Hk2

Page 1

HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 16

Sayfa 1

HALKIN KURTULUSU ~ 2

DEVRİM ŞEHİTLERİ ÖLÜMSÜZDÜR SER VERİP SIR VERMEYEN YİĞİT KOMÜNİST

H.ASKER ÖZMEN

(1956 - 5 Ekim 1980)

SİZİNLE ORTAK GERÇEĞİMİZ YOK! EKREM EKŞİ

(1955 - 14 Ekim 1980)

1956 yılında Adana iline bağlı Şambayad köyünde ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. 1973-74 yılında Ankara Hacettepe Üniversitesi Fizik Bölümünü kazandı Burada devrimcilerle tanıştı, devrimcilerle hemen kaynaşır, halkın kurtuluşu yolunda gençlik mücadelesinin bir militanıdır. Okullarda, fabrikalarda, semtlerde bildiri dağıtır, afişlemeye çıkar; yaşamını işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesiyle birleştirir. 1977 yılında Halkın Kurtuluşu Gazetesinin merkezi basım ve dağıtımında görev alır. Yurt-Da Kitap evi artık mekânı olmuştur. Halkın Kurtuluşu gazetesinin basımı ülke çapında dağıtılması, en ücra köşelerde yaşayanların eline geçmesi için her türlü özveriyi ve yaratıcılığı gösterir. 26 Aralık 1978 tarihinde faşizmin Kahramanmaraş kırımından sonra 11 ilde ilan edilen sıkıyönetim sonrası gazetenin İstanbul’da basılamaz duruma gelmesi üzerine İzmir’de basılması gündemdedir. Hasan, basım ve dağıtım işlerini organize etmek için İzmir’e yerleşir. İzmir’de işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesiyle bütünleşir ve yoldaşlarıyla gecesini gündüzüne katarak gazetenin ülke düzeyinde basımı ve dağıtımını gerçekleştirir. Örgütüne bağlı, disiplinli, özverili devrimci komünist kişiliğiyle üstlendiği işte emeğini ve aklını birleştirip fedakârca çalışır. 1980 Yılı şubat ayında İzmir’de sıkıyönetim ilanı sonrasında Ankara Altındağ’da gecekondu bölgesine yerleşir. Semtte oturan emekçilere ulaşmakta, onlarla bütünleşmekte hiç zorlanmaz; onlardan biri olarak günlük olaylardan hareketle politik yorumlar yapmaya, yönlendirmeye; emperyalizmi, faşizmi,

demokrasiyi, işçilerin neden sömürüldüğünü, halkın kurtuluşu yolunu anlatmaya çalışır. Saldırılar daha da yoğunlaşmış, evler, okullar, işyerleri basılmaya başlamıştır. Muhalif tüm sesler, devrimciler, demokratlar, aydınlar tek tek gözaltına alınıp işkenceye tabi tutulmuştur. Hasan, faşist cuntaya karşı da mücadelenin en ön saflarındadır. Kendisine “Hocam artık kendine daha dikkat etmelisin” diyen yoldaşlarına bir gün “Ne olacak, alırlar ya üç gün içinde öldürürler ya da üç gün içinde serbest bırakırlar” der. Ve 2 Ekim 1980 gecesinde Hasan, nişanlısı, nişanlısının abisi ve yengesiyle birlikte gözaltına alınır. Ankara emniyetinde yeni kurulan işkencehane (DAL)’da tüm işkence yöntemleri, her tür teknik Hasan’ın üzerinde uygulanır. Devrimci Komünist Partisine, yoldaşlarına ilişkin ağzından tek kelime bile çıkmaz; İfade vermeyi reddeder. 4 Ekim’i 5 Ekim’e bağlayan gece işkencede katledilir. Belgelere göre Hasan Asker Özmen’i sorgulayan komiser Enver Göktürk ve ekibidir. Özmen 4 Ekim 1980 günü saatler süren sorgudan sonra hücresine atılır. Sabah sayım yapılırken Özmen’in öldüğü fark edilir. Tutanaklara göre Hasan gözleri kapalı ve ayaklarını karnına doğru çekmiş, hücrenin bir köşesinde hareketsiz durumda bulunmuştur. Vücudunda elektrikten kaynaklı yanık izleri vardır. Hasan işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinde onurunu sınıf düşmanlarına çiğnetmedi. Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. Unutturmak isteyenlere inat, unutmadık, unutturmayacağız!

İyi bir ajitatör ve iyi bir propagandistti. Halkın Kurtuluşu gazetesi satışlarında sesini çok uzaklardan duyabilir, söylediği her sözü rahatlıkla ayırt edebilirdiniz. Gazete satışına çıkan birçok kişi nasıl ajitasyon yapılacağını öğrenmek için onu izlerdi. ‘Birçok forumun, mitingin konuşmacısı Ekrem`di. Boykotlarda, yürüyüşlerde en önde olanlardan biri yine Ekrem`di. Her türden eylemde gür sesiyle slogan attırırken görürdünüz Ekrem`i ‘Onu her zaman okurken görmek mümkündü, okumak, kendisini geliştirmek için zaman yaratırdı. Üstelik teoriyi ne çok şey bildiğini göstermek için değil, kendini yenileyip geliştirebilmek ve teorinin pratiğe yol gösterici olması için ele alırdı. Faşist katillerin hedef tahtasına onu koymasına neden olan özelliği, Ekrem`in bir örgütçü olması ve her koşulda örgütlü mücadeleyi savunan bir devrimci olmasıdır. Bir birimin önderi olmaktan İstanbul gençliğinin, giderek Türkiye gençliğinin önderlerinden biri pozisyonuna onu yükselten bu vasıflarıydı. Onu gözaltına aldıklarında amansız işkencelerden geçirdiler, kendine, arkadaşlarına, yoldaşlarına, partisine ihanet etmesini istediler. Ama o direnmeyi seçti. Kudurmuş işkenceciler göğüs kafesini kırıyorlar. Elleri ayakları şişmiş, koluna felç inmiş bir haldeyken, işkencecileri, belki ağzından bir çift laf alırız diye, konuşmadan ölmesin diye hastaneye kaldırıyorlar. Kırıklar, çürükler içerisindeyken bile doktora gülümseyerek: Hiçbir şey söylemedim, onları yendim diyor. Onurunu ve partisini korudu. Yaşarken nasıl dimdik durduysa, ölüme giderken de dik durmayı bildi. Ölümsüz kahramanlar arasına girdi.

Ulrike; Dünyanın üzerine bırakılmış bir molotof kokteyli

HALKIN KURTULUŞU İmtiyaz Sahibi ;Zeki Irmak

Yazı İşleri Müdürü Hatice Zuhal Göktepe

Yönetim Yeri-0232 4257980 859 Sokak Vatan İşhanı No.6/204 Konak-İzmir

“Yoldaşlar kitlelerin arkasına gizlenmeyi bırakın! Direniş meselesinin sorumluluğunu kitlelere yıkmaktan vazgeçin! Sistemin aşırı şiddetinden duyduğunuz korkuyu sanki bir aracılık sorunuymuş gibi yansıtmaktan vazgeçin! Karmaşanızı bilgelik,çaresizliğinizi geniş bir bakış açısı olarak satmayı bırakın! (...) Mücadeleye girişin; kazanmaya cesaret edin! Savaş ve emperyalist ajanların kurguladığı iktidarları parçalayın!

Devrim her devrimcinin görevidir!”

Basım Tarihi 31.10.2012

Basım Yeri - Star Medya A.Ş. 9 Eylül Mah.No.29 Gaziemir-İzmir/0232 251 76 32

Ekim Devrimi Yolumuzu Aydınlatıyor EKİM DEVRİMİ YOLUMUZU AYDINLATMAYA DEVAM EDİYOR. BU YOLDA REHBERİMİZ MARKSİZM-LENİNİZM’DİR! İşçi sınıfının burjuvaziye karşı kazandığı ilk büyük zafer olan Sovyet Ekim Devrimi 88. yıldönümünde yolumuzu aydınlatmaya devam ederken; Bu zafer sayesinde proleterler ve ezilenler sömürünün bir kader olmadığını pratikte yaşarak görüp anlamışlardır. Sovyet Ekim Devrimiyle, onlarca ulus ve etnik grup özgürlüğüne kavuşurken, Uluslarda kendi kaderlerini tayin etme hakkını elde ettiler. Bu sayede ezilen ulusların gerçek kurtuluşunun ancak emperyalist-kapitalist burjuva sistemden koparak, proletaryanın safında yer almaktan geçtiğini gördüler. Ve Ekim Devrimi kadın, sağlık, eğitim, konut, dil, vb bir çok sorunun tümünü çözerek proletarya ve ezilenler için insanca yaşam koşullarını yarattığı gibi, nasıl yaşanması gerektiğini de gösterdi. Emperyalist talan ve sömürünün altında inim inim inleyen ülkemizde işçi ve emekçilerin alacağı maaştan tutunda, hangi kamu malının özelleştirilmesi gerektiğinin kararını bile sömürücüler verirken, işçi ve emekçilerin yasamı giderek çekilmez bir hal alırken, işsizlikte alabildiğine artmakta ve yaşam gün geçtikçe daha da kötüye gitmektedir. Ama bu bir kader ve alın yazısı değildir. Sovyet ekim devrimiyle bunun böyle olduğu ispatlanmıştır.Ve yeni ekim

dan Suriye, Türkiye’nin Vietnamı Olacaktır.

S

avaş politikanın yoğunlaşmış biçimidir. Eğer politikada sıkışmışsanız bunu daha yoğun politik hamlelerle atlatmaya çalışırsınız. AKP’nin Suriye stratejisinin arkasında bu politik krizlerin etksi yokmudur? Türk jetinin Akdeniz’de düşürülmesi, Antep’teki bombalama, Akçakale’deki ölümler ve nihayet Rusya’dan kalkan Suriye uçağının indirilmesi. Bunların hiçbirisinde AKP’nin doğru dürüst bir açıklaması olmadı sanırız olmayacak da... İç politikada çözülmeyen sorunlar karşısında atılan demokrasi ve hamasi nutuklar artık kimseyi tatmin etmemektedir. Bir partinin ortalama ömrünün 12 Eylül sonrasında en fazla 4 dönem olduğu gerçeği ile karşılaştırıldığında AKP’nin yeni açılımlara ve yeni stratejilere ihtiyacının olduğu açığa çıkmaktadır. Ulusal coğrafyada Kürt sorunu karşısında MHP’den daha fazla milliyetçi kesilen bu milliyetçi gerici kesim saldırganlığını Kürt hareketine yöneltirken bunu PKK-BDP ilişkisi üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyor. İçerden tüketemediği ve uzlaşmayla sindirmeye çalıştığı Kürt hareketine yaklaşımını CHP ve MHP’den gelen faşist milliyetçi tepkiler karsısında onlardan daha gerici olduğunu ispatlama gayreti içerisine girdi. İçerden uzlaşma ile yıpratamadığı harekete karşı Kongresine daha önce defalarca ziyaret ettiği Kürt Lider Barzani’yi misafir ederek dışardan destek arayışına devam ediyor. Böylelikle Kürdü Kürde kırdırma politikasında eski adımı yeniden atma ya çalışıyor. PKK üzerinden gerçekleştirmeye çalıştığı politikaya Esad’ı karıştırarak “PKK’yi Esad silahlandırıp Türkiye’nin üzerine salıyor” söylemine sığınmaya çalışıyor.

devrimleriyle bu kaderi değiştirmek elimizdedir.Onun içinde işçi sınıfının öncüsü olan partimiz saflarında birleşerek devrime ve iktidara yürümeliyiz. Kurtuluşun yolu buradan geçmektedir. Revizyonist Sovyetler Birliğinin çöküşüyle birlikte emperyalistler yoğun bir karşı propagandayla anti-komünist rüzgar estirerek o kokulu rüyayı bir daha yaşamamak için hemen kolları sıvayarak Sosyalizmin yenilgisini kapitalizmin zaferine bağladılar. Hatta hızın da alamayarak kendi içinde ki ekonomik buhranı ve çelişkileri bir yana bırakır gibi görünerek kapitalist sistemin güzelliğini ve dünyayı nasıl kurtaracağından dem vurmaya başladılar. Bütün bu anti-komünist propagandanın karşısında dünya komünist hareketlerinin de güçsüz olması ve sesini yeterince duyuramaması ve bu anti-propagandayı etkisizleştirmenin araçlarını da yaratıp, geliştirememesi burjuvazinin zaferinin tuzu biberi olmuştur. Dünyada ki bu esinti, Ülkemizde eylül sonrası gerçek anlamda bir türlü toparlanamayıp kendine gelemeyen devrimci grup ve komünistleri tasfiyecilikle karşı karşıya bıraktı. Sözde M-L adına oportünist-tasfiyeci düşünceler etkili olurken, kimisi illegaliteden kaçıp legalizm de soluğu aldı, kimisi ulusal hareketin kuyruğuna takılarak politika üretemez oldu, kimisi de sinsice işçi, emekçi ve devrimcileri aldatarak adım adım tasfiyeyi gerçekleştirdi. Sonuçta bugün gerçek anlam da proletarya ve emekçiler öndersiz kaldı. Ama Lenin’in dediği gibi yenilen sosyalizm değildi. “Muhaliflerimiz sosyalizmin çöküşünü haykırıyor... şu anda ölen genel olarak sosyalizm değil, sosyalizmin bir markasıdır; idealizm ruhu ve ihtirası olmayan, bir hükümet görevlisi tavırlarına ve saygıdeğer bir aile reis

inin göbeğine sahip çok şekerli (sakarin) bir sosyalizmdir. Cüreti ve coşkusu olmayan, istatistiklere sadık, boğazına kadar kapitalizmle dostane anlaşmalara sahip bir sosyalizmdir. Sadece reformlarla ilgilenen, kötü bir sebze çorbası için doğuştan sahip olduğu haklarını satan, burjuvaziye yardım etmek için halkın sabırsızlığını denetim altına alan, cüretkar proleter eylem üzerinde bir tür otomatik fren işlevi gören bir sosyalizmdir.” Evet bu anlamda çöken ve yenilgiye düşen gerçek sosyalizm degildi! SSCB revizyonizmdi. Bunun gerçek anlam da Lenin ve Bolşevik komünit partisi önderliğin de işçi ve köylülerin kurdukları ve Stalin yoldaşla büyük bir atılıma gerçerek 2. dünya savaşında Nazi faşizmini yenilgiye ugratan SSCB ile ilgisi yoktu. Onlar bunu yaparken M-L dünya görüşünün bilimsel gerçekliğini ve bu ideolojini saglamlığını , işçi sınıfı ve ezile halkların kararlılığını, mücadele azmini dahası savaşmaktan başka kaybecekleri bir şeylerinin olmadığını , komünist partilerinin varlıgını unutmuşlardı. Ama biz mücadelemize kaldığımız yerden mücadele atılmak için partimize sahip çıkarak onu yeniden sınıf mücedelsinde gerçek yerini almasını sağlarken, bize bu mücadele de Marx, Engels, Lenin ve Stalin yoldaşların öğretileri rehberlik etmektedir.. Bütün bu zorluklara ragmen Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri için tünelin uçunda ki ışık görmeye başlamıştır. Daha işin başındayız ve alaçagımız çok yol var. Ama yavaş yavaş taşlar yerine oturmaya başladı. Partimiz açısından bu olumlu bir gelişme. Artık geleçek daha aydınlık ve güzel olacak….

YAŞASIN EKİM DEVRİMİ YAŞASIN MARKSİZM-LENİNİZM YAŞASIN SOSYALİZM

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Düşürülmüş bir tetik, kasılmış bir kol, dikilmiş bir göz. Milyonlarca asinin kan damarlarının demirden ağır nabzı. Seninle atan, seninle yırtılan, seninle kan olup atlaslara boşalan… Bizdik Ulrike. Yoldaşındık. Aşk olsun. Bugün Ulrike Meinhof’un doğum günü..ulrike’yi bir çığlık olarak hatırlayacağız hep,tarihin karanlık dehlizlerinde yankılanacak sesi...yalan hayatlara vurduğu sert tokatla hatırlayacağız ve uzlaşmayacağız onun uzlaşmadıklarıyla,bağışlamayacağız bağışlamadıklarını,anısını yakıcı bir hatırlatıcı olarak yüreğimizde yaşatacağız.saygıyla eğiliyoruz önünde ulrike yoldaş..

BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ VE EZİLEN HALKLAR BİRLEŞİN

SAYFA 01

Diyerek işkencehaneye bir anıt diktiğinde, zindan karanlığında bir ışık demetiydin. Adın emek ve sermaye arasındaki bu tarihsel kavgada yüreklerimizdeki öfkeyi tutuşturan bir kıvılcım şimdi. 12 Eylül askeri faşist cuntasının halkın üzerine zorun bütün biçimleriyle çöktüğü günlerdi. radyolarda, televizyonlarda, gazetelerde yasaklanan sendika, kitle örgütü, gazete, dergi adları ardı ardına sıralanırken, bu örgütlere üye oldukları, bu gazeteleri okudukları için işçilerin, öğrencilerin, emekçilerin isimleri yakalananlar ya da arananlar listelerinde çarşaf çarşaf ilan ediliyordu. Tutuklanacak kişilerin adları Bayrak Liste de yazılı. Bayrak Liste de Ekrem Ekşi’nin de adı var… Faşist cunta işçilerin, emekçilerin, gençlerin sömürü ve soygun düzeni tekelci kapitalizme karşı mücadelesini bastırmak için her türden şiddeti uygularken, tüm devrimcilere demokratlara teslim ol çağrısı yapıyordu. Devrimciler, ve komünistler için tek yol vardı; faşist askeri cuntaya karşı direnmek..Her alanda; fabrikalarda, okullarda, tarlalarda, işkence hanelerde direnmek… Direniş bayrağını işkence hanelerde ilk kaldıranlardan biri Devrimci komünist Ekrem Ekşi’ydi. 12 Eylül 1980, Cuntanın ilk günü... 12 Eylül 1980 günü ağabeyinin evinden Ekrem Ekşi’yi gözaltına aldılar.14 Ekim 1980 günü cansız bedenini teslim ettiler. Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği -(YDGF) genel sekreterliği yapmış bir devrimci komünistti. Öğrenci gençliğin eylemlerinde, köylülerin çay ve tütün gösteri ve yürüyüşlerinde, gecekondu yıkımlarında halkın yanında direnişte, grev çadırlarında işçilerle dayanışmada,tüm ezilenlerin mücadelesinde yer aldı.

EKİM /2012


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 15

Direne Direne Kazanacağız

Ankara’ya hareketleri öncesi Tek gıda İş Sendikası Rize şube başkanlığı önünde bir açıklama yapan Genel merkez genel teşkilatlandırma sekreteri Recep Ali Çelik ; “59 yıldan beri Çaykur’da örgütlü olan Tek Gıda İş Sendikası ve onun onurlu emekçileri tarihinde görülmemiş bir

Yunanistan OHAL ilan etti

Yu n a n H a l k ı n ı n E k o n o m i k K r i z e İ s y a n ı

Ekonomik krizin faturasını ödemek istemeyen halkın isyanına karşı, Yunanistan yönetimi, Alman Başbakan Merkel’in ziyareti sırasında yapılacak eylemlere engel olmak için OHAL ilan etti. ATİNA- Almanya Başbakanı Angel Merkel’in ziyareti öncesi Yunanistan yönetimi, OHAL ilan etti. Samaras hükümetinin troykayla yıkım paketi üzerinde müzakeresi sürerken ülkeyi ziyaret edecek Merkel’e karşı eylemlere engel olmak isteyen ülke yönetimi, 9 Ekim Salı günü sabah 09.00’dan akşam 22.00’ye kadar kamuya açık yerlerde toplanma ve eylem yapma yasağı getirdi. “Başkentin sosyo-ekonomik yaşamını rahatsız etmemek ve kamuoyu güvenliği” için böyle bir karar aldığını açıklayan Yunanistan

Emniyet Genel Müdürlüğü, yapılacak eylemlere karşı “her tür önlemi” alacaklarını bildirdi. Merkel’in başkent Atina’yı ziyareti sırasında yoğun güvenlik önlemlerinin yürürlüğe konulacağı ifade edildi. Öte yandan sosyal paylaşım sitesi üzerinden dünydaki isyanlara çağrı yapan ve bilgi paylaşan World Riot 24/h sayfasından başkent Atina’da isyana katılmak için Yunan halkı sokağa çağrıldı. Şantiyenin çıkardığı toz bulutunun sağlık açısından tehlikeye yol açtığını ifade eden vatandaşlar, yetkililerin sorunlarına bir çözüm bulmasını talep etti. Yaklaşık 4 saat tırların geçişine izin vermeyen mahalle sakinleri daha sonra yolu trafiğe açarak eylemlerine son verdi.

FAZLA İNANMAYIN Şimdi müzakerelerimizi başlatıyoruz. Öz Gıda’da kalan yaklaşık 2300 arkadaşlarımıza sesleniyorum, bu emek düşmanlarına daha fazla güvenmeyin gelin yıllardır emeğinizin hakkını savunan onurlu mücadelenin adı olan eski sendikana Tek Gıda İş sendikasına üyeliğinizi yenileyin yenileyin ki yapacağımız toplu sözleşmeden doğacak haklarınızı alabilesiniz. Yıllarca Tek Gıda’ya aidat ödemiş ne yapılmış vaatler edilmiş kandırılmış, baskı ve tehditlerle sindirilmiş bürokratik ve her türlü siyasi baskılar karşısında sendikasını terk etmiş olan emekçi kardeşlerimiz artık dayanışma zamanıdır gelin sendikanız Tek Gıda

İş’e üye olun. Biz bu arkadaşlarımıza kızgın ve kırgın değiliz hangi şartlarda istifa ettiğinizin bilincindeyiz şimdi artık masaya oturuyoruz ‘bu iş daha bitmedi’ diyen emek düşmanlarına inanmayın. Biz Tek Gıda İş Sendikası üyeleri için toplu sözleşme yapmaya gidiyoruz Öz Gıda üyeleri için değil. Bunu artık görün bu yalancılara inanmayın” diye konuştu. Ankara’da yapacağımız müzakereler sonrası toplu sözleşme yaptıktan sonra 2010 -2011 yılı toplu sözleşmesi yapmak için müracaat edeceklerini belirten Çelik, beraberinde şube yöneticisi ve iş yeri temsilcisi yaklaşık 60 işçi ile birlikte karayolu ile Ankara’ya hareket etti.

“İŞÇİLERE TBMM ÖNÜNDE POLİS MÜDAHALESİ” DİSK ve Sendikal Güç Birliği üyelerinin Meclis’te görüşülecek olan toplu sözleşme yasasını protesto etmek amacıyla Meclis’e yürümesine izin vermeyen polis, kitleye gaz bombası ve tazyikli su ile müdahale etti. Meclis’te görüşülecek olan toplu sözleşme yasasını protesto eden DİSK ve Sendikal Güç Birliği öncülüğünde Sakarya Caddesi’nde bir araya gelen emekçiler, Meclis’e yürümek istedi. Aralarında milletvekillerinin de olduğu grup, Akay Caddesi’nde polis tarafından kurulan barikatlarla durduruldu. Kitlenin geçişine izin vermeyen polis, kitleye gaz ve tazyikli su ile müdahale etti. 3 kez biber gazlı müdahaleye uğrayan işçilerden 3’ü hastaneye kaldırıldı. Eyleme destek olmak için yürüyüşe katılan CHP İzmir Milletvekili Musa Çam da biber gazlı müdahaleden etkilendi. DİSK Genel Başkanı Erol Ekici, Akay Caddesi üzerinde yaptığı açıklamada, Toplu İş İlişkileri Kanun Tasarısı’nın 12 Eylül hukukuna dayandırıldığını söyledi. Ekici, “12 Eylül hukuku ile oluşturulan bir yasayı istemiyoruz. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve Hak-İş ile yapılan ittifakı ihanet olarak sayıyoruz” dedi. DİSK ve Sendikal Güç Birliği, Akay caddesi üzerindeki açıklama sonrası Sakarya Caddesine yürüdü.

EMEK DÜŞMANLARINA DAHA

Toplu iş sözleşme yetkinsin Tek Gıda İş Sendikasına verilmesi sonrası Ankara’da Toplu sözleşme müzakerelerine başlayan Tek gıda iş Sendikası Rize 1.2.3.4 ve Tarbzon şubeleri ile Tek gıda İş Sendikası Genel Merkez Genel Teşkilatlandırma sekreteri Recep Ali Çelik başkanlığında 60 kişiden oluşan müzakere heyeti ile Rize’den Anakaraya hareket etti.

Çalışma Bakanlığı 4 yıl önce başlattığı rezalete 24 Ağustos 2012 tarihli yetki yazısı ile son vermek zorunda kaldı. Çaykur işçisi yıldır zulüm çekti. Toplu sözleşmesiz kaldı. Haklarını doğru düzgün olamadı. İşletme de gereği gibi temsil edilemedi. Muzakereler başladı şimdi Ankara’ya gidiyoruz masaya oturacağız önceliğimiz bir an evvel toplu iş sözleşmesini imzalamaktır. Hedefimiz toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde zulüm ve kayıplarla geçen dönemin karşılığını almaktır burada da dün sokaklarda olduğu gibi şimdi de masanın başında emekçi kardeşlerimizin hak ve hukukunu korumak ve savunmak için mücadele edeceğiz. Yaklaşık 4 yıl bekleyerek ÇAYKUR’la beraber 23.dönem toplu sözleşmemizi görüşmek için Ankara’ya gidiyoruz. Yarın saat (Salı günü)14.00’da Kamu-İş’ le bir araya geleceğiz.

Tarih kadınları reddediyor...

DİRENE DİRENE KAZANDIK

SOKAKTA DİRENDİK MASADA DA DİRENECEĞİZ

omünist, Anarşist, Feminist veya Müslüman olsun bu savaşçı kadınların ortak bir yanı var. Tarih onları yazmadı, yazmıyor. Tarih kadınları reddediyor. Hele savaşan kadınları, erkeklerin tarihi kabul etmiyor!...” “Cepheye Elimde Bir Temizlik Beziyle Gebermeye Gelmedim Devrim İçin Yeterince Kap Yıkadım” Bu sözler 1935 yılında İspanyol bir kadının, bir miliciananın sözleridir. İsyan eden bir miliciananın. Erkeklerin şiddetle-ister savunmacı ister saldırgan konumda-tanışık olduğunu düşünen geleneksel bakış açısı “yıkıcı erkeğin” yanında “koruyucu kadın”ı da tanımlar. Kadınlar doğası gereği(!) verdiği yaşamı korumakla, düzenlemekle sorumludurlar. Onlar şiddete yabancıdırlar: yıkmaz, savaşmaz, kin gütmez, mücadele etmez, en fazla erkeğin yaptıklarını yorumlarlar. Bazı çıkıntılar vardır tabii ki. Onlar olsa olsa erkeğe özenen kompleksli kadınlar, gözü dönmüş cadılar, belki de lezbiyenlerdir(!) Oysa kadınlar tarihin her döneminde yazgılarına(!) başkaldırmış, savaşmışlardır. Nedir peki, kadınları kendi tarihlerine başkaldırtan güç? 1694 yılında bir kadın, Mary Astell “Hanımlara Ciddi Bir Öneri” kitabında kadınlara soruyordu “Nasıl, güzel görünüp karşılığında hiçbir işe yaramamayı göze alarak yeryüzünde bahçedeki laler gibi yaşamakla yetinebilirsiniz?”

Yıl 1930’lar, yer İspanya. Lucia Sanchez Saornil Nisan 1936’da birçok anarşist kadınla birlikte Mujeres Libres’i kuruyor.”Özgür Kadınlar” adlı örgütün -o dönemin koşullarında- 20.000 den fazla üyesi var. Aynı adlı dergileri Mujerez Libres yüzbinlerce kadına ulaşıyor. Aynı anda hem devrimi hem de savaşı kazanmak isteyen İspanyol kadın anarşistleri, Mujeres Libres de kadınlara sesleniyordu “Bugünden Kurtuluş!”Mujeres Libres savaşın en kızgın anında cinsel aydınlanmadan, çocuk yetiştirmeye, eşit ücret talebinden, fuhuş kurumuna kadar her konuya el atıyordu. Bu anarşist kadınlar hem CNT, FAI’nin erkekleriyle uğraşırken hem de faşistlerle çarpışıyorlardı. O dönemin İspanyası’nda anarşistlerin içinde Proudhon’dan etkilenenlerin sayısı pek az değildi.(Proudhon çalışmanın kadının”doğasına” uygun olmadığını söylüyordu.)Tüm bu olumsuz koşulların yanında geçmişten beri kadınlar adına düşünüp karar vermeye çalışan erkeklere, kadınlar kendi tarihlerini yazabileceklerini gösterdiler. Enternasyonel Kongrelerinde kadınlar fabrikalarda çalışmalı mı; diye tartışan erkekler o günde kadınlar bizle savaşsın mı, diye düşünüyorlardı. Çünkü anarşist, komünist kadınlar savaşmak için cepheye gidiyor, her türlü çalışmaya katılıyorlardı. Erkeklerin bu sorusu kısa sürede sonuçlandı. Tabii ki faşistlere karşı “kadın yoldaşlar”la birlikte savaşılacaktı. Onlar bugünkü tutumlarından dolayı saygı duyulması gereken insanlardı, alkışlanmayı hak ediyorlardı.(Saygı duyuyorlardı çünkü cephelerde savaşan kadınlar erkeklerden daha dayanıklı, daha cesur olduklarını ispatlamışlardı. Bunun için erkeklerden 4-5 saat fazla nöbet tutup uykusuz kalmayı gözalmaktan tutun da yanında ölen dostu için ağlamamaya çalışan kadınlar, cephede kürtaj olup aynı saat grubuna geri dönüp çarpışmanın planlarını hazırladılar.) Bu kadınlar erkek yoldaşları onları “zayıf kadınlar” olarak görmesin diye günlerce cephede bir parça pamuk istemeden regl oldular. Bacak araları yaralarla doluydu. Neden? Çünkü erkek yoldaşlarının taleplerinden fazla şey talep etmemek;”zarif, narin,ayakbağı olan kadınlar” olmamak için.Gerek komünist partizan kadınlar gerekse anarşist kadınlar şunu söylüyor:”Sürekli kendimizi kanıtlama zorunluluğunun gerilimini yaşıyorduk.Şunu kimse inkar edemez.Biz kadınlar tek savaşta değil her an erkeklerden daha

Yaklaşık 13 bin çalışanı bulunan Çaykur`da 4 yıldır süren yetki tartışmasında sona gelindi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Çaykur`da toplu sözleşme yetkisinin Türk-İş`e bağlı Tek Gıda İş Sendikası`nda olduğunu açıklamasının ardından Bakanlık bu kez Tek Gıda İş Sendikasına toplu sözleşme yapmak için yetki belgesini gönderdi. Tek Gıda İş Sendikası yetki belgesini aldıktan sonra Kamu İşveren sendikasıyla masaya oturmak için bugün Ankara’ya hareket etti.

K

baskı ve tehditle karşı karşıya kalmıştır. Çaykur emekçisi kardeşlerimiz emek düşmanı bir başka sözde sendikaya geçmeleri için inanılması zor baskı ve tehditlerle karşılaştı. Yaklaşık 4 yıldan beri sınıf bilinciyle yürüttüğümüz sendikal mücadelede birçok işçi kardeşimiz haksız yere sürgün edildi, emeği sömürüldü hak ve hukuku akyalar altına alındı ama yılmadı yılmadık her türlü bürokratik ve siyasi baskıya rağmen direne direne kazandık.

T

ek Gıda İş sendikası genel Teşkilatlandırma sekreteri Recep Ali Çelik, 5 yıl sonra sizler için masaya oturuyoruz diyerek Öz Gıda iş üyesi işçilere seslendi

KADINSIZ DEVRİM OLMAZ

SAYFA 02

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Sayfa 2

fazla,belki iki belki üç kat daha fazla çalışmak zorundayız.” (Silahli Direnişte Kadınlar-Ingrid Strabl) Bunlardan dolayı erkek yoldaşlar kadınlara saygı duyuyorlardı. Fakat birlikte savaşmaktan dolayı mutlu görünen erkeklerin düşüncelerini anarşist kadın Lucia Sanchez Saornil 1935 Eylül’ünde şöyle değerlendiriyordu:”Savaşta kadınların işbirliğini içtenlikle isteyen yoldaşların sayısı pek çoktur. Ancak bu dilek değişmiş bir kadın anlayışıyla bağlantılı değildir.Bu yoldaşlar kadınların işbirliğini zafere daha kolay ulaşmak için bir yapı taşı,adeta stratejik bir etken olarak istemektedirler.Ancak bu nedenle bir an için bile olsa kadının özerkliğini düşünmemekte ve kendilerini dünyanın merkezi olarak görmeyi bırakmamaktadırlar.” Savaşçı kadınlar o an için özgürdüler ama bundan sonra olacakları az çok tahmin edebilmiş Lucia Sanchez kaç kadın vardı? Partizan kadınlar yoldaşlarının onlara ihanet edeceğini bilebilir miydi? Partizan kadınlar “hem savaşı hem devrimi” aynı anda kazanmak isteyen anarşist kadınları biraz geç anladılar. Anladıklarında iş işten geçmişti ve KP onları mutfaklarına, dikiş makinalarının başına göndermişti. Parolası “Önce savaşı kazanmak, sonra gerisini düşünmek”olan KPnin karşı-devrimi sonucu anarşistler yenildi.1937 Haziran’ında onlar için her şey bitmişti. Fakat bu sondan kısa bir süre öncesine kadar Kp’nin milicianaları için de durum giderek farklı bir hâl alıyordu. KP giderek daha fazla milicianayı cepheden alıp geri hizmetlere gönderiyordu. (Çamaşır, dikiş, yemek, ütü vs)Bunungerekliliğinden söz eden KP’nin alt örgütü Mujeres Antifascistas(Antifaşist Kadınlar)ın yayın organı “Mujeres” kadınlara sürekli şöyle sesleniyordu:”Kadınlar şu an ‘bencilce’ isteklerini bir kenara bırakmalı vedevam için var güçleriyle ellerinden geleni(çamaşır,ütü,bulaşık,yemek işlerinden bahsediliyor.)yapmalıdırlar.”Devrimin ve erkek yoldaşların hâla onlara ihtiyaçları vardı. Kısaca savaş KP için artık gereğince devam edecektir. Komünler, kooperatifler dağıtıldı. Milisler; askeri disiplini hiyerarşisi ve yargısıyla düzenli orduya dönüştürüldü. Hemen kadınlara cephe hizmetini yasaklayan bir kararnâme çıkarıldı. Çok az kadın birliklerinde kaldı ama bu neyi ifade eder ki!Özgürlük ve kadınlar yine yenilmişti.Kazanan ise “iktidar isteyen,güçlü)erkeklerdi. Ellerinde silahlarıyla cephede erkeklerle birlikte geçirilen yıllardan sonra “baba evine” dönme partizan kadınlar için çok onur kırıcı, aşağılık bir durumdu. Savaşa kadar pantolon giymemiş İspanyol kadınına pantolon giymeyi öğreten milicianalar, cepheden, ağlayarak evlerine gönderilecekleri kamyonlara bindiriliyorlardı.Bir kadın partizan şöyle diyor o an için:” Hırsımdan ağlamamak için kendimi öyle sıktım ki!Bu çok aşağılayıcı bir durumdu.Savaştan sonra madalyalar erkeklere verildi.Biz ise madalya törenlerinde, hiçbir yerde hatırlanmadık. İlk kez röportaj yapmaya siz geldiniz.”(Röportaj yılı 1987,aradan 50 yıldan fazla zaman geçmiştir.) Kısacası tarihsel bir yanılgıdan partizan kadınlar da paylarını düşeni almışlardı. Özgür olmaları için emekçilerin kurtuluşunu beklemeleri gerekiyordu. Yani, devrimden sonra kurtulabileceklerdi(!). Şimdi tüm “bencilce” isteklerini bir kenara bırakmak zorundaydılar.Tarih onlardan bahsetmeyecek de olsa onlar savaşmalıydı. Mujeres Libres ve

Mujeres Antifascistas, İspanya’nın tarihinde önemli roller üstlenmiş örgütlerdi. Birçok kişinin ifade ettiği gibi “kadınlar direnişin belkemiğiydiler” ama yenildiler. “Devrim için yeterince kap yıkadım. Artık bana bir tüfek verin, savaşacağım” diyen İspanyol kadını gibi pek çok kadın, erkekler tarafından yazılmış tarihte aşağılandı, hatta yok sayıldı,görmezlikten gelindi. Karanlık Çağlardan, Antikçağ Kadınlarından, Orta Çağ cadılarının(?)yakılışından kim söz eder ki? Faşistlerle savaşmaya karar verdiği ana kadar hiç pantolon giymemiş İspanyol kadınının elinde revolveriyle çekilmiş fotoğrafı neden Che’ninkiler kadar bilinmez? Faşistlerle karşılaşana kadar kocasının sözünden, köyünün sınırlarından hiç çıkmamış İtalyan kadınının yeraltı barikatlarında onlarca erkekle birarada nasıl uyuduğunu kim merak eder? “Onlar mezbahaya giden koyunlar gibiydiler.”resmi tarih yutturmalarının bir işe yaramadığı Yahudi direnişindeki kadınlar peki! O dindar, masum, şiddet karşıtı düşüncelerle büyümüş Yahudi kadınları! Neden ‘getto harekatı’ SS tugayı komutanı Jurgen Stroop “Önce kadınları vurun!” diye emretmişti askerlerine. Çünkü bu kadınlar yakalandıklarında çoğu kez kendi yaptıkları bombaları bellerine bağlayarak hem kendilerini hem Alman askerlerini havaya uçuruyorlardı. Çünkü İngiliz gizli örgütü şefi şöyle diyordu:”Hayatını seven herkes için önce kadınları vurmak çok akıllıca bir düşüncedir.”Çünkü onlar kadınların kararlılıklarından, cesaretlerinden korkuyorlardı. “Himalaya köylüsü erkek ayıyla karşılaştığında mağrur Bağıra bağıra korkutur canavarı ve kaçırır Ama böyle sıkıştırıldığında ayının dişisi, dişiyle tırnağıyla saldırır. Çünkü türün dişisi erkeğinden daha acımasızdır. Bu acımasızlık değil başkaldırının kararlığıydı. Hem kendi tarihine, hem faşizme, hem dine, her şeye başkaldıranın kararlılığı. İspanya’da, İtalya’da, Polonya’da, Fransa’da, Hollonda’da, Rusya’da, Yunanistan’da, Yugoslavya’da, Vietnam’da, Cezayir’de, Küba’da, İran’da her yerde savaşan bu kadınlar nerede? Hatta ETA’da, IRA’da, FKÖ’de, RAF’ta, PKK’de ve diğer örgütlerde savaşan kadınlar nerede? İster Müslüman, ister Marksist, ister komünist, ister anarşist olsun bu savaşçı kadınların ortak bir yanı var. Tarih onları yazmadı, yazmıyor. Tarih kadınları reddediyor. Hele savaşan kadınları, erkeklerin tarihi kabul etmiyor! “…Kadınları ipekli prangalarla ele geçirmeye çalıştıklarını ve onları kölece bir sevda kandırmacasıyla oyaladıklarını görüyordu; ama bu kılık değiştirmiş korkutucu, düzmecelik yalnızca onun karşı çıkışını güçlendirmeye yarıyordu.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 14

onbinler barış için meydanlarda EMPERYALİST SAVAŞLARA HAYIR!... HALK SAVAŞI PROTESTO ETMEYE DEVAM EDİYOR. BAŞTA İSTANBUL, ANKARA, ADANA, ESKİŞEHİR, SAMSUN, MUĞLA OLMAK ÜZERE BİRÇOK İLDE SAVAŞ KARŞITI EYLEM VARDI İstanbul. Ankara, İzmir, Çanakkale, Bursa’dan sonra Halk Adana, Samsun, Muğla ve çeşitli kentlerde EMPERYALİST ÇIKAR SAVAŞINI protesto etmeye devam etti. PUSULA; Özgürlük ve Bağımsızlık Savaşı dışındaki “Ekonomik çıkar amaçlı pazar ve Halkın Demokratik Hak ve örgütlenme özgürlüğünü yok eden” EMPERYALİST ÇIKAR SAVAŞLARINA her zaman karşı olduğunu ve Emperyalizme karşı ÖZGÜRLÜK ve BAĞIMSIZLIK SAVAŞLARININ sonuna kadar destekçisi olduğunu KAMUOYUNA DUYURUR. Akçakale’de yaşanan saldırı sonrası beş yurttaşın hayatını kaybetmesi sonrası yükselen savaş çığırtkanlığına ve meclisten geçen savaş tezkeresine karşı Adana’ da bir eylem gerçekleştirildi. Adana Büyükşehir Belediyesi önünde bir araya gelen yüzlerce kişi burada bir süre slogan attıktan sonra AKP Adana İl Başkanlığı önüne doğru yürüyüşe geçti. Yol boyunca halkın yoğun desteğinin olduğu yürüyüşte sık “Katil ABD, Katil AKP”, “Madem çıktı tezkere meclis gitsin askere”, “Savaşa geçit vermeyeceğiz”, “Katil Obama, Katil Erdoğan” sloganları atıldı. Yürüyüşten sonra AKP binası önüne gelen kitle burada bir basın açıklaması gerçekleştirdi.

“Suriye’de emperyalist savaşa ve işgale hayır” başlığını taşıyan basın açıklaması yapıldı. Tezkerenin geçmesinin ardından savaşa karşı bir ses de Samsun’dan yükseldi. Akçakale’de yaşanan saldırı sonrası beş yurttaşın yaşamını kaybetmesi, ardından Türkiye tarafından Suriye mevzilerinin bombalanması ve AKP ve MHP oylarıyla savaş tezkeresinin Meclis’ten geçirilmesini protesto etmek için bir araya gelen KESK, Halkevleri, PSAKD, 78’liler Derneği, Emekli-Sen, Dev Sağlık- İş, Solcu Liseliler, Liseli Genç Umut, Gençlik Muhalefeti, Öğrenci Kolektifleri, TKP, ÖDP, HDK, CHP, Sürekli Devrim Hareketi üyeleri Samsun Akbank önünden yürüyüşe geçerek Süleymaniye Geçidi’ne geldi. Yürüyüş boyunca “AKP elini Suriye’den çek”, “Savaşa hayır, barış hemen şimdi”, “AKP’den hesabı emekçiler soracak” sloganları atan kitle “Suriye’yle savaş istemiyoruz. Zam, zulüm, savaş işte AKPEmek ve Demokrasi Güçleri” pankartı arkasında yürüdü. Muğla Sınırsızlık Meydanı’nda bir araya gelen ÖDP, KESK, TKP ve SDP üyeleri meclisten geçen

Onbinler Baris için Taksim’de... Binlerce kişi ‘savaşa hayır’ diye haykırdı.. Siyasi parti, sendika, meslek odaları ve sivil toplum örgütleri ile binlerce yurttaş, Suriye ile Türkiye arasında olası savaş ihtimaline karşı Taksim’de eylem yaptı. Taksim’de buluşan binlerce kişi, “Tezkereniz sizin olsun, savaş hükümeti istemiyoruz” pankartı açıp, “Savaşa hayır” ve “Suriye’de savaş istemiyoruz” sloganları atıyor.

Lefkoşa’da

savaş karşıtı eylem düzenlendi

CEZAEVLERİNDE AÇLIK GREVLERİ 58 Cezaevinde 680 Mahpus Açlık Grevinde

Y

tezkereyi protesto etmek için ortak bir basın açıklaması düzenledi.Açıklamada, “’Komşularla sıfır sorun’ demagojisi yapıp ülkemizi ‘komşularla savaş’ konumuna sürükleyen AKP iktidarı ve bu politikaların mimarı Ahmet Davutoğlu savaş kışkırtıcı çizgileriyle sonunda çatışmaları Türkiye-Suriye sınırına çekip Akçakale’de 5 kişinin ölümüne sebep olmuştur.” denilirken, AKP’nin içeride ve dışarıda savaş politikalarına son vermesi talep edildi. Eylemde sık sık ‘’Emperyalizm yenilecek, direnen halklar kazanacak”, “Suriye’yle savaş istemiyoruz”, “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganları atıldı.

ODTÜ’de Suriye’ye Emperyalist Müdahale Karşıtı Yürüyüş

4 Ekim 2012 Perşembe günü, bu tezkereye karşı ODTÜ’deki devrimci, demokrat öğrenciler tarafından bir eylem gerçekleştirildi. Saat 13.00 civarı ODTÜ Fizik Bölümü önünde toplanılarak ve mühendisliklerden hazırlık binasına doğru tüm bölümler slogan ve konuşmalarla gezilerek ODTÜ A1 kapısına kadar yüründü. ODTÜ giriş kapısındaki bilim ağacı önünde bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Eyleme yaklaşık 300 kişi katılırken eylemde “Suriye’ye Emperyalist Müdahaleye Hayır” yazılı pankart taşındı. Eyleme Devrimci Mücadelede Mühendis Mimarlar da katıldılar.

kart taşıdı. Eylemcilerin konuşmalarında “Türkiye hükümeti emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmekle” suçlanarak, TBMM’de dün sınır ötesi harekat yetkisi veren tezkerenin onaylanması eleştirildi.

KADERLERİNİ TAYİN HAKKI- I

Demokratik Birliği Partisi (PYD) ile çatıştığını duyurdu. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, çatışmalarda Kürt ve Arap 30 kişinin öldüğünü, bunlardan 22’sinin iki taraftan militanlar olduğunu vurguladı. Bölge sakinlerinin verdiği bilgiye göre yaklaşık 200 rejim muhalifi perşembe günü, bayramı bahane ederek, bir süredir PYD’nin kontrolünde bulunan Eşrefiye’ye geldi. Çatışmaların, bu militanlarla Kürt silahlı gruplar arasında çıktığı, ölenlerin yanı sıra esir almaların da olduğu ifade ediliyor.

Arap - Kürt savaşı gerçekten başlarsa, o halde devrimi unutun...

Çatışmaların yeni boyutuyla Kürtlerle Suriye’deki Arap halk da karşı karşıya gelmiş oldu. Siyasi uzmanlara göre bu durum en çok Beşşar Esad’ın işine yarayacak. Suriye İnsan Hakleri Gözlemevi yöneticisi Rami Abdülrahman yaptığı açıklamada “Halep’te savaşmaya hazır 100 bin Kürt var. Eğer Arap - Kürt savaşı gerçekten başlarsa, o halde devrimi unutun, Esad kalacaktır” diye konuştu.

HK’dan Tezkerenin geçirilmesi ve savaşa hazırlık aslında krize giren iç politikada dikkatleri başka yere çekmekten öteye gitmiyor. En büyük müttefiki ABD emperyalizmi Kürt hareketine karşı örülmeye çalışılan tampon bölgeye yanaşmaması açık ki AKP’yi zor durumda bırakmaktadır. Bu zorluğu aşmak için girişilen provakasyonlar Akçakale bombalaması ve ardından Rusya’dan kalkan Suriye uçağında, daha açılan koliler tam olarak incelenmeden silah bulunduğu açıklaması oldu. Türk ordusu Suriye’nin ileri birliklerini vurmakta İslamcılar da bu mevzilere doğru saldırıya geçmektedir. Yandaş basın tüm organları ile bunun canlı propagandasına girişerek halkın ilan edilmemiş savaşa ısındırılması, duyarsızlaştırılması gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Ekonomik kriz ve Kürt hareketinin mücadeleyi bir üst boyuta sıçratarak bölge denetlemeye geçmesi vb gelişmeler AKP’nin Suriye konusundaki niyetinin belgeleridir. Bu yüzen AKP’nin savaş istemektedir. Ortadoğuda Emperyalist güç olma sevdasındaki Türkiye burjuvazisi AKP eliyle Suriye’yi Libya benzeri bir NATO operasyonuyla düşüreceğini ve bu operasyonun öncü gücü olacağını düşlüyor. Fakat Emperyalist güç olmayı istemek başka, güç olmak başka bir şeydir. Rusya ve Çin’in muhalefeti ve ABD’nin süreci sürüncemeye bırakan tavrı, AKP’nin beklentilerini boşa çıkardı. Zira Suriye uçağının indirilmesi, , Rusya’nın Suriye’nin ne ölçüde arkasında duracağını test etmek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Böylece AKP’nin istediği Esad’ın devrilmesinin şimdiye kadar yaşanan bir iç savaşla başarılamayacağı açığa çıkmıştır. ABD’de başkanlık seçimlerine çok az zaman kalmışken Suriye macerasına direk olarak girişmek iç politikada ABD’nin işine gelmemektedir. Diğer yandan ABD yönetiminin AKP’nin saldırgan Suriye politikasında müdahil olması ve Türkiye’nin provokasyonlarını kullanarak NATO müdahalesinin gerekçesi olarak kabul etmesi durumunda Rusya bu resti görebilecek midir? Bu karşılıklı savaşa taraflar gözü kapalı atılmayı göze alabileceklermidir? Suriye konusu AKP açısından içerde ve dışarda siyasi bir projedir. AKP’nin bu noktadan geri adım atma şansı pek yoktur. Ortadoğu üzerindeki emperyalist çıkarlar açısından bakıldığında güçler dengesi de AKP’nin bu niyetlerini gerçekleştirmesine açık kapı bırakmaktadır. Erdoğan’ın bölgesel güç olmak için risk almak gerektiği yönündeki konuşmaları da bunun kanıtı olarak görülmelidir. AKP’nin Suriye savaş istemi Türkiye’yi batağa sürükleyecek o bataklıktan neyin çıkacağı da belli değildir. Bu koşullarda savaş karşıtı cepheyi, Suriye ve Türkiye’de iç gericiliğe ve antiemperyalist bir içerikle genişletmektir.

aklaşık bir iki ay önce başlatılan ve giderek birçok cezaevine yayılan açlık grevlerini Meclis gündemine taşındı. BDP İstanbul Milletvekilleri düzenledikleri basın toplantısında “Bu duruma ve ölümlere seyirci kalmamak gerekir” çağrısı yaptı. Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi, bugün düzenlenecek olan basın toplantısı duyurusunda, “Basına sınırlı yansıyan bilgilere göre 12 Eylül 2012’den beri çeşitli cezaevlerinde 700’e yakın mahkûm sınırsız-dönüşümsüz açlık grevinde” dedi. BDP’li milletvekilleri düzenledikleri basın toplantısında şu değerlendirmelerde bulundu: “Cezaevlerinde, 63 Kürt siyasetçi tutuklu tarafından 12 Eylül’de başlatılan ve bugün binlerce tutuklunun katıldığı, açlık grevinin bugün otuz altıncı günüdür. 36 gündür, açlık grevinde bulunanların bugünden itibaren sağlıkları ve yaşamları tehlikeye girmektedir. Giderek telafisi mümkün olmayan sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kalacaklardır. Bu duruma ve ölümlere seyirci kalmamak gerekir. Kürt halkının ana dili zamanında yasaklanmasaydı, bu acıların hiçbiri yaşanmayacaktı. ‘Kürtleri inkâr etmiyoruz’ diyerek, ana dili yok saymak tutarsızlık, birlikte yaşamı yok etmektir. Anadili, her insanın doğuştan sahip olduğu temel haklardan biridir ve hiç kimse bu haktan yoksun bırakılamaz. Anadilinde eğitim ülkemiz halklarını bölmez, birleştirir. Türkiye yurttaşları olarak bizler, Kürt kardeşlerimizin kendi anadilinde eğitim almasından neden rahatsız olalım? Tam tersine, ülkemizde yıllardır dayatılan dilde ve dinde tekçi anlayış terkedilmelidir. Halklar, diller, inançlar arasında eşitlik, özgürlük; ülkemizde demokrasi ve barış tesis edilmelidir. Hükümet içerde ve dışarda savaş kışkırtıcılığı yapmaktadır. Kendi içinde barış sağlayamayan, yurttaşlarının eşitlik ve özgürlük taleplerine kulaklarını tıkayan bir Hükümetin, Orta Doğu’da barışı sağlayamayacağı açıktır. Siyasi iktidar, öncelikle kendi Kürtleri olmak üzere, bölge ülkelerindeki Kürt Halkının taleplerine, kendi geleceklerini belirleme hakkına saygı göstermelidir. Hükûmet, halklar ve mezhepler çatışmasına sürüklenmek istenen Orta Doğu’yu Türkiye’ye taşımamalı, çözüm ve müzakere için çalışmalıdır. Cezaevinde açlık grevinde bulunan Kürt siyasi tutukluların açlık grevleri ciddi sağlık sorunlarına ve ölümlere yol açmadan, Hükümet harekete geçmelidir. İktidarı ve muhalefetiyle tüm siyasi partiler, Kürt sorununun çözümü konusunda sorumluluk almalıdır. Kürt sorunu, çözümsüz bırakıldıkça, halklarımızın acılarını arttırmaktadır. Cezaevlerinde açlık grevi yapan binlerce siyasi tutuklunun talepleri Kürt halkının talepleridir. Bu taleplerinin önündeki engellerin kaldırılması için, sorunun çözümü için vakit geçirilmeden harekete geçilmelidir.” Yayına hazırlandığımız günde 47. gününde olan 39 cezaevinde 680 siyasi tutukluların 12 Eylül gününden bu yana süren açlık grevlerine devam etmektedir. İHD Şube Başkanı Ümit Efe, süresiz-dönüşümsüz açlık grevinde 30.günün geride kaldığını hatırlattı, “Bir tek insanın bile ölümünden sorumlu olmak insanlığımızdan vazgeçmektir” diye konuştu. Tutuklulara insanca koşulların sağlanması konusunda Türkiye’ye çeşitli sorumluluklar yükleyen uluslararası sözleşmeleri anımsatan Efe, yetkililere seslenerek, “Kürt mahpusların başlattığı süresiz dönüşümsüz açlık grevinin, ölümler yaşanmadan ve kalıcı sakatlanmalar oluşmadan bitirilmesi için, taleplerin dikkate alınarak çözüm yolları bulunmalıdır” dedi. Açlık grevinin nedenleri arasında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın tutulma koşullarının da bulunduğunu belirten Efe, “Açlık grevinin nedenlerinden biri olan Abdullah Öcalan’a yönelik yasadışı uygulama bir an önce sona erdirilmeli, İmralı Cezaevi’nde bulunanlar ve tüm mahpuslar insan hakları ilkelerine, uluslararası sözleşme ve bildirilere ve evrensel hukuk kurallarına uygun bir infaz sistemine kavuşturulmalıdır” diye konuştu. Efe, eylemin bir başka nedeninin ise demokratik zeminde siyaset yapma hakkının engellenmesi olduğuna dikkat çekerek, şunları söyledi: “Muhaliflerin tutuklama ile yok edilmeleri politikası bir an önce sonlandırılmalı, demokratik, açık siyaset yapmanın önündeki engeller kaldırılmalı, insanlara ne dağda ne ceza evinde ne de başka bir yerde ölmeden siyaset yapma yolunun var olduğu gösterilmelidir.” Açlık grevine tutuklulara, “yaşayarak hak arama yolunu seçme” çağrısı yapan İHD Şube Başkanı Efe, “Ölümün bir insan için en son, istisnai bir karar olması gerektiği unutulmamalıdır” dedi. Silivri ve İzmir Şakran cezaevlerinde açlık grevindeki tutukluların tekli hücrelere alındıklarına ve temiz içme suyu ihtiyaçlarının bile karşılanmadığını belirten Efe, “Cezaevi doktoru, gardiyan gibi tutukları eylemlerinden vazgeçirmeye çalışmaktadır. Tutuklular, aile görüşlerine çıkmama ve telefon hakkını kullanmama kararı almışlardır” dedi. Efe, son olarak şunları söyledi: “Sorunun çözümüne katkıda bulunacak ve mahpuslar açısından talepleri doğrultusunda güvence oluşturabilecek çözücü iletişim kanalları yaratılmalıdır. İnsan hakları örgütleri, hukuk örgütleri, tabip odaları gibi sivil toplum örgütlerinden oluşan çözüm mekanizmaları ivedilikle oluşturulmalıdır.”

