Hk3

Page 1


Sayfa 02

Sayfa 19

SAYFA 02

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Kayıp Annelerine Kederle, Ümitle, İnançla... Böylece proletaryanın da ulusal sorun karşısındaki devrimci yaklaşımını baltalamak, onun bakış açısını bulandırmak isterler. Her türden liberal, burjuva milliyetçiliğinin öncelikle sınıf mücadelesinin ve işçi çevrelerine fesat sokması ve özgürlük davasıyla proletaryanın sınıf savaşımı davasına pek büyük zararlar getirecektir. Burjuva ve feodal burjuva eğilim, "ulusal kültür" ya da “kültürel özerklik” sloganı ardında gizlendiği için durum daha da tehlikeli olmaktadır.” “Buna karşılık kültürde ulusal özerklik sloganı, bazı ulusların gericileri ve karşı-devrimci burjuvazisi tarafından oldukça kabul edilebilir bir slogandır”. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ezilen ulusun kendi dilinde eğitim, kültürel olanakların geliştirilmesi, ana dilin özgürce kullanımı vb gibi haklı taleplerini zaten içermektedir. O nedenle devrimci proletarya, bu haklı taleplerin ardına sığınıp ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin yerine “ulusal kültürel özerklik” isteminin geçirilmesi eğilimine karşı çıkar. Çünkü ulusal sorunda siyasal çözüm bütün kapsamıyla savunulmadıkça, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yaşama geçirilmedikçe, ulusal sorun varlığını sürdürecek, ezen ve ezilen ulus işçi sınıfının birliğinin önünde engel oluşturmaya devam edecektir. “Kim proletaryaya hizmet etmek istiyorsa, bütün ulusların işçilerini birleştirmeli ve "kendisinin" olsun, başkalarının olsun, milliyetçiliğe karşı kesin savaşıma girişmelidir. Kim ulusal kültür sloganını savunuyorsa, onun yeri küçük-burjuva milliyetçilerinin arasındadır, marksistlerin arasında değil.”[1] Bir toplumda egemen kültür egemen sınıfın kültürüdür. Bu nedenle de “ulusal kültür” genelde büyük toprak sahiplerinin, burjuvazinin, din adamları kastının yerleştirdiği kültürdür. O halde tek başına sınıf mücadelesinden ve kendi kaderini tayin hakkından bağımsız ulusal kültürü savunmak işçi sınıfının ve onun partisinin sorunu olamaz. Bu burjuva taleplerle uzlaşmak anlamına gelir. Kapitalizme karşı devrimci savaşım, bütün demokratik isteklerle, yani cumhuriyet, halk ordusu, resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirilmelidir. Kapitalizm var oldukça bu istekler, yalnızca bir istisna olarak çarpıtılmış bir halde elde edilebilir. Demokrasi mücadelesini sadece burjuva hukuk açısından değerlendiren ve her an sınıfın elinden alınabilecek haklar gibi algılanmakta ve eleştirilmektedir. Kapitalizmin varlığı altında demokratik talepler burjuva sınırlar içerisinde ve burjuva iktidarını koruyan çerçevede verilebilirdir. Burjuva hegemonyasına yönelen hiçbir demokratik hak ve talep kabul görülmez. Burjuvazi bir yandan Komünist Partileri serbest kılıyor diğer yandan onlarca komünisti sadece komünizmi savundukları ve örgütlendikleri için cezaevlerine dolduruyor ve bunu savunuyu engellemek için tüm dünyada yeni yasal düzenlemelere gidiyor. Zira burjuva demokrasisinin sınırı buraya kadardır. Oysa işçi sınıfı önderliğinde gerçekleştirilen mücadelelerde savunulan, demokrasi mücadelesi, proleter devrime geçiş için bir kaldıraç görevi görecektir. Demokratik istemlerin küçümsenmesi ve bu konuda mücadele küçümsenmekte ve sosyalizm için mücadele gereğinden sapmak olarak eleştirilmektedir. Kapitalizm altında demokratik siyasal haklar kuşkusuz kendiliğinden bahşedilmemişlerdir, bahşedilmezler de. Kapsamlı reformlar bile, esas olarak kitlelerin burjuvaziye karşı devrimci mücadelesinin birer yan ürünü olarak gerçekleşmiştir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına (yani siyasal bağımsızlık, ayrı bir devlet kurma hakkına) “kapitalizm altında nasıl olsa gerçekleşmez” mantığıyla yaklaşılması kesinlikle yanlıştır. İkinci olarak ise, devrimci proletarya, geniş yığınları harekete geçirmede önemli bir kaldıraç noktası olacak bu tür istemlere programında yer vererek, bunları kendi mücadele hedefleri arasına katarak, siyasal savaşımın içinde hegemonyayı ele geçirmeye çalışır. [1] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., s.20

TDKP SAVAŞÇILARI ÖLÜMSÜZDÜR

NAMIK TARANCI SADECE GAZETECİ DEĞİL YİĞİT BİR DEVRİMCİDİR

C

umartesi Anneleri, kayıpların bulunması ve faillerin yargılanması için 400. kez Galatasaray Meydanı’nda bir araya gelecek. Hasan Ocak’ın 21 Mart 1995’te gözaltına alınıp işkenceyle öldürülmesinin ardından Ocak ailesi, insan hakları savunucuları ve kayıp ailelerinin çağrısı ile Cumartesi Anneleri ilk olarak, 27 Mayıs 1995’te Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemine başladı. Bugün hayatta olmayan Baba Ocak, gözleri yaşlı, boğazı düğümlenerek bu kararı açıklamıştı. Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak o meydanda, sonradan öğrendiği Türkçesi ile “Ben Hasan’ın anasıdır, Hasan’ın katilin istiyorum” demişti.Her gün kayıp aileleri eklendi aralarına, yeni çığlıklar, “Siz hiç Cumartesi Annesi oldunuz mu?” diye sordu. Kayıpların bulunması, devlet yetkilileri tarafından ifade edilen, dava dosyalarında isimleri geçen sorumluların yargılanması talebi ile 200 hafta boyunca Galatasaray Meydanı’nda bir araya geldi. Israr, inat ve kararlılıkla. 30 hafta boyunca polis tarafından engellendiler, coplandılar, yerlerde sürüklendiler, toplam bin 93 kişi gözaltına alındılar. Oturma eylemlerine bir süre ara veren Cumartesi Anneleri, 31 Ocak 2009’da yeniden Galatasaray’da bir araya geldi. 24 Kasım Cumartesi günü, Cumartesi eyleminin 400.’sü gerçekleştirilecek. “Ben davamı koyup gitmem, oturmam evimde oğul. Andım olsun yere göğe davanı devir aldım oğul” diyen Cumartesi Anneleri, oturma eylemlerinin 400’üncü haftasında saat 12.00’da herkesi kırmızı bir karanfille Cumartesi Meydanı’na çağırıyor. Aydınlardan Altan Erkekli, Mehmet Ali Birand, Can Dündar, Ayla Algan, Füsun Demirel, Rıdvan Akar, Nihal Yalçın, Bennu Yıldırımlar ve Şirin Payzın da Cumartesi Anneleri için çağrı yaptılar:Hanife Yıldız’ın oğlu Murat Yıldız 1995’te İzmir ’de bir kafede çıkan kavga sırasında gözaltına alındı; bu onu son görüşüydü. Polisler tarafından feribottan atlayarak kaçtığı söylendi, o kadar… Her haftamız o meydanda geçti. Zamanın geçmesi çok önemli değil, kimlere nasıl ulaştık, o önemli. Düşünüyorum, biz mi anlatamadık acaba derdimizi? Anlatmasını mı bilmiyoruz?

Bir eksiklik kesin var; ya adalet sağlayacak olanlarda ya da adalet isteyenlerde. Halkın duyarsızlığı da önemli. Devletin işine de gelen budur. Kimini acındırır, kimini halkın gözünden düşürür. Uğraştı, bizi halkın gözünden düşürmeyi başardı. Ben tek bir evladımı kaybettim. O benim için güneşti, dünyaydı, 17 yıldır güneşimi kararttılar. Yaşıyoruz ama nasıl? Görmüyorlar ki aslında biz herkes için oradayız. Bundan sonra kendimiz için yapacağımız ne var? Adalet istiyorsak, adalet herkes içindir. Acımın tarifini dahi veremem size,lafları tüketmişiz. 400. hafta bir dönüm noktası olsun istiyoruz’ Sadece 400. hafta değil, sonrasına da yayılan bir sahiplenme başlayabilsin. Dünya'da kayıplar için adımlar atıldı, mesela Arjantin’deki analar generallere “Artık siz konuşamazsınız, biz konuşacağız” dedi. Biz neden hesabımızı böyle soramadık? Kenan Evren yargılanıyor, bir insan bu kadar mı vicdansız olabilir? Veysi Altay 1996’dan 2012’ye kadar Cumartesi Anneleri/İnsanları’nı fotoğrafladı; kaç kare çektiğini hatırlamıyordur. Galatasaray Meydanı dışında, Batman, Diyarbakır, Urfa ve Cizre’deki kayıp yakınlarını da fotoğraflayan Altay’ın arşivi geçen yıl ‘Kaybolan Biz’ adlı sergiye dönüştü. İstanbul, Tütün Deposu’nda sergilenen kareler, toplumsal hafızaya bir çentikti. Aynı isimle bir albüm yayımlandı. Altay’ın Temizöz dava dosyasına giren ve girmeyen Cizre kayıpları üzerine ‘Faili Dewlet’ isimli bir belgeseli var. Anneler buluşmanın 200. haftası olan 13 Mart 1999’da eylemlerini bitirdiler. Evet, seslerini duyurmuşlarsa da oğullarını korumaya güçleri yetmemişti. Zira daha o hafta sendikacı Süleyman Yeter, İstanbul Emniyeti’nde kaybedildi. Anneler hem adalet arayışının sonuçsuz kalmasından yorulmuş hem de gördükleri şiddet altında ezilmişlerdi. Üstelik çoğu da yaşlıydı. Örneğin 12 Eylül’den sonra İstanbul’da kaybedilen Nurettin Yedigöl’ün babası İsmail’in ömrü, oğlunun yitik cesedini bulmaya yetmedi. Keza 1994’te kaybedilen üniversiteli İsmail Bahçeci’nin babası Şehmuz’unki de... Cumartesi Anneleri’nin bıraktığı boşlukta 2001’de, Yakınlarını Kaybedenler Derneği doğdu.

Gerçek dergisi muhabiri Namık Tarancı, 20 Kasım 1992’de silahlı saldırıya uğradı. Öldü, 37 yaşındaydı ve Derman Tarancı ile evliliğinden üç yaşında bir oğlu vardı. Diyarbakırlıydı, 1955’te doğdu. Çocukluğu zorluklarla geçti; dört yaşındayken babasını kaybedince büyük ağabeyi evin yükünü omuzladı, annesi evde altı çocuğunu büyütmek için çalıştı. İlk gençlik yıllarından itibaren siyasetle ilgiliydi ve Diyarbakır Yurtsever Devrimci Gençlik Dernekleri (YDGD) başkanıydı. Şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın yeğeniydi, edebiyatla ilgileniyordu ve Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğrenciydi. Tarancı 12 Eylül 1980 askeri darbesinde altı yıl cezaevinde kaldı. 1992’de Gerçek dergisinde gazeteciliğe başladı ve aynı yıl “Sevdamıza Prangalar Vurulmaz” isimli şiir kitabı çıktı. Namık 1992’de Gerçek dergisi Diyarbakır temsilciliğine başladı. Haberleriyle Doğu’nun gözü, kulağı olmak istedi. Bir zamanlar Amed sokaklarında devrimci mücadeleyi yürütürken, devrimci bir gazeteci olarak bölgedeki olayları haber yapmakla uğraştı.Kürt illerinde yaşananları basın yoluyla paylaşması birilerini rahatsız etmiş olacak ki bir sabah Namık Tarancı katledildi. Tarancı cinayeti iki yıl “faili meçhul” kaldıktan sonra 1994’te Hizbullah askeri kanat sorumlusu Cemal Tutar’ın Diyarbakır 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) gıyabında yargılandığı davaya konu oldu. Tutar 3 Ocak 2000’de İstanbul’daki “Hizbullah operasyonu”nda yakalandı. Kolluktaki soruşturma ifadesinde Tarancı cinayetiyle ilgili emri İsa Altsoy’dan aldığını, eylem talimatını kendisinin verdiğini, eylem sorumlusu Abdülkadir Selçuk’un gözcülük yaptığını ve tetiği Mustafa Demir’in çektiğini anlattı. Namık’la ilgili araştırma ve görüşmelerde onun sadece gazeteci olmadığını gördüm. O öncelikle iyi bir devrimciydi ve militan bir gazeteciydi. Hiçbir koşulda davasından vazgeçmedi. Bu yüzden arkadaşları ona “Kaptan” dediler. O dönemde kontrgerilla, muhalif ve devrimci gazetecileri hedef alıyordu. Namık Tarancı’yı anlatmak, benim açımdan Kürt illerinde öldürülen gazetecileri de anlatmaktı. Tarancı cinayeti o süreçteki diğer gazeteci cinayetlerinden bağımsız değildi. Namık gazetecilik yaparken doğru bildiklerinin peşinde koşan, Diyarbakır gibi “faili meçhul”lerin yoğun olduğu bir yerde bildiklerini anlatmaya uğraşan biriydi. Tehdit edildiği süreçte Gerçek’teki arkadaşları yer değiştirmeyi önerdiğinde o “Fark etmez, ha sen ha ben” demiş ve geri çekilmemişti. Cemal Tutar ifadesinde “Tarancı’yı TDKP üyesi olduğunu bildiğimiz için öldürdük” demiş, başka gerekçe göstermemişti.

Bir gün, mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir! ERDAL EREN ;(25 Eylül 1964 Giresun-13 Aralık 1980 Ankara), 12 Eylül Darbesi öncesinde bir askeri inzibat erini öldürdüğü gerekçesiyle hüküm giyen ve asılarak idam edilen Denizler'den bayrağı devralan,idam sehpasına YAŞASIN PARTİMİZ TDKP'miz diye haykırarak yürüyen TDKP Militanı'dır. YDGD üyesi ve ODTÜ öğrencisi Sinan Suner, 30 Ocak 1980 tarihinde Milliyetçi Hareket Parti’li Bakan Cengiz Gökçek’in koruması Süleyman Ezendemir tarafından vurularak öldürüldü. Erdal Eren, Suner’in öldürülmesini protesto etmek için 2 Şubat 1980 günü düzenlenen gösteride gözaltına alınan 24 kişinin arasındaydı. Gösteri sırasında çıkan çatışmada er Zekeriya Önge’yi öldürdüğü iddiasıyla tutuklanan Erdal Eren, yargılanarak 19 Mart 1980 tarihinde idama mahkum edildi. Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan karar, 13 Aralık 1980'de Ankara Merkez Cezaevi’nde infaz edildi. Erdal idam edilmeden 16 saat önce kendisini ziyaret eden gazeteciler Savaş Ay ve Emin Çölaşan’a, “avukatıyla görüştürülmediğini, 18 yaşının altında olmasına rağmen idam edilmek istendiğini, yaşının 18'den küçük olduğunu tespit edecek olan kemik testi yapılması talebinin kabul edilmediğini, vurduğu söylenen jandarma erine çok uzaktan ateş açtığını ama otopside yakın atışla öldüğünün kanıtlandığını, kendisini ibret olsun diye asacaklarını ve ölümden korkmadığını” söyledi. Ağabeyi Erkan Eren, Erdal’ın Mamak Askeri Cezaevi’nde tutuklu kaldığı dönemde gördüğü ağır işkencenin izlerine tanık olduğunu dile getirdi. Erdal’ın idam edildiği tarihte yaşının 18'den küçük olduğunu belirten Erkan Eren, infazı radyodan öğrendiklerini ve Erdal’ın kimsesizler mezarına gömülmek istendiğini söyledi. Türkiye’de 1980 öncesi dönem, devrimci mücadelenin en yoğun olarak yaşandığı dönemdi. Yüzbinler, kendini bu mücadelenin içinde bulmuş, her yerde çatışmalar, direnişler, eylemler birbirini izlemiştir. Toplumun devrimci ve karşı-devrimci olmak üzere iki kutba ayrılması zaten bunun en güzel örneğidir. Yükselen bu mücadele, sistemi iyiden iyiye tehdit eder hale gelmeye başladığındandır ki, başta o dönemin gençleri olmak üzere devrimci unsurları, sistemin teröründen büyük oranda etkilendiler. Evler basıldı, işkencede yüzlerce insan katledildi, sakat bırakıldı, resmi ve sivil faşist güçlerce binlerce insan sokak ortasında, mitinglerde, eylemlerde öldürüldü. Erdal Eren'de 1980 öncesi Türkiye’sinin devrimci mücadelesinde yer alan yüzbinlerce gençten birisiydi. O da, halkın iktidarını kurması, azınlığın diktatörlüğüne son verilmesi, bağımsız, sosyalist bir ülke kurulması için savaşanlardandı… O, mahkemede, aynı Denizler gibi hiç taviz vermedi, eğilmedi. Askeri kendisinin öldürmediğini söyledi. Gerçekten de öyleydi. Askeri öldüren mermi, bir tüfek mermisiydi. Oysa, Erdal Eren’ in üzerinde sadece tabanca vardı. Dahası, eylemcilerin hiçbirinin üzerinde tüfek yoktu. Askerler, eylemcilere ateş açtıklarında, kendi tüfeklerinden seken bir mermi, bir ere isabet edip onu öldürmüştü ve tüm kriminal incelemeler, bilimsel çalışmalar, bunu gösteriyordu. Egemenler, askeri Erdal Eren’in öldürdüğüne dair hiçbir kanıt bulamadılar.Ancak, faşist düzen için, gerçek suçlu ya da hak edilen ceza

hiçbir zaman önemli değildir. Öyle de oldu.. 2 Şubat-19 Mart tarihleri arasında yapılan “jet yargılama” ile idam cezası verildi, kalem kırıldı… Devlet, Denizlerden sonra yine taammüden cinayet işleyecekti.Ancak ortada bir sorun daha vardı. Erdal, daha 17 yaşındaydı ve 18 yaşından küçük birisine idam cezasının verilmesi burjuva yasalara göre mümkün değildir. Ancak oligarşi, bunun da çaresini buldu. Nasıl olsa birisi asılmalıydı. Ne yapılıp edilip halkın, devrimcilerin gözü korkutulmalıydı. Ve nihayet, Erdal’ ın 17 olan yaşı, mahkeme kararıyla büyültüldü ve idamın önündeki son engel de kaldırılmış oldu ve artık her şey yasalara “uygundu”...13 Aralık günü Erdal Eren, idam edildi. İdama giderken de ideolojisini haykırmaktan asla vazgeçmedi. 17 yaşında bir komünistin idamı, dünya tarihinde yerini Erdal’ ın mahkemede söylediği şu sözlerle almıştır: Bir gün, mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir! Asmayalım da besleyelim mi? Askeri Yargıtay 3. Dairesi’nin, önce “delillerin noksanlığı” nedeniyle esastan, ardından da, idamın müebbet hapse çevrilmesini gerektiren TCK;nın 59;uncu maddesinin uygulanmaması nedeniyle usulden bozmasına rağmen, Daireler Kurulu iki kararı da reddetti. Red kararlarıyla yargılamanın yeniden yapılmasının yolu kapatılırken, Eren’in avukatı Nihat Toktay, kararı, Yargıtay içinde bitirildi diye değerlendirdi. Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan karar, dünya çapında yürütülen İdamı engelleyelim-Erdal Eren idam edilemez kampanyasına rağmen 13 Aralık 1980'de Ankara Merkez Cezaevi’nde infaz edilirken, faşist cuntanın başı Kenan Evren’in, Asmayalım da besleyelim mi? sözleri zihniyetlerini özetledi. Erdal Eren’in avukatı Nihat Toktay, Erdal’ın dönemin yükselen gençlik hareketinin intikamını almak kastıyla idam edildiğini söyledi. Toktay yayımlanan bir söyleşisinde, 1994 yılında, Zekariya Önge’ye, iddia edildiği gibi arkasından değil karşısından ateş ettiğine ilişkin iki tanığın ortaya çıktığına, tanıkların gördüklerini ATV’de yayınlanmak üzere hazırlanan Son Celse isimli bir programın Erdal Eren Dosyası bölümü için anlattıklarına dikkat çekti. Programda ayrıca, kararı bir kez esastan, bir kez de usulden bozan Askeri Yargıtay 3. Dairesi Üyesi ve emekli hakim Ahmet Turan’ın, idam kararının adli hata olduğunu itiraf ettiğini ve Turan’ın, Benim vicdani kanaatim bu delillerle idam kararı verilemeyeceğiydi. Arkadaşlarımı bu yönde ikna ederek kararı bozduk. Ancak başsavcılık itiraz etti, ikinci kez bozduk, en sonunda daireler kurulu idam kararını onadı. Yani sorumluluk onlara aittir’ sözlerine dikkat çekti. Aradan geçen onca zamana karşın devletin zihniyetinde bir değişiklik olmadığını, idamın ceza değil, siyasal iktidarın intikam almasının bir biçimi olduğunu vurgulayan Toktay, 0 İdam özünde insanlık suçudur. TCK’nın 450/1inci maddesi planlayarak adam öldürmeyle ilgilidir. Ama hiçbir taammüden adam öldürme , Erdal Eren olayında görüldüğü gibi, devlet kadar planlı yapılamaz. dedi. Erdal’ın idamının ardından, pankart asarak, idama tepkisini dile getirmek isteyen Ercan Koca, gözaltına alındı. Ercan, iki gün boyunca gördüğü yoğun işkence sonucu yaşamını yitirdi.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 18

ÇİN’İN SURİYE ÇIKMAZI

KAN KIZILI RAKAMALAR VE GREV 14 Kasım, Avrupa tarihin en yaygın eylemlerinden biri yapılacak. İş yavaşlatma, genel grev, sektörel grev ve yürüyüşler aynı anda yapılacak... Avrupa derin bir krizin içerisinde ve Avrupalı siyasiler neoliberalizm siyasetine sadık kalıyorlar. Fakat, sadece sosyal ve birlik içinde bir Avrupa’nın bir geleceği olabilir. Brüksel’in gerçekleri Avrupa’nın gerçeklerinden farklı değil. Her üç Brükselliden biri yoksulluk içinde yaşıyor. İşsizlik oranı %20 ve değişik mahallelerde gençler arasında işsizlik %50 dayanıyor. Okulu bitirmeden terk edenler %25 ve Brüksellilerin iskan ve sağlık sorunları gittikçe artıyor. Avrupa’nın kalbi de hasta vezayıf. Avrupa asrın en şiddetli kriziyle boğuşmakta. Mali kriz olarak başlayan bu kriz ekonomik ve sosyal bir krize dönüştü. 2013te gıda krizi bekleniyor ve yakında bir de enerji krizi yaşayacakmışız gibi görünüyor. İklim krizini de unutmayalım, çünkü Sandy isimli fırtınanın yarattığı milyarlık hasar doğanın bir sinyalidir. Gezegenimiz artık dayanamıyor, ama biz hala inkar ediyoruz. Rakamlar açık ve net. Eşitsizliği ilk ölçmeye başladığımızdan bu yana, toplumda eşitsizlik hiç bir zaman böyle yüksek olmadı. Eurostat’ın en son verilerine göre Avro-bölgesinde 18 milyon insan işsiz. Bu rakam 1995’den bu yana böyle tavan yapmadı. Güney Avrupa’da ise işsizlik rakamları adeta bir facia gibi. Genel olarak, Avrupa halkının neredeyse %25 yoksulluk sınırı altında düşme riskiyle göz göze. Avraupa her tarafında her gün binlerce insan işini kaybediyor. Bu insanlar artık orta sınıf veya işçi sınıfına ait sayılamazlar. Yoksulluğa düşüyorlar. Borçlarını ödeyemiyorlar. Borçlardan dolayı adli müdahale tavan yapıyor. Darbeler sadece işçi sınıfına vurulmuyor. Orta sınıf gittikçe küçülüyor ve durum devam ederse ortadan kaybolacağı kesin. İki kampa ayrılmış bir topluma doğru ilerliyoruz: zenginlerden oluşan küçük bir elit ve büyük ve fakir bir alt sınıf. Size bir örnek vereyim. Avrupa’nın takip etmek istediği model: Almanya. Almanların refah seviyesi gittikçe yükseliyor, ama bu bilhassa zengin Almanların daha zengin olmasından kaynaklanıyor. Almanların en zengin %10 Alman varlığının yarısından fazlasına sahip, halkın en fakir %50 ise sadece toplam varlığın %1 sahip. Bu rakamların ardında insanlar var. Krizler en çok toplumdaki zayıfları eziyor. Krizin darbesi şiddetli şekilde hissedilen ülkelerde yoksulların, sokakta yaşayanların, yaşlıların ve gençlerin durumuna bakınız. Kimsenin ufku açık değil. Krizi yaratanlar, gittikçe daha fazla kar isteyen, ve bu amaca ulaşmak için mantıksız spekülasyonlar ve başka yasa dışı icraattan çekinmeyen küçük bir elit idi. Hisse sahipleri, onların ‘top-manager’ları, bankalar, neoliberal uluslararası kuruluşlar ve siyasiler bu krizin asıl mesullarıdır. Bunların arasından bugün kimse hesap vermiyor. Krizin faturasını ödeyenler emekçiler. Belçika’da ayda 1000 kişi işini kaybediyor. Daha geçenlerde uluslararası Ford Motor Company’nin kapatılışıyla 10.000 iş birden kayboldu. İşinden olmayanlar ise maaşlarının yaşanılmaz seviyelere düştüğünü gördü.

Yunanistan, İspanya veya Portekiz’deki işçi ve memurların maaşlarına bakınız. Veya Almanya’da çalışan milyonlarca fakirlere. İtalya’da IMF, EC ve ECB (Avrupa Merkez Bankası) üçlüsü bir darbe yaptı ve kendi yararları için çalışan birisini başbakan yaptı. IMF başkanı Christine Lagarde Belçika işçi piyasasında değişiklik talep etti, çünkü ona göre durum yeteri kadar neoliberal değildi. Ne kadar garip ki, aynı piyasadaki işsizlik oranınıkendisi ‘az gibi’ olarak nitelemiştir. ‘Başka yolu yok’ diyor siyasilerimiz. Seçenek belli: krize sebep olmayanları ödeterek iktidar elitini daha zengin ve daha kuvvetli kılmak. Ama bu arada işçiler gittikçe haklarından mahrum oluyorlar ve gerekirse yedeği olan, değersiz, istendiği gibi kullanılan bir kuvvet oldular. Aynı şirketler gibi daima rekabet içindeler, hem kendi işyerlerinde hem de başka ülkelerdeki işçilerle. AB’nin ‘dünyanin en rekabetçi piyasası’ olmak istemesi bir tesadüf değil. Rekabet neoliberal kapitalizmin temel direklerinden biridir. İsçilerin artık iş garantisi yok. Hiç birisinin. Yeni başlayanların da, senelerdir çalışanların da, emekliliğe ayrılmaya hazırlananların da yok. Emekçilerin senelerce birlik içerisinde Avrupa’da kurdukları sosyal güvenlik sistemi mahvediliyor ve biz sadece seyredebiliyoruz. Avrupa’daki gerçekler ve rakamlar göz önünde tutulduğunda artık faaliyete geçmenin gerekmekten ziyade adeta şimdiki insanlar, bilhassa gelecek nesiller için, bir görev olduğunu anlıyoruz. Sendikalar bugün de büyük rol oynuyorlar, aynı mazide olduğu gibi. Avrupa’daki sendikalar görevlerini yapmalıdırlar. Onların görevi kendi ülkemizde işçilerin haklarını savunmak ve Avrupa ve dünyadaki işçilere destek çıkmak. Kapitalist elitin en değerli aleti rekabettir. Birlik v beraberlik ise sendikaların, renkleri ne olursa olsun, en değerli silahıdır. Sendikalar ayaklanıp fiilen yaşanan sosyal yıkımı kabul etmeyeceklerini göstermelidirler. Bugün sahip olduğumuz bir çok sosyal hakkımız, ve bilhassa grev hakkı, dişle, tırnakla kazanıldı. Sendikalar senelerce çalışıp, şimdi ise emeklilik maaşlarından emin olamayan insanlar için mücadele etmelidirler. Çünkü bu insanlar bizzat sosyal güvenlik sistemini kurmak için emek harcadılar ve bundan yararlanmak onların da hakkıdır. Sendikalar gençler ve çocuklar için de ayaklanmalıdırlar. Bu nesil uluslararası şirketler tarafından maddiyatçılık ve tüketcilikle kandırılıyorlar ama gelecekte iş, sağlık hizmetleri, emeklilik ve sosyal mobilite için bir ümitleri yoktur. Bu küreselleşmiş dünyada bütün işçiler birbirine bağlıdırlar. Birlik içerisinde çalışmak zor olmasına rağmen, bugün bu her zamankinden daha fazla lazımdır. Asosyal ve neoliberal siyasete karşı ulusal ve uluslararası (Avrupa) mücadele sadece birlik içerisinde başarıya ulaşabilir. Belçika’da sosyalist sendikanın da öz bir biçimde söylediği gibi: ‘samen sterk’ (birlikten kuvvet doğar). Birleşerek tüm Avrupa’da, 14 Kasım’da, seslerini duyurmak bütün sendikaların görevidir. Krizi ve tesirlerini her gün hissediyoruz. Bir gün olsun emekçilerin, yani direnişin ve sosyal ve birlik içindeki Avrupa’nın sesini kuvvetlice kükretelim.

KALEMLER VE SİLAHLAR

DEVRİM

İşbölümü ve uzmanlaşma bir uygarlık biçiminin içinden bakanlar için hep tartışılmaz bir kabulle kavranır, insanların farklı düzlemlerde çalışmaları, hayatın üretilmesine kendi potansiyelleri açısından destek veriyor olması adeta doğallaşmıştır. Ancak bütün doğallaştırmalarda olduğu gibi burada da işbölümü ve uzmanlaşmanın haksızlık ve sınırlılık üreten formuna yakından bakıldığında bir şeyin meşru kabul edilmesi için önce meşru bir düzene yerleştirilmesi gerektiği görülecektir. Bir şeyin meşru düzene yerleşmesinin anlamı özgür bireylerin özgür seçimlerini temin edebilecek bir tarihsel çerçevedir. Böyle bir çerçevenin yokluğunda bir şeye mecbur kalmak ile bir şeyi seçmek arasındaki ilişki, en azından çoğunluk açısından müphem bir ilişkidir. Ortaçağ’da İngiliz hanlarında tabela olarak asıldığı söylenen “beş hepsi” denilen adamların resimleri vardır, bunların her birinde bir adam var ve altlarında sırasıyla şunlar yazmakta: “Hepiniz için savaşıyorum”, “hepiniz için çalışıyorum”, “hepiniz için dua ediyorum”, “hepiniz için yönetiyorum”, “hepiniz için düşünüyorum”. Buradaki mantık işbölümünü neredeyse bir kader gibi gösteren bir dünya görüşüne ait, bir düzen için herkesin ait olduğu işi yapması gerekiyor, çalışan birinin savaşmaya ya da yönetmeye heves etmesi düşünülmüyor bile çünkü seçim, insanları önceleyen bir ilksel seçime bağlanmış çoktan, itiraz ancak devrimle çözülecek gibi görünüyor. Dünya tarihi bize doğru yaklaştığında Ortaçağın bıraktığı bu resimler dizisi sanki çoktan ortadan kalkmış bir uygarlığın, katı, her türlü geçişi yasaklayan yapısına ait kalıntılara dönüşmüş gibi görünecek, ama doğru mu? Sınıflı bir toplumda işbölümü doğası gereği adil bir dağılımı tesadüfen gerçekleştirebilir, katı bir Tanrısal düzeni ardında bırakmış gibi göründüğü noktada, sınıflar arası geçişleri yumuşamış gösterdiği noktada,hatta yetenekleri ödüllendirip, eğitim hakkını yaygınlaştırır görüldüğü noktada çok daha katı bir düzenin inşasına çoktan girişmiştir. Burada tarihsel iyileştirmelere rağmen bir adaletten söz etmemiz mümkün olmayacak, seçimler hep aldatıcı bir dünyanın, “seçilmiş olma” anlamına bağlı kalmayı sürdürecek. Şimdi bu başlangıç noktasını çok başka görünen bir alana taşıyarak düşünmeyi sürdüreceğiz ve itiraz ettiği bir dünyayı değiştirmek için mücadele edenlerin, mücadelesine “devrimci” diyenlerin yarattığı görünümü benzer bir işbölümü mantığı içinde meşrulaştırmasının anlamını sorgulayacağız. Bir mücadeleye katılmanın, bir kavgayı sürdürmenin tek bir biçimi olmadığını gösteriyor tarih, tarih bize birilerinin dövüştüğünü birilerinin de düşündüğünü gösteriyor. Hepimiz için ölüyor birileri, birileri de hepimiz için düşünüyor ve yazıyor. Kulağa makul gibi gelen bu bölünme, mücadeleler tarihinin sonuçları açısından değerlendirildiğinde nedense ortada adil olmayan bir şeyler bırakıyor. Burada haksızlığı üreten şey ne? kafa ve kol emeği arasındaki bölünmenin sınıflı toplumda yarattığı hiyerarşiye benzer bir şey mi, yoksa teori ile pratik arasındaki yarılmayı ortadan kaldırmak için yola çıkaranların bu yarılmadan beslenerek oluşturdukları tarih mi? Bir mücadele başarıyla da sonuçlansa başarısızlıkla da eline silah almayanlar hep daha avantajlı bir pozisyonda duracaklar, şiddetli bir kırılmanın ortasından geçecekler ve o şiddeti savunacaklar ama birilerinin “düştüğü” yerde ayakta kalmayı sürdürecekler. Kanlı bir tarihin ortasından üzerlerine hiç kan sıçramadan usulca yürüyüp geçecekler ve her durumda itibarlarını korumayı başaracaklar. Burada bir adaletsizlik yok mu sizce de? Mahkum edilmeye çalışılmış bir işbölümünün haksız doğası sürece dahil edilmemiş mi sizce? Bir mücadeleyi, büyük bir kavgayı sadece hedefleri açısından okumamamız gerekliliğini söylüyor bize tarih, bir yolu nasıl yürüdüğümüz en az yolun kendisi kadar önemli; bir başka hayat idealini kuracağımız yerin o hayattan önce başladığını bilmemiz önemli. Nasıl örgütlendiğimiz, nasıl ilişkiler kurduğumuz, hepsi mücadeleye dahil, dışında değil. Tarih bir haksızlığın içinde oluşmuştur diyor bir filozof, evet ama bizim tarihimizin bir haksızlığın içinde oluşmaması gerekiyor ki gelecek için ümit duyanların sayısı artabilsin. Eğer biz bir bütünlüğün düşünü kuruyorsak, sınıflı toplumun yarattığı bölünmelere karşı çıkıyorsak kendi mücadele alanımızda yarattığımız bölünmelere de karşı çıkabilmeliyiz. Her şeyi yeniden düşünmek gerekecek belki de, kendini dava içinde ama üstte bir yerde konumlandıranların durumunun yarattığı eşitsizliği, kimilerinin sadece ölmeye ve öldürmeye yeteneği varmış gibi sınıflandırmanın içerdiği korkunçluğu, her şeyi yeniden düşünmek gerekecek belki. Biz başka bir dünya düşlüyoruz, biz başka bir dünyayı bu dünyanın imgesinden ödünç almadan kurmak istiyoruz, hiçbir ayrıcalıklı pozisyona, başkalarının ölümünden kendine itibar çıkaranlara, sisteme karşı olup onun bütün hiyerarşik yasalarını dava içinde kullananlara, korkakça savaşanlara, savaşır pozunda yaşayanlara, birileri kendini feda ederken rahatını hiç bozmayanlara hiç tahammülümüz yok. Biz temiz bir mücadele istiyoruz, yoldaş kelimesinin hakiki anlamını, sıcaklığını, verdiği itimat duygusunu ve dayanışmanın sıcaklığını içimizde hissetmek istiyoruz. Ve biliyoruz değişim önce bizden başlayacak, biliyoruz ortak bir akılla yeniden kurduğumuzda rotamızı daha güçlü bir biçimde geleceğe yürüyeceğiz. Devrim seni çağırıyorsa gel, tut bir ucundan, aklın varsa paylaş üstünlük taslamadan, yapman gerekeni yap herkes gibi, bu yolu biz bir haksızlığa havale etmeyeceğiz.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

hemen hepsinde küresel sistemin eşit ve adil olması gerektiğinin altı çizilir. Sadece batılı ülkelerin kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarına uygun bir küresel -yönetimin asla kabul edilmeyeceği Çin’in dış politika prensiplerinin başında gelir. Ancak son zamanlardaki sorunların birçoğunda Çin BM’deki veto yetkisini kullanmıştır. Bununla beraber, Irak, Libya gibi örneklerde bu veto yetkisi üzerine siyasi ve ekonomik pazarlıklar yaparak küresel sistemin eşit ve adil olmayan yapısını kabul eder görünmektedir. BM'nin beş daimi üyesinin diğer üyelerden hangi bakımlardan farklı olduğunun yeniden tartışılması gereken bir ortamda Çin'in Rusya ile birlikte veto yetkisine sarılması dış politika anlamında uzun vadeli projeksiyonlar yerine çok daha kısa vadeli çıkar ilişkilerine odaklanıldığını göstermektedir. NATO'nun Libya müdahalesi öncesinde BM'de çekimser oy kullanarak sınırlı müdahaleye dolaylı destek veren Çin, Libya örneğinde batılı ülkelere güvenerek yanıldığını ve bir daha böyle bir davranışta bulunmayacağını belirtmektedir. Suriye konusunda da Libya örneğini dile getirerek dış müdahalenin sorunu çözmek yerine daha karmaşık bir hale geldiğini iddia etmektedir. Libya'da çok önemli yatırımları ve ikili anlaşmaları olan Çin için Suriye konusu Libya kadar ulusal çıkarlarını tehdit etmemektedir. Muhtemelen Çin'in Suriye konusundaki kararsız tutumunun altında yatan en büyük sebep te bu görünmektedir. Yukarıda bahsedildiği gibi bu dış politika söylemi Çin'in dış politika prensipleri ile mevcut dış politika uygulamalarının çeliştiğini göstermektedir. İkinci aşamada, Çin ulus-devletlerin egemenlik haklarına riayet edilmesini talep ediyor. Libya ve Irak'ta yapıldığı gibi bu bir alışkanlık haline geldiğinde artık her isteyenin duruma göre istediği ülkeye "insani müdahale" kavramı altında müdahale edebileceği bir ortam yaratılabilir ki Çin böyle bir düzenden en fazla zarar görecek olan devlettir. Çin'in kendi sınır anlaşmazlıkları da bir gün aynı çerçevede değerlendirilebilir korkusu bu konuyu sürekli gündemde tutmasına sebep olmaktadır. Bu anlamda Çin'in bu politik duruşu geleneksel Westfalya ulus-devlet düzenini kabul eder görünmektedir. Hâlbuki Çin, 19. Yüzyılda İngiltere'nin Afyon Savaşı sonrası beş liman şehrini işgal ederek burada Fransa ve Almanya gibi devletlerin belirli bölgelerde yönetim alanı kurmasını sert bir dille eleştirmiştir. Bugün dahi bu uygulamaların Çin tarihi içinde büyük bir aşağılama olarak algılandığı tezi kabul görmektedir. Yine Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra imzalanan Versay anlaşmasında Çin'in galip devletleri desteklemiş olmasına rağmen daha önce işgal edilen liman şehirlerinin Çin'e devredilmemesi Çin Komünist Partisi'nin de kurulduğu ve ciddi tepkilerin verildiği bir iç siyasi atmosferi doğurmuştur. İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Japon işgaline karşı uluslararası sistemin

AVRUPA GREVLERLE SARSILIYOR

SAYFA 03

Söz konusu Ortadoğu olduğunda, Çin, mevcut ekonomik istikrar alanına zarar gelecek her türlü pozisyondan uzak duruyor. Yapılan analizlerin birçoğunda konunun siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki yönlerine vurgu yapılıyor. Diğer taraftan sorunun ikili ilişkilerden ziyade küresel aktörlerin de içinde bulunduğu bir ilişki zemininde yapılan değerlendirmeler oldukça az. ABD başta olmak üzere konuya batılı ülkelerin yaklaşımları üzerine az çok tahminde bulunabilen analizlerin özellikle Rusya ve Çin tarafındaki gözlemleri oldukça sınırlı. Bu analizlerin birçoğunda ise sanki ortada İran, Rusya ve Çin'den oluşan bir cephe varmış izlenimi ortaya çıkıyor. Rusya ve Çin gerçekten farklı bir cephenin küresel aktörleri midir? Çin'in Suriye konusundaki duruşunu temelde üç aşamada değerlendirilebiliriz. Öncelikle Çin'in resmi ve gayri resmi açıklamalarının hemen hepsinde muhatap uluslararası sistemdir. Bu açıklamalarda uluslararası sistemin temel yapı taşı olan BM sözleşmesine uygun hareket edilmesi gerekliliği vurgulanır. Suriye konusunda da özellikle veto yetkisini Rusya ile beraber kullanarak BM'nin kınama kararı bile almasının önüne geçilmiştir. İkinci aşamada, Çin mevcut uluslararası sistemin kurucu düzeni olarak bilinen Westfalya düzenini meşru kabul ederek bu düzen içerisindeki hiçbir ulus-devletin egemenlik haklarını ihlal edecek bir dış müdahaleye izin verilmemelidir tezini savunmaktadır. Suriye konusunda yapılan resmi açıklamalarda bu vurgunun altı çizilmektedir. Üçüncü aşamada, Çin bölgesel sorunlarda tek tek devletlerin iddialarını dikkate almak yerine bölgesel veya uluslararası örgütlerin iddialarını dikkate alma yanlısıdır. Libya ve Irak örneklerinde Arap Ligi ve Afrika Birliği'ni muhatap kabul eden Çin, Suriye konusunda da çok taraflı mekanizmaların çalıştırılması gerektiğinin altını çiziyor. Bu üç aşamadaki iddialarla beraber şu sorular akla gelmektedir: Çin'in özelde Suriye sorunu genelde de diğer küresel sorunlarda sürekli benzer iddiaları ve söylemleri gündeme getirmesinin altında ne yatmaktadır? Çin dış politikasını belirleyen temel ilkelerle bu söylemler uyumlu mudur? Çin'in bölgedeki tansiyonun artması durumunda alması muhtemel dış politika pozisyonları ne olabilir? Aslında bu soruların cevabı yukarıda bahsettiğimiz her üç aşamanın kavramsal düzeyde analiz edilmesi sonucu ulaşacağımız dış politika uygulamalarındaki uyum ve çelişkiler ile verilebilir. Çin dış politikasının Ortadoğu ayağı hem güncel sorunlar ve çözüm önerileri bağlamında üretilen dış politika uygulamaları hem de Çin’in dış politika prensipleri bakımından çelişkili bir görüntü arz etmektedir. Yukarıda bahsedilen ilk aşamada Çin'in son dönemdeki küresel sorunları ele alırken uluslararası sistemin yapısının meşruiyetini sorgulamadığını görmekteyiz. Çin'in gayri resmi ve resmi açıklmaların

gevşek yapısı binlerce masum sivilin hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. Kısacası Çin'in çok dilli ve çok etnik yapılı bir devlet olarak geleneksel ulus-devlet düzenini eleştirmesi ve bunun yerine daha adil ve eşitlikçi bir düzen arayışı içinde olması gerektiğini vurgulayan Çin dış politika ilkelerinden ödün verilmektedir. Bugün Suriye konusunda ulus-devletlerin egemenlik haklarını vurgulayan Çin bir ülkenin kendi iç siyasi sorunlarının bir başka devletin (örneğin Türkiye’nin) egemenlik haklarını ihlal ettiğinde nasıl bir tepki verilmesi gerektiğinin üzerinde durmamaktadır. Tarihsel olarak geleneksel ulus-devlet düzeni çerçevesinde birçok kez mağdur duruma düşmüş bir devletin alternatif söylemlerle uzun vadeli stratejilere odaklanmış bir dış politika geliştirmesi gerekir. Üçüncü aşamada, Çin bazı ülkelerin sadece kendi çıkarları ile uyumlu konularda uluslararası sistemi veya bölgesel çatışmaları kullanmak istemesini sert bir dille eleştirmektedir. Bu konuda da Çin'in duruşu gerek bölgesel gerekse de küresel sorunlarda çok taraflı ilişkileri önemseyen bir duruştur. Bu anlamda Arap Ligi ve Afrika Birliği ile ortak hareket edilmesini vurgulayan Çin için küresel meşruiyet kadar bölgesel meşruiyet de önemlidir. Bölge ülkeleri ile tek tek ilişkiye geçmek yerine bölgesel örgütlerdeki etki alanını genişletmek isteyen Çin için bu dış politika uygulaması makul görünmektedir. Daha önce Libya konusunda da Afrika Birliği'nin tezleri ile hareket ederek BM oylamasında çekimser kalınmıştı. Diğer yandan Çin, Sudan ve Suriye gibi konularda ise geri planda kalarak sadece küresel meşruiyet iddiasını dile getirmiştir. Hâlbuki Arap Ligi ve birçok Arap ülkesi Suriye'deki sorunun çözümü için elini taşın altına sokmuştur. Ancak Çin dış politikasının ikircikli yapısı burada da ortaya çıkarak çelişkili bir pozisyon alınmasına sebebiyet vermiştir. Bu üç değerlendirme sonucunda Çin'in özellikle Ortadoğu'ya yönelik dış politikasının oldukça çelişkili yönlerinin olduğunu görüyoruz. Çinli uluslararası ilişkiler uzmanlarına göre tarihsel olarak bir "ateş çemberi" olarak tanımlanan Ortadoğu fazla müdahale edilmemesi gereken bir bölgedir. İzolasyonist dış politika söyleminin bu iddiasına karşılık Ortadoğu'nun Çin'in enerji ihtiyacını karşıladığı bölgeler arasında ilk sırada olduğunu belirtmek gerekiyor. 2030 enerji ihtiyacı projeksiyonlarına göre alternatif bir enerji kaynağı bulunmadığı sürece Çin'in mevcut büyüme hızı ile Ortadoğu petrollerine olan bağımlılığı artacak. Çin'in gerçek anlamda ekonomik olarak büyümeye başladığı 90'lı yıllardan bu yana küresel siyasette ABD ile yakın ilişki içinde olduğu ve Asya-Pasifik dışında ABD ile çok sert bir dış politika ilişkisi içinde olmadığı biliniyor. Körfez savaşlarında her ne kadar ilk başta müdahalelere karşı olsa da çatışmaların ilerlemesi üzerine genel pozisyonunu ABD ile uyumlu bir yönde sürdürmüştür. Yine 2003 Irak işgali sürecinde Çin'in 2022'ye kadar petrol üretim haklarını aldığı Irak'taki Al-Ahdab petrol sahasını kullanamaması üzerine yapılan pazarlıklar sonucunda, işgal sonrası ilk petrol çıkaran ülkelerden biri Çin olmuştur. En son Libya örneğinde de görüleceği üzere çatışmanın ilk aşamasında müdahale karşıtı olan Çin müdahalenin kesinleşmeye başladığı dönemlerde kıvrak diplomatik manevralarla çekimser oy kullanarak dolaylı bir destek vermiştir. Sonuç olarak; İran, Rusya ve Çin cephesi gibi afakî söylemler ancak slogan düzeyinde kalmaktadır. Konu Ortadoğu olduğunda Çin'in mevcut ekonomik istikrar alanına zarar gelecek her türlü pozisyondan uzak durduğu görülmektedir. Suriye konusunda Çin'in her üç aşamadaki iddiaları üzerinde yapacağı söylem değişiklikleri Çin'in daha az çelişkili bir dış politika uygulamasını sağlayacaktır. Suriye konusunda Çin'in kesin tavrı muhtemelen ABD seçimleri sonucunda belli olacaktır.

Sayfa 03


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 04

SAYFA 04

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Gazze Bombalanıyor

Gazze’ye yönelik bombardıman...haberimizin yayınlandığı an itibariyle hayatını kaybeden filistinli sayısı son saldırılarla birlikte 96 oldu. Katledilenlerin 24’ü çocuk... El Halil’in merkezi gerçek üstü ve korkutucu. Şiddetin meşruluğu çıplak ve yüzünüzdeydi. yıllar sonra Bosna Srebrenica harabeleri hatırlattı. Srebrenica’dan farklı olarak ayrımları geçmek için El Halil’de herhangi bir girişim yok. Bunun yerine ayrımlar dondurulmuş ve kurumsallaşmış ve insanlar fiziksel olarak ayrı tutulduğundan bugün oldukça sessiz. Bir grup Yahudi göçmeni şehrin merkezine taşındığı ve İsrail ordusunun onları korumak için yarattığı bu steril bölgelerde Filistinlilerin iş , ikamet ve hareketleri yasaklanmış. Şehrin bazı sokaklarından Filistinlilerin geçmesine izin veriliyor ancak onlar bu sokaklardan İsrail yerleşimci ve askerler tarafından fark edilmemek için başlarını eğerek geçiyorlar. Diğer sokaklar Filistinlilere kapalı , buralardan geçemez ve buralarda çalışamazlar . Teknik olarak , bazı binalarda yaşamalarına izin veriliyor fakat bu binaların ön kapıları sürgülü ve buralarda oturanlar sadece arka camlardan veya çatının üstünden girip çıkabiliyorlar. Filistinlilere yakın yaşayan bazı Yahudi yerleşimciler sürekli olarak onları rahatsız ediyorlar ,kendi kişisel dokunulmazlık haklarıyla. El Halil’de konumlanan İsrail ordusu Filistinlileri Yahudi kesimin sıklıkla uyguladığı şiddetinden korumak için değil de Yahudi halkını korumak için burada.500 İsrail askeri 800 Yahudi yerleşimciyi korumak için yerleştirildi. Filistin polisi ise bu steril bölgeye giremiyor.Bölgeden kaçma imkanı bulabilen Filistinlilerin çoğu kaçtılar. Sadece maddi imkanı oldukça yetersiz olan ve suçlu sığınmacılar kaldı. Filistinli aileler havada yoğun çöp ve çürümüş yiyecek kokusu olan avluda yaşıyorlar. Onlar şiddetle sarılmış , kapalı demir parmaklıkla ve metal örgülerle kaplı bir binada yaşıyorlar.Şehrin Arap kısmına bakan camlarından girip çıkıyorlar. Apartmanlarının önü yaşam doluyken şimdi sadece çöple kaplı.Gezi bir İsrail sivil toplum örgütü olan “Sessizliği Boz” (Breaking the silence) tarafından düzenlendi. Bu örgüt Filistin topraklarına giren ve işgale katılan İsrail askerleri hakkında delil topluyor ve yayınlıyor. Bu organizasyonun kurucusu olan Yehuda Shaul -Yahudi kippa giyiyor ve kendini ortodoks olarak tanımlıyor- bize El Halil’in terk edilmiş ama şimdi Yahudilerin yaşadığı sokaklarında rehberlik yaptı ve yıkılmış yapıtları, Filistin evlerini ve her yerde mevcut olan İsrail askerlerinin varlığını gösterdi.

İşgalin askeri mantığını açıklamak için Shaul iki mesajı vurguladı. Birincisi iyi işgal diye bir şey olmaz ve İsrail kamuoyu İsrail savunma güçlerinin etik bir işgal yaptığına inanarak kendini kandırıyor dedi. Karşıt olarak, bir işgal yerel halkın haklarını ciddi şekilde suistimal etmeden etkili olamaz. Bune olursa olsun askerlerin bireysel etiğidir. Bu durumun mantığı ve baskısı askerleri güvenlik tehdidi ve dolayısıyla kesin hakları yok ederek davranmalarına neden olur. Buna ek olarak , düşman topraklarda konumlanmış olmaktan ve etraflarındaki kişisel dokunulmazlık havasından kaynaklanan bir çok askerin içinde bulunduğu psikolojik baskıyla , yakıcı bir karışıma sahip olursunuz. Shaul İsrail ordusu tarafından yapılan bütün suiistimaller açık bir askeri amaç taşıyor. Bunlar disiplinsizliğin ya da engellenmelerin sonucu değil işgal stratejisinin bir parçası. İsrail güçleri sistematik olarak yerli filisin halkının günlük yaşamını rahatsız ediyor onları kendi kurallarında uymaya zorluyor ve böylece örgütlenmiş bir şiddet girişimine girmelerini engellemek içinde cesaretlerini kırıyor. Ayrıca kendi askeri servisinden İsrail askerilerinin Filistin evlerine girip gençlere müdahale ederek onları devriyeler boyunca kendi araçlarının önünde yürümeye zorladıklarını söylüyor. Bu sadece bir işkence değil aynı zamanda diğer Filistinlilerin kendilerine taş atmasını önlemek için bir taktik diyor. Shaul ‘un ana mesajı işgal , oldukça karanlık bir yan taşıyor ,“Sessizliği Boz” bunu ifşa etmek ve İsrail kamuoyunun ilgisini çekmek istiyor. İşgalle anılmanın büyük bir bedeli var ve İsrail halkı bununla yüzleşmek zorunda diye ekliyor. Şaşırtıcı olmayarak, gezi grubu yerleşikler tarafından sıcak karşılanmadı. Bir çoğu bize kötü şekilde bağırdı ve bir noktada bir grup çocuk , 7-8 yaşlarında, ellerine hortum alıp biz geçerken bize sus sıktılar. İçlerinden iki tanesi arkamızdan koştu , Shaul’ u adı ile çağırarak üzerine atlayıp tekme atı. Bu durumdan rahatsız oldum ama onların keskin nefretinden değil , onların çok keskin şekilde kendilerini haklı görüyor olmalarından ve cezadan muaf olduklarını bilip kendilerini güvende hissedip bir grup turiste saldırıyorlar olmalarından. El- Halil’deki duruma öfkelenmemek zor. Bu ziyaret eve İsrail- Filistin çatışmasının adaletsizliği ve zorluğunu ve bunu doğrulayan yapısal mantığı getirdi.

TAHRİR'İN YENİ SAHİPLERİ MURSİ KARŞITLARI Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin yetkilerini arttırmasına tepki giderek büyürken, görevden alınan eski Başsavcı Abdülmecid Mahmud yargıya başvuracağını açıkladı. Kararların yargının imajını zedelediğini söyleyen Mahmud, olağanüstü toplanan yaklaşık 10 bin hâkim ve savcıya yaptığı konuşmada “Devleti korumak için bu duruma karşı çıkıyoruz” dedi. Yüksek Mahkeme üyeleri önceki gün greve gideceklerini açıklarken, Danıştay da dün anayasal değişiklikleri kınadı. 22 sivil örgüt, Mursi’ye hitaben yayımladıkları açık mektupta yargıya ölümcül bir darbe indirildiğini belirterek kararların iptalini istedi. Mursi’nin danışmanlarından Faruk Cevade ise kararları protesto amacıyla istifa etti. Daha önce Mursi’nin 2 danışmanı istifa etmişti. Mursi ise danışmanlarıyla yaptığı toplantının ardından yargıçlarla görüşeceğini, tüm siyasi kanatlara elini uzatacağını ve krizi 48 saat içinde çözeceğini açıkladı. Kahire’deki Tahrir Meydanı’nda kararları protesto eden muhaliflerle polis arasındaki çatışmalar dün de sürdü. Asyut kentinde önceki gece muhalifler ve Mursi yanlıları çatıştı. Tahrir çevresindeki sokaklarda ise polis meydana çıkmaya çalışan göstericilere göz yaşartıcı gazla müdahale etti. Güvenlik güçleri, meydanın girişini beton barikatlarla kapattı. Çatışmaların ABD Büyükelçiliği binasının olduğu bölgeye sıçraması sonucu güvenlik güçleri bölgede önlemlerini arttırdı. Müslüman Kardeşler ise Mursi’ye destek için gösteri çağrısı yaptı. Artan tansiyon Mısır ekonomisini de vurdu. Öte yandan İslamcı militanların yoğun olduğu Sina’da dün istihbarat binasını hedef alan saldırı, binada hasara yol açtı. Gazze sınırı yakınlarındaki patlama sonrası bölgeye çok sayıda asker konuşlandırıldı. Cumhurbaşkanlığı Danışmanı Ümeyme Kamil Salamuni, Mursi ve danışmanlarının gerçekleştirdiği toplantının ardından AA muhabirine konuştu. Salamuni, Mursi’nin krizi çözmek için 48 saat içinde gerekli adımların atılmasına karar verdiğini söyledi. Kararın ayrıntılarına ilişkin açıklamada bulunmayan Salamuni, Mursi’nin siyasi güçler arasında oluşan korkuları bertaraf etmek için kendisini bu kararı almaya iten nedenleri açıklayan bir bildiri yayımlayacağını belirtti. Salamuni, Mursi’nin krizin çözümü için siyasi güçleri ulusal diyaloğa çağıracağını da vurguladı.Mısır basını Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye yönelik protestoları Türkiye’de 1997’de yaşanan ve postmodern darbe şeklinde nitelendirilen “28 Şubat süreci”ne benzetti. Siyaset tarihçisi ve Düstur gazetesi yazarı Muhammed Cevadi, Mursi’nin aldığı kararların zorunlu olduğunu belirterek “Bazı siyasi güçlerin Askeri Konsey’in tekrar iş başına gelmesi için plan yaptıkları ortaya çıktı. Bu siyasi güçler eski Başbakan Necmettin Erbakan’ı ordu darbesiyle deviren Türk modelini uygulamak istediler ama başarısız oldular” diye konuştu. Merkezi Kahire’de bulunan Cumhuriyet Gazetesi Siyasi Araştırmalar Merkezi Müdürü Samih Seyf Yezel ise yaptığı açıklamada, gerginliğin tırmanması halinde ordunun güvenliği sağlamak için harekete geçmesinin uzak bir ihtimal olduğunu, olsa bile bunun Mursi’nin isteği doğrultusunda gerçekleşeceğini söyledi. Bazı muhalif güçlerin Askeri Konsey’in yeniden başa geçmesi yönündeki isteklerine değinen Yezel, “Bunlar halkın çoğunluğunu temsil etmiyor. Ayrıca ben Askeri Konsey’in tekrar başa gelmesini uygun bulmuyorum. Bu meşruiyete yapılmış bir darbe olur. Çünkü yönetimde demokratik seçimlerle iş başına gelmiş bir kişi bulunuyor” ifadesini kullandı. Gerginliğin tırmanması üzerine silahlı güçlerden yardım alınabileceğini dile getiren Yezel, Askeri Konsey’in, geçiş döneminde yaşadığı tecrübe nedeniyle meydanlara inmeden önce ince eleyip sık dokuyacağını düşündüğünü belirtti. Son günlerde Mısır ‘daki televizyon kanallarında Mursi’nin aldığı yeni kararlar üzerine Askeri Konsey’in tekrar iş başına gelmesi çağrısı yapılmış, bazı programlarda da ‘ordu nerede?’ tarzında sorular gündeme getirilmişti.

Sayfa 17

RUSYA’NIN SURİYE SORUNUNA YAKLAŞIMI Suriye’de parçalı bir yapıya sahip olan muhalefet. Bu nedenle kiminle muhatap olacağını bilemeyen Moskova, anlaşılan o ki, Esed’e alternatif olarak kiminle ilişki kuracağı konusunda kararsız. Bu açından Kremlin, sistemin elinden hızla kaymasına rağmen, Esed yönetiminin şu an için daha iyi bir alternatif olduğuna inanıyor. Rusya, mevcut politikası ile yumurtaları tek bir sepete doldurmayan bir ülke imajı veriyor. Bu yönüyle kendi açısından pragmatik bir siyaset izlediği söylenebilir. Aynı zamanda Moskova, izlediği politika ile Annan Planı’na kadar olan süreçte Suriye’deki mevcut durumu şekillendirici bir aktör rolü de oynadı. Ancak Annan Planı’nın oldukça ince bir zemin üzerinde durduğu düşünülürse, başarısız olması durumunda Rusya’nın nasıl bir siyaset izleyeceği ise merak konusu.

Rusya’da başkanlık seçimleri geride kaldı. 2011 Aralık ayında geçekleştirilen parlamento seçimlerinin ardından, Moskova başta olmak üzere ülkenin çeşitli bölgelerinde muhalefetin yürüttüğü protestolar, Batı’da belli bir süre heyecana neden oldu. Ancak Rus sisteminin aşkın devlet kültürünün temelden sarsıldığını söylemek oldukça güç. Putin’in tek turda başkanlık koltuğuna “üçüncü” kez oturmayı garantilemesinin ardından gündeminde ulusal ve uluslararası bazda çözümü bekleyen birçok sorun bulunuyor. Bunlardan birisi de Suriye konusu. Başkanlık seçimlerinin gündemi meşgul ettiği sırada bile Rusya’da pek de geri plana düşmeyen Suriyemeselesi, Kremlin’in dış politikada takip ettiği sıcak konular arasında yer alıyor. Başkanlık koltuğuna geçmeden önce bir yandan Medvedev ile yeni bakanlar kurulunu oluşturmaya çalışanVladimir Putin, diğer taraftan usta diplomat Sergey Lavrov üzerinden Suriye siyasetinde oldukça aktif rol oynuyor. Aralık 2010’da Tunus’ta patlak veren halk hareketlerinin bir sonucu olarak Arap dünyasında uzun süredir koltuklarından kımıldamayan diktatörler teker teker devrilirken, Suriye’de Beşşar Esed’in başta kalmasının önemli faktörlerinden birisi de arkasındaki uluslararası destek. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) daimi temsilcileri olan Çin ve Rusya’nın desteğini arkasına alan Esed yönetimi, şimdiye kadar mevcut rejimini korumak için ülkede taş üstünde taş kalmayana kadar mücadele edeceğini dünyaya kanıtladı. Öncelikle Rusya’nın alelade bir destekçi olmadığını, siyasi destek vermenin yanı sıra bölgeye silah sevkiyatı yapan en büyük tedarikçi olduğunu da belirtmek gerekiyor. Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün 2011 verilerine göre Esed rejiminin son beş yılda yurtdışından satın almış olduğu silah ve mühimmatın %78’i Rusya menşeili. Silah sevkiyatının yanı sıra Doğu Akdeniz’de sahip olduğu deniz gücü ile çeşitli manevralar yapan Rusya aynı zamanda Libya benzeri bir olayda pasif bir tutum takınmayacağının da sinyalini verdi. 12 Nisan’da başlayan ateşkese rağmen Rus yetkililer, henüz deniz gücünü Suriye açıklarından çekmeme konusunda kararlı tavırlarını da koruyorlar. BMGK düzeyinde bakıldığında ise Çin’in çok nadir veto hakkını kullandığı daha çok çekimser kaldığı görülüyor. 1970’ten bu yana Çin veto yetkisini sekiz kez kullanırken, Rusya’nın 13,ABD’nin ise 83 defa BMGK kararlarını veto ettiği görülüyor. Bu açıdan bakıldığında Rusya ile Suriye konusunda benzer bir tavır takınan Çin’in BMGK’daki tavrının Rusya’dan bağımsız olmadığı da uzmanların analizleri arasında yer alıyor.

