Hk9

Page 1

SIYAH MAVI

SARI

9

S A Y I 2013

BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ VE EZİLEN HALKLAR BİRLEŞİN

Mahirler devrimci değerlerin, onurun, yoldaşça dayanışmanın, inancın simgesi bizlere Denizler, “Kahrolsun Emperyalizm, Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi” diye haykırırken darağacında umut oldu bizlere İbrahim, Diyarbekir zindanlarında ser verip sır vermemenin, onurlu direnişin mirasını bıraktı bizlere

SELAM OLSUN YÜZÜNÜ GÜNEŞE DÖNENLERE!

DEVRİMCİ KOMÜNİSTLERİN BİRLİĞİ İÇİN

.

-

PARTIYE ÇAGRI

Gün bilincimizi, yüreğimizi, Devrimci Komünist onurumuzu birleştirme günüdür Gün fedakarlık, irade ve kararlılık günüdür

ŞİMDİ PARTİLEŞME ZAMANI

Türkiye gerçeğinin, en büyük hızla yaşadığı ve “Sol”da akıl tutulmasına neden olan en yeni gelişme Gezi Kalkışması oldu. Devrimci Komünistler uzun bir zamandır partileşmenin önemine vurgu yaparlarken, Gezi Kalkışması BAK İŞTE YAKLAŞIYOR, YAKLAŞMAKTA OLAN bu öngörünün sağlamasını yapmış, yaşamsal pratik içersinde doğrulanan öngörü, önderliksiz bir hareketin nasıl zavallılaşacağı, yenileceğini ve karşı devrimin elinde bir silaha dönüşebilceğini kanıtlamıştır. Bunun yanısıra proletaryanın öncü müfrezesinin olmadığı koşullarda, devrimci dinamiklerin yetmezliğinin, ne denli basiretsiz kalabileceklerinin, dağınık komünist güçlerin işlevsizleşeceklerinin ve mücadele açısından hiçbir kiymet-i harbiyeleri olmayacağı gerçeği, kangren oluşturmuş bu coğrafyanın, sancıları olarak yaşandı, tarihe tanıklık etti.

BUGÜN İÇİN DIŞIMIZDA DURAN TÜM KOMÜNİST DİNAMİKLERİ BU SÜRECE KATILMAYA, OMUZ VERMEYE, TEK PARTİ ÇATISI ALTINDA TOPLANMAYA DAVET EDİYORUZ.

Halkın Kurtuluşu ŞİMDİ PARTİLEŞME ZAMANI

Merhaba Türkiye’nin işçi sınıfı ve ezilen halkları, merhaba işçi ve emekçi kadınlarımız! Faşizmin korkulu rüyası yiğit, anti-faşist, anti-emperyalist, komünist Kürt ve Türk gençliği merhaba! Merhaba yaban ellere sahipsiz gönderilen işçiler, sürgünde yalnız bırakılmış mülteciler ve uzak ülkelerde gelecek arayan öğrenciler, merhaba yeryüzünden silinmek istenen Kürt işçileri ve emekçiler! Dostlar, yoldaşlar, adaletsiz bir dünyanın bütün güvencesizleri, kardeşler, uzun bir aradan sonra yeniden merhaba! Mahirler özgür bir gelecek için devrimci değerin, onurun, inancın simgesi değil miydi bizim için? Denizler, darağacında, “kahrolsun emperyalizm, yaşasın Marksizm ve Leninizmin yüce ideolojisi” diye haykırırken, ölürken bile umut değil miydi bize? Erdal “yaşasın partimiz, TDKP” derken, yüreklerimize düşen bir ışık değil miydi? Marksizm-Leninizm bir bilim değil miydi bizim için? Bizler devrim şehitlerimize, Marksizm-Leninizm’e nasıl sahip çıkıyor, nasıl inanıyoruz? Onlardan devraldığımız mirası nasıl taşıyor, nasıl aktarıyoruz? Proletarya Partisini inşa etmeye çalışıyoruz, biz devrimci komünistler, partimizin tarihinin önemli bir dönemecindeyiz ve üzerimizdeki tarihsel görevin Mahirlerin, Denizlerin, İboların, Erdalların bize verdiği onurlu görevin- sorumluluğunu ve bilincini taşıyoruz. Yoldaşlar, bu ağır görevle göğsümüzün daraldığı,

düşüncelerimizin sıkıştığı bir aşamadayız; artık pratik bir sürecin bize dayattığı görevlerle, somut isteklerle karşı karşıyayız çünkü. Bu görevin devrimci komünist partinin en önemli tarihsel anına denk düştüğünü biliyoruz. Ve şunu da biliyoruz, bu onurlu görev, işçi sınıfına inanmayanlara, Marksizm-Leninizm’i derinden kavrayamayanlara, devrim uğruna şehit düşmüş yoldaşlarımızın onurunu taşımayanlara, ilkesizlikleri, ihanetleri, köhnemiş bir düzene eklemlenmiş kişilikleri ile düzenle uzlaşmışlara uzaktan bile düşmez. Artık gün, bilincimizi, yüreğimizi, devrimci onurumuzu birleştirme günüdür; gün, fedakarlık, irade ve kararlılık günüdür. Yapmamız gereken mevcut güçlerimizi en kısa süre içinde gözden geçirmek, netleştirmek, tüm gücümüzle Partimizin inşasını gerçekleştirmek ve yönümüzü doğrudan işçi sınıfına çevirmektir. Örgüt disiplinimizin ve hukukumuzun oluşturulmasıgereken bu süreç hepimiz tarafından çok iyi kavranmalıdır. Bulunduğumuz alanlarda iletilecek görevleri hızla yerine getireceğimize, yapmamız gerekenleri büyük bir özveri, kararlılıkla, somut verilere dayanarak yapılacağına yürekten inanıyor ve devrimci komünistlere yakışacak bir eylemlilik içinde olacağımızı biliyoruz. Sizler, devrimci komünistler, dünyanın değişmesini isteyen bütün ezilmişler, tarih bizi çağırıyor, sokaklar, fabrikalar bizi çağırıyor, Hüseyinlerin sökülmek istenen ağaçları, tersine dönmüş adalet bizi çağırıyor. Yeniden güzel bir dünya umudunu kurmak için birleşelim, düşenleri geride bırakıp kendi yolumuzda yürüyelim.

#DİRENODTÜ

Dayan; tırnak ile, diş ile, umut ile, sevda ile, düş ile

DARBE Mİ, EMPERYALİST OPERASYON MU ? Sayfa 8

GÖKÇEK’in Faşist Diktatörlüğün gözünde rant ve itibar mücadelesi direnişe çarptı !

ODTÜ Gençliği “Yusufların, Hüseyinlerin diktiği fidanlar orman oldu; gençlik ormanına sahip çıkıyor. ODTÜ’den geçebilecek tek yol Devrim Yolu’dur” , “Kapitalist rant’a doğamızı, mahallemizi teslim etmeyeceğiz DİRENECEĞİZ” ODTÜ ORMANI, işçisi, öğrencisi, akademisyeniyle tüm ODTÜ’lülerin eseridir. Ağaçların dikiminde devrimci yoldaşlarımızın, Yusufların, Hüseyinlerin, Sinanların, Ulaşların, Taylanların emeği vardır. FİDANLARIMIZI ASAN, yoldaşlarımızı KATLEDEN FAŞİST DİKTATÖRLÜK, ODTÜ’de bir ağaca bile DOKUNAMAZ !..

SURİYE Halepçe! gibi Emperyalizm ve Uşakları Ortadoğu Halklarına Saldırıyor!

EMPEYALİST SAVAŞA HAYIR!

Sayfa 8

DEPREM! İnsanlık yeraltında; Kapitalizm: sömürü, zulüm yeryüzünde

Say-


SIYAH MAVI

HALKIN KURTULUSU Reformist-Revizyonist-Sosyal Faşist odakların saldırıları devam ediyor.

SARI

SAYFA 2 ÖZNENİN DEVRİMCİ YENİDEN KURULUŞU TARIK ALİ

İlerici Devrimci Kamuoyuna, Devrimci kamuoyunun daha önceden de tanıklık ettiği, gazetemize ve çalışanlarına yönelik fiziki saldırılara bir yenisi daha eklendi. Bilindiği gibi İzmir 1 Mayıs’ında devrimci taleplerle alana girmeye çalışan kortejimize EMEP gençliğinden olduğunu bildiğimiz eli sopalı bir kalabalık tarafından saldırı düzenlenmiş, saldırı esnasın da pek çok gazete çalışanımız yaralanmış, bir arkadaşımız saldırı esnasında geçirdiği kalp krizi sonucu bir sonraki gün yaşamını yitirmişti. Ancak EMEP “saldırının bizimle ilgisi yok” dediği için bunu, sivil faşist bir güruhun, devrimcilere saldırısı olarak nitelemiştik. Ardından 18 Mayıs gecesi Ankara Alba Otel’de düzenlediğimiz dayanışma yemeği çıkışında, bazı dostlarımız karanlık köşelerde pusu kurularak tehdit/darp edildi. Saldırı, bununla da durmadı. 20 Temmuz 2013 günü, Ankara büromuz yine Tay yip’ inkine benzer eli sopalı 15 kişilik bir grup tarafından basıldı. Baskını düzenleyen güruh, ‘Halkın Kurtuluşu öyle mi ’ diyerek, büroda o esnada yalnız bulunan, gazetemiz imtiyaz sahibi Zeki Irmak’ı ağır biçim de darp etti. Büromuzda bulunan tüm mefruşat, pankart ve devrimci önderlerin resimleri parçalanarak ayaklar altına alındı. Tüm elektronik ve elektrikli cihazlarımız parçalandı. Saldırıyı düzenleyenlerin mesaj vermek saikiyle olsa gerek, ellerindeki Evrensel gazetesine sarılı olarak getirdikleri sopaları, gazetenin içerisinden çıkararak saldırıya başladıkları görüldü. Bu durum, saldırının hemen ardından gazetemize gelen İHD çalışanları ve avukat Erdal Güzel tarafından da görüntülendi. Bizler tüm bu saldırıların nedenlerini çok iyi biliyoruz ve beklemediğimiz saldırılar değil. Bu saldırıların hangi korkunun ürünü olduğu bizce malum. Bir kez daha yinelemekte fayda var ki, korkularının ecellerine hiçbir faydası olmayacak. Bizler Spartaküs’ten, Şeyh Bedreddin’den, Denizler ’den, İmranlar ’dan devraldığımız direnme ruhu ve devrime sadakatle yolumuzda yürümeye devam edeceğiz. Ve sınıfsız topluma varana dek, bir milim dahi geri adım atmayacağız. Bu saldırıların, devrimci bir çıkışı boğma ve burjuvaziye yaranma niyetini çok ama çok iyi biliyoruz. Sınıf düşmanlarımızla daha büyük kavgalara hazırlanan bizler, bu bir avuç serseriye ne yaptığının, neye hizmet ettiğinin farkında dahi olmadığını iyi bildiğimiz gençleri, kendi pis çıkarlarına alet eden ve devrimci mirası ayaklar altına alan, can pahası biriken değerleri kendi şiş göbeklerini doldurmak için kullanan, halkın parasıyla bedelli askerlik yapan, çocuklarını özel okullarda okutan, BMW ile gezen ihanet şebekesine elbette boyun eğmeyecek ve her düzeyde karşılık vereceğiz. Akıtılan her damla kanın hesabını, bu halk misliyle soracaktır. Yine çalışanlarımızı, dostlarımızı bundan sonra da karanlık köşe başlarında pusuya düşürebilirler, hatta öldürebilirler. Biz, tüm bunlara hazırlıklıyız. Asla boyun eğmeyeceğimizi, bir kez daha ilan ediyoruz. Bu saldırılar bizi durdurmaya yetmez; daha çok saldırın, saldırın ki bu halk ve bu halkın devrimci evlatları sizin Tay yip’ten farklı olmayan faşizan yüzünüzü görsün. Tarzınız çok benziyor, siz de diktatör gibi kaybetmekten korktuğunuz kitlenizi, konsolide etmeye çalışıyorsunuz. Ancak bilmelisiniz ki, gerçek inatçıdır ve mutlaka bir gün açığa çıkar, maske düşer ve kel görünür. Her şeyi paraya tahvil etmiş siz ler,e aşkı hatırlatmak isteriz. Siz unuttunuz belki ama bizler sevdalıyız, sınıfsızlık aşkıy la dolu yüreklerimiz. Ne aşktan korkarız, nede sonuçlarından. Devrimci kamuoyunu yanıltmaya çalışan, deyim uygunsa aptal yerine koyan ‘bizimle ilgisi yok’ açıklamaları bir işe yaramayacak, devrimciler saf ama aptal değildir. 1 Mayıs saldırısı da, 18 Mayıs yemek çıkışı saldırısı da ve en son büromuza yönelik saldırı da aynı merkezden yönetiliyor. Devrimci kamuoyunu, yeniden duyarlılığa çağırmayacağız. Dostlarımızın duyarlılığı zaten belli ve bizim açımızdan çok kıymetli. Ancak ortaya çıkan bu duyarlılığın, bu gerici faşist saldırıları durdurmadığı ve durdurmayacağı anlaşılıyor. Bu nedenle biz, bugün yalnızca bir kez daha teşhir etmekle yetiniyor, bu saldırıların halkın ve onun devrimci evlatlarının vicdanında mahkum edildiğinin, tarafımızdan bilin diğini belirtmek istiyoruz. Halkın Kurtuluşu Gazetesi Merkez Bürosu-ANKARA

Bu görüntüler www.gaziemir.net adresinde yayınlanan video kaydından alınmıştır.

EMEP! Düzenle uyum, Reformizm, Tasfiyecilik, Revizyonizm ve İhbarcılık! İzmir 1 Mayıs’ındaki o eline sopaları verip, çete yöntemleriyle pusu kurdurduğunuz gençlerin hani sizinle ilgisi yoktu? Sonraki her saldırınızda da aynı inkar! Bir de bakıyoruz ki, EMEP İzmir il örgütünün 1 Mayıs’ta tanımadığı il yöneticileri, hem de kendi partilerinin ifadelerindeki isimleriyle, 30 Temmuz ’da yeni bir tertibin bozulmasıyla ortalığa saçılıvermiş. Sanki bugüne kadarki karanlık oyunların, tertiplerin, tehditlerin mimarları kendileri değilmişçesine yeni tehdit ve açıklamalarıyla üstelik. O saldırınızda; polis karakolunun önünde ve bölgedeki tüm kameralar kör olmuş, bozulmuştu. Ankara saldırınızda ise, apartman içerisinde kayıtlarınızı alan kameradaki görüntüler, ‘net olmadıkları’ gerekçesiyle deliller karartılıyordu. Ne ilginç tesadüfler değil mi? Sonraki EMEP açıklamasında önce polise ihbar, sonra “bakın savcı serbest bıraktı, karanlık bunlar ” açıklamaları geliyor. Sahi, siz kimlere taşeronluk yapıyorsunuz, kimlerin odağısınız? Devrimci Kamuoyuna, Gazetemizin yayın hayatına başladığı ilk günden bu yana, gazetemize ve çalışanlarına yönelik gerek sözlü, gerek fiziki Emep saldırılarının ulaştığı boyut herkesçe bilinmektedir. İzmir 1 Mayıs’ında, kortejimize EMEP il yöneticisi ve üyeleri tarafından saldırı düzenlenmiş, saldırı esnasında pek çok arkadaşımız yaralanmış, bir arkadaşımız geçirdiği kalp krizi sonucu bir sonraki gün yaşamını yitirmişti. Emek Partisi İzmir İl Örgütü’nün, bu saldırıya ilişkin yaptığı basın açıklamasında ’’partimize yönelik asılsız ve provokatif suçlamalar kabul edilemez. Halkın Kurtuluşu isimli bir grupla, aynı yerde toplanmış ya da oradan geçmekte olan başka bir grup arasında yaşanan gerginlikle pa rtimizin hiçbir ilgisi yoktur. Parti İl Örgütümüz, yaşanan olaydan herkes gibi sonrada n haberdar olmuştur ’’ denmiş ve yaşamını kaybeden yoldaşımız İbrahim Kutluay ’ın, eceliyle öldüğü söylenerek açıklamalarımızı reddetmişler, bizi suçlamışlardır. 30 Temmuz Salı akşamı yaşanan kavga üzerine yaptıkları basın açıklamasında ise, fotoğrafları tespit edilen 1 Mayıs saldırganlarının isimlerini ‘’Emep İzmir İl Yöneticileri ’ne saldırı’’ diye tarif ederek, kendileri deşifre etmişlerdir. 20 Temmuz ’da Ankara merkez büromuza yapılan saldırı sonucu; gazetemiz imtiyaz sahibi darp edilmiş, eşyalarımız parçalanmış, devrimci değerlerimize ait fotoğraf ve dökü manlar tahrip edilmiştir. Kayıtlarda, o saldırganların görüntü ve isimleri de bellidir. Gazetemizin yayın hayatına başlama haberi ile başlayan, tehdit ve kışkırtma politikalarıyla süren saldırılara, bir yenisi de 30 Temmuz akşamı eklenmiş ve takip edilen gazetemiz okur u iki arkadaş, meşru müdafaa haklarını kullanmışlardır. Emep’ in yaptığ ı sözde basın açıklaması; ihbarcılığın, devrimcileri küçük düşürmenin, onursuzluğun en pespaye örneğidir ve devrimci kültüre bir hakarettir. Bu güne dek süren Emep saldırıları, düzene yedeklenmenin ve sistemle uzlaşmanın ciddi bir aracıdır. Aylardır sürdürdükleri provakatif tehdit ve saldırılar, devletin saldırılarını da meşrulaştırma ve komünistlere yapılacak operasyonların, zeminini hazırlamaya hizmet eder. 30 Temmuz Salı günü yaşanan kavgadan sonra Emep İl Yönecilerinin (1 Mayıs saldırısını gerçekleştirdikleri video ve fotoğraflarla kanıtlandığı halde, partileri tarafından sahiplenilmeyen) polis çağırarak okurlarımızı götürdükleri karakolun önünde, neşeli-

Öznenin ölümü aydınlanma ile hesaplaşmanın gözde konularından biriydi, Foucault öznenin, “kuma çizilmiş bir yüz gibi” silindiğini bildirirken burjuvazi ile birlikte dünya sahnesinde beliren ve sahte bir insanlık idealinin yalan mekanı olan bir varoluşun ortadan kalkışından söz etmekteydi. Bir anlamda gönderilen, gitmesi gerekendi, ölen sadece, insana yüklenmiş belli bir tarihsel anlamın kendisiydi ve yeniden oluşturulması gerekenin hemen öncesinde duran bir boşluktu, doldurulacak bir boşluk. İnsana yüklenmiş evrensel değerlerin yanıltıcılığı üzerine oluşmuş bir tarihin karşısında durmaktayız, pespaye bir bireyciliğin felsefi olarak yüceltildiği, insan şöyledir diye başlayan sonsuz yüklemlerden oluşan bu tarih henüz dünyanın kendisi yaşanır bir yer haline gelmeden, henüz tarih başlamadan başlamış bir insanlıktan söz ediyor bize. Değişmesi gereken yığınlarca dinamik değişkenlerin içinde öylece değişmeden duran, aklıyla yeniyi kuracak olan tuhaf bir sabitlik olarak insan. Henüz olmayanın içinde önceden kurulmuş olarak duran ve ne yaparsanız yapın idealizmden kurtaramayacağınız bir önceden verili anlam. Birlikte hatırlayacağımız ve unutmayacağımız cümle ise şu olmalı:” Yaradılış başta değil sondadır.” Kurulacak olanın inşası, kuracak olanların da inşasını gerektirir ve işte burada kesintisiz bir diyalektiğin işleyiş yasaları da belirmiş olur. Herkesten çok değişim için mücadele edenleri içine alacaktır bu bilgi, yeniyi kurmakla kendini görevlendiren bir özne, aynı zamanda kendini de kurmak zorunda olduğunun bilgisine açık olacak, kurma ve kurulma ilişkisinin sürekliliğinin tam ortasında hareket ederken yıkılması gerekenden payını almak zorunda olduğunu hiç unutamayacaktır. Özne henüz yoktur, tıpkı tarih gibi, kendini eylemle kuracak, kendini geleceğin geçmişi olarak kurgulayacaktır. Bir süreklilik olarak, değişimin içinde değişmez olarak kalan öznenin yanıltıcılığında uzlaşıldığında önümüzde belirecek şey bir yol fikri olacaktır, yürürken biçimleneceğimiz bir yolda önümüze çıkan yeni problemlere eski cevaplarla çözüm arayamayacağımız muhakkaktır. Yolu belirlerken belirlenenlere ve yürünen hep aynı yolmuş gibi davranmayanlara devrimci öznenin eylemi diyeceğim ben, önündeki boşluğa korkmadan bakan ve o boşluktan kendini ve dünyayı doğuracak cesarete sahip olanın çabasına da devrimci bir özellik atfedeceğim. Onu tıpkı özgürleşecek bir tarih gibi bir potansiyel, bir imkan olarak göreceğim ve bir imkan olarak devrimci öznenin ikili bir hatta ilerlediğini düşüneceğim. Kendini kişisel düzlemde yeniden oluşturmaya açık olan ama aynı zamanda da kolektif bir aklın dışında da kalmayan ikili hareketliliği barındıran bir hatta ilerlediğini. Zor görünüyor ama gelecek için ümit barındırıyor. Öznenin devrimci hali bir devinimse ve yanlış sürekliliklerin, sabitlerin iptali için uğraşacaksa işe önce kendi yarılmasından başlayacak belki. İçinde kendini dönüştürmediği bir tarihsel kalkışmayla arasındaki farka çarpacak ilkin, devrimci eylemin sadece toplumsal alanda kurulmayacağını, kendini içeriden kuşatan bir olma biçimi olduğunu kavrayacak belki. Devrimci dövüşürken ve tartışırken feodal yasalarla sevmeyecek, düşünmeyecek örneğin, değişsin diye bağırdığı kurallara kendi kişisel riayetinin nedenlerini düşünecek belki. Bir oluş halinde olmaya açık tutması gerekecek kendini, kendisinin de değişebileceğini düşünerek. Bu kişisel formun ilk durağı, ikincisinde ise içinde biçimlendiği coğrafyanın farkları dikkate alınacak. Şunu söylemeye çalışıyorum, evrensel özne fikrinin en yanıltıcı noktası Avrupalı olmayan insanların kültürel farklarını ıskalamasıydı, bizim kişiselimizin içinde kurulduğu toprakların gerçekliğini dikkate almayan bir akıl yürütmenin içinde kurulmuştu. Evrensel öznenin dışarıda bıraktığı bu kültürel farklar devrimci özneyi hedefler bakımından evrenselden koparmasa da eylem haritası bakımından bir mekanın koşullarına bağlayacaktır. Kişisel olan böylece hem öznelliğin niteliğini hem de öznelliğin kültürel koşullarını dikkate alarak kurulacaktır. Kolektif olanı, ortak iyinin oluşması için uğraşan öznenin devrimci hamlesinin kişisel boyutuyla iç içe geçirmediğimizde ise ortada yine bir boşluk oluşacak. İlk aşama için çabalayan bir özne, kendini kolektifin içinde anlamlandırdığında artık burada vuku bulan asla yanlış bir kolektif olmayacak. Eylemiyle bütünleşmiş bir öznelliğin devrimci formunda ne bireyselliğin yanlış bölümü ne de kolektifin kötü biçimi kalacak. Dünyayı kurarken kendini kuran özneye ise hiçbir öncelik ya da sonralık atfedilemeyeceği ortadadır. Artık burada dinamik süreçlerin kesintisiz

oluşumu işbaşındadır ve özneyi kuracak olan aynı zamanda eylemin kendisidir ve elbette eylemi ortaya çıkaracak şey de özneye bağlanacaktır. Bir düşten söz ediyorum, henüz kurulmamış olanın düşünü kuruyorum ve burada özneyi ne salt edilgen bir belirlenen ne de salt aktif bir belirleyen olarak görmekten vazgeçiyorum. Bir düşten söz ediyorum ama imkan olarak düşten ve bir imkan olarak yeni devrimci bir özneden. Kendine kurulmuş, arkaik anlamlarla bakmaktan vazgeçmiş ve kendini hayatın her alanında yeniden kuracak kadar cesur bir özneden. Ve bu sürecin çalışılması, çağrılması ve müdahele edilmesi gereken bir süreç olduğunu düşünmeliyiz diyorum, birlikte anlamlandırılması gereken bu süreçte geleneksel “öncelikler hiyerarşisi”ne veda edilmesi gerektiğini düşünüyor, hareketin bir kimlik kazandırdığı insan idealinin karşısına harekete katkıda bulunan, kimlik kazandıran insan idealini hayata geçirmeli artık diyorum. Ben’i ya da biz’i kuran unsurlar eğer değişecekse ben ya da biz öyle, olduğu gibi nasıl kalabilir diye soruyorum. Öğrenmek, her şeyden önce bedenle öğrenmektir, bu da bilginin içselleştirilmesinden başka bir şey değildir ve şüphesiz bu türden bir bilme biçimi artık reçetelerle, hazır cevaplarla düşünmeyecek bir özneye aittir; “kendi kafasıyla” düşünecek, yeni durumlar için eski çözümleri hükümsüzleştirme cesareti gösterecek ve kendini bir sistemin negasyonu olarak değil de yeni bir düzenin olumsal figürü olarak belirleyecek bir özneye aittir. Tam burada devrimci öznenin gelecek kuruluşu için bir veri daha belirir önümüzde, sistemle mücadelesinde onun verilerine göre konumlanmaktan, onun olumsuzlaması olarak kendini tanımlamaktan vazgeçiş. Bir olumsuzlama her zaman bir olumsallıktan sonra gelir, bir başkaldırıyı ya da dinamik bir eleştiriyi güçsüzleştiren, kendi anlamını oluşturmak için hep bir başkasına ihtiyaç duran bir olma biçimine açılır. Öznenin devrimci hali kendi tarihsel anlamını ve hedeflerini oluştururken direnmesi gereken en önemli şey kendiliğinden değer üretebilecek bir konumu sahiplenmesidir. Değer üretenlerin negatif aynası olmaktan el çekme, bir değer üretici olarak kendi tarihine görkemli bir giriş yapma meselesi sanıldığından daha önemli görünmektedir. Devrimci süreç negasyon aşamasını çoktan geride bırakmıştır, her anlamda iflas etmiş bir sisteme ve onun uzantılarına onun olumsuzlaması olarak yaklaşmaya tenezzül bile etmemeli, çoktan çürümüş bir cesede -aslında onu yok etmeye çalışırken- ‘efendi’ muamelesi yapmamalıdır. Kendiliğinden bir değer dizgesi oluşturmanın, bu dizgenin olumsal bir karakter taşıması için uğraşmanın devrimci öznenin kendini yeniden kuracağı alana ait olduğunu düşünmemiz gerekecek ve böylece asal görevin geleceği kurmak için kuracağımız düşlere ve yapacağımız projelere ait olacağı belirlenecek, zaten çoktan ölmüş olanı, konuşma partneri olarak muhafaza ederek bir çeşit ölümden sonra hayat hakkı vermek olmadığı anlaşılacak. Kurulması gereken bir dünya için her şeyden önce yaratıcılığa ihtiyacımız var, kendi yanlış bireyselliğini ya da yanlış kolektifliğini yıkmaktan korkmayacak insanlara ihtiyacımız var, birbirimize aktaracağımız ve açık bir yürekle tartışacağımız tecrübelere ihtiyacımız var. Kendimizi değişimciler olarak nitelerken bir dogmanın içine düşmemeye, tarihi değiştirmekten korkmazken kendimizi değiştirmekten korkmamaya, her şeyi yeniden gözden geçirmeye ve içeriden dışarıya dışarıdan içeriye kesintisiz işleyecek bir değişimin üzerinde hakiki bir biçimde düşünmeye ihtiyacımız var. Sadece dünyanın değil bizim de değişime ihtiyacımız var. Bir zamanlar birilerinin yürüdüğü yollar vardı, bilgisine sahibiz; bir zamanlar birilerinin yapma ve ölme biçimleri vardı, onların da sezgisine sahibiz ancak tarih bize yeniden, kendi aklımızla düşünmemizi, biçimlerin değişime uğradığını, anlamların da değişmesi gerektiğini söylüyor; kendimizi güvende hissettiğimiz bütün kalıpların yeniyi oluşturma iradesini sakatladığını söylüyor; bir zamanlar birilerinin yaptığı gibi yapamayacağımızı, çok şeyin tarihselleştiğini söylüyor. Özneleşme sürecinin yaratıcılık beklediğini, düşünmekten korkmamak gerektiğini söylüyor. Bir kez daha ve yüksek sesle: “Yaradılış başta değil sondadır.” Bu boşluktan yeni bir özne ideali oluşturmak için yapılacak her çaba devrimci bir çabadır, yeniden düşünmeye cesaret eden ve eski uzlaşımları iptal ederek yeni bir varoluşun koşulları üzerinde akıl yürüten devrimci bir çaba: Yeniden kurmanın güçlüğünü ama aynı zamanda heyecanını da bilen eylemliliğe açılan bir alan.

sohbetleri ve okurlarımızın isimlerini devlete vermekten kaçınmadıkları dikkat çekicidir. Devrimcileri devlete ihbar eden, hem saldıran hem de tehdit edip kışkırtan, düzenle barışık, reformist-tasfiyeci grubu kınıyor; devrimci kamuoyunu uyanık olmaya davet ediyor, bilgilerine sunuyoruz. Darp edilen gazete okurumuzun ‘’vurun ulan vurun, ben kolay ölmem’’ diyerek saldırılara göğüs germesini örnek alıyor, hiç bir şeyin bizi devrim ve sosyalizm davasından alıkoyamayacağını bir kez daha ilan ediyoruz. “ biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya sessizce bir leşip, sessizce ayr ılıyoruz ya anamız çay demliyor ya güzel günlere sevgilimizse çiçek ler koyuyor ya bardağa sabahlar ı işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız bu, böyle gidecek demek değil bu işler biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz ama bir ağızdan tutturduğumuz gün, hür lüğün havasını işte o gün, sizi tanr ılar bile k ur taramaz!”

