sayfa 20
sayfa 1
6
Mart 2013
KÜRESEL BİR DEVRİMİN BAŞLANGICINA DOĞRU Küresel Politik Uyanış, İnsanlık tarihinde ilk defa hemen hemen tüm insanlar politik olarak bilinçli, birbiriyle iletişimli ve hareket halinde… Ortaya çıkan bu küresel eylemcilik, kişisel onur, kültürel saygınlık ve ekonomik fırsat arayışı içinde, yüzyıllardır süregelen gerek sömürgeleştirme, gerekse emperialist yoldan baskı altında tutulmanın anılarıyla acı bir şekilde zedelenmiş bir dünyada bir dalgalanma yaratmaktadır… İnsan onuruna dünya çapındaki özlem, bu küresel politik uyanış olgusunun doğasındaki önde gelen meydan okumalardan birisidir. O uyanış sosyal olarak oldukça büyüktür ve politik olarak radikalleşme eğilimi taşımaktadır. Neredeyse tüm dünyada radyoya ve televizyona, giderek artan oranda da internete ulaşma olanağı, bu tür enerjiler egemen sınırları aşmakta ve en üstte Amerika’nın hâlâ tünemiş durumunda olduğu mevcut küresel hiyerarşiye olduğu kadar mevcut devletlere de engeller ortaya çıkarmaktadır.
Dünya’nın başta gelen, eski ve yeni güçleri de, bir gerçeklikle karşı karşıyalar: Askeri güçleri her zamankinden daha büyük düzeye ulaşmışken dünyanın politik olarak uyanmış kitleleri üzerinde kontrol kurmaları tarihsel olarak en düşük düzeydedir.
Bolivya’daki yükselen yiyecek fiyatlarına karşı yapılan protestolar, Evo Morales’in halkçı hükümetinin devlet yardımlarını kısma planlarını geri almasına neden oldu. Şili’de patlayan protestolarda göstericiler yükselen petrol fiyatlarına karşı itiraz ettiler. Arnavutluk’ta patlak veren hükümet karşıtı gösteriler, birkaç göstericinin ölümüyle sonuçlandı. Arnavutluk’ta sosyalist muhalefetin yönlendirdiği on binlerce kişinin sokaklara döküldüğü protestolar sırasında polisle protestocular arasında çıkan korkunç çatışmalar üç kişinin ölümüyle sonlandı. Arnavutluk’ta protestolar, geniş çapta karşı çıkılan 2009 seçimlerinden
Dünyadaki bu gelişme, küresel güç yapılanmasına ve dünya egemenliğine radikal ve potansiyel olarak Kapitalizme bir tehdittir. Bu değişim, sadece protestoların yükseldiği ve değişiklik aradığı ülkelere değil, daha büyük çapta, bu ülkelerin baskıcı rejimlerine silah, destek ve kâr sağlayan egemen Batılı güçlere, milletlerarası kuruluşlara, çokuluslu şirketlere ve bankalara tehdittir. Yani, Amerika ve Batı, heybetli bir stratejik güçlükle karşı karşıyalar Bu nedenle ‘Uyanış’ı insanlık için büyük bir umut olarak görmeliyiz. Tabii ki başarısızlıklar, problemler ve geri çekilmeler olacaktır fakat ‘Uyanış’ başlamıştır, Egemen güçlerden gelen bu refleks tepki, baskıcı rejimlere verilen silah ve desteğin olduğu kadar gizli operasyonlar ya da açık savaşlarla (Yemen’de yapıldığı gibi) istikrarsızlığı örgütleme potansiyelinin de artırılmasıdır. Buna alternatif, bu bölgelerde ve milletlerde, Batılı STK’ları, yardım kurumlarını ve sivil toplum örgütlerini içeren “demokratikleştirme” stratejisini üstlenmek, yerli sivil toplumla güçlü ilişkiler ve bağlantılar kurmaktır.
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
Tipik olarak sosyal güveni olmayan ortanın altı sınıftan gelen ve sosyal kızgınlık hisleriyle alevlenmiş bu milyonlarca öğrenci, büyük cemaatler içinde yarı-seferber, internetle birbirine bağlı ve yıllarca önce Meksika Şehri’ni veya Tiananmen Meydanı’nı ortaya çıkaran nedenleri daha geniş bir ölçekte yeniden oynamaya hazır, pozisyonlarını almış ve bekleyen-devrimcilerdir. Fiziksel enerjileri ve duygusal hoşnutsuzlukları bir nedenle yada bir inanışla ya da bir kinle tetiklenmeye hazır beklemektedir.
Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık diktatörlüğüne son verilmesini isteyen on binlerce protestocu Kahire’de sokaklara döküldü. Yemen’in başkentinde binlerce eylemci, muhalefet liderleri, öğrenciler, 1978den beri süren Başkan Saleh’in yozlaşmış diktatörlüğüne karşı yürüyüş yaptılar. Saleh, Amerikan askeri yardımlarıyla kuzeydeki isyancı hareketi ve güneydeki büyümekte olan ve “Güney Hareketi” denilen büyük çapta ayrılıkçı hareketi ezmeye çalışmaktaydı.
beri dağınıktı fakat Tunus’un etkisiyle yeni bir düzeye sıçradı. Sanki Dünya yeni bir devrimci çağa giriyor: “Küresel Politik Uyanış” çağı. Bu kitlesel “uyanış” değişik yörelerde, değişik ülkelerde değişik koşullar altında ortaya çıkarken aynı zamanda geniş çapta küresel şartlardan geniş çapta etkilenmiş durumda. Büyük Batılı güçler ve öncelikle Amerika tarafından son 65 yıldır, daha da geniş çapta, asırlarca baskı altında tutulmak, bir dönüm noktasına geldi. Dünya halkları huzursuz, küskün ve çileden çıkmış durumda.
SAYFA 01
Üçüncü Dünya gençliği özellikle hareketli ve kızgındır. Somutlaştırdıkları demografik devrim aynı zamanda bir politik zaman-bombasıdır… Onların potansiyel devrimci öncüleri, muhtemelen gelişmekte olan ülkelerin entelektüel seviyesi şüpheli, ‘yüksek’ eğitim kurumlarında yoğunlaşan milyonlarca öğrenci arasından ortaya çıkacaktır. Yüksek eğitim seviyesi tarifine bağlı olarak, halen tüm dünyada 80 ile 130 milyon ‘üniversite’ öğrencisi vardır.
Tunus’taki ayaklanma ülkenin 23 yıllık Başkanı Ben Ali diktatörlüğünün yıkılmasına önderlik etti. Yeni “geçici” hükümet kuruldu fakat önceki zorba hükümetin kalıntılarından arınmış, tamamen yeni bir hükümet isteyen protestolar devam etti. Cezayir’de yükselen yiyecek fiyatlarına, yolsuzluğa ve devlet baskısına karşı öfkeli protestolar haftalarca devam etti. Ürdün’de protestolar Kral’ı, tanklarla şehirleri kuşatmak ve kontrol noktaları kurmak için orduyu çağırmaya zorladı.
SAYFA 02
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
sayfa 2 Dünya yeni bir devrimci çağa giriyor “Küresel Politik Uyanış” çağı. Bu kitlesel “uyanış” değişik yörelerde, değişik ülkelerde değişik koşullar altında ortaya çıkarken aynı zamanda geniş çapta küresel şartlardan geniş çapta etkilenmiş durumda. Büyük Batılı güçler ve öncelikle Amerika tarafından , asırlarca baskı altında tutulmak, bir dönüm noktasına geldi. Dünya halkları huzursuz, küskün ve çileden çıkmış durumda. Dünyadaki bu gelişme, küresel güç yapılanmasına ve dünya egemenliğine radikal ve potansiyel olarak tehlikeli bir tehdittir. Bu değişim, sadece protestoların yükseldiği ve değişiklik aradığı ülkelere değil, daha büyük çapta, bu ülkelerin baskıcı rejimlerine silah, destek ve kâr sağlayan egemen Batılı güçlere, milletlerarası kuruluşlara, çokuluslu şirketlere ve bankalara tehdittir. Yani, Amerika ve Batı, heybetli bir stratejik güçlükle karşı karşıyalar: ‘Uyanış’ı insanlık için büyük bir umut olarak görmeliyiz. Tabii ki başarısızlıklar, problemler ve geri çekilmeler olacaktır fakat ‘Uyanış’ başlamıştır, devamlıdır kolayca etkisizleştirilemez ve kontrol altına alınamaz. Egemen güçlerden gelen bu refleks tepki, baskıcı rejimlere verilen silah ve desteğin olduğu kadar gizli operasyonlar ya da açık savaşlarla (Yemen’de yapıldığı gibi) istikrarsızlığı örgütleme potansiyelinin de artırılmasıdır. Buna alternatif, bütün dünyada işçi sınıfının ve yoksul halkların sosyalist iktidarıdır. Batılı stratejinin amacı yerli sivil toplumun, Batıya benzer şekilde bir demokratik sistem kurma çabalarının yönlendirilmesini örgütleyerek, parasal ve diğer şekillerde yardım ederek uluslararası hiyerarşideki devamlılığı korumaktır. Aslında “demokratikleştirme” projesi bir demokratik devletin dışarıdan görünen yapılanmalarını (çok-partili seçimler, aktif sivil toplum, “bağımsız” basın vb.) yaratmak ve Dünya Bankası’na, IMF’ye, çok uluslu şirketlere ve Batılı güçlere hizmet etme devamlılığını sağlamaktır.
cı diktatörlük, yükselen yiyecek fiyatları ve enflasyon, yolsuz idareciler ve aileleri, eğitimli gençliğin iş bulamaması ve genel anlamda sömürü, baskı ve insanlık onuruna saygısızlık. İşçi sendikaları protestolarda halkı harekete geçirmekte önemli rol oynarken avukatlar sendikası özellikle protestoların başlangıcında aktifti. Tunus’ta toplumsal medya ve internet, halkı harekete geçirmekte büyük rol oynadılar, fakat en sonunda Ben Ali’nin istifasına neden olan olay halkın doğrudan protestoları ve eylemleridir. Toplumsal medya sadece eylemcilik ve bilgiyi halk tabanı düzeyinde harekete geçirmenin önemli bir kaynağı haline gelmemiş, aynı zamanda hükümetlerin ve çeşitli güç yapılanmalarının bilgi akışını idare etme arayışında da etkili bir araç haline gelmiştir. Fransa Başkanı Sarkozy “Tunus halkının kızgınlığını ve Zeynel Abidin Ben Ali’yi yerinden eden protesto hareketinin önemini hafife aldığını” itiraf etti. Tunus’taki protestoların ilk haftalarında birkaç Fransız hükümet görevlisi açık açık diktatörlüğü savunurken Fransız Dış İşleri Bakanı, Ben Ali’nin düzenini koruması için Fransa polisinin “teknik bilgiler” verebileceklerini belirtti. Hillary Clinton bir röportajda, Amerika’nın “huzursuzluk ve dengesizlikten” ne kadar endişeli olduğunu açıklamıştır: Kısacası dünyada eylemlerin, başkaldırıların ve devrimlerin patlak verdiği bir bölgeyi kontrol etmek giderek zorlaşmaktadır. İsrail Başbakan Yardımcısı Silvan Shalom, “Arap dünyasının yeni ve çok kritik bir dönemiyle karşı karşıyayız” diyerek Arap dünyasının devrimci yaklaşımlarından duyduğu endişeyi dile getirdi. Tunus’un “başka ülkelerde de tekrarlanabilecek bir örnek yaratabileceğinden ve bunun muhtemelen bizim sistemin istikrarını sarsabileceğinden” korkuyor.
Görünüşe göre bu iki strateji de Arap dünyasının üzerinde aynı anda uygulanmaktadır: devlet baskısını uygulamak ve desteklemek ve sivil toplum örgütleriyle bağlar kurmak. Batı için problem bölgenin büyük bir kısmında henüz STK’larla güçlü ve bağımlı bir ilişki kurmayı başaramamış olmaları, destekledikleri baskıcı rejimlerin hiç şaşırtmayan şekilde bu önlemlere karşı koymalarıdır. Bu protestoları ve başkaldırmaları, Batı’nın kışkırtması olarak bir kenara atmamalıyız aksine doğal olarak ortaya çıktıkları ve Batı’nın bu gelişmekte olan hareketleri etkisizleştirme ve kontrol altına alma çabası olarak görmeliyiz ve sosyalsit bir devrime çevirmeliyiz. Bunları Küresel Politik Uyanış bağlamında ele almak gerekmektedir. Batı’nın stratejisi “demokratik emperyalizm”i ‘Uyanış’ı etkisizleştirme ve “dost” hükümetler kurmak metodu olarak edecektir.
Kıvılcım alevlendi Tunus, adalet, demokrasi, sorumluluk, ekonomik istikrar ve özgürlük aramakta Arap dünyasının halkına örnek oldu. Tunus protestoları tüm hızıyla sürerken, Cezayir’de, genelde yükselen uluslararası yiyecek fiyatlarının sonucu olarak fakat aynı zamanda da demokratik sorumluluk, yolsuzluk ve özgürlük gibi Tunuslu protestocuların sorunlarına tepki olarak kitlesel protestolar, ayaklanmalar olmaktaydı. 50 yıldır, oldukça zengin bir ülkede, ev, iş ve doğru dürüst bir yaşam bekleyen ezilmiş halkların ayaklanması, muhtemelen bir devrim”dir. Benzer protestolar Ürdün’de patlak verdi ve binlerce kişi yükselen yiyecek fiyatlarını ve işsizliği protesto için, hükümet karşıtı sloganlar atarak sokaklara döküldü. Ürdün Kralı II. Abdullah sarayında, tanklarla kargaşanın artmasını önlemeye çalışmak için askeri ve istihbarat görevlilerini de içeren, özel görev güçleri kurarak belli başlı şehirleri tanklarla kuşatıp kontrol noktaları kurdu.
Tunus Kıvılcımı 14 Ocak 2011, cuma günü, Amerika’nın desteklediği Tunus başkanı Ben Ali’nin 23 yıllık diktatörlüğü sona erdi. Bundan birkaç hafta önce, Tunus halkı yükselen yiyecek fiyatlarını protesto amacıyla muazzam ve giderek de artan memnuniyetsizliğin alevlendirmesi ve Tunusluların çoğunun gördüğü Başkan’ın ailesinin açık yolsuzlukları nedeniyle ayaklandı. Olayı ateşleyen kıvılcım, 26 yaşındaki işsiz bir gencin protesto için Aralığın 17sinde kendisini yakmasıyla kıvılcımlanan protestolar dalgasıyla, Tunus hükümeti tüm gücüyle protestoculara saldırdı. Tunus’un 10 milyon nüfusunun yarısı 25 yaşın altında olduğundan, bunlar tek diktatörün idaresi altındaki yaşamdan başka bir yaşam görmemişlerdir. 1956da Fransız’lardan bağımsızlıklarını kazandıklarından beri Tunus sadece iki lider gördü: Habib Burguiba ve Ben Ali. Tunus halkı birçok büyük şeye karşı ayaklanıyor: Geniş çapta bilgi ve internet sansürü kullanan baskı-
Yemen’de Güney Hareketi’nin Protestosu Arap dünyasının en fakir ülkesi Yemen, 1978den beri aynı diktatör tarafından idare edilen kendi halkına karşı Amerika’nın desteklediği bir savaş başlattı ve binlerce insan diktatör Ali Abdullah Saleh’in hükümetten istifasını isteyen protestolar düzenlediler. Başkent Sanaa’da binlerce öğrenci, eylemci ve muhalif gruplar “Defol, defol Ali. Dostun Ben Ali’ye katıl!” diye sloganlar attılar. “Güney Hareketi” denilen ve 2007den beri özgürlük savaşı veren büyük ayrımcı gruplarla olduğu kadar, 2004te ortaya çıkan ve hükümete karşı savaşmakta olan kuzeydeki isyancı gruplardan dolayı büyük bir kargaşa yaşamakta,şu anda güneyde patlayan kızgınlığın ve ayrımcılığın, ülkenin düzenine olan tehlikesinin, basında daha çok yer verilen el Kaide mücadelesinden daha büyük olduğunu ve giderek kötüye gitmekte olan ülke ekonomisinin bu gerginliği artırdığını düşünürler. İşsizlik, özellikle gençler arasında çok artmıştır. Aden’deki Hükümet istatistik büroları bile işsizliği
HALKIN KURTULUŞU Yazı İşleri Müdürü İmtiyaz Sahibi ;Zeki Irmak Hatice Zuhal Göktepe
YÖNETİM YERİ-ANKARA izmir cad.sümer 1 sok. no;7-8 kızılay-Ankara 03122317320
sayfa 19
20-24 yaşları arasındaki erkekler arasında %40 olarak belirtmektedir. Temmuz 2010da Arap kamuoyu ile ilgili, Mısır, Suudi Arabistan, Fas, Ürdün, Lübnan ve Birleşik Arap Cumhuriyetleri’nde yapılan önemli bir uluslararası anket yayınlandı. Amerika, İsrail ve Arap dünyasının liderleri, İran’ın Ortadoğu’daki barış ve istikrara en büyük tehlike olduğunu iddia ederken, Arap halkı aynı fikirde değildi. İki ülkeden hangisinin bölgeye en büyük tehlike arz ettiği konusunda açık bir soruya yüzde 88 İsrail diye cevap verirken yüzde 77 Amerika, yüzde 10 İran diye cevap verdiler. Arap ekonomik zirvesinde, Arap birliği lideri Amr Musa, zirvedeki açılış konuşmasında “Tunus devrimi çok uzağımızda değil” dedi ve “Arap vatandaşlar eşi görülmemiş bir kızgınlık ve memnuniyetsizlik içindedirler” diyerek “yoksulluk, işsizlik ve genel ekonomik kriz Arap ruhunu bozdu” dedi. Aşağı yukarı 353 milyon Arap’tan 190 milyonu 24 yaşın altında ve bunların neredeyse dörtte üçü işsiz. Çoğunlukla “bu gençlerin elde ettikleri eğitim bir işlerine yaramıyor çünkü eğitildikleri alanda iş yok”.
Anadolu Topraklarında Devrimcilik Akım Olarak Yenildi Mi? ’71 sıcağından’ başlayarak otuz yılı aşkın bir süre bu toprakların hemen her kentinde, mezrasında, toplumsal mücadeleyi örgütlemiş, Faşist Diktatörlüğe karşı amansızca dövüşmüş bir tipte devrimci kuşağı sona mı erdi? On yılını aşan 19 Aralık anmalarına baktığımızda bu soru kalbe zarar bir hal alıyor. 19 Aralık katliamının bütün ayrıntılarıyla ifşa edildiği, suç ortaklığında sınır tanımayan medyanın dahi vicdan arındırdığı, mezalime uğramış devrimcilerin seslerinin daha fazla duyulduğu bir zaman Aralığında, katliamı tel’in eylemleri, geçen yılların en cılız ‘öfke günleriyle’ karşılandı. Bu denli teşhir olmuş bir katliamda dahi, sokaklara çıkartılamayan kitlelerin bizim ‘şarkımıza’ kulaklarını tıkadığını mı düşünmeliyiz. Bir tipte devrimcilik sona mı eriyor? 71 den 80 e, 80 den 98 e askeri faşist cunta ve müdahalelerin kök söktüremediği, kirli savaşın iradesini kıramadığı, barbarca uygulamaların sindiremediği bir tipte devrimcilik iki binli yılların tantanası içinde kaybolup gitti mi? “12 Eylül‘den sonra yaprak kımıldamadı” diyenler yalan söylüyordu. Sokaklarda dağlarda çarpışanlar eksik değildi, faşist cuntaya karşı ilmek ilmek örgütlenen direniş gerektiğinden elbette daha zayıftı ama sürmüştü. 89 -91 sürecinde duvarlar birilerinin kitabi sosyalizm hülyalarını tarihe gömerken dünyanın her yerinde alkışlanan Gorbaçov ODTÜ de taşlanıyordu. “Çavuşesku ya uzanan elleri kıracağız” pankartını yazıp, İstanbul Üniversitesi‘nde korsan yapacak denli çılgın çocukların temsil ettiği, dünya görüşü sona mı erdi? 90lar boyunca birileri çok ‘nutuk’ söyledi, birileri çok öldü. Günde sekiz kişinin öldüğü (öldürüldüğü) bir günün sabahında devrimciyseniz ne yapardınız? Elinizde kanlı puntolar, radyoda polis telsizleri, televizyonda cuntanın askeri muhabirleri.Ne yapardınız? Bir tipte devrimcilik gözaltı süreleri doksan günken de, 45 günken de, 15 günken de sokağa çıktı. Bugün birçoklarımızın “demokratik hayat ne güzel” dediği hak ve özgürlükler için bedel ödedi, zindan yattı, işkence gördü.
İsrail’in entelektüel gazetesi Ha’aretz’de “İsrail belki de bir devrimin arifesinde” diyen bir yazı vardı. İsrail STK’ları yıllar boyunca oldukça büyük güç topladılar; sadece solcu denilen örgütler değil, yoksulluk, işçi hakları, kadınlara ve çocuklara karşı şiddet gibi konularla uğraşanlar da bunların içindedir. İhmal o kadar muazzamdır ki İsrail’in üçüncü sektörü -Sivil Toplum Örgütleri, yardım dernekleri ve gönüllü örgütleri- dünyanın en büyükleri arasındadır. Böyle olunca da, bunlar önemli bir ölçüde güce de sahiptir. Şu anda İsrail Knesset’i (Meclisi) ve hükümeti bu gücü geri almak istiyor.Onların güç kaynağı olan boşluk, son 40 yıldır İsrail hükümetlerinin uyguladıkları kanunsuz politikalardır. Güç kaynakları, vatandaşlarına bakmak ve işgali bırakma görevlerinden kaçan hükümet ve hükümeti eleştirmek yerine destekleyen Knesset’tir. Ancak bu gruplar gerçekte “işgalin yerleşmesinde” rol oynuyorlar. Sol grupların amacı her ne kadar Filistinlilerin haklarını korumaksa da, onların eylemlerinin amaçlanmayan sonucu işgalin devamının sağlanmasıdır. Ordunun eylemlerinin kısıtlanması ve ılımlı hale getirilmesi ona daha bir insancıl ve kanuni maske vermektedir. Filistin halkının direnç potansiyelinin yumuşatılmasının yanında uluslararası örgütlerin baskısının azaltılması, uzun zaman zarfında ordunun bu kontrol modelini devam ettirmesine olanak sağlamaktadır. İsrail’in içinden sol protestoların ya da işgal altındaki topraklarda yeni bir İntifada’nın olanağı da o zaman iyice artmış olacaktır. İsrail ve Batı, bölgede demokrasiye ne kadar karşı olduklarını göstermişlerdir. 2006da Gazze demokratik seçim yaparak Amerika ve İsrail tarafından “yanlış” seçim olarak kabul edilen Hamas’ı seçtiğinde, İsrail Gazze üzerine acımasız bir ambargo koydu. Kanuna karşı olarak ancak yaşamlarını zar zor sürdürebilecek kadar, hatta daha da az olarak, gıda, ilaç ve akaryakıt gelişi sınırlandırılmıştır. Bu ambargo halen, bugüne kadar da sürdürülmektedir ve bu yüzden Gazze halkını bu dünyanın en büyük açık cezaevinde, saldırgan bir işgal ve savaş tarihinin en gaddar şekillerinden birinin altında kurban olarak mahpus tutmaktadır.
Bir tipte devrimcilik sona mı eriyor. O devrimcilerin fotoğraflarını duvarlara asan, isimlerini çocuklarına veren, anmalarda yumruğunu sıkanlar halen var ama eskisi gibi kalabalık değil. Belki de doksanların kanlı suç ortaklığıyla birçoklarımız onları da unutuşa ve kayboluşa terk etmek istiyor. Yine doksanlar boyunca arşivler incelendiğinde karşımıza çıkan tartışma başlıklarından en uzun sürenin, en sert polemiklere neden olanın, Devrimcilik mi? Reformizm mi? olduğu göze çarpar. Birçokları nezdinde bu tartışma sona erdi. Ya Türkiye de reformizm eğilimi devrimciliğe karar etti ya da devrimcilik bir akım olarak geriledi. Bu tartışma bir yere bağlanamadı elbette.
Filistin Yönetimi’nin, “Filistin mültecilerinin geri dönüşü konusunda, toprak tavizinde ve İsrail’i tanıma” konularında ödün vermeye hazır olduğunu ortaya koymuştur. Açıklanan gizli belgelerde, Filistin delegesinin, gizliden, Doğu Kudüs’ün neredeyse hepsini İsrail’e vermeyi kabul ettiği vardır. Hamas bundan sonra Filistin mültecilerini “geri dönme hakkı” konusunda verilen ödünleri protesto etmeye çağırmıştır. Bu ödünler içinde, bu haktan yararlanabilecek 5 milyon kişi yerine ancak 100,000 kişinin İsrail’e dönüşüne izin verilecektir.
İZMİR Temsilcilik-0232 4257980 süreli yayın Basım Tarihi 859 Sokak Vatan İşhanı fiyatı 1 tl 31.03.2013 No.6/204 Konak-İzmir
Basım Yeri - Star Medya A.Ş. 9 Eylül Mah.No.29 Gaziemirİzmir/0232 251 76 32
Tartışmanın muhataplarından biri (birileri) saf dışı edilince zor yoluyla, tartışma anlamından uzaklaştı. Devrim ve Reform için mücadele eden güçlerinde pozisyonları zaman zaman öyle muğlaklaştı ki, tartışmanın zemini kayboldu. Sonuç. Devrimci radikalizm yerini yasal sol partilerin güç tüketen ağırlığına bıraktı. Sahi 11 yıldır yasal sol partiler var da ne oldu? Hareketin kitleselleşmesini sağlayacağı düşünülen bu araç nasıl önce ‘amaçlaştı’ ve ardından tükendi. En baskıcı süreçlerde bile on binleri sürükleyen pankartlar daraldıkça daraldı. Araçta mı sorun vardı, kullanıcıda mı? Soru olarak bırakıyorum. Devrimcilik bir akım olarak geriledi mi? Gerilemenin binlerce sebebi olabilir ama ben ısrarla birini okuyorum. Kaba iddiacılık mahkûm edilirken, iddiasızlık mevcudiyetini tamamdı.
Yaratıcı politik figür kendini tekrar eder hale geldi. Eylemi kalıplaştı, çağrısı vicdanileşti. Kendini mutlaklaştırdıkça onu var eden ana omurgayı yaraladı; Devrimci birey’i. Geri kalan ne yaptı. Hepimiz yüzümüzü merkeze döndük. Burjuva demokrasisinin meşruluk sınırları içerisinde öfkeyi tatmin etmek, vicdanı dindirmek için, yazıyor, çiziyor, konuşuyor konuşuyor konuşuyor. O kadar uzun konuşuyoruz ki sözün anlamı, eylemi ve şiddeti kayboluyor. Muhalefet etme biçimlerinin tümünü bu “söz” dolduruyor. Ama bu söz “verdiğimiz sözler” değil! 28 Şubat’ın hemen ardından yenilen siyasal İslam mutasyon geçirerek geri döndü. Önderliği teslim alınarak tasfiye dayatılan Kürt hareketi, örgütsel birliğini tamamlayarak ve büyük oranda dönüşerek de olsa geri döndü. Biz dönemedik. Biz bir ARALIKta sıkışıp kaldık. Bir tipte devrimcilik sona ererken yerini yeni bir devrimciliğin alması bir yana; 71 duruşunun sırtını döndüğü bütün eğilimler oluşan boşluğa geldi, yerleşti. Türkiye devrimci hareketinin gövdesinde yapısal olarak taşıdığı bir takım ‘hastalıkları’ da içererek bu yeni muhalefet öznesi ‘Merkezle’ bütünleşti. Lafazan, grupçu, rekabetçi, rejimin saçaklarına sıkı sıkıya bağlanmış ama söylemiyle de devrimci alanı işgal eden bir siyasal özne görünürlük kazandı. Bu özne, ne ile münakaşa içinde ise onunla özdeş haldedir. Liberalizm mi ta kendisi! Kemalizm mi en yenilenmişinden! Muhafazakarlık mı en demokratından. Biz nereden başlamıştık, nereye geldik. Burjuva demokrasisinin ‘suiistimali’ olarak seçimler, temel politik ifademiz oldu. Siyasal özgürlükler için mücadele devrimci mücadelenin geliştirilmesi için ‘araç’ iken, herkesten ‘demokrat’ oluverdik. İnsan Hakları mücadelesi bizi sivil topluma bütünleştirirken, ‘anayasa’cı kesiliverdik birden bire. Sahi biz neden seçimlere giriyoruz? Seçimlere giriyoruz da ne oluyor? Polis devletinden, Oligarşik Diktatörlükten söz edip nasıl oluyor da rejimin kartpostalına böyle yerleşiyoruz? Seçim yasakları, seçim barajı, hazine yardımından etme, adaletsiz seçim sistemi, hali hazırda yeni kullanıcısı ile yerinde duruyor. Biz seçimlere aday belirliyoruz. Aday belirleme süreçlerimiz bile ön seçimsiz, tabana sormaksızın ve pazarlık gücüne endekslenmiş. Sahi git gide kime benziyoruz biz? Bir tipte devrimcilik sona erdi ya da Devrimcilik bir akım olarak geriledi. Devrimcilik temsil edilebilir olmaktan çıkıp ancak tasavvur edilebilir hale geldi. Övdüğümüz tüm mücadele yaşamlarını sadece ‘roman kahramanı’ gibi algılamak zamanın ruhu oluverdi. Mahir Çayan fotoğraflarını duvarlara asarken yanına neler dolduruyoruz? Mücadele eden, mukavemet gösteren politik aksiyonu selamlayıp, kendi siyasalımızda bunu inşa etmek için hiçbir şey yapmamak nasıl bir halet-i
ruhiyedir. Devrimden bahsetmek hatta bu devrimin sosyalist karakterinden söz etmek bir çılgınlık biçimi olarak nostaljideki yerini aldı. Devrimciler ‘askeri’ olarak mı yenildiler? Yoksa siyasal olarak mı yenildiler? Yoksa devrimciler yenilmediler de devrimcilik bir akım olarak gerilediği için ‘düne dair’ bir politik duruş halini mi aldılar. Toplumsal hareketin kırıldığı, işçi hareketinin geriletildiği sınıflar mücadelesinin bu raundunda, devrimcilik üretmek hayli güç mü? Parlamentarizmin artık tartışılmaya gerek duyulmaksızın kökleştiği, meşruiyetin yerini legalitenin aldığı bu politik dönemeçte; işçilerin, ezilenlerin ve gayri memnunların düzenden kopmasını sağlayacak olan sadece iktisadi ve siyasi koşulların yaver gitmesi midir? ‘Bekleyelim yükselecek dalgayı’ diye salık veriyor bazıları. Odalara kapanıp ciltlerce kitap okuyan ‘akil’ çocukların sayısı da artıyor. Bunca akıllının içinde ‘deliler’ nerede? Nasılsa bir devrim falan olmayacak. Haydi, müsamerede yerimizi alalım, AB’ye proje yazalım da sivil toplum şenlensin. Arada vicdani yazılar yazalım dostların hatırı kalmasın. Bir devrimcilik biçimi misyonunu tamamladı belki de. Hataları, zaafları, yoksunlukları, bazı nobranlıklarıyla dövüştü atlasımızın her nevi sathında. Kanlı bir macerayla soluk oldu, can oldu. Milyonların zihnine büyük fotoğraflar koydu. Değişebilir bir insan’ın öyküsünü, değiştirebilir bir insan’la geliştirdi. Belki hiçbir devrimci geleneğin kök salamadığı kadar kök saldı toprağına. Çocuklara verilen isimlerden, duvarlarda bas bas bağıran şiarlara kadar izi sürülebilir bir öznel tarihi bıraktı ardı sıra. İşte O sıranın ucunda durmanın vakti değil mi? Tarihimizden şaşalı bir sahne geçidi sergileyerek geçen bir tipte devrimcilik süreklilik arz ederek yenilenmek zorunda. Süreklilik ve yaratıcılıkla bir yeni devrimcilik kurmakla mükellef. Kurucu iradeyi başka yerde aramaktan vazgeçmek gerek. İrade, mücadele edenin karmaşık bilgisinde. İrade, yaşamı değiştirmek üzere kendinden başlayarak ihtilal edende. İrade, devrimciliğini kartvizitlere sıkıştırmayan dostlarını ve düşmanları doğru görebilende. Biz kımıldayan yaprağız. Bizler dallarda sallanan yaprağız. Gövde yorgun ve hasta olursa bize neler olmaz? Bizi güzel kılacak, bizi haklı kılacak olan bağlandığımız güzelliğin ‘utkusu’dur. Bizler yaprağız. Yapraktan başlayarak rekabetçiliği, laf ebeliğini, sol içi şiddeti özümüzden arıtmaya başlamalıyız. Gövde bizi öz suyunun basıncıyla tazeleyecektir. Bu dağınık ve sorular bırakan yazının sonunda diyorum ki devrim olacak! Türkiye halkları sinesinden yarattığı devrimci kuşağını tazeleyecek, dövüşmüş olanın sırtını sıvazlayacak, dövüşecek olana cesaret ve cüret sağlayacak… Evren Barış Yavuz
sayfa 18 Filistin Yönetiminin gücü kendisine İsrail’in bahşettiği kadar gücün türevidir. Bu da, Filistin içindeki elit zümreyle görüşmek için sahneye konmuştur ki, zaten sömürge güçlerinin hep yaptıklarının aynen bir tekrarıdır. Böylece Filistin Dokümanları, Filistin “Yönetimi”nin nasıl gerçekte Filistin halkı için konuşmadığını ve onların çıkarı için çalışmadığını açıklamaktadır. Bu her ne kadar Hamas’la Filistin Yönetimi’nin arasını açacaksa da, bu iki örgütün arası zaten derinlemesine açıktı. Bu şüphesiz “barış süreci”ne sorun yaratacaktır ama bu da sürecin ‘barış’ süreci olduğu varsayımına dayanmaktadır.
Mısır devrimin eşiğinde mi?
Huzursuzluk, 1981den beri başta olan, ABD’nin desteklediği ve silahlandırdığı diktatör Hüsnü Mübarek’in kişisel oyun alanı Mısır’a bile yayılmaya başlamıştır. Mısır, ABD’nin Kuzey Afrika’daki temel müttefiki olup, yüzyıllardır, ilk olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun, daha sonra İngiliz ve daha da sonra Amerika’nın en önemli emperyal mücevheratlarından biri olmuştur. İşsizlerin yüzde 90ını teşkil eden ve nüfusun yüzde 60ını oluşturan 30 yaşın altındaki 80 milyonluk nüfusuyla, Tunus’ta olanların burada da tekrarı için, Mısır olgun durumdadır. 25 Ocak 2011de Mısır “gazap günü”nü yaşadı. O gün, on binlerce gösterici sokaklara dökülerek yükselen fiyatları, yolsuzlukları ve 30 yıldır altında yaşadıkları diktatörlüğü protesto etti. Gösteriler Twitter ve Facebook gibi sosyal medya aracılığıyla örgütlendi. Tıpkı, diktatörlüğü yıkan gösterilerin ilk günlerinde Tunus hükümetinin yaptığı gibi burada da hükümet bu sosyal medyaya ulaşımı kapattı. Mısır Tunus değildir. Çok daha büyüktür. 10 milyonla karşılaştırılırsa 80 milyon nüfusu vardır. Coğrafya olarak, siyasî olarak, stratejik olarak bambaşka bir kesimdedir Mısır. Arap dünyasının doğal lideri ve onların içindeki en büyük nüfusa sahiptir. Ama sokaktaki anlaşmazlıkların çoğu Tunus’la aynıdır. Tunus’la Kahire arasındaki tek fark büyüklüklerindedir. Bu yüzden, Mısır patlayacak olursa, patlama da çok büyük olacaktır.
Mısır gösterileri
Kahire, İskenderiye, Süveyş ve öteki Mısır şehirlerinde yüzbinlerce kişi gösterilere katılmıştır.Göstericiler olağan şiddete maruz kalmışlardır: dayak, göz yaşartıcı bombalar ve basınçlı su. Mısır’dan görüntüler ve videolar çıkmaya başlayınca, “televizyonda göstericilerin polisi yan sokaklara kovaladığı görülmüştür. Bir gösterici bir itfaiye arabasına tırmanmış ve onu kullanarak uzaklaştırmıştır.”
2007de gelecek 30 yıl içindeki küresel eğilimleri değerlendiren bir İngiliz Savunma Bakanlığı raporu yayınlandı. Rapor, “Küresel Eşitsizliği” değerlendirirken gelecek 30 yıl içinde:Zengin ve yoksullar arasındaki uçurum muhtemelen artacak ve mutlak yoksulluk küresel bir sorun olarak kalacaktır… Bu yüzden, varlık ve avantajdaki eşitsizlik ve bunlara bağlı olan şikâyet ve kızgınlık, sayıları giderek artan, hatta babalarından ve dedelerinden maddî olarak daha zengin olması muhtemel insanlar arasında bile giderek daha belirgin olacaktır. Mutlak yoksulluk ve göreceli dezavantajlı olanlar, beklentileri yerine gelmeyenler arasında haksızlık olduğu görüşünü körükleyecek, hem toplum içinde hem de toplumlar arasında kargaşa, suç, terörizm ve ayaklanma şeklinde sonuçlanacak biçimde kendini gösterecek gerginliği ve kararsızlığı arttıracaklardır. Bunlar aynı zamanda, salt muhtemelen dinî, anarşist ya da nihilist hareketlerle ilişkili kapitalizm karşıtı fikirlerin yeniden çıkmasına neden olmakla kalmayacak, aynı zamanda popülizmin ve Marksizm’in dirilişine neden olacaktır. Daha sonra, rapor hoşnutsuz orta sınıflardan gelecek bir devrim tehlikesine karşı yerleşik iktidarları uyarmaktadır: Orta sınıflar, Marks’ın proletaryada gördüğü rolü üstlenerek devrimci bir sınıfa dönüşebilir. Emek pazarlarının küreselleşmesi, ulusal refah koşullarının ve istihdamın azalması bazı devletler için halkın bağlılığını kaybetmek anlamına gelecektir. Alınan borçların ağırlığı ve emekli maaşlarını karşılama yükü kendini göstermeye başladığında, giderek
Bu ikiz zorlukla karşılaşan dünyanın orta sınıfları, bilgiye, kaynaklara ve beceriye ulaşımlarını kullanarak ulus ötesi süreçleri kendi sınıf çıkarları doğrultusunda kullanmak amacıyla birleşebilir. Küresel krizin 4. yılını doldurma noktasını geçmiş bulunuyoruz. Bu krizin sonuçlarına ve bunlara karşı koordineli tepkinin sonuçlarının yarattığı küresel toplumsal geri-tepkileri hissetmeye başlıyoruz. Küresel ekonomik kriz en fazla ‘Üçüncü Dünya’ya çarptığı için toplumsal ve politik sonuçlar başta orada hissedilecektir. Şu anda yiyecek fiyatlarında rekor seviyede görülen artışlar bağlamında aynı, ekonomik krizin çıkmasından hemen önce 20072008de olduğu gibi, dünyada gıda ayaklanmaları yayılacaktır. Ancak bu kez durum ekonomik olarak çok daha kötü, toplumsal olarak daha umutsuz ve siyasî olarak daha baskıcıdır. Büyüyen hoşnutsuzluk gelişmekte olan ülkelerden bizim Batı’daki evlerimizin rahat ortamına kadar gelecektir. Ekonominin ‘iyileşmekte’ değil de tam aksine çöküntü içinde olduğu haşin gerçeği yerleşmeye başladığında ve Batı’daki hükümetlerimiz demokratik görünümlerden vazgeçip hakları ve özgürlükleri birer birer parçalamaya başladığında, gözetlemeyi ve ‘kontrol’leri artırdıklarında ve (dünya çapında yaşanan küresel uyanışları ezmek için) dünya çapında savaş çığlıkları atan dış siyasetlerini giderek zorladıklarında, Batı’daki bizler de, ‘Hepimiz Tunusluyuz’ sözünün gerçek olduğunu anlayacağız. 1967de meşhur “Vietnam’ın Ötesi” nutkunda Martin Luther King şunları söylüyordu: İnanıyorum ki, eğer dünya devriminin doğru tarafında yer alacaksak, bir ulus olarak biz köklü bir değerler devriminden geçmek zorundayız. Hızla, bir “şeylere-yönelmiş” toplumdan bir “insanlara-yönelmiş” topluma geçişe başlamalıyız. Ne zaman ki makinalar, bilgisayarlar, kâr güdüsü ve mülk hakları insanlardan daha önemli sayılır; o zaman, ırkçılık, para düşkünlüğü ve militarizmin dev üçlüsünü zapt etmek mümkün değildir. Bu “Kuzey Afrika ve Küresel Uyanış” yazısının 1. bölümü idi. Bu bölümde özellikle Kuzey Afrika’da ve Arap dünyasındaki protesto hareketlerinin daha geniş ‘Küresel Uyanış’ bağlamında oluşumuna odaklanıldı. Bu yazının 2. bölümünde Batı’nın bu bölgedeki ‘Uyanış’a reaksiyonuna ve özellikle bir taraftan baskıcı rejimleri desteklerken diğer taraftan da “demokratik emperyalizm” büyük projesi içindeki “demokratikleşme” ikili stratejisine odaklanılacaktır.
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
Mısır (İsrail’den sonra) dünyada en fazla ABD askerî yardımını alan ikinci ülke ve bu yüzden, askerî ve devlet aygıtı Tunus’unkinden daha gelişmiş ve güvenlikli. Ancak, açıkça bir şeylerin değiştiği belli oluyor. Gösterilerin olduğu gece Hillary Clinton’un dediği gibi, “Bizim görüşümüze göre Mısır hükümeti sağlam olup, Mısır halkının meşru isteklerine ve çıkarlarına yanıt vermenin yollarını aramaktadır.” Başka bir şekilde söylenecek olursa, “Demokrasi ve özgürlük yerine zorbalık ve diktatörlüğü desteklemeye devam edeceğiz.”
Küresel ekonomik krizin ilk safhasında, 2008in Aralık ayında, IMF, hükümetleri “sokakta şiddetli huzursuzluklar” olabileceği hakkında uyardı. IMF başkanının uyarısı, “malî sistemde küçük seçkin bir kesimin çıkarı yerine herkesin çıkarını gözeten bir yeniden yapılanma olmadıkça dünya çapında ülkelerde şiddet içeren protestolar olabilir” şeklindeydi. 2009un Ocak ayında, ABD Ulusal İstihbarat Direktörü olan Dennis Blair, Senato İstihbarat Komitesi’ne ABD’nin ulusal güvenliğine en büyük tehdidin terörizm olmayıp küresel bir ekonomik kriz olduğunu söylüyordu: Eğer yüzyıllar olmasa bile on yılların en büyüğü olarak gözüktüğü için küresel ekonomik krizle başlamak istiyorum. Ekonomik krizler eğer bir ya da iki yıl uzarlarsa rejimleri tehdit eden istikrarsızlık risklerini artırırlar… Ve istikrarsızlık gelişmekte olan pek çok ülkedeki kırılgan kanun ve nizamı gevşetebilir, bu ise tehlikeli bir biçimde uluslararası topluma sıçrayabilir.
sayfa 3
büyüyen kentli alt-sınıflar toplumsal düzene ve istikrara giderek büyüyen olası bir tehdit oluşturur ve az sayıda ama çok bariz süper zengin kişilerle kendileri arasındaki giderek derinleşen uçurum, yeteneğe bağlı yer edinmeye inançsızlığı körükleyebilir.
SAYFA 03
Mısır’da, “öğrenciler, işsiz gençler, kol emekçileri, entelektüeller, futbol taraftarları ve kadınlar, birçokşehirde hızla hareket eden, çabucak yer değiştiren bir dizi gösteri düzenleyebildiler.” Polis şiddetle karşı koydu ve üç gösterici öldürüldü. Başkan Mübarek’in tüm 30 yıllık idaresi sırasında değilse bile sokağa dökülen on binlerce göstericiyle on yıllardır Mısır’da görülen en büyük gösteri oldu bunlar. Mısır bir devrimin eşiğinde mi? Bunu söylemek için çok erken gibi geliyor.
Bir Küresel Devrime doğru mu gidiyoruz?
SAYFA 04
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
sayfa 4
sayfa 17
Avrupa Birliği’nin Kriz Diktatörlüğüne Karşı Protesto Günleri
REEL POLİTİKANIN ZORLUĞU KÜRTLER VE KOMÜNİSTLER!.. Kapitalizmin kendi içinde gerçekleştirdiği dönüşümler ve sınıf mücadelesine karşı saldırıları, gelinen yerde sınıfsal, kültürel, de mokratik mücadeleler tarihi açısından pek çok şeyin de üstünü örtmüş veya bozulmasını sağlamıştır. Uluslararası bu gelişimler Türkiye’de Marksizm-Leninizm’in ulusal sorunla ilgili anlayışı, Türkiye'de gitgide artan şekilde özünden koparılmış, bir "Kürt Hareketi kuyrukçuluğuna" düşürülmüştür. Bugün gelinen Kürt hareketindeki gelişme ve Burjuvazi trafından atılan adım politik dünyada bir yarılma yaratmıştır.
