Hk5

Page 1

HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 20

w w w. h a l k i n k u r t u l u s u . i n f o

Sayfa 1

HALKIN 5 KURTULUSU ~

şubat /2012

BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ VE EZİLEN HALKLAR BİRLEŞİN

ŞUBAT ATEŞİ SÖNMEDİ, SÖNDÜRÜLEMEDİ, SÖNMEYECEK ! 1980 YILI ŞUBAT SICAĞINDA KISA YAŞAMINDA TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETLER TARİHİNE İZ BIRAKAN YAPININ ADIDIR TDKP ! 12 Eylül karanlığında TDKP’nin ilk kuruluş kongresinde seçilen Merkez Komitesi 12 Eylül sınavında başarısızlığa uğradı, düşman tarafından ele geçirildiği gibi onun karşısında olumsuz bir sınav verdi. Merkez komitesinin ilk sınavındaki başarısızlığa rağmen cezaevlerinde ve dışarıda kalan TDKP örgütlerinin bir çoğu merkez yöneticilerine ve onların olumsuz tutumlarına rağmen dağılmadı. TDKP’ye bağlı kadrolar bir takım savrulmalarla birlikte tümden devrim sahnesinden çekilip havlu atmadı.

ESKİ ve YENİNİN TARİFİ

Devrimci hareket saflarındaki basit bir sistem reddiyesi ve muhalefet olarak kalma eğilimi, reformcu tavırlarla, çözülme, sisteme entegre olma ve tasfiye devam etmektedir. Bu savrulmanın altında çocuksu bir kimlik savunusu ve arayış çizgisinde sıkışıp kalma vardır.Devrimciler cephesi darmadağınık hâldedir. Bu karmaşık ortamda kaybedilen mevzileri daha güçlü bir biçimde kurmak, geçmişe bakarak değerlendirdiğimizde bizleri son derece zorlu bir görevle karşı karşıya bırakmaktadır.

YÖNETİM YERİ-ANKARA izmir cad.sümer 1 sok. no;7-8 kızılay-Ankara 03122317320

İZMİR Temsilcilik-0232 4257980 wSüreli yayın Basım Tarihi 859 Sokak Vatan İşhanı fiyatı 1 tl 18.02.2013 No.6/204 Konak-İzmir

Basım Yeri - Star Medya A.Ş. 9 Eylül Mah.No.29 Gaziemirİzmir/0232 251 76 32

Bu teslim alma ve ikamenin getirisi, eski TDKP kadrosu denilen kadroların büyük bir kısmının yasalcı yapı içerisinde “devrim adına” çürütülmesidir. Bu kadro ile yürütülecek bir parti faaliyeti mümkün değildir. Eski kadroların aşağı yukarı tümünün öncelikle yasalcılığın verdiği rehavetle artık illegal alan üzerinden bir mücadele sürdüremeyecekleri gibi illegal bir çatının altında da yasal ve legal bir faaliyet sürdürebilecekleri şüphelidir.

Böylelikle tasfiyecilerin ekmeğine yağ süren ve onlara daha geniş bir meydan yaratan kadroların temel eksikliği toparlanma ve örgütlenmedeki beceriksizlikleve bilgisizlikleri birleşince İlk adımda tökezleyişin muhasebesini çıkarmak da mümkün olmadı.

Yoldaşlar... TDKP için bugün tarihsel anlamada, Yeniden doğuş gerekiyor. Bu doğuş TDKP’nin eski militan ve kadrolarının külleri üzerinde yeni bir yapılanma ile mümkündür ancak.Yeni bir yapılanma, Türkiye’deki tüm devrimci komünistlerin yeni bir yapılanması olarak bakıldığında, bir önem kazanmaktadır.

Bu dönem TDKP’nin kadrolarının büyük bir kısmının tasfiyecilerin elinde un ufak olması, komünist ruhları törpülenmiş, mücadeleci devrimci yapılarına yerine tasfiyeci, gölgesinden korkan liberalize olmuş, sisteme bütünleşmiş bireylerin oluşmasında belirleyici bir dönemeci temsil eder. TKDP, Halkın Kurtuluşu gibi bir hareketinin içinden doğmuş Genç Komünistler Birliği gibi bir gençlik örgütü üzerinden yükselmiştir. Düşmandan çok darbeyi içerden Merkez Komitesinden yiyen TDKP, değil kendisini örgütlemek ve yeniden harekete geçmek bir daha böylesi bir harekete hayat verme becerisinden bile yoksun bırakılarak, yasalcılığın peşinden sosyalizm ve devrim adına sürüklenerek, çürümeye terk edilirken eski yöneticileri de TDKP’ yi kendilerine uygun bir siyasi var oluşa sürükledi. Yasallaşma sürecinde önce bir sol manevralarla partinin en militan ve direngen kesimleri yıpratıldı; pek çoğu uzun müddet içinde düşmanın eline geçti; sonra gençlik dağıtıldı ve bu operasyonun ardından tasfiyeciler kendi konumlarına uygun bir legalist tasfiye adımı ile operasyonu tamamladılar. TDKP kendi içinde hapsederek teslim aldı ve yasalcılığa ikame edildi.

Zira THKO-TDKP çıkışı ilk elde o dönemin proleter devrimcilerini birleştirmek gibi bir amacı içeriyordu. Bugün o görevi gerçek anlamı ile yerine oturtmak ve başarıya ulaşarak Yeni bir Komünist partinin yaratılması dönemidir. Görev bize bugün bunu dayatmaktadır. Örgütsüz bireylere indirgenmiş bir parti değil her komünisti kucaklayacak ve çarısı altında bir araya getirecek devrimci KOmunist partinin yaratılması ve mücadeledeki gerçek yerini alması hedefimizdir. Geçmişi yad ederek orada debelenmek, tasfiye madalyonunun bir başka yüzüdür. TDKP kadroları olarak kendimizi yeniden örgütlememiz gerektiği ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bizler geçmiş mirasımızın olumlu yönlerini değerlendirmek, hata ve zaaflarımızın da hesabını vererek bu sorumluluğu taşıma bilinci ile TDKP-YİÖ olarak önümüze Türkiye’de devrimci komünist bir partinin yaratılması için bütün proleter devrimcilerle birlikte harekete geçmiş bulunuyoruz.

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

HALKIN KURTULUŞU Yazı İşleri Müdürü İmtiyaz Sahibi ;Zeki Irmak Hatice Zuhal Göktepe

Bu görevin altından kalkabilmek için kendimizi, sınıf mücadelesini, her veçhesi ile yeni döneminin ihtiyaçlarına göre yeniden tarif etmemiz zorunludur. Bu dönem içinde yeni bir yapılanma, geçmiş değerlendirmeleri “kahramanlar ve hainler”e yaslayarak işin içinden sıyrılma kolaycılığına kaçmadan, ve bugün için olanaklarımızın yetmediği “büyük” siyasal gündemler yaratarak bu yükün altında ezilmeden gerçekçi bir biçimde saptadığımız görevleri ve ihtiyaçları temel alarak yürütmeliyiz. Hareketin geçmiş mücadele perspektifine bağlı bugünün ihtiyaçlarına cevap veremeyen yanları terk edilmeli, bunu yaparken, geçmişin farklı ihtiyaçlardan doğmuş yönelimlerine saldırmanın, bugünü doğru kavrama ve açıklayabilme noktasında bir garantisi olmadığı gibi, kendi geçmişini reddetme yoluyla köksüzleşmek de kitleler gözünde siyaseten güvenilmez unsurlara dönüşmeye yol açacağını da unutmamalıyız.

Direngen devrimci kadrolar ilk konferansta ve sonraki konferanslarda devrimci bir irade ortaya koymak yerine sessiz bir bekleyişi tercih ederek, düşmana teslim olmuş ve cezaevinden çıktıktan sonra yurtdışına kaçmış MK’nin peşinden sürüklenmeyi tercih ederek kötü bir sınav verdik. Sonuç olarak biz devrimci kadrolar eski MK’ne ve yurt dışından yönetilen legal atıl bir örgüte teslim olduk. Bu tutum proleter devrimciler için bir örgüt suçu oluşturduğunu da görmezlikten geldik

SAYFA 01

Kapitalizmin içinde debelendiği son büyük bunalımla, burjuvazinin tüm büyüklük havalarının yaldızı dökülmüş durumdadır. Son krizine kadar elde etmiş olduğu psikolojik üstünlük kısmen de olsa sınıf lehine bozulmuş kapitalizmin aşılması, sınıf için önemli tartışma konularından biri hâline gelmiştir. Dünya ölçeğinde kapitalizme karşı atılımın maddi koşullarını olgunlaşırken, devrimciler için siyaset yapmanın koşulları oluşmaktadır. Önemli olan, mücadeleyi olumlu sonuçlara ulaştırabilmek için zorunlu olan subjektif koşullar yani güçler mevzilenmesinin, kadro ve siyaset tarzının nasıl olması gerektiği, devrimci kadroların en yakıcı tartışma konusudur.


HALKIN KURTULUŞU

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Sayfa 2

Sayfa 19

SAYFA 02

HALKIN KURTULUŞUNU ENGELLEYEMEYECEKLER !

1980 YILI ŞUBAT ‘SICAĞINDA’ KISA YAŞAMINDA TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETLER TARİHİNE İZ BIRAKAN YAPININ ADIDIR TDKP ! Geçmiş zaaflarımızı aşacak yeni bir devrimci komünist partinin yaratılması ancak sınıf içinde siyasi faaliyeti kesintiye uğratmaksızın, TDKP deneyiminin taşıyıcısı olan ve komünizm hedefinden vazgeçmemiş TDKP’li, GKB’li kadroların görevi devrimci bir komünist partiyi yeni baştan inşa etmeleridir. TDKP deneyiminin taşıyıcısı komünistler dışlarındaki komünistlerle omuz omuza yeni bir partinin inşasına birikim enerji ve deneyimlerini varlıklarının gereği katmakta ve mücadele ederek Şubat ateşini yeniden doğru bir biçimde yakacaklardır. Yeni bir doğum gününe devrim ateşi ile bilenerek hazırlanmaktayız. Komünist parti için, ilk aşama kendimizi örgütlemekten geçmektedir. Bizler için komünist partisine kadar olan süreçte sınıf mücadelesi içindeki duruşumuzu ve hareket etmemizin yönünü belirlemek, kendi ve bir program etrafında tüm komünistlerle birlikte davranmanın ve eylemlilikler örgütlenmesinin gerekliliğini yerine getirmek için çabamızı daha da hızlandırmalıyız.. Yoldaşlar ..Bizler için, Komünist Partisi sadece eski TDKP’lilerce değil Sınıf partisinin gerekliliğine inanan Türkiye’deki Komünistlerin ortak çabasından geçer. Tüm komünistleri kapsayan ve onları bir program ve tüzük etrafında bir araya getirmenin önünü açmak ve buna uygun davranmak temel hedefimizdir. Zira proleter devrimciler belli bir program ve tüzük etrafında bir araya gelebilirler. Geçmişte olduğu gibi yangından mal kaçırır tarzında parti kurmayı hedeflemek bizimişimiz değildir.. Türkiye Devrimci Komünist Partisi olarak, önümüze koyduğumuz görevler; Örgütlenecek Devrimci Komünist partisinin mevcut komünist geçinen örgüt ve partilerinden farklı olarak, işçi sınıfını, emekçi yığınlarını ve gençliği örgütlemek, partinin ideolojik ve siyasi anlamda kendisini ifade edebileceği parti konferans ve kongrelerini gerçekleştirmek, tüm komünistlerin görev ve sorumluluğudur.

Bizler bulunduğumuz alandan kalkarak sınıf mücadelesi içindeki aktif yerimizi koruyarak Yeniden Marksist-Leninist devrimci bir komünist partinin yaratılması çabasına giriyoruz. Bu çalışma diğer komünistlerle sınıf partisi yolunda her türlü çalışmaya engel olmadığı gibi bu konudaki tüm çabalara da destek vermeye ve katılmaya hazırız. Diğer devrimci gruplara karşı ve örgütler dışındaki komünistlere karşı tavrımız üzerinde ortaklaşılabilecek program ve tüzüğün oluşumu esnasında ve tartışmaları surecinde eylemde birlik ve propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesi çerçevesinde olacaktır. Bu ilkenin savunulması her yapının kendi kadroları içerisinde sürdüreceği tartışmaları bağımsız kılacağı gibi eylemliliklerde ortak davranışın önünü açacak ve güçlendirecektir. Siyasi çalışmanın niteliği devrimci komünistlerce sınıf mücadelesi sürdürülürken komünist partisinin hem komünistleri hem de sınıfı kucaklamasının önün açılması ve bunun için gerekli politikaların belirlenmesidir. Programın oluşumu ve kabulü siyasi çizginin daha da netleştirilmesini sağlayacaktır.Bu çabamız geçmişte yaşanan birlik çalışmalarının bir parçası olmak değil aksine komunistleri bir parti altında toparlama çabasıdır. Liberalize olmuş sistem içi olmanın ötesine geçmeyen ve her sıkışılan durumda birlik diye çığlık atan yapılardan uzak durmak bizim için özel bir öneme sahiptir ve bunlardan uzak durmaya devam edeceğiz. Gün Şubat ateşini yeniden alevlendirerek komunist devrimcileri bir komunist partisi altında bir araya getirmektir. Partiisiz sınıf sadece kendi halinde bir bir sınıftır politik varoluşu söz konusu olamaz. TDKP’li komünistlere düşen gürev bugunden ortak iradeyi ortaya koyacak ve hereketi merkezileştirecek geciktirilmiş kongresini yaparak Şubat Ateşini, yeniden körüklemektir.

Bugünün görevini kavrayabilmek için kopulması gerekenin ne olduğunu ve devamlılığın hangi zemin veya zeminler üzerinden sürmesi gerektiğini saptamak zorundayız.Bugün yolumuzu aydınlatabilecek deneyim ve referanslara sahibiz. Devrimci ve komünist hareketin yeni bir sentezle çok daha etkin biçimde kurulması gerekmektedir. Sınıf mücadelesini yeniden devrimcileştirmek ve sınıfsız toplum hedefi ile sosyalizmin iktidarını içeren bir devrimci sentez, önümüzdeki mücadele sürecini zaferle taçlandırabilmek için, başarılması zorunlu ve kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde duruyor. Devrimcilerin ciddi bir güç hâline gelebilmesi ancak onların kendilerini “başka bir dünyanın ve kültürün insanları” olduklarını çarpıcı bir biçimde gösterebilmesiyle, devrimci insanın bizzat kendisinin bu yönde bir örnek olabilmesiyle mümkündür. Zira kitleler, artık ne söylendiğine değil, onu kimin söylediğine ve söylem sahiplerinin kendi iddialarına ne kadar uygun davrandığına bakmaktadırlar ki bu nedenle toplumsal özneyle aramızda olan psikolojik sınırları aşmak zorundayız.. Devrimciler örgütü bir toplumsal eşitlik odağı değildir. Sınıfsız topluma ulaşana dek yaşanan eşitsiz koşulların eseri olarak eşitsizlikleri aşma hedefi doğrultusunda profesyonel bir organizasyondur. Kolektif bir mücadele örgütünde kolektivizm herkesin eşit katkıda bulunduğu değil, herkesin elinden geleni kattığı ve bu katkısına göre konumlandığı bir yapılanmadır. Bunun içindir ki, devrimciler örgütü, kurmayı hedeflediği topluma özgü yapıları bünyesinde üretebilmelidir. Bu tutum örgütün içe ve dışa dönük inandırıcılığını artıran bir özelliktir. Devrimciler örgütü, kısa vadeli günlük mücadeleleri öne çıkararak, “güçlenme” kaygısıyla, farklı toplumsal muhalefet odaklarının biri veya birkaçının sözcülüğüne soyunamaz. Sisteme entegrasyon, devrimciler açısından yaygın görülen ve dolayımlı olduğu için devrimci kılıflarla rahatlıkla süslenebilen, fark edilmesi zor olan, talepleri önemli oranda sistem içinde de karşılanabilecek farklı toplumsal muhalefet odaklarına haddinden fazla angaje olma şeklinde kendisini göstermektedir.Sistemin “sol” kanadı olmaktan öteye gidemeyen reformist akımlar doğurmaktadır. Devletin farklı görünüşleri zaman zaman kafalarda sosyalizmle reformizm arasındaki farkın silinmesine ve devrimci unsurların bu tür bir reformizme sıklıkla meyletmesine neden olmaktadır. Bugün ülkemizde, geleceği olan ve iktidar iddiasına yönelebilecek bir devrimciler örgütü, ancak yeni kuşağın üzerinde yükselebilir.Eski kuşakların kendilerini aklama, varoluşlarını anlamlandırma veya pozisyon tutma amacıyla...büyük bir kısmı yenilgiler ve dağılma psikozuyla deformasyona uğramıştır. Dağılma ve tasfiyeciliğin oluşturduğu çıkmaz sistemin her anlamdaki saldırılarıyla birleşince, sosyalist ve devrimci mücadele ile buluşma olanağını giderek daha da azalan yeni kuşaklar, sistemin depolitizasyon ve manipülasyonu altında bencil, bireyci, boş vermişler saflarına sürülürken, bu saldırıya boyun eğmiş fakat muhalif olmaya çalışan az sayıda genç unsurun çoğu da ya eski kuşak ağabeylerinin kötü taklitleri olmaktan öteye gitmemişler veya tümden reddiyeci bir tarza tutunmuşlardır. Devrimci mücadelenin reorganizasyonu için, mevcut durumlarına bakıldığında, eski ve yeni kuşaklar aralarındaki bağda neredeyse tamamen kopmuştur. Eski kuşak “sosyalistlerin” ciddi bir kesimi şu veya bu burjuva cepheleşmenin yanında yer almayı “sosyalist siyaset” olarak tanımlarken eski kuşaklar dışında referans yaratamayan veya liberal yada milliyetçi söylemden etkilenmiş “sosyalist” unsuların etrafına toplanan sınırlı sayıdaki yeni kuşak sosyalist de, eskilerin gerçekten sistem karşıtı bir mücadele yürüttüğünü düşünmektedir. Bugünün görevi yeni kurulacak olanın geçmişi aşması gerektiğini, devrimin çıkarları doğrultusunda dürüstçe kabul eden eski kuşak devrimcilerin devrimci siyasetin, sistem içi seçenek ve akımlarla bağını tamamen koparmış bir aklın yönlendiriciliğinde, yeni kuşak devrimcilerin, kapasite ve özellikleri çerçevesinde yeniden kurulması hedefiyle harmanlanacağı bir örgütsel zeminin önünü açmaktır. Örgütsel kuruculuk görevi, İçinde bulunduğumuz kuruculuk döneminde asgari bir teorik-ideolojik formasyonumuz olduğuna göre asıl öne çıkarmamız gereken nitelikler sosyopsikolojik, kültürel ve ahlaki çerçevededir.

Dördüncü sayısı elimize geçen Gazetemiz Halkın kurtuluşu her türlü engelleme ve saldırıya rağmen çıkmaya devam ediyor-edecek!

halkın coşkun akan selinin önünde ne tasfiyecilerin ve ihanet şebekelerinin komploları durabilir ne de devletin zoru durabilir.

calışmalarına koyuldular.! Ama, bosuna çırpınmayın. Kimsenin gözünde artık bir inandırıcılığınız kalmadı.!

Tasfiyeciliğe karşı devrimci yürüyüşümüzü başından beri hep durdurmaya ve yok etmeye yönelik onlarca engel saldırı ve alçakça işkencelerle birleşen her türden ihanet bu haklı yolda bizleri yolumuzdan alı-koyamadı koyamayacak.

Geliyoruz ,bin yıllık hasretle bin yıllık öfkeyle geliyoruz, yoksulların baldırı çıplakların anasızların, kimsesizlerin ,alınteri çalınanların ,ülkesinden-toprağından kovulanların,ırzına geçilenlerin intikamını almak için geliyoruz..yeni bir dünya kurmak için geliyoruz..

Bu baylar, w karşı oldukları faşist diktatörlüğe karşı 30 yıldır tek bir kurşun bile atamayan bu baylara eğer, düzene küçükte olsa hala içinizde bir tek tepki var ise işinizi ve enerjinizi yönelteceğiniz yerler buralar olmalıdır.!

Şimdiden bütün Avrupa’da izlenen gazetemizin her yeni sayısı heyecan yaratarak devam ediyor.Şimdiye kadar neden sustunuz .?Neden bu kadar beklediniz.? Neden sürece zamanında müdahale etmediniz.? diyerek sitemlerini esirgemeyen yoldaşlarımızın ve dostlarımızın eleştirilerini alıyoruz. Bütün bu süreç boyunca gördük ve anladık ki sürece katılmak isteyen eski bir takım yol arkadaşları yeniden peygamberliğe soyunmuş ve yeniden bizleri biricik hareketimizi ‘kutsal kitapların’ ve ‘mesihler’in yoluna sokmaya gayret etmişlerdir.. çağımız kutsal kitaplar ve peygamler çağı değildir,bir yüzyıl evvel kapanmış bir politik argümanlar dünyasının köhnemiş grentokratları bizi tekrar o ‘kuyu’ya çekemeyecekler..artık kimse peygamber beklemediği gibi mesihlere inanmıyorlarda! bizler gazetemizin ve ona ruhunu veren sarsılmaz devrimci inancımızın ışığında ortak akıl kollektif iradeyle dünyayı bu kez türkiyeden-ortadoğudan sarsmak için geliyoruz. Tasfiyeciliğe karşı devrimci çıkışımızdan endişe edenler;piyasacı görüşleri-likiditasyonları ve rahatları zarar göreceği için çılgınca saldırılar ile yalan ve kara çalma ile yaygın tevatür yöntemleriyle-özel harp teknikleri- saldırmaktalar..ama nafile

Yürüyüşümüzü onlarca iç ve dış saldırı ve ihanetle durdurmaya çalışan sahte ‘‘öncü’’ de boşa çıktı. Bu aralar yeni tip ve besleme bazı asalak yaşam peşinde koşan tiplere de rastlar olduk.! Ama, o da beyhude olunca sıra yeni yöntemlerle devam edecek.! Bu yeni tip taşeronlara bir tek uyarıda bulunmak gerek.! biz sizin sağcı örgütünüze benzemeyiz.. Bize ruhunu öncül yoldaşlarımız Denizler-Yusuflar-Hüseyinler vermiştir,bizler Nurhak’ta ölenlerin adıyız..bizler dava diye göndere çekilen Cihanların İmranların ANDıyız..dememiz o ki ‘‘biz nasıl bilirsek hep bir ağızdan gülmesini öylece biliriz yaşamasını ölmesini..’’ Zira, bu sevda devrime ve davaya bağlılığın ortaya çıkan ihanet karşısındaki baş eğmeyen duruşudur. Bu duruşu hala anlamayan bayların nasıl da yanıldıklarını ve bu yanılgılarını saklamadan açık ve aleni yüzlerini açığa çıkararak düşmanın bile saldırmadığı bir şekilde saldırarak neye ve kime hizmet ettiklerinide bir kez daha bu vesile ile tescil etmiş oldular. Bu baylar bir süredir çeperlerini gezip yeniden yapı inşa etmek istiyoruz ! (neden yapıyı tasfiye ettiklerini açıklamadan)kapı kapı dolaşarak ikna

Yoldaşlar, yeter diye haykırıp o beyhude beklentilerin sahiplerini kendi dünyalarında yanlız başlarına bırakın. Davaya ve gerçekten devrimci değerlere bağlılığınızı hala yitirmemişseniz size de bu yolda bir kez daha elimizi uzatıyoruz.! Reform mu devrim mi, bu tercih sizin de bildiğiniz gibi 71 devrimci hareketinin çizgisidir.Bu ayrışmanın bugün olmasa yarın mutlak kafanıza dank edeceğini bilmelisiniz.! Bu vesile ile bundan sonra da her türlü destek ve gücümüz ile gazetemizin çıkışına katkı ve olanaklarımızı esirgemeden sunacağız. Bu ses bir ihtiyaç ve sürece müdahale edecek olan yanı ile bir kez daha iyi anlaşılması ve değerlendirilmesi kaçınılmaz bir olanaktır.Bu olanağı umarız ki bu tarihin gerçek savunucu ve evlatları bir kez daha elini uzatacak ve uzatılan bu eli geri çevirmeyecektir. Gün bu olanağı bir kez daha önemle ileri çıkarmak propaganda ve örgütlenme ile birlikte gündeme ilişkin yol göstereceğine olan inancımız ile selamlıyoruz. ALMANYA , AVUSTURYA, FRANSA, BELÇİKA, AVUSTRALYA , DANİMARKA, İSVEÇ, HOLLANDA VE YUNANİSTAN’dan HK Taraftarlarını


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 18

ÖĞRENCİLER VE İŞÇİ SINIFI - Chris Harman

Sayfa 3

AVRUPA’DA MODERN KÖLE TİCARETİ ! terapisiyle dayatılan neoliberal küreselleşme, toplumun en kırılgan katmanlarını yıkıma uğrattı ve son derece ağır sosyal maliyetler yükledi. Sermaye ve emek arasında şiddetli bir rekabet yarattı. Serbest ticaret adına dünya çevresinde üretim ve ticaret yapan çokuluslu şirketler, mallarını emeğin en ucuz olduğu yerlerde üretiyor, fakat hayat pahalılığının en yüksek olduğu yerlerde satıyor. Yeni kapitalizm rekabet yeteneğini ana motoru yaparak, emeğin ve emekçilerin metalaştırılmasını da beraberinde getirdi.

üçte birinin ailesi üst düzey yönetici ve profesyonel tabakadan, yüzde 12'si ise daha düşük düzeyde yönetici. Yani mevcut öğrencilerin üçte biri ila dörtte biri arasında bir bölümü, okulu bitirdiklerinde "yeni orta sınıf " mensubu olacaklar, şu veya bu düzeyde yönetici olacaklar. Üniversiteler hâlâ farklı sınıflardan gençlerin bir arada oldukları yerler. Bu nedenle, öğrenciler işçi sınıfının yeni bir kategorisi olarak değerlendirilemez. Aynı nedenle, öğrenci ajitasyonu aslen dar ekonomik taleplere odaklanamaz.

Geçtiğimiz yıl bir dizi ülkede eski bir şey gerçekleşti ve çoğunlukla yeni gibi göründü. Öğrenci grevleri, eylemleri ve işgalleri İtalya, Fransa, Şili ve Yunanistan'ı sardı. Medyanın tepkisi, bu eylemlerin ayrıcalıklı bir sosyal tabakanın eylemleri olduğunu ve zaferlerinin bir üniversitenin yakınından bile geçemeyecek olan işçi sınıfı gençliğine bir yük getireceğini iddia etmek oldu. Fransa'da öğrencilerin Yeni İş Yasası'nı (CPE) durdurma taleplerinin, genç işçilerin istihdam haklarını ellerinden almak, banliyölerdeki işsizlerin işe girmesini daha da zorlaştırmak anlamına geldiğini iddia ettiler. BANT SİSTEMİ Öğrenci mücadelelerine bu türden tepkiler yeni değil. Mayıs 1968'in ilk haftasında Fransa'da patlak veren öğrenci mücadelelerine bazı sol siyasi liderlerin verdiği ilk tepki öğrencileri egemen sınıfın çocukları olarak suçlamak oldu.

Öğrencilerin ayrıcalıklı olduğu iddiası bugün daha da hatalı. Geçtiğimiz birkaç on yıl içinde yüksek öğrenimde kitlesel bir genişleme yaşandı. Britanya'da 1960'larda gençlerin sadece yüzde 8 kadarı üniversiteye gidiyordu. Bugün bu rakam yaklaşık yüzde 40. Bunların büyük bir kısmı mezun olduktan sonra muhtemelen beyaz yakalı işçi olacak. Eskiden ayrıcalıklı olan öğretmenlik gibi meslekler bile artık "proleterleştirildi": Eskiden sadece sanayi sektöründe kullanılan ödeme sistemleri ve yönetim yöntemleri bu sektörlerde de kullanılıyor artık.

YABANCILAŞMA Fransız öğrenci hareketini inceleyen Stathis Kouvelakis, yaşam koşulları ve ilgi alanları giderek işçilerinkine benzeyen bir gücün, "kitlesel öğrenci"nin ortaya çıkışına şahit olduğumuzu savunuyor. Kouvelakis'in öğrenci hareketinin önemine dair temel vurgusu doğru, fakat önemli bir noktayı atlıyor. Öğrencilerin büyük bir kısmının işçi sınıfından, özellikle de beyaz yakalı işçi ailelerinden geldiği kuşkusuz doğru olmakla birlikte, önemli sayıda öğrencinin hâlâ ayrıcalıklı çevrelerden geldiği de doğru. Britanya'da öğrencilerin yüzde 22'si özel okullardan geliyor. En prestijli 19 üniversitede öğrencilerin

Kapitalist eğitim, her yeni kuşağı mevcut düzenin ideolojik değerlerini kabul edecek şekilde işlemlemeyi amaçlar. Üniversiteler bu süreçte merkezi bir işlev görür: Ürünlerinin (mezunlarının) birçoğunun bu fikirleri sadece kabul etmesi değil, başkalarına da yayması beklenir. Ama bu fikirlerin bizzat kendileri sorgulanmaya başlandığında, üniversiteler ideolojik bir kaynaşmanın merkezine dönüşebilir. 1960'larda bu, Vietnam savaşının ve ırkçılığa karşı mücadelenin etkisiyle oldu; bugün Ortadoğu'daki savaşlar ve neo-liberalizme karşı direnişin etkisiyle oluyor. 1960 ve 70'lerde küçük sosyalist öğrenci grupları daha büyük kitleleri mücadeleye çekebilmek için nasıl inisiyatif alınabileceğini keşfetmişti. İtalya'da, Fransa'da, Şili'de ve Yunanistan'da bugünlerde olan da bu. Başka yerlerde de olmaması için hiçbir neden yok. (Çev. Can Irmak Özinanır-Chris Harman'ın bu yazısı 2006 yılında Fransa'da Yeni İş Yasası'nı püskürten devasa öğrenci eylemleri zamanında Socialist Review'da yayımlanmıştı.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), her sene 12.3 milyon kişinin uluslararası suç şebekelerince tutsak edilerek, insanlık dışı koşullarda zorla çalıştırmada kullanıldıklarını tahmin ediyor. Kadınların durumunda kurbanlar genellikle cinsel istismara tabi tutulurken,kalan diğer bir kesim de hizmetçi olarak kullanılıyor. Çeşitli dolandırıcılıklarla tutsak edilerek organları uluslararası organ ticareti kapsamında satılabilen gençlerin durumu da var. Otelcilik, lokantacılık, tarım ve inşaat iş kollarındaki ucuz emek talebini karşılamak için bu uygulamalar gittikçe daha da yaygınlaşıyor. Olay uluslararası olsa da, köle emeği vebasının AB’de hızla geliştiğini ortaya koydu. Sendikalar ve emek grupları, Avrupa’da yüzbinlerce işçinin kölelik afetine tabi olduğunu tahmin ediyor. İspanya, Fransa, İtalya, Hollanda, İngiltere ve diğer AB ülkelerinde Avrupa serabının cezbettiği göçmen işçiler, kendilerini çeşitli mafya şebekelerinin ve eski çağların kölelerinkine benzer koşullarda çalışma tuzağına düşmüş halde buluyor. Örneğin Bir ILO raporu, Napoli’nin güneyinde 1200 evsiz tarım işçisinin sözleşmesiz olarak, çok düşük ücretlerle ve özel milislerle korunan seralarda günde 12 saat çalıştırıldıklarını ve toplama kamplarını andıran koşullarda yaşadıklarını ortaya çıkarıyor. Bu “çalışma kampı” Avrupa’da tek değil; binlerce belgesiz göçmen aynı akıbete uğrayarak, birçok Avrupa ülkesinde gelişmekte olan modern köle ticaretinin kurbanları olmuş durumda. Çeşitli sendikalara göre bu zorla çalıştırma şekli tüm tarımsal üretimin yaklaşık yüzde 20sini oluşturuyor. İnsan ticaretindeki bu genişlemeden büyük ölçüde mevcut ekonomik model sorumludur. Gerçekte son otuz sene boyunca ekonomik şok

Bunun istihdam açısından getirdiği sonuç felakettir. Örneğin Fransa’da bu gelişme son yirmi senede sadece sanayi iş kolunda iki milyondan fazla işyerinin tasfiyesine neden oldu. Süreğen bir emek açığının olduğu Avrupa’daki belli iş kolları belgesiz işçi çalıştırmaya yöneliyor ve bu da gizli şebekeler aracılığıyla yapılan ve çoğu durumda insanları kölece çalışmaya mahkûm eden yasadışı işçi ticaretini daha da teşvik ediyor. Çok sayıda rapor, açıkça göçmen tarım işçisi “satışı”nı belgeliyor. Bu suçlarla mücadele etmekte kullanılabilecek birçok uluslararası hukuk aracı olmasına ve devlet yetkililerinin bu suçları kınayıcı açıklamalarının gittikçe çoğalmasına rağmen, kamunun uygulamaya son verme iradesi zayıf. Aslında sanayi ve inşaat iş kolu yönetimleri ve tarım ihracatçıları belgesiz işçi ticaretini görmezden gelmeleri için hükümetlere baskı yapıyor. Sanayi yönetimi kitlesel göçü daima destekledi, çünkü bu, emeğin fiatını düşüren bir şey. Avrupa Komisyonu ve Business Europe (Avrupa sanayicileri ve İşadamları Konfederasyonu) raporları yıllardır daha fazla göç çağrıları yapmakta. Fakat bugünün insan tacirleri sadece köle emeğini sömürenler değil; Şimdi bir “yasal esaret” türü de geliştiriliyor. İtalyan şirketi Fiat, işçilerine insafsız bir ültimatom tebliğ etti: Ya daha az ücretle daha kötü koşullarda çalışmayı kabul et, ya da şirket üretim faaliyetini Doğu Avrupa’ya kaydıracak! İşten atılma ihtimaliyle karşı karşıya kalan ve Doğu Avrupa’nın olabilecek en düşük ücret düzeyleri ve haftasonusuz çalışma koşullarıyla korkutulan Fiat içilerinin yüzde 63ü, sömürülmelerinden yana oy verdi. Avrupa’da krizden ve sert mali düzenleme politikalarından faydalanan birçok işveren, buna benzer “yasal esaret” şekilleri tesis etmeye çalışıyor. Neoliberal küreselleşmenin sağladığı araçlar sayesinde, işçilerini uzak ülkelerdeki ucuz emek nedeniyle vahşi bir rekabetle tehdit ediyorlar.

Niyeti dünyayı değiştirmek olan her Marksist bilir ki, geçmişten kalan her bilgi, onun şimdiki zamanın gerçekliğine adapte etmek zorunda olduğu bir veriler toplamıdır. Bu verilerin içinde hareketin yönünü tayin eden temeller önemlidir şüphesiz ama artık bugünü kavramayan bilgiyi mutlaklaştırmak aslında hiçbir şey söylememenin bir biçimidir. Bırakın Marks’ı, insanlık tarihi Hegel’den beri “tarihselleşme” denilen şeyin farkındadır; belli bir zaman diliminde yegane gerçeklik olarak bilinen bir olgunun bir başka zamanda zorunlu olarak aşıldığını ve bu aşmanın da diyalektiğin biricik hamlesi olduğunu bilmektedir. Şimdi biz, neyi tartışıyoruz? Tekelci kapitalizmin ufkunda yazılmış kelamları, yarı feodal bir toplumun sert koşullarında yapılmış bir devrimi ve çok farklı bir koşulda yapılmış tartışmaları, örgütlenme biçimlerini, görüş ayrılıklarını, bugün hala geçerliymiş gibi devrimci mücadelenin önüne koyarak harekete sadece zarar vereceğimizi gerçekten görmüyor muyuz, yoksa görmezden mi geliyoruz. Marks’ı,Engels’i,Lenin’i, Stalin’i, hatta Troçki’yi ya da Mao’yu bütün devrimci figürleri, sosyalizmin mücadele tarihinde önemli, yol açıcı ama bugün tarihselleşmiş figürler olarak görmüyor muyuz? Onlarla aynı çağda yaşamış devrimciler gibi ilişki kuramayacağımız yeterince açık değil mi? Onlar bizim tarihimizin bir parçasıdır ve geçmişe doğru değil de geleceğe doğru hareket eden devrimciler için kullanılabilecek değerli fikirler ve tecrübeler bırakmışlardır. Eğer derdimiz gerçekten gelecekse geçmiş bizim “alet çantamız”dır. Geçmiş, ortak hafızamızdır, birbirimizi yargılamak, suçlamak için kullandığımız nostaljik salvolar değildir. Sahiden bizim derdimiz tam olarak nedir, geçmişten kalmış isimleri hiyerarşize ederek ve kendi aklımızı kullanmamızı engelleyecek bariyerler haline getirerek, devrimci mücadelenin önüne bubi tuzakları kurmak mı? Yeni ve değişmiş bir dünyayı artık “tarihselleşmiş/aşılmış” kavramlarla ısrarla okumayı sürdürerek, yeniyi anlamaya çalışanları artık hükmünü yitirmiş kavramlarla yargılayarak bir çeşit nostalji bakkalının kasasında oturmayı sürdürmek mi derdimiz? Mesele şimdi ne yapılacağı üzerinedir, geçmişin fikirleri sadece gelecek eylemimiz için anlamlıdır, derdi sosyalist bir devrimi mümkün kılmak olan için, tarihsel miras, işlevsel kılabileceği ölçüde anlam taşıyan bir zenginliktir. Öğrenmeye niyeti olan herkesten öğrenir.Geçmişin yanılgılarını ayıklar, alınabilecekleri yanına alır ve yoluna devam eder. Dünya sarsılıyorken, küresel kapitalizm artık sanal bir gerçeklik evresine doğru ilerliyorken, Ortadoğu’nun kalbi olan bu coğrafya kabuk değişimlerinden geçiyorken ve belki de tarih bize, geleceği biçimlendirmemiz için müthiş bir fırsat sunuyorken, sizin hala eski düşüncelerin bayiliğinde ısrarınızın tek bir anlamı olabilir: Anlamak için uğraşmadığınız dünya sizi gerisinde bıraktıkça sadece bildiklerinizi tekrar etmeniz ve tıpkı neo-muhafazakarlar gibi geleceği geçmişe havale etmeniz. 21.yüzüyılın devrimciliği artık sınıfsız toplum devrimciliğidir ve bizim derdimiz, tek ülkede devrimi çoktan aşmıştır. Yeni bir dünya ile karşı karşıyayız, dünyayı Ortadoğu’dan sarsmak için bir fırsat var elimizde, sosyalizmin tarihsel sorunlarına hem teorik hem pratik katkı sunmak gibi bir meselemiz var, mesele sizi de ilgilendiriyorsa buradan buyurun, yok ilgilendirmiyorsa gerçekten gölge etmeyin yeter.

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Daha önemlisi, mücadelele deneyimleri pek çok sayıda gencin toplumun temel görüşlerini sorgulamasına yol açtı. ABD'de Vietnam savaşına ve siyahların ezilmesine karşı mücadelenin en önünde yer alıyorlardı. Fransa, İtalya ve Arjantin gibi ülkelerde ise öğrenci protestoları, daha sonra gerçekleşen işçi mücadelelerine müthiş bir coşku verdi.

Bütün bunlar, bu yıl Fransa, Şili ve Yunanistan'da mücadele eden öğrencilerin, önceki kuşak öğrencilere kıyasla, işçilerle niye kolaylıkla doğrudan bağlantı kurabildiklerini ve daha fazla destek aldıklarını açıklayan unsurlar.

YA BUGÜN?

Uzmanlar köle emeği vebasının Avrupa Birliği’nde hızla geliştiğini ortaya koydu. Sendikalar ve emek grupları, Avrupa’da yüzbinlerce işçinin kölelik afetine tabi olduğunu tahmin ediyor… Köleliğin kaldırılmasından tam iki yüz yıl sonra iğrenç bir uygulamanın yeninden yürürlüğe girdiğine tanıklık ediyoruz: İnsan ticareti.

Avrupa’da şanslı küçük bir azınlığa önemli fırsatlar sağlayan kürselleşme, kalan kesimlere ise, AB ücretli çalışanları, küçük işletmeler, küçük çiftçiler ve onların dünyanın diğer yanındaki düşük maaşlı sömürülen muadilleri arasında acımasız ve doğrudan bir rekabeti dayatıyor. Bunun apaçık ortada olan sonucu ise şu: Gezegen ölçeğinde bir sosyal damping.

Diyalektiğin temel yasası bize her şeyin değiştiğini öğretir, her çağın kendine ait bir gerçekliği olduğunu da. Bu durumda düşüncenin de bu değişime ayak uydurması, kendini nesnesine uygun bir biçimde geliştirmesi gerekmez mi? Tarihsel materyalizmin bir değişmezlik şablonu değil, gelişmenin/ değişmenin mantığına ait bir yöntem sunduğu bilinmez mi? “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” cümlesini doğru yerinden kavramış biri öğretilerin hiçbirine kutsallık atfedilmeyeceğini, yaşadıkları zamanın bilgisine-birikimine uygun çözümlemeler yapmış teorisyenlerin/eylemcilerin çözümlemelerini mutlaklaştıramayacağını anlamaz mı?

SAYFA 03

Bu tür iddialar 1960'larda ve 1970'lerin başlarında tamamen yanlıştı. O dönemde öğrencilerin çoğunluğu orta sınıfın orta ve alt kesimlerinden geliyordu ve onlarla birlikte işçi sınıfı kökenli pek çok öğrenci de vardı.

Bugün öğrencilerin çok daha fazlası, okurken, yarı-zamanlı, McDonalds türü işlerde de çalışmak zorunda. Üniversiteler bilgi fabrikalarına dönüşüyor ve öğrenciler fabrikalardaki bant sistemi üstünde birer nesneye benzemeye başlıyor.

Öğrencilerin günlük deneyimi, işçi sınıfından gelenlerininki bile, sömürü değil, üretim sürecinde emek harcamak değil. Onların sorunu, her öğrencinin sınav denilen at yarışı hakkında endişelenmesi ve bunun yarattığı yabancılaşma, anlamsız atomizasyon ve parçalanma. Ama ideolojik yönleri olan belli sorunları protesto etmek bazen bu yabancılaşmayı tam tersine, daha iyi bir dünya için mücadele eden bir topluluk duygusuna çevirebiliyor.

Devrim

GEÇMİŞLE GELECEK ARASINDA


HALKIN KURTULUŞU

HALKIN KURTULUŞU’NA YOLDAŞ SELAMI

Sayfa 17

KÜRTLER ULUSAL SAVUNMA STRATEJİLERİNİ TARTIŞIYOR!

Çok ağır çalışma koşullarımız var. 4-5 aydır ortalama 23.00’da çıkıyoruz. Ben 15 yıldır çalışıyorum bu firmada ama aldığım para geçimime yetmiyor. Hastalık raporu alıyoruz kullanamıyoruz. Bu ağır koşullardan yorulduk. Ayağımda fazla yürümekten dolayı 5 tane nasır var. Şimdi sendikalı olduk diye tek tek arkadaşlarımızı işten çıkarılıyor. Bizim şubeden ilk ben çıkarıldım. Sendikalı olduğum için işten çıkarıldım ama daralma dolayısıyla işten çıkardık diyorlar. Daralma diyorlar, işe alma ilanları açıyorlar. Hakkımızı alana kadar direneceğiz.’’ HK taraftarı bir yurtiçi kargo işçisi. Yedi senedir Kadıköy Şubesi’nde çalışıyorum. Sabah 8.30’da iş başı yapıyoruz, iş bitimi saatimiz ise yok. Kimi zaman 22.00’da, kimi zaman 23.00’da kimi zaman ise gece 01.00’da işi bırakıyoruz. Bu kadar mesaiye kalıyoruz ama hiçbir ek ücret aldığımız da yok. Aldığım ücretle geçinmem mümkün değil. Akşam yemekleri yok, aldığımız 900 lira maaş bu para da yola ve yemeğe gidiyor. Bu parayı kendilerine verelim bakalım geçinebilecekler mi? Yurtiçi Kargo’nun Kadıköy Şubesi’nde çalışan kargo şçisi.

SAYFA 04

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Sayfa 4

arası alanda küçülme ve gittikçe izole bir durumun oluşmasına engel olunamamıştır. Türkiye ve İran saldırılarının pervasızlaşması Kürt ulusal mücadelesinin diplomasi ayağından yoksun olmasından ve PKK'nin izole edilmesinden kaynaklanıyor. Uluslararası izolenin nasıl aşılabileceği sorusuna "Ulusal Kongre ile" cevap verenlerin sayısı gün geçtikçe çoğalıyor. Son bir yıllık sürece kadar Türkiye Ortadoğu'daki statükonun baş savunucusu ve koruyucusu idi. Arap ülkelerindeki ayaklanmalarla birlikte bu konumunu kısmen de olsa değiştirdi ve küresel aktörlerin yanında saf tutmaya başladı.

A.Ü Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Bir süredir faşist saldırıların yoğunlaştı Dil-Tarih’de, Pazartesi günü bir öğrenciyi yaralayan faşistler, Salı günü de yemekhanede bulunan sol görüşlü öğrencilere satırlarla saldırdı.Çoğunluğu dışarıdan gelen faşistlerin saldırısı sonucu bir öğrenci yaralanırken, saldırıyı ve polislerin faşistleri korumasını protesto eden öğrencilere polis gaz bombalarıyla saldırdı.Yaşanan çatışmanın ardından okuldan toplu çıkış yapan öğrenciler, Yüksel caddesine kadar bir yürüyüş gerçekleştirdiler.Daha sonra gözaltına alınan üç öğrenci tutuklanarak Sincan L tipi cezaevine gönderilirken, eli satırlı faşistler ellerini kollarını sallayarak dolaşmaya devam ediyor.

A.Ü Tandoğan Kampüsü

Üniversitelerde Faşist Terör! Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, Ankara Üniversitesi Tandoğan ve İstanbul Üniversitesi Beyazıt’ta satırlı faşist saldırılar gerçekleşti. Gerçekleşen saldırların ortak yönü polis gözetiminde olması ve saldırganlara değil, saldırıya uğrayanlara dönük gözaltıların yaşanmasıdır.Faşist saldırılar karşısında okulları savunan devrimci demokrat öğrenciler, gerçekleştirdikleri eylemlerle üniversitelerini faşizme teslim etmeyeceklerini kararlılıklarıyla gösterdiler.