HALKIN KURTULUŞU ENGELLENEMEZ! FAŞİZME ÖLÜM, HALKA HÜRRİYET!


SIYAH MAVI

HALKIN KURTULUSU

SARI

SAYFA 3

MUSTAFA ÖZENÇ

Mustafa Özenç’in 27 yıl saklanan ve 22 Eylül 2008’de Devrimci 78’liler Federasyonu’nun talebiyle ailesine teslim edilen son mektubu:

Biz bu halkı çok sevdik, ve bu ülkeyi, işte bağışlanmaz korkunç suçumuz

“Sevgili babacığım, her şeyden önce selam ve saygılarımı iletip aydınlık yarınlar diliyorum. Sizlere bu satırları yazmamın en önemli nedeni, kendinizi benim için suçlamamanız ve bu konuda soğukkanlı davranmanıza, katkıda bulunabilmek istememdir. Sizler elinizden geldiğince bana destek olup, iyi bir şekilde yetişmeme çalıştınız. Ancak içinde bulunulan toplumsal şartlar, benim ister istemez bir tercih yapmamı gerektirdi. Bu tercih bir yanda sermaye ve onun uşaklığını yapan faşist güçler, diğer yandan emekten yana olan güçler arasında söz konusu idi. Ben de seve seve bu güne kadar uzanan sonuçlarını da gördüğüm halde faşizme karşı, emekten yana olmayı seçtim. Ve doğru bildiğim değerler uğrunda onurluca savaştım. Şunu bilmenizi isterim ki, kişisel hiçbir zaman çıkar ve menfaatimi ön planda tutarak tercihim söz konusu olmamıştır. Attığım her adımda, toplumsal değerleri gözetmeye çalıştım. Hiçbir baskı veya cebir karşısında, bir an dahi inandığım değerlere ihanet etmeyi düşünmedim. Sizler, beni anlamak için her şeyden önce yaşamalısınız. Bunu unutmayın. Görecek güzel günler var. Ben ve birçokları görmese bile, gelecek kuşakların görmesi için katkıda bulunmaya çalıştık. Sömürü ve zulüm düzeni sürdüğü müddetçe, bu savaş yok edilemez. İnkar etmek gerçekleri değiştirmez. Er ya da geç, bu bozuk düzen tüm pislikleriyle tarihin çöp sepetine atılacaktır. Bu uğurda gelen ölümde, nereden ve nasıl gelirse gelsin hoş geldi sefa geldi. Satırlarımı bitirirken, hepinize yürekten sevgi ve saygı dileklerimi iletir, elveda derim. Sizler bu acıyı da yenmesini bileceksiniz. Buna inanıyorum. Oğlunuz”

TDKP’nin Yiğit Evladı (1955 – 15 Ağustos 1978...) Yusuf Yoldaş, Dersim Ovacıklı’ ydı. EgeÜniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü’ nde okudu. Aktif olarak yer aldığı devrim mücadelesi, 1971-72 yıllarındaki cezaevi deneyiminden sonra, daha da yükselerek devam etti. İşçihareketinin içinde çalışan Yusuf Metin; Çamdibi’ nde, Bornova’ da, Çiğli’ de, Bayraklı’ da, Karabağlar’ da, Gültepe’de oturan, Tekel Sigara Fabrikası’ nın, İncirİşletmesi’ nin, Şarap Fabrikası’ nın, Sümerbank’ ın, Tariş İplik Fabrikası’ nın işçileriyle mahalle ve fabrika alanlarında örgütlenme çalışmaları yaptı, mücadelelerine önderlik etti. 1974-75 yılları arasında, bir yandan Tepecik’in tenekekondularında yaşam savaşı vermeye çalışan Çingene’ leri, bir yandan da Basmane’ nin gündelikçi kahvelerinde Diyarbakır’dan, Urfa’dan, Siirt’ten gelen yoksul Kürt emekçilerini örgütledi. Mücadeleye yeni katılmış, okuma yazma bilmeyen işçilere mutlaka okuma yazma öğretmek için çabaladı. Örgütleyip okuma yazma öğrettiği Tariş işçisi bir kadın, “YUSUF ÖLDÜ, ONSUZ DEVRİM OLMAZ!” diyerek Yusuf Metin’in mücadele içindeki önemini ifade ediyordu. Halkın Kurtuluşu mücadelesinin sürekli olarak gelişmesi, artan oranda saldırıları da beraberinde getirmişti. Bir komplocu hizip faaliyetini ilk sezen ve açığa çıkaran da Yusuf Metin’ di. Tariş İncir, Yağ, Üzüm ve İplik fabrikalarında yürüttüğü çalışma, bir üst boyuta sıçramıştı ve “Tariş Direnişi” olarak bilinen 1980 direnişinde büyük payı oldu Yusuf Metin’ in. 1978 1 Mayıs çalışmaları ve mitingdeki konuşmasından sonra diktatörlüğün daha da boy hedefi olan Yusuf Metin, 15 Ağustos 1978’de Tariş İplik Fabrikası işçileriyle yaptığı bir toplantıdan dönüşte, Karşıyaka Mezarlığı’ nın hemen yanında bulunan taş ocağının yakınında otobüsten inerken, kontrgerilla tarafından, başına altı kurşun sıkılarak katledildi. Anısı ve ışığı yolumuzu aydınlatıyor.

YUSUF METİN YOLDAŞ YAŞIYOR, THKO SAVAŞIYOR! KAHROLSUN FAŞİST DİKTATÖRLÜK! FAŞİZME ÖLÜM, HALKA HÜRRİYET! tamda seni anlatan bir fotograf canim hocam.herseyi sirtina yuklemis sessiz sedasiz gidiyorsun.tipki aramizdan sessizce ayrilisin gibi...cantandaki 1960 - acilari,ayriliklari,huzunleri,umutl 04.08.2013 ari da bizler gibi kimsesiz biraktin.canim hocam seni cok

MEHMET DiKKAYA

20 ağustos 1981 Adana Cezaevi’

DHKP-C tutsağı Ayçe İdil Erkmen, üniversitede devrimcilerle tanışmasından sonra 1990 yılından itibaren Ortaköy Kültür Merkezi’nde çalışmaya başladı. Özgürlük Türküsü müzik topluluğunun ilk elemanlarındandı. Daha sonra Ayşe Gülen Halk Sahnesi, Kültür ve Sanatta Tavır Dergisi’nde çalışmaya başladı. 1994 yılında tutsak düştü. Tahliyesine bir yıldan az bir zaman kala başlayan eylemde, ölüm orucunun gönüllüsü oldu. İdil, bedeni ve bilinciyle gösterdiği direnişin 68. gününde, 197026 Temmuz 1996’da ölümsüzleşti. “Ben bir mitralyözüm” sözüyle belleklere kazınan cüretiyle, kadının özgürlük mücadelesinde de bir sembol oldu.

Tam da seni anlatan bir fotograf canım hocam. ozleyegim.rahat uyu,bilki arkanda biraktigin Her şeyi sırtına yüklemiş sessiz sedasız gidiyorcocuklarin CEHALETIN DIKTASINA HEP KARSI sun. Tıpkı aramızdan sessizce ayrılışın gibi...ÇanDURACAKLAR. tandaki acıları, ayrılıkları, hüzünleri, umutları Rahat uyu hocam...icleri ışık dolu nice ögreda bizler gibi kimsesiz bıraktın. Canım hocam cinseni sigaranın atesiyleRahat aydinlattigin yuçok özleyeğim. uyu, bil yoldan ki arkanda İŞTE HEP BOYLE OLCAK HOCAM...SEN YAKACAKSIN İLK ATEŞİ.. ruyecek hep...hic durmadan... bıraktığın çocukların CEHALETİN DİKTASINA NASIL BÜYÜTECEĞİMİZİ İSE BİZLERE ÖĞRETECEKSİN SONRA DA.. HEP KARŞI DURACAKLAR. HEP DERS VEREN KISA FAKAT DÜŞÜNDÜREN VE BİZ DE O ATEŞİ SÖNDÜRMEDEN TAŞIYACAĞIZ...

Işıklar içinde uyu can yoldaşım. Bıraktığın bayrak her zaman dalgalanacaktır. Bu bizim namusumuzdur, onurumuzdur, sen rahat uyu.

“Ne Yapsaydık Yani, ’Amerika’nın Sınırları KARS’tan Başlar diyen ABD Başkanının Askerlerine Alkış mı Tutsaydık?”


SIYAH MAVI

SARI

SAYFA 4

HALKIN KURTULUSU

G E Z İ Ç A R PA R !

ŞİMDİ HALK, YENİDEN SİYASETİN BAŞROL OYUNCUSU Gökhan Kaya

Büyük halk hareketleri; hareketin içinden gözlem yapanların daha önce defalarca belirttiği gibi, tarihin çok hızlı aktığı, toplumsal değerlerin alt üst olduğu dönemlerdir. Bir anda yüzbinlerce kişi sokağa dökülür ve o zamana kadar geçerli değerleri alt üst eder. Yeni bir şey oluşturur ama bunun kabul edilmesi zordur. Gezi’de de bugün kitle hareketinin kısmen geri çekilmesi ile birlikte, hareketin içinde yer almış muhafazakarların, yeni olana karşı direnişi ile karşılaşıyoruz. En büyük direniş ve reddediş ulusalcılardan geliyor. Biliyorsunuz, ‘Gazdan Adam Festivali’ düzenleyerek, hareketi bir tür Cumhuriyet mitinglerine, CHP’nin seçim çalışmasına dönüştürmeye çalıştılar ama başarılı olamadılar. Neden başarılı olamadılar. Aslında çok kalabalık topladılar ama herkes gördü ki; Gezi’yi, Gezi yapan Türkiye toplumu için yeni ve ‘devrimci’ olan şey yoktu orada.

Ama olmaması tesadüf de değildi. Bunu, İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek ve Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi Kemal Okuyan’ ın söylediklerinden net olarak anlıyoruz. İkisi de, Gezi’deki aynı dinamikten şikayetçi. Hatta Perinçek, nefret kusuyor. Bir kaç alıntı yapalım: Perinçek’in yazısından: “Yoğurtçu Parkı’nda toplananlar 200 kişiye kadar inmiş. ‘Sol’ maskeli bazıbaşı bozuklar, Türk bayrağına ‘pis paçavra’ diyorlar. Lice’de, Mustafa Kemal’in askerlerinin karakoluna saldırı düzenleyen uyuşturucu baronlarıyla dayanışma halindeler. 7 Temmuz 2013 Kadıköy manzarası, millet ve vatan gerçeğini anlamayan sözde solcular için, büyük bir eğitimdir. Solun öncüleri, halkla birleşerek, solun kendiliğindencilerini eğitmişlerdir.” Kemal Okuyan’ ın röportajından: “Çünkü solda etkisi var (Liberalizmin). Haziran Direnişi’nin ruhuna uymayan işler yapılmak isteniyor. Laik duyarlılıklar yerine çoğulculuk, ötekine saygı gibi başlıklar öne çıkarılıyor. Haziran Direnişi’nin, buna (gericilik) karşı da isyan olduğunu söylüyoruz. Bir yandan da alternatif iftar organizasyonları düzenleniyor. Bir çok yerde tanığıyız, ‘bayrakla gelemezsin’ diye sağa sola müdahale etmeye kalkan örgütlü solcular var. Şaka gibi” Kemal Okuyan da, Doğu Perinçek de Gezi Direnişi’nin özgürlükçülüğünden, çoğulculuğundan, yataylığından, öncüye ihtiyaç duymamasından, ötekiye saygısından, Kürt’lere ve İslamcılara kucak açmasından rahatsızlar. Özeti, aslında Gezi ruhunun kendisinden rahatsızlar. AKP’ye karşı muhalefetin, eski statükonun, askeri vesayeti temsil eden Türk Bayrağı, Atatürk resmi ve laiklik sa-

radikal.com

vunusu dışında simgelerle kendisini temsil etmesinden, anlatmasından rahatsızlar. Otoriter-despotik sosyalizm fikriyatlarının, bugünün dünyasında kimse tarafından ciddiye alınmamasından, özgürlükçü bir sosyalizm tahayyülünün, kuvvadan fiile geçmesinden rahatsızlar. Gezi’nin yarattığı, demokratik çoğulculuk resminden rahatsızlar. Askeri vesayetin kanattığı, Başbakan Erdoğan’ın ‘benim baş örtülü bacılarıma saldırdılar’ kışkırtmalarıyla kanırttığı laiklik-islam çatışmasının halk tarafından çözülmesinden, Herkesin ‘bir araya gelemez’ dediği Apo bayraklı gençlerle Türk bayraklı gençlerin birlikte yürümesinden rahatsızlar. Her ikisi de, o kitleselliğin Gezi’nin çoğulculuğunun yarattığı geniş bir hegomonik blok sayesinde oluştuğunun da farkında değil. Perinçek ile Okuyan’ı birleştiren şey; eski Türkiye içinde oynadıkları muktedirler arasındaki çatışmanın kuyrukçuluğunu yapma rolünün, artık işe yaramaz hale gelmesinden duydukları tedirginlik. Tarihin çöp tenekesine gitmekte olduklarını, güçlü bir biçimde sezmeleri. Şimdi halk yeniden siyasetin başrol oyuncusu. Sıradan insanlar sokağa çıktı ve siyasetin çeperini yeniden çizdi. Artık AKP ve askeri vesayet artıkları dışında yeni bir güç var siyasette. Halkın sokakta yarattıklarını reddedenleri; Kürt’leri tanımayan, islamcıların yaşam tarzlarını baskılayan, solcuları yargısız infazlarda, hapishanelerde katleden eski statükonun aşıklarını, emin olun özgürlükçü ve çoğulcu Gezi Direnişi de reddedecektir.

İsyanın Kazanımlarını Netleştirmek Bu isyanın şimdiden oluşmuş kazanımlarını netleştirmek; sonraki aşamalara dair öngörüleri biçimlendirmesi ve gelişecek olan bakış açısıyla, yüzünü halka dönme pratiğinin oluşturulması açısından önemlidir. 1. İlk ve en önemli kazanım, dilin yeniden yapılanma ihtiyacını keşfetmesidir. Bu eylemin adı daha konulmamışken ve hala tam olarak konulmamış olmasına rağmen, daha önce adı konularak yapılmış en meşru eylemlere göre ezici bir katılım kazanmış olmasıdır. En kalabalık 1 Mayıs eylemlerini bile balkonlardan ifadesiz izleyen halkın, bu sefer sorgulamadan ve büyük bir coşku ve istekle kendini ‘dahil’ hissetmesidir. Adın konulmamış olmasındaki başarı, dilin kuruluşundaki ve egemenin elindeki belirleyiciliğin kanıtıdır. İnsanlar, bildikleri ama ellerine geçmemiş bir literatürün eksikliğinden dolayı adlandırmadıkları ihtiyaçlarını dile getirmek için sokağa çıktığında; orada ileride bir müze oluşturacak kadar yaratıcı bir literatür oluşturmaya başladılar. Dil, gücünü gerçekle bağındaki katılımından, sokağın dinamikliğindeki birlikteliğinden alır ve dil ait olduğu zümrenin zihninde oluşur, oradaki kelimeleri kullanır. Sırrı Süreyya Önder’in, mücadeleyle örülü geçmişinde kurduğu doğru dilin, bir kepçenin önünde yakaladığı samimiyettir bu isyanı ateşleyen. O’nun bu dili; gücünü Kürt özgürlük hareketini haklı bulan bir Türk’ün, dildeki egemenliğini, hakka dönüştüren ifadesinden alır. Bu çok önemlidir; O’nun gücü Türk kimliğinde değil, Kürt’ü anlayan Türk’ün dilindedir. Kürt’ün dili Kürt’e, Türk’ün dili Türk’e yönelikse eğer; düzeltilmesi gereken Türk’ün dilidir. Fakat Sırrı Süreyya’nın dili, kültürel bir isyanın dili değildir aslen; emekçi bir isyanın dilidir. O yüzden ateşlenen bu fitilin ardından ortaya çıkan genel öfke halindeki asıl büyük potansiyele de, öfkesini dillendirme fırsatı tanınmalıdır uzlaşmadan önce. Adorno, sanırım Fransız Devrimi’yle ilgili olarak, “Köylüler, aydınların diline duydukları güvensizlikte haklı çıktılar” demişti. Burada da işçilerin böyle bir haklılığa ulaşmaları, olacak en olumsuz sonuçlardan biri olur. Bu ülkede sosyalistlerin azınlığı, bu halkın kapitalizmle bir dertlerinin olmadığının değil, dertlerinin adını henüz koymadığının göstergesidir. 2. Yine dil bağlamında, isyan hareketi çok dinamik bir biçimde kendi sorularını ve cevaplarını üretmekte; yöneleceği sistemin adını kendi el yordamıyla kurmaktadır. PKK savaşı sırasında “askere, polise uzanan eller kırılsın” sloganına, bir “vatana sahip çıkma” anlamı yüklenmişken; şimdi bu sloganın düştüğü güçsüzlük hali, o polise uzanan ellerin vatandaşın eli, vatandaşa uzanan elin de polisin eli olduğu gerçeğinin saklanamaz halde olmasıdır. Vatanla, vatandaşın çarpık ilişkisinin ifşa edilmesidir. “Vatandaşa uzanan eller kırılsın!” sloganının oluştuğu noktadır. Dilin değişimi, düşüncenin değişimidir, düşüncenin değişimi de dilin değişimidir; bu ilerleme iyi okunmalıdır. Bu şiddeti gösterenin, polis yerine asker olsaydı da aynı tepkiyi gös-

Onurhan DEMİRKOL terip göstermeyeceklerinin; bu devletin, Türk vatandaşlarına bunu reva görüyorsa, yıllarca Kürt’lere neyi reva görmüş olabileceğinin sorgulanması, 30 yıl boyunca Kürt illerinde olanları da aynı medyadan izlediklerinin farkına varılması, karşı çıkılan şeyin adının konulmasındaki el yordamıdır. Bu noktada Kürt hareketinin isyana destek olup olmayacağı, yanlış bir tartışmadır; halkçılığı reddeden ve katılımlarını siyasi bir desteğe indirgeyen bir bakış açısıdır. Kürtler bir halktır ve isyandadır zaten; bu isyanın öfkesi, onlar için de geçerlidir. Önemli olan, katılımdaki kimliklerinin ortaya koyma zamanlaması olacaktır. Bu ortaya koyma zamanlaması, isyandaki Türklerin empati süreçlerine verilecek zamanla ve AKP’ye bunu kullanma gücünü yitirtecek söylem gücüyle ilişkili olabilir ancak. 3. Karşı çıkılan şeyin adı, bir üretim ilişkisi bağlamına ulaşacak, bilince ulaşmakta olan kitleler daha net bir taraflaşma oluşturacak

ve mücadele o andan itibaren kendine gerçek bir zemin bulacaktır. Bunun ne kadar hızlı gerçekleşeceği, sendikaların teorik ve pratik etkinliğine de bağlıdır. Genel grevin büyümesi, hem sokağın dilini dönüştürecek hem de isyanın sahipliği daha kapsayıcı bir güce sahip olacaktır. İsyana katılan her kesim belli bir çokluktaysa, kenarda kalan kendi azınlığının sessizlik sarmalını kırar. Sendikalizme yönelen uzlaşmacılık eleştirisi, tüm yönleriyle ele alınan bu halk hareketindeki kendiliğindenliğe duyulan saygı doğrultusunda ertelenmeli, büyük bir güçle desteklenmelidir; şu anki süreç, bir ayılma halidir. Gelişmeler, bir çevre eylemi simgesinde başlayan ve etkisini çevre düzenlemelerindeki yasa değişiklikleriyle gösteren başlangıç noktasından, kamu mallarının alınıp satılabilirliğinin sorgulamasına çok kolayca dönüşecektir. Bu süreç, yalnızca bilinen tezlerin vurgulanması noktasında, kendi gerçekliğine doğru ilerler. Eylemin enerjisi, eylemin konulmuş adından çok daha büyük olduğu için, enerji sürdüğü sürece amaç kendine yer arayacaktır. İnsanlar, gün be gün tasarlanan ve meclise sunu-

ÖRGÜTLENMENİN TEMEL KARAKTERİ GEZİDEN SONRA NASIL OLMALIDIR? Cem Kuyumcu Örgütlülük sadece çelik bir parti yapısının, savrulan dalgalar hareketinde pusulayı şaşırmamak için olduğu kadar, topluma yol göstermenin de aracıdır. Toplumu bilinçsizliğe mahkum eden sistem, ancak örgütsel ve dayatılan yaşam dışında başka bir dünyayı savunan ve onun imkanlı olduğunu gösteren, bir biyolojik işleyen makinadır. Örgütün temel amacı siyaset üretmektir ama bu siyaset biçimi, sorunların sadece ve sadece düzen içinde çözülürlüğüne endekslenmemelidir. Düzen örgütleri için kolaydır, kurulu faşist sistemde halk üzerinde zihin yanılmaları yaratmak ama devrimci örgüt, başta proletarya olmak üzere bir çok sınıf, zümre ve katmanı içine alacak en geniş cepheyi oluşturmak kadar, yani asıl düşmanı yalıtıp çember içine alıp, kitleleri içine alan alternatif yaşamı yaratmak, ağ gibi örmekle yükümlüdür. Bu bazen kimlikler, bazen dışlanmış ezilmiş halk ya da halklarla egemen (sayıca üstün, çoğunluğu oluşturan) bir sofrada buluşturmak; bazen etnik kimliklerin haklarını, farklı inanışlardan cemaatleri devrimcileştirmek ama bunu yaparken sınıfsal bakmak ve bu hareketle riçinde sınıf pusulasını kaybetmeden, bu ayrışımı sınıfsal kökene oturtarak olur. Zaten bu ayrımlar, sınıfsal çatışmayı gizlemek için düzen tarafından oluşturulmuş böl, parçala, yönet kapsamında kurgulanmıştır. Asil görev, ezenler ile ezilenler ayrışımı ve açlık ve sefalet içerisinde bırakılmış sınıf kesimlerinin ayrımlarını birliğe çevirip; toplumun en vicdanlı kesimi olan küçük burjuvayı sol mücadelenin öncüsü yapıp, proleter sosyalistleştirmekten geçer. Ancak o zaman, devrimin önü açılır ve kadro sorunu aşılır; aydınların yoksulluk ve ezilmişlik kıskacındaki halka fikirsel öncülüğü, sosyalizmi her alanda ve koşulda savunması, bu sayede mümkün hale gelir. Aynı zamanda, aydınların beynindeki becerileri yaşamla uzlaşır hale gelirse ve öncü bir parti pratiğini ören çelik yapılı partiyle buluşursa, yüz çiçek açsın bir fikir yeşersin olur. Çiçeklerin en dayanıklısı, en kalıcısı baharı halklarımızla birlikte görür. Dayanıklılıktan kastımız; ısrarlı, cüretli, fedakar, bilimsel Marksist-Leninist bir çizgide bakıp, onu ülke koşullarında yeniden temel ilkeler doğrultusunda yaratan, tüm dünya pratiğindeki kazanımları gören, yenilgilerden dersler çıkaran, ülkede sosyal ve ekonomik yapıya müdahale edebilme yeteneğini hızla geliştiren, her yönlü mücadele biçimini kullanan ve öğrenen ve geliştiren, sol içi birliğe önem veren, her koşulda birliği sağlamaya çalışan, ayrımları değil ortak paydaları ortaya sol içinde koyan, kendine güvenen, başka hareketlerden öğrenmekten çekinmeyen, militan, kitle kaygısı yerine sorunu çözme ve devrim hedefi taşıyan, değişik sınıf zümresi kimliği ve kültürü taşıyarak yoluna başlasa bile tüm halk sınıfını kucaklamayı başaran, disiplinli tabanıyla tüm halk kesimleriyle fikir alışverişi yapan, tabandan çıkan sonuçları ya da halkın temel sorunlarına çelişkiye (sınıfsal) dönüştüren örgüttür. Ayrıca içinde ve kadrolarında yeni insani kimliği yaratan ve bu yeni insanı (sosyalist insanı) yaratma becerisi gösteren ama değişik kültürleri yok etmeden, onlara saygı göstererek başaran, halkı düzenden koparan çelik çekirdek ve yapılı, esnek kitle yapılanmasına sahip, iktidara hedefli örgüt olunmalıdır. Bundan sonra askeri yapılanması da olmalıdır ama sadece askeri yapılanma değil.

