SIYAH MAVI
SARI
8
1
Haziran /2013
BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ VE EZİLEN HALKLARI BİRLEŞİN
B U D A H A B A Ş L A N G I Ç , M Ü C A D E L E Y E D E VA M ! Türkiye’deki bütün toplumsal ezberi bozan, dengeleri altüst eden, faşist diktatörlüğe ve ona hükümet eden AKP’nin dinci gerici diktatörlüğünü sarsan halk kalkışması tüm dünya kamuoyunun gözleri önünde pervasız saldırılarına rağmen durdurulamıyor. M ü c a d e l e s ü r ü y o r . İşçi ve Halk Kalkışmaları Dünü Bugünü Yarını 15-16 Haziran 1970, Şubat 1980 Tariş ve 1990-91 Zonguldak maden işçileri eylemleri, bu üç işçi kalkışması, sınıf tarihimizin en üst kalkışma noktalarıdır ve - Sayfa-8
İzmir Kundura İşçileri Hakları İçin Örgütleniyor İnsanlık, proleter kitle hareketlerinin, isyanların, halk ayaklanmalarının giderek alışılmış olaylar halini aldığı ve bunların da, bir arada yeni bir devrimler döneminin yakınlaşmakta olduğunu duyurdukları, tarihi bir döneme girmiş bulunmaktadır. Devrimci Komünistler, Tunus ve Mısır’da gerçekleşen büyük halk ayaklanmalarını, öncelikle dünyanın bu genel tablosu, insanlığın girmiş bulunduğu bu yeni tarihi evre içinde ele almalı, bu çerçevede anlamlandırmalıdır. Bu gün ülkede yaşanmakta olan kendiliğindenci kitle kalkışmasını; proleter nitelikli olarak adlandırmak, proleteryanın davasına, komünizmin ülküsüne doğrudan ve cepheden saldırmak, ihanet etmektir. Faşist diktatörlüğü doğrudan hedef almayan ve fakat ona hükümet eden AKP´nin İslami faşizan dayatmalarına karşı toplumsal yeri lümpen bir gençlik tepkisi olarak yükselmektedir, kutsanmamalı ve abartılmamalıdır. Bunu tersinden ele alan neo-liberalizmin sol bacağı, tasfiyeci - reformist çevrelerin amacı 68 ve 78 devrimci ruhuna saldırmak, proleteryanın devrimdeki rolünü karartmak ve işçi sınıfını onun siyasi öncü müfrezesi DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİSİ’ni yok saymaktır.
Türkiye’yi bir istikrarsızlık bekliyor. Ayrıca, Avrupa’da devletler mali iflasla çöküyor. Bütün bunların Türkiye ekonomisini etkilememesi mümkün değil. Faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP iktidarı emperyalizm ve İsrail’i gereğinden fazla yormaya başlarsa, bunların gündeme getirebileceği oyunlar var. Bir dizi çıkar ve bunların temsil ettiği kuvvet çatışıyor. Bütün bunların bileşkesi üzerinden bakmak gerekir, bugün yaşanan lhalk kalkışmasının seyrine. Devrimci Komünistler ve dışımızdaki komünist ve devrimci güçler, nerede, ne zaman ve ne biçimde ortaya çıkacağını kestirememekle birlikte; hiçbir büyük toplumsal hareketi, isyanı ya da ayaklanmayı şaşırtıcı bulmayacaklardır. Tespitimiz, günümüz dünyasına ilişkin her devrimci tahlilin temel hareket noktası olmak zorundadır. Bu tespite dayanmaksızın günümüz dünyasının temel süreçlerini anlamak olanaklı olamayacağı gibi, önümüzde uzanan ve giderek de yakınlaşmakta olan yeni tarihi döneme devrimci hazırlık da yapılamaz. Bu gerçeği görmek, görev ve hedeflerimizi bunun ışığında ele almak, kendimizi her bakımdan buna göre konumlandırmak ve hazırlamak, günümüz dünyasında gerçekten devrimci bir parti olabilmenin olmazsa olmaz koşulları arasındadır. -Sayfa-6
28 bin kundura işçisinin çalıştığı İzmir Bornova’daki Işıkkent Ayakkabıcılar sitesinde işçiler 21 Mayıs’tan itibaren eylemde. 8 saat çalışma; Sigorta; insanca yaşam için ücret; Sağlıklı çalışma temel talepleriyleSayfa-9
KÜRESEL EMPERYALİZME KARŞI, KÜRESEL DEVRİMLER ÇAĞI Halkın Kurtuluşu Direniş ve küresel devrimler çağı Okuyanlar hatırlayacaktır, çağın değişimini içinden kavrayan bir devrimci hareketin çağrısı bu gazetenin önceki sayılarında yapılmıştı ve 21. Yüzyılın dinamiklerini artık 20.yüzyılın paradigmasıyla anlayamayacağımız, eski sloganlarla ve bilgilerle dünyada oluşan yeni dalgayı yakalayamayacağımız buradan söylenmişti. Küreselleşen bir kapitalizme karşı tek çarenin küresel bir devrim olduğunu söylerken ve dünyadaki dengelerin ancak Ortadoğu’dan başlayacak hamlelerle değişebileceğini ve yeni bir örgütlenme biçimine ihtiyacımız olduğunu söylerken; bize yöneltilmiş bütün olumsuz eleştirilere rağmen haklı olduğumuzu biliyorduk. Dünyanın bugünkü durumunda devrim ancak iki coğrafyada harekete geçerse başarılı olacaktır, bunlardan ilki, söylediğimiz gibi Ortadoğu, ikincisi de dünyayı yönetmeye soyunan Amerika’dır. Tarih bizi doğruluyor yoldaşlar. Ortadoğu’daki hareketlere, özellikle Mısır’da sokakları dolduran insanların protestolarına nereden bakarsak bakalım anlamamız gereken şu, evine dönen Mısır’lılar tekrar sokağa çıktığında dünyaya artık diktatörlükle yönetilmek istemediklerini haykırdılar, sonuç tek başına önemli değil, onların haykırışı önemli ve bu sürecin nasıl bir sonuca ulaşacağının da devrimci güçlerin çalışmalarına bağlı olduğu aşikar. Meydanı boş bırakırsanız, gelir doldururlar elbette, bundan dolayı halkın haklı tepkilerini suçlayamazsınız. Ortadoğu’da başlayan kitlesel hareketler Türkiye’ye, Bulgaristan’a, Brezilya’ya sıçradığında bunların tekil vakalar olmadığı ve giderek vahşileşen kapitalizme karşı dünyada bir muhalefet uyandığı da anlaşılmış olundu. Türkiye’de kamusal alanların yağmasına karşı, yüksek bir ses çıkaran farklı kesimlerden oluşan kitlenin, kendiliğinden denilecek biçimde sokaklarda direnmesi ve direnişin diline damgasını vuran totaliter-otoriter karşıtı ton, yeni muhalefetin niteliği konusunda bize heyecan duyulması gereken bir ders verdi. Neo-liberal politikaların inim inim inlettiği çoğunluk, ezici politikaların diktatörlüğüne, özgürlük alanlarının başkaları tarafından tarifine sert bir hayır çekti. Devletin bütün organları bu yeni, ironik, korkusuz dil karşısında şaşkınlık devamı S-2
Türkiye’deki bütün toplumsal ezberi bozan, dengeleri altüst eden, faşist diktatörlüğe ve ona hükümet eden, AKP’nin dinci gerici diktatörlüğünü sarsan halk kalkışması; Temmuz 2013 itibari ile sınıf hareketinin sendikal alanda önemli bir kesimiyle buluşan ve genel grevi mücadelenin gündemine taşıyan gelişmeleri, faşist diktatörlüğün tüm dünya kamuoyunun gözleri önünde pervasız saldırılarına rağmen durdurulamıyor. Hareketi şiddet kullanarak bastırmayı hedefleyen, böylece politik ve moral bir yenilginin hesabını yapan faşist diktatörlük bunda başarılı olamadı. Toplumsal ve siyasal bileşimindeki çeşitliliğe, politik ve örgütsel niteliğindeki zayıflığa karşın 31 Mayıs halk kalkışması olarak tarihe yazılan bu yarı pasif nitelikli direnişin nereye varacağı hiç kimse için malûm
gözükmüyor. Zira birçok vesile ile ifade ettiğimiz üzere her anlamlı devrimci önderlikten bağımsız gelişimine devam eden bu halk kalkışmasının en temel zafiyeti önderliksiz olarak devam ediyor. Son derece kısıtlı ve muazzam bir özveriyle mücadele eden devrim güçlerinin ve Devrimci Komünistlerin yayınları dışında tüm uğursuz düzen medyasını yedekleyen faşist diktatörlüğün hükümetinin, 11-12 Haziran’daki kolluk kuvvetleriyle gerçekleştirdiği saldırı karşısında kendisinin de beklemediği büyük bir direnişle karşılanması da hesapları bir kez daha boşa çıkardı. Gelinen yerde moral bozucu olabilecek, hareketin bugüne kadarki politik kazanımlarını gölgeleyebilecek bir yenilgi olasılığı önemli oranda bertaraf edilmiş oldu. Ancak yenilginin yerine hangi kazanımların elde edileceği konu-
Nurhak Sana Güneş Doğmaz, Uçan kuşlar yuva kurmaz, Dökülen Kan Yerde Kalmaz, Soracağız Hesabını
Sayfa-5
sunda strateji ve taktiklerin pre-sokak sovyetlerinde değerlendirmeye alınması ve zaman zaman değişik alanlarda sosyal-demokrasi ve tasfiyeci reformistlerin bu kararlara hakim olması ayrıca bir sorun, mücadelenin kazanım hedeflerine ilişkin devrimci nitelikteki bir gelişimi engelleme yolunda önemli sorunlar oluşturmaya devam ediyor. Yine de, ihtiyaç hasıl olduğunda, durum bunu gerektirdiğinde, en sert yol, yöntem ve araçları kullanmaktan sakınmayacak bir düzen ve devlet gerçekliği söz konusu olduğu oranda, yıkıcı olasılıkların henüz tümüyle ortadan kalkmadığı da bir gerçektir. Faşist diktatörlüğün köşeye sıkıştıkça azgınlaşmaya devam edecek olan şiddeti, direnişi de devrimci nitelikte barikat savaşımlarına itekleyeceği diyalektik bir gerçeklik olarak önümüzdeki günlere sarkıyor -Sayfa-4
MUNZUR FESTİVALİ 27 Temmuz 2013
Sayfa-12
SIYAH MAVI
HALKIN KURTULUSU
SAYFA 2
DİRENİŞİN KAHRAMAN ÇOCUKLARI
G E Z İ V E “ B A R I Ş”
Ö L Ü M S Ü Z D Ü R!
Berxan Bedirxan
FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜN, ÖZGÜRLÜK VE ADALET İSTEMİNE VERDİĞİ CEVAP
Raporda, gösterilerin başladığı ilk günden itibaren TOMA’larla göstericilere tazyikli su ile müdahale edildiğine dikkat çekilerek, gösteriler sırasında kullanılan tazyikli suya kimyasal katıldığına vurgu yapılarak, gösterilerde sıkılan suya katılan kimyasalın vücutta yanmaya ve kızarmaya neden olduğu belirtildi. Gösterilerde polislerin eylemler süresince 150 binin üzeride gaz fişeği kullandığı kaydedildi. Gezi Parkı eylemlerinde ateşli silahların kullanıldığına da yer verilen raporda, ateşli silahların kullanıldığı en vahim olayın Ankara’da 1 Haziran’da yaşandığına dikkat çekilerek, “Ankara’da eylemlerde ortaya çıkan kamera kayıtları sonucu kimliği gizlenen bir polis memurunun silahından çıkan kurşunla ağır yaralanan Ethem Sarısülük adlı işçinin beyin ölümü
Tuna, göz yaşartıcı gaza bağlı kalp krizi nedeniyle yaşamını yitirdi. Avcılar İlçesi’nde de yoğun gaz bombası kullanılması sonucu protesto eylemlerine katılan Zeynep Eryaşar (50) kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi. Ethem Sarısülük (26), 1 Haziran’da Ankara Kızılay’daki protesto gösteri sırasında bir polis memuru tarafından başından vuruldu. Ethem’in beyin ölümünün gerçekleştiği haberi 13 Haziran 2013 günü akşam saatlerinde açıklandı.” 2 Haziran’daki Eskişehir Gezi Parkı eyleminde polisin sıktığı biber gazından kaçarken girdiği ara sokakta sivil giysili 5-6 kişinin dövdüğü 19 yaşındaki üniversiteli Ali İsmail Korkmaz öldü. İlk hastaneden, ‘Bir şeyin yok’ denilerek evine gönderilen Korkmaz, beyin kanaması nedeniyle 38 gün sonra (10.07.2013)hayata gözlerini yumdu.
12 Haziran 2013’te gerçekleşti. Sarısülük’ün vurulma anı kameralara yansıdı. Sarısülük’ün ölümünün ardından 15 Haziran günü Kızılay Meydanı’nda gerçekleştirecek anma törenine izin verilmedi. Polisin şiddetli müdahalesi ile karşılaşan kişiler tazyikli su ve biber gazı kullanarak dağıtıldı” diye kaydedildi. Raporda, eylemler sırasında 5 kişinin yaşamını yitirdiğine vurgu yapılarak, yaşamını yitirenlere ilişkin şunlar belirtildi: “Mehmet Ayvalıtaş (21), Haziran’da İstanbul 1 Mayıs Mahallesi’nde, bir otomobilin bütün uyarılara rağmen durmayarak, TEM otoyolunda gösteri yapan kitlenin arasına dalması nedeniyle hayatını kaybetti. Abdullah Cömert (22), 3 Haziran’da Hatay’ın Armutlu Mahallesi’nde başına gaz bombası fişeğinin çarpması sonucu yaralanmış ve Antakya Devlet Hastanesi’nden yaşamını yitirmiştir. İrfan Tuna (47), 5 Haziran’da Ankara Kızılay’daki polis müdahalesi sırasında bölgede bulunan bir dershanede temizlik görevlisi olarak çalışan İrfan
“Polis şiddetinden eylemleri izleyen gazeteciler de nasibini aldı” denilen raporda, İHD’nin acil olarak şu taleplerine yer verildi: “Göstericilere yönelik polis şiddetinin acilen durdurulmasını, orantısız ve aşırı güç kullanımının derhal sonlandırılmasını, sadece barışçıl gösteri ve toplanma haklarını kullanmaları sebebiyle gözaltına alınanların derhal serbest bırakılmasını, yaşanan şiddet olaylarına yönelik bağımsız ve etkili bir soruşturmanın yapılması ve sorumlularla ilgili yargı sürecinin en kısa zamanda başlatılmasını talep ediyoruz.” denildi.
ise, 15-16 Haziranı ve takip eden günlerde tam bir insan avına dönüştürüldü. İstanbul, Ankara, Adana, İzmir, Eskişehir ve diğer birçok kentte şimdiden onlarca kişi tutuklanarak hapishanelere konuldu. Faşist diktatörlük ve ona hükümet eden AKP; sürecin başından itibaren yurtsever, devrimci ve komünist güçleri halk kalkışmasından koparmak için özel bir çaba ortaya koydu. Halk kalkışması ile devrimci ve komünist güçlerin buluşmasından duyduğu kaygıyı hiçbir zaman gizlemedi. Katil kolluk kuvvetlerinin sırtını sıvazlamaktan, yargıya “gereğinin yapılması” için verilen emirlere kadar; Recep´in yaptığı her açıklama,devrimci ve komünist güçlere yönelik savaş ilanı niteliğindeydi. Buna paralel imamın ordusuna moral güç vermek, yeniçeriye taze kan taşımak için halka yaptıkları zulüm nedeniyle ödüllendirilmelerine karar verildi ve 24 ay maaşla ikramiyelendirildiler. Tüm Türkiye’de 24 Haziran 2013 tarihi itibariyle gözaltına alınanların sayısı ise TİHV verilerine göre 3398’e ulaşmıştır. Şu ana kadar tutuklanan kişi sayısı ise 96’dır. Bugüne kadar gözaltına alınanlardan 48 kişinin gözaltına alınmasına twitter mesajları gerekçe gösterilmiştir. İçişleri Bakanlığı ise 22 Haziran 2013’te yaptığı açıklamayla, eylemlerin Bingöl ve Bayburt hariç tüm illerde yapıldığını, eylemlere 2,5 milyon insanın katıldığını, 4 bin 900 kişinin gözaltına alındığını, 4 bin insanın yaralandığını, 14 parti binasının maddi hasara uğradığını duyurdu. 27 Haziran 2013’deki belirlemelere göre tüm Türkiye’de eylemler nedeniyle TTB’ye göre 8041 kişi yaralanarak hastanelere başvurmuştur. Tüm Türkiye’de gözaltına alınanların sayısı ise Türkiye İnsan Hakları Vakfı verilerine göre 3 bin 584’e, tutuklanan kişi sayısı ise verilen serbest bırakma kararlarının ardından 12 Temmuz 2013’te itibariyle 121’e inmiştir. Tutuklamalara “yasadışı örgüt yöneticisi veya üyesi olmak”, “halkı isyana teşvik etmek”, “kamu malına zarar vermek”, “silah ve mermi bulundurmak” veya “cami basmak” gerekçe olarak gösterilmiştir. Gezi Parkı eylemlerine evlerinin balkonundan tencere ve tava ile ses çıkartarak katılan şu ana kadar 10 kişiye “Kabahatlar Kanunu’na muhalefet ettikleri” gerekçesiyle 88’er lira, 9 öğrenciye ise aynı kanundan dolayı 1000’er lira para cezası verildi. Son saldırılarda palalı, sopalı silahlı sivil faşist beslemelerini sokaklara sürdü. Palalı saldırganlar, mahkemeden serbest bırakılır FAS’a kaçarken, ev baskınlarıyla gözaltılar, tutuklamalar, baskılar, yandaş medyadan propaganda, esnafın kışkırtılması, faşist şiddet engelleyemedi, Halkın coşkun akan selini.
Halk kalkışmasının ilk gününden başlayarak, kara propaganda ile zemini hazırlanan saldırı planının bu yeni halkasını ise; yurtsever, devrimci ve komünist güçleri hedef alan gözaltı-tutuklama terörü oluşturuyor. Yurtsever, devrimci ve komünist güçleri hedef haline getiren faşist diktatörlük, bugüne kadar her fırsatta saldırmayı ihmal etmemişti. 11 Haziran’da ilk adımı atılan tutuklama furyası 1.sayfadan devam kaktaki eylemler kadar önemli, buralarda bulunyaşadı, kabul etsin ya da etmesin halkın cüretin- malı, tecrübelerimizi aktarmalı, demokratik katıden gerçekten korktu. İhtiyacımız olan cüret ve lımın dolaysız biçimlerinin örgütlenebilmesi için itiraz, karşımızda somut bir biçimde belirdi ve bizi katkımızı sunmalıyız. Doğrudan demokrasi talephaklı çıkaran bu süreç, yeni eylemlerimizin niteliği lerinin yükseldiği bir dünyada devrimci öznenin konusunda yeni bir yol haritası çizmemiz gerekti- tek şansı, dolaylı temsil biçimlerinden vazgeçmesi ğini bildirdi. Şimdi bu haritaya çalışma vaktidir! ve kitlelerle bütünleşmenin farklı biçimlerini keşBütün temsillerin problem haline geldiğini bi- fetmesidir. Birlikte davrandığımız insanlarla kuraliyorduk ama Gezi Direnişi bir kez daha gösterdi cağımız ilişkinin niteliği, vesayet ilişkisini aştığında bize. Artık belli bir sınıf adına kendini görevlen- bizler de artık siyasi öznelerle toplumsal özneleri dirmiş, toplumsal özne adına hareket eden siya- birleştirmeyi başaracağız ve bizim marjinalleşmesal öznenin vekaletinin miadı dolmuştur. Toplum- mizden rant sağlayan devletin oyununu bozacasal özne güçlenmeli ve siyasi özne, onun adına ğız. Bu yeni biçim bizim alanlarda kendimiz olarak ya da onun yerine değil, onunla birlikte hareket görünmemizi sağlarken aynı zamanda bir işaret etmelidir. Değişimi isteyen ve bu değişim için mü- tahtası olarak da görünmezliğimizi sağlayacak. cadele eden bir halkla birlikte, onunla ortak bir Direniş sönümlendi sanmayın; bir kalkış, cügelecek programıyla yapılacak her türlü eylem retli bir hayır bir defa başladı mı yeniden insanları bizi daha güçlü, daha anlamlı ve daha haklı kıla- sokağa çıkaracak dinamiklerin de kalıcı varlığına caktır. Şimdiye kadar adına davrandığımız, onun işaret eder. Şimdi içeri girenler, eğer gerekli çalışuğruna mücadele ettiğimizi bildirdiğimiz bir halk- malar ve doğru hamleler yapılırsa daha direngen tan, aslında uzak ve yalıtılmış biçimde yaptığımız bir biçimde yeniden çıkarlar sokağa. Yeter ki biz eylemlerde kolayca işaret edildik ve sanki kitlenin hazırlıklı olalım, dünya değişirken bu değişimin arzusunun dışında bir amaç için davranıyormu- dışında kalmayalım ve zamanı geldiğinde düşleşuz gibi suçlandık, terörist ilan edildik. Oysa şimdi rimizi gerçek kılalım. onların arasına karışmayı, onlarla birlikte davranmayı ve kalabalığın asal bir parçası olmayı hayal Her biji tekoşina gele bin dest! ediyoruz. Foruma dönüşen direniş, en az so HALK KALKIŞMASI VE FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜN DEVAM EDEN SALDIRILARI Halk kalkışması bir ayı aşan bir süreyi geride bırakıyor. Faşist diktatörlüğün ve ona hükümet eden AKP´nin tüm sınır tanımazlığına, yalan propaganda ve çarpıtma kampanyalarına rağmen kararlılıkla süren kalkışma; gelinen yerde yaratıcı eylem biçimleriyle kendisini üretmeye devam ediyor. Faşist diktatörlüğün 15-16 Haziran tarihlerinde Taksim’i hedef alan dizginsiz saldırısı, ve buna paralel olarak gelişen tasfiyeci-reformizmin danışıklı bir ihanetle “evlere dönün” *** çağrısıyla halk kalkışmasını boğmaya yönelik saldırıları, esasta bütün bir ülkeye yayılmış olan
SARI
halk kalkışmasını bastırmaya dönük bir ilk hamleydi. Her geçen gün büyüyen halk kalkışmasını, Taksim´de boğmayı planlayan ve azgınca Taksim Direnişi’ne saldıran faşist diktatörlüğün hevesi bir kez daha kursağında kaldı. ‘Fetih ruhuyla’ Taksim’e seferler düzenleyen faşist diktatörlük, her ne kadar Gezi Parkı’ndaki çadırları zorbalıkla kaldırmayı başarsa da, Taksim eylemlerini sonlandıramadı. *** Halk kalkışmasının ilk gününden başlayarak, kara propaganda ile zemini hazırlanan saldırı planının bu yeni halkasını ise; yurtsever, devrimci ve komünist güçleri hedef alan gözaltı-tutuklama terörü oluşturuyor. Yurtsever, devrimci ve komünist güçleri hedef haline getiren faşist dik-
Gezi eylemleri kendiliğindenci olmakla birlikte devlet-halk arasındaki mücadelenin sokakta çözümüne yönelik bir hareket olması bakımından önemlidir. Doğaldır ki egemenler, kendilerine yönelen mücadelenin kendiliğindenci karekterinden de faydalanarak, bu mücadelenin sokağa çıkan insan lehinde çözüm önermeleri yaratmasını engellemek için devlet örgütünü sokağın üzerine şiddetle yöneltecekler ve eylemlerin bastırılması için her türlü polis saldırganlığına başvuracaklardı. Bu egemenlerin ve devletin karakterinden dolayı böyledir. Sonuç olarak, uzun süren direniş devrimci komünist örgüt ve önderliğin olmazsa olmaz bir zorunluluk olduğunu gösterdiği gibi, yığınların üzerinden korkunun ağırlığının atılmasının da sokaktan geçtiği gibi devrimci anlamda bir yığın şey öğretmiş, kısmen de olsa egemenleri sıkıştırmış olmakla birlikte devlet eliyle egemenler istedikleri sonuca varmışlardır. Elbette bu devrimci atılganlık adına bir yenilgi değildir. Tam aksine, devrimci pratiğe kattıkları, öğrettikleri bakımından kazanmanın ta kendisidir. Şimdi artık sürecin öğrettiklerini yaşama dönüştürmek için devrimci komünistlerin başta fabrikalar olmak üzere yaşamın her alanında örgütlenme çalışmalarını yüzlerini sokağa dönük olarak (pratik mücadele koşullarında) yürütmelerinin her zamankinden daha acıl bir görev olarak önlerine koymaları kaçınılmaz olmuştur. Bu görev, “barış” adı altında Kürt ulusal kalkışmasının devlet potasında söndürülmesi girişimi karşısında, Kürt ve Türk proletaryasının temel çıkarlarına denk düşen bir mücadelenin yükseltilebilmesi bakımından da zorunluluktur. “Silah değil artık fikirler konuşsun, siyaset sahasında mücadele yürütülsün.” diyerek başlatılan süreç geldiği yerde, Kürtleri tam olarak teslim almayı planlayan devlet iradesini ortaya koymuştur. Gezi’ni en insani taleplerini bile şiddet yoluyla baskılayan devletten Kürtlerin özgürleşme taleplerini karşılamasını beklemek elbette yanlış bir politik tespit olmakla sınırlı değil, ama aynı zamanda Kürtlerin özgürleşme iradesine bir ihanet olacaktır. Gezi eylemleri sırasında “Türk’e dayak Kürt’e özgürlük bir arada olmaz” diyebilen PKK-BDP, devletle yaşadıkları flört nedeniyle eylemleri desteklemekten özellikle kaçınmışlar ve insanların devlet karşısında özgürleşme iradelerinin bastırılmasına çanak tutmuşlardır. PKK-BDP böyle bir iradenin nasıl bir “barış” programını ortaya koyacağını görebilmeli, en azından Diyarbakır’da yaşanan saldırganlığın ardından “barış süreci” denen şeyin esasen Kürt özgürleşmesini sonlandırmak olduğunu anlayabilmeliydi. Hala “barış sürecinden umutluyuz” diyerek AKP eliyle devlet saldırganlığına çanak tutuyor olmaları onların bunu anlamak ve gereğini yapmak yerine devletle flört etmeyi seçmeleri Kürtlerin özgürleşme iradelerine ihanet ettiklerini ortaya koyuyor. İşte tam da bu nedenle Gezi eylemlerinin devrimci komünistlerin önüne koyduğu görev ayrıca önem kazanıyor. Devrimci komünistler yaşamın her alanında devrimci örgütleri yaratmak adına bütün enerjilerini kullanmalıdırlar. Çünkü Türkiye’de insanın özgürleşmesi, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin edebilmesi, sadece sosyalizm mücadelesinin başarısına bağlıdır ve bu mücadele devrimci komünist önderlik olmadığı sürece sonuca ulaşması olanaklı değildir.
