Hk4

Page 1

HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 20

w w w. h a l k i n k u r t u l u s u . i n f o

HALKIN 4 KURTULUSU ~

İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİYLE ÖĞRE(N)TİYOR! Çalışanların ve sendikamız Hava İş’in geleceğini belirleme sorumluluğu hepimizin omuzlarındadır. Artık çalışanların daha fazla zarar görmemesi için yeni bir anlayışla, radikal bir değişikliğe ihtiyaç olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Artık ok yaydan çıkmıştır. Arkadaşlarımız bizi delege seçerken sendikamızı bu mafya tipi yapılanmadan kurtarıp yeniden işçilerin örgütüne dönüştürme görevi de verdiler. Biz bu görevi yerine getiremezsek, “ikale sözleşmesi” gibi kandırmacalarla birçok arkadaşımız daha işinden olacaktır. İşsiz kalmamıza ve sendikal örgütlülüğün yok edilmesine izin vermeyelim. Aşağıdaki metin, Sivil Havacılık İşçileri Gökkuşağı Hareketi’nin 2009 Genel Kurulunun ardından yayınlandığı broşüre aittir. Gökkuşağı Hareketi bir dizi bildiri ve broşür; son olarak da bülten yayınlamaktadır,Bu broşürde ifade edilen görüşler, aradan geçen zamana rağmen eskimedi. DEMOKRATİK, ŞEFFAF, TEMİZ SENDİKA Gökkuşağı Hareketi olarak olağan genel kuruldan buyana, yönetime geldiğimizde uygulayacağımız ilkeler doğrultusunda, kolektif bir çalışma yürüttük. Birlikteliğimizi pekiştirerek sürdürdük.

Gökkuşağı Hareketinin ilkeleri emek mücadelesine duyarlı çevrelerde de sendikal örgütlülük adına yepyeni bir heyecan yarattı. Çeşitli gazete ve dergilerde önerdiğimiz modeli anlatan yazılarımız yayınlandı.

Bu demokratik ve şeffaf sendikal model, ülkemiz sendikacılığında da yankı uyandırmış ve yeni tartışmaları gündeme getirmiştir. Bu anlamda Hava İş’te yaşama geçirmek üzere olduğumuz yapısal değişiklik çok önemli bir adım olacaktır. HALKIN KURTULUŞU İmtiyaz Sahibi ;Zeki Irmak

Yazı İşleri Müdürü Hatice Zuhal Göktepe

Demokratik ve şeffaf, yeni bir Hava-İş, ülkemizdeki sendikal mücadelenin geleceği için ilk adım olacaktır...

En üstte İşçi Meclisinin, onun altında sırasıyla Temsilcilerin, Yönetim Kurulu ve en altta da Yürütme Kurulunun yer aldığı bir piramittir bu;En üstte, “karar almada temel organ olan ‘İşçi Meclisi’ olacaktır”. Bu meclis, seçilmiş temsilciler, Yönetim ve Yürütme Kurulu üyeleri ve delegelerle birlikte bütün işçilerin aktif katılımına açık olacaktır. İkinci sırada işyerlerinde yapılacak seçimlerle belirlenecek her meslek grubunun temsilcileri olacaktır.

işçilerin, en altta pasif bir kitle olarak kaldığı piramidi tersine çeviren ve işçileri en üste alan kızıl bir sendika yapılanmasının hedeflendiği yeni bir örgütlenme...

Üçüncü sırada yer alan Yönetim Kurulu üyeleri Olağanüstü Genel Kurul’da belirlenecektir. Yönetim Kurulundaki dokuz kişi aralarında hiçbir hiyerarşi olmadan eşit ilişkilerde yönetim erkini oluşturacaktır. Yani başta bütün yetkileri elinde bulunduran bir “Başkan” yerine bu yetkiyi ortaklaşa kullanan 9 kişi olacaktır.

Olağanüstü Genel Kurul, TİS sürecini yasal ve kurumsal anlamda hiçbir şekilde olumsuz etkilemez. Aksine Olağanüstü Genel kurul kan değişikliğiyle yenilenen, çoğunluğun desteğine sahip yeni ve daha güçlü bir Hava İş ortaya çıkartacak, toplu sözleşme sürecini kazanımlara dönüştürecektir. Süreli yayın fiyatı 1 tl

MİLİTANLIK VE DEVRİM VAKTİ İnsanlar artık kapitalist aşırılıklar tarafından belirlenmiyorlar, aksine onları belirleyen koşulları belirliyorlar. Bu neo-liberal kapitalizm ile savaşta olan sanal (felsefi bir ideal devrim) ve gerçek arasındaki etkileşimi gösterir. Görüntü, istikrar ve neo-liberalizm kesinliğinin dünkü kötü bellek haline geldiği bir an yakalar. Tüketicilik ve kapitalizmin başkenti Times Meydanı, bu resimde kendini gösterir: “Çekme cam parlak duvarlar, kurumsal eğlence kalesi, dev ekranlar arasında parlak ışıklar”. Ama burada kimse eğleniyor gibi görünmüyor. Aksine zevke adanan kapitalizmin zorunlu varlığı sona erer ve yalnızca kemer sıkma, yolsuzluk veya kurumsal açgözlülüğü protesto eden değil de, aynı zamanda sistemin kendisine karşı duran insanlar da kendini gösterir.

GÖKKUŞAĞI HAREKETİ

Bu havacılık çalışanlarına yakışmayan zorbalığa seyirci kalırsak, işverenin yaptığı hiçbir hukuksuzluğa da söz söyleme hakkını kendimizde bulamayız.

Yönetim Yeri-0232 4257980 859 Sokak Vatan İşhanı No.6/204 Konak-İzmir

Sadece sendikamızda değil aynı zamanda ülkemizde de bir şeylerin değişmesini istiyorsak bu tavrı havacılık çalışanları olarak sergilemek durumundayız. Bu broşürde açıkça görüleceği gibi, yönetim değişikliği sadece kişileri değil sistemi değiştirecektir.

BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ VE EZİLEN HALKLAR BİRLEŞİN

En altta ise işçilerin emrinde çalışacak ve günlük sendikal çalışmaları yapacak profesyonel uzmanlardan oluşan Yürütme Kurulu yer alacaktır. Bütün meslek gruplarını kucaklayacak geniş yüreklilikle havacılık zincirinin her halkasına ulaşmaya ve o zinciri demokratik, katılımcı çizgimizle sağlam yapmaya kararlıyız.

Basım Tarihi 14.01.2013

Basım Yeri - Star Medya A.Ş. 9 Eylül Mah.No.29 Gaziemir-İzmir/0232 251 76 32

Bir cinayetin Anatomisi

Paris’te Kürt Enformasyon Merkezi’nde gerçekleşen ve PKK’nin kurucu kadrolarından Sakine Cansız, KNK Paris temsilcisi Fidan Doğan ve Leyla Söylemez’in hayatını kaybettiği infazın, Öcalan’la kurulan diyalogun umut yarattığı günlerde meydana gelmesi elbette bir tesadüf olamaz. Bu cinayet, PKK’nin politikalarına karşı tavır koymuş PKK’lilerin iç infazlarla yok edildiği olaylardan farklı görünüyor. Yani Paris katliamı, PKK’nin yürürlükte olan stratejisine muhalefet edenlere kesilmiş bir cezaya benzemiyor. Zira PKK, “Bu olayın bu denli ustaca yapılmış olması, uluslararası güçlere dayanarak yapmış olduğunu göstermektedir.” ifadeleri kullanılan açıklamada, “Açık ki bu katliamı gerçekleştirenler, Önderliğimiz tarafından gerçekleştirilen yeni sürecin gelişmesini ve Kürt sorununun çözüme kavuşmasını istemeyen kesimlerdir.” Açıklamasını yaptı. Bütün burjuva gazete köşelerinde ve yazarlarında aynı söylem egemen “Paris cinayeti barışa atılmış bir kurşundur. Birileri ortaya konan olumlu adımları sabote etmek istiyor”dan öte bir şey konuşulmuyor.

Onlar neo-liberal kapitalizmi sanık yerine koymaktadır.Pazar fundamentalizmi ve devlet gücünün evrensel korkusu küresel düzenin nasıl sürdürüleceğine yeterli cevaplar veremiyor. Herkes Wall Street’i İşgal Et ve % 1’in vurgunculuğuna karşı “Biz yüzde 99’uz“ diyerek sistemin sona yaklaştığı gerçeğini savunan sloganı atıyorlar. Sistemin iç dinamiklerine odaklanan, neo-liberal kapitalizmin eşitsizlik ve adaletsizlik olduğununu belirten radikal bir yükselişi ifade eder. Wall Street ve ondan ortaya çıkan alternatif politik olanaklar köklü yapısal değişim için bir hızlandırıcı etki olmayı kanıtlamamış olabilir. Wall Street’i İşgal Et tarihte bir dönüm noktasıdır. Yalnızca yakın bir zamana kadar kasabadaki tek oyun olarak görülen neo-liberal kapitalizmi tartışmanın merkezine koyduğu için değil, aynı zamanda, “siyasi bir angajman nasıl yaratıcı olasılıkları alevlendirebiliri de ortaya koyduğu için. Bir yeri gece gündüz işgal etmek, beraberlik ve dostluk sevinciyle sarsan kalabalıklar tarafından çevirmek zaten olan ve paylaşılan bir değişimdir. Margaret Thatcher “Kapitalizme alternatif yok.” diye iddia etmişti. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından itibaren pazar evrensel olarak yönetildi ve Francis Fukuyama liberal demokrasi veya neo-liberal kapitalizmin yadsınamaz olduğu tarihin sonunu ilan etti. Neo-liberal post-siyasetin öncüleri Bill Clinton ve Tony Blair, solun “ücretsiz-finans”ı dostça Üçüncü Yol siyaseti olarak kucaklamasına yol açtı. İnsanların kapitalizmin değil, dünyanın sonunu hayal ettiği bir dünya haline geldik. Neo-liberal post-siyasetin sonunu görüyoruz. Gördüğümüz çöküş “büyük sayının en büyük mutluluk”unun yanlızca dizginsiz bir piyasa ekonomisi ile olabileceğini iddia eden neo-liberal kapitalizmin çöküşü. Bu ‘sadece adalet’ naif beklentisinde bulunan, siyaseti tanımlamak için kullandığımız zalim ve militarize toplumsal rejimlerinin ağını temsil eden neo-liberal post-politikadır.

Gördüğümüz yükseliş ise, devrim konseptinden ayıramayacağımız radikal eleştiriden başka bir şey değildir. Neo-liberal post-politika sorun ise, devrim cevaptır. Sonuçta, devrim asla kaybolmayan bir fikirdir. İşgal hareketi ile birlikte, dünya Tunus, Mısır, Bahreyn ve Libya başta olmak üzere beş isyana tanık oldu. Özellikle, Arap isyanlarını beklenmedik yapan sadece batının arkasında olduğu bozuk ve zalim diktatörlüklerin çöküşü değil, aynı zamanda özgürlük ve adalet talep eden insanların elinde meydana geldiği gerçeğidir de. Arap halkı sürekli olarak demokrasiye hazır olmayan ‘barbar’, ‘vahşi’ olarak tasvir edilmiştir. Ancak, demokrasinin ne olduğunu bize göstermiş oldular. İşgal Et hareketi ve Arap ayaklanmalarından öğrendiğimiz bizim potansiyelsiz ve güçsüz olmadığımızdır, çünkü bizim de bir seçim hakkımız var.İşgal Et hareketi ve Arap ayaklanmalarına giden merkez gerçekten de eyleme varmayı mümkün kılan olayların fikriyatıdır. Olay sanal olanı yeniden yapılandırandır, yani gelecek diye tanımlananı var olana dönüştürmek. Deleuze bir durumun siyasetinin köklü toplumsal değişim olasılığı içinde bir inanç olduğunu söylüyor. Devrim eğer yaratıcı tarihsel süreç (gerçek) ve bir fikir (sanal) ise, bu tarihsel durumdan ayrılmış bir olay anlamına gelir.Olay verilenden bağımsız ve gelecek olanla bağlantıyı gerektirir. Diğer bir deyişle, olay tarihe indirgenemez. Fazla (gerçek) ve eksiklik (sanal) arasındaki paradoksal ilişki dinamik bir dengesizlik oluşturur ve bu devrimleri mümkün kılan “daimi dengesizlik”tir. Fiili olan her sosyal ilişkinin farklı olabilir, başka şekillerde yeniden düşünülebilir ve tekrar var olabilir gerçeğinin göstergesidir;tarih bilinmeyen potansiyellerin ve aktörler kökten şekilde yeni olaylar üretebildiği bir tiyatro, bir fiili alemdir.

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Özellikle yönetim kurulunun kendi içinde hiyerarşiden uzak kolektif liderlik şeklinde yapılanması, temsilcilerin işçilerin oylarıyla seçilmesi ve tabandaki işçilerin oluşturduğu “İşçi Meclisini” en yetkili karar organı yapan, yani mevcut anti demokratik piramidi tersine çeviren modelimiz her platformda ilgiyle karşılandı.

Bugün işverenin uygulamaları ve dayatmaları karşısında işçilerin güveneceği bir sendika yönetimi yoktur. İmzalanan toplu sözleşme iş güvencesi sağlamamış, taşeronlaştırma ve işten atılmalar daha da yoğunlaşmıştır. Hava İş yönetiminin anti demokratik, şeffaflıktan uzak tutumu, dün kendi gibi düşünmeyenleri işten atarken, bugün fiili saldırıya kadar varmıştır.

Özetle çağdaş bireyler olarak emeğimize sahip çıkacağız. Kokuşmuşluğa, ahlaksızlığa, yolsuzluğa ve kabadayılığa sessiz kalmayacağız. Boyun eğmeyeceğiz !

ARALIK /2012

SAYFA 01

Son dönem TİS görüşmelerini, THY ve Teknik A.Ş.’deki gelişmeleri ve ülkemizdeki sendikal süreci yakından izleyerek doğru politikalar üretmeye çalıştık. Sendika yönetiminin çalışanlar lehine doğru kararlar alması için öneriler ürettik, eleştirilerde bulunup bunları basın bülteni, bildiri ve sözcülerimizin yayınlanan yazılarıyla açıklayıp, paylaştık.

“Demokratik, Şeffaf, Temiz Sendika” talebimiz şimdi birçok sendikanın tabanındaki üye işçilerce savunuluyor. Bu talep etrafında giderek genişleyen bir toplumsal hareketin yeşermesi bizleri mutlu ediyor. Bu onuru hep birlikte paylaşacağız.

Sayfa 01


SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

MİLİTANLIK VE DEVRİM VAKTİ

SAYFA 02

Sayfa 19

HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 02

İşgal Et hareketi ve Arap ayaklanmaları tarihin insan aktörlerinin yeni olaylar ürettiği ve fiili bir potansiyelin bulunduğu uzun bir süre sessiz durmuş insanlar arasında oluşmaktadır. Dünyada mevcut bulunan, ama kendi geleceği hakkında karara sahip olmayan insanlar”Böylece insan nosyonunun olayın bağlılığı açısından nasıl bir davetiye oluşturduğu vurgulanmış oluyor. İnsanlar an ve yer arasındaki bağlantıyı, radikal eleştiriyi tanırlar.

Protestocular yalnızca neo-liberal kapitalizme karşı mücadele etmiyor, aynı zamanda hükümetler tarafından kullanılan ‘kirli oyunlar’a da karşı duruyorlar.Polis ve silahlı kuvvetler gibi baskıcı devlet aygıtlarından hareketle, hükümetler işgalcilere saldrıyor, iftira atıyor ve kanalları manipule ediyorlar. Alain Badiou bunu işgalcilere karşı “sıfır tolerans” olarak tanımlıyor. Tüm bu zorluklara rağmen eylemci kitleler strateji ve dünyayı dönüştürme anahtarına sahip devrimci ütopya düzeyinde anlaşılmalıdır.

İşgal Et Hareketi ve Arap isyanları umut politikasının korku politikaları söndürür bir dönemin geldiğini işaret ederler. İnsanlar artık sessiz ve korkak değildir. Basitçe söylemek gerekirse, onlar radikal eleştirinin revizyonist eleştiriyi söndürdüğü yeni bir dönemin başlangıcını göstermiştir. İşgal Et ve Arap isyanları neo-liberal kapitalizme karşı mücadele eden radikal bir eleştiriyi merkeze koymuştur.

Bu açıdan isyanlar başka bir zaman anlayışındadır, düşünülemezin gerçeklik haline geldiği an.Verilen sınırları ötesinde faaliyet göstermek üzere ötekini düşünme baştan beri İşgal Et hareketinin ve Arap isyanlarının karakteristiği idi. Onlar kitlelere bir karar anı sundu: Devrimci olay veya sermayenin şiddeti. Onlar olayın potansiyeltesi ile karşı karşıya kaldıklarında, bu potansiyelliği kabul etmeyi başaracaklar. Bu sayede Occupy Wall Street ve Arap isyanlarının stratejik zamanlaması korkusuz devrimci öznellikle elden ele yayılacak, ki bu olayın etiksel sadakatini oluşturacaktır. Bu olmaksızın, gerçek kendini fiiliyata açamaz.

Wall Street’i Işgal Et ve Arap isyanlarında kitleler anı yakaladı ve an tarafından ele geçirildiler. Burada anlatmak istediğimiz strateji ile ayrılmaz şekilde bağlı devrimci zehirlenmenin bir türü olan siyasi iradenin canlandığıdır. Olayın alanı ampirik alana indirgenebilir değildir. Kimse mekanın siyasi gücünü azımsamamalıdır, çünkü bu yeni, potansiyel dünyalar inşa etmek için kolektif bir direniş alanı haline gelebilir. Zuccotti Park ve Tahrir Meydanı direnişleri insanların mekanları siyasi enerjiyi barındırmak amaçlı kullanabileceklerini göstermiştir. Sermayenin serbest dolaşımı görünmez bir soyutlama olarak var olduğu sürece, işgal son derece somut bir gerçeklik olacaktır. Pazar ya da rekabet yerine, protestocular işbirliğine bağlıdır; pervasız bireysellik yerine, kolektif dayanışmaya yaslanırlar ve var oluşa doğru bir bilinç oluşturan insanların hayallerini yansıtır. Her şeyden önce bir olay deneysel alan aştığı ve bizi fiili olana bağladığı sürece değerlidir. Wall Street’i İşgal Et ve Arap isyanlarının durduğu yer olmalıdır ve bunlar onlar boş-kronolojik zaman ve fiili ‘devrim zamanı’ arasındaki düşmanlığı özetler. Bu mücadele içinde, sanal ve gerçek arasındaki arabuluculuk hayati önem taşıyor. Onların direnişinin gerçek bir varlığı vardır, ve aynı zamanda fiili bir etki alanıyla ilişkili olarak değişim için imkanları da dahilinde bulundururlar. Başka bir deyişle mücadeleleri fiilileştirme ve gerçekleşltirme serisini barındırır.

İsyanın yaptığı gerçek ve fiili olanı bir araya getirerek kapitalizmin eşitsizlik ve adaletsiziliğini düzeltip farklı bir gelecek hayal etmekti. Bunlar elbette olasılıkların devrimsel hareket içinde belli olacağı doğrusal olmayan bir zamana açılıştı. İkinci olarak, yorumlama vasıtası ile, işgalciler yorumlama sürecinde dönüştürülmüştü. Diğer bir deyişle, olayın fiziksel gerçekleşmesi (Zuccotti Park, Tahrir Meydanı) eylemci kitlelerle uyumluluk içindedir. Sonuç olarak, bunlar tarihsel koşulları belirleme yetisine sahiptirler. Olayın iki yanıyla -gerçekleştirme ve karşı-gerçekleştirme- siyasi olay devrimci bir kavrayış olarak özgürlük ve özgür eylemcileri ortaya çıkarır. Böylece onların direnci gelecek olan yaratıcı devrimci hareketin ana noktasını oluşturur. İşgal Et hareketi ve Arap isyanlarından öğrendiğimiz neo-liberal kapitalizmin tek alternatif olmadığı, akla yatkın ekonomik düzen için başka alternatiflerimiz de olduğudur. 2011 militanlığın nihai önemi alternatif sosyal ve politik hayalleri yeniden inşa etme sürecinde bir başlangıç temsil ettiği için olabilir. Kısacası bu isyanlar 30 yıldır bizim düşünce ve hayal dünyamıza hakim olmuş neo-liberalizmin hakimiyetini yıkmayı başardı.Hala açıklığa kavuşturulması gerekli konular var. 2011 militanlığı, öyle görünüyor ki, kendi başına mevcut toplumsal düzeni devirmek için gerekli güce sahip değildi. Bugün bile büyük başarılar neo-liberal kapitalizm tarafından içe alınıp ve nötralize edilebilir. Yani, neo-liberal kapitalizmi reddetmek yeterli değildir; bir de kapitalizm yerine ne tür bir sistem arzu ettiğimiz hakkında ciddi şekilde düşünmeye başlanmalıdır. Neo-liberal kapitalizm sorunun adı olarak ortaya çıktığından beri, yeni politik olasılıkları düşünmenin zamanı gelmiş gibi görünüyor: neo-liberal kapitalizm, para, borç ve eşitsizlik doğası..

Sonuçta, protestolar ‘talihsiz karnavallar’ öteye giderse ve dünyayı değiştirmek için katalizör olursa, sonunda şüphesiz ki yeni formlarda organizasyonlarla yüzleşilecektir. Biz burda sadece neo-liberal karşı devrim ortaya çıkarıyoruz. Tabii bunun zaman alacağını söylemek gereklidir. Bu yüzden sabırla saygıyla ve her zaman stratejiyle ilişkili olarak bu zor işi yapmak gerekir. Zaten ardından devrim tam manasıyla yaratılacaktır. Tabii ki uzun vadede işgal edilen alanlar yoluyla değişim olacaktır. Ve biz hala Wallstreet’i İşgal Et ve Arap isyanlarının nereye gideceğini bilmiyoruz, biz burda ekonomik ve siyasi nedensellik ile izah edilemez belirli bir tarihsel olayla uğraşmıyoruz, ama olay bir süreç misali devam ediyor. Ancak süreç sadece devrimci zehirlenme ve stratejik çıkmazla bütünleşmiş yeni bir öznellik ile eşleşirse kurulu düzeni üzerinde bir etkisi olacaktır. Sadece bu bazda yeni öznelliği ‘direniş’ sunan eyleme dönüştürmek mümkün olacaktır. İşgal Et ve Arap isyanları uzun vadede başarılı olması için, iktidarın diline evrilmek yerine, radikal bir eleştirisinin yaratıcı boyutta çalışmaya koyulması gerekir. Sadece bu şekilde devrimci değişim pasiflik veya anlamsız şiddete müracaat etmeden etkili bir şekilde gerçekleştirilebilir. Bu bağlamda devrimin her iki yanı da- strateji ve zehirlenme, görme ve arzu, ilim ve inanış önemlidir. Zehirlenmemiş strateji stratejisiz zehirlenme gibi işe yaramaz,her iki tarafın radikal eleştirisi de hayati önem taşımaktadır. Ve nihayet, eleştirinin çıkmazı boşluk ve kronolojik zamana indirgenmeden praksis tarafından aşılmalıdır.

Hangi sosyal sistem kapitalizmin yerini alabilir? Hangi fikir neo-liberal post-siyaseti yerinden edebilir? Bunlar hepimizin sorması gereken sorular; Bize yeni politik olanakları ve komünizm-sınıfsız devrimcilik- gibi yeni kuruluş formları düşünmeye yöneltecek sorular. Devrim için ‘uygun zaman’ yoktur. Devrim asla kronolojik bir zamanlama değildir. İşgal Et hareketi yerinden edilebilir, ya da Arap isyanlarının ruhu elinden alınmış olabilir ama bu gelişen hareketler “artık zamanı gelmiş bir fikrin tahliye edilemez” olduğunu göstermiştir. Ve bu fikir komünizm'dir.

Stalin ve Demokratik Reform Mücadelesi-3 Stalin’in Yenilgisi 46. 1935’te, SSCB başsavcısı Andrei Vyshinski’nin himayesinde, sürgüne gönderilmiş, hapse atılmış ve –anlatmaya çalıştığımız mesele açısından en önemlisi- oy hakkından mahrum bırakılmış çok sayıda insanın, bu durumlarına son verildi. Yüz binlerce -kolektivizasyonun ana hedefini oluşturan- eski kulak (zengin köylülerin) ve bir biçimde kolektivizasyona karşı direnen ve bu yüzden hapse atılan ya da sürgüne gönderilen kişi serbest bırakıldı. Vyshinsky, NKVD’yi (iç güvenlikten de sorumlu İçişleri Halk Komiserliği), çeşitli kereler, Aralık 1934’te Kirov’un öldürülmesinin ardından, neredeyse 12.000 insanı Leningrad dışına sürerken “bir dizi en çiğce yanlış ve hesap hatası” yapmakla eleştirdi. Vyshinsky, artık, NKVD’nin, savcının ön muvafakatı olmadan hiç kimseyi tutuklayamayacağını ilan etti. Oy hakkına sahip kesim, devlet ve partinin kendilerine haksız bir davranışta bulunduğunu düşünmek için nedenleri olan yüz binlerce kişiyi içine alacak biçimde genişletildi. 47. Stalin’in orijinal yeni anayasa teklifinde çok adaylı seçimler yer almıyordu. Stalin, bu konuyu kamuoyuna ilk kez 1 Mart 1936’da, Roy Howard’la yaptığı mülakatla ilan etti. 1937 Haziranında yapılan merkez komitesi plenumunda, -yeni anayasa taslağının oluşturulmasına Stalin’le birlikte en çok emeği geçen merkez komitesi üyelerinden birisi olan (karşılaştırın Zhukov, Inoy, 223)- Yakovlev, çok adaylı seçimler önerisinin bizzat Stalin tarafından getirildiğini söyledi. Bu, anlaşıldığı kadarıyla, teklifin, bölgesel parti liderlerinin, birinci sekreterlerinin ya da Zhukov’un deyimiyle “partokrasi”nin açık olmasa da yaygın muhalefetiyle karşı karşıya kaldığını göstermektedir. Howard mülakatının ardından, Stalin’in çok adaylı seçimler hakkında söylediklerine, -büyük oranda politbüronun kontrolü altında olan- merkez medyada, göstermelik bir övgü veya destek bile söz konusu olmamıştır. Pravda’da, mülakatla ilgili, sadece, 10 Mart’ta, tek bir makale yayımlanmış, onda da çok adaylı seçimlerden söz edilmemiştir. 48. Zhukov bu durumdan şu sonucu çıkarmaktadır: “Bu sadece tek bir anlama gelebilirdi. Yalnızca ‘genel liderlik [bölgesel birinci sekreterler]’ değil, merkez komitesi organının en azından bir kısmı da (Stetskii ve Tal’ın yönetimindeki ajitprop) Stalin’in teklif ettiği yeniliği benimsememiş, Stalin’in Pravda’da altı çizilen sözlerinden yola çıkarak, birinci sekreterlerin (ulusal komünist partileri merkez komitelerinin, bölge, oblast, kent ve yöre komitelerinin) konumlarını ve reel güçlerini doğrudan tehdit eden büyük bir tehlike olarak algıladıkları çok adaylı seçimlere, tamamen biçimsel bir şekilde bile olsa, onay vermek istememişlerdi.” 49. Parti birinci sekreterleri, girecekleri herhangi bir Sovyet seçimlerinde uğranacak yenilgiyle onlardan koparılamayacak parti bürolarını kontrol ediyorlardı. Fakat ellerinde tuttukları çok büyük güç, asıl olarak, iktisadi ve mülki aygıtların (kolhoz, fabrika, eğitim kurumu, askeriye) her yönüyle partinin kontrolünde olmasından kaynaklanıyordu. Yeni seçim sistemi, birinci sekreterleri, otomatik olarak Sovyet delegesi olma konumundan ve diğer delegeleri kolayca seçebilme olanağından mahrum bırakacaktı. Kendilerinin ve “gösterdikleri” adayların -parti adaylarının- Sovyet seçimlerinde uğrayacakları yenilgi, fiilen, onların performansı

konusunda bir referandum anlamına gelecekti. Adayları seçimde partisiz adaylar tarafından yenilgiye uğratılan bir birinci sekreterin, kitlelerle bağı zayıf biri olduğu alenen ortaya çıkacaktı. Seçimlere girerken, rakip adaylar, elbette ki, parti kadroları arasında gözlemlediği bozuklukları, baskıcılığı veya yetersizlikleri konu alan kampanyalar düzenleyecekti. Seçim kaybeden parti adayları, komünist olarak ciddi bir zayıflık sergilemiş olacak ve bu durum, muhtemelen, onların yerlerini başkalarına bırakmalarına yol açacaktı. 50. Kıdemli parti liderleri, genellikle uzun zamandır parti üyesiydiler ve komünist olmanın tehlike ve güçlükle kucak kucağa yaşamak demek olduğu çarlık zamanının, devrimin, iç savaşın ve kolektivizasyonun gerçekten zorlu günlerinde pişmişlerdi. Birçoğu çok az formel eğitim görmüştü. Öyle anlaşılıyor ki, bu unsurların çoğu, Stalin, Kirov veya Beria’dan farklı olarak, kendi kendini eğitip “yeniden yaratma” konusunda pek istekli veya bunu becerebilecek yeteneğe sahip değildi. 51. Bu kadroların hepsi, uzun süre Stalin’in politikalarını desteklediler. Yüzlercesinin sürgüne gönderildiği, köylülüğün sert kolektivizasyonu sürecini yürüttüler. 1932-33 zaman diliminde, çok -belki üç milyon gibi yüksek bir- sayıda insan, işin gerçeğine dönersek, “insan eli”nden ziyade, köylülük için, kolektivizasyondan ve kentlerdeki işçileri doyurmak üzere hububatın kamulaştırılmasından veya silahlı köylü isyanlarından (ki bunlarda çok sayıda bolşevik öldürüldü) daha vahim bir durum oluşturan kıtlık yüzünden hayatını kaybetti. Yine bu parti liderleri, yine son derece çetin, yetersiz konut, yiyecek, tıbbi bakım, düşük ücret ve satın alma gücü koşulları altında, endüstrileşme atağını yönettiler. 52. Ve şimdi onlar, eskiden Sovyet politikalarının yanlış tarafında yer aldıkları için oy hakkından mahrum bırakılan unsurların bu haklarını bir çırpıda yeniden elde edip kullanabilecekleri bir seçim sistemiyle karşı karşıyaydılar. Öyle görünüyor ki, çok sayıda kişinin kendi adaylarına ya da herhangi bir bolşevik adaya karşı oy kullanacaklarından korkuyorlardı. Bu durumda, konumlarında bir alçalmayla ya da daha kötü olasılıklarla yüz yüzeydiler. Yine de bir parti pozisyonları veya –en kötü ihtimalle- bir işleri olacaktı. Yeni “Stalin” anayasası, ne de olsa, her Sovyet vatandaşına, hakolarak, tıbbi bakım, emeklilik, eğitim, vb. ile birlikte bir iş garantisi de veriyordu. Lakin bu adamlar (fiilen hepsi erkekti), iktidara ve ayrıcalığa alışmışlardı ve şimdi tümü, gösterecekleri adayların seçimde yenilgiye uğraması tehdidiyle karşı karşıyaydılar. Davalar, Komplolar, Tenkil 53. Yeni anayasaya ve seçimlere yönelik planların ana hatları, 1936 Haziranındaki merkez komitesi plenumunda oluşturulmuştu. Delegeler anayasa taslağını oy birliğiyle kabul ettiler. Fakat hiçbiri onun lehinde konuşma yapmadı. Bir Stalin teklifine sözde bir desteğin bile olmaması, şüphesiz, “genel liderliğin örtük muhalefetini, saklanamaz bir ilgisizliği” gösteriyordu. 54. Kasım-Aralık 1936’da toplanan 8. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi sırasında, Stalin ve Molotov, oy hakkının yaygınlaştırılmasının ve gizli, çok adaylı seçimlerin önemini tekrar vurguladılar. Molotov, Stalin’in Howard’a verdiği mülakatın ruhu çerçevesinde, komünist olmayan adayların Sovyet

seçimlerine girmesine izin verilmesinin parti için yararlı etkisinin altını bir kez daha çizdi: “…bürokratlaşmış, kitlelere yabancılaşmış unsurlara darbe indirmemesi mümkün olmayan… Bu sistem… öne çıkıp geride kalanların ya da bürokratlaşmış unsurların yerine geçecek… yeni güçlerin yükselmesini kolaylaştıracaktır. Bu yeni seçim tarzında, düşman unsurların da seçilmesi mümkündür. Fakat bu tehlike bile, son tahlilde, buna ihtiyacı olan örgütler ya da uykuya dalmış emekçiler [parti] için bir kamçı işlevi gördüğü sürece, bize hizmet etmek zorundadır.” 55. Stalin’in kendisi ise meseleyi daha güçlü bir vurguyla ortaya koyuyordu: “Kimileri bunun tehlikeli olduğunu, zira Sovyet iktidarına düşman unsurların, bir kısım eski Beyaz Muhafızın, kulağın, papazın vb. sinsice üst makamlara tırmanabileceğini söylüyorlar. Ama gerçekten, korkacak ne var? ‘Eğer kurtlardan korkuyorsan, ormanda yürüme.’ Evvela, eski kulakların, Beyaz Muhafızların ve papazların hepsi Sovyet iktidarına düşman değildir. Sonra, eğer halk şurada veya burada düşman güçleri seçiyorsa, bu, bizim ajitasyon çalışmamızın zavallıca olduğu ve bu utancı tamamıyla hak ettiğimiz anlamına gelir.” 56. Birinci sekreterler örtük muhalefetlerini bir kez daha sergilediler. Aralık 1936 merkez komitesi plenumu, 4 Aralık’ta toplanan kongreyle çakıştı; fakat plenumda, ilk gündem maddesini oluşturan anayasa taslağıyla ilgili fiilen herhangi bir tartışma olmadı. Yezhov’un “Trotskist ve Sağ anti-Sovyet Organizasyonlar Üzerine” raporu, MK üyelerinin çok daha yoğun ilgisine mazhar olup tartışmaların odağına oturdu. 57. 5 Aralık 1936’da, kongre, yeni anayasa taslağını onayladı. Fakat en ufak bir gerçek tartışma yaşanmadı. Delegeler –parti liderleri- bunun yerine, iç ve dış düşman tehditlerine vurgu yaptılar. Stalin, Molotov, Zhdanov, Litvinov ve Vyshinski’nin hakkında açıklamalarda bulunduğu ana başlık olan anayasayı onaylayıcı konuşmalar yapmaktan ziyade, onu görmemezlikten geldiler. Çok adaylı seçimler konusunda herhangi bir bağlayıcı karar alınmadan, anayasa taslağı üzerinde daha fazla çalışma yapmak üzere bir komisyon kuruldu. 58. Uluslararası durum gerçekten gergindi. İspanya iç savaşında faşizmin zafer kazanması, sadece bir zaman sorunuydu. Sovyetler Birliği düşman güçlerce sarılmıştı. 1930’ların ikinci yarısında bu ülkelerin tümü, son derece kötü otoriter, militarist, antikomünist ve anti-Sovyet rejimlerce yönetiliyordu. 1936 Ekiminde Finlandiya, Sovyet sınırına ateş açtı. Aynı ay, Hitler ve Mussolini, “Berlin-Roma Mihveri”ni imzaladılar. Bir ay sonra, Japonya, “Anti-Komintern Pakt”ı oluşturmak üzere Nazi Almanya’sı ve faşist İtalya’ya katıldı. Nazi Almanya’sına karşı askeri ittifak kurmaya dönük Sovyet çabaları, Batı başkentleri tarafından karşılıksız bırakıldı. 59. Kongrenin yeni anayasayla uğraştığı sırada, Sovyet liderliği iki büyük ölçekli Moskova Davasının birincisini geçirmiş, diğerinin ise arifesindeydi. Zinoviev ve Kamanev, başka birtakım kişilerle birlikte Ağustos 1936’da yargılanmıştı. İkinci dava, 1937 Ocağında, yakın tarihlere kadar Ağır Sanayi Komiserliği görevi yapmış olan Yuri Piatakov önderliğindeki bazı önemli Trotski takipçilerinin yargılanacağı davaydı.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 18

Sayfa 03

HARVEY’İN DİYALEKTİKLE DANSI David Harvey, bugünün ana meselelerinden biri, hem küresel hem de yerel boyutta, mekanın yeniden paylaşımı. Artı üretimin emilimi için en az savaş kadar işgörür olan kentsel dönüşüm hamlelerini anlamak için “kent” denilen gayya kuyusuna ayrıntıları görebilecek kadar yakından ve bağlantıları görebilecek kadar uzaktan bakmak gerekiyor.

“Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir.” Diyalektiğin Dansı kitabının başlarında Ollman, Marks’ın, Roma mitolojisinden aktardığı bir öykü anlatır. Yarı insan, yarı canavar olan ve bir mağarada yaşayan Cacus geceleri öküz çalmak için dışarı çıkar. Öküzleri çaldığını kimse anlamasın diye de başlarından itip geriye doğru yürüterek mağarasına götürür. Sabah öküzlerini yerlerinde bulamayan köylüler, ayak izlerine bakarak öküzlerin Cacus’un mağarasına girmediğini, tam tersine oradan çıktığını ve kırda kaybolduğunu düşünürler. “Buradaki temel sorun gerçekliğin aslında kendi görüntüsünden daha fazla bir şey olması ve bu bakımdan da sadece ve sadece görüntülere, gözümüze çarpan anlık ve dolaysız verilere odaklanılmasının son derece yanıltıcı sonuçlar vermesidir.”

Onlar doğrudan kapitalizmin varlığını yok sayıyorlar. “Kapitalizme tabi olanlar ortada bütüncül bir sistemin, yani kapitalizmin varolduğunun farkında bile değillerse o zaman yapılması gereken şey, kapitalizmin nasıl işlediğini açıklama çabasını kapitalizmi teşhir etme, en basit anlamıyla onun varolduğunu gösterme ve onun ne tür bir kendilik olduğunu gözler önüne serme çabasıyla birleştirmektir. (…) bir şeyi ifşa etmeksizin açıklamaya çalışmanın nafile bir çaba olacağını söyleyebiliriz.” Harvey tam olarak bu açıklama ve ifşa işini yapıyor. Marksist teoride nispeten boş bırakılan “coğrafya” ve özel olarak da “kent” alanında Marksist teoriye kattıkları tartışılmaz. Harvey’e göre ne coğrafya ne de kent bir tek disiplinin verileriyle anlaşılabilecek kavramlar. Her ikisinde de parçalamanın büyüklüğü nispetinde bir karşılaştırma ve sentez ihtiyacı kaçınılmaz bir diyalektik hareket yaratıyor. Mesela “1930’ların buhranlı yıllarında Michigan’ın Flint şehrinde akrabalık ilişkileri” türünden makaleler kent sosyologlarının ekmek yediği yegane kapı olsa da, buradaki bilgi yığılması, genişliği nispetinde, kenti anlamak için veriye değil, anlamanın önündeki engellere dönüşüyor. Harvey’in makaleleriyse dünyayı sadece bir coğrafyacı olarak anlamaya çalışan, kendini disiplinin kategorilerine kapatan, mekanı ve zamanı nesne ve olayların yerini belirlemek için mutlak bir çerçeve olarak alan bir coğrafyacının elinden çıkmamış. Ollman’ın uzun uzun anlattığı içsel ilişkiler felsefesini çok iyi işleten, diyalektiği olayları anlamak için ustalıkla kullanan bir düşünürün yazıları bunlar. (Bu yüzden bu yazıda ikisini kısa bir dansa kaldırdım.) “Öncelikle, kendimi kentselleşmenin kapitalist biçimlerini anlama çabasıyla sınırladığımı belirtmeliyim. (…) ‘Kentsel’in ne olduğuna getirdiğim yorumu kapitalizm çerçevesinde ikiz temalar olan

“Süreçleri anlamayı şeyleri anlamaktan daha önemli tutan diyalektik bir okumayı tercih eden” bir yazar diye tarif ettiği Williams, militan tikelcilik kavramını şöyle açıklıyor: “Bir yerdeki dayanışmanın olumlayıcı deneyiminden şekillenen idealler, tüm insanlığa faydalı olacak yeni bir toplum biçiminin işleyen bir modeli olarak genelleşir ve evrenselleşir.” Ancak sorun şuradadır, yerel direnişlerde “bizim insanımız”, “bizim toplumumuz” ismini alan grup daha geniş bir siyasi dile geçtiğinde “direnen işçi sınıfı”, “proletarya”, “kitleler” adını alır. “Tikellikten evrenselliğe doğru hareket somuttan soyuta bir ‘tercüme’ içerir.” Bir kavramsal dünyadan başka bir kavramsal dünyaya ve bir soyutlama düzeyinden diğerine geçiş, militan tikelciliğin dayandığı ortak amacı tehdit edebilir. İnsanların dünya ile ilişkilerini anlamak için başvurdukları farklı soyutlama türleri ve seviyeleri arasındaki bu gerilimi, Williams romanlarında, tam bu amaçla oraya konmuş pasajlardan takip ediyor Harvey. Ve Brecht’in notunu düşüyor: “Brechtçi strateji bu gerilimlerin hiçbir zaman çözülemeyecek olduğunu öne sürdüğü gibi, asla çözülmelerini beklemememiz gerektiğini de söyler. Onları sürekli açık bırakarak, ilerlemeci toplumsal değişimi elde etmede gerekli olan yaratıcı düşünce ve pratikler için temel kaynağı da açık tutmuş oluruz.” Tanıklıklar başkaldıran ve dönüştürücü siyasetin sürekli yerel seferber edilmelerle iç içe geçtiğini gösteriyor. Ancak bir yanıyla da “şeylerin varolan düzenini korumak için, görünürde değişmez tutucu bir güç olarak iş görür” militan tikelcilik; eğilimi dışlayıcı ve otoriter pratiklere doğrudur. Eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı talep etmek yerine onları artırır. Yerel hareketleri anlayabilmemizin yolu, oldukça farklı mekansal ölçeklerde akışkan ve karmaşık etkileşimi kavrayabilmemizden geçiyor. Aksi halde sonuç ya yerel hareketlerin fetişleştirilmesi ya da daha geniş ölçeklerde işleyen güçler karşısında önemsizleştirilip yok sayılmaları olur.“mekanın zaman tarafından yok edilmesi” tespiti ,kültürün metalaşmasını ele aldığı son makalesi, kendisini bir konferansa çağırırken ne sosyolog ne coğrafyası diyemeyip “meydan okuyan Marksçı” demiş olmalarına itirazları, “disipliner emperyalizm” kavramı, coğrafya disiplinin tarihsel seyrini çözümlediği makalesi, “Postmodernizm radikal politikaya yeni bir kapı açar, ama bu kapıdan geçmeyi genelde reddetmiştir.” dediği konsantre “Kapitalizm: Parçalanma İmalathanesi” makalesi, coğrafya için hazırladığı beş maddelik tarihsel materyalist manifesto, McCharty döneminde komünistlikle “suçlanan” coğrafyacı Owen Lattimore’un hikayesi…

Halkın Kurtuluşu Gazetesi’nin yeniden yayın hayatına başlıyor olması, işçi ve emekçilerin taleplerinin gazetemiz aracılığıyla gündemleştirilecek olması heyecan verici… Bir daha görüşmemek üzere vedalaşanlara inat tekrar aramızda olması çok daha heyecan verici… Üzeri toprakla örtülen değerlerimizin çıkarılıp sahiplenilmesi ve bütün gerçeklerin devrimci kamuoyuna, işçi sınıfına ve emekçilere anlatılacağı en önemli aracın tekrar aramıza dönmesi cidden heyecan verici… Heyecan verici, çünkü o, yüce ideolojinin amacına ulaşması için canlarıyla bedel ödeyen, işkence tezgahlarında direnerek destan yazan komünist yoldaşlarımızın yarattıkları değerlerin gömülü olduğu yerlere kazma vurduğumuzun ve bu değerlerin tekrar yoldaşlarımızla, halkımızla ve proleteryayla buluşturuluyor olmasının somut bir kanıtı. Nehirlerin tersine akmasının, rüzgarın yönünün değişmesinin, yoksul sınıfların koparacağı kıyametin alameti olacağı için heyecan verici… Oportünizmin, teslimiyetçiliğin ve tasfiyeciliğin gerçek yüzünün teşhir edilerek bu hastalığın başka yerlere sirayet etmemesinin aracı olduğu için heyecan verici… Çocukken duyduğumuz Halkın Kurtuluşu’nun ve THKO’luların hikayelerini, halka ve devrime olan sevdalarını, inatçı kavgalarını, baş eğmez ısrarlarını, ülkelerine ve büyük insanlık ailesinin ideallerine yürekten bağlılıklarını, dünyayı doğru yorumlama çabalarını hayranlıkla dinlediğimiz günlerin yeniden geliyor olması nedeniyle heyecan verici. Yüz binleri harekete geçiren bir örgütlülük…Her ilde, her mahallede, her sokakta Halkın Kurtuluşu; Hep birlikte devrime adanmış yürekler; işçi, köylü, öğrenci hepsi Halkın Kurtuluşu’nun potasında erimiş- bir olmuş devrime koştuğumuz günlerin coşkusunu birlikte yaşayacağımız için heyecan verici. Yıllar geçince zihinlerde hoş bir seda gibi kalan halkın kurtuluşu militanı olmak halini yeniden diriltmek olanağı heyecan verici.. Bir gazete çıkana dek ve o gazete yığınlarla buluşana, onların elinde bir ışık olana dek ne güçlükler çekildi onca adanmış inanmış yürek darağaçlarında işkencelerde can verdi o gazeteyi halka ulaştırmaya çalışırken kaç korkusuz yürek kahpe kurşunlara hedef oldu; bunları hatırlamak heyecan verici. Bu gazete, dışarıdan izleyenlerin, “ hele bir bakalım” diyenlerin, sağından solundan eleştiri adıyla çekiştirenlerin değil, “ bunun boyası kötü, baskı kalitesi iyi değil, bu başlık olmamış, boyutları büyük, puntosu küçük” falan diye zayıflatmaya çalışanların değil, “bu bizim gazetemiz” diye sahiplenip, kendi olanaklarını gazetenin olanakları haline getirenlerin, emeğini- aklını esirgemeyenlerin gazetesi olarak büyüdü. Bugün, on yıllar sonra Halkın Kurtuluşu gazetesi, tarihin bu en çetrefilli evresinde yeniden yayın hayatına başladı, elinizdeki 4. sayısı yine ilkinde olduğu gibi, devrime tutkuyla bağlı öncülleri gibi idam sehpasına tekmesini kendi vuracak adamların- bin bir güçlüğe rağmen- tükenmeyen ısrarları sayesinde çıkıyor. Ekmeğinden, aşından artıran insanların değil, hayatını devrime verenlerin alın teri ile çıkıyor, arkasında holdingler şirketler yok! Sosyalizme,onun gerçekleşebilirliğine olan inançla donanmış; düzenin hiç bir vaadine kanmamış, devrimciliği bir toplumsal saygınlık-itibar elde etme nesnesi ya da bir geçim kapısı gibi görmeyen, her türlü sıkıntıya onurla göğüs germiş ve doğabilecek her sıkıntıya göğüs germeyi göze almış insanların, o tertemiz alınlarından vurulup düşenlerin anısıyla büyüyen çocukların sayesinde çıkıyor. İzleyenler bilir, gazete, her sayıda iyileşen bir eğri izliyor ve daha da iyi olacak. Bugün üç bin Halkın Kurtuluşçusuyla buluşuyor gazetemiz, yarın bu sayı on bine yüz binlere ulaşacak ve bilinmeli ki, hiç bir şey bu gazetenin ilerleyişini durduramaz ne legalci reformistlerin karalamaları ne devletin zoru. Her HKtaraftarı, gazeteyle bağ kurmalı, -düzeyi değişmekle birlikte- mutlaka ilişkilenmeli, asgari düzeyde gazeteyi talep etmeli, okumalı- okutmalı, yazı-haber yollamalı. Bu gazete bir nostaljinin nesnesi değil, halkın elinde egemenlere karşı bir silah olmalı, ışık olmalı ve olacak da. Siz de katılın bu heyecana, yüreklerinizde duyumsayın halkın coşkun akan nehrini. HK'nun kolektif aklını genişletelim, bu çaba bizimle başladı sizinle devleşsin! Her ilde, her mahallede, her sokakta Halkın Kurtuluşu okunur olsun. Bu mümkün, biz istersek olur, eksikliğimizi odağa koymayın, onları hep birlikte gideririz, unutmayın kolektif akıl, kolektif çabayla aşamayacağımız hiçbir şey yok. Atalım şu kırk yıllık ölü toprağını üzerimizden,gazetemizi-Denizlerin-Erdalların- İmranların mirasına ve Halkın-Kurtuluşçularının-onurlu-baş eğmez geçmişine uygun hale getirelim. Yeniden DENİZ YUSUF İNAN-SAVAŞA DEVAM demek için! Haydi İleri Yoldaşlar, Safları Sıkılaştıralım!

Devrimcilerin seslendiği kitle ortaktır, zulme, haksızlığa, sömürüye karşı olanlara, dünyanın değişmesini isteyecek kadar rahatsız olanlara seslenir. Bu sesleniş, bir dayanışma çağrısıdır ve der ki, “bu savaş hepimizindir, bizi kurtaracak olan biziz, “sana rağmen” bir kurtuluş, özgürlük yok, kavga hepimizindir.” Devrimciler, devrim mücadelesinin ancak kolektif bir ruh ve akılla başarıya ulaşabileceğinin farkındadır; içlerinde bulundukları sistemin top yekün saldırısına karşı topyekun davranmayı başardıklarında direnebileceklerini bilirler ve tam da bu yüzden isim hiyerarşisi, konum tespiti, “sapma” sismografisi vb’ne kafayı takıp sürekli usul hakkında söz isteyenlerin, asıl niyetinin ya da nihai amacının devrim olmadığını nihayet kavramışlardır. Devrimciliği bürokratik bir açmazın Kafkaesk labirentlerine yerleştirip, “bizim yapmak istemediğimizi siz ne hakla yaparsınız” edasında ahkam kesenlerin; devrimin kolektif mirasını, burjuva hukukundan daha pespaye bir şerhle mülk edinenlerin; uğruna yığınların öldüğü hareketlerin isimlerini Ulusal Patent Enstitüsünden tescil ettirerek, boynuna takıp dolaşanların; elini ateşe sokmayıp, sürekli o ateşte yananların kanıyla geçinenlerin, devrimci harekete zararlarından başka bir işlevleri olmadığı artık aşikardır. Bir devrimci, gerçekten büyük kavga’nın içindeyse başka devrimcilere destek vermesinin görevi olduğunu bilir, aynı yoldan yürümediği yoldaşını omuzlaması gerektiğini, düşman karşısında koruması gerektiğini de; çünkü bu mücadelede uğraşılması gereken düşmanın kendisidir, onunla mücadele konusunda donanımlıdır, dayanıklıdır da ama içeriden ayağına çelme takanlarla, devrimci görünüp arkadan vuranlarla, kendi üç paralık ömrü için, refahı için “devrimci” görünmeyi sürdüren ve bunun rantını yerken devrime zarar verenlerle mücadeleyi her şeyden önce “ar” sayar. Bazı şeyleri ölçebileceğiniz tek ölçüt “onur”dur çünkü, buradaki “ar” tarihseldir, kişisel değil. Çünkü bizim tarihimiz kanla yazıldı, devrimin uzun yolunda kendi yaşamını umursamadan bırakan, ateşlere koşan yoldaşlarımızı bıraktık; bizim tarihimiz yanan etlerle yazıldı, dağılan kemiklerle; insanlığın ne olduğunu bize hatırlatan genç ölüler bıraktık faşizmin yağlı urganlarında, işkence odalarında. Bizim tarihimiz sadece düşmanlarımızın değil dost görünenlerin ihanetine kazındı, onurlu bir geçmişi kirli hesaplarına havale edenlerin, devrimi kişisel çıkarları için satanların ihanetine kazındı; baktık ve utandık ölülerimizin adına, baktık ve hep utandık yaşayanların adına. Şimdi görüyoruz bir utançtan büyümüş onların bedenleri, şimdi görüyoruz biz utandıkça uzamış elleri, biz utandıkça yoldaş bildiklerimizin adına, onlar uzmanlaşmışlar yoldaşlarını arkadan vurma sanatında ve artık bütün bu pespayeliğe dair eleştiri silahını bırakıyoruz. Artık silahların eleştirisi'nin başlayacağı an’dır yaşadığımız..

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Harvey’in Malthus, Ricardo ve Marks’ın nüfus-kaynak teorilerini değerlendirdiği makalesi dünya ile düşünce arasındaki bu “gönüllü” kopukluğu da anlatıyor. “Gönüllü” demek lazım çünkü bir çözümlemeyi baştan sona kuracak sistemli düşünme yeteneğine sahip insanların belli noktalarda bir adımı atamadıklarını görmek “ilginç” . Mesela Malthus, alt sınıfların sefaletini “insan düzenlemesinden tamamen bağımsız bir doğa kanunu”na bağlayıp çıkıveriyor işin içinden. “Doğa” vurgusu önemli.