dilini kurma olanağı sağlanacaktır. Fakat ikinci durumda işçilerin geri çekilme olasılığı, sendikal dayanışmasına bağlıdır. İşçilerin sokağa çıkmasının telkin edilmesiyle şu an sokaktakilerin çoğunluğunun çıkmış olması farklı şeylerdir. Sokaktaki kesim, geçim kaynaklarını kaybetme riskiyle, isyan etme arasındaki sıkışmışlığı yaşamadan çıkmıştır sokağa. Buradaki kendiliğindenlik; şu an işçiler için, öfkeleri daha büyük olsa bile her şeyi göze alacak bir kırılma noktasına ulaşmamıştır. Fakat politik hamle; haklı ya da haksız, yerli ya da yersiz olduğunu bazen deneyimlerin lan yasaların, her zamanki kapitalist içerikler- sonrasında görebilir. ini eylemin söylemine katmaya başladılar. Eylem sırasında yapılan petrol anlaşmaları, Bugünün tüketim dünyasında öfke her zaman özelleştirme ve satış işlemleri, bu coşku içer- uzatılan yemin yakınındaki kitle tarafından ilk isinde daha farklı bir sıralamayla adlandırılıyor önce ortaya çıkacaktır ve bu durum ancak üçüncü artık: “Benim parkımı, şehrimi, ülkemi, varlığımı dünya kapitalisti olan bir ülke olmaktan, gelişen satamazsın!”. Buradaki “ben”lik, ideolojiler- kapitalist ülke olma sürecindeki geçiş sürecinde in ortak zemini olacak gücünü göstermiştir. gerçekleşebilir. Çünkü ilk aşamadaki kapitalizmBu noktada bu satış eleştirisi, bir süre sonra de direnme potansiyeli militarist güçle engellegeriye ulusal sermayeci ve sosyalist iki taraf nirken gelişkin kapitalizmdeki sistem koruması, bırakacaktır; temel olarak ve bu bir ilerlemedir. ekonomik sömürgeler bulmak ve biçimci Böyle bir taraflaşma içerisinde insanlar, bu koca demokratik hamlelerle mümkündür. AKP’nin isyanın hedefi olan pazarlanma olgusunun bir bir din olgusu üzerine kurulması kararı, bu geçiş AKP politikası değil, bir Kemalizm karşıtlığı süreciyle çelişmiştir. Erdoğan yanlış yapmıştır, değil, bir sistem sorunu olduğunu zaman içinde geçiş sürecinde çok açık vermiştir. Tamamen adlandıracaktır. Bu sorgulamanın CHP’nin güçlü biçimsel bir din olgusuna dayandığı için, yüzde olduğu zamanlarda olamamış olmasının nedeni, ellilik payının da çok azı sermayedar olduğu için militarist ve baskıcı mekanizmalarıdır. Bugün yasal düzenlemelerde de gücünü halkın ancak ortaya çıkan halk iradesine, şunlar eklendiğinde yarısına dayandırmak zorunda kalmıştır. Kalan tablo daha net gözükür: AKP, baskıcı ve militarist yarısı için güçlü bir polis gücü oluşturmak zorunbir cumhuriyetçi rejimin ant itezi olarak güçlen- da kalmış ve sömürgeleşme süreci başarısızlığa di. Şimdiki sentez, dinin ve Kemalist sahiplen- uğradığı için bu polis gücü memnuniyetsiz kitmenin; kendilerini gözden geçirmiş ve gelişen leyi kontrol etmek için şiddetinin dozunu hep halk iradesine yüzünü dönmüş bir biçimine yüksek tutmak zorunda kalmıştır. Memnuniyetdönüşecektir. Şu an orduyu göreve çağıracak siz kesim, hala memnuniyetsizliğini üstyapısal bir tek güçlü ses bile çıkartmaya yeltenemeyen araçlarla dile getirmektedir. Sendikaların genel kesimler, dini uğruna AKP rejimini sahiplenmeye grevlerdeki ısrarcılığı ve direnme gücü, hükümede yeltenemiyorlar. Çünkü bu sentezde baskıya tin kendi kitlesini de içine alacağından dolayı yönelik tepki var, pazarlanmaya karşı tepki var, hükümeti çok kolay istifaya getirir. Direnişin gücünü en çok belirleyen şey, bireysel özgürlük gaspına karşı tepki var. Bu üç tepki çeşidi, şu dönüşümlere evrilmelidir: baskı, yıkmak istediği şeyin alternatifini bilmemesi sermayenin, kendini koruması adına herşeyi gerçeğinin, kendini dizginlemesidir. Bu ülke, göze alması, parkın yıkımı, halka rağmen belli üstyapısal olarak çoğunlukla cumhuriyetçiler bir elitin palazlanması uğruna kamu malının ve inançlılardan, altyapısal olarak ise emekçi pazarlanması; bireysel özgürlüğe müdahale ise bir bütünden oluşuyor. sistemin kendi gücünü büyütmesi için gerekli değerlerin empoze edilmesi anlamına gelmektedir. Bu bilinç, kelimelerin gücünden çok eylem pratiğinin yaratıcılarının çeşitlendirilmeleriyle mümkündür. Bu mümkünlük; Kemalist sahiplenmeyi, kapitalizmin tartışılabileceği bir zemine çekecektir. Bu açıdan şu an, Sırrı Süreyya’nın devletle pazarlığındaki kazanım amaçlarında, yanlış bir tahlil olabileceği düşünülmelidir; sendikalaşma artmalı, grevler artmalıdır, emekçiler de öfkesini dillendirecek fırsatı bulmalıdır. Eylem, devrimci bir sonuca ulaşmasa bile elde edilecek kazanımlar kalıcı olacaktır. 4. Bu eylem şu anki karakteriyle bir orta sınıf kimliği taşıyor olabilir. Emekçilerin grevlerle etkili olabilmesi ve devleti ekonomik olarak sarsması durumunda polis işçilere mutlaka saldıracak ya da işverenler işten çıkartma tehdidine yönelecektir. Her iki durumda da isyan büyüyecek ve emekçi çoğunluğun, kendi isyan

Geçici olarak bu üst yapıyla bu altyapıyı birleştirmek, var olan her elementi eşitlikçi ve özgürlükçü bir çatıda birleştirmekle mümkün olabilir; bu, şimdilik göze pek gözükmeyen, küçücük bir parça olarak orada duruyor olmasına rağmen.

Gayri Memnunların İsyanı..


SIYAH MAVI

SARI

HALKIN KURTULUSU AKP VE DEVLETTEN DEMOKRASİ BEKLENMEZ Berxan Bedirxan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başkanlığında Çankaya Köşkü’nde gerçekleştirilen MGK’nın Ağustos ayı olağan toplantısında dış politikaya ilişkin, Türkiye’nin durduğu yer, Ortadoğu’da yaşanan siyasal süreç kapsamında üç komşu ülkeyle ilgili üç vurgu yapıldı. Yapılan açıklamada birinci olarak; “Suriye rejim güçlerince Şam’ın çeşitli semtlerine kimyasal silah kullanmak suretiyle yapılan saldırılarda yüzlerce masum sivilin katledilmesi şiddetle kınanmıştır.” İkincisi; “Mısır’da 3 Temmuz 2013’te gerçekleştirilen askeri darbe sonrasında, barışçı gösterilere karşı yapılan ve can kayıplarına neden olan müdahaleler kınanmıştır.” Ve üçüncü olarak; Irak’ta “Mevcut sıkıntıların demokratik ve anayasal çerçevede çözüme kavuşturulmasının sadece Irak’ın değil bölgemizin huzur ve istikrarına da katkı sağlayacağına dikkat çekilmiştir.” deniyor. Bütün bunlar; emperyalistlerin bütün beklentilerini karşılayan AKP hükümetinin gelinen yerde, Türkiye adına, özellikle Ortadoğu’da pastadan Türk burjuvazisine düşen kırıntının büyütülmesi isteğinden kaynaklı politik manevralar olduğu kuşkusuz. Roboski katliamının örgütçüsü bir diktatörlüğe hükümet eden Hükümet ve yetkililerinin Suriye ya da Mısır’da diktatörlükler karşısında, katliamlar karşısında insani bir tavır alabileceği, darbelere karşı bir siyasal duruş sergileyebileceği düşünülebilir mi? Ya da Rojeva’daki katliam karşıtı bir ses çıkartmazken Suriye ve Mısır halkıyla ilgili özgürlükçü düşündüğü kabul edilebilir mi? Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, İsrail ve uluslar arası burjuvazi Mısır’da, Suriye’de kendi çıkarlarını koruyacak siyasal iktidarlar peşindedirler. Elbette AKP iktidarı da, emperyalistlerin bu istem ve beklentilerinden temelde, tümden bağımsız davranabilir olmamakla birlikte, Ortadoğu’da dinci siyasal akımların güçlenmesinin kendileri için kırıntının artırılmasını olanağını yaratacağı düşüncesiyle, Suriye’de diktatör Esad rejimine karşı İslamcı akımları, yine Mısır’da Askeri darbe karşıtı Müslüman kardeşleri hareketini sözüm ona demokrasi adına fiilen desteklemektedirler. MGK’nın “Suriye rejim güçlerince Şam’ın çeşitli semtlerine kimyasal silah kullanmak suretiyle yapılan saldırılarda yüzlerce masum sivilin katledilmesi şiddetle kınanmıştır.” biçimindeki açıklaması Roboski’yi, Rojeva’yı görmeyen Türk burjuvazisinin ikiyüzlü politikasının ifadesidir. MGK’nın, Gezi eylemlerinde devletin saldırganlığına dair, bırakın kınamayı, bir tek laf etmiyor olması, bu anlamıyla da ölümlere neden olan saldırganlığın devlet politikası olduğunu belgeliyor olması; “Mısır’da 3 Temmuz 2013’te gerçekleştirilen askeri darbe sonrasında, barışçı gösterilere karşı yapılan ve can kayıplarına neden olan müdahaleleri” gerçekten insanca bir tavırla kınamış olmadığını göstermez mi? Irak’ta; Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin kanla bastırılmasına apaçık el veren MGK’si ve AKP iktidarının Irak’ta ve Türkiye’de “Mevcut sıkıntıların demokratik ve anayasal çerçevede çözüme Kavuşturulması”ndan yanaymış gibi açıklama yapması, MGK’si ve AKP iktidarının sahteliğini ortaya koymaz mı? Bütün bunlardan daha önemlisi; AKP iktidarı devletinin, bu denli eli kana bulaşmış, bu denli saldırgan, bu denli emperyalist çıkar peşinde koşan bölge politikasına rağmen hala ondan Kürtleri için özgürlük, Türkiye ve Ortadoğu için demokrasi beklentilerini beslemek işçi sınıfının özgürlükçü politikasına ihanet değilse, en azından aptallık olmaz mı? Berxan Bedirxan

SAYFA 5 ‘’Yaşamak bir yürek işçiliği günümüzde Ölümün anlamı değişti birden Eskiden yataklarda beklerdik Ders mi sınav mı görev mi belli değil Gelecekse ayakta bulsun dimdik Açılan bir sorumsuz yaylım ateş Bir top karanfildir göğsümüzde.’’ Yollar kesilmiş alanlar sarılmış Tel örgüler çevirmiş yöreni Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende Benden geçti mi demek istiyorsun Aç iki kolunu iki yanına Korkuluk ol Kaldır başını kan uykulardan Böyle yürek böyle atardamar Atmaz olsun Ses ol ışık ol yumruk ol Karayeller başına indirmeden çatını Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm Alıp götürmeden büyük denizlere Çabuk ol

RIFAT ILGAZ 1935-1980

CAN YÜCEL(1926-1999)Şair, yazar, felsefe hocası, konservatuvar ve köy enstitülerinin kurucusu Hasan Ali Yücel’in oğlu Can Yücel 1926 yılında İstanbul’da dünyaya geldi Ankara ve Cambridge Üniversitelerinde latince ve Yunanca okudu.’’ 1950 de yurda geri döndü ve aynı yıl babasının önerisi ve desteği ile ilk kitabı “yazma” yı çıkarttı. 956 yılında Güler Yücel ile evlendi. Can Yücel, 1945-1965 yılları arasında `Yenilikler`, `Beraber`, `Seçilmiş Hikayeler`, `Dost`, `Sosyal Adalet`, `Şiir Sanatı`, `Dönem`,`Ant`, `İmece` ve `Papirüs` adlı dergilerde yazdı. Daha sonraları `Yeni Dergi`, ‘Birikim`, `Sanat Emeği`, `Yazko Edebiyat` ve `Yeni Düşün` dergilerinde yayımladığı şiir, yazı ve çeviri şiirleri ile tanınan Yücel, 1965`ten sonra siyasal konularda da ürün verdi. 12 Mart 1971 döneminde Che Guevara ve Mao’dan çeviriler yaptığı gerekçesiyle 15 yıl hapse mahkûm oldu. 1973 yılında “sevgi duvarı” kitabıyla kitlelerle buluştu. “ölüm ve oğlum” , “şiir alayı’’, ’’rengarenk’’ “gök yokuş” “gece vardiyası” güle güle seslerin sessizliği” şiir kitaplarından bazılarıdır. 1974’de çıkarılan genel afla dışarı çıktı. Dışarı çıkışının ardından hapiste yazdığı Bir Siyasinin Şiirleri adlı kitabını yayımladı. 12 Eylül 1980 sonrasında müstehcen olduğu iddiasıyla “Rengahenk” adlı kitabı toplatıldı. Günümüzde her geçen gün yaygınlaşan internet kullanımı ile kopyala-yapıştır yoluyla virüs gibi çoğalıp yaygınlaşan mistik, kaderci, boş1926-12 Ağustos 1999 verci, metafizik bulamaçlı sahte şiir ve metinler bizzat şairin eşi Güler Yücel’in deyimiyle Can Yücel’in biçemine aykırı, espri anlayışından yoksun, zekasına uygun olmayan, muhalif duruşunun zerresini barındırmayan şiirlerdir. Böyle yayılmaları özellikle gerçek Can Yücel’i unutturmaya hizmet etmektedir. Oysa Can Yücel’in şiirleri şiir gibi şiirdir. “ömür dediğin bir gündür / o da bu gündür. Ye, iç, eğlen keyfine bak gerisine aldırma mesajı vermenin tam aksine söyleyeceğini eğilip bükülmeden dobra dobra söyleyen muhalif bir şairdir. Kaderci, boyun eğici, karamsar ve keder temalı arabesk şiirleri ona yakıştırmak her şeyden önce ona saygısızlıktır. Ve mirasına sahip çıkamamaktır. Lorca; Shakespeare, Brecht gibi ünlü yazarların oyunlarından çeviriler yapan Can Yücel “mekanım Datça olsun demişti ölümünden önce ve öyle de oldu 12 Ağustos 1999 gecesi yitirdiğimiz şair çok sevdiği günebakan çiçekleriyle uğurlanmıştır.

CAN YÜCEL

”Ağustos 22 dediler ustan ölmüş, ilahi azrail Turgut Uyar ölür mü?”

Turgut Uyar (4 Ağustos 1927-Ankara 22 Ağustos 1985 İstanbul)

“... yineliyorum: / hiç unutmam, / hiç unutmam, / hiç unutmam. çünkü hiç unutmam, / hiç unutmam, / hiç unutmayın. insan nasıl direnir başka? hiç unutma.”,,

Ağustosta doğup, Ağustosta giden, Büyük Saatin ustası, hüznün şairi Turgut Uyar’ı saygıyla anıyoruz .. İyi ki doğmuş, iyi ki yaşamış, iyi ki geçmiş bu dünyadan büyük usta …ve bugün daha da anlamlı hale gelen şiirleriyle ‘’halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta/her

KUTSİYE BOZOKLAR 1953 - 22.08.1985

Hayatını “Yaşamak direnmektir” şiarıyla bütünleştirmiş, komünist kadın militan Kutsiye Bozoklar. Polis kurşunuyla vurulduğu 19 Mart 1973 tarihinden 16 Temmuz 2009’da ölümsüzleşmesine kadar, “İçli bir ezgi tadında yaşamak istiyorum” diyerek, öyle yalın, öyle sade ve adanmış bir ömür geçirdi.

TURGUT UYAR 1927 - 22.08.1985

şey naylondandı o kadar ‘’ve bizim bir haziranımız bir yıl kadar yetecektir dünyaya ‘’ve ‘’ölülerimiz toplanacaktır’’ ‘’hiç unutmam sizde unutmayın” diyerek, gezi parkı direnişine bir selam göndermiş yıllar öncesinden; ve ‘’hayır yenilmedik ,çekildik yalnız ve şimdi olduğumuz yerde ayaktayız” derken haziran direnişinin devamının gelece-

ğinin mesajını verir gibidir. Can Yücel ‘’Şiirimizin o en kızıl saçlı levendi ‘’derken hiç te haksız değildir hani. Cemal Süreya ‘’öldüğü gün hepimizi işten attılar’’demiş üstüne daha ne söylenebilir ki ,o gün bu gündür hala kalbimiz acıyor ve acımakta..ama

‘’biliyor musun güçlü dağları görmenin zamanıdır / şimdi bir bağırsan çok iyi biliyorum / ya da üst üste silah atsan kent tepinir belki bütün kuşlar uçar / belki değil ama mutlaka / ama / bir tanesi mutlaka kalır’’

BERTOLT BRECHT 1927 - 22.08.1985

Brecht’in sanat ve edebiyata ilişkin görüşleri, çeşitli makalelerinin ve notlarının toplandığı “Edebiyat ve Sanat Yazıları”nda ve görüşlerini netleştirmenin de bir aracı olarak tuttuğu “Çalışma Günlükleri”nde yeralmaktadır. Brecht ve Weigel Özelde Çalışma Günlükleri Brecht’in farklı ilgi alanlarını, çok yönlülüğünü, yeni fikir ve önerilerinin hangi süreçlerden ve inatçı çalışmalardan geçerek olgunlaştığını göstermesi açısından önemlidir. 1919 yılında Alman komünistlerinden Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in katledilmesi Brecht’i derinden etkiledi ve onu antifaşistlerin/komünistlerin saflarına daha da yakınlaştırdı. 1920’li yıllarda artık Brecht, sanat ve edebiyat alanında sınıf savaşımına kendini vermiş, Marksizmi öğrenmeye ve uygulamaya çalışan bir sanatçıydı. 1920’li yılları, Brecht kendisi açısından, Marksizmi öğrenme yılları olarak değerlendirir. Bu yıllar diyalektiğe ilişkin kavrayışının temelini

attığı, sanat ve edebiyat alanlarındaki birikimini geliştirdiği ve yenilikler denediği yetkinleşme dönemidir. Brecht, zamanının tüm antifaşist, devrimci, komünist sanatçıları gibi Sovyetler Birliği’nden esen “sanatta büyük atılım” rüzgârından etkilenmişti. Bu dönem Tretyakov, Meyerhold, Eisenstein, Mayakovski, Lissitzkii, Vertov ve diğerlerinin çalışmaları Avrupa’daki sanatçılar üzerinde de etkide bulunmaktaydı. Sanatın her alanında, resimde, müzikte, film, fotoğraf ve tiyatroda yeni üretim yöntemleri (örneğin kolektivizm) ve yeni teknikler gelişmektedir (örneğin fotomontaj). Brecht, 1930 başında Berlin’e gelen Meyerhold’la tanıştı. 1929’a kadar Mayakovski sık sık Almanya’ya geliyordu. 1930’da Eisenstein birçok kez Almanya’ya gelmişti. Eisenstein’in “Potemkin Zırhlısı” ilk kez 1926’da Almanya’da gösterilmiş, daha sonra “Grev” (1927) ve “Ekim” (1928) gösterime girmişti. Kısacası, sanatçılar arasında karşılıklı tartışma, görüş alışverişi ve etkilenme sözkonusuydu. 1920’lerin sonundan itibaren Brecht’in sanat ve estetik anlayışında büyük dönüşümler gerçekleşir. O kendi sanatının toplumsal yaşamdaki işlevini yeniden tanımlama çabasına girişir. 1929’da sahnelediği “Mahagony Kentinin Yükselişi ve Düşüşü”, “Üç Kuruşluk Opera”, “Kural ve Kuraldışı” (1930) Brecht’in ilk epik tiyatro denemeleridir.

1948-24 Ağustos 2012

Türk futbolunda sendikal hareketin öncüsü, Galatasaray’lı efsane futbolcu Metin Kurt’u anıyoruz. Bu memlekette futbol sahalarında başka türlü bir dünya yaratma çabasının, aşkının ve en önemlisi zorluklarının adresi Metin Kurt artık yok! “...bu topraklarda hiç yaşanmamış bir hikâye onunki. Geldikleri yerleri unutan, alt liglerde üç kuruşa, adamdan sayılmadan oynadıkları dönemi hafızasından çıkaran bugünün yaldızlı yıldızlarından biri değil o. Kendine müslüman değil. İnsan olma derdinde hep. İnsan gibi anılmak derdinde. Onurunun peşinde koşmayı top peşinde koşmaya tercih etmiş yani… malum, sendikal mücadele ve onurlu bir duruş uğruna yola çıktığında, futbolun efendileri hemen sürdü onu. Futbolun dışına atmak istediler ama mücadelesinden hiç ödün vermedi”. (bağış Erten; Radikal)


SIYAH MAVI

HALKIN KURTULUSU EMEP NE DEĞİLDİR ? - I

Bu yazımızda EMEP´in ne olduğuna değil ama ne olmadığına değineceğiz. Zira EMEP´in ne olduğunu anlatmak düzden bir anlatımla kolaycılık olacak ve EMEP´in varoluş iddialarını bile ortaya açık, net olarak koymadan başladığı siyasi hayatına katkıda bulunmak anlamına gelecektir. Oysa biz EMEP gibi tasfiyeci-reformist bir süreci geride bırakarak Sosyal-faşist çizgide hızla ilerleme aşamasına gelmiş, düzenle bütünleşmeyi bayrak edinmiş bir partinin ne olduğundan bağımsız ilerlediğimiz Devrimci Komünist yolumuzda ancak onun ne olmadığını anlatmakla yükümlenebiliriz kendimizi. Burada sadece bir hususu vurgulamadan geçemeyeceğiz ki, o da şudur; EMEP ve türevi versiyonların yeni sosyal demokrasinin biçimlenişi olarak gören sol tandanslı post-modernist görüşlerde sonuçta aynı yerde buluşurlar. Bunların yanılsaması, örneğin ÖDP, BDP ve TKP vede diğerlerini de, kategorist bir yaklaşımla aynı çuvala doldurmaya kalkışan bu eklektik zihniyet günümüzde artık sarpa sarmış kendi kısır döngüsünde, yok oluşa hızla ilerlemektedir. Oysa her birinin ayrı birer varoluş gerekçesi, varoluş süreci ve olmak istediği ile olabildiği kadarına ait gerçeği ama bundan da öteye her birinin ne olmadığı gibi kendine ait bir gerçeği vardır. Bunlar düzen arazisinde nallarını çoktan düşürdükleri için koşarken sesleri aynıymış gibi gelse de aslında düzen hipodromunda, egemen sınıflar ve onların erkine sundukları hizmet, özellikleri ve işlevleri bakımından, ayrı kulvarlarda koşturulurlar nalsız koşularından çıkan seste ayrı ayrıdır. İşte kulağa, zaman zaman aralarında fark, çelişki varmış gibi gelen ses aslında budur. Yani nalsız koşan sesleri farklı fakat düzen hipodromunun koşusuna sürülmüş birer düzen eşeğidir hepsi.

E M E P NE DEĞİLDİR? - 1 edilemez birer parçası, revizyonist ve reformist dalgaya karşı Marksist- Leninist amaçlı bir karşı koyuşun ifadesi olarak yaşam bulmuşlardı. Burada çıkıştaki bu ayrışmanın nedenlerini başka bir yazının konusu olarak saklı tutacağız.

THKO ününü ve 12 Mart sonrasına kalan etkisini, devrimci tarihimize malolmuş önderlerinin faşizm karşısındaki yiğitliğine borçluydu. ’68 Hareketinin 12 Martta uğradığı yenilgi, öncü savaşı eğilimlerinin yenilgisi olmuştu. Bu dönem sonrasında, diğer benzerleri gibi THKO da, bir süre tereddüt etmekle birlikte, gelişen kitle hareketinin de olumlu etkisiyle maceracı eğilimlerini terk etti. 1975 yılında THKO’nun yaşadığı tek gerçek o malum dönüşüm, dönemin ortamı ve eğilimine uygun olarak, öncü savaşı anlayışından kitlelere dayalı toplumcu-popülist / Bolevarcı devrim görüşüne ve pratikte kitlelere yönelmek oldu ama bu dar bir gençlik çevresini aşamadı. Yaptığı o muhteşem özeleştirinin esasını da bu oluşturur.

