SIYAH MAVI
SARI
Fiyatı: 1 TL
11
11
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ VE EZİLEN HALKLAR BİRLEŞİN
TÜRKİYE DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİSİ 1.YENİDEN KURULUŞ KONFERANSINI GERÇEKLEŞTİRDİĞİNİ DUYURDU
http://www.tdkpthko.net adresinden alınmıştır.
TÜRKİYE DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİSİ 1.YENİDEN KURULUŞ KONFERANSI’nın gerçekleştirildiği gazetemize mail yoluyla iletildi. Yapılan açıklama şöyle; Tüm uluslardan Türkiye işçi sınıfı, yoksul köylüler ve kent emekçilerine, Kürt ulusu ve diğer ezilen milliyetlerden tüm emekçilere, işçi-emekçi-öğrenci ve asker gençliğe, işçi, köylü ve emekçi kadınlara, Türkiye’nin tüm devrimci ve komünist dinamiklerine; TÜRKİYE DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİSİ 1.YENİDEN KURULUŞ KONFERANSI’nın tamamladığını onurla ilan ediyoruz. Konferansımız, karşı devrimin ve her türden tasfiyeci odağın tüm saldırılarına rağmen ve ağır illegalite koşullarında başarıyla toplanmış; iç ve dış düşmanların tüm yok etme, tasfiye etme,
kendinden olmayanı yok sayma çabalarına rağmen tüm görevlerini eksiksiz olarak tamamlamış ve önüne 1. YENİDEN KURULUŞ KONGRESİ’ni toplama görevini koymuş, aşağıdaki program ve tüzük çalışmasını KONGRE oluşumuna kadar bağlayıcı sayarak, konferans delegelerinin oy birliğiyle karar altına almıştır. Partimizin programı ve tüzüğü; yıllara yayılan ve zorlu çabalara, buna bağlı olarak fasılalı tekrarlarıyla karşımıza çıkan tasfiyeciliğin değişik versiyonlarına karşı mücadelenin bir ürünü olarak ortaya çıktı, emeğimizin, uzun, yoğun ve zorlu mücadelelerimizin ürünü oldular. Bu iki temel belge, kendi düşünsel ve pratik süreçlerimizin bugün geldiği noktanın ifadesi ve yolumuzu aydınlatan
devrimci komünist fenerimiz olarak, Marksizm-Leninizm’in yol göstericiliğinde hayat buldular. Partimizin üzerinden yükseldiği temelleri oluşturmayı ve de ilan edildikleri andan itibaren, program ve tüzüğümüz gerçekte bizi aşmış bulunmaktadır. Bugün biz, somut durumumuzla onların gerisine düşmüş bulunuyoruz. Bu nedenledir ki parti örgüt ve organlarımız, tümüyle bu görevle yoğunlaştırılmak ve atıllıklarından, kısır iç çelişkilerinden sıyrılarak harekete geçmekten, önümüzdeki KONGRE sürecine her bakımdan hazırlanmaktan yükümlü kılındıkları konferansımızla birlikte, ağır fedakarlık ve özverilerin ifadesini bulacağı süreci başlatmış bulunuyor. Devamı
Sayfa-2
SIYAH MAVI
HALKIN KURTULUSU
2
TÜRKİYE DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİSİ 1.YENİDEN KURULUŞ KONFERANSI’ BİLDİRİSİ
TDKP; Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve diğer komünistlerin Kemalist diktatörlük tarafından alçakça katledilmesinden; Türkiye’de proletaryanın komünist partilerinin inşası yolunda ilk ciddi adım olan TKP’nin, Kemalist burjuvazinin antikomünist kampanyasının darbeleri altında, daha başlangıç aşamasında sekteye uğramasından; önderlerinin ölümünden sonra Şefik Hüsnü’nün sağ oportunist, revizyonist çizgisinin TKP’ye egemen olup, bu lanetli çizginin devrimci sol harekette açık bir tasfiye sürecini başlatmasından tespitle; Marksizm-Leninizm’in yeniden galebe çalmasının bir ifadesi olan KONFERANSIMIZ; Türkiye Devrimci Komünist Partisi’nin yeniden kuruluşunun ilanı, Marksizm-Leninizm’in zaferinin ilanıdır. 1968 Devrimci hareketinin, silahlı mücadeleye dayalı ve parlemanterizmi redderek, tasfiyeci reformizme ve revizyonizmin, oportunizmin ihanetine başkaldırısını, DENİZLER’in MAHİRLER’in - İBRAHİMLER’in topyekun onurlu mirasını, partimizin mirası olarak konferansımızca güvence altına alınır. 1978 THKO konferansıyla, tasfiyeci-reformizmin ihanetine uğrayan devrimci hareketin, bir siyasal akım ve örgüt olarak varlığı tartışmasızdı. Ama henüz devrimci komünist bir programımız ve tüzüğümüz, devrimci komünist dinamikleri, tek bir proletarya partisi çatısı altında toplayacak ve bağlayıcı özelliği olan bir çerçeve yoktu. Oysa bugün var, artık bir programımız ve tüzüğümüz var. Partiyi bağlayan temeller olarak ortaya konuldukları andan itibaren, biz onların gerisindeyiz. Şimdi biz, mücadelemizi ve örgütlenmemizi ilgilendiren her şeyi, onlara göre yeniden düzenlemek ya da kurmak sorunu ile
yüz yüzeyiz. Şimdi partimizin önünde, kendi siyasal mücadelesini ve çalışmasını programımızın çerçevesine oturtmak ve gereklerine uydurmak, bunu başarabilmek gibi bir sorun var. Bu programda tanımlanan, amaç ve hedeflere yürümek sorunu var. Bu tarihi süreci başarıyla yaşamak ve ortaya konulan hedeflere ulaşmak, amaçları gerçekleştirmek sorunu var. Öte yandan yine partimizin önünde, ortaya konulan tüzüğe uygun olarak, kendi parti yapısını, yaşamını ve işleyişini kurmak, parti kültürünü ve değerlerini geliştirmek, çalışma tarzını geliştirmek sorunu var. Bugün artık tüm parti kadrolarının, parti organ ve örgütlerinin kan uyumunu sağlamakla yükümlü oldukları bir program ve tüzüğümüz var. Bu program ve tüzüğü elbette biz var ettik, onlar bizim kendi aklımızın ve emeğimizin ürünü oldular. Fakat ortaya çıktıkları andan itibaren de, artık biz onlara kesin biçimde bağlı ve tabiyiz. Artık onlar bize yön verecek, bizi şekillendirecek ve geleceğe taşıyacaklardır. Bu adımla birlikte, bizim en büyük kazanımımız da budur. Bu kazanımımız üzerinden KONGRE’ye yürüyecek ve tüm devrimci komünist dinamiklerle birleşerek bu program ve tüzüğü zenginleştirecek; hep birlikte kendimizi yenilemeye devam edecek, bu coğrafyada proletaryanın bolşevik devriminin önünü açacak, geleceğini güvence altına alacağız. Bu toplumsal ya da tarihi olgu ve olaylar, tümüyle bizim dışımızda nesnel olgulardır. Bu böyle olmakla birlikte, eğer programımız onları nesnel bir biçimde içeriyor ise; yani bu program, belli bir grubun subjektif düşünüş tarzına, arzularına ya da ihtiyaçlarına değil de, gerçekten işçi sınıfının toplumda işgal ettiği yere, onun tarihsel amaçlarına ve çıkarlarına uygun düşen bir program ise, bu demektir ki programımız ilan edildiği andan itibaren devrimci kamunun malıdır. Biz bir siyasal akım olarak, bu programın çizdiği rotada ilerleme yolunda yenilgiye de uğramaktan uzak değiliz, bu olasılık dışı değildir; ancak, bu program bilimsel temellere oturuyor ise, gene de tarihi devrimci anlamını ve önemini koruyacaktır. Demek ki, toplumda yaşanmakta olan sosyal çatışmanın nesnel mantığını ve temel görünümlerini ve kuşkusuz buna ilişkin devrimci çözümleri içeren bir programla yüz yüzeyiz partimizin programında. Burada bir kez daha vurguluyoruz, proletaryanın en ileri örgütü olarak; hiçbir devrimci komünist partisi programı, dinsiz bir tarikatın kutsal kitabı olarak ele alınamaz ve değişmezliği, geliştirilemezliği tartışılamaz. Dogmatist oportunistlerin ve tasfiyeci hainlerin bu eklektik ihanetine karşı, dışımızdaki tüm komünist dinamiklerle birlikte gerçekleştirmeyi hedeflediğimiz KONGRE şartlarında; program ve tüzüğümüz de kendi diyalektik evrimini tamamlayarak gelişecek, güçlenecek ve ideolojik, siyasi, politik ve pratik yol göstericiliği ve işlerliği bakımından zenginleşecektir. Konferansımızın sorunu, zaten kuru bir program metninin kendisi değil; sınıf mücadelesinin mantığı, stratejik ve taktik ihtiyaçlarıdır, devrimci açıdan yönü ve geleceğidir. Bütün bunları doğru tanımlayabilmek, Marksist bilimsel temeller üzerinde ortaya koyabilmektir önemli olan. Eğer konferansımız ortaya bir program koymakla bunu başarabilmişse; bu andan itibaren bu program artık her şeyi aşmıştır, o artık
her şeyden öteyedir, o artık sınıfın, devrimin ve sosyalizmin programıdır. Konferansımız, partimizin tüzüğünü de, bu noktada programdan ayrı olarak ele almamaktadır. Parti tüzüğümüze daha yakından bakılırsa eğer, orada ancak modern toplumdaki belli bir sınıfın kültürüyle, değer yargılarıyla, üretim ve yaşam alışkanlıklarıyla bağdaşabilir değerler ve davranışlar sisteminin tanımlandığı görülecektir. Yoksa burada son tasfiyeci güruhun yapmaya çalıştığı gibi, burjuva hukuktan teslim alınan eklektik yaklaşımlarla hukuk kavgası vermek; her şeyden önce tüzüğü anlamamak, bolşevik demokratik merkeziyetçilik ilkesini işlevsizleştirmek üzere burjuva çoğulculuk gibi anarşizmi dayatmak sersemliğine düşülür ki, bu tasfiyeci ihanetin başka bir versiyonudur. Parti tüzüğümüzde örgüt yapısı, işleyişi, yaşamı ve değerleri üzerine ortaya konulan hemen her şey, bizim kendimizi uydurmamız gereken bir çerçeveyi çiziyor, ulaşmamız gereken bir düzeyi gösteriyor. Parti tüzüğümüz, işte tam da bu nedenle ve bu anlamda bizi, parti örgütümüzü aşmıştır. O, şimdi bizim için bir örgütsel pusuladır. Bizim örgütsel cephede ne yapmamız, nasıl bir örgüt yapısı, yaşamı ve işleyişi kurmamız, nasıl davranmamız, hangi değerler sistemi içerisinde hareket etmemiz gerektiğini, bağlayıcı bir çerçeve halinde tanımlıyor. Ama biz henüz bunu gerçekleştirebiliyor, bu çerçevede davranabiliyor değiliz. Önümüzde, kendimizi ona göre gözden geçirmek, kalıba dökmek, düzenlemek ve yenilemek sorunları var. Burada, konferansımız ve bundan sonraki süreçte Merkez Komitemiz, döne döne bıkmadan ve usanmadan bu kan uyumunun sağlanması için çaba sarfedecek, önderliğini esirgemeyecek ve KONGREYE kadar gelişecek süreçte, bu çelikten disiplinin oluşması için gayret sarfedecektir. Ancak burada, teker teker tüm parti üyelerinin, birey olarak kendilerini bu çerçevede eğitmeye, yaşamlarını ve özel hayatlarını bu doğrultuda bükmeye ve eğmeye yönelik gayretleri özel öneme sahip olacaktır. Partimizin inşa süreci içerisinde, ortaya çıkan program ve tüzüğümüzün bizi aşmasını ve giderek partimizi geliştirip güçlendirecek etkenlere dönüşmesini; bu çerçevede kavramak gerektiği, konferansımızın özel vurgusu olarak ortaya konmaktadır. Programımızın ve tüzüğümüzü, bilimsel temelleri ve devrimci komünist niteliği, bizim öznel bir tanımlamamız ve yakıştırmamız değil de, bir gerçeklik olarak var olmasıyla; programımız toplumu belli bir sınıfın bakış açısından doğru bir biçimde kavrıyorsa ve toplumun bugünkü çözümsüz temel sorunlarına devrimci komünist çözümler sunan karaktere ve kapsama yeteneğine sahip olarak var oluşunda, bu ülkenin devrim tarihinde ileriye doğru atılmış muazzam önemde bir adımdır. Ve elbette bu adımı, bu ülkenin devrimci tarihinden ve birikiminden ayrı değildir; ondan ayrı düşünülemez ve kavranamaz. Türkiye Devrimci Komünist Partisi Yeniden Kuruluş Konferansı’nda, karar altına alınan tüzüğümüzde, biçimsel gibi görünen her hükmün gerisinde gerçekte bir ideolojik-politik öz vardır, devrimci
komünist yaklaşım tarzı vardır. Niteliği bulmadan, niceliği formüle edemezsiniz. Biz yıllarca, ‘bir tüzük koymakta çok da acele etmeyelim, örgüt yapısına, yaşamına, işleyişine vb. bakışımızı kendi örgüt yaşamımızın da deneyimleri ışığında geliştirip netleştirelim; sonra buradan süzülmüş özü, teorik bakış açısının ve tarihsel deneyimlerin ışığında, bir tüzük formuna kavuşturalım sonra da artık parti yaşamımızı bu tüzük belirlesin’ dedik ve sonuçta böyle de yaptık. Böyle yapmadığınız, bir örgütün bir de tüzüğü olur deyip, tez elden biçimsel bir belge oluşturmak yoluna gittiğiniz zaman ne olur? Gerçekte o sizin örgüt yaşamınızda işlemez, size bir faydası da olmaz. Sadece ele güne karşı, ‘işte bizim de tüzüğümüz var’ demek imkanı elde etmiş olursunuz. Ama burada, örgütle kan uyuşmazlığı yaşayan bir tüzük çıkar ortaya. Oysa yapılmak istenen bu olsaydı, çok daha uzun yıllar önce bunu yapma imkanımız mevcuttu. Elbette burada yeri gelmişken şuna değinmemek elde değil, tasfiyeciliğe karşı mücadele adına içine girdikleri küçük burjuva girdabın zarını yırtamayan birtakım eklektik oportunistler (bunu demekle, bu zatlara siyasi ünvan vermiş oluyoruz ki, bu yarı lünpen unsurların bunu dahi hak etmediklerini, zaman bizlere kanıtladı) 33 yıllık tüzüğe sığınarak, hukuk oluşturmak gibi bir gericileşmenin içine sıkıştılar ve tasfiyeciliğin en ahlak dışı örneklerini sergilediler. Konferans sürecine dahi saldırmaktan kendilerini geri tutamayan bu unsurlar, karşı devrime hizmette ağır parti suçu işlemelerine rağmen; hala devrimci çevrelere karşı durumlarını saklamaya çalışarak, bir başka boyutuyla ahlaki suç işlemeye, tasfiyeci faaliyetlerini sürdürmeye devam etmekteler. Eylemlerini doğrudan karşı devrim güçleriyle ilişkilendirme yoluna gidebilecek kadar zavallılaşan bu unsurlar, mücadelenin geleceği önünde yok olup gidecekler ve bu hantallıktan kurtulan partimiz; bu coğrafyanın
SARI
(Devamı)
devrimci komünist unsurlarıyla buluşmada, rahatlık ve manevra kabiliyeti kazanmış olacaktır. Türkiye Devrimci Komünist Partisi Yeniden Kuruluş Konferansı’nda karar altına alınan programımız ve tüzüğümüz, parti yaşamımızda gerçek bir sıçramayı ifade ediyor. Her siyasal akım, normalde bir sınıfı temsil etmek iddiası ile ortaya çıkar. Yani, bir siyasal akımda bir araya gelmiş insanları, bir sınıfın davası ve çıkarları bir araya getirir.
Bir parti, gerçekten kendine kılavuzluk edecek, kendi siyasal ve örgütsel yaşamını belirleyecek bir program ve tüzük ortaya koyduğu andan itibaren; kişisel bağlara, kişisel duygulara ve tercihlere bağlı olan her şeyi eriten, yerine parti bağını, parti değerlerini, parti ölçülerini koyan bir zemine de kavuşmuş olur. En başından itibaren ideolojik temelleri olan bir siyasal akım olarak gelişmiş olsak da, parti olmayı başaramadığımız sürece; bir parti programı ve tüzüğüne, dolayısıyla bu temeller üzerinde şekillenen bir siyasal-örgütsel yaşam zeminine kavuşamadığımız sürece, parti bağı ve parti kültürü hep zayıf ve zaaflı kalacaktır. Nitekim kalmıştır; bir sürü sorun, kişisel özverilerle giderebilmiştir. Pek çok sorun da sonucu; kişisel ilişki, kişisel bağ, kişisel etki, kişisel yakınlıkuzaklık, kişisel duygular, sempatiler ya da antipatiler etkileyebilmiştir. İşte bunların aşılması, bu çerçevede partileşmeyle giderilecektir. Artık önümüzde KONGRE’ye giden yolda, bu yaşam biçiminin yok edilmesi yolunda tek bir panzehir varadır ve o da partileşme, parti yaşamını örme ve parti kurumlarını inşa etmektir. Partimizin kavuşmuş olduğu programa ve tüzüğe dayalı bir parti yaşamı; parti hukuku, parti görev ve haklarını, bütün kişiselliklerin yerine parti bağını, parti kültürünü, parti ölçüsünü, parti değerlerini geçirmek demektir. Bizim program ve tüzükle birlikte kavuştuğumuz, elde ettiğimiz en büyük kazanım budur. Artık bizim için birleştirici bağ, program bağıdır. Bu program temeli üzerinde anlaşmak kaydıyla, insani olarak en zor anlaştığımız insanlarla bile, örgüt saflarında bir araya gelebiliriz. Burada anlaşma zemini, hiç de kişisel duygular ya da ölçüler değil; fakat parti programı, bu programda tanımlanan ilkeler, amaçlar ve hedeflerdir. Bu ilkeler ve amaçlarda birleşiyor muyuz, bu ilkeler ve amaçlar uğruna mücadele etmede anlaşıyor muyuz, bu mücadelenin örgütsel formu, bu örgütün davranış normları üzerinde anlaşıyor muyuz; o halde biz parti ve dava yoldaşlarıyız. Aynı kavganın içerisinde, aynı sınıfın safındayız, aynı davanın peşindeyiz. Artık öteki her şey buna tabidir, öteki her şey bunun karşısında talidir. Parti bağı, parti kültürü budur, burada anlamını ve ifadesini bulur. Bu bizim olmazsa olmazımız olmadığı müddetçe ve bu konuda kendini yenilemede ayak direten tüm kadrolar, tarih önünde kendilerini sınıf mücadelesinin dışına alacaklardır. Elbette program ve tüzüğümüzün geçerliliği ve geliştirilme süreci KONGRE’ye kadar yürüyeceğimiz süreç olacaktır ve KONGRE; partimizin en üst organı olarak bu sürecin netleştiği, tamamlandığı, noktalandığı süreç olacaktır. Konferansımız burada tüm parti kadrolarına seslenmektedir, partiye samimi bağlılık söz konusu ise; bundan böyle siyasal ve örgütsel yaşamda program ve tüzüğümüzü temel dayanak edinmek, onları gözetmek, ilişkileri, yaşamı, mücadeleyi buna göre kurmak gerektiği artık önümüzde açıktır. Bu tutum sadece kadrolarımız için değil, tüm THKO Militanlarımız ve Genç Komünistlerimiz ve parti çeperimiz, taraftar ve dostlarımız için de geçerlidir. Burada kastedilen, sorunlara çözüm şeklidir; örneğin eleştiri-özeleştiriyi, kolektivizmi, disiplini, karar alma süreçlerini, irade oluşma tarzını, vb. gibi. Partimizin programı ve tüzüğü buna hizmet etmediği sürece, bunlar gerçekten sadece biçimsel belgeler olarak kalır. Geçici bir heves ve ilgi yaratır, ama çok çabuk da eskiyip geride kalırlar. Bu nedenledir ki, bunların yaşama katılması yolunda en küçük bir taviz verilmeden, duygusal bağlardan etkilenme alışkanlığını aşarak, ciddiyet ve süratle eyleme geçilmelidir. Bugün için bu silah bizim elimizde en az etkili konumdadır. Neden? Çünkü henüz sınıftan ve kitlelerden uzağız. Sınıflar çatışması düzlemi hem toplumda yeterince olgunlaşmamış, hem biz onun içerisinde gereğince yer tutmuş değiliz. Bu nedenle, bu aşamada, nispeten zayıf ve işlevsiz bir konumdadır parti programı. Ama mücadele geliştikçe ve parti bu mücadele içerisinde bir yer tuttukça, programımız işte o zaman, çok daha anlamlı hale gelecektir. Mücadelede başarı sağlamanın, mücadeleyi doğru bir çizgide ileriye taşımanın temel bir dayanağı olacaktır. Herkesin rahatlıkla kabul edeceği bir gerçek olarak, parti tüzüğü her şeyden önce parti örgütünü ilgilendiren, onun yaşamını belirleyen bir belgedir. Ama burada partinin bir dizi meseleye bakışı, kendi iç yaşamını düzenlemeye de yansımasıdır ve parti, genel planda şu veya bu meseleye bakışı üzerinden, kendi iç yaşamını düzenleyen kurallar sistemini de, tüzük şahsında ortaya koymuştur. Konferansımız; parti tüzüğünün oluşumunu da olanaklı kılan bu genel yaklaşımları bilirsek, bunların kendi siyasal mücadele sürecimiz içerisinde tüm kadro ve taraftarlarımız için hayli anlamlı, hayli yol gösterici olacak ve dışa karşı
ONLAR, HAYATA DOĞRU YÜRÜDÜLER, ÖLÜMÜN, UTANAN GÖZLERİNE DİK DİK BAKARAK… Aslı YILMAZ Önce Sinan Suner düştü, ODTÜ öğrencisiydi. 30 Ocak 1980 günü elinde boya kovasıyla bir duvarın önünde durdu, haberleri vardı halkına, PARTİ’si kurulmuştu; polis tarafından vurularak öldürüldü. 2 Şubat günü Sinan’ın öldürüldüğü yerde protesto gösterisi yapıldı, gösteriye müdahale eden jandarma ve öğrenciler arasında çıkan çatışmada bir er vuruldu, Erdal ve arkadaşları gözaltına alındılar. Emniyet ve cezaevi günlerinde yoğun işkence gördü, dimdik durdu, 17 yıllık yaşamını bırakırken inançlı, kararlı ve kahramandı. Tarihin en hızlı yargılaması yapıldı, yaşı ve lehindeki delillere rağmen 13 Aralık 1980 günü idam edildi. Erdal’ın öldürülmesinin ardından, elindeki pankartlarda bu hukuksuzluğu teşhir eden Ercan Koca gözaltına alındı ve işkencede öldürüldü. Her 13 Aralık, 3 yoldaşın bir arada anıldığı gün olarak geçti Türkiye Devrim Tarihi’ne. Devrim ve sosyalizm mücadelesinde onlar, Anadolu toprağının yüreğinde ve bilincinde ölümsüzleştiler, hep bizim ışığımız olmaya devam ettiler. Erdal Eren, Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yaptığı savunmada şöyle diyordu: “Sıkıyönetim halklar ve halk gençliğine yönelik bir saldırıdır. Sıkıyönetim ilanından bu yana dur ihtarına uyulmadığı gerekçesiyle onlarca vatandaş ve devrimci jandarma ve polis tarafından katledilmiştir. Benim katıldığım gösteriye neden olan, polis tarafından katledilen Sina Sümer’in ölümü de bunlardan biridir. Her türlü demokratik hakkın hakim sınıflar ve sıkıyönetim tarafından ayaklar altına alındığı şu dönemde, biz devrimcilerin alçakça katledilen yoldaşlara son saygı görevini yasaları da çiğneyerek yapması meşrudur. Meşru olmayan sıkıyönetimin kendisidir. Biz devrimciler, sizlerin şartlandırılmış düşüncelerinizdeki gibi terörist veya anarşist değiliz. Biz devrimcilerin, Türkiye halkının her türlü baskı ve sömürüden kurtulması dışında hiçbir kaygımız yoktur. Anarşi yaratmak veya terör estirmek, bizim düşüncelerimizle çelişir. Tersine en büyük terörist ve katil bu devletin kendisidir. Buna sıkıyönetim öncesi ve sonrasında devlet güçleri tarafından katledilen halk ve halk gençliğinin kanları tanıktır. Bugün devrimcileri ve onların bir parçası olan beni, aldığınız emirlere uygun olarak yargılayabilir ve ölüm cezasına çarptırabilirsiniz. Fakat bu ilelebet sürmeyecektir. Bir gün mutlaka oturduğunuz yerde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak, doğru kararı verecektir” Erdal Eren Yoldaş’ı anarken öne çıkartılması gereken hasleti; genç yaşından öte, inançlı ve kararlı bir Devrimci Komünist olmasıdır. Mahkeme salonunda, hepimizin bildiği fotoğraflardaki fiziken dik duramayıp, o koskocaman yüreğini zor taşıyan, işkencede parçalanmış ayaklarıdır Erdal’ın öne çıkartılması gereken yanı. İşkencelerle dağlanan gönlündeki, devrim sevdasına son ana kadar sahip çıkmasıdır söylenecek şey. “Faşizme Ölüm Halka Hürriyet” diye haykırarak, “Yaşasın” diyerek PARTİ’sine ve devrime inancını bize miras bırakarak uğurladığımız ERDAL EREN’in onurlu yoldaşlığında, mücadeleye devam ediyoruz. KAHROLSUN FAŞİST DİKTATÖRLÜK! YAŞASIN EREN’İMİZ, PARTİMİZ TDKP’MİZ! savunumuzda, karşı devrimin esaret koşullardaki tutumuzda ve hayatın her alanında yaşamımızı biçimlendiren bir kılavuz işlevi görecektir. Konferansımız, ülkemizde ve bölgemizde siyasi erki elinde tutan işbirlikçi tekelci burjuvazinin, emperyalizm destekli tüm saldırılarına karşı, devrimci güçlerin birliğinin yaratılması ve ortak bir cephenin oluşturulması için; devrimci komünist ilkeler çerçevesinde ve eylemde birlik ve propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesine dayalı, bir mücadele cephesinin oluşması için, kararlılık ve gereken özveri ile, her alanda çaba vereceğini ilan eder. Tasfiyeci-reformist ihanete ve her türden revizyonizme, oportunizme ve sosyal şovenizme/ faşizme karşı; ideolojik, siyasi ve pratik yaşamdaki mücadelenin 1. YENİDEN KURULUŞ KONGRESİ’ne değin en yoğun biçimde sürdürüleceği ilan edilir. Konferansımız ayrıca, uluslararası devrimci ve komünist hareketin gündemine bir felaket olarak oturmuş olan tasfiyecilik sürecine müdahalede, en etkin rolü üstlenme görevini de önüne hedef olarak koymuştur ve bu görevin yerine getirilmesi yolunda özel bir gayret içersinde olacağını ilan eder. Sosyalizmin teorik ve siyasi sorunlarının ve emperyalizm ve proleter devrimler çağının güncel sorunlarının, tek bir ya da bir kaç komünist partisinin çabalarıyla aşılamayacağının bilincinden hareket eden konferansımız; enternasyonal planda acilen tüm devrimci komünist parti ve oluşumların bir araya getirilmesi ve uluslararası devrimci dinamiklerinde katılımına açık DÜNYA KONFERANSI’nın toplanması için gereken özverili çabanın merkezinde olacağını ifade eder. TÜRKİYE DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİSİ, aşağıdaki program ve tüzük çerçevesinde konferansımızın önüne koyduğu kararlar eşliğinde, sürdüreceği mücadele karşısında, nerden ve nasıl gelirse gelsin her türlü saldırıya karşı, devrimci komünist hukuk ve şiddet yoluyla ve kararlılıkla karşılık vermekte tereddüt etmeksizin bu saldırıların püskürtüleceği ve bertaraf edileceği, uzun soluklu bir mücadelenin savunucusu ve uygulayıcısı olacağını ilan eder. TDKP-THKO Yeniden Kuruluş
SIYAH MAVI
SARI
3
HALKIN KURTULUSU 19 Aralığı, Dersimi, Roboskiyi, Maraşı, Kızıldereyi , binlerce masumu, açlıktan soğuktan ölenleri, Pozantı’yı, Şakran’ı, hayatlarımızı karartmanızı, F tiplerini, hasta tutsakları, öldürülen işçileri, kadınları hiç birini unutmadık!.
