasına bağlıdır. İşçilerin sokağa çıkmasının telkin edilmesiyle şu an sokaktakilerin çoğunluğunun çıkmış olması farklı şeylerdir. Sokaktaki kesim, geçim kaynaklarını kaybetme riskiyle, isyan etme arasındaki sıkışmışlığı yaşamadan çıkmıştır sokağa. Buradaki kendiliğindenlik; şu an işçiler için, öfkeleri daha büyük olsa bile her şeyi göze alacak bir kırılma noktasına ulaşmamıştır. Fakat politik hamle; haklı ya da haksız, yerli ya da yersiz olduğunu bazen deneyimlerin lan yasaların, her zamanki kapitalist içerikler- sonrasında görebilir. ini eylemin söylemine katmaya başladılar. Eylem sırasında yapılan petrol anlaşmaları, Bugünün tüketim dünyasında öfke her zaman özelleştirme ve satış işlemleri, bu coşku içer- uzatılan yemin yakınındaki kitle tarafından ilk isinde daha farklı bir sıralamayla adlandırılıyor önce ortaya çıkacaktır ve bu durum ancak üçüncü artık: “Benim parkımı, şehrimi, ülkemi, varlığımı dünya kapitalisti olan bir ülke olmaktan, gelişen satamazsın!”. Buradaki “ben”lik, ideolojiler- kapitalist ülke olma sürecindeki geçiş sürecinde in ortak zemini olacak gücünü göstermiştir. gerçekleşebilir. Çünkü ilk aşamadaki kapitalizmBu noktada bu satış eleştirisi, bir süre sonra de direnme potansiyeli militarist güçle engellegeriye ulusal sermayeci ve sosyalist iki taraf nirken gelişkin kapitalizmdeki sistem koruması, bırakacaktır; temel olarak ve bu bir ilerlemedir. ekonomik sömürgeler bulmak ve biçimci Böyle bir taraflaşma içerisinde insanlar, bu koca demokratik hamlelerle mümkündür. AKP’nin isyanın hedefi olan pazarlanma olgusunun bir bir din olgusu üzerine kurulması kararı, bu geçiş AKP politikası değil, bir Kemalizm karşıtlığı süreciyle çelişmiştir. Erdoğan yanlış yapmıştır, değil, bir sistem sorunu olduğunu zaman içinde geçiş sürecinde çok açık vermiştir. Tamamen adlandıracaktır. Bu sorgulamanın CHP’nin güçlü biçimsel bir din olgusuna dayandığı için, yüzde olduğu zamanlarda olamamış olmasının nedeni, ellilik payının da çok azı sermayedar olduğu için militarist ve baskıcı mekanizmalarıdır. Bugün yasal düzenlemelerde de gücünü halkın ancak ortaya çıkan halk iradesine, şunlar eklendiğinde yarısına dayandırmak zorunda kalmıştır. Kalan tablo daha net gözükür: AKP, baskıcı ve militarist yarısı için güçlü bir polis gücü oluşturmak zorunbir cumhuriyetçi rejimin ant itezi olarak güçlen- da kalmış ve sömürgeleşme süreci başarısızlığa di. Şimdiki sentez, dinin ve Kemalist sahiplen- uğradığı için bu polis gücü memnuniyetsiz kitmenin; kendilerini gözden geçirmiş ve gelişen leyi kontrol etmek için şiddetinin dozunu hep halk iradesine yüzünü dönmüş bir biçimine yüksek tutmak zorunda kalmıştır. Memnuniyetdönüşecektir. Şu an orduyu göreve çağıracak siz kesim, hala memnuniyetsizliğini üstyapısal bir tek güçlü ses bile çıkartmaya yeltenemeyen araçlarla dile getirmektedir. Sendikaların genel kesimler, dini uğruna AKP rejimini sahiplenmeye grevlerdeki ısrarcılığı ve direnme gücü, hükümede yeltenemiyorlar. Çünkü bu sentezde baskıya tin kendi kitlesini de içine alacağından dolayı yönelik tepki var, pazarlanmaya karşı tepki var, hükümeti çok kolay istifaya getirir. Direnişin gücünü en çok belirleyen şey, bireysel özgürlük gaspına karşı tepki var. Bu üç tepki çeşidi, şu dönüşümlere evrilmelidir: baskı, yıkmak istediği şeyin alternatifini bilmemesi sermayenin, kendini koruması adına herşeyi gerçeğinin, kendini dizginlemesidir. Bu ülke, göze alması, parkın yıkımı, halka rağmen belli üstyapısal olarak çoğunlukla cumhuriyetçiler bir elitin palazlanması uğruna kamu malının ve inançlılardan, altyapısal olarak ise emekçi pazarlanması; bireysel özgürlüğe müdahale ise bir bütünden oluşuyor. sistemin kendi gücünü büyütmesi için gerekli değerlerin empoze edilmesi anlamına gelmektedir. Bu bilinç, kelimelerin gücünden çok eylem pratiğinin yaratıcılarının çeşitlendirilmeleriyle mümkündür. Bu mümkünlük; Kemalist sahiplenmeyi, kapitalizmin tartışılabileceği bir zemine çekecektir. Bu açıdan şu an, Sırrı Süreyya’nın devletle pazarlığındaki kazanım amaçlarında, yanlış bir tahlil olabileceği düşünülmelidir; sendikalaşma artmalı, grevler artmalıdır, emekçiler de öfkesini dillendirecek fırsatı bulmalıdır. Eylem, devrimci bir sonuca ulaşmasa bile elde edilecek kazanımlar kalıcı olacaktır. 4. Bu eylem şu anki karakteriyle bir orta sınıf kimliği taşıyor olabilir. Emekçilerin grevlerle etkili olabilmesi ve devleti ekonomik olarak sarsması durumunda polis işçilere mutlaka saldıracak ya da işverenler işten çıkartma tehdidine yönelecektir. Her iki durumda da isyan büyüyecek ve emekçi çoğunluğun, kendi isyan
Geçici olarak bu üst yapıyla bu altyapıyı birleştirmek, var olan her elementi eşitlikçi ve özgürlükçü bir çatıda birleştirmekle mümkün olabilir; bu, şimdilik göze pek gözükmeyen, küçücük bir parça olarak orada duruyor olmasına rağmen.
Gayri Memnunların İsyanı..
SIYAH MAVI
SARI
SAYFA 9
HALKIN KURTULUSU KUNDURA İŞÇİLERİNİN ÇALIŞMA KOŞULLARI: İzmir/Bornova Işıkkent Ayakkabıcılar Sitesinde, 3200 İşyerinde, Karanlık izbe atölyelerde, düşük ücretle ve sağlığımız tehdit altında, sigortasız çalıştırılıyoruz. Atölyelerde kullandığımız kimyasallar (solvent vb.) sağlığımızı tehdit ediyor. Bir işçinin ortalama geliri, haftalık 250-300 TL. iken, şimdi daha düşük ücretle çalışma koşulları dayatılıyor.
İZMİR KUNDURA İŞÇİLERİ HAKLARI İÇİN ÖRGÜTLENİYOR
ların etkisini havalandırma ile çözdüler. Ancak bizim esas talebimiz, 23.000 işçinin sağlıksız koşullarda çalıştığı sitemizde, meslek hastalıkları hastanesinin kurulması yönündedir.