tatörlük, bugüne kadar her fırsatta saldırmayı ihmal etmemişti. 11 Haziran’da ilk adımı atılan tutuklama furyası ise, 15-16 Haziranı ve takip eden günlerde tam bir insan avına dönüştürüldü. İstanbul, Ankara, Adana, İzmir, Eskişehir ve diğer birçok kentte şimdiden onlarca kişi tutuklanarak hapishanelere konuldu. Faşist diktatörlük ve ona hükümet eden AKP; sürecin başından itibaren yurtsever, devrimci ve komünist güçleri halk kalkışmasından koparmak için özel bir çaba ortaya koydu. Halk kalkışması ile devrimci ve komünist güçlerin buluşmasından duyduğu kaygıyı hiçbir zaman gizlemedi, koşulları oluştuğunda devrimci ve komünist güçlere saldıracağını büyük bir pervasızlıkla dillendirdi. Öyle ki toplumu manipüle etmek için yürütülen kara propaganda içerisinde, yine devrimci ve komünist güçleri hedef alan tehdit ve hakaretler başı çekiyordu. Sokaklarda estirilen kolluk kuvvetleri ve sivil faşist çetelerin terörüne eşlik eden gözaltıtutuklama furyasının emrini, faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP şefi Recep, günler öncesinden vermişti. Katil kolluk kuvvetlerinin sırtını sıvazlamaktan, yargıya “gereğinin yapılması” için verilen emirlere kadar; Recep´in yaptığı her açıklama,devrimci ve komünist güçlere yönelik savaş ilanı niteliğindeydi. Buna paralel imamın ordusuna moral güç vermek, yeniçeriye taze kan taşımak için halka yaptıkları zulüm nedeniyle ödüllendirilmelerine karar verildi ve 24 ay maaşla ikramiyelendirildiler. Daha kalkışmanın ilk günlerinde kimi düzen güçlerine, liberal ve tasfiyeci-reformist çevrelere “siz aradan çekilin, bizi onlarla baş başa bırakın” minvalinde yapılan çağırılar da bu aynı sürecin bir parçası idi. Kitleler ile devrimci ve komünist güçleri ayrıştırmak, bu zemin üzerinde devrimci ve komünist güçleri ezmek ve kitle hareketini tümden bitiremese de kendi icazet alanına çekmek üzerine kurulu olan saldırı politikası, gelinen yerde gözaltı-tutuklama terörü ile sürdürülüyor.
Faşist diktatörlük, yeni saldırılarla bir taraftan sokaklara inen yüzbinlere gözdağı vermek isteniyor, kalkışma içerisinde yıkılan korku duvarları yeniden inşa edilmeye çalışıyor diğer yandan yürüttüğü ideolojik bombardıman ve fiili zorbalıkla, en başta korkunun toplum çapında yeniden örgütlenmesi için çabalıyor. Böylelikle halk kalkışmasının elde ettiği moral ve politik kazanımları, bir bir geri alacağını hesaplıyor. *** Faşist diktatörlük kendiliğinden bir çıkışla, önderliksiz olarak var olan halk kalkışması karşısında bu kirli politikaları devreye sokarken kalkışmanın politizasyonu açısından temel bir işlev gören devrimci ve komünist güçleri etkisizleştirilmek için elinden geleni yapıyor. Bir taraftan devrimci ve komünist güçleri hedef alan zorbalığı tırmandırıyor; öte yandan halk kalkışmasını ayrıştırmak, parçalamak için hareketin içerisinde yer alan düzen içi güçlerini, liberal ve tasfiyecireformist çevreleri hizaya çekmeye çalışıyor. Kimi sendika ve meslek odalarını tehdit ve şantajla sürecin dışına itmek için uğraşıyor. Bunda belirli ölçülerde başarılıda oluyor bu güçler zaten faşist diktatörlüğün topalladığı süreçlerde, ona can simidi olmak için kuyrukta bekliyor. Devrimci ve komünist güçler bir taraftan yalnızlaştırılmaya çalışılıyor, öte yandan gözaltı ve tutuklama terörü ile etkisizleştirilmek isteniyor. Sermaye devletinin bu kirli politikasını boşa düşürmek, saldırıları geri püskürtmek görevi ise yine bu kapsamlı saldırıların hedefinde duran devrimci ve komünist güçlerin, grup çıkarlarını ön plana çıkartmadan ortak akılla hareket etmesinden geçiyor. Tarihsel deneyimler ve güncel gelişmeler, faşist diktatörlüklerin kitle hareketlerini önlemek ve boğmak için ne kadar acımazlaşacağının sayısız örneği ile doludur. Bunun karşısında direnme iradesini koruyan ve Devrimci Komünist bir önderliğe kavuşan kitleler karşısında hiçbir gücün duramayacağı tarihsel olarak kanıtlanmıştır.
SIYAH MAVI
SARI
HALKIN KURTULUSU
SAYFA 3
ÇAPULCULAR ÖĞRETİYOR DÜZENE KARŞI KENDİLİĞİNDEN KALKIŞAN BİR HALKIN ÖĞRETTİKLERİ Sayfa-1’den devam
Hareketimizin değişik konulara ilişkin olarak gerçekleştirdiği tespitlerinde ifade edildiği üzere, ülkenin ve bölgenin yeni toplumsal patlamalara ve devrimci savaşlara gebe olduğu tespitini doğrulayan bu gelişme, çalışma ve örgütlenme çabamızın belirleyici ana ekseni durumundadır. Hareketimiz tüm güncel devrimci görev ve sorumluluklarına buradan bakmakta, geleceğin büyük mücadelelerine bu bakış açısı ile hazırlanmaktadır. Her biçimi ile faşist diktatörlüğün Türkiye toplumunu boğucu bir kuşatma altında tutması güncel olgusu, geçici olmaya mahkumdur. Kapitalizmin onulmaz çelişkileri, karşı konulmaz bir biçimde Türkiye işçi sınıfını ve emekçilerini bir kez daha devrimci sınıf mücadelesi alanına yöneltecektir.
Devrimci Komünistler bu bilinçle, bundan beslenen bir devrimci güven ve iyimserlikle mücadele etmekte, tüm güncel mücadelesini bu süreci hızlandırmaya ve bunu ise şaşmaz biçimde proletarya devrimi hedefine yönelmek üzere Devrimci Komünist Partisinin oluşturulmasına yoğunlaştırmış bulunuyor. Devrimci komünist bakış açısı, tarihsel deneyim, sınıf mücadeleleri gerçeği ile günümüz dünyası ve Türkiye’sinde olayların akışı temel alınarak yapılan bu değerlendirme, bugünkü gelişmelere de ışık tutmakta, olup biteni anlamayı ve anlamlandırmayı kolaylaştırmaktadır. 31 Mayıs patlaması, dünya ölçüsünde girmiş bulunduğumuz yeni tarihsel dönem hareketliliğinin Türkiye üzerinden özgün ve önemli bir yeni halkasından başka hiçbir şeyle açıklanamaz. 31 Mayıs öncesine bakıldığında, faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP çatısı altında birleşmiş dinci gericilik koalisyonunun, 11 yıllık iktidarlaşma süreci boyunca birbirini izleyen iktisadi, sosyal ve siyasal saldırıları tablosu bir yaşanmışlık olarak bilinmektedir. Faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP iktidarı, bütün bu süreç boyunca sosyal mücadele boyutuyla çok ciddi bir sorunla karşılaşmadı. Tüm bu saldırıların işçilerde, emekçilerde ve gençlik saflarında büyük patlama birikimleri yarattığını ve bunun da er geç bir depremle sonuçlanacağını öngörüsü, Devrimci Komünistler için çok güç değildi ve bu tespit müteakip defalar ifade edildi. Saldırılar, Kemal Derviş’ten devralınan acımasız ekonomik-sosyal politikaların uygulanmasıyla başlamıştı. Yeni iş yasası, taşeron çalışmanın ve esnek
üretimin yaygınlaştırılması, iş saatlerinin uzaması, sefalet ücretlerinin dayatılması vb. saldırılar kesintisiz bir biçimde hayata geçirildi. Bunu, özellikle 2000’lerin ortasından başlayarak siyasal hak ve özgürlüklere yönelik yeni faşizan yasal düzenlemeler ve fiili saldırılar tamamladı. Bu dönem aynı zamanda, 1999 İmralı süreci ile birlikte kısmen gölgede kalan Kürt sorununun sermaye devletini zorda bırakacak tarzda yeniden gündeme gelmesine sahne oldu. 2005 Newroz çıkışı ve sonrası süreçte Kürt halk kitlelerinin yeniden mücadele alanlarına çıkması, bugüne uzanan sürecin yolunu açtı. Buna bağlı olarak, Kürt silahlı kalkışmasıyla barışmamakta ısrar eden işçi sınıfını itekledi ve bugüne getirdi. Emperyalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin yıllardır süren tam desteğine, seçimlerde peş peşe elde ettiği başarılara, devlet erki düzeyinde kazandığı sayısız mevzilere güvenen ve bununla adeta başı dönen gericilik odağı faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP ile onun en berbat özelliklerini kendinde cisimleştirmiş olan Bay Recep, toplumun geriye kalan kesimlerine karşı bu denli ölçüsüz ve pervasız bir saldırganlığın sonuçlarıyla elbette yüz yüze kalacaklardı. 31 Mayıs halk kalkışması, bunun bir ürünüdür ve Gezi Parkı’na yönelik saldırı bunun sadece fitilini ateşlemiş, adeta bardağı taşıran son damla işlevi görmüştür. 31 Mayıs halk kalkışmasının öncesine bakıldığında, karşımıza ikinci bir olgu
daha çıkıyor. Bu, faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP’nin özellikle 2007’den itibaren yoğunlaştırdığı polis devleti uygulamalarına, sokakları kaplayan polis vahşetine karşı ilerici-devrimci hareket ile sınıf ve emekçi kitlelerin ileri kesimlerinin sürüp gelen direnişinin yarattığı moral birikimlerdir. Bu yanıyla 2007 1 Mayıs’ı, başlangıç olarak alınabilir. Taksim, o dönemden bu yana toplumsal mücadeleye taze bir soluk kazandıran bir direnç noktası olmuştur. Üç yıllık çatışmanın ardından kazanılması ve tüm dünyada yankılar yaratan 1 Mayıs kutlamalarına sahne olması, tüm toplumsal mücadele dinamiklerine büyük bir moral kaynağı olmuştur. Bu kazanım 2013 1 Mayıs’ında yeni bir saldırıyla karşı karşıya kaldı. Taksim’de kutlama yapılamadı ama onu çevreleyen bütün bir bölge; 2007, 2008
ve 2009’da olduğu gibi, yine kitlesel düzeyde militan sokak çatışmalarına sahne oldu. Faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP iktidarı, Kürt hareketiyle başlattığı sözde “çözüm” sürecinin toplumda yarattığı atmosfere ve kendisi payına oluşan avantajlı koşullara yaslanarak, 1 Mayıs saldırısını kalıcılaştırabileceğini, kentin belli başlı meydanlarını kitle gösterilerine tümüyle kapatabileceğini düşünüyordu. Bu çerçevede Taksim yasağı, İstiklal Caddesi ve Galatasaray Lisesi önünü de kapsayacak şekilde genişletilerek; 1 Mayıs’tan sonraki irili ufaklı kitle eylemlerine de kapatılmaya çalışıldı. 31 Mayıs’a kadar geçen son bir ayda polis vahşetinin kol gezdiği Taksim sokakları, tersinden de birer direniş alanına dönüştü. 31 Mayıs Gezi Parkı direnişi tüm bu direnişlerin bir devamı olarak gündeme geldi ve tüm toplumda Taksim duyarlılığının bir sonucu olarak geniş bir sahiplenmeye neden oldu. Fakat patlamaya yol açan temel etken, faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP’nin kolluk kuvvetlerinin acımasız sabah operasyonu idi ve toplumsal infiale neden oldu. Çatışmaların en önünde yer alanlar, dünden bugüne Taksim direnişlerine imza atmış bulunan sol hareketin güçleriydi. Hareketin düne kadar mücadeleye mesafeli duran ve son gelişmelerin etkisi altında kendiliğinden ayağa kalkmış bulunan esas gövdesi, faşist diktatörlüğün sınırsız terörüne karşı inatla direnme güç ve iradesini esasta devrimci güçlerin kısıtlı önderliğinden cesaretle yaşama kattılar. Halk kalkışmasının sınamadan geçirdiği güçler ise, doğal olarak devrimci parti ve gruplar oldu. Değişik parti ve grupların süreç boyunca sergiledikleri etkinlikler arasında çeşitli farklılıklar olsa da, bu aşamada hiçbirinin önderlik iddiası ileri sürecek bir kapasiteye sahip olmadığı görüldü. Tüm sol siyasi güçler; hareket içinde en militan, en direngen ve en kararlı özneler olarak yer almak sınırlarında bir pratik sergileyebildiler. Yine de toplamında devrimci hareket, 31 Mayıs halk kalkışmasından en büyük kazanımı sağlayan kesim olmuştur. Hem direnişin yaslandığı mirasın politik-moral temsilcisi olarak öne çıkılmış, hem de işçisi, emekçisi, genci ve kadınıyla sola açık önemli bir kitle politizasyonu yaşanmıştır. Bunun direniş ve çatışmalar içinde yaşanmış olması, önümüzde uzanan mücadele dönemi için son derece önemli bir kazanımdır. Gerek toplumsal bileşimi ve gerekse politik eğilimleriyle heterojen nitelikte olan halk hareketinin halen belirgin bir önderlik boşluğu yaşadığı açık bir olgudur. Devrimci güçler bu boşluğu doldurmaya aday olmakla birlikte, bu alanda rakipsiz de değiller. Bunu 11-12 Haziran saldırısına kadar süren, kirli düzen propagandasın-
dan bile çıkarmak mümkündür. Hareket içinde sol ve devrimci güçlere yakın kitle kadar, ulusalcı çevrelerin de üzerinde hakimiyet kurabileceği önemli bir kitle var. Faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP, burjuva medyayı etkin bir şekilde kullanarak; hem örgütsüzlük propagandasına yüklendiler, hem de ulusalcı-Kemalist kitleyi soldan ayrıştırmaya, daha doğrusu marjinal gruplar ve masum siviller söylemiyle solu yalnızlaştırmaya çalıştılar. Dolayısıyla iktidar güçleri, ister istemez ulusalcı-Kemalist akımların hegemonyasını genişletmeye oynadılar. Devrimci güçlerin sınavı, bu koşullarda ağırlaşarak devam etmektedir. Bu düzeyde bir hareketin düzen güçleri tarafından kontrol altına alınıp politik ve moral bir yenilgiye sürüklenmesini engellemek,
sol hareketin ortak sorumluluğudur ve ancak ortak bir iradeyle, güçlerin ortak seferberliğiyle bunun üstesinden gelinebilir. Hareketin ulusalcı-Kemalist çevreler eliyle saptırılıp yozlaştırılmasının, şovenizmle kirletilmesinin önü de ancak solun birleşik mücadele ve müdahalesiyle kesilebilir. Bu nedenle ortak iradeyi sakatlayacak dar grupçu, hot zotçu, sol-sekterist tutumlara hiçbir biçimde prim verilmemelidir. Düzen güçlerinin hareketi çekmek istediği, geri düzey üzerinden politika yapmak bir yana bırakılmalıdır. Bu hem talepler yanıyla, hem de mücadele araç ve biçimleri üzerinden gözetilmesi gereken bir sorundur. Faşist diktatörlük kol-
luk kuvvetleri ile çatışma yaratarak, kendi araç ve biçimlerini kendisi üretmektedir ve en uç sayılanına bile hızla meşruluk kazandırabilmektedir. Kitle hareketinin kendi içinden çıkardığı; tüm devrimci mücadele araç, yol ve yöntemlerini düzenin demagojik saldırılarına karşı savunmak tüm devrimcilerin görevidir. Bu sorun örgütlülük üzerinden de geçerlidir. Düzen güçleri, ısrarla hareketi geri sınırlara ve taleplere indirgemeye, bunu da marjinal gruplar söylemi ve örgütsüzlük propagandasıyla birleştirmeye çalışmaktadırlar. Buna karşı etkin bir örgütlülük propagandası yapmak, belli başlı sendikalar ile demokratik kitle örgütlerini bu konuda aktif hale getirmeye çalışmak, hareketin iç örgütlenmesini güçlendirmek için zorunlu bir görevdir. Her alanda ve her bakımdan örgütlü egemenlerin karşısına örgütlü bir güç olarak çıkmanın meşruiyetini her zeminde savunamayanların kitlelere önderlik iddiasının da olanaklı olmayacağı açıktır. Devrimci hareketin en önemli müdahale sorumluluklarından biri de, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri örgütlü mevzileri üzerinden sınıf kimliğiyle hareketin içine çekmektir. Öyle ki, sınıfın örgütlü katılımını sağlamak, başta fabrikalar olmak üzere üretim birimleri üzerinden sürece dahil etmek, hareketin geleceği payına büyük bir hassasiyet gösterilmesi gereken en yakıcı ve acil ihtiyaçtır. Bu doğrultuda atılan adımların devamının getirilmesinde devrimci güçlerin ortak tutumu, ideolojik-politik basıncı belirleyici olacaktır. Bu nedenledir ki, eylemede birlik ve propaganda ve ajitasyonda özgürlük ilkesi sınırsız özgürlük temelinde uygulamaya alınmalı, eylem içerisinde sınırlamalar ve tartışmalarla oyalanmadan ortak-devrimci cephenin oluşumuna muazzam bir olanak sağlayan bu tarihi süreç, hem devrim güçlerinin bir iç sorunun halli hem de kitlelerin kazanımı mücadelenin devrimcileştirilmesi anlamında bir dış faktör olarak, doğru temellerde değerlendirilmelidir. 31 Mayıs halk kalkışmasının mücadeleleri içerisinde açık ve net biçimde görüldüğü üzere; sosyal demokrasinin, milliyetçi reformist Kürt hareketi ve her renkten tasfiyeci-reformistlerin uğursuz ve onursuz çabaları, devrimci güçlerin ortak çabası ile bertaraf edilmeli ve mücadele alanlarının dışına itilmesi, yalnızlaştırılması gerekli bu güçler karşısında birleşik devrimci bir iradenin oluşması için özel gayret sarf edilmelidir. Bu anlamda bu güçlerin, kendi ağızlarından ifadeleri, teşhirleri amaçlı olarak yaygın biçimde kullanılmalı ve söyleyecek söz bırakılmamalıdır. Devrimci Komünist bir Partinin yeniden oluşum sürecine geçilmiş olunan şu aşamada; bu tarihi fırsatla buluşmuş olan komünistler, soluksuz olarak görev başında olmakla yükümlüdürler. Bunun ötesi ve gerekçelendirilmeye çalışılması, ülkemizin sınıf mücadelesi tarihine ve bugününe ihanetten başka hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Bunun ötesi ve gerekçelendirilmeye çalışılması, ülkemizin sınıf mücadelesi tarihine ve bugününe ihanetten başka hiçbir anlam ifade etmeyecektir.
SIYAH MAVI
HALKIN KURTULUSU
SARI
SAYFA 4
... SORACAĞIZ HESABINI!
16 Mart 1971’de Malatya Kürecik’teki Amerikan radar üssünü tahrip etmeye giden Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’na (THKO) bağlı gruptan bir kısmı, 31 Mayıs 1971′de Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesine bağlı İnekli Köyü civarında mola verdikleri bir sırada jandarma birlikleri tarafından kuşatılmış ve teslim olmayıp birliklerle çatışmaya girmişlerdi. Civardaki köylülerce ve başta köy muhtarı olmak üzere ihbar edilen grup, yedi kişiden oluşuyordu: Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan çatışma sırasında öldü. Sevdalı yüreklerin, ansızın ve hayasızca gelen bir kurşun yağmurunda kanatıldığı bir acıdır Nurhak. Sevdası Türkiye olanların; tam bağımsızlığı kuşananların
ve sosyalizm ile halkın, faşist diktatörlüğün zulmünden kurtarılması olanların ölümsüzleştiği bir unutulmazlıktır Nurhak. Ardından destansı bir özgürlük tutkusunun, vatan sevgisinin ve vatana göz dikenlere karşı kuşanan öfkenin resmidir Nurhak. Benliklerde yer etmiş ve belleklere kazınmış bir duruştur Nurhak. Nurhak’ta, nefesleri kesilenlerin verdikleri canın neden ve ne amaçla verildiğini bilmek, bilmeyenlere de öğretmek devrimci suretlerin yapmaları gerekendir. Devrimci Komünistler, bu ertelenmiş görevi yerine getirmek adına yola çıkarken, tasfiyecireformizm ile arasına kalın bir çizgi çekmeyi de ihmal etmeden çıkmaktadır bu yola.