Kitle çizgisi dışında aşırı ya da sekter siyasi talepleri olmayan THKO o günün kendi türevleri içerisinde Marksizme-Leninizme en yakın duruşunun da bir ifadesi olan bu tutumundan geriye MDD Hareketinden miras bağımsızlık ve demokrasi özlemleri kaldı. Bunlar haftalık bir legal gazeteye “İşçilerin Köylülerin Bağımsız ve Demokratik Türkiyesi İçin İleri” şeklinde bir başlık altı yapıldı ve THKO, ideolojik boşluk ve belirsizlik içinde, dönemin kitle hareketliliği içine kendiliğindenci ve Bolivarcı bir hareket olarak daldı. Bolivarcıydı ama hiç bir zaman bir latin cesaretiyle silahı da eline alamadı. Artık karşımızda, hiçbir şeyi yoktuysa bile , onuru, anti-emperyaNisan 1980’de yayınlanan TDKP 1. Kuruluş Kong- list, anti-faşist yiğitliği ile tarihe ve uluslararası re Belgelerinin ayrıntılı açıklamaları, tüm ifade- platforma namusları ve kanlarıyla imza atmış ler kendine ait olmak üzere, şöyle özetlenebilir: önderlerinin miraslarına çöreklenmiş ve ne yapacağını çok fazla bilmeyen ve Marksizm’i en THKO, TDKP’nin öncelidir. TDKP, bu örgütün bütünüyle dönüştürülmesi ile oluşmuştur. kaba biçimiyle bile tersten dahi okumaktan aciz bir önderler grubunun elinde kalmış örgüt mi(s. 43) İşte işin bütün sırrı burda yatmaktadır. Bu bü- rası vardı. yük demagoji, bu tılsımlı söz bir tarihi dönemin Özellikle ÇKP’nin etkisiyle, Sovyet revizyonizmialdatılmasına ve binlerce namuslu Parti üyesi, ne tavır alarak çıkış yapmanın ayrıcalığına sarıGKB’li, Yurtsever Genç insan, parti dostu yanıl- lan bu önderler, bunu revizyonizmin daha kaba tıldı, kandırıldı ve ağır bedeller ödeyerek onlar- bir varyantı olan Üç Dünya Teorisi’nin kabulüyle ca emek, fedakarlık ve can heba edildi. süslediler. Küçük-burjuva maceracılığının eleştirisi, küçük-burjuva reformizmini besleyerek ge1971 döneminden sonra, ülkemizde Mark- lişti ve günümüze, EMEP’e kadar geldi. İşte tamsizm-Leninizm’in gelişme tarihi, aslında esas da burada EMEP’in ne olmadığı, ne olamadığı olarak THKO’nun gelişme tarihidir. Ülkemizde ortaya çıkıyor ilk aşamada. Bunu derinleştirmek Marksist-Leninist teorik-siyasi birikimin he- gerekiyor. EMEP’in ne olmadığı ve ne olamadığı men hiç bulunmadığı koşullarda kurulmuş olan sorusu aslında onun bugününde değil dününTHKO, özeleştiri yoluyla –örgütsel bütünlüğünü de saklıdır. Ama bütün sorunsalda, her vesilede koruyarak– niteliğinin değişimiyle Marksist de tekrar tekrar söylediğimiz gibi O, THKO’ nun bir örgüte dönüştü ve gelişmesini bundan sonra kendi var oluş gerçekliğinden koparak ilerlediği daima Marksizm-Leninizm doğrultusunda sür- yolunda hiçbir zaman komünistleşme sürecine dürdü. (s. 48-49) girememiştir. Böylesi bir süreçten geçmemiş olÖzeleştiri süreci 1971 yenilgisinin hemen son- masından dolayı biz şimdi O’nun ne olduğuna rasında başladı. Ancak temel değişiklik ve geliş- değil ne olmadığına bakmak zorunda kalıyoruz. menin başlangıcı esas olarak 1975 yılına tekabül Konunun bir başka boyutu da, bugün eder. Bu tarihten itibaren THKO her dönemde EMEP önderliğini götüren tüm şefler, TDKP süesası belirlemeyen, tali yanı oluşturan hata- recininde en sağ, sığ ve eklektik kadrolarıdır. lar saklı tutulursa– modern revizyonizme, sağ Öyle ki 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünün oportünizme, ‘sol’ maceracılığa, Troçkizme ve hemen ardındaki en zorlu günlerini DSP broşürülkemiz özelinde de özel olarak yarım yüzyıllık lerine adayan teorisyenlerin bugün hala THKO önderlerini anmak için istemeye istemeye soülkemiz işçi sınıfı hareketi üzerine bir kabus gibi kağa çıkmalarını anlamak ise akla sığmıyor. çöken revizyonizme ve onun sınıf işbirliği çizgisine, onun o günkü uzantılarına ve 1971 döne- Zira kendi içinde hiçbir tutarlılığı olmayan bu tuminin küçük-burjuva ihtilalciliğine karşı gittikçe tumun ancak bu denli eklektik beyinlerin ürünü olabileceğini anlamakta güçlük çekiyor olmamız sistemleşen eleştiriler yöneltti. (s. 49) anlaşılır bir durum olsa gerek. Bir yalanda burada yatmaktadır. Ülkemizde Marksist-Leninist teorik-siyasi birikimin he- Biz durup biraz geriye bakalım, işte ilk inkarın men hiç bulunmadığı koşullarda kurulmuş olan ve tasfiyenin başladığı daha o dönemde, PDA THKO deniyor ama bulunmayan bir şeyden na- gibi reformist bir hareketle “proleter devrimsılsa Marksist- Leninist THKO çıkıyor. Hemen ciler”in parti birliği girişimlerine kadar vardı ardından ülkemiz işçi sınıfı hareketinin üzerine işler. Haftalık gazete yaklaşık iki sene demokrabir kabus gibi çöken revizyonizmden bahsedili- si, bağımsızlık, anti-faşizm vb. temalar üzerine yor. Olmayan Marksizm-Leninizm’den çıkan bir oturan yüzeysel, köksüz bir ajitasyon ve teşhirevizyonizm teorisi. ri aşamadı. Yine de bu, kurulduğunda en fazla Sadece kargaları güldürmekle kalmaz bu şefle- yüzlerle sayılabilecek kişiyi yönetebilen örgütürin Marksizm - Leninizm’den olmayan haberle- müz, bugün onbinleri hareketlendirebilmekte, rinin de bir itirafını oluşturur. Ama aynı şefler yönlendirebilmektedir” sözlerini kısmen haklı olmayan ülkemizde olmayan Marksist - Leni- çıkaracak gelişmelere ulaştı. Ama sanıldığı gibi nist teoriden bahsederken aynı anda dönerler bu, örgütümüzün artık doğru bir siyasi çizgiye ve ‘’ Marksist - Leninist Mustafa Suphi TKP’ sahip olmasından gelmiyordu. THKO’nun daha sine ‘’ sahip çıkarlar. Fizik kurallarını da mantık belirginleşmiş bir çizgiye varmadan zaten ulaşkurallarınıda alt üst eden bu metafizik kavra- mış bulunduğu bu başarının nedenleri ve gerçek yış ve iddia aslında bilinçli bir demagoji idi ve anlamı, geçmişi değerlendiren başka yazılarıEMEP’in bugününü hazırlamak amaçlıydı. Yani mızda ayrıca incelenecek ve bu külliyat inadına tasfiyeci-reformist çizgi aslında 72 yenilgisinin bir konferans olarak EMEP şeflerinin önüne kohemen ardıcına kalan yorgun şeflerce içten içe narak tarihi hesap sorulacaktır. oluşturulmuş ve 75 çıkışıyla açıktan filizlenmiş- 1975 yılında yaşadığı “köklü dönüşüm”le devti. Emep var oluş tarihi itibari ile 12 Eylül askeri rimci-demokrasinin sınırlarını aştığı ve “bu tafaşist diktatörlüğünün aptalca gazabına uğramış rihten itibaren” Marksizm-Leninizmin tek temgecikmiş bir projeydi. İşte tamda bu gerçeğiyle silcisi olarak geçmişin ve o günün Türkiye’sinde EMEP komünist bir geçmişle hiçbir şekilde bağ- yere çalmadık sapma bırakmadığı iddia edilen lamlanamamıştı. THKO’nun, 1977 sonuna kadarki gerçek gelişmeTHKO ise çok açıktır ki ülkemizin Marksist-Leninist gelişim sürecinin içinden gelmiş ve revizyonist-reformist ihanete karşı yılmaz bir başkaldırının ifadesi olarak doğmuş ancak 12 Mart faşist askeri diktatörlüğüne kadar vardırılan egemen sınıfların saldırısı karşısında yetmezliklerinden dolayı yenilmiş bir gerçeğin ifadesi olarak tarihe kaydolmuştu. Bu gerçek sadece THKO ya ait değidir. TİKKO ve THKP/C de bu gerçeğin inkar

si kaba çizgileriyle aslında budur. İdeolojik belirsizlik ve kendiliğindencilikle karakterize olan bu dönem, 1977 sonrası gelişmesinde öylesine belirgin ve belgelere dayalı çizgilerdir ki bunlar, kendilerini ve kendilerinin şahsında TDKP’yi hep gökyüzünde göstermeyi bir davranış biçimi, bugünkü haleflerince sürdürülen bayağı bir gelenek, bir kültür haline getirmiş o günün şefleri TDKP’nin kendini değerlendiren iki temel ve

kendi ifadesiyle “tarihi” belgesini kaleme alacak kadar yüssüzleştiler. 1978 sonbaharında yayınlanan “1971 Sol Hareketi, THKO ve Gelişmesi” başlıklı yazı (Parti Bayrağı, Sayı: 8) ile, Kongre Belgeleri’nin ilgili bölümü (s. 43-73) dönüp bir bakınız.

Burada kısaca şu söylenebilir: Başkaları söz konusu olduğunda küçük kusurları büyük sapma olarak göstermek, ama TDKP sözkonusu olduğunda büyük sapmaları küçük kusurlar olarak değerlendirmek, bu hareketin kendine özgü kültürünün bir diğer temel unsurudur. TDKP bir döneme damgasını vurmuş, rengini vermiş “kusur”larını, bu kadarı herkezde olur bizde varda başkasında yok mu şeklinde değerlendirir. O muhteşem ‘’Marksist - Leninist’’ gelişmişliği ile mangalda kül bırakmazken görkemli bir ilerleyişi renklendiren, zenginleştiren, hatta hatta ona “diyalektik” bir nitelik kazandıran şeyler olup çıkarlar bunlar. Kongre Belgelerinin ifadesiyle “şanlı bir tarihe” sahip “şanlı bir örgüt olarak” THKO’nun, “her adımda Marksizm-Leninizmin zaferleriyle dolu” bu şanlı tarihinde (s. 62 ve 72) yaşadığı ve “THKO militanlarının halka ve devrime bağlılıkları ile Marksizm-Leninizm’e sadakatleri sayesinde kolaylıkla aştığı önemsiz ayrıntılardır bunlar. “Her dönemde esası belirlemeyen, tali yanı oluşturan” (s. 49) “gelişmekte olan THKO’nun gelişmesi içinde düştüğü hatalardır, bütün bunlar.” (s. 57) Ama bunların hepsi THKO’nun 12 Mart sonrası gelişimiyle gerçekleşir çünkü 12 Mart öncesi Marksizmin-Leninizmin olmadığı ülkemizde küçük burjuva THKO birden bire 12 Mart sonrası hidayetten gelen bir hüdayla Markiszm-Leninizm seslendirmeye başlamış ve 75 sonrası THKO şefleri bu ilahi kuvvetle Evrensel Anonim Şirketi sahipleri oluvermişlerdir. Hatta şimdilerde, artık açık bir şekilde devlet yardımına bağlanacak olan EMEP zenginliğine mağrur bir Marksizm’i ve Leninizm’i çağdaşlaştırmak, moderleştirmek, kaba halinden kurtararak Deniz’lerin savcılarıyla kol kola daim bir diyaloglar içerisinde TBMM ne taşıyarak taçlandırmak gibi bir ‘’onore’’ oluşu yaşamaktadırlar. İşte EMEP asla ve asla komünizme adım atamamışlığın sıkıntısıyla malûl bir keşmekeşin içinden gelmiştir. O komünist bir hareket olamamış kaba bir eklektizmin ürünü olarak doğmuş ve bugünün reformizmine ulaşmıştır. TDKP’nin ancak 1978 başında ulaşabileceği bazı temel görüşlere daha 1972 başında ulaşan Kaypakkaya, “sol” eğilimlerinden dolayı en hışımlı, çoğu demagojik ve haksız eleştirilerin hedefi haline getirilmiştir. Diğer yandan Kaypakkaya’dan yıllar sonra, 1977 sonuna kadar yaşanan kaba küçük-burjuva ve sağcı konum, THKO’nun henüz geniş bir ufka sahip olmaması, “bunun sonucu olarak ‘sol’a karşı mücadeleyi, revizyonizme ve sağ oportünizme karşı mücadele ile birleştirip bütünlüklü bir şekilde yürütme”mesi ile açıklanır (s. 55). Gençlik, tecrübesizlik, Marksizmi kavramadaki yetersizlik vb. öznel öğeler, bir Mahir Çayan, bir İ. Kaypakkaya sözkonusu olduğunda, tarihsel olarak gerçekten belli bir anlam ifade edebilecek bu faktörler, bu önderler sözkonusu olduğunda akla gelmez de, kendileri sözkonusu olduğunda en olağan açıklama ve mazeretler olurlar. 1969’da ÇKP 9. Milli Kongresi’nde resmi bir görüş olarak ilan edilen “emperyalizmin toptan çöküşü” tezini savunduğu için İ. Kaypakkaya Lin Biaocu dogmatizmi sistemleştirmekle itham edilir de, ÇKP 10. Milli Kongresi döneminde (1974) piyasaya sürülen “Üç Dünya Teorisi”nin savunuculuğu, “Uluslararası Komünist Hareketin genel çizgisidir anlayışıyla kabul edildi” denilerek mazur gösterilmek istenir. (s. 54-55)* Bunların hepsi ve daha verilebilecek onlarca örnek EMEP’in bugün başına çöreklenmiş birinci kuşak şeflerin ne olamadıklarının açık göstergelerini oluşturmaktadır. Parti Bayrağı 8. sayıda yer verilen “1971 Sol Hareketi, THKO ve Gelişmesi” başlıklı yazı, şunları söylüyor: “THKO, gelişme süreci içinde revizyonizmi, Troçkizmi, maceracılığı ve her türden oportünizmi altetti… İçerden ve dışarıdan birçok saldırıya hedef olduk, sayısız badireler atlattık. Ama hepsinden yüz akıyla çıktık. Sonunda günümüze geldik. 70 sonrasında ve uzun bir dönem bir programa bile sahip olmayan 40-50 kişilik bir gerilla örgütü, bugün Marksist-Leninist bir program ve derinlemesine teorik temellerine sahip bir komünist örgüt durumundadır. O, artık parıldayan bir güneş gibidir. Türkiye’de şimdiye kadar hiçbir zaman, hiçbir akım ve kişi tarafından ortaya konulmamış –Mustafa Suphi yoldaşın bu konudaki girişimlerini anmalıyız– yepyeni ve çürütülemez bir çizgiye … sahiptir.”**** (s. 8) Şimdi dönüp bakmak gerekir bir programa bile sahip olamakla itham edilen ve 40-50 kişilik gerilla grubu diye adlandırılarak küçümsenmek istenen THKO’ nun her türden reformizme ve revizyonizme karşı duruşu ve yaklaşık 4 senelik siyasi yaşamında ortaya koyduğu ve bugüne ulusal ve uluslarası platformda bırkatığı devrimci izlerden , 33 senelik tarihinde ( önceli ve bugünüyle) EMEP acaba sadece birtanesini bırakabilmişmidir. EMEP’in dünü ve bugünüyle

SARI

SAYFA 6 bırakabidiği tek iz komünizm ülküsüne ihanetin izidir ve bu sadece ideolojik ve siyasi boyutuyla değil her alanda pratik ve örgütsel boyutuyla da böyle olmuştur. 12 Mart döneminin ve özel olarak da devrimci çıkışın uğradığı yenilginin dersleri, hemen bu dönemi izleyen coşkulu devrimci yükselişin uygun ortamıyla birleşince, devrimci hareketin genelinde düşünsel ve siyasal ilerlemenin, bazı bakımlardan olgunlaşmanın elverişli koşullarını oluşturdu. Pratikten çıkan sonuçlarla teorik sonuçlara varıldı. TDKP’nin kendisi de bu ortamın, bu genel gelişmenin ürünü, özgün örneklerinden biridir. Mart 1978 tarihli Platform (Parti Bayrağı, Sayı: 1), Şubat 1980 tarihli TDKP programının (Kongre Belgeleri, s. 275-302) bir ilk biçimi, “kırlardan şehirlere doğru gelişen halk savaşı” ve halk iktidarı koşullarında milli burjuvazinin “teşvik”i gibi sonradan ayıklanacak bazı uç düşünceler sayılmazsa, gerçekte kendisidir. Herşeyden önce, “proletaryanın nihai amacı sınıfsız topluma varmaktır” türünden Marksist olmak iddiasındaki her programın bir bakıma ortak süsünü oluşturan, ama kendi başına hiçbir şey ifade etmeyen genel formülleri bir yana bırakmamız gerekiyor Emperyalizm döneminde, emperyalizmin yarı-sömürgesi olan Türkiye’ye yapılan sermaye ihracı, “Ülkede kapitalizmin (ve proletaryanın) gelişmesini bir ölçüde de olsa hızlandırdı. Bununla birlikte bu sermaye başlıca rantiye bir nitelik taşıdığından esas fonksiyonu ülkede sanayiyi geliştirmek değil, aksine milli sanayi kapitalizminin gelişmesini engellemekti. Gelişmesine yol açtığı kapitalizm ise, esas olarak kendi uzantısı olan ve bu yüzden üretici güçlerin gelişmesini engelleyen feodalizmle ittifak haline komprador ve tekelci bir kapitalizm niteliğini taşıyordu.” (Parti Bayrağı, Sayı: 1, s. 11) TDKP, anti-marksist/reformist görüşlerinden de güç alarak teorik bir dogma düzeyine çıkardığı bu görüşlerini tüm “yarı-sömürge yarı-feodal ülkeler için” geçerli sayılan bu görüşün Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısı hakkında hangi sonuçlara yol açtığı, şu parçada daha açık görülür: “Türkiye 60 yıldan fazla zamandan beri demokratik devrim süreci içinde bulunmasına rağmen, ülkede milli bir sanayi kapitalizmi esas olarak gelişmediğinden feodalizm tasfiye edilememiş, aksine emperyalizm ve komprador tekelci kapitalizm ile kaynaşarak yaygın kalıntılar halinde köylülüğü ezmeye devam etmiştir.” (s. 15-16)[6] Komprador kapitalizm feodalizmi tasfiye etmez dogması çıplak toplumsal gerçeklerle pek bir arada gitmediği için de, şu kaba eklektik formülle durumu kurtarmaya çalışır: “Yarı-sömürge yarı-feodal ülkemizde meta üretimi temeli üzerinde genel olarak kapitalizm hakim hale geldi.” (s. 12) Şimdi bu anti emperylist kavrayış onun sıradan bir reformist analyışın ötesine geçememesinin yanısıra ogünden buyana yaşadığı bükülme sürecine dönüp bakıldığında en iyi şekliyle EMEP’in programında görmekteyiz. EMEP bugünkü programıyla (ki biz burada EMEP programından alıntılar vermeyi gereksiz bir zamankaybı ve okuru gereksiz yere meşgul etmemek adına koymuyoruz. Ancak ilgilenen okur dönüp EMEP programına bakabilir) içi boş bir burjuva-işçi popülizmini aşamayan ve Marksist literatürden utangaç çalıntılarla süslenmiş bir DSP programından ileriye hiçbir şey görülmemektedir. 1960 TİP programının dahi gerisinde. içinde yaşadığı ve siyasasını yönlendirme iddisında olduğu ülke- sınıflar mücadelesinde en sığ kavrayıştan dahi yoksun ifade kaçkını bir programla karşı karşıyayız. Peki bu evrilme nereden gelmektedir, 80 yenilgisinin hemen ardından yaşanan bu kırılma noktasının kökleri yokmudur? İşte bu yazıda anlatılmak istenen tamda tamda budur. EMEP’i bugün bulunduğu noktaya taşıyan 1972 yenilgisinin ardından ortaya çıkan eklektik, dogmatist kadro ve anlayışların 2.THKO sürecinden itibaren hareti sürükledikleri yer reformizmin batağından başka bir şey değildir. Bu ihanet çeşitli defalar harekt içersindeki namuslu komünist unsurların kazan kaldırılmasına neden olduysada bunnlar ustaca basıtırlmış, kenarda köşede sessizce susturulmuştur. Bugünde, DEvrimci Komünistlerin tarih sahnesine yeniden çıkma girşimlerine yönelik açık , gizli saldırılarla yapılmak istenen budur. Ancak herkeze geçmiş olsun, artık ok yayadan fırlamış bu coğrafayda komünist hareket yeniden hayat bulmuştur. Dvrimci Komünistler sadece EMEP şahsında değil ama tüm tasfiyecei-reformist ihanet karşısınd asusmayacaklar. başta Türkiye prolteryası ve emekçileri olmak üzere uluslararası platforma taşımakta oldukaları bu mücadeleden geri durmaycaklar, bedeli ne olursa olsun bu kavganın tohumları atılmış olacaktır. Bu nendele hareketimizin bu çıkışı ulusal platformda olduğu kadar uluslararası platformdada manidardır ve payidar kalacaktır. ---DEVAM EDECEK---


SIYAH MAVI

HALKIN KURTULUSU

Komünist Örgütlenme, Komünist Pratik ve P o p ü l i s t Ç a l ı ş m a n ı n E l e ş t i r i s i Ü z e r i n e Te z l e r [1]

Revizyonizm ve oportünizmin genel olarak dünya, özelde İran komünist hareketi üzerindeki on yıllar süren egemenliğinden sonra; bu gün hareketimizin sosyalizm ve proletaryanın toplumsal devriminin gerçekleşmesi yolunda ilerleyip zafere ulaşması, Devrimci Marksizm ve Bolşevizmin bütün yönleriyle yeniden canlandırılmasına bağlıdır. On yıllardır gerçek komünist mücadele ve pratik, dünya çapında yapılmamaktadır. On yıllardır komünist pratiğin yokluğunun yol açtığı boşluk, soysuz revizyonist kuramlar ve pratiklerle doldurulmuştur. Uluslararası arenada Marksizmin resmi temsilcileri olduklarını iddia eden Sovyetler Birliği ve Çin, en işçi karşıtı politikaları ve yöntemleri komünizm adı altında yayıp izlemişlerdir. Bunun yanı sıra Troçkizm ve Avrupa Komünizmi gibi, bu resmi revizyonizme görünürde karşı, ama aynı ölçüde revizyonist eleştirel akımlar; hareketimizin mirasını, kuramsal ve pratik geleneklerini çarpıtıyor, başkalaştırıyorlar. Üstelik, özellikle emperyalizmin tahakkümü altındaki ülkelerde, küçük burjuvazinin süreksiz ve sınırlayıcı devrimciliği Marksizm adı altında, genelde popülizm, milliyetçilik ve küçük burjuva sosyalizmine dayanarak Devrimci Marksist kuramın temel ilkeleri ve pratiğini çarpıtmaktadır. Bütün revizyonist ve küçük burjuva sosyalisti akımlara karşı, Komünist Parti Programı bizim kimliğimizi Devrimci Marksizm olarak açıkça tanımlamıştır. Biz, Komünist Manifesto ile gerçekten oluşmaya başlayan ve Ekim Devriminde dayanaklılığının ve işçi sınıfının toplumsal devrimini örgütlemede, sürekliliğinin göstergesini bulan, uluslararası bir sınıfsal hareketin parçasıyız. Biz, yalnızca Komünist Manifesto’nun amaçlarının gerçekleşmesi için çalışan, yalnızca ereklerinden ödün vermemiş bir hareketin değil; komünist pratiğin on yıllar süren boşluğunu doldurmaya, ister yerel ister uluslararası burjuvazi ve küçük burjuvazinin Marksizmi çarpıtmalarına karşı, Devrimci Marksizmi ve Bolşevik politikaları yeniden canlandırmaya, Bolşevizmin yeniden canlandırılmasına kararlı bir hareketin parçasıyız. Bu, bizim hareketimizin yüce komünist ereğidir. Bu erek hareketimizi, kendi sınıfsal ereklerinin ölçüsünde başkalaştıran, öteki akımlardan ayırmaktadır. Bu erek bizi, bütün revizyonist ve küçük burjuva sosyalisti hareketlerden ayırır. Bu gün dünya komünist hareketinin revizyonizmin egemenliği altında bulunduğu bir dönemde, Bolşevizmin canlandırılması uğruna savaşmaksızı,n sosyalizm mücadelesi verilemez. Revizyonizmin evrensel ve tarihsel çöküş evresi, nesnel koşulların ve uluslararası proletarya hareketinin pratik gereksinimlerinin dayatmasıyla başlamış bulunuyor. İran’da Devrimci Marksizmin popülist revizyonizmi bastırması ve Komünist Parti Programı bayrağı altında örgütlü bir komünist safın belirmesi, devrimci proletaryanın tarihsel ereklerini gerçekleştirmesi ve Bolşevizmi canlandırması olarak ortaya çıkan yeni hareketin bir parçasıdır. Ancak, Bolşevizmi yeniden canlandırma mücadelesi, yalnızca kuramsal bir mücadele değildir. Bu mücadele aynı zamanda, komünist pratiğin özel yöntemlerinin ve geleneklerinin yeniden kazanılması ve yerleştirilmesi için kararlı bir mücadele gerektirmektedir. Bu gelenekler ve yöntemler, Marksizmin devrimci kuram ve programıyla birlikte komünistlerin işçi sınıfı içindeki işçi-olmayan ve komünist olmayan öteki parti ve siyasal güçler karşısında, ayrı ve bağımsız kimliklerinin tanımlanmasının ayrılmaz bir parçasıdır. Devrimci Marksizm, yalnızca kuramları ve erekleriyle değil, kendi pratiğine özgü yöntemler ve geleneklerle de tanımlanan ve belirginleşen, işçi sınıfı içinde yaşayan ve etkin olan bir eğilimdir. Bu yöntemler ve gelenekler, komünizme ve komünistlere özgüdür. Bunlar Marksizmin devrimci ereklerine ve programına dayanmaktadır, bu programın ayrılmaz parçasıdır ve hareketimizin pratik kimliğini belirler. Revizyonizmin egemenliği ise yalnızca kuramın çarpıtılması, Marksist programdan sapma ve komünistlerin kuramsal kimliğinin başkalaştırılmasıyla değil; propaganda, yayılma, örgütlenme, parti içi mücadele, taktiklerin tasarlanıp gerçekleştirilmesi, kısacası bütün bir komünist pratiğin kimliğinin başkalaştırılmasıyla ve yok edilmesiyle sonuçlanmıştır. Komünist Manifesto bu yöntemlerin genel çerçevesini belirlemiştir. Lenin ve Bolşevik Parti bu yöntemleri, parti üyelerinin ve parti örgütlerinin işçi sınıfı içindeki günlük etkinliğinden propaganda yöntemlerine, sınıfın partisel ve yığınsal örgütlenişinin yaygınlaştırılmasına, parti içi ilişkilere, parti içi merkeziyetçilik ile demokrasiye, partinin siyasal organı ve genel edebiyatı çevresinde örgütleme ve örgütlenmeye kadar; kısacası sürekli ve düzenli parti çalışmasından yığınsal ayaklanmaların örgütlenmesine kadar pratiğin çeşitli alanlarında uygulamıştır. Bu yöntemler, uluslararası işçi sınıfının pratiği içinde, Marksist kuramın vazgeçilemez ilkelerine uygunluklarını, birçok kez kanıtlamıştır. Günümüzde Bolşevizmi yeniden canlandırma mücadelesi, İran Devrimci Marksizmi için özel pratik bir anlama bürünmüştür. Yaklaşık dört yıl boyunca, büyük bir devrimin ve sınıfların açıkça karşı karşıya gelişlerinin ortasında, popülist revizyonizme karşı ereksel ideolojik bir mücadele; hareketimizin kendi bağımsız proleter siyasal-ideolojik kimliğine yeniden kavuşmasını ve bu kimliği berkleştirmesini sağlamıştır. Komünist Parti Programı; İran Devrimci Marksizminin revizyonizme ve işçi-olmayan sosyalizmlere karşı bütünsel eleştirisinin belirmesi ve Devrimci Marksizmin yalnızca popülist revizyonizmden değil, revizyonizmin bütün biçimlerinden siyasal-ideolojik bağımsızlığının bayrağıdır. Bu belirleyici kazanım, bizi İran Komünist Partisini kurma eşiğine getirmiştir. Komünist Parti Programı’nın yayımlanmasıyla

birlikte, önümüzde duran komünist partinin kuruluşu ve komünist pratiğin yaygın olarak gerçekleştirilmesi gibi ivedi görevler; hareketimizin Bolşevik pratiğin ilke ve yöntemlerini ivedilikle yeniden canlandırıp uygulamasına olan gereksinimini, daha şimdiden göstermektedir. İran Devrimci Marksizminin devrim boyunca deneyimleri ve gerçekler; popülist yöntemlerin komünist ereklere hizmet etmedikleri gibi, onlara ulaşılmasına engel olduklarını, komünist erek ve programın yalnızca Bolşevik pratikle gerçekleşebileceğini göstermiştir. İran Komünist Partisi’nin pratikte örgütlenmesinin, yalnızca daha şimdiden Komünist Parti Programı’nda açıkça görülebilen Devrimci Marksizmin revizyonizmle olan siyasal-ideolojik ayrılığı temelinde gerçekleşmesi, olanaklı değildir. Komünist Parti, devrimci proletaryanın kuramsal ve pratik bağımsızlığının organıdır, bu yüzden partinin kurulması için Komünist Parti Programı güçleri, Leninist örgütlenme kuramı ve Bolşevik pratik faaliyetin ilkelerine kavuşmalıdırlar. Bu bizim şimdiki koşullarda, pratikte komünist partiyi kurmamızın anahtarıdır.