T

ürkiye’nin de önemli görevler üstlendiği, özellik Suriye meselesinde aldığı tavırla da bu görevin ifasında ciddi işler yaptığı, Ortadoğu’da haritaların, sınırların yeniden belirlenmesine yönelik emperyalist girişimler sürerken; Emperyalistlerin ve Türkiye burjuvazisinin karnını ağrıtan Kürt meselesinin yine emperyalistler ve burjuvaların temel çıkarlarına denk düşen çözüm önermeleri, bu önermelere bağlı olarak Kürt ulusal hareketi ve burjuvalarıyla Türk devleti arasında diyalog ve görüşmeler yeniden yol almaya başladı. AKP’nin son Kongresinden hemen öncesinde; BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, “karşılıklı görüşmeler yoluyla sorunun çözümünde yol kat edilebileceği”nin altını çizerek AKP’ye çağrı yapınca; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’da; “terörün durdurulması için görüşmek gereken herkesle görüşürüz”,” Bu görüşmeler Oslo’da da olabilir başka yerde de” diyerek burjuvalar arası pazarlık sürecinin yeniden başlatıldığının işaretini verdi. Buraya kadar söylenecek söz yoktur. Sistem içinde kalınmak koşuluyla yaratılacak reformist çözüm önermeleri açısından ve sorunun çözümüne dair laf eden kapitalist sistem içindeki siyasi aktörlerin gözünden bakıldığında bu durum olabilecek, hatta kendileri açısından sonuca da gidilebilecek bir süreçtir. Ancak Marksist olma iddiasındaki siyasilerin, kişi ve gurup ve partilerin bu durum karşısında alacakları tavır Kürt ulusal hareketinin, Kürt ve Türk burjuvaları ve siyasilerinin çözüm önermelerine denk düşen reformist bir duruş değildir. Tam bu noktada hassas bir çizginin altı kalın bir biçimde çizilmelidir. O da şudur: Kürtlerin bir kısım reformist hak ve özgürlüklerinin yaşama dönüştürülmesinde devlet karşısında konumlanmak ve bu hak ve özgürlükler mücadelesini desteklemekle, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının kullanılmasını biri birinin ayni olmadığının altını çizmek ve ona uygun tavır almaktır. Hangi ulustan olurlarsa olsunlar bütün burjuvalar doğaları gereği kendi ulusal istemlerinin kayıtsız şartsız desteklenmesini isterler. Kürt burjuvaları açısından da durum aynıdır. Onlarda ezilen ulus burjuvaları olmaları sebebiyle kendi ulusal istemlerini reformist olmasına karşın kayıtsız koşulsuz desteklenmesini isteyeceklerdir. İstemektedirler de. Burada, Marksistler açısından, ezen Türk ulusu burjuvazisi ve devletinin Kürtlere yönelik baskı, asimilasyon, sindirme, katliam ve yok etme vb. eylemlerine karşı, reformistte olsa kimi hak taleplerini kayıtsız koşulsuz destek verme ve savaşma ile Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının işçi sınıfının programına denk düşen bir biçimde savunulması biri birine karıştırılmamalıdır. “Marksistler, burada, eğer demokrasiye ve proletaryaya ihanet etmek istemiyorlarsa, ulusal sorunda özel bir istemi, ulusların kaderlerini tayin hakkını, yani siyasal bakımdan ayrılmayı savunmak” (Lenin-Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı) zorunda olduklarından Kürt ulusal hareketi, burjuvaları ve devlet arasında sürdürülen pazarlıklar yoluyla en ileri noktada, “demokratik özerklik” gib reformist projelerin savunulması ile değil, Kürtlerin ayrılıp devlet kurma hakkını savunmaları görevlidirler. Demokratik koşullarda yapılacak bir referandum yoluyla Kürtlerin ayrılma ya da birlikte yaşamaya dair kararlılıkları belirlenmeden bu tür projeler Kürt siyasal örgütlenmesinin burjuvalara teslim edilmesinden başka bir anlama gelmeyeceği açıktır. Açıktır ki işçi sınıfının sosyalist programına denk düşen Kürtlerin siyasal bakımdan bağımsız olma istemlerinin desteklenmesidir. Marksistler bununla da kalmayıp; “Her ulus içindeki proletaryanın kendi kaderlerini tayin hakkına geçerlilik kazandırmayı kesin temelli ödev saymak” (Stalin-Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları) zorunda olduklarından, siyasal bakımdan ayrılıp devlet olma hakkı olarak, bu hakkı tanırken, “ulusal bağımsızlık isteklerine göstereceğimiz desteği proletaryanın savaşımının çıkarları koşuluna” (Stalin-age) bağlamak zorundadırlar.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Suriye’de rejim karşıtları ve devlete bağlı güvenlik güçleri arasında 20 aydır süren çatışmalar Kurban Bayramı için ilan edilen ateşkese rağmen durmadı. Bu arada, Esad karşıtı silahlı militanların, Halep’te PKK’nın Suriye kolu olarak bilinen PYD ile çatışması, iç savaşta yeni bir cephenin açıldığı görüşlerini ortaya çıkardı. Önceki gün ülkede en az 150 kişinin ölmesinin ardından şiddet devam etti. Çatışmalar Şam, Halep, Deyr ez Zor ve İdlib’de yoğunlaştı. Bölgeden gelen son haberler, iç savaşta yeni bir cephenin açılabilme olasılığının ortaya çıkması olarak yorumlanıyor. Suriye İnsan Hakleri Gözlemevi, Esad karşıtı silahlı militanların, Halep’in Eşrefiye ilçesinde PKK’nın Suriye kolu olarak bilinen Kürdistan

KÜRTLERİN KENDİ

Berxan Bedirxan

“Yaşasın halkların kardeşliği”, “Susma haykır, savaşa hayır”, “gün gelecek, devran dönecek, işgalciler halka hesap verecek” gibi sloganlar atan eylemciler, “Çocuklar öldürülmesinler, şeker de yiyebilsinler” yazılı bir de pan-

Suriye’de yeni cephe: Muhalifler Kürtlerle çatıştı

Serhat’tan

SAYFA 03

Aralarında bazı sendikaların da yer aldığı bir grup sivil toplum örgütü, bugün öğleden sonra Lefkoşa’da savaş karşıtı eylem düzenledi. Suriye ile Türkiye arasında yaşanan gerginliği protesto eden ve savaş karşıtı sloganlar atan eylemciler, Kuğulu Park’ta toplanarak Şehitler Anıtı önüne yürüdü. Türkiye’nin Lefkoşa Büyükelçiliği ile Cumhuriyet Meclisi etrafında polis kordonu oluşturmasından dolayı eylemi düzenleyen örgütlerin temsilcileri konuşmalarını Şehitler Anıtı yaptı. Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası (KTÖS), Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası (KTOEÖS), Baraka Kültür Merkezi, Barikat, Devrimci Komünist Birlik, Mülteci Hakları Derneği, Öğrenci İnisiyatifi ve Pir Sultan Abdal Kıbrıs Derneği’nin düzenlediği eylem, yağmur altında yapıldı. “Savaşa hayır”, “Katil AKP, işbirlikçi AKP”, “Kıbrıs’ta barış engellenemez”, “Son son son, işgallere son”,

Sayfa 3


HALKIN KURTULUŞU

SAYFA 04

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Sayfa 4

Krizdeki Avrupa’da Ütopyacı Topluluklar Isabelle Fremeaux-John Jordan

K

riz kültürün ruhuna girdiğinde, bir olasılıklar kavşağı ortaya çıkar. Bir yol korkuyla felçleşmeye çıkar, diğeri cesaretle harekete geçmeye. Fransızca’daki ’coeur’ (yürek) sözcüğündeki kökleriyle ’cesaret’(courage) kavramı, tam olarak insanın yüreğiyle ilişkide olması anlamına gelir.” ” 1968-sonrası toplulukların büyükannesi olan Longo Mai’de, arkadaşımla birbirimize söz verdik: ”Yıldızları göremeyeceğimiz bir yerde asla yaşamayacağız.” Gelecek artık eskiden düşündüğümüzki gibi değil. Ütopya imgemiz, geleceğe dair boğucu bir beklentiler atmosferinde yozlaştı: İklim felaketi, enerji kıtlığı, kitlesel yok oluş, ekonomik erime, kaynak savaşları ve yoğunlaşan sosyal adaletsizlikler. Şu günlerde sona ermekte olan bir dünya tahayyül etmek, iyiye doğru giden bir dünya tahayyül etmekten çok daha kolay. Oysa ütopya tam da tahayyül edilemez bir şey haline geldiğinde gereklidir. Romantik bir ‘olmayan ülke’, evrensel bir sistem ya da mükemmel bir gelecek hayali olarak değil, günün kırıntılarını kabul etmek zorunda olmadığımızı bize anımsatan daimi bir geçitin anahtarı olarak. Londra’da bir apartman dairesinde yaşayan iki arkadaş olarak, yaşam tarzımızdan iyice bunalmıştık ; bütün günü bilgisayar ekranı karşısında geçiren, internete takılıp kalmış, iş yapmak için ellerini kullanmayan, çok fazla enerji tüketen ve çok çalışmaya dayalı olan bir hayat. Doğrudan eylemci ekolojik adalet hareketleri içinde yer alan aktivistler olmamıza rağmen, sözlerimiz ve eylemlerimiz arasında bir boşluk olduğunu hissettik. Protesto eylemlerimiz hiyerarşik-olmayan ekolojik yaşam modellerini temel alıyordu-sokak partilerini, isyancı palyaço ordusunu, zirve karşıtı eylemlilikleri geliştirmek vb.; fakat tüm bunlar, kapitalizme vurulmuş ve eve döndüğümüz anda sona eren geçici darbelerdi yalnızca. Kapitalizme rağmen, hayatlarımızı radikal biçimde değiştirecek bir yol bulmayı istedik. Böylece üç yıl kadar önce yollara düştük ve Avrupa çevresindeki ütopyacı toplulukları ziyaret ederek 7 ay gibi bir süre geçirdik. Aşkın, karnını doyurmanın, üretmenin, paylaşmanın, birlikte karar vermenin ve başkaldırmanın farklı şekillerine tanıklık etmek, onları yaşamak istedik.

İntihar makinesini durdurmak

Yolculuğa 2007 yazında başladık. İlk gecemiz, Heathrow havaalanının kenarında, hafta boyunca yasadışı bir ekolojik-köy olan İklim Eylem Kampı’nı inşa etmek için, polisi atlatma çabasıyla geçti. Kampın geçici niteliğine rağmen, İklim Kampı bize Ütopya ruhunu yeniden tanımladı. Kamp hem derinlemesine demokratik ve ekolojik bir topluluk, hem de intihar makinesini durdurmayı hedefleyen doğrudan eylemler için bir rampa-bu örnekte üçüncü bir pist- yarattı. Yolculuğumuza, direnişi ve yaratma pratiğini birleştiren bir mekandan başlamak bizim için önemliydi. Direnmek ve yaratmak radikal değişimin ayrışmaz birer parçasıdır ve alternatif bir toplum yaratmak isteyenlerle var olan toplumsal düzene karşı mücadele edenler arasındaki ayrılıkla tahrip edildikten iki yüz yıl sonra, onları yeniden bir araya getirmek zorundayız. Alan çadırları, rüzgar tirübünleri ve sahra mutfakları kaldırılmadan önce, yüksek faizli mortgage faiz balonunun ABD’de patladığı haberleri geldi. Bir hafta sonra, Devon tepesinin zirvesinde, hayatın doğal bir düzen içinde yaşandığı Landmatters permakültür kooperatifinde, kablosuz network cümbüşünün uzağında ve akarsuyun hemen kenarındaydık. Kendi tarım arazisinde ucuz ekolojik ayak izi konutlar kurarak Britanya planlama yasasına meydan okuyan Landmatters, toprağın sadece zengin ya da büyük-ölçekli endüstriyel çiftliklerin alanı olması gerekmediğini kanıtlıyordu. Yolumuz bizi İspanya’da anarşist bir okula götürdü; 18 aylık çocukların bile karar alma toplantılarına katıldığı, hiyerarşik olmayan ve kendi kendini yöneten bir çocuklar ve yetişkinler topluluğu çıktı karşımıza. Yemek pişirmek-

ten öğretim programına kadar her işin üstesinden gelen bu çocuklar, bize özgürlük ve sorumluluğun nasıl birbirine bağlı şeyler olduğunu öğretti. Daha yedi yaşındaki çocukların oyun alanındaki anlaşmazlıklarını uzlaşı toplantıları yaparak nasıl çözdüğünü gördüğümüzde, bireyci ‘özgürlük’ miti bir anda yok olup gitti. Bu çocuklar kendi özgür iradelerinin ve arzularının kesinlikle farkında ama birbirlerinin ihtiyaçlarını da anlıyor ve karşılık veriyorlardı. Bu, bir empati, yani kendini olduğu kadar başkasını da tanımayı öğrenme eğitimiydi; içine girdiğimiz ve ‘öteki’ni sorumlu tutmanın bir norm olduğu ve otoriteryanizmin yükseldiği şu yıkım döneminde son derece ihtiyaç duyduğumuz bir bir eğitim türü bu. Tozlu ve kavrulmuş kır manzaraları içinden güneye doğru hareket ederek, Endülüs‘e vardık. Burada Marinaleda‘nın gündüzcü tarım işçileri, ilerlemenin itaatsizlikten geçtiğini bize yeniden hatırlattı. 1980’ lerde, işsiz, topraksız ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bu insanlar, 3000 nüfuslu köylerinden rahibi ve polisi attı; yerel bir dük’e ait olan 12.000 hektarlık araziyi kamulaştırmak için doğrudan eylemler, sabotajlar düzenlediler, ortaklaşa birkaç fabrika kurdular, aylık 20 dolar karşılığında kendini inşa eden bir konut sistemi örgütlediler. Ayrıca kendi kurmuş oldukları ve yasadışı biçimde Discovery Channel‘in frekansından yayın yapan bir tv istasyonları da var. Bir kuşak kapsamında Marinaleda, Avrupa’nın en ıssız yerlerinden biri olmaktan çıkıp, onun en radikal köşelerinden biri haline geldi. Belediye konağının girişinde yazılı olan ‘Marinaleda &Barışa Doğru Bir Ütopya‘ sloganı, içeriksiz bir yerel yönetim sloganı olmaktan çok ötede bir anlam kazanmış. Anahtar yok, mortgage yok, yaşamak için çokça zaman Sonbahar yaklaşırken, Batı’ya yöneldik; korkunç ölçüde yükselişe geçen faizler mali sistem geneline yansımaya başlamıştı. İki heybetli bölümden geçerek, bir aylığına mortgagesiz bir yaşam özgürlüğünün zevkine vardık. Barselona’ya bakanVerdant tepeleri üzerinde, harabe halindeki eski bir cüzzamlı kolonisi çevresinde bulunan Can Masdeu‘da aktivistler, kentin işçi sınıfı mahallerinden yaşlıca bahçıvanlara büyük taraçalar açtı. Şimdi bu bahçelerden taze gıda elde ediliyor ve burada beklenmedik dostluklar da gelişmiş. Daha doğuda, Fransa’nın Cévennes vadilerindeki bir yerleşim alanı olan La Vieille Vallette, ev anahtarına sahip olmamakla gurur duyan sakinlerinin arti-culteurs (bir çiftçi ve sanatçı karışımı ç.n.) punk enerjisiyle inşa edilmiş, üzerine gotik olukların ve ortaçağ kulelerinin serpiştiği izinsiz yerleşilmiş tam bir küçük köy. Neredeyse hiç paraya gerek duymaksızın ama alternatif gündelik hayat biçimleri yaratmaya ve yaşamaya uygun tam bir zaman ve mekan bolluğu içinde insanlarla hayatı paylaşırken, 1930’larda dayatılan özel ev sahipliği kültürü üzerine kafa yorduk. Bu kültür, ‘eğer işçiler mortgage ile borçlanırsa, greve gitmeleri olasılığı daha azalır’ teorisine dayalıydı. Bu, şimdi içine girmiş olduğumuzdan hiç de farklı olmayan bir kriz döneminde bir borç hapishanesi kurmak, kurulu düzeni korumak için mükemmel bir plandı. Özel mülkiyetin kaldırıldığı bir organik çiftlik olan Cravirola‘dan geçerek, dağlara doğru yol aldık. 1968-sonrası toplulukların büyükannesi olan Longo Mai‘de, arkadaşımla birbirimize söz verdik: “Yıldızları göremeyeceğimiz bir yerde asla yaşamayacağız.” 24 saat yayın yapan radyosu, koyun sürüleri, ücretsiz şarabı, bitkibilimcileri, ekmek fırını, düzenli yayınlanan üç politik dergisi ve uluslararası aktivist örgütlenme tarihçesiyle burası, Avrupa genelindeki diğer sekiz Longo Mai topluluğundan yalnızca biri. Radikal kollektif yaşamın ağlaşmış büyük bir ölçek üzerinde sürüyor olması bize umut verdi. Fakat toprakta çalışan kişiler, kuraklıktan ve artık mevsimsel tahminlerin imkansızlaştığı koşullarda tarım yapmanın zorluklarından söz etti. Bu, artık boşa geçirecek vaktimiz kalmadığını, sorunun yalnızca kapitalizmi nasıl yıkacağımız sorunu değil, aynı anda bir uygarlık çöküntüsü içinde hayatımızı nasıl sürdüreceğimiz ve direnci nasıl inşa edeceğimiz sorunu olduğuna ilişkin net bir uyarıydı.

‘Yürek’i yüreklendirmek

Avrupa’nın sınırına yaklaşırken, kar yağmaya başladı. Donmuş görüntüsü veren iflas halindeki Sırbistan fabrikalarına varıncaya kadar, kapitalist sistemdeki çatlamalar iyiden iyiye yayılmıştı. Kan dolaşım sistemi-kredi- durmak üzereydi. İster ekonomi ister ekoloji olsun, kapitalizmin

sınırsız müstehcenliği sömürdüğü kaynaklar üzerinden imkansız bir getiri sağlamak ister ve giderek asla geri ödenemeyen borçlar yığılır. ‘Aşırılığa kaçmak ve fazla harcama yapmak’, bu uygarlığın ruhanî aracıdır. Fakat Sırbistan’ın endüstriyel merkezi Zrenjanin’de, özelleştirmeye ve işten atılmaya razı olmayan, haklı biçimde onlara ait olan şeyi geri almaya kalkışan insanlar gördük. Kentteki iki fabrikanın işçileri, fabrikaları işgal etti. Her şey, yerel bir ilaç fabrikası olan Jugoremedija‘da çalışan işçilerin üç yıl süren grevi kazanarak, fabrikaları fırsatçı yeni sahiplerinden geri alması ve ciddi bir ticari başarı gösterecek biçimde onun yönetimini üstlenmeleri ile başladı. İşçilerin sahiplenme ve yönetme deneyimlerine tanıklık eden bu tip karmaşık süreçlerin örnekleri,‘demokrasiye geçiş’ adına yapılan özelleştirmeleri reddeden, ve aynı şeyi tekrarlayan başkalarına da esin kaynağı oldu. Kriz kültürün ruhuna girdiğinde, bir olasılıklar kavşağı ortaya çıkar. Bir yol korkuyla felçleşmeye çıkar, diğeri cesaretle harekete geçmeye. Fransızca’daki ‘coeur’ (yürek) sözcüğündeki kökleriyle ‘cesaret’(courage) kavramı, tam olarak insanın yüreğiyle ilişkide olması anlamına gelir. Eğer değiştirdiğimiz şey sadece toplumun dışsal yapılarıysa, tehlike, eski iktidar modellerinin dönecek olmasıdır. Duygusal doğamız da yaşam tarzları gibi dönüşüme ihtiyaç duyar. ZEGG’de, yoksul doğu Almanya’nın derinliklerinde bir yerde, duygusal yapılarımızın nasıl dönüştürülebileceğine tanıklık ettik. Para, iktidar ve cinsellik ile ilgili çatışmalar, çok sayıda ütopik topluluğu yıktı. ZEGG‘in kurucuları, erotik benliklerimizden korkmaya devam ettiğimiz sürece, insanlığın asla barış içinde yaşayamayacağı fikrinden yola çıktı. Radikal güven ve şeffaflık türleri inşa eden ve 100 kişi arasında 30 yıl boyunca kullanılan teknikler sayesinde, bu insanlar, kıskançlığı yenerek ve en büyük aşk ifadesinin birbirini özgürleştirmek olduğuna inanarak ‘özgür aşkı’ yaşadı. Seyahet bizi yormuştu, son durağımız olan Christiania‘da soluk aldık. Kopenhag‘a iki adımlık mesafede, 40 yıl önce göller arasında, iç içe yuvalanmış dağınık ve düzensiz barakalar halinde kurulan Christiania, izinsiz bir yerleşim bölgesi olan ve kendi kendini yöneten bir ‘özgür kasaba.’ Kendi toplumlarını kendi kurallarıyla yönetme arzusunu ve özel mülkiyeti reddetmelerini saymazsak, Christiania‘da yaşayan 1000 insanı birleştiren tek şey, herkesin farklı olduğu bir yerde yaşama arzusuydu. Bu, gezimizin son durağında vardığımız mükemmel sonuçtu: Ütopya’nın, herkesin kendi ütopyasını seçme hakkı olduğunu, tekil çözümlerin, modellerin, soyut ideolojilerin sorunlu doğasını ve tarihin bu kritik uğrağında ihtiyaç duyduğumuz şeyin, daha önce tahayyül edilemeyen radikal yaratıcı çözümler çokluğu olduğunu anlamak. On gün sonra Londra’ya döndük, finans sisteminin iskambil kulesi o gün tepe taklak oldu. Financial Times’a göre, “küresel serbest piyasa düşü ölüyor”du.

Mutluluğun yıkıcı gücü

Bu tür ütopik deneyimler, esin almamız gereken gereken yerler. Gelecek aslında onlara ait, çünkü bu deneyimler fiilen var ve yaşanıyor. Değişim talep etmeyip, değişimi doğrudan yaratıyor onlar. Mükemmellikten uzak ve genelde zor da olsa, her biri dünyayı kenarlarından başlayarak yeniden yaratmaya girişen birer labaratuar. Deneyimleme imkanı bulduğumuz bu mekanlar bize, arkeolog Ronald Wright‘in, “pervasız bir zenginlik ve ihtişam cümbüşüyle doğal sermayenin son rezervlerini de tüketmek, bugün yarar sağlamak için geleceği çalmak” ve “değişmez bir inançlar/ pratikler dizisine bağlılık” olarak tanımladığı çöken imparatorluklara özgü eğilimlerden uzak bir kültürel araziyi gösteriyor. Var olmanın ve yapmanın, üretmenin ve ilişki kurmanın, yönetmenin ve hissetmenin böylesi farklı yollarını şekillendirmek için, zamanı ve mekanı yarmak zorundayız. Gelecek disütopik bir kabus haline gelse bile, yine de bugünü farklı biçimde yaşamaya çalışmak ve isyancı dostluklar kurmak anlamlı ve değerli bir şeydir. Gerçekte kendi maddi ve kişisel ihtiyaçlarımızı karşılamak bile, başlı başına bir direniş eylemini temsil eder. General Motors Araştırma Labaratuarları yöneticisi Charles F. Kettering, 1929 borsa çöküşü döneminde yazdığı ‘Keep the Consumer Dissatisfied’ başlıklı bir yazısında şunu ileri sürüyordu: Ekonomik refahın anahtarı, örgütlü bir doyumsuzluk yaratmaktır. Eğer herkes istediği şeye sahip olursa, hiç kimse yeni bir şey satın almaz. Mutluluk kapitalizm için daima bir tehlike oldu. Belki de Ütopya’nın mükemmel bir şey olmadığını fark edinceye kadar harekete geçmeyeceğiz. Ütopya ‘olmayan yer’ değildir, o, ‘burası’dır, şu ana ve buraya ait olmayı konu alır. Geleceğin bize ait olduğu bir yaşanan gün içinde var olmaya ilişkin bir şeydir. O, tam da Ernst Bloch‘un ‘ütopik uğrak‘ olarak adlandırdığı hali temsil eder : Bir şey yapılmadan iki önceki yarıktır ve orada her şey mümkündür. Niçin bekleyelim ki?

Çeviri Haber Fabrikasından alınmıştır.

Sayfa 13

İTALYA ÖĞRENCİ EYLEMLERİYLE SARSILIYOR

İtalya’da üniversite öğrencileri ve akademisyenler, eğitim harcamalarındaki kesintiyi bir kez daha protesto etti. Öğrenciler başta başkent Roma olmak üzere bir çok kentte sokaklardaydı Yüzlerce kişi, bugün “her şeyi engelle” günü ilan edilmesi dolayısıyla yollara barikatlar kurdu, tren yollarını işgal etti. Başkent Roma ve Milano’daki gösteri ve yürüyüşler sebebiyle trafik felç oldu. Brescia kentinde güvenlik güçleri İktisat Fakülte-

si’nin ardından belediyeyi de işgal girişiminde bulunan göstericilere müdahale etti. Polisin cop ve gözyaşartıcı bomba kullandığı bildirildi. Eylemler sürüyor Merkez sağ koalisyonun Eğitim Bakanı Maria Stella Gelmini’nin hazırladığı üniversitede reform tasarısı, üniversite öğrencileri ve akademisyenlerin tepkisini çekiyor. Öğrenciler ve öğretim üyeleri, işgal eylemlerine bir hafta önce başlamıştı.

Eylemlerde yüksek öğretim kurumlarında bütçe kısıtlamasının yanı sıra özelleştirmenin de önünü açan tasarının görüşülmesine son verilmesi isteniyor. Eğitim Bakanı Maria Stella Gelmini gelecek iki yıl içerisinde milyarlarca Euroluk tasarruf sağlaması beklenen reformları savundu. Başbakan Silvio Berlusconi’nin hükümeti de gelecek ay iki ayrı güven oylamasıyla karşı karşıya olacak.

REDHACKER’LARA POLİS OPERASYONU Redhack (Kızıl Hackerlar, Kızıl Hackerlar Birliği), 1997 yılında kurulan, kendilerini Marksist ve sosyalist olarak tanımlayan hacker grubu. Şubat 2012’de Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün internet sitesini çökerterek adlarını duyuran grup aynı zamanda Türkiye genelinde yaklaşık 350’ye yakın emniyet müdürlüğü sitesini geçici bir süreliğine çalışamaz hale getirdi. Kanıt yok ihbar var

R

edHack grubunun üyesi olmakla suçlananların üzerine gidilmesinde aralarında “Orta Asya Saldırı Timi” adlı grubun da bulunduğu muhbir e-postalarının etkili olduğu ortaya çıktı. “Silahlı terör örgütü” olmakla suçlanan ve Ankara Emniyeti’nin sitesini çökerten RedHack grubuna yönelik operasyonun başlatılmasında Emniyete yapılan 4 farklı ihbar mailinin etkili olduğu anlaşıldı. “ Orta Asya Saldırı Timi” adlı grubun da arasında bulunduğu ihbarcıların, maillerinde davanın sanıklarının adlarının yanı sıra ev ve telefon gibi özel bilgilerine de yer vermesi dikkat çekti. 3’ü tutuklu toplam 10 kişi hakkında 24 yıla kadar hapis cezası istenen Redhack iddianamesinde müşteki, yani suçtan zarar gören olarak Denizli Vergi Dairesi Başkanlığı’nın isminin yazılması dikkat çekti. Ancak, dosyada bunun nedeni konusunda bir bilgi yer almadı. İddianameye göre, RedHack tarafından Ankara Emniyeti’nin sitesinin çökertilmesi üzerine ilk olarak Ankara Bilişim Suçları Soruşturma Bürosu Savcılığı soruşturma başlattı. Bilişim bürosu, 13 Mart’ta görevsizlik kararı ile dosyayı özel yetkili mahkemeye gönderdi. Görevsizlik kararında RedHack isimli yapılanmanın suç örgütü olduğu savlanarak “amacı devrimci örgütlere olanak yaratacak projeler üretmek, bu konuda projelerde akif rol oynamak” olduğu iddia edildi.

Esrarengiz ihbarcılar

İddianamede, RedHack grubunun Ankara Emniyeti’nin sitesini çökertmesinin ardından, savcılığa ve Emniyet’e yapılan ihbar maillerine yer verildi. Arasında Orta Asya Saldırı Timi adlı göndericinin de yer aldığı 4 ihbarcının mesajlarında, dosyanın sanıkları hakkında ayrıntılı bilgiler verilmesi dikkat çekti. Henüz polisin elinde dahi yokken; davanın sanıklarının gerçek adları, adresleri, cep telefonu numarası ve internette kullandıkları rumuzlara ilişkin bilgiler ihbarcılar tarafından maille emniyete gönderildi. Hat-

ta sanık Duygu Kerimoğlu’nun hangi marka arabaya bindiği dahi mesajlarda ifade edildi.

Duygu’nun ‘suçu’ Mersin Üniversitesi Bilgisayar Teknolojileri ve Programlama Bölümü öğrencisi olan ve 20 Mart’tan bu yana tutuklu bulunan Kerimoğlu’na ilişkin suçlamaların anlatıldığı iddianMede, Kerimoğlu’nun Facebook’ta “Asi Deniz” ismiyle kullandığı sayfasında RedHack üyelerini ve gerçekleştirdiği eylemleri övücü nitelikte yazıların bulunduğu belirtildi. Kerimoğlu’nun Redhack Sempatizanları isimli gruba hitaben “Üstlendiğiniz görevi mükemmel yerine getiriyorsunuz. Bizler sizleri seviyoruz” dediğine yer verilen iddianamede, “Bu ifadelerden şahısları tanıdığı, yazının içeriğinden RedHack’in kendi internet sitesinde yayımladığı tüzüklerinde belirtilen görevler çerçevesinde çalıştığı anlaşılmıştır” denildi. Kerimoğlu ise savunmasında, “RedHack isimli grubu biliyorum. Kendilerini internet üzerinden takip ediyorum. Ancak bu grubun üyesi ve yöneticisi değilim. Herhangi bir devlet kurumuna siber saldırı düzenlemedim” dedi. Redhack’in Eylemleri Mart 2012’de Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün internet sitesinin çökertilerek, çok sayıda ihbar ve iç yazışmanın internet ortamında yayınlanması. Nisan 2012’de İçişleri Bakanlığı sitesine ait bir alt sayfaya mesaj bırakılması 27 Nisan 2012 tarihinde İnternet servis sağlayıcılarından TTNET’in yaklaşık 2 saat süreyle internet hizmetinin aksatılması. Bunun üzerine açıklama yapan TİB saldırıyı doğruladı fakat internet kesintisi olduğuna dair haberleri yalanladı. Mayıs 2012’de Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın sistemine girerek bazı TSK personelinin bilgilerinin ifşa edilmesi. TSK bu haberi daha sonra “RedHack’in ele geçirdiğini iddia ettiği belgeler, güncelliğini yitirmiş bilgileri içeren, eski tarihli ve kişisel kullanıcılar

tarafından oluşturulmuş belgelerdir.” şeklinde yalanlamıştır. Temmuz 2012’de Dışişleri Bakanlığı’nın dosya paylaşım sitesinin hedef alınması. Saldırı sonucunda Türkiye’de çalışan pek çok yabancı diplomatın kimlik bilgilerinin Dropbox adlı site üzerinden yayınlanması 17 Temmuz 2012’de ÖSYM sitesinin bir süreliğine çökertilmesi. 29 Mayıs 2012’de Türk Hava Yolları’nın internet sitesine greve destek amacıyla bir siber saldırı gerçekleştirildi. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım eylemi doğruladı fakat herhangi bir zararın meydana gelmediğini söyledi. 22 Temmuz 2012’de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKParti) resmi websayfası geçici süreliğine mesaj bırakılarak kapatıldı. Eylemlerini destekleyen akademisyen ve gazetecilerin tehdit edilmesi üzerine Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün websitesinden daha önce ele geçirdikleri 77 megabyte boyutundaki ihbarların bulunduğu txt dosyasınının tamamının yayınlanması.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 12

Bogota’dan Oslo’ya “savaş ve barış” (I) Kolombiya’da 90’lı yılların sonunda toplumda beliren yılgınlık, FARC’larla barış görüşmeleri öneren Andres Pastarna’ya cumhurbaşkanlığı yolunu açtı

T

ürkiye’de artan teröre eylemleri karşısında yükselen sesler içinde “Oslo” veya “İmralı” isimlerini duymak mümkün. Türkiye kontekstinde bu isimler “görüşme” anlamına geliyor. Doğrudan veya dolaylı... Terörden bahsedenlerin genellikle askeri adımları öne çıkardığını, buna karşın terörün beslendiği ekonomik kaynaklar üzerinde pek durmadıkları veya büyük fotoğrafa dahil etmedikleri bir gerçek. Ekonomik kaynakların kurutulması mücadelenin önemli bir eksenini oluşturuyor. “Topyekün cevabın” bir parçası olduğu göz ardı ediliyor. İşbu yazı Kolombiya’da elli yıla yakın bir zamandır terör estiren FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri-Halk Ordusu ) terör örgütünü, Oslo’da 8 Ekim günü başlayacak görüşmelere giden yolda Bogota’nın teröre karşı verdiği “mücadeleyi” , FARC’ların egemen olduğu bölgelerde beliren asker-devlet-gerilla üçgenini ve yaşanan dramı mercek altına almayı hedefliyor.

naklarını artırmasını gerektirdi. Esrar kaçakçılığı başta olmak üzere, insan kaçakçılığından da önemli gelirler elde ettiler. Bu dönemden sonra oluşan esrar çetelerinin önü bir daha alınamadı. Bogota’nın mücadeleyi narkoterörle sınırlaması ve stratejik hataları FARC’ları zirveye taşımakla kalmadı (1996-2001) uluslarası sahnede seslerini duyurmalarını da sağladı. 90’lı yılların sonunda, toplumda beliren yılgınlık, FARC’larla barış görüşmeleri öneren Andres Pastarna’ya cumhurbaşkanlığı yolunu açtı. FARC’lar 1980 görüşmelerinden ders çıkarmışlardı, Pastarna’dan görüşmeler başlamadan 42 bin kilometre karelik bir silahsız bölgenin oluşturulmasını istediler. Bir yanda görüşmeşler devam ederken, diğer yanda FARC’ların silahsızlanmak yerine güçlerini artırmak için görüşmeleri kullandıkları düşüncesi yaygınlaştı. Pastarna’da boş durmuyor, bir yanda FARC’larla barış görüşmelerini sürdürürken, Amerika’yla narkoteröre karşı ortak mücadele konusunda anlaşmaya çalışıyordu. Bu sayede terör örgütlerinin finansmanlarını sağlayan en önemli kaynak kurutulmuş olacaktı. Bogota ve FARC’lar arasında zamana yayılan görüşmeler sonuçsuz kalınca çatışmalar yeniden başladı. Bu defa Bogota yönetimi üç yıl süren görüşmelerin sonunda, terörün bittiği dilden dile dolaşırken, gerekli hazırlıkları yapmış olarak döndü. Ordu bir anda üstünlüğü ele geçirdi. Görüşmelerin sonuçsuz kalması Alvaro Uribe’nin iktidara gelmesiyle yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Uribe, ortaya üç maddelik bir plan koydu : (1) teröre karşı askeri mücadeleyi sürdürmek, (2) devlet otoritesini Kolombiya’nın her bir köşesinde hissettirmek ve (3) halkı barış görüşmelerine dahil etmek. Uribe, 2002-2010 döneminde “Barış ve Adalet” programı çerçevesinde 1997’de birleşen (aşırı) sağ karakterli silahlı askeri yapıları (AUC-Autodefensas Unidas de Colombia) dağıtma sürecini (2003-2010) başlattı ve bir şekilde sonlandırdı. Uribe’nin (narko)teröre karşı verdiği mücadele Amerika’da da takdirle karşılandı. G. W. Bush, Uribe’ye Amerika’nın en yüksek nişanı kabul edilen Hürriyet nişanını taktı (2009). Beyaz Saray özellikle Orta Amerika için Uribe’yi model gösteriyordu. ABD’den esen sıcak rüzgarın Bogota’da aynı etkiyi yapmadı ve Uribe, beliren dengeler karşısında, yeniden adaylığını kabul ettiremiyeceğini anladığında yarıştan çekildi.Uribe döneminde savunma bakanlığı yapan Juan Manuel Santos 2010’da cumhurbaşkanı seçildi. İki yıl geçmeden FARC’larla 8 Ekim günü Oslo’da masaya oturacaklarını deklare etti. Bu noktada, Bogota’nın, Uribe döneminde, AUC’nin dağılma sürecinde ve sonrasında yaşananları doğru okuması faciaların tekrarlanmasını önleyecektir.

SURİYE’DE BEŞAR ESAD REJİMİNE KARŞI SAVAŞAN İRİLİ UFAKLI 30’DAN FAZLA GRUP BULUNUYOR... Sünniler: Dört Sunni düşünce okulu bulunmaktadır: Hanefi, Maliki, Şafi ve Hanbeli. Bu kollar Kuran’ın yorumlanması noktasında farklılaşmaktadır. Hepsi de Şii doktrinlerini reddetmekte ve batıni yorumları kafirlik olarak suçlamaktadırlar. Sunni hukuku Kuran’a, peygamber Muhammed’in örneklerine (sünnet) ve ikisinin karşılaştırılmasına dayanır. Hanefiler kişisel muhakemelere daha fazla vurgu yapılmasına izin verse de, Maliki ve Şafiler şeriat tarafından tanımlanan sosyal refaha dayanarak kişisel muhakemeyi sınırlarlar. Maliki okuluna çöl okulu da denmektedir. Yaygın olarak Sahra ve Arap yarım adasındaki çöllerde ikamet eden toplumlar tarafından kabul edilmektedir. Öte yandan, Şafi okul Orta Doğudaki verimli topraklarda, kentlerde ve kasabalarda daha popülerdir. Hanefilik Türk işgallerinden sonra daha yaygın bir hal almıştır. Son olarak, literalist (harfi harfine uyan) olarak bilinen Hanbeliler her türlü kişisel muhakemeyi reddederler. Suudi Arabistan Krallığı’nın Hanbeli şeriatını resmi olarak mahkemelerinde uygulamaya başlamasına kadar hep marjinal bir akım olarak kalmışlardır. Osmanlı yönetimi zamanında, Levanten şehirlerdeki medrese ve camiler Hanefi imamların kontrolündeyken Suriye’nin kırsal kesimlerinde Şafiilik hâkimdi. Sünni kollar arasındaki bu farklar, Sünni İran’ın 1500’lü yıllarda Safevi yönetimi altında zorla Şiiliğe dönmesinden sonra, önemsiz ve teknik farklar haline gelmiştir. Sünni ve Şii çatışması Türk ve Pers imparatorlukları arasındaki ideolojik rekabete dönüşmüştür. İran Sünnilerden arındırılırken, Osmanlı topraklarındaki Şiiler vahşi bir şekilde zulüm görmüşlerdir. Bugün, Suriye’nin nüfusu yaklaşık 24 milyondur (Iraklı mülteciler dışında) ve 17 milyondan fazlası Sünni’dir (yaklaşık yüzde 75). Araplar: Arap ırkını Suriye’deki en kalabalık tekil etnik grup olarak görmek doğru olabilir. Fakat Suriye 450 bin Filistinli mülteciye ve yaklaşık yarısı Sünni, yüzde 25’i Şii, yüzde 20’si Süryani ve yüzde 5’i Keldani olan 1,3 milyondan fazla Iraklı mülteciye evsahipliği yapmaktadır. Hükümetin Homs ve Deyr ez Zor çevresindeki iskan politilaları nedeniyle sayıları azalmakta olan Göçebe Bedevilerin nüfusu 1980’li yılların ortasında (Nasturi) Lakhmid krallığını kurmuşlardır. Kuzeyliler ise büyük Arap işgalleri sırasında Suriye’yi fetheden Orta Arabistan’lı Bedevi kabilelerden gelmektedir. Suriye’de, en güçlü Yemenliler Kelbite’lerdir ve en güçlü kuzeyliler de Qaisit’lerdir. İki grup arasındaki kan davası, Kelbite’lerin Kerbela trajedisinin ardından Şam, Homs ve Qinnisreen’in Qaisite kabile liderlerini öldürmesinden sonra başlamıştır (684). Kelbite-Qaisite düşmanlığı dinsel gruplar içinde bile siyasal olarak etkili olmuştur. Örneğin, Qaisite Maruniler ile ittifak yapan Jumblatt ailesi liderliğindeki Qaisite Dürziler, artık Kelbite Hristiyanlarla yan yana yaşayan Kelbite Dürzileri yenmiş ve onları Lübnan’ı terketmek zorunda bırakmıştır (1711) Suriyeli Araplar arasındaki ayrışma Şam ve Halep arasında bölgesel güç mücadelelerinin olmasına da neden olmuştur. Bu iki şehir Suriyeli Arap kimliğinin liderliğini temsil edebilmek için rekabet etmiştir ve bu rekabet başkent olmasıyla birlikte Şam’ın zaferiyle sonuçlanmıştır.

POLİTİK GRUPLAR Milliyetçiler: Orta Doğu’daki diğer ülkelere benzer şekilde, Suriye’de de batılı liberal, sosyal demokrat ve komünist partilerin çok az taraftarı vardır. Milliyetçi ve dinsel hareketler politik sahneye hâkim olmuşlardır. Tarih Arap politik aklının içsel bir parçasıdır. Hem milliyetçi hem de dinsel hareketler aynı zamanda hem Arap hem de Müslüman olan kitlelere seslenmektedirler. Suriye’deki Baas (Yeniden Diriliş) Sosyalist Partisi, Rum ortodoksu Hristiyan bir aydın olan Michel Aflaq tarafından kurulmuştur. Eğitimini Fransa’da gören Aflaq, tek bir Arap ulusu, tek bir Arap halkı olduğu ve

günümüzdeki suçlamanın aynısıdır. Günümüzde Suriyeli silahlı muhalefet tarafından seslendirilmekte olan özgürlük ve demokratik değişim retoriğinde yeni hiçbir şey bulunmamaktadır. Kış uykusundan uyanmış olan şey, baharları seküler rejim tarafından engellenen köktendinci gerici güçler gibi gözükmektedir. Suriye hakkında The Real News ile gerçekleştirdiği bir röportajda, Columbia Üniversitesi profesörü Hamid Dabashi şöyle konuştu: “ikilem şu ki, bir yandan tabana dayalı devrimci ayaklanmalarla, öte yandan ise, ABD, AB ve onların bölgesel müttefiklerinin bu devrimci ayaklanmaları kendi çıkarlarına uyacak şekilde çok yakından idare etmek istedikleri gerçeğiyle karşı karşıyasınız… ABD ve müttefiklerinin kendilerine avantaj sağlamak için suyu bulandırmaya çalıştıkları konusunda gerçekten doğruluk payı var… fakat bu aldatmamalıdır, suyu bulandırmamalıdır” . Evet, öyle olmaktadır. Suyu bulandıran şey demokrasi retoriğidir. Bu demokrasi kendi başarısını Irak’ta 10 yıllık bir işgalden sonra, 1 milyondan fazla ölü ve 4 milyondan fazla yurdundan olmuş kişiyle ve Sünni Araplar, Şii Araplar ve Sünni Kürtler arasındaki bölünmenin derinleşmesiyle kesin bir şekilde kanıtlamıştır; Hıristiyanları ve Şii Türkmenleri de unutmayalım. Özellikle Libya’da olanlardan sonra, NATO işgaliyle, bir grup Selefiyle, çok-parçalı kabile şehir-devletleriyle, sokaklarda güvenliğin kalmamasıyla ve sonuncu ama bir o kadar önemli olarak siyah Afrikalılara karşı yükselen bir ırkçılıkla su zehirlenmiş durumdadır. Bunların da ötesinde, sayıları giderek artmakta olan ve sadece hızlı bir şekilde kar elde etme motifiyle hareket eden özel güvenlik yüklenicileri çatışma bölgelerinde avlanmaktadır. Bunlar rastlantı değildir. Aksine, Obama’nın başkan seçilmesiyle birlikte yenilenmiş olan ABD ‘nin savaş stratejisinin parçalarıdır. Pentagon’s New Map ve Blueprint for Action isimli kitaplarında Thomas P. M. Barnett’in harika bir şekilde bir araya getirdiği gibi, ABD artık Afganistan ve Irak örneklerinde olduğu gibi doğrudan askeri müdahalelerle kendisini öne çıkarmaktansa daha çok “sistem yöneticilerini” kullanacaktır. Bunlar suyu gerçekten bulandıran göstergelerdir. Dabashi’nin gördüğü “kuşku götürmez gerçekler” kısa-vadeli tehlikeler değil, Suriye halkının gücüne karşı yapılan komplonun somut olarak kanıtladığı gibi uzun-vadeli tehlikeli etkileri olan, bulandırılmış suyu yutmaya yönelik emperyal projelerin sonuçlarıdır. Sonuç

Arapların tek bir Arap cumhuriyetine ihtiyaç duyduğu şeklindeki teorisini geliştirmiştir. İslamcılar: Mısır ve Suriye’de Selefi ideolojisini temsil eden politik parti Müslüman Kardeşlerdir. Esas olarak Sunni İslam’ın Şafi koluna bağlıdırlar ama Türkiye ve Orta Asya’daki gibi Nakşibendi Sufi düzeni (Hanefi), Hausa Devletleri’ndeki Sokoto Halifeliği ve modern Cezayir’deki (Maliki) FIS ve Vahabilere de sıcak bakmaktadırlar. Vahabiler: Bu inanç Hanbeli koluna bağlı bir din adamı olan Muhammed bin Abdul Wahhab (170392) tarafından kurulmuştur. Abdul Wahhab, teorik içerikli Mekke ayetlerini bir kenara bırakarak esas olarak politik içerikli Medine ayetlerine odaklanmıştır. Abdul Wahhab, Hanbeli literalizmini (kelimesi kelimesine uymak) sadece Medine ayetlerine uygulamış ve böylece, oldukça katı bir uyanışçı doktrin oluşturmuştur. Her türlü puta tapınmacılığı kınayan Vahabiler Arabistan’ı ele geçirdikçe Muhammet peygamberin tüm mihrap, türbe ve evlerini yıkmışlardır. Tüm Sünni fundamentelistler kendi entelektüel ataları olarak bir Suriyeli olan İbn Taymiyya’yı (12631328) görmektedirler. Kendisi Hanbeliliğin ikinci kurucusu olarak ve Grek düşüncesi ile İslam teolojisini birleştirerek aydınlar arasında popüler bir hareket olan İslami akılcılığa karşı, uyanışçılık savunucusu olarak bilinmektedir. Bunun günümüzdeki anlamı ise hiçbir Sünni İslamcı örgüt arasında bir fark bulunmadığıdır. El Kaide olsun ya da olmasınlar, hepsi El Kaide gibidirler. İbn Taymiyya, Şiilere kesin bir şekilde karşı olmuştur ve hatta kendisine göre “pagan puta tapıcılar olan Brahmanlardan çok daha fazla dinsiz olan” Nüsayrilere karşı bir sefer başlatmıştır. Maalesef bu, Alevilere yönelik

Suriye’nin dünyanın en iyi demokrasisi olmadığı doğrudur. Fakat medyanın iddialarına rağmen Beşar Esad’ın iktidara geldiği 2000 yılından beri demokratikleşmektedir. Reformlar yavaş yavaş da olsa ilerlemektedir. Çatışmalara boğulmuş bir bölgede, ekonomik gelişme ve sosyal adalete dönük yapılan bütün ilerici değişimler zaman alır. Avrupa’da demokratikleşmenin yıllar aldığı hatırlanmalıdır. Esad rejiminin en büyük gücü seküler yapısıdır. En büyük zayıflığı ise politik reformların hızındaki düşüklüktür. Yine de, Suriye Selefi-İslamcı-terörist saldırılarla ve iç siyasetine batılı güçlerin müdahale etme çabalarıyla karşılaştıktan sonra, reformlar daha büyük bir hızla gerçekleşmeye başlamıştır. Yeni bir anayasa, 26 Şubat 2012 tarihinde gerçekleşen bir referandumla kabul edilmiştir. Bu anayasaya göre, Baas Partisi tek parti olma statüsünü kaybetmiştir ve Suriye çok-partili sisteme geçmiştir. Fakat Esad rejiminin düşmesi durumunda, bölge çapında bir büyük felaket yaşanacaktır. Bu, Sünnilerin, Şiilerin, Dürzilerin, Hristiyanların, Arapların, Farsların, Türklerin, Kürtlerin, seküler milliyetçilerin ve İslamcıların birbirini boğazladıkları farklı türden bir “demokrasi” olacaktır. Daha önce açıklamış olduğum bölge tarihi ve Suriye’nin toplumsal yapısı böylesi bir kâbus senaryosuna uygundur. Sonuç olarak, Esad rejimi iktidarda kalmalıdır. Baas Partisi Suriye’de daha fazla çoğulculuğun koşullarını yaratmakta ve daha önce açıkladığımız nedenlerle demokrasiye inanmayan ve inamayacak olan İslamcı grupları dışlamaktadır. Suriye hükümeti ile Özgür Suriye Ordusu arasındaki çatışmalar sona erdikten sonra, batı kendi politikalarını işbirliğine doğru çevirdikten ve özel güvenlik firmaları Suriye’yi ve komşularını terk ettikten sonra, ancak o zaman, Esad rejimini demokratik temayüller çerçevesinde istediğimiz kadar eleştirebiliriz. Ama şimdi değil.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Kürtler: Şu an Suriye’de neredeyse tamamı Sünni olan 2 milyon Kürt bulunmaktadır (nüfusun yüzde 8’i). Sadece Şam’da 300 bin Kürt yaşamaktadır ama daha çok Halep, Hasaka ve Raqqa’da bulunmaktadırlar. Çoğunluğu Türkiye’yi 1920’lerde terk eden mültecilerden oluşmaktadır. Kürtler Sünniler ve Hristiyanlar tarafından gerçekleştirilen milliyetçi ayaklanmaları bastırmaları için Fransızlar tarafından istihdam edilmişlerdir. Her ne kadar Şam ve Halep Kürtleri Suriye’nin bağımsızlığını desteklemişlerse de, Kürt ağaları (rantiyeci toprak sahipleri) Osmanlı döneminde ve sonrasında her zaman için Arap milliyetçiliğine karşı çıkmışlardır ve bazıları Filistin’de bir Yahudi ülkesi kurulmasını tanımak istemiş ve hatta İsrail istihbaratıyla birlikte çalışmışlardır. Bu durum Araplar arasında Kürt toplumunun güvenilmez olduğuna ilişkin bir korkunun gelişmesine neden olmuştur. Zaman içinde, 120 bin Kürt vatandaşlıktan çıkarılmış (1962), Kürtçenin kamusal kullanımı kısıtlanmış (1988), Hasaka valiliği Kürtçe isim konan çocukların kaydedilmesini reddetmiştir (1992). Yine de, Suriye’deki Araplar ve Kürtler arasında büyük boyutlu bir çatışma asla yaşanmamıştır. Türkmenler, Çerkezler, Ermeniler: Kürtlerin aksine,

Sünni Türkmenler de Baas rejiminin asimilasyoncu politikalarına maruz kalmışlardır. Yom Kippur savaşında savaşmış olan Golanlı Türk ve Çerkezler savaşın kaybedilmesinin ardından ülkenin çeşitli bölgelerine dağıtılmışlardır. Çerkezler, Kürtler ve Türkler ile karşılaştırıldığında ekonomik durumları iyidir. Seküler Sünniler olarak Alevilerin en büyük siyasi müttefikleridir ve orduda, hükümette ve sivil hizmetlerde konum sahibidirler. 1. Dünya Savaşı’ndaki katliamlardan sonra Suriye’ye göç etmiş olan 200 bin Ermeni Halep, Kamışlı, Şam ve Lazkiye’de bulunmaktadırlar.