İzmir’de Merdivenler, NURHAK’a Çıkar ‘’Gitmeseydin S
ö
SİVAS’IN ATEŞİ DİRENİŞLERDE YANIYOR Sivas Katliamı, dinci-gerici faşistlerce 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş olan Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli’nin yakılması 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanının yanarak ya da dumandan boğularak hayatlarını kaybetmesi ile sonuçlanmıştır. HALKIN kURTULUŞU aşağıdaki talepleri ileri sürüyor: Toplumsal yaşama, toplum ve devlet idaresine müdahale eden her türlü gerici siyasi odağa karşı önlem alınmalıdır. Din kurumları ticari kurumlar olarak değerlendirilmeli ve vergi yasalarına tabi olmalıdır. Alevilerin kendi inançları ve dünya görüşleri doğrultusunda yaşamaları ve ibadet etmelerinin önündeki bütün engeller kaldırılmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı kapatılmalıdır. Ülkemizde her türlü inancın özgürce örgütlenebileceği yasal düzenleme yapılırken, devlet kurumu olarak ya da devlet eliyle her hangi bir din ya da inanç örgütlenmesine gidilmemelidir. Zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır. Nüfus cüzdanlarında din ibaresi bulunmamalıdır. Temel eğitim 18 yaşına kadar zorunlu, eşit ve parasız sağlanmalıdır. Dershaneler ve özel eğitim kurumları kamulaştırılmalıdır.
ANISI MÜCADELEMİZE IŞIK TUTUYOR
Ufuk Yoldaş, işçi sınıfının devrimci partisinin, 1986 yılında örgütlenme çalışmalarına aktif olarak katıldı. Narlıdere ve Balçova semtlerinde, devrim ve sosyalizm çalışmalarında yer aldı. Bu süreçte, işçi sınıfına yönelik çalışmaların içinde aktif olarak çalıştı. İşçi ve emekçilerin aydınlatılması ve örgütlenmesi faaliyetinde, yayın ve bildirilerin sınıfa ulaşması için büyük bir özveri gösterdi. Yaşamını işçi sınıfı davasına, devrim ve sosyalizm mücadelesine adamış; kararlı, kahraman, inatçı ve inançlı bir komünist olarak yaşamıştır. 24 Haziran 2006’da emperyalist kapitalist sisteme, faşizme ve her türlü zorbalığa karşı sürdürdüğü yaşamını yitirdi. Yoldaşları, yol arkadaşları ve DEVRİMCİ KOMÜNİSTLER tarafından sonsuzluğa uğurlanırken, yaşamı ve mücadelesi diğer yiğitlerimizle birlikte devrime kadar yolumuzu aydınlatacak.
Derin nefreti ,devrim ve sosyalizm davasına sadakati, enerji ve çalışkanlığı, tertemiz yüreğiyle faşizme ve kapitalizme karşı özgürlük ve sosyalizmin zaferi için proletaryanın zaferi için durup dinlenmeden mücadele eden Bir parti neferiydi. O 1970li yıllarda partimizin saflarında (TDKP) soygun ve sömürü düzenine karşı militanca safını aldı. Ankara Hukuk fakültesini bitirdikten sonra Adana’da Avukatlık yapmaya başladı. O dönem devrim cephesinin güçlü yıllarıydı. Kapitalizmin ve faşist diktatörlüğün duvarlarına güçlü dalgalar gibi vuran kitlesel eylemlerin yaygınlaştığı direnişlerin, grevlerin kızıl bayraklarla donatıldığı, Anti faşist halk ve gençlik hareketinin aydınları saflara çektiği devrimin genel prestijinin yüksek olduğu bir dönemdi. Elif Yoldaş bir aydın olarak bu yıllarda bu yıllarda partimiz saflarında yer aldı. Marksizm’in Leninizm’in bayrağına sıkı sarılması onun devrimin yenilgi aldığı, dağınık ve zor yıllarda geçici yol arkadaşları aydınlardan ayrı kaldı. 12 Eylül karanlığında günlerce işkencede kaldı . Burjuvazinin tüm saldırılarına karşın inançlarından ödün vermeyerek parti sırrı ve tavrına sadık kaldı. İşkence, zulüm, cezaevi ardından yozlaşmanın tüm yollarının aşıldığı; Bireyciliğin ve ahlaksızlığın, köşeyi dönme ve geçmişe lanetler yağdırma furyasının diz boyu olduğu o vahşi karanlık yıllarda Elif yoldaş çevresinde bir örnek oldu o adeta çukurovanın kara kızı halkın kırmızı gülü oldu. O Tek, tek guruplar halinde safları terk eden aydınlara ve bireyciliğine karşı büyük bir coşku ve enerjiyle ,hiç bir maddi hesap yapmadan tüm devrimcilerin davalarına savunmanlık yaptı. İşten tazminatsız atılan bir işçi, evi yıkılan bir gecekondulunun, okuldan uzaklaştırılan bir öğrencinin gidip gidip görüşmek istediği ilk kişi olmuştu Elif Yoldaş. 12 Eylülden sonra bir elin parmakları kadar az olan avukat arkadaşlarıyla zulme, işkenceye ve haksızlığa insan hak ve özgürlüklerine karşı göğüs gerendi Elif yoldaş. O sadece Adana değil Güneyde Elif ismi dürüstlüğün ve onurun, güven duymanın sembolü idi. Köşeyi dönme telaşında olan, az para verildiği için davaları takip etmeyen demokrat yaftalı bu günün Donkişot ve mangalda kül bırakmayan Avukat olacak yalakalardan yollarını ayırdı. Elifin ücret den dolayı takip etmediği davalar hiç olmadı tüm bunun yanı sıra o müvekkillerinin yakınlarıyla bir ekmeğini ve çayını paylaştı yer, yer müvekkillerinin ailelerine yol paralarını karşılamada örnek bir komünist tavır sergiledi. Adana’da kitleler üzerinde bıraktığı derin saygıyı fazlasıyla hak etmişti. Toplantılarda, panellerde, açlık grevlerinde, cezaevlerinde işkence merkezleri olan emniyet binaları ve karakol önlerinde, sendikalarda, işçi grev ve direnişlerinde kırmızı gül her zaman hazır bulunuyordu. Ezilen ve sömürülen yığınların, özgürlük ve sosyalizm davası için hiç bir fedakarlıktan kaçınmadan gece gündüz kitleler içerisindeydi partimizin kara kızı. O bürosunda oturarak devrim yapan bu gün mangalda kül bırakmayan lafazanlardan, beylik laflar eden büyük hukukçulardan değildi. O mücadele alanlarında kavga eden Kürt kızı kızıl rozaydı. Elif yoldaş özgürlük mücadelesini düzen sınırları içerisine has ederek yürüten bu günün miskin dönek reformistlerinden değil, özgürlük mücadelesini sosyalizm mücadelesinin emrinde yürüten bir ihtilalciydi çünkü onun ruhunda kanında THKO ihtilalciliği vardı. O emperyalizme köleliği ret ederken ,bu tutsaklıktan tamamen kurtulmak için emperyalizme karşı mücadele yürütmenin gerekli olduğunu alçak gönüllüce susup geçiştiren devrim gevezesi aydınlardan değildi. O hukukun üstünlüğünü safsatasına yüce mahkeme yüce yargıç varlığına inanacak kadar saf ve adalet terazisine inanacak düzen savunucusu bir hukukçu değildi. İşkenceleri sokak infazlarını evlerinden alınarak Vedat Aydın gibi katledilmeleri, kundaklama eylemlerini, en son İstanbul’da yaşanan tolu katliamları, ya da 17 yaşında hiç bir kanıt olmadan Erdal Eren nin idam edilmesini tek, tek savcılar, yargıçlar kötü niyetli görevliler olayı olarak gören bir burjuva reformist hukukçu değildi o halkının hukukçusu idi. Elif yoldaş biliyordu ki; en özgür en demokratik burjuva cumhuriyetinde bile özgürlükler ve eşitlikler sermaye sahiplerinin eşitlik ve özgürlüğünden başka bir şey değildir ve hiç bir zaman olmayacaktır. Elif yoldaş siyasal özgürlüklerin elde edilmesi ve sınıf mücadelesinin büyük sorunlarının çözümünü yalnızca işçi sınıfının ve ezilen sömürülen yığınların gerçek devrim partisi olan TDKP’nin önderliğinde, burjuva kapitalist mekanizmanın şiddetle yıkılmasıyla (parlamentarizmle değil) mümkün olacağına inanıyor ve bunun için mücadele ediyordu. İnsan hak ve özgürlükleri ve tutsak devrimcilerin savunuculuğu konusunda özellikle genç avukat Elif yoldaşın kişiliği ve mücadelesini örnek almalıdırlar. Şüpheli bir trafik kazasında ,devrimci sorumlulukla görevini yerine getirmek için giderken kaybettiğimiz Çukurova’nın kırmızı gülü Elif Tuncer’i mücadelemizde yaşatacağımız ve onun bıraktığı Parti Bayrağını yükseklere taşıyacağımıza and içeriz. Devrim ve davası uğruna mücadele eden ve kazada kaybettiğimiz Hasan Üzüm, Celal Ölmez, ve İmam Tuna’yı ve tüm devrim şehitlerini saygıyla anıyoruz. Mücadele yoldaşları.
SIYAH MAVI
HALKIN KURTULUSU
SARI
SAYFA 5
ORHAN KEMAL
SEVDANIN,KAVGANIN VE AŞKIN ŞAİRİ AHMED ARİF
Bu topraklarda yetişen bu toprakları en güzel dillendiren ,sevdanın ,kavganın ,umudun ve aşkın şairi Ahmed Arif.’i ölümünün 22.yılında saygıyla anıyoruz.. ’’kürdün gelinini söyler maltada biri’’o ise hala ‘’voltada ,duvar dibinde ’’dimdik yürüyor ve kekik kokularını duyumsatıyor, kurşuna gelmiyor fırsatçının ,hayının yüzüne tükürüyor, celladının üstüne yürüyor dayanıyor ‘’kitap ile, tırnak ile umut ile sevda ile düş ile ‘’rüsva etmiyor bizi …’’kalbi dinamit kuyusu’’ ,vatan sevmenin ustası, ‘’kırmızı kırmızı dalga dalga ölümsüz bayrağı’’ saklısında ..,namus işçisi ,’’hasretinden prangalar eskiten şair,, ay karanlık yitirdiğimizden beri ,unutamadığımız, dağların şairi ,Anadolu o tanıyor musunuz?
AHMED ARiF Doğdun, Üç gün aç tuttuk Üç gün meme vermedik sana Adiloş Bebem, Hasta düşmeyesin diye, Töremiz böyle diye, Saldır şimdi memeye, Saldır da büyü...
Bu, namustur Künyemize kazınmış, Bu da sabır, Ağulardan süzülmüş. Sarıl bunlara Sarıl da büyü.
Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü...
EDiP CANSEVER
NAZIM USTA
‘’Ben, bir insan, ben, Türk şairi komünist Nâzım Hikmet ben, tepeden tırnağa iman, tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret ben...’’
Ölümünün 50.yılında komünist şair Nazım Hikmet’i saygıyla anıyoruz.. otobiyografisinde şöyle yazıyor büyük usta; ’’1902’de doğdum doğduğum şehre dönmedim bir daha geriye dönmeyi sevmem üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu ve on dördümden beri şairlik ederim kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir ben ayrılıkların kimi insan ezbere sayar yıldızların adını ben hasretlerin… Nazım Hikmet 15 Ocak 1902’de Selanik’te doğmuş ,kendi otobiyografisinde de söylediği gibi bir daha doğduğu şehre dönmemiş, dönememiştir.’’ çünkü kavgayla mücadeleye geçen yıllar buna imkan tanımamıştır. 61 yıllık yaşamının 40 kusur yılını sanatına ,kavgasına ,sevdasına adamış, ömrünün 13 yılını hapislerde geçirmiş ,kavgasını yüreğinde taşıyan mavi gözlü bir devdi o.. Nazım’ sız geçen 50 yılın sonunda kendimizi bir defa daha acının alkışlarına bırakarak 3 haziran 1963’ü anımsıyoruz.’’ ne güzel şey hatırlamak seni’’ derkenhala bir yerl-
erde umut sürüyor, her yerde değişmeye düzelmeye dair umut ışığı görüyoruz. ’ ‘’mesela bir barikatta dövüşerek düşen o güzel yürekli çocukları ‘’ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa’’ diyerek mücadeleye çağıran şiirinle anımsıyoruz ..’Gülhane parkındaki ceviz ağacından ,gezi parkındaki ağaçlara uzanan yerde rüzgarın uğultusunu duyuyoruz. O uğultu ki ıslıkla şarkı olmuş İstanbul’dan Ankara’ya, İzmir’e Adana’dan Mersin’e , Eskişehir’e, Antakya/Armutlu’ya kadar uzanmış /uzanmakta hala dört bir yana.. ağaçlar meyve veriyor artık.. ‘’hiç bir ağaç böyle harikulade bir yemiş vermemiştir’’. ve ‘’ ümit yetmiyor bize biz artık şarkı söylemek istiyoruz’’ .’’onlar her ne kadar ‘’akarsuyun meyve çağında ağacın serpilip gelişen hayatın düşmanı’’ da olsalar bir gün yıkılıp gideceklerine inanıyoruz ‘’Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına,’’ ’’Ve elbette ki, bir gün en şanlı elbisesiyle ,işçi tulumuyla dolaşacak bu güzelim memlekette hürriyet...’’ madem ki “Burjuvazi Kavgaya Davet Etti Bizi, Davetleri Kabulümüzdür” diyor ve ‘’ dost omuz başlarını omuzlarımızın yanında hissederek , kellemizi orta yere, yüreğimizi yumruklarımızın içine koyarak karanlığın gözüne bakarak, arkadan çelme attıklarını bilerek yürümeyenleri arkamızda boş sokaklar gibi bırakarak
‘’yürüyoruz.
KAZIM KOYUNCU
‘’Gitmeseydin Söyleyecek sözün, çalacak türkün vardı daha..’’
“Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar ‘a, ateş hırsızlarına, Ernesto “Çe” Guevara’ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. “Teşekkürler Dünya’’
“Yeryüzünde insanlar ve insanların uydurma hukuku, bu uydurma hukukun tapu senetleri yokken bu topraklar gene vardı. İnsanlardan çok önce var olan bu topraklar, insanlardan önce, şimdikinden çok daha şen ve esendiler herhalde. O zamanlar da, topraklar üzerinde sert rüzgarlar eserdi. Kim bilir nerelerden aldıkları tohumları, bu şen ve esen topraklara getirip saçar; şen ve esen topraklar da onları bağırlarına sımsıkı alarak, yağmur ve güneşin yardımıyla çimlendirirlerdi. Çimlenen tohum boy atar, toprağın yüzüne çıkar, ürününü vererek yeryüzünü mutlu bir kardeş sofrası halinde bezerlerdi.” Orhan Kemal, Kanlı Topraklar Romancı, hikâyeci, tiyatro ve sinema yazarı Orhan Kemal aramızdan ayrılalı, tam 43 yıl oldu. Roman ve öyküleriyle çağdaş Türk edebiyatında özgün bir yeri olan Orhan Kemal, toplumsal yaşamımızın değişim dönemlerini gerçekçi bir biçimde yapıtlarında dile getirmiştir. Yaşamının son döneminde Bulgaristan ve Romanya Yazarlar Birliğinin davetlisi olarak, daha çok da tedavi amacıyla Soyfa’ya gitti. 2 Haziran 1970’te Sofya’da yaşamını yitirdi. Edebiyatımızda önemli bir yer bırakarak.
Karadeniz’in yetiştirdiği ender sanatçılardan ,en büyük değerlerden biri Kazım Koyuncu gerçek bir devrimci ,gerçek bir müzisyendi.1972 Artvin/Hopa doğumlu olan Koyuncu küçük yaşlardan itibaren müzikle ilgilenmeye başlamıştı.1989 da Üniversite eğitimi için İstanbul’a gitti.Bu esnada toplumsal olaylara olan ilgisi arttı .Yirmi yaşında dinmeyen adlı müzik grubuna katıldı.1993 te Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) adlı dünyanın ilk Lazca rock grubunu kurmuştu.1995 te va mişkunan (bilmiyoruz)albümüyle lazca rockun ilk örneğini vermişti Grup 1999’da dağıldıktan sonra, Kazım Koyuncu tek başına müziğe devam etti ve Salkım Söğüt adlı projelerin ikincisinde 3 şarkıyla yer aldı. 2001’de Viya adlı ilk solo albümünü çıkardı. Daha sonra Gülbeyaz adlı dizinin hem müziklerini yaptı hem de dizinin bazı bölümlerinde oyuncu olarak yer aldı. Bundan sonra yurt çapında tanınmaya başlandı. Daha sonra da Kemal Sahir Gürel ile birlikte Sultan Makamı adlı televizyon dizisinin müziklerini hazırladı. . Nisan 2004’te ikinci solo albümü Hayde’yi çıkardı. Karadenizin hırçın çocuğu diyorlardı ona ;demokrasi adına atılan bir çok adımda müziği, ile düşünceleri ile yer alıyor ,fırtına deresine yapılacak santrali protestodan ,insan hakları ihlallerine karşı çıkmaya kadar bir dolu etkinliğe katılıyor destek veriyordu.1986 da patlayan Çernobil nükleer santralinden yayılan ölüm bulutları pek çok Karadenizli gibi Kazımı da yakalamıştı..2004 ün sonlarında akciğer kanseri teşhisi konuldu ve tedavi görmeye başladı. 25 Haziran 2005 te tedavi gördüğü Amerikan hastanesinde yaşamını yitirdi ..O gideli 8 yıl oldu oysa ki söyleyecek sözü ,dinleyeceğimiz çok şarkısı vardı.. Şair ceketli çocuk seni unutmayacağız. .Şarkıların dilimizde sen her ne kadar ‘’işte gidiyorum hoşça kal ‘’demiş olsan da… seni hep o güzel gülüşünle hatırlayacağız.
Ölü Mü Denir
Ölü mü denir şimdi onlara Durmuş kalpleri çoktan Ölü mü denir şimdi onlara Kımıldamıyor gözbebekleri Ölü mü denir peki En büyük limanlara demirlemiş En büyük gemiler gibi Kımıldamıyor gözbebekleri Ölü mü denir şimdi onlara. Suratları gergin Suratları kararlı Belli ki çok beklemişler Kabuğundan çıkan bir portakal gibi gelen sabahı Suratları gergin Bir savaş alanına benziyor suratları Dudakları nemli Son defa kendi etini öpüp Yani son defa gerçek bir insan etini Hazla kapanmışlar öyle Geçirmiyor gövdeleri soğuğu Geçirmiyor sıcağı da Ve ikiye ayrılmış bir nehir gibi bacakları Akıyorlar sonsuza Ölü mü denir şimdi onlara. Kimse hüzünlü olmasın Sırası değil hüznün daha Bir gün bir şehrin alanında Bir mermer yığınının gözlerine Omuzlarına düşerse bir çınar yaprağı Hüzünlensin yaşayanlar o zaman Sırası değil hüznün daha. Öylesine sıkılmış ki yumrukları İyice sıkılsın yumruklar Saklansın diye bir armağan gibi bu katılık Öylesine sıkılmış ki yumrukları Kimse hüzünlü olmasın Kimse hüzünlü olmasın diye Sırası değil hüznün daha. Unutulsun bir gövdeye duyulan hasret Unutulsun bu alışılmış duyarlık O kadar sade, o kadar kalabalık ki Unutulmaya değer onların insan gövdeleri Ve unutulmalı mutlaka Dolsunlar diye yüreklere Dolsunlar damarlara. Ölü mü denir Ölü mü denir şimdi onlara.
SIYAH MAVI
SARI
ÇAPULCULAR DENEYİMİNİ DOĞURAN NEDENLER ÜZERİNE tem, genel işleyişi içinde, son yirmi yıldır, dünyanın toplumsal fay hatlarında büyük enerji birikimleri yaratmaktadır. Bu birikim henüz büyük depremlere, ki bunlar toplumsal devrimler zinciri biçiminde ve artçıları gelecek şekilde yol açmış ve öncü sarsıntıların ardı arkası kesilmemektedir. Tunus ve Mısır bunun güncel yeni örnekleri oldular.