İ.Ü Beyazıt Kampüsü İ.Ü Hukuk fakültesinde bildiri dağıtan öğrencilere faşistler satırlarla saldırdı. Saldırının ardından faşistler polis gözetiminde okuldan kaçarken, polis saldırıya maruz kalan öğrencilere müdahele ederek, 5 öğrenciyi gözaltına aldı.Yaşanan saldırıyı protesto eden öğrenciler Beyazıt meydanına yürüyerek, ‘Beyazıt Faşizme Mezar Olacak’, ‘Faşizme Karşı Omuz Omuza’ şeklinde sloganlar attılar.

Fransız özel birlikleri Afrika’da..

Mali'de insani risk artıyor, 210 bin çocuk açlık tehdidinde.... Fransa'nın müdahele ettiği Mali'de 400 bin civarında kişi ülke içinde ya da dışına göç etmek zorunda kalırken, 210 bin çocuk aşırı gıdasızlık riskiyle karşı karşıya. Nijer’deki uranyum madenlerini “korumak” için görevlendirildi. Fransa’nın Saldırısının arkaplanı.. “Afrika’dan elde edilecek yani sömürülecek yeni kaynaklara gereksinim var. Altın ve uranyum ki uranyum dediğimiz zaman dikkat ederseniz nükleer enerji gündeme geliyor.” “Çin, İran, Brezilya. Dolayısıyla Malililer Azavat devletini kurabilirlerse bu kurulacak devlet Fransa’nın etkisi dışında olacaktı ve Fransa kuzeydeki zengin yataklardan istifade edemeyecekti. Ülkede uranyum madenleri çok fazla. Dünya’da ya da Afrika’da en çok altın üreten 3. ülke Mali. Onun dışında fosfat kaynakları var.”

Kamerun’dan HK okuru

Perşembe günü Tandoğan Kampüsü öğrencileri tarafından gerçekleştirilecek olan Kızıldere anması afişlerini asan öğrencilere burada da faşistler satırlarla saldırdı.Saldırı sonucu iki öğrenci yaralanırken, saldırı sonrası Merkez Kantin, Fen Fakültesi ve rektörlüğün önünde toplalan devrimci demokrat öğrenciler, Fizik Mühendislik önünde buluştular. Buradan Tandoğan metrosuna, ‘Tandoğan Faşizme Mezar Olacak’, ‘Yaşasın Devrimci Dayanışma’ sloganlarıyla yürüyen öğrenciler, metroya ücretsiz bineceklerini söylemeleri üzerine Ankaray’ın tüm seferleri iptal edildi. Öğrencilerin kararlı tutumu sonrası metroyla Kızılay’a geçen yaklaşık 200 öğrenci, sloganlarla Yüksel Caddesine yürüdü.

Faşistlerin İpleri Serbest Bırakılıyor! Türkiye’deki mevcut gerilimden paylarına düşeni alma niyetinde olan faşistler, polis gözetiminde saldırılarını gerçekleştiriyor.MHP lideri Devlet Bahçeli’nin meclisteki konuşmasında, Newroz kutlamaları sırasında yaşanan olayları kastederek, sabırlarının zorlanmamasını, zorlanılması durumunda Türkiye yakın tarihinden dersler çıkarılması yönündeki uyarısıyla eş zamanlı olarak gerçekleşen saldırılar, tesadüfü bir durum olmadığına kanıttır.Ancak bilinmesi gereken, gerçekleşen her faşist saldırı anti-faşist direnişle karşılanmıştır. Bu ülkenin devrimci demokrat öğrencileri, üniversiteleri faşizme teslim etmeyecektir.

Üniversiteler Faşizme Mezar Olacak! Faşizme Ölüm Halka Hürriyet !

İran ve Türkiye'nin Kürtlere karşı başlattığı topyekün saldırı ve imha savaşına karşı nasıl bir savunma stratejisinin izlenmesi gerektiği konularında Kürtler arası tartışmalar yoğunluk kazanıyor. Bu tartışmalardan bir çoğu basın yayına da yansımış durumda. Arap Baharı adı verilen kitlesel hareketlerin Suriye'ye dayanması üzerine derin bir korkuya kapılan Türkiye soluğu küresel güçlerin yanında aldı. ABD ve AB'ye "Bakın ben NATO üyesiyim. Arap ülkelerindeki isyan bana da sıçrayabilir. Sizin de desteğinizle Kürt mücadelesini terörist olarak tanıtmayı başardım. Bunun için imha ve tasfiye için savaş suçu dahil bir çok uygulamada bulancağım. Siz de sesinizi çıkarmayacaksınız. Buna karşılık Suriye ve İran'a yapılacak herhangi bir müdahalede sizinle birlikte olacağım" diyor. Türkiye Ortadoğu'da gelişen halk hareketlerinden ve bu hareketlerin küresel güçlerden destek bulmasından dolayı büyük korkular yaşıyor. Korkunun büyüklüğü doğruyu algılamasına engel oluşturuyor. Suriye'de gelişen isyanı da kendisi için altın bir fırsat olarak değerlendirmesi de bu korkudan kaynaklanıyor. Türkiye, ABD ve AB'nin de güncel desteğiyle Kürtlere karşı imha konseptini geliştirmiştir. Buna karşılık Kürtler de Türkiye'nin son süreçlerde uygulamaya koyduğu imha ve tasfiye konseptine karşı ulusal savunmayı güncelleştiriyor. PKK kaynakları bunun "Devrimci Halk Savaşı" ile mümkün olacağını söylüyor. Ancak Devrimci Halk Savaşı stratejisinin ne olduğu, ne tür taktik ve eylemsellikler içerdiği konusunda doyurucu açıklamaya rastlanmıyor. Gerilla savaşı kararının alındığı 1982 yılında kaleme alınan "Kürdistan'da Zorun Rolü" isimli kitapta bu konuda bazı belirlemeler var. Savaş ve kitle hareketleri deneyiminin onlarca kat daha fazla geliştiği sonraki süreçlerde analitik-teorik bir kaynak oluşturulamadı. Pratik deneyimler kavramlaştırılarak düşünsel alana aktarılamadı. Kürdistan'da Zorun Rölü isimli kitapta, özü itibarıyla ulusal kurtuluşun silahlı zor ile gerçekleşeceği vurgulanıyor. Kitabın dayandığı temel düşünsel kaynak Mao'nun üç aşamalı "Kır Gerillası" Teorisidir. Ancak bununla beraber kitapta "Siyasal Şiddet"ten de sözediliyor. Siyasal şiddetten kasıt kitle eylemliliğidir. Sözü edilen kitle eylemselliği 1990'lı yıllarda yoğunca yaşandı. Ancak öncülük buna hazırlıksızdı. Hazırlıksız yakalanma stratejik düzeyde planlama yapmasına olanak vermedi. Taktik bir yönelimle kitlelerin ortaya çıkardığı bu enerjinin gerillaya aktırılması biçiminde bir yöntem benimsendi.

O süreçteki hakim düşünceye göre devlet ile karşı karşıya gelen silahsız ve savunmasız kitleleler devletin silahlı gücü olan asker ve polis ile karşı karşıya gelecek ve sonuçta kendisini savunmak için kitle zorunlu olarak bir gerilla gücüne dönüşecekti. O süreçlerde bu beklenti büyük oranda gerçekleşti. Ancak bu sefer de gerillaya yönelen kitlenin bu gücü değerlendirilemedi. Daha da ötesi bu hızlı büyüme zafer sarhoşluğu ve erken iktidar gibi hastalıklara neden oldu. Botan Bahdinan Savaş Hükümeti söylemleri ile Güneyli Güçlerle çatışmalar yaşandı. Brakuji denilen kanlı bir savaştan sonra PKK her alanda gerileme sürecine girdi. Ve bu gerileme 15 Şubat 1999'da Öcalan'ın esir düşmesi ile birlikte yeni bir evreye girdi. Öcalan'ın esir düşmesi ile birlikte başta PKK olmak üzere Kürt ulusal mücadelesi derin sarsıntılar yaşadı. Devlet, Kürtlere karşı kesin bir zafer kazandığını düşünüyordu. Gerilladan teslim olan 8 kişi ile PKK'nin askeri (ARGK), Avrupa'dan giden gurupla da siyasi (ERNK) olarak teslim olduğunu düşünüyordu. Ancak olaylar Türk devletinin düşündüğü biçimde gelişmedi. Legal alanda oluşan kısmi rahatlama Kürtleri yerelde iktidara taşıdı. Gerillada nicel bir büyüme gelişmese de niteliksel bir gelişme yaşandı. Bu nedenle içinde bulunduğumuz koşullarda Kürtlerin "öz savunma" diyebileceğimiz dinamiklere sahip olduğu söylenebilir. Bununla birlikte uluslar

Ancak kendi içinde statükocu konumunu ısrarla sürdürmesi başta ABD ve AB olmak üzere geliştirdiği ilişkilerin sağlam temellere oturmasına engel oluşturuyor. İran ve Suriye karşıtı politikalar geliştirmesi ise Kürtlere uluslarası çelişkilerden yararlanma olanağını yataratıyor. "PKK, İran va Suriye'nin taşaron örgütü" biçimindeki söylemler bir gerçek olmaktan çok, devletin "Kürtler bu çelişkiden yararlanabilir" korku ve kaygısından kaynaklanıyor. Kürtlerin uluslar arası çatışma ve çelişkilerden taktiksel anlamda yararlanmaya çalışması elbetteki olumlu bir durum. Ancak gerici güçlerle birlikte hareket etme gibi bir strateji oluşturmak, beklenmeyen bir çöküntü de yaratabilir. Baskı ve zulüm altındaki halklar ve sınıflar gibi Kürtler de ulusal savunmanın yıkıcı unsurlarına ziyadesiyle sahip bulunmaktadırlar. Eksik olan ise kurucu unsurdur. Belediyeler aracılığı ile kurucu unsur kısmen de olsa yaşam buluyor. Ancak bu pratik, düşünsel ve teorik anlamda savrulma yaşanmasına engel olamıyor. Demokratik Cumhuriyet, Demokratik Özerklik, Demokratik Konfederalizm vb. söylemlerin sosyoloji ve sosyal bilimlerde bir karşılığının olmaması bu karmaşayı daha da büyütüyor, askeri ve siyasal şiddetin meşruiyetini tartışmalı bir duruma sokuyor. İstem ile kullanılan şiddet arasında bağlantı kurulmasını zorlaştırıyor. Ha keza ulusal savunma stratejisinin kurucu unsurdan yoksun olması, dışta uluslar arası destek ve dayanışmanın zayıf kalmasına içte de geleceğe ilişkin umut beslemeye engel bir durum oluşturuyor. Ulusal savunma stratejisinin tartışıldığı bu günlerde, strateji çizecek güçlerin gözardı etmemeleri gereken önemli bir hususu vurgulamakta yarar var: Ulusal stratejiler yıkıcı ve kurucu unsurlar üzerinde inşa edilirler. Stratejinin yıkıcı unsuru statükoyu yıkmaya yönelirken, kurucu unsuru da çağın yeni dinamikleri ile geleceğe ilişkin ortaklıklar kurar.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 16

Bogota’dan Oslo’ya “savaş ve barış”(lI) yapılacak barış görüşmeleri öncesi olumlu bir hava yaratmak adına ateşkes önerisini ilk getiren onlar oldu.

Uzun süredir devam eden iç savaşın nedenleri, kanlı rejimin özellikle son altmış yılda yoğunlaştırdığı sömürü, baskı ve her alanda uyguladığı ayrımcılık politikalarına dayanmaktadır. Büyük toprak sahipliğine bağlı tarım uygulamalarına, yeni sömürge kapitalizmiyle birlikte artan yolsuzluklara, Birleşik Devletler’in himayesinde ve askeri desteğiyle sürdürülen baskı ve teröre, demokrasinin reddine, ezen sınıfın son altmış yıldır yaygınlaştırdığı şiddet kültürüne, son yirmi yıl boyunca uygulanan neoliberal yoksullaştırma ve yağma politikalarına ve sayısı giderek artan Amerikan/ İsrail birlikleri ve askeri üslerinin işbirliğinde halka ve isyancı güçlere karşı sürdürülen düşük ve orta yoğunluklu savaşa karşı gelişen tepkinin ürünüdür.

Ortak Gündem ve Gizli Amaçlar Kumandan Iván Márquez -şahsen tanıdığım, değer verdiğim ve takdir ettiğim bir kişidir- FARC-EP delegasyonu adına konuşurken sorunun özüne inmeye, yani silahlı mücadelenin altında yatan sebeplere; adaletsizliğe ve eşitsizliğe, tarım ve madencilik politikalarına, dışa bağımlılığa ve dış müdahalelere, toplumsal yaşam ve siyasal alandaki ayrımcılığa, her alanı kapsayacak köklü bir değişimin gerekliliğine dikkat çekmeye çalıştı ve bunu her iki tarafın da önceden kabul ettiği gündem başlıklarına uygun bir tonda yaptı. Hükümetin ve Kolombiya’daki iktidar sahibi kesimin temsilcisi -eski başkan yardımcısı- Humberto De la Calle ise Márquez’in sözlerine “Ne ekonomik modelin, ne askeri yöntemlerin, ne de yabancı yatırımların tartışılması söz konusu değil. Masada konuşulacaklar sadece belirlenen gündem maddeleriyle sınırlı. Eğer FARC dile getirdiği fikirlerin çözüme kavuşturulmasını istiyorsa öncelikle silahlı mücadeleye son vermelidir. Mücadelesini silahsız sürdürmelidir” karşılığını verdi. Ancak ortak belirlenen programda sırasıyla tarım sorunu, siyasi katılım, uyuşturucu kaçakçılığı, mağdurların durumu ve en son olarak silahlı mücadelenin görüşülmesi karara bağlandı ve bu başlıkların hiçbirisi FARC-EP’nin tek taraflı silah bırakmasını şart koşmuyor.

Silahların Varlığı ve Kullanılması Sorunu FARC-EP ve ELN devrimcilerinin silahlanmış olması savaşın sebebi değil, sonucudur. Devletin boyun eğdirmek, baskı altında tutmak ve misilleme yapmak amacıyla sistematik olarak uyguladığı sosyal, ekonomik, kültürel, siyasi, askeri ve paramiliter şiddet karşısında bir zorunluluk olmuştur. Silahlanmış olmak silahların mutlaka kullanılacağı anlamına gelmez. Koşullara bağlı olarak ihtiyaç duyulabilir ya da duyulmayabilir, kullanılmaları tercih edilebilir ya da edilmeyebilir. Devam eden bir halk mücadelesi sırasında (özellikle de barış görüşmeleri sırasında haklı taleplerin savunulması için bir garanti faktörü olduğu şu anki durumda) silahsızlanma dayatılamaz. Silahları ilk kullananlar Kolombiyalı devrimciler ve isyancılar değildi ama 18 Ekim 2012’de Oslo’da

Silah Konusunun Farklı Bir Açıdan Ele Alınması Sistem kaynaklı bütünsel bir kriz içerisinde bulunan ve yükselen toplumsal-politik hareketin (silahlı ve silahsız) köşeye sıkıştırmaya başladığı Manuel Santos Hükümeti’nin temsilcisi, Kolombiya’da barışın -daha önceki dönemlerde olmadığı kadar- “adaletin sağlanması” anlamına geldiğini görmek istemiyor. İki taraf arasında varılan anlaşmaların köklü değişiklikler öngörmesi dolayısıyla silahlar sorununa alışılmışın dışında bir bakış açısıyla yaklaşmak gerekiyor. FARC-EP ve ELN kadar, rezil Kolombiya Hükümeti’nin de bu bakış açısına sahip olması şart. Kimse, köklü tarih ve deneyime sahip gerilla hareketinin daha önce M-19 ve Yurtsever Birlik süreçlerinde, ya da Guatemala ve -ciddi sonuçlara

FARC ve ELN ülke genelinde etkiye sahip politik-askeri örgütlerdir. Askeri, politik ve sosyal yapılarının iç içe geçmiş olması hem varlıklarını sürdürmelerinin, hem ulusal değişim programlarının hayata geçirilmesinin, hem de demokratik, yurtsever, devrimci sivil hareketlerin savunulması ve yayılmasının garantisidir. Tek taraflı silah bırakmaları örgütlerin dağılma süreçlerinin başlangıcı anlamına gelir. Aynı zamanda barış görüşmelerinde ellerini zayıflatır. Kolombiya tarihinde bunun birçok örneğini gördük. Amerikan emperyalizminin yaşadığı sıkıntılar ve saldırganlık düzeyi göz önüne alındığında günümüzde bu durum daha da büyük bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Barış “tek taraflı silah bırakmak” değil, adalet, özgürlük, toplumsal refah, silahlı çatışmaların son bulması, halkın katılımında ve de gözetiminde anlaşma şartlarının uygulanmasının garanti altına alınması demekti Falsos positivos: Kolombiyalı askerlerin, sivilleri kaçırarak öldürdükten sonra infazları gerillaya karşı gerçekleştirilmiş başarılı operasyonlar olarak rapor ettikleri katliamlar. 2007 – 2008 yılları arasında, bilinen rakamlara göre 2000’den fazla insan bu şekilde öldürüldü. Skandal ortaya çıkınca ordunun en yetkili ismi General Mario Montoya Dominik Cumhuriyeti’ne büyükelçi olarak atandı. Askeri yetkililer aleyhine açılan soruşturmaların önemli bir kısmı takipsizlikle sonuçlandı. Sivillerin aynı yöntemle öldürülmeye devam ettiği 2010 BM raporlarına yansımıştır.Çeviri: Emre Baltacı-Narciso Iso Conde

[1]

KAVAK KÖYLÜLERİNİN YÜKSELEN ORTAK SESİ; Doğaya, bütün canlılara, gelecek insanca yaşanabilir bir hayata sahip çıkıyor. Karadeniz sahil yolu ile başlayan doğa ve çevre bilinci bölgede çeşitli etkinliklerle gelişip güçlenerek büyümektedir. Murgul bakır işletmesinin, çevre ve insana verdiği zararı çok iyi bilen yöre halkı sahil yolu çalışmalarında gösterdiği tepki sahil yolunu engellemese de sermaye iktidarını tanıma bilincin gelişip güçlenmesine hizmet etmiştir. Sahil yolu yapımında kurulan mıcır (asfalt malzemesi) atölyesinin çevreye verdiği zararı da hep birlikte yaşadık. Arhavi ilçesinin kalkınması, Arhavi emekçilerinin yaşanabilir bir çevre ile düşünülmesi gerekirken, sermaye ve siyasal iktidarın yerli işbirlikçileri vasıtası ile mevcut derelerin tamamını göze alan ‘HES’ çalışmalarının planlanması ve uygulama girişimleri yöre halkı tarafından protesto ile karşılaşmıştır. Ayrıca, Kavak ve birkaç köyün ortasında kurulu bulunan fabrikada, kömür işletme tesisinin açılmasının

Serhat’tan

KÜRTLERİN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKI - 4

Berxan Bedirxan

“İmralı Müzakereleri” adı altında yürütülen süreç Kürt Ulusal Hareketini silahsızlandırma projesi olarak devam ediyor. “Barış” için sürdürülen “İmralı Müzakereleri”nde, masaya sürülen “Anadilde Savunma Hakkı” TBMM’de, AKP hükümeti tarafından sanıkların kendilerini ifade edebilecekleri bir dilde savunma yapma, yani konuşmaları ve bedelini de ödeyerek tercüman aracılığıyla tutanaklara geçirme” biçiminde ifade edilerek en geri reformist, sınırlı bir hak olarak yasallaştırıldı. BDP ve bileşenleri Kürt sorununun çözümünde zorunlu dayanak noktalarından biri olan, kendi dillerini kullanma haklarını, mahkemelerde sınırlı,reformist, izne ve paraya tabi kılınmış ve pratikte Kürtçe konuşmaları tutanaklara Türkçe geçirmek biçiminde belirlenmiş bir yasayı sözde eleştiriyor olmakla birlikte kabul ederek, kullanılabilir bir hak haline mi getirmiş oldular? Yoksa bu yasayı kabul etmekle Kürtlerin Türklerle birlikte tam bir hak eşitliği içinde bir arada yaşayabilmelerinin ön koşullarından biri olan, Kürtçenin özgürce ve Türkçe ile birlikte resmi dil olarak kullanılabilirliğinin önüne kurulan çite destek mi vermiş oldular! Kürtçenin Türkçe karşısında eşit olması, yaşamın her alanında kullanılabilir olması ulusal sorunun çözümünde vazgeçilemez dayanak noktalarından biridir. Ancak Kürt sorununun çözümünde temel koşul değildir. “Azınlık, bir ulusal birliğin yokluğundan değil, onun kendi ana dilini kullanma hakkının yokluğundan hoşnutsuzdur. Azınlık, yaistenmesi 06.02.2013 tarihinde, bölge pay bir birliğin yokluğundan değil, ama yaşadığı yerde ana dilde bir okulun yokluğundan hoşnutsuzdur. Azınlık, bir ulusal birliğin halkının 'Kömür tesisi istemiyoruz', yokluğundan değil, ama vicdan, gezi vb. özgürlünün yokluğun'Yeşil siyah olmasın, hayatımız soldan hoşnutsuzdur. Ona bu özgürlükleri verin, hoşnutsuz olmakmasın' vb. sloganları atatarak, karatan çıkacaktır. Demek ki, (dil, okullar, vb.) bütün biçimleri altında yolunu yarim saat civarında ulaşıma eşitlik, ulusal sorunun çözümünde zorunlu dayanak noktasıdır.” (Stalin-Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu-Sol Yakapatarak tepkilerini ortaya koyyınları) muştur. Bölge halkının konuya olan Demek ki ana dilde okul, anadilin mahkemelerde bir biçimde kulduyarlılığı ve tepkisi sıyası iktidarın lanılabilir olması Türkiye’de yaşayan Ermeniler, Araplar vb. azınlık milliyetler için tam bir eşitlik statüsü içinde birlikte yaşamanın temsilcisi parti ve belediye başkanı temel koşulunun oluşması açısından yeterli olmakla birlikte Kürt başta olmak üzere ilçede temsilciliği için bunlar yeterli değildir. Azınlık milliyetler sorununun bulunan bütün parti temsilcileri eyle- ulusu çözümünde temel şart olan bu taleplerin kabulünün Kürt ulusal me katılmıştır. sorununun çözümünün yerine koyulamayacağı açıktır. Eyleme katılanlar adına konuşan Ya- Birincisi,“kendi kaderini tayin etme hakkı, ulusal sorunun çöşar Duman; Yöre halkı olarak kurula- zümünde zorunlu dayanak noktası” ikincisi, “dil, okul vb. bütün altında ulusal eşitlik, ulusal sorunun çözümünde zoruncak kömür tesisi ile zehirlenmek iste- biçimleri lu dayanak noktası”dır. (Stalin-Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömediklerini belirterek şunları söyledi: mürge Sorunu-Sol Yayınları) Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının kullanılmasını prole"Köyümüzde maden yok. Rusya'dan programının asıl anlamına uygun olarak; “Burjuvaziyi gelecek kömür burada paketlenecek. taryanın mülksüzleştiren sosyalist devrime kadar vardırarak, bu istemlerin Yerleşim ve tarım alanlarına bu kareformist değil devrimci biçimde formüle edilmesi ve eyleme geçidar yakın Kavak köyünün kalbine bu rilmesi”nden yana tavır alabilmek, mücadelenin ufkunu buna göre tesisi kurmak cinayettir. Yıllarca mıcır belirlemektir. Çünkü “sosyalist devrim, yalnızca büyük bir grev, gösterileri, ya da açlıktan doğan kargaşalıklar vb. dolayısıyla tesisinden çıkan tozdan zehirlendik. sokak patlak vermeyebilir. (…) ezilen bir ulusun ayrılma için yaptığı bir Bahçemizden bir lahana bile yiyeme- referandum vb. Vesilesiyle de başlayabilir.” (Lenin-UKKTH-Sol dik. Şimdi de kömür tesisini bu köye Yayınları) Kürtler kendi kaderlerini tayin etme haklarını nasıl kullanmak kurarak açıkça cinayet işleniyor. Bu istesinler, Proletaryanın, bu hakkın hangi sınıfın lehine insanlar zehirlenmek istemiyor. ..mü- isterlerse kullanılıyor olduğuna bakmaksızın ezen ulus devletinin karşısıcadelemiz sonuna kadar sürecek." na dikileceği kesin bir doğrudur. Ancak bu doğru Proletaryanın kendi programının asıl anlamından vazgeçeceği anlamına gelmez. Diye açıklama yapmıştır. “Öteki sorunlarda olduğu gibi ulusların kendi kaderlerini tayin Artvin’den HK taraftarları etme sorununda da, bizim her şeyden önce ilgilendiğimiz nokta, belirli bir ulusun içinde proletaryanın kendi kaderini tayin etmesidir.” (Lenin-UKKTH-Sol Yayınları) Kürtler bu haklarını en gerici sınıfların çıkarlarına denk düşer bir biçimde kullanmak isteyebilirler ve hiç kimse bu hakkın böyle kullanılmasına zorla engel olamaz. Böyle bir baskının karşısında Proletaryanın bu baskıyı uygulayan devletin karşısına dikilmesi de kaçınılmaz enternasyonalist bir görevdir. sosyalistler, “her ulusun kendi kaderlerini tayin hakkını tanıyorlar. Bu hakkı tanırken, biz ulusal bağımsızlık isteklerine (kapitalist koşullarda kalma durumunda bile diğer ulusal taleplere göstereceğimiz desteği, proletarya savaşımının çıkarları koşuluna bağlıyoruz.”(Lenin-Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları-Sol Yayınları) Son olarak; herkim ki ulusların ve dillerin tam eşitliğini savunmuyorsa, kim ki ulusal baskıya, zulme, eşitsizliğe karşı mücadele etmiyorsa sosyalist değildir. Ama kuşku yok ki ezilen ulusun bütün taleplerini şartsız koşulsuz, proletaryanın programının asıl anlamından bağımsız desteklerse de sosyalist değildir. “komünistler, eğer ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, yani ezilen ulusun ayrılma hakkını reddederse, ya da ezilen ulusların burjuvazisinin bütün ulusal istemlerini desteklerse, proletaryanın siyasal çizgisine karşı gelmiş olurlar ve işçileri burjuvazinin siyasetine boyun eğmeye yöneltirler.”(Lenin-UKKTH-Sol Yayınları) Tam bir hak eşitliği sağlamayan hiç bir çözüm, hiçbir düzenleme Kürtlerin ulusal talep ve özlemlerini karşılamış sayılamaz.

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

De la Calle, isteyerek veya istemeyerek iktidardaki emperyalizm yanlısı devlet yetkililerinin diyalog sürecindeki gizli niyetlerini açık ediyor: Gerillaların onlarca yıllık fedakâr çabalarının sonucunda kurulmuş olan halk ordusunu savaşın ve şiddetin kaynağı olarak göstererek FARC-EP’yi köşeye sıkıştırmak ve tek taraflı silah bırakmasını sağlamak. De la Calle, henüz görüşmelerin başında devletin gerçek amacını, yani bir kez daha isyancıların elindeki silahları koşulların sonucu değil de sebebi gibi göstererek FARC-EP’yi silahsızlanma, gerilla birliklerini dağıtma ve “yasallaşma” sürecini kabul etmeye zorlama niyetini ortaya koydu. Bu yolla, savaşın nedeni olan sistemin işleyişinde herhangi bir değişiklik yapmadan (veya ufak tefek reformlarla), statükonun sürdürülebileceğini düşünüyor.

Marulanda’yı Hatırlamak Caguán Barış Görüşmeleri nedeniyle Kolombiya’da bulunduğum sırada yoldaş Manuel Marulanda ile hiç unutamayacağım bir görüşmemiz olmuştu. O görüşmede, kırk yıllık özveri sonucunda kurulmuş halk ordusunun masa başında dağıtılmasını hiçbir FARC liderinin kabul etmeyeceğini, ordunun, devrim için mücadele eden halkın ortak mirası olduğunu, barış ve demokratikleşme süreci de dahil olmak üzere değişim vaad eden her türlü anlaşmanın hem tarafı, hem de garantisi olacağını vurgulamıştı. Eminim ki, isyancı güçlerin şu anki liderleri, efsanevi önderlerinin ortaya koyduğu anlayışın dışında hareket etmeyecek ve kolektif devrimci çabalar sonucunda elde edilen birikimlerin savunulmasının yanı sıra, silahları sağcıların ve egemen bloğun tekeline bırakmayacaklardır. “Silahlar” başlığı kararlaştırılan ortak görüşme programının son maddesini oluşturuyor. Programda bu şekilde yer almasının sebebi, varılacak bir anlaşmanın, önceki başlıkların başarısına bağlı olmasıdır. Sorunun çözümü, tarafları silah bırakmaya zorlamak yerine, ateşkes ilan etmek ve buna bağlı olarak çatışmaları sonlandırmak üzerinden sağlanabilir. İstikrarlı bir barışın yolunun halk ordularını dağıtmaktan değil, demokrasiye geçiş sürecinde bu orduların varlığının devamından geçtiği düşüncesini paylaşıyorum.

Dersımın hemen butun ılcelerınde kar kıs demeden dagıtılıyor gazetemız ve buyuk bır saygınlıkla karsılandı! selam olsun kurak topraklarda özgürlük tohumu saçan yoldaşlarımıza..inanç sabır kararlılık yoldaşlarımzıdan kalan en büyük mirastır bizlere. "elbet bir bildiği var bu çocukların" selam olsun umudun adini tasiyanlara!!! Dersimden HK Taraftarları Çemişgezek’teki köy muhtarları AKP’li belediye başkanını AKP Genel Merkezi’ne şikâyet etmek isteyince evler ve dükkânlar basıldı, savcı-polis eliyle ‘suçlu dilekçelere’ Ankara’ya gitmeden el konuldu. Şüpheli sıfatıyla gözaltına alınan muhtarların çoğu adliyede şikâyetlerini geri çekmek zorunda kalırken, savcılık muhtarlar hakkında iftira suçlamasıyla soruşturma başlattı. Dersimden HK Taraftarları

SAYFA 05

Saydığımız bu koşullar Kolombiya halkı için sefalet, sosyal adaletsizlik, yetkinin kötüye kullanılması, işkence, (devlet tarafından pervasızca beslenen) paramilitarizm, narko-militarizm ve narko-politika, toplu katliamlar (elektrikli testereyle işlenen cinayetler, sahte askeri operasyonlar[1], toplu mezarlar, gizli mezarlıklar), vahşice ve yaygın biçimde gerçekleştirilen yağmalar, zorunlu kitlesel göçler, özgürlüklerin kısıtlanması, devlet tarafından işlenen suçlar ve çürümüş bir siyasi partiler sistemi anlamına geliyor. Silahlı ve silahsız isyan hareketleri, bu acımasız sosyo-politik gerçekliğe, topyekün sürdürülen kirli savaşa; devlet, egemen sınıf, emperyalist güçler ve bunların desteklediği mafyaların ittifakına bir yanıt olarak ortaya çıktı.

yol açmamış olsa da- El Salvador’da yapılan hataları tekrarlayacak kadar saf olduğunu beklemesin –eğer [devlet yetkilileri arasında] böyle bir beklenti varsa bu durum beni gerçekten çok şaşırtır.

Sayfa 5


HALKIN KURTULUŞU

SAYFA 06

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Sayfa 6

KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE’YE YANSIMALARI Alparslan Budak ile Küresel Kriz, Türkiye’ye Yansımaları ve Türkiye Ekonomisi’nin Yakın Geleceği Üzerine Söyleşi (*) Söyleşi: Taylan Doğan 2007 ortalarında ABD’de başlayıp bütün önde gelen kapitalist ülkelere yayılan finansal krizin nedenlerini anlatır mısın? Alparslan Budak: Global finansal kriz, ABD’deki gayrimenkul kredilerinin geri ödenmemesi ile başladı. Gayrimenkul kredileri, özellikle ABD’de yoğun bir şekilde tahvile dönüştürülüp başka yatırımcılara satılır. Örneğin bir banka, 100 kişiye 30 yıl vadeli konut kredisi vermiş olsun. Kredi alanların her ay düzenli olarak bankaya bu kredilerin geri ödemesini yapmaları beklenir. Banka, 30 yıl boyunca bu kredilerin geri dönmesini beklemektense bunları toplu olarak ve üzerine kar koyarak, başka bir şirkete satar. Böylece banka, verdiği kredilerin bedelini toplu olarak bu şirketten alır ve yeniden kredi olarak verir. Verdiği kredileri yeniden toplulaştırır, yeniden başka şirkete satar, karını artırır. Şirket ise bu kredileri satın almak için tahvil çıkarır. Kısacası, o da borçlanır. Bankadan kredi alanlar her ay borçlarını bu şirkete öder. Böylece şirket de tahvili sattığı kişilere borcunu öder. Tahvil alanların bazıları, bu tahvilleri gidip ayrıca sigorta ettirirler. Yani sigorta şirketi, bir sorun olup da bu tahviller ödenmezse, parayı ödeyeceğini garanti eder. Çok ana hatlarıyla zincir bu şekilde işler. Arada bu tahvilleri kullanarak çıkarılan çok değişik başka finansal araçlar da üretilir, bunlar da çeşitli yatırımcılara satılır. Şimdi zincirin başına dönelim. Eğer kredi alanların bazıları borçlarını ödememeye başlarsa, öncelikle bu kredileri satın alan şirketler, sonra o şirketin tahvilini alarak şirkete borç vermiş olan kişiler, sonra bunları sigortalayan şirketler ve tabii ki bu süreçte kredi veren bankaların hepsi zora düşer. Ana hatlarıyla krizin çıkışı ve dinamikleri böyle gelişti. Kriz, “finansal” bir kriz olmaktan çıkıp nasıl bütün dünya ekonomisini etkileyen bir krize dönüştü? Yukarıdaki “ilk” aşamadan sonra, finansal kurumların zora düştüğünü gören insanlar bankalardan ve diğer finansal piyasalardan paralarını çekmeye başladılar. Bankalar da kimin zora düştüğünü tam olarak bilemediklerinden birbirlerine borç vermeyi kestiler. Bu sefer, sağlam olan kurumlar da sorun yaşamaya başladı. Halk parasını bankadan çektikçe, bankalar reel sektörde iş yapan şirketlere ihtiyaçları olan kredileri veremez oldular, hatta daha önce verdikleri kredileri vadesinden önce geri çağırmaya başladılar. Bu defa reel sektör firmaları zora girdi. Piyasada kimse kimseye borcunu ödemez oldu veya istese de ödeyemez hale geldi. İşte bu noktada da, başta ABD olmak üzere çeşitli ülkelerde devletler finans sektörünü kurtarmak için devreye girdi. Bazı bankalara devlet el koydu, bazılarının ödenmeyen batık kredilerini aldı, çoğuna ucuz borç verdi, dolaşımı duran, bulunmaz hale gelen parayı basıp piyasaya sürdüler. Kısacası mevcut sistemin çökmemesi için her tür tedbiri aldılar. Fakat bu süreçte devletlerin de borçları arttı ve devletler de riskli hale geldi. Devletler borçlanamaz, kredi bulamaz oldular. Şu an bu “ikinci” aşamadayız ve bunun düzeltilmesi için önlemler alınıyor. ABD ve Avrupa ülkeleri, krize karşı belirli ortak yönleri olan önlemler geliştirdiler. Kısaca bunlardan bahseder misin? İlk aşamadaki en önemli sorun borç zincirinin durmuş olmasıydı. Bunun için öncelikle para basıldı, bankalara ucuz likidite verildi, bankaların

birbirlerine borç vermesini sağlayacak yöntemler geliştirildi. Bunların nihai amacı da reel sektörün finansman akışını yeniden sağlamaktı. Çünkü halk finans sisteminin zora düştüğünü görünce tüketimlerini kıstı, şirketlerin satışları düştü. Bunun üzerine şirketler, bir de kredi de alamaz hale gelince üretimlerini azalttılar veya durdurdular. Sonuçta hem finans sektöründe hem reel sektörde yüz binlerce kişi işten çıkarıldı. Bu insanların da tüketimleri doğal olarak düştü. Bir kısır döngü başladı. Ancak, ilk aşamadaki sorun olan kredi mekanizmasının yavaş yavaş işlemeye başladığını görüyoruz.

Şu an Avrupa’da kamu borcu dışındaki temel sorun, ekonomilerdeki daralma ve işsizlik. Çünkü bu durum devletlerin vergi gelirlerini azaltıyor. Borçların ödenebilirliği de şüpheli hale geliyor. Ancak ben gelecekle ilgili iyimserim. Yunanistan’ın kendi kaderine bırakılmamış olması, Avrupa’nın her ne olursa olsun çözülmeden devam etme iradesini gösteriyor. Birkaç sene sonra Avrupa genelinde büyümenin yeniden başladığını göreceğiz ve şu an yaşanan bazı sorunlar daha kolay atlatılabilir hale gelecek. Ancak o zaman da başka sorunları konuşuyor olacağız.

Şimdi ikinci aşamadayız. Şirketlerin veya diğer bir ifadeyle, ekonomilerin büyümesinin sağlanması. Eğer halkın güveni yeniden eski seviyelere ulaşırsa, tüketmeye başlarlarsa, üretim artışı ve ardından istihdam artışı gelecektir. Şu an devletlerin yapmaya çalıştığı, bu olumlu döngüyü başlatmak. Ancak, henüz bu süreç tam olarak başlamadı.

2012 yılının ilk ayları itibarıyla baktığımızda dünya finans krizinin geldiği aşama hakkında neler söyleyebiliriz? ABD Merkez Bankası (Federal Reserve) ve Avrupa Merkez Bankası’nın bol miktarda para basarak kritik durumdaki bankaları fonlaması geleceğe dönük bir enflasyon riski barındırıyor mu?

Üçüncü aşamada ise enflasyon sorunu ortaya çıkacaktır. Genel olarak şu an global piyasalarda ciddi bir likidite fazlası var. Halkın geleceğe dönük beklentileri iyileştiğinde ve insanlar tüketmeye başladıklarında, yeterince üretimleri olmadığı için şirketler bu talep karşısında öncelikle fiyatlarını arttıracaklardır. Bu defa enflasyonla mücadele için devletler fazla likiditeyi piyasadan çekmeye, tüketimi sınırlamak için faizleri artırmaya başlayacaklardır. Ancak bu aşama şimdilik uzak görünüyor. Tahminim, 2014-2015 yıllarında bu konuları konuşuyor olacağız.

İki üç sene sonra enflasyon konusunu daha yoğun konuşacağımızı düşünüyorum. Bunun beraberinde, özellikle gelişmiş ekonomilerde faiz artışları gelecektir. Dolayısıyla global sermaye bu dönemde gelişmekte olan ülkelerden çıkıp gelişmiş ülkelere yönelebilir. Bu sermaye akışı ise, gelişmekte olan ekonomilerde dalgalanmalara yol açabilir. Örneğin kurları oynatır. Kurlar değişirse dış ticaret dengeleri değişir, enflasyon değişir, büyüme etkilenir. Kısacası, ekonominin sorunları ve üzerinde konuşulacak konular bitmez.

2011 yılında Avrupa’daki kriz öyle kritik bir noktaya geldi ki başta Yunanistan olmak üzere, İspanya ve Portekiz’in kamu borçları çok yüksek seviyelere ulaştı. Hatta Avrupa Para Birliği’nin daralabileceği ve bazı ülkelerin, Avro Bölgesi dışında kalacağı yorumları yapıldı. Özellikle kamu borçlarıyla ilgili olması bakımından Avrupa’daki krizi, ABD’deki krizden ayırt eden temel özellikler neler? Kriz ABD’den çıkıp diğer ülkelere yayıldı, çünkü küreselleşme, özellikle finans alanındaki küreselleşme inanılmaz boyutlarda. ABD’nin şu an 14 trilyon $ olan toplam borcunun 4.5 trilyon $’ı başka ülkeler tarafından sağlanmış durumda. Bunun 1.1 trilyon $’ı Çin, 900 milyar $’ı Japonya tarafından finanse ediliyor. Yunanistan’ın 205 milyar dolarlık devlet tahvillerinin sadece 72 milyar dolarlık kısmı Yunanistan içindeki yatırımcılarda, 133 milyar dolarlık kısmı ise Yunanistan dışındaki yatırımcılarda, ki en büyük alacaklılar da Fransa ve Almanya. Dolayısıyla, bir ülkenin borcuyla ilgili bir sorun çıktığında bu sorun zincirleme olarak diğer ülkelere de anında yansıyor. ABD’de yaşanan süreç Avrupa’da da benzer aşamalardan geçti. Örneğin, İngiltere’de halk bankalardan parasını çekmek için hücum etti. NorthernRock bu şekilde battı. Devlet bu bankaya el koymak durumunda kaldı. Diğer bankaları da, bazılarına da el koyarak, bazılarına sermaye aktararak, bazılarına likidite vererek kurtarmak zorunda kaldı. Ardından reel sektöre ve devletlere sağlanan finansman kaynakları daraldı. İşsizlik arttı. Örneğin İspanya’da %25lere, Yunanistan’da %20lere ulaştı. Tüketim geriledi. Devletlerin vergi gelirleri düştü. Dolayısıyla devletlerin borçlanma ihtiyaçları arttı. Ancak, borçlanabilecekleri piyasalar borç vermeye yanaşmaz hale geldi. Bunun üzerine bir de Yunanistan’da kamu borcu verilerinin yanlış olduğu, gerçek borcun çok daha yüksek olduğu ortaya çıkınca güven iyice azaldı.

Türkiye krizden özellikle 2008 sonları ile 2009da yılında ağır biçimde etkilendi. Türkiye’nin yoğun dış finansmana bağlı büyüme modeli dikkate alındığında küresel finans krizinden hangi mekanizmalar yoluyla etkilendi ve 2010-11 döneminde nasıl yeniden yüksek bir büyüme içine girebildi? Türkiye krizden üç kanalla etkilendi; psikolojik, dış ticaret ve finansman. Kriz dönemindeki psikolojik etki, global belirsizlikten ve Türkiye’ye olan etkilerin kestirilememesinden kaynaklandı. Ticarette çek-senet ve vadeli alışveriş durma noktasına geldi. İşyerleri üretimlerini kıstı, çoğu şirket işçi çıkardı. 2007 ve 2008deki ekonomik daralma ve işsizlikteki artış rakamlarından bu etki çok rahat görülebiliyor. İkincisi, Avrupa ve ABD’de bir kriz varken bu pazarlara yapılan ihracat etkilendi. O yüzden Türkiye’deki ihracatçılar alternatif pazarlara yöneldi. Örneğin, Afrika ve Ortadoğu’yla yapılan ticarette önemli artışlar görüldü. Ancak halen daha Türkiye’nin dış ticaretinin yarısı Avrupa ülkeleriyle yapılıyor. Avrupa’da kısa vadede önemli bir büyüme beklentisi olmadığından bu kanalda kısa vadede hızlı bir iyileşme mümkün görülmüyor. Üstelik Suriye ve İran’la yapılan veya bu ülkeler üzerinden yapılan, ihracatta da sorunlar görülmeye başlandı. Dolayısıyla dış ticaret etkisi halen daha devam ediyor. Üçüncü etki finansman kanalları üzerinden oldu. Türkiye’deki bankalar genellikle yurtdışından borçlanıp yurtiçinde kredi açarlar. Kriz öncesinde hatırlarsanız 10-12 yıl vadeli gayrimenkul kredisi kampanyaları yapılıyordu. Bankaların bu kadar uzun vadeli kredi verebilmesi için bu kadar uzun vadede finansman sağlayacaklarından emin olmaları gerekiyor. Türkiye’de ise bankaların en önemli fon kaynağı olan mevduatın ortalama vadesi 3 ay. Normal şartlarda 3 aylık dönemlerle borçlanıp 10 yıllık borç vermeyi göze almanız pek mümkün değil. Ancak yurtdışından uzun vadeli kredi sağlarsanız, uzun vadeli kredi vermeye de cesaret edebilirsiniz.