Postmodern ayrımlardan bir ayrım: öznel olanla nesnel olan. Buradan varılan nokta ise bilimin tarafsızlığı… İşte bu geniş “tarafsız” alanda Malthus, hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan, alt sınıfların sefaletinin “toplam insan refahı” için gerekli olduğunu açıklıyor. Bilimin sefaleti! Ama öyle ya, bilim insanımız burada “nesnel” ve “bilimsel” olgulardan söz ediyor; kişisel değerlerinden değil. İlke olarak, bilim insanı çalışma masasındayken kendi kişisel değerlerini söz konusu edemez. Ben de, ilke olarak, çalışma masasındayken küfretmiyowkaynaklar arasındaki ilişkiyi kavrayabilmek için en uygun yöntem diyalektik materyalizmdir ve Malthus’un amprisizmini “ideolojik” bulmayıp diyalektik materyalizmi “ideolojik” bulan akademisyenler “insan türünün devamı kadar hayati bir meselede aymazlığa mahal vermektedir.” Ollman’ın da altını çizdiği gibi, Marks’ın kapitalizm analizini reddedenler onun fikirlerine katılıp katılmadıklarını beyan etmekle yetinmiyorlar.

birikim ve sınıf mücadelesinin üzerine dayıyorum. Bu iki tema birbirinin bütünleyicisi gibidir ve aynı madalyonun iki yüzü gibi kabul edilmelidir; kapitalist faaliyetin bütünlüğünü seyredebileceğimiz iki farklı pencereye benzerler.” diyor Harvey. Ollman, diyalektiği benimsememiş düşünürlerin ağaçlara bakarken ormanı gözden kaçırdığını, ancak diyalektiği benimseyenlerin de genelde ormana bakarken ağacı göremediğini, bütün hakkında genellemelere ulaşmak uğruna parçaları önemsemediklerini söyler. Harvey tam burada “militan tikelcilik” diye bir kavram geliştiriyor. Harvey bu kavramı, maalesef romanlarını Türkçede henüz okuyamadığımız, Raymond Williams’tan almış ve onun romanları üzerinden açıklıyor.

DEVRİM

SAYFA 03

Sermayenin sınırları anlaşılmadan kent anlaşılabilir mi? Artı üretimin emilimi sorunu, yedek işçi ordusu ihtiyacı, nüfus-kaynak ilişkisi kavranmadan kentsel dönüşüm kavranabilir mi? Elbette her şeyi birden bilmek mümkün değil, peki ama “tek bir şeyi” bilmek mümkün mü? Tüm ideolojik aygıtlar seferber edilerek alıştırıldığımız düşünme yöntemi kategorik, tarih dışı ve diyalektikten uzak. Ama “bir kısım aydın” (aslında günlük hayatımızı sürdürürken kullandığımız ortak duyu da diyalektik unsurlardan bütünüyle yoksun değildir ) başka tür bir bilme biçiminin peşinde. “(…) her biri diğeriyle karşılıklı ilişki içerisindeki süreçlerden oluşan bir dünyada, şeyler arasındaki karşılıklı bağlantılar, özlerinde, kendilerini önceleyen koşullarla, gelecekte ortaya çıkabilecek olasılık ve olanaklarla; aynı zamanda verili anda kendilerini etkileyebilecek ve kendilerinin de etkileyebileceği faktörlerle bağlarını taşırlar.”

“Doğa” dediğinizde “nesnel” bir laf etmiş oluyorsunuz ve sihirli bir dokunuşla etik alanın dışına çıkıveriyorsunuz. Burada değerlerden değil, olgulardan söz ediyoruz bayan! Her ülke ve her disiplin için tanıdık bir eşik bu. Aydınlanma’nın tutkulu idealist aydınlarının faustvari kıvranışlarına burjuva devrimi tavsayınca bulunan çare: “Olgu”larla “değer”lerin ayrılması. Olgu, bilimsel araştırmanın konusudur; değerse kişisel görüş. Böylece etikle bilimin bağı kolayca koparılmış oluyor. Aydınlamanın tutkulu ve kapsayıcı aydınından postmodernizmin parçalı aydınına “titiz bir metodolojik hüner”le atılan bir adım.

ALÇAKLIĞIN “EVRENSEL” TARİHİ


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 04

SAYFA 04

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

DEVRİMCİNİN ANAHTAR KİTABI Sergey Genndiyeviç Neçayev‘in (20 Eylül 1847 Ivanovo – 21 Kasım 1882 Peter-Paul Cezaevi) Devrimcinin Anahtar Kitabı başlıklı bu metni Hillary Sternberg ve Lydia Bott’un ilk kez “Daughter of a Revolutionary” (Bir Devrimcinin Kızı, 1974) içinde yayımlanan İngilizce çevirilerinin Haziran 1989’da üç yayınevinin (Violette Nozieres Press, Active Distribution ve A.K.Press) ortaklaşa Londra’da yaptığı edisyonundan (Catechism of the Revolutionist, Sergei Nechayev) dilimize aktarılmıştır. I. Genel Örgüt Kuralları (1) Örgütün yapısı bireysel güvene dayanır. (2) Örgütleyici, tanıdıkları arasından (kendisi de dahil) beş ya da altı kişi seçer ve her biriyle tek tek konuştuktan ve her birinin rızasını sağlama bağladıktan sonra onları biraraya getirir ve kapalı bir hücreyi oluşturur. (3) Örgütün işleyişi meraklı gözlerden gizlenir, bu nedenle hücrenin tüm bağlantıları ve etkinlikleri herkeslerden gizli tutulur, örgütleyici, merkez hücreye belirli günlerde eksiksiz raporlar sunar. (4) Üyeler, hazırlık çalışmasının yapılması gereken bölge, toplumsal sınıf, ya da çevre hakkındaki bilginin temel alınmasıyla oluşturulmuş belirli bir plan dahilinde uzmanlaştıkları konuda görevlerini üstlenirler. (5) Bir örgüt üyesi hemen kendi etrafında ikinci dereceden bir hücre kurar. Bu yeni kurulan hücreyle ilişkisi içinde önceki hücre bir merkez hücre rolündedir, ilk örgütün tüm üyeleri de kendi hücrelerinde sağlanan istihbarat toplamını kendilerinden bir üstteki hücreye sunarlar. (6) Dolaylı olarak da eşit derecede yönetilebilecek tüm şu insanlar konusunda, yani, diğer insanlar arasında, dolaysız yöntemlerle örgütlenmeme ilkesi en yüksek titizlikle yerine getirilmelidir. (7) Örgütün genel ilkesi ikna etmeye kalkışmak değildir, yani, bir kimseyi kendine bağlamaya çalışmak değil, hali hazırda gözönünde bulunan kuvvetleri birbiriyle birleştirmek, hedefiyle ilgisi olmayan tüm tartışmaları bertaraf etmektir. (8) Üyeler örgütleyicilere bağımlı hücrelerin işiyle ilişkisiz sorular sormazlar. (9) Üyelerin örgütleyiciyle tüm samimiyeti davanın başarıyla ilerlemesi temelindedir. (10) İkinci dereceden hücrelerin biçimlenmesi sırasında, daha önce örgütlenmiş hücreler onlarla ilişkili olarak merkezler haline gelirler ve toplumun düzenlemeleri ile içinde yer aldıkları bölgedeki etkinliklerinin ayrıntılı bir programıyla sunulurlar. Bölüklerden Oluşan Şebekenin Genel ilkeleri (1) Bölüklerin amacı örgütün çalışmalarının ve ortak davanın gizliliğinin ekstra bir garantisi olarak kullanımlarının bağımsızlığını ve özerkliğini sağlamaktır. (2) Bu bölükler öncelikle komitenin onayıyla ve şebeke tarafından yetki verilmiş iki veya üç kişiden oluşurlar. Örgütün genel ilkeleri temelinde, yalnızca, komitenin görüşünce gereksinimlerini tam olarak karşılayan hücrelerden bir grup seçerler. Şebeke ile bağlantı örgütleyici aracılığıyla kurulur. (3) Hücreler arasından bir bölüğün üyeliğine seçilen kişiler ilk toplantıda: a) kararlaştırılmış şekillerde, kolektifçe, üstlerinin sesine tam bağlılıkla eyleyeceklerine ve bölüğü sadece komitenin talimatları doğrultusunda daha derin saflara katılmak amacıyla terk edeceklerine; b) aynı zamanda dış dünyayla her türlü ilişkilerinde zihinlerinde yalnızca toplumun iyiliğini taşıyacaklarına, ant içerler. (4) Kişiler yalnızca birkezliğine bir bölüğün üyeliğine seçilebilirler. Rakam altıya ulaştığında bölük komitenin talimatlarıyla gruplara bölünür. (5) Kırtasiye işinin sorumluluğunu almak için, raporların derlenmesi için, komite üyelerinin ve tüm bölükle ilgili diğer temsilcilerin kabulü ve atılması için bir kişi beraberce seçilir. Aynı kişi belgeleri ve demirbaşları korur ve adresleri elde tutar. (6) Diğer üyeler hazırlık çalışmalarını belirli bir sınıfta ya

da çevrede yürütme görevini üstlenirler ve genel ilkeler uyarınca örgütlenmiş kişiler arasından kendilerine yardımcılar seçerler. (7) Genel ilkelere göre örgütlenmiş tüm kişiler toplumun ereğine varması amacıyla gerekli girişimlerde bulunmak için araçlar ya da ifadeler olarak görülürler ve kullanılırlar. Bu nedenle bölüğün yerine getireceği tüm işlerde bu iş ya da girişim için yapılan planın ana yapısı yalnızca bölük tarafından bilinmelidir; işi yerine getiren kişiler hiçbir durumda işin gerçek doğasını bilmemelidirler, fakat yalnızca kendi paylarına düşen parçalarını ve ayrıntılarını bilmelidirler. Coşkularını harekete geçirmek için işin doğasını yanlış ışıktan yansıtmak yaşamsal önemdedir. (8) Üyeler tasarladıkları girişimlerin planlarını komiteye bildirirler ve ancak komitenin onayından sonra uygulamaya geçebilirler. (9) Komitenin önerdiği bir plan anında uygulanır. Komitenin bölüğün gücünü aşan taleplerde bulunmasını önlemek için, bölüğün durumuna dair olabildiğince titiz ve kusursuz bir dosya bölüğün komiteyle bağlantı kanallarından aktarılır. (10) Bir bölük bağımlı hücreleri teftiş etmek ve onları yeni örgütler kurmak üzere yeni bölgelere sevk etmek için üyelerini gönderebilir. (11) Finansal kaynaklar sorunu son derece önemlidir: a) üyeler ve, sempatizanlardan dile getirilmiş aidatlar miktarında doğrudan toplamak; e) toplanan paraların üçte biri komiteye gitmelidir. II. Devrimciye Kılavuzluk Etmesi Gereken İlkeler Devrimcinin Kendisine Karşı Tutumu (1) Devrimci adanmış bir insandır. Kişisel çıkarları, işleri, bağlılıkları, kişisel eşyaları, hatta kendi adı bile yoktur. Ondaki herşey, biricik tek bir çıkar, tek bir düşünce, tek bir tutku – devrim-tarafından özümlenmiştir. (2) Varlığının en derinliklerinde, yalnız sözlerde değıl ama eylemlerinde de, uygar düzenden ve tüm o yasalarıyla, töreleriyle, toplumsal uzlaşmalarıyla ve etik kurallarıyla kültürlü dünyadan bütün bağlarını koparmıştır. Bu dünyanın amansız bir düşmanıdır. (3) Devrimci, doktrinciliği tümüyle horgörür ve gelecek kuşaklara bırakmak üzere dünya bilimlerini reddetmiştir. Bildiği yalnızca tek bir bilim vardır, yoketmek. Bu ereğe, yalnızca bu ereğe varmak için, mekanik, fizik, kimya ve belki tıp çalışacaktır: insanlar ve durumları, mevcut toplumsal düzenin tüm olası katmanlarındaki bütün özellikleri. Biricik ve sabit hedefi bu pespaye düzenin derhal yokedilmesidir. (4) Kamuoyunu horgörür. Tüm dışavurumları ve ifadeleriyle varolan toplumsal etiği horgörür ve ondan iğrenir. Onun için, devrimin zaferine yardım eden herşey ahlakidir. Devrimin yolunu kesen herşeyse ahlakdışıdır ve suçtur. (5) Devrimci adanmış bir insandır, devlete ve genel olarak eğitimli ve ayrıcalıklı tüm topluma karşı acımasızdır; ve onlardan da hiçbir merhamet beklememelidir. Onlarla devrimci arasında, ilan edilmiş ya da edilmemiş, sürekli ve uzlaştırılamaz bir ölüm kalım savaşı vardır. Devrimci kendisini işkenceye dayanabilecek şekilde disipline etmelidir. (6) Kendisine karşı sert olduğu gibi, başkalarına karşı da sert olmalıdır. Her türlü akrabalık, dostluk, minnettarlık gibi yumuşatıcı duygular devrimci davaya duyulan tek amaçlı ve soğuk bir tutkuyla tamamen söndürülmelidir. Devrimci için yalnızca tek bir doyum, tek bir avunma, tek bir sevinç ve tek bir kıvanç vardır -devrimin başarısı. Gece gündüz tek bir düşünceyi tek bir amaca taşımalıdır -amansız yoketme eylemi. Bu amaç uğruna soğukkanlıca ve yorulmadan çalışırken, bizzat kendisinin ölümüne ve amacın gerçekleşmesini engelleyen herşeyi kendi elleriyle yoketmeye hazırlıklı olmalıdır. (7) Gerçek devrimcinin doğasında herhangi bir romantizme, herhangi bir duygusallığa, kendinden geçmeye veya esrikliğe yer yoktur. Kişisel öç ya da düşmanlık için

de yer yoktur. Zihninin değişmez bir durumu haline gelen devrimci tutku, her an soğuk hesaplaşmalarla içiçe geçmelidir. Her zaman ve her yerde kendi kişisel eğilimlerinin gerektirdiği değil, devrimin genel çıkarlarının gerektirdiği kişi olmalıdır. Devrimcinin Yoldaşlarına Karşı Tutumu (9) Devrimcilerin arasında dayanışmanın gerekliliği apaçıktır. Orada devrimci çalışmanın tüm sertliği bulunur. Devrimci kavrayış ve tutkunun aynı derecesini paylaşan bütün devrimci yoldaşlar, mümkün olduğunca, beraber tüm önemli meseleleri tartışmalı ve ortak kararlar almalıdırlar. Ancak, bu şekilde tasarlanmış bir planı yerine getirirken, herkes olabildiğince kendisine güvenmelidir. Bir dizi yıkıcı eylem gerçekleştirilirken, herkes kendi adına hareket etmeli ve (planın) başarısı için gerekmediği sürece yoldaşlarına yardım ve öneri için başvurmamalıdır. (10) Her yoldaş kendi altında çok sayıda ikinci ve üçüncü ulamdan devrimciler bulundurmalıdır, bunlar da, grubun sırlarını ve adetlerini tümüyle bilmeyen yoldaşlardır. Devrimcinin Topluma Karşı Tutumu (1) Kendisini sözlerde değil eylemde kanıtlamış yeni bir üyenin kabulü, yalnızca herkesin onayıyla kararlaştırılabilir. (2) Devrimci; Eğer bu dünyanın herhangi bir öğesine karşı acıma duyuyorsa o bir devrimci değildir. Eğer yapabilirse, bir konumun, bir ilişkinin, ya da bu dünyanın bir parçası olan herhangi bir kişinin yokedilmesiyle yüzleşmelidir ve eğer bu insanlar onu engelleyebiliyorsa o bir devrimci değildir. (3) Devrimci her yere sızmalıdır: alt ve orta sınıfların arasına, kiliseye, zenginlerin konaklarına, bürokrasi dünyasına, askeri ve yazınsal dünyaya, üçüncü Şubeye (Gizli Polis), ve hatta Kışlık Saraya. Topluluğumuzun Halka Karşı Tutumu (22) Topluluğumuzun tek bir emeli vardır -halkın, yani sıradan emekçilerin, tam olarak özgürleşmesi ve mutluluğu. Ancak, özgürleşmelerinin ve mutluluğun sağlanmasının ancak tümüyle yıkıcı bir halk devrimiyle gerçekleşebileceğini bilerek, topluluğumuz tüm gücünü ve tüm kaynaklarını bu sıkıntıların ve kötülüklerin kuvvetlenmesini ve artışını sağlamak için kullanacak, sonunda halkın sabrını kıracak ve onu bir halk devrimine sürükleyecektir. (23) “Halk Devrimi” derken topluluğumuz klasik Batılı modele uygun düzenli bir hareketi kastetmiyor –bu hareket, mülkiyet nosyonuyla ve sözde uygarlık ve ahlakın geleneksel düzeniyle her zaman kısıtlanmış, şimdiye dek kendisini yalnızca bir siyasi yapıyı yıkıp yerine yenisini getirmekle sınırlandırmış ve böylece sözde devrimci devleti yaratmaya çalışmıştı. Halkı kurtarabilecek tek devrim tüm devlet sistemini kökünden söküp atan ve Rusya’daki tüm rejimin ve sınıfların tüm devlet geleneklerinin kökünü kazıyacak olan devrimdir. (24) Bu nedenle topluluğumuzun halka hiçbir örgütlenmeyi yukarıdan dayatmak tasarısı yoktur. Her türlü gelecek örgütlenmesi hiç kuşkusuz halkımızın hareketinin ve yaşamın içinde biçimlenecektir, ancak bu daha çok gelecek kuşaklar için bir görevdir. Bizim görevimiz yıkımdır; korkunç, tam, evrensel bir yıkım. (25) Bundan dolayı, halka yaklaşırken, herkesten çok günlük yaşamın, Moskova’da devlet iktidarının daha ilk kurulduğu günden beri, yalnızca sözlerde değil eylemde de, devletle doğrudan veya dolaylı bağlantısı olan herşeye karşı, soyluluğa karşı, bürokrasiye karşı, papazlara karşı, esnaflar loncasının dünyasına karşı ve eli sıkı köylü vurguncularına karşı protest davranmaktan geri durmayan öğeleriyle ellerimizi birleştirelim. Ve Rusya’daki biricik hakiki devrimciler olan cesur haydutlar dünyasıyla da ellerimizi birleştirmeliyiz. (26) Bu dünyayı tek bir yenilmez ve tümüyle yıkıcı kuvvetle örmek –tüm örgütümüzün ve görevimizin amacı budur.

Sayfa 17

Kapitalist Kriz Bitti Mi?- Dimitris Fasfalis Küresel kapitalist medya kaygılı olduğu ölçüde, Asya ve Latin Amerika’daki genel iyileşme ve boom süreci de, kapitalist krizin gelişmekte olduğunu gizleyen bir ideolojik yanılsama yarattı. IMF’nin [Nisan 2011 tarihli ] Dünya Ekonomik Görünüm Raporu, resmi iktisatçıların küresel ekonomik büyümenin temposuyla ilgili duyduğu kaygının tonunu belirliyor: “Dünya genelinde ekonomik iyileşme, az çok öngörüldüğü şekilde devam ediyor.” IMF’nin savunduğu görüşün ekseni şu: Piyasa ekonomileri daima dönemsel krizler geçirdi, bu krizler onların temel işleyiş özelliği olup, sağlıklı ve sürdürülebilir bir büyüme olanağı sağlarlar. Kapitalist yöneticilerin iyimserliği ”ki bu iyimserlikle politik olarak krizin vurduğu kitlelerin güvenini yeniden kazanmak amaçlanıyor” gelişmekte olan krizin doğasını, yani 2007'den beri onun geçirdiği coğrafi ve sektörel değişimi kayrayamıyor. Aslında kriz ABD bankalarından ve dolayısıyla küresel mali sektörden (2007-09) üretim alanına, kamu maliyesine ve harcanabilir (net) gelire, coğrafi olarak da esasen Avrupa Birliği’ne (2010-2011) kaydı. Kapitalist krizin değişen biçimi Kapitalist krizin hala gelişme sürecinde olduğunun belki de ilk göstergesi, birçok kapitalist ülkede işsizlik oranlarının yükselmesidir. Bu yükseliş ne kadar etkili oldu? Uluslararası Çalışma Örgütü‘nün açıkladığı son rakamlara göre, 2007den bu yana kapitalist kriz 30 milyon işyerinin kapısına kilit vurdu ve 205 milyon işçiyi işsiz bıraktı. ABD’de işsizlik 2006 sonu itibarıyla yüzde 4.5tan 2009da yüzde 10a yükseldi. 2011 Martı’nda ise hafif bir aşağı eğim göstererek yüzde 9a düştü. Aynı şekilde kriz birçok Avrupa ülkesinde de kitlesel işsizliğe yol açtı: 2010 itibarıyla İspanya’da işsizlik yüzde 20, İrlanda’da yüzde 14, Yunanistan’da yüzde 12.5, Portekiz’de ise yüzde 11 düzeylerindeydi. Böylelikle krizin başlangıcından itibaren milyonlarca kişi işsizliğe mahkum edildi. Sürmekte olan kapitalist krizin ikinci bir şekli, devlet maliyesindeki krizdir. Egemen ülke borcu, 2010 yılından ve Yunanistan’ın borçlarını ödeyememesinden başlayarak krizin merkezi haline geldi. Küresel resesyon ve ayrıca bankacılık sektörünü kurtarmaya dönük devlet müdahaleleri, birçok kapitalist ülkede ulusal ekonomilerde egemen ülke

İnşaat İşçileri Derneği kuruldu İnşaat işçileri, "Artık Yeter" diyerek bir araya geldi, İnşaat İşçilerinin Derneği'ni kurdu. Dernek, tüm inşaat işçilerine, "Gelin, haklarımızı için birlikte mücadele edelim" çağrısını yaptı. İnşaat İşçilerinin Derneği, yazılı bir açıklamayla kuruluşunu duyurdu. Her türlü iş güvencesinden ve güvenlikten yoksun olarak çalıştıklarına dikkat çeten İnşaat İşçilerinin Derneği, “İş güvenliğimiz için gerekli tedbirleri almayan patronlar, hayatlarımızdan

borç ağırlığının büyük ölçüde artmasına neden oldu. Bu sadece çevresel ülkeleri ilgilendiren bir durum değil, çünkü aynı olgu ABD, Japonya ve merkezî Avrupa Birliği ülkelerini de etkiliyor. Dolayısıyla “sol” ya da sağ hükümetler, kamu harcamalarını azaltmak ve mali piyasaların taleplerini karşılamak için (kamu borçluluğunda gayrisafi yurtiçi hasılanın (GSYİH) aşağı yukarı yüzde 60ını kıstas alan) çeşitli kemer sıkma önlemleri benimsediler. Yeni finansal balonlara karşı koruma yok Krizin geçirdiği dönüşüm sürecine rağmen, bankacılık ve finans kesiminin kriz sonrası çerçevesi düzenleyici ciddi önlemlerle değiştirilmediği ölçüde, kriz yakın bir gelecekte finans sistemini pekala yeniden vurabilir. Aslında sermaye birikiminin sınırlarını aşmak için 1980'lerde devreye giren kuralsızlaşmaya/devlet müdahalesinden kurtulmaya dayalı neo-liberal çerçeve, küresel kapitalizmin “düzenlenmesi” hakkındaki tüm söylemlere rağmen bugün hala yürürlükte. Dünya ekonomisinin finansallaşması o gün bugündür küreselleşme ve büyümeyle eş anlamlı hale geldi. Finansal birikim ve üretim arasındaki ayrım, boom‘un zirve yaptığı 2007 yılı rakamlarında da görülebilir. Mali piyasalardaki günlük ortalama işlem hacmi 5500 milyar dolar gibi astronomik bir düzeye ulaşırken, küresel GSYİH 130 milyar dolarda kaldı. Başka bir deyişle, geçmiş 30 yılın büyümesi hayali bir sermaye piramidinin yükselmesine dayalıydı. IMF, finansal iflasın ardından 2009 Mayıs ayında yayınladığı Küresel Mali Durum Raporu’nda, mali yıkımın toplam faturasını 4.1 trilyon dolar olarak açıkladı. Bugün hala bu faturayı ödüyoruz, ama bu durum bankacıları hiç de üzüyormuş gibi görünmüyor. Örneğin 11 Nisan 2011 tarihli raporunda İngiliz Bağımsız Bankacılık Komisyonu, banka bilançolarındaki yüksek sermaye oranları nedeniyle bir açıklama istediğinde, Barclays ve HSBC aleni biçimde genel merkezlerini İngiltere’den taşıma tehditinde bulunarak yanıt verdiler. Ayrıca Komisyon’un ortaya koyduğu, hem bir bankanın perakendecelik paylarını o bankanın yatırım örgütüne ödünç verme uygulamalarını sınırlama, hem de perakende bankacılık faaliyetlerini yatırım bankacılığı faaliyetlerinden koruma (ring-fence) önerilerine karşı çıktıklarını da gizlemediler.

tasarruf ediyorlar! Bizleri insani olmayan şartlarda çalışmaya, barınmaya zorluyorlar. Kimi gün alın terimizi döktüğümüz inşaatlardan düşerek, kimi gün kaldığımız derme çatma çadırlarda yanarak, kimi gün tonlarca ağırlıktaki bir vincin altında kalarak can veriyoruz. Ölümümüze 'kader' diyorlar" dedi. Sadece Kasım ayında 30 meslektaşlarının iş cinayetinde yaşamını yitirdiğine dikkat çeken inşaat işçileri, 2012 yılının ilk 10 ayında ise 226 inşaat işçisinin düşerek, ezilerek, göçük altında

Politik sorunlar

Bu bizi politik bir soruna getiriyor: Ne yapmalı? Hükümetler, kanaat oluşturucular, merkez bankaları ve büyük şirketler aşağı yukarı birleşerek, krize karşı uyumlu bir yanıt verdiler: Şimdi birçok kapitalist ülkedeki “sol” ya da sağ hükümetler, kamu harcamalarını keserek, toplumsal ücretleri, başka bir deyişle faşizme karşı kazanılan zafer eşliğinde yeni bir sosyal adalet döneminin başlangıcı olarak kabul edilen İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen süreçte yerleşen sosyal hakları tahrip ediyor. Bu, onların geliştirdiği bir sınıfsal projedir. Bu sınıf politikası 2010 Ocak ayından başlayarak Avrupa’da kitlesel direnişlerle karşılaştı. Kapitalist hükümetlerin benimsediği kemer sıkma önlemlerini reddetmek amacıyla sürekli yinelenen ve bazen eşzamanlı olarak gerçekleştirilen tek-günlük genel grevler ve kitlesel protesto gösterileri bir çok Avrupa ülkesini sarstı. Bu nedenle Avrupa, sosyal ve politik olarak küresel kapitalist ekonomi zincirindeki “zayıf halkalar”dan biri olarak ortaya çıkıyor. Radikal işçi sendikacılarıyla Avrupa, dünyanın sömürülen kitlelerine başka bir dünyanın mümkün olduğu mesajını gönderebildi. Kemer sıkma önlemlerine karşı verilen mücadele doğası gereği anti-kapitalist bir mücadeledir ve bu anlamda ülke borçlarının silinmesi talebine götürür: Onların krizi, onların borçları, onların kayıpları. Son olarak tüm Avrupa’yı kapsayan bir strateji gerekiyor. Avrupa ölçeğinde hareketler arası bir yakınsama sağlamaya dönük ürkek girişimler 2010 baharında ortaya çıktı, fakat bu girişimler sitematik değildi. Bu anlamda borçların silinmesi talebiyle farklı “PIGS” [Portekiz, İrlanda, Yunanistan, İspanya] ülkelerinden büyük işçi sendikalarını bir araya getiren bir kampanya geliştirmeyi düşünebiliriz. Böyle bir kampanya, merkezi Avrupa ülkelerinde, özellikle bütçe kesintilerinin kitleleri sokağa döktüğü Fransa, İtalya ve Büyük Britanya’daki işçi sendikalarının desteğini alacaktır. Bu, (Fransa’da Ulusal Cephe‘den İtalya’da Kuzey Birliği Partisi‘ne ve Yunanistan’da LAOS‘a kadar) birçok radikal sağ partinin geliştirdiği “Euro Bölgesi’nden çıkarak ulusal egemenliğin kazanmak” şeklindeki uyduruk milliyetçi demagojiye karşı verilebilecek tek anti-kapitalist yanıttır. solkure.wordpress.com

kalarak, yanarak, zehirlenerek ya da patlama/ elektrik çarpması/nesne düşmesi sonucu yaşamını yitirdiğini belirtti, "Biz şantiyelerde yaşanan ölümlerin 'kader' olmadığını çok iyi biliyoruz" dedi. "Artık yeter" diyerek bir araya geldiklerini belirten İnşaat İşçilerinin Derneği, açıklamalarında şu ifadelere yer verdi: "Bizler, kenetlenip birlik olmadığımız; gasp edilen haklarımız, hiçe sayılan hayatlarımız için birlikte mücadele etmediğimiz sürece, bu böyle devam edecek! Biz inşaat işçileri, bu gidişata dur demenin tek yolunun birleşmekten, örgütlü olmaktan geçtiğini biliyoruz. İşte bu yüzden bir araya geldik ve İnşaat İşçilerinin Derneği’ni kurduk. Gün geçtikçe çoğalıyor, güçleniyoruz. Biz yüz binleriz. Bizler dünyayı inşa edenleriz. Bu kez kendi geleceğimizi inşa ediyoruz. Bize dayatılan “kader”i değiştirmek için yola çıkıyoruz. Bu yolda tüm inşaat işçilerine sesleniyoruz: Bir meslektaşının sıkıntısı olduğunda, hakları gasp edildiğinde sen onun yanında olmazsan, yarın sen haksızlığa uğradığında bu kez senin yanında kimse olmaz. Gelin, haklarımız için birlikte mücadele edelim!"


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 16

ROBİN HAHNEL İLE KÜRESEL KRİZ ÜZERİNE SÖYLEŞİ tin solunda kalan ve şimdi onu ortak düşmanlarından korumaya istekli olan grupları silahlandırmak. -Kitlesel anti-kapitalist hareketler, kemer sıkma yanlısı bir iklimle kıyaslandıgında, büyüme yanlısı bir iklimden ne fayda salarlar? Büyüme yanlısı bir iklim anti-kapitalist hareketlerin daha büyük ve daha güçlü hale gelmesine nasıl yardım eder? Yunanistan’da son seçilen hükümet kadar yozlaşmış, itibardan düşmüş ve durumu daha da kötüleştirecek politikalara bu kadar kendini adamış bir hükümet olamaz. Ancak sorunuza verilecek yanıt şu olmalı: Sol, seçim sisteminin ve koşulların sol bir hükümeti olanaklı kıldığı ülkelerde seçim çabalarını desteklemelidir çünkü (a) böyle bir hükümetin izleyeceği politikalar kitlesel bir destek bulabilir, (b) daha önce tasvir ettiğim türden bir radikalizasyona yol açma olasılığı çok yüksektir. -Nasıl hem issizlik krizini çözmek ve çogunlugun yasam standartlarını yükseltmek için hem büyümeden yana hem de büyüme karsıtı olabiliriz? Çünkü ekonomik büyüme çevre üzerinde daha fazla baskı yaratıyor ve potansiyel olarak felakete yol açabilecek iklim degisikligine sebep oluyor. Fosil yakıtları yenilenebilir kaynaklarla ikame ettiğimizde, yalnızca ulaşımı değil, sanayi ve tarımı da enerji verimliliği daha yüksek bir hale getirdiğimizde ve tüm kentsel çevreyi, enerjiyi daha fazla koruyacak şekilde yeniden inşa ettiğimizde bu muazzam, tarihsel bir girişim olacaktır. Kabul edilemez düzeyde iklim değişimini engellemek için ihtiyaç duyduğumuz şey ekonomi tarihindeki en büyük teknolojik “kapat-aç” hareketidir. Bir yıldan kısa bir süre önce 2008 finansal krizi ile ortaya çıkan Büyük Buhran, yalnızca ABD’de 11 milyon kişiyi işinden etti. Şu anda, durgunluk güya sona erdikten iki yıl sonra bile altı Amerikalı işçiden birisi ya işsizdir, ya da daha yetersiz düzeyde istihdam edilmektedir. Bu 27 milyon kişiye tekabül etmektedir. Buna bir de her yıl eğitim sisteminden mezun olan ve bir iş bulmak ihtiyacında olan bir milyon genç insan daha ekleyin. AB’de şimdi işsizlik ABD’den daha yüksektir ve Yunanistan, İspanya gibi ülkelerde gençler arasında işsizlik oranı %50’nin üzerindedir. Büyük Buhran sonsuza dek sürecektir. İki soruna tek bir çözüm var. Muazzam bir Yeşil Yeni Düzen. Şimdi sorunuzun yanıtına geliyorum: Yeşil Yeni Düzen’de “büyümeye karşı çevre” ikileminin nasıl ortadan kalktığına bakın. Ekonomik büyüme yavaşladığında işçi hareketi insanlara işlerini geri kazandıracak teşvikler için çağrıda bulunur. Ancak ne zaman ekonomi büyürse çevre hareketi daha fazla üretimin çevre üzerine daha fazla baskı oluşturduğundan ve sürdürülemez olduğundan şikâyet eder. Eğer %1’lik kesim için daha çok malikâne inşa ediyorsanız ve her garaja daha fazla araba koyuyorsanız, üretimi arttırarak daha fazla istihdam yaratırsınız, ancak çevre üzerine süründürülemez bir baskı oluşturursunuz. Ancak bunun yerine, binaları ve evleri enerji verimlilikleri daha iyi olacak şekilde tadilata alırsanız, işten çıkarılan inşaat işçileri için daha fazla iş yaratırsınız. Mümkün olan her yerde elektrik şebekesini, uzaktaki merkezi santrallerin yerine yerel kaynakları geçirip yüz milyonlarca çatıda üretilen elektriği kullanarak merkezileşmemiş bir elektrik şebekesine dönüştürür ve bunu işletecek yeni nesilleri yetiştirmek için daha fazla eğitimci kadrosu yaratırsınız. İşten çıkarılan kömür madencilerini rüzgâr türbinleri ve çatılara güneş panelleri monte etmek için işe alabilirsiniz. Böylece yeni işler, çevreyi yok eden yoğun tüketim malları üretmek için değil, çevreyi kurtarmak için çok ihtiyaç duyduğumuz şeyleri üretmek için yaratılırlar. İngilizce orijinali için bkz. http://www.zcommunications.org/arecentralbankspreparingforglobalbankingcrisisbyjackrasmus-Söyleşi:Taylan DoğanÇeviren: Nuri Ersoy

Türkiye Halk Kurtulus Ordusu'nun Sesidir: 1. Türkiye Halk Kurtulus Ordusu halkımızın bagımsızlıgının silahlı mücadele ile kazanılacagına ve bu yolun tek yol olduguna inanır. 2. Türkiye Halk Kurtulus Ordusu bütün yurtseverleri bu kutsal mücadele saflarına çagırır ve hainlere karsı giristigi kavgada son savasçısına kadar devam edecegini bildirir. 3. Amacımız Amerika'yı ve tüm yabancı düsmanları temizleyerek, hainleri yok etmek ve düsmandan temizlenmis tam bagımsız Türkiye'yi kurmaktır. 4. Türkiye Halk Kurtulus Ordusu ezilen halkımızın öncü gücüdür, halkımızın kurtulusu dısında hiçbir harekete girismez. 5. Halkımıza sunu duyuruyoruz. Düsmanın zenginligine, sayısına, imkanlarına ve dehsetine aldanmayınız. Düsmana boyun egmeyiniz, haklarımızı zorla alacagız, çünkü onlar her seyi bizden zorla alıyorlar.

Bütün Yurtseverler: serefsiz yasamaktansa serefle ölmek, yalvarmak yerine zora basvurmak, baskasına degil kendine ve kendin gibi olanlara güvenmek, nerede ve nasıl olursa olsun hainlere boyun egmemek parolamızdır. Devrimciler: Barısçıl sartlar içinde mücadele metodlarını bırakınız. Halk kitlelerini kurtulusa götürecek olacak olan siddet politikasını temel alan silahlı mücadeleye THK Ordusu'nun saflarında katılınız. Ulusal kurtulus savasının haklı bayragını emperyalizmin saldırgan politikasına karsı hep beraber dalgalandıralım. Isçiler, Köylüler: Hainler sürüsünün jandarması ve polisi her gün yeni katliamlar hazırlamaya devam ediyor. Dogu'da Komando saldırılarında, 16 Haziran'da, Bossa'da ve daha birçok yerlerde, kursunlanan ve iskence edilen kardeslerimizin intikamını henüz alamadık. Alınterimize el koyan hainler sürüsüne karsı isyan bayragını hep birlikte açalım.

Ögretmenler, Küçük Memurlar: Bir kuru ekmek parasını zorla veren, hesabına gelmeyince diyar diyar sürgün çocugu yapan ve sizleri elinin altında bir usak gibi kullanmak isteyen bu satılmıslardan aman dilemeyiniz. Ezilenlerin tek kurtulus yolu ezenlere karsı giristikleri kutsal isyandır. Daha simdiden polisinden, Devlet Baskanına kadar hiç birisi evinde rahat uyuyamaz, çogu ise evine rahat gidemez olmustur. Onlar yarın ne olacağını çok iyi biliyorlar ve bugün bir avuç savasçısı olan Türkiye Halk Kurtulus Ordusu'nun, yarın binler ve milyonlar oldugu zaman ne yapacaklarını düsünüyorlar. Tekrar ediyoruz: Düsmanın sayısına, zenginligine, dehsetine ve imkanlarına aldırmayınız. Onun elindeki silah ve imkanlarına aldırmayınız. Onun elindeki silah ve imkanları aldıgımız zaman, bizi durduracak hiç bir güç kalmayacaktır. Kendimize ve kendimiz gibilere olan güvensizligi yok edelim. sunu iyi bilelim ki, halkın, yani bizlerin gücü karsısında hiç bir kuvvet dayanmaya muktedir degildir. Bu serefli kavgada, kutsal görevimizi alalım. Yarının Türkiye'si bize cennet, düsmana zindan olacaktır. Türkiye Halk Kurtulus Ordusu, bu mücadeleye en son neferine kadar ve kanının son damlasına kadar devam edecegini bildirir.

SELAM OLSUN TARİHİ KAVGADA PARTİ EYLEYENLERE! 7 ve 27 ocak 1994 de TDKPye bağlı spa birlikleri mazgirtin hezirge ve aşagı çanakcı kırsalında faşist diktatörlüğün kolluk güçleriyle saatlerce süren çatışmada yiğitçe savaşarak ölümün üzerine hiç teredütsüz yürüdüler. 7 Ocak 1994'te Dersim Mazgirtin Hezirge köyünde TDKP Militanlari,faşist diktatörlüğün kolluk güçleriyle girdikleri çatışmada ; teslim ol çağrısına asıl siz halkın savaşçılarına teslim olun! Faşizme Ölüm Halka Hürriyet Solganlariyla karşılık vererek mermileri bitene kadar çatıştılar 9 saat süren çatışmada TDKP Mili-

tanlarından Kemal UGDUL, Hamdullah BERK, Haskar KILIÇ, Şadiye AKYOL, Mahmut SÖNMEZ Onurlu bir direniş sergiliyerek Devrim ve Sosyalizm uğruna şehit düştüler! Onların mücadelesini ve bayraklarını düştükleri yerden yükseltmeye and içtik. 27 ocak 1994 Dersim'in Çanakcı köyü civarında,12 kişilik TDKP Gerillalarıyla 4000 kişilik asker ve özel harekat timleri sabahın erken saatlerinde çatışmaya girdi; çatışmada 29 özel hareket timi ve iki panzer tahrip edilirken çok sayıda yaralıda helikopterlerle çevre illerdeki

hastenelere kaldırıldı ,çatışmada 6 TDKP Militanı şehid oldu! Örnek devrimci komünist duruş ortaya koyan yoldaşlar anadolu ve mezopotamya halklarının özgürlük,devrim ve sosyalizm mücadelesinde yaşayacaklar. OCAK ŞEHİTLERİ ÖLÜMSÜZDÜR, ŞEHITLERIMIZE SOZÜMÜZ VAR! YAŞASIN DEVRIM, YAŞASIN SOSYALİZM! ŞAN OLSUN PARTIMIZ TDKP-THKO

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

maları askeri silah sistemlerine yapılan harcamalardır ki bu tür harcamalar neoliberal bütçe kesintilerinde hedef tahtasına pek de konmaz. Altyapı harcamaları da hükümet ihalelerini alanlara büyük kârlar sağlayabilir. Başka şirketlere de içinde daha kârlı işler görebilecekleri bir ortam sağlaması anlamında aslında bu şirketler için bir sübvansiyon işlevi görür. Bu türden harcamalara, istihdamı arttıracak bir programın parçası oldukları zaman karşı çıkarlar, çünkü gevşek bir emek piyasasını tercih ederler. -Mevcut durumda herhangi bir ülkede iktidara gelecek olan bir radikal sol partinin issizligi azaltmak ve çounlugun yasam standartlarını yükseltmek için genislemeci parasal ve mali politikalar izleme konusunda ne kadar sansı var? Solcu bir hükümet halkın taleplerini karsılamak için hangi spesifik mekanizmaları kullanabilir? Solcu bir hükümetin yapabileceklerinin sınırı nerededir? Bu soruyu daha spesifik hale getirebiliriz, şöyle ki: eğer Yunanistan’da SYRIZA, 17 Haziran’daki son seçimlerde %2 daha fazla oy alsaydı ne olurdu? Çünkü bu gerçekleşseydi, SYRIZA tam da sizin sorduğunuz türden politikaları hayata geçirmeyi vaat etmiş, gerçekten de radikal sol bir koalisyon hükümeti kurabilecekti. Hepimiz Yunanistan’da radikal sol bir hükümetin iktidara gelip de Yunanlıların çoğunun içinde yaşadığı çok kötü koşulları değiştirmek için gerekli politikaları hayata geçirememiş olmasına üzülmeliyiz. Pek çok solcu SYRIZA türünden seçim girişimlerini desteklemekte çekince gösterirler. Bazıları hükümetin çoğunluğun koşullarını iyileştirmesini istemez, çünkü eğer koşullar daha da kötüleşirse insanların daha radikal bir sistem değişikliğini destekleyecekleri ve bunun sonucunda oluşan kaosun çoğunluk desteğinden yoksun politik grupları –yani kendilerini– iktidara getireceği hayalini kurarlar. Bazıları ise hükümetin halkın koşullarını iyileştirmeye çaba göstermesini istemez, çünkü sözünü ettiğiniz “kısıtlar” nedeniyle bunu yapmakta başarısız kalacağından korkarlar. Solun kenarda durup da insanların daha da sefalete batmasını alkışlayarak sıradan insanların desteğini kazanamayacağını öğrenmesi gerekir. Solun insanlara faydası olacak politikaları hayata geçirmesini engelleyen başarısızlık korkusunu yenmesi lazım. SYRIZA önderliğindeki hükümet ülkeden çekilen tüm uluslararası özel yatırımların yerine kamu yatırımlarını ve kamu istihdamını koymak zorunda kalacaktı. SYRIZA önderliğindeki hükümet, denetim altına aldığı kredi sistemini kullanarak istihdam yaratmak için işçilerin mülkiyetindeki yüz binlerce işyerine başlangıç kredisi desteği sağlayacaktı. Zengin Yunanlılar CIA, NATO ve Yunan ordusundaki sağ görüşlü subaylar ile böylesi bir hükümeti devirmek için işbirliği yapacaklar mıydı? Tabii ki. Başarılı olacaklar mıydı? Venezüella’da Hugo Chavez’i devirmek için benzer çabalar başarısızlığa uğradı. Bankaları millileştirmek, özel yatırımların yerine kamu yatırımlarını geçirmek ve iş imkânları yaratmak için işçilerin mülkiyetindeki yüz binlerce kooperatif yaratmak SYRIZA önderliğindeki koalisyonda daha ılımlı sosyal demokrat unsurları korkutacak mıydı? –Venezüella’da olduğu gibi hükümet yeni destekçiler edinecekti. Bu destekçiler arasında 17 Haziran seçimlerine aktif bir katılım göstermeyen daha soldaki gruplar da olacaktı. SYRIZA önderliğindeki hükümetin başarıya ulaşmasının anahtarı, şu konularda adım atmaya istekli olmasına bağlı olacaktı: hemen finansal sektörü tırpanlamak ve sermaye kaçışını engellemek, ücretleri ve emekli maaşlarını eski düzeyine getirmek için fon yaratmak üzere zengin Yunanlıları ve şirketleri vergilendirmek, özel sektör istihdamı düşerken kamu sektöründe yeni işler ve işçilerin mülkiyetinde kooperatifler yaratmak, Yunan ordusunda kendilerine destek veren unsurlara arka çıkmak ve darbe girişimlerinin daha tomurcuklanma aşamasındayken önünü kesmek, herhangi bir isyana karşı kitlesel direniş örgütlemek ve hatta hüküme-

THKO'NUN KURULUŞ BİLDİRİSİ (1971)

SAYFA 05

-Neden uluslararası finansal güç merkezleri ılımlı bir enflasyon oranından bile bu kadar korkuyorlar? Neden bu ülkelerin neredeyse tümünde merkez bankalarına ”enflasyon hedeflemesi” görevi verilmis? Uluslararası finans çevreleri neden büyümeyi destekleyecek, kemer sıkma karsıtı politikaların eslik ettigi bir ılımlı enflasyona karsılar? Eğer enflasyon beklenenin üstünde ise borç verenler reel olarak beklediklerinin altında bir getiri elde ederler, borç alanlarsa reel olarak ödemek zorunda olduklarını düşündükleri miktarın altında borç öderler. Genellikle de zenginler borç verir geriye kalan bizler de borç alırız. uluslararası finans endüstrisinin hizmet ettiği müşterilerin- enflasyon oranlarının düşük tutulması için bizlerden daha fazla kaygılanmalarının birinci sebebi budur. İkincisi, çoğumuz için temel amaç makul bir gelir elde etmektir.Eekonominin tam kapasite üretim yapmasını böylece tam gelir elde etmeyi isteriz. ilk elde durgunluk dönemlerini engelleyecek ve bu dönemleri mümkün olduğunca kısaltacak politikalarda çıkarının olmasının sebebi budur. Son seksen yılın en büyük küresel durgunluğu sırasında büyümeyi destekleyecek politikalarda büyük çıkarımızın olmasının sebebi budur. Ancak zenginlerin temel amacı servetlerinin değerini korumak ve büyütmektir. Bu da ekonomi tarafından üretilen geliri maksimize etmek ile aynı şey değildir. Zenginler durgunluk dönemlerinde eğer gelirden aldıkları payı yeterince arttırabilirlerse tüm gelir düşse bile kendi gelirlerini arttırabilirler. Dolayısıyla zenginlerin mevcut zenginlikten daha büyük bir pay almalarına izin veren koşullar üretim açısından düşük bir ekonomik performansa tekabül ediyorsa zenginler -ve onları temsil eden uluslararası finans endüstrisi- ekonomik performansı arttırmak için bir aciliyet hissetmeyecektir. Merkez bankalarının izlediği politikalar bu çıkar çatışmasının nasıl işlediğine mükemmel bir örnek teşkil eder. Enflasyon hedeflemesi zenginlerin çıkarına hizmet eder ve onlar adına finans endüstrisi tarafından talep edilir. İşsizliği hedef alan politikalar ise işçilerin çıkarına hizmet eder. ABD’de Federal Reserve Bank’ın [FED: ABD Merkez Bankası -ç.n.] enflasyonu ve işsizliği kontrol altında tutacak parasal politikalar geliştirme yükümlülüğü vardır. Ancak FED, yalnızca enflasyon hedeflemesi yaptığını ve işsizliğe de çok az önem verdiğini geçtiğimiz kırk yıl boyunca giderek artan bir ölçüde açıkça ortaya koymuştur. Avrupa Merkez Bankası (ECB) ise yalnızca enflasyon hedeflemesi yapma yükümlülüğü altındadır –İspanya ve Yunanistan’da işsizlik %20’leri aşarken yaptığı tam da budur. Pratikte çok az fark var. Ancak kâğıt üstünde görülebilecek bu fark, çoğunluğun lehine yalnızca zenginlerin çıkarlarını kollayan bir ekonomi olan neoliberalizmin yükselmesinin bir yansımasıdır. ECB’nin yükümlükleri neoliberalizmin çok daha güçlü olduğu yakın bir tarihte yazılmıştır. -Neoliberalizm neden altyapıya yönelik kamu harcamalarına ve talebi arttırmak için kamu çalısanlarının maaslarının yükseltilmesine düsmanca yaklasıyor? Kamu harcamaları uluslararası finansal güç merkezleri için nasıl bir tehlike arz ediyor? Zenginler kamu çalışanlarının maaşlarının artmasını istemez, çünkü (a) kendileri kamu çalışanı değildir, (b) kamu çalışanlarına daha fazla maaş verilebilmesi için ödedikleri vergiler artacaktır, (c) eğer kamu çalışanları daha fazla maaş alırlarsa özel sektördeki işverenler –onlar da zengindir– kendi çalışanlarına daha fazla maaş ödemek zorunda kalır. Altyapıya para harcamak daha karmaşıktır. Kamu harcamalarının önemli bir kısmı zaten şirketlerin refahı içindir ve hükümet ihalelerinden fayda sağlayan büyük şirketler bu gibi harcamalara itiraz etmezler. Şirketlerin refahı için yapılan en bariz kamu harca-

Sayfa 05


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 06

SAYFA 06

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

SOLUN DİASPORASI YADA DEVRİMCİLERİN CANI SAĞOLSUN 19. yüzyılın başlarında devrimci bir politik militan sözlerine, “Haydi barikat savaşına!” diyerek son verdiği vakit, yapılmış olan bu savaş çağrısının kitlenin motivasyonundan ve coşturulmasından başka somut anlamları da bulunmaktaydı. O günlerde gözde direniş biçimlerinin arasında yer alan barikat savaşının yapılabilmesi ve sürdürülebilmesi için şartlar günümüzdekinden daha elverişliydi. Barikat savaşı mühim bir ayrımı simgeleştirme işlevini oldukça başarılı bir biçimde gerçek kılmayı sağlamaktaydı: Politik militanların kafasında boydan boya ikiye bölünmüş siyasal konjonktürün aynı zamanda maddi anlamda da bölünmesi… Bulunabilen ve yığılabilen her şeyle dikilmiş olan barikatın berisindekiler ve ötesindekiler… “Bizden” olanlar barikatın berisinde durabilme yiğitliğini ve hünerini gösterebildikleri için “bizden”diler, “bizden” olduğunu iddia edip, öyle veya böyle, barikatın ötesinde kalmış olanlar “bizden” değildiler. Barikata omuz veremeyenler, öte tarafın mülküdür. Ne barikatın ötesinde ne de berisinde durmayı layıkıyla yerine getiremeyip barikatın tam tepesinde, savaş meydanının ortasında hakemliğe soyunanlar, önce iki tarafın birinde karar kılmaya davet edilir, sonrasında ise açılan ilk ateşin kurbanı olurlardı. Cenazelerini ise kimse bağrına basmaya yanaşmazdı.Günümüzde ise artık barikat savaşı popüler direniş biçimleri arasındaki yerini terk etmek zorunda kalmıştır. Düşmanın kalın zırhlı araçları ile kısa sürede yerle yeksan ediliveren barikatların arkasındaki devrimciler, artık, “şehir gerillacılığı” yapmakta ve düşmanla doğrudan savaşmak yerine “kaçak dövüşme”yi tercih etmektedirler. Doğaldır ki yeni zamanlar ve mekanlar, alternatif direniş biçimlerini de beraberinde getirmektedir. Yukarıdaki sözler, genel olarak yüksek dozda doğruluk payı taşımasına karşın, ne 19-22 Aralık 2000tarihlerinde ne de bu tarihlerin öncesi ve sonrasında Türkiye’de yaşanmış olanları açıklama gücüne sahiptir. Türkiye hapishanelerinde tutsak olan devrimciler, kendilerine sunulan “tecrit terörü”ne karşı, ranzalarını koğuş kapılarına dayayıp barikat kurarak direndiler. Aynı zamanda “fiili direniş, ölüm orucu ve süresiz açlık grevleriyle bedenlerini barikat yaptılar”. Onların barikat savaşına girişmekten ve bu ruhu diriltmeye çabalamaktan başka seçim şansları yoktu. Zorunlu olarak “tek yol”cuydular.Devletin bir süredir oynamış olduğu ve fazlasıyla sırıtan, eğreti bir elbise gibi giyinilip çabucak atılıveren demokrasicilik, müstakbel “operasyon”un meşruiyet zeminini oluşturmak için atılmış sahte bir geri adımdı. Muhtemel toplumsal/siyasal tepkiler ve devrimci/ duyarlı kitlenin “yaptırım gücü” bir kez daha özenle tartıldı ve devletin gücüyle arasındaki siklet farkı ayan beyan ortaya döküldü. Kişiler ve örgütlenmeler arası ilişkilerin “cezaevi”ne yönelik tutumla belirlenmiş olduğu kısa bir toplumsal yarılma an’ı yaşadığımızı söylemek belki gerçeği tam göbeğinden vurmak olmayacaktır, fakat gerçeğe teğet geçmesi de yeter. Böylesi bir gerilime hazırlıklı olmayan halkımız, ortaya çıkan “kopma” noktasında “zembereğinden boşalan ölüm”karşısında sinmeyi tercih etti.