SAYFA 05

Kolombiya 1,2 milyon kilometre karelik toprağıyla Latin Amerika’nın büyük devletleri arasında yer alıyor. Toprakların önemli bir bölümü ormanlardan oluşuyor. Meksika gibi, Kolombiya devleti de ülkenin bütün bölümlerine hakim değil. Terör devlet aygıtını zayıflatıyor. “Hukuksuz bölgeler”de terör örgütleri veya narkoterörden beslenen karteller ve “derebeyleri” egemen. İktisadi olarak, dünya sıralamasında gerilerde yer almasa da, ciddi sosyal uçurumlar görülüyor. Halkının yüzde 45,5’i sefalet içinde yaşıyor. Nufusunun (46 milyon) önemli bir bölümü ülkenin iç kesimlerinde veya yüksek platolarında yoğunlaşıyor. Altmışlı yıllardan bu yana çok çeşitli irili ufaklı silahlı gruplara karşı mücadele veriyor. Nufusunun yüzde biri silâhaltında (432 bin). Kolombiya’nın savunma harcamaları büçesinin yüzde 14’üne tekabül ederken, savaş harcamları GSMH’sının yüzde 3,6’sına tekabül ediyor. Kolombiya’da varlık gösteren başta FARC’lar olmak üzere terör örgütlerinin tamamı bir şekilde finansmanını kaçakçılık veya illgal yollardan sağlıyor. Özellikle esrar kaçakçılığı finansmanının bel kemiğini oluşturuyor. Bu durum aynı zamanda narkoterörü de önünü açıyor. Ancak Kolombiya narkoterörle baş etmek durumunda olan tek devlet değil. Orta Amerika’da bulunun devletlerin tamamı bir şekilde narkoterörle mücadele etmek durumunda. Öyleki Kolombiya ve Meksika’yla mukayese edildiğinde, ufak kartellerin egemenliğinden dahi söz etmek mümkün. Özellikle Guatemala, Honduras, El Salvador ve Jamaika’da (esrar ticaretinin Orta Amerika’dan Afrika’ya açılan kapısı ) örgütlerin toprakların önemli bir bölümünü ele geçirdiklerini veya şehirlerde kurdukları güçlü denetim mekanizmalarıyla halkı vergiye veya haraca bağladıkları görülüyor. Kolombiya’nın Alvaro Uribe döneminde (20022010) terörü desteklemekle suçladığı Venezüella’nın Zetas bölgesinde denetimi kaybettiği ve son olarak askerlerle, merkezi otoriteyi temsil etmekle görevlendirilen yüksek memurların derebeyleriyle ittifak içinde esrar kaçakçılığı yaptıkları bilgisi Caracas’ta

deprem etkisi yaptı. Paraguay-Brezilya sınırında bulunan Ciudad del Este ve Foz do İguaçu şehirleri yalnızca Latin Amerika’nın değil dünyada kaçakçılık işiyle meşgul olanların sığınabildiği bir merkez konumunda. Brezilya ve Arjantina esrar kullanımının yüksek olduğu ülkeler. Bu sebepten orada da önemli karteller bulunuyor. Amerika’yla komşu olan Meksika, marijuana üretiminde birinci sırada yer alıyor. Amerika’yla birlikte narkoteröre karşı mücadele verse de, özellikle Amerika sınırında, denetimi sağlamakta zorlanıyor. Orada da suç örgütlerinin devletin oynaması gereken rolü oynadıklarını görmek mümkün. Dünyanın kalkınmış yirmi ülkesi içinde bulunan Meksika’nın “aciz devletler” kategorisinde de değerlendirilmesi çelişkili bir görüntü sunuyor. Orta Amerika’da bulunan devletlerin geneli bir arada değerlendirildiğinde, herçeşit kaçakçılığın varlık gösterdiğini, ayrıca terör örgütlerine finans kaynağı sağladığını söyleyebiliriz. Genel tabloya bakıldığında, Kolombiya ve Peru’da (1980-2000 arası dönem) varlık gösteren silahlı örgütlerin finans kaynaklarının başında esrar kaçakçılığının yer alması şaşırtıcı olmamalı. Peru’da terörist yapılanmalardan kopan silahlı milislerin narkoteröre evrilmesi esrar kaçakçılığın kısa yollardan sağladığı maddi kazancın küçümsenmemesi gerektiğini hatırlatıyor. Geçen asrın ortalarında Küba’dan yükselen “devrim” mücadlesinden, Latin Amerika’da, etkilenmeyen çok az ülke oldu. Bir şekilde Fidel Castro ve Che Guevara’nın gerilla mücadelesi örnek alındı ve onların kısa zamanda gerçekleştirdikleri devrim taklit edilmek suretiyle tekrarlanabileceği düşünüldü. Ancak öyle olmadı. Küba deneyimi Latin Amerika’da bir daha tekrarlanamadı. Kolombiya’da 1950’lerde yaşanan siyasi gerilim (liberal-muhafazakar çatışması) halkı toprağından etmekle kalmadı, aynı zamanda, içsavaşın ateşinden korunmak için halkı silahlanmaya zorladı. Toprağından sürülen halk, ateşin söndürülmesinden sonra, silahlara veda etmeyerek Küba deneyimini gerçekleştirmek üzere 1964’te Manuel Marulanda’nın önderliğinde FARC örgütünü kurdu. Kolombiya’nın yarım asırdan bu yana sürdürdüğü mücadelede kimi zaman Bogota, kimi zaman FARC’lar üstünlük sağladı. FARC’ların geçen zaman içinde gösterdikleri direnç taze kan bulmakta zorlanmamasına bağlı. Resmi rakamlara göre 2002’de 17 bin gerilleros mücadeleye katılırken, bu gün dokuz bin civarında oldukları tahmin ediliyor. Son on yılda yine resmi rakamlara göre öldürülen gerilleros sayısı 14361. Buna karşılık öldürülen asker-polis sayısı 5466. Bu rakamlara öldürülen sivil halk dahil değil. FARC’lar sivilleri vuran şiddet konusunda doğrudan sorumlu tutulmasa da, mihenk taşı olması ve narkoterörden beslenmesi sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor veya azaltmıyor. FARC’ların hızlı yükselişi ve yayılması fırsatları doğru okuma kapasitesiyle de ilintili. Örneğin Kolombiya devleti Medelin karteline ve narkoteröre karşı 1985-1993 tarihleri arasında mücadele verirken, FARC’lar doğru bir coğrafya okumasıyla güçlerini stratejik noktaları içine alacak şekilde genişletmeyi başardılar. Öyleki kimi zaman nefeslerini Bogota’da da hissettirdiler. Örgütün büyümesi ve genişlemesi finans kay-

Sayfa 5


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 6

KCK: Halk Parça Polİtİkasını Aştı

SAYFA 06

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM -1

E

mperyalist kapitalizmin laboratuarlarında üretilen teoriler olarak “Marksizm’in toplum üzerindeki etkisini yitirmiş olduğunun” en çok iddia edildiği bir süreçte, Marksizm’i tahrif etmek ve Marksizm’i gözden düşürmek çabalarının çok fazla artmış olması, bize bu tekrarların ve Marksizm’i savunma modundan çıkarmak ve hücum moduna geçirmek için, Marksizm’i enine boyuna irdeleyerek netleşmenin ve elbette bütün bu saldırılara karşı ideolojik mücadele yürütmenin en devrimci iş olduğunu göstermektedir. Ayrıca, bir gerçeklik ve tarihin taşıdığı bir ders daha var ki, bize oportünizmin, toplumsal hareketliliklerin arttığı, doğru teorilerin sıçramalı gücünün kendini gösterdiği ve egemen sınıfların çaresizliğinin arttığı egemen ideolojinin nesnelliklerin üzerini örtmekte zorluk çektiği dönemlerde mutlaka ve artan hızla işbaşına geçtiğini göstermektedir. Bugün,”Marksizm’in bugünün koşullarında toplum üzerindeki etkisini yitirmiş olduğunu” kabul ettirmeye çalışan Marksizm düşmanlarının, “etkisini yitirmiş” olarak gösterdikleri bir öğreti üzerinde Marksistlerden çok daha fazla laf üretmekte olmaları, öğrenmeye tutkulu olanlar için son derece öğreticidir. Bu iş başında olanların işlerinin başında, Marksizmin kurucularının devlet öğretisini çarpıtmak ve hatta Marksizmi iflasına sebep olan bir teori olarak göstermek var. “Gelinen aşamada, Marksist öğretinin çözüm üretmekten ve yeni bir çıkış yapmaktan uzak olduğu gerçeğinin mutlak bir biçimde ortada olduğunu” göstermeye çalışan ve bu nedenle bugün “Marksizm’in, dar sınıf eksenli bir kitleye hitap etmekte olduğunu”, bu nedenle de, “kapitalizm-emperyalizm karşısında güncelliğini yitirmiş olduğunu” tam bir mutlaklık içinde öne çıkartan Marksizm düşmanlarının, iktidar perspektifine hücum yanında, sınıftan kaçışın haklılığını da gerekçelendirme çabalarının temel politikaları olduğunu görüyoruz. Bu, “tarihin sonu” teorisinin mucidinin bile acz içinde kaldığı tarihsel nesnellik karşısındaki çaresizliğin tartışmasız görünümünün yansıması olan bir korkaklığın ifadesidir ve bu korkaklığın iktidar ve sınıf olgusuna vurması şaşırtıcı değildir. Kautsky’den beri, Marksizmden uzaklaşırken, bunu Marks’a mal edenler yanında, Marksizme cepheden saldıranların saldırılarının odak noktası, hep proleter devrimin özsel içeriği, yani proletarya diktatörlüğü olmuştur. Bugünün koşullarında (dünyada) sınıfın ayaklanıp ‘proleter devrim’ yapmasını beklemenin akıntıya karşı kürek çekmeye benzediğini vaaz eden bu Marksizm düşmanları, “sorun”u devlet-sosyalist devlet mantığı ile bağlayarak,Marksizm’in (hâlâ) ‘işçi devleti’ stratejisiyle yaklaşmasının, amacın odağına (hâlâ) devlet ve iktidarı koymasının, Marksizmin ‘yapısal krizi’ ni derinleştirdiğini iddia etmektedirler. “Devlet iktidarını ele geçirdikten sonra komünizme geçişle ‘devletin kendiliğinden sönümleneceğini’ öngörmek kaba-determinist bir durum”muş. Devlet ve iktidar sorununun çözümünün, ve “Devletsiz demokrasi” vaaz eden,”demokratik özerklik ve özyönetim” üzerine de nutuklar sıralayan Marksizm’in düşmanlarının, bütün korkularının, Marksizm rüzgârının, şiddetli bir biçimde esme eğilimi göstermeye başladığı bir tarihsel sürece girdiğini görmelerinden olduğunu anlamak zor değil. Ancak bunu, Marksizm’i tahrif etme çabalarına, zorlama teoriler ve tespitler koymaları bir yana, Marksizm karşısındaki çaresizliklerinin ifadelerindeki çelişkilere de yansıdığını görerek anlamak mümkün. Daha dikkatlice incelendiğinde, bütün bu Marksizm’i tahrif etme çabalarının, onca zahmete girerek Devlete ve otoriteye ve elbette işçi sınıfına açtıkları savaşın, emperyalist kapitalizme, işbirlikçilerine, tekellere, yaranmak için olduğunu gizleme çabalarına rağmen, Kürt coğrafyasındaki sorunların, emperyalizmin ve bu coğrafyadaki işbirlikçilerinin ve elbette 12 Eylül rejimini emperyalizmin öngördüğü sınıra götürmenin politikalarını izleyenlerin çıkarına çözmek için çırpınışları olduğu görülmektedir. Marksizmin kurucularının, devlet ve zora dayalı devrim öğretilerini, Lenin’in de katkılarıyla ortaya koymak suretiyle, bu, Marksizm karşısında acz içinde olan bayların, Marksist öğretinin karşısına koydukları çoktan çürütülmüş düşünceleri ile son otuz yılda emperyalist kapitalizmin ideolojik ve psikolojik saldırılarına maruz kalarak sıradanlaşmamış özünü kaybetmemiş insanların akıllarını bozma çabalarını püskürtmeyi görev bildik. DEVLETİN KÖKENİ Bu çıkarımların kaynağını düşünmek gerekirse, Hegel’in idealizmini hatırlamak yerindedir. Öyle olmasaydı, devletin, topluma dışarıdan dayatılmış bir güç olmadığı gerçekliğinden hareket edilerek, Hegel’in, devleti tek tek insanların, toplumsal örgütlerin ya da sınıfların çıkarlarının aleti olarak gösteren öğretisinin esiri olunmazdı. İlkin,Hegel’den önce yaşamış olan Rousseau’nun bile görebildiği, devletin insanlar tarafından yaratıldığı, yine insanlar tarafından değiştirilebileceği gerçeğini hatırlayarak, bir çözümlemeye girişilirdi. Bunlar bir yana, devlet öğretisi, artık idealistlerin hegemonyasından çoktan çıkmıştır. Dolayısıyla devletin ne olduğu üzerine felsefi süslemelere gerek yoktur, hele ki,

söze Marksizm’le başlanılan bir alanda ve çözümlemede bu tamamen gereksizdir. Devletin, daha çok, belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun bir ürünü olduğunu; bunun, toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin, önlemekte yetersiz kaldığı uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün ifadesi olduğunu; Fakat bu karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir mücadele içinde eritip bitmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde duran ve karşıt sınıflar arasındaki çatışmaya gem vurması,’düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir gücün gerekli hale gelmiş olduğunu; ve işte toplumdan doğan, fakat kendisini onun üstüne çıkaran ve topluma gitgide yabancılaşan bu gücün devlet olduğunu, burjuvazinin, idealizme sarılan ideologları da, Marksizmi evirip çevirmeye çalışan oportünistler de pekala bilir ve tersini kanıtlamak için bin dereden su getirir. Ama Marksist’likleri bir sahteliğin ifadesi olmayanların,yani gerçekten Marksist olanların, bunu çok daha derinlemesine ve özellikle de, hem burjuva ideologlarının ve hem de kendini Marksist göstermekten vazgeçmeyen oportünistlerin tahrifatlarına karşı mücadele edebilecek kıvamda bilmeleri ve bu konuda net olmaları gerekir. Yani sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının ürünü ve tezahürü olan devlet’in, sınıf çelişkilerinin objektif olarak uzlaştırılmadığı yerde, zamanda ve ölçüde ortaya çıktığını, dolayısıyla devlet’in varlığının, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu kanıtladığını net olarak bilmesi, bilincine kazıması gerekir. Çünkü oportünizmin müzmin tahrifatçılarının saldırı noktaları buradadır. Çünkü bu kadarını, yani devletin ancak sınıf çelişkilerinin ve sınıf mücadelesinin olduğu yerde var olduğunu kabul eder görünen, daha doğrusu kabul etmek zorunda kalan , burjuvazinin ideologları, Marks’ın, devleti, sınıfların uzlaşma organı olarak gösterdiği yalanına başvurarak “Marksist” olmaktan vazgeçmeden Marksizm’in kurucularının devlet öğretisini tahrif ederler. MARKSİZMİN DEVLET ANLAYIŞI Halbuki, Marks’a göre devlet, sınıfların çatışmasına gem vurmak suretiyle bu baskıyı yasa mertebesine yükseltip, pekiştiren bir “düzen” in yaratılmasıdır. Küçük - burjuva politikacıların görüşüne göre ise,”düzen”, tam da sınıfların uzlaşmasıdır, yoksa bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi değildir; çatışmaya gem vurmak demek, uzlaştırmak demektir; yoksa ezilen sınıfların elinden, ezenleri devirmek için belli mücadele araçlarını ve yöntemlerini çekip almak değildir! Dün de, bu gün de, sınıfların “devlet” aracılığıyla “uzlaştırılması “ biçimindeki, küçük-burjuva teorisine kayma çabalarının varlığını koruması, hep Marksizm’in devlet öğretisinin tahrifinin, bu öğretinin yeterince derinlemesine öğrenilmemesi nedeniyle kolaylaşmış olmasındandır. Öyleyse, Marksist devlet öğretisinin tahrifini zorlaştırmak veya püskürtmek için, Marksizm’in devlet öğretisini enine boyuna irdeleyerek bu konuda netleşmek gerekmektedir. Eğer sınıfların uzlaşması olanaklı olsaydı devlet, ne ortaya çıkabilir, ne de ayakta kalabilirdi. Bu temel gerçeği görmezden gelirsek; devletin, küçük-burjuva ve dar kafalı profesörlerle yazarların, devletin sınıfların uzlaşmasına hizmet ettiği görüşünü benimsemek elbette kolay olurdu. Diğer yandan devlet, silahlı insanlardan oluşan özel formasyonlar, aynı anlama gelen, özel silahlı örgüt yanında, hapishaneleri ve her türlü zor kurumları da içeren bir kamu gücünün ifadesidir. Başka ifadeyle, ezen ve ezilen sınıflar olarak parçalanmış bir toplumda, ezenlerin sınıf egemenliği olarak devletle birlikte, eski ilkel komünal toplumdaki “ kendi kendine hareket eden silahlı örgüt” yerine, ezen sınıfların egemenliğinin korunmasının ve ezilen sınıfların baskı altında tutulmasının aracı olarak “silahlı insanlardan oluşan özel kuvvetler”, sürekli ordu, polis vs. meydana çıkar. Engels,”Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni “ adlı çalışmasında, devleti tarihsel olarak ortaya koyarken, eski Gens örgütlenmesinde, yani ilkel komünal Gens toplumlarında, devletin olmadığını dolayısıyla toplumun üstünde duran ve ona yabancılaşan silahlı insanlardan oluşan özel formasyonların, yani ordu, polis vs. olmadığını; silah taşıyabilen bütün Gens üyelerinin silahlanmasını anlatan bir “halkın kendi kendine hareket eden silahlı örgütü” olduğunu vurgulamaya ve dikkatleri bu noktaya çekmeye özen göstermiştir. Uygar toplum, bunlar arasında bir silahlı mücadeleye yol açabilecek olan düşman ve hem de uzlaşmaz düşman sınıflara bölünmüştür. Bunun sonucunda devlet oluşur, özel bir güç yaratılır, silahlı insanlardan oluşan özel formasyonlar ortaya çıkar. Ve bu devlet aygıtını yıkan her büyük devrim bize, hem egemen sınıfın kendisine hizmet eden silahlı insanlardan oluşan özel formasyonları yenilemeye çabaladığını ve hem de ezilen sınıfın sömürenlere değil, aksine sömürülenlere hizmet edecek bu türden yeni bir örgüt yaratmaya çalıştığını açıkça gösterir. Engels’in bilinçli işçiler için işaret ettiği nokta, her büyük devrimin pratik, anlaşılır ölçüde sorduğu sorunun, silahlı insanlardan oluşan “özel” formasyonlar ile “halkın kendi kendine hareket eden silahlı örgütü” arasındaki karşılıklı ilişki sorunu olduğudur. Polis memurunun, Gens toplumunun tüm organla-

rının toplamından daha çok ‘otorite’ye sahip olduğunu, fakat en güçlü prensin ve uygarlığın en büyük devlet adamının, ya da generalinin, ona gösterilen içten ve tartışmasız saygıdan dolayı en küçük Gens’in başkanını kıskanabileceğine işaret eden Engels’in, kamu gücünün ayakta tutulması için gerekli olan otoritenin, toplumun saygısından uzak olduğunu vurguladığını hatırlatmak gerekir. Böylece devlet erkinin organları olarak memurların ayrıcalıklı konumu sorunu ortaya konulmakta, dolayısıyla onları toplumun üstüne çıkaranın ne olduğu sorusu belirmektedir. *Engels bu sorunun cevabını, “Devlet, sınıf çelişkilerini dizginleme gereksiniminden doğduğu için, ama aynı zamanda bu sınıfların çatışmasının tam ortasında doğduğu için, kural olarak en güçlü, ekonomik olarak egemen sınıfın devletidir ve onun sayesinde siyaseten de egemen sınıf haline gelir ve böylece ezilen sınıfı bastırmak ve sömürmek için yeni araçlar elde eder...” diyerek memurların kutsallığı ve dokunulmazlığı üzerine özel yasalar çıkarılmasına işaret etmekteydi. Şüphesiz, yalnızca antik ve feodal devlet, köleleri ve serfleri sömürmenin organı değillerdi, hepimiz biliyoruz ki, modern devlet de ücretli emeği sömürmenin aracıdır. Bununla birlikte, istisnai olarak, savaşan sınıfların birbirlerini öylesine yakın dengeledikleri dönemler olur ki, devlet erki, görünüşte aracı olarak o an için her ikisine karşı belli bir bağımsızlık kazanır. Fransa’da 17.ve 18.yy mutlak monarşisi, Büyük Fransız Devrimi’nden kısa bir süre önce hüküm sürmüştü ve feodalizmle burjuva düzeni arasındaki geçiş döneminin devletiydi. Mutlak monarşi, devlet iktidarının, birbirleriyle mücadele eden sınıfların adeta üzerinde durduğu ve bu mücadeleye ancak, bu sınıfları barıştırmak için müdahale ettiği şeklindeki düşünceler için, dışsal bir neden sunmuştu. Fakat gerçekte mutlak monarşi, çözülmekte olan feodal beyler sınıfının devletiydi. Burjuvazi, yeterli güce ulaştığı gibi, mutlak monarşiyi yıkarak kendi sınıf devletini kurdu. Modern temsili devletin de, sermayenin ücretli emeği sömürmesinin aracı olduğunu ve istisnai olarak, böyle bir devlet erkinin, görünüşte birbiriyle savaşan sınıflara karşı belli bir bağımsızlık kazanabileceğini ifade eden Engels, “demokratik cumhuriyette zenginliğin, iktidarını, Amerika’da olduğu gibi, memurları doğrudan rüşvetle satın alarak veya hem Fransa’da, hem de Amerika’da olduğu gibi, hükümet ve borsanın ittifakı sayesinde dolaylı olarak, fakat bir o kadar da güvenli olarak icra ettiğini” ekler. Lenin ise, Engels’in ortaya koyduklarına ilave olarak, Zenginlik’in mutlak gücünün demokratik cumhuriyette daha güvenli olmasının bir başka nedeninin, bu mutlak gücün, kapitalizmin kötü bir politik kılıfına bağımlı olmaması olduğunu ve demokratik cumhuriyetin düşünülebilecek en iyi politik kılıf olduğunu ve sermayenin bu en iyi kılıfı ele geçirdikten sonra, burjuva demokratik cumhuriyetin ne kişilerindeki, ne kurumlarındaki, ne de partilerindeki hiçbir değişikliğin bu iktidarı sarsamayacağını vurgular. *Demokratik cumhuriyetin düşünülebilecek en iyi kılıf olmasının anlamını ise, Engels’in, genel oy hakkını, burjuvazinin egemenliğinin aracı olarak nitelemesinden çıkartabiliriz. Engels,”genel oy hakkının, işçi sınıfının olgunluğunun ölçeği olduğunu ve demokratik cumhuriyeti kastederek, bu günkü devlette asla daha fazlası olamaz ve olmayacaktır.” Dün sosyal-devrimcilerin, Menşeviklerin, küçük burjuva demokratlarının ve Lenin’in deyimiyle onların öz kardeşleri olan sosyal-şovenistlerin ve oportünistlerin beklediği gibi, bu gün de onların ardılları olan, adlarına özgürlükçü, eşitlikçi veya demokratik ön eki koyan sözde sosyalist, gerçekte küçük burjuva olan bilumum oportünistler, Engels’in sözünü ettiği, “daha fazla” yı, tam da bu “genel oy hakkı”ndan beklerler ve “genel oy hakkı”nın, bu günkü tekellerin devletinde emekçilerin çoğunluğunun iradesini gerçekten yansıttığını halka kabul ettirmeye çalışırlar. …”O halde” diyerek devam eder Engels …“devlet ezelden beri var olan bir şey değildir. Onsuz yapabilen, devlet ve devlet iktidarı hakkında hiçbir fikri olmayan toplumlar olmuştur. Ekonomik gelişmenin, toplumun sınıflara bölünmesiyle zorunlu olarak bağlı olan belirli bir aşamasında, bu bölünme yüzünden devlet bir zorunluluk haline geldi. Şimdi üretimin, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, aynı zamanda üretimin pozitif bir engeli haline geldiği bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, daha önceki bir aşamada ortaya çıkışlarındaki aynı kaçınılmazlıkla batacaklardır. Onlarla birlikte kaçınılmaz olarak devlet de batar. Üretimi, üreticilerin özgür ve eşit birliği temelinde yeniden örgütleyen toplum, tüm devlet mekanizmasını, o zaman ait olacağı yere; eski eserler müzesine, çıkrığın ve bronz baltanın yanına kaldıracaktır.” Engels’in bu uzun alıntı ile aktardığı sözleri yeterince açıktır ama hâlâ göremeyenler ve daha fazlasıyla bu açıklığın görülmesini engellemek için, türlü hilelerle üzerini örtmeye çalışanlar cirit atmaya devam etmektedir. Bu zehirli ciritlerin panzehiri, elbette ki, Marksist devlet öğretisinin derinlemesine öğrenilmiş olmasıdır.

Sayfa 11

savunmanın yolu, Kürtlerin özerklik statüsünün tanınmasından geçmektedir. Güney Kürdistan halkının demokratik çıkarlarını savunmak, Türkiye, Suriye ve İran’da Kürt halkının hak ve özgürlüklerinin garanti altına alınmasını sağlayacak şekilde ulusal bir politika izlemekten geçmektedir. Durum örtülü ve muğlak olmaktan çıkmıştır. İster sömürgeci egemen devletler ve uluslar arası güçler açısından ister Kürtler adına hareket eden Kürdistani güçlerin izleyeceği politika açısından durum son derece netlik ve somutluk kazanmıştır.

KÜRT SORUNU PARÇA POLİTİKASINI ÇOKTAN AŞMIŞ

A

rtık Kürt sorunu parça politikasını çoktan aşmış Kürt ulusunun dört parçadaki demokratik ve özgürlük sorununa bütünlüklü bakmayı ve ona göre net bir yol haritasını savunmayı gerek Behdinan - KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “silahı bırakırlarsa operasyonlar durur” açıklamasının “sorunun muhattabını savaşla bitirmeyi hedefleyen niyetin ve kararın dile gelmesi” olduğunu belirtti. KCK, “Kürt sorununu muhataplarıyla birlikte ortadan kaldırmayı hedefleyen Türk devleti, köklü bir karar değişikliğine gitmeden Hareketimizin ve halkımızın herhangi bir beklentisi olamaz, olması safdillik olur” dedi. KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı yaptığı yazılı açıklamada gündemdeki konuları değerlendirdi. Erdoğan’ın Katar’da yaptığı açıklamanın “tasfiye ve teslim alma” anlamına geldiğini belirten KCK, Kürdistan Bölge Başkanı Mesut Barzani’nin Washington ve Ankara ziyaretleri, Kürtler arası birlik arayışları ve açlık grevleri konusunda da mesajlar verdi.

ERDOĞAN’IN KATAR AÇIKLAMASI TASFİYE VE TESLİM ALMA ANLAMINA GELİYOR

KCK’nin açıklaması şöyle: “Kürdistan’da ve bölgemizde yaşanan gelişmeler her geçen gün daha fazla Kürt ve Kürdistan’ın durumunu stratejik bir düzeyde gündeme getirmektedir. Bu günlerde yapılan ziyaretler ve ardından gelişen açıklamalar halkımızın ve Hareketimizin iradesini, hassasiyetini, taleplerini ve mücadelesini hiçe sayan sömürgecilikte ısrar siyasetinin bir tekrarı olmuştur. Erdoğan’ın en son Katar’da yaptığı ‘silahı bırakırlarsa, operasyonlar durur’ açıklaması bir kez daha halk savunma güçleri gerillamıza ve Hareketimize dönük sürdürülen tasfiye ve teslim alma politikasından başka bir anlam taşımamaktadır. Bu açıklama demokratik çözümün zeminini oluşturmayı değil, sorunun muhatabını savaşla bitirmeyi hedefleyen niyetin ve kararın dile gelmesidir. Oysa ki, gerçek barışın yolu Önder Apo ve Yol Haritası ekseninde sunduğu protokollerden geçtiğini halkımız ve kamuoyu çok iyi bilmektedir.

BARZANİ’NİN ABD VE TÜRKİYE ZİYARETLERİ

Sayın Barzani’nin ABD ve Türkiye temaslarını da Kürt halkı ve Hareketimiz yakından takip etmektedir. Kürt Halk Önderi Reber Apo’nun 13 yıldır İmralı’da esaret koşullarında ve tam 9 aya yakındır ağır bir tecrit altında tutulduğu, 7 bine yakın Kürt siyasetçisinin haksız bir biçimde cezaevlerinde alıkonulduğu, her gün halkımıza faşist-ırkçı yönelimlerin gerçekleştiği, Suriye’de Kürt halkının haklarının

muhalefet tarafından telafüz bile edilmediği ve buna karşın halkımızın ve gerillamızın kahramanca direndiği bir süreçte yapılan her bir ziyaret ve söylenecek her bir söz çok tarihi ve siyasi derin bir anlama haizdir. Söz konusu ziyaretlerde Kürt halkının hassasiyetleri ve ölümüne her şeyini ortaya koyduğu Önder Apo’nun özgürlüğü, siyasi soykırım operasyonlarının durması ve dört parça Kürdistan’ın demokratik özgür geleceği konusunda rahatlatıcı bir gelişme yaşanmamıştır. Bu görüşmeler sürecinde dile gelen konular, tamamen dışımızda olup herhangi bir biçimde Hareketimizi bağlamadığı halkımızın ve kamuoyunun bilgisi dahilindedir.

AKP DEVLETİNDEN BARIŞÇIL YÖNDE İLERLEME BEKLEMEK HAM HAYAL Kürt sorununu muhataplarıyla birlikte ortadan kaldırmayı hedefleyen Türk devleti, köklü bir karar değişikliğine gitmeden Hareketimizin ve halkımızın herhangi bir beklentisi olamaz, olması safdillik olur. Açık ki, mevcut durumda AKP yönetimindeki Türk devleti, sadece Kürt halkına değil, bütün Ortadoğu halklarına düşmanca bir niyet ve siyaset gütmektedir. Böylesine karanlık ve tehlikeli bir politikayı yürüttüğü müddetçe AKP devletinden demokratik ve barışçıl yönde bir ilerlemeyi beklemek ham hayalden ibaret olacaktır. Türk devletinin bu tutumu, savaşı körükleyen, demokrasinin katlini getiren ve Kürt halkı başta olmak üzere Ortadoğu halklarının acısını daha fazla büyüten bir taraftadır. Bu gelişmeler karşısında Kürt halkının ve Kürtler adına hareket eden herkesin kendi öz gücüne dayanarak ve yolunu doğru seçerek Ortadoğu halklarıyla demokratik-özgür birliğini gerçekleştirmeyi esas alması özgür Kürdü ve Kürdistan’ı savunmak olacaktır.

DEMOKRATİK BİR SURİYE VE TÜRKİYE, KÜRT ÖZERKLİĞİNİ TANIMAKTAN GEÇMEKTEDİR Bugün artık şimdiye kadar yürütüldüğü gibi Kürt halkının resmi statüsü görmezden gelinerek, Kürtler kurban edilerek sürdürülen politikanın yol alması imkansız hale gelmiştir ve böyle bir politika Ortadoğu’nun hayrına da değildir. Aksi durumda Türkiye, Suriye, İran ve Irak ülkeleri başta olmak üzere Ortadoğu haritasında Kürtsüz bir demokrasi ve özgürlüğü savunmak miadını doldurmuş şiddete dayalı sömürgecilik stratejisinden başka bir şey olmayacaktır. Kürt sorunun çözümü, Ortadoğu ve halklarının demokratik geleceğinde netleştirici temel bir kıstastır. Demokratik ve özgür Suriye’yi inşa etmek Kürt halkının ulusal haklarının özerklik statüsünü tanımaktan ve savunmaktan geçmektedir. Türkiye’nin demokratik model bir ülke olmasını

Dört parçadaki Kürt halkı, soruna Kürtler ve Kürdistan’ın geleceği temelinde bakmakta siyasetin doğruluğunu bu eksende test etmekte, yanlış ve hatalı duruşları çok rahat görmektedir. Artık Kürt sorunu parça politikasını çoktan aşmış Kürt ulusunun dört parçadaki demokratik ve özgürlük sorununa bütünlüklü bakmayı ve ona göre net bir yol haritasını savunmayı gerektirmektedir. Halkımız, Önder Apo’nun özgürlüğü özgürlüğümüzdür temelinde ‘Edi Bese! An Azadi An Azadi’ şiarıyla sürdürdüğü mücadelesiyle kendi özgür geleceğini inşa edecektir. Çözüm, Kürt halkının ulusal birlik ruhuyla ulusal örgütlenmelerini geliştirmesi, ulusal politikalarını oluşturması ve harekete geçmesi temelinde tüm Kürdistan parçalarında ve yurtdışında kararlı direnişiyle gerçekleşecektir.

AÇLIK GREVLERİ DOĞRU BİR TUTUM OLDU ‘Kürdistan’a statü, Önder Apo’ya özgürlük’ şiarıyla Avrupa’da ve Türkiye cezaevlerinde başlatılan açlık grevleri ve eylemsellikler önemli düzeye ulaşmıştır. Bu eylemsellik sürecinde yurtsever halkımızın ve özgürlük hareketi kadrolarının gösterdiği kararlılık ve tutarlı duruş takdire değerdir. Özellikle Strasburg açlık grevi eylemcileri öncülüğünde gelişen ve Avrupa’daki yurtsever halkımızın ilgi ve katılımıyla yükselen direniş düzeyi, Önder Apo’nun özgürlüğü ve Kürt sorunun çözümünün uluslararası gündeme taşırılması bakımından önemli sonuçlar açığa çıkarmıştır. Bunda açlık grevi eylemcilerinin 52 gün boyunca göstermiş olduğu kararlılık ve çabanın rolü etkili olmuştur. Avrupa’daki bu eylemsellik süreci bir kez daha göstermiştir ki, Önder Apo’yu esaret altında tutma temelinde Kürdistan’da yürütülen soykırım savaşına karşı Avrupa’daki Kürt toplumu etkili bir mücadele gücüdür. Kürdistan’da yürütülen insanlık dışı sömürgeci savaş sürdükçe Avrupa’daki Kürt halkının da sessiz kalmayacağı anlaşılmıştır. Özellikle Türk devletinin Kürdistan’da sürdürdüğü sömürgeci savaşı destekleyen Avrupa ülkelerinin ikiyüzlü politikalarına karşı Avrupa’daki Kürt kitlesinin ve dostlarının yürüttüğü bu mücadele, çok anlamlı ve değerli bir özgürlük-demokrasi mücadelesidir. Hareketimizin ve Avrupa’daki çeşitli kurumların yaptığı çağrılar temelinde cumartesi günü gerçekleştirdikleri basın toplantısıyla 52 günlük açlık grevini sona erdiren eylemcilerin Önderliğin istemine ve çağrımıza uymaları yerinde ve doğru bir tutum olmuştur.

AB KURUMLARI VERDİKLERİ SÖZLERE BAĞLI KALMALI Bundan sonraki süreçte Abdullah Öcalan’a Özgürlük İnisiyatifi ve Avrupa’daki yurtsever halkımızın değişik biçimde eylemlerini sürdüreceklerine inanıyor, bu temelde kendilerine üstün başarılar diliyoruz. Avrupa Birliği kurumlarının yaptığı çağrılarda verdiği söze bağlı kalmaları gerektiğini hatırlatıyor ve tüm demokratik güçleri Önderliğimize karşı 9 aya yakındır sürdürülen insanlık, hukuk ve ahlak dışı tecrit politikasına karşı tutum almaya çağırıyoruz.” ANF


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 10

Enternasyonalist devrimci Ernesto “Che” Guevara, Katledilmesinin 45. yılında saygıyla anıyoruz... Ernesto “Che” Guevara, kısaca Che Guevara ya da el Che, (14 Mayıs 1928 - 9 Ekim 1967), Arjantinli doktor, marksist politikacı ve dönemin Küba gerillaları ile Enternasyonalist gerillalarının lideri. Tıp eğitimi alırken Latin Amerika’yı baştan başa dolaştı ve bu sayede birçok insanın karşı karşıya kaldığı yoksulluğu doğrudan gözlemleyebildi. Bu deneyimler sonucunda bölgedeki ekonomik eşitsizliği ortadan kaldırmanın tek yolunun devrim olduğuna ikna olarak Marksizm’i incelemeye başladı ve Başkan Jacobo Arbenz Guzmán’ın önderliğinde Guatemala’nın sosyal devrimine katıldı.

Bir süre sonra 1959 yılında Küba’da yönetimi ele geçiren Fidel Castro’nun askerî nitelikli 26 Temmuz Hareketi’nin bir üyesi oldu. Yeni hükümette çeşitli önemli görevlerde bulunduktan, gerilla savaşı teorisi ve uygulamaları üzerine makaleler ve kitaplar yazdıktan sonra diğer ülkelerdeki devrimci hareketlere katılmak üzere 1965 yılında Küba’dan ayrıldı. İlk olarak Kongo-Kinşasa’ya (sonraları Kongo Demokratik Cumhuriyeti) daha sonra da CIA ve Amerikan Ordusu Özel Harekât Birlikleri’nin ortak operasyonu sonrası yakalanacağı Bolivya’ya gitti. Guevara 9 Ekim 1967’de Vallegrande yakınlarındaki La Higuera’da Bolivya Ordusu’nun elinde iken öldürüldü. Son saatlerinde yanında bulunanlar ve onu öldürenler, yargısız infaz edildiğine tanıklık etmişlerdir. Ölümünden sonra Guevara dünya üzerinde sosyalist devrimci hareketlerin sembolü haline gelmiştir. Guevara’nın Alberto Korda tarafından çekilen fotoğrafı “dünya üzerindeki en ünlü fotoğraf ve 20. yüzyılın sembolü” olarak nitelenmiştir.

VENEZUELLA’DA HALK KAZANDI Venezuella’da gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçiminde Chavez 4. kez başkan seçildi

CHAVEZ’İN İLK MESAJI Oyların yüzde 54’ünü alan Chavez zafer mesajını Twitter’dan verdi. Chavez 3.5 milyon takipçisine, “Teşekkürler, benim sevgili halkım” diyerek şükranlarını dile getirdi.

D

evrimin zaman kipi gelecektir, işaret edilen, beklenen, uğruna savaşılan ve hep ümit edilen bir gelecek. Alain Badiou onu bir olay olarak niteler ancak sıradan bir olay değildir vuku bulan, bir hakikatin inşası olarak bizim radikal biçimde çarptığımız, karar verilemezliğe bağlı, dönüştürme gücüne bağlı bir olay. Hakikat sürecinin başlaması için ortada yeni bir şey olması gereklidir ve bu türden bir yenilik bir tesadüfe bağlıdır, karar verilenin ötesinde, tekrarı kesintiye uğratarak oluşacak şeydir olay ve ancak tekrarı kesintiye uğratan bir olayın doğasında gerçekleşecektir hakikat. Devrim bu anlamıyla bir olay’dır, öznenin sadece sadakatle kendini ortaya çıkarabileceği bir olay, tıpkı bütün hayatı değiştiren aşk gibi, bütün hayatı değiştiren bir olay olarak devrim. Geçmişte gerçekleşen bile her şeye rağmen “isimsiz kalan bir vaadi ihtiva etmeyi” sürdürecektir, devrim bir vaaddir, “askıya alınmış bir isim” olarak farklı, kökten bir değişime işaret etmeyi hep sürdürür. Gelecekte gerçekleşecek olanın geçmiş zamanın kurbanlarıyla bağlantısını kuran Walter Benjamin içinse devrim, gelecekten ziyade geçmişin kurtarılmasıdır. Şimdi burada biraz duralım ve düşünelim, nedir geçmişin kurtarılması gerçekten? Gerçek bir materyalist tarihin her türlü gelişmeye ilerleme olarak bakmayacağını düşünür Benjamin, tarihin bütün zorbalıklarına bir gereklilik olarak bakan aklı reddeder, faşizmi bir barbarlık değil de basit bir biçimde tarihin zorunlu duraklarından biri olarak gören akıl yürütmeye isyan eder; ona göre tarih durmuş, haksızlıkların ortasında taşlaşmış, devinimsiz kalmış ve ancak devrimin hareket ettirici gücüyle yeniden başlayacaktır. Çünkü bir devrim gelecekten çok geçmişin kurtarılması projesidir, yığınlarca insanın haksızca öldüğü, işkenceden geçtiği, zulmün her biçiminin meşru araçlara döndüğü bir geçmişin kurbanları ile dayanışılmadığı sürece, onların intikamı alınmadığı sürece tarih hareket etmeyecektir. Onu yeniden devindirecek güç olarak, olay olarak devrim ise basit bir biçimde kronolojik dizine eklemlenmeyecektir. Devrimle bir büyük kırılma ve kopuş yaşanacak, “takvimler yırtılacak, saatler duracak” ve yeninin zamanı ancak geçmişin kefaretiyle mümkün olacaktır. Geçmişte yaşanılan haksızlıkların üstünü örten, onları toprağa gömen bir şey değildir devrim; devrim gelecekte gerçekleşen bir geçmişi kurtarma hamlesidir. Geçmişi kurtarmak ya da geçmişin intikamı olarak devrim düşüncesi bize tarihi yeniden hareket ettirecek olanın adalet ve vicdan olduğunu hatırlatır. Geçmişin kurbanlarının hiçbir zaman unutulmayacağını ve haksızlığın zaman aşımına uğramayacağını fısıldar, geleceği arzularken asla unutmayacağımız geçmiş, bizim etik bağlanma noktamız olarak önümüzde durur. Devrim sadece çocuklarımızın, onların çocuklarının geleceğini kurtarma düşüncesine bağlanamaz sadece, bu bir sonuçtur, çıkış noktası değil, bizim için geçmişin kurbanları, haksızca öldürülmüş olanlar, bir mücadele için hayatını verenlerdir çıkış noktası; temizlik geleceğin temizlenmesi değil geçmişin temizlenmesidir. Tarih şu anda yazarın dediği gibi hareketsiz bir biçimde, önüne yığılmış enkazlar zincirine bakarak, başı geçmişe yönelik bir durumda acı çekmiş bir biçimde taşlaşmıştır. Ayaklarına yığılmış olan molozlar onun hareket etmesini engellemekte ve geleceğe doğru hareketini yeniden sağlayacak fırtınayı bekleyerek durmaktadır. Fırtına estiğinde hareket başlayacak, yıkımlardan oluşan zincir kopacak ve tarih geçmişin özgürleşmesiyle yeniden yeniden uçacaktır.