Toplumsal hareketler yoksullaştırma politikalarına karşı uluslararası kitlesel bir protesto planlıyor. Avrupa Eylem Konferansı Deklarasyonu & 26 Şubat 2012, Frankfurt European Resistance & Frankfurt/Main’de 24-26 Şubat’ta yapılan Eylem Konferansı‘nın 400 katılımcısı,17-19 Mayıs 2012 günleri arasında Avrupa Birliği’nin kriz diktatörlüğüne karşı yapılması planlanan protestolar için çağrıda bulunma kararı aldı. Yunanistan ve diğer ülkelerde yürütülen yıkıma karşı, Avrupa Birliği, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu’ndan oluşan Troyka’nın kararlarından kaynaklanan fakirleşmeye, milyonlarca insanın haklarının inkarına ve demokratik yöntemlerin fiilen feshedilmesine karşı direniyoruz. Frankfurt’taki protesto günleri 12 Mayıs Uluslararası Eylem Günü ile 15 Mayıs’taki ilk Madrid toplantısı yıldönümünün doğrudan ardılı oldu. O nedenle ekmeği ve geleceğine yönelik saldırılara ve Troyka borç kredisine karşı direnen Avrupa’daki bu insanlara açık bir dayanışma işareti gönderiyoruz. Aynı anda Şikago’da da G8 Zirvesi’ne karşı protestolar örgütleniyor. Protestolar için Frankfurt’un seçilmesinin nedeni, kentin hem Avrupa Merkez Bankası’nın hem de güçlü Alman ve uluslararası banka ve şirketlerin karargahı olmasıdır. 17 Mayıs günü tartışma ve ilişki mekanları yaratmak amacıyla parkları ve kentin ana meydanlarını işgal edeceğiz. 18 Mayıs günü Frankfurt’ta bankaların yönetim
faaliyetlerini engelleyecek ve Troyka’nın politikalarına olan öfkemizi eyleme dönüştüreceğiz. 19 Mayıs günü büyük bir gösteri için toplanarak, protestonun geniş tabanını görselleştireceğiz. Dünyanın birçok bölge ve ülkesinden insanlar Frankfurt’a gelerek protesto günlerine katılacak. Protestonun başarısı için mümkün olduğu kadar çok çevre tarafından etkin biçimde desteklenen bir seferberlik gerekiyor: işgal hareketi, işsiz insiyatifleri, kriz ittifakları, sendikacılar, Attac, çevre ve barış hareketi, göçmen, gençlik ve öğrenci örgütleri, anti-ırkçı, anti-faşist ve sol gruplar, çeşitli yerel mücadele aktivistleri ve Sol Parti. wSeferberlik dönemi bizim de dayanışma içinde olduğumuz Almanya’daki toplu sözleşme mücadeleleri ile 31 Mart Avrupa eylem günü ve 1 Mayıs Uluslararası İşçi Bayramı’nı kapsıyor. Avrupa’dan hk okurları
YÜRÜYORUZ! Sesinizi sesimize katarak, öfkenizi öfkemiz bilerek, yolu, devrimin yolu kılan herkesi can yoldaşımız olarak selamlayarak, yolda düşenlere üzülerek, yoldaki taşları, başkası tökezlemesin diye kenara koyanlara minnet duyarak, çoğalmanın sevinciyle içimiz dolarak, kavgamızı kavgası bilenleri kucaklayarak, coşkuyla, inançla, hevesle yürüyoruz. Geliyoruz! Karlar eridiğinde suları kabaran nehirler gibi, çok yorulmuş bir tarihin yakıcı anlarından taze ümitler çıkararak geliyoruz. Herkes için sömürüsüz bir dünya düşleyenleri bağrımıza basarak, özgür bir gelecek için düş kuranları saflarımıza çağırarak geliyoruz. Büyüyoruz, sayımız çoğaldıkça direnme gücümüz de çoğalsın istiyoruz. Davadan söz edip kişisel ikballeri için uğraşanları arkamızda bırakarak, ortak bir mirasa mülk muamelesi yapanları tarihe havale ederek, ihanetin sözde ‘devrimci’ biçimlerini teşhir ederek, hiçbiriyle uzlaşmayacağımızı haykırarak büyüyoruz. Her türlü engellemeye rağmen altıncı sayıya ulaşan gazetemizin yedinci sayısının genel istek üzerine ulusal boyutlarda -orjinine uygun-yayımlanacağını bildirmek istiyoruz. Yakın bir gelecekte, devrimci sürece teorik bir katkı olarak düşündüğümüz PARTİ BBAYRAĞI’nın da yayımlanmaya başlayacağının müjdesini vermek istiyoruz. Yürüyoruz, MİLİTAN GENÇLİK hareketini yaratmak için var gücümüzle çalışarak yürüyoruz; bunun ilk hedefi olarak Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği’ni (YDGD)çok yakında hayata geçireceğimizi söyleyerek, -gençlerle daha da büyüyeceğimizi bilerek- yürüyoruz. Yürüyoruz, uzun bir yol bekliyor bizi. Durmayacağız, yürüdüğümüz yol güneşli bir ülkeye çıkana kadar, mazlumların ah’ı alınıncaya kadar, sesimiz çığlıklar halinde gökyüzüne ulaşana kadar, kahredici karanlık aydınlanana kadar, dünya çocuklarımız için cehennem olmaktan çıkana kadar; durmayacağız ve haykıracağız “tek yol devrim” diye ölene kadar. Öfkeni öfkemize kat, gücünü gücümüze, sesini sesimize kat, sağlam bir kalkan ol yoldaşlarına düşmana karşı; yolunu yolumuza kat yolu karartanlara inat, inadın inadımız, cesaretin cesaretimiz, ümidin ümidimiz olsun ve birlikte haykıralım kendimizden başka kurtarıcımız yok diye. Yürüyoruz, yürüdükçe çoğalıyor çoğaldıkça ümit etmeyi sürdürüyoruz.
Barış Kürt ulusu için özel bir önemdedir. Bu konudada hiç kimseden akıl almak durumunda değildir. Diğer yandan bugünden görünen net durum Kürt ulusunun önüne dikilecek olan ulusal-devlet kurma hakkına sahip olmak ve devrimi gerçekleştirmektir. Bu iki görev, sistemin bütününde devrimci niteliğini yitirmiş bir burjuvazinin bulunduğu bir tarihsel koşullar içinde yerine getirilmek durumundadır. Birbirinden ayrılmaz bu iki görevin yerine getirilmesi tümüyle proletaryanın ve Kürt ulusunun çıkarınadır. Ancak bu görevlerin birbirinden ayrılması, bölgede yeni bir küçük-burjuva milliyetçilerinin egemenliğinde bir devlet kurulmasından başka bir anlama gelmeyecektir. Bu ise Kürt emekçi halkının ve proletaryasının (bir bütün olarak bölge uluslarının proletaryasının) çıkarlarına ters düşecektir.
hareketinin Kürt sermaye ve milliyetçi çevreleri tarafından geri konuma sürüklenmektedir. Bu gerilemenin, gösterdiği bir şey, Kürt halkı adına konuşan Kürt sermaye çevrelerinin, ulusal özgürlüğü temsil etmekteki yeteneksizliğidir. Kürt sorunu, Kürt halkı kaderini özgürce belirlemediği ve tarihi akışa özgür bir ulus olarak katılmadığı sürece, hiçbir "yenilgi" veya herhangi başka bir şey onu temel bir sorun olmaktan çıkaramaz. Ancak Kürt burjuvazisinin çıkışı ve emperyalizmle bütünleşmesi, tümüyle Türk devleti içinde ve onun aracılığıyla olmuştur."Ulusçuluk temel savunucusu olan burjuvazi açısından ussaldır Kürt burjuvazisi de bu rasyonaliteye sahip çıkmıştır. Feodal-aşiret ilişkileri içinde bulunan Kürt köylülerinin toprak sorunun bağımsız bir devlet içinde çözümlenmesinin, ancak feodal ilişkilerin tamamen tasfiyesi ile mümkündür. Bu gerçek, ulusal hareketin “anti-feodal” biçim almasını zorunlu kılar.
Mülksüzleştirilmiş köylülerin (çoğunluk ulus), azınlık ulusunun köylülerinin toprak istemlerini desteklemesi olanaklıdır ve bu onların köylü kitlesi olarak ortak tavırlarını açığa çıkartır. Ancak aynı olgu ters yönde etkide bulunur. Bu ters yöndeki etki, azınlık ulusunun “bağımsız devlet” istemi ile mevcut devlet sınırları içindeki bazı toprakların “kaybedilmesi” endişesi şovenistler için önemli bir propaganda olanağı yaratır. Ve böyle bir istemle yola çıkan ulusal hareketin ezilmesi ve de ulusal-topluluğun soyHer bir parçasının kendi özgül koşulları olmakla kırımı noktasına kadar uzanan bir yenilgisiyle, birlikte, bir bütün olarak Kürt ulusunun ulusal mülksüzleştirilmiş köylüler için yeni topraklar baskılardan kurtulması ve kendi kaderini tayin sağlayacağı düşüncesinin yaygınlaşması olasıdır. hakkına sahip olması, bulundukları topraklar üzerinde tam olarak egemen olması demektir. Ulusal hareket karşısında komünist tutumun Böyle bir egemenliğin sağlanması ancak, ege- netleştirilmesinde öncelikle açıklığa kavuşulması men olan güçlerin egemenliklerini yitirmeleriyle gereken sorun, ulusların kendi kaderini tayin mümkündür. Bu nedenle mevcut egemenliğin hakkından ne anlaşılması gerektiğidir. Çünkü, dayanakları belirlenmek zorundadır. Bu aynı Marksizm adına çıkan akımlar içinde, baştan zamanda, Kürt ulusunun üzerindeki baskıların bu yana ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve kendi kaderlerini belirleme haklarının gasp tanınmış olmasına rağmen, bunun ne anlama edilmesinin nedenlerinin belirlenmesi demektir. Türkiye'de ulusal sorun bir yanıyla da “köylü sorunu” olarak ele alınmaktadır. Bu, feodal bağlardan kurtulan köylülüğün toprak istemi ile birlikte gelişir ve kapitalizmin tarımda gelişmesine paralel olarak mülksüzleşen köylülerin, bağımsız ulusal-devlete sahip olma ile toprak sorununun çözümü arasında doğrudan bir ilişki görmeleriyle, eyleme dönüşür. Bu boyutlarıyla ulusun kendi kaderini tayin istemi köylülerin toprak istemi ile çakışır. Ulusal baskıdan kurtuluş sorunu burjuva karakterde bir sorun olmakla birlikte, bu sorun bugün dünden de fazla olarak bir işçi-köylü sorunu haline gelmiştir. Bugünkü durumda, PKK ve Kürt milliyetçi çevrelerinin ulusal sorunu egemen sermaye ve büyük ülkelerin tekeline bırakma (ki ‘demokratik cumhuriyet’) yolunda ilerlemesi ki Kürt
geldiği konusunda tam bir kafa karışıklığı egemen olmuştur. Sorun, bu hakkın tanınması, ama bu hakkın somut kullanımı gündeme geldiğinde ise, pratikte bu hakkın reddedilerek sosyal-şoven bir konuma düşmektir. Bu İkinci Enternasyonal’den bu yana Marksizme bulaşmış ve proletarya hareketinin gelişmesinde temel engellerden biridir. Marksistler için toplumsal gelişmenin ve toplumsal devrimlerin nihayeti sınıfsız toplumdur. Komünist devrim, tek başına bütün sınıfların, ulusallıkların vb. şimdiki toplum içinde çözülmesinin ifadesidir. Her ülkenin proletaryası kaçınılmaz olarak kendi ülkesinin burjuvazisi ile hesaplaşacaktır. Bu hesaplaşma aynı zamanda emperyalizmle bir hesaplaşmadır. Çok uluslu ülkelerde çeşitli uluslardan işçilerin ortak mücadelesi ile kazanılacak zafer aynı zamanda “yok edilmek üzere” ulusallıklarında önünü açmaktadır. Zira devletlerin ortadan kaldırılması ulusların da ortadan kaldırılmasına işaret eder. Marksistler işçi sınıfının uluslararası düzeyde emperyalizmle savaşmaları için uluslar arası düzeyde örgütlenmelerini gerekli görür ve bunun için çağrıda bulunur. Oysa emperyalist burjuvazi, (geçmişte ulusal burjuvaların da başvurdukları gibi ) ortaya çıkan bir işçi sınıfı hareketini bastırmak için, Paris Komünü ve Rus Devrimi örneklerinde olduğu gibi birleşecekleri bilinen bir gerçektir. Bunun için burjuvazi genellikle kendi ülkelerinin işçi sınıfını ulusalararası alanda asker olarak kullanmak için düşman ulus-devletlere bölmüşlerdir. Ulusallık bu anlamda burjuvazi için ussaldır. “ bir kişinin diğeri tarafından sömürülmesinin sona erdiği oranda, bir ulusun diğeri tarafından sömürülmesi de sona erer. Bir ulus içindeki sınıf savaşımının sona ermesiyle birlikte, ulusların birbirine düşmanca tavrı ortadan kalkar. İşçi sınıfı içinde bu anlamda ulus ve ulusallık anlamsız ve boş bir kavramdır.
sayfa 16
sayfa 5
PROLETER DEVRİMCİ SANATÇI YILMAZ GÜNEY 75 YAŞINDA insanların mirasını bırakırız… ya da onların, yakınlarımızın, uzun bir süre utanacakları, hatırladıkça yüzlerini kızartacak acı bir miras. Biz, çocuklarımıza şerefli, onurlu bir miras bırakmalıyız.
Yoldaşlar, Halkın evlatları..
Şerefli bir miras bırakmanın birinci koşulu, ezilenlerin yanında bilinçli bir biçimde saf tutmak ve kendimizi, ezen sınıfların gerici ideoloji ve kültürel etkilenmelerinden, düşünce biçimlerinden, alışkanlıklarından kurtarmak için sabırlı çaba sarfetmektir. Safımız, her türlü sahteliği, grupçuluğu aşarak, başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilen, sömürülen bütün emekçi kitlelerin birliği doğrultusunda, devrimci proletaryanın mücadele safları olmalıdır. Bu safı içtenlikle ve inanarak seçmişsek, bu saflara karşı olan bütün gerici güçlere ve bu güçlerin ideolojik, siyasi, kültürel ve toplumsal etkilerine karşı, bilimsel sosyalizmin ilkeleri temelinde savaşmalıyız.
Toplumsal devrim, sınıfsal temelleri olan, kesintisiz bir değişme ve değiştirme hareketidir. Çeşitli zorluklarla dolu, uzun, sancılı bir tarihi dönemi kapsar. Acıları, sevinçleri, başarıları, yenilgileri, yükseliş ve düşüş devrelerini içerir. Toplumsal devrimleri zorunlu kılan, uzlaşmaz boyutlara ulaşan toplumsal çelişmelerdir. Sınıflı her toplum, uzlaşmaz sınıf çelişmelerini bağrında taşır. İşte devrimleri gündeme getiren bu çelişmeler, çelişmelerin çözümü için gerekli olan sınıf güçlerini, bütün mücadele silahlarıyla karşı karşıya getirir. Sınıf siyasetlerini, ideolojilerini, taktik tavır ve davranışlarını da bu süreç içerisinde biçimler.
Bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük isteyen; insanın insana kulluğuna son verilmesini isteyen halkların devrimci saflarında mı, yoksa bağımsızlığa ve demokrasiye karşı çıkan, sömürüyü bir tasma gibi halkların boğazına geçirip onları köleleştiren ve düzeni korumak için her türlü baskı ve zulmü “meşru” gören halk düşmanı saflarda mı? Hangi safları seçersek seçelim, seçtiğimiz saflar bize çeşitli görevler yükler. Bu görevlerin yerine getirilmesi, bizi sınıfsal değerlere göre adlandırır. Ya ezilen halkların ve sınıfların fedakâr, yiğit, bilinçli, unutulmaz savaşçıları olarak, bilinen-bilinmeyen kahramanları olarak tarihe geçeriz… ya da halk düşmanları olarak, nefretle anılarak tarihin kara sayfalarına, tarihin çöplüğüne. Ya anamıza, babamıza, karımıza ve çocuklarımıza, bizden sonraki kuşaklara şerefli
Bizi zor görevler bekliyor. Başarılı olmak, en küçük ayrıntının bile doğru sınıfsal ilkeler ışığında titizlikle irdelenmesini zorunlu kılar. Sizlere, önümüzdeki çeşitli engellerin aşılmasında gücüm oranında yardımcı olmak için çalışacağım; olumlu yanlarımızın vazgeçilmez dostu, zaaflarımızın amansız düşmanı olarak her zaman yanınızda olacağım. Bütün eksiklik ve yetmezliklerinize karşın sizlere inanıyorum ve güveniyorum. Bu inancım, kaynağını halkıma duyduğum güvenden alıyor. Devrimin gerektirdiği bilgiler ve yetenekler kazanılabilir şeylerdir. Halkımız mutlaka başarıya ulaşacaktır. Bağımsızlığın, mutluluğun ve özgürlüğün düşmanı emperyalizm ve sosyal emperyalizm yenilecektir. İnsanlık düşmanı faşizm yenilecektir! Reformizm ve revizyonizm yenilecektir! Her türlü sağ ve “sol” sapmalar aşılacaktır! Ve halkımız kendi eseri olacak Demokratik Halk Devrimini ve buradan geçerek sosyalizmi kesin zafere ulaştıracaktır. Bu, tarihin yazgısıdır.
Dava için feda edilmiş bir hayat..
Proleter Devrimci Yılmaz Güney, bu konuşmayı, Kayseri Cezaevi’nde, 1 Nisan 1977’de “doğum günü” dolayısıyla Komün Arkadaşları önünde yaptı, 1 Nisan 1937'de bir işçi ailesinin iki çocuğundan biri olarak Adana'nın Yenice köyünde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Adana'da tamamlayan Güney, çocukluk yıllarında pamuk işçiliğinden gazoz ve simit satıcılığına kadar çeşitli işlerde çalıştı. Güney, ilerleyen yıllarda And Film ve Kemal Film şirketlerinin bölge temsilciliklerinde film dağıtımcılığı yaptı. Edebiyatla ilgilenen ve öyküler yazan Güney, üniversite eğitimini almak üzere Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. Bu süre içinde sinema yönetmeni Atıf Yılmaz'la tanışan Güney, rejisörün desteğiyle sinema dünyasına ilk adımını attı. 1959 yılında yönetmenliğini Atıf Yılmaz'ın yaptığı Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik filmlerinin senar-
1963 yılında mahkûmiyet sonrası devrimci yaşama merhaba diyen Güney, tutkuyla bağlı olduğu sinemaya döndü. Küçük bütçeli ve sıradan macera filmlerinde rol almaya başlayan Güney, şiddet temalı bu filmlerde canlandırdığı ezilen ama yazgısını kabul etmeyen; kötülüğe karşı tek başına direnip mücadele eden dürüst Anadolu çocuğu karakteriyle popüler oldu. Anadolu izleyicisi Güney'in çizdiği bu profille kendini özdeşleştiriyordu.Güney'in o dönemde izleyiciyle buluştuğu filmlerden biri de Çirkin Kral'dı. Güney'in yönetmenlik süreci At Avrat Silah isimli filmle start aldı. 1968 yılındaysa filmografisinde ilk önemli filmi olan Seyyit Han'ı çeken Güney, daha sonra Aç Kurtlar ve Bir Çirkin Adam için yönetmen koltuğuna oturdu. 1970 yılında Türk sineması için önemli bir yere sahip olan Umut adlı filmi izleyiciyle buluşturdu. Güney'in 1971 yılında yönetmenliğini yaptığı Ağıt, Acı ve Umutsuzlar adlı filmlerinin üçünün de Adana Altın Koza Film Şenliği'nde dereceye girmesiyle festival tarihinde bir ilk gerçekleşiyordu. Aynı yıl, gözaltına alınan Güney bir hafta süreyle gözaltında tutulduktan sonra 3 aylığına Nevşehir'e sürgüne gönderildi. 12 Mart 1972'de askeri faşist dikatatörlükçe tutuklanan Güney 10 yıl surecek bir esarete mahkum edildi. Aynı yıl Boynu Bükükler adlı romanını Boynu Bükük Öldüler adıyla yayımladıktan sonra Orhan Kemal Roman Ödülü'nü kazanan yönetmenin mahkûmiyeti, 1974 genel affıyla sona erdi. Bu zorlu sürecin ardından da klasikler arasına giren Arkadaş'ı çeken Güney, Endişe adlı filminin Adana'daki çekimleri sırasında faşistbir yargıcı infaz ettiği için 19 yıl hapis cezasına mahkûm oldu. Cezaevinde bulunduğu dönemde Güney adlı bir dergi çıkaran ve senaryo çalışmalarına devam eden rejisörün, o dönemde kaleme aldığı Sürü, yönetmen Zeki Ökten tarafından beyaz perdeye aktarıldı. Büyük ilgi gören filmden sonra Şerif Gören tarafından çekilen ve senaryosunu Güney'in yazdığı Yol filmi Türkiye sinema tarihine adını altın harflerle yazdırdı. 1981'de Isparta yarı açık cezaevinden izinli olarak ayrılan ve sonrasında sürgüne çıkan Güney, Yol'un kurgusunu tekrar yaptı ve Cannes Film Festivalinde en iyi senaryo ödülünün sahibi oldu. Güney askeri faşişt diktatörlüğün teslim olma çağrılarına uymadı ve 1983'te vatandaşlıktan çıkartıldı. Aynı yıl Fransa'da Duvar adlı filminin yönetmenliğini yaptı. Yılmaz Güney'in fırtınalı yaşamı 9 Eylül 1984'te fizik yaşamdan ayrılarak Paris Komünerleri şehitliğinde sonsuza uğurlandı. Türkiye prolteryasının değerli bir evladı olrak yaşamını sonlandıran Guney, Kürt-Türk ve diger azınliklardan Turkiye işçi sinifi, yoksul köylülüğü ve emekçi halkının gerçek kurtuluşu mücadelesinde, hiçbir fedakarlık ve özveriden kacmaksızın mücedeleye atılmış bir proleter devrimci komünist olarak, devrim tarihene adını altın harflerle yazdırmayı başarmış dünyanın sayılı sanat insanlarından biridir. Onun yaşamı onurumuz, çizdiği mücadele yolu yolumuzdur. Karşı devrimin , O´nu tüm unutturma çabalarına rağmen kavgamızda yaşatacak, prolterya demokrasisi ile taçlanmış bir Türkiye´de, O´nu ve proleter devrimci sanatını layık olduğu yere mutlaka kavuşturacağiz.
500 firmanın öteki yüzü
Bir yanda, Türkiye ölçeğine göre çok büyük bir zenginliğin birikimi, öbür yanda zenginlikten nispeten daha az yararlanan, sayısı gittikçe artan insanlar ve bunu tamamlayan iki önemli olgu: Çalışanların üretim kararları üzerindeki etkisinin gittikçe azalması ve tek parti iktidarının siyasi baskısının, ekonomik istikrarın çok önemli bir girdisi haline gelmesi. 500 büyük sanayi ve hizmet firmasının 2011 yılı ekonomik sonuçları açıklanınca, tablolardan yansıyan yüksek kârlardan, sürekli büyüyen sermayelerden, yüksek teknolojik yatırımların parıltıları arasından bana işte bunlar göründü. İstanbul Sanayi Odası’nın açıkladığı 500 büyük firmada birikmiş olan zenginliğin boyutlarına gözatalım: Kârların düzeyi, Türkiye sanayisinde elde edilen toplam gelirlerin yüzde 11’ine erişiyor. Sanayideki toplam işçilerin yaklaşık yüzde 10’unu istihdam ediyorlar. Türkiye’deki yatırımların yüzde 45’ini gerçekleştiriyorlar. Ekonomiyi belirleyici güçleri var. 2011’de 500 büyük firmanın kâr hacmi 26 milyar TL’ye (eski lira ile 26 katrilyon TL) ulaşmış. Toplam 409 milyar TL’lik ürün satmışlar, bunun 110 milyarı dış pazarlara gitmiş. 1 yılda varlıkları 41 milyar TL düzeyinde artmış. 10 milyar TL’si sabit sermaye yatırımı yapmışlar. 178 milyar TL düzeyinde de borç kullanmışlar.
Karar süreçlerinden dışlananlar
Madalyonun öbür yüzüne baktığımızda, 500 firmada biriken zenginliğin yaratılmasında belirleyici rolü olan çalışanların, sömürüsünün arttığını, ücretlerinin gerilediğini ve nihayet ‘pasta’dan gittikçe daha az pay aldıklarını, üretim sürecinde sözlerinin daha az etkili olduğunu, daha çok sendikasız hale geldiklerini görüyoruz. 2011’de 500 büyük firmada, çalışan başına düşen ücret (sabit fiyatlarla) yüzde 1,6 oranında azalmış. (2011 yılı ortalama net ele geçen ücreti aylık olarak 1 milyar 670 milyon TL olarak hesapladık.) Buna karşılık, 500 büyük firmada elde edilen çalışan başına değer yüzde 7,1 oranında artmış. 2011’de sömürü oranı da yüzde 4 düzeyinde yükselmiş ki bu esnek, güvencesiz, sendikasız çalışma koşullarının doğal sonucu. 2011’de 500 firmanın istihdamının 23 bin 650 artarak son 13 yılın en yüksek düzeyine ulaşmasına karşılık, sabit sermaye yatırımlarında nispi bir yavaşlama var. Sabit sermaye yatırımları (sabit fiyatlarla) 2011’de yüzde 1 oranında gerilemiş. İstihdam artarken, yatırımların gerilemesi, Türk sermayesinin rekabet gücü için ücretleri düşürmeye, ‘emeğin yoğunlaştırılması’na yönelmiş olduğuna işaret ediyor. Üretkenlik ve ücret verilerinin son yıllardaki gelişimi de bu eğilimi destekliyor: Son 4 yılda üretkenlik (işçi başına yaratılan toplam değer) yılda ortalama yüzde 4 oranında artarken, ücretler
(enflasyondan arındırılmış sabit fiyatlarla) ortalama yüzde 7 oranında gerilemiş durumda. Bir de ‘gelir dağılımı bozukluğu’ var: 500 büyük firmada çalışan 1 işçi üretim süreci sonucu yaratılan toplam değerin yüzde 23’ünü ücret olarak alırken, geriye kalan yüzde 77’sinin 500 büyük firmanın sahip ve yöneticilerine kâr olarak kalması, ‘gelir dağılımı’nın düzeyine de ışık tutuyor.
Ekonomik güç siyasete yansır mı?
Şunu da belirtelim ki, bu 500 büyük firmanın toplam cirosu ABD ’li en büyük bir iki şirketin tek başına elde ettiği cirodan fazla değil. Değil ama Türkiye ölçeğinde çok büyük bir kuvveti, nüfuzu ifade ediyor. 72 milyon nüfusa, 15 milyona yakın ücretli çalışana sahip bir ülkenin, ekonomisinin arterlerini kontrol altında tutuyor, bu güç. Sermayenin ekonomik gücünün sosyal alanda hele hele siyasal alanda karşılıksız kaldığını düşünemeyiz. Türkiye’de halen tek parti eliyle siyasal baskıların sürmesi ile bu ‘büyük ekonomik güç’ arasında kuvvetli bağlar var. AKP hükümeti de şu veya bu sermaye grubuna mesafeli olabilir, bunlardan bazılarını kontrol etmek isteyebilir, hatta idari gücü ile bazı sermaye gruplarını zayıflatabilir. Ama kurulu düzenin bir partisi olarak, sermayenin bilhassa büyük sermayenin ‘genel çıkarlarını’ gözetmek durumunda. Uluslararası rekabet gücünün artması ve kamu kaynaklarının (bütçe) sermaye sınıfının ihtiyaçlarına yönelik kullanılmasının sürekliliği için ekonomik istikrar kadar ‘siyasal istikrar’ da önem taşıyor. Ve -maalesef- siyasal istikrarın devamlılığı için AKP, rejimin baskıcı karakterini güçlendiriyor. Siyasal alandaki baskıların sürmesinin, hatta ‘baskıların güvenceye alınması’nın önemli nesnel ve somut nedenlerinden birinin bu güç olduğunun görülmesinde yarar var.
Parlamentoya yansıyan güç
Bu gücün boyutlarını Meclis kayıtlarından derlediğimiz şu istatistikler de ortaya koyuyor: 15 Temmuz 2011 ilâ 15 Temmuz 2012’de Meclis’ten geçen 119 kanunun 32’si dolaysız olarak özel sektör faaliyetlerine ilişkindi. İkincil derecedekiler de dahil edildiğinde sayı 50’ye ulaşıyor. Çarpıcı bir örnek Türk Ticaret Kanunu sermayenin talepleri doğrultusunda alelacele ve Meclis’teki bütün partilerin ortak enerjisiyle değiştirilmiş olması. Buna karşılık (Sendikalar ve Toplu Sözleşme kanunlarını değiştiren) Toplu İş İlişkileri Kanunu bir türlü yasalaşmadı. Bu nedenle sendikaların üye barajı sorunu da çözülemeyince toplu sözleşme süreci fiilen durdu. Hiç kuşkusuz 500 büyük firmanın en öndeki şirketlerinin sahibi olan sermaye grupları, AKP hükümeti üzerinde doğrudan etkili olamıyor. AKP’nin, Anadolu sermayesi denilen ve birçoğu 500 büyük firma içinde yer alan bazı sermaye gruplarına daha yakın olduğu söylenebilir. Ama bütün bunlar büyük sermayenin genel çıkarlarını ifade etmek zorunda
Küresel ekonominin baş aktörleri
ABD’de krize tepki olarak ortaya çıkan occupy hareketinin dünya gündemine soktuğu “Onlar % 1, biz % 99’uz” sloganı, gelir dağılımı açısından bakıldığında oldukça gerçekçi görünüyor. ABD nüfusunun % 1’inin mal varlığı, ülkenin ulusal gelirinin üçte birine denk geliyor. Nüfusun en varlıklı yüzde 0,01’inin mal varlığının ulusal gelire oranı ise, 1928 yılından bu yana en yüksek seviyesine çıkmış durumda. Dünya çapında kayıtlı 37 milyon şirket ve yatırımcı ile 43.060 ulus ötesi ticari şirketi kapsayan ve dünya çapındaki ulus ötesi şirketlerin ve iştiraklerinin haritası korkunç,on binlerce şirketi kontrol eden ağın merkezinde yer alan şirketlerin sayısının sadece birkaç yüz olduğunu belirtiyor. Merkezdeki 147 şirket (yüzde 1’den daha az), ağdaki toplam varlıkların yüzde 40’ını ve 737 şirket ise yüzde 80’ini denetliyor. Bu şirketlerden en tepedeki 20’si incelendiğinde, çoğunun finans şirketi olduğu görülüyor. Varlıkların bu derece merkezileşmesi ve yoğunlaşması, finansal sismik sarsılmaların şiddetinin giderek artıyor olması ve küresel düzeyde yayılmasını da açıklıyor. Marx, sermayenin küreselleşme, yoğunlaşma ve merkezileşmesine ve bunun sonucu olarak rekabetin giderek azalması ve tekelci hakimiyetin artması eğilimine dikkat çekmişti. Sermayenin yoğunlaşması, giderek daha büyük oranda varlığın daha az sayıda kapitalistin eline geçmesi yoluyla gerçekleşiyor. Bunun sonucunda söz konusu işletmenin veya ekonomik üretim biriminin büyüklüğü de artarak, rekabet koşullarını erozyona uğratacak boyuta ulaşıyor. Ancak bu süreç sadece rekabet düzeyini olumsuz etkilemekle kalmayıp, beraberinde çok sayıda toplumsal tahribat da yaratıyor: Yeni bir finans aristokrasisinin doğuşu, parazitler ve spekülatörlerin ortaya çıkışı ve idari kadroların sözde kalması; tüm sistemin toplumun bütününün sırtında bir asalak gibi yapışması. Marx’ın bu öngörüleri günümüzü mükemmel bir şekilde açıklıyor. Sermaye birikimi yoğunlaşıp, merkezileştikçe, sermayenin çıkarlarıyla ulus-devletlerin çıkarları da o oran da iç içe geçiyor. Dolayısıyla, bu gelişmeyle birlikte ekonomik rekabet giderek daha fazla oranda askeri bir rekabete dönüşme potansiyeline işaret ediyor.
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
Kimin saflarında olacağız?
Yeni bir yaşa girdiğim bu gün, gerek bana gerekse sizlere, geçmişe eleştirici bir gözle bakmanın, hatalarımızın sınıfsal köklerini araştırmanın, bizi halka güvensiz, bireyci, tembel yapan ana nedenlerin araştırılmasının vesilesi olsun. Gerçekten devrim istiyorsak, devrimin çıkarlarını birinci plana almalıyız. Gerek kendi, gerekse arkadaşlarımızın zaaflarına, yapıcı ve arındırıcı bir biçimde, bu açıdan bakmalıyız.
Yeni Ufuklar ve On Üç gibi dergilere öyküler yazan Güney'in edebiyat ve yazıyla olan ilişkisi de hep güçlü oldu. Ancak Onüç dergisinde yayımlanan "Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri" adlı öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandı, 1961 yılında 18 ay hapis cezasına ve 8 ay Konya'ya sürgün cezasına mahkûm oldu.
SAYFA 05
Toplumumuz da, günden güne berraklaşan bu saflaşma süreci içindedir. Biliyoruz ki, insanlık tarihi sınıfların mücadeleleri tarihidir. Tarihin itici gücü halklardır. Yani, tarihi gelişmeler, üstün yetenekli insanların eseri değil, üstün özelliklere sahip insanlar toplumsal çelişmelerin ve gelişmelerin eseridir. Toplumsal gelişmelerin nesnel yasalarını ve halkların tarihi eğilimlerini özünden kavrayan insanlar, nesnel koşullara uygun düşen doğru önerileri, fedakârlıkları ve cesaretleriyle kitlelerin bilinçlenmelerinde, devrim hedeflerine yönelmelerinde önemli roller oynamışlar ve tarih, onları layık oldukları yerlere oturtmuştur. Tarihi akışa ve toplumsal eğilimlere ters düşen, toplumsal gerçeklikten kopar ve halkın devrimci eğilimlerini çiğneyen insanlar ise, bir zamanlar halk tarafından nasıl yüceltilmişlerse, yine halk tarafından alaşağı edilmişlerdir, edilmektedirler ve edileceklerdir. İşte bu tarihi ve evrensel gerçeklerden hareketle, sınıf saflaşmalarının yoğunlaştığı günümüzde kendi yerimizi saptamak göreviyle karşı karşıyayız.
Bu görev, kendimizi ve çevremizi değiştirmeyi emreder. Bu görev, devrimci fedakârlığı, bilgi edinmeyi, yiğitliği ve alçakgönüllü olmayı emreder. Bu görev, devrim saflarını seçmiş insanların, eleştiri, özeleştiri temelinde birliğini emreder. Bu görev, devrim yolunu seçmiş insanların kardeşliğini, kitlelerle birleşmesini emreder.
yolarını yazan ve oyuncu olarak da bu yapımlarda performans gösteren Yılmaz, Karacaoğlan'ın Karasevdası isimli filmde yönetmen yardımcılığı yaptı.
olduğu gerçeğini değiştirmez. (AKP’nin 10 yıllık iktidarında özel sermaye birikimi yüzde 250 oranında arttı.) Mevcut konjonktürde ücretler düşerken çalışma ilişkileri sermaye lehine bozulurken ve siyasi alanda özgürlükler alanı darlaştırılırken, sermaye hızlı bir büyüme temposuna sahip olabildi. Bu konjonktürün siyasi-idari-yasal düzenleyicisi, bir anlamda mimarı AKP iktidarı. 500 büyük firma verileri, siyasi istikrar ile sermaye birikimi arasındaki güçlü bağların olduğunu ortaya koyuyor. Elde edilen muazzam zenginlikte belirleyici düzeyde rolü bulunan yarım milyonu aşkın çalışanın, ‘üretim kararları’nda hiçbir etkisinin olmadığını, bir ‘üretim girdisi’ gibi dikkate alındığını biliyoruz. Halbuki yarım milyon işçinin ‘sosyal bir varlık’ olarak üretim sürecinde etkili olmasının önünün açılması, sendikal hayatın canlanması kadar, AKP iktidarının siyasi özgürlükler üzerindeki baskılarını bertaraf edecek en önemli adımlardan birini oluşturacak. Daha çok demokrasi için yarım milyon çalışanın, daha az sömürü, daha fazla ücret, daha fazla boş zaman talebi ile yükselteceği mücadeleye güvenmek zorundayız.
Farklı sendikal örgütlenme modelleri kimlerin kabusu?
SAYFA 06
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
sayfa 6
Can Şafak’ın da belirttiği gibi; “Sendika hareketinin yükseldiği yıllarda ve kitle üretimine koşut olarak önemli ölçüde homojen emeğin örgütlenmesine dayanan kitle sendikalarının çağında işkolu sendikaları bir model olarak önemli avantajlara da sahipti. Ama bugün kitle üretiminin çözüldüğü, esnekliğin, ‘çeşitliliğin’ belirleyici olduğu, hizmet sektörünün galebe çaldığı, bacasız fabrikaların yaygınlaştığı, işyerlerinin küçüldüğü, bölündüğü, taşeronlaşmanın olabildiğince yaygınlaştığı yeni koşullarda, farklı sendika arayışlarının önemi artmıştır.’’
Emek piyasalarına ilişkin bölgesel farklılıklar farklı sendikal örgütlenme modellerini gerektirir. 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu 18 Ekim 2012’de kabul edildi. Konuyla ilgili yapılan tartışmaları, gerek Kanun henüz tasarı aşamasındayken gerekse Meclis’ten geçtikten sonra takip edenler, genel olarak Kanun’a yöneltilen eleştirilerin önemli bir kısmını biliyorlardır. Bu anlamda, konuyla ilgilenen birçok kişi açısından ortak kanı; 12 Eylül ürünü 2821 ve 2822 sayılı yasaların yerini alan Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun, bu yasalarda var olan sınırlamalarda anlamlı bir iyileştirme sağlamadığı gibi yeni kısıtlamalara da yer verdiği ve yeni yasanın bir sendikal ayrımcılık ve yasaklar manzumesi niteliğinde olduğudur. Üstelik, neresinden tutulursa tutulsun insanın elinde kalan yeni kanun, Türkiye’de örgütlü bulunan işçi sendikalarının ve konfederasyonlarının iradelerini hiçbir şekilde yansıtmamaktadır (Hak-İş ve örgütlü sendikaları dışında desek daha doğru olur). ILO, ETUC ve ITUC (daha taslak halindeyken AB) gibi uluslararası ve bölgesel örgütler bile yeni kanuna ciddi eleştiriler yöneltmişlerdir. ITUC ve ETUC, Kanun henüz TBMM’de görüşülürken başbakana bir mektup yollamış ve tasarının uluslararası sözleşmelere aykırı olduğunu, tasarının bu haliyle geçmesinin temel Avrupa ve ILO standartlarını açıkça ihlal edeceğini belirtmişlerdir. Bu yazıda Kanun’un temel niteliklerine ilişkin genel bir eleştiri yapılmayacaktır. Sadece sendikaların faaliyet alanını işkoluyla sınırlandıran ve bir önceki Kanun’da da var olan “tek tip sendika” yaratma yaklaşımının içeriği, içinde bulunulan zamanın gereklilikleri üzerinden sorgulanacak ve bir önceki yasada olduğu gibi yeni yasada da yer verilmeyen işkolu dışındaki farklı sendikal örgütlenme modellerinin kimlerin kabusu olduğu teşhir edilecektir.
Yeni üretim sistemleri, emek rejiminin değişen yapısı farklı sendikal örgütlenme modellerini gerektirir...
Kanun’un üçüncü maddesine göre; “Kuruluşlar, bu kanundaki kuruluş usul ve esaslarına uyarak önceden izin almaksızın kurulur. Sendikalar kuruldukları iş kolunda faaliyette bulunur”. Dolayısıyla sendikalar, devlet tarafından belirlenen 20 işkolundan birinde ve ülke çapında faaliyette bulunmak üzere kurulabilecektir.
Toplu pazarlık masasına oturabilmeleri için ise, %3’lük işkolu ve en az %50+1’lik işyerini barajını aşmaları gerekmektedir (Ekonomik ve Sosyal Konsey’e üye konfederasyonlara bağlı sendikalar için işkolu barajı 2016’ya kadar %1 olarak belirlenmiş). Yani 2821 sayılı kanunda olduğu gibi 6356 sayılı kanunda da sadece “milli tip” ya da “Türkiye tipi” sendikalara izin verilmektedir. Bunun dışında kalan her türlü sendikal örgütlenme ise yasaklanmıştır. Kanun, işyeri sendikalarının, meslek sendikalarının, bölgesel sendikaların, genel sendikaların, federasyonların kurulmalarını yasaklamaktadır. Sendikaları “milli tip” bir örgütlenme modeline mahkum bırakan ve bu mahkumiyeti yeni yasayla birlikte bir kez daha üreten bu ilkel yaklaşım gerçekten de anlaşılır gibi değil. Yaptığı her yasal değişikliği çağın bir gerekliliği olarak sunmayı adet edinmiş bir zihniyetin sendikal örgütlenme modelleri söz konusu olduğunda böylesi gerici ve modası geçmiş bir yol izlemesi ancak bir kötü niyet göstergesi olabilir. Özellikle, 2000’li yıllardan sonra emek piyasalarına ilişkin tüm düzenlemelerde “esneklik” söylemini ön plana çıkaran, gerek üretimin örgütlenmesi ve gerekse emek rejiminin yapısal unsurlarını bütünüyle değiştirecek düzenlemelere imza atanlar, sıra işçilerin örgütlenmesine gelince modası geçmiş modellerden vazgeçememekte, işçi sınıfının ve örgütlerinin yaşanan değişimlere kendilerini uyarlayabilme olanaklarını göz ardı etmektedir, yok saymaktadır. Sendika düşmanı liberal yaklaşım, “uyarlanabilme” fiilini sadece bir işletme sorunu olarak gündemine getirmekte ve emek piyasalarına ilişkin tüm politikalarını bu eksende tartışmaktadır.
Kitle üretiminin yerini alan yeni üretim sistemleri, teknik bir detay olmanın ötesine geçmekte ve emeğin toplumsal alanda kendini yeniden üretim koşullarını ciddi anlamda tahrip etmektedir. Sermayenin hizmetine koşulacak hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmayan bu tahribat süreci, işçi sınıfının örgütlü mücadelesini de hedef tahtasına oturtmaktadır. Bugün dünyanın birçok ülkesinde sendikalaşma oranları ciddi bir biçimde düşerken bu düşüş Türkiye gibi ülkelerde daha hızlı bir şekilde gerçekleşmektedir. Özellikle 80’lerle birlikte hız kazanan sermayenin uluslararası iş bölümü sürecine eklemlenme çabası, birtakım yasal sınırlamalarla birleşince Türkiye’deki sendikal hareket ciddi bir çıkmaza girmiştir. Sendikal hareketlilik ve örgütlenme açısından 80 öncesine göre çok daha sınırlayıcı ve engelleyici hükümler içeren 80 sonrası yasaların, üzerine itinayla eğildiği temel mevzulardan biri ise sendikal örgütlenme modelleri olmuş, 80 öncesinde var olan muhtelif sendikal örgütlenme modelleri yasaklanmıştır. Dolayısıyla 6356 sayılı yeni yasayla birlikte işkolu sendikacılığına bir kez daha mahkum bırakılan işçi sınıfının mücadele etmek zorunda olduğu asıl tehdit, onu kendi yeterliliği, gereksinimleri ve sendikal demokrasi algısı doğrultusunda oluşturacağı potansiyel mücadele alanlarından uzaklaştırmak isteyen, özgün durumlarına gözlerini kapayan ve öncelikli olarak sermaye birikimini güvence altına almayı amaçlayan tercihe dayalı ilkel yaklaşımdır. İşkolu sendikacılığı dışında benimsenecek farklı sendikal örgütlenme modelleri sermaye ve devlet tarafından birer tehdit unsuru gibi algılanmaktadır. İşin ilginç tarafı, sendikaları işkolu sendikacılığına mahkum bırakanlar tüm işçi sınıfını homojen bir yapı gibi görerek/göstererek kendi temel değer ve inanışlarıyla da çelişmektedir. Bilindiği gibi, neoklasik iktisadın ve takipçilerinin temel varsayımlarından birisi emek piyasalarının birden fazla sayıda olduğudur. Birden fazla emek piyasasının olduğuna inanan bir aklın benzer şekilde birden fazla sendikal örgütlenme modeline ihtiyaç duyulabileceğini kestirmemesi pek inanılır görünmemektedir. Üstelik yukarıda da vurgulandığı gibi yeni örgütlenme modelleri aynı zamanda içinde bulunulan dönemin bir gereğidir. Tercihe dayalı ilkel yaklaşım kendi çelişkilerini usta bir şekilde üretmekte hiçbir sakınca görmemektedir.
sayfa 15
Sosyalizmin ve Kadınların Özgürlük Mücadeleleri Tarihinin Unutulmuş Kadını Flora Tristan Flora Tristan hakettiği ilgiyi ölümünden ancak birbuçuk yüzyıl sonra görmeye başlayan, sosyalizm ve kadınların özgürlük mücadeleleri tarihinin "kıyıya itilmiş", unutulan, unutturulan bir "öncü"südür. Dünyanın dört bir yanından kadın örgütlerinin Hem sosyalizmin, hem de feminizmin öncülerinoluşturduğu Dünya Kadın Yürüyüşü (DKY), “8 Mart den olan Flora Tristan'ın en özgün düşüncelerinden 2012 Dünya Kadınlar Günü -Dünya Kadın Yürüyüşü birisi, ezilen proleterya ve ezilen kadınların kurtuDeklerasyonu“nu yayınladı. luşlarının, ancak kendileri tarafından ve birlikte, her birine aynı derecede önem veren mücadelelerle “Kapitalist, ırkçı ve ataerkil sistemin içinsağlanabileceğidir. de bulunduğu krizin en şiddetli döneminden Flora Tristan 17 yaşındayken bir evlilik yapar ve 2 geçiyoruz”saptamasının yapıldığı deklerasyonda, çocuk dünyaya getirir. Eşi Chazal, sarhoş despot ve küresel ölçekte gelişmekte olan militarizm ve otoborçlarını karısını fuhuşa iterek kapatmak isteyen riteryanizm tehditine, “aşırı tutucu, muhafazakar bir kumarbazdır. Flora Tristan, 1825' te evini terk ideolojisi ve krize getirdiği uyduruk çözümleriyle ederek annesinin evine kaçar. O zaman bir kadının ölümcül kapitalist paradigmanın saldırı” koşulları kocasından ayrılması olanaksız olduğundan, gerçek altında kadınların dünya genelinde elde ettiği kaza- aile durumunun öğrenilmesinden sürekli korkarak, nımların giderek zayıflatıldığına, küresel medyanın çeşitli işlerde çalıştı.Sürekli iş ve yer değiştirerek “muhafazakar dogma ve değerleri yeniden diriltme kocasının takibinden kurtuluyordu. stratejisi“ne vurgu yapılıyor. Flora Tristan bir çok kez boş yere ayrılma talebinde Krizdeki Avrupa’daki ”neoliberal gerici saldırı”nın bulunduğu halde, 1836' da mahkeme kararı ile iki halklara dayattığı “tasarruf tedbirleri”nin “ataerkil, çocuğu da babasına verildi.Ancak kısa bir süre sonkapitalist ve ırkçı ideolojinin ağırlığını” taşıdığını ra eşi Chazal' ın kızına cinsel tacizi öğrenip, ensest belirten deklarasyonda; “Biz kadınlar yüksek bir be- denemesi dolayısıyla şikayet etmesinden sonradır del ödüyoruz: Önce işten çıkarılıyor, ardından da eve ki çocuklar annesinin yanına Sosyalizm ve kadınlaait düzenli görevlerimizle birlikte, daha önce sosyal rın özgürlük mücadeleleri tarihinin 'kıyıya itilmiş' kadını | Flora verildi.Chazal hapis cezasına çarptıhizmetlerin yüklendiği sorumlulukları üstlenmek zorunda kalıyoruz. Bu tedbirler. kadını eve dönmeye rıldı; fakat delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. özendiren politikalara destek sağlayarak, fuhuşu, ka- Ancak kendisine karşı öldürme girişiminden sonra, dın ticaretini, kadına karşı şiddeti, insan kaçakçılığını Chazal 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı.Flora Tristan ölümden kurtuldu; ama kurşun kalbe çok yakın bir ve göçü teşvik ediyorlar” deniyor. yere saplanmıştı.Ve bedeninden çıkarılamadı. Kuzey Amerika ve Avrupa’da birçok ülkede kadınların ”kendi bedenleri üzerinde karar verme hakkı”nın Flora Tristan, Fransız Devrimi'nin bir çok başarısıya fiilen (özellikle sağlık bütçelerindeki kesintiler) ya nı, Bourbonen-Monarşisi' nin restorasyon ile geri da yasalar yoluyla gaspedildiğini belirten dekleras- aldığı bir çağda yaşıyordu.Gerçi "Yurttaşlar Yasası" yon; Honduras’ta doğum kontrol ilaçlarının yasak- (Code civil) eşitlik ilkesi ve sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması ile öğünüyordu; fakat bu durum kadınlandığı, Nikaragua’da Anayasa Reformu’yla birlikte kürtajın ”annenin hayatı tehlikedeyken ya da tecavüz lar için geçerli değildi.Erkeklerin hakları güçlenolaylarında bile suç ilan edildi”ği, Meksika’da başkent dirilmiş, buna uygun olarak kadınlarınki oldukça (federal bölge) dışındaki bölgelerde kürtajın yasa dışı kısıtlanmıştı.Yasaya göre koca her bakımdan karısından sorumluydu; kadın da ona itaat borçluydu. ilan edilmeye devam ettiği örneklerini veriyor.
ve tehditlerden korunması için gerekli olan bazı önlemlerden söz ediyordu.Buradaki pratik öneriler, yazarın kadınların eşit hakları için gerekli gördüğü örgütlenmiş savaşımın ilk belirtileridir.