İNSANCA YAŞANACAK BİR ÜCRET TALEBİ: İnsanca yaşayabileceğimiz, bu hayat pahalılığında ailemizi geçindirebileceğimiz bir ücret talebimiz konusunda, henüz olumlu gelişmeler yok. Bunun nedenlerinden biri de, biliyorsunuz son aylarda sitede, çok sayıda Suriye’li kaçak işçi çalıştırılmaya başlandı. Savaştan kaçan çaresiz insanlar, daha büyük bir cehennemin içine çekildiler. Kundura işverenleri, ÇALIŞMA KOŞULLARININ İYİLEŞTİRİLMESİ İÇİN; Suriye’li kaçak işçileri karın tokluğuna çalıştırıyorİnsanca Yaşanacak Bir Ücret, Sağlıklı Çalışma Ko- lar ve zaten açlık sınırında çalışan bizleri, bununla şullarının Sağlanması ve Meslek Hastanesi, Sigortasız-Güvencesiz Çalışmanın Önlenmesi: Uzun süredir tavizsiz kararlı şekilde sürdürdüğümüz mücadelemiz sonucu, küçümsenemeyecek kazanımlar elde ettik. ‘Sigortasız güvencesiz çalışmanın önlenmesi’ ana talebimizdeki ısrarımız sonucu, maliye müfettişleri Ayakkabıcılar Sitesi’ne geldi. İşyerlerinde sıkı denetimler yaptı. Bu durumda işverenler işyerlerimizi kapatarak, önce kaçma yolunu seçti. Sonunda bizim ısrarlı örgütlü mücadelemizle, şu anda %90 oranında işçi arkadaşlarımıza sigorta kaydı yapıldı. ‘Sağlıklı çalışma koşulları’ talebimiz konusunda ise, işyerlerinin bazılarında solvent vb. kimyasal-
terbiye etmeye çalışıyorlar. Bize “işine gelirse bu ücrete çalış, değilse Suriye’li işçiler daha düşük ücretle çalışıyor, sigorta da yapmıyorum onları” diye tehdit ediyor ve daha düşük ücretle çalışma, dolayısıyla da yoksulluk dayatılıyor. SURİYELİ İŞÇİLER UCUZ EMEK SÖMÜRÜSÜ: Suriye’den gelerek İzmir Ayakkabıcılar Sitesi’nde çalışmak zorunda kalan işçileri, biz Türkiye’li işçiler sınıf kardeşi biliriz. Onların, ailelerini ülkelerinde bırakarak savaştan kaçarak gelmiş olmalarından, karın tokluğuna çalışmaya razı oluşlarından, barınma gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlandıkları gerçeğinden yararlanıyor işverenler. Bizim 3 liraya yaptığımız işi, 1,5-2 liraya onlara yaptırıyor, kayıtlı belgeli olmadıklarından sigorta vb. sosyal haklarını vermiyorlar. Başta, bizlerle karşı karşıya getirdiler ama süreç içerisinde onlarla kardeşleştik. Onlara da mücadelemizi ve taleplerimizi, fırsat buldukça onların dilinde anlattık.
STANDART PROFİLDE DİRENİŞ 100. GÜNÜ GEÇTİ masaya oturtmak için 13 Mayıs tarihinde mesai bitiminde işyerini terk etmeme eylemi yaptılar. Üç saate yakın fabrikada kalan işçiler polisin işyerine gelmesi ile eylemlerine son verdiler. Eylemin ardından 100’e yakın işçi sendikaya üye oldukları ve sendikal faaliyette bulundukları için işten atıldı. Bugüne kadar işten atılan sendikalı işçi sayısı 300’ü aşmış durumda.
Petrol- İş Sendikası, Standard Profil adlı firmanın Düzce’deki işyerinde örgütlenmesini tamamlayıp, toplu sözleşme sürecinin başladığı aşamada, aynı unvanla Manisa Organize Sanayi Bölgesi’nde de bulunan fabrikasında da örgütlenmeye başladı. İşyerindeki sendikal faaliyetten haberi olan Standard Profil yönetimi, Düzce’nin ardından Manisa’daki fabrikasında da sendikanın örgütlenmesini durdurmak, işçileri sendika üyeliğinden vazgeçirmek için bildik yöntemlerini kullanmaya başladı. Tehdit etti, taciz etti, istifaya zorladı, baskı ve mobbing uyguladı. Nihayetinde, Düzce’de belli bir aşamaya gelen işçi-işveren ilişkisinden Manisa’da nasiplerini alamayan, arkadaşlarının üçer beşer işten atılmasına, yönetimin baskılarına isyan eden, toplu işten çıkarılmalara başlanacağının duyumunu alan işçiler, sendika ile yönetimi aynı
Ana sermayesini aldığı fonlarla oluşan Standard Profil, 2011 yılında Bursa’daki fabrikasını kapatarak, Manisa’da faaliyet göstermeye başladı. 1.600 işçinin çalıştığı işyerinde 450’yi aşkın kadın çalışıyor. İşten atılan işçilerin arasında 100 kadar sendikalı kadın işçi var. İşten atılan tüm kadınlar, toplumsal baskılar nedeniyle direnişe katılamasa da, direnişe devam eden, her günleri bir öncekinden zorlu geçen kadınlar mücadele sürecinde öğrenmeye ve özgürleşmeye devam ediyor. Yıllarca ev- iş döngüsünde hizmet etmek/ koşuşturmak, çocuk bakmakla geçiren kadınlar, 100 gündür, kendilerine reva görülen çalışma koşullarına karşı mücadele ediyorlar. Dün olduğu gibi, bugünde toplumun kendilerine biçtiği analık eşlik durumlarından taviz vermeden yaptıkları işe, birde sıcak mücadele eklenmiş durumda. (Sendika.Org’dan alınmıştır)
1MAYIS MAHALLESİ 2 EYLÜL 1977 GECKONDU DİRENİŞİ
KUNDURA İŞÇİLERİNİN MÜCADELE HATTI: Karanlık izbe atölyelerimizden, aydınlık alanlara çıkarak başladığımız ve kararlı bir şekilde sürdürdüğümüz mücadelemiz, İnsanca Yaşanacak Bir Ücret, Sağlıklı Çalışma Koşullarının Sağlanması ve Meslek Hastanesi, Sigortasız Güvencesiz Çalışmanın Önlenmesi gibi haklı taleplerimizin tamamı karşılanıncaya kadar sürdürülecek. Örgütlü mücadelemizle elde ettiğimiz kazanımlar; işçilerin örgütlü mücadeleye güvenini, inancını pekiştirdi. Birbirimize daha kenetlendik ve KUNDURA İŞÇİLERİ DAYANIŞMA DERNEĞİ’ni kuruyoruz. “BU DAHA BAŞLANGIÇ MÜCADELEYE DEVAM” diyoruz.
SURYELİ İŞÇİ MUSTAFA K. ANLATIYOR: Biz çoğumuz Suriye’de ailemizi bırakarak savaştan kaçtık ve buraya geldik, yaşayabilecek ekmek parası için. İlk geldiğimizde 250,00 -300,00 TL’ye Pınarbaşı’nda, Doğanlar’da ev tutuyorduk şimdi çok kötü koşullardaki tuvaleti olmayan, rutubetli evlerden 500-600 TL. kira istiyorlar. İşyerlerinde ise, düşük ücretle çalışırsak işe alıyorlar, kötü koşullarda sağlıksız çalışıyoruz. Kayıtlı olmadığımızdan, sigorta veya tedavi olanaklarımız yok.