roboski...Tam iki yıl oldu. iki yıl önce otuz dört insan, otuz dört Kürt vatandaş, otuz dört çocuk yaşta insanımız uçaklarla yapılan saldırıyla katledildi. İlk önce onlara “terörist” dendi. Sonra “biz terörist zannettik kaçakçıymış” dendi. “Yanlış istihbarat verildi” dendi. Her açıklama birbirinden farksız saçmalıklarla devam etti ve Devlet sonunda özür diledi. Her öldürülen insan için “yüz otuz dokuz bin lira tazminat ödendi” dendi. Sonra bu tazminatı kimsenin almadığı, paranın valilik emrinde bulunduğu bilgisi ortaya çıktı, ama bu bilgiyi bile kimse çıkıp doğru dürüst açıklamadı” *-Bombardımandan sonra olay yerine gitmekte olan köylüler -gelen emir üzerine- dönen askerlerle karşılaştıklarını, köylüler olay yerine vardıklarında bazı cesetlerin hala yanmakta olduğunu ve yaralı sayısının 13 olduğunu ifade etmektedirler. Katliamın yaşandığı andan beri, bütün yetkililere haber vermelerine rağmen katliam yerine hiçbir yetkili gelmemiş, köylüler kendi çabaları ile yaralıları sırtlarına alarak taşımışlardır. Bombalama bitiminde cenazeler ve yaralıların taşındığı esnada, Şırnak sağlık ekipleri olay yerine gitmek isterken, askerler tarafından engellenmişlerdir. Parçalanmış bedenleri, kendi ellerimizle, katliamdan sağ kurtulan katırların semerleri içine koyarak köye getirmeye çalıştık. Yaralıların çoğunun kan kaybından ve/veya donarak öldüğü, katliam yerine giden bütün köylülerce bilinmektedir. Bombalamada ölen 34 kişiden 17′si 18 yaşından küçük çocuklardı…
19 ARALIK KATLİAMI HAYATA DÖNÜŞ'ÜN ADI: 119 ÖLÜ 19 ARALIK 2000 UNUTMAK İHANETTİR.. ''Devlet, ölüm orucuyla, kendi isteğinizle ölmenize izin vermez. gelir, sizi bulur ve öldürür... ''Devletin 'hayata dönüş' vahşeti! gerçek adı 'hayata dönüş operasyonu' değil, 19 aralık katliamıdır. Açlık grevi yapılan hapishane 41 -Operasyon yapılan hapishane 21 -Öldürülen tutuklu ve hükümlü 30 - Yaralı tutuklu-hükümlü 237 -Operasyon öncesi ölüm orucundakiler 259 -Operasyonun sonrası ölüm orucunu sürdürenler 357 -Operasyonu protesto edip gözaltına alınan 2 bin 145 -Operasyonu protesto edip sonra tutuklanan 58 -Operasyonun sonrası basılan kültür merkezi, dernek, parti binası 18.
DEVRİM AŞKINA!
DEVRİM
Lenin der ki, “en az gerçek kadar radikal olmalıyız”, gerçekliğin sertliğine çarpmalı ve yolumuza dürüst bir biçimde devam etmeliyiz. Sözün namusu vardı ve insan kendine emanet edileni saklardı, bir kavganın içine doğmuş insanların birbirlerinden başka güvenecek kimseleri yoktu. Düşman, dışarıda olandı; düşman, kendisiyle tarihsel mücadeleye girilendi. Şimdi her şey birbirine karıştı. Şimdi her şey birbirine karıştı, bir dava uğruna mücadele ettiğini söyleyenler, mücadelenin en sert biçiminden söz edenler, parti, bayrak diye ahkam kesenler, yazışmalarında, konuşmalarında özel bir vurguyla adlarını zikrederek yoldaşlarını satıyorlar. Projeleri nedir, niyetleri nedir bilmiyoruz; tek bildiğimiz yaptıkları şeyin hiçbir devrimcinin kitabında bir karşılığı olmadığı. Üstüne üstlük bunu yapanlar, teşhir ettiklerini suçluyorlar, bin yıllık yöntemdir bu, psikolojinin “yansıtma” dediği şey mi, yoksa “en iyi savunma saldırıdır” mı kullandıkları, bilmiyoruz. Tek bildiğimiz açıkça ihbar ettiklerine, dönüp kendi suçlarını yüklüyorlar. Şaşırıyoruz, alçalmanın bir derecesi yok mu diye düşünüyoruz. Düz bir mantık yürütenin bile bu meseleden çıkaracağı sonuç şudur: hiçbir fikir, yol ayrılığı dava arkadaşının/ arkadaşlarının teşhirini, ihbarını haklı çıkarmaz ve bu eylem bile tek başına, yapanın ne olduğu konusunda bir kartvizit takar yakasına. Kimi, neyle suçladığınızın bir anlamı kalmamıştır bu noktada, çünkü biz, kavgayı kendi aramızda ederiz, birbirimizden vazgeçtiğimiz, en sert biçimde eleştirdiğimiz noktada bile düşmana vermeyiz. Buradan bir tartışma çıkmaz, buradan mücadele hakkında konuşulabilecek bir zemin oluşmaz, buradan devrimcilik adına, ortak değerler adına sadece utanç çıkar ve utanmak düştü bizim payımıza da sizlerin utanmazlığını gördükçe. Değer ve kavramlarımız utanç içinde, utancımız o kadar büyük ki kaçışı getirdi beraberinde, değerini yitirilişten kaynaklanan bir kaçış. Sahi yoldaş kimdi? Yoldaş diye kime sesleniyorduk? Yoldaşlık mı, yozlaştık mı yoksa? Yoldaş aynı yola baş koyduğumuz insanlardı, düşmana inat aynı yolu beraber yürüdüğümüz. Yoldaş dediğimiz, yürekli güzel insanların adıydı. Dosttu arkadaştı, kardeşti. Göğsünü siper etmekti. Kaçan değil dövüşen, birlikte düşendi. Birbirlerine yoldaş deyip, yola çıktığı halde yürümüyorlarsa, yürünecek yolun üzerine yatıp, gelene gidene çelme takıyorlarsa, yoldaşını satmak gibi etik dışı bir versiyonuna bürünüyorsa eğer, burada durup düşünmek gerekmiyor mu, o zaman onca insan neden öldü neden öldüler? Şimdi ne hakikat adına konuşabiliriz, ne de özgür bir gelecek için vereceğimiz kavgadan söz edebiliriz. Burası her şeyin sustuğu yerdir, her şey susar, dil tutulur, kalp kararır, koyu bir utanç karanlık bir gece gibi üzerimizi kaplar. Dünyayı zaten çok kirlenmiş siyasetler yönetiyor, biz ise tek bir şeye güveniyoruz, yoldaşlarımıza, düşlerimizin temizliğine ve mücadelemizin haklılığına. Bunu kaybettikten sonra duralım; duralım ve birbirimizin yüzüne bile bakmadan dağılalım, devrim aşkına!
TASFİYECİ REFORMİZMİN TAŞERONLARININ, SALDIRILARI VE DEVRİMCİ KOMÜNİST TAVIRLA, MÜCADELEYE SAHİP ÇIKMAK ÜZERİNE Devrimci Komünist hareketin tarih sahnesine daha ilk adım atışıyla önü kesilmek istenmiş, tasfiyeci reformist Emep grubu, sözde saflarda duran bir takım küçük burjuva unsurları besleyerek ve satın alarak harekete saldırmayı, gelişimin yolunu kesmeyi, oyalama, bölme ve yok etme yöntemlerini defalarca denemiş olsa da, her seferinde bu saldırı dalgaları sabırla ve özveriyle verilen mücadelelerle atlatılmış, Devrimci Komünistlerin yüksek iradesiyle bu saldırıların tümü bertaraf edilmiştir. Ancak bununla kalmayan tasfiyeci-reformist hainler; sınıfın, emekçi halkın ve devrimci kamuoyunun gözleri önünde, defalarca fiziki olarak saldırmayı da göze alabildiler. Devrimci Komünistler; işçi ve emekçilerin, devrimci dinamiklerin ortak gücüyle, bu saldırıları da bertaraf etmeyi ve bu güruhu bugün için susturmayı başarmışlardır. Uzun bir süre devam eden saldırı dalgasının atlatılmasıyla birlikte; sınıfa, devrim ve sosyalizm mücadelesine daha yoğun olarak yönelme fırsatı geliştirilmiştir. Gazetemiz Halkın Kurtuluşu'nun 8. sayısı ile başlayan süreç, bu dönemecin en anlamlı köşe taşını oluşturmuştur; 9. ve 10. sayılarda yapılan ardı ardına çağrılar, tasfiyeci-reformist ihanetin sağa-sola savurduğu geniş bir devrimci potansiyelin, saflarda toplanmasını sağlamıştır. Devrimci Komünist hareketin sesi yükselmiş ve yeniden oluşum süreci hızla ilerleyerek, teorik bir yayın organı olarak PARTİ BAYRAĞI, yeniden yayın hayatına başlamıştır. Tüm bu gelişmeler, elbette devrimci kamuoyunca olduğu kadar, EMEP ihanetince de yakından takip edilmekteydi ve tasfiyeci-reformistler bu süreci de baltalamak için ellerinden geleni yaptılar. Onların yanında, karşı devrimin doğrudan ve dolaylı resmi güçleri, zaten nefes almaksızın mesaide idiler. İşte tam
da bu sürecin ortasında; hareketin zayıf karnı, köhnemiş, atıllaşmış, özetle mücadelenin önünde engel hale dönüşmüş, yurt dışı oluşumunun ahbap çavuşlar grubu tarafından, Emep'in ülke menşeli taşeronunun uzaktan kumandalı emirleriyle, beklenen saldırı gerçekleştirilmiş (Biz burada özellikle hizip demiyoruz, zira hizip siyasi çıkıştır fakat karşımıza çıkan burjuva yozluğun ve çürümenin ifadesi olan bir çete faaliyetidir ve hiçbir devrimci ya da sol/sosyalist siyasi içeriği yoktur) ve tüm Devrimci Komünist ilke ve kuralları karşılarına alarak, açıktan bayrak açılarak çeteleşme süreci başlatılmıştır. Tasfiyeci-reformizmin ve küçük burjuva sınıf ve ruh halinin, tüm göstergelerini sergileyen bu atıl unsurlar grubu; ilk olarak, sosyal medya olanaklarını ele geçirmişler, sahte imzalarla, harekete karşı bir saldırı olarak kullanma yayınları başlatmışlardır. Okur çevresinde, derin bir güvensizlik yaymak ve bu yolla HALKIN KURTULUŞU GAZETESİ'nin çıkamaması için, maddi ve manevi olanakların yolunu kesmeye çalışmışlardır. Bunlara karşı duran yoldaşlarımızın, kişiliklerine saldırının yanı sıra, yaşamlarına karşı açık tehditler geliştirmişler ve yoldaşlarımızın kimliklerini, karşı devrime deşifre etme yoluna giderek jurnalcilik görevlerini de yerine getirmişlerdir. Bu küçük, asalak, ahbap-çavuş gurubunun, ülke ayağında başı çeken ‘akıl vericileri’; bu unsurları Devrimci Komünistlere karşı fiziki saldırıya geçmeleri, gerektiğinde ülkeye gelerek her türlü komünist ve devrimci ilke, ahlak ve kuraldan uzak yöntemlerle ve deklerasyonlar çıkartarak her şeye el koyma emirlerini yağdırmaya başlamıştır. Tüm bu, yeniden varoluş öncesi saldırıların tek amacı, HALKIN KURTULUŞU'nun ve PARTİ BAYRAĞI'nın sınıf ve devrimci hareketle buluşmasının önünü kesmek amaçlıydı ve
bu yolla Emep'çi hainlere ve karanlık odaklara hizmet etmekti. Devrimci Komünist duruşlarından vazgeçmemekte, onurla ve dirençle ayakta durmaya ve tasfiyeciliğe, reformizme, parlemanterizme, demokratizme, düzene yamanmaya karşı duran ve sınıfa, emekçi yığınlara, canı pahasına fedakarlıklarla yürüyen arkadaşlarımıza açıktan saldırmaktan kaçınmayan bu çeteye karşı; direngenliklerini sürdürenlerin başarısıyla sonuçlanan bir süreç yaşanmıştır. Bu çete mensupları önlerine konmuş olunan, militan devrimcilik ve komünist ahlaka dönüş önermelerini ve olanaklarını, türlü Bizans oyunlarıyla karşılamış; sınıftan kopukluklarının, yozlaşmanın ve çürümenin bir göstergesi olarak, saldırılarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Devrim ve devrimcilik, sosyalizm ve komünizm inancı adına, tek bir ürün ortaya koyma yeteneğinden uzak bu atıl unsurlar, artık Devrimci Komünistlerle yan yana duramazlardı ve dışa alınmak zorunluluğu, yaşamın bir dayatması olarak önümüze çıkmıştı. Bu değersiz unsurların kişisel saldırıları yetmemiş; küçük burjuva yoz bilinçleriyle, okuma alışkanlıkları olmayan sıradan lümpenlerin gösterebileceği tutum ve davranışları sergileyerek, ellerine dahi almadıkları teorik yayınımız Parti Bayrağı'na; ihanetin ülke ayağı başta olmak üzere, daha matbuada baskı koşullarındayken, tek satır okuma olanağı bulmadan ve hiçbir siyasi içeriği olmayan, kavramsal olarak Marksist literatürden çalınarak, özü itibari ile küfür edebiyatını içeren, seviyesiz saldırılar başlatılmıştır. Halkın Kurtuluşu’nda yer alan ve uzun zamandır tasfiyeciliğin her türüne darbe indiren yazılarımıza, teorik yayınımızda yer alan ve tek konu olarak ele alınmış tasfiyeciliğin ulusal ve uluslararası boyutuna karşı; Devrimci Komünist tutum ve
cesaretle ortaya konulan ideolojik ve siyasi mücadelemize karşı; küfre dayalı saldırı kampanyalarıyla yürüyen bu çete, tasfiyeciliğin batağında ucuz birer taşeron olduklarını sergilemekten öteye gidemediler. Yurt dışı ayağında başı çekenlerin, siyaset dışı lümpen çevresiyle, kuru sıkı tetikçilik oynamaya çalıştığı sanal kriminaliteyle, Devrimci Komünistleri deşifre etmeye ve bununla tehdit etmeye çalıştığı bir karşı devrimci çalışmayla karşı karşıyayız. İhanetin ülke menşeli ayağının, uzaktan kumandayla yönlendirdiği bu ihanet çetesinin kampanyalarının, mücadelemizi gölgelemeye yetmeyecek zafiyet ve çaresizlik içerisinde olmasına rağmen; siyaset dışı, mafyavari disiplinle hareket eden bu unsurlarca yapılıyor olmasına, hareketimiz siyaseten -seviye farkı nedeniyle- yanıt verme güçlüğü içerisindedir. Karşı devrimin resmi ve gayri resmi güçleriyle, doğrudan ya da dolaylı uzlaşı içerisinde olan ve bu doğrultuda hareket etmekte ısrarlı olan bu çete karşısında yapılması gereken; bu unsurların, tüm devrimci ve komünist dinamikler nezdinde teşhir ve tecrit edilmeleri ve yaşamda ait oldukları lümpen bataklığa havale edilmeleridir. Küçük burjuva yozluk ve ahlaki erozyon içerisinde olan bu unsurların, artık devrimci ve işçi kamuoyunda dolaşmalarına ve devrim ve sosyalizm dostları nezdinde, devrimci değerlere daha fazla zarar vermelerine tavır almak gerekmektedir. Bu ve buna benzer oluşumların, çok yönlü karşı devrimci faaliyetlerine göz yummaktan kaçınmanın, devrimci sorumluluk gereği, önemi çok açıktır. Komünist tavır alış ve devrimci dayanışmanın da. HALKIN KURTULUŞU ve PARTİ BAYRAĞI
SIYAH MAVI
HALKIN KURTULUSU EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE PROGRAMI ÜZERİNE TARTIŞMALAR
G
eride kalan yüzyılın başında, yani 20. yüzyılın ilk yıllarında da, girilen yeni yüzyıla ilişkin öngörü ve beklentilerin çerçevesi aşağı yukarı aynıydı. Bunun 20. Yüzyıl’ın olaylarıyla, tamamen doğrulandığını biliyoruz. 20. yüzyıl, dünya tarihinin o güne dek gördüğü en büyük sarsıntılara, büyük bunalımlara, savaşlara ve devrimlere sahne oldu. onuç olarak, 1917 Büyük Proletarya Devrimi’yle açılan çağın adı, proleter devrimci Enver Hoca tarafından doğru olarak belirlendiği üzere, EMPERYALİZM VE PROLETER DEVRİMLERİ ÇAĞI olarak bir kez daha doğrulandı.
S
( İKİNCİ BÖLÜM ) gelişmelerin sağlam bir temel üzerinde kavranması ve bunlar karşısında tutarlı devrimci tutum ve politikaların geliştirilmesi bakımından, taşıdığı önem görülecektir. apitalizm savaş demektir.Proletarya ve onun bilimsel yaklaşımı Marksizm-Leninizm, kapitalist sistemi savaşların kaynağı olmakla suçlar ve temel tarihsel olguları buna kanıt olarak gösterir. 20. Yüzyıl; insanlığı iki kez toplu yıkıma götüren emperyalist savaşlar, sayısız gerici bölgesel savaşlar, faşist barbarlık, tüm yıkıcı sonuçlarıyla büyük bunalımlar, sert sınıf mücadeleleri, iç savaşlar ve devrimlerden oluşan yüzyıllık bilançoların toplamından oluştu. Yüzyıllık bilanço içerisinde, emperyalist aşamasındaki kapitalist dünya sisteminin kaynaklık ettiği emperyalist ve gerici savaşlar ile; devrimci sınıf savaşları, iç savaşlar ve devrimler birarada ilerlemiştir. Bu niteliği ve amacı yönünden tümüyle birbirinden farklı, iki temel kategorideki savaş türünün ortak kaynağı, kapitalizmin uzlaşmaz sınıf çıkarları ve çelişkilerine dayalı yapısıdır. Yani kapitalizm, meta üretimi ve özel mülkiyete dayalı yapısıyla, bu yapı üzerinde kendini gösteren uzlaşmaz sınıf çıkarları ve çelişkileriyle, her türlü gerici ve emperyalist savaşın kaynağı olmakla kalmaz, devrimci sınıf mücadelelerinin, onun yoğunlaşmış ve genelleşmiş bir aşaması olan iç savaşların, ve nihayet devrimlerin de nesnel kaynağını oluşturur. ani emperyalist-kapitalizm, kendi mezarını kendi elleriyle kazmaya mahkumdur. Kapitalizm kendi dolaysız ihtiyaçları doğrultusunda, döne döne gerici ve haksız savaşlar üretmekle kalmaz, kendi anti-tezi olan devrimci savaşlara da, kendisini tarihe gömme tarihsel amacına yönelmiş devrimci sınıf mücadeleleri ile, devrimlere de bizzat kaynaklık eder.
K
Tarih,21. Yüzyılın da benzer nitelikte toplumsal gelişmelere ve olaylara sahne olacağını göstermektedir. Temel özellikleri ve eğilimleri üzerinden ele alındığında, çağ aynı çağ olduğuna göre; bunun böyle olması, şaşırtıcı olmak bir yana kaçınılmazdır da. Şu an için değişmiş bulunan temel olgu, yalnızca, dünya ölçüsünde devrim güçleri ile karşı-devrim güçleri arasındaki kuvvet dengeleridir. Çözülmek bir yana, gitgide ağırlaşan ve genelleşen temel sorunlar ile bunun keskinleştirdiği çelişkiler; bu kuvvet dengelerinde gelecekte devrim lehine sürekli ve hızlı bir değişimin verimli zemini, bir apitalizm savaş demektir tanımı, daha çok kapitalizmin bakıma güvencesidir. Bu devrimlerin, proleter nitelikte ve kaynaklık ettiği her türden gerici savaş gerçeğine işaret işçi sınıfı önderliğinde olmadan zafere ulaşmasının olanaklı etmekle birlikte; sorunu burada ifade ettiğimiz, genel diyaleolmayacağı ise, Devrimci Komünistler için tartışma konusu ktik perspektif içerisinde kavramak durumundayız. dahi edilmeyecek kadar açıktır.
SARI
4
tersine, halklara yeni acılar ve yıkımlar yaratan bir gerçeklik halini aldı. Körfez ve Irak savaşı, Balkan savaşı ,Çeçenistan savaşı, Afganistan savaşı, Libya ve Suriye savaşları ve tüm Orta-Doğu’yu kapsayacak bir büyük bölgesel savaşın, kapıda bekleyen tehlikesi bunun son yıllara ait kilometre taşlarıdır. aşta ABD olmak üzere tüm emperyalist dünya bugün, “terörizm” ve “terörist devletler” bağlamında hayali
B
Y
K
TEORİK BAKIŞ AÇISI VE DEVRİMCİ KOMÜNİST TARİHSEL PERSPEKTİFİN ÖNEMİ
D
evrimci Komünistler, burjuva propagandasının tüm dikkatleri güncel ayrıntılar üzerinde toplayarak ve sıkıştırarak, algılama yeteneğini yok etme tuzağına düşmekten özenle kaçınarak; güncel gelişmeleri, teorik ve tarihsel bir perspektifle ele almak durumundandırlar.
B
u, Marksist teoriyi ve partimizin teorik birikimini, özümsemek üzere, daha yoğun ve sistematik bir çaba demektir. Bu, oluşturulmak üzere hazırlanmış parti programımızın, daha derinden özümsenmesi ve gündelik sınıf mücadelesinde, etkili bir silah olarak kullanılması demektir. Kadrolar bu gerçeklikten hareketle, kendilerini bu teorik ve tarihsel çabaya adamadıkları ve bunu anlamak, bilince çıkarmak üzere emek ve enerji harcama konusunda gereği kadar değil, gereğinin çok üstünde bir özveriden en küçük bir tereddütle kaçınmaları durumunda; partinin pratiği ve söylemi arasındaki kan uyuşmazlığı ve işçi ve emekçi kitleler nezdinde, yok oluş sürecine geçmek kaçınılmaz olacaktır. Bu nedenledir ki, parti önderliğinin büyük özveri ve cesaretle ortaya koyduğu perspektifler, güncel gelişmelerin teorik ve tarihsel bir yaklaşımla değerlendirilmesi yolunda sunulan önderlik karşında, tereddüt göstermenin, parti suçu işlemek olarak algılanmasının, önemini vurgulamakta yarar vardır.
G
üncel gelişmelerin bizi karşı karşıya bıraktığı sorunlara daha yakından bakıldığında, bunun önemi çok daha iyi anlaşılır. Ortada ABD liderliğindeki emperyalist cephe tarafından ilan edilmiş, çok yönlü ve uzun bir sürece yayılacağı açık olan bir savaş olduğu açıktır. Uluslararası platformda gündemin en önemli tartışmaları, savaş sorunu üzerinde odaklanmış bulunuyor. Bu durum karşımıza, bir bakıma kendiliğinden, savaş sorunuyla bağlantılı olarak, doğru yanıtlanması gereken bir dizi sorun çıkarmaktadır. mperyalizmin tanımlanması ve bunun üzerinden bir anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadele platformu oluşturma tartışmasına, daha düzden geçmek yerine, savaş sorununu ve savaşların, proletaryanın bakış açısı üzerinden değerlendirmesini yapmadan ilerlemek, ülkemiz gerçeği ve emekçi kamuoyu açısından ele alındığında, yanlış olacaktır. Zira, biz bu yazı dizimizi kaleme alırken, en geniş okur kitlesinden en dar teorik tartışma ortamlarını topyekun göz önüne alarak dikkat etmek durumundayız.
E
E
n genel tanımıyla, kapitalizm ve savaş; özel olarak kapitalizmin, emperyalist aşaması ile savaşın ilişkisi nedir? Haklı ve haksız, devrimci ve gerici savaşlar ayrımı yapmanın, tarihseltoplumsal temeli nedir ve bu ayrımın ilkesel ve politik önemi proletarya açısından nereden gelir? Buna bağlantılı olarak, burjuva pasifizminin anlamı ve işlevi nedir? Savaşları ortadan kaldırmanın ve insanlık alanında genel bir silahsızlanmayı gerçekleştirmenin tarihsel koşulları, nasıl kavranmalıdır? Ya da tersinden sorulacak olursa, silahsızlanmak savaşları ortadan kaldıracak mıdır?