Bu sırada Fransa'nın endüstrileşmesi, el işçiliği ile mekanikleşme arasında bir yerdeydi; yavaş yavaş bir işçi sınıfı oluşmaktaydı.Temmuz -Monarşisi(1830-1848), liberal bir ekonomi görüşü ile hareket ediyor, sosyal sefaleti hafifletmek için hemen hiçbir önleme başvurmuyordu.İngiltere' de, işçilerin, sendikalar ve yardımlaşma birliklerinin bildirileri ve grevlerle taleplerini vurgulayan bir işçi hareketi gelişirken; Fransa' da sadece eleştirel toplumsal analizler ve sosyalist teoriler ileri sürülüyordu.
Flora Tristan ölümüne kadar yazılarıyla, konuşmalarıyla işçiler ve kadınlar arasında yaptığı örgütlenme çalışmalarıyla her zaman olumsuz tepkileri daha çok aldı.Flora Tristan, tarihi kesin olmamakla birlikte, Eylül 1844' de Bordeoux'ya geldi ve orada beyin kanaması geçirdi.Dostlarının çabasına karşın, iyileşemedi ve 14 Kasım 1844' de öldü.Tristan' ın ölümünden sonra bir çok kitabı yayınlandı.Bir çok yazar, siyaset bilimci kitaplarında onunla ilgili bölüm ayırdı.
Dünya Kadın Yürüyüşü Deklerasyonu;
Avrupa’da ”neoliberal gerici saldırı”ya karşı örgütlenen, küresel güneyde ”kıtlık, fakirleşme, kölelik ve şiddet”e karşı direniş inşa eden , “savaş, askerî kontrol ya da onun tehditi altındaki tüm bölgelerde”mücadele eden kadınlar ve halklarla “dayanışma içinde” olduklarını belirten DKY’li kadınlar; ”Tüm bu zorlu koşullara rağmen biz kadınlar, bölgelerimizi, bedenlerimizi ve topraklarımızı resmi olan ya da olmayan, devlete bağlı ya da özel orduların sömürüsüne karşı savunmaya devam ediyoruz” diyor.
Flora Tristan on ay içinde Peru' da başından “Toplulukları fakirleştiren, bağımlılık yaratan geçenleri anlattığı; toplum eleştirisi, felsefi düşünve yerel üretim biçimlerini imha eden tüketici kültürünü”reddettiğini belirterek, “Sağlık, eğitim, su cesi, röportaj ve hayat öyküsünün bulunduğu "Bir Paryanın Yolculukları 1833-1834" adlı yazısı yayımgibi kamusal malları ticarileştirerek dönüştürmeye landığı zaman basın bunun ayrılma başvurusunda çalışan, küresel güneyde ucuz emek sömürüsü için pazarlar yaratan serbest ticaret anlaşmalarının devam olduğu gibi iyi bir kabulden çok, söylenmemesi gereken gizlilikler olarak yorumladı.Ama bu kitap, eden tacizini” suçlayan deklerasyonda: geniş bir okur kitlesinin dikkatini çekti ve Flora Tristan adı bilinen bir yazar oldu.Bu kitapla birlik”Bu 8 Mart’ta, biz, Dünya Kadın Yürüyüşü‘nden te, "Necessite de Faire un bom accueil aux femmes kadınlar, kendimiz ve ötekiler için, halklarımız etrangeres" (Yabancı Ülke Kadınlarına İyi Bir Kabul için, tüm canlılar ve çevre için bir dünya yaratmak Göstermenin Gerekliliği) adlı broşürde çıkmıştı ki ve direnmek amacıyla yürüyüşe devam ediyoruz” burada o, yalnız yaşayan yabancı kadınların, taciz deniyor.
1839 Martında İngiltere' ye gitti ve Ağustos ayına kadar orada kaldı.Fabrikalar, gecekondu semtleri ve meyhanelerde röportajlar yaptı.Anna Wheer' le tanışması, ona hapishanelerin, akıl hastanelerinin kapılarını açtı.İngiltere hakkında yazdığı kitapta, (Londra' da Gezintiler) varlıklı aristokratları, fabrika sahiplerini betimler; bunlarla işçi mahallelerindeki sefalet arasındaki korkunç çelişkiyi vurgulayarak gösterir. Flora Tristan kitabında İngiliz ücretli işçilerin hayatını, yaşam koşullarını, kadınları ve çocukları anlatıyor.Proleterlerin çocuklarının sefaleti, büyüklerinkini aşıyor. Çocuklar çok kez altı yaşından sonra fabrikalarda, günde on iki, on dört saat çalıştırılıyorlar.Evsiz ve açların sayısı çok, sosyal yardımın yok denecek kadar az olması yüzünden, genç kızların yaşama şansı ancak fuhuş sayesinde olanaklı olabiliyor. Flora Tristan'ın yazıları ve kitaplarına yönelik tepkiler Fransa' da da İngiltere' de olduğu gibi, burjuva yayın dünyası, Tristan' ın silahlı eyleme dayanan devrim açıklamaları karşısında suskun bir tavra bürünür.Buna karşılık demokratik muhalefet gazeteleri, özellikle sosyalist eğilimli olanlar, bayram yaptılar.Fransız toplumu içinde yapıt büyük başarı kazandı.1840'daki iki baskıyı, 1842'de iki baskı daha izledi. 1842 Aralığında işçi sınıfının kurtuluşu için düşündüklerini yazmaya başladı."İşçi erkekler ve kadınlar,… artık söylenecek ve yazılacak bir şey kalmadı. Çünkü sizin sefaletinizi herkes biliyor:Charta'da yazılı haklar için güç kullanmak.Artık eylem zamanı geldi"Flora Tristan'ın İşçilerin Birliği savunusunun en önemli öğesi, işçilerle kadın sorununun birbirine bağlanmasıdır.Kadınları fuhuşa, açlığa, cehalete iten sebebi kapitalizme bağlar ve erkek hakim bir mantığı sıkça vurgular.
F.Tristan' ın düşüncelerinin tarih felsefesindeki yeri hakkında, literatürde bir birlik yoktur.Friedrich Engels'in onu eleştirmenlere karşı savunmuş olmasına karşın, yine de Marx Engels'in yapıtlarının yazar adları dizgesinde, "küçük burjuva ütopist sosyalizmin Fransız yazarı" olarak nitelendirilir.Bunun yanında, Marco, Flora Tristan'ın, onu "bilimsel sosyalizme" bağlayan düşüncelerini işaret eder. Fakat, Flora Tristan'ın toplumsal ilişkilerle, arkasında kendi deneyimleri yatan, doğrudan ve yoğun hesaplaşmalar yapmış olması; onun çağında onun kadar açıklıkla başka bir düşünürün bunu yapmamış olması; özellikle vurgulanması gereken önemli bir noktadır.
sayfa 14
Son Barikata Kadar Yaşayacak Paris Komünü
Paris Komünü: Dünya üzerindeki ilk işçi devleti 142 yıl önce doğdu!
İşçiler yönetebilirler mi? İktidarı ele geçirip onu sınıf düşmanlarına karşı koruyabilirler mi? Onu, işçileri, emekçi sınıfların çıkarlarını gözeterek yeniden yapılandırıp yetkinleştirebilirler mi? 1871'in 18 Mart'ında kurulan Paris Komünü bu sorulara "Evet" yanıtını veren tarihteki ilk örnektir. Kan ve acıyla, yoksulluk ve yaratıcılıkla, kuşatılmışlık ve girişkenlikle başardı bunu proletarya. Kararlılıkla ayaklandı, "Yaşasın Komün" yazdı bayraklarına. Dişe diş, göze göz, direşkenlikle aldı iktidarı. Hergünü sömürücülerin bir kalesini daha zapteden kararların alındığı ve uygulandığı bu ilk işçi devletini 72 gün yaşattı.
Devrimin ebesi savaş
1870 Temmuz'unda patlak veren Fransa-Prusya (eski Almanya) savaşı, olaylar zincirindeki ilk halkaydı. Fransız burjuvazisi proletaryanın içler acısı sefaleti pahasına büyümüş, zenginleşmişti. Kapitalizmin doğası gereği bu aynı zamanda, bunalım birikimi demekti. İmparatorluk rejimi, içerdeki hoşnutsuzluğu bastırmak, kitlelerin dikkatini başka yönlere kaydırmak için bir dış macera arayışına girmişti. Fakat savaş Fransa için tam bir hezimetle sonuçlandı. İmparatorun kendisi bile esir düştü. İmparatorluk çöktü. 4 Eylül'de Cumhuriyet ilan edildi. Geçici bir Ulusal Savunma Hükümeti kuruldu. Fakat burjuvazinin kurduğu bu hükümet, gerçekte bir ulusal ihanet hükümeti idi. Asıl kaygısı Fransa'yı Almanlar'dan kurtarmak değil, Paris'i silahlarını bırakmayı reddeden işçilerden arındırmaktı. Proletarya burjuvazi gibi hain değildi. Paris'i savunmak için canını dişine taktı. Kurulan barikatlarda Ulusal Muhafızlar, kadınlar ve çocuklar, düzenli ordunun başaramadığı işi başardılar; Paris teslim olmadı. 4 ay boyunca Prusyalıların kuşatmasında kaldı. En sert kışlardan biri hüküm sürüyordu. Yiyecek ve yakıt yoktu. Hergün ekmek ayaklanmaları patlak veriyordu.
Yaşasın Komün!
10 Mayıs tarihli "Le Proletaire" gazetesinde yayınlanan bir yazıda şunlar yer alıyordu: önce burjuva devletin bürokratik cihazını paramparça etti. Bu onun en büyük tarihi eylemiydi. Eski ordu, eski polis, eski idari ve hukuki kurumlar yerle bir edildi. Sürekli ordu ve polisin yerini eli silah tutan tüm yurttaşlardan oluşan büyük Ulusal Muhafızlar aldı. Bütün yöneticiler ve bütün memurlar, yargıçlar da dahil, halk tarafından seçiliyor, kendilerinden hesap sorulabiliyor ve her an görevden alınabiliyorlardı. Bürokrasinin ayrıcalıklarına karşı verilen savaşın bir diğer adımı olarak, 1 Nisan'da Komün üyelerinin maaşlarının ortalama işçi ücretini aşamayacağı karar altına alındı. Sıra devletin manevi baskı aletini parçalama işine germişti. "Rahipler iktidarı" ortadan kaldırıldı. Din ile devlet işleri birbirinden ayrıldı. Bu arada eğitim de laikleştirildi. Bütün dinsel simge, dua ve dogmalar okullardan uzaklaştırıldı. Din bir vicdan sorunuydu ve herkes "kendi vicdanı"yla başbaşaydı. Kilisenin öğrenim kurumlarının tümü parasız olarak halka açıldı. Herkese öğrenim görme
Komün, proleter kahramanlık, girişkenlik, fedakarlık yeteneği demekti. Ve Komün'ün bu özel nitelikleri saflarındaki kadın savaşçılarda da fazlasıyla vardı. Komün'ün ilk günü 18 Mart'ta kadınlar Ulusal Muhafızların toplarını almak üzere burjuva hükümetin gönderdiği birliklerin etkisiz hale getirilmesinde çok önemli bir rol oynadılar: Kuşatma ve Komün boyunca kadınlar çok fazla dernekte, savunma komitesinde ve Kadınlar Birliği'nde örgütlenmiş ve faaliyet göstermişlerdi. Kadınlar Birliği, semt ve mahalle temelinde örgütlenmişti; ideolojik eğitimin yanı sıra, kadınlara sağlık hizmeti, savunma hizmeti, üretime katılma gibi alanlarda yönetiyordu. Kadınların eğitimi, onlar için meslek okulları ve parasız okulların, kreşlerin açılması, fahişeliğin ortadan kaldırılması için mücadelede işleri arasındaydı. Kadınlar, eğitim reformunun planlanmasında ve uygulanmasında önemli roller üstlendiler. Her ilçede, ambulanslarda ve sahra mutfaklarında görev alacak kadınları kaydettiler. Yardım fonlarını yönetecek gönüllüler buldular. Komünün savunması için gerekli silahların üretiminde çalıştılar. Kadınlar Birliği, sadece kadınların değil, Komün'ü ve halkın davasını savunmaya ve desteklemeye kararlı erkeklerin örgütlenmesi için de büyük çaba harcadı. 11 Nisan'da yayınladığı ilk çağrısında "Silah başına!" diye haykırıyordu. Namluların kimlere çevrilmesi konusunda ise bulanık "Anayurt tehlikede!" sloganı ile yetinmiyor; işgalci Almanların yanı sıra, burjuvaziyi de gösteriyordu: Paris'de saldıranlar özgürlük, eşitlik, kardeşlik çağrısını tehdit eden yabancılar mı? Hayır, bu düşmanlar, halkın ve özgürlüğün katilleri Fransızlar. Komün konseyi kadınlarla iki yasa çıkardı. Bunlardan 9 Nisan'da çıkarılmış olanı, resmi olarak evli olsun olmasın savaşta ölen her Ulusal Muhafız'ın eşine ve çocuğuna maaş bağlanmasını öngörüyordu. 12 Mayıs'ta da ayrılık halinde kadına nafaka bağlanmasına karar verirdi. 18 Mayıs'ta ise kadın ilkokul öğretmenleri ile erkek öğretmenlerin eşit ücret almalarını öngören yasa çıktı.
Neden yenildi?
Tarihteki ilk işçi devleti burjuvazinin amansız saldırılarına yalnızca 72 gün dayanabildi. Sonra yenildi. Burjuvazi üstüne gelince işçi sınıfının önünde iki seçenek vardı: Ya teslimiyet ya dövüş! Ne kadarda elverişsiz koşullar içinde olursa olsun, o, tercihini ikinciden yana yaptı. Dövüştü. Bir yanda çalışan, düşünen, dövüşen, kanayan tarihi atılımın verdiği coşkuyu dört bir yana saçan Paris, burjuva dünyasının iki yüzlülüğü, sınıf bencilliği, ihaneti ve vahşeti vardı. Yenilginin nedenleri başında, devrimin koşullarının yeterince olgunlaşmamış olması gelir. Burjuvazinin ihaneti proletaryayı erken bir doğuma zorladı. Ama Paris işçileri 18 Mart'ta silahlarını dövüşmeden teslim etmiş olsalardı, bu onlar için daha ağır bir yenilgi anlamına gelecekti. Proletaryanın bilinç ve örgütlülük düzeyinin yetersizliğiydi. Paris proletaryasına henüz bilimsel sosyalizm yol göstermiyordu. Harekete öncülük eden ütopik sosyalistler ve anarşistlerdi.Bu, Komün'ün en temel konulardaki yalpalama ve yetersizliklerinin de kaynağıydı.
Hareket tüm Fransa'yı kucaklamaktan uzaktı. Komün eylemini taşraya yayamadı. Paris'te sınırlanmış olarak kaldı.Taşra ile bütünleşememek ve kendi sınırları içinde hapsolmak da, Komün'ün yenilgisinin başlıca nedenlerindendir. Özellikle devrim dönemlerinde proletaryanın birbirine sımsıkı kenetlenmiş, toplumsal gelişmenin yasalarının bilgisi ile donanmış bir öncüye ihtiyacı vardır. İlk işçi devletinin en önemli eksikliklerinden biri belki de buydu; denenmiş, sınanmış bir kılavuzun, görevlerinin ne olduğunu bütün açıklığıyla kavramış bir ihtilaci proletarya partisinin yokluğu... Komün, öncü parti olmaksızın, iktidarı ele geçirse bile işçi sınıfının onu elinde tutamayacağı ve toplumsal dönüşümleri gerçekleştiremeyeceğinin tarihsel bir örneğidir.
Ya özgürlük ya ölüm
28 Mayıs Pazar günü son direniş de ezildi. Senn Nehri kan akıyordu. Paris'in batı yakasından doğuya, işçi mahallelerine doğru gelindikçe direniş daha zorlu ve ölümüne olmaya başlamıştı. Komün'ün son savunucuları, silahlarında mermi kalmayınca bedenlerini düşmana siper yaptılar. Çıplak elle namluların üzerine atıldılar. Tüfek artık yeterince çabuk öldürmüyordu. Tutsak alınan komünarlar, makineli tüfeklerle infaz edildiler. Erkekler, kadınlar ve çocuklar, her yıkıntıyı bir kale haline getiren bu savaşçılar duvarların dibine dizilip öldürüldüler. Kahramanlık son sözünü söyledi. Nefret ve sınıf kini gelecek kuşakların belleklerine yazıldı. 30 bin civarında insan savaşta ve askeri mahkemeler kararıyla öldürüldü. 38 bini tutsak edildi. Paris'in proleterleri, ezilenleri daha özgür ve eşit günlere götürecek devleti kurmuş ve onu 72 gün boyunca yaşatmış olmanın mutluluğuyla dövüşerek öldüler. Onların bu yiğitliği nedeniyledir ki, Komün artık sadece tarihteki ilk işçi devletinin değil, proleter cesaret ve kahramanlığın adı olarak da yaşar ve yaşamaktadır.
ve bu bölgelerde gerçekten de istihdamı, ucuz işgücünü ve sömürüyü arttıracağı düşünülürse, bölgesel sendikacılık uygun bir model olarak düşünülebilir, düşünülebilirdi. Ancak yeni yasa böylesi bir düşüncenin ürünü olmadığından beklenen ve arzulanan değişiklikleri yansıtmamaktadır.
…Farklı sendikal örgütlenme modelleri kimlerin kabusudur? Farklı sendikal örgütlenme modelleri; neoliberalizmin bir gereği olarak emek piyasalarını olabildiğince parçalamak ve sınıf mücadelesini baltalayacak her türlü mekanizmayı hayata geçirmek konusunda kararlı olanların kabusudur.
Farklı koşullar ve farklı dinamikler etrafında gerçekleşen neo-liberal tahribat birçok alanda gözlemlenebilir durumdadır. Emek piyasalarına ve tüm topluma yönelik sosyal politika önlemlerini piyasaya bırakarak sosyal olma niteliğini yitirmeye başlayan devlet ise, izlediği yol sayesinde bu tahribatı her geçen gün bir önceki günden daha fazla desteklemektedir. Ve bu destek devletin sadece işçi sınıfının genel ihtiyaçlarına değil, o işçi sınıfının yaşadığı ve emeğini sarf ettiği belirli bölgelerin, şehirlerin özgün ihtiyaçlarına da gözlerini kapamasına, oraları tamamen kapitalist sermaye birikiminin arzuları doğrultusunda gözden çıkarmasına neden olmaktadır. Oysa ki, konunun özüne dönecek olursak, içinde bulunduğumuz dönem, sadece emek piyasalarının değil aynı zamanda bölgelerin de bölgesel farklılıklar temelinde sosyo-ekonomik açıdan, daha baskın bir şekilde ayrıştığı bir dönemdir. Çoğu devlet için böylesi bölgesel farklılıklar sermayenin hizmetine koşulacak fırsat pencereleri olarak değerlendirilir. Bu fırsat pencereleri mikro anlamda bir organize sanayi bölgesi içinde kurulacak serbest bölgeyi tanımlanabileceği gibi, makro anlamda bir şehrin ya da bölgenin bütünü olarak da tanımlanabilir. Ama bu başlık altında bizi ilgilendiren bir şehrin ya da bölgenin sermaye sınıfı açısından fırsat penceresi olarak tanımlanması ve bu bölgelerde sendikal örgütlenmenin zorlaştırılmasıdır. Bugün işkolu sendikacılığı, üretim sistemleri ve emek rejiminin değişen yapısal unsurlarına benzer şekilde işçi sınıfının mekansal ihtiyaçlarına tam anlamıyla cevap verebilme noktasında yetersiz kalmaktadır. Bu nokta çok önemlidir ve dikkatlerden kaçmamalıdır. Son teşvik paketinde olduğu gibi bölgesel farklılıkları sermaye birikiminin lehine birer fırsata dönüştüren devlet, aynı fırsatı işçi sınıfı ve tüm emekçi kitleler açısından da yaratmak durumundadır. Konuyu daha özel bir bağlamda ele alacak olursak örneğin; işkolu sendikacılığı Doğu ve Güneydoğu
Anadolu Bölgeleri’nde yaşayan işçi sınıfının sorunlarını anlama ve çözümleme noktasında yetersiz kalmaktadır. Her iki bölgenin kendine özgü, yerel düzeyde çözüm bekleyen yerel sorunları vardır. Yıllardan beridir merkezi yönetimi özellikle İstanbul ve Ankara gibi büyük illerde bulunan işkolu sendikacılığı, sendika genel merkezinin çevresinde bulunan işgücünün yapısına uygun bir örgütlenme şekline sahip olduğundan Doğu ve Güneydoğu illerinde yaşayan işçilerin ihtiyaçlarına yeterli ölçüde cevap verememektedir. Kuşkusuz bu durum çok da garip değildir. İstanbul, Kocaeli, Zonguldak, Ankara gibi şehirler ya işgücünün önemli bir bölümünü barındırmaktadırlar ya da barındıran şehirlere komşudurlar. Sanayinin ve hizmetler sektörünün gelişmiş olduğu bu şehirlerde işkolu sendikacılığı görece daha işlevsel olabilir. Ancak aynı sendikal örgütlenme biçiminin Doğu ve Güneydoğu illeri için de eşit derecede işlevsel olduğundan bahsetmek pek mümkün görünmemektedir. Bu duruma neden olan birden fazla faktör vardır. Öncelikle, istihdamın yapısı diğer bölgelere göre daha farklıdır. Hatta bir adım daha ileri gidersek bu bölgelerde bir istihdam sorunu vardır. Bu sorunun bir parçasını işsizlik oluşturuyorken, diğer parçasını kayıtdışı istihdam oluşturmaktadır. Batı’da belirli bir düzeye ulaşmış olan sanayi ve hizmetler sektörünün gelişmişlik düzeyi bu bölgelerde düşüktür. İstihdamın yapısını etkileyen temel faktörlerden biri de budur zaten. Bu tür sorunlara çözüm olacağı iddiasıyla hayata geçirilen bölgesel asgari ücret, sermayeye dönük vergi indirimleri ve yatırım kolaylıkları ise tek yönlü bir çözüm amacını gütmekte, bölgeyi ucuz emek havuzuna dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda, sorunun çözümü olarak sermayenin gündelik yaşama nüfuz edebilme kapasitesi arttırılırken, bu anlayışın devamı olarak işçi sınıfının kendi potansiyelleri doğrultusunda çözüm üretebilme olanakları görmezden gelinmektedir. Sendikal örgütlenme modeli açısından ise, özellikle yeni teşvik paketinin beklenen sonucu vereceği
Farklı sendikal örgütlenme modelleri; özellikle ve özellikle üstüne basa basa vurguluyorum, Doğu ve Güneydoğu illerini uzun vadede Çin’e dönüştürmeyi kafasına koymuş, 4+4+4 gibi bir düzenleme sayesinde sermayenin potansiyel anlamda ihtiyaç duyabileceği işgücünü yaratabilme iktidarına sahip, teşvik paketleriyle buralarda istihdam ve refah yaratma söyleminin ardına saklananların kabusudur. Farklı sendikal örgütlenme modelleri; işçi sınıfının sendika merkeziyle arası ne kadar kopuk olursa, merkezin çözüm üretme mekanizmalarına katkısının o denli az olacağını bilenlerin kabusudur. Ne de olsa ülke çapında örgütlü bir işkolu sendikasının konsantrasyon ve eylemlilik düzeyi, yerelin ihtiyaçlarını sıcağı sıcağına cevap verebilme noktasında yetersiz kalmaktadır ve yetersiz kalacaktır. Kayıtdışı istihdam sorunu toptan çözülse, tüm çalışanlar kayıt altına alınsa ve bu bölgeler birer sanayi merkezlerine dönüşse bile bu yetersizlik kendisini sürekli olarak yeniden üretecektir. Farklı sendikal örgütlenme modelleri; dönem dönem yerel unsurlara methiyeler düzmekle birlikte, işçi sınıfının yerel dinamiklerinden korkan ve onları en iyi nasıl kontrol eder ve denetimim altına alırım diye düşünen patronların kabusudur. Farklı sendikal örgütlenme modelleri; işçi sınıfının asıl gücünün örgütlü mücadelesinden geldiğini çok iyi bilen ve örgütlü mücadele içerisinde bir özne olarak kendini tanımladığı an sermaye sınıfının karşısına tüm cesaretiyle dikilecek olan işçilerden korkanların kabusudur. Ve son olarak farklı sendikal örgütlenme modelleri; Türkiye’de sendikal demokrasi diye bir olgunun gerçek anlamda var olmadığını bilen, bu yüzden sendikal bürokrasinin ve sendika ağalarının arkasına gizlenmeyi bir adet haline getirmiş demokrasi düşmanlarının kabusudur.
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
Komün neleri başardı?
Komünde kadınlar
Proletarya hasmına karşı fazla hoşgörülü davrandı. Alaşağı ettiği hainlerin Almanlara sığınmasına göz yumarak, burjuvaziye güçlerini toplama olanağı tanımış oldu. Ulusal ihanet hükümetin üzerine yürümek yerine en değerli zamanlarını Komün seçimleriyle geçirdi. Burjuvazinin can damarı olan Fransız Ulusal Bankası'na el koymadı. Komün'ün elindeki banka 10 bin rehinden daha değerliydi. Bu, Komün ile barış yapması için Versay hükümeti üzerinde baskı yapan tüm Fransız burjuvazisi demekti.
SAYFA 07
Savaş ulusal borcu iki katına çıkarmıştı. Vergileri korkunç bir biçimde şişirmiş ve ulusal kaynakları yiyip bitirmişti. Bu hesabı kim ödeyecekti? Burjuvazi, proletaryayı işaret ediyordu. Ayaklanmayı bastırmak için Almanlarla iğrenç bir pazarlığa girdi. 28 Ocak 1871'de burjuvazi Paris'i Almanların ayakları altına serdi. Ama Paris doğruldu. Silahlarını bırakmayı reddederek ayağa kalktı. Komün doğmuştu. Bu tarihi ayaklanmada çeşitli milliyetlerden ihtilalciler Komün saflarında savaştılar. Belçikalılar, Hollandalılar, Çekler, İtalyanlar... Komün, proletaryanın enternasyonal kardeşliğini yaşama geçirdi. Komünün bayrağı dünya cumhuriyetinin bayrağıydı.
hakkı tanındı. 16 Nisan, çok önemli bir ekonomik kararın daha alınışına tanıklık eder. Daha önce bütün kira ya da taksit borçları affedilmişti. Bu kez, sahipleri tarafından kapatılan ya da terk edilen fabrikaların kendi işçileri tarafından işletilmesi gündeme getirildi. Bu işçiler kooperatiflerde örgütlenecekler ve bu kooperatiflerin tek bir büyük birlik halinde örgütlenmesi için gerekli planları hazırlayacaklardı. 20 Nisan'da fırınlarda gece çalışması kaldırıldı. İkinci imparatorluk döneminden beri, polis tarafından seçilen ve birinci sınıf emek sömürücülerinin elinde tekelleşmiş olan iş bulma büroları kapatıldı.
Farklı sendikal örgütlenme modelleri kimlerin kabusu?
sayfa 7
İşkolu sendikacılığını merkezi ve güçlü bir sendikal yapının gereği olarak öne sürenlerin asıl derdi de, anti-demokratik sendika yönetimlerinin kendileri için birer destekleyici unsur olarak garantiye alınmasıdır. Bugün güçlü ve merkezi olduğu bilinen bazı iş kolu sendikalarının ve konfederasyonlarının işçi sınıfıyla hiçbir ilgisinin olmadığı herkes tarafından açıklıkla bilinmektedir. Sorun demokrasi kavramının nasıl algılandığıyla ilgilidir.
SAYFA 08
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
sayfa 8
MARKSİZM VE ŞİDDET-TERÖR SORUNU-4
KIZIL ORDUYU İNŞA EDİN Die Rote Armee aufbauen!” Yanlış insanlara doğruyu anlatmaya çalışmanın anlamı yok. Biz bunu daha önce uzun süre yaptık. Baader’in hapisten kurtuluşu eylemini biz entelektüel gevezelere, korkudan altına edenlere, her şeyin en iyisini bilenlere anlatmaya kalkmadık, aksine halkın potansiyel devrimci kesimine anlattık. Bu eylemi, bunu hemen kavrayabileceklere anlattık, çünkü onlar da zaten hapiste.
Baader’i kurtarma eylemi neredeyse parkta yürümek kadar basitti. Eğer ne olduğunu anladıysanız -Zaten yorumlarınız iyi anladığınızı gösteriyor, bu yüzden kurşunun sizin de karnınıza saplandığını söylemek oportünizmdir…- eğer bir şey anladıysanız, dağıtımlarınızı yapmak için daha iyi bir yol bulmalısınız.
Eylemsiz sol gevezelik, halkın bu kesimlerine hiçbir şey veremez. Halkın buna karnı tok.
Size eylem için yaptığımız planlar gibi yöntemlerimizle ilgili söyleyeceklerimiz yoksa ”sizi mankafalar! Kendinizi düşmana yakalattığınız sürece, başkasına düşmandan nasıl kaçacağına dair öğüt verme durumunda değilsiniz! Maceracılıktan kastınız ne? Bu sadece birinin kendini muhbir olarak ilan etmesidir…
Baader’in kurtuluşu eylemini Märkischer semtinin gençliğine anlatmalısınız, Eichenhof, Ollenhauer, Heiligensee’deki kızlara anlatmalısınız, yetiştirme yurtlarındaki delikanlılara anlatmalısınız. Çok çocuklu yoksul ailelere, genç işçilere ve çıraklara, ortaokul öğrencilerine, yoksul semtlerdeki ailelere, Siemens, AEG-Telefunken, SEL ve Osram işçilerine, hem ev işi yapıp çocuğa bakmak hem de akord çalışma zorunda kalan evli kadın işçilere anlatmalısınız !
Çelişkileri doruğa çıkarmak ne demek? Kafanı kesmeleri için uzatmamak demek. Bunun için Kızıl Ordu’yu kuruyoruz. Ebeveynlerin arkasında öğretmen, gençlik dairesi ve polis duruyor. Ustabaşının arkasında usta, personal bürosu, fabrika koruması, sigorta ve polis duruyor. Kapıcının arkasında apartman yönetimi, ev sahibi, mahkeme icracısı, tahliye davaları ve polis duruyor. Domuzlar notlarla, işten atmayla, kovmayla ve bir sürü hokus pokusla işlerini görüyor. (.)
Bu eylemi, yaşadıkları sömürü karşılığında yaşam standartlarının yükselmesi ve tüketim artışı gibi tazminat alamayanlara, ev kredisi anlaşması, küçük kredi, orta sınıf otomobili olmayanlara anlatmalısınız. Bütün bu ıvır zıvırlara sahip olmayacaklarını bilenlere ve bunun peşinde koşmayanlara!
Şunu açıkça kavramalısınız ki, emperyalizmin sosyal demokrat pisliği, senatodan gençlik dairesine kadar her yere sızmış olabilir ve sizi elinde oynatmak, aldatmak, gafil avlamak, tuzağa düşürmek, korkutmak, savaşmadan ortadan kaldırmak gibi her türlü domuzluğu yapmaya hazırdır.
Öğretmenlerinin ve eğitimcilerinin, kurum yöneticilerinin ve bakım kurumlarının, usta ve ustabaşılarının ve sendika temsilcilerinin ,semt belediye başkanlarının gelecek vaatlerinin yalan olduğunu bilen ama sadece polisten korkusu kalmış bütün insanlara! Bunların tümüne -ama küçük burjuva entelektüellerine değil- artık sona gelindiğini, bundan sonra başka bir şeyin başladığını ve Baader’in kurtuluşu eyleminin sadece bir başlangıç olduğunu anlatmalısınız! Ki, aynasızlar düzeninin sonu görülüyor.
Şunu açıkça kavramalısınız ki, devrim bir Paskalya Yürüyüşü olmayacak. Ki domuzlar, bütün araçları sonuna kadar kullansa da ama hepsi bu kadar, daha ileri gidemeyecekler. Çelişkileri sivriltmek için Kızıl Ordu’yu inşa ediyoruz. Kızıl Ordu’yu inşa etmeden bütün çelişkiler ve fabrikalardaki, mahallelerdeki siyasi çalışmalar boşa çıkacaktır ve reformizmin yargısıyla mahkeme edilecektir. Bu sadece halkı mahveder, ama halkı mahvedeni mahvetmez!
Onlara Kızıl Ordu Fraksiyonu inşa ettiğimizi ve bunun onların ordusu olduğunu söyleyin. Ve şimdi her şeyin başladığını da söyleyin. Onlar “neden şimdi” diye aptalca sorular sormayacaktır. Çünkü onlar, devlet daireleri ve makamlarla binlerce yolu arkada bıraktı, süreçlerle dansları, bekleme süresi ve bekleme odalarını, tarihleri, kesin hallolanları ve hiçbir şeyin hallolmadığını geride bıraktı. Ve sempatik öğretmenle konuşmayı başarıp buna rağmen sonunda sınıfta kalmayı engelleyemeyenler ya da çocuğunun anaokulu için hiçbir yer kalmadığını söyleyen çaresiz anaokulu öğretmenini de arkada bırakanlar… Size “neden şimdi” sorusunu sormayacaklar! Tabii ki gazetelerinizi polis el koymadan önce dağıtacak durumda olmamanızın nedenleri konusunda söylediğiniz hiçbir söze de inanmayacaklardır. Çünkü yalaka solun ajitasyonuna gelmeyip, domuzların yaklaşamayacağı bir dağıtım ağı kurmak zorunda olan gerçekçi sol olmalısınız. “Bu çok zor” diye saçmalamayı bırakın.
Çelişkileri doruğa tırmandırmak demek, onların her istediklerini yapmaları değil, tam aksine biz ne istersek onu yapmak zorunda kalmaları demek. Üçüncü dünyanın sömürülmesinden, Pers petrollerinden, Bolivya’nın muzundan, Güney Afrika’nın altınından pay alamayanların, sömürücülerle birlikte olmasının hiçbir temeli olmadığını onlara açıkça anlatın. Onlar şimdi burada neler döndüğünü ve Filistin, Vietnam, Guatemala, Küba ve Çin’de daha önce neler olduğunu anlar. Baader’in kurtuluşu eyleminin tek bir eylem olmadığını, ama bundan önce Almanya’da hiç gerçekleşmemiş bir eylemin ilki olduğunu eğer anlatırsanız, onlar anlar. Şu kesin ki siyasi faaliyetten dolayı hapis cezaları daha da ağırlaştırıldı. Bunun sebebi sosyal demokrat zırvalıklarının emperyalizm gibi hareket etmesidir. Bunlar altüst edilmeli, soruşturulmalı, pusu kurulmalı, korkutulmalı ve kavga edilmeden yok edilmelidir. Basılmış evlerde, divanlarda oturup küçük hesaplı kuş beyinliler gibi aşklarınızı anlatmaktan vazgeçin. Gerçek bir dağıtım ağı kurun. Herkesi ayaktakımı yapmaya çalışan sosyal çalışmacıları, lahana kemiricilerini, korkudan altına edenleri bırakın oldukları yerde. Hak edenlerin suratına tokat atmak için bekleyen proleter kadınları ve lümpen proleteryayı bulun. Yetiştirme ve işçi yurtları nerede, nerede çok çocuklu aileler onları bulun. Onlar liderliği üstleneceklerdir. Yakalanmayın, yakalanmamayı bilenlerden yakalanmamayı öğrenin.
Sınıf savaşını yükseltin. Proleteryayı örgütleyin. Kızıl Orduyu İnşa Edin…
Tunus’tan Mısır’a Arap Devrimi (Güney Asyalı Marksist sosyal bilimci Vijay Prashad, ile arap baharı söyleşisi.. Pothik Ghosh (PG): Arap dünyasındaki son olaylar hangi anlamda bir devrim olarak adlandırılabilir? Bu olaylar son 20 senelik sürece yayılan ‘renkli’ devrimlerden ne ölçüde farklı, açıklar mısınız? Vijay Prashad (VP): Her devrim aynı değildir. Doğu Avrupa’daki renkli devrimlerin farklı bir temposu vardı. Sınıf nitelikleri de farklıydı. Halklar kendi sınıfsal ya da ulusal çıkarları için eyleme geçmiş olsa da, bu devrimler ABD emperyalizminin çizgisiyle uyumluydu. Gürcistan’daki Gül devrimini ve Ukrayna’daki portakal devrimini anımsıyorum. Ukrayna’da Otpor, George Soros’un Açık Toplum‘u ve ABD hükümetinin Ulusal Demokrasi Enstitüsü tarafından yağlandı. Ayrıca Rus parası da büyük defterin her iki yanında salındı. Doğu Avrupa devrimleri esasen, devlet sosyalizminden vahşi kapitalizme travmatik geçiş süreciyle sarsılan dünya bölgelerindeki politik savaşımlardı. Şimdi tanık olduğumuz Arap devrimi, Arap dünyası için “1968e yakın bir şey. Arap nüfusunun yüzde 60ı (Mısır’da yüzde 70i) 30 yaşın altındadır. Onların sloganları, ‘saygınlık’ ve’ iş’ taleplerinde somutlaşıyor. Doğal kaynak laneti , bu genç nüfusun içinde yaşadığı toplumlarda serveti sadece küçük bir azınlığa kazandırdı. Sosyal gelişme Arap dünyasının yalnızca bazı kesimlerine ulaştı: Tunus’un okur-yazarlık oranı yüzde 75dir, Mısır’da yüzde 70 ve Libya’da ise yaklaşık yüzde 90. Eğitimli alt-orta sınıf ve orta sınıf gençliği iş bulamıyor. Birbirine bağlı aşağılayıcı toplumsal durumlar bu gençleri ayaklandırıyor: İş yok, otoriter devletin saygısı yok, üstüne üstlük dünya mertebesinde ikinci sınıf yurttaş olmaktan kaynaklı genel rahatsızlık da ezici boyuttaydı. Sokaklarda yükselen sesler, ‘saygınlık’, ‘adalet’ ve ‘iş’ taleplerinin bir birleşimiydi. PG: “Yasemin devrimi” adı verilen bu devrim, Doğu’da ve Magrep’te, İslamcı kimlikçilikten canlı bir işçi sınıfı politikası türüne, muhalif politikanın politiko-ideolojik topoğrafyasının baskın karakterini dönüştürme fikrini taşıyor mu? Hangi koşullarda bölgede kontrolden çıkmış bir yangın gibi yayılan bu genel grev dizileri bir karşı-iktidar kümelenmesine dönüşebilir? Yoksa bu, bölge dışındaki solcuların vekaleten ürettiği bir arzu mu sadece? VP: Korkarım ki bu, bizim vekaleten ürettiğimiz bir arzu. Gençlik, işçi sınıfı ve orta sınıf mücadelenin temposunu geliştirdi. Mücadelenin kazanacağı yön ise açık değil. Devrimleri gözden geçirirken analojiler kullanırım, çünkü değişim olayları büyük ölçüde tesadüfidir. Kendiliğinden olan ve yapının dürtüklediği büyük bir kavgadır bu. Örgütlü işçi sınıfı, özellikle Mısır’da örgütlü teoktarik bloktan daha zayıftır. İlerici tipte bir sosyal değişim Arap topraklarına büyük ölçüde albaylarla geldi. İşçi sınıfı mücadeleleri hiçbir Arap ülkesinde amacına ulaşamadı. 1950lerde Irak’ta gelişen işçi hareketi ordu tarafından ele geçirildi ve ardından üstü kapalı bir ittifak yaptılar. Meksika devrimi 1911de başladı, fakat 1917 anayasası yazılıp, Carranza 1920de ve hatta belki de Cardenas 1934de başkanlığa yükselinceye kadar PRI [Kurumsal Devrimci Parti] rejimini tam olarak kavrayamadı. Meksika ve Mısır arasında birçok paralellikler görüyorum. Her iki ülkede de sol yeteri düzeyde bir gelişme gösteremedi. Benzer biçimde her iki ülkede de sağ tehlike hep vardı. Porforio Diaz devletinde olduğu gibi, firavun-vari devlet bozulursa, köylüler ve işçi sınıfı kendiliğindenliğin ötesine geçerek biraz daha gövdeleşebilir. fakat iktidara etkin biçimde el konmazsa, karşı devrim etkin ve sıkı biçimde ortaya çıkabilir. PG: Sizce böyle bir dönüşüm ortaya çıkmazsa nasıl bir tehlike söz konusu? Böyle bir başarısızlık, neoliberal konjonktürün kendini Batı Asya’da bir yanda faşizan bir İslamla, diğer yanda ise otoriteryanizmle gösteren bir konsolidasyonuna yol açar mı? VP: Bu dönüşüm umarım başarısız olmaz, ama eğer başarısızlığa uğrarsa ortaya çıkabilecek üç seçenek
sayfa 13 Vijay Prashad
1- Mısır egemen sınıfı ve ABD baskısı altında ordu kontrolü ele alacak. Bu, şu an için Tunus’ta olası değil, çünkü ikinci bir seçenek kendini gösterdi; 2- Egemen koalisyonun tarafları despotizmin görünür yüzünü uzaklaştırmak -Bin Ali’nin Suudi Arabistan’a gönderilmesi- gibi ivedi tavizlerle sokaktaki eylemci kalabalıkları dağıtabilir. Eğer Mübarek giderse, Mübarek devletinin dizginleri, Ömer Süleyman gibi onun kanlı uşaklarından birine emaneten devredilir. Mübarek bunu Ahmet Şefik ile denedi, fakat Tantawi‘ye, Mübarek’e yakın olan ve egemen blok tarafından güvenli görülen başka generallere de gidebilirdi. Seçkinler arasında, Mübarek ile kendileri arasına mesafe koymaya başlayan ve kendini sağlama almak adına sokakla iletişim kurmaya başlayan kişiler görmek için bekleyeceğiz. İran Şahı son bir hamle olarak Şahpur Bahtiyar’ı başbakan olarak atamıştı. Bu işe yaramadı ve ardından devrim daha da yayıldı. Eğer bu işe yaramazsa,
Bakanlığı’nda Boutros Boutros-Ghali ile birlikte çalıştı. İlişkileri bu süreçte başladı. Her ikisi de Birleşmiş Milletler bürokrasisine kaçtı. Boutros Ghali, Fehmi’den daha uysal biriydi. El Baradey’in Fehmi’ye benzediğini düşünüyorum. IAEA’da ABD baskısına boyun eğmedi. Tahminen Mübarek iktidarının en kötü yıllarını Kahire dışında geçirmiş olması ona itibar kazandırıyor. Aksi taktirde onun türünde bir adam, atama yoluyla Mübarek iktidarının bir parçasına dönüşmüş olurdu. Yalnızca onun gibi aykırı bir tip, hem iktidar bloku içinde (sınıf konumu ve içgüdüsü bakımından) hem de iktidar aygıtının (Mübarek’in kabine çevresi) dışında olabilir. Bu önemli bir ayrıcalık noktasıdır. Müslüman Kardeşler’in kendi cephesinde hareket etmemeye özen göstermesi, halkın liderleri tayin edecek imkanlardan yoksunluğu ve Ayman Nour’un sağlık durumunun iyi olmaması dolayısıyla El Baradey’in görevi devralması mümkün görünüyor.
3- ABD büyükelçiliği Muhammed El Baradey‘e yeşil ışık yakan bir mesaj gönderecek. El Baradey Müslüman Kardeşler tarafından saygın bir aday olarak görülüyor. 30 Ocak günü halkın karşısına çıkan Baradey, birkaç gün içinde sorunun çözüleceğini söyledi. Bu, Müslüman Kardeşler’in ve elbette Mübarek kliği içindeki çeşitli kesimlerin desteğiyle onun yeni devlet başkanı olacağı anlamına mı geliyor? Eğer böyleyse, halk için bu yeterli olacak mı? Kitlelerin başka bir seçeneği kalmayabilir. El Baradey, IAEA’de [Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı] İran konusunda ABD’yi tedirgin etmiş başına buyruk bir tiptir. Başka deyişle kolay bir lokma olmayacak. Öte yandan büyük ihtimalle Mübarek’in ekonomi politikasını aynen sürdürecektir. Bu ise IMF-Dünya Bankası Yapısal Uyum bölüm 2nin özüdür; “iyi yönetişim” ile yan yana aynı eski özelleştirme politikalarına devam. El Baradey Mısır’da iyi yönetişim istedi. Sokaklar ise daha fazlasını istiyor. Şimdilik bir ateşkes olacak, Chavez’in dediği gibi, “por ahora” (şimdilik).
PG: Dünyanın bu kesiminde yirmi yıl öncesi bir döneme kadar çok güçlü bir varlığı olan işçi sınıfının ve diğer belli sol-demokratik örgütlerin ortada olmaması, sadece onların (Irak’ta Saddam Hüseyin’in, Suriye’de Hafız Esad’ın, Mısır’da Nasır’ın ve Mübarek’inki gibi) çeşitli otoriter rejimler tarafından vahşice bastırılmasının ve/ya da Müslüman Kardeşler gibi İslamcıların sürdürdüğü sistematik maddi bir kıyımın sonucu mudur? Yoksa bu durum, söz konusu grupların doğasında var olan politik-teorik zayıflıklarla ilişkili bir şey mi? İslam ve özellikle Arap dünyasında sol/komünist/sosyalist güçlerin ölümcül hatası, “işçi sınıfının kendini kurtarması” denen evrensel sorunu kendine özgü kültürel ve tarihsel bağlamları içinde kavrama ve ortaya koymadaki yetersizlik ya da isteksizlikleri değil miydi?