Öte yandan Komünist Parti Programı’na ulaşma ve popülist revizyonizmin pratikte iflas etmesi, hareketimizin komünist partiyi kurma yönünde son adımı atması için, en iyi koşulları sağlamıştır. Komünist Militanlar Birliği’nin (KMB) ilk kongresi; komünist ve popülist pratiklerin yöntemleri konusunu ayrıntılarıyla tartıştı, komünist partinin kuruluşu ile Devrimci Marksizmin pratiğinin düzeltilmesi ve yaygınlaştırılmasında bu konunun yeri ve önemini vurguladı. Biz, Devrimci Marksizmin saflarında popülist yöntemleri kesinlikle eleştirmeye; bu yöntemlerden bütünsel sınıfsal biçimde kopmaya ve komünist pratiğin yöntemlerini pratik çalışmanın bütün düzeylerinde yaygınlaştırıp berkitmeye kararlıyız. Aşağıdaki tezler, KMB’nin birinci kongresi tartışmaları ve sonuçları temelinde düzenlenmiş bu ivedi görevde, kuramsal hareket noktamızı oluşturmaktadır. 1- Leninist örgütlenme kuramı ile komünist pratiğe özgü gelenekler ve yöntemlerin saflarımızda yeniden elde edilip berkitilmesi, yalnızca popülist örgütlenme kuramı ve pratik çalışma yöntemlerinin ilkelerinin bütünsel eleştirisi, bu kuram ve yöntemlerin küçük burjuva özelliklerinin kavranmasıyla olanaklıdır. Marksist kuram ile komünist pratiğin ilkeleri kuşkusuz pratik temellere dayanmaktadır, genel olarak bir bilim gibi öğrenilebilir. Ancak bu ilkelerin derinlemesine, bütünsel ve genel biçimde kavranması ile belirli bir hareket düzeyinde maddileşmesi, her düzlemde Marksist görüşlerin yayılması ve berkitilmesinin yolunu tıkayan işçi-olmayan bakış açılarının, sürekli olarak eleştirilmelerine dayanmaktadır. Sınıfsal bir hareket içinde Marksizmin öğretilmesi, ancak bu hareket içindeki sapkın düşünce ve eylemlere karşı mücadeleyle olanaklıdır. Komünist Parti Programı’nın, hareketimizdeki burjuva ve küçük burjuva kuramsal engellere karşı mücadele sonucu oluşması gibi, komünist eylem yöntemlerinin belirlenmesi de, bu yöntemler defalarca bilimsel ve devrimci doğruluklarını göstermiş olsalar bile, şimdiye değin hareketimizi Marksizm adı altında etkileri ve egemenlikleri altında tutmuş olan, örgütlenme kuramları ile pratik yöntemlerin bütünsel eleştirisiyle olanaklıdır. Hareketimizde komünist pratiğin ilkelerinin kavranması, özellikle Bolşevik eylem ilkelerine dayalı yaygın bir eylemliğe ise pratik bir hareketin örgütlenmesi, popülist bakış ve eylem yöntemlerinden bütünsel sınıfsal bir kopuşu gerektirmektedir. İran Devrimci Marksizminin kendi eylemliğini genişletmesi, komünist partinin kurulup yerleştirilmesi yönündeki kuramsal mücadelesi artık “eylem içinde popülizmin” eleştirisi ve mücadelenin çeşitli alanlarında komünist örgütün pratik etkinliklerinin, ilkelerini sunmasına odaklanmalıdır. 2- Bütün siyasal örgütlenmeler, kaçınılmaz olarak belirli sınıfsal siyasetler ve ereklerin gerçekleşmesinin aracıdır. Örgüt program ve siyasetin bir işlevidir, her örgütün ana özelliği, eylem yöntemleri ve çalışma biçimi son çözümlemede bu sınıfsal siyasetler ve ereklerle örtüşür. Öyleyse Devrimci Marksizmin popülist örgütlenme kuramı ve pratiğine yönelik eleştirisi, teknik değil siyasalsınıfsal bir eleştiridir. Popülizmin örgütsel davranışı olumsal, istemsel veya popülizmin komünist eylem ilkelerini bilmemesinden kaynaklanan bir davranış değildir. Popülist örgütler ve eylem yöntemleri popülizmin

kuramsal-siyasal bakışının, pragramatik yöntem ve ereklerinin kaçınılmaz sonucu ve cisimleşmesidir. Kuşkusuz bizim popülizmin örgütlenmesine yönelik eleştirimiz, etkinliğinin -ister örgüt içindeki ister örgüt dışındaki pratik sorunlar konusunda olsun- çeşitli alanlarındaki davranış biçimini değerlendirdiğimizde tam olacaktır. Ancak Marksist eleştiri; bizim temelde popülizmin örgütseleylemsel hareketinin kuramsal-siyasal ilkelerini tanımamızı, popülizmin kuramsal-siyasal ve pratik bakışının küçük burjuva türdeş özünü açığa vurmamızı gerektirir. Popülist eylem biçiminin eleştirisinin anahtarı; bu eleştirinin daha belirli, daha somut sorunlarla karşılaşma alanlarına genişletilmesinin gerekli koşuludur. Eleştiriyi popülist eylem biçiminin teknik ve uygulama yönleriyle sınırlamak, bu anahtarı bırakmak anlamına gelir. 3- Taktik politikaların değişmez sosyalist erek ve temel ilkelere dayanmaması, popülist örgütleri oportünist taktik-süreç politikalara ve burjuva politikaların değişimi ölçüsünde sürekli siyasal yalpalamaya itmektedir. Sosyalist programın temel ilkelerinin yokluğu, popülizmin taktik konusunda oportünizm ile anarşizm arasında yalpalamasının, keskin siyasal dönemeçlerde örgütsel dağınıklığı ile örgütsüzlüğü isteyişinin ana kaynağıdır. Komünistlerin burjuvazinin politikaları ve siyasal gelişmeler karşısında eylemsel ve örgütsel kararlılıkları, komünist program ile taktiklerin ilişkili oluşları, taktiklerin komünist programın erek ve ilkelerine dayanmasından kaynaklanmaktadır. 4- Küçük burjuvazinin program ve politikadaki devrimciliği, devrimci-demokrat eylemi örgütlemeyle sınırlı kalmaya; popülist örgütlerin propaganda, yaygınlaşma ve örgütleme ana etkinliklerinin nesnesinin özel olarak işçi sınıfı değil, toplumun bilumum demokrat kesimleri (halk) olmasına yol açar. Popülizm, işçi sınıfı içinde etkinlikte bulunduğu uğraklarda bile kendini sınıfın sosyalist, bağımsız örgütleyicisi olarak değil “sürekli demokrat” bir güç olarak işçi sınıfını harekete geçirecek bir örgüt olarak tanımlar. Buna karşılık, komünist örgüt etkinliğinin nesnesini her şeyden önce işçi sınıfı olarak belirler; işçi sınıfının, özellikle de öncü işçilerin ve doğal işçi önderlerinin sosyalist örgütlenmelerini, burjuvazi karşısında işçi sınıfının mücadele saflarını sıklaştırmayı sürekli ve temel görevi olarak tanımlar. Demokrasi için mücadelede, özellikle demokratik bir devrimde, komünist örgüt proletaryanın bağımsız safını oluşturmayı, proleter olmayan emekçileri proleter politikalar çevresinde örgütlemeyi ve harekete geçirmeyi, demokratik harekete proleter önderliği dayatmayı erek olarak benimser. 5- Popülizm, örgütsel görüşünün sınıflar üstü özü gereği, işçi sınıfı ile küçük burjuva kesimlerin toplumsal konumlarının, nesnel farklılıklarını yadsımak zorundadır. Bundan dolayı, kişileri toplumsal-ekonomik konum ve kimliklerinden ayrı toplumdan kopmuş birimler biçiminde (kendi örgütü içinde) örgütler. Popülizm, örgütlemeyi yalnızca kendi teşkilatını örgütleme anlamında kavrar, işçi sınıfını bir sınıf olarak örgütleme becerisini gösteremez. Popülist örgütlerin örgütsel hücreleri, “mücadele” için toplumsal ve sınıfsal ilişkilerinden kopmuş ve “örgüte” katılmış, keyfi biçimde yan yana getirilmiş bireylerden oluşan hücrelerdir. Buna karşılık, komünistler için örgütleme, nesnel varlığı dolayısıyla mücadeleci olan toplumsal bir sınıf olarak, işçi sınıfını örgütlemek anlamına gelir. Komünist örgüt, işçi sınıfını yaşam ve üretim ortamında örgütler ve onun öncüsü olur. Komünist örgüt ve komünist partinin temel örgütlenme birimleri ve hücreleri, öncü ve mücadeleci işçilerin ve doğal işçi önderlerinin kendi yaşama, üretim ve etkinlikleri ortamında oluşturduğu birimlerdir. 6- Bundan dolayı popülist örgüt, siyasal mücadeleyi sınıflar arasındaki nesnel mücadelenin temelinde değil, “örgüt” temelinde tanımlayan bir örgüte dönüşür. Popülist örgüt için mücadale, “örgüt” ile bütün sınıfsal belirlenimlerinden soyutlanmış ve “rejim” olarak sınırlanmış düşman arasındaki mücadeleye indirgenir. Yine bu yolla, devrimci eylem ve taktik belirleme, popülist örgüt için kendi üyelerinin doğrudan eylemlerine indirgenir. Taktik ve eylem; popülist örgüt için örgütseldir, sınıfsalyığınsal değildir. Üstelik İran devrimi deneyimi de, popülist mücadele anlayışını bütünüyle açığa çıkarmıştır. Popülizm için mücadele, ancak eylem biçiminde tasarlanabilmektedir; bundan dolayı ekonomizmin özel bir biçimi, eylemsel ekonomizm ya da kendiliğinden yığınsal eylemlerin arkasından sürüklenmek, popülistlerin etkinliklerinin pratik bir özelliğini açığa vurur. Salt biçimde eylemlere -ister doğrudan örgütsel, ister kendiliğinden olsungüdümlenmek; popülist örgütlerin süreksizliklerinin, kararsızlıklarının, siyasal yüzeyselliklerinin ve küçük burjuva dar görüşlülüklerinin göstergesidir. Bunun karşısında komünistler, işçi sınıfının yalnızca kendi gücüyle özgürleşebileceğine inanıyorlar. Komünistler, işçi sınıfının bilinçli ve örgütlü kesimi olarak ereklerini ve görevlerini; işçi sınıfı yığınlarının burjuvaziye ve burjuva devletlerine karşı doğrudan, devrimci eylemlerini parti sloganları ve taktikleri temelinde, parti örgütünün önderliği altında örgütlemek olarak tanımlarlar. Komünistler taktik ile eylemi, sınıfsal taktik ve eylem olarak, bilinçli işçi önderleri ve işçi sınıfının örgütlü yığınları tarafından takınılacak ‘tavır’ olarak tasarlar ve yaygınlaştırmaya çalışırlar. İşçi sınıfına, toplumsal bir sınıf olarak, kendi sloganları ile mücadele yöntemlerini takınmak üzere seslenir, sınıfı örgütlerler. 7- Devrim süreci boyunca, üç yılı aşkın sürede gösterdikleri etkinlik, popülist örgütlerin propaganda ve yaygınlaşma yöntemlerinin ve içeriğinin küçük burjuva özelliklerini bütünüyle ortaya

SARI

SAYFA 7 Mansur Hikmetî çıkarmıştır. Popülist örgüt için yaygınlaşma, pratikte “örgüt içi yaygınlaşma”dır; bu, “örgütün” son tutumlarını üyeler ile sempatizanlar için açıklamak ve gerekçelendirmek ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Propaganda da “örgütün tutumlarını” yeni siyasal olaylar karşısında tekrar tekrar sloganlar ve klişeleşmiş formülasyonlar biçiminde dile getirip gerekçelendirmeye, burjuva devletinin siyasetçileri ile kurumlarının ahlaki açıdan deşifre edilmelerine, biçimsiz ve örgütsüz yığınları kendiliğinden eylemlerini yoğunlaştırmak ve yaygınlaştırmak için kışkırtmaya indirgenmiştir. Popülizm dayanıklı bir programdan, ilkesel taktiklerden yoksun olduğundan, siyasete ve siyasal mücadeleye soyut yaklaşımından dolayı, kararlı bir propaganda politikası izleyemez. Siyasal olaylar ile burjuva politikalar, popülist propagandanın içeriğinin ve özünün belirlenmesinin ana etkenidir. Böylece popülist propaganda ve yaygınlaşma; bir yandan içerik ve öz olarak karmaşık ve çetin, “kuramsal” ayrıntılar ve inceliklerle dolu bir olaya dönüşür. Öte yandan pratikte, “yığınlar”la ilişkide muhataplarının eğilimleri ve bilinçleri seviyesine değin indirgenir. Akademizm ve kuyrukçuluk, popülizmin propagandasının ve yaygınlaşmasının ayrılmaz parçasıdır. Buna karşılık, komünist propaganda ve yaygınlaşma; çalışma alanı ve muhatap olarak mücadeleci işçileri, işçi ve emekçi yığınlarını seçer. İşçi sınıfını kendi çıkarları konusunda bilinçlendirmenin ana aygıtı sınıf saflarını örgütlemek, geniş kitleleri devrimci proletaryanın sloganları ve yöntemleri çevresinde mücadeleye katmak, pratik mücadelenin bütün alanlarında işçi sınıfını ve emekçi kitlelerini sürekli olarak yönlendirmektir. Komünist program ve taktik, komünist propagandaya; dayanıklı, sürekli ve yalpalamayan bir özellik katar. Komünist propagandanın değişik düzlemlerde pratik mücadelenin sorunları, muhatapların bilinç seviyeleri ile siyasal bilinçleri düzeyinde çeşitli biçimlere bürünmesine; aynı zamanda partinin biricik ve bütünsel taktik ve propagandif politikalarını, devrimci, öncü içeriğini kendinde yansıtmasına olanak sağlar. Komünist işçilerin ve militanların sürekli ve kararlı biçimde bu her komünistin görevini yerine getirebilmeleri, yalnızca komünist program ile taktiğin propaganda ve yaygınlaşmanın temelini oluşturması yoluyla olanaklıdır. 8- Popülist örgütün örgütsel dokusu, popülizmin genel halkçı bakış açısı ile yönelimlerini izler. Küçük burjuva devrimciliği, bireyleri nesnel toplumsalsınıfsal konum ve ilişkilerden soyutlanmış birimler olarak örgütlemek her şeyden önce küçük burjuvazinin, özellikle küçük burjuva aydınlarının ekonomik-toplumsal konumuyla örtüşmektedir. Popülist örgüt, özünden dolayı, işçi dokusu olan bir örgüte dönüşemez. Bunun karşısında komünist örgüt genişlerken; işçilerin, işçi ailelerinin ve işçi sınıfının değişik kesimlerinin daha büyük kısımlarını kendine çeker ve örgütler. 9- Toplumsal-sınıfsal kimlikten yoksun bireylerden oluşan küçük burjuva örgütler; zorunlu olarak dar, süreksiz ve amatördürler. Popülist örgütteki örgütsel ilişkilerin kişisel özelliği; demokratik merkeziyetçiliği liberalizme, bürokratizme ve dar birimciliğe indirger. Bunun karşısında komünist örgüt, sağlam ve bütünsel bir önderliğin altında; çeşitli ekonomik üretim alanlarında, bölgelerinde ve birimlerinde etkinlikte bulunan işçi sınıfının pratikteki önderlerinin örgütlerine dayalı; gücünü, etkisini militanlarının ve birimlerinin işçi sınıfı önderleri ve yığınlarıyla ilişkileri yoluyla elde eden; bu yüzden hareketini çeşitli alanların etkinleri ve militanlarının görüş alışverişi ve demokratik karar mekanizmalarına, bu militanların mücadelelerinin bütünsel olarak tek bir merkez aracılığıyla yönlendirilip uyumlulaştırılmasına dayandıran bir örgüt olarak, gerçek anlamda demokratik merkeziyetçiliği gereksinen, aynı zamanda onu uygulayabilen biricik örgüttür. Popülist örgüt, aynı biçimde siyasal polisle mücadele, örgütsel etkinliğin mali ve maddi hazırlığı gibi pratik etkinliğin öteki alanları ve ayrıntılarında da sınıftan ayrı, dar birimci küçük burjuva özelliğini göstermiştir. Komünist hareket, popülizmin pratik mirasını bu alanların bütününde çöpe atmalı, bu alanların tümünde proleter politikasının pratik etkinliğinin ayrıntılarını ortaya koymalıdır. 10- Örgütsel pratikte Bolşevik yöntemler takınmak, komünist partinin kuruluşuna bırakılmamalıdır; bu politikaları gütmek yalnızca partinin görevi değil her zaman, her koşulda bütün komünist birimler, örgütler ve kuruluşların görevidir. Komünist partiyi komünistler kurar, temel olarak komünistler kuramsal ve pratik kimliklerinin her iki alanında komünist olmak zorundalar. Pratik komünist yöntemler, tıpkı Devrimci Marksizmin kuramsal-programatik bakış açıları gibi, bizim komünist kimliğimizin bir parçasıdır. Bu yüzden, pratik komünist yöntemler, parti ve işçi sınıfı hareketini örgütlemek için partinin olmadığı koşullarda mücadele eden bütün komünist örgütler tarafından aynı ölçüde gözetilmelidir. Saflarımızda komünist pratik yöntemler takınmayı partinin kuruluşuna erteleyen, bu yüzden popülist pratik etkinlik yöntemlerini sürdüren ve gerekçelendiren eğilimlerle, Marksizme yabancı kuramsal bir sapma, İran devrimci proletaryasının tek, bütünsel partisinin kuruluşu yolu üzerinde gerçek bir engel olarak mücadele etmeliyiz. İran Komünist Partisi’nin sözcüğün gerçek ve pratik anlamında kuruluşu, yalnızca kuramsal ve pratik her iki alanda da kendilerini işçi olmayan sınıfların siyasal güçlerinden ayırabilen militanların, kadroların ve örgütlerin eseri olabilir.

(1) Bu yazı Komünist Militanlar Birliği’nin Eylül 1982 tarihli Birinci Kongresinin bildiriler ve belgelerinden alınmıştır.


SIYAH MAVI

SAYFA 8

HALKIN KURTULUSU DARBE Mİ, EMPERYALİST OPERASYON MU ? Kadir MUNZUR

Mısırda neler oluyor? Haberler, yorumlar havalarda uçuşuyor. Mısır’dan yola çıkanlar, küresel devrim diye bağırıyor. Oysa Mısır, 25 Ocak öncesine döndü. 25 Ocak 2011’de; Hüsnü Mübarek dışarıdaydı, Mursi hapisteydi, Baradey Viyana’daydı. Mısırlı bir gazeteci olan Firik, “Mısır’da darbeyi gerçekleştiren koalisyonun, son 48 saate kadar böyle akılcı olmayan bir harekette bulunacağını düşünmüyordum. ‘Darbe olduktan sonra, katılımcıların tamamı uzlaşmaya gidecek ‘ temennilerimizin, tamamen tersinin çıktığını görüyoruz” şeklinde konuşuyor basına verdiği beyanatta. İhvan’ın yönetime gelmesine müsaade etmeyeceklerdir. Bu çok belliydi ve uzun zamandır belirtiliyordu. Mısır, siyasi sürece dönerse ordu kontrol edecektir. Birlikte anayasa çıkarmaları, şu anda mümkün değildir. 50 kişilik komisyon kurulacak, ilk maddeden anlaşamayacaklar; dolayısıyla anayasa hazırlanacaksa da, bu anayasanın tüm maddelerini ordu hazırlayacaktır. Anayasa hazırlanamayacak, ordu müdahale edecek, demokratik şeffaf bir seçim sürecinden ve siyasi süreçten bahsetmek kısa sürede mümkün olmayacaktır. Mısırlı araştırmacı Ahmet Yusuf şu bilgileri veriyor , “Bölgede açık ve tek destek veren Türkiye’dir. Hem yönetim olarak söylemlerde, hem halk olarak sokaklarda, darbe olduğu günden itibaren Türkiye Mısır gibi oldu. Bütün illerde gösteri vardı. Rabia işareti esas olarak Türkiye’den çıktı. Sayın Başbakan yaptıktan sonra, dünyaya yayıldı. Bu tür şeyler Türkleri ne kadar etkilemişse bizi de etkilemiştir. Mısır’dakiler ‘Biz yalnız değiliz’ diyor. İnsanlar, vazgeçmeyecekler. Mısır’da yaşanan darbe, sadece Mısır’ı değil, Türkiye’yi de hedef alan bir darbedir. Arap baharı dediğimiz ve bu ülkede İslam hareketlerini hedefleyen bir darbedir.” Çoğaltılması oldukça kolay olan bu veriler açıkça şunu göstermektedir, Mısır’da bir darbe değil, emperyalist bir senaryo uygulamaya sokulmuştur. Faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP şefi, senaryonun önde gelen oyuncularındandır ama oyun tutmamıştır. Türkiye’nin bu senaryodaki rolü ters tepmiş, Arap dünyasında yalnızlaşmasına neden olmuş ve önceden oluşturduğu birçok ortak proje artık suya düşmüştür. Önümüzdeki süreç, Türkiye için bir yalnızlık dönemi olabileceği gibi; Mısır için de kaos ve siyasi erkin boşluğunu getirecek ve emperyalizmin kontrolünden çıkmaya doğru bir bükülme anında ise iç savaşa gebe olacaktır.

SURİYE’de Emperyalist Saldırılara Hayır! Gezi’den Gazze’ye, Şam’dan Rojava’ya, eşitlik, kardeşlik ve barış!

Topraklarında tek NATO üssü bulunmayan, çetecilerin, cihatçıların vahşi katliamlarına teslim olmayan ve Ortadoğu’da düşürülemeyen bir kale Suriye. İsrail beslemesi Katar şeyhleri, Suudi Arabistan Krallığı, Ürdün ve başını AKP’nin çektiği dünyanın tüm gerici hükümetleri mezhep savaşını körükleyip kendileri gibi kukla bir hükümet yaratmak için varlarını yoklarını ortaya döktüler, dökmeye devam ediyorlar. Ama ne yapsalar olmuyor işte, Suriye halkının “bağımsız vatan iradesi”ne diş geçiremiyorlar.

Suriye en ağır silahlarıyla Amerikan Doları için, şeriat için savaşan çetecileri püskürtüyor, o sınırdan geçtiklerine pişman ediyor hepsini. Suriye üzerinde dönen bu kara, zehirli ihanet oyununda tüm kartlarını kullanan “kutsal gericilik” yalvar yakar emperyalistlerden Suriye’ye saldırmasını istiyor. Esad’ın “kimyasal silah” kullandığı yalanı işte bu emperyalist saldırı için bir gerekçedir. BM gözlemcilerinin bu iddiayı araştırmak için Suriye’de bulunmasını fırsat bilen ÖSO (daha önce sarin gazını kendilerinin kullandığı ortaya çıkmıştı) kimyasal katliam yaygarasıyla emperyalizmin planını devreye soktu. Irak işgalinden çok iyi tanıyoruz biz bu kimyasal silah aldatmacasını. Orada da tüm düzen basınıyla, kurumlarıyla NATO’nun işgaline zemin hazırlanmıştı. Ve Irak’ta milyonlarca insanın hayatıyla ödediği bir işgali ağızları sulanarak devam ettirmişlerdi. Suriye’ye dönük aynı senaryonun asla bir parçası olmayacağımızı ve bu ihanet çemberinde Türkiye halklarının Suriye’ye dönük olası bir saldırıdan AKP’yi sorumlu tutacağını, Tayyip Erdoğan’ın, Ahmet Davutoğlu’nun bunun hesabını vereceğini dosta düşmana ilan ederiz. Bu ülkenin savaş karşıtı on milyonlarca insanı adına AKP’yi son kez uyarıyoruz! Suriye’den kanlı ellerinizi çekin! Kardeş halklara düşecek her kurşunun, her bombanın, ölen hiçbir insanın sorumluluğundan kaçamazsınız. Bu kara lekeyi temizleyemezsiniz. İlerde tarih kitaplarında yer alacak “Türkiye’nin ihanetiyle Suriye’ye işgal edildi” başlığı sizi tanımlayabilir ama bu ülke, bu halk bu kara lekeye asla ortak olmaz! Kahrolsun Emperyalist Barbarlık! Yaşasın Suriye ve Türkiye Halklarının Kardeşliği!