Türkiye’de yaşanmakta olan kendiliğindenci kalkışmanın, varacağı en üst aşamaya varılmış bundan sonrası devrimci bir müdahalenin gücüyle orantılı olarak gelişecek ya da yenilecektir. Her yenilgi, elbette karşı devrim güçlerini ve özellikle faşist diktatörlüğe hükümet etmekte olan AKP’yi daha da meşru kılmaya hizmet etmiş olacaktır. Emperyalist medyanın başını çektiği her biçimiyle burjuva propagandası, tam da halk ayaklanmaları devrime doğru büyüyemeden kontrol edilebildikleri içindir ki, onları ‘devrim’ olarak niteleme ataklığı ve cömertliği göstermiş ve bundan imtina etmeksizin daha başından yaşanan halk kalkışmasını, ‘Türk Baharı’ olarak adlandırmaktan kaçınmamıştır. Bu bize, büyük kitle hareketliliklerini, olumlu yönden ortaya koyduklarının yanı sıra, onları devrime doğru büyümekten alıkoyan yapısal zayıflıkları, yetersizlikleri ve eksiklikleri üzerinden de ele almak, devrim mücadeleleri için anlamlı olabilecek sonuçları aynı zamanda buradan çıkarmak gibi bir görevi özellikle yüklemektedir. Bu, kendiliğinden halk kalkışmasının şahsında, başarılarından çok yetersizlikleriyle aydınlatıcı ve öğretici olan toplumsal olaylarla ve anlaşılmaz bir devrimci basiretsizlikle yüz yüze olduğumuz anlamına gelmektedir. ABD’nin 11 Eylül olaylarını bahane ederek gündeme getirdiği emperyalist müdahale ve savaşlar dizisi, kapitalist-emperyalist dünyanın içine girdiği krizin önünü almaya yönelik son bir girişimdi. Oysa bu, hedeflenenin tam tersi sonuçlar yarattı; ABD hegemonyasındaki gerileme, geri dönülmez bir hal aldı. Emperyalist dünyada hegemonya bunalımı açık bir olgu haline geldi. Bu durum halen ABD saldırganlığını azdırmakta, yerel emperyalist savaş ve müdahaleleri çoğaltmakta, tüm dünyada silahlanma yarışını ve militarizmi kışkırtmaktadır. 90’ lı yılların ikinci yarısında çok açık ve net olarak görülen, Dünya ölçüsünde proleter kitle hareketinin büyüyeceği ve kalkışmalara varan halk hareketlerinin çoğalacağı bir döneme girmiş bulunuyoruz. 90’lı yıllara, ‘tarihin sonu’ üzerine gürültülü bir emperyalist propaganda ile girmiştik. Oysa daha birkaç yıl sonra, 1994 yılının ilk günü Chiapas’ta patlak veren halk kalkışması, tarihin yeni bir sayfasının açılmakta olduğunun ilk işaretlerini vermişti bize. Komünizme ihanetin unsurları olarak Avrupa sol entelegentyası neo-liberalizmin sol bacağı olma yokundaki yeni rolleri ile ‘Elveda Proletarya’ dedikleri günlerde, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en kitlesel eylemlerini yaşamaktaydı. Arjantin’den Hindistan’a dünyanın birçok ülkesinde işçi sınıfının ardı arkası kesilmeyen eylem dalgaları vardı. Bunun geri ve bağımlı ülkelere özgü olduğu, emperyalist metropollerde sınıf hareketinin gerçekten bittiğinin sanılabileceği bir sırada ise; Almanya’da, İtalya’da, Belçika’da, İspanya’da, Yunanistan’da yeni proleter karakterli hareketlerin, yaygın grev hareketlerinin önemli örnekleri ardı ardına patlamış, Arnavutluk’ta silahlı bir halk ayaklanması yaşanmış ve bu hainleri aptala çevirmişti. Şimdi aynı şey Türkiye’de yaşanmakta, BDP ve kuyruğuna taktığı neo-liberalizmin sol bacağı EMEP’ li tasfiyeci-reformistler de yedikleri bu ciddi tokatın etkisiyle bocalamakta, ‘biz faşist diktatörlükle barışmayacağız, savaşacağız’ diyen ÇAPULCULAR ORDUSU karşısında panik olmuş durumda, kendilerini AKP’nin ‘TEŞEKKÜRLERİ’ ile oyalamaya, teselli etmeye çalışmaktalar. Bütün bunlardan çıkan genel sonuçsa şudur: İnsanlık, proleter kitle hareketlerinin, isyanların, halk ayaklanmalarının giderek alışılmış olaylar halini aldığı ve bunların da, bir arada yeni bir devrimler döneminin yakınlaşmakta olduğunu duyurdukları, bir yeni tarihi döneme girmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla biz Devrimci Komünistler, Tunus ve Mısır’da gerçekleşen büyük halk ayaklanmalarını, öncelikle dünyanın bu genel tablosu, insanlığın girmiş bulunduğu bu yeni tarihi evre içinde ele almalı, bu çerçevede anlamlandırmalıyız. Ancak buradan hareketle, bu gün ülkede yaşanmakta olan kendiliğindenci kitle kalkışmasını; proleter nitelikli olarak adlandırmak , proleteryanın davasına , komünizmin ül-
küsüne doğrudan ve cepheden saldırmak, ihanet etmektir. Zira, proleteryanın izlemeye çekildiği ve dinci-faşist ideolojinin ağır etkisiyle sersemletilmiş olduğu bir dönemde bu hareket,asli olarak yarı lünpen bir karakter taşımakta, çevreci ve şehir planlamacı dar bir salon sosyalisti çevrenin girişimi ile başlamış, ardından faşist diktatörlüğü doğrudan hedef almayan ve fakat ona hükümet eden AKP´nin İslami faşizan dayatmalarına karşı toplumsal yeri lünpen bir gençlik tepkisi olarak yükselmektedir ve kutsanmamalı ve abartılmamalıdır. Bunu tersinden ele alan neo-liberalizmin sol bacağı, tasfiyeci - reformist çevrelerin amacı 68 ve 78 devrimci ruhuna saldırmak, proleteryanın devrimdeki rolünü karartmak ve işçi sınıfını onun siyasi öncü müfrezesi DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİSİ’ni yok saymaktır. Şimdi bizim tasfiyeci reformistlerimiz orta zeka düzeyini bile yakalayamadıkları beyanatlarıyla bakın hangi incileri döküyorlar : “ Henüz tüm boyutlarıyla algılayamadığımız bir dönüşüm bu: Geçmişin ölü eli, Türkiye solunun üzerinde en az 33 yıldır hüküm süren bir kabus, 98’liler tarafından Taksim’de patlak veren ilk olayların hemen ertesinde gömülüverdi. *** 12 Eylül öncesinin devrimci yükseliş olarak efsaneleşen dönemi ve o dönemden bugüne kalan kuşaklar, hele hele ezici çoğunluğu liberalleşerek solumuzu zehirlemeyi başaran kuşaklar, birkaç gün içinde tarihin tozlu sayfalarındaki yerlerini aldılar. Eskimediler. Zaten eskiydiler ve devrimci hareketimizi bu eskilikleriyle, eskiye bağlılıklarıyla, bugünden kopukluklarıyla, her türlü gericiliğe teşne liberallikleriyle boğuyorlardı. Artık bundan sonra sadece gerek duyulduklarında ve bugün için bir devrimci anlam taşıdıklarında yeniden sahneye çağrılacakları anlaşılıyor.” Olup biteni anlayamamanın şaşkınlığını itiraf etme gafına düşen bu bayların, 12 Eylül öncesi kuşakların devrimci ruhuna ve geleneğine ve onların içinden çıkan bir iki soysuzdan hareketle saldırması tesadüf değildir . Proleteryanın bilimsel ışığından nasibini alamamış küçük burjuva entellektüeller klubüne üye olabilme birikiminden çok uzak EMEP şefleri, lünpen bir saldırı başlatmış bulunuyorlar. Bu saldırı tesadüf değildir. Güçten kafa sayısı çoğunluğu, devrimci kitle hareketinden kendiliğindenci yarı-lümpen sokak kalkışmasını anlayanlar, sınıf mücadelesinin ne anlama geldiği konusundaki bu zavallılıklarını, kendiliğindenciliğe tapınarak kapatmaya çalışmaktadırlar. 15 Haziran saldırısına gelinmeden, yığınlara televizyon ekranlarından ‘eve dönün’ çağrısı yapan Levent Tüzel köşesindeki yazılarında, BDP’nin arkasında sıraya girerek ‘Taksim’e koşalım’ çağrılarına soyundular. Politikasızlğın çıkmaz sokağında kıvranan tasfiyeci.reformizmin hüsran dolu sonuydu bu ve bunu halk kalkışmasında gördük, öğrendik. *** “İktidarın bir sınıftan ötekine geçişi, sözcüğün salt bilimsel anlamıyla olduğu kadar, politik ve pratik anlamıyla da bir devrimin başlıca ve esas belirtisidir.” der Lenin. Her gerçek devrimin toplumsal-siyasal anlamını, muhtevasını ve yönelimini de en özlü bir biçimde ortaya koymuştur bu formülasyon. Bundan bu çıkan sonuç, devrim nitelemesini belirleyenin, hareketin akibeti ve dolayısıyla somut kazanımları değil, fakat sosyo-politik muhtevası ve siyasal yönelimi olduğudur. Tunus’ta ve Mısır’daki halk ayaklanmalarında ise, böyle bir muhteva ve yönelim olmamıştır ve bizdeki bu halk kalkışması da bunu hedeflememektedir. Bizde yaşanan, bir Tunus ve Mısır olmaktan dahi çok uzaktır. Sahnede bağımsız istemleri ve buna dayalı bağımsız eylemleriyle sınıflar ve siyasal özneler değil, fakat muazzam boyutlarda da olsa salt insan yığınları var. Sınıfsal kimlikleri üzerinden kendilerini gösteremeyen şekilsiz insan yığınları. Bundan dolayıdır ki bütün dikkatler ve temel istem, salt diktatörün gitmesi üzerinde odaklaştı ve öylece kaldı. Hareketin burjuva öğeleri bunu özellikle bu doğrultuya yönlendirdiler. Kapitalist-emperyalist dünya ve emperyalist sis-
Devrimci Komünistler ve dışımızdaki komünist ve devrimci güçler, nerede, ne zaman ve ne biçimde ortaya çıkacağını kestirememekle birlikte; hiçbir büyük toplumsal hareketi, isyanı ya da ayaklanmayı şaşırtıcı bulmayacaklardır. Tespitimiz, günümüz dünyasına ilişkin her devrimci tahlilin temel hareket noktası olmak zorundadır. Bu tespite dayanmaksızın günümüz dünyasının temel süreçlerini anlamak olanaklı olamayacağı gibi, önümüzde uzanan ve giderek de yakınlaşmakta olan yeni tarihi döneme devrimci hazırlık da yapılamaz. Bu gerçeği görmek, görev ve hedeflerimizi bunun ışığında ele almak, kendimizi her bakımdan buna göre konumlandırmak ve hazırlamak, günümüz dünyasında gerçekten devrimci bir parti olabilmenin olmazsa olmaz koşulları arasındadır. *** Bu toprakların tarihinde gördüğü en kapsamlı halk kalkışmalarından biri yaşanıyor. Son dönemde baskının ve saldırının dozunu iyiden iyiye arttırmış olan faşist diktatörlük ve ona hükümet eden AKP’ye karşı sessizlik ve sinmişlik aslında bir isyanın çıkmasından daha ilginç duruyordu. AKP’nin toplum mühendislerinin “dindar” nesil yetiştirme çabası, kadın kimliğine dönük açık baskı, ahlak bekçiliği derken neredeyse nasıl yaşanacağı başbakanın iki dudağının arasına sıkıştığı bir duruma gelindi. Hemen her eyleme saldırılırken, medya da neredeyse tamamen hazır ol ve usu duruma alınmış bulunuyor. Tüm bunlara karşı yükselen yığınsal tepki, 11 yıllık zorbalığın saltanatını sürenleri ise deyim yerindeyse elektrik çarpmışa döndürdü. Eylemler devam ederken sonunu tahmin etmek zor olsa da, 30 Mayıs isyanın yarattıklarının şimdiden paha biçilemez olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Yaşanan sarsıntının sonuçları her sınıf için farklı şekilde olacaktır ancak kitlelerin yarattığı sarsıcı etkinin yaratılan korku duvarlarını yıktığını ve kitlerin uzun süredir süren yılgınlık ve yenilgi ile beslenen ölü toprağını üzerinden attığını söyleyebiliriz. Eylemlere damgasını vuran ‘orta sınıfın’, daha doğrusu beyaz yakalıların demokratik talepleri oldu. Ağırlığını 1525 yaş aralığındaki öğrenci ve yeni mezun beyaz yakalıların oluşturduğu kitlenin, barikat barikat savaşması oldukça dikkat çekiciydi. Zira genel olarak bireyci ve apolitik olarak analiz edilen bu kuşağın böylesine bir eylemde başı çekmesi; ülkede sınıf çelişkisinin arttığını, proleteryanın yedeklemekle yükümlü olmaya başladığı yeni sınıf ve tabakaların ortaya çıktığı, daha doğrusu devrimcileşme eğilimi taşımaya başladığının göstergesini oluşturdu. Zira bu kuşak, özel olarak medya ve gerici eğitim sistemi ile kafese alınmış, şovenizmle zehirlenmiş, kendini bilgisayar dünyasında ifade etmeyi seven Amerika’nvari bir bireyselciliğin pompalandığı bir kuşak olarak sistem tarafından “cepte” sayılıyordu. Öyle olmadığını hep birlikte gördük. Rüzgâr ekenler artık fırtına biçiyorlar ve bunun şaşkınlığını yaşıyorlar. *** Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan yeni güç dengeleri ve buna yönelik girişimleriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır Türkiye’de olup bitenler. ABD emperyalizminin, dünyanın tek süper gücü konumunu sağlamlaştırmak ve görünür bir gelecek için emperyalist bir rakibin ortaya çıkışına fırsat vermeme stratejisi, bu çerçevede gündeme getirdiği politikalar, bu politikalar kapsamında Ortadoğu’da ve İç Asya’daki girişimleri ve bütün bunlar içerisinde Türk burjuvazisinin yeri ve rolüne ilişkin yaşanan gelişmelerin toplamı bugün olup bitenlerin kaynağını oluşturmaktadır. Türkiye’de olup bitenleri yerli yerine oturtarak anlamlandırabilmek bu çerçevenin doğru değerlendirmesinden geçmektedir. Yaşananlar, bu gelişmelerin uzun bir zamana yaygın sonuçları olup, asli olarak ve tek başına Türkiye’nin kurulu düzenin salt kendi iç gereksinimlerinin bir ifadesi olarak yaşanmakta değildir. Türkiye’nin kendi iç dinamiklerini harekete geçiren, kapitalist gericiliğinin iç dengelerini bozan ve kabuk değiştirmeye zorlayan, uluslararası düzeyde devam eden faktörlerdir. Türkiye’de burjuvazinin farklı kanatları ve dolayısıyla kapitalist gericiliğinin farklı iç eğilimleri var ama bunların iç ilişkilerinin seyrinde, aralarındaki dengelerin nasıl ve ne yönde değişeceğine, emperyalizmin ortaya koyduğu tercihlerin belirleyici rolü olduğu bilinen bir gerçektir. Orta-Doğu ve Orta-Asya, enerji kaynaklarının yoğunlaştığı ve birçok bakımdan da büyük stratejik önemi olan bölgelerdir. Avrasya üzerine mücadele, gerçekte dünya egemenliği mücadelesidir. Türkiye burjuvazisi bu kavgada, ikirciksiz bir biçimde Amerikan emperyalizmiyle iş ve çıkar birliği içerisindedir ve bu konuda tercihi çok nettir. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ne zaman güncellense, öteki bir dizi konu değişse bile bu konu değiştirilemez. Faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP döneminde çok şey değişti, ama ABD emperyalizmine uşaklık
ve NATO’nun vurucu gücü olma politikası değişmedi. Değişmek bir yana, daha da pekişti. Çıkarlarını Amerikan emperyalizmiyle uyumlaştırmak, Türkiye burjuvazisinin kolektif tercihidir. Bundan dolayı da burjuvazinin tüm klikleri, öteki bir dizi konuda kendi içlerinde sorun yaşasalar bile, bu konuda ortak tutma sahiptirler. Amerikan emperyalizmi Ortadoğu’da, denetim dışı enerji kaynaklarına el koymak istiyor. Irak’ta bu somut olarak gerçekleştirildi, Libya üzerinden halen gerçekleşmekte, İran üzerinden buna yönelik hesaplar var. Bunun bir diğer yanı ise ABD, Ortadoğu’daki kendi işbirlikçisi cepheyi genişletmek ve güçlendirmek istiyor. Bu çerçevede Rusya’yı güneyden kuşatmak üzere; Ermenistan’ı, Gürcistan’ı, Azerbaycan’ı Türkiye ile birlikte Kafkas cephesi olarak bir araya getirmek istiyor. Aynı şekilde Ortadoğu’daki işbirlikçi cepheye Güney Kürdistan’ı da dahil etmek, Türkiye ile aynı safa sokmak istiyor. Buna bağlı olarak Türkiye’nin Kürt illerindeki özgürlük kalkışmasını bastırmak, boğmak, yok etmek ve bu alanda dikensiz bir gül bahçesi yaratmaya çalışıyor. Bütün bunlar doğal olarak işbirlikçi büyük burjuvazisinin çıkar ve tercihlerini de yönlendiriyor. Dolayısıyla Türkiye’nin iç siyasal dengeleri de buna göre yeniden şekilleniyor. Amerikan emperyalizmine uşaklık ve hizmette kusur etmemiş erk aygıtları, en başta da Türkiye ordusu, o katılaşmış, kemikleşmiş, kireçlenmiş ideolojik kabulleri ve hassasiyetleri ile, Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu ve en önemlisi kamu mallarının özelleştirilmesi ve yabancı sermayeye toprak ve taşınamaz mülk satışı konularında engel idiler. Bu engelin aşılması gerekiyordu. Dolayısıyla mevcut iktidar yapısına müdahale, eskide ayak direyenlerin tasfiyesi, yeni ihtiyaçlara uyum sağlayanların önünün açılması, bununla sıkı sıkıya bağlantılı olarak yaşanmaya devam ediyor. Dinci faşizm, Türkiye’de emperyalizmin bütün beklentilerine karşılık verebileceği konusunda güven verdi, böylece de onların desteğiyle öne çıkarıldı. Bir askeri müdahaleye karşı korundu ve bugün önemli bir iktidar gücü oldu. Burjuvazinin içinde kendi özel dayanaklarını yarattı. Büyük burjuvazinin bir kesimini temsil eder, öteki kesimini de bir biçimde denetleyebilir hale geldi. Ancak faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP, gelinen yerde artık belli bakımlardan yormaya da başlıyor. Bizzat ona destek veren güçleri, oluşturduğu güçle tanımaz denetlenemez olmaya başladı... Emperyalizmi, İsrail’i, Türk burjuvazisinin TÜSİAD’da temsil edilen kesimlerini kendi çapı düzeyinde yormaya; kendini denetlettirmemeye ve elde edilen artı değerden , kârdan payı istenilen biçimde paylaşmama yoluna girdiği görülüyor. Bu anlaşılabilir bir durum. Onlar, yalnızca ve basitçe emperyalizme uşaklığa yemin ettikleri için bu uyumu göstermediler. Bu uyumu gösterirlerse iç iktidarı ele geçirebileceklerini, güç olabileceklerini, devlete egemen olabileceklerini, zenginliğe egemen olabileceklerini, her bakımdan iktidar olabileceklerini de düşündüler. Ve nitekim öyle de oldu, bunda başarı da gösterdiler. Faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP, gelinen yerde devlete hakim bir partidir artık. MİT elinde, polis elinde, bürokrasi elinde, Diyanet elinde, üniversiteler elinde, son hamleler ile yargıyı da ele geçirmiş oldu. Bu arada en güçlü görünen kurum olarak orduyu siyaseten güçsüzleştirip itibarsızlaştırdı, kımıldayamaz duruma düşürdü ve halen kendisiyle uyumlu bir çizgide tutabiliyor. Bunlar, yıllardır Türk büyük burjuvazisinin sözde liberal-laik kesimleriyle de bir uyuşum içinde oldular. Ama gelinen yerde artık sorun alanları dışa vurmaya başlıyor. Burjuvazinin kendi iç dengelerinde, sıkıntılar yaşanıyor. Tekelci burjuvazinin en güçlü kesimleri bile, kendilerini rahat hissetmeyebiliyorlar. Burjuvazinin uzun vadeli düşünen adamları, bizzat burjuvazinin kendisi bundan sonuçlar çıkarıyor. Hiçbir egemen sınıf iktidarı bu kadar kaba ve keyfi müdahaleleri uzun vadeli olarak kaldırmaz. Aynı şey kısmen uluslararası politikada, özellikle de İsrail politikasında yaşandı. İsrail ile atışma üzerinden Ortadoğu halkları nezdinde olumlu bir imajı yaratmayı ABD el altından destekledi, bunu sorun etmedi. Ama başbakanın dengesizliği nedeniyle, bu konuda ölçü kaçırıldığı ölçüde sıkıntı da arttı. Biraz kontrol edilmesini istiyorlar. Her şeye rağmen, üçüncü dönem için yine kesinlikle AKP’yi istiyorlar faşist diktatörlüğün hükümetine. İstedikleri politikayı en sorunsuz bir biçimde onun hayata geçireceğini biliyorlar. Tek başına CHP iktidar olabilse, bunu CHP’den de umabilirler. Ama CHP’nin bugün öyle bir seçmen desteğini alamayacağını bildikleri için böyle bir hesap yapamıyorlar. CHP-MHP koalisyonu ise, bu konuda hiç arzu edemeyecekleri bir bileşim. Tüm bunların toplamında, Türkiye’yi bir istikrarsızlık bekliyor. Ayrıca, Avrupa’da devletler mali iflasla çöküyor. Bütün bunların Türkiye ekonomisini etkilememesi mümkün değil. Faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP iktidarı emperyalizm ve İsrail’i gereğinden fazla yormaya başlarsa, bunların gündeme getirebileceği oyunlar var. Bir dizi çıkar, bunların temsil ettiği kuvvet çatışıyor. Bütün bunların bileşkesi üzerinden bakmak gerekir, bugün yaşanan halk kalkışmasının seyrine.
SIYAH MAVI
SARI
# D İ R E N T Ü R K İ Y E , D Ü N YA S E N İ N L E
BREZİLYA MECLİS İŞGALİ
ALMANYA « Köln »
Solidarity from Bulgaria
BAHREYN
Linz Avusturya
"Hepimiz Yunan, Türk, Meksikalıyız. Bizim ülkemiz yok. Biz devrimcileriz!" (Brezilya São Paulo)
BREZİLYA
BULGARİSTAN SOFYA
ARJANTİN
DİYARBAKIR LİCE’de KARAKOL YAPIMINA TEPKİYE KURŞUN YAĞDI
Amed’in Licê (Lice) ilçesinde Hezan (Kayacık) Köyünde karakol yapılmasını protesto etmek isteyen kitlenin üzerine askerlerin ateş açarak 18 yaşındaki Medeni Yıldırım’ın ölümüne ve 9 kişinin yaralanmasına neden olan olaylara ilişkin Amed’de Baro, İHD, Tabip Odası, TMMOB Temsilciliği ile Ticaret ve Sanayi Odası’nın ortaklaşa hazırladığı araştırma ve inceleme raporu kamuoyuna açıklandı. Heyetin, mağdurlar, görgü tanıkları ve yetkililerle yaptıkları görüşmeler sonrasında hazırladığı raporda, protesto gösterisinin yeni karakol inşaatına yönelik olduğu ve silah kullanma şartlarının oluşmadığı halde askerlerin halkın üzerine bilinçli ateş açtığı kaydedildi. Protestolar karakola yönelik Heyet üyelerinin Fis Ovası’nda görgü tanıklarıyla olaya ilişkin yaptıkları ön görüşmede Hezan köyündeki karakol inşaatına başlanmış olması sebebiyle aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu yurttaşların bu çalışmayı protesto etmek amacıyla karakol önüne gittiği, protestolar esnasında halka ateş açıldığı, bir kişinin öldüğü ve ağır yaralıların olduğu bilgisinin alındığı belirtilerek heyet üyelerinin bir kısmının Licê ilçe merkezine, bir kısmının da Kayacık Karakolu’na gittiği belirtildi. Köylüler birbirini vurmuş! Heyetin talebi üzerine karakol komutanı ve görevli savcı ile de görüşüldüğü belirtilen raporda, tüm olayların karakol etrafında gelişmesine ve görgü tanıkları olmasına rağmen karakol komutanının karakol etrafında ölen ya da yaralanan olmadığını, askerlerin yalnızca havaya ateş açtığını iddia ederek, karokola yakın bir köyde köylüler arasında silahlı kavga çıktığını, ölüm ve yaralanmaların burada yaşanmış olabileceği sözleri yer alıyor. Karakoldan ateş açıldı. Hazırlanan raporda heyetin olaydan yara almadan kurtulan tanıklarla
görüştüğü belirtilerek, tanıkların ifadelerine göre, halkın yeni karakol inşaatını protesto etmek için toplandıkları, BDP Licê İlçe Başkanı’nın karakol önündeki bir askeri yetkiliyle görüştükten sonra konuşma yaptığı, daha sonra hiçbir dağılma uyarısı yapılmadan grubun üzerine birkaç duman çıkaran madde atıldığı belirtiliyor. Ayrıca askerlerin ilk etapta hedef almadan havaya ateş açtıkları,
daha sonra çadırlara yanıcı maddelerin atılması sonucu yangın çıktığı ve köylüler köye doğru kaçarken bir anda karakolun gözetleme kulelerinin bulunduğu kısımdan insanların üzerine ateş açılmaya başlandığı ifadeleri yer alıyor. Bütün kovanlar karakolda Yapılan incelemede savcının önce sadece karakol bahçesinde delil topladığı, uyarıların ardından karakol dışında da delillerin toplanmaya başlandığı, birçok yerde kan izlerinin olduğu, kan izlerinin karakola 20-25 metre uzaklıkta olduğu,
karakol sahası dışında herhangi bir silaha ait mermi kovanı tespit edilemediği ve askerlerin iddia ettiği gibi Uçarlı köyünde herhangi bir olay ve silahlı yaralama vakasının yaşanmadığının tespit edildiği belirtildi.
Demokratik halk eylemi Hazırlanan raporda ayrıca protesto gösterisinin iddia edildiği gibi uyuşturucu operasyonlarına karşı olmadığı, “Kalekol” olarak tabir edilen yeni karakol yapımlarının barış sürecine zarar verebileceği kaygısıyla yapılan demokratik bir gösteri olduğunun tespit edildiği belirtildi. Raporda, saldırıda hayatını kaybeden Medeni Yıldırım’a ait otopsi raporuna göre; mermi çekirdeklerinin vücudun üst bölgelerinden giriş yapıp daha aşağıdaki bölgelerden çıkış yapmış olmasının, göstericilere sadece kendilerine göre daha yüksek konumda bulunan, yani gözetleme kulelerinden ateş açıldığı tespitini doğruladığı kaydedildi. TALEPLER 1. Olaya ilişkin soruşturma son derece şeffaf, hızlı ve etkin bir şekilde yürütülmeli, olayın tüm taraflarının soruşturmaya etkin bir şekilde katılmaları sağlanmalı, gizlilik kararı kaldırılmalıdır. 2. Göstericilere karşı ölümcül güç kullanıldığı da dikkate alındığında soruşturmanın etkin bir şekilde yürütülmesi, delillerin karartılmaması için karakol komutanı ve komuta kademesindeki diğer jandarma görevlileri ve olayda silah kullanan muvazzaf personel açığa alınmalıdır.