12 Bin Tekstil İşçisi Patronlara Kefen Dikiyor Artık Söz Emeğin!
Tekstil işçilerinden ilk grev Söktaş’ta İlk grev Türkiye Tekstil Sanayi İşverenleri Sendikası Başkanı Muharrem Hilmi Kayhan’nın ailesine ait Söktaş’ta başladı. Söktaş Tekstil Sanayi ve Ticaret A.Ş. ile sendika yöneticileri arasında sürdürülen toplu iş görüşmeleri bugün saat 02.00’ye kadar sürerken, yine anlaşma çıkmayınca 07.00- 15.00 vardiyasına gelen işçiler, işbaşı yapmadı. Fabrika girişine, grev pankartı asılırken, işçiler fabrika önünde halay çekti, sloganlar atarak grevde seslerini duyurmaya çalıştı. “Sendikamız sadece işçisinin hak ettiği, emek ve alın terinin karşılığını talep etmiştir. Sendikamızın yıllık 72 gün olan ikramiyeleri 120 güne çıkartma teklifine karşılık 90 günlük ikramiye, ekonominin ve reel enflasyonun baz
alınarak hesaplandığı %15′lik ücret zammı talebine ise % 3 ile karşılık verilerek grev kaçınılmaz hale getirilmiştir” denilen açıklamada, şu ifadelere yer verildi: Sendikamızın iyi niyetle, insan onuruna yaraşır bir ücret için başladığı müzakere süreci çözümü olmayan bir yola sokularak sözün bittiği yere gelinmiştir. Tekstil işçisinin baskıya boyun eğmeyeceği bu yolda 30 işyeri ve işletmede 12 bin üyemiz ile birlikte el ele kol kola, tek yürek olarak bugün itibari ile GREV’İ uygulamaya başlamış bulunuyoruz. Masada demokratik yollarla uzlaşmayan, hak ve emeği sömüren zihniyet, şüphesiz ki bunun hesabını üretimden gelen güçle, tekstil işçisinin bu onurlu yolunda GREVLE çok ağır ödeyecektir.
Antep’teki TÜVTÜRK direnişi sürüyor
Antep’teki TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları’nda TÜMTİS üyesi işçilerin direnişi sürüyor. Direnişe Antep’teki toplumsal muhalefet bileşenleri destek ziyaretlerinde bulunuyor Antep’teki TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları’nda TÜMTİS’e üye oldukları için işten çıkarılan üç işçinin diDayanışmanın, kolektif ve örgütlü çalışmanın, omuz omuza faşist saldırılara karşı durmanın, bedeller ödeme pahasına var olmanın temelleri üzerinde yükseldi 1 Mayıs Mahallesi… Devrimcilerin, komünistlerin ve halkın cesur ve fedakârca duruşuyla Büyük bir değer silsilesi yaratıldı. Anıları ve değerli hatıraları önünde saygıyla eğildiğimiz 2 Eylül 1977 direniş şehitlerini katledilişlerinin yıldönümünde bir kez daha anıyoruz. 2 Eylül 1977’de mahalle halkı dozerler, kamyonlar ve polis arabalarının sirenleriyle uyanmış. Belediye ekipleri polislerle beraber gecekonduları yıkmak için gelmiş. Mahalleli polis ve belediye ekiplerine taşlarla, sopalarla karşı koyarak yıkımı engellemeye çalışmış. Çevrede bulunan yüksek binalara çıkan resmi ve sivil polisler halkın üzerine ateş açarak 12 kişiyi öldürmüş. Mahalleli ölülerin başında yas tutarken dozerler evleri yerle bir etmiş. Bu arada ölenlerden biri, iki yaşında bir bebekmiş. Taş taş üstünde kalmamış ama mahalle halkı yılmamış. Yıkımdan birkaç gün sonra İstanbul’un birçok bölgesinde toplanan yardımlarla ve üniversite öğrencilerinin fiili desteği ile çok kısa süre içinde mahalle tekrar inşa edilmiş. 1 Mayıs Mahallesi büyümeye devam etmiş. Devlet tarafından ‘sakıncalı bölge’ ilan edilen mahallenin nüfusu 80’li yılların başında 10 binlere ulaşmış. ‘Şunları tanıyalım da, kontrol altına alalım’ diyen cunta, mahallenin adını değiştirmiş. Mahallenin yeni adı Mustafa Kemal olmuş.
İşverenler, sürekli işten çıkarmakla ve sınır dışı ettirmekle tehdit ediyor; iş müfettişleri gelirlerse, “burada çalışmadığınızı söyleyin” diyorlar. Türk işçi arkadaşlar bizim kardeşimiz, biz bu durumda çalışmak zorunda kalıyorsak, onların ekmeğini almak istediğimizden değil. Bize de mücadele ettikleri talepleri anlatırlarsa, bizde yapabileceklerimizle destekleriz. Türkiye ve Suriye halkları kardeştir. Selam gönderiyoruz tüm sınıf kardeşlerimize.
renişi 11 Ağustos’tan bu yana sürüyor. Araç muayene istasyonlarının önünde yapılan açıklamada konuşan KESK Antep Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü Ömer Faruk Koç, TÜVTÜRK’teki işçilerin sendikalı oldukları için işten çıkarıldıklarını belirterek “Eğer hükümet gerçekten işçilerin yanındaysa, işçilerin sendikalı olmasının önündeki engelleri kaldırmalıdır” dedi. Genel-İş 1 No’lu Şube Başkanı Süleyman Göçmen de, işçilerin anayasal hakkını kullandığı için işten atıldığını söyleyerek, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nı işçilerin sorunlarını çözmeye çağırdı. Yapılan konuşmaların ardından eylem sona erdi. TÜMTİS, araç muayene şirketi TÜVTÜRK’te 2 Temmuz günü toplu iş sözleşmesi imzalamıştı. Ücretlere yüzde 32 oranında zam yapılmıştı. TÜVTÜRK’te işçiler, işlerine geri dönene kadar eylemlerini sürdüreceklerini belirtiyor. Sendika.Org
Rheinmetall-MAN Fabrikasında İşten Çıkarılanlarla Dayanışmaya!