SARI

KÜRT SİLAHLI KALKIŞMASI VE KUYRUĞUNA TAKTIĞI NEO-LİBERALİZMİN SOL BACAĞI EKREM EKŞİ

Kürt silahlı kalkışması, önderliği ve toplumsal dokusuyla bir emekçi-yoksul halk hareketi olarak doğdu. Bu sınıf kimliği, ilk bakışta göründüğünden daha önemli bir rol oynamaktadır. Ortadoğu’da bu kitlesellikteki tek seküler harekettir. Seküler bir hareket olmasının en önemli sonuç ya da göstergelerinden biri yüz binlerce Kürt kadınını siyasal olarak aktif ve yönetici konumlara getirmiş olmasıdır. Bu özellikler Kürt silahlı kalkışmasının, AKP eliyle kurulmakta olan İslami-Faşist diktatörlük düzenine sığmayacağının verileridir. Seküler ve bağımsız, kitlesel ve eylemli bir halk hareketi önderliği her ne kadar tasfiyeci-reformist bir çizgiye oturmuş ise de faşist diktatörlüğün egemen olduğu bir coğrafyaya ve devlet yapısına sığmaz taşar. Ortadoğu’daki kaynaşmanın ve Türkiye’deki “yeni Anayasa” sürecinin yarattığı, son derece kritik kırılma noktaları var. Son aylarda tasfiyeci-reformist hareketin değişik sözcüleri, bir klişeyi tekrarlayıp duruyorlar: ‘Barış’ gelir, Kürt sorunu ‘çözülürse’ Türkiye de bölgenin süper gücü olur.(!) Silahların susturulması, akan kanın durdurulması Türkiye toplumunun çok büyük çoğunluğunun desteklediği gerçekten haklı ve acil bir istemdir. Öte yandan, savaş ve barış, siyasetin değişik araçlarla sürdürülmesi anlamında madalyonun iki yüzüdür gerçeğinden hareket edilecek olursa, eğer o zaman araçlar kadar siyasetin içeriğine de bakmak gerekir. Ortadoğu’nun top yekün bütün coğrafyasında gündemde olan ne yazık ki, barış değil savaştır. Dolayısıyla, bugünkü konjonktürde kimin kimle, ne için savaşacağı ve barışacağı soruları büyük önem taşımakla kalmaz bu barış ve savaşların ne zaman, nerede, hangi gerekçelerle ve koşullarda başlayıp biteceğini de söylemeye kalkışmak kahinlik olur. Emperyalizmin Büyük Ortadoğu operasyonlarının taşeronu yapılmak istenen bir Türkiye’nin, yayılmacı bölgesel emellerine ‘uyum’un, Kürt ve Türk emekçilerine refahtan pay değil, daha ağır sömürü, kan ve gözyaşı getireceğinin bilinmesi gerekiyor. Kürt halkının silahlı kalkışmasının, emperyalizmin taşeronu faşist diktatörlüğün“hizmeti”ne verilmeye boyun eğmesi; Kürt halkını isteklerinden bağımsız olarak, Ortadoğu halklarının karşısına geçirecek ve her kalkışmada halklara karşı kullanılmasına neden olacaktır. Bu anayasa yalnız ulusların hukukunu belirleyen bir belge olmayacak, birçok bakımdan Türkiye’nin yakın geleceğini biçimlendirecek, tüm sınıf siyaset ilişkilerinin hukuksal kalıbını dökecek, faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP’nin rejim değişikliği planının destekçisi olmak, Kürt ve Türk proleterlerinin ve emekçilerinin, emek kardeşliğinden uzaklaştırılması anlamına gelecektir. Şimdi sormak gerekmez mi, Kürt silahlı kalkışması, başından beri reformizmin bir konfirmasyonu değil miydi diye. Yine sorulmaz mı, kendisinin bile çoğu zaman kabullenmediği devrimci yüklemini, dayatırcasına yüklemeye, eklemeye, itelemeye çalışan Türkiye siyasetinde neo-liberalizmin sol bacağını çekenler topal kalmadılar mı diye. Evet, uzun bir zamandır mangalda kül bırakmamacasına soyunulan bu yoldan ne çıkar bilinmez bir bilinirlik içerisinde ilerlenirken, barışın ve uzlaşmanın burjuva anlamda dahi cılkının çıkartılmasına komünistler ve devrimciler daha ne kadar müdahalesiz kalacaklar. Elbette ki ortada dolaşan akıllı bir takım sesler duyulmuyor değilse de, yetersizlik diz boyudur. Bu yetersizlik niteliksel değil; kaygusuzluğun, yetemeyeceğine inandırılmışlığın ve kelle sayıp güce tapınmanın yarattığı yapay bir yetersizlik aslında.

PKK ; eklektik Marksist bir hareket olarak var olmuş, sağ ve sol oportünist yalpalamalar içerisinden çıkıp gelerek, günümüzde hiç bir güçlük çekmeden Marksizm’i reddetmeyi başarmıştır. Bu zorlanmadan terk ediş, onun tabanında Marksist bir eğitimin yürütülmediğinin de en verimli kanıtıdır. PKK’yı halen yönetenler ulusal sorun konusunda Marksist bakış açısının etkisinde kalmış, esen rüzgarın, 68 Devrimci Gençlik Hareketi ve bunun yarattığı toplumsal basıncın etkisiyle, Marksist söylemleri kullanma lüksüyle hareket etmek zorunda kalmışlar ancak bu onların gönülden birer Marksist olarak yaşama katılmadıkları, gelinen aşamada tarih önünde kanıtlamış bulunuyor. Bu özellikler üzerinden hareketin şekillenmesi de, silahlı bir hareket olarak yön değiştirmesine rağmen, daha başından reformistmilliyetçi bir hareket olarak var olmuş ve bugünkü sonuca varmasına, emperyalist dayatmalar ve kapitalist gelişme karşısında daha fazla dayanamayarak, tasfiyeye ve düzene entegre olmaya yönelmiş konuma ulaşmıştır. Bugün için, “parlamentomuz olacak ve kanunlarımızı kendimiz yapacağız, maliyemiz olacak ve vergimizi kendimiz toplayacağız, polisimiz jandarmamız olacak ve iç güvenliğimizi kendimiz sağlayacağız” diyorlar. Peki devlet dediğiniz, bütün bunların kurumlaşmış organik bir bütünlüğünden başka nedir ki? Öcalan’ın inandırıcılıktan yoksun o neo-liberal ‘sol tandanslı’ milliyetçi söylemlerini gözü kapalı yineleyerek, devleti verseniz de almayız diyorlar ama istedikleri her şey; biçimsel yönden bağımsız olmak dışında, tamı tamına kapitalist bir devlete çıkıyor, özerk ya da federal bir devlete. Şimdi burada sorun şu ki, bunu mevcut düzen içinde uzlaşmayla, teslim olmayla, otuz yıllık bir silahlı kalkışmanın ardından hareketin tüm niteliklerini tasfiye etmekle elde etme olanağı yoktur. Tarihte hiçbir egemen, sınıf erkini bir başkasıyla durduk yerde, hem de silahlı bir savaşın ardından ‘barış’ imzalayarak paylaşmamıştır; bu toplumsal dinamiklerin var oluş ilkesine, sınıflar mücadelesinin diyalektiğine aykırıdır. Bu hakların hepsi ,Kürt proletaryası ve yoksul halkının elbette

inkar edilemez temel haklarıdır ama Türkiye’nin kapitalist erki içerisinde böyle bir tavize yer yok zaten olması da, kendi varlığını inkar anlamına gelecektir. Bu düzenin temelleri üzerinde, gerçek özgürlüğe ve tam eşitliğe ulaşamazsınız. Düzenin yapısal toplumsal mantığına, tepeden tırnağa kapitalizmin sınıfsal karakterine aykırı bu. Tam tersine, gerici tekelini kıskançlıkla korumaya bakar. Ekonomideki sermaye tekeli, kendini siyasal alan başta olmak üzere toplumsal yaşamın tüm alanlarında, yeniden yeniden üretmeye yapısal olarak eğilimlidir. Siz buna bir de Türkiye cumhuriyetinin kuruluş felsefesini ve bunun 100 yıllık evrim içindeki betonlaşmasını yüklerseniz, bu umutsuz vakada umut önermenin ya aptallık ya da hainlik olduğunu rahatlıkla görmek olanaklı olacaktır. Türk proleterlerine ve emekçilerine, Kürt proleterleri ve emekçileriyle eşit olduğunu; onun da kendisiyle aynı haklara sahip olması gerektiğini kabul ettirebilmeniz için biricik yol, faşist diktatörlüğü devrimci bir tarzda dönüştürmektir. Zira bu düzenin emekçisi, bu düzenin bilinciyle yoğrulmuş insan tipi demektir. Marx’ın önemle altını çizdiği gibi devrim, yalnızca kurulu toplumsal düzen başka türlü değişemediği için değil fakat aynı zamanda kurulu düzen içinde şekillenmiş emekçinin buradan edindiği bilinci, kültürü, önyargıyı, her türden düşünsel ve ruhsal kiri pası mücadelenin ateşi içinde yıkayıp temizleyebilmesi; böylece devrimcileşip değişebilmesi için de zorunlu bir gereksinimdir . Yığınlar devrim ateşi içerisinde tepeden tırnağa yeni bir bilinç, yeni bir ruh, yeni bir kültür, yeni bir gelenek, yeni bir değerler sistemiyle yıkanmak, arınmak şekillenmek zorundadırlar ve bunu yapacak olan Devrimci Komünist Partisi önderliğinde bir sosyalist devrimden başka hiçbir

şey değildir. Devrim sürecini ileriye taşıyan sınıf, bunu yaparken sürekli olarak devrimcileşir. Devrim süreci içinde yoğrulmuş bir işçi, bir emekçi, kadına, çocuğa, öteki milliyetlerden emekçilere, öteki inançlardan insanlara saygı duymasını bilir, onların gerçek özgürlüğünü ve tam hak eşitliğini tanır. Ama bu düzenin kiriyle, pasıyla, bilinciyle, önyargısıyla yüklü emekçi katmanlara siz teorik olarak ne anlatırsanız anlatın, Kürtlerin de temel ulusal hakları olduğunu ve bunları tanımanın zorunluluğunu anlatamazsınız. Emperyalizm güdümlü Kürt açılımının arkasında, başta TÜSİAD-MÜSİAD olmak üzere işbirlikçi tekelci burjuvazinin hemen tüm kesimleri duruyor. Burjuvazinin bu yönetici katmanının çıkar ve tercihleri, her konuda olduğu gibi bu konuda da emperyalizm ile örtüşüyor. Bu örtüşme, Güney Kürdistan ile ilgili kırmızı çizgilerin bir yana bırakılmasında da kendini bütün açıklığı ile göstermiş; Güney Kürdistan’ı kendisi için hem bir pazar, hem bir yatırım alanı, hem de petrol rantı olan bir alan olarak görüldüğünü açıkça ortaya koymuştu. Burjuvazinin daha güçsüz kesimlerinin Kürt sorunundaki adımlardan dolaysız güncel ekonomik çıkarları da yok. Özellikle orta üst sınıflar, özellikle siyaseten MHP’nin, ve Saadet Partisi’nin arkasında duran geleneksel kesimler, bugün Kıbrıs sorununda verilecek tavizlerin, yarın bu adadaki etki alanının tümden kaybedilmesiyle, Ermenistan ile ilişkilerdeki tavizin yarın Türkiye’nin sınırlarının tarihi Ermeni iddiaları çerçevesinde tartışmalı hale gelmesiyle, Kürtlere verilecek tavizlerin ise ilerde ülkenin bölünmesiyle sonuçlanabileceği korkusu ve kaygısıyla hareket ediyorlar. Bu nedenle tüm konularda, gerici bir direnç gösteriyorlar. Oysa büyük burjuvazinin, Güney Kürdistan’ın ekonomik açıdan sömürgeleştirilmesi üzerinden muazzam bir rant çıkarı bulunuyor Halen Güney Kürdistan; kullandığı çimentodan içtiği suya, yediği bisküviye kadar tüm temel ihtiyaçlarını Türkiye’den karşılıyor. Bölgede, Türk şirketlerinin sayısız yatırımı var. Ürettiği petrolü Akdeniz’e akıtmaya da, Türkiye talip. Özetle Güney Kürdistan, halen işbirlikçi büyük burjuvazi için yağlı bir lokma olarak duruyor orta yerde. O bugün iktisadi olarak yuttuğu Kürdistan’ın bu parçasını, yarın değişebilecek güç dengeleri içinde gerekirse siyasi olarak yutabileceği hesabını da yapıyor kuşkusuz. Türk burjuvazisinin büyük tekelci gruplardan oluşan bu kesimi, bu açıdan kendine fazlası ile güveniyor. Kürtlerin diline, kültürüne, bir takım ikincil önemdeki insani ve ulusal haklarına gösterilebilecek sınırlı bir toleransın bu sorunu hafifletebileceğini; PKK’nin kitle desteğini azaltabileceğini ve tasfiyesini kolaylaştırabileceğini düşünen faşist diktatörlük, ‘gerekli açılımları yapıyoruz, bu durumda artık elinizde silah tutmanızın manası kalmıyor’ diyerek PKK’yı bir açmaza, ve giderek bir çözülüşe sokma hesabı ile hareket ederken; Abdullah Öcalan 2009’un 15 Ağustos’unda büyük merakla beklenen açıklamasını yaptı. Ortaya bir tür kendi çözüm paketini koydu. Paketin esası ,bölgesel bir özerklik talebidir. Abdullah Öcalan konuşmasına, devlet konusundaki bilinen pragmatik söylemleriyle başlıyor. ‘Ben Barzani ya da Talabani değilim, bana devleti verseniz de almam, federasyonu tepsiyle sunsanız da kabul etmem, zira devlete dayalı çözüme karşıyım; geçmişte devleti sorunun çözümü sanıyordum, oysa artık sorunun kaynağı olduğunu anladım, bu nedenle devlete dayalı çözüm istemiyorum’ vb. diyor. Ama bu anarşizan söylemle yapılan girişin ardından sıraladığı somut istemlerle, bir tek biçimsel bağımsızlık hariç, bir devleti devlet yapan hemen her şeyi istiyor. Ancak faşist diktatörlüğün en kaba biçiminin egemen olduğu bir ülkede, bütün bunları Kürt’lere ancak bir devrim verebilir. Kürt hareketi devrimi bir yana bırakmış, önüne kurulu düzeni kendi tabanı üzerinden demokratikleştirme hedef ve görevini koyarak reformizmin en ağır sürecine geçmiş bulunuyor. Uzun yıllardan beridir Kürt silahlı kalkışmasının oluşturduğu ağırlığın taşınamaz yükü, artık Türk bur-

juvazisini bir çözüme --mi - zorluyor kuşkusuz. Bu mücadele birikiminin yarattığı ağırlık, bundan çok daha ileri, çok daha zorlayıcı boyutlarda olabildi geçmiş yıllarda ama buna rağmen, Türkiye’nin gündemine böyle bir açılım gelmemişti. O halde böyle bir anda, neden özellikle geldiği üzerinde durmak gerekir. Güney Kürdistan’daki oluşum, fiili bir devlet biçimini aldı. Ve bu gelişme, bölgedeki Kürt sorununu yaşayan ülkeler kadar, belki onlardan da çok, Türkiye için ciddi bir sorun kaynağı haline geldi. Kendi ülkesinde Kürt sorununun varlığını inkar eden bir rejim, hemen kendi burnunun dibinde bir Kürt devleti gerçekliğiyle yüz yüze kaldı. Bunun, Türkiye’deki Kürtler üzerinde de çok büyük bir etkisi oldu. Kürt Hareketi, İmralı çizgisiyle birlikte içine düştüğü gerileme, bocalama ve kargaşa sürecinden; çok büyük ölçüde Güney Kürdistan’daki gelişmeler sayesinde çıkabildi. Belki de bugün hala PKK´den bahsedebiliyorsak, Kürt ulusu açısından tarihi bir fırsat olmuştur Güney Kürdistan. Emperyalistlerin Kürt sorununu, reformlarla düzene bağlama doğrultusunda faşist diktatörlüğe telkinleri 1990’lı yıllardan beri süre geliyordu. 1990’ların başında Özal döneminde, Baas rejiminin yıkılmasına ve Irak’ın parçalanmasına bağlı olarak; Güney Kürdistan’ı Türkiye ile birleştirmek planı, emperyalizmin direktifleri ve bizzat oynadığı rolle hayata geçirilmek istendiyse de tutmadı. 2003 Mart’ında Irak’a yapılan ikinci emperyalist müdahalenin ardından ise, artık ortaya yeni bir durum çıktı ve Güney Kürtleri, Irak bünyesinde fiili bağımsızlığa yakın bir federal devlet olarak var olabilmek konusunda geniş bir olanağa sahip oldular. Faşist diktatörlük, emperyalizmin gücü karşısında ve onun direktifiyle; Güney Kürdistan oluşumunu kabul etmek durumunda kaldı ve onunla yakın ilişkiler kurmak sürecine girdi. Ama karşılığında da Güney Kürdistan’ın sınırlarını dilediğince ihlal edebilme; Güney Kürdistan’a hava harekatları, ihtiyaç olduğu durumlarda da kara harekatları yapabilme hak ve olanağı elde etti. Faşist diktatörlük ile Güney Kürdistan arasında bu yeni ilişkinin kurulabilmesi, Amerikan emperyalizminin bölgesel politikaları ve planları için çok önemliydi. Türkiye’nin işbirlikçi büyük burjuvazisi de, kuşkusuz kendi çıkarlarını da gözeterek, bu politika ve planlarla gerekli uyumu sağlamak zorundaydı ve bunda çok zorlanmadı. Kürtlerin bu denli iç içe geçtiği, parçaların birbirinden bu kadar çok etkilenebildiği bir aşamada; devletin Kürt açılımı, bunun olamayacağının açık verisiydi. Burada her zaman unutulan bir ayrı gerçeklik ise, Kürtlerin sınıfsal farklılıkları ve bu sınıflar arasındaki çelişkiler ve uzlaşmazlıklarla ortaya çıkan fotoğraftır. Fakat bu yeni ilişkilerin istikrarlı bir biçimde kurulabilmesi ancak, Türkiye’de Kürt sorununun bir parça yatıştırılması kaydıyla olanaklı olabilirdi. Yoksa bu sadece Türkiye’deki Kürt sorununu ağırlaştırır ve bu büyük bir bunalım kaynağı haline dönerdi. İşte bu çerçevede; emperyalizmin özel baskısı, telkini ve özendirmesi ile gündeme gelmiş bir konudur faşist diktatörlüğün “Kürt açılımı”. Faşist diktatörlüğün, Güney Kürdistan’a ilişkin politikasını değiştirmesi, Güney Kürdistan’la emperyalizmin çizgisinde bir hamilik ilişkisine girmesi; beraberinde ister istemez, kendi içindeki soruna da bir biçimde bir çözüm bulması zorunluluğunu getirdi. Bilinen Ergenekon operasyonları, bu amaca yönelikti ve doğal olarak bunun arkasında emperyalizmin vardı. Bu tür bir operasyon; Kıbrıs, Güney Kürdistan ve Ermenistan konularında kemikleşmiş resmi politikalarda, ciddi bir revizyonu için adeta bir zorunluluktu. Ulusalcı denilen şoven çevreler ile, devlet aygıtından yolları onlarla kesişen öğeler hedef alındı ve kolayca bertaraf edildiler. Ordu, sistemli bir yıldırma ve itibarsızlaştırma operasyonundan geçirilerek kıpırdayamaz hale getirildi. Faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP, tam da bu operasyonlar ve buna ABD’nin tam desteği sayesinde, devletin dümenine hakim olabilir hale geldi. Kuşkusuz bugünkü koşullar dünden farklı ve faşist diktatörlüğe hükümet eden AKP; dün gerçekten aciz bir iktidar konumundayken, henüz yalnızca hükümetti. Generaller karşısında çok temkinli, dikkatli, çekingen bir partiydi. Bugünse generalleri, ikide bir Ergenekon savcılarının önünde hazır ola çekebilecek bir durumda. Buna rağmen, toplumun derinliklerinden gelen inkarcı şoven gericilik karşısında, bir anda gerisin geri; bilinen resmi, Kemalist-milliyetçi şoven çizgiye dönebiliyor. Bu nedenle, hiçbir hayal kurulmamalı. Kürt sorununun, derin tarihi ve toplumsal temelleri olan köklü bir sorun olarak; gerçek özgürlük ve tam eşitlik temelinde bir çözüme kavuşması bir devrim sorunudur. Türkiye’nin bugünkü düzeni ayakta kaldıkça, Kürt halkının bir ulus olmaktan kaynaklanan temel demokratik haklarının tanınabileceğini ummak; gerçeklerden kopmaktır, temelsiz ütopyalar ile oyalanmak ve hatta ondanda ötesi ihanetin tellallığını yapmaktır. Bunları bir devrimci olarak, sorunun çözümüne devrimci bir bakış açısıyla yaklaşarak söylemiş oluyorum. Emperyalist güç dengelerindeki büyük değişmeler ya da büyük emperyalist savaşlar sonrasında oluşan yeni gerici güç dengeleri içinde, yeni ulusal devletler elbette kurulabilir. Nitekim birinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında, savaşta yenilen çok uluslu emperyalist imparatorlukların dağılmasına bağlı olarak, ortaya bir dizi yeni devlet çıktı. Irak’a yönelik son emperyalist müdahale ise, Güney Kürdistan’da fiili bir devletin kurulmasına yol açtı ancak bu devletin dahi ne kadar devlet olma yetisine sahip olması tartışılabilinir ama emperyalizm ve onun yedeklediği güçlerin irade ve sitemleri dışında, en küçük bir manevra hakki ve olanağı olmadığı açıktır ve tartışma götürmez. Bu olabilir; emperyalistler arası güç dengelerindeki değişmeler, bunun ürünü çatışmalar, bu çatışmaların ortaya çıkaracağı yeni güçler dengesi sonucu olarak, böyle bir şey Türkiye’de yaşanabilir. Fakat bunun, sorunun devrimci demokratik çözümüyle, uzaktan yakından bir alakası olmaz. Bu, gerici güç dengelerindeki değişimin yarattığı, sistem içi bir sonuç olur ve devrimci bakış açısının dışında kalır. Bu yolla ulusal sorun çözülmüş de olmaz, yalnızca biçimi ve mahiyeti değişmiş olur. Güney Kürdistan’ın şimdiki iğreti konumu bile, yeni durumun ortaya çıkardığı yeni sorunlar, bunu göstermeye yeter. ( Devam edecek )


SIYAH MAVI

SARI

SAYFA 9

HALKIN KURTULUSU KUNDURA İŞÇİLERİNİN ÇALIŞMA KOŞULLARI: İzmir/Bornova Işıkkent Ayakkabıcılar Sitesinde, 3200 İşyerinde, Karanlık izbe atölyelerde, düşük ücretle ve sağlığımız tehdit altında, sigortasız çalıştırılıyoruz. Atölyelerde kullandığımız kimyasallar (solvent vb.) sağlığımızı tehdit ediyor. Bir işçinin ortalama geliri, haftalık 250-300 TL. iken, şimdi daha düşük ücretle çalışma koşulları dayatılıyor.

İZMİR KUNDURA İŞÇİLERİ HAKLARI İÇİN ÖRGÜTLENİYOR

ların etkisini havalandırma ile çözdüler. Ancak bizim esas talebimiz, 23.000 işçinin sağlıksız koşullarda çalıştığı sitemizde, meslek hastalıkları hastanesinin kurulması yönündedir.

İNSANCA YAŞANACAK BİR ÜCRET TALEBİ: İnsanca yaşayabileceğimiz, bu hayat pahalılığında ailemizi geçindirebileceğimiz bir ücret talebimiz konusunda, henüz olumlu gelişmeler yok. Bunun nedenlerinden biri de, biliyorsunuz son aylarda sitede, çok sayıda Suriye’li kaçak işçi çalıştırılmaya başlandı. Savaştan kaçan çaresiz insanlar, daha büyük bir cehennemin içine çekildiler. Kundura işverenleri, ÇALIŞMA KOŞULLARININ İYİLEŞTİRİLMESİ İÇİN; Suriye’li kaçak işçileri karın tokluğuna çalıştırıyorİnsanca Yaşanacak Bir Ücret, Sağlıklı Çalışma Ko- lar ve zaten açlık sınırında çalışan bizleri, bununla şullarının Sağlanması ve Meslek Hastanesi, Sigortasız-Güvencesiz Çalışmanın Önlenmesi: Uzun süredir tavizsiz kararlı şekilde sürdürdüğümüz mücadelemiz sonucu, küçümsenemeyecek kazanımlar elde ettik. ‘Sigortasız güvencesiz çalışmanın önlenmesi’ ana talebimizdeki ısrarımız sonucu, maliye müfettişleri Ayakkabıcılar Sitesi’ne geldi. İşyerlerinde sıkı denetimler yaptı. Bu durumda işverenler işyerlerimizi kapatarak, önce kaçma yolunu seçti. Sonunda bizim ısrarlı örgütlü mücadelemizle, şu anda %90 oranında işçi arkadaşlarımıza sigorta kaydı yapıldı. ‘Sağlıklı çalışma koşulları’ talebimiz konusunda ise, işyerlerinin bazılarında solvent vb. kimyasal-

terbiye etmeye çalışıyorlar. Bize “işine gelirse bu ücrete çalış, değilse Suriye’li işçiler daha düşük ücretle çalışıyor, sigorta da yapmıyorum onları” diye tehdit ediyor ve daha düşük ücretle çalışma, dolayısıyla da yoksulluk dayatılıyor. SURİYELİ İŞÇİLER UCUZ EMEK SÖMÜRÜSÜ: Suriye’den gelerek İzmir Ayakkabıcılar Sitesi’nde çalışmak zorunda kalan işçileri, biz Türkiye’li işçiler sınıf kardeşi biliriz. Onların, ailelerini ülkelerinde bırakarak savaştan kaçarak gelmiş olmalarından, karın tokluğuna çalışmaya razı oluşlarından, barınma gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılamakta zorlandıkları gerçeğinden yararlanıyor işverenler. Bizim 3 liraya yaptığımız işi, 1,5-2 liraya onlara yaptırıyor, kayıtlı belgeli olmadıklarından sigorta vb. sosyal haklarını vermiyorlar. Başta, bizlerle karşı karşıya getirdiler ama süreç içerisinde onlarla kardeşleştik. Onlara da mücadelemizi ve taleplerimizi, fırsat buldukça onların dilinde anlattık.

STANDART PROFİLDE DİRENİŞ 100. GÜNÜ GEÇTİ masaya oturtmak için 13 Mayıs tarihinde mesai bitiminde işyerini terk etmeme eylemi yaptılar. Üç saate yakın fabrikada kalan işçiler polisin işyerine gelmesi ile eylemlerine son verdiler. Eylemin ardından 100’e yakın işçi sendikaya üye oldukları ve sendikal faaliyette bulundukları için işten atıldı. Bugüne kadar işten atılan sendikalı işçi sayısı 300’ü aşmış durumda.