Türkiyeli devrimcilerin pek alışık olmadığı türden ustaca bir manevra savaşı taktiğiyle bir adım geri iki adım ileri atan devlet, kısa bir süre kaybedilmiş olan hegemonik konumu tekrar kazanmış görünmektedir. Boğulmak isteniyoruz. Bataklıkta tek umudumuz ellerimizle kendi saçlarımıza asılmaktır. Tarafsızlık savunucularının naifliğini tereddüde yer bırakmayacak denli ortaya seren ve taraf olmayanların hızla bertaraf olduğu yoğunlaştırılmış bir politik saflaşma an’ı yaşadık. Bu an, kitlelerin kendiliğinden öfke patlamalarının ve ezilenlerin vandalizminin sonucu oluşmamıştı. Kelimenin tam anlamıyla “bir avuç” olan devrimcinin direnişinin hasıl ettiği ve bu bakımdan 1996 1 Mayıs’ında yaşanmış olan politik saflaşma an’ından farklı olan bir an’dı. 1996’da İstanbul Kadıköy’de varoşların öcü kol gezmişti. Ezilenler, her şeyden önce ezilmişliklerini kusmuştu. Bunun yanında 1996’da bir de, ezilenlerin derin bölünmüşlüğü inkar edilemeyecek bir biçimde su yüzüne çıkmıştı. Bu bakımdan kimilerinin sendikalı-sigortalı ve iş güvencesi olan işçi-memur kitlesinin “meşru” mücadelesinin gölgede kalmasından duydukları hoşnutsuzluk ve benzer şekilde kimilerinin “haklısınız ama laleleri ezmemek, trafik lambalarını kırmamak da lazım” diyerek sözde nesnelci bir ara konumu tercih etmesi fazlaca yadırganmamıştı. Ezilenler, birbirlerine yabancıydılar. ÖDP,Adalet Bakanı’nın F-tipine geçişin süresiz ertelenmesi yönündeki açıklamalarının yeterli olduğunu beyan edip “cezaevi” direnişçilerini ölümorucuna son vermeye davet etmiştir. ÖDP, Adalet Bakanı’nın F tipine geçişin süresiz ertelenmesi yönündeki açıklamalarının yeterli olduğunu beyan edip “cezaevi” direnişçilerini ölüm orucuna son vermeye davet etmiştir. Ayrıca ÖDP Merkez Yürütme Kurulu, 12 Aralık tarihinde, “ölüm oruçlarına ilişkin sokak etkinliklerinin tümü bir sonraki karara kadar iptal edilmiştir” ve “bazı il ve ilçe örgütlerimizde MYK, il ve ilçe örgütlerinin kararlarına ve parti eylemine karşı bazı ÖDP’lilerin açlık grevleri derhal sona erdirilecektir” gibi kimi kararların da içinde bulunduğu bir genelge yayınlamıştır. SİP,“kitlelere enerji değil yük aktaran” cezaevi direnişinin “sonuç almasının olanaksızlığı”ndan, “Türkiye’de yığınların psikolojisindeki anlık değişmelerin şimdilik düzen cephesi lehine işlediği”nden ötürü devlete direnerek meydan okumaktan önce “ilk birikim ihtiyacının hesaba katılması”ndan söz etmektedir. SİP(şimdiki adıyla TKP) yayın organlarının kapağına iri harflerle “Katiller” yazadursun, Ankara’da ölüm orucundaki anaların eylemlerine kendi parti bürosunda devam etmesini engelleyen de aynı örgüttür.SİP Genel Başkanı Aydemir Güler ise devrimcilerin katlini “siyasetsizliğin tasfiyesi” olarak değerlendirmektedir: “Şimdi olan oldu. Devrimci demokrasinin artık siyaset dışına düştüğünü söylemek bile yersiz. Bu akım dönemsel olarak büyük bir tasfiyeye uğramakta. Cezaevleri gündemi üzerinden faaliyet yürütülür, ama siyasal canlanma sağlanamazdı. Bu yolda ısrar edenlerin tasfiyesi kaçınılmazdı.

Katil gerçekte kimdir? “Kendilerini iyi tanıyan hayatlarında ‘karakol yüzü görmemiş’ bu uysal küçük-burjuva aydın ve yarı-aydınlarının işkence, mahkeme ve zindanla bir sorunları olmadığı için, doğal olarak hücre saldırısıyla da bir sorunları olamazdı ve olmadı da. Başından itibaren özenle bu hassas konunun, bu sert çatışmanın dışında durmaya çalıştılar. Dışarıda duruşlarına, her zamanki biricik marifetleriyle, ‘siyaset’ tarzı ince kılıflar giydirmekten de geri durmadılar elbette. Bu arada, hassas bir çatışmanın dışında kalmak yoluyla bir kez daha rejime mesaj verme, devletin siyaset belgesindeki ‘ılımlı sol’un en ılımlı kesimine dahil olduklarını gösterme fırsatı da bulmuş oldular. Bu utanç onlara tüm siyasal ömürlerince yeter de artar.” EMEP;neye karşı, niçin ve ne zaman mücadele ettiği bir türlü belli olmayan bu hayaletimsi parti, kendi politik ataletiyle oldukça tutarlı bir şekilde seçimini asıl olarak susmak yönünde kullanmıştır. Evrensel gazetesinin konuya ilişkin az rastlanır yazılarında ise “karşı taraf ”ın kim olduğunu şaşırmış bir ruh hali ve genel doğruları tekrarlayıp teoride keskinliğiyle büyüklenme çabası göze çarpmaktadır: “… ölüm orucunu sürdürmekte ısrarcı davranan ve bunu da ‘devrimci siyaset’ adına yapan halka karşı sorumsuz küçük burjuva solculuğu…” İçinden geçilen günler, emekçi sınıfların mücadelesine bağlanmayan, ona bağlanmak yerine kendi kuyruğuna bağlanmak isteyen, mücadeleyi, ‘devletle devrimciler arasındaki bir çatışma’ya indirgeyen siyaset yapma tarzının acı dersini de göstermekte…”. Yaşadığımız Vatan dergisinde yukarıdaki sözlerin yazarına verilmiş olan yanıtta dikkate değer bir politik duyarlılıkla şunlar sorulmaktadır: “Bir kazanım varsa, onu söke söke alan biziz, ölen de biziz… Mesele şu; sen neredesin?” Devam ediliyor: “Şehitlerimiz yerdeyken bunları mı tartışmak istiyorsun? … Devrimciler için baş çelişki önemlidir. Şu anda bu tartışma, bizim açımızdan ne bir baş çelişkiye, ne de baş çelişkinin çözümüne hizmet edecek bir çelişkiye denk düşmez.Devrimcilerin eylem ve direniş biçimlerini makul bulmayan reformist sol, bu durum karşısında tam bir sessizliğe gömülmeyi becerebilseydi o bile yeterdi. Ama onlar Brütüs’ü oynamayı seçmiştir. Şu sözlerdeki haklılık payı yeterince fazladır: “…katliam öncesi devlete ‘sol’dan destek sunan reformist partiler, devrimcilerin katledilmesinin yolunu düzenleyenler oldular. Operasyon öncesi yaptıkları açıklamalarla, devleti ‘hoşgörülü, uzlaşmacı’; devrimci tutsakları ise işi yokuşa süren, ölümü isteyen, çözümsüzlüğün sorumluları şeklinde göstererek yaptılar bunu.””(Devrimci tutsaklara ölüm orucunu) ‘bırakın’ çağrısı yapanlar şimdi kendilerine şu soruyu sormayacaklar mı? Tutsak olan biz değildik. Ölüme yatan biz değildik. Hücrelere atılacak olan biz değildik. Biz hangi hak ve yetkiyle bu çağrıları yaptık?”

Sayfa 15

12 EYLÜL’ÜN JEOPOLİTİĞİ Kuşkusuz, emperyalist merkezleri olası krizlerin etkilerinden koruyacağı ve krizlerin yükünü mümkün olduğunca çevre ülkelere yıkacağı varsayılan yapısal düzenlemeleri de içermek üzere… Bu neo-liberal program ülkeden ülkeye değişen şekilde kimi ülkelerde seçilmiş, yasal hükümetler aracılığıyla, kimi ülkelerde askeri darbeler yoluyla uygulamaya sokulmuştur. 90’lı yıllardan itibaren bu çeşitliliğe “renkli devrimler”in de eklendiğini görüyoruz. İşte bunlardan Türkiye’nin payına düşen 12 Eylül askeri darbesidir. Programın Türkiye’deki karşılığı 24 Ocak 1980 Kararları, henüz darbe gelmeden deklare edilmiştir, ama ancak darbe rejimi koşullarında uygulanabilecektir. Yukarıda, Kapitalist Bloğun 70’li yılların başında hegemonik bir krize sürüklendiğinden söz etmiştik. Aynı dönemin sonlarına doğru Türkiye’nin de bulunduğu coğrafyayı sarsan iki önemli olay işin tuzu biberi olmuş ve krizi derinleştirmiştir. Bunlar, sırasıyla, SSCB’nin Afganistan’ı işgali ve İran’da gerçekleşip kısa sürede anti-amerikan bir rotaya yönelen İslam devrimidir. Bu iki gelişmeyle birlikte, Sovyetler Birliğinden sıcak denizlere (Akdeniz ve Hint Okyanusu) uzanan hat üzerinde emperyalizmin denetiminde Pakistan ve Türkiye’den başka devlet kalmamıştır. Düşünün, sözünü ettiğimiz coğrafya enerji havzalarının ve çıkış yollarının merkezidir ve Afganistan, İran, Irak, Suriye’nin emperyalizmin kontrolü dışına çıktığı bu koşullarda Türkiye’nin elde tutulması, aksi yöndeki risklerin tümüyle bertaraf edilebilmesi yaşamsal önem kazanmıştır. Emperyalizmin bu jeopolitik sıkışmışlığa verdiği yanıt, bölge çapında Yeşil Kuşak Projesi’ne hız vermek ve Türkiye’yi de bu projenin aktif bir unsuru haline getirmek olmuştur. Projenin özü, emperyalizmin Müslüman halklar coğrafyasındaki sömürü ve talanına tepki olarak ortaya çıkan ve yer yer iktidara uzanan Baasvari milliyetçi-laik akımların ve aynı zamanda güç toplayan sosyalist-devrimci akımların bastırılıp, geriletilmesinde İslam dinine işlevsel bir rol yüklenmesidir. İslam böylece, emperyalist kapitalist çıkarlara koşut biçimde tanımlanmış özgün bir ideolojik forma bürünmüştür. Bu ideolojik format ekseninde örgütlenmiş müslüman halkların bir bütün olarak SSCB’yi kuşatarak sosyalist genişlemeye set çekeceği öngörülmüştür. Ancak İran İslam Devriminden sonra yeni bir parametrenin eklendiğini görüyoruz: sosyalist genişlemeye set çekecek ama aynı zamanda İran’daki gibi anti-amerikan rotaya yönelmeyecek bir İslam! Yeşil Kuşak Projesi’nin Türkiye’de bir evveliyatı vardır, kuşkusuz! Ancak, 12 Eylül rejimi buna inanılmaz bir ivme katmıştır. O güne dek, hatta çok partili yaşamın başlangıcından bu yana merkez sağ politikacılar, İslamı, politik getirisi olan bir manipülasyon aracı olarak sürekli kullanımda tutmuşlardır. Hatta Menderes, Bayar, Demirel dahil sağcı liderler dünya görüşleri ve yaşam tarzları itibariyle sekülerliğe daha yakın düşseler de, İslama atfettikleri kullanım değeri nedeniyle laiklik ilkesinin esneyip gevşemesine, deformasyonuna katkıda bulundular. 12 Eylül, merkez sağın o güne dek biriktirdiğini kendi politikalarına payanda kılmıştır ama, asıl gerçekleştirdiği, toplumu İslamizasyon doğrultusunda

niteliksel bir dönüşüme uğratmasıdır. Öyle ki, bu taleplerin aciliyeti darbenin zamanlamasını koşullarken, her talebin son derece kapsamlı değişiklikleri dayatıyor olması da darbe rejiminin önceki darbelerle kıyaslanamayacak bir şiddetle uygulanmasına neden olmuştur. Darbe başlangıçta, Türkiye solu tarafından devrimci, sosyalist yükselişin önünü kesmek için kotarılmış bir hakim sınıflar hamlesi olarak görülmüştür.

12 Eylül Darbesi, son derece kritik bir tarihsel kavşakta gerçekleşmiştir. Hem emperyalizmin küresel düzeydeki (neo-liberal) ihtiyaçlarına hem de bölgesel düzeydeki (jeopolitik) ihtiyaçlarına aynı anda yanıt vermiştir. Nitekim, tarihinin en örgütlü düzeyine ulaşmış devrimci muhalefeti, 60’lı, 70’li yılların (sıkıyönetim dahil) baskı mekanizmalarıyla etkisizleştirmek artık imkansızdı. Yine de bu, 12 Eylül rejiminin şiddetini ve uzun süre boyunca gündemde tutulmasını ancak bir yere kadar açıklar; baskı ve tasfiyeler bu amacı çok aşan bir düzeye ulaşmış, sosyalist, devrimci muhalefetin dışına taşan çok geniş bir politik, toplumsal skalaya yayılmıştır. Bunun nedeni, dediğimiz gibi 12 Eylül’ü koşullayan, sol muhalefetin ezilmesinin de içlerinden biri olduğu emperyalist taleplerin üst üste yığılmasıdır. Doğal olarak darbe rejimi öncelikle Türkiye Solunun ezilip, bertaraf edilmesine yoğunlaşmıştır. Bu başlı başına bir amaç olduğu kadar, girişilecek yeniden yapılandırma faaliyetinin sorunsuzca yürümesi için de gereklidir. İlginç olan, hemen ardından, 70’li yıllarda Türkiye’de sağcı saldırganlığın paramiliter temelini oluşturmuş, MHP ve Ülkü Ocaklarında örgütlü faşist hareketin de tasfiyeye uğramasıdır. Bunun nedeni, faşist hareketin yalnızca sol, sosyalistler nezdinde değil, toplumun ezici çoğunluğunun algısında en azından olumsuz bir görüntüye sahip olmasıdır. Zaten sol, sosyalist muhalefeti bastırmada etkisiz kalan ve bizatihi kendisi toplumsal tepkinin hedefi haline gelen faşist hareketin tasfiyesi 12 Eylül cuntasına inanılmaz bir meşruiyet ve toplumsal destek sağlamıştır. Darbenin başlangıçta kolaylıkla tutunmasını sağlamak için elzem olan bu destek, böylece elde edilmiştir. Burada bir parantez açıp belirtirsek; bugün geriye doğru baktığımızda bu tasfiyelerin cuntanın meşrulaştırılmasının ötesinde daha uzun vadeli amaçlarının olabileceği görülmektedir. Sağ cenahta gerçekleşen bu tasfiyelerle İslami temelli akımların önü alabildiğince açılmıştır. Türkiye’de İslami hareketlerin zaman içinde gösterdiği değişim, Yeşil Kuşak Projesi’nin seyri ve 12 Eylül rejiminin bu projeye etkisi konusunda yeterince ipucu sunar. İslami hareketler, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında kapitalist modernleşmenin baskıladığı, erozyona

uğrattığı sınıf ve katmanlara dayanıyorlardı. İslam, gerileme halindeki bu kesimlerin kapitalist modernleşmeye tepkisinin ideolojik formu haline gelmişti. Küçük ticaret erbabı, esnaf, zanaatkâr ve yine, iktisadi ve politik düzlemde güç kaybeden feodal unsurlardan, aşiret yapılarından meydana gelen bu toplumsal halka Yeşil Kuşak Projesi’nin şekillendiği 70’li yıllarda yavaş yavaş dönüşüme uğrar ve farklı toplumsal katmanlara doğru yayılmaya başlar. 12 Eylül darbesi sonrasında ise İslami akımlar deyimin tam anlamıyla sınıf atlamışlardır. İslami akımların kaybeden ya da en azından gerileme halindeki sınıf ve katmalardan ilerleme halindeki güç toplayan kesimlere evrilmesinde emperyalizmin katkı ve desteği, yönlendirmesi bugün başlı başına irdelenmesi gereken bir konu olarak önümüzde durmaktadır. 12 Eylül 1980, bu niteliksel sıçramanın gerçekleştiği tarihsel eşik çizgisidir. Parantezi kapatıp devam edelim. Darbe rejimi oturur oturmaz bütün politik hayatın, burjuva partiler de dahil olmak üzere darmadağın edildiğini görüyoruz. Türkiye’de o güne dek burjuva politik düzleme hakim olan ideoloji ve pratiği popülizm olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Popülizm aslında, Türkiye’deki iktisadi düzlemin, “ithal-ikameci” kalkınma modelinin politik düzlemdeki karşılığıdır. Nitekim Latin Amerika’da da benzer kalkınma modelleri Peronizm adı verilen popülist politikalarla bir bütün oluşturuyordu. Darbelerle birlikte iktisadi düzlem yeniden yapılandırılırken hem Latin Amerika’da hem Türkiye’de politik hayat bu zemine uygun biçimde yeniden düzenlendi. Türkiye’de Demireller, Ecevitler tasfiye edilirken ithal ikameci iktisadi rejimin bürokratları da bürokrasiden tasfiye edildiler. Sol, sosyalist muhalefetin ezildiği, temsili demokrasinin askıya alındığı bu dikensiz gül bahçesinde neo-liberalizm vahşice uygulanacak ve uzunca bir aradan sonra çok partili politik hayat yeniden başladığında yeni rejimin bekası Turgut Özal’ın ANAP’ına emanet edilecektir; tabii, bürokrasisi de ABD’den getirttiği prenslerine… YENİ TASFİYELER... Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalist sisteme eklemlenme tarzındaki köklü değişikliğin gerçekleştiği II. Dünya Savaşı sonrasında yaşadığımız ve 12 Eylül döneminde zirveye ulaşan bütün bu tasfiye ve baskılama hareketleri neticesinde, Türkiye’de devlet örgütlenmesi, siyaset alanı ve toplumsal alan emperyalist çıkarlar doğrultusunda önemli ölçüde konsolide edilmiştir. Tasfiyelerin gerçekleşiyor olması aynı zamanda sürece yönelik kimi dirençlerin varlığına da işarettir ama Türkiye, süreci tersine çevirecek dinamiklere bugüne dek yeterince sahip olamamıştır. Bütün bunlara rağmen uzunca bir aradan sonra 28 Şubat, Ergenekon vb. tasfiyelere ihtiyaç duyulması statükoyu kırmaya dönük güçlü içsel dinamiklerin aniden ortaya çıkmasından değil tersine, emperyalist kapitalist sistemin, özellikle başat emperyalist devlet ABD’nin farklılaşan dünya koşulları nedeniyle statükoyu değişime zorlamasından kaynaklanmıştır. Değişimin arka planında iki kutuplu dünya sisteminin 90’lı yılların başında aniden ortadan kalkması yatmaktadır. Değişen dünya koşulları karşısında ABD, kendi egemenliğini sürekli kılacak BOP benzeri yeni politikalara yönelmiş ve bu durum da Türkiye’de ABD stratejilerine uygun düşen yeni bir konsolidasyon sürecini tetiklemiştir.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 14

12 EYLÜL’ÜN EKONOMİ POLİTİĞİ Bu dönemde biçimlenmiş bağımsızlıkçı duygular Kurtuluş Savaşının imbiğinden süzülerek kuruluş sürecine taşınmıştır. Kuruluş süreci boyunca, II. Dünya Savaşına dek bu duygular korunmuştur. Ancak savaş yaklaşırken ve savaş esnasında bu tutumda bir aşınma gözlenir; politik düzlemde, savaşan emperyal aktörlerin birine ya da diğerine yakınlaşmayı esas alan bazı kümelenmeler ortaya çıkar. Bu dönemdeki tasfiyelerin bir bölümü bu kümelenenler arasında ya da bu kümelenmelere karşı gerçekleşmiştir. Yönetici kadrolar arasında artık uluslar arası karşıtlıkları baz alan gruplaşmaların ortaya çıkışı Osmanlıdan bu yana yeni bir durumdur ve zamanla belirleyici konuma gelecektir.

kiye’nin kapitalist dünyaya eklemlenme tarzının bir ürünü olan ithal ikameci ekonomik yapıyı emperyalizme bağımlılık ilişkisi baki kalmak üzere güçlendirme çabaları batılı merkezden onay görmeyince SSCB’ye başvurarak çeşitli ağır sanayi yatırımlarına girişmesi bile merkez-kaç bir tutum olarak algılanmış, (geçici de olsa) tasfiyesine neden olmuştur. 12 Eylül askeri müdahalesi, Türkiye’de gerçekleşmiş darbeler arasında emperyalist-kapitalist sistemin çıkarlarına en fazla karşılık düşenidir. 12 EYLÜL’ÜN EKONOMİ-POLİTİĞİ II. Dünya Savaşı sonrasında SSCB’nin başını çektiği Sosyalist Blok (Doğu Bloğu) ile ABD’nin başını çektiği Kapitalist Blok (Batı Bloğu) arasında inişli çıkışlı seyir izleyen rekabet koşulları 60’lı yıllardan itibaren Batı Bloğu aleyhine dönmeye başlamıştı.

12 Eylül Faşist Darbesi, Türkiye’yi bir yandan emperyalist-kapitalist sistemin 80’li yıllarda dünya çapında gerçekleştirdiği neo-liberal atağa uyumlu hale getirirken, diğer yandan emperyalizmin Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgeye dönük spesifik taleplerini de sonuna dek karşılamıştır. Özellikle 70’li yılların erken dönemlerinde art arda patlak veren tarihsel olaylar dizisi; ABD’nin Vietnam yenilgisi, doları altına endeksleyen para sisteminin (Bretton Woods) çöküşü, bütün bunlar kapitalist Bloğun ağır bir hegemonik krize sürüklediğini gösteriyordu. Kapitalist Bloğun gerilemekte, kaybetmekte olduğu savı, 70’li yılların ortasında yalnızca sosyalistler nezdinde değil burjuva entellektüelleri nezdinde de yaygın kabul görüyordu. Öyle ki, “ABD’nin artık sanıldığı kadar güçlü bir devlet olmadığını Amerikalılara anlatmak, onları bu gerçeğe alıştırmak, rehabilite etmek” üzere iktidara talip olduğunu söyleyen bir başkan adayı, Carter, bu psikolojik iklim içinde ABD’ye başkan seçilebilmiştir. İşte 80’li yıllardan itibaren bu tablo tersine çevrilecektir. Daha henüz Carter dönemi sona ermeden ideolojik hazırlığı yapılan, programı ve kadroları oluşturulan emperyalist strateji İngiltere’de Theatcher ve ABD’de Reagan’ın iktidara taşınmasının ardından agresif biçimde uygulamaya sokulacaktır. Bu yeni stratejinin iktisadi ayağını neo-liberal tezler oluşturur. Hayek ve Friedman’ın (Chicago Okulu) tezlerini esas alan neo-liberal uygulamalar aslında 70’li yıllarda Latin Amerika’da darbe rejimi şartlarında sınanmıştır. Bu deneyimlerin birikimini de arkasına alarak 80’li yıllardan itibaren önce Kapitalist Bloğun genelinde, ardından Sosyalist Bloğun çöküşüyle birlikte az çok istisnayla tüm dünyada hakim kılınacaktır. Öngörülen, sermayenin ve malların dolaşımına, akışkanlığına, her yere ve her şeye erişebilmesine imkan sağlayan, emeğin ve doğal kaynakların sınırsız sömürüsü önündeki bütün engellerin ortadan kaldırıldığı yeni bir dünya düzenidir.

1 Mayıs 1996 “kitlelerin trajedisi”nin oynandığı bir sahne oldu ise, 19 Aralık 2000 de “sol örgütlerin trajedisi”nin oynandığı bir sahne olmuştur. İlkinde kitleler ikincisinde ise sol örgütler “varsayımsal bir gövdenin ikiye bölünüşü gibi, onulmaz bir bölünmeyi yaşadı”. Biri 1 Mayıs’a eylemli olarak katılan sol, diğeri 1 Mayıs’a katılanları izleyen sol. Solun biri zaten yasal açıdan gayrı-meşruydu, gelişmelerden sonra solculuğu da gayrı-meşru sayılmaya çalışıldı. Bu iki sol arasında derin ve karanlık bir uçurum oluşuyor. 1970’lerdeki durumdan daha vahim bir nitelik kazanan uçurumda, artık iki tür solun üzerinde paylaşım kavgası edecekleri ortak bir zemin kalmıyor. Her birinin, mekanı, kitlesi, kültürü, dünya görüşü ve ‘solculuğu’ farklı. Her biri, kendi arazisinde gelişip serpiliyor; fakat bu gelişme başka alanlarda gelişmemeyi garanti etmekten başka politik anlam arz etmiyor. Solun biri, ezilenlerin dizginsiz her patlamasında provokasyon kokusu alan, ezilenin eylemli varlığının ‘efendice’ ortaya çıkmasını isteyen bir yaklaşıma sahip.” Böylesi bir dağılmayı pratikte yaşayarak ve her gün sınayarak yola devam edenlerde de benzer tespitleri okumak mümkün: “Direnişten, savaştan, işkencehanelerden, hapislerden, hücrelerden uzakta ‘tuzu kuru’ solculuk; Çok net görünüyor ve anlıyoruz ki, ‘tuzu kuru’ solculuk yalnızca villalarda olmuyor. Sol’un da ‘tuzu kuru’ kesimi var. Onların tuzu kuruluğu, risk, cesaret, sorumluluk, duyarlılık gerektirmeyen bir solculuk türünde… Faşizmin her kapsamlı saldırısı karşısında başvurdukları teori ve izledikleri taktik hep aynıdır; Malum teorinin adı ‘provokasyon teorisi’dir. Devrimci-reformist ayrımı gibi “çok önemli bir ayrımı aşan ve ‘önemsizleştiren’” yeni türde bir bölünmeyle karşı karşıya olduğumuz ve bölünmenin devrimci-reformist geleneksel ayrımıyla kurgulandığı görülmektedir. Gerçekten de yaşanılan “somut durum”da bölünmenin kendini ortaya koyuş şekli tam da böyle olmaktadır. “Zavallılar, biçareler… Tarih bilmez, direniş bilmez, bedel bilmezler; bildikleri, düzen içinde yaşayıp, kendilerini ve çevrele rini ‘sosyalistlikle’, ‘komünistlikle’ aldatmaktadır. Ne yazıktır ki, bu “varsayımsal gövdenin ikiye bölünüşü” karşısında “politik, ideolojik, örgütsel,

kültürel kayış olabilecek bir ‘özne olmayan özne’” görevini üstlenebilecek politik bir partinin yokluğunda, başta İnsan Hakları Derneği (İHD) olmak üzere çeşitli demokratik kitle örgütleri bu iletişimi sağlayan kurumlar olarak belirmektedir. Bu ise bu türden örgütlenmelere kaldırabileceğinden fazla yük binmesi anlamına gelir. Yıkılmaları an meselesidir. Politik yarılma an’ındaki yalpalamalar ve devrimci insiyatif yokluğu, an’a yazık etmektedir. Marx, bütün büyük tarihsel olay ve kişilerin ilkinde trajedi ikincisinde ise komedi olmak üzere iki kez ortaya çıktığını söylemişti. Fakat bu sefer iki trajediyi üst üste yaşadık. 1 Mayıs 1996 ve 19 Aralık 2000’de yaşanan trajik bölünmeler karşısında şu sözleri bir kez daha anmakta fayda vardır: “Koca bir sürecin içinde çok az tesadüf edilen bazı anlarda her şey boydan boya ikiye, sadece ikiye bölünür. Bu an’da ak ve kara vardır ve ara tonlardan söz edilemez.

Böylesi sessiz reddiyelerde hem iktidar ezilene “acır”, hem de ezilen iktidara “acır”. Fakat işte tam da “çok az tesadüf edilen bazı anlarda” “direnişin kritik evreleri”nde iktidar reddinin bağıra çağıra gerçekleştirilmesi ve iktidarı reddedenlere sonuna dek fiziki ve zihinsel destek sunulması gerekir. Bu an’da her şey kaba-saba ve yalındır; sofistike yaklaşımlar, kılı kırk yaran akıl yürütmeler anlamsızdır, boştur… Bu tür zamanların terimi haklı-haksız’dır. Konuma bağlı her hareket haklıdır, karşıdaki ise her zaman haksızdır: Acıma istemiyoruz, acımayız da…” İktidar genellikle sessizce reddedilir ve isyanın sınırları, iktidar alanını tehdit etmez. Lenin’in “ya kapitalist ideoloji ya sosyalist ideoloji”, Luksemburg’un “ya sosyalizm ya barbarlık” sloganları tam da böylesi an’larda somut anlamlara bürünmektedir. Ve yine tam da böylesi an’larda

devrimci politik yapılanmaların “barikat” çağrıları toplumsal yarılmayı belirgin kılmak için daha bir fazla yapılır: “Reddetmek, beyinlere örülmeye çalışılan hücreleri parçalamak ve faşizmin giderek daha fazla şiddetlenecek olan ekonomik ve siyasal terörüne şimdiden barikat olmaktır. Barikatları yükseltmenin… tam zamanıdır.” “O halde barikatları güçlendirelim, barikat savaşlarını büyütelim ve yayalım!” “İnancın kızıl barikatları” vücut bulmayı beklemektedir. Burada barikat, her şeyden önce, ideolojik sınırı ve barikat savaşı ise ideolojik savaşı temsil etmektedirler. Bu türden az isabet edilebilen an’ların sloganlarıdır şunlar: “Uzlaşma yok!”, “Bedel ödeteceğiz!”. Taviz ve durmak, ölüme denktir. Kimsenin tökezleme hakkı yoktur. Yarı yoldan dönenler “bizden” değildir. Barikat imgesinin gereklilikleri yürürlüktedir: “…diğer muhalif güçler, ya ortak talepleri çerçevesinde devrimcilerin yanında olacak, ya da ‘arada kalma’ ısrarıyla yok olacaktır.” Devrimciler, kapatıldıkları cezaevlerinde “imkansızın politikası”nı yürütmüşlerdir. Sinik bir toplumun kuvvetli bir travmayla kendine döndürülebilmesi ve dört duvar arasına kıstırılmış devrimcinin “ben buradayım!” çığlığının duyulabilmesi için ölümle randevulaşmak gerekiyordu belki de. “Dört duvar arasındaki insanların dışarıdaki insanlarda, kendi koşulları ile ilgili duyarlılık yaratabilmek için kendi vücutlarını ortaya koymaktan başka şansı var mıdır?” Bir direnişçinin de belirttiği gibi “ölüm, düşmana çekilen son silah”tı. devletin şiddet tekelinin tüm görünümlerine karşı türkü çağırarak ve halaya durarak direndiler. Yirmi birinci yüzyılın ilk büyük destanlarından birini bedenlerini ateşe verip çevrelerine aydınlık saçarak yazdılar. Ellerinde politik öğe olarak kullanılmaya elverişli tek nesne olarak kendi bedenleri kalmış olan devrimcilerin büyük özgeciliğidir tanık olunan. Geriye sadece baltalar, sivri keskin kasaturalarla liğme liğme edilmiş, hoyratça çiğnenmiş ve küle döndürülmüş devrimcilerin toprağa verilmiş bedeninin silik anısı kalmadı. Karşı tarafın elinde tutsak olduğunda dahi “halkın adaleti”nden güç alacak ve ölüm orucuna daha bir kuvvetle sarılacak denli direngen olan devrimcilerin korku bilmez gözlerindeki öfke, toplumun uzuvlarında sessiz sedasız gezinmektedir. Ta ki yeni bir büyük muharebeye kadar… Gerçekten ne deniyordu, karanfillerle süslü tabutlarda binlerin omuzlarında taşınan direnişçilerin ölü bedenlerinin etrafını sarmalayan onlarca pankartın birinde: “Hesaplaşma günü, korkunç olacak!” Dinsel kıyamet anlatısını ister istemez akla getiren bu söze içrek inanç, acıyı bal eyleyen ve yenilgilere tutunmaktan başkaca bir seçeneği görünmeyen Türkiye solu için mevcudiyetin yegane gerekçesi gibi durmaktadır… Mağlubiyetlerin törenselleştiği vakitler. //Cemal Poyraz

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Kapitalistleşme süreci bağımlılık ilişkisi içinde ilerledikçe, emperyalizm, hem bu ilişkiden doğan yeni sınıf ve katmanlar aracılığıyla hem de ortak kurumsal yapılar ve doğrudan yatırımlar aracılığıyla Türkiye’de artık içsel bir olgu haline gelmiştir; Oligarşik yapının başat bileşenidir. Bu durumda artık, tasfiyelerde içsel dinamikler mi ağır basar, yoksa dışsal dinamikler mi sorusu çoğu kez anlamını yitirir. Kuşkusuz bazen gruplararası çıkar çatışmalarının, hatta bazen kişisel çekişmelerin olayların gidişatı üzerinde, tasfiyelerin yönelimi ve kapsamı üzerinde az çok bir etkisi olacaktır ama, dediğimiz gibi, bunlar artık sürecin belirleyeni değildir. Emperyalizmin içsel bir olgu olması, Türkiye’de emperyalizmin ilgisiz kalacağı hiçbir büyük çatışmanın, tasfiyenin olamayacağı anlamına gelir. Hatta hakim sınıflar kompozisyonunda meydana gelecek büyük alt üst oluşlar, yer değiştirmeler bile ya emperyalizmin gözetiminde ve yönlendirmesiyle gerçekleşir ya da, tersi durumda onun direnciyle karşılaşır. Nitekim, bağımlılık ilişkisinin ürünü yeni sınıf ve katmanlar dahi gün gelir emperyalist siyasasıyla çeliştiklerinde tasfiyeye uğrarlar. Özellikle emperyalist kapitalist sistemin krize girdiği ve krizi aşmak üzere alışılageldik tutum ve davranışlardan farklı politikalara ihtiyaç duyduğu yeni açılım dönemlerinde bu yeni politikalara uyum sağlayamayan kişi ve gruplar, katmanlar geçmiş dönemlerinde emperyalizm adına ne denli işlevsel bir rol oynasalar da tasfiyeden kurtulamamışlardır. Kısacası her önemli konjoktür yeni güç dengelerini gereksinmiş ve genellikle tasfiyelerle ama bazen de uzlaşmalarla bu sağlanmıştır. Örneğin, 12 Mart Darbesi Cumhuriyetin kuruluş döneminden devraldığı kimi davranış özelliklerini sürdürerek sosyalist hareketi, ulus devlet yapısına dönük etnik itirazları baskı altına almış ama bununla yetinmemiş geçmişten farklı olarak, kapitalist iktisadi yapıya sadık kalan ancak bağımsızlıkçı bir çizgiyi savunan kesimleri de tasfiye etmiştir. Hatta, politik yaşama Amerika’yla ilişkisini referans göstererek adım atan Süleyman Demirel’in Tür-

SOLUN DİASPORASI YADA DEVRİMCİLERİN CANI SAĞOLSUN

SAYFA 07

Türkiye Cumhuriyeti, kısa tarihi boyunca yaşından beklenmedik ölçüde tasfiye ve baskılama hareketlerine tanıklık etmiştir. Bunların sıklığı ve sürekliliği karşısında, bütün bu tasfiyeleri aynı çuvala sokup devletin kuruluş özelliğine bağlayan anlayışların yaygın kabul görmesine şaşmamak gerekir. Öyle ki, bu anlayışlara göre Serbest Fırka’nın kapatılmasıyla 12 Eylül sonrası parti kapatmalarında aynı dinamik rol oynamıştır: Daha baştan, tepeden inmeci (Jakoben) bir tarzda kurulmuş despotik bir devletin olağan refleksi… Oysa meseleye önyargısız ve dikkatlice yaklaştığımızda görürüz ki, Cumhuriyetin kuruluş sürecinde gerçekleşen tasfiye ve baskılama hareketleri, II. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşenlerden niteliksel olarak farklıdır. Kuruluş sürecinin tasfiyeleri, emperyalizme karşı bağımsızlık savaşının içinden doğmuş yeni bir devletin yaşatılması, sürekliliğinin sağlanması ve nihayet kapitalist modernleşme yoluyla kalkınmasını esas almıştır. - Misak-ı Millinin işaret ettiği sınırları yadsıyanlar, - Türklük üzerinden sağlanan homojenleşmeye, ulus tanımına yönelik itirazlar, - Dinsel alanı daraltan sekülerleşme hamlelerine direnç gösterenler, - Mevcut nizamı sosyalist açıdan eleştirenler, - Kapitalist modernleşmenin ve merkezi politik birliğin önünde engel olarak görülen feodal toplumsal, iktisadi yapılar ya baskılanmış ya da tasfiye girişimiyle karşı karşıya kalmıştır. Kuşkusuz, tasfiyelerin kapsamı, zamanlaması ve gerçekleşme düzeyi içinde bulunulan dönemin koşullarınca belirlenmiş; başarılı ya da başarısız olmuştur. Burada vurgulanması gereken bütün bu tasfiyelerde emperyalist devletlerden gelen etki ve yönlendirmelerin herhangi bir rol oynamadığıdır. Bir yönlendirmeden bahsedilecekse eğer, bu daha ziyade tasfiyeye maruz kalanlar (en azından bir bölümü) için geçerlidir; kurucu kadrolar bu türden yönlendirmelere pek açık değillerdir, bağımsızlık duyguları hem politik hem iktisadi düzlemde yerli yerindedir. Bu aslında içinde yaşanılan uluslararası ilişkiler sisteminin o dönemdeki parçalı yapısına, sömürge statüsü dışındaki devletlerin yaygın otarşik (kendine yeterlilik) eğilimlerine, bağımsızlıkçı tutumlarına da uygundur.Ama, asıl neden, kurucu kadroların, Osmanlının çöküş sürecinde ekonomik, politik bağımlılığın oynadığı son derece tahrip edici role ilişkin gözlem ve deneyimleridir.

II. DÜNYA SAVAŞI SONRASI Savaş sonrasında uluslararası ilişkiler sistemi, Doğu Bloğu (sosyalist) ile Batı Bloğu (kapitalist) arasından keskin bir yarılmaya uğrar. Türkiye bu yarılmada Batının yanında Sovyetlere karşı bir uç, karakol ülkesi olarak yerini alır. Türkiye’de gerçekleşen baskılama ve tasfiye hareketlerinde bu aşamadan sonra artık emperyalist-kapitalist sistemin ihtiyaçları da bir faktör olarak devreye girecektir. Bu yeni faktörün etkisi başlangıçta oldukça bulanıktır, zamanla daha belirginleşerek tasfiyelerin ana dinamiği haline gelir.

Sayfa 07


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 08

SAYFA

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

YÖK'den TYK'ya ''bir reformun anlamı'' Üniversite’nin eleştirel düşüncenin, bilimsel bilginin üretildiği, her türlü fikrin sınırsız ve özgürce tartışılabildiği, hiç bir tabuya itibar etmeyen, evrensele gönderme yapan bir “yer” olduğu varsayılır. Üniversite’nin öyle bir “yer” olabilmesi için de özerk olması, kendi kendini yönetebilmesi, kendini savunabilmesi ve nihayet orada yapılanların toplumdaki özgürleşme mücadelesiyle örtüşmesi/kavuşması gerekir. Böyle bir kurum da bilim haysiyetine, entellektüel dürüstlüğe sahip, gerçeğin peşine düşmüş insanları, üniversal kaygıları ve iddiaları olan üniversite üyelerini varsayar. Elbette özerklik sadece devlet aygıtı/siyasi otorite karşısında özerklik değildir. Sermaye cephesi de dahil, her türlü güç ve iktidar odağı karşısında özerkliktir. Her ne kadar üniversitenin her türlü fikrin özgürce üretilip/sınırsızca tartışılabildiği bir “yer’ olduğu söylense de, bu aslında idealize edilmiş bir duruma denk gelir. Gerçek yaşamda var olan “reel üniversite” hiç de idealize edildiği gibi, tevatür edildiği gibi değildir. O kadar ki, genel bir çerçevede “reel üniversitenin” özgür düşüncenin filizlenip-yeşerdiği yer değil, boğulduğu bir yer, bir kurum olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. Bu yüzden, ilerici, ufuk açıcı, geçerli paradigmaları yıkıcı ve yeni paradigmaların yaratıcısı aykırı fikirler, ekseri üniversite dışında ortaya çıkmıştır. “Reel üniversite” bir egemenlik aracı olarak işlev görüyor. Asıl misyonu ve varlık nedeni geçerli egemenlik ilişkilerini meşrulaştırmak, yeniden üretmek ve devamlılığını sağlamaktır. Türkiye’de kapısında üniversite yazan kurumlar aslında ve genel bir çerçevede yüksek meslek okulundan başka bir şey değildir. Bizde bir modernite devriminin yaşanmamış olması ve bağnaz bir resmi ideolojinin varlığı, üniversitelerin gelişmesini daha baştan problemli hale getirdi. YÖK’ün kolayca dayatılabilmesi ve 30 yıl boyunca yerinde kalması Eski Rejim ve onun geleneksel ideolojisi ve kültürüyle cepheden bir hesaplaşmanın yaşanmamış olmasındandır. Şimdilerde YÖK’lü 30 yılın ardından yeni bir düzenleme gündemde. Elbette bu bir reform olacak, geçerli yapı ve işleyiş yeniden biçimlendirilecek. Zaten reform yeniden şekillendirmek, biçimlendirmek anlamındadır ama sanki reformun önceki döneme göre daha iyi bir şey olduğuna dair bir anlayış, değilse öyle bir algı geçerlidir. O halde kim neden yeniden biçimlendirmek istiyor, amaçlanan değişiklik kimin için ne anlama geliyor? sorusuyla devam edebiliriz. Başka türlü söylersek, YÖK’ten TYK’ya [Türkiye Yükseköğretim Kurumu] geçişle murad edilen nedir? Aslında YÖK’ü dayatanla, TYK’yı dayatmaya hazırlanan, aynı iktidar odağıdır, aynı çevrelerdir... Böyle bir yasanın, düzenlemenin, asıl tarafları olan öğrenciler, öğretim üyeleri ve öğrenci aileleri denkleme dahil değildir. Elbette sanki danışılıyormuş, görüş alınıyormuş, katılım sağlanıyormuş... izlenimini de yaratmaya çalışacaklardır ama bunun hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Zira, taraf olmak yüksek düzeyde bir politikleşmeyi, dolayısıyla canlı bir tartışma ortamını varsayar. Oysa Türkiye toplumu 1980 de içine tıkıldığı depolitizasyon çukurundan hâlâ çıkabilmiş değil... Aksi halde toplumun varı-yoğu iç ve dış sermaye grupları tarafından yağmalanırken, özelleştirme adı altında talan edilirken, insanların sessiz ve tepkisiz kalması mümkün olmazdı... Amaç yüksek öğretim kurumlarını birer şirket, tipik birer kapitalist işletme haline getirmektir. Zira ellerinde “verimli” bir şekilde değerlendiremedikleri devasa bir sermaye var ve sermaye değerlendirilemediği zaman değersizleşir. Bu yüzden normal koşullarda kamu [devlet, belediyeler...] tarafından sağlanan hizmetler, sağlık, sosyal güvenlik, eğitim kurumları, üniversiteler, kamu malı sayılan ve kamunun ortak kullanımına sunulması gereken su, enerji, yollar, köprüler, nehirler, göller, devlet üretme çiftlikleri, deniz sahilleri, vb... sermayenin değerlenme alanı haline getiriliyor... Şimdilerde gündeme gelen “üniversite reformu” 12 Eylül sonrasında dayatılan özelleştirme

furyasının Üniversite’ye yansıyanıdır. Neoliberal saldırının üniversiteye uzanan elidir... Üniversiteler bu güne kadar resmi ideolojinin üretilip-yayıldığı, bir de sermayenin ihtiyacı olan “yetişkin işgücünü” üreten kurumlar iken, artık neoliberal küreselleşmenin bir “gereği” olarak, yegâne amacı kâr etmek olan birer şirkete, kapitalist işletmeye dönüştürülmek isteniyor. Elbette “biz bu kurumları kapitalist işletmelere dönüştüreceğiz” demeyeceklerdir... İşte “üniversite üzerindeki vesayeti ortadan kaldıracağız, özerkleştireceğiz” vb. diyeceklerdir. Nitekim yasa taslağının ikinci maddesinde: “Yükseköğretim; akademik ve bilimsel özgürlük, kurumsal özerklik, çeşitlilik, hesap verebilirlik, katılımcılık, rekabet ve kalite ilkeleri esas alınarak planlanır, programlanır ve düzenlenir” deniyor. Hem yüksek öğretim kurumları şirketleşecek, hem de özerk olacak! Böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır... Bologna süreci denilen aslında üniversitelerin Amerikanlaştırılmasıdır Avrupa üniversiteleri Bologna süreci adı altında Amerikanlaşma sürecine sokulmuşken, yeni yasa, Avrupa, dolayısıyla ABD’dekini taklitten başka bir şey değildir. Kaldı ki Avrupa üniversitelerinin neoliberal küreselleşmenin rüzgârına kapılarak Amerikanlaşması, Avrupadaki üniversite geleneğinin tasfiyesi anlamına da gelecektir. Avrupa’dan farklı olarak, ABD’de üniversiteler daha baştan ticari şirketler, özel kurumlar olarak var olmuşlardır. Dolayısıyla daha baştan bilgi ticareti yapılan kurumlar olmuşlardır. Oysa, gerçek anlamda özerklik sadece siyasi otorite karşısında özerklik değil, aynı zamanda sermaye karşısında da özerklik demektir. ABD’de üniversiteler federe ve federal devlet tarafından yapılan kamu katkısı, öğrencilerden alının kayıt parası ve bağışlardan oluşuyor. Neoliberal küreselleşme döneminde kamu katkısı giderek azalmaktadır. Son 40 yılda Amerikan üniversitelerinin kamu finansmanı %80 den %10’a gerilemiş bulunuyor... ABD’nin Harvard, Yale gibi elit üniversiteleri dünyanın geri kalanına örnek gösteriliyor ama orada nüfusun çok küçük bir kesimi üniversiteden mezun olabiliyor. Söz konusu yüksek prestijli üniversitelere ancak ayrıcalıklı kesimlerin çocukları girebiliyor. Eğer amaç kâr etmekse, kamusal değil, özel bir faaliyet söz konusuysa, orada bilimsel kaygılara da, kamu yararı kavramına da yer yoktur. Şimdilerde ABD’de üniversite üyelerinin sadece %35’i yetişkin kadrolardan oluşuyor. Şirket mantığının geçerli olduğu yerde bu durum kaçınılmazdır. ABD’de üniversite öğrencilerinin yaklaşık %65’i üniversite’den borçlanmış olarak mezun oluyor, ortalama borç 19.237 dolardı. Bu oran master ve doktora düzeyinde daha yükseliyor. Nitekim master ve doktora düzeyinde borç 27 bin dolarla 114 bin dolar arasında değişiyordu. Kamu katkısının giderek azaldığı koşularda, asıl kaynak bağışlar ve öğrencilerden alınan para olduğunda, bir taraftan öğrencilerin borçları artarken, diğer yandan da bağış yapanların üniversiteler üzerindeki baskısı ve belirleyiciliği artıyor. Şimdilerde ABD de öğrenci borçlarının 1000 milyar dolar olduğu söyleniyor ki, bu Fransa’nın GSYH’sinin [milli geliri densin] yarısına eşit... Bağış yapanlar ekseri ya dev sermaye tekelleri ya da üniversite’nin eski mezunları oluyor. Ve sermaye giderek ders programlarına varıncaya kadar üniversitelerin işleyişine müdahale ediyor. New York Times’ın bir haberine göre, Harvard Üniversitesi tıp fakültesinde 149 öğretim elemanının [profesör, doçent, yardımcı profesör, araştırma uzmanı, vb.] maaşı dev ilaç firması Pfizer tarafından ödeniyor... İlaç şirketinin çıkarı daha çok kâr etmekse, bu hasta sayısının artmasını gerektirir... Gerçek bilimin ve bilim insanının misyonu ve varlık nedeni şirketin daha çok kâr etmesi midir? Yoksa insan sağlığının güvence altına alınması mıdır? Amerikan üniversiteleriyle CIA arasındaki ilişkiyi de hatırlamak gerekir. Nitekim, 1967 yılı sonunda 1000’den fazla kitabın CIA sponsorluğunda yayınlatıldığı biliniyor... Ünü ve sabıkası büyük Trileteral

F.Başkaya

Komisyon, Harvard ve Colombia üniversiteleri ile işbirliği yaparak iki ünlü profesöre, John Rawls ve Robert Nozick’e Liberal Manifesto’yu yazdırdıklarını da hatırlamak gerekir... Ki, bu kitap dünyanın nerdeyse tüm üniversitelerinde “temel referans kitap” sayılıyor... Yegâne amacın kâr etmek olduğu koşullarda, “para getirmeyen” bilim dallarının müfredat dışına atılması da işin doğası gereğidir... ABD’de insan bilimleri alanında verilen diploma oranı 1966 da %17’den, 2004’de %8’e gerilemiş bulunuyor. İnsan bilimlerinden mezun olanlar da eğitim gördükleri sektörlerde değil, belki bir master takviyesiyle, insan mühendisi olarak çalışıyor ama aslında insan mühendisi denilenin şirket polisinden başka bir şey olmadığının bilinmesi gerekir... Eğer taslak kanunlaşır, YÖK, TYK’ya dönüşürse, bilginin metalaşmasında yeni bir eşik daha aşılacaktır. Aslında kapitalist toplumda emek zaten bir metadır ama yeni düzenlemeyle durum iyice zıvanadan çıkacaktır. Önemli olan emeği bir meta olmaktan çıkarmaktır. Bu yüzden yeni yasayla işler sadece daha da zorlaşacaktır. Üniversiteyi Amerikanlaştırmak istiyorlar zira Amerikan sistemi sermayenin ihtiyaçlarıyla çok daha iyi uyuşuyor... Eğer YÖK, TYK’ya dönüşürse, geçerli özelleştirme, metalaşma süreci hızlanacaktır. Ve bunun sonunda üniversitelere devlet katkısı ve denetimi azalacaktır. Kapısında üniversite yazan kurumlar arasındaki rekabet büyüyecektir. Zira kapitalist işletmeler arasında rekabet esastır... Paralı üniversite sisteminde kayıt ücretleri artacak mütevazi aile çocuklarının üniversiteye zaten zor olan giriş şansı daha da küçülecektir. Yüksek öğretim kurumları piyasanın kaprislerine daha açık hale gelecektir. Öğrenci borçları artacaktır. Üniversite üyelerinin çalışma koşulları iğretileşecektir. Sözleşmeli ve sözleşmesi her bir- iki yılda yenilenen bir öğretim üyesi hangi uzun erimli bilimsel bir projeye cüret edebilir? Asgari iş güvencesi olmayan bir ortamda bir üniversite üyesinin motivasyonu kalır mı? O kadar ki, belirli bir eşik aşıldığında üniversiteler taşeron firmalardan öğretim elemanı bile devşirebilirler... Bunun doğal sonucu olarak diplomalar daha da değersizleşecektir zira elit üniversitelerden mezun olanlar iş piyasasında avantajlı duruma geleceklerdir. Borçlanarak diploma alanların bir iş bulma şansı daha da küçülecektir. Dünyayı, insanı, toplumu anlamaya yarayan sosyal bilim dalları müfredat dışına atılacaktır zira bunlar yeteri kadar “kazandırmazlar”... Yeni kanunla birlikte eğitim tamamıyla sermayenin çıkarlarıyla uyumlandırılacaktır... gençliğin geleceği karartılacaktır... Kâr etmenin ve kârı büyütmenin hizmetinde bir bilim ve üniversite mümkün değildir. Üniversite ancak bir kamu faaliyeti olarak varolabilir ve adına lâyık olabilir. Bu yüzden gerçek üniversite, bilginin metalaşmadığı, alınıp- satılmadığı bir ortamı varsayar. Emek [çalışma-iş] yabancılaşmış olarak kaldığı sürece, gerçek anlamda bilimsel üretim yapılamaz. O halde üniversite mücadelesinin kapitalizmi aşma mücadelesine eklemlenmesi zarureti var. Bu yüzden üniversiteler, devlete, sermayeye ve memur bilincini aşamamış üniversite üyelerine bırakılamayacak kadar önemlidir... Bu aşamada üniversite mücadelesi iki şekilde yürütülebilir: yeni saldırıyı püskürtmek başta olmak üzere, mevcut kurumları dönüştürmek üzere mücadele etmek ve devletten ve sermayeden tam bağımsız halk üniversiteleri oluşturmak, bunların sayısını ve etkinliğini olabildiğince artırmak... Bunun için de işe TYK saldırısını püskürterek ve eleştirel düşünce üretiminin önünü açarak başlamak gerekiyor... Zira içinde bulunduğunuz çağda eleştirel düşünce hiç bir zaman olmadığı kadar önem kazanmış bulunuyor... Bilime asıl ihtiyacı olan emekçi halk çoğunluğu, ezilen ve sömürülen sınıflar, neden kendi öz üniversitelerini, araştırma kurumlarını, enstitülerini, tartışma ortamlarını kendi elleriyle inşa etmesin?