3. Olayı gerçek mecrasından saptırmaya dönük dezenformasyona son verilmeli, olayı gerçekleştiren faillere odaklanmalıdır. 4. Karakol inşaatları barış sürecine ilişkin kaygıları güçlendirdiği gerçeğinden hareketle, yapımlarına son verilmeli ya da en azından barış sürecine ilişkin kaygıların giderilmesine kadar ertelenmelidir. 90’ları aratmayan tutum İHD Amed Şube Başkanı Raci Bilici, Türkiye’nin batısında gelişen olaylara ilişkin Başbakan’ın söylem ve üslubunun son derece kaygı verici olduğunu belirterek, “Bölge halkı ve BDP, sürecin sağlıklı ve hızlı ilerlemesi için gereken adımların atılması için çok doğal, yerinde ve meşru demokratik eylem başlattı. Ama yine gördük ki, hükümetin 90’lı yılları aratmayan tutumu devam etti. Demokratik haklara tahammül etmeyen algı ve zihniyet insanları katletmeye devam etti. Zihniyet ve bakış açısının değişmediğini görüyoruz. Kitleye birçok yerde hükümet son derece orantısız bir güçle müdahale etti. Doğrusu Lice’de gerçekleşen olaydan bu yana bölgedeki sivil toplum örgütleri olarak son derece kaygılıyız” dedi. ‘Kaygıyla izliyoruz’ Amed Ticaret ve Sanayi Odası (DTSO) Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Metin Aslan ise, Lice ilçesinde yaşanan olaya ve hükümetin “adım atması” için bölgede yapılan yürüyüşlere ilişkin şunları dile getirdi: “Yeni karakolların yapımına aktarılan kaynağı doğru bulmuyoruz. Barış sürecinde bu tür girişiminler toplumda kaygı yaratıyor. Başbakan’ın yaptığı açıklamaları kaygıyla izliyoruz. Başbakan’ın dilini ve tutumunu yanlış buluyoruz. Daha barışçıl bir dil kullanmasını talep ediyoruz.”
SIYAH MAVI
HALKIN KURTULUSU
SARI
SAYFA 8
İŞÇİ VE HALK KALKIŞMALARI Dünü - Bugünü - Yarını 15-16 HAZİRAN ve İŞÇİ KALKIŞMALARI
SINIFIN YiTiRDiKLERi
16 Haziran günü ölenler Yaşar Yıldırım, Mutlu Akü Fabrikası işçisi Mustafa Bayram Vinleks işçisi Mehmet Gıdak, Cevizli Tekel Fabrikası işçisi Doğukan Dere, esnaf Eylemle bağlantılı direnişlerde ölenler Hüseyin Çapkan, eylemlerden sonra direniş başlatan Gıslaved işçilerinden Lastik-İş sendikası üyesi işçi Necmettin Giritlioğlu, Aliağa rafinerisi inşaatında çalışan ve greve giden Yapı-İş Sendikası Genel Başkanı Bu yazımızda 15-16 Haziran işçi kalkışmasını tek başına değil ama onu tarihsel bir başlangıç olarak ele alacağımız ve Türkiye işçi sınıfının on yıllık aralarla birbirini izleyen kalkışmalarıyla birlikte değerlendireceğiz. 15-16 Haziran 1970, Şubat 1980 Tariş ve 1990-91 Zonguldak maden işçileri eylemleri, bu üç işçi kalkışması; sınıf tarihimizin en üst kalkışma noktalarıdır ve tam olarak algılanmak-anlaşılmak zorundadır. Bu işçi kalkışmaları; gerçekleştikleri zaman, mayalandıkları toplumsal-siyasal ortam ve sınıfın içinde bulunduğu ruh hali bakımlarından olduğu kadar, yöntemleri, gelişmeleri ve sonuçlarıyla da farklılıklar gösteriyorlar. Kendi dönemlerinin en ileri eylemleri olmalarının yanı sıra, kendilerini başlatan nedenlerin ötesine geçen gelişimleri ve yol açtıkları sonuçların benzerliği ise ortak yönlerini oluşturuyor. Türkiye’nin toplumsal siyasal ortamı; sol yelpaze, devrimci ve komünist hareketler ile sendikal hareketin durumu, işçi sınıfının bunlara tepkisi arasındaki karşılıklı ilişkiyi anlamak bakımından engin bir kaynak sunuyorlar. 15-16 Haziran, Türkiye işçi sınıfının en ileri, en görkemli kalkışmasıdır ve kalkışmayı tetikleyen görünürdeki neden; faşist diktatörlüğe hükümet eden Süleyman Demirel´in, DİSK’i fiilen yok etmeyi amaçlayan bir hükümet üyesi tarafından açıkça dile getirilen yasa tasarılarını meclise getirmesiydi. DİSK, tasarının yasalaşmasını önlemek için, faşist Süleyman Demirel’e mektup yazmaktan, DİSK üyelerini “anayasal direniş hakkını” kullanmaya çağırmaya kadar çeşitli girişimlerde bulundu ve 17 Haziran’da miting yapmak üzere İstanbul Valiliği’ne başvurdu; ancak valilik mitinge izin vermedi. 14 Haziran günü Lastik İş sendikasında, binin üzerinde sendika temsilcisinin katıldığı bir toplantı yapıldı. Toplantının amacı, somut eylem kararının belirlenmesiydi. Toplantıya katılan işçilerin kararlılığına rağmen, DİSK yönetiminin ikircikli tutumu nedeniyle eylemin biçimi ve zamanı konusunda karar alınamadı. Bu noktadan itibaren inisiyatif, çok büyük çoğunluğu işyeri temsilcisi olan öncü işçi aktivistlerine geçti. Bir gece içinde eylem komiteleri oluşturuldu, 15 Haziran’da Otasan fabrikası işçilerinin işbaşı yapmayıp yürüyüşe geçmeleriyle eylem başladı. Bunu, İstanbul’un her yerindeki fabrikalardan işçilerin yürüyüşe geçmesi izledi. Yürüyüşlere, İstanbul’un 200’ye yakın fabrikasında çalışan on binlerce işçi katıldı. 16 Haziran günü yürüyüşler daha kalabalık sayılarla, daha militan biçimler alarak devam etti. Bu kez, on binlerce işçi Avrupa ve Anadolu yakasındaki kollardan kent merkezlerine akmaya başladı. Galata köprüsü açılarak, vapur seferleri iptal edilerek iki yakadan gelen iki büyük kolun buluşması önlendi. Kadıköy Kurbağalıdere’deki çatışmalarda, üç işçi öldürüldü. Olaylar sürerken DİSK Başkanı Kemal Türkler, radyodan anayasal haklar için yapılan direnişlerin silahsız ve saldırısız olması gerektiğini söyleyen bir konuşma yaptı. Hükümet, 16 Haziran akşam saatlerinden sonra inisiyatifi ele almaya başladı. Fabrikalar askeri birliklerce kuşatıldı, sendikalar basıldı, yüzlerce işçi gözaltına alındı, İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilan edildi. İzleyen günlerde, 5 binden fazla işçi işten atıldı. Yasa meclisten geçti, ancak 9 Şubat 1971’de TİP’in açtığı dava üzerine Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildi. Çıkış nedeninden belli ölçülerde bağımsız olarak 15-16 Haziran, işçi sınıfının faşist diktatörlüğü ve onun sahibi egemen sınıfları doğrudan karşısına alan siyasal içerikli bir kalkışmaydı. Kalkışmanın gücü tabandan gelmekteydi. 15-16 Haziran’ın enerji kaynağı; fabrikalar, işyerleri, buralardaki ileri işçilerdi. DİSK’in işyerlerini temel alan örgütlenme biçimi taban dinamiğine kanal yaratmış, eylem esas olarak işyeri temsilci ve eylemcileri tarafından örgütlenmiş, ilk hareket bu anlamda örgütlü ve eşgüdümlü bir inisiyatifle sağlanmıştı. Eyleme katılan işçi sayısı, Türk-İş’ten, başka sendikalardan ve sendikasız işçilerden katılımların boyutu; yürüyüşe katılımların öznel bir çabayla değil kendiliğinden bir çığ gibi büyümesi ise, alttan gelen enerjinin söz konusu örgütlülük ve eşgüdümün çok ötesine geçtiğini gösteriyordu. 15-16 Haziran, DİSK-Türk-İş ayrımını fiilen ortadan kaldıran, bu iki sendika konfederasyonuna bağlı işçileri eylemde birleştiren bir kalkışmadır. Sınıfın, sınıfa karşı eylemi, işçileri sendika aidiyetlerinin ötesinde birleştirmiştir. Türkiye işçi sınıfının proleter yöntemlerle yürüttüğü, sınıf zorunu ortaya koyduğu en ileri eylemdir. Burjuvazinin, kalkışmayı “ihtilal pro-
vası” olarak adlandırması rastlantı değildir. Yürüyüş ve çatışmalar boyunca haykırılan, öne çıkarılan sloganlar; işçi kitlesinin Türkiye solunun o günkü ideolojik konumuna paralel bir bilinç ve psikoloji içinde olduğunu göstermektedir. “Bağımsız Türkiye”, “Amerikan üslerine hayır”, “Referandum hakkımız söke söke alırız”, “Emperyalizme ölüm”, “İşçiyiz güçlüyüz”, “Kahrolsun faşizm”, “Ordu-işçi el ele”, “Anayasa için el ele” vb. sloganları; 15-16 Haziran’ı önceleyen dönemde, sosyalist ve devrimcilerin yürüyüş ve mitinglerde kullanageldikleri içeriktedir. Türkiye sol ve sosyalist hareketinin hiçbir siyasal öznesi; 15-16 Haziran’ın örgütleyicisi, aktif örgütlü destekleyicisi, ya da 15-16 Haziran sonrasında işçi sınıfı içindeki örgütsel nüvelerin geliştiricisi ve sürdürücüsü olamamıştır. Faşist diktatörlük ve egemen sınıflar; 15-16 Haziran’dan önemli dersler çıkarmış, bu tarihten sonraki sınıf mücadelesini bu deneyimden ciddi biçimde yararlanarak yürütmüştür. 12 Mart’ın, 15-16 Haziran’ın yanıtı olması bir yana; kalkışmadan sonra binlerce önder nitelikli, sol eğilimli işçinin işten atılması, bu budama işleminin sürekli kılınması bunu gösteriyor. İlk ağızda işten atılan işçi sayısı, 5 binin üzerindedir. Sermaye 15-16 Haziran’dan sonra da, işyerlerindeki ileri, sol eğilimli işçileri tasfiyeyi öncelik haline getirmiştir. 15-16 Haziran 1970 büyük emekçi kalkışması, bir de “mücadele-kazanım” diyalektiğini işçi sınıfı yığınlarının bilincine çıkaran yönüyle önemlidir. Kalkışmayı tetikleyen yasanın Anayasa Mahkemesi’nce iptali, salt hukuksal bir sürecin ürünü değildir. Bastırılmasına, eylemi örgütleyen işçiler kuşağının tasfiyesine, yasanın meclisten geçmesine rağmen; 15-16 Haziran’ı yalnız sosyalistler için değil esas olarak geniş işçi kitleleri için önemli kılan nedenlerden biri “hak verilmez, alınır” mesajını güçlü biçimde vermesidir. DİSK yönetiminin 15-16 Haziran’ın örgütlenmesine, yürütülmesine önderlik etmediği bilinen bir tarihi gerçekliktir. 15-16 Haziran’ın etkisine, daha geniş bir çerçeveden bakmak gerekiyor. 1967-80 dönemi DİSK’i, Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde önemli bir yer tutmaktadır. DİSK, işçi sınıfının daha nitelikli, endüstriyel işkollarına dayanan bir kesimini örgütleyerek yola çıkmış, TİP’le yöneticileri düzeyinde ilişki kurmuş, daha da önemlisi sendikal gelişmesini, işçi sınıfının ekonomik koşullarını iyileştirme eksenli göreceli “sınıf sendikacılığı” anlayışı üzerinden sağlamıştır. DİSK’li sendikalar işyerlerini militan işçi eylemlilikleriyle kazanmış ve korumuşlardır. DİSK, “referandum hakkımız, söke söke alırız” bayrağı altında girişilen fabrika işgalleri ve direnişleri yolundan büyümüştür. Derby, Kavel, Roche, Singer, Krom Magnezit, Türk Demir Döküm işgalleriyle ortaya konulan militan işçi sahiplenmesini dikkate almadan; 15-16 Haziran’ı yerli yerine oturtmak da, DİSK’i anlamak da, sonraki gelişme ve çelişkilerini idrake vardırmak ve açıklamak da mümkün değildir. Bu eylemlerin, 15-16 Haziran’a birikim sağlayan prova işlevi gördüğü kesindir ve kuluçkalık yapan, eylemi ilk ateşleyen özne DİSK’tir. TİP ise, DİSK yöneticilerinin önemli bir bölümünün TİP üyesi ve yöneticisi olduğu halde, 15-16 Haziran’da yoktur. Parti yöneticileri, sonradan partili sendikacıları eleştirirken eylemlerden haberleri olmadığını söyleyerek bunu açıkça itiraf etmekler kalmamış, aynı zamanda fasifist diktatörlük karşısında acze ve korkuya kapıldıklarını da itiraf etmişlerdir. 1960-70 dönemi, belki de ilk kez bu ölçüde geniş demokratik hak ve özgürlükleri yığınsal ölçekte kullanmaya başladı. 15-16 Haziran eylemini başlatan öncü işçi kuşağı ve eylemlere katılan yüzbinlerce işçinin, bu eylemli ortamdan doğrudan ve dolaylı biçimde etkilendiği kesindir. 1960 sonrası devrimci yükselişin sağladığı toplumsal etkiye rağmen, TİP’e muhalefet temelinde 5-6 yılda oluşan, gençlik ve sosyalist aydınlar üzerinde etkinlik kazanan MDD hareketi; 1970 Dev-Genç kongresini izleyen çok kısa bir süre içinde, pratik siyasal tutumlardan başlayan ve farklı ideoloji, görüş, yol ve örgütlere doğru büyüyen tartışmaların sonunda beş ayrı eğilime bölünmüştü. Program ve strateji tartışmalar, yer yer doktriner ve akademik bir tarzda sürdürülüyor ancak toparlanma yerine daha çok bölünmeye yol açıyordu. Türkiye işçi sınıfının Haziran çıkışının en önemli sorunu, olayları amaçlı bir siyasal yörüngeye çekecek, sonra da düzenli bir geri çekilmeyle, eylem öncesi ve sonrasındaki kazanımları ilerleterek değerlendirecek bir öncü partinin yokluğuydu.
1980 Ocak Tariş Kalkışması Ege bölgesinin tarımsal ürünlerine dayalı sanayi birimlerinden oluşan Tariş kompleksi, hukuken binlerce üretici ortağa dayanan bir kooperatif olmakla birlikte, yönetimi büyük toprak sahipleriyle tarım kapitalistlerinin elindeydi ve fabrika yöneticileri de sanayi bakanlığınca atanıyorlardı. 8000 civarında işçinin çalıştığı Tariş’e bağlı işletmeler; 1. ve 2. MC hükümetleri döneminde yoğun faşist kadrolaşmalarına sahne olmuş, CHP’nin iktidara gelmesinden sonra sol ve sosyalist işçi gruplarının da katkısıyla faşistler tasfiye edilmiş, ancak 3. MC’nin kurulmasıyla birlikte bu kez sol ve sosyalist eğilimli işçilerin atılarak, kadroların yeniden faşistlerle doldurulması gündeme gelmişti. Bakanlık, ilk etapta 300 işçinin işten çıkarılması talimatını uygulamayan genel müdürü görevden aldı. İçişleri Bakanlığı’nın 14 Ocak 1980’de, İzmir Valiliğine Tariş’te “suç odaklarının ortaya çıkarmak” ve yakalamak için 22 Ocak’ta operasyon başlatılması direktifini vermesiyle, sabahın erken saatlerinde yüzlerce polis ve jandarma arama yapmak üzere iş araçları ve polis panzerleriyle fabrikalara saldırdı. İplik fabrikası işçileri, polisi fabrikaya sokmayarak direnişe geçtiler. Direniş kısa zamanda tüm Tariş işletmelerine yayıldı, orada da kalmayıp İzmir’in emekçi semtlerinde sokak ve barikat çatışmalarına yönelerek ilerledi ve bir işçi kalkışmasına dönüştü. İlk anda, polis ve jandarmanın girdiği fabrikalarda da barikatlar kuruldu. Bayraklı, Soğukkuyu, Naldöken, Alaybey, Darağacı, Karabağlar, Altındağ, Kahramanlar ve daha birçok semtte barikatlar kuruldu. Gültepe halkı, polis ve ordu kuşatmasına karşı direndi. Çiğli’de kurulan barikatlar, ancak uzun çatışmalardan sonra aşıldı. Öğrenciler ve yukarıda bir bölümü sayılan emekçi semtlerin yaşayanları, kadın-erkek işçileri desteklediler. Direnişler, ancak çevre illerden getirilen takviyelerde geriletilebildi. DİSK yöneticilerinin pasif ve eylemleri durdurmak isteyen tutumu nedeniyle; Tariş eylemine tüm Türkiye çapında işçi tabanından gelen isteklere rağmen, başka yerlerinden destek gelmedi. DİSK’in bu eylemdeki tutumu, açıktan faşist diktatörlükle uzlaşma temelinde gelişti. Aradan geçen yıllarda, DİSK’in CHP’lileştirilme süreci tamamlanmıştı. DİSK, yeni bir CHP hükümetine zemin hazırlayıcı bir faaliyet içindeydi ve Tariş olaylarının başlamasından önce, çeşitli illerde yeni hükümeti protesto amacıyla ‘demokrasi mitingleri’ düzenlemeye başlamıştı. Bu mitinglerden biri, 27 Ocak’ta Tariş direnişinin sürmekte olduğu İzmir’de yapıldı. DİSK Başkanı, aynı zamanda CHP milletvekili olan Abdullah Baştürk bu mitingde yaptığı konuşmada, işçilere “provokasyona” gelmeme uyarısı yaptı. DİSK, eylemin durdurulması için elinden gelen her şeyi yaptı. DİSK’in görevlendirdiği Tekstil-İş Başkanı Rıdvan Budak, DİSK Başkanvekili Rıza Güven ve Gıda-İş Başkanı Mehmet Mıhlacı’dan oluşan bir heyet fabrikaları dolaşarak işçileri eylemden vazgeçirmeye çalıştılar. İşçiler, bu sendikacıları, “direnişi kıranın kafasını kırarız” diye karşıladılar. Ne var ki, bu heyetten Rıdvan Budak, önce Tekstil-İş Çiğli yöneticilerini görevden aldı ve direnişin odağı iplik fabrikasında yapılan toplantıda, “DİSK ilkesini benimseyenler, benimsemeyenler”, “genel grev isteyenler, istemeyenler” biçimindeki danışıklı ve son derece şaibeli bir oylamanın sonunda, bu oylama sonuçlarının direnişin sona ermesi anlamına geldiği yorumunu yaptı. Bu oldu bitti üzerine, yalnız ve öndersiz kalan işçiler daha fazla direnemediler. 31 Ocak’ta direniş sona erdi. Yüzlerce işçi işten atıldı, gözaltına alındı. Direnişe katılan işçi sayısı bakımından Tariş işçi kalkışmasının, 15-16 Haziran’la kıyaslanacak bir boyut taşımadığı açıktır ve yalnız İzmir’le ve Tariş işyerleriyle sınırlı kalması bakımından değil, ülke çapındaki sınıf mücadelesi açısından 15-16 Haziran’a göre “yerel” kalmıştır. Bunlara rağmen Tariş’i önemli yapan etmenlerden biri, bu direnişin sokak ve barikat çatışmaları biçimini alması; İzmir’in işçi emekçi yataklarından aktif militan desteği görmesi ve bir devrim provası niteliğine bürünmüş belki de ilk işçi kalkışması olması bakımından da özel öneme sahiptir. Eylem, ekonomik-sendikal bir hak talebi, grev vb. türünden önceden belli bir hazırlık ve örgütlülüğün direniş boyutları kazanması şeklinde seyretmedi ve kalkışmayı ateşleyen olay; Demirel hükümetinin çoğu solcu, devrimci olan 300 işçiyi işten çıkarmak istemesiydi. İlk gün, iplik fabrikasını işgal eden işçiler üç talep ileri sürdüler: Olayda polisin sorumluluk ve yasa dışı davranışının kabulü, gözaltına alınan işçilerin salınması, iş ve can güvenliğinin sağlanması. Bu kalkışmaya da belli bir siyasal örgüt, sendika önderlik etmedi. DİSK yukarıda değinilen nedenlerle, mücadeleci işçi tabanından kopmuştu. DİSK yöneticileri, kaldığı kadarıyla da DİSK adını ve prestijini eylemi kırmak için kullandılar. Dönemin öne çıkan, ülke çapında örgütlenmesi olan siyasal örgütleri de; tıkanıklık ve bocalama içindeydiler. Devrimci Komünist Hareket, daha inşa sürecinde ve kongre aşamasında genç ve tecrübesizdi. 1977 1 Mayıs’ından sonra inişe geçen devrimci sosyalist hareket; azımsanmayacak güç ve örgütlülüğüne, desteklerine rağmen siyasal inisiyatif ve etkinliğini yitirmişti. Tariş kalkışmasına aynı zamanda ‘direniş’ denmesinin nedeni, önerdiği taleplerin içeriğidir. Mücadelenin kazandığı boyut ve biçimler esas alındığında, Tariş çıkışının yerel bir kalkışma olduğu rahatlıkla söylenebilir. Önderliği zayıf, hazırlığı olmayan, hedefleri ve sonuçları iyi düşünülmemiş, yarı kendiliğinden denebilir nitelikli bir kalkışma. Direnişi başlatan, örgütleyen ve en önde dövüşenler; farklı sosyalist, devrimci örgüt ve hareketlere mensup işçiler, onların oluşturduğu fabrika temelli eylem birlikleriydi. Bu, Tariş direnişinin, o günkü siyasal ortamın yansıması da olan bir özelliği, özgünlüğüdür. Özelliğidir çünkü 1980 Türkiye’sinde sosyalist ve devrimci hareket, güçleri ve siyasal etkileri birbirine yakın çok sayıda örgütten oluşuyordu ve Tariş işyerlerindeki öncü işçiler de neredeyse istisnasız biçimde bu örgütlerden birinin ya da ötekinin üyesi, sempatizanıydı. Özgünlüktür, çünkü o günün Türkiye’sinde sosyalist ve devrimci örgütler arasındaki ilişkilerin egemen karakteri, zaman zaman düşmanlık boyutları da alan rekabet ve gurupçuluktu. Tariş direnişi; işyerleri düzeyinde bu siyasal örgütleri yan yana getirdi, eylem komiteleri direnişin başını çekti. Bu 12 Eylül Askeri faşist diktatörlüğüne koşar adım
Ekrem EKŞİ