Sayfa 15

SURİYE’DE DEMOKRATİK DEVRİM VE JEO-POLİTİK KÖRDÜĞÜM 1)Demokratik Halk Devrimi Suriye üzerine herhangi bir pozisyon almak, solu tahrip eden ve tamamen jeopolitik anlayış üzerine kurulu olan bakış açılarını reddetmeyi gerektirmekte. Bu bakış açıları emperyal devletçilik düşüncesinden yola çıkarak tarihi de sürekli bir komplo olarak okuyor. Halk kitlelerinin oynadığı rol görmezden geliniyor. Yönetici elitler her zaman kitleleri dışlarken, pesimist madun entelektüeller bu elitleri halk kitlelerini etkileyecek hiçbir tarihi rol oynamamakla itham ediyor. Suriye isyanı küresel düzene entegre olmuş kapitalist elite karşı alt sınıfların başlattığı esaslı bir demokratik hareket olarak ortaya çıktı - Arap dünyasındaki diğer benzerleri gibi. Hareket Tunus ve Mısır’daki reform taleplerinde bulunan hareketlerden mülhem bir şekilde barışçı olarak başladı. Fakat bunun karşılığında yalnızca ateş ve kan gördü. Silahlı savunma mantıklı, gerekli ve meşru bir adım haline geldi. Silahlı çatışmanın sorumlusu, kitlelerin meşru demokratik taleplerini karşılamaya muktedir olmadığını kesin bir şekilde kanıtlayan rejimin kendisi oldu. Bugün gelinen noktada demokratik halk hareketi hala baskın. Sokak, kanlı bastırmalara rağmen hala demokratik haklar mücadelesine her gün daha fazla kesimi çekerek genişliyor. Bu durum hareketin militarizasyon eğilimine rağmen gerçekliğini koruyor. 2) Jeopolitik Hesaplar Hiç kimse Suriye isyanının tüm dünyayı içine alan önemli bir jeopolitik çatışmaya yol açtığını reddedemez. Suriye şu anda dünya politikasının merkezinde. Şam, Tahran’ın ana müttefiki ve İran da ABD tarafından yönetilen küresel sistemi bölgede en çok tehdit eden devlet, bu sistemin tüm çelişkili ve kopleks boyutları, oyuncuları ve temsilcileri, İran eksenini zayıflatmak için Esad rejiminin hakkından gelinmesini istiyor. Muhalafetin bazı parçaları özellikle de göçmenler, bu sistemin ve onun çeşitli uzantılarının gönüllü ajanı olarak hizmette bulunmaktalar- fakat yerel halk hareketinin gücünün ve derinliğinin yanında çok kısıtlı bir başarı elde etmekteler. Bu tip oluşumlara karşı mesafe almak ve bu güçlerle politik olarak savaşmak demokratik halk hareketini güçlendirmek ve sürdürmek açısından kesinlikle gerekli. Sadece bu yolla hareketin potansiyel antiemperyalist karakteri bilinçli ve sarih bir hale dönüştürülebilir. Tüm bunların yanında, hareketin sahada savaşan insanlardan uzaklaşan bir devrimci püritenlikle yapabileceği hiçbir şey yok. Tam aksine, yabancı ajanlarla savaşmak için Esad sosyo kültürel bloğunu çözmek, onun herşeye rağmen nüfuzunu sürdüren yanlış anti- emperyalist kurgusunu yıkmak gerekli. Şu açıkça belirtilmelidir ki demokratik bir devrim ancak kendi ayakları üzerinde durabilir, zaferin ana politik önkoşulu onun ne yabancı (emperyalist) desteğe istek ne de gereksinim duymasıdır. 3) Yabancı Müdahalesi Yabancı müdahalesi sorunu Suriye isyanının kilit sorusu haline geldi – her ne kadar bu çatışmanın karakterine etki edecek bir boyuta gelmemiş olsa da. Çatışmanın temel itici gücü demokratik devrimci hareket oldu ve Irak’taki gibi yabancı emperyalist bir müdahale olmadı. a) ABD, neoconların işgalci kibrine karşı çıkan bazı temsilcilerine kulak vererek, bu defa zayıflığını itiraf etti. Irak’ta uğradığı bozgunun tekrar etmesi önlenmeliydi. Dolayısıyla Washington Avrupayı da tutarak -Sarkozy tipi bir müdalaheyi- engellenmeye çalışıyor çünkü Suriye çatışması (stratejik olarak) Libya’dan çok daha önemli. b) Bir başka zıtlaşma anlamına geleceği için ABD’ nin karşı karşıya kalmak istemediği güçlü Rusya ve Çin direnişi de önemli bir etken oldu. c) Bu seferki halk hareketini kontrol edebilecek güce ve temsilcilere sahip olmamaları da söz konusu. d) Türkiye’nin yükselen bölgesel İslami liderliği de

merkezi bir Arap-İslam ülkesine yapılacak geniş ölçekli bir askeri müdahaleyi önlemekte. YeniOsmanlıcılık projesi hayata geçemeden havaya uçabilir. Türkiye’nin sınırlı müdahalesi, Kuzey Irak’taki Kürt yönetimlerine yol açan müdahalenin tekrarlanmaması adına, ancak anti-Kürt bir etiketle gerçekleşebilir. Tüm tartışmalara karşın, ABD hala direk bir askeri müdahaleyi reddediyor. Rejimin olası düşüşü durumunda bazı sınırlı adımlar atması ve maddi desteklerde bulunması söz konusu olabilir. Tek gözle görülür yabancı desteği, Körfez’den, cihatçı akınıyla birlikte gelen para ve silah olarak duruyor. Bu desteğin büyük bölümü ya Selefilere ya da Müslüman Kardeşler güçlerine gidiyor. 4) İslamist Selefi Tehlikesi Şu kesinlikle gerçektir ki, İslamist Selefi canavarı geniş yankılı bir İslamofobi uyandırarak bütün Arap isyanlarına ve direniş hareketlerine karşı fazlaca şişirildi. Aslında Esad’ın sekülarist rejim kurgusu Bin Ali ve Mübarek’inkine çok yakın ve Avrupa ile de bağlantılıydı. Paranoyak jeopolitikçi solcu düşünceye göre; İslamizm bütünüyle, açık seçik bir kompradora dönüşmüştür, emperyalizmin doğrudan ajanı olmuştur ve bu da onları emperyal düzenin ayrılmaz bir parçası olan seküler kapitalist diktatörlükleri desteklemeye itmiştir. Sadece Suriye’de değil tüm Arap dünyasında ana İslami güç Müslüman Kardeşler. Halk hareketinin ılımlı kanadı olan Müslüman Kardeşler, ABD ve onun düzeni ile işbirliğine hevesli görünen fakat bunu eski rejimden farklı koşullarda yapmak isteyen kesim. Müslüman Kardeşler devrim için sürekli bir tehlike olan Sünni mezhepsel militarizmiyle de çok iyi bir anlaşma içinde. Fakat yine de demokratik bir halk hareketi için ciddi bir politik tehdit olan Selefi cihatçılar, ne basit bir bir grup olarak görülmeli ne de görmezden gelinmeli. Suriye muhalefetinin önde gelen solcu lideri olan Abdül-Aziz Al- Khair durumu makul ve soğukkanlı bir şekilde ifade ediyor: “Silahlı bir muhalefet içinde farklı politik amaçlarınız ve tavırlarınız olabilir. Silahlı muhalefet içindeki güçlerin çoğunluğu, karşıt görüşte olanlar olsa da, politik bir sürecin işlemesinden yana tavır koyacaktır. Kendi ajandalarına sahip bazı Selefilere, bazı İslami ekstremistlere sahibiz. Sivil ve barışçı muhalefetin içinde gerçekten bazı silahlı muhalif gruplarla bağlantılı olanlar var. Fakat tüm bunların yanında sivillere zarar vermemek ve herhangi bir altyapı kurumuma saldırmamak yönünde ortak bir mutabakat var. Silahları kullanmak ancak hayatları ve sivilleri savunmak söz konusu olduğunda yasal. Aslında tehlike sadece bu İslami güçlerin arkalarına aldıkları Körfez desteği ile iktidarı ele geçirmeleri değil ,asıl tehlike bu güçlerin devrimci hareketi enkaza çevirerek onu bir dinsel/mezhepsel sivil savaşa çekmesi.Bu güçler içindeki hiziplerden bazılarını rejimden kopartarak, Esad rejiminin çürümesini hızlandırma gibi önemli bir politik işleve sahip. Irak deneyimini anımsayalım. Güçlü ve silahlı kitlesel halk direnişi en sonunda ABD işgalini bozguna uğratmaya muktedirdi fakat her iki taraftaki dinsel/mezhepsel güçler direnişin tüm gücüne rağmen yenilmesine neden oldu. Sonuç olarak zafer, halen dinsel/mezhepsel ve komünal saflar arasında bölünmüş halde yaşayan bir ülke bırakarak engellendi.” Salama Kaileh (bir başka Suriyeli-Filistinli solcu aktivist) “Şayet demokratik isyan askeri bir hükümet darbesini engellemeyi başaramazsa Esad rejimi sonuna kadar savaşır. Eğer muhalefet ülkenin kontrolünü ele almayı ve yabancı ajandaları takip eden gruplara karşı ülkeyi birleştirmeyi başaramazsa, kaosa ve sivil savaşa neden olur.” Kısacası demokratik devrim dinsel/mezhepsel cephelerin, militarizmin, sivil savaşın ve yabancı müdahalesinin tehditkar helezonuna karşı

savunulmalı. Silahlı mücadele dinci/mezhepci-militarist güçlerin yaptığının aksine, halk mücadelesinin devamı niteliğinde düşünülmeli (onun karşıtı olarak değil). Silahlı mücadele komünal ve dinsel/ mezhepsel azınlıkları da içine alarak halkın geniş çoğunluğunu mücadeleye katılmaya ikna etmeye çalışmalıdır. Dinci/mezhepçi güçler politik olarak izole edilmeli ve bunu takiben militer olarak oyun dışı bırakılmalı. Eğer geniş çoğunluğun demokratik bir devrimi desteklediği doğruysa o zaman bu güçlere ihtiyaç yoktur. Fakat bunları bertaraf etmek için militarist kısayollar uygulamak işe yaramaz. Aksine daha fazla yıkıma neden olur. 5) Hükümet Darbesi Opsiyonu Küresel ve bölgesel oyuncuların olgunlaşmış bir demokratik halk devriminin başarı kazanmasını istemediği bir gerçek. Fakat İslamist Selefi zaferini de istemiyorlar. Ordu tarafından direkt bir rejim değişikliğine olanak vermemeleri kendi himayeleri altında gerçekleşecek bir hükümet darbesinin arayışında oldukları anlamına geliyor. Eski devlet aygıtını tamamen iflas ettirmek şeklinde gerçekleştirilen Irak hatasını, ülkedeki kaosun önüne geçmek adına tekrarlamamak gerekiyor. Neoconlardan farklı olarak halihazırdaki ABD yönetimi kontrol ve hegemonyasını daha fazla kaybetmesine neden olacağı düşüncesiyle kaostan korkuyor. Fakat emperyalizm için, -halk devrimi olanca şiddetiyle sürerken- boynu vurulan bir devlet aygıtının, Müslüman kardeşlerin ve bazı liberallerin yerini alıp pro-emperyalist bir rejimi inşa edecek bir demokratik devrimin meyvelerini toplamak mümkün olacak mı? Cevap kesinlikle hayır. Diğer yandan, demokratik hareket, toplumda işlevsel bir açı oluşturan eski elitleri tasfiye edecek politik olgunlukta değil. Eğer hükümet darbesi bir alternatifse bu devrimi sonlandıracak bir tehlike ve işleve işaret ediyor. Devrim politik olarak ilk aşamalarında,dinci/mezhepçi bir sivil savaşa sürüklenmemek için savaşıyor. Suriye’deki kitle hareketinin en önemli manivelası ne Rusya’nın rejimin korunması adına Esad’a yaptığı baskı, ne de hareketin Esad’a karşı gerçekleştireceği bir darbedir. Fakat yine de bu opsiyon hareketin ilgi alanına girebilir. Bu orduyla birlikte işbirliği yapmayı gerektiriyor. Her şeyden önce ordu temelinde gerçekten güçlü demokratik eğilimleri olan kişiler var. Taraf değiştiren kitleler de bunu kanıtlar nitelikte. Militarist bir cunta halk hareketine karşı ayakta kalamaz. Demokratik bir geçişi sağlayacak esaslı imtiyazlara ihtiyaç duyar – fakat bu demokratik bir devrimin yarım kalabilecek zaferi olur. Kitlesel halk hareketi kendini Mısır’daki gibi daha özgürce ifade edebilir ki en büyük önem buna verilmelidir. Yoksa militarist kızışmalar birbirini izleyebilir. Selefi güçler izole edilerek silahlı halk savunmasının dalgalarında yolculuk edemeyecek hale gelebilir. Yabancı müdahalesi ve din/mezhep temelli sivil savaş tehlikesi savuşturulabilir. Söz edildiği gibi bir geçici cunta ağzıyla kuş tutsa bile bir tür dengeli dış politika yürütmeye çalışacaktır (tam anlamıyla anti-emperyalist olmayan), demokratik hareketin güçlü varlığı ve kabulüne rağmen, Arap devrimlerini küresel düzenin yararına işlev görür hale getirecektir. 6) Şeytan’ın Yardımı Hiçbir devrim kendisine karşı birleşmiş bir dünya karşısında kazanamaz. Hiçbir şarta bağlanmamış olsa da, ya da şartların sonunda şiddete varması söz konusuysa da, yardım almaya ihtiyacı vardır. Bu kesinlikle hareket içindeki güçlerin birbiriyle ilişkisi sorunsalını ortaya koyuyor. Demokratik devrimin ana tehlikesi olan ve ağır şartlarla birlikte gelen Körfez bağlantısı ile ciddi şekilde savaşılmalı ve bu bağlantı kesilmeli. Çeviri:Özlem Koldemir -Wilhelm Langthaler


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 14

TUNUS’TA HALKIN MÜCADELESİ SÜRÜYOR UGTT potansiyel olarak ülkedeki herhangi bir siyasal partiden daha güçlü ve yeni liderlik bir ölçüde bunu fark ediyor. UGTT liderleri devrimci olmadıkları ve Marksist gelenekten gelmelerine rağmen gündelik etkinlikler ve sosyalist toplumsal dönüşüm propagandasıyla bir ilişkileri olmadığı halde, yine de eski sendika liderliğinden çok daha fazla soldalar ve yine eski liderlikten farklı olarak Bin Ali’nin dikta rejimleriyle doğrudan ilişkileri yok. Araslarından bazıları militan bir geçmişten geliyor; kapitalizmin krizinin işçi sınıfına saldırıları artıracağını biliyorlar ve aşağı toplumsal katmanlardan işçilerin ruh haliyle daha fazla uyum içindeler. O nedenle “sınıf mücadelesinin dili”yle konuşmaya daha fazla zorlanıyor ve yeni hükümetle ilişkide daha radikal bir duruşu benimsiyorlar.

Tunus’ta bugün var olan durumu tanımlar mısınız? Devrim bir süreçtir, tek bir eylem değil. Bu süreç hala devam ediyor ve özellikle yılbaşından sonra ülkede meydana gelen yeni protesto dalgasında bu fark edilebilir. Ülke genelinde her gün otoritelere karşı yeni protestolar, sosyal koşulları iyileştirmek amaçlı yeni grevler ve insanların sorunlarını ifade ettikleri oturma eylemleri meydana geliyor.

Arapça’da ‘devrim’ geçmişten bütünüyle ve temelli bir kopuş demektir; fakat bu gerçekleşmedi. Tüm bu protestolar gösteriyor ki halk hala mücadele etmek zorunda ve çoğunluk için koşullar esasen değişmiş değil.

Geçtiğimiz 14 Ocak’tan beri ülkede, an az altısı bu yılın ilk haftası içinde gerçekleşen 107 intihar vakası oldu. İntihar edenlerin çoğu işsiz, umutsuz ve bir iş bulmak için her şeyi yapmaya hazır insanlar. Eski sistemden esaslı bir kopuş olmadı ve bu nedenle halk mücadelesinin süreceği tam olarak öngörülebilir. Dolayısıyla açıktır ki devrim yani halkın gerçek bir değişim arayışı ve bu değişimi dayatmak için sahneye çıkışı- hala diridir.

Sol’da bugün birçok örgütlenme var. Ancak bugün Tunus’ta turnusol testi işçi mücadelesini ilerletecek bir sosyalist programın hayata geçmesidir .

Petrol iş kolunu grevler vuruyor. İşçiler ve yoksullar demiryollarını ve yolları bloke etti. Her gün dört yol blokajının meydana geldiğini bildiren haberler yayınlandı. Çalışma koşullarının düzeltilmesi ve daha fazla iş talepleriyle oturma eylemleri ve bazı durumlarda açlık grevleri yapıldı.

Ülke Yunan tarzı sürüncemeli bir mücadele dönemine girebilir çünkü hareketi kapitalist sisteme meydan okuma noktasına taşıyacak sosyalist programı olan bir parti yok.

Bu grevler sadece sosyal ve ekonomik taleplere dayalı değil; rüşvetçi memurların ve eski rejimle ilişkili idarecilerin görevden alınmasını talep eden, hükümetin onların sorunlarıyla yüzleşme iktidarsızlığını hedef alan siyasal bir karaktere de sahipler.

Kapitalizm içinde toplumsal sorunlara kalıcı bir çözüm olamaz. Sosyalizmden söz etmeden önce “demokratik bir kapitalizm” aşamasından geçilmesi gerektiğini ileri süren soldaki güçler işçi sınıfını yanıltıyor. Çünkü kapitalizm gerçek bir demokrasiyi kurmakla değil, sadece işçilerin sömürülmesiyle alakalı bir sistemdir.

Asıl sorun UGTT’yi işçi sınıfının örgütlenmesi için mücadele eden demokratik bir organa dönüştürmektir ve bu da onun öfkeli muazzambir işsizler ordusuyla bağ kurması ve kapitalizmin iktidarına meydan okuyabilen olumlu bir programı benimsemesi demektir.

Çıkmaz sokaktan çıkmanın tek yolu sosyalizmi gerçekleştirmektir. Somut olarak sosyalist bir program; işi paylaşımına ve kamusal altyapıya büyük ölçekli yatırımlara dayalı kapsamlı bir istihdam programı, herkes için yeterli bir refah düzeyi ve sanayide, bankalarda işçi kontrolü ile ilgili sorunlara yönelmelidir. Fakat ne yazık ki sol bu meselelerle ilgili açık bir program ortaya koymuyor.

Elbette ütopyacı değiliz. Sosyalist devrimin gerçekleştirmeye uygun bir manivela olabilecek kitlesel bir işçi sınıfı partisi olmaksızın her tür ihtimal ortaya çıkabilir. O nedenle böylesi bir partinin inşası devrimcilerin en önemli görevidir. Emperyalist güçler Tunus’u kapitalist kontrollü demokratik bir geçiş ‘model’i olarak vitrine çıkarmak istiyor. Eğer işçi hareketi ekonominin kontrolünü alma yönünde ilerlerse emperyalizm panikleyecektir.

Tunus’ta işçiler grev eylemiyle devrimde belirleyici bir rol oynadı. Şu günlerde işçi sınıfı içinde neler oluyor?

Tüm bölgeyi etkileyecek sonuçlar vereceğinden, bu, onların her ne pahasına olursa olsun kaçınmak istediği bir şey. Bu nedenle medyada grevdeki işçilere karşı saldırgan bir ideolojik kampanya var.

Aralık ayında yeni bir UGTT [Tunus İşçi Sendikaları Konfederasyonu] bürosu açıldı. Bu önemli bir gelişme çünkü bu yeni liderlik hükümetle şu anda tam bir ”soğuk savaş” hali içinde bulunuyor. Yeni büronun 13 üyesinden 9u Marksist gelenekten geldiklerini ifade etmekte.

(socialistworld.net‘te yayınlanan 31.01.2012 tarihli söyleşiden kısaltılarak çevrilmiştir.) Çeviri: Kutlu Tunca-(İki Tunuslu sosyalistle söyleşi)

Kısacası, yurtdışından sağlanan borçlanma Türkiye’deki bankalar için önemli bir kaynak. Ancak kriz esnasında ABD ve Avrupa’daki bankalar birbirlerine bile borç vermekten çekinirken Türkiye’deki bankalara kredi açmak istemiyorlardı. Dolayısıyla o kanalda bir daralma oldu. Ancak 2008 ve sonrasında Türkiye’deki bankaların riskinin başlarda algılandığı gibi olmadığı görüldükçe bu kanallar açılmaya başladı. Şu an Türkiye’deki bankaların bir borçlanma sorunu yok. Fakat genel olarak Avrupa’da piyasaya verilen likiditenin tam olarak krediye dönüşmediğini görüyoruz. Bu da, oradaki büyümeyi kısıtlayan bir etken. Burada global krizin Türkiye’deki bankalar üzerindeki etkisinin Avrupa bankalarından farklı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Avrupa’daki bankalar birkaç yönden sıkıntıya düştüler. Birincisi, ellerinde riskli tahviller veya çeşitli finansal araçlar vardı. Yani sahip oldukları bu varlıkların değeri düştü. İkincisi, halk bankalardan paralarını çekmek istedi. Bankalar bunu karşılamak için varlıklarını sattılar. Dolayısıyla ellerindeki diğer varlıkların da değeri düştü ve borçlarını (mevduatı) beklediklerinden daha erken ödemek zorunda kaldılar. Üçüncüsü, diğer kanallardan borçlanma imkanı kalmadı. Örneğin başka bir bankadan borç alıp halka olan borçlar ödenebilirdi. Ama diğer bankalar da birbirlerine borç vermek istemiyordu. Ayrıca, ABD ve Avrupa’daki hükümetler de krizin büyüklüğünü ilk başta tam olarak algılayamadıkları için müdahale etmekte geç kaldılar. Türkiye’deki bankalarda ise bu riskli ürünler yoktu. Dolayısıyla varlıklarının kalitesi daha yüksekti. Bankaların sahip oldukları varlıkların hızla erimesi gibi bir durum Türkiye’de yaşanmadı. Bu yüzden de krizi nispeten az hasarla atlattık ve ardından toparlanma daha çabuk geldi. Bizdeki 2001 krizinin ardından yapılan düzenlemelerin rolünü de unutmamak gerekiyor. 2007de Türkiye bir krize girmediyse, bu, 2001 krizinin ardından yapılanların sayesindedir. Halihazırda küresel kriz Türkiye ekonomisi açısından hangi risk potansiyellerini barındırıyor? Bazı yorumcular, ABD Merkez Bankası ve Avrupa Merkez Bankası bol miktarda likidite yarattığı ve Türkiye’de de faiz oranları nispeten yüksek olduğu için, küresel krizde olağanüstü bir kötüleşme olmadığı takdirde Türkiye’nin her zaman dış finansman bulacağını öngörüyor. Birincisi, bu değerlendirmeye katılıyor musun? İkincisi, eğer katılıyorsan, dış finansman bulsa bile Türkiye’nin izlediği büyüme modelinin ne denli sürdürülebilir olduğunu düşünüyorsun? Yukarıdaki değerlendirmeye katılıyorum. Türkiye’deki bankalar krizde dayanıklılığını ispatladı. Dolayısıyla yurtdışından finansman bulmakta zorlanacaklarını düşünmüyorum. Ancak, birkaç sene sonra ABD ve Avrupa’da beklediğimiz faiz artırımları gelirse, finansman maliyetleri artacaktır. Belki daha da önemlisi, gelişmiş ülkelere bir miktar sermaye geri dönüşü olacaktır. Türkiye’deki büyüme modelinin sürdürülebilirliği konusunda kısa ve orta vadede iyimserim. Ancak riskleri de hatırlatmak gerekiyor. Bence öncelikli sorun işsizlik ve nitelikli işgücü eksikliği. Bir yandan yüksek bir işsizlik var ki bu tüketimi ve büyümeyi olumsuz etkiliyor; öte yandan işletmelerin ihtiyacı olan nitelikli işgücü bulamadıklarına ilişkin yorumlar okuyoruz. Eğitim öncelikli sorunumuz. Çünkü

daha donanımlı nesiller yetiştirmeyi başarabilirsek hem iş verimliliğini artırabiliriz, hem de bu insanların kendi işlerini kurup yaratıcı girişimcilere dönüşmesi sağlanabilir. Dönüşümden şunu kast ediyorum. Türkiye, 1980lere kadar ağırlıklı olarak bir tarım toplumuydu. 1980lerden sonra tekstil, plastik, çimento gibi düşük teknolojili sanayi üretimine geçmeyi başardı. 2000lerden itibaren ise beyaz eşya, otomotiv gibi orta teknolojili ürünlerin ülkemizde üretildiğini görmeye başladık. Şimdi ise bilgisayar, cep telefonu gibi ileri teknoloji alanlarına geçmemiz gerekiyor. Bu dönüşüm de “icat” yapacak, teknolojik ürünleri geliştirecek eğitimli nesillerle sağlanabilir. Örneğin bugün iPhone, 6 farklı ülkede üretilen parçaların ve yazılımların Çin’de ve Tayvan’da birleştirilmesiyle yapılıyor. 500 $’lık bir iPhone’un üretim maliyeti yaklaşık 200 $’a geliyor. 300 $ ise üretim yapmayan, ancak tasarımı ve markayı geliştiren ABD’li Apple firmasına kalıyor. Yüksek teknolojili ürünler böyle bir katma değer sağlıyor. Üstelik ülkedeki teknolojik bilgi birikimine katkısı ve yaratıcılığı teşvik etmesi gibi maddi olmayan katkıları da var. Dolayısıyla, mevcut büyüme modelimizin sürdürülebilirliği tartışılabilir. Bir noktada dışsal gelişmelerle büyümemizin tıkanacağı ya da dalgalanacağı düşünülebilir. Ancak yüksek teknolojiye geçiş yönünde bir hamle başarılabilirse, o zaman büyümenin sürdürülebilirliğigibi bir sorunumuz kalmaz Türkiye’de ekonomi çok daralmadığı müddetçe ABD’de yaşanana benzer şekilde hane halklarının harcanabilir gelirleri/borçlanma düzeyleri/tasarruf oranlarından kaynaklı bir kriz riski görüyor musun? Senin de bildiğin gibi Türkiye’de hanehalklarının tasarruf oranı giderek düşüyor. Örneğin TÜİK 2010 Hanehalkı Bütçe Anketi’ne göre hanehalklarının ortalama tasarruf oranı yüzde 7,3e inmiş durumda. Yine Kasım 2011 tarihli TCMB Finansal İstikrar Raporu’na göre, Eylül 2011 itibariyle hanehalkları kazandıkları 100 TL gelire karşılık, ortalama 44,5 TL borçlu durumdalar. Türkiye’nin 2012de ılımlı bir büyüme göstereceği ve tüketici kredilerinde bir daralma olsa bile bunun çok dramatik boyutlarda olmayacağı tahminleri göz önüne alındığında, hanehalklarının gelirlerine göre tüketimlerinin giderek arttığı bir durumda borçlanma-kredi kullanma temelli bir büyüme hangi finansal riskleri barındırıyor. Hangi açıdan bakarsanız bakın, Türkiye’de tasarruf oranlarının düştüğü ve borçluluğun arttığı görülür. Hem halkımız kendi gelirlerinin daha az bir kısmını biriktiriyor hem de borçlanarak tüketime yöneliyor. Ancak, gelişmiş ülkelere bakarsak, bizdeki borçluluğun çok yüksek seviyelerde olmadığı görülür. Örneğin Avrupa Birliği’nde hanehalkı borcunun gayrisafi yurtiçi hasılaya (GSYH) oranı %65lerde, ABD’de %80 seviyelerindedir. Türkiye’de ise, henüz daha %17lerde. Ancak şunu da söylemek gerekir ki 2006da, krizden önce, bu oran %10lardaydı. Kısacası hızlı bir hanehalkı borçlanması var, ancak bu borçlanma henüz daha kritik seviyelere gelmemiş durumda. Şunu da göz ardı etmemek gerekiyor; halkımız fakir. Her ne kadar Türkiye hızlı bir büyüme yaşamış olsa da &ki büyüme demek zenginleşme demektir& halkımızın çok büyük bir kısmı ancak ihtiyaçlarını giderebilecek kadar gelire sahip. Tasarrufla ilgili hangi araştırmaya bakarsanız bakın, ezici bir çoğun-

luk “para biriktiremiyorum” diyor. Çünkü ancak ihtiyacını karşılayabiliyor. Fakat bir yandan ihtiyaçlar da çeşitleniyor. Önceden cep telefonu lüks iken artık bir ihtiyaç olarak görülüyor. Ona da para harcanıyor. Ya da otomobil ve ev kredilerinin faizleri düşünce, borçlanıp bu tür harcama ve yatırımlara da giriyorlar. Dolayısıyla tasarruf oranları düşüyor, borçluluk artıyor. Ancak, bu durumun henüz kriz yaratacak boyuttan uzak olduğunu düşünüyorum. En son Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın da belirttiği gibi hükümet, yurt içi tasarruf oranlarını arttırmak için bazı önlemler almaya çalışıyor. Örneğin yastık altı paranın finans sistemine girmesi, bireysel emeklilik fonlarının gelişme göstermesi gibi. Bu önlemlerin ne ölçüde tasarruf açığını kapatabileceğini düşünüyorsun? Hükümetin planladığı önlemlerin detayını henüz bilmiyoruz. Şu ana kadar bir niyet beyanı var, bu da bir takım önlemlerin alınacağına işarettir. Tasarrufu özendiren bir yaklaşımın yararlı olacağını düşünüyorum. Ancak halkın biriktirme, tüketim, kayıt dışı birikimlerini kayıt içine alma gibi davranışlarını değiştirmek çok kolay değildir. Alınacak olan önlemler başarılı olursa, örneğin yastık altındaki altın, döviz ve benzeri varlıklar sisteme katılırsa, bunun mutlaka bir yararı olacaktır. Çünkü ancak finans sistemine giren tasarrufun faydası vardır. Türkiye’deki herkes parasını evinde saklasa bunun büyümeye, yatırımların finansmanına hiçbir katkısı olmaz. Bu varlıklar finans sistemine gelirse, oradan yatırımlara ve işletmelere kredi olarak döner. Belki yurtdışından bir miktar daha az borçlanırız, ama her halukarda bu önlemlerin tasarruf açığını tam olarak kapatmaya yeteceğini zannetmiyorum. Yukarıdaki soruyla bağlantılı olarak, yine aynı toplantıda Ali Babacan Türkiye’nin ihracatta rekabet gücünü koruması ve cari açık riskinden korunması için işgücü piyasasının da esnekleştirilmesi gerektiğinden bahsetti. Şunu sormak istiyorum: Eğer çalışan kesimlerin reel ücretleri rekabet gücünü kaybetmemek adına arttırılmazsa, Türkiye’de hanehalkı tasarruf oranları nasıl yükseltilebilir? Türkiye’de işgücü piyasasının yeterince esnek olduğunu düşünüyorum. İşçi çıkarma veya işçi çıkarma maliyetleri konusunda sorun yaşayan bir şirket olduğunu zannetmiyorum. Bu sorun aslında genel olarak gelişmekte olan ülkelerin sorunu, çünkü bu ülkelerde genelde katma değeri düşük ürünler üretiliyor. Örneğin 1 liraya ürettiğiniz tişörtü 1,5 liraya satmaya çalışırsınız. Ama başka biri gelip 1,3 liraya satmaya başlarsa, pazarınızı kaybedersiniz. Fiyata dayalı rekabetin sonucu budur. Böyle olunca işçilik maliyetleri, enerji maliyetleri gibi her tür maliyet kalemlerindeki ufak oynamalar rekabet gücünü etkiler. Sonuçta da “maliyetleri nasıl azaltırım?” diye düşünmeye başlarsınız. Halbuki ülke olarak katma değeri yüksek ürünlere geçişi, ya da markalaşmayı başarabilirsek o zaman “gelirimi nasıl artırabilirim?” sorusu düşünülmeye başlar. Örneğin, global bir marka yaratırsanız ürettiğiniz aynı tişörtü 50 liraya satarsınız. Bu durumda işçilik maliyetleri, işgücü esnekliği artık sizin için önemli bir sorun olmaktan çıkar. Teknolojik ürünlerde de yukarıdaki iPhone örneğini hatırlatmak isterim. Böyle bir dönüşüm, hem işçilerin hem de işletmelerin gelirinin artmasını, zenginleşmesini beraberinde getirir. Doğal olarak da bu durum tasarrufa yansır.

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Toplumda devrimci bir ayaklanmaya neden olan nesnel koşullar varlığını sürdürüyor. Birçok bakımdan çoğunluk için gündelik hayat aslında daha da kötüleşti. İşsizlik patladı oysa bu mesele aslında halkın taleplerinin merkezinde yer alıyordu.

Sol tarihsel olarak birçok işçi sınıfı mücadelesi ile kadın hakları ve kamu sağlık sistemi gibi gibi sosyal hakların elde edilmesinde merkezi bir rol oynadı.

KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE’YE YANSIMALARI

SAYFA 07

Devrimin yıldönümü, bir yıl öncesinden bu yana bazı bölgelerde neredeyse isyan niteliğini kazanan en büyük eylem dalgasına ivme sağladı. 13-18 Ocak tarihleri arasında yoksulluğu ve bölgenin ötekileştirilmesini protesto etmek için Güney’de, Siliana bölgesinde bölgesel bir genel grev meydana geldi ve 5 gün sürdü. Gafsa etrafındaki maden bölgeleri sürekli grev, protesto eylemleri ve fiilen halkın yönetimindeki semtleriyle her an patlamaya hazır.

Sol güçlerin Tunus’ta oynadığı rol nedir?

Halihazırda Tunus’un hemen her yerinde işçi sınıfının ana kesimlerini kapsayan işçi mücadeleleri patlıyor, örneğin gaz sanayinde Gabès Limanı’nı blokaj eylemi meydana geldi.

Sayfa 7


HALKIN KURTULUŞU

SAYFA 08

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Sayfa 8

MARKSİZM VE ŞİDDET-TERÖR SORUNU - 3

Ekonomi-dışı Zor Kavramı Kapitalizm-öncesi üretim biçimlerinde sömürünün ekonomik düzeyin içinde gerçekleşmediği belirtilir. Artığın alınması için dışarıdan zor unsuruna ihtiyaç vardır. Bu yüzden bu toplumlar, politikanın yani dolaysız zorun başat olduğu toplumlar olarak görülür. Açıklama şudur: Ekonomi temeldir, politika başattır.Kapitalizmde ise, sömürü ekonominin içinde gerçekleşir. Ekonomi hem temeldir, hem başat. Politik düzey ve onun aygıtları, toplumsal formasyonun iyice dışına doğru çekilmiş, itilmiştir. Bir basit fiske yetecektir, ya da asıl olarak, ekonomi-içi (barışçı ekonomik) ilişkilerin doğal ve zorunlu sonucu olarak ekonomi-içi düzenek değişecek, kapitalist üretim tarzı, iç ekonomik çelişkileri sonucu çökecek ve onun birtakım dışsal ve iğreti aygıtları da tarih sahnesindeki titrek yerlerini terkedip gidecektir. Politikaya, öznel müdahaleye, bu arada şiddete de, gerek yoktur.Bu anlatımın çok basitleştirilmiş ve şematik olduğu doğru; fakat, kapitalizm ile kapitalizm-öncesi toplumları ayırmak için reformcu politik yaklaşımın bundan farklı olduğu sanılmamalıdır. Kapitalizmin bir üretim tarzı olarak da, toplumsal formasyon olarak da politik aygıtlara iğreti bir yer verdiği önermesinin temelsizliğini anlatmaya gerek bile yok. Gereken, üreticinin, sömürülmesi üretim sırasında gerçekleştiği için, sömürüldüğünü farketmemesi ve toplumsal formasyona tepki duymasının zorluğunun teorisi olan ideolojik hegemonyanın asıl kurucu öğe olduğu savlarının politik eleştirisinin yapılmasıdır.Pre-kapitalist toplumlarda ekonomi-dışı zor görüşü, aslında kapitalizm öncesi üretim tarzlarının olmadığı anlamına gelir. Sömürü ekonomik düzeyde gerçekleşemiyorsa, artığa el konulması işleminin, bir sabah ansızın vadiyi istila eden barbarların üretime el koyması arasında bir fark olmaması gerekir. Bu, ekonomik olarak açıklanabilirliği ve diğer her şey bir yana, tarihsel materyalizm bakımından açıklanmaya muhtaçtır. Engels’te Şiddet-Ekonomi Karşıtlığı Engels’in Anti-Dühring’indeki “Şiddet” üzerine bölümler, Dühring’in tarihte şiddetin belirleyiciliği tezine karşı ekonominin rolünü savunurken, tarihte ilerlemenin şiddet-karşıtı, hatta barışçı bir tarzda olduğunu savunma noktasına geliyor. Ekonomi ile şiddeti karşı karşıya getiren Engels, ekonomi ile barışçılığı eşleştiriyor ve şiddeti bu ikisinin karşısına yerleştiriyor. Tarihi, güçlerin çatışma ilişkileri olarak anlamak da mümkündür, uzlaşma ilişkileri olarak da… Aslında her iki önerme de aynı şeyi söylemiş

oluyor. Her ikisinde de güçlerin birinin diğerini boyunduruk altına alması ve barışı böylece sağlaması kesindir. Boyunduruk, yenilenin ‘gönüllü’ başeğmesi ya da ‘zorla’ başeğdirilmesi sonucu olmuş; bu ikincil önemdedir. Engels, Dühring’in görüşlerinin yanlışlığını tanıtlamak için, “Kuzey Amerika’da, ülkenin çok büyük bir bölümü ekime özgür köylülerin çalışması ile açıldı, oysa Güneyin büyük toprak sahipleri, köleleri ve dizginsiz sömürüleri ile birlikte, toprağın gücünü, artık çamdan başka bir şey vermeyene değin tükettiler, öyleki pamuk ekimi, gitgide Batıya göç etme zorunda kaldı” diyerek, şiddetin ilerletici ve ekonomik olmadığını, barışçı tarzın ekonomik-olanla uzlaştığını ve ilerletici olduğunu ileri sürüyor. O, başka örneklere ve açıklama yollarına da başvuruyor: “Keltlerde, Germenlerde ve Pencap’ta olduğu gibi, toprağın ortaklaşa mülkiyeti temeli üzerinde ilkel bir soyluluğun oluşması bile, ilkin hiçbir zaman zor üzerine değil ama özgür onay ve alışkanlığa dayanır. (…) Özel mülkiyetin kuruluşu ekonomik nedenlere dayanır. Zor, bu işte hiçbir rol oynamaz.” “… Bütün süreç hırsızlığa, zora, devlete ya da herhangi bir siyasal karışmaya bir tek kez bile başvurmaya gereksinme kalmaksızın, salt ekonomik nedenlerle açıklanır. ‘Zor üzerine kurulu mülkiyet’, kendini burada da işlerin gerçek akışını anlama yetersizliğini gizlemeye yönelik palavracılıktan başka bir şey olarak göstermez.” “… burjuvazi, (…) proletaryanın yaratılmasını, en küçük bir zor numarası olmaksızın, salt ekonomik bir biçimde gerçekleştirmiştir.”Engels’in Dühring’le tartışmasını, üretim tarzı düzeyinde ele almak gerekiyor. Üretim tarzı düzeyinde ne şiddet vardır, ne de barış. Üretim tarzı, neredeyse teknik varlıklar olarak burjuvaziyi de yaratır, proletaryayı da. Üretim tarzı düzeyinde insan topluluklarının kanı, acısı, coşkusu, barışı ya da savaşı gibi nesneler yoktur. Şiddet ya da barış, toplumsal formasyon düzeyinde var olabilir. Sınıfların ve devlet gibi kurumların yer aldığı bu düzeyde, ekonomik-olan ile şiddetsel-olan değil, olsa olsa şiddet yolu ile barışçı yol karşı karşıya gelir. Özel mülkiyetin kuruluşunu üretim tarzı düzeyinde Engels’in anlattığı şekilde tamamen ekonomik terimlerle açıklamak mümkündür; gerçekte başka türlü de açıklanmaz. Ancak, özel mülkiyet, toplumsal formasyon düzeyinde, şiddetin varlığı olmadan bir gelişim seyri içinde açıklanması mümkün olamayacak bir kategori olsa gerektir. Bu düzlemde, bütün süreci, hırsızlığa, zora, devlete, ya da başka politik müdahalelere başvurmadan açıklamak herhalde mümkün olmayacaktır. Şiddet öğesinin ekono-

mik-olan karşısına yerleştirilmesiyle, ekonomik-olan, bir yandan gerçekte olduğundan daha da sınırlı bir alana (şiddetin olmadığı ve gönüllülüğün olduğu alana) çekilirken, diğer yandan temeldeki yerinden alınıyor ve deyim yerindeyse ikincil faktörlerin daha yukarıdaki katına taşınıyor, ekonomik-olanın şiddet öğesiyle karşılaştırılması böyle mümkün oluyor. Engels’in argümanlarının, bilimle politikayı, tarihle konjonktürü ayırmayan bir bakışa konu edilmesi, devrimci öznenin yaratılmasının ve devrimciliğin açıklanamazlığının kabulü demektir. Dühring’in görüşü, Engels tarafından şöyle aktarılır: “Siyasal ilişkiler biçimi temel tarihsel öğe ve ekonomik bağımlılıklar da yalnızca bir sonuç ya da özel bir durum, yani her zaman ikinci dereceden olgulardır. (…) Bu ikinci dereceden etkiler, ikinci dereceden etkiler olarak, gerçi vardırlar ve bugünkü günde en duyulur olanlar da onlardır; ama en önemli öğeyi yalnızca dolaylı bir ekonomik güçte değil, dolaysız siyasal zorda aramak gerekir.” 19. yüzyılın atmosferinde, Dühring bile ekonomik etkilerin günlük olarak en duyulur nitelikte etki olduğunu reddetmiyor. Günümüzün söylem deryası ortamıyla ne kadar ters bir sağduyusal zihniyet! Engels, Marx’ın da onayıyla, Dühring’in, “bütün tarihin insanın insan tarafından köleleştirilmesine indirgenebileceği”ne kesin bir tutumla karşı çıkıyor. Bugünün, ortalama Marksistine ne kadar yabancı bir tutum!Engels’in, tarihin nasıl anlaşılmasına dair tezi net: “Bugüne değin, sömüren ve sömürülen, egemen ve ezilen sınıflar arasındaki bütün tarihsel çelişkiler, açıklanmalarını insan emeğinin bu görece azgelişmiş üretkenliğinde bulurlar.” Devrim Zamanında Devrimcilik “Başkaldırıdan komploya, direnişten silahlı ayaklanmaya adım adım ‘bir devrimin nasıl yapılacağı’nı gösteren el kitaplarının tümü, devrimlerin ‘yapıldığı’ yönünde yanlış bir anlayışa dayalıdır.” (Arendt) Devrimin olduğu ya da yapıldığı üzerine, Marksizm alanında ifade edilen görüşlerden kalkarak pratik nitelikleri açıklayan bir ayrım yapmak zordur. Günümüzde Marksizm alanında yer alan akımlar, genellikle devrimin yapıldığı görüşünde olduklarını beyan eder. Bunun başlıca nedeni, teorik olarak idealizmin Marksizm alanındaki gücünden, politik olarak Leninizmin II. Enternasyonal’in reddi üzerine ortaya çıkan ve kırılamayan nüfuzundan kaynaklanıyor. Devrimci akımlar açısından, materyalist niteliği açıkça anlaşılır durumda olan bu tez, devrimci hareketin varlığını açıklayamadığı için duymazdan gelinir.Sorun, bilimsel önermelerle politik tezlerin karıştırılmasından kaynaklanıyor. Bilimle politikayı ayırmayan bir özne için, eğer bu özne devrimciyse, devrimin olduğunu söylemek kendi varlığını açıklayamamak anlamına gelecektir. Ama devrimci olmayan yani bilimle politikayı bilimin nüfuzunda ayırmayan özneler için ise bu konuda ‘Marksist olmak’ avantajlı olmaktadır. Devrimin yapılmadığı, olduğu şeklindeki bilimsel önerme, hiçbir devrimci özne için politik edinimin konusu olamaz. Ancak devrim anında devrimci olmayı öngören bir özne için, devrimin olduğu esprisi epeyce açıkça anlaşılır mahiyettedir. pratik türlerinden etkilidir. Yaktığı yer cürmünden her zaman fazladır.O halde, şiddet, devrimcilikle reformculuk arasındaki ayrımı kuran halkalardan biri olabilir mi? Bir dönem boyunca şiddet araçlarını kullanmayan bir özne devrimci olamaz. Bir dönem boyunca devrimci olmayan bir öznenin de Marksistliği söz konusu edilemez.

Sayfa 13

MISIRLI SOSYALİSTLER; ’’PARALEL VE DEVRİMCİ BİR MEŞRUİYET YARATMAK’’

Ted Walker, Kahire, 30 Ekim 2011 -Eylül ayında Green Left Weekly‘nin Mısır Sosyalist Partisi (ESP) üyeleriMamdouh Habashi ve Dr Muhammad Hesham ile yaptığı görüşmeden.Çeviren: Kutlu Tunca Örgütünüzün devrimci süreçte oynadığı rol nedir? Habashi: Bizler 25 Ocak’ı bir devrim değil, sadece yeni ve uzun süreli bir devrimci eğilimin başlangıcı olarak düşünüyoruz. Yıllar alabilecek yeni bir devrimci dalgaya sahibiz. O nedenle gelecek seçimleri, SCAF (Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi) ve diğer pek çok siyasal gücün halkı inandırmaya çalıştığı gibi devrimin sonu olarak görmüyoruz. Seçimlerin kuracağı hükümet meşruiyeti olan tek güç olmayacak. Görevimiz yeni bir meşruiyet, paralel ve devrimci bir meşruiyet yaratmaktır. Yeni parlamento para sahiplerinden oluşacak. Bu paralı güçler iktidarda olan ve kendilerini yeni duruma adapte eden Mübarek’siz Mübarekçiler’dir. İster Mübarekçi ister Mübarek’e karşı olsunlar, bu güçler Mısırlı kapitalistler ve de onların peşinden ayrılmayan siyasal partileriyle tüm İslamcılardan oluşuyor. Ortak bir şeye sahipler: Devrimden yana değiller. Radikal bir politik değişim istemiyorlar. Devrimin taleplerini tek bir anlamsız sözcüğe, “yolsuzluk” a indirgiyorlar. Eğer yolsuzluğu ortadan kaldırırsak, her şeyin iyi hoş olacağını iddia ediyorlar. Bu bir aldatmacadır, çünkü yolsuzluk kapitalizmin onsuz yapamayacağı bir ögesidir. Ama asıl sorun yolsuzluk değil, ona ve içinde yaşadığımız krize neden olan politikalardır. Karşı devrimci güçleri kim destekliyor? Habashi: Karşı devrimci güçler çok kuvvetli bir mali destekle hayli örgütlü ve güçlüler. Onları üç ana güç destekliyor: ABD, İsrail ve Suudi Arabistan. ABD hep olduğu gibi Mısır’ı Küresel Kuzey’e bağlı ve neoliberal politikaların emperyalist kuşatması altında tutmak istiyor. İsrail ve Suudi Arabistan’ın kendilerine özgü gündemleri olsa da bölgede ABD’nin kontrolü altındalar, çünkü Mısır ayağa kalkarsa hareket alanları kalmayacak. Resmi devlet kontrolündeki sendikaların dışında bağımsız bir sendikal faaliyet gelişmekte.