Sayfa 13

MARKSİZM VE ŞİDDET-TERÖR SORUNU - 2 Amaç-Araç Diyalektiğini Bozan Şiddet Bir yaklaşıma göre, şiddet bir araç olarak kaldığı sürece politik nitelemesini hak ediyor, ancak amaç-araç dengesinin araç lehine bozulduğu sınırdan itibaren, artık politika-dışının başladığı kabul ediliyor. Arendt’in şiddet-politika ilişkilerine ilişkin görüşüne göre, özellikle teknolojinin yüksek bir gelişme gösterdiği günümüzde, teknolojik araçlara ihtiyaç duyan şiddet pratiği, aracın amacı aştığı bir nitelik kazanmıştır. Arendt, şiddeti araç-amaç ilişkisi bağlamında ele almanın bir örneğini oluşturuyor. Arendt’e göre, şiddetin araca bağlı olmasıyla, şiddet meselesini ele almada, aracın niteliği tayin edici bir hale gelir. Şiddetin araçlara muhtaç olduğunu Engels’i referans gösterek anlatan Arendt, teknolojide yaşanan gelişmelerin şiddeti ve onunla politikanın ilişkisini ele almada belirleyici değişikliklere neden olduğunu ileri sürer. Ama ona göre, iktidar, şiddetten farklı olarak araca ihtiyaç duymaz.Şiddet Üzerine‘de Arendt, şiddet-politika ilişkisini şöyle ele alıyor: “Şiddete dayalı eylemin bizatihi esası, araç-amaç kategorisine dayalıdır. Amaç, kullanımını haklı kıldığı ve gerçekleşmesi açısından gereksinilen araçların altında ezilme tehlikesine açıktır. Insan eyleminin nihai amacı, fabrika üretimindeki nihai amaçtan farklı olarak, asla güvenilir biçimde öngörülemez. Bu yüzden, siyasi amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlar, geleceğin dünyası açısından, sık sık niyetlenilen amaçlardan daha belirleyici olabilmektedir.”Şu birkaç satırda koca bir epistemoloji, politika ve toplum anlayışı gizli. Arendt’in önerebileceği politik hedefler silsilesinin ufku oldukça sınırlı. İnsan eyleminin öngörülemezliği üzerinde duran Arendt’in önerdiği politika anlayışı, ancak öngörülebilir çerçevede meşru ve ‘politik’tir. Mütevazı öngörü sınırlarını aşan eylem, aracın amacın önüne geçtiği bir nitelik kazanır ve böylece politik olmaktan da çıkar. Arendtgil politika anlayışı kendini net olarak ortaya koyuyor. Bütün bir rejimi hedefleyen politik eylem öngörülemez, öngörülebilirlik sınırı, mikro ölçekler içindir. Örneğin, sonunun (ön)görülemeyeceği bir eylem tarzı olarak ölüm orucunun, Arendtgil politika anlayışı için meşruiyetini yitirmesi gayet doğaldır. Arendt, toplumsal gerçeği özel bir teknik gerçek olarak anlıyor. Nükleer dehşet denilen olguyu çok önemsiyor. Bu yüzden, örneğin, 1970’te yayınlanan Şiddet Üzerine‘de, şu kehanete katılıyor: “Birkaç yıl içinde robot askerler insan askerleri modası geçmiş yaratıklara dönüştürebilir.” Arendt, döneminin bu gibi genel kabulleri etkisinde kalarak, Engels’i ve Clausewitz’i tekzip eder. (Clausewitz: “Ulusal gücün daha derindeki kültürel kaynaklarıyla uyuşmayan bir askeri çözüm hali istikrarlı olamaz.” Engels: “Nerede bir ülkenin iktidar yapısı iktisadi gelişme düzeyiyle çelişirse” şiddet araçlarına sahip siyasal iktidar yenilmeye mahkumdur.) Politikanın Aracı Değil, Kendisi Olarak Şiddet Arendt’e göre, “Günümüzde savaş ve siyaset ya da şiddet ve iktidar arasındaki ilişkilere dair tüm bu eski doğrular geçerliklerini yitirmiştir”. Arendt, günümüzde, şiddet araçlarının Engels’in ekonominin

belirleyici gücüne dayanan görüşlerini yanlışlayacak bir gelişme gösterdiğini söylüyor. Ancak Arendt’in yaklaşımının zemininde problem var. Onun, bildik bir tarih görüşünü yinelediği açıkça görülüyor. Toplumsala ilişkin birtakım kategoriler çok kolay değiştiriliyor. Bir dönem kabul edilen bir genel doğru, artık insanlığın bu sorunu aştığı, yeni bir döneme girildiği şeklindeki gerekçelerle yerini başkasına terkediyor; birkaç yıl sonra başkasına yerini terketmek üzere… Ekonominin mi politikayı ya da şiddet araçlarını belirlediği, yoksa tersinin mi geçerli olduğu tartışması ikincil düzeye düşemeyecek türdendir. Ekonomi tartışma konusu ediliyorsa, bu, başka bir belirleyenin bütün tarihte yerini almış olduğunu gösterir. Arendt, ekonominin belirleyiciliğinin 19. yüzyılda geçerli olabileceğini, ama 20. yüzyılın kasvetli ve başdöndürücü teknolojik silahlanma ortamında, “iktisadi sistemlerin, siyasal felsefelerin, yargı organlarının savaş sistemine hizmet ettiğini ve bu sistemi yaygınlaştırdığını, tersinin geçerli olmadığını” ileri sürmenin, “bizatihi savaşın temel toplumsal sistem olduğunu, başka ikincil toplumsal örgütlenme tarzlarının bu sistem içinde mücadele ettiğini” ileri sürmenin daha ikna edici olduğunu belirtiyor. Amaç-araç diyalektiği özne-nesne diyalektiğidir.

Öznenin kendisi eyleminde görünür, somutlanır. Eylemi şiddet olan özne, konjonktürde ‘şiddet araç larına başvuran özne’dir, eylemi protesto bildirisi okumak olan özne, konjonktüre sözüyle müdahale eden özne’dir. Konjonktürde, çatışmalar, özneler aracılığıyla olur. Politik pratiğin hedefi nedir? Proletaryanın konjonktürdeki hedefi üretim tarzı olabilir mi? Böyle bir hedef ‘var’ mıdır? Ekonominin belirleyiciliğini konjonktürde ele almanın politik karşılığı reformizmdir. Devrimi, üretim güçlerinin yeterince gelişmesine bağlama eğilimlerinin politik karşılığı reformizmden başka bir şey olamaz. Devrimin, patladığı koşullarda devrimci olan bir özne reformisttir. Marx ve Engels’in eserlerinin, üretici güçler teorisinin politik anlaşılışına ilişkin sorgulanması meşrudur; bu eserlerde bu konuda şüphe çekecek unsurlar olduğu önermesi yabana atılamaz. Üretici güçler teorisi üzerine kurulu bir politik yaklaşım, genel olarak politikayı epeyi etkisiz bir yere çektiği gibi, şiddeti de reddeder. Buna göre, devrim kapitalizmin üretim sürecindeki iç çelişkileri sonucu gerçekleşecektir. Bir tarih görüşü açısından, burjuvazi masumdur; suçlu, üretim tarzının kendisidir.

Şiddet, aynı zamanda, bir politikanın kendisidir. Şiddet, bu durumda, politikanın bir tarzını ortaya koyan bir konuma yükseltilmiş oluyor. Şiddet politik araçtır ve şiddet, bir politikadır; şiddet politikası. Bu önerme dayanağını, popüler devrimci tarihte Che Guevara’nın “Devrim için savaşmayana sosyalist denmez” sözü ile F. Fanon’un “Taktik ve strateji iç içe geçer. Savaş yapmakla politika yapmak aynı şeydir” sözünde bulur.

Tarihte hedef yoktur; üretim tarzını kim hedef yapabilir? Tarihte politik kurumlar da hedef olamaz; kurum, karşıdaki bina gibi bir somut varlık değildir. Tarihte bütün insanlar masumdur.Oysa konjonktürde, politikanın konusu olan momentte, politikanın konusu olan nesne-türünde, hedef somut, görülebilen varlıklardan oluşur. Politikada suçlu vardır ve bu somut olarak kimliklendirilebilecek cinstendir. Politikanın muhatabı, başka insan toplulukları, kümelenmeleri tarafından oluşturulmuş olan şeydir. Marx’ın (10 Ağustos 1844 tarihli) şu değerlendirmesine nasıl yaklaşılmalıdır? “Bir halkın siyasal düşüncesi ne kadar çok gelişmiş ve evrensel olursa, proletarya -hiç değilse hareketin başında- kendi gücünü kanla boğulan, saçma ve bomboş ayaklanmalara o kadar çok harcar.

Amacına vakıf, tarihin üstünde düşünebilen bir özne, amacını yine vakıf olduğu konjonktüre, sonucunu öngörerek uygular. Arendt haklı; öngörme zorunludur; çünkü, aracın amacı aşmayacağı ancak böyle güvence altına alınır. Politikanın ilgili konjonktürde yapıldığı bir kez ileri sürülürse, bu konjonktürün unsurlarının politik karakteri, yani devrimci olup olmadıkları -özel olarak komünist olup olmadıkları değil-, onların gelecekte ve tarihsel sürecin ileri aşamalarında ne yapacakları üzerine istiharelere yatmalar ya da kehanetlerle değil, bugün ne yaptığına, hangi araçlarla hareket ettiğine, eyleminin ne olduğuna, değiştirme gücünün, etkinliğinin, kapasitesinin, araçlarının ne olduğuna bakarak anlaşılır.Bu durumda, bir konjonktürün içindeyken, amaç-araç diyalektiği de geçersiz olmaktadır. Özneyi belirleyen unsur daha çok, onun varlığının kendinden menkul içsel amacı değil, eylemli olarak ortaya konulan aracıdır, eylemidir, somut varlığıdır.

Proletarya siyasal olarak düşündüğü için, kötü toplumsal koşulların kaynağını iradede, bütün düzeltme yollarını zorda ve belirli bir Devlet şeklinin devrilmesinde görür.” Tarihte sorun, ancak kökenine inilerek, nedenlerine ulaşılarak çözülür. Ama konjonktürde, kimliklerin olduğu, öznelerin iradeleriyle eylem yaptığı, özneler açısından gerçeğin böyle olduğu koşullarda, her sorunun bir faili; somut, kimliklenebilir bir suçlusu vardır. Konjonktürü tümden yapısal nitelikler itibarıyla gören politik yaklaşımlar açısından, suçlu hiçbir zaman yoktur. Dolayısıyla, herhangi bir özneye -şiddetle ya da şiddetsiz- yönelen eyleme de gerek yoktur. Devrimci (ve karşı-devrimci), konjonktürde, çatıştıkları arasında ‘ortadan kaldırılması gereken suçlular’ görendir. Şiddet meşruiyetini, ikna ya da kudret yoluyla değiştirilmesi/dönüştürülmesi mümkün olmayan ‘organik’ hedefler olduğu argümanında bulur. Organik hedeflerin taşıyıcıları ortadan kaldırılmalıdır. Devlet aygıtına ilişkin Marksist tez de devrimciliğini burada bulur. Devlet aygıtı değiştirilemez-dönüştürülemez; yıkılmalı, tahrip edilmelidir.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 12

Sayfa 09

Serhat’tan

MARKSİZM VE ŞİDDET-TERÖR SORUNU - 2 Politik Şiddet ve Terör Terör terimi, Fransız devrimi sırasındaki kullanımından önemli oranda uzaklaşan bir tarih yaşadı. Fransız devriminden itibaren, 20. yüzyılın ilk yıllarına kadar, devrimciler, eylemlerini ‘terör’, ve daha az olmak üzere, kendilerini de ‘terörist’ olarak nitelemekten kaçınmıyordu. Çünkü bu terim, ezenlerin terörize olması, yıldırılması anlamına geliyordu. Ancak, geçen yılların dünya ölçekli ideolojik atmosferi bu terimin ‘kirlenme’sine yol açtı. Devrimciler de artık bu terimi, devletin şiddet pratiklerini nitelemek için kullanıyor.‘Politik şiddet’ ile ‘terör’ ayrıştırılıyor. Bir ayrım tarzına göre, politik alanda belirli bir tür şiddetin meşru olabileceği alan için ‘politik şiddet’ terimi kullanılırken, politikanın bittiği sınırda başlayan şiddet pratiklerini nitelemek için ‘terör’ terimi kullanılıyor. Bu ayrımda, şiddet pratiği bütünüyle politika-dışı kabul edilmiyor. Meşruiyetin, toplumun anlamlı bir çoğunluğu tarafından destek görmek olarak anlaşıldığı bu yaklaşımda, politik nitelik meşru-olanın sınırları içinde kalan olarak kabul ediliyor. Eğer bir şiddet eylemi, “toplumsal pratiklere tekabül ediyorsa” politiktir; etmiyorsa anti-politiktir/anti-toplumsaldır. Toplumsal meşruiyet sahibi şiddet pratikleri politik şiddet oluyor, böyle bir meşruiyet taşımayan şiddet pratikleri anti-politik şiddet, terörizm olarak niteleniyor. Kitlesel hareketle bağların kopmasının, çok az sayıdaki eylemcinin şiddet pratiğinin terörizmin temel göstergelerinden olduğu ileri sürülüyor. Bu yaklaşımda, politik pratik toplumsal meşruiyet aranışını şiddet araçları kullanmadan yapmak zorundadır.

politikanın kendinden menkul olamayacağı, üçüncü şahıslara dönük olması gerektiği, politik pratiğin açık uçlu olması, yani etkileşime en baştan açık olması, gibi hususların göz önüne alınmasıyla oluşturulacak bir politik şiddet anlayışına ihtiyaç var.

Şiddet atmosferinden eylem içinde şiddete nasıl geçeceğiz? Devrimci şiddet eylemleri, ‘şiddet durumu’ olarak ifade edileni karşılamaya dönük reaksiyonlardır. Şiddet pratiğinin meşruiyeti için karşı tarafın şiddet pratiği içinde olması gerekmez. Karşı taraf zaten şiddet durumunun nedeni ve sürdürücüsüdür. Eğer bir etik karşılık aranacaksa, şiddet durumu, şiddet eylemi için karşılık olmak bakımından yeter sebeptir. Şiddet durumu, ezilenin çeşitli olanaklardan mahrum bırakılmasını içeren öğelerin tümünü kapsar. Bir sınıfın, bir cinsin, ırksal, etnik, dinsel topluluğun ekonomik, toplumsal, politik, kültürel bakımlardan yoksunluklar içinde bırakılması, söz konusu toplulukların şiddet durumunda yaşaması demektir. Günlük yaşamda maruz kalınan ve yaşamın bütün yönlerine sinmiş bulunan şiddet durumu, bir bakıma şiddetin epeyi geniş tutulmuş bir tanımı olmakla birlikte, sorunun şiddet eylemleri ile sınırlanma-

Meşruiyetini Kendisiyle Kuran Pratik Genellikle, pratiğin kendisi, kitlesel meşruiyetini, kendi etkisiyle, sonradan tesis etmek hedefindedir. Bu anlamda devrimci faaliyet, meşruiyet mercii olarak kendini görmek durumundadır. Bu, kendi-için politika anlamına gelmez. Kitleler nezdinde sağlanan meşruiyet politik başarı anlamındadır ve sonsal niteliktedir. Devrim olmadan, devrim yapmak için mücadelenin dayandığı temel, elbette teknik anlamda cepheden olmamak kaydıyla, kitlelerin verili durumuyla mücadeleyi de içerir. Balibar’ın “politikanın trajik doğası” olarak belirlediği budur. Devrimci mücadele, belirli bir eşiğe gelinceye kadar, ezilen toplumsal sınıf ve kesimlerin büyük çoğunluğu için meşru değildir. Kitleler nezdinde meşruiyet, bizatihi mücadelenin amaçlarına içerilmiş bulunmaktadır. Geçiş momentlerini kategorize etmek her zaman zor olmuştur. Politik grup olmaktan politik etki sahibi olmaya, oradan politik güç olmaya giden yolda öncelik-sonralık ilişkisinin nasıl kurulacağı konusunda her zaman çetin sorunlar yaşanmıştır. Fakat, bu sorunu çözmüş olmayı iddia etmeden birtakım ayırıcı öncelikler belirlenebilir. Rosa Luxemburg’un, “Çoğunluk olduktan sonra devrimci taktiğe geçilmez, tersine devrimci taktikle çoğunluk olunur” sözü bu önceliklerden başlıca birini ortaya koymaya yetiyor. Fakat, bu söz, buradaki tartışma bağlamında, kendini sol tarafına ‘karşı’ açık bırakma konumunu ortadan kaldırmaya yetmiyor; aksine bu eğilimi destekliyor. Bu çerçevede, bu öncelik, toplumsal politikadan nerede ayrılıyor? İlk olarak, politikayı farklı anlıyor. Etkileşim hattını, başlangıcı, toplumsaldan politik olana doğru değil, politik olandan toplumsala doğru olmak üzere çekiyor. Sonra, politikayı esas olarak sözlü bir etkinlik değil eylemli bir etkinlik olarak ele alıyor. Sözlü etkinlik anlayışı için şiddet tümden ilkesel olarak reddedilemese de epeyce uzak ve istisnai bir pratik türüdür. Eylemli etkinlikte şiddet, verili politik pratiklerden biridir. Burada, eylemli etkinlik anlayışının şiddet pratiğine ilişkin ikiye ayrılabileceği görülür. Biri için şiddet pratiği tercih edilmeyen ve zorunlu olarak başvurulan bir özelliğe sahiptir. Diğeri için ise, şiddet diğer bütün pratikler içinde bir pratiktir. Şiddet pratiği, gönüllü ya da mecburen başvurulan bir şey olmak dışındadır. O halde, şiddet pratikleri de kitlelerle bağ kurmayı, onları harekete geçirmeyi gözetmelidir. Fakat bir politik konjonktürde bunun test edilme imkanı yoktur. Eğer, şiddet pratiğinin kitlelerle bağ kurmaya değil, onlardan kopmaya yol açacağı türünden önsel bir anlayış söz konusu değilse; öte yandan, şiddet pratiğine ancak kitlelerle kurulu bağlardan sonra yönelmenin meşru olacağı gibi bir anlayış da söz konusu değilse, ilgili şiddet pratiğinin ‘terörizm’ olup olmadığı ancak konjonktürün sonunda anlaşılır. Öyleyse, kitlelerden görece yalıtık bir politik grup, kitlesel ve politik güç kazanmanın bir yolu olarak şiddete başvurabilir ve bu, politik açıdan meşru olur.

Bizzat Başbakan ağzı ile, bir yanıyla cinayet örtbas edilmeye ve PKK’ye “bir iç hesaplaşma” veya “örgüt içi infaz” gibi gösterilmekte bu cinayetleri ben işlemedim derken, diğer yanıyla da Kürt ulusal mücadelesinin çıkmaz olduğunu göstermeye çalışmaktadırlar. AKP ve şürekası klasik psikolojik savaş refleksleri ile “İç hesaplaşma diyerek” bu işin aslını örtmeye çalışıyor. Bugün PKK içinde barış sürecini baltalamaya dönük faaliyet yürütecek güçlü aktörler yok. Ama, Paris’teki kanlı eylem, Öcalan ve Kürt aktörlere karşı ve sürece dâhil edilme talebinde bulunan kurumları hedefleyerek nelerin olabileceğini gösterdi. Şimdi Kürt siyasi aktörlere ve kurumlarına düşen, Paris’ten gelen kanlı mesaja rağmen, Öcalan’ın arkasında cesaretle durmaktır. Bu durum beklenmedik bir durum değildir. Zira ne zaman Kürt hareketine ilişkin olumlu bir adım atılsa ardından mutlaka bir provokasyon ortaya çıkmaktadır. Bir yandan Kürt sorununa ilişkin İmralı ile görüşemeler organize ederek seçim sürecinde yelkenlerini bu rüzarla şişirmeye çalışırken diğer yandan faşist kesimlere mesajlar ileten AKP hükümeti burada da bir çıkmaza saplanmıştır. Hükümet, deyim yerinde ise sinekten yağ çıkarmaya mı bakıyor. Bu cinayetin ne AKP ne de buaşamada PKK’ye yaramayacağı ortada. AKP sözcüleri ve BDP sözcüleri “Bu provokasyonlara gelinmemeli. Her zaman bu tür süreçlerde, bu tür olaylar yaşanabilir. Daha iradeli, çözüm endeksli bir süreci ilerletmek gerekiyor tarzında açıklamalarda bulundular. AKP gerçek anlamı ile bir barış sürecini başlatamaz ve sürdüremez. Bu konuda gösterdiği iradesizlik bilinen bir durum… Bu saldırı gerçekten başlayacak barış sürecini baltalamaya yönelik bir suikast mıdır? Yoksa emperyalist batı devletlerinin de Ortadoğu üzerindeki emellerinin bir parçası olarak ortadoğuda PKK üzerinden yeniden topa girme çabası mıdır? Fransa’nın Suriye çabasının bir parçası olma ihtimali çok mu uzak? Özellikle Fransa, Kürt meselesinin tam merkezinde yıllardır var olan bir ülke… Bu, barış sürecini olduğu gibi, barış sonrası süreci hedefleyen bir saldırı da olabilir. Türk istihbaratının yurtdışı operasyon kabiliyeti ve geleneğinin olmadığını biliyorsak…

Devlet ile Kürt ulusal hareketi arasındaki mücadele ve ilişkiler, dönem dönem geri çekilmeler, yumuşamalar gösteriyor olmakla birlikte her geri çekilme izlenimi veren, yumuşama yaşanacak gibi görünen süreçlerin sonunda devlet, yeniden şiddet, inkâr, asimilasyon ve katliamlar şeklinde refleksler vermiştir. Devlet, “Kürt realitesini tanıma”, “demokratikleşme”, “Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin tanınması” adına “Kürt açılımı” gibi politik manevralarla, kitleleri ve elbette Kürtleri aldatarak, uzlaşı arayışı içindeymiş izlenimi verdikçe, Kürt ulusal hareketi çizgisinin burjuva karakterinden kaynaklı zaaflarının sonucu olarak beklentiler içine girmiş ama sonuç olarak, devletin Kürt sorununa bakışında temelde bir değişikliğin olmadığını, beklentilerin sonuçsuz kaldığını görerek, kendi içindeki kırılmalarında etkisiyle radikal tutumlar almıştır. Süreç; egemen Türk burjuvazisi ile egemenliğe bir biçimde ortak olma amacındaki Kürt burjuvalarının ve Kürt ulusal hareketinin ilişkileri, çatışmaları emperyalist dayatmalara ve devletin git gellerine bağlı olarak ilerlemiştir. Bu durum “demokratikleşme” adı altında, devletin, farklı hükümetler eliyle sürdüre geldiği, son olarak da AKP eliyle sahnelenmeye devam edilen politik tavrı olmuştur. Bu ilişkiler, geri çekilme ve yeniden şiddetin yoğunlaşması biçimindeki süreç, “demokratikleşme” safsatalarıyla devletin Kürtler karşısında yeniden yapılandırılması süreci biçiminde gelişmiştir. Kürt sorununa ilişkin söz söylerken, Kürt ulusal hareketi eliyle öne çıkartılan talepler, Kapitalizmin ve devletin temel karakterinden bağımsız, Ortadoğu’da emperyalizmin ekonomik önem arz eden topraklar üzerinde egemenliklerinin ve nüfuzlarının artırılması hedefli politikasından bağımsız edilecek her lafın askıda kalacağı bilinmelidir. İşsizlik, açlık, yoksulluk gibi kapitalizmin doğrudan sonucu olan bir kısım sorunların işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfların yürüttüğü mücadeleye bağlı olarak, daha da yakıcı olmasının, derinleşmesinin önü geçici bir zaman dilimi için kesilebildiği gibi; ezilen ulusların kimi talepleri de egemen kapitalist sistemin temellerini hedef almadığı sürece ve elbette işçi sınıfı ve diğer emekçi yığınların ve ezilen ulusun mücadelesine bağlı olarak kısmen kabul ettirilebilinir. Kapitalizm var olduğu sürece bu hakların kesin bir biçimde teminat altına alındığı söylenemez. Bu hakların kullanılmasında süreklilik, ancak kapitalizme karşı proletarya devriminin, sosyalizmin başarısıyla mümkündür. Mülkiyetin özel biçimi ve sermayenin daha fazla kar ve büyüme isteği var olduğu sürece işçiler ve diğer bütün emekçiler için, ve elbette ezilen uluslar için kalıcı bir refahın, kelimenin tam ve doğru anlamıyla özgürleşmenin yaşanabilmesi olanaksızdır. Kapitalizm doğası gereği, yaşamını sürdürdükçe kazanılması mümkün olan ya da kazanılmış olan bütün hak ve özgürlükler, değişen koşullarla birlikte daha da kullanılamaz hale getirilebilecek, sistem kendini koruyabilmek için katliamları, baskıyı, savaşı, yoğunlaştırarak sürdürebilecektir.

Dönem dönem ulusal haklar kabul görecek gibi olsa da Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının kullanılması baskı ile kan dökülerek engellenmektedir. Kürt ulusalcı söylemlerin ve onların arkasına dizilen reformistlerin; kapitalizmi ortadan kaldırmadan, onun koşullarında, Kürt sorununun çözümü biçiminde sundukları, “Kürtçe dilinden eğitim” vb taleplerin karşılanması, daha ilerisi, hangi koşullarda belirlenmiş olursa olsun, “demokratik özerklik” gibi istemlerin karşılanması bile Kürt işçilerinin, köylülerinin ve diğer emekçi kesimlerin kelimenin tam ve doğru anlamıyla özgürleşmesi anlamına gelmeyecektir. Kürtçe eğitim talebinin Kürtlerin kaderlerinin tayin hakkı yerine konması Marksistlerin asla savunacağı şey değildir. Kürtlerin ulusal hakkı olarak “Kürtçe dilinden eğitim” hakkını savunmak ile Kürt işçi ve emekçilerinin lehine Kürtlerin kaderlerini tayin hakkını savunmak başka şeydir. Çünkü “Ulusların hakları ile ‘programın asıl anlamı’ birbirinden tamamen ayrı şeydir. ‘Programın asıl anlamı’ , proletaryanın programında bilimsel biçimde formüllendirilmiş olan bu sınıfın çıkarlarını dile getirirken, ulusların hakları, güçlerine ve etkilerine göre burjuvaziyi de, aristokrasiyi de, ruhban sınıfını da, ya da herhangi bir sınıfın çıkarlarını da ifade edebilir. Birincisinde marksistin görevleri, ikincisinde çeşitli sınıflardan oluşan ulusların hakları. Ulusların hakları ile sosyal-demokrasinin ilkeleri bağdaşabilir de, bağdaşmaz da.”(Stalin-Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu-Sol Yayınları) Bu nedenle; İşçi ve diğer emekçilerin daha iyi yaşam koşullarına dair talepleri ve bunlar için mücadele etmeleri ile proleter devrim ve sosyalizm talepleri ve mücadeleleri bir ve aynı kefeye konulamayacağı gibi Kürtlerin ulusal talepleri de Kürt işçilerinin programıyla aynileştirilemez, onun yerine konulamaz. Diğer bütün taleplerin kalıcı olabilmesinde olduğu gibi, “Kürtçe dilinden eğitim” talebinin de kullanılabilirliği ve sürekliliğinin teminatının, üretim araçlarının kapitalist mülkiyetinin yerini sosyalist mülkiyetin almasından, sosyalist devletin örgütlenmesinden, işçi ve emekçiler açısından başkaca teminat yoktur. Kapitalizm ve faşist diktatörlük var olduğu sürece bu hakkın kullanılması, sonuç olarak burjuva egemenliğin korunması için, ona hizmet eder biçimde olacaktır. Tam da bu nedenle; “Kürtçe dilinden eğitim hakkı” talebinin, Kürtlerin ayrılıp devlet olma haklarından ve sosyalist devlet talebi ve mücadelesinden bağımsızlaştırılarak öne çıkartılması, Kürt burjuvalarının, faşist diktatörlüğün ve egemen burjuvazinin bir biçimde korunması anlamına geleceğinden Emperyalistler açısından bir masa etrafında buluşarak bu meselede, bir uzlaşma zemini yaratmalarını olanaklı kılar. Kapitalizmin emperyalist aşamada siyasi duruşu doğrudan siyasi gericilik olduğu dikkatten kaçırılarak, burjuvalardan “demokratikleşme” adı altında, Kürtlerin özgürleştirilebileceğini beklemek, burjuva karakterlerinden kaynaklı kimi hamlelerini, Kürtlerin özgürleşme taleplerinin yerine koymak; asalak, çürüyen, can çekişen emperyalist kapitalist sistemin ömrünü uzatmaya dönük, Kürtlerin özgürleşmesinin önünü kesme gayretlerinden öte değildir.

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Toplumsal politika görüşünün temel yaklaşımı, Marksizm açısından ve özellikle Marx-Engels ile Lenin’in politik şiddet anlayışı bakımından eleştir diği kesimlere ilişkin görüşleri de dikkate alınırsa, kolayca yabana atılamaz. Bu görüşün, reformcu bir politik hat izleme ihtimali yüksek -hatta tarihsel örnekler göz önüne alınırsa, kesin- olmasına rağmen,

Şiddet Tekeli Ezilenlerin pratiklerine şiddeti de katmaları, onlar için iktidar tarafından tanınmış politika yapma alanına eylemli bir itirazdır. Şiddet, bu anlamda bir politika hukukunun tesis edilmesi aracı olarak da iş görmektedir. Şiddet pratiği, politika alanının ezilenler yararına genişletilmesi ve devletin şiddet tekelinin kırılması bakımından işlevlidir. Politikanın gerektirdiği koşullarda şiddet araçlarını devreye sokamayan politik örgüt, devletin şiddet tekelini kabul etmiş, onu bu alanda tanımış demektir. Devrimcilerin şiddet araçlarını kullanabilmeyi sürekli bir vasıf haline getirmeleri, bu bakımdan, devrimci niteliğin kendisinin daha tam bir kuruluşudur da…Örnek olarak, Rusya’da 1917 Şubat devriminden sonra ve İran’da İslam devrimini izleyen aylarda, her grubun silahlı oluşuna bağlı olarak yaşanan özgürlük ortamı, şiddet tekelinin ortadan kalkmasına bağlıdır. Şiddet tekeli ortadan kalkmıştı ve şiddet araçlarına sahiplik, politik öznelerin büyük bir özgürlük içinde hareket etmesini sağlıyordu.Şiddet tekeli, ezenler açısından büyük bir güven unsurudur. Ezenler, bu tekel sayesinde, ‘geleceği öngörebilir’. O halde, ezilenlerin, bu tekeli kırma yolundaki uğraşı, geleceğin ezenler açısından da öngörülemez olmasını sağlamaktadır. Amaç, ezeni de öngörülemezliğe sürüklemektir. “Kargaşalıkta Tanrı fakirden yanadır.”

sının yetersizliği de çok açık olsa gerektir. Ancak, şiddet durumu terimi, şiddet sorununa yaklaşımın yalınkat karşılıklılıklar çerçevesinde değerlendirilmesinin yararsızlığını göstermiş oluyor.

Berxan Bedirxan

SAYFA 09

Yani deyim yerindeyse, önce ikna yoluyla, şiddet kullanmadan, kendine toplumsal bir etkileşim alanı açacak, belli bir kitlesellik kazanacak, ondan sonra istiyorsa şiddete başvuracak. Burada, politik pratikten kastedilen asıl olarak barışçı kitle çalışmasıdır. Politik pratiğin bir özü vardır. Bu öz kitle çalışmasıdır. Kitle çalışmasının barışçı olması öze ilişkindir. Liberalizmin mümkün en sol ucunu teşkil eden bu yaklaşımın durduğu yer yaklaşılmaması gereken sınır olarak kabul edilebilir. Liberallerin Marksizan olanları da vardır; örneğin kent ya da kır gerillacılığı, bu yüzden Marksizme aykırı görülür. Çünkü bu anlayışa göre, gerilla örgütlenmesi, kitlelerle bağını koparmak zorunda olan ve şiddet politikasına çok erken yönelen bir tarzdır. Görüleceği üzere, bu yaklaşımın politikası, toplumsal/sınıfsal politikadır.

Haklı Savaşın Haksız Pratiği Devrimcilerin uyguladığı ‘aşırı’ ya da ‘yanlış’ şiddet pratiklerine karşı ne yapmak gerekir? Gerçek yanıt sadece kendi konjonktüründe verilebilecek nitelikte olsa da, bir ikili durumun temel nitelikteki varlığı gözden kaçırılmamalıdır. C. A. J. Coady, “Terörün Ahlakı” başlıklı yazısında bunu şu ifadelerle belirtiyor: “Haklı bir savaşın haksızca sürdürülmesi veya haksız bir savaşın kurallara sıkı sıkıya bağlı olarak yürütülmesi kesinlikle mümkündür.” Bu ayrım, liberalleri kendi sollarından ayıran sınırı çizer. Liberaller, genel olarak, ‘savaşı kurallara sıkı sıkıya bağlı olarak yürüten taraf ’ın yanında yer alır. Bu çerçevede, terörizm terimi, yukarıdaki liberal yaklaşımdan farklı olarak, devletlerin yaptıklarının dışında, “sadece savaşa katılmayanlara yöneltilen şiddet bağlamında” kullanılıyor.

KÜRTLERİN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKI-3


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 10

SAYFA 10

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

11 EYLÜL: DÜNYA SİYASETİNDE KIRILMA ANI -1

Sayfa 11

11 EYLÜL: DÜNYA SİYASETİNDE KIRILMA ANI -1

Tarihi insan zihni için anlaşılır kılmak, makul ve üzerine düşünülebilir ve konuşulabilir bir bilgi nesnesi haline getirebilmek için kopuşları, kökenleri, dönüşümleri tespit etmek; bunlar üzerinden tartışmayı sürdürmek metodolojik bir zorunluluktur. Bir başka deyişle tarihi, bir disiplin olarak mümkün kılan da vakanüvislikten farkının ortaya çıktığı bizzat bu yaklaşımdır. Bu açıdan, tarihte belli dönüm noktaları tespit etmek önemlidir. Köken olmayan köken şeklinde tanımlanabilecek bu tür tespitler, dönemleştirme yapabilmek için önemlidir. Tarihe böyle baktığımız anda ise, 11 Eylül tüm dünyayı doğrudan ya da dolaylı şekilde etkileyen, yüzyılın en önemli bir kaç olayından biridir.

Dünya sahnesine çıkışının ardından 2. Dünya Savaşı’nı kazanarak SSCB ile birlikte yeni bir dünya düzeni kuran ABD, SSCB’nin dağılmasının ardından bu düzeni tek kutuplu bir yapıya geçirmeye çalıştı. Soğuk Savaş’ın ardından ilk önce George Herbert Bush’un Körfez Savaşı’nı müteakip kullandığı Yeni Dünya Düzeni ifadesi, ardından gündeme gelen Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması ve Francis Fukuyama’nın Tarih’in Sonu tezleri hep bu tek kutuplu yeni düzenini tahkim etme çabalarıydı.

Guantanamo Cezaevi ve gizli hapishanelerle birlikte hukuk ve insan hakları tartışmaları yeniden ele alındı; haritalar değişti; birçok ülkede iktidarlar değişti. Bu nedenle 11 Eylül’e sıradan bir tarih ya da önemsiz bir olay gibi bakmak yanıltıcı olur. Daha geniş bir perspektifle 11 Eylül’e bakıldığında, bu tarihin dünya düzenindeki siyasi temsil sorununun patolojik bir patlama noktası olarak kayda geçtiğini söylemek mümkündür. Kendisini yıllardır dayatan bu siyasi temsil krizine kulak tıkayan dünya düzenine yılların birikimi ile verilmiş sert ve aşırı; beraberinde, yıllardır görünmez kılınmaya tepki olarak kendisini zorla ve önlenemez şekilde görünür kılan bir cevaptı. 11 Eylül’ün sansasyonel etkisi bir yanıyla da bu temaşa ve gösteri iradesinin son derece güçlü bir siyasi intikam hissi ile iç içe geçmesinden kaynaklanıyordu.

11 Eylül tarihi tüm bu tahkim çabalarını boşa çıkaran bir tarih olarak kayda geçti. Çünkü yeni dünya düzeninde de öncekilerde olduğu gibi, Müslümanlar’ın siyasi temsili kendisine yer bulamamıştı. 11 Eylül tarihini müteakiben 10 yıl içerisinde dünya, tek kutuplu dünya düzeninin imkânsızlığını görerek, iktidarın paylaşıldığı yeni bir dünyaya doğru gidişatın başlangıcına sahne oldu.

11 Eylül tarihi gerek görsel etkisi, gerek meydan okuma gücüyle basit bir şiddet eylemi olmanın ötesine geçerek dünya düzeninin yeniden şekillenmesine yol açan kilit bir olaya dönüştü.

11 Eylül 2001 dünya tarihine dönüm noktası olarak geçti. Bu tarihle birlikte 2. Dünya Savaşı sonrası iki kutuplu olarak kurulan ve Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra tek kutuplu hale gelen dünya düzeni çözülmeye başladı.

11 Eylül’ün Yapısal Mahiyeti 11 Eylül 2001 tarihinde New York’taki İkiz Kuleler’e ve Washington’daki Savunma Bakanlığı binası Pentagon’a yapılan saldırılarla birlikte dünya tarihinde yeni bir sayfa açıldı. 11 Eylül saldırılarının dünyaya etkisi, ölçülebilen sonuçlarının çok ötesinde oldu. Bu saldırı sonrasında tarih yeniden yazıldı; dünyada güç dengeleri yeniden hesaplandı; dünya düzeninin ağırlık merkezi yerinden oynadı; terör, İslam, güvenlik, aşırılık, fundamentalizm gibi kavramlar yeniden tanımlandı; strateji, uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi gibi bilgi alanları 11 Eylül’ü referans almadan hiçbir şey yazamaz hale geldi; güvenlik çalışmaları, terörizm araştırmaları gibi yeni bilgi alanları inşa edildi; sosyoloji, antropoloji, ilahiyat gibi bilgi alanları yeniden ve daha işlevsel olarak iktidarın kullanımına daha elverişli bir şekilde yeniden tanımlandı, gündelik yaşamda güvenlik ve seyahat özgürlüğü kavramları tamamen değişti; yeni ordu birimleri kuruldu; askeri stratejiler, silah ve istihbarat alanlarında patlama yaşandı..ülkeler işgal edildi;

Oysa 11 Eylül’ü hazırlayan yapısal faktörler çok daha derinde, dünya sisteminin kuruluş ve işleyiş mekanizmalarında ve buradaki temsil sorununda yatıyordu. Bu açıdan 11 Eylül bir yanıyla bu dünya düzeninde siyasal temsil sorunundan kaynaklanan bir gelişme olsa da, paradoksal bir şekilde 11 Eylül, dünya sisteminin asıl sorunlarını görünmez kılmak için son derece başarılı bir şekilde kullanılmıştır. Ancak tam da bu noktada söylemselliği aşan salt şiddetin yarattığı etki, ABD için geriye gidişin başlangıcını oluşturdu. Olayın temaşa gücü karşısında aynı şiddette karşılık vermek arzusuna gem vuramayan ABD, kendi meşruiyetini oluşturan dünya düzeninin de tüm mekanizmalarını yok ederek, tam anlamıyla kendi kendisinin sonunu hazırlamıştır. Bu yönüyle 11 Eylül bir açıdan da kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet olarak edimsel bir eylem halini almıştır. Mutlakçı yaklaşımların bu toptancılığı, sorun tek tek ele alındığında makul gibi görünse de, hem tarih yazımını hem de dönemleştirme ve kavramsallatırmayı imkânsızlaştıran bir metodik ampirizme yol açmaktadır.

11 Eylül tarihi herşeyin başladığı bir mutlak tarih değil, bir yöne gidişin bu müdahale ile yönünü değiştirip, çatallaştırdığı bir tarihtir. Bu yanıyla da 11 Eylül’ü, örneğin, siyasal temsil sorununun ortaya çıktığı değil; zaten var olan siyasal temsil sorununun mahiyet değiştirip, çoğullaştığı, bir anda birçok müdahaleye maruz kaldığı bir an olarak düşünmek gerekir. Peki o halde bu siyasal temsil sorunu nedir ve neden 11 Eylül’le birlikte farklı bir mahiyet kazanmıştır? Bu soruya verilecek cevap, 11 Eylül’ü mümkün kılan siyasal koşullara ve yapısal faktörlere değinmeyi; ve bu sorunun bu müdahale ile nasıl bir hal aldığını da izah etmeyi gerektirmektedir. 11 Eylül ve Siyasal Temsil Krizi 11 Eylül saldırısı, 2001 yılında dünya düzenine içkin; ancak açıkça tartışılmayan siyasal temsil sorununa verilmiş patolojik bir cevaptır. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra dünya siyasetine damga vuramayan, siyasal özne olarak bu sürece katılamayan, oluşumuna katkı sağlayamadığı, ancak mağduru olduğu düzen karşısında çaresiz kalan Müslüman öznelliğinin ciddi bir siyasal temsil sorunu yaşadığı açık. Ulus devletler dünyasından, bu siyasal temsil krizini gündemine alan Pakistan, İran, Malezya ve hatta Suudi Arabistan gibi ülkeler ne siyasi temsil krizini çözebilmişler ne de bu krizin mağduru olan kitleleri rahatlatabilecek tedbirler alabilmişlerdir. 11 Eylül saldırısı, ulus devletler sisteminde bu siyasal temsil sorununu çözemeyen ulus devletlere tepkiyle ortaya çıkmış ve bu misyonu devletlerin şiddet kullanma tekeli ile birlikte kendi üzerine almış bir grubun, bireysel şiddetle sorunu çözmeye çalışma çabasının adıdır. Tam da bu nedenle 11 Eylül saldırısı meşru bir siyasal temsil talebinin patolojik bir tezahürüdür. Tepkinin patolojik olması tüm süreci radikal bir şekilde değiştirmesini engellememiştir. Bu nedenle, bu siyasal temsil sorunu çözülmeden 11 Eylül’ü ortadan kaldıran sebepler ortadan kalkmayacağından, normalleşmenin gerçekleşmesi de pek mümkün olmayacaktır. Peki bu temsil sorununun mahiyeti nedir? 16. yüzyılda dünyanın tamamının Müslüman olduğu eski kıta nüfusunun onda dokuzu Kazan steplerinden Doğu Afrika’ya, Orta Asya’da Hint Okyanusu’na, Müslümanlar tarafından yönetilen devletlerin tebaası olarak yaşıyordu. Bu tür bir dünya sahnesinden 20. yüzyıl başlarındaki duruma gelindiğinde ise, Müslüman nüfusun bir kaç küçük istisna dışında neredeyse tamamı gayrimüslim yöneticilerin hâkim olduğu devlet yapılarının tebaası olarak yaşar hale geldi.

20. yüzyıla gelinceye kadar, Müslümanlar’ın siyasal temsili ciddi yaralar almasına rağmen, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığı, dünyadaki sair Müslüman nüfusun yaşadığı yerlerde de sembolik bir güvence, bir güvenlik şemsiyesi olma özelliğini korumaya devam etti. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte dünyada Müslüman siyasi öznelliğin en büyük bağımsız siyasi temsil gücü olan Osmanlı İmparatorluğu tarihe karıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nu müteakiben, sömürgecilik dönemi ile birlikte bu siyasi temsil boşluğunu doldurabilecek herhangi bir siyasi özne dünya siyaset sahnesinde kendisine yer bulamadı. İki dünya savaşı arası dönemde İslam dünyası değil siyasi öznellik, siyasi temsil talebinde bulunmak ya da dünya siyasetinde söz sahibi olmak; bağımsızlığını kazanma noktasında bile ciddi sorunlar yaşadı. Bu nedenle iki dünya savaşı arasını siyasal temsil açısından kayıp yıllar olarak görmek yanlış olmaz. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından OrtaDoğu’da manda ve sömürge yönetimleri kuran İngiltere ve Fransa, siyasi temsili imkânsız hale getirecek tedbirler de almayı ihmal etmeyerek, meseleyi yapısal bir kriz haline getirmeye çalıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz ve Fransız manda yönetimlerinin yerini, “sömürgeciliğe son verme” başlığı altında monarşiler ve Baasçı rejimler almaya başlayıp, mevcut yapı ABD tarafından çözülmeye uğrasa da, bu değişiklik Müslümanlar’ın siyasi temsil sorununu çözmeye yetmedi. Aynı dönemde ABD’nin etkisinin orantısız bir şekilde artmasının ardından Orta Doğu’da siyaset sahnesine dâhil olan dünyanın diğer büyük hegemonu SSCB, Suriye, Irak, Mısır, Libya gibi Fransa’nın çekilerek, yerine Baasçı rejimleri bıraktığı ülkelerde ABD-İsrail karşıtı bir denge oluşturmaya çalışan SSCB’nin varlığı, bu ülkelerde Türkiye’deki Kemalizm tecrübesine benzer laik-ulusalcı-Baasçı yönetimlere kapı araladı. Orta Doğu’nun İngilizler’in hâkimiyetindeki bölgelerinde kurulan devletler ise monarşiyle yoluna devam ettiler. Her ne kadar Fransız etkisindeki bölgeler, ABD-İsrail karşıtı olarak bilinen, SSCB’ye yakın, Batı hegemonyasına direnen, monarşi karşıtı, üçüncü dünya milliyetçisi, laik ve otoriter bir modelle üçüncü dünyacı ve bağımsızlıkçı bir karakterle gündeme gelmiş olsa da, bu

yapılar bölgeye has, bölgenin dinamiklerinden beslenen bir siyasal temsil oluşturmayı başaramadılar. Bu nedenle de Baasçı yapılar Orta Doğu’da yalnızca, Soğuk Savaş’ın üzerinden yürüdüğü paralel alanlardan birisi olmaktan öteye geçemedi. Baasçılığın bağımsızlıkçı çizgisini alıp, bu çizgi üzerine, bölgenin dinamiklerini de katarak, İslam’a dayanan bir yapı oluşturmaya çalışan İslamcı hareketlerin öne çıkması tam da bu döneme denk gelir. Sömürge karşıtı direniş hareketleri şeklinde İslam’dan beslenen siyasi hareketler olarak ortaya çıkan; ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası Baasçılığın siyasi krizine karşı en önemli alternatif olarak ortaya çıkan İslamcılık bölgede mutlak anlamda iktidar alanı bulmakta zorlansa da, Baasçılığın etnik sınırlarını aşarak daha evrensel bir siyasi yaklaşımı üretmede görece başarı kazandı. Ancak bu dönemde İslamcı hareketlerin şiddetle bastırılması, gerçek iktidar alanı bulamaması, bunun neticesinde radikalleşip gerçek siyasi alternatiflerden uzaklaşması, İslamcılığın ciddi bir siyaset alternatifi olmasını engelledi. ''Siyasal Özne”lik Sorunu Eğer Orta Doğu’da siyasal temsilin tarihi yazılacaksa bunun ulus devlet olarak en önemli örneği Pakistan; siyasallaşma ve siyasi hareket olma anlamında ise İslam Devrimi üzerinden İran’dır. Müslümanlar’ın, Hinduizm hâkimiyetindeki Hint yönetimi altında siyasal temsillerinin sağlanamayacağı tespiti ile oluşan Pakistan tecrübesi, Hint Kıtası’nın siyasal temsil sorununun merkeze alındığı en doğrudan örneğidir. Farklı etnik ve dil gruplarının İslam ortak paydasında birleşerek oluşan bir muhacir-ulus devlet modeli olarak Pakistan, gerek iç dengeler gerekse de dış dengeler ve savaşlar nedeniyle kuruluş amacını gerçekleştiremeyen, dahası İslamcılığı ulus devlet formunda yeniden örgütleyerek tüketen bir tecrübe olarak kayda geçti. Siyasal temsil sorununu gören, bunun için harekete geçen; ancak başarma noktasında yetersiz kalan Pakistan tecrübesi, siyasi temsil sorununun siyasal dil ve alanda berraklaşması anlamında son derece önemli bir aşama oldu. Bu dönemdeki en önemli dönüm noktası ise İran’daki İslam Devrimi olmuştur. İran İslam Devrimi gerek oluşumu sırasında gerek de oluşumu öncesinden bölgede önemli bir siyasallaşma dalgası yaratmıştır. Batı ve Doğu arasında İslam

alternatifi şeklinde kendine siyaset alanında yer açan İran devrimi farklı bir dünya ve devlet tasavvuruyla ortaya çıkmış, bu da tüm İslam dünyasını siyasi ve ideolojik olarak derinden etkilemiş, İslami hareketlere iktidar umudu vermiş, siyasi temsil sorununu doğrudan gündeme getirerek asıl sorunun ne olduğunu gizlenemez şekilde açığa çıkarmıştır. İran Devrimi, Pakistan’ın ulus devlet sınırlarına hapsettiği Müslümanlar’ın siyasi temsili konusunu merkezine almış, uluslar ve mezhepler üstü bir yapı oluşturarak siyasi bir pozisyon inşa etmiştir. Ancak İran Devrimi de, devrimi müteakip bir kaç yıl içerisinde bu sorunun altında kalmış, teritoryal ve mezhebi önceliklerini aşamayarak, İslam dünyasını etkileme gücünü kaybetmiştir. Buna rağmen İran Devrimi’nin gündeme getirdiği siyasi temsil sorunu giderek daha fazla ve farklı alanda yankı bulmaya başlamış, sorun İslam dünyasında İslamcı hareketler düzeyine ve tabana inmiş, ve tartışılan önemli bir konu haline gelmeye başlamıştır. Soğuk Savaş ve Siyasi Temsilin Siyasal Teolojisi; Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Orta Doğu’da İngiltere-Fransa ortaklığında kurulan geçici düzen, Osmanlı mirasını paylaşma ve Osmanlı’nın siyasi temsilini devlet ve aşiretler arasında bölerek dünya siyasetinde etkisiz hale getirebilme arayışıyla oluşturulmuştu. Bu nedenle de bu ara düzen mütemadiyen Osmanlı İmparatorluğu’nun hayaletiyle mücadele etmiş, bu boşluğu siyasi olarak bir türlü dolduramamıştır. Bu düzenin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dağılmasıyla, dünyada ABD liderliğinde kurulan yeni düzenin bölgeye de etkisinin olması kaçınılmazdı. İngiltere-Fransa ikilisinden farklı bir dünya düzeni kuran ABD, bu egemenliği sadece siyasi ya da kültürel alanda kurmadı. Aksine bu düzeni kurumsal bir temelde kurarak, düzenin hem normalleşmesine ve doğallaşmasına, hem de içselleştirilmesine çalıştı. Bu kurumsal temelin askeri ayağını NATO, ekonomik ayağını Dünya Bankası ve IMF, siyasi ayağını ise BM oluşturuyordu. Bu üç temel üzerinde yükselen dünya düzeninde temsil hakkı farklı ülkeler arasında paylaştırılarak, İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerine söz hakkı verilmişti. 11 Eylül saldırısının yapısal şartlarını oluşturan siyasal temsil sorununun berraklaştığı en önemli alan da BM’deki bu siyasi temsil yapısının niteliği ve gücün bu kurumlardaki dağılımıdır. Bu siyasi temsil krizinin en önemli ayağını ise, tüm dünya siyasetine açık olduğu iddiasıyla kurulan BM’nin Güvenlik Konseyi’nde (BMGK) görmek mümkündür. BMGK’da veto hakkının güç dağılımına bakılırsa, dünya siyasetinde veto hakkı olan 5 ülke şöyle sıralanmaktadır: ABD, Çin, SSCB, İngiltere ve Fransa. Seküler bir ulus devlet sistemi açısından bakıldığında bir sorun varmış gibi görünmese de, siyasal teoloji açısından bakıldığında bu dağılım oldukça sorunludur. Zira bu devletler dini talepleri olmadığını iddia etseler de, kendi dinlerinden olan grup ya da devleti başka din mensupları ile karşı karşıya geldikleri durumlarda, ülkenin genetiğine işlemiş dinin gerekenlerini yapmaktan çekinmemiştir.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 10

SAYFA 10

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

11 EYLÜL: DÜNYA SİYASETİNDE KIRILMA ANI -1

Sayfa 11

11 EYLÜL: DÜNYA SİYASETİNDE KIRILMA ANI -1

Tarihi insan zihni için anlaşılır kılmak, makul ve üzerine düşünülebilir ve konuşulabilir bir bilgi nesnesi haline getirebilmek için kopuşları, kökenleri, dönüşümleri tespit etmek; bunlar üzerinden tartışmayı sürdürmek metodolojik bir zorunluluktur. Bir başka deyişle tarihi, bir disiplin olarak mümkün kılan da vakanüvislikten farkının ortaya çıktığı bizzat bu yaklaşımdır. Bu açıdan, tarihte belli dönüm noktaları tespit etmek önemlidir. Köken olmayan köken şeklinde tanımlanabilecek bu tür tespitler, dönemleştirme yapabilmek için önemlidir. Tarihe böyle baktığımız anda ise, 11 Eylül tüm dünyayı doğrudan ya da dolaylı şekilde etkileyen, yüzyılın en önemli bir kaç olayından biridir.