Tüm bu gerekçelere bakıldığında, Rusya’nın şimdiye kadar Suriye’deki sürecin evirildiği noktaya gelmesinde etkili aktörlerden biri olarak öne çıktığı görülüyor. 12 Nisan’da Annan Planı’nın yürürlüğe girmesi konusunda hem Esed yönetimini destekleyici hem de Şam’a mesaj niteliğinde açıklamalar yapan Moskova, bir yönüyle Ermenistan-Türkiye arasında 10 Ekim 2009’da imzalanan protokollerde oluğu gibi, baskı üzerinden süreci belirleyici aktör rolüne bürünüyor. Ancak, Esed’in ateşkes konusunda nasıl bir tavır takınacağı konusunda uluslararası toplumda derin endişeler devam ederken, Rusya’nın da bir yandan “B Planı’nı” şekillendirme çabası içerisinde olduğu söylenebilir. Ateşkes yürürlüğe girmeden hemen önce açıklama yapan Rus Dışişleri Bakan YardımcısıGennadi Gatilov, Rusya’nın Suriye’deki muhalefet temsilcileri ile görüşmeye hazır olduğunu açıklaması ve başından beri Moskova ve Suriye muhalefeti arasında bir diyalogun varlığından bahsetmesi oldukça önemliydi. Kaldı ki, Suriye’nin yerel muhalefeti ile 17-18 Nisan’daMoskova’da yapılacak görüşmelerde ajandaya hangi konu başlıklarının yazılacağı merak konusu. Bunun yanı sıra Rus yetkililerin yaptıkları açıklamalarda, asıl arayış içerisinde oldukları hususun Suriye’de istikrar olduğunu ve Moskova’nın Esed’e destek verir bir tavır takındığı yönünde çıkarımların yapılmaması gerektiğine dair söylemleri ise Rusya’nın Esed konusunda da eskisi kadar ısrarcı olmadığı şeklinde yorumlanabilir. Ya da bu açıklamalar, Suriye’de izledikleri Esed yanlısı siyasetin ardından, Ortadoğu’da imajı olumsuz yönde etkilenen Moskova’nın bir tür kamu diplomasisi girişimi olarak da okunabilir. Rusya’nın tavrında henüz net bir değişiklikten bahsetmek güç. Ancak önümüzdeki dönemde Moskova’nın manevra yapabilmek üzere pozisyon aldığı söylenebilir. Rusya’nın bu konuda hızlı hareket etmemesinin ardında ise iki temel sebep gösterilebilir. Bunlardan birincisi Rusya’nın bölgesel ve küresel ölçekteki çıkarları. 27 Şubat tarihinde Moskovskiye Novosti’de yayınlanan “Rusya ve Değişen Dünya” başlıklı makalesinde Rusya’nın pozisyonuna dikkat çeken Putin, özellikle Batı’nın son dönemde Ortadoğu politikaları nedeniyle Rusya’nın iktisadi ve siyasi zarara uğradığını belirtirken, benzeri sürecin Suriye’de yaşanmasını istemediklerini vurgulamıştı. Aynı zamanda “büyük güç” olarak dünya siyasetinde söz sahibi olmak isteyen Rusya, ABD’nin istediği sonucu alamadığında BMGK mekanizmasını bypass etmesinden de rahatsız görünüyor. Rusya açısından ikinci temel sorun ise

Başbakan Erdoğan’ın, Çin ziyaretinde Hu Jintao ile görüşmesi sonrası Çin’in Suriye’deki durumu daha fazla desteklemeyeceğinin sinyalini aldığını ifade etmesi ve önümüzdeki süreçte Rusya’nın da ikna edilmesi gerektiğine vurgu yapması şaşırtıcı olmasa gerek. 2008 Gürcistan Savaşı ile başlayarak sert güç yanlısı siyasete ağırlık veren Rusya’nın Suriye konusunda ikna edilmesi mi yoksa ikna olması mı gerekli bilinmez. Ancak, önümüzdeki dönemde Rusya’nın da alternatiflerinin azaldığı bir gerçek. Öte yandan izlediği pragmatik siyasetin bir sonucu olarak Ortadoğu’da halklar arasında zayıflayan popülaritesi de cabası. Bu açından bundan sonra izleyeceği politika sadece Suriye’deki dengeleri değil aynı zamanda geçmiş örneklerde olduğu gibi Rusya’nın bölgedeki pozisyonunu da doğrudan etkileyecek.

SURİYE SORUNU GÜÇ KULLANARAK ÇÖZÜLEMEZ

Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Aleksandr Lukaşeviç Moskova 'da basın mensuplarına yaptığı açıklamada, sekiz gün süren Filistin İsrail çatışmasının ardından taraflar arasında ateşkes anlaşması imzalanmasından memnun olduklarını söyledi. Bu çerçevede Mısır 'ın ateşkes sürecinde belirleyici bir rol oynadığını belirten Lukaşeviç, “Mısır'ın çabalarını övüyoruz. Ancak ateşkesin uzun süreli olması için tarafların daha fazla çaba sarf etmesi gerekiyor” dedi. Lukaşeviç, Suriye'deki iç savaşın güç kullanarak çözülemeyeceğini ifade ederken, “Taraflar arasındaki ihtilafı çözmenin tek yolu, çatışmaların sonlandırılmasını, dış müdahalenin önlenmesini ve demokratik reformların uygulanmasını sağlayacak bir mekanizmanın, yine Suriyeliler tarafından kurulmasıdır” diye konuştu. Lukaşeviç, Rusya'nın sorunun çözümü için şu ana kadar katkıda bulunduğunu ve bundan sonra da katkıda bulunmaya devam edeceğini kaydetti.

FİLİSTİN BAĞIMSIZ BİR ÜLKEDİR

Rusya'nın Filistin'i bağımsız bir ülke olarak tanıdığını vurgulayan Lukaşeviç, Filistin'in BM 'de statüsünün yükseltilmesi için başvuru yapması halinde buna hakkı olduğunu ve Rusya'nın kendilerini destekleyeceğini ifade etti.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 16

Sayfa 05

STALİN VE DEMOKRATİK REFORM MÜCADELESİ - 2

BÜROKRASİ KARŞITI MÜCADELE 37. Stalin liderliği, sosyalizmin bu yeni aşamasında partinin rolünün ne olacağı konusuna da kafa yoruyordu. Stalin’in kendisi, daha 1934 Ocağında, 17. Parti Kongresi’ne sunduğu raporda, büyük bir şevkle, “bürokratizm”e karşı savaş ilan etmişti.[10] Stalin, Molotov ve arkadaşları, yeni seçim sistemini, “bürokratikleşmeye karşı bir silah” olarak nitelendiriyorlardı. 38. Parti liderleri, hükümeti, hem Sovyetlere kimin gireceğine karar vererek, hem de çeşitli hatalara dikkat çekerek veya bakanların yaptıklarına yönelik eleştiriler getirerek kontrol ediyorlardı. 6 Şubat 1935’te, 7. Sovyetler Kongresi’nde konuşan Molotov, gizli seçimlerin, “bürokratik unsurlara büyük bir darbe indirecek ve onlar üzerinde yararlı bir şok yaratacak” bir araç olacağını söylüyordu. Yenukidze’nin raporunda ise, aynı doğrultuda bir tavsiyede bulunulmuyor, hatta gizli seçimler ve oy hakkının yaygınlaştırılmasının sözü bile edilmiyordu. (Stalin, 17. Parti Kongresi’ne Rapor”, Zhukov, Inoy, 124.) 39. Hükümet üyesi bakanlar ve personelleri, eğer etkin bir üretim gerçekleştireceklerse, görevli oldukları meselelerle ilgili bazı konuları bilmek zorundaydılar. Bu anlamdaki eğitim, genellikle onların kendi alanlarına dönük teknik bir eğitimdi. Fakat parti liderleri, kariyerlerini, parti içi konumlarında ilerleme biçiminde yapıyorlardı. Bu tür bir ilerleme, herhangi bir teknik uzmanlık gerektirmiyordu. Dahası, siyasi ölçütler gerekliydi. Söz konusu parti kadroları kontrol görevi yapıyorlardı; lakin çoğunlukla, bu denetleme görevinde onları teorik olarak yetenekli kılacak teknik bilgileri kıttı. (Stalin-Howard Interview, Zhukov, Inoy, 305; Zhukov, “Repressii”, 6.) 40. İşte bu, Stalin liderliğinin “bürokratizm” teriminden ne anladığını açıkça göstermektedir. Onlar bürokratizmi -aslında tüm Marksistler gibi- bir tehlike olarak görmekle birlikte, onun kaçınılmaz olmadığına da inanıyorlardı. Dahası, onlar, bürokratizmin, partinin sosyalist toplum içindeki rolünün değiştirilmesiyle alt edilebileceğini düşünüyorlardı.

Bu yazı, Restorasyon döneminde sol liberallerin Marksizmin terör ve şiddet sorunsalına dair yaklaşımını masaya yatırmak istemeleri; bu anlamıyla yeni hegemonya sürecini omuzlamaları yeni hegemonya alanlarının üretilmesine şu veya bu şekilde bileyerek ya da bilmeyerek alan açmaları sonucu yakın dönemde akıllarına gelen bu tartışmaya bir yerinden dahil olmak maksadı ile, geçmişe güzelleme yapmak kaygısı ile değil, bir dönemi kapatmak kaygısı ile hiç değil “elbet bir diyeceği var bu çocukların diyerek” kaleme alınmıştır. Salt devrimci solun değil, reformist solun da hedef tahtasına oturtulduğu böylesi bir konjönktürde gerek Birikim dergisi gerekse de ana akım medyadaki bazı köşe yazarlarınca silahlı mücadele , şiddet, terörizm gibi kavramlar yeniden tartışmaya açıldı! Birikim dergisi gerek dünyada gerekse de Türkiye’de bazı hareketlerin stratejik bir yönelim olarak ele aldığı silahlı mücadele kavramını, silah/la mücadele başlığıyla sundu. Bu başlık altında yapılagelen ve yapılacak olan tartışmaların kendisini anlamlı bulmakla birlikte (bir bitiş değil başlangıç şarkısı olarak); tartışmanın yürütüldüğü kanallar, tartışmanın hangi özneler tarafından yürütüldüğü, tartışmanın yürütülüş şekli ve içinde bulunulan konjönktür gibi etmenler şüphesiz bu tartışmayı değerlendirme kıstasımızının sınırlarını belirler. Tartışmanın temel muhataplarının konuşmadığı bir monologun -ilerletici bir tartışma olarak- hükmü yoktur. Ki bu tartışmanın başlangıç itibariyle, bir sürecin sosyalist sol tarafından genel değerlendirmesini değil; iktidar ve kürt hareketi arasında gelişen şiddet pratiğinde – yer yer yoğunluklu yer yer düşük ölçekli- Kürt hareketini şiddet pratiği üzerinden eleştiriye tabii tutma saikiyle bir hegemonya sürecine çanak tuttuğu gözlemlenmektedir. Niyetler ne olursa olsun, olan bundan başkası değildir! Ahmet İnsel’in Neçayev’in Devrimci İlahiyat metni çevirisi tam da bu eksende okunmalıdır. Neçayev gibi konspirasyonları ve devrimciliğiyle nam salmış bir ismin görüşlerinin nihilizm üzerinden tartışmaya açılması ve aynı aralıkta Kürt hareketine de İnsel tarafından bu minvalde yöneltilen eleştiri bir bütünlük taşımaktadır. Söylenen özetle şudur: Nihilizmden kaçının, nihilizme sapmayın. Gerillanın nihilizmine karşı BDP’nin orantılı siyaseti! Bunu da İnsel 25 Ekim tarihli Radikal İki ekinde yazdığı “BDP’nin yükü çok ağır” başlıklı yazısı ile dile getirmiştir. Yazıda bir “Terör” tanımına da girişen ve kürt hareketini radikal nihilist olarak tanımlayan İnsel, terör için öldürmenin kendisinin kutsandığı, hedefi belli olmayan ve öldürülen kişilerin kimliklerinin belirleyici olmadığı bir radikal nihilist proje demektedir. Yine aynı yazıda BDP’nin meclise girmesini ise ifla olmaz bir çarpıtma ile Kürt sorununu devlet şiddetiyle çözme umudu taşıyanlar kadar, terör eylemlerinin düğmesine basan gerillanın da tekerine çomak soktuğunu belirlemesini yapmaktadır. Abartı yok ifadeler bizzat İnsel’in kendi ifadeleridir. Devlet terörü ve karşı-terörü eşitleyen, düzleyen bu mantık yazı içinde aleni olarak da Kürt hareketinin legal-illegal örgütlü bütünlüğü arasında da ikilik yaratmaktadır. Sokaktaki adam için, gerilla, Latin Amerika folklorunun bir ögesidir. Gerillanın romantik yönünden ötesini görmek eğilimini pek göstermez. Gerilla, bir çeşit <<kibar haydutluk>> ya da düpedüz haydutluk olarak düşünülür. [Jacobo Arenas, Kolombiya Halk Gerillası, Önsöz Albay Henri ROL-TANGUY] Roni Margulies “Şiddet,Terör ve Sosyalizm” başlıklı yazısında sosyalizmin terör ve şiddetle hiçbir ilişkisi yoktur, olamaz demiştir. Aynı makalesinde şiddet kullanan kötü Marksistlere de kenarından değinmiştir. Yine Margulies’in bir başka yoldaşı şiddete yönelik yazdığı eleştirel makalesinin bitiminde Kürt hareketine dair sözü açarak ifrata vardırmamak adına, Margulies’ten kısmen farklı ama öz olarak aynı kalan değerlendirmesinde Kürt hareketinin şiddet pratiğini devlet şiddetinin berhava edilmesi açısından bir nedensellik içinde, devlet Kürt hareketinin üzerine geldiği için kürt hareketi şiddeti benimsemiştir diye ifadelendirmektedir. Siyasal iktidar için namluda büyüyen bir şiddet değil (!) devlet şiddetini sağaltmak için benimsenen bir metot olarak şiddeti ele aldığını beyan etmektedir! Ki bu yaklaşım dahi Roni Margulies’in sosyalizmin terörle ilişkisi yoktur ifadesine ilişkiselci-nedenselci bir yerden fakında olmadan söylenen yanıttır. Belki bu ifadeleri bir paradoksal bir durum olarak hayra yormamak gerekir çünkü Volkan Akyıldırım ilgili yazısının hemen devamında yoksul bir köylü hare keti olarak PKK’den bahsetmiştir. Roni Margulies‘in bilgi nesnesi ise bir tikel özne değil (ki onlar açısından sosyalistliği de tartışılan) bir

Fedailerinin teorisyenlerinden Emir Perviz Puyan (Amir Parviz Pouyan)’ın “Silahlı Mücadele’nin Kaçınılmazlığı ve Ölümü Önemsemenin Anlamsızlığı” isimli broşürü, Abimael Guzman’ın seçici terör ifadesi bu noktada hatırlanmalıdır. Burada terör hedefi belli olmayan ya da Kıvılcımlı’nın sözleriyle başka hiçbir işi kalmamış kimi adamların akıllarına geldiği için yapılan eylemlilikler dizisi değildir. Bizatihi çok sistemli bir karşı saldırı hamlesidir. Hedefi seçili olduğu gibi bu eylemliliklerin propagandası da savaşın devrimci özneleri tarafından yapılırken durumu açıklayamamaktan kaynaklı bozgun havası yoktur ortada. Bilakis ideolojik aygıtlar pür reel işlerken biz kaçsak dahi üzerimizde kalacak devlet terörüne eylemine ve söylemine(devlet terörünü devrimcilere yıkma) karşı ayrıştırıcı bir rolü hem eylemsel düzeyde hem de söylemsel düzlemde üretir. Fanon’un perspektifinden ele aldığımızda savaş içinde savaşçıyı motive eden psikososyal bir yanı vardır. Davranışsal boyutu bir yana temel sorunsal savaşı kurallarına göre sürdürmektir ve en hızlı yoldan bitirmektir. Burada tekrar sözü Lenin’e bırakır isek: “Devrimci sınıflar, direnmeye kalkışan varlıklı sınıflarla mücadeleye giriştikleri zaman, o direnci kırmak zorundadırlar. Ve biz varlıkların direncini onların proleteryayı ezdikleri araçlarla ezeceğiz.” Yine Marx’ın sözleriyle maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir. Alıntıları ilk elden ve birincil kaynaklardan yapmamız okurda beklenti düşüklüğü yaratmamalıdır. Malum sol liberaller için Marx, Engels ve yer yer Lenin dışında Marksist bulunmadığı için öncelikli olarak sözü ustalara bırakmak böyle bir karşı savın da söz söylerken şayet samimi ise düşünüp söylemesini arzulamaktadır. Sol liberaller sosyalizm deneyimi olarak kabul etmeye yanaşır mı bilinmez ama Çin devriminin önderi Mao da şöyle demiştir: “…devrim ne bir gala yemeğidir,ne bir edebiyat yapıtı,ne bir resim, ne de bir nakıştır; hoşlukla, incelikle, rahatlıkla, yumuşaklıkla, sevimlilikle, kibarlıkla, çekingenlikle ve yüce gönüllülükle gerçekleştirilemez. Devrim bir başkaldırıdır, bir sınıfın bir sınıfı alaşağı ettiği bir şiddet eylemidir. (…)Açıkça söylemek gerekirse her kırsal bölgede kısa bir terör döneminin olması gerekir. (…)Bir şeyi düzeltmek için ters yönde eğmek gerekir; aksi taktirde doğrultmak mümkün olmaz onu” Devrimci sürecin içinde yer alan politik aktörlerin, kitlelerin; şiddeti kurucu bir öge olarak edinemeyeceği, devlet terörünün yükseldiği aralıkta siyasal iktidar mücadelesi yürüten öznelerin ancak zorunda bırakalırsa (zorunda kalırsa değil, zorunda bırakılırsa) savunma amaçlı başvurduğu bir korunma siyaseti (bunu da meşrulaştırmadan) olarak edinileceği söylemine dair bakınız Fidel Castro ne diyor: “Latin Amerika ülkelerinden birinde, silahlı mücadele verilmeden iktidarı ele geçirmenin mümkün olup olmadığını kendi kendine soran bazı kişiler var. Ve elbette teorik olarak, hipotez olarak, kıtanın büyük bir bölümü kurtulunca , bir devrim bu koşullar altında muhalefetle karşılaşmadan başarıya ulaşırsa, bunda şaşılacak birşey olamaz &ama bu bir istisnadır. Kısaca, bu, devrimin herhangi bir ülkede mücadele verilmeden, başarıya ulaşacağı demek değildir. Özgül koşulları olan bir ülkede devrimcilerin kanı dökülmeyebilir, ama onların kazanacağı zafer, ancak tüm kıta devrimcilerinin çabaları, verdikleri kurbanlar ve akıttıkları kan sayesinde mümkün olabilecektir.“ [Fidel Castro, Latin Amerika Üzerine(Gerçek Devrimci Yol), Evren Yayınları, Nisan 1978, s.61-62] Marksizmin teorik politik sınırlarını kuram-eylem birlikteliğini kitlecilik adına daraltan uvriyerizm ve marksizm içi ayrımları her geçen gün daraltmaya çalışan sol liberalizm şiddet karşıtlığında, anomali olarak gördüğü teröre karşı yolları aynı noktada kesişiyor. Vaktiyle Şiddet ve Kolaycılık(Yeniyol dergisi) diye yazı yazanlarla Birikim, Altüst dergisi yazarları arasında bu sorunun formülasyonu açısından aşılmaz duvarlar yoktur. Troçki’nin bireysel terörizmin iflası makalesine meseleyi yıkıp (Troçki’nin Terörizm ve Komünizm kitabını ise sümen altı edip) proleterya diktatörlüğünün yerine Komün yenilgisi öncesi sosyalist demokrasi kavramı ile çıkan eğilimlerin Marksizmin pratik politik ayağının nasıl kurulacağına dair ve beğenmedikleri sosyalizm deneyimlerinden kendileri bu aşamada nasıl ayrı tuttuklarını -varsa bir kaygıları- anlatmaları gerekir. Marksizmin Blanquizm, Anarşizm, Narodnizmle kendini teorik düzlemde ayrıştırmasının doğal bileşkesi olarak bu gibi devrimci akımlarla ortak araçları da kullanmamasını bir fikir olarak teorize eden anlayış sahipleri sap ile samanı karıştırmaktır. Marx “Bizce komünizm kurulacak bir ilişkiler hali, gerçekliğin kendisini uyarlamak zorunda kalacağı bir ideal değildir. Şeylerin şimdiki halini ortadan kaldıran gerçek harekete komünizm diyoruz” demişti. Bir idea olarak komünizm tartışması yapmıyor isek politik öznelerin sınıflı toplumdan gerçek hareketin inşası için katettiği yolda somut koşullar uyarınca savaş içinde kendi gereksenimleri doğrultusunda alet çantasına yeni edavatlar edinmesi kaçınılmazdır. İdeolojik-politik ve askeri olan sınıf savaşımdan kitlelerin hazırlıksızlığıyla ya da modernizm ideolojisinin prelüdü hümanist saiklerle askeri bileşkesini kaldırma istemi, terörü siyaset dışı görme eğilimi Ulus Baker’in ifadesi ile Terörü bir sahte siyaset biçimi olarak dışlamak, modern rejimlerin ikiyüzlülüğüdür. Bu sahte siyasetten çıkalım bu ikiyüzlülüğü bir yana bırakalım. “Marksizm”iniz sizin olsun.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

26. Stalin, ayrıca, çok adaylı seçimlerin bürokrasiyle mücadeledeki önemini de vurguluyordu: “Siz, seçim yarışının olmayacağını sanıyorsunuz. Oysa olacak ve ben, şahsen, çok canlı seçim kampanyaları bekliyorum. Ülkemizde kötü işleyen kurum sayısı az değil. Şu veya bu yerel yönetim organının, kent ve kır emekçilerinin çok çeşitli ve giderek artan ihtiyaçlarını karşılamada başarısız olduğu durumlar ortaya çıkıyor. İyi bir okul inşa ettiniz mi, etmediniz mi? Konut koşullarını iyileştirdiniz mi, iyileştirmediniz mi? Bir bürokrat mısınız? Emeğimizi daha etkin, hayatımızı daha kültürlü bir hâle getirdiniz mi? Milyonlarca seçmen, işte bu tür ölçütlerle, adayların uygunluğunu ölçecek, uygun bulmadığı adayları eleyecek, isimlerini aday listesinden silecek ve en iyiyi destekleyip seçecek. Evet, seçim kampanyaları canlı olacak; onlar, çok sayıdaki, en hassas, temelde pratik hayata dönük, halkın ilk elde önem verdiği sorunlar etrafında dönecek. Yeni seçim sistemimiz, tüm kurumları ve örgütleri güçlendirecek, onları çalışmalarını düzeltmeye ve ilerletmeye zorlayacak. SSCB’de genel, eşit, doğrudan ve gizli oylama sistemi, halkın elinde, kötü işleyen yönetim organlarına karşı bir kamçı işlevi görecek. Benim fikrimce, yeni Sovyet anayasamız dünyadaki en demokratik anayasa olacak.” (15) 27. Bu amaçla yola çıkan Stalin ve politbürodaki en yakın arkadaşları Vyacheslav Molotov ve Andrei Zhdanov, parti liderlik kurumundaki tüm tartışmalarda, gizli ve çok adaylı seçimleri açık bir biçimde savundular. (Zhukov, Inoy, 207-10; Stalin-Howard Interview) 28. Stalin, aynı zamanda, oy hakkından mahrum bırakılmış birçok Sovyet vatandaşının bu hakkının iade edilmesinde de ısrarcıydı. Bu hak mahrumları arasında, eski toprak beyleri gibi daha evvel sömürücü sınıflara mensup olanlar ile “Beyaz Muhafızlar” adıyla bilinen ve 1918-1921 iç savaşında bolşeviklere karşı savaşanların yanı sıra, belirli suçlardan hüküm giyenler de vardı (bugün ABD’de olduğu gibi). Lishentsy (“mahrumlar”) içinde, önem ve muhtemelen sayı açısından da, iki grup öne çıkıyordu: birkaç yıl evvelki kolektivizasyon hareketi sırasında ana hedef olan “kulaklar” ve 1932 “üç başak kanunu”nu[8] ihlal edenler –zaman zaman, sadece açlıktan ölmemek için, genellikle hububat olmak üzere, devlet malını çalanlar. (Zhukov, Inoy, 187) 29. Bu seçim reformları, eğer Stalin liderliği Sovyetler Birliği’nin yönetim tarzında bir değişikliğe gitme niyetinde değildiyse, gereksizdi. Liderlik, komünist partisini, Sovyetler Birliği’ni doğrudan yönetme işinin dışına taşımak istiyordu. 30. Rus Devrimi sırasında ve onu izleyen kritik yıllarda, SSCB, yasal olarak, yerelden ulusala doğru giden, seçilmiş bir Sovyetler hiyerarşisi tarafından yönetiliyordu. Yüksek Sovyet, ulusal yasama organı; Halk Komiserleri Konseyi, yürütme organı ve bu konseyin başkanı da devletin başıydı. Fakat gerçekte, bu görevlilerin seçilmesi, her düzeyde ve her zaman Bolşevik Partisi’nin tasarrufundaydı. Seçimler yapılıyordu, ama doğrudan parti liderlerinin aday göstermesiyle. “Kooptasyon” denen uygulama da yaygındı. Seçimler tamamen partinin kontrolü altındaydı; zira parti liderleri onay vermeksizin hiç kimse bir göreve aday olamazdı. 31. Bu işleyiş, bolşeviklere göre makul bir şeydi. Bu, proletarya diktatörlüğünün, devrim sırası ve sonrasında SSCB’nin içinde bulunduğu özel tarihsel koşullarda aldığı biçimdi. Yeni Ekonomik Politika ya da NEP[9] döneminde, eski ve halihazırdaki sömürücülerin çaba ve yeteneklerine ihtiyaç duyuldu. Lakin bu unsurların, sadece işçi sınıfı diktatörlüğüne –sosyalizme- hizmet

ideolojinin ismidir. Sosyalizmin terörle ilişkisi yoktur demekle, yoksul bir köylü hareketinin terörle ilişkisi yok demek aynı şeyler değildir! İşin bu kısmı bir yana Margulies tartışmayı nasıl yürüteceğini de bilmemektedir. Epistemoloji-ontoloji ayrımı yapmadığından olsa gerek politikayı bilimin yasalılık alanına indirgemesinden kaynaklı; epistemolojik düzlemde yapmaya kalkıştığı sosyalizmin terörle hiçbir ilişkisi yoktur olamaz ifadesinden hemen sonra mevzuyu böyle ele almayan uçkun sosyalistlere dem vurmaktadır. Şimdilik bir düşünce ile onu edinen özneler arasındaki edinimin dolayımsız olamayacağını söylemekle yetinelim. Kaldı ki Sosyalizm de epistemolojik düzlemde (Kastedilen Marksist Sosyalizm) İnsellerin, Margulies’lerin ve ortalıktaki bir dizi bilmezin yazdığı üzre Terörizme ve Şiddete teorik olarak mesafeli değildir. Marx’ın kuşkusuz eleştiri silahı silahların eleştirisinin yerini tutamaz ifadesi bir yana, Arendt üzerinden Mao’yu eleştirmeye kalkan politik “akıl”lar Lenin’in 1901 yılında kaleme aldığı Nereden Başlamalı makalesine göz atmalıdır. Lenin orada şöyle der: “Biz, ilke olarak, terörü asla reddetmedik ve reddedemeyiz. Terör, savaşın belli bir anında, birliklerin belirli bir durumunda ve belirli koşullarda uygun ve hatta esas olabilecek askeri eylem biçimlerinden birisidir. Ama önemli olan nokta, bugün terör, savaş alanındaki ordu için bir harekat olarak değil, tüm mücadele sistemiyle bütünleşmiş ve onunla sıkı sıkıya bağlı bir harekat olarak değil, hiç bir orduyla bağlantısı olmayan ara sıra yapılan bir saldırının bağımsız bir biçimi olarak önerilmektedir.” [Lenin, Nereden Başlamalı, İlkeriş Yayınları] Bırakalım “şiddeti” Türkiyede “Sosyalist Sol”un (devrimci ve reformist kanatları ile birlikte) üzerine deli gömleği giydirilmişçisine kaçtığı bir kavram olarak “terörü” anmaktadır Lenin. Margulies ve içinde yer aldığı siyasal hareket tarafından şayet tutarlı bir eleştiri yapılmak isteniyorsa izlenecek hat sadece Mao ve Stalin’i bu konudaki yaklaşımları da bahane gösterilerek marksizm alanının dışına itmek değil bu eleştiri içine savunduğunu iddia ettikleri Lenin’i ve Troçkiyi de dahil etmektir. Şiddet ve terörizmden azade, hümanist söylemle yoğrulmuş gerçek “Marksizm” arayıcılarının elinde Troçki (bkn.Terörizm ve Komünizm kitabı) de Lenin’de (Nereden Başlamalı,1901) patlar. Bırakalım devrimcilik pratiğinde sınıfta kalmış bol sınıfçı ana akım “komünist” partilerinin yaptığı goşizm, fokoculuk (bkn. Regis Debray, Devrim İçinde Devrim) tartışmalarını bir yana ya da bizde de bir dönem (yenilgi dönemi sonrası) bol biçimde seyreden halkçı popülizm- sınıfçılık tartışmasında hak yoluna eren sınıfçıların, işçi sınıfının öncü örgütlerinin, geçmiş halkçı popülist deneyimlerini eleştirirken ürettiği silahlı reformizm kavramını! Bir hareket hem silahlı hem reformist nasıl oluyor derseniz cevap hazırdır: Siyasal iktidarı hedeflemeyen bir hareket silahlı da olsa külahlı da olsa reformizmle maluldur. Hareketin siyasi iktidarı hedeflemediği ise öncü politikayı savunmasına bağlı olarak savlanır. Kitlelerle siyaset yapmayan kitlelerle buluşmak gibi bir derdi olmayan hareketler cüret edemedikleri sebatkar çalışmanın boşluğunu doldurmak için konspiratif eylemlere meylederler. Lenin’in terörü reddetmediği bir kitle politikasının uzanımı olarak ele alınması görüşü bizdeki ekseri marksist ve sol liberaller tarafından kitle politikasının önünde bir engel olarak anılmaktadır. Narodnikleri anmaktansa Narodnik gelenekten kopan Plehanov tercih konusudur. Lenin’in neden yer yer Narodnizmle birçok meseleye bambaşka baksa da itham edildiği ise düşünülmez dahi. Çünkü Lenin’i buradan eleştiren -Lenin’in de bu benzetmeden hiç de rahatsızlık duymadığı- döneminin akil Marksistlerinin günümüzde yer alan türevleri,türdeşleri bolca bulunmaktadır. Kızıl terörü eleştirmenin kaçınılmaz olarak beyaz terörü istemeye denk düşeceğini bu topraklardan bir Marksist Hikmet Kıvılcımlı yıllar önce Devrim Nedir isimli çalışmasında söylemiştir. Sözü Kıvılcımlıya bırakalım: “Terör zılgıt bir silahtır. O silahı kullanmak önceden iyidir veya kötüdür diye ezbere hükümlere bağlanamaz. Her silah gibi, terör de mutlak ve soyut kanaatlere göre işlemez; somut duruma göre değer ve ölçü kazanır.“ Aynı çalışmasında doktor iktidar öncesinde yapılan terörün Partizan Savaşı ola rak nitelendiğini bir kez daha duymayanlar için tekrarlamaktadır ve burada dikkat edilmesi gereken ince hususlar vardır. Sebebi, neticesi, biçimi ve başarısı. Bu gibi ana etmenler uyarınca gerçekleşen bir eylemlilikten bahsediliyor. “ Terörü kaçınılmaz bir prensip olarak red ve inkar etmemek, onu gelişigüzel uygulamak anlamına gelmez. Her tedbir gibi terörün de bir takım şartları ve yöntemleri vardır.”[Kıvılcımlı, Hikmet Devrim Nedir] Doktor sözlerine şöyle devam eder: “Kalleş sosyalistler, terörü sırf kanlı olmasından ötürü anarşistçe bir metod diyerek red ve inkar ederler.Devrimci sosyalistler, tarihin bütün gerçek sosyal devrimcileri gibi: “Prensip olarak terörden yüz çevirmedik ve yüz çeviremeyiz(Lenin) derler.” Gerek klasikler (Marx, Engels, Lenin, Mao, Troçki vd.) içinden gerekse de dünya devrimci hareketinin en temel aktörlerin programlarından bir dizi benzer alıntılar yapmak mümkün. Naxalitler, Raf, Halkın Fedaileri, Aydınlık Yol, Tupamaroslar, Farc, Fhkc gibi hareketler bilişsel düzeyde de bu konuya dair açıklıklarıyla savaş yürütüyorlar. İlk elden Çaru Mazumdar (Charu Majumdar), George Habaş’ın yazıları, Halkın

SAYFA 05

YENİ BİR ANAYASA 20. 1936 Aralığında toplanan Sovyetler Olağanüstü 8. Kongresi, yeni bir Sovyet Anayasası taslağını kabul etti. Anayasa taslağında, gizli oyla ve çok adaylı seçimler öngörülüyordu. 21. Adaylar sadece Bolşevik Partisi’nin [o zamanlar Tüm Birlik Komünist Partisi (Bolşevik) deniyordu][5] onayıyla değil, ikamet edilen yer, aidiyet ilişkileri (dini topluluklar gibi) ya da işyeri örgütlenmeleri temelinde diğer yurttaş gruplarının da onayıyla belirlenecekti. Bu son koşul hiçbir zaman yürürlüğe girmedi. Çok adaylı seçimler hiç yapılmadı. 22. Anayasanın demokratik unsurları, metne Joseph Stalin’in açık ısrarıyla girmişti. Stalin, Bolşevik Partisi politbürosundaki en yakın destekçileriyle birlikte, bu koşulları korumak için inatçı bir mücadele sergiledi. (Getty, “State”) Kendisi ve yakın arkadaşları, ancak parti merkez komitesinin tam bir muhalefetiyle ve Japon ve Alman faşizmiyle işbirliği içinde Sovyet yönetimini devirmeye yönelik ciddi komploların keşfedilmesinin yarattığı panik ortamının her yanı sarması durumuyla karşı karşıya kaldıklarında boyun eğdiler. 23. 1935 Ocağında, politbüro, yeni bir anayasanın içeriğinin ana hatlarını belirleme görevinin Avel Yenukidze’ye[6] verilmesini karar altına aldı ve o da, birkaç ay sonra, açık, tek adaylı seçim teklifiyle çıkageldi. Bu görevlendirmenin neredeyse hemen ardından, 25 Ocak 1935’te, Stalin, gizli seçimlerde ısrar ederek, Yenukidze’nin daha sonra getireceği tekliften farklı düşündüğünü ortaya koydu. (Zhukov, Inoy, 116-21) 24. Stalin bu düşünce farklılığını, Mart 1936’da, Amerikalı gazeteci Roy Howard’ın kendisiyle yaptığı mülakatta, çarpıcı bir biçimde açığa vurdu. Stalin, Sovyet anayasasının, tüm seçimlerin gizli oylama biçiminde gerçekleştirilmesini garanti altına alacağını ilan ediyordu. Seçimler, bir köylünün oyu bir işçininkiyle aynı değerde sayılacak biçimde eşit bir temelde,[7] statüye (çarlık dönemindeki gibi) veya istihdam yerine bakılmaktansa Batı’daki gibi yerel düzeyde ve doğrudan yapılacaktı. Tüm Sovyetler, temsilciler aracılığıyla dolaylı değil, yurttaşların kendileri tarafından doğrudan seçilecekti. “Stalin: Yeni anayasamızı muhtemelen bu yılın sonunda kabul edeceğiz. Anayasa metnini yazmakla görevlendirilen komisyon, çalışmalarını sürdürmektedir ve çok geçmeden görevini tamamlayacaktır. Zaten ilan edildiği üzere, yeni anayasaya göre, oy verme işlemi genel, eşit ve gizli bir biçimde gerçekleştirilecektir.” (Stalin-Howard Mülakatı, 13) 25. En önemlisi, Stalin, tüm seçimlerin çok adaylı biçimde yapılacağını duyuruyordu: “Seçimlere sadece tek bir partinin girecek olması kafanızı karıştırıyor. Bu koşullar altında rekabetçi seçimlerin nasıl yapılabileceğini aklınız almıyor. Şurası son derece açık ki, sadece parti tarafından değil, aynı zamanda her çeşit kamusal, parti dışı organizasyon tarafından da adaylar gösterilecek. Ve biz, bu türden yüzlerce yapıya sahibiz. Bizim karşılıklı mücadele eden partilerimiz yok; artık bizde kapitalist sömürü altındaki bir işçi sınıfına karşı mücadele eden bir kapitalist sınıf yok. Bizim toplumumuz, sadece özgür kent ve kır emekçilerinden oluşuyor –işçiler, köylüler, aydınlar. Bu kesimlerin her birinin kendine özgü çıkarları vardır ve bunları mevcut sayısız kamusal örgütlenme aracılığıyla ifade ederler.” Muhtelif yurttaş organizasyonları, komünist partisi nin adaylarının karşısına kendi adaylarını koyabile ceklerdi. Stalin, Howard’a, yurttaşların, oy verdikleri aday dışındaki tüm adayların isimlerinin üzerini çizeceklerini söylüyordu.

çerçevesinde kullanılması gerekiyordu. Onların, kapitalist ilişkileri belirli sınırların ötesinde yeniden üretmelerine ve siyasal gücü tekrar ele geçirmelerine izin verilmedi. 32. 1920’lerde ve 1930’ların başlarında, Bolşevik Partisi, etkin bir işçi sınıfı arasından üye kaydetme atağı sürdürdü. 1920’lerin sonlarında, parti üyelerinin çoğu işçiydi; işçiler parti içinde yüksek bir yüzdeyi oluşturuyorlardı. Bu kitlesel üye kaydı ve yoğun siyasi eğitim çalışmaları, birinci beş yıllık kalkınma planının yarattığı büyük sıçrama, endüstrileşme taarruzu ve şahsa ait çiftliklerin büyük çapta kolektif çiftlikler (kolhoz) ya da Sovyet çiftlikleri (sovkhoz) biçiminde kolektivizasyona zorlanmasıyla aynı zamanda gerçekleştirildi. Bolşevik liderliği, hem partisini “proleterleştirme” çabasında samimi, hem de sonuç alma konusunda başarılıydı. (Rigby, 167-8, 184, 199) 33. Stalin ve politbürodaki destekçileri, Sovyetler Birliği’nin demokratikleştirilmesini isterken birtakım gerekçeler gösteriyorlardı. Bu gerekçeler, Stalin liderliğinin yeni bir sosyalist devletin mümkün olduğuna inandığını göstermektedir. 34. Köylülerin çoğu kolektif çiftliklerde toplanmıştı. Şahsa ait çiftliklerin her ay biraz daha azalması karşısında, Stalin liderliğinde, objektif olarak, köylülüğün artık ayrı bir sosyoekonomik sınıf oluşturmadığı inancı oluştu. Köylüler işçilerden daha farklı bir görüntü arz etmekten ziyade, onlara daha fazla benzer hâle gelmişti. 35. Stalin, Sovyet endüstrisinin hızla büyümesiyle ve özellikle de işçi sınıfının Bolşevik Partisi aracılığıyla politik iktidarını perçinlemesiyle, “proletarya” kavramının artık eski anlamını yitirdiğini savunuyordu. O, “proletarya” kavramının, kapitalist sömürü altındaki ya da Sovyetler Birliği’nin ilk on iki yılında, bilhassa NEP döneminde olduğu gibi, kapitalist tarzda üretim ilişkileri çerçevesinde çalışan işçi sınıfını ifade ettiğini söylüyordu. Şimdi kapitalistlerin kâr amacıyla işçileri doğrudan sömürmesi durumu ortadan kaldırıldığına göre, işçi sınıfına da artık “proletarya” denemezdi. 36. Bu yaklaşıma göre, artık emek sömürüsü yapanlar yoktu. İşçiler şimdi ülkeyi Bolşevik Partisi aracılığıyla kendileri yönetiyorlardı; artık klasik “proletarya” söz konusu değildi. Bu yüzden, “proletarya diktatörlüğü”, mevcut durumda, uygun ve yeterli bir konsept olmaktan çıkmıştı. Bu yeni koşullar, yeni bir devlet tarzını gerekli kılıyordu. (Zhukov, Inoy, 231, 292; Stalin, “Taslak”, 800-1)

MARKSİZM VE ŞİDDET - TERÖR SORUNU - 1


HALKIN KURTULUŞU

SAYFA 06

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Sayfa 06

Wall Street İşgalcileri

Protestolar Amerika’nın değişik kentlerine sıçrayarak yayılırken, Wall Street İşgalcileri bir dergi çıkarttı. Derginin adı: Occupied Wall Street (İşgal Altındaki Wall Street). Dergi özellikle New York City’de elden ele dolaşıyor. Arun Gupta‘nın dergide yayınlanan yazısı.Şu anda Wall Street’te olanlar gerçekten önemli Mülksüzler, 10 gün boyunca küresel kapitalizmin kutsal katedralinde bölgeyi finansal derebeyleri ve onların polis ordusundan kurtardı. Onlar; 1930’larda işçilerin gerçekleştirdiği oturma grevlerinden 1960’ların büfe oturma eylemlerine ve bugün Arap dünyasını ve Avrupa’yı saran demokratik ayaklanmalara uzanan farklı barışçı işgal eylemleri gelenekleri dahilinde, tarihi değiştirmeye Wall Street’i işgal eylemi büyürken, Tahrir Meydanı’ndaki Mısırlı’ları alkışlayan, “Hepimiz Wisconsinli’yiz” diyen, Yunanlar ve İspanyollar ile dayanışan herkesten tam desteğe ihtiyaç duyuyor. Bu; işi, evi, sağlık güvencesi olmayan ve geleceksiz olduğunu düşünen herkes için bir harekettir. Sistemimimiz her düzeyde parçalanıyor. Bugün 25 milyonu aşkın Amerikalı işsizdir. 50 milyondan fazlasının sağlık sigortası yok. Gerçekçi bir tahminle, muhtemelen 100 milyon Amerikalı yoksulluk batağına gömülü bir halde yaşıyor.Oysa politikacılar hepimize kemer sıkma politikalarını dayatmak için yarışırken, kodamanlar vergi kaçırmaya, milyar dolarları kaldırmaya devam ediyor. Wall Street’i işgal eden insanların sayısı-ister 5 bin, ister 10 ya da 50 bin olsun- belli bir noktada iktidarı tavizler vermeye zorlayacaktır. Hiç kimse bunu ne kadar insanın başaracağını ya da durumun tam olarak nasıl değişebileceğini söyleyemez; fakat yozlaşmış politik süreci aşmak ve hedge fonlarının kazançlarına değil, insan ihtiyaçlarına dayalı bir toplum kurmak için gerçek bir potansiyelvar. Sonuç olarak bir sene önce Tunus ve Mısır halklarının kendi diktatörlerini devireceklerini kim hayal ederdi ki? İşgal’in ana merkezi olan Özgürlük Parkı’nda 500’ü aşkın kişi, tepedeki 400 en zengin Amerikalı’nın toplumun en alt kesimindeki 180 milyon Amerikalı’dan daha fazla servet yığmasına izin veren iflas etmiş bir sistemde ne yapacaklarını tartışmak, görüşmek ve örgütlenmek amacıyla toplanıyor. Evrenin sahipleri olan ve gerek siyasal partilerin gerek medyanın kulluk/kölellik ettiği bu adamların sahasında filizlenen bu kendi kendini örgütleyici demokrasi festivali çarpıcıdır. Protestocuları korkutmak ve kuşatmak için yüzlerce polis memuru kullanan New York Polis Departmanı bir anda herkesi tutuklayabilir ve Özgürlük Plazası’nı dakikalar içinde temizleyebilirdi. Ama yapmadılar ve aslında bu da çarpıcı bir şey. Bunun nedeni, kamusal bir alanda gerçek demokrasi -sadece siyasal değil, aynı zamanda ekonomik bir demokrasi- talep eden barışçı bir kalabalığa saldırmanın, Arap baharıyla yıkılmadan önce adalet talep eden halklarına gaddarca zulüm yapan gevrek diktatörlerin dünyasını hatırlatacağı gerçeğidir.Ve devlet şiddeti geri tepti. Cumartesi günü öğleden sonra Özgürlük Parkı’nda başlayan yürüyüşe yapılan polis saldırısını takiben, kalabalık daha da büyüdü ve medya ilgisi arttı. Wall Street’in işgali egemen güçlerin &ekonomik ve politik güçler, medya ve güvenlik güçleri- iflasını da açığa vurmayı başardı. Bu güçlerin insanlığa sunacak olumlu bir şeyleri yok ve Küresel Güney’i hiç düşünmediler; fakat kar arayışları bin bir kemer sıkma tedbiriyle sefaletin giderek derinleşmesi anlamına geliyor. Sundukları çözümler bile zalim şakalar. Bizlere ”Buffet Kuralı”nın, bir kutu havyarı gözden çıkarmak için bir çatı katı takımı talep etme yoluyla ıstırabı yayacağını anlatıyorlar ve önerilen vergi artışları tam da bununla eş anlamlı. Bu esnadaysa bizler, sermayenin zalim iştahını tatmin etmek için sağlığı, gıdayı, eğitimi, konutları, işlerimizi ve belki de hayatlarımızı feda edeceğiz. O nedenle giderek daha fazla insan Wall Street’i işgal eylemine katılıyor. Bu insanlar size haczedilmiş evlerini, işsiz ya da gelip geçici işlerin ezici çarkında öğütülerek geçen ayları, büyük miktarlara ulaşmış öğrenci borçlarını ya da doğru dürüst bir sağlık hizmeti olmaksızın yaşamaya çalıştıklarını anlatabilir. Bu, gelecek beklentileri kalmamış

ARUN GUPTAA

bütün bir Amerikalı’lar kuşağıdır; ama onlara yalnızca “Yıldızlarla Dans etmek”i ve biber gazını öneren bir sisteme inanmaları söyleniyor .Yine de ‘narsist’, ‘duyarsız’ ve ‘ümitsiz’ olarak alay edilen bir kuşakla ilgili her bir tasvire karşı bu insanlar, hepimiz için daha iyi bir gelecek talebinde bulunuyor. Elbette Tahrir Meydanı ve Wisconsin ile bir alakası yok. Fakat isyanlarla altüst edilen Arap dünyası gibi, Amerikan iktidar sistemini de sallayacak bir isyan çekirdeği var. Bu nedenle katılıma ihtiyacımız var. Sadece Facebook üzerinde beğenerek, Change.org‘da bir dilekçe imzalayarak ya protesto fotoğraflarını yeniden tivitleyerek değil, bizzat sokağa inerek işgale ortak olmak gerekiyor. Amerikalı’lar sokaklarda ölürken, finansal krizden ve kurtarma operasyonlarından yağmalanmış paralarla bin dolarlık şampanya şişeleri patlatan ve Bentley’lerinde direksiyon sallayan kodamanları protesto edecek binlere değil, onbinlere ihtiyaçvar. Doğruyu söylemek gerekirse, Özgürlük Plazası’ndaki manzara karman çorman ve karmaşık görünüyor. Fakat bu aynı zamanda bir olanaklar laboratuvarı ve de demokrasinin güzelliği. Politik hayatın her dört senede bir manivela çevirdiği, sosyal yaşamın tüketici ve ekonomik hayatın tutuk olduğu tek tip kültüre karşıt biçimde, Wall Street işgali, bir fikir, ifade ve sanat çoğulluğu yaratıyor. Fakat birçok kişi işgali desteklese de, eyleme tam olarak katılmakta tereddüt ediyor ve onu eleştirmeye hemen hazırlar. Şu açık bir şey ki, güçlü bir hareket inşa etmekteki en büyük engellerimiz polis ya da sermaye değil, kendi sinikliğimiz ve ümitsizliğimizdir. Muhtemelen onların görüşleri, protestocuları “pamdomim bir ilericilik” yapma ve “yanlış bir amaçla Wall Street’ten intikam alma” arzuları nedeniyle alaya alan New York Times makalesinin etkisi altında. Protestoculara yönelik eleştirilerin birçoğu, özetle “açık bir mesaj yokluğu” vurgusunda toplanıyor. Peki ama bunda yanlış olan ne? Bütün yönleriyle şekillenmiş bir hareket yerden fışkırmayacak. Onun yaratılması gerekiyor. Tam olarak ne yapılması gerektiğini kim söyleyebilir ki? Bir diktatörü devirmekten söz etmiyoruz; fakat bazıları sermayenin diktatörlüğünü yıkmak istediğimizi söylyor. Orada karmaşık bir fikirler çokluğu var: Kurumsal bireyliğe son vermek; hisse senedi alımları ve döviz ticareti üzerine bir “Tobin vergisi”koymak; bankaları ulusallaştırmak; tıbbı toplumsallaştırmak; kamu işlerini bütünüyle fonlamak ve gerçek bir Keynezyen teşvik; emeğin örgütlenmesi üzerindeki sınırlamaların kaldırılması; haczedilmiş evlerin sosyal konutlara dönüştürülmesi için mahalli idarelere izin vermek; yeşil bir altyapı inşa etmek. Peki ama bunların herhangi biri üzerinde kapsamlı uzlaşmaya varabilir miyiz? Eğer protestocular önceden belirlenmiş bir talepler dizisiyle alana gelseler, sadece sınırlı potansiyelleri olurdu.Bu durumda ya &toplumsallaştırılmış tıp veya bankaları ulusallaştırmak gibi- boş vaatlerden dolayı reddedilirlerdi &ya da eğer Buffet Kuralı gibi zayıf talepler için gayret etseler, bütün çabaları iflastaki bir sistem tarafından derhal özümsenir ve böylece hareketi baltalardı. Bu nedenle hareketin inşası ortak bir mücadele, tartışma ve radikal demokrasi ile beraber gitmek zorundadır. Bu tam da meşruluğu olan gerçek çözümleri yaratacağımız yöntemdir. Ve Wall Street’te aşağıda ortaya çıkan şey budur. Şimdi yapılabilen bitmez tükenmez itirazlar var. Fakat eğer imkanlar üzerinde yoğunlaşır, ümitsizliğimizi, tereddütlerimizi, sinikliğimizi üzerimizden atar ve Wall Street’e eleştirel düşünce, fikirler ve dayanışma ile varırsak, dünyayı değiştirebiliriz. Hayatınızda kaç defa tarihin gelişmesini izleme, daha iyi bir toplumun kurulmasına etkin biçimde katılma, sahici demokrasinin bir hayal değil gerçek olduğu bir yerde binlerce insanla bir araya gelme fırsatı elinize geçer ki? Çok uzunca bir süredir zihinlerimiz korku, bölünmüşlük ve güçsüzlükle zincire vurulmuş durumda. Seçkinlerin en çok korktuğu tek şey büyük uyanıştır. O gün buradadır. Birlikte onu zaptedebiliriz.

İŞÇİ SINIFI VE SENDİKALAR

Sayfa 15

ORTADOĞU GÜÇ İLİŞKİLERİNDE KÜRTLERİN YÜKSELİŞİ

S

endikalar bugüne sadece sermayenin ve AKP iktidarının emek düşmanı politikalarıyla gelmedi. İşçilerin içinden çıkıp onların sağladıkları olanaklarla zaman içinde ayrı bir sınıfa devşirilip patronlaşan sendikacıların kitleyi sürecin dışına iten tutumu belirleyici rol oynadı. Yani tek başına “başkanları” değiştirmenin yararı yok. Profesyonel sendikacılığa son vermek gerektiği artık yadsınamayacak bir gerçek. Sivil Havacılık işçilerinin oluşturduğu Gökkuşağı Hareketi’nin önerdiği alternatif model, kendi iş kolları ve muhalefet yürüttükleri Hava-İş sendikasına özgü görünse de, bütün iş kolları ve sendikalar için geçerli öğeler içeriyor. Mevcut sistemde sendika yönetim kurulu 6 profesyonel, 3 amatör olmak üzere 9 kişiden oluşuyor. Yani aslında “amatör” yöneticilik mümkün. Bu üyeler işlerinden istifa etmeden yöneticilik yapabiliyor! Bir pilot hem uçuşlarını yapıyor, hem de yönetim kurulu toplantılarına katılıp, toplu sözleşme masasında arkadaşlarını temsil edebiliyor. Hostes de öyle, teknisyen de. Ama bu işçiler mevcut sistemde “fasulyeden yönetici” işlemi görüyor. Çünkü 6 profesyonel yönetici kendi aralarında oluşturdukları hiyerarşiyi o kadar kutsuyorlar ki, bir dönem “eğitim sekreteri” olan kişi daha sonra “mali sekreter” olunca “terfisiyle” övünüyor! Kuşkusuz “Başkan” bu sistemin tek adamı olarak piramidin tepesinde yerini alıyor. Piramit, aşağı doğru genişlerken ikinci basamakta 9 kişilik yönetim kurulu var. Üçüncü basamakta ise yönetim kurulunun atadığı temsilciler yer alıyor. Bu sistemde, işçilerin kendi temsilcilerini seçimle belirleme gibi bir demokratik hakkı bulunmuyor! Yani atanmış “temsilciler kurulu” 12 Eylül “demokrasisinin” danışma meclisi gibi, “demokratik” bir kurul! Atamalarda seyrek de olsa bu tabloyu renklendirecek, doğal işçi önderleri, sınıf mücadelesine kendini adamış işçiler görülse de çoğunlukla yönetim kurulu üyelerinin, daha doğrusu sadece başkanın sözü geçerli oluyor. Öne çıkan ölçüler ise hemşerilikten, akrabalığa; hatta gönül ilişkilerine kadar uzanıyor. Yeni yasada sendika temsilciliği güvencesi artırılırken işçilerin temsilcilerini seçmesi gibi bir koşul da kuşkusuz yok! Sendika yönetiminde işçiler söz sahibi olmadıktan, temsilcilerini dahi kendileri seçemedikten sonra bu güvencenin neye yarayacağını varın siz düşünün. Böyle bir piramidin en altında ise doğal olarak sendikal mücadeleden uzak, pasifize olmuş işçi kitlesi var!. Bu hiyerarşik yapının alternatifi olarak önerilen sistem ise piramidi baş aşağı çevirmekten ibaret. Yani, ayakları baş yapmayı öneriyor havacılar:Ters Piramit’te Yönetim Kurulu Üyelerinin tamamı işlerinden istifa etmeden bu yetkiyi ellerinde bulunduruyor. Günlük işleri ve uzmanlık isteyen çalışmaları yapacak 3 kişilik profesyonel bir Yürütme Kurulu ve bu uzmanlara bağlı görev yapan teknik bir kadro, ters piramidin tabanını oluşturuyor. Bir üst basamakta 9 kişilik amatör yönetim kurulu var. Yönetim kurulu kendi arasında hiçbir hiyerarşi içermeyen yatay ve eş ilişkilerle örgütleniyor. Yani kimse kimseye “BAŞKAN” demiyor. Onların üzerinde işçilerin doğrudan demokrasiyle seçtikleri temsilciler yer alıyor. Böyle olunca temsilciler mevcut sistemdeki gibi sendikacıların değil, işçilerin gerçek temsilcileri olabiliyor. En üstte ise, alttaki bu demokratik yapının harekete geçirip sürece kattığı geniş işçi kitlesi var. Öncelikle Yönetim Kurulu, aylık genel toplantısını iş yerlerinde ve bütün işçilere açık olarak yapıyor. İşçilerin genel strateji ve sendikal politikanın belirlendiği bu toplantılarda söz hakkı var. Demokratik işleyişin bu en önemli mekanizmasına İŞÇİ MECLİSİ (temel karar organı) deniyor Sendikaların gücü kasalarının şişkinliği ya da genel başkanın diliyle değil tabanın sürece katılmasıyla ölçülür. Sendikanın başarısı da sürece kattığı, çatısı altında birleştirdiği işçi kitlesindedir…

Ortadoğu’nun güç ilişkileri yeniden planlanıyor. Bu sadece küresel kapitalist güçlerin kendi ihtiyaçlarına göre yaptıkları bir planlama değildir. Aynı zamanda bölgede gelişen ve özellikle iç politik dengeleri etkileyen sosyal hareketlerin önemli bir etkisi bulunuyor. Bu bakımdan Ortadoğu’nun bugünkü politik seyrini analiz etmek için çok yönlü araştırmaya ihtiyaç var. Bugün ortaya çıkan yeni politik koşullar içerisinde Kürtlerin artan gücü, geçmişten farklı olarak, bütün politik stratejilerin merkezine girmeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra, Ortadoğu’ya müdahale eden İngiltere ve Fransa, kendi politik çıkarları için, birçok yapay devlet oluştururlarken, Kürt coğrafyasını dört parçaya bölerek ‘uluslar arası sömürge’ modeli haline getirdiler. İran, Irak, Suriye ve Türkiye gibi devletler, Kürdistan toprakları üzerinde kuruldular. Financial Times yazarı David Gardner; “Suriye'ye, İran'a ve Türkiye'ye yayılmış Kürtler Osmanlı İmparatorluğu sonrası dönemin en büyük kaybedenleri oldu” biçimindeki değerlendirmesi, Kürtlerin sömürgeleştirilmesi politikası esasen dönemin işgalci emperyalist ülkelerin belirlediği bir stratejiydi. Bu strateji yüzyıl sürdü ve şimdi fiilen dağılmaya başladı. Birçok politik faktörün etkisiyle Ortadoğu’nun güç dengeleri yeniden şekilleniyor. Mevcut olanlar işlevsizleşmeye ve dağılmaya başlarken, yeni güç merkezleri ortaya çıkmış bulunuyor. Irak, bir denge ülkesi olmaktan çıktı ve Güney Kürdistan Özerk ama fiili bir devlete dönüştü. Suriye’nin İsrail’e karşı Arap dünyasının aktif gücü olarak oluşturduğu denge politikası fiilen sona erdi. Suriye’de ortaya çıkan politik istikrarsızlığa, Kürt güçleri doğrudan müdahale ederek Kürdistan bölgesini denetim altına aldılar. Suriye’de, büyük bir olasılıkla Kürdistan Federasyonu gibi bir özerk Kürdistan bölgesi gündeme gelecek. Gardner de keyfi sınırların değişmesinin kaçılmaz olduğunu belirtirken Kürtler bakımından ortaya çıkan durumu şöyle değerlendiriyor: “Avrupalı sömürgecilerin, Suriye ve Irak'ta ayrıcalıklı azınlıkları öne çıkarmak için çizdiği keyfi sınırlar değişecekse eğer, Türkiye net bir şekilde Kürtlerin bu tarihi fırsatı sonunda bir devlete sahip olmak için kullanacağına emin olacak.'' Kürtler, Ortadoğu’nun mevcut özünlüğü içerisinde ortaya çıkan politik durumu, bir tarihsel haklısızlığı düzeltmek için kullanmaları gayet doğal ve meşrudur. Yazar ortaya çıkan bu tablonun Türk devletinde çok ciddi bir korkuya ve kaygıya yol açtığını belirtiyor: "Ankara'nın Irak Bölgesel Kürt Yönetimi'yle ilişkilerini, kurnaz Barzani'nin büyük Kürdistan arzusu konusundaki algısı ve Türkiye'nin bundan duyduğu neredeyse patolojik derecedeki korku belirleyecek.” Yıllardır bölgede kendisini büyük bir devlet olarak lanse eden Türkiye, Suriye’de ortaya çıkan politik tablo karşısında psikolojik bir travma içerisine girmiş bulunuyor. Özellikle PYD’nin Güney Batı Kürdistan’da ciddi bir güç olarak yönetimi fiilen ele geçirmesi, devletin oluşturduğu bütün stratejiyi yerle bir etti. Gardner, Türkiye’nin korkusunu şu cümlelerle açıklıyor;”Şimdi Ankara’nın algısı şu: PKK’ya bağlı bir örgüt Suriye’nin kuzeyinde bir yer ediniyor ve bu Kürt bölgelerinin konfederasyonu ihtimalini akıllara getiriyor. Bu, Türk devletine, çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu ülkenin güneydoğusundan parçalar kopartabilecek bir Kürt devletinin kuruluş aşaması olarak görünüyor.” PKK’nin özellikle Türk devletiyle yürüttüğü mücadelede inisiyatifi ele geçirmesi, son birkaç aydır ‘alan hâkimiyeti’ askeri stratejisini uygulamaya koyması, kopuş ve çözülme sürecini hızlandırmaktadır. Yani Kürt sorunun çözümü, zorunlu ve kaçınılmaz olarak savaş ekseninde gelişiyor. Artık reel ve çok yönlü bir toplumsal kuvvettir. Bu bakımdan Ortadoğu ilişkileri içerisinde yükselen ‘yeni’ güç olarak mevcut politik dengeleri belirleyebilecek konuma gelmiş bulunuyorlar. Kürtlerin güç merkezi haline gelmesi, aynı zamanda PKK’nin Ortadoğu’da bölge halklarının değişim sürecine önderlik etmesini sağlayacak politik olanaklar yaratacaktır. Bölgesel ve küresel güçlerin doğrudan muhatap aldığı bir

politik hareket olarak Kürdistan gerçeğinin çok önemli bir halkası olacaktır. Türkiye, gelişmenin bu yönde olduğunu görüyor. Bu nedenle mevcut tabloyu kendi lehine çevirmek için çok yönlü politik adamlar atıyor. Ancak bu politik yönelimlerin ezici bir çoğunluğu başarısızlıkla sonuçlanıyor. Uluslar arası güçler kendi bölgesel çıkarlarını hesaba kattıkları için Türkiye’nin ne istediğiyle, ne söylediğiyle pek ilgilendikleri yok. Bu bakımdan Türkiye’nin özellikle Suriye’ye yönelik önerileri önemli oranda reddediliyor. Örneğin Türkiye, Suriye’de Güney Batı Kürdistan bölgesinde ilan edilen demokratik özerkliğe askeri müdahalede bulunabileceği imasında bulundu. Rusya ve Çin başta olmak üzere ABD, İngiltere ve Fransa buna karşı olduklarını açıkladılar. ‘Uçuşa yasak bölge’ oluşturulması önerisi de kabul görmedi. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, ‘Tampon bölge’ için Birleşmiş Genel Kuruluna sunduğu öneri de reddedildi. Mülteciler için Suriye sınırları içerisinde bir bölge oluşturulması öneri geldi,bu da uygun görülmedi. NATO’dan yardım istemeye yöneldi, daha ilk adımında ‘olmaz’ yanıtını aldı. Hayal kırıklığına uğrayan Erdoğan, bu kez Selefi/El Kaide güçlerine sarıldı. Özellikle Türkiye’den gönderilen El Kaide güçlerini Kürt bölgesinde kullanmaya yöneldi. Bu politikası da çok açık olarak ters tepti. ABD, İngiltere ve Fransa’nın, muhaliflere olan desteğini sınırladıkları gibi Türkiye’nin El Kaide’ye vermiş olduğu desteği kesmesi için CİA başkanı Ankara’ya gelerek Erdoğan’ın kulaklarını çekti. Ayrıca Kudüs Sünni Uleması da, Türkiye’nin El Kaide’yi desteklemesine ve askeri işgal istemine karşı çıkarak, AKP devletinin politikalarına önemli bir darbe vurmuş oldu. Türkiye’nin bütün korkusu Suriye’de PKK’nin ikiz kardeşi PYD’nin iktidar gücü olarak küresel güçler tarafından tanınmasıdır. Küresel güçler de, uzun vadeli politik çıkarları için Suriye’de ortaya çıkan politik tabloyu fiilen kabullenmiş bulunuyorlar. Suriye’de Özerk Kürdistan’ın kurulması, Kürtlerin Ortadoğu’da yeniden yükseliş sürecine girdiğinin çok açık bir kanıtı olacaktır. Bu sadece Kürdistan’ın iki parçasının birleşmesi değil, esasen Kuzey Kürdistan’ın özerkleşmesi sürecinin başlamasıdır. Türkiye, bölgesel değişimde kaçamaz, dahası hiçbir şansı yoktur. Çünkü hem iç dinamikler bunu zorlayacaktır, hem de küresel güçler, yeni Ortadoğu politikalarının başarısı için bunu dayatacaklardır. Bölgedeki toplumsal ve politik değişimleri göremeyen ve ona uygun yeni bir strateji benimsemeyen Türkiye’nin mevcut devlet yapısının parçalanması artık kaçınılmazdır. Gardner; "Esad sonrası dönemin muhtemel sonuçlarından biri, Türkler’e aniden, kaygı verici derecede açıkça gözüktü: Ankara, ülkenin güneydoğusunda yeniden ateşlenen, rahatsız edici çatışmayı çözmenin yakınından bile geçmiyorken, hemen güneyinde oluşan bir diğer Kürt varlığı” tespitini yapıyor. Suriye devletinin sınırları içerisinde Özerk Kürdistan’ın inşasına benzer, Kuzey Kürdistan’da özerk bir bölgenin oluşması da artık kaçınılmazdır. Ne Küresel güçler ne de bölgesel güçler bu gerçeği yok saymaları artık mümkün değildir. Bu bakımdan 21.yüzyılda, Ortadoğu’da tarihsel sınırlar yeniden belirlenirken, Kürtlerin stratejik konumu hızla artıyor. Devletsel bir yapıları olmamakla birlikte politik gücü artan Kürtlerin bölgesel özerk yapıları, birçok noktada ilişkileri belirleyecek güçtedirler. Hem enerji kaynaklarının üretimi, hem de enerji boru hatları bakımından Özerk Kürdistan Bölgeleri son derece stratejik bir öneme sahiptirler. Özerk bölgelerin oluşması aynı zamanda küresel güçlerin stratejileri açısından da önemlidir. Bu bakımdan Irak ve Suriye’de ortaya çıkan mevcut durum, Türk devleti içerisinde yani Kuzey Kürdistan için de kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir. Ortadoğu merkezli politikaların uygulanmasında Kürtlerin özerk bir statüye kavuşturulması talebi Türk devletinin masasına konulacaktır. Ortaya çıkan yeni politik dengeler içerisinde, 20.yüzyılın hasta adamı ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini, 21.yüzyılın hasta adam ‘Türkiye’si yer almaya başladı. Irak ve Suriye gibi

Türkiye’nin stratejik konumu değişiyor. Yeni güç ilişkilerinde gerileyen bir Türkiye gerçeğiyle karşı karşıyayız. Buna paralel olarak gelişen ve güç ilişkilerinde etkinlikleri artan kürt realitesi var. Kürtlerin ‘yok hükmünden’ sayılması artık mümkün olmadığı gibi Kürtler olmaksızın Ortadoğu’nun politik dengeleri yerine oturmaz ve istikrar sağlanamaz. Ortadoğu ile ilgilenen küresel güçler bu gerçeğin farkında oldukları için Kürtlerin bölgesel gelişmesini kendi politik çıkarları için kullanmaya çalışacaklardır. Kürtlerin de, hem bölgesel hem de uluslar arası alanda çok yönlü ilişkiler ve ittifaklar kurmanın zamanı geldi. Gelişen bir güç olmanın sorumluluğu geçmişten farklı olarak çok yönlü düşünmeyi ve politikalar üretmeyi zorunlu kılar. Bunu başarılı bir tarzda yaşama geçirmelerinin en önemli noktalarından biri, Kürdistan bölgelerini kapsayan ‘Kürdistan Ulusal Kongresi’nin toplanması ve ‘Kürt Ulusal Konseyi’nin kurulmasıdır. Kürt politik güçleri bunu gündemine almak zorundadırlar. Bu oluşum için mevcut politik koşullar son derece uygundur. Böylelikle üç devlet içerisinde kurulan üç ‘Özerk Kürdistan’ arasında ekonomik, politik ilişkiler gelişerek merkezileşme süreci başlayacaktır. İran’ın bu toplumsal değişime dâhil olması, mevcutlar kadar zorlu ve sorunlu olmayacaktır. Bütün bu gelişmeler içerisinde Kürt politik güçlerinin önünde iki yol bulunuyor. Birincisi Kürtler bütünlüklü olarak özgürleşip bölge halklarıyla daha stratejik ittifaklar kurarak bölgesel özgürlüğü mü sağlayacaklar, ikincisi ise küresel güçlerin yeni bir Irak’ı ve Türkiye’si mi olacaklardır.

sykes-picot yeniden çizilebilir İngiliz devlet kanalı BBC, Esad rejiminin devrilmesinin ardından kazançlı çıkacak grupların başında Suriye Kürtleri olacağını iddia etti. Diplomasi muhabiri Jonathan Marcus tarafından kaleme alınan “Suriye’nin Kürtleri krizden kazançlı çıkacak mı?” başlıklı haberde, ülkedeki krizde olası kazanan ve kaybedenler değerlendirildiğinde, Kürt azınlığın ‘kazananlar’ arasında olabileceği ileri sürüldü. BBCHaberde görüşlerine yer verilen Washington merkezli düşünce kuruluşu Woodrow Wilson uzmanlarından Aaron David Miller, Esad rejiminin devrilmesinden sonra ülkedeki Kürtlerin başlıca kazançlı çıkacak gruplar arasında olduğunu düşünüyor. Suriye’de rejimin sona yaklaştığını ve Esad ailesi liderliğinde tekrar merkezi bir otorite kurulma ihtimalinin çok düşük olduğunu savunan Miller, Suriye’deki krizin, “bölgede ülkesi olmayan en büyük etnik grup” olarak tanımladığı Kürtlere daha fazla imtiyaz elde edebilmeleri için bir fırsat verdiğini; bunun önündeki en büyük engelin ise Türkiye olduğunu düşünüyor. Miller, öte yandan, ABD ve uluslararası toplumun, Suriye’de Kürtlerin özerk bir yapı kurmasına onay vermeyeceğini savunuyor. Haberde görüşlerine yer verilen diğer bir uzman London Schools of Economics Ortadoğu Politikaları Profesörü Fawaz Gerges ise Suriyeli Kürtlerin, Irak’ta olduğu gibi otonom bir yapı oluşturmak için fırsatta istifade etmek isteyeceklerini düşünüyor. Esad güçlerinin Kürt bölgesinden çekilerek krizi daha da komplike hale getirdiğini ve Suriye’de ikinci bir Kürt otonom bölgesi oluşma ihtimalinin Türkiye’nin endişelerini arttırdığına dikkat çeken Gerges, “1918’de Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasının ardından imzalanan ve günümüz sınırlarını belirleyen Sykes-Pico sınırlarının yeniden çizilme ihtimali var.” iddiasında bulunuyor. İngiliz Profesör’e göre, ‘Büyük Kürdistan’dan bahsetmek için ise şimdilik erken. Sykes-Pico Anlaşması, 1916 yılında İngiltere ve Fransa arasında Osmanlı’yı parçalamak amacıyla gizli olarak yapılmıştı. Anlaşma, Osmanlı’nın himayesinde bulunan Doğu Akdeniz bölgesinin parçalanıp, günümüz Suriye, Lübnan, Irak ve daha sonra İsrail ulus-devletlerinin oluşmasını sağlamıştı. İsrail Tel Aviv bünyesinde faaliyet gösteren Moshe Dayan Merkezi Kürt Araştırmaları Programı Başkanı Prof. Ofra Bengio da Kürtlerin azınlık olarak bulunduğu ülkelerin zayıflaması sebebiyle Kürt konusunun yakın gelecekte daha önem arz edeceğini savunuyor. Kürtlerin ABD ve Batı’ya yönelerek sadakatlerini ispat ettiklerini ifade eden Bengio, “Batı, Kürtleri desteklemekten hoşlanacaktır.” ifdelerine yer veriyor. Amerikan Oklahoma Üniversitesi’nden Joshua Landis göre ise Esad, kontrol etmekte zorlandığı için Kuzeydoğu bölgesini Kürtlere bırakarak Halep ve Şam’a yoğunlaşmak istiyor. Hem böylelikle Sunni Arapları da zorda bırakmayı hedefliyor. Savaşı kaybetse de Esad’in ülkenin geleceğinde önemli bir aktör olmayı sürdüreceğini öne süren Landis, bu ülkenin kaderinin de Irak ve Lübnan’dan farklı olmayacağını belirtiyor.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 14

Sayfa 07

SELEFİLİK VE EL-KAİDELEŞEN AKP

AMERİKA’NIN DİRENİŞ BLOĞUNA KARŞI SAVAŞI; YENİ CEPHE LÜBNAN MI ?