PG: Her şeye rağmen bölgedeki muhalif/karşıt görüşlü politiko-ideolojik alana neredeyse tam olarak hakim olan radikal islamcılar, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in sahip olduğu türden etkin bir örgütlü güç olarak sahneye çıkamadı. Sizce bu neden böyle? VP: Müslüman Kardeşler şu anda sokaklarda. Fakat ideolojik söylemini yumuşattı. Bu çok açık. Müslüman Kardeşler’in sözcüsü Cemal Nasır, protestoların sadece küçük bir parçası olduklarını, protestonun İslam diniyle değil Mısır’la alakalı olduğunu söyledi. Bu çok zekice bir tutum. Benzeri bir tutumu 1978-1979 protestoları döneminde İran’da mollalar da sergilemişti. Şah’ı devirmek için “halk yığınları”nı kuliste beklediler, ve daha sonra saldırdılar. Müslüman Kardeşler de böyle yapar mı? Şimdi, bu devrimin örgütlü bir gücün değil, halkın gerçekleştirdiği bir devrim olduğu söyleniyor. Bu elbette doğru bir görüş, ama yetersiz. Halk seferber olabilir, eyleme geçebilir; fakat bir aracılık ya da bir kuruluş olmaksızın yönetemez. Bu tam da yapılandırılmış unsurların oyuna girdiği yerdir. Şekillenen başka bir alternatif yoksa, Müslüman Kardeşler iktidarı alır. Müslüman Kardeşler’in El Baradey’i bütünüyle desteklemesi, ABD’yi hemen karşısına almak istemediği anlamını taşıyor. Bu, daha sonraki süreçte olacak bir şey. PG: El Baradey gibi karakterin ortaya çıkması ne anlama geliyor? Onlar gerçekten de uluslararası medyanın göstermeye çalıştığı gibi direnişin “politik yüzü” mü? VP: El Baradey saygıyla anılıyor. 1960larda Nasırcı Dışişleri Bakanlığı’nda çalıştı. Daha sonra İsmail Fehmi yönetimi döneminde aynı bakanlıkta görev yaptı. Fehmi’nin ne denli etkileyici biri olduğu göz ardı ediliyor. Mısır lideri Sedat Kudüs’e gittiğinde, onun kabinesinden istifa etmişti. Fehmi bir Nasırcıydı. El Baradey bir sene boyunca Dışişleri
VP: Fakat baskıyı da küçümsememek gerek. Mısır’da 2006 iç güvenlik bütçesi 1.5 milyar dolardı. 1.5 milyon polis memuru var, ordu personelinden dört kat daha fazla. Bana Mısır’da her 37 kişiye bir polis memuru düştüğü söylendi. Bu son derec uç bir durum. Bu canavarlığa ABD’den gelen finansal destek 1.3 milyar doları buluyor. Mısır işçi sınıfının en önemli olayı 1977de ortaya çıktı. Bu bir ekmek ayaklanmasıydı, ama yenilgiye uğradı. Hemen ardından Sedat, yüzünde bir kedi tebessümüyle IMF’ye gitti. İnfitah‘ı [açılma-ekonomik dışa açılma süreci] resmen başlattı. Hesapları üç yolla denkleştirecekti: İnfitah, ihracata yönelik üretime izin verdi, din kalkanı (al-rais al-mou’min) Sedat’a Müslüman Kardeşler’i deneme ve onlara alttan vurma, Suudiler’den bazı mali fonlara talip olurken, İsrail ile yaptığı anlaşma nedeniyle de ABD’den mali imtiyazlar kazanmaya çalışma imkanı verdi. Bu ise güvenlik aygıtını geliştirmek ve işçi hareketini ezmek için daha fazla araç sağladı. ‘ Kendini-kurtarma’ sorununu ortaya koymanın yaratıcı biçimlerini düşünmeye uygun bir zaman/ mekan ya da dahası böylesi bir düşünsel arayışı fiilen sürdüren aydınlar var mıydı ki? Sorunun zeval bulmasından kaygı duymakla, Ajami‘nin Dream Palace of the Arabs‘ının içine girmiş olmaz mıyız? 1954de Wafd‘a ve Komünist güçlere bağlı sendikaların, yeni bir bölüşüm rejimine destek veren imtiyazlar için Nasırcı rejimle bir pakt imzaladığını anımsayalım. Bu pakt onların bağımsızlığına doğrudan son verdi. Sendikalar temsil ettikleri sınıfa karşı bizzat Ulus’un hizmetine girdi. Uzun dönemde bu ölümcül bir hataydı. Fakat örgütlü işçi sınıfı son derece küçük bir gruptu (Workers and Nile‘nin gösterdiği gibi, işçilerin büyük kesimi resmi olmayan iş kollarında çalışıyordu). Komünist Partisi‘nin ve Wafd‘ın yeni koşullarda en iyi yapabildiği şey, işçi sınıfının ulusal bir harekette merkezi bir rol oynadığını savunmaktı. Nasır ve onun Devrimci Komuta Konseyi bu görüşe kulak verseler de onu hiç dikkate almadılar. Onlara göre tarihin öznesi orduydu. Onlar için bu, kesin ve değişmez bir hükümdü.
sayfa 12
sayfa 9
Bremen’ isimleriyle birkaç sayı yayınlansa da ‘anarşinin kısa yazı’nı hatırlatırcasına tarih sahnesinden silindi. Derginin fikir babası, dönemin öğrenci önderlerinden Dirk Schneider idi. Agit883 zaten Schneider’in de yaşadığı komün evden yayınlanıyordu. Schneider da kaybolmayan, oldukça ilginç bir kişilik. Daha sonra Yeşiller’in ilk milletvekillerinden biri oldu, sonra istifa ederek Demokratik Sosyalizm Partisi’ne girdi.
Sömürülmüş ve Suistimal Edilmiş: ‘Arap Baharı’nın İmkansız Söylemi İndirgeyici söylem, sadece arzulanan sonuçları verecek şekilde, seçici olarak meseleleri okuyup, istediği kadar uygun ya da ilgili olsun, diğer bahislere ya hiç yer vermez ya da çok az değinir. Arap Baharı denen süreç, ilk aşamadaki anlam ve amaçlarından şu an fazlasıyla uzaklaşmış olsa da Bölgesel ve uluslararası müdahalelerle kuşatılmış politik gündemleri geliştirmeye odaklanan anlatılar için bir yetiştirme alanına dönüşmüştür. 17 Aralık 2010’da, Tunuslu çaresiz bir seyyar satıcı bedenini ateşe verdiğinde, Tunusluların saklı ortak güç hazinelerinin kilidini açmak için kullandıkları anahtarın ta kendisiydi. Elinde gerçek bir halk devrimi tutan bir ulusla karşı karşıya gelmenin imkansızlığı düşünülürse, dönemin Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin 14 Ocak 2011’de verdiği görevinden ayrılma kararı kendi adına mantıklı bir değerlendirmeydi. İki hafta geçmeden Mısır da ayaklandı. Tunus’un ideale yakın devrim modelinin, çoğunlukla seçici sayısız okumanın ve nihayetinde mutlak bir sömürünün avı hâline gelmesi tam da bu zamana denk geliyordu. 25 Ocak Mısır devrimi, Arap ulusları arasında dalga dalga yayılan ayaklanmalar ile Tunus arasındaki ilk Arap bağlantısıydı. Kimileri olayı tarihsel, ideolojik ve hatta dinsel faktörlerle açıklama, dolayısıyla her fırsatta bağlantılar kurma ve elverişli her koşulda diğerlerini gözden kaçırma konusunda hızlı davrandı. El Cezire Arapça’nın internet sayfasında, devrim yaşayanlar kırmızıyla işaretlenmiş olmak suretiyle halen tüm Arap ülkelerini dâhil eden bir harita yer alıyor.
‘Arap Baharı’ indirgemeciliği her zaman kötü, politik çıkarlarca güdülenen ya da neo-emperyalist tasarılarca kışkırtılan bir kavram değildir. Mevcut pan-Arabist ya da pan-İslamist anlatılar istediği kadar iyi niyetle tasarlanmış olsun, entelektüelleri, kendi fikirleriyle uyumlu ve tutarlı buldukları herhangi bir söylemi yanlış tanıtma konusunda üzerine düşeni yapıyor. Kimi yeni bir pan-Arabist ulusun doğmakta olduğunu belirtirken kimi de ‘baharı’, Arap toplumları için bir güç kaynağı olarak İslam’ın dönüşünü müjdeleyen bir süreç olarak görüyor. Gerçek şu ki, rekabet halindeki politik ve entelektüel taraflar arasındaki söylemler gittikçe daha da sertleşirken, El Cezire’nin yayıncılık mantığıyla işaretlenen Arap ülkeleri görünüşte ayrı yollarda ilerliyor: bazısı bir demokrasi biçimine doğru gönülsüzce giderken diğerleri, -herkesin herkesle savaştığı- Hobbesçu bir ‘doğa durumuna’ düşüyor.
Batılı medya, bariz gerçekleri örtmek amacıyla dil manipülasyonunda başı çekmeye devam ediyor. Özellikle ABD medyası, NATO savaşının Libya’daki yansımasının, geçen senenin başlarında askeri bir darbe nedeniyle başlayan, iç savaşa evrilen ve hâlihazırda ülkenin kuzey bölgelerinde İslami ve diğer militan gruplara karşı Fransa önderliğinde yürütülen topyekün bir savaşa dönüşen Mali’deki anlaşmazlıkta nasıl pay sahibi olduğuna kayıtsız kalıyor.
“Arapların uyanışı henüz başlıyor”, 23 Aralık tarihli Financial Times’ın başmakalesinin başlığıydı. Mantık ve alt metni, bir zamanlar baskı ve diktatörlüğe verilen kolektif ve sert karşılıkların sinsi bir yorumlamasına işaret ediyor. Metin şöyle devam ediyor: “Esad’ın düşüşü, İran ve onun zayıf Lübnan devleti içinde Şii bir İslamcı devlet konumundaki Hizbullah gibi bölgesel müttefikleri için stratejik bir gerileme olacaktır. Ancak İsrail, İran’ın nükleer tesislerine saldırma tehditlerini pratiğe dökerse, böylece Tahran’ın teokratlarını bölge genelindeki muhalif Müslümanları toplamaya ve merkeze bağlılıklarını güçlendirmeye muktedir kılarsa, bu durum hızla tersine çevrilebilir. Bu tarz bir anlaşmazlığın ABD’yi içine sürükleyeceğini, Körfez ve petrol ticaretini karışıklığa iteceğini, Lübnan’ı ateşe atacağını hayal etmek pek zor değil.”
Mali bir Arap ülkesi değil, dolayısıyla, itinayla şekil verilmiş söyleme uymuyor; fakat Cezayir için aynısı söylenemez. Militanlar, Mali’ye karşı açılan savaşta hava sahasını Fransız savaş uçaklarına açan Cezayir’in bu hareketine misilleme olarak onlarca Cezayirli ve yabancı işçiyi Ain Amenas doğalgaz santralinde rehin aldığında, kimileri Cezayir’deki şiddeti Arap Baharı’yla ilişkilendirmeye çalıştı. Christopher Helman 18 Ocak’ta Forbes’te şöyle yazmıştı: “Bir bütün olarak bakıldığında, Libya Bingazi’de ABD büyükelçiliğine yapılan saldırı, Mali’ye karşı yapılan İslami saldırılar ve şimdiki Cezayir saldırısı, tüm bunlar, 2013’ün jeopolitik sıcak noktası olarak -Arap Baharı’nın Teröre Karşı Savaş’a dönüştüğü yer olan- kuzey Afrika’ya işaret ediyor.” Özellikle “bir bütün olarak bakıldığında” bu tarz bir analiz ne kadar da elverişli görünüyor. ‘Arap Baharı’ mantığı, batılı güçlerin peşin hükümlü anlayışına, çıkarlarına ve hatta planlarına uyumlu bir biçimde devamlı esnetiliyor. Örneğin, Bingazi’de ABD büyükelçiliğine yapılan ölümcül saldırı nedeniyle ABD’nin Suriye’de tam müdahaleden kaçındığı, medyanın bilinen görüşüdür. Washington’dan bakıldığında Arap bölgesi daha dağınık görünmekte, büyük ölçüde anahtar sözcük ve ibareler yoluyla anlaşılmakta, müttefik ile düşmanlar ve İslamcılar ile liberaller arasında bölüştürülmekte, İsrail ve İran’ı kapsayan herhangi bir duruma verilen tepkilerle değerlendirilmektedir. Tek yapmamız gereken, iki sene önce yazılan medya metinleri ile son zamanlarda yazılanları karşılaştırmak. 2011’in ilk birkaç ayı daha çok, Muhammed Buazizi ile birçok ortak yanı -yoksul,
‘Arap Baharı’nın yeni okumasında halkın, mezhepsel eğilimleri ve şu veya bu bölgesel güç tarafından harekete geçirilme isteklilikleri konusunda sağlayacakları fayda ile tanımlanan piyonlar olduğuna dikkat edilmelidir. Dil, Arap ve Müslüman ülkelerdeki batılı gündemlerle tutarlı iken, asıl garip olan, bedenini ateşe veren yoksul bir manavın, Mısır, Yemen ve Suriye’de onur ve özgürlüklerinin peşinden koşan öfkeli toplulukların dâhil olduğu bir ‘Arap Baharı’ yoluyla, sürekli cepheleşme durumundaki ABD, İsrail ve genel olarak batılı politikaları uygun bir bağlama yerleştirme konusunda çoğunun hâlen ısrarcı davranmasıdır. Tunus ayaklanmasından kısa bir süre sonra, tüm Arapları aynı kefeye koyan, halkın özgürlük, eşitlik ve demokrasi arzusunu sömüren kontrolsüz ve genelleştirilmiş söylemler varlığını sürdürmeye devam ederse, bunun olumsuz etkileri konusunda bazılarımız uyarıda bulundu. Ne yazık ki indirgemeci söylem son iki senede yaşanan ayaklanmaları tanımlamakla kalmadı, ayrıca ‘Arap Baharı’ bölgesel ve dış müdahalenin bir atlama tahtası oldu. Arap ülkelerinde ve benzer şekilde diğer ülkelerde ne olup bittiğini daha iyi anlamamız için, eski tanımlamaları bir kenara atmalıyız. Şu an yerleşmekte olan yeni gerçeklik ne Buazizi ne de diğer milyonlarca işsiz ve muhalif Arap’la ilgilidir.
O mektubu yayınlayan adam öldü İsterseniz önce aşağıdaki mektubu okuyun. Almanya’yı ve bütün Avrupa’yı yıllarca meşgul edecek bir hareketin başladığını ilan eden o mektubu yayınlayan, ‘Agit 883’ isimli derginin editörü Peter Paul Zahl, 66 yaşında hayata gözlerini yumdu. Bu mektup, Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF-Rote Armee Fraktion) kavramının kamuoyuna ilk kez açıklandığı mektuptu. “Kızıl Orduyu İnşa EdinDie Rote Armee aufbauen!” adlı mektup Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun ilk metni sayılıyor. 5 Haziran 1970’te Gudrun Ensslin imzasıyla yayınlanan metnin, RAF kurucuları Andreas Baader, Ulrike Meinhof ve Ensslin tarafından ‘onaylanan’ ilk metin olduğu da söyleniyor. Agit883 ya da Agit883 56 51 adıyla yayınlanan liberter dergi, 1969’dan 1972’ye kadar Almanya’da özellikle de Batı Berlin’de sol çevrelerin yayın organı işlevi görüyordu. Agit ‘ajitasyon’dan geliyor, 883 56 51 ise derginin hazırlandığı komünün telefon numarası. Agit 883’ün yayınlanmasında şüphesiz ki en büyük emeği verenlerden biri Peter Paul Zahl’dı. Matbaa eğitimi alan Zahl, kendi küçük matbaasında derginin basılmasını sağlıyordu. Hem editörlük, hem matbaacılık hem de dağıtıcılık yapıyordu. Derginin çıkışı, 2 Haziran 1967de İran Şahı’nın Berlin ziyareti sırasında kendisini protesto eden öğrencilere ateş açılması sonucu Benno Ohnesorgs’un vurulmasının ardından başlayan ‘alternatif medya-alternatif savunma’ tartışmalarına dayanıyor.
PARLAMENTO DIŞI MUHALEFET Özellikle, askerlik yapma zorunluluğu olmayan Batı Berlin’de toplanan Alman sol gençliği, 60’lardan 70’lere sol gruplar, radikal müzik toplulukları, kadın hakları ve feminist hareketlerle alkol, özgür seks ve esrar kullanımının legalize edilmesini savunarak giriyordu. Bütün bunların etrafında ya da bütün bu kesimlerin de yer aldığı devrimci silahlı militan gruplar, komünist örgütlenmeler, öğrenci hareketleri, silahsızlanma gösterileri bulunuyordu. Bunların tümünden ‘parlamento dışı muhalefet’ diye söz etmek mümkün. 70li yılların başında parlamento dışı muhalefet ayrışıyor ve devrimci solcular gittikçe radikalleşiyordu.
İşte bu eylemci devrimciler ve ‘anti otoriter metropol gençleri’ istemlerini ya da taleplerini tartıştıkları platform olarak Agit 883’ü mekân seçmişti. Peter Paul Zahl da askere gitmemek için Berlin’de yaşamaya başlamış biriydi. Bu dergi çevresinde ‘o güzel 1968den bahsedenler olduğu gibi, Bir yandan da RAF, eğlencenin bittiğini ilan edenleri toplamaya başlamıştı. Haftalık dergi Agit883, ‘kapitalist sistemin bünyesinden kaynaklanan ve kaçınılmaz olan haksızlıklar ve özgürlük düşmanlığına’ karşı mücadeleyi öne çıkarıyordu. Dergi, varolan haksızlıkları yazmakla yetinmeyip bunları ortadan kaldırmak için ‘eylemler’ de önermeye başladı. Yani, dünyayı yorumlamakla yetinmeyip aksine değiştirmek isteyenlerin dergisi oldu Agit883. Bunun üzerine hemen savcılar harekete geçti ve ‘toplumsal karışıklığa’ yol açtığı gerekçesiyle 1970 yılı ilkbaharından itibaren derginin bazı sayılarının toplatılması kararı çıktı ve dergi daha da popüler hale geldi.
Derginin genel olarak, insanların ‘toplum tarafından formatlanmasına karşı ,devrim ve işçi sınıfı üzerine tartışmaktan da geri durmadığı görülüyor. Bütün çalışmalardaki vurgu ise, ‘geleneksel toplumsal kategorileri reddetme’ üzerine yapılıyor. Derginin önemli ağırlık noktası ise, cezaevleri ve tutuklularla dayanışma. Derginin en fazla gürültü koparan ve tarihe geçmesine neden olan sayısı ise 5 Haziran 1970’te yayınlanan 62. sayısıydı. Bu sayısında meşhur RAF mektubunu yayınlayan dergi, kütüphanelerin dergi endekslerinden atıldı, polis yazı işleri müdürünü aramaya başladı. Dergide de bu tarihten sonra ‘fikir dergisi’ ve ‘eylemci dergi’ olmaya dair tartışma başladı. Agit 883 kolektifi RAF ve eylemci radikal sola karşı tutum konusunda ikiye ayrıldı. RAF ve radikal eylemlere sempati duyanların başını çekenlerden biri de Peter Paul Zahl idi. Ekip Agit 883’ten ayrılarak şehir gerillasına sempatiyle bakan ‘Fizz’ isimli yeni bir dergi kurdu. Her iki dergiye de polis baskısı arttı. Dergilerin hemen bütün sayıları toplatıldı. Bir ‘karşı kamuoyu çalışması’ olarak yayınlanmaya başlayan Agit 883, zamanla Marksist ve eleştirel teoriden daha fazla uzaklaşarak sadece anarşistlerin yayın organı olmaya meyletti. Kapandıktan sonra Hannover ve Bremen’de de ’883 Hannover’, ’883
Schneider’in unutulmaz işlerinden biri, 1983de Petra Kelly, Otto Schily, Gert Bastian, Antje Vollmer ve Lukas Beckmann gibi önemli Yeşil-Alternatif isimlerle birlikte Demokratik Almanya Devlet Başkanı Erich Honecker ile ‘özel barış anlaşması’ imzalamasıydı. Bilindiği gibi devrimciler Almanya’nın ve Avrupa devletlerinin Demokratik Almanya ile ‘barışmasını’ savunuyordu. Alman devleti barışmasa bile bu isimler sembolik bu anlaşmayla barıştıklarını açıklamıştı. Peter Paul Zahl, dergi kapandıktan sonra yaklaşık 8 ay kadar ortalıktan kayboldu. Zaten 1970ten kalma ‘terör örgütüne yardım etmek’ suçundan ertelenmiş bir cezası vardı. Dergi faaliyetlerinden ve örgüt işlerinden de aranıyordu. Daha önceki dergisi Spartacus ile ilgili de davalar vardı. 14 Aralık 1972de Düsseldorf taraflarında sahte dökümanla araba kiralamaya çalışırken polisle çatışmaya girince ortalığa çıktı. Polislerden biri Zahl’in kurşunlarıyla yaralandı ve Zahl yaralı yakalandı. Önce polise karşı gelmek ve adam yaralamaktan 4 yıl, sonra da öldürmeye teşebbüsten 15 yıl daha aldı. Toplam 19 yıla çarptırılan Zahl, o dönemde kitapları yayınlanmış, tanınmış bir yazardı ve kamuoyunda bu ceza ‘insafsız’ bulunarak protesto dalgaları başladı. Zahl’ın özellikle yeraltındaki 8 aylık dönemde ne yaptığı tartışılmaya başlandı. Polis endüstri bölgesi Ruhr’da RAF’ı örgütlediğini ve araba kiralama işinin de bununla ilgili olduğunu iddia etti. 2 Haziran Hareketi militanı olduğu da tartışıldı.
DEVRİMCİ IŞIK GÖRDÜĞÜ ÜLKELERE GİTTİ Bir yandan RAF eylemleri radikalleşiyor, bir yandan devlet tepkisi ağırlaşıyordu. Zahl’ın yargılamalardaki “emperyalist devlete ne açıklama yapmak ne de hizmet etmek zorundayım” gibi açıklamaları ‘örgüt üyeliği’ olarak değerlendiriliyordu. Zahl 1982de erken tahliye edilmesine kadar hapiste kaldı. Bunun 8 yılını tek kişilik hücrede geçirdi. Cezaevinden sonra Nikaruga’dan İtalya’ya kadar solcu ya da devrimci ışık gördüğü çeşitli ülkeleri dolaştı. 1985de Jamaika’ya yerleşti, vatandaşlığa geçti ve Alman vatandaşlığını kaybetti. Farklı konularda romanlar, tiyatro eserleri yazdı. Ödüller aldı. Hep solda kaldı. Kendisiyle yapılan son röportajlarından birinde “Ben bir roman yazarı değilim, bir figürüm” demişti. Kendini Almanya’dan çok Jamaika’da ‘evinde gibi hissettiğini’ söylemişti. Çünkü “Burada insanlar en azından yoksullardan alınan vergi artırıldığında sokağa dökülüp kararı iptal ettiriyor…” Peter Paul Zahl 24 Ocak’ta Jamaika’da öldü. Sadece bir figür değil, ‘vahşi siyah atlardan biri’ydi. Hiç değilse ‘öldüğü sahilleri’ birileri biliyor.
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
Arap Baharı ve medya
çaresiz, haklarından mahrum edilmiş ve nihayetinde baş kaldıran- olan birey ve topluluklarla ilgiliyken, mevcut metinlerin çoğu farklı bir tartışma çeşidiyle ilgilidir. Dahası, neredeyse tamamen farklı aktörler söz konusu. Tunus, Mısır ve Yemen’in Buazizi’leri hâlen işsizken, gazetelerimizde, TV ekranlarımızda çok daha az yer tutuyorlar. Şu an bahsini ettiğimiz şey ABD ve Rusya’nın çıkarları, dış müdahalelerle çekişmek ve mezhep ayrılıklarına dayanan anlaşmazlıklara utanıp sıkılmadan sınır çekmektir.
SAYFA 09
Ortaya birçok sorun çıktı. Örneğin El Cezire, Katar hükümetinin çıkarları dışında, ‘Arap Baharı’nın kendini dışavurum biçimini belirlemek için ne gibi araçlar kullanıyor? Şiddetten uzak devrimler, dış müdahaleler, mezhep çatışması ile iç savaşlar arasında net sınırlar olmamalı mıdır? Bu ‘devrimlerin’ kökenleri ve dışavurumlarıbüyük oranda değişiklik göstermekle birlikte, her deneyimin evrilmesi neredeyse her Arap ülkesinin kendisine özgüydü. Libya ve Suriye’de dış müdahale (Libya meselesinde topyekün bir Nato savaşı ve Suriye’de çeşitli bölgesel ve uluslararası güç oyunları), Tunus ve Mısır’da yaşananlardan bütünüyle farklı senaryolar oluşturduğundan, mutlaka farklı bir analiz rotası gerektirmektedir. Ancak üniter ‘Arap Baharı’ söyleminin yinelenen başarısızlığına rağmen birçok politikacı, entelektüel ve gazeteci, sürecin erken dönem mantığını ödünç alıyor. Tunus ile Sana’a arasındaki mesafeyi bir cümleyle, bir dizelik muhakemeyle kapatan, indirgemeci başlıkları ve çizgisel olay örgüleriyle kitaplar zaten yazıldı.
Sayısız sınırlamalarına rağmen indirgemeci söylemler varlığını sürdürmeye devam ediyor. Bunun altında yatan sebep de, bu söylemlerden bir kısmının, -açıkça hırsları olan veya sadece düze çıkmak isteyen- belli hükümetlerin çıkarlarına hizmet etmek için tasarlanmış olmasıdır. Suriye meselesinde, anlaşmazlıkta bir şekilde taraf konumundaki tek bir ülke bile, on binlerce Suriyelinin yaşamına mal olan bu kanlı bölgesel politika oyununda masum olduğunu iddia edemez.
sayfa 10
SAYFA 10
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
Gençliğin Komünist Örgütlenmesi
Gençliğin komünist örgütlenmesi, halk gençliğinin öncü politik örgütlenmesidir. Konsomol örgütü, gençliğin en derin en mücadeleci, en bilinçli en fedakâr öğelerinin militan birliğidir. Gençliğin komunist örgütlenmesi, proletarya partisinin ideolojik, siyasi öncülüğünü kabul eden, örgütsel bakımdan ise bağımsız bir örgütlenmedir. İdeolojik bağımlılık ilkesi, Lenin'in öncülüğünde, II. Enternasyonal oportünizmine karşı mücadele içerisinde ortaya çıkmış, 1919'da III. Enternasyonal'in kuruluşuna parelel kurulan Komünist Gençlik Enternasyonal’inin kuruluşu ve geliştirilmesiyle derinleştirilmiş, doğruluğu kesin bir biçimde kanıtlanmış ve dünya komünist hareketinin gençlik politikasına yol göstermiş bir ilkedir. Genç Komünistlerin örgütlenmesine de bu leninist ilke yön verir.İdeolojik bağımlılık; partinin ideolojik ve siyasi öncülüğunü tanıma, gençliğin komunist öncüsünün, partinin teorik, programatik, stratejik ve taktik çizgisini tanımasında somutlaşır. Parti çizgisinin propaganda ve ajitasyonunu sistemli bir biçimde yapmak, komunist gençlik örgütünün en önemli görevlerinden biridir. Parti, öteki parti dışı örgütlere olduğu gibi, komünist gençlik örgütlenmesine de yön veren ideolojik ve politik kurmaydır. Komünist gençlik örgütünün, parti programlarından apayrı bir programı yoktur. Komünist gençlik örgütünün görevi, halk gençliğini parti programına kazanmaktır. Gençliği, proletaryanın yanında kapitalizme karşı savaşa çekmektir. Komünist gençlik ôrgütü, partinin ideolojik önderliğini kayıtsız-şartsız kabul eder. Örgütsel bağımsızlık ilkesi komünist gençlik örgütünün partinin ideolojik ve siyasi önderliğini tanıma ikesiyle çelişmez, aksine onu zorunlu kılar ve tamamlar. Genç Komünist Birliği´nin, örgütsel bağımsızlik ilkesini formüle eden Lenin, bu konuda şöyle der: “...Yetişkin ve yaşlı kuşakların temsilcilerinin çoğu zaman, gençliğe, doğru bir biçimde yaklaşmayı bilmedikleri görülmektedir. Gençlik, sosyalizme, zorunlu olrak, babalarının yaklaştığı yoldan, onlara benzer biçimde ve onlar gibi yaklaşmamaktadır.’’ Gençlik kuruluşlarının kesinlikle örgütsel bağımsızlığından yana çıkmamızın nedenlerinden biri de budur, yalnızca oportünistler bu bağımsızlıktan korktukları için değil, ama aynı zamanda, eşyanın doğasına uygun olduğu için, gençlik örgütlerinin bağımsızlığından yanayız. Çünkü tam bir bağımsızlık olmaksızın gençler, iyi sosyalistler olarak gelişmezler ve sosyalizmi ileri götüremezler.” (Gençlik Üzerine, Sf. l24, Sol Yay.) Gençlik, farklı sınıfların gençlerinden oluşan heterojenik karakterli bir toplumsal tabakadır. Gençliğin toplumsal bir katman olarak kendi özellikleri, onun toplumdan görece bağımsızlığının da temelidir. Gençliğin bu görece bağımsız özelliği, gençliğin kendi özgül sorunları, ayrı örgütlenmesinin nesnel temelidir. Örgütsel bağımsızlık, gençliğin enerjisini yoğunlaştırır, aktifleştirir, insiyatif ve yaratıcılığını, ataklığını daha kudretli geliştirir. Gençliğin kişiliğinin ve kendine güvenin gelişip serpilerek pekişmesini de sağlar. Böylece, gençliğin, sosyalizm ve sınıfsız toplum kavgasına daha güçlü ve aktif katılması sağlanır. Bundan dolayıdır ki, gelecek demek olan gençliği partiye ve sınıfsız toplum kavgasına kazanmanın en iyi yolu örgütsel bağımsızlığını tanıma yoludur. Örgütsel bağımsızlık ilkesini partinin ideolojik, siyasi önderliğini tanıma ilkesinin yadsınmasına vardırmak, partinin ideolojik-siyasi önderliğini GKB´nin bağımsızlığını yok edecek şekilde teorize etmek ve uygulamakta Marksizm-Leninizm'in ideolojik bağımlılık, örgütsel bağımsızlık ilkesinin revizyonu ve tasfiyesidir. . GKB, halk gençliğinin; yani işçi, köylü, öğrenci, asker gençliğin öncü örgütüdür. Komünist gençlik örgütü gençliği Marksizm-Leninizm ve proletarya enternasyonalizmi ruhunda eğitir. Partinin program ve ilkelerini, işçi sınıfının ve partinin geleneklerini
kesintisiz bir biçimde gençlik içinde yayar. Onun başlıca görevi, gençliği proletaryanın saflarına, partiye kazanmaktır. Komünist gençlik örgütü, gençliği, opotünizmin, revizyonizmin, reformizmin, burjuva ve küçük-burjuva ideoloji ve politikaların her renk ve tonunun etkisinden kurtarmakla yükümlüdür. Gençlik hareketinin burjuva, faşist, gerici vb.parti ve akımlardan ideolojik ve politik bağımsızlığını korumak, onun politik bilinç ve örgütlenmesini sürekli geliştirmek, gençliğin öncü politik kurmayının görevidir. Bu kurmay, gençliğin anti-faşist kavgasına, devrimci komünist perspektifle müdahale etmek, örgütlemek, yönetmekle yükümlüdür. Gençliği proletaryanın yanında ve yedeğinde özgürlük, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm kavgasına kazanamayan bir komünist gençlik örgütü, görevlerini yerine getirmemiş, tarihsel sorumluluğuna uygun davranmamış olacaktır. Bu amaca varmak için bilinçli, planlı, enerjik, proletaryanın genel ve nihai hedeflerine bağlanmış, gençlik hareketinin öne sürdüğü genel ve güncel sorunlara yanıt veren, militan bir teorik ve pratik çalışma şarttır. GKB´nin, önemli görevlerinden biri de partiye kadrolar yaratmaktır. GKB üyeleri henüz parti üyeliği ve parti çalışmaları için hazır olmayan genç parti sempatizanlarını örgütler, eğitir, hazırlar; böylece partiye genç savaşçılar yetiştirir. GKB, partinin yedek kadro kaynağını da oluşturur. GKB temel örgütlenme ilkesi demokratik merkeziyetçiliktir. Demokratik merkeziyetçilik ilkesi, demokrasiyle merkeziyetçiliğin sentezidir. Eleştiri ve tartışma özgürlüğü ve seçim ilkesi (örgütün tüm organlarının aşağıdan yukarıya seçimle oluşturulması), demokratik merkeziyetçiliğin demokrasi yönünü, bireyin örgüte, azınlığın çoğunluğa, alt organların üst organlara, tüm örgütün merkezi önderliğe tabii olması ise demokratik merkeziyetçiliğin merkeziyetçi yönünü oluşturur. Faşist dikatatörlük ve kapitalist sistem koşullarında ise GKB merkeziyetçi tarzda örgütlenir. Merkeziyetçi tarzda örgütlenme zorunluluğunu dayatan faşist diktatölüğün varlığı demokrasi ve özgürlüğün yokluğudur. Merkeziyetçi tarzda örgütlenme koşullarinda demokrasi sınırlanır. Çünkü bu durumda illegal temelde örgütlenmek; örgütü seçim ilkesine göre değil de, yukardan aşağı biçimlendirmek kaçınılmazdır, politik koşulların dayattığı bir zorunluluktur. Cephe örgütlenmesi sınıf savaşımının belirli bir yoğunluk derecesine denk düşer. Burada sorun, en geniş kitlelerin sıcak savaşa hazırlanması ve örgütlenmesi sorunudur. Dolayısıyla mücadele süreci içerisinde girilen bu yeni döneme uygun örgütler yaratmak zorunlu bir hale gelir. Zira hali hazırda var olan örgütlenmeler, eski durumun koşullarına göre oluşmuştur ve o düzeydeki kitlelerin istemlerine cevap verir ve politik nesnel zeminde bu ciddi durum değişikliği kitlelerin o anki ihtiyaçlarına cevap verip, nesnel sürece hâkim olarak onu daha ileriye taşımalıdır. Böylesi bir ortamda o stratejik değişiklikten çıkan olabilecek tüm
sınıf ve katmanların aynı örgüt çatısı altında yeni Gençliğin Cephe Örgütlenmesi bir birleşmeye gerek duymaları söz konusudur. Bu cephe örgütlenmenin programı proletaryanın asgari programına denk düşer. Şimdi burada söz konusu olan gençliğin cephe örgütlermesi olduğundan, anlaşılması gereken gençliğin bir tek anti-faşist anti-emperyalist örgüt etrafında örgütlenmesidir. Zira gençlik, işçi gençlik, köylü gençlik, öğrenci gençlik olmak üzere belirli öğelere ayrılır. Politik mücadelenin yoğunlaşmaya yüz tuttuğu bir dönemde tüm halk kitleleri gibi, gençliğin de siyasal talepler temel olmak üzere ekonomik, akademik, kültürel talepleri, siyasi taleplerle birleştirilerek gençliğin bu talepler doğrultusunda bir mücadele cephesi oluşturulması gerekir. Bu cephe doğası gereği anti-faşist, anti-emperyalist ve anti-şovenist bir karakterde olacaktır. Gençlik kitlelerinin bu çerçevede birleştirilmesi açıktır ki bir ittifak gerektirmektedir. Bu bakımdan bu örgütler aynı zamanda birer ittifak örgütleridir. Gençliğin cephe örgütlenmesi, tüm anti-faşist, anti-emperyalist, anti-şovenist güçleri kapsar, kapsamalıdır. Bu örgüt, eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesine göre biçimlenecektir, biçimlenmelidir. Cephe tipi örgütlenme, gençliğin politik karakterli kitlesel örgütlenmelesidir ve gençliğin komünist olmayan en ileri kitlesel örgütlenmesini ifade eder. Günümüz koşullarında anti-faşist, anti-emperyalist gençlik hareketi yeniden gelişiyor, büyüyor. Bu hareket gerek bilinç, gerek örgütlenme ve gerekse de kitlesellik alanında henüz cephe örgütlenmesine varacak denli olgunlaşmış, genişlemiş, gelişmiş değildir. Böyle olmasına karşın gelişen anti-faşistanti-emperyalist gençlik hareketine daha üst düzeyde müdahalede bulunma , hareketin gelişimine, atılımına yeni kanallar açma, hareketi örgütlü hale getirme gereksinimi, politik karakterli anti-faşistanti-emperyalist gençlik derneklerinin kuruluşunu zorunlu kılıyor, (hatta bunda gecikilmiştir). Bu tip bir örgütlenme doğası gereği cephe özellikleri taşır, Önümüzde bu görevin gereklerine uygun bir siyasi ve örgütsel çalışma işi duruyor. Bu adımın en geniş ilerici ve devrimci güçlerle birlikte atılması gerekiyor. Amaç dar grup örgütlenmesi yaratmak değil, en geniş anti-faşist-anti-emperyalist, anti-şoven gençlik yığınlarının cephe örgütlenmesini yaratmaktır. Ancak buraya gelinmeden, acil olan elbette tüm bunlara müdahale edebilecek bir GKB´nin var edilmesi çabasıdır ki bu Devrimci Komünist Partimizin genc kadrolarının, onlarla buluşacak, genç komünizm adaylarının önlerinde bekleyen tarihsel ve acil bir görev olarak durmaktadır. Bu gereksinim ivedilikle aşılması gereken özelliğe sahip olmazsa olmazlarımızdan biridir. Devrimci Komünist Partimizin Yeniden İnşaa Örgütü, tüm komünizm dostu işci-işsiz, köylü, öğrenci, asker gençliği tarihin tanıdığı bu yüce fırsatla buluşmaya cağırıyor. Deniz’lerin, Yusuf ’ların, Sinan’ların ilk yola çıkışlarındaki devrim aşkı ve THKO ruhuyla, onların cesareti, azmi, yılmazlığı, direngenliği, teslim alınamazlığı, Partiye ve Komünizm davasına eşsiz bağlılıklarıyla geliyoruz. YAŞASIN PARTİMİZ TDKP YAŞASIN KIZIL ORDUMUZ THKO YAŞASIN GENÇLİK ÖRGÜTÜMÜZ TGKB FAŞİZME ÖLÜM HALKA HÜRRİYET
Halkın Kurtuluşu Yolunda GENÇLİK Türkiye işçi sınıfının öncü partisinin yeniden inşaası sürecine girildiği bir aşamada gençlik sorununun ele alınmaması ve gençliğe yönelinmemesi düşünülemez bir konudur. Bu nedenledirki, geçmiş mücdele tarihinde de , Türkiye proleteryasının onlarca şerefli evladı genç komünistin şehit verildiği bir corafyada, gençlik örgütlenmesinin yeniden inşaası kaçınılmaz bir sorun olarak gündemdedir. Bu kaçınılmaz durum, gençliğin içinde bulunduğu durumun doğru değerlendirilmesi ve gençlik örgütlenmesinin sorunlarını doğru teşhis etmeyide zorunlu kılmaktadır. HALKIN KURTULUŞU YOLUNDA GENÇLİK bu görevi yerine getirmeye soyunurken,gençlikten kopuk, onun sorunlarını gerçek sahiplerinden bağımsız ve hayali bir değerlendirmeler külliyatı ile değil ve fakat bizzat komünizme, işçi sınıfına, devrim ve sosyalizm davasına gönüllülük temelinde bağlanmaya aday, işçi-işsiz, köylü, öğrenci, asker gençlikle elele gerçekleştirmeyi hedeflemekte, gençliği saflarında toparlanmaya çağırırken PARTİ - GENÇLİK ELELE SOSYALİZME şiarını yükseltmeyi hedefliyor. 12 Eylül askeri faşist diktatörlügü sonrasında toplumun genelinde olduğu gibi gençlik cephesinde de epeyce şeyin değiştiği, geniş gençlik kitlelerinin eski ilerici duyarılılıklarından önemli ölçüde koparıldıkları bir gerçektir. Bu olgunun bir uzantısı olarak, bugün her biçimiyle gerici burjuva ideolojisi ve kültürü gençlik kitlelerini etkisi altında tutmaktadır. Bu etki gerici akımların bir kısmı için somut bir gençlik çalışmasına dayanmasada, ideolojik ve kültürel olarak ağır etki altındadırlar. Bugünün gençlik hareketi için tanımlanabilecek en temel zaaf, politik kimlik alanında yaşanmaktadır. İlkesel olan herşeyi yok sayan, günün ihtiyaçlarını bile tanımlamaktan yoksun, bu açıdan politikasızlığın ve ilkesizliğin içinde hızla çürüyüşünü sürdüren gençlik tablosu ile yüzyüzeyiz. Burjuva ideolojisinin gençlik üzerindeki etkisi, Sol siyaset ve muhalefet zeminini önemli ölçüde daraltmaktadır. Bugün denilebilir ki, yakın geçmişin ilerici olanaklarının önemli bir kısmı düzen ve onun sahte kutuplaşmasına bırakılmış durumdadır. Kemalist-ulusalcı söylemin üniversitelerdeki belirgin yaygınlığı, devrimci söylemle buluşabilecek bir duyarlılığı dolaysız bir biçimde düzene yedeklemiştir. Kendi gerici kimliklerini sahte bir anti-amerikancılıkla gizleyen bu ulusalcı-şoven kesimin etkinlik alanının yaygınlığı aynı anlama gelmek üzere Sol söylemin darlığını ve etkisizliğini göstermektedir. Öte yandan, önemli bir olanak olan Kürt gençliğinin siyasal önderliği tarafından gençlik sorununun dışına çekilmiş olması, mücadeleyi daraltan bir diğer önemli etkendir. Gençlik cephesindeki mücadele, gençlik kitlelerini siyasal mücadeleye ve giderek devrime kazanmaya yöneliktir. Tasfiyeci-reformist Sol akımlar sözkonusu olduğunda göz önünde tutulması gereken önemli bir nokta, geleneksel sosyal-reformist, soyal-şoven hareketlerin bugünki uzantısı olanlar dışında kalan reformist grupların büyük ölçüde dünün devrimci akımlarının karşı-devrim süreçlerinin tasfiyeci basıncı altında eski konum ve kimliklerini yitirmesiyle yeniden nüksettikleri gerçeğidir. Dünün devrimci akımları olarak bu gruplardan bazıları bugün hala da yer
sayfa 11
yer belli bir devrimci söylem kullanabilmekte; oysa gerçekte, dün devrimci bir konumdan savundukları bir davayı bugün artık tümüyle terketmiş olmanın ikiyüzlülüğünü ve dejenerasyonunu yaşamaktadırlar. Devrimci söylemleri kullanmaları mücadeleye gerçekte hiçbir şey katmamakta, tam tersine, devrime samimiyetle yönelen güçlerin bir kısmı için aldatıcı bir tuzağa dönüşmektedir. Bu olgu gençlik hareketini sorunları tartışılırken özellikle ele alınmalıdır. Bunu atlamak devrimci komünist bir gençlik harektinin var edilmesi mücadelsinde büyük bir yanılsama, zaaf oalcaktır. Politik çalışmaların etkinlik alanındaki bu daralma, çok yönlü bir konumlanışı ve çalışmayı yani politik kitle ajitasyonu, örgütlenme çalışması, sosyal ve kültürel çalışmaları zorunluluk olarak karşımıza çıkarmaktadır. Bu nedneledirki HALKIN KURTULUŞU YOLUNDA GENÇLİK önemli bir iddia ile ortaya çıkarken, tüm bu olumsuzlukların, olanaksızlıkların üstesinden gelerek varacatır varması gereken yere ve buda işimizin öyle kolay olmadğını göstermektedir bizlere. Bugünün gençlik hareketi için tanımlanabilecek en temel zayıflık, politik kimlik alanında yaşanmaktadır. Bu tablo içinde politik bir odaklaşma yaratmanın, ilkelere dayalı bir birleşik mücadele ve örgütlenme sürecini örgütlemenin oldukça zor olduğu açıktır. Yapılması gereken, ağırlıklı olarak ortalıkta dolaşan liberal kimliği, bu çürümeyi hareketin toplam kimliği haline getirmeye çalışanlara karşı, hareketi devrimcileştirme mücadelesini yükseltmektir. İlkelere dayalı bir mücadele, birleşik kitlesel bir devrimci komünist gençlik hareketini geliştirebilmek açısından büyük bir önem taşımaktadır bu mücadele. Günün temel devrimci görev ve sorumluluğu,
mutlaka etkili bir biçimde tartışmak ve aşmak için çok yönlü bir çaba ortaya koymak durumundadır. HALKIN KURTULUŞU YOLUNDA GENÇLİK bu işlevi yerine getirecektir ve bu kürsü gençliğin kürsüsü olacaktır. Komünist gençliğin yeni dönemde üzerine en fazla yoğunlaşacağı başlık, politik düzeyimiz ile örgütsel düzeyimiz arasındaki açı farkını kapatmak olacaktır. Bu noktada öne çıkan yeni dönem çalışmasının yönünü ve örgütlenme hedeflerini temel yanları ile ele alabilmeliyiz.Komünist gençlik örgütlenmesinin güçlenmesi herşeyden önce, onun politik-pratik önderliğinin ve merkezi müdahale kapasitesinin güçlenmesi demektir. Bu başarılamadan kalıcı bir gelişme sağlamak olanaksızdır. Bu sorunun çözümü ise etkin bir kadrolaşma politikasından geçmektedir. Bu komünist bir gençlik örgütlenmesi için bir kat daha önemlidir. Hem kendi faaliyetini politik-pratik olarak güçlendirerek sürdürebilmesi, hem de önderliğin çeşitli çalışma alanlarına donanımlı kadro aktarımını güvenceye alması ancak etkili bir kadrolaşma politikası ile sağlanabilir. Merkezi bir örgütlenmenin yerel çalışmalara daha etkili müdahalede bulunması ancak kadrolaşma düzeyini güçlendirmesi ile mümkündür. Örgütsel gelişmenin tek yanlı bir yaygınlaşma olmadığı, bu yaygınlaşmayı güvenceye almak için niteliksel bir gelişme gerektiği açıktır. İdeolojik-politik eğitimden pratik ve örgütsel eğitime kadar devrimci eğitim sorununu çok yönlü olarak gençlik alanında sistematik bir biçimde çözmek durumundayız.Önderliğin bu yönlü müdahalesi ve değerlendirmeleri dikkatlice incelendiği, orada tanımlanan kapsam etkin bir denetimle hayata geçirildiği koşullarda sorunun önemli bir yanı aşılmış olacaktır. Sorunun diğer bir yanı etkin bir kurumsal işleyiş ve bunun ürünü işbölümüdür.
geniş kitlelerle bağ kurmayı hedefleyen sistematik ve etkin bir politik faaliyettir. Bundan uzak durulduğu koşullarda, hareketin biriken sorunlarını aşmak, halihazırdaki tüm siyasal gruplar birleşse dahi, olanaksızdır. Zira, gençlik kitleleriyle bağları önemli ölçüde zayıflamış olan, çalışma yürütecek militan kadrolardan dahi yoksun bulunan grupların biraraya gelmesi kendi başına hiçbir sorunu çözemez. Bu elbette siyasal gençlik gruplarından başlayan bir birleşik gençlik mücadelesini ve örgütlenmesini önemsizleştirmek anlamına gelmez. Ancak bu birleşmenin ilkelere dayalı, hareketin biriken sorunlarına müdahale eden, pratik-politik çözümler oluşturan bir birleşme olması gerekmektedir. Başarılı bir gelişme ancak böyle sağlanır. Bugün bir dizi siyasal gençlik grubunun başarısız kaldığı asıl alan da burasıdır. Birleşik devrimci bir gençlik hareketi ve örgütlenmesini hedefleyen yapıların etkin bir taraf haline gelmesi için üzerlerine düşen sorumlulukların gereklerini yerine getirecek cesareti ve azmi göstermeleri gerekmetedir. Komünist gençlik hareketinin biriken sorunları, harekete devrimci öncü müdahalenin pratik-politik önemini gün geçtikçe arttırmaktadır. Bu müdahaleyi yapabilecek asli güç ise genç komünistlerdir. Komünist gençlik örgütlenmesinin her açıdan güçlendirilmesi, sadece kendisi için değil, daha önemlisi, hareketin sorunlarının çözümü için de belirleyici önemdedir.Komünist gençlik, gençlik hareketi içindeki özel konum ve kimliğinin gereği olarak, kendi etkinlik alanını geliştirmenin çok yönlü sorunlarını
Zira kurumsallaşmanın en önemli boyutu örgütsel kimlikteki gelişim ve bunu destekleyen bir politik kimliktir. Bu gelişimin sağlanacağı asıl alan ise örgüt ve onun organlarıdır. Bu nedenle organsal işleyişi geliştirmek sürekli bir eğitim ve kadrolaşmanın da güvencesi olacaktır. Bu çalışmanın yaygınlaştırılması ivedi bir önem taşımaktadır. Bu yeni dönemde gerek gençlik hareketinin biriken sorunlarına, gerekse de birleşik örgütlenme ve mücadele olanaklarına daha etkin müdahale için temel şiarımız “Her açıdan daha güçlü bir komünist gençlik örgütlenmesi!” dir. HALKIN KURTULUŞU YOLUNDA GENÇLİK bunun kürsüsü olmak adına yola çıkıyor.Önemli olan, doğru bir yaklaşımla bu olanakları gerçeğe dönüştürmek, hareket içinde pratik olarak etkin bir güç olabilmektir.Şimdi tüm, yurtsever, devrimci, komünist gençlik başta olmak üzere, işçi-işsiz, köylü, ögrenci, asker gençliği, Türk, Kürt ve diğer milliyetlerden tüm geçliği , HALKIN KURTULUŞU YOLUNDA buluşmaya, devrim ve sosyalizm bayrağını, komünizm davasında elde silah onurlarıyla çarpışarak ve karşı devrimin esareti koşullarında yılmaz direngenlikleriyle düşmana boyun eğdiren tarihimizin militan mirasıyla yükseltmek adınadır bu davet. Bu davet, güneşin altın çağına varana dek, sınıfsız toplumun varedilişine dek sürecek onurlu bir kavgaya davettir. Bu davet, Türkiye proleteryasının öncü müfrezesiyle yeniden buluşmak üzere pupa yelken demir aldığı günümüzde, onun şerefli evlatlarına yapılan davettir.