M
evcut konjonktürel durumla bağlantılı, politik ve pratik koşullarda, ABD emperyalizmi ve NATO tarafından ilan edilen güncel savaşın, anlamı ve hedefleri burada en öncelikli sorunumuz olup, yürürlükte olan bu çok yönlü savaşın işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilen halkların yaşamı üzerindeki çok yönlü etki ve sonuçları, bunu izleyen artçıl sorunlardır. Proletarya ve emekçiler ile, ezilen halkların bu savaşa karşı etkin bir mücadeleye çekilebilmelerinin imkanları ve sorunları, bir başka sorundur. Bunlara ek olarak, dünya çapında ilan edilmiş bu savaşa karşı mücadelenin enternasyonal boyutları ile, emperyalistler tarafından savaşın özel hedefi olarak tanımlanan, devrimci siyasal akımların, yeni dönemdeki mücadelelerinde karşı karşıya kalacakları ağır koşullar altında, çalışmayı ve mücadeleyi aksatmaksızın sürdürebilmeyi, güvence altına almak üzere, şimdiden düşünülmesi ve pratikte derhal alınması gereken politik-örgütsel önlemlerdir. Burada yapmaya çalışacağımız, daha çok; bu sorunların teorik ve ilkesel, stratejik ve taktik çerçevesini, bir program üzerinden, mümkün olduğunca kısa ve özlü bir biçimde ortaya koymaya çalışmak olacaktır. Bu yapıldığında, güncel
B
una bağlı olarak “siyasal gericilik” ile “ulusal baskı ve düşmanlıklar”ı da bu kapsamda ele alabiliriz. Zira siyasal gericilik, dolaysız olarak, kapitalist sınıfın işçi sınıfının ve emekçilerin kurulu düzene karşı, mücadelelerini boğmak ihtiyacının ürünüdür. Kapitalizmin, emperyalist aşamasında bu gericiliğin yoğunlaşması ve devlet yapısı içinde kurumlaşması, faşist diktatörlük biçimini alır ve ezilensömürülen sınıflara karşı sistematik ve dizginsiz bir teröre dönüşür ve dolaysız olarak, kapitalizmin ürünüdür. Beraberinde, “ulusal baskı ve düşmanlıklar”, bir devletin sınırları içerisinde, başka halkların köleleştirilmesine ve bu köleliğin kırılmasına yönelik çabaların ise, kirli savaşlarla boğulmasına yol açar. Ülke dışında ise, komşu ülkelerle sonu gelmeyen sürtüşmeler üretir ve ardı ardına gelen gerici bölgesel savaşlara, kaçınılmaz olarak neden olur. Bu örnekler üzerinden, kapitalizmin, doğası gereği ürettiği toplumsal ve siyasal sorunlar nedeniyle; çatışmalar ve giderek çeşitli türden gerici savaşlar için nasıl verimli, bitmez tükenmez bir kaynak oluşturduğunu görebiliriz. mperyalist tekeller arasında, dünya ölçüsünde süren kıyasıya rekabet; büyük emperyalist devletler arasında
bir tehlikeyi; gerçekte ise, “füze kalkanı projesi”ne yani uzayın silahlandırılması ve yıldızlar savaşı projesine bağlı girişime, dayanak yapabilmektedir. Bu girişim, insanlık tarihinin görmediği boyutlarda, bir silahlanma yarışının önünün açılması anlamına geliyor elbette.
F
akat emperyalizmin dünya egemenliğini ne pahasına olursa olsun pekiştirmek; bu arada silah tekellerine yeni kârlı alanlar açmak ve ekonomik krizi bu yoldan aşmak sevdasındaki ABD’nin, dünyanın geleceğinde nüfuz mücadelelerinin sertleşeceğini, yeni paylaşım mücadelelerinin gündeme geleceğini ve bu paylaşımda çatışan tarafların ancak kendi savaş güçleri ölçüsünde söz ve pay sahibi olacaklarını çok iyi bildiğini ve stratejilerini de bu yönde geliştirdiğini göstermektedir.
B
ugün, dünya halklarına karşı ilan edilmiş ABD savaşıyla bağlantılı olarak, bir kez daha sahnenin ön planına çıkan Henry Kissinger; 89 çöküşünün ardından, dünya savaşı tehlikesinin ortadan kalktığını düşünen safdillerle adeta alay edercesine, gerçekleşmiş bulunan iki dünya savaşının hiç de Sovyet Bloku ile değil; fakat tam da Batı dünyasının, kendi içinde meydana geldiğine işaret etmişti. Bu, emperyalist dünya savaşlarının niteliğine olduğu kadar, kaynağına da yapılmış açık bir vurguydu ve geleceğe işaret eden yönüyle, son derece gerçekçi ve kalıcıydı.
M
ilitarizme ve savaşa ayrılan dev kaynaklar, emperyalist müdahaleler ve gerici savaşlar zinciri, etnik ve dini boğazlaşmalar. Sistematik devlet terörü, faşist katliamlar ve işkence. Devletlerin mafyalaşması, rüşvet, yolsuzluk, her türlü karanlık ve kirli işin yaygınlaşması ve kurumlaşması. Faşizm, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve şoven milliyetçilik ideolojilerinin ve buna bağlı kitlesel tabanların geliştirilmesi; birer sonuç olarak karşımızda durmaktadır. Kapitalizmin sürmekte olan uluslararasılaşma süreci, derin çelişkiler, çarpıklıklar ve çözümsüzlüklerle, bir arada gitmektedir. Emperyalist küreselleşme, sınıflar, ülkeler ve bölgeler arası derin eşitsizlikleri keskinleştirmekte; yıkıcı ve felaketli sonuçlara yolaçmaktadır. Emperyalizmin yeryüzü üzerindeki köleci egemenliğini, yeni ilişki biçimleri ve kurumlarla pekiştirme sürecine; emperyalistler arası bloklaşmalar, keskinleşen çelişkiler ve kıyasıya rekabet eşlik etmektedir. 11 Eylül saldırısı ile, emperyalist küreselleşmenin ağırlaştırdığı sorunlar ve keskinleştirdiği çelişkiler arasında bir bağ kurmak; felaketli sonuçlar hazırlayan emperyalist küreselleşmenin pazarlar, hammadde kaynakları, kârlı yatırım alanları ve dümenindeki ABD’nin, böylece bu saldırıların zeminini de, genel olarak nüfuz alanları uğruna şiddetli mücadele biçimi- bir bakıma kendi eliyle hazırladığını ve hakettiği bir bedeli ni almaya süresiz olarak devam edecektir. Eşitsiz gelişmenin ödemek zorunda kaldığını göstermektedir. şiddetlendirdiği bu mücadele, görülmemiş boyutlara varan militarizmin ve dünya egemenliği uğruna verilen empery- akat bundan da önemli olan, on yıllardır pekiştirilmeye ve alist savaşların, kaynağı haline gelmiştir günümüzde ve bu yeni işlevlerle tanımlanmaya çalışılan politik-askeri ememperyalizmin karakteri bakımından, sonu gelmez bir süreç peryalist oluşum ya da kurumların ne işe yaradığı, yaşanan olmaya devam edecektir. Burada, emperyalizm ve prolet- gelişmeler sayesinde artık daha somut olarak görülebilmeer devrimler çağının temel bir olgusunu oluşturan devasa ktedir. ABD emperyalizmi ve onun liderliğini yaptığı emboyutlarda militarizm ve silahlanma yarışı ile, emperyal- peryalist NATO bloku, sözkonusu saldırıyı kendi emperyalist ist savaşların kaynağının birarada konulduğunu görmek hükümranlıklarına bir meydan okuma saymışlar ve bunu, olanaklı. Bu iki olgunun, burada işaret edilen iktisadi ve dünya halklarına ve sistem karşıtı güçlere, savaş ilanıyla toplumsal niteliğini ve kaynağını doğru anlamak, savaşa birleştirmişlerdir. Kurulduğundan beri Sovyet bloku karşısında ve militarizme ilişkin pasifist görüş ve tutumların eleştirisi bir “savunma ittifakı” olarak sunularak yutturulmaya çalışılan bakımından, özel bir önem taşımaktadır. Kendini, daha çok NATO’nun; gerçekte, emperyalizmin yeryüzü üzerindeki orta ve küçük-burjuvazi şahsında gösteren ve içinden geçme- kölece egemenliğini sürdürmenin bir aracı olduğu, bu vesile kte olduğumuz tarihi dönemde özellikle güçlü olan bu görüş ile bir kez daha açıkça görülmüştür. ABD emperyalizmi, kendve tutumların yüzeyselliği, yalnızca burada işaret edilen te- isine yöneltilen saldırıyı, çoktandır ayrı bir kutup oluşturmak mel teorik gerçekten hareketle değil, buna bağlı olarak, 20. üzere, kendi denetiminden çıkmak eğiliminde olan ve bunu Yüzyıl’ın bütün bir tarihsel deneyimi üzerinden de, tarihsel Avrupa Birliği kurumlaşması içerisinde hayli ileri noktalara bir veri sunmaktadır bizlere. da vardıran Avrupalı emperyalistler üzerindeki, denetimini güçlendirmenin bir imkanına çevirmek niyet ve gayretindedilitarizmi ve silahlanma yarışını salt “iki kutuplu” dünya olgusu üzerinden ele alan ve zamanında buna ir. Gerek ABD’nin bu çabaları, gerekse tersinden, içten içe karşı geniş çaplı protestolar da gerçekleştiren Batılı ülkelerin süren sıkıntılar ve ABD’nin kuyruğunda savaşa katılmaktan ara sınıf ve katmanları; Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’nın yan çizmeler; ABD ile AB arasındaki emperyalist rekabedağılmasının ardından, bu sorunların artık ortadan kalktığı tin yansımalarından başka bir şey değildir. Bu çatışmanın yanılgısına düşmekte gecikmediler ve bir anlamda da genel karşı kutbunda ise, Rusya-Çin ekseni vardır. Bugün, ABD’nin Afganistan’ı günah keçisi olarak seçmesini ve bu ülkeye bir ilgisizliğe ve rehavete gömüldüler. yönelik bir emperyalist savaş gündeme getirmesini, onun u daha çok, konuya ilişkin hassasiyetleriyle tanınan Batılı Avrasya’da mevzi kazanmaya yönelik yeni bir hamlesi değilse sendikal harekette, genel bir aymazlığın örgütlenmesi te- nedir? ABD’nin, bu bölgeye yerleşmeye heveslenmesinin; melinde gün ışığına çıktı. Çünkü onlar militarizmi, silahlanma Rusya ve Çin’le tehlikeli bir biçimde karşı karşıya gelmek deyarışını ve artan savaş tehlikesini, genel olarak kapitalizmin mek olacağını biliniyor. Bundan çıkan sonuç ise, kapitalizme doğası, özel olarak da emperyalizmin egemenlik ve paylaşım karşı devrimci sınıf mücadelesi temeline oturmayan bir savaş mücadeleleri üzerinden değil; salt “iki kutuplu dünya” gerçeği karşıtı mücadelenin, sadece salaklık ve saflıkla açıklanması üzerinden ele almak gibi, sosyal-demokrat aymazlığın ve olanaklı olmadığı; bu neo-liberal teorilerin, açıktan bilimsel sınıflar savaşının yerine sınıflar uzlaşmasının mücadelesini sosyalizme karşı savaş açmanın, onu tasfiye etmek amaçlı bir koyan bu ihanetin, pençesine düşmüşlerdi. Gerçekler ise, bu ihanet projesi olduğu inkar etmek anlamına geleceği açıktır. değildi ve “iki kutuplu dünya”nın son bulması, tam da bununla bağlantılı “soğuk savaş” döneminin sona ermesiyle -DEVAM EDECEKbirliktedir ki, militarizm ve savaş tehlikesi azalmak bir yana;
E
F
M
B
SIYAH MAVI
SARI
5
HALKIN KURTULUSU kadroların sırlarını ifşa etmeyi, tehdit etYURT DISI ÖRGÜTÜNÜ SONLANDIRMA ZORUNLULUGU meyi marifet saydılar. Açık alan yayının VE BOLSEViK ÖRGÜTLENMEDE DEMOKRATiK MERKEZiYETÇi iRADE basılmaması için maddi ve manevi baskı Tasfiyecilik tek başına ve sadece TDKP’nin başına gelmiş bir felaket değil elbette. Ancak bu felaket TDKP’yi defalarca hem ideolojik ve siyasi yönüyle ve hemde örgütsel boyutuyla vurdu. 1978 THKO konferansıyla bayrak açan tasfiyeci-reformizm, THKO/ TDY - THKO Mücadele Birliği- ve TİKB ayrılıklarınında devrimci bir nedenle ve sağcılığa, tasfiyeciliğe sapma denmesine atfen tavır ve tepki olarak ayrılığın ortaya çıkmasına neden olduğu bugün tartışılmayacak kadar açık bir gerçektir ve bu tutumun somut ifadesi 1980 askeri faşist diktatörlüğü karşısında dayanamayıp iflas eden önderlik ve örgüt sonucu vermesidir. Yeniden ve esas olarak yurtdışında yaşanan 1980 sonrası toparlanma süreci, onlarca spekülasyon ve skandal ardından 1989’da kendi defterini kendi elleriyle dürerek açıktan legalizme entegre olmak üzere ideolojik, siyasi, politik ve örgütesel platformlarda saldırıya geçerek partiyi topyekün tasfiye etti. Yurtdışı koşullarda parti sırları kahvehanelerde konuşulur oldu. Bu sürece dahil TDKP-Leninist Kanat ve sonrasında EKİM hareketine evrilen çıkış başlangıçta önemli ve anlamlı haklılık paylarına sahipti ve legalistler ogün bu çıkışa troçkist ve diğer türde spekülatif saldırıların yanısıra fiziki saldırılarıda sürdürmekten çekinmediler. Tüm bu gelişmelere göğüs germek isteyen devrimci komünist unsurlar likidasyonla susturuldular ve bununlada susturulamadıkları yerde sosyal-faşist saldırılara maruz kaldılar. Yılgınlığa sürüklenen çaresizleşen onlarca kadro ve yakın çeper unsuru ya boyun eğip legalistlerin baskısı karşısında devrimci safların dışına düştüler yada yeni siyasi arayışlara yöneldiler. Ancak 10 yıl öncesine dayalı yeniden toparlanma ve partinin yeniden inşası sürecini başlatan devrimci komünist unsurlar, gerek geçmişin alışkanlıkları, gerek legalizmin etBir Karşı Kültür Olarak Arabesk: Yakarsa Dünyayı Garipler Yakar! Arabesk müziğin imgesel çağrışımına bakıldığında; acı, kader, hiçlik, çatışma, tutunamazlık gibi kelimelerle karşılaşırız. Arabeskin toplumsal tarihine bakıldığındaysa, Türkiye‘de 1950′li yıllara kadar giden bir geçmişe sahiptir. Bu yıllar, insanların yeni ümitlerin peşinde köyden kente göç etme süreçlerine rastlar ve Türkiye’ de sanayileşmeyle birlikte, özellikle doğu illerinden kente başlayan göçlerle yakından ilişkilenir. Sosyolojik olarak, bu durumun tanımı budur. Oysa, göçün insanlar için tanımı kitaplarda yazıldığı kadar kolayca anlaşılacak bir olgu değildir; göç eden insan bir bakıma yarım kalır, geride bırakılanların hüznü yeni bir yaşamın belirsizliği üzerinden şekillenir. Bu belirsizlik, bireyin kendi tanımını kaybetmesine ve kendisini yeni bir kültürle var etmesine sebep olur. Bu kültürün, müziksel yansıması ise arabesktir. Yarın ne olacağını bilemeyen birey, her şeyi kadere bağlamaya zorunlu kalır; bu hiçlikli boşluk durumunda acı, dert ve kederle kendisini yeniden üretir. Bir bakıma arabesk müzik, bir tutunma biçimi haline gelir. Arabesk müzik, bu anlamda kıyıda kalanların, kentin içine karşı başlattıkları bir karşı kültür şeklidir. Çünkü, köyden kente göç edenler, iki kültür arasında sıkışmış yeni bir kimlikle mücadele ederler. ARABESK BİR “ALT KÜLTÜR” İMGESİ MİDİR? Bir kültür olarak arabesk müzik, genellikle bir “alt kültür” imgesi olarak karşımıza çıkar. Bunu anlamak için, “alt kültür” nedir sorusunun yanıtlanması gerekir. Bu kavramı ilk tanımlayanlardan olan Gordon’a göre, “alt kültür” ulusal kültür içerisinde; sınıf, etnik köken, bölge ve kırsal bölge veya kent sakinliği, dini inanç gibi öğelere ayrılabilen toplumsal koşulların bileşiminden oluşan, ama bir araya geldiklerinde o kültürdeki birey üzerinde bütüncül bir etkisi olan, işlevsel bir bütün oluşturan bir alt bölümdür” (Gordon’dan akt. Jenks, 2005: 22), aynı döneme rastlayan bir başka tanımda, “alt kültür” terimi “Nüfusun belirli dilimleri tarafından sergilenen kültürel değişkenlere, gönderme yapar. Alt kültürler, salt bir iki özellikle birbirlerinden ayrılmazlar; nispeten kendi içinde bağlantılı toplumsal sistemler meydana getirirler. Onlar, ulusal kültürün daha geniş dünyasının içindeki dünyalardır” (Komarovski ve Sargent’ ten akt. Jenks, 2005: 22) İki tanım da; egemen ulus devletin dışında, var oluş gösteren kültürel bir duruma gönderme yapar, Benedict Anderson’a
kileri ve gerekse 20 yılı aşkın örgütsüz yaşam koşullarının birikimi ile yola çıktıklarında, karşılarına çıkacak çok yönlü saldırı bloğunu göğüsleme yeteneğinden yoksundular. Süreç içersinde eskinin artıklarının, yorgun devrimci nostaljistlerin ve küçük burjuva arka beyinleriyle kişisel alacaklarının hesabını yapan unsurlarla, nüfussuz köye muhtar olma hevesinde olan, yaşamın her alanında dışa düşmüş zavallılarında toparlandığı bir yığın ahbap çavuşlar grubu haline gelenlerden arınmak bu partinin önünü açmak için zorunlu bir operasyondu ve Konferansımız bu önderlik rolünü yerine getirmek adına bolşevik demokratik merkeziyetçi iradesini ortaya koymuştur. Yurtdışında biriken güçler arasında daha yaygın olarak görünen bu hastalıklar kangrene dönüştü ve tüm vucudu sarmadan alınması gereken bir cerrahi müdahaleyi zorunlu kıldı. Parti önderliğinin 1. Yeniden Kuruluş Konferansı’nı yaşama kattığı aşamada bu unsurların açık saldırıları başladı. Konferansa karşı bayrak açarak konferansı topyekün reddetmeye daha sonrada engellemeye çalıştılar. Parti önderliğine yönelik olmak üzere tek tek yoldaşlar hakkında sahtekarca ithamlarda bulunarak parti çeperindeki dürüst namuslu bir çok insanın kafasında bulanıklık yaratmak amacıyla açık bir iftira kampanyası yürütüldü. Tüm yoldaşça uyarı ve ikazlar, komünist değerler adına samimiyete ve Parti displinine uygun eleştiri ve özeleştiri mekanizmasının çalıştırılmasına ilişkin tüm davetlere rağmen küçük burjuva bile olmayı beceremeyen bu lumpen tayfanın kabaran iştahları ve kendi yetmezliklerini, sınıf mücadelesini bir kenera koyalım sosyal yaşamın olağan akışından dahi kopmuş, üretimsiz, parazit yaşam biçimlerinin oluşturduğu kimliksiz değerleri üzerinden partiye saldırmayı, partinin ve
Kuruluş Konferansımızın önünde açık bir tehlike ve partimizin düşman tarafından etkisizleştirilmesinde açık faliyet yürüten uygulamaktan ve yurtdışı dağıtımını engelle- bir hizip konumuna dönüşmesi sonun meye kadar hertürlü hizip fliyetinden çekin- başlangıcını getimiş bulunuyor. mediler. Bunun yetmediği yerde partinin sosyal medyadaki yayın organlarına el koyarak Konferansımızın, Yurdışı Örgütünü toyayını durdurdular ve bir süre geri adım atar pyekün sonlandırma kararı Partimizin gibi olsalarda ülkedeki tek ayaklı şeflerinden güvenliği açısından kaçınılmaz bir zorunaldıkları talimatlarla bu yayın organlarına luluk oluşturdu. Bu zorunluluk karşısında topyekün el koyarak ve önderlikte yer alan dahi, kendlerine parti hukuku açısından yoldaşlarımıza devrimci ahlaktan yoksun şans verilme koşullarına sahip olanlara her türlü iftiralarıyla sosyal medyada teşhir özeleştirilerini vererek parti saflarına faliyeti sürdürerek karşı devrimin topyekün dönmeleri, hizip faliyetine son vermeleri güçlerine jurnaleme faliyeti başlattıkları Konferansımız kararı ve parti önderliğimizin partililerin yazılarını kullanarak kendiler- yazılı çağrısı yanıtsız bırakılarak bildikleri ini dışa karşı güç olarak göstermek gibi bir yolda yürümeye, karşı devrime hizmet sahtekarlıktanda geri durmadılar. Parti vermeye ve partili yoldaşalrımız hakkınd sembollerini kullanarak internet sitelerinde sahtekarca ve aşağılık düzeyde karalama kendi mahlaslarıyla yazılar yayınladılar. Bir kampanyalarına devam ettiler. Yoldaşlarımız yandan tasfiyeciliği eleştirme görüntüsü hakkında sahip oldukları özel bilgiler üzeraltında legalizmi örgütlemeye çalışırlarken inden yaşamlarına kastetme amaçlı olduğu diğer yandan küçük burjuva komplekslerini açık ifadelerle ve parti dışından unsurlarıda tatmin etmek gibi bir cüceliğe imza attılar. devreye sokarak tehdit etmeye başladılar. Partinin doğrudan ismini taşıyan sosyal me- Partimizin yeniden tedbirle başlatmaya dya organındanda aynı rezilliği sergilediler çalıştığı sosyal medya faliyetine azgınca ve imzalı yazılarla kendi kendilerini şef ilan saldırmaya ve ellerine geçirdikleri yayınları ederek birbirlerini alkışaladılar. Kendilerine partiye karşı kullanmaya devam ettiler. Yeniden inşa Örgütü ve Yurt Dışı Örgütü ismi takan ve parti önderliğinin insiyatifi dışında 1.Yeniden Kuruluş Konferansımız bu yayınlarla konferans süresince, sıcak aşa kararıyla partini ayakalarına yapışmış karşı soğuk su katmaya parti önderliğini bu tas- devrimci bir ağırlıktan arınarak sınıf mücefiyeci saldırıyla meşgul ederek konferansın delesinde yerini doğru biçimde almak üzere zayıf geçmesini sağlamaya çalıştılar. Ancak yoluna devam edecektir. Partimzin yılmaz en ağır illegalite koşullarında toparlanan önderliği karşısında her karşı devrimci güç konferansımız, karşı devrime ve onun kol- yenilmeye ve tarihin çöplüğüne atılmaya tuk değneği tasfiyecilere rağmen başarıyla mahkumdur. Biz devrimci komünistlerin tamamlanma yeteneğini ortaya koyarak bu birliği olarak, bu birliği kendi dışımızdaki iradeyi onurla ilan etmeyi başardı. tüm komünist dinamikler ve sınıfın öncü Aralarında tasfiyeci-reformistlerle unsurlarının parti saflarına kazanılmasıyla doğrudan bağı olanlar olduğu, bulundukları taçlandırıcak Bolşevik Yeniden Oluşum ülkelere ait istihbarat kurumlarıyla içiçe Kongre sürecini başlattığımızı ilan ediyoruz. faliyet içinde ve Doğu-Bloku ülkelerine ait mafya ile içleşmiş ilişkiler yumağına kadar TDKP-THKO MK varanlarında bulunduğu gözlemlenen unsurlardan oluşan bu çetecik artık, 1. Yeniden
BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜNEMEK EREZ
atıfla söylemek gerekirse, “Ulus devletlerin hayal ettikleri cemaatlerin, kimliklerini inşa süreçlerinde biçimlenmeye çalışılan, yeni kimliğe karşı oluşturulan, bir karşı kimlik biçimi” şekline yorumlayabiliriz arabesk müzik kültürünü. Türkiye’ de, ulus devlet inşa sürecinde, müziğin de sınırları çizilmiştir. Ziya Gökalp’ in müzik felsefesi temel alınarak oluşturulan bu anlayış, daha sonraki dönemde TRT’nin kurulmasına da kaynaklık edecektir. Ziya Gökalp’e göre, “Doğu müziği hastalıklı bir müziktir ve rasyonel değildir, halk müziği ise bizim kültürümüzü sunmaktadır, batı müziği ise medeniyetimizin müziğidir, bu yüzden hiçbiri bize yabancı olmamalıdır. Bizim doğal müziğimiz, halk müziğimiz ve batı müziğinin bileşiminden doğacaktır.” (Gökalp’ten akt. Stokes,1998:61) Bu anlayış, Türkiye Cumhuriyeti ulus devlet sürecinde de temel alınmış ve Türkiye Müziği, bu anlayış üzerinden şekillendirilmeye çalışılmıştır. Arabesk müzik, oluşturulan bu müziğin içinde bir yere tekabül etmez, bu da onun egemen olan anlayışla ters düşmesine neden olur. “Modern” bir yaşamı benimseyen kent kültürlüler için, arabesk kötü çağrışımları barındırır. Bu müzik, dışarıdan gelip kenti bozanların, yabancıların, onlar gibi olmayanların müziğidir. Bu nedenle, arabesk müzik modern litaratürde “alt kültür” içinde değerlendirilir. Bütün bunların yanı sıra “alt kültür” kavramının kendisi tartışmaya değerdir, “egemen kültüre” dahil olmayan kültürlerin “alt” kabul edilmesi, pozitivist ve evrimci bir bakış açısıyla anlaşılabilir, bu söylem genel ve evrensel olanın dışında kalanın “alt” ya da “aşağı” olarak adlandırılması anlamına gelir. Yinger’e göre bu durum, sosyolojik bir bakış açısını vurgulamaktadır (Jenk, 2005:24). Bu nedenle Yinger, ”alt kültür” kavramına karşın, “karşı kültür” kavramını koyar. “Buradaki amaç, daha geniş toplumdaki kitlenin düşünce ve inançlarından, o insan grubunun farkını ya da o insan grubunun bu düşünce ve inançlara bilinçli karşıtlığını göstermek ise, o zaman ”karşı kültür” kavramını kullanabiliriz” der Yinger. (Yinger’den akt.