Washingtonve müttefikleri İsrail ve Suudiler, Arap dünyasındaki karışıklıklardan yararlanıyorlar. Direniş Bloğunu dağıtmaya ve Arap dünyasında demokrasi için her türlü inisiyatifi zayıflatmaya çalışıyorlar. Jeopolitik satranç tahtası artık Tahran’ı hedefleyen ve Suriye, Lübnan, Irak ve Filistinlileri de içeren daha geniş bir cephe için hazırlanıyor. DIŞ VE İÇ BASKIYLA HİZBULLAHI SUSTURMAK

SURİYE’NİN İSTİKRARSIZLAŞTIRILMASI

Nasrallah; Bölgeyi İsraile Karşı Koruyacağız

Hizbullah Genel Sekreteri Seyid Hasan Nasrallah, 16 Şubat gecesi Beyrut’ta Hizbullah Güvenlik Sorumlusu İmad Mugniyad’ın suikastle öldürülmesinin dördüncü yılı nedeniyle yapılan “Hizbullah Şehitleri ile Seyid Abbas El Musevi’yi anma” töreninde video yoluyla bir konuşma yaptı. İran Press TV’den canlı olarak yayınlanan toplantıdaki konuşmasının ana başlıkları şöyleydi: “ABD, İsrail ve bazı Arap devletleri ile ek olarak El Kaide’, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı devirmeyi amaçlıyor.” “Suriye’deki sorunun çözümü noktasında Suriye Hükümetini’nin devrilmesi dışında hiçbir çözümü istemeyen bir Arap, ABD, İsrail ve Batılı ısrarı var.” “Tarihten biliyoruz ki; Suriye’deki her seçenek, İsrail, ABD ve Arap destekli muhalefetin yaratacağı durumdan daha iyidir. İsrail inanıyor ki; her yeni rejim Beşar Esad hükümetinden daha iyi olacak kendisi için.” “Suriye Hükümeti, düzenlemelere ihtiyacı olduğunu biliyor ve adımlarını büyük bir değişim için atıyor” (ABD) ” Suriye’de büyük bir yıkım amaçlarken Beşar Esad’ın yenilenme söylemleriyle alay ediyor.”“Batasıca bazı Arap devletleri, Şam karşısındaki düşmanca duruşlarını koruyorlar” diyen Nasrallah devam etti ” Suriye ile bir politik çözüm konusunda müzakere yapılmasını söylediğimizde, hiç zaman olmadığını söylediler. Arap devletleriyle bir müzakereyi kabul etmeyenler İsrail ile bir müzakereyi nasıl kabul ederler?”“Birliğimizi karamsarlıklarımız üzerine inşaa etmiyoruz, daima ümmetimizin çıkarlarını gözeterek hareket ediyoruz. Biliyoruz ki İsrail bölgedeki siyonist planın bir aracı ve ordusudur. Duruşumuzun anahattı da bu anlayıştan gücünü alıyor.”“Siyonist şekillendirme çabası bütün bölge için bir tehdit görüntüsüdür, Filistin’in işgali, Kudüs’ün Siyonistleşmesi , İşgal altındaki toprakların içinde ve dışında Filistin halkının haklarına saldırı sürüyor. Ve bunun için inanıyoruz ki bu korkunç görüntü, bölgenin tümünü, din, milliyet ve kültürel kimlik ayırt etmeksizin tehdit ediyor, ve bunun için bu alçaklığın önünü kesmeli alaşağı etmeliyiz onu.”İsrail’in tehdit ve ısrarlı yaklaşımına karşı Hizbullah’ın kendini Lübnan’ı korumaya adadığını, “direnişin güçlü , sebatlı ve bağımsız olduğunu, diğer yandan İsrail’in güç kaybettiğini ” vurguladı Lübnanlı lider.“İsrailliler şimdiki zamana iyi bakmalıdır, tarihlerinin en tehlikeli dönemini yaşıyorlar. Kabul etmeliler ki en zayıf anlarındalar.” Ayrıca Lübnan 14 Mart Birliği’ni Suriye’deki şiddeti kışkırtmakla itham eden Nasrallah, birliğin Suriye’ye silah göndererek açıkça suç işlediğini söyledi. Hizbullah Lideri , Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın İsrail ve ABD talepleri karşısında asla eğilmeyeceğini sözlerine ekledi.İsrail’in bölgedeki rolü konusuna dönen Nasrallah, “bugün bölgede ne olup bitiyorsa özellikle Mısır, Suriye, Filistin ve Lübnan’da ne yapılıyorsa İsrail’in duruşunu iyi gözlemek zorundayız” dedi.Lübnanlı lider, Hizbullah’ın Şam ile stratejik bağlarını vurguladı ve iyimser konuşarak Suriye’nin batılı medyanın kara propagandası ve ülkedeki dış kaynaklı kargaşaya rağmen Suriye’nin kayda değer değişimler için büyük adımlar atacağını sözlerine ekledi. Hizbullah Genel Sekreteri, “hareket direnişimizden vazgeçiremeyecek, İsrail’in bölgeyi şekillendirme çabalarının karşısında tüm bölgeyi koruyacaklarını” belirtti. Nasrallah, “And olsun ki, onun ruhu ve karakterini koruyacak, Seyid Abbas El Musevi’nin yolundan yürüyüşümüzü sürdüreceğiz” diyerek konuşmasını bitirdi.

T

ürkiye, Selefi düşüncesiyle 1960’lı yıllarda tanışmaya başlar. Özellikle Mısır ve Suudi Arabistan’da ilahiyat eğitimi alan öğrencilerin etkisiyle Türkiye’de Selefi hareketinin ilk örgütlenmesi, Malatya’da kurulan ‘Malatya Fikir Kulübü’ ile başlar. Özellikle 1980’lı yıllardır sonra politik hareketler olarak örgütlenen Selefiler, Afganistan ve Pakistan’a gönderilen gençlerin almış olduğu ideolojik, politik ve askeri eğitimle çok hızlı bir şekilde gelişirler. Afganistan’da savaşan İslamcı gençlerin El Kaide ile tanışması, Bin Ladin ile yakın ilişkiler kurmaları, Türkiye’de Selefi hareketine büyük bir ivme kazandırdı. Afganistan, Bosna-Hersek, Çeçenistan, Tacikistan ve Keşmir gibi bölgelere İslam adına savaşmak amacıyla giden kuşak, Selefi ve El Kaide hareketinin Türkiye’de toplumsal bir güç olmasının ilk somut adımları olarak değerlendirildi. Son 12 yıldır, Afganistan, Pakistan, Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelere giderek özellikle ideolojik-dini eğitim alan binlerce genç, Selefi politik hareketinin birer militanı olarak Türkiye’ye dönüyorlar. El Kaide’nin küresel İslam’ın savaşan sembol örgütlü gücü olarak yarattığı etki, Türkiye’de özellikle İslamcı genç kuşakların Selefi veya El Kaide hareketine ilgisi arttırmaya başladı. Bugün kimsenin pek dikkat etmediği durum şu: Selefi hareketi ve dolayısıyla El Kaide’nin Türkiye’de toplumsal bir güç haline gelmeye başladı. Bu gelişmenin sosyolojik ve politik zemini oldukça güçlüdür. Türkiye’de farklı sayıda El Kaide yanlısı grup bulunuyor. Hatta bir bakıma birbirinden haberdar ama kurumsal olarak farklı otonum gruplar olarak da tanımlamak mümkün. Türkiye El Kaidesi köken olarak selefiler iki grupturlar. Bunlar, Cihat yapma yöntemleri konusunda birbirinden ayrılmaktadırlar. Bir kısmı ‘silahlı’ mücadeleyi savunmakta, diğeri ise bugün İslamcılaşan sistemi destekleyerek büyümeyi hedefliyorlar. Ancak iki grubun da, stratejik yönelimleri aynıdır. Mücadele yöntemleri arasında fark olmakla birlikte, her iki tarafta esasen Suudi Arabistan tarafından desteklenmektedirler. Sisteme uyumlu olan kanat çok açık olarak desteklenirken, sistemleri kâfir görüp silahlı mücadeleyi savunanlar ise dolaylı olarak desteklenmektedirler. Selefilerin örgütlendiği bölgeler başta Kürt illeri olmak üzere İzmir, İstanbul, Konya, Ankara, Adana, Mersin, Antalya, Hatay Manisa, Bursa, Kocaeli ve Trabzon gibi illerde yoğunluklu olarak örgütleniyorlar. Peki, Türkiye’de Selefi grupları kimlerden oluşuyor? Bunlar gerçekten devleti karış mıdırlar? Yoksa devletin politik yedek güçleri olarak mı işlev görüyorlar? Bu sorulara yanıt vermek için somut örneklerden başlamaktan yarar var:1969 yılında Malatya’da doğan Feyzullah BİRIŞIK, Selefi olup Suudi İslam geleneğine çok yakındır. 1998 yılına kadar tekstil işleriyle uğraşır ve bu işi beceremez bırakmak zorunda kalır. Daha sonra o da modaya uyar ve Beyazıt/İSTANBUL-Beyazıt’ta Polen ve Karınca yayınevlerini kurar. Selefilerin yeni yetme yazarı IŞIK, 2010 yılında Mısır El-Ezher Üniversitesi Şeriat Fakültesine kayıt yaptırdı. Öğrenciliğe devam ediyor mu bilinmez ama İslami çevrelerce El Kaide ile yakın ilişki olduğu söylenir. Ayrıca politik olarak AKP’yi destekleyen BİRIŞIK’ın AKP içerisinde çok yakın dostları bulunuyor. Selefi grubunun İzmir kanadı, İLİM DER adı altında örgütleniyor. Derneğin resmi başkanı Ali ŞAHİN’dir. Ama grubun lideri Türkmen kökenli Abdullah YOLCU, 1958’de Kerkük’de doğmuş ve 1986 yılında İstanbul’a yerleşir. 1992 yılında İstanbul/Beyazıt’ta Gruba yayınevini kurar ve daha sonra İzmir’e yerleşir. Türkiye’ye gelmesini, Selefi hareketinin verdiği bir görev olduğunu toplantılarında sık sık dile getirir. Amacı toplumu İslamlaştırmaktır. Bunun için kurdukları İlim-Derneğinin amaçlarını ve şu faaliyetlerini şu cümlelerle açıklıyorlar: “Konferans, panel ve seminerler tertiplemek, araştırma, inceleme ve tahkik yazıları telif etme, ilmi eserleri Türkçeye tercüme etmek, davet çalışmalarını internet ortamına taşımak, çeşitli davet toplantı ve organizasyonlara dernek vasfıyla iştirak etmek, maddi imkanlar nispetinde, ihtiyaç sahiplerini tespit etmek ve yardımda bulunmak, doğru dini bilgilerin halka ulaştırılması için, cd, dvd ve broşür türü materyaller hazırlamak ve dağıtmak, başkalarıyla yardımlaşmak ve yoğun ilmi kurslar düzenlemek, genel davet çalışmalarında bulunmak, kadınların davetteki rollerini etkinleştirmek, öğrenci yurtları açarak, eğitim alanına katkı sağlamak.” YOLCU, Guraba Yayınevi evi dışında Ummul Kura yayınevi ve Hadis yayınevini de yönetiyor. Bu yayınevlerinde Cihat çağrısı yapan kitaplar yoğunluklu olarak yayınlanıyor. Ekonomik kaynağı Suudi Krallığıdır. İlginçtir, YOLCU’nun kitapları Arapçaya çevriliyor ve Haç dönemlerinde bedava hacılara dağıtılıyor. İzmir’e yerleşmesi de çok planlı ve bilinçli olup bir bakıma İzmir’e ele geçirme stratejisinin bir parçasıdır. Ayrıca AKP ile yakın ilişkileri bulunuyor. İLİM-DERNEĞİ de İzmir’de AKP’ye aktif olarak destekleyen kurumlardan biri olarak ön plana çıktı. YOLCU’nun özellikle Kürt kökenli El Kaide militanlarıyla da örgütsel bağladı bulunuyor. Suriye’deki savaşta ne gibi bir rolü var? Örneğin kendi grubunda Suriye’ye kaç kişi gönderdi? Peki, Abdullah YOLCU, T.C, vatandaşı mıdır? Eğer vatandaş olmuşsa ne zaman ve hangi hükümet tarafından Türk vatandaşlığına alındı?.. Selefi grubunun Antalya’daki lideri Mehmet BALCIOĞLU veya kod ismi Muhammed Ebu Said El YARBUZİ’dir. Selefilerin Türkiye sorumlusu iddiasıyla tutuklanan YARPUZİ. Haziran 2000’de Ankara 2 No’lu DGM’de ”Laik devlet düzenini yıkmak için silahlı örgüt kurmak, izinsiz patlayıcı ve bomba imal etmek” gerekçesiyle, 4 ile 15 yıl arasında hapis cezası alan 5 kişiden biri olan Mehmet Emin AKIN’ın evinde Suudi Krallığı tarafından gönderilen para makbuzları buludu. Şu dönem, Antalya’nın Akseki ilçesi, Yarbuzi beldesinde Kulliye yaptırdı. Medresesi var, küçük bir ilçede bine yakın öğrencisi olduğu biliniyor. Uzun bir dönem İsveç’te yaşayan YARMUZİ, Suudi Krallığıyla çok yakın ilişkileri bulunuyor. Suudi Selefe geleneğiyle olan ilişkisini de şu cümlelerle açıklar: “Suudi Arabistan yönetiminin resmî çizgisinde olduğunu itiraf etmekten çekinmediğim ‘selefi hareket’ bize bir hayli seviye kazandırmıştı…

Kısacası mazimizdeki selefi mezhebe mensup olduğumuz geçmişimiz bizim için hakka doğru bir sıçrama tahtası olmuştur. Allah’a şükürler ediyorum.” Öyle ki Suudi üniversitelerinde kendisine ayrılmış bir kontenjanı bulunuyor, kendi öğrencilerinden birçok genci Suudi Arabistan’da üniversite eğitimine gönderiyor. AKP ile yakın ilişkisi bulunuyor. Bir dönem İsveç’te yaşamış ve hala orada ikameti bulunan YARMUZİ, Fevzi Paşa Cad. Binâ Emîni Sok. 8/3 Fatih-İSTANBUL adresinde Kitap ve Sünneti İhya Yayınevlerini de yönetiyor. Adana El Kaide grubunun başında Molla Ömer bulunur. Almanya’da sınır dışı edilen Molla Ömer, Adana-İskenderun-Hatay hattını yoğun olarak geziyor. El Kaide militanlarının Suriye’ye gönderilmesini örgütleyenlerden biridir, ayrıca kendisinin de Suriye’de olduğu belirtiliyor. Mollar Ömer Adana’da AKP yöneticileri tarafından iyi tanınan ve hürmet edilen biridir. Son seçimlerde AKP’yi aktif olarak destekledi. İslamcı çevrelerde Ebu ENES olarak tanın biri var. Kürt kökenli olup, babasının 1980 öncesi Batman Beşiri Belediye Başkanlığı yaptığı söylenir. Almanya’da ikameti bulunan ENES sık sık Türkiye’ye giriş yapıyor. El Kaide faaliyetlerinde aktif görev aldığı belirtilen ENES şu sıralar Türkiye üzerinde Suriye geçtiği söyleniyor. Selefi olup El Kaideyle yakın ilişkisi bulunan diğer bir isim Ebu SAİD, Ankara’da kalıyor, Ancak yaygın bir örgütlenme ağına sahip, Bursa, Kocaeli, Balıkesir gibi illerde çalışmalar yürütüyor. Kendisi tarafından kurdurulan Cumhuriyet Mh. Eksen Sk. No:2/A Çubuk-Ankara adresinde bulunan Huzur Vadisi Derneği ve Paris Nasihat Derneğinde konferanslar verir. Ebu SAİD grubundan bulunan Ebu Emre gruptan ayrılarak kendi grubunu kurdu. Ancak ayrışmanın temel nedeni Suudi Krallığından gelen paralar üzerindeki anlaşmazlıktır, yani rant kavgasıdır. SAİD’in AKP yöneticileriyle çok yakın ilişkisi bulunuyor. AKP rejiminin desteklenmesi gerektiğine dair fetvalar veren SAİD, Suriye’de El Kaide savaşını destekliyor. Selefi grubunun Antep sorumlusu olan Ubeydullah ARSLAN, 1991-1994 yılları arasında Pakistan’da ‘İslamia College Peshawar’da din eğitim dersleri aldı. Burada El Kaide militanlarıyla yakın ilişki kudurdu. 2006 yılında bir grup arkadaşı ve öğrencileriyle kurduğu ‘Asr-ı Saadet İlim Araştırma Yayma Derneği’nde dersler vermeye devam ediyor. AKP’yi destekleyen ARSLAN şunları belirtiyor, seçimler döneminde yapmış olduğu bir konuşmada: “İslam’a düşman olmayan, din ve fikir hürriyetini savunan, güç bulursa hakkı ikame etmek, batılı def etmek niyeti taşıyan, İslami söylevleri ve erdemli tavırları muhafaza eden, inananların hak ve özgürlüğünü vereceğini vaad eden, idari makamlara kâfirleri ve fesatçıları getirmeyen, İslam’a daha yakın bir partiye -maslatımız gereği- oy vermekte sakınca yoktur.” Murat GEZENLER, Selefilerin, devleti ‘kafir’ gören radikal kanadında yer alır. Murat GEZENLER’in babasının bir savcı olduğu söylenir. Şehadet yayınları, Konya’da Neva Kitabevi, Ankara’da Mehmedi Bahaddin Canbaz’ın yönettiği Deha Kitap Dağıtım Şirketi bulunuyor. 8 Subat 2002’de, Konya’da Selefilere yönelik operasyonda GEZENLER ve 6 arkadaşı gözaltına alınır ve tutuklanır. İfadelerinde Afganistan’da savaşmak için Pakistan’a gittiklerini ancak Afganistan’a geçemeyince geri döndüklerini söyler. Kısa süre sonra serbest kalan GEZENLER, çalışmalarını genişleterek devam eder. GEZENLER’in Suriye’de Şam’a gidip dil öğrenme merakı ortaya çıkar. 16 Mayıs 2009 tarihinde Suriye’de, İslamcı örgütlerle olan ilişkisi gerekçesiyle Suriye istihbaratı tarafından gözaltına alınır. İlginç olan, GEZENLER’in serbest bırakılması için Türk Dışişleri doğrudan devreye girmesi ve Suriye’ye nota vermesidir. Devletlerarası ilişkilerde ‘nota’ daha çok diplomatik sorunlardan ortaya çıkar. GEZENLER için, Türk devleti tarafından ‘nota’ verilmesinin nedeni ne olabilir? Dikkat çeken bir başka nokta ise kendisine yakın olanların birçoğu tutuklanıyor ama kendisine pek bir şey olmuyor. İslami çevrelerde ajan olduğuna dair iddialar var. Türkiye’nin Suriye’ye diplomatik ‘nota’ verilmesi, ajanlık iddiasını güçlendiriyor. GEZENLER, şu sıralar ne işle meşgul? Türk istihbaratı adına, Suriye’de El Kaide için ne gibi görevler yüklenmiş bulunuyor? GEZENLER bir Selefi militanı ama aynı zamanda AKP’nin desteklenmesi gerektiğini söyler. Oy kullanılmasına dair kendisine sorulan soruya, bir Şeyh’den aktarma yapar: “Biz teşri yetkisini insanlara verme adına oy atmıyoruz. Niyetimiz ve kastımız asla bu değildir. Ancak biz Müslümanlar için en çok fayda sağlayacak bir partinin iktidara gelmesi için oy atıyoruz. Yani tercihte bulunuyoruz.” Kendisi devamda şunu söyler: “Şeyh bu sözleri söyledikten sonra küfürde asıl olanın niyet ve kasıt olduğunu, teşri yetkisini insanlara vermek kastıyla olmadığı sürece oy vermenin şirk olmayacağını söyledi.” Abdullah PALEVİ veya Aladdin PALEVI, Kürt kökenli ve Konya’da yaşar. Kendisi tarafından kurulan Takva Yayınları, Selefilerin propagandasını yapan kitaplar yayınlıyor. Ebu Hanzzal ve Metin Ekinci gibi mevcut sisteme karşıdırlar. Müslümanlar, devletin mahkemelerine gitmeli midir? Sorusuna şu yanıtı verir: “Müslüman bir kimse elindeki tüm imkânları kullanarak bu mahkemelere muhakeme olmaktan kaçınmalıdır.” Bunu söylediği zaman AKP henüz iktidar değildi ama bugün AKP rejimiyle çok yakın ilişkileri bulunan biri. Selefilerin bir başka grubunun temsilcisi olan Alparslan KUYTUL, 1965 yılında Adana’da doğmuş.Çukurova Üniversitesi Mimarlık Mühendislik Fakültesi İnşaat Mühendisliği bölümünü bitirir ve daha sonra Mısır’ın El-Ezher Üniversitesinde ‘İslam Hukuku’ üzerine eğitim yaptı. Orada Selefi hareketiyle yakın ilişki kurar ve El Kaide ile bağlarını geliştirir. Örgütsel faaliyetlerini Furkan Eğitim ve Hizmet Vakfı, Furkan Derneği ve Furkan Nesil Dergisi üzerinde yürütmektedir. Amerika’nın Erdoğan’a özel bir misyon yüklediğini belirtir ve bunun eleştirisini yapar. Ancak vakıflar ve dernekler kurduktan sonra, devletin nimetlerinden yararlanmak ister. Bundan dolayı adamları AKP’nin seçim görevlileri olmaya başlar. Böylelikle kâfir gördüğü devletin İslamlaşması için ABD’nin özel olarak

görevlendirdiği Erdoğan’a destek verir. SİNEGOG saldırısında yer görev alan Azad EKİNCİ’nın abisi olan Metin EKİNCİ, Suriye’de El Kaide adına yürüttüğü savaşta yaşamını yetirdi. Bingöl’de İlim Derneğini kuran ve Selefilerin en radikal kesimini temsil eden EKİNCİ, A.YOLCU ile yakın ilişkisi bulunuyordu. Şu an Bingöl’de devletin finanse ettiği Selefilerin 4 medresesinde 1000’e yakın Kürt kökenli öğrenci eğitim alıyor. EKİNCİ grubunun militanları, Suriye’de Esad rejimine yönelik yürütülen savaşın içerisinde aktif olarak yer alıyorlar. Savaş tecrübelerini geliştirmek ve olası bir iktidar değişikliğinde Suriye’de söz sahibi olmak isteyen El Kaide hareketine güç vermeye çalışıyorlar. Savaş tecrübesini geliştirmek istemelerinin bir başka nedeni de, PKK’ye karşı yürütecekleri savaştır. PKK’yi düşman kategorisinde görüyorlar. Özellikle Suriye’de PYD ile çatışmak hazırlık yaptıkları biliniyor. Cihat için Suriye’de savaşmak gerektiğini belirten El Kaide militanı Ebu HANZZAL’ın veya gerçek ismiyle Halis BAYINCIK’ın grubu Diyarbakır’dadır. Hizbullah davasında yargılanıp ömür boyu ceza alan ve ilginç bir şekilde serbest bırakılan Hacı Bayancuk’ın oğlu Halis Bayıncuk (Ebu-Hanzzal) grubu da El Kaidenin Kürt kökenli ekipten biridir. Bunlar da Suriye’de savaşan ekip içerisinde bulunuyor. Ayrıca Kürt olan Ebu HANZZAL, PKK’ye karşı silahlı çatışmayı destekleyen biridir. HANZZAL grubu da, Suriye’de Kürtlere ve özellikle PYD’ye karşı saldırılara yönelebilir. Buna yönelik hazırlıklar yaptıkları bilyor. Devlet önümüzdeki süreçte, özellikle Kürtler arasındaki çatışmayı derinleştirmek için Kürt kökenli Selefi guruplarını PKK’ye yönelik saldırılarda kullanabilir. Bu nedenle Kürt kökenli El Kaide militanlarının Suriye’ye gidip Esad rejimiyle çatışmalarını destekliyor ve özel olarak yönlendiriyor. Son 10 yıldır, El Kaidenin Türkiye’deki faaliyetler tahmin edilenden çok daha ileri düzeydedir. Örgütsel faaliyetlerinde medrese, dernek, yayınevi gibi araçlar çok yoğun olarak kullanılmaktadırlar. Öncelikli hedefleri güçlü bir toplumsal taban oluşturmaktır. İçlerinde bazıları, sisteme karşı ‘cihat’ yapılması gerektiğini söylemelerine rağmen, pratikte böyle bir pozisyonları bulunmuyor. Özellikle AKP’nin devletleşmesiyle en radikal kesimlerin dahi, Selefi gruplarının tamamı sistemle uzlaşmayı esas almış bulunuyorlar. Çünkü AKP’den besleniyorlar. El Kaidenin faaliyetleri devlet tarafından biliniyor. Kimin, nereden, nasıl örgütlendiğini bilmeyen yoktur. İllegal veya askeri olarak örgütlenenleri dahi tespit etmek zor değildir. Çünkü bunların önemli bir kesiminin devletle ilişkileri bulunuyor. Örneğin Adana’da El Kaide militanları oldukları iddiasıyla tutuklanan ve ceza alan 4 kişi, Suriye-Hatay-Adana arasında mekik dokuyorlar. Sürekli giriş-çıkış yapıyorlar. Hatta Kürdistan Savunma Güçleri tarafından durdurulan bir ambulansta çok sayıda Türk ordusuna ait olduğu anlaşılan bir silahı götürenlerin, Adana davasında yargılanan El Kaide militanları olduğu söylendi. Türkiye’de özellikle El Kaide Vahabi geleneğini temsil eden gruplar Suriye’de fiilen savaşın içindedirler ve AKP devleti de bunları dolaylı olarak organize ediyor. Kemalist rejimi laik olarak görerek değiştirmeyi ve yerine şeriata dayanan bir düzen kurmayı hedefleyen Selefiler, son on yıldır, devlete yönelik politikalarını önemli oranda değiştirdiler. Küresel sermayenin yeni İslamcı hareketi olan AKP’nin İslam’ın gelişmesinde veya sistemin İslamlaştırmasında önemli bir görev üstelendiğini belirterek aktif destek sunuyorlar. İçlerinde küçük bir kaç grup AKP rejimini ‘kafir’ görmekle birlikte, Selefi akımların çok önemli bir kısmı AKP ile yakın ilişki içerisinde bulunuyorlar. İslamcı AKP devleti de, özellikle İslamcı körfez sermayesine ihtiyaç duyması nedeniyle Selefilerin örgütlenmesini bütün gücüyle desteklemektedir. 12 Eylül 1980’de darbeci Kenan Evren, nasıl ki RABITA’yı desteklemişse, bugün Erdoğan da Selefi hareketlere çok aktif destek sunuyor. Türkiye El Kaide’si Türk rejimini hedef almadı. Buna yönelik eylemleri de olmadı. Yaptığı eylemlere dikkat ettiğimizde Türkiye değil, İsrail ve İngilizleri sembolize eden yerlere saldırılar yapıldı. Eylemin Türkiye’de yapılmış olması Türk rejimini hedeflediği anlamına gelmiyor. Ayrıca Türkiye’de çok açık bir rejim değişikliği yaşandı ve bu süreç devam ediyor. İslamcılaşan bir rejim gerçeğini dikkate aldığımızda, bu değişim stratejik olarak El Kaide dahil bütün İslamcı örgütler bakımından son derece büyük avantajlar ve olanaklar sunuyor. Devlet İslamcılaşan bir toplum yaratıyor, böylesi bir toplum için El Kaide gibi örgütler için çok daha büyük olanaklar doğuyor. Bu bakımdan AKP’nin İslamcılaştırma politikası, İslamcı örgütlerin stratejik yönelimlerini güçlendiriyor. Bu bakımdan AKP ile İslami cemaatler ve El Kaide gibi İslamcı örgütler birbirini tamamlıyorlar. Kendi rejimleri oluştuğuna göre saldırmaları da anlamsız kalır. Peki, El Kaide’nin Suriye politikası kimlerle yürüyor? İlginç bir duruma dikkat çekmek istiyorum. ABD ile El Kaide’nin yolları tarihte ikinci kez çakıştı. Birincisi Afganistan’da Sovyetler Birliği’nin işgaline karşı savaşta birlikte hareket ettiler. Bin Laden, bu dönemde bir İslamcı ‘Mücahit’ olarak Afganistan’a bir savaşçı olarak gönderildi.İkincisi Suriye’de yolları kesişti. Bu bir tesadüf mü yoksa izlenen stratejinin küçük birer parçası mıdır? Suriye konusunda politikaları uyumlu görünüyor: İkisi de Esad rejiminin gitmesinden yanadır. İkisi de Suriye’de toplumu kapsayan bir demokrasi istemiyor. İkisi de Sünni ağırlık bir rejim istiyor. Böylesi bir rejim kurulursa, EL Kaide düşman gördüğü İsrail ile komşu olması söz konusu olacağına göre, kim bilir El Kaide’ye verilmiş tarihsel rol da tamamlanmış olur. Esad rejimine karşı olup aynı safta duranlar: Amerika, Türkiye, İsrail ve El Kaide Esad rejiminde yana olan olup aynı yerde saf tutanlar: Rusya, İran, Irak ve Hizbullah, ilginç bir denklem ortaya çıkmış bulunuyor. Bu bakımdan El Kaide’nin İslamcılaşan bir Türkiye ile hiçbir çatışması olmaz, olmayacaktır.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Şam, Washington ve Avrupa Birliği’nin talimatlarına boyun eğmesi için baskı altında tutuluyor. Bu uzun vadeli bir projenin parçası. Amaç rejim değişikliği veya Suriye rejiminin gönüllü olarak boyun eğmesi. Bu, Suriye dış politikasının uyumlu hale getirilmesini ve Suriye’nin İran ve Direniş Bloğu üyeleri ile stratejik ittifakından ayrılmasını içeriyor. Suriye, vatandaşlarına karşı gaddarca kuvvet kullanan otoriter bir oligarşi tarafından yönetiliyor. Ancak Suriye’deki isyancılar karışık. Samimi özgürlük ve demokrasi savaşçıları olarak görülemezler. ABD ve AB tarafından Suriye’deki isyancıların Suriye liderliğini baskılamak ve gözünü korkutmak amacıyla kullanılmasına yönelik bir girişim oldu. Suudi Arabistan, İsrail, Ürdün ve 14 Mart İttifakı silahlı ayaklanmayı destekleyen bir rol oynadılar. Suudiler, demokratik reform çağrılarının bastırılmasına yardımcı oldular ve ayaklanma ve protestolar sırasında Suriye muhalefetindeki demokratik öğeleri marjinalleştirdiler. Bu açıdan Suudiler hem mezhep ayrımını kaşıdılar hem de Suriye’deki dini hoşgörünün temellerini sorgulayan terörist öğeleri desteklediler. Bu öğeler çoğunlukla Fetih El İslam gibi Selefi aşırıcılar ve Mısır’da örgütlenen yeni aşırıcı siyasi hareketler. Bunlar ayrıca Alevilere, Dürzülere ve Suriye Hıristiyanlarına karşı da gösteriler düzenliyorlardı. Suriye’deki şiddet, iç gerilimden nasiplenmek isteyen dış güçler tarafından destekleniyor. Suriye ordusunun şiddetli tepkisi bir yana bırakılırsa, medya yalanları kullanılıyor ve düzmece videolar dolaşıma sokuluyor. Suriye muhalefetinin unsurlarına ABD, AB, 14 Mart İttifakı, Ürdün ve Khalijiler tarafından para ve silah da ulaştırılıyor. Suriye muhalefetinin yurtdışındaki meşhum ve şaibeli figürleri tarafından da yardım sağlanıyor, silahlar Ürdün ve Lübnan üzerinden Suriye’ye sokuluyor. Suriye’deki olaylar Şam’ın uzun vadeli müttefiki İran’la da bağlantılı. Senatör Lieberman’ın kamuoyu önünde açıkça Obama Yönetimi ve NATO’dan Suriye ve İran’a tıpkı Libya’ya yaptıkları gibi saldırmasını istemesi tesadüf değil. Suriye’ye karşı yaptırımlara İran’ın dahil edilmesi de tesadüf değil. Suriye ve İran’ı hedefleyen yeni ve daha geniş bir saldırı dalgası hazırlanırken, Suriye ordusu ile hükümetinin eli kolu artık bağlı. Suriye iki önemli enerji koridorunun merkezinde bulunuyor. İlki Türkiye’yi ve Hazar’ı İsrail ve Kızıl Deniz’e bağlıyor, ikincisi Irak’ı Akdeniz’e bağlıyor. Suriye’nin teslim olması, Washington ve müttefikleri için bu enerji yollarının denetimi anlamına gelecek. Bu ayrıca Doğu Akdeniz’deki Lübnan ve Suriye kıyılarında bulunan geniş doğalgaz yataklarının Çin’in erişiminden uzaklaştırılması ve bunun yerine AB, İsrail ve ABD’ye bağlanması da demek. Doğu Akdeniz gaz alanı, AB, Türkiye, Suriye ve Lübnan arasında müzakerelere konu edilmişti. Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattının yanında, Doğu Akdeniz doğalgaz yataklarının varlığı da Kremlin’in Suriye’de Rusya Federasyonu için askeri bir ayak oluşturma nedeniydi. Bu, Suriye’deki Sovyet dönemi donanma tesislerinin yenilenmesi ile yapıldı. Ayrıca, Beyrut ve Şam için Doğu Akdeniz kıyılarındaki bu doğalgaz yataklarını araştırmayı ve gelişmesine yardım etmeyi kabul eden İran’dı. Güneydoğu Asya’daki savaş ile Filistin devleti konusunda resmi düzeylerde artan görüşmeler arasında güçlü bir korelasyon var. Filistin devleti ümitleri, Arap dünyasında Irak’a karşı savaş hazırlıklarından doğan gerilimleri boşaltmak için iki kez kullanıldı. İlki baba George Bush, ikincisi ise bir Filistin devletinden söz eden ilk ABD başkanı olarak anılan oğul George Bush zamanındaydı. Pozisyonundaki iniş çıkışlara rağmen, Obama da artık bir Filistin devletinden bahsediyor. Dahası, Hamas ile Fetih arasındaki uzlaşma, Filistin devletinin uluslararası tanınmasına geri sayımın başlaması olarak gerçekleşti. İsrailliler de daha önce Hamas’ı gerekçe göstererek dondurdukları Filistin hesaplarını serbest bıraktılar. Fetih ile Hamas arasındaki uzlaşma da Hamas’ın elinin kolunun bağlanmasına hizmet etti. Hamas, İsrail işgali altındaki Filistin’i yönetirken küçük ortak haline gelmemek için dikkat etmek zorunda kalacak. Hamas, şimdi Fetih ile bir birlik hükümetindeki ortaklığında, pozisyonunu etkili bir şekilde korumalı. Her şekilde Tel Aviv ve Washington Fetih’i Filistin Yönetimi’nin büyük ortağı olarak empoze etmek isteyecekler. Bir anlamda, Hamas İsrail ve Washington tarafından dolaylı şekilde evcilleştiriliyor. Usame Bin Ladin’in ABD güçlerince öldürüldüğünün açık-

lanması, Pakistan’ın örtük siyasal destabilizasyonu sürecine katkıda bulundu. Usame Bin Ladin’in Müslümanlığın popüler ve saygın bir figürü olarak sunulması için bilinçli çabalar söz konusuydu. Bu, sözde “Medeniyetler Çatışması” tezini destekleyen bir bakış açısı. ABD hükümeti aynı zamanda, Pakistan’a karşı bir medya kampanyası başlatıyor. İslamabad Usame Bin Ladin’e ve onun El Kaide ağına yataklık etmiş gibi resmediliyor. Gerçekte ise, Pakistan’ın teröristlerle tüm ilişkileri Washington’un talimat ve yönlendirmesine dayanıyor. Bu çok daha karmaşık bir hikaye ancak gerçekte olan şey Pakistan’ın bir ülke olarak parçalanmasının hedeflenmesi. İran’la bir savaş senaryosunun ısıtılması: Pakistan, İran ve müttefikleri ile saf tutacak devrimcilerin iktidara gelmesi tehdidi altında olmayacak. İran’dan Çin’e Pakistan üzerinden giden enerji koridoru (ve Gwadar’daki Çin limanı) da dahil olmak üzere, Çin’in Pakistan’daki çıkarlarının hedeflenmesi. Avrasya’nın, Güneydoğu Asya, Orta Asya ve Hint alt kıtasının kesiştiği kilit önemdeki bir bölgesinde bölgesel destabilizasyon. Bu bölge İran ve Afganistan’dan Pakistan’a, Hindistan’a ve Batı Çin’e ulaşıyor. ABD ayrıca, teröristleri barındıran ülkelerin ulusal sınırlarını ihlal etme ve bu ülkelere “teröre karşı savaş” kapsamında asker gönderme hakkına sahip olduğunu açıkladı. Hillary Clinton, Washington’un duruşunu, ABD güçlerinin teröristleri öldüreceğini söyleyerek haklı gösterdi. Bu sadece, Devrim Muhafızlarının ABD tarafından terörist örgüt sayıldığı İran ya da yurdundan edilmiş sayısız Filistinli grubun Washington tarafından terörist örgüt sayıldığı Suriye gibi ülkelere askeri müdahale için bir bahane yaratmak üzere kapı aralamak anlamına geeliyor.

SAYFA 07

Lübnan’da hükümetin oluşturulması çıkmaza girmiş durumda. Başkanlığı elinde bulunduran Michel Sleiman ile yeni Lübnan başbakanı, Özgür Yurtsever Hareket’in lideri Michel Aoun ile siyasi bir çekişme içinde kabinenin oluşturulmasını erteleyip duruyorlardı. Yeni Lübnan kabinesinin kurulmasının, Lübnan’ı dış politika cephesinde tarafsız tutmak için kasten erteleniyor olması muhtemel. BM Güvenlik Konseyi ve sayısız BM organının tümü, ABD ve AB tarafından Lübnan’a baskı uygulamak üzere kullanılıyor. BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon Washington’dan emir alıyor. ABD ve NATO savaşlarına meşruiyet sağlamaya katkıda bulunuyor. Moskova, Ban Ki-moon’u NATO ile gizli işler çevirdiği için 2008de açıkça ihanetle suçladı. Bu bağlamda BM, Lübnan Direnişinin elindeki silahlar sorununu onu silahsızlandırma bakış açısıyla uluslararasılaştırmak amaçlı sinsi girişimler için bir forum olarak kullanılıyor. 1559 sayılı BM kararının artık güncelliği kalmamış olmasına rağmen, 1559 sayılı kararın uygulanması için Özel Temsilci sıfatını taşıyan Terje Roed-Larsen, halen görevde ve Hizbullah’a karşı raporlar yayınlıyor. BM’nin Lübnan delegeleri, Beyrut’ta emri vakilerde bulunup Washington, Brüksel ve Tel Aviv’in ajanları gibi çalışırken tıpkı sömürgeci figürleri andırıyorlar. Tüm bölümü ABD Dışişleri Bakanlığı’nda olan Lübnan Özel Mahkemesi (STL) de Washington’un Lübnan ve Suriye’ye karşı kullanmayı planladığı dolu bir politik silah. Refil El Hariri suikastını ele almak için uluslararası bir mahkeme oluşturuldu. Hariri öldürüldüğü zaman resmi bir görevde değildi ancak sırf bu vakayla ilgilenmek için uluslararası bir mahkeme kuruldu. Öte yandan sözde uluslararası toplum, Lübnan’da öldürülen binlerce kişiyi araştırmak için mahkeme kurmakla hiçbir şekilde ilgilenmiyor. Bundan STL ve arandığı iddia edilen adaletle ilgili ne sonuç çıkıyor? Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Görev Gücü (UNIFIL) de Lübnan’daki İsrail ihlallerinde pay sahibi. Birleşmiş Milletler’in Yakın Doğu’da Filistinli Mülteciler için Yardım ve Çalışma Örgütü (UNRAW) bile İsrail’in Filistinliler ve Lübnanlılara karşı işlediği suçları destekleyen görevlilerle dolu. Bu, UNRAW sözcüsü Christopher Gunness tarafından İsrail ordusu ile 15 Mayıs 2011 tarihli bir görüşmede ispatlanmış durumda. İsrail ordusu 2001 Nakba Günü’nde silahsız sivillere ateş açarken, Gunness, UNRAW’ın İsrail ulusal güvenliğinin çıkarları için çalıştığını yeniden doğruladı ve Filistinlileri İsrail’e karşı terörist saldırılar düzenlemekle suçladı. İsrail’in Gazze Şeridi’ni işgali bile UNRAW sözcüsü tarafından aklandı. Lübnan’da yeni kabinenin yokluğu, Saad Hariri ile 14 Mart İttifakı’nın Lübnan’ın içişlerini keyfi şekilde yönetmesine mahal veriyor. Bu aynı zamanda, Beyrut’ta kendisine zorluk çıkaracak bir Lübnan hükümeti olmaksızın dilediğini yapabilen STL’ye zaman kazandırıyor. Bu açıdan, Lübnan’da yeni bir hükümet, STL’nin meşruiyetinin kesin şekilde sorgulanmasına yol açacaktır. Ayrıca, Lübnan İç Güvenlik Gücü (ISF) de Saad Hariri tarafından Hizbullah’a ve Hariri ailesinin siyasi muhaliflerine karşı kullanılıyor. ISF’nin Şam’a karşı çabalarda ve Suriye’de şiddetin tetiklenmesinde bile parmağı olabilir. ISF doğrudan Hariri ailesinden emir alıyor. Saad Hariri’ye ve şürekasına sağlanan hareket serbestisi (büyük ölçüde Beyrut’ta bir kabinenin olmamasından kaynaklı) sebebiyle, Lübnan içişleri bakan vekili Ziyad Barud bakanlığından daha fazla belge imzalamayı reddetti. Barod bu tutumu aldı çünkü ISF’nin gizli kapaklı işler çevirdiğini ve kendi onayı veya denetimi olmaksızın çalıştığını düşüyordu. Bu bakımdan, ISF Ziyad Barud’un Lübnan iletişim bakan vekili Şarbel El Nahhas’ın rutin kontrol için ISF merkezine girmesine izin verilmesi emrini yerine getirmedi. ISF, açık şekilde operasyonlarını gizleme çalışıyor ve El Nahhas ile ekibinin ISF merkezindeki belli katlara girmesini engelleyecek şekilde hareket ediyor.Lübnan’ın, ABD, BM, İsrail, Ürdün ve Suudi Arabistan istihbarat örgütleri ve ajanları için bir yuva olduğu sır değil. Amaçları Hizbullah’ı ve koalisyonunu dağıtmak. Lübnan’ın 2006da İsrail tarafından bombalanması sırasında, AB üyesi ülkelerin elçilikleri, Hizbullah’a karşı veriler topluyorlardı. Tüm bunlara paralel şekilde, Hizbullah sürekli olarak İran’ın maşası olmakla suçlanıyor. Geçtiğimiz günlerde, Hizbullah

İran’la birlikte Basra Körfezi’ndeki, özellikle de Bahreyn ve Suudi Arabistan’ın Şiilerin yoğun olduğu bölgelerindeki protestoları tetiklemekle suçlandı. Bu açıdan Lübnan vatandaşları, birçok durumda inançlana bakılmaksızın, Khaliji rejimlerinden dışlandılar ve Basra Körfezi’nden sürüldüler. Suudiler İsrail ile Lübnan’daki ajan ağı arasında bağlantı kurulmasına yardım ettiler. Bu durum, İsrail için çalışırken yakalanan Şii imam Şeyh Muhammed Ali Hüseyin ile Suudiler arasındaki açık bağlantı ile ispatlandı. Bu, bölgesel bölünmeler ve nefret yaratmak için mezhep kartının kullanılmasının bir parçası. Lübnan içinde, Saad Hariri hizbi tarafından Hizbullah ve müttefiklerini hedef almak için kullanıldı. Hariri, ironik biçimde tam da Suudi ordusu El Halife’yi iktidarda tutmak için ada devletini işgal ederken İran’ı Bahreyn’in içişlerine müdahale etmekle suçlamıştı. Basra Körfezi’nin petrol şeyhlikleri, Lübnan, Suriye, Irak, İran ve Pakistan vatandaşlarının sınırlarından girmesini önlemek için sistematik şekilde çalışıyor. Kuveyt, bu ülkelerdeki siyasal karmaşa nedeniyle kendi içinde sorunlar yaşanabileceğini söyleyerek bunu haklılaştırmaya çalıştı.

Mustafa Peköz


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 08

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Sendika düşmanlığı öldürdü!

Serhat’tan KÜRTLERİN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKI - Il

Berxan Bedirxan

Sayfa 13

ORTADOĞU’NUN KONTROLÜ İÇİN JEOPOLİTİK BİR ARAÇ OLARAK İSLAM

SAYFA 08

Bir kısım Marksist olma iddiasındaki siyasi geleneklerin yaptığı gibi, Kürt sorununun çözümünde Kürt ulusal hareketi ve burjuvaları gibi, “ilkin ulusal görevler, ondan sonra proletaryanın görevleri” demek noktasına savrulmamak gerektir. Çünkü Marksistler “her şeyden önce proletaryanın görevleri” demelidirler. “bu görevler, yalnızca emeğin ve insanlığın sürekli ve hayati çıkarlarını karşılamakla kalmıyor, ama aynı zamanda, bunlar, demokrasinin çıkarlarına da uygun düşmektedir.” (Lenin-Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı)

Eti Bakır kazasına 'yetki alınmasın' diye usta işçilerin işten atılıp işin taşerona verilmesinin neden olduğunu...Eti Bakır’daki iş kazasında 5 işçinin hayatını kaybetmesi, 11 işçinin de yaralanmasının ardından Türk Metal’den kazanın nedeniyle ilgili tartışma yaratacak bir iddia geldi. Türk Metal Sendikası Başkanı Pevrul Kavlak, “Biz orada mart ayıyla birlikte yetkiyi almak için müracat ettik. İşveren yetki alınmasın diye 40’tan fazla işçiyi işten attı. Kazanın olduğu bölümde, normalde fabrikanın kendi işçilerinin çalışması gerekir;çünkü deneyim gerektiren bir iştir. Ama sendika girmesin diye işçileri çıkarınca bu sene taşerona verdiler. Tecrübesiz işçiler, böyle tehlikeli bir işe verildi” diye konuştu. Eti Bakır’daki facianın ardından başsavcılık da, projeye aykırı imalat ve işi zamanından önce teslim etmek için sürecin hızlandırılması iddialarının araştırıldığını açıkladı. Eti Bakır’da sendikanın yetki almaması için işverenin mücadele ettiğini belirten Kavlak, “Biz o işyerinde 2012’nin 8 Mart’ında çalışanların yarısından fazlasını üye yaparak, bakanlığa tespit müracatında bulunduk. Bizim başvurumuzdan sonra işçiler çıkarılmaya başlandı. Önce 20 işçi sonrasında yine bir 20 işçi daha çıkarıldı. 17 Haziran’dan bu yana çıkarılan işçilerimiz çadırda, bu durumu protesto ediyor. Kazanın gerçekleştiği gün bizim tespit yazımız işyerine ulaştı. Kazadan yarım saat önce de işveren bizim yetkimize itiraz etti” dedi. İşverenin sendikanın çoğunluğu sağlanmaması için çıkardığı işçilerle bu kazaya zemin hazırladığını söyleyen Kavlak, deneyimsiz taşeron işçilerin adeta ölüme gönderildiğini belirtti. Eti Bakır’daki üretimin ağır ve ustalık gerektiren bir iş olduğunu söyleyen Kavlak, “Bu yıla kadar sadece nakliye işi taşerona veriliyordu. Bu sene ise, deneyimli işçiler çıkarılınca; fabrikanın kendi tecrübeli elemanlarıyla yapması gereken işler de taşerona verildi. Sanat okulundan mezun olan birisinin tecrübesi olmadan bu işlerde çalışması doğru değil.

Çok ağır ve ustalık gerektirecek bir işten bahsediyoruz. Zaten yakında burayı tamamen taşeronlaştıracaklar. 500 kadrolu işçinin 100’ünü bırakacaklar. Bize de ‘Örgütlenebileceğiniz bir yapı yok, taşerona verdik’ diyecekler” dedi. Öte yandan yürütülen soruşturma kapsamında 10 kişi gözaltına alındı. Kaza kurbanları işe yeni başlamış ve ikinci taşerona bağlı çalışıyorlardı. Eti Bakır’daki kazada, “ikinci taşerona” bağlı olarak çalışan işçiler Samsun ’daki çeşitli hastanelerde tedavi altına alınmıştı. Yaralı olarak kurtulan Yüksel Demir, Kocaeli’de bulunan fabrikada 3 yıldır çalıştığını, geçici iş için Samsun’daki fabrikada görevlendirildiğini belirtirken; bir diğer yaralı işçi Ali Başkaya da, iki ay önce Ordu Gürgentepe’den gelerek 800 TL ücretle işe başladığını söyledi. Hayatını kaybeden işçilerden Hüseyin Bayrak’ın 6 ay önce işe başladığı, Hüsamettin Taşsümer’in de emekli olduktan sonra 6 ay önce bu işe girdiği belirtildi. Mevzuatlar değişiyor ölümler değişmiyor Türkiye ’de her iş kazasından sonra, iş sağlığı ve güvenliği mevzuatı tartışmaya açılıyor. Son tasarı da 20 Haziran 2012’de yayımlanmıştı. Bazı maddeleri için geciş süreci konulan yasa da, iş güvenliği tartışmalarını bitireceğe benzemiyor. İş kazalarında Avrupa birincisi Türkiye’de günde 172 iş kazası yaşanıyor ve bu kazalarda 3 işçi hayatını kaybediyor, 5’i sakat kalıyor. Kimse kadro alamayacak DİSK Genel Başkanı Erol Ekici, taşeronlukla ilgili yapılmak istenen düzenlemelerin temel amacının, bütün işçileri taşeron işçisi haline getirecek bir düzenlemeyi hayata geçirmek olduğunu öne sürdü. Ekici, yaptığı yazılı açıklamada, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın alt işverende çalışan işçilerin sorunlarını çözmek amacıyla başlattığı çalışmaların, “bizzat bakanlık tarafından köleliğe benzetilen taşeron işçiliğini yaygınlaştırma amacı taşıdığını” savundu. Ekici taşeronluğun, işverenler tarafından emek maliyetlerini aşağıya çekmek, işçi ile ilgili sorumluluklardan kaçmak amacıyla oluşturulduğunu, kuralsızlığın, esnekliğin, güvencesizliğin zemini olduğunu belirtti.

Anlaşıldığı üzere, proletaryanın programına uygun olarak Kürtlerin kendi kaderlerini, yani siyasal bakımdan ayrılıp devlet olma haklarını savunulmaktan başka Marksistler açısından başkaca yol yoktur. “Proletarya bir ulusun bir devlet içinde zorla tutulmasını olanaksız kılan bir demokrasiden yana” (Lenin-age) olmak zorunda olduklarından, Kürtlerin ayrılıp devlet kurma haklarını reformist bir takım istemlere kurban edemezler. Onların görevi, yasalcılık batağında demokrasi ve özgürlükleri, barışı savunmak adına, “demokratik özerklik” projesi gibi kapitalist sistem içinde ve hazırdaki siyasal egemenliği, Kürtlerin ayrılma haklarının tanınması yönünde değiştirmeyi hedeflemeyen projelerin peşine takılmak değildir. Tam aksine; “burjuva legalitenin sınırları aşılarak, bu sınırlar yerle bir edilerek, parlamentoda söylevlerle, sözde kalan protestolarla yetinmeyerek, yığınları keskin eylemlere çekerek, her temel demokratik istem uğruna savaşımı yoğunlaştırıp, proletaryanın burjuvaziye saldırısına kadar, yani burjuvaziyi mülksüzleştiren sosyalist devrime kadar vardırarak, bu istemlerin reformist değil devrimci biçimde formüle edilmesi ve eyleme geçirilmesidir.” (Lenin-age) Ve elbette böyle bir savaşım için işçi sınıfının enlerinin oluşturduğu Marksist-Leninist partisinin, genelkurmayın ve onun yönettiği, yaşamın dayatmasına denk düşen mücadele örgütlerinin var olması olmazsa olmaz koşuldur.Tam bu noktada geçtiğimiz günlerde sonlandırılan cezaevlerindeki açlık grevlerine değinmek gerek. Cezaevlerinde yüzlerce Kürt politik tutsağın yetmiş güne ulaşan açlık grevleri Abdullah Öcalan’ın kardeşi aracılığıyla kamuoyuna duyurduğu açıklamasında, “açlık grevleri hedefine ulaşmıştır” demesiyle son bulunca bir yığın burjuva kalem Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin AKP iktidarı tarafından verildiğinden, müthiş bir şakşakçılık örneği göstererek söz etmeye başladı. “Açlık grevlerinin üç talebinden ikisi iktidar tarafından verildi. Kürtçe savunma hakkının sağlanması için parlamentoya yasa önergesi indirildi. Abdullah Öcalan’ın Avukatlarıyla görüşmesinin olanakları yaratılacak. Bu demokrasinin başarısıdır.” Her şeyden önce; herhangi bir dilden savunma hakkının tanınması veya herhangi bir tutsağın tecrit koşullarından çıkarılması, avukatlarıyla görüştürülmesi insani bir talebin karşılanmasından öte değildir. Bu gibi insani taleplerin Kürtlerin temel taleplerinin karşılanması anlamına yorulması tek kelimeyle, Kürtlerin özgürleşme taleplerinin rafa kaldırılmasıdır. Kısacası bu durum, Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerinin tanındığı anlamına gelmediği gibi kaderlerini tayin açısından da belirleyici bir durum değildir. Yani siyasal olarak ayrılıp devlet olma hakkının kullanılması bakımından altı özellikle çizilmesi gereken bir durum değildir. Kürtler açısından bu durum olsa olsa BDP de ifadesini bulan ve elbette bileşenlerinin de dört elle sarılmakta tereddüt etmedikleri reformist bir kısım taleplerin karşılanması anlamına gelir. Bileşenlerinin kendilerimi Marksist-Leninist olarak tanımladıkları hatırlanırsa bu çizgilerinde Lenin’in, “ilkin ulusal görevler, ondan sonra proletaryanın görevleri” biçiminde tanımlanan reformist çizgiden farklı olmadığı anlaşılacaktır.

Washington ve destekçileri Avrasya’nın göbeğine doğru ilerledikçe, İslam’ı jeopolitik bir araç olarak manipüle etmeye çalışıyorlar. Bu süreçte siyasi ve sosyal kaos yaratıyorlar. En başta Araplar arasında sözde İslamcılardan oluşan yeni bir jenerasyonun önünü açarak, İslam’ı yenidentanımlamaya ve onu küresel kapitalizmin çıkarlarına bağlamaya çalışıyorlar. islamı yeniden tanımlama projesi; yeni model türkiye ve ’kalvinist islam’ Türkiye, şu haliyle, ayaklanan Arap kitleleri için takip edilecek bir demokratik model olarak sunuluyor. Ankara’nın Kürtçe’nin kamusal alanda konuşulmasını yasakladığı günlerden bu yana ilerleme kaydettiği gerçek, ancak Türkiye işleyen bir demokrasi değil, daha çok, faşist eğilimlere sahip bir kleptokrasi (hırsızkrasi). Ordu devlet ve hükümet işlerinde halen önemli bir role sahip. Yukarıdan aşağıya hesap verebilir organlar veya kişilerden gizlice yürütülen devlet işlerini kasteden “derin devlet” terimi, esasen Türkiye kaynaklıdır. Türkiye’de sivil haklara halen saygı duyulmamaktadır ve kamu hizmeti adaylarının halen, Türkiye’deki statükoya karşı çıkacak herkesi filtrelemeye çalışan devlet aparatı ve onları kontrol eden gruplar tarafından onaylanması gereklidir. Türkiye’nin Araplara model olarak sunulmasının nedeni, demokratik nitelikleri değil. Araplar için siyasal model olarak sunulmasının sebebi, İslam’ın manipülasyonunu içeren siyasal ve sosyo-ekonomik “bida” (yenilik) projesi. Büyük halk desteğine sahip olmasına rağmen AKP’nin (Adalet ve Kalkınma Partisi) 2002de iktidara gelmesine Türk ordusu ve Türk mahkemelerinin muhalefeti olmaksızın izin verildi. Bundan önce Türkiye’de siyasal İslam’a çok az tolerans vardı. AKP 2001de kuruldu ve kuruluşunun zamanlaması ve 2002 seçim zaferleri de Güneybatı Asya ile Kuzey Afrika’nın yeniden düzenlenmesi hedefi ile bağlantılı. İslam’ı manipüle etme ve yeniden tanımlama projesi, AKP gibi yeni bir “siyasal İslamcılık” dalgası üzerinden İslam’ı hakim Dünya Düzeninin kapitalist çıkarlarına bağlamayı amaçlıyor. “Kalvinist İslam” veya “Protestan çalışma ahlakının Müslüman versiyonu” olarak adlandırılan şey üzerinden yeni bir İslami çizgi öne çıkarılmaya çalışılıyor. Türkiye’de beslenip büyütülen bu model oldu ve şimdi Washington ve Brüksel tarafından Mısır’a ve Araplara sunulmakta. Bu “Kalvinist İslam”ın, İslam’da yasak olan “reba” veya faiz sistemi ile de

bir sorunu yok. Küresel kapitalizmin borç zincirleri ile bireylerin ve toplumların köleleştirilmesinde kullanılan bu sistemdir. Avrupa Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (EBRD) bu bağlamda Arap dünyasında sözde “demokratik reformlar” içinçağrıda bulunuyor. Suudi Arabistan’ın yönetimindeki aile ve Arap petrol şeyhlikleri de Arapdünyasının borç üzerinden köleleştirilmesine ortaklar. W Bu açıdan Katar ve Basra Körfezi’nin Arap şeyhlikleri “demokrasiye geçiş”lerini desteklemek için Arap ülkelerine kredi verme amaçlı bir Ortadoğu Kalkınma Bankası kurmaya çalışıyorlar. Ortadoğu Kalkınma Bankası’nın demokrasiyi teşvik etme misyonu ironiktir çünkü onu oluşturan ülkelerin tümü sağlam diktatörlüklerdir. İran’da iç karışıklıklara yol açan da İslam’ın küresel kapitalizme bu bağlanmasıdır. Yeni Bir İslamcı Jenerasyonun Önünü Açmak Washington’un ümidi, bu “Kalvinist İslam”ın yeni demokratik devletlerin bayrağı altında yeni bir İslamcı jenerasyonda kök salmasıdır. Bu hükümetler daha fazla borca sokmak ve milli varlıkları satmak suretiyle kendi ülkelerini etkili şekilde köleleştireceklerdir. Kuzey Afrika’dan Güneybatı ve Orta Asya’ya uzanan bölgeyi balkanlaştırılan ve etnokratik sistemler altında İsrail’in imajında yeniden yapılandırılan bir alan olarak alt üst etmeye yardım edeceklerdir. Tel Aviv de bu yeni devletler arasında geniş bir etkiye sahip olacaktır. Bu proje ile at başı olarak, farklı türde etno-linguistik milliyetçilikler ve dini hoşgörüsüzlükler bölgeyi bölmek üzere teşvik ediliyor. Türkiye de önemli bir rol oynuyor çünkü bu yeni nesil İslamcıların yuvalarından biri. Suudi Arabistan ise bu İslamcıların militan kanadını desteklemede rol oynuyor. ABD jeostratejik satranç tahtasını yeniden şekillendiriyor İran ve Suriye’nin hedef alınması, Avrasya’nın kontrolüne yönelik daha büyük bir stratejinin parçası. Çin çıkarları da küresel haritanın her yerinde saldırı altında. Sudan balkanlaştırıldı ve hem Kuzey Sudan hem de Güney Sudan çatışmaya sürükleniyor. Libya’ya saldırıldı ve o da balkanlaştırılma sürecinde. Suriye teslimiyete ve hizaya girmeye zorlanıyor. ABD ve Britanya şu anda, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Anglo-Amerikan kurumlarının birbiri ile uyumunu sağlayan ulusal güvenlik konseylerini bütünleştiriyorlar.