sayfa 10
SAYFA 10
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
Gençliğin Komünist Örgütlenmesi
Gençliğin komünist örgütlenmesi, halk gençliğinin öncü politik örgütlenmesidir. Konsomol örgütü, gençliğin en derin en mücadeleci, en bilinçli en fedakâr öğelerinin militan birliğidir. Gençliğin komunist örgütlenmesi, proletarya partisinin ideolojik, siyasi öncülüğünü kabul eden, örgütsel bakımdan ise bağımsız bir örgütlenmedir. İdeolojik bağımlılık ilkesi, Lenin'in öncülüğünde, II. Enternasyonal oportünizmine karşı mücadele içerisinde ortaya çıkmış, 1919'da III. Enternasyonal'in kuruluşuna parelel kurulan Komünist Gençlik Enternasyonal’inin kuruluşu ve geliştirilmesiyle derinleştirilmiş, doğruluğu kesin bir biçimde kanıtlanmış ve dünya komünist hareketinin gençlik politikasına yol göstermiş bir ilkedir. Genç Komünistlerin örgütlenmesine de bu leninist ilke yön verir.İdeolojik bağımlılık; partinin ideolojik ve siyasi öncülüğunü tanıma, gençliğin komunist öncüsünün, partinin teorik, programatik, stratejik ve taktik çizgisini tanımasında somutlaşır. Parti çizgisinin propaganda ve ajitasyonunu sistemli bir biçimde yapmak, komunist gençlik örgütünün en önemli görevlerinden biridir. Parti, öteki parti dışı örgütlere olduğu gibi, komünist gençlik örgütlenmesine de yön veren ideolojik ve politik kurmaydır. Komünist gençlik örgütünün, parti programlarından apayrı bir programı yoktur. Komünist gençlik örgütünün görevi, halk gençliğini parti programına kazanmaktır. Gençliği, proletaryanın yanında kapitalizme karşı savaşa çekmektir. Komünist gençlik ôrgütü, partinin ideolojik önderliğini kayıtsız-şartsız kabul eder. Örgütsel bağımsızlık ilkesi komünist gençlik örgütünün partinin ideolojik ve siyasi önderliğini tanıma ikesiyle çelişmez, aksine onu zorunlu kılar ve tamamlar. Genç Komünist Birliği´nin, örgütsel bağımsızlik ilkesini formüle eden Lenin, bu konuda şöyle der: “...Yetişkin ve yaşlı kuşakların temsilcilerinin çoğu zaman, gençliğe, doğru bir biçimde yaklaşmayı bilmedikleri görülmektedir. Gençlik, sosyalizme, zorunlu olrak, babalarının yaklaştığı yoldan, onlara benzer biçimde ve onlar gibi yaklaşmamaktadır.’’ Gençlik kuruluşlarının kesinlikle örgütsel bağımsızlığından yana çıkmamızın nedenlerinden biri de budur, yalnızca oportünistler bu bağımsızlıktan korktukları için değil, ama aynı zamanda, eşyanın doğasına uygun olduğu için, gençlik örgütlerinin bağımsızlığından yanayız. Çünkü tam bir bağımsızlık olmaksızın gençler, iyi sosyalistler olarak gelişmezler ve sosyalizmi ileri götüremezler.” (Gençlik Üzerine, Sf. l24, Sol Yay.) Gençlik, farklı sınıfların gençlerinden oluşan heterojenik karakterli bir toplumsal tabakadır. Gençliğin toplumsal bir katman olarak kendi özellikleri, onun toplumdan görece bağımsızlığının da temelidir. Gençliğin bu görece bağımsız özelliği, gençliğin kendi özgül sorunları, ayrı örgütlenmesinin nesnel temelidir. Örgütsel bağımsızlık, gençliğin enerjisini yoğunlaştırır, aktifleştirir, insiyatif ve yaratıcılığını, ataklığını daha kudretli geliştirir. Gençliğin kişiliğinin ve kendine güvenin gelişip serpilerek pekişmesini de sağlar. Böylece, gençliğin, sosyalizm ve sınıfsız toplum kavgasına daha güçlü ve aktif katılması sağlanır. Bundan dolayıdır ki, gelecek demek olan gençliği partiye ve sınıfsız toplum kavgasına kazanmanın en iyi yolu örgütsel bağımsızlığını tanıma yoludur. Örgütsel bağımsızlık ilkesini partinin ideolojik, siyasi önderliğini tanıma ilkesinin yadsınmasına vardırmak, partinin ideolojik-siyasi önderliğini GKB´nin bağımsızlığını yok edecek şekilde teorize etmek ve uygulamakta Marksizm-Leninizm'in ideolojik bağımlılık, örgütsel bağımsızlık ilkesinin revizyonu ve tasfiyesidir. . GKB, halk gençliğinin; yani işçi, köylü, öğrenci, asker gençliğin öncü örgütüdür. Komünist gençlik örgütü gençliği Marksizm-Leninizm ve proletarya enternasyonalizmi ruhunda eğitir. Partinin program ve ilkelerini, işçi sınıfının ve partinin geleneklerini
kesintisiz bir biçimde gençlik içinde yayar. Onun başlıca görevi, gençliği proletaryanın saflarına, partiye kazanmaktır. Komünist gençlik örgütü, gençliği, opotünizmin, revizyonizmin, reformizmin, burjuva ve küçük-burjuva ideoloji ve politikaların her renk ve tonunun etkisinden kurtarmakla yükümlüdür. Gençlik hareketinin burjuva, faşist, gerici vb.parti ve akımlardan ideolojik ve politik bağımsızlığını korumak, onun politik bilinç ve örgütlenmesini sürekli geliştirmek, gençliğin öncü politik kurmayının görevidir. Bu kurmay, gençliğin anti-faşist kavgasına, devrimci komünist perspektifle müdahale etmek, örgütlemek, yönetmekle yükümlüdür. Gençliği proletaryanın yanında ve yedeğinde özgürlük, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm kavgasına kazanamayan bir komünist gençlik örgütü, görevlerini yerine getirmemiş, tarihsel sorumluluğuna uygun davranmamış olacaktır. Bu amaca varmak için bilinçli, planlı, enerjik, proletaryanın genel ve nihai hedeflerine bağlanmış, gençlik hareketinin öne sürdüğü genel ve güncel sorunlara yanıt veren, militan bir teorik ve pratik çalışma şarttır. GKB´nin, önemli görevlerinden biri de partiye kadrolar yaratmaktır. GKB üyeleri henüz parti üyeliği ve parti çalışmaları için hazır olmayan genç parti sempatizanlarını örgütler, eğitir, hazırlar; böylece partiye genç savaşçılar yetiştirir. GKB, partinin yedek kadro kaynağını da oluşturur. GKB temel örgütlenme ilkesi demokratik merkeziyetçiliktir. Demokratik merkeziyetçilik ilkesi, demokrasiyle merkeziyetçiliğin sentezidir. Eleştiri ve tartışma özgürlüğü ve seçim ilkesi (örgütün tüm organlarının aşağıdan yukarıya seçimle oluşturulması), demokratik merkeziyetçiliğin demokrasi yönünü, bireyin örgüte, azınlığın çoğunluğa, alt organların üst organlara, tüm örgütün merkezi önderliğe tabii olması ise demokratik merkeziyetçiliğin merkeziyetçi yönünü oluşturur. Faşist dikatatörlük ve kapitalist sistem koşullarında ise GKB merkeziyetçi tarzda örgütlenir. Merkeziyetçi tarzda örgütlenme zorunluluğunu dayatan faşist diktatölüğün varlığı demokrasi ve özgürlüğün yokluğudur. Merkeziyetçi tarzda örgütlenme koşullarinda demokrasi sınırlanır. Çünkü bu durumda illegal temelde örgütlenmek; örgütü seçim ilkesine göre değil de, yukardan aşağı biçimlendirmek kaçınılmazdır, politik koşulların dayattığı bir zorunluluktur. Cephe örgütlenmesi sınıf savaşımının belirli bir yoğunluk derecesine denk düşer. Burada sorun, en geniş kitlelerin sıcak savaşa hazırlanması ve örgütlenmesi sorunudur. Dolayısıyla mücadele süreci içerisinde girilen bu yeni döneme uygun örgütler yaratmak zorunlu bir hale gelir. Zira hali hazırda var olan örgütlenmeler, eski durumun koşullarına göre oluşmuştur ve o düzeydeki kitlelerin istemlerine cevap verir ve politik nesnel zeminde bu ciddi durum değişikliği kitlelerin o anki ihtiyaçlarına cevap verip, nesnel sürece hâkim olarak onu daha ileriye taşımalıdır. Böylesi bir ortamda o stratejik değişiklikten çıkan olabilecek tüm
sınıf ve katmanların aynı örgüt çatısı altında yeni Gençliğin Cephe Örgütlenmesi bir birleşmeye gerek duymaları söz konusudur. Bu cephe örgütlenmenin programı proletaryanın asgari programına denk düşer. Şimdi burada söz konusu olan gençliğin cephe örgütlermesi olduğundan, anlaşılması gereken gençliğin bir tek anti-faşist anti-emperyalist örgüt etrafında örgütlenmesidir. Zira gençlik, işçi gençlik, köylü gençlik, öğrenci gençlik olmak üzere belirli öğelere ayrılır. Politik mücadelenin yoğunlaşmaya yüz tuttuğu bir dönemde tüm halk kitleleri gibi, gençliğin de siyasal talepler temel olmak üzere ekonomik, akademik, kültürel talepleri, siyasi taleplerle birleştirilerek gençliğin bu talepler doğrultusunda bir mücadele cephesi oluşturulması gerekir. Bu cephe doğası gereği anti-faşist, anti-emperyalist ve anti-şovenist bir karakterde olacaktır. Gençlik kitlelerinin bu çerçevede birleştirilmesi açıktır ki bir ittifak gerektirmektedir. Bu bakımdan bu örgütler aynı zamanda birer ittifak örgütleridir. Gençliğin cephe örgütlenmesi, tüm anti-faşist, anti-emperyalist, anti-şovenist güçleri kapsar, kapsamalıdır. Bu örgüt, eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesine göre biçimlenecektir, biçimlenmelidir. Cephe tipi örgütlenme, gençliğin politik karakterli kitlesel örgütlenmelesidir ve gençliğin komünist olmayan en ileri kitlesel örgütlenmesini ifade eder. Günümüz koşullarında anti-faşist, anti-emperyalist gençlik hareketi yeniden gelişiyor, büyüyor. Bu hareket gerek bilinç, gerek örgütlenme ve gerekse de kitlesellik alanında henüz cephe örgütlenmesine varacak denli olgunlaşmış, genişlemiş, gelişmiş değildir. Böyle olmasına karşın gelişen anti-faşistanti-emperyalist gençlik hareketine daha üst düzeyde müdahalede bulunma , hareketin gelişimine, atılımına yeni kanallar açma, hareketi örgütlü hale getirme gereksinimi, politik karakterli anti-faşistanti-emperyalist gençlik derneklerinin kuruluşunu zorunlu kılıyor, (hatta bunda gecikilmiştir). Bu tip bir örgütlenme doğası gereği cephe özellikleri taşır, Önümüzde bu görevin gereklerine uygun bir siyasi ve örgütsel çalışma işi duruyor. Bu adımın en geniş ilerici ve devrimci güçlerle birlikte atılması gerekiyor. Amaç dar grup örgütlenmesi yaratmak değil, en geniş anti-faşist-anti-emperyalist, anti-şoven gençlik yığınlarının cephe örgütlenmesini yaratmaktır. Ancak buraya gelinmeden, acil olan elbette tüm bunlara müdahale edebilecek bir GKB´nin var edilmesi çabasıdır ki bu Devrimci Komünist Partimizin genc kadrolarının, onlarla buluşacak, genç komünizm adaylarının önlerinde bekleyen tarihsel ve acil bir görev olarak durmaktadır. Bu gereksinim ivedilikle aşılması gereken özelliğe sahip olmazsa olmazlarımızdan biridir. Devrimci Komünist Partimizin Yeniden İnşaa Örgütü, tüm komünizm dostu işci-işsiz, köylü, öğrenci, asker gençliği tarihin tanıdığı bu yüce fırsatla buluşmaya cağırıyor. Deniz’lerin, Yusuf ’ların, Sinan’ların ilk yola çıkışlarındaki devrim aşkı ve THKO ruhuyla, onların cesareti, azmi, yılmazlığı, direngenliği, teslim alınamazlığı, Partiye ve Komünizm davasına eşsiz bağlılıklarıyla geliyoruz. YAŞASIN PARTİMİZ TDKP YAŞASIN KIZIL ORDUMUZ THKO YAŞASIN GENÇLİK ÖRGÜTÜMÜZ TGKB FAŞİZME ÖLÜM HALKA HÜRRİYET
Halkın Kurtuluşu Yolunda GENÇLİK Türkiye işçi sınıfının öncü partisinin yeniden inşaası sürecine girildiği bir aşamada gençlik sorununun ele alınmaması ve gençliğe yönelinmemesi düşünülemez bir konudur. Bu nedenledirki, geçmiş mücdele tarihinde de , Türkiye proleteryasının onlarca şerefli evladı genç komünistin şehit verildiği bir corafyada, gençlik örgütlenmesinin yeniden inşaası kaçınılmaz bir sorun olarak gündemdedir. Bu kaçınılmaz durum, gençliğin içinde bulunduğu durumun doğru değerlendirilmesi ve gençlik örgütlenmesinin sorunlarını doğru teşhis etmeyide zorunlu kılmaktadır. HALKIN KURTULUŞU YOLUNDA GENÇLİK bu görevi yerine getirmeye soyunurken,gençlikten kopuk, onun sorunlarını gerçek sahiplerinden bağımsız ve hayali bir değerlendirmeler külliyatı ile değil ve fakat bizzat komünizme, işçi sınıfına, devrim ve sosyalizm davasına gönüllülük temelinde bağlanmaya aday, işçi-işsiz, köylü, öğrenci, asker gençlikle elele gerçekleştirmeyi hedeflemekte, gençliği saflarında toparlanmaya çağırırken PARTİ - GENÇLİK ELELE SOSYALİZME şiarını yükseltmeyi hedefliyor. 12 Eylül askeri faşist diktatörlügü sonrasında toplumun genelinde olduğu gibi gençlik cephesinde de epeyce şeyin değiştiği, geniş gençlik kitlelerinin eski ilerici duyarılılıklarından önemli ölçüde koparıldıkları bir gerçektir. Bu olgunun bir uzantısı olarak, bugün her biçimiyle gerici burjuva ideolojisi ve kültürü gençlik kitlelerini etkisi altında tutmaktadır. Bu etki gerici akımların bir kısmı için somut bir gençlik çalışmasına dayanmasada, ideolojik ve kültürel olarak ağır etki altındadırlar. Bugünün gençlik hareketi için tanımlanabilecek en temel zaaf, politik kimlik alanında yaşanmaktadır. İlkesel olan herşeyi yok sayan, günün ihtiyaçlarını bile tanımlamaktan yoksun, bu açıdan politikasızlığın ve ilkesizliğin içinde hızla çürüyüşünü sürdüren gençlik tablosu ile yüzyüzeyiz. Burjuva ideolojisinin gençlik üzerindeki etkisi, Sol siyaset ve muhalefet zeminini önemli ölçüde daraltmaktadır. Bugün denilebilir ki, yakın geçmişin ilerici olanaklarının önemli bir kısmı düzen ve onun sahte kutuplaşmasına bırakılmış durumdadır. Kemalist-ulusalcı söylemin üniversitelerdeki belirgin yaygınlığı, devrimci söylemle buluşabilecek bir duyarlılığı dolaysız bir biçimde düzene yedeklemiştir. Kendi gerici kimliklerini sahte bir anti-amerikancılıkla gizleyen bu ulusalcı-şoven kesimin etkinlik alanının yaygınlığı aynı anlama gelmek üzere Sol söylemin darlığını ve etkisizliğini göstermektedir. Öte yandan, önemli bir olanak olan Kürt gençliğinin siyasal önderliği tarafından gençlik sorununun dışına çekilmiş olması, mücadeleyi daraltan bir diğer önemli etkendir. Gençlik cephesindeki mücadele, gençlik kitlelerini siyasal mücadeleye ve giderek devrime kazanmaya yöneliktir. Tasfiyeci-reformist Sol akımlar sözkonusu olduğunda göz önünde tutulması gereken önemli bir nokta, geleneksel sosyal-reformist, soyal-şoven hareketlerin bugünki uzantısı olanlar dışında kalan reformist grupların büyük ölçüde dünün devrimci akımlarının karşı-devrim süreçlerinin tasfiyeci basıncı altında eski konum ve kimliklerini yitirmesiyle yeniden nüksettikleri gerçeğidir. Dünün devrimci akımları olarak bu gruplardan bazıları bugün hala da yer
sayfa 11
yer belli bir devrimci söylem kullanabilmekte; oysa gerçekte, dün devrimci bir konumdan savundukları bir davayı bugün artık tümüyle terketmiş olmanın ikiyüzlülüğünü ve dejenerasyonunu yaşamaktadırlar. Devrimci söylemleri kullanmaları mücadeleye gerçekte hiçbir şey katmamakta, tam tersine, devrime samimiyetle yönelen güçlerin bir kısmı için aldatıcı bir tuzağa dönüşmektedir. Bu olgu gençlik hareketini sorunları tartışılırken özellikle ele alınmalıdır. Bunu atlamak devrimci komünist bir gençlik harektinin var edilmesi mücadelsinde büyük bir yanılsama, zaaf oalcaktır. Politik çalışmaların etkinlik alanındaki bu daralma, çok yönlü bir konumlanışı ve çalışmayı yani politik kitle ajitasyonu, örgütlenme çalışması, sosyal ve kültürel çalışmaları zorunluluk olarak karşımıza çıkarmaktadır. Bu nedneledirki HALKIN KURTULUŞU YOLUNDA GENÇLİK önemli bir iddia ile ortaya çıkarken, tüm bu olumsuzlukların, olanaksızlıkların üstesinden gelerek varacatır varması gereken yere ve buda işimizin öyle kolay olmadğını göstermektedir bizlere. Bugünün gençlik hareketi için tanımlanabilecek en temel zayıflık, politik kimlik alanında yaşanmaktadır. Bu tablo içinde politik bir odaklaşma yaratmanın, ilkelere dayalı bir birleşik mücadele ve örgütlenme sürecini örgütlemenin oldukça zor olduğu açıktır. Yapılması gereken, ağırlıklı olarak ortalıkta dolaşan liberal kimliği, bu çürümeyi hareketin toplam kimliği haline getirmeye çalışanlara karşı, hareketi devrimcileştirme mücadelesini yükseltmektir. İlkelere dayalı bir mücadele, birleşik kitlesel bir devrimci komünist gençlik hareketini geliştirebilmek açısından büyük bir önem taşımaktadır bu mücadele. Günün temel devrimci görev ve sorumluluğu,
mutlaka etkili bir biçimde tartışmak ve aşmak için çok yönlü bir çaba ortaya koymak durumundadır. HALKIN KURTULUŞU YOLUNDA GENÇLİK bu işlevi yerine getirecektir ve bu kürsü gençliğin kürsüsü olacaktır. Komünist gençliğin yeni dönemde üzerine en fazla yoğunlaşacağı başlık, politik düzeyimiz ile örgütsel düzeyimiz arasındaki açı farkını kapatmak olacaktır. Bu noktada öne çıkan yeni dönem çalışmasının yönünü ve örgütlenme hedeflerini temel yanları ile ele alabilmeliyiz.Komünist gençlik örgütlenmesinin güçlenmesi herşeyden önce, onun politik-pratik önderliğinin ve merkezi müdahale kapasitesinin güçlenmesi demektir. Bu başarılamadan kalıcı bir gelişme sağlamak olanaksızdır. Bu sorunun çözümü ise etkin bir kadrolaşma politikasından geçmektedir. Bu komünist bir gençlik örgütlenmesi için bir kat daha önemlidir. Hem kendi faaliyetini politik-pratik olarak güçlendirerek sürdürebilmesi, hem de önderliğin çeşitli çalışma alanlarına donanımlı kadro aktarımını güvenceye alması ancak etkili bir kadrolaşma politikası ile sağlanabilir. Merkezi bir örgütlenmenin yerel çalışmalara daha etkili müdahalede bulunması ancak kadrolaşma düzeyini güçlendirmesi ile mümkündür. Örgütsel gelişmenin tek yanlı bir yaygınlaşma olmadığı, bu yaygınlaşmayı güvenceye almak için niteliksel bir gelişme gerektiği açıktır. İdeolojik-politik eğitimden pratik ve örgütsel eğitime kadar devrimci eğitim sorununu çok yönlü olarak gençlik alanında sistematik bir biçimde çözmek durumundayız.Önderliğin bu yönlü müdahalesi ve değerlendirmeleri dikkatlice incelendiği, orada tanımlanan kapsam etkin bir denetimle hayata geçirildiği koşullarda sorunun önemli bir yanı aşılmış olacaktır. Sorunun diğer bir yanı etkin bir kurumsal işleyiş ve bunun ürünü işbölümüdür.
geniş kitlelerle bağ kurmayı hedefleyen sistematik ve etkin bir politik faaliyettir. Bundan uzak durulduğu koşullarda, hareketin biriken sorunlarını aşmak, halihazırdaki tüm siyasal gruplar birleşse dahi, olanaksızdır. Zira, gençlik kitleleriyle bağları önemli ölçüde zayıflamış olan, çalışma yürütecek militan kadrolardan dahi yoksun bulunan grupların biraraya gelmesi kendi başına hiçbir sorunu çözemez. Bu elbette siyasal gençlik gruplarından başlayan bir birleşik gençlik mücadelesini ve örgütlenmesini önemsizleştirmek anlamına gelmez. Ancak bu birleşmenin ilkelere dayalı, hareketin biriken sorunlarına müdahale eden, pratik-politik çözümler oluşturan bir birleşme olması gerekmektedir. Başarılı bir gelişme ancak böyle sağlanır. Bugün bir dizi siyasal gençlik grubunun başarısız kaldığı asıl alan da burasıdır. Birleşik devrimci bir gençlik hareketi ve örgütlenmesini hedefleyen yapıların etkin bir taraf haline gelmesi için üzerlerine düşen sorumlulukların gereklerini yerine getirecek cesareti ve azmi göstermeleri gerekmetedir. Komünist gençlik hareketinin biriken sorunları, harekete devrimci öncü müdahalenin pratik-politik önemini gün geçtikçe arttırmaktadır. Bu müdahaleyi yapabilecek asli güç ise genç komünistlerdir. Komünist gençlik örgütlenmesinin her açıdan güçlendirilmesi, sadece kendisi için değil, daha önemlisi, hareketin sorunlarının çözümü için de belirleyici önemdedir.Komünist gençlik, gençlik hareketi içindeki özel konum ve kimliğinin gereği olarak, kendi etkinlik alanını geliştirmenin çok yönlü sorunlarını
Zira kurumsallaşmanın en önemli boyutu örgütsel kimlikteki gelişim ve bunu destekleyen bir politik kimliktir. Bu gelişimin sağlanacağı asıl alan ise örgüt ve onun organlarıdır. Bu nedenle organsal işleyişi geliştirmek sürekli bir eğitim ve kadrolaşmanın da güvencesi olacaktır. Bu çalışmanın yaygınlaştırılması ivedi bir önem taşımaktadır. Bu yeni dönemde gerek gençlik hareketinin biriken sorunlarına, gerekse de birleşik örgütlenme ve mücadele olanaklarına daha etkin müdahale için temel şiarımız “Her açıdan daha güçlü bir komünist gençlik örgütlenmesi!” dir. HALKIN KURTULUŞU YOLUNDA GENÇLİK bunun kürsüsü olmak adına yola çıkıyor.Önemli olan, doğru bir yaklaşımla bu olanakları gerçeğe dönüştürmek, hareket içinde pratik olarak etkin bir güç olabilmektir.Şimdi tüm, yurtsever, devrimci, komünist gençlik başta olmak üzere, işçi-işsiz, köylü, ögrenci, asker gençliği, Türk, Kürt ve diğer milliyetlerden tüm geçliği , HALKIN KURTULUŞU YOLUNDA buluşmaya, devrim ve sosyalizm bayrağını, komünizm davasında elde silah onurlarıyla çarpışarak ve karşı devrimin esareti koşullarında yılmaz direngenlikleriyle düşmana boyun eğdiren tarihimizin militan mirasıyla yükseltmek adınadır bu davet. Bu davet, güneşin altın çağına varana dek, sınıfsız toplumun varedilişine dek sürecek onurlu bir kavgaya davettir. Bu davet, Türkiye proleteryasının öncü müfrezesiyle yeniden buluşmak üzere pupa yelken demir aldığı günümüzde, onun şerefli evlatlarına yapılan davettir.
sayfa 12
sayfa 9
Bremen’ isimleriyle birkaç sayı yayınlansa da ‘anarşinin kısa yazı’nı hatırlatırcasına tarih sahnesinden silindi. Derginin fikir babası, dönemin öğrenci önderlerinden Dirk Schneider idi. Agit883 zaten Schneider’in de yaşadığı komün evden yayınlanıyordu. Schneider da kaybolmayan, oldukça ilginç bir kişilik. Daha sonra Yeşiller’in ilk milletvekillerinden biri oldu, sonra istifa ederek Demokratik Sosyalizm Partisi’ne girdi.
Sömürülmüş ve Suistimal Edilmiş: ‘Arap Baharı’nın İmkansız Söylemi İndirgeyici söylem, sadece arzulanan sonuçları verecek şekilde, seçici olarak meseleleri okuyup, istediği kadar uygun ya da ilgili olsun, diğer bahislere ya hiç yer vermez ya da çok az değinir. Arap Baharı denen süreç, ilk aşamadaki anlam ve amaçlarından şu an fazlasıyla uzaklaşmış olsa da Bölgesel ve uluslararası müdahalelerle kuşatılmış politik gündemleri geliştirmeye odaklanan anlatılar için bir yetiştirme alanına dönüşmüştür. 17 Aralık 2010’da, Tunuslu çaresiz bir seyyar satıcı bedenini ateşe verdiğinde, Tunusluların saklı ortak güç hazinelerinin kilidini açmak için kullandıkları anahtarın ta kendisiydi. Elinde gerçek bir halk devrimi tutan bir ulusla karşı karşıya gelmenin imkansızlığı düşünülürse, dönemin Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin 14 Ocak 2011’de verdiği görevinden ayrılma kararı kendi adına mantıklı bir değerlendirmeydi. İki hafta geçmeden Mısır da ayaklandı. Tunus’un ideale yakın devrim modelinin, çoğunlukla seçici sayısız okumanın ve nihayetinde mutlak bir sömürünün avı hâline gelmesi tam da bu zamana denk geliyordu. 25 Ocak Mısır devrimi, Arap ulusları arasında dalga dalga yayılan ayaklanmalar ile Tunus arasındaki ilk Arap bağlantısıydı. Kimileri olayı tarihsel, ideolojik ve hatta dinsel faktörlerle açıklama, dolayısıyla her fırsatta bağlantılar kurma ve elverişli her koşulda diğerlerini gözden kaçırma konusunda hızlı davrandı. El Cezire Arapça’nın internet sayfasında, devrim yaşayanlar kırmızıyla işaretlenmiş olmak suretiyle halen tüm Arap ülkelerini dâhil eden bir harita yer alıyor.
‘Arap Baharı’ indirgemeciliği her zaman kötü, politik çıkarlarca güdülenen ya da neo-emperyalist tasarılarca kışkırtılan bir kavram değildir. Mevcut pan-Arabist ya da pan-İslamist anlatılar istediği kadar iyi niyetle tasarlanmış olsun, entelektüelleri, kendi fikirleriyle uyumlu ve tutarlı buldukları herhangi bir söylemi yanlış tanıtma konusunda üzerine düşeni yapıyor. Kimi yeni bir pan-Arabist ulusun doğmakta olduğunu belirtirken kimi de ‘baharı’, Arap toplumları için bir güç kaynağı olarak İslam’ın dönüşünü müjdeleyen bir süreç olarak görüyor. Gerçek şu ki, rekabet halindeki politik ve entelektüel taraflar arasındaki söylemler gittikçe daha da sertleşirken, El Cezire’nin yayıncılık mantığıyla işaretlenen Arap ülkeleri görünüşte ayrı yollarda ilerliyor: bazısı bir demokrasi biçimine doğru gönülsüzce giderken diğerleri, -herkesin herkesle savaştığı- Hobbesçu bir ‘doğa durumuna’ düşüyor.
Batılı medya, bariz gerçekleri örtmek amacıyla dil manipülasyonunda başı çekmeye devam ediyor. Özellikle ABD medyası, NATO savaşının Libya’daki yansımasının, geçen senenin başlarında askeri bir darbe nedeniyle başlayan, iç savaşa evrilen ve hâlihazırda ülkenin kuzey bölgelerinde İslami ve diğer militan gruplara karşı Fransa önderliğinde yürütülen topyekün bir savaşa dönüşen Mali’deki anlaşmazlıkta nasıl pay sahibi olduğuna kayıtsız kalıyor.
“Arapların uyanışı henüz başlıyor”, 23 Aralık tarihli Financial Times’ın başmakalesinin başlığıydı. Mantık ve alt metni, bir zamanlar baskı ve diktatörlüğe verilen kolektif ve sert karşılıkların sinsi bir yorumlamasına işaret ediyor. Metin şöyle devam ediyor: “Esad’ın düşüşü, İran ve onun zayıf Lübnan devleti içinde Şii bir İslamcı devlet konumundaki Hizbullah gibi bölgesel müttefikleri için stratejik bir gerileme olacaktır. Ancak İsrail, İran’ın nükleer tesislerine saldırma tehditlerini pratiğe dökerse, böylece Tahran’ın teokratlarını bölge genelindeki muhalif Müslümanları toplamaya ve merkeze bağlılıklarını güçlendirmeye muktedir kılarsa, bu durum hızla tersine çevrilebilir. Bu tarz bir anlaşmazlığın ABD’yi içine sürükleyeceğini, Körfez ve petrol ticaretini karışıklığa iteceğini, Lübnan’ı ateşe atacağını hayal etmek pek zor değil.”
Mali bir Arap ülkesi değil, dolayısıyla, itinayla şekil verilmiş söyleme uymuyor; fakat Cezayir için aynısı söylenemez. Militanlar, Mali’ye karşı açılan savaşta hava sahasını Fransız savaş uçaklarına açan Cezayir’in bu hareketine misilleme olarak onlarca Cezayirli ve yabancı işçiyi Ain Amenas doğalgaz santralinde rehin aldığında, kimileri Cezayir’deki şiddeti Arap Baharı’yla ilişkilendirmeye çalıştı. Christopher Helman 18 Ocak’ta Forbes’te şöyle yazmıştı: “Bir bütün olarak bakıldığında, Libya Bingazi’de ABD büyükelçiliğine yapılan saldırı, Mali’ye karşı yapılan İslami saldırılar ve şimdiki Cezayir saldırısı, tüm bunlar, 2013’ün jeopolitik sıcak noktası olarak -Arap Baharı’nın Teröre Karşı Savaş’a dönüştüğü yer olan- kuzey Afrika’ya işaret ediyor.” Özellikle “bir bütün olarak bakıldığında” bu tarz bir analiz ne kadar da elverişli görünüyor. ‘Arap Baharı’ mantığı, batılı güçlerin peşin hükümlü anlayışına, çıkarlarına ve hatta planlarına uyumlu bir biçimde devamlı esnetiliyor. Örneğin, Bingazi’de ABD büyükelçiliğine yapılan ölümcül saldırı nedeniyle ABD’nin Suriye’de tam müdahaleden kaçındığı, medyanın bilinen görüşüdür. Washington’dan bakıldığında Arap bölgesi daha dağınık görünmekte, büyük ölçüde anahtar sözcük ve ibareler yoluyla anlaşılmakta, müttefik ile düşmanlar ve İslamcılar ile liberaller arasında bölüştürülmekte, İsrail ve İran’ı kapsayan herhangi bir duruma verilen tepkilerle değerlendirilmektedir. Tek yapmamız gereken, iki sene önce yazılan medya metinleri ile son zamanlarda yazılanları karşılaştırmak. 2011’in ilk birkaç ayı daha çok, Muhammed Buazizi ile birçok ortak yanı -yoksul,
‘Arap Baharı’nın yeni okumasında halkın, mezhepsel eğilimleri ve şu veya bu bölgesel güç tarafından harekete geçirilme isteklilikleri konusunda sağlayacakları fayda ile tanımlanan piyonlar olduğuna dikkat edilmelidir. Dil, Arap ve Müslüman ülkelerdeki batılı gündemlerle tutarlı iken, asıl garip olan, bedenini ateşe veren yoksul bir manavın, Mısır, Yemen ve Suriye’de onur ve özgürlüklerinin peşinden koşan öfkeli toplulukların dâhil olduğu bir ‘Arap Baharı’ yoluyla, sürekli cepheleşme durumundaki ABD, İsrail ve genel olarak batılı politikaları uygun bir bağlama yerleştirme konusunda çoğunun hâlen ısrarcı davranmasıdır. Tunus ayaklanmasından kısa bir süre sonra, tüm Arapları aynı kefeye koyan, halkın özgürlük, eşitlik ve demokrasi arzusunu sömüren kontrolsüz ve genelleştirilmiş söylemler varlığını sürdürmeye devam ederse, bunun olumsuz etkileri konusunda bazılarımız uyarıda bulundu. Ne yazık ki indirgemeci söylem son iki senede yaşanan ayaklanmaları tanımlamakla kalmadı, ayrıca ‘Arap Baharı’ bölgesel ve dış müdahalenin bir atlama tahtası oldu. Arap ülkelerinde ve benzer şekilde diğer ülkelerde ne olup bittiğini daha iyi anlamamız için, eski tanımlamaları bir kenara atmalıyız. Şu an yerleşmekte olan yeni gerçeklik ne Buazizi ne de diğer milyonlarca işsiz ve muhalif Arap’la ilgilidir.
O mektubu yayınlayan adam öldü İsterseniz önce aşağıdaki mektubu okuyun. Almanya’yı ve bütün Avrupa’yı yıllarca meşgul edecek bir hareketin başladığını ilan eden o mektubu yayınlayan, ‘Agit 883’ isimli derginin editörü Peter Paul Zahl, 66 yaşında hayata gözlerini yumdu. Bu mektup, Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF-Rote Armee Fraktion) kavramının kamuoyuna ilk kez açıklandığı mektuptu. “Kızıl Orduyu İnşa EdinDie Rote Armee aufbauen!” adlı mektup Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun ilk metni sayılıyor. 5 Haziran 1970’te Gudrun Ensslin imzasıyla yayınlanan metnin, RAF kurucuları Andreas Baader, Ulrike Meinhof ve Ensslin tarafından ‘onaylanan’ ilk metin olduğu da söyleniyor. Agit883 ya da Agit883 56 51 adıyla yayınlanan liberter dergi, 1969’dan 1972’ye kadar Almanya’da özellikle de Batı Berlin’de sol çevrelerin yayın organı işlevi görüyordu. Agit ‘ajitasyon’dan geliyor, 883 56 51 ise derginin hazırlandığı komünün telefon numarası. Agit 883’ün yayınlanmasında şüphesiz ki en büyük emeği verenlerden biri Peter Paul Zahl’dı. Matbaa eğitimi alan Zahl, kendi küçük matbaasında derginin basılmasını sağlıyordu. Hem editörlük, hem matbaacılık hem de dağıtıcılık yapıyordu. Derginin çıkışı, 2 Haziran 1967de İran Şahı’nın Berlin ziyareti sırasında kendisini protesto eden öğrencilere ateş açılması sonucu Benno Ohnesorgs’un vurulmasının ardından başlayan ‘alternatif medya-alternatif savunma’ tartışmalarına dayanıyor.
PARLAMENTO DIŞI MUHALEFET Özellikle, askerlik yapma zorunluluğu olmayan Batı Berlin’de toplanan Alman sol gençliği, 60’lardan 70’lere sol gruplar, radikal müzik toplulukları, kadın hakları ve feminist hareketlerle alkol, özgür seks ve esrar kullanımının legalize edilmesini savunarak giriyordu. Bütün bunların etrafında ya da bütün bu kesimlerin de yer aldığı devrimci silahlı militan gruplar, komünist örgütlenmeler, öğrenci hareketleri, silahsızlanma gösterileri bulunuyordu. Bunların tümünden ‘parlamento dışı muhalefet’ diye söz etmek mümkün. 70li yılların başında parlamento dışı muhalefet ayrışıyor ve devrimci solcular gittikçe radikalleşiyordu.
İşte bu eylemci devrimciler ve ‘anti otoriter metropol gençleri’ istemlerini ya da taleplerini tartıştıkları platform olarak Agit 883’ü mekân seçmişti. Peter Paul Zahl da askere gitmemek için Berlin’de yaşamaya başlamış biriydi. Bu dergi çevresinde ‘o güzel 1968den bahsedenler olduğu gibi, Bir yandan da RAF, eğlencenin bittiğini ilan edenleri toplamaya başlamıştı. Haftalık dergi Agit883, ‘kapitalist sistemin bünyesinden kaynaklanan ve kaçınılmaz olan haksızlıklar ve özgürlük düşmanlığına’ karşı mücadeleyi öne çıkarıyordu. Dergi, varolan haksızlıkları yazmakla yetinmeyip bunları ortadan kaldırmak için ‘eylemler’ de önermeye başladı. Yani, dünyayı yorumlamakla yetinmeyip aksine değiştirmek isteyenlerin dergisi oldu Agit883. Bunun üzerine hemen savcılar harekete geçti ve ‘toplumsal karışıklığa’ yol açtığı gerekçesiyle 1970 yılı ilkbaharından itibaren derginin bazı sayılarının toplatılması kararı çıktı ve dergi daha da popüler hale geldi.
Derginin genel olarak, insanların ‘toplum tarafından formatlanmasına karşı ,devrim ve işçi sınıfı üzerine tartışmaktan da geri durmadığı görülüyor. Bütün çalışmalardaki vurgu ise, ‘geleneksel toplumsal kategorileri reddetme’ üzerine yapılıyor. Derginin önemli ağırlık noktası ise, cezaevleri ve tutuklularla dayanışma. Derginin en fazla gürültü koparan ve tarihe geçmesine neden olan sayısı ise 5 Haziran 1970’te yayınlanan 62. sayısıydı. Bu sayısında meşhur RAF mektubunu yayınlayan dergi, kütüphanelerin dergi endekslerinden atıldı, polis yazı işleri müdürünü aramaya başladı. Dergide de bu tarihten sonra ‘fikir dergisi’ ve ‘eylemci dergi’ olmaya dair tartışma başladı. Agit 883 kolektifi RAF ve eylemci radikal sola karşı tutum konusunda ikiye ayrıldı. RAF ve radikal eylemlere sempati duyanların başını çekenlerden biri de Peter Paul Zahl idi. Ekip Agit 883’ten ayrılarak şehir gerillasına sempatiyle bakan ‘Fizz’ isimli yeni bir dergi kurdu. Her iki dergiye de polis baskısı arttı. Dergilerin hemen bütün sayıları toplatıldı. Bir ‘karşı kamuoyu çalışması’ olarak yayınlanmaya başlayan Agit 883, zamanla Marksist ve eleştirel teoriden daha fazla uzaklaşarak sadece anarşistlerin yayın organı olmaya meyletti. Kapandıktan sonra Hannover ve Bremen’de de ’883 Hannover’, ’883
Schneider’in unutulmaz işlerinden biri, 1983de Petra Kelly, Otto Schily, Gert Bastian, Antje Vollmer ve Lukas Beckmann gibi önemli Yeşil-Alternatif isimlerle birlikte Demokratik Almanya Devlet Başkanı Erich Honecker ile ‘özel barış anlaşması’ imzalamasıydı. Bilindiği gibi devrimciler Almanya’nın ve Avrupa devletlerinin Demokratik Almanya ile ‘barışmasını’ savunuyordu. Alman devleti barışmasa bile bu isimler sembolik bu anlaşmayla barıştıklarını açıklamıştı. Peter Paul Zahl, dergi kapandıktan sonra yaklaşık 8 ay kadar ortalıktan kayboldu. Zaten 1970ten kalma ‘terör örgütüne yardım etmek’ suçundan ertelenmiş bir cezası vardı. Dergi faaliyetlerinden ve örgüt işlerinden de aranıyordu. Daha önceki dergisi Spartacus ile ilgili de davalar vardı. 14 Aralık 1972de Düsseldorf taraflarında sahte dökümanla araba kiralamaya çalışırken polisle çatışmaya girince ortalığa çıktı. Polislerden biri Zahl’in kurşunlarıyla yaralandı ve Zahl yaralı yakalandı. Önce polise karşı gelmek ve adam yaralamaktan 4 yıl, sonra da öldürmeye teşebbüsten 15 yıl daha aldı. Toplam 19 yıla çarptırılan Zahl, o dönemde kitapları yayınlanmış, tanınmış bir yazardı ve kamuoyunda bu ceza ‘insafsız’ bulunarak protesto dalgaları başladı. Zahl’ın özellikle yeraltındaki 8 aylık dönemde ne yaptığı tartışılmaya başlandı. Polis endüstri bölgesi Ruhr’da RAF’ı örgütlediğini ve araba kiralama işinin de bununla ilgili olduğunu iddia etti. 2 Haziran Hareketi militanı olduğu da tartışıldı.
DEVRİMCİ IŞIK GÖRDÜĞÜ ÜLKELERE GİTTİ Bir yandan RAF eylemleri radikalleşiyor, bir yandan devlet tepkisi ağırlaşıyordu. Zahl’ın yargılamalardaki “emperyalist devlete ne açıklama yapmak ne de hizmet etmek zorundayım” gibi açıklamaları ‘örgüt üyeliği’ olarak değerlendiriliyordu. Zahl 1982de erken tahliye edilmesine kadar hapiste kaldı. Bunun 8 yılını tek kişilik hücrede geçirdi. Cezaevinden sonra Nikaruga’dan İtalya’ya kadar solcu ya da devrimci ışık gördüğü çeşitli ülkeleri dolaştı. 1985de Jamaika’ya yerleşti, vatandaşlığa geçti ve Alman vatandaşlığını kaybetti. Farklı konularda romanlar, tiyatro eserleri yazdı. Ödüller aldı. Hep solda kaldı. Kendisiyle yapılan son röportajlarından birinde “Ben bir roman yazarı değilim, bir figürüm” demişti. Kendini Almanya’dan çok Jamaika’da ‘evinde gibi hissettiğini’ söylemişti. Çünkü “Burada insanlar en azından yoksullardan alınan vergi artırıldığında sokağa dökülüp kararı iptal ettiriyor…” Peter Paul Zahl 24 Ocak’ta Jamaika’da öldü. Sadece bir figür değil, ‘vahşi siyah atlardan biri’ydi. Hiç değilse ‘öldüğü sahilleri’ birileri biliyor.
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
Arap Baharı ve medya
çaresiz, haklarından mahrum edilmiş ve nihayetinde baş kaldıran- olan birey ve topluluklarla ilgiliyken, mevcut metinlerin çoğu farklı bir tartışma çeşidiyle ilgilidir. Dahası, neredeyse tamamen farklı aktörler söz konusu. Tunus, Mısır ve Yemen’in Buazizi’leri hâlen işsizken, gazetelerimizde, TV ekranlarımızda çok daha az yer tutuyorlar. Şu an bahsini ettiğimiz şey ABD ve Rusya’nın çıkarları, dış müdahalelerle çekişmek ve mezhep ayrılıklarına dayanan anlaşmazlıklara utanıp sıkılmadan sınır çekmektir.
SAYFA 09
Ortaya birçok sorun çıktı. Örneğin El Cezire, Katar hükümetinin çıkarları dışında, ‘Arap Baharı’nın kendini dışavurum biçimini belirlemek için ne gibi araçlar kullanıyor? Şiddetten uzak devrimler, dış müdahaleler, mezhep çatışması ile iç savaşlar arasında net sınırlar olmamalı mıdır? Bu ‘devrimlerin’ kökenleri ve dışavurumlarıbüyük oranda değişiklik göstermekle birlikte, her deneyimin evrilmesi neredeyse her Arap ülkesinin kendisine özgüydü. Libya ve Suriye’de dış müdahale (Libya meselesinde topyekün bir Nato savaşı ve Suriye’de çeşitli bölgesel ve uluslararası güç oyunları), Tunus ve Mısır’da yaşananlardan bütünüyle farklı senaryolar oluşturduğundan, mutlaka farklı bir analiz rotası gerektirmektedir. Ancak üniter ‘Arap Baharı’ söyleminin yinelenen başarısızlığına rağmen birçok politikacı, entelektüel ve gazeteci, sürecin erken dönem mantığını ödünç alıyor. Tunus ile Sana’a arasındaki mesafeyi bir cümleyle, bir dizelik muhakemeyle kapatan, indirgemeci başlıkları ve çizgisel olay örgüleriyle kitaplar zaten yazıldı.
Sayısız sınırlamalarına rağmen indirgemeci söylemler varlığını sürdürmeye devam ediyor. Bunun altında yatan sebep de, bu söylemlerden bir kısmının, -açıkça hırsları olan veya sadece düze çıkmak isteyen- belli hükümetlerin çıkarlarına hizmet etmek için tasarlanmış olmasıdır. Suriye meselesinde, anlaşmazlıkta bir şekilde taraf konumundaki tek bir ülke bile, on binlerce Suriyelinin yaşamına mal olan bu kanlı bölgesel politika oyununda masum olduğunu iddia edemez.
SAYFA 08
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
sayfa 8
MARKSİZM VE ŞİDDET-TERÖR SORUNU-4
KIZIL ORDUYU İNŞA EDİN Die Rote Armee aufbauen!” Yanlış insanlara doğruyu anlatmaya çalışmanın anlamı yok. Biz bunu daha önce uzun süre yaptık. Baader’in hapisten kurtuluşu eylemini biz entelektüel gevezelere, korkudan altına edenlere, her şeyin en iyisini bilenlere anlatmaya kalkmadık, aksine halkın potansiyel devrimci kesimine anlattık. Bu eylemi, bunu hemen kavrayabileceklere anlattık, çünkü onlar da zaten hapiste.
Baader’i kurtarma eylemi neredeyse parkta yürümek kadar basitti. Eğer ne olduğunu anladıysanız -Zaten yorumlarınız iyi anladığınızı gösteriyor, bu yüzden kurşunun sizin de karnınıza saplandığını söylemek oportünizmdir…- eğer bir şey anladıysanız, dağıtımlarınızı yapmak için daha iyi bir yol bulmalısınız.
Eylemsiz sol gevezelik, halkın bu kesimlerine hiçbir şey veremez. Halkın buna karnı tok.
Size eylem için yaptığımız planlar gibi yöntemlerimizle ilgili söyleyeceklerimiz yoksa ”sizi mankafalar! Kendinizi düşmana yakalattığınız sürece, başkasına düşmandan nasıl kaçacağına dair öğüt verme durumunda değilsiniz! Maceracılıktan kastınız ne? Bu sadece birinin kendini muhbir olarak ilan etmesidir…
Baader’in kurtuluşu eylemini Märkischer semtinin gençliğine anlatmalısınız, Eichenhof, Ollenhauer, Heiligensee’deki kızlara anlatmalısınız, yetiştirme yurtlarındaki delikanlılara anlatmalısınız. Çok çocuklu yoksul ailelere, genç işçilere ve çıraklara, ortaokul öğrencilerine, yoksul semtlerdeki ailelere, Siemens, AEG-Telefunken, SEL ve Osram işçilerine, hem ev işi yapıp çocuğa bakmak hem de akord çalışma zorunda kalan evli kadın işçilere anlatmalısınız !