Jenk, 2005: 25) Bu açıdan baktığımızda, arabesk müzik bir karşı kültür imgesidir. Arabesk şarkıların felsefesi, egemen kent kültürünün ortasından yükselen dayatmacı kültüre karşı oluşan kendi özgün ve içsel acılarını, ait olamamayı, yalnızlığı, işsizliği, uzaklığı, kavuşamamayı konu edinir. Acı, çatışma, antogonizma halindeki birey, arabesk müzik kültürü içerisinde, kendisini yeniden üretir. Çünkü arabesk müzik dinleyen birey, kent içerisinde, kendisine yönelen bakışların ötesinde, yer alan bir ötekidir. Gordon’un ”alt kültür” tanımına yeniden dönecek olursak, farklı bir etnik kimlikten olmanın da bir “alt kültür” tanımı içinde değerlendirildiğini görürüz; bu nedenle, arabesk müzik yalnızca bir müzik kültürü olmanın ötesinde, etnik bir tanımlılık da kazanır. Çünkü kentlinin göçle gelen kişiye bakışı, etnik farklılıkta önemli bir dışlama ve ötekileştirme sebebidir. Cenk Saraçoğlu’nun “Şehir Orta Sınıf ve Kürtler” adlı kitabı, İzmir‘de yaşayan orta sınıf olarak değerlendirilen kişilerle yapılan görüşmelerle, özellikle doğudan göç edenlere karşı barındırılan ön yargılı bakış açısını yansıtmaktadır. Örneklemek gerekirse ”Göçle gelenlerin Kürtçe konuşmasından rahatsız oluyorum. Pazarda filan görüyorum. Kendi ülkemde, benim ülkemde; gerçi onların da ülkesi de, ben İzmir’deyim, benim ülkemde, geliyor burada karnını doyuruyor.” (Saraçoğlu, 2011:123) Bu nedenle, arabesk müzik dinleyen birey hem kentin ötesinde, hem de egemenin ötesinde kalır, ötelenen birey kendisine sunulan ve olması istenenin aksine bir karşı duruş sergiler; bu nedenle, arabesk müzik aynı zamanda, öteki bireyin içinde bulunduğu topluma karşı çektiği bir isyan bayrağı, kendi farklılığına olan göndermesidir. YAKARSA DÜNYAYI, GARİPLER YAKAR Müslüm Gürses’ in sevilen şarkısının en damar sözleridir, ”yakarsa dünyayı garipler yakar”, şarkının diğer dizeleri şöyledir: “hor görülenlerin Tanrım isyanıdır bu, sevip sevilmeyenlerin isyanıdır bu, düzensiz dünyanın günahıdır bu, yakarsa dünyayı
garipler yakar”, bu dizeler aslında, arabesk müzik kültürü üzerine çok şey söyletmektedir; hor görülme, dışlanma, yaşanılan toplum içinde öteki olarak konumlandırılma ve bu duruma isyan etme, sevip sevilmeme ve dünyanın sürüp giden düzenine karşı bir protesto. Martin Stokes, ‘Türkiye’de Arabesk Olayı’ adlı kitabında şöyle bir değerlendirme yapar: 1950′lerden itibaren kırsal kesimden gelip, Türkiye’nin batısındaki büyük şehirlerin çevresindeki gecekondu bölgelerine yerleşmiş insanlar, arabeskin en önemli dinleyici kitlesini oluştururlar. Bu dengesiz bir durumdur, üretim sürecinden dışlanmış, sorunlarını yabancılaşmanın ve kaderciliğin dili olan arabesk diliyle ifade eden insanlar, arabeski bir ifade biçimi olarak kullanan kitlelere dönüşmüşlerdir. (1998:147) Bu kitle, toplum içinde yabancı olma, öteki olma, kirli olma ve dışlanma gibi durumlarla karşı karşıya kalır ve garip olur. Garip kelimesinin anlamı, aslında bütün bunların özeti gibidir, çünkü gariplik aynı zamanda tuhaflıktır. M. Gürses’in “yakarsa dünyayı garipler yakar” şarkısındaki “garip” tanımı buna uymaktadır: ”dertleri içine sığmayan onlar, hayattan umudu kalmayan onlar, sürüne sürüne yaşayan onlar, yakarsa dünyayı garipler yakar”. Bütün bu sözler iş yaşamında, okulda, kent merkezinde yaşanılan derde ve sıkıntıya karşı bir serzeniş içerir. O farklıdır, kentliler gibi konuşmaz, onlar gibi giyinmez, onların duygusu onun duygusunu tutmaz, o kadar dertle yüklenmiştir ki içine sığmaz, umutsuzdur, sürüne sürüne yaşar, mutluluktan uzaktır; böyle bir durumda yaşanan tükenmişlik arabesk şarkılarla dile getirilir, şarkılardaki isyan, umut, acı, keder, bireyin kendisi için kullandığı bir panzehire dönüşür. Arabesk müzik dinleyenler için, arabesk söyleyenler bir dert ortağına, çoğunlukla da “baba” ya dönüşür. Buradaki “baba” figürü önemlidir çünkü özellikle ataerkil bir yapıyla kültürlenmiş bir insan için “baba”, yol gösterici ve çare bulucudur. Onun yokluğuyla kalan birey, kendisini yönsüz hisseder ve arabesk müzik kültürüyle birlikte bu yönsüzlükten kurtulur. Arabesk şarkıların videolarına baktığımızda, genel olarak siyah beyaz olduklarını görürüz; siyah beyazdır ancak şarkıyı söyleyenler, hep dimdik dururlar, düzgün giyimli ve güçlü görünümlere sahiplerdir. Videoda kullanılan diğer görüntüler, genelde kavuşamama temellidir ya da dünyanın olumsuzluklarına gönderme yapar ve şarkıyı söyleyenin arkasından yansır. Arkadan yansıyandır o.
SIYAH MAVI
SARI
6
HALKIN KURTULUSU
B İ R AV U Ç T U L A R D E N İ Z O L D U L A R
41 YIL GEÇTİ, ONLAR HİÇ UNUTULMADI
Ayrı şehirlerde doğdular, farklı kültürlerde büyüdüler ama aynı yolda birleşti hayatları, aynı sonda da. Öyle bir yoldu ki bu, onun için hayatlarını verdiler. 68 kuşağının önemli isimlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, bundan tam 41 yıl önce idam edildiler. Her 6 Mayıs’da, başta Ankara’daki mezarları olmak üzere, Türkiye’nin farklı yerlerinde onlarca anma yapıldı, yapılacak onlar için. Geçen yıllara, onları idam eden zihniyete inat. Binlerce insan, isimlerini geçirip içlerinden, bir “ah” çekecek. Ama en derini, kardeşlerinin gönlünden gelecek kuşkusuz.
68 Kuşağı –bilinenin aksine Paris’te değil- Vietnam’da dünyaya geldi. ABD’nin emperyalist saldırısı ve Vietnamlıların kahramanca direnişi dünya gençliğini harekete geçirdi: “Ho ho ho Shi Minh, Daha Fazla Vietnam” Küba ve ardından Vietnam ‘gerilla’ stratejisini yarattı. Dönemi simgeleyen ‘gerilla’ sözü, dünyayı değiştirmenin anahtarıydı. 1967’de katledilen Che’nin ölmediğini göstermek istiyorlardı. Gandi bile haykırmamış mıydı, “Dövüşmek korkmaktan iyidir!” Çiçek çocukları ‘gerilla’ oldular; biliyorlardı ki, okşamayla elde edilmiş büyük çaplı bir gerçek yoktu. Var olanın, sürgit devam etmeyeceğine inanıyorlardı. Yalanın, iktidarını yıkacaklardı. Öyle ya, yanlış yaşam doğru yaşanmazdı. 1789… 1848…1871…1917… Dünyayı yine devrim coşkusu sarmıştı; barikattaki genç biliyordu ki, kendisi için özgür düşünen, yeryüzündeki tüm özgürlükleri de onurlandırmış olur. “Yasaklamayı yasaklayın!” diye bağırıyordu. Türkiye’li gençler, dünya devriminin dışında kalamazdı, kalmadılar. Bir devrimci için en büyük eksiklik, direnme gücünden yoksunluktu onlar için. Bu nedenle, zorbalığa karşı özgürlüğün yanında durdular. Biliyorlardı ki, özgür zihin fetheder. Kötü niyetin düşmanı oldular. Zalimlerin karşısında, acı çekenin yanında durdular. Kurnazlığı ve uysallığı bilmeyen bir kuşaktı onlar. İnatçıydılar, gözü pektiler, şövalye ruhluydular. Bağımsızlığa sevdalıydılar. İradesini başkalarının hâkimiyetine vermek istemeyen, müritliği, kulluğu reddeden bir kuşaktı onlar. Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir kuşak. Hepsi öğrenciydi ve hepsi kendi kendinin öğretmeni. Kendilerinin efendisi, kendilerinin hizmetkârıydılar. Ve, Ceberrut-zalim devlet; kor gibi yanan bu ateşli, cesur, romantik gençlerini hiç sevmedi. Onun coşkusundan, ihtişamından hep korktu ve hepsini kör bir testereyle biçti. Ölümleri çok çeşitliydi kuşkusuz, ama hepsi çok erkendi. Evet, bu idealist gençler kendi hayatlarını riske attılar ama kendi dar dünyevi yaşamlarına, sonsuzluğun değerini kattılar, ölümsüz oldular. O kuşak için ebedi canlılıktı önemli olan, ebedi hayat değil. B İ R A V U Ç T U L A R , D E N İ Z O L D U L A R …
mın İstanbul’a tayini çıktı. Biz tıp okumasını istedik, ama o illa hukuk okuyacağım, dedi. Kafasına koymuştu. Öğrenci olaylarının içinde olduktan sonra pek görüşemedik. Gerçi İstanbul’da oturduğumuz için, arada eve gelirdi. Ama her an tehlikede olduğundan, 8-10 kişi gelirlerdi. Ne varsa artık annemin yaptığı, akşam yemeğini yer, topluca ayrılırlardı. Her hadisede muhakkak Deniz aranırdı, ortadan kaybolur, arama kalkınca yine gelirdi. 68’den 71’de yakalanana kadar üç senenin en az 1.52 senesi ya içerdeydi ya da kaçaktı. Radyodan üniversite işgal edildi, öğrenciler çatıştı, haberlerini duyunca babamla önce üniversiteyi, sonra yurtları dolanırdık.
-Sol ne zaman giriyor hayatlarına, siz anla“İdam” kelimesini bile kullanmak öyle acı mış mıydınız?
Bora Gezmiş: 17 yaşında bizden habersiz İşçi Partisi’ne yazılmış. Lisede daha. Öyle başladı herhalde. 66, 67 ve 68 tabi en hareketli yıllar. Üniversitede öğrenci olaylarının içinde filan. İrfan İnan: Hüseyin abimin lisede de bir meyli varmış, ama asıl tanışma üniversitede oluyor. Bora Gezmiş: Ben üç yaş büyüğüm Deniz’den. O yaşlarda üç yaş, çok fark. Ben daha çok spora ağırlık verirdim. Deniz’in pek arası yoktu. Sadece iyi yüzerdi. O zaman İstanbul’un her yerinden denize giriliyordu, biz de Harem’de oturuyorduk. Deniz biraz dik başlı bir çocuktu, sürtüşürdük. Belki de ben, abiliğin verdiği hisle otorite kurmaya çalışırdım. O 15 yaşındayken, ben de 18’mişim, çok da büyük değilmişim aslında. Zaten belirli bir zamandan -Ev kalabalığını, hane içini sizden dinleye- sonra aileden koptu. veriyor ki onlara, “şey” demekle yetiniyor Bora Gezmiş. Lafı fazla uzatmadan, Deniz’in kardeşi Bora Gezmiş’e ve Hüseyin’in kardeşi İrfan İnan’a vereceğim. Ama önce bir müjde; Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi, 41. yılında bir döneme damgasını vuran Deniz’ler ve 68 kuşağının öyküsünü, bilinmeyen yönleriyle ‘Bir Avuçtular, Deniz Oldular’ sergisinde gün ışığına çıkarıyor. Gezmiş ve İnan ailesinin özenle sakladığı ve ilk kez bu sergi için çıkardığı özel eşyalardan, Yusuf Aslan’ın ilk kez sergilenecek fotoğraflarına kadar; Üç Fidan’ın yaşamından pek çok anıya ev sahipliği yapacak sergiyi, 10 Haziran’a kadar gezebilirsiniz. Söz Bora Gezmiş ve İrfan İnan’da.
rek başlasak ?
Bora Gezmiş: Biz üç kardeşiz; en büyüğü benim, Deniz ikinci, bir de küçük kardeşimiz Hamdi var. Deniz’le benim aramda üç, Deniz’le Hamdi arasındaysa beş yaş var. Hamdi, Deniz’in bilim insanı olmasını vasiyet ettiği kardeşi. Evet, Deniz’in “şeyinden” sonra fakülteyi bitirdi, doktora yapmaya başladı. Ancak bir süre sonra hocası çağırmış, “Seni asistan yapamayız” demiş. Hamdi, “niye” diye sorunca da “MİT’ten baskı var” demiş. O zaman da asistan olmayınca, doktora yapmanın fazla bir esprisi yoktu. Bıraktı. Çok karışık yıllardı ve onu uzaklaştırmak istedik bu kargaşadan, İngiltere’ye gönderdik. Hamdi, yakın zamanda çıkan son afla yeniden döndü üniversiteye, 60’ından sonra doktor olacak. İrfan İnan: Biz 10 kardeştik, altı kaldık. Hüseyin abim ikinci çocuktu, ondan bir büyük ablam var. Hüseyin’le aramda 14 yaş fark var. Abim idam edildiğinde Kayseri Sarız’daydım, köyde. Dokuz yaşımdaydım. İdamından 3-4 sene önce zaten evden ayağını kesti, arama filan olduğunda bizi rahatsız etmesinler diye. Ankara Mamak’ta yattığı dönemde, bir kere ziyarete gitmiştim. Ama çok fazla şey hatırlamıyorum o zamanlarla, abimle alakalı.
-İkisi de çok farklı şehirlerde, farklı şekillerde büyüyor, ama yolları aynı mücadelede kesişiyor?
İrfan İnan: Abim Kayseri’nin Sarız kazasında ilköğretimi okudu. Sarız’da ortaöğretim olmadığı için dedemlerin yanına gitti, Pınarbaşı’na. Yakalandığı eve yani. Ortaokulu okurken o evde kaldı, dedemin yanında. Sonra Kayseri Lisesi’ne kaydını yaptırdı babam. Yatılı okudu. Sonra ODTÜ’yü kazandı. Düşünsenize, köy okulundan ODTÜ’ye. Babam, “oğlum araştırdım, ODTÜ çok zormuş, mezun olabilecek misin?” diye soruyor abime. O da “baba buradan mezun olan bir kişi var mı?” demiş. “Muhakkak vardır, kocaman üniversite” demiş babam. “O zaman gerisini merak etme” diye yanıt vermiş abim. Bizim ailede, abimden sonra hiç kimse üniversite okuyamadı. Bora Gezmiş: Deniz ortaokulu Sivas’ta bitirdi, babam orada Milli Eğitim müdür muaviniydi. Deniz’in ortaokulu bitirdiği tarihte, baba-
liyorsun deden seni ne kadar çok seviyor”. Gerçekten de yanında okuduğu için, dedem torunları arasında onu ayrı severdi. Bora Gezmiş: Yakalanırsa hiç olmazsa yeri belli olur, diye düşünmüştür. Çünkü teker teker avlıyorlardı insanları. Biz de Deniz yakalandığında hiç olmazsa yerini biliriz dedik, idam hiç aklımıza gelmedi. O dönemde 8-10 sene yatanlar değişik aflardan çıktılar, Denizler... Ben, 8-10 defa hapishane ziyaretine gittim. Ama babam muhakkak her görüşe gitmiştir. Hıdır amcayla beraber giderlerdi. Hıdır Amca’yı 38. sene mezar ziyaretinde gördüm, “Bora Bey, nedir bu çektiğimiz” dedi. “Ne oldu Hıdır Amca” dedim. “Senelerce cezaevine görüşe gittik, mahkemelerde dava gezdik, 38 yıldır da her 6 Mayıs’ta mezarlığa geliyoruz. Herhalde bu çilemiz ölünce bitecek” dedi. İrfan İnan: Bu son ziyaretiydi babamın. İlk dönemlerde, Yusuf’un babası Beşir amca da geliyordu. Bora Gezmiş: Maalesef, Yusuf’un ailesiyle bağımız kesildi. İki ay önce gazetede annesinin de öldüğünü gördük. Antalya’daymış, herhalde çocuklarının yanındaydı. Üç baba hakikaten çok uğraştı, meclise gittiler, İsmet İnönü’yle konuştular, imza topladılar. Arada söylemler çıkardı, “pişman olduklarını söyleseler cezaları azaltılabilir” gibi. Bir gün, çok iyi hatırlıyorum, “baba kulağımıza laflar geliyor, sakın bizim adımıza söz verme, seni babalıktan reddederim” dedi Deniz. Babama hiç saygıda kusur etmezdi, bana da, o yüzden bu lafına çok şaşırmıştım.
-Ne konuşurdunuz görüşlerde?
Bora Gezmiş: Dışarıda olanları, siyaset. Deniz “bunlar bizi şey yapacak, kendinizi hazırlayın” derdi. Bunu çok iyi hatırlıyorum. O zaman CHP ikiye bölünmüştü; İnönü, Ecevit çekişmesi vardı. “Ecevit bir şeyler yapabilecek mi” diye sorardı, ama kendileri için değil, genel insanlık adınaydı sorusu.
- 5 Mayıs gecesi ve 6 Mayıs’a dair neler var hafızanızda?
- Son gelişini hatırlıyor musunuz?
Bora Gezmiş: Tam hatırlayamıyorum, ama Yıldız Teknik Üniversitesi’nde bir olay vardı, Battal Mehmetoğlu diye bir çocuk öldürülmüş. Deniz de oraya gidiyor. Şükran Soner, onu iyi yazar. Müdürün odasında, bir antika av tüfeği duruyormuş, Deniz eline almış. Gazeteciler de resmini çekmiş. Sonra Deniz tüfekle yakalandı diye kıyamet koptu. Şükran hanım olayın şahididir. Hatta Deniz şimdi gazeteciler bunu çekecekler, başın derde girer, yapma filan demiş. Tutukladılar Deniz’i. Bursa Cezaevi’ne yolladılar. Ziyarete gittik. Cezaevinden çıktıktan sonra ODTÜ’ye gitti. O tarihten sonra Gemerek’te yakalanıp hapishaneye konulana kadar görmedik Deniz’i.
- Cezaevi ziyaretleriniz ne sıklıktaydı?
İrfan İnan: Ben, bir kere gidebildim. Abim cezaevindeyken, hala Kayseri’de köyde yaşıyorduk. Sinüzit vardı bende, babam da “oğlum Ankara’ya birlikte gidelim, hem seni doktora götürürüm, hem de ağabeyini görürsün” dedi. Başta görüşe beni almadılar. Ağlamaya başladım. Bunun üzerine, yeniden subaylara sordular. Öyle girebildim. Görüş camı biraz aşağıdaydı diye hatırlıyorum, eğilerek konuşuluyordu. Babamla abimin konuşmasından tek hatırladığım, babamın “Hüseyin seni deden yakalatmış” demesi. Şöyle bir düşündü Hüseyin, “yaktılar beni” dedi. İdamlar filan da konuşuluyordu o dönem. Babam, “oğlum kin gütme” dedi, “onlar da çok üzgünler, bi-
Bora Gezmiş: Hiç unutmuyorum; 5 Mayıs, Cuma’ya rastlıyordu. Ziyaret günüydü. Babamlar, önden otobüsle gitti. Ben çalıştığım için, sonradan uçakla gittim. Yetişemedim onlara. Altan Öymen’in ajansı vardı Ankara’da, orası irtibat yerimizdi. Ajansa vardığımda, babamlar çıkmıştı. Altan Bey, “otur burada gelirler” dedi. Geldiler, “ne oldu” dedim. “Bugün sayım var, yarın gelin” deyip görüştürmemişler. Bizimkiler de inanmış. Aslında, o gün hazırlık yapılıyormuş. Son bir kez, bize göstermediler. “Ankara’da kalalım, dön yine gel, yapmayalım” dedik. Bir otele yerleştik, sabah elleriyle koymuş gibi bizi buldular otelde, öldüklerini bildirdiler. İyi ki dönmemişiz, orada olmasaydık cenazeleri dahi vermeyeceklerdi. Babam, hemen “diğer babaların haberi var mı?” dedi. “Var” dediler. Sokağa çıkma yasağı vardı. 3-4 polis, arabalarıyla götürdü bizi. Herhalde saat 04.00-04.30 gibiydi, hava henüz aydınlanmamıştı.
köydeydim. Ufağım. Akrabalarla aynı yerde oturuyoruz, bir haber geldi, köy çalkalandı. Ancak, bize açıkça bir şey söylemediler. Sonra araba tutuldu, Ankara’ya gidildi. İlkinde değil ama sonraki her yıl, gittim abimin mezarına. Sadece bu sene gidemeyeceğim. İzmir’de Bayraklı Belediyesi’nin, heykel açılış töreni var. Orada olacağız.
- Türkiye’nin siyasi tarihiyle yüzleştiği bir dönemden geçtiği söyleniyor, sizce Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un idamları için de yapılabilecek mi bu?
Bora Gezmiş: Kimseden bir isteğimiz yok. Herkes her şeyi bildiği için, yüzleşecek bir şey de yok. Siyasi çıkarlar uğruna, özür diledik filan demeleri acımızı hafifletmez. Samimi olmayan yüzleşmeleri de kabul etmeyiz. Zaman zaman gelip, iade-i itibarları için dilekçe verelim, diyorlar. Kesinlikle istemiyoruz. Çünkü, hiç bir zaman itibarlarının kaybolduğunu düşünmüyoruz. İtibarı gösterecek ölçü, halkın sevgisi. O da her sene artıyor. İlk senelerde insanlar gelmeye korkardı, ama geceden bırakılmış çiçekler görürdük. Son senelerde, anmaya binlerce kişi geliyor. Ben daha hiç mezarlarını bakımsız görmedim. İrfan İnan: 6 Mayıs’ta çiçek koyacak yer bulamıyoruz. Sadece mezarlıkta değil, Türkiye’nin her yerinde anmalar yapılıyor. Bora Gezmiş: Birkaç sene önce mezarlıkta bir genç, koluna görevli bandı takmış, mezarı da bantla çevirmişler. “bak amca” deyip bana nereden geçeceğimi anlattı, “fazla kalmayın ama” diye tembihledi. Güldüm, “bu mezar benim” dedim. Anlamadı. “Oğlum, bu mezarın tapusu bende” dedim. Yine anlamadı. “Ben Deniz’in abisiyim” dedim. O mezarlar artık bizim elimizden çıktı. Mahir’in, Hüseyin Cevahir’in, Halit Çelenk’in mezarı da çok yakın Deniz’lere. Mezar rehberleri varmış, gezdiriyorlarmış insanları. Düşünün artık.
BİR MEZAR, BİRAZ EŞYA...
- Sergide Deniz ve Hüseyin’den kalan eşyalar da yer alacak. O dönem çok fazla arama olduğu için eşyalarını saklamakta zorlanmışsınızdır.
Bora Gezmiş: Bize ‘şey’den sonra, bir çuval içinde kişisel eşyalarını verdiler. İçinde, üstündeki giysiler vardı, bazıları kesilerek çıkartılmış mezarlıkta. Botları vardı. Hatta avukatı anlatır, apar topar ‘şey’ yaptıkları için, botlarını bağlayamamış bile Deniz. “Ayağımdan düşmesin” deyince asker bir düğüm atmış. Bir de cezaevinde kullandığı parkası vardı, kürklü olan değil, o Halit Bey’de. Onun, çok emeği vardır o çocuklarda. Bir de, çocukluk döneminde çektirdiğimiz fotoğraflarımız kaldı. Üniversite yıllarında beraber olma şansımız yoktu. Beraber resmimiz de yok. İrfan İnan: Bize de, bir bavulda kıyafetlerini vermişlerdi. Pantolonları, kazakları, son mektubunda da anlattığı ayakkabısı, bozuk paraları, sigarası, kibriti. Bora Gezmiş: Deniz’in, saklayabildiğimiz birkaç kitabı da vardı. Somyasının altı -o zaman kütüphane yoktu- kitap doluydu. İsrail konsolosu Ephraim Elrom’un öldürülmesi dolayısıyla, ev ev aranıyordu. Yaktık. Deniz mektubunda, kitaplarımı kardeşime bırakıyorum dedi ama kitap kalmamıştı. Ben okul kitaplarını sakladım. İrfan İnan: Bizde sadece iki kitabı kaldı, ne yazık ki abimin. Oysa ODTÜ’deki ilk sömestırında, eve üç bavul dolusu kitapla geliyor. Kendi adına kaşe yaptırmıştı, bütün kitapları kaşeliydi. Babam İstanbul’da dükkan açmıştı, bizi de taşıyacaktı. Ama daha taşınamadan, abimin yakalanma haberi geldi köye. Amcam eve geldi, abimin bütün kitaplarını yaktı, korkudan “yasak yayındır, başımız belaya girer” diye. Hep bilim üzerine kitapları vardı abimin. Bora Gezmiş: Düşünsenize, Filistin’e çarpışmaya bile, üç bavul dolusu kitapla gidiyorlar.
HÜSEYİN ABİM ÇOK YETENEKLİYDİ.
Abim Kayseri Lisesi’ndeyken, piyesler çıkarıyordu. Hatta babam, Kayseri’ye izlemeye gitmiş. Çok yetenekliydi. Bir gün diğer abim, Sarız’da piyes hazırlayacaktı. Hüseyin abim geldiğinde ona soruyor, “nasıl bir şey hazırlayayım” diye. Abim de, kendi piyeslerinden veriyor. Onu çalışıp sergiliyorlar. Etkisi büyüktü bizde. DENİZ ADI, MARKA DEĞİLDİR! En çok sıkıntı çektiğimiz sorun, bazı şeyleri ticari bir metaya dönüştürmeye çalışmaları. Geçenlerde parkada Deniz’in adını kullanmak için, marka tesciline başvurmuşlar. İrfan İnan: Babam, akrabalarımızda kalıyordu Mani olduk, sadece parka olsa iyi; çorapta, Ankara’da. Hatta abim ODTÜ’de okurken, ara iç çamaşırında bile kullanmaya çalışıyorlar. sıra onlara gider, kalırdı. Babam da görüşe Bunları engellemek çok zor. gittiğinde, onlarda kalırdı. O zamanlar, ben
SIYAH MAVI
SARI
7
HALKIN KURTULUSU MARE NOSTRUM
“En uzun kosuysa elbet Türkiye’de de Devrim O, onun en güzel yüz metresini kostu En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak En hızlısıydı hepimizin En önce gögüsledi ipi Acıyorsam sana anam avradım olsun Ama askolsun sana çocuk, ask olsun!” ‘’68 kuşağının öncülerinden Deniz Gezmiş’in ağabeyi Bora Gezmiş, Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde üç fidan anısına gerçekleştirilen sergi sonrası, sorularımızı yanıtladı. Deniz’in çocukluk dönemini aktaran Gezmiş, 68 kuşağının efsane olmasında en büyük sebebin, o kuşağın birbirlerine olan bağlılıkları oğlunu söyledi.....
Can Yücel, yaşamının en “delikanlı” çağında arkadaşları Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’la idam edilen Deniz Gezmiş için bunları yazmıştı. Belki hayranlıkla, belki sevgiyle, belki de 6 Mayıs 1972 günü sabaha karşı idam edilirken, bir şey yapamamanın acısıyla.
Deniz Gezmiş, inatçı dik başlı bir genç olarak tanınıyor. Çocukluğu mesela. Nasıl bir çocuktu?
Deniz çok sevecen olmasına rağmen hareketli, hatta yaramaz ve dik başlı bir çocuktu. Kendi bildiğini yapmayı prensip edinmişti. Çocukken de inatçıydı, kendi davasında da inatçı oldu. Bir şeyi aklına koyduğunda, yapmadan bırakmazdı. Sanıyorum ilkokuldaydı. Demokrat Parti’nin çok önde olduğu dönemler. Deniz ise, daha o yaşlarda Demokrat Parti’yi sevmiyor. Bir gün okulda sınıf fotoğrafları çekiliyor. Bütün çocuklar normal duruyorlar. Deniz ise elleriyle altı rakamı gösteriyor. Meğer CHP’nin altı okunu işaret ediyormuş. Öyle bir çocuktu işte. Aramızda üç yaş vardı. Çok sıcak bir abi-kardeş ilişkisinin olduğunu söyleyemeyeceğim, çünkü ben de çocuktum. Sivas yıllarında, orada abi olmanın avantajlarını kullanıyordum. Şimdi o günleri düşündüğümde, demek ki her ikimizde çocuktuk. Daha sonra, Deniz fakülteye girdiğinde ben askerdeydim. Aramızdaki temaslar azaldı. Eylemlere girdikten sonra da, kaçak veya hapiste olduğu için çok sık bir arada olamadık. Sonra? Sonrasını hepimiz biliyoruz…
Deniz hayatta olsaydı nasıl bir gençlik isterdi. Siz 68 kuşağı ilen bugünü kıyasladığınızda nasıl bir gençlik görüyorsunuz?