Örgütünüzün gelişen bu bağımsız sendikal faaliyetle nasıl bir ilişkisi var? Hesham: Sendikal faaliyet içinde aktif olarak yer alan üyelerimiz var. Mısır genelinde bağımsız sendikalar örgütlemeye çalışan farklı sol gruplar mevcut ve şu an itibariyle 150yi aşkın sendika kurulmuş durumda. Parti olarak bizim üyelerimizin önemli bir kısmı bağımsız sendikalar içinde çalışma yürütüyor. Fakat yine de yapacak çok iş var-birçok fabrikada sendika yok ve birçok işyerinde işçiler temel sosyal ve ekonomik haklardan yoksun. Sol partiler bu konuda sıkı bir çalışma yürütüyor. Birçok yasal sorunumuz var. Sendikal özgürlüklerin tanınmasını sağlayacak yeni bir yasa için mücadele ediyoruz. Bazı bağımsız sendikalar resmi bir statüye sahip ve faaliyetlerini yasal olarak sürdürüyor, fakat diğer sendikalar henüz yasal bir statü kazanmış değiller. Bu sendikalar kırılgan bir durumda; bu sendikalarda faaliyet gösterdiğimiz için çeşitli müeyyide ve sıkıntılarla karşı karşıya kalabiliriz. Örgütünüz başka hangi alanlarda mücade sürdürüyor? Hesham: Özellikle resmi olmayan yerleşim alanlarında yaşayan halkın ekonomik hakları için yürüttüğümüz bir mücadele var. Kahire, yetkili makamların yaşanması tehlikeli olarak tanımladığı 26 bölgeyle çevrili bir kenttir. Bu sorun Mısır genelinde 12 ile 15 milyon arasında insanı etkiliyor. 2008de Al-Duwayqa yerleşim bölgesindeki heyelanda 10ü aşkın kişi öldü ve binlerce kişi evsiz kaldı. Bu insanların çoğuna hala ne konut ne de bir tazminat verilmiş değil. Fakat bir gençlik grubu konut, sağlık ve insan hakları konusunda bölge halkını bilinçlendiriyor. Bu insanları kendi örgütlenmelerini yaratma ve haklarını savunmaları konusunda destekliyoruz. Ağustos ayında bu yerleşim bölgelerinde bizim de katıldığımız bir dizi kitlesel protesto gösterisi ve grevler vardı. Kadın hakları için de mücadele veriyoruz. ESP toplumsal hayatın tüm alanlarında kadın ve erkeğin tam eşitliğini savunuyor. Ayrımcılığın tüm biçimlerini ortadan kaldırmayan bir sosyalist toplum tasavvur edilemez. Müslüman Kardeşler ve diğer İslamcı kesimler kadın haklarını desteklediklerini söylüyorlar; fakat örneğin kadınların mal sahibi olmalarına karşılar, kadınları erkeğe tabi ve aşağı statüde görüyorlar. Vatandaşlık Yasası ile Özel Sorunlar Yasası kadınlara karşı ayrımcılık yapıyor ve biz bu yasalarda radikal değişiklikler görmek istiyoruz. Ama yine Müslüman Kardeşler bu yasaların değiştirilmesine karşı. Devrimin olumlu yönlerinden biri, genci, ev hanımı, farklı yaş grupları ve arkaplanlarıyla kadınların devrime aktif katılımıydı. Ayrıca ciddi çevre sorunlarına tahsis edilmiş bir özel çalışma grubumuz da var. Bu, eylemlerin eşgüdümlenmesini gerektiren küresel bir sorun, fakat Mısır’da karşı karşıya bulunduğumuz özel sorunlar da mevcut. Çevre sorunu Kahire gibi bir kente sadece hava kirliliğiyle sınırlı değil, çöp yığını ve temiz suya erişim gibi her yurttaşın refahını etkileyen sorunlar da var. Bu sorunlar en çok resmi olmayan yerleşim bölge-

lerinde hissediliyor. ESP temiz ve güvenli enerji gibi meseleler üzerinde çalışmalar da sürdürüyor. Eylül ayında Kahire Amerikan Üniversite’inde öğrenciler ve eğitim personeli greve gitti. Mısır’da üniversite kampüslerinde politik militanlık ne durumda? Hesham: Mısır’da 2005den başlayarak iktidardan bağımsız bir üniversite için gelişen güçlü bir hareket vardı. 25 Ocak’tan beri farklı üniversitelerde üç ya da dört ana grup ortaklaşa faaliyet sürdürmekte. 11 Eylül’de bu grupların çağrısıyla bir protesto eylemi gerçekleşti ve 5000 kişi bakanlar kurulu merkezine yürüyerek başbakan ve SCAF ile bir görüşme yaptı. Talepleri Mübarek dönemindeki tüm resmi görevlilerin-yöneticiler ve dekanlar- görevden alınması ve akademisyenler ile genel eğitim personelinin koşullarında iyileştirmeler yapılmasıydı. Fakat yetkili makamlar üniversitelerde ve diğer alanlarda köklü değişiklikler yapmayı reddetti. Zorda kalmadıkça STAF bir yanıt vermiyor. Bu nedenle tüm üniversitelerde 1 Ekim için bir genel grev örgütlendi. Okularda da genel grev çağrsısı vardı. Bizler diğer toplum kesimlerinin de eylemlere katılmasını bekliyoruz. Örneğin son olarak bazı hastanelerde doktorların yaptığı grevler oldu ve yeni eylemlere hazırlar. SCAF reformları asgari düzeyde tutmak istiyor ve bu da öfkeye yol açıyor. Gelecekte mücadelenin daha da gelişeceğini ümit ediyoruz. Sol güçler son olarak Sosyalist Güçler Koalisyonu’nu kurdu. Bu sadece seçimlere mi, yoksa daha geniş kapsamlı bir çalışmaya mı yönelik bir koalisyon? Habashi: Seçim koalisyonları, daha uzun süren, toplumda daha derin köklere sahip sahip, açık talepleri ve meşruiyeti olan sosyal cephelerden farklılaştırılmalıdır. Seçim bir mücadeledir, ama nihai mücadele değildir.Kurulacak olan parlamento ülkenin sorunlarından hiçbirini çözemeyecek. Sol güçler arasında bazı teorik farklılaşmalar var, ama ana mesele bunlar değil. 60 yıl süren bir diktatörlükten sonra solun bir anda birleşmesini bekleyemezsiniz! Birleşme de ortak çalışmadan çıkacak. İdeolojik farklılıklar, örneğin seçimlere nasıl bakmak gerektiği gibi politik sorunlara yaklaşım tarzlarında ortaya çıkıyor. Parlamentonun meşruiyeti dışında paralel bir meşruiyet yaratma süreci olacak ve bunun için de yıllar gerekiyor. Hesham: Parlamento seçimleri ve İslamcılara karşı direniş gibi mücadeleler söz konusu olduğunda, ortak bir faaliyet zemini bulmaya çalıştık. Diğer sol gruplarla birlikte, özellikle İskenderiye’de birçok bildiri yayınladık. Şu anda ise, çok kısa bir süre önce kaldırılan olağanüstü hal yasasının yeniden dayatılması sorunu ekseninde ortak bir çalışmaya gidiyoruz. Ordu konseyi yasayı çok daha geniş biçimde yeniden yürürlüğe sokmaya çalışıyor. 11 Şubat’ta grev ve gösterilere karşı yürürlüğe sokulan bir başka yasa daha var ve değiştirmek için mücadele ediyoruz. Hiçbir güç bu meydan okumalara tek başına karşı koyamaz. Ortak çalışma dolayında birbirimize destekliyoruz. Büro bulma sorunlarımız oldu, sol grupların hepsi çok yoksul.Birleşik bir sol parti yaratmak bir rüyadır, ama doğru temeli olmayan ve çok hızlı şekilde gelişen bir birlik uzun ömürlü olamaz. solkure.wordpress.com


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 12

MISIR; FABRİKA İŞGALLERİ,HALK KOMİTELERİ yaratmaya, aynen Tunus’ta olduğu gibi havaya ateş açan ya da özel ve kamusal mallara saldıran güvenlik güçlerine bağlı sivil giysili haydutlar göndermeye başladı. Halk hemen devreye girdi ve mahallelerini korumak için halk komiteleri oluşturmaya başladı. Çeşitli kontrol noktaları oluşturdular, sopalarla bıçaklarla silahlandılar, giren ve çıkan arabaları kontrol ediyorlar.Sharqiya gibi bazı bölgelerde halk komiteleri , trafik vb.hemen hemen tüm kenti yönetiyor. Ama orduyla eşgüdümlü olarak çalıştıkları birçok örnek de var. Kaynak: solkure.wordpress.com/ Çeviren ve Hazırlayan: Kutlu Tunca

İngiliz askerler Afrika yolunda Hossam el-Hamalawy, Kahire’de bulunan Sosyalist Araştırmalar Merkezi’nin ve devrimci-sosyalist bir örgütlenmenin üyesi olan bir gazeteci ve blog yazarıdır. Arap dünyasındaki devrimlerin merkezinde olan“sibergerilla”gençlerden birisi. Hamalawy, Tahrir alanı işgal altındayken, blog’undan, twitter hesabından ve Facebook sayfasından bütün dünyaya alternatif bilgi yaymaya çalışıyor. Aşağıdaki metin, Hamalawy ile 5 Şubat günü Mısır saatiyle akşam 8de yapılmış söyleşiden bir bölüm). “.devrim sürerken, doğal olarak bazı kutuplaşmalar da oluşmaya başladı: Artık durmamız ve hükümetle bir anlaşmaya yanaşmamız gerektiğini söyleyen orta sınıf ve üst orta sınıf kesimlerle, esasen kaybedecek hiçbir şeyi olmayan ve birçok kurban vermiş kent yoksulları ve işçi sınıfı kesimleri arasında.”

Protestocuların üretim araçlarını ve diğer Mısır toplumsal kurumlarını ele geçirmesi yönünde bir hareket var mı? Olay yerinde örgütlenme yavaş gelişiyor. Protestocular alana giriş ve çıkışları denetlemek ve onu Mübarek’e bağlı haydutlara karşı savunmak için güvenlik komiteleri oluşturdu.

Fakat devrim sürereken, doğal olarak bazı kutuplaşmalar da oluşmaya başladı: Artık durmamız ve hükümetle bir anlaşmaya yanaşmamız gerektiğini söyleyen orta sınıf ve üst orta sınıf kesimlerle, esasen kaybedecek hiçbir şeyi olmayan ve birçok kurban vermiş kent yoksulları ve işçi sınıfı kesimleri arasında. Harekete işçi sınıfının müdahalesi de bir başka soru işareti, çünkü kitlesel protestoların örgütlendiği şehirlerden bazılarında bu eylemlerde işçiler çoğunluktaydı. Fakat işçilerin örgütlediği bağımsız bir harekete henüz sahip değiliz. Birkaç istisnai örnek var. Nil Deltası’ndaki bir şehir olan Daqahliya‘da Ghazl Meit Ghamradlı bir şirketin mülkiyetindeki bir dokuma fabrikası hakkında aldığım bir haber var. Bu fabrikada işçiler CEO’yı kovdu ve şirketin yönetimi kendileri üstlendi. Ayaklanma esnasında güvenlik güçleriyle ağır çatışmaların yaşandığı Süveyş’den de iki örnek var. Ölü sayısı Süveyş’de çok yüksekti, şu ana kadar ölü sayısının kaç olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Süveyş’deki Çelik Fabrikası ile Gübre Fabrikası‘nda işçiler rejim yıkılıncaya kadar süresiz grevler başlattı. En azından benim bildiğim kadarıyla, bu örnekler dışında bağımsız bir işçi eylemlerine tanıklık etmedik. Son olarak, Kahire’de ve çeşitli şehirlerde halk komitelerinin oluştuğunu belirtmek isterim. Bu komiteler, geçen Cuma (28 Ocak) polis gücünün halk karşısında bozguna uğraması ve ödlekçe geri çekilmesini sonrasında ortaya çıktı. Hükümet yurttaşlar arasında güvenlik paranoyası

Mısır’daki ‘Kara Blok’ ve ‘pragmatik gençler’adı altında örgütlenen gençlerin, İslam-

cı hükümetin emrindeki güvenlik güçleriyle sokak çatışmalarına çağrı yaptığına dikkat çekiyor. Sayıları birkaç bini bulan bu gençlerin, bir yandan iktidara gelen Müslüman Kardeşler hareketine karşı tepkilerin şiddetini gösterdiği söyleniyor. Diğer yandan da, bu gençlerin hareketinin; liberallerin ve solcuların başını çektiği laiklik yanlısı muhalefetteki bölünmeye işaret ettiği vurgulanıyor. Kahire’deki Amerikan Üniversitesi’nden siyaset bilimci İzzeddin Çukri ise “Mısır’daki yeni neslin çok daha pragmatik olduğunu ve geçmişin ‘büyük anlatılarını’ küçümsediğini” yazıyor gazetedeki makalesinde. Çukri, Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık iktidarına son veren devrimin arkasında esasen bu toplumsal değişimin yattığını belirtiyor ve ekliyor: “Şimdi, Mısır’ın yeni yönetenlerinin eski rejimin otoriterliğini tekrar etmesine yönelik her girişimin önüne dikileceklerdir.”

Kürt yönetiminden BP’ye uyarı!

Financial Times’ın Irak’ın kuzeyindeki Kürdistan yönetiminin BP şirketine yaptığı uyarı iç sayfa manşetinde. Habere göre, Kürt yetkili Aşti Havrami BP’ye, Kürt yönetimiyle merkezi Irak hükümeti arasında anlaşmazlık konusu olan Kerkük petrol bölgesinde çalışmalara başlamaması için mesaj gönderiyor.

Devrimin yapılmadığı, olduğu yolundaki anlayışı, o büyük an için pusuda bekleyen bir özne yaratmak şeklinde anlayanlar, ve o gün dışında devrimci olmanın gerekmediğini ifade edenler için, eğer reformcu politik hatta giriş yapmamışlarsa, Marksizmin politik değil, daha çok teorik bir şekilde anlaşılması meşru olur. Bu şekilde hareket eden kesimler için, Marksizmin klasiklerinin genellikle devrim dönemlerinde andığı politika tarzları, bu dönemler dışında meşru olarak kabul edilmez. Devrimcilik, devrimci dönemler dışında Marksistler açısından edinilmesi gereken politik bir nitelik midir? Devrimciliğin devrimci dönemlerde söz konusu edildiği yaklaşımlar açısından şiddet konusu zaten kendiliğinden çözülmüştür.Şiddeti ilke olarak reddedenlerin politik olarak Marksist olmaları mümkün değildir. İlke olarak reddetmeyenler yekpare bir bütün oluşturmuyor. Şiddeti sadece devrim döneminde, devrimci dönemlerde başvurulacak bir pratik olarak görenlerle, şiddet pratiği için devrim döneminin beklenmesinin gerekmediği görüşünde olanlar arasında bir ayrım yapmak gerekecektir. Burada ileri sürülen politika anlayışı, şiddetin bir araç olmak dışında bir politik niteliğin kendisi şeklinde belirlenmesi olduğundan, taraflar arasındaki ayrımın kategorik bir nitelik arz edip etmediği önemli bir sorunsal durumuna geliyor. Siyasi İktidar Namlunun Ucundadır. Biçimsel birtakım temalar bakımından, Menşeviklerin Bolşeviklerden, Çin Komünist Partisinin Mao-öncesi önderliğinin Mao’ dan daha Marksist olduğu öteden beri ileri sürülür. Bolşevikleri “mujik” diye küçümseyen Menşeviklerle, Şanghay’da işçiler arasında örgütlenen 1920ler ÇKP’sinin ‘Marksistliği’ büyük ölçüde ‘Avrupailik’ten geçer. Her iki akım da şiddet pratiği konusunda eleştirilmişlerdir. Maoizm, şiddet konusunda, özellikle 1960’ların uluslararası politik ortamında, ezilenlerin şiddet geleneğiyle etkileşim konusunda genel olarak Marksizm alanındaki yegane belirgin akım olmuştur. Aynı dönemde, pro-Sovyet akımlar arasında şiddet geleneğiyle bağlantı konusunda öne çıkmış hiçbir örnek yoktur. Bazı Güney Amerika ülkelerinde kent ya da kır gerillacılığına yönelme şeklinde görülen örnekler, pro-Sovyet akımların oturmuş reformizminden son devrimci kopuşlar olarak anılmalıdır. Marksizmin kurucularından bu yana şiddet ve onun devrimci mücadele ile devrimdeki rol ve işlevi üzerine tartışma, esasen “sol”da konumlanan Blanqui, Bakunin gibi anarşist olan ya da olmayan politik devrimciler arasında sürmüştür. Marx’ın Blanqui ve Bakunin’le ilişkileri, devrimciliğin temelleri bakımından, hiçbir sakınma yaşanmadan sorgulanmalıdır. Marx, bu iki devrimciyi devrimin politik yanını abartma, ekonomik yanını küçümseme eğilimi nedeniyle eleştirmiştir.Marksizmde şiddet konusu, Mao’dan söz edilmeden gündeme çoğunlukla gelmez. Bunun ardından gelen, ya da altından çıkan, proletaryaya dayanmayan bir devrimcilik eleştirisidir. Böyle bir devrimciliğin, günümüzde daha da artan bir şekilde, Marksizmle akrabalığının kurulmasına bile tahammül edilmeyen bir niteliğe sahip olduğu enerjik bir şekilde ileri sürülür. 1949 [Çin devrimi] bir köylü hareketi değildi. Ancak bir devrim gerçekleşti. (…) Bunlar sosyal patlama koşullarında bir köylü ordusu oluşturan ve çözülme noktasına gelmiş çürümüş bir rejimi askeri yollar-

la ele geçiren deklase (hiçbir sınıfa ait olmayan) aydınların liderliğinde kazanıldı. Iki bin yıl önce, Han hanedanlığı da Mao gibi zengin köylü bir aileden gelen bir hanedan kurucusunun önderliğinde benzer koşullarda kurulmuştu. (…)“Burada yalnızca Çin’deki durum göz önüne alındı -Çin devriminin belirleyici önemi temelinde- ancak, daha önceleri, Yugoslavya ve Arnavutluk ve daha sonra Kuzey Vietnam ve Küba, benzer belirgin özellikleri gösterdiler.” Demek ki, proletaryasız devrimler olabiliyormuş! Üstelik bu devrim herhangi bir sınıfa dayanmıyor. Yoksa tarih sınıflar arasında mücadelenin tarihi değil mi? Ayrıca devrim, belki sınıfa dayanmadığı için, askeri yani politik-olmayan yolla yapılıyor. Askeri yol, şiddet, bir ikame işlevi görüyor; sınıfsızlığın yarattığı bir ikame. Sınıfın yerine şiddet! Bu yaklaşım, eski ve köklüdür; Marksizm çevrelerinde epeyce yaygın ve sistematiktir. Ortada, politikayı anlama, dolayısıyla Marksizmin anlaşılması konusunda derin bir ayrılık vardır.Görüldüğü üzere, şiddet, salt şiddetle sınırlı kalmıyor. Şiddet’le ilgili Marksist literatür, genel olarak proletaryanın rolünü küçümsemek ve ona güvenmemek, kitlelerin tarihteki rolü konusunda aymazlık, toplumun iç yasalarına riayet etmemek, devrimde öncünün rol ve niteliği ile politik düzeyin özgüllüğünü abartmak gibi temalarla birlikte ele alınıyor.Marksizmde şiddet meselesini tartışmak, Marksizmin tarihindeki ve teorisindeki bazı akımların Marksizm-dışı akımlarla ilişkilerinin hesabını vermek/sormakla birlikte yürümek durumundadır. Bu, her iki tarafın da, şiddeti benimseyenlerin de, onu Marksizme yabancı bir tema olarak görenlerin de yükümlülüğüdür.Şiddeti reddedenler ya da ona, zorunlu kalınmadıkça başvurulmaması gereken, ve kullananı da kirleten pis bir sopa olarak yaklaşanlar, Marksizm içinde iseler, liberal teorinin temellerine kadar uzanan bağlarının ne anlama geldiğini yanıtlamak zorundadır.İktidarın namlunun ucunda olduğunu söyleyenler ise, pratik politikada genel olarak Marksist olmayan devrimcilikle; tarihsel-teorik akım ya da düşünceler alanında ise devrimci nihilizmle, devrimci anarşizmle, radikal hümanizmle, varoluşçulukla, özgül olarak Fanon, Sartre, Sorel gibi figürlerle ilişkilerinin hesabını vermekle yükümlüdür. Nihayet, bu kesimler, Marksist olarak, halk geleneğinin ‘ilkel’ öğeleriyle bağlantılarının sınırını açıklamak durumundadır.Devrim söz konusuysa, iktidara yürümenin hiçbir önsel ilkesi yoktur. Bu pratik bir durumdur ve nasıl olursa olsun iktidarı zaptetmelidir. Bu momentte, işçi sınıfının varlığı/yokluğu, darbe/devrim, gibi her türlü tartışma politika-dışıdır; ve elin tersiyle onunla uğraşanlara fırlatılmalıdır.Ekim devrimi, politikayı toplumsal anlayanlar için bir komplodan fazla bir şey olamaz. Esasen, Ekim’de gerçekleşen devrim, Şubat’taki patlamanın açtığı ve verili iktidarın çözüldüğü sürecin içinde sıkışmış özel bir momenttir. Dışarıdan bakan biri, Şubat’takinin ‘olma’, ama Ekim’dekinin ‘yapma’ olduğunu söyleyebilir ve haksız da sayılmaz. Ama Bolşevikler içinde iktidarı talep etme konusundaki ayrılık nasıl ‘olma’ya ilişkin idiyse, iktidarın rasyonel bir organizasyonla zaptedilmesi de aynı ölçüde ‘olma’ya ilişkindir.O halde, karşı tarafın da dogmatik bir ilkesi olduğu öne sürülüyor: Devrim, ancak ilkeler doğrultusunda hareket ederek gerçekleşebilir. Öncüler, kendilerini iktidara iten somut sınıf eylemi olmadığı sürece iktidarı zaptetmek için uğraşmamalıdır.

İktidar ve Şiddet Genel olarak iktidarların şiddete dayandığı kabul edilir. Bu kabul sadece Marksizm alanıyla sınırlı değildir. Arendt iktidar ile şiddeti ayırır. İktidar her zaman sayılara, yani halkın desteğine ihtiyaç duyar Arendt’e göre, oysa şiddet, araçlara dayalıdır ve sayıların gücü olmadan da bir yere kadar idare edebilir. “Şiddete karşı şiddet şeklindeki bir çarpışmada devletin üstünlüğü daima mutlak olmuştur. Ancak bu üstünlük, devletin iktidar yapısı bozulmadığı sürece mümkündür; yani emirlere itaat edildiği ve polis ya da ordu silah kullanmaya hazır olduğu sürece… (…) Emirlere artık itaat edilmeyen bir yerde şiddet araçları yarayışsızdır.” İktidarla şiddeti Foucault da ayırır. Özne ve İktidar başlıklı seçkide yer verilen bir makalesinde, şöyle der: “Zincire vurulup dövülen bir adam kendisi üzerinde güç uygulanmasına maruz kalmaktadır. Ama bu iktidar değildir. Ne var ki, ölümü tercih ederek ağzını açmamakta ısrar etmek gibi kesin bir tavır koyabileceği bir durumda konuşmaya kışkırtılabilmişse eğer, o takdirde belli bir şekilde davranmaya itilmiş demektir. Bu durumda o insanın özgürlüğü iktidara tabi olmuştur. (…) İnsanların insanlar tarafından yönetilmesi (…) belli bir rasyonalite türü gerektirir. Ancak araçsal şiddet gerektirmez.” Arendt’in devrimleri açıklarken iktidar ile şiddeti ayırması güçlü görünüyor. Çünkü devletler, şiddet araçları bakımından her zaman güçlüdür. ABD’nin müthiş askeri gücüne rağmen, Vietnamlılar savaşı nasıl kazandı? İran’da devrim, Şah’ın ağır silahlı ordusu ve SAVAK’a rağmen nasıl gerçekleşti? Fanon, tam da bu konuda Engels’le polemik yapar. Engels’in Anti-Dühring’indeki şiddet üzerine bölümden uzunca bir pasajı aktarır.Fanon’un Engels’e yanıtı şudur: “Reformist yöneticilerin söylediği de budur: ‘Sömürgecilere karşı neyle savaşmak istiyorsunuz? Bıçaklarınızla mı, yoksa av tüfeklerinizle mi?’ “ “Eylem geri alınamaz.” Ezilenler şiddetsiz ya da gizli direniş yollarıyla ezenleri alaşağı etme yolunda bir talep ifade etmemiş oluyor, sadece ezilen konumdayken kendilerine daha uygun, geniş yer açma talebini beyan etmiş oluyorlar. Şiddet araçlarının kullanımı, ezilenleri geri dönüşsüz bir yere taşıyor. Ezilenler artık şiddetin ortamında, bu kez kendileri tarafından kabul edilmiş ve tanınmış bir savaş yürütmeyi, ezenlere karşı paralel bir kimlik olarak çıkmayı eylemli ve bu anlamda geri dönüşsüz olarak sergilemiş oluyorlar. Şiddet araçları, ezilenler açısından savaşımın bir uğrağında, ‘Ben yapmadım’ deme olanağını ortadan kaldırıyor. Fiziki eylem, fiziki karşılığını almaya hazır oluyor, bunu hakediyor. Burada, ezilenlerin ezenlerden gelen tek yönlü şiddete maruz kalmaları ile şiddet ortamının karşılıklı olması arasında kategorik bir fark olduğunu kaydetmek gerekiyor. O halde, geri dönüş kapılarını kapatması ve öznesini bağlaması anlamında, şiddet nitelik verici, tayin edicidir. Bu, Arendt’in diliyle şöyle ifade ediliyor: “Eylem geri alınamaz ve yenilgi halinde statükoya dönüş daima olasılık dışıdır. Her eylem gibi şiddet pratiği de dünyayı değiştirir; ama en olası değişim, daha şiddetli bir dünya doğrultusundadır.” Şiddet, bir kez daha amacı aşan bir araç olarak teyit ediliyor. Bunun ‘tam’ ifadesi şu olsa gerektir: Şiddet, şiddet-öncesi ile fiili bir ayrım yaratan, şiddeti kullanan özneyi yöneten, onun ‘amaçlarını’ ve dolayısıyla niteliğini belirleyici konumda olan bir şeydir.

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Alandaki kalabalık tankları durdurmak için koşarak onların onların önünde set oluşturdu ve tankları engellemeyi başardılar. Daha sonra ordu, protestocuları alanı terk etmeye ikna etmek için üç generalle birlikte merkez bölge-Kahire ve çevre bölgeler- komutanını gönderdi, fakat topluluk onlara da haykırarak karşılık verdi: “Mübarek terk etmeden biz de terk etmeyeceğiz!”

Müşterek bazı talepler formüle edebilemek için protestocuların bir araya geldiği çevrelerde tartışmalar sürüyor. Halk, mikrofonu olan ve protestoculara hitap imkanı sağlayan bir kürsüye sahip. Hoşlarına giden kararları alkışıyor, beğenmediklerini yuhalıyorlar. Şu ana kadar ayaklanmada Mısır toplumunun her kesiminden unsurlar vardı; kent yoksulları, işçi sınıfı, Mısır seçkinlerinin kız ya da erkek çocukları protesto eylemlerinde görüldü.

MARKSİZM VE ŞİDDET-TERÖR SORUNU - 3

SAYFA 09

Mısır’da durum inanılmaz bir hızla gelişiyor, şimdi sokaklarda neler olup bittiğini bize anlatır mısın? Şu anda sizle konuşurken, Tahrir meydanında hala alanı işgal eden 15.000den fazla gösterici var. Günün ilk saatlerinde ordu, protestocuları alandan çıkarmak için onların Mısır Müzesi yakınına kurmuş oldukları barikatları yıkma girişiminde bulundu; alanda Müslüman Kardeşler’in lideri Dr. Beltagui, mikrofondan yaptığı konuşmada kimsenin orduya direnmemesi çağrısında bulunsa da, Al-Ikhwa-n‘ın (Müslüman Kardeşler) taban kadroları dahil halkın sesi onun sesini bastırdı.

Bu haydutlarla ortaya çıkan çatışmalar nedeniyle yaralanmış olanların tedavisi için alana dikilmiş geçici hastaneler de var.

İngiltere’de yayınlanan gazetelerde, Batı Afrika ülkesi Mali’de askeri operasyonlarını sürdüren Fransa ordusuna destek için 300 civarında İngiliz askerin gönderileceğine geniş yer veriliyor. Guardian, Amerika Birleşik Devletleri’nin de, bölge ülkelerindeki El Kaide bağlantılı İslamcı militanlarla etkin mücadele için devreye girdiğini aktarıyor. ABD’nin Fransa ve İngiltere’ye istihbarat desteği sunmak için, Nijer’de insansız hava araçları üssü kurmaya hazırlandığı belirtiliyor. Guardian Mali ile Libya ve Cezayir arasındaki Sahra bölgesinin Afganistan’a benzetilmesine şöyle karşı çıkıyor: “Mali, Afganistan değil. Orada El Kaide olduğu söylenen tehdidin esas olarak, NATO’nun Libya’daki rejim değişikliği ile ortaya yayılan silahlarla donanmış Tuareg’ler, çeteler ve muhaliflerin bir koalisyonu olduğu görülüyor. Zorlukla ulaşılabilen Sahra bölgesini ele geçirebildiler ama ilk ciddi karşı koyuş işaretini gördüklerinde ortadan kayboldular.” İngiltere Başbakanı’nın Avrupa Birliği’ni ülkenin içişlerine karışan “neo-emperyalist” olarak gördüğünü hatırlatarak, “Dünyadaki birçok devletin ve halkın aynısını İngiltere için düşündüğünü görmemesi garip” diyor.

Sayfa 9


HALKIN KURTULUŞU

SAYFA 10

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Sayfa 10

11 EYLÜL: DÜNYA SİYASETİNDE KIRILMA ANI -2 İslamcı hareketlerin buna tepki olarak yükselmesi bu sorunu artık saklanamaz hale getirmiştir.

.

Bu açıdan dünya Ortodoksları’nın hakkını korumak ve siyasi temsilini sağlamak üzere SSCB ve sonra Rusya, Budistler’in hakkını savunmak ve bu din mensuplarının temsili için Çin, Katolikler ve Vatikan’ın haklarını teminat altına almak için Fransa, Anglikanlar ve Protestanlar’ın teminatı için İngiltere,yine Evanjelikler ve Yahudiler’in haklarının garanti altına alınması için ABD gerektiğinde veto haklarını kullanmaktan çekinmemiştir. Böylece resmen seküler bir ulus devlet sistemi kurulmuş olsa da, dünyanın siyasal temsil mekanizması BMGK’da dinlerin mensupları için kendi haklarını koruyacak bir siyasi temsil mekanizması işletilmiştir. Bu korumadan mahrum kalan din mensupları ise iki büyük din arasında bölünmüştür: İslam ve Hinduizm. BMGK kurulduğu sırada henüz bağımsızlığını kazanmamış olan Hindistan’ın hakkının İngiltere tarafından korunduğu göz önüne alınırsa, uluslararası düzen içinde temsil hakkına sahip olmayan tek dini grup olarak Müslümanlar kalmıştır. İşte 11 Eylül’ü hazırlayan sebeplerin başında, BMGK’nın kurulduğu andaki dünya sistemine ve siyasi temsil mekanizmasına geçişin yarattığı travma yer almaktadır. Bu siyasal temsil krizi uzunca bir süre, Soğuk Savaş’ın çatışmaları gizleyen ve örten yapısı; ve ideolojik farklılıklar üzerinden diğer siyasi fay hatlarını ikincilleştiren karakteri nedeniyle öne çıkmamıştır. Ancak Filistin sorununun bu dünya sistemi ve siyasal temsil mekanizması içerisinde bir türlü çözülememesi, İsrail’in sömürgeci-yerleşimci bir devlet olarak bu sistemden sürekli destek alması; bu siyasal temsil krizini sürekli gündemde tutmuştur. Filistin sorununun İslam dünyasının en ücra köşesinde bile Müslüman grupların en öncelikli sorunu olarak ortaya çıkması, bir yönüyle bu siyasal temsil krizinin mecazi bir sıçramayla Filistin sorunu şeklinde tarif edilmesiyle de ilişkilidir. Bu sürekli kriz durumunun İran Devrimi sonrasında çok daha açık, çok daha siyasal ve çok daha doğrudan dile getirilmesi, İslam Dünyası’na bir türlü gelmeyen istikrar, Müslümanlar’ın sürekli mağdur duruma düşmesi,

Bu siyasi temsil mekanizmasının Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1989’dan itibaren değişmemesi, krizin daha da kronikleşmesi sonucunu doğurmuştur. Dahası bu dönemde bölgedeki sosyalist ve komünist alternatiflerin Soğuk Savaş’la birlikte ortadan kalkması siyasi temsil sorununu en önemli gündem maddesi yapan İslamcı hareketlerin önünde inanılmaz bir boş alan yaratmıştır. Buna ek olarak Soğuk Savaş’ın çatışma ve fay hatlarını örten dikotomik yapısının dağılması Baasçı ve ulusalcı yapıları da yıpratmış; bu nedenle siyasi temsil krizi artık üzeri örtülemez bir sorun olarak kendini dayatmaya başlamıştır. 11 Eylül 2001’e bu açıdan bakacak olursak, bu tarihte dünya sistemi tek merkezli süper güç tarafından tek başına yönetiliyordu. 1989–2001 arası döneme damgasını vuran ABD hegemonyası hem askeri, hem siyasi, hem de ekonomik olarak rakipsiz bir güç olarak hayatiyetini sürdürüyordu. 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılması ile Soğuk Savaş fiilen sona ererken, ABD artık tek kutuplu dünyanın süper gücü olarak kendisini ortaya koyuyordu. Körfez Savaşı’nı son derece kısa bir zamanda, adeta kayıp vermeden kazanan ABD, böylece Soğuk Savaş boyunca nüfuz edemediği ülkelere daha fazla girmek, bölgede SSCB’den doğan boşluğu doldurmak, buna mukabil yeni bir bölgesel düzen kurmak üzere harekete geçti. Sadece Orta Doğu’da değil, Afganistan’dan Yugoslavya’ya, Soğuk Savaş’ın tüm cephelerini yeniden elden geçiren ABD, hegemonyasını tahakküm etmek konusunda oldukça kararlı bir tutum sergiledi. Bu dönemde bölgeye nüfuz etmek için farklı yöntemler geliştiren tüm ABD yönetimleri, siyasal temsil sorununun üzerini örtmeye çalıştı. ABD başkanlarından George H. Bush Arap monarşileri ve yerel otokratlarla işbirliğini tercih ederken, buna mukabil, bir sonraki başkan Bill Clinton ise liberal müdahaleci bir pozisyonu tercih ederek, çatışma alanlarına doğrudan müdahale konusunda hiç de çekingen davranmadı. ABD’nin küresel stratejisi konusunda Clinton’ın tavrını dahi yetersiz bulan Yeni Muhafazakâr ideolojik pozisyon ise mevzi kazanımlar ve parçacı müdahale yerine, tüm bölgeyi toplumsal, askeri ve siyasal olarak yeniden düzenleme şiarıyla 2001 yılında iktidarı devraldı. Yeni Muhafazakâr ideolojinin çatışmayı tüm dünya sathına yaymayı hedefleyen tavrı ABD’nin uzlaşmaz bir kibirle dünyayı yeniden tasarlama macerasına dönüştü. İşte 11 Eylül saldırısının gerçekleştiği dönem tam de bu kibirli ABD duruşunun, savaşı tüm dünyaya yayma amaçlı atılımına bir cevap olarak geldi. Konvansiyonel savaşın tüm sınırlarını aşmayı hedefleyen ABD, karşısında yine konvansiyonel savaşı hiçe sayan küresel bir ilişkiler ağını buldu. ABD’nin Afganistan’da Taliban üzerinden yaptığı müdahale benzer bir tepki üretince, 11 Eylül saldırısının da askeri zemini hazırlanmış oldu. Siyasal Temsil Sorunu ve El Kaide Soğuk Savaş sonrası dönemde bir türlü gündeme gelmeyen bu siyasal temsil sorununun, temsil

iddiasında bulunan ulus devletlerin giderek kendi ulusal gündemlerini genel temsil sorununa tercih etme eğilimine girmesi üzerine önemli bir sorunla karşı karşıya kalındı. Siyasal temsil talebi yükselme eğilimine girerken, bunu taşıyacak aktörlerin ise gerilemesine şahit olduk. Uluslararası siyasette ulus-ötesi meşruiyet için siyasal temsil sorununu gündemine alan ulus devletler bu konuda başarılı oldular. Ancak ortaya konulan bu siyasi talebi karşılayamadıkça, kendileri ile ilgili hayal kırıklıkları zuhur ediyordu. Böylece artık şekillenen ve yaygınlaşan siyasal temsil talebi onu ortaya çıkaran özneleri de aşarak, o öznelerin meşruiyetini de sorgulamaya açtı. 11 Eylül’ü hazırlayan sebeplerin en önemlilerinden biri işte bu konvansiyonel siyasal öznelerin meşruiyet kaybıdır.Yoksulların dünyasını,Müslümanlar’ı siyasi olarak temsil ettiğini iddia eden devletlerin bu işlevi yerine getirememesi, bu işlevi üstlenmek üzere, ulus-ötesi ve devlet dışı aygıtların geliştirilmesine yol açmıştır. İşte 11 Eylül’ü mümkün kılan El-Kaide tipi bir yapılanmanın ortaya çıkması tam da bu taleple ilişkili olarak ortaya çıkmıştır. İşgal ve savaşların devam ettiği ve Müslümanlar’ın mağdur olduğu ülkelerdeki askeri mücadelelere katılmak üzere bu ülkelere gelen uluslar-ötesi savaşçıların ulusal sınırları aşması; küresel ağ örgütlemeleri ve cari devlet yapılarından umut kesen öznelerin böylece “durumdan vazife çıkarması”dır bu. 11 Eylül 2001 saldırıları böylesi bir siyasal temsil sorunu ve bunun neticesinde gelişen ulus-ötesi ağların patolojik bir refleksi olarak ortaya çıkmıştır. Saldırının görsel şiddeti ve temaşa değeri, saldırının ardındaki asıl siyasal temsil sorununu ve meşruiyet problemini de örterek, aslında paradoksal şekilde sorunu hem gündeme taşımış; ama aynı zamanda da çözülemez hale getirmiştir. 11 Eylül’ün kriminalleştirilerek siyasi mesajının örtülmesi, siyasi temsil sorunun tüm taraflarını oyalayarak bu problemin daha da sürmesine yol açmıştır. Bu nedenle 11 Eylül ile başlayan sürecin güvenlik ayağı başka gelişmelerle sona erse de, sürecin normalleşmesi için 11 Eylül’ün sonuçlarının değil, asıl 11 Eylül’ü ortaya çıkaran siyasi temsil sorunun ortadan kalkması gerekir. Ancak bu gelişmelerden sonra hem Orta Doğu’da, hem de dünyada istikrarlı bir düzen kurulması mümkün olabilecektir. Bu nedenle 11 Eylül 2001’deki saldırılarla açılan parantez bir yönüyle bir başka önemli tarihte; 2 Mayıs 2011’de Usame Bin Ladin’in ölümüyle kapanmış oldu. Ancak 11 Eylül saldırılarını bu tür bir okuma ile ele almak, 11 Eylül’ü ortaya çıkaran yapısal şartları ve siyasal temsil sorununu görmezden gelmek anlamına gelecektir. 11 Eylül’ün temaşa değerine teslim olmak, sorunun asıl nedenini göz ardı ederek 11 Eylül saldırılarını kıymeti kendinden menkul bir tekil olay olarak ele almak anlamına gelir. 11 Eylül’le açılan parantezi 2 Mayıs’ta kapatmak, tüm siyasal temsil krizini bir örgüte endeksleyerek bu sorunun üzerini kapatmak demektir. Aksi halde bir patolojik tepkinin daha verilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Sayfa 11

11 EYLÜL: DÜNYA SİYASETİNDE KIRILMA ANI -2 Bugün Dünya Tüm rakipleri ile arasında kapatılamaz bir uçurum varmış gibi görünen, askeri olarak peş peşe hızlı zaferler kazanmış, uzay teknolojisi konusunda açık farkla önde olan, ekonomik olarak rakipsiz, uluslararası siyasette meşruiyet sorunu olmayan bir ülke. Ancak 11 Eylül’den sonra bu beklentilerin tamamı boşa çıktı. Geçtiğimiz 10 yıl içinde ABD tek süper güç olma pozisyonundan önemli ölçüde geriledi. Afganistan ve Irak’ın işgaliyle askeri ve finansal olarak bu iki ülkeye kilitlenen; ancak istediğini elde edemeyen ABD, bu savaşların yarattığı meşruiyet kaybıyla tüm dünyada anti-Amerikancılığın artmasına yol açtı. Bu savaşlar dolayısıyla başta yargısız ve sualsiz gözaltına alınan ve işkenceden geçenlerin kara delik olarak bilinen gizli CIA cezaevlerinde tutulduğunun ortaya çıkması, Guantanamo gibi tüm uluslararası hukukun dışında istisnai alanlar yaratarak her türlü hukuku çiğneyen ABD’nin ahlaki üstünlüğünü tamamen ortadan kaldırdı. Gerek Irak gerekse de Afganistan örneklerinde müttefiklerinin çıkar ve görüşlerini dikkate almayarak, tek taraflı siyaset yürüten ABD dünyadaki güvenilir ittifak sistemlerini kaybederek sadece Batılı değil; Pakistan, Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan gibi müttefikleri nezdinde de ciddi itibar kaybına uğradı. İki savaşın bir türlü bitmemesi ve uzadıkça ABD ekonomisini iflasa yaklaştırmasının da etkisiyle 2008 finansal krizi yaşandı. Finansal kriz ABD’yi rakipleri karşısında daha kırılgan hale getirerek, hem iç sorunlarla hem de dış sorunlarla karşı karşıya bıraktı; ancak en önemlisi ABD için yeni bir savaşın finansmanını imkânsız hale getirerek ABD’yi küresel liderliğinin devamı için koalisyonlar kurmaya itmek suretiyle, çok taraflı bir stratejiye mecbur etti. Askeri olarak tüm dünyanın toplamına eşit harcama yapan ABD, özellikle artan yaralılar ve bu yaralıların tedavi maliyetlerinin getirdiği ağır yükün altında kalarak, cepheye sürecek yeterli sayıda yetişmiş asker bulma sıkıntısı yaşayarak askeri olarak da meydan okumaya uğradı. Bu dönemde yeni gelişmeye başlayan bölgesel güçler ABD’nin savaşlar ve savaş maliyetleri ile meşgul olmasını fırsat bilip mevzi kazanarak ABD ile aralarındaki farkı hızla kapatarak dünya yönetimine talip olur ve siyasal temsil sisteminden daha fazla pay ister hale geldiler. Bu açıdan bakıldığında Rusya adeta küllerinden doğmuş, Çin tam anlamıyla küresel bir güç haline gelmiş, Brezilya ABD’nin arka bahçesinde kendisine etki alanı oluşturmuş, Hindistan ise önemli bir güç ve teknoloji merkezi haline gelmiştir. Bu güçlerin yükselmesi henüz ABD’nin liderliğini tehdit edecek konuma gelmediyse de, ABD’yi artık diğerlerinden üstün; ancak aynı seviyede bir devlet olarak ortaya çıkarmıştır. Sadece bölgesel güçler değil, sair yükselen güç-

ler de ABD’nin dünyada egemenliğini sorgulanır hale getirmiş, ABD’nin emperyal kibrinin karşılığı olarak dünya siyaset sahnesindeki güç oyununun merkezi G7 olmaktan çıkarak, G20 haline gelmiştir. G20 bir yanıyla ABD’nin yükselen güçlerle bölgesel güçler arasında bir denge arayışı iken, 2001 yılı ile karşılaştırıldığında ABD’nin iktidarını paylaşmak zorunda kalması açısından kayda değerdir. 11 Eylül 2001’de dünyanın tartışmasız ve rakipsiz lideri olan ABD, 11 Eylül saldırılarının siyasi temsil mesajını okumak yerine, temaşa değerine odaklanarak ideolojik boyuta yoğunlaştığından durumun ağırlığını kaldıramamıştır. Siyasi, ekonomik, askeri ve diplomatik olarak gücü erozyona uğrayan ABD’nin küresel liderliği, 11 Eylül’le birlikte düşüşe geçmiştir. Ancak bu düşüşün nedeni 11 Eylül’ün kendinden menkul değeri değil; ABD’nin siyasi temsil sorununu inkâr etmesi ile ilişkilidir. 11 Eylül belki siyasal temsil sorununu çözememiş olsa da, bu sorunun İkinci Dünya Savaşı sonrası en önemli faillerinden ABD’nin egemenliğini sorunsallaştırarak belli açılardan başarı kazanmıştır.

Bu gruplar arasına Batılı, Batıcı, siyasal öznelik ve siyasal temsil talebi olmayan Müslüman grupları da katmak pekâlâ mümkündür. Oysa artık parçacı tedbirler değil, somut ve düzen kurucu tedbirler alınmak zorunda; yeni kurulacak bölgesel bir düzende, bu siyasal temsil talepleri de kendine yer bulmak zorundadır. Bu açıdan bakıldığında BMGK’nın yapısının özellikle son bir kaç senedir ciddi bir şekilde sorgulanır hale gelmesi, siyasal temsil sorununun artık sadece Müslümanlar’ın temsili aşamasını geçtiğini göstermektedir. Nitekim Brezilya ve Hindistan gibi güçlerin de BMGK’da veto hakkına sahip olma talebi siyasal temsilin dünya siyaset sahnesinin artık değişmesinin zamanının geldiğini göstermektedir. Yine Türkiye’nin geçici BMGK üyeliği sırasında İran’ın nükleer programı konusunda farklı bir tavır takınması, Müslüman ülkelerin bu kurulda siyasi temsili konusundaki talebin sembolik bir yansıması olarak görülmelidir.

Şu anda 11 Eylül’ü ortaya çıkaran bölgesel düzen sorunu ve siyasal temsil problemi daha da yaygınlaşmış, ABD’nin 11 Eylül’le birlikte uğraSonuç dığı güç erozyonu, tüm dünyadaki yeni düzen Bugün itibariyle 11 Eylül’e bakıldığında, düntaleplerini beslemiştir. Özellikle Orta Doğu’da yadaki siyasal temsil sorunu halen ciddiyetini korumaktadır. 11 Eylül sonrası tüm dünyayı “te- 2011 yılında yaşanan Arap Baharı ile birlikte rörle savaş” söylemiyle güvenlik-eksenli bir hale yeni düzen kendini dayatmaktadır. getirmek suretiyle temsil sorununu görünmez Şimdi soru, 11 Eylül’ü mümkün kılan, 11 Eykılarak susturmayı başaran ABD, bu susturucu lül’le tüm taşların yerinden oynadığı Orta Dosöylemin artık başarısız olduğunu, sorunu ortadan kaldırmak yerine daha da ağırlaştırdığını ğu’da bölgesel dinamiklerden kaynaklanan yeni bir düzen kurulacak mıdır? Kurulacaksa bu güç görmeye başlamıştır. dağılımını ve temsil sorununu nasıl çözecektir? Obama liderliğinde ABD’nin yapmaya çalıştığı 11 Eylül tüm bu sorunları vazgeçilemez ve erteda bir yönüyle bu değişimi mümkün olduğunlenemez şekilde bugüne getirdi. O halde bu soca ABD lehine olacak şekilde gerçekleştirip 11 Eylül’ün yükünden kurtulmaya çalışmak olarak rulara verilecek cevap, dünya siyaset sahnesinde açılacak alanın niteliği ve sürecinin içeriğini; görülebilir. Ancak sorunla ilgilenen tüm aktörve 11 Eylül ya da benzeri bir patolojik tepkinin ler sair tedbirler konusunda hemfikir iken, asıl tekrarlanıp tekrarlanmayacağını belirleyecektir. siyasal temsil sorununda adım noktasında pek de istekli görünmüyorlar.