ilerleyen ülkede; solda sözü çok edilen ‘birlik’in, aşağıdan ve işçi sınıfından gelen, özendirici, emsal alınacak bir pratiğiydi. Onlarca görüşmenin, müzakerenin, askeri faşist diktatörlüğün ayak seslerinin birleştiremediği güçleri; proleter eylem birleştirmişti. Ne var ki, eylem birliği Tariş işyerlerinin tümünü kapsayan bir üst örgütlülüğe doğru gelişme olanağı bulamadı. Tariş direnişi yalnız sendikaları değil, siyasal örgütleri de aştı. Yine 15-16 Haziran’dan önemli bir fark olarak Tariş kalkışması; fabrikalardan semtlere taştığı, sokak ve barikat çatışmaları biçimlerini kazanarak kente yayıldığı ölçüde halkçı, biraz da emekçi / varoş popülizmi temelinde bir gelişim gösterdi. 1990 Zonguldak Maden İşçileri Eylemi 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü suresince ve sonrasından günümüze değin, erkteki burjuvazi; sistematik bir ekonomik/siyasal şiddet eşliğinde işçi sınıfını siyasetsizleştirme, örgütsüzleştirme, eylemsizleştirme hedefli büyük bir saldırı örgütledi. 1989 bahar eylemleri, askeri faşist diktatörlüğün statükosunu zorlayan ama hareketin zaaflarının izlerini belirgin biçimde taşıyan bir hareketlilik olarak yaşandı. Kamu kesiminde çalışan yaklaşık 500 bin işçi için sürdürülen toplu sözleşmelerin tıkanması üzerine başlayan protesto hareketleri, 1989 baharında yaygınlaşmaya başladı. Topluca viziteye çıkma, vizite kâğıtlarıyla hastanelere yürüme, sessiz yürüyüş, alkışlama, telgraf çekme, sakal uzatma, saç kazıtma, işçi araçlarına binmeyi reddetme, işe geç gitme, fazla mesaiye katılmama, karayollarını trafiğe kapama, yalınayak yürüme, konuşmama, işyerini terk etmeme, boşanma davaları açma gibi “demokratik” eylem biçimleri diyebileceğimiz eylemlerle yaşam buldu. Siyasal iktidar, bu eylemlere genel olarak ‘hoşgörülü’ davrandı. ANAP’lı İçişleri Bakanı, eylemlerle ilgili olarak şunları söylüyordu: “ İşçinin yürüyüşü eyleme dönüşmediği sürece, polis müdahale etmiyor. Yolun kenarından yürür, slogan atmazlarsa bir şey olmaz. Mesele tamamen ekonomik. Toplu sözleşmeler imzalansın da bu iş bitsin diye bekliyoruz. İşçinin kışkırtıldığına ilişkin bir istihbarat bize ulaşmadı.” Bir çok kafa karışıklığı içersinde anlaşılmaz hesaplamalarla, işçilere %127-142 oranında ücret artışı verilmesiyle eylemler sona erdi. Yaygın, belli merkezlerde yoğunlaşma oranı ve militanlık derecesi düşük, esas olarak ekonomik taleplerle sınırlı sendikalist bahar eylemleri ile, işçilerin 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğü sonrasında ilk kez bu oranlarda zam aldıkları bir gerçektir. Ancak, sendikalist-apolitik-teslimiyetçi ve ricacı rengi ve ana sloganı “Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı”, aktivistleri ve sendikal önderliği uzlaşmacı olan bu eylemlerin kendisinden sonrasına önemli bir deneyim taşımadığı ve sınıfa politik anlamda hiçbir kazanım sunmadığı açıktır. Zonguldak maden işçileri eylemini önceleyen bir diğer işçi protestosu ise; Yeniçeltek maden ocağındaki grizu patlaması sonucu yaşamlarını yitiren 68 maden işçisinin ölümünü protesto amacıyla, Zonguldak’ta 25 Şubat 1990’da yapılan miting ve yürüyüştür. İşçilerin zorlamasıyla, Genel Maden İşçileri Sendikası tarafından düzenlenen bu eyleme 35 bin kişi katıldı. “İş güvenliğinin sağlanması”, iş cinayetlerinin önlenmesi”, “maden ocaklarının kapatılması girişimlerinin engellenmesi”, “sömürüye, haksızlığa son verilmesi” talepleriyle yapılan mitinge Zonguldak halkı da destek verdi. Bu eylem, Zonguldak maden işçilerindeki birikmiş öfkenin göstergesiydi. 30 Kasım 1990’da, Genel Maden İş Sendikasına üye 42 bin madenci ve Maden Tetkik Arama işyerindeki 6 bin işçi greve çıktılar. 30 Kasımda greve çıkılmasından sonra Zonguldak madencileri her gün yürüyüş ve miting yapmaya başladılar. Faşist diktatörlük ve hükümetleri, bu giderek büyüyen eylemli greve, zarar ettiği gerekçesiyle maden ocaklarının kapatılmasını gündeme getirerek yanıt verdi. 4 Ocak 1991 günü maden işçilerinin Ankara hedefli yürüyüşü başladı. On binlerce işçi, 7 saatte 23 kilometre yürüyerek Devrek’e ulaştılar. Devrek halkı, yaklaşık 50 bin işçiyi konuk etti. Yürüyüş kolu Devrek’ten çoğalarak, 80 bin kişilik bir kortej halinde yoluna devam etti. 5 Ocak’ta yürüyüş kolu, bir moladan yararlanan jandarma tarafından bölündü. Başbakanın çağrısı üzerine, sendika yöneticileriyle hükümet arasında yapılan görüşmelerden bir sonuç alınamadı. Yürüyüşün 70. Kilometresinde, işçiler Mengen’de konaklamaya karar verdiler. 6 Ocak’ta, Ankara’ya doğru yürüyüş yeniden başladı. 12 kilometre yol aldıktan sonra, yürüyüş kolu jandarma ve çevik kuvvetin oluşturduğu barikatla yüz yüze geldi. İşçiler 10 kilometrelik bir alana yayılarak, beklemeye başladılar. Bu arada, 200 işçi gözaltına alındı. Faşist diktatörlüğün hükümetiyle, yeniden görüşmeler yapıldı. 4 Ocak’ta yürüyüşe devam edildi, yeniden barikatla karşılaşıldı. İki gece daha dışarıda geçirildi ve 8 Ocak’ta faşist diktatörlüğün hükümeti, sınıfın direngenliği karşısında geri adım atmak zorunda kaldı; işçi içinde taleplerin kabul edileceği yolundaki ‘umut’ların iyice yaygınlık kazanmasıyla yürüyüş sona erdi. Görüşmelerden ise sonuç alınamadı, bakanlar kurulu bütün grevlerle birlikte madenciler grevini de erteledi. 6 Şubat 1991’de Yüksek Hakem Kurulu’nun dayatmasıyla, toplu iş sözleşmesi imzalandı. Faşist diktatörlük, tarihinde ilk olmayan bir sahtekarlığı daha sahnelemiş, politik önderlikten yoksun sınıf bir kez daha aldatılarak direngenliği boşa çıkartılmış oluyordu. Zonguldak maden işçilerinin yürüyüşünün başlamasıyla bitişi arasında, ‘3 Ocak genel eylemi’ gerçekleşiyordu. Türk-İş başkanlar kurulu, genel grevin kod adı olan ‘genel eylem’ kararını 1988 Şubat’ında almıştı. 20 Aralık 1990’da toplanan Türk-İş genişletilmiş başkanlar kurulu, ‘genel eylem’ gününü 3 Ocak 1991 olarak belirledi. Türk-İş’e ve Hak-İş’e bağlı sendikalarla birlikte, bağımsız sendikalara üye işçilerin de iş bırakmasıyla “genel eylem” gerçekleştirildi. Genel grev, işe gitmeyerek evde oturma biçiminde uygulandı. Yeterli hazırlık yapılmadan, amaç ve hedefleri açıkça belirlenip kamuya anlatılmadan yapılan bu genel grev, her şeye rağmen işçi sınıfının üretimden gelen gücünü topluma hissettirdi. Bu sonuç, eylemin, onu ‘yasak savar’ mantığıyla başlatan Türk-İş yönetimine rağmen gerçekleşen en olumlu sonucuydu. DEVAM EDECEK
SIYAH MAVI
HALKIN KURTULUSU İZMİR KUNDURA İŞÇİLERİ HAKLARI İÇİN ÖRGÜTLENİYOR
Halkın Kurtuluşu :Direniş nasıl ve neye karşı başladı anlatabilir misin? İşçi Komite Temsilcisi: Ayakkabı işçilerinin sorunları malum yıllardır çok ağır koşullarda üretim yapıyoruz. Karanlık izbe atölyelerde, düşük ücretle ve sağlığımız tehdit altında sigortasız çalıştırılıyoruz, yetmez gibi son aylarda sitede çok sayıda Suriyeli kaçak işçi çalıştırılmaya başlandı. Savaştan kaçan çaresiz insanlar daha büyük bir cehennemin içine çekildiler. Kundura işverenleri Suriyeli kaçak işçileri karın tokluğuna çalıştırıyorlar ve zaten açlık sınırında çalışan bizleri bununla terbiye etmeye çalışıyorlar. Bu durum bardağı taşıran son damla oldu. İlk olarak 10 civarında işçi sitenin ortasına gelerek bu durumu protesto eden ve işçi arkadaşlarımızı mücadeleye çağıran sloganlar attık hemen karşılık buldu. 10 yüz oldu, sonra bin, sonra on bin …Sokağa çıkan işçiler, ucuz kaçak işçi çalıştıran işverene öfkelerini yansıtırken birden asıl taleplerimiz gündeme gelmeye başladı. Halkın Kurtuluşu : Peki siz site içerisinde iş bırakarak sokağa çıktıktan sonra patronların tavrı ne oldu? İşçi Komite Temsilcisi: Hemen bir TOMA ve çevik kuvvet ekibi patronları korumak üzere siteye geldi ve önümüzü kesti. Patronların oda başkanı ile görüşmek istediğimizi taleplerimizi ona ilete
bileceğimizi ifade ettik ancak az sonra oda başkanı Tahsin Güzel ‘’ben, üç beş çapulcu ayyaşla görüşmem’’ diye haber gönderdi. Bunun üzerine sayımız birden iki bin çapulcuya ulaştı. İşçi arkadaşlar odayı basıp Tahsin Güzel’e dersini vermek için harekete geçtiler. Bunun üzerine TOMA sayısı 2’ye çıkarıldı. Bir saatte bitirmeyi düşündüğümüz eylem Tahsin Güzel sayesinde bütün bir güne yayıldı. Sayımız oda başkanının fikrini değiştirecek noktaya ulaşınca haber gönderdi’’ 15 tane işçi temsilcisi seçsinler, onlarla görüşeceğim’’ dedi. Fakat işçi arkadaşlar bunun işçi önderlerini açığa çıkarmak için yapılan bir tuzak olduğunu düşünerek ‘’temsilci falan yok, hepimiz temsilciyiz gidin böyle söyleyin görüşecekse hepimizle görüşsün” dediler. Eylemlerimiz ve sayımız artınca TOMA sayısı 4’e çıktı. İlk gün polis komiseri beni tehdit etti. Ardından işçilere dönerek “bu adam terörist! sizin bu anarşistin peşinde ne işiniz var” gibi sözlerle bizi bölmeye çalıştı. Ancak işçiler buna prim vermediler yuh çekerek komiseri oradan kovaladılar. “Polis dışarı, siteler alanlar bizim” sloganını attılar. Halkın Kurtuluşu :Peki bu tepki bir anda ortaya çıktı. Ciddi bir çalışma yoktu anlaşılan? Şimdi durum nedir? İşçiler örgütelenebildi mi? İşçi Komite Temsilcisi: Evet, şimdi örgütlüyüz, ek-
İŞÇİLERİN MAHKEMELERDE HAK ARAMASI ENGELLENMEYE ÇALIŞILIYOR!
DİSK Genel Sekreteri Dr. Arzu Çerkezoğlu’un, İş Mahkemeleri’nin “daha hızlı ve masrafsız çalışması” gerekçesiyle hazırlığı yapılan yeni yasa tasarısı çalışmalarına ilişkin açıklaması: İş Mahkemeleri yerine “İş ve Sosyal Güvenlik Uyuşmazlıkları Hakem Heyeti”nin kurulması işçilerin hukuk önünde hak arama mücadelesini kısıtlama anlamına gelmektedir. Emekçileri kuralsız ve güvencesiz çalıştırma kuşatması altında bırakan iktidar yasa ve yasaklarla fiili ve hukuki mücadelemizi engelleyemeyecektir. Konfederasyonumuz işçilere dönük yeni bir saldırının haberini tüm Türkiye gibi dün basına yansıyan haberler aracılığıyla öğrendi. Söz konusu habere göre AKP Hükümeti İş Mahkemelerinin daha hızlı ve masrafsız çalışması için yeni bir yasa tasarısı hazırlığı içinde. Bundan sonra “işçi ile iş veren arasından iş akdinden veya İş Kanunu’ndan doğan her tür hukuk uyuşmazlığın” İş Mahkemelerinde değil “İş ve Sosyal Güvenlik Uyuşmazlıkları Hakem Heyeti”nde görüşülmesi planlanıyor. Tasarıya göre “İşe iade hakkıyla sosyal güvenlik alanındaki uyuşmazlıklar”ın çatışma ve çözümü bağımsız yargı aracılığıyla değil hükümet tarafından oluşturulması planlanan Hakem Heyeti aracılığıyla olacak. AMAÇ GÜVENCESİZLİK KUŞATMASI ALTINDAKİ İŞÇİYİ KORUMASIZ BIRAKMAK Hakem heyeti uygulamasının hükümetin emeğin haklarına dönük saldırı programının bir parçası olduğu açıktır. Son on yılda yasalaşan torba yasalar, 6356 Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu ve çalışma hayatını düzenleyen her türlü düzenleme göz önüne alındığında Ulusal İstihdam Strateji Belgesi ve Orta Vadeli Ekonomik Programların temel hedefleri hatırlandığında hükümetin amacı açıktır: Güvencesiz ve esnek çalışmayı yaygınlaştırmayı resmi hükümet programı olarak açıklayan AKP, emekçileri bu kuşatma karşısında korunaksız bırakmak istemektedir. Bir yandan çıkarılan yasalar kolluk aracılığıyla uygulanan yasaklar yoluyla fiili mücadele bastırılmak istenmekte bir yandan da emekçiler için hukuksal mücadelenin imkanı ortadan kaldırılmaktadır. 2011 yılında çıkarılan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) ile getirilen dava masrafları
için peşin ödeme sistemi nedeniyle alacak davaları başta olmak üzere hak arama davası açmaları zorlaştırılan emekçilerin şimdi de İş Mahkemeleri’ne başvuruları engellenmektedir. İŞ KANUNU’NUN “İŞÇİ LEHİNE”LİK İLKESİ ORTADAN KALDIRILMAK İSTENİYOR İş Mahkemelerin devre dışı bırakılarak başında mülki idare amirinin veya ilçe çalışma müdürü personelinin görevlendireceği uzmanların bulunduğu bir hakem heyeti kurulması işçilerin hak arama mücadelesinde önemli yeri olan bağımsız yargının yani İş Mahkemeleri’nin yerinin devlet tarafından atanmış “kamu görevlileri” ve “mülki idarenin” belirleyeceği hakem kurullarına havale etmek anlamına gelmektedir. Böylesi bir durumda İş Kanunu’nun “işçi lehinelik” ilkesinin hiçe sayılacağı aşikardır. Hatta böylesi bir düzenlemenin temel amaçlarından birisi İş Kanunu’nun temel niteliklerinden biri olan “işçi lehine yorum” anlayışını devre dışı bırakmaktır. Oluşturulacak hakem heyetinde işçiler lehine tavır alacak bağımsız bir temsilcinin yer almamış olması da bu şüphemizi güçlendirmektedir. İŞÇİLERE MEYDANLARI KAPATAN VALİLER Mİ İŞÇİNİN HAKKINI TESLİM EDECEK? Bu amaçların yanı sıra kurulacak böylesi bir heyetin sorumluluğunun mülki idareye veya bürokrasiye teslim etme planına ayrıca itiraz edilmesi gerekmektedir. Son birkaç ayda Kocaeli ve Hatay’da; 1 Mayıs’ta ise İstanbul’da alanları emekçilere yasaklayan mülki idarenin işçilerin hak arama çabasında işçi lehine karar vereceğine dair haklı şüphelerimiz vardır. İş Kanunu’ndan doğacak uyuşmazlıklara bağımsız yargı mensuplarının yerine atanmış bürokratların bakması hem verilecek kararların hukuki niteliğini zayıflatacak bir unsurdur hem de tüm kentlerde çalışma yaşamı düzeninin yasalar yoluyla değil mülki idare yoluyla belirlenmesinin önünü açacak bir durumdur. İktidar, yargı üzerindeki iş yükünü, masraf ve zaman sorununu bahane ederek işçilerin hak arama mücadelesini sınırlamayı ve engellemeyi amaçlamaktadır.
SARI
SAYFA 9 siklerimiz çok ama süreci yönetecek bir komite kurduk. Kunduracılar Sitesi adalardan oluşmakta, her adayı temsil eden komitelerimiz var. Bir de yürütmemiz. Komitemiz 45 kişiden oluşuyor. Bu arada Işıkkent Kunduracılar Sitesinde 28 bin kundura işçisi çalışmakta. En son eylemimizi 10 bin işçi ile gerçekleştirdik. Halkın Kurtuluşu : Talepleriniz neler? Tam olarak direniş bu halde ne kadar daha sürecek? İşçi Komite Temsilcisi: Taleplerimiz çok açık. Sigorta hakkımızın tanınması, 8 saatlik iş gününün uygulanması ve sağlıkla ilgili taleplerimiz var. Örneğin, siteye bir hastane istiyoruz. Temelde kundura işçilerinin meslek hastalıkları konusunda uzman doktorlar ve koruyucu hekimlik bunlar vazgeçemeyeceğimiz taleplerimiz. Eylemin başlarında bizi tehdit eden, “eyleme son verin yoksa……’’ diyen patronlara “biz bu tehditlerden korkmayız bizim yaşamımız zaten her gün tehdit altında, kullandığımız solvent zaten ölüm demek” diye karşılık verdik. Geldiğimiz aşamada patronlar, “bize 15 Temmuza kadar izin verin 15 Temmuzda siz ve biz bir araya gelelim talepleri bir daha görüşelim kabul edilmemesi için bir sebep yok” gibi oyalamalarda bulunuyorlar. 15 Temmuz zaten kesatın ortası, 15 Temmuzu bekleyeceğiz bir oyunla karşılaşırsak 15 Ağustosta sitede hayatı durduracağız. Binlerce işçi bizimle ..Çok açık söylüyoruz, çalışmak isteyene de asla izin vermeyeceğiz. Bizim geleceğimizi çalmalarına asla mü-
saade etmeyeceğiz. Bu insanlık dışı çalışma koşullarına, patronların bizi aşağılamalarına müsaade etmeyeceğiz. Düşünebiliyor musunuz bizi yıllardır en rezil koşullarda çalıştıran iliğimize kadar sömüren patronlar biz direnişe geçince utanmadan “siz bunları istiyorsunuz ama sizin sertifikanız bile yok işten çıkartırsak aç kalırsınız” diyerek bizi nasıl aptal yerine koyduklarını bir kez daha gösterdiler ve aptal olmadığımızı zayıflığımızın yalnızca örgütsüz olmaktan geldiğini gösterme sırası bizde. Ölümüne kadar direneceğiz! Hatta bu mücadeleyi tüm yurda yaymak niyetindeyiz. Halkın Kurtuluşu :Bu haklı ve onurlu mücadelenizde yanınızda olmaktan bizde onur duyacağız. Başarılar kolay gelsin. İşçi Komite Temsilcisi:Biz de Halkın Kurtuluşunu yanımızda görmekten onur duyuyoruz. Hepimize kolay gelsin.
FABRİKAYI İŞGAL EDEN KAZOVA İŞÇİLERİ AÇLIK GREVİNE BAŞLADILAR
Kazova işçileri 28 Haziran sabahı İstanbul’daki Kazova Tekstil fabrikasını işgal etti. İşçiler, haklarını alana kadar fabrikadan çıkmayacaklarını söylüyor. Kazova işçilerinin eylemine, çevredeki işçiler de alkışlarıyla destek veriyor. Alacaklarının verilmemesi nedeniyle Kazova Tekstil fabrikasını işgal eden işçiler ödenmeyen haklarına karşılık fabrikada bulunan tekstil makinelerini dışarı çıkardılar. Kazova Tekstil işçilerine, polis saldırdı. Haklarının ödenmemesi üzerine fabrikayı işgal
eden işçiler, 30 Haziran’da fabrikadaki makineleri satmak için dışarı çıkarmak istedi. İşçilere saldıran polis, 4 işçiyi gözaltına aldı. 8 işçi ise kendisini fabrikaya kilitledi. Fabrika içindeki işçiler bir süre sonra açlık grevine başladıklarını duyurdu. İşçilerin işgali, açlık greviyle sürüyor. İşçiler 29 Nisan’dan bu yana fabrika önünde kurdukları çadırda direnişlerini sürdürüyordu. İşçilerin kıdem tazminatlarının yanı sıra ödenmeyen dört aylık maaşları bulunuyor.
SİNTER METAL İŞÇİLERİ SENDİKA VE İŞ GÜVENCESİ İÇİN MÜCADELE EDİYOR
Sinter Metal’de işçiler, zor koşulara rağmen sendikalı, güvenceli iş mücadelesi veriyor. Birleşik Metal İş’e üye olduktan sonra işten atılan yaklaşık 400 işçinin sürdürdüğü direniş 200. gününe ulaştı. Ümraniye Dudullu Organize Sanayi Bölgesi’nde Sinter Metal’de 200 gündür süren direnişte işçiler sürekli eylem yapıyorlar. Organize Sanayi Bölgesinde yürüyüşler düzenleyen işçiler, tüm emek dostlarını direnişin 200. gününde desteğe çağırıyor. Güney Koreli işçilerle dayanışma çağrısı İşçiler Taksim Tramvay Durağı’ndan Galatasaray Meydanına kadar bir yürüyüş de gerçekleştirdiler. Sendikal hakları için yürüttükleri mücadeleyi sloganlarla dile getiren işçilere uluslar arası destek de vardı. Avrupa Metal İşçileri Federasyonu (EMF)’yi temsilen Tony Murphy, Sinter Metal direnişine destek mesajını iletmek için eyleme katıldı. Eylemde Güney Kore Ssangyong Motor İşçilerine yapılan saldırılara karşı dayanışma çağrısı da yapıldı. İşçiler Güney Koreli metal işçilerinin direnişlerine destek verdiler.
Sinter Metal işçileri 8 aydır süren direnişlerinde bir kez daha taleplerini ve örgütlü çalışmakta ki ısrarlarını gündeme getirdiler. Galatasaray Lisesi önünde; Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu, Avrupa metal işçilerinin selamını getiren Avrupa Metal İşçileri Federasyonu Yönetim Kurulu Üyesi Tony Murphy ve DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün konuşma yaptılar. İstanbul’daki Dudullu Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulu Sinter Metal işyerinde çalışan ve DİSK/Birleşik Metal-İş’e üye olan 380 işçi, 22 Aralık 2008 günü sendikalı oldukları için işten çıkartıldı. İşten atıldıkları günün hemen ardından direnişe başlayan işçiler ilk iş olarak işe iade davası açtı. Halen İşyeri önünde haklarını geri alabilmek için direnişlerini sürdüren işçilere henüz kıdem ve ihbar tazminatları da ödenmedi. Bu süreçte Sinter işçilerinin haksızlığa uğradığı raporlarla kanıtlanmasına rağmen hükümet bu duruma seyirci kalıyor.
SIYAH MAVI
HALKIN KURTULUSU
SARI
SAYFA 10
TA M A R O D / İ S YA N v e M I S I R
Müslüman Kardeşler (MK) anlamını kavrayamadığı tarihsel bir koşulda iktidara geldi. Pusulaları devrimci kitleleri değil çıkar sahiplerini gösteriyordu. İnsanları net ve ikna edici devrimci bir alternatife kazanmadan, karşı devrimi yenmemiz ve devrimi tamamlamamız mümkün değildir. lükte. MK ve ordu arasında ortaya çıkan ayrılıkların nedeni, Kardeşlerin ekonomik krizi çözememesi ve Mısır devrimini kapsayarak veya ezerek ortadan kaldıramaması. Ordu liderliği devrimci dalganın kendi tabanı¬na ulaşmasından korkuyor.