Dünya sahnesine çıkışının ardından 2. Dünya Savaşı’nı kazanarak SSCB ile birlikte yeni bir dünya düzeni kuran ABD, SSCB’nin dağılmasının ardından bu düzeni tek kutuplu bir yapıya geçirmeye çalıştı. Soğuk Savaş’ın ardından ilk önce George Herbert Bush’un Körfez Savaşı’nı müteakip kullandığı Yeni Dünya Düzeni ifadesi, ardından gündeme gelen Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması ve Francis Fukuyama’nın Tarih’in Sonu tezleri hep bu tek kutuplu yeni düzenini tahkim etme çabalarıydı.

Guantanamo Cezaevi ve gizli hapishanelerle birlikte hukuk ve insan hakları tartışmaları yeniden ele alındı; haritalar değişti; birçok ülkede iktidarlar değişti. Bu nedenle 11 Eylül’e sıradan bir tarih ya da önemsiz bir olay gibi bakmak yanıltıcı olur. Daha geniş bir perspektifle 11 Eylül’e bakıldığında, bu tarihin dünya düzenindeki siyasi temsil sorununun patolojik bir patlama noktası olarak kayda geçtiğini söylemek mümkündür. Kendisini yıllardır dayatan bu siyasi temsil krizine kulak tıkayan dünya düzenine yılların birikimi ile verilmiş sert ve aşırı; beraberinde, yıllardır görünmez kılınmaya tepki olarak kendisini zorla ve önlenemez şekilde görünür kılan bir cevaptı. 11 Eylül’ün sansasyonel etkisi bir yanıyla da bu temaşa ve gösteri iradesinin son derece güçlü bir siyasi intikam hissi ile iç içe geçmesinden kaynaklanıyordu.

11 Eylül tarihi tüm bu tahkim çabalarını boşa çıkaran bir tarih olarak kayda geçti. Çünkü yeni dünya düzeninde de öncekilerde olduğu gibi, Müslümanlar’ın siyasi temsili kendisine yer bulamamıştı. 11 Eylül tarihini müteakiben 10 yıl içerisinde dünya, tek kutuplu dünya düzeninin imkânsızlığını görerek, iktidarın paylaşıldığı yeni bir dünyaya doğru gidişatın başlangıcına sahne oldu.

11 Eylül tarihi gerek görsel etkisi, gerek meydan okuma gücüyle basit bir şiddet eylemi olmanın ötesine geçerek dünya düzeninin yeniden şekillenmesine yol açan kilit bir olaya dönüştü.

11 Eylül 2001 dünya tarihine dönüm noktası olarak geçti. Bu tarihle birlikte 2. Dünya Savaşı sonrası iki kutuplu olarak kurulan ve Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra tek kutuplu hale gelen dünya düzeni çözülmeye başladı.

11 Eylül’ün Yapısal Mahiyeti 11 Eylül 2001 tarihinde New York’taki İkiz Kuleler’e ve Washington’daki Savunma Bakanlığı binası Pentagon’a yapılan saldırılarla birlikte dünya tarihinde yeni bir sayfa açıldı. 11 Eylül saldırılarının dünyaya etkisi, ölçülebilen sonuçlarının çok ötesinde oldu. Bu saldırı sonrasında tarih yeniden yazıldı; dünyada güç dengeleri yeniden hesaplandı; dünya düzeninin ağırlık merkezi yerinden oynadı; terör, İslam, güvenlik, aşırılık, fundamentalizm gibi kavramlar yeniden tanımlandı; strateji, uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi gibi bilgi alanları 11 Eylül’ü referans almadan hiçbir şey yazamaz hale geldi; güvenlik çalışmaları, terörizm araştırmaları gibi yeni bilgi alanları inşa edildi; sosyoloji, antropoloji, ilahiyat gibi bilgi alanları yeniden ve daha işlevsel olarak iktidarın kullanımına daha elverişli bir şekilde yeniden tanımlandı, gündelik yaşamda güvenlik ve seyahat özgürlüğü kavramları tamamen değişti; yeni ordu birimleri kuruldu; askeri stratejiler, silah ve istihbarat alanlarında patlama yaşandı..ülkeler işgal edildi;

Oysa 11 Eylül’ü hazırlayan yapısal faktörler çok daha derinde, dünya sisteminin kuruluş ve işleyiş mekanizmalarında ve buradaki temsil sorununda yatıyordu. Bu açıdan 11 Eylül bir yanıyla bu dünya düzeninde siyasal temsil sorunundan kaynaklanan bir gelişme olsa da, paradoksal bir şekilde 11 Eylül, dünya sisteminin asıl sorunlarını görünmez kılmak için son derece başarılı bir şekilde kullanılmıştır. Ancak tam da bu noktada söylemselliği aşan salt şiddetin yarattığı etki, ABD için geriye gidişin başlangıcını oluşturdu. Olayın temaşa gücü karşısında aynı şiddette karşılık vermek arzusuna gem vuramayan ABD, kendi meşruiyetini oluşturan dünya düzeninin de tüm mekanizmalarını yok ederek, tam anlamıyla kendi kendisinin sonunu hazırlamıştır. Bu yönüyle 11 Eylül bir açıdan da kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet olarak edimsel bir eylem halini almıştır. Mutlakçı yaklaşımların bu toptancılığı, sorun tek tek ele alındığında makul gibi görünse de, hem tarih yazımını hem de dönemleştirme ve kavramsallatırmayı imkânsızlaştıran bir metodik ampirizme yol açmaktadır.

11 Eylül tarihi herşeyin başladığı bir mutlak tarih değil, bir yöne gidişin bu müdahale ile yönünü değiştirip, çatallaştırdığı bir tarihtir. Bu yanıyla da 11 Eylül’ü, örneğin, siyasal temsil sorununun ortaya çıktığı değil; zaten var olan siyasal temsil sorununun mahiyet değiştirip, çoğullaştığı, bir anda birçok müdahaleye maruz kaldığı bir an olarak düşünmek gerekir. Peki o halde bu siyasal temsil sorunu nedir ve neden 11 Eylül’le birlikte farklı bir mahiyet kazanmıştır? Bu soruya verilecek cevap, 11 Eylül’ü mümkün kılan siyasal koşullara ve yapısal faktörlere değinmeyi; ve bu sorunun bu müdahale ile nasıl bir hal aldığını da izah etmeyi gerektirmektedir. 11 Eylül ve Siyasal Temsil Krizi 11 Eylül saldırısı, 2001 yılında dünya düzenine içkin; ancak açıkça tartışılmayan siyasal temsil sorununa verilmiş patolojik bir cevaptır. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra dünya siyasetine damga vuramayan, siyasal özne olarak bu sürece katılamayan, oluşumuna katkı sağlayamadığı, ancak mağduru olduğu düzen karşısında çaresiz kalan Müslüman öznelliğinin ciddi bir siyasal temsil sorunu yaşadığı açık. Ulus devletler dünyasından, bu siyasal temsil krizini gündemine alan Pakistan, İran, Malezya ve hatta Suudi Arabistan gibi ülkeler ne siyasi temsil krizini çözebilmişler ne de bu krizin mağduru olan kitleleri rahatlatabilecek tedbirler alabilmişlerdir. 11 Eylül saldırısı, ulus devletler sisteminde bu siyasal temsil sorununu çözemeyen ulus devletlere tepkiyle ortaya çıkmış ve bu misyonu devletlerin şiddet kullanma tekeli ile birlikte kendi üzerine almış bir grubun, bireysel şiddetle sorunu çözmeye çalışma çabasının adıdır. Tam da bu nedenle 11 Eylül saldırısı meşru bir siyasal temsil talebinin patolojik bir tezahürüdür. Tepkinin patolojik olması tüm süreci radikal bir şekilde değiştirmesini engellememiştir. Bu nedenle, bu siyasal temsil sorunu çözülmeden 11 Eylül’ü ortadan kaldıran sebepler ortadan kalkmayacağından, normalleşmenin gerçekleşmesi de pek mümkün olmayacaktır. Peki bu temsil sorununun mahiyeti nedir? 16. yüzyılda dünyanın tamamının Müslüman olduğu eski kıta nüfusunun onda dokuzu Kazan steplerinden Doğu Afrika’ya, Orta Asya’da Hint Okyanusu’na, Müslümanlar tarafından yönetilen devletlerin tebaası olarak yaşıyordu. Bu tür bir dünya sahnesinden 20. yüzyıl başlarındaki duruma gelindiğinde ise, Müslüman nüfusun bir kaç küçük istisna dışında neredeyse tamamı gayrimüslim yöneticilerin hâkim olduğu devlet yapılarının tebaası olarak yaşar hale geldi.

20. yüzyıla gelinceye kadar, Müslümanlar’ın siyasal temsili ciddi yaralar almasına rağmen, Birinci Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığı, dünyadaki sair Müslüman nüfusun yaşadığı yerlerde de sembolik bir güvence, bir güvenlik şemsiyesi olma özelliğini korumaya devam etti. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte dünyada Müslüman siyasi öznelliğin en büyük bağımsız siyasi temsil gücü olan Osmanlı İmparatorluğu tarihe karıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nu müteakiben, sömürgecilik dönemi ile birlikte bu siyasi temsil boşluğunu doldurabilecek herhangi bir siyasi özne dünya siyaset sahnesinde kendisine yer bulamadı. İki dünya savaşı arası dönemde İslam dünyası değil siyasi öznellik, siyasi temsil talebinde bulunmak ya da dünya siyasetinde söz sahibi olmak; bağımsızlığını kazanma noktasında bile ciddi sorunlar yaşadı. Bu nedenle iki dünya savaşı arasını siyasal temsil açısından kayıp yıllar olarak görmek yanlış olmaz. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından OrtaDoğu’da manda ve sömürge yönetimleri kuran İngiltere ve Fransa, siyasi temsili imkânsız hale getirecek tedbirler de almayı ihmal etmeyerek, meseleyi yapısal bir kriz haline getirmeye çalıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz ve Fransız manda yönetimlerinin yerini, “sömürgeciliğe son verme” başlığı altında monarşiler ve Baasçı rejimler almaya başlayıp, mevcut yapı ABD tarafından çözülmeye uğrasa da, bu değişiklik Müslümanlar’ın siyasi temsil sorununu çözmeye yetmedi. Aynı dönemde ABD’nin etkisinin orantısız bir şekilde artmasının ardından Orta Doğu’da siyaset sahnesine dâhil olan dünyanın diğer büyük hegemonu SSCB, Suriye, Irak, Mısır, Libya gibi Fransa’nın çekilerek, yerine Baasçı rejimleri bıraktığı ülkelerde ABD-İsrail karşıtı bir denge oluşturmaya çalışan SSCB’nin varlığı, bu ülkelerde Türkiye’deki Kemalizm tecrübesine benzer laik-ulusalcı-Baasçı yönetimlere kapı araladı. Orta Doğu’nun İngilizler’in hâkimiyetindeki bölgelerinde kurulan devletler ise monarşiyle yoluna devam ettiler. Her ne kadar Fransız etkisindeki bölgeler, ABD-İsrail karşıtı olarak bilinen, SSCB’ye yakın, Batı hegemonyasına direnen, monarşi karşıtı, üçüncü dünya milliyetçisi, laik ve otoriter bir modelle üçüncü dünyacı ve bağımsızlıkçı bir karakterle gündeme gelmiş olsa da, bu

yapılar bölgeye has, bölgenin dinamiklerinden beslenen bir siyasal temsil oluşturmayı başaramadılar. Bu nedenle de Baasçı yapılar Orta Doğu’da yalnızca, Soğuk Savaş’ın üzerinden yürüdüğü paralel alanlardan birisi olmaktan öteye geçemedi. Baasçılığın bağımsızlıkçı çizgisini alıp, bu çizgi üzerine, bölgenin dinamiklerini de katarak, İslam’a dayanan bir yapı oluşturmaya çalışan İslamcı hareketlerin öne çıkması tam da bu döneme denk gelir. Sömürge karşıtı direniş hareketleri şeklinde İslam’dan beslenen siyasi hareketler olarak ortaya çıkan; ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası Baasçılığın siyasi krizine karşı en önemli alternatif olarak ortaya çıkan İslamcılık bölgede mutlak anlamda iktidar alanı bulmakta zorlansa da, Baasçılığın etnik sınırlarını aşarak daha evrensel bir siyasi yaklaşımı üretmede görece başarı kazandı. Ancak bu dönemde İslamcı hareketlerin şiddetle bastırılması, gerçek iktidar alanı bulamaması, bunun neticesinde radikalleşip gerçek siyasi alternatiflerden uzaklaşması, İslamcılığın ciddi bir siyaset alternatifi olmasını engelledi. ''Siyasal Özne”lik Sorunu Eğer Orta Doğu’da siyasal temsilin tarihi yazılacaksa bunun ulus devlet olarak en önemli örneği Pakistan; siyasallaşma ve siyasi hareket olma anlamında ise İslam Devrimi üzerinden İran’dır. Müslümanlar’ın, Hinduizm hâkimiyetindeki Hint yönetimi altında siyasal temsillerinin sağlanamayacağı tespiti ile oluşan Pakistan tecrübesi, Hint Kıtası’nın siyasal temsil sorununun merkeze alındığı en doğrudan örneğidir. Farklı etnik ve dil gruplarının İslam ortak paydasında birleşerek oluşan bir muhacir-ulus devlet modeli olarak Pakistan, gerek iç dengeler gerekse de dış dengeler ve savaşlar nedeniyle kuruluş amacını gerçekleştiremeyen, dahası İslamcılığı ulus devlet formunda yeniden örgütleyerek tüketen bir tecrübe olarak kayda geçti. Siyasal temsil sorununu gören, bunun için harekete geçen; ancak başarma noktasında yetersiz kalan Pakistan tecrübesi, siyasi temsil sorununun siyasal dil ve alanda berraklaşması anlamında son derece önemli bir aşama oldu. Bu dönemdeki en önemli dönüm noktası ise İran’daki İslam Devrimi olmuştur. İran İslam Devrimi gerek oluşumu sırasında gerek de oluşumu öncesinden bölgede önemli bir siyasallaşma dalgası yaratmıştır. Batı ve Doğu arasında İslam

alternatifi şeklinde kendine siyaset alanında yer açan İran devrimi farklı bir dünya ve devlet tasavvuruyla ortaya çıkmış, bu da tüm İslam dünyasını siyasi ve ideolojik olarak derinden etkilemiş, İslami hareketlere iktidar umudu vermiş, siyasi temsil sorununu doğrudan gündeme getirerek asıl sorunun ne olduğunu gizlenemez şekilde açığa çıkarmıştır. İran Devrimi, Pakistan’ın ulus devlet sınırlarına hapsettiği Müslümanlar’ın siyasi temsili konusunu merkezine almış, uluslar ve mezhepler üstü bir yapı oluşturarak siyasi bir pozisyon inşa etmiştir. Ancak İran Devrimi de, devrimi müteakip bir kaç yıl içerisinde bu sorunun altında kalmış, teritoryal ve mezhebi önceliklerini aşamayarak, İslam dünyasını etkileme gücünü kaybetmiştir. Buna rağmen İran Devrimi’nin gündeme getirdiği siyasi temsil sorunu giderek daha fazla ve farklı alanda yankı bulmaya başlamış, sorun İslam dünyasında İslamcı hareketler düzeyine ve tabana inmiş, ve tartışılan önemli bir konu haline gelmeye başlamıştır. Soğuk Savaş ve Siyasi Temsilin Siyasal Teolojisi; Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Orta Doğu’da İngiltere-Fransa ortaklığında kurulan geçici düzen, Osmanlı mirasını paylaşma ve Osmanlı’nın siyasi temsilini devlet ve aşiretler arasında bölerek dünya siyasetinde etkisiz hale getirebilme arayışıyla oluşturulmuştu. Bu nedenle de bu ara düzen mütemadiyen Osmanlı İmparatorluğu’nun hayaletiyle mücadele etmiş, bu boşluğu siyasi olarak bir türlü dolduramamıştır. Bu düzenin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dağılmasıyla, dünyada ABD liderliğinde kurulan yeni düzenin bölgeye de etkisinin olması kaçınılmazdı. İngiltere-Fransa ikilisinden farklı bir dünya düzeni kuran ABD, bu egemenliği sadece siyasi ya da kültürel alanda kurmadı. Aksine bu düzeni kurumsal bir temelde kurarak, düzenin hem normalleşmesine ve doğallaşmasına, hem de içselleştirilmesine çalıştı. Bu kurumsal temelin askeri ayağını NATO, ekonomik ayağını Dünya Bankası ve IMF, siyasi ayağını ise BM oluşturuyordu. Bu üç temel üzerinde yükselen dünya düzeninde temsil hakkı farklı ülkeler arasında paylaştırılarak, İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerine söz hakkı verilmişti. 11 Eylül saldırısının yapısal şartlarını oluşturan siyasal temsil sorununun berraklaştığı en önemli alan da BM’deki bu siyasi temsil yapısının niteliği ve gücün bu kurumlardaki dağılımıdır. Bu siyasi temsil krizinin en önemli ayağını ise, tüm dünya siyasetine açık olduğu iddiasıyla kurulan BM’nin Güvenlik Konseyi’nde (BMGK) görmek mümkündür. BMGK’da veto hakkının güç dağılımına bakılırsa, dünya siyasetinde veto hakkı olan 5 ülke şöyle sıralanmaktadır: ABD, Çin, SSCB, İngiltere ve Fransa. Seküler bir ulus devlet sistemi açısından bakıldığında bir sorun varmış gibi görünmese de, siyasal teoloji açısından bakıldığında bu dağılım oldukça sorunludur. Zira bu devletler dini talepleri olmadığını iddia etseler de, kendi dinlerinden olan grup ya da devleti başka din mensupları ile karşı karşıya geldikleri durumlarda, ülkenin genetiğine işlemiş dinin gerekenlerini yapmaktan çekinmemiştir.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 12

Sayfa 09

Serhat’tan

MARKSİZM VE ŞİDDET-TERÖR SORUNU - 2 Politik Şiddet ve Terör Terör terimi, Fransız devrimi sırasındaki kullanımından önemli oranda uzaklaşan bir tarih yaşadı. Fransız devriminden itibaren, 20. yüzyılın ilk yıllarına kadar, devrimciler, eylemlerini ‘terör’, ve daha az olmak üzere, kendilerini de ‘terörist’ olarak nitelemekten kaçınmıyordu. Çünkü bu terim, ezenlerin terörize olması, yıldırılması anlamına geliyordu. Ancak, geçen yılların dünya ölçekli ideolojik atmosferi bu terimin ‘kirlenme’sine yol açtı. Devrimciler de artık bu terimi, devletin şiddet pratiklerini nitelemek için kullanıyor.‘Politik şiddet’ ile ‘terör’ ayrıştırılıyor. Bir ayrım tarzına göre, politik alanda belirli bir tür şiddetin meşru olabileceği alan için ‘politik şiddet’ terimi kullanılırken, politikanın bittiği sınırda başlayan şiddet pratiklerini nitelemek için ‘terör’ terimi kullanılıyor. Bu ayrımda, şiddet pratiği bütünüyle politika-dışı kabul edilmiyor. Meşruiyetin, toplumun anlamlı bir çoğunluğu tarafından destek görmek olarak anlaşıldığı bu yaklaşımda, politik nitelik meşru-olanın sınırları içinde kalan olarak kabul ediliyor. Eğer bir şiddet eylemi, “toplumsal pratiklere tekabül ediyorsa” politiktir; etmiyorsa anti-politiktir/anti-toplumsaldır. Toplumsal meşruiyet sahibi şiddet pratikleri politik şiddet oluyor, böyle bir meşruiyet taşımayan şiddet pratikleri anti-politik şiddet, terörizm olarak niteleniyor. Kitlesel hareketle bağların kopmasının, çok az sayıdaki eylemcinin şiddet pratiğinin terörizmin temel göstergelerinden olduğu ileri sürülüyor. Bu yaklaşımda, politik pratik toplumsal meşruiyet aranışını şiddet araçları kullanmadan yapmak zorundadır.

politikanın kendinden menkul olamayacağı, üçüncü şahıslara dönük olması gerektiği, politik pratiğin açık uçlu olması, yani etkileşime en baştan açık olması, gibi hususların göz önüne alınmasıyla oluşturulacak bir politik şiddet anlayışına ihtiyaç var.

Şiddet atmosferinden eylem içinde şiddete nasıl geçeceğiz? Devrimci şiddet eylemleri, ‘şiddet durumu’ olarak ifade edileni karşılamaya dönük reaksiyonlardır. Şiddet pratiğinin meşruiyeti için karşı tarafın şiddet pratiği içinde olması gerekmez. Karşı taraf zaten şiddet durumunun nedeni ve sürdürücüsüdür. Eğer bir etik karşılık aranacaksa, şiddet durumu, şiddet eylemi için karşılık olmak bakımından yeter sebeptir. Şiddet durumu, ezilenin çeşitli olanaklardan mahrum bırakılmasını içeren öğelerin tümünü kapsar. Bir sınıfın, bir cinsin, ırksal, etnik, dinsel topluluğun ekonomik, toplumsal, politik, kültürel bakımlardan yoksunluklar içinde bırakılması, söz konusu toplulukların şiddet durumunda yaşaması demektir. Günlük yaşamda maruz kalınan ve yaşamın bütün yönlerine sinmiş bulunan şiddet durumu, bir bakıma şiddetin epeyi geniş tutulmuş bir tanımı olmakla birlikte, sorunun şiddet eylemleri ile sınırlanma-

Meşruiyetini Kendisiyle Kuran Pratik Genellikle, pratiğin kendisi, kitlesel meşruiyetini, kendi etkisiyle, sonradan tesis etmek hedefindedir. Bu anlamda devrimci faaliyet, meşruiyet mercii olarak kendini görmek durumundadır. Bu, kendi-için politika anlamına gelmez. Kitleler nezdinde sağlanan meşruiyet politik başarı anlamındadır ve sonsal niteliktedir. Devrim olmadan, devrim yapmak için mücadelenin dayandığı temel, elbette teknik anlamda cepheden olmamak kaydıyla, kitlelerin verili durumuyla mücadeleyi de içerir. Balibar’ın “politikanın trajik doğası” olarak belirlediği budur. Devrimci mücadele, belirli bir eşiğe gelinceye kadar, ezilen toplumsal sınıf ve kesimlerin büyük çoğunluğu için meşru değildir. Kitleler nezdinde meşruiyet, bizatihi mücadelenin amaçlarına içerilmiş bulunmaktadır. Geçiş momentlerini kategorize etmek her zaman zor olmuştur. Politik grup olmaktan politik etki sahibi olmaya, oradan politik güç olmaya giden yolda öncelik-sonralık ilişkisinin nasıl kurulacağı konusunda her zaman çetin sorunlar yaşanmıştır. Fakat, bu sorunu çözmüş olmayı iddia etmeden birtakım ayırıcı öncelikler belirlenebilir. Rosa Luxemburg’un, “Çoğunluk olduktan sonra devrimci taktiğe geçilmez, tersine devrimci taktikle çoğunluk olunur” sözü bu önceliklerden başlıca birini ortaya koymaya yetiyor. Fakat, bu söz, buradaki tartışma bağlamında, kendini sol tarafına ‘karşı’ açık bırakma konumunu ortadan kaldırmaya yetmiyor; aksine bu eğilimi destekliyor. Bu çerçevede, bu öncelik, toplumsal politikadan nerede ayrılıyor? İlk olarak, politikayı farklı anlıyor. Etkileşim hattını, başlangıcı, toplumsaldan politik olana doğru değil, politik olandan toplumsala doğru olmak üzere çekiyor. Sonra, politikayı esas olarak sözlü bir etkinlik değil eylemli bir etkinlik olarak ele alıyor. Sözlü etkinlik anlayışı için şiddet tümden ilkesel olarak reddedilemese de epeyce uzak ve istisnai bir pratik türüdür. Eylemli etkinlikte şiddet, verili politik pratiklerden biridir. Burada, eylemli etkinlik anlayışının şiddet pratiğine ilişkin ikiye ayrılabileceği görülür. Biri için şiddet pratiği tercih edilmeyen ve zorunlu olarak başvurulan bir özelliğe sahiptir. Diğeri için ise, şiddet diğer bütün pratikler içinde bir pratiktir. Şiddet pratiği, gönüllü ya da mecburen başvurulan bir şey olmak dışındadır. O halde, şiddet pratikleri de kitlelerle bağ kurmayı, onları harekete geçirmeyi gözetmelidir. Fakat bir politik konjonktürde bunun test edilme imkanı yoktur. Eğer, şiddet pratiğinin kitlelerle bağ kurmaya değil, onlardan kopmaya yol açacağı türünden önsel bir anlayış söz konusu değilse; öte yandan, şiddet pratiğine ancak kitlelerle kurulu bağlardan sonra yönelmenin meşru olacağı gibi bir anlayış da söz konusu değilse, ilgili şiddet pratiğinin ‘terörizm’ olup olmadığı ancak konjonktürün sonunda anlaşılır. Öyleyse, kitlelerden görece yalıtık bir politik grup, kitlesel ve politik güç kazanmanın bir yolu olarak şiddete başvurabilir ve bu, politik açıdan meşru olur.

Bizzat Başbakan ağzı ile, bir yanıyla cinayet örtbas edilmeye ve PKK’ye “bir iç hesaplaşma” veya “örgüt içi infaz” gibi gösterilmekte bu cinayetleri ben işlemedim derken, diğer yanıyla da Kürt ulusal mücadelesinin çıkmaz olduğunu göstermeye çalışmaktadırlar. AKP ve şürekası klasik psikolojik savaş refleksleri ile “İç hesaplaşma diyerek” bu işin aslını örtmeye çalışıyor. Bugün PKK içinde barış sürecini baltalamaya dönük faaliyet yürütecek güçlü aktörler yok. Ama, Paris’teki kanlı eylem, Öcalan ve Kürt aktörlere karşı ve sürece dâhil edilme talebinde bulunan kurumları hedefleyerek nelerin olabileceğini gösterdi. Şimdi Kürt siyasi aktörlere ve kurumlarına düşen, Paris’ten gelen kanlı mesaja rağmen, Öcalan’ın arkasında cesaretle durmaktır. Bu durum beklenmedik bir durum değildir. Zira ne zaman Kürt hareketine ilişkin olumlu bir adım atılsa ardından mutlaka bir provokasyon ortaya çıkmaktadır. Bir yandan Kürt sorununa ilişkin İmralı ile görüşemeler organize ederek seçim sürecinde yelkenlerini bu rüzarla şişirmeye çalışırken diğer yandan faşist kesimlere mesajlar ileten AKP hükümeti burada da bir çıkmaza saplanmıştır. Hükümet, deyim yerinde ise sinekten yağ çıkarmaya mı bakıyor. Bu cinayetin ne AKP ne de buaşamada PKK’ye yaramayacağı ortada. AKP sözcüleri ve BDP sözcüleri “Bu provokasyonlara gelinmemeli. Her zaman bu tür süreçlerde, bu tür olaylar yaşanabilir. Daha iradeli, çözüm endeksli bir süreci ilerletmek gerekiyor tarzında açıklamalarda bulundular. AKP gerçek anlamı ile bir barış sürecini başlatamaz ve sürdüremez. Bu konuda gösterdiği iradesizlik bilinen bir durum… Bu saldırı gerçekten başlayacak barış sürecini baltalamaya yönelik bir suikast mıdır? Yoksa emperyalist batı devletlerinin de Ortadoğu üzerindeki emellerinin bir parçası olarak ortadoğuda PKK üzerinden yeniden topa girme çabası mıdır? Fransa’nın Suriye çabasının bir parçası olma ihtimali çok mu uzak? Özellikle Fransa, Kürt meselesinin tam merkezinde yıllardır var olan bir ülke… Bu, barış sürecini olduğu gibi, barış sonrası süreci hedefleyen bir saldırı da olabilir. Türk istihbaratının yurtdışı operasyon kabiliyeti ve geleneğinin olmadığını biliyorsak…

Devlet ile Kürt ulusal hareketi arasındaki mücadele ve ilişkiler, dönem dönem geri çekilmeler, yumuşamalar gösteriyor olmakla birlikte her geri çekilme izlenimi veren, yumuşama yaşanacak gibi görünen süreçlerin sonunda devlet, yeniden şiddet, inkâr, asimilasyon ve katliamlar şeklinde refleksler vermiştir. Devlet, “Kürt realitesini tanıma”, “demokratikleşme”, “Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin tanınması” adına “Kürt açılımı” gibi politik manevralarla, kitleleri ve elbette Kürtleri aldatarak, uzlaşı arayışı içindeymiş izlenimi verdikçe, Kürt ulusal hareketi çizgisinin burjuva karakterinden kaynaklı zaaflarının sonucu olarak beklentiler içine girmiş ama sonuç olarak, devletin Kürt sorununa bakışında temelde bir değişikliğin olmadığını, beklentilerin sonuçsuz kaldığını görerek, kendi içindeki kırılmalarında etkisiyle radikal tutumlar almıştır. Süreç; egemen Türk burjuvazisi ile egemenliğe bir biçimde ortak olma amacındaki Kürt burjuvalarının ve Kürt ulusal hareketinin ilişkileri, çatışmaları emperyalist dayatmalara ve devletin git gellerine bağlı olarak ilerlemiştir. Bu durum “demokratikleşme” adı altında, devletin, farklı hükümetler eliyle sürdüre geldiği, son olarak da AKP eliyle sahnelenmeye devam edilen politik tavrı olmuştur. Bu ilişkiler, geri çekilme ve yeniden şiddetin yoğunlaşması biçimindeki süreç, “demokratikleşme” safsatalarıyla devletin Kürtler karşısında yeniden yapılandırılması süreci biçiminde gelişmiştir. Kürt sorununa ilişkin söz söylerken, Kürt ulusal hareketi eliyle öne çıkartılan talepler, Kapitalizmin ve devletin temel karakterinden bağımsız, Ortadoğu’da emperyalizmin ekonomik önem arz eden topraklar üzerinde egemenliklerinin ve nüfuzlarının artırılması hedefli politikasından bağımsız edilecek her lafın askıda kalacağı bilinmelidir. İşsizlik, açlık, yoksulluk gibi kapitalizmin doğrudan sonucu olan bir kısım sorunların işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfların yürüttüğü mücadeleye bağlı olarak, daha da yakıcı olmasının, derinleşmesinin önü geçici bir zaman dilimi için kesilebildiği gibi; ezilen ulusların kimi talepleri de egemen kapitalist sistemin temellerini hedef almadığı sürece ve elbette işçi sınıfı ve diğer emekçi yığınların ve ezilen ulusun mücadelesine bağlı olarak kısmen kabul ettirilebilinir. Kapitalizm var olduğu sürece bu hakların kesin bir biçimde teminat altına alındığı söylenemez. Bu hakların kullanılmasında süreklilik, ancak kapitalizme karşı proletarya devriminin, sosyalizmin başarısıyla mümkündür. Mülkiyetin özel biçimi ve sermayenin daha fazla kar ve büyüme isteği var olduğu sürece işçiler ve diğer bütün emekçiler için, ve elbette ezilen uluslar için kalıcı bir refahın, kelimenin tam ve doğru anlamıyla özgürleşmenin yaşanabilmesi olanaksızdır. Kapitalizm doğası gereği, yaşamını sürdürdükçe kazanılması mümkün olan ya da kazanılmış olan bütün hak ve özgürlükler, değişen koşullarla birlikte daha da kullanılamaz hale getirilebilecek, sistem kendini koruyabilmek için katliamları, baskıyı, savaşı, yoğunlaştırarak sürdürebilecektir.

Dönem dönem ulusal haklar kabul görecek gibi olsa da Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının kullanılması baskı ile kan dökülerek engellenmektedir. Kürt ulusalcı söylemlerin ve onların arkasına dizilen reformistlerin; kapitalizmi ortadan kaldırmadan, onun koşullarında, Kürt sorununun çözümü biçiminde sundukları, “Kürtçe dilinden eğitim” vb taleplerin karşılanması, daha ilerisi, hangi koşullarda belirlenmiş olursa olsun, “demokratik özerklik” gibi istemlerin karşılanması bile Kürt işçilerinin, köylülerinin ve diğer emekçi kesimlerin kelimenin tam ve doğru anlamıyla özgürleşmesi anlamına gelmeyecektir. Kürtçe eğitim talebinin Kürtlerin kaderlerinin tayin hakkı yerine konması Marksistlerin asla savunacağı şey değildir. Kürtlerin ulusal hakkı olarak “Kürtçe dilinden eğitim” hakkını savunmak ile Kürt işçi ve emekçilerinin lehine Kürtlerin kaderlerini tayin hakkını savunmak başka şeydir. Çünkü “Ulusların hakları ile ‘programın asıl anlamı’ birbirinden tamamen ayrı şeydir. ‘Programın asıl anlamı’ , proletaryanın programında bilimsel biçimde formüllendirilmiş olan bu sınıfın çıkarlarını dile getirirken, ulusların hakları, güçlerine ve etkilerine göre burjuvaziyi de, aristokrasiyi de, ruhban sınıfını da, ya da herhangi bir sınıfın çıkarlarını da ifade edebilir. Birincisinde marksistin görevleri, ikincisinde çeşitli sınıflardan oluşan ulusların hakları. Ulusların hakları ile sosyal-demokrasinin ilkeleri bağdaşabilir de, bağdaşmaz da.”(Stalin-Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu-Sol Yayınları) Bu nedenle; İşçi ve diğer emekçilerin daha iyi yaşam koşullarına dair talepleri ve bunlar için mücadele etmeleri ile proleter devrim ve sosyalizm talepleri ve mücadeleleri bir ve aynı kefeye konulamayacağı gibi Kürtlerin ulusal talepleri de Kürt işçilerinin programıyla aynileştirilemez, onun yerine konulamaz. Diğer bütün taleplerin kalıcı olabilmesinde olduğu gibi, “Kürtçe dilinden eğitim” talebinin de kullanılabilirliği ve sürekliliğinin teminatının, üretim araçlarının kapitalist mülkiyetinin yerini sosyalist mülkiyetin almasından, sosyalist devletin örgütlenmesinden, işçi ve emekçiler açısından başkaca teminat yoktur. Kapitalizm ve faşist diktatörlük var olduğu sürece bu hakkın kullanılması, sonuç olarak burjuva egemenliğin korunması için, ona hizmet eder biçimde olacaktır. Tam da bu nedenle; “Kürtçe dilinden eğitim hakkı” talebinin, Kürtlerin ayrılıp devlet olma haklarından ve sosyalist devlet talebi ve mücadelesinden bağımsızlaştırılarak öne çıkartılması, Kürt burjuvalarının, faşist diktatörlüğün ve egemen burjuvazinin bir biçimde korunması anlamına geleceğinden Emperyalistler açısından bir masa etrafında buluşarak bu meselede, bir uzlaşma zemini yaratmalarını olanaklı kılar. Kapitalizmin emperyalist aşamada siyasi duruşu doğrudan siyasi gericilik olduğu dikkatten kaçırılarak, burjuvalardan “demokratikleşme” adı altında, Kürtlerin özgürleştirilebileceğini beklemek, burjuva karakterlerinden kaynaklı kimi hamlelerini, Kürtlerin özgürleşme taleplerinin yerine koymak; asalak, çürüyen, can çekişen emperyalist kapitalist sistemin ömrünü uzatmaya dönük, Kürtlerin özgürleşmesinin önünü kesme gayretlerinden öte değildir.

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Toplumsal politika görüşünün temel yaklaşımı, Marksizm açısından ve özellikle Marx-Engels ile Lenin’in politik şiddet anlayışı bakımından eleştir diği kesimlere ilişkin görüşleri de dikkate alınırsa, kolayca yabana atılamaz. Bu görüşün, reformcu bir politik hat izleme ihtimali yüksek -hatta tarihsel örnekler göz önüne alınırsa, kesin- olmasına rağmen,

Şiddet Tekeli Ezilenlerin pratiklerine şiddeti de katmaları, onlar için iktidar tarafından tanınmış politika yapma alanına eylemli bir itirazdır. Şiddet, bu anlamda bir politika hukukunun tesis edilmesi aracı olarak da iş görmektedir. Şiddet pratiği, politika alanının ezilenler yararına genişletilmesi ve devletin şiddet tekelinin kırılması bakımından işlevlidir. Politikanın gerektirdiği koşullarda şiddet araçlarını devreye sokamayan politik örgüt, devletin şiddet tekelini kabul etmiş, onu bu alanda tanımış demektir. Devrimcilerin şiddet araçlarını kullanabilmeyi sürekli bir vasıf haline getirmeleri, bu bakımdan, devrimci niteliğin kendisinin daha tam bir kuruluşudur da…Örnek olarak, Rusya’da 1917 Şubat devriminden sonra ve İran’da İslam devrimini izleyen aylarda, her grubun silahlı oluşuna bağlı olarak yaşanan özgürlük ortamı, şiddet tekelinin ortadan kalkmasına bağlıdır. Şiddet tekeli ortadan kalkmıştı ve şiddet araçlarına sahiplik, politik öznelerin büyük bir özgürlük içinde hareket etmesini sağlıyordu.Şiddet tekeli, ezenler açısından büyük bir güven unsurudur. Ezenler, bu tekel sayesinde, ‘geleceği öngörebilir’. O halde, ezilenlerin, bu tekeli kırma yolundaki uğraşı, geleceğin ezenler açısından da öngörülemez olmasını sağlamaktadır. Amaç, ezeni de öngörülemezliğe sürüklemektir. “Kargaşalıkta Tanrı fakirden yanadır.”

sının yetersizliği de çok açık olsa gerektir. Ancak, şiddet durumu terimi, şiddet sorununa yaklaşımın yalınkat karşılıklılıklar çerçevesinde değerlendirilmesinin yararsızlığını göstermiş oluyor.

Berxan Bedirxan

SAYFA 09

Yani deyim yerindeyse, önce ikna yoluyla, şiddet kullanmadan, kendine toplumsal bir etkileşim alanı açacak, belli bir kitlesellik kazanacak, ondan sonra istiyorsa şiddete başvuracak. Burada, politik pratikten kastedilen asıl olarak barışçı kitle çalışmasıdır. Politik pratiğin bir özü vardır. Bu öz kitle çalışmasıdır. Kitle çalışmasının barışçı olması öze ilişkindir. Liberalizmin mümkün en sol ucunu teşkil eden bu yaklaşımın durduğu yer yaklaşılmaması gereken sınır olarak kabul edilebilir. Liberallerin Marksizan olanları da vardır; örneğin kent ya da kır gerillacılığı, bu yüzden Marksizme aykırı görülür. Çünkü bu anlayışa göre, gerilla örgütlenmesi, kitlelerle bağını koparmak zorunda olan ve şiddet politikasına çok erken yönelen bir tarzdır. Görüleceği üzere, bu yaklaşımın politikası, toplumsal/sınıfsal politikadır.

Haklı Savaşın Haksız Pratiği Devrimcilerin uyguladığı ‘aşırı’ ya da ‘yanlış’ şiddet pratiklerine karşı ne yapmak gerekir? Gerçek yanıt sadece kendi konjonktüründe verilebilecek nitelikte olsa da, bir ikili durumun temel nitelikteki varlığı gözden kaçırılmamalıdır. C. A. J. Coady, “Terörün Ahlakı” başlıklı yazısında bunu şu ifadelerle belirtiyor: “Haklı bir savaşın haksızca sürdürülmesi veya haksız bir savaşın kurallara sıkı sıkıya bağlı olarak yürütülmesi kesinlikle mümkündür.” Bu ayrım, liberalleri kendi sollarından ayıran sınırı çizer. Liberaller, genel olarak, ‘savaşı kurallara sıkı sıkıya bağlı olarak yürüten taraf ’ın yanında yer alır. Bu çerçevede, terörizm terimi, yukarıdaki liberal yaklaşımdan farklı olarak, devletlerin yaptıklarının dışında, “sadece savaşa katılmayanlara yöneltilen şiddet bağlamında” kullanılıyor.

KÜRTLERİN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKI-3


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 08

SAYFA

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

YÖK'den TYK'ya ''bir reformun anlamı'' Üniversite’nin eleştirel düşüncenin, bilimsel bilginin üretildiği, her türlü fikrin sınırsız ve özgürce tartışılabildiği, hiç bir tabuya itibar etmeyen, evrensele gönderme yapan bir “yer” olduğu varsayılır. Üniversite’nin öyle bir “yer” olabilmesi için de özerk olması, kendi kendini yönetebilmesi, kendini savunabilmesi ve nihayet orada yapılanların toplumdaki özgürleşme mücadelesiyle örtüşmesi/kavuşması gerekir. Böyle bir kurum da bilim haysiyetine, entellektüel dürüstlüğe sahip, gerçeğin peşine düşmüş insanları, üniversal kaygıları ve iddiaları olan üniversite üyelerini varsayar. Elbette özerklik sadece devlet aygıtı/siyasi otorite karşısında özerklik değildir. Sermaye cephesi de dahil, her türlü güç ve iktidar odağı karşısında özerkliktir. Her ne kadar üniversitenin her türlü fikrin özgürce üretilip/sınırsızca tartışılabildiği bir “yer’ olduğu söylense de, bu aslında idealize edilmiş bir duruma denk gelir. Gerçek yaşamda var olan “reel üniversite” hiç de idealize edildiği gibi, tevatür edildiği gibi değildir. O kadar ki, genel bir çerçevede “reel üniversitenin” özgür düşüncenin filizlenip-yeşerdiği yer değil, boğulduğu bir yer, bir kurum olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. Bu yüzden, ilerici, ufuk açıcı, geçerli paradigmaları yıkıcı ve yeni paradigmaların yaratıcısı aykırı fikirler, ekseri üniversite dışında ortaya çıkmıştır. “Reel üniversite” bir egemenlik aracı olarak işlev görüyor. Asıl misyonu ve varlık nedeni geçerli egemenlik ilişkilerini meşrulaştırmak, yeniden üretmek ve devamlılığını sağlamaktır. Türkiye’de kapısında üniversite yazan kurumlar aslında ve genel bir çerçevede yüksek meslek okulundan başka bir şey değildir. Bizde bir modernite devriminin yaşanmamış olması ve bağnaz bir resmi ideolojinin varlığı, üniversitelerin gelişmesini daha baştan problemli hale getirdi. YÖK’ün kolayca dayatılabilmesi ve 30 yıl boyunca yerinde kalması Eski Rejim ve onun geleneksel ideolojisi ve kültürüyle cepheden bir hesaplaşmanın yaşanmamış olmasındandır. Şimdilerde YÖK’lü 30 yılın ardından yeni bir düzenleme gündemde. Elbette bu bir reform olacak, geçerli yapı ve işleyiş yeniden biçimlendirilecek. Zaten reform yeniden şekillendirmek, biçimlendirmek anlamındadır ama sanki reformun önceki döneme göre daha iyi bir şey olduğuna dair bir anlayış, değilse öyle bir algı geçerlidir. O halde kim neden yeniden biçimlendirmek istiyor, amaçlanan değişiklik kimin için ne anlama geliyor? sorusuyla devam edebiliriz. Başka türlü söylersek, YÖK’ten TYK’ya [Türkiye Yükseköğretim Kurumu] geçişle murad edilen nedir? Aslında YÖK’ü dayatanla, TYK’yı dayatmaya hazırlanan, aynı iktidar odağıdır, aynı çevrelerdir... Böyle bir yasanın, düzenlemenin, asıl tarafları olan öğrenciler, öğretim üyeleri ve öğrenci aileleri denkleme dahil değildir. Elbette sanki danışılıyormuş, görüş alınıyormuş, katılım sağlanıyormuş... izlenimini de yaratmaya çalışacaklardır ama bunun hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Zira, taraf olmak yüksek düzeyde bir politikleşmeyi, dolayısıyla canlı bir tartışma ortamını varsayar. Oysa Türkiye toplumu 1980 de içine tıkıldığı depolitizasyon çukurundan hâlâ çıkabilmiş değil... Aksi halde toplumun varı-yoğu iç ve dış sermaye grupları tarafından yağmalanırken, özelleştirme adı altında talan edilirken, insanların sessiz ve tepkisiz kalması mümkün olmazdı... Amaç yüksek öğretim kurumlarını birer şirket, tipik birer kapitalist işletme haline getirmektir. Zira ellerinde “verimli” bir şekilde değerlendiremedikleri devasa bir sermaye var ve sermaye değerlendirilemediği zaman değersizleşir. Bu yüzden normal koşullarda kamu [devlet, belediyeler...] tarafından sağlanan hizmetler, sağlık, sosyal güvenlik, eğitim kurumları, üniversiteler, kamu malı sayılan ve kamunun ortak kullanımına sunulması gereken su, enerji, yollar, köprüler, nehirler, göller, devlet üretme çiftlikleri, deniz sahilleri, vb... sermayenin değerlenme alanı haline getiriliyor... Şimdilerde gündeme gelen “üniversite reformu” 12 Eylül sonrasında dayatılan özelleştirme

furyasının Üniversite’ye yansıyanıdır. Neoliberal saldırının üniversiteye uzanan elidir... Üniversiteler bu güne kadar resmi ideolojinin üretilip-yayıldığı, bir de sermayenin ihtiyacı olan “yetişkin işgücünü” üreten kurumlar iken, artık neoliberal küreselleşmenin bir “gereği” olarak, yegâne amacı kâr etmek olan birer şirkete, kapitalist işletmeye dönüştürülmek isteniyor. Elbette “biz bu kurumları kapitalist işletmelere dönüştüreceğiz” demeyeceklerdir... İşte “üniversite üzerindeki vesayeti ortadan kaldıracağız, özerkleştireceğiz” vb. diyeceklerdir. Nitekim yasa taslağının ikinci maddesinde: “Yükseköğretim; akademik ve bilimsel özgürlük, kurumsal özerklik, çeşitlilik, hesap verebilirlik, katılımcılık, rekabet ve kalite ilkeleri esas alınarak planlanır, programlanır ve düzenlenir” deniyor. Hem yüksek öğretim kurumları şirketleşecek, hem de özerk olacak! Böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır... Bologna süreci denilen aslında üniversitelerin Amerikanlaştırılmasıdır Avrupa üniversiteleri Bologna süreci adı altında Amerikanlaşma sürecine sokulmuşken, yeni yasa, Avrupa, dolayısıyla ABD’dekini taklitten başka bir şey değildir. Kaldı ki Avrupa üniversitelerinin neoliberal küreselleşmenin rüzgârına kapılarak Amerikanlaşması, Avrupadaki üniversite geleneğinin tasfiyesi anlamına da gelecektir. Avrupa’dan farklı olarak, ABD’de üniversiteler daha baştan ticari şirketler, özel kurumlar olarak var olmuşlardır. Dolayısıyla daha baştan bilgi ticareti yapılan kurumlar olmuşlardır. Oysa, gerçek anlamda özerklik sadece siyasi otorite karşısında özerklik değil, aynı zamanda sermaye karşısında da özerklik demektir. ABD’de üniversiteler federe ve federal devlet tarafından yapılan kamu katkısı, öğrencilerden alının kayıt parası ve bağışlardan oluşuyor. Neoliberal küreselleşme döneminde kamu katkısı giderek azalmaktadır. Son 40 yılda Amerikan üniversitelerinin kamu finansmanı %80 den %10’a gerilemiş bulunuyor... ABD’nin Harvard, Yale gibi elit üniversiteleri dünyanın geri kalanına örnek gösteriliyor ama orada nüfusun çok küçük bir kesimi üniversiteden mezun olabiliyor. Söz konusu yüksek prestijli üniversitelere ancak ayrıcalıklı kesimlerin çocukları girebiliyor. Eğer amaç kâr etmekse, kamusal değil, özel bir faaliyet söz konusuysa, orada bilimsel kaygılara da, kamu yararı kavramına da yer yoktur. Şimdilerde ABD’de üniversite üyelerinin sadece %35’i yetişkin kadrolardan oluşuyor. Şirket mantığının geçerli olduğu yerde bu durum kaçınılmazdır. ABD’de üniversite öğrencilerinin yaklaşık %65’i üniversite’den borçlanmış olarak mezun oluyor, ortalama borç 19.237 dolardı. Bu oran master ve doktora düzeyinde daha yükseliyor. Nitekim master ve doktora düzeyinde borç 27 bin dolarla 114 bin dolar arasında değişiyordu. Kamu katkısının giderek azaldığı koşularda, asıl kaynak bağışlar ve öğrencilerden alınan para olduğunda, bir taraftan öğrencilerin borçları artarken, diğer yandan da bağış yapanların üniversiteler üzerindeki baskısı ve belirleyiciliği artıyor. Şimdilerde ABD de öğrenci borçlarının 1000 milyar dolar olduğu söyleniyor ki, bu Fransa’nın GSYH’sinin [milli geliri densin] yarısına eşit... Bağış yapanlar ekseri ya dev sermaye tekelleri ya da üniversite’nin eski mezunları oluyor. Ve sermaye giderek ders programlarına varıncaya kadar üniversitelerin işleyişine müdahale ediyor. New York Times’ın bir haberine göre, Harvard Üniversitesi tıp fakültesinde 149 öğretim elemanının [profesör, doçent, yardımcı profesör, araştırma uzmanı, vb.] maaşı dev ilaç firması Pfizer tarafından ödeniyor... İlaç şirketinin çıkarı daha çok kâr etmekse, bu hasta sayısının artmasını gerektirir... Gerçek bilimin ve bilim insanının misyonu ve varlık nedeni şirketin daha çok kâr etmesi midir? Yoksa insan sağlığının güvence altına alınması mıdır? Amerikan üniversiteleriyle CIA arasındaki ilişkiyi de hatırlamak gerekir. Nitekim, 1967 yılı sonunda 1000’den fazla kitabın CIA sponsorluğunda yayınlatıldığı biliniyor... Ünü ve sabıkası büyük Trileteral

F.Başkaya

Komisyon, Harvard ve Colombia üniversiteleri ile işbirliği yaparak iki ünlü profesöre, John Rawls ve Robert Nozick’e Liberal Manifesto’yu yazdırdıklarını da hatırlamak gerekir... Ki, bu kitap dünyanın nerdeyse tüm üniversitelerinde “temel referans kitap” sayılıyor... Yegâne amacın kâr etmek olduğu koşullarda, “para getirmeyen” bilim dallarının müfredat dışına atılması da işin doğası gereğidir... ABD’de insan bilimleri alanında verilen diploma oranı 1966 da %17’den, 2004’de %8’e gerilemiş bulunuyor. İnsan bilimlerinden mezun olanlar da eğitim gördükleri sektörlerde değil, belki bir master takviyesiyle, insan mühendisi olarak çalışıyor ama aslında insan mühendisi denilenin şirket polisinden başka bir şey olmadığının bilinmesi gerekir... Eğer taslak kanunlaşır, YÖK, TYK’ya dönüşürse, bilginin metalaşmasında yeni bir eşik daha aşılacaktır. Aslında kapitalist toplumda emek zaten bir metadır ama yeni düzenlemeyle durum iyice zıvanadan çıkacaktır. Önemli olan emeği bir meta olmaktan çıkarmaktır. Bu yüzden yeni yasayla işler sadece daha da zorlaşacaktır. Üniversiteyi Amerikanlaştırmak istiyorlar zira Amerikan sistemi sermayenin ihtiyaçlarıyla çok daha iyi uyuşuyor... Eğer YÖK, TYK’ya dönüşürse, geçerli özelleştirme, metalaşma süreci hızlanacaktır. Ve bunun sonunda üniversitelere devlet katkısı ve denetimi azalacaktır. Kapısında üniversite yazan kurumlar arasındaki rekabet büyüyecektir. Zira kapitalist işletmeler arasında rekabet esastır... Paralı üniversite sisteminde kayıt ücretleri artacak mütevazi aile çocuklarının üniversiteye zaten zor olan giriş şansı daha da küçülecektir. Yüksek öğretim kurumları piyasanın kaprislerine daha açık hale gelecektir. Öğrenci borçları artacaktır. Üniversite üyelerinin çalışma koşulları iğretileşecektir. Sözleşmeli ve sözleşmesi her bir- iki yılda yenilenen bir öğretim üyesi hangi uzun erimli bilimsel bir projeye cüret edebilir? Asgari iş güvencesi olmayan bir ortamda bir üniversite üyesinin motivasyonu kalır mı? O kadar ki, belirli bir eşik aşıldığında üniversiteler taşeron firmalardan öğretim elemanı bile devşirebilirler... Bunun doğal sonucu olarak diplomalar daha da değersizleşecektir zira elit üniversitelerden mezun olanlar iş piyasasında avantajlı duruma geleceklerdir. Borçlanarak diploma alanların bir iş bulma şansı daha da küçülecektir. Dünyayı, insanı, toplumu anlamaya yarayan sosyal bilim dalları müfredat dışına atılacaktır zira bunlar yeteri kadar “kazandırmazlar”... Yeni kanunla birlikte eğitim tamamıyla sermayenin çıkarlarıyla uyumlandırılacaktır... gençliğin geleceği karartılacaktır... Kâr etmenin ve kârı büyütmenin hizmetinde bir bilim ve üniversite mümkün değildir. Üniversite ancak bir kamu faaliyeti olarak varolabilir ve adına lâyık olabilir. Bu yüzden gerçek üniversite, bilginin metalaşmadığı, alınıp- satılmadığı bir ortamı varsayar. Emek [çalışma-iş] yabancılaşmış olarak kaldığı sürece, gerçek anlamda bilimsel üretim yapılamaz. O halde üniversite mücadelesinin kapitalizmi aşma mücadelesine eklemlenmesi zarureti var. Bu yüzden üniversiteler, devlete, sermayeye ve memur bilincini aşamamış üniversite üyelerine bırakılamayacak kadar önemlidir... Bu aşamada üniversite mücadelesi iki şekilde yürütülebilir: yeni saldırıyı püskürtmek başta olmak üzere, mevcut kurumları dönüştürmek üzere mücadele etmek ve devletten ve sermayeden tam bağımsız halk üniversiteleri oluşturmak, bunların sayısını ve etkinliğini olabildiğince artırmak... Bunun için de işe TYK saldırısını püskürterek ve eleştirel düşünce üretiminin önünü açarak başlamak gerekiyor... Zira içinde bulunduğunuz çağda eleştirel düşünce hiç bir zaman olmadığı kadar önem kazanmış bulunuyor... Bilime asıl ihtiyacı olan emekçi halk çoğunluğu, ezilen ve sömürülen sınıflar, neden kendi öz üniversitelerini, araştırma kurumlarını, enstitülerini, tartışma ortamlarını kendi elleriyle inşa etmesin?