Çelişkileri doruğa çıkarmak ne demek? Kafanı kesmeleri için uzatmamak demek. Bunun için Kızıl Ordu’yu kuruyoruz. Ebeveynlerin arkasında öğretmen, gençlik dairesi ve polis duruyor. Ustabaşının arkasında usta, personal bürosu, fabrika koruması, sigorta ve polis duruyor. Kapıcının arkasında apartman yönetimi, ev sahibi, mahkeme icracısı, tahliye davaları ve polis duruyor. Domuzlar notlarla, işten atmayla, kovmayla ve bir sürü hokus pokusla işlerini görüyor. (.)
Bu eylemi, yaşadıkları sömürü karşılığında yaşam standartlarının yükselmesi ve tüketim artışı gibi tazminat alamayanlara, ev kredisi anlaşması, küçük kredi, orta sınıf otomobili olmayanlara anlatmalısınız. Bütün bu ıvır zıvırlara sahip olmayacaklarını bilenlere ve bunun peşinde koşmayanlara!
Şunu açıkça kavramalısınız ki, emperyalizmin sosyal demokrat pisliği, senatodan gençlik dairesine kadar her yere sızmış olabilir ve sizi elinde oynatmak, aldatmak, gafil avlamak, tuzağa düşürmek, korkutmak, savaşmadan ortadan kaldırmak gibi her türlü domuzluğu yapmaya hazırdır.
Öğretmenlerinin ve eğitimcilerinin, kurum yöneticilerinin ve bakım kurumlarının, usta ve ustabaşılarının ve sendika temsilcilerinin ,semt belediye başkanlarının gelecek vaatlerinin yalan olduğunu bilen ama sadece polisten korkusu kalmış bütün insanlara! Bunların tümüne -ama küçük burjuva entelektüellerine değil- artık sona gelindiğini, bundan sonra başka bir şeyin başladığını ve Baader’in kurtuluşu eyleminin sadece bir başlangıç olduğunu anlatmalısınız! Ki, aynasızlar düzeninin sonu görülüyor.
Şunu açıkça kavramalısınız ki, devrim bir Paskalya Yürüyüşü olmayacak. Ki domuzlar, bütün araçları sonuna kadar kullansa da ama hepsi bu kadar, daha ileri gidemeyecekler. Çelişkileri sivriltmek için Kızıl Ordu’yu inşa ediyoruz. Kızıl Ordu’yu inşa etmeden bütün çelişkiler ve fabrikalardaki, mahallelerdeki siyasi çalışmalar boşa çıkacaktır ve reformizmin yargısıyla mahkeme edilecektir. Bu sadece halkı mahveder, ama halkı mahvedeni mahvetmez!
Onlara Kızıl Ordu Fraksiyonu inşa ettiğimizi ve bunun onların ordusu olduğunu söyleyin. Ve şimdi her şeyin başladığını da söyleyin. Onlar “neden şimdi” diye aptalca sorular sormayacaktır. Çünkü onlar, devlet daireleri ve makamlarla binlerce yolu arkada bıraktı, süreçlerle dansları, bekleme süresi ve bekleme odalarını, tarihleri, kesin hallolanları ve hiçbir şeyin hallolmadığını geride bıraktı. Ve sempatik öğretmenle konuşmayı başarıp buna rağmen sonunda sınıfta kalmayı engelleyemeyenler ya da çocuğunun anaokulu için hiçbir yer kalmadığını söyleyen çaresiz anaokulu öğretmenini de arkada bırakanlar… Size “neden şimdi” sorusunu sormayacaklar! Tabii ki gazetelerinizi polis el koymadan önce dağıtacak durumda olmamanızın nedenleri konusunda söylediğiniz hiçbir söze de inanmayacaklardır. Çünkü yalaka solun ajitasyonuna gelmeyip, domuzların yaklaşamayacağı bir dağıtım ağı kurmak zorunda olan gerçekçi sol olmalısınız. “Bu çok zor” diye saçmalamayı bırakın.
Çelişkileri doruğa tırmandırmak demek, onların her istediklerini yapmaları değil, tam aksine biz ne istersek onu yapmak zorunda kalmaları demek. Üçüncü dünyanın sömürülmesinden, Pers petrollerinden, Bolivya’nın muzundan, Güney Afrika’nın altınından pay alamayanların, sömürücülerle birlikte olmasının hiçbir temeli olmadığını onlara açıkça anlatın. Onlar şimdi burada neler döndüğünü ve Filistin, Vietnam, Guatemala, Küba ve Çin’de daha önce neler olduğunu anlar. Baader’in kurtuluşu eyleminin tek bir eylem olmadığını, ama bundan önce Almanya’da hiç gerçekleşmemiş bir eylemin ilki olduğunu eğer anlatırsanız, onlar anlar. Şu kesin ki siyasi faaliyetten dolayı hapis cezaları daha da ağırlaştırıldı. Bunun sebebi sosyal demokrat zırvalıklarının emperyalizm gibi hareket etmesidir. Bunlar altüst edilmeli, soruşturulmalı, pusu kurulmalı, korkutulmalı ve kavga edilmeden yok edilmelidir. Basılmış evlerde, divanlarda oturup küçük hesaplı kuş beyinliler gibi aşklarınızı anlatmaktan vazgeçin. Gerçek bir dağıtım ağı kurun. Herkesi ayaktakımı yapmaya çalışan sosyal çalışmacıları, lahana kemiricilerini, korkudan altına edenleri bırakın oldukları yerde. Hak edenlerin suratına tokat atmak için bekleyen proleter kadınları ve lümpen proleteryayı bulun. Yetiştirme ve işçi yurtları nerede, nerede çok çocuklu aileler onları bulun. Onlar liderliği üstleneceklerdir. Yakalanmayın, yakalanmamayı bilenlerden yakalanmamayı öğrenin.
Sınıf savaşını yükseltin. Proleteryayı örgütleyin. Kızıl Orduyu İnşa Edin…
Tunus’tan Mısır’a Arap Devrimi (Güney Asyalı Marksist sosyal bilimci Vijay Prashad, ile arap baharı söyleşisi.. Pothik Ghosh (PG): Arap dünyasındaki son olaylar hangi anlamda bir devrim olarak adlandırılabilir? Bu olaylar son 20 senelik sürece yayılan ‘renkli’ devrimlerden ne ölçüde farklı, açıklar mısınız? Vijay Prashad (VP): Her devrim aynı değildir. Doğu Avrupa’daki renkli devrimlerin farklı bir temposu vardı. Sınıf nitelikleri de farklıydı. Halklar kendi sınıfsal ya da ulusal çıkarları için eyleme geçmiş olsa da, bu devrimler ABD emperyalizminin çizgisiyle uyumluydu. Gürcistan’daki Gül devrimini ve Ukrayna’daki portakal devrimini anımsıyorum. Ukrayna’da Otpor, George Soros’un Açık Toplum‘u ve ABD hükümetinin Ulusal Demokrasi Enstitüsü tarafından yağlandı. Ayrıca Rus parası da büyük defterin her iki yanında salındı. Doğu Avrupa devrimleri esasen, devlet sosyalizminden vahşi kapitalizme travmatik geçiş süreciyle sarsılan dünya bölgelerindeki politik savaşımlardı. Şimdi tanık olduğumuz Arap devrimi, Arap dünyası için “1968e yakın bir şey. Arap nüfusunun yüzde 60ı (Mısır’da yüzde 70i) 30 yaşın altındadır. Onların sloganları, ‘saygınlık’ ve’ iş’ taleplerinde somutlaşıyor. Doğal kaynak laneti , bu genç nüfusun içinde yaşadığı toplumlarda serveti sadece küçük bir azınlığa kazandırdı. Sosyal gelişme Arap dünyasının yalnızca bazı kesimlerine ulaştı: Tunus’un okur-yazarlık oranı yüzde 75dir, Mısır’da yüzde 70 ve Libya’da ise yaklaşık yüzde 90. Eğitimli alt-orta sınıf ve orta sınıf gençliği iş bulamıyor. Birbirine bağlı aşağılayıcı toplumsal durumlar bu gençleri ayaklandırıyor: İş yok, otoriter devletin saygısı yok, üstüne üstlük dünya mertebesinde ikinci sınıf yurttaş olmaktan kaynaklı genel rahatsızlık da ezici boyuttaydı. Sokaklarda yükselen sesler, ‘saygınlık’, ‘adalet’ ve ‘iş’ taleplerinin bir birleşimiydi. PG: “Yasemin devrimi” adı verilen bu devrim, Doğu’da ve Magrep’te, İslamcı kimlikçilikten canlı bir işçi sınıfı politikası türüne, muhalif politikanın politiko-ideolojik topoğrafyasının baskın karakterini dönüştürme fikrini taşıyor mu? Hangi koşullarda bölgede kontrolden çıkmış bir yangın gibi yayılan bu genel grev dizileri bir karşı-iktidar kümelenmesine dönüşebilir? Yoksa bu, bölge dışındaki solcuların vekaleten ürettiği bir arzu mu sadece? VP: Korkarım ki bu, bizim vekaleten ürettiğimiz bir arzu. Gençlik, işçi sınıfı ve orta sınıf mücadelenin temposunu geliştirdi. Mücadelenin kazanacağı yön ise açık değil. Devrimleri gözden geçirirken analojiler kullanırım, çünkü değişim olayları büyük ölçüde tesadüfidir. Kendiliğinden olan ve yapının dürtüklediği büyük bir kavgadır bu. Örgütlü işçi sınıfı, özellikle Mısır’da örgütlü teoktarik bloktan daha zayıftır. İlerici tipte bir sosyal değişim Arap topraklarına büyük ölçüde albaylarla geldi. İşçi sınıfı mücadeleleri hiçbir Arap ülkesinde amacına ulaşamadı. 1950lerde Irak’ta gelişen işçi hareketi ordu tarafından ele geçirildi ve ardından üstü kapalı bir ittifak yaptılar. Meksika devrimi 1911de başladı, fakat 1917 anayasası yazılıp, Carranza 1920de ve hatta belki de Cardenas 1934de başkanlığa yükselinceye kadar PRI [Kurumsal Devrimci Parti] rejimini tam olarak kavrayamadı. Meksika ve Mısır arasında birçok paralellikler görüyorum. Her iki ülkede de sol yeteri düzeyde bir gelişme gösteremedi. Benzer biçimde her iki ülkede de sağ tehlike hep vardı. Porforio Diaz devletinde olduğu gibi, firavun-vari devlet bozulursa, köylüler ve işçi sınıfı kendiliğindenliğin ötesine geçerek biraz daha gövdeleşebilir. fakat iktidara etkin biçimde el konmazsa, karşı devrim etkin ve sıkı biçimde ortaya çıkabilir. PG: Sizce böyle bir dönüşüm ortaya çıkmazsa nasıl bir tehlike söz konusu? Böyle bir başarısızlık, neoliberal konjonktürün kendini Batı Asya’da bir yanda faşizan bir İslamla, diğer yanda ise otoriteryanizmle gösteren bir konsolidasyonuna yol açar mı? VP: Bu dönüşüm umarım başarısız olmaz, ama eğer başarısızlığa uğrarsa ortaya çıkabilecek üç seçenek
sayfa 13 Vijay Prashad
1- Mısır egemen sınıfı ve ABD baskısı altında ordu kontrolü ele alacak. Bu, şu an için Tunus’ta olası değil, çünkü ikinci bir seçenek kendini gösterdi; 2- Egemen koalisyonun tarafları despotizmin görünür yüzünü uzaklaştırmak -Bin Ali’nin Suudi Arabistan’a gönderilmesi- gibi ivedi tavizlerle sokaktaki eylemci kalabalıkları dağıtabilir. Eğer Mübarek giderse, Mübarek devletinin dizginleri, Ömer Süleyman gibi onun kanlı uşaklarından birine emaneten devredilir. Mübarek bunu Ahmet Şefik ile denedi, fakat Tantawi‘ye, Mübarek’e yakın olan ve egemen blok tarafından güvenli görülen başka generallere de gidebilirdi. Seçkinler arasında, Mübarek ile kendileri arasına mesafe koymaya başlayan ve kendini sağlama almak adına sokakla iletişim kurmaya başlayan kişiler görmek için bekleyeceğiz. İran Şahı son bir hamle olarak Şahpur Bahtiyar’ı başbakan olarak atamıştı. Bu işe yaramadı ve ardından devrim daha da yayıldı. Eğer bu işe yaramazsa,
Bakanlığı’nda Boutros Boutros-Ghali ile birlikte çalıştı. İlişkileri bu süreçte başladı. Her ikisi de Birleşmiş Milletler bürokrasisine kaçtı. Boutros Ghali, Fehmi’den daha uysal biriydi. El Baradey’in Fehmi’ye benzediğini düşünüyorum. IAEA’da ABD baskısına boyun eğmedi. Tahminen Mübarek iktidarının en kötü yıllarını Kahire dışında geçirmiş olması ona itibar kazandırıyor. Aksi taktirde onun türünde bir adam, atama yoluyla Mübarek iktidarının bir parçasına dönüşmüş olurdu. Yalnızca onun gibi aykırı bir tip, hem iktidar bloku içinde (sınıf konumu ve içgüdüsü bakımından) hem de iktidar aygıtının (Mübarek’in kabine çevresi) dışında olabilir. Bu önemli bir ayrıcalık noktasıdır. Müslüman Kardeşler’in kendi cephesinde hareket etmemeye özen göstermesi, halkın liderleri tayin edecek imkanlardan yoksunluğu ve Ayman Nour’un sağlık durumunun iyi olmaması dolayısıyla El Baradey’in görevi devralması mümkün görünüyor.
3- ABD büyükelçiliği Muhammed El Baradey‘e yeşil ışık yakan bir mesaj gönderecek. El Baradey Müslüman Kardeşler tarafından saygın bir aday olarak görülüyor. 30 Ocak günü halkın karşısına çıkan Baradey, birkaç gün içinde sorunun çözüleceğini söyledi. Bu, Müslüman Kardeşler’in ve elbette Mübarek kliği içindeki çeşitli kesimlerin desteğiyle onun yeni devlet başkanı olacağı anlamına mı geliyor? Eğer böyleyse, halk için bu yeterli olacak mı? Kitlelerin başka bir seçeneği kalmayabilir. El Baradey, IAEA’de [Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı] İran konusunda ABD’yi tedirgin etmiş başına buyruk bir tiptir. Başka deyişle kolay bir lokma olmayacak. Öte yandan büyük ihtimalle Mübarek’in ekonomi politikasını aynen sürdürecektir. Bu ise IMF-Dünya Bankası Yapısal Uyum bölüm 2nin özüdür; “iyi yönetişim” ile yan yana aynı eski özelleştirme politikalarına devam. El Baradey Mısır’da iyi yönetişim istedi. Sokaklar ise daha fazlasını istiyor. Şimdilik bir ateşkes olacak, Chavez’in dediği gibi, “por ahora” (şimdilik).
PG: Dünyanın bu kesiminde yirmi yıl öncesi bir döneme kadar çok güçlü bir varlığı olan işçi sınıfının ve diğer belli sol-demokratik örgütlerin ortada olmaması, sadece onların (Irak’ta Saddam Hüseyin’in, Suriye’de Hafız Esad’ın, Mısır’da Nasır’ın ve Mübarek’inki gibi) çeşitli otoriter rejimler tarafından vahşice bastırılmasının ve/ya da Müslüman Kardeşler gibi İslamcıların sürdürdüğü sistematik maddi bir kıyımın sonucu mudur? Yoksa bu durum, söz konusu grupların doğasında var olan politik-teorik zayıflıklarla ilişkili bir şey mi? İslam ve özellikle Arap dünyasında sol/komünist/sosyalist güçlerin ölümcül hatası, “işçi sınıfının kendini kurtarması” denen evrensel sorunu kendine özgü kültürel ve tarihsel bağlamları içinde kavrama ve ortaya koymadaki yetersizlik ya da isteksizlikleri değil miydi?
PG: Her şeye rağmen bölgedeki muhalif/karşıt görüşlü politiko-ideolojik alana neredeyse tam olarak hakim olan radikal islamcılar, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in sahip olduğu türden etkin bir örgütlü güç olarak sahneye çıkamadı. Sizce bu neden böyle? VP: Müslüman Kardeşler şu anda sokaklarda. Fakat ideolojik söylemini yumuşattı. Bu çok açık. Müslüman Kardeşler’in sözcüsü Cemal Nasır, protestoların sadece küçük bir parçası olduklarını, protestonun İslam diniyle değil Mısır’la alakalı olduğunu söyledi. Bu çok zekice bir tutum. Benzeri bir tutumu 1978-1979 protestoları döneminde İran’da mollalar da sergilemişti. Şah’ı devirmek için “halk yığınları”nı kuliste beklediler, ve daha sonra saldırdılar. Müslüman Kardeşler de böyle yapar mı? Şimdi, bu devrimin örgütlü bir gücün değil, halkın gerçekleştirdiği bir devrim olduğu söyleniyor. Bu elbette doğru bir görüş, ama yetersiz. Halk seferber olabilir, eyleme geçebilir; fakat bir aracılık ya da bir kuruluş olmaksızın yönetemez. Bu tam da yapılandırılmış unsurların oyuna girdiği yerdir. Şekillenen başka bir alternatif yoksa, Müslüman Kardeşler iktidarı alır. Müslüman Kardeşler’in El Baradey’i bütünüyle desteklemesi, ABD’yi hemen karşısına almak istemediği anlamını taşıyor. Bu, daha sonraki süreçte olacak bir şey. PG: El Baradey gibi karakterin ortaya çıkması ne anlama geliyor? Onlar gerçekten de uluslararası medyanın göstermeye çalıştığı gibi direnişin “politik yüzü” mü? VP: El Baradey saygıyla anılıyor. 1960larda Nasırcı Dışişleri Bakanlığı’nda çalıştı. Daha sonra İsmail Fehmi yönetimi döneminde aynı bakanlıkta görev yaptı. Fehmi’nin ne denli etkileyici biri olduğu göz ardı ediliyor. Mısır lideri Sedat Kudüs’e gittiğinde, onun kabinesinden istifa etmişti. Fehmi bir Nasırcıydı. El Baradey bir sene boyunca Dışişleri
VP: Fakat baskıyı da küçümsememek gerek. Mısır’da 2006 iç güvenlik bütçesi 1.5 milyar dolardı. 1.5 milyon polis memuru var, ordu personelinden dört kat daha fazla. Bana Mısır’da her 37 kişiye bir polis memuru düştüğü söylendi. Bu son derec uç bir durum. Bu canavarlığa ABD’den gelen finansal destek 1.3 milyar doları buluyor. Mısır işçi sınıfının en önemli olayı 1977de ortaya çıktı. Bu bir ekmek ayaklanmasıydı, ama yenilgiye uğradı. Hemen ardından Sedat, yüzünde bir kedi tebessümüyle IMF’ye gitti. İnfitah‘ı [açılma-ekonomik dışa açılma süreci] resmen başlattı. Hesapları üç yolla denkleştirecekti: İnfitah, ihracata yönelik üretime izin verdi, din kalkanı (al-rais al-mou’min) Sedat’a Müslüman Kardeşler’i deneme ve onlara alttan vurma, Suudiler’den bazı mali fonlara talip olurken, İsrail ile yaptığı anlaşma nedeniyle de ABD’den mali imtiyazlar kazanmaya çalışma imkanı verdi. Bu ise güvenlik aygıtını geliştirmek ve işçi hareketini ezmek için daha fazla araç sağladı. ‘ Kendini-kurtarma’ sorununu ortaya koymanın yaratıcı biçimlerini düşünmeye uygun bir zaman/ mekan ya da dahası böylesi bir düşünsel arayışı fiilen sürdüren aydınlar var mıydı ki? Sorunun zeval bulmasından kaygı duymakla, Ajami‘nin Dream Palace of the Arabs‘ının içine girmiş olmaz mıyız? 1954de Wafd‘a ve Komünist güçlere bağlı sendikaların, yeni bir bölüşüm rejimine destek veren imtiyazlar için Nasırcı rejimle bir pakt imzaladığını anımsayalım. Bu pakt onların bağımsızlığına doğrudan son verdi. Sendikalar temsil ettikleri sınıfa karşı bizzat Ulus’un hizmetine girdi. Uzun dönemde bu ölümcül bir hataydı. Fakat örgütlü işçi sınıfı son derece küçük bir gruptu (Workers and Nile‘nin gösterdiği gibi, işçilerin büyük kesimi resmi olmayan iş kollarında çalışıyordu). Komünist Partisi‘nin ve Wafd‘ın yeni koşullarda en iyi yapabildiği şey, işçi sınıfının ulusal bir harekette merkezi bir rol oynadığını savunmaktı. Nasır ve onun Devrimci Komuta Konseyi bu görüşe kulak verseler de onu hiç dikkate almadılar. Onlara göre tarihin öznesi orduydu. Onlar için bu, kesin ve değişmez bir hükümdü.
sayfa 14
Son Barikata Kadar Yaşayacak Paris Komünü
Paris Komünü: Dünya üzerindeki ilk işçi devleti 142 yıl önce doğdu!
İşçiler yönetebilirler mi? İktidarı ele geçirip onu sınıf düşmanlarına karşı koruyabilirler mi? Onu, işçileri, emekçi sınıfların çıkarlarını gözeterek yeniden yapılandırıp yetkinleştirebilirler mi? 1871'in 18 Mart'ında kurulan Paris Komünü bu sorulara "Evet" yanıtını veren tarihteki ilk örnektir. Kan ve acıyla, yoksulluk ve yaratıcılıkla, kuşatılmışlık ve girişkenlikle başardı bunu proletarya. Kararlılıkla ayaklandı, "Yaşasın Komün" yazdı bayraklarına. Dişe diş, göze göz, direşkenlikle aldı iktidarı. Hergünü sömürücülerin bir kalesini daha zapteden kararların alındığı ve uygulandığı bu ilk işçi devletini 72 gün yaşattı.
Devrimin ebesi savaş
1870 Temmuz'unda patlak veren Fransa-Prusya (eski Almanya) savaşı, olaylar zincirindeki ilk halkaydı. Fransız burjuvazisi proletaryanın içler acısı sefaleti pahasına büyümüş, zenginleşmişti. Kapitalizmin doğası gereği bu aynı zamanda, bunalım birikimi demekti. İmparatorluk rejimi, içerdeki hoşnutsuzluğu bastırmak, kitlelerin dikkatini başka yönlere kaydırmak için bir dış macera arayışına girmişti. Fakat savaş Fransa için tam bir hezimetle sonuçlandı. İmparatorun kendisi bile esir düştü. İmparatorluk çöktü. 4 Eylül'de Cumhuriyet ilan edildi. Geçici bir Ulusal Savunma Hükümeti kuruldu. Fakat burjuvazinin kurduğu bu hükümet, gerçekte bir ulusal ihanet hükümeti idi. Asıl kaygısı Fransa'yı Almanlar'dan kurtarmak değil, Paris'i silahlarını bırakmayı reddeden işçilerden arındırmaktı. Proletarya burjuvazi gibi hain değildi. Paris'i savunmak için canını dişine taktı. Kurulan barikatlarda Ulusal Muhafızlar, kadınlar ve çocuklar, düzenli ordunun başaramadığı işi başardılar; Paris teslim olmadı. 4 ay boyunca Prusyalıların kuşatmasında kaldı. En sert kışlardan biri hüküm sürüyordu. Yiyecek ve yakıt yoktu. Hergün ekmek ayaklanmaları patlak veriyordu.
Yaşasın Komün!
10 Mayıs tarihli "Le Proletaire" gazetesinde yayınlanan bir yazıda şunlar yer alıyordu: önce burjuva devletin bürokratik cihazını paramparça etti. Bu onun en büyük tarihi eylemiydi. Eski ordu, eski polis, eski idari ve hukuki kurumlar yerle bir edildi. Sürekli ordu ve polisin yerini eli silah tutan tüm yurttaşlardan oluşan büyük Ulusal Muhafızlar aldı. Bütün yöneticiler ve bütün memurlar, yargıçlar da dahil, halk tarafından seçiliyor, kendilerinden hesap sorulabiliyor ve her an görevden alınabiliyorlardı. Bürokrasinin ayrıcalıklarına karşı verilen savaşın bir diğer adımı olarak, 1 Nisan'da Komün üyelerinin maaşlarının ortalama işçi ücretini aşamayacağı karar altına alındı. Sıra devletin manevi baskı aletini parçalama işine germişti. "Rahipler iktidarı" ortadan kaldırıldı. Din ile devlet işleri birbirinden ayrıldı. Bu arada eğitim de laikleştirildi. Bütün dinsel simge, dua ve dogmalar okullardan uzaklaştırıldı. Din bir vicdan sorunuydu ve herkes "kendi vicdanı"yla başbaşaydı. Kilisenin öğrenim kurumlarının tümü parasız olarak halka açıldı. Herkese öğrenim görme
Komün, proleter kahramanlık, girişkenlik, fedakarlık yeteneği demekti. Ve Komün'ün bu özel nitelikleri saflarındaki kadın savaşçılarda da fazlasıyla vardı. Komün'ün ilk günü 18 Mart'ta kadınlar Ulusal Muhafızların toplarını almak üzere burjuva hükümetin gönderdiği birliklerin etkisiz hale getirilmesinde çok önemli bir rol oynadılar: Kuşatma ve Komün boyunca kadınlar çok fazla dernekte, savunma komitesinde ve Kadınlar Birliği'nde örgütlenmiş ve faaliyet göstermişlerdi. Kadınlar Birliği, semt ve mahalle temelinde örgütlenmişti; ideolojik eğitimin yanı sıra, kadınlara sağlık hizmeti, savunma hizmeti, üretime katılma gibi alanlarda yönetiyordu. Kadınların eğitimi, onlar için meslek okulları ve parasız okulların, kreşlerin açılması, fahişeliğin ortadan kaldırılması için mücadelede işleri arasındaydı. Kadınlar, eğitim reformunun planlanmasında ve uygulanmasında önemli roller üstlendiler. Her ilçede, ambulanslarda ve sahra mutfaklarında görev alacak kadınları kaydettiler. Yardım fonlarını yönetecek gönüllüler buldular. Komünün savunması için gerekli silahların üretiminde çalıştılar. Kadınlar Birliği, sadece kadınların değil, Komün'ü ve halkın davasını savunmaya ve desteklemeye kararlı erkeklerin örgütlenmesi için de büyük çaba harcadı. 11 Nisan'da yayınladığı ilk çağrısında "Silah başına!" diye haykırıyordu. Namluların kimlere çevrilmesi konusunda ise bulanık "Anayurt tehlikede!" sloganı ile yetinmiyor; işgalci Almanların yanı sıra, burjuvaziyi de gösteriyordu: Paris'de saldıranlar özgürlük, eşitlik, kardeşlik çağrısını tehdit eden yabancılar mı? Hayır, bu düşmanlar, halkın ve özgürlüğün katilleri Fransızlar. Komün konseyi kadınlarla iki yasa çıkardı. Bunlardan 9 Nisan'da çıkarılmış olanı, resmi olarak evli olsun olmasın savaşta ölen her Ulusal Muhafız'ın eşine ve çocuğuna maaş bağlanmasını öngörüyordu. 12 Mayıs'ta da ayrılık halinde kadına nafaka bağlanmasına karar verirdi. 18 Mayıs'ta ise kadın ilkokul öğretmenleri ile erkek öğretmenlerin eşit ücret almalarını öngören yasa çıktı.
Neden yenildi?
Tarihteki ilk işçi devleti burjuvazinin amansız saldırılarına yalnızca 72 gün dayanabildi. Sonra yenildi. Burjuvazi üstüne gelince işçi sınıfının önünde iki seçenek vardı: Ya teslimiyet ya dövüş! Ne kadarda elverişsiz koşullar içinde olursa olsun, o, tercihini ikinciden yana yaptı. Dövüştü. Bir yanda çalışan, düşünen, dövüşen, kanayan tarihi atılımın verdiği coşkuyu dört bir yana saçan Paris, burjuva dünyasının iki yüzlülüğü, sınıf bencilliği, ihaneti ve vahşeti vardı. Yenilginin nedenleri başında, devrimin koşullarının yeterince olgunlaşmamış olması gelir. Burjuvazinin ihaneti proletaryayı erken bir doğuma zorladı. Ama Paris işçileri 18 Mart'ta silahlarını dövüşmeden teslim etmiş olsalardı, bu onlar için daha ağır bir yenilgi anlamına gelecekti. Proletaryanın bilinç ve örgütlülük düzeyinin yetersizliğiydi. Paris proletaryasına henüz bilimsel sosyalizm yol göstermiyordu. Harekete öncülük eden ütopik sosyalistler ve anarşistlerdi.Bu, Komün'ün en temel konulardaki yalpalama ve yetersizliklerinin de kaynağıydı.
Hareket tüm Fransa'yı kucaklamaktan uzaktı. Komün eylemini taşraya yayamadı. Paris'te sınırlanmış olarak kaldı.Taşra ile bütünleşememek ve kendi sınırları içinde hapsolmak da, Komün'ün yenilgisinin başlıca nedenlerindendir. Özellikle devrim dönemlerinde proletaryanın birbirine sımsıkı kenetlenmiş, toplumsal gelişmenin yasalarının bilgisi ile donanmış bir öncüye ihtiyacı vardır. İlk işçi devletinin en önemli eksikliklerinden biri belki de buydu; denenmiş, sınanmış bir kılavuzun, görevlerinin ne olduğunu bütün açıklığıyla kavramış bir ihtilaci proletarya partisinin yokluğu... Komün, öncü parti olmaksızın, iktidarı ele geçirse bile işçi sınıfının onu elinde tutamayacağı ve toplumsal dönüşümleri gerçekleştiremeyeceğinin tarihsel bir örneğidir.
Ya özgürlük ya ölüm
28 Mayıs Pazar günü son direniş de ezildi. Senn Nehri kan akıyordu. Paris'in batı yakasından doğuya, işçi mahallelerine doğru gelindikçe direniş daha zorlu ve ölümüne olmaya başlamıştı. Komün'ün son savunucuları, silahlarında mermi kalmayınca bedenlerini düşmana siper yaptılar. Çıplak elle namluların üzerine atıldılar. Tüfek artık yeterince çabuk öldürmüyordu. Tutsak alınan komünarlar, makineli tüfeklerle infaz edildiler. Erkekler, kadınlar ve çocuklar, her yıkıntıyı bir kale haline getiren bu savaşçılar duvarların dibine dizilip öldürüldüler. Kahramanlık son sözünü söyledi. Nefret ve sınıf kini gelecek kuşakların belleklerine yazıldı. 30 bin civarında insan savaşta ve askeri mahkemeler kararıyla öldürüldü. 38 bini tutsak edildi. Paris'in proleterleri, ezilenleri daha özgür ve eşit günlere götürecek devleti kurmuş ve onu 72 gün boyunca yaşatmış olmanın mutluluğuyla dövüşerek öldüler. Onların bu yiğitliği nedeniyledir ki, Komün artık sadece tarihteki ilk işçi devletinin değil, proleter cesaret ve kahramanlığın adı olarak da yaşar ve yaşamaktadır.
ve bu bölgelerde gerçekten de istihdamı, ucuz işgücünü ve sömürüyü arttıracağı düşünülürse, bölgesel sendikacılık uygun bir model olarak düşünülebilir, düşünülebilirdi. Ancak yeni yasa böylesi bir düşüncenin ürünü olmadığından beklenen ve arzulanan değişiklikleri yansıtmamaktadır.
…Farklı sendikal örgütlenme modelleri kimlerin kabusudur? Farklı sendikal örgütlenme modelleri; neoliberalizmin bir gereği olarak emek piyasalarını olabildiğince parçalamak ve sınıf mücadelesini baltalayacak her türlü mekanizmayı hayata geçirmek konusunda kararlı olanların kabusudur.
Farklı koşullar ve farklı dinamikler etrafında gerçekleşen neo-liberal tahribat birçok alanda gözlemlenebilir durumdadır. Emek piyasalarına ve tüm topluma yönelik sosyal politika önlemlerini piyasaya bırakarak sosyal olma niteliğini yitirmeye başlayan devlet ise, izlediği yol sayesinde bu tahribatı her geçen gün bir önceki günden daha fazla desteklemektedir. Ve bu destek devletin sadece işçi sınıfının genel ihtiyaçlarına değil, o işçi sınıfının yaşadığı ve emeğini sarf ettiği belirli bölgelerin, şehirlerin özgün ihtiyaçlarına da gözlerini kapamasına, oraları tamamen kapitalist sermaye birikiminin arzuları doğrultusunda gözden çıkarmasına neden olmaktadır. Oysa ki, konunun özüne dönecek olursak, içinde bulunduğumuz dönem, sadece emek piyasalarının değil aynı zamanda bölgelerin de bölgesel farklılıklar temelinde sosyo-ekonomik açıdan, daha baskın bir şekilde ayrıştığı bir dönemdir. Çoğu devlet için böylesi bölgesel farklılıklar sermayenin hizmetine koşulacak fırsat pencereleri olarak değerlendirilir. Bu fırsat pencereleri mikro anlamda bir organize sanayi bölgesi içinde kurulacak serbest bölgeyi tanımlanabileceği gibi, makro anlamda bir şehrin ya da bölgenin bütünü olarak da tanımlanabilir. Ama bu başlık altında bizi ilgilendiren bir şehrin ya da bölgenin sermaye sınıfı açısından fırsat penceresi olarak tanımlanması ve bu bölgelerde sendikal örgütlenmenin zorlaştırılmasıdır. Bugün işkolu sendikacılığı, üretim sistemleri ve emek rejiminin değişen yapısal unsurlarına benzer şekilde işçi sınıfının mekansal ihtiyaçlarına tam anlamıyla cevap verebilme noktasında yetersiz kalmaktadır. Bu nokta çok önemlidir ve dikkatlerden kaçmamalıdır. Son teşvik paketinde olduğu gibi bölgesel farklılıkları sermaye birikiminin lehine birer fırsata dönüştüren devlet, aynı fırsatı işçi sınıfı ve tüm emekçi kitleler açısından da yaratmak durumundadır. Konuyu daha özel bir bağlamda ele alacak olursak örneğin; işkolu sendikacılığı Doğu ve Güneydoğu
Anadolu Bölgeleri’nde yaşayan işçi sınıfının sorunlarını anlama ve çözümleme noktasında yetersiz kalmaktadır. Her iki bölgenin kendine özgü, yerel düzeyde çözüm bekleyen yerel sorunları vardır. Yıllardan beridir merkezi yönetimi özellikle İstanbul ve Ankara gibi büyük illerde bulunan işkolu sendikacılığı, sendika genel merkezinin çevresinde bulunan işgücünün yapısına uygun bir örgütlenme şekline sahip olduğundan Doğu ve Güneydoğu illerinde yaşayan işçilerin ihtiyaçlarına yeterli ölçüde cevap verememektedir. Kuşkusuz bu durum çok da garip değildir. İstanbul, Kocaeli, Zonguldak, Ankara gibi şehirler ya işgücünün önemli bir bölümünü barındırmaktadırlar ya da barındıran şehirlere komşudurlar. Sanayinin ve hizmetler sektörünün gelişmiş olduğu bu şehirlerde işkolu sendikacılığı görece daha işlevsel olabilir. Ancak aynı sendikal örgütlenme biçiminin Doğu ve Güneydoğu illeri için de eşit derecede işlevsel olduğundan bahsetmek pek mümkün görünmemektedir. Bu duruma neden olan birden fazla faktör vardır. Öncelikle, istihdamın yapısı diğer bölgelere göre daha farklıdır. Hatta bir adım daha ileri gidersek bu bölgelerde bir istihdam sorunu vardır. Bu sorunun bir parçasını işsizlik oluşturuyorken, diğer parçasını kayıtdışı istihdam oluşturmaktadır. Batı’da belirli bir düzeye ulaşmış olan sanayi ve hizmetler sektörünün gelişmişlik düzeyi bu bölgelerde düşüktür. İstihdamın yapısını etkileyen temel faktörlerden biri de budur zaten. Bu tür sorunlara çözüm olacağı iddiasıyla hayata geçirilen bölgesel asgari ücret, sermayeye dönük vergi indirimleri ve yatırım kolaylıkları ise tek yönlü bir çözüm amacını gütmekte, bölgeyi ucuz emek havuzuna dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda, sorunun çözümü olarak sermayenin gündelik yaşama nüfuz edebilme kapasitesi arttırılırken, bu anlayışın devamı olarak işçi sınıfının kendi potansiyelleri doğrultusunda çözüm üretebilme olanakları görmezden gelinmektedir. Sendikal örgütlenme modeli açısından ise, özellikle yeni teşvik paketinin beklenen sonucu vereceği
Farklı sendikal örgütlenme modelleri; özellikle ve özellikle üstüne basa basa vurguluyorum, Doğu ve Güneydoğu illerini uzun vadede Çin’e dönüştürmeyi kafasına koymuş, 4+4+4 gibi bir düzenleme sayesinde sermayenin potansiyel anlamda ihtiyaç duyabileceği işgücünü yaratabilme iktidarına sahip, teşvik paketleriyle buralarda istihdam ve refah yaratma söyleminin ardına saklananların kabusudur. Farklı sendikal örgütlenme modelleri; işçi sınıfının sendika merkeziyle arası ne kadar kopuk olursa, merkezin çözüm üretme mekanizmalarına katkısının o denli az olacağını bilenlerin kabusudur. Ne de olsa ülke çapında örgütlü bir işkolu sendikasının konsantrasyon ve eylemlilik düzeyi, yerelin ihtiyaçlarını sıcağı sıcağına cevap verebilme noktasında yetersiz kalmaktadır ve yetersiz kalacaktır. Kayıtdışı istihdam sorunu toptan çözülse, tüm çalışanlar kayıt altına alınsa ve bu bölgeler birer sanayi merkezlerine dönüşse bile bu yetersizlik kendisini sürekli olarak yeniden üretecektir. Farklı sendikal örgütlenme modelleri; dönem dönem yerel unsurlara methiyeler düzmekle birlikte, işçi sınıfının yerel dinamiklerinden korkan ve onları en iyi nasıl kontrol eder ve denetimim altına alırım diye düşünen patronların kabusudur. Farklı sendikal örgütlenme modelleri; işçi sınıfının asıl gücünün örgütlü mücadelesinden geldiğini çok iyi bilen ve örgütlü mücadele içerisinde bir özne olarak kendini tanımladığı an sermaye sınıfının karşısına tüm cesaretiyle dikilecek olan işçilerden korkanların kabusudur. Ve son olarak farklı sendikal örgütlenme modelleri; Türkiye’de sendikal demokrasi diye bir olgunun gerçek anlamda var olmadığını bilen, bu yüzden sendikal bürokrasinin ve sendika ağalarının arkasına gizlenmeyi bir adet haline getirmiş demokrasi düşmanlarının kabusudur.
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
Komün neleri başardı?
Komünde kadınlar
Proletarya hasmına karşı fazla hoşgörülü davrandı. Alaşağı ettiği hainlerin Almanlara sığınmasına göz yumarak, burjuvaziye güçlerini toplama olanağı tanımış oldu. Ulusal ihanet hükümetin üzerine yürümek yerine en değerli zamanlarını Komün seçimleriyle geçirdi. Burjuvazinin can damarı olan Fransız Ulusal Bankası'na el koymadı. Komün'ün elindeki banka 10 bin rehinden daha değerliydi. Bu, Komün ile barış yapması için Versay hükümeti üzerinde baskı yapan tüm Fransız burjuvazisi demekti.
SAYFA 07
Savaş ulusal borcu iki katına çıkarmıştı. Vergileri korkunç bir biçimde şişirmiş ve ulusal kaynakları yiyip bitirmişti. Bu hesabı kim ödeyecekti? Burjuvazi, proletaryayı işaret ediyordu. Ayaklanmayı bastırmak için Almanlarla iğrenç bir pazarlığa girdi. 28 Ocak 1871'de burjuvazi Paris'i Almanların ayakları altına serdi. Ama Paris doğruldu. Silahlarını bırakmayı reddederek ayağa kalktı. Komün doğmuştu. Bu tarihi ayaklanmada çeşitli milliyetlerden ihtilalciler Komün saflarında savaştılar. Belçikalılar, Hollandalılar, Çekler, İtalyanlar... Komün, proletaryanın enternasyonal kardeşliğini yaşama geçirdi. Komünün bayrağı dünya cumhuriyetinin bayrağıydı.
hakkı tanındı. 16 Nisan, çok önemli bir ekonomik kararın daha alınışına tanıklık eder. Daha önce bütün kira ya da taksit borçları affedilmişti. Bu kez, sahipleri tarafından kapatılan ya da terk edilen fabrikaların kendi işçileri tarafından işletilmesi gündeme getirildi. Bu işçiler kooperatiflerde örgütlenecekler ve bu kooperatiflerin tek bir büyük birlik halinde örgütlenmesi için gerekli planları hazırlayacaklardı. 20 Nisan'da fırınlarda gece çalışması kaldırıldı. İkinci imparatorluk döneminden beri, polis tarafından seçilen ve birinci sınıf emek sömürücülerinin elinde tekelleşmiş olan iş bulma büroları kapatıldı.
Farklı sendikal örgütlenme modelleri kimlerin kabusu?
sayfa 7
İşkolu sendikacılığını merkezi ve güçlü bir sendikal yapının gereği olarak öne sürenlerin asıl derdi de, anti-demokratik sendika yönetimlerinin kendileri için birer destekleyici unsur olarak garantiye alınmasıdır. Bugün güçlü ve merkezi olduğu bilinen bazı iş kolu sendikalarının ve konfederasyonlarının işçi sınıfıyla hiçbir ilgisinin olmadığı herkes tarafından açıklıkla bilinmektedir. Sorun demokrasi kavramının nasıl algılandığıyla ilgilidir.
Farklı sendikal örgütlenme modelleri kimlerin kabusu?
SAYFA 06
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
sayfa 6
Can Şafak’ın da belirttiği gibi; “Sendika hareketinin yükseldiği yıllarda ve kitle üretimine koşut olarak önemli ölçüde homojen emeğin örgütlenmesine dayanan kitle sendikalarının çağında işkolu sendikaları bir model olarak önemli avantajlara da sahipti. Ama bugün kitle üretiminin çözüldüğü, esnekliğin, ‘çeşitliliğin’ belirleyici olduğu, hizmet sektörünün galebe çaldığı, bacasız fabrikaların yaygınlaştığı, işyerlerinin küçüldüğü, bölündüğü, taşeronlaşmanın olabildiğince yaygınlaştığı yeni koşullarda, farklı sendika arayışlarının önemi artmıştır.’’
Emek piyasalarına ilişkin bölgesel farklılıklar farklı sendikal örgütlenme modellerini gerektirir. 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu 18 Ekim 2012’de kabul edildi. Konuyla ilgili yapılan tartışmaları, gerek Kanun henüz tasarı aşamasındayken gerekse Meclis’ten geçtikten sonra takip edenler, genel olarak Kanun’a yöneltilen eleştirilerin önemli bir kısmını biliyorlardır. Bu anlamda, konuyla ilgilenen birçok kişi açısından ortak kanı; 12 Eylül ürünü 2821 ve 2822 sayılı yasaların yerini alan Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun, bu yasalarda var olan sınırlamalarda anlamlı bir iyileştirme sağlamadığı gibi yeni kısıtlamalara da yer verdiği ve yeni yasanın bir sendikal ayrımcılık ve yasaklar manzumesi niteliğinde olduğudur. Üstelik, neresinden tutulursa tutulsun insanın elinde kalan yeni kanun, Türkiye’de örgütlü bulunan işçi sendikalarının ve konfederasyonlarının iradelerini hiçbir şekilde yansıtmamaktadır (Hak-İş ve örgütlü sendikaları dışında desek daha doğru olur). ILO, ETUC ve ITUC (daha taslak halindeyken AB) gibi uluslararası ve bölgesel örgütler bile yeni kanuna ciddi eleştiriler yöneltmişlerdir. ITUC ve ETUC, Kanun henüz TBMM’de görüşülürken başbakana bir mektup yollamış ve tasarının uluslararası sözleşmelere aykırı olduğunu, tasarının bu haliyle geçmesinin temel Avrupa ve ILO standartlarını açıkça ihlal edeceğini belirtmişlerdir. Bu yazıda Kanun’un temel niteliklerine ilişkin genel bir eleştiri yapılmayacaktır. Sadece sendikaların faaliyet alanını işkoluyla sınırlandıran ve bir önceki Kanun’da da var olan “tek tip sendika” yaratma yaklaşımının içeriği, içinde bulunulan zamanın gereklilikleri üzerinden sorgulanacak ve bir önceki yasada olduğu gibi yeni yasada da yer verilmeyen işkolu dışındaki farklı sendikal örgütlenme modellerinin kimlerin kabusu olduğu teşhir edilecektir.
Yeni üretim sistemleri, emek rejiminin değişen yapısı farklı sendikal örgütlenme modellerini gerektirir...
Kanun’un üçüncü maddesine göre; “Kuruluşlar, bu kanundaki kuruluş usul ve esaslarına uyarak önceden izin almaksızın kurulur. Sendikalar kuruldukları iş kolunda faaliyette bulunur”. Dolayısıyla sendikalar, devlet tarafından belirlenen 20 işkolundan birinde ve ülke çapında faaliyette bulunmak üzere kurulabilecektir.
Toplu pazarlık masasına oturabilmeleri için ise, %3’lük işkolu ve en az %50+1’lik işyerini barajını aşmaları gerekmektedir (Ekonomik ve Sosyal Konsey’e üye konfederasyonlara bağlı sendikalar için işkolu barajı 2016’ya kadar %1 olarak belirlenmiş). Yani 2821 sayılı kanunda olduğu gibi 6356 sayılı kanunda da sadece “milli tip” ya da “Türkiye tipi” sendikalara izin verilmektedir. Bunun dışında kalan her türlü sendikal örgütlenme ise yasaklanmıştır. Kanun, işyeri sendikalarının, meslek sendikalarının, bölgesel sendikaların, genel sendikaların, federasyonların kurulmalarını yasaklamaktadır. Sendikaları “milli tip” bir örgütlenme modeline mahkum bırakan ve bu mahkumiyeti yeni yasayla birlikte bir kez daha üreten bu ilkel yaklaşım gerçekten de anlaşılır gibi değil. Yaptığı her yasal değişikliği çağın bir gerekliliği olarak sunmayı adet edinmiş bir zihniyetin sendikal örgütlenme modelleri söz konusu olduğunda böylesi gerici ve modası geçmiş bir yol izlemesi ancak bir kötü niyet göstergesi olabilir. Özellikle, 2000’li yıllardan sonra emek piyasalarına ilişkin tüm düzenlemelerde “esneklik” söylemini ön plana çıkaran, gerek üretimin örgütlenmesi ve gerekse emek rejiminin yapısal unsurlarını bütünüyle değiştirecek düzenlemelere imza atanlar, sıra işçilerin örgütlenmesine gelince modası geçmiş modellerden vazgeçememekte, işçi sınıfının ve örgütlerinin yaşanan değişimlere kendilerini uyarlayabilme olanaklarını göz ardı etmektedir, yok saymaktadır. Sendika düşmanı liberal yaklaşım, “uyarlanabilme” fiilini sadece bir işletme sorunu olarak gündemine getirmekte ve emek piyasalarına ilişkin tüm politikalarını bu eksende tartışmaktadır.