2014 de ki islerin azlığından dolayı RheinmetallMan yönetimi çalışanlarının bir kısmını sokağa atmaya hazırlanıyor. Oysa daha yeni firmamız Avustralya hükümetiyle 1,1 milyar euroluk bir is anlaşması imzalamıştı. Ve Büyük bir ihtimalle bir o kadar büyük bir anlaşmada önümüzde ki ay İsveç- Norveç hükümetleriyle imzalanacak. Özetle 2015 den 2020 ye kadar sipariş defterimiz dopdolu olacak. Peki bu çıkışlar neden gündeme geliyor. ? Kapitalist işletmeler her daim kar pesinde koşarlar. Bunu sağlarken çalışanlarının durumu pek önemli değildir. Onlara ihtiyaç olduğunda çağrılır yoksa simdi git biz seni yeniden çağıracağız denilir. Su an bizde yapılan durum bu.2014 fazla is yok diye sayıları 147 varan çalışanımız gönderilmek isteniyor. Yapılan sosyal anlaşmada isler açıldığında eski çalışanlar öncelikli olarak çağrılacak deniyor. Bu bir nevi kapımda bekle zihniyetidir. Bu arada çalışanların yasayacakları , karşılaşacağı zorluklar sorunlar, umurlarında olmayacaktır patronların. Kirasını eskisi gibi ödeyememiş, ailevi sorunlarla karşı-
laşmış veya yahut içine düşeceği sorunlardan suca karışma ihtimali olması patronları ilgilendirmez. Onlar için ihtiyaç olduğunda çalışacak emekçiler lazım. Ama biz böyle düşünmüyoruz. Kriz varsa sorumlusu biz değiliz ve faturayı da tek başına ödemek istemiyoruz. Is yerimizdeki bu geçici krizi birlikte asmak için her türlü çözüm araştırılmış değildir. Mevcut kanunlara göre Kurzarbeit’ a daha 16 ay devam edebiliriz. İşsizlerin sayılarını artırmak yerine yardım fonlarından yararlanılabilir ve devletten destek alınabilir. Gençlere karenz bildung hakları sağlanabiliniz. Bizler üzerlerinde kullanım tarihleri yazılan mallar değiliz. Bu nedenlerle bir isçi temsilcisi olarak işyeri yönetiminin almış olduğu isten çıkartma kararını yeniden gözden geçirmesi için 26.08.2013 tarihinden itibaren açlık grevine başlıyorum. Tüm çalışanları birlik ve dayanışma içinde olmaya ve başlatmış olduğum mücadeleyi desteklemeye çağırıyorum. ADA Wien 26.08.2013
SIYAH MAVI
HALKIN KURTULUSU
1 2 E Y LÜ L “ U TA N Ç ”
SARI
SAYFA 10
FAŞİST DİK TATÖRLÜĞÜN CUNTA YÖNETİMİ Yükselen Devrimci Halk Hareketi ve Sınıf Mücadelesinin önünü kesmek için Emperyalist bir operasyonla 12 Eylül; günlerden utanç! İdam edilen, işkencede katledilen, gözaltında kaybedilen, 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünün zindanlarında yitirdiğimiz insanlarımızı, Turkiye devrim tarihinin tüm onurlu militanlarını, zindanlarda teslim olmayan direnen tüm devrimci ve komünistleri, saygı ile anıyor, onların ana-baba, kardeş, eş ve yoldaşlarının, yıllarını ceza evinde geçirmiş ve hala geçirmekte olan devrimciler, komünistler önünde saygıyla eğiliyoruz.. Nejdet Adalı... Sedat Soyergin... Erdal Eren... Veysel Güney... Ahmet Saner... Kadir Tandoğan... Mustafa Özenç... Ethem Coşkun... Necati Vardar... Seyit Konuk... Ali Aktaş... Ömer Yazgan... Erdoğan Yazgan... Mehmet Kambur... Ramazan Yukarıgöz... İlyas Has... Hıdır Aslan.. ŞAN OLSUN 12 EYLÜL ŞEHİTLERİNE- FAŞIZME ÖLUM HALKA HÜRRIYET
“ASMAYALIM DA BESLEYELİM Mİ?”
diyen Faşist Diktatörlüğün 12 Eylül Cunta Yönetimi, 1 milyon 683 bin kişiyi fişledi. Açılan 210 bin davada, 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. Binlerce emekçiye kıyım, işkenceler, sürgün ve hapisle saldıran; emperyalizmin uşağı Faşist Cunta, idamlarla devrimcileri darağaçlarına gönderdi. Halkın Evlatları, yiğit devrimciler “Darağaçlarında da, Devrim ve Sosyalizme, Halkın Kurtuluşuna olan inançlarını haykırarak yıldızlaştılar” Deniz Gezmiş idam sehpasında “Yaşasın tam bağımsız Türkiye. Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi. Kahrolsun emperyalizm. Yaşasın işçiler, köylüler” diye haykırdı ve isyan ateşini, onlardan sonraki cuntanın katlettiği 17 kah-
raman komüniste devretti. 12 Eylül Askeri faşist cuntası; halkın emperyalizme karşı bağımsızlık ve hakları için yükselen mücadelesini bastırmak için, devrimci önderleri, darağacına
Bugün (31.08.2013) Stuttgart’a yapılan miting ve yürüyüş beş yüze yakın bir katılımla saat 16.00’da yapıldı. Eylemde yapılan genel açıklamada, gerek savaş ve gerekse de bölgede yapılan son katliam ve saldırılar ile ABD’nin bölgeye dayatılan savaş çığırtkanlığı protesto edildi. Rojava katliamı ve son kimyasal saldırılara dikkat çekilen konuşmalar, dağıtılan bildiriler ve taşınan pankartlar da son gelişmelere dikkat çeken önemli çağrılar oldu. Rojava Yalnız Değil Yanınızdayız. Savaşa Hayır . Stuttgart’ tan HK. Okurları.
1 Eylül Dünya Barış Günü Ankara’da da emek ve demokrasi güçlerinin gerçekleştirdiği miting ile kutlandı. Türkiye ve Ortadoğu’daki savaş politikalarına karşı miting Toros Sokak’tan başladı. Yürüyüşte Reyhanlı’dan Rojava’ya katliamlar, Suriye ve Mısır’a emperyalist politikalara karşı sloganlar tıldı, pankart ve dövizler taşındı. Tertip Komitesi adına, HDK İl Yürütme Kurulu üyesi Harun Çakmak “yeni savaşların eşiğinde 1 Eylül Mitinginde düzenlendiğini söyledi. Suriye, Rojava, Mısır, Kürt coğrafyası gibi Ortadoğu’nun genelinde hakim olan savaş politikalarına değinen Çakmak, Rojava’da aylardır süren ve tarihin gördüğü en vahşi katliamlardan birisi yaşanıyor. Rojava’da emperyalist devletlerin desteklediği El Kaide, dünyanın gözü önünde katliamlara devam ediyor. AKP iktidarı da bu katliamları açıktan destekliyor” dedi. Çakmak son olarak AKP’yi Suriye konusunda uyardı ve Vietnam Savaşı’nda emperyalistlerin düştüğü bataklığı hatırlattı. Ortak açıklama daha sonra Kürtçe ve Arapça da okundu. 1 Eylül Dünya Barış Günü İZMİR’de Basmane Meydanında toplanan kitle pankart, flamalar ve sloganlarla KONAK Meydanına doğru yürüdü. Yürüyüş sırasında sayısı 3-4 binleri bulan kitle “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” “Yaşasın Halkların kardeşliği” “Rojova yalnız değildir” “Faşizme karşı omuz omuza” ve diğer sloganları coşkuyla attı. Konak Meydanında toplanan kitle, basın açıklaması ve konuşmaları sloganlarla destekledi.