HALKIN KURTULUŞU

SAYFA 10

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Sayfa 10

11 EYLÜL: DÜNYA SİYASETİNDE KIRILMA ANI -2 İslamcı hareketlerin buna tepki olarak yükselmesi bu sorunu artık saklanamaz hale getirmiştir.

.

Bu açıdan dünya Ortodoksları’nın hakkını korumak ve siyasi temsilini sağlamak üzere SSCB ve sonra Rusya, Budistler’in hakkını savunmak ve bu din mensuplarının temsili için Çin, Katolikler ve Vatikan’ın haklarını teminat altına almak için Fransa, Anglikanlar ve Protestanlar’ın teminatı için İngiltere,yine Evanjelikler ve Yahudiler’in haklarının garanti altına alınması için ABD gerektiğinde veto haklarını kullanmaktan çekinmemiştir. Böylece resmen seküler bir ulus devlet sistemi kurulmuş olsa da, dünyanın siyasal temsil mekanizması BMGK’da dinlerin mensupları için kendi haklarını koruyacak bir siyasi temsil mekanizması işletilmiştir. Bu korumadan mahrum kalan din mensupları ise iki büyük din arasında bölünmüştür: İslam ve Hinduizm. BMGK kurulduğu sırada henüz bağımsızlığını kazanmamış olan Hindistan’ın hakkının İngiltere tarafından korunduğu göz önüne alınırsa, uluslararası düzen içinde temsil hakkına sahip olmayan tek dini grup olarak Müslümanlar kalmıştır. İşte 11 Eylül’ü hazırlayan sebeplerin başında, BMGK’nın kurulduğu andaki dünya sistemine ve siyasi temsil mekanizmasına geçişin yarattığı travma yer almaktadır. Bu siyasal temsil krizi uzunca bir süre, Soğuk Savaş’ın çatışmaları gizleyen ve örten yapısı; ve ideolojik farklılıklar üzerinden diğer siyasi fay hatlarını ikincilleştiren karakteri nedeniyle öne çıkmamıştır. Ancak Filistin sorununun bu dünya sistemi ve siyasal temsil mekanizması içerisinde bir türlü çözülememesi, İsrail’in sömürgeci-yerleşimci bir devlet olarak bu sistemden sürekli destek alması; bu siyasal temsil krizini sürekli gündemde tutmuştur. Filistin sorununun İslam dünyasının en ücra köşesinde bile Müslüman grupların en öncelikli sorunu olarak ortaya çıkması, bir yönüyle bu siyasal temsil krizinin mecazi bir sıçramayla Filistin sorunu şeklinde tarif edilmesiyle de ilişkilidir. Bu sürekli kriz durumunun İran Devrimi sonrasında çok daha açık, çok daha siyasal ve çok daha doğrudan dile getirilmesi, İslam Dünyası’na bir türlü gelmeyen istikrar, Müslümanlar’ın sürekli mağdur duruma düşmesi,

Bu siyasi temsil mekanizmasının Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1989’dan itibaren değişmemesi, krizin daha da kronikleşmesi sonucunu doğurmuştur. Dahası bu dönemde bölgedeki sosyalist ve komünist alternatiflerin Soğuk Savaş’la birlikte ortadan kalkması siyasi temsil sorununu en önemli gündem maddesi yapan İslamcı hareketlerin önünde inanılmaz bir boş alan yaratmıştır. Buna ek olarak Soğuk Savaş’ın çatışma ve fay hatlarını örten dikotomik yapısının dağılması Baasçı ve ulusalcı yapıları da yıpratmış; bu nedenle siyasi temsil krizi artık üzeri örtülemez bir sorun olarak kendini dayatmaya başlamıştır. 11 Eylül 2001’e bu açıdan bakacak olursak, bu tarihte dünya sistemi tek merkezli süper güç tarafından tek başına yönetiliyordu. 1989–2001 arası döneme damgasını vuran ABD hegemonyası hem askeri, hem siyasi, hem de ekonomik olarak rakipsiz bir güç olarak hayatiyetini sürdürüyordu. 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılması ile Soğuk Savaş fiilen sona ererken, ABD artık tek kutuplu dünyanın süper gücü olarak kendisini ortaya koyuyordu. Körfez Savaşı’nı son derece kısa bir zamanda, adeta kayıp vermeden kazanan ABD, böylece Soğuk Savaş boyunca nüfuz edemediği ülkelere daha fazla girmek, bölgede SSCB’den doğan boşluğu doldurmak, buna mukabil yeni bir bölgesel düzen kurmak üzere harekete geçti. Sadece Orta Doğu’da değil, Afganistan’dan Yugoslavya’ya, Soğuk Savaş’ın tüm cephelerini yeniden elden geçiren ABD, hegemonyasını tahakküm etmek konusunda oldukça kararlı bir tutum sergiledi. Bu dönemde bölgeye nüfuz etmek için farklı yöntemler geliştiren tüm ABD yönetimleri, siyasal temsil sorununun üzerini örtmeye çalıştı. ABD başkanlarından George H. Bush Arap monarşileri ve yerel otokratlarla işbirliğini tercih ederken, buna mukabil, bir sonraki başkan Bill Clinton ise liberal müdahaleci bir pozisyonu tercih ederek, çatışma alanlarına doğrudan müdahale konusunda hiç de çekingen davranmadı. ABD’nin küresel stratejisi konusunda Clinton’ın tavrını dahi yetersiz bulan Yeni Muhafazakâr ideolojik pozisyon ise mevzi kazanımlar ve parçacı müdahale yerine, tüm bölgeyi toplumsal, askeri ve siyasal olarak yeniden düzenleme şiarıyla 2001 yılında iktidarı devraldı. Yeni Muhafazakâr ideolojinin çatışmayı tüm dünya sathına yaymayı hedefleyen tavrı ABD’nin uzlaşmaz bir kibirle dünyayı yeniden tasarlama macerasına dönüştü. İşte 11 Eylül saldırısının gerçekleştiği dönem tam de bu kibirli ABD duruşunun, savaşı tüm dünyaya yayma amaçlı atılımına bir cevap olarak geldi. Konvansiyonel savaşın tüm sınırlarını aşmayı hedefleyen ABD, karşısında yine konvansiyonel savaşı hiçe sayan küresel bir ilişkiler ağını buldu. ABD’nin Afganistan’da Taliban üzerinden yaptığı müdahale benzer bir tepki üretince, 11 Eylül saldırısının da askeri zemini hazırlanmış oldu. Siyasal Temsil Sorunu ve El Kaide Soğuk Savaş sonrası dönemde bir türlü gündeme gelmeyen bu siyasal temsil sorununun, temsil

iddiasında bulunan ulus devletlerin giderek kendi ulusal gündemlerini genel temsil sorununa tercih etme eğilimine girmesi üzerine önemli bir sorunla karşı karşıya kalındı. Siyasal temsil talebi yükselme eğilimine girerken, bunu taşıyacak aktörlerin ise gerilemesine şahit olduk. Uluslararası siyasette ulus-ötesi meşruiyet için siyasal temsil sorununu gündemine alan ulus devletler bu konuda başarılı oldular. Ancak ortaya konulan bu siyasi talebi karşılayamadıkça, kendileri ile ilgili hayal kırıklıkları zuhur ediyordu. Böylece artık şekillenen ve yaygınlaşan siyasal temsil talebi onu ortaya çıkaran özneleri de aşarak, o öznelerin meşruiyetini de sorgulamaya açtı. 11 Eylül’ü hazırlayan sebeplerin en önemlilerinden biri işte bu konvansiyonel siyasal öznelerin meşruiyet kaybıdır.Yoksulların dünyasını,Müslümanlar’ı siyasi olarak temsil ettiğini iddia eden devletlerin bu işlevi yerine getirememesi, bu işlevi üstlenmek üzere, ulus-ötesi ve devlet dışı aygıtların geliştirilmesine yol açmıştır. İşte 11 Eylül’ü mümkün kılan El-Kaide tipi bir yapılanmanın ortaya çıkması tam da bu taleple ilişkili olarak ortaya çıkmıştır. İşgal ve savaşların devam ettiği ve Müslümanlar’ın mağdur olduğu ülkelerdeki askeri mücadelelere katılmak üzere bu ülkelere gelen uluslar-ötesi savaşçıların ulusal sınırları aşması; küresel ağ örgütlemeleri ve cari devlet yapılarından umut kesen öznelerin böylece “durumdan vazife çıkarması”dır bu. 11 Eylül 2001 saldırıları böylesi bir siyasal temsil sorunu ve bunun neticesinde gelişen ulus-ötesi ağların patolojik bir refleksi olarak ortaya çıkmıştır. Saldırının görsel şiddeti ve temaşa değeri, saldırının ardındaki asıl siyasal temsil sorununu ve meşruiyet problemini de örterek, aslında paradoksal şekilde sorunu hem gündeme taşımış; ama aynı zamanda da çözülemez hale getirmiştir. 11 Eylül’ün kriminalleştirilerek siyasi mesajının örtülmesi, siyasi temsil sorunun tüm taraflarını oyalayarak bu problemin daha da sürmesine yol açmıştır. Bu nedenle 11 Eylül ile başlayan sürecin güvenlik ayağı başka gelişmelerle sona erse de, sürecin normalleşmesi için 11 Eylül’ün sonuçlarının değil, asıl 11 Eylül’ü ortaya çıkaran siyasi temsil sorunun ortadan kalkması gerekir. Ancak bu gelişmelerden sonra hem Orta Doğu’da, hem de dünyada istikrarlı bir düzen kurulması mümkün olabilecektir. Bu nedenle 11 Eylül 2001’deki saldırılarla açılan parantez bir yönüyle bir başka önemli tarihte; 2 Mayıs 2011’de Usame Bin Ladin’in ölümüyle kapanmış oldu. Ancak 11 Eylül saldırılarını bu tür bir okuma ile ele almak, 11 Eylül’ü ortaya çıkaran yapısal şartları ve siyasal temsil sorununu görmezden gelmek anlamına gelecektir. 11 Eylül’ün temaşa değerine teslim olmak, sorunun asıl nedenini göz ardı ederek 11 Eylül saldırılarını kıymeti kendinden menkul bir tekil olay olarak ele almak anlamına gelir. 11 Eylül’le açılan parantezi 2 Mayıs’ta kapatmak, tüm siyasal temsil krizini bir örgüte endeksleyerek bu sorunun üzerini kapatmak demektir. Aksi halde bir patolojik tepkinin daha verilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Sayfa 11

11 EYLÜL: DÜNYA SİYASETİNDE KIRILMA ANI -2 Bugün Dünya Tüm rakipleri ile arasında kapatılamaz bir uçurum varmış gibi görünen, askeri olarak peş peşe hızlı zaferler kazanmış, uzay teknolojisi konusunda açık farkla önde olan, ekonomik olarak rakipsiz, uluslararası siyasette meşruiyet sorunu olmayan bir ülke. Ancak 11 Eylül’den sonra bu beklentilerin tamamı boşa çıktı. Geçtiğimiz 10 yıl içinde ABD tek süper güç olma pozisyonundan önemli ölçüde geriledi. Afganistan ve Irak’ın işgaliyle askeri ve finansal olarak bu iki ülkeye kilitlenen; ancak istediğini elde edemeyen ABD, bu savaşların yarattığı meşruiyet kaybıyla tüm dünyada anti-Amerikancılığın artmasına yol açtı. Bu savaşlar dolayısıyla başta yargısız ve sualsiz gözaltına alınan ve işkenceden geçenlerin kara delik olarak bilinen gizli CIA cezaevlerinde tutulduğunun ortaya çıkması, Guantanamo gibi tüm uluslararası hukukun dışında istisnai alanlar yaratarak her türlü hukuku çiğneyen ABD’nin ahlaki üstünlüğünü tamamen ortadan kaldırdı. Gerek Irak gerekse de Afganistan örneklerinde müttefiklerinin çıkar ve görüşlerini dikkate almayarak, tek taraflı siyaset yürüten ABD dünyadaki güvenilir ittifak sistemlerini kaybederek sadece Batılı değil; Pakistan, Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan gibi müttefikleri nezdinde de ciddi itibar kaybına uğradı. İki savaşın bir türlü bitmemesi ve uzadıkça ABD ekonomisini iflasa yaklaştırmasının da etkisiyle 2008 finansal krizi yaşandı. Finansal kriz ABD’yi rakipleri karşısında daha kırılgan hale getirerek, hem iç sorunlarla hem de dış sorunlarla karşı karşıya bıraktı; ancak en önemlisi ABD için yeni bir savaşın finansmanını imkânsız hale getirerek ABD’yi küresel liderliğinin devamı için koalisyonlar kurmaya itmek suretiyle, çok taraflı bir stratejiye mecbur etti. Askeri olarak tüm dünyanın toplamına eşit harcama yapan ABD, özellikle artan yaralılar ve bu yaralıların tedavi maliyetlerinin getirdiği ağır yükün altında kalarak, cepheye sürecek yeterli sayıda yetişmiş asker bulma sıkıntısı yaşayarak askeri olarak da meydan okumaya uğradı. Bu dönemde yeni gelişmeye başlayan bölgesel güçler ABD’nin savaşlar ve savaş maliyetleri ile meşgul olmasını fırsat bilip mevzi kazanarak ABD ile aralarındaki farkı hızla kapatarak dünya yönetimine talip olur ve siyasal temsil sisteminden daha fazla pay ister hale geldiler. Bu açıdan bakıldığında Rusya adeta küllerinden doğmuş, Çin tam anlamıyla küresel bir güç haline gelmiş, Brezilya ABD’nin arka bahçesinde kendisine etki alanı oluşturmuş, Hindistan ise önemli bir güç ve teknoloji merkezi haline gelmiştir. Bu güçlerin yükselmesi henüz ABD’nin liderliğini tehdit edecek konuma gelmediyse de, ABD’yi artık diğerlerinden üstün; ancak aynı seviyede bir devlet olarak ortaya çıkarmıştır. Sadece bölgesel güçler değil, sair yükselen güç-

ler de ABD’nin dünyada egemenliğini sorgulanır hale getirmiş, ABD’nin emperyal kibrinin karşılığı olarak dünya siyaset sahnesindeki güç oyununun merkezi G7 olmaktan çıkarak, G20 haline gelmiştir. G20 bir yanıyla ABD’nin yükselen güçlerle bölgesel güçler arasında bir denge arayışı iken, 2001 yılı ile karşılaştırıldığında ABD’nin iktidarını paylaşmak zorunda kalması açısından kayda değerdir. 11 Eylül 2001’de dünyanın tartışmasız ve rakipsiz lideri olan ABD, 11 Eylül saldırılarının siyasi temsil mesajını okumak yerine, temaşa değerine odaklanarak ideolojik boyuta yoğunlaştığından durumun ağırlığını kaldıramamıştır. Siyasi, ekonomik, askeri ve diplomatik olarak gücü erozyona uğrayan ABD’nin küresel liderliği, 11 Eylül’le birlikte düşüşe geçmiştir. Ancak bu düşüşün nedeni 11 Eylül’ün kendinden menkul değeri değil; ABD’nin siyasi temsil sorununu inkâr etmesi ile ilişkilidir. 11 Eylül belki siyasal temsil sorununu çözememiş olsa da, bu sorunun İkinci Dünya Savaşı sonrası en önemli faillerinden ABD’nin egemenliğini sorunsallaştırarak belli açılardan başarı kazanmıştır.

Bu gruplar arasına Batılı, Batıcı, siyasal öznelik ve siyasal temsil talebi olmayan Müslüman grupları da katmak pekâlâ mümkündür. Oysa artık parçacı tedbirler değil, somut ve düzen kurucu tedbirler alınmak zorunda; yeni kurulacak bölgesel bir düzende, bu siyasal temsil talepleri de kendine yer bulmak zorundadır. Bu açıdan bakıldığında BMGK’nın yapısının özellikle son bir kaç senedir ciddi bir şekilde sorgulanır hale gelmesi, siyasal temsil sorununun artık sadece Müslümanlar’ın temsili aşamasını geçtiğini göstermektedir. Nitekim Brezilya ve Hindistan gibi güçlerin de BMGK’da veto hakkına sahip olma talebi siyasal temsilin dünya siyaset sahnesinin artık değişmesinin zamanının geldiğini göstermektedir. Yine Türkiye’nin geçici BMGK üyeliği sırasında İran’ın nükleer programı konusunda farklı bir tavır takınması, Müslüman ülkelerin bu kurulda siyasi temsili konusundaki talebin sembolik bir yansıması olarak görülmelidir.

Şu anda 11 Eylül’ü ortaya çıkaran bölgesel düzen sorunu ve siyasal temsil problemi daha da yaygınlaşmış, ABD’nin 11 Eylül’le birlikte uğraSonuç dığı güç erozyonu, tüm dünyadaki yeni düzen Bugün itibariyle 11 Eylül’e bakıldığında, düntaleplerini beslemiştir. Özellikle Orta Doğu’da yadaki siyasal temsil sorunu halen ciddiyetini korumaktadır. 11 Eylül sonrası tüm dünyayı “te- 2011 yılında yaşanan Arap Baharı ile birlikte rörle savaş” söylemiyle güvenlik-eksenli bir hale yeni düzen kendini dayatmaktadır. getirmek suretiyle temsil sorununu görünmez Şimdi soru, 11 Eylül’ü mümkün kılan, 11 Eykılarak susturmayı başaran ABD, bu susturucu lül’le tüm taşların yerinden oynadığı Orta Dosöylemin artık başarısız olduğunu, sorunu ortadan kaldırmak yerine daha da ağırlaştırdığını ğu’da bölgesel dinamiklerden kaynaklanan yeni bir düzen kurulacak mıdır? Kurulacaksa bu güç görmeye başlamıştır. dağılımını ve temsil sorununu nasıl çözecektir? Obama liderliğinde ABD’nin yapmaya çalıştığı 11 Eylül tüm bu sorunları vazgeçilemez ve erteda bir yönüyle bu değişimi mümkün olduğunlenemez şekilde bugüne getirdi. O halde bu soca ABD lehine olacak şekilde gerçekleştirip 11 Eylül’ün yükünden kurtulmaya çalışmak olarak rulara verilecek cevap, dünya siyaset sahnesinde açılacak alanın niteliği ve sürecinin içeriğini; görülebilir. Ancak sorunla ilgilenen tüm aktörve 11 Eylül ya da benzeri bir patolojik tepkinin ler sair tedbirler konusunda hemfikir iken, asıl tekrarlanıp tekrarlanmayacağını belirleyecektir. siyasal temsil sorununda adım noktasında pek de istekli görünmüyorlar.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 12

MISIR; FABRİKA İŞGALLERİ,HALK KOMİTELERİ yaratmaya, aynen Tunus’ta olduğu gibi havaya ateş açan ya da özel ve kamusal mallara saldıran güvenlik güçlerine bağlı sivil giysili haydutlar göndermeye başladı. Halk hemen devreye girdi ve mahallelerini korumak için halk komiteleri oluşturmaya başladı. Çeşitli kontrol noktaları oluşturdular, sopalarla bıçaklarla silahlandılar, giren ve çıkan arabaları kontrol ediyorlar.Sharqiya gibi bazı bölgelerde halk komiteleri , trafik vb.hemen hemen tüm kenti yönetiyor. Ama orduyla eşgüdümlü olarak çalıştıkları birçok örnek de var. Kaynak: solkure.wordpress.com/ Çeviren ve Hazırlayan: Kutlu Tunca

İngiliz askerler Afrika yolunda Hossam el-Hamalawy, Kahire’de bulunan Sosyalist Araştırmalar Merkezi’nin ve devrimci-sosyalist bir örgütlenmenin üyesi olan bir gazeteci ve blog yazarıdır. Arap dünyasındaki devrimlerin merkezinde olan“sibergerilla”gençlerden birisi. Hamalawy, Tahrir alanı işgal altındayken, blog’undan, twitter hesabından ve Facebook sayfasından bütün dünyaya alternatif bilgi yaymaya çalışıyor. Aşağıdaki metin, Hamalawy ile 5 Şubat günü Mısır saatiyle akşam 8de yapılmış söyleşiden bir bölüm). “.devrim sürerken, doğal olarak bazı kutuplaşmalar da oluşmaya başladı: Artık durmamız ve hükümetle bir anlaşmaya yanaşmamız gerektiğini söyleyen orta sınıf ve üst orta sınıf kesimlerle, esasen kaybedecek hiçbir şeyi olmayan ve birçok kurban vermiş kent yoksulları ve işçi sınıfı kesimleri arasında.”

Protestocuların üretim araçlarını ve diğer Mısır toplumsal kurumlarını ele geçirmesi yönünde bir hareket var mı? Olay yerinde örgütlenme yavaş gelişiyor. Protestocular alana giriş ve çıkışları denetlemek ve onu Mübarek’e bağlı haydutlara karşı savunmak için güvenlik komiteleri oluşturdu.

Fakat devrim sürereken, doğal olarak bazı kutuplaşmalar da oluşmaya başladı: Artık durmamız ve hükümetle bir anlaşmaya yanaşmamız gerektiğini söyleyen orta sınıf ve üst orta sınıf kesimlerle, esasen kaybedecek hiçbir şeyi olmayan ve birçok kurban vermiş kent yoksulları ve işçi sınıfı kesimleri arasında. Harekete işçi sınıfının müdahalesi de bir başka soru işareti, çünkü kitlesel protestoların örgütlendiği şehirlerden bazılarında bu eylemlerde işçiler çoğunluktaydı. Fakat işçilerin örgütlediği bağımsız bir harekete henüz sahip değiliz. Birkaç istisnai örnek var. Nil Deltası’ndaki bir şehir olan Daqahliya‘da Ghazl Meit Ghamradlı bir şirketin mülkiyetindeki bir dokuma fabrikası hakkında aldığım bir haber var. Bu fabrikada işçiler CEO’yı kovdu ve şirketin yönetimi kendileri üstlendi. Ayaklanma esnasında güvenlik güçleriyle ağır çatışmaların yaşandığı Süveyş’den de iki örnek var. Ölü sayısı Süveyş’de çok yüksekti, şu ana kadar ölü sayısının kaç olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Süveyş’deki Çelik Fabrikası ile Gübre Fabrikası‘nda işçiler rejim yıkılıncaya kadar süresiz grevler başlattı. En azından benim bildiğim kadarıyla, bu örnekler dışında bağımsız bir işçi eylemlerine tanıklık etmedik. Son olarak, Kahire’de ve çeşitli şehirlerde halk komitelerinin oluştuğunu belirtmek isterim. Bu komiteler, geçen Cuma (28 Ocak) polis gücünün halk karşısında bozguna uğraması ve ödlekçe geri çekilmesini sonrasında ortaya çıktı. Hükümet yurttaşlar arasında güvenlik paranoyası

Mısır’daki ‘Kara Blok’ ve ‘pragmatik gençler’adı altında örgütlenen gençlerin, İslam-

cı hükümetin emrindeki güvenlik güçleriyle sokak çatışmalarına çağrı yaptığına dikkat çekiyor. Sayıları birkaç bini bulan bu gençlerin, bir yandan iktidara gelen Müslüman Kardeşler hareketine karşı tepkilerin şiddetini gösterdiği söyleniyor. Diğer yandan da, bu gençlerin hareketinin; liberallerin ve solcuların başını çektiği laiklik yanlısı muhalefetteki bölünmeye işaret ettiği vurgulanıyor. Kahire’deki Amerikan Üniversitesi’nden siyaset bilimci İzzeddin Çukri ise “Mısır’daki yeni neslin çok daha pragmatik olduğunu ve geçmişin ‘büyük anlatılarını’ küçümsediğini” yazıyor gazetedeki makalesinde. Çukri, Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık iktidarına son veren devrimin arkasında esasen bu toplumsal değişimin yattığını belirtiyor ve ekliyor: “Şimdi, Mısır’ın yeni yönetenlerinin eski rejimin otoriterliğini tekrar etmesine yönelik her girişimin önüne dikileceklerdir.”

Kürt yönetiminden BP’ye uyarı!

Financial Times’ın Irak’ın kuzeyindeki Kürdistan yönetiminin BP şirketine yaptığı uyarı iç sayfa manşetinde. Habere göre, Kürt yetkili Aşti Havrami BP’ye, Kürt yönetimiyle merkezi Irak hükümeti arasında anlaşmazlık konusu olan Kerkük petrol bölgesinde çalışmalara başlamaması için mesaj gönderiyor.

Devrimin yapılmadığı, olduğu yolundaki anlayışı, o büyük an için pusuda bekleyen bir özne yaratmak şeklinde anlayanlar, ve o gün dışında devrimci olmanın gerekmediğini ifade edenler için, eğer reformcu politik hatta giriş yapmamışlarsa, Marksizmin politik değil, daha çok teorik bir şekilde anlaşılması meşru olur. Bu şekilde hareket eden kesimler için, Marksizmin klasiklerinin genellikle devrim dönemlerinde andığı politika tarzları, bu dönemler dışında meşru olarak kabul edilmez. Devrimcilik, devrimci dönemler dışında Marksistler açısından edinilmesi gereken politik bir nitelik midir? Devrimciliğin devrimci dönemlerde söz konusu edildiği yaklaşımlar açısından şiddet konusu zaten kendiliğinden çözülmüştür.Şiddeti ilke olarak reddedenlerin politik olarak Marksist olmaları mümkün değildir. İlke olarak reddetmeyenler yekpare bir bütün oluşturmuyor. Şiddeti sadece devrim döneminde, devrimci dönemlerde başvurulacak bir pratik olarak görenlerle, şiddet pratiği için devrim döneminin beklenmesinin gerekmediği görüşünde olanlar arasında bir ayrım yapmak gerekecektir. Burada ileri sürülen politika anlayışı, şiddetin bir araç olmak dışında bir politik niteliğin kendisi şeklinde belirlenmesi olduğundan, taraflar arasındaki ayrımın kategorik bir nitelik arz edip etmediği önemli bir sorunsal durumuna geliyor. Siyasi İktidar Namlunun Ucundadır. Biçimsel birtakım temalar bakımından, Menşeviklerin Bolşeviklerden, Çin Komünist Partisinin Mao-öncesi önderliğinin Mao’ dan daha Marksist olduğu öteden beri ileri sürülür. Bolşevikleri “mujik” diye küçümseyen Menşeviklerle, Şanghay’da işçiler arasında örgütlenen 1920ler ÇKP’sinin ‘Marksistliği’ büyük ölçüde ‘Avrupailik’ten geçer. Her iki akım da şiddet pratiği konusunda eleştirilmişlerdir. Maoizm, şiddet konusunda, özellikle 1960’ların uluslararası politik ortamında, ezilenlerin şiddet geleneğiyle etkileşim konusunda genel olarak Marksizm alanındaki yegane belirgin akım olmuştur. Aynı dönemde, pro-Sovyet akımlar arasında şiddet geleneğiyle bağlantı konusunda öne çıkmış hiçbir örnek yoktur. Bazı Güney Amerika ülkelerinde kent ya da kır gerillacılığına yönelme şeklinde görülen örnekler, pro-Sovyet akımların oturmuş reformizminden son devrimci kopuşlar olarak anılmalıdır. Marksizmin kurucularından bu yana şiddet ve onun devrimci mücadele ile devrimdeki rol ve işlevi üzerine tartışma, esasen “sol”da konumlanan Blanqui, Bakunin gibi anarşist olan ya da olmayan politik devrimciler arasında sürmüştür. Marx’ın Blanqui ve Bakunin’le ilişkileri, devrimciliğin temelleri bakımından, hiçbir sakınma yaşanmadan sorgulanmalıdır. Marx, bu iki devrimciyi devrimin politik yanını abartma, ekonomik yanını küçümseme eğilimi nedeniyle eleştirmiştir.Marksizmde şiddet konusu, Mao’dan söz edilmeden gündeme çoğunlukla gelmez. Bunun ardından gelen, ya da altından çıkan, proletaryaya dayanmayan bir devrimcilik eleştirisidir. Böyle bir devrimciliğin, günümüzde daha da artan bir şekilde, Marksizmle akrabalığının kurulmasına bile tahammül edilmeyen bir niteliğe sahip olduğu enerjik bir şekilde ileri sürülür. 1949 [Çin devrimi] bir köylü hareketi değildi. Ancak bir devrim gerçekleşti. (…) Bunlar sosyal patlama koşullarında bir köylü ordusu oluşturan ve çözülme noktasına gelmiş çürümüş bir rejimi askeri yollar-

la ele geçiren deklase (hiçbir sınıfa ait olmayan) aydınların liderliğinde kazanıldı. Iki bin yıl önce, Han hanedanlığı da Mao gibi zengin köylü bir aileden gelen bir hanedan kurucusunun önderliğinde benzer koşullarda kurulmuştu. (…)“Burada yalnızca Çin’deki durum göz önüne alındı -Çin devriminin belirleyici önemi temelinde- ancak, daha önceleri, Yugoslavya ve Arnavutluk ve daha sonra Kuzey Vietnam ve Küba, benzer belirgin özellikleri gösterdiler.” Demek ki, proletaryasız devrimler olabiliyormuş! Üstelik bu devrim herhangi bir sınıfa dayanmıyor. Yoksa tarih sınıflar arasında mücadelenin tarihi değil mi? Ayrıca devrim, belki sınıfa dayanmadığı için, askeri yani politik-olmayan yolla yapılıyor. Askeri yol, şiddet, bir ikame işlevi görüyor; sınıfsızlığın yarattığı bir ikame. Sınıfın yerine şiddet! Bu yaklaşım, eski ve köklüdür; Marksizm çevrelerinde epeyce yaygın ve sistematiktir. Ortada, politikayı anlama, dolayısıyla Marksizmin anlaşılması konusunda derin bir ayrılık vardır.Görüldüğü üzere, şiddet, salt şiddetle sınırlı kalmıyor. Şiddet’le ilgili Marksist literatür, genel olarak proletaryanın rolünü küçümsemek ve ona güvenmemek, kitlelerin tarihteki rolü konusunda aymazlık, toplumun iç yasalarına riayet etmemek, devrimde öncünün rol ve niteliği ile politik düzeyin özgüllüğünü abartmak gibi temalarla birlikte ele alınıyor.Marksizmde şiddet meselesini tartışmak, Marksizmin tarihindeki ve teorisindeki bazı akımların Marksizm-dışı akımlarla ilişkilerinin hesabını vermek/sormakla birlikte yürümek durumundadır. Bu, her iki tarafın da, şiddeti benimseyenlerin de, onu Marksizme yabancı bir tema olarak görenlerin de yükümlülüğüdür.Şiddeti reddedenler ya da ona, zorunlu kalınmadıkça başvurulmaması gereken, ve kullananı da kirleten pis bir sopa olarak yaklaşanlar, Marksizm içinde iseler, liberal teorinin temellerine kadar uzanan bağlarının ne anlama geldiğini yanıtlamak zorundadır.İktidarın namlunun ucunda olduğunu söyleyenler ise, pratik politikada genel olarak Marksist olmayan devrimcilikle; tarihsel-teorik akım ya da düşünceler alanında ise devrimci nihilizmle, devrimci anarşizmle, radikal hümanizmle, varoluşçulukla, özgül olarak Fanon, Sartre, Sorel gibi figürlerle ilişkilerinin hesabını vermekle yükümlüdür. Nihayet, bu kesimler, Marksist olarak, halk geleneğinin ‘ilkel’ öğeleriyle bağlantılarının sınırını açıklamak durumundadır.Devrim söz konusuysa, iktidara yürümenin hiçbir önsel ilkesi yoktur. Bu pratik bir durumdur ve nasıl olursa olsun iktidarı zaptetmelidir. Bu momentte, işçi sınıfının varlığı/yokluğu, darbe/devrim, gibi her türlü tartışma politika-dışıdır; ve elin tersiyle onunla uğraşanlara fırlatılmalıdır.Ekim devrimi, politikayı toplumsal anlayanlar için bir komplodan fazla bir şey olamaz. Esasen, Ekim’de gerçekleşen devrim, Şubat’taki patlamanın açtığı ve verili iktidarın çözüldüğü sürecin içinde sıkışmış özel bir momenttir. Dışarıdan bakan biri, Şubat’takinin ‘olma’, ama Ekim’dekinin ‘yapma’ olduğunu söyleyebilir ve haksız da sayılmaz. Ama Bolşevikler içinde iktidarı talep etme konusundaki ayrılık nasıl ‘olma’ya ilişkin idiyse, iktidarın rasyonel bir organizasyonla zaptedilmesi de aynı ölçüde ‘olma’ya ilişkindir.O halde, karşı tarafın da dogmatik bir ilkesi olduğu öne sürülüyor: Devrim, ancak ilkeler doğrultusunda hareket ederek gerçekleşebilir. Öncüler, kendilerini iktidara iten somut sınıf eylemi olmadığı sürece iktidarı zaptetmek için uğraşmamalıdır.

İktidar ve Şiddet Genel olarak iktidarların şiddete dayandığı kabul edilir. Bu kabul sadece Marksizm alanıyla sınırlı değildir. Arendt iktidar ile şiddeti ayırır. İktidar her zaman sayılara, yani halkın desteğine ihtiyaç duyar Arendt’e göre, oysa şiddet, araçlara dayalıdır ve sayıların gücü olmadan da bir yere kadar idare edebilir. “Şiddete karşı şiddet şeklindeki bir çarpışmada devletin üstünlüğü daima mutlak olmuştur. Ancak bu üstünlük, devletin iktidar yapısı bozulmadığı sürece mümkündür; yani emirlere itaat edildiği ve polis ya da ordu silah kullanmaya hazır olduğu sürece… (…) Emirlere artık itaat edilmeyen bir yerde şiddet araçları yarayışsızdır.” İktidarla şiddeti Foucault da ayırır. Özne ve İktidar başlıklı seçkide yer verilen bir makalesinde, şöyle der: “Zincire vurulup dövülen bir adam kendisi üzerinde güç uygulanmasına maruz kalmaktadır. Ama bu iktidar değildir. Ne var ki, ölümü tercih ederek ağzını açmamakta ısrar etmek gibi kesin bir tavır koyabileceği bir durumda konuşmaya kışkırtılabilmişse eğer, o takdirde belli bir şekilde davranmaya itilmiş demektir. Bu durumda o insanın özgürlüğü iktidara tabi olmuştur. (…) İnsanların insanlar tarafından yönetilmesi (…) belli bir rasyonalite türü gerektirir. Ancak araçsal şiddet gerektirmez.” Arendt’in devrimleri açıklarken iktidar ile şiddeti ayırması güçlü görünüyor. Çünkü devletler, şiddet araçları bakımından her zaman güçlüdür. ABD’nin müthiş askeri gücüne rağmen, Vietnamlılar savaşı nasıl kazandı? İran’da devrim, Şah’ın ağır silahlı ordusu ve SAVAK’a rağmen nasıl gerçekleşti? Fanon, tam da bu konuda Engels’le polemik yapar. Engels’in Anti-Dühring’indeki şiddet üzerine bölümden uzunca bir pasajı aktarır.Fanon’un Engels’e yanıtı şudur: “Reformist yöneticilerin söylediği de budur: ‘Sömürgecilere karşı neyle savaşmak istiyorsunuz? Bıçaklarınızla mı, yoksa av tüfeklerinizle mi?’ “ “Eylem geri alınamaz.” Ezilenler şiddetsiz ya da gizli direniş yollarıyla ezenleri alaşağı etme yolunda bir talep ifade etmemiş oluyor, sadece ezilen konumdayken kendilerine daha uygun, geniş yer açma talebini beyan etmiş oluyorlar. Şiddet araçlarının kullanımı, ezilenleri geri dönüşsüz bir yere taşıyor. Ezilenler artık şiddetin ortamında, bu kez kendileri tarafından kabul edilmiş ve tanınmış bir savaş yürütmeyi, ezenlere karşı paralel bir kimlik olarak çıkmayı eylemli ve bu anlamda geri dönüşsüz olarak sergilemiş oluyorlar. Şiddet araçları, ezilenler açısından savaşımın bir uğrağında, ‘Ben yapmadım’ deme olanağını ortadan kaldırıyor. Fiziki eylem, fiziki karşılığını almaya hazır oluyor, bunu hakediyor. Burada, ezilenlerin ezenlerden gelen tek yönlü şiddete maruz kalmaları ile şiddet ortamının karşılıklı olması arasında kategorik bir fark olduğunu kaydetmek gerekiyor. O halde, geri dönüş kapılarını kapatması ve öznesini bağlaması anlamında, şiddet nitelik verici, tayin edicidir. Bu, Arendt’in diliyle şöyle ifade ediliyor: “Eylem geri alınamaz ve yenilgi halinde statükoya dönüş daima olasılık dışıdır. Her eylem gibi şiddet pratiği de dünyayı değiştirir; ama en olası değişim, daha şiddetli bir dünya doğrultusundadır.” Şiddet, bir kez daha amacı aşan bir araç olarak teyit ediliyor. Bunun ‘tam’ ifadesi şu olsa gerektir: Şiddet, şiddet-öncesi ile fiili bir ayrım yaratan, şiddeti kullanan özneyi yöneten, onun ‘amaçlarını’ ve dolayısıyla niteliğini belirleyici konumda olan bir şeydir.

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Alandaki kalabalık tankları durdurmak için koşarak onların onların önünde set oluşturdu ve tankları engellemeyi başardılar. Daha sonra ordu, protestocuları alanı terk etmeye ikna etmek için üç generalle birlikte merkez bölge-Kahire ve çevre bölgeler- komutanını gönderdi, fakat topluluk onlara da haykırarak karşılık verdi: “Mübarek terk etmeden biz de terk etmeyeceğiz!”

Müşterek bazı talepler formüle edebilemek için protestocuların bir araya geldiği çevrelerde tartışmalar sürüyor. Halk, mikrofonu olan ve protestoculara hitap imkanı sağlayan bir kürsüye sahip. Hoşlarına giden kararları alkışıyor, beğenmediklerini yuhalıyorlar. Şu ana kadar ayaklanmada Mısır toplumunun her kesiminden unsurlar vardı; kent yoksulları, işçi sınıfı, Mısır seçkinlerinin kız ya da erkek çocukları protesto eylemlerinde görüldü.

MARKSİZM VE ŞİDDET-TERÖR SORUNU - 3

SAYFA 09

Mısır’da durum inanılmaz bir hızla gelişiyor, şimdi sokaklarda neler olup bittiğini bize anlatır mısın? Şu anda sizle konuşurken, Tahrir meydanında hala alanı işgal eden 15.000den fazla gösterici var. Günün ilk saatlerinde ordu, protestocuları alandan çıkarmak için onların Mısır Müzesi yakınına kurmuş oldukları barikatları yıkma girişiminde bulundu; alanda Müslüman Kardeşler’in lideri Dr. Beltagui, mikrofondan yaptığı konuşmada kimsenin orduya direnmemesi çağrısında bulunsa da, Al-Ikhwa-n‘ın (Müslüman Kardeşler) taban kadroları dahil halkın sesi onun sesini bastırdı.

Bu haydutlarla ortaya çıkan çatışmalar nedeniyle yaralanmış olanların tedavisi için alana dikilmiş geçici hastaneler de var.

İngiltere’de yayınlanan gazetelerde, Batı Afrika ülkesi Mali’de askeri operasyonlarını sürdüren Fransa ordusuna destek için 300 civarında İngiliz askerin gönderileceğine geniş yer veriliyor. Guardian, Amerika Birleşik Devletleri’nin de, bölge ülkelerindeki El Kaide bağlantılı İslamcı militanlarla etkin mücadele için devreye girdiğini aktarıyor. ABD’nin Fransa ve İngiltere’ye istihbarat desteği sunmak için, Nijer’de insansız hava araçları üssü kurmaya hazırlandığı belirtiliyor. Guardian Mali ile Libya ve Cezayir arasındaki Sahra bölgesinin Afganistan’a benzetilmesine şöyle karşı çıkıyor: “Mali, Afganistan değil. Orada El Kaide olduğu söylenen tehdidin esas olarak, NATO’nun Libya’daki rejim değişikliği ile ortaya yayılan silahlarla donanmış Tuareg’ler, çeteler ve muhaliflerin bir koalisyonu olduğu görülüyor. Zorlukla ulaşılabilen Sahra bölgesini ele geçirebildiler ama ilk ciddi karşı koyuş işaretini gördüklerinde ortadan kayboldular.” İngiltere Başbakanı’nın Avrupa Birliği’ni ülkenin içişlerine karışan “neo-emperyalist” olarak gördüğünü hatırlatarak, “Dünyadaki birçok devletin ve halkın aynısını İngiltere için düşündüğünü görmemesi garip” diyor.

Sayfa 9


HALKIN KURTULUŞU

SAYFA 08

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Sayfa 8

MARKSİZM VE ŞİDDET-TERÖR SORUNU - 3

Ekonomi-dışı Zor Kavramı Kapitalizm-öncesi üretim biçimlerinde sömürünün ekonomik düzeyin içinde gerçekleşmediği belirtilir. Artığın alınması için dışarıdan zor unsuruna ihtiyaç vardır. Bu yüzden bu toplumlar, politikanın yani dolaysız zorun başat olduğu toplumlar olarak görülür. Açıklama şudur: Ekonomi temeldir, politika başattır.Kapitalizmde ise, sömürü ekonominin içinde gerçekleşir. Ekonomi hem temeldir, hem başat. Politik düzey ve onun aygıtları, toplumsal formasyonun iyice dışına doğru çekilmiş, itilmiştir. Bir basit fiske yetecektir, ya da asıl olarak, ekonomi-içi (barışçı ekonomik) ilişkilerin doğal ve zorunlu sonucu olarak ekonomi-içi düzenek değişecek, kapitalist üretim tarzı, iç ekonomik çelişkileri sonucu çökecek ve onun birtakım dışsal ve iğreti aygıtları da tarih sahnesindeki titrek yerlerini terkedip gidecektir. Politikaya, öznel müdahaleye, bu arada şiddete de, gerek yoktur.Bu anlatımın çok basitleştirilmiş ve şematik olduğu doğru; fakat, kapitalizm ile kapitalizm-öncesi toplumları ayırmak için reformcu politik yaklaşımın bundan farklı olduğu sanılmamalıdır. Kapitalizmin bir üretim tarzı olarak da, toplumsal formasyon olarak da politik aygıtlara iğreti bir yer verdiği önermesinin temelsizliğini anlatmaya gerek bile yok. Gereken, üreticinin, sömürülmesi üretim sırasında gerçekleştiği için, sömürüldüğünü farketmemesi ve toplumsal formasyona tepki duymasının zorluğunun teorisi olan ideolojik hegemonyanın asıl kurucu öğe olduğu savlarının politik eleştirisinin yapılmasıdır.Pre-kapitalist toplumlarda ekonomi-dışı zor görüşü, aslında kapitalizm öncesi üretim tarzlarının olmadığı anlamına gelir. Sömürü ekonomik düzeyde gerçekleşemiyorsa, artığa el konulması işleminin, bir sabah ansızın vadiyi istila eden barbarların üretime el koyması arasında bir fark olmaması gerekir. Bu, ekonomik olarak açıklanabilirliği ve diğer her şey bir yana, tarihsel materyalizm bakımından açıklanmaya muhtaçtır. Engels’te Şiddet-Ekonomi Karşıtlığı Engels’in Anti-Dühring’indeki “Şiddet” üzerine bölümler, Dühring’in tarihte şiddetin belirleyiciliği tezine karşı ekonominin rolünü savunurken, tarihte ilerlemenin şiddet-karşıtı, hatta barışçı bir tarzda olduğunu savunma noktasına geliyor. Ekonomi ile şiddeti karşı karşıya getiren Engels, ekonomi ile barışçılığı eşleştiriyor ve şiddeti bu ikisinin karşısına yerleştiriyor. Tarihi, güçlerin çatışma ilişkileri olarak anlamak da mümkündür, uzlaşma ilişkileri olarak da… Aslında her iki önerme de aynı şeyi söylemiş

oluyor. Her ikisinde de güçlerin birinin diğerini boyunduruk altına alması ve barışı böylece sağlaması kesindir. Boyunduruk, yenilenin ‘gönüllü’ başeğmesi ya da ‘zorla’ başeğdirilmesi sonucu olmuş; bu ikincil önemdedir. Engels, Dühring’in görüşlerinin yanlışlığını tanıtlamak için, “Kuzey Amerika’da, ülkenin çok büyük bir bölümü ekime özgür köylülerin çalışması ile açıldı, oysa Güneyin büyük toprak sahipleri, köleleri ve dizginsiz sömürüleri ile birlikte, toprağın gücünü, artık çamdan başka bir şey vermeyene değin tükettiler, öyleki pamuk ekimi, gitgide Batıya göç etme zorunda kaldı” diyerek, şiddetin ilerletici ve ekonomik olmadığını, barışçı tarzın ekonomik-olanla uzlaştığını ve ilerletici olduğunu ileri sürüyor. O, başka örneklere ve açıklama yollarına da başvuruyor: “Keltlerde, Germenlerde ve Pencap’ta olduğu gibi, toprağın ortaklaşa mülkiyeti temeli üzerinde ilkel bir soyluluğun oluşması bile, ilkin hiçbir zaman zor üzerine değil ama özgür onay ve alışkanlığa dayanır. (…) Özel mülkiyetin kuruluşu ekonomik nedenlere dayanır. Zor, bu işte hiçbir rol oynamaz.” “… Bütün süreç hırsızlığa, zora, devlete ya da herhangi bir siyasal karışmaya bir tek kez bile başvurmaya gereksinme kalmaksızın, salt ekonomik nedenlerle açıklanır. ‘Zor üzerine kurulu mülkiyet’, kendini burada da işlerin gerçek akışını anlama yetersizliğini gizlemeye yönelik palavracılıktan başka bir şey olarak göstermez.” “… burjuvazi, (…) proletaryanın yaratılmasını, en küçük bir zor numarası olmaksızın, salt ekonomik bir biçimde gerçekleştirmiştir.”Engels’in Dühring’le tartışmasını, üretim tarzı düzeyinde ele almak gerekiyor. Üretim tarzı düzeyinde ne şiddet vardır, ne de barış. Üretim tarzı, neredeyse teknik varlıklar olarak burjuvaziyi de yaratır, proletaryayı da. Üretim tarzı düzeyinde insan topluluklarının kanı, acısı, coşkusu, barışı ya da savaşı gibi nesneler yoktur. Şiddet ya da barış, toplumsal formasyon düzeyinde var olabilir. Sınıfların ve devlet gibi kurumların yer aldığı bu düzeyde, ekonomik-olan ile şiddetsel-olan değil, olsa olsa şiddet yolu ile barışçı yol karşı karşıya gelir. Özel mülkiyetin kuruluşunu üretim tarzı düzeyinde Engels’in anlattığı şekilde tamamen ekonomik terimlerle açıklamak mümkündür; gerçekte başka türlü de açıklanmaz. Ancak, özel mülkiyet, toplumsal formasyon düzeyinde, şiddetin varlığı olmadan bir gelişim seyri içinde açıklanması mümkün olamayacak bir kategori olsa gerektir. Bu düzlemde, bütün süreci, hırsızlığa, zora, devlete, ya da başka politik müdahalelere başvurmadan açıklamak herhalde mümkün olmayacaktır. Şiddet öğesinin ekono-

mik-olan karşısına yerleştirilmesiyle, ekonomik-olan, bir yandan gerçekte olduğundan daha da sınırlı bir alana (şiddetin olmadığı ve gönüllülüğün olduğu alana) çekilirken, diğer yandan temeldeki yerinden alınıyor ve deyim yerindeyse ikincil faktörlerin daha yukarıdaki katına taşınıyor, ekonomik-olanın şiddet öğesiyle karşılaştırılması böyle mümkün oluyor. Engels’in argümanlarının, bilimle politikayı, tarihle konjonktürü ayırmayan bir bakışa konu edilmesi, devrimci öznenin yaratılmasının ve devrimciliğin açıklanamazlığının kabulü demektir. Dühring’in görüşü, Engels tarafından şöyle aktarılır: “Siyasal ilişkiler biçimi temel tarihsel öğe ve ekonomik bağımlılıklar da yalnızca bir sonuç ya da özel bir durum, yani her zaman ikinci dereceden olgulardır. (…) Bu ikinci dereceden etkiler, ikinci dereceden etkiler olarak, gerçi vardırlar ve bugünkü günde en duyulur olanlar da onlardır; ama en önemli öğeyi yalnızca dolaylı bir ekonomik güçte değil, dolaysız siyasal zorda aramak gerekir.” 19. yüzyılın atmosferinde, Dühring bile ekonomik etkilerin günlük olarak en duyulur nitelikte etki olduğunu reddetmiyor. Günümüzün söylem deryası ortamıyla ne kadar ters bir sağduyusal zihniyet! Engels, Marx’ın da onayıyla, Dühring’in, “bütün tarihin insanın insan tarafından köleleştirilmesine indirgenebileceği”ne kesin bir tutumla karşı çıkıyor. Bugünün, ortalama Marksistine ne kadar yabancı bir tutum!Engels’in, tarihin nasıl anlaşılmasına dair tezi net: “Bugüne değin, sömüren ve sömürülen, egemen ve ezilen sınıflar arasındaki bütün tarihsel çelişkiler, açıklanmalarını insan emeğinin bu görece azgelişmiş üretkenliğinde bulurlar.” Devrim Zamanında Devrimcilik “Başkaldırıdan komploya, direnişten silahlı ayaklanmaya adım adım ‘bir devrimin nasıl yapılacağı’nı gösteren el kitaplarının tümü, devrimlerin ‘yapıldığı’ yönünde yanlış bir anlayışa dayalıdır.” (Arendt) Devrimin olduğu ya da yapıldığı üzerine, Marksizm alanında ifade edilen görüşlerden kalkarak pratik nitelikleri açıklayan bir ayrım yapmak zordur. Günümüzde Marksizm alanında yer alan akımlar, genellikle devrimin yapıldığı görüşünde olduklarını beyan eder. Bunun başlıca nedeni, teorik olarak idealizmin Marksizm alanındaki gücünden, politik olarak Leninizmin II. Enternasyonal’in reddi üzerine ortaya çıkan ve kırılamayan nüfuzundan kaynaklanıyor. Devrimci akımlar açısından, materyalist niteliği açıkça anlaşılır durumda olan bu tez, devrimci hareketin varlığını açıklayamadığı için duymazdan gelinir.Sorun, bilimsel önermelerle politik tezlerin karıştırılmasından kaynaklanıyor. Bilimle politikayı ayırmayan bir özne için, eğer bu özne devrimciyse, devrimin olduğunu söylemek kendi varlığını açıklayamamak anlamına gelecektir. Ama devrimci olmayan yani bilimle politikayı bilimin nüfuzunda ayırmayan özneler için ise bu konuda ‘Marksist olmak’ avantajlı olmaktadır. Devrimin yapılmadığı, olduğu şeklindeki bilimsel önerme, hiçbir devrimci özne için politik edinimin konusu olamaz. Ancak devrim anında devrimci olmayı öngören bir özne için, devrimin olduğu esprisi epeyce açıkça anlaşılır mahiyettedir. pratik türlerinden etkilidir. Yaktığı yer cürmünden her zaman fazladır.O halde, şiddet, devrimcilikle reformculuk arasındaki ayrımı kuran halkalardan biri olabilir mi? Bir dönem boyunca şiddet araçlarını kullanmayan bir özne devrimci olamaz. Bir dönem boyunca devrimci olmayan bir öznenin de Marksistliği söz konusu edilemez.