Petrol- İş Sendikası, Standard Profil adlı firmanın Düzce’deki işyerinde örgütlenmesini tamamlayıp, toplu sözleşme sürecinin başladığı aşamada, aynı unvanla Manisa Organize Sanayi Bölgesi’nde de bulunan fabrikasında da örgütlenmeye başladı. İşyerindeki sendikal faaliyetten haberi olan Standard Profil yönetimi, Düzce’nin ardından Manisa’daki fabrikasında da sendikanın örgütlenmesini durdurmak, işçileri sendika üyeliğinden vazgeçirmek için bildik yöntemlerini kullanmaya başladı. Tehdit etti, taciz etti, istifaya zorladı, baskı ve mobbing uyguladı. Nihayetinde, Düzce’de belli bir aşamaya gelen işçi-işveren ilişkisinden Manisa’da nasiplerini alamayan, arkadaşlarının üçer beşer işten atılmasına, yönetimin baskılarına isyan eden, toplu işten çıkarılmalara başlanacağının duyumunu alan işçiler, sendika ile yönetimi aynı

Ana sermayesini aldığı fonlarla oluşan Standard Profil, 2011 yılında Bursa’daki fabrikasını kapatarak, Manisa’da faaliyet göstermeye başladı. 1.600 işçinin çalıştığı işyerinde 450’yi aşkın kadın çalışıyor. İşten atılan işçilerin arasında 100 kadar sendikalı kadın işçi var. İşten atılan tüm kadınlar, toplumsal baskılar nedeniyle direnişe katılamasa da, direnişe devam eden, her günleri bir öncekinden zorlu geçen kadınlar mücadele sürecinde öğrenmeye ve özgürleşmeye devam ediyor. Yıllarca ev- iş döngüsünde hizmet etmek/ koşuşturmak, çocuk bakmakla geçiren kadınlar, 100 gündür, kendilerine reva görülen çalışma koşullarına karşı mücadele ediyorlar. Dün olduğu gibi, bugünde toplumun kendilerine biçtiği analık eşlik durumlarından taviz vermeden yaptıkları işe, birde sıcak mücadele eklenmiş durumda. (Sendika.Org’dan alınmıştır)

1MAYIS MAHALLESİ 2 EYLÜL 1977 GECKONDU DİRENİŞİ

KUNDURA İŞÇİLERİNİN MÜCADELE HATTI: Karanlık izbe atölyelerimizden, aydınlık alanlara çıkarak başladığımız ve kararlı bir şekilde sürdürdüğümüz mücadelemiz, İnsanca Yaşanacak Bir Ücret, Sağlıklı Çalışma Koşullarının Sağlanması ve Meslek Hastanesi, Sigortasız Güvencesiz Çalışmanın Önlenmesi gibi haklı taleplerimizin tamamı karşılanıncaya kadar sürdürülecek. Örgütlü mücadelemizle elde ettiğimiz kazanımlar; işçilerin örgütlü mücadeleye güvenini, inancını pekiştirdi. Birbirimize daha kenetlendik ve KUNDURA İŞÇİLERİ DAYANIŞMA DERNEĞİ’ni kuruyoruz. “BU DAHA BAŞLANGIÇ MÜCADELEYE DEVAM” diyoruz.

SURYELİ İŞÇİ MUSTAFA K. ANLATIYOR: Biz çoğumuz Suriye’de ailemizi bırakarak savaştan kaçtık ve buraya geldik, yaşayabilecek ekmek parası için. İlk geldiğimizde 250,00 -300,00 TL’ye Pınarbaşı’nda, Doğanlar’da ev tutuyorduk şimdi çok kötü koşullardaki tuvaleti olmayan, rutubetli evlerden 500-600 TL. kira istiyorlar. İşyerlerinde ise, düşük ücretle çalışırsak işe alıyorlar, kötü koşullarda sağlıksız çalışıyoruz. Kayıtlı olmadığımızdan, sigorta veya tedavi olanaklarımız yok.

12 Bin Tekstil İşçisi Patronlara Kefen Dikiyor Artık Söz Emeğin!

Tekstil işçilerinden ilk grev Söktaş’ta İlk grev Türkiye Tekstil Sanayi İşverenleri Sendikası Başkanı Muharrem Hilmi Kayhan’nın ailesine ait Söktaş’ta başladı. Söktaş Tekstil Sanayi ve Ticaret A.Ş. ile sendika yöneticileri arasında sürdürülen toplu iş görüşmeleri bugün saat 02.00’ye kadar sürerken, yine anlaşma çıkmayınca 07.00- 15.00 vardiyasına gelen işçiler, işbaşı yapmadı. Fabrika girişine, grev pankartı asılırken, işçiler fabrika önünde halay çekti, sloganlar atarak grevde seslerini duyurmaya çalıştı. “Sendikamız sadece işçisinin hak ettiği, emek ve alın terinin karşılığını talep etmiştir. Sendikamızın yıllık 72 gün olan ikramiyeleri 120 güne çıkartma teklifine karşılık 90 günlük ikramiye, ekonominin ve reel enflasyonun baz

alınarak hesaplandığı %15′lik ücret zammı talebine ise % 3 ile karşılık verilerek grev kaçınılmaz hale getirilmiştir” denilen açıklamada, şu ifadelere yer verildi: Sendikamızın iyi niyetle, insan onuruna yaraşır bir ücret için başladığı müzakere süreci çözümü olmayan bir yola sokularak sözün bittiği yere gelinmiştir. Tekstil işçisinin baskıya boyun eğmeyeceği bu yolda 30 işyeri ve işletmede 12 bin üyemiz ile birlikte el ele kol kola, tek yürek olarak bugün itibari ile GREV’İ uygulamaya başlamış bulunuyoruz. Masada demokratik yollarla uzlaşmayan, hak ve emeği sömüren zihniyet, şüphesiz ki bunun hesabını üretimden gelen güçle, tekstil işçisinin bu onurlu yolunda GREVLE çok ağır ödeyecektir.

Antep’teki TÜVTÜRK direnişi sürüyor

Antep’teki TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları’nda TÜMTİS üyesi işçilerin direnişi sürüyor. Direnişe Antep’teki toplumsal muhalefet bileşenleri destek ziyaretlerinde bulunuyor Antep’teki TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları’nda TÜMTİS’e üye oldukları için işten çıkarılan üç işçinin diDayanışmanın, kolektif ve örgütlü çalışmanın, omuz omuza faşist saldırılara karşı durmanın, bedeller ödeme pahasına var olmanın temelleri üzerinde yükseldi 1 Mayıs Mahallesi… Devrimcilerin, komünistlerin ve halkın cesur ve fedakârca duruşuyla Büyük bir değer silsilesi yaratıldı. Anıları ve değerli hatıraları önünde saygıyla eğildiğimiz 2 Eylül 1977 direniş şehitlerini katledilişlerinin yıldönümünde bir kez daha anıyoruz. 2 Eylül 1977’de mahalle halkı dozerler, kamyonlar ve polis arabalarının sirenleriyle uyanmış. Belediye ekipleri polislerle beraber gecekonduları yıkmak için gelmiş. Mahalleli polis ve belediye ekiplerine taşlarla, sopalarla karşı koyarak yıkımı engellemeye çalışmış. Çevrede bulunan yüksek binalara çıkan resmi ve sivil polisler halkın üzerine ateş açarak 12 kişiyi öldürmüş. Mahalleli ölülerin başında yas tutarken dozerler evleri yerle bir etmiş. Bu arada ölenlerden biri, iki yaşında bir bebekmiş. Taş taş üstünde kalmamış ama mahalle halkı yılmamış. Yıkımdan birkaç gün sonra İstanbul’un birçok bölgesinde toplanan yardımlarla ve üniversite öğrencilerinin fiili desteği ile çok kısa süre içinde mahalle tekrar inşa edilmiş. 1 Mayıs Mahallesi büyümeye devam etmiş. Devlet tarafından ‘sakıncalı bölge’ ilan edilen mahallenin nüfusu 80’li yılların başında 10 binlere ulaşmış. ‘Şunları tanıyalım da, kontrol altına alalım’ diyen cunta, mahallenin adını değiştirmiş. Mahallenin yeni adı Mustafa Kemal olmuş.

İşverenler, sürekli işten çıkarmakla ve sınır dışı ettirmekle tehdit ediyor; iş müfettişleri gelirlerse, “burada çalışmadığınızı söyleyin” diyorlar. Türk işçi arkadaşlar bizim kardeşimiz, biz bu durumda çalışmak zorunda kalıyorsak, onların ekmeğini almak istediğimizden değil. Bize de mücadele ettikleri talepleri anlatırlarsa, bizde yapabileceklerimizle destekleriz. Türkiye ve Suriye halkları kardeştir. Selam gönderiyoruz tüm sınıf kardeşlerimize.

renişi 11 Ağustos’tan bu yana sürüyor. Araç muayene istasyonlarının önünde yapılan açıklamada konuşan KESK Antep Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü Ömer Faruk Koç, TÜVTÜRK’teki işçilerin sendikalı oldukları için işten çıkarıldıklarını belirterek “Eğer hükümet gerçekten işçilerin yanındaysa, işçilerin sendikalı olmasının önündeki engelleri kaldırmalıdır” dedi. Genel-İş 1 No’lu Şube Başkanı Süleyman Göçmen de, işçilerin anayasal hakkını kullandığı için işten atıldığını söyleyerek, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nı işçilerin sorunlarını çözmeye çağırdı. Yapılan konuşmaların ardından eylem sona erdi. TÜMTİS, araç muayene şirketi TÜVTÜRK’te 2 Temmuz günü toplu iş sözleşmesi imzalamıştı. Ücretlere yüzde 32 oranında zam yapılmıştı. TÜVTÜRK’te işçiler, işlerine geri dönene kadar eylemlerini sürdüreceklerini belirtiyor. Sendika.Org

Rheinmetall-MAN Fabrikasında İşten Çıkarılanlarla Dayanışmaya!

2014 de ki islerin azlığından dolayı RheinmetallMan yönetimi çalışanlarının bir kısmını sokağa atmaya hazırlanıyor. Oysa daha yeni firmamız Avustralya hükümetiyle 1,1 milyar euroluk bir is anlaşması imzalamıştı. Ve Büyük bir ihtimalle bir o kadar büyük bir anlaşmada önümüzde ki ay İsveç- Norveç hükümetleriyle imzalanacak. Özetle 2015 den 2020 ye kadar sipariş defterimiz dopdolu olacak. Peki bu çıkışlar neden gündeme geliyor. ? Kapitalist işletmeler her daim kar pesinde koşarlar. Bunu sağlarken çalışanlarının durumu pek önemli değildir. Onlara ihtiyaç olduğunda çağrılır yoksa simdi git biz seni yeniden çağıracağız denilir. Su an bizde yapılan durum bu.2014 fazla is yok diye sayıları 147 varan çalışanımız gönderilmek isteniyor. Yapılan sosyal anlaşmada isler açıldığında eski çalışanlar öncelikli olarak çağrılacak deniyor. Bu bir nevi kapımda bekle zihniyetidir. Bu arada çalışanların yasayacakları , karşılaşacağı zorluklar sorunlar, umurlarında olmayacaktır patronların. Kirasını eskisi gibi ödeyememiş, ailevi sorunlarla karşı-

laşmış veya yahut içine düşeceği sorunlardan suca karışma ihtimali olması patronları ilgilendirmez. Onlar için ihtiyaç olduğunda çalışacak emekçiler lazım. Ama biz böyle düşünmüyoruz. Kriz varsa sorumlusu biz değiliz ve faturayı da tek başına ödemek istemiyoruz. Is yerimizdeki bu geçici krizi birlikte asmak için her türlü çözüm araştırılmış değildir. Mevcut kanunlara göre Kurzarbeit’ a daha 16 ay devam edebiliriz. İşsizlerin sayılarını artırmak yerine yardım fonlarından yararlanılabilir ve devletten destek alınabilir. Gençlere karenz bildung hakları sağlanabiliniz. Bizler üzerlerinde kullanım tarihleri yazılan mallar değiliz. Bu nedenlerle bir isçi temsilcisi olarak işyeri yönetiminin almış olduğu isten çıkartma kararını yeniden gözden geçirmesi için 26.08.2013 tarihinden itibaren açlık grevine başlıyorum. Tüm çalışanları birlik ve dayanışma içinde olmaya ve başlatmış olduğum mücadeleyi desteklemeye çağırıyorum. ADA Wien 26.08.2013


SIYAH MAVI

SARI

SAYFA 10

HALKIN KURTULUSU

1 E Y LÜ L D Ü N YA B A R I Ş G Ü N Ü VE EMPERYALİZMİN KAVURDUĞU GÜNÜMÜZ DÜNYASI Dünya yanıyor, dünya halkarı kapitalist-emperyalizmin , insanlık tarihinde görülmemiş bir barbarlık örneği ile karşı karşıya ve uluslarası tasfiyeci-reformist ihanet, onun eşliğinde her türlü sol tandanslı karşı devrimin 4. kolu olmuş gruhlar şimdi yeniden siyaset sahnesine çıkarak, sınıflar barışından, kapitalist-emperyalizm ile barıştan, dünya halkarının katilleriyle barıştan bahsetmeye başlıyorlar........Nazi propaganda bakanının “Bin Yıllık Reich” inancıyla en kaba ve utanmazca söylediği sözler, ABD’de “Tea Party” ve neoconların, Avrupa’da aşırı sağ ve Neonazi propagandaları dışında bu kadar kabaca seslendirilmez. Eski Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde ABD ve müttefikleri, Soğuk Savaş’ın kibirli galipleri artık BM diplomatik koridorlarının hiç işlerine yaramadığını düşünmüşlerdi. Yeni NATO konsepti “Dünya’nın Kralı Benim” diyordu. TürkIiye basınında da büyük coşku yaratan bu konsepte göre, NATO dilediği yerde, dilediği zamanda BM, Avrupa Birliği, vb. hiçbir ara danışma mekanizması olmadan vurabilecekti. Avrupalı Sosyal Demokratlar zaten o mekanizmasının işbirlikçisi değil, parçasıydı. Kendilerine “sol” “yeşil,” “Avrupa Komünisti” diyenlerin bir bölümü de gönüllü NATO savunucusu olmuştu. ............. Buna ABD ve yakın müttefiklerinin uluslararası hukuk ya da devletler genel hukuku denilen ne varsa hiçe saydıkları yeni bir uygulaması daha eklendi: “Teröre karşı savaş!” Yani “düşman ülke, savaşan taraf” statüleri dışında “serseri devlet, terörist, kanlı diktatör” gibi her yöne çekilebilir bir statüsüzlük getirildi. Üstelik bütün bunlar “Gulag” yazıları yazan aydınların gözleri önünde oluşturulan gizli işkencehaneler, cezaevleri (Guantanamo, Ebu Gureyp, Bagram, vb.) desteğinde sürdürüldü. Yeni anti-komünist aydın için bütün bu işkenceler, bombardımanlar, hukuksuzluklar “ uygarlıklar savaşı”nda olabilecek şeylerdi. ..... Yani Kaddafi gibi 2 yıl önce pekâlâ petrol anlaşmaları yapıp elektronik donatımı üzerine biraz oynanmış her türlü silah satılabilen bir ülkenin devlet başkanı, Rusya ve Çin’in de BM oyunlarıyla bir anda “devlet başkanı” değil “kanlı diktatör” sıfatıyla İngiliz Özel Birlikleri’nin operasyonuyla öldürüldü. Dünyaya servis edilen yalanlardan 5-6 ay sonra, bu kez emperyalist yağmanın yeni hedeflerine gözdağı olsun diye sızdırılan bu muazzam operasyon oldu. Her şey durulduktan sonra 5000 küsur sorti yapan NATO uçaklarının hemen hemen hiç kayıp vermeden kaç kişi öldürdüğü operasyon durduktan sonra bile meçhul. Arada sırada “muhalif göstericilerin barışçıl gösterisi”ne götürülen bazı gazetecilerin “gösteri” meydanlarında zırhlı araçlara, uçaksavarlara kurulmuş, BBC muhabirleri kadar akıcı İngilizce konuşan “göstericiler”den şüphelendiği de oluyordu. Ama zaten ne tür bir “gösteri”ye katıldıklarını bilmiyor olamazlardı. 1911 yılında İtalyan birlikleri de Libya’ya çıkarma yaparken, “Osmanlı devletine nota verip çıkarma yapacak birliklerinin güvenliğini

1 Eylül 1939... Hitler ordularının Polonya’ya girdiği gün. Aynı zamanda ilk direnişin de günü. 2 Eylül 1945’e kadar sürecek olan 54 milyon insanın ölümüne neden olan 6 yıl süren bir savaş, cinayet ve soykırımın tarihi olan gün. Türkiye’de 1 Eylül tarihinde kutlanan “dünya barış günü” 2. Dünya Savaşı’nın başlama tarihi ve BM buna yönelik olarak aldığı bir kararla ilişkili. BM insanlık tarihinin en kanlı savaşlarından biri olan bu savaşı unutmaması için BM aldığı bir kararla bu yıkımın unutulmaması amacıyla dünyanın dört bir yanında 1 Eylül’ü “dünya barış günü” olarak kutlanmasını istedi. Dünya’da “Uluslararası Barış Günü” olarak 21 Eylül tarihinde kutlanıyor.

sağlamalarını” istemişti. Bu diplomasi tarihinin en utanmaz notaları arasında yerini almıştı. Tabii ki yüz yıl sonra ellerine Fransızca, İngilizce, vb. “Yaşasın Fransa” pankartları tutuşturulan insanları televizyonlarda gösterecek teknik de yoktu, böyle şarlatanlıklara gerek de yoktu. İtalya’nın da emperyalist pastadan birkaç dilim kapmasını normal kabul eden “bizimki halk emperyalizmi” diye övünen “Marksistler” de ilk o zaman dünya siyasetinde boy gösterdiler. ...... Dönemin gizli diplomasisi, Avrupalı Büyük Güçler arasında dönen pazarlıkları, toprak paylaşımlarını gözlerden uzak tutuyordu. Marksist partilerin programlarının önemli bir maddesi “gizli diplomasinin ortadan kaldırılması”ydı. BM gibi mekanizmalar yerine, Devletler Genel Hukuku ya da Uluslararası Hukuk alanında Büyük Güçler’in anlaşmaları ve pratik müdahaleleri geçerliydi. Her işgal ve ilhaka bir gerekçe bulunuyordu: Avrupa’nın hasta adamına şok tedavi, insani müdahale, arabuluculuk, diplomatik dokunulmazlığı çiğneme. Zaman zaman tüm büyük güçlerin NATO müdahalelerini andıran ortak müdahaleleri de oluyordu. 1900 yılında Çin’deki Boxer İsyanı’nı bastırmak üzere oluşturulan ortak cezalandırma sefer kuvveti buna örnekti. Sefer kuvvetinin komutanlığına Alman feldmareşal Waldersee getirilmişti. 27 Temmuz 1900’de Çin’e gitmek üzere yola çıkan Alman askerlerine II. Wilhelm’in yaptığı konuşma, Avrupa’da uygarlık adına bu politikaları destekleyenlerin “zarif,” siyasal söylem-

Bugün (31.08.2013) Stuttgart’a yapılan miting ve yürüyüş beş yüze yakın bir katılımla saat 16.00’da yapıldı. Eylemde yapılan genel açıklamada, gerek savaş ve gerekse de bölgede yapılan son katliam ve saldırılar ile ABD’nin bölgeye dayatılan savaş çığırtkanlığı protesto edildi. Rojava katliamı ve son kimyasal saldırılara dikkat çekilen konuşmalar, dağıtılan bildiriler ve taşınan pankartlar da son gelişmelere dikkat çeken önemli çağrılar oldu. Rojava Yalnız Değil Yanınızdayız. Savaşa Hayır . Stuttgart’ tan HK. Okurları.

BERLİN 1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ YÜRÜYÜŞÜ

1 Eylül Dünya Barış Günü Ankara’da da emek ve demokrasi güçlerinin gerçekleştirdiği miting ile kutlandı. Türkiye ve Ortadoğu’daki savaş politikalarına karşı miting Toros Sokak’tan başladı. Yürüyüşte Reyhanlı’dan Rojava’ya katliamlar, Suriye ve Mısır’a emperyalist politikalara karşı sloganlar tıldı, pankart ve dövizler taşındı. Tertip Komitesi adına, HDK İl Yürütme Kurulu üyesi Harun Çakmak “yeni savaşların eşiğinde 1 Eylül Mitinginde düzenlendiğini söyledi. Suriye, Rojava, Mısır, Kürt coğrafyası gibi Ortadoğu’nun genelinde hakim olan savaş politikalarına değinen Çakmak, Rojava’da aylardır süren ve tarihin gördüğü en vahşi katliamlardan birisi yaşanıyor. Rojava’da emperyalist devletlerin desteklediği El Kaide, dünyanın gözü önünde katliamlara devam ediyor. AKP iktidarı da bu katliamları açıktan destekliyor” dedi. Çakmak son olarak AKP’yi Suriye konusunda uyardı ve Vietnam Savaşı’nda emperyalistlerin düştüğü bataklığı hatırlattı. Ortak açıklama daha sonra Kürtçe ve Arapça da okundu. 1 Eylül Dünya Barış Günü İZMİR’de Basmane Meydanında toplanan kitle pankart, flamalar ve sloganlarla KONAK Meydanına doğru yürüdü. Yürüyüş sırasında sayısı 3-4 binleri bulan kitle “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” “Yaşasın Halkların kardeşliği” “Rojova yalnız değildir” “Faşizme karşı omuz omuza” ve diğer sloganları coşkuyla attı. Konak Meydanında toplanan kitle, basın açıklaması ve konuşmaları sloganlarla destekledi.

EMPERYALİST SAVAŞA HAYIR HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ! BERLİN ENTERNASYONAL İNSİYATİFİ

1 Eylül Dünya Barış Günü İstanbul

lerine de şamar gibiydi: “Gittiğiniz yerde öyle misillemeler yapınız ki, bir vakitler nasıl Avrupa halkları Hunların ve Hun İmparatoru Attila’nın adını unutmadılarsa, tıpkı bunun gibi Çinliler de Alman adını yüzyıllar boyunca unutmasınlar!” Soğuk savaş bitti. Yeni soğuk savaş ideolojik cephede sürüyor. Marksizm-Leninizm’den geriye tek söz kalmayıncaya ya da proletaryanın devrimci ideolojisini sosyal-demokrasiye, reformizme, Avrupa-komünizmine, vb. dönüştürünceye kadar devam edecek. Birinci Körfez Savaşı’ndan beri Amerikan silahlı kuvvetlerinin öncülüğündeki koalisyon yeni hedefini belirlerken, bu koalisyonun eski solcu yeni liberal müttefikleri de ideolojik cephede korkunç bir savaş veriyorlar! Büyüklü küçüklü, sermaye destekli medya, sol gösterip sağ vuran yayın kuruluşları, ABD ve AB fonları gibi cephaneden yana dertleri yok. Özellikle ABD ve İngiltere üniversiteleri, düşünce kuruluşları onlara ürettikleri ideolojik misket bombalarını ithal ediyor. Özellikle, SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalizmin çöküşünden beri, yeni teori “ithalatı” son hızla sürüyor. Bütün liberal maskesine rağmen, bu ithalat hiç de o kadar “liberal” yöntemlerle sürmüyor. Burada serbest rekabetçi kapitalizme bile yer yok. Tekelci kapitalizm bu alanda da tam bir tekel haline gelmiş durumda. Bağımlı kapitalist, yeni sömürge ve sömürge ülkelerin “solcu” aydınları da merkezi, devlet sosyalizminin çöküşünden itibaren tekelci kapitalizmin bu yeni ideolojik bombardımanı altında kaldılar. Bütün o

“post” etiketli teorilerin, sınıf savaşımının, emperyalizmin bittiğini, yeni bir özgürlük çağı başladığını ileri süren ideolojik mücadelelerin proletaryanın devrimci ideolojisine bir tek uyarısı var: Teslim olun, silahsızlanın! Görelilik kuramından zararsız akademik bir Marx’a itirazları yok. Che’nin tişörtlerini giyen gençler, “İktisat Tarihi,” “Sosyoloji” derslerinde Marx’tan birkaç Kapital alıntısı yapabilirler. Onları kimse “ötekileştirmez,” “araçsallaştırmaz.” Avrupa’da sosyalist bloğun çöküşünden beri , bu ideolojik silahsızlandırma saldırısı giderek hızlanmış ve günümüzde meyvelerini vermeye başlamıştır. Böylece ABD ve AB fonlarının, akademik çalışma ithalatının ne işe yaradığı kesinlikle ortaya çıkmıştır. Bu ideolojik Marshall yardımı gerçekten de hem eski sosyalist blok ülkeleri, Portekiz, Yunanistan, Hindistan, Güney Afrika vb. gibi komünist partilerin sisteme direndiği ülkelerde hem de Türkiye gibi devrimci potansiyelin canlanabileceği yerlerde uluslararası sermayenin çok işine yaramıştır......... ............. Soğuk Savaş’ın bitiminden hemen sonra Süleyman Demirel’in “Balkanlardan Çin Seddi’ne Türk Dünyası” fikir jimnastiği, AKP’nin “muhteşem fenomen Dışişleri Bakanı”nın “komşularla sıfır sorun”, “neo-Osmanlı” politikası, ABD’nin politikalarının peşinden giderken övülen, biraz zikzak yaptığında yerilen tüm politikalar aydının kafasını allak bullak etmeye yetti. Şimdi “yahu biz DP”ye de kanmıştık” diyenler çıkıyor. Bunu anlaşılır Türkçeye çevirirsek, dostlarımız her zaman ABD politikalarından demokrasi beklemişler, ama AB ve demokrasi hayali başka bahara kalmış. Hatta hızını alamayıp “artık emperyalizm de yok” diyenler şu anda sadece neoconların iktidara gelip dünyayı ateşe verme olasılığı karşısında ne yapacaklarını düşünüyorlar. Irak’a “demokrasi” getirdiğinden baba-oğul Bushlara minnet ve şükran borçlular. Suriye’ye “demokrasi” getiremediği için Obama’ya biraz kızıyorlar ama Mormon Cumhuriyetçi adayı şu anda nasıl savunacaklarını bilemiyorlar. Kapitalist-emperyalizmin halen devam etmekte ve drinleşmekte olan ekonomik krizinde, “uygar” AB ülkeleri krizin tüm yükünü işçi sınıfı ve emekçi halkların sırtına yıkmakta çok kararlı davrandılar. Kapitalizmle “barış içinde yan yana yaşama” efsanesi bir anda çöktü. 1917 Ekim Devrimi’nin kazanımlarından kaynaklanan “refah devletleri, “sosyal devlet” efsaneleri de çöktü. Salt ekonomik düzeyde kalan hiçbir kitlesel savunma hareketinin tekelci burjuvazileri durduramayacağı, geçmiş kazanımları korumanın sendikal örgütlenmelerin gücüyle mümkün olmadığı ortaya çıktı. Sözün geldiği yerde dönüp klasiklere bakmak lazım ve V.İ.U.Lenin’in barış konusunda açık ve net görüşlerini anımsamak gerekmektedir(1) ( www. tdkp.net Sayfasından alınmıştır. Gazetemizde yer darlığı nedeniyle kısaltılarak yer verilmiştir. )

1 Eylül Dünya Barış Günü etkinlikleri kapsamında İstiklal Caddesi’nde yüzlerce kişi “barış” için insan zinciri oluşturdu. Eylem yapanlara İstiklal Caddesi’nden geçenler alkışlarla destek verdi. Polis ise İstiklal Caddesi’nin Taksim Meydanı girişine barikat kurarak geçişlere için vermedi. Dolmabahçe ve Kadıköyde insan zinciri oluşturanlara polis engel olmak istedi. Daha sonra toplanarak sloganlarla eylem gerçekleşirildi. Taksim Gezi Parkı halka kapatıldı.