Devletin “sönüp gitmesi” üzerine Engels’in sözleri oportünistlerce de çok sık aktarılır. Amaç Marksizm’in tahrifini Marksizm’e dayandırmaktır. Bu şekilde daha inandırıcı ve daha kabul edilebilir olmaktadır. Bu nedenle, bu konu özel önem taşımaktadır ve yine bu nedenle Engels’in bu konu ile birlikte devletin kapsamlı bir şekilde açıklamasını yapan sözlerini aktarmak için uzun bir parantez daha açmamız gerekecektir. “Proletarya, devlet erkini ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyetine dönüştürür. Fakat bununla proletarya olarak bizzat kendini ortadan kaldırır, bununla tüm sınıf farklılıklarını ve sınıf karşıtlıklarını ve böylece devlet olarak devleti de ortadan kaldırır. Sınıf karşıtlıkları içinde hareket eden şimdiye kadarki toplumun devlete ihtiyacı vardır, yani her defasındaki sömürücü sınıfın kendi dış üretim koşullarını sürdürmek, yani özellikle sömürülen sınıfı mevcut üretim tarzının verili baskı koşulları (kölelik, serflik veya bağımlılık, ücretli emek) içinde tutmak için kurduğu bir örgüte gereksinimi vardı. Devlet, tüm toplumun resmi temsilcisi, onun gözle görünür bir organ içinde toplanmasıydı, fakat sadece, kendi döneminde bizzat tüm toplumu temsil eden sınıfın devleti olduğu ölçüde böyleydi; ilk çağlarda köle sahibi yurttaşların, ortaçağda feodal soyluların, çağımızda burjuvazinin devleti. Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi haline gelerek, kendi kendisini gereksiz hale getirir. Baskı altında tutulacak hiç bir toplumsal sınıf kalmayınca, sınıf egemenliği ve - bugüne kadar ki üretim anarşisinde yatan -bireysel var olma mücadelesi ile birlikte, bundan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık özel bir baskı erkini, bir devleti gerekli kılan baskıaltında tutulacak hiç bir şey yoktur. Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak ortaya çıktığı ilk eylem,- üretim araçlarına toplum adına el konması aynı zamanda onun devlet olarak son bağımsız eylemidir. Toplumsal ilişkilere bir devlet erkinin müdahalesi,çeşitli alanlarda birbiri ardına gereksiz hale gelir ve sonra kendiliğinden sönüp gider. Kişiler üzerinde hükümet etmenin yerine şeylerin idaresi ve üretim süreçlerinin yönetimi geçer. Devlet ‘ortadan kaldırılmaz’, sönüp gider. ‘Özgür halk devleti’ safsatası, gerek ajitasyon açısından geçici haklılığı,gerekse nihai bilimsel yetersizliği itibarıyla bununla ölçülmelidir; Aynı şekilde, sözüm ona anarşistlerin, bu günden yarına devletin ortadan kaldırılması talebi de” bununla ölçülmelidir. Engels’in bu zengin değerlendirmesinden sadece, anarşist öğretisinin tersine, yani devletin “ortadan kaldırılması” öğretisinin tersine, Marks’a göredevletin “sönüp gideceği” düşüncesi, sadece bu düşünce, dün olduğu gibi, bu gün de, sosyalist geçinen düşüncelerin ortak malı olması çabaları devam etmektedir. Böyle bir yorumdan, Lenin’in ifadesiyle, geriye sadece sıçramaların ve fırtınaların olmadığı, devrimin olmadığı yavaş, tedrici bir değişim muğlâk düşüncesi kalır. Devletin “sönüp gitmesi”, devrimin örtbas edilmesi, hatta yadsınması anlamına gelir. Oysa Engels’ten aktardığım ve dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacak olan, Paris Komünü deneyiminin ifadesi olan bu değerlendirmenin en başında, Proletaryanın devlet erkini ele geçirdiği ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyetine dönüştürdüğü ve bununla, proletarya olarak bizzat kendini ortadan kaldırdığı ve bununla da, tüm sınıf farklılıklarını ve sınıf karşıtlıklarını ve böylece devlet olarak devleti de ortadan kaldırdığı, ortaya konulmaktadır. Bunun ne anlama geldiğini düşünmeden, bunu tamamen görmezden gelip, sadece “devletin sönümlenmesi “ üzerinde ve üstelik muğlâk bir biçimde takılı kalmak, tam da Lenin’in ifade ettiği gibi, devrimin yadsınmasına kadar götürür. Engels, proletaryanın, burjuvazinin baskı aracı olan devlet erkini ele geçirdikten sonra, devlet olarak devleti de ortadan kaldırdığını ortaya koyduğunu görür. Yani burjuvazinin devletinin proleter devrim yoluyla ortadan kaldırıldığından söz ettiğini görür. “sönüp gitme “ üzerine sözlerinin ise, sosyalist devrimden sonraki proleter devletin kalıntıları ile ilgili olduğu kolaylıkla anlaşılır. Demek ki, burjuva devlet değildir Engels’e göre sönüp giden, aksine proletarya tarafından devrimle ortadan kaldırılandır burjuva devlet. Sönüp giden ise, proleter devlettir. İkinci önemli noktaya geliyoruz; Engels’in, “özel bir baskıerki” olarak tanımladığı devletin yerine, yani milyonlarca emekçiyi ezmek için var olan bir avuç zenginin “özel baskı erki” nin yerine, burjuvaziyi ezmek için var olan proletaryanın “özel baskıerki” nin, yani proletarya diktatörlüğünün geçirilmesi gerektiği sonucuna varıyoruz ve toplum adına üretim araçlarına el konması eyleminin “devlet” olarak devletin ortadan kaldırılması olduğu sonucuna varıyoruz ve buradan da, burjuvazinin “özel baskı erki”nin yerine, proletaryanın “özel baskı erki”nin geçmesinin hiçbir koşulda “sönüp gitme “ yoluyla gerçekleşmeyeceği gerçekliğine varıyoruz. Engels, toplum adına, bizzat tüm toplumu temsil eden sınıf olan proletaryanın üretim araçlarına el koymasından sonraki, yani sosyalist devrimden sonraki dönemle ilgili olarak, Lenin’in ifadesiyle, çok açık ve kesin bir biçimde “sönüp gitmekten” ve hatta daha canlı ve renkli biçimde “ uykuya dalmak” tan söz ediyor. Lenin, bu dönemde,”devlet”in politik biçiminin en tam demokrasi olduğunu vurgulamakta ve Engels’in devletin “sönüp gitmesi”nden veya “uykuya dalması”ndan söz ederken, aynı zamanda demokrasinin de “sönüp gitmesi”nden veya “uykuya

dalması”ndan söz ettiğini de hatırlatmaktadır. Demokrasinin bir devlet durumu olması karakteri, bize demokrasi ile diktatörlüğün bir ve aynı kategoride olduğunu da düşünmemizi gerektirir. Bu, diktatörlükle demokrasi arasında bir nitelik farkı olmadığı, nicelik farkı olduğu anlamındadır. Son derece dikkatlice ve derinlemesine anlaşılması gereken, Marksizm’in kurucularının “devlet sönüp gider” tezinin bir başka açıdan önemi, bu tezin hem oportünistlere hem de anarşistlere karşı yöneltilmiş olmasındadır. Burada hatırlanması gereken, Alman sosyal-demokratlarının devlet ile ilgili oportünist önyargıları ve anarşistlere karşı mücadelelerindeki zayıflık olmasıdır. Alman sosyal-demokratlarının nezdinde Oportünistler ,”Özgür halk devleti” şiarını pek sevmişlerdi. Demokrasi kavramının küçük- burjuvaca tumturaklı bir biçimde yeniden yazılması dışında, bu şiarın herhangi bir politik içeriği olmadığını vurgulayan Lenin, Engels’in bu şiarın haklılığını, demokratik cumhuriyete legal bir imada bulunduğu ölçüde, ajitatif nedenlerden ötürü geçici olarak geçerli saymaya hazır olduğunu fakat bunun oportünist bir şiar olduğunu, yalnızca burjuva demokrasisini şirin göstermekle kalmadığını, genelde her türlü devletin sosyalist eleştirisinin tanınmamasını da ifade ettiğini belirtiyordu. “Biz-diyordu Lenin- kapitalizm koşulları altında proletarya için en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız. Ama en demokratik burjuva cumhuriyette bile, ücretli köleliğin halkın kaderi olduğunu unutmamalıyız.” Lenin, bunu Engels’in ve Marks’ın 19.YY’ın yetmişli yıllarında partili yoldaşlarına tekrar tekrar açıkladıklarını hatırlatarak devam eder ve her devletin, ezilen sınıfa karşı bir “özel baskı erki” olduğunu ve bu yüzden her devletin ne özgür olduğunun, ne de halk devleti olduğunun altını çizer. ZORA DAYALI DEVRİM Engels’in zor formülü “...fakat zorun tarihte başka bir rol (şeytani bir gücünkünden başka bir rol) oynadığı, devrimci bir rol oynadığı, Marks’ın sözleriyle, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesi olduğu, toplumsal hareketin kendisini kabul ettirmekte ve donuk, ölü politik biçimleri kırmakta kullandığı araç olduğundan -Bay Dühring’te hiç söz edilmiyor. Sadece oflayıp, puflayarak, sömürü ekonomisini devirmek için belki de zorun - ne yazık ki !- gerekli olabileceği ihtimalini kabul ediyor, çünkü her zor kullanımı, onu kullananı demoralize edermiş. Ve bu, her muzaffer devrimin sonucu olmuş olan yüksek ahlak ve atılım karşısında ileri sürülüyor! Ve bu, halka zorla kabul ettirilebilecek zorlu bir çatışmanın, hiç değilse Otuz Yıl Savaşları’nın aşağılayıcılığından ulusal bilincine işlemiş bulunan kölelik ruhunu silme üstünlüğüne sahip olduğu Almanya’da ileri sürülüyor ve bu bitkin, yavan, mecalsiz vaiz anlayışı, kendisini tarihin gördüğü en devrimci partiye ( Alman sosyal -demokrat parti) zorla kabul ettirme sevdasında.”… * Engelsin Sosyal-demokratlara sunduğu “zor”a dayalı devrimle, “devletin sönüp gitmesi” teorisi farklı süreçleri anlattıkları için birbirinin yerine geçemez. Ancak sık sık birbirine karıştırılıp bağdaştırıldığını biliyoruz. Burada öne çıkan, Lenin’in deyimiyle, diyalektiğin yerine, eklektizmin konmasıdır. Lenin, eklektizmin görünürde sürecin bütün yönlerini, gelişim eğilimlerini, çelişik etkilerini hesaba kattığını ama gerçekte ise, toplumsal gelişme sürecine ilişkin bütünlüklü ve devrimci bir anlayış sunmadığını belirtmektedir. Marksizmin kurucularının “zora dayalı devrim” in kaçınılmazlığı öğretisinin burjuva devletle ilgili olduğu açıktır. Burjuva devletin, yerini proleter devlete ( proletarya diktatörlüğü) “sönüp gitme “ yoluyla değil, genel kural olarak, ancak “zora dayalı devrim” le bırakabileceğini Engels’ten alıntıladığımız değerlendirmelerden anlamak zor değil. Ancak, dün olduğu gibi, bu gün de, tarihsel gelişmenin de ortaya koyduğu tüm nesnel açıklıklara rağmen, bu gerçeklik ısrarla görmezden geliniyor. “Engels’in ‘zora dayalı devrim’e yaptığı ve Marks’ın birçok açıklaması ile uyum içinde olan övgü -der Lenin, Felsefenin Sefaleti ile Komünist Manifestoyu ve Gotha Programının Eleştirisini hatırlatarak- bu övgü, kesinlikle bir “meftuniyet”, bir hitabet, bir polemik, bir taşkınlık değildir.” Lenin’in de işaret ettiği gibi, Marksizm’in kurucularının tüm öğretisinin temelinde, kitleleri “ zora dayalı devrim”e dair bu tür düşüncelerle sistemli olarak eğitmek zorunluluğu yatar. Burjuva devletin yerine proleter devleti geçirmek, “zora dayalı devrim” olmadan kesinlikle olanaksızdır. Proleter devletin ortadan kaldırılması ,yani her türlü devletin ortadan kaldırılması “ sönüp gitme” dışında başka bir yoldan imkansızdır. İşte öğretinin özü budur. Ve bu öz, Marks ve Engels’in, her devrimci durumu tek tek inceleyerek, her bir devrimin deneyimlerinin derslerini çözümleyerek ortaya koydukları görüşlerinin billurlaşmış özetini verir. Ancak şimdi bile bu öğretinin özüne oldukça uzak mesafeden bakılmakta ve bunun sonucu olarak da, tümüyle safsata olarak nitelenebilecek Hegelvari idealist hayaller yatmaktadır. Oportünistlerin ve Hegelvari düşler gören küçük-burjuva reformistlerin görmezden geldiği, ya da unuttuğu, proletaryanın devletinin, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya olması, yani proletarya diktatörlüğü olması şeklindeki tanımdır. Bu tanım, reformizmle kesinlikle bağdaşmayacağı için “demokrasinin barışçıl gelişimi”ne dair bildik oportünist önyargıları ve küçük-burjuva hayalleri tuzla buz eder.

Buna karşın, oportünistler, devrim ve demokrasi ile ilgili olarak emekçi kitlelere, küçük burjuva hayalleri pompalamaktan vazgeçmemişler ve bu gün bile devam eden ardılları ile Marksizm’in devlet öğretisini tahrif etmeyi sürdürmektedirler. Sözde sosyalistler, sosyalist dönüşümü,küçük-burjuva hayalci dünyalarında tasarlayarak, bunu, sömüren sınıfların egemenliğinin, şiddete dayalı devrimle yıkılması olarak değil de, Lenin’in eleştirel ifadesiyle, azınlığın, görevlerinin bilincine varmış çoğunluğa barışçıl biçimde boyun eğmesiolarak tasarlıyorlardı. Yani burjuvazinin her daim sevdiği, sınıflar üstü bir devlet kabulü ile sıkı sıkıya bağlı olan bu küçük-burjuva hayalci yaklaşım, küçük-burjuva sosyalistlerini, pratikte işçi sınıfının çıkarlarına ihanet etmeye götürmüştür. Buna en çarpıcı ve akıllarda kalan örnek, gerçekte küçük-burjuva demokratlarından olan, sözde sosyalist Louis Blanc ve taraftarlarıdır. Blanc, 1848 Şubat devriminden sonra, burjuva hükümete katıldığı gibi, ParisKomünü’nün ilan edildiği 1871 yılında da, Versailles’da, Komün’ün cellâdı olarak anılan Thiers Hükümetinde kalmış, Burjuvazi Komüncüleri ezerken, Blanc, burjuvazi ile proletarya arasında çıkar birliğini vaaz ederek ve elbette üzerinde sosyalist gömlek olduğu için, burjuvaziye hizmet ettiğini göremeyen Fransız halkının, Komünarların ezilmesinde tarafsız kalmasını sağlayarak burjuvaziye yardım etmiştir. SINIF MÜCADELESİ ÖĞRETİSİ AÇISINDAN DEVLET Marks, sınıf mücadelesi öğretisini, politik iktidar öğretisine, devlet öğretisine kadar geliştirerek, bu küçük-burjuva hayalci sosyalizme karşı mücadelede, bilinçli işçilere ve elbette komünistlere son derece tutarlı bir teorik mücadele kanalı açmıştır. Bilinçli işçiler ve komünistler, bu kanaldan geçerek, Marks’ın devlet ve sosyalist devrim sorununa uyguladığı sınıf mücadelesi öğretisinin, zorunlu olarak, proletaryanın politik egemenliğinin, onun diktatörlüğünün, yani hiç kimse ile paylaşılmayan ve doğrudan doğruya kitlelerin silahlı zoruna dayanan bir iktidarın tanınmasına varır. Proletarya, devlet erkine, merkezileşmiş bir iktidar örgütüne, bir zor örgütüne, gerek sömürücülerin direnişini bastırmak için, gerekse sosyalist ekonomiyi işler hale getirmek üzere, nüfusun muazzam kitlesini, köylülüğü, küçük burjuvaziyi, yarı proleterleri yönetmek için gereksinim duyar. Devlet öğretisi,yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya öğretisi, Marks’ın tarihte proletaryanın devrimci rolüne dair tüm öğretisiyle kopmaz biçimde bağlı olan bu teori, proletaryanın devrimci rolünün taçlandırılmasını proletarya diktatörlüğünün, proletaryanın politik egemenliğinin oluşturduğunu net olarak gösteren bir öğretidir. Bu öğreti,aynı zamanda, burjuvazinin kendisi için yarattığı devlet mekanizmasını önceden yok etmeden, parçalamadan proletaryanın egemenlik aracı olan örgütün,yani proletarya diktatörlüğünün yaratılmasının mümkün olmadığını da net bir biçimde göstermektedir. Diğer yandan, hatırlanması gerekir ki, Marks’ın öğretisi çoğu kez ve daha çok Marksizm’i tahrif etmek için sınıf mücadelesine indirgenir. Oysa Marks’ın kendi ifadesiyle ve Lenin’in aktarımı ile sınıf mücadelesi öğretisi Marks’tan çok önce ve burjuvazi tarafından yaratılmıştır. Yalnızca sınıf mücadelesini kabul eden biri, henüz burjuva düşüncesinin ve politikasının sınırları içinden çıkamamış demektir. Böyle biri, Marksist değildir. Marksizm’i sınıf mücadelesi öğretisine indirgemek, Marksizmi budamak, onu tahrif etmek, burjuvazi için kabul edilebilir sınıra indirmek demektir. Sadece, sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne kadar genişleten kişi Marksist’tir. Marksizm’i gerçekten anlamış ve kabul etmiş olmanın denek taşı budur. Avrupa tarihine bakıldığında, tüm reformistler ve oportünistler yanında, Kautskycilerin de proletarya diktatörlüğünü reddeden zavallı dar kafalılar ve küçük-burjuva demokratları oldukları gözden kaçmaz. Burjuva devletlerin biçimleri son derece çeşitlidir ama özleri birdir. Tüm bu devletler, şu ya da bu tarzda, fakat son tahlilde mutlaka burjuvazinin bir diktatörlüğüdür. Kapitalizmden komünizme geçiş de muazzam bir politik biçimler bolluk ve çeşitliliğini gösterecektir, fakat özü mutlaka aynı kalacaktır; Proletarya diktatörlüğü ! Marks’ın Paris Komünü’nden kısa bir süre önce, 1870’in son aylarında, Parisli işçileri uyararak, hükümeti devirme girişiminin umutsuz bir budalalık olacağını ifade ettiği bilinir. Lenin, “Ve bu söylediği, Komün’ün sonucu itibarıyla kanıtlanmıştır. Ancak 1871 Mart’ında işçilere savaştan başka bir seçenek bırakılmadığında, işçiler burjuvazinin savaş dayatmasını kabul edip, ayaklanma bir olgu haline geldiğinde, uğursuz işaretlere rağmen Marks… Kasım 1905’de işçi ve köylüleri mücadeleye teşvik ruhuyla yazan ve Aralık 1905’ten sonra liberal örneğe uygun olarak, “silaha sarılmamak gerekirdi” diye yaygara koparan Marksizm’in Rus döneği Plehanov gibi yapmadı ve proleter devrimi, en büyük coşkuyla selamladı” derken, son derece somut ve önemli bir gerçekliğe dikkat çekiyordu. Buna karşın Marks, kendi ifadesiyle “gökyüzünü fethetmeye “ kalkan Komünarların kahramanlığına hayran olmakla yetinmedi, aynı zamanda ayaklanma hedefine ulaşmamış olmasına rağmen, devrimci kitle hareketinde muazzam önemde bir tarihsel girişim, proleter dünya devriminde ileriye doğru belli bir adım olarak gördü. Ve bu girişimi tahlil etmeyi bir görev olarak önüne koydu.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

EN ZORLANDIĞI SEÇİM OLDU Chavez, Capriles’e karşı aldığı en son seçim zaferinde bugüne kadar girdiği devlet başkanlığı seçimlerinde elde ettiği en düşük oyla karşılaştı. Venezuella’nın lideri, göreve geldiği 1998 yılında yüzde 56, ikinci kez seçildiği 2004’te yüzde 59, 2006’daki erken seçim-

lerde yüzde 63 oy almıştı. Chavez, dün yapılan seçimde ise oyların yüzde 54.42’sini alırken, rakibi Capriles yüzde 44.97’te kaldı. Seçimde, 19 milyondan seçmenden yüzde 81’inin oy kullandığı ifade edildi. Chavez, ilk seçim mağlubiyetini, 2007’de devlet başkanlığı yarışına süresiz aday olabilmek için gittiği referandumda almıştı. Kaybettiği referanduma rağmen geri adım atmayan Chavez, 2009’da yine aynı maddenin oylandığı referandumda yüzde 56 oy alarak istediği kadar devlet aşkanlığı seçimine katılma hakkı kazandı. Capriles’in destekçileri seçimlerin öncesinde yayılan spekülasyonların etkisinde kalarak gözyaşlarına boğuldu. Venezuella İçişleri Bakanı Tarık el Asimi, henüz hiçbir resmi açıklama yapılmadığı dakikalarda Twitter’dan attığı mesajda, “Mükemmel zafer! Anavatan kazandı” ifadesini kullandı. Venezuella’da Chavez’in göreve gelmesinden bu yana yapılan en kritik seçimlerden birinde, 58 yaşındaki liderin Capriles ile başa baş bir yarış geçireceği öne sürülmüştü. Oy sayımının yapılmaya başlandığı birçok seçim noktasındaki sonuçlarda iki adayın başa baş olduğu belirtilmişti. Güney Amerika’nın en büyük petrol ihracatçısı olan Venezuella’nın lideri Chavez, altı yıl daha devlet başkanlığı yapacak. Chavez, oylamanın ardından seçim merkezinden yaptığı açıklamada, “Herkesten sakin ve sabırlı olmalarını istiyorum... Kimse tahriklere gelmemeli, şiddete başvurmamalı. Sonuçları beklemeliyiz” demişti.

DEVRİM ve GEÇMİŞİN İNTİKAMI

DEVLETİN SÖNÜMLENMESİ İLKESİ

SAYFA 05

Devlet Başkanı Hugo Chavez’in 14 yıldır lideri olduğu Venezuella’da dün gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçiminde sonuçlar belli oldu. Chavez taraftarlarının, ön sonuçların açıklanmasını beklemeden sokaklara döküldüğü seçimde, Chavez oyların yüzde 54’ünü topladı. Chavez, 1998’den bu yana katıldığı devlet başkanlığı seçimlerindeki en düşük oyu aldı. Chavez, 14 yıllık iktidarına karşı en başarılı seçim kampanyalarından birini yürüten 40 yaşındaki Vali Henrique Capriles karşısında verdiği en kritik seçimde galip gelmeyi başardı. Seçim kurumu, Chavez’in oyların yüzde 54’ünü aldığını açıklarken, Capriles yüzde 45 oyda kaldı. Capriles, sonuçların açıklanmasının ardından Chavez’i tebrik etti. Dün akşam yerel saatle 18.00’da (TSİ 00.30) oy verme işleminin sona ermesinin ardından, Chavez taraftarları daha ilk sonuçlar belli olmadan kutlamalara başladı. Chavez’in yardımcıları, devlet başkanının seçim galibiyetini sonuçlar henüz açıklanmadan Twitter’da attıkları mesajlarda kutlarken, çok sayıda destekçisi başkent Caracas başta olmak üzere birçok kentte sokaklara inerek havai fişek fırlattı ve sevinç gösterilerinde bulundu. Sonuçların açıklanmasından önce yaşanan gelişmeler üzerine, Venezuella’nın merkezindeki Miranda eyaletinin valisi Capriles’in seçim merkezindeki destekçilerinin ise gözyaşlarına boğulduğu ifade edildi.

Devrim

Sayfa 7


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 8

SAYFA 08

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

TDKP-THKO Röportajı -2

Türkiye Devrimci Hareketine bakış açınız nedir?

19. yüzyılın başlarında başlayan Osmanlı modernleşmesi, 1908-09 burjuva devrimiyle siyasal bir biçim almıştır. Modernleşmenin ulus devlet egemenlik biçimine geçişinin kurucusu 1908-09 devrimidir. 1923 Cumhuriyeti’nin ilanı, yalnız burjuva siyasal mücadelesinin birikimine verilen bir addır. Modernleşme hareketinin kurucu bürokrasisi, Osmanlının özel harp subayları cumhuriyetin kurucu kadrolarına dönüşmüştür. Yukarıdan aşağıya doğru kurulan bu modernleşme hareketi modern sınıf hareketleriyle gelişmediğinden, toplumsal taban bulmada her zaman sorun yaşamıştır. Abdülhamit’ten bu yana toplumsal taban bulmanın söylemi İslam’dır. Siyasetin toplumsal olarak örgütlenmesi dinsel cemaatlerdir. Daha sonra İttihat ve Terakki ile gelen “vatan” kavramı, ulusal bilincin oluşumuyla birlikte bir ulusal kimlik arayışına dönüşmüştür. İttihat ve Terakki’nin bu arayışının ürünü Türklük ve Turancılıktır. İttihatçılık ya da Bonapartist devlet bu birikim üzerine oturur. Cumhuriyet iktidarının politik olarak toplumsal destek söylemi, ulus devletin kimliğini toplumsal olarak Türkleştirmektir. Cumhuriyet artık tarihsel misyonunu tamamlıyor, cumhuriyetin iki işlevi vardı. Birincisi, emperyalist güç ilişkileri ile işbirliği içinde yukarıdan aşağıya ekonomik, toplumsal ve siyasal modernleşme sürecini tamamlamak; ikincisi, ulus devleti toplumsal olarak Türkleştirmek. Bu bağlamda, modernleşmeye ve ulus devletin Türkleşmesine direnen politik güçleri sopası altında işbirliği içinde tutan Kemalist cumhuriyet öteki toplumsal dinamiklerle devlet iktidarını paylaşmadı. Toplumsal tarih bağlamında, bu topraklarda iki temel politik kurum vardır: Ordu ve cemaatler. Ordu eski düzenin, cemaatler yeni düzenin temsilcileridirler. Eski düzende cemaatler feodaliteyi temsil ederken, yeni düzende cemaatler burjuvalaşmış aristokrasiyi yada yeniburjuva elitleri temsil-etmektedir. Küresel egemenliğin yeniden kuruluşu sürecinde ulus devletlerdeki çözülme, yeni güç odaklarını devlet iktidarına ortak etti. Küresel sermaye ile organik ilişki içerisinde bulunan cemaatler, küresel egemenlik adına Kemalist cumhuriyetin iktidarına artık ortaktır. Generallerin cumhuriyeti Fransız devrimine benzer: Burjuvazi feodalitenin iktidarını yıkmıştır, cemaatlerin cumhuriyeti ise İngiliz devrimine benzer: Burjuvazi ve aristokrasinin çatışkılı işbirliği. AKP’nin Meclisi kurucu bir meclistir. Kemalist cumhuriyette yeri olmayan muhafazakârlar ve Kürtler yeni düzenin kurucu meclisinde muhafazakâr demokrat ve demokratik cumhuriyetçiler olarak yerlerini almış bulunuyorlar. Yeni düzen’in kuruluşu, küresel güç ilişkilerine bağlı olarak iki temel adımın atılmasına bağlıdır. Birincisi, sivil anayasanın meclis ve halk tarafından referandum aracılığıyla onanması, ikincisi, PKK’nin, politik bir ihtiyaç olmaktan çıkma koşuluna bağlı olarak, silahları koşulsuz bırakması. Süreç başlamıştır. Yeni düzenin kuruluş sürecinde sol nasıl konumlandı ve konumlanacak? Burada öne çıkan en önemli siyasal aktör BDP’dir. BDP Kürt hareketinin ürünü olarak yeni düzenin önemli kurucu güçlerinden biridir, Kürt sosyal demokrat hareketinin kuruluşudur. AKP, İslamın protestanlaşmasını ifade ediyor. Pre-kapitalist toplumsal ilişkileri temsil eden cemaatlerden gelerek kapitalistleşen, şehirleşen, küresel güç ilişkilerinin organik parçasına dönüşerek küreselleşen, burjuvalaşmış aristokrasinin muhafazakâr demokrat cemaatlerini temsil ediyor. AKP, Kemalist cumhuriyete muhalif bir iktidardır ve bundan kazanmaktadır. CHP ise Bonapartist bir devlet partisidir. CHP siyasal tarihine baktığımızda, toplumsal tabanı olmayan bir kurucu siyasal bürokrasi hareketi olduğunu görürüz. Türk Burjuvazisinin vazgeçilmez tarihsel ‘itibarını’ temsil etmektedir. Ayakta kalmasının nedeni budur. CHP, ’46 seçimleriyle birlikte misyonunu tamamlamış bir partidir. ’60 darbesi sonucunda CHP’nin önü yeniden açılmış, ve yükselen solu devlet merkezli hale getirmek ve stabilize etmek adına siyasi kimlik arayışına girmiştir. ’70’lere doğru, bu arayış demokratik sol, ortanın solu adıyla kendine bir yer aramış ve bulmuştur. Bu alanın toplumsal desteği, dünyada ve Türkiye’de ciddi etkileri olan ’68 hareketinin sol rüzgârıdır. Devrim-

ci hareket, Türkiye’de sosyal demokrasinin ciddi toplumsal-siyasal desteğini yarattı. CHP’nin sosyal demokratlaşması, sınıf tabanı olan ücretli emeğin sınıf siyasetini yakalamasıyla mümkündü. Bu yakalama, Marksist hareketten çıkacak sınıf endeksli siyasetle buluşmasına bağlıydı. Devrimci hareketin toplumsal tabanı, seçimlerde her zaman CHP’ye oy verdi. Fakat bu toplumsal destek siyasal kurumlaşmaya dönüşmedi. O günün TKP’sinin UDC’si (Ulusal Demokratik Cephe) tutmadı. 12 Eylül, Kemalist cumhuriyetin sosyal demokrat ayağının oluşumunun önünü kesmiştir. Yeni düzenin kuruluşu, bu tarihsel buluşmanın önünü açmaktadır. Kavramlar, evrensel oldukları kadar, ülkelerin sınıf mücadelesine göre de özgünlük kazanırlar. Bizim ülkemizde “sol” kavramı, bu buluşmanın “harç”ıdır. Ne yazık ki, devrimci hareket adına bu sürece katılanlar, sosyal demokrat bir hareketin oluşumuna katkı sunduklarını yakında anlayacaklar. Dünün TKP’si bugünün ÖDP’si ve EMEP’i dünün UDC’si bugünün “sosyal demokrat sol”udur. Yarınları sosyal demokrasinin “sol” rüzgârı bekliyor. Komünistlerin tarihsel çıkışlarında “sol” kavramının yeri yoktur. “Sol” kavramı, bir sapma ya da radikalizm bağlamında kullanılmıştır. Komünistler, “sol” kavramını siyasal demokrasicilik bağlamında tutmaya başladıklarında deformasyon zeminine kaymışlardır. 12 Eylül darbesi ve Sovyetler’in çözülerek çökmesi sonucu, komünistler yapısal tıkanıklık içerisine girdi ve kendisini reforme edemedi; politik dilde kriz içine girerek ortodoksluktan çıkıp muhafazakârlaştı. Bugün kendilerine “ortodoks” diyenlerin çoğu, aslında solun muhafazakârlarıdır. Sol muhafazakârlar, ideolojik bağlamda değil, parti-devlet özdeşliğine oturtulmuş iktidar paradigmasının savunucularıdırlar. Devleti kurucu güç olarak gören siyasetin bir ayağı sosyal demokrasidir. Bu boşluk, devletin demokratikleştirilmesini hedefleyen, devrimci hareketin içinden gelen kadrolar ile doldurulacaktır. Devleti kurucu güç olarak gören diğer ayak ise muhafazakâr sosyalistler olacaktır. Bu kesim ise, siyasal bağımsızlık siyasetiyle ulus devleti savunarak sosyal şovenizmin kurucuları olacaktır. Komplolarla sürdürülen bir kavganın içinden geçiyoruz. Komplolar savaşına her gün tanık oluyoruz ve istihbarat savaşlarını izliyoruz. Siyasal bir değerin toplumsal bir değere dönüşmesi, değeri elde edecek olan mücadelenin içerik ve biçimine bağlıdır. Egemenler arası güç savaşını, sermaye ile mülksüzler sınıfının arasındaki savaşa-dönüştürebilir-miyiz? Ne Generallerin Kemalist cumhuriyeti ne de küresel odakların desteğini almış AKP’nin yeni düzeni. Yaşasın-sosyalist-cumhuriyet-demek-gerekli-ve mümkündür. “Güç” kavramı üzerine biraz düşünmemiz gerekiyor. Bu düşünmeyi iki temel alan üzerinde yoğunlaştırabiliriz. Birincisi, siyasi bir ağırlığın oluşması için toplumsal desteğin varlığı, bu toplumsal destek politik bir gücün göstergesidir. Bu bağlamda baktığımızda, devrimcilerin bu “güç”e sahip olduğu söylenemez. Bugün için devrimciler, toplumsal desteğe sahip politik bir ağırlık değildir. İkincisi ise, toplumsal bir desteği oluşturma bağlamında politik bir ağırlık olma konumudur. Bu konum, etkili bir politik söylemi gerektirir. Etkili bir politik söylem, ancak toplumsal destek yaratarak güce dönüşebilir. Toplumsal desteğiniz olmamasına karşın toplumsal desteği oluşturabilecek bir politik söyleminiz yok ise, bu düşündürücü, vahim bir durumdur. Devrimciler bunun üzerine düşünebilmelidirler. Hareket, kendi kimliğine ters bir söylemin eylemi altına girdiğinde kendine yabancılaşır. Bu süreç içinde Marksistlerin söylemi yoktur ve Marksistlik adına sol’un kullandığı söylemler, Marksizmi kendine yabancılaştırmaktadır. Türkiye solu, Marksizme yabancılaşmıştır. Marksist solun toplumsal güce sahip olamamasının en önemli nedeni, söylem dilini yitirmiş olması, yeni bir dil oluşturmada tıkanmasıdır. Bunun en önemli nedenlerinden biri geleneksel politik kültürdür. Ülkemizde, politik bir ağırlık olma anlayışı niceliksel güçle orantılıdır. Kim kitlesel olarak kalabalık ise güç ondadır. Pratik politikacılık, bize her zaman kaybettirmiştir. Pratiğimizin aklı her zaman konjonktüreldir. Politiklik, söylemin toplumsal bir değer olarak kalıcılaştırılmasıdır. Ülkemizin tarihinde, solun toplumsal bir değer olarak kalıcılaştırdığı politik bir söylem yoktur. Direndik, dövüştük, bedel ödedik! Fakat toplumsal, politik bir değer üretemedik. Kendi tikel tarihlerimizi ürettik; fakat toplumsal

olarak solun kazandırdığı politik bir tarih üretemedik. Onurumuz olan tarihimiz adına, kendi üzerimize düşünmek artık zorunludur. İçinden geçtiğimiz politik süreci kuran, örgütleyen ve yöneten söylem iki ana kategoride toplanabilir. Birincisi, laik-anti-laik söylemidir. İkincisi, darbeye karşı burjuva demokrasisidir. Her iki durumu soyutlayıp tekleştirdiğimizde, liberal bağlamda karşımıza çıkan, devlet ve sivil toplum ikiliğidir. Bu bağlamda, gerek “laik–anti-laik” gerekse “darbeye karşı demokrasi” söyleminin her ikisinde de “sol” değerler bulunmaktadır. Ve bu sol değerler, karşı kamplarda konumlanmışlardır. Solu ayrıştıran ve saflaştıran durum buradan kaynaklanmaktadır. Bu değerler Marksist değerler değil, burjuva özlü “sol” değerlerdir. Siyasal tarihimiz boyunca varlıkları pek hissedilmeyen liberalleri bugün konuşturan nesnel durum budur. Liberallerin Marksist sola eleştirisi, bir ittifak çağrısıdır. Bu ittifak çağrısının AKP’nin desteklenmesi olarak okunması yanlış bir okumadır. Tam tersine, Marksistler ile yapılacak bu ittifak üzerinden liberaller, AKP’den kopmayı istemektedirler. Burjuva özlü sol değerler altındaki bu ittifak çağrısı, Marksist solu bölmektedir. Marksistler, bu durum karşısında politik taktik bağlamında teorik açıdan donanımlıdırlar; fakat politik pratik açısından böylesi bir postmodern durumla ilk defa karşılaşmaktadırlar. Geleneksel düşünme biçimini bozan bir durum karşısında bir şaşkınlık yaşanmaktadır. Taktik ve strateji gereği, “reform ve devrim”, “asgari program ve azami program”, “amaç ve araç” ikilikleri üzerinden, sorun teorik olarak çözülebilir. Fakat sorunu kilitleyen başka bir boyut vardır. Sol, burjuva özlü sorunlar karşısında ittifak çağrısı yapacak önderliğin merkezinin her zaman kendileri olduğunu düşünmüşlerdir. Liberallerin ittifak çağrısı beklenmedik bir durumdur. Solu kilitleyen ve bölen başka bir boyut, solu kuran anti-emperyalizm ve anti-faşizm söylemleridir. Bu iki söylem, politik olarak bölünmüştür. Anti-emperyalizmi öne çıkaranlar, laik-anti-laik söyleminin altında saf tutmuşlar ve “ulusalcı” olarak konumlanmışlardır. AKP karşısında, gericiliğe karşı aydınlanma, emperyalizm ile işbirliği karşısında anti-emperyalist siyasal bağımsızlık söylemi altında konumlanmışlardır. Anti-faşizmi öne çıkaranlar, darbeye ve faşist devlet biçimine karşı siyasal demokrasi, devletin demokratikleştirilmesi söyleminin altında konumlanmışlardır. Solu kuran her iki değer, politik olarak farklı saflardadır. Solu bölen ikinci nesnel durum budur. Bu siyasal diziliş, ittifakı zorunlu kılmaktadır. Düne kadar faşizme karşı demokrasi mücadelesini stratejik bir hat olarak kuranlar için, bu süreç fırsattan çok panik havası yaratmıştır. Oysa gerçekçi bir liberal sosyal demokrat hareket yaratmanın tam zamanıdır. Herkes politik kimliğinde netleşmelidir. Söylediklerimiz, anti-emperyalist cephe içinde geçerlidir. “Ulus devlet”e tutunan, Baasçı, Bonapartist-İttihatçı bir siyasal oluşumda netleşmelidirler. Bu dizilişlerin söylemi içinden, Marksizm adına üçüncü bir yol çıkmaz. Marksizm adına hareket eden solun kendi öz gücüyle pratik sergilemesini sağlamak üçüncü yol değildir. Burjuvazinin iç savaşında ortaya çıkan çatlaktan yararlanma adına Ergenekon’a karşı siyasal demokrasiyi radikal olarak savunmak üçüncü yol değildir. Bu mantıkla Marksizm adına üçüncü yol olunmaz; olsa olsa, darbeye karşı demokrasi safının sol radikal kanadı olunur.

Devlet ve Devrim sorununa nasıl bakıyorsunuz? Ayaklanma ve silahlı mücadele ile ilgili yaklaşımınız nedir?

Devlet bütün zamanlar için bir zor aygıtıdır, sadece kapitalist zamanlarda değil prekapitalist dönemlerde de zora dayalı bir örgütlenme biçimidir ve tek bir forma sahip değildir. Yaygın olarak kabul gören ve burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasından sonra var ettiği düşünülen modern devlet nosyonu aslında dünya genelinde sadece sınırlı bir coğrafyada (Kıta Avrupa’sı) vuku bulmuş ve burjuvazinin egemenliğindeki devlet mefhumu da buradan üretilmiştir. Oysa Doğu’ya baktığınızda manzaranın tamamıyla değiştiğine tanık olursunuz, bir form olarak devlet buralarda burjuvaziyi de kendi yaratmaktadır yani devletin nedeni değil sonucudur burjuvazi. Ancak formu ne olursa olsun hangi döneme ait olursa olsun devlet baş edilmesi/altedilmesi gere

Sayfa 9

Yeni Teoriler Ancak Yeni Eylemlerden ve Yaratıcı Mücadele Biçimlerinden Çıkacak ken esaslı bir tarihsel zor aygıtıdır ve devrimci perspektif açısından sadece kapitalist değil sosyalist bir devletin de bir problem olduğu/olacağı unutulmamalıdır. Zor, Engels’in belirttiği gibi tarihsel dönüşümün dinamiğidir ve esaslı bir dönüşüm için yola çıkanlar bu dönüşümün kendiliğinden olmayacağını bilecek kadar tarih bilgisine sahiptir, biz de bu bilgiye sahibiz. Tarihi değişime zorlamak değişimin tözüne, doğasına içkin bir yasallığa uyum sağlamaktır sadece, çizgisel olanı, kronolojik bir akışı kesintiye uğratmak edimi olarak devrimin “çağrılmadan”, “zor kullanmadan” gelmeyeceğinin bilgisine fazlasıyla sahibiz. Şili’deki istisnai örnek bile –Allende’nin büyük bir kabulle iktidara geldiği durumu hatırlayın- sadece iktidarı almanın değil onu muhafaza etmenin de zoru gerektirdiğini gösterecek niteliktedir. Ya da daha yakın tarihte Venezualla örneğini düşündüğümüzde kendi ordusuna güvenmeyerek halktan milisler oluşturan Chavez’ in durumu da bir kez daha öğretmiştir ki, halk düşmanları tarafından kuşatılmış bir dünyada zora dayalı devrim tek seçeneğimizdir. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Buharlı makinenin icadı ile başlayan ve büyük fabrika sistemine evrilen kapitalist toplumsal yaşamın başlamasıyla birlikte, kırsal kesimden kentlere göçen köylüler günde 15-18 saat çalıştıkları devasa fabrikaların çevresinde kurulan harap mahallelerde yaşıyor ve büyük bir devrimci potansiyel taşıyorlardı. İşçi sınıfı, kentlerin çevresindeki yerleşim yeri, aile hayatı, kültürü ve eğlenme biçimiyle, bütün diğer sınıflardan keskin hatlarla ayrılmıştı. Emile Zola’nın Germinale’de anlattığı bu işçi sınıfı dünyası, ana hatlarını Soğuk Savaş’ın başlangıcına kadar korudu. Dünyanın iki kampa bölünmesiyle birlikte gelişmiş kapitalist ülkeler, başlarının üzerinde dolaşan komünizm hayaletini kovmak için “sosyal refah devleti” uygulamalarına hız verdiler ve iktidara yönelen sert işçi sınıfı hareketlerini yatıştırmayı başardılar. Ancak muhalif işçi hareketlerinin, komünist partilerin ve devrimci akımların varlığı, gene de siyasal yönelimli işçi hareketlerinin suyun yüzeyinde ve hareket halinde kalmasını sağlıyordu. Fakat Duvar’ın yıkılması, komünist sistemlerin çökmesi ya da dönüşmesi, küreselleşme ve esnek üretim uygulamaları; bütün bunlar, iletişim ve üretim teknolojilerinde meydana gelen devrim niteliğinde gelişmelerle birleşince, suyun akışını değiştirebilecek ya da etkileyebilecek güçte işçi sınıfı hareketleri dünya çapında gerilemeye ve kısmi, çoğu kez apolitik hak arama faaliyetlerine dönüşmeye başladı. Sınıf hareketinin ekonomik hak arama mücadelesinden ibaret olduğu başlangıç evrelerine dönülmüş gibiydi. Geçmişin Putilov fabrikası ile günümüzün üretim birimlerini kıyaslamak, gönderme ve alıntı yaptığımız büyük ustaların “işçi sınıfı” derken kastettikleri toplumsal oluşumla, günümüzün işçileri arasındaki farkı ortaya koyar. Putilov fabrikası, 1789’da St. Petersburg’da kuruldu. Demir yolu araçları ve Çar’ın ordusuna top mermisi üretiyordu. 1900 yılında sayıları 12400 olan işçiler fabrika yakınlarındaki barakalarda aileleriyle birlikte yaşıyor, hiçbir sosyal hakka sahip olmadan günde 1012 saat askeri bir disiplinle çalışıyorlardı. Dışarıdan gelen devrimci ajitatörlerin konuşmaları ve yüksek sesle okudukları devrimci yayın organları, o işçilerin dış dünyayla temas kurmalarını sağlayan tek kanaldı. Polis baskısı ve denetimi bir yana, Ortodoks kilisesinin itaat vaaz eden dini ajitasyonu dışında sınıfa karşı sınıf bilincini saptıran hiçbir dışsal uyaran yoktu. Putilov işçileri 1917 Şubat devriminin gerçekleşmesinde önemli rol oynadılar ve Ekim devriminden sonra fabrikanın adı Kızıl Putilov Fabrikası olarak değiştirildi. Petersburg İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği adlı örgütte faaliyet gösterirken Lenin’in; Batum’daki Rothschild rafinerisinin antreposunda işçi olarak çalışırken Stalin’in; ve Güney Rusya Çalışanlar Birliği’nde devrimci propaganda yaparken Troçki’nin içine girip kendi gözleriyle gördükleri, yazılarında ve kitaplarında sözünü ettikleri işçi sınıfı böyle bir şeydi. Her üçü de Engels’in İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu (1845) adlı kitabını okumuştu. Okuduklarıyla gördükleri ve yaşadıkları arasında hiçbir çelişki yoktu. Oysa bugün bizim okuduğumuz Marksist klasiklerin anlattığı proletarya ile dünyanın çeşitli ülkelerinde kafa ve/ya da kol emeğiyle geçinen bütün çalışan kesimler arasında muazzam bir fark var. Her şeyden önce bugünün kapitalizminde Putilov fabrikası gibi oluşumlar yok. Bunun bazı istisnaları elbette olabilir. Mesela Çin’de Halk Ordusu askerlerinin kapısında nöbet

tuttukları ve işçilerin Amerika’daki yoldaşlarına kıyasla çok düşük ücretle, daha uzun saatlerle çalıştıkları, Boeing uçaklarının kuyruk aksamını üreten Hongyuan Dökümhanesi, pek çok farklı yanı olmasına rağmen Putilov fabrikasını andırabilir. Ancak bu tip üretim birimleri de dönüşüm geçirmektedir. Soğuk Savaş sonrası dönemde sermaye, teknolojinin desteğiyle küresel çapta yayıldı, az sayıda ve kolayca değiştirilebilir işçinin çalıştığı küçük ölçekli milyonlarca üretim birimi kuruldu. Çok sayıda işçinin çalıştığı, nihai çıktıyı tek bir bantta imal eden büyük üretim birimleri hızla tasfiye edildi. Sendikaların ve işçi örgütlerinin küresel çapta zayıflamasına yol açan bu gelişmenin iki sonucu oldu: birincisi, Engels’in 1857 yılında Çartist hareketi eleştirirken kullandığı “işçi aristokrasisi” ve Marks’ın da “İngiliz işçilerinin belirgin burjuva hastalığı” dediği olgunun özellikle küresel-kuzeyde, hatta az gelişmiş kimi ülkelerde bile görülmemiş bir artış göstermesi; ikincisi ise, daha öncekilerle (I., II. ve III. Enternasyonaller) kıyaslanabilecek bir uluslararası işçi hareketi örgütü için zorunlu olan maddi temellerin ortadan kalkması. İşçi sınıfının çeşitli kesimlerinde ve dönemsel olarak kendini gösteren “siyasal bilinç” gerileyerek günümüzde “ekonomik bilinç” mertebesine inmiştir. Aslında proletaryanın enternasyonal örgütlenmesi, Komintern’in (III. Enternasyonal) 1943’te Stalin’in emriyle kapatılmasından sonra fiilen canlandırılamadı ve bu yönde yapılan çeşitli girişimler kendi içlerinde bölünerek, bölgesel düzeyde işçi hareketlerinin ve devrimci akımların sadece karşılıklı işbirliği ve dayanışmasına indirgendi (Latin Amerika’da “kıtasal devrim” ya da daha esnek haliyle “Ortadoğu devrimci çemberi” vb. gibi). Bugünün dünyasında Enternasyonal olma iddiasını taşıyan pek çok örgütün varlığı inkâr edilemez, ancak günümüzde adına layık, gerçek bir Dünya Partisi yoktur. Var olanların faaliyetlerini de fikir alışverişi, ideolojik eğitim, gençlik kampları, kültürel kaynaşma,vb.açısından ele almak daha anlamlı olur. Putilov örneğindeki gibi ortak bir işçi sınıfı kültürü bugünün dünyasında tamamen ortadan kalkmıştır. Bütün sınıfların kültürel beslenme kaynakları tek tipe indirgenmiştir ve bütün sınıflar kitle iletişim araçları sayesinde aynı uyaranların sürekli bombardımanına maruzdur. Kapitalizm, adına reklâm denilen uyarıcı manipülasyon sayesinde, özellikle orta halli ve yoksul insanlar için geçen yüzyıllarda dinin oynadığına benzer avutucu bir rol oynamakta, hatta sıradan insanların kendilerini zenginmiş ya da zengin olabilirmiş gibi hissetmelerini sağlamaktadır. İnsanlar şu ekonomik konjonktürde bile borçlanarak her şeye, en pahalı cep telefonuna, en fiyakalı televizyon aletine, arabaya ve eve sahip olabileceğine inandırılmakta, hayal güçleri ve bilinçleri dizi filmlerle ve her türlü medya bombardımanıyla biçimlendirilmektedir. Paranız yoksa kendinizi daha fazla sömürtün ki taksitle her şeye sahip olasınız! Ünlü markalara ulaşamasanız da, sahicisinden ayırt edilemeyen taklitleriyle avunabilirsiniz! Kapitalizm, tarihin hiçbir döneminde beyni bu kadar uyuşturulmuş insan kitleleri üretmeyi başaramamıştır. Bu reklâm yoluyla manipülasyon, adına hâlâ “demokrasi” denilen yönetim biçiminin, sözde seçme ve seçilme özgürlüğü olan her kesiminde, burjuvazi ve yönetici kast adına belirleyici sonuçlar almaktadır. 2008’de başlayan küresel ekonomik kriz ve kapitalizmin bu krizden şimdilik bölgesel olan savaşlarla çıkma eğilimi, Soğuk Savaş’ın bitiminden beri süren bu dönemin sona ermesini sağlayabilir. Fakat yeni dönemde de 19. ve 20. yüzyıllardaki gibi saf anlamda ve “siyasal” işçi sınıfı hareketleri beklenmemelidir. Sosyalizm devrimci/ihtilalci bir akım olarak, ancak her tekil ülkenin siyasal iktidarına ve hâkim sınıfına karşı mevcut bütün araçları ve yöntemleri kullanan, o iktidara ve/ya da hâkim sınıfa karşı olan bütün sınıflardan her türlü muhalifi cepheleştirmeyi amaçlayan, kendi varlığını yazılarla ve dergilerle değil eylemde ve pratik çalışma içinde kanıtlayan ve gelenek bekçiliğinden çok güç toplamak için genişlemeyi öngören bir mücadele olarak yeniden kurulabilir. Yeni teoriler ancak yeni eylemlerden ve yaratıcı mücadele biçimlerinden çıkabilecek ve Marksizmin tarihsel mirası ile bugünün dünyası arasında yıkılan köprü ancak bu şekilde daha sağlam biçimde kurulabilecektir. Dünya ve Türkiye’de yaşanan mücadelelerin çok geniş bir tarihsel sosyalist mücadele birikimi vardır, fakat hiçbir hazır reçete yoktur. Şu son iktisadi kriz ve bölgesel savaşlar döneminde, tekil ülkelerde yaşanacak mücadele, vahşi

kapitalizmin “barbarlık” tercihinin yegâne alternatifi olan sosyalizmin kaderini belirleyecektir. Yeni bir insan, yeni bir kültür mümkün müdür? Nasıl? Yeni insan-yeni dünya, içinde yaşadığımız zaman insan olmanın imkanlarını sadece bir istisna hal’e bağlıyor, Hobbes’cu bir evrenin koordinatlarına hapsedilmiş günümüz insanı için “kötülük”, hayatta kalabilmek için her türlü ödünü verme, amaç için her türlü aracın mübahlığı doğallaştırılmış bir ilke gibi. Güç tapınımı gündelik ilişkilerin içine örülmüş ve aslında “hakiki” insan için sıradan olan her edim erdeme dönüştürülerek “gündelik” insana yabancılaştırılmış. Bu durumda tarihsel olarak doğruyu inşa edecek olan eğer sadece siyasal özne değil kolektif özne olacaksa doğrunun kendisi kadar doğruyu kuracak olanların da düşünülmesi gerekiyor. Dünyanın değişimi için yola çıkmış olanların her şeyden önce insanın değişimine ihtiyaç olduğunu kavraması gerekli. Kolektif öznenin yeniden tarif edilmediği, sistem içinde biçimlenmiş hali hazırdaki varoluşunun değiştirilmesi yönünde mücadele etmeyi odağına yerleştirmeyen her hareket tarihsel bir yanılgının tekrarını üretmekten başka bir işlev taşımayacaktır. Bize göre sosyalizm her şeyden önce bir etik projedir; başka türlü bir hayatın mümkün olabileceğini savlar ve bu mümkün hayat, şüphesiz güç yoluyla ele geçirilecek bir iktidar perspektifi içinde örgütlenemeyecektir. Bizim anladığımız biçimiyle sosyalizm bir insanlık hareketidir, öznenin yeniden oluşması için mücadele eder ve ancak dönüştürülmüş/dönüşmüş öznelerle gerçekleşecek bir değişimin anlamlı olduğunu bilir. Sistem tarafından aşındırılmış, çürütülmüş, kayıtsızlaştırılmış benliklerle çıkılacak bir yol bizi sadece el değiştirmiş bir iktidara götürecektir, başka bir hayata değil. Tarih bize hedef kadar hedefe uzanan yolda yürümenin, hedefe ulaştıktan sonra orada doğru biçimde durmanın önemini gösterdi. Adorno’nun dediği gibi “nasıl yanlış bir hayat doğru yaşanmaz” ise, yanlış kurulmuş bir insanlık tasarımıyla da doğru bir sistem kurulmaz. Kürt halk gerçeğine karşı tutumunuz nedir? Ulus sorunu bizim bulunduğumuz nokta için artık tarihsel anlamını yitirmiş ve devrimci mücadelenin hareket alanını dar bir çerçeveye hapseden bir olgu olarak hükümsüzleştirmeye çalıştığımız bir sorundur. Şüphesiz bu sorunun mevcut durumdaki karşılığı Kürt sorununa açılmakta ve aslında tarihin şimdiki noktasında Kürtlerin varlık mücadelesine bakışı içermektedir. Kürt realitesine karşı çıkmanın ya da yok saymanın imkansız olduğunun bilincindeyiz elbette ancak hedefi içine Kürt halkını da alan geniş bir Ortadoğu örgütlenmesini yerleştiren bir hareket olarak başka bütün tekil mücadeleler gibi bu mücadelenin de geleceğinin olmadığını biliyoruz. Başlangıçta devrimci bir karaktere sahip olan Kürt hareketinin yine kendi ideolojik çözümlemelerimize dayanarak, süreç içinde bu niteliğini yitirmeye mahkum olacağını çünkü tekil bir hareketi “küreselleşmiş” bir dünyada sağlam bir çizgide muhafaza etmenin imkanlarının kalmadığını bildirmekteyiz. Çoğullaşmayan başka halklar ve sınıf ve partilerle ortak bir program yürütmeyen hiçbir devrimci hareketin artık şansı kalmamıştır. Bu tek başına bir hareketin niteliğiyle falan da ilgili bir şey değildir, ne kadar devrimci olursanız olun karşınızdaki beton blok sizi bir kuşatma çemberine alacak, tuhaf tavizlerin muhatabı kılacak ve sonunda hareketiniz nitelik kaybına uğrayacaktır. Güçler dengesine karşı yeni bir güçler dengesi oluşturmayan bütün ezilmiş halklar, tarihin bu post evresinde görece bir başarıyı ancak bir sıkışma, yokluk ve tavizle gerçekleştirmek durumundadır. Kürt hareketi için de geçerli olanın bu olduğunu düşünüyoruz. Tabi ki Kürt ulusal hareketi çıkış ve ilk program itibariyle -bağımsız birleşik sosyalist Kürdistan ve proletarya diktatörlüğü- son derece devrimci bir pozisyondaydı, ilk olumsuz gelişme uluslararası arenada yaşandı ve Sovyetler Birliği çöktü, bu gelişmeyi takiple Türk solu, Kürt iç savaşını Batı’da destekleyip bir iç savaşa dönüştüreceği yerde Kuruçeşme tartışmalarıyla Kürt Hareketine ve savaşına sırtını döndü, yerel ve evrensel düzeyde ideolojik bir ‘baskı’dan yoksun kalan ve yalnızlaşan Kürt Hareketi 1992’de Serhıldanlara hazırlıksız yakalanıp bağımsızlık elde etmenin önemli bir eşiği kaçırılınca, bizzat Öcalan tarafından politika değişikliğine gidildi ve sırasıyla; federasyon-otonomi-özerklik ve gelinen noktada demokratik cumhuriyet tezine yaslanıldı, şunu hemen belirtmek gerekir ki PKK bu coğrafyanın gördüğü en reel-politik harekettir ve ciddi bir mücadele deneyimine sahiptir ve biz Kürt yoksullarıyla birlikte bu mücadeleyi büyütmek niyetindeyiz.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 8

SAYFA 08

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

TDKP-THKO Röportajı -2

Türkiye Devrimci Hareketine bakış açınız nedir?