Sayfa 13

MARKSİZM VE ŞİDDET-TERÖR SORUNU - 2 Amaç-Araç Diyalektiğini Bozan Şiddet Bir yaklaşıma göre, şiddet bir araç olarak kaldığı sürece politik nitelemesini hak ediyor, ancak amaç-araç dengesinin araç lehine bozulduğu sınırdan itibaren, artık politika-dışının başladığı kabul ediliyor. Arendt’in şiddet-politika ilişkilerine ilişkin görüşüne göre, özellikle teknolojinin yüksek bir gelişme gösterdiği günümüzde, teknolojik araçlara ihtiyaç duyan şiddet pratiği, aracın amacı aştığı bir nitelik kazanmıştır. Arendt, şiddeti araç-amaç ilişkisi bağlamında ele almanın bir örneğini oluşturuyor. Arendt’e göre, şiddetin araca bağlı olmasıyla, şiddet meselesini ele almada, aracın niteliği tayin edici bir hale gelir. Şiddetin araçlara muhtaç olduğunu Engels’i referans gösterek anlatan Arendt, teknolojide yaşanan gelişmelerin şiddeti ve onunla politikanın ilişkisini ele almada belirleyici değişikliklere neden olduğunu ileri sürer. Ama ona göre, iktidar, şiddetten farklı olarak araca ihtiyaç duymaz.Şiddet Üzerine‘de Arendt, şiddet-politika ilişkisini şöyle ele alıyor: “Şiddete dayalı eylemin bizatihi esası, araç-amaç kategorisine dayalıdır. Amaç, kullanımını haklı kıldığı ve gerçekleşmesi açısından gereksinilen araçların altında ezilme tehlikesine açıktır. Insan eyleminin nihai amacı, fabrika üretimindeki nihai amaçtan farklı olarak, asla güvenilir biçimde öngörülemez. Bu yüzden, siyasi amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlar, geleceğin dünyası açısından, sık sık niyetlenilen amaçlardan daha belirleyici olabilmektedir.”Şu birkaç satırda koca bir epistemoloji, politika ve toplum anlayışı gizli. Arendt’in önerebileceği politik hedefler silsilesinin ufku oldukça sınırlı. İnsan eyleminin öngörülemezliği üzerinde duran Arendt’in önerdiği politika anlayışı, ancak öngörülebilir çerçevede meşru ve ‘politik’tir. Mütevazı öngörü sınırlarını aşan eylem, aracın amacın önüne geçtiği bir nitelik kazanır ve böylece politik olmaktan da çıkar. Arendtgil politika anlayışı kendini net olarak ortaya koyuyor. Bütün bir rejimi hedefleyen politik eylem öngörülemez, öngörülebilirlik sınırı, mikro ölçekler içindir. Örneğin, sonunun (ön)görülemeyeceği bir eylem tarzı olarak ölüm orucunun, Arendtgil politika anlayışı için meşruiyetini yitirmesi gayet doğaldır. Arendt, toplumsal gerçeği özel bir teknik gerçek olarak anlıyor. Nükleer dehşet denilen olguyu çok önemsiyor. Bu yüzden, örneğin, 1970’te yayınlanan Şiddet Üzerine‘de, şu kehanete katılıyor: “Birkaç yıl içinde robot askerler insan askerleri modası geçmiş yaratıklara dönüştürebilir.” Arendt, döneminin bu gibi genel kabulleri etkisinde kalarak, Engels’i ve Clausewitz’i tekzip eder. (Clausewitz: “Ulusal gücün daha derindeki kültürel kaynaklarıyla uyuşmayan bir askeri çözüm hali istikrarlı olamaz.” Engels: “Nerede bir ülkenin iktidar yapısı iktisadi gelişme düzeyiyle çelişirse” şiddet araçlarına sahip siyasal iktidar yenilmeye mahkumdur.) Politikanın Aracı Değil, Kendisi Olarak Şiddet Arendt’e göre, “Günümüzde savaş ve siyaset ya da şiddet ve iktidar arasındaki ilişkilere dair tüm bu eski doğrular geçerliklerini yitirmiştir”. Arendt, günümüzde, şiddet araçlarının Engels’in ekonominin

belirleyici gücüne dayanan görüşlerini yanlışlayacak bir gelişme gösterdiğini söylüyor. Ancak Arendt’in yaklaşımının zemininde problem var. Onun, bildik bir tarih görüşünü yinelediği açıkça görülüyor. Toplumsala ilişkin birtakım kategoriler çok kolay değiştiriliyor. Bir dönem kabul edilen bir genel doğru, artık insanlığın bu sorunu aştığı, yeni bir döneme girildiği şeklindeki gerekçelerle yerini başkasına terkediyor; birkaç yıl sonra başkasına yerini terketmek üzere… Ekonominin mi politikayı ya da şiddet araçlarını belirlediği, yoksa tersinin mi geçerli olduğu tartışması ikincil düzeye düşemeyecek türdendir. Ekonomi tartışma konusu ediliyorsa, bu, başka bir belirleyenin bütün tarihte yerini almış olduğunu gösterir. Arendt, ekonominin belirleyiciliğinin 19. yüzyılda geçerli olabileceğini, ama 20. yüzyılın kasvetli ve başdöndürücü teknolojik silahlanma ortamında, “iktisadi sistemlerin, siyasal felsefelerin, yargı organlarının savaş sistemine hizmet ettiğini ve bu sistemi yaygınlaştırdığını, tersinin geçerli olmadığını” ileri sürmenin, “bizatihi savaşın temel toplumsal sistem olduğunu, başka ikincil toplumsal örgütlenme tarzlarının bu sistem içinde mücadele ettiğini” ileri sürmenin daha ikna edici olduğunu belirtiyor. Amaç-araç diyalektiği özne-nesne diyalektiğidir.

Öznenin kendisi eyleminde görünür, somutlanır. Eylemi şiddet olan özne, konjonktürde ‘şiddet araç larına başvuran özne’dir, eylemi protesto bildirisi okumak olan özne, konjonktüre sözüyle müdahale eden özne’dir. Konjonktürde, çatışmalar, özneler aracılığıyla olur. Politik pratiğin hedefi nedir? Proletaryanın konjonktürdeki hedefi üretim tarzı olabilir mi? Böyle bir hedef ‘var’ mıdır? Ekonominin belirleyiciliğini konjonktürde ele almanın politik karşılığı reformizmdir. Devrimi, üretim güçlerinin yeterince gelişmesine bağlama eğilimlerinin politik karşılığı reformizmden başka bir şey olamaz. Devrimin, patladığı koşullarda devrimci olan bir özne reformisttir. Marx ve Engels’in eserlerinin, üretici güçler teorisinin politik anlaşılışına ilişkin sorgulanması meşrudur; bu eserlerde bu konuda şüphe çekecek unsurlar olduğu önermesi yabana atılamaz. Üretici güçler teorisi üzerine kurulu bir politik yaklaşım, genel olarak politikayı epeyi etkisiz bir yere çektiği gibi, şiddeti de reddeder. Buna göre, devrim kapitalizmin üretim sürecindeki iç çelişkileri sonucu gerçekleşecektir. Bir tarih görüşü açısından, burjuvazi masumdur; suçlu, üretim tarzının kendisidir.

Şiddet, aynı zamanda, bir politikanın kendisidir. Şiddet, bu durumda, politikanın bir tarzını ortaya koyan bir konuma yükseltilmiş oluyor. Şiddet politik araçtır ve şiddet, bir politikadır; şiddet politikası. Bu önerme dayanağını, popüler devrimci tarihte Che Guevara’nın “Devrim için savaşmayana sosyalist denmez” sözü ile F. Fanon’un “Taktik ve strateji iç içe geçer. Savaş yapmakla politika yapmak aynı şeydir” sözünde bulur.

Tarihte hedef yoktur; üretim tarzını kim hedef yapabilir? Tarihte politik kurumlar da hedef olamaz; kurum, karşıdaki bina gibi bir somut varlık değildir. Tarihte bütün insanlar masumdur.Oysa konjonktürde, politikanın konusu olan momentte, politikanın konusu olan nesne-türünde, hedef somut, görülebilen varlıklardan oluşur. Politikada suçlu vardır ve bu somut olarak kimliklendirilebilecek cinstendir. Politikanın muhatabı, başka insan toplulukları, kümelenmeleri tarafından oluşturulmuş olan şeydir. Marx’ın (10 Ağustos 1844 tarihli) şu değerlendirmesine nasıl yaklaşılmalıdır? “Bir halkın siyasal düşüncesi ne kadar çok gelişmiş ve evrensel olursa, proletarya -hiç değilse hareketin başında- kendi gücünü kanla boğulan, saçma ve bomboş ayaklanmalara o kadar çok harcar.

Amacına vakıf, tarihin üstünde düşünebilen bir özne, amacını yine vakıf olduğu konjonktüre, sonucunu öngörerek uygular. Arendt haklı; öngörme zorunludur; çünkü, aracın amacı aşmayacağı ancak böyle güvence altına alınır. Politikanın ilgili konjonktürde yapıldığı bir kez ileri sürülürse, bu konjonktürün unsurlarının politik karakteri, yani devrimci olup olmadıkları -özel olarak komünist olup olmadıkları değil-, onların gelecekte ve tarihsel sürecin ileri aşamalarında ne yapacakları üzerine istiharelere yatmalar ya da kehanetlerle değil, bugün ne yaptığına, hangi araçlarla hareket ettiğine, eyleminin ne olduğuna, değiştirme gücünün, etkinliğinin, kapasitesinin, araçlarının ne olduğuna bakarak anlaşılır.Bu durumda, bir konjonktürün içindeyken, amaç-araç diyalektiği de geçersiz olmaktadır. Özneyi belirleyen unsur daha çok, onun varlığının kendinden menkul içsel amacı değil, eylemli olarak ortaya konulan aracıdır, eylemidir, somut varlığıdır.

Proletarya siyasal olarak düşündüğü için, kötü toplumsal koşulların kaynağını iradede, bütün düzeltme yollarını zorda ve belirli bir Devlet şeklinin devrilmesinde görür.” Tarihte sorun, ancak kökenine inilerek, nedenlerine ulaşılarak çözülür. Ama konjonktürde, kimliklerin olduğu, öznelerin iradeleriyle eylem yaptığı, özneler açısından gerçeğin böyle olduğu koşullarda, her sorunun bir faili; somut, kimliklenebilir bir suçlusu vardır. Konjonktürü tümden yapısal nitelikler itibarıyla gören politik yaklaşımlar açısından, suçlu hiçbir zaman yoktur. Dolayısıyla, herhangi bir özneye -şiddetle ya da şiddetsiz- yönelen eyleme de gerek yoktur. Devrimci (ve karşı-devrimci), konjonktürde, çatıştıkları arasında ‘ortadan kaldırılması gereken suçlular’ görendir. Şiddet meşruiyetini, ikna ya da kudret yoluyla değiştirilmesi/dönüştürülmesi mümkün olmayan ‘organik’ hedefler olduğu argümanında bulur. Organik hedeflerin taşıyıcıları ortadan kaldırılmalıdır. Devlet aygıtına ilişkin Marksist tez de devrimciliğini burada bulur. Devlet aygıtı değiştirilemez-dönüştürülemez; yıkılmalı, tahrip edilmelidir.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 14

12 EYLÜL’ÜN EKONOMİ POLİTİĞİ Bu dönemde biçimlenmiş bağımsızlıkçı duygular Kurtuluş Savaşının imbiğinden süzülerek kuruluş sürecine taşınmıştır. Kuruluş süreci boyunca, II. Dünya Savaşına dek bu duygular korunmuştur. Ancak savaş yaklaşırken ve savaş esnasında bu tutumda bir aşınma gözlenir; politik düzlemde, savaşan emperyal aktörlerin birine ya da diğerine yakınlaşmayı esas alan bazı kümelenmeler ortaya çıkar. Bu dönemdeki tasfiyelerin bir bölümü bu kümelenenler arasında ya da bu kümelenmelere karşı gerçekleşmiştir. Yönetici kadrolar arasında artık uluslar arası karşıtlıkları baz alan gruplaşmaların ortaya çıkışı Osmanlıdan bu yana yeni bir durumdur ve zamanla belirleyici konuma gelecektir.

kiye’nin kapitalist dünyaya eklemlenme tarzının bir ürünü olan ithal ikameci ekonomik yapıyı emperyalizme bağımlılık ilişkisi baki kalmak üzere güçlendirme çabaları batılı merkezden onay görmeyince SSCB’ye başvurarak çeşitli ağır sanayi yatırımlarına girişmesi bile merkez-kaç bir tutum olarak algılanmış, (geçici de olsa) tasfiyesine neden olmuştur. 12 Eylül askeri müdahalesi, Türkiye’de gerçekleşmiş darbeler arasında emperyalist-kapitalist sistemin çıkarlarına en fazla karşılık düşenidir. 12 EYLÜL’ÜN EKONOMİ-POLİTİĞİ II. Dünya Savaşı sonrasında SSCB’nin başını çektiği Sosyalist Blok (Doğu Bloğu) ile ABD’nin başını çektiği Kapitalist Blok (Batı Bloğu) arasında inişli çıkışlı seyir izleyen rekabet koşulları 60’lı yıllardan itibaren Batı Bloğu aleyhine dönmeye başlamıştı.

12 Eylül Faşist Darbesi, Türkiye’yi bir yandan emperyalist-kapitalist sistemin 80’li yıllarda dünya çapında gerçekleştirdiği neo-liberal atağa uyumlu hale getirirken, diğer yandan emperyalizmin Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgeye dönük spesifik taleplerini de sonuna dek karşılamıştır. Özellikle 70’li yılların erken dönemlerinde art arda patlak veren tarihsel olaylar dizisi; ABD’nin Vietnam yenilgisi, doları altına endeksleyen para sisteminin (Bretton Woods) çöküşü, bütün bunlar kapitalist Bloğun ağır bir hegemonik krize sürüklediğini gösteriyordu. Kapitalist Bloğun gerilemekte, kaybetmekte olduğu savı, 70’li yılların ortasında yalnızca sosyalistler nezdinde değil burjuva entellektüelleri nezdinde de yaygın kabul görüyordu. Öyle ki, “ABD’nin artık sanıldığı kadar güçlü bir devlet olmadığını Amerikalılara anlatmak, onları bu gerçeğe alıştırmak, rehabilite etmek” üzere iktidara talip olduğunu söyleyen bir başkan adayı, Carter, bu psikolojik iklim içinde ABD’ye başkan seçilebilmiştir. İşte 80’li yıllardan itibaren bu tablo tersine çevrilecektir. Daha henüz Carter dönemi sona ermeden ideolojik hazırlığı yapılan, programı ve kadroları oluşturulan emperyalist strateji İngiltere’de Theatcher ve ABD’de Reagan’ın iktidara taşınmasının ardından agresif biçimde uygulamaya sokulacaktır. Bu yeni stratejinin iktisadi ayağını neo-liberal tezler oluşturur. Hayek ve Friedman’ın (Chicago Okulu) tezlerini esas alan neo-liberal uygulamalar aslında 70’li yıllarda Latin Amerika’da darbe rejimi şartlarında sınanmıştır. Bu deneyimlerin birikimini de arkasına alarak 80’li yıllardan itibaren önce Kapitalist Bloğun genelinde, ardından Sosyalist Bloğun çöküşüyle birlikte az çok istisnayla tüm dünyada hakim kılınacaktır. Öngörülen, sermayenin ve malların dolaşımına, akışkanlığına, her yere ve her şeye erişebilmesine imkan sağlayan, emeğin ve doğal kaynakların sınırsız sömürüsü önündeki bütün engellerin ortadan kaldırıldığı yeni bir dünya düzenidir.

1 Mayıs 1996 “kitlelerin trajedisi”nin oynandığı bir sahne oldu ise, 19 Aralık 2000 de “sol örgütlerin trajedisi”nin oynandığı bir sahne olmuştur. İlkinde kitleler ikincisinde ise sol örgütler “varsayımsal bir gövdenin ikiye bölünüşü gibi, onulmaz bir bölünmeyi yaşadı”. Biri 1 Mayıs’a eylemli olarak katılan sol, diğeri 1 Mayıs’a katılanları izleyen sol. Solun biri zaten yasal açıdan gayrı-meşruydu, gelişmelerden sonra solculuğu da gayrı-meşru sayılmaya çalışıldı. Bu iki sol arasında derin ve karanlık bir uçurum oluşuyor. 1970’lerdeki durumdan daha vahim bir nitelik kazanan uçurumda, artık iki tür solun üzerinde paylaşım kavgası edecekleri ortak bir zemin kalmıyor. Her birinin, mekanı, kitlesi, kültürü, dünya görüşü ve ‘solculuğu’ farklı. Her biri, kendi arazisinde gelişip serpiliyor; fakat bu gelişme başka alanlarda gelişmemeyi garanti etmekten başka politik anlam arz etmiyor. Solun biri, ezilenlerin dizginsiz her patlamasında provokasyon kokusu alan, ezilenin eylemli varlığının ‘efendice’ ortaya çıkmasını isteyen bir yaklaşıma sahip.” Böylesi bir dağılmayı pratikte yaşayarak ve her gün sınayarak yola devam edenlerde de benzer tespitleri okumak mümkün: “Direnişten, savaştan, işkencehanelerden, hapislerden, hücrelerden uzakta ‘tuzu kuru’ solculuk; Çok net görünüyor ve anlıyoruz ki, ‘tuzu kuru’ solculuk yalnızca villalarda olmuyor. Sol’un da ‘tuzu kuru’ kesimi var. Onların tuzu kuruluğu, risk, cesaret, sorumluluk, duyarlılık gerektirmeyen bir solculuk türünde… Faşizmin her kapsamlı saldırısı karşısında başvurdukları teori ve izledikleri taktik hep aynıdır; Malum teorinin adı ‘provokasyon teorisi’dir. Devrimci-reformist ayrımı gibi “çok önemli bir ayrımı aşan ve ‘önemsizleştiren’” yeni türde bir bölünmeyle karşı karşıya olduğumuz ve bölünmenin devrimci-reformist geleneksel ayrımıyla kurgulandığı görülmektedir. Gerçekten de yaşanılan “somut durum”da bölünmenin kendini ortaya koyuş şekli tam da böyle olmaktadır. “Zavallılar, biçareler… Tarih bilmez, direniş bilmez, bedel bilmezler; bildikleri, düzen içinde yaşayıp, kendilerini ve çevrele rini ‘sosyalistlikle’, ‘komünistlikle’ aldatmaktadır. Ne yazıktır ki, bu “varsayımsal gövdenin ikiye bölünüşü” karşısında “politik, ideolojik, örgütsel,

kültürel kayış olabilecek bir ‘özne olmayan özne’” görevini üstlenebilecek politik bir partinin yokluğunda, başta İnsan Hakları Derneği (İHD) olmak üzere çeşitli demokratik kitle örgütleri bu iletişimi sağlayan kurumlar olarak belirmektedir. Bu ise bu türden örgütlenmelere kaldırabileceğinden fazla yük binmesi anlamına gelir. Yıkılmaları an meselesidir. Politik yarılma an’ındaki yalpalamalar ve devrimci insiyatif yokluğu, an’a yazık etmektedir. Marx, bütün büyük tarihsel olay ve kişilerin ilkinde trajedi ikincisinde ise komedi olmak üzere iki kez ortaya çıktığını söylemişti. Fakat bu sefer iki trajediyi üst üste yaşadık. 1 Mayıs 1996 ve 19 Aralık 2000’de yaşanan trajik bölünmeler karşısında şu sözleri bir kez daha anmakta fayda vardır: “Koca bir sürecin içinde çok az tesadüf edilen bazı anlarda her şey boydan boya ikiye, sadece ikiye bölünür. Bu an’da ak ve kara vardır ve ara tonlardan söz edilemez.

Böylesi sessiz reddiyelerde hem iktidar ezilene “acır”, hem de ezilen iktidara “acır”. Fakat işte tam da “çok az tesadüf edilen bazı anlarda” “direnişin kritik evreleri”nde iktidar reddinin bağıra çağıra gerçekleştirilmesi ve iktidarı reddedenlere sonuna dek fiziki ve zihinsel destek sunulması gerekir. Bu an’da her şey kaba-saba ve yalındır; sofistike yaklaşımlar, kılı kırk yaran akıl yürütmeler anlamsızdır, boştur… Bu tür zamanların terimi haklı-haksız’dır. Konuma bağlı her hareket haklıdır, karşıdaki ise her zaman haksızdır: Acıma istemiyoruz, acımayız da…” İktidar genellikle sessizce reddedilir ve isyanın sınırları, iktidar alanını tehdit etmez. Lenin’in “ya kapitalist ideoloji ya sosyalist ideoloji”, Luksemburg’un “ya sosyalizm ya barbarlık” sloganları tam da böylesi an’larda somut anlamlara bürünmektedir. Ve yine tam da böylesi an’larda

devrimci politik yapılanmaların “barikat” çağrıları toplumsal yarılmayı belirgin kılmak için daha bir fazla yapılır: “Reddetmek, beyinlere örülmeye çalışılan hücreleri parçalamak ve faşizmin giderek daha fazla şiddetlenecek olan ekonomik ve siyasal terörüne şimdiden barikat olmaktır. Barikatları yükseltmenin… tam zamanıdır.” “O halde barikatları güçlendirelim, barikat savaşlarını büyütelim ve yayalım!” “İnancın kızıl barikatları” vücut bulmayı beklemektedir. Burada barikat, her şeyden önce, ideolojik sınırı ve barikat savaşı ise ideolojik savaşı temsil etmektedirler. Bu türden az isabet edilebilen an’ların sloganlarıdır şunlar: “Uzlaşma yok!”, “Bedel ödeteceğiz!”. Taviz ve durmak, ölüme denktir. Kimsenin tökezleme hakkı yoktur. Yarı yoldan dönenler “bizden” değildir. Barikat imgesinin gereklilikleri yürürlüktedir: “…diğer muhalif güçler, ya ortak talepleri çerçevesinde devrimcilerin yanında olacak, ya da ‘arada kalma’ ısrarıyla yok olacaktır.” Devrimciler, kapatıldıkları cezaevlerinde “imkansızın politikası”nı yürütmüşlerdir. Sinik bir toplumun kuvvetli bir travmayla kendine döndürülebilmesi ve dört duvar arasına kıstırılmış devrimcinin “ben buradayım!” çığlığının duyulabilmesi için ölümle randevulaşmak gerekiyordu belki de. “Dört duvar arasındaki insanların dışarıdaki insanlarda, kendi koşulları ile ilgili duyarlılık yaratabilmek için kendi vücutlarını ortaya koymaktan başka şansı var mıdır?” Bir direnişçinin de belirttiği gibi “ölüm, düşmana çekilen son silah”tı. devletin şiddet tekelinin tüm görünümlerine karşı türkü çağırarak ve halaya durarak direndiler. Yirmi birinci yüzyılın ilk büyük destanlarından birini bedenlerini ateşe verip çevrelerine aydınlık saçarak yazdılar. Ellerinde politik öğe olarak kullanılmaya elverişli tek nesne olarak kendi bedenleri kalmış olan devrimcilerin büyük özgeciliğidir tanık olunan. Geriye sadece baltalar, sivri keskin kasaturalarla liğme liğme edilmiş, hoyratça çiğnenmiş ve küle döndürülmüş devrimcilerin toprağa verilmiş bedeninin silik anısı kalmadı. Karşı tarafın elinde tutsak olduğunda dahi “halkın adaleti”nden güç alacak ve ölüm orucuna daha bir kuvvetle sarılacak denli direngen olan devrimcilerin korku bilmez gözlerindeki öfke, toplumun uzuvlarında sessiz sedasız gezinmektedir. Ta ki yeni bir büyük muharebeye kadar… Gerçekten ne deniyordu, karanfillerle süslü tabutlarda binlerin omuzlarında taşınan direnişçilerin ölü bedenlerinin etrafını sarmalayan onlarca pankartın birinde: “Hesaplaşma günü, korkunç olacak!” Dinsel kıyamet anlatısını ister istemez akla getiren bu söze içrek inanç, acıyı bal eyleyen ve yenilgilere tutunmaktan başkaca bir seçeneği görünmeyen Türkiye solu için mevcudiyetin yegane gerekçesi gibi durmaktadır… Mağlubiyetlerin törenselleştiği vakitler. //Cemal Poyraz

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Kapitalistleşme süreci bağımlılık ilişkisi içinde ilerledikçe, emperyalizm, hem bu ilişkiden doğan yeni sınıf ve katmanlar aracılığıyla hem de ortak kurumsal yapılar ve doğrudan yatırımlar aracılığıyla Türkiye’de artık içsel bir olgu haline gelmiştir; Oligarşik yapının başat bileşenidir. Bu durumda artık, tasfiyelerde içsel dinamikler mi ağır basar, yoksa dışsal dinamikler mi sorusu çoğu kez anlamını yitirir. Kuşkusuz bazen gruplararası çıkar çatışmalarının, hatta bazen kişisel çekişmelerin olayların gidişatı üzerinde, tasfiyelerin yönelimi ve kapsamı üzerinde az çok bir etkisi olacaktır ama, dediğimiz gibi, bunlar artık sürecin belirleyeni değildir. Emperyalizmin içsel bir olgu olması, Türkiye’de emperyalizmin ilgisiz kalacağı hiçbir büyük çatışmanın, tasfiyenin olamayacağı anlamına gelir. Hatta hakim sınıflar kompozisyonunda meydana gelecek büyük alt üst oluşlar, yer değiştirmeler bile ya emperyalizmin gözetiminde ve yönlendirmesiyle gerçekleşir ya da, tersi durumda onun direnciyle karşılaşır. Nitekim, bağımlılık ilişkisinin ürünü yeni sınıf ve katmanlar dahi gün gelir emperyalist siyasasıyla çeliştiklerinde tasfiyeye uğrarlar. Özellikle emperyalist kapitalist sistemin krize girdiği ve krizi aşmak üzere alışılageldik tutum ve davranışlardan farklı politikalara ihtiyaç duyduğu yeni açılım dönemlerinde bu yeni politikalara uyum sağlayamayan kişi ve gruplar, katmanlar geçmiş dönemlerinde emperyalizm adına ne denli işlevsel bir rol oynasalar da tasfiyeden kurtulamamışlardır. Kısacası her önemli konjoktür yeni güç dengelerini gereksinmiş ve genellikle tasfiyelerle ama bazen de uzlaşmalarla bu sağlanmıştır. Örneğin, 12 Mart Darbesi Cumhuriyetin kuruluş döneminden devraldığı kimi davranış özelliklerini sürdürerek sosyalist hareketi, ulus devlet yapısına dönük etnik itirazları baskı altına almış ama bununla yetinmemiş geçmişten farklı olarak, kapitalist iktisadi yapıya sadık kalan ancak bağımsızlıkçı bir çizgiyi savunan kesimleri de tasfiye etmiştir. Hatta, politik yaşama Amerika’yla ilişkisini referans göstererek adım atan Süleyman Demirel’in Tür-

SOLUN DİASPORASI YADA DEVRİMCİLERİN CANI SAĞOLSUN

SAYFA 07

Türkiye Cumhuriyeti, kısa tarihi boyunca yaşından beklenmedik ölçüde tasfiye ve baskılama hareketlerine tanıklık etmiştir. Bunların sıklığı ve sürekliliği karşısında, bütün bu tasfiyeleri aynı çuvala sokup devletin kuruluş özelliğine bağlayan anlayışların yaygın kabul görmesine şaşmamak gerekir. Öyle ki, bu anlayışlara göre Serbest Fırka’nın kapatılmasıyla 12 Eylül sonrası parti kapatmalarında aynı dinamik rol oynamıştır: Daha baştan, tepeden inmeci (Jakoben) bir tarzda kurulmuş despotik bir devletin olağan refleksi… Oysa meseleye önyargısız ve dikkatlice yaklaştığımızda görürüz ki, Cumhuriyetin kuruluş sürecinde gerçekleşen tasfiye ve baskılama hareketleri, II. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşenlerden niteliksel olarak farklıdır. Kuruluş sürecinin tasfiyeleri, emperyalizme karşı bağımsızlık savaşının içinden doğmuş yeni bir devletin yaşatılması, sürekliliğinin sağlanması ve nihayet kapitalist modernleşme yoluyla kalkınmasını esas almıştır. - Misak-ı Millinin işaret ettiği sınırları yadsıyanlar, - Türklük üzerinden sağlanan homojenleşmeye, ulus tanımına yönelik itirazlar, - Dinsel alanı daraltan sekülerleşme hamlelerine direnç gösterenler, - Mevcut nizamı sosyalist açıdan eleştirenler, - Kapitalist modernleşmenin ve merkezi politik birliğin önünde engel olarak görülen feodal toplumsal, iktisadi yapılar ya baskılanmış ya da tasfiye girişimiyle karşı karşıya kalmıştır. Kuşkusuz, tasfiyelerin kapsamı, zamanlaması ve gerçekleşme düzeyi içinde bulunulan dönemin koşullarınca belirlenmiş; başarılı ya da başarısız olmuştur. Burada vurgulanması gereken bütün bu tasfiyelerde emperyalist devletlerden gelen etki ve yönlendirmelerin herhangi bir rol oynamadığıdır. Bir yönlendirmeden bahsedilecekse eğer, bu daha ziyade tasfiyeye maruz kalanlar (en azından bir bölümü) için geçerlidir; kurucu kadrolar bu türden yönlendirmelere pek açık değillerdir, bağımsızlık duyguları hem politik hem iktisadi düzlemde yerli yerindedir. Bu aslında içinde yaşanılan uluslararası ilişkiler sisteminin o dönemdeki parçalı yapısına, sömürge statüsü dışındaki devletlerin yaygın otarşik (kendine yeterlilik) eğilimlerine, bağımsızlıkçı tutumlarına da uygundur.Ama, asıl neden, kurucu kadroların, Osmanlının çöküş sürecinde ekonomik, politik bağımlılığın oynadığı son derece tahrip edici role ilişkin gözlem ve deneyimleridir.

II. DÜNYA SAVAŞI SONRASI Savaş sonrasında uluslararası ilişkiler sistemi, Doğu Bloğu (sosyalist) ile Batı Bloğu (kapitalist) arasından keskin bir yarılmaya uğrar. Türkiye bu yarılmada Batının yanında Sovyetlere karşı bir uç, karakol ülkesi olarak yerini alır. Türkiye’de gerçekleşen baskılama ve tasfiye hareketlerinde bu aşamadan sonra artık emperyalist-kapitalist sistemin ihtiyaçları da bir faktör olarak devreye girecektir. Bu yeni faktörün etkisi başlangıçta oldukça bulanıktır, zamanla daha belirginleşerek tasfiyelerin ana dinamiği haline gelir.

Sayfa 07


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 06

SAYFA 06

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

SOLUN DİASPORASI YADA DEVRİMCİLERİN CANI SAĞOLSUN 19. yüzyılın başlarında devrimci bir politik militan sözlerine, “Haydi barikat savaşına!” diyerek son verdiği vakit, yapılmış olan bu savaş çağrısının kitlenin motivasyonundan ve coşturulmasından başka somut anlamları da bulunmaktaydı. O günlerde gözde direniş biçimlerinin arasında yer alan barikat savaşının yapılabilmesi ve sürdürülebilmesi için şartlar günümüzdekinden daha elverişliydi. Barikat savaşı mühim bir ayrımı simgeleştirme işlevini oldukça başarılı bir biçimde gerçek kılmayı sağlamaktaydı: Politik militanların kafasında boydan boya ikiye bölünmüş siyasal konjonktürün aynı zamanda maddi anlamda da bölünmesi… Bulunabilen ve yığılabilen her şeyle dikilmiş olan barikatın berisindekiler ve ötesindekiler… “Bizden” olanlar barikatın berisinde durabilme yiğitliğini ve hünerini gösterebildikleri için “bizden”diler, “bizden” olduğunu iddia edip, öyle veya böyle, barikatın ötesinde kalmış olanlar “bizden” değildiler. Barikata omuz veremeyenler, öte tarafın mülküdür. Ne barikatın ötesinde ne de berisinde durmayı layıkıyla yerine getiremeyip barikatın tam tepesinde, savaş meydanının ortasında hakemliğe soyunanlar, önce iki tarafın birinde karar kılmaya davet edilir, sonrasında ise açılan ilk ateşin kurbanı olurlardı. Cenazelerini ise kimse bağrına basmaya yanaşmazdı.Günümüzde ise artık barikat savaşı popüler direniş biçimleri arasındaki yerini terk etmek zorunda kalmıştır. Düşmanın kalın zırhlı araçları ile kısa sürede yerle yeksan ediliveren barikatların arkasındaki devrimciler, artık, “şehir gerillacılığı” yapmakta ve düşmanla doğrudan savaşmak yerine “kaçak dövüşme”yi tercih etmektedirler. Doğaldır ki yeni zamanlar ve mekanlar, alternatif direniş biçimlerini de beraberinde getirmektedir. Yukarıdaki sözler, genel olarak yüksek dozda doğruluk payı taşımasına karşın, ne 19-22 Aralık 2000tarihlerinde ne de bu tarihlerin öncesi ve sonrasında Türkiye’de yaşanmış olanları açıklama gücüne sahiptir. Türkiye hapishanelerinde tutsak olan devrimciler, kendilerine sunulan “tecrit terörü”ne karşı, ranzalarını koğuş kapılarına dayayıp barikat kurarak direndiler. Aynı zamanda “fiili direniş, ölüm orucu ve süresiz açlık grevleriyle bedenlerini barikat yaptılar”. Onların barikat savaşına girişmekten ve bu ruhu diriltmeye çabalamaktan başka seçim şansları yoktu. Zorunlu olarak “tek yol”cuydular.Devletin bir süredir oynamış olduğu ve fazlasıyla sırıtan, eğreti bir elbise gibi giyinilip çabucak atılıveren demokrasicilik, müstakbel “operasyon”un meşruiyet zeminini oluşturmak için atılmış sahte bir geri adımdı. Muhtemel toplumsal/siyasal tepkiler ve devrimci/ duyarlı kitlenin “yaptırım gücü” bir kez daha özenle tartıldı ve devletin gücüyle arasındaki siklet farkı ayan beyan ortaya döküldü. Kişiler ve örgütlenmeler arası ilişkilerin “cezaevi”ne yönelik tutumla belirlenmiş olduğu kısa bir toplumsal yarılma an’ı yaşadığımızı söylemek belki gerçeği tam göbeğinden vurmak olmayacaktır, fakat gerçeğe teğet geçmesi de yeter. Böylesi bir gerilime hazırlıklı olmayan halkımız, ortaya çıkan “kopma” noktasında “zembereğinden boşalan ölüm”karşısında sinmeyi tercih etti.

Türkiyeli devrimcilerin pek alışık olmadığı türden ustaca bir manevra savaşı taktiğiyle bir adım geri iki adım ileri atan devlet, kısa bir süre kaybedilmiş olan hegemonik konumu tekrar kazanmış görünmektedir. Boğulmak isteniyoruz. Bataklıkta tek umudumuz ellerimizle kendi saçlarımıza asılmaktır. Tarafsızlık savunucularının naifliğini tereddüde yer bırakmayacak denli ortaya seren ve taraf olmayanların hızla bertaraf olduğu yoğunlaştırılmış bir politik saflaşma an’ı yaşadık. Bu an, kitlelerin kendiliğinden öfke patlamalarının ve ezilenlerin vandalizminin sonucu oluşmamıştı. Kelimenin tam anlamıyla “bir avuç” olan devrimcinin direnişinin hasıl ettiği ve bu bakımdan 1996 1 Mayıs’ında yaşanmış olan politik saflaşma an’ından farklı olan bir an’dı. 1996’da İstanbul Kadıköy’de varoşların öcü kol gezmişti. Ezilenler, her şeyden önce ezilmişliklerini kusmuştu. Bunun yanında 1996’da bir de, ezilenlerin derin bölünmüşlüğü inkar edilemeyecek bir biçimde su yüzüne çıkmıştı. Bu bakımdan kimilerinin sendikalı-sigortalı ve iş güvencesi olan işçi-memur kitlesinin “meşru” mücadelesinin gölgede kalmasından duydukları hoşnutsuzluk ve benzer şekilde kimilerinin “haklısınız ama laleleri ezmemek, trafik lambalarını kırmamak da lazım” diyerek sözde nesnelci bir ara konumu tercih etmesi fazlaca yadırganmamıştı. Ezilenler, birbirlerine yabancıydılar. ÖDP,Adalet Bakanı’nın F-tipine geçişin süresiz ertelenmesi yönündeki açıklamalarının yeterli olduğunu beyan edip “cezaevi” direnişçilerini ölümorucuna son vermeye davet etmiştir. ÖDP, Adalet Bakanı’nın F tipine geçişin süresiz ertelenmesi yönündeki açıklamalarının yeterli olduğunu beyan edip “cezaevi” direnişçilerini ölüm orucuna son vermeye davet etmiştir. Ayrıca ÖDP Merkez Yürütme Kurulu, 12 Aralık tarihinde, “ölüm oruçlarına ilişkin sokak etkinliklerinin tümü bir sonraki karara kadar iptal edilmiştir” ve “bazı il ve ilçe örgütlerimizde MYK, il ve ilçe örgütlerinin kararlarına ve parti eylemine karşı bazı ÖDP’lilerin açlık grevleri derhal sona erdirilecektir” gibi kimi kararların da içinde bulunduğu bir genelge yayınlamıştır. SİP,“kitlelere enerji değil yük aktaran” cezaevi direnişinin “sonuç almasının olanaksızlığı”ndan, “Türkiye’de yığınların psikolojisindeki anlık değişmelerin şimdilik düzen cephesi lehine işlediği”nden ötürü devlete direnerek meydan okumaktan önce “ilk birikim ihtiyacının hesaba katılması”ndan söz etmektedir. SİP(şimdiki adıyla TKP) yayın organlarının kapağına iri harflerle “Katiller” yazadursun, Ankara’da ölüm orucundaki anaların eylemlerine kendi parti bürosunda devam etmesini engelleyen de aynı örgüttür.SİP Genel Başkanı Aydemir Güler ise devrimcilerin katlini “siyasetsizliğin tasfiyesi” olarak değerlendirmektedir: “Şimdi olan oldu. Devrimci demokrasinin artık siyaset dışına düştüğünü söylemek bile yersiz. Bu akım dönemsel olarak büyük bir tasfiyeye uğramakta. Cezaevleri gündemi üzerinden faaliyet yürütülür, ama siyasal canlanma sağlanamazdı. Bu yolda ısrar edenlerin tasfiyesi kaçınılmazdı.

Katil gerçekte kimdir? “Kendilerini iyi tanıyan hayatlarında ‘karakol yüzü görmemiş’ bu uysal küçük-burjuva aydın ve yarı-aydınlarının işkence, mahkeme ve zindanla bir sorunları olmadığı için, doğal olarak hücre saldırısıyla da bir sorunları olamazdı ve olmadı da. Başından itibaren özenle bu hassas konunun, bu sert çatışmanın dışında durmaya çalıştılar. Dışarıda duruşlarına, her zamanki biricik marifetleriyle, ‘siyaset’ tarzı ince kılıflar giydirmekten de geri durmadılar elbette. Bu arada, hassas bir çatışmanın dışında kalmak yoluyla bir kez daha rejime mesaj verme, devletin siyaset belgesindeki ‘ılımlı sol’un en ılımlı kesimine dahil olduklarını gösterme fırsatı da bulmuş oldular. Bu utanç onlara tüm siyasal ömürlerince yeter de artar.” EMEP;neye karşı, niçin ve ne zaman mücadele ettiği bir türlü belli olmayan bu hayaletimsi parti, kendi politik ataletiyle oldukça tutarlı bir şekilde seçimini asıl olarak susmak yönünde kullanmıştır. Evrensel gazetesinin konuya ilişkin az rastlanır yazılarında ise “karşı taraf ”ın kim olduğunu şaşırmış bir ruh hali ve genel doğruları tekrarlayıp teoride keskinliğiyle büyüklenme çabası göze çarpmaktadır: “… ölüm orucunu sürdürmekte ısrarcı davranan ve bunu da ‘devrimci siyaset’ adına yapan halka karşı sorumsuz küçük burjuva solculuğu…” İçinden geçilen günler, emekçi sınıfların mücadelesine bağlanmayan, ona bağlanmak yerine kendi kuyruğuna bağlanmak isteyen, mücadeleyi, ‘devletle devrimciler arasındaki bir çatışma’ya indirgeyen siyaset yapma tarzının acı dersini de göstermekte…”. Yaşadığımız Vatan dergisinde yukarıdaki sözlerin yazarına verilmiş olan yanıtta dikkate değer bir politik duyarlılıkla şunlar sorulmaktadır: “Bir kazanım varsa, onu söke söke alan biziz, ölen de biziz… Mesele şu; sen neredesin?” Devam ediliyor: “Şehitlerimiz yerdeyken bunları mı tartışmak istiyorsun? … Devrimciler için baş çelişki önemlidir. Şu anda bu tartışma, bizim açımızdan ne bir baş çelişkiye, ne de baş çelişkinin çözümüne hizmet edecek bir çelişkiye denk düşmez.Devrimcilerin eylem ve direniş biçimlerini makul bulmayan reformist sol, bu durum karşısında tam bir sessizliğe gömülmeyi becerebilseydi o bile yeterdi. Ama onlar Brütüs’ü oynamayı seçmiştir. Şu sözlerdeki haklılık payı yeterince fazladır: “…katliam öncesi devlete ‘sol’dan destek sunan reformist partiler, devrimcilerin katledilmesinin yolunu düzenleyenler oldular. Operasyon öncesi yaptıkları açıklamalarla, devleti ‘hoşgörülü, uzlaşmacı’; devrimci tutsakları ise işi yokuşa süren, ölümü isteyen, çözümsüzlüğün sorumluları şeklinde göstererek yaptılar bunu.””(Devrimci tutsaklara ölüm orucunu) ‘bırakın’ çağrısı yapanlar şimdi kendilerine şu soruyu sormayacaklar mı? Tutsak olan biz değildik. Ölüme yatan biz değildik. Hücrelere atılacak olan biz değildik. Biz hangi hak ve yetkiyle bu çağrıları yaptık?”

Sayfa 15

12 EYLÜL’ÜN JEOPOLİTİĞİ Kuşkusuz, emperyalist merkezleri olası krizlerin etkilerinden koruyacağı ve krizlerin yükünü mümkün olduğunca çevre ülkelere yıkacağı varsayılan yapısal düzenlemeleri de içermek üzere… Bu neo-liberal program ülkeden ülkeye değişen şekilde kimi ülkelerde seçilmiş, yasal hükümetler aracılığıyla, kimi ülkelerde askeri darbeler yoluyla uygulamaya sokulmuştur. 90’lı yıllardan itibaren bu çeşitliliğe “renkli devrimler”in de eklendiğini görüyoruz. İşte bunlardan Türkiye’nin payına düşen 12 Eylül askeri darbesidir. Programın Türkiye’deki karşılığı 24 Ocak 1980 Kararları, henüz darbe gelmeden deklare edilmiştir, ama ancak darbe rejimi koşullarında uygulanabilecektir. Yukarıda, Kapitalist Bloğun 70’li yılların başında hegemonik bir krize sürüklendiğinden söz etmiştik. Aynı dönemin sonlarına doğru Türkiye’nin de bulunduğu coğrafyayı sarsan iki önemli olay işin tuzu biberi olmuş ve krizi derinleştirmiştir. Bunlar, sırasıyla, SSCB’nin Afganistan’ı işgali ve İran’da gerçekleşip kısa sürede anti-amerikan bir rotaya yönelen İslam devrimidir. Bu iki gelişmeyle birlikte, Sovyetler Birliğinden sıcak denizlere (Akdeniz ve Hint Okyanusu) uzanan hat üzerinde emperyalizmin denetiminde Pakistan ve Türkiye’den başka devlet kalmamıştır. Düşünün, sözünü ettiğimiz coğrafya enerji havzalarının ve çıkış yollarının merkezidir ve Afganistan, İran, Irak, Suriye’nin emperyalizmin kontrolü dışına çıktığı bu koşullarda Türkiye’nin elde tutulması, aksi yöndeki risklerin tümüyle bertaraf edilebilmesi yaşamsal önem kazanmıştır. Emperyalizmin bu jeopolitik sıkışmışlığa verdiği yanıt, bölge çapında Yeşil Kuşak Projesi’ne hız vermek ve Türkiye’yi de bu projenin aktif bir unsuru haline getirmek olmuştur. Projenin özü, emperyalizmin Müslüman halklar coğrafyasındaki sömürü ve talanına tepki olarak ortaya çıkan ve yer yer iktidara uzanan Baasvari milliyetçi-laik akımların ve aynı zamanda güç toplayan sosyalist-devrimci akımların bastırılıp, geriletilmesinde İslam dinine işlevsel bir rol yüklenmesidir. İslam böylece, emperyalist kapitalist çıkarlara koşut biçimde tanımlanmış özgün bir ideolojik forma bürünmüştür. Bu ideolojik format ekseninde örgütlenmiş müslüman halkların bir bütün olarak SSCB’yi kuşatarak sosyalist genişlemeye set çekeceği öngörülmüştür. Ancak İran İslam Devriminden sonra yeni bir parametrenin eklendiğini görüyoruz: sosyalist genişlemeye set çekecek ama aynı zamanda İran’daki gibi anti-amerikan rotaya yönelmeyecek bir İslam! Yeşil Kuşak Projesi’nin Türkiye’de bir evveliyatı vardır, kuşkusuz! Ancak, 12 Eylül rejimi buna inanılmaz bir ivme katmıştır. O güne dek, hatta çok partili yaşamın başlangıcından bu yana merkez sağ politikacılar, İslamı, politik getirisi olan bir manipülasyon aracı olarak sürekli kullanımda tutmuşlardır. Hatta Menderes, Bayar, Demirel dahil sağcı liderler dünya görüşleri ve yaşam tarzları itibariyle sekülerliğe daha yakın düşseler de, İslama atfettikleri kullanım değeri nedeniyle laiklik ilkesinin esneyip gevşemesine, deformasyonuna katkıda bulundular. 12 Eylül, merkez sağın o güne dek biriktirdiğini kendi politikalarına payanda kılmıştır ama, asıl gerçekleştirdiği, toplumu İslamizasyon doğrultusunda

niteliksel bir dönüşüme uğratmasıdır. Öyle ki, bu taleplerin aciliyeti darbenin zamanlamasını koşullarken, her talebin son derece kapsamlı değişiklikleri dayatıyor olması da darbe rejiminin önceki darbelerle kıyaslanamayacak bir şiddetle uygulanmasına neden olmuştur. Darbe başlangıçta, Türkiye solu tarafından devrimci, sosyalist yükselişin önünü kesmek için kotarılmış bir hakim sınıflar hamlesi olarak görülmüştür.