BERLİN 1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ YÜRÜYÜŞÜ EMPERYALİST SAVAŞA HAYIR HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ! BERLİN ENTERNASYONAL İNSİYATİFİ
1 Eylül Dünya Barış Günü İstanbul
gönderdi. Necdet Adalı (7 Ekim 1980 Ankara), Serdar Soyergin (25 Ekim 1980 Adana), Erdal Eren (13 Aralık 1980 Ankara), Veysel Güney (10 Haziran 1981 Gaziantep),
Ahmet Saner ve Kadir Tandoğan (25 Haziran 1981 İstanbul), Mustafa Özenç (20 Ağustos 1981 Adana), Seyit Konuk, İbrahim Ethem Coşkun ve Necati Vardar (13 Mart 1982 İzmir), Ali Aktaş (23 Ocak 1983 Adana), Ramazan Yukarıgöz, Ömer Yazgan, Erdoğan Yazgan ve Mehmet Kambur (29 Ocak 1983 İzmit), İlyas Has (6 Ekim 1984 İzmir), Hıdır Aslan (24 Ekim 1984) Faşist Diktatörlü’ğe yalvarmayan, aman dilemeyen, idam sehpalarını tekmeleyerek ölüme gülen bu kahraman devrimciler; bu gün direnişlerde, grevlerde, üniversitelerde ve yaşamın her alanında önderlerimiz olmaya devam ediyor. Faşist diktatörlük ve onun hükümetleri, yükselen Halk Hareketini engelleyemiyor.
1 Eylül Dünya Barış Günü etkinlikleri kapsamında İstiklal Caddesi’nde yüzlerce kişi “barış” için insan zinciri oluşturdu. Eylem yapanlara İstiklal Caddesi’nden geçenler alkışlarla destek verdi. Polis ise İstiklal Caddesi’nin Taksim Meydanı girişine barikat kurarak geçişlere için vermedi. Dolmabahçe ve Kadıköyde insan zinciri oluşturanlara polis engel olmak istedi. Daha sonra toplanarak sloganlarla eylem gerçekleşirildi. Taksim Gezi Parkı halka kapatıldı.
SIYAH MAVI
SARI
SAYFA 11
HALKIN KURTULUSU Parti Bayrağı`nın 1. sayısı, 1 Mart 1978’de yayın yaşamına katılırken, ÇIKARKEN başlığı altında şunları yazıyordu;
ÇIKARKEN
“Bugün gelinen yerde ülkemizde en temel görev, proletarya partisinin inşasıdır. Ülkemizde proleter devrimci hareketin gelişmesinin tarihi özellikleri, proleter devrimcilerin birleştirilmesini de bu görevin gerçekleştirilmesinin bir unsuru olarak ortaya koymaktadır. Proleter devrimcilerin birleşmesine, ideoloji-siyasi bir temel teşkil edecek ve proletaryanın devrimci partisinin inşasının temeli olacak olan; devrimci proletaryanın mücadele platformunun, proletaryanın Marksist-Leninist programının ortaya konması görevi bugün gerçekleştirilmiştir.
İşte biz sosyalistler, bu ikiyüzlülüğü açığa seriyor, sahte etiketleri söküyoruz; bunu da, sınıfsız bir edebiyat ve sanata varmak için değil (çünkü böyle bir şey sınıf-dışı, sosyalist bir toplumda olabilir ancak) ama, gerçekte burjuvaziye bağlı bu ikiyüzlü özgür edebiyatın karşısına, açıkça proletaryaya bağlı, gerçekten özgür bir edebiyat çıkarmak için yapıyoruz.
Devrimci proletaryanın Marksist-Leninist, azami- asgari programının ve buna bağlı olarak en temel siyasetlerinin ortaya konması, kaçınılmaz olarak bir dizi mücadelenin ürünüdür. “ İçinden geçilmekte olan küreselleşen kapitalist-emperyalist sistemin sınır tanımaz kavurucu barbarlığı, dünya halklarının bu gerçekliğe karşı domino taşları gibi birbirinin ardı sıra gerçekleşen, kendiliğinden kalkışmaları, tüm Orta-Doğu, Balkanlar ve Kafkasya üçgenini saran emperyalist saldırı ve talan süreci ve bölgesel savaşlar ve ülkemizin gün geçtikçe daha da yoksullaştırılan isçi ve emekçileri, her an komşu halkları tehdit eden savaş hazırlıkları ve on yıllardır ağırı baskı ve sömürü karşısında silahlı kalkışma içersinde olan Kürt işçi ve emekçilerinin ‘Barış’ yaygaralarıyla yeniden mevcut düzene endekslenme ihaneti ve çoğaltılabilecek örneklerle açıkça görülmekte olduğu gibi; Dünya genelinde ML bir çizginin yeniden var edilmesi ve buna paralel olarak ülkemizde yeniden bir ayağa kalkışın ve tüm uluslardan proletaryanın ortak Devrimci Komünist Partisinin inşası, diyalektik bir zorunluluk olarak durmaktadır tarih sahnesi karşısında. Bugün gelinen aşamada ise, uluslararası ve ulusal platformda; her türden revizyonizme, tasfiyeci-reformist ihanetin ekollerine, Avrupa Komünizmi’ne, Titoizm’e, Kuruşçev’ciliğe, Troçkizm’e ve Anarşizm’e ve Marksizm-Leninizm’in kapitalist-emperyalist global sistem içerisinde entegre edilmesi için sürdürülen post-modernist çabalara karşı; dünya, ortak coğrafya ve ülkemizdeki tüm devrimci komünist dinamikleri bir araya getirmek ve ülkemizde tüm uluslardan proletaryanın birleşik devrimci komünist partisini inşa etmek ve tek bir çatı altında toparlanabilmek amaç ve hedefiyle, yeniden yayın yaşamına başlıyor. PARTİ BAYRAĞI, bu koşullarda yaşamsal bir gereksinmenin ürünü olarak yaşam bulmaktadır.
Bu edebiyat özgür bir edebiyat olacaktır çünkü, bu edebiyatın saflarına hep yeni güçler katacak olan şey, hırs ya da kariyerizm değil, sosyalizm fikri ve emekçilere duyulan yakınlık olacaktır. Bu edebiyat özgür olacaktır çünkü, bir takım içi geçmiş kadınlara, şişmanlamaktan yakınan, canı sıkkın ‘üst tabaka’ya değil; ülkenin gözbebeği, gücü ve geleceği olan milyonlarca, yüz milyonlarca emekçiye hizmet edecektir. Bu özgür edebiyat, insanoğlunun devrimci düşüncesindeki son sözü sosyalist proletaryanın deneyi ve canlı faaliyetiyle zenginleştirecek; geçmişin deneyi (ilkel, ütopik biçimlerinden başlayarak, gelişen sosyalizmin vardığı son aşama olan bilimsel sosyalizm) ile günümüzün deneyi (işçi yoldaşların bugünkü mücadelesi) arasında sürekli bir karşılıklı etki yaratacaktır. Edebiyatın, mekanik bir ayarlamaya ya da aynı bir düzen içine konmaya, çoğunluğun azınlık üzerinde baskı yaratmasına açık olmadığı, su götürmez bir gerçektir. Bu alanda kişisel girişkenliğe, bireysel eğilimlere, düşünce ve hayal gücüne, biçim ve içeriğe kesinlikle daha geniş yer verilmesi gerektiği de kuşku götürmez. Bunların hiç biri yadsınamaz; ama bütün bunlar, proletarya partisi davasının edebi cephesinin, öbür cepheleriyle mekanik bir biçimde bir tutulamayacağını gösterir sadece. Ancak bu da, burjuvaziye ve burjuva demokrasisine yabancı ve garip gelen edebiyatın mutlaka, ister istemez sosyal-demokrat parti çalışmasının bir öğesi olması gerektiğini, bu çalışmanın bütün öbür öğelerine ayrılmaz bir biçimde bağlı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Gazeteler, çeşitli parti örgütlerinin organları hali-
“Bu parti edebiyatı ilkesi nedir? Sosyalist proletarya açısından edebiyat, bireyler ya da topluluklar için bir zenginleşme aracı olmamalıdır diyemeyiz sadece; edebiyat proletaryanın genel davasından bağımsız, bireysel bir girişim olamaz kesinlikle. Kahrolsun partisiz yazarlar! Kahrolsun edebiyatın üstün insanları! Edebiyat, proletaryanın genel davasının bir parçası haline gelmeli, bütün proletaryanın politik olarak bilinçli bütün öncüleri tarafından harekete geçirilen o tek ve büyük sosyal-demokrat mekanizmanın ‘küçük bir çarkı ve vidası’ olmalıdır.“ (1) Lenin, bu vurgulamasında çok açık ve net olarak parti edebiyatın öneminden ve yerinden bahsediyor ve şöyle devam ediyor. “Her benzetmede bir kusur vardır” der bir Alman atasözü, bir benzetme karşısında çığlığı basacak isterik aydınlar bulunacaktır belki de. Ancak bu gibi çığlıklar, burjuva aydın bireyciliğinin bir ifadesinden başka bir anlama gelmeyecektir.