Pakistan’ın hedeflenmesi, İran’ın tarafsızlaştırılması ve Çin çıkarlarına ve Avrasya’daki gelecekteki herhangi bir birliğe saldırılması ile de bağlantılı. Bu açıdan, ABD ve NATO Yemen sularını militarize ettiler. Aynı zamanda Doğu Avrupa’da ABD, Rusya’yı ve eski Sovyet cumhuriyetlerini tarafsızlaştırmak için Polonya, Bulgaristan ve Romanya’da kendi istihkâmlarını inşa ediyor. Belarus ve Ukrayna da artan şekilde baskılanıyorlar. Tüm bu adımlar Avrasya’yı kuşatma ve ya enerji tedarikçilerini ya da Çin’e doğru enerji akışını kontrol etme amaçlı askeri stratejinin parçası. Küba ve Venezüella bile artan şekilde tehdit altındalar. Askeri ilmik Washington tarafından küresel olarak sıkılanıyor. Arap başkentlerinde iktidara gelecek yeni İslamcı partiler oluşturuluyor ve yetiştiriliyor. Bu hükümetler kendi devletlerini bağımlılaştırmak için çalışacaklar. Pentagon, NATO ve İsrail’in, bu hükümetlerden birkaçını yeni savaşları meşrulaştırmak için seçmesi bile mümkün. Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi) asli üyelerinden olan Norman Podhoretz’in 2008de, İsrail’in diğer komşu ülkelerinin arasında İran, Suriye ve Mısır’a karşı nükleer bir savaş başlattığı bir kıyamet senaryosundan söz ettiğinden de bahsedilmedi. Bu Lübnan ve Ürdün’ü de içerecek. Podhoretz, yayılmacı bir İsrail tanımlıyor ve hatta İsraillilerin Basra Körfezi’nin petrol sahalarını askeri olarak işgal edeceğinden söz ediyor. 2008de tuhaf gelen şey, Podhoretz’in Center for Strategic and International Studies’in (CSIS – Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi) Tel Aviv’in Başkan Mübarek yönetiminde Kahire’yi yöneten Mısırlı sadık müttefiklerine karşı bir nükleer saldırı başlatacağına ilişkin stratejik analizinden etkilenen iddiasıydı. Eski rejimin yerinde durduğu gerçeğine rağmen, Mübarek artık Kahire’de iktidarda değil. Emirleri halen Mısır ordusu veriyor ancak İslamcılar iktidara gelebilir. Bu, İslam ülkelerinin ABD ve onun birçok NATO müttefiki tarafından şeytanlaştırılmaya devam edilmesi gerçeğine rağmen gerçekleşiyor. ABD, AB ve İsrail, Türk-Arap-İran dünyasındaki ayaklanmaları Libya’ya karşı savaş ve Suriye’deki İslamcı isyanın desteklenmesi dâhil kendi amaçlarına ulaşmak için kullanmaya çalışıyorlar. Suudilerin aynı sıra, Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika halkları arasında “fitne” veya bölünme yaymaya çalışıyorlar. Tel Aviv ile Basra Körfezi’nin yönetimdeki Arap aileleri tarafından oluşturulan İsrail ve Basra şeyhliklerinin stratejik ittifakı bu bakımdan kritik önemde. Mısır’da toplumsal başkaldırı sona ermekten çok uzak ve halk daha da radikalleşecek. Bu Kahire’deki cuntanın ödünler vermesine yol açıyor. Protesto hareketi artık İsrail’in rolünü ve onun askeri cunta ile ilişkisini hedef almaya başlıyor. Tunus’ta da popüler akım radikalleşmeye doğru gidiyor. Washington ve destekçileri ateşle oynuyorlar. Bu kaos döneminin İran ve Suriye’yi karşılarına almak için mükemmel bir fırsat olduğunu düşünebilirler. Türk-Arap-İran dünyasında kök salan başkaldırının öngörülemez sonuçları olacaktır. Bahreyn ve Yemen halklarının artan devlet destekli şiddet tehditleri altındaki direnişleri, ABD ve Siyonizm karşıtı protesto hareketinin daha birleşik ve açıktan ifadelendirilmesini gösteriyor.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 12

DEVLET MEKANİZMASINI PARÇALAMAK VE HALK DEVRİMİ ÜZERİNE

Marxizm'e içerden savaş açanlar yanında, cepheden saldıranların da amacı,öncelikle sermayenin en gözde ideolojik silahları olmaktır. Bu temelde, içerden saldıran Marxizm düşmanları ile cepheden saldıran Marxizm düşmanlarının ortak noktası, bir taraftan Marxizmi gözden düşürerek ve geçerliliğini yitirdiğini, hatta baştan beri yanlış temelde teori ürettiğini göstermeye çalışırlarken, diğer taraftan, Marxizmde sermaye için kabul edilebilir olanları alıp, kabul edilemezleri de, sermaye için kabul edilebilir forma sokmak için çalışmaktır. Marx ve Engels birlikte imzaladıkları Komünist Manifesto’nun 24 Haziran 1872 tarihli son önsözünde Manifestonun yer yer eskidiğini açıklıyorlardı. "Özellikle Komün,'işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını basitçe ele geçirip, onu kendi amaçları için harekete geçiremeyeceğini' kanıtlamıştır." Böylece Marx ve Engels, Paris Komünü'nün asıl ve temel dersine tek başına öylesine büyük bir önem biçtiler ki, onu özsel bir düzeltme olarak Komünist Manifestoya eklediler. Marx'ın düşüncesi, proletaryanın "hazır devlet mekanizmasını" parçalamak, yok etmek zorunda olduğu ve kendisini sadece onu ele geçirmekle sınırlayamayacağı yönünde idi. Kugelmann'a 12 Nisan 1871 de yani tam Komün sırasında yazdığı bir mektupta Marx şöyle yazıyordu; " 18. Brumaire'imin son bölümüne bakarsan, Fransız devriminin bir girişimi olarak, artık şimdiye kadar olduğu gibi bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden diğerine geçirmeyi değil, bilakis onu paramparça etmeyi ifade ettiğimi göreceksin ve bu kıtadaki her gerçek halk devriminin ön koşuludur. Kahraman Parisli parti yoldaşlarımızın girişimi de budur." Marx'ın tahrifinde kullanılan düzeltmenin anlamı budur. "Hazır devlet mekanizmasının paramparça edilmesi, her gerçek halk devriminin ön koşuludur." Diğer yandan, Lenin'in ifadesiyle Marx'ın ağzında tuhaf kaçan "halk" devrimi kavramı var ve bu, Plehanovcuların, Menşeviklerin yanında, onların şimdiki ardıllarının Marx'izmi karikatür haline getirmelerine olanak vermiş olabilir. Ancak Marx'ın bu olağanüstü derin ifadesi özel bir dikkatle incelendiğinde ortada pek de Plehanovcuları sevindirecek bir tuhaflık olmadığı görülüyor. İnceleme Lenin'den geliyor; "Gerek Portekiz devriminin gerekse Türk devriminin burjuva devrimler olarak kabul edilmesi gerektiğini vurgulayan Lenin, her ikisinin de bir "halk" devrimi olmadığını ifade ediyordu. Buna karşılık 1905 ve 1917 burjuva devrimlerinin gerçek bir halk devrimi olduğunu söylüyordu. "Çünkü - diyordu - halk kitlesi, onun çoğunluğu, toplumun köleleştirilmiş ve sömürülen en alt katmanları bağımsız olarak ayaklandılar, devrimin tüm seyrine kendi taleplerinin, yıkılacak olan eskinin yerine kendi tarzlarında yeni bir toplum kurma yönünde kendi girişimlerinin damgasını vurdular." diyen Lenin, şöyle devam ediyordu,"1871 yılı Avrupa'sında kıta üzerinde proletarya hiçbir ülkede halkın çoğunluğunu oluşturmadı "halkın çoğunluğunu hareketin içine çeken bir 'halk' devriminin ancak, hem proletaryayı hem de köylülüğü kapsadığında böyle bir 'halk' devrimi olabileceğini" belirtiyordu. Lenin'e göre, bu iki sınıf o zaman 'halk' ı oluşturuyordu. Lenin, "Her iki sınıfın ortak yanı, 'bürokratik-askeri devlet mekanizması' tarafından köleleştirilmeleri, ezilmeleri ve sömürülmeleridir." diyordu. "Bu mekanizmayı paramparça etmek ; 'halk'ın, onun çoğunluğunun, işçilerin ve köylülüğün büyük bölümünün gerçek çıkarı burada yatar" diyen Lenin ,"en yoksul köylülerin proletaryayla özgür ittifakının 'ön koşulu'nun bu olduğunu ve böyle bir ittifak olmadan demokrasinin kalıcı olmayacağını ve sosyalist dönüşümün olanaksız olduğunu" vurguluyordu. Devlet mekanizmasının "parçalanması"nın, hem işçilerin hem de köylülerin çıkarları doğrultusunda zorunlu olduğunu, onları birleştirdiğini, onların önüne "parazitleri" bertaraf etme ve yerine yeni bir şey koyma ortak görevini saptayan Marx, 1847'de Komünist Manifesto'da, burjuva devletin yerine "egemen sınıf olarak proletaryanın örgütünü" , "demokrasinin mücadeleyle elde edilmesini " koyarken, bunun hangi somut biçimler alacağını, bu örgütün mümkün olduğunca tam ve tutarlı "demokrasinin mücadeleyle elde edilmesi"yle hangi tarzda birleşeceği sorusuna yanıtı,kitle hareketinin deneyimlerine bırakıyordu. Bu deneyimlerin, Marx'ın "Fransa'da İç Savaş" eserinde titizlikle tahlil ettiği Komün'ün deneyimleri olduğunu hepimiz biliyoruz . Bu eserinde,19. yüzyılda gelişen, "her yerde hazır ve nazır organları;daimi ordu, polis, bürokrasi, din adamları, hakimleri ile merkezileşmiş devlet iktidarı"ndan söz eden Marx, "devlet erkinin, gittikçe daha fazla, işçi sınıfını ezmek için bir kamu erki, bir sınıf egemenliği mekanizması karakterini aldığını " vurguluyor ve "Sınıf mücadelesinde bir ilerlemeyi gösteren her devrimden sonra, devlet iktidarının salt baskıcı karakterinin gittikçe daha açık ortaya çıktığını" ekliyordu. Tahliline devam eden Marx, " Komün'ü imparatorluğun tam karşısına" koyuyor ve "Komün, sınıf egemenliğinin sadece monarşist biçimini değil, aynı zamanda bizzat sınıf egemenliğini ortadan kaldıracak olan cumhuriyetin, özgül biçimiydi..." diyordu. Marx, sınıf egemenliğinin bu özgül biçiminin ilk işaretlerini , "...Komün'ün ilk kararnamesinin, daimi ordunun bastırılması ve yerine silahlı bir halkın konması oldu-

ğunu " ifade ederek veriyordu. " Komün- diyordu Marx – Paris’in çeşitli semtlerinde genel oy hakkıyla seçilmiş belediye meclislerinden oluşuyordu. Çoğunluğu doğal olarak işçilerden ya da işçi sınıfının herkesçe tanınan temsilcilerinden oluşan bu meclisler, sorumlu idiler ve her an görevden alınabilirlerdi. O zamana kadar hükümetin aleti olan polis, tüm politik niteliklerinden arındırıldı ve bütün diğer yönetim dallarındaki memurların olduğu gibi, Komün'ün sorumlu ve her an görevden alınabilir aletine dönüştürüldü. " Lenin bunu, "parçalanan devlet mekanizmasının yerine Komün tarafından görünürde 'sadece' daha tam bir demokrasi geçirilmesi; daimi ordunun ortadan kaldırılması, istisnasız tüm memurların seçilebilirliği ve görevden alınabilirliği" olarak açıklıyordu. "Ne var ki -diyordu - gerçekte bu 'sadece', belli kurumlarla, prensip itibarıyla başka kurumların dev ölçekte bir yer değiştirmesi anlamına gelir. Devletten aslında artık devlet olmayan bir şeye dönüşür." Ancak burjuvaziyi ve onun direnişini bastırmanın hâlâ gerekli olduğuna dikkat çeken Lenin, Komün için bunun özellikle gerekli olduğunu ama tam da bu nedenle, yani bunu yeterince kararlılıkla yapmamış olduğu için yenildiğinin altını çizerek, burada "ezen organ"ın artık, azınlık değil, halkın çoğunluğu olduğunu ve bizzat halkın çoğunluğu, kendisini ezenleri ezmeye başladıysa, o zaman artık ' özel bir baskı erki'nin gerekli olmadığını; bu anlamda devletin sönüp gitmeye başladığını ekliyordu. Ayrıcalıklı bir azınlığın özel kurumları yerine, çoğunluk bunu bizzat kendisi doğrudan yapabilirdi ve tüm halk, devlet iktidarının fonksiyonlarının uygulanmasına ne kadar çok katılırsa, bu iktidara gereksinimi de o kadar azalırdı. Komün'ü tahlil etmeyi sürdüren Marx, "Komün, parlamenter değil, aksine aynı zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı olacaktı..." diyerek, şöyle devam ediyordu, " Üç ya da altı yılda bir, hâkim sınıfın hangi üyesinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermek yerine, genel oy hakkı, Komünlerde kurumlaşan halka hizmet edecekti, tıpkı bireysel seçim hakkının, tüm diğer işverenlere, kendi işyerinde işçi, ustabaşı ve muhasebeci seçmesine hizmet etmesi gibi." Marx'ın, Buradaki parlamentarizmi eleştirisine dikkat çeken Lenin, oportünistlerin, işadamı sosyalistlerin, parlamentarizmin eleştirisini tümüyle anarşistlere bıraktıklarını ve bu kurnazlıkla, parlamentarizmin her türlü eleştirisine "anarşizm" diyerek karşı çıktıklarını hatırlatır. Lenin, Marx'ın, özellikle devrimci durumun olmadığı koşullarda burjuva parlamentarizminin 'ahırı'ndan dahi yararlanmayı bilmeyen anarşizmle ilişkiyi acımasızca koparmayı bildiğini ama aynı zamanda parlamentarizmin gerçekten devrimci-proleter bir eleştirisini yaptığını hatırlatıyor ve birkaç yılda bir, egemen sınıfın hangi temsilcisinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermenin, sadece parlamenter - meşruti monarşilerde değil, aksine en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü olduğunu söylüyordu. Lenin, diğer yandan parlamentarizmden çıkış yolu nerede kalır ve onsuz nasıl yapılabilir? sorusunu ortaya atarak, bunun, temsili organların ve seçilebilirliğin ortadan kaldırılmasında olmadığını, aksine temsili organların laklakhanelerden “çalışma" organlarına dönüşütürülmesinde olduğunu belirtiyor ve böylece Komün'ün parlamenter değil, aksine aynı zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı olmasına vurgu yapıyordu. "Burjuva toplumun satılık ve çürük parlamentarizminin yerine, Komün, yargı ve tartışma özgürlüğünün bir aldatmacayla yozlaşmadığı organlar koyar, çünkü parlamenterler, kendileri çalışmak, yasaları kendileri uygulamak, uygulama sonucunda ortaya ne çıktığını kendileri kontrol etmek, seçmenleri önünde sorumluluğu kendileri taşımak zorundadırlar. Temsili organlar kalır, fakat özel bir sistem olarak, yasama ve yürütme faaliyetinin ayrılması olarak, milletvekilleri için ayrıcalıklı bir konum olarak parlamentarizm burada yoktur. Temsili organlar olmadan bir demokrasiyi düşünemeyiz; eğer burjuva toplumun eleştirisi bizim için boş bir laf olmayacaksa, burjuvazinin egemenliğini devirme çabası, Menşeviklerde ve sosyal-devrimcilerde söz konusu olduğu gibi, işçi oylarını kapmak için bir "seçim" lafı değil de, içten ve ciddi olacaksa, demokrasiyi parlamentarizm olmadan düşünebiliriz ve düşünmek zorundayız." açıktır ki, Lenin'in, Marx'ın Komün deneyiminden çıkardığı ve devlet teorisine içerdiği derslerle, bu dersleri derinlemesine inceleyip, çıkardığı sonuçları Ekim devrimine uygulaması sırasında ortaya koyduğu çözümlemeler son derece zengin derslerle yüklüdür.Ancak dün de, bu gün de, ne Marx'ın, ne de Lenin'in ve ne de Devlet öğretisi ile ilgili Engels'in çözümlemeleri yeterince dikkatlice ve derinlemesine ele alınmıştır. Ünlü revizyonist Bernstein, Marx’ın bu sözlerine dayanarak, Proudhon’un federalizmi ile büyük benzerlikler gösteren bir programın geliştirildiğini yazıyordu. “Demokrasinin birinci işinin - diyordu Bernstein- modern devleti dağıtmak ve dolayısıyla böylece, onun örgütlenmesini, Marx’la Proudhon’un tarif ettiği gibi ( komün delegelerinden bileşecek olan il veya bölge meclisleri delegelerinden ulusal meclisin oluşumu) ulusal temsilin şimdiye kadar ki biçimleri ortadan kalkacak biçimde tamamen değiştirmek olması gerektiği bana

elbette kuşkulu görünüyor.” Oysa Marx’ın buradaki , “devlet iktidarını yok etmeye” dair görüşü ile, merkeziyetçiliğe karşı federalizmden değil, aksine eski, burjuva ülkelerde var olan devlet mekanizmasının parçalanmasından söz ettiği apaçık ortadadır ama bu, oportünistlerce görülmediği gibi, Bernstein’in da görüş alanında değildir. Çünkü böylece, Marx’ın, asalak-ur olarak nitelendirdiği devlet iktidarını yok etmeye dair görüşlerini Proudhon’un federalizmi ile aynı kefeye koyması kolaylaşacaktır. Sadece Bernstein mi? Kautsky de, Plehanov da, Bernstein’i birçok konuda çürüttüğü halde, Marx’ın bu şekildeki tahrifi konusunda sessiz kalarak, Bernstein ile aynı yerde buluşmuştur. Marx, Proudhon ile de, Bakunin ile de, proletarya diktatörlüğü bir yana, federalizm sorununda ayrılır. Oysa anarşizmin küçük-burjuva görüşlerinden prensip olarak federalizm doğar. Marx ise merkeziyetçidir. Ve Marx’ın, Bernstein’in Proudhon’un federalizmi ile benzeştirdiği sözlerinde merkeziyetçilikten hiçbir sapma yoktur. Lenin, “Yalnızca devlete küçük-burjuva ‘ batıl inanç’la dolu olan kişiler burjuva devlet mekanizmasının yok edilmesini merkeziyetçiliğin yok edilmesi sayabilirler” dedikten sonra,”Peki, proletarya ve en yoksul köylülük devlet erkini eline alıp, tamamen özgür bir şekilde komünlerde örgütlenir ve bu komünlerin faaliyetini sermayeye karşı ortak darbeler için, kapitalistlerin direnişini kırmak için, demiryolları, fabrikalar ve toprakta özel mülkiyetin tüm ulusa, tüm topluma geçirilmesi için birleştirirlerse, bu merkeziyetçilik olmayacak mıdır.? Üstelik hem de proleter merkeziyetçilik ?” sorusunu sorarak, oportünistlerin küçük-burjuva dar kafalılığını ortaya koymuş oluyordu. Oportünistlere göre merkeziyetçilik, yalnızca yukarıdan, yalnızca memurlar ve askerler tarafından zorla kabul ettirilebilecek ve korunabilecek bir şeydir. Marx, Komün’ün ulusun birliğini bozmak, merkezi hükümeti ortadan kaldırmak istediği suçlamasına karşı merkeziyetçiliği, yani hedef bilinçli, demokratik, proleter merkeziyetçiliği, burjuva, askeri, bürokratik merkeziyetçiliğin karşısına koymak için kasten “ulusun birliğini örgütlemek” ten söz ediyordu. Marx’ın Proudhon’la çakıştığı nokta ise, Proudhon her ne kadar tarihini şaşırmış olsa da, her ikisinin de burjuva devlet mekanizmasının parçalanmasından yana olmalarıdır. Oportünistler ise tam da bu noktada Marx’tan uzaklaşmışlardır ve bu çakışmayı görmek istemezler.“Yeni tarihsel oluşumların, bir ölçüde benzerlik gösterdikleri daha eski ve hatta ölü biçimlerin eşi olarak görülmelerinin, genellikle yazgıları” olduğunu hatırlatan Marx, “Böylece modern devlet iktidarını parçalayan bu yeni Komün, ortaçağ İtalya’sındaki ve Fransa’sındaki vatandaşların kendi kendilerini yönetme hakkına sahip belediyeleri olan komünlerinin yeniden canlandırılması olarak Montesquieu’nun ve Jirondenler’in düşlediği gibi, küçük devletlerin bir birliği olarak...Aşırı merkezileşmeye karşı eski mücadelenin abartılı bir biçimi olarak görüldü.” Marx’a göre “ Komünal yapılanma, tersine, toplumdan beslenen ve onun özgür hareketini engelleyen asalak-ur ‘devlet’in yiyip bitirdiği tüm güçleri toplumsal bünyeye geri vermiş olurdu. Bu, bir tek eylemle Fransa’nın yeniden doğuşunu başlatmış olurdu...” Oportünistler,dünde,bu günde,parlamenter -demokratik devletin burjuva politik biçimlerini aşılamayacak sınır olarak almakta ve bu biçimleri parçalama yönündeki her türlü girişimi anarşizm olarak göstermektedirler. Marx,devletin nasıl ki,verili zamanda ortaya çıkması bir zorunluluk idiyse, ortadan kalkmasının da bir zorunluluk olduğunu ve ortadan kalkmasının geçiş biçiminin “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” olacağı sonucunu, sosyalizmin ve politik mücadelenin tüm tarihinden çıkarmıştı. Marx’ın devlet öğretisi, son derece kapsamlı ve uzun tarihsel sürecin incelenmesi ile ortaya çıkmış ve Lenin’in adına yazılan Ekim devrimi ve Sovyet sosyalizmi deneyimlerinin Marx’ın öğretisini doğrulayan katkısı ile daha bir vücut bulmuştur. Paris Komün’ü, Marx’ın devlet öğretisinde bir kilometre taşıdır. Komün, proleter devrimin burjuva devlet mekanizmasını ilk parçalama girişimi olarak ve parçalananın yerine konabilecek ve konmak zorunda olan, Lenin’in ifadesiyle, “nihayet keşfedilmiş” bir politik biçimdir. İşçi sınıfının politk mücadelesinin devrimci biçimler almasıyla işçiler, burjuvazinin diktatörlüğü yerine kendi devrimci diktatörlüklerini koyarlarsa, o zaman ilkelere hakaret korkunç suçunu işlemiş olurlar,çünkü sefil dünyevi günlük gereksinimlerini karşılamak için ,burjuvazinin direnişini kırmak için silahları bırakıp, devleti ortadan kaldırmak yerine, devlete devrimci ve geçici bir biçim verirler, derken Marx, anarşistlerle, onların politikayı yadsıması ile alay ederek, onların, işçilerin örgütlü zordan, yani burjuvazinin direnişini kırmaya hizmet edecek olan devletten vazgeçmeleri gerektiği yollu görüşlerini çürütüyor ve devletin, sınıfların ortadan kaybolmasıyla kaybolacağına veya sınıfların ortadan kaldırılmasıyla ortadan kalkacağına işaret etmiş oluyordu. Marx’a göre, hedef olarak devletin ortadan kaldırılması sorununda anarşistlerden ayrılınmıyordu. Marx’a göre, bu hedefe ulaşmak için, sömürücülere karşı devlet erkinin organlarından, araçlarından, yöntemlerinden geçici olarak yararlanmak gerekli idi. İşte anarşistlerden ayrılan nokta burasıdır.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

kanton kendi medeni yasasına ve ceza yasasına ve hukuk sistemine sahiptir. Ve sonra, halk meclisinin yanı sıra, küçük ya da büyük her kantonun, kanton olarak oy kullandığı devletler meclisi vardır." diye tamamlıyordu. Engels'in bu ifadelerinden, Lenin’in ifadesiyle onun, devlet biçimleri sorunu karşısında kayıtsız kalmadığı bir yana, her tekil durumun somut-tarihsel özelliklerine göre, ilgili geçiş biçiminin "ne" den,"ne"ye, hangi geçişi temsil ettiğini saptamak için, olağanüstü bir özenle geçiş biçimlerini tahlil ettiğini anlıyoruz. Bununla birlikte, açıkça görülmektedir ki, Engels de, Marx gibi, proletaryanın ve proleter devrimin bakış açısından hareketle demokratik merkeziyetçiliği, bir ve bölünmez cumhuriyeti savunmaktadır. Federatif cumhuriyeti ise ya istisna ve gelişmenin engeli olarak, ya da monarşiden merkeziyetçi cumhuriyete geçiş olarak, belirli özel koşullar altında bir ilerleme olarak görür ve bu özel koşullar altında milliyetler sorunu ön plana çıkar. Gerek coğrafi koşulların gerekse, dil birliğinin ve yüzlerce yıllık tarihin tek tek küçük parçalarda milliyetler sorununu "halletmiş " olması gerekir diye düşünülebilecek İngiltere'de bile Engels, milliyetler sorununun henüz aşılmadığı gerçeğini hesaba katarak, federatif cumhuriyette bir ilerleme görüyor. Ancak burada da federatif cumhuriyetin eksikliklerini eleştirmekten ve yekpare, merkeziyetçi-demokratik bir cumhuriyet için mücadeleden vazgeçmiyordu. Lenin bu konuda," Gündemde Almanya'nın birleşmesi sorunu vardı. Birleşme o günkü sınıfsal ilişkiler göz önüne alındığında iki biçimde gerçekleşebilirdi; ya proletarya tarafından yönetilen ve bir Alman Cumhuriyeti yaratacak olan bir devrimle, ya da Prusyalı toprak sahiplerinin birleşmiş Almanya'da egemenliklerini sağlamlaştıracak olan Prusya'nın hanedanlık savaşlarıyla. Proleter ve demokratik yolun şansının fazla olmadığını gören Lassalleciler, yalpalayan bir taktik izliyorlardı ve Junker Bismarck'ın hegemonyasına ayak uyduruyorladı. Hataları, işçi partisinin Bonapatist-devlet sosyalisti bir yola sapmasına kadar varıyordu. Buna karşılık Bebel ve Liebknecht kararlılıkla proleter ve demokratik yolu temsil ediyorlar, Junkerlere, Bismarck'ın politikasına ve milliyetçiliğe verilen en küçük tavize karşı mücadele ediyorlardı. Almanya Birsmarckçı yoldan birleşmiş olmasına rağmen tarih Bebel ve Liebknecht'i haklı çıkarmıştır" diyordu. Engels, demokratik-merkeziyetçiliği, anarşistler ve küçük-burjuva ideologlar gibi, bürokratik anlamda kullanmıyor. Engels için merkeziyetçilik, komünler ve bölgeler tarafından devletin birliğinin gönüllü olarak savunulduğu, her türlü bürokratizmin ve her türlü yukarıdan buyurmanın kesinlikle ortadan kaldırıldığı geniş kapsamlı yerel öz yönetimi dışlamıyordu. Marxizm'in devlet üzerine programatik görüşlerini geliştiren Engels Sosyal -demokratların program taslağının eleştirisinde şöyle devam ediyordu; “1866 da ve 1870 de yukardan yapılmış olan devrimi geriletmek bize düşmez; tam tersine, biz buna, aşağıdan bir hareketle gerekli tamamlamayı ve ıslahı sağlamalıyız. Demek ki tek bir cumhuriyet. Ama imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. 1792 den,1798 e dek her Fransız vilayeti, her komün Amerikan modeline uygun olarak, tam öz yönetime sahipti ve bize de böyle bir şey gerekir. Böyle bir özerklik nasıl örgütlendirilebilir ve bürokrasisiz nasıl edilebilir, bize bunu Amerika ve birinci Fransız Cumhuriyeti gösterdi. Avustralya, Kanada ve diğer İngiliz sömürgeleri de bugün bize bunu göstermektedir. Böyle bir eyalet ve komün, örneğin kantonun konfederasyonuna göre pek bağımsız bulunduğu ama bu bağımsızlığın bölgeye ve komüne karşı da olabildiği İsviçre federalizminden çok daha özgürdür." Kantonal hükümetlerin, bölge valileri ve valiler atadığını, oysa İngilizce konuşulan ülkelerde böyle bir şey olmadığını hatırlatarak, biz de, gelecekte bunlardan Prusyalı valilerden ve hükümet görevlilerinden kurtulduğumuz gibi kurtulmalıyız diyen Engels, bütün bu sözünü ettiklerinin, böyle şeylerin söylenmesine izin olmayan Almanya'da durumun karakterini belirtmek için ve aynı zamanda böyle bir durumu komünist toplum şekline kanuni yoldan sokmak isteyenlerin ne ölçüde hayale kapıldıklarını göstermek için olduğunu ekliyordu. Buna uygun olarak Engels, sosyal-demokrat program tasarısındaki özyönetim maddesini şöyle formüle ediyordu: "vilayetin, bölgenin ve komünün halkın genel oyu ile seçilmiş görevliler tarafından tam özerk olarak yönetimi. Devlet tarafından tayin olunan bütün yerel memurların ve valilerin ortadan kaldırılması." Küçük burjuva demokratları içinde çok yaygın olan federatif cumhuriyetin, merkeziyetçi cumhuriyetten daha büyük özgürlük anlamına geldiği önyargısını Engels'in 1792-1798 yıllarının merkeziyetçi Fransa'sı ve Federalist İsviçre cumhuriyeti ile ilgili aktardığı olgularla çürütmüş olması son derece önemlidir. Devlet ve Zora Dayalı Devrim üzerine Marxizm'in kurucularının ortaya koyduklarını ve Lenin’in katkılarını, bugün de taşıdığı önemi ile birlikte aktarmış bulunuyoruz. Marxist öğretiye 21.yüzyılın penceresinden bakarak, öğretinin içinde kalarak yeniden gözden geçirilmesi demek olan bu uzun metrajlı anlatımımdaki ifadelerin dikkatlice ve eleştirel gözle incelenmesine kalıyor. Ancak böyle, bu Marxizm düşmanlarının, tekellerin ideolojik silahı olarak, akıl dinamiklerinin üzerine attıkları ideolojik bombaları etkisizleştirecek en doğru ideolojik-politik mücadele, işçi sınıfının devrimci örgütünün yokluğundan doğan eksikliği giderebilecek şekilde ortaya konulabilir.

DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM -2

SAYFA 09

Marx, anarşistlerle polemiğe giriştiğinde, sorunu en açık biçimde ortaya koyuyor ve işçiler kapitalist boyunduruğundan kurtulduklarında, “silahları bırakmalı mıdır yoksa kapitalistlerin direnişinikırmakiçin bu silahları onlara karşı mı kullanmalıdır? diye soruyodu. Bunun ise devletin “geçici biçimi”nden başka bir şey olmadığını vurguluyordu. Engels de aynı düşünceleri açımlarken, kendilerine anti-otoriterler diyen Proudhoncu lardaki düşünce karışıklığı ile alay ederek; bir fabrikanın, bir demiryolunun, açık denizdeki bir geminin ele alınmasını istiyor ve belli bir tâbiyet olmadan, yani belli bir otorite ya da iktidar olmadan, makinelerin kullanımına ve birçok kişinin planlı işbirliğine dayanan bu karmaşık teknik işletmelerin hiçbirinin işlemesinin mümkün olmadığını ortaya koyuyordu. Ve bu gerekçeleri en hiddetli anti-otoriterlerin önüne koyduğunda, yalnızca şu yanıtı verdiklerini; “ Ah! bu doğru ama burada söz konusu olan delegelere verdiğimiz otorite değil, aksine bir görevdir.” dediklerini ve “bu insanların, adını değiştirerek bir şeyi değiştirebileceklerine inandıklarını” hatırlatıyordu. Böylece otorite ve otonominin göreceli kavramlar olduğunu ve etki alanlarının toplumsal gelişimin çeşitli aşamalarıyla birlikte değiştiğini, onları mutlak saymanın saçma olduğunu ortaya koyduktan sonra, devlet sorununa geçerek, “Eğer” diyor Engels “otonomistler, geleceğin sosyal örgütünün otoriteye yalnızca, üretim ilişkilerinin kaçınılmaz olarak çizdiği sınır dahilinde izin vereceğini söylemekle yetinselerdi, onlarla anlaşılabilirdi; fakat onlar, otoriteyi gerekli kılan tüm gerçekler karşısında kördürler ve bu sözcüğe karşı tutkuyla mücadele ederler.” Engels, daha sonra, anti-otoriterlerin seslerini politik otoriteye karşı, devlete karşı yükseltmekle neden yetinmediklerini sorarak; Tüm sosyalistlerin, devletin ve onunla birlikte politik otoritenin gelecekteki sosyal devrimin sonucunda ortadan kaybolacağında; yani kamu işlevlerinin politik karakterlerini yitireceği ve sosyal çıkarları denetleyen basit yönetsel işlevlere dönüşeceğinde anlaştıklarını hatırlatarak; Anti-otoriterlerin, politik devletin, onu üretmiş olan sosyal koşullar ortadan kaldırılmadan önce bile, bir vuruşta ortadan kaldırılmasını istediklerini; sosyal devrimin ilk eyleminin otoritenin ortadan kaldırılması olması gerektiğini talep ettiklerini belirtiyordu. Engels, bu baylar hiç devrim gördüler mi acaba? diye sonraki bir devrimin, hiç kuşkusuz, olabilecek en otoriter şey olduğunu ve nüfuzun bir kesiminin iradesini diğer kesime tüfek, süngü ve toplarla dayattığı bir eylem olduğunu ve bunların hepsinin pek otoriter araçlar olduğunu vurguluyor; zafer kazanan partinin, egemenliğini, silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla savunmak zorunda olduğunu söylüyordu. Burada Paris Komününe gönderme yaparak, eğer Komün, burjuvaziye karşı silahlı bir halkın otoritesini kullanmamış olsaydı, bir günden fazla dayanabilir miydi diye ve tersine onu bu otoriteden çok az yararlandığı için kınayamaz mıyız diye soruyordu. Buradan hareketle de, anti-otoriterlerin sadece gericiliğe hizmet ettiklerine işaret ediyordu. Engels, anarşistlerin devletin ortadan kaldırılması konusundaki düşüncelerinin karışık ve devrimci olmadığını ifade ederken, anarşistlerin devrimi, doğuşu ve gelişimi içinde, zorla, otoriteyle, erkle, devletle bağıntılı özgül görevleri içinde görmek istemediklerini gösteriyordu. Komün deneyimi, yani Komünün kanlı bir biçimde bastırılmasındaki nedenler boylu boyunca ortada dururken, Komünün, devletin devrimci erkinden, yani silahlı, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadan daha fazla yararlanması gerekmez miydi? sorusuna anarşistlerin somut cevap veremeyip, hâlâ her türlü otoriteye karşı olmaları bir yana, politik devletin, onu üretmiş olan sosyal koşullar ortadan kaldırılmadan önce bile, bir vuruşta ortadan kaldırılmasını istediklerini; sosyal devrimin ilk eyleminin otoritenin ortadan kaldırılması olması gerektiğini talep etmelerini anlamak zordur.

Engels, Bebel’e yazdığı bir mektubunda, Gotha Programı taslağında yazılı olan “özgür devlet”e değinerek,”özgür halkçı devletin, özgür devlet şeklini aldığını” vurgulayarak ; “bu terimlerin gramer anlamına göre, özgür bir devlet, kendi vatandaşlarına kaşı özgür olan devlettir, yani despotik bir hükümeti olan devlettir. “ diyor ve “devlet üzerine bu tür gevezeliklerden, özellikle tam bir devlet olamamış olan Paris Komünü deneyiminden sonra, vaz geçilmesi gerektiğini” söylüyordu. Böylece, Komün’ün artık nüfusun çoğunluğunu değil, azınlığını, yani sömürücüleri, baskı altında tutması gerektiği ölçüde, bir devlet olmaktan çıktığını; burjuva devlet mekanizmasının onun tarafından parçalandığını; özel bir baskı erki yerine, halkın bizzat kendisinin sahneye çıktığını anlatıyordu,bütün bunların asıl anlamları ile devletten sapmayı anlattığı açıktır. Aynı mektupta Engels, "daha Marx'ın Proudhon'a karşı yazdığı, Felsefenin Sefaleti adlı kitabından beri ve sonra da Komünist Parti Manifestosunda sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin kendiliğinden dağıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmiş olmasına rağmen, anarşistler yeteri kadar halkçı devleti kafamıza çalmış durmuşlardır.” Bakunin’in Alman sosyal-demokratlarına saldırılarına ve bunu, halkçı devletin aynı özgür halk devleti gibi bir saçmalık ve sosyalizmden bir sapma anlamına geldiği ölçüde haklı bulduğuna işaret ediyordu. Aynı mektubun ilerleyen satırlarında,”Devlet, mücadelede, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir müesseseden başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır; proletaryanın devlete ihtiyacı olduğu sürece, o bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi mümkün olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz devlet kelimesinin yerine, her yerde, topluluk (gemeinwesen-kamu kuruluşu ) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel bir eski Alman kelimesinin kullanılmasını teklif etmekteyiz." diyen Engels, bunları aslında Bebel üzerinden Alman sosyal-demokratlarına, anarşistlere karşı mücadelelerini iyileştirilmelerine yardımcı olmak üzere, daha doğrusu, onları devlet ile ilgili oportünist önyargılardan arındırmak amacıyla yazıyordu. Ancak Bebel, Engels’in yargısına tümüyle katıldığını belirtmesine rağmen, daha sonra, "devlet, sınıf egemenliğine dayanan bir devletten, bir halk devletine dönüştürülecektir " diyecekti. Diğer yandan, aynı mektupta Engels, "bütün sınıf farklarının ortadan kaldırılması" yerine, "her türlü sosyal ve siyasi eşitsizliğin yıkılması" deyimi yersizdir dedikten sonra; Sosyalist toplumu eşitliğin imparatorluğu olarak düşünmenin dar bir Fransız anlayışı olduğunu ve eski özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganına dayandığını ve bu anlayışın evrimin bir aşamasına denk geldiği için zamanında ve yerinde bir varlık nedeninin olduğunu ama aşılmaya mahkûm olduğunu ve gerçeklere daha uygun olan daha tam ve doğru kavramlara yerlerini terk etmiş olduklarını da vurguluyordu. "Kesin olan birşey varsa, - diyordu - o da,partimizin ve işçi sınıfının sadece demokratik cumhuriyet biçimi altında egemenliğe ulaşabileceğidir. Hatta bu, Büyük Fransız Devrimi'nin de göstermiş olduğu gibi, proletarya diktatörlüğünün özgül biçimidir..." Bunu söylerken Engels, demokratik cumhuriyetin proletarya diktatörlüğüne en yakın giriş olduğunu vurgulamış oluyordu. Engels, demokratik cumhuriyette devletin monarşide olduğundan daha az olmamak üzere, bir sınıfın başka bir sınıfı ezme mekanizması olarak kaldığını söylediğinde, bu kesinlikle bazı anarşistlerin öğrettiği gibi, ezilme biçiminin proletarya için fark etmediği anlamına gelmiyordu. Demokratik cumhuriyet, sınıf mücadelesinin ve sınıf baskısının daha geniş, daha özgür, daha açık biçimi, proletarya için, sınıfların ortadan kaldırılması mücadelesinde genel olarak büyük bir kolaylık anlamına geliyordu. "Çünkü” diyordu Lenin de, tüm II. Enternasyonal için Marx'ın yukarıdaki sözlerinin de unutulmuş sözler olduğunu hatırlatarak “hiçbir biçimde sermayenin egemenliğini ve böylece kitlelerin ezilmesini ve sınıf mücadelesini ortadan kaldırmayan bu cumhuriyet, kaçınılmaz olarak bu mücadelenin öylesine genişlemesine, gelişmesine, daha belirgin olarak ortaya çıkmasına, keskinleşmesine yol açar ki, bir kez ezilen kitlelerin temel çıkarlarını karşılama olanağı doğar doğmaz, bu olanak, kaçınılmaz olarak ve yalnızca proletarya diktatörlüğünde, bu kitlelerin proletarya tarafından yönetilmesinde gerçekleşir." "(Özgül Prusyacılığı, bir bütün olarak Almanya içinde eritmek yerine, onu ebedileştiren, gerici monarşist anayasa ile ve aynı şekilde gerici küçük devlet ayrılıkçılığı ile şimdiki Almanya'nın ) yerine geçmelidir ?" diye soran Engels, "Görüşümce, proletaryanın sadece bir ve bölünmez cumhuriyet biçimine ihtiyacı olabilir " diyordu. Devam ederek Engels, "Federatif cumhuriyet- diyordu-Doğu'da artık bir engel haline gelirken, Birleşik Devletler'in dev toprakları üzerinde bir bütün olarak hâlâ gerekliliktir. İki adada dört ulusun yaşadığı ve bir parlamentoya rağmen daha şimdiden yan yana üç farklı yasa sisteminin bulunduğu İngiltere'de bu bir ilerleme olurdu. İsviçre'de çoktan bir engel haline gelmiştir, bu sadece,İsviçre, Avrupa devletler sisteminin salt pasif bir üyesi olmakla yetindiği için katlanılabilir bir durumdur. Almanya için federalist birİsviçre’leştirme büyük bir gerileme olurdu. “ Engels, aynı yerde, “Federal devleti üniter devletten iki noktanın ayırt ettiğine" vurgu yaparak; "her üye devlet, her

Sayfa 09


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 10

Sayfa 11

TDKP - THKO ; DÜNYA ÇAPINDA SOSYALİST DEVRİM

TDKP-THKO Röportajı -3

SAYFA 10

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Emperyalist kapitalizm, dünya işçi sınıfına, emekçi halklarına karşı yoğun bir taarruza geçmiştir. Bu saldırı topyekûndur. Dünya, emperyalist kapitalizmin hâkim kliğinin istekleri çerçevesinde, baştanbaşa yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Hiçbir coğrafya, hiçbir alan bu yeniden şekillendirme çabasının dışında değildir. Emperyalist kapitalizmin bugünkü hâkim kliği, kendisi için önemli gördüğü coğrafyalardaki “sorunları çözmek” için savaş makinesini ve en ilkel sömürgeci yöntemleri kullanmakta hiçbir sakınca görmemektedir. Zira artık dünyadaki dengelerin buna uygun olduğunu düşünmektedir. Daha farklı koşulların ürünü olan mevcut uluslararası kuralların ve kurumların önüne dikilir gibi göründüğü noktalarda, bu kurum ve kuralların yeniden tarifini dayatmaktadır.

Eğer ciddi bir devrimci siyasal yaklaşımlar bütünü üretme niyetindeysek, geçmişe yönelik değerlendirmelerimizi daha serinkanlıca yapmamız gereklidir ve siyasal atmosferin eski parametrelerinin ortadan kalktığı bugünkü koşullarda, bunu yapmamızın önünde pek fazla engel de yoktur. “Yeni” kavramı devrimci ve sosyalist hareketin yakın tarihinde çoğunlukla devrimcilikten yan çizmenin anahtar kelimesi olarak işlev gördü. Diyalektik yaklaşımdan tamamen uzak bu tür kullanımlar, kavramın önemini ortadan kaldırmaz. Yeni, eskinin bağrında büyüyen gelecektir. O, eskinin, geleceğe taşınabilme, hatta geleceği kurabilme özelliklerine sahip unsurlarından doğar. Bu açıdan eskiyi içerir; ama aynı zamanda onu olumsuzlar ve aşar. Yani hem bir devamlılığı, hem de bir kopuşu anlatır.

Sistem, tüm ülkelerde iktisadi ve siyasal kurumsallaşmayı da yeniden tanımlama peşindedir. Kapitalizm, sosyalist sistemin çözülmesinin ardından artık ihtiyaç duymadığı ve gereksiz gördüğü “sosyal refah devleti” konseptini tamamen terk etmeye ve bu projenin kaçınılmaz parçası olan kamu payları ve varlıklarını, özelleştirme adı altında doğrudan talana yönelmiştir. Sınıfsız topluma gidiş mücadelesinde bir dönem sona ermiştir. Bu dönem aslında yaklaşık yirmi yıl önce kapanmıştır; lakin bu durumu sahici bir biçimde tartışmaya başlamanın koşulları yeni yeni ortaya çıkmaktadır. Bu dönemi kapatan dönemeç noktası, Sovyetler Birliği’nin çözülmesidir. Ön süreçleriyle birlikte aşağı yukarı yüz yıllık bir dönemin bitişidir bu. Sınıfsız toplum mücadelesinin teorik, ideolojik ve politik yönelimlerini yaklaşık yüz yıllık bir süre için -ister yandaşlık, ister karşıtlık, isterse mesafelilik biçiminde- belirleyen bir dönemdir sözünü ettiğimiz. Bu çözülme, aynı zamanda, sosyalizmin ve komünizmin “doğallığı ve kaçınılmazlığı”, yani adeta bir “kader” algısı üzerine kurulu, yüz kırk küsur yıllık bir teorik yaklaşım döneminin de kapanışıdır. Bir dönem belki bitmiştir ama onun, hareketin gidişatını belirleme durumu bugüne dek devam etmiştir. Zira, Sovyet sosyalizminin yok oluşu ve birinci sosyalizm dalgasının yenilgiye uğramasıyla oluşan şok edici boşluk, yine aynı durumdan dolayı kapitalizmin hiç hak etmediği kadar güçlü bir görünüm kazanmasıyla birleşince, devrimci hareket için, yeni bir dönemi ve ihtiyaçlarını sahici bir biçimde tartışma gündemine sokmanın -özellikle moral- koşulları önemli oranda ortadan kalkmıştır. Ancak kapitalizmin hala içinde debelendiği son büyük bunalımlarla sistemin süngüsü ciddi oranda düşmüş, onun elde etmiş olduğu moral üstünlük pozisyonundaki bu çöküşle birlikte, göreli bir denge durumu oluşmuş, kapitalizmin aşılması gereken bir sistem olup olmadığı, yeniden güçlü bir şekilde insanlık zihninin önemli tartışma konularından biri haline gelmiştir. Kriz belki yeni bir dönemi başlatmamıştır; ama zaten başlamış olan bir dönemin özelliklerinin daha doğru bir düzlemde tartışılabilmesinin zeminini yaratmıştır. Açıkça görünen, kapitalizmin artık varlık koşullarının sınırlarını zorlar hâle geldiğidir. Bu konum, insanlığı yeni ve büyük bir çatışmanın, başka bir açıdan bakılınca sınıf karşıtlıklarının yok edileceği büyük bir atılımın eşiğine getirmektedir. Böyle bir kalkışmaya karşı gelişecek reaksiyon göz önüne alındığında, bir var olma-yok olma mücadelesi olacaktır. Dünya ölçeğinde böylesi bir kopuş ve atılımın maddi koşullarının hızla olgunlaştığı konusunda hiçbir kuşku yoktur. Latin Amerika, Kuzey Afrika, Ortadoğu gibi dünyanın çeşitli bölgelerini dolanan devrimci durum, Avrupa’nın kalbine kadar sokulmuştur. Yunanistan’da ortaya çıkan devrimci durumun, İspanya, İtalya, Portekiz gibi diğer Avrupa ülkelerine de sıçraması yakın görünmektedir. Kahredici olan, devrimci hareketin, bu devrimci durumlardan sosyalist devrimler üretebilmek için zorunlu olan sübjektif şartları oluşturmaktan çok uzak oluşudur. Bu yüzden de, bu devrimci durumların bir kısmında, sistem, gelişmeleri kolaylıkla kendi çıkarına sonuçlar üretmek için kullanmakta (Arap “Baharı”ndaki gibi), bir kısmında ise kalkışmalar burjuva demokratizminin sınırlarını aşmaya yönelememektedir(Latin Amerika ve Yunanistan’daki gibi).

Bugün devrimci hareketin en temel siyasal sorunu, dünyada giderek yaygınlaşan devrimci durumları sosyalist devrimlere çevirebilecek siyasal ve toplumsal öznelerin yaratılması sorunudur. Bu son olabilecek savaşın güçler mevzilenmesinin, kadro ve siyaset tarzının nasıl olması gerektiği, insanlığın zincirlerinden kurtulmasını hedefleyen unsurların en yakıcı tartışma konusudur. Konuya bir giriş yapmak için, Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle başlayan bu yeni dönemde hem kapitalizmin, hem işçi sınıfının, hem de sosyalist ve devrimci hareketlerin vaziyetlerine ve bu vaziyetlerin yönelim eğilimlerine kısaca bir göz atmakta yarar vardır. Öncelikle şunu söylemeliyiz ki, burada kapitalizmin uzun uzun teknik tahlillerine girmeye niyetimiz yok. Lenin, “II. Enternasyonal’in Batışı” makalesinde, tüm Avrupa çapında devrimci durumlara yol açan birinci emperyalist savaşın ortasında, emperyalizmin ayrıntılı bilimsel irdelenmesi peşinde koşanlar için şöyle diyordu:emperyalizmin ayrıntılı bilimsel irdelemesi bir şeydir, bu irdeleme yeni başlar ve doğası gereği, genel olarak bilim gibi, sonsuzdur; kapitalist emperyalizme karşı sosyalist taktiğin, sosyal demokrat gazetelerin binlerce nüshası ve Enternasyonal kararlarında sergilenmiş ilkeleri ise başka bir şeydir. Sosyalist partiler tartışma kulüpleri değil, savaşım içindeki proletaryanın örgütleridir ve taburlar düşmana geçtikleri zaman, “herkes”in emperyalizmi “aynı biçimde” anlamadığını, örneğin şoven Kautsky ile şoven Cunow’un bu konuda ciltler yazabileceklerini, sorunun “yeterince görüşülmediği”ni vb. söyleyen ikiyüzlü söylevlere kendini “kaptırmadan”, onları damgalamak ve hain ilan etmek gerekir. Kapitalizm, soygunculuğunun bütün görünüşleri ve tarihsel gelişmesi ile ulusal özelliklerinin en ince dal budak salmaları içinde hiçbir zaman sonuna değin irdelenmeyecektir; bilginler –ve hele bilgiçler- özel ayrıntılar üzerinde tartışmayı hiçbir zaman bırakmayacaklardır. “Bu yüzden” kapitalizme karşı sosyalist savaşımdan vazgeçmek, bu savaşıma ihanet etmiş olan kimselere karşı çıkmak istememek gülünç olurdu.( Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky ) Burada söylemek istediğimiz, kapitalizmin etraflı ve ayrıntılı tahlillerinin yapılmasına karşı olduğumuz değil, bu tahlillerin, bugünkü temel sorunumuzla, yani devrimci hareketin kendini ve aklını yeniden kurmasıyla doğrudan ilgisi olmadığıdır. Bu tahliller, ancak, zaten kurulu devrimci siyasal ve toplumsal öznelerin geliştireceği taktikler açısından bir anlam taşıyabilir. Kendimizi ve aklımızı kurmak için, kapitalizmin eğilimlerinden ve krizlerinden medet ummak saçmadır. Bu yüzden, emperyalist kapitalizme yönelik değerlendirmemizi, görevimizle ilgili olduğu kadarıyla, özet olarak yapacağız. Sovyet sosyalizminin yok olması ve birinci sosyalizm dalgasının yenilmesiyle birlikte, artık kendisini sınırlayacak önemli bir güç kalmayan

Sistem bu saldırının, olası karşı çıkış ve kalkışmaları bastırabilecek siyasal ayağını da ihmal etmemektedir. “Düşman” yaratmadan kendini tarif ve yığınları maniple etmesi zor görünen emperyalist kapitalizmin, sosyalizmin çözülüşünün ardından yeni düşman olarak terörü göstermesi bir rastlantı değildir. Bu başı sonu belirsiz “düşman” tarifine dayanarak, bir yandan uluslararası plandaki saldırılar için meşruiyet zemini sağlamaya çalışılırken, bir yandan da tek tek ülkelerde “terörle mücadele” adı altında, her türlü muhalif unsuru ezmeye yönelik faşist yasalar çıkarılmakta, devletin baskıcı yönü tahkim edilmektedir. Kapitalizmin merkez ülkelerinde bile emekçi kesimleri yıkıma doğru sürükleyen bu iktisadi ve siyasi politikalar, sistemin derin bunalımıyla birleşerek, işçi sınıfı ve emekçiler için daha da vahim sonuçlar ortaya çıkarmakta, diğer yandan sistemin manipülasyon ve mistifikasyon zırhındaki çatlakları derinleştirerek yeni bir dünyanın kurulması arzusu ve olanaklarını hızla artırmaktadır. Bu gidişatın doğal sonuçlarından biri, zaten önemli oranda manipülasyon ve kandırmacaya dayalı olan parlamenter demokrasinin temellerinin giderek tamamen yok olma sürecine girmesidir. Artık yönetme erkinin bütünüyle dar kadrosal yapılara geçeceği, geniş kitlelerin ise tüketim kültürüyle sarmaşmış dinsel gerici ve faşist bir söylem etrafında yükseltilecek yoğun bir manipülasyonla kaderlerine razı edileceği, razı olmayanların ezileceği bir sistem yürürlüğe girme sürecindedir. Zira “sosyal refah devleti”ni yadsıyarak meşruiyetinin son akılcıl ve geniş kitleler katında iyi kötü gönüllü kabul görmesini sağlayacak aracından da vazgeçen kapitalizmin üzerinde varlığını sürdüreceği başka bir zemin yoktur. Özellikle elektronik, iletişim ve bilişim alanlarındaki büyük teknolojik sıçramalarla etkinliğini olağanüstü bir biçimde genişleten kitle iletişim araçlarının yanı sıra siyasal, dini ve akademik kurumlar üzerinde de kurduğu kesin hâkimiyetle birlikte sistem müthiş bir manipülasyon gücüne sahip olmuştur. Egemenlerin, ayrıca, bu gücün yetmediği noktalarda devreye sokulmaya hazır, son derece deneyimli çıplak zor kurumları vardır. Kapitalizmin girdiği yol, faşizmin ve burjuva demokrasisinin kucak kucağa gittiği, duruma ya da kesime göre bir ya da öteki yüzün sergilendiği bir burjuva devlete işaret etmektedir. Kapitalizmin merkez ülkelerinde bile geniş kitleleri sürekli yoksulluğa ve yoksunluğa doğru iten bu tarz bir devletin ayakta kalabilmesinin tek yolu giderek tamamen manipülasyon, baskı ve korku zeminine sıkışmaktadır. Bu durum bizi burjuva diktatörlüğünün, burjuva demokrasisi ve faşist diktatörlük şeklinde iki biçiminin bulunduğu yolundaki –belki de Sovyetler Birliği’nin varlığıyla belirlenen dönemin parametrelerine uygun- yaklaşımı yeniden gözden geçirme göreviyle karşı karşıya bırakmaktadır.

Geniş kesimler, yakın tarihlere kadar, dünyayı küreselleşme adı altında gözü dönmüşçesine yeniden fethe çıkan emperyalist kapitalizmin elindeki araçların, onun sıkıntılarını gidermeye yeterli olduğunu düşünmekteydi. Ancak tek bir ciddi bunalım bile, bu yeterlilik görüntüsünün ardında gizlenen derin zaafları, kırılganlığı ve zavallılığı ortaya koymaya yetmiştir. Emperyalist kapitalizmin hâkim kliğinin dünyayı istediği yönde şekillendirme hamlesi, doğal olarak, eski şekle göre pozisyon almış veya yeni palazlanıp farklı arayışlara yönelmiş güçleri zorlamakta, ulusal, bölgesel ve küresel ölçeklerde büyük gerilimlere yol açmaktadır. Sistemin üzerine oturduğu eski statüko ve ideolojik-siyasal meşruiyet zeminindeki yarıkların iyice genişlemesinde, sermaye kesimleri arasındaki bu yeni güç dengesi arayışları da etkili olmaktadır. Öte yandan burjuvazinin kâr kaygısıyla milli sınırları veya algıları neredeyse yok sayma eğilimiyle kendi devletinin -meşruiyet zemini ve kapsama alanı olarak- hâlâ “milli” olan niteliği arasında da ciddi bir gerilim gözlenmektedir. “Ulus devlet”in miadını doldurup rafa kalktığı biçimindeki “ultra emperyalizm” teorilerine yönelmek için vakit erkendir. Sistem henüz “milli” olma niteliğini aşmış bir devlet modeli üretememiştir ve görülebilir bir gelecekte üretebilecek gibi de görünmemektedir. Dahası, emperyalist kapitalizmin hâkim kliğinin bir saldırı hamlesi olarak da değerlendirilebilecek “küreselleşme” atağının, önümüzdeki süreçte yaşanacak birtakım tıkanmaların ardından belirli oranlarda geri çekilmesi veya daha milliyetçi –ya da ulus devletçi- tonlara bürünmesi de hiç şaşırtıcı olmayacaktır. “Küreselleşme” denen süreç, sosyalizmin yenilgisinden sonra sistem içi çelişkilerin sona ermesi anlamına değil, aksine bu çelişkilerin daha da derinleşmesi ve dünyanın yeniden paylaşımı zemininde yeniden tarif edilmesi anlamına gelmiştir. Son büyük krizle birlikte iyice su yüzüne çıkan ve kendini şimdilik yeni iktisadi-siyasi statüko arayışlarının dillendirilmesi biçiminde dışa vuran bu çelişkilerin, sert çatışmalar ve daha derin bunalımlar sonucuna varması, sistemin rekabetçi ve yamyam –kendi türündekini yiyen- doğası yüzünden kaçınılmaz görünmektedir. Yıkıntıların, baskıların, çürümenin, manipülasyon ataklarının ortasında yuvarlanıp gidilen bu dönemde pusulasını kaybetmiş devrimci hareketle bağı çoktandır kopuk işçi sınıfı, dünyada yaşanan ve devamlı yoksul üreten süreçlerin saflarını her gün daha da genişletmesine karşın, sendikal mücadelenin sınırları içinde debelenmekte, siyasal mücadeleden uzaklaştıkça en basit haklarını bile savunmakta zorlanmakta, yıkım üstüne yıkım yaşamaktadır.

Yaşadığımız yakın tarih, işçi sınıfının, ortada ona siyasal olarak önderlik eden etkin bir devrimci özne bulunmadığı zaman, varlığı bile tartışılan zavallı bir sınıf olmaktan kurtulamayacağını da göstermiştir . Yıkımın çıplak gözle, zaferin ise henüz bir olasılık olarak görülebildiği bugün, sınıfsız toplum mücadelesi veren devrimciler cephesi darma-dağınık hâldedir. Devrimciler, sosyalistler, biten bir dönemin ihtiyaçları temelinde inşa edilmiş ve sosyalizmin uğradığı yenilgiyle birlikte gözleri kör edercesine toz duman içinde yıkılan kalelerini yeniden ve eski deneyimlerden de yararlanarak daha güçlü bir biçimde kurma gibi, bugünkü vaziyetleriyle karşılaştırıldığında son derece zorlu bir görevle karşı karşıyadırlar. Bu görevin altından kalkabilmek için kendimizi, aklımızı, sınıf mücadelesini, teorik, ideolojik, siyasal, örgütsel sorunlarımızı, devrim ve sınıfsız toplum mücadelesinin yeni döneminin ihtiyaçlarına göre yeniden tarif etmemizin zorunlu olduğuna inanıyoruz. Bu tarif çabasını, meseleyi sosyalist ve devrimci çevrelerde giderek arttığı görülen türden bir amatör ve popüler tarih tartışmasına çevirmeden, yeni “kahramanlar” ve “hainler” yaratarak işin içinden sıyrılma kolaycılığına kaçmadan, kendimizi dışımızda belirlenen ve bu koşullarda çözmemizin imkânsız olduğu “büyük” siyasal gündemlerin yükünün altında ezilip kişiliksizleşmeye mahkûm etmeden, soğukkanlı, mütevazı ve gerçekçi bir biçimde saptadığımız görevleri ve ihtiyaçları temel alarak yürütmeliyiz. Her şeyden önce, bugünkü ihtiyaçlarımız ve görevlerimiz doğrultusunda, Marksist-Leninist kuramda devrimci bir yenilenmeye gitmemiz, bütün terminolojimiz ve perspektiflerimizi de bu yenilenmeye uygun hâle getirmemiz gerekir. Kuramsal tadilat konusundaki görüşlerimizi ana hatlarıyla belirttiğimiz için, burada daha çok siyasal perspektiflerle ilgili konulardan bahsedeceğiz. Hareketin geçmişte kalan ihtiyaçları tarafından -doğru ya da yanlış biçimde- belirlenmiş perspektifleri, bugünün ihtiyaçlarına cevap veremiyorlarsa, bir yana bırakmalıyız. Bunu yaparken, hareketin geçmişteki -farklı ihtiyaçlardan doğmuş- perspektiflerine saldırmanın, bugünü doğru okuma konusunda herhangi bir garantisi olmayacağı gibi, kendi köklerini budama yoluyla köksüzleşmeye ve kitleler gözünde siyaseten güvenilmez unsurlara dönüşmeye yol açacağını da unutmamalıyız. Bütün sosyalizm tarihi bizim tarihimizdir. Bu tarihe her türlü katkının değerini bilmek durumundayız. Bu, bizim hatalı bulduğumuz yaklaşımları reddetme hakkımızı ortadan kaldırmaz. Fakat bunu, yeniyi kuracak enerjiyi eskiye yönelik bir reddiyecilikten üretebileceğimiz yanılgısına kapılıp “gürültücü” bir tarzda yapmanın devrimci harekete siyaseten faydası değil, zararı vardır.

Yeni siyasal durumu ve görevlerimizi kavrayabilmek için eskide kalanın -yani kopulması gerekenin- ne olduğunu ve devamlılığın hangi zemin veya zeminler üzerinden sürmesi gerektiğini saptamak zorunludur. Bize göre, siyaseten eskide kalan, genel bir ifadeyle, Sovyetler Birliği’nin varlığıyla belirlenen bir dönemdir. Bu, aynı zamanda -hatasıyla, doğrusuyla- sosyalizmin dünya tarihinde en etkili olduğu zaman dilimidir. Sınıfsız toplum mücadelesinin ürettiği –hatasıyla, doğrusuyla- en güçlü mevzi kaybedilmiştir. Bunun için hissettiğimiz tek duygu üzüntü. Ama öte yandan, artık savunacak bir kalemiz de kalmadı. Küfe düştü, yumurtalar kırıldı. Yani ideolojimizi, siyasetimizi, örgütümüzü, kadromuzu, kısacası kendimizi, bu savunma zeminine göre kurmak zorunda değiliz artık. Yeni bir dönemin, dünyanın bizi ittiği yeni bir atağa kalkma döneminin bize gerekli olan perspektiflerini, o biten dönemde bulamayız. Aksine son yaklaşık yirmi yıllık süreçte likidasyonu ve doğrudan burjuva kampa yönelmeleri kısmen engelleyen bir kimlik savunma biçimi olarak görülüp belirli oranda anlayışla karşılanabilecek eski perspektiflere göre dizilme yaklaşımının artık kendisi de, bugüne ve geleceğe dair çıkışsızlığıyla, giderek statükocu bir likidasyon ve liberalizasyon makinesine dönmektedir. Geride kalmış bir dönemin mücadele kriterleriyle ne kendimizi işlevsel olarak kurabilir, ne başkalarıyla birlik ve ayrılık noktalarımızı -yani dostumuzu ve düşmanımızı- gerektiği gibi tanımlayabilir, ne de ciddi bir devrimci yol tutturabiliriz. O dönemde, elbette, bugün yolumuzu aydınlatabilecek bir sürü deneyim, bir sürü ipucu ve ciddi referans noktaları vardır; ama aynı zamanda bu dönem, özellikle de devrimci hareket içinden bakıldığında, komünist hareketin motor gücünde statükoculuğa yönelinmesinin de etkisiyle, gerek küresel gerek yerel ölçeklerde, teorik-ideolojik-siyasal bazı farklılıkların, siyaset zemininde karşı karşıya gelişlerin sertleşmesi sonucu, karşı tarafı -ya da tarafları- mahkûm etme çabasıyla, zaman zaman abartıldığı, deforme edildiği, devrimci mücadelenin gerçeğinin böylece parçalı hâle geldiği ve siyasal kamplaşmaların herhangi birinin kalıpları içerisinde kalarak bu gerçeğin bütünlüğünü yakalama imkânının ortadan kalktığı bir dönemdir. Bu dönemin, dolayısıyla onun parametrelerine dayalı karşıtlıkların sona ermiş olmasıyla, devrimci/ komünist hareketin gerçeğinin bütünlüğünün yeni bir sentez çerçevesinde yeniden ve çok daha etkin biçimde kurulması için uygun bir zemin ortaya çıkmıştır. Dahası, sınıfsız toplum mücadelesinde yeni bir atılım anlamı taşıyan bu tür bir devrimci sentez, önümüzdeki süreci zaferle taçlandırabilmek için, başarılması zorunlu ve kaçınılmaz bir görev olarak görülmelidir. Yani, genel olarak ifade etmek gerekirse, bugünün ihtiyaçları ve mücadele hattı bugünkü koşullara göre ve mücadelenin bugünkü sahiplerince yeniden tarif edilmek zorundadır. Zira bugünün dünyası düne göre farklı özellikler taşımaktadır. Teknolojik gelişme müthiş boyutlara ulaşmış, insan malzemesi geçmiş sosyalizm kuruculuğu dönemlerine göre çok daha kalifiye hâle gelmiş, dünya iyice küçülmüş, farklı coğrafyaların iktisadi ve siyasi kaderleri tamamen iç içe geçmiştir. .