12 Eylül Darbesi, son derece kritik bir tarihsel kavşakta gerçekleşmiştir. Hem emperyalizmin küresel düzeydeki (neo-liberal) ihtiyaçlarına hem de bölgesel düzeydeki (jeopolitik) ihtiyaçlarına aynı anda yanıt vermiştir. Nitekim, tarihinin en örgütlü düzeyine ulaşmış devrimci muhalefeti, 60’lı, 70’li yılların (sıkıyönetim dahil) baskı mekanizmalarıyla etkisizleştirmek artık imkansızdı. Yine de bu, 12 Eylül rejiminin şiddetini ve uzun süre boyunca gündemde tutulmasını ancak bir yere kadar açıklar; baskı ve tasfiyeler bu amacı çok aşan bir düzeye ulaşmış, sosyalist, devrimci muhalefetin dışına taşan çok geniş bir politik, toplumsal skalaya yayılmıştır. Bunun nedeni, dediğimiz gibi 12 Eylül’ü koşullayan, sol muhalefetin ezilmesinin de içlerinden biri olduğu emperyalist taleplerin üst üste yığılmasıdır. Doğal olarak darbe rejimi öncelikle Türkiye Solunun ezilip, bertaraf edilmesine yoğunlaşmıştır. Bu başlı başına bir amaç olduğu kadar, girişilecek yeniden yapılandırma faaliyetinin sorunsuzca yürümesi için de gereklidir. İlginç olan, hemen ardından, 70’li yıllarda Türkiye’de sağcı saldırganlığın paramiliter temelini oluşturmuş, MHP ve Ülkü Ocaklarında örgütlü faşist hareketin de tasfiyeye uğramasıdır. Bunun nedeni, faşist hareketin yalnızca sol, sosyalistler nezdinde değil, toplumun ezici çoğunluğunun algısında en azından olumsuz bir görüntüye sahip olmasıdır. Zaten sol, sosyalist muhalefeti bastırmada etkisiz kalan ve bizatihi kendisi toplumsal tepkinin hedefi haline gelen faşist hareketin tasfiyesi 12 Eylül cuntasına inanılmaz bir meşruiyet ve toplumsal destek sağlamıştır. Darbenin başlangıçta kolaylıkla tutunmasını sağlamak için elzem olan bu destek, böylece elde edilmiştir. Burada bir parantez açıp belirtirsek; bugün geriye doğru baktığımızda bu tasfiyelerin cuntanın meşrulaştırılmasının ötesinde daha uzun vadeli amaçlarının olabileceği görülmektedir. Sağ cenahta gerçekleşen bu tasfiyelerle İslami temelli akımların önü alabildiğince açılmıştır. Türkiye’de İslami hareketlerin zaman içinde gösterdiği değişim, Yeşil Kuşak Projesi’nin seyri ve 12 Eylül rejiminin bu projeye etkisi konusunda yeterince ipucu sunar. İslami hareketler, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında kapitalist modernleşmenin baskıladığı, erozyona

uğrattığı sınıf ve katmanlara dayanıyorlardı. İslam, gerileme halindeki bu kesimlerin kapitalist modernleşmeye tepkisinin ideolojik formu haline gelmişti. Küçük ticaret erbabı, esnaf, zanaatkâr ve yine, iktisadi ve politik düzlemde güç kaybeden feodal unsurlardan, aşiret yapılarından meydana gelen bu toplumsal halka Yeşil Kuşak Projesi’nin şekillendiği 70’li yıllarda yavaş yavaş dönüşüme uğrar ve farklı toplumsal katmanlara doğru yayılmaya başlar. 12 Eylül darbesi sonrasında ise İslami akımlar deyimin tam anlamıyla sınıf atlamışlardır. İslami akımların kaybeden ya da en azından gerileme halindeki sınıf ve katmalardan ilerleme halindeki güç toplayan kesimlere evrilmesinde emperyalizmin katkı ve desteği, yönlendirmesi bugün başlı başına irdelenmesi gereken bir konu olarak önümüzde durmaktadır. 12 Eylül 1980, bu niteliksel sıçramanın gerçekleştiği tarihsel eşik çizgisidir. Parantezi kapatıp devam edelim. Darbe rejimi oturur oturmaz bütün politik hayatın, burjuva partiler de dahil olmak üzere darmadağın edildiğini görüyoruz. Türkiye’de o güne dek burjuva politik düzleme hakim olan ideoloji ve pratiği popülizm olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Popülizm aslında, Türkiye’deki iktisadi düzlemin, “ithal-ikameci” kalkınma modelinin politik düzlemdeki karşılığıdır. Nitekim Latin Amerika’da da benzer kalkınma modelleri Peronizm adı verilen popülist politikalarla bir bütün oluşturuyordu. Darbelerle birlikte iktisadi düzlem yeniden yapılandırılırken hem Latin Amerika’da hem Türkiye’de politik hayat bu zemine uygun biçimde yeniden düzenlendi. Türkiye’de Demireller, Ecevitler tasfiye edilirken ithal ikameci iktisadi rejimin bürokratları da bürokrasiden tasfiye edildiler. Sol, sosyalist muhalefetin ezildiği, temsili demokrasinin askıya alındığı bu dikensiz gül bahçesinde neo-liberalizm vahşice uygulanacak ve uzunca bir aradan sonra çok partili politik hayat yeniden başladığında yeni rejimin bekası Turgut Özal’ın ANAP’ına emanet edilecektir; tabii, bürokrasisi de ABD’den getirttiği prenslerine… YENİ TASFİYELER... Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalist sisteme eklemlenme tarzındaki köklü değişikliğin gerçekleştiği II. Dünya Savaşı sonrasında yaşadığımız ve 12 Eylül döneminde zirveye ulaşan bütün bu tasfiye ve baskılama hareketleri neticesinde, Türkiye’de devlet örgütlenmesi, siyaset alanı ve toplumsal alan emperyalist çıkarlar doğrultusunda önemli ölçüde konsolide edilmiştir. Tasfiyelerin gerçekleşiyor olması aynı zamanda sürece yönelik kimi dirençlerin varlığına da işarettir ama Türkiye, süreci tersine çevirecek dinamiklere bugüne dek yeterince sahip olamamıştır. Bütün bunlara rağmen uzunca bir aradan sonra 28 Şubat, Ergenekon vb. tasfiyelere ihtiyaç duyulması statükoyu kırmaya dönük güçlü içsel dinamiklerin aniden ortaya çıkmasından değil tersine, emperyalist kapitalist sistemin, özellikle başat emperyalist devlet ABD’nin farklılaşan dünya koşulları nedeniyle statükoyu değişime zorlamasından kaynaklanmıştır. Değişimin arka planında iki kutuplu dünya sisteminin 90’lı yılların başında aniden ortadan kalkması yatmaktadır. Değişen dünya koşulları karşısında ABD, kendi egemenliğini sürekli kılacak BOP benzeri yeni politikalara yönelmiş ve bu durum da Türkiye’de ABD stratejilerine uygun düşen yeni bir konsolidasyon sürecini tetiklemiştir.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 16

ROBİN HAHNEL İLE KÜRESEL KRİZ ÜZERİNE SÖYLEŞİ tin solunda kalan ve şimdi onu ortak düşmanlarından korumaya istekli olan grupları silahlandırmak. -Kitlesel anti-kapitalist hareketler, kemer sıkma yanlısı bir iklimle kıyaslandıgında, büyüme yanlısı bir iklimden ne fayda salarlar? Büyüme yanlısı bir iklim anti-kapitalist hareketlerin daha büyük ve daha güçlü hale gelmesine nasıl yardım eder? Yunanistan’da son seçilen hükümet kadar yozlaşmış, itibardan düşmüş ve durumu daha da kötüleştirecek politikalara bu kadar kendini adamış bir hükümet olamaz. Ancak sorunuza verilecek yanıt şu olmalı: Sol, seçim sisteminin ve koşulların sol bir hükümeti olanaklı kıldığı ülkelerde seçim çabalarını desteklemelidir çünkü (a) böyle bir hükümetin izleyeceği politikalar kitlesel bir destek bulabilir, (b) daha önce tasvir ettiğim türden bir radikalizasyona yol açma olasılığı çok yüksektir. -Nasıl hem issizlik krizini çözmek ve çogunlugun yasam standartlarını yükseltmek için hem büyümeden yana hem de büyüme karsıtı olabiliriz? Çünkü ekonomik büyüme çevre üzerinde daha fazla baskı yaratıyor ve potansiyel olarak felakete yol açabilecek iklim degisikligine sebep oluyor. Fosil yakıtları yenilenebilir kaynaklarla ikame ettiğimizde, yalnızca ulaşımı değil, sanayi ve tarımı da enerji verimliliği daha yüksek bir hale getirdiğimizde ve tüm kentsel çevreyi, enerjiyi daha fazla koruyacak şekilde yeniden inşa ettiğimizde bu muazzam, tarihsel bir girişim olacaktır. Kabul edilemez düzeyde iklim değişimini engellemek için ihtiyaç duyduğumuz şey ekonomi tarihindeki en büyük teknolojik “kapat-aç” hareketidir. Bir yıldan kısa bir süre önce 2008 finansal krizi ile ortaya çıkan Büyük Buhran, yalnızca ABD’de 11 milyon kişiyi işinden etti. Şu anda, durgunluk güya sona erdikten iki yıl sonra bile altı Amerikalı işçiden birisi ya işsizdir, ya da daha yetersiz düzeyde istihdam edilmektedir. Bu 27 milyon kişiye tekabül etmektedir. Buna bir de her yıl eğitim sisteminden mezun olan ve bir iş bulmak ihtiyacında olan bir milyon genç insan daha ekleyin. AB’de şimdi işsizlik ABD’den daha yüksektir ve Yunanistan, İspanya gibi ülkelerde gençler arasında işsizlik oranı %50’nin üzerindedir. Büyük Buhran sonsuza dek sürecektir. İki soruna tek bir çözüm var. Muazzam bir Yeşil Yeni Düzen. Şimdi sorunuzun yanıtına geliyorum: Yeşil Yeni Düzen’de “büyümeye karşı çevre” ikileminin nasıl ortadan kalktığına bakın. Ekonomik büyüme yavaşladığında işçi hareketi insanlara işlerini geri kazandıracak teşvikler için çağrıda bulunur. Ancak ne zaman ekonomi büyürse çevre hareketi daha fazla üretimin çevre üzerine daha fazla baskı oluşturduğundan ve sürdürülemez olduğundan şikâyet eder. Eğer %1’lik kesim için daha çok malikâne inşa ediyorsanız ve her garaja daha fazla araba koyuyorsanız, üretimi arttırarak daha fazla istihdam yaratırsınız, ancak çevre üzerine süründürülemez bir baskı oluşturursunuz. Ancak bunun yerine, binaları ve evleri enerji verimlilikleri daha iyi olacak şekilde tadilata alırsanız, işten çıkarılan inşaat işçileri için daha fazla iş yaratırsınız. Mümkün olan her yerde elektrik şebekesini, uzaktaki merkezi santrallerin yerine yerel kaynakları geçirip yüz milyonlarca çatıda üretilen elektriği kullanarak merkezileşmemiş bir elektrik şebekesine dönüştürür ve bunu işletecek yeni nesilleri yetiştirmek için daha fazla eğitimci kadrosu yaratırsınız. İşten çıkarılan kömür madencilerini rüzgâr türbinleri ve çatılara güneş panelleri monte etmek için işe alabilirsiniz. Böylece yeni işler, çevreyi yok eden yoğun tüketim malları üretmek için değil, çevreyi kurtarmak için çok ihtiyaç duyduğumuz şeyleri üretmek için yaratılırlar. İngilizce orijinali için bkz. http://www.zcommunications.org/arecentralbankspreparingforglobalbankingcrisisbyjackrasmus-Söyleşi:Taylan DoğanÇeviren: Nuri Ersoy

Türkiye Halk Kurtulus Ordusu'nun Sesidir: 1. Türkiye Halk Kurtulus Ordusu halkımızın bagımsızlıgının silahlı mücadele ile kazanılacagına ve bu yolun tek yol olduguna inanır. 2. Türkiye Halk Kurtulus Ordusu bütün yurtseverleri bu kutsal mücadele saflarına çagırır ve hainlere karsı giristigi kavgada son savasçısına kadar devam edecegini bildirir. 3. Amacımız Amerika'yı ve tüm yabancı düsmanları temizleyerek, hainleri yok etmek ve düsmandan temizlenmis tam bagımsız Türkiye'yi kurmaktır. 4. Türkiye Halk Kurtulus Ordusu ezilen halkımızın öncü gücüdür, halkımızın kurtulusu dısında hiçbir harekete girismez. 5. Halkımıza sunu duyuruyoruz. Düsmanın zenginligine, sayısına, imkanlarına ve dehsetine aldanmayınız. Düsmana boyun egmeyiniz, haklarımızı zorla alacagız, çünkü onlar her seyi bizden zorla alıyorlar.

Bütün Yurtseverler: serefsiz yasamaktansa serefle ölmek, yalvarmak yerine zora basvurmak, baskasına degil kendine ve kendin gibi olanlara güvenmek, nerede ve nasıl olursa olsun hainlere boyun egmemek parolamızdır. Devrimciler: Barısçıl sartlar içinde mücadele metodlarını bırakınız. Halk kitlelerini kurtulusa götürecek olacak olan siddet politikasını temel alan silahlı mücadeleye THK Ordusu'nun saflarında katılınız. Ulusal kurtulus savasının haklı bayragını emperyalizmin saldırgan politikasına karsı hep beraber dalgalandıralım. Isçiler, Köylüler: Hainler sürüsünün jandarması ve polisi her gün yeni katliamlar hazırlamaya devam ediyor. Dogu'da Komando saldırılarında, 16 Haziran'da, Bossa'da ve daha birçok yerlerde, kursunlanan ve iskence edilen kardeslerimizin intikamını henüz alamadık. Alınterimize el koyan hainler sürüsüne karsı isyan bayragını hep birlikte açalım.

Ögretmenler, Küçük Memurlar: Bir kuru ekmek parasını zorla veren, hesabına gelmeyince diyar diyar sürgün çocugu yapan ve sizleri elinin altında bir usak gibi kullanmak isteyen bu satılmıslardan aman dilemeyiniz. Ezilenlerin tek kurtulus yolu ezenlere karsı giristikleri kutsal isyandır. Daha simdiden polisinden, Devlet Baskanına kadar hiç birisi evinde rahat uyuyamaz, çogu ise evine rahat gidemez olmustur. Onlar yarın ne olacağını çok iyi biliyorlar ve bugün bir avuç savasçısı olan Türkiye Halk Kurtulus Ordusu'nun, yarın binler ve milyonlar oldugu zaman ne yapacaklarını düsünüyorlar. Tekrar ediyoruz: Düsmanın sayısına, zenginligine, dehsetine ve imkanlarına aldırmayınız. Onun elindeki silah ve imkanlarına aldırmayınız. Onun elindeki silah ve imkanları aldıgımız zaman, bizi durduracak hiç bir güç kalmayacaktır. Kendimize ve kendimiz gibilere olan güvensizligi yok edelim. sunu iyi bilelim ki, halkın, yani bizlerin gücü karsısında hiç bir kuvvet dayanmaya muktedir degildir. Bu serefli kavgada, kutsal görevimizi alalım. Yarının Türkiye'si bize cennet, düsmana zindan olacaktır. Türkiye Halk Kurtulus Ordusu, bu mücadeleye en son neferine kadar ve kanının son damlasına kadar devam edecegini bildirir.

SELAM OLSUN TARİHİ KAVGADA PARTİ EYLEYENLERE! 7 ve 27 ocak 1994 de TDKPye bağlı spa birlikleri mazgirtin hezirge ve aşagı çanakcı kırsalında faşist diktatörlüğün kolluk güçleriyle saatlerce süren çatışmada yiğitçe savaşarak ölümün üzerine hiç teredütsüz yürüdüler. 7 Ocak 1994'te Dersim Mazgirtin Hezirge köyünde TDKP Militanlari,faşist diktatörlüğün kolluk güçleriyle girdikleri çatışmada ; teslim ol çağrısına asıl siz halkın savaşçılarına teslim olun! Faşizme Ölüm Halka Hürriyet Solganlariyla karşılık vererek mermileri bitene kadar çatıştılar 9 saat süren çatışmada TDKP Mili-

tanlarından Kemal UGDUL, Hamdullah BERK, Haskar KILIÇ, Şadiye AKYOL, Mahmut SÖNMEZ Onurlu bir direniş sergiliyerek Devrim ve Sosyalizm uğruna şehit düştüler! Onların mücadelesini ve bayraklarını düştükleri yerden yükseltmeye and içtik. 27 ocak 1994 Dersim'in Çanakcı köyü civarında,12 kişilik TDKP Gerillalarıyla 4000 kişilik asker ve özel harekat timleri sabahın erken saatlerinde çatışmaya girdi; çatışmada 29 özel hareket timi ve iki panzer tahrip edilirken çok sayıda yaralıda helikopterlerle çevre illerdeki

hastenelere kaldırıldı ,çatışmada 6 TDKP Militanı şehid oldu! Örnek devrimci komünist duruş ortaya koyan yoldaşlar anadolu ve mezopotamya halklarının özgürlük,devrim ve sosyalizm mücadelesinde yaşayacaklar. OCAK ŞEHİTLERİ ÖLÜMSÜZDÜR, ŞEHITLERIMIZE SOZÜMÜZ VAR! YAŞASIN DEVRIM, YAŞASIN SOSYALİZM! ŞAN OLSUN PARTIMIZ TDKP-THKO

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

maları askeri silah sistemlerine yapılan harcamalardır ki bu tür harcamalar neoliberal bütçe kesintilerinde hedef tahtasına pek de konmaz. Altyapı harcamaları da hükümet ihalelerini alanlara büyük kârlar sağlayabilir. Başka şirketlere de içinde daha kârlı işler görebilecekleri bir ortam sağlaması anlamında aslında bu şirketler için bir sübvansiyon işlevi görür. Bu türden harcamalara, istihdamı arttıracak bir programın parçası oldukları zaman karşı çıkarlar, çünkü gevşek bir emek piyasasını tercih ederler. -Mevcut durumda herhangi bir ülkede iktidara gelecek olan bir radikal sol partinin issizligi azaltmak ve çounlugun yasam standartlarını yükseltmek için genislemeci parasal ve mali politikalar izleme konusunda ne kadar sansı var? Solcu bir hükümet halkın taleplerini karsılamak için hangi spesifik mekanizmaları kullanabilir? Solcu bir hükümetin yapabileceklerinin sınırı nerededir? Bu soruyu daha spesifik hale getirebiliriz, şöyle ki: eğer Yunanistan’da SYRIZA, 17 Haziran’daki son seçimlerde %2 daha fazla oy alsaydı ne olurdu? Çünkü bu gerçekleşseydi, SYRIZA tam da sizin sorduğunuz türden politikaları hayata geçirmeyi vaat etmiş, gerçekten de radikal sol bir koalisyon hükümeti kurabilecekti. Hepimiz Yunanistan’da radikal sol bir hükümetin iktidara gelip de Yunanlıların çoğunun içinde yaşadığı çok kötü koşulları değiştirmek için gerekli politikaları hayata geçirememiş olmasına üzülmeliyiz. Pek çok solcu SYRIZA türünden seçim girişimlerini desteklemekte çekince gösterirler. Bazıları hükümetin çoğunluğun koşullarını iyileştirmesini istemez, çünkü eğer koşullar daha da kötüleşirse insanların daha radikal bir sistem değişikliğini destekleyecekleri ve bunun sonucunda oluşan kaosun çoğunluk desteğinden yoksun politik grupları –yani kendilerini– iktidara getireceği hayalini kurarlar. Bazıları ise hükümetin halkın koşullarını iyileştirmeye çaba göstermesini istemez, çünkü sözünü ettiğiniz “kısıtlar” nedeniyle bunu yapmakta başarısız kalacağından korkarlar. Solun kenarda durup da insanların daha da sefalete batmasını alkışlayarak sıradan insanların desteğini kazanamayacağını öğrenmesi gerekir. Solun insanlara faydası olacak politikaları hayata geçirmesini engelleyen başarısızlık korkusunu yenmesi lazım. SYRIZA önderliğindeki hükümet ülkeden çekilen tüm uluslararası özel yatırımların yerine kamu yatırımlarını ve kamu istihdamını koymak zorunda kalacaktı. SYRIZA önderliğindeki hükümet, denetim altına aldığı kredi sistemini kullanarak istihdam yaratmak için işçilerin mülkiyetindeki yüz binlerce işyerine başlangıç kredisi desteği sağlayacaktı. Zengin Yunanlılar CIA, NATO ve Yunan ordusundaki sağ görüşlü subaylar ile böylesi bir hükümeti devirmek için işbirliği yapacaklar mıydı? Tabii ki. Başarılı olacaklar mıydı? Venezüella’da Hugo Chavez’i devirmek için benzer çabalar başarısızlığa uğradı. Bankaları millileştirmek, özel yatırımların yerine kamu yatırımlarını geçirmek ve iş imkânları yaratmak için işçilerin mülkiyetindeki yüz binlerce kooperatif yaratmak SYRIZA önderliğindeki koalisyonda daha ılımlı sosyal demokrat unsurları korkutacak mıydı? –Venezüella’da olduğu gibi hükümet yeni destekçiler edinecekti. Bu destekçiler arasında 17 Haziran seçimlerine aktif bir katılım göstermeyen daha soldaki gruplar da olacaktı. SYRIZA önderliğindeki hükümetin başarıya ulaşmasının anahtarı, şu konularda adım atmaya istekli olmasına bağlı olacaktı: hemen finansal sektörü tırpanlamak ve sermaye kaçışını engellemek, ücretleri ve emekli maaşlarını eski düzeyine getirmek için fon yaratmak üzere zengin Yunanlıları ve şirketleri vergilendirmek, özel sektör istihdamı düşerken kamu sektöründe yeni işler ve işçilerin mülkiyetinde kooperatifler yaratmak, Yunan ordusunda kendilerine destek veren unsurlara arka çıkmak ve darbe girişimlerinin daha tomurcuklanma aşamasındayken önünü kesmek, herhangi bir isyana karşı kitlesel direniş örgütlemek ve hatta hüküme-

THKO'NUN KURULUŞ BİLDİRİSİ (1971)

SAYFA 05

-Neden uluslararası finansal güç merkezleri ılımlı bir enflasyon oranından bile bu kadar korkuyorlar? Neden bu ülkelerin neredeyse tümünde merkez bankalarına ”enflasyon hedeflemesi” görevi verilmis? Uluslararası finans çevreleri neden büyümeyi destekleyecek, kemer sıkma karsıtı politikaların eslik ettigi bir ılımlı enflasyona karsılar? Eğer enflasyon beklenenin üstünde ise borç verenler reel olarak beklediklerinin altında bir getiri elde ederler, borç alanlarsa reel olarak ödemek zorunda olduklarını düşündükleri miktarın altında borç öderler. Genellikle de zenginler borç verir geriye kalan bizler de borç alırız. uluslararası finans endüstrisinin hizmet ettiği müşterilerin- enflasyon oranlarının düşük tutulması için bizlerden daha fazla kaygılanmalarının birinci sebebi budur. İkincisi, çoğumuz için temel amaç makul bir gelir elde etmektir.Eekonominin tam kapasite üretim yapmasını böylece tam gelir elde etmeyi isteriz. ilk elde durgunluk dönemlerini engelleyecek ve bu dönemleri mümkün olduğunca kısaltacak politikalarda çıkarının olmasının sebebi budur. Son seksen yılın en büyük küresel durgunluğu sırasında büyümeyi destekleyecek politikalarda büyük çıkarımızın olmasının sebebi budur. Ancak zenginlerin temel amacı servetlerinin değerini korumak ve büyütmektir. Bu da ekonomi tarafından üretilen geliri maksimize etmek ile aynı şey değildir. Zenginler durgunluk dönemlerinde eğer gelirden aldıkları payı yeterince arttırabilirlerse tüm gelir düşse bile kendi gelirlerini arttırabilirler. Dolayısıyla zenginlerin mevcut zenginlikten daha büyük bir pay almalarına izin veren koşullar üretim açısından düşük bir ekonomik performansa tekabül ediyorsa zenginler -ve onları temsil eden uluslararası finans endüstrisi- ekonomik performansı arttırmak için bir aciliyet hissetmeyecektir. Merkez bankalarının izlediği politikalar bu çıkar çatışmasının nasıl işlediğine mükemmel bir örnek teşkil eder. Enflasyon hedeflemesi zenginlerin çıkarına hizmet eder ve onlar adına finans endüstrisi tarafından talep edilir. İşsizliği hedef alan politikalar ise işçilerin çıkarına hizmet eder. ABD’de Federal Reserve Bank’ın [FED: ABD Merkez Bankası -ç.n.] enflasyonu ve işsizliği kontrol altında tutacak parasal politikalar geliştirme yükümlülüğü vardır. Ancak FED, yalnızca enflasyon hedeflemesi yaptığını ve işsizliğe de çok az önem verdiğini geçtiğimiz kırk yıl boyunca giderek artan bir ölçüde açıkça ortaya koymuştur. Avrupa Merkez Bankası (ECB) ise yalnızca enflasyon hedeflemesi yapma yükümlülüğü altındadır –İspanya ve Yunanistan’da işsizlik %20’leri aşarken yaptığı tam da budur. Pratikte çok az fark var. Ancak kâğıt üstünde görülebilecek bu fark, çoğunluğun lehine yalnızca zenginlerin çıkarlarını kollayan bir ekonomi olan neoliberalizmin yükselmesinin bir yansımasıdır. ECB’nin yükümlükleri neoliberalizmin çok daha güçlü olduğu yakın bir tarihte yazılmıştır. -Neoliberalizm neden altyapıya yönelik kamu harcamalarına ve talebi arttırmak için kamu çalısanlarının maaslarının yükseltilmesine düsmanca yaklasıyor? Kamu harcamaları uluslararası finansal güç merkezleri için nasıl bir tehlike arz ediyor? Zenginler kamu çalışanlarının maaşlarının artmasını istemez, çünkü (a) kendileri kamu çalışanı değildir, (b) kamu çalışanlarına daha fazla maaş verilebilmesi için ödedikleri vergiler artacaktır, (c) eğer kamu çalışanları daha fazla maaş alırlarsa özel sektördeki işverenler –onlar da zengindir– kendi çalışanlarına daha fazla maaş ödemek zorunda kalır. Altyapıya para harcamak daha karmaşıktır. Kamu harcamalarının önemli bir kısmı zaten şirketlerin refahı içindir ve hükümet ihalelerinden fayda sağlayan büyük şirketler bu gibi harcamalara itiraz etmezler. Şirketlerin refahı için yapılan en bariz kamu harca-

Sayfa 05


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 04

SAYFA 04

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

DEVRİMCİNİN ANAHTAR KİTABI Sergey Genndiyeviç Neçayev‘in (20 Eylül 1847 Ivanovo – 21 Kasım 1882 Peter-Paul Cezaevi) Devrimcinin Anahtar Kitabı başlıklı bu metni Hillary Sternberg ve Lydia Bott’un ilk kez “Daughter of a Revolutionary” (Bir Devrimcinin Kızı, 1974) içinde yayımlanan İngilizce çevirilerinin Haziran 1989’da üç yayınevinin (Violette Nozieres Press, Active Distribution ve A.K.Press) ortaklaşa Londra’da yaptığı edisyonundan (Catechism of the Revolutionist, Sergei Nechayev) dilimize aktarılmıştır. I. Genel Örgüt Kuralları (1) Örgütün yapısı bireysel güvene dayanır. (2) Örgütleyici, tanıdıkları arasından (kendisi de dahil) beş ya da altı kişi seçer ve her biriyle tek tek konuştuktan ve her birinin rızasını sağlama bağladıktan sonra onları biraraya getirir ve kapalı bir hücreyi oluşturur. (3) Örgütün işleyişi meraklı gözlerden gizlenir, bu nedenle hücrenin tüm bağlantıları ve etkinlikleri herkeslerden gizli tutulur, örgütleyici, merkez hücreye belirli günlerde eksiksiz raporlar sunar. (4) Üyeler, hazırlık çalışmasının yapılması gereken bölge, toplumsal sınıf, ya da çevre hakkındaki bilginin temel alınmasıyla oluşturulmuş belirli bir plan dahilinde uzmanlaştıkları konuda görevlerini üstlenirler. (5) Bir örgüt üyesi hemen kendi etrafında ikinci dereceden bir hücre kurar. Bu yeni kurulan hücreyle ilişkisi içinde önceki hücre bir merkez hücre rolündedir, ilk örgütün tüm üyeleri de kendi hücrelerinde sağlanan istihbarat toplamını kendilerinden bir üstteki hücreye sunarlar. (6) Dolaylı olarak da eşit derecede yönetilebilecek tüm şu insanlar konusunda, yani, diğer insanlar arasında, dolaysız yöntemlerle örgütlenmeme ilkesi en yüksek titizlikle yerine getirilmelidir. (7) Örgütün genel ilkesi ikna etmeye kalkışmak değildir, yani, bir kimseyi kendine bağlamaya çalışmak değil, hali hazırda gözönünde bulunan kuvvetleri birbiriyle birleştirmek, hedefiyle ilgisi olmayan tüm tartışmaları bertaraf etmektir. (8) Üyeler örgütleyicilere bağımlı hücrelerin işiyle ilişkisiz sorular sormazlar. (9) Üyelerin örgütleyiciyle tüm samimiyeti davanın başarıyla ilerlemesi temelindedir. (10) İkinci dereceden hücrelerin biçimlenmesi sırasında, daha önce örgütlenmiş hücreler onlarla ilişkili olarak merkezler haline gelirler ve toplumun düzenlemeleri ile içinde yer aldıkları bölgedeki etkinliklerinin ayrıntılı bir programıyla sunulurlar. Bölüklerden Oluşan Şebekenin Genel ilkeleri (1) Bölüklerin amacı örgütün çalışmalarının ve ortak davanın gizliliğinin ekstra bir garantisi olarak kullanımlarının bağımsızlığını ve özerkliğini sağlamaktır. (2) Bu bölükler öncelikle komitenin onayıyla ve şebeke tarafından yetki verilmiş iki veya üç kişiden oluşurlar. Örgütün genel ilkeleri temelinde, yalnızca, komitenin görüşünce gereksinimlerini tam olarak karşılayan hücrelerden bir grup seçerler. Şebeke ile bağlantı örgütleyici aracılığıyla kurulur. (3) Hücreler arasından bir bölüğün üyeliğine seçilen kişiler ilk toplantıda: a) kararlaştırılmış şekillerde, kolektifçe, üstlerinin sesine tam bağlılıkla eyleyeceklerine ve bölüğü sadece komitenin talimatları doğrultusunda daha derin saflara katılmak amacıyla terk edeceklerine; b) aynı zamanda dış dünyayla her türlü ilişkilerinde zihinlerinde yalnızca toplumun iyiliğini taşıyacaklarına, ant içerler. (4) Kişiler yalnızca birkezliğine bir bölüğün üyeliğine seçilebilirler. Rakam altıya ulaştığında bölük komitenin talimatlarıyla gruplara bölünür. (5) Kırtasiye işinin sorumluluğunu almak için, raporların derlenmesi için, komite üyelerinin ve tüm bölükle ilgili diğer temsilcilerin kabulü ve atılması için bir kişi beraberce seçilir. Aynı kişi belgeleri ve demirbaşları korur ve adresleri elde tutar. (6) Diğer üyeler hazırlık çalışmalarını belirli bir sınıfta ya

da çevrede yürütme görevini üstlenirler ve genel ilkeler uyarınca örgütlenmiş kişiler arasından kendilerine yardımcılar seçerler. (7) Genel ilkelere göre örgütlenmiş tüm kişiler toplumun ereğine varması amacıyla gerekli girişimlerde bulunmak için araçlar ya da ifadeler olarak görülürler ve kullanılırlar. Bu nedenle bölüğün yerine getireceği tüm işlerde bu iş ya da girişim için yapılan planın ana yapısı yalnızca bölük tarafından bilinmelidir; işi yerine getiren kişiler hiçbir durumda işin gerçek doğasını bilmemelidirler, fakat yalnızca kendi paylarına düşen parçalarını ve ayrıntılarını bilmelidirler. Coşkularını harekete geçirmek için işin doğasını yanlış ışıktan yansıtmak yaşamsal önemdedir. (8) Üyeler tasarladıkları girişimlerin planlarını komiteye bildirirler ve ancak komitenin onayından sonra uygulamaya geçebilirler. (9) Komitenin önerdiği bir plan anında uygulanır. Komitenin bölüğün gücünü aşan taleplerde bulunmasını önlemek için, bölüğün durumuna dair olabildiğince titiz ve kusursuz bir dosya bölüğün komiteyle bağlantı kanallarından aktarılır. (10) Bir bölük bağımlı hücreleri teftiş etmek ve onları yeni örgütler kurmak üzere yeni bölgelere sevk etmek için üyelerini gönderebilir. (11) Finansal kaynaklar sorunu son derece önemlidir: a) üyeler ve, sempatizanlardan dile getirilmiş aidatlar miktarında doğrudan toplamak; e) toplanan paraların üçte biri komiteye gitmelidir. II. Devrimciye Kılavuzluk Etmesi Gereken İlkeler Devrimcinin Kendisine Karşı Tutumu (1) Devrimci adanmış bir insandır. Kişisel çıkarları, işleri, bağlılıkları, kişisel eşyaları, hatta kendi adı bile yoktur. Ondaki herşey, biricik tek bir çıkar, tek bir düşünce, tek bir tutku – devrim-tarafından özümlenmiştir. (2) Varlığının en derinliklerinde, yalnız sözlerde değıl ama eylemlerinde de, uygar düzenden ve tüm o yasalarıyla, töreleriyle, toplumsal uzlaşmalarıyla ve etik kurallarıyla kültürlü dünyadan bütün bağlarını koparmıştır. Bu dünyanın amansız bir düşmanıdır. (3) Devrimci, doktrinciliği tümüyle horgörür ve gelecek kuşaklara bırakmak üzere dünya bilimlerini reddetmiştir. Bildiği yalnızca tek bir bilim vardır, yoketmek. Bu ereğe, yalnızca bu ereğe varmak için, mekanik, fizik, kimya ve belki tıp çalışacaktır: insanlar ve durumları, mevcut toplumsal düzenin tüm olası katmanlarındaki bütün özellikleri. Biricik ve sabit hedefi bu pespaye düzenin derhal yokedilmesidir. (4) Kamuoyunu horgörür. Tüm dışavurumları ve ifadeleriyle varolan toplumsal etiği horgörür ve ondan iğrenir. Onun için, devrimin zaferine yardım eden herşey ahlakidir. Devrimin yolunu kesen herşeyse ahlakdışıdır ve suçtur. (5) Devrimci adanmış bir insandır, devlete ve genel olarak eğitimli ve ayrıcalıklı tüm topluma karşı acımasızdır; ve onlardan da hiçbir merhamet beklememelidir. Onlarla devrimci arasında, ilan edilmiş ya da edilmemiş, sürekli ve uzlaştırılamaz bir ölüm kalım savaşı vardır. Devrimci kendisini işkenceye dayanabilecek şekilde disipline etmelidir. (6) Kendisine karşı sert olduğu gibi, başkalarına karşı da sert olmalıdır. Her türlü akrabalık, dostluk, minnettarlık gibi yumuşatıcı duygular devrimci davaya duyulan tek amaçlı ve soğuk bir tutkuyla tamamen söndürülmelidir. Devrimci için yalnızca tek bir doyum, tek bir avunma, tek bir sevinç ve tek bir kıvanç vardır -devrimin başarısı. Gece gündüz tek bir düşünceyi tek bir amaca taşımalıdır -amansız yoketme eylemi. Bu amaç uğruna soğukkanlıca ve yorulmadan çalışırken, bizzat kendisinin ölümüne ve amacın gerçekleşmesini engelleyen herşeyi kendi elleriyle yoketmeye hazırlıklı olmalıdır. (7) Gerçek devrimcinin doğasında herhangi bir romantizme, herhangi bir duygusallığa, kendinden geçmeye veya esrikliğe yer yoktur. Kişisel öç ya da düşmanlık için

de yer yoktur. Zihninin değişmez bir durumu haline gelen devrimci tutku, her an soğuk hesaplaşmalarla içiçe geçmelidir. Her zaman ve her yerde kendi kişisel eğilimlerinin gerektirdiği değil, devrimin genel çıkarlarının gerektirdiği kişi olmalıdır. Devrimcinin Yoldaşlarına Karşı Tutumu (9) Devrimcilerin arasında dayanışmanın gerekliliği apaçıktır. Orada devrimci çalışmanın tüm sertliği bulunur. Devrimci kavrayış ve tutkunun aynı derecesini paylaşan bütün devrimci yoldaşlar, mümkün olduğunca, beraber tüm önemli meseleleri tartışmalı ve ortak kararlar almalıdırlar. Ancak, bu şekilde tasarlanmış bir planı yerine getirirken, herkes olabildiğince kendisine güvenmelidir. Bir dizi yıkıcı eylem gerçekleştirilirken, herkes kendi adına hareket etmeli ve (planın) başarısı için gerekmediği sürece yoldaşlarına yardım ve öneri için başvurmamalıdır. (10) Her yoldaş kendi altında çok sayıda ikinci ve üçüncü ulamdan devrimciler bulundurmalıdır, bunlar da, grubun sırlarını ve adetlerini tümüyle bilmeyen yoldaşlardır. Devrimcinin Topluma Karşı Tutumu (1) Kendisini sözlerde değil eylemde kanıtlamış yeni bir üyenin kabulü, yalnızca herkesin onayıyla kararlaştırılabilir. (2) Devrimci; Eğer bu dünyanın herhangi bir öğesine karşı acıma duyuyorsa o bir devrimci değildir. Eğer yapabilirse, bir konumun, bir ilişkinin, ya da bu dünyanın bir parçası olan herhangi bir kişinin yokedilmesiyle yüzleşmelidir ve eğer bu insanlar onu engelleyebiliyorsa o bir devrimci değildir. (3) Devrimci her yere sızmalıdır: alt ve orta sınıfların arasına, kiliseye, zenginlerin konaklarına, bürokrasi dünyasına, askeri ve yazınsal dünyaya, üçüncü Şubeye (Gizli Polis), ve hatta Kışlık Saraya. Topluluğumuzun Halka Karşı Tutumu (22) Topluluğumuzun tek bir emeli vardır -halkın, yani sıradan emekçilerin, tam olarak özgürleşmesi ve mutluluğu. Ancak, özgürleşmelerinin ve mutluluğun sağlanmasının ancak tümüyle yıkıcı bir halk devrimiyle gerçekleşebileceğini bilerek, topluluğumuz tüm gücünü ve tüm kaynaklarını bu sıkıntıların ve kötülüklerin kuvvetlenmesini ve artışını sağlamak için kullanacak, sonunda halkın sabrını kıracak ve onu bir halk devrimine sürükleyecektir. (23) “Halk Devrimi” derken topluluğumuz klasik Batılı modele uygun düzenli bir hareketi kastetmiyor –bu hareket, mülkiyet nosyonuyla ve sözde uygarlık ve ahlakın geleneksel düzeniyle her zaman kısıtlanmış, şimdiye dek kendisini yalnızca bir siyasi yapıyı yıkıp yerine yenisini getirmekle sınırlandırmış ve böylece sözde devrimci devleti yaratmaya çalışmıştı. Halkı kurtarabilecek tek devrim tüm devlet sistemini kökünden söküp atan ve Rusya’daki tüm rejimin ve sınıfların tüm devlet geleneklerinin kökünü kazıyacak olan devrimdir. (24) Bu nedenle topluluğumuzun halka hiçbir örgütlenmeyi yukarıdan dayatmak tasarısı yoktur. Her türlü gelecek örgütlenmesi hiç kuşkusuz halkımızın hareketinin ve yaşamın içinde biçimlenecektir, ancak bu daha çok gelecek kuşaklar için bir görevdir. Bizim görevimiz yıkımdır; korkunç, tam, evrensel bir yıkım. (25) Bundan dolayı, halka yaklaşırken, herkesten çok günlük yaşamın, Moskova’da devlet iktidarının daha ilk kurulduğu günden beri, yalnızca sözlerde değil eylemde de, devletle doğrudan veya dolaylı bağlantısı olan herşeye karşı, soyluluğa karşı, bürokrasiye karşı, papazlara karşı, esnaflar loncasının dünyasına karşı ve eli sıkı köylü vurguncularına karşı protest davranmaktan geri durmayan öğeleriyle ellerimizi birleştirelim. Ve Rusya’daki biricik hakiki devrimciler olan cesur haydutlar dünyasıyla da ellerimizi birleştirmeliyiz. (26) Bu dünyayı tek bir yenilmez ve tümüyle yıkıcı kuvvetle örmek –tüm örgütümüzün ve görevimizin amacı budur.

Sayfa 17

Kapitalist Kriz Bitti Mi?- Dimitris Fasfalis Küresel kapitalist medya kaygılı olduğu ölçüde, Asya ve Latin Amerika’daki genel iyileşme ve boom süreci de, kapitalist krizin gelişmekte olduğunu gizleyen bir ideolojik yanılsama yarattı. IMF’nin [Nisan 2011 tarihli ] Dünya Ekonomik Görünüm Raporu, resmi iktisatçıların küresel ekonomik büyümenin temposuyla ilgili duyduğu kaygının tonunu belirliyor: “Dünya genelinde ekonomik iyileşme, az çok öngörüldüğü şekilde devam ediyor.” IMF’nin savunduğu görüşün ekseni şu: Piyasa ekonomileri daima dönemsel krizler geçirdi, bu krizler onların temel işleyiş özelliği olup, sağlıklı ve sürdürülebilir bir büyüme olanağı sağlarlar. Kapitalist yöneticilerin iyimserliği ”ki bu iyimserlikle politik olarak krizin vurduğu kitlelerin güvenini yeniden kazanmak amaçlanıyor” gelişmekte olan krizin doğasını, yani 2007'den beri onun geçirdiği coğrafi ve sektörel değişimi kayrayamıyor. Aslında kriz ABD bankalarından ve dolayısıyla küresel mali sektörden (2007-09) üretim alanına, kamu maliyesine ve harcanabilir (net) gelire, coğrafi olarak da esasen Avrupa Birliği’ne (2010-2011) kaydı. Kapitalist krizin değişen biçimi Kapitalist krizin hala gelişme sürecinde olduğunun belki de ilk göstergesi, birçok kapitalist ülkede işsizlik oranlarının yükselmesidir. Bu yükseliş ne kadar etkili oldu? Uluslararası Çalışma Örgütü‘nün açıkladığı son rakamlara göre, 2007den bu yana kapitalist kriz 30 milyon işyerinin kapısına kilit vurdu ve 205 milyon işçiyi işsiz bıraktı. ABD’de işsizlik 2006 sonu itibarıyla yüzde 4.5tan 2009da yüzde 10a yükseldi. 2011 Martı’nda ise hafif bir aşağı eğim göstererek yüzde 9a düştü. Aynı şekilde kriz birçok Avrupa ülkesinde de kitlesel işsizliğe yol açtı: 2010 itibarıyla İspanya’da işsizlik yüzde 20, İrlanda’da yüzde 14, Yunanistan’da yüzde 12.5, Portekiz’de ise yüzde 11 düzeylerindeydi. Böylelikle krizin başlangıcından itibaren milyonlarca kişi işsizliğe mahkum edildi. Sürmekte olan kapitalist krizin ikinci bir şekli, devlet maliyesindeki krizdir. Egemen ülke borcu, 2010 yılından ve Yunanistan’ın borçlarını ödeyememesinden başlayarak krizin merkezi haline geldi. Küresel resesyon ve ayrıca bankacılık sektörünü kurtarmaya dönük devlet müdahaleleri, birçok kapitalist ülkede ulusal ekonomilerde egemen ülke

İnşaat İşçileri Derneği kuruldu İnşaat işçileri, "Artık Yeter" diyerek bir araya geldi, İnşaat İşçilerinin Derneği'ni kurdu. Dernek, tüm inşaat işçilerine, "Gelin, haklarımızı için birlikte mücadele edelim" çağrısını yaptı. İnşaat İşçilerinin Derneği, yazılı bir açıklamayla kuruluşunu duyurdu. Her türlü iş güvencesinden ve güvenlikten yoksun olarak çalıştıklarına dikkat çeten İnşaat İşçilerinin Derneği, “İş güvenliğimiz için gerekli tedbirleri almayan patronlar, hayatlarımızdan

borç ağırlığının büyük ölçüde artmasına neden oldu. Bu sadece çevresel ülkeleri ilgilendiren bir durum değil, çünkü aynı olgu ABD, Japonya ve merkezî Avrupa Birliği ülkelerini de etkiliyor. Dolayısıyla “sol” ya da sağ hükümetler, kamu harcamalarını azaltmak ve mali piyasaların taleplerini karşılamak için (kamu borçluluğunda gayrisafi yurtiçi hasılanın (GSYİH) aşağı yukarı yüzde 60ını kıstas alan) çeşitli kemer sıkma önlemleri benimsediler. Yeni finansal balonlara karşı koruma yok Krizin geçirdiği dönüşüm sürecine rağmen, bankacılık ve finans kesiminin kriz sonrası çerçevesi düzenleyici ciddi önlemlerle değiştirilmediği ölçüde, kriz yakın bir gelecekte finans sistemini pekala yeniden vurabilir. Aslında sermaye birikiminin sınırlarını aşmak için 1980'lerde devreye giren kuralsızlaşmaya/devlet müdahalesinden kurtulmaya dayalı neo-liberal çerçeve, küresel kapitalizmin “düzenlenmesi” hakkındaki tüm söylemlere rağmen bugün hala yürürlükte. Dünya ekonomisinin finansallaşması o gün bugündür küreselleşme ve büyümeyle eş anlamlı hale geldi. Finansal birikim ve üretim arasındaki ayrım, boom‘un zirve yaptığı 2007 yılı rakamlarında da görülebilir. Mali piyasalardaki günlük ortalama işlem hacmi 5500 milyar dolar gibi astronomik bir düzeye ulaşırken, küresel GSYİH 130 milyar dolarda kaldı. Başka bir deyişle, geçmiş 30 yılın büyümesi hayali bir sermaye piramidinin yükselmesine dayalıydı. IMF, finansal iflasın ardından 2009 Mayıs ayında yayınladığı Küresel Mali Durum Raporu’nda, mali yıkımın toplam faturasını 4.1 trilyon dolar olarak açıkladı. Bugün hala bu faturayı ödüyoruz, ama bu durum bankacıları hiç de üzüyormuş gibi görünmüyor. Örneğin 11 Nisan 2011 tarihli raporunda İngiliz Bağımsız Bankacılık Komisyonu, banka bilançolarındaki yüksek sermaye oranları nedeniyle bir açıklama istediğinde, Barclays ve HSBC aleni biçimde genel merkezlerini İngiltere’den taşıma tehditinde bulunarak yanıt verdiler. Ayrıca Komisyon’un ortaya koyduğu, hem bir bankanın perakendecelik paylarını o bankanın yatırım örgütüne ödünç verme uygulamalarını sınırlama, hem de perakende bankacılık faaliyetlerini yatırım bankacılığı faaliyetlerinden koruma (ring-fence) önerilerine karşı çıktıklarını da gizlemediler.

tasarruf ediyorlar! Bizleri insani olmayan şartlarda çalışmaya, barınmaya zorluyorlar. Kimi gün alın terimizi döktüğümüz inşaatlardan düşerek, kimi gün kaldığımız derme çatma çadırlarda yanarak, kimi gün tonlarca ağırlıktaki bir vincin altında kalarak can veriyoruz. Ölümümüze 'kader' diyorlar" dedi. Sadece Kasım ayında 30 meslektaşlarının iş cinayetinde yaşamını yitirdiğine dikkat çeken inşaat işçileri, 2012 yılının ilk 10 ayında ise 226 inşaat işçisinin düşerek, ezilerek, göçük altında

Politik sorunlar

Bu bizi politik bir soruna getiriyor: Ne yapmalı? Hükümetler, kanaat oluşturucular, merkez bankaları ve büyük şirketler aşağı yukarı birleşerek, krize karşı uyumlu bir yanıt verdiler: Şimdi birçok kapitalist ülkedeki “sol” ya da sağ hükümetler, kamu harcamalarını keserek, toplumsal ücretleri, başka bir deyişle faşizme karşı kazanılan zafer eşliğinde yeni bir sosyal adalet döneminin başlangıcı olarak kabul edilen İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen süreçte yerleşen sosyal hakları tahrip ediyor. Bu, onların geliştirdiği bir sınıfsal projedir. Bu sınıf politikası 2010 Ocak ayından başlayarak Avrupa’da kitlesel direnişlerle karşılaştı. Kapitalist hükümetlerin benimsediği kemer sıkma önlemlerini reddetmek amacıyla sürekli yinelenen ve bazen eşzamanlı olarak gerçekleştirilen tek-günlük genel grevler ve kitlesel protesto gösterileri bir çok Avrupa ülkesini sarstı. Bu nedenle Avrupa, sosyal ve politik olarak küresel kapitalist ekonomi zincirindeki “zayıf halkalar”dan biri olarak ortaya çıkıyor. Radikal işçi sendikacılarıyla Avrupa, dünyanın sömürülen kitlelerine başka bir dünyanın mümkün olduğu mesajını gönderebildi. Kemer sıkma önlemlerine karşı verilen mücadele doğası gereği anti-kapitalist bir mücadeledir ve bu anlamda ülke borçlarının silinmesi talebine götürür: Onların krizi, onların borçları, onların kayıpları. Son olarak tüm Avrupa’yı kapsayan bir strateji gerekiyor. Avrupa ölçeğinde hareketler arası bir yakınsama sağlamaya dönük ürkek girişimler 2010 baharında ortaya çıktı, fakat bu girişimler sitematik değildi. Bu anlamda borçların silinmesi talebiyle farklı “PIGS” [Portekiz, İrlanda, Yunanistan, İspanya] ülkelerinden büyük işçi sendikalarını bir araya getiren bir kampanya geliştirmeyi düşünebiliriz. Böyle bir kampanya, merkezi Avrupa ülkelerinde, özellikle bütçe kesintilerinin kitleleri sokağa döktüğü Fransa, İtalya ve Büyük Britanya’daki işçi sendikalarının desteğini alacaktır. Bu, (Fransa’da Ulusal Cephe‘den İtalya’da Kuzey Birliği Partisi‘ne ve Yunanistan’da LAOS‘a kadar) birçok radikal sağ partinin geliştirdiği “Euro Bölgesi’nden çıkarak ulusal egemenliğin kazanmak” şeklindeki uyduruk milliyetçi demagojiye karşı verilebilecek tek anti-kapitalist yanıttır. solkure.wordpress.com

kalarak, yanarak, zehirlenerek ya da patlama/ elektrik çarpması/nesne düşmesi sonucu yaşamını yitirdiğini belirtti, "Biz şantiyelerde yaşanan ölümlerin 'kader' olmadığını çok iyi biliyoruz" dedi. "Artık yeter" diyerek bir araya geldiklerini belirten İnşaat İşçilerinin Derneği, açıklamalarında şu ifadelere yer verdi: "Bizler, kenetlenip birlik olmadığımız; gasp edilen haklarımız, hiçe sayılan hayatlarımız için birlikte mücadele etmediğimiz sürece, bu böyle devam edecek! Biz inşaat işçileri, bu gidişata dur demenin tek yolunun birleşmekten, örgütlü olmaktan geçtiğini biliyoruz. İşte bu yüzden bir araya geldik ve İnşaat İşçilerinin Derneği’ni kurduk. Gün geçtikçe çoğalıyor, güçleniyoruz. Biz yüz binleriz. Bizler dünyayı inşa edenleriz. Bu kez kendi geleceğimizi inşa ediyoruz. Bize dayatılan “kader”i değiştirmek için yola çıkıyoruz. Bu yolda tüm inşaat işçilerine sesleniyoruz: Bir meslektaşının sıkıntısı olduğunda, hakları gasp edildiğinde sen onun yanında olmazsan, yarın sen haksızlığa uğradığında bu kez senin yanında kimse olmaz. Gelin, haklarımız için birlikte mücadele edelim!"


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 18

Sayfa 03

HARVEY’İN DİYALEKTİKLE DANSI David Harvey, bugünün ana meselelerinden biri, hem küresel hem de yerel boyutta, mekanın yeniden paylaşımı. Artı üretimin emilimi için en az savaş kadar işgörür olan kentsel dönüşüm hamlelerini anlamak için “kent” denilen gayya kuyusuna ayrıntıları görebilecek kadar yakından ve bağlantıları görebilecek kadar uzaktan bakmak gerekiyor.

“Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir.” Diyalektiğin Dansı kitabının başlarında Ollman, Marks’ın, Roma mitolojisinden aktardığı bir öykü anlatır. Yarı insan, yarı canavar olan ve bir mağarada yaşayan Cacus geceleri öküz çalmak için dışarı çıkar. Öküzleri çaldığını kimse anlamasın diye de başlarından itip geriye doğru yürüterek mağarasına götürür. Sabah öküzlerini yerlerinde bulamayan köylüler, ayak izlerine bakarak öküzlerin Cacus’un mağarasına girmediğini, tam tersine oradan çıktığını ve kırda kaybolduğunu düşünürler. “Buradaki temel sorun gerçekliğin aslında kendi görüntüsünden daha fazla bir şey olması ve bu bakımdan da sadece ve sadece görüntülere, gözümüze çarpan anlık ve dolaysız verilere odaklanılmasının son derece yanıltıcı sonuçlar vermesidir.”