yaşarken; emekçi yığınların yoksulluk içinde süründükleri bir toplumda gerçek, fiili hiçbir ‘özgürlük’ olamaz. Siz Bay Yazar; sizden allı pullu, çerçeve içinde açık saçıklık ve ‘kutsal’ sahne sanatı üstüne örtülü bir kılıf içinde fuhuş isteyen burjuva yayıncıya karşı, burjuva kamuya karşı özgür müsünüz? O mutlak özgürlük denen şey, ya bir burjuva palavrasıdır, ya da (bir dünya görüşü olarak anarşizm, tersine çevrilmiş burjuva düşüncesi olduğu için) anarşist bir palavradır. İnsan hem toplum içinde yaşayıp, hem de ondan özgür olamaz. Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun özgürlüğü; para kesesine, çürümeye, satılık olmaya gizlice (ya da ikiyüzlü biçimde gizlice) bağımlılıktan başka bir şey değildir.
ne gelmeli ve bu gazetelerin yazarları mutlaka bu örgütlerin üyesi olmalıdırlar.” İkinci olarak da, sayın burjuva bireyciler, mutlak özgürlük üstüne çektiğiniz söylevlerin, ikiyüzlülükten başka bir şey olmadığını söyleyeceğiz sizlere. Para gücü üzerine kurulmuş bir toplumda, bir avuç zengin insan asalak halinde
O halde yoldaşlar, iş başına! Yeni ve güç bir görevle karşı karşıyayız ama, sosyal-demokrat işçi sınıfı hareketine kopmaz bir biçimde bağlı, geniş, zengin ve renkli bir edebiyatı örgütlemek gibi soylu ve gönendirici bir görev. Bütün sosyal-demokrat edebiyat, Parti edebiyatı haline gelmelidir. Bütün gazeteler, dergiler, yayınevleri, vs. çalışmalarına hemen yeniden çeki düzen vermeli; Partinin şu ya da bu örgütüyle, şu ya da bu biçimde bütünleşecek bir şekle doğru gitmelidir. ‘Sosyal Demokrat’ edebiyat, ancak o zaman kendi adına gerçekten yaraşır bir hale gelecek, ancak o zaman görevini yerine getirecek ve burjuva toplum çerçevesi içinde bile, burjuvaziye kölelik etmekten kurtularak, gerçekten en ön saflarda yürüyen ve sonuna kadar devrimci olan sınıfın hareketi içinde yer alacaktır.“ (2) PARTİ BAYRAĞI, bu ilke ve şiarla yola çıkmaktadır. Ama bu, PARTİ BAYRAĞI’nın tüm hedef ve amacını açıklamaya yetmeyecektir. PARTİ BAYRAĞI esas olarak, devrimci komünistlerin elinde güçlü bir silah ve birleşik bir Devrimci Komünist Partinin yaratılmasında yaşayan canlı bir kılavuz işlevini yerine getirmek amacıyla katılmaktadır yayın yaşamına. ML’ in tüm düşmanlarına karşı ideolojik ve siyasi mücadelenin bir kalesi; proleter devrimci bir programın oluşturulmasında bir canlı organ ve bu program aracılığı ile tüm uluslardan işçi sınıfı ve emekçi halkla bütünleşen bir çekim merkezi olma hedefindedir. PARTİ BAYRAĞI, bu yeniden çıkış iddiasıyla; tüm Devrimci Komünistlerin, ML okulu olma ve devrimci proletaryanın ideolojik ve siyasi arenada yolunu aydınlatmada bir ışık ve aynı zamanda ortak aklın ve iradenin oluşmasında bir kaynak olma yolunda Devrimci Komünist bir iradenin, aklın ve cesaretin ürünü olarak var olacak ve yaşayacaktır.
OKUR MEKTUPLARI
B e ş i k t a ş Te k n i k D i r e k t ö r ü B i l i c : “ S o s y a l i s t B i r Ta k ı m Ya r a t ı y o r u m ” Sosyalist kimliğiyle bilinen Beşiktaş Teknik Direktörü Slaven Bilic, siyah-beyazlı kulüpte sosyalist bir takım meydana getirdiğini söyledi. Beşiktaş Teknik Direktör Slaven Biliç, Gazian tepspor ’u 2-0 yendikleri karşılaşmanın ardından düzenlediği ba sın toplantısında, Radikal Gazetesi Spor Müdürü Uğur Varda n’ın “Sosyalist Bilic’ in, takımının oyun stratejisi ne kadar
paylaşımcı, ne kadar toplumsal? ” sorusunaysa şu yanıtı verdi: “ Takım olarak oynuyoruz. Buradaki felsefe, güç halkındır. Oyunculara bunu anlatmaya çalışıyorum. Takımda zenginler ve fakirler yok, sınıflar yok. Halkın desteği var. Sınıfları orta dan kaldırarak, gücü halka vermeye çalışıyoruz. O bakımdan, sosyalist bir takım yaratıyorum diyebilirim.” Bilic, geçtiğimiz ay Beşiktaş Dergisi ’ne verdiği röportajda da
Dersim’ in Pertek ilçesinde Cem İLGÜN, İsmail CEM, Okan TEMÜRBOĞA , Muharrem İLGÜN isimli çocuklar maske takarak birbirleriyle oyun oynamaktadırlar. Aynı mahallede bulunan fasist korucu ailelerinin kapılarının önünden geçerken çocukları gören korucuların kadınları emniyeti
“ Madem ki Ölüyoruz Öyleyse Varız”
Sanıyorum uzun zamandır, eviniz sandığınız bu ülkede yaşadığı şüpheli- görünmediği kesin cinlerden sayıyordunuz bizi; bunu konuşmalarınızdan, yaptığınız yasalardan, düzenlemelerden falan anlıyorduk. Seslenişleriniz hep benzerlerinize, evin odalarını paylaştığınız arkadaşlarınıza yönelikti çünkü, biz arada “hey” diyorduk, “bakın buradayız ve olanlardan hoşlanmıyoruz”, kimse cevap vermiyordu bize. Biz yoktuk, istemediğimiz ne varsa oldukça tepeden bir biçimde gerçekleştiriliyordu, açıklama falan da yapılmıyordu bize, mekanlarımız yok ediliyor, yollarımız daraltılıyor, ifade imkanlarımız giderek daraltılıyor, düşlerimiz çöpe atılıyor ve sorduğumuz sorulara cevap bile verilmiyordu. Anlamıyorduk, anlamadıkça cin olduğumuza daha çok inanmaya başladık. Devlet, onun seçtiği yurttaşlar, yöneticiler, yazarlar, doktorlar, öğretmenler, yargıçlar, savcılar, falanlar filanlar birlikte bir saadet zinciri kurmuş, zinciri ülke sınırlarını aşacak biçimde uzatıyorlardı. Niye bizi almıyorsunuz içeri, biz yurttaş değil miyiz bile diyemiyorduk, demeye kalkışan sesler için anında mekanın akustiği bozulup, mikrofonun kablosu kesilip bir kara delik yaratılıyordu. Kısaca hiçbir yerde artık yoktuk. Önce tam anlayamadık, özellikle bütün zamanlarda sesleri kapatılanlar alışkın olduğu için hiç anlamadılar ama ortada bir tuhaflık vardı; adına sonradan “iplenmeyen yurttaşlar” denilen bir kadro sessizleşerek saadet zincirinin dışındaki mutsuzlar zincirine taşınıyor, önlerinde “mutsuzluk meleğiyle” sürüldüğü dehlizlerde cep telefonlarının ışığıyla yürümeye çalışıyordu. Arada birbirlerine “biz var mıyız, burası neresi” türünden mesajlar atarak, sadece varlığının teyidine çalışıyordu. Bir yerde oturuyorduk örneğin, gelip üzerimize bina dikiliyordu, yürüdüğümüz yollara çukur kazılıyor, başka çok fena şeyler