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 10

Sayfa 11

TDKP - THKO ; DÜNYA ÇAPINDA SOSYALİST DEVRİM

TDKP-THKO Röportajı -3

SAYFA 10

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Emperyalist kapitalizm, dünya işçi sınıfına, emekçi halklarına karşı yoğun bir taarruza geçmiştir. Bu saldırı topyekûndur. Dünya, emperyalist kapitalizmin hâkim kliğinin istekleri çerçevesinde, baştanbaşa yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Hiçbir coğrafya, hiçbir alan bu yeniden şekillendirme çabasının dışında değildir. Emperyalist kapitalizmin bugünkü hâkim kliği, kendisi için önemli gördüğü coğrafyalardaki “sorunları çözmek” için savaş makinesini ve en ilkel sömürgeci yöntemleri kullanmakta hiçbir sakınca görmemektedir. Zira artık dünyadaki dengelerin buna uygun olduğunu düşünmektedir. Daha farklı koşulların ürünü olan mevcut uluslararası kuralların ve kurumların önüne dikilir gibi göründüğü noktalarda, bu kurum ve kuralların yeniden tarifini dayatmaktadır.

Eğer ciddi bir devrimci siyasal yaklaşımlar bütünü üretme niyetindeysek, geçmişe yönelik değerlendirmelerimizi daha serinkanlıca yapmamız gereklidir ve siyasal atmosferin eski parametrelerinin ortadan kalktığı bugünkü koşullarda, bunu yapmamızın önünde pek fazla engel de yoktur. “Yeni” kavramı devrimci ve sosyalist hareketin yakın tarihinde çoğunlukla devrimcilikten yan çizmenin anahtar kelimesi olarak işlev gördü. Diyalektik yaklaşımdan tamamen uzak bu tür kullanımlar, kavramın önemini ortadan kaldırmaz. Yeni, eskinin bağrında büyüyen gelecektir. O, eskinin, geleceğe taşınabilme, hatta geleceği kurabilme özelliklerine sahip unsurlarından doğar. Bu açıdan eskiyi içerir; ama aynı zamanda onu olumsuzlar ve aşar. Yani hem bir devamlılığı, hem de bir kopuşu anlatır.

Sistem, tüm ülkelerde iktisadi ve siyasal kurumsallaşmayı da yeniden tanımlama peşindedir. Kapitalizm, sosyalist sistemin çözülmesinin ardından artık ihtiyaç duymadığı ve gereksiz gördüğü “sosyal refah devleti” konseptini tamamen terk etmeye ve bu projenin kaçınılmaz parçası olan kamu payları ve varlıklarını, özelleştirme adı altında doğrudan talana yönelmiştir. Sınıfsız topluma gidiş mücadelesinde bir dönem sona ermiştir. Bu dönem aslında yaklaşık yirmi yıl önce kapanmıştır; lakin bu durumu sahici bir biçimde tartışmaya başlamanın koşulları yeni yeni ortaya çıkmaktadır. Bu dönemi kapatan dönemeç noktası, Sovyetler Birliği’nin çözülmesidir. Ön süreçleriyle birlikte aşağı yukarı yüz yıllık bir dönemin bitişidir bu. Sınıfsız toplum mücadelesinin teorik, ideolojik ve politik yönelimlerini yaklaşık yüz yıllık bir süre için -ister yandaşlık, ister karşıtlık, isterse mesafelilik biçiminde- belirleyen bir dönemdir sözünü ettiğimiz. Bu çözülme, aynı zamanda, sosyalizmin ve komünizmin “doğallığı ve kaçınılmazlığı”, yani adeta bir “kader” algısı üzerine kurulu, yüz kırk küsur yıllık bir teorik yaklaşım döneminin de kapanışıdır. Bir dönem belki bitmiştir ama onun, hareketin gidişatını belirleme durumu bugüne dek devam etmiştir. Zira, Sovyet sosyalizminin yok oluşu ve birinci sosyalizm dalgasının yenilgiye uğramasıyla oluşan şok edici boşluk, yine aynı durumdan dolayı kapitalizmin hiç hak etmediği kadar güçlü bir görünüm kazanmasıyla birleşince, devrimci hareket için, yeni bir dönemi ve ihtiyaçlarını sahici bir biçimde tartışma gündemine sokmanın -özellikle moral- koşulları önemli oranda ortadan kalkmıştır. Ancak kapitalizmin hala içinde debelendiği son büyük bunalımlarla sistemin süngüsü ciddi oranda düşmüş, onun elde etmiş olduğu moral üstünlük pozisyonundaki bu çöküşle birlikte, göreli bir denge durumu oluşmuş, kapitalizmin aşılması gereken bir sistem olup olmadığı, yeniden güçlü bir şekilde insanlık zihninin önemli tartışma konularından biri haline gelmiştir. Kriz belki yeni bir dönemi başlatmamıştır; ama zaten başlamış olan bir dönemin özelliklerinin daha doğru bir düzlemde tartışılabilmesinin zeminini yaratmıştır. Açıkça görünen, kapitalizmin artık varlık koşullarının sınırlarını zorlar hâle geldiğidir. Bu konum, insanlığı yeni ve büyük bir çatışmanın, başka bir açıdan bakılınca sınıf karşıtlıklarının yok edileceği büyük bir atılımın eşiğine getirmektedir. Böyle bir kalkışmaya karşı gelişecek reaksiyon göz önüne alındığında, bir var olma-yok olma mücadelesi olacaktır. Dünya ölçeğinde böylesi bir kopuş ve atılımın maddi koşullarının hızla olgunlaştığı konusunda hiçbir kuşku yoktur. Latin Amerika, Kuzey Afrika, Ortadoğu gibi dünyanın çeşitli bölgelerini dolanan devrimci durum, Avrupa’nın kalbine kadar sokulmuştur. Yunanistan’da ortaya çıkan devrimci durumun, İspanya, İtalya, Portekiz gibi diğer Avrupa ülkelerine de sıçraması yakın görünmektedir. Kahredici olan, devrimci hareketin, bu devrimci durumlardan sosyalist devrimler üretebilmek için zorunlu olan sübjektif şartları oluşturmaktan çok uzak oluşudur. Bu yüzden de, bu devrimci durumların bir kısmında, sistem, gelişmeleri kolaylıkla kendi çıkarına sonuçlar üretmek için kullanmakta (Arap “Baharı”ndaki gibi), bir kısmında ise kalkışmalar burjuva demokratizminin sınırlarını aşmaya yönelememektedir(Latin Amerika ve Yunanistan’daki gibi).

Bugün devrimci hareketin en temel siyasal sorunu, dünyada giderek yaygınlaşan devrimci durumları sosyalist devrimlere çevirebilecek siyasal ve toplumsal öznelerin yaratılması sorunudur. Bu son olabilecek savaşın güçler mevzilenmesinin, kadro ve siyaset tarzının nasıl olması gerektiği, insanlığın zincirlerinden kurtulmasını hedefleyen unsurların en yakıcı tartışma konusudur. Konuya bir giriş yapmak için, Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle başlayan bu yeni dönemde hem kapitalizmin, hem işçi sınıfının, hem de sosyalist ve devrimci hareketlerin vaziyetlerine ve bu vaziyetlerin yönelim eğilimlerine kısaca bir göz atmakta yarar vardır. Öncelikle şunu söylemeliyiz ki, burada kapitalizmin uzun uzun teknik tahlillerine girmeye niyetimiz yok. Lenin, “II. Enternasyonal’in Batışı” makalesinde, tüm Avrupa çapında devrimci durumlara yol açan birinci emperyalist savaşın ortasında, emperyalizmin ayrıntılı bilimsel irdelenmesi peşinde koşanlar için şöyle diyordu:emperyalizmin ayrıntılı bilimsel irdelemesi bir şeydir, bu irdeleme yeni başlar ve doğası gereği, genel olarak bilim gibi, sonsuzdur; kapitalist emperyalizme karşı sosyalist taktiğin, sosyal demokrat gazetelerin binlerce nüshası ve Enternasyonal kararlarında sergilenmiş ilkeleri ise başka bir şeydir. Sosyalist partiler tartışma kulüpleri değil, savaşım içindeki proletaryanın örgütleridir ve taburlar düşmana geçtikleri zaman, “herkes”in emperyalizmi “aynı biçimde” anlamadığını, örneğin şoven Kautsky ile şoven Cunow’un bu konuda ciltler yazabileceklerini, sorunun “yeterince görüşülmediği”ni vb. söyleyen ikiyüzlü söylevlere kendini “kaptırmadan”, onları damgalamak ve hain ilan etmek gerekir. Kapitalizm, soygunculuğunun bütün görünüşleri ve tarihsel gelişmesi ile ulusal özelliklerinin en ince dal budak salmaları içinde hiçbir zaman sonuna değin irdelenmeyecektir; bilginler –ve hele bilgiçler- özel ayrıntılar üzerinde tartışmayı hiçbir zaman bırakmayacaklardır. “Bu yüzden” kapitalizme karşı sosyalist savaşımdan vazgeçmek, bu savaşıma ihanet etmiş olan kimselere karşı çıkmak istememek gülünç olurdu.( Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky ) Burada söylemek istediğimiz, kapitalizmin etraflı ve ayrıntılı tahlillerinin yapılmasına karşı olduğumuz değil, bu tahlillerin, bugünkü temel sorunumuzla, yani devrimci hareketin kendini ve aklını yeniden kurmasıyla doğrudan ilgisi olmadığıdır. Bu tahliller, ancak, zaten kurulu devrimci siyasal ve toplumsal öznelerin geliştireceği taktikler açısından bir anlam taşıyabilir. Kendimizi ve aklımızı kurmak için, kapitalizmin eğilimlerinden ve krizlerinden medet ummak saçmadır. Bu yüzden, emperyalist kapitalizme yönelik değerlendirmemizi, görevimizle ilgili olduğu kadarıyla, özet olarak yapacağız. Sovyet sosyalizminin yok olması ve birinci sosyalizm dalgasının yenilmesiyle birlikte, artık kendisini sınırlayacak önemli bir güç kalmayan

Sistem bu saldırının, olası karşı çıkış ve kalkışmaları bastırabilecek siyasal ayağını da ihmal etmemektedir. “Düşman” yaratmadan kendini tarif ve yığınları maniple etmesi zor görünen emperyalist kapitalizmin, sosyalizmin çözülüşünün ardından yeni düşman olarak terörü göstermesi bir rastlantı değildir. Bu başı sonu belirsiz “düşman” tarifine dayanarak, bir yandan uluslararası plandaki saldırılar için meşruiyet zemini sağlamaya çalışılırken, bir yandan da tek tek ülkelerde “terörle mücadele” adı altında, her türlü muhalif unsuru ezmeye yönelik faşist yasalar çıkarılmakta, devletin baskıcı yönü tahkim edilmektedir. Kapitalizmin merkez ülkelerinde bile emekçi kesimleri yıkıma doğru sürükleyen bu iktisadi ve siyasi politikalar, sistemin derin bunalımıyla birleşerek, işçi sınıfı ve emekçiler için daha da vahim sonuçlar ortaya çıkarmakta, diğer yandan sistemin manipülasyon ve mistifikasyon zırhındaki çatlakları derinleştirerek yeni bir dünyanın kurulması arzusu ve olanaklarını hızla artırmaktadır. Bu gidişatın doğal sonuçlarından biri, zaten önemli oranda manipülasyon ve kandırmacaya dayalı olan parlamenter demokrasinin temellerinin giderek tamamen yok olma sürecine girmesidir. Artık yönetme erkinin bütünüyle dar kadrosal yapılara geçeceği, geniş kitlelerin ise tüketim kültürüyle sarmaşmış dinsel gerici ve faşist bir söylem etrafında yükseltilecek yoğun bir manipülasyonla kaderlerine razı edileceği, razı olmayanların ezileceği bir sistem yürürlüğe girme sürecindedir. Zira “sosyal refah devleti”ni yadsıyarak meşruiyetinin son akılcıl ve geniş kitleler katında iyi kötü gönüllü kabul görmesini sağlayacak aracından da vazgeçen kapitalizmin üzerinde varlığını sürdüreceği başka bir zemin yoktur. Özellikle elektronik, iletişim ve bilişim alanlarındaki büyük teknolojik sıçramalarla etkinliğini olağanüstü bir biçimde genişleten kitle iletişim araçlarının yanı sıra siyasal, dini ve akademik kurumlar üzerinde de kurduğu kesin hâkimiyetle birlikte sistem müthiş bir manipülasyon gücüne sahip olmuştur. Egemenlerin, ayrıca, bu gücün yetmediği noktalarda devreye sokulmaya hazır, son derece deneyimli çıplak zor kurumları vardır. Kapitalizmin girdiği yol, faşizmin ve burjuva demokrasisinin kucak kucağa gittiği, duruma ya da kesime göre bir ya da öteki yüzün sergilendiği bir burjuva devlete işaret etmektedir. Kapitalizmin merkez ülkelerinde bile geniş kitleleri sürekli yoksulluğa ve yoksunluğa doğru iten bu tarz bir devletin ayakta kalabilmesinin tek yolu giderek tamamen manipülasyon, baskı ve korku zeminine sıkışmaktadır. Bu durum bizi burjuva diktatörlüğünün, burjuva demokrasisi ve faşist diktatörlük şeklinde iki biçiminin bulunduğu yolundaki –belki de Sovyetler Birliği’nin varlığıyla belirlenen dönemin parametrelerine uygun- yaklaşımı yeniden gözden geçirme göreviyle karşı karşıya bırakmaktadır.

Geniş kesimler, yakın tarihlere kadar, dünyayı küreselleşme adı altında gözü dönmüşçesine yeniden fethe çıkan emperyalist kapitalizmin elindeki araçların, onun sıkıntılarını gidermeye yeterli olduğunu düşünmekteydi. Ancak tek bir ciddi bunalım bile, bu yeterlilik görüntüsünün ardında gizlenen derin zaafları, kırılganlığı ve zavallılığı ortaya koymaya yetmiştir. Emperyalist kapitalizmin hâkim kliğinin dünyayı istediği yönde şekillendirme hamlesi, doğal olarak, eski şekle göre pozisyon almış veya yeni palazlanıp farklı arayışlara yönelmiş güçleri zorlamakta, ulusal, bölgesel ve küresel ölçeklerde büyük gerilimlere yol açmaktadır. Sistemin üzerine oturduğu eski statüko ve ideolojik-siyasal meşruiyet zeminindeki yarıkların iyice genişlemesinde, sermaye kesimleri arasındaki bu yeni güç dengesi arayışları da etkili olmaktadır. Öte yandan burjuvazinin kâr kaygısıyla milli sınırları veya algıları neredeyse yok sayma eğilimiyle kendi devletinin -meşruiyet zemini ve kapsama alanı olarak- hâlâ “milli” olan niteliği arasında da ciddi bir gerilim gözlenmektedir. “Ulus devlet”in miadını doldurup rafa kalktığı biçimindeki “ultra emperyalizm” teorilerine yönelmek için vakit erkendir. Sistem henüz “milli” olma niteliğini aşmış bir devlet modeli üretememiştir ve görülebilir bir gelecekte üretebilecek gibi de görünmemektedir. Dahası, emperyalist kapitalizmin hâkim kliğinin bir saldırı hamlesi olarak da değerlendirilebilecek “küreselleşme” atağının, önümüzdeki süreçte yaşanacak birtakım tıkanmaların ardından belirli oranlarda geri çekilmesi veya daha milliyetçi –ya da ulus devletçi- tonlara bürünmesi de hiç şaşırtıcı olmayacaktır. “Küreselleşme” denen süreç, sosyalizmin yenilgisinden sonra sistem içi çelişkilerin sona ermesi anlamına değil, aksine bu çelişkilerin daha da derinleşmesi ve dünyanın yeniden paylaşımı zemininde yeniden tarif edilmesi anlamına gelmiştir. Son büyük krizle birlikte iyice su yüzüne çıkan ve kendini şimdilik yeni iktisadi-siyasi statüko arayışlarının dillendirilmesi biçiminde dışa vuran bu çelişkilerin, sert çatışmalar ve daha derin bunalımlar sonucuna varması, sistemin rekabetçi ve yamyam –kendi türündekini yiyen- doğası yüzünden kaçınılmaz görünmektedir. Yıkıntıların, baskıların, çürümenin, manipülasyon ataklarının ortasında yuvarlanıp gidilen bu dönemde pusulasını kaybetmiş devrimci hareketle bağı çoktandır kopuk işçi sınıfı, dünyada yaşanan ve devamlı yoksul üreten süreçlerin saflarını her gün daha da genişletmesine karşın, sendikal mücadelenin sınırları içinde debelenmekte, siyasal mücadeleden uzaklaştıkça en basit haklarını bile savunmakta zorlanmakta, yıkım üstüne yıkım yaşamaktadır.

Yaşadığımız yakın tarih, işçi sınıfının, ortada ona siyasal olarak önderlik eden etkin bir devrimci özne bulunmadığı zaman, varlığı bile tartışılan zavallı bir sınıf olmaktan kurtulamayacağını da göstermiştir . Yıkımın çıplak gözle, zaferin ise henüz bir olasılık olarak görülebildiği bugün, sınıfsız toplum mücadelesi veren devrimciler cephesi darma-dağınık hâldedir. Devrimciler, sosyalistler, biten bir dönemin ihtiyaçları temelinde inşa edilmiş ve sosyalizmin uğradığı yenilgiyle birlikte gözleri kör edercesine toz duman içinde yıkılan kalelerini yeniden ve eski deneyimlerden de yararlanarak daha güçlü bir biçimde kurma gibi, bugünkü vaziyetleriyle karşılaştırıldığında son derece zorlu bir görevle karşı karşıyadırlar. Bu görevin altından kalkabilmek için kendimizi, aklımızı, sınıf mücadelesini, teorik, ideolojik, siyasal, örgütsel sorunlarımızı, devrim ve sınıfsız toplum mücadelesinin yeni döneminin ihtiyaçlarına göre yeniden tarif etmemizin zorunlu olduğuna inanıyoruz. Bu tarif çabasını, meseleyi sosyalist ve devrimci çevrelerde giderek arttığı görülen türden bir amatör ve popüler tarih tartışmasına çevirmeden, yeni “kahramanlar” ve “hainler” yaratarak işin içinden sıyrılma kolaycılığına kaçmadan, kendimizi dışımızda belirlenen ve bu koşullarda çözmemizin imkânsız olduğu “büyük” siyasal gündemlerin yükünün altında ezilip kişiliksizleşmeye mahkûm etmeden, soğukkanlı, mütevazı ve gerçekçi bir biçimde saptadığımız görevleri ve ihtiyaçları temel alarak yürütmeliyiz. Her şeyden önce, bugünkü ihtiyaçlarımız ve görevlerimiz doğrultusunda, Marksist-Leninist kuramda devrimci bir yenilenmeye gitmemiz, bütün terminolojimiz ve perspektiflerimizi de bu yenilenmeye uygun hâle getirmemiz gerekir. Kuramsal tadilat konusundaki görüşlerimizi ana hatlarıyla belirttiğimiz için, burada daha çok siyasal perspektiflerle ilgili konulardan bahsedeceğiz. Hareketin geçmişte kalan ihtiyaçları tarafından -doğru ya da yanlış biçimde- belirlenmiş perspektifleri, bugünün ihtiyaçlarına cevap veremiyorlarsa, bir yana bırakmalıyız. Bunu yaparken, hareketin geçmişteki -farklı ihtiyaçlardan doğmuş- perspektiflerine saldırmanın, bugünü doğru okuma konusunda herhangi bir garantisi olmayacağı gibi, kendi köklerini budama yoluyla köksüzleşmeye ve kitleler gözünde siyaseten güvenilmez unsurlara dönüşmeye yol açacağını da unutmamalıyız. Bütün sosyalizm tarihi bizim tarihimizdir. Bu tarihe her türlü katkının değerini bilmek durumundayız. Bu, bizim hatalı bulduğumuz yaklaşımları reddetme hakkımızı ortadan kaldırmaz. Fakat bunu, yeniyi kuracak enerjiyi eskiye yönelik bir reddiyecilikten üretebileceğimiz yanılgısına kapılıp “gürültücü” bir tarzda yapmanın devrimci harekete siyaseten faydası değil, zararı vardır.

Yeni siyasal durumu ve görevlerimizi kavrayabilmek için eskide kalanın -yani kopulması gerekenin- ne olduğunu ve devamlılığın hangi zemin veya zeminler üzerinden sürmesi gerektiğini saptamak zorunludur. Bize göre, siyaseten eskide kalan, genel bir ifadeyle, Sovyetler Birliği’nin varlığıyla belirlenen bir dönemdir. Bu, aynı zamanda -hatasıyla, doğrusuyla- sosyalizmin dünya tarihinde en etkili olduğu zaman dilimidir. Sınıfsız toplum mücadelesinin ürettiği –hatasıyla, doğrusuyla- en güçlü mevzi kaybedilmiştir. Bunun için hissettiğimiz tek duygu üzüntü. Ama öte yandan, artık savunacak bir kalemiz de kalmadı. Küfe düştü, yumurtalar kırıldı. Yani ideolojimizi, siyasetimizi, örgütümüzü, kadromuzu, kısacası kendimizi, bu savunma zeminine göre kurmak zorunda değiliz artık. Yeni bir dönemin, dünyanın bizi ittiği yeni bir atağa kalkma döneminin bize gerekli olan perspektiflerini, o biten dönemde bulamayız. Aksine son yaklaşık yirmi yıllık süreçte likidasyonu ve doğrudan burjuva kampa yönelmeleri kısmen engelleyen bir kimlik savunma biçimi olarak görülüp belirli oranda anlayışla karşılanabilecek eski perspektiflere göre dizilme yaklaşımının artık kendisi de, bugüne ve geleceğe dair çıkışsızlığıyla, giderek statükocu bir likidasyon ve liberalizasyon makinesine dönmektedir. Geride kalmış bir dönemin mücadele kriterleriyle ne kendimizi işlevsel olarak kurabilir, ne başkalarıyla birlik ve ayrılık noktalarımızı -yani dostumuzu ve düşmanımızı- gerektiği gibi tanımlayabilir, ne de ciddi bir devrimci yol tutturabiliriz. O dönemde, elbette, bugün yolumuzu aydınlatabilecek bir sürü deneyim, bir sürü ipucu ve ciddi referans noktaları vardır; ama aynı zamanda bu dönem, özellikle de devrimci hareket içinden bakıldığında, komünist hareketin motor gücünde statükoculuğa yönelinmesinin de etkisiyle, gerek küresel gerek yerel ölçeklerde, teorik-ideolojik-siyasal bazı farklılıkların, siyaset zemininde karşı karşıya gelişlerin sertleşmesi sonucu, karşı tarafı -ya da tarafları- mahkûm etme çabasıyla, zaman zaman abartıldığı, deforme edildiği, devrimci mücadelenin gerçeğinin böylece parçalı hâle geldiği ve siyasal kamplaşmaların herhangi birinin kalıpları içerisinde kalarak bu gerçeğin bütünlüğünü yakalama imkânının ortadan kalktığı bir dönemdir. Bu dönemin, dolayısıyla onun parametrelerine dayalı karşıtlıkların sona ermiş olmasıyla, devrimci/ komünist hareketin gerçeğinin bütünlüğünün yeni bir sentez çerçevesinde yeniden ve çok daha etkin biçimde kurulması için uygun bir zemin ortaya çıkmıştır. Dahası, sınıfsız toplum mücadelesinde yeni bir atılım anlamı taşıyan bu tür bir devrimci sentez, önümüzdeki süreci zaferle taçlandırabilmek için, başarılması zorunlu ve kaçınılmaz bir görev olarak görülmelidir. Yani, genel olarak ifade etmek gerekirse, bugünün ihtiyaçları ve mücadele hattı bugünkü koşullara göre ve mücadelenin bugünkü sahiplerince yeniden tarif edilmek zorundadır. Zira bugünün dünyası düne göre farklı özellikler taşımaktadır. Teknolojik gelişme müthiş boyutlara ulaşmış, insan malzemesi geçmiş sosyalizm kuruculuğu dönemlerine göre çok daha kalifiye hâle gelmiş, dünya iyice küçülmüş, farklı coğrafyaların iktisadi ve siyasi kaderleri tamamen iç içe geçmiştir. .


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 12

DEVLET MEKANİZMASINI PARÇALAMAK VE HALK DEVRİMİ ÜZERİNE

Marxizm'e içerden savaş açanlar yanında, cepheden saldıranların da amacı,öncelikle sermayenin en gözde ideolojik silahları olmaktır. Bu temelde, içerden saldıran Marxizm düşmanları ile cepheden saldıran Marxizm düşmanlarının ortak noktası, bir taraftan Marxizmi gözden düşürerek ve geçerliliğini yitirdiğini, hatta baştan beri yanlış temelde teori ürettiğini göstermeye çalışırlarken, diğer taraftan, Marxizmde sermaye için kabul edilebilir olanları alıp, kabul edilemezleri de, sermaye için kabul edilebilir forma sokmak için çalışmaktır. Marx ve Engels birlikte imzaladıkları Komünist Manifesto’nun 24 Haziran 1872 tarihli son önsözünde Manifestonun yer yer eskidiğini açıklıyorlardı. "Özellikle Komün,'işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını basitçe ele geçirip, onu kendi amaçları için harekete geçiremeyeceğini' kanıtlamıştır." Böylece Marx ve Engels, Paris Komünü'nün asıl ve temel dersine tek başına öylesine büyük bir önem biçtiler ki, onu özsel bir düzeltme olarak Komünist Manifestoya eklediler. Marx'ın düşüncesi, proletaryanın "hazır devlet mekanizmasını" parçalamak, yok etmek zorunda olduğu ve kendisini sadece onu ele geçirmekle sınırlayamayacağı yönünde idi. Kugelmann'a 12 Nisan 1871 de yani tam Komün sırasında yazdığı bir mektupta Marx şöyle yazıyordu; " 18. Brumaire'imin son bölümüne bakarsan, Fransız devriminin bir girişimi olarak, artık şimdiye kadar olduğu gibi bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden diğerine geçirmeyi değil, bilakis onu paramparça etmeyi ifade ettiğimi göreceksin ve bu kıtadaki her gerçek halk devriminin ön koşuludur. Kahraman Parisli parti yoldaşlarımızın girişimi de budur." Marx'ın tahrifinde kullanılan düzeltmenin anlamı budur. "Hazır devlet mekanizmasının paramparça edilmesi, her gerçek halk devriminin ön koşuludur." Diğer yandan, Lenin'in ifadesiyle Marx'ın ağzında tuhaf kaçan "halk" devrimi kavramı var ve bu, Plehanovcuların, Menşeviklerin yanında, onların şimdiki ardıllarının Marx'izmi karikatür haline getirmelerine olanak vermiş olabilir. Ancak Marx'ın bu olağanüstü derin ifadesi özel bir dikkatle incelendiğinde ortada pek de Plehanovcuları sevindirecek bir tuhaflık olmadığı görülüyor. İnceleme Lenin'den geliyor; "Gerek Portekiz devriminin gerekse Türk devriminin burjuva devrimler olarak kabul edilmesi gerektiğini vurgulayan Lenin, her ikisinin de bir "halk" devrimi olmadığını ifade ediyordu. Buna karşılık 1905 ve 1917 burjuva devrimlerinin gerçek bir halk devrimi olduğunu söylüyordu. "Çünkü - diyordu - halk kitlesi, onun çoğunluğu, toplumun köleleştirilmiş ve sömürülen en alt katmanları bağımsız olarak ayaklandılar, devrimin tüm seyrine kendi taleplerinin, yıkılacak olan eskinin yerine kendi tarzlarında yeni bir toplum kurma yönünde kendi girişimlerinin damgasını vurdular." diyen Lenin, şöyle devam ediyordu,"1871 yılı Avrupa'sında kıta üzerinde proletarya hiçbir ülkede halkın çoğunluğunu oluşturmadı "halkın çoğunluğunu hareketin içine çeken bir 'halk' devriminin ancak, hem proletaryayı hem de köylülüğü kapsadığında böyle bir 'halk' devrimi olabileceğini" belirtiyordu. Lenin'e göre, bu iki sınıf o zaman 'halk' ı oluşturuyordu. Lenin, "Her iki sınıfın ortak yanı, 'bürokratik-askeri devlet mekanizması' tarafından köleleştirilmeleri, ezilmeleri ve sömürülmeleridir." diyordu. "Bu mekanizmayı paramparça etmek ; 'halk'ın, onun çoğunluğunun, işçilerin ve köylülüğün büyük bölümünün gerçek çıkarı burada yatar" diyen Lenin ,"en yoksul köylülerin proletaryayla özgür ittifakının 'ön koşulu'nun bu olduğunu ve böyle bir ittifak olmadan demokrasinin kalıcı olmayacağını ve sosyalist dönüşümün olanaksız olduğunu" vurguluyordu. Devlet mekanizmasının "parçalanması"nın, hem işçilerin hem de köylülerin çıkarları doğrultusunda zorunlu olduğunu, onları birleştirdiğini, onların önüne "parazitleri" bertaraf etme ve yerine yeni bir şey koyma ortak görevini saptayan Marx, 1847'de Komünist Manifesto'da, burjuva devletin yerine "egemen sınıf olarak proletaryanın örgütünü" , "demokrasinin mücadeleyle elde edilmesini " koyarken, bunun hangi somut biçimler alacağını, bu örgütün mümkün olduğunca tam ve tutarlı "demokrasinin mücadeleyle elde edilmesi"yle hangi tarzda birleşeceği sorusuna yanıtı,kitle hareketinin deneyimlerine bırakıyordu. Bu deneyimlerin, Marx'ın "Fransa'da İç Savaş" eserinde titizlikle tahlil ettiği Komün'ün deneyimleri olduğunu hepimiz biliyoruz . Bu eserinde,19. yüzyılda gelişen, "her yerde hazır ve nazır organları;daimi ordu, polis, bürokrasi, din adamları, hakimleri ile merkezileşmiş devlet iktidarı"ndan söz eden Marx, "devlet erkinin, gittikçe daha fazla, işçi sınıfını ezmek için bir kamu erki, bir sınıf egemenliği mekanizması karakterini aldığını " vurguluyor ve "Sınıf mücadelesinde bir ilerlemeyi gösteren her devrimden sonra, devlet iktidarının salt baskıcı karakterinin gittikçe daha açık ortaya çıktığını" ekliyordu. Tahliline devam eden Marx, " Komün'ü imparatorluğun tam karşısına" koyuyor ve "Komün, sınıf egemenliğinin sadece monarşist biçimini değil, aynı zamanda bizzat sınıf egemenliğini ortadan kaldıracak olan cumhuriyetin, özgül biçimiydi..." diyordu. Marx, sınıf egemenliğinin bu özgül biçiminin ilk işaretlerini , "...Komün'ün ilk kararnamesinin, daimi ordunun bastırılması ve yerine silahlı bir halkın konması oldu-

ğunu " ifade ederek veriyordu. " Komün- diyordu Marx – Paris’in çeşitli semtlerinde genel oy hakkıyla seçilmiş belediye meclislerinden oluşuyordu. Çoğunluğu doğal olarak işçilerden ya da işçi sınıfının herkesçe tanınan temsilcilerinden oluşan bu meclisler, sorumlu idiler ve her an görevden alınabilirlerdi. O zamana kadar hükümetin aleti olan polis, tüm politik niteliklerinden arındırıldı ve bütün diğer yönetim dallarındaki memurların olduğu gibi, Komün'ün sorumlu ve her an görevden alınabilir aletine dönüştürüldü. " Lenin bunu, "parçalanan devlet mekanizmasının yerine Komün tarafından görünürde 'sadece' daha tam bir demokrasi geçirilmesi; daimi ordunun ortadan kaldırılması, istisnasız tüm memurların seçilebilirliği ve görevden alınabilirliği" olarak açıklıyordu. "Ne var ki -diyordu - gerçekte bu 'sadece', belli kurumlarla, prensip itibarıyla başka kurumların dev ölçekte bir yer değiştirmesi anlamına gelir. Devletten aslında artık devlet olmayan bir şeye dönüşür." Ancak burjuvaziyi ve onun direnişini bastırmanın hâlâ gerekli olduğuna dikkat çeken Lenin, Komün için bunun özellikle gerekli olduğunu ama tam da bu nedenle, yani bunu yeterince kararlılıkla yapmamış olduğu için yenildiğinin altını çizerek, burada "ezen organ"ın artık, azınlık değil, halkın çoğunluğu olduğunu ve bizzat halkın çoğunluğu, kendisini ezenleri ezmeye başladıysa, o zaman artık ' özel bir baskı erki'nin gerekli olmadığını; bu anlamda devletin sönüp gitmeye başladığını ekliyordu. Ayrıcalıklı bir azınlığın özel kurumları yerine, çoğunluk bunu bizzat kendisi doğrudan yapabilirdi ve tüm halk, devlet iktidarının fonksiyonlarının uygulanmasına ne kadar çok katılırsa, bu iktidara gereksinimi de o kadar azalırdı. Komün'ü tahlil etmeyi sürdüren Marx, "Komün, parlamenter değil, aksine aynı zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı olacaktı..." diyerek, şöyle devam ediyordu, " Üç ya da altı yılda bir, hâkim sınıfın hangi üyesinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermek yerine, genel oy hakkı, Komünlerde kurumlaşan halka hizmet edecekti, tıpkı bireysel seçim hakkının, tüm diğer işverenlere, kendi işyerinde işçi, ustabaşı ve muhasebeci seçmesine hizmet etmesi gibi." Marx'ın, Buradaki parlamentarizmi eleştirisine dikkat çeken Lenin, oportünistlerin, işadamı sosyalistlerin, parlamentarizmin eleştirisini tümüyle anarşistlere bıraktıklarını ve bu kurnazlıkla, parlamentarizmin her türlü eleştirisine "anarşizm" diyerek karşı çıktıklarını hatırlatır. Lenin, Marx'ın, özellikle devrimci durumun olmadığı koşullarda burjuva parlamentarizminin 'ahırı'ndan dahi yararlanmayı bilmeyen anarşizmle ilişkiyi acımasızca koparmayı bildiğini ama aynı zamanda parlamentarizmin gerçekten devrimci-proleter bir eleştirisini yaptığını hatırlatıyor ve birkaç yılda bir, egemen sınıfın hangi temsilcisinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermenin, sadece parlamenter - meşruti monarşilerde değil, aksine en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü olduğunu söylüyordu. Lenin, diğer yandan parlamentarizmden çıkış yolu nerede kalır ve onsuz nasıl yapılabilir? sorusunu ortaya atarak, bunun, temsili organların ve seçilebilirliğin ortadan kaldırılmasında olmadığını, aksine temsili organların laklakhanelerden “çalışma" organlarına dönüşütürülmesinde olduğunu belirtiyor ve böylece Komün'ün parlamenter değil, aksine aynı zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı olmasına vurgu yapıyordu. "Burjuva toplumun satılık ve çürük parlamentarizminin yerine, Komün, yargı ve tartışma özgürlüğünün bir aldatmacayla yozlaşmadığı organlar koyar, çünkü parlamenterler, kendileri çalışmak, yasaları kendileri uygulamak, uygulama sonucunda ortaya ne çıktığını kendileri kontrol etmek, seçmenleri önünde sorumluluğu kendileri taşımak zorundadırlar. Temsili organlar kalır, fakat özel bir sistem olarak, yasama ve yürütme faaliyetinin ayrılması olarak, milletvekilleri için ayrıcalıklı bir konum olarak parlamentarizm burada yoktur. Temsili organlar olmadan bir demokrasiyi düşünemeyiz; eğer burjuva toplumun eleştirisi bizim için boş bir laf olmayacaksa, burjuvazinin egemenliğini devirme çabası, Menşeviklerde ve sosyal-devrimcilerde söz konusu olduğu gibi, işçi oylarını kapmak için bir "seçim" lafı değil de, içten ve ciddi olacaksa, demokrasiyi parlamentarizm olmadan düşünebiliriz ve düşünmek zorundayız." açıktır ki, Lenin'in, Marx'ın Komün deneyiminden çıkardığı ve devlet teorisine içerdiği derslerle, bu dersleri derinlemesine inceleyip, çıkardığı sonuçları Ekim devrimine uygulaması sırasında ortaya koyduğu çözümlemeler son derece zengin derslerle yüklüdür.Ancak dün de, bu gün de, ne Marx'ın, ne de Lenin'in ve ne de Devlet öğretisi ile ilgili Engels'in çözümlemeleri yeterince dikkatlice ve derinlemesine ele alınmıştır. Ünlü revizyonist Bernstein, Marx’ın bu sözlerine dayanarak, Proudhon’un federalizmi ile büyük benzerlikler gösteren bir programın geliştirildiğini yazıyordu. “Demokrasinin birinci işinin - diyordu Bernstein- modern devleti dağıtmak ve dolayısıyla böylece, onun örgütlenmesini, Marx’la Proudhon’un tarif ettiği gibi ( komün delegelerinden bileşecek olan il veya bölge meclisleri delegelerinden ulusal meclisin oluşumu) ulusal temsilin şimdiye kadar ki biçimleri ortadan kalkacak biçimde tamamen değiştirmek olması gerektiği bana

elbette kuşkulu görünüyor.” Oysa Marx’ın buradaki , “devlet iktidarını yok etmeye” dair görüşü ile, merkeziyetçiliğe karşı federalizmden değil, aksine eski, burjuva ülkelerde var olan devlet mekanizmasının parçalanmasından söz ettiği apaçık ortadadır ama bu, oportünistlerce görülmediği gibi, Bernstein’in da görüş alanında değildir. Çünkü böylece, Marx’ın, asalak-ur olarak nitelendirdiği devlet iktidarını yok etmeye dair görüşlerini Proudhon’un federalizmi ile aynı kefeye koyması kolaylaşacaktır. Sadece Bernstein mi? Kautsky de, Plehanov da, Bernstein’i birçok konuda çürüttüğü halde, Marx’ın bu şekildeki tahrifi konusunda sessiz kalarak, Bernstein ile aynı yerde buluşmuştur. Marx, Proudhon ile de, Bakunin ile de, proletarya diktatörlüğü bir yana, federalizm sorununda ayrılır. Oysa anarşizmin küçük-burjuva görüşlerinden prensip olarak federalizm doğar. Marx ise merkeziyetçidir. Ve Marx’ın, Bernstein’in Proudhon’un federalizmi ile benzeştirdiği sözlerinde merkeziyetçilikten hiçbir sapma yoktur. Lenin, “Yalnızca devlete küçük-burjuva ‘ batıl inanç’la dolu olan kişiler burjuva devlet mekanizmasının yok edilmesini merkeziyetçiliğin yok edilmesi sayabilirler” dedikten sonra,”Peki, proletarya ve en yoksul köylülük devlet erkini eline alıp, tamamen özgür bir şekilde komünlerde örgütlenir ve bu komünlerin faaliyetini sermayeye karşı ortak darbeler için, kapitalistlerin direnişini kırmak için, demiryolları, fabrikalar ve toprakta özel mülkiyetin tüm ulusa, tüm topluma geçirilmesi için birleştirirlerse, bu merkeziyetçilik olmayacak mıdır.? Üstelik hem de proleter merkeziyetçilik ?” sorusunu sorarak, oportünistlerin küçük-burjuva dar kafalılığını ortaya koymuş oluyordu. Oportünistlere göre merkeziyetçilik, yalnızca yukarıdan, yalnızca memurlar ve askerler tarafından zorla kabul ettirilebilecek ve korunabilecek bir şeydir. Marx, Komün’ün ulusun birliğini bozmak, merkezi hükümeti ortadan kaldırmak istediği suçlamasına karşı merkeziyetçiliği, yani hedef bilinçli, demokratik, proleter merkeziyetçiliği, burjuva, askeri, bürokratik merkeziyetçiliğin karşısına koymak için kasten “ulusun birliğini örgütlemek” ten söz ediyordu. Marx’ın Proudhon’la çakıştığı nokta ise, Proudhon her ne kadar tarihini şaşırmış olsa da, her ikisinin de burjuva devlet mekanizmasının parçalanmasından yana olmalarıdır. Oportünistler ise tam da bu noktada Marx’tan uzaklaşmışlardır ve bu çakışmayı görmek istemezler.“Yeni tarihsel oluşumların, bir ölçüde benzerlik gösterdikleri daha eski ve hatta ölü biçimlerin eşi olarak görülmelerinin, genellikle yazgıları” olduğunu hatırlatan Marx, “Böylece modern devlet iktidarını parçalayan bu yeni Komün, ortaçağ İtalya’sındaki ve Fransa’sındaki vatandaşların kendi kendilerini yönetme hakkına sahip belediyeleri olan komünlerinin yeniden canlandırılması olarak Montesquieu’nun ve Jirondenler’in düşlediği gibi, küçük devletlerin bir birliği olarak...Aşırı merkezileşmeye karşı eski mücadelenin abartılı bir biçimi olarak görüldü.” Marx’a göre “ Komünal yapılanma, tersine, toplumdan beslenen ve onun özgür hareketini engelleyen asalak-ur ‘devlet’in yiyip bitirdiği tüm güçleri toplumsal bünyeye geri vermiş olurdu. Bu, bir tek eylemle Fransa’nın yeniden doğuşunu başlatmış olurdu...” Oportünistler,dünde,bu günde,parlamenter -demokratik devletin burjuva politik biçimlerini aşılamayacak sınır olarak almakta ve bu biçimleri parçalama yönündeki her türlü girişimi anarşizm olarak göstermektedirler. Marx,devletin nasıl ki,verili zamanda ortaya çıkması bir zorunluluk idiyse, ortadan kalkmasının da bir zorunluluk olduğunu ve ortadan kalkmasının geçiş biçiminin “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” olacağı sonucunu, sosyalizmin ve politik mücadelenin tüm tarihinden çıkarmıştı. Marx’ın devlet öğretisi, son derece kapsamlı ve uzun tarihsel sürecin incelenmesi ile ortaya çıkmış ve Lenin’in adına yazılan Ekim devrimi ve Sovyet sosyalizmi deneyimlerinin Marx’ın öğretisini doğrulayan katkısı ile daha bir vücut bulmuştur. Paris Komün’ü, Marx’ın devlet öğretisinde bir kilometre taşıdır. Komün, proleter devrimin burjuva devlet mekanizmasını ilk parçalama girişimi olarak ve parçalananın yerine konabilecek ve konmak zorunda olan, Lenin’in ifadesiyle, “nihayet keşfedilmiş” bir politik biçimdir. İşçi sınıfının politk mücadelesinin devrimci biçimler almasıyla işçiler, burjuvazinin diktatörlüğü yerine kendi devrimci diktatörlüklerini koyarlarsa, o zaman ilkelere hakaret korkunç suçunu işlemiş olurlar,çünkü sefil dünyevi günlük gereksinimlerini karşılamak için ,burjuvazinin direnişini kırmak için silahları bırakıp, devleti ortadan kaldırmak yerine, devlete devrimci ve geçici bir biçim verirler, derken Marx, anarşistlerle, onların politikayı yadsıması ile alay ederek, onların, işçilerin örgütlü zordan, yani burjuvazinin direnişini kırmaya hizmet edecek olan devletten vazgeçmeleri gerektiği yollu görüşlerini çürütüyor ve devletin, sınıfların ortadan kaybolmasıyla kaybolacağına veya sınıfların ortadan kaldırılmasıyla ortadan kalkacağına işaret etmiş oluyordu. Marx’a göre, hedef olarak devletin ortadan kaldırılması sorununda anarşistlerden ayrılınmıyordu. Marx’a göre, bu hedefe ulaşmak için, sömürücülere karşı devlet erkinin organlarından, araçlarından, yöntemlerinden geçici olarak yararlanmak gerekli idi. İşte anarşistlerden ayrılan nokta burasıdır.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

kanton kendi medeni yasasına ve ceza yasasına ve hukuk sistemine sahiptir. Ve sonra, halk meclisinin yanı sıra, küçük ya da büyük her kantonun, kanton olarak oy kullandığı devletler meclisi vardır." diye tamamlıyordu. Engels'in bu ifadelerinden, Lenin’in ifadesiyle onun, devlet biçimleri sorunu karşısında kayıtsız kalmadığı bir yana, her tekil durumun somut-tarihsel özelliklerine göre, ilgili geçiş biçiminin "ne" den,"ne"ye, hangi geçişi temsil ettiğini saptamak için, olağanüstü bir özenle geçiş biçimlerini tahlil ettiğini anlıyoruz. Bununla birlikte, açıkça görülmektedir ki, Engels de, Marx gibi, proletaryanın ve proleter devrimin bakış açısından hareketle demokratik merkeziyetçiliği, bir ve bölünmez cumhuriyeti savunmaktadır. Federatif cumhuriyeti ise ya istisna ve gelişmenin engeli olarak, ya da monarşiden merkeziyetçi cumhuriyete geçiş olarak, belirli özel koşullar altında bir ilerleme olarak görür ve bu özel koşullar altında milliyetler sorunu ön plana çıkar. Gerek coğrafi koşulların gerekse, dil birliğinin ve yüzlerce yıllık tarihin tek tek küçük parçalarda milliyetler sorununu "halletmiş " olması gerekir diye düşünülebilecek İngiltere'de bile Engels, milliyetler sorununun henüz aşılmadığı gerçeğini hesaba katarak, federatif cumhuriyette bir ilerleme görüyor. Ancak burada da federatif cumhuriyetin eksikliklerini eleştirmekten ve yekpare, merkeziyetçi-demokratik bir cumhuriyet için mücadeleden vazgeçmiyordu. Lenin bu konuda," Gündemde Almanya'nın birleşmesi sorunu vardı. Birleşme o günkü sınıfsal ilişkiler göz önüne alındığında iki biçimde gerçekleşebilirdi; ya proletarya tarafından yönetilen ve bir Alman Cumhuriyeti yaratacak olan bir devrimle, ya da Prusyalı toprak sahiplerinin birleşmiş Almanya'da egemenliklerini sağlamlaştıracak olan Prusya'nın hanedanlık savaşlarıyla. Proleter ve demokratik yolun şansının fazla olmadığını gören Lassalleciler, yalpalayan bir taktik izliyorlardı ve Junker Bismarck'ın hegemonyasına ayak uyduruyorladı. Hataları, işçi partisinin Bonapatist-devlet sosyalisti bir yola sapmasına kadar varıyordu. Buna karşılık Bebel ve Liebknecht kararlılıkla proleter ve demokratik yolu temsil ediyorlar, Junkerlere, Bismarck'ın politikasına ve milliyetçiliğe verilen en küçük tavize karşı mücadele ediyorlardı. Almanya Birsmarckçı yoldan birleşmiş olmasına rağmen tarih Bebel ve Liebknecht'i haklı çıkarmıştır" diyordu. Engels, demokratik-merkeziyetçiliği, anarşistler ve küçük-burjuva ideologlar gibi, bürokratik anlamda kullanmıyor. Engels için merkeziyetçilik, komünler ve bölgeler tarafından devletin birliğinin gönüllü olarak savunulduğu, her türlü bürokratizmin ve her türlü yukarıdan buyurmanın kesinlikle ortadan kaldırıldığı geniş kapsamlı yerel öz yönetimi dışlamıyordu. Marxizm'in devlet üzerine programatik görüşlerini geliştiren Engels Sosyal -demokratların program taslağının eleştirisinde şöyle devam ediyordu; “1866 da ve 1870 de yukardan yapılmış olan devrimi geriletmek bize düşmez; tam tersine, biz buna, aşağıdan bir hareketle gerekli tamamlamayı ve ıslahı sağlamalıyız. Demek ki tek bir cumhuriyet. Ama imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. 1792 den,1798 e dek her Fransız vilayeti, her komün Amerikan modeline uygun olarak, tam öz yönetime sahipti ve bize de böyle bir şey gerekir. Böyle bir özerklik nasıl örgütlendirilebilir ve bürokrasisiz nasıl edilebilir, bize bunu Amerika ve birinci Fransız Cumhuriyeti gösterdi. Avustralya, Kanada ve diğer İngiliz sömürgeleri de bugün bize bunu göstermektedir. Böyle bir eyalet ve komün, örneğin kantonun konfederasyonuna göre pek bağımsız bulunduğu ama bu bağımsızlığın bölgeye ve komüne karşı da olabildiği İsviçre federalizminden çok daha özgürdür." Kantonal hükümetlerin, bölge valileri ve valiler atadığını, oysa İngilizce konuşulan ülkelerde böyle bir şey olmadığını hatırlatarak, biz de, gelecekte bunlardan Prusyalı valilerden ve hükümet görevlilerinden kurtulduğumuz gibi kurtulmalıyız diyen Engels, bütün bu sözünü ettiklerinin, böyle şeylerin söylenmesine izin olmayan Almanya'da durumun karakterini belirtmek için ve aynı zamanda böyle bir durumu komünist toplum şekline kanuni yoldan sokmak isteyenlerin ne ölçüde hayale kapıldıklarını göstermek için olduğunu ekliyordu. Buna uygun olarak Engels, sosyal-demokrat program tasarısındaki özyönetim maddesini şöyle formüle ediyordu: "vilayetin, bölgenin ve komünün halkın genel oyu ile seçilmiş görevliler tarafından tam özerk olarak yönetimi. Devlet tarafından tayin olunan bütün yerel memurların ve valilerin ortadan kaldırılması." Küçük burjuva demokratları içinde çok yaygın olan federatif cumhuriyetin, merkeziyetçi cumhuriyetten daha büyük özgürlük anlamına geldiği önyargısını Engels'in 1792-1798 yıllarının merkeziyetçi Fransa'sı ve Federalist İsviçre cumhuriyeti ile ilgili aktardığı olgularla çürütmüş olması son derece önemlidir. Devlet ve Zora Dayalı Devrim üzerine Marxizm'in kurucularının ortaya koyduklarını ve Lenin’in katkılarını, bugün de taşıdığı önemi ile birlikte aktarmış bulunuyoruz. Marxist öğretiye 21.yüzyılın penceresinden bakarak, öğretinin içinde kalarak yeniden gözden geçirilmesi demek olan bu uzun metrajlı anlatımımdaki ifadelerin dikkatlice ve eleştirel gözle incelenmesine kalıyor. Ancak böyle, bu Marxizm düşmanlarının, tekellerin ideolojik silahı olarak, akıl dinamiklerinin üzerine attıkları ideolojik bombaları etkisizleştirecek en doğru ideolojik-politik mücadele, işçi sınıfının devrimci örgütünün yokluğundan doğan eksikliği giderebilecek şekilde ortaya konulabilir.

DEVLET VE ZORA DAYALI DEVRİM -2

SAYFA 09

Marx, anarşistlerle polemiğe giriştiğinde, sorunu en açık biçimde ortaya koyuyor ve işçiler kapitalist boyunduruğundan kurtulduklarında, “silahları bırakmalı mıdır yoksa kapitalistlerin direnişinikırmakiçin bu silahları onlara karşı mı kullanmalıdır? diye soruyodu. Bunun ise devletin “geçici biçimi”nden başka bir şey olmadığını vurguluyordu. Engels de aynı düşünceleri açımlarken, kendilerine anti-otoriterler diyen Proudhoncu lardaki düşünce karışıklığı ile alay ederek; bir fabrikanın, bir demiryolunun, açık denizdeki bir geminin ele alınmasını istiyor ve belli bir tâbiyet olmadan, yani belli bir otorite ya da iktidar olmadan, makinelerin kullanımına ve birçok kişinin planlı işbirliğine dayanan bu karmaşık teknik işletmelerin hiçbirinin işlemesinin mümkün olmadığını ortaya koyuyordu. Ve bu gerekçeleri en hiddetli anti-otoriterlerin önüne koyduğunda, yalnızca şu yanıtı verdiklerini; “ Ah! bu doğru ama burada söz konusu olan delegelere verdiğimiz otorite değil, aksine bir görevdir.” dediklerini ve “bu insanların, adını değiştirerek bir şeyi değiştirebileceklerine inandıklarını” hatırlatıyordu. Böylece otorite ve otonominin göreceli kavramlar olduğunu ve etki alanlarının toplumsal gelişimin çeşitli aşamalarıyla birlikte değiştiğini, onları mutlak saymanın saçma olduğunu ortaya koyduktan sonra, devlet sorununa geçerek, “Eğer” diyor Engels “otonomistler, geleceğin sosyal örgütünün otoriteye yalnızca, üretim ilişkilerinin kaçınılmaz olarak çizdiği sınır dahilinde izin vereceğini söylemekle yetinselerdi, onlarla anlaşılabilirdi; fakat onlar, otoriteyi gerekli kılan tüm gerçekler karşısında kördürler ve bu sözcüğe karşı tutkuyla mücadele ederler.” Engels, daha sonra, anti-otoriterlerin seslerini politik otoriteye karşı, devlete karşı yükseltmekle neden yetinmediklerini sorarak; Tüm sosyalistlerin, devletin ve onunla birlikte politik otoritenin gelecekteki sosyal devrimin sonucunda ortadan kaybolacağında; yani kamu işlevlerinin politik karakterlerini yitireceği ve sosyal çıkarları denetleyen basit yönetsel işlevlere dönüşeceğinde anlaştıklarını hatırlatarak; Anti-otoriterlerin, politik devletin, onu üretmiş olan sosyal koşullar ortadan kaldırılmadan önce bile, bir vuruşta ortadan kaldırılmasını istediklerini; sosyal devrimin ilk eyleminin otoritenin ortadan kaldırılması olması gerektiğini talep ettiklerini belirtiyordu. Engels, bu baylar hiç devrim gördüler mi acaba? diye sonraki bir devrimin, hiç kuşkusuz, olabilecek en otoriter şey olduğunu ve nüfuzun bir kesiminin iradesini diğer kesime tüfek, süngü ve toplarla dayattığı bir eylem olduğunu ve bunların hepsinin pek otoriter araçlar olduğunu vurguluyor; zafer kazanan partinin, egemenliğini, silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla savunmak zorunda olduğunu söylüyordu. Burada Paris Komününe gönderme yaparak, eğer Komün, burjuvaziye karşı silahlı bir halkın otoritesini kullanmamış olsaydı, bir günden fazla dayanabilir miydi diye ve tersine onu bu otoriteden çok az yararlandığı için kınayamaz mıyız diye soruyordu. Buradan hareketle de, anti-otoriterlerin sadece gericiliğe hizmet ettiklerine işaret ediyordu. Engels, anarşistlerin devletin ortadan kaldırılması konusundaki düşüncelerinin karışık ve devrimci olmadığını ifade ederken, anarşistlerin devrimi, doğuşu ve gelişimi içinde, zorla, otoriteyle, erkle, devletle bağıntılı özgül görevleri içinde görmek istemediklerini gösteriyordu. Komün deneyimi, yani Komünün kanlı bir biçimde bastırılmasındaki nedenler boylu boyunca ortada dururken, Komünün, devletin devrimci erkinden, yani silahlı, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryadan daha fazla yararlanması gerekmez miydi? sorusuna anarşistlerin somut cevap veremeyip, hâlâ her türlü otoriteye karşı olmaları bir yana, politik devletin, onu üretmiş olan sosyal koşullar ortadan kaldırılmadan önce bile, bir vuruşta ortadan kaldırılmasını istediklerini; sosyal devrimin ilk eyleminin otoritenin ortadan kaldırılması olması gerektiğini talep etmelerini anlamak zordur.

Engels, Bebel’e yazdığı bir mektubunda, Gotha Programı taslağında yazılı olan “özgür devlet”e değinerek,”özgür halkçı devletin, özgür devlet şeklini aldığını” vurgulayarak ; “bu terimlerin gramer anlamına göre, özgür bir devlet, kendi vatandaşlarına kaşı özgür olan devlettir, yani despotik bir hükümeti olan devlettir. “ diyor ve “devlet üzerine bu tür gevezeliklerden, özellikle tam bir devlet olamamış olan Paris Komünü deneyiminden sonra, vaz geçilmesi gerektiğini” söylüyordu. Böylece, Komün’ün artık nüfusun çoğunluğunu değil, azınlığını, yani sömürücüleri, baskı altında tutması gerektiği ölçüde, bir devlet olmaktan çıktığını; burjuva devlet mekanizmasının onun tarafından parçalandığını; özel bir baskı erki yerine, halkın bizzat kendisinin sahneye çıktığını anlatıyordu,bütün bunların asıl anlamları ile devletten sapmayı anlattığı açıktır. Aynı mektupta Engels, "daha Marx'ın Proudhon'a karşı yazdığı, Felsefenin Sefaleti adlı kitabından beri ve sonra da Komünist Parti Manifestosunda sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin kendiliğinden dağıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmiş olmasına rağmen, anarşistler yeteri kadar halkçı devleti kafamıza çalmış durmuşlardır.” Bakunin’in Alman sosyal-demokratlarına saldırılarına ve bunu, halkçı devletin aynı özgür halk devleti gibi bir saçmalık ve sosyalizmden bir sapma anlamına geldiği ölçüde haklı bulduğuna işaret ediyordu. Aynı mektubun ilerleyen satırlarında,”Devlet, mücadelede, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir müesseseden başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır; proletaryanın devlete ihtiyacı olduğu sürece, o bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi mümkün olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz devlet kelimesinin yerine, her yerde, topluluk (gemeinwesen-kamu kuruluşu ) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel bir eski Alman kelimesinin kullanılmasını teklif etmekteyiz." diyen Engels, bunları aslında Bebel üzerinden Alman sosyal-demokratlarına, anarşistlere karşı mücadelelerini iyileştirilmelerine yardımcı olmak üzere, daha doğrusu, onları devlet ile ilgili oportünist önyargılardan arındırmak amacıyla yazıyordu. Ancak Bebel, Engels’in yargısına tümüyle katıldığını belirtmesine rağmen, daha sonra, "devlet, sınıf egemenliğine dayanan bir devletten, bir halk devletine dönüştürülecektir " diyecekti. Diğer yandan, aynı mektupta Engels, "bütün sınıf farklarının ortadan kaldırılması" yerine, "her türlü sosyal ve siyasi eşitsizliğin yıkılması" deyimi yersizdir dedikten sonra; Sosyalist toplumu eşitliğin imparatorluğu olarak düşünmenin dar bir Fransız anlayışı olduğunu ve eski özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganına dayandığını ve bu anlayışın evrimin bir aşamasına denk geldiği için zamanında ve yerinde bir varlık nedeninin olduğunu ama aşılmaya mahkûm olduğunu ve gerçeklere daha uygun olan daha tam ve doğru kavramlara yerlerini terk etmiş olduklarını da vurguluyordu. "Kesin olan birşey varsa, - diyordu - o da,partimizin ve işçi sınıfının sadece demokratik cumhuriyet biçimi altında egemenliğe ulaşabileceğidir. Hatta bu, Büyük Fransız Devrimi'nin de göstermiş olduğu gibi, proletarya diktatörlüğünün özgül biçimidir..." Bunu söylerken Engels, demokratik cumhuriyetin proletarya diktatörlüğüne en yakın giriş olduğunu vurgulamış oluyordu. Engels, demokratik cumhuriyette devletin monarşide olduğundan daha az olmamak üzere, bir sınıfın başka bir sınıfı ezme mekanizması olarak kaldığını söylediğinde, bu kesinlikle bazı anarşistlerin öğrettiği gibi, ezilme biçiminin proletarya için fark etmediği anlamına gelmiyordu. Demokratik cumhuriyet, sınıf mücadelesinin ve sınıf baskısının daha geniş, daha özgür, daha açık biçimi, proletarya için, sınıfların ortadan kaldırılması mücadelesinde genel olarak büyük bir kolaylık anlamına geliyordu. "Çünkü” diyordu Lenin de, tüm II. Enternasyonal için Marx'ın yukarıdaki sözlerinin de unutulmuş sözler olduğunu hatırlatarak “hiçbir biçimde sermayenin egemenliğini ve böylece kitlelerin ezilmesini ve sınıf mücadelesini ortadan kaldırmayan bu cumhuriyet, kaçınılmaz olarak bu mücadelenin öylesine genişlemesine, gelişmesine, daha belirgin olarak ortaya çıkmasına, keskinleşmesine yol açar ki, bir kez ezilen kitlelerin temel çıkarlarını karşılama olanağı doğar doğmaz, bu olanak, kaçınılmaz olarak ve yalnızca proletarya diktatörlüğünde, bu kitlelerin proletarya tarafından yönetilmesinde gerçekleşir." "(Özgül Prusyacılığı, bir bütün olarak Almanya içinde eritmek yerine, onu ebedileştiren, gerici monarşist anayasa ile ve aynı şekilde gerici küçük devlet ayrılıkçılığı ile şimdiki Almanya'nın ) yerine geçmelidir ?" diye soran Engels, "Görüşümce, proletaryanın sadece bir ve bölünmez cumhuriyet biçimine ihtiyacı olabilir " diyordu. Devam ederek Engels, "Federatif cumhuriyet- diyordu-Doğu'da artık bir engel haline gelirken, Birleşik Devletler'in dev toprakları üzerinde bir bütün olarak hâlâ gerekliliktir. İki adada dört ulusun yaşadığı ve bir parlamentoya rağmen daha şimdiden yan yana üç farklı yasa sisteminin bulunduğu İngiltere'de bu bir ilerleme olurdu. İsviçre'de çoktan bir engel haline gelmiştir, bu sadece,İsviçre, Avrupa devletler sisteminin salt pasif bir üyesi olmakla yetindiği için katlanılabilir bir durumdur. Almanya için federalist birİsviçre’leştirme büyük bir gerileme olurdu. “ Engels, aynı yerde, “Federal devleti üniter devletten iki noktanın ayırt ettiğine" vurgu yaparak; "her üye devlet, her

Sayfa 09


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 08

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Sendika düşmanlığı öldürdü!

Serhat’tan KÜRTLERİN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKI - Il

Berxan Bedirxan

Sayfa 13

ORTADOĞU’NUN KONTROLÜ İÇİN JEOPOLİTİK BİR ARAÇ OLARAK İSLAM

SAYFA 08

Bir kısım Marksist olma iddiasındaki siyasi geleneklerin yaptığı gibi, Kürt sorununun çözümünde Kürt ulusal hareketi ve burjuvaları gibi, “ilkin ulusal görevler, ondan sonra proletaryanın görevleri” demek noktasına savrulmamak gerektir. Çünkü Marksistler “her şeyden önce proletaryanın görevleri” demelidirler. “bu görevler, yalnızca emeğin ve insanlığın sürekli ve hayati çıkarlarını karşılamakla kalmıyor, ama aynı zamanda, bunlar, demokrasinin çıkarlarına da uygun düşmektedir.” (Lenin-Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı)

Eti Bakır kazasına 'yetki alınmasın' diye usta işçilerin işten atılıp işin taşerona verilmesinin neden olduğunu...Eti Bakır’daki iş kazasında 5 işçinin hayatını kaybetmesi, 11 işçinin de yaralanmasının ardından Türk Metal’den kazanın nedeniyle ilgili tartışma yaratacak bir iddia geldi. Türk Metal Sendikası Başkanı Pevrul Kavlak, “Biz orada mart ayıyla birlikte yetkiyi almak için müracat ettik. İşveren yetki alınmasın diye 40’tan fazla işçiyi işten attı. Kazanın olduğu bölümde, normalde fabrikanın kendi işçilerinin çalışması gerekir;çünkü deneyim gerektiren bir iştir. Ama sendika girmesin diye işçileri çıkarınca bu sene taşerona verdiler. Tecrübesiz işçiler, böyle tehlikeli bir işe verildi” diye konuştu. Eti Bakır’daki facianın ardından başsavcılık da, projeye aykırı imalat ve işi zamanından önce teslim etmek için sürecin hızlandırılması iddialarının araştırıldığını açıkladı. Eti Bakır’da sendikanın yetki almaması için işverenin mücadele ettiğini belirten Kavlak, “Biz o işyerinde 2012’nin 8 Mart’ında çalışanların yarısından fazlasını üye yaparak, bakanlığa tespit müracatında bulunduk. Bizim başvurumuzdan sonra işçiler çıkarılmaya başlandı. Önce 20 işçi sonrasında yine bir 20 işçi daha çıkarıldı. 17 Haziran’dan bu yana çıkarılan işçilerimiz çadırda, bu durumu protesto ediyor. Kazanın gerçekleştiği gün bizim tespit yazımız işyerine ulaştı. Kazadan yarım saat önce de işveren bizim yetkimize itiraz etti” dedi. İşverenin sendikanın çoğunluğu sağlanmaması için çıkardığı işçilerle bu kazaya zemin hazırladığını söyleyen Kavlak, deneyimsiz taşeron işçilerin adeta ölüme gönderildiğini belirtti. Eti Bakır’daki üretimin ağır ve ustalık gerektiren bir iş olduğunu söyleyen Kavlak, “Bu yıla kadar sadece nakliye işi taşerona veriliyordu. Bu sene ise, deneyimli işçiler çıkarılınca; fabrikanın kendi tecrübeli elemanlarıyla yapması gereken işler de taşerona verildi. Sanat okulundan mezun olan birisinin tecrübesi olmadan bu işlerde çalışması doğru değil.