Sayfa 13

MISIRLI SOSYALİSTLER; ’’PARALEL VE DEVRİMCİ BİR MEŞRUİYET YARATMAK’’

Ted Walker, Kahire, 30 Ekim 2011 -Eylül ayında Green Left Weekly‘nin Mısır Sosyalist Partisi (ESP) üyeleriMamdouh Habashi ve Dr Muhammad Hesham ile yaptığı görüşmeden.Çeviren: Kutlu Tunca Örgütünüzün devrimci süreçte oynadığı rol nedir? Habashi: Bizler 25 Ocak’ı bir devrim değil, sadece yeni ve uzun süreli bir devrimci eğilimin başlangıcı olarak düşünüyoruz. Yıllar alabilecek yeni bir devrimci dalgaya sahibiz. O nedenle gelecek seçimleri, SCAF (Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi) ve diğer pek çok siyasal gücün halkı inandırmaya çalıştığı gibi devrimin sonu olarak görmüyoruz. Seçimlerin kuracağı hükümet meşruiyeti olan tek güç olmayacak. Görevimiz yeni bir meşruiyet, paralel ve devrimci bir meşruiyet yaratmaktır. Yeni parlamento para sahiplerinden oluşacak. Bu paralı güçler iktidarda olan ve kendilerini yeni duruma adapte eden Mübarek’siz Mübarekçiler’dir. İster Mübarekçi ister Mübarek’e karşı olsunlar, bu güçler Mısırlı kapitalistler ve de onların peşinden ayrılmayan siyasal partileriyle tüm İslamcılardan oluşuyor. Ortak bir şeye sahipler: Devrimden yana değiller. Radikal bir politik değişim istemiyorlar. Devrimin taleplerini tek bir anlamsız sözcüğe, “yolsuzluk” a indirgiyorlar. Eğer yolsuzluğu ortadan kaldırırsak, her şeyin iyi hoş olacağını iddia ediyorlar. Bu bir aldatmacadır, çünkü yolsuzluk kapitalizmin onsuz yapamayacağı bir ögesidir. Ama asıl sorun yolsuzluk değil, ona ve içinde yaşadığımız krize neden olan politikalardır. Karşı devrimci güçleri kim destekliyor? Habashi: Karşı devrimci güçler çok kuvvetli bir mali destekle hayli örgütlü ve güçlüler. Onları üç ana güç destekliyor: ABD, İsrail ve Suudi Arabistan. ABD hep olduğu gibi Mısır’ı Küresel Kuzey’e bağlı ve neoliberal politikaların emperyalist kuşatması altında tutmak istiyor. İsrail ve Suudi Arabistan’ın kendilerine özgü gündemleri olsa da bölgede ABD’nin kontrolü altındalar, çünkü Mısır ayağa kalkarsa hareket alanları kalmayacak. Resmi devlet kontrolündeki sendikaların dışında bağımsız bir sendikal faaliyet gelişmekte.

Örgütünüzün gelişen bu bağımsız sendikal faaliyetle nasıl bir ilişkisi var? Hesham: Sendikal faaliyet içinde aktif olarak yer alan üyelerimiz var. Mısır genelinde bağımsız sendikalar örgütlemeye çalışan farklı sol gruplar mevcut ve şu an itibariyle 150yi aşkın sendika kurulmuş durumda. Parti olarak bizim üyelerimizin önemli bir kısmı bağımsız sendikalar içinde çalışma yürütüyor. Fakat yine de yapacak çok iş var-birçok fabrikada sendika yok ve birçok işyerinde işçiler temel sosyal ve ekonomik haklardan yoksun. Sol partiler bu konuda sıkı bir çalışma yürütüyor. Birçok yasal sorunumuz var. Sendikal özgürlüklerin tanınmasını sağlayacak yeni bir yasa için mücadele ediyoruz. Bazı bağımsız sendikalar resmi bir statüye sahip ve faaliyetlerini yasal olarak sürdürüyor, fakat diğer sendikalar henüz yasal bir statü kazanmış değiller. Bu sendikalar kırılgan bir durumda; bu sendikalarda faaliyet gösterdiğimiz için çeşitli müeyyide ve sıkıntılarla karşı karşıya kalabiliriz. Örgütünüz başka hangi alanlarda mücade sürdürüyor? Hesham: Özellikle resmi olmayan yerleşim alanlarında yaşayan halkın ekonomik hakları için yürüttüğümüz bir mücadele var. Kahire, yetkili makamların yaşanması tehlikeli olarak tanımladığı 26 bölgeyle çevrili bir kenttir. Bu sorun Mısır genelinde 12 ile 15 milyon arasında insanı etkiliyor. 2008de Al-Duwayqa yerleşim bölgesindeki heyelanda 10ü aşkın kişi öldü ve binlerce kişi evsiz kaldı. Bu insanların çoğuna hala ne konut ne de bir tazminat verilmiş değil. Fakat bir gençlik grubu konut, sağlık ve insan hakları konusunda bölge halkını bilinçlendiriyor. Bu insanları kendi örgütlenmelerini yaratma ve haklarını savunmaları konusunda destekliyoruz. Ağustos ayında bu yerleşim bölgelerinde bizim de katıldığımız bir dizi kitlesel protesto gösterisi ve grevler vardı. Kadın hakları için de mücadele veriyoruz. ESP toplumsal hayatın tüm alanlarında kadın ve erkeğin tam eşitliğini savunuyor. Ayrımcılığın tüm biçimlerini ortadan kaldırmayan bir sosyalist toplum tasavvur edilemez. Müslüman Kardeşler ve diğer İslamcı kesimler kadın haklarını desteklediklerini söylüyorlar; fakat örneğin kadınların mal sahibi olmalarına karşılar, kadınları erkeğe tabi ve aşağı statüde görüyorlar. Vatandaşlık Yasası ile Özel Sorunlar Yasası kadınlara karşı ayrımcılık yapıyor ve biz bu yasalarda radikal değişiklikler görmek istiyoruz. Ama yine Müslüman Kardeşler bu yasaların değiştirilmesine karşı. Devrimin olumlu yönlerinden biri, genci, ev hanımı, farklı yaş grupları ve arkaplanlarıyla kadınların devrime aktif katılımıydı. Ayrıca ciddi çevre sorunlarına tahsis edilmiş bir özel çalışma grubumuz da var. Bu, eylemlerin eşgüdümlenmesini gerektiren küresel bir sorun, fakat Mısır’da karşı karşıya bulunduğumuz özel sorunlar da mevcut. Çevre sorunu Kahire gibi bir kente sadece hava kirliliğiyle sınırlı değil, çöp yığını ve temiz suya erişim gibi her yurttaşın refahını etkileyen sorunlar da var. Bu sorunlar en çok resmi olmayan yerleşim bölge-

lerinde hissediliyor. ESP temiz ve güvenli enerji gibi meseleler üzerinde çalışmalar da sürdürüyor. Eylül ayında Kahire Amerikan Üniversite’inde öğrenciler ve eğitim personeli greve gitti. Mısır’da üniversite kampüslerinde politik militanlık ne durumda? Hesham: Mısır’da 2005den başlayarak iktidardan bağımsız bir üniversite için gelişen güçlü bir hareket vardı. 25 Ocak’tan beri farklı üniversitelerde üç ya da dört ana grup ortaklaşa faaliyet sürdürmekte. 11 Eylül’de bu grupların çağrısıyla bir protesto eylemi gerçekleşti ve 5000 kişi bakanlar kurulu merkezine yürüyerek başbakan ve SCAF ile bir görüşme yaptı. Talepleri Mübarek dönemindeki tüm resmi görevlilerin-yöneticiler ve dekanlar- görevden alınması ve akademisyenler ile genel eğitim personelinin koşullarında iyileştirmeler yapılmasıydı. Fakat yetkili makamlar üniversitelerde ve diğer alanlarda köklü değişiklikler yapmayı reddetti. Zorda kalmadıkça STAF bir yanıt vermiyor. Bu nedenle tüm üniversitelerde 1 Ekim için bir genel grev örgütlendi. Okularda da genel grev çağrsısı vardı. Bizler diğer toplum kesimlerinin de eylemlere katılmasını bekliyoruz. Örneğin son olarak bazı hastanelerde doktorların yaptığı grevler oldu ve yeni eylemlere hazırlar. SCAF reformları asgari düzeyde tutmak istiyor ve bu da öfkeye yol açıyor. Gelecekte mücadelenin daha da gelişeceğini ümit ediyoruz. Sol güçler son olarak Sosyalist Güçler Koalisyonu’nu kurdu. Bu sadece seçimlere mi, yoksa daha geniş kapsamlı bir çalışmaya mı yönelik bir koalisyon? Habashi: Seçim koalisyonları, daha uzun süren, toplumda daha derin köklere sahip sahip, açık talepleri ve meşruiyeti olan sosyal cephelerden farklılaştırılmalıdır. Seçim bir mücadeledir, ama nihai mücadele değildir.Kurulacak olan parlamento ülkenin sorunlarından hiçbirini çözemeyecek. Sol güçler arasında bazı teorik farklılaşmalar var, ama ana mesele bunlar değil. 60 yıl süren bir diktatörlükten sonra solun bir anda birleşmesini bekleyemezsiniz! Birleşme de ortak çalışmadan çıkacak. İdeolojik farklılıklar, örneğin seçimlere nasıl bakmak gerektiği gibi politik sorunlara yaklaşım tarzlarında ortaya çıkıyor. Parlamentonun meşruiyeti dışında paralel bir meşruiyet yaratma süreci olacak ve bunun için de yıllar gerekiyor. Hesham: Parlamento seçimleri ve İslamcılara karşı direniş gibi mücadeleler söz konusu olduğunda, ortak bir faaliyet zemini bulmaya çalıştık. Diğer sol gruplarla birlikte, özellikle İskenderiye’de birçok bildiri yayınladık. Şu anda ise, çok kısa bir süre önce kaldırılan olağanüstü hal yasasının yeniden dayatılması sorunu ekseninde ortak bir çalışmaya gidiyoruz. Ordu konseyi yasayı çok daha geniş biçimde yeniden yürürlüğe sokmaya çalışıyor. 11 Şubat’ta grev ve gösterilere karşı yürürlüğe sokulan bir başka yasa daha var ve değiştirmek için mücadele ediyoruz. Hiçbir güç bu meydan okumalara tek başına karşı koyamaz. Ortak çalışma dolayında birbirimize destekliyoruz. Büro bulma sorunlarımız oldu, sol grupların hepsi çok yoksul.Birleşik bir sol parti yaratmak bir rüyadır, ama doğru temeli olmayan ve çok hızlı şekilde gelişen bir birlik uzun ömürlü olamaz. solkure.wordpress.com


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 14

TUNUS’TA HALKIN MÜCADELESİ SÜRÜYOR UGTT potansiyel olarak ülkedeki herhangi bir siyasal partiden daha güçlü ve yeni liderlik bir ölçüde bunu fark ediyor. UGTT liderleri devrimci olmadıkları ve Marksist gelenekten gelmelerine rağmen gündelik etkinlikler ve sosyalist toplumsal dönüşüm propagandasıyla bir ilişkileri olmadığı halde, yine de eski sendika liderliğinden çok daha fazla soldalar ve yine eski liderlikten farklı olarak Bin Ali’nin dikta rejimleriyle doğrudan ilişkileri yok. Araslarından bazıları militan bir geçmişten geliyor; kapitalizmin krizinin işçi sınıfına saldırıları artıracağını biliyorlar ve aşağı toplumsal katmanlardan işçilerin ruh haliyle daha fazla uyum içindeler. O nedenle “sınıf mücadelesinin dili”yle konuşmaya daha fazla zorlanıyor ve yeni hükümetle ilişkide daha radikal bir duruşu benimsiyorlar.

Tunus’ta bugün var olan durumu tanımlar mısınız? Devrim bir süreçtir, tek bir eylem değil. Bu süreç hala devam ediyor ve özellikle yılbaşından sonra ülkede meydana gelen yeni protesto dalgasında bu fark edilebilir. Ülke genelinde her gün otoritelere karşı yeni protestolar, sosyal koşulları iyileştirmek amaçlı yeni grevler ve insanların sorunlarını ifade ettikleri oturma eylemleri meydana geliyor.

Arapça’da ‘devrim’ geçmişten bütünüyle ve temelli bir kopuş demektir; fakat bu gerçekleşmedi. Tüm bu protestolar gösteriyor ki halk hala mücadele etmek zorunda ve çoğunluk için koşullar esasen değişmiş değil.

Geçtiğimiz 14 Ocak’tan beri ülkede, an az altısı bu yılın ilk haftası içinde gerçekleşen 107 intihar vakası oldu. İntihar edenlerin çoğu işsiz, umutsuz ve bir iş bulmak için her şeyi yapmaya hazır insanlar. Eski sistemden esaslı bir kopuş olmadı ve bu nedenle halk mücadelesinin süreceği tam olarak öngörülebilir. Dolayısıyla açıktır ki devrim yani halkın gerçek bir değişim arayışı ve bu değişimi dayatmak için sahneye çıkışı- hala diridir.

Sol’da bugün birçok örgütlenme var. Ancak bugün Tunus’ta turnusol testi işçi mücadelesini ilerletecek bir sosyalist programın hayata geçmesidir .

Petrol iş kolunu grevler vuruyor. İşçiler ve yoksullar demiryollarını ve yolları bloke etti. Her gün dört yol blokajının meydana geldiğini bildiren haberler yayınlandı. Çalışma koşullarının düzeltilmesi ve daha fazla iş talepleriyle oturma eylemleri ve bazı durumlarda açlık grevleri yapıldı.

Ülke Yunan tarzı sürüncemeli bir mücadele dönemine girebilir çünkü hareketi kapitalist sisteme meydan okuma noktasına taşıyacak sosyalist programı olan bir parti yok.

Bu grevler sadece sosyal ve ekonomik taleplere dayalı değil; rüşvetçi memurların ve eski rejimle ilişkili idarecilerin görevden alınmasını talep eden, hükümetin onların sorunlarıyla yüzleşme iktidarsızlığını hedef alan siyasal bir karaktere de sahipler.

Kapitalizm içinde toplumsal sorunlara kalıcı bir çözüm olamaz. Sosyalizmden söz etmeden önce “demokratik bir kapitalizm” aşamasından geçilmesi gerektiğini ileri süren soldaki güçler işçi sınıfını yanıltıyor. Çünkü kapitalizm gerçek bir demokrasiyi kurmakla değil, sadece işçilerin sömürülmesiyle alakalı bir sistemdir.

Asıl sorun UGTT’yi işçi sınıfının örgütlenmesi için mücadele eden demokratik bir organa dönüştürmektir ve bu da onun öfkeli muazzambir işsizler ordusuyla bağ kurması ve kapitalizmin iktidarına meydan okuyabilen olumlu bir programı benimsemesi demektir.

Çıkmaz sokaktan çıkmanın tek yolu sosyalizmi gerçekleştirmektir. Somut olarak sosyalist bir program; işi paylaşımına ve kamusal altyapıya büyük ölçekli yatırımlara dayalı kapsamlı bir istihdam programı, herkes için yeterli bir refah düzeyi ve sanayide, bankalarda işçi kontrolü ile ilgili sorunlara yönelmelidir. Fakat ne yazık ki sol bu meselelerle ilgili açık bir program ortaya koymuyor.

Elbette ütopyacı değiliz. Sosyalist devrimin gerçekleştirmeye uygun bir manivela olabilecek kitlesel bir işçi sınıfı partisi olmaksızın her tür ihtimal ortaya çıkabilir. O nedenle böylesi bir partinin inşası devrimcilerin en önemli görevidir. Emperyalist güçler Tunus’u kapitalist kontrollü demokratik bir geçiş ‘model’i olarak vitrine çıkarmak istiyor. Eğer işçi hareketi ekonominin kontrolünü alma yönünde ilerlerse emperyalizm panikleyecektir.

Tunus’ta işçiler grev eylemiyle devrimde belirleyici bir rol oynadı. Şu günlerde işçi sınıfı içinde neler oluyor?

Tüm bölgeyi etkileyecek sonuçlar vereceğinden, bu, onların her ne pahasına olursa olsun kaçınmak istediği bir şey. Bu nedenle medyada grevdeki işçilere karşı saldırgan bir ideolojik kampanya var.

Aralık ayında yeni bir UGTT [Tunus İşçi Sendikaları Konfederasyonu] bürosu açıldı. Bu önemli bir gelişme çünkü bu yeni liderlik hükümetle şu anda tam bir ”soğuk savaş” hali içinde bulunuyor. Yeni büronun 13 üyesinden 9u Marksist gelenekten geldiklerini ifade etmekte.

(socialistworld.net‘te yayınlanan 31.01.2012 tarihli söyleşiden kısaltılarak çevrilmiştir.) Çeviri: Kutlu Tunca-(İki Tunuslu sosyalistle söyleşi)

Kısacası, yurtdışından sağlanan borçlanma Türkiye’deki bankalar için önemli bir kaynak. Ancak kriz esnasında ABD ve Avrupa’daki bankalar birbirlerine bile borç vermekten çekinirken Türkiye’deki bankalara kredi açmak istemiyorlardı. Dolayısıyla o kanalda bir daralma oldu. Ancak 2008 ve sonrasında Türkiye’deki bankaların riskinin başlarda algılandığı gibi olmadığı görüldükçe bu kanallar açılmaya başladı. Şu an Türkiye’deki bankaların bir borçlanma sorunu yok. Fakat genel olarak Avrupa’da piyasaya verilen likiditenin tam olarak krediye dönüşmediğini görüyoruz. Bu da, oradaki büyümeyi kısıtlayan bir etken. Burada global krizin Türkiye’deki bankalar üzerindeki etkisinin Avrupa bankalarından farklı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Avrupa’daki bankalar birkaç yönden sıkıntıya düştüler. Birincisi, ellerinde riskli tahviller veya çeşitli finansal araçlar vardı. Yani sahip oldukları bu varlıkların değeri düştü. İkincisi, halk bankalardan paralarını çekmek istedi. Bankalar bunu karşılamak için varlıklarını sattılar. Dolayısıyla ellerindeki diğer varlıkların da değeri düştü ve borçlarını (mevduatı) beklediklerinden daha erken ödemek zorunda kaldılar. Üçüncüsü, diğer kanallardan borçlanma imkanı kalmadı. Örneğin başka bir bankadan borç alıp halka olan borçlar ödenebilirdi. Ama diğer bankalar da birbirlerine borç vermek istemiyordu. Ayrıca, ABD ve Avrupa’daki hükümetler de krizin büyüklüğünü ilk başta tam olarak algılayamadıkları için müdahale etmekte geç kaldılar. Türkiye’deki bankalarda ise bu riskli ürünler yoktu. Dolayısıyla varlıklarının kalitesi daha yüksekti. Bankaların sahip oldukları varlıkların hızla erimesi gibi bir durum Türkiye’de yaşanmadı. Bu yüzden de krizi nispeten az hasarla atlattık ve ardından toparlanma daha çabuk geldi. Bizdeki 2001 krizinin ardından yapılan düzenlemelerin rolünü de unutmamak gerekiyor. 2007de Türkiye bir krize girmediyse, bu, 2001 krizinin ardından yapılanların sayesindedir. Halihazırda küresel kriz Türkiye ekonomisi açısından hangi risk potansiyellerini barındırıyor? Bazı yorumcular, ABD Merkez Bankası ve Avrupa Merkez Bankası bol miktarda likidite yarattığı ve Türkiye’de de faiz oranları nispeten yüksek olduğu için, küresel krizde olağanüstü bir kötüleşme olmadığı takdirde Türkiye’nin her zaman dış finansman bulacağını öngörüyor. Birincisi, bu değerlendirmeye katılıyor musun? İkincisi, eğer katılıyorsan, dış finansman bulsa bile Türkiye’nin izlediği büyüme modelinin ne denli sürdürülebilir olduğunu düşünüyorsun? Yukarıdaki değerlendirmeye katılıyorum. Türkiye’deki bankalar krizde dayanıklılığını ispatladı. Dolayısıyla yurtdışından finansman bulmakta zorlanacaklarını düşünmüyorum. Ancak, birkaç sene sonra ABD ve Avrupa’da beklediğimiz faiz artırımları gelirse, finansman maliyetleri artacaktır. Belki daha da önemlisi, gelişmiş ülkelere bir miktar sermaye geri dönüşü olacaktır. Türkiye’deki büyüme modelinin sürdürülebilirliği konusunda kısa ve orta vadede iyimserim. Ancak riskleri de hatırlatmak gerekiyor. Bence öncelikli sorun işsizlik ve nitelikli işgücü eksikliği. Bir yandan yüksek bir işsizlik var ki bu tüketimi ve büyümeyi olumsuz etkiliyor; öte yandan işletmelerin ihtiyacı olan nitelikli işgücü bulamadıklarına ilişkin yorumlar okuyoruz. Eğitim öncelikli sorunumuz. Çünkü

daha donanımlı nesiller yetiştirmeyi başarabilirsek hem iş verimliliğini artırabiliriz, hem de bu insanların kendi işlerini kurup yaratıcı girişimcilere dönüşmesi sağlanabilir. Dönüşümden şunu kast ediyorum. Türkiye, 1980lere kadar ağırlıklı olarak bir tarım toplumuydu. 1980lerden sonra tekstil, plastik, çimento gibi düşük teknolojili sanayi üretimine geçmeyi başardı. 2000lerden itibaren ise beyaz eşya, otomotiv gibi orta teknolojili ürünlerin ülkemizde üretildiğini görmeye başladık. Şimdi ise bilgisayar, cep telefonu gibi ileri teknoloji alanlarına geçmemiz gerekiyor. Bu dönüşüm de “icat” yapacak, teknolojik ürünleri geliştirecek eğitimli nesillerle sağlanabilir. Örneğin bugün iPhone, 6 farklı ülkede üretilen parçaların ve yazılımların Çin’de ve Tayvan’da birleştirilmesiyle yapılıyor. 500 $’lık bir iPhone’un üretim maliyeti yaklaşık 200 $’a geliyor. 300 $ ise üretim yapmayan, ancak tasarımı ve markayı geliştiren ABD’li Apple firmasına kalıyor. Yüksek teknolojili ürünler böyle bir katma değer sağlıyor. Üstelik ülkedeki teknolojik bilgi birikimine katkısı ve yaratıcılığı teşvik etmesi gibi maddi olmayan katkıları da var. Dolayısıyla, mevcut büyüme modelimizin sürdürülebilirliği tartışılabilir. Bir noktada dışsal gelişmelerle büyümemizin tıkanacağı ya da dalgalanacağı düşünülebilir. Ancak yüksek teknolojiye geçiş yönünde bir hamle başarılabilirse, o zaman büyümenin sürdürülebilirliğigibi bir sorunumuz kalmaz Türkiye’de ekonomi çok daralmadığı müddetçe ABD’de yaşanana benzer şekilde hane halklarının harcanabilir gelirleri/borçlanma düzeyleri/tasarruf oranlarından kaynaklı bir kriz riski görüyor musun? Senin de bildiğin gibi Türkiye’de hanehalklarının tasarruf oranı giderek düşüyor. Örneğin TÜİK 2010 Hanehalkı Bütçe Anketi’ne göre hanehalklarının ortalama tasarruf oranı yüzde 7,3e inmiş durumda. Yine Kasım 2011 tarihli TCMB Finansal İstikrar Raporu’na göre, Eylül 2011 itibariyle hanehalkları kazandıkları 100 TL gelire karşılık, ortalama 44,5 TL borçlu durumdalar. Türkiye’nin 2012de ılımlı bir büyüme göstereceği ve tüketici kredilerinde bir daralma olsa bile bunun çok dramatik boyutlarda olmayacağı tahminleri göz önüne alındığında, hanehalklarının gelirlerine göre tüketimlerinin giderek arttığı bir durumda borçlanma-kredi kullanma temelli bir büyüme hangi finansal riskleri barındırıyor. Hangi açıdan bakarsanız bakın, Türkiye’de tasarruf oranlarının düştüğü ve borçluluğun arttığı görülür. Hem halkımız kendi gelirlerinin daha az bir kısmını biriktiriyor hem de borçlanarak tüketime yöneliyor. Ancak, gelişmiş ülkelere bakarsak, bizdeki borçluluğun çok yüksek seviyelerde olmadığı görülür. Örneğin Avrupa Birliği’nde hanehalkı borcunun gayrisafi yurtiçi hasılaya (GSYH) oranı %65lerde, ABD’de %80 seviyelerindedir. Türkiye’de ise, henüz daha %17lerde. Ancak şunu da söylemek gerekir ki 2006da, krizden önce, bu oran %10lardaydı. Kısacası hızlı bir hanehalkı borçlanması var, ancak bu borçlanma henüz daha kritik seviyelere gelmemiş durumda. Şunu da göz ardı etmemek gerekiyor; halkımız fakir. Her ne kadar Türkiye hızlı bir büyüme yaşamış olsa da &ki büyüme demek zenginleşme demektir& halkımızın çok büyük bir kısmı ancak ihtiyaçlarını giderebilecek kadar gelire sahip. Tasarrufla ilgili hangi araştırmaya bakarsanız bakın, ezici bir çoğun-

luk “para biriktiremiyorum” diyor. Çünkü ancak ihtiyacını karşılayabiliyor. Fakat bir yandan ihtiyaçlar da çeşitleniyor. Önceden cep telefonu lüks iken artık bir ihtiyaç olarak görülüyor. Ona da para harcanıyor. Ya da otomobil ve ev kredilerinin faizleri düşünce, borçlanıp bu tür harcama ve yatırımlara da giriyorlar. Dolayısıyla tasarruf oranları düşüyor, borçluluk artıyor. Ancak, bu durumun henüz kriz yaratacak boyuttan uzak olduğunu düşünüyorum. En son Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın da belirttiği gibi hükümet, yurt içi tasarruf oranlarını arttırmak için bazı önlemler almaya çalışıyor. Örneğin yastık altı paranın finans sistemine girmesi, bireysel emeklilik fonlarının gelişme göstermesi gibi. Bu önlemlerin ne ölçüde tasarruf açığını kapatabileceğini düşünüyorsun? Hükümetin planladığı önlemlerin detayını henüz bilmiyoruz. Şu ana kadar bir niyet beyanı var, bu da bir takım önlemlerin alınacağına işarettir. Tasarrufu özendiren bir yaklaşımın yararlı olacağını düşünüyorum. Ancak halkın biriktirme, tüketim, kayıt dışı birikimlerini kayıt içine alma gibi davranışlarını değiştirmek çok kolay değildir. Alınacak olan önlemler başarılı olursa, örneğin yastık altındaki altın, döviz ve benzeri varlıklar sisteme katılırsa, bunun mutlaka bir yararı olacaktır. Çünkü ancak finans sistemine giren tasarrufun faydası vardır. Türkiye’deki herkes parasını evinde saklasa bunun büyümeye, yatırımların finansmanına hiçbir katkısı olmaz. Bu varlıklar finans sistemine gelirse, oradan yatırımlara ve işletmelere kredi olarak döner. Belki yurtdışından bir miktar daha az borçlanırız, ama her halukarda bu önlemlerin tasarruf açığını tam olarak kapatmaya yeteceğini zannetmiyorum. Yukarıdaki soruyla bağlantılı olarak, yine aynı toplantıda Ali Babacan Türkiye’nin ihracatta rekabet gücünü koruması ve cari açık riskinden korunması için işgücü piyasasının da esnekleştirilmesi gerektiğinden bahsetti. Şunu sormak istiyorum: Eğer çalışan kesimlerin reel ücretleri rekabet gücünü kaybetmemek adına arttırılmazsa, Türkiye’de hanehalkı tasarruf oranları nasıl yükseltilebilir? Türkiye’de işgücü piyasasının yeterince esnek olduğunu düşünüyorum. İşçi çıkarma veya işçi çıkarma maliyetleri konusunda sorun yaşayan bir şirket olduğunu zannetmiyorum. Bu sorun aslında genel olarak gelişmekte olan ülkelerin sorunu, çünkü bu ülkelerde genelde katma değeri düşük ürünler üretiliyor. Örneğin 1 liraya ürettiğiniz tişörtü 1,5 liraya satmaya çalışırsınız. Ama başka biri gelip 1,3 liraya satmaya başlarsa, pazarınızı kaybedersiniz. Fiyata dayalı rekabetin sonucu budur. Böyle olunca işçilik maliyetleri, enerji maliyetleri gibi her tür maliyet kalemlerindeki ufak oynamalar rekabet gücünü etkiler. Sonuçta da “maliyetleri nasıl azaltırım?” diye düşünmeye başlarsınız. Halbuki ülke olarak katma değeri yüksek ürünlere geçişi, ya da markalaşmayı başarabilirsek o zaman “gelirimi nasıl artırabilirim?” sorusu düşünülmeye başlar. Örneğin, global bir marka yaratırsanız ürettiğiniz aynı tişörtü 50 liraya satarsınız. Bu durumda işçilik maliyetleri, işgücü esnekliği artık sizin için önemli bir sorun olmaktan çıkar. Teknolojik ürünlerde de yukarıdaki iPhone örneğini hatırlatmak isterim. Böyle bir dönüşüm, hem işçilerin hem de işletmelerin gelirinin artmasını, zenginleşmesini beraberinde getirir. Doğal olarak da bu durum tasarrufa yansır.

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Toplumda devrimci bir ayaklanmaya neden olan nesnel koşullar varlığını sürdürüyor. Birçok bakımdan çoğunluk için gündelik hayat aslında daha da kötüleşti. İşsizlik patladı oysa bu mesele aslında halkın taleplerinin merkezinde yer alıyordu.

Sol tarihsel olarak birçok işçi sınıfı mücadelesi ile kadın hakları ve kamu sağlık sistemi gibi gibi sosyal hakların elde edilmesinde merkezi bir rol oynadı.

KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE’YE YANSIMALARI

SAYFA 07

Devrimin yıldönümü, bir yıl öncesinden bu yana bazı bölgelerde neredeyse isyan niteliğini kazanan en büyük eylem dalgasına ivme sağladı. 13-18 Ocak tarihleri arasında yoksulluğu ve bölgenin ötekileştirilmesini protesto etmek için Güney’de, Siliana bölgesinde bölgesel bir genel grev meydana geldi ve 5 gün sürdü. Gafsa etrafındaki maden bölgeleri sürekli grev, protesto eylemleri ve fiilen halkın yönetimindeki semtleriyle her an patlamaya hazır.

Sol güçlerin Tunus’ta oynadığı rol nedir?

Halihazırda Tunus’un hemen her yerinde işçi sınıfının ana kesimlerini kapsayan işçi mücadeleleri patlıyor, örneğin gaz sanayinde Gabès Limanı’nı blokaj eylemi meydana geldi.

Sayfa 7


HALKIN KURTULUŞU

SAYFA 06

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Sayfa 6

KÜRESEL KRİZ VE TÜRKİYE’YE YANSIMALARI Alparslan Budak ile Küresel Kriz, Türkiye’ye Yansımaları ve Türkiye Ekonomisi’nin Yakın Geleceği Üzerine Söyleşi (*) Söyleşi: Taylan Doğan 2007 ortalarında ABD’de başlayıp bütün önde gelen kapitalist ülkelere yayılan finansal krizin nedenlerini anlatır mısın? Alparslan Budak: Global finansal kriz, ABD’deki gayrimenkul kredilerinin geri ödenmemesi ile başladı. Gayrimenkul kredileri, özellikle ABD’de yoğun bir şekilde tahvile dönüştürülüp başka yatırımcılara satılır. Örneğin bir banka, 100 kişiye 30 yıl vadeli konut kredisi vermiş olsun. Kredi alanların her ay düzenli olarak bankaya bu kredilerin geri ödemesini yapmaları beklenir. Banka, 30 yıl boyunca bu kredilerin geri dönmesini beklemektense bunları toplu olarak ve üzerine kar koyarak, başka bir şirkete satar. Böylece banka, verdiği kredilerin bedelini toplu olarak bu şirketten alır ve yeniden kredi olarak verir. Verdiği kredileri yeniden toplulaştırır, yeniden başka şirkete satar, karını artırır. Şirket ise bu kredileri satın almak için tahvil çıkarır. Kısacası, o da borçlanır. Bankadan kredi alanlar her ay borçlarını bu şirkete öder. Böylece şirket de tahvili sattığı kişilere borcunu öder. Tahvil alanların bazıları, bu tahvilleri gidip ayrıca sigorta ettirirler. Yani sigorta şirketi, bir sorun olup da bu tahviller ödenmezse, parayı ödeyeceğini garanti eder. Çok ana hatlarıyla zincir bu şekilde işler. Arada bu tahvilleri kullanarak çıkarılan çok değişik başka finansal araçlar da üretilir, bunlar da çeşitli yatırımcılara satılır. Şimdi zincirin başına dönelim. Eğer kredi alanların bazıları borçlarını ödememeye başlarsa, öncelikle bu kredileri satın alan şirketler, sonra o şirketin tahvilini alarak şirkete borç vermiş olan kişiler, sonra bunları sigortalayan şirketler ve tabii ki bu süreçte kredi veren bankaların hepsi zora düşer. Ana hatlarıyla krizin çıkışı ve dinamikleri böyle gelişti. Kriz, “finansal” bir kriz olmaktan çıkıp nasıl bütün dünya ekonomisini etkileyen bir krize dönüştü? Yukarıdaki “ilk” aşamadan sonra, finansal kurumların zora düştüğünü gören insanlar bankalardan ve diğer finansal piyasalardan paralarını çekmeye başladılar. Bankalar da kimin zora düştüğünü tam olarak bilemediklerinden birbirlerine borç vermeyi kestiler. Bu sefer, sağlam olan kurumlar da sorun yaşamaya başladı. Halk parasını bankadan çektikçe, bankalar reel sektörde iş yapan şirketlere ihtiyaçları olan kredileri veremez oldular, hatta daha önce verdikleri kredileri vadesinden önce geri çağırmaya başladılar. Bu defa reel sektör firmaları zora girdi. Piyasada kimse kimseye borcunu ödemez oldu veya istese de ödeyemez hale geldi. İşte bu noktada da, başta ABD olmak üzere çeşitli ülkelerde devletler finans sektörünü kurtarmak için devreye girdi. Bazı bankalara devlet el koydu, bazılarının ödenmeyen batık kredilerini aldı, çoğuna ucuz borç verdi, dolaşımı duran, bulunmaz hale gelen parayı basıp piyasaya sürdüler. Kısacası mevcut sistemin çökmemesi için her tür tedbiri aldılar. Fakat bu süreçte devletlerin de borçları arttı ve devletler de riskli hale geldi. Devletler borçlanamaz, kredi bulamaz oldular. Şu an bu “ikinci” aşamadayız ve bunun düzeltilmesi için önlemler alınıyor. ABD ve Avrupa ülkeleri, krize karşı belirli ortak yönleri olan önlemler geliştirdiler. Kısaca bunlardan bahseder misin? İlk aşamadaki en önemli sorun borç zincirinin durmuş olmasıydı. Bunun için öncelikle para basıldı, bankalara ucuz likidite verildi, bankaların

birbirlerine borç vermesini sağlayacak yöntemler geliştirildi. Bunların nihai amacı da reel sektörün finansman akışını yeniden sağlamaktı. Çünkü halk finans sisteminin zora düştüğünü görünce tüketimlerini kıstı, şirketlerin satışları düştü. Bunun üzerine şirketler, bir de kredi de alamaz hale gelince üretimlerini azalttılar veya durdurdular. Sonuçta hem finans sektöründe hem reel sektörde yüz binlerce kişi işten çıkarıldı. Bu insanların da tüketimleri doğal olarak düştü. Bir kısır döngü başladı. Ancak, ilk aşamadaki sorun olan kredi mekanizmasının yavaş yavaş işlemeye başladığını görüyoruz.

Şu an Avrupa’da kamu borcu dışındaki temel sorun, ekonomilerdeki daralma ve işsizlik. Çünkü bu durum devletlerin vergi gelirlerini azaltıyor. Borçların ödenebilirliği de şüpheli hale geliyor. Ancak ben gelecekle ilgili iyimserim. Yunanistan’ın kendi kaderine bırakılmamış olması, Avrupa’nın her ne olursa olsun çözülmeden devam etme iradesini gösteriyor. Birkaç sene sonra Avrupa genelinde büyümenin yeniden başladığını göreceğiz ve şu an yaşanan bazı sorunlar daha kolay atlatılabilir hale gelecek. Ancak o zaman da başka sorunları konuşuyor olacağız.

Şimdi ikinci aşamadayız. Şirketlerin veya diğer bir ifadeyle, ekonomilerin büyümesinin sağlanması. Eğer halkın güveni yeniden eski seviyelere ulaşırsa, tüketmeye başlarlarsa, üretim artışı ve ardından istihdam artışı gelecektir. Şu an devletlerin yapmaya çalıştığı, bu olumlu döngüyü başlatmak. Ancak, henüz bu süreç tam olarak başlamadı.

2012 yılının ilk ayları itibarıyla baktığımızda dünya finans krizinin geldiği aşama hakkında neler söyleyebiliriz? ABD Merkez Bankası (Federal Reserve) ve Avrupa Merkez Bankası’nın bol miktarda para basarak kritik durumdaki bankaları fonlaması geleceğe dönük bir enflasyon riski barındırıyor mu?

Üçüncü aşamada ise enflasyon sorunu ortaya çıkacaktır. Genel olarak şu an global piyasalarda ciddi bir likidite fazlası var. Halkın geleceğe dönük beklentileri iyileştiğinde ve insanlar tüketmeye başladıklarında, yeterince üretimleri olmadığı için şirketler bu talep karşısında öncelikle fiyatlarını arttıracaklardır. Bu defa enflasyonla mücadele için devletler fazla likiditeyi piyasadan çekmeye, tüketimi sınırlamak için faizleri artırmaya başlayacaklardır. Ancak bu aşama şimdilik uzak görünüyor. Tahminim, 2014-2015 yıllarında bu konuları konuşuyor olacağız.

İki üç sene sonra enflasyon konusunu daha yoğun konuşacağımızı düşünüyorum. Bunun beraberinde, özellikle gelişmiş ekonomilerde faiz artışları gelecektir. Dolayısıyla global sermaye bu dönemde gelişmekte olan ülkelerden çıkıp gelişmiş ülkelere yönelebilir. Bu sermaye akışı ise, gelişmekte olan ekonomilerde dalgalanmalara yol açabilir. Örneğin kurları oynatır. Kurlar değişirse dış ticaret dengeleri değişir, enflasyon değişir, büyüme etkilenir. Kısacası, ekonominin sorunları ve üzerinde konuşulacak konular bitmez.

2011 yılında Avrupa’daki kriz öyle kritik bir noktaya geldi ki başta Yunanistan olmak üzere, İspanya ve Portekiz’in kamu borçları çok yüksek seviyelere ulaştı. Hatta Avrupa Para Birliği’nin daralabileceği ve bazı ülkelerin, Avro Bölgesi dışında kalacağı yorumları yapıldı. Özellikle kamu borçlarıyla ilgili olması bakımından Avrupa’daki krizi, ABD’deki krizden ayırt eden temel özellikler neler? Kriz ABD’den çıkıp diğer ülkelere yayıldı, çünkü küreselleşme, özellikle finans alanındaki küreselleşme inanılmaz boyutlarda. ABD’nin şu an 14 trilyon $ olan toplam borcunun 4.5 trilyon $’ı başka ülkeler tarafından sağlanmış durumda. Bunun 1.1 trilyon $’ı Çin, 900 milyar $’ı Japonya tarafından finanse ediliyor. Yunanistan’ın 205 milyar dolarlık devlet tahvillerinin sadece 72 milyar dolarlık kısmı Yunanistan içindeki yatırımcılarda, 133 milyar dolarlık kısmı ise Yunanistan dışındaki yatırımcılarda, ki en büyük alacaklılar da Fransa ve Almanya. Dolayısıyla, bir ülkenin borcuyla ilgili bir sorun çıktığında bu sorun zincirleme olarak diğer ülkelere de anında yansıyor. ABD’de yaşanan süreç Avrupa’da da benzer aşamalardan geçti. Örneğin, İngiltere’de halk bankalardan parasını çekmek için hücum etti. NorthernRock bu şekilde battı. Devlet bu bankaya el koymak durumunda kaldı. Diğer bankaları da, bazılarına da el koyarak, bazılarına sermaye aktararak, bazılarına likidite vererek kurtarmak zorunda kaldı. Ardından reel sektöre ve devletlere sağlanan finansman kaynakları daraldı. İşsizlik arttı. Örneğin İspanya’da %25lere, Yunanistan’da %20lere ulaştı. Tüketim geriledi. Devletlerin vergi gelirleri düştü. Dolayısıyla devletlerin borçlanma ihtiyaçları arttı. Ancak, borçlanabilecekleri piyasalar borç vermeye yanaşmaz hale geldi. Bunun üzerine bir de Yunanistan’da kamu borcu verilerinin yanlış olduğu, gerçek borcun çok daha yüksek olduğu ortaya çıkınca güven iyice azaldı.