edilmeyi sevmiyoruz, herkes işini yapsın ama cinlere de memurları gibi davranmasın istiyoruz. Bunları söylüyorduk durmadan, kendini yöneticiliğe fazla kaptırmış herkese fısıldıyorduk bu bilgiyi, bakın diyorduk Lacan’ın dediği gibi “kendini kral sanan bir deliden daha gülünçtür, kendini gerçekten kral sanan bir kral”, bunları anlaşabilmek için söylüyorduk. Kötü niyetle değil, çünkü insanın anakronik yanılsaması feci bir şeydir, dünya değişmiş, siyaset değişmiş ama birileri sanki on sekizinci yüzyılmış gibi davranmayı sürdürünce, uyarmayı insanlık borcumuz sanıyorduk. İşte böyle biz yüzde ellinin dışında kaldığımız için görünmez kılınan cinler sadece görünelim diye çıktık sokağa. Başka bir derdimiz yoktu, sadece varolduğumuzu anlamanızı istedik, bu kadarına bile dayanamadınız, feci şeyler yaptınız göründük diye, belki mahcup olursunuz diye şakaya vurduk çok şeyi, belki siz de gülersiniz ve bu kadar ciddiyet hakikaten komikmiş dersiniz diye. Bekledik, bağırdık, istemediklerimizi haykırdık, cinler de bu ülkede yaşıyor dedik, gazladınız, copladınız gene aldırmadık, bekledik, ya ne var bunda, dersiniz diye ama siz arkadaşlarımızı, çocuklarımızı öldürdünüz. Şakanın zamanı o an bitti. Cinler sadece göründüler, gündüzleri ve geceleri sokakları beklediler. Çocuklarımızın canını yaktınız. Şaka o zaman bitti. Cinler dedi ki size “Varız, öldüğümüze göre inkar edemezsiniz varlığımızı”, cinler ‘gezi’ye bundan çıktı işte. Neden şöyle bağırdılar bir düşünün bence: ”Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” diye. Düşünün, madem ki ölüyoruz öyleyse varız.
de yapılıyor ama bunlar sanki yokmuşuz gibi yapılıyordu. Seçmişlere ve şükredenlere seslenişlerin sevecenliğine karşıt olarak arada biz cinlere de dolaylı biçimde sesleniliyor, nedense bu sesleniş ünlemle başlayıp ünlemle bitiyordu. Giderek var olmadığımıza inanmaya başlamıştık. Yaşadığımız şehirlerde bizim için hazırlanmış yasak levhaları da olmasaydı hepten hiçlikte kaybolurduk. Yapma!, içme!, tutma!, dolaşma!, sevme!, gezme!, yeme! falan gibi anlamakta zorlandığımız tabelalar çoğaldı, gerçekten anlamıyorduk. Anlamıyorduk, komik buluyorduk hatta, akıl dışı buluyorduk çok şeyi. Ama bizim güldüğümüz şeylere gülmüyordu kimse, çok ciddiydiler ve fena bıyıkları vardı ve herkesi azarlıyorlardı. Bakın diyorduk, cinlerin de bir sabrı, fıtratı, tahammül sınırı var, azcık uzak durun, her şeye karışmayın, evet ülkeyi yönetiyor olabilirsiniz ama bizim varlığımızı ele geçirdiğiniz anlamı çıkmaz bundan, valla çıkmaz, biz başka bir dünyanın çocuklarıyız, o dünyada bize ne yapacağımızı tarif eden yöneticiler yok, basit bir işbölümü olarak bakıyoruz bütün yöneticiliklere, kendini bir kurumu yönetirken oranın sahibi gibi davrananlarla çok eğleniyoruz, gülünç çünkü; ayrıca bu kadar sertliği, otoriter dili anlamıyoruz, gülünç çünkü, belediye başkanları, müdürler, amirler, politikacılar tarafından durmadan tehdit
http://fraksiyon.org/ dan alınmıştır
SIYAH MAVI
HALKIN KURTULUSU
SARI
12 SOSYALİZMİN MEŞALESİ YANMAYA VE YOLUMUZU AYDINLATMAYA DEVAM EDİYOR. Tüm yaşamı boyunca, teorisiyle, pratiğiyle proletaryanın, ezilen halkların mücadelesine önderlik yaptı. İlk komünist örgütlenme, ilk Enternasyonal Marks’la birlikte onun eseriydi. 1820’de Almanya’da dünyaya gelen Engels, yaşamı boyunca, barikatlardan barikatlara koşarken, Anti-Dühring, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Doğanın Diyalektiği gibi eserler verirken, sınıfsız ve özel mülkiyetsiz yeni bir toplumun kurulması amacına sadık kalarak ölümsüzleşti. Lenin’in deyimiyle “O Sosyalizmin meşalesiydi” Meşale hala yanmaya ve yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. (28 Kasım 1820, Barmen-Elberfeld (şimdiki Wuppertal) - 5 Ağustos 1895, Londra),
—”Özel mülkiyeti yok etme niyetimiz, sizi dehşete düşürüyor. Oysa şu anki toplumunuzun onda dokuzu zaten özel mülkiyetten yoksundur; onun bir azınlık için var olması, yalnızca onda dokuzunun ellerinin boş olması sayesindedir. Bu yüzden bizi; varoluşu için gereken koşulun, toplumun ezici çoğunluğunun özel mülkiyetten mahrum olması olan bir mülkiyet formunu yok etmek istediğimiz için kınıyorsunuz. Tek kelimeyle bizi, sizin mülkiyetinizi yok etme niyetimizden dolayı kınıyorsunuz. Kesinlikle öyle, niyetimiz tam olarak budur”
Varsın bizim için, düşüncelerimiz uğruna kolaylıkla feda edebileceğimiz sevgi, çıkar, zenginlik olmasın; bu düşünce bize her şeyin kat kat fazlasını verecektir! Savaşacak ve kanımızı dökeceğiz, düşmanın acımasız gözlerine korkusuzca bakacağız ve son nefesimize kadar savaşacağız! Bayrağımızın, dağların doruklarında nasıl dalgalandığını görmüyor musunuz? Yoldaşlarımızın kılıçlarının nasıl parıldadığını... görmüyor musunuz? Onların orduları dört bir yandan harekete geçmiş, vadilerden bize doğru koşuyor, şarkılar söyleyerek dağlardan iniyor. Büyük karar günü, halkların kavga günü yaklaşıyor ve zafer halkların olacaktır!