SIYAH MAVI

SAYFA 11

HALKIN KURTULUSU Parti Bayrağı`nın 1. sayısı, 1 Mart 1978’de yayın yaşamına katılırken, ÇIKARKEN başlığı altında şunları yazıyordu;

ÇIKARKEN

“Bugün gelinen yerde ülkemizde en temel görev, proletarya partisinin inşasıdır. Ülkemizde proleter devrimci hareketin gelişmesinin tarihi özellikleri, proleter devrimcilerin birleştirilmesini de bu görevin gerçekleştirilmesinin bir unsuru olarak ortaya koymaktadır. Proleter devrimcilerin birleşmesine, ideoloji-siyasi bir temel teşkil edecek ve proletaryanın devrimci partisinin inşasının temeli olacak olan; devrimci proletaryanın mücadele platformunun, proletaryanın Marksist-Leninist programının ortaya konması görevi bugün gerçekleştirilmiştir.

İçinden geçilmekte olan küreselleşen kapitalist-emperyalist sistemin sınır tanımaz kavurucu barbarlığı, dünya halklarının bu gerçekliğe karşı domino taşları gibi birbirinin ardı sıra gerçekleşen, kendiliğinden kalkışmaları, tüm Orta-Doğu, Balkanlar ve Kafkasya üçgenini saran emperyalist saldırı ve talan süreci ve bölgesel savaşlar ve ülkemizin gün geçtikçe daha da yoksullaştırılan isçi ve emekçileri, her an komşu halkları tehdit eden savaş hazırlıkları ve on yıllardır ağırı baskı ve sömürü karşısında silahlı kalkışma içersinde olan Kürt işçi ve emekçilerinin ‘Barış’ yaygaralarıyla yeniden mevcut düzene endekslenme ihaneti ve çoğaltılabilecek örneklerle açıkça görülmekte olduğu gibi; Dünya genelinde ML bir çizginin yeniden var edilmesi ve buna paralel olarak ülkemizde yeniden bir ayağa kalkışın ve tüm uluslardan proletaryanın ortak Devrimci Komünist Partisinin inşası, diyalektik bir zorunluluk olarak durmaktadır tarih sahnesi karşısında.

PARTİ BAYRAĞI, bu koşullarda yaşamsal bir gereksinmenin ürünü olarak yaşam bulmaktadır.

Bu edebiyat özgür bir edebiyat olacaktır çünkü, bu edebiyatın saflarına hep yeni güçler katacak olan şey, hırs ya da kariyerizm değil, sosyalizm fikri ve emekçilere duyulan yakınlık olacaktır. Bu edebiyat özgür olacaktır çünkü, bir takım içi geçmiş kadınlara, şişmanlamaktan yakınan, canı sıkkın ‘üst tabaka’ya değil; ülkenin gözbebeği, gücü ve geleceği olan milyonlarca, yüz milyonlarca emekçiye hizmet edecektir. Bu özgür edebiyat, insanoğlunun devrimci düşüncesindeki son sözü sosyalist proletaryanın deneyi ve canlı faaliyetiyle zenginleştirecek; geçmişin deneyi (ilkel, ütopik biçimlerinden başlayarak, gelişen sosyalizmin vardığı son aşama olan bilimsel sosyalizm) ile günümüzün deneyi (işçi yoldaşların bugünkü mücadelesi) arasında sürekli bir karşılıklı etki yaratacaktır. Edebiyatın, mekanik bir ayarlamaya ya da aynı bir düzen içine konmaya, çoğunluğun azınlık üzerinde baskı yaratmasına açık olmadığı, su götürmez bir gerçektir. Bu alanda kişisel girişkenliğe, bireysel eğilimlere, düşünce ve hayal gücüne, biçim ve içeriğe kesinlikle daha geniş yer verilmesi gerektiği de kuşku götürmez. Bunların hiç biri yadsınamaz; ama bütün bunlar, proletarya partisi davasının edebi cephesinin, öbür cepheleriyle mekanik bir biçimde bir tutulamayacağını gösterir sadece. Ancak bu da, burjuvaziye ve burjuva demokrasisine yabancı ve garip gelen edebiyatın mutlaka, ister istemez sosyal-demokrat parti çalışmasının bir öğesi olması gerektiğini, bu çalışmanın bütün öbür öğelerine ayrılmaz bir biçimde bağlı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Gazeteler, çeşitli parti örgütlerinin organları hali-

“Bu parti edebiyatı ilkesi nedir? Sosyalist proletarya açısından edebiyat, bireyler ya da topluluklar için bir zenginleşme aracı olmamalıdır diyemeyiz sadece; edebiyat proletaryanın genel davasından bağımsız, bireysel bir girişim olamaz kesinlikle. Kahrolsun partisiz yazarlar! Kahrolsun edebiyatın üstün insanları! Edebiyat, proletaryanın genel davasının bir parçası haline gelmeli, bütün proletaryanın politik olarak bilinçli bütün öncüleri tarafından harekete geçirilen o tek ve büyük sosyal-demokrat mekanizmanın ‘küçük bir çarkı ve vidası’ olmalıdır.“ (1) Lenin, bu vurgulamasında çok açık ve net olarak parti edebiyatın öneminden ve yerinden bahsediyor ve şöyle devam ediyor. “Her benzetmede bir kusur vardır” der bir Alman atasözü, bir benzetme karşısında çığlığı basacak isterik aydınlar bulunacaktır belki de. Ancak bu gibi çığlıklar, burjuva aydın bireyciliğinin bir ifadesinden başka bir anlama gelmeyecektir.

yaşarken; emekçi yığınların yoksulluk içinde süründükleri bir toplumda gerçek, fiili hiçbir ‘özgürlük’ olamaz. Siz Bay Yazar; sizden allı pullu, çerçeve içinde açık saçıklık ve ‘kutsal’ sahne sanatı üstüne örtülü bir kılıf içinde fuhuş isteyen burjuva yayıncıya karşı, burjuva kamuya karşı özgür müsünüz? O mutlak özgürlük denen şey, ya bir burjuva palavrasıdır, ya da (bir dünya görüşü olarak anarşizm, tersine çevrilmiş burjuva düşüncesi olduğu için) anarşist bir palavradır. İnsan hem toplum içinde yaşayıp, hem de ondan özgür olamaz. Burjuva yazarın, sanatçının, oyuncunun özgürlüğü; para kesesine, çürümeye, satılık olmaya gizlice (ya da ikiyüzlü biçimde gizlice) bağımlılıktan başka bir şey değildir. İşte biz sosyalistler, bu ikiyüzlülüğü açığa seriyor, sahte etiketleri söküyoruz; bunu da, sınıfsız bir edebiyat ve sanata varmak için değil (çünkü böyle bir şey sınıf-dışı, sosyalist bir toplumda olabilir ancak) ama, gerçekte burjuvaziye bağlı bu ikiyüzlü özgür edebiyatın karşısına, açıkça proletaryaya bağlı, gerçekten özgür bir edebiyat çıkarmak için yapıyoruz.

Devrimci proletaryanın Marksist-Leninist, azami- asgari programının ve buna bağlı olarak en temel siyasetlerinin ortaya konması, kaçınılmaz olarak bir dizi mücadelenin ürünüdür. “

Bugün gelinen aşamada ise, uluslararası ve ulusal platformda; her türden revizyonizme, tasfiyeci-reformist ihanetin ekollerine, Avrupa Komünizmi’ne, Titoizm’e, Kuruşçev’ciliğe, Troçkizm’e ve Anarşizm’e ve Marksizm-Leninizm’in kapitalist-emperyalist global sistem içerisinde entegre edilmesi için sürdürülen post-modernist çabalara karşı; dünya, ortak coğrafya ve ülkemizdeki tüm devrimci komünist dinamikleri bir araya getirmek ve ülkemizde tüm uluslardan proletaryanın birleşik devrimci komünist partisini inşa etmek ve tek bir çatı altında toparlanabilmek amaç ve hedefiyle, yeniden yayın yaşamına başlıyor.

SARI

ne gelmeli ve bu gazetelerin yazarları mutlaka bu örgütlerin üyesi olmalıdırlar.” İkinci olarak da, sayın burjuva bireyciler, mutlak özgürlük üstüne çektiğiniz söylevlerin, ikiyüzlülükten başka bir şey olmadığını söyleyeceğiz sizlere. Para gücü üzerine kurulmuş bir toplumda, bir avuç zengin insan asalak halinde

O halde yoldaşlar, iş başına! Yeni ve güç bir görevle karşı karşıyayız ama, sosyal-demokrat işçi sınıfı hareketine kopmaz bir biçimde bağlı, geniş, zengin ve renkli bir edebiyatı örgütlemek gibi soylu ve gönendirici bir görev. Bütün sosyal-demokrat edebiyat, Parti edebiyatı haline gelmelidir. Bütün gazeteler, dergiler, yayınevleri, vs. çalışmalarına hemen yeniden çeki düzen vermeli; Partinin şu ya da bu örgütüyle, şu ya da bu biçimde bütünleşecek bir şekle doğru gitmelidir. ‘Sosyal Demokrat’ edebiyat, ancak o zaman kendi adına gerçekten yaraşır bir hale gelecek, ancak o zaman görevini yerine getirecek ve burjuva toplum çerçevesi içinde bile, burjuvaziye kölelik etmekten kurtularak, gerçekten en ön saflarda yürüyen ve sonuna kadar devrimci olan sınıfın hareketi içinde yer alacaktır.“ (2) PARTİ BAYRAĞI, bu ilke ve şiarla yola çıkmaktadır. Ama bu, PARTİ BAYRAĞI’nın tüm hedef ve amacını açıklamaya yetmeyecektir. PARTİ BAYRAĞI esas olarak, devrimci komünistlerin elinde güçlü bir silah ve birleşik bir Devrimci Komünist Partinin yaratılmasında yaşayan canlı bir kılavuz işlevini yerine getirmek amacıyla katılmaktadır yayın yaşamına. ML’ in tüm düşmanlarına karşı ideolojik ve siyasi mücadelenin bir kalesi; proleter devrimci bir programın oluşturulmasında bir canlı organ ve bu program aracılığı ile tüm uluslardan işçi sınıfı ve emekçi halkla bütünleşen bir çekim merkezi olma hedefindedir. PARTİ BAYRAĞI, bu yeniden çıkış iddiasıyla; tüm Devrimci Komünistlerin, ML okulu olma ve devrimci proletaryanın ideolojik ve siyasi arenada yolunu aydınlatmada bir ışık ve aynı zamanda ortak aklın ve iradenin oluşmasında bir kaynak olma yolunda Devrimci Komünist bir iradenin, aklın ve cesaretin ürünü olarak var olacak ve yaşayacaktır.

OKUR MEKTUPLARI

B e ş i k t a ş Te k n i k D i r e k t ö r ü B i l i c : “ S o s y a l i s t B i r Ta k ı m Ya r a t ı y o r u m ” dan kaldırarak, gücü halka vermeye çalışıyoruz. O bakımdan, sosyalist bir takım yaratıyorum diyebilirim.” Bilic, geçtiğimiz ay Beşiktaş Dergisi ’ne verdiği röportajda da şunları söylemişti: “Ancak elinizdekileri paylaşmayı bilirseniz, onurunuzla ve mutlulukla yaşayabilirsiniz. Ben bir sosyalistim ama gerçek anlamda bir sosyalistim. Dünyayı tek başıma kurtaramayacağımı gayet iyi biliyorum. Ancak bir haksızlığa, ada letsizliğe karşı bir mücadele varsa, ben daima en ön saflarda olmayı tercih ederim ve hayata da buradan bakarım.”

Sosyalist kimliğiyle bilinen Beşiktaş Teknik Direktörü Slaven Bilic, siyah-beyazlı kulüpte sosyalist bir takım meydana getirdiğini söyledi. Beşiktaş Teknik Direktör Slaven Biliç, Gazian tepspor ’u 2-0 yendikleri karşılaşmanın ardından düzenlediği ba sın toplantısında, Radikal Gazetesi Spor Müdürü Uğur Varda n’ın “Sosyalist Bilic’ in, takımının oyun stratejisi ne kadar paylaşımcı, ne kadar toplumsal? ” sorusunaysa şu yanıtı verdi: “ Takım olarak oynuyoruz. Buradaki felsefe, güç halkındır. Oyunculara bunu anlatmaya çalışıyorum. Takımda zenginler ve fakirler yok, sınıflar yok. Halkın desteği var. Sınıfları orta -

Dersim’ in Pertek ilçesinde Cem İLGÜN, İsmail CEM, Okan TEMÜRBOĞA , Muharrem İLGÜN isimli çocuklar maske takarak birbirleriyle oyun oynamaktadırlar. Aynı mahallede bulunan fasist korucu ailelerinin kapılarının önünden geçerken çocukları gören korucuların kadınları emniyeti arayarak “bir grup çocuk tarafından G3 silahıyla ateş edildiği söylenmiştir ” bir diğer kadında “sapanla atıldığını gözünün önünde merminin geçtiğini söylemiştir ” ihbar üzerine polis, oynayan çocukları ve ailelerini gece gözaltına almıştır. Evlerinde yapılan aramada herhangi bir sey bulamamış, geceyi nezarette geçiren çocuklar ve aileleri sabah savcılıkça tahliye edilmiştir. Bulunan G3 Mermisini incelemek üzere yollamıştır. Pertek’te faşist korucu ailelerce yapılan yanlış ihbar sonucu gözaltına alınmalarını, çocuklara ve ailelerine yönelik iftira ve uygulamaları, baskıları kınıyoruz. HALKIN KURTULUSU Okurları DERSİM PERTEK

“Bunun için saklıyorum herseyi” Bir gün gelecek sızılarımızı saklayacağız insanlık müzesinde; birilerinin sevincine sonradan uzun ağlamıştık, çok uzun hem de. Tarihin bir kalbi yok demişti küçükken, bir avuç kum karşılığında bana kül kokulu şeker veren bakkal amca, tarihin bir kalbi yok demişti; ağlamış ve gözyaşları bitmiş birine benzerdi. Ama bizim var demek isterdim, diyememiştim, bir avuç kuma verilmiş şekerin kokusunu şimdi hatırladım.

bir zamanlar, içinde şarkılar söylenen o şehir, bekleyen sevgilileri olan o askerler, kendini dünyayı fethedecek kadar kuvvetli hisseden o çocuk, çocuklar, hepsi kavanozdalar şimdi. Dünyanın çocukluğunu koydum, birileri için ölmeyi bilenlerin kalbini, dövüşenlerin cesaretini koydum, o küçük kızıl yaprağın düşlerine tutunmuş binlerce, on binlerce, yüzbinlerce insanın kederini. Kimse yaşanmadı diyemeyecek.

Yeniden söker gibi unuttuğumuz bir dili, her şeye yeniden başlayacağız. Bunun için saklıyorum her şeyi.

Tren tarifelerini, peçetelere yazılmış sözleri, rüzgara fısıldanan yeminleri, ipte ölürken kırılan o boynun iç burkucu sesini, ülke haritalarını, şehir krokilerini, bir savaşçının göğüs cebinden çıkan aşk sözlerini, pusulaları, gökyüzünü bile inleten o bomba seslerini, vazgeçişleri, yeniden başlamaları, dilsiz bir tanığın şehadetini, kaybolmuş sesleri, Bir gün gelecek belki gözyaşlarımızı saklayacağız, delilikle yıkılmış evleri, sönmüş ocaktaki külleri, bütün kavuşayağmur gibi yıkandığımız o günlerin anısını saklayacağız, Bir gün gelecek hayal kırıklarımızı saklayacağız tarihin mama hikayelerini, o adamın tıraşsız yüzündeki kesiği, kızıl bir ağaç yaprağını zamanın rüzgarının nasıl savurderininde. Şimdi şarkısını söylüyor ismini yitirmiş bir o kadının çıplak memelerini, tören adımlarını, yıkılmış duğunu hatırlayacağız. şehrin, ülkenin, şimdi şarkısını söylüyor kendi ölümünün, heykelleri, çökmüş duvarları, herkesin öldüğü meydanda bir rüya: “ümit etmeyi bilirlerdi/tarlalarda kopmuş ba- ürkek bakışlarla gökyüzüne bakan o çuha çiçeğini, hukuk Ben her şeyi küçük kavanozlara doldurdum, suda kayşak hepsi/sabahı çağıran elleri/kesilmiş omzundan şimdi”. metinlerini, savaş protokollerini, bakkalın bana verdiği nattım, ters çevirip havasını aldım zamanın raflarına Beni nereye götüreceksin rüzgar, her şey ölü şimdi. şekere sinmiş kül kokusunu, her şeyi… dizdim. Her akşam önlerinde durup üzerlerine yapıştırdığım minik etiketlere bakıyorum. Şimdi kavanozdalar, Bir gün gelecek ümit etmeyi müzelerde saklayacağız. Bunun için saklıyorum her şeyi..


SIYAH MAVI

HALKIN KURTULUSU

SARI

12 SOSYALİZMİN MEŞALESİ YANMAYA VE YOLUMUZU AYDINLATMAYA DEVAM EDİYOR. Tüm yaşamı boyunca, teorisiyle, pratiğiyle proletaryanın, ezilen halkların mücadelesine önderlik yaptı. İlk komünist örgütlenme, ilk Enternasyonal Marks’la birlikte onun eseriydi. 1820’de Almanya’da dünyaya gelen Engels, yaşamı boyunca, barikatlardan barikatlara koşarken, Anti-Dühring, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Doğanın Diyalektiği gibi eserler verirken, sınıfsız ve özel mülkiyetsiz yeni bir toplumun kurulması amacına sadık kalarak ölümsüzleşti. Lenin’in deyimiyle “O Sosyalizmin meşalesiydi” Meşale hala yanmaya ve yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. (28 Kasım 1820, Barmen-Elberfeld (şimdiki Wuppertal) - 5 Ağustos 1895, Londra),

—”Özel mülkiyeti yok etme niyetimiz, sizi dehşete düşürüyor. Oysa şu anki toplumunuzun onda dokuzu zaten özel mülkiyetten yoksundur; onun bir azınlık için var olması, yalnızca onda dokuzunun ellerinin boş olması sayesindedir. Bu yüzden bizi; varoluşu için gereken koşulun, toplumun ezici çoğunluğunun özel mülkiyetten mahrum olması olan bir mülkiyet formunu yok etmek istediğimiz için kınıyorsunuz. Tek kelimeyle bizi, sizin mülkiyetinizi yok etme niyetimizden dolayı kınıyorsunuz. Kesinlikle öyle, niyetimiz tam olarak budur”

Varsın bizim için, düşüncelerimiz uğruna kolaylıkla feda edebileceğimiz sevgi, çıkar, zenginlik olmasın; bu düşünce bize her şeyin kat kat fazlasını verecektir! Savaşacak ve kanımızı dökeceğiz, düşmanın acımasız gözlerine korkusuzca bakacağız ve son nefesimize kadar savaşacağız! Bayrağımızın, dağların doruklarında nasıl dalgalandığını görmüyor musunuz? Yoldaşlarımızın kılıçlarının nasıl parıldadığını... görmüyor musunuz? Onların orduları dört bir yandan harekete geçmiş, vadilerden bize doğru koşuyor, şarkılar söyleyerek dağlardan iniyor. Büyük karar günü, halkların kavga günü yaklaşıyor ve zafer halkların olacaktır!

F.Engels

“Hayır hiç yenilmedik, çekildik yalnız / Ve şimdi olduğumuz yerde / Ve ayaktayız Diyorlar ki elbette doğru / Kim katılmak istemez onlara / Kim duymak istemez böyle bir suçu” 12 Eylül Utanç Müzesi, 10 Eylül 2013 günü Ankara’da, 12 Eylül 2013 günü İstanbul’da açılacak. Her yıl müze bir ana temayla açılıyor. Bu yılki müzenin ana teması HAZİRAN DİRENİŞİ’ne atfedilmiş. Haziran direnişinde atılan her bomba, yapılan her zulüm, sıkılan her kurşun 12 Eylül ürünüdür. 12 Eylül gazıyla, tomasıyla, copuyla, bombasıyla, kurşunuyla, bütün kurum ve kuruluşları ile devam ediyor. PROGRAM: Ankara 10 Eylül saat 18.30 12 Eylül Utanç Müzesinin açılışı: * 11 Eylül saat 12.30 Mamak cezaevinin önünde Raci Tetik yargılansın basın açıklaması, * 12 Eylül saat 04.00 de Ankara Radyosunun önünde Demokrasi nöbeti ve demokrasi bildirisinin okunması, * 12 Eylül saat 18.30 Amerikan Büyükelçiliği’ne yürüyüş ve siyah çelenk bırakma.

“Aradan koskoca 14 yıl geçti. 17 Ağustos 1999 depreminin hemen ardından yaşadığımız 12 Kasım 1999 Düzce depremini tekrar yaşatırcasına; Van bölgemiz 9 Kasım 2011 de 5,6 büyüklüğünde bir depremle tekrar sarsıldı. Kapitalizmin kuşatması altında, yağmurların bile felakete dönüşebildiği yurdumuzda yapılan bütün bilimsel ve mesleki uyarılara rağmen, Yerel ve merkezi iktidarlar, kendi siyasal ve ekonomik çıkarlarını korumak ve egemenliklerini sürdürmek adına, yüz binlerce insanı tehlikeye atmaktan çekinmiyorlar. Nükleer tehdidin çok acı sonuçları yaşanan bir dünyada hala nükleer santraller kurmak için inat ediyorlar. Parklarımız, bostanlarımız, tarım alanlarımız, ormanlarımız, derelerimiz, tepelerimiz yağmaya açılıyor, otopark çatı katlarına ve AVM alanlarına dönüştürülmeye çalışılıyor. Bu da yetmezmiş gibi fırsat bu fırsattır denilerek deprem olgusu ile insanlar korkutularak dönüşüm projeleriyle yerlerinden ediliyor. Okullarımız, hastanelerimiz, mezarlarımız özelleştiriliyor, rant alanı ilan ediliyor. Tarihi stadyumlar, sinemalar yıkılıp yerine avm’ler, oteller, rezidanslar, kışla ve saray bozuntuları inşa edilmeye çalışıyor. Üstelikle yaşam hakkı kadar kutsal bir hakkı savunan insanların üzerine polisler salınıyor, insanlar öldürülüyor, sakat bırakılıyor, tutuklanıyor, gözaltına alınıyor. Depremle insanlık yeraltına gömülürken, yeryüzü emekçilere sömürü, zulüm!

HALKIN KURTULUŞU İmtiyaz Sahibi ;Zeki Irmak

Yazı İşleri Müdürü Hatice Zuhal Göktepe

“Yıkılmak devrimlerin kaderinde mi var, yoksa devrimleri yıkan insanlar mı? İnsanlar, toplum, devrimin yıkılmasını engelleyebilir mi, engelleyemez mi? Ben bu soruları çok kere sordum kendi kendime. Ve size şunu söylüyorum: Yankiler bu devrimci süreci yıkamazlar, çünkü silah kullanmayı bilen bir halkımız var. Hatalarımıza rağmen kültür, bilgi ve bilinç seviyesi, bu ülkenin tekrar Amerikan sömürgesi olmasına izin vermeyecek düzeye gelmiş bir halkımız var…”

‘’sene 45 mevsim yazdı gökyüzünde lanet vardı uyumuştu tüm çocuklar güneş bile utanmıştı. Çok uzakta bir ülkede Yıllar yıllar önce Kuşatılmıştı insanlar, karanlığın nefesiyle Susmuştu bütün şarkılar, bu utanç yağmuruyla Solmuştu butun çiçekler kan kırmızı topraklarda Sene 45 mevsim yazdı Gökyüzünde lanet vardı Uyumuştu tüm çocuklar Güneş bile utanmıştı’’

KARABURUN DOGASINA SAHIP ÇIKIYOR

Karaburunda kurulması planlanan taş ocakları, rüzgar elektrik santralleri ve balık çiftliklerinin tarihi yarımadanın doğasına zarar vererek yaşam alanlarını kirleteceğini ifade eden Karaburun ve çevre köylerinden halkın katıldığı 300 kişilik kitle ile Karaburundan-İzmir konak meydanına yürüdüler. Köylüler “Meralar yok olmasın” , “Keçileri mi kaçırdınız” , “Maden ocakları istemiyoruz” , “Balık çiftliklerine hayır” pankartları açtı; sloganlar ve basın açıklamasıyla eylem sona erdi.

YÖNETİM YERİ-ANKARA İzmir cd. sümer 1 sk. no:7-8 Kızılay

h t t p : / / w w w. h a l k i n k u r t u l u s u . i n f o

“Küba’daki devrimci, sosyalist süreç de yıkılabilir mi?” sorusuna şu yanıtı verir Fidel Castro:

6 Agustos ve... en büyük atom bombası vahşetinin tarihi... 1945 yılı. Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombasının, 347 bin insanın ölümüne, milyonlarca insanın sakat kalmasına neden olmasının; o kara günün yıl dönümü...

12 Eylül UTANÇ Müzesi

İNSANLIĞIN EN BÜYÜK DÜŞMANI KAPİTALİZM; KAPİTALİZMİN EN BÜYÜK DÜŞMANI İSE KENDİSİDİR!

KÜBA DEVRİMİNİN ÖNDERİ FİDEL CASTRO 87YAŞINDA!

İZMİR Temsilcilik-Konak Basım Tarihi 859 Sk.Vatan İşhanı no. 6/204 03.09.2013 No.6/204 Konak-İzmir Ay l ı k s ü r e l i y a y ı n

Basım Yeri - Star Medya AŞ 9 Eylül Mah.No.29 Gaziemir- İZMİR İzmir/0 232 251 76 32


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.