19. yüzyılın başlarında başlayan Osmanlı modernleşmesi, 1908-09 burjuva devrimiyle siyasal bir biçim almıştır. Modernleşmenin ulus devlet egemenlik biçimine geçişinin kurucusu 1908-09 devrimidir. 1923 Cumhuriyeti’nin ilanı, yalnız burjuva siyasal mücadelesinin birikimine verilen bir addır. Modernleşme hareketinin kurucu bürokrasisi, Osmanlının özel harp subayları cumhuriyetin kurucu kadrolarına dönüşmüştür. Yukarıdan aşağıya doğru kurulan bu modernleşme hareketi modern sınıf hareketleriyle gelişmediğinden, toplumsal taban bulmada her zaman sorun yaşamıştır. Abdülhamit’ten bu yana toplumsal taban bulmanın söylemi İslam’dır. Siyasetin toplumsal olarak örgütlenmesi dinsel cemaatlerdir. Daha sonra İttihat ve Terakki ile gelen “vatan” kavramı, ulusal bilincin oluşumuyla birlikte bir ulusal kimlik arayışına dönüşmüştür. İttihat ve Terakki’nin bu arayışının ürünü Türklük ve Turancılıktır. İttihatçılık ya da Bonapartist devlet bu birikim üzerine oturur. Cumhuriyet iktidarının politik olarak toplumsal destek söylemi, ulus devletin kimliğini toplumsal olarak Türkleştirmektir. Cumhuriyet artık tarihsel misyonunu tamamlıyor, cumhuriyetin iki işlevi vardı. Birincisi, emperyalist güç ilişkileri ile işbirliği içinde yukarıdan aşağıya ekonomik, toplumsal ve siyasal modernleşme sürecini tamamlamak; ikincisi, ulus devleti toplumsal olarak Türkleştirmek. Bu bağlamda, modernleşmeye ve ulus devletin Türkleşmesine direnen politik güçleri sopası altında işbirliği içinde tutan Kemalist cumhuriyet öteki toplumsal dinamiklerle devlet iktidarını paylaşmadı. Toplumsal tarih bağlamında, bu topraklarda iki temel politik kurum vardır: Ordu ve cemaatler. Ordu eski düzenin, cemaatler yeni düzenin temsilcileridirler. Eski düzende cemaatler feodaliteyi temsil ederken, yeni düzende cemaatler burjuvalaşmış aristokrasiyi yada yeniburjuva elitleri temsil-etmektedir. Küresel egemenliğin yeniden kuruluşu sürecinde ulus devletlerdeki çözülme, yeni güç odaklarını devlet iktidarına ortak etti. Küresel sermaye ile organik ilişki içerisinde bulunan cemaatler, küresel egemenlik adına Kemalist cumhuriyetin iktidarına artık ortaktır. Generallerin cumhuriyeti Fransız devrimine benzer: Burjuvazi feodalitenin iktidarını yıkmıştır, cemaatlerin cumhuriyeti ise İngiliz devrimine benzer: Burjuvazi ve aristokrasinin çatışkılı işbirliği. AKP’nin Meclisi kurucu bir meclistir. Kemalist cumhuriyette yeri olmayan muhafazakârlar ve Kürtler yeni düzenin kurucu meclisinde muhafazakâr demokrat ve demokratik cumhuriyetçiler olarak yerlerini almış bulunuyorlar. Yeni düzen’in kuruluşu, küresel güç ilişkilerine bağlı olarak iki temel adımın atılmasına bağlıdır. Birincisi, sivil anayasanın meclis ve halk tarafından referandum aracılığıyla onanması, ikincisi, PKK’nin, politik bir ihtiyaç olmaktan çıkma koşuluna bağlı olarak, silahları koşulsuz bırakması. Süreç başlamıştır. Yeni düzenin kuruluş sürecinde sol nasıl konumlandı ve konumlanacak? Burada öne çıkan en önemli siyasal aktör BDP’dir. BDP Kürt hareketinin ürünü olarak yeni düzenin önemli kurucu güçlerinden biridir, Kürt sosyal demokrat hareketinin kuruluşudur. AKP, İslamın protestanlaşmasını ifade ediyor. Pre-kapitalist toplumsal ilişkileri temsil eden cemaatlerden gelerek kapitalistleşen, şehirleşen, küresel güç ilişkilerinin organik parçasına dönüşerek küreselleşen, burjuvalaşmış aristokrasinin muhafazakâr demokrat cemaatlerini temsil ediyor. AKP, Kemalist cumhuriyete muhalif bir iktidardır ve bundan kazanmaktadır. CHP ise Bonapartist bir devlet partisidir. CHP siyasal tarihine baktığımızda, toplumsal tabanı olmayan bir kurucu siyasal bürokrasi hareketi olduğunu görürüz. Türk Burjuvazisinin vazgeçilmez tarihsel ‘itibarını’ temsil etmektedir. Ayakta kalmasının nedeni budur. CHP, ’46 seçimleriyle birlikte misyonunu tamamlamış bir partidir. ’60 darbesi sonucunda CHP’nin önü yeniden açılmış, ve yükselen solu devlet merkezli hale getirmek ve stabilize etmek adına siyasi kimlik arayışına girmiştir. ’70’lere doğru, bu arayış demokratik sol, ortanın solu adıyla kendine bir yer aramış ve bulmuştur. Bu alanın toplumsal desteği, dünyada ve Türkiye’de ciddi etkileri olan ’68 hareketinin sol rüzgârıdır. Devrim-

ci hareket, Türkiye’de sosyal demokrasinin ciddi toplumsal-siyasal desteğini yarattı. CHP’nin sosyal demokratlaşması, sınıf tabanı olan ücretli emeğin sınıf siyasetini yakalamasıyla mümkündü. Bu yakalama, Marksist hareketten çıkacak sınıf endeksli siyasetle buluşmasına bağlıydı. Devrimci hareketin toplumsal tabanı, seçimlerde her zaman CHP’ye oy verdi. Fakat bu toplumsal destek siyasal kurumlaşmaya dönüşmedi. O günün TKP’sinin UDC’si (Ulusal Demokratik Cephe) tutmadı. 12 Eylül, Kemalist cumhuriyetin sosyal demokrat ayağının oluşumunun önünü kesmiştir. Yeni düzenin kuruluşu, bu tarihsel buluşmanın önünü açmaktadır. Kavramlar, evrensel oldukları kadar, ülkelerin sınıf mücadelesine göre de özgünlük kazanırlar. Bizim ülkemizde “sol” kavramı, bu buluşmanın “harç”ıdır. Ne yazık ki, devrimci hareket adına bu sürece katılanlar, sosyal demokrat bir hareketin oluşumuna katkı sunduklarını yakında anlayacaklar. Dünün TKP’si bugünün ÖDP’si ve EMEP’i dünün UDC’si bugünün “sosyal demokrat sol”udur. Yarınları sosyal demokrasinin “sol” rüzgârı bekliyor. Komünistlerin tarihsel çıkışlarında “sol” kavramının yeri yoktur. “Sol” kavramı, bir sapma ya da radikalizm bağlamında kullanılmıştır. Komünistler, “sol” kavramını siyasal demokrasicilik bağlamında tutmaya başladıklarında deformasyon zeminine kaymışlardır. 12 Eylül darbesi ve Sovyetler’in çözülerek çökmesi sonucu, komünistler yapısal tıkanıklık içerisine girdi ve kendisini reforme edemedi; politik dilde kriz içine girerek ortodoksluktan çıkıp muhafazakârlaştı. Bugün kendilerine “ortodoks” diyenlerin çoğu, aslında solun muhafazakârlarıdır. Sol muhafazakârlar, ideolojik bağlamda değil, parti-devlet özdeşliğine oturtulmuş iktidar paradigmasının savunucularıdırlar. Devleti kurucu güç olarak gören siyasetin bir ayağı sosyal demokrasidir. Bu boşluk, devletin demokratikleştirilmesini hedefleyen, devrimci hareketin içinden gelen kadrolar ile doldurulacaktır. Devleti kurucu güç olarak gören diğer ayak ise muhafazakâr sosyalistler olacaktır. Bu kesim ise, siyasal bağımsızlık siyasetiyle ulus devleti savunarak sosyal şovenizmin kurucuları olacaktır. Komplolarla sürdürülen bir kavganın içinden geçiyoruz. Komplolar savaşına her gün tanık oluyoruz ve istihbarat savaşlarını izliyoruz. Siyasal bir değerin toplumsal bir değere dönüşmesi, değeri elde edecek olan mücadelenin içerik ve biçimine bağlıdır. Egemenler arası güç savaşını, sermaye ile mülksüzler sınıfının arasındaki savaşa-dönüştürebilir-miyiz? Ne Generallerin Kemalist cumhuriyeti ne de küresel odakların desteğini almış AKP’nin yeni düzeni. Yaşasın-sosyalist-cumhuriyet-demek-gerekli-ve mümkündür. “Güç” kavramı üzerine biraz düşünmemiz gerekiyor. Bu düşünmeyi iki temel alan üzerinde yoğunlaştırabiliriz. Birincisi, siyasi bir ağırlığın oluşması için toplumsal desteğin varlığı, bu toplumsal destek politik bir gücün göstergesidir. Bu bağlamda baktığımızda, devrimcilerin bu “güç”e sahip olduğu söylenemez. Bugün için devrimciler, toplumsal desteğe sahip politik bir ağırlık değildir. İkincisi ise, toplumsal bir desteği oluşturma bağlamında politik bir ağırlık olma konumudur. Bu konum, etkili bir politik söylemi gerektirir. Etkili bir politik söylem, ancak toplumsal destek yaratarak güce dönüşebilir. Toplumsal desteğiniz olmamasına karşın toplumsal desteği oluşturabilecek bir politik söyleminiz yok ise, bu düşündürücü, vahim bir durumdur. Devrimciler bunun üzerine düşünebilmelidirler. Hareket, kendi kimliğine ters bir söylemin eylemi altına girdiğinde kendine yabancılaşır. Bu süreç içinde Marksistlerin söylemi yoktur ve Marksistlik adına sol’un kullandığı söylemler, Marksizmi kendine yabancılaştırmaktadır. Türkiye solu, Marksizme yabancılaşmıştır. Marksist solun toplumsal güce sahip olamamasının en önemli nedeni, söylem dilini yitirmiş olması, yeni bir dil oluşturmada tıkanmasıdır. Bunun en önemli nedenlerinden biri geleneksel politik kültürdür. Ülkemizde, politik bir ağırlık olma anlayışı niceliksel güçle orantılıdır. Kim kitlesel olarak kalabalık ise güç ondadır. Pratik politikacılık, bize her zaman kaybettirmiştir. Pratiğimizin aklı her zaman konjonktüreldir. Politiklik, söylemin toplumsal bir değer olarak kalıcılaştırılmasıdır. Ülkemizin tarihinde, solun toplumsal bir değer olarak kalıcılaştırdığı politik bir söylem yoktur. Direndik, dövüştük, bedel ödedik! Fakat toplumsal, politik bir değer üretemedik. Kendi tikel tarihlerimizi ürettik; fakat toplumsal

olarak solun kazandırdığı politik bir tarih üretemedik. Onurumuz olan tarihimiz adına, kendi üzerimize düşünmek artık zorunludur. İçinden geçtiğimiz politik süreci kuran, örgütleyen ve yöneten söylem iki ana kategoride toplanabilir. Birincisi, laik-anti-laik söylemidir. İkincisi, darbeye karşı burjuva demokrasisidir. Her iki durumu soyutlayıp tekleştirdiğimizde, liberal bağlamda karşımıza çıkan, devlet ve sivil toplum ikiliğidir. Bu bağlamda, gerek “laik–anti-laik” gerekse “darbeye karşı demokrasi” söyleminin her ikisinde de “sol” değerler bulunmaktadır. Ve bu sol değerler, karşı kamplarda konumlanmışlardır. Solu ayrıştıran ve saflaştıran durum buradan kaynaklanmaktadır. Bu değerler Marksist değerler değil, burjuva özlü “sol” değerlerdir. Siyasal tarihimiz boyunca varlıkları pek hissedilmeyen liberalleri bugün konuşturan nesnel durum budur. Liberallerin Marksist sola eleştirisi, bir ittifak çağrısıdır. Bu ittifak çağrısının AKP’nin desteklenmesi olarak okunması yanlış bir okumadır. Tam tersine, Marksistler ile yapılacak bu ittifak üzerinden liberaller, AKP’den kopmayı istemektedirler. Burjuva özlü sol değerler altındaki bu ittifak çağrısı, Marksist solu bölmektedir. Marksistler, bu durum karşısında politik taktik bağlamında teorik açıdan donanımlıdırlar; fakat politik pratik açısından böylesi bir postmodern durumla ilk defa karşılaşmaktadırlar. Geleneksel düşünme biçimini bozan bir durum karşısında bir şaşkınlık yaşanmaktadır. Taktik ve strateji gereği, “reform ve devrim”, “asgari program ve azami program”, “amaç ve araç” ikilikleri üzerinden, sorun teorik olarak çözülebilir. Fakat sorunu kilitleyen başka bir boyut vardır. Sol, burjuva özlü sorunlar karşısında ittifak çağrısı yapacak önderliğin merkezinin her zaman kendileri olduğunu düşünmüşlerdir. Liberallerin ittifak çağrısı beklenmedik bir durumdur. Solu kilitleyen ve bölen başka bir boyut, solu kuran anti-emperyalizm ve anti-faşizm söylemleridir. Bu iki söylem, politik olarak bölünmüştür. Anti-emperyalizmi öne çıkaranlar, laik-anti-laik söyleminin altında saf tutmuşlar ve “ulusalcı” olarak konumlanmışlardır. AKP karşısında, gericiliğe karşı aydınlanma, emperyalizm ile işbirliği karşısında anti-emperyalist siyasal bağımsızlık söylemi altında konumlanmışlardır. Anti-faşizmi öne çıkaranlar, darbeye ve faşist devlet biçimine karşı siyasal demokrasi, devletin demokratikleştirilmesi söyleminin altında konumlanmışlardır. Solu kuran her iki değer, politik olarak farklı saflardadır. Solu bölen ikinci nesnel durum budur. Bu siyasal diziliş, ittifakı zorunlu kılmaktadır. Düne kadar faşizme karşı demokrasi mücadelesini stratejik bir hat olarak kuranlar için, bu süreç fırsattan çok panik havası yaratmıştır. Oysa gerçekçi bir liberal sosyal demokrat hareket yaratmanın tam zamanıdır. Herkes politik kimliğinde netleşmelidir. Söylediklerimiz, anti-emperyalist cephe içinde geçerlidir. “Ulus devlet”e tutunan, Baasçı, Bonapartist-İttihatçı bir siyasal oluşumda netleşmelidirler. Bu dizilişlerin söylemi içinden, Marksizm adına üçüncü bir yol çıkmaz. Marksizm adına hareket eden solun kendi öz gücüyle pratik sergilemesini sağlamak üçüncü yol değildir. Burjuvazinin iç savaşında ortaya çıkan çatlaktan yararlanma adına Ergenekon’a karşı siyasal demokrasiyi radikal olarak savunmak üçüncü yol değildir. Bu mantıkla Marksizm adına üçüncü yol olunmaz; olsa olsa, darbeye karşı demokrasi safının sol radikal kanadı olunur.

Devlet ve Devrim sorununa nasıl bakıyorsunuz? Ayaklanma ve silahlı mücadele ile ilgili yaklaşımınız nedir?

Devlet bütün zamanlar için bir zor aygıtıdır, sadece kapitalist zamanlarda değil prekapitalist dönemlerde de zora dayalı bir örgütlenme biçimidir ve tek bir forma sahip değildir. Yaygın olarak kabul gören ve burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasından sonra var ettiği düşünülen modern devlet nosyonu aslında dünya genelinde sadece sınırlı bir coğrafyada (Kıta Avrupa’sı) vuku bulmuş ve burjuvazinin egemenliğindeki devlet mefhumu da buradan üretilmiştir. Oysa Doğu’ya baktığınızda manzaranın tamamıyla değiştiğine tanık olursunuz, bir form olarak devlet buralarda burjuvaziyi de kendi yaratmaktadır yani devletin nedeni değil sonucudur burjuvazi. Ancak formu ne olursa olsun hangi döneme ait olursa olsun devlet baş edilmesi/altedilmesi gere

Sayfa 9

Yeni Teoriler Ancak Yeni Eylemlerden ve Yaratıcı Mücadele Biçimlerinden Çıkacak ken esaslı bir tarihsel zor aygıtıdır ve devrimci perspektif açısından sadece kapitalist değil sosyalist bir devletin de bir problem olduğu/olacağı unutulmamalıdır. Zor, Engels’in belirttiği gibi tarihsel dönüşümün dinamiğidir ve esaslı bir dönüşüm için yola çıkanlar bu dönüşümün kendiliğinden olmayacağını bilecek kadar tarih bilgisine sahiptir, biz de bu bilgiye sahibiz. Tarihi değişime zorlamak değişimin tözüne, doğasına içkin bir yasallığa uyum sağlamaktır sadece, çizgisel olanı, kronolojik bir akışı kesintiye uğratmak edimi olarak devrimin “çağrılmadan”, “zor kullanmadan” gelmeyeceğinin bilgisine fazlasıyla sahibiz. Şili’deki istisnai örnek bile –Allende’nin büyük bir kabulle iktidara geldiği durumu hatırlayın- sadece iktidarı almanın değil onu muhafaza etmenin de zoru gerektirdiğini gösterecek niteliktedir. Ya da daha yakın tarihte Venezualla örneğini düşündüğümüzde kendi ordusuna güvenmeyerek halktan milisler oluşturan Chavez’ in durumu da bir kez daha öğretmiştir ki, halk düşmanları tarafından kuşatılmış bir dünyada zora dayalı devrim tek seçeneğimizdir. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Buharlı makinenin icadı ile başlayan ve büyük fabrika sistemine evrilen kapitalist toplumsal yaşamın başlamasıyla birlikte, kırsal kesimden kentlere göçen köylüler günde 15-18 saat çalıştıkları devasa fabrikaların çevresinde kurulan harap mahallelerde yaşıyor ve büyük bir devrimci potansiyel taşıyorlardı. İşçi sınıfı, kentlerin çevresindeki yerleşim yeri, aile hayatı, kültürü ve eğlenme biçimiyle, bütün diğer sınıflardan keskin hatlarla ayrılmıştı. Emile Zola’nın Germinale’de anlattığı bu işçi sınıfı dünyası, ana hatlarını Soğuk Savaş’ın başlangıcına kadar korudu. Dünyanın iki kampa bölünmesiyle birlikte gelişmiş kapitalist ülkeler, başlarının üzerinde dolaşan komünizm hayaletini kovmak için “sosyal refah devleti” uygulamalarına hız verdiler ve iktidara yönelen sert işçi sınıfı hareketlerini yatıştırmayı başardılar. Ancak muhalif işçi hareketlerinin, komünist partilerin ve devrimci akımların varlığı, gene de siyasal yönelimli işçi hareketlerinin suyun yüzeyinde ve hareket halinde kalmasını sağlıyordu. Fakat Duvar’ın yıkılması, komünist sistemlerin çökmesi ya da dönüşmesi, küreselleşme ve esnek üretim uygulamaları; bütün bunlar, iletişim ve üretim teknolojilerinde meydana gelen devrim niteliğinde gelişmelerle birleşince, suyun akışını değiştirebilecek ya da etkileyebilecek güçte işçi sınıfı hareketleri dünya çapında gerilemeye ve kısmi, çoğu kez apolitik hak arama faaliyetlerine dönüşmeye başladı. Sınıf hareketinin ekonomik hak arama mücadelesinden ibaret olduğu başlangıç evrelerine dönülmüş gibiydi. Geçmişin Putilov fabrikası ile günümüzün üretim birimlerini kıyaslamak, gönderme ve alıntı yaptığımız büyük ustaların “işçi sınıfı” derken kastettikleri toplumsal oluşumla, günümüzün işçileri arasındaki farkı ortaya koyar. Putilov fabrikası, 1789’da St. Petersburg’da kuruldu. Demir yolu araçları ve Çar’ın ordusuna top mermisi üretiyordu. 1900 yılında sayıları 12400 olan işçiler fabrika yakınlarındaki barakalarda aileleriyle birlikte yaşıyor, hiçbir sosyal hakka sahip olmadan günde 1012 saat askeri bir disiplinle çalışıyorlardı. Dışarıdan gelen devrimci ajitatörlerin konuşmaları ve yüksek sesle okudukları devrimci yayın organları, o işçilerin dış dünyayla temas kurmalarını sağlayan tek kanaldı. Polis baskısı ve denetimi bir yana, Ortodoks kilisesinin itaat vaaz eden dini ajitasyonu dışında sınıfa karşı sınıf bilincini saptıran hiçbir dışsal uyaran yoktu. Putilov işçileri 1917 Şubat devriminin gerçekleşmesinde önemli rol oynadılar ve Ekim devriminden sonra fabrikanın adı Kızıl Putilov Fabrikası olarak değiştirildi. Petersburg İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği adlı örgütte faaliyet gösterirken Lenin’in; Batum’daki Rothschild rafinerisinin antreposunda işçi olarak çalışırken Stalin’in; ve Güney Rusya Çalışanlar Birliği’nde devrimci propaganda yaparken Troçki’nin içine girip kendi gözleriyle gördükleri, yazılarında ve kitaplarında sözünü ettikleri işçi sınıfı böyle bir şeydi. Her üçü de Engels’in İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu (1845) adlı kitabını okumuştu. Okuduklarıyla gördükleri ve yaşadıkları arasında hiçbir çelişki yoktu. Oysa bugün bizim okuduğumuz Marksist klasiklerin anlattığı proletarya ile dünyanın çeşitli ülkelerinde kafa ve/ya da kol emeğiyle geçinen bütün çalışan kesimler arasında muazzam bir fark var. Her şeyden önce bugünün kapitalizminde Putilov fabrikası gibi oluşumlar yok. Bunun bazı istisnaları elbette olabilir. Mesela Çin’de Halk Ordusu askerlerinin kapısında nöbet

tuttukları ve işçilerin Amerika’daki yoldaşlarına kıyasla çok düşük ücretle, daha uzun saatlerle çalıştıkları, Boeing uçaklarının kuyruk aksamını üreten Hongyuan Dökümhanesi, pek çok farklı yanı olmasına rağmen Putilov fabrikasını andırabilir. Ancak bu tip üretim birimleri de dönüşüm geçirmektedir. Soğuk Savaş sonrası dönemde sermaye, teknolojinin desteğiyle küresel çapta yayıldı, az sayıda ve kolayca değiştirilebilir işçinin çalıştığı küçük ölçekli milyonlarca üretim birimi kuruldu. Çok sayıda işçinin çalıştığı, nihai çıktıyı tek bir bantta imal eden büyük üretim birimleri hızla tasfiye edildi. Sendikaların ve işçi örgütlerinin küresel çapta zayıflamasına yol açan bu gelişmenin iki sonucu oldu: birincisi, Engels’in 1857 yılında Çartist hareketi eleştirirken kullandığı “işçi aristokrasisi” ve Marks’ın da “İngiliz işçilerinin belirgin burjuva hastalığı” dediği olgunun özellikle küresel-kuzeyde, hatta az gelişmiş kimi ülkelerde bile görülmemiş bir artış göstermesi; ikincisi ise, daha öncekilerle (I., II. ve III. Enternasyonaller) kıyaslanabilecek bir uluslararası işçi hareketi örgütü için zorunlu olan maddi temellerin ortadan kalkması. İşçi sınıfının çeşitli kesimlerinde ve dönemsel olarak kendini gösteren “siyasal bilinç” gerileyerek günümüzde “ekonomik bilinç” mertebesine inmiştir. Aslında proletaryanın enternasyonal örgütlenmesi, Komintern’in (III. Enternasyonal) 1943’te Stalin’in emriyle kapatılmasından sonra fiilen canlandırılamadı ve bu yönde yapılan çeşitli girişimler kendi içlerinde bölünerek, bölgesel düzeyde işçi hareketlerinin ve devrimci akımların sadece karşılıklı işbirliği ve dayanışmasına indirgendi (Latin Amerika’da “kıtasal devrim” ya da daha esnek haliyle “Ortadoğu devrimci çemberi” vb. gibi). Bugünün dünyasında Enternasyonal olma iddiasını taşıyan pek çok örgütün varlığı inkâr edilemez, ancak günümüzde adına layık, gerçek bir Dünya Partisi yoktur. Var olanların faaliyetlerini de fikir alışverişi, ideolojik eğitim, gençlik kampları, kültürel kaynaşma,vb.açısından ele almak daha anlamlı olur. Putilov örneğindeki gibi ortak bir işçi sınıfı kültürü bugünün dünyasında tamamen ortadan kalkmıştır. Bütün sınıfların kültürel beslenme kaynakları tek tipe indirgenmiştir ve bütün sınıflar kitle iletişim araçları sayesinde aynı uyaranların sürekli bombardımanına maruzdur. Kapitalizm, adına reklâm denilen uyarıcı manipülasyon sayesinde, özellikle orta halli ve yoksul insanlar için geçen yüzyıllarda dinin oynadığına benzer avutucu bir rol oynamakta, hatta sıradan insanların kendilerini zenginmiş ya da zengin olabilirmiş gibi hissetmelerini sağlamaktadır. İnsanlar şu ekonomik konjonktürde bile borçlanarak her şeye, en pahalı cep telefonuna, en fiyakalı televizyon aletine, arabaya ve eve sahip olabileceğine inandırılmakta, hayal güçleri ve bilinçleri dizi filmlerle ve her türlü medya bombardımanıyla biçimlendirilmektedir. Paranız yoksa kendinizi daha fazla sömürtün ki taksitle her şeye sahip olasınız! Ünlü markalara ulaşamasanız da, sahicisinden ayırt edilemeyen taklitleriyle avunabilirsiniz! Kapitalizm, tarihin hiçbir döneminde beyni bu kadar uyuşturulmuş insan kitleleri üretmeyi başaramamıştır. Bu reklâm yoluyla manipülasyon, adına hâlâ “demokrasi” denilen yönetim biçiminin, sözde seçme ve seçilme özgürlüğü olan her kesiminde, burjuvazi ve yönetici kast adına belirleyici sonuçlar almaktadır. 2008’de başlayan küresel ekonomik kriz ve kapitalizmin bu krizden şimdilik bölgesel olan savaşlarla çıkma eğilimi, Soğuk Savaş’ın bitiminden beri süren bu dönemin sona ermesini sağlayabilir. Fakat yeni dönemde de 19. ve 20. yüzyıllardaki gibi saf anlamda ve “siyasal” işçi sınıfı hareketleri beklenmemelidir. Sosyalizm devrimci/ihtilalci bir akım olarak, ancak her tekil ülkenin siyasal iktidarına ve hâkim sınıfına karşı mevcut bütün araçları ve yöntemleri kullanan, o iktidara ve/ya da hâkim sınıfa karşı olan bütün sınıflardan her türlü muhalifi cepheleştirmeyi amaçlayan, kendi varlığını yazılarla ve dergilerle değil eylemde ve pratik çalışma içinde kanıtlayan ve gelenek bekçiliğinden çok güç toplamak için genişlemeyi öngören bir mücadele olarak yeniden kurulabilir. Yeni teoriler ancak yeni eylemlerden ve yaratıcı mücadele biçimlerinden çıkabilecek ve Marksizmin tarihsel mirası ile bugünün dünyası arasında yıkılan köprü ancak bu şekilde daha sağlam biçimde kurulabilecektir. Dünya ve Türkiye’de yaşanan mücadelelerin çok geniş bir tarihsel sosyalist mücadele birikimi vardır, fakat hiçbir hazır reçete yoktur. Şu son iktisadi kriz ve bölgesel savaşlar döneminde, tekil ülkelerde yaşanacak mücadele, vahşi

kapitalizmin “barbarlık” tercihinin yegâne alternatifi olan sosyalizmin kaderini belirleyecektir. Yeni bir insan, yeni bir kültür mümkün müdür? Nasıl? Yeni insan-yeni dünya, içinde yaşadığımız zaman insan olmanın imkanlarını sadece bir istisna hal’e bağlıyor, Hobbes’cu bir evrenin koordinatlarına hapsedilmiş günümüz insanı için “kötülük”, hayatta kalabilmek için her türlü ödünü verme, amaç için her türlü aracın mübahlığı doğallaştırılmış bir ilke gibi. Güç tapınımı gündelik ilişkilerin içine örülmüş ve aslında “hakiki” insan için sıradan olan her edim erdeme dönüştürülerek “gündelik” insana yabancılaştırılmış. Bu durumda tarihsel olarak doğruyu inşa edecek olan eğer sadece siyasal özne değil kolektif özne olacaksa doğrunun kendisi kadar doğruyu kuracak olanların da düşünülmesi gerekiyor. Dünyanın değişimi için yola çıkmış olanların her şeyden önce insanın değişimine ihtiyaç olduğunu kavraması gerekli. Kolektif öznenin yeniden tarif edilmediği, sistem içinde biçimlenmiş hali hazırdaki varoluşunun değiştirilmesi yönünde mücadele etmeyi odağına yerleştirmeyen her hareket tarihsel bir yanılgının tekrarını üretmekten başka bir işlev taşımayacaktır. Bize göre sosyalizm her şeyden önce bir etik projedir; başka türlü bir hayatın mümkün olabileceğini savlar ve bu mümkün hayat, şüphesiz güç yoluyla ele geçirilecek bir iktidar perspektifi içinde örgütlenemeyecektir. Bizim anladığımız biçimiyle sosyalizm bir insanlık hareketidir, öznenin yeniden oluşması için mücadele eder ve ancak dönüştürülmüş/dönüşmüş öznelerle gerçekleşecek bir değişimin anlamlı olduğunu bilir. Sistem tarafından aşındırılmış, çürütülmüş, kayıtsızlaştırılmış benliklerle çıkılacak bir yol bizi sadece el değiştirmiş bir iktidara götürecektir, başka bir hayata değil. Tarih bize hedef kadar hedefe uzanan yolda yürümenin, hedefe ulaştıktan sonra orada doğru biçimde durmanın önemini gösterdi. Adorno’nun dediği gibi “nasıl yanlış bir hayat doğru yaşanmaz” ise, yanlış kurulmuş bir insanlık tasarımıyla da doğru bir sistem kurulmaz. Kürt halk gerçeğine karşı tutumunuz nedir? Ulus sorunu bizim bulunduğumuz nokta için artık tarihsel anlamını yitirmiş ve devrimci mücadelenin hareket alanını dar bir çerçeveye hapseden bir olgu olarak hükümsüzleştirmeye çalıştığımız bir sorundur. Şüphesiz bu sorunun mevcut durumdaki karşılığı Kürt sorununa açılmakta ve aslında tarihin şimdiki noktasında Kürtlerin varlık mücadelesine bakışı içermektedir. Kürt realitesine karşı çıkmanın ya da yok saymanın imkansız olduğunun bilincindeyiz elbette ancak hedefi içine Kürt halkını da alan geniş bir Ortadoğu örgütlenmesini yerleştiren bir hareket olarak başka bütün tekil mücadeleler gibi bu mücadelenin de geleceğinin olmadığını biliyoruz. Başlangıçta devrimci bir karaktere sahip olan Kürt hareketinin yine kendi ideolojik çözümlemelerimize dayanarak, süreç içinde bu niteliğini yitirmeye mahkum olacağını çünkü tekil bir hareketi “küreselleşmiş” bir dünyada sağlam bir çizgide muhafaza etmenin imkanlarının kalmadığını bildirmekteyiz. Çoğullaşmayan başka halklar ve sınıf ve partilerle ortak bir program yürütmeyen hiçbir devrimci hareketin artık şansı kalmamıştır. Bu tek başına bir hareketin niteliğiyle falan da ilgili bir şey değildir, ne kadar devrimci olursanız olun karşınızdaki beton blok sizi bir kuşatma çemberine alacak, tuhaf tavizlerin muhatabı kılacak ve sonunda hareketiniz nitelik kaybına uğrayacaktır. Güçler dengesine karşı yeni bir güçler dengesi oluşturmayan bütün ezilmiş halklar, tarihin bu post evresinde görece bir başarıyı ancak bir sıkışma, yokluk ve tavizle gerçekleştirmek durumundadır. Kürt hareketi için de geçerli olanın bu olduğunu düşünüyoruz. Tabi ki Kürt ulusal hareketi çıkış ve ilk program itibariyle -bağımsız birleşik sosyalist Kürdistan ve proletarya diktatörlüğü- son derece devrimci bir pozisyondaydı, ilk olumsuz gelişme uluslararası arenada yaşandı ve Sovyetler Birliği çöktü, bu gelişmeyi takiple Türk solu, Kürt iç savaşını Batı’da destekleyip bir iç savaşa dönüştüreceği yerde Kuruçeşme tartışmalarıyla Kürt Hareketine ve savaşına sırtını döndü, yerel ve evrensel düzeyde ideolojik bir ‘baskı’dan yoksun kalan ve yalnızlaşan Kürt Hareketi 1992’de Serhıldanlara hazırlıksız yakalanıp bağımsızlık elde etmenin önemli bir eşiği kaçırılınca, bizzat Öcalan tarafından politika değişikliğine gidildi ve sırasıyla; federasyon-otonomi-özerklik ve gelinen noktada demokratik cumhuriyet tezine yaslanıldı, şunu hemen belirtmek gerekir ki PKK bu coğrafyanın gördüğü en reel-politik harekettir ve ciddi bir mücadele deneyimine sahiptir ve biz Kürt yoksullarıyla birlikte bu mücadeleyi büyütmek niyetindeyiz.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 10

Enternasyonalist devrimci Ernesto “Che” Guevara, Katledilmesinin 45. yılında saygıyla anıyoruz... Ernesto “Che” Guevara, kısaca Che Guevara ya da el Che, (14 Mayıs 1928 - 9 Ekim 1967), Arjantinli doktor, marksist politikacı ve dönemin Küba gerillaları ile Enternasyonalist gerillalarının lideri. Tıp eğitimi alırken Latin Amerika’yı baştan başa dolaştı ve bu sayede birçok insanın karşı karşıya kaldığı yoksulluğu doğrudan gözlemleyebildi. Bu deneyimler sonucunda bölgedeki ekonomik eşitsizliği ortadan kaldırmanın tek yolunun devrim olduğuna ikna olarak Marksizm’i incelemeye başladı ve Başkan Jacobo Arbenz Guzmán’ın önderliğinde Guatemala’nın sosyal devrimine katıldı.

Bir süre sonra 1959 yılında Küba’da yönetimi ele geçiren Fidel Castro’nun askerî nitelikli 26 Temmuz Hareketi’nin bir üyesi oldu. Yeni hükümette çeşitli önemli görevlerde bulunduktan, gerilla savaşı teorisi ve uygulamaları üzerine makaleler ve kitaplar yazdıktan sonra diğer ülkelerdeki devrimci hareketlere katılmak üzere 1965 yılında Küba’dan ayrıldı. İlk olarak Kongo-Kinşasa’ya (sonraları Kongo Demokratik Cumhuriyeti) daha sonra da CIA ve Amerikan Ordusu Özel Harekât Birlikleri’nin ortak operasyonu sonrası yakalanacağı Bolivya’ya gitti. Guevara 9 Ekim 1967’de Vallegrande yakınlarındaki La Higuera’da Bolivya Ordusu’nun elinde iken öldürüldü. Son saatlerinde yanında bulunanlar ve onu öldürenler, yargısız infaz edildiğine tanıklık etmişlerdir. Ölümünden sonra Guevara dünya üzerinde sosyalist devrimci hareketlerin sembolü haline gelmiştir. Guevara’nın Alberto Korda tarafından çekilen fotoğrafı “dünya üzerindeki en ünlü fotoğraf ve 20. yüzyılın sembolü” olarak nitelenmiştir.

VENEZUELLA’DA HALK KAZANDI Venezuella’da gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçiminde Chavez 4. kez başkan seçildi

CHAVEZ’İN İLK MESAJI Oyların yüzde 54’ünü alan Chavez zafer mesajını Twitter’dan verdi. Chavez 3.5 milyon takipçisine, “Teşekkürler, benim sevgili halkım” diyerek şükranlarını dile getirdi.

D

evrimin zaman kipi gelecektir, işaret edilen, beklenen, uğruna savaşılan ve hep ümit edilen bir gelecek. Alain Badiou onu bir olay olarak niteler ancak sıradan bir olay değildir vuku bulan, bir hakikatin inşası olarak bizim radikal biçimde çarptığımız, karar verilemezliğe bağlı, dönüştürme gücüne bağlı bir olay. Hakikat sürecinin başlaması için ortada yeni bir şey olması gereklidir ve bu türden bir yenilik bir tesadüfe bağlıdır, karar verilenin ötesinde, tekrarı kesintiye uğratarak oluşacak şeydir olay ve ancak tekrarı kesintiye uğratan bir olayın doğasında gerçekleşecektir hakikat. Devrim bu anlamıyla bir olay’dır, öznenin sadece sadakatle kendini ortaya çıkarabileceği bir olay, tıpkı bütün hayatı değiştiren aşk gibi, bütün hayatı değiştiren bir olay olarak devrim. Geçmişte gerçekleşen bile her şeye rağmen “isimsiz kalan bir vaadi ihtiva etmeyi” sürdürecektir, devrim bir vaaddir, “askıya alınmış bir isim” olarak farklı, kökten bir değişime işaret etmeyi hep sürdürür. Gelecekte gerçekleşecek olanın geçmiş zamanın kurbanlarıyla bağlantısını kuran Walter Benjamin içinse devrim, gelecekten ziyade geçmişin kurtarılmasıdır. Şimdi burada biraz duralım ve düşünelim, nedir geçmişin kurtarılması gerçekten? Gerçek bir materyalist tarihin her türlü gelişmeye ilerleme olarak bakmayacağını düşünür Benjamin, tarihin bütün zorbalıklarına bir gereklilik olarak bakan aklı reddeder, faşizmi bir barbarlık değil de basit bir biçimde tarihin zorunlu duraklarından biri olarak gören akıl yürütmeye isyan eder; ona göre tarih durmuş, haksızlıkların ortasında taşlaşmış, devinimsiz kalmış ve ancak devrimin hareket ettirici gücüyle yeniden başlayacaktır. Çünkü bir devrim gelecekten çok geçmişin kurtarılması projesidir, yığınlarca insanın haksızca öldüğü, işkenceden geçtiği, zulmün her biçiminin meşru araçlara döndüğü bir geçmişin kurbanları ile dayanışılmadığı sürece, onların intikamı alınmadığı sürece tarih hareket etmeyecektir. Onu yeniden devindirecek güç olarak, olay olarak devrim ise basit bir biçimde kronolojik dizine eklemlenmeyecektir. Devrimle bir büyük kırılma ve kopuş yaşanacak, “takvimler yırtılacak, saatler duracak” ve yeninin zamanı ancak geçmişin kefaretiyle mümkün olacaktır. Geçmişte yaşanılan haksızlıkların üstünü örten, onları toprağa gömen bir şey değildir devrim; devrim gelecekte gerçekleşen bir geçmişi kurtarma hamlesidir. Geçmişi kurtarmak ya da geçmişin intikamı olarak devrim düşüncesi bize tarihi yeniden hareket ettirecek olanın adalet ve vicdan olduğunu hatırlatır. Geçmişin kurbanlarının hiçbir zaman unutulmayacağını ve haksızlığın zaman aşımına uğramayacağını fısıldar, geleceği arzularken asla unutmayacağımız geçmiş, bizim etik bağlanma noktamız olarak önümüzde durur. Devrim sadece çocuklarımızın, onların çocuklarının geleceğini kurtarma düşüncesine bağlanamaz sadece, bu bir sonuçtur, çıkış noktası değil, bizim için geçmişin kurbanları, haksızca öldürülmüş olanlar, bir mücadele için hayatını verenlerdir çıkış noktası; temizlik geleceğin temizlenmesi değil geçmişin temizlenmesidir. Tarih şu anda yazarın dediği gibi hareketsiz bir biçimde, önüne yığılmış enkazlar zincirine bakarak, başı geçmişe yönelik bir durumda acı çekmiş bir biçimde taşlaşmıştır. Ayaklarına yığılmış olan molozlar onun hareket etmesini engellemekte ve geleceğe doğru hareketini yeniden sağlayacak fırtınayı bekleyerek durmaktadır. Fırtına estiğinde hareket başlayacak, yıkımlardan oluşan zincir kopacak ve tarih geçmişin özgürleşmesiyle yeniden yeniden uçacaktır.

Devletin “sönüp gitmesi” üzerine Engels’in sözleri oportünistlerce de çok sık aktarılır. Amaç Marksizm’in tahrifini Marksizm’e dayandırmaktır. Bu şekilde daha inandırıcı ve daha kabul edilebilir olmaktadır. Bu nedenle, bu konu özel önem taşımaktadır ve yine bu nedenle Engels’in bu konu ile birlikte devletin kapsamlı bir şekilde açıklamasını yapan sözlerini aktarmak için uzun bir parantez daha açmamız gerekecektir. “Proletarya, devlet erkini ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyetine dönüştürür. Fakat bununla proletarya olarak bizzat kendini ortadan kaldırır, bununla tüm sınıf farklılıklarını ve sınıf karşıtlıklarını ve böylece devlet olarak devleti de ortadan kaldırır. Sınıf karşıtlıkları içinde hareket eden şimdiye kadarki toplumun devlete ihtiyacı vardır, yani her defasındaki sömürücü sınıfın kendi dış üretim koşullarını sürdürmek, yani özellikle sömürülen sınıfı mevcut üretim tarzının verili baskı koşulları (kölelik, serflik veya bağımlılık, ücretli emek) içinde tutmak için kurduğu bir örgüte gereksinimi vardı. Devlet, tüm toplumun resmi temsilcisi, onun gözle görünür bir organ içinde toplanmasıydı, fakat sadece, kendi döneminde bizzat tüm toplumu temsil eden sınıfın devleti olduğu ölçüde böyleydi; ilk çağlarda köle sahibi yurttaşların, ortaçağda feodal soyluların, çağımızda burjuvazinin devleti. Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi haline gelerek, kendi kendisini gereksiz hale getirir. Baskı altında tutulacak hiç bir toplumsal sınıf kalmayınca, sınıf egemenliği ve - bugüne kadar ki üretim anarşisinde yatan -bireysel var olma mücadelesi ile birlikte, bundan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık özel bir baskı erkini, bir devleti gerekli kılan baskıaltında tutulacak hiç bir şey yoktur. Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak ortaya çıktığı ilk eylem,- üretim araçlarına toplum adına el konması aynı zamanda onun devlet olarak son bağımsız eylemidir. Toplumsal ilişkilere bir devlet erkinin müdahalesi,çeşitli alanlarda birbiri ardına gereksiz hale gelir ve sonra kendiliğinden sönüp gider. Kişiler üzerinde hükümet etmenin yerine şeylerin idaresi ve üretim süreçlerinin yönetimi geçer. Devlet ‘ortadan kaldırılmaz’, sönüp gider. ‘Özgür halk devleti’ safsatası, gerek ajitasyon açısından geçici haklılığı,gerekse nihai bilimsel yetersizliği itibarıyla bununla ölçülmelidir; Aynı şekilde, sözüm ona anarşistlerin, bu günden yarına devletin ortadan kaldırılması talebi de” bununla ölçülmelidir. Engels’in bu zengin değerlendirmesinden sadece, anarşist öğretisinin tersine, yani devletin “ortadan kaldırılması” öğretisinin tersine, Marks’a göredevletin “sönüp gideceği” düşüncesi, sadece bu düşünce, dün olduğu gibi, bu gün de, sosyalist geçinen düşüncelerin ortak malı olması çabaları devam etmektedir. Böyle bir yorumdan, Lenin’in ifadesiyle, geriye sadece sıçramaların ve fırtınaların olmadığı, devrimin olmadığı yavaş, tedrici bir değişim muğlâk düşüncesi kalır. Devletin “sönüp gitmesi”, devrimin örtbas edilmesi, hatta yadsınması anlamına gelir. Oysa Engels’ten aktardığım ve dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacak olan, Paris Komünü deneyiminin ifadesi olan bu değerlendirmenin en başında, Proletaryanın devlet erkini ele geçirdiği ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyetine dönüştürdüğü ve bununla, proletarya olarak bizzat kendini ortadan kaldırdığı ve bununla da, tüm sınıf farklılıklarını ve sınıf karşıtlıklarını ve böylece devlet olarak devleti de ortadan kaldırdığı, ortaya konulmaktadır. Bunun ne anlama geldiğini düşünmeden, bunu tamamen görmezden gelip, sadece “devletin sönümlenmesi “ üzerinde ve üstelik muğlâk bir biçimde takılı kalmak, tam da Lenin’in ifade ettiği gibi, devrimin yadsınmasına kadar götürür. Engels, proletaryanın, burjuvazinin baskı aracı olan devlet erkini ele geçirdikten sonra, devlet olarak devleti de ortadan kaldırdığını ortaya koyduğunu görür. Yani burjuvazinin devletinin proleter devrim yoluyla ortadan kaldırıldığından söz ettiğini görür. “sönüp gitme “ üzerine sözlerinin ise, sosyalist devrimden sonraki proleter devletin kalıntıları ile ilgili olduğu kolaylıkla anlaşılır. Demek ki, burjuva devlet değildir Engels’e göre sönüp giden, aksine proletarya tarafından devrimle ortadan kaldırılandır burjuva devlet. Sönüp giden ise, proleter devlettir. İkinci önemli noktaya geliyoruz; Engels’in, “özel bir baskıerki” olarak tanımladığı devletin yerine, yani milyonlarca emekçiyi ezmek için var olan bir avuç zenginin “özel baskı erki” nin yerine, burjuvaziyi ezmek için var olan proletaryanın “özel baskıerki” nin, yani proletarya diktatörlüğünün geçirilmesi gerektiği sonucuna varıyoruz ve toplum adına üretim araçlarına el konması eyleminin “devlet” olarak devletin ortadan kaldırılması olduğu sonucuna varıyoruz ve buradan da, burjuvazinin “özel baskı erki”nin yerine, proletaryanın “özel baskı erki”nin geçmesinin hiçbir koşulda “sönüp gitme “ yoluyla gerçekleşmeyeceği gerçekliğine varıyoruz. Engels, toplum adına, bizzat tüm toplumu temsil eden sınıf olan proletaryanın üretim araçlarına el koymasından sonraki, yani sosyalist devrimden sonraki dönemle ilgili olarak, Lenin’in ifadesiyle, çok açık ve kesin bir biçimde “sönüp gitmekten” ve hatta daha canlı ve renkli biçimde “ uykuya dalmak” tan söz ediyor. Lenin, bu dönemde,”devlet”in politik biçiminin en tam demokrasi olduğunu vurgulamakta ve Engels’in devletin “sönüp gitmesi”nden veya “uykuya dalması”ndan söz ederken, aynı zamanda demokrasinin de “sönüp gitmesi”nden veya “uykuya

dalması”ndan söz ettiğini de hatırlatmaktadır. Demokrasinin bir devlet durumu olması karakteri, bize demokrasi ile diktatörlüğün bir ve aynı kategoride olduğunu da düşünmemizi gerektirir. Bu, diktatörlükle demokrasi arasında bir nitelik farkı olmadığı, nicelik farkı olduğu anlamındadır. Son derece dikkatlice ve derinlemesine anlaşılması gereken, Marksizm’in kurucularının “devlet sönüp gider” tezinin bir başka açıdan önemi, bu tezin hem oportünistlere hem de anarşistlere karşı yöneltilmiş olmasındadır. Burada hatırlanması gereken, Alman sosyal-demokratlarının devlet ile ilgili oportünist önyargıları ve anarşistlere karşı mücadelelerindeki zayıflık olmasıdır. Alman sosyal-demokratlarının nezdinde Oportünistler ,”Özgür halk devleti” şiarını pek sevmişlerdi. Demokrasi kavramının küçük- burjuvaca tumturaklı bir biçimde yeniden yazılması dışında, bu şiarın herhangi bir politik içeriği olmadığını vurgulayan Lenin, Engels’in bu şiarın haklılığını, demokratik cumhuriyete legal bir imada bulunduğu ölçüde, ajitatif nedenlerden ötürü geçici olarak geçerli saymaya hazır olduğunu fakat bunun oportünist bir şiar olduğunu, yalnızca burjuva demokrasisini şirin göstermekle kalmadığını, genelde her türlü devletin sosyalist eleştirisinin tanınmamasını da ifade ettiğini belirtiyordu. “Biz-diyordu Lenin- kapitalizm koşulları altında proletarya için en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız. Ama en demokratik burjuva cumhuriyette bile, ücretli köleliğin halkın kaderi olduğunu unutmamalıyız.” Lenin, bunu Engels’in ve Marks’ın 19.YY’ın yetmişli yıllarında partili yoldaşlarına tekrar tekrar açıkladıklarını hatırlatarak devam eder ve her devletin, ezilen sınıfa karşı bir “özel baskı erki” olduğunu ve bu yüzden her devletin ne özgür olduğunun, ne de halk devleti olduğunun altını çizer. ZORA DAYALI DEVRİM Engels’in zor formülü “...fakat zorun tarihte başka bir rol (şeytani bir gücünkünden başka bir rol) oynadığı, devrimci bir rol oynadığı, Marks’ın sözleriyle, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesi olduğu, toplumsal hareketin kendisini kabul ettirmekte ve donuk, ölü politik biçimleri kırmakta kullandığı araç olduğundan -Bay Dühring’te hiç söz edilmiyor. Sadece oflayıp, puflayarak, sömürü ekonomisini devirmek için belki de zorun - ne yazık ki !- gerekli olabileceği ihtimalini kabul ediyor, çünkü her zor kullanımı, onu kullananı demoralize edermiş. Ve bu, her muzaffer devrimin sonucu olmuş olan yüksek ahlak ve atılım karşısında ileri sürülüyor! Ve bu, halka zorla kabul ettirilebilecek zorlu bir çatışmanın, hiç değilse Otuz Yıl Savaşları’nın aşağılayıcılığından ulusal bilincine işlemiş bulunan kölelik ruhunu silme üstünlüğüne sahip olduğu Almanya’da ileri sürülüyor ve bu bitkin, yavan, mecalsiz vaiz anlayışı, kendisini tarihin gördüğü en devrimci partiye ( Alman sosyal -demokrat parti) zorla kabul ettirme sevdasında.”… * Engelsin Sosyal-demokratlara sunduğu “zor”a dayalı devrimle, “devletin sönüp gitmesi” teorisi farklı süreçleri anlattıkları için birbirinin yerine geçemez. Ancak sık sık birbirine karıştırılıp bağdaştırıldığını biliyoruz. Burada öne çıkan, Lenin’in deyimiyle, diyalektiğin yerine, eklektizmin konmasıdır. Lenin, eklektizmin görünürde sürecin bütün yönlerini, gelişim eğilimlerini, çelişik etkilerini hesaba kattığını ama gerçekte ise, toplumsal gelişme sürecine ilişkin bütünlüklü ve devrimci bir anlayış sunmadığını belirtmektedir. Marksizmin kurucularının “zora dayalı devrim” in kaçınılmazlığı öğretisinin burjuva devletle ilgili olduğu açıktır. Burjuva devletin, yerini proleter devlete ( proletarya diktatörlüğü) “sönüp gitme “ yoluyla değil, genel kural olarak, ancak “zora dayalı devrim” le bırakabileceğini Engels’ten alıntıladığımız değerlendirmelerden anlamak zor değil. Ancak, dün olduğu gibi, bu gün de, tarihsel gelişmenin de ortaya koyduğu tüm nesnel açıklıklara rağmen, bu gerçeklik ısrarla görmezden geliniyor. “Engels’in ‘zora dayalı devrim’e yaptığı ve Marks’ın birçok açıklaması ile uyum içinde olan övgü -der Lenin, Felsefenin Sefaleti ile Komünist Manifestoyu ve Gotha Programının Eleştirisini hatırlatarak- bu övgü, kesinlikle bir “meftuniyet”, bir hitabet, bir polemik, bir taşkınlık değildir.” Lenin’in de işaret ettiği gibi, Marksizm’in kurucularının tüm öğretisinin temelinde, kitleleri “ zora dayalı devrim”e dair bu tür düşüncelerle sistemli olarak eğitmek zorunluluğu yatar. Burjuva devletin yerine proleter devleti geçirmek, “zora dayalı devrim” olmadan kesinlikle olanaksızdır. Proleter devletin ortadan kaldırılması ,yani her türlü devletin ortadan kaldırılması “ sönüp gitme” dışında başka bir yoldan imkansızdır. İşte öğretinin özü budur. Ve bu öz, Marks ve Engels’in, her devrimci durumu tek tek inceleyerek, her bir devrimin deneyimlerinin derslerini çözümleyerek ortaya koydukları görüşlerinin billurlaşmış özetini verir. Ancak şimdi bile bu öğretinin özüne oldukça uzak mesafeden bakılmakta ve bunun sonucu olarak da, tümüyle safsata olarak nitelenebilecek Hegelvari idealist hayaller yatmaktadır. Oportünistlerin ve Hegelvari düşler gören küçük-burjuva reformistlerin görmezden geldiği, ya da unuttuğu, proletaryanın devletinin, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya olması, yani proletarya diktatörlüğü olması şeklindeki tanımdır. Bu tanım, reformizmle kesinlikle bağdaşmayacağı için “demokrasinin barışçıl gelişimi”ne dair bildik oportünist önyargıları ve küçük-burjuva hayalleri tuzla buz eder.