Tamarod (İsyan), 30 Haziran ve devrimci alternatif
Tamarod/İsyan Kampanyası Mısır’da Mursi’ye karşı 30 Haziran gösterileri “Tamarod” yani isyan isimli imza kampanyasının bir sonucu. Organize edenlerin söylediğine göre Mursinin istifasını isteyen 15 milyondan fazla imza toplandı yani geçen sene seçilmek için aldığı oydan fazlası. Mısırdaki Devrimci Sosyalistlerin önde gelen üyelerinden Sameh Naguib, Tamarod yani isyan kampanyasının ardından politik durumu analiz ediyor:
Müslüman Kardeşler rejiminin krizi
Müslüman Kardeşler (MK), anlamını kavrayamadığı tarihsel bir koşulda iktidara geldi. MK, devrimin amacının seçim sandığı olduğunu sanmıştı. Bu muazzam tarihsel devrimin, toplumsal ve demokratik içeriğini anlayamadılar. Pusulaları devrimci kitleleri değil çıkar sahiplerini gösteriyordu: Mısırlı işadamları, ABD yönetimi, Körfez monarşileri. Bu kesimleri, onların çıkarlarını tıpkı Mübarek rejiminin yaptığı gibi korurken bir yandan da Mısır halkını boş vaatler ve içi boş dini sloganlarla tatmin edebileceklerine ikna ettiler. Dolayısıyla devrimden ödü kopanların çıkarlarını güvenceye alabilmek için devrimin içeriğini boşalttılar. Ancak kısa sürede fark ettiler ki ayaklanıp iktidarın tepesindeki adamı deviren milyonların bu satışı kabul etmeye niyeti yoktu. Söyledikleri yalanlar ve sahte vaatleri Kardeşlerin fırsatçılığı ve devrime düşmanlıkları konusundaki farkındalığı artırmaktan ve insanları daha çok kızdırmaktan başka bir işe yaramadı. Kardeşlerin önünde ikisi de kötü olan iki seçenek vardı: birincisi eski rejimin kalıntıları ve liberaller arasındaki sözde muhaliflerle anlaşmak. Diğeri de Said’de (Yukarı Mısır) ve kent varoşlarında hala etkisi olanlar da dahil olmak üzere Selefi gruplarla yakın ittifak kurmak.
Üçüncüsü de küresel kapitalizm ister batıdan ister körfezden gelsin, Mısır ekonomisi gibi bir bataklığa yatırım yapmaz. Kısa süre önce etkilerini Türkiye ve Yunanistan’da gördüğümüz gibi, varlığıyla bütün dünyayı sallayan bir devrimin alt üst ettiği bir ülkede maceraya atıl-mayacaklardır. Amerikan emperyalizmi ve körfezdeki müttefikleri liderliğindeki küresel kapitalizm, dünya yoksullarına ilham veren büyük devrimi yüzünden Mısır halkından intikam almak istiyor. 21. yüzyılı despotluğun ve kapitalist yağmacılığın mezar kazıcısı olarak ilan eden bu devrimdir. İntikamlarını almak için onlar adına davrananlar Müslüman Kardeşler ve onun başarısız temsilcisi Muhammed Mursi’dir. Kardeşler yönetimi süresince eski rejimin önemli figürlerini hapisten çıkarmak da dahil olmak üzere bir dizi uzlaşmaya tanık olduk. Bir yandan Mısır’da karşı devrimi destekleyen Suudi-Katar ekseninin borçları art¬tıran politikalarını uyguladılar. Diğer taraftan krizle baş etmek için eski rejimin önemli adamlarının yardımına ihtiyaçları var. Bu politikalar yüzünden Mısır ekonomisi on yılların en kötü krizine girdi. Bütçe açığı gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 14’üne toplam borç ise yüzde 80’ine yükseldi. Merkez Bankası’nın döviz rezervi 32 milyar dolardan 13 milyar dolara düştü. Elde kalan rezervin yaklaşık yarısı da nakite hızlı çevrilemeyen altın külçeden oluşuyor.
elinden geleni yapıyor. Bu yüzden yaklaşan siyasi halk hareketi işçi hareketinde niteliksel bir değişim yaratacak fırsatlar sunabilir.Bu da bizim görevimizi tarif ediyor: işçi eylemlerinin koordinasyonu için sektör, sanayi ve coğrafi bazda komitelerin oluşturulması, kısmi taleplerin genel taleplerle ilişkilendirilmesi ve ekonomik taleplerin siyasi taleplerle ilişkilendirilmesi. Önümüzdeki dönemde devrimcilerin acil görevi budur.
İşçi hareketi
melerine rağmen birçok liberal kesim ülkeyi Kardeşlik kabusundan kurtarmak için ordunun müdahale edeceğini umuyor. Oysa ordu hala Mısır devri¬minin önündeki engel olarak durmaya devam ediyor. Öncelikle ordu tarafsız bir kurum değil aksine Mısır kapitalist devletinin, Mübarek ve kalıntılarının devletinin, büyük işadamlarının devletinin çelikten kalbi, onların arkasında da Amerikan emperyalizmi var. İkincisi ordu toplumun aynası ve toplumdan ayrılamaz, ordunun liderliği Mısır egemen sınıfının hem İslamcı hem de laik kanatlarının temel bir parçası. Üçüncüsü ordunun halkı ve ulusu koruduğu efsanesinin gerçekle alakası yok. Ordunun Amerikan ordusuyla, Amerikan silahları ve çıkarlarıyla bağlantısı ordunun sadakatini belirliyor. Ordunun Mısır halkına bağlılığı söz konusu değil. Bölgesel düzeyde Mısır ordusunun rolü Mısır halkının güvenliğinin korunması değil Siyonist ve Amerikan çıkarlarının korunmasıdır. Ayrıca ordunun Müslüman Kardeşlerle beraber Mısır’ın yönetilmesine katıldığını unutmamalıyız. Aralarındaki anlaşma buydu güvenli bir çıkış, ulusal güvenlik konseyi, demokratik denetime tabi tutulmayan gizli bir bütçe ve Mısır ekonomisinin önemli bir kısmını oluşturan askeri ekonomik sektör üstünde askeri kontrol. Şu ana kadar bu anlaşma yürür-
Ordu
Ordu ve Müslüman Kardeşler yönetiminin yaşadığı çöküşle ilişkisi geçtiğimiz aylarda Mısır siyaset sahnesinin en acil konularından biri olarak yeniden yüzeye çıktı. Liberal liderler ve köşe yazarlarının bazen ima edip bazen sakladıkları ama artan talepleri arasında Kardeşlerden kurtulmak için ordunun müdahale etmesi gerektiği fikri var. Bunun tercümesi askeri darbe talebi. Ordu kurumunun bağımsızlığı, tarafsızlığı ve yurtseverliği hakkında çok miktarda beyanlar ve makaleler yazılması bir akıntı halinde sürüyor. Ordu liderliğinin darbe yapmayacağına dair ifadeleri ve tarafsızlık ve yurtseverlik konusundaki sonsuz güvence ver-
Ekonomik kriz
Muhammed Mursi ve MK iktidara geldiğinden beri devrim öncesinde Cemal Mübarek ve politika komitesinin uyguladığı eski ekonomi politikasını uygulamaya devam ediyor. Piyasaların serbestleştirilmesi ve küresel kapitalist ekonomiye daha fazla asimile olmaya dönük neoliberal bir program bu. Bunlar tam da Mısır devrimini ateşleyen politikalar. Yoksulların yaşam standartlarına dönük saldırılar içerirken Müslüman Kardeşlerin, feloul (Mısırlıların eski rejimin kalıntısı anlamında kullandıkları sözcük, tabakta kalan artık demek) mil¬yarderlerin ve askeri liderlerin avantajına politikalar olmakla kalmıyor, küresel mali kurum-ların ve Körfez monarşilerinin Mısır’dan talep ettiği ve Mısır’ın uygulamayı kabul ettiği, yoksulları yoksullaştıran ve zenginleri daha da zenginleştiren politikalar. Mursi, MK lideri Şatır ve kardeşlerin aklı başında herkesin görebileceği şu üç gerçeğe gözlerinin kapalı olduğu anlaşılıyor: Birincisi, devrim ülkedeki milyonlarca yoksulun, işçinin ve köylünün hakiki sosyal adalet ve servetin büyük işletmelerden halka doğru yeniden dağıtımı isteği ve umudundan doğdu. Bunun tersi değil. İkincisi kardeşlerin sanki Kuranın suresiymişcesine uyguladığı politikaların benzeri zalimane kapitalist politikaların sonucunda kapitalist dünya 1930’lardan beri ardı ardına krizler yaşıyor.
Tamarod (İsyan) kampanyası ve 30 Haziran gösterilerinin hazırlıklarının yol açtığı depremden önce aylar süren görece sakinliğe rağmen işçi hareketi grevlere, işgallere ve Mart ayından beri dünya çapında en yüksek oranlardaki gösterilere devam etti. Şu anki eylemlilik işçi hareketi için son derece önemli fırsatlara yol açabilecek yeni motivasyon sağladı. İşçi hareketi bir dizi sorun yaşadı ve saldırı değil savunma özelliği taşıyan birçok mücadelede ağır bedel ödedi. Bu sorunların başında kapitalist sınıfın şiddetli saldırıları, grevleri ve işgalleri kırmak için işçilerin üzerine saldırtılan haydutlar, işyerlerini kapatma tehditleri ve diğer yandan ekonomik krizin yarattığı baskılar geliyor. Diğer sorun sendikalar arasındaki çelişkiler. 1000’den fazla bağımsız işçi sendikası kurulması büyük bir başarı ama bu sendikaların liderlikleri ve militanlıkları büyük değişkenlik gösteriyor. Bürokratikleşme eğilimi, muhafazakârlaşma, tedrici ve yavaş faaliyet, politikleşmeye muhalefet ve hareketin rekabet halindeki iki federasyon arasında bölünmesi bu sorunları katmerlendirdi. Diğer taraftan Kardeşlik eski rejimin kalıntılarıyla beraber eski sendika örgütlerini canlandırarak bağımsız sendikaları kuşatma ve boğma amacıyla
Tamarod (İsyan) kampanyası devrimci harekette bir geri çekilme döneminin ardından, o hareketin fitilini şimdiye kadar görülmedik bir ulusal düzeyde ateşlemek üzere ortaya çıktı. Da¬hice ismi ve basitliği sayesinde kampanya kısa sürede milyonlarca insanın imzalarıyla katıldı-ğı ulusal bir harekete dönüştü. Daha da önemlisi, yüz binlerce insan imza toplanması sürecine katıldı. Bu insanların önemli bir kısmı ilk defa devrim sürecine katıldı ki bu da kitlelerin radikalleşmesini genişletti ve derinleştirdi. Bunu 30 Haziran gösterilerine dönük muazzam hazırlık çalışmasından ve her bölgede o güne hazırlık için kurulan koordinasyon komitelerinde görebiliyoruz. Bunlar, Mısır devriminin içindeki kavgalardan yeni bir tanesinin başlamasını da kapsıyor. Önceki tüm krizlerde ve devrimci mücadelelerde olduğu gibi bu sefer de durum karmaşık. Kardeşler’e düşman olan bütün güçler İsyan kampanyasına ve 30 Haziran gösterilerine katılacak. Ancak bu
kadar ve hala ayakta duran baskıcı, sömürücü ve yırtıcı devlet yıkılıncaya kadar devrim tamamlanmış olmayacak. Muhammed Mursi ve grubu tıpkı kendinden öncekiler gibi bu devleti bugüne kadar korudular. Mısır işçilerinin, köylülerin ve yoksulların iradesini doğrudan ifade eden demokratik bir ulus, devrimin hedeflerini özgürlük, haysiyet ve sosyal adaleti gerçekleştiren bir ulus baskıcı devletin yerine geçinceye kadar devrim tamamlanmış olmayacak. Mursi’yi devirme hedefinde bir araya gelmiş partiler arasında görünürdeki birliğin hedefler ve çıkarlardaki derin farklılıkları gizlediği açık. Bu farklılıkları belirsizleştirmek, gizlemek veya ertelemek devrimcilerin çıkarına değildir. Tam tersine en başından itibaren devrimin düşmanları ve onu tamamlamak isteyenler ayırt edilmelidir. Bu sadece hareket içerisinde bu fırsatçılar ve hainlerden tama¬men bağımsız olmak anlamına gelmez, ayrıca onları ve gerçek niyetlerini halka teşhir etmek anlamına gelir. Bazıları bu tür bir tavrın Mursi’ye karşı mücadeleyi zayıflatacağından ona karşı olan güçlerin dağılmasına yol açacağından endişe ediyorlar. Tam tersine, feloulartıklar veya burjuva muhalefetine müsamaha Mursi’yi zayıflatmıyor aksine onu güçlendiriyor. Çünkü Kardeşler nüfusun bir kesimine mücadeleyi, sanki Kardeşler ve eski rejimin artıkları arasındaki bir mücadeleymiş gibi sunabiliyor. Bu sebeple eski rejimin kalıntıları ve
güçlerin hareket için farklı hedefleri var. Eski rejimin kalıntıları var, bunlar önde gelen isimlerinin ellerine dolarlar tutuşturularak hapisten salıverilmelerinin ardından kendilerine güvenle-rini önemli ölçüde geri kazandı. Ayrıca liberal burjuva muhalefet onlara sanki Kardeşler’e karşı laik muhalefetin meşru bir parçasıylarmış gibi görünebile¬cekleri yeni bir vitrin de sağladı. Bunların amacı eski rejime geri dönmek. Sembol isimler değişse, karşı devrimin zaferi ve devrime katılan herkese karşı kanlı bir intikam demek olsa bile eski rejimi yeniden tesis etmek istiyorlar. Selamet Cephesi içinde feloul (artık, kalıntı) olmayan partilerin temsil ettiği burjuva muhalefet de var. Bu kesim doğal olarak devrimin hedeflerine ulaşmasını istemiyor, özellikle de sosyal adalet bakımından. Onlar sadece Kardeşler ve Selefilerin gücünü sınırlamak, ülke yönetimine ve geleceğin kararlaştırılmasına katılmak istiyor. Halk hareketi bu kesim için sonuçta onlar için müzakerede istediğini almanın baskı yaratmanın aracı sadece. Devrimcilere gelince onların İsyan kampanyasına ve 30 Haziran’da başlayacak mücadelelere katılırkenki amacı devrimi çalan İslamcılardan geri almak. Devrimi geri almak istemelerinin nedeni onların İslamcı olması değil devrime ihanet etmiş olmaları, Mübarek’in devletini kurtarmış olmaları, devrimci Mısır halkının çıkarlarına ve şehitlerinin kanına rağmen, Mübarek dönemindeki işadamlarının ve Amerikan emperyal çıkarlarına tamamen hizmet etmekte olmaları. Polis teşkilatı ve ordu generallerinin nüfuzunu ve her zamanki yolsuzluk ve yozlaş-mışlığıyla devlet aygıtını muhafaza ettiler. Bu kesimin hedefi sınırlı: devlet aygıtını ve kurumlarını yönetmek, bu kurumlar ve aygıtın eski baskıcı karakterini muhafaza ederken eski rejimin kalıntılarıyla bu kurumların tepesinde işbirliği yapmak. Devrimciler açısında Kardeşlerden kurtulmak kendi başına bir hedef değil, Mısır devriminin yolundaki bir engelin kaldırılması demek. Mısır devriminin şehitleri ve yaralılarına sebep olan ordu ve polis mensupları, Mübarek’in işadamları ve onların çeteleri devrimci mahkemeler tarafından yargılanıncaya
hainler hakkında kesinlik, netlik ve bağımsızlık Mursi ve Kardeşlere karşı zafer kazan¬manın ön koşuludur. Eski rejim artıkları ve burjuva muhalefet arasındaki ittifaklar ve oportü-nizme gelince, bunları yapanların itibar kaybına ve Kardeşlerin iktidarda kalma gücünü arttırmaya yol açacaktır. İsyan kampanyası, gösteriler ve 30 Haziran işgalleri ikinci Mısır devriminin başlangıcına evrilebilir. Ancak önceki devrimci dalgalardan öğrenmek zorundayız. Birincisi, bütün devrimci güçleri ve hareketleri eski rejimden ve Ulusal Selamet Cephesi’ndeki liberallerden bağımsız bir biçimde bir araya getirmek için, bu sefil koalisyona net bir siyasi alternatif olarak bağımsız bir siyasi platforma ihtiyacımız var. İkincisi, işçi hareketi ve halk hareketleri bu yeni siyasi cephenin kalbinde yer almalı, çünkü bu kuvvetlerin sadece Mursi’yi devirmekte değil devrimi sonuna kadar götürmekte doğrudan çıkarları var. Dolayısıyla alternatif bir devrimci cephe Müslüman Kardeşler ve Ulusal Selamet Cephesi arasındaki laik-dindar rekabetinin ötesine geçmelidir. Kendisini işçiler, yoksulla ve onların çıkarlarına bağlılık ile ayırt etmelidir. Üçüncüsü, şehitlerimizi katleden eski rejim mensupları, askeriye ve Müslüman Kardeşler mensuplarının cezalandırılması taleplerimizin önünde ve önceliklerimiz arasında yer almak zorunda. Çünkü karşı devrimcilerin ellerinde şehitlerimizin kanı dururken salıverilmesi, onurlandırılması ve yüceltilmesinin gölgesi altında devrimi tamamlayamayız. Dördüncüsü, ekonomi, top¬lum, siyaset ve kültür seviyelerinde alternatif olarak sunulacak net bir program ortaya koymamız gerekmektedir. Program konusu bir yandan Kardeşler ve Selefiler tarafından diğer yandan liberaller ve eski rejimin artıkları tarafından gündeme getirilirken, insanları net ve ikna edici devrimci bir alternatife kazanmadan, karşı devrimi yenmemiz ve devrimi tamamlamamız mümkün değildir.
SIYAH MAVI
SARI
HALKIN KURTULUSU
SAYFA 11
DİRENİŞ TUTSAKLARINDAN MEKTUP VAR “Biz pencerelerimizden size, direnişimize bir başka kapı açıyoruz. Değil mi ki hep bir ağızdan ‘Her yer Taksim, her yer direniş’ dedik bir defa, sloganlarımızla, ıslıklarımızla, zılgıtlarımızla, ışıklarımızı yakıp söndürerek burayı da Taksim yapıyoruz her akşam saat dokuzda.” Gezi direnişi tutukluları, yolladıkları mektupla nasıl tutuklandıklarını ve hukuksuzluklara dikkat çekti. Mektubun tamamı şöyle: “Kimse Kusura Bakmasın! Alkışlıyoruz, hatta ayakta alkışlıyoruz. İçimizde ıslık çalanlar, zılgıt çekenler var. Gülüyoruz, gülümsüyoruz. Hatta sırıtıyoruz. İşleyen hukuk cinayetini alkışlıyoruz. Islığımız, zılgıtımız, tutuklanmamıza karar veren mahkemeye. Suçlamalara, delillere gülüyoruz, gülümsüyoruz. Tutuklanmamızı isteyen hükümete, gezi protestolarıyla birlikte düştüğü acizliğe kahkaha atıyoruz. 20 Haziran’da gözaltına alındık, 23 Haziran’dan bu yana tutukluyuz. Meçhul bir sürecin içindeyiz. Kimimiz evimizden, kimimiz direniş alanından, kimimiz de başka şehirde ailemizin yanından alınmışız. Hepimiz ‘Terör örgütüne üye olmaktan’, ‘halkı galeyana getirmekten’ yargılanıyoruz. ‘İzmir sokaklarını, caddelerini yakıp-yıkmış, polise mukavemet etmişiz’, ‘kamu malına da zarar vermişiz’ Devrimci önderlerin anmalarına, 1 Mayıslara katılmışız. Yani belgeler de hazır. Ne idüğü belirsiz 3-5 fotoğraf. Kimimiz evli, çoluk-çocuk babasıyız. Kimimiz işinde gücünde, kimimizde öğrenciyiz, kimimiz ise nişanlanmak üzere. Kimimiz hayatını düzene koymuş, kimimiz de hayatını kurma telaşında. Farklılıklarımız bir yana, ortaklığımız ‘Gezi Direnişinin tutsakları’ olma gerçekliğimiz. Yüreğimizin emekten, demokrasiden ve özgürlükten yana çarpması bizi, biz yapıyor. Kimse kusura bakmasın, biz ‘marjinal’ falan filan değiliz. Sokağa çıkan, birbirinden yaratıcı eylem yapan, slogan bulan, zulme direnen o onurlu halkın çocuklarıyız. Yani o marjinal milyonların bir parçası, o denizin bir dalgasıyız. Evet şu an tutsağız; okulumuzdan, çocuklarımızdan, eşimizden ve de nişanlımızdan uzağız. Ancak yüreğimiz orada; yeşilliklerin üstünde, maviliklerin altında. Yüreğimiz, yanan sokaklarda caddelerde. Evet, evet, biz dışarıdayız. Çünkü biliyoruz ki Gezi Direnişi, bizim direnişimiz ve direnişi selamlıyoruz. Burada, her akşam saat sekizde kapatıyorlar avlumuzun kapısını. Biz pencerelerimizden size, direnişimize bir başka kapı açıyoruz. Değil mi ki hep bir ağızdan ‘Her yer Taksim, her yer direniş’ dedik bir defa; sloganlarımızla, ıslıklarımızla, zılgıtlarımızla, ışıklarımızı yakıp söndürerek burayı da Taksim yapıyoruz her akşam saat dokuzda. Ve biliyoruz ki, Yalnız değiliz. Kırıklar F Tipi’nden ve Şakran’da çarpan ve çarpmakta olan yüreklerimiz. İzmir Gezi Direnişi Tutsakları
DEVRİM “Selam size büyük durumlar, doruk anlar, Dağ görgüsü kazanır Ağrı’yı bir kez görse de kişi Marmara’dan yirmi yılda çıkaramayacağı gerçeği Okyanusu beş dakika seyretmekle kavrar”
Bazı tarihsel anlar öğrenmenin keskin biçiminin kapısını aralar, uzun teorik cümlelerle anlatmaya çalıştığınız şey aniden bir olayla görünür kılınır ve artık bu noktanın öğrettiği şeylerden kaçış yoktur. Buna zorunlu kavrama diyelim ve toplumsal dönüşüm için yola çıkanlar olarak şimdiye kadar kendimizi açıklamak için kullandığımız sözcükleri ve bu sözcüklerin yapışık olduğu siyasi yapıları yeniden düşünelim. Gezi Direnişi bize toplumsal dinamiklerin yeni nitelikleri konusunda bir ders verdi; her türlü statükonun yarattığı sıkıntıyı, eski tip örgütlenmelerin yaslandığı hiyerarşik aklın işlevsizliğini, yeniyi içinden kavrayamayacak eski biçimli devrimciliğin hükümsüzleştiğini gösterdi . Kitlesel hareketin eylem biçimine yabancı kalan hükümet bütün sertliğine rağmen hareketin bütünü içinde gülünç derecede arkaik, sert ve ciddiydi; donmuş bir akılla yeni karşısında eski dükkandan ellerinden kalan “dış mihrak”, “terörist örgütler” mallarını satmaya çalıştıkça daha da aciz göründüler. Bu acziyet, Gezi’nin verdiği önemli derslerden biriydi işte. Devletin durumu marjinalize, hatta kriminalize etmek için kullan-
TARIK ALİ
dığı “örgüt” vurgusuna rağmen ortada tek bir gerçek vardı, ufak grupların katılımı dışındaki onların da direnişin başlangıcıyla bir ilgileri yoktu- ortada örgüt falan olmamasıydı. Eski devrimci örgütler sokakla kopmuş bağlarını net bir biçimde kavradılar, ellerine bayraklarını alarak, yaklaşmaya çalıştıkları halktan kopukluklarının boyutunu anlamış oldular ve bir şeye daha çarptılar, insanlar kendilerini küçücük bir gruba kapatmış devrimcileri artık tanıdık görmüyorlardı, oysa aynı grubun üyeleri, bağımsız, kişisel olarak kitleye karıştığında daha etkili biçimde kaynaşabiliyordu kitleyle. Ne yapalım, bu gerçeği görmezden gelip, eskiden bildiğimiz biçimde davranmayı ve eylemeyi mi sürdürelim? Direniş bize bunun artık anlamsız olduğunu da öğretti. Direniş bize daha esnek zeminli, merkezi olmaktan uzak ve böylece hareket yeteneği daha hızlı siyasi yapıları oluşturmamızın zamanının geldiğini gösterdi. İnsanlarla ve sorunlarıyla iç içe olacağımız, bulunduğumuz yerlerden toplumsal muhalefete katkıda bulunacağımız, daha saydam, daha yaşayan yapılara ihti-
yacımız olduğunu da. Biz devrimciler, sadece ders vermemeli ders almayı da bilmeliyiz ve bunun için de yeniden başlangıç sorumuzu kendimize hatırlatmalı, daha adil, daha özgür, sömürüsüz bir dünya özlemiyle çıktığımız bu yolu, tarihin bize verdiği örneklerle zenginleştirmeli, tıkanmış damarlarımızı açmalıyız. Statükoya vurulan tokat, artık her çeşit temsil’in sorunsallaşması, bizim statüko ve temsil konusundaki düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmemizin bir vesilesi kılınmalı. Sloganlarla düşünerek, ezberlediğimiz metinleri tekrar ederek yürüyemeyiz bu yolu. Eğer bu konuda kolektif aklı verimli kılarsak önümüzde heyecanlı, ümitli bir yol açılacak. Gezi bize en azından yalnız olmadığımızı öğretti, sıkıntılarımızı sıkıntılarına katabileceğimiz, birlikte geleceği kurabileceğimiz bir yurttaşlar kitlesi bütünleşmemiz için bizi beklemekte. Nerdeysen, ne iş yapıyorsan sokaktaki insanlardan kopmadan diren! Tecrübelerimizi bir halk uyanışı için işlevsel kıldığımızda kalabalık ve şimdikinden daha da özgür olacağız. Devrime kadar diren!