Denizlerin jenerasyonu, okuyan sorgulayan araştıran bir gruptu. Deniz, akla önem veren bir gençlik isterdi. Kardeşine de vasiyetinde, “bilim adamı ol” demişti. Dünyaya entegre olmuş siyasileri, bir ölçüde beğenmeyen gençlik var. Bunlara önderlik edebilmek için, çok daha bilgili ve donanımlı bir siyaset anlayışı ile yaklaşmak lazım. Gençlik bir parti çatısı altında çalıştığı zaman, kendi önerilerinin dikkate alınmasını istiyor. Kendilerine imkan verilmesini istiyorlar. Sadece pankart, afiş asmak değil, beyin olarak gençlerden yararlanmalı. Gençleri iyi anlamak lazım.
68 kuşağını okuduğumuzda, incelediğimizde; dönemin en önemli özellikleri arasında sevgi, arkadaşlık dostluk olduğunu görüyoruz. Birbirine güvenmek, inanmak, dostluk, yoldaşlık. Zaman zaman unuttuğumuz kavramlar. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Evet, 68 kuşağının efsane olmasının bir sebebi birbirlerine olan bağlılıkları, arkadaşlıkları. Efsane olmak kolay olmuyor. Gerçek fikir ve söylemlerinin halen Türkiye şartlarında geçerli olması, onların o zaman bile doğru yolda hareket ettiklerinin göstergesidir. Onların birbirleri ile olan arkadaşlıkları inanılmazdır. Onlar birbirleri için ölümü göze alabilecek kadar davalarına bağlı, inanan gençlerdi. Bunu hayatlarını verirken de ispat ettiler. Hakikaten o gençlere bu gün baktığım zaman, birbirlerine olan sevgilerinin ne kadar büyük olduğunu anlıyorum. Zaten bunu eylemleri ile de ispat ettiler. Birbirlerini kurtarmak için hapishaneden kaçıp, sonunun ölüm olduğunu bile bile eylemlere giriştiler ve öldüler. 68 kuşağı başlı başına bir övünç kaynağıdır.
Siyasetle aktif ilgileniyorsunuz. Hiç korkmadınız mı bunca şey yaşadıktan sonra?
Korktukça yok olursunuz; ister kor ister korkma, mücadele etmediğimiz takdirde hepimiz yok olacağız. Siyasette aktif olarak yer almamın en büyük nedenlerinden bir tanesi, 68 kuşağına olan borcumuzdan dolayı. Elimden geldiğince gençlerle temas ediyor, 68 kuşağının fikirlerini düşünlerini aktarmaya çalışıyorum. Bu gençlerin anıları ve hatıralarını anlatarak, hizmet etmeye çalışıyorum. Gençler 68 kuşağını tanımak, öğrenmek ve bilgilenmek istiyorlar. Siyasetin bir parti çatısı altında yapılması gerektiği düşüncesi ile, ben de kendi düşüncelerime göre Cumhuriyet Halk Partisi’nde bir üye olarak elimden geldiğince çaba gösteriyorum. CHP’nin daha dinamik bir yapıya kavuşmasının, mutlak suretle gençlerin yetişip partide görev almaları ile mümkün olacağına inanıyorum.
Türkiye’nin dört bir tarafını gezerek gençlerle bir araya geldiğinizi biliyoruz. Nasıl bir gençlik görüyorsunuz? Gezi eylemleri öncesinde de, hareketli bir gençliğin olduğunu sık sık dile getiriyordum. Dört beş senedir gençliğin kendi sorunlarına, Türkiye sorunlarına, dünya sorunlarına ilgisinin artmış olduğunu görüyorum. Gençler daha çok, ayrı gruplar halinde örgütlenmeye çalışıyor. Bunu tek bir kanala sokarak daha etkili olmasını sağlamak, parti yöneticilerinin gençlerin beklentilerine cevap vermesine bağlı. Çünkü, hakikaten iyi yetişmiş eğitimli bir gençlik geliyor.
Türkiye Devrimci Hareketi’ni anlatan ‘Delikanlım Belgeseli’ izleyenler tarafından beğeni gördü. Bundan sonra yeni projeler var mı?
Bu belgesel, benim fikrimdi. Sağ olsun Can Dündar, çok büyük bir özveri ile belgeseli hazırladı. Herkes tarafından çok beğenilen bir belgesel oldu. Özellikle, gençler tarafından büyük ilgi görüyor. Can Dündar ile birlikte, bu belgeseli bir kitap haline getirmeye çalışacağız. Ayrıca, 68 kuşağı ile ilgili bir film projemiz var. Çalışmaları ilerliyor. 2014’de çekimler başlayacak. Biz hayatta iken, bu kuşağı bir belgesel, bir kitap ve bir film ile tamamlayıp bitirmeyi planlıyoruz.
Sergiyi kim düzenliyor? Sergiyi, Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi düzenledi. Üç Fidan’ın, idamlarının 41. yıl dönümünde, 68’lerin ve tüm devrim şehitlerinin anısına; sadece panel ve anma ile değil, akılda kalacak, iz bırakacak serginin kitabı da olacağından, somut ve kalıcı bir anma olsun istedik. Hazırlığı ne kadar sürdü? Serginin hazırlık süreci 6 ay sürdü. Araştırmalar, döneme tanıklık etmiş kişiler, arkadaşları, aileleri, dönemin gazetecileri, gazete arşivleri. Bu sergi, bir dönemi anlatıyor ve belgesel niteliği taşıyor. 1968-1972 yıllarına ait, ulusal basının tüm gazeteler tarandı. Deniz’lerin arkadaşları ile görüşüldü. Kimlerle görüşüldü, eşyaları almak üzere ailelerle görüştüğünde nasıl karşıladılar? İlk görüştüğüm kişi Deniz’in abisi Bora Gezmiş oldu. Bu projedeki katkılarından dolayı kendisine çok teşekkür ediyoruz. Projeyi kendisine anlattığımda çok beğendi ve heyecan duydu. Deniz’ler adına kalıcı bir şey olması ailelerini mutlu etti sanırım. Bora Gezmiş’in de aynı heyecan ve istek ile, sonuna kadar katkı vereceğini söylemesi de bizim için ayrı bir mutluluk oldu. Daha sonraki adımda, Bora Gezmiş’in desteği ile Hüseyin İnan’ın ailesine ulaştık. Hüseyin İnan’ın kardeşi İrfan İnan’ı evinde ziyaret ettim. Bu sergi projesini hayata geçirmek, hiç kolay bir iş değildi. Ailelerle her konuştuğumuzda, derin acılarını bir kez daha yaşatmanın hüznü ve kederi beni derinden etkiledi diyebilirim. Onların eşyalarını görmek istediğimde, 41 yılın ardından dinmeyen gözyaşlarına şahit olmak çok üzüntü vericiydi. Sergide neler olacak? Bu sergide ilk kez Deniz ve Hüseyin’in idamlarından sonra ailelerine teslim edilen özel eşyalarını sergileyeceğiz. Deniz’in idam edilirken üzerinde olan parkası ve Deniz’in, “Postallarımı bile bağlamaya vakit bırakmadan beni apar topar getirdiler, bu hali ile sehpada ayağımdan düşecekler, düşmelerini istemiyorum, onlara bağla da düşmesinler” dediği ve ‘görevli postalları bağlar, idamdan sonra da kesilerek ayağından çıkartılır’ diye tarihe not düşülen ünlü postalları. Cezaevinde okuduğu kitapları. Hüseyin’in idam edilirken “Babam, yarın ayağımdaki bu lastik ayakkabıları görünce, oğlumun doğru dürüst bir ayakkabısı bile yokmuş diye üzülecek. Ayakkabımı bile giyemeden beni apar topar buraya getirdiler. Babama söyleyin, ayakkabım yoktur diye üzülmesin. Ayakkabılarım cezaevinde kaldı Onlara hediyem olsun.” dediği lastik ayakkabıları, idam edildiğinde üzerinden kesilerek çıkartılan kazağı ve pantolonu. Ayrıca bu sergi için gazeteci-yazar Can Dündar, gazeteciyazar Soner YALÇIN’ın ve CHP İzmir Mv. gazeteci-yazar Mustafa Balbay’ın; Deniz’ler için cezaevinde kaleme aldığı bir sergi yazısı da bulunmakta. 68’lerin ve tüm devrim şehitlerinin anısına düzenlediğimiz sergide, Deniz’lerin ve 68 kuşağının miting, eylem fotoğraflarını içeren 200 fotoğraf, Deniz’lerin yakalanma, mahkeme ve idam süreçlerini anlatan haberlerin yer aldığı dönemin gazeteleri (69 adet) ile dönemin afişleri (28 adet) de yer alıyor. Ressam Bedri Baykam’ın Deniz’ler ve 68’lilerin eylemlerini konu aldığı 13 tablosu da sergilenecek. Söyleşiye kimler katılıyor? Sergi ile eş zamanlı olarak 4 Mayıs Cumartesi günü saat 14.00’de Gazeteci Can Dündar’ın hazırladığı, Yunus Nihat Özcan’ın yönettiği ‘Delikanlım, İyi bak Yıldızlara’ adlı belgesel gösterilecek, ardından panel yapılacak. 68’liler Birliği Vakfı Başkanı Sönmez Targan’ın moderatörlüğünü yapacağı panelde Gazeteci Can Dündar, Deniz Gezmiş’in ağabeyi Bora Gezmiş, Deniz Gezmiş’in yoldaşı dönemin Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu üyesi Hacı Tonak, dönemin İTÜ Öğrenci Birliği Başkanı, Dev-Genç İstanbul Yöneticisi ve 68’liler Birliği Vakfı eski Başkanı Gökalp Eren ise konuşmacı olarak katılacaklar ve o dönemle ilgili siyasi gözlemlerini, anılarını ve Deniz’lerin bilinmeyen yönlerini panele katılanlarla paylaşacaklar. Daha önce sergilenmeyen eşyalarını görecek miyiz, bunlar neler? Sergide, Gezmiş Ailesi’nin özenle sakladığı ve ilk kez bu sergi için çıkardığı Deniz’in eşyaları arasında; anılara kazınan fotoğrafındaki yeşil parkası, idama giderken ayağında bulunan postalı ile okul kitapları, arkadaşlarına ve ailesine yazdığı özel mektupların orijinalleri, Gezmiş’in çocukken mahalle arkadaşlarıyla çektirdiği fotoğrafları ve okuduğu kitapları. Hüseyin İnan’ın ise idamından sonra üzerinden kesilerek çıkartılan kazağı, “babam beni lastik ayakkabıyla gördüğünde üzülmesin, ayakkabılarım cezaevinde kaldı” dediği, ayağındaki lastik ayakkabıları, kitapları, çok sevdiği fotoğraf makinesi ve idamından sonra cebinden çıkan 19 lira 35 kuruş parası, cezaevinde kullandığı havlusu, diş fırçası, lastik terlikleri. Yusuf Aslan’ın ise ilk kez sergilenecek fotoğrafları ve ailesine yazdığı son mektubu olacak. Katalog hazırlanacak mı, satılacak mı? Katalog değil kitap demek daha doğru olacak sanırım, evet kitabımız hazır. Belediyemizin her zamanki kültür sanat hizmetlerinden birisi olarak, ücretsiz dağıtımı yapılacak.
SIYAH MAVI
HALKIN KURTULUSU
K
KÜRT SİLAHLI KALKIŞMASI VE KUYRUĞUNA TAKTIĞI NEO-LİBERALİZMİN SOL BACAĞI (3. BÖLÜM) EKREM EKŞİ
ürt silahlı halk kalkışması sorununda, yeni gibi duran ve soruna cila yapan; faşist diktatörlüğün bir açılım politikası iddiasıyla ortaya çıkmış bulunmasıdır. Faşist diktatörlük, var oluş tarihinden bu yana bu sorunu ilk kez cumhurbaşkanının İran ziyareti dönüşünde dile getirildi. Gül, Türkiye’nin bu konuda tarihi bir fırsat zemininde bulunduğunu, zira faşist diktatörlüğün zirvesinde ilk kez olarak bu konuda bu denli bir mutabakat sağlandığını söyledi. Göründüğü kadarıyla faşist diktatörlük katında, daha somut olarak cumhurbaşkanlığı, hükümet ve ordu arasında, bu konuda sağlanmış bir mutabakat var. Belli sınırları ve hedefleri olan bu girişimin arkasında faşist diktatörlüğü bu konuda memur eden ABD emperyalizmi ve ona bağlı olarak işbirlikçi büyük burjuvazi var elbette. Kürt silahlı halk kalkışması karşısında, belli adımlar atmak, böylece onu olanaklı olabildiğince yatıştırıp denetim altına almak, gelinen yerde faşist diktatörlüğün iç ve dış efendileri için, artık kendini dayatan bir ihtiyaç olarak durmaktadır. Açılımın gerisindeki uluslararası güç ABD olmasaydı eğer, hele de düzen güçlerinin iç bölünmüşlük içinde olduğu bir sırada, Kürt silahlı halk kalkışması sorunu gibi temel bir siyasal sorun üzerinden bir açılımı, gündeme getirmek kolay olmazdı. Bugünün Türkiye’sinde bir rejim krizi, bir iç bölünme, belli safhalar halinde ilerleyen bir iç mücadele var. Buna rağmen faşist diktatörlük eğer bir milli mutabakatla gündeme Kürt silahlı halk kalkışması sorunu üzerinden bir takım adımlar getirmeyi düşünebiliyorsa, bu egemen sınıfın ve dolayısıyla da rejimin dizginlerini tutan büyük emperyalist gücün bir ağırlık koyması sayesinde olanaklı olabilmektedir.
A
BD, Kürt sorununu bir reformla yatıştırma politikasını faşist diktatörlüğe yirmi yıldır önerip duruyordu. Yirmi yıldır sonuç vermeyen bu telkinlerin, bugün belli sonuçlar vermesinin bir mantığı var kuşkusuz. Öncelikle irdelenmesi gereken budur ve bunu irdelemeden yürünecek yol, herkesi dolaylı ya da dolaysız, bu Amerikancı projenin kuyruğuna takacaktır.
İ
SARI
kinci emperyalist paylaşım savaşını izleyen yıllarda, hızlanan kapitalist gelişmenin ve artan sermaye birikiminin gelip vardığı bir gelişme düzeyi olarak, Türkiye’de burjuvazi, artık dikkate değer bir ekonomik ve mali güce ulaşmış bulunuyor. İşbirlikçi büyük burjuvazi, artık uluslar arası piyasalarda da iş yapabilme kapasitesine sahip. Dışarıya yalnızca, mal değil sermaye de ihraç ediyor. Çeşitli ülkelerde yatırımlar yapıyor, özellikle inşaat sektöründe olmak üzere, bazı sektörlerde hissedilir bir etkinliği var. Ulaştığı ekonomik ve mali gelişme düzeyi, burjuvazinin dışarıya daha çok bakmasını, bölgesel güç olmak hedefiyle hareket etmesini olanaklı hale getiriyor. Burjuvazinin böyle bir gelişme düzeyine ulaştığı aşama, kabaca 90’lı yılların başına denk geliyor. 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü’nün yarattığı dikensiz gül bahçesinde, uygulanan yoğun sömürü ve talan politikalarıyla hızlanan sermaye birikimi, 90’lı yıllara ulaşıldığında, burjuvaziyi dikkate değer bir güç haline getirdi. Ama aynı 90’lı yılların başı, aynı zamanda Doğu Bloğunun çökmesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasına tanıklık etti. Bu çöküş ve dağılma, Balkanlar’dan Kafkasya’ya ve İç Asya’ya uzanan geniş bir alanda, düne kadar Sovyetler Birliği tarafından doldurulan önemli bir boşluk alanı yarattı. Buna kısmen Ortadoğu da dahildi, Sovyetler Birliği’nin dünkü müttefikleri bir boşluğa düştüler. Toplamında bunlar, büyük petrol ve doğal gaz yatakları barındıran, enerji kaynakları ve yollarının yoğunlaştığı bölgelerdi ve dolayısıyla da dünya egemenliği bakımından, büyük stratejik önemi sahip idiler. Türkiye ise, bütün bu bölgenin tam orta yerinde bulunuyordu. İşte böyle bir bölgede, işbirlikçi büyük burjuvazi, Amerikan emperyalizminin vazgeçilmez bir dayanağı ve bir bölgesel kolu olarak, ortaya çıkan yeni koşullardan en iyi biçimde yararlanmaya baktı. Ekonomik gelişmenin yarattığı dışa yayılma ihtiyacının ötesinde, bir bölgesel güç olarak sivrilebilmek niyet ve hesabıyla hareket etti. Bunu yaparken de, kitlelere yönelik propagandada yüksek düzeyde iddialar ortaya atsa da, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türklük dünyasına liderlik” balonları şişirse de, aslında fazlasıyla gerçekçiydi. Ortadoğu, Kafkasya ve İç Asya; petrol ve doğalgaz depoları olarak dünyanın en stratejik bölgeleri idiler ve burada ancak büyük güçler söz sahibi olabilir, ancak onlar hakimiyet peşinde koşabilirlerdi. Dolayısıyla emperyalist çekişme ve çatışma da, ancak onlar arasında yaşanabilirdi. Böyle bir bölgede, burjuvazisi en fazla taşeron olabilirdi. O da bunu
gözeterek davrandı, Amerikan emperyalizmine Büyük petrol rantından pay kapmak, sadece bir etkin taşeronluğa soyundu. umut olmaktan çıkmış; kırıntı bazında da olsa bir gerçek olmuş durumda. şbirlikçi büyük burjuvazinin buradaki avantajı, Türkiye’nin kendine özgü konumuydu. Bölgede olitikayla, politik güçlerle, devleti yönetenAmerikan emperyalizminin, bir bütün olarak batı lerle, adına devletin yönetildiği sınıfların emperyalizminin; iki temel önemde dayanağı karşı karşıya geldikleri durumlar; tarihte vardı, İsrail ve Türkiye. İsrail, bir olanak olduğu yaşanmamış şeyler değildir. Bazen burjuva kadar bir handikaptı da. Ortadoğu’ya dışarıdan politikacılar, egemen sınıfın çıkarlarına uygun şırınga edilmiş, bir tür yabancı unsurdu. Oysa bir adımı devlet dümenini tutanlar geciktirebilTürkiye, önemli tarihi ve kültürel avantajları irler, hatta karşısına engel olarak bile çıkabilirler. olan, tümüyle yerli bir unsurdu. Türk burjuvazi- Faşist diktatörlüğün, Kürt sorunu konusundaki si bütün bunları görerek, yeni dönemde ABD betonlaşmış direnci bunun ifadesiydi. Sorunun hesabına etkin taşeronluk yapabildiği ölçüde, inkarıyla mayalanmış tarihsel devlet politikası, bölgede önemli bir güç haline gelebileceği Türk milli kimliği üzerinden, Kürtlerin ve öteki düşüncesiyle hareket etti. Özal döneminde, etnik toplulukların yok sayılması üzerinden; 90’lı yılların başında, “İkinci Cumhuriyetçilik” çimentosu karılmış bu devlet politikalarının ya da “Yeni Osmanlıcılık” adı altında gündeme direncinin kırılması kolay değildi. Burjuvazi, getirilen eğilimler; bu yönelimin düşünsel yönettiği faşist diktatörlüğüne rağmen, daha yansımalarından başka bir şey değildir. Tam da esnek davranmayı göze aldı ve söz konusu sınıf bu dönemde, İsrail ile ilişkiler geliştirildi, yeni çıkarları olu; daha pratik, dolaysız sömürüye, bir düzeye çıkarıldı. 90’ların ortasına doğru, bir yağmaya, talana bakmak onun esas önceliğiydi. dizi açık-gizli anlaşmayla bu ilişkiler pekiştirildi. Burjuvazi, Güney Kürdistan üzerinden dolaysız ABD, İsrail ve Türkiye arasında, üçlü bir politik- ekonomik çıkarlarını gördü, görmekten öte fiaskeri eksen kuruldu. Bu ittifak; Akdeniz’de ilen elde etti ve bu da onu hızla yumuşamaya deniz tatbikatları, Konya Ovası’nda hava götürdü. Ama ülkeyi yönetenler, Kürt sorunutatbikatları yapmaya başladı. Şimdi son döneme nun önü bir açılırsa, arkası tutulamaz korkusuyilişkin olarak, faşist diktatörlüğe hükümet eden la, bu direnişlerini sürdürdüler bir dönem. Son AKP’nin şefi Recep’in yani çeri hamlelerinin; tahlilde, sosyo-ekonomik etkenin hükmü her sadece Türkiye değil ve fakat esas olarak Orta- zaman egemen hale gelir. Burjuvazinin çıkarları Doğu halklarının gözünü boyamak amaçlı, birer gerektiriyorsa, burjuva politik güçler buna ditalk show dan başka hiçbir anlam ifade etmediği renseler bile, bu aşılabilir zaman içerisinde. kısa dönemde açığa çıktı, saklanamadı. İşte somut olarak izliyoruz, sonuçta aşılıyor. * * * Ordu ile AKP hükümeti, Kürt açılımı çizgisinde 0’li yıllarla birlikte, Bayar-Menderes birleşiyor. Bu da, bir ihtiyaca yanıt veriyor. Dediktatörlüğü döneminde, İsrail’le de mek ki dışarıdan ABD ve içerden işbirlikçi büyük kurulmuş çok yönlü ilişkiler, kendi yönünden burjuvazi isteyince, bunlar olabiliyor. ABD, Türk bunu tamamlıyordu. Arap-İslam dünyasının ve Kürt burjuvazisi çakışmış çıkarları üzerintepkisi gözetilerek, gerçek kapsamı hep gi- den bir şey istiyorlarsa eğer, devletin şu veya zlenmeye çalışılan bu ilişkiler, 90’lı yıllarla bir- bu odağının buna direnişi, umutsuz bir girişim likte artık daha açık hale getirildi. Sovyetler olarak kalmaya mahkumdur. Birliği’nin dağılmasıyla, ilerici devrimci güçler bölgesel planda büyük bir güç kaybına uğradılar umhurbaşkanı’nın, Ekim 2009 tarihinde ve bir bütün olarak halkların direnişi gerileyyapmış olduğu bir konuşmasına dönüp ince; dünyanın yeni düzeni içerisinde, Ameri- bakmakta yarar vardır. Söz konusu olan, devkan emperyalizmi tek süper güç olarak etkin bir letin başı tarafından yeni yasama yılı vesilesiyle biçimde ön plana çıktı. İşte tam da bu aşamada mecliste yapılan bir konuşma olduğu için, ger‘Oslo Barışı’ aldatmacasıyla, Filistin sorunu da çekte fazlası ile önemli ve açıklayıcıdır. Özetle yumuşatılıp denetim altına alındı ve Türkiye Abdullah Gül şunları söylüyor: Ulusal birliğimiz, burjuvazisi için, İsrail ile ilişkilerin de bütün devlet bütünlüğümüz tartışma dışıdır. Ama soysuzluğu ve arsızlığı ile değerlendirmenin bu birliği ve bütünlüğü pekiştirmek için, zamanı da gelmiş oldu. Yeni dönemde en önem- farklılıklarımızı da tanımak, onları bir zenginli sürpriz ise, Kürt sorunundaki gelişmeler oldu. lik saymak ve kucaklamak durumundayız. ABD emperyalizmi ve İsrail, geçmişten beri Tür- Bunları tek kalıpta eritmek gerekmez, bunda kiye burjuvazisinden farklı bir Kürt politikası başarı da sağlanamaz. Ama farklılıkları tanıma izleye geldiler. Bölgesel plandaki Kürt sorunu, işini, ulus içinde ulusal adacıklar yaratmaya da kendi karakterinin getirdiği son derece kendine vardırmamak gerekir vb. özgü bir durumdu bu. u ne demektir? Kürtler bir kültürel zenginlik aşist diktatörlük bütün bir Cumhuriyet döneolarak kabul edilecek, bu sınırlarda kucaklami boyunca, Kürt sorununda inkarcı ve asimi- nacak ama işte orada durulacak, daha ötesine lasyoncu bir çizginin temsilcisiydi. Türkiye de, geçilmeyecek. Burada, elbette Kürt sorununun ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasından çözümü yok. Devletin başı olarak, verilebiberi, Amerikan emperyalizmine göbekten bağlı lecek tavizlerin sınırlarını böyle çizen de bunun bir ülkeydi. Ama bilindiği gibi, 90’ların başına farkında. Nitekim aynı konuşmasında, çağdaş kadar, Türkiye ile ABD arasında Kürt sorunuyla devletler sorunları çözemeyebilirler, fakat onları ilgili herhangi bir anlaşmazlık ya da uyuşmazlık denetim altına almasını ve yönetmesini bilmeyaşanmadı. 12 Mart Askeri Faşist Diktatörlüğü, lidirler diyor. Faşist diktatörlüğün temel zihni60’lı yılları boydan boya kapsayan, o büyük il- yetinden daha fazlasını beklemek ya saflıktır erici toplumsal uyanışı hedeflemişti. Bunun ya da ihanettir demiyoruz; Türkiye devrimci içerisinde aynı zamanda, Kürt ulusal uyanışı da hareketinin bunca yıllık deneyim ve birikiminvardı. Askeri faşist diktatörlük, yalnızca genel to- den sonra, fazlasını bekleyenler doğrudan hainplumsal muhalefeti değil, fakat bunun organik dir diyoruz. bir parçası olarak Kürt ulusal hareketini de ezdi. 1980 Yılı, 12 Eylül Askeri Faşist Darbesiyle geldi. Birincisinden çok daha kapsamlı bu ikincisiyle, Türkiye’nin ilerici devrimci hareketi, bir bütün olarak ezildi. Ama daha beteri, Kürdistan’da ve Kürt yurtseverlerine karşı yapıldı. 12 Eylül de, dört dörtlük bir Amerikancı NATO darbesiydi. Yakın dönemin bu tarihsel gerçekleri açıklıkla gösteriyor ki, eğer Kürt sorunu salt Türkiye’yle sınırlı bir sorun olsaydı; ABD ve İsrail’in bu konuda, faşist diktatörlüğe desteği tam olurdu. Ama Kürt sorunu, aynı zamanda İran’ı, Irak’ı ve Suriye’yi kesen bölgesel boyutlarda bir sorundu. İran, Irak ve Suriye, düne kadar Amerikanİsrail karşıtı bir cephede idiler. Bu bizi ABD ve İsrail’in Kürt sorunu üzerinden, Türk devletiyle farklılaşan politikalarına getiriyor. ABD ve İsrail bu soruna, Ortadoğu’nun toplamı ve dolayısıyla düşman saydıkları devletlerin zayıflatılması he- Kürt silahlı kalkışması var oluşunun ilk anından defi üzerinden bakıyorlardı. Oysa Türk devleti, itibaren, Bolivar’cı reformist silahlı bir çizgiyi bu aynı devletlerle; İran, Irak ve Suriye rejimleri hiçbir zaman aşamadı. Marksizme-Leninizme ile Kürt sorunu üzerinden hep bir ittifak içinde her zaman ve her aşamada tereddüt ve meoldu. Kürtlere bölgede bir devlet kurdurmam- safeyle yaklaştı ve halkçı-popülist bir milliyetçi ak, bu dört devletin ortak kırmızı çizgisiydi. Ama çizgiyi, Marksizme doğru bükemedi ve Güney’de bir federal devleti kabul etmek zorun- geliştiremedi. O, tam tersine içinde sakladığı da kalması ile, faşist diktatörlük kendi bünyes- tüm eğilimler ardından, milliyetçiliğe ve son indeki sorun konusunda daha büyük bir açmaza tahlilde reformist-tasfiyeciliğe ve kapitalist-emdüştü. “Kürt açılımı” işte bu açmazı aşmak peryalizmle uzlaşmaya vardı. ihtiyacının bir ürünü olarak gündeme geldi. ürkiye sol hareketinin kuyrukçu kesimlerinin, urjuvazisi bunu epeydir istiyor, fakat faşist ulusal sorun konusundaki tavrı utanç veridiktatörlüğü yönetenler buna direniyordu. cidir. Bunlar, 70’li yılların devrimci geleneğinden Büyük tekeller, halen Güney Kürdistan’da son gelen parti ve gruplar. Ulusal sorun; Kürt sorunu derece karlı işler yapıyorlar. Büyük burjuvazi so- eksenli olarak, o dönemin en ilgi çekici, en çok runa ekonomik çıkarları ve bunu olanaklı kılan incelenen ve tartışılan konularından biriydi. Bu ekonomik gücü üzerinden baktığı için, Güney inceleme ve tartışmalarda, Marksizm-LeninKürdistan’ı rahatlıkla yutabileceğine inanıyor. izm, PKK da dahil; herkesin ortak beslenme ve Ekonomik ve ticari ilişkilerin mevcut tablosu, başvuru kaynağı idi. Hemen tüm parti ve grubunda çok haksız olmadığını da gösteriyor. plar, kendini bu ortak referans kaynağı üzerin-
İ
P
5
C
F
B
B
T
8
den izah etmeye, doğrulamaya, haklı göstermeye çalışırlardı. Dönemin bütün devrimcileri, ulusal soruna ilişkin; Marksist klasikleri okur, Marksizmin ulusal sorunu ele alışını iyi kötü bilirlerdi. 90’lı yılların ortasına kadar, hala da iyi kötü biliyorlardı. 90’ların ortasından itibaren, tüm bildiklerini görülmemiş bir hızla unutmaya başladılar. İmralı sürecinden sonra ise, tümden unuttular. Örneğin bunlardan birine, 1994 tarihli Kuruluş Kongresi belgelerine bakınız. Orada, ulusal sorunda reformist program mahkum ediliyor, bu çizgideki Kürt ulusal partileri devrimin ezip geçeceği güçler arasında sayılıyordu. Ama bunu diyenler, bunu dediklerinden yalnızca bir iki sene sonra, üstelik tam da PKK devrimci dinamiklerini bilinçli bir eğilimle yok ederek ve hızlı bir kopma sürecine girdiği bir sırada, onun kuyruğuna takıldılar. Hala da orada öylece duruyorlar. PKK’nın da, İmralı’dan geçip bugüne gelen, onca köklü ideolojik, felsefi, programatik ve stratejik değişime rağmen.