Kitle üretiminin yerini alan yeni üretim sistemleri, teknik bir detay olmanın ötesine geçmekte ve emeğin toplumsal alanda kendini yeniden üretim koşullarını ciddi anlamda tahrip etmektedir. Sermayenin hizmetine koşulacak hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmayan bu tahribat süreci, işçi sınıfının örgütlü mücadelesini de hedef tahtasına oturtmaktadır. Bugün dünyanın birçok ülkesinde sendikalaşma oranları ciddi bir biçimde düşerken bu düşüş Türkiye gibi ülkelerde daha hızlı bir şekilde gerçekleşmektedir. Özellikle 80’lerle birlikte hız kazanan sermayenin uluslararası iş bölümü sürecine eklemlenme çabası, birtakım yasal sınırlamalarla birleşince Türkiye’deki sendikal hareket ciddi bir çıkmaza girmiştir. Sendikal hareketlilik ve örgütlenme açısından 80 öncesine göre çok daha sınırlayıcı ve engelleyici hükümler içeren 80 sonrası yasaların, üzerine itinayla eğildiği temel mevzulardan biri ise sendikal örgütlenme modelleri olmuş, 80 öncesinde var olan muhtelif sendikal örgütlenme modelleri yasaklanmıştır. Dolayısıyla 6356 sayılı yeni yasayla birlikte işkolu sendikacılığına bir kez daha mahkum bırakılan işçi sınıfının mücadele etmek zorunda olduğu asıl tehdit, onu kendi yeterliliği, gereksinimleri ve sendikal demokrasi algısı doğrultusunda oluşturacağı potansiyel mücadele alanlarından uzaklaştırmak isteyen, özgün durumlarına gözlerini kapayan ve öncelikli olarak sermaye birikimini güvence altına almayı amaçlayan tercihe dayalı ilkel yaklaşımdır. İşkolu sendikacılığı dışında benimsenecek farklı sendikal örgütlenme modelleri sermaye ve devlet tarafından birer tehdit unsuru gibi algılanmaktadır. İşin ilginç tarafı, sendikaları işkolu sendikacılığına mahkum bırakanlar tüm işçi sınıfını homojen bir yapı gibi görerek/göstererek kendi temel değer ve inanışlarıyla da çelişmektedir. Bilindiği gibi, neoklasik iktisadın ve takipçilerinin temel varsayımlarından birisi emek piyasalarının birden fazla sayıda olduğudur. Birden fazla emek piyasasının olduğuna inanan bir aklın benzer şekilde birden fazla sendikal örgütlenme modeline ihtiyaç duyulabileceğini kestirmemesi pek inanılır görünmemektedir. Üstelik yukarıda da vurgulandığı gibi yeni örgütlenme modelleri aynı zamanda içinde bulunulan dönemin bir gereğidir. Tercihe dayalı ilkel yaklaşım kendi çelişkilerini usta bir şekilde üretmekte hiçbir sakınca görmemektedir.
sayfa 15
Sosyalizmin ve Kadınların Özgürlük Mücadeleleri Tarihinin Unutulmuş Kadını Flora Tristan Flora Tristan hakettiği ilgiyi ölümünden ancak birbuçuk yüzyıl sonra görmeye başlayan, sosyalizm ve kadınların özgürlük mücadeleleri tarihinin "kıyıya itilmiş", unutulan, unutturulan bir "öncü"südür. Dünyanın dört bir yanından kadın örgütlerinin Hem sosyalizmin, hem de feminizmin öncülerinoluşturduğu Dünya Kadın Yürüyüşü (DKY), “8 Mart den olan Flora Tristan'ın en özgün düşüncelerinden 2012 Dünya Kadınlar Günü -Dünya Kadın Yürüyüşü birisi, ezilen proleterya ve ezilen kadınların kurtuDeklerasyonu“nu yayınladı. luşlarının, ancak kendileri tarafından ve birlikte, her birine aynı derecede önem veren mücadelelerle “Kapitalist, ırkçı ve ataerkil sistemin içinsağlanabileceğidir. de bulunduğu krizin en şiddetli döneminden Flora Tristan 17 yaşındayken bir evlilik yapar ve 2 geçiyoruz”saptamasının yapıldığı deklerasyonda, çocuk dünyaya getirir. Eşi Chazal, sarhoş despot ve küresel ölçekte gelişmekte olan militarizm ve otoborçlarını karısını fuhuşa iterek kapatmak isteyen riteryanizm tehditine, “aşırı tutucu, muhafazakar bir kumarbazdır. Flora Tristan, 1825' te evini terk ideolojisi ve krize getirdiği uyduruk çözümleriyle ederek annesinin evine kaçar. O zaman bir kadının ölümcül kapitalist paradigmanın saldırı” koşulları kocasından ayrılması olanaksız olduğundan, gerçek altında kadınların dünya genelinde elde ettiği kaza- aile durumunun öğrenilmesinden sürekli korkarak, nımların giderek zayıflatıldığına, küresel medyanın çeşitli işlerde çalıştı.Sürekli iş ve yer değiştirerek “muhafazakar dogma ve değerleri yeniden diriltme kocasının takibinden kurtuluyordu. stratejisi“ne vurgu yapılıyor. Flora Tristan bir çok kez boş yere ayrılma talebinde Krizdeki Avrupa’daki ”neoliberal gerici saldırı”nın bulunduğu halde, 1836' da mahkeme kararı ile iki halklara dayattığı “tasarruf tedbirleri”nin “ataerkil, çocuğu da babasına verildi.Ancak kısa bir süre sonkapitalist ve ırkçı ideolojinin ağırlığını” taşıdığını ra eşi Chazal' ın kızına cinsel tacizi öğrenip, ensest belirten deklarasyonda; “Biz kadınlar yüksek bir be- denemesi dolayısıyla şikayet etmesinden sonradır del ödüyoruz: Önce işten çıkarılıyor, ardından da eve ki çocuklar annesinin yanına Sosyalizm ve kadınlaait düzenli görevlerimizle birlikte, daha önce sosyal rın özgürlük mücadeleleri tarihinin 'kıyıya itilmiş' kadını | Flora verildi.Chazal hapis cezasına çarptıhizmetlerin yüklendiği sorumlulukları üstlenmek zorunda kalıyoruz. Bu tedbirler. kadını eve dönmeye rıldı; fakat delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. özendiren politikalara destek sağlayarak, fuhuşu, ka- Ancak kendisine karşı öldürme girişiminden sonra, dın ticaretini, kadına karşı şiddeti, insan kaçakçılığını Chazal 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı.Flora Tristan ölümden kurtuldu; ama kurşun kalbe çok yakın bir ve göçü teşvik ediyorlar” deniyor. yere saplanmıştı.Ve bedeninden çıkarılamadı. Kuzey Amerika ve Avrupa’da birçok ülkede kadınların ”kendi bedenleri üzerinde karar verme hakkı”nın Flora Tristan, Fransız Devrimi'nin bir çok başarısıya fiilen (özellikle sağlık bütçelerindeki kesintiler) ya nı, Bourbonen-Monarşisi' nin restorasyon ile geri da yasalar yoluyla gaspedildiğini belirten dekleras- aldığı bir çağda yaşıyordu.Gerçi "Yurttaşlar Yasası" yon; Honduras’ta doğum kontrol ilaçlarının yasak- (Code civil) eşitlik ilkesi ve sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması ile öğünüyordu; fakat bu durum kadınlandığı, Nikaragua’da Anayasa Reformu’yla birlikte kürtajın ”annenin hayatı tehlikedeyken ya da tecavüz lar için geçerli değildi.Erkeklerin hakları güçlenolaylarında bile suç ilan edildi”ği, Meksika’da başkent dirilmiş, buna uygun olarak kadınlarınki oldukça (federal bölge) dışındaki bölgelerde kürtajın yasa dışı kısıtlanmıştı.Yasaya göre koca her bakımdan karısından sorumluydu; kadın da ona itaat borçluydu. ilan edilmeye devam ettiği örneklerini veriyor.
ve tehditlerden korunması için gerekli olan bazı önlemlerden söz ediyordu.Buradaki pratik öneriler, yazarın kadınların eşit hakları için gerekli gördüğü örgütlenmiş savaşımın ilk belirtileridir.
Bu sırada Fransa'nın endüstrileşmesi, el işçiliği ile mekanikleşme arasında bir yerdeydi; yavaş yavaş bir işçi sınıfı oluşmaktaydı.Temmuz -Monarşisi(1830-1848), liberal bir ekonomi görüşü ile hareket ediyor, sosyal sefaleti hafifletmek için hemen hiçbir önleme başvurmuyordu.İngiltere' de, işçilerin, sendikalar ve yardımlaşma birliklerinin bildirileri ve grevlerle taleplerini vurgulayan bir işçi hareketi gelişirken; Fransa' da sadece eleştirel toplumsal analizler ve sosyalist teoriler ileri sürülüyordu.
Flora Tristan ölümüne kadar yazılarıyla, konuşmalarıyla işçiler ve kadınlar arasında yaptığı örgütlenme çalışmalarıyla her zaman olumsuz tepkileri daha çok aldı.Flora Tristan, tarihi kesin olmamakla birlikte, Eylül 1844' de Bordeoux'ya geldi ve orada beyin kanaması geçirdi.Dostlarının çabasına karşın, iyileşemedi ve 14 Kasım 1844' de öldü.Tristan' ın ölümünden sonra bir çok kitabı yayınlandı.Bir çok yazar, siyaset bilimci kitaplarında onunla ilgili bölüm ayırdı.
Dünya Kadın Yürüyüşü Deklerasyonu;
Avrupa’da ”neoliberal gerici saldırı”ya karşı örgütlenen, küresel güneyde ”kıtlık, fakirleşme, kölelik ve şiddet”e karşı direniş inşa eden , “savaş, askerî kontrol ya da onun tehditi altındaki tüm bölgelerde”mücadele eden kadınlar ve halklarla “dayanışma içinde” olduklarını belirten DKY’li kadınlar; ”Tüm bu zorlu koşullara rağmen biz kadınlar, bölgelerimizi, bedenlerimizi ve topraklarımızı resmi olan ya da olmayan, devlete bağlı ya da özel orduların sömürüsüne karşı savunmaya devam ediyoruz” diyor.
Flora Tristan on ay içinde Peru' da başından “Toplulukları fakirleştiren, bağımlılık yaratan geçenleri anlattığı; toplum eleştirisi, felsefi düşünve yerel üretim biçimlerini imha eden tüketici kültürünü”reddettiğini belirterek, “Sağlık, eğitim, su cesi, röportaj ve hayat öyküsünün bulunduğu "Bir Paryanın Yolculukları 1833-1834" adlı yazısı yayımgibi kamusal malları ticarileştirerek dönüştürmeye landığı zaman basın bunun ayrılma başvurusunda çalışan, küresel güneyde ucuz emek sömürüsü için pazarlar yaratan serbest ticaret anlaşmalarının devam olduğu gibi iyi bir kabulden çok, söylenmemesi gereken gizlilikler olarak yorumladı.Ama bu kitap, eden tacizini” suçlayan deklerasyonda: geniş bir okur kitlesinin dikkatini çekti ve Flora Tristan adı bilinen bir yazar oldu.Bu kitapla birlik”Bu 8 Mart’ta, biz, Dünya Kadın Yürüyüşü‘nden te, "Necessite de Faire un bom accueil aux femmes kadınlar, kendimiz ve ötekiler için, halklarımız etrangeres" (Yabancı Ülke Kadınlarına İyi Bir Kabul için, tüm canlılar ve çevre için bir dünya yaratmak Göstermenin Gerekliliği) adlı broşürde çıkmıştı ki ve direnmek amacıyla yürüyüşe devam ediyoruz” burada o, yalnız yaşayan yabancı kadınların, taciz deniyor.
1839 Martında İngiltere' ye gitti ve Ağustos ayına kadar orada kaldı.Fabrikalar, gecekondu semtleri ve meyhanelerde röportajlar yaptı.Anna Wheer' le tanışması, ona hapishanelerin, akıl hastanelerinin kapılarını açtı.İngiltere hakkında yazdığı kitapta, (Londra' da Gezintiler) varlıklı aristokratları, fabrika sahiplerini betimler; bunlarla işçi mahallelerindeki sefalet arasındaki korkunç çelişkiyi vurgulayarak gösterir. Flora Tristan kitabında İngiliz ücretli işçilerin hayatını, yaşam koşullarını, kadınları ve çocukları anlatıyor.Proleterlerin çocuklarının sefaleti, büyüklerinkini aşıyor. Çocuklar çok kez altı yaşından sonra fabrikalarda, günde on iki, on dört saat çalıştırılıyorlar.Evsiz ve açların sayısı çok, sosyal yardımın yok denecek kadar az olması yüzünden, genç kızların yaşama şansı ancak fuhuş sayesinde olanaklı olabiliyor. Flora Tristan'ın yazıları ve kitaplarına yönelik tepkiler Fransa' da da İngiltere' de olduğu gibi, burjuva yayın dünyası, Tristan' ın silahlı eyleme dayanan devrim açıklamaları karşısında suskun bir tavra bürünür.Buna karşılık demokratik muhalefet gazeteleri, özellikle sosyalist eğilimli olanlar, bayram yaptılar.Fransız toplumu içinde yapıt büyük başarı kazandı.1840'daki iki baskıyı, 1842'de iki baskı daha izledi. 1842 Aralığında işçi sınıfının kurtuluşu için düşündüklerini yazmaya başladı."İşçi erkekler ve kadınlar,… artık söylenecek ve yazılacak bir şey kalmadı. Çünkü sizin sefaletinizi herkes biliyor:Charta'da yazılı haklar için güç kullanmak.Artık eylem zamanı geldi"Flora Tristan'ın İşçilerin Birliği savunusunun en önemli öğesi, işçilerle kadın sorununun birbirine bağlanmasıdır.Kadınları fuhuşa, açlığa, cehalete iten sebebi kapitalizme bağlar ve erkek hakim bir mantığı sıkça vurgular.
F.Tristan' ın düşüncelerinin tarih felsefesindeki yeri hakkında, literatürde bir birlik yoktur.Friedrich Engels'in onu eleştirmenlere karşı savunmuş olmasına karşın, yine de Marx Engels'in yapıtlarının yazar adları dizgesinde, "küçük burjuva ütopist sosyalizmin Fransız yazarı" olarak nitelendirilir.Bunun yanında, Marco, Flora Tristan'ın, onu "bilimsel sosyalizme" bağlayan düşüncelerini işaret eder. Fakat, Flora Tristan'ın toplumsal ilişkilerle, arkasında kendi deneyimleri yatan, doğrudan ve yoğun hesaplaşmalar yapmış olması; onun çağında onun kadar açıklıkla başka bir düşünürün bunu yapmamış olması; özellikle vurgulanması gereken önemli bir noktadır.
sayfa 16
sayfa 5
PROLETER DEVRİMCİ SANATÇI YILMAZ GÜNEY 75 YAŞINDA insanların mirasını bırakırız… ya da onların, yakınlarımızın, uzun bir süre utanacakları, hatırladıkça yüzlerini kızartacak acı bir miras. Biz, çocuklarımıza şerefli, onurlu bir miras bırakmalıyız.
Yoldaşlar, Halkın evlatları..
Şerefli bir miras bırakmanın birinci koşulu, ezilenlerin yanında bilinçli bir biçimde saf tutmak ve kendimizi, ezen sınıfların gerici ideoloji ve kültürel etkilenmelerinden, düşünce biçimlerinden, alışkanlıklarından kurtarmak için sabırlı çaba sarfetmektir. Safımız, her türlü sahteliği, grupçuluğu aşarak, başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilen, sömürülen bütün emekçi kitlelerin birliği doğrultusunda, devrimci proletaryanın mücadele safları olmalıdır. Bu safı içtenlikle ve inanarak seçmişsek, bu saflara karşı olan bütün gerici güçlere ve bu güçlerin ideolojik, siyasi, kültürel ve toplumsal etkilerine karşı, bilimsel sosyalizmin ilkeleri temelinde savaşmalıyız.
Toplumsal devrim, sınıfsal temelleri olan, kesintisiz bir değişme ve değiştirme hareketidir. Çeşitli zorluklarla dolu, uzun, sancılı bir tarihi dönemi kapsar. Acıları, sevinçleri, başarıları, yenilgileri, yükseliş ve düşüş devrelerini içerir. Toplumsal devrimleri zorunlu kılan, uzlaşmaz boyutlara ulaşan toplumsal çelişmelerdir. Sınıflı her toplum, uzlaşmaz sınıf çelişmelerini bağrında taşır. İşte devrimleri gündeme getiren bu çelişmeler, çelişmelerin çözümü için gerekli olan sınıf güçlerini, bütün mücadele silahlarıyla karşı karşıya getirir. Sınıf siyasetlerini, ideolojilerini, taktik tavır ve davranışlarını da bu süreç içerisinde biçimler.
Bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük isteyen; insanın insana kulluğuna son verilmesini isteyen halkların devrimci saflarında mı, yoksa bağımsızlığa ve demokrasiye karşı çıkan, sömürüyü bir tasma gibi halkların boğazına geçirip onları köleleştiren ve düzeni korumak için her türlü baskı ve zulmü “meşru” gören halk düşmanı saflarda mı? Hangi safları seçersek seçelim, seçtiğimiz saflar bize çeşitli görevler yükler. Bu görevlerin yerine getirilmesi, bizi sınıfsal değerlere göre adlandırır. Ya ezilen halkların ve sınıfların fedakâr, yiğit, bilinçli, unutulmaz savaşçıları olarak, bilinen-bilinmeyen kahramanları olarak tarihe geçeriz… ya da halk düşmanları olarak, nefretle anılarak tarihin kara sayfalarına, tarihin çöplüğüne. Ya anamıza, babamıza, karımıza ve çocuklarımıza, bizden sonraki kuşaklara şerefli
Bizi zor görevler bekliyor. Başarılı olmak, en küçük ayrıntının bile doğru sınıfsal ilkeler ışığında titizlikle irdelenmesini zorunlu kılar. Sizlere, önümüzdeki çeşitli engellerin aşılmasında gücüm oranında yardımcı olmak için çalışacağım; olumlu yanlarımızın vazgeçilmez dostu, zaaflarımızın amansız düşmanı olarak her zaman yanınızda olacağım. Bütün eksiklik ve yetmezliklerinize karşın sizlere inanıyorum ve güveniyorum. Bu inancım, kaynağını halkıma duyduğum güvenden alıyor. Devrimin gerektirdiği bilgiler ve yetenekler kazanılabilir şeylerdir. Halkımız mutlaka başarıya ulaşacaktır. Bağımsızlığın, mutluluğun ve özgürlüğün düşmanı emperyalizm ve sosyal emperyalizm yenilecektir. İnsanlık düşmanı faşizm yenilecektir! Reformizm ve revizyonizm yenilecektir! Her türlü sağ ve “sol” sapmalar aşılacaktır! Ve halkımız kendi eseri olacak Demokratik Halk Devrimini ve buradan geçerek sosyalizmi kesin zafere ulaştıracaktır. Bu, tarihin yazgısıdır.
Dava için feda edilmiş bir hayat..
Proleter Devrimci Yılmaz Güney, bu konuşmayı, Kayseri Cezaevi’nde, 1 Nisan 1977’de “doğum günü” dolayısıyla Komün Arkadaşları önünde yaptı, 1 Nisan 1937'de bir işçi ailesinin iki çocuğundan biri olarak Adana'nın Yenice köyünde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Adana'da tamamlayan Güney, çocukluk yıllarında pamuk işçiliğinden gazoz ve simit satıcılığına kadar çeşitli işlerde çalıştı. Güney, ilerleyen yıllarda And Film ve Kemal Film şirketlerinin bölge temsilciliklerinde film dağıtımcılığı yaptı. Edebiyatla ilgilenen ve öyküler yazan Güney, üniversite eğitimini almak üzere Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. Bu süre içinde sinema yönetmeni Atıf Yılmaz'la tanışan Güney, rejisörün desteğiyle sinema dünyasına ilk adımını attı. 1959 yılında yönetmenliğini Atıf Yılmaz'ın yaptığı Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik filmlerinin senar-
1963 yılında mahkûmiyet sonrası devrimci yaşama merhaba diyen Güney, tutkuyla bağlı olduğu sinemaya döndü. Küçük bütçeli ve sıradan macera filmlerinde rol almaya başlayan Güney, şiddet temalı bu filmlerde canlandırdığı ezilen ama yazgısını kabul etmeyen; kötülüğe karşı tek başına direnip mücadele eden dürüst Anadolu çocuğu karakteriyle popüler oldu. Anadolu izleyicisi Güney'in çizdiği bu profille kendini özdeşleştiriyordu.Güney'in o dönemde izleyiciyle buluştuğu filmlerden biri de Çirkin Kral'dı. Güney'in yönetmenlik süreci At Avrat Silah isimli filmle start aldı. 1968 yılındaysa filmografisinde ilk önemli filmi olan Seyyit Han'ı çeken Güney, daha sonra Aç Kurtlar ve Bir Çirkin Adam için yönetmen koltuğuna oturdu. 1970 yılında Türk sineması için önemli bir yere sahip olan Umut adlı filmi izleyiciyle buluşturdu. Güney'in 1971 yılında yönetmenliğini yaptığı Ağıt, Acı ve Umutsuzlar adlı filmlerinin üçünün de Adana Altın Koza Film Şenliği'nde dereceye girmesiyle festival tarihinde bir ilk gerçekleşiyordu. Aynı yıl, gözaltına alınan Güney bir hafta süreyle gözaltında tutulduktan sonra 3 aylığına Nevşehir'e sürgüne gönderildi. 12 Mart 1972'de askeri faşist dikatatörlükçe tutuklanan Güney 10 yıl surecek bir esarete mahkum edildi. Aynı yıl Boynu Bükükler adlı romanını Boynu Bükük Öldüler adıyla yayımladıktan sonra Orhan Kemal Roman Ödülü'nü kazanan yönetmenin mahkûmiyeti, 1974 genel affıyla sona erdi. Bu zorlu sürecin ardından da klasikler arasına giren Arkadaş'ı çeken Güney, Endişe adlı filminin Adana'daki çekimleri sırasında faşistbir yargıcı infaz ettiği için 19 yıl hapis cezasına mahkûm oldu. Cezaevinde bulunduğu dönemde Güney adlı bir dergi çıkaran ve senaryo çalışmalarına devam eden rejisörün, o dönemde kaleme aldığı Sürü, yönetmen Zeki Ökten tarafından beyaz perdeye aktarıldı. Büyük ilgi gören filmden sonra Şerif Gören tarafından çekilen ve senaryosunu Güney'in yazdığı Yol filmi Türkiye sinema tarihine adını altın harflerle yazdırdı. 1981'de Isparta yarı açık cezaevinden izinli olarak ayrılan ve sonrasında sürgüne çıkan Güney, Yol'un kurgusunu tekrar yaptı ve Cannes Film Festivalinde en iyi senaryo ödülünün sahibi oldu. Güney askeri faşişt diktatörlüğün teslim olma çağrılarına uymadı ve 1983'te vatandaşlıktan çıkartıldı. Aynı yıl Fransa'da Duvar adlı filminin yönetmenliğini yaptı. Yılmaz Güney'in fırtınalı yaşamı 9 Eylül 1984'te fizik yaşamdan ayrılarak Paris Komünerleri şehitliğinde sonsuza uğurlandı. Türkiye prolteryasının değerli bir evladı olrak yaşamını sonlandıran Guney, Kürt-Türk ve diger azınliklardan Turkiye işçi sinifi, yoksul köylülüğü ve emekçi halkının gerçek kurtuluşu mücadelesinde, hiçbir fedakarlık ve özveriden kacmaksızın mücedeleye atılmış bir proleter devrimci komünist olarak, devrim tarihene adını altın harflerle yazdırmayı başarmış dünyanın sayılı sanat insanlarından biridir. Onun yaşamı onurumuz, çizdiği mücadele yolu yolumuzdur. Karşı devrimin , O´nu tüm unutturma çabalarına rağmen kavgamızda yaşatacak, prolterya demokrasisi ile taçlanmış bir Türkiye´de, O´nu ve proleter devrimci sanatını layık olduğu yere mutlaka kavuşturacağiz.
500 firmanın öteki yüzü
Bir yanda, Türkiye ölçeğine göre çok büyük bir zenginliğin birikimi, öbür yanda zenginlikten nispeten daha az yararlanan, sayısı gittikçe artan insanlar ve bunu tamamlayan iki önemli olgu: Çalışanların üretim kararları üzerindeki etkisinin gittikçe azalması ve tek parti iktidarının siyasi baskısının, ekonomik istikrarın çok önemli bir girdisi haline gelmesi. 500 büyük sanayi ve hizmet firmasının 2011 yılı ekonomik sonuçları açıklanınca, tablolardan yansıyan yüksek kârlardan, sürekli büyüyen sermayelerden, yüksek teknolojik yatırımların parıltıları arasından bana işte bunlar göründü. İstanbul Sanayi Odası’nın açıkladığı 500 büyük firmada birikmiş olan zenginliğin boyutlarına gözatalım: Kârların düzeyi, Türkiye sanayisinde elde edilen toplam gelirlerin yüzde 11’ine erişiyor. Sanayideki toplam işçilerin yaklaşık yüzde 10’unu istihdam ediyorlar. Türkiye’deki yatırımların yüzde 45’ini gerçekleştiriyorlar. Ekonomiyi belirleyici güçleri var. 2011’de 500 büyük firmanın kâr hacmi 26 milyar TL’ye (eski lira ile 26 katrilyon TL) ulaşmış. Toplam 409 milyar TL’lik ürün satmışlar, bunun 110 milyarı dış pazarlara gitmiş. 1 yılda varlıkları 41 milyar TL düzeyinde artmış. 10 milyar TL’si sabit sermaye yatırımı yapmışlar. 178 milyar TL düzeyinde de borç kullanmışlar.
Karar süreçlerinden dışlananlar
Madalyonun öbür yüzüne baktığımızda, 500 firmada biriken zenginliğin yaratılmasında belirleyici rolü olan çalışanların, sömürüsünün arttığını, ücretlerinin gerilediğini ve nihayet ‘pasta’dan gittikçe daha az pay aldıklarını, üretim sürecinde sözlerinin daha az etkili olduğunu, daha çok sendikasız hale geldiklerini görüyoruz. 2011’de 500 büyük firmada, çalışan başına düşen ücret (sabit fiyatlarla) yüzde 1,6 oranında azalmış. (2011 yılı ortalama net ele geçen ücreti aylık olarak 1 milyar 670 milyon TL olarak hesapladık.) Buna karşılık, 500 büyük firmada elde edilen çalışan başına değer yüzde 7,1 oranında artmış. 2011’de sömürü oranı da yüzde 4 düzeyinde yükselmiş ki bu esnek, güvencesiz, sendikasız çalışma koşullarının doğal sonucu. 2011’de 500 firmanın istihdamının 23 bin 650 artarak son 13 yılın en yüksek düzeyine ulaşmasına karşılık, sabit sermaye yatırımlarında nispi bir yavaşlama var. Sabit sermaye yatırımları (sabit fiyatlarla) 2011’de yüzde 1 oranında gerilemiş. İstihdam artarken, yatırımların gerilemesi, Türk sermayesinin rekabet gücü için ücretleri düşürmeye, ‘emeğin yoğunlaştırılması’na yönelmiş olduğuna işaret ediyor. Üretkenlik ve ücret verilerinin son yıllardaki gelişimi de bu eğilimi destekliyor: Son 4 yılda üretkenlik (işçi başına yaratılan toplam değer) yılda ortalama yüzde 4 oranında artarken, ücretler
(enflasyondan arındırılmış sabit fiyatlarla) ortalama yüzde 7 oranında gerilemiş durumda. Bir de ‘gelir dağılımı bozukluğu’ var: 500 büyük firmada çalışan 1 işçi üretim süreci sonucu yaratılan toplam değerin yüzde 23’ünü ücret olarak alırken, geriye kalan yüzde 77’sinin 500 büyük firmanın sahip ve yöneticilerine kâr olarak kalması, ‘gelir dağılımı’nın düzeyine de ışık tutuyor.
Ekonomik güç siyasete yansır mı?
Şunu da belirtelim ki, bu 500 büyük firmanın toplam cirosu ABD ’li en büyük bir iki şirketin tek başına elde ettiği cirodan fazla değil. Değil ama Türkiye ölçeğinde çok büyük bir kuvveti, nüfuzu ifade ediyor. 72 milyon nüfusa, 15 milyona yakın ücretli çalışana sahip bir ülkenin, ekonomisinin arterlerini kontrol altında tutuyor, bu güç. Sermayenin ekonomik gücünün sosyal alanda hele hele siyasal alanda karşılıksız kaldığını düşünemeyiz. Türkiye’de halen tek parti eliyle siyasal baskıların sürmesi ile bu ‘büyük ekonomik güç’ arasında kuvvetli bağlar var. AKP hükümeti de şu veya bu sermaye grubuna mesafeli olabilir, bunlardan bazılarını kontrol etmek isteyebilir, hatta idari gücü ile bazı sermaye gruplarını zayıflatabilir. Ama kurulu düzenin bir partisi olarak, sermayenin bilhassa büyük sermayenin ‘genel çıkarlarını’ gözetmek durumunda. Uluslararası rekabet gücünün artması ve kamu kaynaklarının (bütçe) sermaye sınıfının ihtiyaçlarına yönelik kullanılmasının sürekliliği için ekonomik istikrar kadar ‘siyasal istikrar’ da önem taşıyor. Ve -maalesef- siyasal istikrarın devamlılığı için AKP, rejimin baskıcı karakterini güçlendiriyor. Siyasal alandaki baskıların sürmesinin, hatta ‘baskıların güvenceye alınması’nın önemli nesnel ve somut nedenlerinden birinin bu güç olduğunun görülmesinde yarar var.
Parlamentoya yansıyan güç
Bu gücün boyutlarını Meclis kayıtlarından derlediğimiz şu istatistikler de ortaya koyuyor: 15 Temmuz 2011 ilâ 15 Temmuz 2012’de Meclis’ten geçen 119 kanunun 32’si dolaysız olarak özel sektör faaliyetlerine ilişkindi. İkincil derecedekiler de dahil edildiğinde sayı 50’ye ulaşıyor. Çarpıcı bir örnek Türk Ticaret Kanunu sermayenin talepleri doğrultusunda alelacele ve Meclis’teki bütün partilerin ortak enerjisiyle değiştirilmiş olması. Buna karşılık (Sendikalar ve Toplu Sözleşme kanunlarını değiştiren) Toplu İş İlişkileri Kanunu bir türlü yasalaşmadı. Bu nedenle sendikaların üye barajı sorunu da çözülemeyince toplu sözleşme süreci fiilen durdu. Hiç kuşkusuz 500 büyük firmanın en öndeki şirketlerinin sahibi olan sermaye grupları, AKP hükümeti üzerinde doğrudan etkili olamıyor. AKP’nin, Anadolu sermayesi denilen ve birçoğu 500 büyük firma içinde yer alan bazı sermaye gruplarına daha yakın olduğu söylenebilir. Ama bütün bunlar büyük sermayenin genel çıkarlarını ifade etmek zorunda
Küresel ekonominin baş aktörleri
ABD’de krize tepki olarak ortaya çıkan occupy hareketinin dünya gündemine soktuğu “Onlar % 1, biz % 99’uz” sloganı, gelir dağılımı açısından bakıldığında oldukça gerçekçi görünüyor. ABD nüfusunun % 1’inin mal varlığı, ülkenin ulusal gelirinin üçte birine denk geliyor. Nüfusun en varlıklı yüzde 0,01’inin mal varlığının ulusal gelire oranı ise, 1928 yılından bu yana en yüksek seviyesine çıkmış durumda. Dünya çapında kayıtlı 37 milyon şirket ve yatırımcı ile 43.060 ulus ötesi ticari şirketi kapsayan ve dünya çapındaki ulus ötesi şirketlerin ve iştiraklerinin haritası korkunç,on binlerce şirketi kontrol eden ağın merkezinde yer alan şirketlerin sayısının sadece birkaç yüz olduğunu belirtiyor. Merkezdeki 147 şirket (yüzde 1’den daha az), ağdaki toplam varlıkların yüzde 40’ını ve 737 şirket ise yüzde 80’ini denetliyor. Bu şirketlerden en tepedeki 20’si incelendiğinde, çoğunun finans şirketi olduğu görülüyor. Varlıkların bu derece merkezileşmesi ve yoğunlaşması, finansal sismik sarsılmaların şiddetinin giderek artıyor olması ve küresel düzeyde yayılmasını da açıklıyor. Marx, sermayenin küreselleşme, yoğunlaşma ve merkezileşmesine ve bunun sonucu olarak rekabetin giderek azalması ve tekelci hakimiyetin artması eğilimine dikkat çekmişti. Sermayenin yoğunlaşması, giderek daha büyük oranda varlığın daha az sayıda kapitalistin eline geçmesi yoluyla gerçekleşiyor. Bunun sonucunda söz konusu işletmenin veya ekonomik üretim biriminin büyüklüğü de artarak, rekabet koşullarını erozyona uğratacak boyuta ulaşıyor. Ancak bu süreç sadece rekabet düzeyini olumsuz etkilemekle kalmayıp, beraberinde çok sayıda toplumsal tahribat da yaratıyor: Yeni bir finans aristokrasisinin doğuşu, parazitler ve spekülatörlerin ortaya çıkışı ve idari kadroların sözde kalması; tüm sistemin toplumun bütününün sırtında bir asalak gibi yapışması. Marx’ın bu öngörüleri günümüzü mükemmel bir şekilde açıklıyor. Sermaye birikimi yoğunlaşıp, merkezileştikçe, sermayenin çıkarlarıyla ulus-devletlerin çıkarları da o oran da iç içe geçiyor. Dolayısıyla, bu gelişmeyle birlikte ekonomik rekabet giderek daha fazla oranda askeri bir rekabete dönüşme potansiyeline işaret ediyor.
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
Kimin saflarında olacağız?
Yeni bir yaşa girdiğim bu gün, gerek bana gerekse sizlere, geçmişe eleştirici bir gözle bakmanın, hatalarımızın sınıfsal köklerini araştırmanın, bizi halka güvensiz, bireyci, tembel yapan ana nedenlerin araştırılmasının vesilesi olsun. Gerçekten devrim istiyorsak, devrimin çıkarlarını birinci plana almalıyız. Gerek kendi, gerekse arkadaşlarımızın zaaflarına, yapıcı ve arındırıcı bir biçimde, bu açıdan bakmalıyız.
Yeni Ufuklar ve On Üç gibi dergilere öyküler yazan Güney'in edebiyat ve yazıyla olan ilişkisi de hep güçlü oldu. Ancak Onüç dergisinde yayımlanan "Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri" adlı öyküsünde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandı, 1961 yılında 18 ay hapis cezasına ve 8 ay Konya'ya sürgün cezasına mahkûm oldu.
SAYFA 05
Toplumumuz da, günden güne berraklaşan bu saflaşma süreci içindedir. Biliyoruz ki, insanlık tarihi sınıfların mücadeleleri tarihidir. Tarihin itici gücü halklardır. Yani, tarihi gelişmeler, üstün yetenekli insanların eseri değil, üstün özelliklere sahip insanlar toplumsal çelişmelerin ve gelişmelerin eseridir. Toplumsal gelişmelerin nesnel yasalarını ve halkların tarihi eğilimlerini özünden kavrayan insanlar, nesnel koşullara uygun düşen doğru önerileri, fedakârlıkları ve cesaretleriyle kitlelerin bilinçlenmelerinde, devrim hedeflerine yönelmelerinde önemli roller oynamışlar ve tarih, onları layık oldukları yerlere oturtmuştur. Tarihi akışa ve toplumsal eğilimlere ters düşen, toplumsal gerçeklikten kopar ve halkın devrimci eğilimlerini çiğneyen insanlar ise, bir zamanlar halk tarafından nasıl yüceltilmişlerse, yine halk tarafından alaşağı edilmişlerdir, edilmektedirler ve edileceklerdir. İşte bu tarihi ve evrensel gerçeklerden hareketle, sınıf saflaşmalarının yoğunlaştığı günümüzde kendi yerimizi saptamak göreviyle karşı karşıyayız.
Bu görev, kendimizi ve çevremizi değiştirmeyi emreder. Bu görev, devrimci fedakârlığı, bilgi edinmeyi, yiğitliği ve alçakgönüllü olmayı emreder. Bu görev, devrim saflarını seçmiş insanların, eleştiri, özeleştiri temelinde birliğini emreder. Bu görev, devrim yolunu seçmiş insanların kardeşliğini, kitlelerle birleşmesini emreder.
yolarını yazan ve oyuncu olarak da bu yapımlarda performans gösteren Yılmaz, Karacaoğlan'ın Karasevdası isimli filmde yönetmen yardımcılığı yaptı.
olduğu gerçeğini değiştirmez. (AKP’nin 10 yıllık iktidarında özel sermaye birikimi yüzde 250 oranında arttı.) Mevcut konjonktürde ücretler düşerken çalışma ilişkileri sermaye lehine bozulurken ve siyasi alanda özgürlükler alanı darlaştırılırken, sermaye hızlı bir büyüme temposuna sahip olabildi. Bu konjonktürün siyasi-idari-yasal düzenleyicisi, bir anlamda mimarı AKP iktidarı. 500 büyük firma verileri, siyasi istikrar ile sermaye birikimi arasındaki güçlü bağların olduğunu ortaya koyuyor. Elde edilen muazzam zenginlikte belirleyici düzeyde rolü bulunan yarım milyonu aşkın çalışanın, ‘üretim kararları’nda hiçbir etkisinin olmadığını, bir ‘üretim girdisi’ gibi dikkate alındığını biliyoruz. Halbuki yarım milyon işçinin ‘sosyal bir varlık’ olarak üretim sürecinde etkili olmasının önünün açılması, sendikal hayatın canlanması kadar, AKP iktidarının siyasi özgürlükler üzerindeki baskılarını bertaraf edecek en önemli adımlardan birini oluşturacak. Daha çok demokrasi için yarım milyon çalışanın, daha az sömürü, daha fazla ücret, daha fazla boş zaman talebi ile yükselteceği mücadeleye güvenmek zorundayız.
SAYFA 04
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
sayfa 4
sayfa 17
Avrupa Birliği’nin Kriz Diktatörlüğüne Karşı Protesto Günleri
REEL POLİTİKANIN ZORLUĞU KÜRTLER VE KOMÜNİSTLER!.. Kapitalizmin kendi içinde gerçekleştirdiği dönüşümler ve sınıf mücadelesine karşı saldırıları, gelinen yerde sınıfsal, kültürel, de mokratik mücadeleler tarihi açısından pek çok şeyin de üstünü örtmüş veya bozulmasını sağlamıştır. Uluslararası bu gelişimler Türkiye’de Marksizm-Leninizm’in ulusal sorunla ilgili anlayışı, Türkiye'de gitgide artan şekilde özünden koparılmış, bir "Kürt Hareketi kuyrukçuluğuna" düşürülmüştür. Bugün gelinen Kürt hareketindeki gelişme ve Burjuvazi trafından atılan adım politik dünyada bir yarılma yaratmıştır.
Toplumsal hareketler yoksullaştırma politikalarına karşı uluslararası kitlesel bir protesto planlıyor. Avrupa Eylem Konferansı Deklarasyonu & 26 Şubat 2012, Frankfurt European Resistance & Frankfurt/Main’de 24-26 Şubat’ta yapılan Eylem Konferansı‘nın 400 katılımcısı,17-19 Mayıs 2012 günleri arasında Avrupa Birliği’nin kriz diktatörlüğüne karşı yapılması planlanan protestolar için çağrıda bulunma kararı aldı. Yunanistan ve diğer ülkelerde yürütülen yıkıma karşı, Avrupa Birliği, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu’ndan oluşan Troyka’nın kararlarından kaynaklanan fakirleşmeye, milyonlarca insanın haklarının inkarına ve demokratik yöntemlerin fiilen feshedilmesine karşı direniyoruz. Frankfurt’taki protesto günleri 12 Mayıs Uluslararası Eylem Günü ile 15 Mayıs’taki ilk Madrid toplantısı yıldönümünün doğrudan ardılı oldu. O nedenle ekmeği ve geleceğine yönelik saldırılara ve Troyka borç kredisine karşı direnen Avrupa’daki bu insanlara açık bir dayanışma işareti gönderiyoruz. Aynı anda Şikago’da da G8 Zirvesi’ne karşı protestolar örgütleniyor. Protestolar için Frankfurt’un seçilmesinin nedeni, kentin hem Avrupa Merkez Bankası’nın hem de güçlü Alman ve uluslararası banka ve şirketlerin karargahı olmasıdır. 17 Mayıs günü tartışma ve ilişki mekanları yaratmak amacıyla parkları ve kentin ana meydanlarını işgal edeceğiz. 18 Mayıs günü Frankfurt’ta bankaların yönetim
faaliyetlerini engelleyecek ve Troyka’nın politikalarına olan öfkemizi eyleme dönüştüreceğiz. 19 Mayıs günü büyük bir gösteri için toplanarak, protestonun geniş tabanını görselleştireceğiz. Dünyanın birçok bölge ve ülkesinden insanlar Frankfurt’a gelerek protesto günlerine katılacak. Protestonun başarısı için mümkün olduğu kadar çok çevre tarafından etkin biçimde desteklenen bir seferberlik gerekiyor: işgal hareketi, işsiz insiyatifleri, kriz ittifakları, sendikacılar, Attac, çevre ve barış hareketi, göçmen, gençlik ve öğrenci örgütleri, anti-ırkçı, anti-faşist ve sol gruplar, çeşitli yerel mücadele aktivistleri ve Sol Parti. wSeferberlik dönemi bizim de dayanışma içinde olduğumuz Almanya’daki toplu sözleşme mücadeleleri ile 31 Mart Avrupa eylem günü ve 1 Mayıs Uluslararası İşçi Bayramı’nı kapsıyor. Avrupa’dan hk okurları
YÜRÜYORUZ! Sesinizi sesimize katarak, öfkenizi öfkemiz bilerek, yolu, devrimin yolu kılan herkesi can yoldaşımız olarak selamlayarak, yolda düşenlere üzülerek, yoldaki taşları, başkası tökezlemesin diye kenara koyanlara minnet duyarak, çoğalmanın sevinciyle içimiz dolarak, kavgamızı kavgası bilenleri kucaklayarak, coşkuyla, inançla, hevesle yürüyoruz. Geliyoruz! Karlar eridiğinde suları kabaran nehirler gibi, çok yorulmuş bir tarihin yakıcı anlarından taze ümitler çıkararak geliyoruz. Herkes için sömürüsüz bir dünya düşleyenleri bağrımıza basarak, özgür bir gelecek için düş kuranları saflarımıza çağırarak geliyoruz. Büyüyoruz, sayımız çoğaldıkça direnme gücümüz de çoğalsın istiyoruz. Davadan söz edip kişisel ikballeri için uğraşanları arkamızda bırakarak, ortak bir mirasa mülk muamelesi yapanları tarihe havale ederek, ihanetin sözde ‘devrimci’ biçimlerini teşhir ederek, hiçbiriyle uzlaşmayacağımızı haykırarak büyüyoruz. Her türlü engellemeye rağmen altıncı sayıya ulaşan gazetemizin yedinci sayısının genel istek üzerine ulusal boyutlarda -orjinine uygun-yayımlanacağını bildirmek istiyoruz. Yakın bir gelecekte, devrimci sürece teorik bir katkı olarak düşündüğümüz PARTİ BBAYRAĞI’nın da yayımlanmaya başlayacağının müjdesini vermek istiyoruz. Yürüyoruz, MİLİTAN GENÇLİK hareketini yaratmak için var gücümüzle çalışarak yürüyoruz; bunun ilk hedefi olarak Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği’ni (YDGD)çok yakında hayata geçireceğimizi söyleyerek, -gençlerle daha da büyüyeceğimizi bilerek- yürüyoruz. Yürüyoruz, uzun bir yol bekliyor bizi. Durmayacağız, yürüdüğümüz yol güneşli bir ülkeye çıkana kadar, mazlumların ah’ı alınıncaya kadar, sesimiz çığlıklar halinde gökyüzüne ulaşana kadar, kahredici karanlık aydınlanana kadar, dünya çocuklarımız için cehennem olmaktan çıkana kadar; durmayacağız ve haykıracağız “tek yol devrim” diye ölene kadar. Öfkeni öfkemize kat, gücünü gücümüze, sesini sesimize kat, sağlam bir kalkan ol yoldaşlarına düşmana karşı; yolunu yolumuza kat yolu karartanlara inat, inadın inadımız, cesaretin cesaretimiz, ümidin ümidimiz olsun ve birlikte haykıralım kendimizden başka kurtarıcımız yok diye. Yürüyoruz, yürüdükçe çoğalıyor çoğaldıkça ümit etmeyi sürdürüyoruz.
Barış Kürt ulusu için özel bir önemdedir. Bu konudada hiç kimseden akıl almak durumunda değildir. Diğer yandan bugünden görünen net durum Kürt ulusunun önüne dikilecek olan ulusal-devlet kurma hakkına sahip olmak ve devrimi gerçekleştirmektir. Bu iki görev, sistemin bütününde devrimci niteliğini yitirmiş bir burjuvazinin bulunduğu bir tarihsel koşullar içinde yerine getirilmek durumundadır. Birbirinden ayrılmaz bu iki görevin yerine getirilmesi tümüyle proletaryanın ve Kürt ulusunun çıkarınadır. Ancak bu görevlerin birbirinden ayrılması, bölgede yeni bir küçük-burjuva milliyetçilerinin egemenliğinde bir devlet kurulmasından başka bir anlama gelmeyecektir. Bu ise Kürt emekçi halkının ve proletaryasının (bir bütün olarak bölge uluslarının proletaryasının) çıkarlarına ters düşecektir.
hareketinin Kürt sermaye ve milliyetçi çevreleri tarafından geri konuma sürüklenmektedir. Bu gerilemenin, gösterdiği bir şey, Kürt halkı adına konuşan Kürt sermaye çevrelerinin, ulusal özgürlüğü temsil etmekteki yeteneksizliğidir. Kürt sorunu, Kürt halkı kaderini özgürce belirlemediği ve tarihi akışa özgür bir ulus olarak katılmadığı sürece, hiçbir "yenilgi" veya herhangi başka bir şey onu temel bir sorun olmaktan çıkaramaz. Ancak Kürt burjuvazisinin çıkışı ve emperyalizmle bütünleşmesi, tümüyle Türk devleti içinde ve onun aracılığıyla olmuştur."Ulusçuluk temel savunucusu olan burjuvazi açısından ussaldır Kürt burjuvazisi de bu rasyonaliteye sahip çıkmıştır. Feodal-aşiret ilişkileri içinde bulunan Kürt köylülerinin toprak sorunun bağımsız bir devlet içinde çözümlenmesinin, ancak feodal ilişkilerin tamamen tasfiyesi ile mümkündür. Bu gerçek, ulusal hareketin “anti-feodal” biçim almasını zorunlu kılar.