DEVRİMCİ BASINA VE KAMUOYUNA ZORUNLU AÇIKLAMA HALKIN KURTULUŞU’NA SALDIRI VE ÇARPITILAN, ÜSTÜ ÖRTÜLEMEYEN GERÇEKLER! İbrahim KUTLUAY yoldaşın otopsi raporunun açıklanması ve sonrasında eşi Berrin KUTLUAY’ın yapmış olduğu açıklamayla birlikte, EMEP’lilerce Halkın Kurtuluşu’na yönelik yeni bir saldırı dalgasının başlatıldığını görüyoruz. Dostlarımız bize “neden susuyorsunuz, bu saldırıyı yapanlar sağda solda bunu savunuyorlar neden yanıtlamıyorsunuz?” diye soruyorlar. Biz de diyoruz ki en etkili yanıt doğru zamanda verilendir ve bazı durumlarda susmak en etkili silahtır. Kimlerin bu saldırıya suskun kaldıklarını, kimlerin savunduklarını ve kimlerin bu şartlarda fırsatçı tavırlar sergilediklerini bir süre izlemek, görmek istedik. Cihan haber ajansına servis edilen “Eşinin otopsi raporuna dayandırılan açıklamasını kimlerin hazırladığını, burjuva medya ve de tabii Evrensel’de aynı ajanstan alınan bu haberin nasıl arsızca sömürüldüğünü, kullanıldığını gördük. Ne olmuştu 1 Mayıs 2013’te bunu tekrar hatırlayalım isterseniz. Halkın Kurtuluşu olarak 1 Mayıs sabahı, yıllar sonra Halkın Kurtuluşu pankartı altında yürümek için toplanma alanında yerimizi aldık. Çoğumuz 50 yaşın üzerinde olsak da, 17 yaşın yüreğini kuşanmıştık. Emeğin ve emek güçlerinin birlik ve dayanışma içinde olmaları gereken böyle bir günde, Kantar Polis Karakolu’na 15 -20 metre uzaklıkta karakolun önünde konuşlanmış 30-40 polisin önünden geçerek gelen elleri demir sopalı EMEP’li oldukları ve EMEK Gençliği yürütmesinden sorumlularının da olduğu bilinen gençlerden oluşan grubun saldırısına uğradık! Bu saldırı video kayıtları ve fotoğraflarıyla mevcut olup ulusal medya ve sosyal medyada paylaşılmıştır. Kortej komşularımız ÇHD ve İHD de bu pusunun en yakın görgü tanıklarıdır. İbrahim yoldaşımız da bu saldırıda darbe alanlardan sadece birisiydi. Saldırı sonrasında fenalaşarak yoldaşlarımız tarafından Alsancak Devlet Hastanesine kaldırılmış, aynı günün gecesi E.Ü acil servisinde yoğun bakıma alınmış ve maalesef yaşanılan bu saldırıya kalbi dayanamayarak 2 Mayıs sabahı hayatını kaybetmişti. EMEP’liler kalp krizinden ölmüş demişlerdi. Şimdi ise yaptıkları faşistçe saldırıyı örtbas etmenin telaşıyla, mal bulmuş mağribi gibi otopsi raporuna sarılıyorlar. Otopsi raporunun sonucu neyi değiştirir. Otopsi raporu bizi yalanlıyor da biz mi farkında değiliz. Bu durum yapılan saldırı gerçeğini ortadan kaldırıyor ve saldırıyı gerçekleştirenlerin haklılığını mı ortaya koyuyor. Kalp krizini tetikleyen faktörlerin olduğu herkes tarafından bilinirken, utanmazca ‘’doğal kalp krizinden kendi eceliyle ölmüş işte’’ “hani darp edildi diyordunuz, darp yok’’ diye açıklamalarda bulunarak yeni saldırılarına kılıf hazırlıyorlar. Metin Göktepe de duvardan düşüp (!) ölmüştü. Metin Lokumcu da kalp krizinden(!) ölmüştü değil mi? İbrahim yoldaşımız ölmemiş olsaydı, bu faşistçe saldırıyı olmamış mı sayacaktık? Bizlerin devrimci kültürü ahlakı ve tabi olduğumuz hukukla, daha önceki saldırılarda da olduğu gibi bu alçak pusu saldırısında da devrimci hukuka tabi olduğumuz bilinciyle devrimci yapılardan oluşan bir komisyon oluşturarak; komisyon bileşenlerince yayın organlarında saldırıyı kınayan ve EMEP’i sorumlu davranmaya ve özeleştiriye davet eden açıklamalar yayınlandı. Peki, neden bu saldırı yapıldı? Gerçekten “Halkın Kurtuluşu” isminin bizlerce sahiplenilmesinden dolayı mı? Yoksa ayakları altındaki dünyanın kaydığının farkına varan EMEP şeflerinin her geçen gün eriyen kitlesini tutabilmek ve Halkın Kurtuluşu geleneğini uzaktan yakından yaşamamış gençlik grubunu kemikleştirmek için mi bu saldırı yapıldı? “Korkunun ecele faydası yok” Evet beyler, korkunuzun ecelinize faydası olmayacak! Biz sizlere düzenle flörtünüzde mutlu evlilikler diliyoruz. Bundan böyle bizim sizlerle uğraşacak vaktimiz yok! Biz işimize, Devrim ve Sosyalizm mücadelesini ilmik ilmik örmeye bakıyoruz! YOLDAŞIMIZIN DEĞERLİ EŞİ BERRİN KUTLUAY’A Bir sözümüzde de İbrahim yoldaşımızın eşi Berrin Kutluay’a olmalı; Berrin hanım hiç olmadı! Yapmış/yaptırılmış olduğunuz açıklamalarla, İbrahim yoldaşımızı bir kez daha öldürdünüz! Kocanızın katillerini bilmeden aklamaya çalıştığınızın farkında değil misiniz? Diyorsunuz ki “Bize şahitlik yapmadınız! Size devrimcilerin kendi hukukları vardır diye anlatmaya çalışmıştık. “Maddi manevi olarak yardımcı olmadılar” diyorsunuz! Bunun doğru olmadığını siz de çok iyi biliyorsunuz. “Bizim yaşadığımız acı ve şaşkınlıkla, bazı gruplar eşimin üzerinden prim yaptı, nemalandı. Hatta mezarının üzerlerine bayraklar astılar, törenler yaptılar. Böyle bir şey ben istemedim ama onlar reklamları uğruna kullandılar. Onlara çok kızgınım.” diye medyaya açıklama yapmışsınız! Siz değil miydiniz “Eşime yaraşır bir tören yapmanızı istiyorum” diyen. Tören sonrasında da “eşime yaraşır çok güzel bir tören yaptınız, teşekkür ederim” diyen. Dileriz ki, bu açıklamalar acınızın sizde oluşturduğu travmaya bağlıdır. Sizden dürüst olmanızı gerçekleri açıklamanızı eğer tüm bu açıklamalar size ait değilse, yayınlayan medya üzerinden tekzip etmenizi bekliyoruz.
‘’biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya anamız çay demliyor ya güzel günlere sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız bu, böyle gidecek demek değil bu işler biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.’’
SIYAH MAVI
SARI
12
HALKIN KURTULUSU
MUNZUR KÜLTÜR VE DOĞA FESTİVALİ 2013
Munzur Kültür ve Doğa Festivali 25-28 Temmuz 2013 tarihleri arasında yapılacak. DERSİM de barajlara, heslere, siyanür ile altın aramalarına, karakollaşmalara karşı olmak için ve DERSİM adının geri alınması için bu seneki festivalde buluşalım. “DERSİM SOYKIRIMI TANINSIN, BARAJLAR İKİNCİ 38’DİR” 27-28 Temmuz 2013 26 Temmuz 2013 HOZAT İLÇESİ FESTİVAL PROGRAMI 13. Munzur Kültür ve Doğa Festivali MAZGİRT PROGRAMI Dersim Merkez Programı
1 . G Ü N : 2 5 Te m m u z 2 0 1 3 -Grup Vardiya -Erdal Erzincan -GKM Çocuk Korosu -Grup İsyan Ateşi -Ali İhsan Doğan -Ayfer Düztaş -Şahe Bedo
2 . G Ü N : 2 6 Te m m u z 2 0 1 3
-Hasan Ali -GKM Kadın Korosu - M i z g i n Ta h i r -Zele Mele - A d i l e Ya rg ı -Metin Kahraman -Kıraç -Pınar Aydınlar
3 . G Ü N : 2 7 Te m m u z 2 0 1 3
-Grup Munzur -Ahmet Aslan -Red Sanat Kolektifi -Hengin Birhat -Ferhat Tunç -Niyazi Koyuncu -İlkay Akkaya
4 . G Ü N : 2 8 Te m m u z 2 0 1 3 -Mustafa Özarslan -Erdoğan Emir - G r u p Yo r u m -Mikail Aslan -Agire Jiyan -Ezginin Günlüğü
-Saat: 08:00 ‘ Pirali’de kahvaltı ve söyleşi.. -Saat: 13:00~16:00 ‘ Şıh Çobanbaba türbesin’de cem-lokma ve panel(dünden bugüne dersim aleviliği) -Saat: 17:00 ‘ Anıt mezar ziyareti ve karanfil bırakılması.. -Saat: 18:00 ‘ Konser.. Konsere katılacak sanatçılar: *Rençber *Grup Munzur *Pınar Aydınlar *Nurettin Güleç *Zele Mele (Omedya Mestu-Tunceli Belediyesi Çocuk Korosu) *Havin Pazarcıklı *Müslüm Polat *Zülfükar *Red Düşün Sanat Kollektifi (Ali Haydar Can, Hüseyin Şahin, Zeynep Hayır, Mehmet Çetin-Lars, Heitmam-Sinan Şanlı) *Karin Ermeni Halk Oyunları *Music Generations, Hollanda’dan Müzisyenler Dersim İle Buluşuyor Müzik yönetmeni : Ahmet Arslan
KAPİTALİZM GÖLGESİNİ SATAMADIĞI AĞACI KESER
SON 10 YILDA
hektarlık orman alanı satışa çıkarılıcak Akdeniz bölgesi ndeki makiliklerin ölüm fermanı olan bu yasa plansız turizm yatırımlarının ve çarpık yapılaşmanın da önünü açıcak .Türkiye de az ya da çok HES lerden orman talanına yol açan 2B yasasına ,sınırları içinde2B arazisi olmayan il sayısı sadece ,zeytinciliğin sonunu getiren yönetmeliklerden 11 .Geriye kalan 70 ilde toplam 265 bin futbol sabinlerce ağacı ve canlı türünü yok edecek çılgın hası büyüklüğünde 2B arazisi ranta açılıcak. projelere , neler yapıldı?
ÇEVRECİLİK KARNESİ
20 BİN YARASA SULAR ALTINDA KALDI. MAĞARA KATLİAMI. Bundan üç yıl önce Türkiye de büyük bir yarasa katliamı yaşandı .Üstelik doğayı korumakla görevli olan o zamanki adıyla Çevre Orman Bakanlığı şimdiki adıyla Su Orman Bakanlığı tarafından gerçekleştirildi. Edremit Körvezi ndeki HAVRAN DA bulunan 10 farklı türden 20 bin yarasanın eşleşmek ve yavrularını büyütmek için kullandığı mağara tüm eylemlerimize rağmen bir gece sabaha karşı . Baraj kapılarınnın kapanmasıyla su altında kaldı.
1 HES için 500 BİN AĞAÇ kesilicek, 506 proje daha yolda
Türkiye de 2000 e yakın HES projesi bulunuyor . Yani hemen hemen tüm akarsularımız özel sektöre 49 yıllığına satılmış durumda. K aredeniz bölgesi nde işletilen, inşaat halinde olan ve lisans süreci tamamlanan 236 HES in yanında Çevresel eski değerlendirme ÇED süreci tamamlanan 290 HES projesi bulunuyor. Buna göre , Karedeniz deki mevcut HES ler gündemde olan projelerle HES lerin toplam sayısı 516. HES projesi sadece suyu doğadan çekip almakla kalmıyor, orman katliamını da beraberinde getiriyor. iyimser bir rakamla 4 metrekareye bir ağaç düşmesi üzerinde hesapla bir tek HES projesi için yaklaşık 500 bin ağacın kesi10 YILDA 40 BİN MADEN YAPILDI Zeytinlikler tehlikede. Son 10 yılda 40 binin üze- leceği tahmin ediliyor o zaman 290 proJe için ne rinde maden ruhsatı verildi .Taş ocaklarını da sa- kadar ağaç kesileceğinin hesabını siz yapın. yarsak 85 bine çıkıyor. Anadolunun dağları parsel parsel özel sektöre satıldı . Ancak Ege Bölgesi nde 2.5 MİLYON AĞAÇ SÖKÜLECEK uygulanan Zeytin Yasası nedeniyle, madencilere Üçüncü köprü ve havaalanıyla istanbul da orman geçit yoktu . Yasanın koruma önlemleriyle başta yağması. Kaz Dağları olmak üzere Ege Bölgesinin zeytin or- İstanbul için sıkça söylenen ,bir zamanlar buramanları korunuyordu. Bu da altın madencilerinin sı dutluktu cümlesine üçüncü köprü ve üçüncü önünde engeldi .Zeytin Yasasına takılan madenci- hava alanı yapıldıktan sonra bir zamanlar burası ler , Tarım bakanlığı nın hazırladığı yönetmelikle ormandı eklenecek. Sadece 3 üncü havalimanı 2011 de bu engelden kurtuldu. Yeni yönetmelik- ilk etapta 2.5 milyon ağacı istanbulun ciğeri olan le zeytinliğin tanımı değiştirildi . Özel kişilere ait kuzey ormanlarında koparacak.3. üncü köprüyle olan 25 dönümden küçük zeytinlikler zeytinlik birlikte 2B adayı alanlar oluşabilecek ,endemik saha olmaktan çıkarıldı . Ege nin zeytin orman- bitkiler yok olucak ayrıca bağlantı yollarıyla ,orlarında madencilik yapılmasının da yatırıma açıl- man eko sistemi üzerinde tahribata yol açıcak . Kaldıki bugünün başbakanı istanbul belediğe başmasının da önünde engel kalmadı. kanı olduğu dönemde 3 üncü köprü gündeme ge41 BİN HEKTAR ORMAN ALANI SATIŞA ÇI- lince bu bir zulümdür bir doğa katliamı demiştir ve yapılmasına karşı çıkmıştır merak ediyorum KACAK. makiler tarih oluyor. Bozuk orman olarak nitelen- neler değişti de yapılmasına bu kadar ısrarlı. dirilen alanların satışının önünü açan 2B Yasası yla birlikte Türkiye genelinde ilk etapta 410 bin HALKIN KURTULUŞU
ANADOLU DA KURUYAN 2 MİLYON SULAK ALAN Sulama nedeniyle göller yok oluyor. Yanlış sulama politikaları nedeniyle ANADOLU kuruyor.Türkiye de sulak alanlar ve göller temelde iki ana nedenle yok oluyor. İlki doğrudan kurutma. 1953 ten bu yana 370 hektar sulak alan, çeşitli kurutmave taşkın konturolü amaçlı projeler sonucunda ,doğrudan kurutuldu .375 bin hektar alan da küçük ölçrekli taşkın kontorollü ve küçük ölçekli drenaj ve kurutma projelerine maruz kaldı . Çukurova , Çarşanba Ovası Konya Ovası Meriç ve Ergene Havzaları gibi pek çok bölgede sulak alanlar kurutuldu. İkinci neden ise dolaylı kurutma .Konya havzasında sulama barajları ve on binlerce kuyu nedeniyle suyun göllere gitmesi engellenerek ,havzadaki su akışı bozuldu .Yaklaşık 1 milyar 150 milyon metre küp emniyetli su rezervine sahip Konya Havzasın dan her yıl 1 milyar 786 milyon metreküp su çekiliyor .Böylece yılda 636 milyon metreküp su açığı ortaya çıkıyor . Her yıl bir tuz gölü nü dolduracak kadar su fazladan çekildiği için dönemsel yağışlar dışında su toplamayan Türkiye nin en büyük gölünü de kaybettik bu ne büyük bir felaketin habercisidir biliyormusunuz. BİZİ BEKLEYEN TEHLİKENİN FARKINDA MIYIZ? Ülkemizin ve dünyamızın en önemli sorunlarından birisi çevre kirliliğidir. Çevre kirliliği,havanın, suyun, toprağın, içinde yaşadığımız çevrenin doğal özeliğini, kaybetmesi, kirlenmesi canlılara, insanlara zarar vermesidir. * İhtiyaçtan fazla gübre ve ilaç kullanımından dolayı yeraltı sularında NİTRİK kirlenmenin olduğundan ve toprakta aşırı FOSFOR birikimi olduğundan haberiniz var mı? * Büyük Menderes ırmağına 165 Belediyenin atık sularını akıttığından haberdar mısınız? * Uşak, Denizli ve Aydın illerindeki 20 değişik alanda üretim yapan fabrikaların atıklarını arıtmadan Menderes’e bıraktığından haberiniz var mı? * Büyük Menderes Irmağında Bakır, Çinko, Kad-
Yazı İşleri Müdürü: Hatice Zuhal Göktepe YÖNETİM YERİ-ANKARA İZMİR Temsilcilik-Konak İmtiyaz Sahibi ;Zeki Irmak İzmir cd. Sümer 1 sk. no:7-8 Kızılay 859 Sk.Vatan İşhanı no. 6/204
08.00 - : Dersim’ den Hareket (Otogar) 10:00 -12:00 : Cem EMİR Parkının Açılışı-Kahvaltı 12:00 - 14:00 :Folklör Şiir ve Dinleti 14.00 - 17.00 : Panel : 20. YÜZYILIN SİYASAL VEBASI, MİLLİYETÇİLİK SOYKIRIM VE DERSİM MODERATÖR: Ali DEMİR, Dr. Şükrü ASLAN; Av. Mehmet BAYKARA; Av. Barış YILIDIRIM; Av. Ebru TİMTİK; Yazar Cafer DEMİR; Yazar Ziya ULUSOY YER : Belediye Düğün Salonu 17:10 - 17:30 : Ercan DOĞAN parkının açılışı 17:30 - 18:00 : Sessiz Yürüyüş Toplanma Yeri : Cumhuriyet Caddesi (REMAR Karşısı) 18:00 - 18:20 : Qole Dersim Halk Oyunları (Dersim Kültür Derneği) 18:30 - 01:00 : AKŞAM PROGRAMI KONUŞMACILAR : KONSER : Grup Munzur, Grup Yorum, Grup Haykırış, Grup Vardiya, Emre SALTIK, Zelal GÖKÇE, Abidin BİTER, Erdoğan EMİR, Doğan ÇELİK, Hozat Belediyesi Sanat Topluluğu YER : Cumhuriyet MEYDANI SUNUCULAR : Zeynep DEMİR; Mehmet ÇETİN (Şair) Berbati (Şair) NOT: 38 DERSİM FOTOĞRAF SERGİSİ (KALAN- HASAN SALTIK ARŞİVİ) TARİH : 28-29 Temmuz 2012 YER : Belediye Sergi Salonu Cevdet KONAK Belediye Başkanı
minyum, Krom, Kurşun, Nikel ve Demir ağır metallerininnormal sınırların çok çok üstünde olduğundan haberiniz var mı?* * Artık Menderes’in suyunun tarımsal sulamada kullanılamayacağının farkında mıyız? * Söke çayının içinde de ağır metaller olduğundan haberdar mısınız? * Menderes Irmağındaki ağır metallerin bitkilere geçerek bize ulaştığından haberdar mısınız? * Sulardaki bu ağır metallerin, akciğer kanserini ve beyin tümörlerini tetiklediğinin farkında mısınız? * NİTRİK kirlenmenin tüm canlılar için zararlı olduğunun haberiniz var mı? *Bölgemizde son 100 yılda 23 kuş türünün, 84 böcek türünün, 87-100 arası endemik bitki türünün yok olduğundan haberiniz var mı? * Toprakta FOSFOR birikmesinin, demir, çinko ve bakır alımını engelleyip bitkilerin gelişimini etkilediğini ve topraktaki yosunlaşmanın FOSFORdan kaynaklandığını biliyor musunuz? * Topraktaki aşırı fosfor birikiminin tatlı sulara sirayet edip insanlara zarar verdiğinden haberdar mısınız? * Akarsuları ile zengin olan ülkemizin, temiz su fakiri olduğundan haberiniz var mı? *Aydın Uşak Denizli bölgemizde yüzlerce taş ocağının,maden ve kömür ocaklarının en ilkel yöntemlerle işletmeciliği nin yapıldığını biliyor musunuz ? * Kömür taş maden ocaklarından açığa çıkan tozların ağır metalleri havaya yaydığını, havadaki, sudaki ve topraktaki kirliliğin çeşitli biçimlerde bizlere ulaşıp sağlığımızı bozduğunu biliyor musunuz? * Besin zinciri ve su döngüsü yoluyla doğadaki kirlilikten kaçınamadığımızın farkında mıyız? * Eğer bunların farkındaysak, bunları biliyorsak, insan olarak, birey olarak buna karşı mücadele etmek gerektiğinin de farkında olacağız. Tüm toplumu başta belediye olmak üzere sivil toplum kuruluşlarını, demokratik kitle örgütlerini, meslek odalarını, siyasi partileri bu konuda duyarlı olmaya çağırıyoruz. Sağlıklı nefes alacağımız bir dünya ve ülkemiz olsun, diyorsanız
U N U T M AY I N !
Eğer bu gidişe seyirci kalırsak,
35 yıl sonra bir demet maydonoz yetiştireceğimiz ne toprağımız,ne de suyumuz olacaktır.
Uygarlığın bir tanımı vardır;
Uygar insan, çevresiyle doğasıyla toplumuyla bir bütün içerisinde,incitmeden,kirletmeden geliştirerek gelişen insandır.
Tüm sorumlu kişi ve kurumları,
Tüm yurttaşları geleceğimize,sağlığımıza,doğamıza sahip çıkmaya davet ediyorum YAŞAR SAVAŞÇI HERBALİST
Basım Tarihi Basım Yeri - Star Medya AŞ 17.07.2013 9 Eylül Mah.No.29 Gaziemir- İZMİR