B
iz, PKK artık devrimci demokratik bir hareket değil derken, kimseyi devrimcilik onurundan yoksun bırakmaya kalkışmıyoruz. Yalnızca nesnel gerçeklikten hareketle, bilimsel bir tanım yapıyoruz. PKK, eksen aldığı sorunu, kapitalist-emperyalist düzen temeli üzerinde çözmek isteyen bir partidir artık. Kapitalistemperyalist düzen içindeki bir parti ise, en iyi durumda reformcu bir partidir. Devrimcilik kurulu düzeni temelden aşmak, onunla cepheden karşı karşıya gelmek demektir. Kapitalist-emperyalist düzenin temellerine, vurmak demektir. Temellerinin değişmesini istemek demektir. PKK böyle bir şey istemiyor, böyle bir sorunu yok artık. Abdullah Öcalan yeni kitaplarında, devrim düşüncesini kategorik olarak karşı çıkıyor; devrim ilkesine, devrime ilişkin temel kavramlara savaş açmış durumda. Sınıfsal bakışı bir yana bırakmanın, sorunların toplumun sınıf yapısı ve mülkiyet düzeni ile derinden bağını bir yana bırakmanın bir sonucudur bu ve bizzat şunu söylüyor; Benim için sınıfsal öğenin sorunlardaki rolü, en fazla yüzde ondur diyebiliyor. Sorunların temelinde zihniyet sorununu görüyor, yapılması gereken zihniyeti değiştirmektir, diyor. Böylece materyalizm ile de her türlü bağını kesmiş, felsefi idealizmin mihrabında ibadetine başlamıştır artık.
Ç
ağımızda devrimcilik, sorunları yumuşatmak, sorunların yarattığı derin acıları hafifletmek, onların doğurduğu gerilimleri düşürmek değil; toplumsal sorunların köklü bir biçimde çözülmesi demektir. Bu, kapitalist mülkiyet düzeninin ortadan kaldırılması anlamına geliyor. İlk adımı, iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi ve büyük ölçekli özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır. Ardından zamanla her türlü ayrımın, her türlü mülkiyet ilişkisinin tasfiyesidir. Bu, toplumsal sorunun köklü çözümüdür. Çağımızın devrimciliği budur, devrimci Marksizm bu demektir. Zihniyet sonuçta bir düşünsel durumdur, bir düşünüş tarzıdır, adı üzerinde ve Abdullah Öcalan sınıf sorununu yüzde ona indirgeyip, sorunların temeline zihniyet sorununu yerleştirdiğinden, böylece materyalizmden kopmuş, felsefi idealizm kampına geçmiş oluyor. Nitekim yeni kitaplarına, tamamıyla bu idealist düşünce tarzı egemendir. Abdullah Öcalan’ın yeni kitaplarını okuyup, bütün bunları açıklıkla görmemek için, açıktan proletarya ve sosyalist devrim düşmanı olmak gerekir.
P
KK, artık günümüzün tipik bir sosyal demokrat akımdır. Zira bütün sorunların, yalnızca reforme edilmesinden yanadır. Kapitalist-emperyalist sistemin temellerine, herhangi bir itirazı yoktur. Zaten sorunları da bu temellere bağlamamaktadır artık. Kadın sorunu üzerine, konuşup duruyor Abdullah Öcalan. Bu meselede çok derinleştiğini, önemli yeni sonuçlara ulaştığını söyleyip duruyor. Ama sonuçta kadın sorununu götürüp, erkeğin beş bin yıllık tecavüz kültürüne bağlıyor. Sorunun toplumsal temellerini bir yana bırakıp, yüzeydeki yansımalarını esas alıyor. Kadın cinsinin tarihsel ezilmişliği ile, sınıflı toplum gerçeği; sömürü ve mülkiyet ilişkileri arasındaki kopmaz maddi ilişkileri bir yana bırakıyor. Toplumsal bilimin, son iki yüz yıldaki en tartışmasız verilerini görmezlikten geliyor. Bu materyalizmden, toplumsal gerçeğe sınıfsal bakıştan kopmanın kaçınılmaz bir sonucudur. Kadının özgürleşmesinde, siz eğer kapitalist-emperyalist sistemi değiştirmeyi reddederseniz ve bu temel kaldığı için de, o cinsel ezilmişlik ve sömürü devam edecektir. ürkiye’nin kuyrukçu solunun, kendi ilkeleri, kendi programı, kendi stratejisi; tüm bunların ifadesi kendi bayrağı yoktur. Marksizmin denenmiş, sınanmış, 20. yüzyılın tüm deneyimi ile doğrulanmış ulusal sorun programının, bunlar için artık herhangi bir anlamı kalmamıştır. En kaba bir tutarsızlığın ifadesi olarak, hala resmi programlarında buna ilişkin sözler duruyor olsa bile. Kuyrukçu solun mensupları, artık neo-liberalizmin sol bacağından başka hiçbir şey değild ir. -DEVAM EDECEK-
T
(YAZIMIZIN GELECEK SON BÖLÜMÜNDE BU NEOLİBERALİZME GÖNÜL VERMİŞ KUYRUKÇU SOLUN SON VERSİYONLARI ÜZERİNE GÖRÜŞLERİMİZİ SUNACAĞIZ)
SIYAH MAVI
9
HALKIN KURTULUSU
EMEP
G
NE DEĞİLDİR?
(3.Bölüm)
YEREL SEÇİMLER - EMEP BAĞLAMINDA KUYRUKÇULUK VE PARLAMENTARİZM
eride bıraktığımız yerel seçimler döneminde, EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel’le yapılmış bir söyleşi var elimizde. O zamandan bu yana geçen süreçte, EMEP siyasetinde değişen herhangi bir şey olmadığı için bu belge EMEP’ in ne olmadığı konusunda önemli ip uçları vermekte bizlere. Zamanında Evrensel’’de yayınlanan, ardından uzun süre EMEP sitesinde tutulan bu kapsamlı söyleşi, EMEP’in yerel seçimlere ilişkin resmi politikalarının çerçevesini özetliyor. Bu aslında, sıradan bir gazete söyleşisinden çok, bir partinin yerel seçim politikalarını, belli başlıklar üzerinden özetleyen temel önemde bir metin sunuyor bizlere. Parti sitesinde uzun süre tutulmuş olması da, bunu gösteriyor.
E
vrensel’de yayınlandığı biçimiyle bu söyleşiye, yerel seçimler kastedilerek, “AKP ile Hesaplaşma Fırsatıdır” başlığı atılmış ve “AKP karşıtlığı” şeklinde sunulan bir seçim platformunu, o an hükümette bulunan parti ile hesaplaşma ekseninde ele almak, seçimlerde izlenecek çizginin ve yapılacak çalışmanın ana amacını buradan tanımlamak, parlamenter işleyişe dayalı burjuva politikalarının en özlü biçimi olduğu herkezce bilinir.
F
aşist diktatörlüğe hükümet eden AKP’nin, hedef haline getirilmesi, kitlelerin öfke ve tepkilerinin bu parlamenter hedefe yöneltilmesi ve böylece sorunların gerçek kaynağını gizleme, temel sınıf ve iktidar ilişkilerini, bunun ifadesi temel kurumları perdeleme, her türlü öfkenin, tepkinin ve tartışmanın dışında tutma olanağı sağlar. Bu da tasfiyeci-reformizmin tarihi misyonudur zaten. Gerçek iktidar ilişkilerinin parlamenter kurumlar ve işleyişle perdelendiği tüm kapitalist ülkelerde ve ülkemizde de, her seçim döneminde muhalefet partileri hükümet partisi/partileriyle, tersinden de hükümet partisi/partileri muhalefet partileriyle hep de bu çerçevede “hesaplaşır”lar.
Bu kısır döngülü kayıkçı dövüşü içersinde, işçi ve emekçi kitleler oyalanıp duruken, muhalefetin veya iktidarın demogojilerine avlanarak, düzen çarkının dişlileri arasında sömürülmeleri devam eder. Devrimci Komünistlerin “parlamenter oyun” olarak adlandırdıkları, bu demogojik işleyişin temel bir yönüdür tüm bu tiyotronun her sahnesi. Bundan dolayıdır ki Devrimci Komünistler her dönemde, fakat özellikle de seçimler döneminde, bu yapı ve işleyişin iç yüzünü sergilemeye, kitlelerin bilincini ve dikkatini bu orta oyunundan gerçek iktidar yapısı, ilişkileri ve işleyişine çekmeye çalışırlar. Sorunların gerçek iktisadi-sınıfsal nedenlerini ve kaynaklarına ortaya koymaya, parlamenter yanılsamaları kırarak, kitlelere gerçek çözüm ve çıkış yolunu göstermeye özel bir dikkat gösterirler. Devrimci Komünistler için seçimler, işte bu anlamda bir “fırsat”tır. Lenin’in sözleriyle, komünistler için seçimler, “özel bir siyasal işlem değildir, binbir türlü vaatte bulunarak sandalye kazanmaya çalışmak değildir, ama sınıf bilinci olan proletaryanın siyasal dünya görüşünün ilkelerini ve temel isteklerini savunmak için özel bir fırsattır.”
E
MEP’li tasfiyeci-reformistler içinse seçimler, “AKP ile hesaplaşma fırsatıdır”. Tıpkı CHP’den MHP’ye ve BDP, HDP, TKP, ÖDP, İP’e ve diğer bilumum reformist ve liberal cenaha ait olanlar kadar, tüm burjuva düzen partileri için olduğu gibi. Elbette bu partilerin her biri ve bu arada EMEP ve diğerleri için bu hesaplaşmanın içeriği, öncelikli unsurları ya da vurguları farklıdır ya da farklı olabilir, fakat bu sorunun özünü ve esasını değiştirmez.
B
SARI
urada temelde, burjuva parlamenter nitelikte bir ilkesel politik tutum yansımaktadır, aslolan tam da budur. EMEP’in temel yerel seçim değerlendirmesinde, sorunun böyle konulması bir rastlantı değildir. Tersine, sonraki hemen tüm açıklamalarda ve Evrensel’in köşe yazılarında bu tutum aynı biçimde sürdürüldü. Bu arada değişik deklarasyonlarda da sorun böyle ortaya konuldu ve buna ilişkin vurguyu EMEP’liler özellikle öne çıkardılar. Deklarasyonları kamuoyuna açıklayan ortak toplantıda, EMEP başkanının konuşması, bizzat Evrensel’in verdiği habere gore, faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP karşıtlığı eksenine oturmaktaydı. Evrensel’in bazı köşe yazarları ise, teorik ve ilkesel sorunlarda, boşluğun da verdiği bir patavatsızlıkla, bunun ölçüsünü iyice kaçırdılar ve o dönem aynı minvalde bolca yazıp durudular. Bu beylerin, liberal akıl hocaları, A.Cihan Soylular,“Sınıf bilincine ulaşmış işçi ve ileri emekçiyle, sınıfın devrimci partisi”ni uyarıyor, seçim döneminde “emekçilerin sorunları, zorlukları, çözümün nerede olduğunu açık olarak bilmelerini sağlayacak politik ajitasyon ve propaganda” yürütmelerinden sözediyordu ve fakat her nedense bunu iki aylık bir gecikmeyle yapıyorlardı; aylarca sakız gibi tekrarlayıp durukları liberal söylemler karşısında susanlar, seçim dönemi bitmek üzereyken sözüm ona “devrimci” uyarılarda bulunmaya başlamışlardı. Üstelik bunu yanlış bilincin ve tutumun sahiplerini dosdoğru hedefleyerek de değil; fakat orta yere atarak, her türlü siyasi mertlikten ve dürüstlükten uzak bir biçimde, amiyane tabiri ile orta yolculuğa bile parmak ısırttırırcasına yaptılar. 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü karşında süt dökmüş kediye dönen ve ardından da 93’te televizyon ekranlarında Deniz Gezmiş’lerin savcısıyla diyaloğa hazır olduğunu beyan ederek utanmazlığın çıtasını yükselten ve sonrada savcıdan aldığı azarla susan, Devrimci Komünistlerin siyaset sahnesinde olmayışları boşluğundan yararlanarak “devrimin kartalı” kesilen Mustafa Yalçıner, bizlere şunları söylüyordu : “Herkes bilir ki, AKP’nin önünü kesmekle sınırlı davranılamaz” Bu durumda bu sözler gerçekten ferahlatıcı olabilir ve bizler yüreğine su serpilmiş şarlatanlar olarak, bu sözlerin arkasına takılabilirdik artık.
Camdan köşkünde nöstaljik hayalleriyle emeklilik yaşını çoktan doldurmuş bu garip adam, acaba söylediklerinin samimiyetine ve EMEP grûhunda, böylesi bir tutumu sergileyebilecek temiz kan kaldığına kendisi inanıyor muydu? Bu merak konusundur elbette. Gelgelelim burada sorunumuz, görmüş bulunduğumuz gibi, “AKP’nin önünü kesmekle sınırlı” davranılıp davranılamayacağıyla değil, fakat bir seçim çalışmasının eksenine, o anki hükümet partisiyle hesaplaşmanın konulup konulamayacağı ile ilgidir.
2014 YEREL SEÇİMİ NEDEN ÖNEMLİ?
T
ürkiye’nin içinde geçtiği süreç, 2014 Mart’ında yapılacak yerel seçimi, hem yerel yönetimin yöneticilerinin belirlenmesi, hem de ülkedeki genel demokrasi mücadelesi bakımından son derece önemli hale getirmektedir. Çünkü bu seçimde hedeflerine varmış, yerel mevzilerini güçlendirmiş kendi etrafındaki güçleri daha sıkı birleştirmiş olan siyasi odaklar, sonraki iki seçimlik etaba birVe bu, burjuva temsili kurumlar ve seçimler soru- kaç adım önde başlayacak. nuna yaklaşımda; parlamenter avanaklıkla, Devzellikle de ülkemizin demokrasi güçleri açısınrimci Komünist sınıf tutumunu ayıran temel öldan yerel seçim; çütlerden biridir. Adımız gibi biliyoruz ki, çok 1) Yeni belediye başkanlıkları, yeni meclis üyelikkimse gibi Mustafa Yalçıner’ler de bunu gerçekleri ve muhtarlıklar kazanarak yereldeki mevzileten çok iyi bilirler. Gelgelelim onların sorunu, hiç rini güçlendirdikleri ve yeni mevziler edindikleri, de bilip bilmemekle ilgili değildir. Onların sorunu, öteki bazı EMEP yöneticileri ve Evrensel yazarla- 2) Yereldeki demokrasi güçlerinin birliklerinin rında olduğu gibi cahillik değil; fakat tümüyle, gi- genişletilip sağlamlaştırıldığı, “Barış Süreci”nin derek ciddi bir kangren durumuna dönüşmüş güçleriyle, Gezi Direnişi’nin harekete geçirdiği olan liberal oportünizmle ilgilidir. Onlar, çok şeyi çevrelerin, demokrasi mücadelesinin güçleri olabir çok kimseden iyi biliyorlar, fakat bilmezlikten rak birleştikleri bir seçim olarak değerlendirildiği geliyorlar ve bu onlar payına hiç de onurlandırıcı ölçüde anlamlı olacaktır. bir durum değilken, popülizmin ve parlamenta- .............. emek ki bu yerel seçimin en önemli boyutu; rizmin kariyerine imza atmanın mutluluğunu yakentsel dönüşümden kitle ulaşımına, sosşıyorlar. 78 THKO Konferansından bu yana tasfiyeci ve terbiye edici süreçleri, “herkes”in yal yardımdan belediye hizmetlerine, sermaye bildiklerini bilmezlikten gelme konumuna düşür- partilerinin kentin rantını paylaşımı olan yerel müş olmaları, cahilliğe kıyasla daha vahim bir du- yönetim politikalarının teşhir edilmesi; “rantçı belediyeciliğin” somut, o yaşanan kentte, semtte, rumdur ve utanç vericidir. mahalledeki yansıması üstünden, halkın “halkçı ASFİYECİ - REFORMİST HAYALLER VE TU- belediyecilik” anlayışıyla biçimlendirilmiş talepleri etrafında mücadelesinin örgütlenmesidir. RUNCU SOSYALİZMİN SON TABLOSU rada geçen bunca süreye ne eklenmiştir, hem “EMEP nasıl bir yerel yönetim anlayışını savunude A. Cihan Soylular’ın tün uyarılarına rağyor?” Bu, sözkonusu söyleşinin ikinci sorusudur men; değişen sadece ve sadece Kürt tasfiyeci-reve doğal olarak verilen yanıt, burada ele aldığımız formizminin kuyruğuna takılmak yolunda hızla konu bakımından fazlasıyla önem arzetmektedir. ilerlenmiştir. Bu bile, EMEP’in ne olmadığını gösDevrimci, hatta ve hatta sosyalist olmak idditermeye yetip artıyor. asındaki bir parti temsilcisine böyle bir soru sorulemek ki bu anlayışa göre, ‘yerel yönetim ve duğu zaman, doğal olarak, kapitalizm koşullarında hizmetler alanında burjuva sınıf egemenliği ve onun belirlediği sınıfsal egemenlik ilişkileri ve sisteminden ve kapitalist özel mülkiyet düzeninbuna dayalı iktidar yapılanması ve işleyişi altında, “yerel yönetimler”in ne olduğu, ne anlama geldiği den kaynaklanan herhangi bir sorun yok. Bunlara üzerine, hiç değilse bir iki çift sözle bir şeyler söy- dokunmaksızın ama yönetim anlayışını değiştirelenmekle yükümlüdür. Utangaç liberaller ve ulusal- rek, mevcut durumu kökten değiştirmek olanaklıcı reformistler bile, arada süsleme olsun diye Mark- dır. Halkın desteği kazanılır ve yönetime gelinirse, hırsızlık ve rantçılık önlenirse, kaynaklar ayrımsız sizmden bahsederler. Örneğin TKP’nin abisi Kemal Okuyan, bu yönte- olarak herkes için kullanılırsa, böylece dengesizmi çokça kullanır ve örneğin EMEP “teorisyenle- likler giderilir ve tüm temel sorunlar çözülür.’ iz bu acısız ve sancısız çözüm yolunu, “hizmetrinden” A.Cihan Soylular’ın iki ay sonra yapmak te dürüstlük” ve “hizmet dağıtımında adalet” zorunda kaldıklarını yapmak gibi diyebiliriz. Ama olarak da özetleyebiliriz. Yani İngiliz turuncu soshayır, EMEP Başkanı, Levent “Bey”, bu denli teyalizmi ya da “yerel”den öteye ulusal düzeyde gemel önemde bir soruya bu teorik-ilkesel çerçevenelleştirilmiş biçimiyle, İskandinav (Danimarka / den hareketle, bir yanıt vermek yoluna gitme teİsveç / Norveç) sosyalizmi (!) Yani, bugünün değilnezülünde bulunmadığı gibi, pervasızlığı diz boyu kullanmaktan kaçınmıyor. Onun yanıtı tümüyle se “sosyal devlet” döneminin sosyal-demokrasisi! elgelelim, bizim döne döne “belediye sospratiktir ve tüm içeriği ile düzenin iç mantığına yalizmi” ya da Öz Yönetim Modeli olarak nive işleyişine oturmaktadır. Zira teorik birikimi de olmadığından ve üstüne de parlemeter koltuk teleyip teşhir ettiğimiz, Dev-Yol ve Murat Belge hayalleri eklenince en “devimci” liberal bu kadar takımının burjuva liberal anlayış da tamı tamına budur. Dün Doğan Avcıoğlu’lar dan Mihir Belhafifleyebiliyor. li’lerden MDD teorisini alarak 78 THKO konferansı şte sayın liberal bayın, tüm yanıtına dokunma- toplayan anlayış, bugün de aynı yöntemle, eskiyi dan burada tekrar yer vermeyi, okura katkı sun- yeni gibi sunmak adına bunu çalarak sunmaktadır. Demek ki, can çıkar huy çıkmazmış. mak adına doğru buluyoruz : u düşünce ve mantık biçimi, hiç değilse yerel “Özelleştirmeci, rantçı, ayrımcı bir belediyecilik yönetim ve hizmet sorunu üzerinden, kapitakarşısında; demokratik, halka denetim imkanı lizmin aklanması ve onaylanmasından başka bir sağlayan, doğrudan halkın katılımının olanaklarışey değildir. Bu düşünüş tarzı, yerel sorunların, nı sunan bir belediyeciliktir. Yani bir kısım sermayerel hizmetlerdeki yetersizliklerin, aksamaların ye partilerinin ve onların çevrelerinin, şirketlerin ve ayrımların, yerel yöneticilerin izlediği politiçıkar sağladığı, kamu kaynaklarını kendi lehlerine kullandığı bir belediyeciliğe karşı, bu kaynakları kadan, onların hırsızlığa, yolsuzluğa ve bu arada ayrım gözetmeksizin herkese adil bir şekilde ak- beceriksizliğe dayalı yönetim anlayışından kaytaran, karşılığında kâr ve menfaat gözetmeyen naklandığını iddia eden burjuva propagandasının bir belediyecilik, bizim savunduğumuz. Böyle bir bir yinelenmesinden başka bir şey değildir. belediyecilik, bölgesel ayrımcılığı ve dengesizliği ırsızlık, yolsuzluk, rantçılık, bürokratik hanortadan kaldırmaya, temel problemleri çözmeye tallık, bunun öteki yüzü olan halktan kopukluk dönüktür. Belediye hizmetleri bugün; belediye ve bu arada beceriksizlik, bütün bunlar her kapitalist başkanı, yardımcıları, belediye başkanının siyasal ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de yerel yönetim gerpartisi ve o partiye yakın kesimlerin istekleri doğ- çeğinin bir parçasıdır. rultusunda belirleniyor. En küçük bir imar düzenlemesi, altyapı çalışması dahi, birilerinin haksız Siz kapitalist erki ortadan kaldırmadığınız sürece, kazanç sağlaması gözetilerek yapılıyor. İhtiyacı tüm bunları bir an için giderebildiğiniz düşünülsa olana değil de, parası olana hizmet götürülüyor. dahi (Bu ütopya üzerinden konuyu ele almak bile Oysa hizmetler ve ona ayrılan kaynakların, halkın utanç vericidir Devrimci Komünistler açısından; denetimine açık olması gerekir. Böyle bir yönetim ancak anlaşılırlığı geliştirmek adına, bu anlayışın anlayışını yerleştirmenin tek yolu, katılımı sağ- teşhiri adına bunu yapıyoruz) ve bu arada tüm bu lamaktır. Bunun için de, halkın kendi içerisinden temizlikle belediyeleri “bir kesimin rant kapısı olseçtiği temsilciler aracılığıyla, belediyenin bütçe- maktan çıkarsanız” da, yerel hizmetler alanında sini, harcamalarını, hizmetlerini denetleyen bir “temel sorunları” çözemezsiniz. Çünkü kapitalist meclisin, oluşumun kurulması lazım. Ancak bu toplumda, tüm öteki temel sorunlar gibi, yerel şekilde katılım demokratik olur, şeffaf olur. Ancak hizmetler alanındaki temel sorunlar da; kötü yöbu şekilde belediye, bir kesimin rant kapısı olmak- netimden değil fakat sınıf egemenliği sistemintan çıkabilir.” den ve kapitalist mülkiyet düzeninden kaynaklanu açıklama bize geçmişte Dev-Yol’un, Yugas- maktadır. lavaya modelinden aldığı ve İskandinav Refah evcut kapitalist sınıf egemenliğini yıktoplumu modelliyle, eklektik kavrayış içersinde madan, mülkiyet düzeni temelden değişalakasız bir biçimde harmanlayarak sunduğu, tirmeden, iktidarın yanısıra birikmiş zenginliklerin Öz Yönetimler modelinin daha ilkel versiyonunu ve kaynakları kamulaştırmadan, bu sorunların bir anımsatıyor. Bu yanıtta, ilke olarak düzeni aşan tekini bile çözemez, bırakın her geçen gün yenileriiğne ucu kadar bir şey yok. Söylenenlerin özü ve nin eklenemesini dahi engelleyemezsiniz. özeti şuna çıkıyor : Ortada sorunların çözümü ve halka hizmet için yeterli “kamu kaynakları” var fa- Bugünün Türkiye gerçekleri gözetildiğinde, liberal kat belediyeleri elinde bulunduran “rantçı, ayrım- bir reform projesi olarak, herhangi bir başarı şancı” sermaye partileri bunları kendileri, çevreleri sından yoksun olan bu reformist projeleri, biz dayanaksız hayallere dayalı liberal bir proje olarak ve bir kısım şirketler için kullanmaktadırlar. niteliyoruz. Bunların boş hayaller olduğuna, ne iyi ki artık A. Cihan Soylular da tanıklık ediyor ve “‘en MEP’in temsil ettiği “dürüst ve halkçı belediyecilik” bu duruma son verecek, “bu devrimci belediye yönetimleri dahi, halkın ve belkaynakları ayrım gözetmeksizin herkese adil bir delerin tüm gereksinmelerini karşılama olanağı şekilde aktaracak ve karşılığında kâr ve menfaat bulamayacaktır” deyiveriyordu bize, daha önce gözetmeyecektir. Böyle bir belediyecilik, bölgesel aktardığımız pasajda. İzleyen satırlarda ise, DEayrımcılığı ve dengesizliği ortadan kaldıracak, bu HAP’ın halihazırdaki yerel yönetim deneyimi hatırlatılarak şunlar söyleniyor: “bu, daha kapsamlı arada temel problemleri de çözecektir.” bir tartışma konusu olmakla birlikte, kapitalizmin kurallarının işlediği ve burjuvazinin iktidar erkini Şimdi yıllar önce söylenen bu sözlerin arkasından elinde tuttuğu koşullarda, belediye başarılarının bugün dönüp aynı cenabın kalemşörlerinden İh- sınırlarının, aslında önceden bir tür belirlendiğisan ÇARALAN ‘ın 19 Kasım 2013 tarihinde, Evren- nin de göstergesidir.” sel’de yayınlanan yazısına bakıyoruz. Ne diyor u populist, post-modernizmin beşinci derecesayın akil adam: (Burayı aslına uygun olarak alıyoden fotokopisi düzeyinde, halkçı belediyelerin ruz) sorunların çözümünden çok, bu sorunların neden çözümsüz kaldığının halk kitlelerine gösterilmesi-
Ö
.D
T
A
D
B
G
i
B
H
B
M
E
B
ne olanak sağlayacağını; dolayısıyla temel kazanımların iktisadi ya da sosyal olmaktan çok siyasal olabileceğini nihayet hatırlayan ve lütfedip hatırlatan A.Cihan Soylular, sözü şuraya bağlıyorlar: “İşçi sınıfı ve emekçilerin destekledikleri belediye yönetimlerinin başarısı, halkın dolaysız katılımı ve desteğine bağlıdır; ancak bunun da sınırlılıkları ve yetmezlikleri olacağını unutamayız. Bu yetmezlik ve sınırlılıkların aşılabilirliği sağlandığında ise, artık farklı bir yolda, iktidarın alınması yolunda yürümekten söz edilecektir.” Demek ki belediyecilik kapsamına giren “temel sorunlar”ın, devrimden ve devrimci iktidarın alınmasından ayrı bir çözüm olanağı yoktur. e nihayet sözleri,“İşçi sınıfı ve emekçilerin çıkarı, iktidarın eksiksiz alınmasındadır ve kurtuluşun yolunu açacak olan da budur.” Aynı konuda, Mustafa Yalçıner neler söylüyordu: “Herkes bilir ki, mevcut düzen çerçevesinde ‘yerel kurtuluş’lar olanaklı değildir.”