Buna karşın, oportünistler, devrim ve demokrasi ile ilgili olarak emekçi kitlelere, küçük burjuva hayalleri pompalamaktan vazgeçmemişler ve bu gün bile devam eden ardılları ile Marksizm’in devlet öğretisini tahrif etmeyi sürdürmektedirler. Sözde sosyalistler, sosyalist dönüşümü,küçük-burjuva hayalci dünyalarında tasarlayarak, bunu, sömüren sınıfların egemenliğinin, şiddete dayalı devrimle yıkılması olarak değil de, Lenin’in eleştirel ifadesiyle, azınlığın, görevlerinin bilincine varmış çoğunluğa barışçıl biçimde boyun eğmesiolarak tasarlıyorlardı. Yani burjuvazinin her daim sevdiği, sınıflar üstü bir devlet kabulü ile sıkı sıkıya bağlı olan bu küçük-burjuva hayalci yaklaşım, küçük-burjuva sosyalistlerini, pratikte işçi sınıfının çıkarlarına ihanet etmeye götürmüştür. Buna en çarpıcı ve akıllarda kalan örnek, gerçekte küçük-burjuva demokratlarından olan, sözde sosyalist Louis Blanc ve taraftarlarıdır. Blanc, 1848 Şubat devriminden sonra, burjuva hükümete katıldığı gibi, ParisKomünü’nün ilan edildiği 1871 yılında da, Versailles’da, Komün’ün cellâdı olarak anılan Thiers Hükümetinde kalmış, Burjuvazi Komüncüleri ezerken, Blanc, burjuvazi ile proletarya arasında çıkar birliğini vaaz ederek ve elbette üzerinde sosyalist gömlek olduğu için, burjuvaziye hizmet ettiğini göremeyen Fransız halkının, Komünarların ezilmesinde tarafsız kalmasını sağlayarak burjuvaziye yardım etmiştir. SINIF MÜCADELESİ ÖĞRETİSİ AÇISINDAN DEVLET Marks, sınıf mücadelesi öğretisini, politik iktidar öğretisine, devlet öğretisine kadar geliştirerek, bu küçük-burjuva hayalci sosyalizme karşı mücadelede, bilinçli işçilere ve elbette komünistlere son derece tutarlı bir teorik mücadele kanalı açmıştır. Bilinçli işçiler ve komünistler, bu kanaldan geçerek, Marks’ın devlet ve sosyalist devrim sorununa uyguladığı sınıf mücadelesi öğretisinin, zorunlu olarak, proletaryanın politik egemenliğinin, onun diktatörlüğünün, yani hiç kimse ile paylaşılmayan ve doğrudan doğruya kitlelerin silahlı zoruna dayanan bir iktidarın tanınmasına varır. Proletarya, devlet erkine, merkezileşmiş bir iktidar örgütüne, bir zor örgütüne, gerek sömürücülerin direnişini bastırmak için, gerekse sosyalist ekonomiyi işler hale getirmek üzere, nüfusun muazzam kitlesini, köylülüğü, küçük burjuvaziyi, yarı proleterleri yönetmek için gereksinim duyar. Devlet öğretisi,yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya öğretisi, Marks’ın tarihte proletaryanın devrimci rolüne dair tüm öğretisiyle kopmaz biçimde bağlı olan bu teori, proletaryanın devrimci rolünün taçlandırılmasını proletarya diktatörlüğünün, proletaryanın politik egemenliğinin oluşturduğunu net olarak gösteren bir öğretidir. Bu öğreti,aynı zamanda, burjuvazinin kendisi için yarattığı devlet mekanizmasını önceden yok etmeden, parçalamadan proletaryanın egemenlik aracı olan örgütün,yani proletarya diktatörlüğünün yaratılmasının mümkün olmadığını da net bir biçimde göstermektedir. Diğer yandan, hatırlanması gerekir ki, Marks’ın öğretisi çoğu kez ve daha çok Marksizm’i tahrif etmek için sınıf mücadelesine indirgenir. Oysa Marks’ın kendi ifadesiyle ve Lenin’in aktarımı ile sınıf mücadelesi öğretisi Marks’tan çok önce ve burjuvazi tarafından yaratılmıştır. Yalnızca sınıf mücadelesini kabul eden biri, henüz burjuva düşüncesinin ve politikasının sınırları içinden çıkamamış demektir. Böyle biri, Marksist değildir. Marksizm’i sınıf mücadelesi öğretisine indirgemek, Marksizmi budamak, onu tahrif etmek, burjuvazi için kabul edilebilir sınıra indirmek demektir. Sadece, sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne kadar genişleten kişi Marksist’tir. Marksizm’i gerçekten anlamış ve kabul etmiş olmanın denek taşı budur. Avrupa tarihine bakıldığında, tüm reformistler ve oportünistler yanında, Kautskycilerin de proletarya diktatörlüğünü reddeden zavallı dar kafalılar ve küçük-burjuva demokratları oldukları gözden kaçmaz. Burjuva devletlerin biçimleri son derece çeşitlidir ama özleri birdir. Tüm bu devletler, şu ya da bu tarzda, fakat son tahlilde mutlaka burjuvazinin bir diktatörlüğüdür. Kapitalizmden komünizme geçiş de muazzam bir politik biçimler bolluk ve çeşitliliğini gösterecektir, fakat özü mutlaka aynı kalacaktır; Proletarya diktatörlüğü ! Marks’ın Paris Komünü’nden kısa bir süre önce, 1870’in son aylarında, Parisli işçileri uyararak, hükümeti devirme girişiminin umutsuz bir budalalık olacağını ifade ettiği bilinir. Lenin, “Ve bu söylediği, Komün’ün sonucu itibarıyla kanıtlanmıştır. Ancak 1871 Mart’ında işçilere savaştan başka bir seçenek bırakılmadığında, işçiler burjuvazinin savaş dayatmasını kabul edip, ayaklanma bir olgu haline geldiğinde, uğursuz işaretlere rağmen Marks… Kasım 1905’de işçi ve köylüleri mücadeleye teşvik ruhuyla yazan ve Aralık 1905’ten sonra liberal örneğe uygun olarak, “silaha sarılmamak gerekirdi” diye yaygara koparan Marksizm’in Rus döneği Plehanov gibi yapmadı ve proleter devrimi, en büyük coşkuyla selamladı” derken, son derece somut ve önemli bir gerçekliğe dikkat çekiyordu. Buna karşın Marks, kendi ifadesiyle “gökyüzünü fethetmeye “ kalkan Komünarların kahramanlığına hayran olmakla yetinmedi, aynı zamanda ayaklanma hedefine ulaşmamış olmasına rağmen, devrimci kitle hareketinde muazzam önemde bir tarihsel girişim, proleter dünya devriminde ileriye doğru belli bir adım olarak gördü. Ve bu girişimi tahlil etmeyi bir görev olarak önüne koydu.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

EN ZORLANDIĞI SEÇİM OLDU Chavez, Capriles’e karşı aldığı en son seçim zaferinde bugüne kadar girdiği devlet başkanlığı seçimlerinde elde ettiği en düşük oyla karşılaştı. Venezuella’nın lideri, göreve geldiği 1998 yılında yüzde 56, ikinci kez seçildiği 2004’te yüzde 59, 2006’daki erken seçim-

lerde yüzde 63 oy almıştı. Chavez, dün yapılan seçimde ise oyların yüzde 54.42’sini alırken, rakibi Capriles yüzde 44.97’te kaldı. Seçimde, 19 milyondan seçmenden yüzde 81’inin oy kullandığı ifade edildi. Chavez, ilk seçim mağlubiyetini, 2007’de devlet başkanlığı yarışına süresiz aday olabilmek için gittiği referandumda almıştı. Kaybettiği referanduma rağmen geri adım atmayan Chavez, 2009’da yine aynı maddenin oylandığı referandumda yüzde 56 oy alarak istediği kadar devlet aşkanlığı seçimine katılma hakkı kazandı. Capriles’in destekçileri seçimlerin öncesinde yayılan spekülasyonların etkisinde kalarak gözyaşlarına boğuldu. Venezuella İçişleri Bakanı Tarık el Asimi, henüz hiçbir resmi açıklama yapılmadığı dakikalarda Twitter’dan attığı mesajda, “Mükemmel zafer! Anavatan kazandı” ifadesini kullandı. Venezuella’da Chavez’in göreve gelmesinden bu yana yapılan en kritik seçimlerden birinde, 58 yaşındaki liderin Capriles ile başa baş bir yarış geçireceği öne sürülmüştü. Oy sayımının yapılmaya başlandığı birçok seçim noktasındaki sonuçlarda iki adayın başa baş olduğu belirtilmişti. Güney Amerika’nın en büyük petrol ihracatçısı olan Venezuella’nın lideri Chavez, altı yıl daha devlet başkanlığı yapacak. Chavez, oylamanın ardından seçim merkezinden yaptığı açıklamada, “Herkesten sakin ve sabırlı olmalarını istiyorum... Kimse tahriklere gelmemeli, şiddete başvurmamalı. Sonuçları beklemeliyiz” demişti.

DEVRİM ve GEÇMİŞİN İNTİKAMI

DEVLETİN SÖNÜMLENMESİ İLKESİ

SAYFA 05

Devlet Başkanı Hugo Chavez’in 14 yıldır lideri olduğu Venezuella’da dün gerçekleştirilen devlet başkanlığı seçiminde sonuçlar belli oldu. Chavez taraftarlarının, ön sonuçların açıklanmasını beklemeden sokaklara döküldüğü seçimde, Chavez oyların yüzde 54’ünü topladı. Chavez, 1998’den bu yana katıldığı devlet başkanlığı seçimlerindeki en düşük oyu aldı. Chavez, 14 yıllık iktidarına karşı en başarılı seçim kampanyalarından birini yürüten 40 yaşındaki Vali Henrique Capriles karşısında verdiği en kritik seçimde galip gelmeyi başardı. Seçim kurumu, Chavez’in oyların yüzde 54’ünü aldığını açıklarken, Capriles yüzde 45 oyda kaldı. Capriles, sonuçların açıklanmasının ardından Chavez’i tebrik etti. Dün akşam yerel saatle 18.00’da (TSİ 00.30) oy verme işleminin sona ermesinin ardından, Chavez taraftarları daha ilk sonuçlar belli olmadan kutlamalara başladı. Chavez’in yardımcıları, devlet başkanının seçim galibiyetini sonuçlar henüz açıklanmadan Twitter’da attıkları mesajlarda kutlarken, çok sayıda destekçisi başkent Caracas başta olmak üzere birçok kentte sokaklara inerek havai fişek fırlattı ve sevinç gösterilerinde bulundu. Sonuçların açıklanmasından önce yaşanan gelişmeler üzerine, Venezuella’nın merkezindeki Miranda eyaletinin valisi Capriles’in seçim merkezindeki destekçilerinin ise gözyaşlarına boğulduğu ifade edildi.

Devrim

Sayfa 7


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 6

KCK: Halk Parça Polİtİkasını Aştı

SAYFA 06

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM -1

E

mperyalist kapitalizmin laboratuarlarında üretilen teoriler olarak “Marksizm’in toplum üzerindeki etkisini yitirmiş olduğunun” en çok iddia edildiği bir süreçte, Marksizm’i tahrif etmek ve Marksizm’i gözden düşürmek çabalarının çok fazla artmış olması, bize bu tekrarların ve Marksizm’i savunma modundan çıkarmak ve hücum moduna geçirmek için, Marksizm’i enine boyuna irdeleyerek netleşmenin ve elbette bütün bu saldırılara karşı ideolojik mücadele yürütmenin en devrimci iş olduğunu göstermektedir. Ayrıca, bir gerçeklik ve tarihin taşıdığı bir ders daha var ki, bize oportünizmin, toplumsal hareketliliklerin arttığı, doğru teorilerin sıçramalı gücünün kendini gösterdiği ve egemen sınıfların çaresizliğinin arttığı egemen ideolojinin nesnelliklerin üzerini örtmekte zorluk çektiği dönemlerde mutlaka ve artan hızla işbaşına geçtiğini göstermektedir. Bugün,”Marksizm’in bugünün koşullarında toplum üzerindeki etkisini yitirmiş olduğunu” kabul ettirmeye çalışan Marksizm düşmanlarının, “etkisini yitirmiş” olarak gösterdikleri bir öğreti üzerinde Marksistlerden çok daha fazla laf üretmekte olmaları, öğrenmeye tutkulu olanlar için son derece öğreticidir. Bu iş başında olanların işlerinin başında, Marksizmin kurucularının devlet öğretisini çarpıtmak ve hatta Marksizmi iflasına sebep olan bir teori olarak göstermek var. “Gelinen aşamada, Marksist öğretinin çözüm üretmekten ve yeni bir çıkış yapmaktan uzak olduğu gerçeğinin mutlak bir biçimde ortada olduğunu” göstermeye çalışan ve bu nedenle bugün “Marksizm’in, dar sınıf eksenli bir kitleye hitap etmekte olduğunu”, bu nedenle de, “kapitalizm-emperyalizm karşısında güncelliğini yitirmiş olduğunu” tam bir mutlaklık içinde öne çıkartan Marksizm düşmanlarının, iktidar perspektifine hücum yanında, sınıftan kaçışın haklılığını da gerekçelendirme çabalarının temel politikaları olduğunu görüyoruz. Bu, “tarihin sonu” teorisinin mucidinin bile acz içinde kaldığı tarihsel nesnellik karşısındaki çaresizliğin tartışmasız görünümünün yansıması olan bir korkaklığın ifadesidir ve bu korkaklığın iktidar ve sınıf olgusuna vurması şaşırtıcı değildir. Kautsky’den beri, Marksizmden uzaklaşırken, bunu Marks’a mal edenler yanında, Marksizme cepheden saldıranların saldırılarının odak noktası, hep proleter devrimin özsel içeriği, yani proletarya diktatörlüğü olmuştur. Bugünün koşullarında (dünyada) sınıfın ayaklanıp ‘proleter devrim’ yapmasını beklemenin akıntıya karşı kürek çekmeye benzediğini vaaz eden bu Marksizm düşmanları, “sorun”u devlet-sosyalist devlet mantığı ile bağlayarak,Marksizm’in (hâlâ) ‘işçi devleti’ stratejisiyle yaklaşmasının, amacın odağına (hâlâ) devlet ve iktidarı koymasının, Marksizmin ‘yapısal krizi’ ni derinleştirdiğini iddia etmektedirler. “Devlet iktidarını ele geçirdikten sonra komünizme geçişle ‘devletin kendiliğinden sönümleneceğini’ öngörmek kaba-determinist bir durum”muş. Devlet ve iktidar sorununun çözümünün, ve “Devletsiz demokrasi” vaaz eden,”demokratik özerklik ve özyönetim” üzerine de nutuklar sıralayan Marksizm’in düşmanlarının, bütün korkularının, Marksizm rüzgârının, şiddetli bir biçimde esme eğilimi göstermeye başladığı bir tarihsel sürece girdiğini görmelerinden olduğunu anlamak zor değil. Ancak bunu, Marksizm’i tahrif etme çabalarına, zorlama teoriler ve tespitler koymaları bir yana, Marksizm karşısındaki çaresizliklerinin ifadelerindeki çelişkilere de yansıdığını görerek anlamak mümkün. Daha dikkatlice incelendiğinde, bütün bu Marksizm’i tahrif etme çabalarının, onca zahmete girerek Devlete ve otoriteye ve elbette işçi sınıfına açtıkları savaşın, emperyalist kapitalizme, işbirlikçilerine, tekellere, yaranmak için olduğunu gizleme çabalarına rağmen, Kürt coğrafyasındaki sorunların, emperyalizmin ve bu coğrafyadaki işbirlikçilerinin ve elbette 12 Eylül rejimini emperyalizmin öngördüğü sınıra götürmenin politikalarını izleyenlerin çıkarına çözmek için çırpınışları olduğu görülmektedir. Marksizmin kurucularının, devlet ve zora dayalı devrim öğretilerini, Lenin’in de katkılarıyla ortaya koymak suretiyle, bu, Marksizm karşısında acz içinde olan bayların, Marksist öğretinin karşısına koydukları çoktan çürütülmüş düşünceleri ile son otuz yılda emperyalist kapitalizmin ideolojik ve psikolojik saldırılarına maruz kalarak sıradanlaşmamış özünü kaybetmemiş insanların akıllarını bozma çabalarını püskürtmeyi görev bildik. DEVLETİN KÖKENİ Bu çıkarımların kaynağını düşünmek gerekirse, Hegel’in idealizmini hatırlamak yerindedir. Öyle olmasaydı, devletin, topluma dışarıdan dayatılmış bir güç olmadığı gerçekliğinden hareket edilerek, Hegel’in, devleti tek tek insanların, toplumsal örgütlerin ya da sınıfların çıkarlarının aleti olarak gösteren öğretisinin esiri olunmazdı. İlkin,Hegel’den önce yaşamış olan Rousseau’nun bile görebildiği, devletin insanlar tarafından yaratıldığı, yine insanlar tarafından değiştirilebileceği gerçeğini hatırlayarak, bir çözümlemeye girişilirdi. Bunlar bir yana, devlet öğretisi, artık idealistlerin hegemonyasından çoktan çıkmıştır. Dolayısıyla devletin ne olduğu üzerine felsefi süslemelere gerek yoktur, hele ki,

söze Marksizm’le başlanılan bir alanda ve çözümlemede bu tamamen gereksizdir. Devletin, daha çok, belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun bir ürünü olduğunu; bunun, toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin, önlemekte yetersiz kaldığı uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün ifadesi olduğunu; Fakat bu karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir mücadele içinde eritip bitmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde duran ve karşıt sınıflar arasındaki çatışmaya gem vurması,’düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir gücün gerekli hale gelmiş olduğunu; ve işte toplumdan doğan, fakat kendisini onun üstüne çıkaran ve topluma gitgide yabancılaşan bu gücün devlet olduğunu, burjuvazinin, idealizme sarılan ideologları da, Marksizmi evirip çevirmeye çalışan oportünistler de pekala bilir ve tersini kanıtlamak için bin dereden su getirir. Ama Marksist’likleri bir sahteliğin ifadesi olmayanların,yani gerçekten Marksist olanların, bunu çok daha derinlemesine ve özellikle de, hem burjuva ideologlarının ve hem de kendini Marksist göstermekten vazgeçmeyen oportünistlerin tahrifatlarına karşı mücadele edebilecek kıvamda bilmeleri ve bu konuda net olmaları gerekir. Yani sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının ürünü ve tezahürü olan devlet’in, sınıf çelişkilerinin objektif olarak uzlaştırılmadığı yerde, zamanda ve ölçüde ortaya çıktığını, dolayısıyla devlet’in varlığının, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu kanıtladığını net olarak bilmesi, bilincine kazıması gerekir. Çünkü oportünizmin müzmin tahrifatçılarının saldırı noktaları buradadır. Çünkü bu kadarını, yani devletin ancak sınıf çelişkilerinin ve sınıf mücadelesinin olduğu yerde var olduğunu kabul eder görünen, daha doğrusu kabul etmek zorunda kalan , burjuvazinin ideologları, Marks’ın, devleti, sınıfların uzlaşma organı olarak gösterdiği yalanına başvurarak “Marksist” olmaktan vazgeçmeden Marksizm’in kurucularının devlet öğretisini tahrif ederler. MARKSİZMİN DEVLET ANLAYIŞI Halbuki, Marks’a göre devlet, sınıfların çatışmasına gem vurmak suretiyle bu baskıyı yasa mertebesine yükseltip, pekiştiren bir “düzen” in yaratılmasıdır. Küçük - burjuva politikacıların görüşüne göre ise,”düzen”, tam da sınıfların uzlaşmasıdır, yoksa bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi değildir; çatışmaya gem vurmak demek, uzlaştırmak demektir; yoksa ezilen sınıfların elinden, ezenleri devirmek için belli mücadele araçlarını ve yöntemlerini çekip almak değildir! Dün de, bu gün de, sınıfların “devlet” aracılığıyla “uzlaştırılması “ biçimindeki, küçük-burjuva teorisine kayma çabalarının varlığını koruması, hep Marksizm’in devlet öğretisinin tahrifinin, bu öğretinin yeterince derinlemesine öğrenilmemesi nedeniyle kolaylaşmış olmasındandır. Öyleyse, Marksist devlet öğretisinin tahrifini zorlaştırmak veya püskürtmek için, Marksizm’in devlet öğretisini enine boyuna irdeleyerek bu konuda netleşmek gerekmektedir. Eğer sınıfların uzlaşması olanaklı olsaydı devlet, ne ortaya çıkabilir, ne de ayakta kalabilirdi. Bu temel gerçeği görmezden gelirsek; devletin, küçük-burjuva ve dar kafalı profesörlerle yazarların, devletin sınıfların uzlaşmasına hizmet ettiği görüşünü benimsemek elbette kolay olurdu. Diğer yandan devlet, silahlı insanlardan oluşan özel formasyonlar, aynı anlama gelen, özel silahlı örgüt yanında, hapishaneleri ve her türlü zor kurumları da içeren bir kamu gücünün ifadesidir. Başka ifadeyle, ezen ve ezilen sınıflar olarak parçalanmış bir toplumda, ezenlerin sınıf egemenliği olarak devletle birlikte, eski ilkel komünal toplumdaki “ kendi kendine hareket eden silahlı örgüt” yerine, ezen sınıfların egemenliğinin korunmasının ve ezilen sınıfların baskı altında tutulmasının aracı olarak “silahlı insanlardan oluşan özel kuvvetler”, sürekli ordu, polis vs. meydana çıkar. Engels,”Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni “ adlı çalışmasında, devleti tarihsel olarak ortaya koyarken, eski Gens örgütlenmesinde, yani ilkel komünal Gens toplumlarında, devletin olmadığını dolayısıyla toplumun üstünde duran ve ona yabancılaşan silahlı insanlardan oluşan özel formasyonların, yani ordu, polis vs. olmadığını; silah taşıyabilen bütün Gens üyelerinin silahlanmasını anlatan bir “halkın kendi kendine hareket eden silahlı örgütü” olduğunu vurgulamaya ve dikkatleri bu noktaya çekmeye özen göstermiştir. Uygar toplum, bunlar arasında bir silahlı mücadeleye yol açabilecek olan düşman ve hem de uzlaşmaz düşman sınıflara bölünmüştür. Bunun sonucunda devlet oluşur, özel bir güç yaratılır, silahlı insanlardan oluşan özel formasyonlar ortaya çıkar. Ve bu devlet aygıtını yıkan her büyük devrim bize, hem egemen sınıfın kendisine hizmet eden silahlı insanlardan oluşan özel formasyonları yenilemeye çabaladığını ve hem de ezilen sınıfın sömürenlere değil, aksine sömürülenlere hizmet edecek bu türden yeni bir örgüt yaratmaya çalıştığını açıkça gösterir. Engels’in bilinçli işçiler için işaret ettiği nokta, her büyük devrimin pratik, anlaşılır ölçüde sorduğu sorunun, silahlı insanlardan oluşan “özel” formasyonlar ile “halkın kendi kendine hareket eden silahlı örgütü” arasındaki karşılıklı ilişki sorunu olduğudur. Polis memurunun, Gens toplumunun tüm organla-

rının toplamından daha çok ‘otorite’ye sahip olduğunu, fakat en güçlü prensin ve uygarlığın en büyük devlet adamının, ya da generalinin, ona gösterilen içten ve tartışmasız saygıdan dolayı en küçük Gens’in başkanını kıskanabileceğine işaret eden Engels’in, kamu gücünün ayakta tutulması için gerekli olan otoritenin, toplumun saygısından uzak olduğunu vurguladığını hatırlatmak gerekir. Böylece devlet erkinin organları olarak memurların ayrıcalıklı konumu sorunu ortaya konulmakta, dolayısıyla onları toplumun üstüne çıkaranın ne olduğu sorusu belirmektedir. *Engels bu sorunun cevabını, “Devlet, sınıf çelişkilerini dizginleme gereksiniminden doğduğu için, ama aynı zamanda bu sınıfların çatışmasının tam ortasında doğduğu için, kural olarak en güçlü, ekonomik olarak egemen sınıfın devletidir ve onun sayesinde siyaseten de egemen sınıf haline gelir ve böylece ezilen sınıfı bastırmak ve sömürmek için yeni araçlar elde eder...” diyerek memurların kutsallığı ve dokunulmazlığı üzerine özel yasalar çıkarılmasına işaret etmekteydi. Şüphesiz, yalnızca antik ve feodal devlet, köleleri ve serfleri sömürmenin organı değillerdi, hepimiz biliyoruz ki, modern devlet de ücretli emeği sömürmenin aracıdır. Bununla birlikte, istisnai olarak, savaşan sınıfların birbirlerini öylesine yakın dengeledikleri dönemler olur ki, devlet erki, görünüşte aracı olarak o an için her ikisine karşı belli bir bağımsızlık kazanır. Fransa’da 17.ve 18.yy mutlak monarşisi, Büyük Fransız Devrimi’nden kısa bir süre önce hüküm sürmüştü ve feodalizmle burjuva düzeni arasındaki geçiş döneminin devletiydi. Mutlak monarşi, devlet iktidarının, birbirleriyle mücadele eden sınıfların adeta üzerinde durduğu ve bu mücadeleye ancak, bu sınıfları barıştırmak için müdahale ettiği şeklindeki düşünceler için, dışsal bir neden sunmuştu. Fakat gerçekte mutlak monarşi, çözülmekte olan feodal beyler sınıfının devletiydi. Burjuvazi, yeterli güce ulaştığı gibi, mutlak monarşiyi yıkarak kendi sınıf devletini kurdu. Modern temsili devletin de, sermayenin ücretli emeği sömürmesinin aracı olduğunu ve istisnai olarak, böyle bir devlet erkinin, görünüşte birbiriyle savaşan sınıflara karşı belli bir bağımsızlık kazanabileceğini ifade eden Engels, “demokratik cumhuriyette zenginliğin, iktidarını, Amerika’da olduğu gibi, memurları doğrudan rüşvetle satın alarak veya hem Fransa’da, hem de Amerika’da olduğu gibi, hükümet ve borsanın ittifakı sayesinde dolaylı olarak, fakat bir o kadar da güvenli olarak icra ettiğini” ekler. Lenin ise, Engels’in ortaya koyduklarına ilave olarak, Zenginlik’in mutlak gücünün demokratik cumhuriyette daha güvenli olmasının bir başka nedeninin, bu mutlak gücün, kapitalizmin kötü bir politik kılıfına bağımlı olmaması olduğunu ve demokratik cumhuriyetin düşünülebilecek en iyi politik kılıf olduğunu ve sermayenin bu en iyi kılıfı ele geçirdikten sonra, burjuva demokratik cumhuriyetin ne kişilerindeki, ne kurumlarındaki, ne de partilerindeki hiçbir değişikliğin bu iktidarı sarsamayacağını vurgular. *Demokratik cumhuriyetin düşünülebilecek en iyi kılıf olmasının anlamını ise, Engels’in, genel oy hakkını, burjuvazinin egemenliğinin aracı olarak nitelemesinden çıkartabiliriz. Engels,”genel oy hakkının, işçi sınıfının olgunluğunun ölçeği olduğunu ve demokratik cumhuriyeti kastederek, bu günkü devlette asla daha fazlası olamaz ve olmayacaktır.” Dün sosyal-devrimcilerin, Menşeviklerin, küçük burjuva demokratlarının ve Lenin’in deyimiyle onların öz kardeşleri olan sosyal-şovenistlerin ve oportünistlerin beklediği gibi, bu gün de onların ardılları olan, adlarına özgürlükçü, eşitlikçi veya demokratik ön eki koyan sözde sosyalist, gerçekte küçük burjuva olan bilumum oportünistler, Engels’in sözünü ettiği, “daha fazla” yı, tam da bu “genel oy hakkı”ndan beklerler ve “genel oy hakkı”nın, bu günkü tekellerin devletinde emekçilerin çoğunluğunun iradesini gerçekten yansıttığını halka kabul ettirmeye çalışırlar. …”O halde” diyerek devam eder Engels …“devlet ezelden beri var olan bir şey değildir. Onsuz yapabilen, devlet ve devlet iktidarı hakkında hiçbir fikri olmayan toplumlar olmuştur. Ekonomik gelişmenin, toplumun sınıflara bölünmesiyle zorunlu olarak bağlı olan belirli bir aşamasında, bu bölünme yüzünden devlet bir zorunluluk haline geldi. Şimdi üretimin, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, aynı zamanda üretimin pozitif bir engeli haline geldiği bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, daha önceki bir aşamada ortaya çıkışlarındaki aynı kaçınılmazlıkla batacaklardır. Onlarla birlikte kaçınılmaz olarak devlet de batar. Üretimi, üreticilerin özgür ve eşit birliği temelinde yeniden örgütleyen toplum, tüm devlet mekanizmasını, o zaman ait olacağı yere; eski eserler müzesine, çıkrığın ve bronz baltanın yanına kaldıracaktır.” Engels’in bu uzun alıntı ile aktardığı sözleri yeterince açıktır ama hâlâ göremeyenler ve daha fazlasıyla bu açıklığın görülmesini engellemek için, türlü hilelerle üzerini örtmeye çalışanlar cirit atmaya devam etmektedir. Bu zehirli ciritlerin panzehiri, elbette ki, Marksist devlet öğretisinin derinlemesine öğrenilmiş olmasıdır.

Sayfa 11

savunmanın yolu, Kürtlerin özerklik statüsünün tanınmasından geçmektedir. Güney Kürdistan halkının demokratik çıkarlarını savunmak, Türkiye, Suriye ve İran’da Kürt halkının hak ve özgürlüklerinin garanti altına alınmasını sağlayacak şekilde ulusal bir politika izlemekten geçmektedir. Durum örtülü ve muğlak olmaktan çıkmıştır. İster sömürgeci egemen devletler ve uluslar arası güçler açısından ister Kürtler adına hareket eden Kürdistani güçlerin izleyeceği politika açısından durum son derece netlik ve somutluk kazanmıştır.

KÜRT SORUNU PARÇA POLİTİKASINI ÇOKTAN AŞMIŞ

A

rtık Kürt sorunu parça politikasını çoktan aşmış Kürt ulusunun dört parçadaki demokratik ve özgürlük sorununa bütünlüklü bakmayı ve ona göre net bir yol haritasını savunmayı gerek Behdinan - KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı, Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “silahı bırakırlarsa operasyonlar durur” açıklamasının “sorunun muhattabını savaşla bitirmeyi hedefleyen niyetin ve kararın dile gelmesi” olduğunu belirtti. KCK, “Kürt sorununu muhataplarıyla birlikte ortadan kaldırmayı hedefleyen Türk devleti, köklü bir karar değişikliğine gitmeden Hareketimizin ve halkımızın herhangi bir beklentisi olamaz, olması safdillik olur” dedi. KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı yaptığı yazılı açıklamada gündemdeki konuları değerlendirdi. Erdoğan’ın Katar’da yaptığı açıklamanın “tasfiye ve teslim alma” anlamına geldiğini belirten KCK, Kürdistan Bölge Başkanı Mesut Barzani’nin Washington ve Ankara ziyaretleri, Kürtler arası birlik arayışları ve açlık grevleri konusunda da mesajlar verdi.

ERDOĞAN’IN KATAR AÇIKLAMASI TASFİYE VE TESLİM ALMA ANLAMINA GELİYOR

KCK’nin açıklaması şöyle: “Kürdistan’da ve bölgemizde yaşanan gelişmeler her geçen gün daha fazla Kürt ve Kürdistan’ın durumunu stratejik bir düzeyde gündeme getirmektedir. Bu günlerde yapılan ziyaretler ve ardından gelişen açıklamalar halkımızın ve Hareketimizin iradesini, hassasiyetini, taleplerini ve mücadelesini hiçe sayan sömürgecilikte ısrar siyasetinin bir tekrarı olmuştur. Erdoğan’ın en son Katar’da yaptığı ‘silahı bırakırlarsa, operasyonlar durur’ açıklaması bir kez daha halk savunma güçleri gerillamıza ve Hareketimize dönük sürdürülen tasfiye ve teslim alma politikasından başka bir anlam taşımamaktadır. Bu açıklama demokratik çözümün zeminini oluşturmayı değil, sorunun muhatabını savaşla bitirmeyi hedefleyen niyetin ve kararın dile gelmesidir. Oysa ki, gerçek barışın yolu Önder Apo ve Yol Haritası ekseninde sunduğu protokollerden geçtiğini halkımız ve kamuoyu çok iyi bilmektedir.

BARZANİ’NİN ABD VE TÜRKİYE ZİYARETLERİ

Sayın Barzani’nin ABD ve Türkiye temaslarını da Kürt halkı ve Hareketimiz yakından takip etmektedir. Kürt Halk Önderi Reber Apo’nun 13 yıldır İmralı’da esaret koşullarında ve tam 9 aya yakındır ağır bir tecrit altında tutulduğu, 7 bine yakın Kürt siyasetçisinin haksız bir biçimde cezaevlerinde alıkonulduğu, her gün halkımıza faşist-ırkçı yönelimlerin gerçekleştiği, Suriye’de Kürt halkının haklarının

muhalefet tarafından telafüz bile edilmediği ve buna karşın halkımızın ve gerillamızın kahramanca direndiği bir süreçte yapılan her bir ziyaret ve söylenecek her bir söz çok tarihi ve siyasi derin bir anlama haizdir. Söz konusu ziyaretlerde Kürt halkının hassasiyetleri ve ölümüne her şeyini ortaya koyduğu Önder Apo’nun özgürlüğü, siyasi soykırım operasyonlarının durması ve dört parça Kürdistan’ın demokratik özgür geleceği konusunda rahatlatıcı bir gelişme yaşanmamıştır. Bu görüşmeler sürecinde dile gelen konular, tamamen dışımızda olup herhangi bir biçimde Hareketimizi bağlamadığı halkımızın ve kamuoyunun bilgisi dahilindedir.

AKP DEVLETİNDEN BARIŞÇIL YÖNDE İLERLEME BEKLEMEK HAM HAYAL Kürt sorununu muhataplarıyla birlikte ortadan kaldırmayı hedefleyen Türk devleti, köklü bir karar değişikliğine gitmeden Hareketimizin ve halkımızın herhangi bir beklentisi olamaz, olması safdillik olur. Açık ki, mevcut durumda AKP yönetimindeki Türk devleti, sadece Kürt halkına değil, bütün Ortadoğu halklarına düşmanca bir niyet ve siyaset gütmektedir. Böylesine karanlık ve tehlikeli bir politikayı yürüttüğü müddetçe AKP devletinden demokratik ve barışçıl yönde bir ilerlemeyi beklemek ham hayalden ibaret olacaktır. Türk devletinin bu tutumu, savaşı körükleyen, demokrasinin katlini getiren ve Kürt halkı başta olmak üzere Ortadoğu halklarının acısını daha fazla büyüten bir taraftadır. Bu gelişmeler karşısında Kürt halkının ve Kürtler adına hareket eden herkesin kendi öz gücüne dayanarak ve yolunu doğru seçerek Ortadoğu halklarıyla demokratik-özgür birliğini gerçekleştirmeyi esas alması özgür Kürdü ve Kürdistan’ı savunmak olacaktır.

DEMOKRATİK BİR SURİYE VE TÜRKİYE, KÜRT ÖZERKLİĞİNİ TANIMAKTAN GEÇMEKTEDİR Bugün artık şimdiye kadar yürütüldüğü gibi Kürt halkının resmi statüsü görmezden gelinerek, Kürtler kurban edilerek sürdürülen politikanın yol alması imkansız hale gelmiştir ve böyle bir politika Ortadoğu’nun hayrına da değildir. Aksi durumda Türkiye, Suriye, İran ve Irak ülkeleri başta olmak üzere Ortadoğu haritasında Kürtsüz bir demokrasi ve özgürlüğü savunmak miadını doldurmuş şiddete dayalı sömürgecilik stratejisinden başka bir şey olmayacaktır. Kürt sorunun çözümü, Ortadoğu ve halklarının demokratik geleceğinde netleştirici temel bir kıstastır. Demokratik ve özgür Suriye’yi inşa etmek Kürt halkının ulusal haklarının özerklik statüsünü tanımaktan ve savunmaktan geçmektedir. Türkiye’nin demokratik model bir ülke olmasını

Dört parçadaki Kürt halkı, soruna Kürtler ve Kürdistan’ın geleceği temelinde bakmakta siyasetin doğruluğunu bu eksende test etmekte, yanlış ve hatalı duruşları çok rahat görmektedir. Artık Kürt sorunu parça politikasını çoktan aşmış Kürt ulusunun dört parçadaki demokratik ve özgürlük sorununa bütünlüklü bakmayı ve ona göre net bir yol haritasını savunmayı gerektirmektedir. Halkımız, Önder Apo’nun özgürlüğü özgürlüğümüzdür temelinde ‘Edi Bese! An Azadi An Azadi’ şiarıyla sürdürdüğü mücadelesiyle kendi özgür geleceğini inşa edecektir. Çözüm, Kürt halkının ulusal birlik ruhuyla ulusal örgütlenmelerini geliştirmesi, ulusal politikalarını oluşturması ve harekete geçmesi temelinde tüm Kürdistan parçalarında ve yurtdışında kararlı direnişiyle gerçekleşecektir.

AÇLIK GREVLERİ DOĞRU BİR TUTUM OLDU ‘Kürdistan’a statü, Önder Apo’ya özgürlük’ şiarıyla Avrupa’da ve Türkiye cezaevlerinde başlatılan açlık grevleri ve eylemsellikler önemli düzeye ulaşmıştır. Bu eylemsellik sürecinde yurtsever halkımızın ve özgürlük hareketi kadrolarının gösterdiği kararlılık ve tutarlı duruş takdire değerdir. Özellikle Strasburg açlık grevi eylemcileri öncülüğünde gelişen ve Avrupa’daki yurtsever halkımızın ilgi ve katılımıyla yükselen direniş düzeyi, Önder Apo’nun özgürlüğü ve Kürt sorunun çözümünün uluslararası gündeme taşırılması bakımından önemli sonuçlar açığa çıkarmıştır. Bunda açlık grevi eylemcilerinin 52 gün boyunca göstermiş olduğu kararlılık ve çabanın rolü etkili olmuştur. Avrupa’daki bu eylemsellik süreci bir kez daha göstermiştir ki, Önder Apo’yu esaret altında tutma temelinde Kürdistan’da yürütülen soykırım savaşına karşı Avrupa’daki Kürt toplumu etkili bir mücadele gücüdür. Kürdistan’da yürütülen insanlık dışı sömürgeci savaş sürdükçe Avrupa’daki Kürt halkının da sessiz kalmayacağı anlaşılmıştır. Özellikle Türk devletinin Kürdistan’da sürdürdüğü sömürgeci savaşı destekleyen Avrupa ülkelerinin ikiyüzlü politikalarına karşı Avrupa’daki Kürt kitlesinin ve dostlarının yürüttüğü bu mücadele, çok anlamlı ve değerli bir özgürlük-demokrasi mücadelesidir. Hareketimizin ve Avrupa’daki çeşitli kurumların yaptığı çağrılar temelinde cumartesi günü gerçekleştirdikleri basın toplantısıyla 52 günlük açlık grevini sona erdiren eylemcilerin Önderliğin istemine ve çağrımıza uymaları yerinde ve doğru bir tutum olmuştur.

AB KURUMLARI VERDİKLERİ SÖZLERE BAĞLI KALMALI Bundan sonraki süreçte Abdullah Öcalan’a Özgürlük İnisiyatifi ve Avrupa’daki yurtsever halkımızın değişik biçimde eylemlerini sürdüreceklerine inanıyor, bu temelde kendilerine üstün başarılar diliyoruz. Avrupa Birliği kurumlarının yaptığı çağrılarda verdiği söze bağlı kalmaları gerektiğini hatırlatıyor ve tüm demokratik güçleri Önderliğimize karşı 9 aya yakındır sürdürülen insanlık, hukuk ve ahlak dışı tecrit politikasına karşı tutum almaya çağırıyoruz.” ANF


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 12

Bogota’dan Oslo’ya “savaş ve barış” (I) Kolombiya’da 90’lı yılların sonunda toplumda beliren yılgınlık, FARC’larla barış görüşmeleri öneren Andres Pastarna’ya cumhurbaşkanlığı yolunu açtı

T

ürkiye’de artan teröre eylemleri karşısında yükselen sesler içinde “Oslo” veya “İmralı” isimlerini duymak mümkün. Türkiye kontekstinde bu isimler “görüşme” anlamına geliyor. Doğrudan veya dolaylı... Terörden bahsedenlerin genellikle askeri adımları öne çıkardığını, buna karşın terörün beslendiği ekonomik kaynaklar üzerinde pek durmadıkları veya büyük fotoğrafa dahil etmedikleri bir gerçek. Ekonomik kaynakların kurutulması mücadelenin önemli bir eksenini oluşturuyor. “Topyekün cevabın” bir parçası olduğu göz ardı ediliyor. İşbu yazı Kolombiya’da elli yıla yakın bir zamandır terör estiren FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri-Halk Ordusu ) terör örgütünü, Oslo’da 8 Ekim günü başlayacak görüşmelere giden yolda Bogota’nın teröre karşı verdiği “mücadeleyi” , FARC’ların egemen olduğu bölgelerde beliren asker-devlet-gerilla üçgenini ve yaşanan dramı mercek altına almayı hedefliyor.

naklarını artırmasını gerektirdi. Esrar kaçakçılığı başta olmak üzere, insan kaçakçılığından da önemli gelirler elde ettiler. Bu dönemden sonra oluşan esrar çetelerinin önü bir daha alınamadı. Bogota’nın mücadeleyi narkoterörle sınırlaması ve stratejik hataları FARC’ları zirveye taşımakla kalmadı (1996-2001) uluslarası sahnede seslerini duyurmalarını da sağladı. 90’lı yılların sonunda, toplumda beliren yılgınlık, FARC’larla barış görüşmeleri öneren Andres Pastarna’ya cumhurbaşkanlığı yolunu açtı. FARC’lar 1980 görüşmelerinden ders çıkarmışlardı, Pastarna’dan görüşmeler başlamadan 42 bin kilometre karelik bir silahsız bölgenin oluşturulmasını istediler. Bir yanda görüşmeşler devam ederken, diğer yanda FARC’ların silahsızlanmak yerine güçlerini artırmak için görüşmeleri kullandıkları düşüncesi yaygınlaştı. Pastarna’da boş durmuyor, bir yanda FARC’larla barış görüşmelerini sürdürürken, Amerika’yla narkoteröre karşı ortak mücadele konusunda anlaşmaya çalışıyordu. Bu sayede terör örgütlerinin finansmanlarını sağlayan en önemli kaynak kurutulmuş olacaktı. Bogota ve FARC’lar arasında zamana yayılan görüşmeler sonuçsuz kalınca çatışmalar yeniden başladı. Bu defa Bogota yönetimi üç yıl süren görüşmelerin sonunda, terörün bittiği dilden dile dolaşırken, gerekli hazırlıkları yapmış olarak döndü. Ordu bir anda üstünlüğü ele geçirdi. Görüşmelerin sonuçsuz kalması Alvaro Uribe’nin iktidara gelmesiyle yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Uribe, ortaya üç maddelik bir plan koydu : (1) teröre karşı askeri mücadeleyi sürdürmek, (2) devlet otoritesini Kolombiya’nın her bir köşesinde hissettirmek ve (3) halkı barış görüşmelerine dahil etmek. Uribe, 2002-2010 döneminde “Barış ve Adalet” programı çerçevesinde 1997’de birleşen (aşırı) sağ karakterli silahlı askeri yapıları (AUC-Autodefensas Unidas de Colombia) dağıtma sürecini (2003-2010) başlattı ve bir şekilde sonlandırdı. Uribe’nin (narko)teröre karşı verdiği mücadele Amerika’da da takdirle karşılandı. G. W. Bush, Uribe’ye Amerika’nın en yüksek nişanı kabul edilen Hürriyet nişanını taktı (2009). Beyaz Saray özellikle Orta Amerika için Uribe’yi model gösteriyordu. ABD’den esen sıcak rüzgarın Bogota’da aynı etkiyi yapmadı ve Uribe, beliren dengeler karşısında, yeniden adaylığını kabul ettiremiyeceğini anladığında yarıştan çekildi.Uribe döneminde savunma bakanlığı yapan Juan Manuel Santos 2010’da cumhurbaşkanı seçildi. İki yıl geçmeden FARC’larla 8 Ekim günü Oslo’da masaya oturacaklarını deklare etti. Bu noktada, Bogota’nın, Uribe döneminde, AUC’nin dağılma sürecinde ve sonrasında yaşananları doğru okuması faciaların tekrarlanmasını önleyecektir.

SURİYE’DE BEŞAR ESAD REJİMİNE KARŞI SAVAŞAN İRİLİ UFAKLI 30’DAN FAZLA GRUP BULUNUYOR... Sünniler: Dört Sunni düşünce okulu bulunmaktadır: Hanefi, Maliki, Şafi ve Hanbeli. Bu kollar Kuran’ın yorumlanması noktasında farklılaşmaktadır. Hepsi de Şii doktrinlerini reddetmekte ve batıni yorumları kafirlik olarak suçlamaktadırlar. Sunni hukuku Kuran’a, peygamber Muhammed’in örneklerine (sünnet) ve ikisinin karşılaştırılmasına dayanır. Hanefiler kişisel muhakemelere daha fazla vurgu yapılmasına izin verse de, Maliki ve Şafiler şeriat tarafından tanımlanan sosyal refaha dayanarak kişisel muhakemeyi sınırlarlar. Maliki okuluna çöl okulu da denmektedir. Yaygın olarak Sahra ve Arap yarım adasındaki çöllerde ikamet eden toplumlar tarafından kabul edilmektedir. Öte yandan, Şafi okul Orta Doğudaki verimli topraklarda, kentlerde ve kasabalarda daha popülerdir. Hanefilik Türk işgallerinden sonra daha yaygın bir hal almıştır. Son olarak, literalist (harfi harfine uyan) olarak bilinen Hanbeliler her türlü kişisel muhakemeyi reddederler. Suudi Arabistan Krallığı’nın Hanbeli şeriatını resmi olarak mahkemelerinde uygulamaya başlamasına kadar hep marjinal bir akım olarak kalmışlardır. Osmanlı yönetimi zamanında, Levanten şehirlerdeki medrese ve camiler Hanefi imamların kontrolündeyken Suriye’nin kırsal kesimlerinde Şafiilik hâkimdi. Sünni kollar arasındaki bu farklar, Sünni İran’ın 1500’lü yıllarda Safevi yönetimi altında zorla Şiiliğe dönmesinden sonra, önemsiz ve teknik farklar haline gelmiştir. Sünni ve Şii çatışması Türk ve Pers imparatorlukları arasındaki ideolojik rekabete dönüşmüştür. İran Sünnilerden arındırılırken, Osmanlı topraklarındaki Şiiler vahşi bir şekilde zulüm görmüşlerdir. Bugün, Suriye’nin nüfusu yaklaşık 24 milyondur (Iraklı mülteciler dışında) ve 17 milyondan fazlası Sünni’dir (yaklaşık yüzde 75). Araplar: Arap ırkını Suriye’deki en kalabalık tekil etnik grup olarak görmek doğru olabilir. Fakat Suriye 450 bin Filistinli mülteciye ve yaklaşık yarısı Sünni, yüzde 25’i Şii, yüzde 20’si Süryani ve yüzde 5’i Keldani olan 1,3 milyondan fazla Iraklı mülteciye evsahipliği yapmaktadır. Hükümetin Homs ve Deyr ez Zor çevresindeki iskan politilaları nedeniyle sayıları azalmakta olan Göçebe Bedevilerin nüfusu 1980’li yılların ortasında (Nasturi) Lakhmid krallığını kurmuşlardır. Kuzeyliler ise büyük Arap işgalleri sırasında Suriye’yi fetheden Orta Arabistan’lı Bedevi kabilelerden gelmektedir. Suriye’de, en güçlü Yemenliler Kelbite’lerdir ve en güçlü kuzeyliler de Qaisit’lerdir. İki grup arasındaki kan davası, Kelbite’lerin Kerbela trajedisinin ardından Şam, Homs ve Qinnisreen’in Qaisite kabile liderlerini öldürmesinden sonra başlamıştır (684). Kelbite-Qaisite düşmanlığı dinsel gruplar içinde bile siyasal olarak etkili olmuştur. Örneğin, Qaisite Maruniler ile ittifak yapan Jumblatt ailesi liderliğindeki Qaisite Dürziler, artık Kelbite Hristiyanlarla yan yana yaşayan Kelbite Dürzileri yenmiş ve onları Lübnan’ı terketmek zorunda bırakmıştır (1711) Suriyeli Araplar arasındaki ayrışma Şam ve Halep arasında bölgesel güç mücadelelerinin olmasına da neden olmuştur. Bu iki şehir Suriyeli Arap kimliğinin liderliğini temsil edebilmek için rekabet etmiştir ve bu rekabet başkent olmasıyla birlikte Şam’ın zaferiyle sonuçlanmıştır.