Mülksüzleştirilmiş köylülerin (çoğunluk ulus), azınlık ulusunun köylülerinin toprak istemlerini desteklemesi olanaklıdır ve bu onların köylü kitlesi olarak ortak tavırlarını açığa çıkartır. Ancak aynı olgu ters yönde etkide bulunur. Bu ters yöndeki etki, azınlık ulusunun “bağımsız devlet” istemi ile mevcut devlet sınırları içindeki bazı toprakların “kaybedilmesi” endişesi şovenistler için önemli bir propaganda olanağı yaratır. Ve böyle bir istemle yola çıkan ulusal hareketin ezilmesi ve de ulusal-topluluğun soyHer bir parçasının kendi özgül koşulları olmakla kırımı noktasına kadar uzanan bir yenilgisiyle, birlikte, bir bütün olarak Kürt ulusunun ulusal mülksüzleştirilmiş köylüler için yeni topraklar baskılardan kurtulması ve kendi kaderini tayin sağlayacağı düşüncesinin yaygınlaşması olasıdır. hakkına sahip olması, bulundukları topraklar üzerinde tam olarak egemen olması demektir. Ulusal hareket karşısında komünist tutumun Böyle bir egemenliğin sağlanması ancak, ege- netleştirilmesinde öncelikle açıklığa kavuşulması men olan güçlerin egemenliklerini yitirmeleriyle gereken sorun, ulusların kendi kaderini tayin mümkündür. Bu nedenle mevcut egemenliğin hakkından ne anlaşılması gerektiğidir. Çünkü, dayanakları belirlenmek zorundadır. Bu aynı Marksizm adına çıkan akımlar içinde, baştan zamanda, Kürt ulusunun üzerindeki baskıların bu yana ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve kendi kaderlerini belirleme haklarının gasp tanınmış olmasına rağmen, bunun ne anlama edilmesinin nedenlerinin belirlenmesi demektir. Türkiye'de ulusal sorun bir yanıyla da “köylü sorunu” olarak ele alınmaktadır. Bu, feodal bağlardan kurtulan köylülüğün toprak istemi ile birlikte gelişir ve kapitalizmin tarımda gelişmesine paralel olarak mülksüzleşen köylülerin, bağımsız ulusal-devlete sahip olma ile toprak sorununun çözümü arasında doğrudan bir ilişki görmeleriyle, eyleme dönüşür. Bu boyutlarıyla ulusun kendi kaderini tayin istemi köylülerin toprak istemi ile çakışır. Ulusal baskıdan kurtuluş sorunu burjuva karakterde bir sorun olmakla birlikte, bu sorun bugün dünden de fazla olarak bir işçi-köylü sorunu haline gelmiştir. Bugünkü durumda, PKK ve Kürt milliyetçi çevrelerinin ulusal sorunu egemen sermaye ve büyük ülkelerin tekeline bırakma (ki ‘demokratik cumhuriyet’) yolunda ilerlemesi ki Kürt
geldiği konusunda tam bir kafa karışıklığı egemen olmuştur. Sorun, bu hakkın tanınması, ama bu hakkın somut kullanımı gündeme geldiğinde ise, pratikte bu hakkın reddedilerek sosyal-şoven bir konuma düşmektir. Bu İkinci Enternasyonal’den bu yana Marksizme bulaşmış ve proletarya hareketinin gelişmesinde temel engellerden biridir. Marksistler için toplumsal gelişmenin ve toplumsal devrimlerin nihayeti sınıfsız toplumdur. Komünist devrim, tek başına bütün sınıfların, ulusallıkların vb. şimdiki toplum içinde çözülmesinin ifadesidir. Her ülkenin proletaryası kaçınılmaz olarak kendi ülkesinin burjuvazisi ile hesaplaşacaktır. Bu hesaplaşma aynı zamanda emperyalizmle bir hesaplaşmadır. Çok uluslu ülkelerde çeşitli uluslardan işçilerin ortak mücadelesi ile kazanılacak zafer aynı zamanda “yok edilmek üzere” ulusallıklarında önünü açmaktadır. Zira devletlerin ortadan kaldırılması ulusların da ortadan kaldırılmasına işaret eder. Marksistler işçi sınıfının uluslararası düzeyde emperyalizmle savaşmaları için uluslar arası düzeyde örgütlenmelerini gerekli görür ve bunun için çağrıda bulunur. Oysa emperyalist burjuvazi, (geçmişte ulusal burjuvaların da başvurdukları gibi ) ortaya çıkan bir işçi sınıfı hareketini bastırmak için, Paris Komünü ve Rus Devrimi örneklerinde olduğu gibi birleşecekleri bilinen bir gerçektir. Bunun için burjuvazi genellikle kendi ülkelerinin işçi sınıfını ulusalararası alanda asker olarak kullanmak için düşman ulus-devletlere bölmüşlerdir. Ulusallık bu anlamda burjuvazi için ussaldır. “ bir kişinin diğeri tarafından sömürülmesinin sona erdiği oranda, bir ulusun diğeri tarafından sömürülmesi de sona erer. Bir ulus içindeki sınıf savaşımının sona ermesiyle birlikte, ulusların birbirine düşmanca tavrı ortadan kalkar. İşçi sınıfı içinde bu anlamda ulus ve ulusallık anlamsız ve boş bir kavramdır.
sayfa 18 Filistin Yönetiminin gücü kendisine İsrail’in bahşettiği kadar gücün türevidir. Bu da, Filistin içindeki elit zümreyle görüşmek için sahneye konmuştur ki, zaten sömürge güçlerinin hep yaptıklarının aynen bir tekrarıdır. Böylece Filistin Dokümanları, Filistin “Yönetimi”nin nasıl gerçekte Filistin halkı için konuşmadığını ve onların çıkarı için çalışmadığını açıklamaktadır. Bu her ne kadar Hamas’la Filistin Yönetimi’nin arasını açacaksa da, bu iki örgütün arası zaten derinlemesine açıktı. Bu şüphesiz “barış süreci”ne sorun yaratacaktır ama bu da sürecin ‘barış’ süreci olduğu varsayımına dayanmaktadır.
Mısır devrimin eşiğinde mi?
Huzursuzluk, 1981den beri başta olan, ABD’nin desteklediği ve silahlandırdığı diktatör Hüsnü Mübarek’in kişisel oyun alanı Mısır’a bile yayılmaya başlamıştır. Mısır, ABD’nin Kuzey Afrika’daki temel müttefiki olup, yüzyıllardır, ilk olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun, daha sonra İngiliz ve daha da sonra Amerika’nın en önemli emperyal mücevheratlarından biri olmuştur. İşsizlerin yüzde 90ını teşkil eden ve nüfusun yüzde 60ını oluşturan 30 yaşın altındaki 80 milyonluk nüfusuyla, Tunus’ta olanların burada da tekrarı için, Mısır olgun durumdadır. 25 Ocak 2011de Mısır “gazap günü”nü yaşadı. O gün, on binlerce gösterici sokaklara dökülerek yükselen fiyatları, yolsuzlukları ve 30 yıldır altında yaşadıkları diktatörlüğü protesto etti. Gösteriler Twitter ve Facebook gibi sosyal medya aracılığıyla örgütlendi. Tıpkı, diktatörlüğü yıkan gösterilerin ilk günlerinde Tunus hükümetinin yaptığı gibi burada da hükümet bu sosyal medyaya ulaşımı kapattı. Mısır Tunus değildir. Çok daha büyüktür. 10 milyonla karşılaştırılırsa 80 milyon nüfusu vardır. Coğrafya olarak, siyasî olarak, stratejik olarak bambaşka bir kesimdedir Mısır. Arap dünyasının doğal lideri ve onların içindeki en büyük nüfusa sahiptir. Ama sokaktaki anlaşmazlıkların çoğu Tunus’la aynıdır. Tunus’la Kahire arasındaki tek fark büyüklüklerindedir. Bu yüzden, Mısır patlayacak olursa, patlama da çok büyük olacaktır.
Mısır gösterileri
Kahire, İskenderiye, Süveyş ve öteki Mısır şehirlerinde yüzbinlerce kişi gösterilere katılmıştır.Göstericiler olağan şiddete maruz kalmışlardır: dayak, göz yaşartıcı bombalar ve basınçlı su. Mısır’dan görüntüler ve videolar çıkmaya başlayınca, “televizyonda göstericilerin polisi yan sokaklara kovaladığı görülmüştür. Bir gösterici bir itfaiye arabasına tırmanmış ve onu kullanarak uzaklaştırmıştır.”
2007de gelecek 30 yıl içindeki küresel eğilimleri değerlendiren bir İngiliz Savunma Bakanlığı raporu yayınlandı. Rapor, “Küresel Eşitsizliği” değerlendirirken gelecek 30 yıl içinde:Zengin ve yoksullar arasındaki uçurum muhtemelen artacak ve mutlak yoksulluk küresel bir sorun olarak kalacaktır… Bu yüzden, varlık ve avantajdaki eşitsizlik ve bunlara bağlı olan şikâyet ve kızgınlık, sayıları giderek artan, hatta babalarından ve dedelerinden maddî olarak daha zengin olması muhtemel insanlar arasında bile giderek daha belirgin olacaktır. Mutlak yoksulluk ve göreceli dezavantajlı olanlar, beklentileri yerine gelmeyenler arasında haksızlık olduğu görüşünü körükleyecek, hem toplum içinde hem de toplumlar arasında kargaşa, suç, terörizm ve ayaklanma şeklinde sonuçlanacak biçimde kendini gösterecek gerginliği ve kararsızlığı arttıracaklardır. Bunlar aynı zamanda, salt muhtemelen dinî, anarşist ya da nihilist hareketlerle ilişkili kapitalizm karşıtı fikirlerin yeniden çıkmasına neden olmakla kalmayacak, aynı zamanda popülizmin ve Marksizm’in dirilişine neden olacaktır. Daha sonra, rapor hoşnutsuz orta sınıflardan gelecek bir devrim tehlikesine karşı yerleşik iktidarları uyarmaktadır: Orta sınıflar, Marks’ın proletaryada gördüğü rolü üstlenerek devrimci bir sınıfa dönüşebilir. Emek pazarlarının küreselleşmesi, ulusal refah koşullarının ve istihdamın azalması bazı devletler için halkın bağlılığını kaybetmek anlamına gelecektir. Alınan borçların ağırlığı ve emekli maaşlarını karşılama yükü kendini göstermeye başladığında, giderek
Bu ikiz zorlukla karşılaşan dünyanın orta sınıfları, bilgiye, kaynaklara ve beceriye ulaşımlarını kullanarak ulus ötesi süreçleri kendi sınıf çıkarları doğrultusunda kullanmak amacıyla birleşebilir. Küresel krizin 4. yılını doldurma noktasını geçmiş bulunuyoruz. Bu krizin sonuçlarına ve bunlara karşı koordineli tepkinin sonuçlarının yarattığı küresel toplumsal geri-tepkileri hissetmeye başlıyoruz. Küresel ekonomik kriz en fazla ‘Üçüncü Dünya’ya çarptığı için toplumsal ve politik sonuçlar başta orada hissedilecektir. Şu anda yiyecek fiyatlarında rekor seviyede görülen artışlar bağlamında aynı, ekonomik krizin çıkmasından hemen önce 20072008de olduğu gibi, dünyada gıda ayaklanmaları yayılacaktır. Ancak bu kez durum ekonomik olarak çok daha kötü, toplumsal olarak daha umutsuz ve siyasî olarak daha baskıcıdır. Büyüyen hoşnutsuzluk gelişmekte olan ülkelerden bizim Batı’daki evlerimizin rahat ortamına kadar gelecektir. Ekonominin ‘iyileşmekte’ değil de tam aksine çöküntü içinde olduğu haşin gerçeği yerleşmeye başladığında ve Batı’daki hükümetlerimiz demokratik görünümlerden vazgeçip hakları ve özgürlükleri birer birer parçalamaya başladığında, gözetlemeyi ve ‘kontrol’leri artırdıklarında ve (dünya çapında yaşanan küresel uyanışları ezmek için) dünya çapında savaş çığlıkları atan dış siyasetlerini giderek zorladıklarında, Batı’daki bizler de, ‘Hepimiz Tunusluyuz’ sözünün gerçek olduğunu anlayacağız. 1967de meşhur “Vietnam’ın Ötesi” nutkunda Martin Luther King şunları söylüyordu: İnanıyorum ki, eğer dünya devriminin doğru tarafında yer alacaksak, bir ulus olarak biz köklü bir değerler devriminden geçmek zorundayız. Hızla, bir “şeylere-yönelmiş” toplumdan bir “insanlara-yönelmiş” topluma geçişe başlamalıyız. Ne zaman ki makinalar, bilgisayarlar, kâr güdüsü ve mülk hakları insanlardan daha önemli sayılır; o zaman, ırkçılık, para düşkünlüğü ve militarizmin dev üçlüsünü zapt etmek mümkün değildir. Bu “Kuzey Afrika ve Küresel Uyanış” yazısının 1. bölümü idi. Bu bölümde özellikle Kuzey Afrika’da ve Arap dünyasındaki protesto hareketlerinin daha geniş ‘Küresel Uyanış’ bağlamında oluşumuna odaklanıldı. Bu yazının 2. bölümünde Batı’nın bu bölgedeki ‘Uyanış’a reaksiyonuna ve özellikle bir taraftan baskıcı rejimleri desteklerken diğer taraftan da “demokratik emperyalizm” büyük projesi içindeki “demokratikleşme” ikili stratejisine odaklanılacaktır.
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
Mısır (İsrail’den sonra) dünyada en fazla ABD askerî yardımını alan ikinci ülke ve bu yüzden, askerî ve devlet aygıtı Tunus’unkinden daha gelişmiş ve güvenlikli. Ancak, açıkça bir şeylerin değiştiği belli oluyor. Gösterilerin olduğu gece Hillary Clinton’un dediği gibi, “Bizim görüşümüze göre Mısır hükümeti sağlam olup, Mısır halkının meşru isteklerine ve çıkarlarına yanıt vermenin yollarını aramaktadır.” Başka bir şekilde söylenecek olursa, “Demokrasi ve özgürlük yerine zorbalık ve diktatörlüğü desteklemeye devam edeceğiz.”
Küresel ekonomik krizin ilk safhasında, 2008in Aralık ayında, IMF, hükümetleri “sokakta şiddetli huzursuzluklar” olabileceği hakkında uyardı. IMF başkanının uyarısı, “malî sistemde küçük seçkin bir kesimin çıkarı yerine herkesin çıkarını gözeten bir yeniden yapılanma olmadıkça dünya çapında ülkelerde şiddet içeren protestolar olabilir” şeklindeydi. 2009un Ocak ayında, ABD Ulusal İstihbarat Direktörü olan Dennis Blair, Senato İstihbarat Komitesi’ne ABD’nin ulusal güvenliğine en büyük tehdidin terörizm olmayıp küresel bir ekonomik kriz olduğunu söylüyordu: Eğer yüzyıllar olmasa bile on yılların en büyüğü olarak gözüktüğü için küresel ekonomik krizle başlamak istiyorum. Ekonomik krizler eğer bir ya da iki yıl uzarlarsa rejimleri tehdit eden istikrarsızlık risklerini artırırlar… Ve istikrarsızlık gelişmekte olan pek çok ülkedeki kırılgan kanun ve nizamı gevşetebilir, bu ise tehlikeli bir biçimde uluslararası topluma sıçrayabilir.
sayfa 3
büyüyen kentli alt-sınıflar toplumsal düzene ve istikrara giderek büyüyen olası bir tehdit oluşturur ve az sayıda ama çok bariz süper zengin kişilerle kendileri arasındaki giderek derinleşen uçurum, yeteneğe bağlı yer edinmeye inançsızlığı körükleyebilir.
SAYFA 03
Mısır’da, “öğrenciler, işsiz gençler, kol emekçileri, entelektüeller, futbol taraftarları ve kadınlar, birçokşehirde hızla hareket eden, çabucak yer değiştiren bir dizi gösteri düzenleyebildiler.” Polis şiddetle karşı koydu ve üç gösterici öldürüldü. Başkan Mübarek’in tüm 30 yıllık idaresi sırasında değilse bile sokağa dökülen on binlerce göstericiyle on yıllardır Mısır’da görülen en büyük gösteri oldu bunlar. Mısır bir devrimin eşiğinde mi? Bunu söylemek için çok erken gibi geliyor.
Bir Küresel Devrime doğru mu gidiyoruz?
SAYFA 02
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
sayfa 2 Dünya yeni bir devrimci çağa giriyor “Küresel Politik Uyanış” çağı. Bu kitlesel “uyanış” değişik yörelerde, değişik ülkelerde değişik koşullar altında ortaya çıkarken aynı zamanda geniş çapta küresel şartlardan geniş çapta etkilenmiş durumda. Büyük Batılı güçler ve öncelikle Amerika tarafından , asırlarca baskı altında tutulmak, bir dönüm noktasına geldi. Dünya halkları huzursuz, küskün ve çileden çıkmış durumda. Dünyadaki bu gelişme, küresel güç yapılanmasına ve dünya egemenliğine radikal ve potansiyel olarak tehlikeli bir tehdittir. Bu değişim, sadece protestoların yükseldiği ve değişiklik aradığı ülkelere değil, daha büyük çapta, bu ülkelerin baskıcı rejimlerine silah, destek ve kâr sağlayan egemen Batılı güçlere, milletlerarası kuruluşlara, çokuluslu şirketlere ve bankalara tehdittir. Yani, Amerika ve Batı, heybetli bir stratejik güçlükle karşı karşıyalar: ‘Uyanış’ı insanlık için büyük bir umut olarak görmeliyiz. Tabii ki başarısızlıklar, problemler ve geri çekilmeler olacaktır fakat ‘Uyanış’ başlamıştır, devamlıdır kolayca etkisizleştirilemez ve kontrol altına alınamaz. Egemen güçlerden gelen bu refleks tepki, baskıcı rejimlere verilen silah ve desteğin olduğu kadar gizli operasyonlar ya da açık savaşlarla (Yemen’de yapıldığı gibi) istikrarsızlığı örgütleme potansiyelinin de artırılmasıdır. Buna alternatif, bütün dünyada işçi sınıfının ve yoksul halkların sosyalist iktidarıdır. Batılı stratejinin amacı yerli sivil toplumun, Batıya benzer şekilde bir demokratik sistem kurma çabalarının yönlendirilmesini örgütleyerek, parasal ve diğer şekillerde yardım ederek uluslararası hiyerarşideki devamlılığı korumaktır. Aslında “demokratikleştirme” projesi bir demokratik devletin dışarıdan görünen yapılanmalarını (çok-partili seçimler, aktif sivil toplum, “bağımsız” basın vb.) yaratmak ve Dünya Bankası’na, IMF’ye, çok uluslu şirketlere ve Batılı güçlere hizmet etme devamlılığını sağlamaktır.
cı diktatörlük, yükselen yiyecek fiyatları ve enflasyon, yolsuz idareciler ve aileleri, eğitimli gençliğin iş bulamaması ve genel anlamda sömürü, baskı ve insanlık onuruna saygısızlık. İşçi sendikaları protestolarda halkı harekete geçirmekte önemli rol oynarken avukatlar sendikası özellikle protestoların başlangıcında aktifti. Tunus’ta toplumsal medya ve internet, halkı harekete geçirmekte büyük rol oynadılar, fakat en sonunda Ben Ali’nin istifasına neden olan olay halkın doğrudan protestoları ve eylemleridir. Toplumsal medya sadece eylemcilik ve bilgiyi halk tabanı düzeyinde harekete geçirmenin önemli bir kaynağı haline gelmemiş, aynı zamanda hükümetlerin ve çeşitli güç yapılanmalarının bilgi akışını idare etme arayışında da etkili bir araç haline gelmiştir. Fransa Başkanı Sarkozy “Tunus halkının kızgınlığını ve Zeynel Abidin Ben Ali’yi yerinden eden protesto hareketinin önemini hafife aldığını” itiraf etti. Tunus’taki protestoların ilk haftalarında birkaç Fransız hükümet görevlisi açık açık diktatörlüğü savunurken Fransız Dış İşleri Bakanı, Ben Ali’nin düzenini koruması için Fransa polisinin “teknik bilgiler” verebileceklerini belirtti. Hillary Clinton bir röportajda, Amerika’nın “huzursuzluk ve dengesizlikten” ne kadar endişeli olduğunu açıklamıştır: Kısacası dünyada eylemlerin, başkaldırıların ve devrimlerin patlak verdiği bir bölgeyi kontrol etmek giderek zorlaşmaktadır. İsrail Başbakan Yardımcısı Silvan Shalom, “Arap dünyasının yeni ve çok kritik bir dönemiyle karşı karşıyayız” diyerek Arap dünyasının devrimci yaklaşımlarından duyduğu endişeyi dile getirdi. Tunus’un “başka ülkelerde de tekrarlanabilecek bir örnek yaratabileceğinden ve bunun muhtemelen bizim sistemin istikrarını sarsabileceğinden” korkuyor.
Görünüşe göre bu iki strateji de Arap dünyasının üzerinde aynı anda uygulanmaktadır: devlet baskısını uygulamak ve desteklemek ve sivil toplum örgütleriyle bağlar kurmak. Batı için problem bölgenin büyük bir kısmında henüz STK’larla güçlü ve bağımlı bir ilişki kurmayı başaramamış olmaları, destekledikleri baskıcı rejimlerin hiç şaşırtmayan şekilde bu önlemlere karşı koymalarıdır. Bu protestoları ve başkaldırmaları, Batı’nın kışkırtması olarak bir kenara atmamalıyız aksine doğal olarak ortaya çıktıkları ve Batı’nın bu gelişmekte olan hareketleri etkisizleştirme ve kontrol altına alma çabası olarak görmeliyiz ve sosyalsit bir devrime çevirmeliyiz. Bunları Küresel Politik Uyanış bağlamında ele almak gerekmektedir. Batı’nın stratejisi “demokratik emperyalizm”i ‘Uyanış’ı etkisizleştirme ve “dost” hükümetler kurmak metodu olarak edecektir.
Kıvılcım alevlendi Tunus, adalet, demokrasi, sorumluluk, ekonomik istikrar ve özgürlük aramakta Arap dünyasının halkına örnek oldu. Tunus protestoları tüm hızıyla sürerken, Cezayir’de, genelde yükselen uluslararası yiyecek fiyatlarının sonucu olarak fakat aynı zamanda da demokratik sorumluluk, yolsuzluk ve özgürlük gibi Tunuslu protestocuların sorunlarına tepki olarak kitlesel protestolar, ayaklanmalar olmaktaydı. 50 yıldır, oldukça zengin bir ülkede, ev, iş ve doğru dürüst bir yaşam bekleyen ezilmiş halkların ayaklanması, muhtemelen bir devrim”dir. Benzer protestolar Ürdün’de patlak verdi ve binlerce kişi yükselen yiyecek fiyatlarını ve işsizliği protesto için, hükümet karşıtı sloganlar atarak sokaklara döküldü. Ürdün Kralı II. Abdullah sarayında, tanklarla kargaşanın artmasını önlemeye çalışmak için askeri ve istihbarat görevlilerini de içeren, özel görev güçleri kurarak belli başlı şehirleri tanklarla kuşatıp kontrol noktaları kurdu.
Tunus Kıvılcımı 14 Ocak 2011, cuma günü, Amerika’nın desteklediği Tunus başkanı Ben Ali’nin 23 yıllık diktatörlüğü sona erdi. Bundan birkaç hafta önce, Tunus halkı yükselen yiyecek fiyatlarını protesto amacıyla muazzam ve giderek de artan memnuniyetsizliğin alevlendirmesi ve Tunusluların çoğunun gördüğü Başkan’ın ailesinin açık yolsuzlukları nedeniyle ayaklandı. Olayı ateşleyen kıvılcım, 26 yaşındaki işsiz bir gencin protesto için Aralığın 17sinde kendisini yakmasıyla kıvılcımlanan protestolar dalgasıyla, Tunus hükümeti tüm gücüyle protestoculara saldırdı. Tunus’un 10 milyon nüfusunun yarısı 25 yaşın altında olduğundan, bunlar tek diktatörün idaresi altındaki yaşamdan başka bir yaşam görmemişlerdir. 1956da Fransız’lardan bağımsızlıklarını kazandıklarından beri Tunus sadece iki lider gördü: Habib Burguiba ve Ben Ali. Tunus halkı birçok büyük şeye karşı ayaklanıyor: Geniş çapta bilgi ve internet sansürü kullanan baskı-
Yemen’de Güney Hareketi’nin Protestosu Arap dünyasının en fakir ülkesi Yemen, 1978den beri aynı diktatör tarafından idare edilen kendi halkına karşı Amerika’nın desteklediği bir savaş başlattı ve binlerce insan diktatör Ali Abdullah Saleh’in hükümetten istifasını isteyen protestolar düzenlediler. Başkent Sanaa’da binlerce öğrenci, eylemci ve muhalif gruplar “Defol, defol Ali. Dostun Ben Ali’ye katıl!” diye sloganlar attılar. “Güney Hareketi” denilen ve 2007den beri özgürlük savaşı veren büyük ayrımcı gruplarla olduğu kadar, 2004te ortaya çıkan ve hükümete karşı savaşmakta olan kuzeydeki isyancı gruplardan dolayı büyük bir kargaşa yaşamakta,şu anda güneyde patlayan kızgınlığın ve ayrımcılığın, ülkenin düzenine olan tehlikesinin, basında daha çok yer verilen el Kaide mücadelesinden daha büyük olduğunu ve giderek kötüye gitmekte olan ülke ekonomisinin bu gerginliği artırdığını düşünürler. İşsizlik, özellikle gençler arasında çok artmıştır. Aden’deki Hükümet istatistik büroları bile işsizliği
HALKIN KURTULUŞU Yazı İşleri Müdürü İmtiyaz Sahibi ;Zeki Irmak Hatice Zuhal Göktepe
YÖNETİM YERİ-ANKARA izmir cad.sümer 1 sok. no;7-8 kızılay-Ankara 03122317320
sayfa 19
20-24 yaşları arasındaki erkekler arasında %40 olarak belirtmektedir. Temmuz 2010da Arap kamuoyu ile ilgili, Mısır, Suudi Arabistan, Fas, Ürdün, Lübnan ve Birleşik Arap Cumhuriyetleri’nde yapılan önemli bir uluslararası anket yayınlandı. Amerika, İsrail ve Arap dünyasının liderleri, İran’ın Ortadoğu’daki barış ve istikrara en büyük tehlike olduğunu iddia ederken, Arap halkı aynı fikirde değildi. İki ülkeden hangisinin bölgeye en büyük tehlike arz ettiği konusunda açık bir soruya yüzde 88 İsrail diye cevap verirken yüzde 77 Amerika, yüzde 10 İran diye cevap verdiler. Arap ekonomik zirvesinde, Arap birliği lideri Amr Musa, zirvedeki açılış konuşmasında “Tunus devrimi çok uzağımızda değil” dedi ve “Arap vatandaşlar eşi görülmemiş bir kızgınlık ve memnuniyetsizlik içindedirler” diyerek “yoksulluk, işsizlik ve genel ekonomik kriz Arap ruhunu bozdu” dedi. Aşağı yukarı 353 milyon Arap’tan 190 milyonu 24 yaşın altında ve bunların neredeyse dörtte üçü işsiz. Çoğunlukla “bu gençlerin elde ettikleri eğitim bir işlerine yaramıyor çünkü eğitildikleri alanda iş yok”.
Anadolu Topraklarında Devrimcilik Akım Olarak Yenildi Mi? ’71 sıcağından’ başlayarak otuz yılı aşkın bir süre bu toprakların hemen her kentinde, mezrasında, toplumsal mücadeleyi örgütlemiş, Faşist Diktatörlüğe karşı amansızca dövüşmüş bir tipte devrimci kuşağı sona mı erdi? On yılını aşan 19 Aralık anmalarına baktığımızda bu soru kalbe zarar bir hal alıyor. 19 Aralık katliamının bütün ayrıntılarıyla ifşa edildiği, suç ortaklığında sınır tanımayan medyanın dahi vicdan arındırdığı, mezalime uğramış devrimcilerin seslerinin daha fazla duyulduğu bir zaman Aralığında, katliamı tel’in eylemleri, geçen yılların en cılız ‘öfke günleriyle’ karşılandı. Bu denli teşhir olmuş bir katliamda dahi, sokaklara çıkartılamayan kitlelerin bizim ‘şarkımıza’ kulaklarını tıkadığını mı düşünmeliyiz. Bir tipte devrimcilik sona mı eriyor? 71 den 80 e, 80 den 98 e askeri faşist cunta ve müdahalelerin kök söktüremediği, kirli savaşın iradesini kıramadığı, barbarca uygulamaların sindiremediği bir tipte devrimcilik iki binli yılların tantanası içinde kaybolup gitti mi? “12 Eylül‘den sonra yaprak kımıldamadı” diyenler yalan söylüyordu. Sokaklarda dağlarda çarpışanlar eksik değildi, faşist cuntaya karşı ilmek ilmek örgütlenen direniş gerektiğinden elbette daha zayıftı ama sürmüştü. 89 -91 sürecinde duvarlar birilerinin kitabi sosyalizm hülyalarını tarihe gömerken dünyanın her yerinde alkışlanan Gorbaçov ODTÜ de taşlanıyordu. “Çavuşesku ya uzanan elleri kıracağız” pankartını yazıp, İstanbul Üniversitesi‘nde korsan yapacak denli çılgın çocukların temsil ettiği, dünya görüşü sona mı erdi? 90lar boyunca birileri çok ‘nutuk’ söyledi, birileri çok öldü. Günde sekiz kişinin öldüğü (öldürüldüğü) bir günün sabahında devrimciyseniz ne yapardınız? Elinizde kanlı puntolar, radyoda polis telsizleri, televizyonda cuntanın askeri muhabirleri.Ne yapardınız? Bir tipte devrimcilik gözaltı süreleri doksan günken de, 45 günken de, 15 günken de sokağa çıktı. Bugün birçoklarımızın “demokratik hayat ne güzel” dediği hak ve özgürlükler için bedel ödedi, zindan yattı, işkence gördü.
İsrail’in entelektüel gazetesi Ha’aretz’de “İsrail belki de bir devrimin arifesinde” diyen bir yazı vardı. İsrail STK’ları yıllar boyunca oldukça büyük güç topladılar; sadece solcu denilen örgütler değil, yoksulluk, işçi hakları, kadınlara ve çocuklara karşı şiddet gibi konularla uğraşanlar da bunların içindedir. İhmal o kadar muazzamdır ki İsrail’in üçüncü sektörü -Sivil Toplum Örgütleri, yardım dernekleri ve gönüllü örgütleri- dünyanın en büyükleri arasındadır. Böyle olunca da, bunlar önemli bir ölçüde güce de sahiptir. Şu anda İsrail Knesset’i (Meclisi) ve hükümeti bu gücü geri almak istiyor.Onların güç kaynağı olan boşluk, son 40 yıldır İsrail hükümetlerinin uyguladıkları kanunsuz politikalardır. Güç kaynakları, vatandaşlarına bakmak ve işgali bırakma görevlerinden kaçan hükümet ve hükümeti eleştirmek yerine destekleyen Knesset’tir. Ancak bu gruplar gerçekte “işgalin yerleşmesinde” rol oynuyorlar. Sol grupların amacı her ne kadar Filistinlilerin haklarını korumaksa da, onların eylemlerinin amaçlanmayan sonucu işgalin devamının sağlanmasıdır. Ordunun eylemlerinin kısıtlanması ve ılımlı hale getirilmesi ona daha bir insancıl ve kanuni maske vermektedir. Filistin halkının direnç potansiyelinin yumuşatılmasının yanında uluslararası örgütlerin baskısının azaltılması, uzun zaman zarfında ordunun bu kontrol modelini devam ettirmesine olanak sağlamaktadır. İsrail’in içinden sol protestoların ya da işgal altındaki topraklarda yeni bir İntifada’nın olanağı da o zaman iyice artmış olacaktır. İsrail ve Batı, bölgede demokrasiye ne kadar karşı olduklarını göstermişlerdir. 2006da Gazze demokratik seçim yaparak Amerika ve İsrail tarafından “yanlış” seçim olarak kabul edilen Hamas’ı seçtiğinde, İsrail Gazze üzerine acımasız bir ambargo koydu. Kanuna karşı olarak ancak yaşamlarını zar zor sürdürebilecek kadar, hatta daha da az olarak, gıda, ilaç ve akaryakıt gelişi sınırlandırılmıştır. Bu ambargo halen, bugüne kadar da sürdürülmektedir ve bu yüzden Gazze halkını bu dünyanın en büyük açık cezaevinde, saldırgan bir işgal ve savaş tarihinin en gaddar şekillerinden birinin altında kurban olarak mahpus tutmaktadır.
Bir tipte devrimcilik sona mı eriyor. O devrimcilerin fotoğraflarını duvarlara asan, isimlerini çocuklarına veren, anmalarda yumruğunu sıkanlar halen var ama eskisi gibi kalabalık değil. Belki de doksanların kanlı suç ortaklığıyla birçoklarımız onları da unutuşa ve kayboluşa terk etmek istiyor. Yine doksanlar boyunca arşivler incelendiğinde karşımıza çıkan tartışma başlıklarından en uzun sürenin, en sert polemiklere neden olanın, Devrimcilik mi? Reformizm mi? olduğu göze çarpar. Birçokları nezdinde bu tartışma sona erdi. Ya Türkiye de reformizm eğilimi devrimciliğe karar etti ya da devrimcilik bir akım olarak geriledi. Bu tartışma bir yere bağlanamadı elbette.
Filistin Yönetimi’nin, “Filistin mültecilerinin geri dönüşü konusunda, toprak tavizinde ve İsrail’i tanıma” konularında ödün vermeye hazır olduğunu ortaya koymuştur. Açıklanan gizli belgelerde, Filistin delegesinin, gizliden, Doğu Kudüs’ün neredeyse hepsini İsrail’e vermeyi kabul ettiği vardır. Hamas bundan sonra Filistin mültecilerini “geri dönme hakkı” konusunda verilen ödünleri protesto etmeye çağırmıştır. Bu ödünler içinde, bu haktan yararlanabilecek 5 milyon kişi yerine ancak 100,000 kişinin İsrail’e dönüşüne izin verilecektir.
İZMİR Temsilcilik-0232 4257980 süreli yayın Basım Tarihi 859 Sokak Vatan İşhanı fiyatı 1 tl 31.03.2013 No.6/204 Konak-İzmir
Basım Yeri - Star Medya A.Ş. 9 Eylül Mah.No.29 Gaziemirİzmir/0232 251 76 32
Tartışmanın muhataplarından biri (birileri) saf dışı edilince zor yoluyla, tartışma anlamından uzaklaştı. Devrim ve Reform için mücadele eden güçlerinde pozisyonları zaman zaman öyle muğlaklaştı ki, tartışmanın zemini kayboldu. Sonuç. Devrimci radikalizm yerini yasal sol partilerin güç tüketen ağırlığına bıraktı. Sahi 11 yıldır yasal sol partiler var da ne oldu? Hareketin kitleselleşmesini sağlayacağı düşünülen bu araç nasıl önce ‘amaçlaştı’ ve ardından tükendi. En baskıcı süreçlerde bile on binleri sürükleyen pankartlar daraldıkça daraldı. Araçta mı sorun vardı, kullanıcıda mı? Soru olarak bırakıyorum. Devrimcilik bir akım olarak geriledi mi? Gerilemenin binlerce sebebi olabilir ama ben ısrarla birini okuyorum. Kaba iddiacılık mahkûm edilirken, iddiasızlık mevcudiyetini tamamdı.
Yaratıcı politik figür kendini tekrar eder hale geldi. Eylemi kalıplaştı, çağrısı vicdanileşti. Kendini mutlaklaştırdıkça onu var eden ana omurgayı yaraladı; Devrimci birey’i. Geri kalan ne yaptı. Hepimiz yüzümüzü merkeze döndük. Burjuva demokrasisinin meşruluk sınırları içerisinde öfkeyi tatmin etmek, vicdanı dindirmek için, yazıyor, çiziyor, konuşuyor konuşuyor konuşuyor. O kadar uzun konuşuyoruz ki sözün anlamı, eylemi ve şiddeti kayboluyor. Muhalefet etme biçimlerinin tümünü bu “söz” dolduruyor. Ama bu söz “verdiğimiz sözler” değil! 28 Şubat’ın hemen ardından yenilen siyasal İslam mutasyon geçirerek geri döndü. Önderliği teslim alınarak tasfiye dayatılan Kürt hareketi, örgütsel birliğini tamamlayarak ve büyük oranda dönüşerek de olsa geri döndü. Biz dönemedik. Biz bir ARALIKta sıkışıp kaldık. Bir tipte devrimcilik sona ererken yerini yeni bir devrimciliğin alması bir yana; 71 duruşunun sırtını döndüğü bütün eğilimler oluşan boşluğa geldi, yerleşti. Türkiye devrimci hareketinin gövdesinde yapısal olarak taşıdığı bir takım ‘hastalıkları’ da içererek bu yeni muhalefet öznesi ‘Merkezle’ bütünleşti. Lafazan, grupçu, rekabetçi, rejimin saçaklarına sıkı sıkıya bağlanmış ama söylemiyle de devrimci alanı işgal eden bir siyasal özne görünürlük kazandı. Bu özne, ne ile münakaşa içinde ise onunla özdeş haldedir. Liberalizm mi ta kendisi! Kemalizm mi en yenilenmişinden! Muhafazakarlık mı en demokratından. Biz nereden başlamıştık, nereye geldik. Burjuva demokrasisinin ‘suiistimali’ olarak seçimler, temel politik ifademiz oldu. Siyasal özgürlükler için mücadele devrimci mücadelenin geliştirilmesi için ‘araç’ iken, herkesten ‘demokrat’ oluverdik. İnsan Hakları mücadelesi bizi sivil topluma bütünleştirirken, ‘anayasa’cı kesiliverdik birden bire. Sahi biz neden seçimlere giriyoruz? Seçimlere giriyoruz da ne oluyor? Polis devletinden, Oligarşik Diktatörlükten söz edip nasıl oluyor da rejimin kartpostalına böyle yerleşiyoruz? Seçim yasakları, seçim barajı, hazine yardımından etme, adaletsiz seçim sistemi, hali hazırda yeni kullanıcısı ile yerinde duruyor. Biz seçimlere aday belirliyoruz. Aday belirleme süreçlerimiz bile ön seçimsiz, tabana sormaksızın ve pazarlık gücüne endekslenmiş. Sahi git gide kime benziyoruz biz? Bir tipte devrimcilik sona erdi ya da Devrimcilik bir akım olarak geriledi. Devrimcilik temsil edilebilir olmaktan çıkıp ancak tasavvur edilebilir hale geldi. Övdüğümüz tüm mücadele yaşamlarını sadece ‘roman kahramanı’ gibi algılamak zamanın ruhu oluverdi. Mahir Çayan fotoğraflarını duvarlara asarken yanına neler dolduruyoruz? Mücadele eden, mukavemet gösteren politik aksiyonu selamlayıp, kendi siyasalımızda bunu inşa etmek için hiçbir şey yapmamak nasıl bir halet-i
ruhiyedir. Devrimden bahsetmek hatta bu devrimin sosyalist karakterinden söz etmek bir çılgınlık biçimi olarak nostaljideki yerini aldı. Devrimciler ‘askeri’ olarak mı yenildiler? Yoksa siyasal olarak mı yenildiler? Yoksa devrimciler yenilmediler de devrimcilik bir akım olarak gerilediği için ‘düne dair’ bir politik duruş halini mi aldılar. Toplumsal hareketin kırıldığı, işçi hareketinin geriletildiği sınıflar mücadelesinin bu raundunda, devrimcilik üretmek hayli güç mü? Parlamentarizmin artık tartışılmaya gerek duyulmaksızın kökleştiği, meşruiyetin yerini legalitenin aldığı bu politik dönemeçte; işçilerin, ezilenlerin ve gayri memnunların düzenden kopmasını sağlayacak olan sadece iktisadi ve siyasi koşulların yaver gitmesi midir? ‘Bekleyelim yükselecek dalgayı’ diye salık veriyor bazıları. Odalara kapanıp ciltlerce kitap okuyan ‘akil’ çocukların sayısı da artıyor. Bunca akıllının içinde ‘deliler’ nerede? Nasılsa bir devrim falan olmayacak. Haydi, müsamerede yerimizi alalım, AB’ye proje yazalım da sivil toplum şenlensin. Arada vicdani yazılar yazalım dostların hatırı kalmasın. Bir devrimcilik biçimi misyonunu tamamladı belki de. Hataları, zaafları, yoksunlukları, bazı nobranlıklarıyla dövüştü atlasımızın her nevi sathında. Kanlı bir macerayla soluk oldu, can oldu. Milyonların zihnine büyük fotoğraflar koydu. Değişebilir bir insan’ın öyküsünü, değiştirebilir bir insan’la geliştirdi. Belki hiçbir devrimci geleneğin kök salamadığı kadar kök saldı toprağına. Çocuklara verilen isimlerden, duvarlarda bas bas bağıran şiarlara kadar izi sürülebilir bir öznel tarihi bıraktı ardı sıra. İşte O sıranın ucunda durmanın vakti değil mi? Tarihimizden şaşalı bir sahne geçidi sergileyerek geçen bir tipte devrimcilik süreklilik arz ederek yenilenmek zorunda. Süreklilik ve yaratıcılıkla bir yeni devrimcilik kurmakla mükellef. Kurucu iradeyi başka yerde aramaktan vazgeçmek gerek. İrade, mücadele edenin karmaşık bilgisinde. İrade, yaşamı değiştirmek üzere kendinden başlayarak ihtilal edende. İrade, devrimciliğini kartvizitlere sıkıştırmayan dostlarını ve düşmanları doğru görebilende. Biz kımıldayan yaprağız. Bizler dallarda sallanan yaprağız. Gövde yorgun ve hasta olursa bize neler olmaz? Bizi güzel kılacak, bizi haklı kılacak olan bağlandığımız güzelliğin ‘utkusu’dur. Bizler yaprağız. Yapraktan başlayarak rekabetçiliği, laf ebeliğini, sol içi şiddeti özümüzden arıtmaya başlamalıyız. Gövde bizi öz suyunun basıncıyla tazeleyecektir. Bu dağınık ve sorular bırakan yazının sonunda diyorum ki devrim olacak! Türkiye halkları sinesinden yarattığı devrimci kuşağını tazeleyecek, dövüşmüş olanın sırtını sıvazlayacak, dövüşecek olana cesaret ve cüret sağlayacak… Evren Barış Yavuz
sayfa 20
sayfa 1
6
Mart 2013
KÜRESEL BİR DEVRİMİN BAŞLANGICINA DOĞRU Küresel Politik Uyanış, İnsanlık tarihinde ilk defa hemen hemen tüm insanlar politik olarak bilinçli, birbiriyle iletişimli ve hareket halinde… Ortaya çıkan bu küresel eylemcilik, kişisel onur, kültürel saygınlık ve ekonomik fırsat arayışı içinde, yüzyıllardır süregelen gerek sömürgeleştirme, gerekse emperialist yoldan baskı altında tutulmanın anılarıyla acı bir şekilde zedelenmiş bir dünyada bir dalgalanma yaratmaktadır… İnsan onuruna dünya çapındaki özlem, bu küresel politik uyanış olgusunun doğasındaki önde gelen meydan okumalardan birisidir. O uyanış sosyal olarak oldukça büyüktür ve politik olarak radikalleşme eğilimi taşımaktadır. Neredeyse tüm dünyada radyoya ve televizyona, giderek artan oranda da internete ulaşma olanağı, bu tür enerjiler egemen sınırları aşmakta ve en üstte Amerika’nın hâlâ tünemiş durumunda olduğu mevcut küresel hiyerarşiye olduğu kadar mevcut devletlere de engeller ortaya çıkarmaktadır.
Dünya’nın başta gelen, eski ve yeni güçleri de, bir gerçeklikle karşı karşıyalar: Askeri güçleri her zamankinden daha büyük düzeye ulaşmışken dünyanın politik olarak uyanmış kitleleri üzerinde kontrol kurmaları tarihsel olarak en düşük düzeydedir.
Bolivya’daki yükselen yiyecek fiyatlarına karşı yapılan protestolar, Evo Morales’in halkçı hükümetinin devlet yardımlarını kısma planlarını geri almasına neden oldu. Şili’de patlayan protestolarda göstericiler yükselen petrol fiyatlarına karşı itiraz ettiler. Arnavutluk’ta patlak veren hükümet karşıtı gösteriler, birkaç göstericinin ölümüyle sonuçlandı. Arnavutluk’ta sosyalist muhalefetin yönlendirdiği on binlerce kişinin sokaklara döküldüğü protestolar sırasında polisle protestocular arasında çıkan korkunç çatışmalar üç kişinin ölümüyle sonlandı. Arnavutluk’ta protestolar, geniş çapta karşı çıkılan 2009 seçimlerinden
Dünyadaki bu gelişme, küresel güç yapılanmasına ve dünya egemenliğine radikal ve potansiyel olarak Kapitalizme bir tehdittir. Bu değişim, sadece protestoların yükseldiği ve değişiklik aradığı ülkelere değil, daha büyük çapta, bu ülkelerin baskıcı rejimlerine silah, destek ve kâr sağlayan egemen Batılı güçlere, milletlerarası kuruluşlara, çokuluslu şirketlere ve bankalara tehdittir. Yani, Amerika ve Batı, heybetli bir stratejik güçlükle karşı karşıyalar Bu nedenle ‘Uyanış’ı insanlık için büyük bir umut olarak görmeliyiz. Tabii ki başarısızlıklar, problemler ve geri çekilmeler olacaktır fakat ‘Uyanış’ başlamıştır, Egemen güçlerden gelen bu refleks tepki, baskıcı rejimlere verilen silah ve desteğin olduğu kadar gizli operasyonlar ya da açık savaşlarla (Yemen’de yapıldığı gibi) istikrarsızlığı örgütleme potansiyelinin de artırılmasıdır. Buna alternatif, bu bölgelerde ve milletlerde, Batılı STK’ları, yardım kurumlarını ve sivil toplum örgütlerini içeren “demokratikleştirme” stratejisini üstlenmek, yerli sivil toplumla güçlü ilişkiler ve bağlantılar kurmaktır.
SIYAH MAVI KIRMIZI SARI
Tipik olarak sosyal güveni olmayan ortanın altı sınıftan gelen ve sosyal kızgınlık hisleriyle alevlenmiş bu milyonlarca öğrenci, büyük cemaatler içinde yarı-seferber, internetle birbirine bağlı ve yıllarca önce Meksika Şehri’ni veya Tiananmen Meydanı’nı ortaya çıkaran nedenleri daha geniş bir ölçekte yeniden oynamaya hazır, pozisyonlarını almış ve bekleyen-devrimcilerdir. Fiziksel enerjileri ve duygusal hoşnutsuzlukları bir nedenle yada bir inanışla ya da bir kinle tetiklenmeye hazır beklemektedir.
Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık diktatörlüğüne son verilmesini isteyen on binlerce protestocu Kahire’de sokaklara döküldü. Yemen’in başkentinde binlerce eylemci, muhalefet liderleri, öğrenciler, 1978den beri süren Başkan Saleh’in yozlaşmış diktatörlüğüne karşı yürüyüş yaptılar. Saleh, Amerikan askeri yardımlarıyla kuzeydeki isyancı hareketi ve güneydeki büyümekte olan ve “Güney Hareketi” denilen büyük çapta ayrılıkçı hareketi ezmeye çalışmaktaydı.
beri dağınıktı fakat Tunus’un etkisiyle yeni bir düzeye sıçradı. Sanki Dünya yeni bir devrimci çağa giriyor: “Küresel Politik Uyanış” çağı. Bu kitlesel “uyanış” değişik yörelerde, değişik ülkelerde değişik koşullar altında ortaya çıkarken aynı zamanda geniş çapta küresel şartlardan geniş çapta etkilenmiş durumda. Büyük Batılı güçler ve öncelikle Amerika tarafından son 65 yıldır, daha da geniş çapta, asırlarca baskı altında tutulmak, bir dönüm noktasına geldi. Dünya halkları huzursuz, küskün ve çileden çıkmış durumda.
SAYFA 01
Üçüncü Dünya gençliği özellikle hareketli ve kızgındır. Somutlaştırdıkları demografik devrim aynı zamanda bir politik zaman-bombasıdır… Onların potansiyel devrimci öncüleri, muhtemelen gelişmekte olan ülkelerin entelektüel seviyesi şüpheli, ‘yüksek’ eğitim kurumlarında yoğunlaşan milyonlarca öğrenci arasından ortaya çıkacaktır. Yüksek eğitim seviyesi tarifine bağlı olarak, halen tüm dünyada 80 ile 130 milyon ‘üniversite’ öğrencisi vardır.
Tunus’taki ayaklanma ülkenin 23 yıllık Başkanı Ben Ali diktatörlüğünün yıkılmasına önderlik etti. Yeni “geçici” hükümet kuruldu fakat önceki zorba hükümetin kalıntılarından arınmış, tamamen yeni bir hükümet isteyen protestolar devam etti. Cezayir’de yükselen yiyecek fiyatlarına, yolsuzluğa ve devlet baskısına karşı öfkeli protestolar haftalarca devam etti. Ürdün’de protestolar Kral’ı, tanklarla şehirleri kuşatmak ve kontrol noktaları kurmak için orduyu çağırmaya zorladı.