V İ
yi ama, A. Cihan Soylular ve Mustafa Yalçıner bunları bu açıklıkla biliyorlardı da neden aylar boyunca hatırlamak ve hatırlatmak, böylece EMEP yöneticilerinın ağzından ve Evrensel’in sayfalarından taşıp duran bütün o liberal söylemlerin karşısına koymak ihtiyacı duymadılar? Bu sorudaki şaşırtıcılık, soruluş tarzından geliyor. Gerçekte bu soru anlamsızdır, aptalcadır ve okuyanı da dinleyeni de aptal sanacak kadar aptalcadır. Ortada hala da herhangi bir müdahale yoktur. Sadece görüntüyü bir nebze olsun kurtarmaya yönelik, göz boyayıcı sözler vardır ve bunlar da muhtemeldir ki, saflardaki huzursuz bazı öğeleri yatıştırmak içindir. iz yeniden EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel’in söyleşisine dönelim ve bu adamın daha sonraki soruları yanıtlanırken, aynı yerel yönetim anlayışı üzerinde durmayı sürdürüşünü izleyelim. Okuyoruz: “Savunduğumuz yönetim anlayışının hedefi, sadece temel ihtiyaçların karşılanması değil; emekçilerin kültürel, sosyal vb. her yönüyle kendini geliştirebileceği imkanlara da kavuşturulmasıdır. Böyle bir belediyecilik, ilçelerdeki olumsuz koşullara göz yummayacağı gibi, fabrikalardaki kötü çalışma koşullarına da göz yummayacaktır. Dahası, müdahaleci bir tarzda yapacağı düzenleme ve hizmetleriyle halkın layık olduğu koşullar oluşturulacaktır. Bu nedenle partimiz ve beraber hareket edeceği emekten, demokrasiden yana güçler, öncelikle bulundukları bölgedeki yerel sorunları çözmeyi temel alan bir etrafında birleşmelidir.” iberal hayaller, birilerinin ayaklarını, kapitalizmin ve günümüz Türkiye’sinin gerçeklerinden böyle kesiyor ve ona parlemtonun yolunu böyle açıyor işte. “Temel ihtiyaçların karşılanması”nın sağlanması ne ki, liberal hayaller daha da ötelere heyecanla atlıyor ve hedef “emekçilerin kültürel, sosyal vb. her yönüyle kendini geliştirebileceği imkanlara da kavuşturulmasıdır.” Ne demektir bu şimdi? Yani tam ve eksiksiz bir sosyalizm(!)
B
L
B
u Marksizmi bilmeyen liberal; “emekçilerin kültürel, sosyal vb. her yönüyle kendini geliştirebileceği imkanlara kavuşturulması”nın ne demek olduğu üzerine hiç düşünmüş müdür acaba? Bunun önündeki engelin, burjuva sınıf egemenliği sistemi ve mülkiyet düzeni olarak kapitalizm ve bunun gerçekleştirilmesinin ise tamı tamına sosyalizm, üstelik gelişmiş, komünizme doğru evrilmiş bir sosyalizm olduğunu bilmiyorlar mı?
“Levent başkan” değilse de bazı başkan yardımcıları ve ayakçı, yardakçı takımı, bu arada işleri kenardan götüren liberal akıl hocaları elbette bunu çok iyi biliyorlar. Ama buna rağmen, bu liberal yaverlere aylar boyu sessiz kalabiliyorlar. Nihayet bazı doğruları sıraladıklarında ise, bunu bu liberal rezaleti haklı olarak eleştiren Devrimci Komünistlere ve devrimcilere kinlerini kusmadan yapamıyorlar. A.Cihan Soylular şu sözleri, tam da “belediye sosyalizmi”nin örtülü eleştirisini yapmak zorunda kaldıkları o kısacık yazılarının satır aralarına sıkıştırıyor: “İşçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu davasına sadakatle bağlı olan herkes, sınıflar mücadelesi yasalarının bilincinden uzak, dünyayı ve toplumsal yaşam ve mücadeleyi kendi küçük barınaklarında yorumlayıp kendi dışındaki herkese çamur sıçratmak için tepinen ar yoksunlarını görmezden gelecek ve halkın davasının ilerletilmesi için önüne çıkan görev ve sorumluluklarını yerine getirmek için çalışacaklardır.” İşin küfür ve hakaret yanını bir yana bırakıyoruz. Ama şu “Sınıflar mücadelesi yasalarının bilincinden uzak” iddiasını alınız ve EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel’in, partinin yerel yönetimler ve yerel seçimler üzerine buraya kadar aktardığımız ve daha sonra daha fazlasını da aktaracağımız sözleriyle karşılaştırınız. L.Tüzel’in bu düşünceleri, şahsı değil fakat partisi adına açıkladığını, dahası tam da bu nedenle, belki de bu metnin L.Tüzel adına, liberal akıl hocalarından biri tarafından kaleme alındığı gerçeğini de göz önünde tutunuz ve sonra dönüp A. Cihan Soylular’ın yukarıda koyu tonla vurguladığımız küfür ve hakaretlerine yeniden bakınız. Umuyoruz ki böylece, gerçekte kimlerin “ar yoksunu” olduğu konusunda dolaysız bir fikir edinmeniz hiç de güç olmayacaktır.
P
eki Devrimci Komünistlere ve devrimcilere küfrederek de olsa “belediye sosyalizmi”ne yöneltilen bu eleştirel sözlerin, parti olarak EMEP ve gazete olarak Evrensel için herhangi bir anlamı ve sonucu var mıdır? Yanıt için somut duruma bakalım. “Seçim Çalışması ve Halkın Örgütlenmesi” başlıklı ve A. Cihan Soylu imzalı yazı, Evrensel’de yayınlandı. Yukarıdaki küfür ve hakaretleri içeren bu yazı, ardından gidip titrek ve bulanık biçimde de olsa, “belediye sosyalizmi”ne dayalı liberal hayaller konusunda uyarılara bağlanıyor ve öylece noktalanıyordu.
SIYAH MAVI
SARI
10
HALKIN KURTULUSU
SENDiKAL HAREKETiN ENTERNASYONAL TARiHi Sendikalar ve sendikal mücadelenin niteliği, sendikaların ilk ortaya çıktığı günden bu yana, hemen her dönem, en önemli tartışma konularının başında gelmiştir. Sendikaların işçi sınıfı örgütleri olarak ortaya çıkışı ve gelişiminin, söz konusu gelişim sürecinde karşı karşıya kaldıkları engellerin, hangi koşullarda işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele merkezleri haline geldiğinin bilinmesi, sadece geçmiş açısından değil, günümüz açısından da öğretici deneyimler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum, sendikaların sadece oluşum sürecini anlamak açısından değil, kapitalizm koşullarında sendikaların yapısı ve işlevinin tarihsel gerçekler ışığında yeniden tartışılması açısından da önemlidir. Son yıllarda işçi-sendika hareketinde yaşanan dalgalanmalar ve dönem dönem belirginleşen gerileme koşulları hesaba katılırsa, bugün sınıf mücadelesinin diğer alanlarında olduğu gibi, sendikal alanda da ciddi sorunların yaşandığı bilinmektedir. Yaşanan sorunlardan çıkış noktasında, sendikal harekette yaşanan tıkanıklıkların nasıl aşılması gerektiği konusunda, pek çok noktada tespitlerin yapıldığı söylenebilir.
eşdeğer anlam kazanmıştır. İlk yıllarında, kapitalizmin fabrikalarda yaşanan yoğun sömürünün doğal bir sonucu olarak oldukça hızlı gelişme göstermesi, kapitalist sınıfın her geçen gün güçlenmesini ve daha fazla zenginleşmesini beraberinde getirmiştir. Kapitalist gelişme sınıflar arasındaki uçurumu daha da artırmış ve bu uçurum, sonraki döneme damgasını vuracak olan sınıf çatışmalarının nesnel zeminini oluşturmaya başlamıştır. Ancak işçiler fabrikada çalışmaya başladıktan itibaren birbirlerini rakip olarak görmüşler, işyerinde yaşanan rekabet, geniş işçi kitlelerini istediği gibi denetleme ve yönlendirme konusunda sayıları az olan patronların işini kolaylaştırmıştır. İşçi sınıfının içinde bulunduğu yoksulluk koşulları özellikle İngiltere ve Fransa’da 19. yüzyılın başlarında kendisini acımasızca göstermiştir. Bu dönemde tek tek fabrikalarda birbirinden kopuk çok sayıda grev ve direniş yaşanmıştır. Bu durum, o döneme kadar kendinden son derece emin olan kapitalistlerin geAncak tespitlerin ötesine geçip, pratik leceklerinden endişelenmesine yol açmıştır. sonuçlar ortaya koymak için, sendikalar başta İşçi sınıfı, grev ve direnişlerin de etkisiolmak üzere, sendikaların ve sendikal müyle 1800’lü yıllardan itibaren örgütlenme cadelenin niteliği ve biçimini yeniden gözden özgürlüğü isteyerek harekete geçmeye geçiren, işçi sınıfının mücadelesi açısından başlamış ilk örgütlü işçi hareketleri işçilerin sendikaların izlenmesi gereken çizgiyi daha kendilerini yoksulluğa ve sefalete iten kapida belirgin hale getirecek değerlendirmelere talist sömürü koşullarına karşı gösterilen tepduyulan ihtiyaç her geçen gün artıyor. kiler şeklinde olmuştur. Sendikaların neden ve hangi gerekçelerle işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri olarak ka- İşçilerin burjuvaziye karşı ilk kitlesel tepkisi, bul edildiği, işçilerin birleşme ve mücadele yaşanan yoksulluk ve sefaletin de etkisiyle merkezleri olarak tarih içinde oynadıkları çoğunlukla şiddet ve suç işlemek biçimindrolün önemi geçmişten bugüne sürekli olarak edir. Örneğin 18. yüzyılın sonlarında o dötartışılmıştır. Bugün genel anlamıyla mü- nem “baldırıçıplak” olarak ifade edilen çok cadeleci sendikacılık olarak ifade edilen sınıf sayıda işçi ve işsiz, zenginleri gördükleri yerde sendikacılığı fikrini ortaya çıkaran neden- döverek ceplerindeki bütün paraları almış, ler ve sınıf sendikacılığı pratiğinin işçi sınıfı burjuvaziye duyduğu öfkeyi hırsızlık yaparak tarihi içinde nasıl oluştuğuna baktığımızda, göstermiştir. Bu dönemde işçilerin burjusorunun sadece geçmişle ilgili olmadığı, pek vaziye karşı beslediği düşmanlığın ilk ve en çok yönden günümüze de ışık tutan zengin bir başarılı ifadesi bu tür hırsızlık eylemleridir. içerikle karşılaştığımız görülmektedir. Engels, bu döneme ilişkin olarak “İşçi, bütün halk içinde çile çekenin niçin yalnız kendisi SENDİKALARIN ORTAYA ÇIKIŞ KOŞULLARI olduğunu kavrayacak nitelikte değildi. Sonun1789’da gerçekleşen Fransız Devrimi ile burju- da ihtiyaçlar, mülkiyetin vazi, seçme-seçilme hakkı başta olmak üzere kutsallığına beslediği bazı temel hakları sadece mülk sahibi erkekler köklü saygıya üstün gelile sınırlı bir ayrıcalık olarak hayata geçirmiş, di ve hırsızlığa başladı.” bu durum devrimin başarısında burjuvaziyle (1975:12) ifadesini birlikte mücadele eden ve tamamı mülksüz kullanmıştır. olan işçi sınıfı açısından büyük bir hayal kırıklığı İşçi sınıfının gerçek yaratmıştır. Ancak bu olumsuz gelişme, tarih sınıf düşmanlarını sahnesine dönemin hızla büyüyen gücü olan tanıması ve ona karşı işçi sınıfına tarihi bir ders vermiştir. Bu tarihsel kitlesel mücadeleyi dersin en önemli sonucu, işçilerin burjuvaziden öğrenmesi hiç de kolay ve onun uzantılarından ayrı ve bağımsız bir olmamıştır. İşçilerin burjuvaziye karşı beslediği sınıf olarak örgütlenmedikçe, burjuvazinin düşmanlığın ilk biçimi hırsızlık şeklinde olsa tahakkümü ve etkisinden kurtulmalarının da, esas şiddetli eylemler makineli üretimin mümkün olmamasıdır. Bu durumun sonraki yaygınlaşmasıyla birlikte yaşanmıştır. İşçilerin döneme yansıyan en somut sonucu, işçilerin bilinen ilk makine kırma eylemi 1758 yılında burjuvaziden, sermayeden bağımsız olarak İngiltere’de mekanik yün biçme makinesine örgütlenme ihtiyacının artması olmuştur. karşı yapılmış olsa da, en yaygın makine kırma eylemleri İngiltere ve Fransa başta olmak 18.yüzyılın sonlarından itibaren hızla büyüyen işçi sınıfı, zaman içinde sınıf üzere Avrupa’da 1811-1813 yılları arasında kardeşleriyle birleşerek örgütlenmeye gerçekleşmiştir. Luddite hareketi (makbaşlamış, önceleri patronlara karşı birleşmiş, ine kırıcılığı) olarak da bilinen bu eylemler, sonrasında patronların çıkarlarını koruyan işçilerin burjuvaziye karşı daha önce yürüttüğü kapitalist sisteme karşı sendikalar kurmaya dağınık ve amaçsız mücadeleye yeni boyutlar başlamıştır. kazandırmıştır. İşçi sınıfının mücadele tarihinde önemli 18. yüzyılın sonlarında Avrupa’da yaşanan bir yere sahip olan makine kırıcılığı hareketi, o dönem işçi hareketi ve sendikaların radiköklü değişimler; biri İngiltere’de, diğeri kal bir içerikte şekillenmesinde etkili olurkFransa’da birbiriyle sıkı ilişkili iki önemli en, son derece disiplinli ve etkili bir hareket olay olan sanayi devrimi ve Fransız devriolarak ortaya çıkmıştır. Makine kırıcı işçiler minin getirdiği ekonomik, toplumsal ve polibaşlarda içinde bulundukları koşulların da tik değişimlerle sınıf mücadelesindeki yeni etkisiyle, mücadelelerini nasıl bir düşmana dönemin başlangıcı olmuştur. Sanayi devrimi, karşı verdiklerinin bilincinde olmamışlardır. teknolojinin üretimde kullanılmasıyla ortaya çıkan ekonomik devrimle İngiltere’de Sanayi devriminin gelişim süreci içinde başlamış ve Fransa’daki siyasal devrimle işçiler, zamanla makineleri kırarak sonuç bütünleşmiştir. Burjuvazi önce sanayi devrimi, alamayacaklarını görmeye başlamışlardır. ardından Fransız devrimi ile ekonomik ve si- Çünkü makineleri kırmak işsizliği önlememiş, yasal olarak güçlendikçe, geçmişte kendisiyle yaşanan yoksulluğu azaltmamış, işçilerin birlikte hareket eden işçi ve köylüleri dışlamış, yaşadıkları sefalete son vermemiştir. “Makine bir anlamda, sonrasında sınıf mücadelelerinin kırıcılığı hareketi ilerlemeye karşı geleneksel içeriği ve şiddetini belirleyecek ilk adımları bi- bir tepki olarak değerlendirilse de devrimci zzat kendisi atmıştır. hedeflerin etrafında gelişmiş ve işçi hareke18. yüzyılın son çeyreği ve 19. yüzyılın ilk tine belli bir militanlık ruhu getirmiştir. Makyarısında işçiler, patronların büyük baskısı ine kırıcılarının topraklar üzerindeki ipotekleri ve cezalandırma uygulamaları altında kaldırma, vergileri düşürme gibi hedefleri çalıştırılmıştır. Fabrika sisteminin ilk ortaya vardır. Bu bakımdan makine kırıcılığı hareketi, çıktığı zamanda fiziksel güçleri nedeniyle ayaklanma benzeri bir hareket olarak da ve uzun süre çalışmaya uygun oldukları için tanımlanmaktadır” gibi değerlendirmeler önce sadece erkek işçiler fabrikalarda istih- de yapılmıştır (Thompson, 2004:665). İşçiler dam edilmiş, işçilerin birbiriyle rekabeti so- gerçek düşmanlarının makineler değil, makinucunda ücretlerin sürekli olarak düşmesinin nelerin sahipleri olan kapitalistler olduğunu kaçınılmaz sonucu olarak zaman içinde kadın zamanla daha net kavrayabilmişler ve müve çocuklar da fabrika yaşamına katılmak zo- cadelelerini kalıcı hale getirmek için sendirunda kalmışlardır. Bu dönemde sayıları hızla kalara yönelmeye başlamışlardır. artan yüz binlerce işçi, üretim araçlarının Tarihte işçi sınıfının burjuvaziye karşı bir sınıf mülkiyetini elinde bulunduran kapitalistler olarak gerçekleştirdiği ilk örgütlü direniş maktarafından acımasızca sömürülmüş, pek çoğu ine kırıcılığı hareketi olmuştur.Bu dönemde toplama kamplarından farksız olan fabrikalar- İngiltere’de sendikalar militan ve mücadelda kölelik koşullarında çalışmışlardır. Eski za- eci bir karakter kazanmış, işçilerin mücadenaatkârlar ve evde iş yapanlar için fabrikalarda lesinin daha da şiddetlenmesinden korkan çalışmak çok zor olmuş, işçiler için fabrikada burjuvazi sendikal örgütlenmeyi yasaklayan çalışmak, kışlaya ya da hapishaneye girmekle Birleşme Yasalarını 1824 yılında yürürlükten
(I.BÖLÜM)
kaldırmak zorunda kalmıştır. Marx İngiltere’de sendika kurma yasağının kaldırılmasının işçi hareketi ve sendikalar açısından önemini şu cümlelerle ifade etmiştir; “(Kapitalistlerin) işçilere kıyasla sayıca az olmaları, ayrı bir sınıf oluşturmaları ve aralarındaki sürekli sosyal ve ticari ilişkiler onları ayakta tutar. (…) Buna karşılık işçiler ta başından itibaren, sıkı kurallarla biçimlenen ve yetkilerini görevlilere ve komitelere devredebilen güçlü bir örgüte mutlaka gerek duyarlar. 1824 Kanunu bu örgütleri tanıdı. Bu tarihten itibaren emek İngiltere’de bir güç haline geldi.” (1975:117) Yasağın kalkmasının ardından giderek güçlenen sendikalar bir taraftan yeni üyeler kazanarak büyürken, DİĞER taraftan üyelerinin katılımıyla patronlara karşı mücadelelerinde nasıl mücadele edeceklerinin yollarını aramaya başlamışlar, görüşlerini yaymak için bildiriler ve işçi gazeteleri çıkarmışlardır. İşçilerin daha çok çalışma koşulları ve ücretlerle sınırlı olan mücadelesi zaman içinde daha da genişlemiş, demokratik-siyasal talepleri de kapsar hale gelmiştir. İşçi sınıfının mücadelesi İngiltere’de, 1838 yılında Çartistler Halkın Bildirgesi’niyayınlayana kadar genellikle ekonomik taleplerle sınırlı kalmıştır. Marx ve Engels tarafından işçi sınıfının ilk siyasal işçi hareketi olarak tanımlanan Çartist hareket, yayımladığı bildirgede herkes için gizli oy, parlamentoda temsil edilmek, parlamentonun her yıl toplanması gibi siyasal içerikli talepler öne sürmüş ve bunun için kısa sürede 1 milyon 200 bin imza toplayarak İngiliz Parlamentosuna başvurmuştur. Engels’in, sendikaların henüz bilinen anlamıyla kitlesel sınıf örgütleri olarak yaygınlaşmadığı bir dönemde kaleme aldığı İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu (1845) adlı eserinde işçi örgütleri olarak sendikalar ile ilgili olarak yaptığı şu tespit dikkat çekicidir; “Sendikalar, burjuvazinin üstünlüğünün tamamen, işçiler arasındaki rekabete dayandırıldığı gerçeğinin yani işçiler arasındaki bütünlük eksikliğinin itirafı demektir. Ve sendikalar kendilerini, tam da şimdiki toplumsal düzenin can damarlarına yönelttikleri için, ne kadar tek yanlı ve ne kadar dar bir çerçevede olsa da, bu toplumsal düzen için büyük bir tehlikedirler.” (1997:292– 293). Engels bu satırları yazdığı yıllarda sendikalar sadece belli meslek gruplarına mensup (dokumacılar, ayakkabıcılar, marangozlar gibi) vasıflı işçilerin örgütleri olarak bilinmektedir. Sendikalar ilk ortaya çıktıklarında yetişkin erkek emeğinin merkezinde olduğu ve sadece bu emeğin kullanılabildiği işkollarının örgütleri olmuşlardır. Özellikle 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren önce kadın ve çocuk emeğinin, sonrasında makinelerin üretimde yer alması onların örgütlü gücünü zayıflatmaya yetmemiştir. Vasıfsız işçiler ve kadınlar o dönemde sendikalara üye olarak kabul edilmediği gibi, bazı sendikalara üye olmak için belli bir süre işçilik yapma şartı bile aranmıştır. Bu dar ve sınırlı yapıları bile sendikaların işçiler için önemini azaltmamıştır. İlk ortaya çıktığı dar biçimleriyle bile sendikalar, kapitalist sınıfın büyük öfkesini çekmiştir. Sendikalar işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri haline geldikçe, o zamana kadar işçi sınıfını ezme, acımasızca sömürme işini kazanılmış bir hak olarak gören patronlar, işçilerin sendikalarda birleşerek hakları için mücadele etmeye başlamaları ile birlikte başka çözümlere yönelmeye başlamışlardır. Modern işçi sınıfı tarihi açısından baktığımızda ilk işçi hareketleri ve buna paralel olarak ortaya çıkan sendikalar, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarından kaynaklı olarak ortak dayanışma duygusunun gelişmesini sağlamış, işçilerin kendi aralarındaki rekabete son vererek patronlara karşı ortak çıkarları çerçevesinde birleşmelerini sağlamıştır. Marx bu durumun etkisini Felsefenin Sefaleti’nde şu cümlelerle açıklar; “Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınını ilkin işçi haline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde bu yığın birleşir ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar sınıf çıkarları olur.” (1992:171) Sendikaların işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda işçileri birleştiren sınıf örgütleri haline gelmesi sürecinde en belirleyici dönem I. Enternasyonal dönemi ve sonrasında yaşananlar olmuştur.