Çok ağır ve ustalık gerektirecek bir işten bahsediyoruz. Zaten yakında burayı tamamen taşeronlaştıracaklar. 500 kadrolu işçinin 100’ünü bırakacaklar. Bize de ‘Örgütlenebileceğiniz bir yapı yok, taşerona verdik’ diyecekler” dedi. Öte yandan yürütülen soruşturma kapsamında 10 kişi gözaltına alındı. Kaza kurbanları işe yeni başlamış ve ikinci taşerona bağlı çalışıyorlardı. Eti Bakır’daki kazada, “ikinci taşerona” bağlı olarak çalışan işçiler Samsun ’daki çeşitli hastanelerde tedavi altına alınmıştı. Yaralı olarak kurtulan Yüksel Demir, Kocaeli’de bulunan fabrikada 3 yıldır çalıştığını, geçici iş için Samsun’daki fabrikada görevlendirildiğini belirtirken; bir diğer yaralı işçi Ali Başkaya da, iki ay önce Ordu Gürgentepe’den gelerek 800 TL ücretle işe başladığını söyledi. Hayatını kaybeden işçilerden Hüseyin Bayrak’ın 6 ay önce işe başladığı, Hüsamettin Taşsümer’in de emekli olduktan sonra 6 ay önce bu işe girdiği belirtildi. Mevzuatlar değişiyor ölümler değişmiyor Türkiye ’de her iş kazasından sonra, iş sağlığı ve güvenliği mevzuatı tartışmaya açılıyor. Son tasarı da 20 Haziran 2012’de yayımlanmıştı. Bazı maddeleri için geciş süreci konulan yasa da, iş güvenliği tartışmalarını bitireceğe benzemiyor. İş kazalarında Avrupa birincisi Türkiye’de günde 172 iş kazası yaşanıyor ve bu kazalarda 3 işçi hayatını kaybediyor, 5’i sakat kalıyor. Kimse kadro alamayacak DİSK Genel Başkanı Erol Ekici, taşeronlukla ilgili yapılmak istenen düzenlemelerin temel amacının, bütün işçileri taşeron işçisi haline getirecek bir düzenlemeyi hayata geçirmek olduğunu öne sürdü. Ekici, yaptığı yazılı açıklamada, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın alt işverende çalışan işçilerin sorunlarını çözmek amacıyla başlattığı çalışmaların, “bizzat bakanlık tarafından köleliğe benzetilen taşeron işçiliğini yaygınlaştırma amacı taşıdığını” savundu. Ekici taşeronluğun, işverenler tarafından emek maliyetlerini aşağıya çekmek, işçi ile ilgili sorumluluklardan kaçmak amacıyla oluşturulduğunu, kuralsızlığın, esnekliğin, güvencesizliğin zemini olduğunu belirtti.

Anlaşıldığı üzere, proletaryanın programına uygun olarak Kürtlerin kendi kaderlerini, yani siyasal bakımdan ayrılıp devlet olma haklarını savunulmaktan başka Marksistler açısından başkaca yol yoktur. “Proletarya bir ulusun bir devlet içinde zorla tutulmasını olanaksız kılan bir demokrasiden yana” (Lenin-age) olmak zorunda olduklarından, Kürtlerin ayrılıp devlet kurma haklarını reformist bir takım istemlere kurban edemezler. Onların görevi, yasalcılık batağında demokrasi ve özgürlükleri, barışı savunmak adına, “demokratik özerklik” projesi gibi kapitalist sistem içinde ve hazırdaki siyasal egemenliği, Kürtlerin ayrılma haklarının tanınması yönünde değiştirmeyi hedeflemeyen projelerin peşine takılmak değildir. Tam aksine; “burjuva legalitenin sınırları aşılarak, bu sınırlar yerle bir edilerek, parlamentoda söylevlerle, sözde kalan protestolarla yetinmeyerek, yığınları keskin eylemlere çekerek, her temel demokratik istem uğruna savaşımı yoğunlaştırıp, proletaryanın burjuvaziye saldırısına kadar, yani burjuvaziyi mülksüzleştiren sosyalist devrime kadar vardırarak, bu istemlerin reformist değil devrimci biçimde formüle edilmesi ve eyleme geçirilmesidir.” (Lenin-age) Ve elbette böyle bir savaşım için işçi sınıfının enlerinin oluşturduğu Marksist-Leninist partisinin, genelkurmayın ve onun yönettiği, yaşamın dayatmasına denk düşen mücadele örgütlerinin var olması olmazsa olmaz koşuldur.Tam bu noktada geçtiğimiz günlerde sonlandırılan cezaevlerindeki açlık grevlerine değinmek gerek. Cezaevlerinde yüzlerce Kürt politik tutsağın yetmiş güne ulaşan açlık grevleri Abdullah Öcalan’ın kardeşi aracılığıyla kamuoyuna duyurduğu açıklamasında, “açlık grevleri hedefine ulaşmıştır” demesiyle son bulunca bir yığın burjuva kalem Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin AKP iktidarı tarafından verildiğinden, müthiş bir şakşakçılık örneği göstererek söz etmeye başladı. “Açlık grevlerinin üç talebinden ikisi iktidar tarafından verildi. Kürtçe savunma hakkının sağlanması için parlamentoya yasa önergesi indirildi. Abdullah Öcalan’ın Avukatlarıyla görüşmesinin olanakları yaratılacak. Bu demokrasinin başarısıdır.” Her şeyden önce; herhangi bir dilden savunma hakkının tanınması veya herhangi bir tutsağın tecrit koşullarından çıkarılması, avukatlarıyla görüştürülmesi insani bir talebin karşılanmasından öte değildir. Bu gibi insani taleplerin Kürtlerin temel taleplerinin karşılanması anlamına yorulması tek kelimeyle, Kürtlerin özgürleşme taleplerinin rafa kaldırılmasıdır. Kısacası bu durum, Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerinin tanındığı anlamına gelmediği gibi kaderlerini tayin açısından da belirleyici bir durum değildir. Yani siyasal olarak ayrılıp devlet olma hakkının kullanılması bakımından altı özellikle çizilmesi gereken bir durum değildir. Kürtler açısından bu durum olsa olsa BDP de ifadesini bulan ve elbette bileşenlerinin de dört elle sarılmakta tereddüt etmedikleri reformist bir kısım taleplerin karşılanması anlamına gelir. Bileşenlerinin kendilerimi Marksist-Leninist olarak tanımladıkları hatırlanırsa bu çizgilerinde Lenin’in, “ilkin ulusal görevler, ondan sonra proletaryanın görevleri” biçiminde tanımlanan reformist çizgiden farklı olmadığı anlaşılacaktır.

Washington ve destekçileri Avrasya’nın göbeğine doğru ilerledikçe, İslam’ı jeopolitik bir araç olarak manipüle etmeye çalışıyorlar. Bu süreçte siyasi ve sosyal kaos yaratıyorlar. En başta Araplar arasında sözde İslamcılardan oluşan yeni bir jenerasyonun önünü açarak, İslam’ı yenidentanımlamaya ve onu küresel kapitalizmin çıkarlarına bağlamaya çalışıyorlar. islamı yeniden tanımlama projesi; yeni model türkiye ve ’kalvinist islam’ Türkiye, şu haliyle, ayaklanan Arap kitleleri için takip edilecek bir demokratik model olarak sunuluyor. Ankara’nın Kürtçe’nin kamusal alanda konuşulmasını yasakladığı günlerden bu yana ilerleme kaydettiği gerçek, ancak Türkiye işleyen bir demokrasi değil, daha çok, faşist eğilimlere sahip bir kleptokrasi (hırsızkrasi). Ordu devlet ve hükümet işlerinde halen önemli bir role sahip. Yukarıdan aşağıya hesap verebilir organlar veya kişilerden gizlice yürütülen devlet işlerini kasteden “derin devlet” terimi, esasen Türkiye kaynaklıdır. Türkiye’de sivil haklara halen saygı duyulmamaktadır ve kamu hizmeti adaylarının halen, Türkiye’deki statükoya karşı çıkacak herkesi filtrelemeye çalışan devlet aparatı ve onları kontrol eden gruplar tarafından onaylanması gereklidir. Türkiye’nin Araplara model olarak sunulmasının nedeni, demokratik nitelikleri değil. Araplar için siyasal model olarak sunulmasının sebebi, İslam’ın manipülasyonunu içeren siyasal ve sosyo-ekonomik “bida” (yenilik) projesi. Büyük halk desteğine sahip olmasına rağmen AKP’nin (Adalet ve Kalkınma Partisi) 2002de iktidara gelmesine Türk ordusu ve Türk mahkemelerinin muhalefeti olmaksızın izin verildi. Bundan önce Türkiye’de siyasal İslam’a çok az tolerans vardı. AKP 2001de kuruldu ve kuruluşunun zamanlaması ve 2002 seçim zaferleri de Güneybatı Asya ile Kuzey Afrika’nın yeniden düzenlenmesi hedefi ile bağlantılı. İslam’ı manipüle etme ve yeniden tanımlama projesi, AKP gibi yeni bir “siyasal İslamcılık” dalgası üzerinden İslam’ı hakim Dünya Düzeninin kapitalist çıkarlarına bağlamayı amaçlıyor. “Kalvinist İslam” veya “Protestan çalışma ahlakının Müslüman versiyonu” olarak adlandırılan şey üzerinden yeni bir İslami çizgi öne çıkarılmaya çalışılıyor. Türkiye’de beslenip büyütülen bu model oldu ve şimdi Washington ve Brüksel tarafından Mısır’a ve Araplara sunulmakta. Bu “Kalvinist İslam”ın, İslam’da yasak olan “reba” veya faiz sistemi ile de

bir sorunu yok. Küresel kapitalizmin borç zincirleri ile bireylerin ve toplumların köleleştirilmesinde kullanılan bu sistemdir. Avrupa Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (EBRD) bu bağlamda Arap dünyasında sözde “demokratik reformlar” içinçağrıda bulunuyor. Suudi Arabistan’ın yönetimindeki aile ve Arap petrol şeyhlikleri de Arapdünyasının borç üzerinden köleleştirilmesine ortaklar. W Bu açıdan Katar ve Basra Körfezi’nin Arap şeyhlikleri “demokrasiye geçiş”lerini desteklemek için Arap ülkelerine kredi verme amaçlı bir Ortadoğu Kalkınma Bankası kurmaya çalışıyorlar. Ortadoğu Kalkınma Bankası’nın demokrasiyi teşvik etme misyonu ironiktir çünkü onu oluşturan ülkelerin tümü sağlam diktatörlüklerdir. İran’da iç karışıklıklara yol açan da İslam’ın küresel kapitalizme bu bağlanmasıdır. Yeni Bir İslamcı Jenerasyonun Önünü Açmak Washington’un ümidi, bu “Kalvinist İslam”ın yeni demokratik devletlerin bayrağı altında yeni bir İslamcı jenerasyonda kök salmasıdır. Bu hükümetler daha fazla borca sokmak ve milli varlıkları satmak suretiyle kendi ülkelerini etkili şekilde köleleştireceklerdir. Kuzey Afrika’dan Güneybatı ve Orta Asya’ya uzanan bölgeyi balkanlaştırılan ve etnokratik sistemler altında İsrail’in imajında yeniden yapılandırılan bir alan olarak alt üst etmeye yardım edeceklerdir. Tel Aviv de bu yeni devletler arasında geniş bir etkiye sahip olacaktır. Bu proje ile at başı olarak, farklı türde etno-linguistik milliyetçilikler ve dini hoşgörüsüzlükler bölgeyi bölmek üzere teşvik ediliyor. Türkiye de önemli bir rol oynuyor çünkü bu yeni nesil İslamcıların yuvalarından biri. Suudi Arabistan ise bu İslamcıların militan kanadını desteklemede rol oynuyor. ABD jeostratejik satranç tahtasını yeniden şekillendiriyor İran ve Suriye’nin hedef alınması, Avrasya’nın kontrolüne yönelik daha büyük bir stratejinin parçası. Çin çıkarları da küresel haritanın her yerinde saldırı altında. Sudan balkanlaştırıldı ve hem Kuzey Sudan hem de Güney Sudan çatışmaya sürükleniyor. Libya’ya saldırıldı ve o da balkanlaştırılma sürecinde. Suriye teslimiyete ve hizaya girmeye zorlanıyor. ABD ve Britanya şu anda, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Anglo-Amerikan kurumlarının birbiri ile uyumunu sağlayan ulusal güvenlik konseylerini bütünleştiriyorlar.

Pakistan’ın hedeflenmesi, İran’ın tarafsızlaştırılması ve Çin çıkarlarına ve Avrasya’daki gelecekteki herhangi bir birliğe saldırılması ile de bağlantılı. Bu açıdan, ABD ve NATO Yemen sularını militarize ettiler. Aynı zamanda Doğu Avrupa’da ABD, Rusya’yı ve eski Sovyet cumhuriyetlerini tarafsızlaştırmak için Polonya, Bulgaristan ve Romanya’da kendi istihkâmlarını inşa ediyor. Belarus ve Ukrayna da artan şekilde baskılanıyorlar. Tüm bu adımlar Avrasya’yı kuşatma ve ya enerji tedarikçilerini ya da Çin’e doğru enerji akışını kontrol etme amaçlı askeri stratejinin parçası. Küba ve Venezüella bile artan şekilde tehdit altındalar. Askeri ilmik Washington tarafından küresel olarak sıkılanıyor. Arap başkentlerinde iktidara gelecek yeni İslamcı partiler oluşturuluyor ve yetiştiriliyor. Bu hükümetler kendi devletlerini bağımlılaştırmak için çalışacaklar. Pentagon, NATO ve İsrail’in, bu hükümetlerden birkaçını yeni savaşları meşrulaştırmak için seçmesi bile mümkün. Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi) asli üyelerinden olan Norman Podhoretz’in 2008de, İsrail’in diğer komşu ülkelerinin arasında İran, Suriye ve Mısır’a karşı nükleer bir savaş başlattığı bir kıyamet senaryosundan söz ettiğinden de bahsedilmedi. Bu Lübnan ve Ürdün’ü de içerecek. Podhoretz, yayılmacı bir İsrail tanımlıyor ve hatta İsraillilerin Basra Körfezi’nin petrol sahalarını askeri olarak işgal edeceğinden söz ediyor. 2008de tuhaf gelen şey, Podhoretz’in Center for Strategic and International Studies’in (CSIS – Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi) Tel Aviv’in Başkan Mübarek yönetiminde Kahire’yi yöneten Mısırlı sadık müttefiklerine karşı bir nükleer saldırı başlatacağına ilişkin stratejik analizinden etkilenen iddiasıydı. Eski rejimin yerinde durduğu gerçeğine rağmen, Mübarek artık Kahire’de iktidarda değil. Emirleri halen Mısır ordusu veriyor ancak İslamcılar iktidara gelebilir. Bu, İslam ülkelerinin ABD ve onun birçok NATO müttefiki tarafından şeytanlaştırılmaya devam edilmesi gerçeğine rağmen gerçekleşiyor. ABD, AB ve İsrail, Türk-Arap-İran dünyasındaki ayaklanmaları Libya’ya karşı savaş ve Suriye’deki İslamcı isyanın desteklenmesi dâhil kendi amaçlarına ulaşmak için kullanmaya çalışıyorlar. Suudilerin aynı sıra, Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika halkları arasında “fitne” veya bölünme yaymaya çalışıyorlar. Tel Aviv ile Basra Körfezi’nin yönetimdeki Arap aileleri tarafından oluşturulan İsrail ve Basra şeyhliklerinin stratejik ittifakı bu bakımdan kritik önemde. Mısır’da toplumsal başkaldırı sona ermekten çok uzak ve halk daha da radikalleşecek. Bu Kahire’deki cuntanın ödünler vermesine yol açıyor. Protesto hareketi artık İsrail’in rolünü ve onun askeri cunta ile ilişkisini hedef almaya başlıyor. Tunus’ta da popüler akım radikalleşmeye doğru gidiyor. Washington ve destekçileri ateşle oynuyorlar. Bu kaos döneminin İran ve Suriye’yi karşılarına almak için mükemmel bir fırsat olduğunu düşünebilirler. Türk-Arap-İran dünyasında kök salan başkaldırının öngörülemez sonuçları olacaktır. Bahreyn ve Yemen halklarının artan devlet destekli şiddet tehditleri altındaki direnişleri, ABD ve Siyonizm karşıtı protesto hareketinin daha birleşik ve açıktan ifadelendirilmesini gösteriyor.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 14

Sayfa 07

SELEFİLİK VE EL-KAİDELEŞEN AKP

AMERİKA’NIN DİRENİŞ BLOĞUNA KARŞI SAVAŞI; YENİ CEPHE LÜBNAN MI ?

Washingtonve müttefikleri İsrail ve Suudiler, Arap dünyasındaki karışıklıklardan yararlanıyorlar. Direniş Bloğunu dağıtmaya ve Arap dünyasında demokrasi için her türlü inisiyatifi zayıflatmaya çalışıyorlar. Jeopolitik satranç tahtası artık Tahran’ı hedefleyen ve Suriye, Lübnan, Irak ve Filistinlileri de içeren daha geniş bir cephe için hazırlanıyor. DIŞ VE İÇ BASKIYLA HİZBULLAHI SUSTURMAK

SURİYE’NİN İSTİKRARSIZLAŞTIRILMASI

Nasrallah; Bölgeyi İsraile Karşı Koruyacağız

Hizbullah Genel Sekreteri Seyid Hasan Nasrallah, 16 Şubat gecesi Beyrut’ta Hizbullah Güvenlik Sorumlusu İmad Mugniyad’ın suikastle öldürülmesinin dördüncü yılı nedeniyle yapılan “Hizbullah Şehitleri ile Seyid Abbas El Musevi’yi anma” töreninde video yoluyla bir konuşma yaptı. İran Press TV’den canlı olarak yayınlanan toplantıdaki konuşmasının ana başlıkları şöyleydi: “ABD, İsrail ve bazı Arap devletleri ile ek olarak El Kaide’, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı devirmeyi amaçlıyor.” “Suriye’deki sorunun çözümü noktasında Suriye Hükümetini’nin devrilmesi dışında hiçbir çözümü istemeyen bir Arap, ABD, İsrail ve Batılı ısrarı var.” “Tarihten biliyoruz ki; Suriye’deki her seçenek, İsrail, ABD ve Arap destekli muhalefetin yaratacağı durumdan daha iyidir. İsrail inanıyor ki; her yeni rejim Beşar Esad hükümetinden daha iyi olacak kendisi için.” “Suriye Hükümeti, düzenlemelere ihtiyacı olduğunu biliyor ve adımlarını büyük bir değişim için atıyor” (ABD) ” Suriye’de büyük bir yıkım amaçlarken Beşar Esad’ın yenilenme söylemleriyle alay ediyor.”“Batasıca bazı Arap devletleri, Şam karşısındaki düşmanca duruşlarını koruyorlar” diyen Nasrallah devam etti ” Suriye ile bir politik çözüm konusunda müzakere yapılmasını söylediğimizde, hiç zaman olmadığını söylediler. Arap devletleriyle bir müzakereyi kabul etmeyenler İsrail ile bir müzakereyi nasıl kabul ederler?”“Birliğimizi karamsarlıklarımız üzerine inşaa etmiyoruz, daima ümmetimizin çıkarlarını gözeterek hareket ediyoruz. Biliyoruz ki İsrail bölgedeki siyonist planın bir aracı ve ordusudur. Duruşumuzun anahattı da bu anlayıştan gücünü alıyor.”“Siyonist şekillendirme çabası bütün bölge için bir tehdit görüntüsüdür, Filistin’in işgali, Kudüs’ün Siyonistleşmesi , İşgal altındaki toprakların içinde ve dışında Filistin halkının haklarına saldırı sürüyor. Ve bunun için inanıyoruz ki bu korkunç görüntü, bölgenin tümünü, din, milliyet ve kültürel kimlik ayırt etmeksizin tehdit ediyor, ve bunun için bu alçaklığın önünü kesmeli alaşağı etmeliyiz onu.”İsrail’in tehdit ve ısrarlı yaklaşımına karşı Hizbullah’ın kendini Lübnan’ı korumaya adadığını, “direnişin güçlü , sebatlı ve bağımsız olduğunu, diğer yandan İsrail’in güç kaybettiğini ” vurguladı Lübnanlı lider.“İsrailliler şimdiki zamana iyi bakmalıdır, tarihlerinin en tehlikeli dönemini yaşıyorlar. Kabul etmeliler ki en zayıf anlarındalar.” Ayrıca Lübnan 14 Mart Birliği’ni Suriye’deki şiddeti kışkırtmakla itham eden Nasrallah, birliğin Suriye’ye silah göndererek açıkça suç işlediğini söyledi. Hizbullah Lideri , Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın İsrail ve ABD talepleri karşısında asla eğilmeyeceğini sözlerine ekledi.İsrail’in bölgedeki rolü konusuna dönen Nasrallah, “bugün bölgede ne olup bitiyorsa özellikle Mısır, Suriye, Filistin ve Lübnan’da ne yapılıyorsa İsrail’in duruşunu iyi gözlemek zorundayız” dedi.Lübnanlı lider, Hizbullah’ın Şam ile stratejik bağlarını vurguladı ve iyimser konuşarak Suriye’nin batılı medyanın kara propagandası ve ülkedeki dış kaynaklı kargaşaya rağmen Suriye’nin kayda değer değişimler için büyük adımlar atacağını sözlerine ekledi. Hizbullah Genel Sekreteri, “hareket direnişimizden vazgeçiremeyecek, İsrail’in bölgeyi şekillendirme çabalarının karşısında tüm bölgeyi koruyacaklarını” belirtti. Nasrallah, “And olsun ki, onun ruhu ve karakterini koruyacak, Seyid Abbas El Musevi’nin yolundan yürüyüşümüzü sürdüreceğiz” diyerek konuşmasını bitirdi.

T

ürkiye, Selefi düşüncesiyle 1960’lı yıllarda tanışmaya başlar. Özellikle Mısır ve Suudi Arabistan’da ilahiyat eğitimi alan öğrencilerin etkisiyle Türkiye’de Selefi hareketinin ilk örgütlenmesi, Malatya’da kurulan ‘Malatya Fikir Kulübü’ ile başlar. Özellikle 1980’lı yıllardır sonra politik hareketler olarak örgütlenen Selefiler, Afganistan ve Pakistan’a gönderilen gençlerin almış olduğu ideolojik, politik ve askeri eğitimle çok hızlı bir şekilde gelişirler. Afganistan’da savaşan İslamcı gençlerin El Kaide ile tanışması, Bin Ladin ile yakın ilişkiler kurmaları, Türkiye’de Selefi hareketine büyük bir ivme kazandırdı. Afganistan, Bosna-Hersek, Çeçenistan, Tacikistan ve Keşmir gibi bölgelere İslam adına savaşmak amacıyla giden kuşak, Selefi ve El Kaide hareketinin Türkiye’de toplumsal bir güç olmasının ilk somut adımları olarak değerlendirildi. Son 12 yıldır, Afganistan, Pakistan, Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelere giderek özellikle ideolojik-dini eğitim alan binlerce genç, Selefi politik hareketinin birer militanı olarak Türkiye’ye dönüyorlar. El Kaide’nin küresel İslam’ın savaşan sembol örgütlü gücü olarak yarattığı etki, Türkiye’de özellikle İslamcı genç kuşakların Selefi veya El Kaide hareketine ilgisi arttırmaya başladı. Bugün kimsenin pek dikkat etmediği durum şu: Selefi hareketi ve dolayısıyla El Kaide’nin Türkiye’de toplumsal bir güç haline gelmeye başladı. Bu gelişmenin sosyolojik ve politik zemini oldukça güçlüdür. Türkiye’de farklı sayıda El Kaide yanlısı grup bulunuyor. Hatta bir bakıma birbirinden haberdar ama kurumsal olarak farklı otonum gruplar olarak da tanımlamak mümkün. Türkiye El Kaidesi köken olarak selefiler iki grupturlar. Bunlar, Cihat yapma yöntemleri konusunda birbirinden ayrılmaktadırlar. Bir kısmı ‘silahlı’ mücadeleyi savunmakta, diğeri ise bugün İslamcılaşan sistemi destekleyerek büyümeyi hedefliyorlar. Ancak iki grubun da, stratejik yönelimleri aynıdır. Mücadele yöntemleri arasında fark olmakla birlikte, her iki tarafta esasen Suudi Arabistan tarafından desteklenmektedirler. Sisteme uyumlu olan kanat çok açık olarak desteklenirken, sistemleri kâfir görüp silahlı mücadeleyi savunanlar ise dolaylı olarak desteklenmektedirler. Selefilerin örgütlendiği bölgeler başta Kürt illeri olmak üzere İzmir, İstanbul, Konya, Ankara, Adana, Mersin, Antalya, Hatay Manisa, Bursa, Kocaeli ve Trabzon gibi illerde yoğunluklu olarak örgütleniyorlar. Peki, Türkiye’de Selefi grupları kimlerden oluşuyor? Bunlar gerçekten devleti karış mıdırlar? Yoksa devletin politik yedek güçleri olarak mı işlev görüyorlar? Bu sorulara yanıt vermek için somut örneklerden başlamaktan yarar var:1969 yılında Malatya’da doğan Feyzullah BİRIŞIK, Selefi olup Suudi İslam geleneğine çok yakındır. 1998 yılına kadar tekstil işleriyle uğraşır ve bu işi beceremez bırakmak zorunda kalır. Daha sonra o da modaya uyar ve Beyazıt/İSTANBUL-Beyazıt’ta Polen ve Karınca yayınevlerini kurar. Selefilerin yeni yetme yazarı IŞIK, 2010 yılında Mısır El-Ezher Üniversitesi Şeriat Fakültesine kayıt yaptırdı. Öğrenciliğe devam ediyor mu bilinmez ama İslami çevrelerce El Kaide ile yakın ilişki olduğu söylenir. Ayrıca politik olarak AKP’yi destekleyen BİRIŞIK’ın AKP içerisinde çok yakın dostları bulunuyor. Selefi grubunun İzmir kanadı, İLİM DER adı altında örgütleniyor. Derneğin resmi başkanı Ali ŞAHİN’dir. Ama grubun lideri Türkmen kökenli Abdullah YOLCU, 1958’de Kerkük’de doğmuş ve 1986 yılında İstanbul’a yerleşir. 1992 yılında İstanbul/Beyazıt’ta Gruba yayınevini kurar ve daha sonra İzmir’e yerleşir. Türkiye’ye gelmesini, Selefi hareketinin verdiği bir görev olduğunu toplantılarında sık sık dile getirir. Amacı toplumu İslamlaştırmaktır. Bunun için kurdukları İlim-Derneğinin amaçlarını ve şu faaliyetlerini şu cümlelerle açıklıyorlar: “Konferans, panel ve seminerler tertiplemek, araştırma, inceleme ve tahkik yazıları telif etme, ilmi eserleri Türkçeye tercüme etmek, davet çalışmalarını internet ortamına taşımak, çeşitli davet toplantı ve organizasyonlara dernek vasfıyla iştirak etmek, maddi imkanlar nispetinde, ihtiyaç sahiplerini tespit etmek ve yardımda bulunmak, doğru dini bilgilerin halka ulaştırılması için, cd, dvd ve broşür türü materyaller hazırlamak ve dağıtmak, başkalarıyla yardımlaşmak ve yoğun ilmi kurslar düzenlemek, genel davet çalışmalarında bulunmak, kadınların davetteki rollerini etkinleştirmek, öğrenci yurtları açarak, eğitim alanına katkı sağlamak.” YOLCU, Guraba Yayınevi evi dışında Ummul Kura yayınevi ve Hadis yayınevini de yönetiyor. Bu yayınevlerinde Cihat çağrısı yapan kitaplar yoğunluklu olarak yayınlanıyor. Ekonomik kaynağı Suudi Krallığıdır. İlginçtir, YOLCU’nun kitapları Arapçaya çevriliyor ve Haç dönemlerinde bedava hacılara dağıtılıyor. İzmir’e yerleşmesi de çok planlı ve bilinçli olup bir bakıma İzmir’e ele geçirme stratejisinin bir parçasıdır. Ayrıca AKP ile yakın ilişkileri bulunuyor. İLİM-DERNEĞİ de İzmir’de AKP’ye aktif olarak destekleyen kurumlardan biri olarak ön plana çıktı. YOLCU’nun özellikle Kürt kökenli El Kaide militanlarıyla da örgütsel bağladı bulunuyor. Suriye’deki savaşta ne gibi bir rolü var? Örneğin kendi grubunda Suriye’ye kaç kişi gönderdi? Peki, Abdullah YOLCU, T.C, vatandaşı mıdır? Eğer vatandaş olmuşsa ne zaman ve hangi hükümet tarafından Türk vatandaşlığına alındı?.. Selefi grubunun Antalya’daki lideri Mehmet BALCIOĞLU veya kod ismi Muhammed Ebu Said El YARBUZİ’dir. Selefilerin Türkiye sorumlusu iddiasıyla tutuklanan YARPUZİ. Haziran 2000’de Ankara 2 No’lu DGM’de ”Laik devlet düzenini yıkmak için silahlı örgüt kurmak, izinsiz patlayıcı ve bomba imal etmek” gerekçesiyle, 4 ile 15 yıl arasında hapis cezası alan 5 kişiden biri olan Mehmet Emin AKIN’ın evinde Suudi Krallığı tarafından gönderilen para makbuzları buludu. Şu dönem, Antalya’nın Akseki ilçesi, Yarbuzi beldesinde Kulliye yaptırdı. Medresesi var, küçük bir ilçede bine yakın öğrencisi olduğu biliniyor. Uzun bir dönem İsveç’te yaşayan YARMUZİ, Suudi Krallığıyla çok yakın ilişkileri bulunuyor. Suudi Selefe geleneğiyle olan ilişkisini de şu cümlelerle açıklar: “Suudi Arabistan yönetiminin resmî çizgisinde olduğunu itiraf etmekten çekinmediğim ‘selefi hareket’ bize bir hayli seviye kazandırmıştı…

Kısacası mazimizdeki selefi mezhebe mensup olduğumuz geçmişimiz bizim için hakka doğru bir sıçrama tahtası olmuştur. Allah’a şükürler ediyorum.” Öyle ki Suudi üniversitelerinde kendisine ayrılmış bir kontenjanı bulunuyor, kendi öğrencilerinden birçok genci Suudi Arabistan’da üniversite eğitimine gönderiyor. AKP ile yakın ilişkisi bulunuyor. Bir dönem İsveç’te yaşamış ve hala orada ikameti bulunan YARMUZİ, Fevzi Paşa Cad. Binâ Emîni Sok. 8/3 Fatih-İSTANBUL adresinde Kitap ve Sünneti İhya Yayınevlerini de yönetiyor. Adana El Kaide grubunun başında Molla Ömer bulunur. Almanya’da sınır dışı edilen Molla Ömer, Adana-İskenderun-Hatay hattını yoğun olarak geziyor. El Kaide militanlarının Suriye’ye gönderilmesini örgütleyenlerden biridir, ayrıca kendisinin de Suriye’de olduğu belirtiliyor. Mollar Ömer Adana’da AKP yöneticileri tarafından iyi tanınan ve hürmet edilen biridir. Son seçimlerde AKP’yi aktif olarak destekledi. İslamcı çevrelerde Ebu ENES olarak tanın biri var. Kürt kökenli olup, babasının 1980 öncesi Batman Beşiri Belediye Başkanlığı yaptığı söylenir. Almanya’da ikameti bulunan ENES sık sık Türkiye’ye giriş yapıyor. El Kaide faaliyetlerinde aktif görev aldığı belirtilen ENES şu sıralar Türkiye üzerinde Suriye geçtiği söyleniyor. Selefi olup El Kaideyle yakın ilişkisi bulunan diğer bir isim Ebu SAİD, Ankara’da kalıyor, Ancak yaygın bir örgütlenme ağına sahip, Bursa, Kocaeli, Balıkesir gibi illerde çalışmalar yürütüyor. Kendisi tarafından kurdurulan Cumhuriyet Mh. Eksen Sk. No:2/A Çubuk-Ankara adresinde bulunan Huzur Vadisi Derneği ve Paris Nasihat Derneğinde konferanslar verir. Ebu SAİD grubundan bulunan Ebu Emre gruptan ayrılarak kendi grubunu kurdu. Ancak ayrışmanın temel nedeni Suudi Krallığından gelen paralar üzerindeki anlaşmazlıktır, yani rant kavgasıdır. SAİD’in AKP yöneticileriyle çok yakın ilişkisi bulunuyor. AKP rejiminin desteklenmesi gerektiğine dair fetvalar veren SAİD, Suriye’de El Kaide savaşını destekliyor. Selefi grubunun Antep sorumlusu olan Ubeydullah ARSLAN, 1991-1994 yılları arasında Pakistan’da ‘İslamia College Peshawar’da din eğitim dersleri aldı. Burada El Kaide militanlarıyla yakın ilişki kudurdu. 2006 yılında bir grup arkadaşı ve öğrencileriyle kurduğu ‘Asr-ı Saadet İlim Araştırma Yayma Derneği’nde dersler vermeye devam ediyor. AKP’yi destekleyen ARSLAN şunları belirtiyor, seçimler döneminde yapmış olduğu bir konuşmada: “İslam’a düşman olmayan, din ve fikir hürriyetini savunan, güç bulursa hakkı ikame etmek, batılı def etmek niyeti taşıyan, İslami söylevleri ve erdemli tavırları muhafaza eden, inananların hak ve özgürlüğünü vereceğini vaad eden, idari makamlara kâfirleri ve fesatçıları getirmeyen, İslam’a daha yakın bir partiye -maslatımız gereği- oy vermekte sakınca yoktur.” Murat GEZENLER, Selefilerin, devleti ‘kafir’ gören radikal kanadında yer alır. Murat GEZENLER’in babasının bir savcı olduğu söylenir. Şehadet yayınları, Konya’da Neva Kitabevi, Ankara’da Mehmedi Bahaddin Canbaz’ın yönettiği Deha Kitap Dağıtım Şirketi bulunuyor. 8 Subat 2002’de, Konya’da Selefilere yönelik operasyonda GEZENLER ve 6 arkadaşı gözaltına alınır ve tutuklanır. İfadelerinde Afganistan’da savaşmak için Pakistan’a gittiklerini ancak Afganistan’a geçemeyince geri döndüklerini söyler. Kısa süre sonra serbest kalan GEZENLER, çalışmalarını genişleterek devam eder. GEZENLER’in Suriye’de Şam’a gidip dil öğrenme merakı ortaya çıkar. 16 Mayıs 2009 tarihinde Suriye’de, İslamcı örgütlerle olan ilişkisi gerekçesiyle Suriye istihbaratı tarafından gözaltına alınır. İlginç olan, GEZENLER’in serbest bırakılması için Türk Dışişleri doğrudan devreye girmesi ve Suriye’ye nota vermesidir. Devletlerarası ilişkilerde ‘nota’ daha çok diplomatik sorunlardan ortaya çıkar. GEZENLER için, Türk devleti tarafından ‘nota’ verilmesinin nedeni ne olabilir? Dikkat çeken bir başka nokta ise kendisine yakın olanların birçoğu tutuklanıyor ama kendisine pek bir şey olmuyor. İslami çevrelerde ajan olduğuna dair iddialar var. Türkiye’nin Suriye’ye diplomatik ‘nota’ verilmesi, ajanlık iddiasını güçlendiriyor. GEZENLER, şu sıralar ne işle meşgul? Türk istihbaratı adına, Suriye’de El Kaide için ne gibi görevler yüklenmiş bulunuyor? GEZENLER bir Selefi militanı ama aynı zamanda AKP’nin desteklenmesi gerektiğini söyler. Oy kullanılmasına dair kendisine sorulan soruya, bir Şeyh’den aktarma yapar: “Biz teşri yetkisini insanlara verme adına oy atmıyoruz. Niyetimiz ve kastımız asla bu değildir. Ancak biz Müslümanlar için en çok fayda sağlayacak bir partinin iktidara gelmesi için oy atıyoruz. Yani tercihte bulunuyoruz.” Kendisi devamda şunu söyler: “Şeyh bu sözleri söyledikten sonra küfürde asıl olanın niyet ve kasıt olduğunu, teşri yetkisini insanlara vermek kastıyla olmadığı sürece oy vermenin şirk olmayacağını söyledi.” Abdullah PALEVİ veya Aladdin PALEVI, Kürt kökenli ve Konya’da yaşar. Kendisi tarafından kurulan Takva Yayınları, Selefilerin propagandasını yapan kitaplar yayınlıyor. Ebu Hanzzal ve Metin Ekinci gibi mevcut sisteme karşıdırlar. Müslümanlar, devletin mahkemelerine gitmeli midir? Sorusuna şu yanıtı verir: “Müslüman bir kimse elindeki tüm imkânları kullanarak bu mahkemelere muhakeme olmaktan kaçınmalıdır.” Bunu söylediği zaman AKP henüz iktidar değildi ama bugün AKP rejimiyle çok yakın ilişkileri bulunan biri. Selefilerin bir başka grubunun temsilcisi olan Alparslan KUYTUL, 1965 yılında Adana’da doğmuş.Çukurova Üniversitesi Mimarlık Mühendislik Fakültesi İnşaat Mühendisliği bölümünü bitirir ve daha sonra Mısır’ın El-Ezher Üniversitesinde ‘İslam Hukuku’ üzerine eğitim yaptı. Orada Selefi hareketiyle yakın ilişki kurar ve El Kaide ile bağlarını geliştirir. Örgütsel faaliyetlerini Furkan Eğitim ve Hizmet Vakfı, Furkan Derneği ve Furkan Nesil Dergisi üzerinde yürütmektedir. Amerika’nın Erdoğan’a özel bir misyon yüklediğini belirtir ve bunun eleştirisini yapar. Ancak vakıflar ve dernekler kurduktan sonra, devletin nimetlerinden yararlanmak ister. Bundan dolayı adamları AKP’nin seçim görevlileri olmaya başlar. Böylelikle kâfir gördüğü devletin İslamlaşması için ABD’nin özel olarak

görevlendirdiği Erdoğan’a destek verir. SİNEGOG saldırısında yer görev alan Azad EKİNCİ’nın abisi olan Metin EKİNCİ, Suriye’de El Kaide adına yürüttüğü savaşta yaşamını yetirdi. Bingöl’de İlim Derneğini kuran ve Selefilerin en radikal kesimini temsil eden EKİNCİ, A.YOLCU ile yakın ilişkisi bulunuyordu. Şu an Bingöl’de devletin finanse ettiği Selefilerin 4 medresesinde 1000’e yakın Kürt kökenli öğrenci eğitim alıyor. EKİNCİ grubunun militanları, Suriye’de Esad rejimine yönelik yürütülen savaşın içerisinde aktif olarak yer alıyorlar. Savaş tecrübelerini geliştirmek ve olası bir iktidar değişikliğinde Suriye’de söz sahibi olmak isteyen El Kaide hareketine güç vermeye çalışıyorlar. Savaş tecrübesini geliştirmek istemelerinin bir başka nedeni de, PKK’ye karşı yürütecekleri savaştır. PKK’yi düşman kategorisinde görüyorlar. Özellikle Suriye’de PYD ile çatışmak hazırlık yaptıkları biliniyor. Cihat için Suriye’de savaşmak gerektiğini belirten El Kaide militanı Ebu HANZZAL’ın veya gerçek ismiyle Halis BAYINCIK’ın grubu Diyarbakır’dadır. Hizbullah davasında yargılanıp ömür boyu ceza alan ve ilginç bir şekilde serbest bırakılan Hacı Bayancuk’ın oğlu Halis Bayıncuk (Ebu-Hanzzal) grubu da El Kaidenin Kürt kökenli ekipten biridir. Bunlar da Suriye’de savaşan ekip içerisinde bulunuyor. Ayrıca Kürt olan Ebu HANZZAL, PKK’ye karşı silahlı çatışmayı destekleyen biridir. HANZZAL grubu da, Suriye’de Kürtlere ve özellikle PYD’ye karşı saldırılara yönelebilir. Buna yönelik hazırlıklar yaptıkları bilyor. Devlet önümüzdeki süreçte, özellikle Kürtler arasındaki çatışmayı derinleştirmek için Kürt kökenli Selefi guruplarını PKK’ye yönelik saldırılarda kullanabilir. Bu nedenle Kürt kökenli El Kaide militanlarının Suriye’ye gidip Esad rejimiyle çatışmalarını destekliyor ve özel olarak yönlendiriyor. Son 10 yıldır, El Kaidenin Türkiye’deki faaliyetler tahmin edilenden çok daha ileri düzeydedir. Örgütsel faaliyetlerinde medrese, dernek, yayınevi gibi araçlar çok yoğun olarak kullanılmaktadırlar. Öncelikli hedefleri güçlü bir toplumsal taban oluşturmaktır. İçlerinde bazıları, sisteme karşı ‘cihat’ yapılması gerektiğini söylemelerine rağmen, pratikte böyle bir pozisyonları bulunmuyor. Özellikle AKP’nin devletleşmesiyle en radikal kesimlerin dahi, Selefi gruplarının tamamı sistemle uzlaşmayı esas almış bulunuyorlar. Çünkü AKP’den besleniyorlar. El Kaidenin faaliyetleri devlet tarafından biliniyor. Kimin, nereden, nasıl örgütlendiğini bilmeyen yoktur. İllegal veya askeri olarak örgütlenenleri dahi tespit etmek zor değildir. Çünkü bunların önemli bir kesiminin devletle ilişkileri bulunuyor. Örneğin Adana’da El Kaide militanları oldukları iddiasıyla tutuklanan ve ceza alan 4 kişi, Suriye-Hatay-Adana arasında mekik dokuyorlar. Sürekli giriş-çıkış yapıyorlar. Hatta Kürdistan Savunma Güçleri tarafından durdurulan bir ambulansta çok sayıda Türk ordusuna ait olduğu anlaşılan bir silahı götürenlerin, Adana davasında yargılanan El Kaide militanları olduğu söylendi. Türkiye’de özellikle El Kaide Vahabi geleneğini temsil eden gruplar Suriye’de fiilen savaşın içindedirler ve AKP devleti de bunları dolaylı olarak organize ediyor. Kemalist rejimi laik olarak görerek değiştirmeyi ve yerine şeriata dayanan bir düzen kurmayı hedefleyen Selefiler, son on yıldır, devlete yönelik politikalarını önemli oranda değiştirdiler. Küresel sermayenin yeni İslamcı hareketi olan AKP’nin İslam’ın gelişmesinde veya sistemin İslamlaştırmasında önemli bir görev üstelendiğini belirterek aktif destek sunuyorlar. İçlerinde küçük bir kaç grup AKP rejimini ‘kafir’ görmekle birlikte, Selefi akımların çok önemli bir kısmı AKP ile yakın ilişki içerisinde bulunuyorlar. İslamcı AKP devleti de, özellikle İslamcı körfez sermayesine ihtiyaç duyması nedeniyle Selefilerin örgütlenmesini bütün gücüyle desteklemektedir. 12 Eylül 1980’de darbeci Kenan Evren, nasıl ki RABITA’yı desteklemişse, bugün Erdoğan da Selefi hareketlere çok aktif destek sunuyor. Türkiye El Kaide’si Türk rejimini hedef almadı. Buna yönelik eylemleri de olmadı. Yaptığı eylemlere dikkat ettiğimizde Türkiye değil, İsrail ve İngilizleri sembolize eden yerlere saldırılar yapıldı. Eylemin Türkiye’de yapılmış olması Türk rejimini hedeflediği anlamına gelmiyor. Ayrıca Türkiye’de çok açık bir rejim değişikliği yaşandı ve bu süreç devam ediyor. İslamcılaşan bir rejim gerçeğini dikkate aldığımızda, bu değişim stratejik olarak El Kaide dahil bütün İslamcı örgütler bakımından son derece büyük avantajlar ve olanaklar sunuyor. Devlet İslamcılaşan bir toplum yaratıyor, böylesi bir toplum için El Kaide gibi örgütler için çok daha büyük olanaklar doğuyor. Bu bakımdan AKP’nin İslamcılaştırma politikası, İslamcı örgütlerin stratejik yönelimlerini güçlendiriyor. Bu bakımdan AKP ile İslami cemaatler ve El Kaide gibi İslamcı örgütler birbirini tamamlıyorlar. Kendi rejimleri oluştuğuna göre saldırmaları da anlamsız kalır. Peki, El Kaide’nin Suriye politikası kimlerle yürüyor? İlginç bir duruma dikkat çekmek istiyorum. ABD ile El Kaide’nin yolları tarihte ikinci kez çakıştı. Birincisi Afganistan’da Sovyetler Birliği’nin işgaline karşı savaşta birlikte hareket ettiler. Bin Laden, bu dönemde bir İslamcı ‘Mücahit’ olarak Afganistan’a bir savaşçı olarak gönderildi.İkincisi Suriye’de yolları kesişti. Bu bir tesadüf mü yoksa izlenen stratejinin küçük birer parçası mıdır? Suriye konusunda politikaları uyumlu görünüyor: İkisi de Esad rejiminin gitmesinden yanadır. İkisi de Suriye’de toplumu kapsayan bir demokrasi istemiyor. İkisi de Sünni ağırlık bir rejim istiyor. Böylesi bir rejim kurulursa, EL Kaide düşman gördüğü İsrail ile komşu olması söz konusu olacağına göre, kim bilir El Kaide’ye verilmiş tarihsel rol da tamamlanmış olur. Esad rejimine karşı olup aynı safta duranlar: Amerika, Türkiye, İsrail ve El Kaide Esad rejiminde yana olan olup aynı yerde saf tutanlar: Rusya, İran, Irak ve Hizbullah, ilginç bir denklem ortaya çıkmış bulunuyor. Bu bakımdan El Kaide’nin İslamcılaşan bir Türkiye ile hiçbir çatışması olmaz, olmayacaktır.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Şam, Washington ve Avrupa Birliği’nin talimatlarına boyun eğmesi için baskı altında tutuluyor. Bu uzun vadeli bir projenin parçası. Amaç rejim değişikliği veya Suriye rejiminin gönüllü olarak boyun eğmesi. Bu, Suriye dış politikasının uyumlu hale getirilmesini ve Suriye’nin İran ve Direniş Bloğu üyeleri ile stratejik ittifakından ayrılmasını içeriyor. Suriye, vatandaşlarına karşı gaddarca kuvvet kullanan otoriter bir oligarşi tarafından yönetiliyor. Ancak Suriye’deki isyancılar karışık. Samimi özgürlük ve demokrasi savaşçıları olarak görülemezler. ABD ve AB tarafından Suriye’deki isyancıların Suriye liderliğini baskılamak ve gözünü korkutmak amacıyla kullanılmasına yönelik bir girişim oldu. Suudi Arabistan, İsrail, Ürdün ve 14 Mart İttifakı silahlı ayaklanmayı destekleyen bir rol oynadılar. Suudiler, demokratik reform çağrılarının bastırılmasına yardımcı oldular ve ayaklanma ve protestolar sırasında Suriye muhalefetindeki demokratik öğeleri marjinalleştirdiler. Bu açıdan Suudiler hem mezhep ayrımını kaşıdılar hem de Suriye’deki dini hoşgörünün temellerini sorgulayan terörist öğeleri desteklediler. Bu öğeler çoğunlukla Fetih El İslam gibi Selefi aşırıcılar ve Mısır’da örgütlenen yeni aşırıcı siyasi hareketler. Bunlar ayrıca Alevilere, Dürzülere ve Suriye Hıristiyanlarına karşı da gösteriler düzenliyorlardı. Suriye’deki şiddet, iç gerilimden nasiplenmek isteyen dış güçler tarafından destekleniyor. Suriye ordusunun şiddetli tepkisi bir yana bırakılırsa, medya yalanları kullanılıyor ve düzmece videolar dolaşıma sokuluyor. Suriye muhalefetinin unsurlarına ABD, AB, 14 Mart İttifakı, Ürdün ve Khalijiler tarafından para ve silah da ulaştırılıyor. Suriye muhalefetinin yurtdışındaki meşhum ve şaibeli figürleri tarafından da yardım sağlanıyor, silahlar Ürdün ve Lübnan üzerinden Suriye’ye sokuluyor. Suriye’deki olaylar Şam’ın uzun vadeli müttefiki İran’la da bağlantılı. Senatör Lieberman’ın kamuoyu önünde açıkça Obama Yönetimi ve NATO’dan Suriye ve İran’a tıpkı Libya’ya yaptıkları gibi saldırmasını istemesi tesadüf değil. Suriye’ye karşı yaptırımlara İran’ın dahil edilmesi de tesadüf değil. Suriye ve İran’ı hedefleyen yeni ve daha geniş bir saldırı dalgası hazırlanırken, Suriye ordusu ile hükümetinin eli kolu artık bağlı. Suriye iki önemli enerji koridorunun merkezinde bulunuyor. İlki Türkiye’yi ve Hazar’ı İsrail ve Kızıl Deniz’e bağlıyor, ikincisi Irak’ı Akdeniz’e bağlıyor. Suriye’nin teslim olması, Washington ve müttefikleri için bu enerji yollarının denetimi anlamına gelecek. Bu ayrıca Doğu Akdeniz’deki Lübnan ve Suriye kıyılarında bulunan geniş doğalgaz yataklarının Çin’in erişiminden uzaklaştırılması ve bunun yerine AB, İsrail ve ABD’ye bağlanması da demek. Doğu Akdeniz gaz alanı, AB, Türkiye, Suriye ve Lübnan arasında müzakerelere konu edilmişti. Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattının yanında, Doğu Akdeniz doğalgaz yataklarının varlığı da Kremlin’in Suriye’de Rusya Federasyonu için askeri bir ayak oluşturma nedeniydi. Bu, Suriye’deki Sovyet dönemi donanma tesislerinin yenilenmesi ile yapıldı. Ayrıca, Beyrut ve Şam için Doğu Akdeniz kıyılarındaki bu doğalgaz yataklarını araştırmayı ve gelişmesine yardım etmeyi kabul eden İran’dı. Güneydoğu Asya’daki savaş ile Filistin devleti konusunda resmi düzeylerde artan görüşmeler arasında güçlü bir korelasyon var. Filistin devleti ümitleri, Arap dünyasında Irak’a karşı savaş hazırlıklarından doğan gerilimleri boşaltmak için iki kez kullanıldı. İlki baba George Bush, ikincisi ise bir Filistin devletinden söz eden ilk ABD başkanı olarak anılan oğul George Bush zamanındaydı. Pozisyonundaki iniş çıkışlara rağmen, Obama da artık bir Filistin devletinden bahsediyor. Dahası, Hamas ile Fetih arasındaki uzlaşma, Filistin devletinin uluslararası tanınmasına geri sayımın başlaması olarak gerçekleşti. İsrailliler de daha önce Hamas’ı gerekçe göstererek dondurdukları Filistin hesaplarını serbest bıraktılar. Fetih ile Hamas arasındaki uzlaşma da Hamas’ın elinin kolunun bağlanmasına hizmet etti. Hamas, İsrail işgali altındaki Filistin’i yönetirken küçük ortak haline gelmemek için dikkat etmek zorunda kalacak. Hamas, şimdi Fetih ile bir birlik hükümetindeki ortaklığında, pozisyonunu etkili bir şekilde korumalı. Her şekilde Tel Aviv ve Washington Fetih’i Filistin Yönetimi’nin büyük ortağı olarak empoze etmek isteyecekler. Bir anlamda, Hamas İsrail ve Washington tarafından dolaylı şekilde evcilleştiriliyor. Usame Bin Ladin’in ABD güçlerince öldürüldüğünün açık-

lanması, Pakistan’ın örtük siyasal destabilizasyonu sürecine katkıda bulundu. Usame Bin Ladin’in Müslümanlığın popüler ve saygın bir figürü olarak sunulması için bilinçli çabalar söz konusuydu. Bu, sözde “Medeniyetler Çatışması” tezini destekleyen bir bakış açısı. ABD hükümeti aynı zamanda, Pakistan’a karşı bir medya kampanyası başlatıyor. İslamabad Usame Bin Ladin’e ve onun El Kaide ağına yataklık etmiş gibi resmediliyor. Gerçekte ise, Pakistan’ın teröristlerle tüm ilişkileri Washington’un talimat ve yönlendirmesine dayanıyor. Bu çok daha karmaşık bir hikaye ancak gerçekte olan şey Pakistan’ın bir ülke olarak parçalanmasının hedeflenmesi. İran’la bir savaş senaryosunun ısıtılması: Pakistan, İran ve müttefikleri ile saf tutacak devrimcilerin iktidara gelmesi tehdidi altında olmayacak. İran’dan Çin’e Pakistan üzerinden giden enerji koridoru (ve Gwadar’daki Çin limanı) da dahil olmak üzere, Çin’in Pakistan’daki çıkarlarının hedeflenmesi. Avrasya’nın, Güneydoğu Asya, Orta Asya ve Hint alt kıtasının kesiştiği kilit önemdeki bir bölgesinde bölgesel destabilizasyon. Bu bölge İran ve Afganistan’dan Pakistan’a, Hindistan’a ve Batı Çin’e ulaşıyor. ABD ayrıca, teröristleri barındıran ülkelerin ulusal sınırlarını ihlal etme ve bu ülkelere “teröre karşı savaş” kapsamında asker gönderme hakkına sahip olduğunu açıkladı. Hillary Clinton, Washington’un duruşunu, ABD güçlerinin teröristleri öldüreceğini söyleyerek haklı gösterdi. Bu sadece, Devrim Muhafızlarının ABD tarafından terörist örgüt sayıldığı İran ya da yurdundan edilmiş sayısız Filistinli grubun Washington tarafından terörist örgüt sayıldığı Suriye gibi ülkelere askeri müdahale için bir bahane yaratmak üzere kapı aralamak anlamına geeliyor.

SAYFA 07

Lübnan’da hükümetin oluşturulması çıkmaza girmiş durumda. Başkanlığı elinde bulunduran Michel Sleiman ile yeni Lübnan başbakanı, Özgür Yurtsever Hareket’in lideri Michel Aoun ile siyasi bir çekişme içinde kabinenin oluşturulmasını erteleyip duruyorlardı. Yeni Lübnan kabinesinin kurulmasının, Lübnan’ı dış politika cephesinde tarafsız tutmak için kasten erteleniyor olması muhtemel. BM Güvenlik Konseyi ve sayısız BM organının tümü, ABD ve AB tarafından Lübnan’a baskı uygulamak üzere kullanılıyor. BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon Washington’dan emir alıyor. ABD ve NATO savaşlarına meşruiyet sağlamaya katkıda bulunuyor. Moskova, Ban Ki-moon’u NATO ile gizli işler çevirdiği için 2008de açıkça ihanetle suçladı. Bu bağlamda BM, Lübnan Direnişinin elindeki silahlar sorununu onu silahsızlandırma bakış açısıyla uluslararasılaştırmak amaçlı sinsi girişimler için bir forum olarak kullanılıyor. 1559 sayılı BM kararının artık güncelliği kalmamış olmasına rağmen, 1559 sayılı kararın uygulanması için Özel Temsilci sıfatını taşıyan Terje Roed-Larsen, halen görevde ve Hizbullah’a karşı raporlar yayınlıyor. BM’nin Lübnan delegeleri, Beyrut’ta emri vakilerde bulunup Washington, Brüksel ve Tel Aviv’in ajanları gibi çalışırken tıpkı sömürgeci figürleri andırıyorlar. Tüm bölümü ABD Dışişleri Bakanlığı’nda olan Lübnan Özel Mahkemesi (STL) de Washington’un Lübnan ve Suriye’ye karşı kullanmayı planladığı dolu bir politik silah. Refil El Hariri suikastını ele almak için uluslararası bir mahkeme oluşturuldu. Hariri öldürüldüğü zaman resmi bir görevde değildi ancak sırf bu vakayla ilgilenmek için uluslararası bir mahkeme kuruldu. Öte yandan sözde uluslararası toplum, Lübnan’da öldürülen binlerce kişiyi araştırmak için mahkeme kurmakla hiçbir şekilde ilgilenmiyor. Bundan STL ve arandığı iddia edilen adaletle ilgili ne sonuç çıkıyor? Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Görev Gücü (UNIFIL) de Lübnan’daki İsrail ihlallerinde pay sahibi. Birleşmiş Milletler’in Yakın Doğu’da Filistinli Mülteciler için Yardım ve Çalışma Örgütü (UNRAW) bile İsrail’in Filistinliler ve Lübnanlılara karşı işlediği suçları destekleyen görevlilerle dolu. Bu, UNRAW sözcüsü Christopher Gunness tarafından İsrail ordusu ile 15 Mayıs 2011 tarihli bir görüşmede ispatlanmış durumda. İsrail ordusu 2001 Nakba Günü’nde silahsız sivillere ateş açarken, Gunness, UNRAW’ın İsrail ulusal güvenliğinin çıkarları için çalıştığını yeniden doğruladı ve Filistinlileri İsrail’e karşı terörist saldırılar düzenlemekle suçladı. İsrail’in Gazze Şeridi’ni işgali bile UNRAW sözcüsü tarafından aklandı. Lübnan’da yeni kabinenin yokluğu, Saad Hariri ile 14 Mart İttifakı’nın Lübnan’ın içişlerini keyfi şekilde yönetmesine mahal veriyor. Bu aynı zamanda, Beyrut’ta kendisine zorluk çıkaracak bir Lübnan hükümeti olmaksızın dilediğini yapabilen STL’ye zaman kazandırıyor. Bu açıdan, Lübnan’da yeni bir hükümet, STL’nin meşruiyetinin kesin şekilde sorgulanmasına yol açacaktır. Ayrıca, Lübnan İç Güvenlik Gücü (ISF) de Saad Hariri tarafından Hizbullah’a ve Hariri ailesinin siyasi muhaliflerine karşı kullanılıyor. ISF’nin Şam’a karşı çabalarda ve Suriye’de şiddetin tetiklenmesinde bile parmağı olabilir. ISF doğrudan Hariri ailesinden emir alıyor. Saad Hariri’ye ve şürekasına sağlanan hareket serbestisi (büyük ölçüde Beyrut’ta bir kabinenin olmamasından kaynaklı) sebebiyle, Lübnan içişleri bakan vekili Ziyad Barud bakanlığından daha fazla belge imzalamayı reddetti. Barod bu tutumu aldı çünkü ISF’nin gizli kapaklı işler çevirdiğini ve kendi onayı veya denetimi olmaksızın çalıştığını düşüyordu. Bu bakımdan, ISF Ziyad Barud’un Lübnan iletişim bakan vekili Şarbel El Nahhas’ın rutin kontrol için ISF merkezine girmesine izin verilmesi emrini yerine getirmedi. ISF, açık şekilde operasyonlarını gizleme çalışıyor ve El Nahhas ile ekibinin ISF merkezindeki belli katlara girmesini engelleyecek şekilde hareket ediyor.Lübnan’ın, ABD, BM, İsrail, Ürdün ve Suudi Arabistan istihbarat örgütleri ve ajanları için bir yuva olduğu sır değil. Amaçları Hizbullah’ı ve koalisyonunu dağıtmak. Lübnan’ın 2006da İsrail tarafından bombalanması sırasında, AB üyesi ülkelerin elçilikleri, Hizbullah’a karşı veriler topluyorlardı. Tüm bunlara paralel şekilde, Hizbullah sürekli olarak İran’ın maşası olmakla suçlanıyor. Geçtiğimiz günlerde, Hizbullah

İran’la birlikte Basra Körfezi’ndeki, özellikle de Bahreyn ve Suudi Arabistan’ın Şiilerin yoğun olduğu bölgelerindeki protestoları tetiklemekle suçlandı. Bu açıdan Lübnan vatandaşları, birçok durumda inançlana bakılmaksızın, Khaliji rejimlerinden dışlandılar ve Basra Körfezi’nden sürüldüler. Suudiler İsrail ile Lübnan’daki ajan ağı arasında bağlantı kurulmasına yardım ettiler. Bu durum, İsrail için çalışırken yakalanan Şii imam Şeyh Muhammed Ali Hüseyin ile Suudiler arasındaki açık bağlantı ile ispatlandı. Bu, bölgesel bölünmeler ve nefret yaratmak için mezhep kartının kullanılmasının bir parçası. Lübnan içinde, Saad Hariri hizbi tarafından Hizbullah ve müttefiklerini hedef almak için kullanıldı. Hariri, ironik biçimde tam da Suudi ordusu El Halife’yi iktidarda tutmak için ada devletini işgal ederken İran’ı Bahreyn’in içişlerine müdahale etmekle suçlamıştı. Basra Körfezi’nin petrol şeyhlikleri, Lübnan, Suriye, Irak, İran ve Pakistan vatandaşlarının sınırlarından girmesini önlemek için sistematik şekilde çalışıyor. Kuveyt, bu ülkelerdeki siyasal karmaşa nedeniyle kendi içinde sorunlar yaşanabileceğini söyleyerek bunu haklılaştırmaya çalıştı.