Onlar doğrudan kapitalizmin varlığını yok sayıyorlar. “Kapitalizme tabi olanlar ortada bütüncül bir sistemin, yani kapitalizmin varolduğunun farkında bile değillerse o zaman yapılması gereken şey, kapitalizmin nasıl işlediğini açıklama çabasını kapitalizmi teşhir etme, en basit anlamıyla onun varolduğunu gösterme ve onun ne tür bir kendilik olduğunu gözler önüne serme çabasıyla birleştirmektir. (…) bir şeyi ifşa etmeksizin açıklamaya çalışmanın nafile bir çaba olacağını söyleyebiliriz.” Harvey tam olarak bu açıklama ve ifşa işini yapıyor. Marksist teoride nispeten boş bırakılan “coğrafya” ve özel olarak da “kent” alanında Marksist teoriye kattıkları tartışılmaz. Harvey’e göre ne coğrafya ne de kent bir tek disiplinin verileriyle anlaşılabilecek kavramlar. Her ikisinde de parçalamanın büyüklüğü nispetinde bir karşılaştırma ve sentez ihtiyacı kaçınılmaz bir diyalektik hareket yaratıyor. Mesela “1930’ların buhranlı yıllarında Michigan’ın Flint şehrinde akrabalık ilişkileri” türünden makaleler kent sosyologlarının ekmek yediği yegane kapı olsa da, buradaki bilgi yığılması, genişliği nispetinde, kenti anlamak için veriye değil, anlamanın önündeki engellere dönüşüyor. Harvey’in makaleleriyse dünyayı sadece bir coğrafyacı olarak anlamaya çalışan, kendini disiplinin kategorilerine kapatan, mekanı ve zamanı nesne ve olayların yerini belirlemek için mutlak bir çerçeve olarak alan bir coğrafyacının elinden çıkmamış. Ollman’ın uzun uzun anlattığı içsel ilişkiler felsefesini çok iyi işleten, diyalektiği olayları anlamak için ustalıkla kullanan bir düşünürün yazıları bunlar. (Bu yüzden bu yazıda ikisini kısa bir dansa kaldırdım.) “Öncelikle, kendimi kentselleşmenin kapitalist biçimlerini anlama çabasıyla sınırladığımı belirtmeliyim. (…) ‘Kentsel’in ne olduğuna getirdiğim yorumu kapitalizm çerçevesinde ikiz temalar olan

“Süreçleri anlamayı şeyleri anlamaktan daha önemli tutan diyalektik bir okumayı tercih eden” bir yazar diye tarif ettiği Williams, militan tikelcilik kavramını şöyle açıklıyor: “Bir yerdeki dayanışmanın olumlayıcı deneyiminden şekillenen idealler, tüm insanlığa faydalı olacak yeni bir toplum biçiminin işleyen bir modeli olarak genelleşir ve evrenselleşir.” Ancak sorun şuradadır, yerel direnişlerde “bizim insanımız”, “bizim toplumumuz” ismini alan grup daha geniş bir siyasi dile geçtiğinde “direnen işçi sınıfı”, “proletarya”, “kitleler” adını alır. “Tikellikten evrenselliğe doğru hareket somuttan soyuta bir ‘tercüme’ içerir.” Bir kavramsal dünyadan başka bir kavramsal dünyaya ve bir soyutlama düzeyinden diğerine geçiş, militan tikelciliğin dayandığı ortak amacı tehdit edebilir. İnsanların dünya ile ilişkilerini anlamak için başvurdukları farklı soyutlama türleri ve seviyeleri arasındaki bu gerilimi, Williams romanlarında, tam bu amaçla oraya konmuş pasajlardan takip ediyor Harvey. Ve Brecht’in notunu düşüyor: “Brechtçi strateji bu gerilimlerin hiçbir zaman çözülemeyecek olduğunu öne sürdüğü gibi, asla çözülmelerini beklemememiz gerektiğini de söyler. Onları sürekli açık bırakarak, ilerlemeci toplumsal değişimi elde etmede gerekli olan yaratıcı düşünce ve pratikler için temel kaynağı da açık tutmuş oluruz.” Tanıklıklar başkaldıran ve dönüştürücü siyasetin sürekli yerel seferber edilmelerle iç içe geçtiğini gösteriyor. Ancak bir yanıyla da “şeylerin varolan düzenini korumak için, görünürde değişmez tutucu bir güç olarak iş görür” militan tikelcilik; eğilimi dışlayıcı ve otoriter pratiklere doğrudur. Eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı talep etmek yerine onları artırır. Yerel hareketleri anlayabilmemizin yolu, oldukça farklı mekansal ölçeklerde akışkan ve karmaşık etkileşimi kavrayabilmemizden geçiyor. Aksi halde sonuç ya yerel hareketlerin fetişleştirilmesi ya da daha geniş ölçeklerde işleyen güçler karşısında önemsizleştirilip yok sayılmaları olur.“mekanın zaman tarafından yok edilmesi” tespiti ,kültürün metalaşmasını ele aldığı son makalesi, kendisini bir konferansa çağırırken ne sosyolog ne coğrafyası diyemeyip “meydan okuyan Marksçı” demiş olmalarına itirazları, “disipliner emperyalizm” kavramı, coğrafya disiplinin tarihsel seyrini çözümlediği makalesi, “Postmodernizm radikal politikaya yeni bir kapı açar, ama bu kapıdan geçmeyi genelde reddetmiştir.” dediği konsantre “Kapitalizm: Parçalanma İmalathanesi” makalesi, coğrafya için hazırladığı beş maddelik tarihsel materyalist manifesto, McCharty döneminde komünistlikle “suçlanan” coğrafyacı Owen Lattimore’un hikayesi…

Halkın Kurtuluşu Gazetesi’nin yeniden yayın hayatına başlıyor olması, işçi ve emekçilerin taleplerinin gazetemiz aracılığıyla gündemleştirilecek olması heyecan verici… Bir daha görüşmemek üzere vedalaşanlara inat tekrar aramızda olması çok daha heyecan verici… Üzeri toprakla örtülen değerlerimizin çıkarılıp sahiplenilmesi ve bütün gerçeklerin devrimci kamuoyuna, işçi sınıfına ve emekçilere anlatılacağı en önemli aracın tekrar aramıza dönmesi cidden heyecan verici… Heyecan verici, çünkü o, yüce ideolojinin amacına ulaşması için canlarıyla bedel ödeyen, işkence tezgahlarında direnerek destan yazan komünist yoldaşlarımızın yarattıkları değerlerin gömülü olduğu yerlere kazma vurduğumuzun ve bu değerlerin tekrar yoldaşlarımızla, halkımızla ve proleteryayla buluşturuluyor olmasının somut bir kanıtı. Nehirlerin tersine akmasının, rüzgarın yönünün değişmesinin, yoksul sınıfların koparacağı kıyametin alameti olacağı için heyecan verici… Oportünizmin, teslimiyetçiliğin ve tasfiyeciliğin gerçek yüzünün teşhir edilerek bu hastalığın başka yerlere sirayet etmemesinin aracı olduğu için heyecan verici… Çocukken duyduğumuz Halkın Kurtuluşu’nun ve THKO’luların hikayelerini, halka ve devrime olan sevdalarını, inatçı kavgalarını, baş eğmez ısrarlarını, ülkelerine ve büyük insanlık ailesinin ideallerine yürekten bağlılıklarını, dünyayı doğru yorumlama çabalarını hayranlıkla dinlediğimiz günlerin yeniden geliyor olması nedeniyle heyecan verici. Yüz binleri harekete geçiren bir örgütlülük…Her ilde, her mahallede, her sokakta Halkın Kurtuluşu; Hep birlikte devrime adanmış yürekler; işçi, köylü, öğrenci hepsi Halkın Kurtuluşu’nun potasında erimiş- bir olmuş devrime koştuğumuz günlerin coşkusunu birlikte yaşayacağımız için heyecan verici. Yıllar geçince zihinlerde hoş bir seda gibi kalan halkın kurtuluşu militanı olmak halini yeniden diriltmek olanağı heyecan verici.. Bir gazete çıkana dek ve o gazete yığınlarla buluşana, onların elinde bir ışık olana dek ne güçlükler çekildi onca adanmış inanmış yürek darağaçlarında işkencelerde can verdi o gazeteyi halka ulaştırmaya çalışırken kaç korkusuz yürek kahpe kurşunlara hedef oldu; bunları hatırlamak heyecan verici. Bu gazete, dışarıdan izleyenlerin, “ hele bir bakalım” diyenlerin, sağından solundan eleştiri adıyla çekiştirenlerin değil, “ bunun boyası kötü, baskı kalitesi iyi değil, bu başlık olmamış, boyutları büyük, puntosu küçük” falan diye zayıflatmaya çalışanların değil, “bu bizim gazetemiz” diye sahiplenip, kendi olanaklarını gazetenin olanakları haline getirenlerin, emeğini- aklını esirgemeyenlerin gazetesi olarak büyüdü. Bugün, on yıllar sonra Halkın Kurtuluşu gazetesi, tarihin bu en çetrefilli evresinde yeniden yayın hayatına başladı, elinizdeki 4. sayısı yine ilkinde olduğu gibi, devrime tutkuyla bağlı öncülleri gibi idam sehpasına tekmesini kendi vuracak adamların- bin bir güçlüğe rağmen- tükenmeyen ısrarları sayesinde çıkıyor. Ekmeğinden, aşından artıran insanların değil, hayatını devrime verenlerin alın teri ile çıkıyor, arkasında holdingler şirketler yok! Sosyalizme,onun gerçekleşebilirliğine olan inançla donanmış; düzenin hiç bir vaadine kanmamış, devrimciliği bir toplumsal saygınlık-itibar elde etme nesnesi ya da bir geçim kapısı gibi görmeyen, her türlü sıkıntıya onurla göğüs germiş ve doğabilecek her sıkıntıya göğüs germeyi göze almış insanların, o tertemiz alınlarından vurulup düşenlerin anısıyla büyüyen çocukların sayesinde çıkıyor. İzleyenler bilir, gazete, her sayıda iyileşen bir eğri izliyor ve daha da iyi olacak. Bugün üç bin Halkın Kurtuluşçusuyla buluşuyor gazetemiz, yarın bu sayı on bine yüz binlere ulaşacak ve bilinmeli ki, hiç bir şey bu gazetenin ilerleyişini durduramaz ne legalci reformistlerin karalamaları ne devletin zoru. Her HKtaraftarı, gazeteyle bağ kurmalı, -düzeyi değişmekle birlikte- mutlaka ilişkilenmeli, asgari düzeyde gazeteyi talep etmeli, okumalı- okutmalı, yazı-haber yollamalı. Bu gazete bir nostaljinin nesnesi değil, halkın elinde egemenlere karşı bir silah olmalı, ışık olmalı ve olacak da. Siz de katılın bu heyecana, yüreklerinizde duyumsayın halkın coşkun akan nehrini. HK'nun kolektif aklını genişletelim, bu çaba bizimle başladı sizinle devleşsin! Her ilde, her mahallede, her sokakta Halkın Kurtuluşu okunur olsun. Bu mümkün, biz istersek olur, eksikliğimizi odağa koymayın, onları hep birlikte gideririz, unutmayın kolektif akıl, kolektif çabayla aşamayacağımız hiçbir şey yok. Atalım şu kırk yıllık ölü toprağını üzerimizden,gazetemizi-Denizlerin-Erdalların- İmranların mirasına ve Halkın-Kurtuluşçularının-onurlu-baş eğmez geçmişine uygun hale getirelim. Yeniden DENİZ YUSUF İNAN-SAVAŞA DEVAM demek için! Haydi İleri Yoldaşlar, Safları Sıkılaştıralım!

Devrimcilerin seslendiği kitle ortaktır, zulme, haksızlığa, sömürüye karşı olanlara, dünyanın değişmesini isteyecek kadar rahatsız olanlara seslenir. Bu sesleniş, bir dayanışma çağrısıdır ve der ki, “bu savaş hepimizindir, bizi kurtaracak olan biziz, “sana rağmen” bir kurtuluş, özgürlük yok, kavga hepimizindir.” Devrimciler, devrim mücadelesinin ancak kolektif bir ruh ve akılla başarıya ulaşabileceğinin farkındadır; içlerinde bulundukları sistemin top yekün saldırısına karşı topyekun davranmayı başardıklarında direnebileceklerini bilirler ve tam da bu yüzden isim hiyerarşisi, konum tespiti, “sapma” sismografisi vb’ne kafayı takıp sürekli usul hakkında söz isteyenlerin, asıl niyetinin ya da nihai amacının devrim olmadığını nihayet kavramışlardır. Devrimciliği bürokratik bir açmazın Kafkaesk labirentlerine yerleştirip, “bizim yapmak istemediğimizi siz ne hakla yaparsınız” edasında ahkam kesenlerin; devrimin kolektif mirasını, burjuva hukukundan daha pespaye bir şerhle mülk edinenlerin; uğruna yığınların öldüğü hareketlerin isimlerini Ulusal Patent Enstitüsünden tescil ettirerek, boynuna takıp dolaşanların; elini ateşe sokmayıp, sürekli o ateşte yananların kanıyla geçinenlerin, devrimci harekete zararlarından başka bir işlevleri olmadığı artık aşikardır. Bir devrimci, gerçekten büyük kavga’nın içindeyse başka devrimcilere destek vermesinin görevi olduğunu bilir, aynı yoldan yürümediği yoldaşını omuzlaması gerektiğini, düşman karşısında koruması gerektiğini de; çünkü bu mücadelede uğraşılması gereken düşmanın kendisidir, onunla mücadele konusunda donanımlıdır, dayanıklıdır da ama içeriden ayağına çelme takanlarla, devrimci görünüp arkadan vuranlarla, kendi üç paralık ömrü için, refahı için “devrimci” görünmeyi sürdüren ve bunun rantını yerken devrime zarar verenlerle mücadeleyi her şeyden önce “ar” sayar. Bazı şeyleri ölçebileceğiniz tek ölçüt “onur”dur çünkü, buradaki “ar” tarihseldir, kişisel değil. Çünkü bizim tarihimiz kanla yazıldı, devrimin uzun yolunda kendi yaşamını umursamadan bırakan, ateşlere koşan yoldaşlarımızı bıraktık; bizim tarihimiz yanan etlerle yazıldı, dağılan kemiklerle; insanlığın ne olduğunu bize hatırlatan genç ölüler bıraktık faşizmin yağlı urganlarında, işkence odalarında. Bizim tarihimiz sadece düşmanlarımızın değil dost görünenlerin ihanetine kazındı, onurlu bir geçmişi kirli hesaplarına havale edenlerin, devrimi kişisel çıkarları için satanların ihanetine kazındı; baktık ve utandık ölülerimizin adına, baktık ve hep utandık yaşayanların adına. Şimdi görüyoruz bir utançtan büyümüş onların bedenleri, şimdi görüyoruz biz utandıkça uzamış elleri, biz utandıkça yoldaş bildiklerimizin adına, onlar uzmanlaşmışlar yoldaşlarını arkadan vurma sanatında ve artık bütün bu pespayeliğe dair eleştiri silahını bırakıyoruz. Artık silahların eleştirisi'nin başlayacağı an’dır yaşadığımız..

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Harvey’in Malthus, Ricardo ve Marks’ın nüfus-kaynak teorilerini değerlendirdiği makalesi dünya ile düşünce arasındaki bu “gönüllü” kopukluğu da anlatıyor. “Gönüllü” demek lazım çünkü bir çözümlemeyi baştan sona kuracak sistemli düşünme yeteneğine sahip insanların belli noktalarda bir adımı atamadıklarını görmek “ilginç” . Mesela Malthus, alt sınıfların sefaletini “insan düzenlemesinden tamamen bağımsız bir doğa kanunu”na bağlayıp çıkıveriyor işin içinden. “Doğa” vurgusu önemli.

Postmodern ayrımlardan bir ayrım: öznel olanla nesnel olan. Buradan varılan nokta ise bilimin tarafsızlığı… İşte bu geniş “tarafsız” alanda Malthus, hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan, alt sınıfların sefaletinin “toplam insan refahı” için gerekli olduğunu açıklıyor. Bilimin sefaleti! Ama öyle ya, bilim insanımız burada “nesnel” ve “bilimsel” olgulardan söz ediyor; kişisel değerlerinden değil. İlke olarak, bilim insanı çalışma masasındayken kendi kişisel değerlerini söz konusu edemez. Ben de, ilke olarak, çalışma masasındayken küfretmiyowkaynaklar arasındaki ilişkiyi kavrayabilmek için en uygun yöntem diyalektik materyalizmdir ve Malthus’un amprisizmini “ideolojik” bulmayıp diyalektik materyalizmi “ideolojik” bulan akademisyenler “insan türünün devamı kadar hayati bir meselede aymazlığa mahal vermektedir.” Ollman’ın da altını çizdiği gibi, Marks’ın kapitalizm analizini reddedenler onun fikirlerine katılıp katılmadıklarını beyan etmekle yetinmiyorlar.

birikim ve sınıf mücadelesinin üzerine dayıyorum. Bu iki tema birbirinin bütünleyicisi gibidir ve aynı madalyonun iki yüzü gibi kabul edilmelidir; kapitalist faaliyetin bütünlüğünü seyredebileceğimiz iki farklı pencereye benzerler.” diyor Harvey. Ollman, diyalektiği benimsememiş düşünürlerin ağaçlara bakarken ormanı gözden kaçırdığını, ancak diyalektiği benimseyenlerin de genelde ormana bakarken ağacı göremediğini, bütün hakkında genellemelere ulaşmak uğruna parçaları önemsemediklerini söyler. Harvey tam burada “militan tikelcilik” diye bir kavram geliştiriyor. Harvey bu kavramı, maalesef romanlarını Türkçede henüz okuyamadığımız, Raymond Williams’tan almış ve onun romanları üzerinden açıklıyor.

DEVRİM

SAYFA 03

Sermayenin sınırları anlaşılmadan kent anlaşılabilir mi? Artı üretimin emilimi sorunu, yedek işçi ordusu ihtiyacı, nüfus-kaynak ilişkisi kavranmadan kentsel dönüşüm kavranabilir mi? Elbette her şeyi birden bilmek mümkün değil, peki ama “tek bir şeyi” bilmek mümkün mü? Tüm ideolojik aygıtlar seferber edilerek alıştırıldığımız düşünme yöntemi kategorik, tarih dışı ve diyalektikten uzak. Ama “bir kısım aydın” (aslında günlük hayatımızı sürdürürken kullandığımız ortak duyu da diyalektik unsurlardan bütünüyle yoksun değildir ) başka tür bir bilme biçiminin peşinde. “(…) her biri diğeriyle karşılıklı ilişki içerisindeki süreçlerden oluşan bir dünyada, şeyler arasındaki karşılıklı bağlantılar, özlerinde, kendilerini önceleyen koşullarla, gelecekte ortaya çıkabilecek olasılık ve olanaklarla; aynı zamanda verili anda kendilerini etkileyebilecek ve kendilerinin de etkileyebileceği faktörlerle bağlarını taşırlar.”

“Doğa” dediğinizde “nesnel” bir laf etmiş oluyorsunuz ve sihirli bir dokunuşla etik alanın dışına çıkıveriyorsunuz. Burada değerlerden değil, olgulardan söz ediyoruz bayan! Her ülke ve her disiplin için tanıdık bir eşik bu. Aydınlanma’nın tutkulu idealist aydınlarının faustvari kıvranışlarına burjuva devrimi tavsayınca bulunan çare: “Olgu”larla “değer”lerin ayrılması. Olgu, bilimsel araştırmanın konusudur; değerse kişisel görüş. Böylece etikle bilimin bağı kolayca koparılmış oluyor. Aydınlamanın tutkulu ve kapsayıcı aydınından postmodernizmin parçalı aydınına “titiz bir metodolojik hüner”le atılan bir adım.

ALÇAKLIĞIN “EVRENSEL” TARİHİ


SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

MİLİTANLIK VE DEVRİM VAKTİ

SAYFA 02

Sayfa 19

HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 02

İşgal Et hareketi ve Arap ayaklanmaları tarihin insan aktörlerinin yeni olaylar ürettiği ve fiili bir potansiyelin bulunduğu uzun bir süre sessiz durmuş insanlar arasında oluşmaktadır. Dünyada mevcut bulunan, ama kendi geleceği hakkında karara sahip olmayan insanlar”Böylece insan nosyonunun olayın bağlılığı açısından nasıl bir davetiye oluşturduğu vurgulanmış oluyor. İnsanlar an ve yer arasındaki bağlantıyı, radikal eleştiriyi tanırlar.

Protestocular yalnızca neo-liberal kapitalizme karşı mücadele etmiyor, aynı zamanda hükümetler tarafından kullanılan ‘kirli oyunlar’a da karşı duruyorlar.Polis ve silahlı kuvvetler gibi baskıcı devlet aygıtlarından hareketle, hükümetler işgalcilere saldrıyor, iftira atıyor ve kanalları manipule ediyorlar. Alain Badiou bunu işgalcilere karşı “sıfır tolerans” olarak tanımlıyor. Tüm bu zorluklara rağmen eylemci kitleler strateji ve dünyayı dönüştürme anahtarına sahip devrimci ütopya düzeyinde anlaşılmalıdır.

İşgal Et Hareketi ve Arap isyanları umut politikasının korku politikaları söndürür bir dönemin geldiğini işaret ederler. İnsanlar artık sessiz ve korkak değildir. Basitçe söylemek gerekirse, onlar radikal eleştirinin revizyonist eleştiriyi söndürdüğü yeni bir dönemin başlangıcını göstermiştir. İşgal Et ve Arap isyanları neo-liberal kapitalizme karşı mücadele eden radikal bir eleştiriyi merkeze koymuştur.

Bu açıdan isyanlar başka bir zaman anlayışındadır, düşünülemezin gerçeklik haline geldiği an.Verilen sınırları ötesinde faaliyet göstermek üzere ötekini düşünme baştan beri İşgal Et hareketinin ve Arap isyanlarının karakteristiği idi. Onlar kitlelere bir karar anı sundu: Devrimci olay veya sermayenin şiddeti. Onlar olayın potansiyeltesi ile karşı karşıya kaldıklarında, bu potansiyelliği kabul etmeyi başaracaklar. Bu sayede Occupy Wall Street ve Arap isyanlarının stratejik zamanlaması korkusuz devrimci öznellikle elden ele yayılacak, ki bu olayın etiksel sadakatini oluşturacaktır. Bu olmaksızın, gerçek kendini fiiliyata açamaz.

Wall Street’i Işgal Et ve Arap isyanlarında kitleler anı yakaladı ve an tarafından ele geçirildiler. Burada anlatmak istediğimiz strateji ile ayrılmaz şekilde bağlı devrimci zehirlenmenin bir türü olan siyasi iradenin canlandığıdır. Olayın alanı ampirik alana indirgenebilir değildir. Kimse mekanın siyasi gücünü azımsamamalıdır, çünkü bu yeni, potansiyel dünyalar inşa etmek için kolektif bir direniş alanı haline gelebilir. Zuccotti Park ve Tahrir Meydanı direnişleri insanların mekanları siyasi enerjiyi barındırmak amaçlı kullanabileceklerini göstermiştir. Sermayenin serbest dolaşımı görünmez bir soyutlama olarak var olduğu sürece, işgal son derece somut bir gerçeklik olacaktır. Pazar ya da rekabet yerine, protestocular işbirliğine bağlıdır; pervasız bireysellik yerine, kolektif dayanışmaya yaslanırlar ve var oluşa doğru bir bilinç oluşturan insanların hayallerini yansıtır. Her şeyden önce bir olay deneysel alan aştığı ve bizi fiili olana bağladığı sürece değerlidir. Wall Street’i İşgal Et ve Arap isyanlarının durduğu yer olmalıdır ve bunlar onlar boş-kronolojik zaman ve fiili ‘devrim zamanı’ arasındaki düşmanlığı özetler. Bu mücadele içinde, sanal ve gerçek arasındaki arabuluculuk hayati önem taşıyor. Onların direnişinin gerçek bir varlığı vardır, ve aynı zamanda fiili bir etki alanıyla ilişkili olarak değişim için imkanları da dahilinde bulundururlar. Başka bir deyişle mücadeleleri fiilileştirme ve gerçekleşltirme serisini barındırır.

İsyanın yaptığı gerçek ve fiili olanı bir araya getirerek kapitalizmin eşitsizlik ve adaletsiziliğini düzeltip farklı bir gelecek hayal etmekti. Bunlar elbette olasılıkların devrimsel hareket içinde belli olacağı doğrusal olmayan bir zamana açılıştı. İkinci olarak, yorumlama vasıtası ile, işgalciler yorumlama sürecinde dönüştürülmüştü. Diğer bir deyişle, olayın fiziksel gerçekleşmesi (Zuccotti Park, Tahrir Meydanı) eylemci kitlelerle uyumluluk içindedir. Sonuç olarak, bunlar tarihsel koşulları belirleme yetisine sahiptirler. Olayın iki yanıyla -gerçekleştirme ve karşı-gerçekleştirme- siyasi olay devrimci bir kavrayış olarak özgürlük ve özgür eylemcileri ortaya çıkarır. Böylece onların direnci gelecek olan yaratıcı devrimci hareketin ana noktasını oluşturur. İşgal Et hareketi ve Arap isyanlarından öğrendiğimiz neo-liberal kapitalizmin tek alternatif olmadığı, akla yatkın ekonomik düzen için başka alternatiflerimiz de olduğudur. 2011 militanlığın nihai önemi alternatif sosyal ve politik hayalleri yeniden inşa etme sürecinde bir başlangıç temsil ettiği için olabilir. Kısacası bu isyanlar 30 yıldır bizim düşünce ve hayal dünyamıza hakim olmuş neo-liberalizmin hakimiyetini yıkmayı başardı.Hala açıklığa kavuşturulması gerekli konular var. 2011 militanlığı, öyle görünüyor ki, kendi başına mevcut toplumsal düzeni devirmek için gerekli güce sahip değildi. Bugün bile büyük başarılar neo-liberal kapitalizm tarafından içe alınıp ve nötralize edilebilir. Yani, neo-liberal kapitalizmi reddetmek yeterli değildir; bir de kapitalizm yerine ne tür bir sistem arzu ettiğimiz hakkında ciddi şekilde düşünmeye başlanmalıdır. Neo-liberal kapitalizm sorunun adı olarak ortaya çıktığından beri, yeni politik olasılıkları düşünmenin zamanı gelmiş gibi görünüyor: neo-liberal kapitalizm, para, borç ve eşitsizlik doğası..

Sonuçta, protestolar ‘talihsiz karnavallar’ öteye giderse ve dünyayı değiştirmek için katalizör olursa, sonunda şüphesiz ki yeni formlarda organizasyonlarla yüzleşilecektir. Biz burda sadece neo-liberal karşı devrim ortaya çıkarıyoruz. Tabii bunun zaman alacağını söylemek gereklidir. Bu yüzden sabırla saygıyla ve her zaman stratejiyle ilişkili olarak bu zor işi yapmak gerekir. Zaten ardından devrim tam manasıyla yaratılacaktır. Tabii ki uzun vadede işgal edilen alanlar yoluyla değişim olacaktır. Ve biz hala Wallstreet’i İşgal Et ve Arap isyanlarının nereye gideceğini bilmiyoruz, biz burda ekonomik ve siyasi nedensellik ile izah edilemez belirli bir tarihsel olayla uğraşmıyoruz, ama olay bir süreç misali devam ediyor. Ancak süreç sadece devrimci zehirlenme ve stratejik çıkmazla bütünleşmiş yeni bir öznellik ile eşleşirse kurulu düzeni üzerinde bir etkisi olacaktır. Sadece bu bazda yeni öznelliği ‘direniş’ sunan eyleme dönüştürmek mümkün olacaktır. İşgal Et ve Arap isyanları uzun vadede başarılı olması için, iktidarın diline evrilmek yerine, radikal bir eleştirisinin yaratıcı boyutta çalışmaya koyulması gerekir. Sadece bu şekilde devrimci değişim pasiflik veya anlamsız şiddete müracaat etmeden etkili bir şekilde gerçekleştirilebilir. Bu bağlamda devrimin her iki yanı da- strateji ve zehirlenme, görme ve arzu, ilim ve inanış önemlidir. Zehirlenmemiş strateji stratejisiz zehirlenme gibi işe yaramaz,her iki tarafın radikal eleştirisi de hayati önem taşımaktadır. Ve nihayet, eleştirinin çıkmazı boşluk ve kronolojik zamana indirgenmeden praksis tarafından aşılmalıdır.

Hangi sosyal sistem kapitalizmin yerini alabilir? Hangi fikir neo-liberal post-siyaseti yerinden edebilir? Bunlar hepimizin sorması gereken sorular; Bize yeni politik olanakları ve komünizm-sınıfsız devrimcilik- gibi yeni kuruluş formları düşünmeye yöneltecek sorular. Devrim için ‘uygun zaman’ yoktur. Devrim asla kronolojik bir zamanlama değildir. İşgal Et hareketi yerinden edilebilir, ya da Arap isyanlarının ruhu elinden alınmış olabilir ama bu gelişen hareketler “artık zamanı gelmiş bir fikrin tahliye edilemez” olduğunu göstermiştir. Ve bu fikir komünizm'dir.

Stalin ve Demokratik Reform Mücadelesi-3 Stalin’in Yenilgisi 46. 1935’te, SSCB başsavcısı Andrei Vyshinski’nin himayesinde, sürgüne gönderilmiş, hapse atılmış ve –anlatmaya çalıştığımız mesele açısından en önemlisi- oy hakkından mahrum bırakılmış çok sayıda insanın, bu durumlarına son verildi. Yüz binlerce -kolektivizasyonun ana hedefini oluşturan- eski kulak (zengin köylülerin) ve bir biçimde kolektivizasyona karşı direnen ve bu yüzden hapse atılan ya da sürgüne gönderilen kişi serbest bırakıldı. Vyshinsky, NKVD’yi (iç güvenlikten de sorumlu İçişleri Halk Komiserliği), çeşitli kereler, Aralık 1934’te Kirov’un öldürülmesinin ardından, neredeyse 12.000 insanı Leningrad dışına sürerken “bir dizi en çiğce yanlış ve hesap hatası” yapmakla eleştirdi. Vyshinsky, artık, NKVD’nin, savcının ön muvafakatı olmadan hiç kimseyi tutuklayamayacağını ilan etti. Oy hakkına sahip kesim, devlet ve partinin kendilerine haksız bir davranışta bulunduğunu düşünmek için nedenleri olan yüz binlerce kişiyi içine alacak biçimde genişletildi. 47. Stalin’in orijinal yeni anayasa teklifinde çok adaylı seçimler yer almıyordu. Stalin, bu konuyu kamuoyuna ilk kez 1 Mart 1936’da, Roy Howard’la yaptığı mülakatla ilan etti. 1937 Haziranında yapılan merkez komitesi plenumunda, -yeni anayasa taslağının oluşturulmasına Stalin’le birlikte en çok emeği geçen merkez komitesi üyelerinden birisi olan (karşılaştırın Zhukov, Inoy, 223)- Yakovlev, çok adaylı seçimler önerisinin bizzat Stalin tarafından getirildiğini söyledi. Bu, anlaşıldığı kadarıyla, teklifin, bölgesel parti liderlerinin, birinci sekreterlerinin ya da Zhukov’un deyimiyle “partokrasi”nin açık olmasa da yaygın muhalefetiyle karşı karşıya kaldığını göstermektedir. Howard mülakatının ardından, Stalin’in çok adaylı seçimler hakkında söylediklerine, -büyük oranda politbüronun kontrolü altında olan- merkez medyada, göstermelik bir övgü veya destek bile söz konusu olmamıştır. Pravda’da, mülakatla ilgili, sadece, 10 Mart’ta, tek bir makale yayımlanmış, onda da çok adaylı seçimlerden söz edilmemiştir. 48. Zhukov bu durumdan şu sonucu çıkarmaktadır: “Bu sadece tek bir anlama gelebilirdi. Yalnızca ‘genel liderlik [bölgesel birinci sekreterler]’ değil, merkez komitesi organının en azından bir kısmı da (Stetskii ve Tal’ın yönetimindeki ajitprop) Stalin’in teklif ettiği yeniliği benimsememiş, Stalin’in Pravda’da altı çizilen sözlerinden yola çıkarak, birinci sekreterlerin (ulusal komünist partileri merkez komitelerinin, bölge, oblast, kent ve yöre komitelerinin) konumlarını ve reel güçlerini doğrudan tehdit eden büyük bir tehlike olarak algıladıkları çok adaylı seçimlere, tamamen biçimsel bir şekilde bile olsa, onay vermek istememişlerdi.” 49. Parti birinci sekreterleri, girecekleri herhangi bir Sovyet seçimlerinde uğranacak yenilgiyle onlardan koparılamayacak parti bürolarını kontrol ediyorlardı. Fakat ellerinde tuttukları çok büyük güç, asıl olarak, iktisadi ve mülki aygıtların (kolhoz, fabrika, eğitim kurumu, askeriye) her yönüyle partinin kontrolünde olmasından kaynaklanıyordu. Yeni seçim sistemi, birinci sekreterleri, otomatik olarak Sovyet delegesi olma konumundan ve diğer delegeleri kolayca seçebilme olanağından mahrum bırakacaktı. Kendilerinin ve “gösterdikleri” adayların -parti adaylarının- Sovyet seçimlerinde uğrayacakları yenilgi, fiilen, onların performansı

konusunda bir referandum anlamına gelecekti. Adayları seçimde partisiz adaylar tarafından yenilgiye uğratılan bir birinci sekreterin, kitlelerle bağı zayıf biri olduğu alenen ortaya çıkacaktı. Seçimlere girerken, rakip adaylar, elbette ki, parti kadroları arasında gözlemlediği bozuklukları, baskıcılığı veya yetersizlikleri konu alan kampanyalar düzenleyecekti. Seçim kaybeden parti adayları, komünist olarak ciddi bir zayıflık sergilemiş olacak ve bu durum, muhtemelen, onların yerlerini başkalarına bırakmalarına yol açacaktı. 50. Kıdemli parti liderleri, genellikle uzun zamandır parti üyesiydiler ve komünist olmanın tehlike ve güçlükle kucak kucağa yaşamak demek olduğu çarlık zamanının, devrimin, iç savaşın ve kolektivizasyonun gerçekten zorlu günlerinde pişmişlerdi. Birçoğu çok az formel eğitim görmüştü. Öyle anlaşılıyor ki, bu unsurların çoğu, Stalin, Kirov veya Beria’dan farklı olarak, kendi kendini eğitip “yeniden yaratma” konusunda pek istekli veya bunu becerebilecek yeteneğe sahip değildi. 51. Bu kadroların hepsi, uzun süre Stalin’in politikalarını desteklediler. Yüzlercesinin sürgüne gönderildiği, köylülüğün sert kolektivizasyonu sürecini yürüttüler. 1932-33 zaman diliminde, çok -belki üç milyon gibi yüksek bir- sayıda insan, işin gerçeğine dönersek, “insan eli”nden ziyade, köylülük için, kolektivizasyondan ve kentlerdeki işçileri doyurmak üzere hububatın kamulaştırılmasından veya silahlı köylü isyanlarından (ki bunlarda çok sayıda bolşevik öldürüldü) daha vahim bir durum oluşturan kıtlık yüzünden hayatını kaybetti. Yine bu parti liderleri, yine son derece çetin, yetersiz konut, yiyecek, tıbbi bakım, düşük ücret ve satın alma gücü koşulları altında, endüstrileşme atağını yönettiler. 52. Ve şimdi onlar, eskiden Sovyet politikalarının yanlış tarafında yer aldıkları için oy hakkından mahrum bırakılan unsurların bu haklarını bir çırpıda yeniden elde edip kullanabilecekleri bir seçim sistemiyle karşı karşıyaydılar. Öyle görünüyor ki, çok sayıda kişinin kendi adaylarına ya da herhangi bir bolşevik adaya karşı oy kullanacaklarından korkuyorlardı. Bu durumda, konumlarında bir alçalmayla ya da daha kötü olasılıklarla yüz yüzeydiler. Yine de bir parti pozisyonları veya –en kötü ihtimalle- bir işleri olacaktı. Yeni “Stalin” anayasası, ne de olsa, her Sovyet vatandaşına, hakolarak, tıbbi bakım, emeklilik, eğitim, vb. ile birlikte bir iş garantisi de veriyordu. Lakin bu adamlar (fiilen hepsi erkekti), iktidara ve ayrıcalığa alışmışlardı ve şimdi tümü, gösterecekleri adayların seçimde yenilgiye uğraması tehdidiyle karşı karşıyaydılar. Davalar, Komplolar, Tenkil 53. Yeni anayasaya ve seçimlere yönelik planların ana hatları, 1936 Haziranındaki merkez komitesi plenumunda oluşturulmuştu. Delegeler anayasa taslağını oy birliğiyle kabul ettiler. Fakat hiçbiri onun lehinde konuşma yapmadı. Bir Stalin teklifine sözde bir desteğin bile olmaması, şüphesiz, “genel liderliğin örtük muhalefetini, saklanamaz bir ilgisizliği” gösteriyordu. 54. Kasım-Aralık 1936’da toplanan 8. Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi sırasında, Stalin ve Molotov, oy hakkının yaygınlaştırılmasının ve gizli, çok adaylı seçimlerin önemini tekrar vurguladılar. Molotov, Stalin’in Howard’a verdiği mülakatın ruhu çerçevesinde, komünist olmayan adayların Sovyet

seçimlerine girmesine izin verilmesinin parti için yararlı etkisinin altını bir kez daha çizdi: “…bürokratlaşmış, kitlelere yabancılaşmış unsurlara darbe indirmemesi mümkün olmayan… Bu sistem… öne çıkıp geride kalanların ya da bürokratlaşmış unsurların yerine geçecek… yeni güçlerin yükselmesini kolaylaştıracaktır. Bu yeni seçim tarzında, düşman unsurların da seçilmesi mümkündür. Fakat bu tehlike bile, son tahlilde, buna ihtiyacı olan örgütler ya da uykuya dalmış emekçiler [parti] için bir kamçı işlevi gördüğü sürece, bize hizmet etmek zorundadır.” 55. Stalin’in kendisi ise meseleyi daha güçlü bir vurguyla ortaya koyuyordu: “Kimileri bunun tehlikeli olduğunu, zira Sovyet iktidarına düşman unsurların, bir kısım eski Beyaz Muhafızın, kulağın, papazın vb. sinsice üst makamlara tırmanabileceğini söylüyorlar. Ama gerçekten, korkacak ne var? ‘Eğer kurtlardan korkuyorsan, ormanda yürüme.’ Evvela, eski kulakların, Beyaz Muhafızların ve papazların hepsi Sovyet iktidarına düşman değildir. Sonra, eğer halk şurada veya burada düşman güçleri seçiyorsa, bu, bizim ajitasyon çalışmamızın zavallıca olduğu ve bu utancı tamamıyla hak ettiğimiz anlamına gelir.” 56. Birinci sekreterler örtük muhalefetlerini bir kez daha sergilediler. Aralık 1936 merkez komitesi plenumu, 4 Aralık’ta toplanan kongreyle çakıştı; fakat plenumda, ilk gündem maddesini oluşturan anayasa taslağıyla ilgili fiilen herhangi bir tartışma olmadı. Yezhov’un “Trotskist ve Sağ anti-Sovyet Organizasyonlar Üzerine” raporu, MK üyelerinin çok daha yoğun ilgisine mazhar olup tartışmaların odağına oturdu. 57. 5 Aralık 1936’da, kongre, yeni anayasa taslağını onayladı. Fakat en ufak bir gerçek tartışma yaşanmadı. Delegeler –parti liderleri- bunun yerine, iç ve dış düşman tehditlerine vurgu yaptılar. Stalin, Molotov, Zhdanov, Litvinov ve Vyshinski’nin hakkında açıklamalarda bulunduğu ana başlık olan anayasayı onaylayıcı konuşmalar yapmaktan ziyade, onu görmemezlikten geldiler. Çok adaylı seçimler konusunda herhangi bir bağlayıcı karar alınmadan, anayasa taslağı üzerinde daha fazla çalışma yapmak üzere bir komisyon kuruldu. 58. Uluslararası durum gerçekten gergindi. İspanya iç savaşında faşizmin zafer kazanması, sadece bir zaman sorunuydu. Sovyetler Birliği düşman güçlerce sarılmıştı. 1930’ların ikinci yarısında bu ülkelerin tümü, son derece kötü otoriter, militarist, antikomünist ve anti-Sovyet rejimlerce yönetiliyordu. 1936 Ekiminde Finlandiya, Sovyet sınırına ateş açtı. Aynı ay, Hitler ve Mussolini, “Berlin-Roma Mihveri”ni imzaladılar. Bir ay sonra, Japonya, “Anti-Komintern Pakt”ı oluşturmak üzere Nazi Almanya’sı ve faşist İtalya’ya katıldı. Nazi Almanya’sına karşı askeri ittifak kurmaya dönük Sovyet çabaları, Batı başkentleri tarafından karşılıksız bırakıldı. 59. Kongrenin yeni anayasayla uğraştığı sırada, Sovyet liderliği iki büyük ölçekli Moskova Davasının birincisini geçirmiş, diğerinin ise arifesindeydi. Zinoviev ve Kamanev, başka birtakım kişilerle birlikte Ağustos 1936’da yargılanmıştı. İkinci dava, 1937 Ocağında, yakın tarihlere kadar Ağır Sanayi Komiserliği görevi yapmış olan Yuri Piatakov önderliğindeki bazı önemli Trotski takipçilerinin yargılanacağı davaydı.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 20

w w w. h a l k i n k u r t u l u s u . i n f o

HALKIN 4 KURTULUSU ~

İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİYLE ÖĞRE(N)TİYOR! Çalışanların ve sendikamız Hava İş’in geleceğini belirleme sorumluluğu hepimizin omuzlarındadır. Artık çalışanların daha fazla zarar görmemesi için yeni bir anlayışla, radikal bir değişikliğe ihtiyaç olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Artık ok yaydan çıkmıştır. Arkadaşlarımız bizi delege seçerken sendikamızı bu mafya tipi yapılanmadan kurtarıp yeniden işçilerin örgütüne dönüştürme görevi de verdiler. Biz bu görevi yerine getiremezsek, “ikale sözleşmesi” gibi kandırmacalarla birçok arkadaşımız daha işinden olacaktır. İşsiz kalmamıza ve sendikal örgütlülüğün yok edilmesine izin vermeyelim. Aşağıdaki metin, Sivil Havacılık İşçileri Gökkuşağı Hareketi’nin 2009 Genel Kurulunun ardından yayınlandığı broşüre aittir. Gökkuşağı Hareketi bir dizi bildiri ve broşür; son olarak da bülten yayınlamaktadır,Bu broşürde ifade edilen görüşler, aradan geçen zamana rağmen eskimedi. DEMOKRATİK, ŞEFFAF, TEMİZ SENDİKA Gökkuşağı Hareketi olarak olağan genel kuruldan buyana, yönetime geldiğimizde uygulayacağımız ilkeler doğrultusunda, kolektif bir çalışma yürüttük. Birlikteliğimizi pekiştirerek sürdürdük.

Gökkuşağı Hareketinin ilkeleri emek mücadelesine duyarlı çevrelerde de sendikal örgütlülük adına yepyeni bir heyecan yarattı. Çeşitli gazete ve dergilerde önerdiğimiz modeli anlatan yazılarımız yayınlandı.

Bu demokratik ve şeffaf sendikal model, ülkemiz sendikacılığında da yankı uyandırmış ve yeni tartışmaları gündeme getirmiştir. Bu anlamda Hava İş’te yaşama geçirmek üzere olduğumuz yapısal değişiklik çok önemli bir adım olacaktır. HALKIN KURTULUŞU İmtiyaz Sahibi ;Zeki Irmak

Yazı İşleri Müdürü Hatice Zuhal Göktepe

Demokratik ve şeffaf, yeni bir Hava-İş, ülkemizdeki sendikal mücadelenin geleceği için ilk adım olacaktır...

En üstte İşçi Meclisinin, onun altında sırasıyla Temsilcilerin, Yönetim Kurulu ve en altta da Yürütme Kurulunun yer aldığı bir piramittir bu;En üstte, “karar almada temel organ olan ‘İşçi Meclisi’ olacaktır”. Bu meclis, seçilmiş temsilciler, Yönetim ve Yürütme Kurulu üyeleri ve delegelerle birlikte bütün işçilerin aktif katılımına açık olacaktır. İkinci sırada işyerlerinde yapılacak seçimlerle belirlenecek her meslek grubunun temsilcileri olacaktır.

işçilerin, en altta pasif bir kitle olarak kaldığı piramidi tersine çeviren ve işçileri en üste alan kızıl bir sendika yapılanmasının hedeflendiği yeni bir örgütlenme...

Üçüncü sırada yer alan Yönetim Kurulu üyeleri Olağanüstü Genel Kurul’da belirlenecektir. Yönetim Kurulundaki dokuz kişi aralarında hiçbir hiyerarşi olmadan eşit ilişkilerde yönetim erkini oluşturacaktır. Yani başta bütün yetkileri elinde bulunduran bir “Başkan” yerine bu yetkiyi ortaklaşa kullanan 9 kişi olacaktır.

Olağanüstü Genel Kurul, TİS sürecini yasal ve kurumsal anlamda hiçbir şekilde olumsuz etkilemez. Aksine Olağanüstü Genel kurul kan değişikliğiyle yenilenen, çoğunluğun desteğine sahip yeni ve daha güçlü bir Hava İş ortaya çıkartacak, toplu sözleşme sürecini kazanımlara dönüştürecektir. Süreli yayın fiyatı 1 tl

MİLİTANLIK VE DEVRİM VAKTİ İnsanlar artık kapitalist aşırılıklar tarafından belirlenmiyorlar, aksine onları belirleyen koşulları belirliyorlar. Bu neo-liberal kapitalizm ile savaşta olan sanal (felsefi bir ideal devrim) ve gerçek arasındaki etkileşimi gösterir. Görüntü, istikrar ve neo-liberalizm kesinliğinin dünkü kötü bellek haline geldiği bir an yakalar. Tüketicilik ve kapitalizmin başkenti Times Meydanı, bu resimde kendini gösterir: “Çekme cam parlak duvarlar, kurumsal eğlence kalesi, dev ekranlar arasında parlak ışıklar”. Ama burada kimse eğleniyor gibi görünmüyor. Aksine zevke adanan kapitalizmin zorunlu varlığı sona erer ve yalnızca kemer sıkma, yolsuzluk veya kurumsal açgözlülüğü protesto eden değil de, aynı zamanda sistemin kendisine karşı duran insanlar da kendini gösterir.

GÖKKUŞAĞI HAREKETİ

Bu havacılık çalışanlarına yakışmayan zorbalığa seyirci kalırsak, işverenin yaptığı hiçbir hukuksuzluğa da söz söyleme hakkını kendimizde bulamayız.

Yönetim Yeri-0232 4257980 859 Sokak Vatan İşhanı No.6/204 Konak-İzmir

Sadece sendikamızda değil aynı zamanda ülkemizde de bir şeylerin değişmesini istiyorsak bu tavrı havacılık çalışanları olarak sergilemek durumundayız. Bu broşürde açıkça görüleceği gibi, yönetim değişikliği sadece kişileri değil sistemi değiştirecektir.

BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ VE EZİLEN HALKLAR BİRLEŞİN

En altta ise işçilerin emrinde çalışacak ve günlük sendikal çalışmaları yapacak profesyonel uzmanlardan oluşan Yürütme Kurulu yer alacaktır. Bütün meslek gruplarını kucaklayacak geniş yüreklilikle havacılık zincirinin her halkasına ulaşmaya ve o zinciri demokratik, katılımcı çizgimizle sağlam yapmaya kararlıyız.

Basım Tarihi 14.01.2013

Basım Yeri - Star Medya A.Ş. 9 Eylül Mah.No.29 Gaziemir-İzmir/0232 251 76 32

Bir cinayetin Anatomisi

Paris’te Kürt Enformasyon Merkezi’nde gerçekleşen ve PKK’nin kurucu kadrolarından Sakine Cansız, KNK Paris temsilcisi Fidan Doğan ve Leyla Söylemez’in hayatını kaybettiği infazın, Öcalan’la kurulan diyalogun umut yarattığı günlerde meydana gelmesi elbette bir tesadüf olamaz. Bu cinayet, PKK’nin politikalarına karşı tavır koymuş PKK’lilerin iç infazlarla yok edildiği olaylardan farklı görünüyor. Yani Paris katliamı, PKK’nin yürürlükte olan stratejisine muhalefet edenlere kesilmiş bir cezaya benzemiyor. Zira PKK, “Bu olayın bu denli ustaca yapılmış olması, uluslararası güçlere dayanarak yapmış olduğunu göstermektedir.” ifadeleri kullanılan açıklamada, “Açık ki bu katliamı gerçekleştirenler, Önderliğimiz tarafından gerçekleştirilen yeni sürecin gelişmesini ve Kürt sorununun çözüme kavuşmasını istemeyen kesimlerdir.” Açıklamasını yaptı. Bütün burjuva gazete köşelerinde ve yazarlarında aynı söylem egemen “Paris cinayeti barışa atılmış bir kurşundur. Birileri ortaya konan olumlu adımları sabote etmek istiyor”dan öte bir şey konuşulmuyor.

Onlar neo-liberal kapitalizmi sanık yerine koymaktadır.Pazar fundamentalizmi ve devlet gücünün evrensel korkusu küresel düzenin nasıl sürdürüleceğine yeterli cevaplar veremiyor. Herkes Wall Street’i İşgal Et ve % 1’in vurgunculuğuna karşı “Biz yüzde 99’uz“ diyerek sistemin sona yaklaştığı gerçeğini savunan sloganı atıyorlar. Sistemin iç dinamiklerine odaklanan, neo-liberal kapitalizmin eşitsizlik ve adaletsizlik olduğununu belirten radikal bir yükselişi ifade eder. Wall Street ve ondan ortaya çıkan alternatif politik olanaklar köklü yapısal değişim için bir hızlandırıcı etki olmayı kanıtlamamış olabilir. Wall Street’i İşgal Et tarihte bir dönüm noktasıdır. Yalnızca yakın bir zamana kadar kasabadaki tek oyun olarak görülen neo-liberal kapitalizmi tartışmanın merkezine koyduğu için değil, aynı zamanda, “siyasi bir angajman nasıl yaratıcı olasılıkları alevlendirebiliri de ortaya koyduğu için. Bir yeri gece gündüz işgal etmek, beraberlik ve dostluk sevinciyle sarsan kalabalıklar tarafından çevirmek zaten olan ve paylaşılan bir değişimdir. Margaret Thatcher “Kapitalizme alternatif yok.” diye iddia etmişti. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından itibaren pazar evrensel olarak yönetildi ve Francis Fukuyama liberal demokrasi veya neo-liberal kapitalizmin yadsınamaz olduğu tarihin sonunu ilan etti. Neo-liberal post-siyasetin öncüleri Bill Clinton ve Tony Blair, solun “ücretsiz-finans”ı dostça Üçüncü Yol siyaseti olarak kucaklamasına yol açtı. İnsanların kapitalizmin değil, dünyanın sonunu hayal ettiği bir dünya haline geldik. Neo-liberal post-siyasetin sonunu görüyoruz. Gördüğümüz çöküş “büyük sayının en büyük mutluluk”unun yanlızca dizginsiz bir piyasa ekonomisi ile olabileceğini iddia eden neo-liberal kapitalizmin çöküşü. Bu ‘sadece adalet’ naif beklentisinde bulunan, siyaseti tanımlamak için kullandığımız zalim ve militarize toplumsal rejimlerinin ağını temsil eden neo-liberal post-politikadır.

Gördüğümüz yükseliş ise, devrim konseptinden ayıramayacağımız radikal eleştiriden başka bir şey değildir. Neo-liberal post-politika sorun ise, devrim cevaptır. Sonuçta, devrim asla kaybolmayan bir fikirdir. İşgal hareketi ile birlikte, dünya Tunus, Mısır, Bahreyn ve Libya başta olmak üzere beş isyana tanık oldu. Özellikle, Arap isyanlarını beklenmedik yapan sadece batının arkasında olduğu bozuk ve zalim diktatörlüklerin çöküşü değil, aynı zamanda özgürlük ve adalet talep eden insanların elinde meydana geldiği gerçeğidir de. Arap halkı sürekli olarak demokrasiye hazır olmayan ‘barbar’, ‘vahşi’ olarak tasvir edilmiştir. Ancak, demokrasinin ne olduğunu bize göstermiş oldular. İşgal Et hareketi ve Arap ayaklanmalarından öğrendiğimiz bizim potansiyelsiz ve güçsüz olmadığımızdır, çünkü bizim de bir seçim hakkımız var.İşgal Et hareketi ve Arap ayaklanmalarına giden merkez gerçekten de eyleme varmayı mümkün kılan olayların fikriyatıdır. Olay sanal olanı yeniden yapılandırandır, yani gelecek diye tanımlananı var olana dönüştürmek. Deleuze bir durumun siyasetinin köklü toplumsal değişim olasılığı içinde bir inanç olduğunu söylüyor. Devrim eğer yaratıcı tarihsel süreç (gerçek) ve bir fikir (sanal) ise, bu tarihsel durumdan ayrılmış bir olay anlamına gelir.Olay verilenden bağımsız ve gelecek olanla bağlantıyı gerektirir. Diğer bir deyişle, olay tarihe indirgenemez. Fazla (gerçek) ve eksiklik (sanal) arasındaki paradoksal ilişki dinamik bir dengesizlik oluşturur ve bu devrimleri mümkün kılan “daimi dengesizlik”tir. Fiili olan her sosyal ilişkinin farklı olabilir, başka şekillerde yeniden düşünülebilir ve tekrar var olabilir gerçeğinin göstergesidir;tarih bilinmeyen potansiyellerin ve aktörler kökten şekilde yeni olaylar üretebildiği bir tiyatro, bir fiili alemdir.

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Özellikle yönetim kurulunun kendi içinde hiyerarşiden uzak kolektif liderlik şeklinde yapılanması, temsilcilerin işçilerin oylarıyla seçilmesi ve tabandaki işçilerin oluşturduğu “İşçi Meclisini” en yetkili karar organı yapan, yani mevcut anti demokratik piramidi tersine çeviren modelimiz her platformda ilgiyle karşılandı.

Bugün işverenin uygulamaları ve dayatmaları karşısında işçilerin güveneceği bir sendika yönetimi yoktur. İmzalanan toplu sözleşme iş güvencesi sağlamamış, taşeronlaştırma ve işten atılmalar daha da yoğunlaşmıştır. Hava İş yönetiminin anti demokratik, şeffaflıktan uzak tutumu, dün kendi gibi düşünmeyenleri işten atarken, bugün fiili saldırıya kadar varmıştır.

Özetle çağdaş bireyler olarak emeğimize sahip çıkacağız. Kokuşmuşluğa, ahlaksızlığa, yolsuzluğa ve kabadayılığa sessiz kalmayacağız. Boyun eğmeyeceğiz !

ARALIK /2012

SAYFA 01

Son dönem TİS görüşmelerini, THY ve Teknik A.Ş.’deki gelişmeleri ve ülkemizdeki sendikal süreci yakından izleyerek doğru politikalar üretmeye çalıştık. Sendika yönetiminin çalışanlar lehine doğru kararlar alması için öneriler ürettik, eleştirilerde bulunup bunları basın bülteni, bildiri ve sözcülerimizin yayınlanan yazılarıyla açıklayıp, paylaştık.

“Demokratik, Şeffaf, Temiz Sendika” talebimiz şimdi birçok sendikanın tabanındaki üye işçilerce savunuluyor. Bu talep etrafında giderek genişleyen bir toplumsal hareketin yeşermesi bizleri mutlu ediyor. Bu onuru hep birlikte paylaşacağız.

Sayfa 01


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.