Türkiye krizden özellikle 2008 sonları ile 2009da yılında ağır biçimde etkilendi. Türkiye’nin yoğun dış finansmana bağlı büyüme modeli dikkate alındığında küresel finans krizinden hangi mekanizmalar yoluyla etkilendi ve 2010-11 döneminde nasıl yeniden yüksek bir büyüme içine girebildi? Türkiye krizden üç kanalla etkilendi; psikolojik, dış ticaret ve finansman. Kriz dönemindeki psikolojik etki, global belirsizlikten ve Türkiye’ye olan etkilerin kestirilememesinden kaynaklandı. Ticarette çek-senet ve vadeli alışveriş durma noktasına geldi. İşyerleri üretimlerini kıstı, çoğu şirket işçi çıkardı. 2007 ve 2008deki ekonomik daralma ve işsizlikteki artış rakamlarından bu etki çok rahat görülebiliyor. İkincisi, Avrupa ve ABD’de bir kriz varken bu pazarlara yapılan ihracat etkilendi. O yüzden Türkiye’deki ihracatçılar alternatif pazarlara yöneldi. Örneğin, Afrika ve Ortadoğu’yla yapılan ticarette önemli artışlar görüldü. Ancak halen daha Türkiye’nin dış ticaretinin yarısı Avrupa ülkeleriyle yapılıyor. Avrupa’da kısa vadede önemli bir büyüme beklentisi olmadığından bu kanalda kısa vadede hızlı bir iyileşme mümkün görülmüyor. Üstelik Suriye ve İran’la yapılan veya bu ülkeler üzerinden yapılan, ihracatta da sorunlar görülmeye başlandı. Dolayısıyla dış ticaret etkisi halen daha devam ediyor. Üçüncü etki finansman kanalları üzerinden oldu. Türkiye’deki bankalar genellikle yurtdışından borçlanıp yurtiçinde kredi açarlar. Kriz öncesinde hatırlarsanız 10-12 yıl vadeli gayrimenkul kredisi kampanyaları yapılıyordu. Bankaların bu kadar uzun vadeli kredi verebilmesi için bu kadar uzun vadede finansman sağlayacaklarından emin olmaları gerekiyor. Türkiye’de ise bankaların en önemli fon kaynağı olan mevduatın ortalama vadesi 3 ay. Normal şartlarda 3 aylık dönemlerle borçlanıp 10 yıllık borç vermeyi göze almanız pek mümkün değil. Ancak yurtdışından uzun vadeli kredi sağlarsanız, uzun vadeli kredi vermeye de cesaret edebilirsiniz.

Sayfa 15

SURİYE’DE DEMOKRATİK DEVRİM VE JEO-POLİTİK KÖRDÜĞÜM 1)Demokratik Halk Devrimi Suriye üzerine herhangi bir pozisyon almak, solu tahrip eden ve tamamen jeopolitik anlayış üzerine kurulu olan bakış açılarını reddetmeyi gerektirmekte. Bu bakış açıları emperyal devletçilik düşüncesinden yola çıkarak tarihi de sürekli bir komplo olarak okuyor. Halk kitlelerinin oynadığı rol görmezden geliniyor. Yönetici elitler her zaman kitleleri dışlarken, pesimist madun entelektüeller bu elitleri halk kitlelerini etkileyecek hiçbir tarihi rol oynamamakla itham ediyor. Suriye isyanı küresel düzene entegre olmuş kapitalist elite karşı alt sınıfların başlattığı esaslı bir demokratik hareket olarak ortaya çıktı - Arap dünyasındaki diğer benzerleri gibi. Hareket Tunus ve Mısır’daki reform taleplerinde bulunan hareketlerden mülhem bir şekilde barışçı olarak başladı. Fakat bunun karşılığında yalnızca ateş ve kan gördü. Silahlı savunma mantıklı, gerekli ve meşru bir adım haline geldi. Silahlı çatışmanın sorumlusu, kitlelerin meşru demokratik taleplerini karşılamaya muktedir olmadığını kesin bir şekilde kanıtlayan rejimin kendisi oldu. Bugün gelinen noktada demokratik halk hareketi hala baskın. Sokak, kanlı bastırmalara rağmen hala demokratik haklar mücadelesine her gün daha fazla kesimi çekerek genişliyor. Bu durum hareketin militarizasyon eğilimine rağmen gerçekliğini koruyor. 2) Jeopolitik Hesaplar Hiç kimse Suriye isyanının tüm dünyayı içine alan önemli bir jeopolitik çatışmaya yol açtığını reddedemez. Suriye şu anda dünya politikasının merkezinde. Şam, Tahran’ın ana müttefiki ve İran da ABD tarafından yönetilen küresel sistemi bölgede en çok tehdit eden devlet, bu sistemin tüm çelişkili ve kopleks boyutları, oyuncuları ve temsilcileri, İran eksenini zayıflatmak için Esad rejiminin hakkından gelinmesini istiyor. Muhalafetin bazı parçaları özellikle de göçmenler, bu sistemin ve onun çeşitli uzantılarının gönüllü ajanı olarak hizmette bulunmaktalar- fakat yerel halk hareketinin gücünün ve derinliğinin yanında çok kısıtlı bir başarı elde etmekteler. Bu tip oluşumlara karşı mesafe almak ve bu güçlerle politik olarak savaşmak demokratik halk hareketini güçlendirmek ve sürdürmek açısından kesinlikle gerekli. Sadece bu yolla hareketin potansiyel antiemperyalist karakteri bilinçli ve sarih bir hale dönüştürülebilir. Tüm bunların yanında, hareketin sahada savaşan insanlardan uzaklaşan bir devrimci püritenlikle yapabileceği hiçbir şey yok. Tam aksine, yabancı ajanlarla savaşmak için Esad sosyo kültürel bloğunu çözmek, onun herşeye rağmen nüfuzunu sürdüren yanlış anti- emperyalist kurgusunu yıkmak gerekli. Şu açıkça belirtilmelidir ki demokratik bir devrim ancak kendi ayakları üzerinde durabilir, zaferin ana politik önkoşulu onun ne yabancı (emperyalist) desteğe istek ne de gereksinim duymasıdır. 3) Yabancı Müdahalesi Yabancı müdahalesi sorunu Suriye isyanının kilit sorusu haline geldi – her ne kadar bu çatışmanın karakterine etki edecek bir boyuta gelmemiş olsa da. Çatışmanın temel itici gücü demokratik devrimci hareket oldu ve Irak’taki gibi yabancı emperyalist bir müdahale olmadı. a) ABD, neoconların işgalci kibrine karşı çıkan bazı temsilcilerine kulak vererek, bu defa zayıflığını itiraf etti. Irak’ta uğradığı bozgunun tekrar etmesi önlenmeliydi. Dolayısıyla Washington Avrupayı da tutarak -Sarkozy tipi bir müdalaheyi- engellenmeye çalışıyor çünkü Suriye çatışması (stratejik olarak) Libya’dan çok daha önemli. b) Bir başka zıtlaşma anlamına geleceği için ABD’ nin karşı karşıya kalmak istemediği güçlü Rusya ve Çin direnişi de önemli bir etken oldu. c) Bu seferki halk hareketini kontrol edebilecek güce ve temsilcilere sahip olmamaları da söz konusu. d) Türkiye’nin yükselen bölgesel İslami liderliği de

merkezi bir Arap-İslam ülkesine yapılacak geniş ölçekli bir askeri müdahaleyi önlemekte. YeniOsmanlıcılık projesi hayata geçemeden havaya uçabilir. Türkiye’nin sınırlı müdahalesi, Kuzey Irak’taki Kürt yönetimlerine yol açan müdahalenin tekrarlanmaması adına, ancak anti-Kürt bir etiketle gerçekleşebilir. Tüm tartışmalara karşın, ABD hala direk bir askeri müdahaleyi reddediyor. Rejimin olası düşüşü durumunda bazı sınırlı adımlar atması ve maddi desteklerde bulunması söz konusu olabilir. Tek gözle görülür yabancı desteği, Körfez’den, cihatçı akınıyla birlikte gelen para ve silah olarak duruyor. Bu desteğin büyük bölümü ya Selefilere ya da Müslüman Kardeşler güçlerine gidiyor. 4) İslamist Selefi Tehlikesi Şu kesinlikle gerçektir ki, İslamist Selefi canavarı geniş yankılı bir İslamofobi uyandırarak bütün Arap isyanlarına ve direniş hareketlerine karşı fazlaca şişirildi. Aslında Esad’ın sekülarist rejim kurgusu Bin Ali ve Mübarek’inkine çok yakın ve Avrupa ile de bağlantılıydı. Paranoyak jeopolitikçi solcu düşünceye göre; İslamizm bütünüyle, açık seçik bir kompradora dönüşmüştür, emperyalizmin doğrudan ajanı olmuştur ve bu da onları emperyal düzenin ayrılmaz bir parçası olan seküler kapitalist diktatörlükleri desteklemeye itmiştir. Sadece Suriye’de değil tüm Arap dünyasında ana İslami güç Müslüman Kardeşler. Halk hareketinin ılımlı kanadı olan Müslüman Kardeşler, ABD ve onun düzeni ile işbirliğine hevesli görünen fakat bunu eski rejimden farklı koşullarda yapmak isteyen kesim. Müslüman Kardeşler devrim için sürekli bir tehlike olan Sünni mezhepsel militarizmiyle de çok iyi bir anlaşma içinde. Fakat yine de demokratik bir halk hareketi için ciddi bir politik tehdit olan Selefi cihatçılar, ne basit bir bir grup olarak görülmeli ne de görmezden gelinmeli. Suriye muhalefetinin önde gelen solcu lideri olan Abdül-Aziz Al- Khair durumu makul ve soğukkanlı bir şekilde ifade ediyor: “Silahlı bir muhalefet içinde farklı politik amaçlarınız ve tavırlarınız olabilir. Silahlı muhalefet içindeki güçlerin çoğunluğu, karşıt görüşte olanlar olsa da, politik bir sürecin işlemesinden yana tavır koyacaktır. Kendi ajandalarına sahip bazı Selefilere, bazı İslami ekstremistlere sahibiz. Sivil ve barışçı muhalefetin içinde gerçekten bazı silahlı muhalif gruplarla bağlantılı olanlar var. Fakat tüm bunların yanında sivillere zarar vermemek ve herhangi bir altyapı kurumuma saldırmamak yönünde ortak bir mutabakat var. Silahları kullanmak ancak hayatları ve sivilleri savunmak söz konusu olduğunda yasal. Aslında tehlike sadece bu İslami güçlerin arkalarına aldıkları Körfez desteği ile iktidarı ele geçirmeleri değil ,asıl tehlike bu güçlerin devrimci hareketi enkaza çevirerek onu bir dinsel/mezhepsel sivil savaşa çekmesi.Bu güçler içindeki hiziplerden bazılarını rejimden kopartarak, Esad rejiminin çürümesini hızlandırma gibi önemli bir politik işleve sahip. Irak deneyimini anımsayalım. Güçlü ve silahlı kitlesel halk direnişi en sonunda ABD işgalini bozguna uğratmaya muktedirdi fakat her iki taraftaki dinsel/mezhepsel güçler direnişin tüm gücüne rağmen yenilmesine neden oldu. Sonuç olarak zafer, halen dinsel/mezhepsel ve komünal saflar arasında bölünmüş halde yaşayan bir ülke bırakarak engellendi.” Salama Kaileh (bir başka Suriyeli-Filistinli solcu aktivist) “Şayet demokratik isyan askeri bir hükümet darbesini engellemeyi başaramazsa Esad rejimi sonuna kadar savaşır. Eğer muhalefet ülkenin kontrolünü ele almayı ve yabancı ajandaları takip eden gruplara karşı ülkeyi birleştirmeyi başaramazsa, kaosa ve sivil savaşa neden olur.” Kısacası demokratik devrim dinsel/mezhepsel cephelerin, militarizmin, sivil savaşın ve yabancı müdahalesinin tehditkar helezonuna karşı

savunulmalı. Silahlı mücadele dinci/mezhepci-militarist güçlerin yaptığının aksine, halk mücadelesinin devamı niteliğinde düşünülmeli (onun karşıtı olarak değil). Silahlı mücadele komünal ve dinsel/ mezhepsel azınlıkları da içine alarak halkın geniş çoğunluğunu mücadeleye katılmaya ikna etmeye çalışmalıdır. Dinci/mezhepçi güçler politik olarak izole edilmeli ve bunu takiben militer olarak oyun dışı bırakılmalı. Eğer geniş çoğunluğun demokratik bir devrimi desteklediği doğruysa o zaman bu güçlere ihtiyaç yoktur. Fakat bunları bertaraf etmek için militarist kısayollar uygulamak işe yaramaz. Aksine daha fazla yıkıma neden olur. 5) Hükümet Darbesi Opsiyonu Küresel ve bölgesel oyuncuların olgunlaşmış bir demokratik halk devriminin başarı kazanmasını istemediği bir gerçek. Fakat İslamist Selefi zaferini de istemiyorlar. Ordu tarafından direkt bir rejim değişikliğine olanak vermemeleri kendi himayeleri altında gerçekleşecek bir hükümet darbesinin arayışında oldukları anlamına geliyor. Eski devlet aygıtını tamamen iflas ettirmek şeklinde gerçekleştirilen Irak hatasını, ülkedeki kaosun önüne geçmek adına tekrarlamamak gerekiyor. Neoconlardan farklı olarak halihazırdaki ABD yönetimi kontrol ve hegemonyasını daha fazla kaybetmesine neden olacağı düşüncesiyle kaostan korkuyor. Fakat emperyalizm için, -halk devrimi olanca şiddetiyle sürerken- boynu vurulan bir devlet aygıtının, Müslüman kardeşlerin ve bazı liberallerin yerini alıp pro-emperyalist bir rejimi inşa edecek bir demokratik devrimin meyvelerini toplamak mümkün olacak mı? Cevap kesinlikle hayır. Diğer yandan, demokratik hareket, toplumda işlevsel bir açı oluşturan eski elitleri tasfiye edecek politik olgunlukta değil. Eğer hükümet darbesi bir alternatifse bu devrimi sonlandıracak bir tehlike ve işleve işaret ediyor. Devrim politik olarak ilk aşamalarında,dinci/mezhepçi bir sivil savaşa sürüklenmemek için savaşıyor. Suriye’deki kitle hareketinin en önemli manivelası ne Rusya’nın rejimin korunması adına Esad’a yaptığı baskı, ne de hareketin Esad’a karşı gerçekleştireceği bir darbedir. Fakat yine de bu opsiyon hareketin ilgi alanına girebilir. Bu orduyla birlikte işbirliği yapmayı gerektiriyor. Her şeyden önce ordu temelinde gerçekten güçlü demokratik eğilimleri olan kişiler var. Taraf değiştiren kitleler de bunu kanıtlar nitelikte. Militarist bir cunta halk hareketine karşı ayakta kalamaz. Demokratik bir geçişi sağlayacak esaslı imtiyazlara ihtiyaç duyar – fakat bu demokratik bir devrimin yarım kalabilecek zaferi olur. Kitlesel halk hareketi kendini Mısır’daki gibi daha özgürce ifade edebilir ki en büyük önem buna verilmelidir. Yoksa militarist kızışmalar birbirini izleyebilir. Selefi güçler izole edilerek silahlı halk savunmasının dalgalarında yolculuk edemeyecek hale gelebilir. Yabancı müdahalesi ve din/mezhep temelli sivil savaş tehlikesi savuşturulabilir. Söz edildiği gibi bir geçici cunta ağzıyla kuş tutsa bile bir tür dengeli dış politika yürütmeye çalışacaktır (tam anlamıyla anti-emperyalist olmayan), demokratik hareketin güçlü varlığı ve kabulüne rağmen, Arap devrimlerini küresel düzenin yararına işlev görür hale getirecektir. 6) Şeytan’ın Yardımı Hiçbir devrim kendisine karşı birleşmiş bir dünya karşısında kazanamaz. Hiçbir şarta bağlanmamış olsa da, ya da şartların sonunda şiddete varması söz konusuysa da, yardım almaya ihtiyacı vardır. Bu kesinlikle hareket içindeki güçlerin birbiriyle ilişkisi sorunsalını ortaya koyuyor. Demokratik devrimin ana tehlikesi olan ve ağır şartlarla birlikte gelen Körfez bağlantısı ile ciddi şekilde savaşılmalı ve bu bağlantı kesilmeli. Çeviri:Özlem Koldemir -Wilhelm Langthaler


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 16

Bogota’dan Oslo’ya “savaş ve barış”(lI) yapılacak barış görüşmeleri öncesi olumlu bir hava yaratmak adına ateşkes önerisini ilk getiren onlar oldu.

Uzun süredir devam eden iç savaşın nedenleri, kanlı rejimin özellikle son altmış yılda yoğunlaştırdığı sömürü, baskı ve her alanda uyguladığı ayrımcılık politikalarına dayanmaktadır. Büyük toprak sahipliğine bağlı tarım uygulamalarına, yeni sömürge kapitalizmiyle birlikte artan yolsuzluklara, Birleşik Devletler’in himayesinde ve askeri desteğiyle sürdürülen baskı ve teröre, demokrasinin reddine, ezen sınıfın son altmış yıldır yaygınlaştırdığı şiddet kültürüne, son yirmi yıl boyunca uygulanan neoliberal yoksullaştırma ve yağma politikalarına ve sayısı giderek artan Amerikan/ İsrail birlikleri ve askeri üslerinin işbirliğinde halka ve isyancı güçlere karşı sürdürülen düşük ve orta yoğunluklu savaşa karşı gelişen tepkinin ürünüdür.

Ortak Gündem ve Gizli Amaçlar Kumandan Iván Márquez -şahsen tanıdığım, değer verdiğim ve takdir ettiğim bir kişidir- FARC-EP delegasyonu adına konuşurken sorunun özüne inmeye, yani silahlı mücadelenin altında yatan sebeplere; adaletsizliğe ve eşitsizliğe, tarım ve madencilik politikalarına, dışa bağımlılığa ve dış müdahalelere, toplumsal yaşam ve siyasal alandaki ayrımcılığa, her alanı kapsayacak köklü bir değişimin gerekliliğine dikkat çekmeye çalıştı ve bunu her iki tarafın da önceden kabul ettiği gündem başlıklarına uygun bir tonda yaptı. Hükümetin ve Kolombiya’daki iktidar sahibi kesimin temsilcisi -eski başkan yardımcısı- Humberto De la Calle ise Márquez’in sözlerine “Ne ekonomik modelin, ne askeri yöntemlerin, ne de yabancı yatırımların tartışılması söz konusu değil. Masada konuşulacaklar sadece belirlenen gündem maddeleriyle sınırlı. Eğer FARC dile getirdiği fikirlerin çözüme kavuşturulmasını istiyorsa öncelikle silahlı mücadeleye son vermelidir. Mücadelesini silahsız sürdürmelidir” karşılığını verdi. Ancak ortak belirlenen programda sırasıyla tarım sorunu, siyasi katılım, uyuşturucu kaçakçılığı, mağdurların durumu ve en son olarak silahlı mücadelenin görüşülmesi karara bağlandı ve bu başlıkların hiçbirisi FARC-EP’nin tek taraflı silah bırakmasını şart koşmuyor.

Silahların Varlığı ve Kullanılması Sorunu FARC-EP ve ELN devrimcilerinin silahlanmış olması savaşın sebebi değil, sonucudur. Devletin boyun eğdirmek, baskı altında tutmak ve misilleme yapmak amacıyla sistematik olarak uyguladığı sosyal, ekonomik, kültürel, siyasi, askeri ve paramiliter şiddet karşısında bir zorunluluk olmuştur. Silahlanmış olmak silahların mutlaka kullanılacağı anlamına gelmez. Koşullara bağlı olarak ihtiyaç duyulabilir ya da duyulmayabilir, kullanılmaları tercih edilebilir ya da edilmeyebilir. Devam eden bir halk mücadelesi sırasında (özellikle de barış görüşmeleri sırasında haklı taleplerin savunulması için bir garanti faktörü olduğu şu anki durumda) silahsızlanma dayatılamaz. Silahları ilk kullananlar Kolombiyalı devrimciler ve isyancılar değildi ama 18 Ekim 2012’de Oslo’da

Silah Konusunun Farklı Bir Açıdan Ele Alınması Sistem kaynaklı bütünsel bir kriz içerisinde bulunan ve yükselen toplumsal-politik hareketin (silahlı ve silahsız) köşeye sıkıştırmaya başladığı Manuel Santos Hükümeti’nin temsilcisi, Kolombiya’da barışın -daha önceki dönemlerde olmadığı kadar- “adaletin sağlanması” anlamına geldiğini görmek istemiyor. İki taraf arasında varılan anlaşmaların köklü değişiklikler öngörmesi dolayısıyla silahlar sorununa alışılmışın dışında bir bakış açısıyla yaklaşmak gerekiyor. FARC-EP ve ELN kadar, rezil Kolombiya Hükümeti’nin de bu bakış açısına sahip olması şart. Kimse, köklü tarih ve deneyime sahip gerilla hareketinin daha önce M-19 ve Yurtsever Birlik süreçlerinde, ya da Guatemala ve -ciddi sonuçlara

FARC ve ELN ülke genelinde etkiye sahip politik-askeri örgütlerdir. Askeri, politik ve sosyal yapılarının iç içe geçmiş olması hem varlıklarını sürdürmelerinin, hem ulusal değişim programlarının hayata geçirilmesinin, hem de demokratik, yurtsever, devrimci sivil hareketlerin savunulması ve yayılmasının garantisidir. Tek taraflı silah bırakmaları örgütlerin dağılma süreçlerinin başlangıcı anlamına gelir. Aynı zamanda barış görüşmelerinde ellerini zayıflatır. Kolombiya tarihinde bunun birçok örneğini gördük. Amerikan emperyalizminin yaşadığı sıkıntılar ve saldırganlık düzeyi göz önüne alındığında günümüzde bu durum daha da büyük bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Barış “tek taraflı silah bırakmak” değil, adalet, özgürlük, toplumsal refah, silahlı çatışmaların son bulması, halkın katılımında ve de gözetiminde anlaşma şartlarının uygulanmasının garanti altına alınması demekti Falsos positivos: Kolombiyalı askerlerin, sivilleri kaçırarak öldürdükten sonra infazları gerillaya karşı gerçekleştirilmiş başarılı operasyonlar olarak rapor ettikleri katliamlar. 2007 – 2008 yılları arasında, bilinen rakamlara göre 2000’den fazla insan bu şekilde öldürüldü. Skandal ortaya çıkınca ordunun en yetkili ismi General Mario Montoya Dominik Cumhuriyeti’ne büyükelçi olarak atandı. Askeri yetkililer aleyhine açılan soruşturmaların önemli bir kısmı takipsizlikle sonuçlandı. Sivillerin aynı yöntemle öldürülmeye devam ettiği 2010 BM raporlarına yansımıştır.Çeviri: Emre Baltacı-Narciso Iso Conde

[1]

KAVAK KÖYLÜLERİNİN YÜKSELEN ORTAK SESİ; Doğaya, bütün canlılara, gelecek insanca yaşanabilir bir hayata sahip çıkıyor. Karadeniz sahil yolu ile başlayan doğa ve çevre bilinci bölgede çeşitli etkinliklerle gelişip güçlenerek büyümektedir. Murgul bakır işletmesinin, çevre ve insana verdiği zararı çok iyi bilen yöre halkı sahil yolu çalışmalarında gösterdiği tepki sahil yolunu engellemese de sermaye iktidarını tanıma bilincin gelişip güçlenmesine hizmet etmiştir. Sahil yolu yapımında kurulan mıcır (asfalt malzemesi) atölyesinin çevreye verdiği zararı da hep birlikte yaşadık. Arhavi ilçesinin kalkınması, Arhavi emekçilerinin yaşanabilir bir çevre ile düşünülmesi gerekirken, sermaye ve siyasal iktidarın yerli işbirlikçileri vasıtası ile mevcut derelerin tamamını göze alan ‘HES’ çalışmalarının planlanması ve uygulama girişimleri yöre halkı tarafından protesto ile karşılaşmıştır. Ayrıca, Kavak ve birkaç köyün ortasında kurulu bulunan fabrikada, kömür işletme tesisinin açılmasının

Serhat’tan

KÜRTLERİN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKI - 4

Berxan Bedirxan

“İmralı Müzakereleri” adı altında yürütülen süreç Kürt Ulusal Hareketini silahsızlandırma projesi olarak devam ediyor. “Barış” için sürdürülen “İmralı Müzakereleri”nde, masaya sürülen “Anadilde Savunma Hakkı” TBMM’de, AKP hükümeti tarafından sanıkların kendilerini ifade edebilecekleri bir dilde savunma yapma, yani konuşmaları ve bedelini de ödeyerek tercüman aracılığıyla tutanaklara geçirme” biçiminde ifade edilerek en geri reformist, sınırlı bir hak olarak yasallaştırıldı. BDP ve bileşenleri Kürt sorununun çözümünde zorunlu dayanak noktalarından biri olan, kendi dillerini kullanma haklarını, mahkemelerde sınırlı,reformist, izne ve paraya tabi kılınmış ve pratikte Kürtçe konuşmaları tutanaklara Türkçe geçirmek biçiminde belirlenmiş bir yasayı sözde eleştiriyor olmakla birlikte kabul ederek, kullanılabilir bir hak haline mi getirmiş oldular? Yoksa bu yasayı kabul etmekle Kürtlerin Türklerle birlikte tam bir hak eşitliği içinde bir arada yaşayabilmelerinin ön koşullarından biri olan, Kürtçenin özgürce ve Türkçe ile birlikte resmi dil olarak kullanılabilirliğinin önüne kurulan çite destek mi vermiş oldular! Kürtçenin Türkçe karşısında eşit olması, yaşamın her alanında kullanılabilir olması ulusal sorunun çözümünde vazgeçilemez dayanak noktalarından biridir. Ancak Kürt sorununun çözümünde temel koşul değildir. “Azınlık, bir ulusal birliğin yokluğundan değil, onun kendi ana dilini kullanma hakkının yokluğundan hoşnutsuzdur. Azınlık, yaistenmesi 06.02.2013 tarihinde, bölge pay bir birliğin yokluğundan değil, ama yaşadığı yerde ana dilde bir okulun yokluğundan hoşnutsuzdur. Azınlık, bir ulusal birliğin halkının 'Kömür tesisi istemiyoruz', yokluğundan değil, ama vicdan, gezi vb. özgürlünün yokluğun'Yeşil siyah olmasın, hayatımız soldan hoşnutsuzdur. Ona bu özgürlükleri verin, hoşnutsuz olmakmasın' vb. sloganları atatarak, karatan çıkacaktır. Demek ki, (dil, okullar, vb.) bütün biçimleri altında yolunu yarim saat civarında ulaşıma eşitlik, ulusal sorunun çözümünde zorunlu dayanak noktasıdır.” (Stalin-Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu-Sol Yakapatarak tepkilerini ortaya koyyınları) muştur. Bölge halkının konuya olan Demek ki ana dilde okul, anadilin mahkemelerde bir biçimde kulduyarlılığı ve tepkisi sıyası iktidarın lanılabilir olması Türkiye’de yaşayan Ermeniler, Araplar vb. azınlık milliyetler için tam bir eşitlik statüsü içinde birlikte yaşamanın temsilcisi parti ve belediye başkanı temel koşulunun oluşması açısından yeterli olmakla birlikte Kürt başta olmak üzere ilçede temsilciliği için bunlar yeterli değildir. Azınlık milliyetler sorununun bulunan bütün parti temsilcileri eyle- ulusu çözümünde temel şart olan bu taleplerin kabulünün Kürt ulusal me katılmıştır. sorununun çözümünün yerine koyulamayacağı açıktır. Eyleme katılanlar adına konuşan Ya- Birincisi,“kendi kaderini tayin etme hakkı, ulusal sorunun çöşar Duman; Yöre halkı olarak kurula- zümünde zorunlu dayanak noktası” ikincisi, “dil, okul vb. bütün altında ulusal eşitlik, ulusal sorunun çözümünde zoruncak kömür tesisi ile zehirlenmek iste- biçimleri lu dayanak noktası”dır. (Stalin-Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömediklerini belirterek şunları söyledi: mürge Sorunu-Sol Yayınları) Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının kullanılmasını prole"Köyümüzde maden yok. Rusya'dan programının asıl anlamına uygun olarak; “Burjuvaziyi gelecek kömür burada paketlenecek. taryanın mülksüzleştiren sosyalist devrime kadar vardırarak, bu istemlerin Yerleşim ve tarım alanlarına bu kareformist değil devrimci biçimde formüle edilmesi ve eyleme geçidar yakın Kavak köyünün kalbine bu rilmesi”nden yana tavır alabilmek, mücadelenin ufkunu buna göre tesisi kurmak cinayettir. Yıllarca mıcır belirlemektir. Çünkü “sosyalist devrim, yalnızca büyük bir grev, gösterileri, ya da açlıktan doğan kargaşalıklar vb. dolayısıyla tesisinden çıkan tozdan zehirlendik. sokak patlak vermeyebilir. (…) ezilen bir ulusun ayrılma için yaptığı bir Bahçemizden bir lahana bile yiyeme- referandum vb. Vesilesiyle de başlayabilir.” (Lenin-UKKTH-Sol dik. Şimdi de kömür tesisini bu köye Yayınları) Kürtler kendi kaderlerini tayin etme haklarını nasıl kullanmak kurarak açıkça cinayet işleniyor. Bu istesinler, Proletaryanın, bu hakkın hangi sınıfın lehine insanlar zehirlenmek istemiyor. ..mü- isterlerse kullanılıyor olduğuna bakmaksızın ezen ulus devletinin karşısıcadelemiz sonuna kadar sürecek." na dikileceği kesin bir doğrudur. Ancak bu doğru Proletaryanın kendi programının asıl anlamından vazgeçeceği anlamına gelmez. Diye açıklama yapmıştır. “Öteki sorunlarda olduğu gibi ulusların kendi kaderlerini tayin Artvin’den HK taraftarları etme sorununda da, bizim her şeyden önce ilgilendiğimiz nokta, belirli bir ulusun içinde proletaryanın kendi kaderini tayin etmesidir.” (Lenin-UKKTH-Sol Yayınları) Kürtler bu haklarını en gerici sınıfların çıkarlarına denk düşer bir biçimde kullanmak isteyebilirler ve hiç kimse bu hakkın böyle kullanılmasına zorla engel olamaz. Böyle bir baskının karşısında Proletaryanın bu baskıyı uygulayan devletin karşısına dikilmesi de kaçınılmaz enternasyonalist bir görevdir. sosyalistler, “her ulusun kendi kaderlerini tayin hakkını tanıyorlar. Bu hakkı tanırken, biz ulusal bağımsızlık isteklerine (kapitalist koşullarda kalma durumunda bile diğer ulusal taleplere göstereceğimiz desteği, proletarya savaşımının çıkarları koşuluna bağlıyoruz.”(Lenin-Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları-Sol Yayınları) Son olarak; herkim ki ulusların ve dillerin tam eşitliğini savunmuyorsa, kim ki ulusal baskıya, zulme, eşitsizliğe karşı mücadele etmiyorsa sosyalist değildir. Ama kuşku yok ki ezilen ulusun bütün taleplerini şartsız koşulsuz, proletaryanın programının asıl anlamından bağımsız desteklerse de sosyalist değildir. “komünistler, eğer ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, yani ezilen ulusun ayrılma hakkını reddederse, ya da ezilen ulusların burjuvazisinin bütün ulusal istemlerini desteklerse, proletaryanın siyasal çizgisine karşı gelmiş olurlar ve işçileri burjuvazinin siyasetine boyun eğmeye yöneltirler.”(Lenin-UKKTH-Sol Yayınları) Tam bir hak eşitliği sağlamayan hiç bir çözüm, hiçbir düzenleme Kürtlerin ulusal talep ve özlemlerini karşılamış sayılamaz.

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

De la Calle, isteyerek veya istemeyerek iktidardaki emperyalizm yanlısı devlet yetkililerinin diyalog sürecindeki gizli niyetlerini açık ediyor: Gerillaların onlarca yıllık fedakâr çabalarının sonucunda kurulmuş olan halk ordusunu savaşın ve şiddetin kaynağı olarak göstererek FARC-EP’yi köşeye sıkıştırmak ve tek taraflı silah bırakmasını sağlamak. De la Calle, henüz görüşmelerin başında devletin gerçek amacını, yani bir kez daha isyancıların elindeki silahları koşulların sonucu değil de sebebi gibi göstererek FARC-EP’yi silahsızlanma, gerilla birliklerini dağıtma ve “yasallaşma” sürecini kabul etmeye zorlama niyetini ortaya koydu. Bu yolla, savaşın nedeni olan sistemin işleyişinde herhangi bir değişiklik yapmadan (veya ufak tefek reformlarla), statükonun sürdürülebileceğini düşünüyor.

Marulanda’yı Hatırlamak Caguán Barış Görüşmeleri nedeniyle Kolombiya’da bulunduğum sırada yoldaş Manuel Marulanda ile hiç unutamayacağım bir görüşmemiz olmuştu. O görüşmede, kırk yıllık özveri sonucunda kurulmuş halk ordusunun masa başında dağıtılmasını hiçbir FARC liderinin kabul etmeyeceğini, ordunun, devrim için mücadele eden halkın ortak mirası olduğunu, barış ve demokratikleşme süreci de dahil olmak üzere değişim vaad eden her türlü anlaşmanın hem tarafı, hem de garantisi olacağını vurgulamıştı. Eminim ki, isyancı güçlerin şu anki liderleri, efsanevi önderlerinin ortaya koyduğu anlayışın dışında hareket etmeyecek ve kolektif devrimci çabalar sonucunda elde edilen birikimlerin savunulmasının yanı sıra, silahları sağcıların ve egemen bloğun tekeline bırakmayacaklardır. “Silahlar” başlığı kararlaştırılan ortak görüşme programının son maddesini oluşturuyor. Programda bu şekilde yer almasının sebebi, varılacak bir anlaşmanın, önceki başlıkların başarısına bağlı olmasıdır. Sorunun çözümü, tarafları silah bırakmaya zorlamak yerine, ateşkes ilan etmek ve buna bağlı olarak çatışmaları sonlandırmak üzerinden sağlanabilir. İstikrarlı bir barışın yolunun halk ordularını dağıtmaktan değil, demokrasiye geçiş sürecinde bu orduların varlığının devamından geçtiği düşüncesini paylaşıyorum.

Dersımın hemen butun ılcelerınde kar kıs demeden dagıtılıyor gazetemız ve buyuk bır saygınlıkla karsılandı! selam olsun kurak topraklarda özgürlük tohumu saçan yoldaşlarımıza..inanç sabır kararlılık yoldaşlarımzıdan kalan en büyük mirastır bizlere. "elbet bir bildiği var bu çocukların" selam olsun umudun adini tasiyanlara!!! Dersimden HK Taraftarları Çemişgezek’teki köy muhtarları AKP’li belediye başkanını AKP Genel Merkezi’ne şikâyet etmek isteyince evler ve dükkânlar basıldı, savcı-polis eliyle ‘suçlu dilekçelere’ Ankara’ya gitmeden el konuldu. Şüpheli sıfatıyla gözaltına alınan muhtarların çoğu adliyede şikâyetlerini geri çekmek zorunda kalırken, savcılık muhtarlar hakkında iftira suçlamasıyla soruşturma başlattı. Dersimden HK Taraftarları

SAYFA 05

Saydığımız bu koşullar Kolombiya halkı için sefalet, sosyal adaletsizlik, yetkinin kötüye kullanılması, işkence, (devlet tarafından pervasızca beslenen) paramilitarizm, narko-militarizm ve narko-politika, toplu katliamlar (elektrikli testereyle işlenen cinayetler, sahte askeri operasyonlar[1], toplu mezarlar, gizli mezarlıklar), vahşice ve yaygın biçimde gerçekleştirilen yağmalar, zorunlu kitlesel göçler, özgürlüklerin kısıtlanması, devlet tarafından işlenen suçlar ve çürümüş bir siyasi partiler sistemi anlamına geliyor. Silahlı ve silahsız isyan hareketleri, bu acımasız sosyo-politik gerçekliğe, topyekün sürdürülen kirli savaşa; devlet, egemen sınıf, emperyalist güçler ve bunların desteklediği mafyaların ittifakına bir yanıt olarak ortaya çıktı.

yol açmamış olsa da- El Salvador’da yapılan hataları tekrarlayacak kadar saf olduğunu beklemesin –eğer [devlet yetkilileri arasında] böyle bir beklenti varsa bu durum beni gerçekten çok şaşırtır.

Sayfa 5


HALKIN KURTULUŞU

HALKIN KURTULUŞU’NA YOLDAŞ SELAMI

Sayfa 17

KÜRTLER ULUSAL SAVUNMA STRATEJİLERİNİ TARTIŞIYOR!

Çok ağır çalışma koşullarımız var. 4-5 aydır ortalama 23.00’da çıkıyoruz. Ben 15 yıldır çalışıyorum bu firmada ama aldığım para geçimime yetmiyor. Hastalık raporu alıyoruz kullanamıyoruz. Bu ağır koşullardan yorulduk. Ayağımda fazla yürümekten dolayı 5 tane nasır var. Şimdi sendikalı olduk diye tek tek arkadaşlarımızı işten çıkarılıyor. Bizim şubeden ilk ben çıkarıldım. Sendikalı olduğum için işten çıkarıldım ama daralma dolayısıyla işten çıkardık diyorlar. Daralma diyorlar, işe alma ilanları açıyorlar. Hakkımızı alana kadar direneceğiz.’’ HK taraftarı bir yurtiçi kargo işçisi. Yedi senedir Kadıköy Şubesi’nde çalışıyorum. Sabah 8.30’da iş başı yapıyoruz, iş bitimi saatimiz ise yok. Kimi zaman 22.00’da, kimi zaman 23.00’da kimi zaman ise gece 01.00’da işi bırakıyoruz. Bu kadar mesaiye kalıyoruz ama hiçbir ek ücret aldığımız da yok. Aldığım ücretle geçinmem mümkün değil. Akşam yemekleri yok, aldığımız 900 lira maaş bu para da yola ve yemeğe gidiyor. Bu parayı kendilerine verelim bakalım geçinebilecekler mi? Yurtiçi Kargo’nun Kadıköy Şubesi’nde çalışan kargo şçisi.

SAYFA 04

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Sayfa 4

arası alanda küçülme ve gittikçe izole bir durumun oluşmasına engel olunamamıştır. Türkiye ve İran saldırılarının pervasızlaşması Kürt ulusal mücadelesinin diplomasi ayağından yoksun olmasından ve PKK'nin izole edilmesinden kaynaklanıyor. Uluslararası izolenin nasıl aşılabileceği sorusuna "Ulusal Kongre ile" cevap verenlerin sayısı gün geçtikçe çoğalıyor. Son bir yıllık sürece kadar Türkiye Ortadoğu'daki statükonun baş savunucusu ve koruyucusu idi. Arap ülkelerindeki ayaklanmalarla birlikte bu konumunu kısmen de olsa değiştirdi ve küresel aktörlerin yanında saf tutmaya başladı.

A.Ü Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Bir süredir faşist saldırıların yoğunlaştı Dil-Tarih’de, Pazartesi günü bir öğrenciyi yaralayan faşistler, Salı günü de yemekhanede bulunan sol görüşlü öğrencilere satırlarla saldırdı.Çoğunluğu dışarıdan gelen faşistlerin saldırısı sonucu bir öğrenci yaralanırken, saldırıyı ve polislerin faşistleri korumasını protesto eden öğrencilere polis gaz bombalarıyla saldırdı.Yaşanan çatışmanın ardından okuldan toplu çıkış yapan öğrenciler, Yüksel caddesine kadar bir yürüyüş gerçekleştirdiler.Daha sonra gözaltına alınan üç öğrenci tutuklanarak Sincan L tipi cezaevine gönderilirken, eli satırlı faşistler ellerini kollarını sallayarak dolaşmaya devam ediyor.

A.Ü Tandoğan Kampüsü

Üniversitelerde Faşist Terör! Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, Ankara Üniversitesi Tandoğan ve İstanbul Üniversitesi Beyazıt’ta satırlı faşist saldırılar gerçekleşti. Gerçekleşen saldırların ortak yönü polis gözetiminde olması ve saldırganlara değil, saldırıya uğrayanlara dönük gözaltıların yaşanmasıdır.Faşist saldırılar karşısında okulları savunan devrimci demokrat öğrenciler, gerçekleştirdikleri eylemlerle üniversitelerini faşizme teslim etmeyeceklerini kararlılıklarıyla gösterdiler.

İ.Ü Beyazıt Kampüsü İ.Ü Hukuk fakültesinde bildiri dağıtan öğrencilere faşistler satırlarla saldırdı. Saldırının ardından faşistler polis gözetiminde okuldan kaçarken, polis saldırıya maruz kalan öğrencilere müdahele ederek, 5 öğrenciyi gözaltına aldı.Yaşanan saldırıyı protesto eden öğrenciler Beyazıt meydanına yürüyerek, ‘Beyazıt Faşizme Mezar Olacak’, ‘Faşizme Karşı Omuz Omuza’ şeklinde sloganlar attılar.

Fransız özel birlikleri Afrika’da..

Mali'de insani risk artıyor, 210 bin çocuk açlık tehdidinde.... Fransa'nın müdahele ettiği Mali'de 400 bin civarında kişi ülke içinde ya da dışına göç etmek zorunda kalırken, 210 bin çocuk aşırı gıdasızlık riskiyle karşı karşıya. Nijer’deki uranyum madenlerini “korumak” için görevlendirildi. Fransa’nın Saldırısının arkaplanı.. “Afrika’dan elde edilecek yani sömürülecek yeni kaynaklara gereksinim var. Altın ve uranyum ki uranyum dediğimiz zaman dikkat ederseniz nükleer enerji gündeme geliyor.” “Çin, İran, Brezilya. Dolayısıyla Malililer Azavat devletini kurabilirlerse bu kurulacak devlet Fransa’nın etkisi dışında olacaktı ve Fransa kuzeydeki zengin yataklardan istifade edemeyecekti. Ülkede uranyum madenleri çok fazla. Dünya’da ya da Afrika’da en çok altın üreten 3. ülke Mali. Onun dışında fosfat kaynakları var.”

Kamerun’dan HK okuru

Perşembe günü Tandoğan Kampüsü öğrencileri tarafından gerçekleştirilecek olan Kızıldere anması afişlerini asan öğrencilere burada da faşistler satırlarla saldırdı.Saldırı sonucu iki öğrenci yaralanırken, saldırı sonrası Merkez Kantin, Fen Fakültesi ve rektörlüğün önünde toplalan devrimci demokrat öğrenciler, Fizik Mühendislik önünde buluştular. Buradan Tandoğan metrosuna, ‘Tandoğan Faşizme Mezar Olacak’, ‘Yaşasın Devrimci Dayanışma’ sloganlarıyla yürüyen öğrenciler, metroya ücretsiz bineceklerini söylemeleri üzerine Ankaray’ın tüm seferleri iptal edildi. Öğrencilerin kararlı tutumu sonrası metroyla Kızılay’a geçen yaklaşık 200 öğrenci, sloganlarla Yüksel Caddesine yürüdü.

Faşistlerin İpleri Serbest Bırakılıyor! Türkiye’deki mevcut gerilimden paylarına düşeni alma niyetinde olan faşistler, polis gözetiminde saldırılarını gerçekleştiriyor.MHP lideri Devlet Bahçeli’nin meclisteki konuşmasında, Newroz kutlamaları sırasında yaşanan olayları kastederek, sabırlarının zorlanmamasını, zorlanılması durumunda Türkiye yakın tarihinden dersler çıkarılması yönündeki uyarısıyla eş zamanlı olarak gerçekleşen saldırılar, tesadüfü bir durum olmadığına kanıttır.Ancak bilinmesi gereken, gerçekleşen her faşist saldırı anti-faşist direnişle karşılanmıştır. Bu ülkenin devrimci demokrat öğrencileri, üniversiteleri faşizme teslim etmeyecektir.

Üniversiteler Faşizme Mezar Olacak! Faşizme Ölüm Halka Hürriyet !

İran ve Türkiye'nin Kürtlere karşı başlattığı topyekün saldırı ve imha savaşına karşı nasıl bir savunma stratejisinin izlenmesi gerektiği konularında Kürtler arası tartışmalar yoğunluk kazanıyor. Bu tartışmalardan bir çoğu basın yayına da yansımış durumda. Arap Baharı adı verilen kitlesel hareketlerin Suriye'ye dayanması üzerine derin bir korkuya kapılan Türkiye soluğu küresel güçlerin yanında aldı. ABD ve AB'ye "Bakın ben NATO üyesiyim. Arap ülkelerindeki isyan bana da sıçrayabilir. Sizin de desteğinizle Kürt mücadelesini terörist olarak tanıtmayı başardım. Bunun için imha ve tasfiye için savaş suçu dahil bir çok uygulamada bulancağım. Siz de sesinizi çıkarmayacaksınız. Buna karşılık Suriye ve İran'a yapılacak herhangi bir müdahalede sizinle birlikte olacağım" diyor. Türkiye Ortadoğu'da gelişen halk hareketlerinden ve bu hareketlerin küresel güçlerden destek bulmasından dolayı büyük korkular yaşıyor. Korkunun büyüklüğü doğruyu algılamasına engel oluşturuyor. Suriye'de gelişen isyanı da kendisi için altın bir fırsat olarak değerlendirmesi de bu korkudan kaynaklanıyor. Türkiye, ABD ve AB'nin de güncel desteğiyle Kürtlere karşı imha konseptini geliştirmiştir. Buna karşılık Kürtler de Türkiye'nin son süreçlerde uygulamaya koyduğu imha ve tasfiye konseptine karşı ulusal savunmayı güncelleştiriyor. PKK kaynakları bunun "Devrimci Halk Savaşı" ile mümkün olacağını söylüyor. Ancak Devrimci Halk Savaşı stratejisinin ne olduğu, ne tür taktik ve eylemsellikler içerdiği konusunda doyurucu açıklamaya rastlanmıyor. Gerilla savaşı kararının alındığı 1982 yılında kaleme alınan "Kürdistan'da Zorun Rolü" isimli kitapta bu konuda bazı belirlemeler var. Savaş ve kitle hareketleri deneyiminin onlarca kat daha fazla geliştiği sonraki süreçlerde analitik-teorik bir kaynak oluşturulamadı. Pratik deneyimler kavramlaştırılarak düşünsel alana aktarılamadı. Kürdistan'da Zorun Rölü isimli kitapta, özü itibarıyla ulusal kurtuluşun silahlı zor ile gerçekleşeceği vurgulanıyor. Kitabın dayandığı temel düşünsel kaynak Mao'nun üç aşamalı "Kır Gerillası" Teorisidir. Ancak bununla beraber kitapta "Siyasal Şiddet"ten de sözediliyor. Siyasal şiddetten kasıt kitle eylemliliğidir. Sözü edilen kitle eylemselliği 1990'lı yıllarda yoğunca yaşandı. Ancak öncülük buna hazırlıksızdı. Hazırlıksız yakalanma stratejik düzeyde planlama yapmasına olanak vermedi. Taktik bir yönelimle kitlelerin ortaya çıkardığı bu enerjinin gerillaya aktırılması biçiminde bir yöntem benimsendi.