Mustafa Peköz


HALKIN KURTULUŞU

SAYFA 06

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Sayfa 06

Wall Street İşgalcileri

Protestolar Amerika’nın değişik kentlerine sıçrayarak yayılırken, Wall Street İşgalcileri bir dergi çıkarttı. Derginin adı: Occupied Wall Street (İşgal Altındaki Wall Street). Dergi özellikle New York City’de elden ele dolaşıyor. Arun Gupta‘nın dergide yayınlanan yazısı.Şu anda Wall Street’te olanlar gerçekten önemli Mülksüzler, 10 gün boyunca küresel kapitalizmin kutsal katedralinde bölgeyi finansal derebeyleri ve onların polis ordusundan kurtardı. Onlar; 1930’larda işçilerin gerçekleştirdiği oturma grevlerinden 1960’ların büfe oturma eylemlerine ve bugün Arap dünyasını ve Avrupa’yı saran demokratik ayaklanmalara uzanan farklı barışçı işgal eylemleri gelenekleri dahilinde, tarihi değiştirmeye Wall Street’i işgal eylemi büyürken, Tahrir Meydanı’ndaki Mısırlı’ları alkışlayan, “Hepimiz Wisconsinli’yiz” diyen, Yunanlar ve İspanyollar ile dayanışan herkesten tam desteğe ihtiyaç duyuyor. Bu; işi, evi, sağlık güvencesi olmayan ve geleceksiz olduğunu düşünen herkes için bir harekettir. Sistemimimiz her düzeyde parçalanıyor. Bugün 25 milyonu aşkın Amerikalı işsizdir. 50 milyondan fazlasının sağlık sigortası yok. Gerçekçi bir tahminle, muhtemelen 100 milyon Amerikalı yoksulluk batağına gömülü bir halde yaşıyor.Oysa politikacılar hepimize kemer sıkma politikalarını dayatmak için yarışırken, kodamanlar vergi kaçırmaya, milyar dolarları kaldırmaya devam ediyor. Wall Street’i işgal eden insanların sayısı-ister 5 bin, ister 10 ya da 50 bin olsun- belli bir noktada iktidarı tavizler vermeye zorlayacaktır. Hiç kimse bunu ne kadar insanın başaracağını ya da durumun tam olarak nasıl değişebileceğini söyleyemez; fakat yozlaşmış politik süreci aşmak ve hedge fonlarının kazançlarına değil, insan ihtiyaçlarına dayalı bir toplum kurmak için gerçek bir potansiyelvar. Sonuç olarak bir sene önce Tunus ve Mısır halklarının kendi diktatörlerini devireceklerini kim hayal ederdi ki? İşgal’in ana merkezi olan Özgürlük Parkı’nda 500’ü aşkın kişi, tepedeki 400 en zengin Amerikalı’nın toplumun en alt kesimindeki 180 milyon Amerikalı’dan daha fazla servet yığmasına izin veren iflas etmiş bir sistemde ne yapacaklarını tartışmak, görüşmek ve örgütlenmek amacıyla toplanıyor. Evrenin sahipleri olan ve gerek siyasal partilerin gerek medyanın kulluk/kölellik ettiği bu adamların sahasında filizlenen bu kendi kendini örgütleyici demokrasi festivali çarpıcıdır. Protestocuları korkutmak ve kuşatmak için yüzlerce polis memuru kullanan New York Polis Departmanı bir anda herkesi tutuklayabilir ve Özgürlük Plazası’nı dakikalar içinde temizleyebilirdi. Ama yapmadılar ve aslında bu da çarpıcı bir şey. Bunun nedeni, kamusal bir alanda gerçek demokrasi -sadece siyasal değil, aynı zamanda ekonomik bir demokrasi- talep eden barışçı bir kalabalığa saldırmanın, Arap baharıyla yıkılmadan önce adalet talep eden halklarına gaddarca zulüm yapan gevrek diktatörlerin dünyasını hatırlatacağı gerçeğidir.Ve devlet şiddeti geri tepti. Cumartesi günü öğleden sonra Özgürlük Parkı’nda başlayan yürüyüşe yapılan polis saldırısını takiben, kalabalık daha da büyüdü ve medya ilgisi arttı. Wall Street’in işgali egemen güçlerin &ekonomik ve politik güçler, medya ve güvenlik güçleri- iflasını da açığa vurmayı başardı. Bu güçlerin insanlığa sunacak olumlu bir şeyleri yok ve Küresel Güney’i hiç düşünmediler; fakat kar arayışları bin bir kemer sıkma tedbiriyle sefaletin giderek derinleşmesi anlamına geliyor. Sundukları çözümler bile zalim şakalar. Bizlere ”Buffet Kuralı”nın, bir kutu havyarı gözden çıkarmak için bir çatı katı takımı talep etme yoluyla ıstırabı yayacağını anlatıyorlar ve önerilen vergi artışları tam da bununla eş anlamlı. Bu esnadaysa bizler, sermayenin zalim iştahını tatmin etmek için sağlığı, gıdayı, eğitimi, konutları, işlerimizi ve belki de hayatlarımızı feda edeceğiz. O nedenle giderek daha fazla insan Wall Street’i işgal eylemine katılıyor. Bu insanlar size haczedilmiş evlerini, işsiz ya da gelip geçici işlerin ezici çarkında öğütülerek geçen ayları, büyük miktarlara ulaşmış öğrenci borçlarını ya da doğru dürüst bir sağlık hizmeti olmaksızın yaşamaya çalıştıklarını anlatabilir. Bu, gelecek beklentileri kalmamış

ARUN GUPTAA

bütün bir Amerikalı’lar kuşağıdır; ama onlara yalnızca “Yıldızlarla Dans etmek”i ve biber gazını öneren bir sisteme inanmaları söyleniyor .Yine de ‘narsist’, ‘duyarsız’ ve ‘ümitsiz’ olarak alay edilen bir kuşakla ilgili her bir tasvire karşı bu insanlar, hepimiz için daha iyi bir gelecek talebinde bulunuyor. Elbette Tahrir Meydanı ve Wisconsin ile bir alakası yok. Fakat isyanlarla altüst edilen Arap dünyası gibi, Amerikan iktidar sistemini de sallayacak bir isyan çekirdeği var. Bu nedenle katılıma ihtiyacımız var. Sadece Facebook üzerinde beğenerek, Change.org‘da bir dilekçe imzalayarak ya protesto fotoğraflarını yeniden tivitleyerek değil, bizzat sokağa inerek işgale ortak olmak gerekiyor. Amerikalı’lar sokaklarda ölürken, finansal krizden ve kurtarma operasyonlarından yağmalanmış paralarla bin dolarlık şampanya şişeleri patlatan ve Bentley’lerinde direksiyon sallayan kodamanları protesto edecek binlere değil, onbinlere ihtiyaçvar. Doğruyu söylemek gerekirse, Özgürlük Plazası’ndaki manzara karman çorman ve karmaşık görünüyor. Fakat bu aynı zamanda bir olanaklar laboratuvarı ve de demokrasinin güzelliği. Politik hayatın her dört senede bir manivela çevirdiği, sosyal yaşamın tüketici ve ekonomik hayatın tutuk olduğu tek tip kültüre karşıt biçimde, Wall Street işgali, bir fikir, ifade ve sanat çoğulluğu yaratıyor. Fakat birçok kişi işgali desteklese de, eyleme tam olarak katılmakta tereddüt ediyor ve onu eleştirmeye hemen hazırlar. Şu açık bir şey ki, güçlü bir hareket inşa etmekteki en büyük engellerimiz polis ya da sermaye değil, kendi sinikliğimiz ve ümitsizliğimizdir. Muhtemelen onların görüşleri, protestocuları “pamdomim bir ilericilik” yapma ve “yanlış bir amaçla Wall Street’ten intikam alma” arzuları nedeniyle alaya alan New York Times makalesinin etkisi altında. Protestoculara yönelik eleştirilerin birçoğu, özetle “açık bir mesaj yokluğu” vurgusunda toplanıyor. Peki ama bunda yanlış olan ne? Bütün yönleriyle şekillenmiş bir hareket yerden fışkırmayacak. Onun yaratılması gerekiyor. Tam olarak ne yapılması gerektiğini kim söyleyebilir ki? Bir diktatörü devirmekten söz etmiyoruz; fakat bazıları sermayenin diktatörlüğünü yıkmak istediğimizi söylyor. Orada karmaşık bir fikirler çokluğu var: Kurumsal bireyliğe son vermek; hisse senedi alımları ve döviz ticareti üzerine bir “Tobin vergisi”koymak; bankaları ulusallaştırmak; tıbbı toplumsallaştırmak; kamu işlerini bütünüyle fonlamak ve gerçek bir Keynezyen teşvik; emeğin örgütlenmesi üzerindeki sınırlamaların kaldırılması; haczedilmiş evlerin sosyal konutlara dönüştürülmesi için mahalli idarelere izin vermek; yeşil bir altyapı inşa etmek. Peki ama bunların herhangi biri üzerinde kapsamlı uzlaşmaya varabilir miyiz? Eğer protestocular önceden belirlenmiş bir talepler dizisiyle alana gelseler, sadece sınırlı potansiyelleri olurdu.Bu durumda ya &toplumsallaştırılmış tıp veya bankaları ulusallaştırmak gibi- boş vaatlerden dolayı reddedilirlerdi &ya da eğer Buffet Kuralı gibi zayıf talepler için gayret etseler, bütün çabaları iflastaki bir sistem tarafından derhal özümsenir ve böylece hareketi baltalardı. Bu nedenle hareketin inşası ortak bir mücadele, tartışma ve radikal demokrasi ile beraber gitmek zorundadır. Bu tam da meşruluğu olan gerçek çözümleri yaratacağımız yöntemdir. Ve Wall Street’te aşağıda ortaya çıkan şey budur. Şimdi yapılabilen bitmez tükenmez itirazlar var. Fakat eğer imkanlar üzerinde yoğunlaşır, ümitsizliğimizi, tereddütlerimizi, sinikliğimizi üzerimizden atar ve Wall Street’e eleştirel düşünce, fikirler ve dayanışma ile varırsak, dünyayı değiştirebiliriz. Hayatınızda kaç defa tarihin gelişmesini izleme, daha iyi bir toplumun kurulmasına etkin biçimde katılma, sahici demokrasinin bir hayal değil gerçek olduğu bir yerde binlerce insanla bir araya gelme fırsatı elinize geçer ki? Çok uzunca bir süredir zihinlerimiz korku, bölünmüşlük ve güçsüzlükle zincire vurulmuş durumda. Seçkinlerin en çok korktuğu tek şey büyük uyanıştır. O gün buradadır. Birlikte onu zaptedebiliriz.

İŞÇİ SINIFI VE SENDİKALAR

Sayfa 15

ORTADOĞU GÜÇ İLİŞKİLERİNDE KÜRTLERİN YÜKSELİŞİ

S

endikalar bugüne sadece sermayenin ve AKP iktidarının emek düşmanı politikalarıyla gelmedi. İşçilerin içinden çıkıp onların sağladıkları olanaklarla zaman içinde ayrı bir sınıfa devşirilip patronlaşan sendikacıların kitleyi sürecin dışına iten tutumu belirleyici rol oynadı. Yani tek başına “başkanları” değiştirmenin yararı yok. Profesyonel sendikacılığa son vermek gerektiği artık yadsınamayacak bir gerçek. Sivil Havacılık işçilerinin oluşturduğu Gökkuşağı Hareketi’nin önerdiği alternatif model, kendi iş kolları ve muhalefet yürüttükleri Hava-İş sendikasına özgü görünse de, bütün iş kolları ve sendikalar için geçerli öğeler içeriyor. Mevcut sistemde sendika yönetim kurulu 6 profesyonel, 3 amatör olmak üzere 9 kişiden oluşuyor. Yani aslında “amatör” yöneticilik mümkün. Bu üyeler işlerinden istifa etmeden yöneticilik yapabiliyor! Bir pilot hem uçuşlarını yapıyor, hem de yönetim kurulu toplantılarına katılıp, toplu sözleşme masasında arkadaşlarını temsil edebiliyor. Hostes de öyle, teknisyen de. Ama bu işçiler mevcut sistemde “fasulyeden yönetici” işlemi görüyor. Çünkü 6 profesyonel yönetici kendi aralarında oluşturdukları hiyerarşiyi o kadar kutsuyorlar ki, bir dönem “eğitim sekreteri” olan kişi daha sonra “mali sekreter” olunca “terfisiyle” övünüyor! Kuşkusuz “Başkan” bu sistemin tek adamı olarak piramidin tepesinde yerini alıyor. Piramit, aşağı doğru genişlerken ikinci basamakta 9 kişilik yönetim kurulu var. Üçüncü basamakta ise yönetim kurulunun atadığı temsilciler yer alıyor. Bu sistemde, işçilerin kendi temsilcilerini seçimle belirleme gibi bir demokratik hakkı bulunmuyor! Yani atanmış “temsilciler kurulu” 12 Eylül “demokrasisinin” danışma meclisi gibi, “demokratik” bir kurul! Atamalarda seyrek de olsa bu tabloyu renklendirecek, doğal işçi önderleri, sınıf mücadelesine kendini adamış işçiler görülse de çoğunlukla yönetim kurulu üyelerinin, daha doğrusu sadece başkanın sözü geçerli oluyor. Öne çıkan ölçüler ise hemşerilikten, akrabalığa; hatta gönül ilişkilerine kadar uzanıyor. Yeni yasada sendika temsilciliği güvencesi artırılırken işçilerin temsilcilerini seçmesi gibi bir koşul da kuşkusuz yok! Sendika yönetiminde işçiler söz sahibi olmadıktan, temsilcilerini dahi kendileri seçemedikten sonra bu güvencenin neye yarayacağını varın siz düşünün. Böyle bir piramidin en altında ise doğal olarak sendikal mücadeleden uzak, pasifize olmuş işçi kitlesi var!. Bu hiyerarşik yapının alternatifi olarak önerilen sistem ise piramidi baş aşağı çevirmekten ibaret. Yani, ayakları baş yapmayı öneriyor havacılar:Ters Piramit’te Yönetim Kurulu Üyelerinin tamamı işlerinden istifa etmeden bu yetkiyi ellerinde bulunduruyor. Günlük işleri ve uzmanlık isteyen çalışmaları yapacak 3 kişilik profesyonel bir Yürütme Kurulu ve bu uzmanlara bağlı görev yapan teknik bir kadro, ters piramidin tabanını oluşturuyor. Bir üst basamakta 9 kişilik amatör yönetim kurulu var. Yönetim kurulu kendi arasında hiçbir hiyerarşi içermeyen yatay ve eş ilişkilerle örgütleniyor. Yani kimse kimseye “BAŞKAN” demiyor. Onların üzerinde işçilerin doğrudan demokrasiyle seçtikleri temsilciler yer alıyor. Böyle olunca temsilciler mevcut sistemdeki gibi sendikacıların değil, işçilerin gerçek temsilcileri olabiliyor. En üstte ise, alttaki bu demokratik yapının harekete geçirip sürece kattığı geniş işçi kitlesi var. Öncelikle Yönetim Kurulu, aylık genel toplantısını iş yerlerinde ve bütün işçilere açık olarak yapıyor. İşçilerin genel strateji ve sendikal politikanın belirlendiği bu toplantılarda söz hakkı var. Demokratik işleyişin bu en önemli mekanizmasına İŞÇİ MECLİSİ (temel karar organı) deniyor Sendikaların gücü kasalarının şişkinliği ya da genel başkanın diliyle değil tabanın sürece katılmasıyla ölçülür. Sendikanın başarısı da sürece kattığı, çatısı altında birleştirdiği işçi kitlesindedir…

Ortadoğu’nun güç ilişkileri yeniden planlanıyor. Bu sadece küresel kapitalist güçlerin kendi ihtiyaçlarına göre yaptıkları bir planlama değildir. Aynı zamanda bölgede gelişen ve özellikle iç politik dengeleri etkileyen sosyal hareketlerin önemli bir etkisi bulunuyor. Bu bakımdan Ortadoğu’nun bugünkü politik seyrini analiz etmek için çok yönlü araştırmaya ihtiyaç var. Bugün ortaya çıkan yeni politik koşullar içerisinde Kürtlerin artan gücü, geçmişten farklı olarak, bütün politik stratejilerin merkezine girmeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra, Ortadoğu’ya müdahale eden İngiltere ve Fransa, kendi politik çıkarları için, birçok yapay devlet oluştururlarken, Kürt coğrafyasını dört parçaya bölerek ‘uluslar arası sömürge’ modeli haline getirdiler. İran, Irak, Suriye ve Türkiye gibi devletler, Kürdistan toprakları üzerinde kuruldular. Financial Times yazarı David Gardner; “Suriye'ye, İran'a ve Türkiye'ye yayılmış Kürtler Osmanlı İmparatorluğu sonrası dönemin en büyük kaybedenleri oldu” biçimindeki değerlendirmesi, Kürtlerin sömürgeleştirilmesi politikası esasen dönemin işgalci emperyalist ülkelerin belirlediği bir stratejiydi. Bu strateji yüzyıl sürdü ve şimdi fiilen dağılmaya başladı. Birçok politik faktörün etkisiyle Ortadoğu’nun güç dengeleri yeniden şekilleniyor. Mevcut olanlar işlevsizleşmeye ve dağılmaya başlarken, yeni güç merkezleri ortaya çıkmış bulunuyor. Irak, bir denge ülkesi olmaktan çıktı ve Güney Kürdistan Özerk ama fiili bir devlete dönüştü. Suriye’nin İsrail’e karşı Arap dünyasının aktif gücü olarak oluşturduğu denge politikası fiilen sona erdi. Suriye’de ortaya çıkan politik istikrarsızlığa, Kürt güçleri doğrudan müdahale ederek Kürdistan bölgesini denetim altına aldılar. Suriye’de, büyük bir olasılıkla Kürdistan Federasyonu gibi bir özerk Kürdistan bölgesi gündeme gelecek. Gardner de keyfi sınırların değişmesinin kaçılmaz olduğunu belirtirken Kürtler bakımından ortaya çıkan durumu şöyle değerlendiriyor: “Avrupalı sömürgecilerin, Suriye ve Irak'ta ayrıcalıklı azınlıkları öne çıkarmak için çizdiği keyfi sınırlar değişecekse eğer, Türkiye net bir şekilde Kürtlerin bu tarihi fırsatı sonunda bir devlete sahip olmak için kullanacağına emin olacak.'' Kürtler, Ortadoğu’nun mevcut özünlüğü içerisinde ortaya çıkan politik durumu, bir tarihsel haklısızlığı düzeltmek için kullanmaları gayet doğal ve meşrudur. Yazar ortaya çıkan bu tablonun Türk devletinde çok ciddi bir korkuya ve kaygıya yol açtığını belirtiyor: "Ankara'nın Irak Bölgesel Kürt Yönetimi'yle ilişkilerini, kurnaz Barzani'nin büyük Kürdistan arzusu konusundaki algısı ve Türkiye'nin bundan duyduğu neredeyse patolojik derecedeki korku belirleyecek.” Yıllardır bölgede kendisini büyük bir devlet olarak lanse eden Türkiye, Suriye’de ortaya çıkan politik tablo karşısında psikolojik bir travma içerisine girmiş bulunuyor. Özellikle PYD’nin Güney Batı Kürdistan’da ciddi bir güç olarak yönetimi fiilen ele geçirmesi, devletin oluşturduğu bütün stratejiyi yerle bir etti. Gardner, Türkiye’nin korkusunu şu cümlelerle açıklıyor;”Şimdi Ankara’nın algısı şu: PKK’ya bağlı bir örgüt Suriye’nin kuzeyinde bir yer ediniyor ve bu Kürt bölgelerinin konfederasyonu ihtimalini akıllara getiriyor. Bu, Türk devletine, çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu ülkenin güneydoğusundan parçalar kopartabilecek bir Kürt devletinin kuruluş aşaması olarak görünüyor.” PKK’nin özellikle Türk devletiyle yürüttüğü mücadelede inisiyatifi ele geçirmesi, son birkaç aydır ‘alan hâkimiyeti’ askeri stratejisini uygulamaya koyması, kopuş ve çözülme sürecini hızlandırmaktadır. Yani Kürt sorunun çözümü, zorunlu ve kaçınılmaz olarak savaş ekseninde gelişiyor. Artık reel ve çok yönlü bir toplumsal kuvvettir. Bu bakımdan Ortadoğu ilişkileri içerisinde yükselen ‘yeni’ güç olarak mevcut politik dengeleri belirleyebilecek konuma gelmiş bulunuyorlar. Kürtlerin güç merkezi haline gelmesi, aynı zamanda PKK’nin Ortadoğu’da bölge halklarının değişim sürecine önderlik etmesini sağlayacak politik olanaklar yaratacaktır. Bölgesel ve küresel güçlerin doğrudan muhatap aldığı bir

politik hareket olarak Kürdistan gerçeğinin çok önemli bir halkası olacaktır. Türkiye, gelişmenin bu yönde olduğunu görüyor. Bu nedenle mevcut tabloyu kendi lehine çevirmek için çok yönlü politik adamlar atıyor. Ancak bu politik yönelimlerin ezici bir çoğunluğu başarısızlıkla sonuçlanıyor. Uluslar arası güçler kendi bölgesel çıkarlarını hesaba kattıkları için Türkiye’nin ne istediğiyle, ne söylediğiyle pek ilgilendikleri yok. Bu bakımdan Türkiye’nin özellikle Suriye’ye yönelik önerileri önemli oranda reddediliyor. Örneğin Türkiye, Suriye’de Güney Batı Kürdistan bölgesinde ilan edilen demokratik özerkliğe askeri müdahalede bulunabileceği imasında bulundu. Rusya ve Çin başta olmak üzere ABD, İngiltere ve Fransa buna karşı olduklarını açıkladılar. ‘Uçuşa yasak bölge’ oluşturulması önerisi de kabul görmedi. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, ‘Tampon bölge’ için Birleşmiş Genel Kuruluna sunduğu öneri de reddedildi. Mülteciler için Suriye sınırları içerisinde bir bölge oluşturulması öneri geldi,bu da uygun görülmedi. NATO’dan yardım istemeye yöneldi, daha ilk adımında ‘olmaz’ yanıtını aldı. Hayal kırıklığına uğrayan Erdoğan, bu kez Selefi/El Kaide güçlerine sarıldı. Özellikle Türkiye’den gönderilen El Kaide güçlerini Kürt bölgesinde kullanmaya yöneldi. Bu politikası da çok açık olarak ters tepti. ABD, İngiltere ve Fransa’nın, muhaliflere olan desteğini sınırladıkları gibi Türkiye’nin El Kaide’ye vermiş olduğu desteği kesmesi için CİA başkanı Ankara’ya gelerek Erdoğan’ın kulaklarını çekti. Ayrıca Kudüs Sünni Uleması da, Türkiye’nin El Kaide’yi desteklemesine ve askeri işgal istemine karşı çıkarak, AKP devletinin politikalarına önemli bir darbe vurmuş oldu. Türkiye’nin bütün korkusu Suriye’de PKK’nin ikiz kardeşi PYD’nin iktidar gücü olarak küresel güçler tarafından tanınmasıdır. Küresel güçler de, uzun vadeli politik çıkarları için Suriye’de ortaya çıkan politik tabloyu fiilen kabullenmiş bulunuyorlar. Suriye’de Özerk Kürdistan’ın kurulması, Kürtlerin Ortadoğu’da yeniden yükseliş sürecine girdiğinin çok açık bir kanıtı olacaktır. Bu sadece Kürdistan’ın iki parçasının birleşmesi değil, esasen Kuzey Kürdistan’ın özerkleşmesi sürecinin başlamasıdır. Türkiye, bölgesel değişimde kaçamaz, dahası hiçbir şansı yoktur. Çünkü hem iç dinamikler bunu zorlayacaktır, hem de küresel güçler, yeni Ortadoğu politikalarının başarısı için bunu dayatacaklardır. Bölgedeki toplumsal ve politik değişimleri göremeyen ve ona uygun yeni bir strateji benimsemeyen Türkiye’nin mevcut devlet yapısının parçalanması artık kaçınılmazdır. Gardner; "Esad sonrası dönemin muhtemel sonuçlarından biri, Türkler’e aniden, kaygı verici derecede açıkça gözüktü: Ankara, ülkenin güneydoğusunda yeniden ateşlenen, rahatsız edici çatışmayı çözmenin yakınından bile geçmiyorken, hemen güneyinde oluşan bir diğer Kürt varlığı” tespitini yapıyor. Suriye devletinin sınırları içerisinde Özerk Kürdistan’ın inşasına benzer, Kuzey Kürdistan’da özerk bir bölgenin oluşması da artık kaçınılmazdır. Ne Küresel güçler ne de bölgesel güçler bu gerçeği yok saymaları artık mümkün değildir. Bu bakımdan 21.yüzyılda, Ortadoğu’da tarihsel sınırlar yeniden belirlenirken, Kürtlerin stratejik konumu hızla artıyor. Devletsel bir yapıları olmamakla birlikte politik gücü artan Kürtlerin bölgesel özerk yapıları, birçok noktada ilişkileri belirleyecek güçtedirler. Hem enerji kaynaklarının üretimi, hem de enerji boru hatları bakımından Özerk Kürdistan Bölgeleri son derece stratejik bir öneme sahiptirler. Özerk bölgelerin oluşması aynı zamanda küresel güçlerin stratejileri açısından da önemlidir. Bu bakımdan Irak ve Suriye’de ortaya çıkan mevcut durum, Türk devleti içerisinde yani Kuzey Kürdistan için de kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir. Ortadoğu merkezli politikaların uygulanmasında Kürtlerin özerk bir statüye kavuşturulması talebi Türk devletinin masasına konulacaktır. Ortaya çıkan yeni politik dengeler içerisinde, 20.yüzyılın hasta adamı ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini, 21.yüzyılın hasta adam ‘Türkiye’si yer almaya başladı. Irak ve Suriye gibi

Türkiye’nin stratejik konumu değişiyor. Yeni güç ilişkilerinde gerileyen bir Türkiye gerçeğiyle karşı karşıyayız. Buna paralel olarak gelişen ve güç ilişkilerinde etkinlikleri artan kürt realitesi var. Kürtlerin ‘yok hükmünden’ sayılması artık mümkün olmadığı gibi Kürtler olmaksızın Ortadoğu’nun politik dengeleri yerine oturmaz ve istikrar sağlanamaz. Ortadoğu ile ilgilenen küresel güçler bu gerçeğin farkında oldukları için Kürtlerin bölgesel gelişmesini kendi politik çıkarları için kullanmaya çalışacaklardır. Kürtlerin de, hem bölgesel hem de uluslar arası alanda çok yönlü ilişkiler ve ittifaklar kurmanın zamanı geldi. Gelişen bir güç olmanın sorumluluğu geçmişten farklı olarak çok yönlü düşünmeyi ve politikalar üretmeyi zorunlu kılar. Bunu başarılı bir tarzda yaşama geçirmelerinin en önemli noktalarından biri, Kürdistan bölgelerini kapsayan ‘Kürdistan Ulusal Kongresi’nin toplanması ve ‘Kürt Ulusal Konseyi’nin kurulmasıdır. Kürt politik güçleri bunu gündemine almak zorundadırlar. Bu oluşum için mevcut politik koşullar son derece uygundur. Böylelikle üç devlet içerisinde kurulan üç ‘Özerk Kürdistan’ arasında ekonomik, politik ilişkiler gelişerek merkezileşme süreci başlayacaktır. İran’ın bu toplumsal değişime dâhil olması, mevcutlar kadar zorlu ve sorunlu olmayacaktır. Bütün bu gelişmeler içerisinde Kürt politik güçlerinin önünde iki yol bulunuyor. Birincisi Kürtler bütünlüklü olarak özgürleşip bölge halklarıyla daha stratejik ittifaklar kurarak bölgesel özgürlüğü mü sağlayacaklar, ikincisi ise küresel güçlerin yeni bir Irak’ı ve Türkiye’si mi olacaklardır.

sykes-picot yeniden çizilebilir İngiliz devlet kanalı BBC, Esad rejiminin devrilmesinin ardından kazançlı çıkacak grupların başında Suriye Kürtleri olacağını iddia etti. Diplomasi muhabiri Jonathan Marcus tarafından kaleme alınan “Suriye’nin Kürtleri krizden kazançlı çıkacak mı?” başlıklı haberde, ülkedeki krizde olası kazanan ve kaybedenler değerlendirildiğinde, Kürt azınlığın ‘kazananlar’ arasında olabileceği ileri sürüldü. BBCHaberde görüşlerine yer verilen Washington merkezli düşünce kuruluşu Woodrow Wilson uzmanlarından Aaron David Miller, Esad rejiminin devrilmesinden sonra ülkedeki Kürtlerin başlıca kazançlı çıkacak gruplar arasında olduğunu düşünüyor. Suriye’de rejimin sona yaklaştığını ve Esad ailesi liderliğinde tekrar merkezi bir otorite kurulma ihtimalinin çok düşük olduğunu savunan Miller, Suriye’deki krizin, “bölgede ülkesi olmayan en büyük etnik grup” olarak tanımladığı Kürtlere daha fazla imtiyaz elde edebilmeleri için bir fırsat verdiğini; bunun önündeki en büyük engelin ise Türkiye olduğunu düşünüyor. Miller, öte yandan, ABD ve uluslararası toplumun, Suriye’de Kürtlerin özerk bir yapı kurmasına onay vermeyeceğini savunuyor. Haberde görüşlerine yer verilen diğer bir uzman London Schools of Economics Ortadoğu Politikaları Profesörü Fawaz Gerges ise Suriyeli Kürtlerin, Irak’ta olduğu gibi otonom bir yapı oluşturmak için fırsatta istifade etmek isteyeceklerini düşünüyor. Esad güçlerinin Kürt bölgesinden çekilerek krizi daha da komplike hale getirdiğini ve Suriye’de ikinci bir Kürt otonom bölgesi oluşma ihtimalinin Türkiye’nin endişelerini arttırdığına dikkat çeken Gerges, “1918’de Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasının ardından imzalanan ve günümüz sınırlarını belirleyen Sykes-Pico sınırlarının yeniden çizilme ihtimali var.” iddiasında bulunuyor. İngiliz Profesör’e göre, ‘Büyük Kürdistan’dan bahsetmek için ise şimdilik erken. Sykes-Pico Anlaşması, 1916 yılında İngiltere ve Fransa arasında Osmanlı’yı parçalamak amacıyla gizli olarak yapılmıştı. Anlaşma, Osmanlı’nın himayesinde bulunan Doğu Akdeniz bölgesinin parçalanıp, günümüz Suriye, Lübnan, Irak ve daha sonra İsrail ulus-devletlerinin oluşmasını sağlamıştı. İsrail Tel Aviv bünyesinde faaliyet gösteren Moshe Dayan Merkezi Kürt Araştırmaları Programı Başkanı Prof. Ofra Bengio da Kürtlerin azınlık olarak bulunduğu ülkelerin zayıflaması sebebiyle Kürt konusunun yakın gelecekte daha önem arz edeceğini savunuyor. Kürtlerin ABD ve Batı’ya yönelerek sadakatlerini ispat ettiklerini ifade eden Bengio, “Batı, Kürtleri desteklemekten hoşlanacaktır.” ifdelerine yer veriyor. Amerikan Oklahoma Üniversitesi’nden Joshua Landis göre ise Esad, kontrol etmekte zorlandığı için Kuzeydoğu bölgesini Kürtlere bırakarak Halep ve Şam’a yoğunlaşmak istiyor. Hem böylelikle Sunni Arapları da zorda bırakmayı hedefliyor. Savaşı kaybetse de Esad’in ülkenin geleceğinde önemli bir aktör olmayı sürdüreceğini öne süren Landis, bu ülkenin kaderinin de Irak ve Lübnan’dan farklı olmayacağını belirtiyor.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 16

Sayfa 05

STALİN VE DEMOKRATİK REFORM MÜCADELESİ - 2

BÜROKRASİ KARŞITI MÜCADELE 37. Stalin liderliği, sosyalizmin bu yeni aşamasında partinin rolünün ne olacağı konusuna da kafa yoruyordu. Stalin’in kendisi, daha 1934 Ocağında, 17. Parti Kongresi’ne sunduğu raporda, büyük bir şevkle, “bürokratizm”e karşı savaş ilan etmişti.[10] Stalin, Molotov ve arkadaşları, yeni seçim sistemini, “bürokratikleşmeye karşı bir silah” olarak nitelendiriyorlardı. 38. Parti liderleri, hükümeti, hem Sovyetlere kimin gireceğine karar vererek, hem de çeşitli hatalara dikkat çekerek veya bakanların yaptıklarına yönelik eleştiriler getirerek kontrol ediyorlardı. 6 Şubat 1935’te, 7. Sovyetler Kongresi’nde konuşan Molotov, gizli seçimlerin, “bürokratik unsurlara büyük bir darbe indirecek ve onlar üzerinde yararlı bir şok yaratacak” bir araç olacağını söylüyordu. Yenukidze’nin raporunda ise, aynı doğrultuda bir tavsiyede bulunulmuyor, hatta gizli seçimler ve oy hakkının yaygınlaştırılmasının sözü bile edilmiyordu. (Stalin, 17. Parti Kongresi’ne Rapor”, Zhukov, Inoy, 124.) 39. Hükümet üyesi bakanlar ve personelleri, eğer etkin bir üretim gerçekleştireceklerse, görevli oldukları meselelerle ilgili bazı konuları bilmek zorundaydılar. Bu anlamdaki eğitim, genellikle onların kendi alanlarına dönük teknik bir eğitimdi. Fakat parti liderleri, kariyerlerini, parti içi konumlarında ilerleme biçiminde yapıyorlardı. Bu tür bir ilerleme, herhangi bir teknik uzmanlık gerektirmiyordu. Dahası, siyasi ölçütler gerekliydi. Söz konusu parti kadroları kontrol görevi yapıyorlardı; lakin çoğunlukla, bu denetleme görevinde onları teorik olarak yetenekli kılacak teknik bilgileri kıttı. (Stalin-Howard Interview, Zhukov, Inoy, 305; Zhukov, “Repressii”, 6.) 40. İşte bu, Stalin liderliğinin “bürokratizm” teriminden ne anladığını açıkça göstermektedir. Onlar bürokratizmi -aslında tüm Marksistler gibi- bir tehlike olarak görmekle birlikte, onun kaçınılmaz olmadığına da inanıyorlardı. Dahası, onlar, bürokratizmin, partinin sosyalist toplum içindeki rolünün değiştirilmesiyle alt edilebileceğini düşünüyorlardı.

Bu yazı, Restorasyon döneminde sol liberallerin Marksizmin terör ve şiddet sorunsalına dair yaklaşımını masaya yatırmak istemeleri; bu anlamıyla yeni hegemonya sürecini omuzlamaları yeni hegemonya alanlarının üretilmesine şu veya bu şekilde bileyerek ya da bilmeyerek alan açmaları sonucu yakın dönemde akıllarına gelen bu tartışmaya bir yerinden dahil olmak maksadı ile, geçmişe güzelleme yapmak kaygısı ile değil, bir dönemi kapatmak kaygısı ile hiç değil “elbet bir diyeceği var bu çocukların diyerek” kaleme alınmıştır. Salt devrimci solun değil, reformist solun da hedef tahtasına oturtulduğu böylesi bir konjönktürde gerek Birikim dergisi gerekse de ana akım medyadaki bazı köşe yazarlarınca silahlı mücadele , şiddet, terörizm gibi kavramlar yeniden tartışmaya açıldı! Birikim dergisi gerek dünyada gerekse de Türkiye’de bazı hareketlerin stratejik bir yönelim olarak ele aldığı silahlı mücadele kavramını, silah/la mücadele başlığıyla sundu. Bu başlık altında yapılagelen ve yapılacak olan tartışmaların kendisini anlamlı bulmakla birlikte (bir bitiş değil başlangıç şarkısı olarak); tartışmanın yürütüldüğü kanallar, tartışmanın hangi özneler tarafından yürütüldüğü, tartışmanın yürütülüş şekli ve içinde bulunulan konjönktür gibi etmenler şüphesiz bu tartışmayı değerlendirme kıstasımızının sınırlarını belirler. Tartışmanın temel muhataplarının konuşmadığı bir monologun -ilerletici bir tartışma olarak- hükmü yoktur. Ki bu tartışmanın başlangıç itibariyle, bir sürecin sosyalist sol tarafından genel değerlendirmesini değil; iktidar ve kürt hareketi arasında gelişen şiddet pratiğinde – yer yer yoğunluklu yer yer düşük ölçekli- Kürt hareketini şiddet pratiği üzerinden eleştiriye tabii tutma saikiyle bir hegemonya sürecine çanak tuttuğu gözlemlenmektedir. Niyetler ne olursa olsun, olan bundan başkası değildir! Ahmet İnsel’in Neçayev’in Devrimci İlahiyat metni çevirisi tam da bu eksende okunmalıdır. Neçayev gibi konspirasyonları ve devrimciliğiyle nam salmış bir ismin görüşlerinin nihilizm üzerinden tartışmaya açılması ve aynı aralıkta Kürt hareketine de İnsel tarafından bu minvalde yöneltilen eleştiri bir bütünlük taşımaktadır. Söylenen özetle şudur: Nihilizmden kaçının, nihilizme sapmayın. Gerillanın nihilizmine karşı BDP’nin orantılı siyaseti! Bunu da İnsel 25 Ekim tarihli Radikal İki ekinde yazdığı “BDP’nin yükü çok ağır” başlıklı yazısı ile dile getirmiştir. Yazıda bir “Terör” tanımına da girişen ve kürt hareketini radikal nihilist olarak tanımlayan İnsel, terör için öldürmenin kendisinin kutsandığı, hedefi belli olmayan ve öldürülen kişilerin kimliklerinin belirleyici olmadığı bir radikal nihilist proje demektedir. Yine aynı yazıda BDP’nin meclise girmesini ise ifla olmaz bir çarpıtma ile Kürt sorununu devlet şiddetiyle çözme umudu taşıyanlar kadar, terör eylemlerinin düğmesine basan gerillanın da tekerine çomak soktuğunu belirlemesini yapmaktadır. Abartı yok ifadeler bizzat İnsel’in kendi ifadeleridir. Devlet terörü ve karşı-terörü eşitleyen, düzleyen bu mantık yazı içinde aleni olarak da Kürt hareketinin legal-illegal örgütlü bütünlüğü arasında da ikilik yaratmaktadır. Sokaktaki adam için, gerilla, Latin Amerika folklorunun bir ögesidir. Gerillanın romantik yönünden ötesini görmek eğilimini pek göstermez. Gerilla, bir çeşit <<kibar haydutluk>> ya da düpedüz haydutluk olarak düşünülür. [Jacobo Arenas, Kolombiya Halk Gerillası, Önsöz Albay Henri ROL-TANGUY] Roni Margulies “Şiddet,Terör ve Sosyalizm” başlıklı yazısında sosyalizmin terör ve şiddetle hiçbir ilişkisi yoktur, olamaz demiştir. Aynı makalesinde şiddet kullanan kötü Marksistlere de kenarından değinmiştir. Yine Margulies’in bir başka yoldaşı şiddete yönelik yazdığı eleştirel makalesinin bitiminde Kürt hareketine dair sözü açarak ifrata vardırmamak adına, Margulies’ten kısmen farklı ama öz olarak aynı kalan değerlendirmesinde Kürt hareketinin şiddet pratiğini devlet şiddetinin berhava edilmesi açısından bir nedensellik içinde, devlet Kürt hareketinin üzerine geldiği için kürt hareketi şiddeti benimsemiştir diye ifadelendirmektedir. Siyasal iktidar için namluda büyüyen bir şiddet değil (!) devlet şiddetini sağaltmak için benimsenen bir metot olarak şiddeti ele aldığını beyan etmektedir! Ki bu yaklaşım dahi Roni Margulies’in sosyalizmin terörle ilişkisi yoktur ifadesine ilişkiselci-nedenselci bir yerden fakında olmadan söylenen yanıttır. Belki bu ifadeleri bir paradoksal bir durum olarak hayra yormamak gerekir çünkü Volkan Akyıldırım ilgili yazısının hemen devamında yoksul bir köylü hare keti olarak PKK’den bahsetmiştir. Roni Margulies‘in bilgi nesnesi ise bir tikel özne değil (ki onlar açısından sosyalistliği de tartışılan) bir

Fedailerinin teorisyenlerinden Emir Perviz Puyan (Amir Parviz Pouyan)’ın “Silahlı Mücadele’nin Kaçınılmazlığı ve Ölümü Önemsemenin Anlamsızlığı” isimli broşürü, Abimael Guzman’ın seçici terör ifadesi bu noktada hatırlanmalıdır. Burada terör hedefi belli olmayan ya da Kıvılcımlı’nın sözleriyle başka hiçbir işi kalmamış kimi adamların akıllarına geldiği için yapılan eylemlilikler dizisi değildir. Bizatihi çok sistemli bir karşı saldırı hamlesidir. Hedefi seçili olduğu gibi bu eylemliliklerin propagandası da savaşın devrimci özneleri tarafından yapılırken durumu açıklayamamaktan kaynaklı bozgun havası yoktur ortada. Bilakis ideolojik aygıtlar pür reel işlerken biz kaçsak dahi üzerimizde kalacak devlet terörüne eylemine ve söylemine(devlet terörünü devrimcilere yıkma) karşı ayrıştırıcı bir rolü hem eylemsel düzeyde hem de söylemsel düzlemde üretir. Fanon’un perspektifinden ele aldığımızda savaş içinde savaşçıyı motive eden psikososyal bir yanı vardır. Davranışsal boyutu bir yana temel sorunsal savaşı kurallarına göre sürdürmektir ve en hızlı yoldan bitirmektir. Burada tekrar sözü Lenin’e bırakır isek: “Devrimci sınıflar, direnmeye kalkışan varlıklı sınıflarla mücadeleye giriştikleri zaman, o direnci kırmak zorundadırlar. Ve biz varlıkların direncini onların proleteryayı ezdikleri araçlarla ezeceğiz.” Yine Marx’ın sözleriyle maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir. Alıntıları ilk elden ve birincil kaynaklardan yapmamız okurda beklenti düşüklüğü yaratmamalıdır. Malum sol liberaller için Marx, Engels ve yer yer Lenin dışında Marksist bulunmadığı için öncelikli olarak sözü ustalara bırakmak böyle bir karşı savın da söz söylerken şayet samimi ise düşünüp söylemesini arzulamaktadır. Sol liberaller sosyalizm deneyimi olarak kabul etmeye yanaşır mı bilinmez ama Çin devriminin önderi Mao da şöyle demiştir: “…devrim ne bir gala yemeğidir,ne bir edebiyat yapıtı,ne bir resim, ne de bir nakıştır; hoşlukla, incelikle, rahatlıkla, yumuşaklıkla, sevimlilikle, kibarlıkla, çekingenlikle ve yüce gönüllülükle gerçekleştirilemez. Devrim bir başkaldırıdır, bir sınıfın bir sınıfı alaşağı ettiği bir şiddet eylemidir. (…)Açıkça söylemek gerekirse her kırsal bölgede kısa bir terör döneminin olması gerekir. (…)Bir şeyi düzeltmek için ters yönde eğmek gerekir; aksi taktirde doğrultmak mümkün olmaz onu” Devrimci sürecin içinde yer alan politik aktörlerin, kitlelerin; şiddeti kurucu bir öge olarak edinemeyeceği, devlet terörünün yükseldiği aralıkta siyasal iktidar mücadelesi yürüten öznelerin ancak zorunda bırakalırsa (zorunda kalırsa değil, zorunda bırakılırsa) savunma amaçlı başvurduğu bir korunma siyaseti (bunu da meşrulaştırmadan) olarak edinileceği söylemine dair bakınız Fidel Castro ne diyor: “Latin Amerika ülkelerinden birinde, silahlı mücadele verilmeden iktidarı ele geçirmenin mümkün olup olmadığını kendi kendine soran bazı kişiler var. Ve elbette teorik olarak, hipotez olarak, kıtanın büyük bir bölümü kurtulunca , bir devrim bu koşullar altında muhalefetle karşılaşmadan başarıya ulaşırsa, bunda şaşılacak birşey olamaz &ama bu bir istisnadır. Kısaca, bu, devrimin herhangi bir ülkede mücadele verilmeden, başarıya ulaşacağı demek değildir. Özgül koşulları olan bir ülkede devrimcilerin kanı dökülmeyebilir, ama onların kazanacağı zafer, ancak tüm kıta devrimcilerinin çabaları, verdikleri kurbanlar ve akıttıkları kan sayesinde mümkün olabilecektir.“ [Fidel Castro, Latin Amerika Üzerine(Gerçek Devrimci Yol), Evren Yayınları, Nisan 1978, s.61-62] Marksizmin teorik politik sınırlarını kuram-eylem birlikteliğini kitlecilik adına daraltan uvriyerizm ve marksizm içi ayrımları her geçen gün daraltmaya çalışan sol liberalizm şiddet karşıtlığında, anomali olarak gördüğü teröre karşı yolları aynı noktada kesişiyor. Vaktiyle Şiddet ve Kolaycılık(Yeniyol dergisi) diye yazı yazanlarla Birikim, Altüst dergisi yazarları arasında bu sorunun formülasyonu açısından aşılmaz duvarlar yoktur. Troçki’nin bireysel terörizmin iflası makalesine meseleyi yıkıp (Troçki’nin Terörizm ve Komünizm kitabını ise sümen altı edip) proleterya diktatörlüğünün yerine Komün yenilgisi öncesi sosyalist demokrasi kavramı ile çıkan eğilimlerin Marksizmin pratik politik ayağının nasıl kurulacağına dair ve beğenmedikleri sosyalizm deneyimlerinden kendileri bu aşamada nasıl ayrı tuttuklarını -varsa bir kaygıları- anlatmaları gerekir. Marksizmin Blanquizm, Anarşizm, Narodnizmle kendini teorik düzlemde ayrıştırmasının doğal bileşkesi olarak bu gibi devrimci akımlarla ortak araçları da kullanmamasını bir fikir olarak teorize eden anlayış sahipleri sap ile samanı karıştırmaktır. Marx “Bizce komünizm kurulacak bir ilişkiler hali, gerçekliğin kendisini uyarlamak zorunda kalacağı bir ideal değildir. Şeylerin şimdiki halini ortadan kaldıran gerçek harekete komünizm diyoruz” demişti. Bir idea olarak komünizm tartışması yapmıyor isek politik öznelerin sınıflı toplumdan gerçek hareketin inşası için katettiği yolda somut koşullar uyarınca savaş içinde kendi gereksenimleri doğrultusunda alet çantasına yeni edavatlar edinmesi kaçınılmazdır. İdeolojik-politik ve askeri olan sınıf savaşımdan kitlelerin hazırlıksızlığıyla ya da modernizm ideolojisinin prelüdü hümanist saiklerle askeri bileşkesini kaldırma istemi, terörü siyaset dışı görme eğilimi Ulus Baker’in ifadesi ile Terörü bir sahte siyaset biçimi olarak dışlamak, modern rejimlerin ikiyüzlülüğüdür. Bu sahte siyasetten çıkalım bu ikiyüzlülüğü bir yana bırakalım. “Marksizm”iniz sizin olsun.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

26. Stalin, ayrıca, çok adaylı seçimlerin bürokrasiyle mücadeledeki önemini de vurguluyordu: “Siz, seçim yarışının olmayacağını sanıyorsunuz. Oysa olacak ve ben, şahsen, çok canlı seçim kampanyaları bekliyorum. Ülkemizde kötü işleyen kurum sayısı az değil. Şu veya bu yerel yönetim organının, kent ve kır emekçilerinin çok çeşitli ve giderek artan ihtiyaçlarını karşılamada başarısız olduğu durumlar ortaya çıkıyor. İyi bir okul inşa ettiniz mi, etmediniz mi? Konut koşullarını iyileştirdiniz mi, iyileştirmediniz mi? Bir bürokrat mısınız? Emeğimizi daha etkin, hayatımızı daha kültürlü bir hâle getirdiniz mi? Milyonlarca seçmen, işte bu tür ölçütlerle, adayların uygunluğunu ölçecek, uygun bulmadığı adayları eleyecek, isimlerini aday listesinden silecek ve en iyiyi destekleyip seçecek. Evet, seçim kampanyaları canlı olacak; onlar, çok sayıdaki, en hassas, temelde pratik hayata dönük, halkın ilk elde önem verdiği sorunlar etrafında dönecek. Yeni seçim sistemimiz, tüm kurumları ve örgütleri güçlendirecek, onları çalışmalarını düzeltmeye ve ilerletmeye zorlayacak. SSCB’de genel, eşit, doğrudan ve gizli oylama sistemi, halkın elinde, kötü işleyen yönetim organlarına karşı bir kamçı işlevi görecek. Benim fikrimce, yeni Sovyet anayasamız dünyadaki en demokratik anayasa olacak.” (15) 27. Bu amaçla yola çıkan Stalin ve politbürodaki en yakın arkadaşları Vyacheslav Molotov ve Andrei Zhdanov, parti liderlik kurumundaki tüm tartışmalarda, gizli ve çok adaylı seçimleri açık bir biçimde savundular. (Zhukov, Inoy, 207-10; Stalin-Howard Interview) 28. Stalin, aynı zamanda, oy hakkından mahrum bırakılmış birçok Sovyet vatandaşının bu hakkının iade edilmesinde de ısrarcıydı. Bu hak mahrumları arasında, eski toprak beyleri gibi daha evvel sömürücü sınıflara mensup olanlar ile “Beyaz Muhafızlar” adıyla bilinen ve 1918-1921 iç savaşında bolşeviklere karşı savaşanların yanı sıra, belirli suçlardan hüküm giyenler de vardı (bugün ABD’de olduğu gibi). Lishentsy (“mahrumlar”) içinde, önem ve muhtemelen sayı açısından da, iki grup öne çıkıyordu: birkaç yıl evvelki kolektivizasyon hareketi sırasında ana hedef olan “kulaklar” ve 1932 “üç başak kanunu”nu[8] ihlal edenler –zaman zaman, sadece açlıktan ölmemek için, genellikle hububat olmak üzere, devlet malını çalanlar. (Zhukov, Inoy, 187) 29. Bu seçim reformları, eğer Stalin liderliği Sovyetler Birliği’nin yönetim tarzında bir değişikliğe gitme niyetinde değildiyse, gereksizdi. Liderlik, komünist partisini, Sovyetler Birliği’ni doğrudan yönetme işinin dışına taşımak istiyordu. 30. Rus Devrimi sırasında ve onu izleyen kritik yıllarda, SSCB, yasal olarak, yerelden ulusala doğru giden, seçilmiş bir Sovyetler hiyerarşisi tarafından yönetiliyordu. Yüksek Sovyet, ulusal yasama organı; Halk Komiserleri Konseyi, yürütme organı ve bu konseyin başkanı da devletin başıydı. Fakat gerçekte, bu görevlilerin seçilmesi, her düzeyde ve her zaman Bolşevik Partisi’nin tasarrufundaydı. Seçimler yapılıyordu, ama doğrudan parti liderlerinin aday göstermesiyle. “Kooptasyon” denen uygulama da yaygındı. Seçimler tamamen partinin kontrolü altındaydı; zira parti liderleri onay vermeksizin hiç kimse bir göreve aday olamazdı. 31. Bu işleyiş, bolşeviklere göre makul bir şeydi. Bu, proletarya diktatörlüğünün, devrim sırası ve sonrasında SSCB’nin içinde bulunduğu özel tarihsel koşullarda aldığı biçimdi. Yeni Ekonomik Politika ya da NEP[9] döneminde, eski ve halihazırdaki sömürücülerin çaba ve yeteneklerine ihtiyaç duyuldu. Lakin bu unsurların, sadece işçi sınıfı diktatörlüğüne –sosyalizme- hizmet

ideolojinin ismidir. Sosyalizmin terörle ilişkisi yoktur demekle, yoksul bir köylü hareketinin terörle ilişkisi yok demek aynı şeyler değildir! İşin bu kısmı bir yana Margulies tartışmayı nasıl yürüteceğini de bilmemektedir. Epistemoloji-ontoloji ayrımı yapmadığından olsa gerek politikayı bilimin yasalılık alanına indirgemesinden kaynaklı; epistemolojik düzlemde yapmaya kalkıştığı sosyalizmin terörle hiçbir ilişkisi yoktur olamaz ifadesinden hemen sonra mevzuyu böyle ele almayan uçkun sosyalistlere dem vurmaktadır. Şimdilik bir düşünce ile onu edinen özneler arasındaki edinimin dolayımsız olamayacağını söylemekle yetinelim. Kaldı ki Sosyalizm de epistemolojik düzlemde (Kastedilen Marksist Sosyalizm) İnsellerin, Margulies’lerin ve ortalıktaki bir dizi bilmezin yazdığı üzre Terörizme ve Şiddete teorik olarak mesafeli değildir. Marx’ın kuşkusuz eleştiri silahı silahların eleştirisinin yerini tutamaz ifadesi bir yana, Arendt üzerinden Mao’yu eleştirmeye kalkan politik “akıl”lar Lenin’in 1901 yılında kaleme aldığı Nereden Başlamalı makalesine göz atmalıdır. Lenin orada şöyle der: “Biz, ilke olarak, terörü asla reddetmedik ve reddedemeyiz. Terör, savaşın belli bir anında, birliklerin belirli bir durumunda ve belirli koşullarda uygun ve hatta esas olabilecek askeri eylem biçimlerinden birisidir. Ama önemli olan nokta, bugün terör, savaş alanındaki ordu için bir harekat olarak değil, tüm mücadele sistemiyle bütünleşmiş ve onunla sıkı sıkıya bağlı bir harekat olarak değil, hiç bir orduyla bağlantısı olmayan ara sıra yapılan bir saldırının bağımsız bir biçimi olarak önerilmektedir.” [Lenin, Nereden Başlamalı, İlkeriş Yayınları] Bırakalım “şiddeti” Türkiyede “Sosyalist Sol”un (devrimci ve reformist kanatları ile birlikte) üzerine deli gömleği giydirilmişçisine kaçtığı bir kavram olarak “terörü” anmaktadır Lenin. Margulies ve içinde yer aldığı siyasal hareket tarafından şayet tutarlı bir eleştiri yapılmak isteniyorsa izlenecek hat sadece Mao ve Stalin’i bu konudaki yaklaşımları da bahane gösterilerek marksizm alanının dışına itmek değil bu eleştiri içine savunduğunu iddia ettikleri Lenin’i ve Troçkiyi de dahil etmektir. Şiddet ve terörizmden azade, hümanist söylemle yoğrulmuş gerçek “Marksizm” arayıcılarının elinde Troçki (bkn.Terörizm ve Komünizm kitabı) de Lenin’de (Nereden Başlamalı,1901) patlar. Bırakalım devrimcilik pratiğinde sınıfta kalmış bol sınıfçı ana akım “komünist” partilerinin yaptığı goşizm, fokoculuk (bkn. Regis Debray, Devrim İçinde Devrim) tartışmalarını bir yana ya da bizde de bir dönem (yenilgi dönemi sonrası) bol biçimde seyreden halkçı popülizm- sınıfçılık tartışmasında hak yoluna eren sınıfçıların, işçi sınıfının öncü örgütlerinin, geçmiş halkçı popülist deneyimlerini eleştirirken ürettiği silahlı reformizm kavramını! Bir hareket hem silahlı hem reformist nasıl oluyor derseniz cevap hazırdır: Siyasal iktidarı hedeflemeyen bir hareket silahlı da olsa külahlı da olsa reformizmle maluldur. Hareketin siyasi iktidarı hedeflemediği ise öncü politikayı savunmasına bağlı olarak savlanır. Kitlelerle siyaset yapmayan kitlelerle buluşmak gibi bir derdi olmayan hareketler cüret edemedikleri sebatkar çalışmanın boşluğunu doldurmak için konspiratif eylemlere meylederler. Lenin’in terörü reddetmediği bir kitle politikasının uzanımı olarak ele alınması görüşü bizdeki ekseri marksist ve sol liberaller tarafından kitle politikasının önünde bir engel olarak anılmaktadır. Narodnikleri anmaktansa Narodnik gelenekten kopan Plehanov tercih konusudur. Lenin’in neden yer yer Narodnizmle birçok meseleye bambaşka baksa da itham edildiği ise düşünülmez dahi. Çünkü Lenin’i buradan eleştiren -Lenin’in de bu benzetmeden hiç de rahatsızlık duymadığı- döneminin akil Marksistlerinin günümüzde yer alan türevleri,türdeşleri bolca bulunmaktadır. Kızıl terörü eleştirmenin kaçınılmaz olarak beyaz terörü istemeye denk düşeceğini bu topraklardan bir Marksist Hikmet Kıvılcımlı yıllar önce Devrim Nedir isimli çalışmasında söylemiştir. Sözü Kıvılcımlıya bırakalım: “Terör zılgıt bir silahtır. O silahı kullanmak önceden iyidir veya kötüdür diye ezbere hükümlere bağlanamaz. Her silah gibi, terör de mutlak ve soyut kanaatlere göre işlemez; somut duruma göre değer ve ölçü kazanır.“ Aynı çalışmasında doktor iktidar öncesinde yapılan terörün Partizan Savaşı ola rak nitelendiğini bir kez daha duymayanlar için tekrarlamaktadır ve burada dikkat edilmesi gereken ince hususlar vardır. Sebebi, neticesi, biçimi ve başarısı. Bu gibi ana etmenler uyarınca gerçekleşen bir eylemlilikten bahsediliyor. “ Terörü kaçınılmaz bir prensip olarak red ve inkar etmemek, onu gelişigüzel uygulamak anlamına gelmez. Her tedbir gibi terörün de bir takım şartları ve yöntemleri vardır.”[Kıvılcımlı, Hikmet Devrim Nedir] Doktor sözlerine şöyle devam eder: “Kalleş sosyalistler, terörü sırf kanlı olmasından ötürü anarşistçe bir metod diyerek red ve inkar ederler.Devrimci sosyalistler, tarihin bütün gerçek sosyal devrimcileri gibi: “Prensip olarak terörden yüz çevirmedik ve yüz çeviremeyiz(Lenin) derler.” Gerek klasikler (Marx, Engels, Lenin, Mao, Troçki vd.) içinden gerekse de dünya devrimci hareketinin en temel aktörlerin programlarından bir dizi benzer alıntılar yapmak mümkün. Naxalitler, Raf, Halkın Fedaileri, Aydınlık Yol, Tupamaroslar, Farc, Fhkc gibi hareketler bilişsel düzeyde de bu konuya dair açıklıklarıyla savaş yürütüyorlar. İlk elden Çaru Mazumdar (Charu Majumdar), George Habaş’ın yazıları, Halkın

SAYFA 05

YENİ BİR ANAYASA 20. 1936 Aralığında toplanan Sovyetler Olağanüstü 8. Kongresi, yeni bir Sovyet Anayasası taslağını kabul etti. Anayasa taslağında, gizli oyla ve çok adaylı seçimler öngörülüyordu. 21. Adaylar sadece Bolşevik Partisi’nin [o zamanlar Tüm Birlik Komünist Partisi (Bolşevik) deniyordu][5] onayıyla değil, ikamet edilen yer, aidiyet ilişkileri (dini topluluklar gibi) ya da işyeri örgütlenmeleri temelinde diğer yurttaş gruplarının da onayıyla belirlenecekti. Bu son koşul hiçbir zaman yürürlüğe girmedi. Çok adaylı seçimler hiç yapılmadı. 22. Anayasanın demokratik unsurları, metne Joseph Stalin’in açık ısrarıyla girmişti. Stalin, Bolşevik Partisi politbürosundaki en yakın destekçileriyle birlikte, bu koşulları korumak için inatçı bir mücadele sergiledi. (Getty, “State”) Kendisi ve yakın arkadaşları, ancak parti merkez komitesinin tam bir muhalefetiyle ve Japon ve Alman faşizmiyle işbirliği içinde Sovyet yönetimini devirmeye yönelik ciddi komploların keşfedilmesinin yarattığı panik ortamının her yanı sarması durumuyla karşı karşıya kaldıklarında boyun eğdiler. 23. 1935 Ocağında, politbüro, yeni bir anayasanın içeriğinin ana hatlarını belirleme görevinin Avel Yenukidze’ye[6] verilmesini karar altına aldı ve o da, birkaç ay sonra, açık, tek adaylı seçim teklifiyle çıkageldi. Bu görevlendirmenin neredeyse hemen ardından, 25 Ocak 1935’te, Stalin, gizli seçimlerde ısrar ederek, Yenukidze’nin daha sonra getireceği tekliften farklı düşündüğünü ortaya koydu. (Zhukov, Inoy, 116-21) 24. Stalin bu düşünce farklılığını, Mart 1936’da, Amerikalı gazeteci Roy Howard’ın kendisiyle yaptığı mülakatta, çarpıcı bir biçimde açığa vurdu. Stalin, Sovyet anayasasının, tüm seçimlerin gizli oylama biçiminde gerçekleştirilmesini garanti altına alacağını ilan ediyordu. Seçimler, bir köylünün oyu bir işçininkiyle aynı değerde sayılacak biçimde eşit bir temelde,[7] statüye (çarlık dönemindeki gibi) veya istihdam yerine bakılmaktansa Batı’daki gibi yerel düzeyde ve doğrudan yapılacaktı. Tüm Sovyetler, temsilciler aracılığıyla dolaylı değil, yurttaşların kendileri tarafından doğrudan seçilecekti. “Stalin: Yeni anayasamızı muhtemelen bu yılın sonunda kabul edeceğiz. Anayasa metnini yazmakla görevlendirilen komisyon, çalışmalarını sürdürmektedir ve çok geçmeden görevini tamamlayacaktır. Zaten ilan edildiği üzere, yeni anayasaya göre, oy verme işlemi genel, eşit ve gizli bir biçimde gerçekleştirilecektir.” (Stalin-Howard Mülakatı, 13) 25. En önemlisi, Stalin, tüm seçimlerin çok adaylı biçimde yapılacağını duyuruyordu: “Seçimlere sadece tek bir partinin girecek olması kafanızı karıştırıyor. Bu koşullar altında rekabetçi seçimlerin nasıl yapılabileceğini aklınız almıyor. Şurası son derece açık ki, sadece parti tarafından değil, aynı zamanda her çeşit kamusal, parti dışı organizasyon tarafından da adaylar gösterilecek. Ve biz, bu türden yüzlerce yapıya sahibiz. Bizim karşılıklı mücadele eden partilerimiz yok; artık bizde kapitalist sömürü altındaki bir işçi sınıfına karşı mücadele eden bir kapitalist sınıf yok. Bizim toplumumuz, sadece özgür kent ve kır emekçilerinden oluşuyor –işçiler, köylüler, aydınlar. Bu kesimlerin her birinin kendine özgü çıkarları vardır ve bunları mevcut sayısız kamusal örgütlenme aracılığıyla ifade ederler.” Muhtelif yurttaş organizasyonları, komünist partisi nin adaylarının karşısına kendi adaylarını koyabile ceklerdi. Stalin, Howard’a, yurttaşların, oy verdikleri aday dışındaki tüm adayların isimlerinin üzerini çizeceklerini söylüyordu.

çerçevesinde kullanılması gerekiyordu. Onların, kapitalist ilişkileri belirli sınırların ötesinde yeniden üretmelerine ve siyasal gücü tekrar ele geçirmelerine izin verilmedi. 32. 1920’lerde ve 1930’ların başlarında, Bolşevik Partisi, etkin bir işçi sınıfı arasından üye kaydetme atağı sürdürdü. 1920’lerin sonlarında, parti üyelerinin çoğu işçiydi; işçiler parti içinde yüksek bir yüzdeyi oluşturuyorlardı. Bu kitlesel üye kaydı ve yoğun siyasi eğitim çalışmaları, birinci beş yıllık kalkınma planının yarattığı büyük sıçrama, endüstrileşme taarruzu ve şahsa ait çiftliklerin büyük çapta kolektif çiftlikler (kolhoz) ya da Sovyet çiftlikleri (sovkhoz) biçiminde kolektivizasyona zorlanmasıyla aynı zamanda gerçekleştirildi. Bolşevik liderliği, hem partisini “proleterleştirme” çabasında samimi, hem de sonuç alma konusunda başarılıydı. (Rigby, 167-8, 184, 199) 33. Stalin ve politbürodaki destekçileri, Sovyetler Birliği’nin demokratikleştirilmesini isterken birtakım gerekçeler gösteriyorlardı. Bu gerekçeler, Stalin liderliğinin yeni bir sosyalist devletin mümkün olduğuna inandığını göstermektedir. 34. Köylülerin çoğu kolektif çiftliklerde toplanmıştı. Şahsa ait çiftliklerin her ay biraz daha azalması karşısında, Stalin liderliğinde, objektif olarak, köylülüğün artık ayrı bir sosyoekonomik sınıf oluşturmadığı inancı oluştu. Köylüler işçilerden daha farklı bir görüntü arz etmekten ziyade, onlara daha fazla benzer hâle gelmişti. 35. Stalin, Sovyet endüstrisinin hızla büyümesiyle ve özellikle de işçi sınıfının Bolşevik Partisi aracılığıyla politik iktidarını perçinlemesiyle, “proletarya” kavramının artık eski anlamını yitirdiğini savunuyordu. O, “proletarya” kavramının, kapitalist sömürü altındaki ya da Sovyetler Birliği’nin ilk on iki yılında, bilhassa NEP döneminde olduğu gibi, kapitalist tarzda üretim ilişkileri çerçevesinde çalışan işçi sınıfını ifade ettiğini söylüyordu. Şimdi kapitalistlerin kâr amacıyla işçileri doğrudan sömürmesi durumu ortadan kaldırıldığına göre, işçi sınıfına da artık “proletarya” denemezdi. 36. Bu yaklaşıma göre, artık emek sömürüsü yapanlar yoktu. İşçiler şimdi ülkeyi Bolşevik Partisi aracılığıyla kendileri yönetiyorlardı; artık klasik “proletarya” söz konusu değildi. Bu yüzden, “proletarya diktatörlüğü”, mevcut durumda, uygun ve yeterli bir konsept olmaktan çıkmıştı. Bu yeni koşullar, yeni bir devlet tarzını gerekli kılıyordu. (Zhukov, Inoy, 231, 292; Stalin, “Taslak”, 800-1)

MARKSİZM VE ŞİDDET - TERÖR SORUNU - 1


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 04

SAYFA 04

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Gazze Bombalanıyor

Gazze’ye yönelik bombardıman...haberimizin yayınlandığı an itibariyle hayatını kaybeden filistinli sayısı son saldırılarla birlikte 96 oldu. Katledilenlerin 24’ü çocuk... El Halil’in merkezi gerçek üstü ve korkutucu. Şiddetin meşruluğu çıplak ve yüzünüzdeydi. yıllar sonra Bosna Srebrenica harabeleri hatırlattı. Srebrenica’dan farklı olarak ayrımları geçmek için El Halil’de herhangi bir girişim yok. Bunun yerine ayrımlar dondurulmuş ve kurumsallaşmış ve insanlar fiziksel olarak ayrı tutulduğundan bugün oldukça sessiz. Bir grup Yahudi göçmeni şehrin merkezine taşındığı ve İsrail ordusunun onları korumak için yarattığı bu steril bölgelerde Filistinlilerin iş , ikamet ve hareketleri yasaklanmış. Şehrin bazı sokaklarından Filistinlilerin geçmesine izin veriliyor ancak onlar bu sokaklardan İsrail yerleşimci ve askerler tarafından fark edilmemek için başlarını eğerek geçiyorlar. Diğer sokaklar Filistinlilere kapalı , buralardan geçemez ve buralarda çalışamazlar . Teknik olarak , bazı binalarda yaşamalarına izin veriliyor fakat bu binaların ön kapıları sürgülü ve buralarda oturanlar sadece arka camlardan veya çatının üstünden girip çıkabiliyorlar. Filistinlilere yakın yaşayan bazı Yahudi yerleşimciler sürekli olarak onları rahatsız ediyorlar ,kendi kişisel dokunulmazlık haklarıyla. El Halil’de konumlanan İsrail ordusu Filistinlileri Yahudi kesimin sıklıkla uyguladığı şiddetinden korumak için değil de Yahudi halkını korumak için burada.500 İsrail askeri 800 Yahudi yerleşimciyi korumak için yerleştirildi. Filistin polisi ise bu steril bölgeye giremiyor.Bölgeden kaçma imkanı bulabilen Filistinlilerin çoğu kaçtılar. Sadece maddi imkanı oldukça yetersiz olan ve suçlu sığınmacılar kaldı. Filistinli aileler havada yoğun çöp ve çürümüş yiyecek kokusu olan avluda yaşıyorlar. Onlar şiddetle sarılmış , kapalı demir parmaklıkla ve metal örgülerle kaplı bir binada yaşıyorlar.Şehrin Arap kısmına bakan camlarından girip çıkıyorlar. Apartmanlarının önü yaşam doluyken şimdi sadece çöple kaplı.Gezi bir İsrail sivil toplum örgütü olan “Sessizliği Boz” (Breaking the silence) tarafından düzenlendi. Bu örgüt Filistin topraklarına giren ve işgale katılan İsrail askerleri hakkında delil topluyor ve yayınlıyor. Bu organizasyonun kurucusu olan Yehuda Shaul -Yahudi kippa giyiyor ve kendini ortodoks olarak tanımlıyor- bize El Halil’in terk edilmiş ama şimdi Yahudilerin yaşadığı sokaklarında rehberlik yaptı ve yıkılmış yapıtları, Filistin evlerini ve her yerde mevcut olan İsrail askerlerinin varlığını gösterdi.