POLİTİK GRUPLAR Milliyetçiler: Orta Doğu’daki diğer ülkelere benzer şekilde, Suriye’de de batılı liberal, sosyal demokrat ve komünist partilerin çok az taraftarı vardır. Milliyetçi ve dinsel hareketler politik sahneye hâkim olmuşlardır. Tarih Arap politik aklının içsel bir parçasıdır. Hem milliyetçi hem de dinsel hareketler aynı zamanda hem Arap hem de Müslüman olan kitlelere seslenmektedirler. Suriye’deki Baas (Yeniden Diriliş) Sosyalist Partisi, Rum ortodoksu Hristiyan bir aydın olan Michel Aflaq tarafından kurulmuştur. Eğitimini Fransa’da gören Aflaq, tek bir Arap ulusu, tek bir Arap halkı olduğu ve

günümüzdeki suçlamanın aynısıdır. Günümüzde Suriyeli silahlı muhalefet tarafından seslendirilmekte olan özgürlük ve demokratik değişim retoriğinde yeni hiçbir şey bulunmamaktadır. Kış uykusundan uyanmış olan şey, baharları seküler rejim tarafından engellenen köktendinci gerici güçler gibi gözükmektedir. Suriye hakkında The Real News ile gerçekleştirdiği bir röportajda, Columbia Üniversitesi profesörü Hamid Dabashi şöyle konuştu: “ikilem şu ki, bir yandan tabana dayalı devrimci ayaklanmalarla, öte yandan ise, ABD, AB ve onların bölgesel müttefiklerinin bu devrimci ayaklanmaları kendi çıkarlarına uyacak şekilde çok yakından idare etmek istedikleri gerçeğiyle karşı karşıyasınız… ABD ve müttefiklerinin kendilerine avantaj sağlamak için suyu bulandırmaya çalıştıkları konusunda gerçekten doğruluk payı var… fakat bu aldatmamalıdır, suyu bulandırmamalıdır” . Evet, öyle olmaktadır. Suyu bulandıran şey demokrasi retoriğidir. Bu demokrasi kendi başarısını Irak’ta 10 yıllık bir işgalden sonra, 1 milyondan fazla ölü ve 4 milyondan fazla yurdundan olmuş kişiyle ve Sünni Araplar, Şii Araplar ve Sünni Kürtler arasındaki bölünmenin derinleşmesiyle kesin bir şekilde kanıtlamıştır; Hıristiyanları ve Şii Türkmenleri de unutmayalım. Özellikle Libya’da olanlardan sonra, NATO işgaliyle, bir grup Selefiyle, çok-parçalı kabile şehir-devletleriyle, sokaklarda güvenliğin kalmamasıyla ve sonuncu ama bir o kadar önemli olarak siyah Afrikalılara karşı yükselen bir ırkçılıkla su zehirlenmiş durumdadır. Bunların da ötesinde, sayıları giderek artmakta olan ve sadece hızlı bir şekilde kar elde etme motifiyle hareket eden özel güvenlik yüklenicileri çatışma bölgelerinde avlanmaktadır. Bunlar rastlantı değildir. Aksine, Obama’nın başkan seçilmesiyle birlikte yenilenmiş olan ABD ‘nin savaş stratejisinin parçalarıdır. Pentagon’s New Map ve Blueprint for Action isimli kitaplarında Thomas P. M. Barnett’in harika bir şekilde bir araya getirdiği gibi, ABD artık Afganistan ve Irak örneklerinde olduğu gibi doğrudan askeri müdahalelerle kendisini öne çıkarmaktansa daha çok “sistem yöneticilerini” kullanacaktır. Bunlar suyu gerçekten bulandıran göstergelerdir. Dabashi’nin gördüğü “kuşku götürmez gerçekler” kısa-vadeli tehlikeler değil, Suriye halkının gücüne karşı yapılan komplonun somut olarak kanıtladığı gibi uzun-vadeli tehlikeli etkileri olan, bulandırılmış suyu yutmaya yönelik emperyal projelerin sonuçlarıdır. Sonuç

Arapların tek bir Arap cumhuriyetine ihtiyaç duyduğu şeklindeki teorisini geliştirmiştir. İslamcılar: Mısır ve Suriye’de Selefi ideolojisini temsil eden politik parti Müslüman Kardeşlerdir. Esas olarak Sunni İslam’ın Şafi koluna bağlıdırlar ama Türkiye ve Orta Asya’daki gibi Nakşibendi Sufi düzeni (Hanefi), Hausa Devletleri’ndeki Sokoto Halifeliği ve modern Cezayir’deki (Maliki) FIS ve Vahabilere de sıcak bakmaktadırlar. Vahabiler: Bu inanç Hanbeli koluna bağlı bir din adamı olan Muhammed bin Abdul Wahhab (170392) tarafından kurulmuştur. Abdul Wahhab, teorik içerikli Mekke ayetlerini bir kenara bırakarak esas olarak politik içerikli Medine ayetlerine odaklanmıştır. Abdul Wahhab, Hanbeli literalizmini (kelimesi kelimesine uymak) sadece Medine ayetlerine uygulamış ve böylece, oldukça katı bir uyanışçı doktrin oluşturmuştur. Her türlü puta tapınmacılığı kınayan Vahabiler Arabistan’ı ele geçirdikçe Muhammet peygamberin tüm mihrap, türbe ve evlerini yıkmışlardır. Tüm Sünni fundamentelistler kendi entelektüel ataları olarak bir Suriyeli olan İbn Taymiyya’yı (12631328) görmektedirler. Kendisi Hanbeliliğin ikinci kurucusu olarak ve Grek düşüncesi ile İslam teolojisini birleştirerek aydınlar arasında popüler bir hareket olan İslami akılcılığa karşı, uyanışçılık savunucusu olarak bilinmektedir. Bunun günümüzdeki anlamı ise hiçbir Sünni İslamcı örgüt arasında bir fark bulunmadığıdır. El Kaide olsun ya da olmasınlar, hepsi El Kaide gibidirler. İbn Taymiyya, Şiilere kesin bir şekilde karşı olmuştur ve hatta kendisine göre “pagan puta tapıcılar olan Brahmanlardan çok daha fazla dinsiz olan” Nüsayrilere karşı bir sefer başlatmıştır. Maalesef bu, Alevilere yönelik

Suriye’nin dünyanın en iyi demokrasisi olmadığı doğrudur. Fakat medyanın iddialarına rağmen Beşar Esad’ın iktidara geldiği 2000 yılından beri demokratikleşmektedir. Reformlar yavaş yavaş da olsa ilerlemektedir. Çatışmalara boğulmuş bir bölgede, ekonomik gelişme ve sosyal adalete dönük yapılan bütün ilerici değişimler zaman alır. Avrupa’da demokratikleşmenin yıllar aldığı hatırlanmalıdır. Esad rejiminin en büyük gücü seküler yapısıdır. En büyük zayıflığı ise politik reformların hızındaki düşüklüktür. Yine de, Suriye Selefi-İslamcı-terörist saldırılarla ve iç siyasetine batılı güçlerin müdahale etme çabalarıyla karşılaştıktan sonra, reformlar daha büyük bir hızla gerçekleşmeye başlamıştır. Yeni bir anayasa, 26 Şubat 2012 tarihinde gerçekleşen bir referandumla kabul edilmiştir. Bu anayasaya göre, Baas Partisi tek parti olma statüsünü kaybetmiştir ve Suriye çok-partili sisteme geçmiştir. Fakat Esad rejiminin düşmesi durumunda, bölge çapında bir büyük felaket yaşanacaktır. Bu, Sünnilerin, Şiilerin, Dürzilerin, Hristiyanların, Arapların, Farsların, Türklerin, Kürtlerin, seküler milliyetçilerin ve İslamcıların birbirini boğazladıkları farklı türden bir “demokrasi” olacaktır. Daha önce açıklamış olduğum bölge tarihi ve Suriye’nin toplumsal yapısı böylesi bir kâbus senaryosuna uygundur. Sonuç olarak, Esad rejimi iktidarda kalmalıdır. Baas Partisi Suriye’de daha fazla çoğulculuğun koşullarını yaratmakta ve daha önce açıkladığımız nedenlerle demokrasiye inanmayan ve inamayacak olan İslamcı grupları dışlamaktadır. Suriye hükümeti ile Özgür Suriye Ordusu arasındaki çatışmalar sona erdikten sonra, batı kendi politikalarını işbirliğine doğru çevirdikten ve özel güvenlik firmaları Suriye’yi ve komşularını terk ettikten sonra, ancak o zaman, Esad rejimini demokratik temayüller çerçevesinde istediğimiz kadar eleştirebiliriz. Ama şimdi değil.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Kürtler: Şu an Suriye’de neredeyse tamamı Sünni olan 2 milyon Kürt bulunmaktadır (nüfusun yüzde 8’i). Sadece Şam’da 300 bin Kürt yaşamaktadır ama daha çok Halep, Hasaka ve Raqqa’da bulunmaktadırlar. Çoğunluğu Türkiye’yi 1920’lerde terk eden mültecilerden oluşmaktadır. Kürtler Sünniler ve Hristiyanlar tarafından gerçekleştirilen milliyetçi ayaklanmaları bastırmaları için Fransızlar tarafından istihdam edilmişlerdir. Her ne kadar Şam ve Halep Kürtleri Suriye’nin bağımsızlığını desteklemişlerse de, Kürt ağaları (rantiyeci toprak sahipleri) Osmanlı döneminde ve sonrasında her zaman için Arap milliyetçiliğine karşı çıkmışlardır ve bazıları Filistin’de bir Yahudi ülkesi kurulmasını tanımak istemiş ve hatta İsrail istihbaratıyla birlikte çalışmışlardır. Bu durum Araplar arasında Kürt toplumunun güvenilmez olduğuna ilişkin bir korkunun gelişmesine neden olmuştur. Zaman içinde, 120 bin Kürt vatandaşlıktan çıkarılmış (1962), Kürtçenin kamusal kullanımı kısıtlanmış (1988), Hasaka valiliği Kürtçe isim konan çocukların kaydedilmesini reddetmiştir (1992). Yine de, Suriye’deki Araplar ve Kürtler arasında büyük boyutlu bir çatışma asla yaşanmamıştır. Türkmenler, Çerkezler, Ermeniler: Kürtlerin aksine,

Sünni Türkmenler de Baas rejiminin asimilasyoncu politikalarına maruz kalmışlardır. Yom Kippur savaşında savaşmış olan Golanlı Türk ve Çerkezler savaşın kaybedilmesinin ardından ülkenin çeşitli bölgelerine dağıtılmışlardır. Çerkezler, Kürtler ve Türkler ile karşılaştırıldığında ekonomik durumları iyidir. Seküler Sünniler olarak Alevilerin en büyük siyasi müttefikleridir ve orduda, hükümette ve sivil hizmetlerde konum sahibidirler. 1. Dünya Savaşı’ndaki katliamlardan sonra Suriye’ye göç etmiş olan 200 bin Ermeni Halep, Kamışlı, Şam ve Lazkiye’de bulunmaktadırlar.

SAYFA 05

Kolombiya 1,2 milyon kilometre karelik toprağıyla Latin Amerika’nın büyük devletleri arasında yer alıyor. Toprakların önemli bir bölümü ormanlardan oluşuyor. Meksika gibi, Kolombiya devleti de ülkenin bütün bölümlerine hakim değil. Terör devlet aygıtını zayıflatıyor. “Hukuksuz bölgeler”de terör örgütleri veya narkoterörden beslenen karteller ve “derebeyleri” egemen. İktisadi olarak, dünya sıralamasında gerilerde yer almasa da, ciddi sosyal uçurumlar görülüyor. Halkının yüzde 45,5’i sefalet içinde yaşıyor. Nufusunun (46 milyon) önemli bir bölümü ülkenin iç kesimlerinde veya yüksek platolarında yoğunlaşıyor. Altmışlı yıllardan bu yana çok çeşitli irili ufaklı silahlı gruplara karşı mücadele veriyor. Nufusunun yüzde biri silâhaltında (432 bin). Kolombiya’nın savunma harcamaları büçesinin yüzde 14’üne tekabül ederken, savaş harcamları GSMH’sının yüzde 3,6’sına tekabül ediyor. Kolombiya’da varlık gösteren başta FARC’lar olmak üzere terör örgütlerinin tamamı bir şekilde finansmanını kaçakçılık veya illgal yollardan sağlıyor. Özellikle esrar kaçakçılığı finansmanının bel kemiğini oluşturuyor. Bu durum aynı zamanda narkoterörü de önünü açıyor. Ancak Kolombiya narkoterörle baş etmek durumunda olan tek devlet değil. Orta Amerika’da bulunun devletlerin tamamı bir şekilde narkoterörle mücadele etmek durumunda. Öyleki Kolombiya ve Meksika’yla mukayese edildiğinde, ufak kartellerin egemenliğinden dahi söz etmek mümkün. Özellikle Guatemala, Honduras, El Salvador ve Jamaika’da (esrar ticaretinin Orta Amerika’dan Afrika’ya açılan kapısı ) örgütlerin toprakların önemli bir bölümünü ele geçirdiklerini veya şehirlerde kurdukları güçlü denetim mekanizmalarıyla halkı vergiye veya haraca bağladıkları görülüyor. Kolombiya’nın Alvaro Uribe döneminde (20022010) terörü desteklemekle suçladığı Venezüella’nın Zetas bölgesinde denetimi kaybettiği ve son olarak askerlerle, merkezi otoriteyi temsil etmekle görevlendirilen yüksek memurların derebeyleriyle ittifak içinde esrar kaçakçılığı yaptıkları bilgisi Caracas’ta

deprem etkisi yaptı. Paraguay-Brezilya sınırında bulunan Ciudad del Este ve Foz do İguaçu şehirleri yalnızca Latin Amerika’nın değil dünyada kaçakçılık işiyle meşgul olanların sığınabildiği bir merkez konumunda. Brezilya ve Arjantina esrar kullanımının yüksek olduğu ülkeler. Bu sebepten orada da önemli karteller bulunuyor. Amerika’yla komşu olan Meksika, marijuana üretiminde birinci sırada yer alıyor. Amerika’yla birlikte narkoteröre karşı mücadele verse de, özellikle Amerika sınırında, denetimi sağlamakta zorlanıyor. Orada da suç örgütlerinin devletin oynaması gereken rolü oynadıklarını görmek mümkün. Dünyanın kalkınmış yirmi ülkesi içinde bulunan Meksika’nın “aciz devletler” kategorisinde de değerlendirilmesi çelişkili bir görüntü sunuyor. Orta Amerika’da bulunan devletlerin geneli bir arada değerlendirildiğinde, herçeşit kaçakçılığın varlık gösterdiğini, ayrıca terör örgütlerine finans kaynağı sağladığını söyleyebiliriz. Genel tabloya bakıldığında, Kolombiya ve Peru’da (1980-2000 arası dönem) varlık gösteren silahlı örgütlerin finans kaynaklarının başında esrar kaçakçılığının yer alması şaşırtıcı olmamalı. Peru’da terörist yapılanmalardan kopan silahlı milislerin narkoteröre evrilmesi esrar kaçakçılığın kısa yollardan sağladığı maddi kazancın küçümsenmemesi gerektiğini hatırlatıyor. Geçen asrın ortalarında Küba’dan yükselen “devrim” mücadlesinden, Latin Amerika’da, etkilenmeyen çok az ülke oldu. Bir şekilde Fidel Castro ve Che Guevara’nın gerilla mücadelesi örnek alındı ve onların kısa zamanda gerçekleştirdikleri devrim taklit edilmek suretiyle tekrarlanabileceği düşünüldü. Ancak öyle olmadı. Küba deneyimi Latin Amerika’da bir daha tekrarlanamadı. Kolombiya’da 1950’lerde yaşanan siyasi gerilim (liberal-muhafazakar çatışması) halkı toprağından etmekle kalmadı, aynı zamanda, içsavaşın ateşinden korunmak için halkı silahlanmaya zorladı. Toprağından sürülen halk, ateşin söndürülmesinden sonra, silahlara veda etmeyerek Küba deneyimini gerçekleştirmek üzere 1964’te Manuel Marulanda’nın önderliğinde FARC örgütünü kurdu. Kolombiya’nın yarım asırdan bu yana sürdürdüğü mücadelede kimi zaman Bogota, kimi zaman FARC’lar üstünlük sağladı. FARC’ların geçen zaman içinde gösterdikleri direnç taze kan bulmakta zorlanmamasına bağlı. Resmi rakamlara göre 2002’de 17 bin gerilleros mücadeleye katılırken, bu gün dokuz bin civarında oldukları tahmin ediliyor. Son on yılda yine resmi rakamlara göre öldürülen gerilleros sayısı 14361. Buna karşılık öldürülen asker-polis sayısı 5466. Bu rakamlara öldürülen sivil halk dahil değil. FARC’lar sivilleri vuran şiddet konusunda doğrudan sorumlu tutulmasa da, mihenk taşı olması ve narkoterörden beslenmesi sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor veya azaltmıyor. FARC’ların hızlı yükselişi ve yayılması fırsatları doğru okuma kapasitesiyle de ilintili. Örneğin Kolombiya devleti Medelin karteline ve narkoteröre karşı 1985-1993 tarihleri arasında mücadele verirken, FARC’lar doğru bir coğrafya okumasıyla güçlerini stratejik noktaları içine alacak şekilde genişletmeyi başardılar. Öyleki kimi zaman nefeslerini Bogota’da da hissettirdiler. Örgütün büyümesi ve genişlemesi finans kay-

Sayfa 5


HALKIN KURTULUŞU

SAYFA 04

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Sayfa 4

Krizdeki Avrupa’da Ütopyacı Topluluklar Isabelle Fremeaux-John Jordan

K

riz kültürün ruhuna girdiğinde, bir olasılıklar kavşağı ortaya çıkar. Bir yol korkuyla felçleşmeye çıkar, diğeri cesaretle harekete geçmeye. Fransızca’daki ’coeur’ (yürek) sözcüğündeki kökleriyle ’cesaret’(courage) kavramı, tam olarak insanın yüreğiyle ilişkide olması anlamına gelir.” ” 1968-sonrası toplulukların büyükannesi olan Longo Mai’de, arkadaşımla birbirimize söz verdik: ”Yıldızları göremeyeceğimiz bir yerde asla yaşamayacağız.” Gelecek artık eskiden düşündüğümüzki gibi değil. Ütopya imgemiz, geleceğe dair boğucu bir beklentiler atmosferinde yozlaştı: İklim felaketi, enerji kıtlığı, kitlesel yok oluş, ekonomik erime, kaynak savaşları ve yoğunlaşan sosyal adaletsizlikler. Şu günlerde sona ermekte olan bir dünya tahayyül etmek, iyiye doğru giden bir dünya tahayyül etmekten çok daha kolay. Oysa ütopya tam da tahayyül edilemez bir şey haline geldiğinde gereklidir. Romantik bir ‘olmayan ülke’, evrensel bir sistem ya da mükemmel bir gelecek hayali olarak değil, günün kırıntılarını kabul etmek zorunda olmadığımızı bize anımsatan daimi bir geçitin anahtarı olarak. Londra’da bir apartman dairesinde yaşayan iki arkadaş olarak, yaşam tarzımızdan iyice bunalmıştık ; bütün günü bilgisayar ekranı karşısında geçiren, internete takılıp kalmış, iş yapmak için ellerini kullanmayan, çok fazla enerji tüketen ve çok çalışmaya dayalı olan bir hayat. Doğrudan eylemci ekolojik adalet hareketleri içinde yer alan aktivistler olmamıza rağmen, sözlerimiz ve eylemlerimiz arasında bir boşluk olduğunu hissettik. Protesto eylemlerimiz hiyerarşik-olmayan ekolojik yaşam modellerini temel alıyordu-sokak partilerini, isyancı palyaço ordusunu, zirve karşıtı eylemlilikleri geliştirmek vb.; fakat tüm bunlar, kapitalizme vurulmuş ve eve döndüğümüz anda sona eren geçici darbelerdi yalnızca. Kapitalizme rağmen, hayatlarımızı radikal biçimde değiştirecek bir yol bulmayı istedik. Böylece üç yıl kadar önce yollara düştük ve Avrupa çevresindeki ütopyacı toplulukları ziyaret ederek 7 ay gibi bir süre geçirdik. Aşkın, karnını doyurmanın, üretmenin, paylaşmanın, birlikte karar vermenin ve başkaldırmanın farklı şekillerine tanıklık etmek, onları yaşamak istedik.

İntihar makinesini durdurmak

Yolculuğa 2007 yazında başladık. İlk gecemiz, Heathrow havaalanının kenarında, hafta boyunca yasadışı bir ekolojik-köy olan İklim Eylem Kampı’nı inşa etmek için, polisi atlatma çabasıyla geçti. Kampın geçici niteliğine rağmen, İklim Kampı bize Ütopya ruhunu yeniden tanımladı. Kamp hem derinlemesine demokratik ve ekolojik bir topluluk, hem de intihar makinesini durdurmayı hedefleyen doğrudan eylemler için bir rampa-bu örnekte üçüncü bir pist- yarattı. Yolculuğumuza, direnişi ve yaratma pratiğini birleştiren bir mekandan başlamak bizim için önemliydi. Direnmek ve yaratmak radikal değişimin ayrışmaz birer parçasıdır ve alternatif bir toplum yaratmak isteyenlerle var olan toplumsal düzene karşı mücadele edenler arasındaki ayrılıkla tahrip edildikten iki yüz yıl sonra, onları yeniden bir araya getirmek zorundayız. Alan çadırları, rüzgar tirübünleri ve sahra mutfakları kaldırılmadan önce, yüksek faizli mortgage faiz balonunun ABD’de patladığı haberleri geldi. Bir hafta sonra, Devon tepesinin zirvesinde, hayatın doğal bir düzen içinde yaşandığı Landmatters permakültür kooperatifinde, kablosuz network cümbüşünün uzağında ve akarsuyun hemen kenarındaydık. Kendi tarım arazisinde ucuz ekolojik ayak izi konutlar kurarak Britanya planlama yasasına meydan okuyan Landmatters, toprağın sadece zengin ya da büyük-ölçekli endüstriyel çiftliklerin alanı olması gerekmediğini kanıtlıyordu. Yolumuz bizi İspanya’da anarşist bir okula götürdü; 18 aylık çocukların bile karar alma toplantılarına katıldığı, hiyerarşik olmayan ve kendi kendini yöneten bir çocuklar ve yetişkinler topluluğu çıktı karşımıza. Yemek pişirmek-

ten öğretim programına kadar her işin üstesinden gelen bu çocuklar, bize özgürlük ve sorumluluğun nasıl birbirine bağlı şeyler olduğunu öğretti. Daha yedi yaşındaki çocukların oyun alanındaki anlaşmazlıklarını uzlaşı toplantıları yaparak nasıl çözdüğünü gördüğümüzde, bireyci ‘özgürlük’ miti bir anda yok olup gitti. Bu çocuklar kendi özgür iradelerinin ve arzularının kesinlikle farkında ama birbirlerinin ihtiyaçlarını da anlıyor ve karşılık veriyorlardı. Bu, bir empati, yani kendini olduğu kadar başkasını da tanımayı öğrenme eğitimiydi; içine girdiğimiz ve ‘öteki’ni sorumlu tutmanın bir norm olduğu ve otoriteryanizmin yükseldiği şu yıkım döneminde son derece ihtiyaç duyduğumuz bir bir eğitim türü bu. Tozlu ve kavrulmuş kır manzaraları içinden güneye doğru hareket ederek, Endülüs‘e vardık. Burada Marinaleda‘nın gündüzcü tarım işçileri, ilerlemenin itaatsizlikten geçtiğini bize yeniden hatırlattı. 1980’ lerde, işsiz, topraksız ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bu insanlar, 3000 nüfuslu köylerinden rahibi ve polisi attı; yerel bir dük’e ait olan 12.000 hektarlık araziyi kamulaştırmak için doğrudan eylemler, sabotajlar düzenlediler, ortaklaşa birkaç fabrika kurdular, aylık 20 dolar karşılığında kendini inşa eden bir konut sistemi örgütlediler. Ayrıca kendi kurmuş oldukları ve yasadışı biçimde Discovery Channel‘in frekansından yayın yapan bir tv istasyonları da var. Bir kuşak kapsamında Marinaleda, Avrupa’nın en ıssız yerlerinden biri olmaktan çıkıp, onun en radikal köşelerinden biri haline geldi. Belediye konağının girişinde yazılı olan ‘Marinaleda &Barışa Doğru Bir Ütopya‘ sloganı, içeriksiz bir yerel yönetim sloganı olmaktan çok ötede bir anlam kazanmış. Anahtar yok, mortgage yok, yaşamak için çokça zaman Sonbahar yaklaşırken, Batı’ya yöneldik; korkunç ölçüde yükselişe geçen faizler mali sistem geneline yansımaya başlamıştı. İki heybetli bölümden geçerek, bir aylığına mortgagesiz bir yaşam özgürlüğünün zevkine vardık. Barselona’ya bakanVerdant tepeleri üzerinde, harabe halindeki eski bir cüzzamlı kolonisi çevresinde bulunan Can Masdeu‘da aktivistler, kentin işçi sınıfı mahallerinden yaşlıca bahçıvanlara büyük taraçalar açtı. Şimdi bu bahçelerden taze gıda elde ediliyor ve burada beklenmedik dostluklar da gelişmiş. Daha doğuda, Fransa’nın Cévennes vadilerindeki bir yerleşim alanı olan La Vieille Vallette, ev anahtarına sahip olmamakla gurur duyan sakinlerinin arti-culteurs (bir çiftçi ve sanatçı karışımı ç.n.) punk enerjisiyle inşa edilmiş, üzerine gotik olukların ve ortaçağ kulelerinin serpiştiği izinsiz yerleşilmiş tam bir küçük köy. Neredeyse hiç paraya gerek duymaksızın ama alternatif gündelik hayat biçimleri yaratmaya ve yaşamaya uygun tam bir zaman ve mekan bolluğu içinde insanlarla hayatı paylaşırken, 1930’larda dayatılan özel ev sahipliği kültürü üzerine kafa yorduk. Bu kültür, ‘eğer işçiler mortgage ile borçlanırsa, greve gitmeleri olasılığı daha azalır’ teorisine dayalıydı. Bu, şimdi içine girmiş olduğumuzdan hiç de farklı olmayan bir kriz döneminde bir borç hapishanesi kurmak, kurulu düzeni korumak için mükemmel bir plandı. Özel mülkiyetin kaldırıldığı bir organik çiftlik olan Cravirola‘dan geçerek, dağlara doğru yol aldık. 1968-sonrası toplulukların büyükannesi olan Longo Mai‘de, arkadaşımla birbirimize söz verdik: “Yıldızları göremeyeceğimiz bir yerde asla yaşamayacağız.” 24 saat yayın yapan radyosu, koyun sürüleri, ücretsiz şarabı, bitkibilimcileri, ekmek fırını, düzenli yayınlanan üç politik dergisi ve uluslararası aktivist örgütlenme tarihçesiyle burası, Avrupa genelindeki diğer sekiz Longo Mai topluluğundan yalnızca biri. Radikal kollektif yaşamın ağlaşmış büyük bir ölçek üzerinde sürüyor olması bize umut verdi. Fakat toprakta çalışan kişiler, kuraklıktan ve artık mevsimsel tahminlerin imkansızlaştığı koşullarda tarım yapmanın zorluklarından söz etti. Bu, artık boşa geçirecek vaktimiz kalmadığını, sorunun yalnızca kapitalizmi nasıl yıkacağımız sorunu değil, aynı anda bir uygarlık çöküntüsü içinde hayatımızı nasıl sürdüreceğimiz ve direnci nasıl inşa edeceğimiz sorunu olduğuna ilişkin net bir uyarıydı.

‘Yürek’i yüreklendirmek

Avrupa’nın sınırına yaklaşırken, kar yağmaya başladı. Donmuş görüntüsü veren iflas halindeki Sırbistan fabrikalarına varıncaya kadar, kapitalist sistemdeki çatlamalar iyiden iyiye yayılmıştı. Kan dolaşım sistemi-kredi- durmak üzereydi. İster ekonomi ister ekoloji olsun, kapitalizmin

sınırsız müstehcenliği sömürdüğü kaynaklar üzerinden imkansız bir getiri sağlamak ister ve giderek asla geri ödenemeyen borçlar yığılır. ‘Aşırılığa kaçmak ve fazla harcama yapmak’, bu uygarlığın ruhanî aracıdır. Fakat Sırbistan’ın endüstriyel merkezi Zrenjanin’de, özelleştirmeye ve işten atılmaya razı olmayan, haklı biçimde onlara ait olan şeyi geri almaya kalkışan insanlar gördük. Kentteki iki fabrikanın işçileri, fabrikaları işgal etti. Her şey, yerel bir ilaç fabrikası olan Jugoremedija‘da çalışan işçilerin üç yıl süren grevi kazanarak, fabrikaları fırsatçı yeni sahiplerinden geri alması ve ciddi bir ticari başarı gösterecek biçimde onun yönetimini üstlenmeleri ile başladı. İşçilerin sahiplenme ve yönetme deneyimlerine tanıklık eden bu tip karmaşık süreçlerin örnekleri,‘demokrasiye geçiş’ adına yapılan özelleştirmeleri reddeden, ve aynı şeyi tekrarlayan başkalarına da esin kaynağı oldu. Kriz kültürün ruhuna girdiğinde, bir olasılıklar kavşağı ortaya çıkar. Bir yol korkuyla felçleşmeye çıkar, diğeri cesaretle harekete geçmeye. Fransızca’daki ‘coeur’ (yürek) sözcüğündeki kökleriyle ‘cesaret’(courage) kavramı, tam olarak insanın yüreğiyle ilişkide olması anlamına gelir. Eğer değiştirdiğimiz şey sadece toplumun dışsal yapılarıysa, tehlike, eski iktidar modellerinin dönecek olmasıdır. Duygusal doğamız da yaşam tarzları gibi dönüşüme ihtiyaç duyar. ZEGG’de, yoksul doğu Almanya’nın derinliklerinde bir yerde, duygusal yapılarımızın nasıl dönüştürülebileceğine tanıklık ettik. Para, iktidar ve cinsellik ile ilgili çatışmalar, çok sayıda ütopik topluluğu yıktı. ZEGG‘in kurucuları, erotik benliklerimizden korkmaya devam ettiğimiz sürece, insanlığın asla barış içinde yaşayamayacağı fikrinden yola çıktı. Radikal güven ve şeffaflık türleri inşa eden ve 100 kişi arasında 30 yıl boyunca kullanılan teknikler sayesinde, bu insanlar, kıskançlığı yenerek ve en büyük aşk ifadesinin birbirini özgürleştirmek olduğuna inanarak ‘özgür aşkı’ yaşadı. Seyahet bizi yormuştu, son durağımız olan Christiania‘da soluk aldık. Kopenhag‘a iki adımlık mesafede, 40 yıl önce göller arasında, iç içe yuvalanmış dağınık ve düzensiz barakalar halinde kurulan Christiania, izinsiz bir yerleşim bölgesi olan ve kendi kendini yöneten bir ‘özgür kasaba.’ Kendi toplumlarını kendi kurallarıyla yönetme arzusunu ve özel mülkiyeti reddetmelerini saymazsak, Christiania‘da yaşayan 1000 insanı birleştiren tek şey, herkesin farklı olduğu bir yerde yaşama arzusuydu. Bu, gezimizin son durağında vardığımız mükemmel sonuçtu: Ütopya’nın, herkesin kendi ütopyasını seçme hakkı olduğunu, tekil çözümlerin, modellerin, soyut ideolojilerin sorunlu doğasını ve tarihin bu kritik uğrağında ihtiyaç duyduğumuz şeyin, daha önce tahayyül edilemeyen radikal yaratıcı çözümler çokluğu olduğunu anlamak. On gün sonra Londra’ya döndük, finans sisteminin iskambil kulesi o gün tepe taklak oldu. Financial Times’a göre, “küresel serbest piyasa düşü ölüyor”du.

Mutluluğun yıkıcı gücü

Bu tür ütopik deneyimler, esin almamız gereken gereken yerler. Gelecek aslında onlara ait, çünkü bu deneyimler fiilen var ve yaşanıyor. Değişim talep etmeyip, değişimi doğrudan yaratıyor onlar. Mükemmellikten uzak ve genelde zor da olsa, her biri dünyayı kenarlarından başlayarak yeniden yaratmaya girişen birer labaratuar. Deneyimleme imkanı bulduğumuz bu mekanlar bize, arkeolog Ronald Wright‘in, “pervasız bir zenginlik ve ihtişam cümbüşüyle doğal sermayenin son rezervlerini de tüketmek, bugün yarar sağlamak için geleceği çalmak” ve “değişmez bir inançlar/ pratikler dizisine bağlılık” olarak tanımladığı çöken imparatorluklara özgü eğilimlerden uzak bir kültürel araziyi gösteriyor. Var olmanın ve yapmanın, üretmenin ve ilişki kurmanın, yönetmenin ve hissetmenin böylesi farklı yollarını şekillendirmek için, zamanı ve mekanı yarmak zorundayız. Gelecek disütopik bir kabus haline gelse bile, yine de bugünü farklı biçimde yaşamaya çalışmak ve isyancı dostluklar kurmak anlamlı ve değerli bir şeydir. Gerçekte kendi maddi ve kişisel ihtiyaçlarımızı karşılamak bile, başlı başına bir direniş eylemini temsil eder. General Motors Araştırma Labaratuarları yöneticisi Charles F. Kettering, 1929 borsa çöküşü döneminde yazdığı ‘Keep the Consumer Dissatisfied’ başlıklı bir yazısında şunu ileri sürüyordu: Ekonomik refahın anahtarı, örgütlü bir doyumsuzluk yaratmaktır. Eğer herkes istediği şeye sahip olursa, hiç kimse yeni bir şey satın almaz. Mutluluk kapitalizm için daima bir tehlike oldu. Belki de Ütopya’nın mükemmel bir şey olmadığını fark edinceye kadar harekete geçmeyeceğiz. Ütopya ‘olmayan yer’ değildir, o, ‘burası’dır, şu ana ve buraya ait olmayı konu alır. Geleceğin bize ait olduğu bir yaşanan gün içinde var olmaya ilişkin bir şeydir. O, tam da Ernst Bloch‘un ‘ütopik uğrak‘ olarak adlandırdığı hali temsil eder : Bir şey yapılmadan iki önceki yarıktır ve orada her şey mümkündür. Niçin bekleyelim ki?

Çeviri Haber Fabrikasından alınmıştır.

Sayfa 13

İTALYA ÖĞRENCİ EYLEMLERİYLE SARSILIYOR

İtalya’da üniversite öğrencileri ve akademisyenler, eğitim harcamalarındaki kesintiyi bir kez daha protesto etti. Öğrenciler başta başkent Roma olmak üzere bir çok kentte sokaklardaydı Yüzlerce kişi, bugün “her şeyi engelle” günü ilan edilmesi dolayısıyla yollara barikatlar kurdu, tren yollarını işgal etti. Başkent Roma ve Milano’daki gösteri ve yürüyüşler sebebiyle trafik felç oldu. Brescia kentinde güvenlik güçleri İktisat Fakülte-

si’nin ardından belediyeyi de işgal girişiminde bulunan göstericilere müdahale etti. Polisin cop ve gözyaşartıcı bomba kullandığı bildirildi. Eylemler sürüyor Merkez sağ koalisyonun Eğitim Bakanı Maria Stella Gelmini’nin hazırladığı üniversitede reform tasarısı, üniversite öğrencileri ve akademisyenlerin tepkisini çekiyor. Öğrenciler ve öğretim üyeleri, işgal eylemlerine bir hafta önce başlamıştı.

Eylemlerde yüksek öğretim kurumlarında bütçe kısıtlamasının yanı sıra özelleştirmenin de önünü açan tasarının görüşülmesine son verilmesi isteniyor. Eğitim Bakanı Maria Stella Gelmini gelecek iki yıl içerisinde milyarlarca Euroluk tasarruf sağlaması beklenen reformları savundu. Başbakan Silvio Berlusconi’nin hükümeti de gelecek ay iki ayrı güven oylamasıyla karşı karşıya olacak.

REDHACKER’LARA POLİS OPERASYONU Redhack (Kızıl Hackerlar, Kızıl Hackerlar Birliği), 1997 yılında kurulan, kendilerini Marksist ve sosyalist olarak tanımlayan hacker grubu. Şubat 2012’de Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün internet sitesini çökerterek adlarını duyuran grup aynı zamanda Türkiye genelinde yaklaşık 350’ye yakın emniyet müdürlüğü sitesini geçici bir süreliğine çalışamaz hale getirdi. Kanıt yok ihbar var

R

edHack grubunun üyesi olmakla suçlananların üzerine gidilmesinde aralarında “Orta Asya Saldırı Timi” adlı grubun da bulunduğu muhbir e-postalarının etkili olduğu ortaya çıktı. “Silahlı terör örgütü” olmakla suçlanan ve Ankara Emniyeti’nin sitesini çökerten RedHack grubuna yönelik operasyonun başlatılmasında Emniyete yapılan 4 farklı ihbar mailinin etkili olduğu anlaşıldı. “ Orta Asya Saldırı Timi” adlı grubun da arasında bulunduğu ihbarcıların, maillerinde davanın sanıklarının adlarının yanı sıra ev ve telefon gibi özel bilgilerine de yer vermesi dikkat çekti. 3’ü tutuklu toplam 10 kişi hakkında 24 yıla kadar hapis cezası istenen Redhack iddianamesinde müşteki, yani suçtan zarar gören olarak Denizli Vergi Dairesi Başkanlığı’nın isminin yazılması dikkat çekti. Ancak, dosyada bunun nedeni konusunda bir bilgi yer almadı. İddianameye göre, RedHack tarafından Ankara Emniyeti’nin sitesinin çökertilmesi üzerine ilk olarak Ankara Bilişim Suçları Soruşturma Bürosu Savcılığı soruşturma başlattı. Bilişim bürosu, 13 Mart’ta görevsizlik kararı ile dosyayı özel yetkili mahkemeye gönderdi. Görevsizlik kararında RedHack isimli yapılanmanın suç örgütü olduğu savlanarak “amacı devrimci örgütlere olanak yaratacak projeler üretmek, bu konuda projelerde akif rol oynamak” olduğu iddia edildi.

Esrarengiz ihbarcılar

İddianamede, RedHack grubunun Ankara Emniyeti’nin sitesini çökertmesinin ardından, savcılığa ve Emniyet’e yapılan ihbar maillerine yer verildi. Arasında Orta Asya Saldırı Timi adlı göndericinin de yer aldığı 4 ihbarcının mesajlarında, dosyanın sanıkları hakkında ayrıntılı bilgiler verilmesi dikkat çekti. Henüz polisin elinde dahi yokken; davanın sanıklarının gerçek adları, adresleri, cep telefonu numarası ve internette kullandıkları rumuzlara ilişkin bilgiler ihbarcılar tarafından maille emniyete gönderildi. Hat-

ta sanık Duygu Kerimoğlu’nun hangi marka arabaya bindiği dahi mesajlarda ifade edildi.

Duygu’nun ‘suçu’ Mersin Üniversitesi Bilgisayar Teknolojileri ve Programlama Bölümü öğrencisi olan ve 20 Mart’tan bu yana tutuklu bulunan Kerimoğlu’na ilişkin suçlamaların anlatıldığı iddianMede, Kerimoğlu’nun Facebook’ta “Asi Deniz” ismiyle kullandığı sayfasında RedHack üyelerini ve gerçekleştirdiği eylemleri övücü nitelikte yazıların bulunduğu belirtildi. Kerimoğlu’nun Redhack Sempatizanları isimli gruba hitaben “Üstlendiğiniz görevi mükemmel yerine getiriyorsunuz. Bizler sizleri seviyoruz” dediğine yer verilen iddianamede, “Bu ifadelerden şahısları tanıdığı, yazının içeriğinden RedHack’in kendi internet sitesinde yayımladığı tüzüklerinde belirtilen görevler çerçevesinde çalıştığı anlaşılmıştır” denildi. Kerimoğlu ise savunmasında, “RedHack isimli grubu biliyorum. Kendilerini internet üzerinden takip ediyorum. Ancak bu grubun üyesi ve yöneticisi değilim. Herhangi bir devlet kurumuna siber saldırı düzenlemedim” dedi. Redhack’in Eylemleri Mart 2012’de Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün internet sitesinin çökertilerek, çok sayıda ihbar ve iç yazışmanın internet ortamında yayınlanması. Nisan 2012’de İçişleri Bakanlığı sitesine ait bir alt sayfaya mesaj bırakılması 27 Nisan 2012 tarihinde İnternet servis sağlayıcılarından TTNET’in yaklaşık 2 saat süreyle internet hizmetinin aksatılması. Bunun üzerine açıklama yapan TİB saldırıyı doğruladı fakat internet kesintisi olduğuna dair haberleri yalanladı. Mayıs 2012’de Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın sistemine girerek bazı TSK personelinin bilgilerinin ifşa edilmesi. TSK bu haberi daha sonra “RedHack’in ele geçirdiğini iddia ettiği belgeler, güncelliğini yitirmiş bilgileri içeren, eski tarihli ve kişisel kullanıcılar

tarafından oluşturulmuş belgelerdir.” şeklinde yalanlamıştır. Temmuz 2012’de Dışişleri Bakanlığı’nın dosya paylaşım sitesinin hedef alınması. Saldırı sonucunda Türkiye’de çalışan pek çok yabancı diplomatın kimlik bilgilerinin Dropbox adlı site üzerinden yayınlanması 17 Temmuz 2012’de ÖSYM sitesinin bir süreliğine çökertilmesi. 29 Mayıs 2012’de Türk Hava Yolları’nın internet sitesine greve destek amacıyla bir siber saldırı gerçekleştirildi. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım eylemi doğruladı fakat herhangi bir zararın meydana gelmediğini söyledi. 22 Temmuz 2012’de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKParti) resmi websayfası geçici süreliğine mesaj bırakılarak kapatıldı. Eylemlerini destekleyen akademisyen ve gazetecilerin tehdit edilmesi üzerine Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün websitesinden daha önce ele geçirdikleri 77 megabyte boyutundaki ihbarların bulunduğu txt dosyasınının tamamının yayınlanması.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 14

onbinler barış için meydanlarda EMPERYALİST SAVAŞLARA HAYIR!... HALK SAVAŞI PROTESTO ETMEYE DEVAM EDİYOR. BAŞTA İSTANBUL, ANKARA, ADANA, ESKİŞEHİR, SAMSUN, MUĞLA OLMAK ÜZERE BİRÇOK İLDE SAVAŞ KARŞITI EYLEM VARDI İstanbul. Ankara, İzmir, Çanakkale, Bursa’dan sonra Halk Adana, Samsun, Muğla ve çeşitli kentlerde EMPERYALİST ÇIKAR SAVAŞINI protesto etmeye devam etti. PUSULA; Özgürlük ve Bağımsızlık Savaşı dışındaki “Ekonomik çıkar amaçlı pazar ve Halkın Demokratik Hak ve örgütlenme özgürlüğünü yok eden” EMPERYALİST ÇIKAR SAVAŞLARINA her zaman karşı olduğunu ve Emperyalizme karşı ÖZGÜRLÜK ve BAĞIMSIZLIK SAVAŞLARININ sonuna kadar destekçisi olduğunu KAMUOYUNA DUYURUR. Akçakale’de yaşanan saldırı sonrası beş yurttaşın hayatını kaybetmesi sonrası yükselen savaş çığırtkanlığına ve meclisten geçen savaş tezkeresine karşı Adana’ da bir eylem gerçekleştirildi. Adana Büyükşehir Belediyesi önünde bir araya gelen yüzlerce kişi burada bir süre slogan attıktan sonra AKP Adana İl Başkanlığı önüne doğru yürüyüşe geçti. Yol boyunca halkın yoğun desteğinin olduğu yürüyüşte sık “Katil ABD, Katil AKP”, “Madem çıktı tezkere meclis gitsin askere”, “Savaşa geçit vermeyeceğiz”, “Katil Obama, Katil Erdoğan” sloganları atıldı. Yürüyüşten sonra AKP binası önüne gelen kitle burada bir basın açıklaması gerçekleştirdi.

“Suriye’de emperyalist savaşa ve işgale hayır” başlığını taşıyan basın açıklaması yapıldı. Tezkerenin geçmesinin ardından savaşa karşı bir ses de Samsun’dan yükseldi. Akçakale’de yaşanan saldırı sonrası beş yurttaşın yaşamını kaybetmesi, ardından Türkiye tarafından Suriye mevzilerinin bombalanması ve AKP ve MHP oylarıyla savaş tezkeresinin Meclis’ten geçirilmesini protesto etmek için bir araya gelen KESK, Halkevleri, PSAKD, 78’liler Derneği, Emekli-Sen, Dev Sağlık- İş, Solcu Liseliler, Liseli Genç Umut, Gençlik Muhalefeti, Öğrenci Kolektifleri, TKP, ÖDP, HDK, CHP, Sürekli Devrim Hareketi üyeleri Samsun Akbank önünden yürüyüşe geçerek Süleymaniye Geçidi’ne geldi. Yürüyüş boyunca “AKP elini Suriye’den çek”, “Savaşa hayır, barış hemen şimdi”, “AKP’den hesabı emekçiler soracak” sloganları atan kitle “Suriye’yle savaş istemiyoruz. Zam, zulüm, savaş işte AKPEmek ve Demokrasi Güçleri” pankartı arkasında yürüdü. Muğla Sınırsızlık Meydanı’nda bir araya gelen ÖDP, KESK, TKP ve SDP üyeleri meclisten geçen

Onbinler Baris için Taksim’de... Binlerce kişi ‘savaşa hayır’ diye haykırdı.. Siyasi parti, sendika, meslek odaları ve sivil toplum örgütleri ile binlerce yurttaş, Suriye ile Türkiye arasında olası savaş ihtimaline karşı Taksim’de eylem yaptı. Taksim’de buluşan binlerce kişi, “Tezkereniz sizin olsun, savaş hükümeti istemiyoruz” pankartı açıp, “Savaşa hayır” ve “Suriye’de savaş istemiyoruz” sloganları atıyor.

Lefkoşa’da

savaş karşıtı eylem düzenlendi

CEZAEVLERİNDE AÇLIK GREVLERİ 58 Cezaevinde 680 Mahpus Açlık Grevinde

Y

tezkereyi protesto etmek için ortak bir basın açıklaması düzenledi.Açıklamada, “’Komşularla sıfır sorun’ demagojisi yapıp ülkemizi ‘komşularla savaş’ konumuna sürükleyen AKP iktidarı ve bu politikaların mimarı Ahmet Davutoğlu savaş kışkırtıcı çizgileriyle sonunda çatışmaları Türkiye-Suriye sınırına çekip Akçakale’de 5 kişinin ölümüne sebep olmuştur.” denilirken, AKP’nin içeride ve dışarıda savaş politikalarına son vermesi talep edildi. Eylemde sık sık ‘’Emperyalizm yenilecek, direnen halklar kazanacak”, “Suriye’yle savaş istemiyoruz”, “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganları atıldı.

ODTÜ’de Suriye’ye Emperyalist Müdahale Karşıtı Yürüyüş

4 Ekim 2012 Perşembe günü, bu tezkereye karşı ODTÜ’deki devrimci, demokrat öğrenciler tarafından bir eylem gerçekleştirildi. Saat 13.00 civarı ODTÜ Fizik Bölümü önünde toplanılarak ve mühendisliklerden hazırlık binasına doğru tüm bölümler slogan ve konuşmalarla gezilerek ODTÜ A1 kapısına kadar yüründü. ODTÜ giriş kapısındaki bilim ağacı önünde bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Eyleme yaklaşık 300 kişi katılırken eylemde “Suriye’ye Emperyalist Müdahaleye Hayır” yazılı pankart taşındı. Eyleme Devrimci Mücadelede Mühendis Mimarlar da katıldılar.

kart taşıdı. Eylemcilerin konuşmalarında “Türkiye hükümeti emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmekle” suçlanarak, TBMM’de dün sınır ötesi harekat yetkisi veren tezkerenin onaylanması eleştirildi.

KADERLERİNİ TAYİN HAKKI- I

Demokratik Birliği Partisi (PYD) ile çatıştığını duyurdu. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, çatışmalarda Kürt ve Arap 30 kişinin öldüğünü, bunlardan 22’sinin iki taraftan militanlar olduğunu vurguladı. Bölge sakinlerinin verdiği bilgiye göre yaklaşık 200 rejim muhalifi perşembe günü, bayramı bahane ederek, bir süredir PYD’nin kontrolünde bulunan Eşrefiye’ye geldi. Çatışmaların, bu militanlarla Kürt silahlı gruplar arasında çıktığı, ölenlerin yanı sıra esir almaların da olduğu ifade ediliyor.

Arap - Kürt savaşı gerçekten başlarsa, o halde devrimi unutun...

Çatışmaların yeni boyutuyla Kürtlerle Suriye’deki Arap halk da karşı karşıya gelmiş oldu. Siyasi uzmanlara göre bu durum en çok Beşşar Esad’ın işine yarayacak. Suriye İnsan Hakleri Gözlemevi yöneticisi Rami Abdülrahman yaptığı açıklamada “Halep’te savaşmaya hazır 100 bin Kürt var. Eğer Arap - Kürt savaşı gerçekten başlarsa, o halde devrimi unutun, Esad kalacaktır” diye konuştu.