F.Engels
“Hayır hiç yenilmedik, çekildik yalnız / Ve şimdi olduğumuz yerde / Ve ayaktayız Diyorlar ki elbette doğru / Kim katılmak istemez onlara / Kim duymak istemez böyle bir suçu” 12 Eylül Utanç Müzesi, 10 Eylül 2013 günü Ankara’da, 12 Eylül 2013 günü İstanbul’da açılacak. Her yıl müze bir ana temayla açılıyor. Bu yılki müzenin ana teması HAZİRAN DİRENİŞİ’ne atfedilmiş. Haziran direnişinde atılan her bomba, yapılan her zulüm, sıkılan her kurşun 12 Eylül ürünüdür. 12 Eylül gazıyla, tomasıyla, copuyla, bombasıyla, kurşunuyla, bütün kurum ve kuruluşları ile devam ediyor. PROGRAM: Ankara 10 Eylül saat 18.30 12 Eylül Utanç Müzesinin açılışı: * 11 Eylül saat 12.30 Mamak cezaevinin önünde Raci Tetik yargılansın basın açıklaması, * 12 Eylül saat 04.00 de Ankara Radyosunun önünde Demokrasi nöbeti ve demokrasi bildirisinin okunması, * 12 Eylül saat 18.30 Amerikan Büyükelçiliği’ne yürüyüş ve siyah çelenk bırakma.
“Aradan koskoca 14 yıl geçti. 17 Ağustos 1999 depreminin hemen ardından yaşadığımız 12 Kasım 1999 Düzce depremini tekrar yaşatırcasına; Van bölgemiz 9 Kasım 2011 de 5,6 büyüklüğünde bir depremle tekrar sarsıldı. Kapitalizmin kuşatması altında, yağmurların bile felakete dönüşebildiği yurdumuzda yapılan bütün bilimsel ve mesleki uyarılara rağmen, Yerel ve merkezi iktidarlar, kendi siyasal ve ekonomik çıkarlarını korumak ve egemenliklerini sürdürmek adına, yüz binlerce insanı tehlikeye atmaktan çekinmiyorlar. Nükleer tehdidin çok acı sonuçları yaşanan bir dünyada hala nükleer santraller kurmak için inat ediyorlar. Parklarımız, bostanlarımız, tarım alanlarımız, ormanlarımız, derelerimiz, tepelerimiz yağmaya açılıyor, otopark çatı katlarına ve AVM alanlarına dönüştürülmeye çalışılıyor. Bu da yetmezmiş gibi fırsat bu fırsattır denilerek deprem olgusu ile insanlar korkutularak dönüşüm projeleriyle yerlerinden ediliyor. Okullarımız, hastanelerimiz, mezarlarımız özelleştiriliyor, rant alanı ilan ediliyor. Tarihi stadyumlar, sinemalar yıkılıp yerine avm’ler, oteller, rezidanslar, kışla ve saray bozuntuları inşa edilmeye çalışıyor. Üstelikle yaşam hakkı kadar kutsal bir hakkı savunan insanların üzerine polisler salınıyor, insanlar öldürülüyor, sakat bırakılıyor, tutuklanıyor, gözaltına alınıyor. Depremle insanlık yeraltına gömülürken, yeryüzü emekçilere sömürü, zulüm!
HALKIN KURTULUŞU İmtiyaz Sahibi ;Zeki Irmak
Yazı İşleri Müdürü Hatice Zuhal Göktepe
‘’sene 45 mevsim yazdı gökyüzünde lanet vardı uyumuştu tüm çocuklar güneş bile utanmıştı. Çok uzakta bir ülkede Yıllar yıllar önce Kuşatılmıştı insanlar, karanlığın nefesiyle Susmuştu bütün şarkılar, bu utanç yağmuruyla Solmuştu butun çiçekler kan kırmızı topraklarda Sene 45 mevsim yazdı Gökyüzünde lanet vardı Uyumuştu tüm çocuklar Güneş bile utanmıştı’’
KARABURUN DOGASINA SAHIP ÇIKIYOR
Karaburunda kurulması planlanan taş ocakları, rüzgar elektrik santralleri ve balık çiftliklerinin tarihi yarımadanın doğasına zarar vererek yaşam alanlarını kirleteceğini ifade eden Karaburun ve çevre köylerinden halkın katıldığı 300 kişilik kitle ile Karaburundan-İzmir konak meydanına yürüdüler. Köylüler “Meralar yok olmasın” , “Keçileri mi kaçırdınız” , “Maden ocakları istemiyoruz” , “Balık çiftliklerine hayır” pankartları açtı; sloganlar ve basın açıklamasıyla eylem sona erdi.
YÖNETİM YERİ-ANKARA İzmir cd. sümer 1 sk. no:7-8 Kızılay
h t t p : / / w w w. h a l k i n k u r t u l u s u . i n f o
“Yıkılmak devrimlerin kaderinde mi var, yoksa devrimleri yıkan insanlar mı? İnsanlar, toplum, devrimin yıkılmasını engelleyebilir mi, engelleyemez mi? Ben bu soruları çok kere sordum kendi kendime. Ve size şunu söylüyorum: Yankiler bu devrimci süreci yıkamazlar, çünkü silah kullanmayı bilen bir halkımız var. Hatalarımıza rağmen 6 Agustos ve... en büyük atom bombası vahşetinin tarihi... 1945 yılı. Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombasının, 347 bin insanın ölümüne, milyonlarca insanın sakat kalmasına neden olmasının; o kara günün yıl dönümü...
12 Eylül UTANÇ Müzesi
İNSANLIĞIN EN BÜYÜK DÜŞMANI KAPİTALİZM; KAPİTALİZMİN EN BÜYÜK DÜŞMANI İSE KENDİSİDİR!
“Küba’daki devrimci, sosyalist süreç de yıkılabilir mi?” sorusuna şu yanıtı verir Fidel Castro:
İZMİR Temsilcilik-Konak Basım Tarihi 859 Sk.Vatan İşhanı no. 6/204 03.09.2013 No.6/204 Konak-İzmir Ay l ı k s ü r e l i y a y ı n
Basım Yeri - Star Medya AŞ 9 Eylül Mah.No.29 Gaziemir- İZMİR İzmir/0 232 251 76 32