O süreçteki hakim düşünceye göre devlet ile karşı karşıya gelen silahsız ve savunmasız kitleleler devletin silahlı gücü olan asker ve polis ile karşı karşıya gelecek ve sonuçta kendisini savunmak için kitle zorunlu olarak bir gerilla gücüne dönüşecekti. O süreçlerde bu beklenti büyük oranda gerçekleşti. Ancak bu sefer de gerillaya yönelen kitlenin bu gücü değerlendirilemedi. Daha da ötesi bu hızlı büyüme zafer sarhoşluğu ve erken iktidar gibi hastalıklara neden oldu. Botan Bahdinan Savaş Hükümeti söylemleri ile Güneyli Güçlerle çatışmalar yaşandı. Brakuji denilen kanlı bir savaştan sonra PKK her alanda gerileme sürecine girdi. Ve bu gerileme 15 Şubat 1999'da Öcalan'ın esir düşmesi ile birlikte yeni bir evreye girdi. Öcalan'ın esir düşmesi ile birlikte başta PKK olmak üzere Kürt ulusal mücadelesi derin sarsıntılar yaşadı. Devlet, Kürtlere karşı kesin bir zafer kazandığını düşünüyordu. Gerilladan teslim olan 8 kişi ile PKK'nin askeri (ARGK), Avrupa'dan giden gurupla da siyasi (ERNK) olarak teslim olduğunu düşünüyordu. Ancak olaylar Türk devletinin düşündüğü biçimde gelişmedi. Legal alanda oluşan kısmi rahatlama Kürtleri yerelde iktidara taşıdı. Gerillada nicel bir büyüme gelişmese de niteliksel bir gelişme yaşandı. Bu nedenle içinde bulunduğumuz koşullarda Kürtlerin "öz savunma" diyebileceğimiz dinamiklere sahip olduğu söylenebilir. Bununla birlikte uluslar

Ancak kendi içinde statükocu konumunu ısrarla sürdürmesi başta ABD ve AB olmak üzere geliştirdiği ilişkilerin sağlam temellere oturmasına engel oluşturuyor. İran ve Suriye karşıtı politikalar geliştirmesi ise Kürtlere uluslarası çelişkilerden yararlanma olanağını yataratıyor. "PKK, İran va Suriye'nin taşaron örgütü" biçimindeki söylemler bir gerçek olmaktan çok, devletin "Kürtler bu çelişkiden yararlanabilir" korku ve kaygısından kaynaklanıyor. Kürtlerin uluslar arası çatışma ve çelişkilerden taktiksel anlamda yararlanmaya çalışması elbetteki olumlu bir durum. Ancak gerici güçlerle birlikte hareket etme gibi bir strateji oluşturmak, beklenmeyen bir çöküntü de yaratabilir. Baskı ve zulüm altındaki halklar ve sınıflar gibi Kürtler de ulusal savunmanın yıkıcı unsurlarına ziyadesiyle sahip bulunmaktadırlar. Eksik olan ise kurucu unsurdur. Belediyeler aracılığı ile kurucu unsur kısmen de olsa yaşam buluyor. Ancak bu pratik, düşünsel ve teorik anlamda savrulma yaşanmasına engel olamıyor. Demokratik Cumhuriyet, Demokratik Özerklik, Demokratik Konfederalizm vb. söylemlerin sosyoloji ve sosyal bilimlerde bir karşılığının olmaması bu karmaşayı daha da büyütüyor, askeri ve siyasal şiddetin meşruiyetini tartışmalı bir duruma sokuyor. İstem ile kullanılan şiddet arasında bağlantı kurulmasını zorlaştırıyor. Ha keza ulusal savunma stratejisinin kurucu unsurdan yoksun olması, dışta uluslar arası destek ve dayanışmanın zayıf kalmasına içte de geleceğe ilişkin umut beslemeye engel bir durum oluşturuyor. Ulusal savunma stratejisinin tartışıldığı bu günlerde, strateji çizecek güçlerin gözardı etmemeleri gereken önemli bir hususu vurgulamakta yarar var: Ulusal stratejiler yıkıcı ve kurucu unsurlar üzerinde inşa edilirler. Stratejinin yıkıcı unsuru statükoyu yıkmaya yönelirken, kurucu unsuru da çağın yeni dinamikleri ile geleceğe ilişkin ortaklıklar kurar.


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 18

ÖĞRENCİLER VE İŞÇİ SINIFI - Chris Harman

Sayfa 3

AVRUPA’DA MODERN KÖLE TİCARETİ ! terapisiyle dayatılan neoliberal küreselleşme, toplumun en kırılgan katmanlarını yıkıma uğrattı ve son derece ağır sosyal maliyetler yükledi. Sermaye ve emek arasında şiddetli bir rekabet yarattı. Serbest ticaret adına dünya çevresinde üretim ve ticaret yapan çokuluslu şirketler, mallarını emeğin en ucuz olduğu yerlerde üretiyor, fakat hayat pahalılığının en yüksek olduğu yerlerde satıyor. Yeni kapitalizm rekabet yeteneğini ana motoru yaparak, emeğin ve emekçilerin metalaştırılmasını da beraberinde getirdi.

üçte birinin ailesi üst düzey yönetici ve profesyonel tabakadan, yüzde 12'si ise daha düşük düzeyde yönetici. Yani mevcut öğrencilerin üçte biri ila dörtte biri arasında bir bölümü, okulu bitirdiklerinde "yeni orta sınıf " mensubu olacaklar, şu veya bu düzeyde yönetici olacaklar. Üniversiteler hâlâ farklı sınıflardan gençlerin bir arada oldukları yerler. Bu nedenle, öğrenciler işçi sınıfının yeni bir kategorisi olarak değerlendirilemez. Aynı nedenle, öğrenci ajitasyonu aslen dar ekonomik taleplere odaklanamaz.

Geçtiğimiz yıl bir dizi ülkede eski bir şey gerçekleşti ve çoğunlukla yeni gibi göründü. Öğrenci grevleri, eylemleri ve işgalleri İtalya, Fransa, Şili ve Yunanistan'ı sardı. Medyanın tepkisi, bu eylemlerin ayrıcalıklı bir sosyal tabakanın eylemleri olduğunu ve zaferlerinin bir üniversitenin yakınından bile geçemeyecek olan işçi sınıfı gençliğine bir yük getireceğini iddia etmek oldu. Fransa'da öğrencilerin Yeni İş Yasası'nı (CPE) durdurma taleplerinin, genç işçilerin istihdam haklarını ellerinden almak, banliyölerdeki işsizlerin işe girmesini daha da zorlaştırmak anlamına geldiğini iddia ettiler. BANT SİSTEMİ Öğrenci mücadelelerine bu türden tepkiler yeni değil. Mayıs 1968'in ilk haftasında Fransa'da patlak veren öğrenci mücadelelerine bazı sol siyasi liderlerin verdiği ilk tepki öğrencileri egemen sınıfın çocukları olarak suçlamak oldu.

Öğrencilerin ayrıcalıklı olduğu iddiası bugün daha da hatalı. Geçtiğimiz birkaç on yıl içinde yüksek öğrenimde kitlesel bir genişleme yaşandı. Britanya'da 1960'larda gençlerin sadece yüzde 8 kadarı üniversiteye gidiyordu. Bugün bu rakam yaklaşık yüzde 40. Bunların büyük bir kısmı mezun olduktan sonra muhtemelen beyaz yakalı işçi olacak. Eskiden ayrıcalıklı olan öğretmenlik gibi meslekler bile artık "proleterleştirildi": Eskiden sadece sanayi sektöründe kullanılan ödeme sistemleri ve yönetim yöntemleri bu sektörlerde de kullanılıyor artık.

YABANCILAŞMA Fransız öğrenci hareketini inceleyen Stathis Kouvelakis, yaşam koşulları ve ilgi alanları giderek işçilerinkine benzeyen bir gücün, "kitlesel öğrenci"nin ortaya çıkışına şahit olduğumuzu savunuyor. Kouvelakis'in öğrenci hareketinin önemine dair temel vurgusu doğru, fakat önemli bir noktayı atlıyor. Öğrencilerin büyük bir kısmının işçi sınıfından, özellikle de beyaz yakalı işçi ailelerinden geldiği kuşkusuz doğru olmakla birlikte, önemli sayıda öğrencinin hâlâ ayrıcalıklı çevrelerden geldiği de doğru. Britanya'da öğrencilerin yüzde 22'si özel okullardan geliyor. En prestijli 19 üniversitede öğrencilerin

Kapitalist eğitim, her yeni kuşağı mevcut düzenin ideolojik değerlerini kabul edecek şekilde işlemlemeyi amaçlar. Üniversiteler bu süreçte merkezi bir işlev görür: Ürünlerinin (mezunlarının) birçoğunun bu fikirleri sadece kabul etmesi değil, başkalarına da yayması beklenir. Ama bu fikirlerin bizzat kendileri sorgulanmaya başlandığında, üniversiteler ideolojik bir kaynaşmanın merkezine dönüşebilir. 1960'larda bu, Vietnam savaşının ve ırkçılığa karşı mücadelenin etkisiyle oldu; bugün Ortadoğu'daki savaşlar ve neo-liberalizme karşı direnişin etkisiyle oluyor. 1960 ve 70'lerde küçük sosyalist öğrenci grupları daha büyük kitleleri mücadeleye çekebilmek için nasıl inisiyatif alınabileceğini keşfetmişti. İtalya'da, Fransa'da, Şili'de ve Yunanistan'da bugünlerde olan da bu. Başka yerlerde de olmaması için hiçbir neden yok. (Çev. Can Irmak Özinanır-Chris Harman'ın bu yazısı 2006 yılında Fransa'da Yeni İş Yasası'nı püskürten devasa öğrenci eylemleri zamanında Socialist Review'da yayımlanmıştı.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), her sene 12.3 milyon kişinin uluslararası suç şebekelerince tutsak edilerek, insanlık dışı koşullarda zorla çalıştırmada kullanıldıklarını tahmin ediyor. Kadınların durumunda kurbanlar genellikle cinsel istismara tabi tutulurken,kalan diğer bir kesim de hizmetçi olarak kullanılıyor. Çeşitli dolandırıcılıklarla tutsak edilerek organları uluslararası organ ticareti kapsamında satılabilen gençlerin durumu da var. Otelcilik, lokantacılık, tarım ve inşaat iş kollarındaki ucuz emek talebini karşılamak için bu uygulamalar gittikçe daha da yaygınlaşıyor. Olay uluslararası olsa da, köle emeği vebasının AB’de hızla geliştiğini ortaya koydu. Sendikalar ve emek grupları, Avrupa’da yüzbinlerce işçinin kölelik afetine tabi olduğunu tahmin ediyor. İspanya, Fransa, İtalya, Hollanda, İngiltere ve diğer AB ülkelerinde Avrupa serabının cezbettiği göçmen işçiler, kendilerini çeşitli mafya şebekelerinin ve eski çağların kölelerinkine benzer koşullarda çalışma tuzağına düşmüş halde buluyor. Örneğin Bir ILO raporu, Napoli’nin güneyinde 1200 evsiz tarım işçisinin sözleşmesiz olarak, çok düşük ücretlerle ve özel milislerle korunan seralarda günde 12 saat çalıştırıldıklarını ve toplama kamplarını andıran koşullarda yaşadıklarını ortaya çıkarıyor. Bu “çalışma kampı” Avrupa’da tek değil; binlerce belgesiz göçmen aynı akıbete uğrayarak, birçok Avrupa ülkesinde gelişmekte olan modern köle ticaretinin kurbanları olmuş durumda. Çeşitli sendikalara göre bu zorla çalıştırma şekli tüm tarımsal üretimin yaklaşık yüzde 20sini oluşturuyor. İnsan ticaretindeki bu genişlemeden büyük ölçüde mevcut ekonomik model sorumludur. Gerçekte son otuz sene boyunca ekonomik şok

Bunun istihdam açısından getirdiği sonuç felakettir. Örneğin Fransa’da bu gelişme son yirmi senede sadece sanayi iş kolunda iki milyondan fazla işyerinin tasfiyesine neden oldu. Süreğen bir emek açığının olduğu Avrupa’daki belli iş kolları belgesiz işçi çalıştırmaya yöneliyor ve bu da gizli şebekeler aracılığıyla yapılan ve çoğu durumda insanları kölece çalışmaya mahkûm eden yasadışı işçi ticaretini daha da teşvik ediyor. Çok sayıda rapor, açıkça göçmen tarım işçisi “satışı”nı belgeliyor. Bu suçlarla mücadele etmekte kullanılabilecek birçok uluslararası hukuk aracı olmasına ve devlet yetkililerinin bu suçları kınayıcı açıklamalarının gittikçe çoğalmasına rağmen, kamunun uygulamaya son verme iradesi zayıf. Aslında sanayi ve inşaat iş kolu yönetimleri ve tarım ihracatçıları belgesiz işçi ticaretini görmezden gelmeleri için hükümetlere baskı yapıyor. Sanayi yönetimi kitlesel göçü daima destekledi, çünkü bu, emeğin fiatını düşüren bir şey. Avrupa Komisyonu ve Business Europe (Avrupa sanayicileri ve İşadamları Konfederasyonu) raporları yıllardır daha fazla göç çağrıları yapmakta. Fakat bugünün insan tacirleri sadece köle emeğini sömürenler değil; Şimdi bir “yasal esaret” türü de geliştiriliyor. İtalyan şirketi Fiat, işçilerine insafsız bir ültimatom tebliğ etti: Ya daha az ücretle daha kötü koşullarda çalışmayı kabul et, ya da şirket üretim faaliyetini Doğu Avrupa’ya kaydıracak! İşten atılma ihtimaliyle karşı karşıya kalan ve Doğu Avrupa’nın olabilecek en düşük ücret düzeyleri ve haftasonusuz çalışma koşullarıyla korkutulan Fiat içilerinin yüzde 63ü, sömürülmelerinden yana oy verdi. Avrupa’da krizden ve sert mali düzenleme politikalarından faydalanan birçok işveren, buna benzer “yasal esaret” şekilleri tesis etmeye çalışıyor. Neoliberal küreselleşmenin sağladığı araçlar sayesinde, işçilerini uzak ülkelerdeki ucuz emek nedeniyle vahşi bir rekabetle tehdit ediyorlar.

Niyeti dünyayı değiştirmek olan her Marksist bilir ki, geçmişten kalan her bilgi, onun şimdiki zamanın gerçekliğine adapte etmek zorunda olduğu bir veriler toplamıdır. Bu verilerin içinde hareketin yönünü tayin eden temeller önemlidir şüphesiz ama artık bugünü kavramayan bilgiyi mutlaklaştırmak aslında hiçbir şey söylememenin bir biçimidir. Bırakın Marks’ı, insanlık tarihi Hegel’den beri “tarihselleşme” denilen şeyin farkındadır; belli bir zaman diliminde yegane gerçeklik olarak bilinen bir olgunun bir başka zamanda zorunlu olarak aşıldığını ve bu aşmanın da diyalektiğin biricik hamlesi olduğunu bilmektedir. Şimdi biz, neyi tartışıyoruz? Tekelci kapitalizmin ufkunda yazılmış kelamları, yarı feodal bir toplumun sert koşullarında yapılmış bir devrimi ve çok farklı bir koşulda yapılmış tartışmaları, örgütlenme biçimlerini, görüş ayrılıklarını, bugün hala geçerliymiş gibi devrimci mücadelenin önüne koyarak harekete sadece zarar vereceğimizi gerçekten görmüyor muyuz, yoksa görmezden mi geliyoruz. Marks’ı,Engels’i,Lenin’i, Stalin’i, hatta Troçki’yi ya da Mao’yu bütün devrimci figürleri, sosyalizmin mücadele tarihinde önemli, yol açıcı ama bugün tarihselleşmiş figürler olarak görmüyor muyuz? Onlarla aynı çağda yaşamış devrimciler gibi ilişki kuramayacağımız yeterince açık değil mi? Onlar bizim tarihimizin bir parçasıdır ve geçmişe doğru değil de geleceğe doğru hareket eden devrimciler için kullanılabilecek değerli fikirler ve tecrübeler bırakmışlardır. Eğer derdimiz gerçekten gelecekse geçmiş bizim “alet çantamız”dır. Geçmiş, ortak hafızamızdır, birbirimizi yargılamak, suçlamak için kullandığımız nostaljik salvolar değildir. Sahiden bizim derdimiz tam olarak nedir, geçmişten kalmış isimleri hiyerarşize ederek ve kendi aklımızı kullanmamızı engelleyecek bariyerler haline getirerek, devrimci mücadelenin önüne bubi tuzakları kurmak mı? Yeni ve değişmiş bir dünyayı artık “tarihselleşmiş/aşılmış” kavramlarla ısrarla okumayı sürdürerek, yeniyi anlamaya çalışanları artık hükmünü yitirmiş kavramlarla yargılayarak bir çeşit nostalji bakkalının kasasında oturmayı sürdürmek mi derdimiz? Mesele şimdi ne yapılacağı üzerinedir, geçmişin fikirleri sadece gelecek eylemimiz için anlamlıdır, derdi sosyalist bir devrimi mümkün kılmak olan için, tarihsel miras, işlevsel kılabileceği ölçüde anlam taşıyan bir zenginliktir. Öğrenmeye niyeti olan herkesten öğrenir.Geçmişin yanılgılarını ayıklar, alınabilecekleri yanına alır ve yoluna devam eder. Dünya sarsılıyorken, küresel kapitalizm artık sanal bir gerçeklik evresine doğru ilerliyorken, Ortadoğu’nun kalbi olan bu coğrafya kabuk değişimlerinden geçiyorken ve belki de tarih bize, geleceği biçimlendirmemiz için müthiş bir fırsat sunuyorken, sizin hala eski düşüncelerin bayiliğinde ısrarınızın tek bir anlamı olabilir: Anlamak için uğraşmadığınız dünya sizi gerisinde bıraktıkça sadece bildiklerinizi tekrar etmeniz ve tıpkı neo-muhafazakarlar gibi geleceği geçmişe havale etmeniz. 21.yüzüyılın devrimciliği artık sınıfsız toplum devrimciliğidir ve bizim derdimiz, tek ülkede devrimi çoktan aşmıştır. Yeni bir dünya ile karşı karşıyayız, dünyayı Ortadoğu’dan sarsmak için bir fırsat var elimizde, sosyalizmin tarihsel sorunlarına hem teorik hem pratik katkı sunmak gibi bir meselemiz var, mesele sizi de ilgilendiriyorsa buradan buyurun, yok ilgilendirmiyorsa gerçekten gölge etmeyin yeter.

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Daha önemlisi, mücadelele deneyimleri pek çok sayıda gencin toplumun temel görüşlerini sorgulamasına yol açtı. ABD'de Vietnam savaşına ve siyahların ezilmesine karşı mücadelenin en önünde yer alıyorlardı. Fransa, İtalya ve Arjantin gibi ülkelerde ise öğrenci protestoları, daha sonra gerçekleşen işçi mücadelelerine müthiş bir coşku verdi.

Bütün bunlar, bu yıl Fransa, Şili ve Yunanistan'da mücadele eden öğrencilerin, önceki kuşak öğrencilere kıyasla, işçilerle niye kolaylıkla doğrudan bağlantı kurabildiklerini ve daha fazla destek aldıklarını açıklayan unsurlar.

YA BUGÜN?

Uzmanlar köle emeği vebasının Avrupa Birliği’nde hızla geliştiğini ortaya koydu. Sendikalar ve emek grupları, Avrupa’da yüzbinlerce işçinin kölelik afetine tabi olduğunu tahmin ediyor… Köleliğin kaldırılmasından tam iki yüz yıl sonra iğrenç bir uygulamanın yeninden yürürlüğe girdiğine tanıklık ediyoruz: İnsan ticareti.

Avrupa’da şanslı küçük bir azınlığa önemli fırsatlar sağlayan kürselleşme, kalan kesimlere ise, AB ücretli çalışanları, küçük işletmeler, küçük çiftçiler ve onların dünyanın diğer yanındaki düşük maaşlı sömürülen muadilleri arasında acımasız ve doğrudan bir rekabeti dayatıyor. Bunun apaçık ortada olan sonucu ise şu: Gezegen ölçeğinde bir sosyal damping.

Diyalektiğin temel yasası bize her şeyin değiştiğini öğretir, her çağın kendine ait bir gerçekliği olduğunu da. Bu durumda düşüncenin de bu değişime ayak uydurması, kendini nesnesine uygun bir biçimde geliştirmesi gerekmez mi? Tarihsel materyalizmin bir değişmezlik şablonu değil, gelişmenin/ değişmenin mantığına ait bir yöntem sunduğu bilinmez mi? “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” cümlesini doğru yerinden kavramış biri öğretilerin hiçbirine kutsallık atfedilmeyeceğini, yaşadıkları zamanın bilgisine-birikimine uygun çözümlemeler yapmış teorisyenlerin/eylemcilerin çözümlemelerini mutlaklaştıramayacağını anlamaz mı?

SAYFA 03

Bu tür iddialar 1960'larda ve 1970'lerin başlarında tamamen yanlıştı. O dönemde öğrencilerin çoğunluğu orta sınıfın orta ve alt kesimlerinden geliyordu ve onlarla birlikte işçi sınıfı kökenli pek çok öğrenci de vardı.

Bugün öğrencilerin çok daha fazlası, okurken, yarı-zamanlı, McDonalds türü işlerde de çalışmak zorunda. Üniversiteler bilgi fabrikalarına dönüşüyor ve öğrenciler fabrikalardaki bant sistemi üstünde birer nesneye benzemeye başlıyor.

Öğrencilerin günlük deneyimi, işçi sınıfından gelenlerininki bile, sömürü değil, üretim sürecinde emek harcamak değil. Onların sorunu, her öğrencinin sınav denilen at yarışı hakkında endişelenmesi ve bunun yarattığı yabancılaşma, anlamsız atomizasyon ve parçalanma. Ama ideolojik yönleri olan belli sorunları protesto etmek bazen bu yabancılaşmayı tam tersine, daha iyi bir dünya için mücadele eden bir topluluk duygusuna çevirebiliyor.

Devrim

GEÇMİŞLE GELECEK ARASINDA


HALKIN KURTULUŞU

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

Sayfa 2

Sayfa 19

SAYFA 02

HALKIN KURTULUŞUNU ENGELLEYEMEYECEKLER !

1980 YILI ŞUBAT ‘SICAĞINDA’ KISA YAŞAMINDA TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETLER TARİHİNE İZ BIRAKAN YAPININ ADIDIR TDKP ! Geçmiş zaaflarımızı aşacak yeni bir devrimci komünist partinin yaratılması ancak sınıf içinde siyasi faaliyeti kesintiye uğratmaksızın, TDKP deneyiminin taşıyıcısı olan ve komünizm hedefinden vazgeçmemiş TDKP’li, GKB’li kadroların görevi devrimci bir komünist partiyi yeni baştan inşa etmeleridir. TDKP deneyiminin taşıyıcısı komünistler dışlarındaki komünistlerle omuz omuza yeni bir partinin inşasına birikim enerji ve deneyimlerini varlıklarının gereği katmakta ve mücadele ederek Şubat ateşini yeniden doğru bir biçimde yakacaklardır. Yeni bir doğum gününe devrim ateşi ile bilenerek hazırlanmaktayız. Komünist parti için, ilk aşama kendimizi örgütlemekten geçmektedir. Bizler için komünist partisine kadar olan süreçte sınıf mücadelesi içindeki duruşumuzu ve hareket etmemizin yönünü belirlemek, kendi ve bir program etrafında tüm komünistlerle birlikte davranmanın ve eylemlilikler örgütlenmesinin gerekliliğini yerine getirmek için çabamızı daha da hızlandırmalıyız.. Yoldaşlar ..Bizler için, Komünist Partisi sadece eski TDKP’lilerce değil Sınıf partisinin gerekliliğine inanan Türkiye’deki Komünistlerin ortak çabasından geçer. Tüm komünistleri kapsayan ve onları bir program ve tüzük etrafında bir araya getirmenin önünü açmak ve buna uygun davranmak temel hedefimizdir. Zira proleter devrimciler belli bir program ve tüzük etrafında bir araya gelebilirler. Geçmişte olduğu gibi yangından mal kaçırır tarzında parti kurmayı hedeflemek bizimişimiz değildir.. Türkiye Devrimci Komünist Partisi olarak, önümüze koyduğumuz görevler; Örgütlenecek Devrimci Komünist partisinin mevcut komünist geçinen örgüt ve partilerinden farklı olarak, işçi sınıfını, emekçi yığınlarını ve gençliği örgütlemek, partinin ideolojik ve siyasi anlamda kendisini ifade edebileceği parti konferans ve kongrelerini gerçekleştirmek, tüm komünistlerin görev ve sorumluluğudur.

Bizler bulunduğumuz alandan kalkarak sınıf mücadelesi içindeki aktif yerimizi koruyarak Yeniden Marksist-Leninist devrimci bir komünist partinin yaratılması çabasına giriyoruz. Bu çalışma diğer komünistlerle sınıf partisi yolunda her türlü çalışmaya engel olmadığı gibi bu konudaki tüm çabalara da destek vermeye ve katılmaya hazırız. Diğer devrimci gruplara karşı ve örgütler dışındaki komünistlere karşı tavrımız üzerinde ortaklaşılabilecek program ve tüzüğün oluşumu esnasında ve tartışmaları surecinde eylemde birlik ve propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesi çerçevesinde olacaktır. Bu ilkenin savunulması her yapının kendi kadroları içerisinde sürdüreceği tartışmaları bağımsız kılacağı gibi eylemliliklerde ortak davranışın önünü açacak ve güçlendirecektir. Siyasi çalışmanın niteliği devrimci komünistlerce sınıf mücadelesi sürdürülürken komünist partisinin hem komünistleri hem de sınıfı kucaklamasının önün açılması ve bunun için gerekli politikaların belirlenmesidir. Programın oluşumu ve kabulü siyasi çizginin daha da netleştirilmesini sağlayacaktır.Bu çabamız geçmişte yaşanan birlik çalışmalarının bir parçası olmak değil aksine komunistleri bir parti altında toparlama çabasıdır. Liberalize olmuş sistem içi olmanın ötesine geçmeyen ve her sıkışılan durumda birlik diye çığlık atan yapılardan uzak durmak bizim için özel bir öneme sahiptir ve bunlardan uzak durmaya devam edeceğiz. Gün Şubat ateşini yeniden alevlendirerek komunist devrimcileri bir komunist partisi altında bir araya getirmektir. Partiisiz sınıf sadece kendi halinde bir bir sınıftır politik varoluşu söz konusu olamaz. TDKP’li komünistlere düşen gürev bugunden ortak iradeyi ortaya koyacak ve hereketi merkezileştirecek geciktirilmiş kongresini yaparak Şubat Ateşini, yeniden körüklemektir.

Bugünün görevini kavrayabilmek için kopulması gerekenin ne olduğunu ve devamlılığın hangi zemin veya zeminler üzerinden sürmesi gerektiğini saptamak zorundayız.Bugün yolumuzu aydınlatabilecek deneyim ve referanslara sahibiz. Devrimci ve komünist hareketin yeni bir sentezle çok daha etkin biçimde kurulması gerekmektedir. Sınıf mücadelesini yeniden devrimcileştirmek ve sınıfsız toplum hedefi ile sosyalizmin iktidarını içeren bir devrimci sentez, önümüzdeki mücadele sürecini zaferle taçlandırabilmek için, başarılması zorunlu ve kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde duruyor. Devrimcilerin ciddi bir güç hâline gelebilmesi ancak onların kendilerini “başka bir dünyanın ve kültürün insanları” olduklarını çarpıcı bir biçimde gösterebilmesiyle, devrimci insanın bizzat kendisinin bu yönde bir örnek olabilmesiyle mümkündür. Zira kitleler, artık ne söylendiğine değil, onu kimin söylediğine ve söylem sahiplerinin kendi iddialarına ne kadar uygun davrandığına bakmaktadırlar ki bu nedenle toplumsal özneyle aramızda olan psikolojik sınırları aşmak zorundayız.. Devrimciler örgütü bir toplumsal eşitlik odağı değildir. Sınıfsız topluma ulaşana dek yaşanan eşitsiz koşulların eseri olarak eşitsizlikleri aşma hedefi doğrultusunda profesyonel bir organizasyondur. Kolektif bir mücadele örgütünde kolektivizm herkesin eşit katkıda bulunduğu değil, herkesin elinden geleni kattığı ve bu katkısına göre konumlandığı bir yapılanmadır. Bunun içindir ki, devrimciler örgütü, kurmayı hedeflediği topluma özgü yapıları bünyesinde üretebilmelidir. Bu tutum örgütün içe ve dışa dönük inandırıcılığını artıran bir özelliktir. Devrimciler örgütü, kısa vadeli günlük mücadeleleri öne çıkararak, “güçlenme” kaygısıyla, farklı toplumsal muhalefet odaklarının biri veya birkaçının sözcülüğüne soyunamaz. Sisteme entegrasyon, devrimciler açısından yaygın görülen ve dolayımlı olduğu için devrimci kılıflarla rahatlıkla süslenebilen, fark edilmesi zor olan, talepleri önemli oranda sistem içinde de karşılanabilecek farklı toplumsal muhalefet odaklarına haddinden fazla angaje olma şeklinde kendisini göstermektedir.Sistemin “sol” kanadı olmaktan öteye gidemeyen reformist akımlar doğurmaktadır. Devletin farklı görünüşleri zaman zaman kafalarda sosyalizmle reformizm arasındaki farkın silinmesine ve devrimci unsurların bu tür bir reformizme sıklıkla meyletmesine neden olmaktadır. Bugün ülkemizde, geleceği olan ve iktidar iddiasına yönelebilecek bir devrimciler örgütü, ancak yeni kuşağın üzerinde yükselebilir.Eski kuşakların kendilerini aklama, varoluşlarını anlamlandırma veya pozisyon tutma amacıyla...büyük bir kısmı yenilgiler ve dağılma psikozuyla deformasyona uğramıştır. Dağılma ve tasfiyeciliğin oluşturduğu çıkmaz sistemin her anlamdaki saldırılarıyla birleşince, sosyalist ve devrimci mücadele ile buluşma olanağını giderek daha da azalan yeni kuşaklar, sistemin depolitizasyon ve manipülasyonu altında bencil, bireyci, boş vermişler saflarına sürülürken, bu saldırıya boyun eğmiş fakat muhalif olmaya çalışan az sayıda genç unsurun çoğu da ya eski kuşak ağabeylerinin kötü taklitleri olmaktan öteye gitmemişler veya tümden reddiyeci bir tarza tutunmuşlardır. Devrimci mücadelenin reorganizasyonu için, mevcut durumlarına bakıldığında, eski ve yeni kuşaklar aralarındaki bağda neredeyse tamamen kopmuştur. Eski kuşak “sosyalistlerin” ciddi bir kesimi şu veya bu burjuva cepheleşmenin yanında yer almayı “sosyalist siyaset” olarak tanımlarken eski kuşaklar dışında referans yaratamayan veya liberal yada milliyetçi söylemden etkilenmiş “sosyalist” unsuların etrafına toplanan sınırlı sayıdaki yeni kuşak sosyalist de, eskilerin gerçekten sistem karşıtı bir mücadele yürüttüğünü düşünmektedir. Bugünün görevi yeni kurulacak olanın geçmişi aşması gerektiğini, devrimin çıkarları doğrultusunda dürüstçe kabul eden eski kuşak devrimcilerin devrimci siyasetin, sistem içi seçenek ve akımlarla bağını tamamen koparmış bir aklın yönlendiriciliğinde, yeni kuşak devrimcilerin, kapasite ve özellikleri çerçevesinde yeniden kurulması hedefiyle harmanlanacağı bir örgütsel zeminin önünü açmaktır. Örgütsel kuruculuk görevi, İçinde bulunduğumuz kuruculuk döneminde asgari bir teorik-ideolojik formasyonumuz olduğuna göre asıl öne çıkarmamız gereken nitelikler sosyopsikolojik, kültürel ve ahlaki çerçevededir.

Dördüncü sayısı elimize geçen Gazetemiz Halkın kurtuluşu her türlü engelleme ve saldırıya rağmen çıkmaya devam ediyor-edecek!

halkın coşkun akan selinin önünde ne tasfiyecilerin ve ihanet şebekelerinin komploları durabilir ne de devletin zoru durabilir.

calışmalarına koyuldular.! Ama, bosuna çırpınmayın. Kimsenin gözünde artık bir inandırıcılığınız kalmadı.!

Tasfiyeciliğe karşı devrimci yürüyüşümüzü başından beri hep durdurmaya ve yok etmeye yönelik onlarca engel saldırı ve alçakça işkencelerle birleşen her türden ihanet bu haklı yolda bizleri yolumuzdan alı-koyamadı koyamayacak.

Geliyoruz ,bin yıllık hasretle bin yıllık öfkeyle geliyoruz, yoksulların baldırı çıplakların anasızların, kimsesizlerin ,alınteri çalınanların ,ülkesinden-toprağından kovulanların,ırzına geçilenlerin intikamını almak için geliyoruz..yeni bir dünya kurmak için geliyoruz..

Bu baylar, w karşı oldukları faşist diktatörlüğe karşı 30 yıldır tek bir kurşun bile atamayan bu baylara eğer, düzene küçükte olsa hala içinizde bir tek tepki var ise işinizi ve enerjinizi yönelteceğiniz yerler buralar olmalıdır.!

Şimdiden bütün Avrupa’da izlenen gazetemizin her yeni sayısı heyecan yaratarak devam ediyor.Şimdiye kadar neden sustunuz .?Neden bu kadar beklediniz.? Neden sürece zamanında müdahale etmediniz.? diyerek sitemlerini esirgemeyen yoldaşlarımızın ve dostlarımızın eleştirilerini alıyoruz. Bütün bu süreç boyunca gördük ve anladık ki sürece katılmak isteyen eski bir takım yol arkadaşları yeniden peygamberliğe soyunmuş ve yeniden bizleri biricik hareketimizi ‘kutsal kitapların’ ve ‘mesihler’in yoluna sokmaya gayret etmişlerdir.. çağımız kutsal kitaplar ve peygamler çağı değildir,bir yüzyıl evvel kapanmış bir politik argümanlar dünyasının köhnemiş grentokratları bizi tekrar o ‘kuyu’ya çekemeyecekler..artık kimse peygamber beklemediği gibi mesihlere inanmıyorlarda! bizler gazetemizin ve ona ruhunu veren sarsılmaz devrimci inancımızın ışığında ortak akıl kollektif iradeyle dünyayı bu kez türkiyeden-ortadoğudan sarsmak için geliyoruz. Tasfiyeciliğe karşı devrimci çıkışımızdan endişe edenler;piyasacı görüşleri-likiditasyonları ve rahatları zarar göreceği için çılgınca saldırılar ile yalan ve kara çalma ile yaygın tevatür yöntemleriyle-özel harp teknikleri- saldırmaktalar..ama nafile

Yürüyüşümüzü onlarca iç ve dış saldırı ve ihanetle durdurmaya çalışan sahte ‘‘öncü’’ de boşa çıktı. Bu aralar yeni tip ve besleme bazı asalak yaşam peşinde koşan tiplere de rastlar olduk.! Ama, o da beyhude olunca sıra yeni yöntemlerle devam edecek.! Bu yeni tip taşeronlara bir tek uyarıda bulunmak gerek.! biz sizin sağcı örgütünüze benzemeyiz.. Bize ruhunu öncül yoldaşlarımız Denizler-Yusuflar-Hüseyinler vermiştir,bizler Nurhak’ta ölenlerin adıyız..bizler dava diye göndere çekilen Cihanların İmranların ANDıyız..dememiz o ki ‘‘biz nasıl bilirsek hep bir ağızdan gülmesini öylece biliriz yaşamasını ölmesini..’’ Zira, bu sevda devrime ve davaya bağlılığın ortaya çıkan ihanet karşısındaki baş eğmeyen duruşudur. Bu duruşu hala anlamayan bayların nasıl da yanıldıklarını ve bu yanılgılarını saklamadan açık ve aleni yüzlerini açığa çıkararak düşmanın bile saldırmadığı bir şekilde saldırarak neye ve kime hizmet ettiklerinide bir kez daha bu vesile ile tescil etmiş oldular. Bu baylar bir süredir çeperlerini gezip yeniden yapı inşa etmek istiyoruz ! (neden yapıyı tasfiye ettiklerini açıklamadan)kapı kapı dolaşarak ikna

Yoldaşlar, yeter diye haykırıp o beyhude beklentilerin sahiplerini kendi dünyalarında yanlız başlarına bırakın. Davaya ve gerçekten devrimci değerlere bağlılığınızı hala yitirmemişseniz size de bu yolda bir kez daha elimizi uzatıyoruz.! Reform mu devrim mi, bu tercih sizin de bildiğiniz gibi 71 devrimci hareketinin çizgisidir.Bu ayrışmanın bugün olmasa yarın mutlak kafanıza dank edeceğini bilmelisiniz.! Bu vesile ile bundan sonra da her türlü destek ve gücümüz ile gazetemizin çıkışına katkı ve olanaklarımızı esirgemeden sunacağız. Bu ses bir ihtiyaç ve sürece müdahale edecek olan yanı ile bir kez daha iyi anlaşılması ve değerlendirilmesi kaçınılmaz bir olanaktır.Bu olanağı umarız ki bu tarihin gerçek savunucu ve evlatları bir kez daha elini uzatacak ve uzatılan bu eli geri çevirmeyecektir. Gün bu olanağı bir kez daha önemle ileri çıkarmak propaganda ve örgütlenme ile birlikte gündeme ilişkin yol göstereceğine olan inancımız ile selamlıyoruz. ALMANYA , AVUSTURYA, FRANSA, BELÇİKA, AVUSTRALYA , DANİMARKA, İSVEÇ, HOLLANDA VE YUNANİSTAN’dan HK Taraftarlarını


HALKIN KURTULUŞU

Sayfa 20

w w w. h a l k i n k u r t u l u s u . i n f o

Sayfa 1

HALKIN 5 KURTULUSU ~

şubat /2012

BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ VE EZİLEN HALKLAR BİRLEŞİN

ŞUBAT ATEŞİ SÖNMEDİ, SÖNDÜRÜLEMEDİ, SÖNMEYECEK ! 1980 YILI ŞUBAT SICAĞINDA KISA YAŞAMINDA TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETLER TARİHİNE İZ BIRAKAN YAPININ ADIDIR TDKP ! 12 Eylül karanlığında TDKP’nin ilk kuruluş kongresinde seçilen Merkez Komitesi 12 Eylül sınavında başarısızlığa uğradı, düşman tarafından ele geçirildiği gibi onun karşısında olumsuz bir sınav verdi. Merkez komitesinin ilk sınavındaki başarısızlığa rağmen cezaevlerinde ve dışarıda kalan TDKP örgütlerinin bir çoğu merkez yöneticilerine ve onların olumsuz tutumlarına rağmen dağılmadı. TDKP’ye bağlı kadrolar bir takım savrulmalarla birlikte tümden devrim sahnesinden çekilip havlu atmadı.

ESKİ ve YENİNİN TARİFİ

Devrimci hareket saflarındaki basit bir sistem reddiyesi ve muhalefet olarak kalma eğilimi, reformcu tavırlarla, çözülme, sisteme entegre olma ve tasfiye devam etmektedir. Bu savrulmanın altında çocuksu bir kimlik savunusu ve arayış çizgisinde sıkışıp kalma vardır.Devrimciler cephesi darmadağınık hâldedir. Bu karmaşık ortamda kaybedilen mevzileri daha güçlü bir biçimde kurmak, geçmişe bakarak değerlendirdiğimizde bizleri son derece zorlu bir görevle karşı karşıya bırakmaktadır.

YÖNETİM YERİ-ANKARA izmir cad.sümer 1 sok. no;7-8 kızılay-Ankara 03122317320

İZMİR Temsilcilik-0232 4257980 wSüreli yayın Basım Tarihi 859 Sokak Vatan İşhanı fiyatı 1 tl 18.02.2013 No.6/204 Konak-İzmir

Basım Yeri - Star Medya A.Ş. 9 Eylül Mah.No.29 Gaziemirİzmir/0232 251 76 32

Bu teslim alma ve ikamenin getirisi, eski TDKP kadrosu denilen kadroların büyük bir kısmının yasalcı yapı içerisinde “devrim adına” çürütülmesidir. Bu kadro ile yürütülecek bir parti faaliyeti mümkün değildir. Eski kadroların aşağı yukarı tümünün öncelikle yasalcılığın verdiği rehavetle artık illegal alan üzerinden bir mücadele sürdüremeyecekleri gibi illegal bir çatının altında da yasal ve legal bir faaliyet sürdürebilecekleri şüphelidir.

Böylelikle tasfiyecilerin ekmeğine yağ süren ve onlara daha geniş bir meydan yaratan kadroların temel eksikliği toparlanma ve örgütlenmedeki beceriksizlikleve bilgisizlikleri birleşince İlk adımda tökezleyişin muhasebesini çıkarmak da mümkün olmadı.

Yoldaşlar... TDKP için bugün tarihsel anlamada, Yeniden doğuş gerekiyor. Bu doğuş TDKP’nin eski militan ve kadrolarının külleri üzerinde yeni bir yapılanma ile mümkündür ancak.Yeni bir yapılanma, Türkiye’deki tüm devrimci komünistlerin yeni bir yapılanması olarak bakıldığında, bir önem kazanmaktadır.

Bu dönem TDKP’nin kadrolarının büyük bir kısmının tasfiyecilerin elinde un ufak olması, komünist ruhları törpülenmiş, mücadeleci devrimci yapılarına yerine tasfiyeci, gölgesinden korkan liberalize olmuş, sisteme bütünleşmiş bireylerin oluşmasında belirleyici bir dönemeci temsil eder. TKDP, Halkın Kurtuluşu gibi bir hareketinin içinden doğmuş Genç Komünistler Birliği gibi bir gençlik örgütü üzerinden yükselmiştir. Düşmandan çok darbeyi içerden Merkez Komitesinden yiyen TDKP, değil kendisini örgütlemek ve yeniden harekete geçmek bir daha böylesi bir harekete hayat verme becerisinden bile yoksun bırakılarak, yasalcılığın peşinden sosyalizm ve devrim adına sürüklenerek, çürümeye terk edilirken eski yöneticileri de TDKP’ yi kendilerine uygun bir siyasi var oluşa sürükledi. Yasallaşma sürecinde önce bir sol manevralarla partinin en militan ve direngen kesimleri yıpratıldı; pek çoğu uzun müddet içinde düşmanın eline geçti; sonra gençlik dağıtıldı ve bu operasyonun ardından tasfiyeciler kendi konumlarına uygun bir legalist tasfiye adımı ile operasyonu tamamladılar. TDKP kendi içinde hapsederek teslim aldı ve yasalcılığa ikame edildi.

Zira THKO-TDKP çıkışı ilk elde o dönemin proleter devrimcilerini birleştirmek gibi bir amacı içeriyordu. Bugün o görevi gerçek anlamı ile yerine oturtmak ve başarıya ulaşarak Yeni bir Komünist partinin yaratılması dönemidir. Görev bize bugün bunu dayatmaktadır. Örgütsüz bireylere indirgenmiş bir parti değil her komünisti kucaklayacak ve çarısı altında bir araya getirecek devrimci KOmunist partinin yaratılması ve mücadeledeki gerçek yerini alması hedefimizdir. Geçmişi yad ederek orada debelenmek, tasfiye madalyonunun bir başka yüzüdür. TDKP kadroları olarak kendimizi yeniden örgütlememiz gerektiği ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bizler geçmiş mirasımızın olumlu yönlerini değerlendirmek, hata ve zaaflarımızın da hesabını vererek bu sorumluluğu taşıma bilinci ile TDKP-YİÖ olarak önümüze Türkiye’de devrimci komünist bir partinin yaratılması için bütün proleter devrimcilerle birlikte harekete geçmiş bulunuyoruz.

SIYAH MAVI KIRMIZI SARI

HALKIN KURTULUŞU Yazı İşleri Müdürü İmtiyaz Sahibi ;Zeki Irmak Hatice Zuhal Göktepe

Bu görevin altından kalkabilmek için kendimizi, sınıf mücadelesini, her veçhesi ile yeni döneminin ihtiyaçlarına göre yeniden tarif etmemiz zorunludur. Bu dönem içinde yeni bir yapılanma, geçmiş değerlendirmeleri “kahramanlar ve hainler”e yaslayarak işin içinden sıyrılma kolaycılığına kaçmadan, ve bugün için olanaklarımızın yetmediği “büyük” siyasal gündemler yaratarak bu yükün altında ezilmeden gerçekçi bir biçimde saptadığımız görevleri ve ihtiyaçları temel alarak yürütmeliyiz. Hareketin geçmiş mücadele perspektifine bağlı bugünün ihtiyaçlarına cevap veremeyen yanları terk edilmeli, bunu yaparken, geçmişin farklı ihtiyaçlardan doğmuş yönelimlerine saldırmanın, bugünü doğru kavrama ve açıklayabilme noktasında bir garantisi olmadığı gibi, kendi geçmişini reddetme yoluyla köksüzleşmek de kitleler gözünde siyaseten güvenilmez unsurlara dönüşmeye yol açacağını da unutmamalıyız.

Direngen devrimci kadrolar ilk konferansta ve sonraki konferanslarda devrimci bir irade ortaya koymak yerine sessiz bir bekleyişi tercih ederek, düşmana teslim olmuş ve cezaevinden çıktıktan sonra yurtdışına kaçmış MK’nin peşinden sürüklenmeyi tercih ederek kötü bir sınav verdik. Sonuç olarak biz devrimci kadrolar eski MK’ne ve yurt dışından yönetilen legal atıl bir örgüte teslim olduk. Bu tutum proleter devrimciler için bir örgüt suçu oluşturduğunu da görmezlikten geldik

SAYFA 01

Kapitalizmin içinde debelendiği son büyük bunalımla, burjuvazinin tüm büyüklük havalarının yaldızı dökülmüş durumdadır. Son krizine kadar elde etmiş olduğu psikolojik üstünlük kısmen de olsa sınıf lehine bozulmuş kapitalizmin aşılması, sınıf için önemli tartışma konularından biri hâline gelmiştir. Dünya ölçeğinde kapitalizme karşı atılımın maddi koşullarını olgunlaşırken, devrimciler için siyaset yapmanın koşulları oluşmaktadır. Önemli olan, mücadeleyi olumlu sonuçlara ulaştırabilmek için zorunlu olan subjektif koşullar yani güçler mevzilenmesinin, kadro ve siyaset tarzının nasıl olması gerektiği, devrimci kadroların en yakıcı tartışma konusudur.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.