İşgalin askeri mantığını açıklamak için Shaul iki mesajı vurguladı. Birincisi iyi işgal diye bir şey olmaz ve İsrail kamuoyu İsrail savunma güçlerinin etik bir işgal yaptığına inanarak kendini kandırıyor dedi. Karşıt olarak, bir işgal yerel halkın haklarını ciddi şekilde suistimal etmeden etkili olamaz. Bune olursa olsun askerlerin bireysel etiğidir. Bu durumun mantığı ve baskısı askerleri güvenlik tehdidi ve dolayısıyla kesin hakları yok ederek davranmalarına neden olur. Buna ek olarak , düşman topraklarda konumlanmış olmaktan ve etraflarındaki kişisel dokunulmazlık havasından kaynaklanan bir çok askerin içinde bulunduğu psikolojik baskıyla , yakıcı bir karışıma sahip olursunuz. Shaul İsrail ordusu tarafından yapılan bütün suiistimaller açık bir askeri amaç taşıyor. Bunlar disiplinsizliğin ya da engellenmelerin sonucu değil işgal stratejisinin bir parçası. İsrail güçleri sistematik olarak yerli filisin halkının günlük yaşamını rahatsız ediyor onları kendi kurallarında uymaya zorluyor ve böylece örgütlenmiş bir şiddet girişimine girmelerini engellemek içinde cesaretlerini kırıyor. Ayrıca kendi askeri servisinden İsrail askerilerinin Filistin evlerine girip gençlere müdahale ederek onları devriyeler boyunca kendi araçlarının önünde yürümeye zorladıklarını söylüyor. Bu sadece bir işkence değil aynı zamanda diğer Filistinlilerin kendilerine taş atmasını önlemek için bir taktik diyor. Shaul ‘un ana mesajı işgal , oldukça karanlık bir yan taşıyor ,“Sessizliği Boz” bunu ifşa etmek ve İsrail kamuoyunun ilgisini çekmek istiyor. İşgalle anılmanın büyük bir bedeli var ve İsrail halkı bununla yüzleşmek zorunda diye ekliyor. Şaşırtıcı olmayarak, gezi grubu yerleşikler tarafından sıcak karşılanmadı. Bir çoğu bize kötü şekilde bağırdı ve bir noktada bir grup çocuk , 7-8 yaşlarında, ellerine hortum alıp biz geçerken bize sus sıktılar. İçlerinden iki tanesi arkamızdan koştu , Shaul’ u adı ile çağırarak üzerine atlayıp tekme atı. Bu durumdan rahatsız oldum ama onların keskin nefretinden değil , onların çok keskin şekilde kendilerini haklı görüyor olmalarından ve cezadan muaf olduklarını bilip kendilerini güvende hissedip bir grup turiste saldırıyorlar olmalarından. El- Halil’deki duruma öfkelenmemek zor. Bu ziyaret eve İsrail- Filistin çatışmasının adaletsizliği ve zorluğunu ve bunu doğrulayan yapısal mantığı getirdi.

TAHRİR'İN YENİ SAHİPLERİ MURSİ KARŞITLARI Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin yetkilerini arttırmasına tepki giderek büyürken, görevden alınan eski Başsavcı Abdülmecid Mahmud yargıya başvuracağını açıkladı. Kararların yargının imajını zedelediğini söyleyen Mahmud, olağanüstü toplanan yaklaşık 10 bin hâkim ve savcıya yaptığı konuşmada “Devleti korumak için bu duruma karşı çıkıyoruz” dedi. Yüksek Mahkeme üyeleri önceki gün greve gideceklerini açıklarken, Danıştay da dün anayasal değişiklikleri kınadı. 22 sivil örgüt, Mursi’ye hitaben yayımladıkları açık mektupta yargıya ölümcül bir darbe indirildiğini belirterek kararların iptalini istedi. Mursi’nin danışmanlarından Faruk Cevade ise kararları protesto amacıyla istifa etti. Daha önce Mursi’nin 2 danışmanı istifa etmişti. Mursi ise danışmanlarıyla yaptığı toplantının ardından yargıçlarla görüşeceğini, tüm siyasi kanatlara elini uzatacağını ve krizi 48 saat içinde çözeceğini açıkladı. Kahire’deki Tahrir Meydanı’nda kararları protesto eden muhaliflerle polis arasındaki çatışmalar dün de sürdü. Asyut kentinde önceki gece muhalifler ve Mursi yanlıları çatıştı. Tahrir çevresindeki sokaklarda ise polis meydana çıkmaya çalışan göstericilere göz yaşartıcı gazla müdahale etti. Güvenlik güçleri, meydanın girişini beton barikatlarla kapattı. Çatışmaların ABD Büyükelçiliği binasının olduğu bölgeye sıçraması sonucu güvenlik güçleri bölgede önlemlerini arttırdı. Müslüman Kardeşler ise Mursi’ye destek için gösteri çağrısı yaptı. Artan tansiyon Mısır ekonomisini de vurdu. Öte yandan İslamcı militanların yoğun olduğu Sina’da dün istihbarat binasını hedef alan saldırı, binada hasara yol açtı. Gazze sınırı yakınlarındaki patlama sonrası bölgeye çok sayıda asker konuşlandırıldı. Cumhurbaşkanlığı Danışmanı Ümeyme Kamil Salamuni, Mursi ve danışmanlarının gerçekleştirdiği toplantının ardından AA muhabirine konuştu. Salamuni, Mursi’nin krizi çözmek için 48 saat içinde gerekli adımların atılmasına karar verdiğini söyledi. Kararın ayrıntılarına ilişkin açıklamada bulunmayan Salamuni, Mursi’nin siyasi güçler arasında oluşan korkuları bertaraf etmek için kendisini bu kararı almaya iten nedenleri açıklayan bir bildiri yayımlayacağını belirtti. Salamuni, Mursi’nin krizin çözümü için siyasi güçleri ulusal diyaloğa çağıracağını da vurguladı.Mısır basını Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye yönelik protestoları Türkiye’de 1997’de yaşanan ve postmodern darbe şeklinde nitelendirilen “28 Şubat süreci”ne benzetti. Siyaset tarihçisi ve Düstur gazetesi yazarı Muhammed Cevadi, Mursi’nin aldığı kararların zorunlu olduğunu belirterek “Bazı siyasi güçlerin Askeri Konsey’in tekrar iş başına gelmesi için plan yaptıkları ortaya çıktı. Bu siyasi güçler eski Başbakan Necmettin Erbakan’ı ordu darbesiyle deviren Türk modelini uygulamak istediler ama başarısız oldular” diye konuştu. Merkezi Kahire’de bulunan Cumhuriyet Gazetesi Siyasi Araştırmalar Merkezi Müdürü Samih Seyf Yezel ise yaptığı açıklamada, gerginliğin tırmanması halinde ordunun güvenliği sağlamak için harekete geçmesinin uzak bir ihtimal olduğunu, olsa bile bunun Mursi’nin isteği doğrultusunda gerçekleşeceğini söyledi. Bazı muhalif güçlerin Askeri Konsey’in yeniden başa geçmesi yönündeki isteklerine değinen Yezel, “Bunlar halkın çoğunluğunu temsil etmiyor. Ayrıca ben Askeri Konsey’in tekrar başa gelmesini uygun bulmuyorum. Bu meşruiyete yapılmış bir darbe olur. Çünkü yönetimde demokratik seçimlerle iş başına gelmiş bir kişi bulunuyor” ifadesini kullandı. Gerginliğin tırmanması üzerine silahlı güçlerden yardım alınabileceğini dile getiren Yezel, Askeri Konsey’in, geçiş döneminde yaşadığı tecrübe nedeniyle meydanlara inmeden önce ince eleyip sık dokuyacağını düşündüğünü belirtti. Son günlerde Mısır ‘daki televizyon kanallarında Mursi’nin aldığı yeni kararlar üzerine Askeri Konsey’in tekrar iş başına gelmesi çağrısı yapılmış, bazı programlarda da ‘ordu nerede?’ tarzında sorular gündeme getirilmişti.

Sayfa 17

RUSYA’NIN SURİYE SORUNUNA YAKLAŞIMI Suriye’de parçalı bir yapıya sahip olan muhalefet. Bu nedenle kiminle muhatap olacağını bilemeyen Moskova, anlaşılan o ki, Esed’e alternatif olarak kiminle ilişki kuracağı konusunda kararsız. Bu açından Kremlin, sistemin elinden hızla kaymasına rağmen, Esed yönetiminin şu an için daha iyi bir alternatif olduğuna inanıyor. Rusya, mevcut politikası ile yumurtaları tek bir sepete doldurmayan bir ülke imajı veriyor. Bu yönüyle kendi açısından pragmatik bir siyaset izlediği söylenebilir. Aynı zamanda Moskova, izlediği politika ile Annan Planı’na kadar olan süreçte Suriye’deki mevcut durumu şekillendirici bir aktör rolü de oynadı. Ancak Annan Planı’nın oldukça ince bir zemin üzerinde durduğu düşünülürse, başarısız olması durumunda Rusya’nın nasıl bir siyaset izleyeceği ise merak konusu.

Rusya’da başkanlık seçimleri geride kaldı. 2011 Aralık ayında geçekleştirilen parlamento seçimlerinin ardından, Moskova başta olmak üzere ülkenin çeşitli bölgelerinde muhalefetin yürüttüğü protestolar, Batı’da belli bir süre heyecana neden oldu. Ancak Rus sisteminin aşkın devlet kültürünün temelden sarsıldığını söylemek oldukça güç. Putin’in tek turda başkanlık koltuğuna “üçüncü” kez oturmayı garantilemesinin ardından gündeminde ulusal ve uluslararası bazda çözümü bekleyen birçok sorun bulunuyor. Bunlardan birisi de Suriye konusu. Başkanlık seçimlerinin gündemi meşgul ettiği sırada bile Rusya’da pek de geri plana düşmeyen Suriyemeselesi, Kremlin’in dış politikada takip ettiği sıcak konular arasında yer alıyor. Başkanlık koltuğuna geçmeden önce bir yandan Medvedev ile yeni bakanlar kurulunu oluşturmaya çalışanVladimir Putin, diğer taraftan usta diplomat Sergey Lavrov üzerinden Suriye siyasetinde oldukça aktif rol oynuyor. Aralık 2010’da Tunus’ta patlak veren halk hareketlerinin bir sonucu olarak Arap dünyasında uzun süredir koltuklarından kımıldamayan diktatörler teker teker devrilirken, Suriye’de Beşşar Esed’in başta kalmasının önemli faktörlerinden birisi de arkasındaki uluslararası destek. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) daimi temsilcileri olan Çin ve Rusya’nın desteğini arkasına alan Esed yönetimi, şimdiye kadar mevcut rejimini korumak için ülkede taş üstünde taş kalmayana kadar mücadele edeceğini dünyaya kanıtladı. Öncelikle Rusya’nın alelade bir destekçi olmadığını, siyasi destek vermenin yanı sıra bölgeye silah sevkiyatı yapan en büyük tedarikçi olduğunu da belirtmek gerekiyor. Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün 2011 verilerine göre Esed rejiminin son beş yılda yurtdışından satın almış olduğu silah ve mühimmatın %78’i Rusya menşeili. Silah sevkiyatının yanı sıra Doğu Akdeniz’de sahip olduğu deniz gücü ile çeşitli manevralar yapan Rusya aynı zamanda Libya benzeri bir olayda pasif bir tutum takınmayacağının da sinyalini verdi. 12 Nisan’da başlayan ateşkese rağmen Rus yetkililer, henüz deniz gücünü Suriye açıklarından çekmeme konusunda kararlı tavırlarını da koruyorlar. BMGK düzeyinde bakıldığında ise Çin’in çok nadir veto hakkını kullandığı daha çok çekimser kaldığı görülüyor. 1970’ten bu yana Çin veto yetkisini sekiz kez kullanırken, Rusya’nın 13,ABD’nin ise 83 defa BMGK kararlarını veto ettiği görülüyor. Bu açıdan bakıldığında Rusya ile Suriye konusunda benzer bir tavır takınan Çin’in BMGK’daki tavrının Rusya’dan bağımsız olmadığı da uzmanların analizleri arasında yer alıyor.

Tüm bu gerekçelere bakıldığında, Rusya’nın şimdiye kadar Suriye’deki sürecin evirildiği noktaya gelmesinde etkili aktörlerden biri olarak öne çıktığı görülüyor. 12 Nisan’da Annan Planı’nın yürürlüğe girmesi konusunda hem Esed yönetimini destekleyici hem de Şam’a mesaj niteliğinde açıklamalar yapan Moskova, bir yönüyle Ermenistan-Türkiye arasında 10 Ekim 2009’da imzalanan protokollerde oluğu gibi, baskı üzerinden süreci belirleyici aktör rolüne bürünüyor. Ancak, Esed’in ateşkes konusunda nasıl bir tavır takınacağı konusunda uluslararası toplumda derin endişeler devam ederken, Rusya’nın da bir yandan “B Planı’nı” şekillendirme çabası içerisinde olduğu söylenebilir. Ateşkes yürürlüğe girmeden hemen önce açıklama yapan Rus Dışişleri Bakan YardımcısıGennadi Gatilov, Rusya’nın Suriye’deki muhalefet temsilcileri ile görüşmeye hazır olduğunu açıklaması ve başından beri Moskova ve Suriye muhalefeti arasında bir diyalogun varlığından bahsetmesi oldukça önemliydi. Kaldı ki, Suriye’nin yerel muhalefeti ile 17-18 Nisan’daMoskova’da yapılacak görüşmelerde ajandaya hangi konu başlıklarının yazılacağı merak konusu. Bunun yanı sıra Rus yetkililerin yaptıkları açıklamalarda, asıl arayış içerisinde oldukları hususun Suriye’de istikrar olduğunu ve Moskova’nın Esed’e destek verir bir tavır takındığı yönünde çıkarımların yapılmaması gerektiğine dair söylemleri ise Rusya’nın Esed konusunda da eskisi kadar ısrarcı olmadığı şeklinde yorumlanabilir. Ya da bu açıklamalar, Suriye’de izledikleri Esed yanlısı siyasetin ardından, Ortadoğu’da imajı olumsuz yönde etkilenen Moskova’nın bir tür kamu diplomasisi girişimi olarak da okunabilir. Rusya’nın tavrında henüz net bir değişiklikten bahsetmek güç. Ancak önümüzdeki dönemde Moskova’nın manevra yapabilmek üzere pozisyon aldığı söylenebilir. Rusya’nın bu konuda hızlı hareket etmemesinin ardında ise iki temel sebep gösterilebilir. Bunlardan birincisi Rusya’nın bölgesel ve küresel ölçekteki çıkarları. 27 Şubat tarihinde Moskovskiye Novosti’de yayınlanan “Rusya ve Değişen Dünya” başlıklı makalesinde Rusya’nın pozisyonuna dikkat çeken Putin, özellikle Batı’nın son dönemde Ortadoğu politikaları nedeniyle Rusya’nın iktisadi ve siyasi zarara uğradığını belirtirken, benzeri sürecin Suriye’de yaşanmasını istemediklerini vurgulamıştı. Aynı zamanda “büyük güç” olarak dünya siyasetinde söz sahibi olmak isteyen Rusya, ABD’nin istediği sonucu alamadığında BMGK mekanizmasını bypass etmesinden de rahatsız görünüyor. Rusya açısından ikinci temel sorun ise

Başbakan Erdoğan’ın, Çin ziyaretinde Hu Jintao ile görüşmesi sonrası Çin’in Suriye’deki durumu daha fazla desteklemeyeceğinin sinyalini aldığını ifade etmesi ve önümüzdeki süreçte Rusya’nın da ikna edilmesi gerektiğine vurgu yapması şaşırtıcı olmasa gerek. 2008 Gürcistan Savaşı ile başlayarak sert güç yanlısı siyasete ağırlık veren Rusya’nın Suriye konusunda ikna edilmesi mi yoksa ikna olması mı gerekli bilinmez. Ancak, önümüzdeki dönemde Rusya’nın da alternatiflerinin azaldığı bir gerçek. Öte yandan izlediği pragmatik siyasetin bir sonucu olarak Ortadoğu’da halklar arasında zayıflayan popülaritesi de cabası. Bu açından bundan sonra izleyeceği politika sadece Suriye’deki dengeleri değil aynı zamanda geçmiş örneklerde olduğu gibi Rusya’nın bölgedeki pozisyonunu da doğrudan etkileyecek.

SURİYE SORUNU GÜÇ KULLANARAK ÇÖZÜLEMEZ

Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Aleksandr Lukaşeviç Moskova 'da basın mensuplarına yaptığı açıklamada, sekiz gün süren Filistin İsrail çatışmasının ardından taraflar arasında ateşkes anlaşması imzalanmasından memnun olduklarını söyledi. Bu çerçevede Mısır 'ın ateşkes sürecinde belirleyici bir rol oynadığını belirten Lukaşeviç, “Mısır'ın çabalarını övüyoruz. Ancak ateşkesin uzun süreli olması için tarafların daha fazla çaba sarf etmesi gerekiyor” dedi. Lukaşeviç, Suriye'deki iç savaşın güç kullanarak çözülemeyeceğini ifade ederken, “Taraflar arasındaki ihtilafı çözmenin tek yolu, çatışmaların sonlandırılmasını, dış müdahalenin önlenmesini ve demokratik reformların uygulanmasını sağlayacak bir mekanizmanın, yine Suriyeliler tarafından kurulmasıdır” diye konuştu. Lukaşeviç, Rusya'nın sorunun çözümü için şu ana kadar katkıda bulunduğunu ve bundan sonra da katkıda bulunmaya devam edeceğini kaydetti.

FİLİSTİN BAĞIMSIZ BİR ÜLKEDİR

Rusya'nın Filistin'i bağımsız bir ülke olarak tanıdığını vurgulayan Lukaşeviç, Filistin'in BM 'de statüsünün yükseltilmesi için başvuru yapması halinde buna hakkı olduğunu ve Rusya'nın kendilerini destekleyeceğini ifade etti.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 18

ÇİN’İN SURİYE ÇIKMAZI

KAN KIZILI RAKAMALAR VE GREV 14 Kasım, Avrupa tarihin en yaygın eylemlerinden biri yapılacak. İş yavaşlatma, genel grev, sektörel grev ve yürüyüşler aynı anda yapılacak... Avrupa derin bir krizin içerisinde ve Avrupalı siyasiler neoliberalizm siyasetine sadık kalıyorlar. Fakat, sadece sosyal ve birlik içinde bir Avrupa’nın bir geleceği olabilir. Brüksel’in gerçekleri Avrupa’nın gerçeklerinden farklı değil. Her üç Brükselliden biri yoksulluk içinde yaşıyor. İşsizlik oranı %20 ve değişik mahallelerde gençler arasında işsizlik %50 dayanıyor. Okulu bitirmeden terk edenler %25 ve Brüksellilerin iskan ve sağlık sorunları gittikçe artıyor. Avrupa’nın kalbi de hasta vezayıf. Avrupa asrın en şiddetli kriziyle boğuşmakta. Mali kriz olarak başlayan bu kriz ekonomik ve sosyal bir krize dönüştü. 2013te gıda krizi bekleniyor ve yakında bir de enerji krizi yaşayacakmışız gibi görünüyor. İklim krizini de unutmayalım, çünkü Sandy isimli fırtınanın yarattığı milyarlık hasar doğanın bir sinyalidir. Gezegenimiz artık dayanamıyor, ama biz hala inkar ediyoruz. Rakamlar açık ve net. Eşitsizliği ilk ölçmeye başladığımızdan bu yana, toplumda eşitsizlik hiç bir zaman böyle yüksek olmadı. Eurostat’ın en son verilerine göre Avro-bölgesinde 18 milyon insan işsiz. Bu rakam 1995’den bu yana böyle tavan yapmadı. Güney Avrupa’da ise işsizlik rakamları adeta bir facia gibi. Genel olarak, Avrupa halkının neredeyse %25 yoksulluk sınırı altında düşme riskiyle göz göze. Avraupa her tarafında her gün binlerce insan işini kaybediyor. Bu insanlar artık orta sınıf veya işçi sınıfına ait sayılamazlar. Yoksulluğa düşüyorlar. Borçlarını ödeyemiyorlar. Borçlardan dolayı adli müdahale tavan yapıyor. Darbeler sadece işçi sınıfına vurulmuyor. Orta sınıf gittikçe küçülüyor ve durum devam ederse ortadan kaybolacağı kesin. İki kampa ayrılmış bir topluma doğru ilerliyoruz: zenginlerden oluşan küçük bir elit ve büyük ve fakir bir alt sınıf. Size bir örnek vereyim. Avrupa’nın takip etmek istediği model: Almanya. Almanların refah seviyesi gittikçe yükseliyor, ama bu bilhassa zengin Almanların daha zengin olmasından kaynaklanıyor. Almanların en zengin %10 Alman varlığının yarısından fazlasına sahip, halkın en fakir %50 ise sadece toplam varlığın %1 sahip. Bu rakamların ardında insanlar var. Krizler en çok toplumdaki zayıfları eziyor. Krizin darbesi şiddetli şekilde hissedilen ülkelerde yoksulların, sokakta yaşayanların, yaşlıların ve gençlerin durumuna bakınız. Kimsenin ufku açık değil. Krizi yaratanlar, gittikçe daha fazla kar isteyen, ve bu amaca ulaşmak için mantıksız spekülasyonlar ve başka yasa dışı icraattan çekinmeyen küçük bir elit idi. Hisse sahipleri, onların ‘top-manager’ları, bankalar, neoliberal uluslararası kuruluşlar ve siyasiler bu krizin asıl mesullarıdır. Bunların arasından bugün kimse hesap vermiyor. Krizin faturasını ödeyenler emekçiler. Belçika’da ayda 1000 kişi işini kaybediyor. Daha geçenlerde uluslararası Ford Motor Company’nin kapatılışıyla 10.000 iş birden kayboldu. İşinden olmayanlar ise maaşlarının yaşanılmaz seviyelere düştüğünü gördü.

Yunanistan, İspanya veya Portekiz’deki işçi ve memurların maaşlarına bakınız. Veya Almanya’da çalışan milyonlarca fakirlere. İtalya’da IMF, EC ve ECB (Avrupa Merkez Bankası) üçlüsü bir darbe yaptı ve kendi yararları için çalışan birisini başbakan yaptı. IMF başkanı Christine Lagarde Belçika işçi piyasasında değişiklik talep etti, çünkü ona göre durum yeteri kadar neoliberal değildi. Ne kadar garip ki, aynı piyasadaki işsizlik oranınıkendisi ‘az gibi’ olarak nitelemiştir. ‘Başka yolu yok’ diyor siyasilerimiz. Seçenek belli: krize sebep olmayanları ödeterek iktidar elitini daha zengin ve daha kuvvetli kılmak. Ama bu arada işçiler gittikçe haklarından mahrum oluyorlar ve gerekirse yedeği olan, değersiz, istendiği gibi kullanılan bir kuvvet oldular. Aynı şirketler gibi daima rekabet içindeler, hem kendi işyerlerinde hem de başka ülkelerdeki işçilerle. AB’nin ‘dünyanin en rekabetçi piyasası’ olmak istemesi bir tesadüf değil. Rekabet neoliberal kapitalizmin temel direklerinden biridir. İsçilerin artık iş garantisi yok. Hiç birisinin. Yeni başlayanların da, senelerdir çalışanların da, emekliliğe ayrılmaya hazırlananların da yok. Emekçilerin senelerce birlik içerisinde Avrupa’da kurdukları sosyal güvenlik sistemi mahvediliyor ve biz sadece seyredebiliyoruz. Avrupa’daki gerçekler ve rakamlar göz önünde tutulduğunda artık faaliyete geçmenin gerekmekten ziyade adeta şimdiki insanlar, bilhassa gelecek nesiller için, bir görev olduğunu anlıyoruz. Sendikalar bugün de büyük rol oynuyorlar, aynı mazide olduğu gibi. Avrupa’daki sendikalar görevlerini yapmalıdırlar. Onların görevi kendi ülkemizde işçilerin haklarını savunmak ve Avrupa ve dünyadaki işçilere destek çıkmak. Kapitalist elitin en değerli aleti rekabettir. Birlik v beraberlik ise sendikaların, renkleri ne olursa olsun, en değerli silahıdır. Sendikalar ayaklanıp fiilen yaşanan sosyal yıkımı kabul etmeyeceklerini göstermelidirler. Bugün sahip olduğumuz bir çok sosyal hakkımız, ve bilhassa grev hakkı, dişle, tırnakla kazanıldı. Sendikalar senelerce çalışıp, şimdi ise emeklilik maaşlarından emin olamayan insanlar için mücadele etmelidirler. Çünkü bu insanlar bizzat sosyal güvenlik sistemini kurmak için emek harcadılar ve bundan yararlanmak onların da hakkıdır. Sendikalar gençler ve çocuklar için de ayaklanmalıdırlar. Bu nesil uluslararası şirketler tarafından maddiyatçılık ve tüketcilikle kandırılıyorlar ama gelecekte iş, sağlık hizmetleri, emeklilik ve sosyal mobilite için bir ümitleri yoktur. Bu küreselleşmiş dünyada bütün işçiler birbirine bağlıdırlar. Birlik içerisinde çalışmak zor olmasına rağmen, bugün bu her zamankinden daha fazla lazımdır. Asosyal ve neoliberal siyasete karşı ulusal ve uluslararası (Avrupa) mücadele sadece birlik içerisinde başarıya ulaşabilir. Belçika’da sosyalist sendikanın da öz bir biçimde söylediği gibi: ‘samen sterk’ (birlikten kuvvet doğar). Birleşerek tüm Avrupa’da, 14 Kasım’da, seslerini duyurmak bütün sendikaların görevidir. Krizi ve tesirlerini her gün hissediyoruz. Bir gün olsun emekçilerin, yani direnişin ve sosyal ve birlik içindeki Avrupa’nın sesini kuvvetlice kükretelim.

KALEMLER VE SİLAHLAR

DEVRİM

İşbölümü ve uzmanlaşma bir uygarlık biçiminin içinden bakanlar için hep tartışılmaz bir kabulle kavranır, insanların farklı düzlemlerde çalışmaları, hayatın üretilmesine kendi potansiyelleri açısından destek veriyor olması adeta doğallaşmıştır. Ancak bütün doğallaştırmalarda olduğu gibi burada da işbölümü ve uzmanlaşmanın haksızlık ve sınırlılık üreten formuna yakından bakıldığında bir şeyin meşru kabul edilmesi için önce meşru bir düzene yerleştirilmesi gerektiği görülecektir. Bir şeyin meşru düzene yerleşmesinin anlamı özgür bireylerin özgür seçimlerini temin edebilecek bir tarihsel çerçevedir. Böyle bir çerçevenin yokluğunda bir şeye mecbur kalmak ile bir şeyi seçmek arasındaki ilişki, en azından çoğunluk açısından müphem bir ilişkidir. Ortaçağ’da İngiliz hanlarında tabela olarak asıldığı söylenen “beş hepsi” denilen adamların resimleri vardır, bunların her birinde bir adam var ve altlarında sırasıyla şunlar yazmakta: “Hepiniz için savaşıyorum”, “hepiniz için çalışıyorum”, “hepiniz için dua ediyorum”, “hepiniz için yönetiyorum”, “hepiniz için düşünüyorum”. Buradaki mantık işbölümünü neredeyse bir kader gibi gösteren bir dünya görüşüne ait, bir düzen için herkesin ait olduğu işi yapması gerekiyor, çalışan birinin savaşmaya ya da yönetmeye heves etmesi düşünülmüyor bile çünkü seçim, insanları önceleyen bir ilksel seçime bağlanmış çoktan, itiraz ancak devrimle çözülecek gibi görünüyor. Dünya tarihi bize doğru yaklaştığında Ortaçağın bıraktığı bu resimler dizisi sanki çoktan ortadan kalkmış bir uygarlığın, katı, her türlü geçişi yasaklayan yapısına ait kalıntılara dönüşmüş gibi görünecek, ama doğru mu? Sınıflı bir toplumda işbölümü doğası gereği adil bir dağılımı tesadüfen gerçekleştirebilir, katı bir Tanrısal düzeni ardında bırakmış gibi göründüğü noktada, sınıflar arası geçişleri yumuşamış gösterdiği noktada,hatta yetenekleri ödüllendirip, eğitim hakkını yaygınlaştırır görüldüğü noktada çok daha katı bir düzenin inşasına çoktan girişmiştir. Burada tarihsel iyileştirmelere rağmen bir adaletten söz etmemiz mümkün olmayacak, seçimler hep aldatıcı bir dünyanın, “seçilmiş olma” anlamına bağlı kalmayı sürdürecek. Şimdi bu başlangıç noktasını çok başka görünen bir alana taşıyarak düşünmeyi sürdüreceğiz ve itiraz ettiği bir dünyayı değiştirmek için mücadele edenlerin, mücadelesine “devrimci” diyenlerin yarattığı görünümü benzer bir işbölümü mantığı içinde meşrulaştırmasının anlamını sorgulayacağız. Bir mücadeleye katılmanın, bir kavgayı sürdürmenin tek bir biçimi olmadığını gösteriyor tarih, tarih bize birilerinin dövüştüğünü birilerinin de düşündüğünü gösteriyor. Hepimiz için ölüyor birileri, birileri de hepimiz için düşünüyor ve yazıyor. Kulağa makul gibi gelen bu bölünme, mücadeleler tarihinin sonuçları açısından değerlendirildiğinde nedense ortada adil olmayan bir şeyler bırakıyor. Burada haksızlığı üreten şey ne? kafa ve kol emeği arasındaki bölünmenin sınıflı toplumda yarattığı hiyerarşiye benzer bir şey mi, yoksa teori ile pratik arasındaki yarılmayı ortadan kaldırmak için yola çıkaranların bu yarılmadan beslenerek oluşturdukları tarih mi? Bir mücadele başarıyla da sonuçlansa başarısızlıkla da eline silah almayanlar hep daha avantajlı bir pozisyonda duracaklar, şiddetli bir kırılmanın ortasından geçecekler ve o şiddeti savunacaklar ama birilerinin “düştüğü” yerde ayakta kalmayı sürdürecekler. Kanlı bir tarihin ortasından üzerlerine hiç kan sıçramadan usulca yürüyüp geçecekler ve her durumda itibarlarını korumayı başaracaklar. Burada bir adaletsizlik yok mu sizce de? Mahkum edilmeye çalışılmış bir işbölümünün haksız doğası sürece dahil edilmemiş mi sizce? Bir mücadeleyi, büyük bir kavgayı sadece hedefleri açısından okumamamız gerekliliğini söylüyor bize tarih, bir yolu nasıl yürüdüğümüz en az yolun kendisi kadar önemli; bir başka hayat idealini kuracağımız yerin o hayattan önce başladığını bilmemiz önemli. Nasıl örgütlendiğimiz, nasıl ilişkiler kurduğumuz, hepsi mücadeleye dahil, dışında değil. Tarih bir haksızlığın içinde oluşmuştur diyor bir filozof, evet ama bizim tarihimizin bir haksızlığın içinde oluşmaması gerekiyor ki gelecek için ümit duyanların sayısı artabilsin. Eğer biz bir bütünlüğün düşünü kuruyorsak, sınıflı toplumun yarattığı bölünmelere karşı çıkıyorsak kendi mücadele alanımızda yarattığımız bölünmelere de karşı çıkabilmeliyiz. Her şeyi yeniden düşünmek gerekecek belki de, kendini dava içinde ama üstte bir yerde konumlandıranların durumunun yarattığı eşitsizliği, kimilerinin sadece ölmeye ve öldürmeye yeteneği varmış gibi sınıflandırmanın içerdiği korkunçluğu, her şeyi yeniden düşünmek gerekecek belki. Biz başka bir dünya düşlüyoruz, biz başka bir dünyayı bu dünyanın imgesinden ödünç almadan kurmak istiyoruz, hiçbir ayrıcalıklı pozisyona, başkalarının ölümünden kendine itibar çıkaranlara, sisteme karşı olup onun bütün hiyerarşik yasalarını dava içinde kullananlara, korkakça savaşanlara, savaşır pozunda yaşayanlara, birileri kendini feda ederken rahatını hiç bozmayanlara hiç tahammülümüz yok. Biz temiz bir mücadele istiyoruz, yoldaş kelimesinin hakiki anlamını, sıcaklığını, verdiği itimat duygusunu ve dayanışmanın sıcaklığını içimizde hissetmek istiyoruz. Ve biliyoruz değişim önce bizden başlayacak, biliyoruz ortak bir akılla yeniden kurduğumuzda rotamızı daha güçlü bir biçimde geleceğe yürüyeceğiz. Devrim seni çağırıyorsa gel, tut bir ucundan, aklın varsa paylaş üstünlük taslamadan, yapman gerekeni yap herkes gibi, bu yolu biz bir haksızlığa havale etmeyeceğiz.

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

hemen hepsinde küresel sistemin eşit ve adil olması gerektiğinin altı çizilir. Sadece batılı ülkelerin kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarına uygun bir küresel -yönetimin asla kabul edilmeyeceği Çin’in dış politika prensiplerinin başında gelir. Ancak son zamanlardaki sorunların birçoğunda Çin BM’deki veto yetkisini kullanmıştır. Bununla beraber, Irak, Libya gibi örneklerde bu veto yetkisi üzerine siyasi ve ekonomik pazarlıklar yaparak küresel sistemin eşit ve adil olmayan yapısını kabul eder görünmektedir. BM'nin beş daimi üyesinin diğer üyelerden hangi bakımlardan farklı olduğunun yeniden tartışılması gereken bir ortamda Çin'in Rusya ile birlikte veto yetkisine sarılması dış politika anlamında uzun vadeli projeksiyonlar yerine çok daha kısa vadeli çıkar ilişkilerine odaklanıldığını göstermektedir. NATO'nun Libya müdahalesi öncesinde BM'de çekimser oy kullanarak sınırlı müdahaleye dolaylı destek veren Çin, Libya örneğinde batılı ülkelere güvenerek yanıldığını ve bir daha böyle bir davranışta bulunmayacağını belirtmektedir. Suriye konusunda da Libya örneğini dile getirerek dış müdahalenin sorunu çözmek yerine daha karmaşık bir hale geldiğini iddia etmektedir. Libya'da çok önemli yatırımları ve ikili anlaşmaları olan Çin için Suriye konusu Libya kadar ulusal çıkarlarını tehdit etmemektedir. Muhtemelen Çin'in Suriye konusundaki kararsız tutumunun altında yatan en büyük sebep te bu görünmektedir. Yukarıda bahsedildiği gibi bu dış politika söylemi Çin'in dış politika prensipleri ile mevcut dış politika uygulamalarının çeliştiğini göstermektedir. İkinci aşamada, Çin ulus-devletlerin egemenlik haklarına riayet edilmesini talep ediyor. Libya ve Irak'ta yapıldığı gibi bu bir alışkanlık haline geldiğinde artık her isteyenin duruma göre istediği ülkeye "insani müdahale" kavramı altında müdahale edebileceği bir ortam yaratılabilir ki Çin böyle bir düzenden en fazla zarar görecek olan devlettir. Çin'in kendi sınır anlaşmazlıkları da bir gün aynı çerçevede değerlendirilebilir korkusu bu konuyu sürekli gündemde tutmasına sebep olmaktadır. Bu anlamda Çin'in bu politik duruşu geleneksel Westfalya ulus-devlet düzenini kabul eder görünmektedir. Hâlbuki Çin, 19. Yüzyılda İngiltere'nin Afyon Savaşı sonrası beş liman şehrini işgal ederek burada Fransa ve Almanya gibi devletlerin belirli bölgelerde yönetim alanı kurmasını sert bir dille eleştirmiştir. Bugün dahi bu uygulamaların Çin tarihi içinde büyük bir aşağılama olarak algılandığı tezi kabul görmektedir. Yine Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra imzalanan Versay anlaşmasında Çin'in galip devletleri desteklemiş olmasına rağmen daha önce işgal edilen liman şehirlerinin Çin'e devredilmemesi Çin Komünist Partisi'nin de kurulduğu ve ciddi tepkilerin verildiği bir iç siyasi atmosferi doğurmuştur. İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Japon işgaline karşı uluslararası sistemin

AVRUPA GREVLERLE SARSILIYOR

SAYFA 03

Söz konusu Ortadoğu olduğunda, Çin, mevcut ekonomik istikrar alanına zarar gelecek her türlü pozisyondan uzak duruyor. Yapılan analizlerin birçoğunda konunun siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki yönlerine vurgu yapılıyor. Diğer taraftan sorunun ikili ilişkilerden ziyade küresel aktörlerin de içinde bulunduğu bir ilişki zemininde yapılan değerlendirmeler oldukça az. ABD başta olmak üzere konuya batılı ülkelerin yaklaşımları üzerine az çok tahminde bulunabilen analizlerin özellikle Rusya ve Çin tarafındaki gözlemleri oldukça sınırlı. Bu analizlerin birçoğunda ise sanki ortada İran, Rusya ve Çin'den oluşan bir cephe varmış izlenimi ortaya çıkıyor. Rusya ve Çin gerçekten farklı bir cephenin küresel aktörleri midir? Çin'in Suriye konusundaki duruşunu temelde üç aşamada değerlendirilebiliriz. Öncelikle Çin'in resmi ve gayri resmi açıklamalarının hemen hepsinde muhatap uluslararası sistemdir. Bu açıklamalarda uluslararası sistemin temel yapı taşı olan BM sözleşmesine uygun hareket edilmesi gerekliliği vurgulanır. Suriye konusunda da özellikle veto yetkisini Rusya ile beraber kullanarak BM'nin kınama kararı bile almasının önüne geçilmiştir. İkinci aşamada, Çin mevcut uluslararası sistemin kurucu düzeni olarak bilinen Westfalya düzenini meşru kabul ederek bu düzen içerisindeki hiçbir ulus-devletin egemenlik haklarını ihlal edecek bir dış müdahaleye izin verilmemelidir tezini savunmaktadır. Suriye konusunda yapılan resmi açıklamalarda bu vurgunun altı çizilmektedir. Üçüncü aşamada, Çin bölgesel sorunlarda tek tek devletlerin iddialarını dikkate almak yerine bölgesel veya uluslararası örgütlerin iddialarını dikkate alma yanlısıdır. Libya ve Irak örneklerinde Arap Ligi ve Afrika Birliği'ni muhatap kabul eden Çin, Suriye konusunda da çok taraflı mekanizmaların çalıştırılması gerektiğinin altını çiziyor. Bu üç aşamadaki iddialarla beraber şu sorular akla gelmektedir: Çin'in özelde Suriye sorunu genelde de diğer küresel sorunlarda sürekli benzer iddiaları ve söylemleri gündeme getirmesinin altında ne yatmaktadır? Çin dış politikasını belirleyen temel ilkelerle bu söylemler uyumlu mudur? Çin'in bölgedeki tansiyonun artması durumunda alması muhtemel dış politika pozisyonları ne olabilir? Aslında bu soruların cevabı yukarıda bahsettiğimiz her üç aşamanın kavramsal düzeyde analiz edilmesi sonucu ulaşacağımız dış politika uygulamalarındaki uyum ve çelişkiler ile verilebilir. Çin dış politikasının Ortadoğu ayağı hem güncel sorunlar ve çözüm önerileri bağlamında üretilen dış politika uygulamaları hem de Çin’in dış politika prensipleri bakımından çelişkili bir görüntü arz etmektedir. Yukarıda bahsedilen ilk aşamada Çin'in son dönemdeki küresel sorunları ele alırken uluslararası sistemin yapısının meşruiyetini sorgulamadığını görmekteyiz. Çin'in gayri resmi ve resmi açıklmaların

gevşek yapısı binlerce masum sivilin hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. Kısacası Çin'in çok dilli ve çok etnik yapılı bir devlet olarak geleneksel ulus-devlet düzenini eleştirmesi ve bunun yerine daha adil ve eşitlikçi bir düzen arayışı içinde olması gerektiğini vurgulayan Çin dış politika ilkelerinden ödün verilmektedir. Bugün Suriye konusunda ulus-devletlerin egemenlik haklarını vurgulayan Çin bir ülkenin kendi iç siyasi sorunlarının bir başka devletin (örneğin Türkiye’nin) egemenlik haklarını ihlal ettiğinde nasıl bir tepki verilmesi gerektiğinin üzerinde durmamaktadır. Tarihsel olarak geleneksel ulus-devlet düzeni çerçevesinde birçok kez mağdur duruma düşmüş bir devletin alternatif söylemlerle uzun vadeli stratejilere odaklanmış bir dış politika geliştirmesi gerekir. Üçüncü aşamada, Çin bazı ülkelerin sadece kendi çıkarları ile uyumlu konularda uluslararası sistemi veya bölgesel çatışmaları kullanmak istemesini sert bir dille eleştirmektedir. Bu konuda da Çin'in duruşu gerek bölgesel gerekse de küresel sorunlarda çok taraflı ilişkileri önemseyen bir duruştur. Bu anlamda Arap Ligi ve Afrika Birliği ile ortak hareket edilmesini vurgulayan Çin için küresel meşruiyet kadar bölgesel meşruiyet de önemlidir. Bölge ülkeleri ile tek tek ilişkiye geçmek yerine bölgesel örgütlerdeki etki alanını genişletmek isteyen Çin için bu dış politika uygulaması makul görünmektedir. Daha önce Libya konusunda da Afrika Birliği'nin tezleri ile hareket ederek BM oylamasında çekimser kalınmıştı. Diğer yandan Çin, Sudan ve Suriye gibi konularda ise geri planda kalarak sadece küresel meşruiyet iddiasını dile getirmiştir. Hâlbuki Arap Ligi ve birçok Arap ülkesi Suriye'deki sorunun çözümü için elini taşın altına sokmuştur. Ancak Çin dış politikasının ikircikli yapısı burada da ortaya çıkarak çelişkili bir pozisyon alınmasına sebebiyet vermiştir. Bu üç değerlendirme sonucunda Çin'in özellikle Ortadoğu'ya yönelik dış politikasının oldukça çelişkili yönlerinin olduğunu görüyoruz. Çinli uluslararası ilişkiler uzmanlarına göre tarihsel olarak bir "ateş çemberi" olarak tanımlanan Ortadoğu fazla müdahale edilmemesi gereken bir bölgedir. İzolasyonist dış politika söyleminin bu iddiasına karşılık Ortadoğu'nun Çin'in enerji ihtiyacını karşıladığı bölgeler arasında ilk sırada olduğunu belirtmek gerekiyor. 2030 enerji ihtiyacı projeksiyonlarına göre alternatif bir enerji kaynağı bulunmadığı sürece Çin'in mevcut büyüme hızı ile Ortadoğu petrollerine olan bağımlılığı artacak. Çin'in gerçek anlamda ekonomik olarak büyümeye başladığı 90'lı yıllardan bu yana küresel siyasette ABD ile yakın ilişki içinde olduğu ve Asya-Pasifik dışında ABD ile çok sert bir dış politika ilişkisi içinde olmadığı biliniyor. Körfez savaşlarında her ne kadar ilk başta müdahalelere karşı olsa da çatışmaların ilerlemesi üzerine genel pozisyonunu ABD ile uyumlu bir yönde sürdürmüştür. Yine 2003 Irak işgali sürecinde Çin'in 2022'ye kadar petrol üretim haklarını aldığı Irak'taki Al-Ahdab petrol sahasını kullanamaması üzerine yapılan pazarlıklar sonucunda, işgal sonrası ilk petrol çıkaran ülkelerden biri Çin olmuştur. En son Libya örneğinde de görüleceği üzere çatışmanın ilk aşamasında müdahale karşıtı olan Çin müdahalenin kesinleşmeye başladığı dönemlerde kıvrak diplomatik manevralarla çekimser oy kullanarak dolaylı bir destek vermiştir. Sonuç olarak; İran, Rusya ve Çin cephesi gibi afakî söylemler ancak slogan düzeyinde kalmaktadır. Konu Ortadoğu olduğunda Çin'in mevcut ekonomik istikrar alanına zarar gelecek her türlü pozisyondan uzak durduğu görülmektedir. Suriye konusunda Çin'in her üç aşamadaki iddiaları üzerinde yapacağı söylem değişiklikleri Çin'in daha az çelişkili bir dış politika uygulamasını sağlayacaktır. Suriye konusunda Çin'in kesin tavrı muhtemelen ABD seçimleri sonucunda belli olacaktır.

Sayfa 03


Sayfa 02

Sayfa 19

SAYFA 02

SİYAH MAVİ KIRMIZI SARI

Kayıp Annelerine Kederle, Ümitle, İnançla... Böylece proletaryanın da ulusal sorun karşısındaki devrimci yaklaşımını baltalamak, onun bakış açısını bulandırmak isterler. Her türden liberal, burjuva milliyetçiliğinin öncelikle sınıf mücadelesinin ve işçi çevrelerine fesat sokması ve özgürlük davasıyla proletaryanın sınıf savaşımı davasına pek büyük zararlar getirecektir. Burjuva ve feodal burjuva eğilim, "ulusal kültür" ya da “kültürel özerklik” sloganı ardında gizlendiği için durum daha da tehlikeli olmaktadır.” “Buna karşılık kültürde ulusal özerklik sloganı, bazı ulusların gericileri ve karşı-devrimci burjuvazisi tarafından oldukça kabul edilebilir bir slogandır”. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ezilen ulusun kendi dilinde eğitim, kültürel olanakların geliştirilmesi, ana dilin özgürce kullanımı vb gibi haklı taleplerini zaten içermektedir. O nedenle devrimci proletarya, bu haklı taleplerin ardına sığınıp ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin yerine “ulusal kültürel özerklik” isteminin geçirilmesi eğilimine karşı çıkar. Çünkü ulusal sorunda siyasal çözüm bütün kapsamıyla savunulmadıkça, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yaşama geçirilmedikçe, ulusal sorun varlığını sürdürecek, ezen ve ezilen ulus işçi sınıfının birliğinin önünde engel oluşturmaya devam edecektir. “Kim proletaryaya hizmet etmek istiyorsa, bütün ulusların işçilerini birleştirmeli ve "kendisinin" olsun, başkalarının olsun, milliyetçiliğe karşı kesin savaşıma girişmelidir. Kim ulusal kültür sloganını savunuyorsa, onun yeri küçük-burjuva milliyetçilerinin arasındadır, marksistlerin arasında değil.”[1] Bir toplumda egemen kültür egemen sınıfın kültürüdür. Bu nedenle de “ulusal kültür” genelde büyük toprak sahiplerinin, burjuvazinin, din adamları kastının yerleştirdiği kültürdür. O halde tek başına sınıf mücadelesinden ve kendi kaderini tayin hakkından bağımsız ulusal kültürü savunmak işçi sınıfının ve onun partisinin sorunu olamaz. Bu burjuva taleplerle uzlaşmak anlamına gelir. Kapitalizme karşı devrimci savaşım, bütün demokratik isteklerle, yani cumhuriyet, halk ordusu, resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirilmelidir. Kapitalizm var oldukça bu istekler, yalnızca bir istisna olarak çarpıtılmış bir halde elde edilebilir. Demokrasi mücadelesini sadece burjuva hukuk açısından değerlendiren ve her an sınıfın elinden alınabilecek haklar gibi algılanmakta ve eleştirilmektedir. Kapitalizmin varlığı altında demokratik talepler burjuva sınırlar içerisinde ve burjuva iktidarını koruyan çerçevede verilebilirdir. Burjuva hegemonyasına yönelen hiçbir demokratik hak ve talep kabul görülmez. Burjuvazi bir yandan Komünist Partileri serbest kılıyor diğer yandan onlarca komünisti sadece komünizmi savundukları ve örgütlendikleri için cezaevlerine dolduruyor ve bunu savunuyu engellemek için tüm dünyada yeni yasal düzenlemelere gidiyor. Zira burjuva demokrasisinin sınırı buraya kadardır. Oysa işçi sınıfı önderliğinde gerçekleştirilen mücadelelerde savunulan, demokrasi mücadelesi, proleter devrime geçiş için bir kaldıraç görevi görecektir. Demokratik istemlerin küçümsenmesi ve bu konuda mücadele küçümsenmekte ve sosyalizm için mücadele gereğinden sapmak olarak eleştirilmektedir. Kapitalizm altında demokratik siyasal haklar kuşkusuz kendiliğinden bahşedilmemişlerdir, bahşedilmezler de. Kapsamlı reformlar bile, esas olarak kitlelerin burjuvaziye karşı devrimci mücadelesinin birer yan ürünü olarak gerçekleşmiştir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına (yani siyasal bağımsızlık, ayrı bir devlet kurma hakkına) “kapitalizm altında nasıl olsa gerçekleşmez” mantığıyla yaklaşılması kesinlikle yanlıştır. İkinci olarak ise, devrimci proletarya, geniş yığınları harekete geçirmede önemli bir kaldıraç noktası olacak bu tür istemlere programında yer vererek, bunları kendi mücadele hedefleri arasına katarak, siyasal savaşımın içinde hegemonyayı ele geçirmeye çalışır. [1] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., s.20

TDKP SAVAŞÇILARI ÖLÜMSÜZDÜR

NAMIK TARANCI SADECE GAZETECİ DEĞİL YİĞİT BİR DEVRİMCİDİR

C

umartesi Anneleri, kayıpların bulunması ve faillerin yargılanması için 400. kez Galatasaray Meydanı’nda bir araya gelecek. Hasan Ocak’ın 21 Mart 1995’te gözaltına alınıp işkenceyle öldürülmesinin ardından Ocak ailesi, insan hakları savunucuları ve kayıp ailelerinin çağrısı ile Cumartesi Anneleri ilk olarak, 27 Mayıs 1995’te Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemine başladı. Bugün hayatta olmayan Baba Ocak, gözleri yaşlı, boğazı düğümlenerek bu kararı açıklamıştı. Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak o meydanda, sonradan öğrendiği Türkçesi ile “Ben Hasan’ın anasıdır, Hasan’ın katilin istiyorum” demişti.Her gün kayıp aileleri eklendi aralarına, yeni çığlıklar, “Siz hiç Cumartesi Annesi oldunuz mu?” diye sordu. Kayıpların bulunması, devlet yetkilileri tarafından ifade edilen, dava dosyalarında isimleri geçen sorumluların yargılanması talebi ile 200 hafta boyunca Galatasaray Meydanı’nda bir araya geldi. Israr, inat ve kararlılıkla. 30 hafta boyunca polis tarafından engellendiler, coplandılar, yerlerde sürüklendiler, toplam bin 93 kişi gözaltına alındılar. Oturma eylemlerine bir süre ara veren Cumartesi Anneleri, 31 Ocak 2009’da yeniden Galatasaray’da bir araya geldi. 24 Kasım Cumartesi günü, Cumartesi eyleminin 400.’sü gerçekleştirilecek. “Ben davamı koyup gitmem, oturmam evimde oğul. Andım olsun yere göğe davanı devir aldım oğul” diyen Cumartesi Anneleri, oturma eylemlerinin 400’üncü haftasında saat 12.00’da herkesi kırmızı bir karanfille Cumartesi Meydanı’na çağırıyor. Aydınlardan Altan Erkekli, Mehmet Ali Birand, Can Dündar, Ayla Algan, Füsun Demirel, Rıdvan Akar, Nihal Yalçın, Bennu Yıldırımlar ve Şirin Payzın da Cumartesi Anneleri için çağrı yaptılar:Hanife Yıldız’ın oğlu Murat Yıldız 1995’te İzmir ’de bir kafede çıkan kavga sırasında gözaltına alındı; bu onu son görüşüydü. Polisler tarafından feribottan atlayarak kaçtığı söylendi, o kadar… Her haftamız o meydanda geçti. Zamanın geçmesi çok önemli değil, kimlere nasıl ulaştık, o önemli. Düşünüyorum, biz mi anlatamadık acaba derdimizi? Anlatmasını mı bilmiyoruz?

Bir eksiklik kesin var; ya adalet sağlayacak olanlarda ya da adalet isteyenlerde. Halkın duyarsızlığı da önemli. Devletin işine de gelen budur. Kimini acındırır, kimini halkın gözünden düşürür. Uğraştı, bizi halkın gözünden düşürmeyi başardı. Ben tek bir evladımı kaybettim. O benim için güneşti, dünyaydı, 17 yıldır güneşimi kararttılar. Yaşıyoruz ama nasıl? Görmüyorlar ki aslında biz herkes için oradayız. Bundan sonra kendimiz için yapacağımız ne var? Adalet istiyorsak, adalet herkes içindir. Acımın tarifini dahi veremem size,lafları tüketmişiz. 400. hafta bir dönüm noktası olsun istiyoruz’ Sadece 400. hafta değil, sonrasına da yayılan bir sahiplenme başlayabilsin. Dünya'da kayıplar için adımlar atıldı, mesela Arjantin’deki analar generallere “Artık siz konuşamazsınız, biz konuşacağız” dedi. Biz neden hesabımızı böyle soramadık? Kenan Evren yargılanıyor, bir insan bu kadar mı vicdansız olabilir? Veysi Altay 1996’dan 2012’ye kadar Cumartesi Anneleri/İnsanları’nı fotoğrafladı; kaç kare çektiğini hatırlamıyordur. Galatasaray Meydanı dışında, Batman, Diyarbakır, Urfa ve Cizre’deki kayıp yakınlarını da fotoğraflayan Altay’ın arşivi geçen yıl ‘Kaybolan Biz’ adlı sergiye dönüştü. İstanbul, Tütün Deposu’nda sergilenen kareler, toplumsal hafızaya bir çentikti. Aynı isimle bir albüm yayımlandı. Altay’ın Temizöz dava dosyasına giren ve girmeyen Cizre kayıpları üzerine ‘Faili Dewlet’ isimli bir belgeseli var. Anneler buluşmanın 200. haftası olan 13 Mart 1999’da eylemlerini bitirdiler. Evet, seslerini duyurmuşlarsa da oğullarını korumaya güçleri yetmemişti. Zira daha o hafta sendikacı Süleyman Yeter, İstanbul Emniyeti’nde kaybedildi. Anneler hem adalet arayışının sonuçsuz kalmasından yorulmuş hem de gördükleri şiddet altında ezilmişlerdi. Üstelik çoğu da yaşlıydı. Örneğin 12 Eylül’den sonra İstanbul’da kaybedilen Nurettin Yedigöl’ün babası İsmail’in ömrü, oğlunun yitik cesedini bulmaya yetmedi. Keza 1994’te kaybedilen üniversiteli İsmail Bahçeci’nin babası Şehmuz’unki de... Cumartesi Anneleri’nin bıraktığı boşlukta 2001’de, Yakınlarını Kaybedenler Derneği doğdu.

Gerçek dergisi muhabiri Namık Tarancı, 20 Kasım 1992’de silahlı saldırıya uğradı. Öldü, 37 yaşındaydı ve Derman Tarancı ile evliliğinden üç yaşında bir oğlu vardı. Diyarbakırlıydı, 1955’te doğdu. Çocukluğu zorluklarla geçti; dört yaşındayken babasını kaybedince büyük ağabeyi evin yükünü omuzladı, annesi evde altı çocuğunu büyütmek için çalıştı. İlk gençlik yıllarından itibaren siyasetle ilgiliydi ve Diyarbakır Yurtsever Devrimci Gençlik Dernekleri (YDGD) başkanıydı. Şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın yeğeniydi, edebiyatla ilgileniyordu ve Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğrenciydi. Tarancı 12 Eylül 1980 askeri darbesinde altı yıl cezaevinde kaldı. 1992’de Gerçek dergisinde gazeteciliğe başladı ve aynı yıl “Sevdamıza Prangalar Vurulmaz” isimli şiir kitabı çıktı. Namık 1992’de Gerçek dergisi Diyarbakır temsilciliğine başladı. Haberleriyle Doğu’nun gözü, kulağı olmak istedi. Bir zamanlar Amed sokaklarında devrimci mücadeleyi yürütürken, devrimci bir gazeteci olarak bölgedeki olayları haber yapmakla uğraştı.Kürt illerinde yaşananları basın yoluyla paylaşması birilerini rahatsız etmiş olacak ki bir sabah Namık Tarancı katledildi. Tarancı cinayeti iki yıl “faili meçhul” kaldıktan sonra 1994’te Hizbullah askeri kanat sorumlusu Cemal Tutar’ın Diyarbakır 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) gıyabında yargılandığı davaya konu oldu. Tutar 3 Ocak 2000’de İstanbul’daki “Hizbullah operasyonu”nda yakalandı. Kolluktaki soruşturma ifadesinde Tarancı cinayetiyle ilgili emri İsa Altsoy’dan aldığını, eylem talimatını kendisinin verdiğini, eylem sorumlusu Abdülkadir Selçuk’un gözcülük yaptığını ve tetiği Mustafa Demir’in çektiğini anlattı. Namık’la ilgili araştırma ve görüşmelerde onun sadece gazeteci olmadığını gördüm. O öncelikle iyi bir devrimciydi ve militan bir gazeteciydi. Hiçbir koşulda davasından vazgeçmedi. Bu yüzden arkadaşları ona “Kaptan” dediler. O dönemde kontrgerilla, muhalif ve devrimci gazetecileri hedef alıyordu. Namık Tarancı’yı anlatmak, benim açımdan Kürt illerinde öldürülen gazetecileri de anlatmaktı. Tarancı cinayeti o süreçteki diğer gazeteci cinayetlerinden bağımsız değildi. Namık gazetecilik yaparken doğru bildiklerinin peşinde koşan, Diyarbakır gibi “faili meçhul”lerin yoğun olduğu bir yerde bildiklerini anlatmaya uğraşan biriydi. Tehdit edildiği süreçte Gerçek’teki arkadaşları yer değiştirmeyi önerdiğinde o “Fark etmez, ha sen ha ben” demiş ve geri çekilmemişti. Cemal Tutar ifadesinde “Tarancı’yı TDKP üyesi olduğunu bildiğimiz için öldürdük” demiş, başka gerekçe göstermemişti.

Bir gün, mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir! ERDAL EREN ;(25 Eylül 1964 Giresun-13 Aralık 1980 Ankara), 12 Eylül Darbesi öncesinde bir askeri inzibat erini öldürdüğü gerekçesiyle hüküm giyen ve asılarak idam edilen Denizler'den bayrağı devralan,idam sehpasına YAŞASIN PARTİMİZ TDKP'miz diye haykırarak yürüyen TDKP Militanı'dır. YDGD üyesi ve ODTÜ öğrencisi Sinan Suner, 30 Ocak 1980 tarihinde Milliyetçi Hareket Parti’li Bakan Cengiz Gökçek’in koruması Süleyman Ezendemir tarafından vurularak öldürüldü. Erdal Eren, Suner’in öldürülmesini protesto etmek için 2 Şubat 1980 günü düzenlenen gösteride gözaltına alınan 24 kişinin arasındaydı. Gösteri sırasında çıkan çatışmada er Zekeriya Önge’yi öldürdüğü iddiasıyla tutuklanan Erdal Eren, yargılanarak 19 Mart 1980 tarihinde idama mahkum edildi. Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan karar, 13 Aralık 1980'de Ankara Merkez Cezaevi’nde infaz edildi. Erdal idam edilmeden 16 saat önce kendisini ziyaret eden gazeteciler Savaş Ay ve Emin Çölaşan’a, “avukatıyla görüştürülmediğini, 18 yaşının altında olmasına rağmen idam edilmek istendiğini, yaşının 18'den küçük olduğunu tespit edecek olan kemik testi yapılması talebinin kabul edilmediğini, vurduğu söylenen jandarma erine çok uzaktan ateş açtığını ama otopside yakın atışla öldüğünün kanıtlandığını, kendisini ibret olsun diye asacaklarını ve ölümden korkmadığını” söyledi. Ağabeyi Erkan Eren, Erdal’ın Mamak Askeri Cezaevi’nde tutuklu kaldığı dönemde gördüğü ağır işkencenin izlerine tanık olduğunu dile getirdi. Erdal’ın idam edildiği tarihte yaşının 18'den küçük olduğunu belirten Erkan Eren, infazı radyodan öğrendiklerini ve Erdal’ın kimsesizler mezarına gömülmek istendiğini söyledi. Türkiye’de 1980 öncesi dönem, devrimci mücadelenin en yoğun olarak yaşandığı dönemdi. Yüzbinler, kendini bu mücadelenin içinde bulmuş, her yerde çatışmalar, direnişler, eylemler birbirini izlemiştir. Toplumun devrimci ve karşı-devrimci olmak üzere iki kutba ayrılması zaten bunun en güzel örneğidir. Yükselen bu mücadele, sistemi iyiden iyiye tehdit eder hale gelmeye başladığındandır ki, başta o dönemin gençleri olmak üzere devrimci unsurları, sistemin teröründen büyük oranda etkilendiler. Evler basıldı, işkencede yüzlerce insan katledildi, sakat bırakıldı, resmi ve sivil faşist güçlerce binlerce insan sokak ortasında, mitinglerde, eylemlerde öldürüldü. Erdal Eren'de 1980 öncesi Türkiye’sinin devrimci mücadelesinde yer alan yüzbinlerce gençten birisiydi. O da, halkın iktidarını kurması, azınlığın diktatörlüğüne son verilmesi, bağımsız, sosyalist bir ülke kurulması için savaşanlardandı… O, mahkemede, aynı Denizler gibi hiç taviz vermedi, eğilmedi. Askeri kendisinin öldürmediğini söyledi. Gerçekten de öyleydi. Askeri öldüren mermi, bir tüfek mermisiydi. Oysa, Erdal Eren’ in üzerinde sadece tabanca vardı. Dahası, eylemcilerin hiçbirinin üzerinde tüfek yoktu. Askerler, eylemcilere ateş açtıklarında, kendi tüfeklerinden seken bir mermi, bir ere isabet edip onu öldürmüştü ve tüm kriminal incelemeler, bilimsel çalışmalar, bunu gösteriyordu. Egemenler, askeri Erdal Eren’in öldürdüğüne dair hiçbir kanıt bulamadılar.Ancak, faşist düzen için, gerçek suçlu ya da hak edilen ceza

hiçbir zaman önemli değildir. Öyle de oldu.. 2 Şubat-19 Mart tarihleri arasında yapılan “jet yargılama” ile idam cezası verildi, kalem kırıldı… Devlet, Denizlerden sonra yine taammüden cinayet işleyecekti.Ancak ortada bir sorun daha vardı. Erdal, daha 17 yaşındaydı ve 18 yaşından küçük birisine idam cezasının verilmesi burjuva yasalara göre mümkün değildir. Ancak oligarşi, bunun da çaresini buldu. Nasıl olsa birisi asılmalıydı. Ne yapılıp edilip halkın, devrimcilerin gözü korkutulmalıydı. Ve nihayet, Erdal’ ın 17 olan yaşı, mahkeme kararıyla büyültüldü ve idamın önündeki son engel de kaldırılmış oldu ve artık her şey yasalara “uygundu”...13 Aralık günü Erdal Eren, idam edildi. İdama giderken de ideolojisini haykırmaktan asla vazgeçmedi. 17 yaşında bir komünistin idamı, dünya tarihinde yerini Erdal’ ın mahkemede söylediği şu sözlerle almıştır: Bir gün, mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir! Asmayalım da besleyelim mi? Askeri Yargıtay 3. Dairesi’nin, önce “delillerin noksanlığı” nedeniyle esastan, ardından da, idamın müebbet hapse çevrilmesini gerektiren TCK;nın 59;uncu maddesinin uygulanmaması nedeniyle usulden bozmasına rağmen, Daireler Kurulu iki kararı da reddetti. Red kararlarıyla yargılamanın yeniden yapılmasının yolu kapatılırken, Eren’in avukatı Nihat Toktay, kararı, Yargıtay içinde bitirildi diye değerlendirdi. Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan karar, dünya çapında yürütülen İdamı engelleyelim-Erdal Eren idam edilemez kampanyasına rağmen 13 Aralık 1980'de Ankara Merkez Cezaevi’nde infaz edilirken, faşist cuntanın başı Kenan Evren’in, Asmayalım da besleyelim mi? sözleri zihniyetlerini özetledi. Erdal Eren’in avukatı Nihat Toktay, Erdal’ın dönemin yükselen gençlik hareketinin intikamını almak kastıyla idam edildiğini söyledi. Toktay yayımlanan bir söyleşisinde, 1994 yılında, Zekariya Önge’ye, iddia edildiği gibi arkasından değil karşısından ateş ettiğine ilişkin iki tanığın ortaya çıktığına, tanıkların gördüklerini ATV’de yayınlanmak üzere hazırlanan Son Celse isimli bir programın Erdal Eren Dosyası bölümü için anlattıklarına dikkat çekti. Programda ayrıca, kararı bir kez esastan, bir kez de usulden bozan Askeri Yargıtay 3. Dairesi Üyesi ve emekli hakim Ahmet Turan’ın, idam kararının adli hata olduğunu itiraf ettiğini ve Turan’ın, Benim vicdani kanaatim bu delillerle idam kararı verilemeyeceğiydi. Arkadaşlarımı bu yönde ikna ederek kararı bozduk. Ancak başsavcılık itiraz etti, ikinci kez bozduk, en sonunda daireler kurulu idam kararını onadı. Yani sorumluluk onlara aittir’ sözlerine dikkat çekti. Aradan geçen onca zamana karşın devletin zihniyetinde bir değişiklik olmadığını, idamın ceza değil, siyasal iktidarın intikam almasının bir biçimi olduğunu vurgulayan Toktay, 0 İdam özünde insanlık suçudur. TCK’nın 450/1inci maddesi planlayarak adam öldürmeyle ilgilidir. Ama hiçbir taammüden adam öldürme , Erdal Eren olayında görüldüğü gibi, devlet kadar planlı yapılamaz. dedi. Erdal’ın idamının ardından, pankart asarak, idama tepkisini dile getirmek isteyen Ercan Koca, gözaltına alındı. Ercan, iki gün boyunca gördüğü yoğun işkence sonucu yaşamını yitirdi.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.