Hasan Asker ÖZMEN
I. ENTERNASYONAL VE SINIF SENDİKACILIĞININ DOĞUŞU
Sendikalar, ilk oluşmaya başladığı yıllardan itibaren sosyalist düşüncelerden etkilenmiş ve sosyalizmin etkisine açık bir şekilde gelişmiştir. Örneğin 1848 yılında Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından yayımlanan Komünist Parti Manifestosu, Çartizm’in 1848’den önceki önemli isimleriyle işbirliği içinde yayımlanmıştır. Komünist Manifesto’da Çartizm, gerçek bir siyasal işçi hareketinin ilk örneği olarak ifade edilmiş ve işçi sınıfının siyasal mücadelesine örnek olarak gösterilmiştir. 1864 yılında İngiltere’de toplanan I. Enternasyonal (1864-1876) toplantısı bilimsel sosyalist düşünce ile işçi hareketi ve sendikaların buluşması açısından önemli ve tarihi bir gelişme olmuştur. O dönem etkili olan İngiliz ve Fransız sendikalarının yoğun çabalarıyla I. Enternasyonal’in kurulması, işçi sınıfı hareketi, sendikalar ve sınıf sendikacılığı fikrinin oluşması açısından dönüm noktasını oluşturmaktadır. I. Enternasyonal, 1866 Cenevre Kongresi’nde 8 saatlik işgünü çağrısı yaparken, her meslek ve işkolunda işçiler arasında erkekkadın, vasıflı-vasıfsız ayrımı yapmadan bütün işçilerin örgütlenmesi ve ülke çapında sendikal örgütlerin kurulması çağrısı yapmıştır. Buradaki amaç, sendikaları sadece ekonomik mücadele aracı olmaktan çıkarmak, doğrudan sınıf mücadelesi saflarına çekmektir. Marx’ın Cenevre’de toplanan I. Enternasyonal kongresine sunduğu Sendikaların Rolü, Önemi ve Görevleri Hakkında kararla, ilk defa bir sınıf örgütü olarak sendikalar hakkındaki Marksist görüşün temelleri atılmış, sınıf sendikacılığının en temel ilkesi belirlenmiştir. Bu karara göre, sendikalar işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele merkezleri olmalı, görevleri sadece ekonomik mücadele değil, aynı zamanda işçi sınıfının tam kurtuluşu için mücadele etmek olmalıdır. “(Sendikalar) özgün amaçlarının yanı sıra, artık, daha büyük çıkarları olan tam kurtuluş için işçi sınıfını örgütleme merkezleri olarak bilinçle hareket etmeyi öğrenmelidirler. Bu amaca yönelik her toplumsal ve politik harekete yardımcı olmalıdırlar. (Böylece) kendilerini tüm işçi sınıfının temsilcileri ve savunucuları sayarak ve böyle davranarak birliğin dışında kalanları da saflarına katmayı başaracaklardır.” (Marx, 1975:79) 1869 yılında toplanan Basel Kongresi’nde ise sendikaların, her meslek ve işkolunda mutlaka örgütlenmesi, ülke çapında birleşerek sendikal örgütlerin kurulması kararı alınmıştır. Burada amaçlanan da sendikaları sadece ekonomik bir mücadele aracı olmaktan çıkarmak, doğrudan işçi sınıfının mücadelesi saflarına çekmektir. Bu çağrıya ilk cevap ABD’den gelmiş ve ABD sendikaları işçilerin siyah-beyaz, erkekkadın, vasıflı-vasıfsız olmalarına bakmaksızın bir sınıfın üyeleri olarak örgütlemeye ve mücadele içine çekmeye çalışmışlardır. Sendikalar, ilk ortaya çıktığında sınıfın genelinin çıkarlarını gözeten bir yapıda oluşmamış olmasına rağmen, Marx ve Engels tarafından ısrarla işçi sınıfının en geniş kesimlerini birleştirme ve örgütlenme merkezleri olarak görülmüştür. Sendikaların, daha önce işçilerin dağınıklığından ve birbiriyle rekabetinden yararlanan kapitalistler açısından ilk yıllarından itibaren “tehlike” olarak görülmüş olması tesadüf değildir. Çünkü sendikalar zaman içinde işçilerin ekonomik çıkarları için yürüttükleri mücadelenin ötesine geçerek, toplumsal ve siyasal olarak etkinliğini arttıran işçi sınıfı hareketinin önde gelen mücadele araçlarından birisi haline gelmişlerdir. Marx, 23 Kasım 1971’de F.Bolte’ye yazdığı ünlü mektubunda bu durumu şöyle ifade etmektedir;“(…) işçilerin ayrı ayrı ekonomik hareketlerinden politik bir hareket doğar. Bu hareket çıkarlarını, genel bir biçimde, zorlayıcı nitelikte genel bir toplumsal gücü içerir biçimde, elde etmeyi amaçlayan sınıfın hareketidir. Eğer bu hareketler, önceden belirli ölçüde örgütlenmiş olmayı gerektiriyorsa, kendileri de aynı şekilde bu örgütlenmeyi geliştiren araçlardır.” (1975:91) Kapitalizmin tarihi incelendiğinde, işçilerin mücadelesinin patronlara karşı yürütülen ekonomik mücadeleler düzeyinde kalmadığı ve giderek genel bir sınıf hareketi düzeyine yükseldiği görülmüştür. Bu durum kuşkusuz sınıf hareketinin gelişiminin tarihsel kökleriyle yakından ilgilidir. İşçilerin birbiriyle rekabet etmeye son verip önce patronlara karşı, ardından patronların çıkarlarının güvencesi olan kapitalist sisteme karşı örgütlü mücadeleye girmeleri süreci kuşkusuz birden bire olmamıştır. Marx ve Engels, fabrika içindeki rekabetin çok sayıda işçiyi, sayıları sınırlı patron ya da yöneticiler karşısında zayıf düşürdüğünü her fırsatta vurgulamışlar, ancak tek başına işçiler arasındaki rekabetin sona erdirilmesinin de yeterli olmayacağını belirtmişlerdir. “İşçiler kendi aralarındaki rekabete son verme adımının ötesine geçemezlerse, ücretleri belirleyen yasa uzun vadede yeniden geri gelecektir. Ama işçiler yeniden geri çekilmeye ve kendi aralarındaki rekabetin bir kez daha ortaya çıkmasına hazır değillerse, o zaman bu noktanın ötesine geçmelidirler.” (Engels, 1997:293).
SIYAH MAVI
SARI
11
HALKIN KURTULUSU
DEVRİMCİ KOMÜNİSTLER VE SEÇİMLER
“Egemen sınıflara yönelen her devrimci demokratik eylemin, örgütlenmenin içinde yer almak komünistler için kaçınılmaz bir görevdir” biçiminde formüle edilen anlayış, TDKP’nin EMEP’e evrilirken yaşadığı sürecin, bu gününün ve BDP arkasına dizilerek vardıkları “çatı partisi” sürecinin açıklanması bakımından çok önemlidir. İlk bakışta devrimci bir tespit gibi duran bu anlayışın varacağı nokta; sosyalizmi barışçıl araçlarla kuracağı iddiasına rağmen, gerçekte sosyalist devrimi reddeden, sınıf işbirliğini savunan reformist çizgi ve eylem biçimidir. Her şeyden önce bilinmelidir ki, bu tespit ne THKO ne de TDKP tarihinde, yasal parti çalışmalarının gün yüzüne çıktığı günlere kadar takınılmış bir tavır olmadığı gibi, Devrimci Komünist bir tavır da değildir. Devrimci Komünistlerin yeniden ayağa kalkışlarında; ideolojik alış verişlerin disiplinli ve Marksist temelde yapılması, sorunların pratikte çözülmesi, birleştirici ve militan bir çalışma içinde olunması temel bir zorunluluktur. Ancak, yukarıda ifade edilen, özellikle EMEP çevrelerince sıkça altını çizdikleri ve vardıkları noktayı temellendiren bu tutum, ilk bakışta doğru gibi görünüyor olmakla birlikte, farkına varmadan Marksist tavırdan kopuşa yol açan bir tutumdur. Nitekim “çatı partisi” ile varılan nokta; tam da burasıdır, sınıf işbirliğinin son halkasıdır. Devrimci Komünistlerin devlet karşısında, şu ya da bu biçimde tavır belirleyen her eylemin, her örgütlenmenin içinde olmaları düşünülemez ve doğru değildir. Proletaryanın programının esasına bağlı kalınarak tavır almak zorunda olan Devrimci Komünistler, proletaryanın programının esasına ters düşen eylemlerin içinde olamazlar. Bu eylemleri hayata geçirecek olan örgütlenmelerin içinde ise hiçbir koşulda yer almazlar. Böyle bir anlayış, bilerek isteyerek seçilmiş bir yoldur ve TDKP’nin EMEP’e evrilmesinin beslendiği anlayış olması bakımından çok önemlidir. Ve EMEP’in demokratik hak ve özgürlükler adına mücadele etmek gerekçesiyle, Kürt ulusal hareketinin arkasına dizilmesi ve “çatı partisi” bünyesinde onların inisiyatifinde buluşmalarına varan sürecin dayandığı reformist temel anlayıştır. “Demokratik ve halkçı esaslar ve kardeşleşme temelinde çözüm için mücadele”sinin ve “doğru bir taktik izleyerek emek ve demokrasi güçlerinin birleştirilmesine hizmet edecek şekilde tutum sergilemiş ve sermayenin liberal saldırıları altında eritmek ve yalnızlaştırmak istediği Kürt demokratik hareketinin unsurlarının yanında yer alma”sı (Emeğin Partisi 3. Kongre Belgeleri) biçiminde formüle edilen savrulma ile; Kürtlerin kaderlerini tayin hakkının kullanılmasında, proletaryanın programının esasına bağlı kalınması yerine “demokratik ve halkçı esaslar” la ve “demokratik” olduğunu söyledikleri Kürt ulusal hareketinin yalnızlaştırılmaması adına çözüme gitme iddiasıyla, Kürtlerin siyasi kaderlerini tayin etme haklarının gasp edilmesi bir biçimde formüle edilmiştir. Bu nedenle “barış” görüşmeleri ve sonuçlarını sıkı bir biçimde savunan politikanın, esasen Kürt proletaryasının çıkarlarının tersi olduğu açık bir biçimde kavranmalıdır. Yaklaşan yerel seçimlerde “çatı partisi” olarak inşa edilen HDP ile seçimlere giderlerken ortaya koydukları “Demokratik ve halkçı esaslar ve kardeşleşme temelinde çözüm” iradesinin Devrimci Komünistlerin bu meseleye bakışları ile, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkında düşünce ve hedefleriyle ne denli çeliştiğinin açıklanması ve kavranması bakımından ayrıca önemlidir. Yasallaşma, TDKP’ni tasfiye etme düşüncesinin ve eylemlerinin adım adım örgütlenmeye başladığı yıllarda, “partimizin ikinci kongresi sağlam ve sınıfın yoğunlaştığı proletarya merkezlerinde kok salmış işçi örgütlerinin, sınıfın hareketinin kitleselleşmesine bağlı olarak kitle partisi olma yolunda adımlar atan bir örgütün kongresi olarak” (TDKP 1. Genel Konferansı Şubat 1990-Evrensel Basım Yayın) altı çizilen parti meselesinde esasen “kitleselleşmesine, kitle partisi olma” denilerek yasallaşma ve tasfiye yolunda ciddi adım atılıyor. Artık onlar için, Devrimci Komünist Parti, aynı konferans kararlarında bile altı çizilmek zorunda kalınan, “öncü müfreze, sınıf mücadelesinin yasalarının
bilgisiyle, devrimci bir teoriyle donanmış, sınıfın en bilinçli, en fedakâr, en kararlı unsurlarından oluşmuş olan M-L bir parti” olmaktan çıkarılacaktır. TDKP “kitle partisi” olacak “kitleselleşerek” giderek program ve hedefleri, proletaryanın programının esasın bağlı kalarak değil de, “demokratik ve halkçı esaslar” temel alınarak oluşturulacak olan EMEP yaratılmış olunacaktır. Emekçi yığınların, “En demokratik devlette, ezilen yığınlar, kapitalistlerin “demokrasi”si tarafından ilan edilmiş olan saymaca eşitlik ile proleterleri ücretli köleler durumuna getiren binlerce gerçek kısıtlama ve kurnazca oyun” (Lenin-Proleter Devrim Ve Dönek Kautsky-Bilim ve Sosyalizm Yayınları.) karşısında olmalarına, faşist diktatörlük ekonomik, politik ve askeri anlamda azgın saldırılar örgütlüyor olmasına karşın, yasadışı örgüt ve mücadele yöntemlerini tatil ederek, parlamento yoluyla sosyalizmi, hatta sınıfsız toplum hedefli bir programı hayata geçirmek iddiasıyla, TDKP tasfiye edilecek ve reformist savrulma sınırsız bir biçimde yaşanacaktır. Hemen söylemeliyim ki, Marksist-Leninist örgütlenmenin vazgeçilemez ilkesi, en sıkı biçimdeki gizliliktir. Bu bakımdan Türkiye’de Devrimci Komünist bir partinin, “biricik ciddi örgüt ilkesi, en sıkı gizlilik, üyelerin en sıkı elekten geçirilmesi ve profesyonel devrimciler” örgütü olması bir zorunluluktur. Burada “yasal olanakların kullanılması” adına itirazlar yükselebilir. Bilinmelidir ki; gizlilik ilkesinin asla vazgeçilemez olması, legal olanakların kullanılmasının reddi anlamına gelmez. En sıkı gizlilik ilkesi, Devrimci Komünistlerin burjuva parlamentosunu kullanmayacakları anlamına da gelmez. Tam aksine, yasadışı parti örgütü, legal olanakların kullanılmasını başarıyla yürütebilecek donanım ve esnekliğe de sahip olmak durumundadır. Elbette Devrimci Komünist parti örgütünün, yasadışı çalışmasının mutlaka vazgeçilmez olması, yasal olanakların kullanılmasını ve parlamentonun devrim için kullanılmasının reddini haklı kılmaz. Parlamentonun devrim için kullanılmasının olanakları varsa, bunun yapılması gerekir. Faşist diktatörlük şartlarında illegal örgüt biçiminden vazgeçmek, açıkça devrim düşüncesinden vazgeçmek olduğu gibi; parlamentonun kullanılmasını her koşulda reddetmek de devrimin bir kısım olanaklarının kullanılmasını reddetmektir ki, bu en az diğeri kadar yanlıştır. Devrimci Komünistler kendilerinin istedikleri ile, nesnel koşulları karıştırmamalıdırlar. Kendi isteklerini, kendilerine göre olması gerekeni, nesnel koşullarmışçasına algılamak; Devrimci Komünist mücadeleye verilecek en büyük zararlardan biridir. Bu nedenle, bırakın diğer kesimleri, işçilerin bile düzenden kopma bir yana, düzenle birlikte davranma eğiliminin ağırlıkla devam ettiği koşullarda, parlamentonun devrim için kullanılmasının reddi; devrimci mücadelenin olası silahlarından birinin elinden alınması anlamına geleceği gibi, bu işin yasal örgüt biçimleri ile sınırlayan yasalcı perspektifin de, Devrimci Komünist mücadelenin tatil edilmesi anlamına geleceği açıktır. Kuşkusuz işçi sınıfı partisi, parlamentonun işçi sınıfı için kullanılmasının olanaklarını yaratmak isteyecektir. Bunun nasıl yapılacağı pratik olarak bellidir. Doğru ve yasadışı örgüt ve çalışmanın yerine geçmeyen, tam aksine ona bağlı yasal sınırların içindeki bir örgütlenmeyle seçimlere katılmak, seçmen desteğini alabilirse parlamentoya girmek ve orayı sosyalizmin propagandasının yapıldığı bir kürsü olarak kullanmaktır. Yerel seçimler açısından da durum aynıdır. Devrimci Komünistler, seçim kürsülerini, devrimin propagandasının yapıldığı kürsüler haline getirirler ve elbette seçmen desteğini alabiliyorlarsa da, yerel yönetimi devrimin örgütlendirilmesinin bir aracı olarak kullanmak isterler. Burada bir sorun yok. Sorun komünist olduğu iddiasında olanların, yasadışı parti örgütlerini tasfiye ederek yasal bir parti ile, Kürt ulusal hareketinin arkasına ittifak adına dizilmelerindedir. Böyle bir ittifakın seçim kürsülerini, Komünist devrimin propagandasının yapıldığı kürsüler haline getirmesi düşünülemeyeceği gibi; seçmen desteğini alarak seçilmeleri halinde de, organları devrimin örgütlendiği araçlar olarak
ŞALTER İNECEK, HÜKÜMET GİDECEK! HER YER YATAGAN HER YER DiRENiŞ!
Yatağan termik santrallarının özelleştirilmesi ile ilgili ilanın Resmi Gazete’de yayımlanması üzerine, direnişteki enerji ve maden işçileri AKP binasına yürüdü. Polis saldırısına rağmen geri adım atmayan işçiler “Şalter inecek, hükümet gidecek” dedi. Direnişteki 1.500 maden ve enerji işçisi, Muğla’da Valilik önünde bir araya geldi. Marmaris kavşağını trafiğe kapatan işçiler “Bu daha başlangıç mücadeleye devam” sloganları atarak AKP il binasına doğru yürüyüşe geçti. POLİS SALDIRDI İşçiler, AKP binası yakınlarında çevik kuvvetin engeliyle karşılaştı. Çevik kuvvet polisleri işçilere tazyikli su ve biber gazı kullanarak saldırıya geçti. Saldırı karşısında işçiler geri adım atmadı ve ilk polis barikatını aştı.İşçilerin kararlılığı karşısında polis çekilmek zorunda kaldı. Bunun üzerine basın açıklaması yapan işçiler sık sık “Şalter inecek hükümet gidecek” sloganları attı. YATAĞAN-YENİKÖY-KEMERKÖY ENERJİ VE MADEN İŞÇİLERİ TALAN PEŞKEŞ VE SÖMÜRÜ DÜZENİNE, ÖZELLEŞTİRME SALDIRILARINA KARŞI, İŞLERİ EKMEKLERİ VE GELECEKLERİ İÇİN TALEPLERİ KARŞILANINCAYA KADAR KESİNTİSİZ EYLEM YAPIYORLAR! Yatağan Termik Santrali önünde direniş çadırı kurarak, açlık grevi yaparak ve “Satış Sözleşmesi” olarak değerlendirdikleri İhalenin yapılacağı tarihte, 24 OCAK 2014 “BÜYÜK ANKARA YÜRÜYÜŞÜ” ile sınıf dayanışması ve sınıfın gücünü Ankara’ya göstereceklerini, SATIŞ’a izin vermeyeceklerini ilan ettiler. Santral ve madenlerin özelleştirilerek yağmalanmasına karşı TES-İş ve Maden-İş üyesi işçiler haklı ve onurlu direnişlerini sürdürüyor. İşçilerin taleplerine kulağını tıkayan AKP iktidarı, TOMA’larla, copla, biber gazlarıyla, polis şiddetiyle yağma ve talan politikasına devam edeceğini göstermektedir. Kıdem tazminatının gaspedilmesine, taşeronlaştırma politikalarına, kiralık işçi uygulamalarına karşı “Köle işçi olmayacağız!” diyerek bir aydır ülkenin dört bir tarafında sokağa çıkan #Direnİşçi’ler de Yatağanlı işçi kardeşleriyle buluştular. Köleliğe, yağma ve talana karşı direne direne, birleşe birleşe kazanacağız! Yaşasın Sınıf Dayanışması!
TES-İŞ ve MADEN-İŞ BASIN AÇIKLAMASINDAN 9 Aralık günü 10’ar kişilik ekipler halinde 2’şer gün direniş çadırında açlık grevi başlatacağız. Açlık grevimiz ilk ihale için teklif verme süresi olan 24 Ocağa kadar sürecektir. 29 Aralık günü Milas’ta miting tertip edilecektir. Bu süre içinde bir çözüm bulunmadığı taktirde 24 Ocak 2014 günü tüm işçi ve aileleri ile birlikte büyük Ankara yürüyüşü tertip edilecektir. Bu zaman aralığında işyerlerini terk etmeme eylemleri de yapılacaktır. Bundan böyle alıcı firmaları işyerimizde ve işyerlerimizin etrafında kesinlikle görmek istemiyoruz. İş huzurumuzu bozulmasına tahammülümüz artık kalmadı.
ERHAN ALTUN
kullanamayacakları açıktır. Bugüne kadar ortaya konan pratikleri, bu durumu apaçık ortaya koymaktadır. Peki, bu olanaklı mıdır? Seçimler, devrimin propagandasının yapıldığı kürsüler olarak kullanılabilir mi? Devrimci Komünistler, legal örgütler yaratarak seçimlere girmeliler mi? Bu yolla, devrim için ciddi kazanımlar elde edebilirler mi? Kuşkusuz faşist diktatörlük şartlarında, kolayca üstesinden gelinebilecek bir görev olmadığı ortada ama olanaksız da değildir. Devrimci Komünist parti örgütleri, kendilerini legal alana çekecek, açığa çıkaracak, dolayısıyla da tasfiye olmasına neden olacak en küçük bir şeye fırsat vermeden; illegal örgüt ve çalışma yöntemlerinden taviz vermeden, yapacağı legal bir örgütlenmeyle bu görevin ifası için çalışabilir. Bu legal örgütlenme, başlangıç itibariyle parlamentoya girme ya da yerel yönetimleri ele geçirme potansiyeli yakalamayabilir; ancak işçi sınıfının mücadelesinin ve kuşkusuz işçi sınıfı partisinin olanaklarını genişletir, sosyalizm mücadelesinde yeni olanakların yaratılmasına fırsat verir hatta illegal örgütün genişlemesi, zenginleşmesine ilişkin yeni olanaklar kazanabilir. Sırf bu nedenle bile, legal mücadele örgütleri yaratılmalıdır. İşçi sınıfının mücadelesinin geldiği noktada, bu bir ihtiyaç da olabilir. Ancak bu ihtiyacın karşılanması, ne bir kısım siyasi gurubun bir araya gelerek kuracağı partidir ne de Devrimci Komünist Partinin açık alana çıkması, giderek legal örgütlenmeye dönüşmesidir. Hele, “Türkiye’de Kürt meselesi, demokratik sistem içerisinde Kürtlerin ifade özgürlüğüne kavuşarak olumlu yönde gelişmiştir. Türkiye’de demokrasi geliştikçe bundan elbette Kürtler de yararlanacaktır.” (15 Şubat 1999′da yakalanmasının ardından Öcalan’ın savunmasından) diyebilen Kürt burjuva politikacılarının partisinin arkasına dizilerek hiç değildir. Devrimci Komünist Partinin, siyasi ve pratik önderliğinde, İşçi ve tüm emekçi kesimlerin düzene karşı yürüttükleri mücadelede ihtiyaçları olan legal alandaki mücadele örgütü; ideolojik ve pratik olarak Devrimci Komünist Parti önderliğinde, köylülerin, işçilerin ve tüm emekçi kesimlerin birleşik, kapitalizme rağmen daha iyi yaşam, özgürlük ve demokrasi taleplerinin üzerinde yükselen sınıf mücadelesinin örgütü olacak olan devrimci halk örgütleridir. Bu asla, Devrimci Komünist Partinin yasallaşması değildir ve ancak böyle bir legal örgütle seçimlere katılmak doğru olacaktır. Şimdi düşünelim. Kürt ulusal hareketinin; Kürt işçi ve emekçilerinin değil, Kürt burjuvazisinin hareketi olduğu ve sadece onlara hizmet ettiği, Türkiye ve Kürdistan'daki pratikleri ve söylemleriyle, “barış” süreci diyerek, Kürt burjuvalarının lehine bir adım atabilmek adına, faşist diktatörlükle kucak kucağa bir pazarlık içinde oldukları kesin olarak ortaya çıkmışken ve onların Kürt işçilerinin sosyalist devleti gibi bir taleplerinin olmadığı apaçık ortadayken, “Egemen sınıflara yönelen her devrimci demokratik eylemin, örgütlenmenin içinde yer almak komünistler için kaçınılmaz bir görevdir” tespitine dayalı olarak HDP içinde yer almak ve onun programına uygun olarak seçimlere katılmak Devrimci Komünistlerin yapacağı bir eylem olabilir mi? Unutmayalım ki, hiç bir halk, burjuva sınıfının iktidar olduğu bir düzende özgür olamaz. Özgürlüğün yolu, işçi sınıfının iktidarından geçer. “Demokratik ve halkçı esaslar ve kardeşleşme temelinde çözüm” diyerek Kürt ulusal hareketinin arkasına dizilmek, onların temel inisiyatifinde seçimlere katılmak, Kürtlerin özgür olması yolunda da yol alınamaz. Bu reformist hayallerle avutulan Kürtler, bir sabah gözlerini açtıklarında kendilerini, egemen burjuvaziyle kucak kucağa olan kendi burjuvalarının pençesinde bulurlar. Komünist oldukları iddiasıyla, “Demokratik ve halkçı esaslar ve kardeşleşme temelinde çözüm” çözüm diyerek Kürt ulusal hareketinin arkasına dizilenler de, bu gaflet uykusundan uyandıklarında bu reformist savrulma ile, proletarya diktatörlüğünün inşasının olanaklı olmadığını görürler.
KIDEM TAZMİNATI FONUNA NEDEN KARŞI ÇIKMALIYIZ?
1. İŞTEN ATMA KOLAYLAŞACAK: Fona devirle, patronlar işçi çıkardığında toplu bir ödeme yapmak zorunda kalmayacak. Böylelikle istedikleri zaman işçi kıyımı ve giriş-çıkış yapabilecekler. 2. KIDEM TAZMİNATI ALMAK HAYAL OLACAK: Şu an tazminatımızı, işten atıldığımızda, askerlikte, kadınlar evlendiğinde, 15 yıl sigorta ve 3 bin 600 gün prim ödediğimizde, emeklilikte alabiliyoruz. Fon sistemiyle ödemeler emeklilikte ya da ev almak şartıyla10 yıl prim ödendiğinde. 3. TAZMİNAT MİKTARI AZALACAK: Fona devir durumunda alınacak tazminat miktarı neredeyse yarı yarıya düşüyor. Yeni düzenlemede 30 günlük sürenin 15 güne düşürülmesi planlanıyor. 4. FON YAĞMALANACAK: İşsizlik fonu ve diğer fonların başına ne geldiyse bu fonun başına da o gelecek. 5. ÇOCUKLARIMIZIN GELECEĞİ MASADA: Tepkimizi yumuşatmak için “kazanılmış haklara dokunulmayacak” deniliyor. Yani emeklilik sisteminde yapıldığı gibi, çocuklarımızın kölece çalışmasının altına imza atmamız isteniyor.
Maden’de 4 İşçi Daha Katledildi ! 4 Aralık Dünya Madenciler Günü’nün üzerinden sadece iki gün geçti. Zongultak’ta iki ayrı madende toplam 4 işçi iş cinayetinde yaşamını yitirdi. Kapitalist düzeni elinde tutan sermaye sınıfının faşist diktatörlüğü koşullarında bu cinayetlere dur diyebilecek tek güç sınıfın örgütlü gücüdür. Zonguldak’ta Türkiye Taş Kömürü Kurumu Karadon Müessesesi Gelik Maden Ocağında meydana gelen iş cinayetinde 1 işçi hayatını kaybederken, 1 işçi yaralandı, aynı saatlerde ruhsatsız bir kömür ocağında meydana gelen metan gazı zehirlenmesinde ise ilk bilgilere göre 3 işçi yaşamını yitirdi. İNŞAAT İŞÇİLERİ SENDİKA GİRİŞİMİ Bizler diyoruz ki: ‘Dünyayı biz inşa ediyoruz ama altında kalan hep bizler oluyoruz!’, ‘Artık Yeter!’ Bizler yılllardan beri tozun toprağın içinde nasırlı elleriyle ekmeğini kazanmaya çalışan inşaat işçileri olarak “İnşaat İşçileri Sendikası Girişimi” adı altında bir araya geliyoruz ve örgütleniyoruz. Bütün meslek arkadaşlarımızı birlikte kendi nasırlı ellerimizle kuracağımız “İnşaat İşçileri Sendikası” çatısı altında birlikte olmaya davet ediyoruz.
SIYAH MAVI
SARI
HALKIN KURTULUSU
FAŞİST DİKTATÖRLÜĞE KARŞI
#DİRENİŞÇİ
HAKLARIMIZ VE GELECEĞİMİZ İÇİN
DİRENİŞ, İŞGAL, GREV, GENEL GREV!
HALKIN KURTULUŞU Yazı İşleri Müdürü İmtiyaz Sahibi ;Zeki Irmak Hatice Zuhal Göktepe h t t p : / / w w w. h a l k i n k u r t u l u s u . n e t
Yönetim Yeri İZMİR/ Konak 859 Sk.Vatan İşhanı no. 6/204 No.6/204 Konak-İzmir
Basım Tarihi 02.01.2014
Ay l ı k s ü r e l i y a y ı n
Basım Yeri - Star Medya Yayıncılık A.Ş. 9 Eylül Mah.No.29 Gaziemir- İZMİR 0 232 251 76 32