HK’dan Tezkerenin geçirilmesi ve savaşa hazırlık aslında krize giren iç politikada dikkatleri başka yere çekmekten öteye gitmiyor. En büyük müttefiki ABD emperyalizmi Kürt hareketine karşı örülmeye çalışılan tampon bölgeye yanaşmaması açık ki AKP’yi zor durumda bırakmaktadır. Bu zorluğu aşmak için girişilen provakasyonlar Akçakale bombalaması ve ardından Rusya’dan kalkan Suriye uçağında, daha açılan koliler tam olarak incelenmeden silah bulunduğu açıklaması oldu. Türk ordusu Suriye’nin ileri birliklerini vurmakta İslamcılar da bu mevzilere doğru saldırıya geçmektedir. Yandaş basın tüm organları ile bunun canlı propagandasına girişerek halkın ilan edilmemiş savaşa ısındırılması, duyarsızlaştırılması gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Ekonomik kriz ve Kürt hareketinin mücadeleyi bir üst boyuta sıçratarak bölge denetlemeye geçmesi vb gelişmeler AKP’nin Suriye konusundaki niyetinin belgeleridir. Bu yüzen AKP’nin savaş istemektedir. Ortadoğuda Emperyalist güç olma sevdasındaki Türkiye burjuvazisi AKP eliyle Suriye’yi Libya benzeri bir NATO operasyonuyla düşüreceğini ve bu operasyonun öncü gücü olacağını düşlüyor. Fakat Emperyalist güç olmayı istemek başka, güç olmak başka bir şeydir. Rusya ve Çin’in muhalefeti ve ABD’nin süreci sürüncemeye bırakan tavrı, AKP’nin beklentilerini boşa çıkardı. Zira Suriye uçağının indirilmesi, , Rusya’nın Suriye’nin ne ölçüde arkasında duracağını test etmek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Böylece AKP’nin istediği Esad’ın devrilmesinin şimdiye kadar yaşanan bir iç savaşla başarılamayacağı açığa çıkmıştır. ABD’de başkanlık seçimlerine çok az zaman kalmışken Suriye macerasına direk olarak girişmek iç politikada ABD’nin işine gelmemektedir. Diğer yandan ABD yönetiminin AKP’nin saldırgan Suriye politikasında müdahil olması ve Türkiye’nin provokasyonlarını kullanarak NATO müdahalesinin gerekçesi olarak kabul etmesi durumunda Rusya bu resti görebilecek midir? Bu karşılıklı savaşa taraflar gözü kapalı atılmayı göze alabileceklermidir? Suriye konusu AKP açısından içerde ve dışarda siyasi bir projedir. AKP’nin bu noktadan geri adım atma şansı pek yoktur. Ortadoğu üzerindeki emperyalist çıkarlar açısından bakıldığında güçler dengesi de AKP’nin bu niyetlerini gerçekleştirmesine açık kapı bırakmaktadır. Erdoğan’ın bölgesel güç olmak için risk almak gerektiği yönündeki konuşmaları da bunun kanıtı olarak görülmelidir. AKP’nin Suriye savaş istemi Türkiye’yi batağa sürükleyecek o bataklıktan neyin çıkacağı da belli değildir. Bu koşullarda savaş karşıtı cepheyi, Suriye ve Türkiye’de iç gericiliğe ve antiemperyalist bir içerikle genişletmektir.

aklaşık bir iki ay önce başlatılan ve giderek birçok cezaevine yayılan açlık grevlerini Meclis gündemine taşındı. BDP İstanbul Milletvekilleri düzenledikleri basın toplantısında “Bu duruma ve ölümlere seyirci kalmamak gerekir” çağrısı yaptı. Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi, bugün düzenlenecek olan basın toplantısı duyurusunda, “Basına sınırlı yansıyan bilgilere göre 12 Eylül 2012’den beri çeşitli cezaevlerinde 700’e yakın mahkûm sınırsız-dönüşümsüz açlık grevinde” dedi. BDP’li milletvekilleri düzenledikleri basın toplantısında şu değerlendirmelerde bulundu: “Cezaevlerinde, 63 Kürt siyasetçi tutuklu tarafından 12 Eylül’de başlatılan ve bugün binlerce tutuklunun katıldığı, açlık grevinin bugün otuz altıncı günüdür. 36 gündür, açlık grevinde bulunanların bugünden itibaren sağlıkları ve yaşamları tehlikeye girmektedir. Giderek telafisi mümkün olmayan sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kalacaklardır. Bu duruma ve ölümlere seyirci kalmamak gerekir. Kürt halkının ana dili zamanında yasaklanmasaydı, bu acıların hiçbiri yaşanmayacaktı. ‘Kürtleri inkâr etmiyoruz’ diyerek, ana dili yok saymak tutarsızlık, birlikte yaşamı yok etmektir. Anadili, her insanın doğuştan sahip olduğu temel haklardan biridir ve hiç kimse bu haktan yoksun bırakılamaz. Anadilinde eğitim ülkemiz halklarını bölmez, birleştirir. Türkiye yurttaşları olarak bizler, Kürt kardeşlerimizin kendi anadilinde eğitim almasından neden rahatsız olalım? Tam tersine, ülkemizde yıllardır dayatılan dilde ve dinde tekçi anlayış terkedilmelidir. Halklar, diller, inançlar arasında eşitlik, özgürlük; ülkemizde demokrasi ve barış tesis edilmelidir. Hükümet içerde ve dışarda savaş kışkırtıcılığı yapmaktadır. Kendi içinde barış sağlayamayan, yurttaşlarının eşitlik ve özgürlük taleplerine kulaklarını tıkayan bir Hükümetin, Orta Doğu’da barışı sağlayamayacağı açıktır. Siyasi iktidar, öncelikle kendi Kürtleri olmak üzere, bölge ülkelerindeki Kürt Halkının taleplerine, kendi geleceklerini belirleme hakkına saygı göstermelidir. Hükûmet, halklar ve mezhepler çatışmasına sürüklenmek istenen Orta Doğu’yu Türkiye’ye taşımamalı, çözüm ve müzakere için çalışmalıdır. Cezaevinde açlık grevinde bulunan Kürt siyasi tutukluların açlık grevleri ciddi sağlık sorunlarına ve ölümlere yol açmadan, Hükümet harekete geçmelidir. İktidarı ve muhalefetiyle tüm siyasi partiler, Kürt sorununun çözümü konusunda sorumluluk almalıdır. Kürt sorunu, çözümsüz bırakıldıkça, halklarımızın acılarını arttırmaktadır. Cezaevlerinde açlık grevi yapan binlerce siyasi tutuklunun talepleri Kürt halkının talepleridir. Bu taleplerinin önündeki engellerin kaldırılması için, sorunun çözümü için vakit geçirilmeden harekete geçilmelidir.” Yayına hazırlandığımız günde 47. gününde olan 39 cezaevinde 680 siyasi tutukluların 12 Eylül gününden bu yana süren açlık grevlerine devam etmektedir. İHD Şube Başkanı Ümit Efe, süresiz-dönüşümsüz açlık grevinde 30.günün geride kaldığını hatırlattı, “Bir tek insanın bile ölümünden sorumlu olmak insanlığımızdan vazgeçmektir” diye konuştu. Tutuklulara insanca koşulların sağlanması konusunda Türkiye’ye çeşitli sorumluluklar yükleyen uluslararası sözleşmeleri anımsatan Efe, yetkililere seslenerek, “Kürt mahpusların başlattığı süresiz dönüşümsüz açlık grevinin, ölümler yaşanmadan ve kalıcı sakatlanmalar oluşmadan bitirilmesi için, taleplerin dikkate alınarak çözüm yolları bulunmalıdır” dedi. Açlık grevinin nedenleri arasında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın tutulma koşullarının da bulunduğunu belirten Efe, “Açlık grevinin nedenlerinden biri olan Abdullah Öcalan’a yönelik yasadışı uygulama bir an önce sona erdirilmeli, İmralı Cezaevi’nde bulunanlar ve tüm mahpuslar insan hakları ilkelerine, uluslararası sözleşme ve bildirilere ve evrensel hukuk kurallarına uygun bir infaz sistemine kavuşturulmalıdır” diye konuştu. Efe, eylemin bir başka nedeninin ise demokratik zeminde siyaset yapma hakkının engellenmesi olduğuna dikkat çekerek, şunları söyledi: “Muhaliflerin tutuklama ile yok edilmeleri politikası bir an önce sonlandırılmalı, demokratik, açık siyaset yapmanın önündeki engeller kaldırılmalı, insanlara ne dağda ne ceza evinde ne de başka bir yerde ölmeden siyaset yapma yolunun var olduğu gösterilmelidir.” Açlık grevine tutuklulara, “yaşayarak hak arama yolunu seçme” çağrısı yapan İHD Şube Başkanı Efe, “Ölümün bir insan için en son, istisnai bir karar olması gerektiği unutulmamalıdır” dedi. Silivri ve İzmir Şakran cezaevlerinde açlık grevindeki tutukluların tekli hücrelere alındıklarına ve temiz içme suyu ihtiyaçlarının bile karşılanmadığını belirten Efe, “Cezaevi doktoru, gardiyan gibi tutukları eylemlerinden vazgeçirmeye çalışmaktadır. Tutuklular, aile görüşlerine çıkmama ve telefon hakkını kullanmama kararı almışlardır” dedi. Efe, son olarak şunları söyledi: “Sorunun çözümüne katkıda bulunacak ve mahpuslar açısından talepleri doğrultusunda güvence oluşturabilecek çözücü iletişim kanalları yaratılmalıdır. İnsan hakları örgütleri, hukuk örgütleri, tabip odaları gibi sivil toplum örgütlerinden oluşan çözüm mekanizmaları ivedilikle oluşturulmalıdır.”

T

ürkiye’nin de önemli görevler üstlendiği, özellik Suriye meselesinde aldığı tavırla da bu görevin ifasında ciddi işler yaptığı, Ortadoğu’da haritaların, sınırların yeniden belirlenmesine yönelik emperyalist girişimler sürerken; Emperyalistlerin ve Türkiye burjuvazisinin karnını ağrıtan Kürt meselesinin yine emperyalistler ve burjuvaların temel çıkarlarına denk düşen çözüm önermeleri, bu önermelere bağlı olarak Kürt ulusal hareketi ve burjuvalarıyla Türk devleti arasında diyalog ve görüşmeler yeniden yol almaya başladı. AKP’nin son Kongresinden hemen öncesinde; BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, “karşılıklı görüşmeler yoluyla sorunun çözümünde yol kat edilebileceği”nin altını çizerek AKP’ye çağrı yapınca; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’da; “terörün durdurulması için görüşmek gereken herkesle görüşürüz”,” Bu görüşmeler Oslo’da da olabilir başka yerde de” diyerek burjuvalar arası pazarlık sürecinin yeniden başlatıldığının işaretini verdi. Buraya kadar söylenecek söz yoktur. Sistem içinde kalınmak koşuluyla yaratılacak reformist çözüm önermeleri açısından ve sorunun çözümüne dair laf eden kapitalist sistem içindeki siyasi aktörlerin gözünden bakıldığında bu durum olabilecek, hatta kendileri açısından sonuca da gidilebilecek bir süreçtir. Ancak Marksist olma iddiasındaki siyasilerin, kişi ve gurup ve partilerin bu durum karşısında alacakları tavır Kürt ulusal hareketinin, Kürt ve Türk burjuvaları ve siyasilerinin çözüm önermelerine denk düşen reformist bir duruş değildir. Tam bu noktada hassas bir çizginin altı kalın bir biçimde çizilmelidir. O da şudur: Kürtlerin bir kısım reformist hak ve özgürlüklerinin yaşama dönüştürülmesinde devlet karşısında konumlanmak ve bu hak ve özgürlükler mücadelesini desteklemekle, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının kullanılmasını biri birinin ayni olmadığının altını çizmek ve ona uygun tavır almaktır. Hangi ulustan olurlarsa olsunlar bütün burjuvalar doğaları gereği kendi ulusal istemlerinin kayıtsız şartsız desteklenmesini isterler. Kürt burjuvaları açısından da durum aynıdır. Onlarda ezilen ulus burjuvaları olmaları sebebiyle kendi ulusal istemlerini reformist olmasına karşın kayıtsız koşulsuz desteklenmesini isteyeceklerdir. İstemektedirler de. Burada, Marksistler açısından, ezen Türk ulusu burjuvazisi ve devletinin Kürtlere yönelik baskı, asimilasyon, sindirme, katliam ve yok etme vb. eylemlerine karşı, reformistte olsa kimi hak taleplerini kayıtsız koşulsuz destek verme ve savaşma ile Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının işçi sınıfının programına denk düşen bir biçimde savunulması biri birine karıştırılmamalıdır. “Marksistler, burada, eğer demokrasiye ve proletaryaya ihanet etmek istemiyorlarsa, ulusal sorunda özel bir istemi, ulusların kaderlerini tayin hakkını, yani siyasal bakımdan ayrılmayı savunmak” (Lenin-Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı) zorunda olduklarından Kürt ulusal hareketi, burjuvaları ve devlet arasında sürdürülen pazarlıklar yoluyla en ileri noktada, “demokratik özerklik” gib reformist projelerin savunulması ile değil, Kürtlerin ayrılıp devlet kurma hakkını savunmaları görevlidirler. Demokratik koşullarda yapılacak bir referandum yoluyla Kürtlerin ayrılma ya da birlikte yaşamaya dair kararlılıkları belirlenmeden bu tür projeler Kürt siyasal örgütlenmesinin burjuvalara teslim edilmesinden başka bir anlama gelmeyeceği açıktır. Açıktır ki işçi sınıfının sosyalist programına denk düşen Kürtlerin siyasal bakımdan bağımsız olma istemlerinin desteklenmesidir. Marksistler bununla da kalmayıp; “Her ulus içindeki proletaryanın kendi kaderlerini tayin hakkına geçerlilik kazandırmayı kesin temelli ödev saymak” (Stalin-Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları) zorunda olduklarından, siyasal bakımdan ayrılıp devlet olma hakkı olarak, bu hakkı tanırken, “ulusal bağımsızlık isteklerine göstereceğimiz desteği proletaryanın savaşımının çıkarları koşuluna” (Stalin-age) bağlamak zorundadırlar.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Suriye’de rejim karşıtları ve devlete bağlı güvenlik güçleri arasında 20 aydır süren çatışmalar Kurban Bayramı için ilan edilen ateşkese rağmen durmadı. Bu arada, Esad karşıtı silahlı militanların, Halep’te PKK’nın Suriye kolu olarak bilinen PYD ile çatışması, iç savaşta yeni bir cephenin açıldığı görüşlerini ortaya çıkardı. Önceki gün ülkede en az 150 kişinin ölmesinin ardından şiddet devam etti. Çatışmalar Şam, Halep, Deyr ez Zor ve İdlib’de yoğunlaştı. Bölgeden gelen son haberler, iç savaşta yeni bir cephenin açılabilme olasılığının ortaya çıkması olarak yorumlanıyor. Suriye İnsan Hakleri Gözlemevi, Esad karşıtı silahlı militanların, Halep’in Eşrefiye ilçesinde PKK’nın Suriye kolu olarak bilinen Kürdistan

KÜRTLERİN KENDİ

Berxan Bedirxan

“Yaşasın halkların kardeşliği”, “Susma haykır, savaşa hayır”, “gün gelecek, devran dönecek, işgalciler halka hesap verecek” gibi sloganlar atan eylemciler, “Çocuklar öldürülmesinler, şeker de yiyebilsinler” yazılı bir de pan-

Suriye’de yeni cephe: Muhalifler Kürtlerle çatıştı

Serhat’tan

SAYFA 03

Aralarında bazı sendikaların da yer aldığı bir grup sivil toplum örgütü, bugün öğleden sonra Lefkoşa’da savaş karşıtı eylem düzenledi. Suriye ile Türkiye arasında yaşanan gerginliği protesto eden ve savaş karşıtı sloganlar atan eylemciler, Kuğulu Park’ta toplanarak Şehitler Anıtı önüne yürüdü. Türkiye’nin Lefkoşa Büyükelçiliği ile Cumhuriyet Meclisi etrafında polis kordonu oluşturmasından dolayı eylemi düzenleyen örgütlerin temsilcileri konuşmalarını Şehitler Anıtı yaptı. Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası (KTÖS), Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası (KTOEÖS), Baraka Kültür Merkezi, Barikat, Devrimci Komünist Birlik, Mülteci Hakları Derneği, Öğrenci İnisiyatifi ve Pir Sultan Abdal Kıbrıs Derneği’nin düzenlediği eylem, yağmur altında yapıldı. “Savaşa hayır”, “Katil AKP, işbirlikçi AKP”, “Kıbrıs’ta barış engellenemez”, “Son son son, işgallere son”,

Sayfa 3


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 15

Direne Direne Kazanacağız

Ankara’ya hareketleri öncesi Tek gıda İş Sendikası Rize şube başkanlığı önünde bir açıklama yapan Genel merkez genel teşkilatlandırma sekreteri Recep Ali Çelik ; “59 yıldan beri Çaykur’da örgütlü olan Tek Gıda İş Sendikası ve onun onurlu emekçileri tarihinde görülmemiş bir

Yunanistan OHAL ilan etti

Yu n a n H a l k ı n ı n E k o n o m i k K r i z e İ s y a n ı

Ekonomik krizin faturasını ödemek istemeyen halkın isyanına karşı, Yunanistan yönetimi, Alman Başbakan Merkel’in ziyareti sırasında yapılacak eylemlere engel olmak için OHAL ilan etti. ATİNA- Almanya Başbakanı Angel Merkel’in ziyareti öncesi Yunanistan yönetimi, OHAL ilan etti. Samaras hükümetinin troykayla yıkım paketi üzerinde müzakeresi sürerken ülkeyi ziyaret edecek Merkel’e karşı eylemlere engel olmak isteyen ülke yönetimi, 9 Ekim Salı günü sabah 09.00’dan akşam 22.00’ye kadar kamuya açık yerlerde toplanma ve eylem yapma yasağı getirdi. “Başkentin sosyo-ekonomik yaşamını rahatsız etmemek ve kamuoyu güvenliği” için böyle bir karar aldığını açıklayan Yunanistan

Emniyet Genel Müdürlüğü, yapılacak eylemlere karşı “her tür önlemi” alacaklarını bildirdi. Merkel’in başkent Atina’yı ziyareti sırasında yoğun güvenlik önlemlerinin yürürlüğe konulacağı ifade edildi. Öte yandan sosyal paylaşım sitesi üzerinden dünydaki isyanlara çağrı yapan ve bilgi paylaşan World Riot 24/h sayfasından başkent Atina’da isyana katılmak için Yunan halkı sokağa çağrıldı. Şantiyenin çıkardığı toz bulutunun sağlık açısından tehlikeye yol açtığını ifade eden vatandaşlar, yetkililerin sorunlarına bir çözüm bulmasını talep etti. Yaklaşık 4 saat tırların geçişine izin vermeyen mahalle sakinleri daha sonra yolu trafiğe açarak eylemlerine son verdi.

FAZLA İNANMAYIN Şimdi müzakerelerimizi başlatıyoruz. Öz Gıda’da kalan yaklaşık 2300 arkadaşlarımıza sesleniyorum, bu emek düşmanlarına daha fazla güvenmeyin gelin yıllardır emeğinizin hakkını savunan onurlu mücadelenin adı olan eski sendikana Tek Gıda İş sendikasına üyeliğinizi yenileyin yenileyin ki yapacağımız toplu sözleşmeden doğacak haklarınızı alabilesiniz. Yıllarca Tek Gıda’ya aidat ödemiş ne yapılmış vaatler edilmiş kandırılmış, baskı ve tehditlerle sindirilmiş bürokratik ve her türlü siyasi baskılar karşısında sendikasını terk etmiş olan emekçi kardeşlerimiz artık dayanışma zamanıdır gelin sendikanız Tek Gıda

İş’e üye olun. Biz bu arkadaşlarımıza kızgın ve kırgın değiliz hangi şartlarda istifa ettiğinizin bilincindeyiz şimdi artık masaya oturuyoruz ‘bu iş daha bitmedi’ diyen emek düşmanlarına inanmayın. Biz Tek Gıda İş Sendikası üyeleri için toplu sözleşme yapmaya gidiyoruz Öz Gıda üyeleri için değil. Bunu artık görün bu yalancılara inanmayın” diye konuştu. Ankara’da yapacağımız müzakereler sonrası toplu sözleşme yaptıktan sonra 2010 -2011 yılı toplu sözleşmesi yapmak için müracaat edeceklerini belirten Çelik, beraberinde şube yöneticisi ve iş yeri temsilcisi yaklaşık 60 işçi ile birlikte karayolu ile Ankara’ya hareket etti.

“İŞÇİLERE TBMM ÖNÜNDE POLİS MÜDAHALESİ” DİSK ve Sendikal Güç Birliği üyelerinin Meclis’te görüşülecek olan toplu sözleşme yasasını protesto etmek amacıyla Meclis’e yürümesine izin vermeyen polis, kitleye gaz bombası ve tazyikli su ile müdahale etti. Meclis’te görüşülecek olan toplu sözleşme yasasını protesto eden DİSK ve Sendikal Güç Birliği öncülüğünde Sakarya Caddesi’nde bir araya gelen emekçiler, Meclis’e yürümek istedi. Aralarında milletvekillerinin de olduğu grup, Akay Caddesi’nde polis tarafından kurulan barikatlarla durduruldu. Kitlenin geçişine izin vermeyen polis, kitleye gaz ve tazyikli su ile müdahale etti. 3 kez biber gazlı müdahaleye uğrayan işçilerden 3’ü hastaneye kaldırıldı. Eyleme destek olmak için yürüyüşe katılan CHP İzmir Milletvekili Musa Çam da biber gazlı müdahaleden etkilendi. DİSK Genel Başkanı Erol Ekici, Akay Caddesi üzerinde yaptığı açıklamada, Toplu İş İlişkileri Kanun Tasarısı’nın 12 Eylül hukukuna dayandırıldığını söyledi. Ekici, “12 Eylül hukuku ile oluşturulan bir yasayı istemiyoruz. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve Hak-İş ile yapılan ittifakı ihanet olarak sayıyoruz” dedi. DİSK ve Sendikal Güç Birliği, Akay caddesi üzerindeki açıklama sonrası Sakarya Caddesine yürüdü.

EMEK DÜŞMANLARINA DAHA

Toplu iş sözleşme yetkinsin Tek Gıda İş Sendikasına verilmesi sonrası Ankara’da Toplu sözleşme müzakerelerine başlayan Tek gıda iş Sendikası Rize 1.2.3.4 ve Tarbzon şubeleri ile Tek gıda İş Sendikası Genel Merkez Genel Teşkilatlandırma sekreteri Recep Ali Çelik başkanlığında 60 kişiden oluşan müzakere heyeti ile Rize’den Anakaraya hareket etti.

Çalışma Bakanlığı 4 yıl önce başlattığı rezalete 24 Ağustos 2012 tarihli yetki yazısı ile son vermek zorunda kaldı. Çaykur işçisi yıldır zulüm çekti. Toplu sözleşmesiz kaldı. Haklarını doğru düzgün olamadı. İşletme de gereği gibi temsil edilemedi. Muzakereler başladı şimdi Ankara’ya gidiyoruz masaya oturacağız önceliğimiz bir an evvel toplu iş sözleşmesini imzalamaktır. Hedefimiz toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde zulüm ve kayıplarla geçen dönemin karşılığını almaktır burada da dün sokaklarda olduğu gibi şimdi de masanın başında emekçi kardeşlerimizin hak ve hukukunu korumak ve savunmak için mücadele edeceğiz. Yaklaşık 4 yıl bekleyerek ÇAYKUR’la beraber 23.dönem toplu sözleşmemizi görüşmek için Ankara’ya gidiyoruz. Yarın saat (Salı günü)14.00’da Kamu-İş’ le bir araya geleceğiz.

Tarih kadınları reddediyor...

DİRENE DİRENE KAZANDIK

SOKAKTA DİRENDİK MASADA DA DİRENECEĞİZ

omünist, Anarşist, Feminist veya Müslüman olsun bu savaşçı kadınların ortak bir yanı var. Tarih onları yazmadı, yazmıyor. Tarih kadınları reddediyor. Hele savaşan kadınları, erkeklerin tarihi kabul etmiyor!...” “Cepheye Elimde Bir Temizlik Beziyle Gebermeye Gelmedim Devrim İçin Yeterince Kap Yıkadım” Bu sözler 1935 yılında İspanyol bir kadının, bir miliciananın sözleridir. İsyan eden bir miliciananın. Erkeklerin şiddetle-ister savunmacı ister saldırgan konumda-tanışık olduğunu düşünen geleneksel bakış açısı “yıkıcı erkeğin” yanında “koruyucu kadın”ı da tanımlar. Kadınlar doğası gereği(!) verdiği yaşamı korumakla, düzenlemekle sorumludurlar. Onlar şiddete yabancıdırlar: yıkmaz, savaşmaz, kin gütmez, mücadele etmez, en fazla erkeğin yaptıklarını yorumlarlar. Bazı çıkıntılar vardır tabii ki. Onlar olsa olsa erkeğe özenen kompleksli kadınlar, gözü dönmüş cadılar, belki de lezbiyenlerdir(!) Oysa kadınlar tarihin her döneminde yazgılarına(!) başkaldırmış, savaşmışlardır. Nedir peki, kadınları kendi tarihlerine başkaldırtan güç? 1694 yılında bir kadın, Mary Astell “Hanımlara Ciddi Bir Öneri” kitabında kadınlara soruyordu “Nasıl, güzel görünüp karşılığında hiçbir işe yaramamayı göze alarak yeryüzünde bahçedeki laler gibi yaşamakla yetinebilirsiniz?”

Yıl 1930’lar, yer İspanya. Lucia Sanchez Saornil Nisan 1936’da birçok anarşist kadınla birlikte Mujeres Libres’i kuruyor.”Özgür Kadınlar” adlı örgütün -o dönemin koşullarında- 20.000 den fazla üyesi var. Aynı adlı dergileri Mujerez Libres yüzbinlerce kadına ulaşıyor. Aynı anda hem devrimi hem de savaşı kazanmak isteyen İspanyol kadın anarşistleri, Mujeres Libres de kadınlara sesleniyordu “Bugünden Kurtuluş!”Mujeres Libres savaşın en kızgın anında cinsel aydınlanmadan, çocuk yetiştirmeye, eşit ücret talebinden, fuhuş kurumuna kadar her konuya el atıyordu. Bu anarşist kadınlar hem CNT, FAI’nin erkekleriyle uğraşırken hem de faşistlerle çarpışıyorlardı. O dönemin İspanyası’nda anarşistlerin içinde Proudhon’dan etkilenenlerin sayısı pek az değildi.(Proudhon çalışmanın kadının”doğasına” uygun olmadığını söylüyordu.)Tüm bu olumsuz koşulların yanında geçmişten beri kadınlar adına düşünüp karar vermeye çalışan erkeklere, kadınlar kendi tarihlerini yazabileceklerini gösterdiler. Enternasyonel Kongrelerinde kadınlar fabrikalarda çalışmalı mı; diye tartışan erkekler o günde kadınlar bizle savaşsın mı, diye düşünüyorlardı. Çünkü anarşist, komünist kadınlar savaşmak için cepheye gidiyor, her türlü çalışmaya katılıyorlardı. Erkeklerin bu sorusu kısa sürede sonuçlandı. Tabii ki faşistlere karşı “kadın yoldaşlar”la birlikte savaşılacaktı. Onlar bugünkü tutumlarından dolayı saygı duyulması gereken insanlardı, alkışlanmayı hak ediyorlardı.(Saygı duyuyorlardı çünkü cephelerde savaşan kadınlar erkeklerden daha dayanıklı, daha cesur olduklarını ispatlamışlardı. Bunun için erkeklerden 4-5 saat fazla nöbet tutup uykusuz kalmayı gözalmaktan tutun da yanında ölen dostu için ağlamamaya çalışan kadınlar, cephede kürtaj olup aynı saat grubuna geri dönüp çarpışmanın planlarını hazırladılar.) Bu kadınlar erkek yoldaşları onları “zayıf kadınlar” olarak görmesin diye günlerce cephede bir parça pamuk istemeden regl oldular. Bacak araları yaralarla doluydu. Neden? Çünkü erkek yoldaşlarının taleplerinden fazla şey talep etmemek;”zarif, narin,ayakbağı olan kadınlar” olmamak için.Gerek komünist partizan kadınlar gerekse anarşist kadınlar şunu söylüyor:”Sürekli kendimizi kanıtlama zorunluluğunun gerilimini yaşıyorduk.Şunu kimse inkar edemez.Biz kadınlar tek savaşta değil her an erkeklerden daha

Yaklaşık 13 bin çalışanı bulunan Çaykur`da 4 yıldır süren yetki tartışmasında sona gelindi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Çaykur`da toplu sözleşme yetkisinin Türk-İş`e bağlı Tek Gıda İş Sendikası`nda olduğunu açıklamasının ardından Bakanlık bu kez Tek Gıda İş Sendikasına toplu sözleşme yapmak için yetki belgesini gönderdi. Tek Gıda İş Sendikası yetki belgesini aldıktan sonra Kamu İşveren sendikasıyla masaya oturmak için bugün Ankara’ya hareket etti.

K

baskı ve tehditle karşı karşıya kalmıştır. Çaykur emekçisi kardeşlerimiz emek düşmanı bir başka sözde sendikaya geçmeleri için inanılması zor baskı ve tehditlerle karşılaştı. Yaklaşık 4 yıldan beri sınıf bilinciyle yürüttüğümüz sendikal mücadelede birçok işçi kardeşimiz haksız yere sürgün edildi, emeği sömürüldü hak ve hukuku akyalar altına alındı ama yılmadı yılmadık her türlü bürokratik ve siyasi baskıya rağmen direne direne kazandık.

T

ek Gıda İş sendikası genel Teşkilatlandırma sekreteri Recep Ali Çelik, 5 yıl sonra sizler için masaya oturuyoruz diyerek Öz Gıda iş üyesi işçilere seslendi

KADINSIZ DEVRİM OLMAZ

SAYFA 02

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Sayfa 2

fazla,belki iki belki üç kat daha fazla çalışmak zorundayız.” (Silahli Direnişte Kadınlar-Ingrid Strabl) Bunlardan dolayı erkek yoldaşlar kadınlara saygı duyuyorlardı. Fakat birlikte savaşmaktan dolayı mutlu görünen erkeklerin düşüncelerini anarşist kadın Lucia Sanchez Saornil 1935 Eylül’ünde şöyle değerlendiriyordu:”Savaşta kadınların işbirliğini içtenlikle isteyen yoldaşların sayısı pek çoktur. Ancak bu dilek değişmiş bir kadın anlayışıyla bağlantılı değildir.Bu yoldaşlar kadınların işbirliğini zafere daha kolay ulaşmak için bir yapı taşı,adeta stratejik bir etken olarak istemektedirler.Ancak bu nedenle bir an için bile olsa kadının özerkliğini düşünmemekte ve kendilerini dünyanın merkezi olarak görmeyi bırakmamaktadırlar.” Savaşçı kadınlar o an için özgürdüler ama bundan sonra olacakları az çok tahmin edebilmiş Lucia Sanchez kaç kadın vardı? Partizan kadınlar yoldaşlarının onlara ihanet edeceğini bilebilir miydi? Partizan kadınlar “hem savaşı hem devrimi” aynı anda kazanmak isteyen anarşist kadınları biraz geç anladılar. Anladıklarında iş işten geçmişti ve KP onları mutfaklarına, dikiş makinalarının başına göndermişti. Parolası “Önce savaşı kazanmak, sonra gerisini düşünmek”olan KPnin karşı-devrimi sonucu anarşistler yenildi.1937 Haziran’ında onlar için her şey bitmişti. Fakat bu sondan kısa bir süre öncesine kadar Kp’nin milicianaları için de durum giderek farklı bir hâl alıyordu. KP giderek daha fazla milicianayı cepheden alıp geri hizmetlere gönderiyordu. (Çamaşır, dikiş, yemek, ütü vs)Bunungerekliliğinden söz eden KP’nin alt örgütü Mujeres Antifascistas(Antifaşist Kadınlar)ın yayın organı “Mujeres” kadınlara sürekli şöyle sesleniyordu:”Kadınlar şu an ‘bencilce’ isteklerini bir kenara bırakmalı vedevam için var güçleriyle ellerinden geleni(çamaşır,ütü,bulaşık,yemek işlerinden bahsediliyor.)yapmalıdırlar.”Devrimin ve erkek yoldaşların hâla onlara ihtiyaçları vardı. Kısaca savaş KP için artık gereğince devam edecektir. Komünler, kooperatifler dağıtıldı. Milisler; askeri disiplini hiyerarşisi ve yargısıyla düzenli orduya dönüştürüldü. Hemen kadınlara cephe hizmetini yasaklayan bir kararnâme çıkarıldı. Çok az kadın birliklerinde kaldı ama bu neyi ifade eder ki!Özgürlük ve kadınlar yine yenilmişti.Kazanan ise “iktidar isteyen,güçlü)erkeklerdi. Ellerinde silahlarıyla cephede erkeklerle birlikte geçirilen yıllardan sonra “baba evine” dönme partizan kadınlar için çok onur kırıcı, aşağılık bir durumdu. Savaşa kadar pantolon giymemiş İspanyol kadınına pantolon giymeyi öğreten milicianalar, cepheden, ağlayarak evlerine gönderilecekleri kamyonlara bindiriliyorlardı.Bir kadın partizan şöyle diyor o an için:” Hırsımdan ağlamamak için kendimi öyle sıktım ki!Bu çok aşağılayıcı bir durumdu.Savaştan sonra madalyalar erkeklere verildi.Biz ise madalya törenlerinde, hiçbir yerde hatırlanmadık. İlk kez röportaj yapmaya siz geldiniz.”(Röportaj yılı 1987,aradan 50 yıldan fazla zaman geçmiştir.) Kısacası tarihsel bir yanılgıdan partizan kadınlar da paylarını düşeni almışlardı. Özgür olmaları için emekçilerin kurtuluşunu beklemeleri gerekiyordu. Yani, devrimden sonra kurtulabileceklerdi(!). Şimdi tüm “bencilce” isteklerini bir kenara bırakmak zorundaydılar.Tarih onlardan bahsetmeyecek de olsa onlar savaşmalıydı. Mujeres Libres ve

Mujeres Antifascistas, İspanya’nın tarihinde önemli roller üstlenmiş örgütlerdi. Birçok kişinin ifade ettiği gibi “kadınlar direnişin belkemiğiydiler” ama yenildiler. “Devrim için yeterince kap yıkadım. Artık bana bir tüfek verin, savaşacağım” diyen İspanyol kadını gibi pek çok kadın, erkekler tarafından yazılmış tarihte aşağılandı, hatta yok sayıldı,görmezlikten gelindi. Karanlık Çağlardan, Antikçağ Kadınlarından, Orta Çağ cadılarının(?)yakılışından kim söz eder ki? Faşistlerle savaşmaya karar verdiği ana kadar hiç pantolon giymemiş İspanyol kadınının elinde revolveriyle çekilmiş fotoğrafı neden Che’ninkiler kadar bilinmez? Faşistlerle karşılaşana kadar kocasının sözünden, köyünün sınırlarından hiç çıkmamış İtalyan kadınının yeraltı barikatlarında onlarca erkekle birarada nasıl uyuduğunu kim merak eder? “Onlar mezbahaya giden koyunlar gibiydiler.”resmi tarih yutturmalarının bir işe yaramadığı Yahudi direnişindeki kadınlar peki! O dindar, masum, şiddet karşıtı düşüncelerle büyümüş Yahudi kadınları! Neden ‘getto harekatı’ SS tugayı komutanı Jurgen Stroop “Önce kadınları vurun!” diye emretmişti askerlerine. Çünkü bu kadınlar yakalandıklarında çoğu kez kendi yaptıkları bombaları bellerine bağlayarak hem kendilerini hem Alman askerlerini havaya uçuruyorlardı. Çünkü İngiliz gizli örgütü şefi şöyle diyordu:”Hayatını seven herkes için önce kadınları vurmak çok akıllıca bir düşüncedir.”Çünkü onlar kadınların kararlılıklarından, cesaretlerinden korkuyorlardı. “Himalaya köylüsü erkek ayıyla karşılaştığında mağrur Bağıra bağıra korkutur canavarı ve kaçırır Ama böyle sıkıştırıldığında ayının dişisi, dişiyle tırnağıyla saldırır. Çünkü türün dişisi erkeğinden daha acımasızdır. Bu acımasızlık değil başkaldırının kararlığıydı. Hem kendi tarihine, hem faşizme, hem dine, her şeye başkaldıranın kararlılığı. İspanya’da, İtalya’da, Polonya’da, Fransa’da, Hollonda’da, Rusya’da, Yunanistan’da, Yugoslavya’da, Vietnam’da, Cezayir’de, Küba’da, İran’da her yerde savaşan bu kadınlar nerede? Hatta ETA’da, IRA’da, FKÖ’de, RAF’ta, PKK’de ve diğer örgütlerde savaşan kadınlar nerede? İster Müslüman, ister Marksist, ister komünist, ister anarşist olsun bu savaşçı kadınların ortak bir yanı var. Tarih onları yazmadı, yazmıyor. Tarih kadınları reddediyor. Hele savaşan kadınları, erkeklerin tarihi kabul etmiyor! “…Kadınları ipekli prangalarla ele geçirmeye çalıştıklarını ve onları kölece bir sevda kandırmacasıyla oyaladıklarını görüyordu; ama bu kılık değiştirmiş korkutucu, düzmecelik yalnızca onun karşı çıkışını güçlendirmeye yarıyordu.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 16

Sayfa 1

HALKIN KURTULUSU ~ 2

DEVRİM ŞEHİTLERİ ÖLÜMSÜZDÜR SER VERİP SIR VERMEYEN YİĞİT KOMÜNİST

H.ASKER ÖZMEN

(1956 - 5 Ekim 1980)

SİZİNLE ORTAK GERÇEĞİMİZ YOK! EKREM EKŞİ

(1955 - 14 Ekim 1980)

1956 yılında Adana iline bağlı Şambayad köyünde ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. 1973-74 yılında Ankara Hacettepe Üniversitesi Fizik Bölümünü kazandı Burada devrimcilerle tanıştı, devrimcilerle hemen kaynaşır, halkın kurtuluşu yolunda gençlik mücadelesinin bir militanıdır. Okullarda, fabrikalarda, semtlerde bildiri dağıtır, afişlemeye çıkar; yaşamını işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesiyle birleştirir. 1977 yılında Halkın Kurtuluşu Gazetesinin merkezi basım ve dağıtımında görev alır. Yurt-Da Kitap evi artık mekânı olmuştur. Halkın Kurtuluşu gazetesinin basımı ülke çapında dağıtılması, en ücra köşelerde yaşayanların eline geçmesi için her türlü özveriyi ve yaratıcılığı gösterir. 26 Aralık 1978 tarihinde faşizmin Kahramanmaraş kırımından sonra 11 ilde ilan edilen sıkıyönetim sonrası gazetenin İstanbul’da basılamaz duruma gelmesi üzerine İzmir’de basılması gündemdedir. Hasan, basım ve dağıtım işlerini organize etmek için İzmir’e yerleşir. İzmir’de işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesiyle bütünleşir ve yoldaşlarıyla gecesini gündüzüne katarak gazetenin ülke düzeyinde basımı ve dağıtımını gerçekleştirir. Örgütüne bağlı, disiplinli, özverili devrimci komünist kişiliğiyle üstlendiği işte emeğini ve aklını birleştirip fedakârca çalışır. 1980 Yılı şubat ayında İzmir’de sıkıyönetim ilanı sonrasında Ankara Altındağ’da gecekondu bölgesine yerleşir. Semtte oturan emekçilere ulaşmakta, onlarla bütünleşmekte hiç zorlanmaz; onlardan biri olarak günlük olaylardan hareketle politik yorumlar yapmaya, yönlendirmeye; emperyalizmi, faşizmi,

demokrasiyi, işçilerin neden sömürüldüğünü, halkın kurtuluşu yolunu anlatmaya çalışır. Saldırılar daha da yoğunlaşmış, evler, okullar, işyerleri basılmaya başlamıştır. Muhalif tüm sesler, devrimciler, demokratlar, aydınlar tek tek gözaltına alınıp işkenceye tabi tutulmuştur. Hasan, faşist cuntaya karşı da mücadelenin en ön saflarındadır. Kendisine “Hocam artık kendine daha dikkat etmelisin” diyen yoldaşlarına bir gün “Ne olacak, alırlar ya üç gün içinde öldürürler ya da üç gün içinde serbest bırakırlar” der. Ve 2 Ekim 1980 gecesinde Hasan, nişanlısı, nişanlısının abisi ve yengesiyle birlikte gözaltına alınır. Ankara emniyetinde yeni kurulan işkencehane (DAL)’da tüm işkence yöntemleri, her tür teknik Hasan’ın üzerinde uygulanır. Devrimci Komünist Partisine, yoldaşlarına ilişkin ağzından tek kelime bile çıkmaz; İfade vermeyi reddeder. 4 Ekim’i 5 Ekim’e bağlayan gece işkencede katledilir. Belgelere göre Hasan Asker Özmen’i sorgulayan komiser Enver Göktürk ve ekibidir. Özmen 4 Ekim 1980 günü saatler süren sorgudan sonra hücresine atılır. Sabah sayım yapılırken Özmen’in öldüğü fark edilir. Tutanaklara göre Hasan gözleri kapalı ve ayaklarını karnına doğru çekmiş, hücrenin bir köşesinde hareketsiz durumda bulunmuştur. Vücudunda elektrikten kaynaklı yanık izleri vardır. Hasan işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinde onurunu sınıf düşmanlarına çiğnetmedi. Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. Unutturmak isteyenlere inat, unutmadık, unutturmayacağız!

İyi bir ajitatör ve iyi bir propagandistti. Halkın Kurtuluşu gazetesi satışlarında sesini çok uzaklardan duyabilir, söylediği her sözü rahatlıkla ayırt edebilirdiniz. Gazete satışına çıkan birçok kişi nasıl ajitasyon yapılacağını öğrenmek için onu izlerdi. ‘Birçok forumun, mitingin konuşmacısı Ekrem`di. Boykotlarda, yürüyüşlerde en önde olanlardan biri yine Ekrem`di. Her türden eylemde gür sesiyle slogan attırırken görürdünüz Ekrem`i ‘Onu her zaman okurken görmek mümkündü, okumak, kendisini geliştirmek için zaman yaratırdı. Üstelik teoriyi ne çok şey bildiğini göstermek için değil, kendini yenileyip geliştirebilmek ve teorinin pratiğe yol gösterici olması için ele alırdı. Faşist katillerin hedef tahtasına onu koymasına neden olan özelliği, Ekrem`in bir örgütçü olması ve her koşulda örgütlü mücadeleyi savunan bir devrimci olmasıdır. Bir birimin önderi olmaktan İstanbul gençliğinin, giderek Türkiye gençliğinin önderlerinden biri pozisyonuna onu yükselten bu vasıflarıydı. Onu gözaltına aldıklarında amansız işkencelerden geçirdiler, kendine, arkadaşlarına, yoldaşlarına, partisine ihanet etmesini istediler. Ama o direnmeyi seçti. Kudurmuş işkenceciler göğüs kafesini kırıyorlar. Elleri ayakları şişmiş, koluna felç inmiş bir haldeyken, işkencecileri, belki ağzından bir çift laf alırız diye, konuşmadan ölmesin diye hastaneye kaldırıyorlar. Kırıklar, çürükler içerisindeyken bile doktora gülümseyerek: Hiçbir şey söylemedim, onları yendim diyor. Onurunu ve partisini korudu. Yaşarken nasıl dimdik durduysa, ölüme giderken de dik durmayı bildi. Ölümsüz kahramanlar arasına girdi.

Ulrike; Dünyanın üzerine bırakılmış bir molotof kokteyli

HALKIN KURTULUŞU İmtiyaz Sahibi ;Zeki Irmak

Yazı İşleri Müdürü Hatice Zuhal Göktepe

Yönetim Yeri-0232 4257980 859 Sokak Vatan İşhanı No.6/204 Konak-İzmir

“Yoldaşlar kitlelerin arkasına gizlenmeyi bırakın! Direniş meselesinin sorumluluğunu kitlelere yıkmaktan vazgeçin! Sistemin aşırı şiddetinden duyduğunuz korkuyu sanki bir aracılık sorunuymuş gibi yansıtmaktan vazgeçin! Karmaşanızı bilgelik,çaresizliğinizi geniş bir bakış açısı olarak satmayı bırakın! (...) Mücadeleye girişin; kazanmaya cesaret edin! Savaş ve emperyalist ajanların kurguladığı iktidarları parçalayın!

Devrim her devrimcinin görevidir!”

Basım Tarihi 31.10.2012

Basım Yeri - Star Medya A.Ş. 9 Eylül Mah.No.29 Gaziemir-İzmir/0232 251 76 32

Ekim Devrimi Yolumuzu Aydınlatıyor EKİM DEVRİMİ YOLUMUZU AYDINLATMAYA DEVAM EDİYOR. BU YOLDA REHBERİMİZ MARKSİZM-LENİNİZM’DİR! İşçi sınıfının burjuvaziye karşı kazandığı ilk büyük zafer olan Sovyet Ekim Devrimi 88. yıldönümünde yolumuzu aydınlatmaya devam ederken; Bu zafer sayesinde proleterler ve ezilenler sömürünün bir kader olmadığını pratikte yaşarak görüp anlamışlardır. Sovyet Ekim Devrimiyle, onlarca ulus ve etnik grup özgürlüğüne kavuşurken, Uluslarda kendi kaderlerini tayin etme hakkını elde ettiler. Bu sayede ezilen ulusların gerçek kurtuluşunun ancak emperyalist-kapitalist burjuva sistemden koparak, proletaryanın safında yer almaktan geçtiğini gördüler. Ve Ekim Devrimi kadın, sağlık, eğitim, konut, dil, vb bir çok sorunun tümünü çözerek proletarya ve ezilenler için insanca yaşam koşullarını yarattığı gibi, nasıl yaşanması gerektiğini de gösterdi. Emperyalist talan ve sömürünün altında inim inim inleyen ülkemizde işçi ve emekçilerin alacağı maaştan tutunda, hangi kamu malının özelleştirilmesi gerektiğinin kararını bile sömürücüler verirken, işçi ve emekçilerin yasamı giderek çekilmez bir hal alırken, işsizlikte alabildiğine artmakta ve yaşam gün geçtikçe daha da kötüye gitmektedir. Ama bu bir kader ve alın yazısı değildir. Sovyet ekim devrimiyle bunun böyle olduğu ispatlanmıştır.Ve yeni ekim

dan Suriye, Türkiye’nin Vietnamı Olacaktır.

S

avaş politikanın yoğunlaşmış biçimidir. Eğer politikada sıkışmışsanız bunu daha yoğun politik hamlelerle atlatmaya çalışırsınız. AKP’nin Suriye stratejisinin arkasında bu politik krizlerin etksi yokmudur? Türk jetinin Akdeniz’de düşürülmesi, Antep’teki bombalama, Akçakale’deki ölümler ve nihayet Rusya’dan kalkan Suriye uçağının indirilmesi. Bunların hiçbirisinde AKP’nin doğru dürüst bir açıklaması olmadı sanırız olmayacak da... İç politikada çözülmeyen sorunlar karşısında atılan demokrasi ve hamasi nutuklar artık kimseyi tatmin etmemektedir. Bir partinin ortalama ömrünün 12 Eylül sonrasında en fazla 4 dönem olduğu gerçeği ile karşılaştırıldığında AKP’nin yeni açılımlara ve yeni stratejilere ihtiyacının olduğu açığa çıkmaktadır. Ulusal coğrafyada Kürt sorunu karşısında MHP’den daha fazla milliyetçi kesilen bu milliyetçi gerici kesim saldırganlığını Kürt hareketine yöneltirken bunu PKK-BDP ilişkisi üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyor. İçerden tüketemediği ve uzlaşmayla sindirmeye çalıştığı Kürt hareketine yaklaşımını CHP ve MHP’den gelen faşist milliyetçi tepkiler karsısında onlardan daha gerici olduğunu ispatlama gayreti içerisine girdi. İçerden uzlaşma ile yıpratamadığı harekete karşı Kongresine daha önce defalarca ziyaret ettiği Kürt Lider Barzani’yi misafir ederek dışardan destek arayışına devam ediyor. Böylelikle Kürdü Kürde kırdırma politikasında eski adımı yeniden atma ya çalışıyor. PKK üzerinden gerçekleştirmeye çalıştığı politikaya Esad’ı karıştırarak “PKK’yi Esad silahlandırıp Türkiye’nin üzerine salıyor” söylemine sığınmaya çalışıyor.

devrimleriyle bu kaderi değiştirmek elimizdedir.Onun içinde işçi sınıfının öncüsü olan partimiz saflarında birleşerek devrime ve iktidara yürümeliyiz. Kurtuluşun yolu buradan geçmektedir. Revizyonist Sovyetler Birliğinin çöküşüyle birlikte emperyalistler yoğun bir karşı propagandayla anti-komünist rüzgar estirerek o kokulu rüyayı bir daha yaşamamak için hemen kolları sıvayarak Sosyalizmin yenilgisini kapitalizmin zaferine bağladılar. Hatta hızın da alamayarak kendi içinde ki ekonomik buhranı ve çelişkileri bir yana bırakır gibi görünerek kapitalist sistemin güzelliğini ve dünyayı nasıl kurtaracağından dem vurmaya başladılar. Bütün bu anti-komünist propagandanın karşısında dünya komünist hareketlerinin de güçsüz olması ve sesini yeterince duyuramaması ve bu anti-propagandayı etkisizleştirmenin araçlarını da yaratıp, geliştirememesi burjuvazinin zaferinin tuzu biberi olmuştur. Dünyada ki bu esinti, Ülkemizde eylül sonrası gerçek anlamda bir türlü toparlanamayıp kendine gelemeyen devrimci grup ve komünistleri tasfiyecilikle karşı karşıya bıraktı. Sözde M-L adına oportünist-tasfiyeci düşünceler etkili olurken, kimisi illegaliteden kaçıp legalizm de soluğu aldı, kimisi ulusal hareketin kuyruğuna takılarak politika üretemez oldu, kimisi de sinsice işçi, emekçi ve devrimcileri aldatarak adım adım tasfiyeyi gerçekleştirdi. Sonuçta bugün gerçek anlam da proletarya ve emekçiler öndersiz kaldı. Ama Lenin’in dediği gibi yenilen sosyalizm değildi. “Muhaliflerimiz sosyalizmin çöküşünü haykırıyor... şu anda ölen genel olarak sosyalizm değil, sosyalizmin bir markasıdır; idealizm ruhu ve ihtirası olmayan, bir hükümet görevlisi tavırlarına ve saygıdeğer bir aile reis

inin göbeğine sahip çok şekerli (sakarin) bir sosyalizmdir. Cüreti ve coşkusu olmayan, istatistiklere sadık, boğazına kadar kapitalizmle dostane anlaşmalara sahip bir sosyalizmdir. Sadece reformlarla ilgilenen, kötü bir sebze çorbası için doğuştan sahip olduğu haklarını satan, burjuvaziye yardım etmek için halkın sabırsızlığını denetim altına alan, cüretkar proleter eylem üzerinde bir tür otomatik fren işlevi gören bir sosyalizmdir.” Evet bu anlamda çöken ve yenilgiye düşen gerçek sosyalizm degildi! SSCB revizyonizmdi. Bunun gerçek anlam da Lenin ve Bolşevik komünit partisi önderliğin de işçi ve köylülerin kurdukları ve Stalin yoldaşla büyük bir atılıma gerçerek 2. dünya savaşında Nazi faşizmini yenilgiye ugratan SSCB ile ilgisi yoktu. Onlar bunu yaparken M-L dünya görüşünün bilimsel gerçekliğini ve bu ideolojini saglamlığını , işçi sınıfı ve ezile halkların kararlılığını, mücadele azmini dahası savaşmaktan başka kaybecekleri bir şeylerinin olmadığını , komünist partilerinin varlıgını unutmuşlardı. Ama biz mücadelemize kaldığımız yerden mücadele atılmak için partimize sahip çıkarak onu yeniden sınıf mücedelsinde gerçek yerini almasını sağlarken, bize bu mücadele de Marx, Engels, Lenin ve Stalin yoldaşların öğretileri rehberlik etmektedir.. Bütün bu zorluklara ragmen Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri için tünelin uçunda ki ışık görmeye başlamıştır. Daha işin başındayız ve alaçagımız çok yol var. Ama yavaş yavaş taşlar yerine oturmaya başladı. Partimiz açısından bu olumlu bir gelişme. Artık geleçek daha aydınlık ve güzel olacak….

YAŞASIN EKİM DEVRİMİ YAŞASIN MARKSİZM-LENİNİZM YAŞASIN SOSYALİZM

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Düşürülmüş bir tetik, kasılmış bir kol, dikilmiş bir göz. Milyonlarca asinin kan damarlarının demirden ağır nabzı. Seninle atan, seninle yırtılan, seninle kan olup atlaslara boşalan… Bizdik Ulrike. Yoldaşındık. Aşk olsun. Bugün Ulrike Meinhof’un doğum günü..ulrike’yi bir çığlık olarak hatırlayacağız hep,tarihin karanlık dehlizlerinde yankılanacak sesi...yalan hayatlara vurduğu sert tokatla hatırlayacağız ve uzlaşmayacağız onun uzlaşmadıklarıyla,bağışlamayacağız bağışlamadıklarını,anısını yakıcı bir hatırlatıcı olarak yüreğimizde yaşatacağız.saygıyla eğiliyoruz önünde ulrike yoldaş..

BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ VE EZİLEN HALKLAR BİRLEŞİN

SAYFA 01

Diyerek işkencehaneye bir anıt diktiğinde, zindan karanlığında bir ışık demetiydin. Adın emek ve sermaye arasındaki bu tarihsel kavgada yüreklerimizdeki öfkeyi tutuşturan bir kıvılcım şimdi. 12 Eylül askeri faşist cuntasının halkın üzerine zorun bütün biçimleriyle çöktüğü günlerdi. radyolarda, televizyonlarda, gazetelerde yasaklanan sendika, kitle örgütü, gazete, dergi adları ardı ardına sıralanırken, bu örgütlere üye oldukları, bu gazeteleri okudukları için işçilerin, öğrencilerin, emekçilerin isimleri yakalananlar ya da arananlar listelerinde çarşaf çarşaf ilan ediliyordu. Tutuklanacak kişilerin adları Bayrak Liste de yazılı. Bayrak Liste de Ekrem Ekşi’nin de adı var… Faşist cunta işçilerin, emekçilerin, gençlerin sömürü ve soygun düzeni tekelci kapitalizme karşı mücadelesini bastırmak için her türden şiddeti uygularken, tüm devrimcilere demokratlara teslim ol çağrısı yapıyordu. Devrimciler, ve komünistler için tek yol vardı; faşist askeri cuntaya karşı direnmek..Her alanda; fabrikalarda, okullarda, tarlalarda, işkence hanelerde direnmek… Direniş bayrağını işkence hanelerde ilk kaldıranlardan biri Devrimci komünist Ekrem Ekşi’ydi. 12 Eylül 1980, Cuntanın ilk günü... 12 Eylül 1980 günü ağabeyinin evinden Ekrem Ekşi’yi gözaltına aldılar.14 Ekim 1980 günü cansız bedenini teslim ettiler. Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği -(YDGF) genel sekreterliği yapmış bir devrimci komünistti. Öğrenci gençliğin eylemlerinde, köylülerin çay ve tütün gösteri ve yürüyüşlerinde, gecekondu yıkımlarında halkın yanında direnişte, grev çadırlarında işçilerle dayanışmada,tüm ezilenlerin mücadelesinde yer aldı.

EKİM /2012


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.